7İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANABİLİM DALI DOKTORA TEZİ İMPARATORLUKLARIN ÇÖZÜLMESİ VE YENİDEN BİÇİMLENDİRİLMESİNDE MİLLİYETÇİLİĞİN ROLÜ: OSMANLI İMPARATOLRUĞU VE RUS ÇARLIĞI ÖRNEKLERİ UTKU ÖZER 2502060300 TEZ DANIŞMANI: PROF. DR. BİRSEN ÖRS İKİNCİ DANIŞMAN: YRD. DOÇ. DR. İLKER AKTÜKÜN İSTANBUL 2012 iii ÖZET Tezin amacı milliyetçiliğin Osmanlı ve Rus İmparatorluklarının çöküşü ve bu imparatorlukların halefleri üzerindeki etkisini incelemektir. Tarihsel olarak pek çok ortak özelliğe sahip olan iki imparatorluğun varlığının sona ermesiyle kurulan devletler birbirinden oldukça farklı biçimler almıştır. Rus İmparatorluğu, topraklarının büyük bölümünü içeren sosyalist bir federasyona dönüşürken, Osmanlı İmparatorluğunun resmi halefi kabul edilen Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı topraklarında kurulan diğer devletler gibi, ulus-devlet biçimini almıştır. Bu durum Osmanlı İmparatorluğu milliyetçi hareketlerle dağılırken Rus İmparatorluğu’nun sosyalist hareketle sonlandırılmış olması gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Ancak bu, milliyetçi hareketin Rus İmparatorluğunun yıkılmasında hiçbir etkisi olmadığı anlamına gelmemektedir. Bu etkiyi, Sovyetler Birliği’nin sosyalist bir devlet olmasına rağmen etnik temelli cumhuriyetlere bölünmüş federal yapısında görmek mümkündür. Bu nedenle her iki imparatorluğun çözülmesinde de milliyetçiliğin belli bir etkisinin olduğunu söylemek mümkün. Bu bağlamda pek çok çalışma imparatorluklarda meydana gelen milliyetçi hareketlere odaklanmaktadır. Bu çalışma ise bunun yerine İmparatorluğun yönetici elitlerinin politikalarına odaklanmaktadır. Bu amaçla kuruldukları dönemden başlayarak Osmanlı ve Rus İmparatorluklarının yapıları ve iktidar kaynakları incelenmiştir. Bu inceleme iki imparatorluğun özellikle askeri, ekonomik ve siyasi iktidar kaynakları açısından bezer olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Buna karşılık farklılıklar politikasını da içeren ideolojik iktidar bağlamında iki devlet farklılaşmaktadır. Bu, milliyetçi düşünce ve hareketlerin iki imparatorluğu farklı derecelerde etkilemesinin önemli nedenlerinden biridir. İki imparatorluk arasındaki farklılıklar Rus modernleşmesi/Batılaşması süresinde de daha da derinleşmiştir. Osmanlı İmparatorluğu yaklaşık yüzyıl sonra aynı süreci izlese de, iki imparatorluk zaman içinde asker, siyasi ve ekonomik açıdan da farklılaşmıştır. Bu farklılaşma söz konusu imparatorluklarının haleflerinin I. Dünya Savaşı sonrasında farklı yollar izlemelerini de beraberinde getirmiştir. iv ABSTRACT The aim of the thesis is to examine the effect of nationalism on the collapse of the Ottoman and Russian Empires and their successors. The states that emerged with end of the two empires, which have historically shared many common characteristics, were very different from each other. The Russian Empire, with most of its territories, was turned into a socialist federation, while the Turkish Republic, which is accepted as the official successor of the Ottoman Empire, along with the other states established on the former Ottoman territory, were nation-states. This result derives from the fact that it was nationalist movements that collapsed the Ottoman Empire whereas Russian Empire was overthrown by socialist movement. But this does not mean that nationalist movement did not have any impact on the collapse of the Russian Empire. It is possible to see that impact in the structure of the Soviet Union, which is established as a federal state based on ethnic divisions, even though it is a socialist state. Therefore it is possible to say that, in both empires nationalism had certain effects in the process dissolution. Many studies within this context focus on the nationalist movements among the subjects of the empire. This study turns the focus on the policies of the empire’s ruling elites. With this aim, starting from the early times, structures and sources power of Ottoman and Russian Empires are examined. This examination reveals that in political, economic and military terms these two empires are mostly familiar. However in terms of ideological power, which includes nationalities policies or politics of difference, it is possible to state that the two empires are different from each other. This was the main reason why nationalist thought and movements affected two empires to differing degrees. The difference between the two empires is deepened with the modernization/Westernization process in Russia. Although Ottoman Empire followed Russia a century later, they had differentiated also in military, economic and political terms, which explain the different paths the successor states followed after the World War I. v ÖNSÖZ Osmanlı İmparatorluğu ve Rus Çarlığı’nın çözülmesinde milliyetçiliğinin rolünü incelemeyi hedefleyen bu tez çalışması, Osmanlı İmparatorluğu ulusdevletlere ayrılarak son bulurken Rus İmparatorluğunun yerini neden ulus-üstü yapıyı koruyan bir devlete bıraktığı sorusundan yola çıktı. Böyle bir sorunun sorulmasının temelinde iki imparatorluğun pek çok ortak özelliğe sahip olmaları gerçeği yatmaktadır. Yakın coğrafyalarda benzer dönemlerde yan yana var olmalarının yanı üzerine kurulu oldukları iktidar kaynakları da iki imparatorluğu birbirine yaklaştırmaktadır. Bu nedenle bütün benzerliklerine rağmen iki imparatorluğun nasıl farklı sonlara vardıkları, iki imparatorluğun kuruluş dönemlerinden itibaren incelenmesini gerekli kılmaktaydı. Yüzyıllara yayılmış iki imparatorluğu incelemek gibi zorlu bir süreci aşarak tezi tamamlamada tez danışmanım Prof. Dr Birsen Örs’ün çok büyük emeği ve katkısı var. Birsen Hoca özenli okumaları, ufuk açıcı önerileriyle olduğu kadar güler yüzlü, sıcak, içten ilgisi ve hoş sohbetleriyle de bu zorlu süreci mümkün olan en iyi şekilde geçirmemi sağladı. Bunun için ona minnettarım. İkinci danışmanın Yrd. Doç. Dr. İlker Aktükün, lisans eğitimimden itibaren akademik çalışmalarıma verdiği desteğin yanı sıra beni bu zor ama keyifli tezi yazma konusunda da hep cesaretlendirdi. Ona çok büyük bir teşekkür borçluyum. Tez izleme komiteme katılarak değerli fikirlerini benimle paylaşan Doç. Dr. Levent Ürer ve Doç. Dr. İnci Kerestecioğlu’nun tezime önemli katkıları oldu. Levent Hoca’ya eleştirileri ve önerilerinin tezime katkısının yanı sıra her zaman güler yüzlü ve destekleyici olduğu için de teşekkür borçluyum. İnci Hoca’ya kaynak tavsiyeleri ve sunduğu bakış açılarıyla beni düşünmeye sevk etmenin yanı sıra ilgiliyle dinleyen ve destekleyen sıcak yaklaşımı için de çok teşekkür ederim. Tez savunma jürime gelerek değerli öneri ve katkılarda bulunan Prof. Dr. Cemil Oktay ve Doç. Dr. Serpil Çakır’a da teşekkür borçluyum. Cemil Hoca, savunma jürime katılarak lisans eğitimimin ilk yılından doktora eğitimimin son anına kadar yanımda oldu. Bundan sonrası için bana yeni ufuklar sunan, akademik hayata dair deneyimleri ve önerileriyle bana her zaman yol gösteren vi Hoca’ma en derin minnet duygularıyla teşekkür ederim. Serpil Hoca beni her zaman destekledi ve cesaretlendirdi, hep yanımda oldu. Bunun yanı sıra hoş sohbeti, samimiyeti ve ilgisine de çok şey borçluyum ve bunun için ona teşekkür ederim. Tezim her aşamasında yayınlarından faydalandığım Prof. Dr. Dominic Lieven görüşme talebimi kabul ederek tezimle ilgili önemli tespit ve önerilerde bulundu. Tezde ilerlemenin oldukça zorlaştığı bir aşamada yeni bir bakış sunan bu öneri ve tespitler için kendisine teşekkür ederim. Aynı şekilde görüşme talebimi kabul eden Prof. Dr. Şevket Pamuk’a değerli görüşleri ve teşvik edici sözleri için teşekkür borçluyum. Bu görüşmeleri yapmak üzere Londra’ya gidebilmemi sağlayan Erasmus Personel Hareketliliği Programı ve Maltepe Üniversitesi Uluslararası Ofisi’ne teşekkür ederim. Maltepe Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve AB Bölümü’ndeki değerli hocam Prof. Dr. Süleyman Seyfi Öğün’e gerek çalışma yaşamımda gerek tezimi tamamlamada sağladığı destek için içtenlikle teşekkür ederim. Bölüm hocalarımdan Yrd. Doç. Dr. Sabahattin Şen, tezimle yakından ilgilendi ve kendisiyle yaptığımız konuşmalar ve önerdiği kaynaklar tezime büyük katkıda bulundu. Bunun için ona teşekkür borçluyum. Maltepe Üniversite’sindeki sevgili dostlarım, çalışma yaşamını bir huzur ve mutluk alanı haline getirerek bu tezi yazabilmek için ihtiyaç duyduğum ortamı sağladılar. Yalnız aynı odayı değil kahkahalardan gözyaşlarına kadar her şeyi paylaştığım sevgili Funda Karadeniz’e, beni her zaman dinlediği, desteklediği, karamsarlığa kapıldığım zamanları atlatmamdaki çabası; gerçek dostluğu için büyük bir teşekkür borçluyum. Tanıdığım en iyimser insan olan ve bu iyimserliği etrafına yaymayı başaran sevgili Cevat Yıldırım, ister aynı odada ister kilometrelerce uzakta olsun her zaman yardımını, desteğini, ilgisini, dostluğunu sunacak kadar yakındı. Bunun için ona teşekkür ederim. Sevgili Fahriye Yıldız’a güler yüzlü ve sıcak dostluğu kadar, beni Dominic Lieven’la görüşme konusunda cesaretlendirdiği ve Londra’da geçirdiğimiz güzel günler için de teşekkür borçluyum. İSAM kütüphanesinde geçirdiğimiz uzun saatlerde beni hep dinleyen, anlayan ve destekleyen sevgili Deniz Özbay’a tezin son aşamalarına gelmiş olmanın zorluklarını benim için katlanılabilir kıldığı için teşekkür borçluyum. Aramızda kısa süre kalsa da vii enerjisiyle beni her zaman motive eden sevgili Ezgi Tutkal’a bunun için teşekkür ederim. Bu tezi yazarken yeterince vakit ayıramadığım, hatta bazen ihmal ettiğim ama buna rağmen beni hiç yalnız bırakmayan dostlarıma da burada teşekkür etmek istiyorum. Lisans, yüksek lisans ve doktora eğitiminin zorlu yollarında yanımda olan sevgili Çağrı Özdemir, bu sürecin bütün zorluklarını ve sıkıntılarını benimle paylaştı. Desteğini ve yardımını asla esirgemediği gibi, sonsuz bir anlayışla beni her zaman cesaretlendirdiği için ona teşekkür ederim. Yirmi yıla yaklaşan dostluğumuz boyunca hep olduğu gibi bu süreçte de hep yanımda olan Bora Aksoylu, Burcu Büyükmenekşe ve Gülçin Gürhan, bana sıcak, mutlu, keyifli bir kaçış sundular. Bunun için onlara minnettarım. Sevgili Merve Özkan’a doktoranın en zor dönemlerinde her zamanki içtenliği ve sıcaklığıyla yanımda olduğu için teşekkür borçluyum. Sevgili İnanç Özekmekçi’yle çoğu zaman karamsarlıkla başlasa da hep daha umutlu bitirdiğimiz uzun sohbetlerden aldığım güce çok şey borçluyum. Bunun için ona teşekkür ederim. Tezi yazarken ihtiyaç duyduğum kaynakların pek çoğuna Nazan Karakaş ve Burcu Teoman sayesinde ulaştım. Temin ettikleri kitapların yanı sıra kütüphane ziyaretlerimde sağladıkları sıcak çalışma ortamı için de kendilerine içtenlikle teşekkür ederim. Doktora eğitiminin her aşamasında sıkça başvurduğum İSAM Kütüphanesi ve çalışanlarına da sundukları çalışma ortamı ve zengin kaynakları için teşekkür ederim. Yurtiçi Doktora Burs Programı çerçevesinde doktora eğitimimi destekleyen TÜBİTAK-BİDEB’e çok teşekkür ederim. Son olarak sevgili ailem, annem Gül Özer, babam Rıza Özer ve kardeşim Erkin Can Özer olmasaydı bu zorlu süreci atlatmam mümkün olmazdı. Sonsuz sevgileri, ilgileri ve sabırlarıyla beni hep desteklediler, hep yanımda oldular. Varlıklarıyla bana sağladıkları huzur ve verdikleri güç bu tezi yazabilmemin en önemli koşuluydu. Hayatta sahip olduğum her şeyi olduğu gibi bu tezi de onlara borçluyum. Benim için yaptıklarının karşılığı olmasa da, onlara bütün bunlar için ancak teşekkür edebilirim. viii İÇİNDEKİLER ÖZET...........................................................................................................................iii ABSTRACT................................................................................................................iv ÖNSÖZ ........................................................................................................................ v GİRİŞ ........................................................................................................................... 1 1 TEORİ VETARİH PERSPEKTİFİNDEN İMPARATORLUKLAR.................. 8 1.1 Tanım ve Sınıflandırma................................................................................ 8 1.1.1 İmparatorluğu Tanımlamak.................................................................. 9 1.1.2 İmparatorluk Türleri........................................................................... 13 1.2 İktidarın Kaynağı Olarak İmparatorluğun Güç Unsurları.......................... 26 1.2.1 Askeri Güç ......................................................................................... 27 1.2.2 Siyasi Güç .......................................................................................... 28 1.2.3 Ekonomik Güç ................................................................................... 41 1.2.4 İdeolojik Güç...................................................................................... 42 1.3 İmparatorlukların Sonu .............................................................................. 57 1.3.1 Dönüşüm ve Çözülme Sürecinde İmparatorluklar............................. 60 1.3.1.1 Askeri Dönüşüm ................................................................................................. 61 1.3.1.2 Ekonomik Dönüşüm ........................................................................................... 62 1.3.1.3 İdeolojik Dönüşüm ............................................................................................. 67 1.3.1.3.1 Ulusçuluk ................................................................................. 68 1.3.1.3.2 Sosyalizm................................................................................. 77 1.3.1.4 Siyasal Dönüşüm ................................................................................................ 98 1.3.1.4.1 Dünya Savaşına Giden Süreçte İmparatorluklar.................... 103 2 OSMANLI VE RUS İMPARATORLUKLARI’NIN YAPISAL ÖZELLİKLERİ 107 2.1 İmparatorluktan Önce: Osmanlı Beyliği Ve Moskova Prensliği ............. 107 2.2 İmparatorluğun İnşası............................................................................... 129 2.2.1 İmparatorluğun Güç Unsurları ......................................................... 135 ix 2.2.1.1 Askeri Güç: Emperyal Yayılma........................................................................ 136 2.2.1.2 Siyasi Güç: Emperyal Merkez – Emperyal Çevre ............................................ 171 2.2.1.2.1 Merkezin Yönetimi ................................................................ 172 2.2.1.2.2 Çevrenin Yönetimi................................................................. 196 2.2.1.3 Ekonomik Güç:................................................................................................. 211 2.2.1.4 İdeolojik Güç: Emperyal Toplum ..................................................................... 220 2.2.1.4.1 Farklılığa Dayalı Toplumsal Yapı.......................................... 220 2.2.1.4.1.1 Farklılığın Yönetimi........................................................ 221 2.2.1.4.1.1.1 Osmanlı Millet Sistemi ............................................ 223 2.2.1.4.1.1.2 Rus Milliyetler Politikası ......................................... 230 2.2.1.4.1.2 İdeolojik Söylem............................................................. 238 3 OSMANLI VE RUS İMPARATORLUKLARI’NIN ÇÖZÜLME DİNAMİKLERİ....................................................................................................... 247 3.1 İmparatorluğa Tepkiler............................................................................. 247 3.1.1 Milliyetçi Tepkiler ........................................................................... 248 3.1.2 Sosyalist Tepkiler............................................................................. 269 3.2 İmparatorluğu Bir Arada Tutma Çabaları: Güç Unsurlarının Dönüşümü 289 3.2.1 Askeri Dönüşüm .............................................................................. 296 3.2.2 Ekonomik Dönüşüm ........................................................................ 302 3.2.3 İdeolojik Dönüşüm........................................................................... 316 3.2.3.1 Ruslaştırma-Etnikleştirme İkileminde Rus İmparatorluğu................................ 316 3.2.3.1.1 Ruslaştırma ve Rus Milliyetçiliği .......................................... 318 3.2.3.1.2 Etnikleştirme .......................................................................... 329 3.2.3.2 Osmanlı İmparatorluğu’nda “Üç Tarz-ı Siyaset”.............................................. 333 3.2.3.2.1 Osmanlıcılık ........................................................................... 333 3.2.3.2.2 İslamcılık................................................................................ 338 3.2.3.2.3 Türkçülük ............................................................................... 342 3.2.4 Siyasi Dönüşüm ............................................................................... 353 SONUÇ.................................................................................................................... 382 KAYNAKÇA........................................................................................................... 402 1 GİRİŞ Tezin amacı her ikisi de Birinci Dünya Savaşı ile birlikte son bulan imparatorluklar olan Osmanlı İmparatorluğu ve Rus Çarlığında milliyetçiliğin oynadığı rolü karşılaştırmalı olarak incelemektir. Çok uluslu imparatorlukların çözülmesinde milliyetçiliğin rolü, imparatorlukların dayandığı temellerin ortadan kalkarak kendi kaderini tayin ilkesinin etkinlik kazanması ve çok uluslu imparatorlukların mirasçısı olacak yeni devletleri şekillendirmesinde kendisini göstermektedir. Söz konusu olan ulus devletlere ayrılmış olan Osmanlı İmparatorluğu da olsa, sosyalist bir üst ideoloji de etnik temele göre bölünmüş bir federasyon olan Sovyetler Birliğine dönüşmüş olan Rus Çarlığı da olsa, milliyetçi hareketler ve kendi kaderini tayin talebi göz ardı edilememiştir. Bu amaçla Osmanlı İmparatorluğu ve Rus Çarlığının çok uluslu siyasal birimler haline gelmelerinden itibaren izledikleri milletler politikaları ile bu politikaların zaman içinde, özellikle milliyetçi hareketlerin ortaya çıkmaya başladığı 19. Yüzyıldan itibaren, geçirdikleri değişim tezde ele alınacak temek konuyu oluşturmaktadır. Gerek yönetici konumda bulunan etnik grupların gerekse de yönetilen durumundaki grupların uzun dönemde ulusal bilinçlerinin oluşmasını etkileyen siyasi, toplumsal ve kültürel gelişmeler, bu bağlamda incelenecektir. Geniş coğrafi alanlara yayılmış her iki imparatorluğun bünyelerinde barındırdıkları çok sayıdaki etnik grupların derinlemesine incelenmesi, esas olarak Osmanlı İmparatorluğu ve Çarlık Rusya’sının milliyetçi hareketler karşısında izledikleri politikalar ve bunların bu devletlerin mirasçısı devletlerin şekillenmesindeki rolü üzerinde durmayı hedefleyen tezin kapsamı dışında olacaktır. Bununla birlikte tarihsel süreçte sosyalizm dahil birçok farklı sosyal ve siyasal harekete eklemlenmiş olan milliyetçilik ve sosyalizm karşısında, gerek söz konusu grupların gerek de yönetici elitlerin tutumları ele alınacak, böylece Osmanlı ve Rus İmparatorluklardan ilki milliyetçi hareketlerle ulus devletlere ayrılırken, ikincisinde sosyalist hareketin milliyetçiliğe baskın gelmesinin nedenleri araştırılacaktır. Tezde kullanılacak araştırma yöntemini karşılaştırmalı tarih olarak ifade etmek mümkündür. Karşılaştırmanın tarih çalışmalarında sahip olduğu önem, bu 2 sayede farklılıkların bulunması, olguların açıklamasının ancak başka zaman ve mekanlardaki benzer olguların neden son tahlilde farklı biçimde geliştiklerini açıklayan mekanizmaları ortaya çıkarılarak yapılabilmesidir.1 Bu bağlamda kullanılacak yöntem tarihsel sosyolojiye de yakın durmaktadır. Skocpol tarihsel sosyolojiyi “büyük ölçekli yapıların ve temel değişim süreçlerinin doğasını ve etkisini anlamaya adanmış … bir araştırma geleneği” olarak tanımlamakta ve itici gücünün de klasik teorik paradigmalar değil, tarihsel temelli sorulara yanıt verme arzusu olduğunu belirtmektedir.2 Max Weber, Norbert Elias, Anthony Giddens, Jurgen Habermas, Horkheimer ve Adorno, Fernand Braudel ve Foucault’dan yola çıkarak tarihsel sosyolojiyi ele aldığı çalışmasında Dean, söz konusu yazarların tümünün inceledikleri alanın sosyolojinin bir alt dalı ya da sosyolojiyle tarihin karışımından öte olduğunu öne sürdüklerini dile getirmekte ve bu alanı tarihsel sosyoloji olarak adlandırmaktadır.3 Dean’e göre bu alanı belirleyen sadece sosyoloji ve tarih değil, aynı zamanda sosyal felsefe ve siyaset felsefesi, kültürel ve entelektüel tarih ve Annales ekolünden hareketle “ekonomilerin, toplumların ve uygarlıkların” tarihidir. Tarihsel sosyolojinin önde gelen yazarlarından Charles Tilly bir zamanlar sosyolojinin neredeyse tamamını tarihsel sosyolojinin oluşturduğu ancak zamanla sosyolojinin tarihten uzaklaştığını ve bu uzaklaşmanın sosyolojik düşüncenin dört öncüsünden Weber ve Marx’ın izleyicilerinden ziyade Mill ve Durkheim’ın izleyicileri arasında daha belirgin oluğunu dile getirmektedir.4 Sosyolojinin tekrar tarihe yönelmesi Tilly’ye göre, 1970’lerden itibaren gelişme modelleri ve geniş kapsamlı sosyal değişimle ilgili çalışmalardan duyulan memnuniyetsizlikten, sosyolojik modellerin zayıf ve süreçlerin varsayımsal olmasından kaynaklanmaktadır.5 Ortaya konan model ve açıklamaların temellerinin zayıf olduğunun ortaya çıkması, bugün yaşananların aslında geçmişten alınan bir miras olduğu ve ancak bu miras göz önünde bulundurularak açıklanabileceği sonucuna 1 Ferdan Ergut, Ayşen Uysal, Tarihsel Sosyoloji: Stratejiler, Sorunsallar, Paradigmalar, Ankara, Dipnot Yayınları, 2007, s. 12 2 Theda Skocpol, Tarihsel Sosyoloji: Bloch’tan Wallerstein’e Görüşler ve Yöntemler, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2008, s. 7 3 Mitchell Dean, Critical and Effective Histories: Foucault’s Methods and Historical Sociology, Londra-New York: Routledge, 2003, s. 1 4 Chares Tilly, “Historical Sociology”, Current Perspectives in Social Theory, Sayı 1, 1980, s. 55 5 Ibid., s. 56 3 varılmasına yol açmış, bu da sosyal bilimcileri tarihsel araştırmalara yöneltmiştir. Bunun nedeni Tilly’ye göre, aynı zamanda neden tarih üzerine çalıştığımız sorusunun da cevabıdır; “insan ilişkileriyle ilgili tüm güvenilir bilgiler çoktan tarih olmuş olaylara dayanmaktadır” ve tarihsel doğrulama, büyük ölçekli toplumsal değişimlerin analizinde büyük önem taşımaktadır.6 Tarihsel sosyolojinin ortaya çıkışı ve gelişiminde bunun kadar önemli bir diğer gelişme ise tarihçilerin “eski sorunları” sosyal bilimlerin diğer alanlarından aldıkları model ve metotları kullanarak çözmeye çalışmalarıdır.7 Nitekim bu tez çalışmasında yapılacak olan da tarihsel sosyolojinin esas olarak bu boyutuyla yakından ilişkilidir. Osmanlı ve Rus İmparatorluklarının çözülme süreçleri ve sonrasında farklı yollara sapmış olmaları, sosyolojinin tarihten yararlanmasından çok tarihin sosyolojik yöntem ve analizlerden yararlanması bağlamında bir tarihsel sosyolojik analiz çerçevesinde incelenecektir. Genellikle karşılaştırmalı bir yaklaşımın benimsendiği tarihsel sosyoloji çalışmalarında olduğu gibi bu çalışmada da Charles Tilly tarafından patika bağımlılığı (path-dependency) olarak tanımlanan önceki olayların sonraki olaylar üzerindeki etkisinin araştırılması esas olacaktır. Tilly’nin de belirttiği gibi, siyasi süreçlerin tarihsel analizi, genellikle bir neden-sonuç ilişkisi kurmaya çalışır.8 Buna göre eğer toplumsal, siyasal, iktisadi süreçler belirli bir noktada girilen patikaya bağımlı ise toplumsal değişimin önceden kestirilebilir ve kaçınılmaz bir yönü olamaz ve hiçbir tarihsel durum bir sonrakinin gerekli bir önkoşulu değildir; her durum “uzun, yavaş, tarihsel olarak özgün süreçlerin” bir ürünüdür.9 Zaten tarihsel sosyoloji çalışmalarında tarihsel süreçten anlaşılan Annales Okulundan alınan bir yaklaşımla longue duree, yani uzun dönemli bir tarihsel perspektiftir. Ancak bu şekilde tarihsel olayların, sadece gerçekleştikleri ya da incelendikleri dönemin bakış açısıyla ele alınmasının önüne geçilebilecektir. Skocpol tarihsel sosyolojik incelemelerin sahip olduğu karakteristikleri şu şekilde tanımlamaktadır. 6 Chares Tilly, "How (and What) Are Historians Doing?" David Easton & Corinne S. Schelling, (der.), Divided Knowledge Across Disciplines, Across Cultures, Newbury Park: Sage, 1991, s. 86 7 Chares Tilly, “Historical Sociology”, s. 57 8 Chares Tilly, “Historical Analysis of Political Processes,”, Jonathan H. Turner, (der.), Handbook of Sociological Theory, New York: Kluwer/Plenum, s. 67 9 Ergut, Uysal, op. cit., s. 13 4 En temel olarak, zamana ve mekana somut bir şekilde yerleşmiş olduğu anlaşılan toplumsal yapılar ya da süreçlerle ilgili sorular sorarlar. İkincisi, süreçleri zaman içinde ele aldıkları gibi, sonuçların nedenlerini açıklamada zamansal ardışıklığı da ciddiye alırlar. Üçüncüsü, pek çok tarihsel çözümleme, bireysel yaşamlarda ve toplumsal dönüşümlerde niyet edilen ve edilmeyen sonuçların açığa çıkmasından anlam çıkarmak için, önemli eylemlerin ve yapısal bağlamların etkileşimine dikkat eder. Son olarak, tarihsel sosyolojik incelemeler, özgül türden toplumsal yapıların ve değişim kalıplarının tikel ve değişik özelliklerini aydınlatırlar. Zamansal süreçlerin ve bağlamların yanı sıra, toplumsal ve kültürel farklılıklar da tarihsel yönelimli sosyologların asıl ilgi alanıdır. Dünyanın geçmişi onlara bir biçimli bir gelişme öyküsü ya da standartlaşmış bir ardışıklıklar kümesi olarak görünmez. Aksine grupların ya da örgütlenmelerin geçmişte değişik yollar tercih etmiş olduklarını ya da bu yollara kaza eseri girdiklerini kabul ederler. Daha önceki “tercihler” ise, yeri geldiğinde önceden belirlenen bir sonuca yönelmeksizin, daha sonraki değişimlere hem alternatif olanaklar açarlar, hem de bu olanakları sınırlarlar.10 Bu noktaları göz önünde bulundurarak çalışmada, yine karşılaştırmalı tarih ve tarihsel sosyolojiden ödünç alınan bir yaklaşımla tarihsel süreçteki toplumsal dönüşümler ya da “bir yöne sahip olduğu varsayılan değişimleri”11 inceleyerek kuramsal açıklamalar oluşturmayı hedeflenmektedir. Burada değişimin bir yöne sahip olduğunu varsaymak çalışma esnasında kurama, üzerinde çalışılan belli bir sorunun yol göstermesi gerekliliğini ifade eder. Bunu problem merkezli araştırma olarak da ifade ermek mümkündür. Bu bağlamda çalışma ele alınan konunun nedensel açıklamasını ortaya koymayı hedeflemektedir. Bu amaçla tezde temel olarak ikincil kaynaklardan yararlanılacaktır. İkincil kaynaklar ve tarihçiler tarafından ikincil kaynaklar olarak nitelendirilen biyografiler, nüfus sayımları, mahalle kayıtları gibi kaynaklar tarihsel sosyoloji çalışmalarının temel kaynaklarını oluşturmaktadır.12 İkincil kaynakların kullanımıyla hedeflenen, bu kaynakları karşılaştırmalı bir analiz çerçevesinde bir araya getirerek daha geniş bir resim ortaya koyabilmektir. 10 Skocpol, Tarihsel Sosyoloji: Bloch’tan Wallerstein’e Görüşler ve Yöntemler, s. 2 11 Elizabeth Özdalga, Tarihsel Sosyoloji” Doğubatı Yayınları, Ankara, 2009, s. 11 12 Chares Tilly, “Historical Sociology”, s. 58. 5 Ancak bu kaynakların incelenmesi göstermektedir ki karşılaştırmalı çalışmaların sayısı oldukça sınırlıdır. Eserler genellikle tek bir imparatorluğun bütün tarihi ya da belli bir döneminin anlatımına dayanmaktadır. Analize dayalı çalışmalar içinde ise imparatorluklarda milliyetçilik konusu genellikle imparatorluk nüfusu içindeki farklı etnik ve gruplar arasında gelişen milliyetçi düşünce ve onlar tarafından gerçekleştirilen milliyetçi hareketler bağlamında ele alınmaktadır. Öte yandan az sayıda da karşılaştırmalı çalışmalar bulunmaktadır. Ancak bu çalışmalarda genellikle imparatorluklar arasında bir sınıflandırmaya gidilmeden farklı yapıdaki imparatorlukların karşılaştırılması söz konusudur ve bu da yapılan karşılaştırmada sınırlılıklara neden olmaktadır. Bu nedenle bu çalışmada incelenecek imparatorluk sayısı iki ile sınırlandırılmış ve ele alınan imparatorlukların –Osmanlı ve Rus İmparatorluklarının- aynı tür imparatorluklar olması düşünülüştür. Tilly’nin de belirttiği gibi dillerin öğrenilmesi ve kaynaklarla ilgili güçlükler tarihçileri kendilerini yer ve zaman olarak küçük alanlarla sınırlandırmaya zorlamakta, bir ya da iki ülkenin yaklaşık yüzyıllık bir dönem içinde incelenmesine yönlendirmektedir.13 Buna alternatif olarak yapılabilecek olan ise mekan ve zaman sınırlamasını aşarak belli olguların uzun dönemli olarak incelenmesidir. Bu çalışmada benimsenecek araştırma yöntemi de, geniş coğrafyalara yayılmış uzun ömürlü iki imparatorluğu, Tilly’nin ifade ettiği gibi, belli bir olgu çerçevesinde ele almak olacaktır. Bu bağlamda genellikle karşılaşılandan farklı olarak imparatorluklarda ortaya çıkan milliyetçi düşünce ve hareketler değil bu düşünce ve hareketlere yanıt olarak üretilen ve uygulanan imparatorluk politikaları bu çalışmanın odak noktasında olacaktır. İncelenecek ikincil kaynaklar bu bağlamda bir araya getirilmeye çalışılacaktır. Bu bağlamda üç bölüm olarak planlanan tezin ilk bölümü imparatorlukların teorik ve tarihsel bağlamda incelenmesine ayrılmıştır. İmparatorlukların tanımlanması ve sınıflandırılması teorik incelemenin ilk ayağını oluşturmaktadır. Bunu söz konusu tanım ve sınıflandırmaların da yardımıyla imparatorlukların üzerine kurulu oldukları yapı ve unsurların incelenmesi izleyecektir. Bu yapılarının tarihsel süreç içinde, özellikle 19. yüzyıldan itibaren içinde girdikleri çözülme ve dönüşüm 13 Chares Tilly, "How (and What) Are Historians Doing?", s. 89 6 sürecinin dönemin koşulları bağlamında ele alınması bu bölümde incelenecek son konuyu oluşturmaktadır. Nitekim bu dönem aynı zamanda, bazı istisnaları olmakla birlikte genel olarak imparatorluklar çağının da sonunu işaret etmektedir. Bu noktada ağırlık, tezin konusunu oluşturan imparatorlukların çözülme sürecinde belirleyici olan sosyalizm ve milliyetçiliğin ortaya çıktığı koşullar ve aldıkları biçimlerin, gerek teorik gerek pratik düzlemde incelenmesinde olacaktır. İkinci bölümde kuruluşlarından 19. yüzyıla kadar Osmanlı ve Rus İmparatorlukları, birinci bölümde verilen teorik çerçeveye uygun olarak, üzerine kurulu oldukları güç unsurları ve bu unsurların zaman içindeki dönüşümü bağlamında ele alınacaktır. Bölümde vurgu, çalışmanın amacına uygun olarak, İmparatorlukların farklılıkları yönetme politikası üzerinde olacaktır. Dolayısıyla Osmanlı milliyet sistemi ve Rus milliyetler politikası bölümün ana eksenini oluşturacaktır. Söz konusu politikaların ortaya çıkışında ve uygulanmasında belirleyici olan tarihsel koşullar, kronolojik olarak değil anılan güç unsurları bağlamında ele alınacaktır. Bu amaçla her iki imparatorluğun da bir imparatorluk olarak adlandırılabilecek koşullarla sahip olmalarından önceki dönemden, kuruluşlarından itibaren topraklarını genişletmeleri; bu toprakları ve insanlarını yönetmek üzere geliştirdikleri politikalarla bir imparatorluğa dönüşmeleri ve bundan sonra geliştirilen imparatorluk politikaları incelenecektir. Bu imparatorluk yapıları ve politikalarının zaman içinde, dönemin koşullarına bağlı olarak etkinliklerini nasıl kaybettikleri ve imparatorlukların buna karşı aldıkları önlemler bağlamında geçirdikleri dönüşüm üçüncü ve son bölümün temasını oluşturacaktır. Bu amaçla ilk olarak 19. yüzyıldan, her iki imparatorluğun da son bulduğu 20. yüzyıl başına kadar, Osmanlı ve Rus İmparatorluklarında meydana gelen İmparatorluk karşıtı hareketler incelenecektir. Bu hareketler her iki imparatorlukta da, farklı derecelerde olmakla birlikte, milliyetçilik ve sosyalizm ekseninde meydana geldiğinden tezde de bu eksende ele alınacaktır. İmparatorlukların kendilerine karşı gelişen tepkiler doğrultusunda varlıklarını korumak için, geliştirdiği politikalar bu bölümde üzerinde durulacak esas konuyu oluşturmaktadır. Bu süreçte imparatorluklar bir anlamda kendilerini zamanın değişen koşullarına uydurmaya çalışmışlardır. Ancak söz konusu tepkiler ve bunların oluşturduğu imparatorluk 7 karşıtı hareketler, imparatorlukların meşruiyet temellerini sorguluyordu. Üstelik bu sadece bu iki imparatorluk için değil, Avrupa’nın geri kalanı için de geçerliydi. Bu nedenle söz konusu tepkilerin imparatorlukların varlığını kabul etmeleri mümkün olmadığı gibi imparatorlukların da kendilerini bu yeni koşullara ayak uydurmak üzere dönüştürmeleri mümkün değildi. Nitekim I. Dünya Savaşının bütün Avrupa’yı etkisi altına alan koşulları altında Osmanlı ve Rus İmparatorluklarının varlıkları sona erdi. 8 1 TEORİ VETARİH PERSPEKTİFİNDEN İMPARATORLUKLAR 1.1 Tanım ve Sınıflandırma İmparatorluklar, tarihin çeşitli dönemlerinde, farklı coğrafyalardaki geniş topraklar ve büyük insan topluluklarını bünyesinde barındırmış, bu özelliklerine bağlı olarak da birbirinden çok farklı özelliklere sahip pek çok devlet imparatorluk kavramının içine yerleştirilmiştir. Bundan dolayı imparatorluklarla ilgili yapılacak her türlü tanımlama ya çok geniş ve kapsayıcı ya da çok dar ve dışlayıcı olma riskiyle karşı karşıyadır. Buna rağmen konu ile ilgilenen pek çok yazar, bu riski göze alarak ve çekincelerini de belirterek bir tanım yapma yoluna gitmişlerdir. Bir siyasal birim olarak imparatorluğu tanımlamadan önce kavram olarak imparatorluğun kökenine bakmak gerekmektedir. İmparatorluk kavramının kökenine bakıldığında, kavramın Latince otorite ya da hâkimiyet anlamına gelen imperium kelimesinden türediği görülür. Ancak yüzyıllar içinde kavram başlangıçtaki anlamından çok faklı anlamlar ifade edecek biçimde değişikliğe uğramakla birlikte başlangıçta taşıdığı anlamı da içinde barındırmaya devam etmiştir. Örneğin Latince imperator kelimesinden gelen imparator kelimesi esas olarak başarılı general anlamını taşımaktaydı. Zamanla imparator kavramı, bugün de kullanıldığı anlamıyla, devletin başındaki yöneticiyi ifade etmeye başladı. Roma’da imperium, yani yürütme yetkisine sahip olan kral, başkomutanlık görevinin yanı sıra başrahiplik ve baş yargıçlık görevlerini de üstleniyordu.14 Bunun yanı sıra kavram askeri çağırışımlar taşımaya da devam etti. Roma İmparatorluğunun yöneticileri her zaman başkomutan olarak kalırken,15 sömürge imparatorlukları dışarıda bırakılacak olursa son 14 Mehmet Ali Ağaoğulları, Levent Köker, İmparatorluktan Tanrı Devletine, Ankara İmge Kitabevi, 2001, s. 18 15 Benzer bir uygulamaya, Roma İmparatorluğundan daha önce Antik Yunan’da rastlamak mümkün. Özellikle Pers savaşları döneminde, polis güvenliğinin başat sorun olduğu bir ortamda, ordu komutanları ön plana çıkarken bu durum halk tarafından da benimsenmekteydi. Ayrıca, ordunun tek elden yönetilmesine duyulan ihtiyaç nedeniyle başkomutanlık kurumun oluşturulması ve başkomutanın zamanla kabile sistemine bağımlı olmaksızın yurttaşlar arasından seçilmeye başlanmasıyla, diğer devlet görevlilerinden farklı olarak her yıl art arda seçilme hakkına sahip olan başkomutan, siyasal yaşamda da önemli bir yer kazandı. Ağaoğulları’na göre böylece halk önderlerinin ve yönetimde ağırlıklı bir yere sahip olan kişilerin Atina demokrasisi tarafından özümsenmesinde Pers Savaşlarının önemli bir etkisi olmuştur. Mehmet Ali Ağaoğulları, Kent Devletinden İmparatorluğa, Ankara, İmge Kitapevi, 2006, s. 42 9 imparatorluklar olarak kabul edilebilecek olan Alman ve Rus imparatorları da nadiren üniformasız olarak fotoğraflanmışlardır.16 1.1.1 İmparatorluğu Tanımlamak Lieven’a göre imparatorluğun tanımı yapılırken kullanılabilecek en tembel yaklaşım bir devletin kendisini istediği şekilde tanımlayabileceğini söylemektir, çünkü buna göre Bokassa’nın Orta Afrika Cumhuriyetini 1976 yılında bir imparatorluk olarak ilan etmesi nedeniyle bu devletin gerçekten de bir imparatorluk olduğunu kabul etmek gerekir.17 Oysaki gerçekte yapılması gereken bu değil, belli ortak özellikler ortaya koyarak bir tanım geliştirilmesidir. Belli ortak özellikler çerçevesinde imparatorluklarla ilgili bir tanıma ulaşma çabasında olan yazarlardan biri Michael Doyle’dur. Michael Doyle tarafından yapılan tanıma göre imparatorluk, siyasi bağımsızlığı bir başka toplum tarafından etkili biçimde kontrol edilen bir toplum ile bu toplumu kontrol eden toplum arasındaki resmi ya da resmi olmayan ilişkiye ya da başka bir ifadeyle belli bir toplumun yabancı bir devlet tarafından, resmi ya da resmi olmayan bir biçimde güç, siyasi işbirliği, ekonomik, sosyal veya kültürel bağımlılık gibi araçlarla siyasi kontrolüne dayanan bir siyasi birimdir.18 Emperyal kontrolün kapsamı, hem kontörlün kendisi hem de sonuçlarıyla ilgilidir. Kontrol (doğrundan ya da dolaylı olarak) resmi biçimde gerçekleştirilebileceği gibi, genellikle çevredeki yerel elitlerle yapılan işbirliğiyle, merkezin, çevrenin siyasal birikimini, kararlarını, muhakemelerini ve uygulamalarını etkilenmesi yoluyla gayri resmi biçimde de olabilmektedir.19 Burada Doyle’un kontrolün sonuçlarıyla kastettiği ise hem iç hem de dış politikayla ilgili meselelerdir. Ancak bu noktada Doyle emperyal güç ile hegemonyanın birbiriyle karıştırılmaması gerektiğini vurgulayarak iki kavram arasındaki ayrıma dikkat çekmektedir. Buna göre imparatorluk hem iç hem de dış politikanın kontrolüne dayanmaktadır, hegemonya ise sadece dış politikanın kontrolü ile ilgilidir. Hegemonyanın sadece dış politikanın kontrolüne dayandığı yönündeki tespiti ilk yapan ise Thucydides olmuştur. Peloponnesos Savaşı’yla ilgili aynı adı taşıyan eserinde Thucydides, Sparta’nın müttefiklerinin bu 16 Dominic Lieven, Empire: Russian Empire and Its Rivals, New Haven and London, Yale University Press, 2000, s. 8 17 Ibid., s. 6 18 Michael Doyle, Empires, Cornel University Press, New York, 1986, s. 30 ve s. 45 19 Ibid., s. 40 10 savaşta Sparta hegemonyasına tabi olmakla birlikte iç işlerinde büyük oranda özerk olduklarını, buna karşılık Atina’nın müttefiklerinin savaşta, dış politikalarında olduğu kadar iç politikalarında da Atina’ya bağımlı olduklarını belirterek hegemonyayı dış politika ile ilişkilendirmiştir.20 Bu ayrımdan yola çıkan Doyle da Atina’nın resmi bir biçimde olmasa da bir imparatorluk olarak nitelendirilebileceğini öne sürmektedir. Doyle’un yaptığı imparatorluk tanımının anlaşılması için, tanım ve sınıflandırma yaparken kullandığı emperyal kontrol kavramına da açıklık getirmek gerekmektedir. Doyle’a göre kontrol, asimetrik bir nüfuz ve iktidar uygulamasıdır.21 Söz konusu nüfuz açık veya örtülü olabilir. Açık nüfuz, bir devletin istediği bir sonucu elde etmek için, eylemleriyle, başka bir devletin, kendisinin bu sonucu elde etmesini sağlayacak şekilde davranmasını sağlamasıdır. Eğer bir devlet belli bir sonuca ulaşmak istediği halde diğer bir devletin kendisinin bu sonuca ulaşmasını sağlayacak bir şekilde davranmasına neden olacak bir eylemde bulunmuyor, ama kendisinin bu sonucu elde etme isteği diğer devletin bu doğrultuda davranmasına neden oluyorsa bu örtülü nüfuzdur. Tanımdaki iktidar kavramı ise nüfuzun bir altkümesidir ve güçlü bir aktörün, nüfuz edilen aktörün gerçekleşmesini tercih etmeyeceği bir etkiye sahip olma yeteneğidir. Bu tanımda Doyle’un emperyal ilişkinin resmi ya da resmi olmayan niteliğine yaptığı vurgu, bazı durumlarda belli bir bölgenin, bir imparatorluk tarafından doğrudan topraklarına katılmamış olmakla birlikte bu imparatorluğun o bölge üzerinde belli bir kontrol sahibi olduğu anlamını taşımaktadır. Tarihte hem resmi hem de resmi olmayan kontrol biçimini uygulayan imparatorluklar olmuştur. Bir imparatorluğun bu iki kontrol biçiminden birini tercih ettiği durumlar olduğu gibi bazen de tek bir imparatorluğun her iki kontrol ilişkisini birden kurduğu, bazı bölgeleri doğrudan topraklarına katarak yönettiği bazılarını ise topraklarına katmadan, bağımsız bir birim olarak bıraktığı ancak bu bölgeyi ekonomik, askeri ya da siyasi olarak kontrol ettiği görülmektedir. Tarihe bakıldığında, henüz kent devletleri döneminde resmi olmayan, dolaylı kontrole dayalı emperyal bir ilişki 20 Ibid., p. 40. Ayrıca bknz. Thukydides, Peloponnesos Savaşı, İstanbul: Hürriyet Yayınları, 1976 21 Doyle, op cit., p. 34 11 türünün varlığını saptamak mümkündür. Thucydides’in Peloponnesos Savaşı adlı eserinde verdiği bilgilere dayanarak Yunan şehir devletlerinin birliği olan AttikDelos Liginin, Atina’nın diğer şehir devletleri üzerinde kurduğu kontrolün uygulama aracı haline geldiğini söylemek mümkündür. Attik-Delos Deniz Birliği, M.Ö. 478 yılında Atina’nın liderliğinde birçok Yunan polisinin Perslere karşı sürekli bir savaşı sürdürebilmek için askeri bir bağlaşma yapmak üzere bir araya gelmeleriyle kurulmuştu. Lig esas olarak her biri bağımsız olan şehir devletlerinin birliğiydi fakat zamanla devletlerin lige yaptıkları katkının zorunlu hale getirilmesi ve ligden ayrılmanın mümkün olmaması gibi uygulamalar, Atina dışındaki üye devletlerin şekilsel olarak bağımsız olmakla birlikte aslında Atina’ya emperyal bir ilişkiyle bağlı olması sonucunu doğuruyordu. Ağaoğulları bu süreci şu şekilde anlatmaktadır: İlk zamanlarda, Delos adasında bulunan Birlik hazinesini kendi kentlerine taşıyan Atinalılar, ortak parayı, amacı dışında Atina’nın süslenip zenginleştirilmesi yolunda kullanmaya başladılar. Ardından Atina, bağlaşıklarını kendi para birimini ve ölçü sistemlerini kullanmaya zorladı ve onları kendisine haraç ödeyen bağımlı polisler konumuna indirgedi. Ekonomisini büyük ölçüde yüzlerce polisin sömürüsü üzerine kuran Atina, Birlikten ayrılmak isteyenlere de acımasız bir şiddet kullanmaktan kaçınmadı.22 Roma İmparatorluğuna bakıldığında da, Romalıların imparatorluk algısının resmen ilhak edilen topraklardan çok Roma’nın üzerinde iktidar uyguladığı alanların tümünün, imparatorluğun bir paçası olduğu doğrultusunda olduğu görülür. 23 Bu anlayış kendisini Sezar’ın sözlerinde de gösterir; ona göre de emperyal bağlardansa kontrol çok daha büyük bir öneme sahiptir.24 22 Ağaoğulları, op. cit., s. 44. Ancak söz konusu birliğin dağıtılmasını talep eden Sparta’nın bu isteğini reddetmek, Atina için sonun başlangıcını temsil eden Peleponnesos savaşına neden oldu. 27 yıl süren bu savaşta Sparta karşısında ağır bir yenilgi alan Atina, bu yenilginin yanı sıra savaş sürecinde yaşanan iktidar mücadeleleri ve sınıf çatışmalarının yarattığı iç karışıklıkların da etkisiyle çöküş süreci içine girdi. Bununla birlikte Peleponnesos savaşı, savaşın galibi olan Sparta için de çöküş sürecini başlattı. Büyük insan gücü kaybına uğrayan Sparta, bu savaşlarla zorunlu olarak dışa açıldı. Ancak bu durum, gücünü büyük oranda kapalı toplum yapısına dayalı bir polis olmasından alan Sparta’nın dıştan gelen etkilere karşı kendisini koruyamamasına ve düzeninin bozularak gücünü kaybetmesine neden oldu. Ağaoğulları, Ibid., s. 51 23 William V. Harris, War and Imperialism in Republican Rome: 327-70, Oxford University Press, Oxford, 1979, s. 105 24 Michael Doyle, op. cit., p. 30. Ayrıca bknz. Julies Caesar, Gallia Savaşı, Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1942 12 Doyle’un bir imparatorluğun bir bölgeyi ilhak etmesi yani şekli egemenlik ile o bölgeyi topraklarına katmadan kontrol etmesi yani etkili egemenlik arasında yaptığı ayrım ise bir imparatorluğun bir ülkeye resmi olarak sahip olduğu fakat üzerinde etkili bir kontrol uygulamadığı ya da uygulayamadığı durumları ifade etmektedir. Örneğin Britanya 1867 yılında dominyonu olan Kanada üzerinde çok az bir kontrol uygulamıştır. Bunun gibi durumlarda söz konusu ülke şeklen bağımsız olmamakla birlikte fiilen bağımsız olabilmektedir. Ancak bu durumun daha uç örneklerine de rastlanmaktadır; bir devletin resmen sahip olduğu bir bölgenin başka bir devlet tarafından kontrol edilmesi. Bu duruma örnek olarak Mısır’ın resmi olarak Osmanlı toprağı olmaya devam etmekle birlikte İmparatorluğun bu bölgedeki kontrolünü kaybetmesi ve 19. Yüzyılın son çeyreğinde bölgenin kontrolünün tamamen Britanya’ya geçmiş olması gösterilebilir. Hobsbawm imparatorlukların aslında çok az ortak özelliğe sahip olmalarına rağmen hepsinin, üzerinde yaşayanların ya da yerel yöneticilerin çıkarlarını temsil etmediğine inanılan uzak ve yabancı bir merkezden yönetilen bazı bölge veya bölgelerden oluştuğunu belirtmektedir. 25 Charles Tilly de imparatorluğu, dolaylı bir yönetimle merkezi iktidara bağlı büyük bir karma yönetim şekli olarak tanımlamaktadır.26 Bu tanıma göre merkezi iktidar imparatorluğun her bir bölgesi üzerinde askeri ve mali kontrol uygulamakla birlikte dolaylı yönetimin iki temel unsuruna hoşgörü göstermektedir: her bir bölgenin yönetimi için özel anlaşmalar yapılması; ve bağlılık, vergi, merkezle askeri işbirliği karşılığında kendi bölgelerinde belli oranda bir otonomiden yararlanan aracıların iktidarın kullanımına dâhil olması. Alexander Motyl’in tanıma göre imparatorluklar, kültürel açıdan farklı nüfus ve elitlerin yaşadığı ve coğrafi olarak birbirine bağlı bir merkez ile çevreden oluşan politik birimlerdir.27 Hiyerarşik bir biçimde düzenlenmiş bu siyasi birimde devlet, merkezdeki elitler aracılığıyla farklı birimlerin etkileşiminde aracı rolünü oynamakta ve periferiden merkeze ve buradan da tekrar periferiye kaynak akışını yöneterek 25 Eric J. Hobsbawm, “How Empires End” Karen Barkey, Mark von Hagen, After Empire: Multiethnic Societies and Nation-Building The Soviet Union and the Russian, Ottoman and Habsburg Empires, Westview Press, s. 12 26 Charles Tilly, “How Empires End”, Barkey, von Hagen, Ibid., s. 3 27 Alexander J. Motyl, “Thinking About Empire”, Barkey, Hagen, Ibid, s. 20 13 periferideki toplumlar ve elitlere hükmetmektedir. 28 Bu süreçte merkezdeki elitlerin periferiyi yönetmesi, periferideki yöneticilerin ve politikaların belirlenmesine müdahale biçiminde gerçekleşen doğrudan bir yönetim olabileceği gibi, daha az müdahale ve kontrol içeren gayri resmi bir yönetim de olabilir. Ancak her durumda merkezin periferide, Motyl’in “çevre elitleri” olarak tanımladığı, ortakları olmalıdır.29 Motyl’e göre imparatorluk her şeyden önce ilişkilerle ilgilidir. Motyl bu tanımı yaptıktan sonra merkez ve çevre kavramlarını da tanımlamaktadır. Buna göre bir merkezin sahip olması gereken özellikler (1) siyasi, ekonomik ve sosyokültürel çok boyutluluk; (2) sınırları belli bir coğrafi alan (belli bir bölgede toplanma); (3) birbirini destekleyen kurumlar; ve (4) anlamlı bir karar alma gücüdür. Yani merkez, bölgesel olarak belirli bir yerde toplanmış ve karşılıklı olarak birbirini destekleyen kurumların oldukça merkezileşmiş bir otoriteyi kullandıkları bir yapıya sahiptir ve bu tanım gereği bir imparatorlukta yalnız bir merkez olabilir. Buna karşılık periferi ise merkezi örgütlerin bölgesel olarak kendisine bağlı ileri karakolları olarak tanımlanmaktadır. Dolayısıyla bir imparatorlukta birden fazla çevrenin olması söz konusudur. İmparatorluklar da, birbirine bölgesel olarak bağlı olan merkez ve periferilerden oluşan, kültürel olarak farklılaşmış idari birimlerdir. Buna bağlı olarak da Motyl’e göre basitçe çokuluslu bir diktatörlükten faklı olarak imparatorluklar, merkezileşmenin, parçalılığın ve farklılaşmanın üst üste bindiği, yüksek derecede merkezileşmiş ülkesel olarak parçalı ve kültürel olarak farklılaşmış bir devlettir.30 Bu nedenle de imparatorluğu sadece çok uluslu ve merkezi siyasi birimler olarak tanımlamak, bu tanımlamanın pek çok devleti içermesi nedeniyle açıklayıcı olmayacaktır.31 1.1.2 İmparatorluk Türleri Münkler tarafından yapılan ayrıma göre imparatorluklar, bölgelerin şiddet yoluyla fethedilmesi ya da ekonomisine nüfuz edilmesiyle ortaya çıkar ve buna bağlı olarak hakimiyet alanlarını kapsayan emperyal düzenler, klasik dünya imparatorlukları ve dünya ekonomisi üzerindeki kontrole dayalı imparatorluklar 28 Alexander J. Motyl, Imperial Ends: The Decay, Collapse and Revival of Empires, Colombia University Press, 2001, s. 4 29 Ibid.,, s. 13 30 Motyl, “Thinking About Empire”, s. 21 31 Motyl, Imperial Ends: The Decay, Collapse and Revival of Empires, s. 1 14 olarak ayrılabilir.32 Burada ayrım esas olarak periferideki artı ürüne askeri ya da ticari yollarla el konulmasından kaynaklanmaktadır. Ancak bunun kesin bir ayrım olduğunu söylemek zordur. Çünkü her imparatorluk aynı zamanda kendisine bağlı bir ekonomik yapıyı da içinde barındırır. Ayrıca imparatorluğun önemli kaynaklar ve ticaret yolları üzerinde hakimiyet kurması durumunda dünya ekonomisini de etkisi altına alması söz konusudur. Dolayısıyla tarihte genel olarak görülen bu iki yapıyı çeşitli oranlarda barındıran karma imparatorluklardır. Münkler de bu noktanın altını çizmekte, ancak artı-ürüne askeri ya da ticari yolla el koymanın imparatorlukların seçimine bağlı bir durum olmadığını da belirtmektedir. Coğrafya, merkezin uygarlık düzeyi, seçkinlerin zihniyeti ve yetileri, tarihsel geçmiş ve kolektif bellek, periferinin genişleme çabalarına olan tepkisi gibi birçok etken imparatorlukların artı-ürüne askeri ya da ticari yolla el koymalarını kendiliğinden belirlemekte, bu durumu serbest bir seçim olmaktan çıkarmaktadır.33 Münklerin imparatorlukların şiddet yoluyla ya da ekonomik nüfuzla kurulmasına benzer bir yaklaşımı Lieven sunmaktadır. Ancak Lieven’ın yaklaşımında söz konusu olan ekonomik değil siyasi nüfuzdur. Buna göre imparatorluğa dönüşme sürecinde ve sonrasında imparatorluklar belli bölgeleri topraklarına katarken, askeri güç kullanmalarını gerektirecek durumlar olsa bile, esas olarak gönüllü olarak imparatorluğa katılma söz konusudur. Bu nedenle Lieven bu tip örnekleri tanımlamak için “davet üzerine imparatorluk” (empire by invitation) kavramını kullanmaktadır.34 Tanımlamadaki “davet” vurgusu, imparatorluğun, bu bölgelerin halkları ya da yöneticileri tarafından bu toprakları yönetmek üzere çağırılmasını ifade etmektedir. Böylece imparatorluk esas olarak siyasi gücü ile bu bölgeleri topraklarına katmış olur. Güçlü bir siyasi birimin parçası olmak, imparatorluğa katılmanın önemli bir gerekçesini oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra söz konusu bölgenin imparatorluğun korumasına ihtiyaç duyduğu bir durumda bulunması da, imparatorluğun davet edilmesine neden olabilmektedir. Buna genellikle, meşrulaştırıcı bir ideolojik unsur da eşlik etmektedir. Davet edilen, 32 Herfried Münkler, İmparatorluklar: Eski Roma’dan ABD’ye Dünya Egemenliğinin Mantığı, İstanbul, İletişim Yayınları, 2009, s. 84 33 Ibid., s. 96 34 Dominic Lieven ile görüşme, Londra, 17 Ekim 2011 15 imparatorlukla aynı dinden gelen bölge halkı ve yöneticileri için bu unsur dinin korunması şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bunun yanı sıra ileride belirtilecek olan diğer ideolojik unsurlar olan, barış götürme adil bir yönetim ya da refah sağlama gibi gerekçeler de bir imparatorluğun davet edilmesini sağlayabilmektedir. Davet edilmek suretiyle topraklarını genişletmek imparatorluklar için oldukça önemlidir. Çünkü her şeyden önce bu “davet”, sahip oldukları gücün önemli bir göstergesidir. Üstelik bu sadece kendi toprakları içinde değil, diğer devletlerin gözünde de önemli güç gösterisidir. Yani hem imparatorluğun güvenini ve güvenliğini arttırmakta hem de rakiplerine karşı bir tehdit unsuru oluşturmaktadır. Üstelik imparatorluk yönetimi, kendisine katılan topraklardan çeşitli şekillerde faydalanabilecektir. Bölgenin kaynakları, çoğunlukla vergi şeklinde olmakla birlikte, ayni ya da insan gücü biçiminde de, imparatorluğun kullanımına verilmekte, böylece koruma karşılığı vergi ödeme ve angarya biçimindeki feodal ilişki, imparatorlukla, kendinse yeni katılan devlet arasında kurulmuş olmaktadır. Ancak davet edilen imparatorluk olmak önemli çelişkileri de barındırmaktadır. Çünkü imparatorluk, bu topraklardaki varlığını, davet edilmesini sağlayan unsurlara sahip olduğu sürece koruyacaktır. Bunlardan herhangi birinde görülen zafiyet imparatorluğun bölgedeki varlığının çok kısa sürede sonlanmasına yol açabilecektir. Bunu önlemek için imparatorluk yönetimi söz konusu bölgeleri kendisine daha sıkı biçimde bağlama yoluna gidebilir. Ancak burada söz konusu olan ilişki bir çeşit sözleşme olduğundan, bu karşı tarafın “davetini geri çekmesi”ne neden olabilecektir. Bu durumda, imparatorluğun askeri güç gibi şiddet içeren unsurlara başvurması ise zaten gönüllülük üzerine kurulu davet edilen imparatorluk olma durumunun üzerine kurulu olduğu zemini sarsacsak ve söz konusu ilişkinin sona ermesi anlamına gelecektir. Barkey imparatorlukların ortaya çıkış şekillerine göre yapılacak sınıflandırmalara “ağ teorisi”ni imparatorluklara uyarlayarak katkıda bulunmaktadır. Buna göre kimi imparatorluklar tekerlek poyrası/çubuğu benzeri bir ağ yapısı etrafında kurulmaktadır. Ağ teorisi, devletlerin çeşitli sistemlerin sınırlarında yerleşik bulunan kurucularının gruplar, fikirler, kültürel oluşumlar arasında iletişim kurup kültürler ve toplumsal oluşumlar arasında aracılık ederlerken merkeziyetçilikle bölgeselciliği, eklektik yapıları, sınırların sabitliği ve esnekliğini, çeşitliliği, 16 muhalefeti ve gerektiğinde toplumsal düzeninin bir bölümünün reddedilmesi veya hoşgörüyle karşılanmasını birleştiren bir siyasi biçim inşa etmelerini ifade etmektedir. 35 Özellikle birbirine rakip devletler ve emperyal güçler arasında kalan sınır bölgeleri, sınırlara yakın bölgelerde yerleşik bulunanlara çeşitli fırsatlar ve ittifak olanakları sunmaktadır.36 Bu bölgelerde ortaya çıkan devletlerin kurucuları sistemlerin sınırlarında, farklı grupların kesişme noktalarında bulunmakta ve her iki taraftan da bir şeyler öğrenerek, onları birleştirerek, aralarında benzerlikler bularak, her birinin en iyi pratikleri ve inançlarından yararlanarak yeni bir devletin temellerini atabilmektedirler. 37 İmparatorluklar arasında yapılabilecek bir diğer ayrım kara imparatorlukları ve deniz imparatorlukları ayrımıdır. Kara imparatorlukları genellikle bir hükümdar ya da genişlemenin koşullarını yaratıp askeri operasyonları yöneten siyasi-askeri seçkinler tarafından siyasi olarak örgütlenmiş askeri genişleme sonucu ortaya çıkarlar.38 İmparatorluklar ya da imparatorluk olma doğrultusunda ilerleyen devletler için askeri genişlemenin imparatorluk olmanın bir koşulu olarak kabul edilen büyük topraklara sahip olmanın yolu olduğu düşünülebilir. Ancak bunu yaparken yayılma için tercih edilen bölgeler, amacın sadece toprak genişletmenin ötesinde olduğunu göstermektedir. İster kuruluş aşamasında ister yerleşik yapıda olsun kara imparatorluklarının askeri seferlerinde ekonomik beklentiler de önemli role sahiptir. Bu imparatorluklar özellikle ilk dönemlerde kendilerini bu seferlerden elde ettikleri haraç, vergi ve ganimetlerle finanse ederler. Zaman içinde düzenli vergilere dönüştürülecek olan haraç, imparatorluğa bağlı bölgelerden, yani imparatorluğun periferisinden toplanan ayni ve nakdi geliri ifade ediyordu. Haraç ya da vergi vermeyi reddetmek imparatorluktan ayrılmayı istemek anlamına geliyordu. Bu durumda da bu bölgelere düzenlenen askeri seferlerle ganimet ele geçirilmesi söz konusuydu. Her durumda askeri güç imparatorluğun gelir kaynaklarının garantörüydü. Çünkü bu haraç ve ganimetler imparatorluğun gelir kaynaklarının önemli bir bölümünü oluşturuyordu. Ancak düzenli ganimet sağlayacak şekilde bir 35 Karen Barkey, Farklılıklar İmparatorluğu: Karşılaştırmalı Tarih Perspektifinden Osmanlılar, İstanbul, Versus Kitap, 2011, s. 46 36 Ibid., s. 56 37 Ibid., s. 52 38 Münkler, op. cit., s. 89 17 genişleme mümkün değildir. Bu nedenle toplanan vergilerin de sürekli gelir sağlayacak şekilde kullanılması gerekir. Bunun yanı sıra yine sürekli bir gelir kaynağı olan önemli ticaret merkezlerinin ya da yollarının ele geçirilmesi ve kontrol edilmesi de gereklidir. Çünkü elindeki kaynakları yeniden üreterek süreklileştiremeyen bir devlet açısından çöküş kaçınılmazdır. Nitekim askeri tip emperyal genişleme ile artı-ürüne salt askeri yolla el konmasının saf bir biçimi olan bozkır imparatorlukları, askeri yolla genişleme baskısından kurtulmayı ve haraç ve ganimetle sağlanan gelirin yerine düzenli vergiler koymayı başaramadıkları için de kısa ömürlü olmuşlardır.39 Esasında bu imparatorluklar açısından askeri genişleme baskısından kurtulmanın bir seçenek olduğunu söylemek de mümkün değildir. Çünkü yaşam tarzları nedeniyle özellikle askeri alanda yoğunlaşmak zorundaydılar. Göçebe topluluklardan oluşmaları bu imparatorlukların kaderini belirleyen en önemli yapısal özellikleridir. Göçebe yaşam tarzı bu toplulukların geçimlerini büyük ölçüde hayvancılığa bağımlı kılmaktadır. Bununla birlikte iklim koşulları ve hayvanlar arasında ortaya çıkabilecek salgın hastalık ihtimali bu toplulukların yaşam koşullularında belirsizliğin hakim olmasına neden oluyordu. Bu yüzden bu topluluklar besin maddelerini yerleşik köylerden haraç olarak alma yoluna gidiyorlardı. Bu da söz konusu imparatorlukların varlıklarını sürdürebilmelerini savaşmalarına bağlı kılmaktaydı. Haraç gibi ganimet de bu var olma durumunun bir koşuluydu. Çünkü liderin, ordu kumandanlarının sadakatini satın almasına yarayan armağanlar verebilmesi için yeterince ganimet toplanması gerekiyordu ve bu nedenle de Roma ve Çin imparatorluklarının yeni fethettikleri bölgeleri imparatorlukla bütünleştirmelerinden dolayı ancak yavaş yavaş genişlemelerine karşılık bozkır imparatorluklarının genişlemesinde askeri birliklerinin operasyon kapasitesinden başka bir engel bulunmamaktaydı.40 Burbank ve Cooper’a göre seyyar, büyük ölçüde kendi kendine yeterli ve gözü pek askerlerden oluşan bir orduya sahip olmaları göçebe toplulukların en önemli avantajlarıydı.41 Ancak yalnız buna dayanarak 39 Münkler, op. cit., s. 93 40 Ibid., s. 95-98 41 Jane Burbank, Frederick Cooper, İmparatorluklar Tarihi: Farklılıkların Yönetimi ve Egemenlik, İstanbul, İnkılâp Kitabevi, 2011, s. 5 18 varlğını sürdürmeye çalışmak, zaman içinde söz konusu imparatorluklar için bir dezavantaj haline geliyordu. Bozkır imparatorluklarının sosyo-politik anlamda gelişme aşamasında genellikle karizmatik meşruiyet söz konusudur ve böylece kabile ve klanların iç örgütlenmeleri dinamikleşerek imparatorluk genişlemeye başlamaktadır.42 Bu genişlemenin itici gücü, “yönetilenlerin karşı koymayı akıllarından bile geçirmedikleri, muazzam bir şevkle itaat ettikleri ve yaptığı her işte bir hikmet gördükleri bir lider”dir.43 Bozkır imparatorluklarının çok geniş bölgelere ve bu bölgelerde yer alan büyük devletlere, hatta imparatorluklara hükmetmeleri ya da onları bozguna uğratarak sonlarını getirmeleri temel olarak karizmatik liderlikten kaynaklanan enerjiye dayalı güçle açıklanabilir. Ancak bu güç aynı zamanda bozkır imparatorluklarının zayıflığıdır. Çünkü karizmatik liderin ölümü bu gücün ve büyük ihtimalle imparatorluğun da sonunu getirmektedir. Çünkü Oktay’ın da belirttiği gibi, geleneksel ve yasal-ussal meşruiyetten farklı olarak karizmatik meşruiyet kişisellikle sınırlıdır ve hem ender olması hem de “sıra dışı”, “alışılmamış” ve “kural dışı” olması itibariyle istisnaidir.44 Bu nedenle karizmatik önder öldüğünde, ondan kaynaklanan enerji ortadan kalktığı gibi, bu tip bir önderin çok ender çıkması nedeniyle büyük ihtimalle ondan sonra iktidara gelenler tarafından da sürdürülemeyeceğinden, imparatorluk sona yaklaşmaktadır.45: En önemli bozkır imparatorluklarından biri olan Moğollar, galip geldikleri çeşitli halkların beceri ve kaynaklarından yararlanarak, göz korkutucu şiddet, farklı din ve kültürleri himaye ve kişisel sadakati harmanlayan bir egemenlik yapısı 42Ibid., s. 94 43 Nur Vergin, Siyasetin Sosyolojisi: Kavramlar, Tanımlar, Yaklaşımlar, İstanbul: Bağlam Yayınları, 2007, s. 54 44 Cemil Oktay, Siyaset Bilimi İncelemeleri: Meşruiyet, Sınıflandırma, Kültür, Modernleşme, İstanbul: Alfa Yayınları, 2010, s. 50 45 Münkler az çok bütün bozkır imparatorluklarında benzer bir biçimde gerçekleştiğini söylediği bu süreci Atilla dönemi Hun imparatorluğu örneği ile özetlemektedir: “Öncelikle bir dizi kabilenin bir lider halk etrafında toplandığı ethnogenesis süreci yaşanır. Bu sürecin başarılı olup olmaması liderin karizmasına bağlıdır, nitekim lider karizmasını mütemadiyen arttırmaya çalışır. Tebaası Atilla'yı bir tanrı gibi yüceltiyor, ondan korkuyordu. Zaten Atilla da tanrısal bir misyonu olduğundan emindi ve bundan güç alarak tüm dünyaya hakim olma iddiasındaydı. Kendisine ganimet, fidye ve haraç olarak akan hazineleri imparatorluğunun (askeri) seçkinlerine aktaran Atilla, böylece onları sadakatle yükümlü kılıyordu. Bu seçkinler arasındaki hiyerarşiyi de o belirliyor, bu tür hediyelerle ve çadırındaki oturma düzeniyle ifade ediyordu. Klan şeflerinin ve kabile reislerinin geleneksel liderlik iddiasının yerini karizmatik liderliğin teveccühü almıştı.” Münkler, op. cit., s. 94 19 kurmuştu.46 Bununla birlikte fethedilen bölgelerin imparatorlukla bütünleştirilmesi söz konusu değildi. Zaten talan edilmiş bölgelerin halklarında bozkır imparatorluklarına karşı oluşan korku da bu tip bir bütünleşmeyi imkânsız hale getirmektedir. Ancak periferiden sağlanacak geliri sürekli kılmak yerine sadece artıürüne el koymayı hedefleyen politikalar izlemek ve bu nedenle de periferinin imparatorluğun geri kalanına ve dünya sistemine entegre olmasının önünü kapamak imparatorluğun istikrarını ve sürekliliğini de tehlikeye atmak anlamına gelmektedir.47 Buna rağmen Moğollar, Avrasya’nın batı ucunda hiçbir devletin sadakat ve kaynaklar üzerinde geniş kapsamlı bir hakimiyet kuramadığı zamanlarda, Karadeniz’den Pasifik’e kadar ticaret yollarını korudukları gibi; bilgi, emtia ve devlet adamalığının, kıtanın dört bir tarafına taşınmasını sağlamaları kadar, devasa bir kıtadaki politikaları ve egemenlik yöntemleriyle hem Osmanlı hem de Rus İmparatorluklarını etkilemiş olmaları açısından da önem taşımaktadır.48 Kara imparatorluklarının önemli bir bölümünü oluşturan, Osmanlı, Rus, Habsburg, İmparatorlukları gibi imparatorlukları içeren ve çok genel olarak geleneksel imparatorluklar olarak tanımlanan imparatorlukların sınıflandırılması literatürde oldukça sorunlu bir konudur. Bu imparatorlukların geleneksel imparatorluklar olarak tanımlanmaları Roma İmparatorluğu’yla benzerlikleri ve/veya bu İmparatorluğun mirasçısı oldukları iddialarının yanı sıra pek çok konuda bu İmparatorluktan esinlenmeleri ya da basitçe eskiden Roma İmparatorluğu’na ait olan topraklarda var olan yapıları devam ettirmeleri sonucu gerçekten de bu imparatorluğun mirasçısı olmalarından kaynaklanmaktadır. Bunun yanı sıra bu imparatorlukları tanımlamak için en yaygın kullanılan kavramlar merkezi imparatorluklar ve çokuluslu (multinational) veya çok-etnili (multiethnic) imparatorluklardır. Bu tanımlamalarla ilgili en önemli sorun “çokuluslu” kavramının anakronik olmasıdır. Henüz ulus olarak nitelendirilebilecek ya da kendilerini böyle nitelendiren birimlerin ortaya çıkmasını sağlayacak koşulların mevcut olmadığı dönemlere ait politik yapıların nitelendirilmesinde ulus kavramının kullanılması sorunludur. Seton- 46 Burbank, Cooper, op. cit., s. 5 47 Münkler, op. cit., s. 99 48 Burbank, Cooper, op. cit., s. 5 20 Watons’ın da belirttiği gibi “çok milletli imparatorluk” terimi ancak modern anlamdaki milliyetçiliğin doğuşundan sonra kullanılabilir.49 Bu nedenle “çok-etnili” tanımlaması farklı etnik kökenden toplulukları barındıran bu siyasi yapıları tanımlamak için daha uygun görünmektedir. Nitekim Lieven, 19. yüzyıl imparatorluklarına yönelik sınıflandırmasında kökenleri oldukça eskiye dayanan, büyük, çok-etnili ve en azlından prensipte merkezi bir bürokrasi ve mutlakıyetçi bir monark tarafından yönetilen tarım toplumları olarak tanımladığı ve örnek olarak Osmanlı İmparatorluğunu gösterdiği bu imparatorlukları Britanya’yı örnek gösterdiği, 19. yüzyıl itibariyle dünyanın önde gelene endüstriyel ve finansal güçleri olan deniz imparatorluklarından ayırmaktadır.50 Buna karşın Münkler’e göre literatürde imparatorlukların çok etnili ya da çokuluslu karakterlerine işaret edilmesi, büyük imparatorlukların mecburen çeşitli etnik ya da ulusal toplulukları barındırmaları ve etnik ve ulusal farkların ne olduğuna, azınlıkların tanınmasına ya da bastırılmasına karar verecek olanın imparatorluk olması nedeniyle sorunludur.51 Münkler’in bu görüşü önemli bir gerçeği yansıtmaktadır; imparatorluklar tanımları gereği topraklarında pek çok farklı dil, din ve etnik gruptan insan barındırmaktadırlar ve oldukça heterojen bir nüfus yapısına sahiptirler. Dolayısıyla bütün imparatorlukların farklı etnik grupları içeriyor olması bu tanımayı da sorunlu olduğu kadar ayırt edicilikten de yoksun kılmaktadır. Bununla birlikte Lieven’ın yaptığı tanıma bakıldığında, bu imparatorlukların sahip olduğu ortak bir özellik dikkat çekmektedir. Bu da bu imparatorluklarının hepsinin, sınırları bütünsel bir yapı oluşturan imparatorluklar olduklarıdır. Bu imparatorlukların eğer varsa sahip oldukları sınır ötesi toprakları, imparatorluğun ana ülkesiyle karşılaştırıldığında oldukça önemsiz kalmaktadır. Bu imparatorluklar için çokulusluluk, bu tek ve bütün toprak parçası üzerinde de geçerli olan bir durumdur. Bir deniz imparatorluğu içinse, kendi ana ülkesinin sınırlarının nispeten daha küçük olmasının da etkisiyle nüfusun, büyük topraklara yayılmış imparatorluklara oranla daha homojen olduğundan söz edilebilir. Ancak bu imparatorluklar da sınırlarının 49 Hugh Seton-Watson, “Milliyetçilik ve Çok Milletli İmparatorluklar”, Belleten, Cilt: 28, Sayı: 111, Temmuz 1964, s. 525 50 Dominic Lieven, “Dilemmas of Empire”, Journal of Contemporary History, Cilt 34, Sayı 2, Nisan 1999, s. 163 51 Münkler, op. cit., s. 32 21 ötesinde, özellikle denizaşırı ülkelerde ele geçirdikleri ve kontrol ettikleri topraklarda yaşayan nüfusun da dahil olmasıyla son derece heterojen bir nüfusu yapısına sahip olurlar. Bununla birlikte nüfusun bu iki farklı parçasının birbirleriyle olan ilişkileri – eğer bir ilişki kurulabilirse – kompartımanlar şeklide bölünmüş de olsalar aynı topraklarda yan yana yaşayan insanların kuracağı ilişkiden çok daha uzaktır. Dolayısıyla, aslında bütün imparatorlukların çokuluslu olması nedeniyle, çokuluslu imparatorluğun bir imparatorluk kategorisi olması sorunlu olsa da, imparatorluklar arsında bu yöndeki bir ayrımın varlığının da dikkate alınması gerekmektedir. Bu noktada Alexander Motyl tarafından yapılan sınıflandırmayı dikkate almak, söz konusu imparatorluklara yönelik tanımlama ve açıklamalar açısından önem taşımaktadır. Motyl’in yaptığı sınıflandırma, imparatorlukları toprakları bir bütünlük oluşturanlar ve parçalı olanlar olarak ayırmak şeklindedir. İmparatorluklara ilişkin tanımlamasında imparatorlukların merkez ve çevre ya da çevrelerden oluşan yapısına ve bu yapı içindeki ilişkilere odaklanan Motyl, sınıflandırmasını da bu yapıyı temel alarak yapmaktadır. Bunun için imparatorluğun en az iki çevreye sahip olması gerekmektedir, çünkü ancak bu şekilde, imparatorluğun parçaları sistematik bir bütün oluşturur ve belirleyici bir yapıya sahip olur.52 Buna göre imparatorluk yapısal olarak bir çember ya da bir tekerlek biçimindedir ve çevreyle merkez tekerlek parmaklarıyla birbirine bağlanır. Motyl’in yaptığı yapısal sınıflandırmada tekerlek parmaklarının uzunluğu ve sayısı da, imparatorluğun türünü belirleyen unsurları oluşturmaktadır. Tekerlek parmaklarının uzunluğuna göre bakıldığında bazı imparatorlukların topraklarının belli bir bölgede yoğunlaştığı ve tekerlek parmaklarının kısa olduğu görülürken, bazı imparatorlukların uzun tekerlek parmaklarıyla uzak bölgelere, hatta denizaşırı topraklara yayıldığı görülmektedir. Dolayısıyla yapılan sınıflandırmaya göre kısa tekerlek parmakları olan küçük imparatorluklar ve uzun tekerlek parmakları olan büyük imparatorluklar ile bu ikisinin karışımı olan melez imparatorluklar olmak üzere üç tür imparatorluk bulunmaktadır.53 52 Motyl, Imperial Ends: The Decay, Collapse, and Revival of Empires, s.16 53 Ibid., s. 19 22 Genellikle söz konusu olan bu iki türün karşımıdır. Yani imparatorlukların çoğu, hem kısa hem de uzun tekerlek parmaklarıyla merkeze bağlanan birden çok çevreye sahiptir ve dolayısıyla tam yuvarlak olmayan bir tekerlek biçimindedirler. Bu nedenle diğer değişken olan tekerlek parmaklarının sayısının da sınıflandırmaya dâhil edilmesi ve ikinci bir yapısal ayrım yapılması gerekir. Buna göre imparatorluklar, az sayıda kısa tekerlek parmakları olan devamlı (continuous) imparatorluklar ve çok sayıda uzun tekerlek parmakları olan devamsız (discontinuous) imparatorluklar olarak ikiye ayrılır. Devamlı imparatorluklar toprakları bitişik olan ve devamlılık gösteren karasal imparatorluklardır. Motyl, bu tip imparatorluklara örnek olarak Habsburg İmparatorluğu’nu göstermektedir. Buna karşılık devamsız imparatorluklar ise denizaşırı toprakları olan imparatorluklar, yani deniz imparatorluklarıdır. Lieven gibi Motyl de Britanya’yı bu imparatorlukların tipik örneği olarak göstermektedir. Bununla birlikte Motyl, bazı imparatorlukların hem devamlı hem devamsız özellikler gösterdiğini ve böylece melez imparatorluklar olarak üçüncü bir kategori oluşturduklarını dile getirmektedir. Bu imparatorluklar hem merkeze ve birbirine bitişik hem de arada başka devletlerin topraklarının bulunduğu uzak ve denizaşırı bölgelerde topraklara, yani çevrelere sahiptirler. Motyl’in bu tip melez imparatorluklar için verdiği örnek ise hem Avrupa’da, hem Pasifik’te hem de Afrika’da toprakları olan Alman İmparatorluğu’dur. “Çokuluslu” ya da “çok-etnili” olarak nitelendirilen imparatorluklara bakıldığında bu imparatorlukların Motyl’in sınıflandırmasındaki birden çok çevre bölgeye sahip olan ve toprakları merkezden çevrelere doğru süreklilik arz eden devamlı imparatorluklar oldukları görülmektedir. Yani bu imparatorluklar gerek farklı dil, din, etnik köken gibi çok-etnili ve çokuluslu olarak nitelendirilmelerine neden olan farklılıklara gerekse de sahip oldukları çok sayıdaki çevre bölgenin taşıdığı farklılıklara belli bir toprak bütünlüğü içinde sahiplerdir. Ancak yine de “çokulusluluk” kavramının kullanımı sorunludur. Bu sorunu aşmak için getirilebilecek çözüm, Karen Barkey’i izleyerek “çokulusluluk” yerine hem bu kavramla dile getirilmek istenen anlamı hem de imparatorluklar çağının belirleyici kimliği olan çok dinliliği içeren “farklılıklar” terimini kullanmak ve bu imparatorlukları “farklılıklar imparatorluğu” olarak tanımlamaktır. 23 Barkey “farklılıklar imparatorluğu” tanımlamasını esas olarak Osmanlı İmparatorluğu için kullanmaktadır.54 Ancak Barkey’nin kavramsallaştırmasını farklı imparatorlukları tanımlamak için de kullanmak mümkündür. Bu açıdan bakıldığında Osmanlı, Rus ve Habsburg İmparatorluklarının üçü de süreklilik içindeki sınırlarında farklılıkları bir arada barındırmaktadır. Ancak bu imparatorluklardan Habsburg İmparatorluğu, hanedan evlilikleri üzerine kurulu yapısıyla diğer iki imparatorluktan ayrılmaktadır. Anderson’ın da belirttiği gibi, dinin poligamiye izin verdiği mülklerde, kademelendirilmiş bir cariyeler sistemi mülkün bütünleştirilmesinde merkezi bir rol oynuyor, böylece kraliyet soyları itibarlarını, çağrıştırdıkları kutsallık halesinin yanı sıra soy karışımından da alıyorlardı.55 Habsburg İmparatorluğu hanedan evlilikleri, ya da Anderson’ın deyimiyle “cinsel politika” aracılığıyla oluşan imparatorlukların en önemli örneğidir. Böylece başlangıçtan itibaren imparatorluk toprakları ayrı politik birimlerin bir araya gelmesiyle oluşan kişisel bir birlikten çok tek bir yarı-merkezi devlet olarak algılanmış, topraklarla beraber bu topraklarda yaşayan insanlar da yönetici elitler tarafından varislerine aktarılacak servet olarak kabul edilmiştir.56 (2) Her ne kadar Osmanlı ve Rus İmparatorlukları da gerek yeni topraklar elde etmek gerekse de prestijlerini arttırmak amacıyla evliliklere başvurmuş olsalar da, her iki imparatorluk da iktidar boşluklarının bulunduğu bölgelerde küçük birer beylik ve prenslik olarak ortaya çıkan devletlerini, çoğunlukla askeri güce dayanarak ve kendi sınırlarını takip ederek genişletmiş, bunu yaparken de farklı özeliklere sahip pek çok topluluğu olduğu gibi farklı özelliklere sahip çevre bölgeleri de ”tekerlek parmakları” şeklindeki bağlarla bünyesine katmış, böylece süreklilik içeren toprakları içinde pek çok farklılığı barındırmaya ve yönetmeye başlamışlardır. Her ne kadar Lieven Rus İmparatorluğunu melez bir imparatorluk olarak tanımlasa da, bu İmparatorluğu da Lieven’ın Osmanlı İmparatorluğunu yerleştirdiği kategori olan, büyük, çok-etnili, merkezi bir bürokrasi ve mutlakıyetçi bir monark tarafından yönetilen tarım toplumlarına dayalı imparatorluklar kategorisine ya da Motyl’in 54 Bknz. Barkey, Farklılıklar İmparatorluğu: Karşılaştırmalı Tarih Perspektifinden Osmanlılar 55 Benedict Anderson, Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, İstanbul, Metis Yayınları, 1995, s. 35 56 Aviel Roshwald, Ethnic Nationalism and the Fall of Empires: Central Europe, Russia and the Middle East, 1974-1923, New York, Routledge, 2001, s. 20 24 Habsburg İmparatorluğunu yerleştirdiği kategori olan toprakları bitişik olan ve devamlılık gösteren karasal imparatorluklar kategorisine ve Barkey’nin Osmanlı İmparatorluğunu tanımlamak için kullandığı farklılıklar imparatorlukları arasına yerleştirmek daha uygun görünmektedir. Öte yandan Rus İmparatorluğu’nun imparatorluk türleri açısından olmasa da melez bir yönetim yapısına sahip olduğunu söylemek mümkündür. Lieven’a göre Rusya 18. yüzyılın ortalarından itibaren büyük bir Avrupa gücüydü, 1914’e gelindiğinde dünyanın en büyük ikinci imparatorluğuydu, gücü ve yayılması büyük ölçüde Avrupa tekniği, teknolojisi ve fikirlerine dayanıyordu, 18. yüzyıldan itibaren elitleri Batılılaşmıştı ve Hıristiyan olması onu kültürel olarak Avrupa’ya daha yaklaştırıyordu. Öte yandan büyük kara toprakları, merkeziyetçi ve mutlakıyetçi bürokratik monarşisi, ekonomik geri kalmışlığı ve popüler kültürü Rusya’yı büyük, çok-etnili, merkezi bir bürokrasi ve mutlakıyetçi bir monark tarafından yönetilen tarım toplumlarına dayalı imparatorluklara benzer kılıyordu. 57 Bu iki yapıyı bir arada barındırması Rus İmparatorluğu’nun yönetim anlayışında da önemli ikiliklerin bulunmasına neden olmuştur. Ancak nihai olarak İmparatorluğun topraklarının yapısal özellikleri, merkezi yönetimi ve çeşitli gelgitlere rağmen farklılıkların muhafaza edilmesi, bu İmparatorluğu Osmanlı ve Habsburg İmparatorluklarıyla aynı kategori içinde fakat Osmanlı İmparatorluğuyla çok daha yakın bir noktada ele almayı olanaklı ve hatta gerekli kılmaktadır. Deniz imparatorlukları ya da denizaşırı imparatorluklar, başlangıcı 16. yüzyıla giden ve 20. yüzyılın başlarında dünyanın önde gelen finansal ve endüstriyel güçleri haline gelen imparatorluklardır. 58 Burbank ve Cooper’a göre deniz imparatorluklarının ortaya çıkmasını sağlayan “Avrupalı” denizcilik açılımı, üç koşulun ürünüydü: Çin’de üretilen ve değiş tokuşu yapılan yüksek değerli emtianın; Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğu Akdeniz ve Doğuyla karasal ticaret yolları üzerindeki hakimiyetinin; ve Batı Avrupa’daki hükümdarların, hasım kral ve hanedanlarla güçlü tebaaları olan feodal beylerin ve haklarını savunan şehir devletlerinin çekiştiği toprakları üzerinde Roma tarzı bir birliği yeniden 57 Lieven, “Dilemmas of Empire”, s. 163 58 Ibid., s. 163 25 kuramamalarının.59 Böylece birbiriyle rekabet halindeki birçok devletten çok sayıda denizci, doğunun zenginliklerini batıya taşımak üzere, Osmanlı toprakları dışında farklı yollar arayarak denize açıldılar. Farklı rotalarla farklı ülkelere ulaşan, hatta yeni ülkeler keşfeden denizciler, zamanla devletin de desteğini alarak bu devletlerin egemenliğinin deniz ötesi ülkelere taşınmasına aracı oldular. Dolayısıyla bu süreç sadece devletler tarafından değil, özel kişiler ve şirketler tarafından da yürütülebiliyordu ve genellikle de olan buydu. Bu devletler için önemli olan kontrol ettikleri ticaret merkezleri arasında hareketlilik sağlayacak olan güçlü donanmalara sahip olmaktı. Bununla birlikte deniz ötesi topraklar yöneten devletler, özellikle sanayi devrimi ve kapitalizmin gelişmesi ve siyasal iktidarların da süreçte daha etkili rol almaya başlamalarıyla birlikte, bu topraklar da daha etkin yönetimler kurma yoluna gidecek ve sömürge imparatorluklarının temellerini atacaklardır. Bu kategorideki imparatorlukların tipik örneği Büyük Britanya’dır. Lieven’ın Britanya dışında verdiği diğer örneklerse Fransa ve Danimarka ile birlikte, her ne kadar bazı özellikleri açısından Batı Avrupa deniz imparatorluklarından ayrı düşseler de yine bu kategori içinde ele alınabilecek olan Amerika Birleşik Devletleri ve Almanya’dır. Bunun yanı sıra ilk deniz imparatorlukları olarak nitelendirilebilecek olan Portekiz ve Hollanda’nın da bu kategori içinde ele alınmaları gerekir. Ancak bu iki devlet ilerleyen dönemlerde ortaya çıkacak olan sömürge imparatorluklarından farklı bir konumdadırlar. Çünkü Portekizliler ve Hollandalılar kalıcı olarak yerleşecekleri koloniler kurma yoluna gitmemişlerdir. Bu nedenle ele geçirdikleri bölgelere yatırım yapmak ya da yönetim koşullarını ve toplumsal yapıları modernleştirmektense daha az maliyetle ve kendilerine daha çok kazanç getirecek şekilde önemli ticaret kavşaklarında, nispeten az sayıda askerle savunulabilecek kaleler ya da garnizonlar kurup, güvenli üsleri ya da büyükçe ticaret yerlerini merkez alarak, yerel hükümdarlarla ilişkilerini geliştirerek ticaret tekelleri kurmayı tercih etmişlerdi.60 Deniz imparatorluklarının askeri gücünü kara imparatorluklarının askeri gücünden ayıran belki de en önemli özellik deniz imparatorluklarının askeri gücü 59 Burbank, Cooper, op. cit., s. 5 60Münkler, op. cit., s. 87 26 olan donanmaların sadece askeri amaçlara değil aynı zamanda ekonomik amaçlara da hizmet etmesidir. Donanmalar deniz imparatorlukları için özellikle ticaret yollarının denetlenmesi konusunda büyük öneme sahipti. Yani kara imparatorlukları açısından barış dönemlerinde askeri harcamalar hiçbir amaca hizmet etmeyen giderler olurken, deniz imparatorluklarının orduları barış zamanında da imparatorluk için bir gelir kaynağı olarak işlevini sürdürmektedir. Alman jeopolitiğinin kurucularından kabul edilen Ratzel de, aynı gerekçeyle Alman birliğinin kurulmasının ardından Almanya’nın bir deniz gücü olması gerektiğini savunmuştur. Ratzel’e göre deniz gücü ticaret gelirleriyle kendi kendini karşılayabilmesi açısından bunu yapamayan kara gücünden daha avantajlıdır. Nitekim 1. Dünya Savaşının hemen öncesinde Alman deniz gücü dünyanın o döneme kadar en büyük deniz gücü olan, hatta sahip olduğu gücün büyük kısmı deniz kuvvetlerine dayanan Büyük Britanya’yı yakalamış, hatta geçmiştir. Britanya’yı Fransa ile Rus Çarlığı arasında kurulmuş olan ittifaka katılmaya ikna eden de temel olarak Almanya’nın bu büyük ilerleyişinden duyduğu endişedir. Kissenger bu durumu “hiçbir şey İngiltere’yi, denizler üzerindeki egemenliğinin tehdit edilmesi kadar amansız bir düşmana dönüştüremez”di sözleriyle ifade etmektedir. 61 1.2 İktidarın Kaynağı Olarak İmparatorluğun Güç Unsurları İmparatorlukların kurulması, genişlemesi ve sağlamlaşması, yani istikrar kazanması ve süreklileşmesi sürecini açıklamada Michael Mann'ın iktidarın kaynağı olarak gösterdiği askeri, ekonomik, siyasi ve ideolojik güç şeklindeki sınıflandırma yararlı bir çerçeve sunmaktadır. Benzer bir yaklaşımla Charles Tilly de imparatorlukların askeri, ekonomik ve siyasi güç unsurlarını bir arada kullanarak askeri fethi siyasi işbirliği ile birleştirmesi ve mevcut yönetim sistemlerini kendi vergi ağının içine alasını, emperyal yayılmanın hızlı ve seri bir şekilde gerçekleşmesinin nedeni olarak göstermektedir.62 Tilly’nin zikretmediği ideolojik güç, siyasi gücün bir parçası olarak görülebilir. Bu açıdan Tilly tarafından ortaya konan güç unsurları, Mann tarafından ortaya konduğu şekliyle iktidarın kaynaklarıyla örtüşmektedir. 61 Henry Kissenger, Diplomasi, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2006, s. 179 62 Tilly, “How Empires End”, s. 4 27 Münkler de Mann'ın iktidarın kaynağı olarak gösterdiği dört unsur olan askeri, ekonomik, siyasi ve ideolojik iktidarın imparatorlukların süreklilikleri açısından sahip oldukları önemi teslim eder. Ona göre bu dört iktidar kaynağının hepsine sahip olan ve bunları dengelemeyi başaran imparatorluklar uzun ömürlü olabilirken, bu unsurlardan birinin eksikliği imparatorluk için son derece olumsuz sonuçlara yol açacağı gibi, diğer faktörleri kuvvetlendirerek bu durumu telefi etmek de pahalıya patlar, hatta emperyal güç dengesinin tamamen bozulmasına neden olabilir.63 Nitekim Münkler’e göre Osmanlı ve Rus İmparatorluklarının yanı sıra İspanyol İmparatorluğu da ekonomik gücünün askeri gücü kadar başarılı olamaması ve askeri iktidarı desteklemeye yetmemesi sonucunda ekonomik açıdan zayıflayarak çöküş sürecine girmiş, Hollanda ve Portekiz deniz imparatorlukları ise askeri ve siyasi olarak ekonomik açıdan sahip oldukları güce sahip olamamaları sonucunda dünya ekonomisindeki hakim konumlarını da kaybetme noktasına gelmişlerdir. Bu açıdan bakıldığında askeri, ekonomik, siyasi ve ideolojik iktidarın dördüne de dengeli bir şekilde sahip olan imparatorluklar uzun ömürlü olmayı başarmışlardır. 1.2.1 Askeri Güç Askeri güç örgütlü fiziksel savunma ve saldırıyla ilişkilidir. 64 Mann askeri gücün hem yoğun hem yaygın yönlerinin olduğunu belirtmektedir; çünkü bu güç ölüm-kalım meselelerinin yanı sıra geniş coğrafi ve toplumsal alanlarda savunma ve saldırının organizasyonuyla ilgilidir. Askeri güç, Mann’ın ifadesiyle insan gücünün “en yoğun”, “en pervasız” aracıdır. Genellikle askeri güç savaş dönemiyle ilişkilendirilse de bu güç unsuru savaşla sınırlı değildir. Bu, askeri gücün diğer boyutu olan zorlayıcı olmasıyla ilgilidir. Barış zamanında da sosyal kontrol askeri biçimler alabilmektedir. Askeri güç özellikle imparatorluğun kurulma ve genişleme aşamasında oldukça belirleyicidir. Bir imparatorluğun nasıl kurulduğu ve nasıl yeni topraklar elde ettiği o imparatorluğun ilerleyen dönemlerdeki yapısını belirlemesi açısından büyük önem taşımaktadır. Bunda özellikle ilk dönemlerde sınır komşuları ve 63 Münkler, op. cit., s. 86 64 Michael Mann, The Sources of Social Power Volume I: A History of Power from the Beginning to A.D. 1760, New York: Cambridge University Press, 1986, s. 25 28 düşmanlar arasında var olma mücadelesinin önemli rolü bulunmaktadır. Bu noktada, jeopolitik kavramı imparatorlukları anlamak açısından önem kazanmaktadır. İmparatorlukların coğrafi yayılmalarının anlamak açısından jeopolitik kuramları önemli kaynaklardır. Her ne kadar jeopolitik kavramı ve kavrama ilişkin kuramlar 19. yüzyıl sonuna ait olsa da imparatorluklar yüzyıllar boyunca tarih ve coğrafyadan faydalanarak yayılma stratejilerini belirlemişlerdir. Lacoste da tarihçi düşünüşü ile jeopolitik düşüncenin birbirinden ayrılamayacağını, tarihe başvurmadan jeopolitik analizin işler kılınamayacağını, jeopolitik bir durumun, söz konusu topraklarda tarihsel olarak birbirini takip eden iktidar mücadelelerinden haberdar olmadan anlaşılmasının mümkün olmadığını belirtmektedir.65 Bunun yanı sıra bu aşamada elde edilen askeri başarılar ve ele geçirilen yeni topraklar ekonomik güç için yeni kaynaklar anlamına da gelmektedir. Bu aşamada devletin büyüyüp güçlenmesi için, gerek maddi kaynaklara, gerek insan gücüne gerekse de bu nüfustan elde edeceği vergilere ihtiyacı vardı. Ganimet de pek çok imparatorluk açısından fetihler için önemli bir itici güçtü. Bunun gibi önemli ticaret yollarının kontrol edilmesi de fetihler için önemli bir ekonomik zemin oluşturuyordu. Bu süreçte imparatorluğun askeri gücünün, yani ordularının yanı sıra tüccarlar ya da ticari amaçlı şirketler gibi ekonomik aktörler de etkili oluyordu. Örneğin, büyük toprak sahipleri ile tüccarlar, gerek ürünlerine dış pazar bulma gerek güvenlik içinde ticaret yapabilme talepleriyle, Roma’nın yayılmacı bir politika izlemesinde ve böylece büyük bir imparatorluk olmasında oldukça etkili olmuştur.66 1.2.2 Siyasi Güç Siyasi güç, toplumsal ilişkilerin pek çok veçhesinin merkezileşmiş, kurumsallaşmış, bölgeselleşmiş bir biçimde düzenlenmesinin kullanışlılığından kaynaklanmaktadır.67 Burada Mann siyasi gücü merkez tarafından uygulanan ve belli bir ülke için bağlayıcı olan düzenleme ve zorlamalar olarak tanımlamakta, yani siyasi güçle devleti kastetmektedir. Buna göre siyasi ilişkiler merkezle ilgilidir ve siyasi 65 Yves Lacoste, Büyük Oyunu Anlamak Jeopolitik: Bugünün Uzun Tarihi, NTV Yayınları, İstanbul, 2008, s. 17. Ayrıca bknz. Coğrafya Savaşmak İçindir, Ankara, Doruk Yayınevi, 2004, Faruk Sönmezoğlu, Uluslararası Politika ve Dış Politika Analizi, Filiz Kitapevi, İstanbul, 2005. 66 Ağaoğulları, Köker, op. cit., s. 23 67 Mann, op. cit., s. 26 29 iktidar bu merkezde yer alır ve merkezden dışarıya doğru uygulanır. Burada söz konusu olan ülke sınırları içinde merkezden dışa doğru uygulanan bir gücün yanı sıra, “tek bir devletin egemen olmadığı bir dünyada”, bu sınırların ötesinde devletlerarası ilişkiler alanında da uygulanan bir güç, yani “siyasi diplomasi”dir.68 Dolayısıyla imparatorlukların siyasi gücünün dış ve iç olmak üzere iki boyutu vardır. Siyasi gücün dış boyutu, evresellik iddialarına rağmen imparatorlukların uluslararası sistem içinde farklı devletlerle bir arada bunmalarıdır. Ancak imparatorlukların sahip oldukları toprakları çevreleyen sınırlar, Münkler’in de belirttiği gibi ulus-devletlerin sahip olduğu kesin sınır çizgileriyle belirlenmemektedir ve bu anlamda aslında yarı geçirgendirler. Sınırların geçirgen ve belirsiz olması, egemenliklerin sınırlarlarda tam olarak tespit edilemeyen bir şekilde iç içe geçmesine neden olur ve bu durum modern çağ öncesi imparatorluk ve krallıkların iktidarlarını son derece heterojen ve her zaman birbirine bitişik yaşamayan nüfuslar üzerinde uzun dönemler boyunca sürdürebilmelerini mümkün kılar. 69 Bunun yanı sıra imparatorluk sınırları eşit haklara sahip siyasal birimleri birbirinden ayırmaktansa, güç ve nüfuz kademeleri oluşturuyordu.70 Bunun anlamı imparatorluklar için komşu devletlerin kendileriyle eşit konumda olmamasıdır. İmparatorluk için kendisi diğer devletlerden daha üstün ve güçlüdür. Bu nedenle imparatorluk sınırları kendisi ile diğer devletleri sadece sahip olunan topraklar bakımından değil statü bakımından da ayırmaktadır. Bu bağlamda imparatorluk sınırlarının kesinlik taşımamasının aynı zamanda bir geçicilik anlamı da içerdiğini söylemek mümkündür. Her ne kadar tarihsel gerçekler bu yönde olmasa imparatorluk için amaç hiçbir zaman mevcut durumunu korumak değildir. Çünkü imparatorluk evrensellik fikrine dayanır. Üstünlük iddiasıyla birleşen bu evrensellik fikri ise, imparatorluk için kendi sınırları dışındaki devlet topraklarını potansiyel bir yayılma alanı haline getirmektedir. İmparatorlukların dayandığı evrensellik düşüncesinin kökenlerini Stoacı düşüncede bulmak mümkündür. Stoacıların düşüncelerinin temelinde bulunan 68 Ibid., s. 27 69 Benedict Anderson, op. cit., s. 33 70 Münkler, op. cit., s.19 30 evrensellik anlayışı71, onları tek bir dünya devleti (kosmopolis) ve dünya yurttaşlığı (kosmopolites) düşüncesine ulaştırır. Stoacılara göre, bütün insanlar evrensel akıldan pay almış ve böylece doğal yasayı kavrayabilecek oldukları için, aklın egemen olmasıyla insanların farklı devletlere bölünmüşlüğünün ortadan kalkması ve tek bir dünya devletinin gerçekleşmesi mümkündür.72 Dolayısıyla Stoa Okulu ile imparatorluk düşüncesi arasında, her ikisinin de insanların tek bir devlet altında birleştirilmesi düşüncesi noktasında önemli bir ortaklık vardır. Bu ortaklığın kendisini gösterdiği dönem ise Roma İmparatorluğu dönemi olacaktır.73 Roma döneminde kozmopolitizm düşüncesine ilk olarak Cicero’da rastlanır. Cicero, doğal hukuk kuramından hareket ederek Stoacıların kosmopolis düşüncesine ulaşır.74 Buna göre insanlar aynı aklı paylaştıklarına ve doğal yasa bütün insanları kapsadığına göre, tek bir devlet olmalı, insanlar ayrı ayrı devletlerin değil evrensel devletin üyeleri olmalıdır. Bu evrensel devlet ise Roma İmparatorluğundan başkası değildir; insanların tek bir devletin çatısı altında birleştirilmesi Roma’nın tanrısal görevidir. Böylece Roma’nın emperyalist politikaları için de bir meşruluk temeli oluşturulmuş, bir misyon ortaya konmuş ve bir ideolojik söylem benimsenmiştir. Cicero’ya göre bütün insanların Roma’nın hükmü altına girmeleri doğrudur; çünkü Roma doğal yasaları uyguladığından, adaletin ta kendisidir; fethettiği ülkelerde yaşayan insanlar için yararlı olmakta, onların kötü davranışlarda bulunmalarını engellemekte, yasaları egemen kılıp adil bir düzen kurmakta ve barışı sağlamaktadır.75 Böylece tek bir devlet altında, insanlar arsında eşitliğin de sağlanmış olduğu öne sürülerek, Roma’nın eşitliği ve adaleti sağladığı söylemiyle bir 71 Stoacı düşüncede evresellik, bu düşüncenin bireysel mutluluğu, insanın, doğasına uygun olarak, benzerleriyle birlikte yaşamasına bağlaması ve bu birlikteliği de toplumsal olmanın yanı sıra everensel ve metafiziksel bir nitelikte tanımlamasıyla ilişkilidir. Buna göre bütün insanlar evrensel düzenin temel parçaları olarak Logos’tan, tanrısal akıldan, pay almışlardır ve bu nedenle de aralarında hiçbir ayrımın yapılamayacağı eşit varlıklardır. İnsanlar arasında herhangi bir ayrım yapmak ise, gerçekte bir bütün olan insanlığı yapay olarak bölmek ve insanlığın evrensel eşitliğini bozmak anlamına gelmektedir. Ağaoğulları, op. cit., s. 429 72 Ibid., s. 73 Bununla birlikte Ağaoğulları, Helenistik dönemde de, Stoacıların gerek kosmopolitist düşüncelerine uygun olması ve kendilerine yöneticileri etkileyerek sosyo-politik yapıları evrensel (kosmik) düzene uygun kılmaya çalışma fırsatı vermesi, gerekse de salt oportünist tutumlarından ötürü, Stoacı felsefenin iktidarı destekleyen düşüncelerinden yararlanmak isteyen Helenistik monarşilerle yakın ilişkilere girdiklerinden söz etmektedir. Buna göre bu dönemde, çevresinde eğitimci ya da danışman olarak görevli bir Stoacı bilgesi olamayan bir kral ya da bir despot yok gibidir. Ibid., s. 435 74 Ağaoğulları, Köker, op. cit., s. 54 75 Ibid., s. 55 31 başka meşruluk temeli daha ortaya konmuştur. Cicero her ne kadar Roma’nın cumhuriyet döneminde yaşamış olsa da ideolojisi, kendisinden sonra gelen imparatorluk dönemi için de uygulanabilir nitelikte olmuştur; Roma için evrensellik iddiasına en çok yaklaşıldığı dönem, bu dönemdir. Ağaoğulları’nın da belirttiği gibi 81-96 yılları arasında iktidarda olan Domitianus’un dominus (efendi) unvanını almasıyla imparatorun mutlak bir monarka dönüşme süreci tamamlanmış, İmparatorluk Romalı olma özelliğini yitirerek evrensel bir nitelik kazanmıştır.76 Roma’nın bu niteliğini pekiştiren en önemli gelişme ise, imparatorluk topraklarında yaşayan bütün özgür insanların Roma yurttaşı kabul edilmelerine karar verilmesi oldu. Bu kararın arkasında aslında pratik bir sebep bulunuyordu; toplanan vergiyi arttırmak için vergi mükelleflerinin sayısını arttırmak. Ancak bunun İmparatorluk açısından olumsuz boyutu, Roma yurttaşlığın atfedilen önemin ve ortadan kalkması ve bu öneme dayanan ideolojik söylemin temellerinin sarsılması olmuştur. Çünkü artık Roma yurttaşı olmak bir ayrıcalık olmaktan çıkmış, Roma topraklarında yaşıyor olmak bu statüye sahip olmak için yeterli kabul edilmiştir. Bununla birlikte imparatorlukların kendi üstünlükleri ve dünya egemenliği konularındaki iddiaları aynı anda birden fazla imparatorluğun yan yana bulunmadığı anlamına gelmemektedir. Her biri kendi üstünlüğünü savunan ve diğerinin toprakları ve nüfusları üzerinde çeşitli haklar iddia eden imparatorluklar tarihin çeşitli dönemlerinde, diğerinin meşruluk temellerini sarsamadan bir arada varlıklarını sürdürmüşlerdir. Üstelik bu her durumda savaşlarla geçen bir, bir arada bulunma da değildir. Örneğin Çin ve Roma imparatorlukları asırlar boyunca paralel imparatorluklar olarak yan yana var oldu ve bu iki imparatorluğun hükmettiği dünyalar birbirine temas etmediğinden bu durum onların meşruluk iddialarını hiçbir şekilde etkilemedi.77 Ancak imparatorluğa meşruluk temeli sağlayan iddiaların ya da hedeflerin, farklı imparatorluklar için aynı olması durumunda, ya Münkler’in ifadesiyle bu imparatorlukların “aynı dünyaya ait” olmaları durumunda söz konusu imparatorlukların birbirlerinin meşruiyet temellerini zedelemeden ya da bir çatışmaya girmeden bir arada var olmaları mümkün olmamaktadır. 76 Ibid., s. 69 77 Münkler, op. cit., s.29 32 Üstelik uluslararası dengeler değişime oldukça açık olmasından dolayı diğer devletlerle olan ilişkilerinde imparatorlukların, yeni dengelere kolayca ve kısa sürede uyum sağlamaları hayati önem taşıyordu. Örneğin Britanya ve Rus İmparatorlukları 20. yüzyılın başlarında “Büyük Oyun” olarak adlandırılan karşı karşıya gelmelerine kadar sorunsuz bir biçimde bir arada var olabilmişlerdi. Bu durum sadece, Britanyalıların ya da Rusların ayrı bölgelere – Asya, Kafkasya ve Himalaya sıradağları boyunca kuzey ve güney yarıya bölünmüştü – hükmetmeleriyle ilgili değil, daha ziyade bu iki imparatorluğun iktidarlarını uygulama biçimleriyle ilgilidir: Rusların idari, yani siyasi güce dayanan, gerektiğinde askeri kontrol üzerine kurulu kara imparatorluğu ile özünde ekonomik alışverişe dayalı Britanya deniz imparatorluğu birbirini tehdit etmediğinden diğerinin meşruluğunu da sorgulamıyordu.78 Ancak 19. yüzyılın ikinci yarısında Rusya’nın Kafkasya’nın fethini tamamlayıp Orta Asya’ya doğru ilerlemeye başlaması ve Britanya’nın da Afganistan’a yerleşmesiyle iki devlet aynı coğrafyada karşı karşıya gelerek Orta Asya hakimiyeti için mücadele etmeye başladılar. Bu mücadele 1907 yılındaki Rusİngiliz anlaşmasına79 kadar sürdü. Rusya ve Britanya’yı rekabetlerinin en şiddetli döneminde böyle bir anlaşmaya yapmaya sürükleyen en önemli neden ise Almanya’nın, bu iki devletin kendi nüfuz alanları olarak gördükleri topraklarda bir imparatorluk kurma çabasında olmasıydı. Almanya birliğini sağlamakta “geç kalmıştı” ve bir imparatorluk olmasını sağlayacak olan kaynak ve topraklardan, dönemin koşullarıyla ifade etmek gerekirse sömürgelerden, yoksundu. Bu nedenle bir yandan Osmanlı İmparatorluğu ile kurduğu yakın ilişkilerle bu devletin topraklarına yerleşerek İngiltere’nin sömürge yollarının güvenliğini tehlikeye atarken, aynı zamanda hem Osmanlı sultanın halifelik gücünü kullanma hesapları yaparak gerek İngiliz sömürgeleri gerekse de Rus topraklarındaki Müslüman halkın bu imparatorluklara karşı ayaklanma ihtimalini ortaya çıkarıyor,80 hem de inşa ettiği donanma ile temelde bir deniz imparatorluğu olan İngiltere’nin denizlerdeki 78Ibid., s. 30 79Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi Cilt 1-2: 1914-1995, İstanbul, Alkım Yayınevi, 2005, s. 33-36 80Bkz., Peter Hopkirk, İstanbul’un Doğusunda Bitmeyen Oyun, İstanbul, Sabah Yayınları, 1995 33 üstünlüğünü tehdit ediyordu.81 Kısacası diğer imparatorluklarla “aynı dünyada” var olmaya çalışıyordu. Üçüncü bir gücün yarattığı tehdide karşı birlikte hareket etme durumu klasik güç dengesi sisteminin işleyişinde açıkça görülmektedir. Güç dengesi siyasetinin mantığı, “Avrupa’da herhangi bir devletin gücünün diğerlerine üstün gelerek, onları hakimiyeti altına almaya çalışması halinde, karşıt bir koalisyon oluşturarak mani olucu, öne çıkan gücü frenleyici siyasetler geliştirmek üzerine kuruludur.”82 Çünkü buna göre hemen her devlet, bir başka devletçe dengelenene kadar gücünü yayma eğilimi içinde olacaktır.83 Dolayısıyla böyle bir durumda deniz imparatorlukları kadar kara imparatorluklarının zorunlulukları da üçüncüye karşı birlikte hareket etmeyi gerektiriyordu ve her bir emperyal “dünya”nın işleyiş zorunlulukları, bunun karşısında yer alan bütün hedef ve niyetlere karşı dayatılıyordu. Güç dengesi, esas olarak, imparatorluklar çağı öncesinden, hatta Antik Yunan’dan itibaren işleyen bir sistemdir. Ağaoğulları’na göre de polislerin merkezi bir devlet halinde birleşememesinin nedeni, hiçbir polisin buna başarabilecek kadar güçlü olmamasının yanı sıra, hepsinin sivrilen bir polisi aralarında bağlaşıklar kurarak engellemeye yetecek kadar bir gücü ellerinde bulundurmalarıydı.84 Bu doğrultuda aynı siyasal sistem içinde bir arada bulunan imparatorluklar açısından dikkat çeken bir diğer nokta da sistemin periferisinde yer almanın imparatorluklar açısından çoğu durumda bir avantaj olmasıdır. Münkler'in yaptığı tespite göre bir devlet sisteminde ya da eşit güçlerin çoğul evreninde gerçekleştirilen imparatorluk oluşumları neredeyse daima başarısızlığa uğrarken, dünya sisteminin kenarlarında gerçekleştirilenler genellikle başarılı oluyordu.85 Sisteme bu şekilde merkez-periferi ayrımı çerçevesinde bakıldığında merkezde devletlerarası güç mücadelesinin şiddetli olduğu görülür. Güç dengesi sisteminin işleyişi düşünüldüğünde sistemin yerleşik güçlerinin aralarına katılmak isteyen bir başka 81 Kissenger, op. cit., s. 179 82 Cemil Oktay, Modern Toplumlarda Savaş ve Barış, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2012, s. 82 83 Faruk Sönmezoğlu, Uluslararası Politika ve Dış Politika Analizi,İstanbul, Filiz Kitabevi, 1989, s. 549 84 Ağaoğulları, op. cit., s. 17 85 Münkler, op. cit., s. 64 34 devleti engellemek için mücadele edecekleri açıktır. Çünkü merkezde yeni bir devlet her durumda diğer devletlerin nüfuz alanlarını da içeren bir bölgede egemenlik kurmak isteyecektir. Bu durumda kendi egemenlik alanlarındaki mevcut konumlarına rakip olarak ortaya çıkan yeni bir siyasal oluşum, mevcut devletler açısından bir tehdit teşkil etmektedir. Üstelik bu devletin merkezde hegemonya kurmak, hatta bir imparatorluk olmak istediği var sayıldığında tehdit daha da büyümektedir. Bu durumda, söz konusu devletin kendisini tehdit olarak algılayan devlet veya devletler grubundan daha güçlü olması gerekmektedir. Aksi takdirde klasik güç dengesi sistemi işleyecek ve bu devletinin imparatorluk olma yolundaki hegemonya mücadelesine son noktayı koyacaktır. Nitekim tarihte bu durumun örneklerine rastlanmaktadır. Napolyon Savaşları sırasında Fransa'nın ve Birinci Dünya Savaşı sırasında Almanya'nın başına gelenler sistemin, merkezde ortaya çıkan yeni hegemonya arayışlarına ne şekilde cevap verdiğini göstermektedir. Öte yandan sisteminin merkezinde yer almayan devletler açısından güçlü rakip ya da rakipler koalisyonuyla karşılaşma ihtimali daha düşüktür. Bu devletlerin sınırlarının ötesinde çoğu zaman bir siyasi boşluk olduğu gözlemlenmektedir. Bu açıdan Münkler'in ifadesiyle teritoryal imparatorlukların oluşumunda periferinin çekim etkisi, merkezin yayılmacı dinamiği kadar önemlidir, ama yine de merkezin dinamiği emperyal genişlemenin vazgeçilmez koşuludur, yoksa periferideki siyasi boşluklar boşluk olarak algılanmazdı.86 Görece zayıf devletler arasında yer alan proto-emperyal bir devlet için girilecek savaşları kazanma ihtimalinin yüksek olmasının yanı sıra bu savaşların maliyeti de merkezde gerçekleşen savaşlardan oldukça düşüktür. Periferideki imparatorluklar güçlü rakiplerle yıpratıcı savaşlara girmedikleri gibi merkezdekinden farklı olarak sık sık savaşlara dönüşen çatışmalardan da uzak durabilmektedirler. Böylece barışın sağladığı kârla ekonomi ve altyapı yatırımları yapma olanağına sahip olan87 bu devletler siyasi istikrarın yanı sıra ekonomik açıdan da güçlenebilmektedirler. Periferide yer alan bu devletler için yapılan savaşların başta gelen nedenini de ekonomik sebepler oluşturmaktır. Kendisinden zayıf rakip ve düşmanlar arasında merkezdeki devletler kadar güvenlik endişesi taşımayan periferideki güçler, daha çok, ekonomik açıdan güçlenmelerini 86 Ibid., s. 69 87 Ibid., s. 65 35 sağlayacak olan ganimet toplamak, yeni ticaret yollarını ele geçirmek ya da bu yolların güvenliğini sağlamak gibi kâr amaçlı nedenlerle savaşlara girmektedirler. Merkez-periferi ayrımı sadece dünya sistemi açısından değil, imparatorluklar söz konusu olduğunda devlet toprakları için de geçerli ve açıklayıcı bir ayrımdır. İmparatorlukların sahip oldukları toprak büyüklüğü ülkenin tamamını doğrudan yönetme imkânını ortadan kaldırmaktadır. Bu nedenle imparatorluklar yeni ele geçirdikleri ve artık toprakların genişlemesiyle birlikte merkezden uzakta kalan bölgelerin yönetimi için farklı yöntemler geliştirmek zorunda kalırlar. Böylece devlet kurucucuları, belli bir toprak parçası üzerinde, bütünleşmiş, doğrudan ve görece türdeş bir hâkimiyet kurabilmek için, biçimsel yapısal bir farklılaşmanın yanı sıra, kan bağına dayalı cemaatlerden, aşiret sınıf ya da herhangi bir kültürel gruptan bağımsız görevlilerden oluşan, merkeze sadık bir yönetim oluşturmak zorundadırlar.88 Bu durum imparatorlukta merkez elitleri ve periferi elitleri olmak üzere iki tür yönetici elitin ortay çıkmasına neden olur. Merkez elitleri, tüm devlet elitleri gibi dış politika ve güvenlik politikasını oluşturma, para basma ve sınırları kontrol etme gibi görevlerinin yanı sıra periferi yöneticilerinin belirlenmesinde de söz sahibidir, ancak bu ikinci tür elitlere karşı sorumlu değillerdir.89 Buna karşılık merkezden periferiye doğru gidildikçe periferinin merkezin politikalarında söz sahibi olma olanağı sınırlanır ve merkezi elitlerin belirlenmesi sürecinde periferi elitleri söz sahibi olmaz. Bu nedenle Motyl merkez elitleri ile periferi elitleri arasındaki ilişkinin “diktatörce” olduğunu dile getirmektedir. Bu durum günümüz devletlerinden farklı olarak imparatorluk nüfuslarının bütünleşmiş bir yapıda olmamasından kaynaklanır. Modern devlet sınırları içinde bulunan her bölgeye, dolayısıyla sınırları içinde yaşayan bütün nüfusa ulaşabilir durumdadır. Oktay’yın ifadesiyle “devlet kurumunun yeni alanlara yayılması, giderek bir ahtapotun kolları gibi toplumu sarması”90 modern devletin en önemli 88 Karen Barkey, Eşkıyalar ve Devlet; Osmanlı Tarzı Devlet Merkezileşmesi, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999, s. 3 89 Motyl, “Thinking About Empire”, s. 21 90 Cemil Oktay, “Liberal Siyasi Düzenler Hakkında Notlar”, Doğu Batı, Yıl:14, Sayı: 57, Mayıs, Haziran, Temmuz 2011, s. 236 36 özelliklerinden biridir. Modern devlet aynı zamanda dayandığı temeller gereği bütün bu nüfus tarafından da ulaşılabilir olmalıdır. Modern devlette, insanlar yaşadıkları yerden ve sahip oldukları kimliklerden bağımsız olarak eşit haklara sahiplerdir ve bu bağlamda devlete sadece ulaşabilecek değil aynı zamanda onu etkileyebilecek konumdadırlar. İmparatorluklarda ise çoğunlukla merkezden periferiye doğru giderek azalan bütünleşmeyle birlikte yasal haklar da azalır ve periferinin merkezin politikasında söz sahibi olma olanağı kısıtlanır.91 Bunun ötesinde periferinin kendisini ilgilendiren politikalarda da söz sahibi olma olanağı oldukça kısıtlıdır. Çünkü Doyle’un da belirttiği gibi bir toplumun resmi kontrolü, pek çok etki alanını kapsayan karmaşık bir süreç olan siyasi karar alımının kontrolünü de içermektedir ve bu süreçte merkezin sosyal, ekonomik ve kültürel çevreleri, din adamları, tüccarlar, askerler ve bürokratlar gibi çeşitli aktörler aracılığıyla periferinin sosyal, ekonomik ve kültürel çevrelerine nüfuz ederek çevredeki yerel koalisyonları, sınıfları, grupları ve tarafları etkilemekte, hatta belirlemektedir.92 Merkezin dışında kalan bölgelerde ya merkezden görevlendirilen bir kişi bu bölgelere giderek burada yönetici olmakta ya da bu bölgenin imparatorluğa katılmasından önce bu bölgede yönetici konumda bulunan kişiler merkeze bağlılık, sadakat ve çeşitli karşılıklar vaat ederek bölgelerini imparatorluk adına yönetmeye devam etmektedir. Örneğin Roma İmparatorluğunda, İtalya dışında fethedilen topraklar, eyalet durumunu getirilip doğrudan Roma’ya bağlanırken, bu bölgeleri yönetmeleri için kendilerine tam bir erk (imperium) tanınan yardımcı konsüller (prokonsüller) ve yardımcı yargıçlar (propraetorlar) atanıyordu. Bunu yaparken ister merkezden görevlendirilen, ister yerel yöneticiler olsun bölgenin yerleşik kurallarına ve düzenine uygun mevcut yönetimin sürdürülmesi, bu bölgelerde yaşayan nüfusun imparatorluğa dâhil edilmesi aşamasında uyum sürecinden geçilmesi sorununun ortaya çıkmasını engelleyebilmektedir. Bu doğrultudaki yönetim anlayışının avantajı yeni bir siyasi ve ekonomik düzen kurmaya çalışmanın getireceği vakit kaybını yaşamadan bölgenin kaynaklarının merkeze aktarılmasıdır. Böylece imparatorluklar sınırları içindeki her bölgeyi doğrudan yönetemeseler bile bu büyüklükte bir toprak 91 Münkler, op. cit. s. 20 92 Doyle, op. cit., p. 37 37 parçasını doğrudan yönetmeye çalışmanın maliyetini karşılamak zorunda kalmadan, bütün bu topraklardaki kaynakların merkeze akıtılmasını sağlayabiliyorlardı. Ancak merkez için ilk başta avantajlı görünen bu durum, ilerleyen dönemlerde imparatorluk için sorunlu bir hale gelebilmektedir. Çünkü talep ettiği çeşit ve miktardaki kaynağı elde eden merkez, aslında çevre bölgelerdeki durum ve bu bölgelerin kapasiteleri hakkında bilgi sahibi değildir. Dolayısıyla istediğini aldığı sürece bunun nasıl sağlandığı konusu merkez için önemsiz olmasa da en azından belirsiz bir konudur. Dolayısıyla bölgesel kaynakların merkeze aktarılması süreci, gerçek kaynaklar ile farz edilen kaynaklar arasında bir fark olmasının yanı sıra, merkezin burayı denetleyecek bir askeri gücün maliyetine katlanmak istememesinin yerel yöneticilere sağladığı denetimsiz ortamın da etkisiyle kişisel bir yönetim altında eşitsiz olarak gerçekleşmekteydi ve bu nedenle imparatorluğun talep ettiği herhangi bir artış daha önce itaatkâr olan halkın ayaklanmasına yol açabilmekteydi.93 Bu durumda aracı kişi ve kurumlardan faydalanılıyor olması, ortaya çıkan toplumsal tepkinin devletten çok bu aracı yapılara yönelmesini sağlıyordu. Barkey tarafından verilen örneği izlersek, eğer devlet kurucuları, örneğin soyluları artı ürünü çekme işlemleri için kullanabilirse, isyanlar doğrudan devleti hedef almayıp feodalizm ve soyluluk karşıtı olarak tezahür eder. Dolayısıyla çevre bölgelerin yönetimini doğrudan üstlenmeyip, bu işi aracı konumda bulunacak yerel elitlere devretmek devlet için toplumsal tepkinin emilmesini sağlayacak bir tampona da sahip olmak anlamında gelmektedir. Ancak söz konusu tampona sahip olmanın maliyeti imparatorluk için oldukça yüksek de olabilir. Kendi bölgesinde güçlü bir iktidara sahip olan yerel yöneticiler, halk desteğine de sahip olmaları durumunda, yönetimleri altındaki bölgeleri imparatorluktan ayıracak güce sahip olabilecek, böylece imparatorluğun toprak bütünlüğünü tehdit edebilecektir. Bununla birlikte çevre bölgelerde ortaya çıkan tepkilerin her durumda ara kurumlar tarafından emilerek, merkezi devlete kadar ulaşmasının engellenmesi mümkün olmamaktadır. Bununla bağlantılı olarak, özellikle toplumsal tepkilerin bir ayaklanmaya dönüştüğü durumlarda, imparatorluk periferide söz sahibi olabilmek, yani buradaki hakimiyetini koruyabilmek için zaman zaman siyasi ve askeri 93 Tilly, “How Empires End”, s. 4 38 müdahalelerde bulunabilmektedir. Hatta Münkler’e göre müdahale etmek zorundadır, çünkü aksi takdirde kendi periferisindeki çatışmalara karşı tarafsız davranan bir imparatorluk, emperyal statüsünü yitirecektir.94 Benzer bir durum imparatorluğun içinde bulunduğu dünya sistemi içindeki çatışmalar içinde geçerlidir. İçeride ya da dışarıda karşılaştıkları bir meydan okumaya karşı imparatorlukların gösterecekleri herhangi bir tereddüdün güçsüzlük olarak algılanması oldukça yüksek bir olasılıktır. Bu nedenle imparatorluklar siyasi ya da askeri imkânlarını kullanarak kendilerine karşı yöneltilen bir tehdidi bertaraf etmek durumundadırlar. Aksi takdirde karşılaştıkları meydan okuma karşısında atacakları bir geri adım, imparatorluk açısından yeni meydan okumaları da beraberinde getirebilecektir. İmparatorluk topraklarında yaşayan halklar açısından bakıldığında bu durum bir güven sorununu da ortaya çıkarabilecektir. Kendilerini koruyabileceğinden endişe duydukları bir imparatorlukla olan bağlarını yeniden gözden geçirme ve bunun sonucunda da kendilerine güvenlik sağlayabileceğini düşündükleri bir başka siyasi güçle yakınlaşmaları söz konusu olabileceği gibi, imparatorluğun güçsüz bir durumda olduğu düşüncesi ile kendi siyasi geleceklerini belirlemek amacıyla ayrı bir birim olarak var olma mücadelesi içine de girebileceklerdir. Her iki durumda da Münkler’in belirttiği gibi emperyal konumun sarsılması söz konusu olacaktır. Ancak daha önce de belirtildiği gibi geniş toprakları yönetmede karşılaşılan zorluklar imparatorlukları bazı önlemler almaya yöneltmiştir. Çünkü imparatorluklar genişlediği ölçüde çeşitli merkezkaç güçler ortaya çıkmaktadır; yerel yöneticiler ve askeri liderlerin periferide yerleşik nüfusla ve askeri birliklerle beraber hareket etmesi, bu bölgenin imparatorluktan kopması ya da askeri darbe ya da hükümet darbesiyle merkezdeki iktidarı ele geçirilmesi gibi bir tehdidin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu durumda genellikle askeri bir müdahale ile çözülecek sorunlar ortaya çıkmaması için periferide bir takım politik ve idari düzenlemeler yapılmaktadır. Bunlardan biri yerel yöneticilerin sık sık değiştirilmesi, böylece yöneticilerle halk arasında yakın bağların kurulmasının engellenmesidir. Ancak bu tür bir uygulama da başka bir sorunu yol açmaktadır; yöneticilerin görevlendirildikleri bölgeleri tam olarak tanıyamamaları. Bu durumda farklı 94Münkler, op. cit., s. 33 39 bölgelerin ve halkların kendilerine özgü koşullarının dikkate alınmaması ve bu bölgelerin bazı genel kurallar çerçevesinde yönetilmesi söz konusu olacak, bu da halkta yarattığı hoşnutsuzlukla birlikte önlenmeye çalışılan tehlikenin, yani halkın ayaklanması ve imparatorluktan kopması tehlikesinin yine gündeme gelmesine neden olacaktır. Bu nedenle çevre bölgelerin yönetimi konusunda imparatorluklar farklı bir uygulamaya gitmek durumunda kalmışlardır. Bu uygulama yönetici seçkinlerin en azından bir kısmının siyasi ve kişisel yazgılarının hükümdarların yazgısına bağlı, dolayısıyla da emperyal merkeze karşı kayıtsız şartsız sadakate mecbur gruplar ya da kişilerden oluşturulmasıdır.95 Böylece yönetim tarafından doğrudan denetlenemeseler bile bu kişilerin iktidarın istekleri doğrultusunda, ya da en azından iktidara karşı olmayan bir biçimde hareket etmeleri beklenmektedir. Bununla birlikte Tilly, imparatorlukların bu adem-i merkeziyetçi yapısının ve periferideki siyasi ve ekonomik ağları, oldukları biçimleriyle kendi yapısı içine dahil etmesinin imparatorlukların hızlı genişlemesini olduğu kadar çökmesini de kolaylaştırdığını belirtmekte ve bunun nedenlerini şu şekilde sıralamaktadır: (1) imparatorluk tarafından egemenlik altına alınan bölgelerin yönetim ağına zayıf entegrasyonu, (2) çevre bölgelerin yöneticilerinin özerk bir güce sahip olmaları, (3) bölgenin imparatorluğa tabi kılınan nüfusunun kendi kimliklerini, anılarını ve mağduriyetlerini korumaları, (4) merkezin zayıfladığı ve kırılganlaştığına dair bilginin egemenlik altına alınmış bölgelerde ve dış düşmanlar arasında hızla yayılması.96 Bu açıdan bakıldığında adem-i merkeziyetçi yapının, çevre bölgeleri merkezden uzaklaştıran etkisi daha açık görülmektedir. İmparatorluklar için pratik bir mecburiyetten kaynaklanan bu yönetim yapısı, aslında toprak bütünlüğünü ve bu toprak bütünlüğü üzerindeki hâkimiyetini korumak isteyen imparatorluk için önemli bir ikilemdir. Bu nedenle her şeye rağmen merkeziyetçi bir yapı içinde yönetilen imparatorluklar da bulunmaktadır. Bu tip imparatorluklara verilebilecek en önemli örnek ise Çin İmparatorluğudur. Görece tek tip bir yönetim yapısını eyaletlere kadar ulaştırarak, eyaletlerdeki soyluları emperyal fayda amaçlı rekabetçi bir sisteme 95 Ibid., s. 48 96 Tilly, “How Empires End”, s. 4 40 entegre ederek, emperyal bürokratların yerlerini sürekli olarak değiştirerek ve geldikleri yerlerde görev yapmalarına izin vermeyerek, toplumsal hareketliliği teşvik ederek ve etnik farklılıkların tanınmasını reddederek, topraklarının büyük bir kısmında merkezin gücünü ortaya koyan gösteriler yaparak Çin imparatorluğu çöküşler ve fetihlerle geçen yüzyıllar boyunca hanedanını korumayı başarmıştır. 97 Her ne kadar imparatorluklar genel olarak adem-i merkeziyetçi bir yapı içinde çevre bölgelerin merkez tarafından doğrudan yönetilmediği birimler olsa da, 18. yüzyıldan itibaren, fakat yoğun olarak 19. yüzyılda, bu devletlerin de sıkı bir merkezileşme politikası yürütmeye başladıkları gözlemlenmektedir. Bu süreç daha önceki dönemlerde gerçekleştirilen çevrenin merkezle bütünleştirilmesi sürecinden farklıdır. Merkezileşmeyle birlikte gerçekleştirilemeye çalışılan çevre bölgelerin artık dolaylı değil doğrudan merkez tarafından yönetilmesinin sağlanmasıdır. İmparatorluklar tarafından yürütülen merkezileşme çabaları, bazı durumlarda çevrenin merkezle bütünleştirilmesi çabalarında da görüldüğü gibi, bu bölgelerde yaşayan halk ve özellikle de mevcut konumlarını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalan yerel elitler tarafından tepkiyle karşılanır. Barkey’e göre merkezileşmeye gösterilen bu tepkiler arasındaki farklıklılar hem kendi başlarına önemlidir, hem de devleti şekillendirmeleri ve devletin faaliyetlerinin gelecekte izleyeceği yolu ana hatlarıyla çizmeleri bakımından belirleyicidir.98 İmprataolruklar için güç ve nüfuzun hükmedilen kilometre sayısı ile yakından ilişkili olduğu görülür. Sahip olunan toprakların bu niteliği aynı zamanda çeşitli yazarlar tarafından imparatorluk olmanın bir koşulu olarak da kabul edilmektedir. Münkler muazzam bir alana hükmetmeyen bir gücün imparatorluk olarak nitelendirilemeyeceğini belirtmektedir.99 Ancak söz konusu olan deniz imparatorlukları da kara imparatorlukları da olsa ekonomik kaynaklar ve ticari yollar üzerindeki kontrol imparatorlukların güçlerini ve hatta varlıklarını sürdürebilmelerinin gerekli koşullarındandır ve bu nedenle imparatorluk topraklarının büyüklüğünün yanı sıra jeo-ekonomik konumu da önem kazanmaktadır. 97 Ibid., s. 4 98 Barkey, Eşkıyalar ve Devlet: Osmanlı Tarzı Devlet Merkezileşmesi, s. 7 99 Münkler, op. cit., s. 25 41 1.2.3 Ekonomik Güç Mann, ekonomik iktidarın, doğal kaynakların dönüştürülmesi, dağıtımı ve tüketiminin toplumsal organizasyonuyla günlük/geçimlik ihtiyaçların karşılanmasından kaynaklandığını belirtmektedir.100 Mann’a göre ekonomik üretim, dağıtım, değişim ve tüketim ilişkileri toplumsal gelişmenin önemli bir bölümünü oluşturur ve üretim, dağıtım, değişim ve tüketimin kontrolünü tekelinde bulunduran gruplar egemen sınıf haline gelirler. Bazı imparatorlukların ortaya çıkışı ve sonraki gelişmelerini anlamada ekonomik güç, diğer faktörlerden daha belirleyici bir role sahiptir. Ekonomik açıdan güçlü olan bir devletin, ağırlıklı olarak bu gücünü kullanarak bir imparatorluğa dönüşmesinin en dikkat çeken örneğinin İngiltere olduğunu söylemek mümkün. Bir ada ülkesi olan İngiltere için doğal olarak komşularıyla mücadele ederek sınırlarını genişletmesi gibi bir olanak söz konusu değildi. Bu şekilde yönetimi altında tutuğu ülkeler İrlanda, İskoçya ve Galler ile sınırlıydı. Ancak bu durum İngiltere için ada topraklarıyla sınırlı olmak anlamına gelmiyordu. Bunun için de denizlerde, hem mücadele edebileceği hem de ticaret yapabileceği güçlü bir donanma ile adasının sınırlarını aşarak, deniz ötesi bölgelerde çoğunlukla ekonomik ve siyasi olarak kontrol ettiği topraklar ele geçirdi. Bu süreçte İngiliz devleti, verdiği desteğin yanı sıra, ele geçirilen bölgelerde kendi atadığı yöneticilerin dışında yerel yöneticileri de yönetim sürecine dahil ederek sürecin siyasi ayağını oluştururken, İngiliz şirketleri ekonomik ayağı oluşturmaktaydı. Roma İmparatorluğu da ilk dönemlerde daha çok güvenliğini sağlama amacıyla savaşıp sınırlarını genişletirken, daha sonraları fetihlere özellikle ekonomik nedenlerden dolayı devam etmiş ve gücü yettiğince de bu politikasını sürdürmüştür.101 Ekonomik gücün bir imparatorluk için önemli rol oynadığı bir diğer aşama, imparatorluğun sürekli olarak genişleyip yeni topraklar elde edemeyecek olmasından dolayı, genişleme evresinden sağlanmalaşma evresine geçiştir. Bu aşama Münkler'in ifadesiyle emperyal tarihin en önemli dönemlerinden biridir.102 Aynı noktanın altını 100 Mann, op. cit., s. 24 101 Ağaoğulları, Köker, op. cit., s. 24 102Münkler, op. cit., s. 84 42 çizen İnalcık da sanayi öncesi imparatorlukların belki de en önemli sorununun, emperyal politikaları finanse edebilecek büyüklükte bir merkezi hazine kurulması olduğunu belirtmektedir.103 Genişlemenin durmasına bağlı olarak yeni gelir kaynakları elde edemeyen imparatorluklar, ellerindeki kaynakları sürekli gelir getirecek şekilde yeniden üretmenin ve bu yolla çoğaltmanın yanı sıra devleti yönetmenin maliyetini de düşürmenin yollarını aramak zorunda kalmışlardır. İmparatorluklar genişlemenin sınırlarına vardığında emperyal sınır güvenliği nadiren eşit güçlere karşı sağlandığından, askeri iktidardan çok ekonomik, siyasi ve ideolojik iktidarın kurularak yönetimin maliyetinin düşürülmesi yoluna gidilir ve bu noktada da tüccarlar, askeri danışmanlar, halkbilim araştırmacıları ve nüfuzlu şahısların işlevi, sınırlardaki askeri güçlerin işlevinden daha önemli konuma gelir.104Çünkü bu noktada sınır bölgelerinde yaşayan nüfusun imparatorluğa bağlılığı büyük önem taşımaya başlar. Bunun için de söz konusu bölgelerde yaşayan nüfusun ihtiyacı olan maddi olanakların sağlanmasının yanı sıra imparatorluğun bölgedeki varlığını meşrulaştırma işlevi gören ideolojik iktidar büyük öne çıkar. 1.2.4 İdeolojik Güç Mann’a göre ideolojik güç, sosyolojik gelenekteki birbiriyle ilişkili üç tartışmadan kaynaklanmaktadır.105 Bunlardan ilki dünyayı sadece duyularımızla algılayamayacak olmamızdan dolayı anlam kategorilerine duyduğumuz ihtiyaç; ikincisi, sürdürülebilir toplumsal işbirliği için gerekli olan insanların birbirleriyle ilişkilerinde ahlaken nasıl davranmaları gerektiği konusunda ortak bir anlayış (normlar); üçüncüsü ise estetik/ritüel uygulamalardır. Buna göre; nihai bilgi ve anlamın sosyal olarak örgütlenmesi sosyal yaşam için gerekli olduğundan, anlam iddiasını tekeline alanlar kolektif gücü de ellerinde bulunduracaklar; bir grubun karşılıklı güven ve ortak moralini yükselten bir ideolojik hareket aynı zamanda kolektif gücü de arttıracağı ve daha azimli bir bağlılıkla ödüllendirileceğinden, istikrarlı ve etkin bir toplumsal işbirliği için gerekli olan ortak normları tekelleştirenler bu güce de sahip olacaktır. Bununla birlikte ideolojik güçle ilgili en 103 Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi Cilt I: 1300-1600, İstanbul, Eren Yayıncılık, 2000, s. 54 ve 81 104 Münkler, op. cit., s. 109 105 Mann, op. cit., s. 22 43 önemli unsur, ideolojilerin özel çıkarlar ve maddi egemenliği içermesidir.106 Ancak Mann’ın da belirttiği gibi ideoloji eğer sadece bundan ibaret olursa insanlar üzerinde nüfuza sahip olamaz ve yayılamaz. Bu nedenle ideolojilerin dönemin koşullarına göre inandırıcı olması gerekmektedir. İmparatorluklar için iktidarının ideolojik bileşeni ya da ideolojik iktidarı, varlığını meşrulaştırmanın aracı olması bakımından büyük önem taşımaktadır. Bu meşrulaştırma işlevi dış politikanın bir parçası olarak imparatorluğun dünya sistemi içindeki yeriyle ilgili olduğu gibi aynı zamanda imparatorluk topraklarında yaşayan insanlara da yöneliktir. İmparatorluk yöneticileri tarafından iktidarlarını meşrulaştırmak için ideolojik temeller oluşturma çabası, bu iktidarın yönetilenler tarafından sorgulanmasından kaynaklanmakta ve bu sorgulamanın önüne geçmeyi hedeflemektedir. Salisburyli John tarafından Hohenstaufen imparatoru I. Frederich’e yönelik olan dile getirilen “Almanların ulusun başına hakim kesilmesini kim istedi? İnsan evlatlarının başına kendi keyiflerine göre bir efendi getirme hakkını bu kaba ve vahşi insanlara kim verdi?”107 şeklindeki sorular bu sorgulamanın açık ifadelerini oluşturmaktadır. Büyük ölçekli ve hatta küresel siyasi düzenler olan imparatorluklar, varlıkları ve genişlemeleri için bir gerekçe bulmak, yani emperyal düzeni anti-emperyal eleştiriler ve karşı çıkışlar karşısında meşrulaştırmak ve böylece merkezin üstünlük ve hakimiyet iddiasının periferi tarafından sorgulanmasının önüne geçmek konusunda giderek artan bir baskı altındadırlar.108 Bu baskıyı hafifletmek için imparatorluklar farklı yollara başvurmaktadırlar. Farklı imparatorlukların birbirinden farklı yolara başvurmalarının yanı sıra aynı imparatorluk da değişen konumuna ve izlediği farklı politikalara göre zaman içinde farklılaşan ideolojik söylemler kullanabilmektedirler. Sonuçta imparatorluk için önemli olan içinde bulunduğu durumda, sahip olduğu çeşitli özelliklere uygun olarak politikalarını meşrulaştırabileceği bir araç bulmaktır. Bu araç genellikle bir misyon biçimini almaktadır. Emperyal ideolojinin ve onun uygulamaya konmasının aracı olan misyonun inandırıcılığı açısından bu misyonun neyi hedeflediği ve neye karşı 106 Ibid., s. 23 107 Münkler, op. cit., s. 132 108 Ibid., s. 131-132 44 olduğunun açıkça ifade edilmesi büyük önem taşımaktadır. Çünkü ancak bu şekilde imparatorluk halk kitlelerine hitap ederek onları bu misyon çerçevesinde devlete bağlayacak ve gerektiği zamanlarda belli bir amaç etrafında bir araya getirerek harekete geçirebilecektir. Emperyal misyonun oluşturulması yalnızca yöneticilerin rol oynadığı bir süreç değildir. Siyasi seçkinlerin yanı sıra entelektüeller de emperyal misyonun belirlenmesi sürecinde rol oynarlar. Özellikle yazarlar ve sanatçılar imparatorluğun ve imparatorluğun misyonun kutsallaştırılmasına önemli katkıda bulunurlar. İmparatorluk entelektüellerinin ortaya koyduğu çeşitli perspektif ve vizyonlarlar, siyasal iktidara ihtiyacı olan desteği sağlama noktasında önemli rol oynarlar. Böylece Münkler’e göre genellikle pek fazla kudretleri olmayan entelektüeller önemli bir nüfuz elde etmiş olurlar.109 Roma İmparatorluğu, sahip olduğu karışık siyasal örgütlenmesini hukuksal bir yapı içinde ideolojik söylemlerle çepeçevre donatmış olmasıyla, hukuksal ve siyasal söylemlerin siyasal bir düzenin sürdürülmesinde ya da değişikliğe uğratılmasında ne büyük bir role sahip olduklarının önemli bir örneğini sergilemektedir.110 Bu bağlamda Roma’da devletin yüceltilmesi ve yüce devletin bir yurttaşı olmanın da bir takım sorumlulukları beraberinde getirdiğinin savunulmasıyla, hem nüfus belli bir amaç etrafında bir araya getirilmekte hem de bu amacı kendi kişisel yaşamlarının önüne koymaları beklenmektedir. Buna göre, 109 Ibid., s. 138 Münkler sanatçıların Roma İmparatorluğunun kutsallaştırılmasındaki rolü konusunda açıklayıcı bilgiler vermektedir: “Mimarlar ve heykeltıraşlar Roma iktidarının uygarlaştırıcı etkisini gösteren barış tapınakları inşa ederken, özellikle de Maecenas etrafında toplanan, aralarında dönemin en önemli iki şairi Horatius ve Vergilius’un da olduğu yazarlar Augustus’un reform programını, dünyanın, Roma İmparatorluğu ayakta kaldığı sürece devam edecek yenilenmesi olarak göklere çıkardılar. Ovtavianus için yazarların desteği çok önemliydi, zira reform programı sırf yasalar ve yönetmeliklerle gerçekleştirilemezdi. Bürokratların veremeyeceği kültürel bir parıltı kadar daha derin bir anlama da ihtiyacı vardı. Özellikle de Vergilius eseriyle büyük ölçüde Octavianus’un reform programına hizmet etti.Nitekim Bocolica’da […] kent seçkinlerinin ahlaki yozlaşmasını hedef alıyor, kırsal hayatı mos mairom’un [ataların törelerini] gençlik pınarı olarak övüyordu. Vergilius mos mairom’un canlandırılmasıyla, içinde bulunulan Demir Çağı’nın geride kalacağını ve insanlık tarihinin başındaki Altın Çağ’ın yeniden dirileceğini umuyordu. Georgica’da benzer bir program izledi; Vergilius’un ani ölümü nedeniyle yarım kalan. […] Aeneis’te Aeneas’ın yakılıp yılan Troya’dan kaçmasından sonraki yolculuklarının hikayesi, Augustus’un ‘dünyayı saran’ barışçı iktidarına işaret eden kehanetlerle doludur. Burada Vergilius, Aeneas’ın Augustus’un ön-figürü ve modeli olarak gösterildiği evrensel bir barış misyonu yaratır. Aeneas’ın kazandığı zaferlerle barışa giden yolda demokratik güçlerin alt edilmesini temsil eder. Yani Roma İmparatorluğu yalnızca barıştan değil, insanlıktan da sorumludur.” 110 Ağaoğulları,Köker, op. cit., s. 14-15ve 25 45 Roma’da devlet başlı başına bir amaç, yurttaşların hayatları pahasına koruyup kollamaları gereken bir değer haline getirilmekte, yurttaşın, kişisel çıkarlarıyla kamusal çıkarın bir olduğu bilincine varması ve gerektiğinde kendini devleti için feda etmesi beklenmektedir.111 Roma siyasal düşüncesinin en önemli temsilcisi olarak kabul edilebilecek olan Cicero, halkın devleti ve sistemi kendisine aitmişçesine benimsemesinin önemini vurgulamaktadır. Buna göre halkın tümüyle siyasal yaşamın dışında bırakıldığı sistemler uzun ömürlü olmamakta ve bu nedenle sistem için tehlike oluşturmaktadırlar. Bu nedenle halka siyasal yapı içinde belli bir yer verilmesi, halkta sistem içinde bir güce sahip olduğu düşüncesinin yaratılması gerekir. Böylece halkın karşılaştığı sorunlara sistem içinde çözüm aramaları sağlanacak ve sisteme karşı bir harekette bulunmalarının önüne geçilecektir. Cicero bu durumu “en küçükler bile kendilerini büyüklerin eşiti sanırlar, bu da devletin esenliğini sağlar” sözleriyle ifade etmektedir.112 Dolayısıyla, bunun gerçekleştirilmesini sağlayan cumhuriyet, Cicero’ya göre ideal yönetim biçimidir. Çünkü bu sistemde devleti asıl yönetenler soylular olduğu halde, halk da yönetimde söz sahibi olduğu yanılsamasıyla devletle uyumlu hale getirilmiş olur. Cicero cumhuriyet dönemi Roma’sında yaşamış olması dolayısıyla ideolojik söylemini mevcut rejimi meşrulaştırıcı bir biçimde kurmuştur. İmparatorlukların varlıklarını meşrulaştırmak için en sık kullandıkları söylemlerden biri imparatorluğun kutsallığı söylemdir. İmparatorluğun kutsallığı konusundaki belki de açık vurgu kutsallığı adında da taşıyan Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu ya da Alman Ulusunun Kutsal Roma İmparatorluğu olarak bilinen imparatorluktur. İmparatorluğun kutsallığı söylemi, imparatorlukları yöneten kralların bu göreve Tanrı tarafından getirilmiş oldukları iddiasıyla ilgilidir. Buna göre krallar Tanrı tarafından kutsal bir amaç için görevlendirilmiş ve bir ülkenin başına getirilmişlerdir. Bunun da ötesine geçen bazı imparatorlar kendilerinin yeryüzündeki tanrı olduğunu iddia etmişlerdir. Roma İmparatorluğunun ikiye ayrılmasından önceki kargaşa döneminde, imparatora tapınma şeklindeki imparator 111 Ibid., s. 57 112 Ibid., s. 66 46 kültüne daha çok önem verilmeye ve bu yolla iktidarın dinsel temellerle güçlendirilmesi yoluna gidilmeye başlandı. İmparatorlara ilişkin her şey kutsallıkla donatılıp, imparatorlar öldükten sonra tanrısallaştırılırken, dominus natus (doğuştan efendi) unvanını alan Aurelianus (280-275), daha da ileri giderek kendisinin yeryüzündeki tanrı (deus) olduğunu ilan etti.113 Roma’da Hıristiyanlığın uzunca bir süre dışlanması ve Hıristiyanların baskı altında tutulması da esas olarak dini nedenlerden çok, imparatorlara atfedilen bu kutsallık ve güçten daha üstün bir otoriteye inanılmaya başlanmış olmasından kaynaklanmaktadır. Bu söylemde nüfustan beklenen Tanrı tarafından seçilmiş olmaları dolayısıyla kendilerinden ayrılan bu insanlara, yani yöneticilerine Tanrı tarafından onlara verilmiş amaçları gerçekleştirme yolunda yardımcı olmalarıdır. Bunun anlamı yöneticilere sadık olmak ve hizmet etmektir. Dolayısıyla imparatorluk sınırları içinde yaşayan herkes, ki buna yönetici seçkinler de büyük ölçüde dahildir, kendi kısa vadeli çıkarlarını, varlığını yüzyıllarca sürdürmüş ve/veya sürdürecek olan imparatorluğun uzun vadeli çıkarları uğruna feda etmeliydi. Yöneticiler, iktidarlarını ve ülke içinde izledikleri politikaları bu şekilde meşrulaştırırken aynı zamanda kendilerine Tanrı tarafından verilen görevin çoğu durumda imparatorluk sınırlarını aşması nedeniyle izledikleri dış politikayı da bu bağlamda meşrulaştırmaya çalışmaktaydı. İmparatorluğun kutsallığı, imparatorluğun var oluş gerekçesi ve amacı olarak dünya tarihini etkileyecek bir görev, imparatorluğun kozmolojik ya da tanrısal önemini ilan eden bir misyon üstlenmiş olduğu anlamına gelmesi bağlamında bir emperyal misyon114 aracılığıyla uygulamaya konmaktadır. Yani emperyal misyon, 113 Ibid., s. 70 114 Münkler emperyal misyon ile ideolojik iktidar arasında bir ayrım yapmaktadır. Münkler’e göre ideolojik iktidarın daha çok dış politikaya yönelik bir işlevi vardır. Buna karşılık emperyal misyon ise bir imparatorluğun içindeki, özellikle merkezindeki insanlara yöneliktir. Hatta siyasi seçkinlerin kendi kendilerine telkinidir. Ancak bu çalışmada emperyal misyon ideolojik iktidardan bağımsız bir olgu olarak ele alınmamaktadır. Emperyal misyon ideolojik iktidarın bir çeşididir ve bu anlamda da ondan ayrı olarak değerlendirilmemelidir. Emperyal misyon söylemi ideolojik iktidarın hedeflediği biçimde imparatorluğun varlığının sadece sistem içindeki diğer devletlere karşı değil imparatorlukta yaşayan nüfusa yönelik olarak da meşrulaştırılmasını hedeflemektedir. İdeolojik iktidar imparatorluk sınırlarında yaşayanların bu sınırlara ve bu sınırları yöneten devlete karşı bağlılıklarını sağlamayı olduğu kadar bu insanları imparatorluk politikaları doğrultusunda mobilize etmeyi amaçlamaktadır. Bu bağlamda emperyal misyon söylemi ideolojik iktidarın kurulması ve uygulanmasının bir ayağı olarak görülmelidir. Münkler, op. cit., 47 Tanrı tarafından yöneticiye verildiği iddia edilen görev olarak imparatorluğa kutsallık kazandırırken, aynı zamanda bu kutsallıkla meşrulaştırılan politikaların uygulama alanı haline gelmektedir. Emperyal misyon bir imparatorluğun idrakinin derinlerine kök salmış olabileceği gibi, istikrar dönemlerinde sahneye konabilir ya da kriz dönemlerinde yardıma çağırılabilir.115 Kısacası ihtiyaç duyulan her anda devreye girebilecek bir kurtarıcı gibidir. Ancak bunun için emperyal misyonun halkın bilincinde yer etmesi gerekir. Bu noktada önemli olan bir diğer konu da bu misyonun, yüzyıllarca sürmesi beklenen bir imparatorluğu hedefleyerek oluşturulması dolayısıyla uzun vadeli olmasıdır. Bu doğrultuda oluşturulmuş emperyal misyon insan ömrünü aşacağından imparatorlukta yaşayanların kişisel çıkarlarını kendilerinden daha büyük ve uzun ömürlü bir varlık için feda etmesi beklenmektedir.116 Aksi takdirde emperyal bir rol oynamak mümkün olmayacaktır. Bu şekilde, uzun vadeli çıkarlar uğruna kısa vadeli kişisel çıkarların feda edilmesinin yanı sıra insanlar uzak bir gelecekte gerçekleşebilecek bir amaç için sürekli ve toplu olarak mobilize edilmiş olacaklardır. Bu durum yönetici seçkinler açısından da geçerlidir. Çünkü onlar imparatorlukta güç sahibi olsalar da, son kerede imparatorluk onların üzerinde güç sahibidir ve dolayısıyla emperyal misyon iktidara gerekçe sunup yücelterek ona sağlamlık ve meşruluk katmanın yanı sıra aynı zamanda onun kararlarını sınırlayan bir bağlayıcılık şeklinde de tezahür eder.117 Emperyal misyonun kutsal bir nitelik taşımasının önemi bu aşamada daha açık hale gelmektedir. Çünkü insanları kişisel ve kısa vadeli çıkarlarını arka plana itmeye ikna edebilmek, oları bir amaç etrafında harekete geçirmek, emperyal misyonun, yani imparatorluğun varlık nedeninin, kutsallaştırılmasıyla gerçekleştirilebilir. Bu nedenle emperyal misyonun onu gündelik politikanın çok ötesine taşıyan bir kutsallığının olması gerekir.118 Bunun için de emperyal misyonun oluşturulması süreci büyük önem taşımaktadır. 115 Ibid., s. 139 116 19. yüzyılla birlikte yeni siyasal meşruiyet temeli haline gelmeyen başlayan ulusçuluk da insanlardan benzer bir talepte bulunacak, hep var olmuş ve hep var olacak ulus, her türlü kişisel ve günlük çıkarın üstünde tutulması gereken bir olgu olarak sunulacaktır. 117 Münkler, op. cit., s. 138-9 118 Ibid., s. 139 48 Ağaoğulları’nın ifadesiyle entelektüel soyutlamalarla ilgilenmeyen ve salt eyleme dönük bir tutum içinde olan Roma’da bile, emperyalist girişimlerini meşrulaştıran soyut düşüncelere ve bunlar içinde de kutsallık söylemine rastlanmaktadır.119 Daha cumhuriyet döneminde devlet ideolojisinin merkezine Roma’nın tanrısal bir görevi olduğu düşüncesi yerleştirilmiştir. Bu görev, aşağıda ele alınacak olan, diğer emperyal söylemlerle de birleştirilmiş, Roma’nın fethettiği yerlere barış ve uygarlık götürdüğü sık sık dile getirilmiştir. Bunu yaparken de, söylemin ırkçı bir nitelik taşımamasına, mümkün olduğunca insancıl bir biçimde ifade edilmesine özen gösterilmiştir. Bu özenin temelinde farklılıklardan oluşan emperyal yapıyı bir arada tutabilmek ve sorunsuz bir biçimde yönetebilme arayışı bulunmaktadır. Vergilius Aeneas’ta bunu şu şekilde dile getirmektedir: “Unutma Romalı, ulusları yönetmek sana düşer. Senin görevin şunlar olacak: Barışçı yoldan töreleri kabul ettirmek, boyun eğenleri esirgemek ve gururluları savaşla uslandırmak.”120 Bu şekilde Roma halkının da emperyal savaşlarda rol alması gerektiği ifade edilmiş ve bu rolün amacı ve biçimi tanımlanmıştır. Böylece Roma’nın tanrısal bir görevinin olması, Roma vatandaşlarını da bu tanrısal görevin içine çekmekte, bu kutsallığın korunması ve yayılmasını onların görevi haline getirmektedir. Buna bağlı olarak sürekli devam eden savaşların bir başka ideolojik işlevi de, ülke içinde birliğin sağlanmasıydı.121 Cumhuriyet döneminde yönetimi elinde bulunduran soylular, Roma’nın korunmasının tanrısal bir görev olduğunu tüm yurttaşlara benimseterek, dış tehlikelere karşı kutsal bir birlik sağlayıp, sınıf savaşlarını dizginlemenin yanı sıra, yoksulların fetihler aracılığıyla dış ülkelerin halklarını ezmelerine olanak tanıyarak, düzen için bir tehlike olmalarının da önüne geçmiş oluyorlardı. Ancak Roma’da ideolojik söylemin yurttaşları hedef alan ve Roma yurttaşlığına özel bir önem ve değer atfeden boyutu, yurttaşlık hakkının genişletilmesiyle birlikte çözülmeye başladığı gibi, “Roma’nın tanrısal görevi” şeklindeki ideolojik söylemler de zamanla ekonomik sorunların göz ardı edilmesinde etkili olamamaya başladı. Böylece cumhuriyet yönetiminin çözülmesiyle, bu yönetim 119 Ağaoğulları, Köker, op. cit., s. 27 120 Ibid., s. 27 121 Ibid., s. 28 49 tarafından ortaya konan ideolojik söylemin zayıflaması eş zamanlı olarak yürüyen süreçler oldu. Roma, ekonomik ve siyasal olarak güçsüzleşirken, ideolojik gücünün yarattığı etkiyi de kaybetmeye başladı. Böylece cumhuriyetten imparatorluğa geçerken yeni bir ideolojik söylemin geliştirmesi gereği ortaya çıktı. Emperyal düzenlerin varlıklarını meşrulaştırmak için sıkça kullandıkları bir diğer söylem imparatorluk düzeninin barışı sağladığıdır. Siyasi düşünce tarihinde de barışın sağlanmasının yolu olarak bütün insanlığın tek bir devlet tarafından yönetilmesi, sıkça dile getirilmiş bir düşüncedir. Her ne kadar bu düşünürlerden bazıları görüşlerini mevcut bir imparatorluğun varlığını meşrulaştırmak amacıyla ortaya koysa da durum her zaman bu değildir. İmparatorlukların barışı sağladıkları gerekçesiyle meşrulaştırılmalarının temelinde küçük ölçekli siyasi düzenlerin sınırların belirlenmesi ve değiştirilmesi nedeniyle sürekli devam eden kaçınılmaz savaşlar yüzünden barışı sağlayamadığı, bu savaşların ancak büyük ölçekli, merkezi yönetime sahip düzenler tarafından engellenebileceği düşüncesi yatmaktadır.122 Barış söylemi, Roma için cumhuriyet yönetiminin sona ermesi ve dolayısıyla bu siyasal rejimi meşrulaştırmak amacıyla geliştirilen ideolojik söylemlerin geçerliliklerini kaybetmelerinden sonra en sık başvurulan ideolojik söylem olmuş, hatta Roma barışını ifade eden Pax Romana kavramı farklı imparatorluklar için de kullanılmıştır. Roma Barışı, Roma için imparatorluk döneminin başlangıcını işaret eden ve ilk imparator olan Augustus’un, iç savaşlarla parçalanmış Roma toplumunu yeniden kurması; gerçekleştirdiği reformlarla Roma yönetimini merkezi bir yapıya kavuşturması; senatörler sınıfına karşılık orta sınıfları kendisine bağlayıp yüksek düzeydeki askeri ve idari makamlara bu sınıfları ataması ve böylece siyasal kargaşaların temel sorumlusu olarak görülen orduyu devletin denetimi altına sokarak siyasetin dışına itmesi; kölelerin durumunu düzeltme yoluna giderek kendi yönetim yapısını kurarken kamu görevlilerinin bir bölümünü köleler ile azatlılar arasından seçmesi; ekonomiyi düzeltmek amacıyla kıra dönülmesini teşvik ederek tarımsal üretimin artmasını sağlamasıyla, Roma’nın yaklaşık iki yüzyıl süren bir barış dönemine girmesini ifade etmektedir.123 Ancak bu barış, Oktay’ın ifadesiyle 122 Münkler, op. cit., s. 132 123 Ağaoğulları, Köker, op. cit., s. 68-69 50 “dayatmacı bir barış”tır.124 Buna göre Roma’nın egemen olmadığı yerde, … barış da yoktur. Roma barışı, her şeyden önce Roma’nın üstünlüğünü kabul etmektir. … Romalı, barış koşullarını tartışmaz; nasıl bir barış diye de sormaz; o, sadece kendi koşullarını ve anlayışını muhatabına aynen kabul ettirir. Bunun için muhatabın askeri alanda tam teslimiyeti aranır.”125 Ancak barışı kuran gücün zayıflaması, kurulmuş olan düzeninin sürdürülmesini engellediği gibi, tarım toplumunun özelliklerini yansıtan bu barış türünün uygulanabilirliği modernleşmeyle birlikte ortadan kalkmıştır.126 Barışa yönelik bu yaklaşım, barış konusuna en önemli katkılardan birini yapan Immanuel Kant’ın Ebedi Barış127 adlı eserinde ortaya koyduğu müzakereci barış ya da demokratik barış anlayışından farklıdır. Kalıcı bir barışın koşullarını arayan Kant bunun sağlanabilmesi için devletlerin iç siyasetlerinin önemine vurgu yapmaktadır. Buna göre prens ve kralların uruklarıyla barışık olması, o ülkenin diğer güçlerle de barış içinde olmasının temel koşuludur ve yönetenlerle yönetilenler arasında barış olması içinse Oktay’ın ifadesiyle, ülkelerin kendi içlerinde tahammül edilebilir rejimlere sahip olmaları gerekmektedir; kendi haklarını tahammül edilebilir yasalar çerçevesinde yürüten otoriteler, yine kendilerine benzer ülkelerle tahammül edilebilir esaslar üzerinden ilişkiler geliştirecektir. 128 Bunun anlamı demokratik rejimlere sahip devletlerin birbirleriyle savaşmayacaklarıdır. Ancak bu noktada cumhuriyetle demokrasi birbiriyle karıştırılmamalıdır. Demokrasi cumhuriyetçi hükümet şeklinin gerçekleşmesi için gereklidir, ebedi barışın sağlanması içinse cumhuriyetçi hükümet. Kant bu şu şekilde açıklamaktadır: Cumhuriyetçi esas teşkilata göre “harp edilmeli mi edilmemeli mi?” sorusu ancak vatandaşların oylarıyla cevaplandırılır. Vatandaşların da harbe karar vermeden uzun uzun tereddüt etmeleri tabiidir; çünkü bu kararla kendi üzerine harbin çökerteceği […] kötülüklere katlanma kararını da verecektir. […] Halbuki tebaanın vatandaşlık vasfını da 124 Oktay, Modern Toplumlarda Savaş ve Barış, s. 74 125 Ibid.,, s. 76 126 Ibid.,, s. 88 127 Immanuel Kant, Ebedi Barış Üzerine Felsefi Deneme, Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1960 128 Cemil Oktay, Modern Toplumlarda Savaş ve Barış, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2012, s. 90 51 haiz olmadığı, yanı cumhuriyetçi olmayan bir esas teşkilatta, bir harp ilanı dünyanın en kolay işlerinden biridir. Dolayısıyla savaş kararının, savaşın yükünü çekecek olan halka sorulması durumunda, halk savaşı istemeyecek ve barıştan yana olacaktır. Bunun için bu ve benzeri kararların halkın fikrinin alınarak verileceği bir yönetim yapınsan gerek vardır. Bu nedenle Kant, devletlerin yönetim biçimlerinin belirleyiciliğine vurgu yapmaktadır. İmparatorluklar tarafından sıkça kullanılan emperyal barış kavramı Kant’ın bu kuramından oldukça farklıdır. Buna göre evrensel barış ancak tüm insanların tek bir hükümdar tarafından yönetilen bir devlet altında birleşmeleriyle sağlanabilecektir. Bu görüşü savunan düşünürlerden biri Dante’dir. Dante’nin Monarşi adlı eserinin “krallıkların ve ulusların monarkla ilişkisi insanlığın tanrıyla ilişkisi gibi olmalıdır” başlıklı bölümünde, Dante, tek bir prense boyun eğilmesiyle insanlık evrenin kendisine ve onun yöneticisi olan Tanrı’ya ve Monark’a tabi olunacağını ve bu nedenle dünyanın refahı için Monarşinin gerekli olduğunu dile getirmektedir.129 Bunun anlamı kalıcı bir barışın ancak tek bir hükümdar tarafından yönetilen evrensel bir devlet ile sağlanabileceği ve korunabileceğidir. Çünkü iki hükümdarın olduğu yerde çatışmaların olması kaçınılmazdır. Bir karşılaştırma yapıldığında emperyal barış kuramı ile demokratik barış kuramının birbirlerine karşıt olduğu görülür. Emperyal barış kuramı tek bir devletin dünya egemenliğinin kalıcı barışı sağlayacak yegane araç olduğunu savunur. Söz konusu devlet dünya sistemindeki tek egemen güç olduğu gibi içeride de tek bir kişinin iktidarına dayanır. Çünkü aksi takdirde barışın sağlanması, sağlansa bile kalıcı olması mümkün olmayacaktır. Bu kuramın öngördüğü iktidarın tek elde toplanması, devletlerin çoğulcu bir uluslararası sistemde demokratik bir düzen içinde bir arada bulunmasını savunan demokratik barış kuramının doğasına aykırıdır. Çünkü demokratik barış kuramı barışın her ne pahasına olursa olsun sağlanmasından yana değildir. Zaten bu şekilde sağlanacak bir barışın kalıcı olması da bu kurama göre mümkün değildir. Zira bütün iktidarın tek bir elde toplanması geri kalan herkes için siyasi bağımlılık ve ekonomik yoksunluk getirecektir. Bunun sonucunda ise kısa 129 Dante Alighieri, The De Monarchia of Dante Alighieri, Cambridge, Riberside Press, 1904, s. 25 52 süre içinde karşı çıkışlar, isyanlar ve ayaklanmalar ortaya çıkacak, bir süre için sağlanmış da olsa barış böylece sona erecektir. Bu iki kuram arasında tarihteki imparatorlukların tercihi evrensel barış kuramı doğrultusunda olmuştur. Tarihte hiçbir imparatorluğun bu hedefe tam anlamıyla ulaştığını söylemek mümkün değildir. Bu hedefe en çok yaklaşan imparatorluk Roma İmparatorluğu olmuştur. Bunun dışında hiçbir imparatorluğun evrensel boyutta bir barış kurmaya yaklaştığı bile söylenemez. Pax Romana kavramından esinlenerek ortaya atılan benzer kavramların farklı devletler için kullanılmış olmasının nedeni en yakın ihtimalle geniş coğrafyalarda bulunan birbirinden çok farklı özelliklere sahip insan gruplarından oluşmuş büyük bir nüfusun bu devletin sınırları içinde barış içinde bir arada yaşamış olmasıdır. Bununla birlikte imparatorlukların evrensel barış söylemini kullanmalarının nedeninin de esas olarak bu hedefin gerçekleştirilemez oluşundan kaynaklandığını söylemek mümkündür. Bu şekilde devletin ele geçirebileceği toprakların sınırını belirleyen sadece kendi gücü olmaktadır, ancak teorik olarak bütün bu topraklar üzerinde hak iddia edebilmekte ve bu iddiasını da meşrulaştırmaktadır. İmparatorluk bu topraklara ve insanlarına barış getirecektir. Budan daha da önemlisi bu iddiasının sahip olunan toprakların bütünlüğünün korunmasının da aracı olmasıdır. İmparatorluk sınırları içinde yaşayan insanlar, eşitsizlik içinde yaşıyor olsalar bile imparatorluğa olan bağlılıklarını sürdürmelidirler, çünkü bu, barış içinde yaşamalarının tek yoludur ve İmparatorluğa bağlı kaldıkları sürece güvende olacaklardır. Bu nedenle de imparatorluğa olan bağlılıklarının sorgulanması gereksizdir. Emperyal yayılmayı meşrulaştırmak için kullanılan söylemlerden biri de pek çok imparatorluğun kullandığı “medeniyet götürme” söylemdir. İmparatorluğun herhangi bir bölgeye ve burada yaşayan insanlara medeniyet götürdüğünü öne sürmesi bu bölgenin ve insanlarının daha öncesinde barbar oldukları anlamına gelir. Böylece barbarlık-uygarlık ikilemi ve buna bağlı emperyal misyon oluşturulmuş olur. İmparatorluklar tarafından ortaya konduğu şekliyle imparatorluğun sınırları ötesinde “iyiliğin ve yüceliğin dünyası son bulur ve daima dikkatli olmayı gerektiren 53 kargaşanın ve belirsizliğin hüküm sürdüğü bir alan başlar.”130 Bu söyleme Antik Yunan döneminden itibaren rastlamak mümkün. Örneğin Atina’nın Persler karşısında kullandığı söylem tam olarak daha sonra imparatorluklar tarafından kullanılmış olan söyleme uymaktadır. Buna göre “Barbar Persliler” Atina’nın temsil ettiği değerlerin tamamen tersi olarak tanımlanıyor, buna bağlı olarak da Atina’nın Perslilere karşı yürüttüğü savaş ve fetih politikası uygarlaştırma misyonuyla meşrulaştırılıyordu. Bu dönemde Atinalıları, “barbar” olarak nitelendirilen diğer toplumlardan farklı kılan en önemli öğe, aynı zamanda onun özgürlüğünü vurgulayan yasaydı. Buna göre “barbar” toplumlarda tek kişinin keyfi yönetimi söz konusuyken, Yunan dünyasının küçük siyasal toplumları olan polislerde, yönetim biçimleri ne olursa olsun çeşitli düzeydeki insan ilişkileri yasalar tarafından belirleniyordu.131 Roma İmparatorluğu’nda da imparatorluğun duvarları dışında kalanlar barbarlar olarak nitelendiriliyorlardı. Büyük Britanya da İrlanda üzerindeki egemenliğini medeniyet götürme misyonu ile meşrulaştırmaya çalışmıştır. Buna göre İngilizler İrlanda’nın yerel halkından kültürel olarak daha üstündüler. Bu söylem İngilizlere terra nullius doktrinini kullanarak toprağın (ve diğer ekonomik kaynakların) yerli halk tarafından etkili bir biçimde kullanılmaması nedeniyle bunu yapabilecek olan bir işgalci güç tarafından bu topraklara meşru bir biçimde el konulabileceği iddiasını öne sürme olanağı da sağlıyordu.132 Barbarlık-uygarlık ikilemi imparatorluklar tarafından bu şekilde ifade edildiğinde iki yönlü bir işleve de sahip olmaktadır. İmparatorluğun sınırları ötesindeki toprak kazanımları bu şekilde meşrulaştırılırken, sınırları içindeki iktidarını tebaasını uygarlık içinde yaşattığı ve barbarlıktan koruduğu gerekçesiyle meşrulaştırıyordu. Aynı zamanda bu söylemle birlikte imparatorlukta yaşan insanlar bir amaç etrafında mobilize edilmiş de oluyordu. Barbarların vahşetiyle ilgili anlatılar ve imgelerle halkın kolektif tasavvur dünyası da bu süreçte harekete geçiriliyordu.133 Nüfus bu şekilde bir anlamda sürekli tetikte tutulmaktadır. Çünkü aksi takdirde imparatorluk sınırları içinde korunabildiği kargaşa ve belirsizlik 130 Münkler, op. cit., s. 155 131 Ağaoğulları, op. cit., s. 27 132 Lieven, Empire: Russian Empire and Its Rivals, s. 4 133 Münkler, op. cit., s. 156 54 durumu kendisini etkileyecektir. İmparatorluk topraklarının ötesinde yaşayanlar, yani imparatorluk söylemine göre “barbarlar” içinse iki seçenek söz konusudur. Ya imparatorluğun hâkimiyetini ve imparatorluk tarafından medenileştirerek onun bir parçası olmayı kabul edecek ya da ancak bir tutsak olarak, yaşadığı ülkeyle birlikte imparatorluk topraklarına katılacaktır. Bu yönüyle barbarlık-medeniyet ikilemine, savaş-barış ikilemi de dâhil edilmektedir. İmparatorluk, topraklarında yaşayanlara barış içinde medeni bir hayat sunmaktadır. Bu barış içindeki medeniyetin bir parçası olmak için yapılması gereken imparatorluğun hâkimiyetini kabul etmektedir. Aksi takdirde barış ortamı yerini savaşa bırakacak ve sınırların ötesinde yaşayan barbarlar imparatorluk topraklarına barışı bozan düşmanlar olarak gireceklerdir. Bundan sonra da hem imparatorluğun gücünün hem de barbar tehdidinin cümle âleme duyurulması için, Romalı muzaffer kumandan ve imparatorların zafer turlarında olduğu gibi kamuoyunda teşhir edileceklerdir.134 Fakat imparatorlukların barbarlık-medeniyet ikilemi ile savaş-barış ikilemini bir araya getirerek aynı söylemde birleştirmelerinin altında esas olarak sınırlarını güvence altına alarak güvenliklerini sağlama arayışı yatmaktadır. Bu durum özellikle imparatorluk sınırları ötesinde göçebe bir topluluğun yaşadığı durumlar için geçerlidir. Burada amaç emperyal sınırların ötesinde istikrar ve barış alanları yaratmak ve böylece de göçebe toplulukların seferlerine karşı hazırda bulundurulmak zorunda kalınan ordularla birlikte askeri harcamaları da azaltmaktır. Bu aşamada imparatorluk açısından en tercih edilen yol askeri güce başvurmadan bu toplulukları imparatorluğa dâhil etmektir. Bunun için bu topluluklara bazı ödünler verildiği söylenebilir. Bunlardan biri bu toplulukların yerleşik hayata geçmelerini sağlamak için onlara toprak verilerek tarımsal üretime teşvik edilmeleridir. Böylece barbar olarak tabir edilen grupların, imparatorluğun diğer sakinleri gibi yerleşik düzende imparatorluğun bir parçası olmaları sağlanmış oluyordu. Bir diğer yol ise bu grupların sınır bölgelerine yerleştirilerek bu bölgelerin güvenliğinden sorumlu kılınması, hatta bulundukları bu yerlerden komşu bölgelere harekâtlar düzenleyerek imparatorluk adına yeni topraklar ele geçirmek üzere görevlendirilmeleriydi. 134 Ibid., s. 155 55 Montesquieu imparatorlukların kendi yayılmalarını meşrulaştırmak için kullandıkları uygarlık-barbarlık ilişkisini tersine çevirmektedir. Buna göre barbar olan her şeye sahip olmak için her şeyi yok eden imparatorlukların kendisidir; imparatorluklar barbar olan periferiye uygarlık götürmemekte, aksine kendi barbarca yöntemleriyle bu bölgeleri yönetmektedirler. Montesquieu’ye göre uzak bölgelerde başvurduğu barbarlığın merkeze geri yansımadığı bir imparatorluk yoktur, zaten bir süre sonra periferiye hakim olma ve baskı uygulama biçimlerinin aynısı merkezde de görülür ve bu nedenle de imparatorluklar doğaları gereği kendi kendilerini yok etmeye eğilimlidirler.135 Bu açıdan bakıldığında Montesquieu’nün teorisin emperyal genişlemeyi meşrulaştırmak amacıyla imparatorluklar tarafından kullanılan barbarlık-uygarlık söyleminin yanı sıra emperyal barış düşüncesine yönelik bir eleştiri de içerdiğini söylemek mümkündür. Netice kendi kendini yok etmeye eğilimli bir imparatorluğun sağlayacağı barış da imparatorlukla birlikte yok edecektir. Dolayısıyla imparatorluklar tarafından sağlanan barış – eğer barbar bir devletin yönetimi altında barışın sağlanabilmesinin mümkün olduğu düşünülse bile - kalıcı bir barış olmayacaktır. İmparatorluk olgusunun altında yatan düşünsel temelleri inceleyen düşünürler arasında bu olguya eleştiriler getiren düşünürler özellikle 18. ve 19. yüzyıllarda, imparatorlukların altın çağlarını geride bırakıp yerlerini yeni devlet modellerine bırakma sürecine girdikleri dönemde rastlanmaktadır. Montesquieuénün eleştirisi de bu bağlamda ele alınmalıdır. İmparatorlukların varlıklarını ve iktidarlarını meşrulaştırmak için kullandıkları söylemler içinde en pratik ve somut olanı olması açısından diğer söylemlere oranla nüfusun çok daha büyük bir kısmını kapsayan bir etki alanına sahip olanı refah vaadidir. Burada söz konusu olan henüz gerçekleştirilmemiş, ulaşılması gereken bir ideal ya da uzun vadeli bir misyon değil var olan durumdur. Üstelik din adamları, soylular ya da yöneticiler gibi toplumun belli bir kesimini değil tümünü ilgilendiren bir durumdur. Bu söylemde imparatorluk, etrafı sefalet ve çaresizlikle çevrili bir refah alanı olarak tanımlanır ve imparatorluğun genişlemesi periferi için bir nimet olarak sunulur.136 Dolayısıyla burada da söz konusu söylemin hedefi hem imparatorluk sınırları içinde yaşayan nüfus, hem de imparatorluğun olası 135 Aktaran Münkler, op. cit., s. 134 136 Ibid., s. 161 56 fetih alanında yaşayan nüfustur. Bir yandan imparatorluk halklarına imparatorluğun bir parçası olmanın onlara başka türlü sahip olamayacakları bir refah sunduğu öne sürülerek onların mevcut durumlarını, yani imparatorluğun tebaası olmayı kabul etmeleri ve bu refahı sürekli kılabilmek için onların da katkıda bulunması beklenmekte, diğer yandan imparatorluğun topraklarına katmayı hedeflediği bölgelerin halklarına bu refah alanının bir parçası olma vaadi sunularak, imparatorluğa dahil olmayı istemeleri beklenmektedir. Burada önemli olan refah söylemi ya da vaadinin gerçeği yansıtmasıdır. Daha önce de söz edildiği gibi ekonomik güç herhangi bir devletin olduğu gibi imparatorlukların da sahip oldukları en önemli güç unsurlarından biridir. Ekonomik gücün bu önemi, askeri güç gibi, özellikle bir imparatorluk için oldukça önemli olan bazı temel güç unsurlarının ekonomi ile bağlantılı olmasından kaynaklanmaktadır. Ekonomik güçte meydana gelecek bir zafiyet imparatorluğu sonuna götürecek bir süreci başlatabilecek niteliktedir. Ekonomik güçteki gerilemeyle birlikte imparatorluğun askeri ve siyasi gücünde de yaşanabilecek gerilemeler ve genel olarak imparatorluğun gücünün azalması ile birlikte imparatorluk nüfusunda imparatorluğa karşı bir takım hareketler ortaya çıkabilecek, ve imparatorluğun yaşadığı bu güç kaybının derecesine göre imparatorluk içinde ortaya çıkan bu hareketler bir arada ve hatta bazen tek başlarına imparatorluğun kendisinden daha güçlü olabilecek ve sonuçta onu yenilgiye uğratabilecektir. Üstelik ortaya çıkabilecek bu yönde bir zafiyet imparatorluğun düşmanları açısından da bir fırsat olarak görülmektedir. Burada önemli olan imparatorluğun ekonomik gücünde herhangi bir sorunun yaşanmaması, yani imparatorluğun gerçekten de bir refah alanı olmasının ötesinde nüfusun bu refahtan pay alabilmesidir. Neticede refahı esas olarak üreten halktır ve halk, kendi ürettiği bu refahtan, gerek merkezin talepleri gerek de merkezin bu taleplerini yerine getirmek durumunda olan fakat bunun ötesine geçerek konumlarından kar sağlayan aracıların baskıları nedeniyle pay alamamakta ve neticede ekonomik açıdan oldukça olumsuz durumlara sürüklenerek bu duruma karşı ayaklanabilmektedirler. Bu nedenle imparatorlukların kendilerini gerçekten refah 57 alanı haline getirecek olan ekonomik güce sahip olmaları büyük önem taşımakta ve imparatorluları çeşitli girişimlerde bulunmaya sevk etmektedir. İmparatorlukların varlıklarını ve politikalarını meşrulaştırmak için kullandıkları söylemlerin belli bir dönem için işe yaradığını söylemek mümkündür. Çünkü en azından 18. yüzyıl sonlarına kadar imparatorluk kavramı neredeyse evresel olarak olumlanan bir kavramdı.137 Lieven bu olumlamalara örnek olarak imparatorlukların barış ve adaletle ilgili çağrışımlar yapmasını, imparatorluk olmanın güçlü ve zayıf devletlerarasındaki uçurumun giderek büyüdüğü ve zayıf bir devletlerin nesillerinin tükenmesine ya da marjinalleşmeye mahkûm olduğunun düşünüldüğü bir dönemde güçlü olmak anlamına gelmesini, imparatorlukların ilerleme ve medeniyetin öncüleri olarak Batı değerleri ve teknolojisinin avantajlarını aydınlanmamış “aşağı ırklara” götürdüğü ve dünyanın gelecekte emperyal halkların kültür ve tarihinin damgasını taşımasını teminat altına aldıkları algısının yaygınlığını göstermektedir. İmparatorluk ideolojileri ya da imparatorlukların kendilerini meşrulaştırmaları konusunda bu bağlamda söylenebilecek olan imparatorlukların refah vaadini yerine getirmeyi, barbarlık söylemiyle hayali sınırlar yaratmayı, emperyal misyonu inandırıcı kılmayı ve hâkimiyet alanında barışı sağlamayı başardığı takdirde istikrarlı ve uzun ömürlü olabildikleri; bunların etkileşiminin imparatorluğu ayakta tutabildiği ve bu alanlardaki başarısızlığın ise imparatorluğun çöküşüne giden süreci başlatacağıdır.138 1.3 İmparatorlukların Sonu İmparatorlukların sona ermesi birdenbire meydana gelen bir olay değil, belli olayların ortaya çıkardığı çeşitli etkenlerin sonucudur. Bu açıdan imparatorlukların sonu olarak ifade edilebilecek olan olay aslında bir süreç içinde çeşitli aşamalardan oluşan bir olaylar dizisidir. İmparatorlukların sona ermesine neden olan sürecin aşamalarını inceleyen Motyl’e göre bu aşamalar şu şekilde tanımlanmaktadır: Merkezin periferi üzerindeki gücünün azalması - çürüme ya da bozulma - genel olarak imparatorluğun gücünde, özel olarak ise askeri yeteneklerindeki azalma - düşüş ya da gerileme - periferiler arasında kayda değer ilişkilerin kurulmaya 137 Lieven, Empire: Russian Empire and Its Rivals, s. 3 138 Münkler, op. cit., s. 170 58 başlanması ve özel bir mülk şeklinde yapılanmış siyasi bir birim olarak imparatorluğun sonunu getirmesi – ayrışma - periferideki topraklarda yaşanan kayıplar – yıpranma - merkezi ve çevresiyle emperyal yapıdaki sürekli ve kapsamlı bozulma - çöküş ya da yıkılmadır. 139 İmparatorlukların sonunu açıklamaya çalışan yaklaşımlardan biri yükseliş ve çöküş modelidir. Buna göre neredeyse tüm imparatorluklar kısa ve dinamik bir yükseliş evresi ve uzun bir çöküş evresi yaşar.140 Bu yaklaşımda, imparatorluğun askeri gücünün öne çıkarılmasına neden olacak biçimde, yükseliş evresi genel olarak askeri başarılar ve buna bağlı coğrafi genişleme ile özdeşleştirilir. Yani bir imparatorluk ancak topraklarını genişletebildiği sürece yükselişte kabul edilmekte, toprak kazanımlarının durmasıyla birlikte ise imparatorluğun duraklama, hatta çöküş sürecine girdiği var sayılmaktadır. Öte yandan her imparatorluk kendi başarılarının doruğuna ulaştıktan sonra içine girdiği dönemde, bu sürecin gücünü kaybetmesine ve çöküş sürecine girmesine neden olmaması için birçok alanda çeşitli reformlar gerçekleştirmeye başlar. Aslında bu durum çoğu zaman, özellikle uzun ömürlü imparatorluklar için bir anlamda dönemin koşullarına kendisini adapte etme anlamı da taşır. Ancak reformların yükseliş evresinden ya da imparatorluğun gücünün zirvesine ulaştıktan sonra başlaması, imparatorluğun kendini yenileme kapasitesini göz ardı etmekte, idari yönetimin, ekonomik düzenin, vergi ve finans sisteminin ve hatta askeri aygıtın reformlarının, imparatorluğun kaçınılmaz olan çöküşünü durdurma ya da en azından geciktirme çabasından başka bir şey olarak görünmemesine neden olmaktadır.141 İmparatorluk tarihine bakışta yükseliş ve çöküş modelinin kullanılmasının alternatifi ise döngüsel model ya da çevrim modeli olarak adlandırılabilecek bir başka bakış açısının kullanılmasıdır. İmparatorlukların tarihleri boyunca geçirdikleri farklı dönemleri açıklamak için kullanılan modellerin temellerini de düşünce tarihinde bulmak mümkündür. Bunlardan Polybios tarafından ortaya konan ve Machiavelli tarafından yeniden ele alınıp geliştirilen çevrimsel tarih modeli de bugün de geliştirilerek kullanılan bir modeldir. Bu modele göre, siyasi topluluklar yükselip 139 Motyl, Imperial Ends: The Decay, Collapse and Revival of Empires, s. 4-5 140 Münkler, op. cit., s. 113 141 Ibid., s. 114 59 geriledikleri çeşitli çevrimlerden geçerler.142 Polybios tarafından ortaya konan yönetimlerin dolaşımı kuramı,143 esas olarak yönetim biçimleri arasındaki bir dolaşımdır. Buna göre bütün yönetim biçimleri zaman içinde kendilerinin halk tarafından desteklenip kabul edilmelerini sağlayan özelliklerini ve olumlu yönlerini kaybederek yozlaşmaktadır. Böylece mevcut yönetim yıkılarak yerine yenisi kurulmakta, ancak bu yönetimi de aynı kader beklemektedir. Daha sonraki dönemlerde oluşturulan çevrim modelleri, yönetim biçimleri arasındaki bir çevrimden değil, yönetim biçiminden bağımsız olarak bir devletin, gerek kendi iç yapıları gerekse de uluslararası sistem içindeki yeri açısından zaman içinde çeşitli yükseliş ve gerileme dönemlerinden geçtikleri ve bu dönemlerin birbirini izlediği düşüncesine dayanır. Bu doğrultuda Machiavelli tarafından oluşturulan modele göre imparatorlukların yükselip geriledikleri çeşitli çevrimler vardır ve bu çevrimlerin sayısı ve en üst çevrim evresinde kalma süresi siyasi liderin becerisine ve uzak görüşlülüğüne bağlıdır.144 Münkler’e göre çevrim modelinin imparatorluklar tarihinin yeniden kurgulanmasında çeşitli avantajları vardır: Birincisi, imparatorlukların iniş çıkışlarını, gelişimin sadece iki eğilimine odaklanan yükseliş-çöküş modelinden daha iyi anlatır; ikincisi krizlerin üstesinden gelme yöntemleri, yani dip noktalarından çıkılması, çevrimin en üst evresinde kalınması üzerinde durur, bu nedenle de, üçüncüsü, siyasi (ve toplumsal) aktörler daha fazla ağırlık kazanırlar, çünkü çöküşe neden olan faktörlerin etkisini reformlarla azaltmak ve yükselişi sağlayan dinamikleri harekete geçirmek – mevcut kaynaklar ve iktidar türleri çerçevesinde – onların elindedir.145 Bu noktada Mann tarafından ortaya konan farklı iktidar kaynakları önem taşımaktadır. Çünkü bir imparatorluğun sahip olduğu ve belli durumlarda bir arada kullanabileceği ya da aralarında tercih yapabileceği iktidar kaynakları ne kadar çeşitliyse imparatorluğun farklı iktidar türlerini kullanarak üst çevrim evresinde kalma süresini uzatma ihtimali o kadar yüksek olur. İktidar türlerinin çeşitliliği yönetici seçkinlere süreci yönetme olanağı tanır. Dolayısıyla yönetici seçkinlerin 142 Ibid., s. 115 143 Ağaoğulları, Köker, op. cit., s. 31-34 144 Münkler, loc. cit. 145 Münkler, loc. cit. 60 niteliğinin de önemli olduğunu söylemek mümkündür. Bu noktada yönetici seçkinleri rolü sadece sahip olunan iktidar kaynaklarının ne şekilde kullanacağı ile sınırlı değildir. Farklı iktidar türlerine sahip olmanın imparatorluğun konumu açısından oynayabileceği rolün öneminin farkına vararak iktidar kaynaklarının çeşitlendirilmesi de yönetici seçkinlerin elindedir. Birbirinden çok farklı imparatorluk tiplerinin olması dolayısıyla imparatorlukların sonu da farklı zamanlarda farklı şekillerde meydana gelmiştir. Bununla birlikte benzer özellikler gösteren imparatorlukların sonunun aynı dönemde ve birbirine benzer bir biçimde gerçekleştiğini söylemek mümkündür. Örneğin sömürge imparatorlukları bazı istisnalar dışında İkinci Dünya Savaşı sonunda büyük ölçüde tasfiye oldular. Bu tez çalışmasına konu olan geleneksel imparatorlukların sonuna işaret eden ise daha erken bir tarih olan Birinci Dünya Savaşıdır. Ancak Birinci Dünya Savaşı tek başına bir olay olarak sadece daha önceki gelişmelerin başlattığı bir dönüşüm ve çözülme sürecine son noktayı koymuştur. Söz konusu imparatorlukların içinde bulundukları ekonomik, siyasi ve toplumsal gelişmeler kadar dünya çapında, özellikle Hobsbawm tarafından çifte devrim olarak adlandırılan Fransız Devrimi ve sanayi devrimimin ortaya çıkardığı siyasi, toplumsal ve ekonomik dinamiklerle şekillenen yeni dünya düzeni, imparatorlukların üzerine kurulu oldukları yapıların varlıklarını sürdürmesine olanak tanımamıştır. Bu nedenle her ne kadar imparatorluklar, söz konusu sürece ayak uydurmak, çeşitli reformlarla yeni dünya düzeninin bir parçası olarak varlıklarını sürdürmek istemiş olsalar da bu sürecin imparatorlukları kapsaması mümkün değildi. Bu anlamda Birinci Dünya Savaşı belki bir süre daha ertelenebilecek ancak kaçınılmaz olan sonu getiren olay olmuştur. 1.3.1 Dönüşüm ve Çözülme Sürecinde İmparatorluklar Eric Hobsbawm tarafından çifte devrim olarak adlandırılan Fransız Devrimi ve sanayi devrimi, “devrim çağı”yla birlikte bu çağın devletlerini de kökten değiştiren, dönüştüren bir süreci başlattı. Bazı devletler bu sürecin üstesinden gelemeyerek tarihe karıştılar. Birinci Dünya Savaşına, kadar devam eden bu dönemde çözülerek tarihe karışan devletler, farklılıklar imparatorlukları olarak adlandırdığımız geleneksel kara imparatorlukları olmuştur. 61 1.3.1.1 Askeri Dönüşüm Askeri dönüşümün imparatorlukların sona ermesinde oynadığı rol, askeri teknik ve taktiklerin gelişmesi ve dönüşmesiyle sınırlı değildir. Her ne kadar bu alanda önemli gelişmeler yaşanmış olsa da imparatorluklar açısından önemli olan, askeri gücün örgütlenmesinde yaşanan dönüşümün kendisinin de dönüştürücü bir etkiye sahip olmasıdır. Bu sürecin ulus-devletlerin ortaya çıkışı, devlet yapılarının dönüşmesi ve imparatorlukların sona ermesinde oynadığı rolü Charles Tilly ele almaktadır. Buna göre Avrupa ulusal devletler ağını savaşlar örmüştür ve savaş hazırlıkları bu sistemdeki devletlerin içyapılarını yaratmıştır.146 Tilly’e göre devletin savaşları yürütecek büyük askeri güçler oluşturmak için ihtiyaç duydukları para, insan, teçhizat gibi unsurları bunları sağlamak konusunda isteksiz olan halktan sağlayabilme süreci bazı beklenmedik ama köklü sonuçlar doğurmuştur: Yöneticilerin tebaalarıyla geniş kapsamlı mücadele ve pazarlık sürecine girmeleri, vatandaşlık tanımının genişletilmesi, egemenlik konusundaki düşünce ve uygulamaların iletilmesi, temsili kurumların desteklenmesi, merkezi bürokrasinin genişlemesi, hatta şişkinleşmesi, devletlerin dolaylı yönetimden doğrudan yönetime geçmeleri, devletin tanımlanmış ulusal sınırları içinde mal ve işgücü hareketleri, sermaye ve para hareketlerini kontrolü, devletin savaş gazilerine ve ailelerine yönelik artan yükümlülükleri147 bu sonuçlardan bazılarıdır. Bu bağlamda örneğin 1792’den 1815’e kadar olan dönemde İngiltere’nin savaşla geçen yılları, sadece askeri güçte ve toplanan vergilerde artışa değil, devletin de önemli ölçüde büyümesi ve merkezileşmesine, parlamentonun gücünün artışına ve temsil taleplerinin artışına tanık olmuştur. Savaş aynı zamanda insanları bir düşman karşısından bir araya getirmesi ve aralarında bir beraberlik yaratması sebebiyle uluslaşma sürecinde önemli rol oynayan unsurlardan biridir. Hobsbawm’ın da belirttiği gibi huzursuz insanların faklı kesimlerini birbirine bağlamanın, onları yabancılar karşısından birleştirerek, “biz” ve 146 Charles Tilly, Zor, Sermaye ve Avrupa Devletlerinin Oluşumu, Ankara, İmge Kitapevi, 2001, s. 137 147 Charles Tilly, “States and Nationalism in Europe: 1492 – 1992” Theory and Society, Sayı: 23, No. 1, Şubat, 1994, s. 138-139 62 “onlar” arasındaki farklılıkları derinleştirmekten daha etkili bir yolu yoktur.148 Çünkü bu tip durumlarda iç anlaşmazlıklar bir kenara bırakılır ve rakibe karşı bir araya gelinir. Savaş sebebiyle birçok insan savaşa katılmak için mobil hale gelir ve bu milli bir aidiyet duygusuna sebep olur. Bu aidiyet duygusu özellikle topyekûn savaşlarda ortaya çıkmakla birlikte sadece ülkelerin ordularının katıldığı ve sınırlı hedefleri olan savaşlarda da görülmektedir. 1.3.1.2 Ekonomik Dönüşüm Hobsbawm tarafından çifte devrim olarak tabir edilen devrimlerin ekonomik ayağını oluşturan sanayi devrimi, bütün dünyada ekonominin işleyişini değiştiren gelişmeleri de beraberinde getirdi. Sanayi devrimi, Watt’ın 1765’te buhar makinesini icadıyla başlayan, seri üretime geçilmesini sağlayan diğer buluşları da içeren teknolojik gelişmeleri ifade eder. Ancak Bekmen’in de belirttiği gibi “Sanayi Devrimi basit bir şekilde teknolojik dönüşüm olarak anlaşılamaz” ve devrim ifadesinin kullanılışı “ortaya çıkardığı toplumsal sonuçları itibariyledir.”149 17. yüzyıldan itibaren gelişmekte olan ticaretle biriken sermayenin de akacağı bir alan ortaya çıkmış oldu. Zengin tüccarlar birikimlerini sanayi alanına yatırmaya başladılar. Böylece bu zamana kadar genellikle tarımsal üretime dayalı ekonomik yapılar, teknoloji alanındaki gelişmelerin de yardımıyla, yerini sanayi ve ticaretin hâkim olduğu yapılara bırakmaya başladı. Bir devrim olarak ifade edildiği şekliyle süreç her ne kadar Britanya’nın öncülüğünde Batı Avrupa’ da başlamış olsa etkileri itibariyle kısa süre içinde bütün dünyaya yayıldı. Bununla birlikte on sekizinci yüzyılın büyük bölümünde endüstriyel genişleme, Hobsbawm’ın da belirttiği gibi, derhal ya da öngörülebilir bir gelecekte artık mevcut talebe bağlı olmayıp kendi pazarını yarattığı için büyük miktarlarda ve giderek azalan maliyetlerle üretim yapacak makineleşmiş bir fabrika sisteminin yaratılmasına yol açmadı.150 Sanayi devrimimin ortaya çıkardığı gelişmeler etkilerinin ulaştığı ülkelerdeki toplumsal yapıları da ekonomiyle birlikte köklü bir biçimde değiştirmeye başladı ve 148 Eric J. Hobsbawm, 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik: “Program, Mit, Gerçeklik, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, s. 114 149 Ahmet Bekmen, Marksizm: ‘Praksis’in Teorisi”, Birsen Örs (Der.), 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2008, s. 166 150 Eric J. Hobsbawm, Devrim Çağı: 1789-1848, Ankara, Dost Kitapevi, 2005, s. 41 63 sanayi toplumu olarak adlandırılan yeni bir toplum yapısının ortaya çıkmasına neden oldu. Gellner sanayi toplumunu, akılcılık kavramı ile ilişkilendirir ve akılcılığı da Weber’den yola çıkarak, birbirine bağımlı olduğunu düşündüğü düzenlilik ve verimle açıklar. Bu unsurlardan düzenlilik, aynı durumlara aynı işlemlerin uygulanması anlamında gelirken, verim ise belirli, açıkça ifade edilmiş ve saptanmış amaçlar doğrultusunda mevcut en uygun araçların soğukkanlı, akılcı seçimidir.151 Düzenlilik ve verim, yani akılcılık bir anlamda sanayi toplumun işleyişini sağlayan unsurlardır. Çünkü sanayi toplumu, sürekli bir gelişme temelindeki sürdürülebilir ve sürekli büyümeyle, yani ilerlemeyle var olabilen ve buna dayanan bir toplumdur.152 Büyümenin ise tarım toplumunda toplumsal rollerin doğasında bulunan “aynen devam ettirme”, “sürdürme”153 anlayışıyla gerçekleşmesi mümkün değildir. Sürekli artan verimlilik, işbölümünün hem karmaşık, hem sürekli ve çoğu kez de hızla değişen bir niteliğe sahip olmasını öngörür ve buna bağlı olarak da meslekler hızla değişmeye başlarken, bu sistem içinde yer alan insanlar da yaşamları boyunca aynı konumda kalamazlar; bir kuşaktan öbürüne aynı kalabilmek ise ancak nadiren mümkün olabilir.154 Bu hareketlilik sanayi toplumunun eşitlikçi bir toplum olması sonucunu doğurur. Zira insanlar arasında eşitsizliklere neden olan mevki, kast ya da tabakalar aynı zamanda toplumsal hareketliliğe de engel olacak yapılardır. Hareketliliğin sağlanabilmesi için kişilerin kolayca birbirlerinin yerini alabilmesi gereklidir ve bu da ancak bu kişiler arsındaki eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Bu ise sanayi toplumundaki uzmanlaşma ve işbölümüyle ilişkilidir. Ekonomideki gelişmelerin sonucunda bu yeni yapının gereklerini karşılayacak mesleklere ihtiyaç duyulmaya başlanmıştır. Böylece sanayi toplumunda tarım toplumuna göre çok daha fazla sayıda farklı iş ve uzmanlık alanı ortaya çıkmıştır. Bu uzmanlaşma tarım toplumundakinden oldukça farklı bir biçimde gelişmiştir. Tarım toplumunda uzmanlıklar birbirini tamamlayacak niteliktedir; uzmanların ya da uzman grupların her biri diğerlerine bağımlıdır ve uzmanlık 151 Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk, İstanbul, Hil Yayın, 2008, s. 94 152 Ibid., s. 96 153 Bknz. Oktay, Siyaset Bilimi İncelemeleri: Meşruiyet, Sınıflandırma, Kültür, Modernleşme, s. 13 154 Ernest Gellner, op. cit., s. 99 64 konularında bile kendilerine yetmezler.155 Buna karşılık sanayi toplumunda ise pek çok uzmanlık dalı olmasına karşılık bu uzmanlıklar arasındaki mesafe çok büyük değildir ve buna bağlı olarak da bir uzmanlık alanı, kolayca başka bir alanın uzmanı tarafından kavranabilir. Bunun gerçekleşebilmesini sağlayan, Gellner’in belirttiği gibi, standartlaştırılmış fakat uzmanlaşmamış örgün eğitimdir. Eğitim standartlaştırılmıştır çünkü bu eğitim alan herkesin sanayi toplumunun ihtiyaçlarına uygun olarak ortaya çıkmış olan işlerden birinde kolayca çalışabilmesi hedeflenmektedir. Ancak aynı sebepten dolayı da bu eğitim uzmanlaşmamıştır, çünkü söz konusu işler herhangi bir uzmanlıktan çok herkesin yapabileceği nitelikte işlerdir. Böylece sanayi toplumu, tüm siyasal sistemi ve gerçek anlamda kozmolojisi ve ahlaki düzeni son kertede ekonomik büyümeye, evrensel olan ve artış gösteren zorunlu bir vergilendirmeye ve meşruiyeti sürekli artan bir doygunluk umudunu sürdürmeye ve yerine getirebilme yeteneğine dayanan bir toplum olarak ortaya çıkmış olur.156 Hobsbawm, bu toplumda işbölümü ve uzmanlaşmayla birlikte gelişen bu sürecin toplumsal yaşamda ortaya çıkardığı değişimi şu şekilde ifade etmektedir: Malını satan zanaatkâr (Özellikle hammaddesini tüccardan aldığı, hatta üretim araçlarını tüccardan kiraladığı zaman) parça başı ücret alan bir işçiden başka bir şey olmuyordu. Aynı zamanda dokumacılık da yapan köylü, küçük bir arazi parçasına sahip bir dokumacı haline gelebiliyordu. İşlemlerin ve işlevlerin uzmanlaşması, eski zanaatkârları bölmekte ve köylüler arasında yarı vasıflı işçiler yaratabilmekteydi. Eski usta zanaatkârlar ya da bazı özel zanaatkar grupları veya belli bir yerel aracılar grubu, taşeron ya da işveren durumuna gelebiliyordu. Bu merkezilikten yoksun üretim biçimlerinin kilit denetmeni yitik köylerin veya arka sokakların emekçisini dünya pazarlarına bağlayan kişi […] tüccardı. Bizzat ürecilerin safların doğan ya da doğmakta olan sanayicilerse, doğrudan onlara bağlı olmadıklarında bile tüccarların yanında küçük iş sahipleri konumundaydılar. 157 Dolayısıyla Hobsbawm’a göre sanayi devrimi insanların hayatında köklü değişimler yapmıştır. Sanayi devriminden dolayı en az değişikliğe uğrayan sınıflar ise bu süreçten en fazla maddi yarar sağlayan sınıflardır.158 Tarımda çalışan ve 155 Ibid., s. 102 156 Ibid., s. 109 157 Hobsbawm, Devrim Çağı: 1789-1848, s. 28-29 158 Eric J. Hobsbawm, Sanayi ve İmparatorluk, Ankara, Dost Kitapevi, s. 74 65 sanayileşmeyle birlikte topraklarından olan küçük köylülük ile üretimde makineleşmeyle rekabet edemeyen zanaatkârlardan oluşan orta ve alt sınıflar için sanayi devrimiyle birlikte zorlu bir süreç başlamış, geçim kaynaklarını kaybeden bu sınıflar sanayinin merkezi haline gelen kentlere göç ederek159 çok ağır şartlar altında ucuz işgücü olarak çalışmaya başlamışlardır. Hobsbawm’a göre bu toplumsal dönüşüm, “ekonomik üretkenlik açısından muazzam bir başarıydı; insani acılar bakımındansa, 1815’ten sonra tarımda ortaya çıkan ve kır yoksullarını moralsiz ve muhtaç duruma düşüren ekonomik çöküntünün derinleştirdiği bir trajediydi.”160 Yani bu insanlık trajedisi ekonominin üretkenleşmesi ve büyümesi adına istediği bir şeydi. Çünkü emeğe – daha da önemlisi bol ve ucuz emeğe – ihtiyacı vardı. Bunun için de insanların kentlerdeki iş sahalarına çekilmesi gerekiyordu. Bu amaçla endüstri işçiliği yüksek paralı iş, kentler ise özgürlük alanları olarak sunuluyordu. Bütün bu “çekiciliklere” karşı ilgisiz olan ve geleneksel yaşam tarzlarını terk etmeye istekli olmayanların ise ekonominin çıkarları için buna mecbur bırakılmaları gerekiyordu.161 Sanayi devriminin farklı ülkelere yayılmasını, devrimin ulaştığı ülkelerin bu yeni ekonomik düzenden en ileri derecede faydalanmak ve diğer ülkelerle rekabette öne geçmek için sömürgecilik yarışına girmeleri izledi. Üretimde gerekli olan hammaddelerin sağlanması ve bu üretim sonucunda ortaya çıkan mallara yönelik pazar arayışıyla birlikte büyüyen ticaret, sömürgeciliğin ortaya çıkması ve hızla yayılmasına neden oldu. Böylece sınırları deniz ötesine uzanan ve birbiriyle devamlılığı olmayan sömürge imparatorlukları gelişmeye başladı. Özellikle denizcilik alanında gelişmiş olan devletler, tüccarlar öncülüğünde yeni ülkelere giderek buraları önce ekonomik, sonra da siyasi olarak kendilerine bağlıyorlardı. 159 Hobsbawm’ın kentleşmeyle ilgili olarak Britanya’dan verdiği rakamlar konunun boyutunun anlaşılması açısından çarpıcıdır. Buna göre 1750’lerde Britanya’da nüfusu 50.000’den fazla olan yalnızca iki kent – Londra ve Edinburgh – varken, bu sayı 1801’de sekiz, 1851’de – dokuz tanesi 100.000’nin üzerinde olmak üzere – yirmi dokuz olmuştu. Hobsbawm, Sanayi ve İmparatorluk, s. 79 160 Hobsbawm, Devrim Çağı: 1789-1848, s. 59 161 Ibid., s. 59. Hobsbawm 19. yüzyılın bu ilk yıllarında yerel geleneklerden ve köklerinden kopmanın hafif psikolojik bir rahatsızlık haline gelecek olan basit sıla hasretinden ibaret olmadığını, doktorların ilk kez klinik olarak yabancı ülkelerde görev yapan İsveçli paralı askerler arasında teşhis ettikleri vahim, öldürücü mal de pays (memleket hasreti) ya da mal de coeur anlamına geldiğini belirtmektedir. Henüz herhangi bir ulusal bilincin ortaya çıkmadığı dönemde geleneksel toplum yapılarından kopmanın kişiler üzerinde yarattığı bu etki, ilerleyen dönemlerde ulusçu duygularla doldurulmaya çalışılacaktır. Ibid., s. 153 66 Zamanla ülkelerin sadece değerli madenleri ve hammaddeleri değil, maliyetsiz işgücü anlamına gelen insanları köleleştirilerek sömürgeci merkezlere taşındı. Askeri güç kullanımı, izlenen politikaya bağlı olarak ikincil bir durumda kalabiliyordu. Örneğin hem sanayi devrimimin temellerinin atıldığı ülke olması hem de bir ada ülkesi olmasının da etkisiyle denizciliğin çok geliştiği Birleşik Krallık sömürgeleştirme sürecinde pek çok ülkeyi geride bırakırken bunu çok az asker kullanımıyla gerçekleştirmişti. Süreçte esas etkili olan ise ekonomik aktörlerdi. İngliz endüstrisi, sömürgeleştirdiği bölgelerde savaşlar, başka halkların devrimleri ve kendi imparatorluk yönetimi sayesinde bir tekel oluşturmayı başarmıştı.162 Öte yandan bu dönemde Britanya’nın en önemli rakibi olan Fransa, sömürge elde etme sürecinde askeri gücünü çok yoğun bir biçimde kullanırken, bunu misyonerlik faaliyetlerinde bulunan din adamları ve Fransa’dan sömürgelere ihraç ederek buraya yerleştirdiği Fransızlarla destekliyordu. Ancak her iki sömürgecilik örneğinde de devletin süreci desteklemesi çok büyük bir öneme sahipti. Hobsbawm’ın belirttiği gibi savaş ve sömürgeleştirme yoluyla pazarların ele geçirilmesi için, yalnızca bu pazarları sömürebilecek bir ekonomiye değil aynı zamanda imalatçıların çıkarı için savaşı sürdürmeye ve sömürgeleştirmeye hazır bir devlete ihtiyaç vardı ve sanayi devriminin İngiltere’nin öncülüğünde ortaya çıkıp gelişmesi, İngiltere’nin bu dönemde izlediği dış politika ile ticaret ve denizler üzerindeki nüfuzunu arttırmaya yönelmesi ve denizaşırı sömürge ve “azgelişmiş” pazarlar üzerinde yoğunlaşarak bunları kimseye kaptırmamak için başarılı bir mücadele vermesinden kaynaklanmaktaydı.163 Hobsbawm’ın ifadesiyle İngiltere, hem yeterince güçlü bir ekonomiye hem de rakiplerinin pazarını ele geçirecek kadar saldırgan bir devlete sahipti164 ve bu durum ona uluslararası rekabette önemli bir avantaj sağlıyordu. Öte yandan bu rekabete ayak uyduramayan, hatta geride kalan imparatorluklar için çöküş kaçınılmaz bir durum haline geldi. Böylece tarihin belli bir noktasında Batı Avrupa’da İngiltere ve Fransa’nın öncülüğünde gerçekleşen ekonomik ve siyasal gelişmelerle birlikte dünyanın bu kesimindeki imparatorluklar güçlerine güç katıp, yeni bir imparatorluk türünün, denizaşırı sömürge 162 Ibid., s. 44 163 Hobsbawm, Sanayi ve İmparatorluk, s. 45-50 164 Hobsbawm, Devrim Çağı: 1789-1848, s. 42 67 imparatorluklarının temelini atarken, geleneksel imparatorluklar ya da çok uluslu kara imparatorlukları bu gelişmelerin gerisinde kaldı. 1.3.1.3 İdeolojik Dönüşüm İmparatorlukların varlıklarını meşrulaştırmak için kullandıkları ideolojik kaynaklar, 19. yüzyılla birliklikte işlevlerini yitirmeye başlamıştı. Değişen ekonomik ve toplumsal koşullar karşısında imparatorlukların artık yönetme hakkını Tanrı’dan aldıklarını öne sürmeleri, halk nezdinde geçerli olmadığı gibi, imparatorluğun barışı, refahı, adaleti sağladığı doğrultusundaki söylemler de sorgulanmaya başlamıştı. Bu sorgulama sonucunda yeni koşullar tarafından şekillendirilen yeni ideolojiler ortaya çıkmıştır. Örs bu süreci şu şekilde özetlemektedir: 16. yüzyıldan itibaren Avrupa’da başlayan ve giderek hız kazanan iktisadi değişim süreci, doğal olarak toplumsal dokuyu, ilişkileri, inanç ve değerleri de değişime zorlamıştır. Toprağa bağımlı ekonominin giderek paraya dayalı bir ekonomiye dönüşmesi, yeni meslek türlerinin ortaya çıkması, yatay hareketlilik, yeni sınıfların ortaya çıkışı ve yükselişi, toplumsal ilişki biçimlerini ve değerleri altüst etmiş, yeni ilişki biçimleri oluşamaya başlamıştır. Birey olarak insan, insanın toplumdaki yeri, değeri, siyasal iktidar ile ilişkileri, karşılıklı hak ve ödevleri giderek daha çok sorgulanmaya başlamıştır. Yerinden oynayan taşların yeni yerler bulması, bu yerlerinin açıklanabilir, kabul edilebilir hale getirilmesi gerekmiştir. […] Mitlerin, geleneklerin ve dinsel değerlerin artık açıklayamadığı yeni toplumsal ve siyasal durumu açıklayabilecek, geleceğe ilişkin rotayı çizebilecek başka bir çerçeveye, başka bir dünya görüşüne ihtiyaç vardı artık.165 Bu ihtiyaç sonucunda ortaya çıkan ideolojiler yöneten-yönetilen ilişkisini yeniden tanımlamaya yönelmişlerdir. Örs’ün de belirttiği gibi “artık, siysal iktidar ile yönetilen ilişkisini dinsel temellere veya geleneklere dayandırmak mümkün değildir, çünkü bunun ‘akıl’ ile açıklanabilmesi mümkün değildir” ve bu nedenle “kökünden sarsılan ve artık işlev görmediğine inanılan inanç ve değerlerin, ‘eski doğrular’ın yerine ‘yeni doğrular’ın, yeni bir inançlar, değerler ve davranış kalıpları dizisinin” konulması gerekmektedir.166 Söz konusu “yeni doğrular”ın ne olduğu sorusuna 19. 165 H. Birsen Örs, “İdeoloji: Karmaşık Bir Dünyayı Anlaşılır Kılmak”, Birsen Örs (Der.), 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2008, s. 8 166 Ibid., s. 9 ve 18 68 yüzyıldan itibaren farklı cevaplar verilmiştir. Bu dönemde imparatorlukların ve özel olarak da Osmanlı ve Rus İmparatorluklarının çözülme sürecinde önemli rol oynayan iki önemli ideoloji milliyetçilik ve sosyalizm olmuştur. 1.3.1.3.1 Ulusçuluk Burjuva sınıfının ortaya çıkışı ve kapitalizmin gelişip hakim ekonomik yapı haline gelerek zaferini ilan etmesi ve mutlakçılığa karşı başkaldırının kesiştiği dönemde,167 yaşanan ekonomik, toplumsal ve siyasal gelişmeler, ulusçuluğun ortaya çıktığı zemini hazırlamış, bunu da ulusçuluğun ulusları inşası izlemiştir. Burada ortaya çıkan soru, Hobsbawm’ın da ifade ettiği gibi insan toplulukları ve ilişkiler ağının gevşemesi, çözülüşü ya da ortadan kalkışlarının doğurduğu duygusal boşluğu dolduranın neden ulusçuluk olduğu, gerçek topluluklarını kaybetmiş insanların niçin ulus gibi özgül tipte bir ikame varlığı tahayyül ettikleridir.168 Benzer bir soruyu Benedinct Anderson da ulusun neden bu kadar popüler olduğu şeklinde formüle etmektedir.169 Kerestecioğlu’ndan yola çıkarak bu soruya, ulusçuluğun son derece muğlâk ve amorf bir ideoloji olması şekilde bir cevap vermek mümkündür. Buna göre milliyetçiliğin kitlelere ulaşma gücünün altında muğlaklık yatar; ulusçuluk içi boş bir ideolojidir ve koşulların gerektirdiği her şeyle doldurulabilir.170 Buna bağlı olarak da Kerestecioğlu’na göre ulusçuluk her zaman bir “söylem koalisyonu” olmuş; liberalizm, muhafazakarlık, faşizm ya da sosyalizm gibi farklı ideolojilerin her birine kolaylıkla eklemlenmiştir. İlk ortaya çıktığında liberal ve demokratik bir nitelik taşıyan ve geniş halk kitlerinin yönetimde söz sahibi olmalarını, kendi kendilerini, kendilerine ait olan ve kendi seçecekleri bir devlet aracılığıyla yönetmeleri amacını taşıyan ulusçuluk zamanla bu ideolojinin kendileri için taşıdığı tehlikenin farkına varan devletlerin de kendileri için ulusal temeller yaratmaya çalışmaları ve bunu iktidarın temeli haline getirerek araçsallaştırmalarıyla giderek muhafazakarlaşmıştır. 167 Miroslav Hroch, Social Preconditions Of National Revival in Europe: A Comparative Analysis of the Social Composition of Patriotic Groups among the Smaller European Nations, New York, Colombia University Press, 2000, s. 22 168 Hobsbawm, 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik: “Program, Mit, Gerçeklik, s. 65 169 Benedict Anderson, op. cit., s. 52 170 İnci Kerestecioğlu, “Milliyetçilik ‘Uyuyan Güzeli Uyandıran Prens’ten Frenkeştayn’ın Canavarına”, Birsen Örs (Der.), 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2008, s. 310 69 Milliyetçi hareketlerin kitlesel desteğe sahip olabilmesi uzun süre milliyetçiliğin karşı karşıya olduğu en önemli sorun olarak kaldı. Bir yandan küçük bir azınlığın değil bütün halkın çıkarlarını temsi edilen bir yönetimin kurulması için çalışılırken söz konusu halkın bu sürecin içinde yer almaması hareketin temelini zayıflatıyor, diğer yandan belirleyici çoğunluğa sahip olan halkın desteğinden mahrum olmak hareketin başarı şansını önemli ölçüde azaltıyordu. Yani halk desteğine sahip olmayan, kitleselleşemeyen bir milliyetçi hareket hem düşünsel temelleri bakımından hem de pratik uygulamaları açısından zayıf kalıyordu. Dolayısıyla halkın hareketin içine çekilmesi gerekiyordu. Bu bağlamda Hroch, ulusçuluğun gelişimini, üç alt aşamaya ayırmaktadır.171 İlk aşama, A Aşaması, genellikle entelektüellerden oluşan bazı grup üyelerinde ulusun dilini, kültürünü ve tarihini araştırmaya yönelik bir ilginin uyanmasıdır. Bunu izleyen ikinci aşama, B Aşaması, söz konusu ilginin bir heyecana dönüşmesi izler. Ancak bu heyecan henüz bireysel düzeydedir ve bütün niyetlerine ve amaçlarına rağmen örgütsel bir temelden yoksundur. Bu temele kavuşması üçüncü aşamada, C Aşaması, gerçekleşecektir. Bu son aşamada, ulusal bilinç, geniş kitlelerin ilgi alanı haline gelir ve ulusal hareket bütün ülkeye yayılan sıkı bir örgütsel yapıya ulaşır. Bunun için de halka hitap edecek, onun içinden çıktığı ya da onun içinden çıkan ve dolayısıyla ona tanıdık gelen yapılara ihtiyaç vardı. Smith bu süreci “yerliliğin seferberliği” olarak nitelendirmektedir, seferberliğin önderi ise entelijensiyadır. Bu sürecin amacı, değerlerin, mitlerin ve anıların siyasi bir ulusun ve siyasi olarak harekete geçmiş bir topluluğun temeli haline gelmesidir. Bu noktada Hobsbawm’ın ön-milli unsurlar olarak adlandırdığı unsurlar devreye girmektedir. Ön-milli unsurlar halkın ulusçuluk öncesi sahip oldukları bağları ifade etmektedir. Bu bağlar dil, din, etnik köken, belli bir toprakla kurulan ilişki gibi bazıları ulusçuluk öncesi dönemde var olan ve dolayısıyla tek başlarına ulusu oluşturmak için yeterli olmayan, ama ulus-inşası sürecinde çeşitli müdahalelerle ulusçuluğa zemin oluşturan bağlardır. Bu müdahaleler genellikle söz konusu bağlar içinden hangisine ulus-inşasına konu olan halkın sahip olduğu ya da 171 Miroslav Hroch, Social Preconditions Of National Revival in Europe: A Comparative Analysis of the Social Composition of Patriotic Groups among the Smaller European Nations, New York, Colombia University Press, 2000, s. 22-24 70 hangisi ile daha yakın ve güçlü bir ilişki içinde olduğuyla ilgilidir. Böylece bu halkın sahip olduğu özellikler ele alınarak, halk bu özellikler etrafında bir araya getirilirken, aynı zamanda bu özelliklere sahip olmayan diğer halklarla olan farklılığın da altı çizilmiş olur. Dolayısıyla süreç normal şartlarda toplulukların kendilerini diğerlerinden ayırdıklarını düşünmedikleri bazı özelliklerinin aslında buna yapıyor olduğuna inandırılmasıdır. Çünkü Hobsbawm’ın da belirttiği gibi, her millet kendi birliğini apaçık farklılıklara dayanarak kurmak zorundaydı.172 Ön-milli unsurlarla ilgili dikkat edilmesi gereken, bu unsurların ön-milli topluluğun mevcut sembolleri ve duygularını modern bir davanın ya da modern bir devletin arkasında seferber edebildiği sürece milliyetçiliğin işini kolaylaştırdığı, ancak bu unsuların ulusçulukla aynı şey olmadığıdır.173 Bu unsurlardan belli bir toprakla özdeşleşme ve belli bir toprağı kutsallaştırma, Hobsbawm’ın ifadesiyle, tarihi ulustan eskiye dayandığı açıkça ortada olan bir bağdır.174 Ancak belki de bu durumun da etkisiyle bu unsurlar içinde en sorunlu olanıdır. Özellikle eski imparatorluk toprakları üzerinde ulus-devletler kurmak pek çok açından sorunludur. Uzun yıllar bir arada yaşamış insanlar için aslında birbirlerinden çeşitli açılardan farklı oldukları düşüncesini benimsemeleri ve bu farklılık düşüncesinden yola çıkarak belli toprak parçaları üzerinde hak iddia edilmesi sorunun temel kaynağıdır. Çünkü aynı toprak parçası artık farklı uluslar olan insan gruplarına ev sahipliği yapmıştır. Farklılığın gündelik yaşamda belki de en somut göstergesi olan dil için de durum böyledir. Pek çok farklı dil bu dili konuşan insanlarla birlikte aynı toprağı paylaşmışlardır. Durum böyle olunca söz konusu toprak parçasına sahip olmayı kimin hak ettiği tartışması ortaya çıkar. Çünkü artık her ulus kendi devletini kurmayı istemektedir ve bunun içinde üzerinde kendi devletini kuracağı bir toprağa ihtiyacı vardır. Bunun için farklı ulusların bir arada yaşadıkları imparatorluk toprakları için bu toprakların aslında kendilerine ait olduğu ve tarihin bir döneminde ellerinden alındığı iddiaları ortaya atılır. Her iddia aynı toprak parçasının farklı uluslara ait olduğuna yöneliktir. Bu nedenle de her grup kendi iddialarını kanıtlamak için çeşitli tezler öne sürerler. Bu tezler arasında en sık 172 Hobsbawm, 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik: “Program, Mit, Gerçeklik, s. 114 173 Ibid., s. 99 174 Ibid., s. 70 71 kullanılan toprakların ilk sahibi olma iddiasıdır. Yani her grup kendi tezinde bu topraklara kendilerinin diğerlerinden daha önce sahip olduğunu öne sürerler. Bu tezler de daha sonra ulusal tarihi oluşturacak olar olan tarih yazımıyla dile getirilir. Böyle bir durumda taraflardan herhangi birine ait jeopolitik iddialara ilişkin tarihsel anılar manipüle edilmekte, her taraf tarihin şu ya da bu kısmını kendi çıkarları doğrultusunda kullanırken başka kısımlarını da sessizliği gömmektedir. 175 Bu açıdan bakıldığında Hobsbawm’ın da ön-milli unsurlar arasında saydığı dilin aslında bu süreçte merkezi bir yere sahip olduğu görülmektedir. Dilin bu özelliği insan grupları arasındaki farklılığın somut bir göstergesi olmasından kaynaklanmaktadır. Yan yana yaşayan ama karşılıklı olarak anlaşılmaz diller konuşan insanların kendilerini bir dili konuşanlar olarak, diğer topluluklarını üyelerini ise başka dili konuşanlar ya da en azından kendi dillerini konuşmayanlar olarak tanımlamaları olağandır.176 Ancak burada dikkat edilmesi gereken insanların ailelerinden öğrendikleri anadillerinin çeşitli lehçeleri de içermesi ve bu durumun da toplulukları çok daha küçük gruplara böldüğüdür. Bu ise ulusçuluk tarafından arzu edilen bir durum değildir. Her şeyden önce milliyetçiliğin ihtiyaç duyduğu kitlesel destek ihtiyacı lehçelerle bölünmüş bu küçük grupları aşmaktadır. Bunun yanı sıra ekonominin işleyişi, mal ve insan hareketliliğinin sağlanabilmesi için birbiriyle rahatlıkla iletişim kurabilen insanlara ihtiyaç duymaktaydı. Bu şekilde hem bölgeler arası ticaret kolaylaşacak, hem de belli işlerde çalışan kişilerin yerine kolaylıkla aynı dili konuşan başka kişiler geçebilecektir. Standart bir iletişim dilinin varlığı hem yeni ekonomik yapının düzgün işleyişiyle yakından ilgili olan burjuvazi için, hem de bu ekonomik yapı içinde kendilerine yer bulmaya çalışan köylü ve işçiler için gerekliydi. Kısacası, birleşik bir mübadele ve iletişim alanının yaratılmasına ihtiyaç vardı.177 Bu nedenle de Hobsbawm dilsel milliyetçiliğin coşkuyla karşılandığından söz etmektedir.178 Bunun yanı sıra modern idari devletin teknik gereklilikleri de milliyetçiliğin ortaya çıkışını besleyen bir rol oynamıştır.179 Böylece konuşulan lehçelerden biri temel alınarak standartlaştırılmış bir dil, yani milli dil oluşturulur. 175 Lacoste, Büyük Oyunu Anlamak Jeopolitik: Bugünün Uzun Tarihi, s. 17 176 Hobsbawm, 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik: “Program, Mit, Gerçeklik, s. 70 177 Benedict Anderson, op. cit., s. 59 178 Hobsbawm, 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik: “Program, Mit, Gerçeklik, s. 141 179 Ibid., s. 124 72 Böylece, oldukça kalıcı ve standartlaşmış bir yazının varlığı, yani okuryazarlıkla, aslında kültürel ve düşünsel bir birikime ve bunun merkezileşmesine olanak sağlanmış olur.180 Burada hangi lehçenin temel alınacağı tamamen keyfi bir seçimin sonucu olabilir. Anderson’ın belirttiği gibi, her durumda dilin seçimi rastlantı değilse de, tedrici, bilinçsiz ve pragmatik bir süreçti.181 Dolayısıyla milli dillerin, hemen hemen daima yarı yapay kurgular olduğu gibi yer yer dil mimarları tarafından fiilen icat da edilmiş olmalarından dolayı Hobsbawm’a göre dil, yöneticiler ve okuryazar olanlar dışında ulus olma kriterlerinden biri sayılamaz, ancak buna rağmen modern ulus tanımında ve dolayısıyla halkın onu algılayışında dolaylı yoldan merkezi bir önem kazanmıştır.182 Bunun neden böyle olduğu, Benedict Anderson’ın “hayali cemaat” olarak tanımladığı ve ulusun ortaya çıkmasını sağlayan gelişmelerden biri olduğunu söylediği dinsel cemaatlerin hayal edilebilmesini mümkün kılan kutsal dillerin itibarlarını yitirmeleri ile yakından ilişkilidir.183 Çünkü böylece halk dilleri hakim hale gelmeye başlamıştır. Ancak bu durumun ulusçuluğa neden olması için, bir başka şeyin daha gerçekleşmesi gerekiyordu. Bu da zaman tasavvurlarındaki dönüşümle birlikte eşzamanlılık tasarımının ortaya çıkmasıdır. Anderson’a göre bu tasarım o kadar köklü bir önem sahiptir ki, her yönüyle hesaba katılmaması durumunda ulusçuluğun oluşumunu anlamak mümkün değildir.184 Eşzamanlılık, hayali bir cemaat olan milletin hayal edilebilmesini sağlayan şeydir. Bunun gerçekleştirilmesinin aracı ise günlük gazetelerdir. Öncelikle gazetenin üzerinde günün tarihinin belirtilmesi sürecin zamanla olan ilişkisini kurmaktadır. Bunu gazetenin, günlük bir kitlesel ayin gibi, üzerinde yazan tarihte, binlerce ve milyonlarca kişi tarafından okunması ve bu okumamanın kişilerin zihinlerinde yer etmesi izler: Varlıklarından emin olunmamakla birlikte, kimlikleri hakkında en ufak bir fikre sahip olmayan binlerce (veya milyonlarca) kişini, aynı ayini eşzamanlı olarak yerine 180 Gellner, op. cit., s. 80 181 Benedict Anderson, op. cit., s. 57 182 Hobsbawm, 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik: “Program, Mit, Gerçeklik, s. 73, 76 ve 79 183 Benedict Anderson, op. cit. s. 27-32 184 Ibid., s. 39 73 getirdiğine herkesin duyduğu güven tamdır. Dahası bu ayinler bitmez tükenmez bir şekilde günlük ya da yarım günlük aralıklarla takvim boyunca tekrarlanır. Hayali bir cemaatin dünyevi, tarihsel bir saate bağlanmış bir biçimi için daha iyi bir örnek nasıl bulunabilir? Diğer yandan, kendi gazetesinin, tıpatıp aynılarının otobüste, berberde, komşularında tüketildiğine tanık olan gazete okuru, hayali hayatın gündelik hayata köklerini sıkı sıkıya salmış olduğu konusunda teskin olmuş olur.185 Dille ulusçuluk arasındaki ilişki, aynı zamanda kapitalizmle dil arasında da bir ilişkinin var olması dolayısıyla kapitalizmin ile ulusçuluk arasındaki ilişkinin de bir parçası durumundadır. Anderson’a göre bu ilişki kapitalist girişimciliği nispeten eski bir biçimlerinden biri olan kitap yayıncığının, kapitalizmin durmak bilmeyen pazar arayışını yaşamasıyla kurulmuş oldu. Kapitalist yayıncılık için pazar, ilk başlarda, sadece kutsal dili bilen ve geniş bir alana dağılmış olan ufak bir gruptan ibaretti ve dolayısıyla kısa bir süre içinde doygunluk noktasına ulaşıyordu. Bu nedenle kapitalist yayıncıların daha geniş bir pazara ihtiyaçları vardı ve bu da ancak halkın büyük çoğunluğunun işin içine dahil edilmesi, yani onların dillerinde yayın yapılmasıyla mümkündü. Özellik Avrupa ölçeğinde yaşanmakta olan nakit sıkıntısı, yayıncıları giderek daha çok halk dillerinde basılmış ucuz eserlerin perakendeciliğine yöneltti.” Andersona’a göre kapitalist yayıncılığın bu yönelimiyle halk dillerinin yaygınlaşması yolunda yarattığı devrimci etki, ulusal bilincin gelişmesine önemli katkıda bulunmuştu. Bunu yapabilmesini sağlayan ise özellikle, Geller’in de üzerinde durmuş olduğu gibi, Reform hareketi ve Protestanlığın ortaya çıkışıdır.186 Protestanlıkla, ucuz, popüler edisyonlardan kar eden kapitalist yayıncılık arasındaki koalisyon kısa zamanda, özellikle de Latinceyi hiç bilmeyen ya da çok az bilen kesimler arasında yeni okur kamuoyları yaratırken, aynı zamanda onları dinselsiyasal davalar uğruna seferber etmişti.187 Aynı coğrafyada farklı dillerin bir arada bulunmasının ve bu dillerden hangisini konuşan topluluğun bu toprak üzerinde hak sahibi olduğu iddialarının yanı sıra aynı dilin ve bu dili konuşan insanların farklı ulus-devletlere bölünerek var olması da bir başka sorunlu alandır. Güney Amerika ülkeleri, Afrika ülkeleri, Arap 185 Ibid., s. 50 186 Bknz. Gellner, op. cit., s. 119 187 Benedict Anderson, op. cit. s. 55 74 ülkeleri, İngilizlerle Kuzey Amerikalılar ve İrlandalılar aynı dili konuşmalarına rağmen kendilerini ayrı birer ulus olarak görmektedirler. Bu durma genellikle sömürge deneyimi yaşamış ülkelerde rastlanmaktadır. Sömürgeci devletler tarafından çizilmiş olan sınırların bağımsızlık sonrasında da korunması sonucu aynı dili konuşan insanlardan oluşan farklı devletler ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla burada ulus tanımının belirleyici öğesi toprak olmuştur. Buna bağlı olarak Lacoste ulusu, bir yandan topraksız ulus yoktur söylemiyle bir toprağa-kendi toprağına göndermede bulunması, diğer yandan da iktidar meselesini, yani bağımsızlık sorununu içermesi açısından temel bir jeopolitik fikir olarak tanımlar. 188 Hobsbawm tarafından tanımlanan ön-milli unsurlardan bir diğeri etnik kökendir. Etnik köken, bir grubun üyelerinin ortak karakteristik özelliklerinin kaynağının ortak köken ve soyla bağlantılı olduğu düşüncesine dayanmaktadır.189 Etnik kökeni soyla ilişkilendirmenin pratik bir yönü vardır, çünkü fiziksel özellikler de, dil gibi, gruplar arasındaki farkın en görünür olduğu unsurlardan biridir ve bu nedenle de ayrımların pekiştirilmesinde etkili olurlar. Bununla birlikte Hobsbawm’ın belirttiği gibi etnik kökene genetik açıdan yaklaşmanın sağlam bir dayanağı yoktur, çünkü bir toplumsal örgütlenme biçimi olarak etnik bir grubun esas temeli biyolojik olmaktan ziyade kültüreldir. Ulusların etnik kökeni üzerinde belki de en çok duran yazar olan Anthony Smith’e göre de etnik topluluk, ortak kimlik duygusuna sahip, tarihsel bir kültürü olan bir topluluktur; ırksal değil kültürel ve tarihidir. Buna göre etnik bir topluluğun altı ana niteliği vardır; kolektif bir özel ad, ortak bir soy miti (hayali bir soy, farazi bir ecdat), paylaşılan tarihi anılar, ortak kültürü farklı kılan bir ya da daha fazla unsur, özel bir yurtla bağ ve nüfusun önemli kesimleri arasında dayanışma duygusu olmasıdır.190 Smith’in kuramında, imparatorlukların dağılması sürecinde rol oynamış olan, etnik kökenden kaynaklanan, ayrılıkçı bir ulusçuluktur ve bu dönemde ortaya çıkmış olan ayrılıkçı etnik ulusçuluk akımları, amaçları ve kültürel temelleri bakımından bazı ortaklıklar göstermektedir. Bunlar; eğer yoksa topluluk için edebi bir yüksek kültür yaratılması, kültürel bakımdan türdeş organik bir ulus oluşturulması, tanınmış 188 Lacoste, Büyük Oyunu Anlamak Jeopolitik: Bugünün Uzun Tarihi, s. 11 189 Hobsbawm, 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik: “Program, Mit, Gerçeklik, s. 83 190 Anthony Smith, Milli Kimlik, İstanbul İletişim Yayınları, 2004, s. 42-43 75 bir yurt ve tercihen topluluk adında bağımsız bir devlet temini ve şimdiye kadar edilgen olan etniyi etkin bir etno-politik topluluk olarak tarihin öznesi haline getirmektir.191 Bu amaçlar arasında yer alan bağımsız bir devletin temini, Gellner’e göre de ulusçuluğun merkezinde yer alan bir ilkedir. Buna göre ulusçuluk, etnik sınırların siyasal sınırların ötesine taşmamasını ve özellikle bir devletin içindeki etnik sınırların iktidar sahipleriyle yönetilenleri ayırmamasını öngören bir siyasal meşruiyet kuramıdır.192 Bu amaçları gerçekleştirmenin yolu ise söz konusu etnik topluluk için ayırt edici bir etno-tarihin yazılmasıdır. Smith bu sürecin, bir keşif olabileceği gibi bir inşa hatta bir icat olabileceğinden söz etmektedir ki çoğu durumda da geçerli olan inşa ya da icattır. Bu da, tarih yazımının, genelde söz konusu olduğu gibi, hatırlamak kadar unutmanın da önemli olduğu seçici bir süreç olduğunu göstermektedir. Bu açıdan modern anlamda tarih yazıcığı ile siyasal bir hareket olarak ulusçuluğun yükselişi arasındaki çakışma dikkate değerdir.193 Ön-milli unsurlardan bir diğeri dindir. İlk bakışta din ile ulusçuluk arasındaki ilişki paradoksal görünmektedir; çükü ulusçuluk hedefleri gereği sınırları belli insan topluluklarını hedef alırken, dinler tanımları gereği evrenseldir. Üstelik ulusçuluk, tam da dininin ve dini cemaatlerin düşüşe geçtikleri bir dönemde ortaya çıkarak bireysel ve toplumsal düzeyde ortaya çıkan manevi boşluğu doldurmuştur. Anderson’a göre dini cemaatlerin yaşadıkları düşüşte etkili olan gelişmelerden biri Avrupa dışı dünyadaki keşiflerdir. Buna göre bu keşifler, özellikle Avrupa’da kültürel ve coğrafi ufku ve dolayısıyla da insan hayatının alabileceği biçimler hakkındaki fikirleri aniden genişletmiştir.194 Böylece insanlar için din adamalarının aktardıklarının ötesinde, kendi dini cemaatlerinin dışında var olan bir dünyanın kapıları açılmıştır.Anderson’ın kutsal cemaatlerinin çözülüşünde etkili olduğunu söylediği diğer gelişme ise, daha önce de belirtildiği gibi, kutsal dillerin yerini halk dillerinin almasıydı. Böylece bu kutsal dillerle birlikte hayal edilebilen, 191 Anthony Smith, Milli Kimlik, İstanbul İletişim Yayınları, 2004, s. 196 192 Gellner, op. cit., s. 71 193 İnci Kerestecioğlu, op. cit., s. 318 194 Benedict Anderson, op. cit., s. 30 76 bütünleştirilen kutsal cemaatler parçalanarak, çoğullaşmaya ve bölgeselleşmeye başlamıştır.195 Kutsal dillerin yerini halk dillerinin alması ve buna bağlı olarak da okuryazarlığın yaygınlaşması süreci Gellner tarafından da ele alınmıştır. Buna göre özellikle Protestanlıkla birlikte okuryazarlığın ve kitaba bağlılığın vurgulanması, kutsallığın tekelini ortandan kaldıran ve rahiplere gereksinim duymayan üniterlik ve herkesi kendi kendisinin rahibi yapan ve vicdanıyla baş başa bırakarak başkalarının törensel hizmetlerinden bağımsız kılan bireycilik bir arada düşünüldüğünde herkesin ortak kültüre nispeten eşit düzeyde erişebilmesini sağlayan ve kültür normlarını ayrıcalıklı bir uzmanın bekçiliğinde korunmayıp yazı yoluyla herkesin herkese açıkça sunulduğu, anonim bireyci, katı bir biçimde yapılanmamış bir kitle toplumun habercisi olmuştur.196 Böylece okuryazarlığın bir uzmanlık alanı olmaktan çıkarak yaygınlaşması süreci de başlamıştır. Okuryazarlığın sanayi toplumunda ihtiyaç duyulan her türlü uzmanlığın ön koşulu olduğu düşünüldüğünde bu sürecin milliyetçiliğe yaptığı katkı da ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla Reform’un okuryazarlık ve kitaba bağlılık konusunda yaptığı baskı, tekelci rahipliğe saldırısı ve rahipliğin evrenselleşmesi, bireyciliği ve kentli nüfusla olan bağları milliyetçiliğin ortaya çıkışı için gerekli olan koşulları sağlaması açısından oldukça etkilidir.197 Din ile ulusçuluk arasında varlığı açık olan bütün bu çelişkilere rağmen din ulusçuluk çağında da önemli bir etken olarak varlığını sürdürmüştür. Bu durum dinin ve dini sembollerin ulus-devlet ve ulusçuluk tarafından işlevselleştirilmesiyle ilişkilidir. Din çoğu zaman nüfusun devlete olan bağlılığını sağlayan bir araç olarak görülmüştür. Roma döneminden itibaren bu yöndeki söylem ve uygulamalara rastlamak mümkündür. Örneğin ünlü Roma düşünürü Cicero, dinin iktidarın sürdürülmesini sağlayan temel bir araç olduğunu ifade ederek, bunun için dinin devlet tarafından kontrol edilmesi gerektiğini, aksi takdirde resmileştirilmemiş bir dinin (Cicero’nun yaşadığı dönem için tanrıların) vatandaşların devlete olan bağlılığını azaltacağını öne sürmektedir.198 Bu konuda Polybios da, dinin ve dinsel 195 Ibid., s. 33 196 Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk, s. 237 197 Ibid., s. 119 198 Aktaran, Ağaoğulları, Köker, op. cit., s. 66 77 söylemin ideolojik işlevine değinerek, Roma devletini bir arada tutan başlıca öğelerden birinin halkın tanrılara karşı duyduğu korku olduğunu belirtir. Buna göre “kitleleri denetim altında tutabilmenin tek yolu, onların kafasında böylesine saklı (dinsel) korkular ve karanlık görüntüler yaratmaktır”199 Din ile ön-milli unsurlar arasında kurulabilecek bir bağlantı, Hobsbawm tarafından bir diğer ön-milli unsur olarak ortaya konan kutsal ikonların kullanımıdır. Aslında kutsal ikonlar da evrensel bir dinle ilişkili olmaları dolayısıyla ulusun sınırlarını aşan sembollerdir. Bununla birlikte aslında hayali olan bir topluluğa tek başına elle tutulan semboller sunan, ritüelleri ya da ortak kolektif pratikleri temsil ederler.200 1.3.1.3.2 Sosyalizm Ulusçuluk çağında işçilerin durumu, 19. yüzyılın bir diğer belirleyici ideolojisi olan sosyalizm nedeniyle özellikle hassastı. Çünkü özellikle bu kesim milliyetçiliğin olduğu kadar, hatta belki daha fazla sosyalist hareketlerin hedef kitlesini oluşturuyordu. Sosyalist hareketin ideolojisini büyük ölçüde Marksist ideoloji oluşturmaktadır. Ekonomiyi analizinin merkezine alan Marx’a göre, içinde bulunulan ekonomik sistem, etkisi altında yaşayan tüm insanların yaşamlarını şekillendirir ama her ekonomik sistem insan eylemlerinin ürünü olduğundan, insanoğlu bu sistemi ve yaşamın maddi koşullarını değiştirebilir.201 Bu bağlamda kapitalist sistemin, salt emek gücü sahibi olan proletarya ve üretim araçlarına sahip olan burjuva şeklindeki sınıflı yapısı, proletarya tarafından değiştirilebilir. Bunun yolu kapitalist sistemin sonlandırılmasıdır. Çünkü kapitalist sistem, işçilerin ürettiği artı değer üzerine kurulu olduğu için, her şekilde emeklerinin karşılığından daha azını alacaklar, artı değeri arttırabilmek için daha uzun saatler, daha düşük ücretlere çalışmak zorunda kalacaklardır. Ücretlerde artış gerçekleşse bile, işçilerin durumlarında gerçek bir iyileşme söz konusu olmayacaktır. Bu noktada Marx yoksulluk ve yoksunluk arasında bir ayrıma gitmektedir. Buna göre gerçek anlamda özgür olan birey zorunlu ihtiyaçların üretimi çerçevesine sıkışmamışken, kapitalist 199 Ağaoğulları, Köker, op. cit., s. 37 200 Hobsbawm, 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik: “Program, Mit, Gerçeklik, s. 93 201 Larry Arnhart, Plato’da Rawls’a Siyasi Düşünceler Tarihi, Ankara: Adres Yayınları, 2004, s. 343 78 sistemde insanların büyük kısmı, salt emek olarak en temel ihtiyaçlarını giderme zorunluluğuna terk edilmiştir ve bu nedenle kapitalizmin aşılması, yoksulluğun ve yoksunluğun beraberce aşılması anlamına gelir.202 Marxist teoriye göre bu sistemde devlet de, burjuvazinin aracı haline gelmiştir. McClelland’ın ifadesiyle “burjuvazi, savaşlarını sınıf mücadelesi yoluyla değil kendi devlet kurumlarıyla savaşmaktadır.”203 Merkezileşmiş, türdeşleştirilmiş bir ulus-devlet haline gelmiş olan devlet, burjuvazinin sermayeyi, emeği ve malları kolayca taşımak için oluşturduğu ve pazarın büyümesini ve işbölümünü kolaylaştıran bir araçtır ve bu özelliğiyle, burjuvazinin egemenliğinin siyasal anlatımı ve uygulayıcısıdır.204 Marx’a göre modern kapitalist devlet, üretim ilişkilerine hukuki açıdan müdahale etmesi nedeniyle sınıf mücadelesinin alanı haline geldiğinden, işçi sınıfının ekonomik kurtuluşu, zorunlu olarak siyasal bir nitelik kazanmalıydı.205 Bu nedenle işçilerin yapması gereken bu devleti bir devrimle ele geçirmekti. Bu olduğunda proletarya kendini evreselleştirecek ve proletarya dışında bir sınıf kalmayacağından, yani toplum sınıfsızlaşacağından, egemen sınıfın sürdürülmesinin aracı, bir sınıfın başka bir sınıfı baskı altında tutmak için örgütlediği bir güç olan devlete de ihtiyaç kalmayacaktır.206 Bunun için, McClelland’ın da belirttiği gibi proletaryanın evrenselleşmesi, ya da Marx’ın ifadesiyle dünyanın bütün işçilerinin birleşmesi gerekiyordu. Ancak bu dönemde, siyasi bilincin herhangi bir biçimde ulusal olarak tanımlanmaması neredeyse olanaksızdı; burjuvazi gibi proletarya da, uluslararası bir olgu olarak sadece kavramsal olarak vardı ve gerçekte ulusal devletleriyle ya da etnik ya da dilsel farklılıklarıyla tanımlanmış bir gruplar toplamı şeklinde mevcuttular.207 Çeşitli ülkelerdeki işçi sınıflarının 1914’ten önceki on yıllarda edindikleri sınıf bilinci, İnsan ve Yurttaş Hakları’na ve böylece potansiyel bir yurtseverliğe de sahiplenmeyi de içeriyordu.208 Bu bağlamda 19. yüzyıl, milliyetçilik ve Marksizm’in 202 Ahmet Bekmen, op. cit., s. 190-191 203 J. S. McClelland, A History of Western Political Thought, New York: Routledge, 1996, s. 562 204 Iain Hampsher-Monk, Modern Siyasal Düşünceler: Hobbes’tan Marx’a Büyük Siyasal Düşünürler, İstanbul: Say Yayınları, 2004, s. 641 205 Ahmet Bekmen, op. cit., s. 197 206 McClelland, op. cit., s. 553 ve Hampsher-Monk, op. cit., s. 642 207 Hobsbawm, Sermaye Çağı: 1848–1875, s. 110 208 Hobsbawm, 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik: “Program, Mit, Gerçeklik, s. 111 79 mücadelesine sahne olmuştur. İki ideolojinin de siyasal hareketlere dönüşebilmeleri için kitleselleşmeleri, halk kitlelerini kendi saflarına çekmeleri gerekiyordu. Bu noktada milliyetçiliğin hedef kitlesini, kimi zaman farklı siyasal birimlere bölünmüş halklar, kimi zaman ise tek bir devlettin sınırları içinde yaşayan farklı halklar oluşturuyordu. Ancak her iki durumda da milliyetçiliğin hedefinde - her farklı örnekte farklı kriterle tanımlanan – belli bir milleti oluşturduğu var sayılan kişiler vardı ve bu kişiler işçileri de kapsıyordu. Marksizm açısından ise hedef kitle belli bir ülkeyle sınırlı değildi; Marksizm “dünyanın bütün proleterleri”ni hedefliyordu. Buna göre proletarya ulusal kimlikleri aşan ve ulus-üstü düzeyde faaliyette bulunan bir güç olarak ortaya çıkmalıydı. Dolayısıyla Marksizm, milliyetçiliğin aksine evrensel bir ideolojidir. Ancak bu anlamda boyutlarının farklı olması bu iki ideolojinin birbirlerine rakip olma durumlarını azaltmamaktadır. Sonuç itibariyle dünyanın bütün proleterlerini içine alacak dünya çapında bir devrimi hedeflese de, bunun anlamı tek tek bütün devletlerdeki proleterlerin sosyalist harekete dahil edilmesiydi. Bu bağlamda, Szporluk’un da belirttiği gibi, Marksizm, bir ülkedeki kapitalist üretim ilişkilerinin eleştirisi olmanın ötesinde, bireylerin dünya-tarihsel kişiliğe dönüşümünü engelleyen bütün “ara” kimliklerinden kurtarılması gerektiğini öne sürdüğü noktada aynı zamanda milliyetin (ve dinin) de eleştirisiydi.209 Dolayısıyla milliyetçilik, dünya devrimine giden süreçte mücadele edilmesi gereken bir güçtü ve Marksizm’in karşısına önemli bir rakip olarak çıkmaktaydı. Gerçekten de, komünizm, diğer rakip doktrinleri yendiği zamanlarda bile, bu başarısını milliyetçiliğin en azından bazı ilkelerini benimseyerek ve bunu ulusal çapta gerçekleştirerek, yani bir anlamda milliyetçi bir nitelik edinerek gerçekleştirmiştir.210 Bununla birlikte Marx tarafından oluşturulduğu haliyle Marksizm bir milliyetçilik teorisine sahip değildir. Marx doğrudan ulusçuluğu ele alan bir yapıt kaleme almamış, ulusu ve ulusçuğu kapitalist sistemle birlikte ortadan kalkacak bir fenomen olarak değerlendirdiğinden, bu konu üzerinde sadece başka konuları ele aldığı çalışmalarında, ulusçu yazarlara yönelik eleştirilerinde ya da tarihi koşullar onu buna zorladığında fikir beyan etmiştir. Bu durum Marxist yazarlar da dâhil 209 Roman Szporluk, Communism and Nationalism: Karl Marx versus Friedrich List, Oxford, Oxford University Press, 1988, s. 14 210 Ibid., s. 5 80 olmak üzere pek çok yazar tarafından vurgulanmakta, hatta eleştirilmektedir. Örneğin Avineri’ye göre Marx’ın tartıştığı tarihsel fenomenler arasında tatmin edicilik düzeyi en düşük olanı, milliyetçiliğe, milliyetçi hareketlere ve ulus-devletin ortaya çıkışına ilişkin tutumudur ve bu durum sosyalist harekete, on dokuzuncu ve yirminci yüzyılın en güçlü toplumsal ve politik güçlerinden biriyle eninde sonunda yüzleşmeyi kaçınılmaz hale getiren, kelimenin gerçek anlamıyla bir ‘kara delik’e sahip olan sorunlu bir miras da bırakmıştır. 211 Benzer bir tespiti de Isaiah Berlin yapmaktadır. Berlin’e göre asıl tezinin orijinalliği ve derinliğine karşılık Marx, ulusçuluğun kaynakları ve doğası konusunda yeterli bir açıklama yapmamış, bütün hayatı boyunca bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde bağımsız bir güç olarak ulusçuluğu azımsamış ve bu, kendisini izleyenleri 20. yüzyılda pek çok yanlış teşhis ve tahmine götürmüştür.212 Löwy de Marx’ın ulus kavramının somut bir tanımını yaparak ulusal sorun konusunda sistemli bir teori getirmediği ve proletarya için bu alanda genel bir politik strateji de çizmediğini belirtmektedir.213 Marksist yazar John Ehrenreich bu durumu, “Marksistler olarak bizim [milliyetçilik] fenomenine ilişkin hiçbir anlayışımızın olmadığını kabul etmenin zamanıdır.” sözleriyle ifade ederken, Regis Debray de Marksizm’in milliyetçilik hususundaki yetersizliğinin, genel olarak Marksizm hakkında kafasında şüpheler yaratan ilk sorun olduğuna işaret etmektedir.214 Benzer bir biçimde Tom Nairn de, milliyetçilik teorisisin Marksizm’in büyük tarihsel başarısızlığını temsil ettiği açıklamasında bulunmaktadır.215 Marksist yazarlar da dahil olmak üzere farklı yazarların bu konuda vardığı fikir birliğinin temelinde Marx’ın doğrudan milliyetçilik konusunu ele alan bir çalışma yapmamış olması yatmaktadır. Bununla birlikte sorunu karmaşıklaştıran bir 211 Shlomo Avineri, “Marxism and Nationalism”, Journal of Contemporary History, Cilt. 26, Sayı. 3/4, s. 638 212 Isaiah Berlin, “ Benjamin Disraeli, Karl Marx and the Search for Identity”, Against the Current” s. 280’den aktaran Szporluk, op. cit., s. 190 213 Michael Löwy, “Marksistler ve Ulusal Sorun”, 70’lerin Birikimi, Sayı: 23, İstanbul, Birikim Yayınları, http://www.birikimdergisi.com/birikim/dergiyazi.aspx?did=2&dsid=271&dyid=4179&yazi=Marksistl er%20ve%20Ulusal%20Sorun, Erişim Tarihi, 25.01.2011 214 John Ehrenreich, 'The Theory of Nationalism: A Case of Underdevelopment',Monthly Review, 27, 1 (1977), s. 67 ve Regis Debray, 'Marxism and the National Question', New Left Review, no. 105 (1977), s. 25’ten aktaran Shlomo Avineri, “Marxism and Nationalism”, Journal of Contemporary History, Cilt. 26, Sayı. 3/4, s. 646 215 Tom Nairn, “Modern Janus”, New Left Review, 94, Kasım-Aralık 1975, s. 3’ten aktaran Benedict Anderson, op. cit., s. 17 81 diğer etmen daha vardır; Marx’ın milliyetçilik konusundaki düşüncelerinin zaman içinde köklü değişimlere uğramış olması. Örneğin Avineri Marx’ta, biri 1848’den önce, diğeri ise 1848’den sonra diye tanımlanabilecek birbirinden farklı iki milliyetçilik analizinin varlığına işaret etmekte, 1848 öncesini ‘modern öncesi paradigma’, 1848 sonrasını ise ‘Burjuva paradigması’ olarak tanımlamaktadır.216 Avineri’nin sınıflandırmasının da açıkça ortaya koyduğu gibi 1848 devrimleri ve bu devrimler sonucunda ortaya çıkan gelişmeler Marx’ın milliyetçilik konusuna bakışını derinden etkilemiştir. Belirtildiği gibi Marx’ın milliyetçilik konusunu ele alan özel bir çalışması bulunmamaktadır. Bu nedenle Marx’ın milliyetçilik üzerine düşüncelerine ancak farklı farklı metinlerde yer alan ifadelerinin değerlendirilmesi yoluyla ulaşılmaktadır. Marx’ın milliyetçiliğe dair görüşleri konusunda çalışan pek çok yazarın ortak kanısı, bu görüşlere en açık biçimiyle ilk defa Komünist Manifesto’da rastlandığı yönündedir. Ancak Roman Szpourluk bunun böyle olmadığını açıkça ortaya koymuştur. Szporluk’a göre 1815-1848 Almanya’sı milliyetçiliğin, “Alman Sorunu” çerçevesinde, çok yoğun olarak tartışıldığı, üstelik sadece kültür ve politika alnında değil, sanayileşmeyi de içeren ekonomik alanda milliyetçik konusunun gündemden düşmediği bir ortamdı ve Marx da 1843 yılında yazdığı Hegel Eleştirisi217 ve 1845 yılında yazdığı List Eleştirisinde218 bu konuyu ele almıştı.219 Marx’ın Almanya sorununa da değindiği çalışması, Hegel'in Hukuk Felsefesi'nin Eleştirisi başlıklı çalışmasında, Almanya’nın pek çok farklı devlete ayrılmış siyasi yapısı ve ekonomik açıdan Avrupa’nın diğer devletleri karşısında geri kalmış olan ekonomisi çerçevesinde tanımlanan ve Alman sorunu olarak ifade edilen konuyu da ele almakta ve bu bağlamda milliyetçilik üzerine düşünceleri konusunda çeşitli ipuçları vermektedir. Marx’a göre konunun sadece Alman sorunu olarak ele alınması hatalı bir yaklaşımdır. Çünkü sanayinin ve genel olarak servet dünyasının 216 Shlomo Avineri, “Marxism and Nationalism”, Journal of Contemporary History, Cilt. 26, Sayı. 3/4, s. 639 217 Karl Marx, “Critique of Hegel’s Philosophy of Right”, Colleted Works, Cilt.3, s. 3-130, http://www.marxists.org/archive/marx/works/1843/critique-hpr/index.htm. 218 Karl Marx, “Draft of an Article on Friedrich List’s book: Das Nationale System der Politischen Oekonomie,” , Colleted Works, Cilt.4, s. 265-295, http://www.marxists.org/archive/marx/works/1845/03/list.htm 219 Szporluk, op.cit., s. 3 82 siyasi dünya ile olan ilişkisi modern zamanların bir sorunuydu. Dolayısıyla sorun sadece Almanya’nın sorunu değildi, modern toplumun evrensel sorunuydu ve bu nedenle bu soruna sadece belli bir ülke için geçerli olacak bir çözüm aramak hatalıydı. Amaç Almanların Alman olarak değil, insan olarak özgürleştirilmesi, bütün geleneksel statülerden kurtularak sadece insan olmayı talep etmesidir. Bu sadece Almanya’nın değil, pek çok yazar tarafından Almanya’nın ulaşması gereken hedef olarak önüne koydukları İngiltere ve Fransa gibi gelişmiş Batı ülkelerinin gerçekleştirmesi gereken bir hedefti. Marx’ın Hegel Eleştirisinde Almanya’nın Almaların kurtuluşu meselesine eğilmiş olması dolayısıyla, bu eser, Szporluk’a göre Marx’ın “tek ülkede sosyalizm” ya da “milli komünizm” benzeri bir düşünceye diğer yazılarından daha çok yaklaşmaktadır.220 Bununla birlikte, metinde, Marx’ın bu yönde bir beklentisi ya da böyle bir gelişmeyi tercih edeceğini gösteren herhangi bir ifade olmadığını Szporluk da kabul etmektedir. Marx’ın proletaryaya yüklediği görev insanlığın özgürleştirilmesidir ve bu evrensel bir görevdir. Dolayısıyla bu aşamada Marx’a göre milli kimliklerin, proletaryanın, ya da başka bir sınıfın kurtuluşunda oynayabileceği herhangi bir rol söz konusu değildir. Hegel Eleştirisinde, insanın özgürleşmesi sorununu Alman sorunu çerçevesinde belli bir tarihsel bağlamda ele alan Marx, bu sorunu Alman milliyetçiliği üzerine odaklandığı List Eleştirisinde detaylı olarak işlemektedir.221 List bir bütün olarak insanlıktan bahsetmediği gibi insanları Marx’ın yaptığı temelde sınıflara göre de bölmemektedir; ona göre insanlık uluslara bölünmüştür. Dolayısıyla Marx’ın Hegel eleştirisinde, oklarını yönelttiği Alan sorununa sadece Almanları ilgilendiren bir çözüm bulma arayışı List’in düşüncesinde önemli bir yer tutmaktadır. List Almanya’nın diğer batı ülkeleri karşısında geri kalmış olduğu ve devletlerarası ekonomik ilişkilerin yürütülme şeklinin Almanya’nın bu durumunu değiştirerek gelişmesine engel olduğunu savunmaktadır. Bu nedenle, List’e göre her ulus gelişimini kendi içinde yürütmelidir, çünkü ancak bu şekilde gerçekten bağımsız bir devlete sahip olabilecektir. Bu bağlamda List’in Almanya için önerdiği de öncelikle Almanlar olarak kendi aralarındaki siyasi ve ekonomik ayrılıkları sona erdirmeleri ve dışarıya karşı bir bütün olarak hareket etmeleridir. Bunun yolu ise Almanların kendi 220 Szporluk, op. cit., s. 29 221 Ibid., s. 30 83 aralarındaki gümrük duvarlarını indirerek ticareti serbestleştirmeleri, öte yandan diğer ülkelerle yürütülen serbest ticaretten vazgeçerek kendileri için dezavantajlı olan bu duruma son vermeleridir. Marx ise yıkıcı bir güç olarak gördüğü serbest ticarete karşı değildir, çünkü, serbest ticaret eski milliyetleri parçalamakta ve proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişkileri en üst noktaya taşımakta, böylece sosyal devrimi hızlandırmaktadır.222 Bunun yanı sıra Marx, List’in, her ulusun kapitalist gelişmeyi kendi içinde sağlaması gerektiği yönündeki düşüncesine de karşıdır. Çünkü uluslar, ulus olarak yaptıklarını insanlık için yapmışlardır; onların bütün değeri, her ulusun insanlığın gelişimini tamamlamasının temel tarihi veçhelerinden birini diğer uluslar için tamamlamış olmasında yatar.223 Dolayısıyla List’e yönelik eleştirisi Marx’ın kapitalizme giden ulusal yolları kabul etmediğini ve tek ülkede sosyalizm lehine söyleyecek hiçbir şeyi olmadığını, çünkü hem kapitalizmin hem de sosyalizmin dünya çapında sistemler oldukları ve bu nedenle de ulus-üstü düzeyde ele alınmaları gerektiği düşüncesini ortaya koymaktadır.224 Çünkü her ne kadar bir burjuva bireysel olarak diğerlerine karşı savaşsa da, bir sınıf olarak burjuvazinin ortak bir çıkarı vardır ve ülke içinde proletaryaya karşı dayatılan bu çıkarlar ülke dışında da diğer ulusların burjuvazisine yöneltilmektedir ve bu, burjuvazinin milliyet olarak adlandırdığı olgudur. 225 Bu nedenle Marx, List’in kapitalist gelişmeye milliyetçi yaklaşımını da eleştirmektedir. Marx’a göre List’in önerisi, burjuvanın ülke içinde diğer sınıfları sömürürken, ülke dışında sömürülmekten korunması anlamına gelmektedir.226 Bu açıdan bakılınca Alman burjuvazisinin diğer milletlerin burjuvazisi tarafından sömürülmesinin engellenmesini sağlaması beklenen milliyetçi yaklaşımın, Alman işçilerinin, yine Alman burjuvazisi tarafından sömürülmesini engelleyemediği sonucuna ulaşılmaktadır. Bu da Marx’ı milliyetçiliğin burjuva ideolojisi olarak tanımlamaya götürdüğü gibi, yine List eleştirisinde, işçilerin milliyetinin Fransız, 222 Marx, “Speech on the Question of Free Trade” Collected Works, Cilt. 6, s. 463–464’ten aktaran Szporluk, op. cit., s. 41 223 Marx, “Draft of an Article on Friedrich List’s book: Das Nationale System der Politischen Oekonomie,” 224 Szporluk, op. cit., s. 32 225 Marx, “Draft of an Article on Friedrich List’s book: Das Nationale System der Politischen Oekonomie,” 226 Marx, “Draft of an Article on Friedrich List’s book: Das Nationale System der Politischen Oekonomie,” 84 İngiliz ya da Alman değil emek, kölelik ve kendini satma; hükümetinin Fransız, İngiliz ya da Alman değil sermaye; havasının Fransız, İngiliz ya da Alman değil fabrika havası ve ona ait olan toprağın da Fransız, İngiliz ya da Alman değil yerin birkaç metre altında olduğunu, yani işçilerin milliyetinin olmadığını öne sürmeye götürmektedir. Dolayısıyla proletaryanın görevi sadece özel mülkiyetten kaynaklanan sınıfsal ayrımları değil, aynı zamanda milliyeti de yok etmekti, çünkü bütün ülkelerdeki işçilerin içinde bulundukları koşullar gibi çıkarları ve düşmanları da aynıydı ve bu nedenle “birlikte savaşmalı, bütün ulusların burjuvazisinin kardeşliğine, bütün ulusların işçilerinin kardeşliği ile karşı koymalıydılar.”227 Marx, Engels ile birlikte kaleme aldıkları Komünist Parti Manifesto’sunda da hangi devletten, hangi “milletten” olursa olsun dünyanın her yerindeki proleterlerin aynı zor koşullar altında bulundukları, çıkarlarının aynı olduğu ve çıkarlarını, onları bulundukları bu koşullarda tutarak gerçekleştiren sınıflara karşı bir araya gelmeleri gerektiği yönündeki düşüncesini yinelemektedir. Buna göre “Proleter mülksüzdür; […] İngiltere’deki ile Fransa’dakinin, Amerika’daki ile Almanya’dakinin aynı olan modern sanayi emeği, modern sermaye boyunduruğu, kendisini bütün ulusal karakter izlerinden arındırmıştır. Onun gözünde hukuk, ahlak, din ardında bir o kadar burjuva çıkarını pusuda bekleten bir yığın burjuva önyargılarıdır.”228 Dolayısıyla proletaryanın burjuvaziyle mücadelesi özünde evrenseldir. Bununla birlikte biçim açısından proletaryanın burjuvaziye karşı mücadelesi ilk aşamada ulusaldır ve her ülkenin proletaryası önce kendi burjuvazisiyle hesaplaşmak durumundadır. Dolayısıyla proletarya, kelimenin burjuva anlamıyla olmamakla birlikte bu ilk aşamada hala ulusaldır, çünkü öncelikle siyasal gücü ele geçirmek, ulusun önder sınıfı durumunda gelmek, bizzat ulusu oluşturmak zorunda olduğu ölçüde ulusaldır.229 Bu ulusal aşamada önce ulus içindeki sınıf karşıtlıkları ortadan kalkacak, bunu bir ulusun diğer bir ulusa karşı duyduğu düşmanlığın sona ermesi izleyecek; bir kişinin bir başkası tarafından sömürülmesine son verildiği ölçüde bir ulusun bir 227 Szporluk, op. cit., s. 44 ve 46 228 Marx, Friedrich Engels, “Komünist Parti Manifestosu”, Seçme Yapıtlar, Cilt 1, Ankara, Sol Yayınları, 1976, “Komünist Parti Manifestosu”, s. 143 229 Ibid., s. 151 85 başka ulus tarafından sömürülmesine de son verilmiş olacaktı. Dolayısıyla sınıf mücadelesinin ulusal boyutu esas olarak geçicidir ve değişmeye başlamıştır bile. Burjuvazinin, ticaret özgürlüğünün, dünya pazarının, sanayi üretimindeki tek biçimliliğin ve ona uyan yaşam koşullarının gelişmesiyle halkların ulus olarak ayrışmaları ve karşıtlıkları yok olmaya başlamıştır. Çıkardığı ürünler için durmadan genişleyen bir pazara duyduğu ihtiyaçla, burjuvazi dünyanın dört bir yanına el atmış, dünya pazarını sömürerek, her ülkede üretim ve tüketime kozmopolit bir nitelik kazandırmıştı.230 Avineri Komünist Manifesto’da rastlanan bu paradigmada ulusal farklılıkların yerel gelenek ve kıyafetler gibi diğer pre-modern karakterlere benzediğini söylemektedir; hepsi burjuvazinin evrenselleştirme yönünde şiddetli saldırısından önce yok olmak durumundadır.231 Marx ve Engles’in sözleriyle ifade etmek gerekirse eski yerel ve ulusal kapalılığın ve kendi kendine yeterliliğin yerini, ulusların çok yönlü ilişkilerinin, çok yönlü karşılıklı bağımlılığı almakta, ve maddi üretimde olan zihinsel üretimde de olmakta, tek tek ulusların zihinsel yatırımları ortak mülk haline gelmekte, ulusal tek yanlılık ve dar kafalılık giderek olanaksızlaşmakta ve sayısız ulusal ve yerel yazınlardan ortaya bir dünya yazını çıkmaktadır.232 Bu bütünleşme süreci proletarya devrimi tarafından oluşturulan bir dünya-kültürü içinde daha da ileri taşınacak, proletaryanın üstünlüğü uluslar arasındaki farklılıkları tamamen ortadan kaldıracaktır. 233 Komünist Manifesto’da yer alan bu ifadelerde dikkati çeken bir nokta “ulusal” kelimensin “pre-modern” anlamına gelecek şekilde de kullanılmış olmasıdır.234 Çünkü burjuvazi artık ulusal sınırlarla yetinmemekte, kendisine ulusötesi alanlarda, kendisi için daha karlı olacak, yeni kaynaklar ve pazarlar aramaktadır. Aslında modern öncesi dönemde oluşmaya başlamış olan ulusal sanayilerin, sadece ulusal düzeyde kalarak varlıklarını sürdürmeleri, uluslararasılaşan bu yeni burjuvaziyle rekabet edebilmeleri mümkün olmamaktadır. Bu nedenle ulusal düzeyde kalmış bu yerel sanayiler de yavaş yavaş ortadan kalkmaktadır. Ancak bu sınıflar kendilerinin sonunu getirmekte olan burjuvaiye karşı direnmektedirler. “Alt orta sınıf, küçük 230 Ibid., s. 135 231 Avineri, op. cit. s. 639 232 Marx, Engels op. cit., s. 136 233 Avineri, op. cit., s. 639 234 Szporluk, op. cit., s. 66 86 imalatçı, dükkancı, zanaatçı, köylü, bütün bunlar, orta sınıfın parçaları olarak varlıklarını yok olmaktan kurtarmak için, burjuvaziye karşı savaşırlar. Bunlar, şu halde, devrimci değil, tutucudurlar. Hatta gericidirler, çünkü tarihin tekerleğini gerisin geriye döndürmeye çalışırlar. Kazara devrimci olsalar bile, proletaryaya katılmak üzere olduklarından ötürü böyledirler; şu halde, o andaki çıkarlarını değil, gelecekteki çıkarlarını korumakta, proletaryanın bakış açısını edinmek için kendilerininkini terk etmektedirler.”235 Dolayısıyla Marx ve Engels burjuvaziye karşı ulusal düzeyde bir karşı duruşun proleterler dışında, ekonomik faaliyetlerini uluslararası düzeye taşıyan burjuvaziyle ulusal düzeyde rekabet edemeyen alt orta sınıfların da katılımıyla genişleyeceğini ifade etmektedir. Orta sınıfların ilk etapta asıl istedikleri kendi eski konumlarını yeniden ele geçirmek olduğundan, aslında ilerleme değil gerilemeyi temsil etmelerine rağmen, kaybettikleri ekonomik konumlarına kavuşmaları mümkün olmadığından zamanla burjuvaya karşı mücadelenin gerçek savaşçıları olan proleterlerin arasına katılacaklardır. “Orta sınıfın alt tabakaları – küçük çapta ticaretle uğraşanlar, dükkancılar, ve genellikle emekli olmuş esnaflar, zanaatçılar ve köylüler - bütün bunlar, kısmen kendi küçük sermayelerinin modern sanayinin işletildiği ölçek bakımından yetersiz kalması ve büyük kapitalistlerle rekabette yenik düşmeleri yüzünden, ve kısmen de bunların özel hünerlerinin yeni üretim yöntemleri karşısında değerini yitirmesi yüzünden giderek proletaryaya karışıyorlar.”dı.236 Bu ifadelerden şu sonuca ulaşılabilir; pre-modern dönemde oluşmuş olan ulusal burjuvazi, ulusçu ideolojinin de öncülüğünü yürütmüş, bir anlamda ulusçuluğun ortaya çıkışını sağlayan koşulları yaratmış, ulusçuluğu kendi çıkarları çerçevesinde kullanmış ve yönlendirmiştir. Fakat ekonomik gelişmeye paralel olarak ulusal burjuvazilerin dünya pazarına açılan kesimi, ulusal farklılıklarını kaybetmeye başlamış, bunu başaramayanlar ise proleterleşmişler ya da proleterleşeceklerdir. Komünist Manifesto’nun yayınlanmasından bir yıl önce, 1847 yılında, Polonya’daki 1830 ayaklanmasının 17. yıldönümünde yaptığı konuşmasında da Marx, burjuvazinin uluslararası karakterinin bir başka boyutuna gönderme yapmaktadır. Buna göre farklı ulusların burjuva sınıfları arasında bir ezenin ezilene, sömürenin sömürülüne karşı 235 Marx, Engels, op. cit., s. 143 236 Ibid., s. 140 87 kardeşliği vardır ve farklı ülkelerdeki burjuvazinin üyeleri dünya pazarındaki rekabet ve çatışmalara rağmen, bütün ülkelerin proletaryalarına karşı birleşmişlerdir. 237 Ancak insanların gerekten birleşebilmeleri için ortak çıkarlarının olması gerekir ve bunun için de bazı ulusların diğerlerini sömürmesini içeren mevcut mülkiyet ilişkilerinin lağvedilmesi gerektiğinden bunu ancak işçi sınıfı gerçekleştirebilecektir. Böylece proletaryanın burjuvaziye karşı zaferi aynı zamanda farklı ülkelerin halklarını ayıran ulusal ve endüstriyel çatışmalara karşı da bir zafer olacaktır.238 Bununla birlikte, Marx ve Engels, burjuvazinin ulusal niteliğini ve buna bağlı olarak ulusçulukla olan ilişkisini koruduğunu da söylemektedir. Dolayısıyla burjuvazi kendisini sürekli bir savaş içerisinde bulur; başlangıçta aristokrasi ile; daha sonra bizzat burjuvazinin, çıkarları sanayinin ilerlemesine ters düşen kesimleri ile; her zaman da, yabancı ülkelerin burjuvazisi ile.239 Farklı ülke burjuvazilerin birbirleriyle olan rekabeti, burjuvazinin bu süreçte devlet desteğine ve korumasına olan ihtiyacını sürekli kılmıştır. Hobsbawm’ın belirttiği gibi savaş ve sömürgeleştirme yoluyla pazarların ele geçirilmesi için, yalnızca bu pazarları sömürebilecek bir ekonomiye değil aynı zamanda imalatçıların çıkarı için savaşı sürdürmeye ve sömürgeleştirmeye hazır bir devlete ihtiyaç vardı.240 Bu bağlamda burjuvazi, ulus, ulusallık ve ulusçulukla ilişkisini de korumuştur. Buna karşılık, ve belki de bu nedenle, Marx’ın düşüncesinde burjuvazinin ulusal karakteriyle ilgili bir belirsizlik kalmış olsa bile, proletaryanın ulusun ve ulusçuluğun üstünde olduğuna ve çok yakında olacağına inandığı uluslararası çaptaki proleter devrimle kapitalizmin yanı sıra ulusların da ortadan kalkacağına dair bir şüphesi yoktur.241 Ancak 1848 devrimleri Marx’ın milliyetçiliğe bakışında önemli değişimler meydana getirdi. Avineri’nin de belirttiği gibi Avrupa haritasını gözle görülür bir biçimde değiştiren ve yeniden çizen, sınırları ve devlet yapılarını yeniden düzenleyen böylesine etkili bir gücün artık pre-modern paradigma kapsamında hareket edilerek, 237 Marx’ın konuşması için bknz., On Poland: Speeches at the International Meeting held in London on November 29,1847 to mark the 17th Anniversary of the Polish Uprising of 1830, http://www.marxists.org/archive/marx/works/1847/12/09.htm#marx 238 Ibid. 239 Marx, Engels, op. cit., s. 142 240 Hobsbawm, Sanayi ve İmparatorluk, s. 45-50 241 Szporluk, op. cit., s. 68 88 piyasa kapitalizminin evrenselleştirici güçleri tarafından tarihin çöplüğüne atılmak üzere olan pre-modern ekonomik formasyonların basit bir parçası olarak sınıflandırılması mümkün değildi. Bu nedenle Marx’ın milliyetçilik konusunda yeni bir yaklaşım ortaya koyması gereği ortaya çıkmıştı.242 Avineri’nin II. Paradigma olarak adlandırdığı bu yeni yaklaşıma göre milliyetçilik, daha geniş piyasalar ve bölgesel konsolidasyonlar doğrultusundaki burjuva gereksiniminin modern bir üstyapısal ifadesi şeklinde açıklanmasıydı. Milliyetçiliğin ortaya çıkışını kapitalist gelişmeyle açıklayan teoriler 20. yüzyılda oluşturulan milliyetçilik literatürü içinde önemli bir yere sahiptir. Buna göre milliyetçilik, devletin parçalı yapısını sona erdirmesi, bütünleştirilen bu sınırlar içinde geçerli ekonomik faaliyeti kolaylaştıracak birtakım düzenlemeler ve başta iletişimi kolaylaştıran standartlaştırılmış bir ulusal dil olmak üzere ortak ölçüler geliştirilmesini sağlaması, bireylerin ekonomik yaşamın ihtiyaçlarına uygun uzmanlıklar geliştirmesi ve devlet tarafından yürütülen örgün eğitim sistemiyle bu uzmanlıklara sahip, gerektiğinde bir uzmanlıktan diğerine kolayca geçebilecek ve birbirinin yerini alabilecek – diğer bir ifadeyle mobilizasyonu kolay – bireyler yetiştirmesi, devletin sadece ulusal değil uluslararası ekonomik sistem içindeki faaliyetlerinde, bu faaliyetlerin yayılmacı ve saldırgan eğilimler gösterdiği durumlarda bile, devlete bir meşruluk temeli sunması noktalarında kapitalizmin gelişiminde etkili olmuştur.243 Kısacası milliyetçilik, kapitalizmin ihtiyaç duyduğu devlet yapısı ve insan tipinin oluşturulmasını sağlamıştır. Meseleye bu açıdan bakıldığında Marx için milliyetçilik, kapitalizmin gelişimine katkıda bulunmasıyla onun çöküşünü hızlandırıyordu ve bu nedenle Alman ve İtalyan birliklerinin kurulmasını sağlayan Alman ve İtalyan milliyetçiliklerine karşı çıkmıyordu. Üstelik ancak bu tip birleşik, büyük yapılarda proletaryanın sınıf bilincinin gelişmesi mümkündü.244 Szpourluk Marx’ın bu tutumunun, dünyanın merkezinde yer aldığını var saydığı Batının proleter devrimin merkezi, az gelişmiş ya da çevre ülkelerin ise burjuva karşı devriminin odağı olacağı düşüncesinden kaynaklandığını öne sürmektedir.245 Bu 242 Avineri, op. cit., s. 640 243 Bknz. Ernest Gellner, op. cit. 244 Avineri, op. cit., s. 641 245 Szporluk, op. cit., s. 175 89 nedenle Marx, “geri kalmış” ulusların dünya ekonomisinin bütünlüğünü bozması ve merkezde gerçekleşecek sosyalist devrime engel olmasından endişe etmektedir.246 Bu açıdan bakıldığında milliyetçiliğin kapitalizme karşı mücadelede etkili bir rol oynadığı düşüncesine ulaşılır. Ancak Marx bütün milliyetçi hareketlere aynı rolü yüklememektedir. Marx’ın bütünleştirici milliyetçilikleri olumlayan yaklaşımı, doğal olarak ayrılıkçı milliyetçiliklerin olumsuzlanmasını da beraberinde getirmektedir. Bu bağlamda Marx, kapitalistleşmiş ya da bu doğrultuda ilerlemiş devletlerden ayrılma talebi ve mücadelesinde bulunan milliyetçi hareketlere karşı çıkmakta, bu yöndeki hareketlerin sanayileşme ve ekonomik gelişmeyi yavaşlatarak proletaryanın nihai zaferini engelleyeceklerini ileri sürmekteydi. Bu tezinden hareketle Marx öncelikli olarak Orta ve Doğu Avrupa ülkelerindeki ayrılıkçı hareketlere yönelir. Buna göre Çekler, Hırvatlar ve Sırplar, ayrı bir devlete sahip olmak yerine birleşik Almanya’nın ve Alman pazarının bir parçası olmalı, benzer bir biçimde Danimarka da uzun vadede bu birliğe katılmalıydı. Marx’ın özellikle Orta ve Doğu Avrupa’da ortaya çıkan milliyetçi hareketlere karşı çıkmasının ve bu hareketleri geri güçlerin bir parçası olarak görmensin bir sebebi de bu hareketleri Rus Çarlığı’nın emperyal bir aracı olarak gördüğü pan-Slavizm politikasının bir parçası olarak değerlendirmesidir.247 Engelsi’in Almanya’da Devrim ve Karşı Devrim’de dile getirdiği şekliyle söyleyecek olursak bu görüşe göre “Bohemyalı ve Hırvat panSlavistler, birileri bile, öbürleri bilmeden, Rusyanın dolaysız çıkarına çalışıyorlar [… ve] devrim davasına ihanet ediyorlardı.”248 Aşağıda ele alınacağı gibi Rus İmparatorluğunu daha da güçlendirilmesi beklenen böyle bir politikanın, Rusya’nın gücünü kaybetmesinin Avrupa’daki devrimci hareket için merkezi bir öneme sahip olduğunu düşünen Marx tarafından desteklenmesi söz konusu değildi. 246 Marx’ın Batıyı devrimci ve çevre bölgeleri karşı-devrimci olarak nitelendiren bu görüşü Lenin tarafından tersine çevrilecektir. Lenin’e göre devrimin kaynağı, çevredeki geri kalmış, sömürge ulusları olacak, gelişmiş uluslar ise Kapitalist olarak kalmaya devam edecektir. Cummings, Marx, Engels and the National Movements, s.154’ten aktartan Szporluk, op. cit., s. 175-6 247 Avineri, op. cit., s. 643 248 Friedrich Engels, “Almanya’da Devrim ve Karşı Devrim”, Seçme Yapıtlar, Cilt 1, Ankara, Sol Yayınları, 1976, s. 411 90 Aynı eserde Engels, “Slavlar esas olarak tarımsal halklarıdır, sanayi ve ticarete hiçbir zaman büyük bir önem vermemişlerdir. Bunun sonucunda, bu bölgelerdeki nüfus artışı ve kentlerin kuruluşu ile birlikte tüm sanayi maddeleri üretimi Alman göçmenlerin eline geçti, ve bu metaların tarımsal ürünlerle değişimi, herhangi bir milliyete ait oldukları ölçüde, bu ülkelerde Slav olmaktan çok Alman olan Yahudilerin salt kendilerine özgü tekel, konumuna geldi. […] Böylece, Slav sınır bölgelerindeki Alman öğenin önemi, kentlerin, ticaret ve sanayinin gelişmesiyle birlikte büyüdü, ve entelektüel kültürün tüm öğelerini Almanya’dan ithal etmek zorunda olduğu zaman daha da arttı; Alman tüccar ve zanaatçısından sonra, Alman rahibi, Alman öğretmeni, Alman bilim adamı da Slav topraklarında yerleşmeye başladılar.”249 ifadesiyle pek çok açıdan Almanlara bağımlı olduklarını öne sürdüğü ve Marx tarafından da karşı-devrimci olarak nitelendirilen250 bu halkların, Almanya’nın bir parçası oldukları sonucuna varmaktadır. Engels aynı bu düşünceyi, “son dört yüz yıllık tarihin bilinen bütün olaylarına göre ölmekte olan Çek milliyeti, 1848’de, eski dirliğini tekrar kazanmak için son bir çabaya – […] bundan böyle ancak Almanya’nın yapıcı bir parçası olarak var olabileceğini kanıtlayacak bir çabaya girişti”251sözleriyle de açıkça ifade etmektedir. Dolayısıyla, Avineri’nin de belirttiği gibi, Marx’ın milliyetçiliğe bakışı tamamen işlevseldir;252 milliyetçiliğe moral olarak yaklaşmaz, ancak uzun vadede kapitalizmin sonunu getireceği ve sosyalist devrimi gerçekleştirecek olan proletaryanın sınıf bilincinin gelişimine olan katkısı bağlamında belli milliyetçiliklere ve milliyetçi hareketlere destek vermektedir. Bu bağlamda kapitalist gelişmeyi hızlandıran her şey gibi bulunduğu bölgelerindeki kapitalist gelişmeyi hızlandıran milliyetçi hareketler de Marx tarafından ilerici olarak kabul edilirken, bu süreci engelleyen ayrılıkçı milliyetçilikler karşı çıkılması gereken gerici hareketler olarak görülmektedir. Ancak Marx’ın bütün ayrılıkçı milliyetçilikleri bu doğrultuda değerlendirmediği de dikkati çekmektedir. Polonya bağımsızlık hareketi Marx’ın desteklediği bir milliyetçi harekettir. Marx, Engels ile birlikte, 1847 ve 1848 249 Ibid., s. 406. 250 Szporluk, op. cit., s. 174 251 Engels, “Almanya’da Devrim ve Karşı Devrim”, s. 410 252 Avineri, op. cit., s. 641 91 yıllarında Polonya’daki 1830 ayaklanmasının on yedinci ve 1846 ayaklanmasının ikinci yıldönümü için yaptıkları konuşmaların yanı sıra daha sonra yaptıkları konuşmalar ve kaleme aldıkları yazılarda da Polonya’daki hareketlere desteklerini ifade etmektedirler. Bu hareketler sosyalist bir nitelik taşımıyor, sadece Polonya’nın bağımsızlığını, Polonya halkının feodal baskılardan kurtarılmasını hedefliyordu. Engels’e göre Alman demokratlarının da Polonya’nın kurtuluşunda özel bir çıkarı vardı. Buna göre Polonya'nın parçalanmasından yararlananlar Alman prensleriydi ve bu nedenle Almanya’nın özgürleşmesi, Polonya, Alman baskısından kurtulmadan gerçekleşemezdi; bir ulus, aynı zamanda başka ulusları ezmeyi sürdürerek özgür olamazdı.253 Bu nedenle Alman demokratları bu lekeyi uluslarından silip atmakla özellikle ilgilenmeli, Almanya ve Polonya demokratları iki ulusun özgürleşmesi için beraber çalışmalıydı. Benzer bir düşünceyi ertesi yıl yaptığı konuşmada Marx da ifade etmektedir. Marx’a göre Polonya’nın mücadelesi, sadece Rusya’dan ayrılmanın ötesinde demokratik bir mücadeleydi. Çünkü ülkedeki feodal yapı korunduğu sürece Rus lordların yerini Polonyalı lordların alması, Polonya köylüsünün sosyal pozisyonu açısından bir değişiklik ortaya çıkarmayacaktı.254 Bu nedenle Polonya’nın özgürleşmesi bütün Avrupa demokratları için bir “onur meselesi” haline gelmiştir. Polonya bağımsızlığının desteklenmesinin bir diğer gerekçesini ise Engels 1849 yılında ortaya koymaktadır. Buna göre kendi sözde Slav kardeşleri tarafından sömürülen Polonyalılar pan-Slavist özlemlerden uzak olan tek Slav milletidir.255 Engels’e göre Polonyalılar dışında hiçbir Slav ulusu bağımsızlık için gerekli temel tarihi, coğrafi, siyasi ve endüstriyel koşullara sahip değildir. Engels bu tezini daha önce, Macar mücadelesi üzerine yazdığı bir diğer makalesinde de dile getirmektedir. Bu makalede Engels, Avusturya’daki “büyük ve küçük uluslar” içinde sadece üç tanesinin, Almanlar, Polonyalılar ve Macarlar’ın, tarihte aktif bir rol oynadıklarını ve 253 Engels’in konuşması için bknz. On Poland, Speeches at the International Meeting held in London on November 29,1847 to mark the 17th Anniversary of the Polish Uprising of 1830, http://www.marxists.org/archive/marx/works/1847/12/09.htm#engels, Erişim Tarihi; 23.01.1011 254 Marx’ın konuşması için bknz. Communism, Revolution, and a Free Poland, Speech delivered in French commemorating 2nd anniversary of Krakow Uprising, Brussels, February 22, 1848, http://www.marxists.org/archive/marx/works/1848/02/22a.htm, Erşim Tarihi: 25.02.2011 255 Frederick Engels, “Democratic Pan-Slavism”, Neue Rheinische Zeitung No. 222, Şubat 1849, http://www.marxists.org/archive/marx/works/1849/02/15.htm 92 hala canlılıklarını koruduklarını öne sürmektedir.256 Devrimci uluslar olan bu üç ulus dışındaki uluslar ise karşı-devrimcidir ve bu nedenle de yok olmaya mahkûmdurlar. Böylece Engels, Hegel’den ödünç aldığı bir kavramla ulusları, “tarihi uluslar” ve “tarihi olmayan uluslar” olarak ikiye ayırmakta, devrimci olarak nitelendirdiği tarihi ulusların desteklenmesini savunurken, doğaları gereği karşı-devrimci olduğunu düşündüğü tarihi olmayan ulusların yok olmaya mahkûm olduğunu öne sürmektedir. Böylece Polonya meselesine yaklaşımı Marx’ın milliyetçilik konusundaki genel görüşleri açısından bir çelişki olarak görülse de, Engels bu duruma teorik bir çerçeve kazandırmaya çalışmaktadır. Bunun yanı sıra Marx’ın milliyetçiliği moral bir mesele olarak değil, tamamen pragmatik bir biçimde ele aldığı hatırlandığında da bu ikili yaklaşımın nedeni ortaya çıkmakta, Marx’ın Polonya meselesine bakışının da bu bağlamda bir çelişki olmaktan çok pragmatik bir yaklaşımın sonucu olduğu görülmektedir. Avineri’ye göre Marx’ın Polonya’nın bağımsızlığını desteklemesinin nedeni bağımsız bir Polonya’nın yeniden ortaya çıkışının Rusya açısından ciddi bir gerileme anlamına gelecek olmasıydı.257 Marx’ın Rus Çarlığının gücünü kaybederek gerilemesini istemesinin nedeni ise Rusya’nın askeri gücüyle 1812 yılında Napolyon’u yenilgiye uğratarak Fransız Devrimi mirasına ve 1848 devrimleri sürecinde ise Viyana, Prag ve Budapeşte’deki liberal yükselişe karşı müdahalesiyle, Avrupa eski rejimlerin iktidarlarını korumalarına yardımcı olarak devrimci hareket tarafından elde edilmiş kazanımların ortadan kalkmasına neden olmuş olmasıdır. Aynı noktanın altını çizen Cliff de, Rusya’nın yanı sıra Habsburg İmparatorluğu’nun da Marx ve Engels tarafından demokratik devrimlerin en büyük düşmanları olarak görüldüğünü, bu nedenle de Marx ve Engels’in Rus ve Habsburg İmparatorluklarına yönelmiş bütün ulusal hareketleri desteklerken, bu iki imparatorluğun çıkarına olan ulusal hareketlere de karşı olduklarını belirtmektedir.258 Bu bağlamda Marx, Rusya’ya güç kaybettirtecek bağımsız bir Polonya’dan yanaydı. Üstelik bu şekilde zayıf düşmüş Rusya ile Batı arasında Rusya’nın karşı devrimci müdahalesini 256 Frederick Engels, “The Magyar Struggle”, Neue Rheinische Zeitung No. 194, January 13, 1849, http://www.marxists.org/archive/marx/works/1849/01/13.htm 257 Avineri, op. cit., s. 642 258 Tony Cliff, Rosa Luxemburg, Ankara: Anadolu Yayınları, 1968, s. 68 93 zorlaştıran ve daha düşük bir ihtimal haline getiren bir tampon ülke ortaya çıkmış olacaktı. 259 Üstelik, “Polonyalıların ulusal ayaklanmasıyla sarsılan” Habsburg İmparatorluğu, topraklarındaki diğer ulusların Polonya’yı izleyerek ayaklanmasıyla çökebilir, böylece bu İmparatorluğa bağlı bütün uluslar özgürleşebilirdi.260 Marx, İrlanda’nın bağımsızlığı konusunda da benzer bir yaklaşıma sahiptir. Buna göre devrimin koşullarına en çok yaklaşmış ülke olan İngiltere’de devrimin hızlandırılmasının tek yolu İrlanda’nın bağımsızlığının desteklenmesidir. Bu bağlamda Marx’un ayrılıkçı ulusçulukları desteklemesinin de aslında genel bir ilkesi olduğunu söylemek mümkündür; ezilen bir ulusun bağımsızlığını kazanması, bu ulus baskı altında tutan, İngiltere ya da Rusya’da olduğu gibi, karşı devrimci bir ulusun siyasi, ekonomik, askeri ve ideolojik olarak zayıflatması noktasında desteklenmektedir. Bununla birlikte özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sosyalist partiler, Marksizmi resmi felsefeleri olarak benimseyenler de dâhil, gitgide açık bir biçimde ulusal bir karakter ve görünüm edinmeye başlamıştı261 ve bu, Marx’ın kabul etmediği ve eleştirdiği bir durumdu. Bu eleştirinin en açık ifadesi olan 1875 yılında iki Alman sosyalist partisinin Gotha’da bir araya gelerek oluşturdukları Alman Sosyal Demokrat Partisinin programına yönelik eleştirisinde de Marx’ın ulusçuluk konusundaki düşüncelerine rastlamak mümkündür. Marx’ın programa bu bağlamda getirdiği eleştirilerden biri programda yer alan “İşçi sınıfı, […] kurtuluşu için, ilk önce, bugünkü devlet çerçevesinde çalışır” ifadesidir. Marx’a göre bu yaklaşımla program, işçi hareketini, en dar ulusal açıdan kavramıştır.262 Aslında Marx da işçi sınıfının savaşım verebilmek için, sınıf olarak kendi ülkesinde örgütlenmesi gerektiğini her ülkenin, ayrı ayrı bu sınıf savaşımının doğrudan alanı olduğunu ve işçi sınıfının savaşının bu anlamda ulusal nitelik taşıdığını kabul etmektedir. Ancak bu ulusallık, Komünist Manifesto’da belirtildiği gibi içerik bakımında değil, biçimi bakımından ulusallıktır. Gotha Programının gözden kaçırdığı ise “ ‘ulus devlet çerçevesinin’, […] iktisadi bakımdan, dünya pazarının ‘çerçevesi içine’ ve siyasal 259 Avineri, op. cit., s. 642 260 Cliff, Rosa Luxemburg, s. 68. 261 Szporluk, op. cit., s. 182 262 Karl Marx,” Gotha Programının Eleştirisi”, Seçme Yapıtlar, Cilt 3, Ankara, Sol Yayınları, 1979, s. 26 94 bakımdan da devletler sistemi ‘çerçevesi içine’ girdiği”263 yani aslında mücadele şekilsel olarak ulusal gibi görünse de aslında ulus devletin de uluslararası bir çerçevenin içinde değerlendirilmesi gerektiğinden, uluslararası olduğudur. Bununla birlikte söz konusu dönem Alman birliğinin sağlanmasının hemen ertesidir ve Alman milliyetçiliğinin toplumun her alanına hâkim olduğu böyle bir ortamda hiç kimsenin önce Alman olmadan uluslararası toplumun bir parçası olması mümkün olmadığı gibi, Alman sosyalistlerinin de birleşmiş bir Almanya’nın kendilerine dayattığı bu olgudan kaçmaları mümkün değildi.264 Bu nedenle bu dönemde sosyalist partiler için nasıl halk desteği sağlayacakları sorusu ön plana çıkmaya başladı. Bunun içinse Eley’e göre, solun kendisini “sınıf-siyasal getto” olarak tanımladığı yapıyı kırması zorunludur.265 Bunun anlamı solun, bireyleri sınıf yapısı dışında da tüketiciler, kadınlar, vatandaşlar ve hatta Almanlar olarak tasavvur etmesi, onların endişe ve ihtiyaçlarını da kabul etmesi gerektiğidir. Benzer bir tespiti Hobsbawm da yapmaktadır. Buna göre ulusal siyasal bilincin seçeneği, pratikte işçi sınıfı enternasyonalizmi değil, ulus devletten çok daha küçük ölçekte bugün bile etkinliğini sürdüren ya da ulus devletle hiç ilgisi olmayan bir alt-siyasal bilinçti ve bu nedenle solun enternasyonalizmi giderek, aynı dava için savaşan başka ülkelerdeki kişilerin desteğini almak ve onlarla dayanışmak, siyasi mültecilerin durumundaysa bulundukları yerde bu mücadeleye katılmak anlamını kazanmaya başlamıştı.266 Bu nedenle Marksistlerin, milliyetçiliklerle dolu bir dünyaya var olmayı, böyle bir dünyaya uyum sağlamayı öğrenmekle kalmayıp, milliyetçiliğin Marksizm’in hedeflerine hizmet etmesini sağlayacak bir strateji geliştirmleri gerekiyordu ve Connor’a göre bunu başardılar. 267 Bu bağlamda “ulusal sorun” sosyalist düşünürlerin en çok üzerinde durdukları konulardan biri haline geldi. Bu konu üzerinde en çok duran sosyalist düşünürlerden Rosa Luxemburg’un milliyetçiliğe yaklaşımı, işçi sınıfının milliyetçilikte ancak 263 Ibid., s. 26 264 Szporluk, op. cit., s. 186 265 Geoff Eley, “What Produces Fascism: Preindustrial Traditions or a Crises of a Capitalist State, Geoff Eley, From Unification to Nazism: Reinterpreting the German Past, Boston, London ve Sidney: Allen and Unwin, 1986, s. 395’ten aktaran Szporluk, op. cit., s. 189 266 Hobsbawm, Sermaye Çağı: 1848–1875, s. 109 267 Walker Connor, The National Question in the Marxist-Leninist Theory and Strategy, Princeton, Princeton University Press, 1984, s. 6 95 dolaylı bir çıkarı olabileceği ve işçilerin “ulusal boyunduruk”tan kurtulabilmelerinin en iyi ve hızlı yolunun uluslararası sosyalist devrim olduğu yönündedir.268 Bu bağlamda Luxemburg, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesine karşı çıkmaktadır. Ona göre ulusların kendi kaderini tayin hakkı, “bütün ülkelerde her devride ortaya atılmış ‘ulusların özgür ve bağımsız olma hakkı’ şeklindeki eski burjuva milliyetçiliği sloganının başka bir ifadesidir.” ve bu nedenle bu ilkenin sosyalist parti programlarında yer alması “tuhaf”tır.269 Luxemburg’un bu eleştirisinin hedefinde kendini kaderini tayin hakkına parti programında yer veren Rus SosyalDemokrat İşçi Partisi ve Lenin bulunmaktadır.270 Lenin’in kendi kaderini tayin hakkını savunması Löwy’ye göre Lenin’in, ulusların kaderlerini tayin hakkı ile enternasyonalizm arasında kurduğu diyalektik ilişkinin bir sonucudur. Buna göre, ancak ayrı devlet kurmakta özgür olan uluslar bir başka ulusla kendi iradeleriyle, özgür olarak birleşip dayanışma kurabilecekler, işbirliği yapabilecekler, uzun dönemde de kaynaşabileceklerdir ve ancak ezen ulus içindeki işçi hareketinin ezilen ulusa kaderini belirleme hakkı tanımasıyla ezilendeki düşmanlık ve kuşkuların silinerek, her iki ulus proletaryalarının burjuvaziye karşı uluslararası mücadelede birleşmeleri sağlanabilecektir.271 Cliff de, Lenin’in ulusal sorunu ele alışını diyalektik olarak nitelendirerek, Lenin’in “ulusal baskıda zıtların birlikteliğini ve parçanın – ulusal bağımsızlık mücadelesinin – bütüne – enternasyonal sosyalizm mücadelesine – tabiiyetini” gördüğünü belirtmektedir.272 Cliff’e göre Lenin, Rusya’daki azınlıklar arasında baş gösteren milliyetçi kıpırdanışların sosyalistlerin kendi amaçları doğrultusunda yaralanmaları gereken önemli bir devrimci güç oluşturduğu görüşündeydi.273 Davis’e göre ise Lenin bu hak kapsamında küçük bir ulusun Rusya’dan (Sovyetler Birliği’nden) ayrılmasını kabul etmeye hazırdı çünkü daha büyük ekonomik birimlere dahil olmanın ekonomik 268 Horace B. Davis, “Ulusçuluk Kuramı: Luxemburg, Stalin, Lenin ve Troçki”, Sosyalizm ve Ulusallık, Horace B. Davis, İstanbul, Belge Yayınları, 1991, s. 77 269 Rosa Luxemburg, “Ulusların Kendi Yazgısını Belirleme Hakkı”, Rosa Luxemburg, Ulusal Sorun, Ulusların Kendi Yazgısını Tayin Hakkı ve Özerklik, İstanbul: Belge Yayınları, 2010, s. 101. 270 Rus Sosyal Demokrat Parti Programı için bknz. V. I. Lenin, “Materials Relating to the Revision of the Party Programme, Lenin Collected Works, Volume 24, April - June 1917, http://www.marxists.org/archive/lenin/works/1917/reviprog/ch04.htm, Erişim Tarihi, 23.01.2012 271 Löwy, op. cit. 272 Cliff, Rosa Luxemburg, s. 77 273 Tony Cliff, Lenin Cilt 2: Bütün İktidar Sovyetlere, İstanbul: Z Yayınları, 1994, s. 66 96 avantajları ve işçiler için bir işçi devletine dahil olmanın avantajlarıyla, ayrılan ulusun geri geleceğini beklemekteydi. 274 Bunların yanı sıra Lenin’i ayrılma hakkını kabul etmeye iten önemli nedenlerden biri de Rus şovenizminden duyduğu endişedir. Bu endişe, Lenin’in “… yaptığımız şey, Rusya’da, tabi ülkelerin ayrılma hakkı üzerinde kuvvetle dururken, Polonya’da bu tür ülkelerin birleşme hakkı üzerinde ısrarla durmaktır. Birleşme hakkı, zımnen, ayrılma hakkına da delalet eder. Polonyalılar birleşme hakkından söz etmek durumunda iken, biz Ruslar, ayrılma hakkı üzerinde durmalıyız” sözlerinde kendisini hissettirmektedir.275 Luxemburg’a göre ise Lenin ve yoldaşlarının “açık hesabı”, “Rus İmparatorluğu içindeki çok sayıda yabancı halkı devrim davasına, sosyalist proletaryanın davasına bağlamanın, onlara devrim ve sosyalizm adına kendi yazgılarına karar vermede en aşırı ve en sınırsız özgürlüğü sunmaktan daha emin bir yöntemin olmamasıydı.”276 Ancak Luxemburg’a göre bu yaklaşım sorunluydu. Çünkü, sınıflı bir toplumda türdeş bir sosyo-politik varlık olarak ulus yoktur. Tersine, her ulus içinde uzlaşmaz çıkarları ve “hakları” olan sınıflar vardır. En kaba maddi ilişkilerden en ince ahlaki ilişkilere kadar, mülk sahibi sınıflarla sınıf bilinçli proletaryanın aynı tutumu takındıkları, pekişmiş bir “ulusal” varlık gibi göründükleri harfi harfine bir toplum alanı değildir sözü edilen. […]Böylesi bir tarzda biçimlenen bir toplumda kolektif ve tek biçimli bir iradeden, “ulus”un kendi yazgısını belirlemesinden söz edilemez. Modern toplumların tarihinde “ulusal” hareketler ve “ulusal çıkarlar” uğruna savaşlar bulsak bile, bunlar genellikle, burjuvazinin yönetici katmanlarının sınıfsal hareketleridir. Nüfusun diğer katmanlarının çıkarlarını da temsil edebilmesinin tek koşulu “ulusal çıkarlar” biçimi altında tarihsel gelişmenin ileri biçimlerinin savunulması, işçi sınıfının henüz (burjuva önderliğindeki) “ulus” kütlesinden ayrılıp bağımsız, aydınlanmış bir politik sınıfa dönüşmemesi halidir. […] Bu etken, “ulusların hakları”nın Sosyalist Parti’nin milliyet sorunundaki tutumuna bir denek taşı oluşturamayacağını gösterir. Böyle bir partinin varlığı, burjuvazinin bütün halk kitlesinin temsilcisi olmaktan çıktığının, proletarya sınıfının artık burjuvazinin eteklerinde gizlenmekten vazgeçip, toplumsal ve politik özlemleriyle bağımsız bir sınıf olarak 274 Horace B. Davis, op. cit., s. 81 275 Aktaran Tony Cliff, Rosa Luxemburg, s. 76 276 Rosa Luxemburg, “Rus Devriminde Milliyetler Sorunu”, Rosa Luxemburg, Ulusal Sorun, Ulusların Kendi Yazgısını Tayin Hakkı ve Özerklik, İstanbul: Belge Yayınları, 2010, s. 271 97 kendini ayırdığının kanıtıdır. “Uluslar”, “haklar” ve yek vücut bir bütün olarak “halkın iradesi” kavramları, […] proletaryayla burjuvazi arasındaki olgunlaşmamış ve bilinçdışı antagonizma zamanlarının kalıntıları olduklarından, sınıf bilincine sahip ve bağımsız olarak örgütlenmiş proletaryanın bu fikri uygulamaya geçirmesi göz alıcı bir çelişki olur.277 Luxemburg ulusal sorunun varlığını kabul etmektedir ancak kendi kaderini tayin hakkının bu sorunun çözümüne katkı sağlayabileceğine inanmamaktadır. Ona göre sosyal demokrasi bu sorunun çözümünü “uluslar”a bırakamaz ve ancak “ezilen ve sömürülen” işçi sınıfının, proletaryanın kendi kaderini belirleme hakkını hayata geçirmekle ilgilenir. 278 Bunun anlamı ulusal sorunun uluslar tarafından ve onların talepleri doğrultusunda değil, Parti tarafından ve işçi sınıfının çıkar ve talepleri doğrultusunda çözülmesi gerektiğidir. Çünkü kurulacak sosyalist sitemde ulusal baskı olmayacağından, ulusal bağımsızlık talepleri de anlamsız kalacaktı ve insanlığın enternasyonal birliği gerçekleştirileceğinden işçi sınıfının kendi kaderini tayin mücadelesine de ihtiyacı yoktu.279 Ulusal sorun konusuyla ilgilenen bir diğer grup Avusturya Marksistleridir. Avusturya Marksistleri hem ulusal azınlıkların haklarını tanımak, hem de AvusturyaMacaristan devletinin birliğini korumak istiyorlardı ve bu nedenle ulusların bütün kültürel, yönetimsel ve hukukî organlarıyla yasal halk korporasyonları biçiminde örgütlendikleri çok-uluslu bir devletin sınırları içinde kültürel özerkliği savunuyorlardı.280 Bunun sağlanmasının yolu ise farklı ulusların demokratik bir federasyonda bir araya gelmeleriydi. Nitekim Avusturya Sosyal Demokrat Partisi’nin 1899 yılında toplanan Brunn Kongresinde alınan kararlar da bu doğrultudaydı. Buna göre imparatorluk içindeki her azınlığa bölgesel bir temelde kültürel ve dilsel özerklik verilecek; belli bir azınlığın tüm bölgelerinden oluşan federasyon yüksek bir ulusal-kültürel organ haline getirilecek; ve toprak esasına göre tanımlanmayan azınlıkların korunması için özel yasalar çıkarılacaktı. 281 Avusturya Marksizminin önde gelen isimlerinden Otto Bauer’e göre bu süreçte sosyalist üretim tarzı da 277 Rosa Luxemburg, “Ulusların Kendi Yazgısını Belirleme Hakkı”, s. 133-134 278 Ibid., s. 137 279 Cliff, Rosa Luxemburg, s. 73 280 Löwy, op. cit. 281 Cliff, Lenin Cilt 2: Bütün İktidar Sovyetleres. 64 98 kitleleri ulusal kültür topluluğu içinde birleştirecek ve böylece bir yandan ulusal bilinçlerini güçlendirirken, milliyet ilkesinin gerçekleşmesine engel olan eski ideolojik bağlılıkları da parçalayacaktır.282 Bauer sosyalizmi, milliyet ilkesinin uygulanmasının koşulu olarak ele almaktadır. Buna göre sosyalizm ve sosyalist millet ilkesi, “ulusu bir topluluk olarak örgütleyerek, ona yasama ve kendini yönetme hakkını, emek araçları ve ürünü üzerinde tasarrufta bulunma yetkisi” verirken “ulusu, tek bir vücut olarak saptanmış olan bir uluslararası hukuk topluluğu içerisinde birleştirerek, ulus için, onun toprak sınırları ötesinde bile erk sağlar.”283 Löwy’nin de belirttiği gibi sosyalizmi ve işçi hareketini “ulusallaştırma” eğilimi, proletaryanın enternasyonalizmine karşı çıkması ve sosyalist kültürün uluslararası olduğunu kavrayamaması yüzünden, Bauer'in teorisi, yenmeye çalıştığı milliyetçi ideolojiden kendini “kurtaramamıştır.”284 Sosyalist partinin federalist ve ademimerkeziyetçi bir tarzda yeniden yapılandırılmasını öngören ulusal-kültürel özerklik doktrinini sakıncalı bulan Lenin’e göre bu, hem proletaryanın birliğini yıkıma uğratmak, hem de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun birliğinin muhafaza edilmesini öngördüğü için ezilen ulusların kendi kaderini tayin ilkesini reddetmek anlamına geliyordu. 285 Olması gereken ise çokuluslu imparatorlukların dağıtılmasıydı. Ama bunu yaparken, “proletarya en sıkı, en merkezi uluslararası birliğini muhafaza etmeliydi.”286 1.3.1.4 Siyasal Dönüşüm Ortaya çıkan yeni ideolojiler iktidarının kaynağının sorgulanmasını da beraberinde getirmiş, geleneksel olarak siyasal güce sahip olan grup ve sınıfların bu konumlarını tehdit etmeye başlamıştı. Bu durum siyasal alanda da dönüşümü zorunlu kılmaktaydı. Ancak bu hiç kolay değildi. Hobsbawm, mutlak monarşinin, her şeyden önce kendisinin de üyesi olduğu ve desteğine ihtiyaç duyduğu toprak sahibi soylular hiyerarşisiyle bağlarını koparmasının olanaksız olduğunu söylemektedir.287 Çünkü 282 Otto Bauer, “Sosyalizm ve Milliyet İlkesi”, Tom Bottomore, Patrick Goode (Der.), Avusturya Marksizmi, İstanbul: Kavra Yayınları, 1992, s. 99 283 Ibid., s. 104 284 Löwy, op. cit. 285 Cliff, Lenin Cilt 2: Bütün İktidar Sovyetlere, s. 66-67 286 Cliff, Lenin Cilt 2: Bütün İktidar Sovyetlere, s. 66 287 Hobsbawm, Devrim Çağı: 1789-1848, s. 32 99 teorik olarak istediğini yapmakta özgür olsa da mutlak monarşi feodal dünyaya aitti ve bu nedenle de elindeki bütün kaynakları, otoritesini güçlendirmek, sınırları içinde vergi gelirlerini, dışında gücünü arttırmak için kullanmaya ve bunun için yükselen toplum güçlerine destek vermeye hazır olsa bile ufkunun “tarihinin, işlevinin ve sınıfının tarihiyle” sınırlı olması nedeniyle ekonomik ilerlemenin gerektirdiği ve yükselen toplumsal sınıfların talep ettikleri kökten toplumsal dönüşümü istemediği gibi böyle bir dönüşümü gerçekleştirmeye yetenekli de değildi. Dolayısıyla geleneksel olarak dayandığı sınıfların ekonomik güçlerini kaybetmeleriyle birlikte önemli bir ekonomik kaynaktan mahrum kalan monarşiler, yine bu kesimden gelen güçlü muhalefetin yanı sıra hantallaşan idari yapılarının da etkisiyle kendilerini içinde bulundukları durumdan kurtaracak dönüşümü de gerçekleştiremiyorlardı. Öte yandan ekonomik gücü ele geçiren yeni sınıf olan burjuvazi de mevcut yapı içerisinde ekonomik gücüyle orantılı bir siyasi güce sahip olamaması dolayısıyla monarşiye muhalefet ediyordu. Çifte devrimlerin şekillendirdiği toplumsal yapılar içerisinde yine çifte devrimlerin bir sonucu ortaya çıkan ve “siyasal birim ile ulusal birimin çakışmalarını öngören siyasal bir ilke”288 olan ulusçuluk, 1830’larda siyasal bilinçte kendini gösteren çok daha etkili güçleri yansıtmaktaydı. Hobsbawm’a göre bu güçlerin en erken ortaya çıkanı, küçük toprak sahiplerinin hoşnutsuzluğu; pek çok ülkede ulusal bir orta hatta alt orta sınıfın doğması ve her ikisinin sözcülerinin de büyük oranda meslek sahibi aydınlar arasından çıkmasıydı.289 Bu hoşnutsuzluk, imparatorluklar tarafından yönetilen ya da yabancı bir grubun yerel hakimiyeti altında bulunan gruplarda çok daha fazladır. Çünkü bu durumda Gellner’in de belirttiği gibi, yönetici grubun, “ulus” olarak tanımlanan çoğunluğun ulusundan farklı bir ulusa ait olması söz konusudur ve ulusçular için siyasi törelerin açık ve dayanılmaz bir biçimde çiğnenmesi anlamına gelmektedir. Bu haliyle ulusçuluk esas olarak iktidarın meşruiyeti sorunuyla yakında ilişkiliydi. Gellner’in belirttiği gibi ulusçuları içerleten iktidarın devlet içindeki dağılımıydı.290 288 Ernest Gellner, op. cit., s. 71 289 Hobsbawm, Devrim Çağı: 1789–1848, s. 148 290 Ernest Gellner, op. cit., s. 75 100 Ancak milliyetçiliğin yükselmekte olan orta sınıflar öncülüğünde ortaya çıkışı toplumun yoksul kesimlerinin milliyetçiliğe şüpheyle bakmalarına neden oluyordu ve bu nedenle söz konusu eğitimli ve “aydınlanmış” kesimlerin ilk siyasal görevleri Batılılaşmak, yani Fransız devriminin fikirlerini ve bilimsel ve teknik modernleşmeyi, geleneksel yöneticilerin ve geleneksel yönetilenlerin birlikte oluşturduğu direnişe rağmen halkın arasına sokmaktı.291 Çünkü nüfusun çok büyük bir çoğunluğunu oluşturmalarından dolayı artık bu insanlar siyaseten belirleyici olabilecek ve bu nedenle de hesaba katılması gereken bir kitleydi. Basit bir mantıkla halkın çoğunluğunu onlar oluşturduğuna göre hükümetin esas olarak onların çıkarlarına hizmet etmesi gerekiyordu.292 Bu açıdan ulusçuluk aynı zamanda demokrasi ile de ilişki içine girmeye başlıyordu. Buna bağlı olarak da monarşilerin üzerine kurulu oldukları meşruluk temelinin çözülmesi söz konusu olamaya başlamıştı. Öncelikle artık devletler, halkı yönetmenin daha fazla zorlaşması nedeniyle kendi tebaalarını da dikkate almak durumundaydı ve 1870’lerden itibaren başlayan demokratikleşmeyle, meşruiyet ve yurttaşları seferber etme sorunu giderek daha fazla önem taşımaya başlamış,293 demokratikleşmenin, devletlerin ve rejimlerin, sevilmeseler bile kendi yurttaşlarının gözünde meşruiyet kazanabilme problemlerinin çözümüne yardımcı olabileceği kanısı yerleşmeye başlamıştı.294 Çünkü John Stuart Mill’in de temsili hükümet üzerine yazdığı bir eserinde yaptığı ulus tanımında görüldüğü gibi, ulus, kendileriyle diğerleri arasında bulunmayan bir ortak anlayış etrafında bir araya gelmiş olmalarından dolayı işbirliğine daha yakın bir topluluk olmanın yanı sıra, aynı yönetim altında olmayı arzulayan, bu yönetimin de yalnızca kendilerinin ya da içlerinden bir kesimin yönetimi olmasını isteyen bir topluluk olarak algılanıyordu.295 Mill etnik kimlik, köken, dil birliği, din birliği, ulusal tarih, ortak gurur, aşağılanma gibi topluluk anılarının da ulus olma sürecinde belli şekillerde etkili olduğunu kabul etmekle birlikte, bu unsurların hiç birinin 291 Hobsbawm, Devrim Çağı: 1789–1848, s. 152 ve 159 292 Hobsbawm, Sermaye Çağı: 1848–1875, s. 115 293 Hobsbawm, Devrim Çağı: 1789-1848, s. 39 294 Hobsbawm, 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik: “Program, Mit, Gerçeklik, s. 112 295 John Stuart Mill,Utilitarianism, Liberty, and Representative Government, London, J. M. Dent & Sons, 1931 s. 359-360 101 vazgeçilmez veya yeterli olmadığını belirtmektedir. Mill’e göre milli duygunun olduğu her durumda prima facie olarak, ulusun bütün üyelerinin sadece kendilerine ait olan tek bir devlette bir araya gelmeleri, yani hükümeti yönetilenlerin belirlemeleri söz konusudur. Bunun alternatifi olan despotik bir monarşide – insanüstü bir zihinsel aktiviteye sahip, iyi bir despotun yönetime geleceği garanti edilse bile – bir bütün olarak ulus ve onu oluşturan birey, kendi kaderini belirlemekte hiçbir söz hakkına sahip olmaz, kendi kolektif çıkarları için hiçbir irade gösteremez, tüm kararlar onlar adına, onların olmayan ve itaat etmemelerinin yasal olarak suç sayıldığı bir irade tarafından alınırsa, insanların düşünceleri ve faaliyetleri hiçbir ilerleme gösteremeyecektir.296 Dolayısıyla burada öne çıkan halkın, küçük bir azınlığın çıkarlarına hizmet eden bir iktidar anlayışının yerine geçecek olan ve bunu yaparken de kendi çıkarlarını da dikkate alan bir yönetimden yana olduğudur. Hobsbawm’ın Pierre Vilar’dan alıntılayarak ifade ettiği gibi milli halkı karakterize eden şey, özel çıkarlara karşı ortak çıkarı, ayrıcalığa karşı ortak yararı temsil etmesiydi.297 Ancak bu dönemde ulusçuluk henüz halkın büyük çoğunluğunu oluşturan kesimlerine ulaşmamıştı. Bu nedenle de bu düşüncenin ve duygunun halka ulaştırılması gerekiyordu ve bunun için de Walter Bagehot’ın 19. yüzyılın son çeyreğinde ifade ettiği gibi “ulus oluşturma” ya da günümüzde daha çok kullanılan ifadeyle “ulus-inşası” süreci başlatıldı. Bununla birlikte “ulusun inşası” 19. yüzyılda ne kadar merkezi bir yere sahip olursa olsun, yalnızca bazı uluslar açısından geçerliydi ve “milliyet ilkesi”ni uygulamaya koyma talebi de evrensel değildi; gerek uluslararası bir sorun olarak, gerekse iç politik bir sorun olarak “ulus olma”, çeşitli dillerin ve etnik grupların yer aldığı devletler içinde bile, yalnızca sınırlı sayıda insanı ya da bölgeyi etkiliyordu.298 Bunun yanı sıra dönemin önemli düşünürlerinin yanı sıra – ki buna liberal düşünürler de dâhildi - Mazzini gibi milliyetçi hareket önderleri için de büyük ulusküçük ulus ayrımı vardı ve bunlardan sadece büyük ulusların kendi devletlerine sahip olmaları gerektiği düşünülüyordu. Ulusların kendi kaderini tayin etmesi yalnızca 296 Ibid., s. 202-203 297 Hobsbawm, Devrim Çağı: 1789-1848, s. 36 298 Hobsbawm, 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik: “Program, Mit, Gerçeklik, s. 60. Hobsbawm, yavaş yavaş dağıldığını belittiği Osmanlı İmparatorluğunu bu tespitinin dışında tutmaktadır. 102 yaşama şansına sahip olduğu düşünülen uluslar – kültürel ve ekonomik açıdan yaşama şansına sahip olan uluslar – için geçerliydi ve bu durumun etnik köken, dil ya da ortak tarih gibi unsurlara dayalı ulus tanımlarıyla bağdaşmaması sorun değildi, çünkü bunlar liberal ulus oluşturmanın kriterleri olarak görülmüyorlardı. Mill de büyük-ulus küçük ulus ayrımına giderek, sadece büyük ya da ileri ulusların devlet kurmaları gerektiğini, küçük ulusların da bu büyük uluslar için de eriyeceklerini savunmaktadır. Mill’e göre bir ulusun diğerine kaynaşması ve onun içinde erimesinin mümkün olduğunu deneyim göstermiştir.299 Hatta bir diğer ulus içinde eriyen ulusun insan ırkının daha “aşağı” ve “geri” kesiminden olması durumunda bu birleşme onun için bir avantajdır. Böylece bu dönemde siyasi iktidarın kaynağı sorgulanmaya başlanıp ve bu kaynağın artık halk iradesi ve egemenliği ilkesi olması gerektiği sonucuna varılırken, buna iktidarın ulusal düzeyde örgütlenmesi anlayışı eşlik etmiştir. Üstelik yeni ekonomik yapı ve bu yapının yükselen aktörleri açısından bu tip bir siyasal örgütlenme hem kendilerine siyasi güç kazandıracak olması hem de ekonominin ihtiyaçlarına karşılık verecek olması nedeniyle işlevseldi. Dolayısıyla siyasi iktidarın kendini yeniden tanımlaması, kendisine yeni meşruiyet temelleri bulması gerekiyordu. Artık iktidarın kaynağı herhangi bir kutsallık değildi ve dolayısıyla böyle bir kutsallığa sahip olduğunu öne süren kişinin yönetimini kabul etmek için de bir sebep kalmamıştı. Eskiden gerek hükümdarlar, gerek kiliseler sadece var olmakla meşruiyetlerini tanıtırken, artık yeni bir meşruiyet teorisi kurarak resmi bir devlet ideolojisi yaratmaları gerekiyordu.300 Monarşilerin bu noktada kendilerine ulusal payandalar aramaya başladılar. 301 Seton-Watson bu politikayı “resmi ulusçuluk” olarak tanımlamaktadır.302 Resmi ulusçuluk artık hanedana sadakatin devletin meşruiyeti için temel sağlayamadığı bir dönemde, en güçlü ulusların liderlerinin, hangi din, dil ya da kültürden olursa olsun nüfusun geri kalan kısmına kendi 299 Mill, op. cit., s. 363 300 Watson, “Milliyetçilik ve Çok Milletli İmparatorluklar”, s. 526 301 Benedict Anderson, op. cit., s. 36 302 Seton-Watson, Nations and States: An Enquiry into the Origins of Nations and the Politics of Nationalism, Colorado, Westview Press, 1977, s. 148 103 milliyetlerini empoze etmeleriydi. Bunu gerçekleştiremeyen monarşiler ise kırılganlaşmış ve ulusçuluğun baskısı altında çözülmüşlerdir.303 1.3.1.4.1 Dünya Savaşına Giden Süreçte İmparatorluklar Daha önce de belirdiği gibi siyasi iktidarın iç boyutuna eşlik eden bir de dış boyutu vardı. İmparatorlukların çöküşünde, uluslararası sistem içindeki gelişmeler ve diğer devletlerle olan ilişkileri de kendi izledikleri politikalar kadar, hatta bazen bundan daha fazla etkili olabilmektedir. Sistemin yapısını ve sistem içindeki gelişmeleri belirleyen devletlerarası ilişkiler olduğundan bu iki unsurun aynı şey olmasalar da birbirleriyle derin bir etkileşim içinde olduklarını söylemek mümkündür. Sistemden söz edildiğinde klasik imparatorlukların egemen oldukları dönem için 1648 Westphalia Antlaşması ile kurulan uluslararası yapının ve bu yapının Birinci Dünya Savaşında söz konusu imparatorluklar yıkılana geçerli olan şekli olan klasik güç dengesi sisteminin geçerli olduğunu söylemek mümkündür. Faruk Sönmezoğlu bu dönemi dört farklı alt döneme ayırmaktadır: Fransa’nın sistemin tümüne hakim olma çabalarının belirleyici olduğu 1648-1789 ve 1790-1814 dönemleri, güç dengesinin işleyişi açısından en istikrarlı dönem olarak gösterilebilecek dönem olan 1815-1870 dönemi ve Almanya’nın sistemin tümüne hakim olma çabalarının belirleyici olduğu 1871-1918 dönemi.304 Nitekim bu son dönem Birinci Dünya Savaşı’na ve bu savaş sonunda Osmanlı ve Rus İmparatorluklarıyla birlikte Habsburg İmparatorluğu’nun da sona ermesine giden süreci içermektedir. Bu süreçte emperyal genişleme önemli bir etkendir. Emperyal aşırı genişleme esas olarak imparatorluğun kendi topraklarını ilgilendiren bir durum olması dolayısıyla uluslararası sistemle ilgili bir sorun değilmiş gibi görünür. Ancak bu durumun bir imparatorluk için tehlike yaratması uluslararası sistemle ve diğer devletlerle yakından ilişkilidir. Emperyal aşırı genişleme, imparatorlukların aşırı genişlemelerinin yanı sıra sınırsız bir görev ve yükümlülük üstlenmelerini ifade eder. 303 Kerestecioğlu, op. cit., s. 330 304 Faruk Sönmezoğlu, Uluslararası Politika ve Dış Politika Analizi, 2005, s. 699. Sönmezoğlu klasik güç dengesi sistemin geçerli olduğu esas olarak 1868-1945 olarak belirler ve bu dönemi Almanya’nın sistemin tümüne egemen olma çabalarının belirleyici olduğu 1919-1945 döneminin de dahil olduğu beş alt döneme ayırır. Sönmezoğlu’na göre bu bozuk bir klasik güç dengesi işleyişinin olduğu bu dönem çalışmanın kapsamı dışında olması nedeniyle burada ele alınmamıştır. 104 Ancak imparatorlukların kendileri için çok önemli olmayan bölgelerden zamanında çekilmemesi ve belirli koşullarda üstlendikleri yükümlülüklerden bir süre kurtulamamaları hayatı önem taşır ve bunun yapılmaması imparatorluk için tehlikeli hale gelebilir.305 Bu nedenle bu noktaya gelmemek, karşılayabileceğinden daha fazla yükümlülük üstlenmemek bir imparatorluk için büyük önem taşımaktadır. Bu durumun farkında olan Roma’nın ilk imparatoru Augustus, ardında bıraktığı belgelerde, imparatorluğun artık daha fazla genişletilmemesini öğütlemiştir.306 Ancak ardılları Augustus’un öğüdünü izlemeyerek Roma’nın topraklarını daha da genişleterek imparatorluğun yükümlülüklerinin artmasına neden olmuş, bu arada imparatorların sahip oldukları iktidar da sürekli olarak artmıştır. Ancak yükümlülükleri ve yetkileri sürekli olarak genişleyen imparatorluk makamına kimin geçeceğini sorununa sistematik bir çözüm getirilmemiş olması, özellikle genişleyen topraklara yönelik dış saldırıların artmasıyla gittikçe daha fazla önem kazanan orduların komutanlarının iktidarı ele geçirmek için kendi kumandaları altındaki ordularla birlikte rekabete girmeleri, Roma’yı büyük bir siyasal karmaşanın içine sürükleyerek imparatorluğun ikiye bölünmesine neden olan süreci başlatmıştır. Emperyal aşırı genişlemenin bir diğer sonucu imparatorluğun “doğal sınırlarına ulaşması” olarak tabir edilen, imparatorluğun topraklarını daha fazla genişletemeyeceği bir noktaya ulaşmasıdır. İmparatorluğun topraklarını daha fazla genişletememesi, imparatorluğun kıtalara yayılan büyüklükteki toprakları yönetmek için aşırı görev ve yükümlülük üstlenmelerinin, yani iç dinamiklerin yanı sıra, en az kendisi kadar güçlü bir başka devletle komşu duruma gelmesiyle de ilgilidir. Aynı coğrafya da yan yana bulunan iki devletin aynı topraklar üzerinde hak iddia etmesi ve buna bağlı olarak çatışma içine girmesi, sınırların geçişken ve değişken olduğu bir dönemde, kaçınılmazdır. Böyle bir durumda imparatorluk güçlü komşusuna karşı üstünlük sağlayıp topraklarını bu devlet aleyhine genişletemediği gibi, aksine bu devletle girdiği mücadelelerde kendisinin toprak kaybetmesi söz konusu olabilmektedir. Üstelik çoğu durumda, aşırı genişlemiş bir imparatorluk, bir değil birden fazla güçlü devletle komşu durumuna gelecek, böylece herhangi bir yöndeki ilerlemesi mümkün olmadığı gibi, iki cephede aynı anda savaşma riskiyle de karşı 305 Münkler, op. cit., s. 177 306 Ağaoğulları, Köker, op. cit., s. 69 105 karşıya kalacaktır. Bu nokta imparatorluk topraklarının büyüklüğü aynı anda iki cephede birden savaşmayı oldukça güçleştireceğinden, imparatorluk için savaştığı cephelerden birinde, ya da daha fazlasında yenilmesi ve topraklarının aynı anda farklı doğrultularda küçülmesi söz konusu olabilecektir. Bu noktaya gelmemek için imparatorlukların yapması gereken aşırı genişlemeden kaçınmaları ve sınırlardan geri çekilmeleridir. Ancak devlerin böyle bir durumu yenilgi, zayıflık ya da gerileme olarak algılamaları onları böyle bir adım atmaktan uzaklaştırmaktadır. Ancak bu durum bir süre sonra kendiliğinden imparatorluk için bir zayıf halka haline gelmektedir. Sınır bölgeleri başta olmak üzere, merkezin uzağında bulunan bölgeler, imparatorluğun burada zayıf bir kontrole sahip olduğunu düşündükleri andan itibaren imparatorluğa karşı gelişen hareketlere ev sahipliği yapmaya başlarlar. Hatta çoğu durumda ya bu hareketlerin desteklenmesi yoluyla, ya da bundan bağımsız bir biçimde komşu devletlerin ya da bu bölgelerle ilgilenen başka devletlerin, söz konusu imparatorluğun topraklarının belli bölümlerini ele geçirmek için harekete geçmeleri söz konusudur. Münkler’in de belirttiği gibi, periferide daha güçsüz anti-emperyal aktörlerle çatışmaya giren imparatorlukların gerçekten sadece onlarla mı çatıştığı, yoksa anti-emperyal aktörlerin ardında, ”dünya”sındaki ya da dünyalar arasındaki no mans’s land’deki rakibini fırsattan istifade yenilgiye uğratmaya çalışan bir başka emperyal gücün mü olduğu açık değildir.307 Bunun yanı sıra imparatorlukların girdikleri her çatışmanın potansiyel olarak bu devletlerin sonunu getirme riskini de taşıdıkları da gözden kaçırılmamalıdır. Nitekim büyük devletlerin rakiplerine karşı girişimleri açıkça ya da perde arkasından desteklemesi bazı durumlarda tarafları başlangıçta düşündüklerinden çok farklı sonuçlara sürükleyebilmektedir. Birinci Dünya Savaşı bu durumun açık bir örneğidir. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliahdı Franz Ferninand bir Sırplı tarafından öldürüldüğünde Sırbistan’a savaş ilan ederken bu savaş ilanının bir dünya savaşına neden olacağından habersizdi. İmparatorluk için bu savaş kendisine başkaldıran küçük bir devletin nihai olarak ortadan kaldırılacağı bir savaştı. Fakat Rusya’nın açıkça Sırbistan’a destek vermesi emperyal bir savaşın bir dünya savaşına dönüşmesi sürecini başlattı. 307 Münkler, op. cit., s. 173 106 Her ne kadar imparatorlukların sona ermesi tek bir olayla açıklanamayacak olsa da belli bir süreç içinde ve çeşitli etkileşimler sonucunda imparatorlukların sona ermesinde, tek bir olay olarak ortaya çıkan askeri yenilgiler önemli bir etken olarak ortaya çıkmaktadır. Askeri yenilgiler, doğrudan bir imparatorluğun sonunu getirebileceği gibi dolaylı olarak, çöküşe giden bir süreci başlatmak ya da bir çöküş sürecine son noktayı koymak şeklinde de etkide bulunabilir. İmparatorlukların doğrudan askeri yenilgiler sonucunda yıkılmaları çok sık rastlanan bir durum değildir. Savaşanın iki imparatorluk arasında olması durumunda bile iki imparatorluktan birinin diğerine onu ortadan kaldıracak kadar ağır bir yenilgiye uğratması, bu büyüklükteki siyasi yapıların tek bir savaş ile sona ermesi oldukça güçtür. Bu gerçek, tarihteki imparatorluklar için de oldukça açık olduğundan kendi varlıklarını ya da konumlarını ya da genel olarak içinde bulundukları sistemi tehlikeye atma girişiminde bulunan bir güçle karşılaştıklarında bu güce karşı tek başlarına karşı koyma girişiminde bulunmamış, bu gücü yenilgiye uğratma olasılığını güçlendiren ittifaklar kurma yoluna gitmişleridir. Klasik güç dengesi sisteminin işleyişi bu tarz bir sürecin açık örneğidir. Gerek Napolyon Savaşları sırasında Napolyon’un Avrupa’da, diğer devletleri hakimiyeti altına alan bir imparatorluk kurma girişimi, gerekse de Wilhelm’in Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemde Avrupa devletlerine ve sömürgelerine yönelik saldırılarıyla emperyal bir güç olma girişimi kendilerine karşı kurulan ittifaklar karşısında aldıkları askeri yenilgiler sonucunda engellenmiştir. Böylece bir süredir İngiltere, Fransa ve Rusya’nın ittifakıyla korunmaya çalışılan Avrupa Barışı çökmüş, bir tarafta İngiltere, Fransa, Rusya, diğer tarafta Almanya, Berlin ve Osmanlı İmparatorluğu ittifakı sonucu ikiye ayrılan Avrupa, kendini Dünya Savaşına dönüşen genel bir savaşın içinde bulmuştur.308 308 Cemil Oktay, Modern Toplumlarda Savaş ve Barış, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2012, s. 83 107 2 OSMANLI VE RUS İMPARATORLUKLARI’NIN YAPISAL ÖZELLİKLERİ 2.1 İmparatorluktan Önce: Osmanlı Beyliği Ve Moskova Prensliği Osmanlı’nın bir beylik olarak kuruluşu, 13. yüzyıl sonu, 14. yüzyıl başında, Bizans ve Selçuklu devletlerinin güçlerini kaybetmiş olarak aynı coğrafyayı paylaştıkları bir dönemde, Selçuklu Devletinin uçlarının, merkezle olan bağlarını kopararak, artık Selçuklu adına değil kendileri adlarına fetihler yapmaya başlamasıyla gerçekleşmiştir. Rus İmparatorluğunun kurucusu olan Moskova Prensliği ise, tıpkı Osmanlı Beyliği gibi, Moğol işgalinin merkezi yapılanmaları ortadan kaldırdığı ve merkezkaç güçlerin bağımsız birimler olarak ortay çıktığı bir ortamda kuruldu. Moğol işgali öncesi dönemde de birleşik bir Rus devletinden söz etmek mümkün değildir. 9. yüzyıldan 12. yüzyıla kadar, Rusların yaşadığı bölgede hakimiyet kurmuş ve Rusları büyük ölçüde bir devlet çatısı altında toplamış olan Kiev Prensliğinin bu girişimi uzun ömürlü olmamıştır. Çeşitli Rus şehirlerinin yöneticileri, kendi bölgelerinde prensliklerini ilan ederek, bağımsız birimler olarak ortaya çıkmışlardır. Dolayısıyla Moğollar 13. yüzyılın başında Rusya’ya geldiklerinde karşılarında uzun süredir bölünmüş bir Rusya buldular ve bu da onların işlerini kolaylaştırdı.309 Osmanlı Devleti’nin kuruluşu literatürde çok farklı şekillerde ele alınan bir konudur. Bu konuda pek çok tarihçi farklı açıklamalar öne sürmektedir. Genel olarak ele alındığında bu açıklamaların iki akımı izlediğini söylemek mümkündür; Osmanlı’yı Roma-Bizans geleneğinin bir uzantısı, bu devletlerin kurum ve kültürlerini benimseyerek kurulmuş bir devlet olarak kabul eden açıklamalar ve Osmanlı’nın Türk-İslam devletleri geleneğinin bir parçası olduğu yönündeki açıklamalar. İlk açıklamaya göre Osmanlı Devleti Bizans gelenekleri ve idari pratiklerini devralarak kurulmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun Bizans’ın devamı olduğunu öne süren çalışmalar arasında “en çarpıcı ve iddialısı” Oktay’a göre, Bizans İmparatorluğu’nun 1453 yılında son bulmadığını, 19. yüzyıldaki ulusçuluk 309 Kezban Acar, Başlangıçtan 1917 Bolşevik Devrimi’ne Kadar Rusya Tarihi, Ankara, Nobel Yayınları, 2004, s. 41 108 hareketlerine kadar yerleşik toplumsal yapının ve bu yapıyla birlikte Bizans uygarlığının ayakta kaldığını öne süren Nicolas Iorga’dır.310 Benzer bir görüşün dile getirildiği bir diğer önemli eser Herbert Gibbons’ın Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu311 başlıklı çalışmasıdır. Lowry’ye göre bu çalışmanın satır aralarında güçlü Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk-Müslüman köklerinden çıkamayacağı ve bu yüzden kökeninin Bizans Hıristiyan olması gerektiği inancı vardır.312 İkinci görüşü benimseyen ve en açık ifadelerine Fuat Köprülü’nün Gibbons eleştirisi olarak kaleme aldığı Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerinin Tesiri313 başlıklı çalışmasında rastlanan açıklamalara göre ise Osmanlı Devleti kendisinden önce var olmuş Türk-İslam devletleri geleneğinin bir uzantısı olarak kurulmuştur ve bu açıdan Bizans İmparatorluğu’nun devamı değildir. İki temel yaklaşıma ayrılabilecek açıklamalardan herhangi birinin tamamen doğru ve eksiksiz olduğunu söylemek mümkün olmadığı gibi tamamen yanlış olduğunu söylemek de mümkün değildir. Bu bağlamda Osmanlı Devletinin Türkİslam devletleri geleneğinden aldığı mirası reddetmeden bu mirasa Roma-Bizans mirasını da eklediğini kabul etmek daha doğru bir açıklama sunmaktadır. Buna göre Osmanlı her iki gelenekten de beslenen ve bunun sonucunda bu iki geleneğin bir sentezi olarak ortaya çıkmış bir devlettir. Örneğin Murat Belge, Osmanlı Devletinin en erken dönemden başlayarak, İslam devlet geleneğinin Anadolu’daki son halkası ve temsilcisi olduğunu, daha Osman Bey’den başlayarak uç beylerinin Selçuklu yönetim deneyiminden ciddi dersler çıkardığını, uçlar istikrar kazandıkça, Ortodoks İslam’ın bölgede egemen olduğunu ve gelişen gücün de bu ortodoksi olduğunu söylerken öte yandan ne Türk ne Müslüman olan, kimi zaman Hıristiyanlıktan alınan kimi zaman ise Anadolu’nun Hıristiyanlık öncesi inanç ve kültürlerine dayanan geleneklerin de Osmanlı Devleti tarafından benimsenmiş olduğunu belirtmektedir.314 310 Aktaran Cemil Oktay, “Bizans Siyasi İdeolojisi’nden Osmanlı Siyasi İdeolojisi’ne”, Tanıl Bora, Murat Gültekingil, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt 1: Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi”, İstanbul, İletişim Yayınları, 2009, s. 30 311 Herbert Gibbons, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu, Ankara, 21. Yüzyıl Yayınları, 1998. 312 Heath Lowry, Erken Dönem Osmanlı Devleti’nin Yapısı, İstanbul, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010, s. 5. 313 Fuat Köprülü, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerinin Tesiri, Ankara, Akçağ Yayınları, 2004 314 Murat Belge, Osmanlı’da Kurumlar ve Kültür, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2005, s. 18 109 Çağlar Keyder de gerek müzik, şenlikler, gündelik hayat ve halk arasında yaşandığı biçimiyle din gibi çeşitli kültür öğeleri arasındaki benzerliklerle sosyal alanda ve gerekse içerdiği sınıfsal oluşumlarla tarımsal yapıda görülen sürekliliğin 19. yüzyıla kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun tek bir Anadolu kültürünün yeniden üretimine müsait bir kabuk teşkil ettiğinin kanıtı olduğunu ifade etmektedir.315 Sürece Ahi teşkilatları üzerinden bakan Güllülü de, Anadolu’ya geldiklerinde bomboş topraklarla değil Bizans kurumlarının pek çoğunun yaşadığı şehir ve kasabalarla karşılaşmış ve buralara yerleşmiş olan Osmanlıların, bu topraklara yerleşme süreçlerinin Bizans kurumlarının etkileri göz önüne alınmadan değerlendirilmesinin mümkün olmadığını dile getirmektedir.316 Benzer bir biçimde Halil İnalcık da, Osmanlı İmparatorluğu’nun, değişik unsurların yarattığı bir toplum olduğunu, daha önceki İslam imparatorluklarının geleneğini izlemekle birlikte, en özgün çizgilerinin bazılarının doğrudan doğruya Osmanlıların kendi eseri olduğunu belirtmektedir.317 Dolayısıyla Osmanlı Devleti gerek kuruluş döneminde gerekse sonraki dönemlerde her iki gelenekten de, yani hem Roma-Bizans kurum ve kültüründen hem de kendisinden önceki diğer Türk-İslam devletlerinin kurum ve kültüründen etkilenmiş, beslenmiş ve sonuçta her iki gelenekle de benzeşen ve farklılaşan yönleri olan ayrı bir devlet olarak ortaya çıkmıştır. Osmanlı İmparatorluğunda olduğu gibi, Rus İmparatorluğunun devraldığı mirasla ilgili de tartışmalar vardır. Osmanlı devlet yapılarının Bizans’ın bir uzantısı olduğu, hatta Bizans kurumlarından etkilenmiş olduğunu reddeden yazarlar olduğu gibi Rus devletinin de Moğol kurum ve uygulamalarından tamamen bağımsız olarak ortaya çıktığı doğrultusunda görüşler vardır. Bu doğrultudaki yaklaşımlar Rus Devletini Moğol öncesi dönemin bağımsız Rus devleti olan Kiev Rusya’sının ve Bizans’ın, yani Roma’nın, bir uzantısı olarak tanımlamaktadırlar. Ancak bu bağlamda Moskova Prensliği’nde Tatar etkisinin varlığının en temel göstergesi Kiev Prensliği ile Moskova Prensliği arasındaki yönetim farklarıdır. Seton-Watson bu duruma örnek olarak Moskova Prensliğinde olmayan temsili kurumların ve Batı 315 Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İstanbul, İletişim Yayınları, 2008, s. 19 316 Sabahattin Güllülü, Ahi Birlikleri, İstanbul Ötüken Yayınları, 1977, s. 66 317 Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi Cilt I: 1300-1600, İstanbul, Eren Yayıncılık, 2000, s. 47 110 feodal yönetimini çağrıştıran otokrasi ile oligarşi arasında bir dengenin Kiev Prensliği yönetiminde olmasını göstermektedir.318 Bu kurumların Tatar istilasıyla birlikte ortadan kalkması Seton-Watson’a göre Tatar etkisinin açık bir göstergesidir.319 Bunun yanı sıra ilerde değinileceği gibi Rusya’daki pek çok kurum ve uygulamada Altın Orda Devleti’nin ve bu devlet egemenliğinde edinilen deneyimlerin önemli etkisi olmuştur. Moğol İmparatorluğu ve onun halefi olan Altın Orda Devleti, daha önce de belirtildiği gibi bir bozkır imparatorluğuydu ve bu tip diğer imparatorluklar gibi askeri emperyal genişlemeye ve bunu izleyen artı-ürüne salt askeri yolla el koymaya dayalı bir imparatorluktu.320 Bu yapıda, işgal edilen bölgelerin imparatorlukla bütünleştirilmesi de söz konusu değildi. Dolayısıyla Moğollar ne Osmanlı Beyliği’nin kurulmuş olduğu Anadolu topraklarını ne de Moskova Prensliği’nin kurulduğu toprakları kendi imparatorluklarına katmak veya bu bölgelere yerleşmek yönünde bir adım atmamışlardı. Bununla birlikte Rus prenslikleri üzerinde belli bir dönem için hâkimiyet kurmuşlardır. Buna göre Rus prenslikleri Altın Orda hâkimiyetini kabul ettiği, vergi ödediği ve ihtiyaç duyulduğunda asker gönderdiği sürece Moğol hanları Rus topraklarındaki yönetici elit sınıfa dokunmayacaklardı.321 Bu uygulama ilerleyen yıllarda söz konusu prenslikleri kendi çatısı altında birleştiren Moskova tarafından, daha merkeziyetçi bir yapı içinde, İmparatorluk döneminde benimsendiği gibi Osmanlı İmparatorluğu tarafından da uygulanmaktaydı. Bu anlamda her iki devlet de Moğol devlet geleneğinden beslenmiştir. Bunun yanı sıra Rus prensleri Moğol İmparatorluğunun başkenti olan Karakurum’a ve daha sonra da Altın Orda Devletinin başkenti olan Saray’a gelip kağandan onay almak zorundaydılar. Bu Rus prensliklerinden birinin lideri ise yine Moğol hanları tarafından büyük prens ilan ediliyordu. Burada amaç prensliklerin yönetimi ve vergilerin toplanmasını kendileri için kolaylaştırmaktı. Ancak bu kurum Moğolların hedeflediklerinden farklı bir amaca hizmet etmiş ve farklı prensliklere ayrılmış Rus 318 Seton-Watson, Nations and States: An Enquiry into the Origins of Nations and the Politics of Nationalism, s. 80 319 Bu konuda ayrıca bknz. İlyas Kamalov, Altın Orda ve Rusya, İstanbul, Ötüken Neşriyat, 2009 320 Münkler, op. cit., s. 93 321 Kezban Acar, op. cit., s. 43 111 halkını temsil eden birleşik bir kurum oluşturarak ileride Rusların tek bir devlet altında bir araya gelmelerini kolaylaştıran önemli bir adım olmuştur.322 Büyük prenslik kurumunun yanı sıra, Crumney’e göre Rus toplumu için bir araya toplanma noktası ve bütünleşme kaynağı olarak hizmet eden Ortodoks Kilisesinin de, Moğollar tarafından korunarak desteklenmiş olması Moğolların, ileride kurulacak olan Rus birliğini kolaylaştıran bir diğer etkisi olmuştur.323 Buna göre törenlerde ve dualarında Moğol kağanlarının isimlerine yer vermeleri ve Moğol hâkimiyetini tanımaları karşılığında Ortodoks Kilisesi vergiden ve askerlikten muaf tutulduğu gibi, kiliseye toprak da tahsis edilmiştir.324 Rus Ortodoks Kilisesine verilen ayrıcalıklarla ilgili en önemli kaynaklardan biri olan Rus Metropolitine Verilen Hanlık Yarlıklarına (Khanskie iarlyki russkim mitropolitam) göre kiliseye verilen ayrıcalıklar şu şekildedir: 1308’de Kağan Mengü Temir Metropolit Petro’ya Yarlık verdi. Cengiz Kağan vergi memurlarına gelecekte ruhban sınıfından vergi ve memurlar için alınan paranın alınmamasını emretti; bırakın onlar Tanrı’ya bizim ve kavmimiz için dua etsinler ve bize şükranlarını sunsunlar. […] geçmişteki kağanlar da papazlara ve rahiplere aynı istinaden ayrıcalıklar verdiler. […] Bunu söyleyip, biz metropolite bu beratı verdik. Bu beratı gören ve işiten vergi kontrolörleri, prensler, katipler, toprak vergisi toplayan memurlar ve gümrük memurları, ruhban sınıfından vergi veya herhangi bir şey talep etmemeli; ve eğer bir şey alırlarsa, bu suçlarına karşılık ölüm cezasına çarptırılmalıdırlar.325 Ortodoks Kilisesinin özerk, hatta imtiyazlı bir yapı olarak korunması Altın Orda egemenliğindeki Ruslara önemli bir birleşme noktası sağlamıştır. Dinin en önde gelen aidiyet duygusu olduğu bu dönemde Müslüman bir devletin egemenliğindeki Hıristiyan bir topluluk olmak, birlik duygunsun yanı sıra karşıtlık ve düşmanlık duygusunun gelişmesini de sağlamıştır. Dini karşıtlık Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükselişine yönelik açıklamalarda da sıkça kullanılan bir referans noktasıdır. Osmanlı’nın kuruluş ve gelişmesinde, yani bir sınır beyliğinden imparatorluğa 322 Robert Crumney, The Formation of Muscovy, Londra:Longman, 1987, s. 3 323 Ibid. 324 Kezban Acar, op. cit., s. 44 325 Ibid. 112 dönüşme sürecindeki yayılmasına yönelik açıklamalarda en sık başvurulan kavramlardan biri, din uğruna yapılan savaş anlamına gelen gaza kavramıdır. Osmanlı için gaza, İslam’ı yayma amacıyla Müslüman olmayanlara karşı yürütülen savaş anlamına gelmektedir. Osman yayılmasını gaza ile açıklayan yazarların başında Paul Wittek gelmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu326 adlı eserinde Wittek Osmanlı Beyliğinin büyüyerek bir imparatorluğa dönüşmesini, bu devletin kurucularının din uğruna yürüttükleri savaşlarla kazandıkları başarılara bağlamaktadır. Wittek’in söz konusu yaklaşımına getirilen eleştiri gazanın Osmanlı fetihlerinde gerçekten bu kadar önemli bir rol oynamadığı, ancak daha sonraki dönemde Osmanlı tarihçileri tarafından fetihleri meşrulaştırmak adına ideolojik bir söylem olarak kullanıldığı doğrultusundadır. Buna göre Osmanlı fetihlerinin gerçekleştirilmesinde asıl etkili olan fetihlere katılanların bu fetihleri gaza adına yapmaları değil, bu fetihlerden ganimet beklentilerinin olmasıdır. Dolayısıyla burada söz konusu olan dini ideallerden çok bireysel çıkarlardır. Bu bağlamda Wittek’e yöneltilen eleştiriler, erken Osmanlıların kutsal savaş ruhuna aykırı olduğu savunulan belirli eylemlerini vurgulamak suretiyle onları harekete geçiren şeyin gaza ruhu olamayacağı temeline dayandırılmaktadır.327 Ganimet beklentisinin fetihlerdeki belirleyiciliği, fetihlerin gaza durumunda olması bekleneceği gibi yalnızca Müslüman savaşçılar tarafından gerçekleştirilmemesi, pek çok Hıristiyan ve özellikle Bizanslı Rum savaşçının da fetihlerde Osmanlıların yanında yer almasında kendisini göstermektedir. Nitekim Barkey’in de belirttiği gibi 13. yüzyıl Bitinya’sında kökenleri, soyları ve dinleri ne olursa olsun herkesin yaşadığı ortak faaliyet alanı haline gelmiş olan şey savaştı.328 Osmanlılar açısından bakıldığında da Bizanslı savaşçılarla işbirliğine gidilmesi pratik birtakım gereklerden kaynaklanıyordu. Öncelikle Moğol işgali ve Selçuklu çöküşünü izleyen dönemde ortaya çıkan farklı beylikler arasında bir hakimiyet kurma 326 Paul Wittek, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu, İstanbul, Türkiye Yayınevi, 1971. 327 Cemal Kafadar, İki Cihan Âresinde: Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Ankara, Birleşik Yayınevi, 2010, s. 73 328 Barkey, Farklılıklar İmparatorluğu: Karşılaştırmalı Tarih Perspektifinden Osmanlılar, s. 66 113 mücadelesi vardı ve Bizanslı savaşçıların desteği önemli bir avantaj sağlıyordu.329 Çünkü Lowry’nin de belirttiği gibi bu dönemde Osmanlılar yalnızca düşmanca taktiklere dayalı bir stratejinin altından kalkabilecek kadar güçlü değillerdi330 ve bu nedenle de dini sınırları aşarak Hıristiyanları da içeren bir fetih stratejisi izlemek zorundaydılar. Bizanslı savaşçılar açısından ise ganimete ulaşımı sağlayan Osmanlı akınlarına katılmak karlı bir faaliyetti ve bu nedenle Müslümanlarla beraber Hıristiyan bir devlete karşı savaşmayı önemsemiyorlardı. Bunun yanı sıra Bizanslı Rumlar ile Osmanlılar arasında ticaret ilişkisi de kurulmuştu. Osmanlılar bölgeyi kendilerinden daha iyi tanıyan ve daha kendileri bölgeye gelmeden ticari ilişkiler kurmuş olan Bizanslı girişimcilerle işbirliğine giderek bölge ticaretinden pay almayı istiyorlardı. Bizanslı-Rum girişimciler ise, yükselmekte olan Osmanlılarla ticaret yapmayı, zorunluluktan olduğu kadar kendi kişisel kararları sonucu da tercih etmişler, bu tercihleri sonucunda İstanbul’un fethi sonrasında Osmanlı sisteminin bir parçası olmuşlardır.331 Sınır bölgesinin iki farklı tarafında bulunan bu grupların bir araya gelmeleri, uç bölgelerine özgü karma bir kültürün oluşmasını sağlamış, bu yeni kültürel yapı da Osmanlı Devleti’nin kurulup geliştiği zemini hazırlayarak bu devletin farklı kültürlerin sentezinden oluşan bir imparatorluk olarak ortaya çıkmasına yol açmıştır. Osmanlı’nın İstanbul’un fethi öncesi, Anadolu ve özellikle Balkanlar’a doğru ilerleyerek bu bölgeleri topraklarına katma süreci sadece askeri faaliyetlerden ibaret değildir. Savaşçı gazilere332 çeşitli esnaf birlikleri ve fütüvvet ehli denen kesimden 329 Ibid., s. 63 330 Lowry, op. cit., 2010 331 Barkey, Farklılıklar İmparatorluğu: Karşılaştırmalı Tarih Perspektifinden Osmanlılar, s. 61 332 Osmanlı beyliğinde fetihleri yürüten gaziler, genellikle topraksız ve eski kişisel bağımlılık ilişkilerinden koparılmış silah adamları olarak tanımlanmaktadırlar. Bu grupları uçlarda gerçekleştirdikleri fetihlerde Osmanlı’ya katılmaya iten, bir bölgenin fethinde yardımları olduğunda ya da bir bölgeyi kendiliklerinden fethettiklerinde buradaki topraklardan kendilerine pay verilmesidir. Bu durum sadece Müslüman gaziler için değil, fetihlere katılan Hıristiyanlar için de geçerliydi. Burada söz konusu olan elbette bu toprakların bu kişilere tımar olarak verilmesiydi. Çünkü zaten savaşa katılan bu kişiler hizmetleri karşılığında para alan paralı askerlerdi. Bu nedenle de fetih hakkını ileri sürerek, toprak isteme hakları yoktu. Bu nedenle, başlangıçta tamamen mülk amaçlı olan Osmanlı tımarı zaman içinde paralı askerler aracılığıyla fethedilen toprakların askerlerle bey arasında paylaşılması ve tamamının beye kalması sayesinde, Osmanlı beyliğinin kendisine ait toprakları genişleterek, miri torak rejimine giden yolun açılmasına sebep olmuştur. Kılıçbay’a göre bu sürecin sonucu beye ait toprakların genişlemesiyle Osmanlı kuruluş aşamasındaki toprağa bağlı makamların 114 oluşan Ahiler ile şeyhler, babalar çevresinde örgütlenmiş derviş ve müritlerden oluşan abdallar ve bacılar eşlik ediyordu.333 Her ne kadar bu grupların kesin çizgilerle birbirinden ayrılabileceğini ve bir kişinin bu gruplardan sadece birine dahil olabileceğini söylemek mümkün değilse de kabaca bu toplumsal yapının Avrupa’daki feodal toplumun savaşanlar, üretenler ve dua edenler şeklindeki ayrıma benzediğini söylemek mümkündür. Fetihlerin bütün bu toplumsal grupların katılımıyla gerçekleştirilmesinin Osmanlı açısından pratik sonuçlar vardı. Balkan topraklarının ele geçirilmesi sırasında Osmanlı’nın izlediği strateji, bu yeni topraklara Anadolu’dan nüfus yerleştirmekti. Bu yerleştirmelerde gönüllük esastı ancak göçmenlerin buralara sürülerek zorla yerleştirildikleri durumlara da rastlanmaktaydı. Bu süreçte göçmenlerin yanı sıra dervişler de, sonraları Türk göç ve köylerinin çekirdeğini oluşturacak olan çok sayıda zaviye kurmak üzere bölgeye gönderiliyorlardı.334 Ahi birliklerinin kuruluşa önemli bir destek sağlayan katkıları ise Osmanlı ucuna gelen bazı unsurların toprağa doğrudan üretici olarak yerleştirilmelerine yöneliktir. Selçuklu ve Osmanlı toplumlarında, tarım dışı üretim kesimini meydana getiren esnaf ve zanaatkar zümresinin içinde örgütlendiğin birlikler olan Ahilerin toplumdaki etkinliği bu topraklara yerleşen göçmenler ve göçebelerin yerleşik hayata geçmesiyle birlikte artmıştı.335 Bu toplulukların tarım ve zanaat faaliyetleri sonucu ortaya çıkan ürünlerin pazarlanması, esnaflaşmayı gerekli kıldığından bu konuda geçmişten gelen tecrübelere sahip olan Ahiler bu boşluğun doldurulmasını sağlamışlardır. Nitekim Osman Bey’in bir Ahi reisinin kızıyla olan evliliği, ahiliğe verdiği önemin bir göstergesidir. Dolayısıyla bu ilişki her iki taraf açısından da önemlidir. Böylece Türk göç ve yerleşme hareketi, Avrupa’da Osmanlı yayılmasına sağlam bir temel oluşturdu. Avrupa topraklarına yerleşilmesi ise, feodal nitelikte olmasının önüne geçerek, klasik Osmanlı tımarının, toprağın mülkiyeti değil de vergi gelirinin devrine dayalı sistemin oturabileceği zemini hazırlamış olmasıdır. Mehmet Ali Kılıçbay, Feodalite ve Klasik Dönem Osmanlı Üretim Tarzı, Ankara, Teori Yayınları, 1985, s. 323-326. 333 Belge, op. cit., s. 17. Barkey de Rum elitlerin, Türkmen aşiret reislerinin ve beylerin, onların maiyetlerinin ve paralı askerlerin, köylülerin ve göçebelerin dini figürlerin, kabul edilmiş doktrinlere aykırı babaların, ya da kültürel simbiyoz ve doktrinel birleşmeyi vaaz eden eksantrik dervişlerin kesişme noktasında getirdikleri fikirler ve pratikler sentezinden melez bir uç bölge kültürü yaratılmış olduğunu dile getirmektedir. Osmanlı Devleti de bu kültür içinde doğmuştur. Barkey, Farklılıklar İmparatorluğu: Karşılaştırmalı Tarih Perspektifinden Osmanlılar, s. 63 334 Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600), İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2005, s. 16 335 Güllülü, op. cit, s. 19 ve 93 115 Osmanlı Devletinin, görece önemsiz bir uç beyliğinden Balkanlar ve Küçük Asya’yı kucaklayan bir imparatorluğa dönüşmesinde belirleyici bir rol oynamıştır.336 Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu farklı toplumsal grupların katıldığı bir süreç olarak açıklayan bu yaklaşım, daha önce sözü edilen ağ teorisi yaklaşımıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş sürecine bu teori çerçevesinde bakıldığında, Osman Bey’in Hıristiyan ve Müslüman sınır bölgesi nüfusunu, dini kişilikleri, önemli tüccarlar aileleri ve ilimle uğraşan aileleri bir araya getirerek stratejik aile ittifakları ile siyasi ittifaklar inşa ederek bu ittifakların yapıları ve kültürlerini yeni bir siyasi oluşum kurmak üzere kullandığı ve böylece önceden birbiriyle bağlantılı olmayan unsurları birbirine bağlayabildiği ve mevcut ağların birleştirilmesinden yeni ağlar inşa ettiği görülmektedir.337 Barkey’e göre bu bağlantılar kurulduktan sonra zaman içinde himaye iddiasında bulunulabilir ve yoldaşlıklar uydulara ve vassallara çevrilebilir. Buna göre Osmanlığı Beyliğini aynı dönemde aynı bölgede kurulmuş ve kendisiyle temelde benzer özelliklere sahip diğer beyliklerden ayıran ve içlerinden sadece kendisinin büyük bir imparatorluğa dönüşmesini sağlayan da bu beyliğin liderliğinin daha önce birbiriyle bağlantılı olmayan farklı gruplar arasında aracılık yaparak etrafında kendisine bağlı ve bağımlı bir gruplar ağı oluşturmasıdır. Buna karşılık diğer beyliklerin liderleri aracılıktan ziyade kendi içine kapalı, daha muhafazakâr ve hiyerarşik bir yapıyı tercih etmişler ve kendi yakın çevreleri dışında sağlam bağlar ve bu bağlara dayalı ağlar kurmamışlar, buna bağlı olarak da yalnızca Osman Bey ve daha sonra da Orhan Bey çeşitli ağlar arasında esnek koalisyonlar kurarak asırlar boyu devam edecek yeni kimlikler ve bu kimliklerden oluşan bir devlet kurmaya muktedir olmuşlardır. 338 Ağ teorisi Osmanlı Devletinin kuruluşu ve bir imparatorluk olma yolundaki başarısını açıklarken, bu başarıyı Osmanlı’nın farklı grupları bir araya getirmesine bağlayan açıklamalara yaklaşırken aynı zamanda, süreci gaza ile açıklayan yaklaşımlara yönelik eleştirilerden de beslenmektedir. Gaza teorisine ilişkin en temel eleştirilerden biri fetih sürecinde Hıristiyanların da Müslümanlarla birlikte savaşmasının gaza açıklamasıyla bağdaşmaması doğrultusundadır ve nitekim ağ 336 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi Cilt I: 1300-1600, s. 47 337 Barkey, Farklılıklar İmparatorluğu: Karşılaştırmalı Tarih Perspektifinden Osmanlılar, s. 52 338 Ibid., s. 67-69 116 teorisi de Osmanlı’nın farklı gruplar arasında aracılık yapmasından söz ederken bu gruplar içerisine Hıristiyanların da önemli bir yere sahip olduğunu teslim etmektedir. Barkey’in verdiği örneklere göre, Osmanlı Devleti’nin kuruluş ağını oluşturan Osman Bey, Müslüman beylerle olduğu kadar yerel Hıristiyan beylerle de ilişki kurmuş, kimi zaman adaleti sağlamak adına Hıristiyan köylüleri Müslümanlar aleyhine desteklemiştir.339 Sonuçta ortaya çıkan ağı Barkey şu şekilde tarif etmektedir. Osman Bey birlikte savaşa gittiği, kaynaklarda nöker olarak geçen yakın dostlara; onlarla birlikte savaşan birçok akıncı/uçbeyine; bir zamanlar savaşmış olduğu, ama sonra din değiştirip onun kuvvetlerine katılmış Rumlara; çeşitli itikatlardan dini liderlerle ilişkilere; aile ve evlilik bağlarına sahipti. Bu tür ilişkiler sayesinde, daha önceden bağlantılı olmayan ya da birbiriyle savaşan grupları birleştirmiş, onunla olan ilişkileri üzerinden bu grupları birbirine yaklaştırmıştır. Ayrıca erimini, daha önceden ondan haberi olmayabilecek farklı birçok yerleşime, girişime ve cemaate ulaşabilecek şekilde genişletmiştir. Başka bir deyişle, erimini çeşitli dini gruplara, Ortodoks Sünni ve heterodoks sufi gruplara, ahi esnaf örgütlenmelerine ve bilgili din adamlarına ulaşabilecek şekilde genişletmiştir. Moskova Prensliği de tıpkı Osmanlı beyliği gibi, aynı dönemde aynı bölgede ortaya çıktığı diğer Rus prensliklerinden hiçbir anlamda daha güçlü değildi. Bu prenslikler arasından özellikle Novgorod ve Tver Prenslikleri, diğer prenslikler üzerinde hakimiyet kurarak bu parçalı yapıya son vermeye ve birleşik bir Rus devleti kurmaya diğer bütün prensliklerden daha yakın görünüyorlardı. Ancak bunu gerçekleştiren, Moskova Prensliği oldu. Ağ teorisi, Osmanlı Beyliği’nin aynı bölgede kurulduğu, kendisiyle benzer özelliklere sahip birçok Türk-Müslüman beylik arasından sıyrılarak bir imparatorluğa dönüşmesi gibi birçok Rus-Ortodoks penslikten biri olan Moskova Prensliğinin de Rus İmparatorluğuna dönüşmesi sürecini açıklayıcı bir çerçeve sunmaktadır. Buna göre Moskova Prensliğinin 14. yüzyılın başında ayrıksı bir yönü olmayan bir beylikten 16. yüzyılda genişleyen bir imparatorluğa dönüşmesi Moskova prenslerinin Moğol İmparatorluğu ve Altın Orda’daki Tatar beylerle kültürler ve dinler arası anlaşmalar yapmaları, kültürel ve 339 Ibid., s. 70 117 dini sınırlar arasında sık sık siyasi ve ekonomik temaslar kurulmasını gerektiren bir iktidar yapısı içinde, pragmatik bir işbirliği politikası izlemelerinden kaynaklanmaktadır.340 Bu süreçte kurduğu esnek ve değişken ittifaklar, Moskova Prensliği’nin, kendisinden daha güçlü diğer Rus prensliklerini bile kendisine bağlamasında önemli rol oynamıştır. Moskova Prensliği, Moğol hâkimiyeti altında bulunan diğer Rus prenslikleri arasında siyasi, ekonomik ve toprak büyüklüğü açısından bakıldığında önemsiz bir prenslikti. Toprak ve nüfuz büyüklüğü açısından en büyük prenslik olmanın yanı sıra ticarete dayalı ekonomisiyle de en zengin prenslik olan Novgorod, Rus prenslikleri arasında birliği sağlamaya en yakın prenslik olarak görünüyordu. Bununla birlikte Novgorod Prensliğinin bunu gerçekleştirmek için çok erken girişimde bulunması, sonuçta Rus birliğini sağlayan prenslik olmasına engel oldu. Bunun nedeni, Novgorod Prensliğinin kendisini güvenceye alacak ve destekleyecek bir ilişkiler ağı kurmamış olmasıdır. Bu açıdan Novgorod Prensliğinin Moğol Kağanının hâkimiyetini kabul etmek istememesi söz konusu doğrultuda bir ağ yapısı inşa etmesini engellemiş ve Altın Orda Devletiyle ilişkilerinde yaşadığı sorunlar bu devletin gelişip güçlenmesine ve diğer Rus devletleri üzerinde hâkimiyet kurma çabalarına engel olmuştur. Benzer bir durum Moskova Prensliğine rakip olabilecek bir diğer prenslik olan ve yine Moskova’dan daha güçlü olmasıyla bu rekabette ondan daha avantajlı konumda bulunan Tver Prensliği için de geçerlidir. 1304 yılında “Büyük Prens” unvanını almayı başaran Tver Prensi Michael, bunun ardından Moğol kağanı ile olan ilişkilerini yakın tutmak için önemli bir çaba göstermeyerek bu konuda kendisine rakip olan diğer prenslerden geri kalmış ve bunun sonucunda Kağan’ın desteğini ve “Büyük Prens” unvanını kaybetmiştir. Tver Prensi Michael’in ilişkiler ağındaki bir diğer çatlak Rus metropolitliği için Bizans’ın önerdiği adayı desteklemek yerine başka bir adayı desteklemesi olmuş, sonuçta Bizans’ın adayı metropolit olduğunda o da Michael’e destek vermemiştir.341 Ortodoks Kilisesi ve Rus metropolitlerinin Rus birliliğinin sağlanmasındaki birleştirici rolü düşünüldüğünde, bu gelişmenin Tver Prensliği için doğurduğu olumsuz sonuç da ortaya çıkmaktadır. 340 Ibid., s. 46-47. 341 Kezban Acar, op. cit., s. 45 118 Buna karşın Moskova prensleri, farklı gruplarla olan ilişkilerinde diğer prensliklerden daha öndeydi, çünkü bunun için diğer prensliklerden daha çok çaba sarf ediyordu. Bunun belki de en önemli nedeni Moskova’nın bu tür ilişkilere diğer prensliklerden daha fazla ihtiyaç duymasıydı. Toprak büyüklüğü, nüfus ve ekonomi açısından diğer prensliklerinden daha güçsüz olmasının yanı sıra Moskova, siyasi anlamda da zayıftı. Moskova prenslerinin bu zayıflıklarını aşmak için izledikleri yol ise, daha önce Osmanlı Beyliğinin yapmış olduğu gibi, farklı gruplarla olan ilişkilerini güçlendirerek kendilerinin merkezde olduğu güçlü bir ağ inşa etmek oldu. Bu süreçte en önemli ilişkiler ise, en güçlü desteği sağlayacakları Altın Orda liderleri ile Ortodoks kilisesiyle olan ilişkilerdi. Altın Orda Devletiyle olan ilişkileri açısından, Moskova’nın diğer prenslikler arasındaki güçsüzlüğü bir anlamda onun gücü haline gelmiştir. Özellikle Novgorod ve Tver Prensliklerinin çok güçlü olmalarından rahatsız olan Moğol kağanları, bu prensliklerin, daha da güçlenmelerine neden olacak olan Büyük Prenslik makamını ellerinde bulundurmalarını istememiş ve giderek artan biçimde Büyük Prenslik için tercihini Moskova prenslerinden yana kullanmıştır. Moğol kağanlarına göre böl ve yönet politikası için güçlü bir Tver’dense zayıf bir Moskova daha iyi bir araçtı. 342 Ancak tek başına bu sebep belirleyici değildi. Bundan daha etkili olan Moskova prenslerinin uzunca bir süre Moğol egemenliğini kabul ederek bu devletin yöneticilerine itaat etmesi olmuştur. Moskova prensleri Moğol kağanlarını Saray’da sık sık ziyaret ettikleri gibi, prenslerin erkek çocukları, yani geleceğin Moskova prensleri de, prensin iyi niyetinin bir garantisi olarak Saray’da tutuluyordu.343 Bu şekilde Moğol yöneticilerinin güvenini kazanarak onlarla olan ilişkilerini sorunsuz bir şekilde yürütmeyi başarmışlardır. Bununla birlikte, Moskova prensleri aynı zamanda Moğol devletine karşı harekete geçmek için diğer Rus prenslikleriyle ittifaklar kurmaya da başlamışlardır. Böylece Moskova Prensliği hem kendi gücüne hem de kurduğu ağ sayesinde sahip olduğu müttefiklere güvenerek kendisini bir şekilde Moğol Devleti’ne karşı gelebilecek ve hatta savaşabilecek konuma getirmiştir. Bu doğrultuda ilk adım 342 Ibid., s. 46 343 Donald Ostrowski, “The Mongol Origins of Muscovite Political Institutions”, Slavic Review, Cilt 49, No:4, (Kış, 1990), s. 525 119 Moskova Prensliği’nin Altın Orda Devleti’ne karşı çıkarak, Büyük Prenslerin geleneksel olarak gerçekleştirdikleri Saray’daki Moğol Kağanını ziyaret etmeyi ve vergi ödemeyi reddetmedir. Buna karşılık da Altın Orda Devletinin saldırısına maruz kaldı ve iki taraf arsında yapılan Kulikova Savaşı Moskova açsından askeri bir zafer olmasa da, Moğol yönetimine karşı çıkma cesaretini göstermiş olmasının devletin prestijini önemli oranda arttırması dolayısıyla siyasi bir zaferdi. Her ne kadar henüz bu dönemde bütün Rus toprakları üzerinde hakimiyet kurmaktan uzak olsa da, bir gün Rusya’nın Moğol hakimiyetinden kurtulabileceği inancını uyandırmış olmasıyla Moskova, hem bu kurtuluşun hem de bütün Rusları çatısı altında toplayacak bir devletin lideri olma konusunda askeri ve politik iddiasını sağlamlaştırmış oldu.344 1328 yılında Ortodoks kilisesinin Vladimir’den Moskova’ya taşınması, Moskova Prensliği’nin Rus birliğinin liderliğini elde etmesi noktasında önemli bir diğer gelişmedir. Bu tarihten itibaren Kilise ile Prenslik arasındaki kurulan ittifak her iki taraf için de olumlu sonuçlar getirmiştir: Ortodoks Kilisesi liderleri, Litvanya’nın kendi topraklarında yeni bir metropolitlik kurma çabalarına karşı kilisenin hiyerarşik yapısını koruma konusunda Moskova prenslerinin desteğini sağlamış, buna karşılık metropolitler de Moskova’nın Rus halkını birleştirme ve yönetme konusundaki iddialarını desteklemişlerdir.345 Bu süreçte Moskova’nın Kiliseye verdiği desteğin altında yatan nedenin, Kilisenin kendi topraklarında bulunmasının ve böylece yöneticilerinin Kilise tarafından kutsanmaya başlanmasının kendisine sağlayacağı dinsel liderlik ve koruyuculuk iddiası ve bunun getireceği meşruiyet olduğu düşünülebilir. Ortodoks Kilisesinin Moskova Prensliğini desteklemesinin nedeni ise, Moskova prenslerinin Altın Orda Devletine itaat ve bağlılık politikalarının, kendi çıkarlarıyla olduğu gibi Bizans Devletinin çıkarlarıyla da uyumlu olmasıdır.346 Nitekim İstanbul’daki Ortodoks Patrikliği de Ortodoks olmayan Litvanya ve Altın Orda Devleti’ne karşı Moskova’yı desteklemekte ve diğer Rus prensliklerini Moskova’ya ve Rus metropolitine sadık kalmaya teşvik ederek Moskova’nın Rus liderliği konusunda öne çıkmasına katkıda bulunmaktaydı.347 Bu bağlamda 344 Kezban Acar, op. cit., s. 51 345 Kezban Acar, op. cit. 346 Robert Crumney, op. cit. 347 Kezban Acar, op. cit., s. 49 120 İstanbul’un Osmanlı Devleti tarafından fethi ve dolayısıyla Rus kilisesinin metropolit atamalarında onayını almak zorunda oldukları Patrikhane’nin artık Müslüman bir devletin sınırları içinde kalması Moskova açısından önemli bir gelişmeydi. Böylece İstanbul’daki Patrikhane tarafından onaylanarak atanan son metropolitin 1461 yılında hayatını kaybetmesiyle birlikte İstanbul’dan onay alma usulüne de son verildi ve Rus Ortodoks Kilisesi bağımsız bir kilise haline geldi. Bu durum Rus kroniklerinde şu şekilde ifade edilmektedir: 1461 baharında Kiev ve bütün Rusya’nın metropoliti Yona yaşamını yitirdi. […] Yona piskoposların ve başpiskoposlar tarafından Tsargrad (Konstantinopol) patriğin onayı ile Moskova metropoliti olarak atanmıştı. […] Ama bu tarihten itibaren Moskova piskoposları ve başpiskoposları, Moskova metropolitini Tsargrad’a gitmeksizin atamaya başladı, çünkü Türk sultanı Tsargrad’ı ele geçirdi ve Bizans imparatorunu öldürdü.348 Rum Ortodoks Kilisesinin Osmanlı toprakları içinde kalması, merkezi Moskova Prensliği olan Rus Ortodoks Kilisesinin bağımsız bir Rus devletin topraklarında bulunan tek Ortodoks kilisesi olarak kalmasına neden oldu. Böylece bir yandan Rusya’nın Bizans ve Balkan Slavlarıyla olan güçlü dini ve kültürel bağları zayıflamaya başlarken bir yandan Moskova’daki yabancı düşmanlığı ve kendini önemseme duyguları da güçlenmeye başlamıştır.349 Moskova Prensliği, siyasi parçalanmışlık ortamında Altın Orda Devleti, Ortodoks Kilisesi ve diğer Rus Prenslikleriyle kurduğu ilişkiler ağı ile bu parçalanmışlığı sonlandırma yolunda önemli adımlar atmasını sağlayacak güç ve konuma kavuşmuş, güçsüzlüğünü güce çevirmeyi başarmıştır. Moskova Prensliği gibi Osmanlı Beyliği de siyasi parçalanmışlık ve rekabet ortamında, görece güçsüz olduğunun bilincinde olarak hareket etmeye çalışmıştır. Kendisinden daha güçlü olan diğer beyliklerle kaybetme olasılığının yüksek olduğu bir mücadeleye girmektense, bu sırada gücünü giderek kaybetmekte olan Bizans toprakları üzerinden batıya doğru ilerleyerek topraklarını ve gücünü arttırmaya çalışmıştır. Osmanlı Devletinin özellikle Batı doğrultusundaki ilerleyişini kolaylaştıran en önemli etmen bu bölgenin içinde bulunduğu siyasi ve toplumsal 348 Polnoe Sobranie Russkikh Letopisey’den aktaran Kezban Acar, op. cit., s. 60 349 Nicholas . Riasanovsky, A History of Russia, Oxford, Oxford University Press, 1993, s. 103 121 koşullardır. İnalcık Osmanlı’nın bu dönemde Balkanlar’da görece kolay biçimde yayılmasını Osmanlı istilasının, bir grup bağımsız kral ve ufak beyin kendi yerel çekişmelerinin çözümü için dış yardım aramakta tereddüt göstermediği, politik bir parçalanma dönemine denk düşmesi ve Balkanlar’da hüküm süren bu çözülüş içinde yalnız Osmanlıların tutarlı bir politika izleyerek bir tip politikanın uygulanabilmesi için gerekli askeri güç ve merkezi yetkiye sahip olmasıyla açıklamaktadır.350 Elbette bu süreçte Osmanlı beyliğinin tek başına olduğunu söylemek doğru olmaz. Benzer konumdaki pek çok beylik bu dönemde Bizans topraklarına doğru ilerlemekteydi. Bunun en başta gelen nedenlerinden biri beyliklerin Moğol işgali korkusuyla batıya doğru itilmesi ve bu arada Bizans topraklarının kıyısına, ardından da yavaş yavaş içlerine doğru yerleşmeye başlamasıydı. Bu süreçte Moğolların önünden Bizans içlerine doğru ilerleyen beylik savaşçıları, gerek iç savaşlardan gerekse de vebadan kaynaklanan nüfus düşüşüyle birlikte boşalan köylerle karşılaşmışlar, nüfus yoğunluğunun az olması ise bu bölgelerin ele geçirilmesini olduğu kadar, Barkey’in de belirttiği gibi İslam’a geçmesini de kolaylaştırmıştır.351 Kılıçbay da Osmanlı’nın Balkanlar’da kısa sürede ve kolayca ilerlemesinin temel nedeninin feodalleşme sürecinin ileri bir aşamasına ulaşmış olan Balkan aristokrasisinin birleşmekte çektiği zorluk olduğunu belirtmektedir.352 Osmanlılar yerel yöneticiler arasındaki rekabetten yararlanarak, ilk önce onların müttefikleri, sonra da koruyucuları konumunda kendi denetimlerini kurmuşlardır.353 Kılıçbay ayrıca Balkanlar’da fethedilen ülkelerin dinsel güçlerinin de Osmanlı’dan yana olduklarını da belirtmektedir.354 Buna göre gittikçe toprağa bağımlı hale gelen halkın denetimlerinden uzaklaştığını gören din adamları, batıdaki meslektaşlarının aksine, toprak sahipleri arasına da giremediklerinden, Osmanlı’yı desteklemeyi tercih etmişlerdir. Ayrıca bölgedeki parçalanmışlıktan yararlanarak, burada kendi egemenliklerini kurmak isteyen Macaristan ve Venedik’ten herhangi birinin bölgeyi ele geçirmesi, buraların Katolik egemenliğine girmesi anlamına geleceğinden Ortodoks Balkan halkı tarafından büyük tepkiyle karşılandığı gibi, Osmanlıların 350 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600) 351 Barkey, Farklılıklar İmparatorluğu: Karşılaştırmalı Tarih Perspektifinden Osmanlılar, s. 58 352 Kılıçbay, Feodalite ve Klasik Dönem Osmanlı Üretim Tarzı, s. 336 353 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi Cilt I: 1300-1600s. 50 354 Kılıçbay, Feodalite ve Klasik Dönem Osmanlı Üretim Tarzı, s. 341 122 Ortodoks Kilisesi ve bu kilisenin din adamlarına kendi devlet örgütlenmeleri içinde yer ayırmaları, hem halkın hem de din adamlarının Osmanlı yönetimini tercih etmesinde önemli rol oynamıştır.355 Barkey de ortak düşmanları olan Latinlere karşı duydukları nefretin, ganimet için kurdukları ittifak kadar bu iki toplumu birbirlerine yaklaştıran koşullardan biri olduğunu, böylece Müslümanlar ve Rum Ortodoks Hıristiyanların melez bir devletin temellerini attıklarını belirtmektedir.356 Bunun yanı sıra Osmanlı İmparatorluğu tarafından sunulan toplumsal düzenin özellikle Balkanlar ve Anadolu’nun Batısında yaşayan insanlar için, içinde bulunduklarından daha iyi koşullar sunduğu ve mevcut düzene göre daha tercih edilebilir olduğu, bunun da Osmanlı’nın bir imparatorluğa dönüşmesinde kritik öneme sahip olan bu bölgelerde kalıcı bir yönetim kurmasında etkili olduğu genel kabul gören bir yaklaşımdır. Bizans merkezi otoritesinin gerilmesiyle birlikte, eyaletlerdeki malikane sahipleri, ayrıcalıklarını ve vergi bağışıklıklarını, gerek Bizans gerekse de yerel rejimler aleyhine genişleterek, sonunda kendi bölgelerinde özerk bir konuma erişmiş ve bunun ardından da toprak ve köylüler üzerindeki kontrol ve sömürülerini pekiştirerek onları daha ağır vergi ve emek yükümlülükleri altına sokmuşlardır.357 Osmanlı yönetiminin bu köylülerden beklentisi sadece belli oranlarda vergi ödemeleriydi. Bunun dışında köylülerin emek yükümlülükleri yoktu. Keyder tarımsal yapıyla ilgili bu düzenlemelerin, yeni Osmanlı devletinin ilgilendiği ilk şeyin bağımsız köylülüğün iktisadi tabanının yeniden kurulması olduğunu açıkça gösterdiğini ve böylece devletin klasik kurumsal yapısının, az çok birbirine yakın büyüklükte toprakları elinde tutan ve merkezden atanan memurlara oransal vergi ödeyen bağımsız bir köylü kitlesinin varlığını öngördüğünü ifade etmektedir.358 Özellikle Osman Bey, akınların yol açtığı hasarın yöre sakinlerinin topraklarını terk etmesine ve böylece toprakların sahipsiz ve bakımsız kalmasına yol açmaması için toprakların yağmalanmasına izin vermemiş ve nüfusun asıl yerleşim yerlerine dönmeleri yönünde çaba göstermiştir.359 Bu bağlamda vergilendirmenin ve 355 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi Cilt I: 1300-1600, s. 50 356 Barkey, Farklılıklar İmparatorluğu: Karşılaştırmalı Tarih Perspektifinden Osmanlılar, s. 60, 63 ve 79. 357 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi Cilt I: 1300-1600, s. 51 358 Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, s. 21 359 Barkey, Farklılıklar İmparatorluğu: Karşılaştırmalı Tarih Perspektifinden Osmanlılar, s. 74 123 bağışıklıkların, grup ve birey statülerinin, toprak üzerindeki bütün hakların sultan adına merkezi hükümet tarafından çıkartılan kanunlarla düzenlenmesi yoluna gidildi.360 Dolayısıyla Osmanlı’nın getirdiği düzende angarya ve diğer feodal yükümlülüklerinin pek çoğu kaldırıldığında bu durum Balkan köylülüğünün yaşam şartlarında önemli bir rahatlama yarattı. Doğrudan üreticiyi yerel güçlerin insafına bırakmama uygulaması, zamanla merkezin ayakta kalmasını sağlayan en önemli ilkelerden biri haline gelmişti. 361 Osmanlı merkezi bu bağlamda, ülkenin periferisinde bulunan ve yabancı desteği aldığı için denetlenemeyen marjinal merkezkaç noktalar için bile savaşı göze almıştır. Örneğin Kanuni Süleyman’ın son seferi olan Zigervar Seferi de bu doğrultuda, Zigetvar kalesine sığınan Avusturyalı feodallerin yağma ve gasplarıyla reayaya zarar vermelerine son verme amacına yöneliktir. Kanuni Süleyman’ın “sahipkıran-ı ben-i adem”, yani insanoğlunun sahiplerini yok eden” unvanıyla anılması ve 1530 yılında yaptığı yolculuk sırasında Nemçe elçilik katibi Benedict Curipeschitz’in Osmanlı ülkesinin her tarafının yıkık şatolarla dolu olduğundan söz etmesinin362 sebebi de Osmanlı merkezinin üreticilerin feodal beyler tarafından serfleştirmesinin önüne geçmek konusunda gösterdiği kararlılıktır. Osmanlıların Balkanlardaki ilerleyişi ve yerleşimini kolaylaştıran bir diğer unsur Osmanlı’nın fethettiği bölgelerdeki yapılarda radikal değişikliklere gitmemesidir. Osmanlı yöneticileri yeni fethedilen bölgelerdeki toplumsal ve ekonomik yapıların korunmasını, kendileriyle işbirliğine giden yerel yöneticiler aracılığıyla mevcut düzenin sürdürülmesini pek çok durumda tercih etmiştir. Yerel hanedanların çoğu Osmanlı vassalları haline dönüştürülmek suretiyle, tâbi devletlerden oluşan bir yapı oluşturulmuştur.363 Ele geçirilen bölgelerdeki topraklar devlet mülkiyetine alınmakla birlikte, daha sonra tekrar eski sahiplerine tımar olarak verilmiştir. Osmanlı’nın bu yönde bir uygulamayı tercih etmesinin nedeninin, yeni ele geçirilen bölgelerin ekonomik ve toplumsal entegrasyonun daha kolay gerçekleştirilmesini sağlamak olduğunu söylemek mümkün. İşler biçimdeki bir 360 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi Cilt I: 1300-1600, s. 52 361 Kılıçbay, Feodalite ve Klasik Dönem Osmanlı Üretim Tarzı, , s. 358 362 Ayrıca bknz. Benedict Curipeschitz, Yolculuk Günlüğü 1530, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1977 363 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi Cilt I: 1300-1600, s. 47. 124 ekonomik düzende değişiklik yapmanın ya da yeni bir ekonomik düzen kurmanın ortaya çıkarabileceği gelir ya da vakit kaybına katlanmadan mevcut düzen içinde ortaya çıkan artı üründen, vergi şeklinde pay almak Osmanlı için daha tercih edilir bir durumdu. Böylece yeni bölgeler doğrudan devlet ekonomisine katılmış bulunuyordu. Ancak bu hiçbir şekilde feodal beylerin eski ayrıcalık ve özerkliklerine sahip olduğu anlamına gelmiyordu. Eskiden sahip oldukları toprakları yönetmeye devam etmekle birlikte, artık bunu Osmanlı tımar sahibi olarak, yani Osmanlının denetiminde yapıyorlardı. Dolayısıyla toplumsal açıdan söz konusu bölgelerde yaşayan halkın eskisinden çok farklı bir düzene tabi kılınmamakla birlikte mevcut feodal yapıların kendileri için getirdiği ağır yüklerin bir kısmından kurtulmaları dolayısıyla, yeni katıldıkları devlete uyum sağlamaları daha kolay oluyordu. Osmanlıların getirdiği düzen, yerel halkların huzurunu bozmuyor, tersine onlara bir güven verebiliyordu ve bu, hızla yayılmanın en belirleyici etmenlerinden biriydi. 364 II. Mehmet döneminden itibaren kurumsallaşmaya başlayan millet sistemi de bu sürece önemli katkıda bulunmuştur. Bununla birlikte Balkanlar’ın devlete entegrasyonunu kolaylaştıran bu feodal benzeri yapılar, I. Bayezid döneminde, Slav beyliklerinin daha merkezi bir denetim altına alınmasıyla sonlandırılmaya başlandı.365 Bu süreçte, her bölgenin özel koşullarına göre zaman içinde farklılıklar ortaya çıkmakla birlikte, genel olarak, önce yerel hanedanların ve direnç noktalarının ortadan kaldırılması yoluyla vassallık bağlarının sıkılaştırılması, ardından da Osmanlı öncesi yönetim aygıtının bütün kalıntılarının yerine, Osmanlı taşra yönetiminin temel taşı olan tımar sisteminin getirilmesi söz konusuydu. Bu bağlamda 1396 yılında yapılan Niğbolu Savaşının Osmanlı’nın galibiyetiyle sonuçlanması Balkanlar’daki Osmanlı yönetimin sağlamlaştırılmasında önemli rol oynadı. Bununla birlikte bu bölgeler Osmanlı merkezinin doğrudan yönetimine bağlanmayarak özerkliklerini bir süre daha korumalarına izin verilmiştir. 16. yüzyıla kadar özerk bölgeler olarak varlıklarını koruyan Eflak ve Boğdan’ın yanı sıra, Habsburg tehdidi karşısında başına bir beylerbeyi atanarak bir Osmanlı eyaletine dönüştürülene kadar Macaristan bu duruma örnek teşkil etmişlerdir. 364 Belge, op. cit., s. 256 365 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi Cilt I: 1300-1600, s. 48-50 125 Böylece Osmanlı beyliği Bizans topraklarına doğru ilerlerken, Moskova Prensliği’nin önceliği, diğer Rus Prenslikleri arasında liderliği ve bu devletlerin birleştiricisi rolünü üstlenmek doğrultusunda olmuştur. Amaçları farklı olmakla birlikte her iki devlet de bunun için ittifak ağlarına başvurmuştur. Bu süreçte Altın Orda Devleti, Ortodoks Kilisesi ve diğer Rus prenslikleriyle olan ilişkilerinin yanı sıra Moskova’nın güçlenmesini sağlayan bir diğer etmen Moskova prenslerinin boyarlarla kurdukları ilişkiler, yani boyarların da Moskova prenslerinin inşa ettikleri ağda yer almalarıydı. Akrabalık ilişkileri diğer birçok devlet için olduğu gibi Moskova Prensliği’nin de ağ yapılanmasını güçlendirmek için başvurduğu bir yöntem olmuştur. Bu yöntem özellikle diğer Rus prenslikleri arasında herhangi bir prenslik olmaktan sıyrılan Moskova’nın, bu prenslikleri kendi egemenliği altında toplama sürecinde faydalı olmuştur. Moskova prensleri akrabalık bağlarını, öncelikle Altın Orda ile ilişkilerini üst seviyede tutmanın bir aracı olarak kullanmışlardır. Örneğin Moskova Prensi Yuri, Altın Orda kağanının kız kardeşiyle evlenmiş ve bunun hemen ardından Kağan tarafından Büyük Prens olarak atanmıştır.366 Kulikova Savaşı sonrasında Rus prenslikleri arasında üstün bir konum elde eden Moskova için bu dönemde en önemli tehlike 1385 yılında Litvanya Grandükünün Polonya tahtına çıkmasıyla bu iki ülkenin birleşmesi olmuştu. Böylece Moskova bir yandan Altın Orda bir yandan Rus prensliklerine karşı bir hakimiyet mücadelesine girme noktasına geldiği sırada karşısına güçlü bir rakip çıkmış oldu. Moskova’nın bu durum karşısında tercihi bu rakiple kaybedebileceği bir savaşa girmektense ittifak kurma doğrultusunda oldu ve bu ittifakı da 1391 yılında evlilik yoluyla akrabalık ilişkileri kurarak gerçekleştirdi. Böylece Batıda Polonya ve Litvanya ile kurduğu akrabalık ilişkileri sayesinde kendisini sağlama alan Moskova, Altın Orda Devletinin bir iç karışıklık dönemi içinde olmasını fırsat bilerek diğer Rus prensliklerini kendi devletine katma doğrultusunda harekete geçti.367 Bununla birlikte 14. yüzyılın son yılları ile 15. yüzyılın ilk yıllarındaki bu girişimin tam olarak başarılı olduğunu söylemek mümkün değildir. Bunun en önemli sebebi Altın Orda Devletinin henüz bütünlüğünü ve eskisi kadar olmasa da gücünü korumasıdır. Dolayısıyla 366 Nicholas . Riasanovsky, op. cit., s. 97 367 Bknz. George Verdansky, Rusya Tarihi, İstanbul: Selenge Yayınları, s. 120 126 Moskova’nın önce diğer Rus Prensliklerini daha sonra ise uzun yıllar hakimiyeti altında bulunduğu Altın Orda topraklarını kendi devlet çatısı altında birleştirerek bir imparatorluk olma yolunda başarılı adımlar atabilmesi, ancak 1430’larda Altın Orda Devletinin dağılması ve bu devletin toprakları üzerinde farklı devletlerin ortaya çıkmasından sonra mümkün olabilmiştir. Evlilikler, Osmanlı Beyliğinin de ilk dönemlerinde kullanılan yeni topraklar elde etme ve yeni bağlantılar kurma yollarından bir diğeridir. Evlilikler yoluyla belli bölgeleri ya da bu bölgelerin yönetimini ele geçirme, çeşitli ailelerle ilişki kurma ve bu yolla çeşitli unvanlar elde etme, özellikle Avrupa imparatorlukları tarafından sıklıkla kullanılan bir yöntem olmuştur. Bu şekilde Avrupa hanedanlarının pek çoğu birbirine akrabalık ağlarıyla bağlanırken, hanedan evlilikleri özellikle Habsburg İmparatorluğunun kuruluşunda en önemli etkenlerden biri olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu açısından bakıldığında evliliklerin bu bağlamda çok önemli bir rolü olmamakla birlikte, özellikle kuruluş döneminde bu yola başvurulduğu bilinmektedir. Bazı bölgelerin çeyiz olarak beylik topraklarına katılmasına ek olarak evliliklerin Osmanlılar için asıl katkısı, Osman Bey’in bölgenin eski ve yerleşik aileleriyle bağlantı kurmasının, onu bu ailelerin merkezine yerleştirmiş; Anadolu toplumunun kilit sosyal sınıflarına, savaşçılara (Gaziyan-ı Rum), dini tarikatlara (Abdalan-ı Rum), zanaatkar ve esnaflara (Ahiyan-ı Rum) erişimini sağlamış olmasıdır.368 Bunun yanı sıra Orhan Bey döneminde Bizans sarayıyla da evlilik yoluyla ilişki kurulmuş böylece iktidardaki Bizans aileleriyle de ittifak kurma olanağı elde edilmiştir. Keyder’e göre Bizanslı saray ve yerel aristokrasileriyle yapılan evlilikler bu bölgede yerleşik olan nüfusla sentezin önemli boyutta gerçekleştiğinin somut göstergesidir.369 Osmanlılar, Balkanlar’dan sonra Anadolu’nun fethinde de benzer yöntemler izlenmiştir. Burada da toprağı malik olarak tasarruf edenlerin haklarına dokunulmaması, Anadolu’daki Osmanlı yayılmasının hızlı bir biçimde gerçekleşmesini sağlamış olmakla birlikte aynı zamanda merkez-kaç unsurların tam tasfiye edilmemesi ve bu unsurların korunarak fetihlerin gerçekleştirilmesi, 368 Barkey, Farklılıklar İmparatorluğu: Karşılaştırmalı Tarih Perspektifinden Osmanlılar, s. 75 369 Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, s. 19 127 topraklarındaki haklarından vazgeçmek istemeyen eski toprak sahiplerinin, kriz ve yenilgi durumlarında merkezin çözülmesine kadar varacak olan feodal nitelikli kopuşlar gerçekleştirmesine neden olmuştur.370 Osmanlı açısından bunun en belirgin örneği, I. Bayezid’ın saltanatı döneminde 1402 Ankara Savaşında, Timur karşısında alınan yenilgiden sonra devletin Anadolu’daki topraklarının neredeyse tamamında yeniden bağımsızlıklarını ilan eden siyasi birimlerin ortaya çıkmasıdır. Bayezid’in topraklarını genişletme ve klasik İslam devletleri örneğine uygun, güçlü bir merkezi devlet kurma çabası, Anadolu’nun yerli askeri sınıfıyla karşı karşıya gelmesine, askeri sınıfın da himaye arayışında doğuya yönelmesine ve Timur’dan medet ummasına yol açtı.371 Oysaki devletin Rumeli’deki topraklarında bu yönde bir gelişme gözlemlenmemektedir. Benzer politikaların tamamen farklı sonuçlara neden olması, söz konusu dönemde Balkanların içinde bulunduğu özel koşulların Osmanlı’nın buradaki ilerleyişli ve yerleşmesinde ne derece etkili olduğunu da ortaya koymaktadır. Ankara Savaşından sonraki dönem Osmanlı tarihinde Fetret Devri olarak anılmaktadır. Dönem esas olarak Bayezid’in oğulları arasında gerçekleşen taht mücadelesini, ve bu sürede devletin belirli bir yöneticisinin olmamasını ifade eder. Bununla birlikte Wittek asıl mücadelenin tahtın varisleri arasında değil, merkez ile feodal güçler arasında gerçekleştiğini ifade etmektedir.372 İnalcık da Fetret Devrinin, iktidarın fiilen uç beylerine geçtiği bir dönem olduğunu, bu süreçte uç beylerine bağlı sınır kuvvetleri ile geri bölgede tımar sahibi olan sipahiler arasındaki rekabetin keskinleştiğini ve 1416 Şeyh Bedrettin ayaklanması da dahil olmak üzere bu ilk dönemin gerilim ve kargaşalarından pek çoğunun bu rekabetle ilişkili olduğunu öne sürmektedir.373 Buna göre Osmanlı tahtı üzerinde hak iddia eden şehzadelerin de daima merkezi hükümete karşı kaynaşma odakları durumunda olan uç beylerine sığınmaları yine bu bağlamda değerlendirilebilecek olaylardır. I. Mehmet’in (Çelebi) kontrolü sağlayarak tahta çıkması Fetret Devrinin sonuna işaret ederken, merkezileşme sürecinin de başlangıcı olmuştur. Bu süreçte I. 370 Kılıçbay, Feodalite ve Klasik Dönem Osmanlı Üretim Tarzı, s. 338-339 371 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi Cilt I: 1300-1600, s. 48 372 Wittek, op. cit. 373 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi Cilt I: 1300-1600, s. 49 128 Mehmet beylikleri tasfiye etme politikası izlemekle beraber, henüz devlet gücünü tam olarak kazanamamış olduğundan, bu beyliklerdeki eski toprak mülkiyetlerine dokunmamış ancak merkezi destekleyen unsurlara da bu bölgelerde tımarlar vermiştir.374 Benzer bir politikayı Mehmet’ten sonra tahta çıkan II. Murat da izlemiş ve bu iki padişahın iktidarları döneminde gerçekleştirilen fetihlerle devlet eski topraklarını yeniden ele geçirerek bölgede kontrol ve istikrarı sağlamıştır. İnalcık’a göre Osmanlı’nın kontrol ve istikrarı yeniden hızla sağlamasının temelinde Osmanlı’nın mevcut kurumlarının sağlamlığı ve Yeniçeri ordusu, tımarlı sipahiler, ulema ve bürokratlardan oluşan belli başlı güçlerin çıkarlarının merkezi devletin canlanmasından yana olması dolayısıyla sürece verdikleri destek yatmaktadır.375 Bu unsurların merkezin ve merkezileşmenin destekçisi olmalarının temelinde, kendi konumlarının ve geleceklerinin Osmanlı hanedanına bağlı olması yatmaktadır. Ağırlıklı olarak devşirme kökenli olan bu gruplar için Müslüman Osmanlı toplumunda söz konusu konumlara sahip olmaları, uygulanan kul sisteminin, devletin Hıristiyan tebaası için de yükselme yollarını açık tutmuş olmasıyla mümkün hale gelmiştir. Bu nedenle bu gruplar hem mevcut konumlarını korumak hem de kendileri için açılmış bu yolun devamlılığını sağlamak için, gerek bu dönemde gerekse de bundan sonra Osmanlı yönetiminin yanında yer almışlardır. Osmanlı Devleti’nin, gücünü toparlayıp, hem kaybettiği toprakları hem de merkezi denetimi yeniden ele geçirmesiyle birlikte, bu süreçte kendisine destek olan toplumsal unsurların devlet yönetimindeki etkisi de artmıştır. Böylece II. Murat’tan itibaren tüm devlet görevleri merkez unsurların eline geçmeye başlarken, bunun uzantısı olarak ulema ve kapıkullarının etkisiyle, toprağın kim tarafından fethedilmiş olursa olsun devletin olacağı, toprağı fethedene yalnız görev süresince geçerli olmak üzere tımar verileceği kuralı yerleştirildi.376 Devşirme unsurların gittikçe güç kazanmalarına karşılık, söz konusu dönemde yönetimde tam olarak söz sahibi olduklarını söylemek mümkün değildir. II. Murat’ın iktidarda olduğu bu dönemde devletin en üst idari kadroları olan 374 Kılıçbay, Feodalite ve Klasik Dönem Osmanlı Üretim Tarzı, s. 346 375 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi Cilt I: 1300-1600, s. 48 376 Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi Cilt 2, İstanbul, Cem Yayınları, 1974, s. 373’ten aktaran Kılıçbay, Feodalite ve Klasik Dönem Osmanlı Üretim Tarzı, s. 347 129 sadrazamlık ve vezirlik gibi makamlar henüz devşirmelere kapalıydı. Söz konusu makamlar genellikle nüfuzlu Müslüman-Türk aileleri tarafından işgal ediliyordu. Devletin kuruluşundan itibaren yönetimde söz sahibi olan bu aileler, padişahları yönlendirmenin yanı sıra aynı zamanda denetliyorlardı. Tahta çıkacak padişahın belirlenmesi noktasında da bu aileler belirleyici olabiliyorlardı. Örneğin Kuruluş Döneminin etkili ailelerinden olan ve sadrazamlık makamını uzun süre ellerinde bulunduran Çandarlı ailesinden Çandarlı Halil Paşa, II. Mehmet’i iki kere tahttan indirerek, tahtı oğluna bırakmış olan II. Murat’ı yeniden tahta çıkarmıştır. Bu ailelerin, yönetimde bu kadar etkili olmaları, devletin merkezileşme sürecinde onları tasfiye ederek her anlamda kendilerine bağımlı ve bu nedenle de sadık olan kapıkullarını, bu ailelerin yerine yönetim kadrolarına yerleştirme yoluna gitmesine neden olmuştur. Ancak bunun gerçekleştirilebilmesi için öncelikle devletin hem maddi güç unsuları olan askeri ve ekonomik anlamda güç kazanması hem de bu hareketlerini meşru gösterecek ideolojik bir güce sahip olmaları gerekiyordu. Bunun için bu güç unsurlarının bir araya getirildiği dönem olan ve devleti bir imparatorluğa dönüştüren İstanbul’un fethini beklemek gerekiyordu. 2.2 İmparatorluğun İnşası Osmanlı Devleti’nde devleti dönüştürerek bir imparatorluğa gidecek yolu açmayı ilk deneyen I. Bayezid (Yıldırım) olmuştur. Bayezid’in bu yolda attığı adımlardan biri, daha sonra II. Mehmet tarafından gerçekleştirilecek olan ve Osmanlı Devleti’nin bir imparatorluğa dönüşmesinde önemli rol oynayan, İstanbul’un fethedilmesiydi. Bayezid iktidarının önemli bir bölümü İstanbul’un fethine yönelik hazırlıklarla geçmiş, ancak Ankara Savaşı’nda Timur karşısında aldığı yenilgi, bu planını uygulamaya koymasını engellediği gibi, kendisinden sonra gelen padişahların da bunu yapabilmesini geciktirecek karışıklıklara neden olmuştur. Bununla birlikte Bayezid’in İstanbul’un fethiyle hedeflediğinin Osmanlı Devletini bir imparatorluğa dönüştürmek olduğunu düşündüren haklı nedenler vardır. Bunların başında, Bayezid’in daha fetih hazırlıklarını yürütürken Kahire’de, Bağdat Halifeliği’nin Moğollar tarafından yıkılmasından sonra Memluk devletinin himayesine sığınan Bağdat halifesinden kendisine, “Rum Sultanı” unvanını taşıyan bir berat vermesini istemesi ve Timur’un yarattığı tehdidin Memluklar ile Osmanlıları geçici müttefikler 130 olmaya zorlaması nedeniyle halifenin de kendisine bu beratı vermesidir.377 Belge’ye göre bu olay, Bayezid’in, İstanbul’un alınmasının getireceği avantajlar üzerine düşüncelerinin Fatih Sultan Mehmet’inkilerle aynı doğrultuda olduğunu göstermektedir. 378 Osmanlı Devleti’nin bir imparatorluk olarak nitelendirilmesi Fatih Sultan Mehmet dönemi ve özellikle de İstanbul’un fethinden itibaren mümkündür. Söz konusu dönemde devletin sahip olduğu güç, yönettiği topraklar, geliştirdiği kurumlar ve politikalarla birlikte artık Osmanlı bir imparatorluk olarak anılmayı gerektirecek özelliklere sahip olmuştur. Bu nedenle Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu olarak II. Mehmet’i işaret etmek, Osmanlı Devleti’nin ya da Osmanlı Beyliğinin kurucusu olan Osman Bey’i işaret etmekten daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Rusya’nın bir imparatorluk olmasının başlangıcı konusu ise daha tartışmalıdır. Genellikle Rusya’nın Büyük ya da Yüce lakaplı I. Petro döneminden bir itibaren bir imparatorluk olduğu kabul edilir. Bunun nedeni Büyük Kuzey Savaşı sonrasında Petro’nun “büyük askeri lider” olarak imperator unvanını kullanmaya başlamasıdır.379 Böylece 1721 yılından itibaren devletin resmi adının Rus İmparatorluğu olmasıyla birlikte Rusya’nın bir imparatorluk olduğu düşünülür. Oysaki bundan önce Rus liderleri tarafından kullanılan çar unvanı ve devletin adı olan Rus Çarlığı da esas olarak, Latince terimler olan imparator ve imparatorluk kavramlarının taşıdığı anlamları içermektedir. Dolayısıyla Rus devletini imparatorluk olarak tanımlamak için söz konusu Latince terimlerin kullanımı beklemek gerekli değildir. 377 Bernard Lewis, İstanbul ve Osmanlı İmparatorluğu Medeniyeti, İstanbul, Bilge Kültür Sanat, 2006, s. 27 378 Belge, op. cit., s. 49. Belge ayrıca, Bayezid’in Bağdat halifesinden “Rum Sultanı” unvanını kullanabileceği doğrultusunda bir berat alabilmesinin ve Memlukların kendilerine rakip olan bir devletin yöneticisin bu unvanı kullanmasına engel olmamış olmasının sebebi Timur’un kendilerindense Osmanlı’yı hedef aldığının yavaş yavaş görülmeye başlanması ve dolayısıyla Bayezid’in bu unvanı kullanmasının kendileri açısından bir sorun yaratacağını düşünmediklerini gösterdiğini belirtmektedir. Buna göre her ne kadar Bayezid için bu unvanının kullanımı imparatorluğa giden bir sürecin parçası olarak algılanıyor olsa da, bunun dönemin diğer devletleri tarafından bu şekilde algılanmadığı ortaya çıkmaktadır. Bu durum, Osmanlı’nın henüz büyük bir devlet ya da imparatorluk olma yolunda bir devlet olarak görülmediğini göstermektedir. Gerçekten de Bayezid, söz konusu unvanı kullanmış olmakla birlikte, bu unvanı diğer devletler üzerinde de etki ve sonuç doğuracak şekilde kullanan, İstanbul’u da fethedecek olan II. Mehmet olacaktır. 379 Nicholas V. Riasanovsky, Mark D. Steinberg, Rusya Tarihi: Başlangıçtan Günümüze, İstanbul: İnkılap Kitabevi, 2011, s. 235 131 Rusya’nın bir imparatorluk olma yönünde gelişmesi, yaklaşık 200 yıl süren Moğol yönetiminden kurtulan Rus prensliklerinin, 15. yüzyılın sonları ile 16. yüzyılın ilk yılları arasında III. Ivan tarafından Moskova Prensliği hakimiyeti altında toplanmasıyla başlamıştır. Barkey bu açıdan III. Ivan’la Fatih Mehmet arasında bir paralellik kurmakta ve İstanbul’un fethedilmesinin, ideolojik ve yapısal dönüşümlerde oynadığı role benzer biçimde, Rusya’nın bir imparatorluk olarak doğuşunun en kritik yönlerinden birinin, III. Ivan’ın hükümdarlığı döneminde Novgorod’un ilhak edilmesi olduğunu belirtmektedir.380 Novgorod’un fethi gerçekten de Moskova’nın ileride sahip olacağı konumu belirmesi açısından oldukça önemlidir. Çünkü Rus prenslikleri içinde en büyük ve pek çok bakımdan en güçlü prenslik olan Novgorod bu özellikleri dolayısıyla ileride kurulabilecek bir Rus devletinin öncülüğünü üstlenme konusunda en beklenen adaydı. Dolayısıyla Novgorod’un Moskova hakimiyeti altına girmesi bir süredir kendisini hissettirmekle birlikte, artık farklı Rus devletlerini bir araya getirecek olanın Moskova Prensliği olacağını ortaya koymuş oldu. Nitekim Novgorod’un Moskova’ya katılımı diğer Rus devletlerinin katılımını hızlandırıcı bir etki yapmıştır. Bununla birlikte İstanbul’u fethini Korkunç lakaplı IV. Ivan’ın Kazan Hanlığı’nı fethiyle karşılaştırmak daha anlamlı görünmektedir. Çünkü Rus devletini çokuluslu bir imparatorluğa dönüştüren, Kazan Hanlığı’nın fethedilmesiyle ilk defa, tarihsel bir geleneği olan, meşru bir hanedanlığa dayanan ve sadece yabancı bir dil konuşmakla kalmayıp aynı zamanda farklı bir dine mensup olan bağımsız bir siyasal birimin, Rusların hakimiyeti altına girmiş olmasıdır. Osmanlı İstanbul’un fethi öncesinde de çok-etnili ve çok dinli bir yapıya sahip olmakla birlikte, bu farklığa dayalı yapının kurumsallaştırılması II. Mehmet döneminde, özellikle de İstanbul’un fethinden sonra gerçekleştirildiği için de, imparatorluğa geçişin başlangıcı olarak bu dönemi kabul etmek daha anlamlıdır. Tek başına İstanbul’un fethin Osmanlı’nın artık bir imparatorluk olarak kabul edilmesini sağlayan gelişme olmadığı açıktır. Bununla birlikte fethin taşıdığı sembolik anlam önemlidir ve zaten II. Mehmet’in İstanbul’un fethi üzerinde ısrarla durması ve sonunda bunu gerçekleştirmesi de bu sembolik önemle yakından 380Barkey, Farklılıklar İmparatorluğu: Karşılaştırmalı Tarih Perspektifinden Osmanlılar, s. 110 132 ilişkilidir. Belge’nin de belirttiği gibi askeri-stratejik açıdan bakıldığında sınırları Sırbistan’ın büyük bir kısmını içerek kadar genişlemiş olan Osmanlı Devleti’nin toprakları içinde küçük bir cepheden ibaret olan İstanbul, askeri açıdan Osmanlı’ya tehdit oluşturabilecek konumda olmadığı gibi, bir devlet olarak Bizans’ın da bunu yapabilecek gücü zaten yoktu ve diplomatik açıdan bakıldığında ise Bizans’ın her zaman sorun çıkarma ihtimali bulunmakla birlikte, kendi varlığını sürdürmesi Osmanlı’yla iyi geçinmesine bağlı olan bir devletin bu konuda çıkarabileceği sorunlar Osmanlı için çok ciddi boyutlarda olamazdı.381 Bu nedenle Fatih’in güçlü surlarıyla fethedilmesi oldukça güç olan İstanbul’u fethetmek için harcanabilecek zaman, insan gücü ve maddi imkanlarla kendisi için daha stratejik fetihler planlamak yerine İstanbul üzerine yürümesinin sebebini biraz da bu sembolik anlamda aramak gerekmektedir. Bu anlam İstanbul’un Roma İmparatorluğunun başkenti olmasından kaynaklanmaktadır. Her ne kadar bu dönemde artık Bizans’ın imparatorluk olarak adlandırılmasını gerektirecek hiçbir özelliğe sahip olmadığı açık olsa da, Belge’nin de belirttiği gibi Romanın manevi prestiji hala ayaktaydı.382 Nitekim Fatih’in İstanbul’un alınmasından sonra Roma imparatoru Sezar’ın adından türetilmiş bir unvan olan Kayser unvanını kullanması da, kendisini bu ünlü imparatorun, yönettiği devleti ise Roma’nın varisi olarak gördüğünü ortaya koymaktadır. Fatih’in kendisini bu şekilde algılamasının yanı sıra, imparatorluk toprakları dışında da bu yönde bir algılayışın olduğunun işaretlerini görmek mümkündür. Papa’nın arzusuyla Osmanlı’daki durumu incelemek için gelmiş olan George Trapezuntios’un padişaha yazdığı mektupta kullandığı ifadeler bunu göstermektedir: Onun meşru Roma İmparatoru olduğundan kimse şüphe duymasın. Çünkü imparatorluğun başkentini elinde bulunduran kişi meşru imparatordur. Roma İmparatorluğunun başkenti de Konstantiniyye’dir. Bu yüzden bu şehir kimin elindeyse imparator odur. Ama siz bu tahtı insanlardan değil, Tanrı’nın yardımıyla savaşarak aldınız. Bu yüzden, meşru 381 Belge, op. cit., s. 48 382 Belge Roma’nın bu prestiji, İstanbul’un fethince sonra yüzyıllarca koruduğunu belirtmektedir. Buna göre Fransız Devrimini bile Roma değerlerine yeniden hayat verme girişimi olarak değerlendirenler vardır. Napoleon’un kendisini imparator ilan etmesi de yine bu bağlamda ele alınabilmektedir. Belge, op. cit., s. 49 133 Roma İmparatoru sizsiniz… Roma İmparatoru olan kişi ise bütün dünyanın imparatorudur. 383 Trapuzentios’un mektubunda bu ifadeleri kullanmış olmasından daha ilginç olan ise Papa’nın Fatih’e yazdığı bir mektupta benzer görüşleri dile getirmiş olmasıdır. Papa Küçücük bir ayrıntıyı halledersen dünyanın en yüce, en güçlü, en ünlü insanı olabilirsin. Bunun ne olduğunu mu soruyorsun? Bulman çok zor değil. Aramak için çok uzaklara gitmene gerek yok. Onu her yerde bulabilirsin: Biraz suyla[aquae pauxillum] vaftiz olur Hıristiyanlık’a geçmek ve İncil’in öğretisini kabul etmek. Bunu yaparsan, dünyanın en ünlü ve güçlü prensi olursun. Seni Yunanlılar’ın ve Doğu’nun yasal imparatoru yaparız. Şiddet yoluyla alıp adaletsizce elinde tuttuğun yerler, doğal hakkın olur. Bütün Hıristiyanlar sana saygı duyar. Anlaşmazlıklarda sana başvurur. Zulüm gören herkes, ortak hamileri olarak sana sığınır. Dünyanın her ülkesinden insanlar senden yardım ister. Çoğu sana gönüllü olarak boyun eğer, hükümlerine uyar ve sana vergi öder. Tiranları yenme, iyileri koruma ve kötülerle savaşma görevi sana verilir. Eğer doğru yolda gidersen, Roma Kilisesi sana karşı çıkmaz. Bu ruhani taht, seni diğer krallar kadar sevgiyle kabul edecektir. Hatta onlardan da fazla, çünkü senin konumun daha yüksek. Bu koşullar altında pek çok krallığı hiç savaşmadan ve kan dökmeden, kolayca ele geçirebilirsin… Düşmanlarına asla yardım etmeyiz. Tam tersine, Roma Kilisesi’nin haklarına el koymaya, boynuzlarını öz analarına karşı kullanmaya kalkanlara karşı, senden yardım isteriz.. 384 sözleriyle – Hıristiyanlığı kabul etmesi koşuluyla - Fatih’in imparatorluğunu ve bu imparatorluğun Roma ile olan ilişkisini tanır görünmektedir. İmparatorluk başkentini ele geçirmenin, kendisine Doğu Roma İmparatorluğu’nu en uzak sınırlarıyla canlandırma hakkını kazandırdığı iddiasıyla II. Mehmet, Sultan’ul Berreyn ve Hakan’ul Bahreyn, yani iki kıta ile iki denizin hâkimi unvanını da kullanarak, Balkanlar ve Anadolu’da fetihler düzenleyip devletin topraklarını 383 Franz Babinger, Fatih Sultan Mehmed ve Zamanı, İstanbul, Oğlak Yayınları, 2002, s. 221 384 Ibid., s. 182-183 134 genişletti ve 19. yüzyıla kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun sağlam çekirdeği olarak ayakta kalan Anadolu-Rumeli bloğunu kurmuş oldu.385 Bu dönemde Rusya’da geliştirilen imparatorluk stratejisi, 1453 yılında İstanbul’un Osmanlı Devleti tarafından fethedilmesi sonucu Bizans İmparatorluğunun, yani tarihteki ikinci Roma imparatorluğunun yıkılmasıyla paralel olarak ortaya atılan Üçüncü Roma olma iddiasıydı. Her ne kadar hiçbir zaman Rus devletinin resmi doktrini haline gelmese de bu görüş, Pskov rahibi Philotheus’un III. Vasily’e yazdığı bir mektupta “İki Roma düştü, üçüncüsü ayakta, dördüncüsü ise olmayacak” şeklinde ortaya konmuştur.386 Bu doğrultuda III. Ivan Üçüncü Roma olma iddiasına dayanak oluşturmak için son Bizans İmparatoru XI. Constantine’in kardeşi Thomas Palaeologus’un kızı Sophia Paleologue ile evlendi. Bunun yanı sıra Roma İmparatoru Sezar’ın isminden türetilen bir diğer unvan olan Çarlık unvanını kullanan ilk Rus yöneticisi oldu.387 Dolayısıyla Novgorod Prensliği’ni Moskova’ya bağlayan ve birleşik bir Rus devletinin en önemli adımlarından birini atan III. Ivan da, devletin artık bir imparatorluk olduğunu kabul eder görünmektedir. Ancak imparatorlukları tanımlarken belirtildiği gibi, bir devleti kendisini imparatorluk olarak kabul nitelendirmesi tek başına yeterli değildir. Bu nedenle Moskova Prensliği’nin bir imparatorluğa dönüşme noktası olarak bu devletin hem topraklarını genişlettiği, hem nüfus yapısının değiştiği hem de daha önce egemenliği altında bulunduğu Altın Orda Devleti’nin en önemli mirasçılarından olan bağımsız siyasi birimleri kendi yönetimi altında aldığı Kazan ve Astrahan Hanlıklarının fethini kabul etmek daha anlamlı görünmektedir. Bunun yanı sıra bu fetihler, devletin toprak büyüklüğünün ve nüfus yapısının değişmesi ve farklı bir devlet geleneğini bünyesine katmasıyla birlikte Moskova’nın yönetim yapısının değişmesine neden olması açısından da önem taşımaktadır. Kazan Hanlığının fethi Moskova Devletini yapısal olarak dönüştürmesinin dışında Asya ve Avrupa’daki pek çok devletin de önceden önemsemedikleri bu devleti ciddiye almaya başlamalarını işaret eder. Çünkü Henry Huttenbach’ın da 385 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi Cilt I: 1300-1600, s. 53-54 386 Seton-Watson, Nations and States: An Enquiry into the Origins of Nations and the Politics of Nationalism, s. 81 387 “Tüm Rusya’nın Çarı” olarak resmi olarak taç giyen ilk lider ise Korkunç unvanıyla tanınan IV. Ivan oldu. 135 belirttiği gibi artık Moskova kendisini Polonya-Litvanya Krallığı ve Osmanlı İmparatorluğu gibi büyük siyasal birimlere meydan okumaya hazır bir güce dönüştürmüştü ve her ne kadar Kazan ve ardından Astrahan Hanlıklarının fethinden sonra Sibirya’nın fethine yönelmiş olsa da Katolik Polonya-Litvanya ve Müslüman Osmanlı, önemsiz bir Ortodoks devlet olarak gördükleri Rusya’yı ilerleyen yıllarda ciddi bir rakip olarak karşılarında bulacaklardı.388 Dolayısıyla Rusya’nın kendisini bir imparatorluk olarak görmesinin ötesinde, diğer devletler tarafından da böyle algılanmaya başlaması söz konusuydu ve bu, Rusya’nın artık bir imparatorluk olduğunu ortaya koymaktaydı. 2.2.1 İmparatorluğun Güç Unsurları İmparatorlukların iktidarlarının dayandığı kaynakları kesin çizgilerle tanımlamak ve birbirinden ayırmak daha önce de belirtildiği gibi oldukça güçtür. Çünkü gerçekte böyle bir ayrım söz konusu değildir. Askeri, ekonomik, siyasi, ideolojik unsurlar bir arada, iç içe geçmiş ve karşılıklı etkileşim içinde bulunmaktadırlar. Bu nedenle herhangi birinde aksayan bir imparatorluk diğerler alanlarda güçlü olsa bile sorunlarla karşılaşması kaçınılmazdır. Üstelik bir imparatorluğun belli bir zamanda belli bir alanda güce sahip olması, bunun hep bu şekilde devam edeceği anlamına gelmediğinden, zaman içinde kendini, daha doğrusu iktidar kaynaklarını ve güç unsurlarını dönüştüremeyen bir imparatorlukta mevcut sorunların kökleşmesiyle birlikte imparatorluk daha kırılgan hale gelecektir. Osmanlı ve Rus İmparatorluklarının her ikisi de esas olarak savaşlar sonucu kazanılmış topraklar üzerine kuruludur ve bu anlamda büyük ölçüde askeri güce dayanmaktadırlar. Bu topraklardaki varlıklarını ve yönetme haklarını meşrulaştırmak için kullandıkları ideolojik söylemlerde her iki imparatorluk da dini referanslar kullansalar da, bağlı bulundukları dinlerin farklı olması, söylemlerde de belli farklılaşmaları beraberinde getirmektedir. Siyasi açıdan her iki imparatorluk da farklı düzeylerde olmakla birlikte merkezi imparatorluklardır. İmparatorluklar açısından bunun anlamı daha çok farklı ve rakip güç odaklarının varlığına izin verilmemesi, bunun dışında imparatorluğa bağlı ve sadık olunduğu ve askerlik ve vergi gibi 388 Henry R. Huttenbach, “Muscovy’s Conquest of Muslim Kazan and Astrakhan, 1552-56. The Conquest of Volga: Prelude to Empire” Michael Rywkin (Der.), Russian Colonial Expansion to 1917, Londra-New York: Mansell Publishing Limited, 1988 içinde, s. 45. 136 görevler yerine getirildiği sürece periferideki yapı ve işleyişlerin büyük ölçüde dokunulmadan varlığını sürdürmesidir. Bu benzer yapıyı paylaşmakla birlikte Osmanlı ve Rus İmparatorluklarının bu yapı içindeki merkezileşme düzeyleri farlılaşmaktadır. Bu farklılaşma kendisini özellikle ekonomik gerekler ve müdahaleler bağlamında göstermektedir. Her iki imparatorluğun ekonomisi de büyük ölçüde toprak kazanımları ve tarıma dayanmakla, gerek merkezileşme düzeyindeki farklılaşma, gerek Osmanlı’da bulunmayan serfliğin Rus ekonomisinin önemli bir unsuru olması, gerekse de bu konuda kendilerini dönüştürme kapasiteleri iki imparatorluğu bu alanda da farklılaştırmıştır. 2.2.1.1 Askeri Güç: Emperyal Yayılma Osmanlı ve Rus İmparatorluklarının her ikisinin de topraklarını genişleterek bir imparatorluğa dönüşmeleri ve bundan sonraki toprak kazanımları askeri güce dayalı olmuştur. Her iki devlet de yeni topraklar elde etmek için savaşa başvurmuşlar ve bu şekilde topraklarını genişletmişlerdir. Bu açıdan her iki imparatorluk da ticari girişimlerin öncülük ettiği imparatorluklardan olduğu gibi hanedan evlilikleriyle büyüyen imparatorluklardan da ayrılmaktadır. Bu, Osmanlı ve Rus İmparatorluklarının bu yollara başvurmadıkları anlamına gelmemektedir. Ama gerek ganimet, toprak, ticaret ayrıcalığı gibi ekonomik kazanca dayalı işbirlikleri gerekse de evlilikler bu imparatorluklar için üzerine kurulu oldukları ağların bir parçası olarak anlam taşımaktadır. Her iki imparatorluk da ekonomik kazanç karşılığında kendileri adına yeni topraklar fethedecek ya da bu süreci kolaylaştıracak savaşçı ve ya savaşçı olmayan grupları olduğu kadar kendilerine toprak kazandıracak ya da toprak kazanımlarını kolaylaştıracak siyasi güç ve prestij sağlayacak akrabalık bağlarını ağlarına dahil etmişlerdir. Bununla birlikte her iki imparatorluk için de emperyal yayılmanın temelini askeri güç oluşturmuştur. Osmanlı İmparatorluğu için yeni topraklar fethetmek, pek çok anlamda imparatorluğun önemli bir dayanak noktasıydı. Hatta Kılıçbay’ın belirttiği gibi, Roma İmparatorluğuyla benzer bir biçimde lateral olarak yayılması nedeniyle Osmanlı İmparatorluğu’nun bir noktada dengeye gelmesi olanaksızdır ve 137 genişleyemediği sürece daralmak zorunda kalmıştır.389 Kanuni Süleyman’ın “Ben zenginlik ve mal aramak için değil … imparatorluğun ebediliği için harbediyorum” şeklindeki sözünü alıntılayan Kılıçbay’a göre Balkanlar’ın fethinden sonra, Osmanlı İmparatorluğu kazanımlarını korumak için sürekli genişlemek zorunda kalmıştır. Osmanlı düzeninin mantığı, devletin küçük bir profesyonel savaşçılar grubunun, Osman Gazi’nin önderliği altında toplanmış bir çeşit savaş birliğinin çabalarıyla kurulmuş olduğu düşüncesinden yola çıkıyor ve bu doğrultuda hanedan, kendisinin ve askeri sınıfın merkezi konumunu, tüm sosyo-politik yapılanmanın temel taşı olarak kabul ederek koruyordu.390 Bu nedenle de üretici sınıf olan reayanın askeri sınıfın yönetimine boyun eğmesi ve vergi ödemesi bekleniyordu. Reayaya yönelik bu beklentisi ise, ödedikleri vergiler ve gösterdikleri bağlılık sonucunda halkın başta hanedan olmak üzere, askeri sınıf tarafından korundukları gerekçesiyle meşrulaştırılıyordu. Esas olarak kıtasal bir büyüklüğe sahip olan Rusya, bu kıtasal büyüklüğünün yanı sıra denizlere de açılarak büyük bir güç olmak ve uluslararası alanda önemli bir role sahip olmak istiyordu. Bu amaçla Rus yayılması sırasıyla kuzeyde, 1584’te Arkanglesk’in kurulduğu Beyaz Deniz kıyısına; güneyde, 17. yüzyılda Azov Denizi yoluyla ulaşılan Karadeniz’e; batıda 1703’te St. Petersburg’un kurulduğu Baltık kıyısına; doğuda ise 1648’te Bering Boğazına ve sonra da 1860’ta Japon denizine kadar ulaşırken bunu 19. yüzyılda İmparatorluğun topraklarını korumak üzere bir eğinti oluşturarak batıda Finlandiya, Baserabya ve Polonya; güneyde Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan ve Türkistan’ın ele geçirilmesi izledi.391 Böylece Rus İmparatorluğu, neredeyse son yıllarına kadar genişlemeyi sürdürdü. Bu, ilk defa Asyalı bir devletin büyük bir Avrupa gücünü yenilgiye uğratmış olması anlamında büyün önem taşıyan 1905 yılındaki Japon savaşına kadar devam etti. Osmanlı imparatorluğunun sahip olduğu askeri kuvvetler arasında en önemli konum, Yeniçeri Ocağına aitti. Yeniçeriler bir anlamda padişahın özel ordusuydu ve gerektiğinde padişah tarafından tehdit olarak algıladığı güç odaklarına olduğu gibi 389 Kılıçbay, Feodalite ve Klasik Dönem Osmanlı Üretim Tarzı, s. 358 390 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi Cilt I: 1300-1600, s. 53 391 Lacoste, Büyük Oyunu Anlamak Jeopolitik: Bugünün Uzun Tarihi, s. 149 138 topluma karşı da kullanılabiliyordu. Ancak Kunt’un da belirttiği gibi hassa askeri bulundurmak hükümdarlar için “iki yönlü etkisi olan bir durum”du. Bir yandan kullarına, hassa askerlerine dayanarak devleti içinde gününü yüceltebiliyor hükümdar. Bir yandan da böyle güçlü, seçkin bir gücü bir arada, başşehrinde tutunca, hassa askerlerinin siyasal ağırlığını göz önünde bulundurmak, hesaba katmak gerekiyor. Tarih boyunca efendilerine baskın çıkan hassa askerlerine çok rastlanıyor. Osmanoğulları’nda da on beşinci yüzyıl boyunca kapısını ülkenin en büyük ve etkili toplu askeri gücü haline sokan sultan, devlete mutlaka hakim olmayı başardı. Bu başarının bedeli ise kapı askerlerini hoş tutmak zorunluluğu idi, özellikle saltanat değişimi anında. 392 Yeniçeri ordusunun sahip olduğu askeri güçle siyasi gelişmelere müdahale etmesi ve belirleyici olması, padişah ve şehzadelerin kendilerini tehdit altında hissetmelerine neden oluyordu. Üstelik ilerleyen yıllarda devletin aldığı askeri yenilgilerden de bu ordunun sorumlu tutulması, Yeniçerilerin kaldırılarak yerine daha yeni ve profesyonel bir ordu kurulması yönündeki girişimlere yol açmıştı. Ancak sahip olduğu siyasi etkiyi gün geçtikçe artan yeniçeriler bu tip bir girişimi engelleyebilecek bir güce sahipti. Nitekim bu durumun farkında olan ve yeniçerileri, sahip oldukları siyasi etkiyle birlikte ortadan kaldırmak ve yerine daha güçlü bir ordu kurmak isteyen padişahlardan II. Osman 1622 yılında, III. Selim ise 1808 yılında yeniçeri ordusu tarafından öldürülmüş, yeniçeriliğin kaldırılması ancak 1826 yılında yerel güçlerin de desteğine sahip olan II. Mahmut döneminde mümkün olabilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu da Rusya gibi esas olarak bir kara gücüydü. Ancak deniz gücüne sahip olmanın öneminin de farkındaydı. Deniz gücünün eksikliği yüzünden ülke sahillerinin korunamaması ve denizlerdeki üstünlüğün çeşitli yabancı unsurlara bırakılması dolayısıyla ticaret gelirlerinde ve genişleme siyasetinde beklenen gelişmelerin sağlanamaması, topyekun savaş anlayışı kara gücünün deniz gücüyle desteklenmesini gerektirmesi, Fatih’i deniz gücünü geliştirmeye yöneltmişti.393 Osmanlı’nın yükselme döneminde yaşamış bir tarihçi olan İbn Kemal’e, Osmanlıların devletlerini Akdeniz’de hatırı sayılır bir deniz gücü haline 392Metin Kunt, “Siyasal Tarih”, Sina Aşin (Der.), Türkiye Tarihi Cilt 2: Osmanlı Devleti 1300- 1600, İstanbul: Cem Yayınevi, 1995, s. 96 393 Ibid., s. 89-90 139 getirebilmiş olmalarını, Osmanlı kudretinin önceki bütün diğer İslam devletlerine üstünlüğünün nedenleri arasında saymaktadır.394 Osmanlı Deniz gücünün zirvesinin Kanuni Sultan Süleyman dönemi olduğu kabul edilir.395 Nitekim bu dönemde yabancı devletlere gönderilen mektuplarda Kanuni’nin “Akdeniz’in ve Karadeniz’in Sultanı” olduğu belirtilmiş, 1538 tarihli Boğdan’daki Bender kitabesinde Kanuni’nin artık “gemiler yürüden Bahr-i Frenk u Mağrip ve Hind’e” padişah olduğu belirtilmiştir.396 Bununla birlikte Kanuni’den sonra deniz gücüne yeterince önem verilmemiştir. Nitekim Süleyman’ın ölümünden yalnızca beş yıl sonra Osmanlı donanmasının İnebahtı Savaşında ağır bir yenilgi alması da bu durumun önemli bir göstergesidir. Kanuni dönemi, Osmanlı İmparatorluğu’nun doğal sınırlarına ulaştığı dönem kabul edilir, ancak bu tanımlama Osmanlı’nın kara yayılması için geçerlidir. Belge’ye göre bu doğal sınır engelinin aşılabileceği yer, her şeyden önce denizdi.397 Ancak Osmanlı İmparatorluğu büyük bir kara imparatorluğu olmanın yanı sıra büyük bir deniz imparatorluğu da olmak yönünde dikkate değer bir girişimde bulunmamıştır. Özbaran’a göre Osmanlılara ait bir “deniz imparatorluğu”ndan, ancak 16. yüzyıl içinde – belki biraz 15. yüzyıl sonlarında ve 17. yüzyılın Girit’in fethiyle sonuçlanan zamanlarında – söz etmek mümkündür.398 Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu bir kara imparatorluğu olarak varlığını sürdürmüş ama bir yandan geniş topraklara sahip bir kara imparatorluğu olmanın sorunlarıyla baş etmek bir yandan da yeni topraklar fethedememenin ortaya çıkardığı yeni sorunlarla yüzleşmek zorunda kalmıştır. Osmanlı İmparatorluğu için, imparatorluğu yapısal olarak da dönüştürmesi açısından büyük önem taşıyan toprak kazanımları I. Selim (Yavuz) tarafından yürütülen doğu seferleriyle gerçekleştirilmiştir. Yavuz Selim’in kendisinden önceki padişahlardan farklı olarak batıya değil de doğuya yönelmesinin hem jeo-politik hem 394 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi Cilt I: 1300-1600, s. 55 395 İdris Bostan, Beylikten İmparatorluğa Osmanlı Denizciliği, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2006, s. 207 vd. 396 İdris Bostan, “Kanuni ve Osmanlıların Akdeniz Siyaseti”, Özlem Kumrular (Der.), Türkler ve Deniz, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2005, s. 14 397 Belge, op. cit., s. 77 398 Salih Özbaran, “Osmanlılar ve Deniz: 16. Yüzyıl Hint Okyanusu Bağlamında Yeniden Bakış”, Özlem Kumrular(Der.), Türkler ve Deniz, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2005, s. 49 140 de ideolojik sebepleri olduğu söylemek mümkündür.399 Bu dönemde Osmanlı için topraklarının doğusunda İran, göçebe gruplardan oluşan bir yapılanmadan yerleşik ve kurumsallaşmış bir devlet yapısına doğru dönüşmeye başlamıştı. Bu süreçte, Safevi hanedanının kurucusu olan ve devletin başında bulunan Şah İsmail, devlet dini olarak Şiiliğin resmileştirilmesini sağladı. Bunun Osmanlı için yarattığı tehdit, Osmanlı topraklarında henüz tam olarak yerleşik düzene geçmemiş yarı-göçebe topluluklar arasında da bu inancın yaygın olarak varlığını sürdürmesi ve Şah İsmail’in de bir rakip olarak karşısına çıktığı Osmanlı İmparatorluğunda bu unsurları Osmanlı’ya karşı kullanma konusunda girişimlerde bulunmasıdır. Nitekim Kunt da OsmanlıSafevi atışmasının devlet kanunlarının ve şeriatın ağır bastığı bir merkezi imparatorluk düzeni ile yeni bir dini çerçeve içinde bütünleştirilen Türkmen siyasaskeri gücüne dayalı bir hareketin çatışması olduğunu ifade etmektedir.400 Yavuz Selim’in İran üzerine yapılan seferini, yine doğu yönünde bir sefer olan Mısır seferi izledi. Bu sefer sonunda gerçekleştirilen fetihler Osmanlı İmparatorluğu için önemli bir dönüm noktasıdır. Her şeyden önce bu fetihle birlikte halifelik Osmanlı hanedanına geçmiş, bu da Osmanlı padişahlarının bir imparatorluğunun yöneticisi olmanın yanı sıra, dünyadaki tüm Müslümanların dini lideri olmaları sonucunu doğurmuştur. Bu durum Osmanlı’nın çeşitli zamanlarda bu unvanı siyasi amaçlarla kullanması da dâhil olmak üzere Osmanlı İmparatorluğu için önemli bir siyasi ve ideolojik güç unsuru olmuştur. Osmanlı imparatorluğu için doğuya yönelik seferleri ve toprak kazanımları batıdakilerden farklı bir nitelik taşımaktadır. Osmanlı, doğuda elde ettiği topraklarda daha kalıcı olmuş, batıdaki topraklarını kaybettikten sonra, hatta İmparatorluğun dağılışına kadar bu toprakların büyük bölümünü, bazı durumlarda fiilen olmasa da resmi olarak, elinde tutmayı sürdürmüştür. Bu durum esas olarak Osmanlı’nın bu topraklarda, Lieven’ın ifadesiyle “davet edilen imparatorluk” olmasıyla ilgilidir. Faroqhi’ye göre Yavuz Sultan Selim’in 1516/17’de düzenlediği tek bir seferle önce Suriye’yi, ardından da Mısır’ı fethedebilmesinin nedeni, bu sırada Portekizlilerin Ümit Burnunu keşfederek Hint Okyanusuna ulaşmalarının Kızıl Deniz üzerinde 399 Belge, op. cit., s. 70 400 Kunt, op. cit., s. 109. 141 yapılan ticarete zarar vererek Memluk sultanının gelirlerini önemli ölçüde azaltmasının yanı sıra yine Portekizlilerin Kızıldeniz’deki limanlara da saldırmaya başlamaları nedeniyle büyük bir bunalım yaşayan Memluk Devleti’nin Osmanlı sultanlarına başvurarak destek istemeleridir.401 Bunun temelinde yatan en önemli unsur Osmanlı İmparatorluğu’nun güçlü bir devlet olması ve bu özelliğiyle ideolojik olarak İslam’ın koruyucusu rolünü daha başarılı bir biçimde üstlenecek olmasının yanı sıra bölge halkına güçlü bir politik birimin parçası olma imkanı sunmasıydı. Üstelik Osmanlı’nın bölgede kuracağı idare yapısı bölgesel özerliği de zedelemediğinden Osmanlı egemenliğinin, en azından belli bir süre, sorunsuz biçimde işlemesi mümkündü. Mısır ve Arap illerinin fethi ile İran sınırının istikrara kavuşması, Belgenin de belirttiği gibi, bir kara imparatorluğu görüşünün görebildiği sınırlardı402 ve bundan sonra da Osmanlı İmparatorluğu için bu doğrultudaki fetihlerin sonu büyük ölçüde gelmiş oldu. Selim’den sonra çıkan I. Süleyman döneminde doğuda yalnızca Van, Nahçivan, Irak, Bağdat ve Basra Osmanlı topraklarına katılmıştır. Rus yayılması başlangıçta birbirini takip eden iki hedefe yönelmişti. Bunlardan ilki Rus prensliklerinin tek bir devlet alında toplanması ve eski Rus topraklarının tekrar bir araya getirilmesi, bunu izleyen ikincisiyse Altın Orda topraklarının ele geçirilerek bu toprakların da Rus egemenliği altında bir araya getirilmesiydi. Bunun anlamı Moskova’nın kendisini hem Kiev Rusya’sının hem de uzun yıllar bağlı bulunduğu Altın Orda’nın mirasçısı olarak görmesiydi. Ancak bu iddialar konusunda Moskova Prensliği yalnız değildi. Birleşik bir Rus devletinin liderliği için diğer Rus prenslikleriyle rekabet ederken, Altın Orda’nın mirası için de bu devletin sona ermesiyle kurulmuş Kazan, Astrahan, Kırım, Sibir ve Nogay Hanlıklarıyla mücadele etmesi gerekiyordu. Novgorod’un fethiyle birlikte Rus yayılmasının ilk hedefi olan eski Rus topraklarının yeniden bir Rus devleti tarafından birleştirilmesi hedefi büyük ölçüde tamamlanmış oluyordu. Ayrıca böylece artık üç taraftan tehdit altında olmayan 401 Suraiya Faroqhi, Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam: Ortaçağdan Yirminci Yüzyıla, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1997, s. 42 402 Belge, op. cit., s. 73 142 Rusya’nın genişlemesi Kazan, Nogay ve Kırım Tatarlarına bakan bir güneydoğu sınır bölgesiyle; İsveç, Polonya ve Litvanya’ya bakan bir batı sınırıyla tanımlanmaya başlanmıştı.403 Nitekim IV. Ivan’ın ilk yöneldiği bölge Baltık bölgesi oldu. Bu bölgede Ivan en çok bugünkü Letonya ve Estonya topraklarında kurulmuş olan Livonya ile ilgilendi. Bunun nedeni Livonya topraklarının verimli olmasının yanı sıra bu bölgenin fethinin Baltık Deniziyle olan ticaretin kontrol altın alınmasını sağlayacak olması ve daha da önemlisi Rusya’ya batı Avrupa’nın kapılarını açabilecek olmasıydı.404 Ancak Ivan bu bölgede giriştiği savaşlarda önemli bir başarı gösteremedi. Çünkü söz konusu bölgede İsveç ve Danimarka’nın yanı sıra 1559’daki birleşmeyle güçlü bir rakip haline gelmiş olan Polonya-Litvanya birliği vardı ve bu devletlerin tümü Rusya’nın bölgede etkinlik kurma çabalarına şiddetle karşı çıkıyorlardı. Rus yayılması ile Osmanlı yayılması arasında önemli bir benzerlik olduğunu söylemek mümkün. Bir sınır beyliği olarak kurulan Osmanlı Devleti’nin avantajı kendisinden güçlü beyliklerin olduğu Anadolu’ya doğru değil, batıya, artık gücünü kaybetmiş olan Bizans topraklarına doğru genişlemesiydi. Avrupa’nın merkezinde değil çevresinde yer alan Rusya’nın yayılması büyük ölçüde görece güçsüz devletlerin bulunduğu doğuya ve güneye doğruydu. Böylece rakiplerine sırayla saldırıp onlarla tek tek mücadele etmeyi tercih eden Rusya, kenar konumda olmanın sağladığı zaman egemenliğinden yararlanmış ve topraklarını genişletmeyi uzun bir sürece yayarak gücünü aşma tehlikesiyle karşılaşmamayı başarmıştır. 405 Nitekim iktidarının ilk yıllarında batıdaki topraklarını çevreleyen güçlü devletlere karşı bir zafer kazanmayacağını gören Ivan, dikkatini doğu istikametine yöneltti ve bu bölgede Kazan ve Astahan Hanlıklarını fethederek devletin “çokuluslu” bir imparatorluğa dönüşmesi sürecindeki en önemli adımı atmış oldu. Bu hanlıkların fethinin Rus yayılması açısından önemi, tarihsel, dini ve hanedanlık söylemleriyle temellendirilebilecek olan Rus topraklarının birleştirilmesi için gerçekleştirilen fetihlerden farklı olarak, hiçbir zaman Rus toprakları içinde yer 403 Richard Hellie, Enserfment and Military Change in Muscovy, Chicago, University of Chicago Press, 1987, s. 90 404 Acar, op. cit., s. 71 405 Münkler, op. cit., s. 67-68 143 almamış bağımsız bir birimin Rus Devleti topraklarına katılmış olmasıdır.406 Bununla birlikte Moskova, Kazan’ın eski dönemlerden beri Rusya’nın voçina’sı olduğu için fetih hukukuna göre Kazan Hanlığı’nın Rus olması gerektiğini; Kazan’ın tarihi hak ve hanedanlık hakkıyla Rus olduğunu; Hıristiyanlığın ileri doğru yürüyüşünün bir gereği olarak Rusya’ya ait olması gerektiği icap ettiğini öne sürerek bu fethi meşrulaştırmaya çalışmıştır.407 Bundan sonra Altın Orda topraklarının ele geçirilmesi yeni Rus emperyal hedefi olarak ortaya çıkmış ve Kappeler’in de belirttiği gibi daha önceki fetihlerle doğrudan bir analoji kurularak Altın Orda toprakları da eski Rus topraklarının bir araya getirilmesi politikasının bir parçası olarak görülmeye başlanmış ve böylece Rus doğu politikasının (ostpolitik) hedefi haline gelmiştir. Bu bağlamda eski Altın Orda başkenti Saray’a oldukça yakın olan Astrahan’ın fethi kritik önemdeydi, çünkü Saray’ı elinde tutan kendisini Moğol İmparatorluğunun varisi olarak görebilirdi.408 Ancak Ruslar Altın Orda toprakları üzerindeki hak iddialarında yalnız değillerdi ve bu devletin dağılmasından sonra ortaya çıkan hanlıklarla mücadele etmek zorundaydı. Rusya’nın bu mücadeleye girmesinin kendi açısından geçerli sebepleri vardı. Askeri ve stratejik mülâhazalarla ekonomik faktörler bu süreçte elbette etkiliydi ama belirleyici olan Çar IV. Ivan ve etrafındakilerin geliştirdikleri emperyal misyondu. Kappeler’e göre bu misyon Kiev, Bizans ve hatta Roma’ya kadar götürülen emperyal ideolojilerin ötesinde sadece Moskova’ya ve Rurik hanedanına ait bir emperyal söylemden oluşuyordu ve bu da eski Rus topraklarının bir araya getirilmesinin yanı sıra Altın Orda İmparatorluğunun miras alınmasıyla imparatorluk algısının geliştirilip yükseltilmesini içeriyordu.409 Huttenbach’a göre ise Rus bakış açısından Altın Orda topraklarının fethi tarihsel mirasının korunmasının yanı sıra kendi varlığını gasp etmiş olanların haklı mağlubiyeti olarak görülüyordu.410 Bu fetihlerle birlikte Volga bölgesinin kontrolü sağlandığı gibi, Rus emperyal yayılmasının bir sonraki hedefi olan Sibirya’nın fethinin de yolu açılmıştır. 406 Andreas Kappeler, Russian Empire: A Multiethnic History, Essex, Longman, 2001, s. 21 407 Isabel de Madariaga, Korkunç Ivan, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2012, s. 117 408 Kappeler, Russian Empire: A Multiethnic History, s. 26 409 Ibid., s. 27 410 Huttenbach, op. cit.e”, s. 47 144 Sibirya’ya yönelik emperyal yayılma her ne kadar Altın Orda topraklarını birleştirme politikasının bir parçası olarak meşrulaştırılsa da bu fethin altındaki asıl itici güç ekonomikti. Sibirya’nın fethi büyük ölçüde Kossaklar tarafından gerçekleştirilmiştir. Savaşçı süvariler olan Kossaklar Çarlık tarafından serfleştirilmeden özgür bırakılmıştır. Ancak Kossakların bu özgürlüklerinin bir bedeli vardı, devletin yeni topraklar kazanmasında aktif rol alacaklardı. Kossakların Rus fetihlerinde oynadıkları rolü ve izledikleri yöntemi Lacoste şu şekilde tarif etmekte: Çarın emri üzerine, ırmakları aşarak, avcılık, balıkçılık ve hayvancılıkla geçinen çok sayıda küçük Asya halkıyla kürk ticareti anlaşmaları yaparak Sibirya’yı fetheden Kossaklardı. 17. yüzyıl başında Kossaklar Büyük Okyanus’a ulaştı. Diğer yandan 19. yüzyıl başında, Kafkas dağlılar ve steplerin atlıları gibi güneyden gelen savaşçı kabilelerin akınlarını durdurmak için, kalelerle tahkim edilmiş bir köyler hattı kurdular. Bu Kossak köylerinin oluşturduğu Kafkasların kuzeyinden Pasifik’e kadar uzanan hat bugün hala durmaktadır ve Roma İmparatorluğu’nun limelerine (savunma hatlarına) benzemektedir. Rus İmparatorluğu’nun 19. yüzyıl başındaki yayılmışlığının nişanesidir. 411 Rus yayılmasında kossakların konumu bir anlamda Osmanlı’nın özellikle ilk dönem fetihlerinde faydalandığı gazilerin durumuyla benzerlik taşımaktadır. Osmanlı fetihlerine katılan savaşçılar düzenli bir ordu oluşturmaktan çok uzaktılar. İstedikleri seferlere katılabiliyorlardı, bütün seferlere katılmak gibi bir zorunlulukları yoktu. Barkey’e göre bu savaşçıların başarılarının sırrı da bu şekilde baskıdan uzak kalarak bağımsızlıklarını koruyabilmelerinde yatıyordu.412 Üstelik bu durum sadece kuruluş döneminde değil, kuruluşu izleyen yüzyıllar boyunca, hatta devletin artık bir imparatorluğa dönüşüp düzenli bir orduya sahip olduğu dönemlerde de geçerliliğini korumuştur. Lowry’nin verdiği bilgilere göre, II. Bayezid, düzenleyeceği sefer için akıncıların toplanması yönünde bir talimat gönderip sefere katılacaklara ganimet vaat ederken din ayrımı yapmadan, Müslüman ve Hıristiyan savaşçıları bir arada sefere çağırmıştır.413 Osmanlı’da gazilerin durumunda olduğu gibi kossaklar için de Moskova taktik bir müttefikti, ancak Rusya için bu ittifakın anlamı geçici bir 411 Lacoste, Büyük Oyunu Anlamak Jeopolitik: Bugünün Uzun Tarihi, s. 147-8 412 Barkey, Farklılıklar İmparatorluğu: Karşılaştırmalı Tarih Perspektifinden Osmanlılar, s. 73 413 Lowry, op. cit., s. 54-55 145 işbirliğinden çok sürekli bir itaatti ve bu ilişki zamanla kossaklar ve anavatanları Ukrayna’nın Rus denetimine girmesi şeklini aldı.414 Sibirya’nın zor iklim koşulları nedeniyle yerleşimin çok az olması ve yerleşik halkın da yine doğal koşullar ve ekonomik faaliyetlerine göre dağılmış ve herhangi bir ekonomik örgüte sahip olmayan küçük gruplar halinde yaşamaları, çeşitli direniş hareketlerine rağmen bölgenin fethinin görece kolay gerçekleşmesine neden olmuştur. Bununla birlikte toprakların büyüklüğü nedeniyle Sibirya’nın fethi uzun bir sürece yayılmış ve Sibirya’nın tam olarak fethedilmesi ve Pasif Okyanus’u ve Amerika kıtasına ulaşılması 18. yüzyılın ilk yıllarına kadar sürmüş ve ancak Büyük Petro döneminde tamamlanmıştır. Sibirya’nın fethinden sonra bu bölgeye büyük bir Rus yerleşim hareketi başlatılmış ve bunun sonucunda 18. yüzyılın başında Rusların sayısı Rus olamayanları geçmiştir.415 Bu yerleştirme hareketinin temelinde Sibirya’nın nüfusunun oldukça seyrek olması bulunmaktadır, ancak sonucu bölgenin Rus merkezine daha sıkı bağlarla bağlanması olmuştur. Lacoste’a göre de Rusya’nın büyük topraklara sahip olmasını sağlayan yayılmasının arkasında Ruslara has ve bir biçimde jeopolitik bir olgu yatmaktadır. Bu olgu çarın tiranik hâkimiyeti geniş topraklara yayıldıkça serfliğin kurulmasıdır. Buna göre çar otoritesini 17. ve 18. yüzyıllarda sahipsiz boş toprakları tarıma açan az çok silahlı insanlar statüsünden malikânelere bağlı serfler statüsüne geçen köylüler üzerinde kullanıyordu.416 Selim’den sonra tahta çıkan ve Kanuni olarak anılan I. Süleyman döneminde, Osmanlı İmparatorluğunun potansiyel yayılmasını tamamladığını söylemek mümkündür. Sultan Süleyman’ın ilk seferleri batıya doğruydu ve bu sefer Osmanlı’yı Habsburg İmparatorluğu ile karşı karşıya getirmişti. Avusturya ile karşılaşma Osmanlı için, Batıya yönelik diğer fetih girişimlerinden farklıdır. Bundan önce Osmanlı’nın karşılaştığı devletler görece küçük, güçsüz ve istikrarlı bir yönetim yapısına sahip olmayan devletlerdi. Avusturya ise, tıpkı İran gibi Osmanlı’nın kesin bir yenilgi alamayacağı gibi kesin bir üstünlük de sağlayamayacağı bir devletti. Aslında söz konusu dönemde Osmanlı her iki devletten de daha güçlüydü, ancak iki 414 Boris Kagarlitsky, Çevrenin İmparatorluğu: Rusya ve Dünya Sistemi, Ankara, Phoenix Yayınları, s. 211 415 Kappeler, Russian Empire: A Multiethnic History, s. 37 416 Lacoste, Büyük Oyunu Anlamak Jeopolitik: Bugünün Uzun Tarihi, s. 147 146 cephe arasında bölünmüşlük ve bu iki cephe arasındaki mesafenin çok geniş, yani imparatorluk topraklarının çok büyük olması, Osmanlı’nın bu devletlerle giriştiği mücadelelerden kesin zaferle dönmesine engel oluyordu. Dolayısıyla bu noktadan itibaren Osmanlı İmparatorluğu için doğuda olduğu gibi batıda da yeni toprak kazanma ve bu toprakları koruma olanakları büyük ölçüde sona ermişti. Bu durum genellikle imparatorluğun doğal sınırlarına ulaşması olarak nitelendirilir. Bu nedenle, İmparatorluğu sahip olduğu en geniş sınırlara ulaştırmış olsa da, Belge’ye göre Kanuni Süleyman giriştiği seferlerde bir yenilikçi olmaktan çok, bir geleneği fazla özgün bir şey katmadan devam ettirmiştir ve ülkeyi doğal sınırlarına vardırdığı için, o sınırları aşma girişiminde ilk başarısız olan da kendisi olmuştur.417 İnalcık’ın da belirttiği gibi kuruluş döneminden itibaren Osmanlı diplomasisinin temel prensibi, iki cephede birden savaş durumunda olmamaktı ve bu nedenle batıda Avrupa ile uğraşırken İran’la çatışma içine girmekten kaçınıyordu.418 Dolayısıyla 1578’de başlayıp, aralıklı olarak 1639’a kadar süren İran savaşları, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesinin başlıca nedenleri arasında sayılmalıdır. İran’da güçlü bir devletin ortaya çıkışı Osmanlı’nın iki cephede birden savaşmama politikasının sonunu getirdi. 16. yüzyıl sonu 17. yüzyıl başında Osmanlıların Habsburglar’la yaklaşık 15 yıl süren uzun ve yıkıcı bir mücadele içinde olduğu bir sırada, Şah Abbas’ın da Osmanlı’ya savaş ilan edip Azerbaycan’daki bütün Osmanlı fetihlerini geri alması söz konusu Osmanlı politikasının çöküşüne işaret ederken, Osmanlı’nın bu savaş ilanı nedeniyle 1606 yılında Habsburglar’la yapılan Zitvatorok Antlaşması, Osmanlılar için gerilemenin başlangıcı kabul edilmektedir.419 İmparatorluğun doğal sınırlarına ulaşmasının bir diğer anlamı da imparatorluğun idare edebileceği en büyük sınırlara ulaşmış olmasıdır. Bu noktadan sonra, daha fazla genişleyememenin ötesinde mevcut toprakları koruyabilmek adına her yere yeteri kadar nüfuz ve müdahale olanağı da oldukça azalmış oluyordu. İmparatorluğun belli bir bölgesinde bulunan askeri güçlerin, uzak bölgelere sevki sorunu yeni fetihleri engellediği gibi, imparatorluk içinde karşılaşılan sorunların çözümünü de zorlaştırıyordu. Bu açıdan bakıldığında sahip olunan büyük toprakların 417 Belge, op. cit., s. 73 418 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi Cilt I: 1300-1600, s. 57 419 Ibid., s. 57 147 yönetimi imparatorluklar için önemli bir sorun oluşturmaktadır. Bu konuda yapılabilecek olan, kullanılan askeri teknolojinin değiştirilmesi, ulaştırma sorunlarının çözülmesi ve askeri, sınırdan uzağa götürmemek olabilecekken, Belge’nin de belirttiği gibi, Osmanlı muhafazakârlığı radikal politika değişikliklerini önlemiştir.420 Bu değişimin önündeki en önemli engeli ise yine Osmanlı ordusu oluşturuyor, yeniçeri ve tımarlı sipahilerin yeni teknolojileri kullanmayı reddetmesi Osmanlı ordusunun rakipleri karşısında geri kalmasına neden oluyordu.16. yüzyılda yaşamış ünlü siyasetname yazarı Hasal el-Kafi bu durumu “Bir zamanlar düşman yeni savaş aletleri icat ettiğinde biz de aynı silahlardan edinip savaşırdık, halbuki şimdiki zamanda düşman boyuna yeni silahlar geliştirirken, biz bu yenilikleri öğrenmek şöyle dursun, eskiden bildiğimiz silahları bile ihmal eder olduk” sözleriyle ifade etmektedir.421 Buna ek olarak Yeniçeri ordusunun giderek gücünü kaybetmesi de Osmanlı’nın askeri gücünü olumsuz etkiliyordu. Daha önce de belirtildiği gibi bu ordu askeri bir unsur olmanın yanı sıra giderek siyasi bir unsur olmaya da başlamış, bu özelliğiyle de önemli siyasi olayları etkiler, hatta bazen belirler hale gelmişti. Bunun yanı sıra Avusturya ve İran’la eş zamanlı olarak yürütülen mücadele Osmanlı ordusunun asker ihtiyacını arttırdığından çok sayıda kişi orduya ve kapıkulları arasına alınmaya başlanmıştı. Bunların önemli bir bölümünü de devlet ve padişah dışında herhangi bir bağlılıklarının olmaması için aslında evlenmeleri ve çocuk sahibi olmaları yasak olan Yeniçerilerin çocukları oluşturuyordu. Bu durum devşirme usulünün de yavaş yavaş ortadan kalkmaya başladığını gösteriyordu. Bu ise kul sisteminin kurulu olduğu temellerin çözülmesi demekti. Çünkü bu sistemde kulların geçmişten gelen ya da geleceğe ait herhangi bir bağlılığının olmaması ve böylece kendi varlık sebepleri olarak gördükleri devlete ve padişaha koşulsuz olarak hizmet etmeleri bekleniyordu. Üstelik yeniçeriler sadece aile sahibi olarak değil ekonomik faaliyette bulunmaya başlayarak da yeni ilişkiler ve bağlar geliştiriyorlardı. Özellikle yeniçeri ve diğer kapıkullarının sayısının artışıyla birlikte Osmanlı, maaşların ödenmesinde sorunlar yaşamaya başlamış, dünya ekonomisindeki gelişmelere paralel olarak yaşanan enflasyonla birlikte maaşların 420 Belge, op. cit., s. 77 421 Aktaran Kunt, op. cit., s. 138 148 alım gücü düşmüş ve bu durum söz konusu grupları alternatif gelir kaynakları aramaya yöneltmişti. Bunun yanı sıra “Kapıkulu ordunsa ait ulufe defterleri ve yeniçeri esameleri (para yerine geçen yiyecek/maaş kağıtları) uzun zamandan beri kamusal bir değişim aracı vazifesi görmekteydi ve serbest piyasada yatıracak parası olanlar tarafından alınıp satılıyordu422 Bütün bu gelişmelerin bir araya gelmesi, Osmanlı askeri gücünün azalmasına ve bununla birlikte de önce emperyal yayılmanın durmasına, ardından İmparatorluk topraklarının kaybedilmeye başlanmasına neden oluyordu. Osmanlı ilerleyişinin durma noktasına geldiği 16. yüzyıl Rusya için emperyal yayılmanın başlangıcını işaret eder. Bu dönemde Kazan ve Astrahan’ın fethiyle başlayan Altın Orda topraklarını bir araya getirme politikası Sibirya’nın fethiyle sürdürülmüştü. Bundan sonra Rus emperyal yayılmasının karakteristik özelliğini, batı ve doğu yönündeki ilerleyişin birbirini izlemesi oluşturmaya başladı. Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi Rus İmparatorluğu da iki cephe de birden savaşmak istemediğinden doğu ve batıya ilerleyişlerini aynı anda gerçekleştirmemeye özen göstermiştir. Aksi takdirde Osmanlı örneğinde olduğu gibi çok geniş karasal sınırlara sahip olan Rusya’nın her iki bölgede de asker bulundurması veya imparatorluğun iki ucu arasında asker sevkiyatı yapması oldukça güç olacağından toprak kazanım girişimleri başarısızlıkla sonuçlanabilecekti. Buna karşılık ilerleyişini iki farklı doğrultuda sürdürmekle birlikte iki cephede aynı anda savaşmamaya özen gösteren Rusya, emperyal yayılmasını 20. yüzyıla kadar sürdürmeyi başarmıştır. 17. yüzyıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğu için emperyal yayılmadan söz etmek mümkün değildir. Bu dönemde Osmanlı bazı ufak toprak kazanımları ve askeri başarılar göstermiştir. 1669 yılında Girit’in Venediklilerden alınması, İran’la imzalanan Kasr-ı Şirin Antlaşmasıyla Bağdat’ın alınması ve 1681 yılında Rusya ile yapılan savaş sonunda imzalanan Bahçesaray Antlaşmasıyla Ukrayna’nın güneyinde Osmanlı egemenliğinin sağlanması bu doğrultuda başarılardı. Ancak İran sınırını istikrara kavuşturan Kasr-ı Şirin Antlaşması dışında bu başarıların tamamı geçiciydi. Üstelik Osmanlı İmparatorluğu’nda hala eski gücüne sahip olduğu yanılgısını 422 Virginia H. Aksan, “Küçülen Osmanlı Dünyasında Askeri Reform ve Sınırları: 1800-1840”, Virginia H. Aksan, Daniel Goffman (Der.), Erken Modern Osmanlılar: İmparatorluğun Yeniden Yazımı, İstanbul: Timaş Yayınları, 2011, s. 164 149 yaratıyorlardı. Belki de bunun da etkisiyle çıkılan II. Viyana seferi Osmanlı İmparatorluğu için bir dönüm noktası oldu. Bu dönemden itibaren Osmanlı İmparatorluğu için toprak kayıpları başlamış ve İmparatorluğun askeri politikalarının hedefi toprak kazanmak değil, önce kaybedilen toprakların geri alınması, sonra ise daha fazla toprak kaybedilmemesi, yani toprak bütünlüğünün korunması olmuştur. Osmanlı’nın II. Viyana Kuşatmasındaki başarısızlığı, Avrupa tarafından Osmanlı’nın yenilebilirliğinin göstergesi olarak algılandı. Avusturya, Venedik, Polonya ve Rusya’ya karşı savaşan Osmanlı, 1699 yılında imzalanan Karlofça Antlaşmasıyla 17. yüzyılı tamamlarken, 18. yüzyılla birlikte emperyal gerileme sürecine giriyordu. Rusya’da doğuya doğru bir yayılma olan Sibirya’nın fethini 18. yüzyılda bu sefer batıya doğru bir yayılma izledi. Batıya doğru Rus yayılması ancak 18. yüzyıldan itibaren, devletin güç kazanmasıyla birlikte etkili olmaya başladı. Ancak bu süreç nüfus yoğunluğunun oldukça düşük olduğu Sibirya’nın fethinden daha güç oldu. Bunun temel nedeni bu dönemde Ukrayna, Polonya ve Baltık ülkelerini içeren bu bölgelerin daha kalabalık nüfusların yerleşik olduğu güçlü krallıkların toprakları olmasıydı. 423 Batıya yöneliş İmparatorluğu Avrupa’nın büyük güçleri arasında sokmayı yönetiminin temel hedefi haline getiren ve bunu büyük ölçüde başararak Rusya’yı bölgesel bir güç olmaktan çıkaran I. Petro döneminde gerçekleşti. Rusya’yı bir Avrupa gücüne dönüştürmek isteyen Petro, bunun için İmparatorluğun Avrupa topraklarını genişletmeye ve Batıya doğru ilerlemeye karar verdi. Ancak bundan önce İmparatorluğu askeri açıdan güçlendirmesi gerektiğini biliyordu. Bu nedenle Klyuchevsky’nin de belirttiği gibi askeri reform, Petro reformları arasında ilk sırayı almış ve büyük çaba gerektiren ve halk üzerine ağır bir yük bindiren bu reform, Rus tarihinde önemli rol oynamış, sadece savunma meselesiyle sınırlı kalmayarak toplumun örgütlemesini ve sonraki gelişmeleri de etkilemiştir.424 Petro’nun askeri reformlarının ilk ayağını donanma oluşturmaktadır. Bunun için öncelikle deniz kıyılarında önemli üsler elde edilmesi gerekiyordu. Bu doğrultudaki ilk adım Don Kosaklarının denize çıkışını engelleyen ve Osmanlı’nın elinde bulunan Azov’un (Azak) 1696 yılında ele geçirilmesiydi. Rusya’yı bir kara gücü olduğu gibi bir deniz gücü haline de getirmek isteyen Petro, Bu zaferin ardından Hazar Denizi’nde 14 423 Lacoste, Büyük Oyunu Anlamak Jeopolitik: Bugünün Uzun Tarihi, s. 148 424 Vasili Klyuchevsky, Peter the Great, Boston: Beacon Press, 1957, s. 77 150 gemilik bir Rus donanması inşa ettirdi. Bunu 1703 yılında Baltık Denizi’ne çıkan ve Petro döneminin sonunda 48 gemiye ulaşan Rus filosu izledi. Petro’nun askeri güce yönelik girişimleri deniz gücüyle sınırlı değildi. 1698 yılında, Petro Avrupa seyahatindeyken, kendisine karşı çıkan streltsi ayaklanmasından sonra bu orduyu kaldırmaya karar verdi. Görünürdeki sebep kendisine karşı ayaklanmaları olsa da Petro’yu streltsiyi kaldırmaya iten pek çok neden vardı. Her şeyden önce streltsi güçlü ve verimli bir askeri birlik değildi. Devletin merkezinde, hükümeti korumakla görevli olmasına rağmen özellikle barış zamanında yapacak fazla bir şeyleri olmadığından başkentte çeşitli ticaret ve zanaatla ilgilenmeye başlamışlar ve kendilerine tanınan vergi ayrıcalıkları nedeniyle önemli kazançlar elde etmişlerdi. Bu durum streltsiye katılmayı oldukça cazip hale getirmiş, askere alımlarda yetenekten çok ilişki ağlarının etkili olmasına, streltsi üyeliğinin neredeyse babadan oğla miras olarak geçmesine neden olmuştu.425 Bütün bunlar streltsiyi profesyonel bir ordu olmaktan uzaklaştırıyordu. Bundan belki de daha önemli olan ise streltsinin Moskova siyasetini belirleyen bir unsur haline gelmeye başlamasıydı.426 Nitekim Petro’nun imparatorluğun tek düzenli ordusu olmasına rağmen bu orduyu kaldırması ve çıkardıkları ayaklanmayı şiddetli bir biçimde bastırması bu ordunun askeri açıdan modern batılı orduların oldukça gerisinde ve yetersiz olmasının yanı sıra ayaklanmanın siyasi karakterinden kaynaklanmaktadır. İktidarının ilk yıllarını kardeşi V. Ivan’la ve kral naibi olan bir diğer kardeşi Sofia’yla paylaşmak zorunda kalan Petro açısından, tahta çıktığı ilk yıl kendisinin çarlığını sorgulayarak ayaklanmış olan ve Sofia’yı destekleyen streltsinin, Sofia’yayla kendisini yeniden tahta çıkarmak üzere görüşmesi iktidarı açısından büyük bir tehlikeydi. Streltsi askerleri kendi ayrıcalıklı konumlarını da tehlikeye atabilecek olması dolaysıyla her türlü yenilik ve reforma karşıydılar ve ülkenin geleneksel gidişattan ayrıldığını düşündükleri her durumda, devlet işlerine müdahale etmenin kendi görevleri olduğuna inanıyorlardı.427 Bu nedenle askeri reformunun bir parçası olarak daha 425 Robert K. Massie, Peter the Great: His Life and World, New York: Alfred A. Knopf Inc., 1981, s. 39 426 Riasanovsky, Steinberg, op. cit., s. 237 427 Massie, op. cit., s. 38 151 modern ve etkili bir ordu kurma girişiminin yanı sıra, streltsinin ikinci kere kendi iktidarına karşı ayaklanmış olmasının da Petro’yu bu orduyu tamamen ortadan kaldırmaya ittiği söylenebilir. Petro döneminde, Batıya doğru Rus ilerleyişinin en önemli dönüm noktası İsveç’le yapılan Büyük Kuzey Savaşıydı. Petro’nun asıl amacı Azak’ın Osmanlı İmparatorluğu’ndan alınmasından sonra yine bu devlet üzerine yürümekti. Batı’ya duyduğu ilginin yanı sıra Osmanlı’ya karşı bir koalisyon arayışına girme amacı, Petro’yu bir Avrupa seyahatine çıkmaya itmiş, ancak streltsi ayaklanmasıyla yarım kalan seyahati boyunca Osmanlı’ya karlı bir ittifak kurmayı başaramamıştır. Sumner’a göre Petro’nun bu girişimi onun Avrupa ilişkileri hakkında ne kadar yetersiz bir bilgiye sahip olduğunu göstermektedir.428 Her ne kadar Fransa’yla, İspanya, İngiltere, İspanya ve Kutsal Roma İmparatorluğu arasındaki savaş Ryswick Antlaşmasıyla son bulmuş olsa da özellikle Fransa ve İspanya arasındaki gerginlik Avrupa devletlerinin ilgilerinin buraya odaklanmasına neden oluyordu. Böyle bir gereklilik olmasaydı bile Sumner’ın da belirttiği gibi Osmanlı’yla ticari ilişkilerini tehlikeye atmak istemeyen İngiliz ve Hollandalıların Osmanlı’ya karşı hareket etmeleri söz konusu değildi. Bu nedenle Petro’nun Avrupa seyahati her ne kadar Petro’nun Avrupa’ya dair fikirleri ve bu fikirler dolayısıyla Rus tarihi üzerinde önemli etkilere sahip olsa da, seyahatin siyasi amacı olan Osmanlı karşıtı bir ittifakın oluşturulmasını sağlayamadı. Bunun üzerine Petro, Danimarka ve Saksonya-Polonya’yla birlikte İsveç’e karşı bir ittifaka girdi. Aynı anda iki cephede birden savaşmak zorunda kalmamak Messie’nin de belirttiği gibi olağanüstü bir şanstı.429 İsveç’le karşılaşmadan önce hem Polonya hem de Osmanlı İmparatorluğu’yla yaptığı barış Petro’ya ülkenin bütün gücünü İsveç’e karşı seferber etme olanağı sağlamıştı. Bununla birlikte bu savaş Rusya için uzun ve zorlu bir süreçti ve 21 yıl süren bu mücadelenin Rusya açısından önemli sonuçları oldu. Savaşın başladığı yıl olan 1700’de Ruslar, sayıca üstün olmalarına rağmen Narva’da İsveç karşısında ağır bir yenilgi aldılar. Sumner Narva’daki Rus performansını şu sözlerle özetlemektedir: “Eski moda süvari ve 428 B. H. Sumner, Peter the Great and the Emergence of Russia, London, The English Universities Press, 1956, s. 35 429 Massie op. cit., s. 529 152 düzensiz ordu savaşmadan kaçtı. Yeni piyade askerler disiplinsiz birer milisten başka bir şey olmadıklarını, yabancı subaylar ise beceriksiz ve güvenilmez olduklarını kanıtladılar. Sadece iki muhafız ve bir piyade alayı iyi iş çıkardı.”430 Petro kendisi de Rus ordusunun yetersizliğini kabul etmekte ve şu sözlerle ifade etmektedir: Ordumuz İsveçliler tarafından mağlup edildi – bu inkar edilemez. Ama bunun nasıl bir ordu olduğunu unutmamalıyız. Lefort Birliği tek eski birlikti. Muhafızların iki alayı Azov saldırısında yer almıştı, ancak, özellikle düzenli birliklerin olduğu bir meydanını hiç görmemişlerdi. Diğer birliklerde subaylar ve erler – hatta bazı albaylar da dahil – tecrübesiz acemilerden oluşuyordu. Bunun yanı sıra kıtlık vardı ve yollar o kadar çamurluydu ki erzakların nakliyesinin durdurulması gerekti. Özetle bu [İsveçliler için] çocuk oyuncağıydı. Bu kadar eski, disiplinli ve deneyimli bir orduya karşı bu denememiş öğrencilerin en kötüsüyle karşılaşmalarına kimse şaşırmamalı. 431 Her ne kadar hava koşullarının olumsuz etkisini de yenilginin nedenleri arasında saysa da Petro Narva yenilgisinin esas olarak Rus ordusunun başarısızlığından kaynaklandığını biliyordu. Bu durum Petro’yu İmparatorluğun askeri gücünün yeniden yapılandırılması konusunda radikal adımlar atmaya itti. Yenilgiyi izleyen yıllarda ordunun insan gücü ihtiyacını karşılamak için her sınıftan gönüllü ya da zorunlu olarak asker alımı yapıldı. Klyuchevski bu dönemde askerlerin “ölümsüz” olarak nitelendirildiğini, çünkü yayınlanan bir kanunla, “mürettebatın devamı ve herkesin her an hükümdara hizmete hazır olması için” bir askerin eğitim merkezinde ölmesi, veya öldürülmesi ya da kaçması durumunda aynı bölgeden başka birinin askere alınması emredildi.432 Başlangıçta deneyimsiz ve acemilerin bile askere alınması nedeniyle beklentileri karşılayamasa da, bu yolla askere alınanlar zamanla düzenli ve iyi eğitimli bir insan kaynağının oluşmasını sağladı. Bu şekilde büyük bir insan gücünün ordunun emrine alınmasının yanı sıra ordu için önemli maddi kaynak da harcandı. Petro, Massie’nin ifadesiyle, “Hazinesini ve halkını fakirleştirerek kayıtsızca hareket etti, her şeyi tehlikeye attı.”433 Ancak sonuçta amacına ulaştı ve savaşın dokuzuncu yılında Poltava Savaşında İsveç ordusu ağır bir 430 Sumner, op. cit., s. 56 431 Aktaran Massie, op. cit., s. 340 432 Vasili Klyuchevsky, op. cit., s. 80-81 433 Robert K. Massie, op. cit., s. 339 153 yenilgiye uğratıldı. Bu zafer iki ülke arasındaki savaş durumuna son vermediği gibi Rusya’ya yeni topraklar da kazandırmadı. Ancak Rusya’nın Baltık bölgesinin en önemli gücü olmasını sağladı ve bu bölgedeki Rus ilerleyişinin de önünü açtı. Poltava zaferinin ardından Rusya 1710 yılında Estonya ve Litvanya’yı topraklarına kattı. Ayrıca aynı yıl İsveç kralı XII. Charles’ın sığındığı Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan ederek Balkan Hıristiyanlarının kurtarıcısı “mantosunu giyen” Rus çarlarının ilki oldu.434 Petro’nun planı küçük bir orduyla Tuna üzerinden Osmanlı Balkanlarına ilerlemek ve burada kurtarıcı olarak karşılanacağı Hıristiyan halkların katılımı ve desteğiyle ordusunu büyüterek Osmanlı ordusuyla karşılaşmaktı.435 Messie’nin de belirttiği gibi Petro’nun bu planı temelsiz değildi çünkü iktidarı boyunca Balkanların Ortodoks halklarından çağrılar almış, Azak’ın ele geçirilmesi bu halklar arasında coşkuyla karşılanmış, özgürlük hayalleri ve bu konuda Rusya’dan beklentilerini teşvik etmiş, hatta 1704 ile 1710 yılları arasında dört Sırp lider Rusya’yı bu doğrultuda harekete geçirmek için Moskova’yı ziyaret emişti. Böylece özellikle 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nu tehdit eden en önemli meselelerden biri de kendini 18. yüzyılın ilk yıllarından itibaren göstermeye başlamış oldu.436 19. yüzyılda, özellikle Balkanlarda Osmanlı’ya karşı gelişen ve Osmanlı’dan ayrılmayı talep eden milliyetçi hareketler başta Rusya olmak üzere pek çok Avrupa devleti tarafından desteklenecek, böylece Osmanlı bir yandan ülkesinde kendisine karşı gelişen meydan okumalarla mücadele ederken bir yandan da bu sürece müdahale eden yabancı devletlerle mücadele etmek zorunda kalacak ve gücünü gittikçe kaybettiği bu dönemde bu mücadeleleri kaybedecekti. Ancak 1700’lerin bu erken döneminde Balkanlar’da gelişmiş bir düşünce akımından ya da hareketten bahsedilemeyeceği gibi Osmanlı da henüz güçlü bir devletti. Buna karşılık Rusya’nın büyük devletler arasına girmesi ve kendisini kanıtlayarak bu halklara güven vermesi için de çok erkendi. Nitekim iki devlet arasında savaş başladıktan sonra Petro’nun planının işe yaramadığı görüldü. Bölgedeki yerel liderler Rusya’nın savaşı kaybetmesi 434 B. H. Sumner, op. cit., s. 77 435 Robert K. Massie, op. cit., s. 550 436 Petro’nun bu girişimi kimi yazarlar tarafından Rus Panslavizminin ilk uygulaması olarak görülmektedir. Ancak burada öne çıkarılan olgu, ırk ya da etnik birim değildi dindir. 154 durumunda halkı Osmanlı’ya karşı harekete geçirmenin ve Rusya’yı desteklemenin bedelinin çok ağır olacağını biliyorlardı. Bu nedenle Rusya’nın savaşı kazanabileceğini gösteren belirgin bir gelişme olmadıkça harekete geçmemeye karar verdiler. Ancak böyle bir gelişme olmadı ve iki devlet arasında 1711 yılında gerçekleşen Prut Savaşı Rus yenilgisiyle sonuçlandı. İmzalanan barış antlaşmasıyla Rusya, Kuzey Savaşı sırasında kaybettiği ancak 1700 yılında geri aldığı Azak‘ı Osmanlılara geri verirken, Polonya’dan çekilecek ve İsveç kralının sorunsuz bir biçimde ülkesine dönmesine izin verecekti. Osmanlı’nın kazandığı zaferle karşılaştırıldığında Rusya için oldukça hafif yaptırımlar getiren antlaşmanın önemi, Osmanlı devlet adamlarının siyasi ve askeri çekingenliğini ortaya koymasıdır.437 Metin Kunt’un da belirttiği gibi, Prut Antlaşmasının mimarı olan ve bu nedenle büyük tepkilere neden olarak azledilen sadrazam Baltacı Mehmet Paşa, barış önerisini reddederse çıkacak çatışmanın Osmanlı için kötü bir sonuç doğurmasından endişe etmiş, üstelik kısa süre önce Karlofça Antlaşmasına neden olan ağır yenilgiler aldığı Avusturya’nın Osmanlı’nın büyük bir avantaj sağlamasına ve toprak kazancına tepki gösterebileceğini göz önünde bulundurmuştu. Dolayısıyla Prut Savaşında Rus ordusunun zayıflığından yararlanılmadığı gibi anlaşma masasında çekimser kalınması, büyük ölçüde Osmanlı’nın Karlofça Antlaşması’nın neden olduğu güvensizlikle açıklanabilir. Öte yandan Rusya karşısında sağlanan üstünlük ve bunun getirdiği güven Osmanlı’nın Karlofça Antlaşmasının kayıplarını geri almak üzere harekete geçmesine neden olmuştu. Savaş Osmanlı’nın bu hedefine kısmen ulaşmasını sağlarken yeni toprak kayıplarını da beraberinde getirdi; Venedik ve Rusya’ya kaybedilen topraklar geri alınırken Avusturya karşısında alınan yenilgiler nedeniyle Tameşvar, Belgrad ve Eflak’ın bir bölümü bu devlete verilmiştir. Bu durum Osmanlı İmparatorluğu’nun batı sınırlarında yeni bir dengenin oluştuğunu gösteriyordu; bundan sonra Osmanlı Avrupa cephelerinde genişleme siyasetini bırakmış, Avusturya’nın karşı genişlemesini durduracak savunma tedbirlerine başvurmaya başlamış, tarihinde ilk kez savaştan çok barışı kurmak ve korumak amacıyla Avrupa 437 Kunt, op. cit., s. 55 155 siyasetiyle ilgilenmeye başlamıştı.438 Buna karşılık Avrupa’da kaybettiği toprakları doğuda kazanabilecekleriyle telafi etmek amacıyla çıkılan İran seferi, Osmanlı’nın arasında kaldığı iki cepheden ikincisinde de mağlubiyet almasına neden oldu. Rusya ise Prut Antlaşmasıyla, güneydeki kazançlarından feragat etme karşılığında kendisini güç bir durumdan kurtarabilmiş ve Büyük Kuzey Savaşındaki baskın konumunu korumuştur.439 Bu konumun kendisine sağladığı avantajla savaşa devam eden Rusya, 1721 yılında imzalan Nystadt Antlaşmasıyla Baltık vilayetleri olarak anılan bölgeyi ve stratejik olarak St. Petersburg’un ve Finlandiya Körfezi’nin yanında konumlanmış güneydoğu Finlandiya sınır topraklarını İmparatorluğa kazandırmış, Baltık’a sağlam bir şekilde yerleşerek, “Avrupa’ya açılan bir pencere” elde etmiş ve kıtanın kuzeyinde baskın bir güç olarak İsveç’in yerini almıştır. 440 Rusya, kendi hakimiyeti altına giren bölgelerde Lutheran Kilisesinin haklarını koruyacağını, fakat aynı bölgede Rus Ortodoks Kilisesinin faaliyetlerine de serbestlik tanıyacağını belirtmiş, bölgede ticari ve ekonomik faaliyette bulunan yerel kişilerin, grupların ve işletmelerin daha önceki hak ve ayrıcalıklarını devam ettirmelerine onay vermiştir.441 Büyük Kuzey Savaşı, yirmi bir yıl süren savaş durumu ve bu savaş sırasında yaşanan mağlubiyetler ve zaferlerin de etkisiyle Petro Rusya’sının askeri reformlarını önemli biçimde etkilemiştir. Petro’nun modernleşme hareketiyle birleşen savaş, Rusya’nın askeri gücünün yeniden yapılandırılmasında belirleyici olmuştur. Bu doğrultuda askerlik zorunlu hale getirilmiş, kendilerine başka yerlerde ihtiyaç duyulan ruhban ve tüccar loncalarının üyeleri haricinde diğer sınıflar askere alınmıştır; bu şekilde elde edilen çok sayıda insan modern bir orduya dönüştürülerek pek çok düzenli alay kurulmuş, silah ve cephaneler geliştirilmiştir.442 Bütün bunlara karşılık Riasanovsky ve Steinberg’in de belirttiği gibi Petro’nun asıl eseri Rus ordusundan çok Rus donanmasıdır. İktidarının ilk yıllarından itibaren güçlü bir Rus donanması kurulması konusuna büyük önem veren Petro, Baltık kıyılarında üsler 438 Ibid., s. 57 439 Riasanovsky, Steinberg, op. cit., s. 233 440 Ibid., s. 234 441 Acar, op. cit., s. 135 442 Riasanovsky, Steinberg, op. cit., s. 238 156 elde ettikçe buraları donamanın inşası için kullanmış ve İsveç donanmasını yenecek güçte bir donanmaya sahip olmayı başarmıştır. Osmanlı İmparatorluğu açsısında askeri gücün azalması İmparatorluğun genel anlamda gücünü kaybederek, özellikle Batılı rakipleri karşısında geri kalmasının temel nedeni olarak görülür. İmparatorluğu Batı karşısında yeniden üstün duruma geçirmeyi hedefleyen reformlar da bu nedenle askeri alanda başlamıştır. Ancak bu reformu gerçekleştirmek, yeniçerilerin direnişi nedeniyle mümkün olamıyordu. Üstelik Osmanlı’nın 1739 yılında Rusya ve Avusturya ile girdiği savaşta, diplomatik bir başarı olan Belgrad Antlaşmasıyla Belgrad’ı Avusturya’dan geri alması, “İstanbul’u yanlış bir şekilde yeniçeri sistemi açısından kendi halinden memnun bir havaya” sürüklemiş ve bu durum askeri reformun ertelenmesine neden olmuştu.443 Gerçekten de Batıda meydana gelen teknik gelişmelerin yakından takip edilememesinin yanı sıra mevcut askeri yapılanmadaki yozlaşmayla birlikte Osmanlı askeri gücünü kaybetmeye başlamıştır. Bu durum yeni toprak kazanamamanın ötesinde toprak kayıplarına neden olmaya başladıkça soruna sürekli olarak askeri çözümler bulunmaya çalışılmıştır. Ancak Osmanlı için askeri sorun olarak ortaya çıkan olgu aynı zamanda ekonomik ve politik güçle de yakından ilişkilidir. Siyasi açıdan bakıldığında, devletleşmeye başladığı ilk dönemden itibaren doğusunda kendisine tehdit oluşturabilecek herhangi bir devletin bulunmaması, Osmanlı’nın doğu sınırlarının güvenliğinden endişe etmeden Batıya doğru yayılmasını kolaylaştırmıştır. Dolayısıyla Devletin batısındaki toplumsal ve siyasi yapının, bu bölgelere yönelik yayılmayı kolaylaştırmasının yanı sıra, doğusunda da kendisine tehdit oluşturabilecek bir yapılanmanın olamaması da bu süreçte etkili olmuştur. Ancak 16 yüzyılda Şah İsmail’le birlikte İran’da güçlü bir devletin kurulması Osmanlı için topraklarının doğusuyla da ilgilenmesi ve batıya doğru ilerlerken bile doğu sınırını da güvence altına alma zorunluluğunu getirdi. Bu nedenle, Osmanlı İmparatorluğunun güçten düşme sürecini yanlızca askeri koşullara bakarak incelenecek olursa, bu “iki cephe arasında bölünme”nin önemli bir etken olduğu söylenebilir.444 Üstelik 18. yüzyıldan itibaren bu denkleme Rusya da ekleniyordu. 443 Aksan, op. cit., s. 164 444 Belge, op. cit., s. 70 157 Nitekim Osmanlı İmparatorluğu için asıl büyük askeri yenilgiler ve buna bağlı toprak kayıpları Rus İmparatorluğu’nun güçlenmesiyle birlikte gerçekleşti. Büyük Petro döneminde Osmanlı karşısında adlığı yenilgiden sonra Rusya’yla Katerina döneminde 1768-1774 ve 1787-1792 yıllarında yapılan iki savaşta da Osmanlılar mağlup olmuş, bu mağlubiyetler sonrasında imzalanan 1774 Küçük Kaynarca ve 1792 Yaş Antlaşmalarıyla Osmanlı İmparatorluğu büyük bir toprak kaybı yaşamıştır. Bunun anlamı Osmanlı İmparatorluğu için Karlofça Antlaşmasıyla başlayan, emperyal gerilemenin giderek derinleşmekte olduğudur. Buna ek olarak Küçük Kaynarca Antlaşmasıyla Rusya Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ortodoks inancın ve halkların koruyucusu olacaktı. Rusya ilerleyen yıllarda bunu gerekçe göstererek Osmanlı’nın iç işlerine müdahale edecek, İmparatorluğun Ortodoks halkları arasında gelişen milliyetçi hareketlerle birlikte bu müdahalenin toplumsal karşılığının da oluşması Osmanlı’nın çözülme sürecinde önemli rol oynayacaktır. 1787-1792 yılları arasında gerçekleşen Osmanlı Rus-Savaşında, Rusya’nın uzun yıllar mücadele halinde olduğu İsveç ve ilerleyen yıllarda Osmanlı toprak bütünlüğünün koruyucusu olacak olan Britanya Osmanlı İmparatorluğu’nu desteklerken, Avusturya Rusya’nın yanında yer aldı. Bu savaş da Rus galibiyetiyle sonuçlandı. Savaş sonunda imzalanan Yaş Antlaşmasıyla Osmanlı Rusya’nın Kırım’ı ilhakını tanıdı ve Rusya Karadeniz’de yeni topraklar elde etti. Böylece Rusya Kırım Hanlığı’nı da topraklarına katmak suretiyle yayılmasının ana hatlarından birini oluşturan Altın Orda topraklarını birleştirme politikasında bir adım daha ilerlemiş oldu. Bunu yanı sıra güneye yönelik ilerleyişini de büyük ölçüde tamamlamış oldu. Rusya’nın Osmanlı’ya karşı kazandığı zaferler Katerina döneminin önemli devlet adamlarından Grigori Potemkin tarafından geliştirilen Grek Projesi’yle de yakından ilgiliydi. Proje “Osmanlı’nın fethini ya da en azından Avrupa’daki varlıklarının fethini ve İstanbul merkezli büyük bir Hıristiyan imparatorluğun kurulmasını – ya da proje destekçilerinin ısrar ettiği gibi yeniden kurulması – içeriyordu.”445 Evrensellik iddiası daha önce de belirtildiği gibi imparatorlukların toprak kazanımlarında sıklıkla kullanılmaktaydı ve bu iddiayı meşrulaştırmak için en sık kullanılan argüman ise bunun din adına yapıldığı, dini korumayı, yaymayı ve bu 445 Riasanovsky, Steinberg, op. cit., s. 277 158 dine mensup bütün insanları tek bir devletin çatısı altında birleştirmeyi hedeflediğiydi. Rusya tarafından geliştirilen Grek Projesi de bu bağlamda bütün Hıristiyanları bir araya getirmeyi hedefleyen bir evresellik iddiasıydı. Proje aynı zamanda III. Ivan döneminde, İstanbul’un Osmanlı tarafından fethiyle birlikte ortaya atılan III. Roma iddiasıyla da ilişkiliydi ve bir anlamda bu söylemin bir devamıydı. Ancak Proje Rus dış politikasında önemli bir açılım ya da değişime neden olmadı. Proje bağlamında yapılanlar Katerina’nın torununa Konstantin adını vermesi, onu Yunan bir bakıcıya teslim etmesi ve madalyonlarına Ayasofya reprodüksiyonu bastırması gibi sembolik bir takım adımlarla sınırlı kaldı. Rusya açısından Katerina döneminin belki de en önemli dış politika gelişmesiyse, 1772-1795 yılları arasında, ilkinde Avusturya ve Prusya, ikincisinde Prusya, üçüncüsündeyse yine Avusturya ve Prusya’yla Polonya’nın üç kere paylaşılması oldu. Paylaşımlar sonucunda Polonya bağımsız bir devlet olarak haritalardan silinirken Rusya, 1772 yılındaki ilk paylaşımda Belarus ve Litvanya’nın bir kısmını, 1793 yılındaki ikinci paylaşımda Litvanya’nın bir kısmını daha ve Batı Ukrayna’nın büyük bölümünü, 1795 yılındaki üçüncü paylaşımda ise Litvanya ve Ukrayna’nın geri kalanını alarak Polonya topraklarının yüzde altmışaltısını ve beş milyon Polonya sakinini İmparatorluğu’na kattı. Bu katılım Ruslar tarafından “bir zamanlar Kiev Rusya’sının bir parçası olan” ve “esasen Ortodoks Ukraynalıların ve Belarusyalıların yaşadığı”, “iki Alman gücün el koyduğu … eski Rus topraklarının” geri alınması olarak yorumlanmıştır.446 Ancak Polonya topraklarıyla birlikte Rus egemenliğine giren sadece Ukrayna ve Belaruslular değil aynı zamanda Litvanyalı Polonyalılar ve Yahudilerdi. Bunun anlamı Rus yönetimine sadece farklı etnik grupların değil aynı zamanda farklı dini toplulukların da girmesiydi. Üstelik oldukça zayıf bir siyasi yönetime sahip olan Polonya’da bu halklar arasında milliyetçi bilincin erken aşamalarına rastlamak mümkündü. Özellikle Polonyalı seçkinler Rus İmparatorluğu’nda diğer halklar arasında sonradan ortaya çıkacak olan yüksek bir milliyetçi bilince sahiplerdi ve Batıyla sahip oldukları güçlü bağlar da bu bilincin gelişimine katkıda bulunuyordu.447 Nitekim Polonyalılar Rus İmparatorluğu’nun 19. yüzyıldan itibaren karşı karşıya kalacağı milliyetçi düşünce ve hareketlerin ilk 446 Ibid., s. 281 447 Ibid., s. 282 159 örnekleri arasında yer alırken bölgedeki diğer halkları da bu bağlamda etkilemiş ve İmparatorluğa yönelik meydan okumaların önemli bir ayağını oluşturmuştur. Rus emperyal yayılması 19. yüzyılda da devam etmiştir. Rusya’nın 19. yüzyıl fetihlerinin ilk odağı Transkafkasya’dır. Bu bölgede bugün de kendi bağımsız devletlerine sahip olan Azeri, Gürcü ve Ermeniler bulunmaktaydı. Gürcistan’ın Rusya tarafından ele geçirilme süreci, 18. yüzyılın sonunda Gürcistan’ın Osmanlı İmparatorluğu ve İran’dan gelen tehditlere karşı Rusya’dan koruma talep etmesiyle başlamıştır. Rus İmparatorluğunun bu topraklara davet edilmiş olması buradaki Rus emperyal varlığının “davet üzerine imparatorluk” olmasını da beraberinde getirmiştir. Riasanovsky ve Steinberg de İran ve Osmanlı İmparatorluğu’nun bu dönemde zayıflamış olmaları nedeniyle Rusya’nın genişlemesinin sürecin mantıki bir sonucunu temsil ediyor olmasının yanı sıra bunun İmparatorluğa gönüllü bir katılım olduğu doğrultusundaki Rus görüşünün de gerçeklerle tam olarak örtüşmese de tutarlı olduğunu belirtmektedir. 448 Ancak Gürcü Krallığının Rus İmparatorluğunu koruma talebiyle davet etmesi iki devlet tarafından farklı biçimlerde yorumlanmıştır. Gürcistan için geçici bir korumadan ibaret olan ilişki Rusya için Gürcü topraklarının İmparatorluğa dahil edilmesi anlamına geliyordu. Nitekim 19. yüzyılın ilk yılında Gürcistan Krallığının toprakları, iki devlet arasında var olan anlaşmalara aykırı olarak tek taraflı bir biçimde, Çarın yeni tebaasını içerideki karmaşaya ve dış düşmanlara karşı koruma gerekçesiyle doğrudan Rus Çarlığı’na bağlandı.449 Azerbaycan ve Ermenistan’ın Rus İmparatorluğu’na katılması ise İran’la yapılan savaşlarda elde edilen galibiyetlerin sonucuydu. İki devlet arasında 1803- 1814 yılları arasında devam eden savaş sonunda Azerilerin yaşadığı topraklar iki devlet arasında bölünmüş ve bu bölünmüşlük günümüze kadar devam etmiştir. 1826- 1828 savaşının sonucunda ise İran’ın elinde bulunan Ermeni toprakları Rus egemenliğine girmiştir. Azerilerin durumunda olduğu gibi Ermeniler için de iki devlet arasında bir bölünmüşlük söz konusuydu. Ancak Rus İmparatorluğu dışında yaşayan Ermeniler, İran topraklarında değil Osmanlı topraklarında yaşıyordu. 448 Ibid., s. 321 449 “Gürcistan Çarlığını yönetme sorumluluğunu üzerimize almamız, gücümüzü arttırmak için değil, açgözlülükten değil, zaten dünyadaki en büyük imparatorluk olan imparatorluğun topraklarını genişletmek için de değil.” Kappeler, Russian Empire: A Multiethnic History, s. 174 160 Güney Kafkasya’nın bu halkları arasında etnik gerilim ve çatışmalar vardı. Bu durum söz konusu halkların farklı dini ve etnik gruplarından gelmelerinin etkisiyle şiddetlenen fakat esas olarak aynı topraklar üzerinde hak iddia etmekten kaynaklanan bir gerilimdi ve varlığını günümüze kadar sürdürmeye devam etti. Söz konusu gerilim bu devletlerin Rus yönetimine olan bakışını da etkiliyordu. Müslüman Azeriler için Rus yönetimi ülkelerinin vahşi bir sömürgeci devlet tarafından ele geçirilmesi olarak nitelendirilirken Ermeniler ve Gürcüler, özellikle de bu halkların dini liderleri arasında Çar, kendilerini yabancı egemenliğinden kurtaracak ve onları koruyacak bir güçtü ancak bu koruma siyasi ve kültürel özerkliklerinin de korunmasını içermeliydi.450 Dolayısıyla Gürcü ve Ermeni talepleri açısından bakıldığında Rusya bir davet üzerine imparatorluktu. Ancak Rusya’nın bu ülkeler üzerinde kurduğu egemenlik Azeriler için olduğu kadar Gürcü ve Ermeniler için de bir hayal kırıklığıyla sonuçlandı. Rusya için bu bölge hem jeopolitik hem de ekonomik açıdan taşıdığı önem dolayısıyla bu halkların tercihine bırakılamayacak kadar değerliydi. Bu nedenle özellikle I. Nicola döneminde, dönemin genel merkeziyetçi eğilimiyle paralel olarak Güney Kafkasya’nın İmparatorluğa tam olarak entegre edilmesi yoluna gidildi. Güney Kafkasya’nın İmparatorlukla bütünleştirilmesi politikası, daha önce farklı bölgelerde birçok kereler olduğu gibi bölge halkının tepkisiyle karşılanmış ve buna bağlı olarak bölgenin fethinde önemli bir motivasyon unsuru olan bölgenin ekonomik gelirlerinden de faydalanılamaması nedeniyle bu zorla bütünleştirme politikasından vazgeçilerek geleneksel, pragmatik ve esnek politikalara dönülmüş ve bölge elitleriyle işbirliğine gitmek suretiyle bölgenin Rusya’ya olan bağlılığının sağlanması ve sürdürülmesine çalışılmıştır. Yerel elitlerle işbirliği sürecinde bölge aristokrasisi Rus aristokrasinse eklemlenirken, Azeri önde gelenleri, Müslüman olmaları dolayısıyla doğrudan Rus aristokrasisine dahil edilmediler. Bunun yerine sınırlı hakları olan özel bir soyluluk kategorisi oluşturdular. Ama önceden sahip oldukları ayrıcalık ve mülkiyet hakları korunarak, Rus yönetimiyle barışık olmaları sağlandı. Öte yandan aristokrasi dışında, bölgenin Müslüman halkları Hıristiyanlara göre daha iyi bir durumdaydı. Hıristiyan 450 Ibid., s. 175 161 köylülerin aksine serf olmayan Müslüman köylüler Rus yönetiminde de serfleştirilmemiştir. Buna ek olarak Müslüman din adamlarının da ayrıcalıkları ve sahip oldukları topraklar üzerindeki hakları korunmuştur. Güney Kafkasya halklarının her üçünde de din adamları cemaat içi eğitimden sorumlu olmanın yanı sıra cemaat kültürünü destekliyor ve ekonomik faaliyetlerde de yer alıyordu.451 Bu, din adamlarının bu halklar arasında ortaya çıkan milliyetçi hareketlerde önemli ve öncü bir rol üstlenmelerini de beraberinde getirmektedir. Buna ek olarak yerel elitlerin ve geleneksel medeniyetlerin korunması, 19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyıl başında Gürcü, Ermeni ve Azerileri etkisi altına alan milliyetçi hareketlerin ortaya çıkışını sağlayan koşulları yaratmıştır. Bununla birlikte bölgede milliyetçiliğin gelişmesinde en önemli etkenin bölgenin ekonomik yapısı olduğu söylenebilir. 19. yüzyılın ilk yıllarında Güney Kafkasya’yı topraklarına katan Rus İmparatorluğu bundan sonra Kafkasya’nın kuzeyinde yer alan dağlık alanları topraklarına katmak üzere bu bölgenin halklarıyla uzun yıllar süren ve oldukça şiddetli geçen bir mücadeleye girdi. Rusya’nın bu bölgeye yönelik yayılması devletin kuruluşundan itibaren gündemde olan Altın Orda Devleti topraklarını kendi yönetiminde bir araya getirme politikasının bir paçasıydı. İmparatorluk bu bölgeye yönelik hedeflerini gerçekleştirmek üzere 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren harekete geçmekle beraber, Rus işgaline karşı bir araya gelen Kafkasya halklarının direnişinin uzun yıllar kırılamaması sonucu, ancak 19. yüzyılın ikinci yarısında bölgede hakimiyet kurabilmiştir. Kafkasya halklarının Rus işgaline karşı gösterdiği direniş, İmparatorluk açısından beklenmedik derecede şiddetliydi. İmparatorluk topraklarının bütünü düşünüldüğünde küçük bir toprak parçası sayılabilecek bu bölgeyi ele geçirmek, Rusya’nın bu dönemde sahip olduğu maddi kaynaklar ve insan gücü de hesaba katıldığında, kolay olması beklenebilecek bir mücadeleyken, sürecin başlangıcıyla sonu arasında yaklaşık bir asır olması şaşırtıcıydı. Üstelik İmparatorluğun önceki fetihlerinde, en çok direnişle karşılaşılanlarında bile en fazla on yıllarla ifade edilen zaman dilimlerinde büyük toprakları İmparatorluğa bağlamış olduğu düşünüldüğünde Kafkaslardaki direnişin boyutu ortaya çıkmaktadır. 451 Ibid., s. 171 162 Bu durumun ilk akla gelen sebeplerinden biri nüfusun düşük yoğunluklu olduğu büyük düzlüklerden oluşan Sibirya gibi bölgeler fethetmenin dağlık Kafkasya bölgesini fethetmekten daha kolay olacağıdır. Nitekim Rusya Sibirya’daki yayılmasında da direnişle karşılaşmış, ancak buna rağmen nüfusun dağınık ve seyrek olması dolayısıyla kolayca ilerleyerek bölgede hakimiyet kurmayı başarmıştır. Buna karşılık Kafkasya bölgesinin dağlık yapısı, doğal bir savunma sağlayarak askeri mücadeleyi zorlaştırmaktaydı.452 Bu dağlık yapı, bölge halklarının parçalanmışlığının da önemli nedenlerinden biriydi. Bölge halkların bir araya gelmesinin önündeki en önemli engel olan bu bölünmüş yapı, birbirinden izole bir şekilde yayan grupların etnik farklılıklarının korunması ve sürdürülmesinde de önemli rol oynamıştır.453 Fakat bölgenin coğrafi olarak Sibirya’yla karşılaştırılamayacak kadar küçük olması nüfusun seyrek olmasının önüne geçmiş, bu da çatışmaların şiddetini arttırmıştı. Sürecin uzun olmasının bir diğer nedeni, dağınık ve bölünmüş olmalarına rağmen Kafkasya’daki halkların Rus işgaline karşı birlikte hareket etmiş olmalarıdır. Etnik çeşitliliğin oldukça yüksek olmasının yanı sıra bölgenin coğrafi koşullarının da etkisiyle oldukça dağınık biçimde yaşayan Kafkasya halklarının Rusya’ya karşı bir cephede araya gelerek ortak bir mücadele sergilemeyi başarmış olmaları, bölge halkının büyük çoğunluğunun Müslüman olması dolayısıyla bir araya gelmelerini sağlayan ortak bir kimliğe sahip olmaları ve ortak yaşam tarzı ve gelenekleri paylaşmalarının yanı sıra, Rus işgalinin bölge halkının ekonomik faaliyetlerinin temelini oluşturan hayvancılık ve ticareti tehdit ediyor olmasından da kaynaklanmaktadır.454 Dolayısıyla bu mücadelenin milliyetçi bir nitelik taşıdığından söz etmek mümkün değildir. Yaşadıkları toprakların yabancı bir devlet tarafından ele geçirilmesi ve yaşam tarzlarının ve ekonomik faaliyetlerinin tehdit edilmesine karşı gelişen bu harekete katılanların sahip oldukları tek ortak kimlik İslami kimlikti. Ancak Kafkasya halklarının İslamiyet’e geçme tarihlerinin de etkisiyle bu dine olan bağlılık dereceleri de birbirinden oldukça farklıydı.455 Üstelik bunun da istisnaları vardı. Sadece küçük bir bölümü Müslüman olan Osetlerin de Rusya’ya karşı 452 David R. Stone, A Military History of Russia: From Ivan the Terrible to the War in Chechnya, Connecticut, Praeger Security International, s. 119 453 Kappeler, op. cit., s. 180 454 Ibid., s. 180 – 181 455 Ibid.,, s. 180 163 mücadelede Müslümanlarla birlikte hareket etmesi savaşın işgalci bir güce karşı bir direniş olma niteliğini kuvvetlendirmektedir. Direnişin uzun ve şiddetli olmasına ve ara ara meydana gelen ayaklanmalarla varlığını hissettirmesine rağmen Rus İmparatorluğu bölgede hakimiyet kurmayı başarmıştı. Bundan sonra gelen süreç, kendisine karşı şiddetli bir direniş göstermiş ve göstermeye de devam eden bölgenin İmparatorluğa bağlanmasıyla ilgiliydi. Bu noktada Rusya’nın izlediği politikanın geleneksel ılımlı ve işbirliğine dayalı politikasına yakın olduğu ve zora dayalı uygulamalara başvurulmadığı görülmektedir. Bu bağlamda bölgedeki toplumsal ve ekonomik düzende değişikliğe gidilmediği gibi, din adamları ve dini uygulamalar da müdahaleye maruz kalmamıştır. Genel olarak Güney Kafkasya’nın Müslüman toplulukları için benimsenen uygulamaya benzer bir uygulamaya başvurulmuştur. Bu doğrultuda yerel elitlerle işbirliğine gidilerek, bu kişilerin yerel yönetimden sorumlu olmaları anlayışı benimsenmiştir.456 Her ne kadar bu elitler Rus soyluluğuna eklemlenmeseler de, orduda ve yönetimde görev almak suretiyle bu soyluğun bir parçası olmalarının yolu açık bırakılmıştı. Böylece bölgenin İmparatorluğa bağlanması için ılımlı bir geçiş süreci planlanmıştır. Ancak bu sürecin tam olarak planlandığı gibi işlediğini söylemek mümkün değildir. Çünkü her ne kadar Rusya askeri zaferinin bir sonucu olarak bölgeyi topraklarına katmış olsa da, buna uzunca bir süre direnmiş olan halkların İmparatorluğa bağlılığını sağlamakta sıkıntı yaşamıştır. Rusya karşısında verdikleri savaşı kaybetmiş olsalar da, bu halkların Rus yönetimini benimsemeleri ve ona uyum sağlamaları söz konusu olmamıştır. Bunun üzerine Rusya, Kafkasya’daki yönetimini, Hosking’in ifadesiyle kimin hakim güç olduğunu göstermek istercesine şiddet dolu yollarla sağlamış, General Skobelev bu politikayı “Asya’da barış süresinin, düşman üzerinde yaptığımız katliam oranında olduğuna inanıyorum. Direniş başarısız oluncaya kadar sert vur ve vurmaya devam et: Sonra safları oluştur, katliamı durdur ve ayağına kapanmış düşmana karşı nazik ol ve insanca davran” sözleriyle çarpıcı bir biçimde dile getirmektedir.457 456 Ibid., s. 184 457 Geoffrey Hosking, Rusya ve Ruslar, Erken Dönemden 21. Yüzyıla, İstanbul: İletişim Yayınları, 2011, s. 445 164 Bunun yanı sıra Rusya, bu bölgenin bağlılığını sağlayabilmek için farklı kontrol mekanizmaları uygulamaya koymuştur. Bu amaçla bölgeye Rus ve Ukraynalıların yerleştirilmesi ise yine bölge halkının şiddetli tepkilerine neden olmuş, devlete olan bağlarını güçlendirmek bir yana daha da sarmıştır. Ancak Rusya için topraklarının ortasında ve kendisini güneye bağlayan geçiş yolları üzerinde bulunan bu bölgeyi gözden çıkarmak söz konusu değildi. Dolayısıyla bu bölgeyi kendisine bağlamakta ısrar etmiş ve buradaki direnişi hiçbir zaman tam anlamıyla kıramamış, bölgenin ve halklarının devlete olan bağlılığını hiçbir zaman tam olarak sağlayamamış olmakla birlikte bu toprakları elinde tutmayı sürdürmüştür.458 Kafkaslarda verdiği uzun ve zorlu savaş sonrasında, bu süreçte duyduğu ihtiyaç dolayısıyla oldukça büyümüş olan ordusunun atıl hale gelmesini istemeyen Rus yöneticileri, İmparatorluk topraklarının daha da genişletilmesi için harekete geçmiş ve hedef olarak Orta Asya’yı İmparatorluğa bağlamaya karar vermişti. Daha önceki dönemlerde askeri yetkililer, göçebe toplulukları Rusya’nın dışında tutmak için savunma hatları inşa ederken; şimdi göçebelerin yaşadığı bütün toprakları Rusya’ya katmayı ve onların gerisinde istikrarlı ve önceden ne yapacağı tahmin edilebilen güçlerin olduğu yeni uç bölgeleri kurmayı amaçlamaktaydı.459 Rus İmparatorluğu’nun bu bağlamda Orta Asya topraklarını ele geçirmesi ve burada kurduğu yönetim, sömürgeci bir niteliğe sahip olması bağlamında İmparatorluğun geri kalanından ayrılmaktaydı. Bölgenin yönetiminde bu doğrultuda bir değişime gidilmesi temel olarak 18. yüzyıldan itibaren Rusy’nına batıdan ithal ettiği Avrupa merkezci bakış açısıyla Asya halklarına bir üstünlük duygusuyla bakmaya başlamasından kaynaklanıyordu. Bu bakış açısı yerel halklar tarafından direnişle karşılanan zora dayalı politikanın terk edilerek yeni fethedilen bölgelere yönelik daha pragmatik ve esnek bir politikanın izlenmeye başlandığı II. Katerina döneminde bile 458 Kuzey Kafkasya bölgesi Çarlık Rusya’sından sonra kurulan Rus devletlerinin de bir parçası olmayı sürdürmüştür. Bir federasyon olarak kurulmasına karşın Sovyetler Birliği döneminde bu bölgede federe cumhuriyetler kurulmamış ve bölge Rusya Sovyet Sosyalist Cumhuriyetinin bir parçası olmuştur. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ise söz konusu bölge farklı federe devletler çatısı altında özerkliğe sahip olmakla birlikte Rusya Federasyonu’nun bir parçası olmaya devam etmiştir. Ancak aradan geçen bütün bu zamana rağmen bölgedeki Rus karşıtlığı ve buna bağlı çatışmalar sona ermemiştir. 459 Ibid., s. 439 165 tam olarak terk edilmemiş, aksine Rusya ve Rusların uygarlaştırıcı bir misyonu olduğu inancı zaman içinde daha da güçlenmiştir.460 Orta Asya’daki Rus ilerleyişi Kazak bozkırlarından başlar.461 Bu bölgenin Rus yayılmasının hedefinde olması eski Altın Orda Devleti topraklarını bir araya getirme politikasının bir parçasıdır. Bu dönemde bölgede göçebe bir topluluk olan ve 15. yüzyılda Özbek Hanlığından ayrılarak gevşek bir kabile topluluğu haline gelen Kazak Hanlığı bulunmaktaydı. Kazak bozkırlarının Rus İmparatorluğu’na katılması 19. yüzyılın ilk yarısında gerçekleşmiş olmakla birlikte, süreç yaklaşık yüz yıl önce kurulan ilişkilerle başlamıştı. 16. yüzyıl sonunda Tobolsk ile Buhara arasında bir ticaret yolu inşa eden Rusya böylece bölgeye ve bölge ticaretine olan ilgisini ortaya koymuş oldu.462 Bununla birlikte 19. yüzyılın ikinci yarısında Rusya’nın bölgeye olan ilgisi arttı. Bunun en önemli nedeni, Rus ve İngiliz İmparatorlukları arasında rekabetin gittikçe büyüdüğü bir sırada bölgenin otorite boşluğunun hakim olduğu bir alana dönüşmesi ve her iki devletin de bir diğerinin bu bölge üzerinden kendisine saldırmasından endişe etmesiydi.463 Bu nedenle Rusya daha önce benimsediği bölge halklarını İmparatorluk toprakları dışında tutma ve bu halklarla kurduğu ilişkilerde yaşam tarzlarına müdahale etmeme politikasından da vazgeçti. Çünkü artık her şeyden önce İmparatorluğun güvenliği için bu bölgenin kendi kontrolünde bulunması gerektiğini düşünüyordu. Bu dönemde ayrıca Rusya’nın Asya ticaretinin bir parçası olarak kurulan ticari ilişkilere ek olarak çeşitli kabilelerin Rus İmparatorluğundan 460 Kappeler, Russian Empire: A Multiethnic History, s. 169 461 Bugün Kazak olarak adlandırılan bu topluluklar, Rus İmparatorluğu döneminde Kırgız olarak adlandırılmakta, Kırgızlara ise Kara-Kırgız denilmekteydi. Bu toplulukların bugün de sahip oldukları biçimde adlandırılmaları Sovyetler Birliği’nin ilk yıllarında olmuş, bu dönemde Devlet federe Sovyet cumhuriyetlerine bölünürken etnik temel dayalı bu isimlerle Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra da varlığını Kazakistan ve Kırgızistan olarak sürdürecek olan Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ve Kırgız Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri kurulmuştur. 462 Hosking, op. cit., s. 441 463 Ibid., s. 442. Bu rekabet sadece Rusya’yı değil, Britanya’yı da bölgeye yöneltti. Hosking’in de belirttiği gibi İngiltere’nin 1840’larda Pencab’ı işgal etmesi ve Afganistan’a ticari, diplomatik ve askeri temsilciler göndermeye başlamasının nedeni buydu. Burada dikkat çeken nokta, rakip olmalarına rağmen iki İmparatorluğun da bölgeye yönelik politikalarını meşrulaştırmak için aynı söylemi kullanmasıdır. Dönemin İngiltere başbakanı Avam Kamarasında yaptığı bir konuşmada, “Uygar milletlerin birbiriyle iletişimini düzenleyen ilkelerin, uygarlık ve barbarlık iletişim kurduğunda çok bir önemi yoktur, çünkü bu ikisi arasındaki ilişki için çok farklı biçimlerde tanımlanabilecek, kontrol edilemeyen ve farklı bir iletişim gerektiren ilkeler söz konusudur.” sözleriyle bir yandan bu haklarla kurulabilecek tek ilişkinin zora dayanabileceğini vurgularken bir yandan da imparatorlukların barbarlık-uygarlık ikilemi söylemini de gündeme getirmektedir. Bölgeye yönelik benzer bir söylemi ilerleyen yıllarda Rus İmparatorluğu da dile getirecektir. 166 koruma talep etmesi ve buna karşılık Çar’a bağlılık ve sadakatini bildirmesiyle birlikte ittifak ilişkileri de kurulmuştu. Bu açıdan bakıldığında Rusya’nın bu bölgede de davet üzerine imparatorluk olduğunu söylemek mümkündür. 1730 yılında Küçük Orda (Cüz) Devleti Kanı Abulhair Han’ın Çariçe Anna Ivanovna’ya tam anlamıyla tabi olmayı dileyerek, kendisini ve Küçük ve Orta Orda halklarını korumasını talep etmesi üzerine 1731 yılında, Abdülhair ve Orta Orda tarafından, kendilerinden sonra iktidara gelenler tarafından da yinelenen bir bağlılık yeminiyle Kazaklar Rus sınırlarını korumaya, ihtiyaç duyulması halinde Rus hizmetinde görev almaya, haraç ödemeye ve Orta Asya’ya giden Rus ticaret kervanlarını korumaya söz verdi.464 Ancak daha önce olduğu gibi, özellikle ittifak ilişkisi Ruslar ve Kazaklar tarafından farklı algılanıyordu. Kappeler’in de belirttiği gibi Kazaklar için söz konusu bağlılık iki devletin liderleri arasında geçici nitelikte bir ittifak anlamına gelirken, Ruslar için bu devletler üzerinde hakimiyet iddiasında bulunmasına zemin hazırlayan yasal olarak bağlayıcı bir anlaşmaydı.465 Aynı noktaya dikkat çeken Bodger de, iç ve dış düşmanlarına karşı Rus desteği ve Rus sınırlarında ticaret yapma ve hayvan otlatabilme ayrıcalığı arayan Kazaklar için tamamen şekilsel olan bu yeminin, istenildiğinde tek taraflı olarak feshedilebilecek 464 Alan Bodger, “Abulkhair, Khan of the Kazakh Little Horde, and his Oath of Allegiance to Russia of October 1731”, The Slavonic and East European Review, Cilt 58, Sayı 1, Ocak, 1980, s. 40 465 Kappeler, s. 187. Kappeler, söz konusu sadakat yemininin Sovyet tarih yazımında da Çarlık Rusya’sıyla aynı çizgide yorumlandığını ve “Kazakların Ruslarla gönüllü birleşmesi” olarak nitelendirildiğini belirtir. Konuyu daha detaylı olarak ele alan Bodger de Çarlık, Sovyet ve Sovyet olmayan tarih yazımında Kazak liderlerin Rus koruması talep etmelerinin Kazak bozkırlarının Ruslar, Moğollar, Oyratlar ve Cungarlar tarafından çevrelenmesi nedeniyle yaşam tarzlarına yönelik tehdit algılamaları ve kendi aralarındaki ayrılık ve anlaşmazlıklardan kaynaklandığına ve bu koruma talebi sonrasında imzalanan bağlılık yeminlerinin Kazak tarihinde önemli bir dönüm noktası olduğu ve Kazaklar ve Kazak bozkırları üzerinde Rus etkisini arttırdığına yönelik bir görüş birliği olduğunu belirtmektedir. Buna karşılık Kazak liderinin neden böyle bir bağlılık yemini ettiği konusunda fikir ayrılıkları söz konusudur. Çarlık ve erken Sovyet tarih yazımında Abulhair ve sonraki Kazak liderlerinin Rusya’ya bağlılıklarını sunmalarının tamamen iktidar mücadelesiyle ilgili olduğu ve kendi çıkarlarını korumak, kişisel otoritelerini güçlendirmek ve Kazak halkını daha çok sömürebilmek için gerçekleştirildiği, Kazak halkının Rus İmparatorluğuna katılmak yönünde bir isteği olmadığı gibi böyle bir katılımdan çıkarlarının da olmadığı, aksine bu katılımın onların daha da fazla sömürülmesine yol açtığı dile getirilerek Kazak liderliği olumsuzlanmıştır. Ancak bu olumsuz tonlama ilerleyen yıllarda Sovyet tarih yazımı tarafından önce yumuşatılmış, daha sonra ise bir olumlamaya dönüşmüştür. Buna göre 1930’ların sonlarında Kazak liderliğinin Rus Çarlığına bağlılık yemini etmesi Kazakların 18. yüzyılın başında, kendilerini kuşatan Rus ve Cungar egemenliğinden birini tercih etmek zorunda kalması ve bu iki devletten daha az kötü olan ve kendilerine ilerleme yolunu açan Rus egemenliğini seçmesinin bir sonucuydu. Zaman içinde bu yorum Abulhair’in Kazak halkının ortak çıkarını temsil eden ve halkının uzun dönemli çıkarlarının farkında olan bilge bir yönetici olduğu ve kazak halk kitlelerinin de Rus egemenliğine girmeye istekli olduğu biçimini almıştır. Bodger, op. cit., s. 41-43 167 gevşek ve gönüllü bir patronaj ilişkisini ifade ettiğini, Çarlık yönetimi içinse bu yeminlerin Kazakların gönüllü olarak Rus tebaası olmayı kabul etmeleri olarak anlaşıldığını belirtmektedir.466 Bu dönemde Kazakların yaşam tarzlarına yönelik bir müdahale söz konusu değildi. Bunun en önemli nedeni Rusya’nın Kazaklar üzerinde gerçek bir nüfuz kurabilecek kadar bölgeye askeri anlamda hakim olmaması ve bu hakimiyeti ancak 19. yüzyılın ikinci yarısında sağlayabilecek olmasıdır.467 Bölgede hakimiyetini kurmasında sonra Rusya, 19. yüzyılın ilk yarısında yönetim yapısında önemli değişikliklere gitti. Kurulan yönetim yapısında Kazakların da yer almasına izin verildi ve böylece İmparatorluğun geleneksel politikası olan yerel elitlerle işbirliği politikası da sürdürüldü. Bununla birlikte bölge halkı diğer göçebe topluluklar gibi inorodtsy olarak kabul edildi. Bunun anlamı, bu toplulukların İmparatorluğun tam vatandaşları olarak değil, ikinci sınıf vatandaşlar olarak kabul edilmeleri ancak bunun karşılığında da kendi kendilerini yönetme hakkına sahip olmanın yanı sıra askerlik hizmetinden muaf tutulmalarıydı.468 Kazaklar arasında Rus İmparatorluğuna karşı ilk meydan okuma milliyetçi bir nitelik taşımaktan oldukça uzaktı. Burada belirleyici olan her şeyden önce, bölgedeki toplumsal yapının milliyetçiliğin ortaya çıkmasına neden olacak koşulları taşımıyor olmasıydı. Bu nedenle bölgedeki ilk tepki Rusların Kazakların geleneksel yaşam tarzlarını ve ekonomik geçim kaynaklarını tehdit ediyor oluşuydu. Bu tehdit, hayvancılıkla geçinen Kazakların havanlarını otlatmak için kullandıkları alanların Rus ve Ukraynalı yerleşimciler getirilerek tarım arazisi haline getirilmesiyle birlikte daha da artmıştı. Kazaklar arasındaki bu tepki çeşitli zamanlarda çıkan ayaklanmalarla varlığını Çarlık Rusya’sının sonuna kadar sürdürdü. Kazakların yerleşik düzene geçişi ve entegrasyonlarının sağlanması ise ancak Sovyetler Birliği döneminde gerçekleştirilebildi. Kazak bozkırlarının İmparatorluğa katılmasının ardından Rus İmparatorluğu, artık komşu olduğu Orta Asya içlerine doğru ilerledi. Bu sırada Orta Asya’da 15. 466 Ibid., s. 40 467 Loc. cit. 468 Kappeler, The Russian Empire: A Multi-Ethnic History, s. 188 168 yüzyıldan 17. yüzyılda ticaret yollarının değişmesine kadar en parlak dönemini yaşamış olan, ancak bundan sonra etkisini kaybeden Timur İmparatorluğundan kalan hanlıklar ve çeşitli göçebe topluluklar bulunuyordu. Bu sırada üst sınıfları Özbeklerden oluşan bu hanlıkların yönetimindeki bölgenin nüfus yapısını Kappeler şu şekilde özetlemektedir; Orta Asya’nın etnik ve dilsel yapısı sürekli bir değişim içindeydi. Şehirli nüfus genellikle iki dilliydi ve kabile veya bölgesel kimlikler, din ve yaşam ve yaşam tarzı genellikle etnik ve dilsel aidiyetten daha önemliydi. […] merkez bölgelerde genellikle Farsça konuşan ve kısmen Türkleşmiş olan Tacikler ve en önde gelenleri Özbekler olan Türkçe konuşan çeşitli etnik gruplar yaşıyordu. Doğudaki dağlarda Rusların Kara-Kırgız olarak adlandırdığı Türkçe konuşan göçebe Kırgızlar, Pamir dağlarında ise doğu Fars lehçelerini konuşan birkaç küçük etnik grup yaşıyordu. […] Batıda, Hazar Deniziyle Amuderya arasında kalan Kara-Kum Çölünde ve kısmen de İran ve Afganistan’da Türkmenler göçebe bir yaşam sürüyordu. Dilleri Azerbaycanlılar ve Osmanlılar gibi Türkî dillerin Oğuz ailesindendi. Kazakların güney kabileleri ve Karakalpaklar da Orta Asya bölgesinin bir bölümünü oluşturuyordu. […] Kaanlar, emirler, sultanlar ve soylulardan oluşan üst sınıf Özbek’ti. Kültür ve […] eğitime muhafazakâr (Sünni) din adamları hâkimdi. Buna ek olarak Sufi kardeşliği de belli bir oynuyordu. İslam, Türkmenler ve Kırgızlar arasında, yerleşik gruplar arasında olduğu kadar yerleşik değildi. Bu grupların toplumsal yapısı temel olarak kabilesel bağlamda belirleniyor ve çok az farklılık sergiliyordu. 469 Rusya’nın bölgeye olan ilgisinin en önemli nedenlerinden biri Büyük Britanya’yla yaşadığı ve Büyük Oyun olarak adlandırılan stratejik rekabetti. Rus ve Osmanlı İmparatorlularının ikisi için de önemli bir kırılma noktası olan Kırım Savaşı’nda aldığı yenilgi sonrasında Rusya ve Britanya arasındaki mücadele, Rus diplomat Ignatyev’in ifadesiyle “başarı şansının olabileceği” Asya’ya taşındı. Kırım Savaşında alınan yenilgi özellikle askeri elitlerin prestijine zarar verdiğinden, söz konusu elitler bu durumu telafi etmenin yollarını aramaya başladılar ve Rusya’nın emperyal gücünü kanıtlaması ve Batılı kolonyal güçlerin pozisyonuna eşit bir pozisyon elde etmesi gerektiği sonucuna ulaştılar.470 Böylece Orta Asya’nın bir 469 Ibid., s. 191-192 470 Ibid., s. 193 169 sömürge olarak İmparatorluk topraklarına katılışının siyasi gerekçesi dile getirilmeye başlandı. Bu bağlamda Orta Asya topraklarının İmparatorluğa katılışını meşrulaştırmak için Rus yönetiminin seçtiği söylem bölge topraklarının asıl sahipleri olan halklara medeniyet götürüleceği doğrultusundaydı. En az stratejik rekabet kadar önemli olan bir diğer neden ise ekonomikti. Rus İmparatorluğu 16. yüzyıldan itibaren Orta Asya’daki İslami merkezlerle ekonomik ilişkiler kurmaya başlamış, ancak bölgeye Hıristiyanların girmesinin yasak olması nedeniyle bu ilişkileri Müslüman Tatarlar aracılığıyla yürütmüştü. Ancak Amerikan İç Savaşı Rus tekstil endüstrisinin ihtiyaç duyduğu pamuğun ülkeye ulaşmasına engel olunca, Rusya yeni pamuk kaynakları aramaya başladı. Orta Asya Rusya’nın bu ihtiyacını karşılayabilecek pamuk kaynaklarına sahip olmanın yanı sıra Rusların girmelerinin yasak olduğu önemli ticaret yollarının kontrolünü sağlayacak ve Batı Avrupa’da satılması güç olan Rus sanayi ürünleri için pazar olacaktı. Böylece Orta Asya’nın Rus imparatorluğu için diğer bölgelerden farklı olarak Batı tipi bir sömürgeye dönüştürülmesinin ekonomik gerekçesi de ortaya konmuş oldu. Önemli bir askeri direnişle karşılaşmadan Orta Asya’daki üç yerleşik hanlıktan Hive ve Buhara’yı özerk güçler olarak himayesi altına alan Rus İmparatorluğu Hokand’ı 1876 yılında tamamen ortadan kaldırmak suretiyle kendisine bağladı. Hive ve Buhara’nın Rus himayesine girmekle birlikte şeklen de olsa bağımsızlıklarını korumaları, İmparatorluk topraklarına katılan bölgelerde yerel özerk yönetimlerin varlığına izin verilmeyen Rus İmparatorluğu için istisnai bir durum olmakla birlikte büyük önem taşımaktadır. Çünkü söz konusu yapılanmayla birlikte Rus İmparatorluğu ilk defa yönetimi altında bulunan bir bölgede Britanya sömürgeciliğine benzer bir sömürge yönetimi kurmuştur. Rus İmparatorluğunun diğer bölgelerinde, her ne kadar eski yöneticiler ve eski yönetim ve toplum yapıları korunmuş olsa da bu bölgelerde önceden bulunan devletlerin uluslararası hukuk bağlamında bağımsız devletler olma durumu sona erdirilmiş, bu bölgeler İmparatorluğun bir parçası haline getirilmişti.471 Bu açından Orta Asya, İmparatorluğun diğer bölgelerinden ayrılıyor ve daha çok Britanya yönetimindeki Hindistan’a benziyordu. Dolayısıyla Bölgenin İmparatorluğun bir parçası haline 471 Ibid., s. 197 170 gelmemekle birlikte bir sömürge olarak İmparatorluğa bağlanması yaklaşımı kurulan yönetim yapısında da kendisini göstermektedir. Özellikle sosyo-politik yapıda önemli değişiklikler yapılmamış, bölgenin yönetimi için Türkistan Genel Valiliği oluşturulmakla birlikte Rus İmparatorluğunun yerel yapılara müdahale etmeme doğrultusundaki geleneksel politikası sürdürülmüş, emir ve hanlar tebaalarını serbest bir biçimde yönetmeye devam edip yerel yönetim yapıları korunurken toplumun ve kültürün temeli olan İslam, siyasal ve toplumsal istikrarın garantörü olacağı umularak destekleniştir.472 Bu doğrultuda bölgedeki Rus yönetici ve askerlerinin varlığı sınırlı tutulmaya çalışılmıştır. Orta Asya Hanlıklarının siyasi özerklikleri korunurken, bölgeye olan ilginin ve bölgenin bir sömürge haline getirilmesinin temelinde yatan ekonomik saikler doğrultusunda Rus İmparatorluğunun bölgedeki ekonomi politikası daha müdahaleci ve dönüştürücü olmuştur. Bu anlamda İmparatorluğun Orta Asya politikasının sömürgeci niteliğinin en belirgin olduğu alan ekonomidir. Buna göre Orta Asya Rusya’nın ekonomik ihtiyaçlarına uyum sağlayacak biçimde yeniden yapılandırıldı. Orta Asya’nın kolonileştirilmesi amacıyla İmparatorluğun diğer bölgelerinden, özellikle nüfusun daha yoğun olduğu Avrupa topraklarından bu bölgeye köylüler yerleştirilerek bunlara Ruslar tarafından el konulan topraklar dağıtıldı. Bölge dışından idari ve askeri nitelikli nüfus yerleşimi sınırlandırılırken, söz konusu olan bölgenin ekonomik kaynaklarının değerlendirilmesi olduğunda herhangi bir sınırlamaya gidilmemiştir. Bu durum temel olarak İmparatorluğun batı bölgelerinde toprakların daha verimsiz ve nüfusun daha yoğun olmasına karşılık Orta Asya bölgesinin verimli topraklarını işleyebilecek yeterli nüfusun olmamasından kaynaklanmaktadır. Böylece bölge bir yandan sömürgeleştirilirken aynı zamanda bölgeden en üst düzeyde ekonomik fayda sağlamak amacıyla yerleşimcilerin getirilmesiyle, bölgenin İmparatorluk merkezine güçlü bir biçimde bağlanması sağlanmıştır. Bu şekilde her ne kadar şekli özerklik korunsa da Rus İmparatorluğun merkeziyetçi yapısından ödün verilmemiştir. Yine bölge ekonomisini kontrol edebilmek için Buhara ve Hive Rus tüccarlara açılmış, daha sonra ise Rus gümrük 472 Ibid., s. 197-198 171 birliğine dahil edilmiş, yine bu doğrultuda vergiler de standartlaştırılmıştır.473 Bu süreçte ayrıca bölge, merkez endüstrileri için başta pamuk olmak üzere hammadde kaynağı olarak da İmparatorluk ekonomisine eklemlendi. Bölgedeki Rus varlığı ve yönetimi hem yerleşik hem de göçebe hakların tepkilerine yol açtı. Bölgede Rus karşıtı tepki iki odakta toplanıyordu. Öncelikle Müslüman olan ve İslamiyet’in en önemli merkezlerine ev sahipliği yapmış olan hanlıklar için Rus İmparatorluğu’nun Hıristiyan bir devlet olması en önemli sorundu. Kappeler’in de belirttiği gibi Rus olmayan nüfus için Rus yönetimi kafir tahakkümüydü.474 Buna karşılık göçebe topluluklar he ne kadar İslamiyet’i benimsemiş olsa da bu dinle olan bağları daha zayıftı ve daha çok hanların otoritesini pekiştirmek için aralarına karışan sufi şeyhler aracılığıyla bu dinle olan ilişkilerini yürütüyorlardı.475 Bu nedenle bu topluluklar için asıl önemli olan Rus işgali ve bunun ardından gelen Rus yerleşimcilerin yaşam tarzlarını ve geçim kaynaklarını tehdit etmesiydi. Yeni yerleşimcilere verilen topraklar göçebe halkların meralarıydı; bu yüzden uzun süreden beri var olan göç yolları üzerinde Rus çiftliklerinin ortaya çıkması, yerel halkın tepkisine neden oldu.476 Yerel halkın duyduğu tepki zaman zaman dini liderlerin önderlik ettiği ayaklanmalara dönüşüyordu. Dolayısıyla bu dönemde ortaya çıkan tepkiler milliyetçi nitelikte değildi. Zaten bölge halkı arasında siyasallaşmış bir milliyetçi hareketin ötesinde kültürel bir milliyetçi düşüncenin ortaya çıkması için bile 19. yüzyıl sonlarını beklemek gerekecekti. 2.2.1.2 Siyasi Güç: Emperyal Merkez – Emperyal Çevre Fatih Mehmet dönemi, Osmanlı devleti için imparatorluğu kurulması kadar kurumsallaştırıldığı bir dönem olmuştur. Devleti imparatorluk olarak nitelendirmeye olanak veren pek çok uygulamanın temeli bu dönemde atılmış, daha sonra ise aynen ya da bazı değişikliklerle uzun yıllar sürdürülmüştür. Genel olarak bakıldığında bu dönemde oluşturulan uygulamalarının pek çoğunun temelde tek bir önemli amaca hizmet ettiğini söylemek mümkündür; merkezi bir devlet yapısı oluşturmak. Fatih, 473 Andreas Kappeler, The Russian Empire: A Multi-Ethnic History, Essex: Longman, 2001, s. 196-197 474 Ibid., s. 200 475 Hosking, op. cit., s. 441 476 Ibid., s. 446 172 kendisinden önce Rumeli ve özellikle Anadolu’da birçok bölgenin bünyelerinde barındırdıkları çeşitli ekonomik, yönetsel ve kültürel birimlerle, güçlü merkez-kaç odaklar oluşturması dolayısıyla, Osmanlı merkeziyetçiliğinin ancak, tüm yönetsel, kültürel ve ekonomik faaliyetlerin tek bir merkezde toplanmasıyla güçleneceği inancındaydı.477 Nitekim izlediği politikalarla Osmanlı Devletini merkezi bir imparatorluğa dönüştürecek pek çok önemli adımı atmış, diğerlerinin de önünü açmıştır. Böylece Osmanlı İmparatorluğu, tarihteki diğer imparatorluklar arasında belli bir kategoriye yerleştirilmesini sağlayan önemli özelliklerden biri olan belli bir merkez etrafında örgütlenmiş, yönetim açısından bu merkeze bağlı olduğu gibi topraklar açısından merkezle devamlılık içinde olan çevre bölgelerden oluşan bir imparatorluk olarak ortaya çıkmıştır. IV. Ivan döneminin Rus Devletinin bir imparatorluğa dönüştüğü dönem olarak kabul edilmesi sadece devlet topraklarının genişletilmesi ve farklı toplulukları ve bağımsız siyasi birimleri içermesinden kaynaklanmamaktadır. Bu gelişmelerle birlikte devlet, sahip olduğu bu yeni ve eskisinden çok daha büyük ve karmaşık olan yapılanmayı idare edebilmek için bir takım düzenlemeler yapmak durumunda kalmıştır ve bu anlamda ilk önemli adımlar da Ivan döneminde atılmıştır. Moğol hakimiyetinin sona ermesinden sonra Rus yöneticileri iktidarları üzerinde herhangi bir kontrolü kabul etmeyecekleri sonucuna varmışlardı ve Ivan tarafından ortaçağ Moskova’sında oluşturulan kişisel otokrasi ilkelerinden yararlanan Petro ise, İmparatorluğu sadece kurulduğu bölgenin değil dünya sisteminin büyük güçleri arasına sokan önemli reformlarıyla Rusya’yı askerileşmiş ve bürokratikleşmiş bir otokrasi haline getirmiştir.478 Alexander Kamenskii de Petro döneminin, bu dönemde Rusya’nın yaşadığı topraklarda kalıcı olması için gerekli olan temellerin atılması olması nedeniyle büyük önem taşıdığını belirtmektedir.479 2.2.1.2.1 Merkezin Yönetimi 477 Kılıçbay, Feodalite ve Klasik Dönem Osmanlı Üretim Tarzı, s. 348 478 Theda Skocpol, Devletler ve Toplumsal Devrimler: Fransa, Rusya ve Çin’in karşılaştırmalı Bir Çözümlemesi, Ankara, İmge Yayınları, s. 165 479 Aleksandr B. Kamenskii, Ot Petra I Do Pavla I: Reformy V Rossii XUIII Veka: Opyt Tselostnogo Analiza,, Moskova: RGGU, 1999, s. 30-32’den aktaran Kezban Acar, op. cit., s. 123 173 Fatih Mehmet Roma’ya başkentlik yapmış olan İstanbul’u kendi imparatorluğunun başkenti ve tek merkezi haline getirmek istemiştir. Hatta İnalcık’ın belirttiğine göre İstanbul, Fatih için dünya imparatorluğu tutkusunun simgesi haline gelmişti ve bu nedenle de saltanatı boyunca İstanbul’u büyük Roma imparatorları zamanında olduğu gibi siyasi ve dini bir metropol haline getirmek için elinden geleni yapmıştır.480 Fatih’in bunun yaparken en başta gelen amaçlarından biri, başka politikalarla da destekleyeceği merkezileşme politikasına uygun olarak, İstanbul’u imparatorluktaki tüm diğer merkezleri gölgeleyecek ve onların tüm gelişme olanaklarını tıkayacak büyük bir başkent haline getirmekti.481 Kunt, İstanbul’un fethine kadar Osmanlı Devleti’nin belli bir merkezi ve başkenti olmadığını belirtmektedir.482 Buna göre Orta Asya geleneğinde hakan neredeyse merkezin de orası olacağı yönündeki siyasi gelenek Osmanlılar tarafından da sürdürülmüş, sultanlar sefere gittiklerinde merkezi oluşturan tüm öğeler de onunla beraber götürülüyordu. Bursa ve Edirne gibi belli merkezler vardı ancak bu merkezler Kunt’un da belirttiği gibi dönemin değişen koşullarına göre değişebiliyordu. İstanbul’un fethinden sonra ise bu gelenek sonlandırılmış ve İmparatorluğun sonuna kadar bu konumunu koruyacak olan İstanbul, bir başkent olarak yeniden inşa edilmiştir. Bundan sonra tıpkı Bizans İmparatorluğunda olduğu gibi “tüm bir imparatorluk coğrafyası İstanbul’dan itibaren belli bir anlam taşır” hale gelmiş, İstanbul, “mekanın hiyerarşik düzeni içinde en üst noktada” yer almıştır.483 Bu doğrultuda İstanbul’un alınmasının hemen arkasından şehrin yeniden yapılandırılması yönünde çalışmalar başladı. Çeşitli inşa faaliyetlerinin yanı sıra şehrin nüfusunun da arttırılması ve çeşitlendirilmesine yönelik iskân politikaları izlendi. İskan politikaları çerçevesinde, Kılıçbay’a göre İstanbul dışında önemli bir merkez bırakmama politikasının bir parçası olarak, ülkenin tamamından önemli sanatçı ve bilim insanları İstanbul’a getirilmiş, bu zorunlu iskan politikası sonucunda, yerel merkezler büyük darbe yemişlerdir.484 480 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi Cilt I: 1300-1600, s. 54 481 Kılıçbay, Feodalite ve Klasik Dönem Osmanlı Üretim Tarzı, s. 348 482 Kunt, op. cit., s. 80 483 Cemil Oktay, “Bizans Siyasi İdeolojisi’nden Osmanlı Siyasi İdeolojisi’ne”, s. 34 484 Kılıçbay, Feodalite ve Klasik Dönem Osmanlı Üretim Tarzı, s. 34 174 Fatih Mehmet döneminde izlenen Osmanlı Devletini merkeziyetçi bir imparatorluğa dönüştürme ve merkez yönetimini güçlendirme politikası pek çok yeni kurum ve uygulamayı da beraberinde getirmiştir. Fatih’in bu yöndeki en önemli icraatı, ilk Osmanlı Kanunnamesinin hazırlatılmasıdır. Kılıçbay’a göre böyle bir kanunname hazırlatılmasının nedeni, başlangıçta bir İslam devleti olarak ortaya çıkan ve ilk yasal düzenlemelerini diğer tüm İslam devletlerinde olduğu gibi, şeriat çerçevesinde gerçekleştiren Osmanlı Devletinin, topraklarının genişlemesiyle birlikte çok farklı konumlardaki toplumlar ve ekonomik oluşumlarla ilişkiye geçilmesi ve şeriatın bütün bunları düzenleyebilmesinin olanaksız olması dolayısıyla yeni yasal düzenlemelere gereksinim duyulmasıdır.485 Kanunnamenin hazırlanışında örfi hukuktan olduğu kadar Osmanlı topraklarına dahil edilen ülkelerin yerel yasalarından da faydalanılmıştır. Kanunnamede yer alan hükümler merkezileşme hedefine hizmet ederken, merkezi devletin tek gücünü de padişah olarak tanımlamıştır. Böylece padişahın dışında veya ondan bağımsız herhangi bir gücün oluşmasını engelleyecek bir ideoloji oluşturulmuştur.486 Zaten İnalcık’ın da belirttiği gibi Fatih’in hedefi de muazzam ve o güne dek eşi görülmedik bir otoriteyi şahsında toplayıp, bir mutlak hükümdar olarak Osmanlı padişahı prototipini yaratmaktı.487 Lewis’in dönemin Venedik elçilerinden, Giacomo de’Languschi’den yaptığı alıntıda da Languschi, Fatih’e göre dünya imparatorluğunun tek bir inanca ve tek bir krallığa sahip olması gerektiği, bu birliği sağlamak için dünyada Konstantinopolis’ten daha değerli bir yer olmadığını düşündüğünü belirtmektedir. 488 Rus imparatorluk yönetiminin kuruluşu da otokratik bir biçimde gerçekleşmiştir. Moskova prensleri, siyasi anlamda parçalanmış ve politik kaosun hakim olduğu Rusya’da, elit içindeki mücadeleyi önlemek ve daha sonraki dönemlerde ise geniş alana yayılmış toprakların kontrolünü sağlamak için 485 Ibid.,, s. 350 486 Ibid., s. 350 487 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi Cilt I: 1300-1600, s. 53 488 Lewis, op. cit., s. 33. Belge, Fatih’e atfedilen bu düşüncenin, yüzyıllar sonra da, 14. Louis zamanında “tek kral, tek yasa, tek iman” (un roi, une loi, une foi) sözünde yankılandığını hatırlatmaktadır. Belge, op. cit., s. 61 175 merkeziyetçi bir devlet yapılanmasına gitmişler; devletin güç ve etkisi arttıkça monarşik ve otokratik bir politik kültüre sahip olmuşlardır. 489 Seton-Watson IV. Ivan döneminde oluşturulmaya başlanan otokratik yapının temelde üç kaynağı olduğunu belirtmektedir.490 Bunlardan ilki ülkenin batısı ve güneyi ile güneydoğusunda yer alan düşmanlarına karşı doğal bir korumanın olmaması nedeniyle, tehditlere karşı gelebilmek için toplumun militerleşmesi, merkezi yönetimin de güçlendirilmesi ihtiyacıydı. İkinci olarak Bizans’ın otokrasi doktrini Ortodoks Kilisesi aracılığıyla Rusya’ya aktarılmıştı. Üçüncü olarak ise Rusya’nın otokratik biçimde örgütlenmesi Seton-Watson’a göre iki yüzyıl boyunca hakimiyeti altında yaşadıkları Tatar devletinin Ruslar için merkezi, despotik ve militer bir yönetim örneği sunmasından kaynaklanmaktaydı. Rus devleti hakimiyeti altında bulunduğu Moğol devletinden idari anlamda etkilenmiştir. Özellikle Moskova’nın diğer Rus prensliklerini bir araya getirerek bir Rus devletine dönüşme aşamasında sürekli olarak yeni topraklar elde etmesi, genişleyen toprakların yönetimi için merkezi bir bürokrasi ihtiyacı doğurmuş ve Moskova ihtiyaç duyduğu bu kurumları büyük ölçüde Altın Orda devletinden almıştır.491 Donald Ostrowski’nin belirttiği gibi bu kurumların Moskova tarafından benimsenmesi Moğolların kendi sistemlerini empoze etmelerinden değil Moskova prenslerinin kendi idari ve askeri yapılarını oluştururken Moğol idari ve askeri yapılarını model almalarından kaynaklanmaktadır.492 Yeni topraklar elde ettikçe bu toprakların yönetimini kolaylaştıracak bir idari yapılanmaya ihtiyaç duyan Rusların en yakınlarındaki örnek olan Moğol devletine bakmaları doğaldı 15. yüzyılın sonu ile 16. yüzyılın başında Moskova diğer Rus prensliklerini de kendi bünyesine katarak büyük bir devlet haline gelmiş ve bu büyük devleti yönetebileceği kurumlara ihtiyaç duymuştur. Bununla birlikte bu durumun birdenbire ortaya çıktığını düşünmektense ancak bu gibi ihtiyaç durumlarında görünür hale gelmiş olan uzun soluklu bir adaptasyon sürecinin sonucu olduğu düşünülebilir. Harperin’in belirttiği gibi Rusların büyük bir devlet organizasyonuna gittikleri dönemde başvurdukları kaynak 489 Acar, op. cit., s. 64 490 Hugh Seton-Watson, Nations and States: An Enquiry into the Origins of Nations and the Politics of Nationalism, s. 80 491 Acar, op. cit., s. 63 492 Ostrowski, op. cit., s. 525 176 Altın Orda devlet yapılanması olsa da, Ruslar bu devlet yapılanması ve uygulamalarını Moğol egemenliğinde bulundukları dönem boyunca tecrübe edip, süreç içinde benimsemiştir. Bunun yanı sıra iyi niyetlerinin bir göstergesi olarak Moskova prenslerinin erkek çocuklarının Moğol başkentinde tutulmaları uygulaması sayesinde geleceğin Moskova prensleri, ve çoğu durumda Rus büyük prensleri, Moğol devlet yönetimini doğrudan merkezinde gözlemleme ve öğrenme olanağı elde ediyor, iktidara geldiklerinde de burada edindikleri tecrübeleri uygulamaya koyuyorlardı. Moğol etkisinin Rus Devletindeki taşıyıcıları sadece Moğol yönetimini gözlemleyip deneyimlemiş olan Rus yöneticileri değil, aynı zamanda, tıpkı Orhan Bey’in yanına aldığı birçok Rum danışmanın, Bizans döneminde yönettikleri toprakların Osmanlı döneminde de idaresine yardımcı olmaları gibi, doğrudan Moğol devlet yöneticileri arasında yer almış ve daha sonra Moskova’nın hizmetine girmiş olan Tatar elitleridir.493 Rus İmparatorluğu’nun kurucusu IV. Ivan’ın merkezileşme doğrultusundaki ilk girişimi, tıpkı Osmanlı İmparatorluğu’nda II. Mehmet’in yaptığı gibi kendisine rakip olabilecek güç odaklarını etkisiz hale getirmek ve böylece devlete otokratik niteliğini verecek olan bir süreci başlatmak olmuştur. Ivan’ın tahta çok küçük yaşta çıkmış olması, iktidara tam olarak hakim olduğu zamana kadar boyarların iktidarda söz sahibi olmak için birbirleriyle mücadele ettikleri bir dönemin yaşanmasına neden olmuştur. Bu mücadelenin ülke içinde yarattığı karışıklığın yanı sıra kendi otoritesi üzerinde de olumsuz bir etki bırakacağını düşünen Ivan, boyarlarların iktidarda söz sahibi olmak için kendisiyle de mücadeleye girmelerinin önünü kesmek amacıyla bu mücadele içinde yer almış pek çok ünlü Rus ailesinin temsilcilerini öldürttü. Ancak Ivan’ın bunu gerçekleştirebilmesi ancak Kazan Hanlığı’nın 1552 yılındaki fethinden sonra, bu başarının kendisine sağladığı güç ve meşruiyetle mümkün oldu. Bununla birlikte henüz imparatorluğa geçiş olarak nitelendirilebilecek bu erken dönemde Rus aristokrasisiyle köprüler tamamen atılmamış ve bir denge sağlanmaya çalışılmıştır. Bunun için sık kullanılan yollardan biri olan akrabalık ilişkileri kurma yoluna giden 493 Barkey, Farklılıklar İmparatorluğu: Karşılaştırmalı Tarih Perspektifinden Osmanlılar, s. 77 177 Ivan, ileride Rusya’yı yöneten hanedan olacak olan Romanov ailesinden bir evlilik gerçekleştirerek boyarlara karşı mücadelesinde bu ailenin desteğini sağlamış oldu.494 Merkeze alternatif odakların ortadan kaldırılması ve Rusya’da merkezin gücünün arttırılarak otokratik bir nitelik kazanması doğrultusundaki en önemli gelişme opriçnina sisteminin uygulamaya konmasıdır. Oprichnina Ivan’ın Moskova dışında kendisine yakın kişilerden oluşturduğu bir tür bürokratik ve aristokratik yapıdır. Ivan dönemiyle sınırlı olan bu sistem esas olarak Ivan’ın, iktidarının ilk yıllarındaki tecrübelerinden dolayı boyarlara duyduğu güvensizliğe ek olarak boyaların Çarın iktidarını sınırlayıcı bir güce sahip olmalarından da kaynaklanmaktadır. Rus Devletinde Boyar meclisinin onayı olmaksızın hiçbir önemli politik kararın alınması mümkün değildi.495 Boyarların bu gücünü ortadan kaldırmak amacıyla Çar, boyarları suçlayan bir açıklamayla tahtı bıraktı. Rus kroniklerinde bu durum açık bir biçimde ifade edilmiştir: Çar henüz küçükken, boyarlar ve bütün memurlar onun halkına çok zarar verdiler; hazinesini boşalttılar; boyarlar ve voyvodalar çarın topraklarını kendi arkadaşları ve yakınları için gasbettiler; ve çar tarafından kendilerine bağışlanan bir çok pomestia (tımar toprakları), votçina (babadan oğla geçen topraklar) ve kormlenyaya (savaş sırasında karşılanması) sayesinde aristokratlar ve voyvodalar çok büyük servetler elde ettiler; ama çarı, Ortodoks Hıristiyanlığı düşmanlara, Kırım Tatarlarına, Litvanyalılara ve Almanlara, karşı korumak için kıllarını bile kıpırdatmadılar; tam tersine Hıristiyanlara zulmettiler, hizmetten kaçmaya başladılar ve Ortodoks Hıristiyanlarını korumak için Müslümanlara, Latinler’e [Katolikler’e] ve Almanlar’a karşı güçlü bir şekilde karşı koymadılar; ve çar ne zaman memurlarını, boyarlarını, prensleri ve küçük aristokratları yanlış davranışları için sorgulamak ve onları cezalandırmak istedi ise; başpiskoposlar, piskoposlar ve rahipler; boyarlar, dvoryanlar, sekreterler ve bütün memurlar, onların yanında yer aldılar ve onları çardan ve büyük Knezden korudular. Ve çar ve büyük knez, kalbi çok yaralandığı için ve onların ihanetlerinden 494 Acar, op. cit., s. 69. Boyalara karşı giriştiği mücadele Korkunç lakaplı Ivan’ın ileri de eski toprak aristokratlarına karşı küçük toprak sahiplerini koruyan “halkın çarı” veya “popüler çar” olarak nitelendirilmesine neden olmuştur. Kevin M. F. Platt and David Brandenberger “Terribly Romantic, Terribly Progressive, or Terribly Tragic: Rehabilitating Ivan IV under I. V. Stalin” Russian Review, Cilt 58, No. 4, Ekim 1999 495 Boris Kagarlitsky, op. cit., s. 147 178 zarar görmemek için tahtını bıraktı ve Tanrı’nın uygun gördüğü bir yerde yaşamaya gitti.496 De Madariaga’ya göre Ivan’ın aslında tahttan feragat etmeye niyeti yoktu ve Moskova’da bıraktığı boyar aristokrasisiyle yüzleşmeye hazırlanıyordu: “ya geleneksel Rus örf ve adetlerine dayanan yasal sürecin gereklerine ve de Kilise’nin geleneksel Şefaat etme hakkına aldırmaksızın hainlik edenleri uygun gördüğü şekilde cezalandırma konusunda tam yetki sahibi olacaktı veyahut da Rusya, düşmanlarının karşısında lidersiz ve yöneticisiz kalıp belirsizliğe mahkum olacaktı. Boyarlar, ya Çar’ın arzularını sınırlamakta kullandıkları, zaman içerisinde ve gelenekler sayesinde elde ettikleri mevcut güçlerden feragat etmeliydiler ya da silahlı kuvvetler ve Moskova halkı tarafından desteklenen meşru hükümdarlarına karşı savaşmak zorundaydılar.”497 Böylece kendisinin tahttan çekilmesinin müsebbibi olarak boyarlarları gösteren Ivan, Boyar meclisini kendisinin tahttan vazgeçmesini reddetmeye ve Çara bağlılık sözü vermeye zorlayarak meclisin politik konumunu zayıflattı ve yaşamını korumak için tüm topraklarını boyar meclisinin denetiminde kalacak olan zemschchina ve kendi kişisel otoritesi altında kalacak olan opriçnina olmak üzere ikiye böldü.498 Kagarlitsky opriçnina idaresini şu şekilde tanımlamaktadır: Bu bölgede her şey bağımsız bir prenslik gibi organize ediliyordu. İdari mekanizma Çar tarafından atanan ve soylular sınıfının üyesi olmayan görevliler tarafından yürütülüyordu. Boyar aristokrasisiyle bağı olmayan aşağı tabakadan gelen saraylılar idari görevlere atanıyordu. Yabancılara büyük talep vardı. Bu tür insanlardan oluşan opriçnina kuvvetleri ülke içindeki muhaliflerine karşı mücadelesinde Çar için güvenli bir silahtı. Ivan bu silahı boyarları sindirmek, hatta çoğu durumda ortadan kaldırmak için kullandı. Çeşitli suçlamalarla pek çok boyar öldürüldü ve topraklarına el konularak bu topraklar Çara yakın kişilere dağılmaya başladı. Bu haliyle opriçina toprakların yeniden paylaşımını da içermeye başladı.499 Ancak nihai amaç farklı güç 496 Aktaran Kezban Acar op. cit., s. 74 497 Isabel de Madariaga, op. cit., s. 209 498 Boris Kagarlitsky, op. cit., s. 147 499 Ibid., s. 147. Kagarlitky bu toprakların yeniden dağıtım sürecinin VIII. Henry tarafından İngiltere’de gerçekleştirilen reformasyon hareketiyle çarpıcı benzerlikler gösterdiğini ifade etmektedir. İngiliz aristokrasisi Güller Savaşı sırasında büyük ölçüde imha edilmiş ve çok geniş 179 odaklarının ortadan kaldırılarak, Çara bağlı bir güvenlik ağı inşa etmek ve böylece merkezin gücünü arttırmaktı. Nitekim bu amaca büyük ölçüde ulaşılmasıyla birlikte yaklaşık yirmi yıl süren opriçina sistemine son verildi. IV. Ivan gibi II. Mehmet’in de merkezi otoriteyi güçlendirme sürecinde en çok önem verdiği konu alternatif güç odaklarının ortadan kaldırılması olmuştu. Bu doğrultuda en önemli adım devşirme sisteminin kuruluşudur. Osmanlı İmparatorluğunda uygulanan devşirme sistemi bir anlamda imparatorlukta liyakate önem veren yönetim anlayışının bir parçasıdır. Çünkü bu şekilde devlet topraklarında yaşayan ve normal şartlarda gayrimüslimlere kapalı olan kapıları, bu kişiler için açık bırakmaktadır. Bunun yanı sıra yabancı bir sistem içinde yükselmelerine olanak tanınan Hıristiyanların sistemi koruma görevini de şevkle yerine getireceğine inanılıyordu.500 Devşirmelerin sistemi koruma görevini şevkle yerine getirmelerinin temelinde, sahip oldukları konumların ötesinde hayatlarının da padişaha bağlı olması nedeniyle sistemi korumanın onlar açısından bir varlık meselesi haline dönüştürülmüş olmasıdır. Bu sınıfa kabul edilen kişiler geçimlerini devletle olan ilişkileri sayesinde sağlıyor, mevkilerini devlet sayesinde elde ediyorlar ve kendilerine ait bağımsız bir güç ya da servet kaynakları olmadığı için de itaatle hizmet ediyorlardı. Bu durumun Osmanlı imparatorluğu açısından en önemli siyasi sonucu, bağımsız siyasi odakların oluşumunun önlenmesi, bu tip eylemlere karşı devletin yanında olacağına güvenilebilecek bir sınıfın oluşturulmuş olmasıdır. Bu sonuca ulaşabilmek için öncelikle daha önce devletin önemli idari kadrolarında uzun yıllar boyunca görev almış olan kişilerin bu görevlerden uzaklaştırılması gerekiyordu. II. Mehmet’in saltanat günlerinde karşılaştığı ilk mücadele, artık iyice güçlenmiş olan ve merkeze egemen olmak isteyen devşirmelerle, Çandarlı ailesinin başını çektiği hizmet aristokrasisi arasında cereyan etti.501 Bu mücadelede Padişah, kendisi üzerinde söz sahibi olan ve kendisini kontrol eden Çandarlı ailesinden değil kendisine bağlı bir sınıf olarak gelişen kapıkullarından yanaydı. Ancak ağırlığını bu gruptan yana koyabilmesi ve böylece Çandarlı ailesinin manastır arazileri parçalanmıştı. El konulan topraklar üzerinde oluşan yeni soylu sınıf ise tarım kapitalizminin temellerini hazırlamıştı. Bkz. Kagarlitsky, s. 148 500 Barkey, Eşkıyalar ve Devlet; Osmanlı Tarzı Devlet Merkezileşmesi, s. 33 501 Kılıçbay, Feodalite ve Klasik Dönem Osmanlı Üretim Tarzı, s. 347 180 tasfiyesi, ancak İstanbul’un fethinin padişaha kazandırdığı itibarla mümkün oldu. Bu tarihten itibaren başta sadaret olmak üzere Osmanlı yönetiminin önemli mevkilerine devşirme kökenli kapıkulları getirilmeye başlandı. Nitekim Balkanların Osmanlı yönetiminden çıktığı dönem olan 19. yüzyıla kadar görev yapan sadrazamlara bakıldığında çok büyük çoğunluğunun Müslüman-Türk kökenli olmadığı görülmektedir. Devlet yönetimini sadece kendisine bağımlı kapıkulları ile paylaşmaya başlamaları Osmanlı padişahlarının daha mutlak bir yönetim yapısı geliştirmelerine de olanak sağlamıştır. Bundan sonra Osmanlı padişahları, ülkeleri üzerinde daha güçlü bir iktidara sahip olmaya başlamışlardır. Böylece devletin imparatorluğa dönüşmesi sürecinde, Osmanlı yöneticileri de imparatorlara dönüşmeye başlamışlardır. Kapıkulu sınıfının oluşturulması sürecinde padişaha yol gösteren esas olarak Türk-Müslüman kökenli ulema olmuştur. I. Murat döneminde Çandarlı Kara Halil Hayrettin Paşa ile Konyalı Molla Rüstem, fetihlerde elde edilen ganimetin beşte birinin padişaha ait olması gerektiği yönünde tavsiyede bulunmuşlar, bu doğrultuda savaşlarda ele geçirilen kölelerin beşte birinin padişaha verilmesiyle, Yeniçeri Ocağının temelleri atılmıştır.502 Bu nokta aynı zamanda merkezle merkezkaç güçler arasındaki rekabetin de ilk işaretlerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır. Gaza geleneğinde gazilere, fethedilen topraklar üstünde herhangi bir mülkiyet hakkı verilmesi söz konusu olmamakla birlikte fetihlerde elde edilen mal ve kölelerden oluşan ve fetihler için önemli bir motivasyon kaynağı olan ganimetlerin, fethi gerçekleştiren gazilere ait olacağı yönünde bir uygulama vardı. Bu nedenle gaziler elde ettiklerinin bir bölümünü padişaha vermek istememişlerdir. Çünkü bu aynı zamanda, o döneme kadar kendi eşitleri olan bir gazi olarak gördükleri Osmanlı padişahının artık kendileri üzerinde iktidarını kurmaya başlaması ve merkezi bir devlet yapısına gidilmesi anlamına gelmektedir. Dolayısıyla devlet kuruluşu ve merkezileşme politikasının bu ilk aşamalarında yürütücüler Tür-Müslüman ulema tarafından önerilmekte ve uygulamaya konması konusunda desteklenmekteydi. Benzer bir biçimde Çandarlı ailesi ve bu ailenin Fatih Mehmet döneminde sadrazam olan son temsilcisi Çandarlı 181 Halil de merkezi devletin, merkezkaç unsurlara karşı güçlendirilmesi politikasını desteklemiştir. Dolayısıyla bu merkezkaç güçler, merkezileşme politikası çerçevesinde padişahı yönlendirdiğine inandıkları ailelerle çatışma konumuna geldi. Ancak merkezileşmenin en önemli destekçisi olan ailelerin bu süreçte elde ettikleri güç, merkezi devletin de merkezinde yer alan padişah tarafından bir rekabet ve tehdit olarak algılandığından, yerel unsuların denetim altına alınması, denetim altına alınamayanların da tasfiye edilmesinden sonra bu aileler de tasfiye edilmiş, bu tasfiye II. Mehmet’ten sonra gelen padişahlar tarafından da benimsenerek, devletin önemli mevkileri, hiçbir biçimde padişaha rakip olmayacak olan kapıkullarına teslim edilmiştir. Yeniçeri ordusunun kuruluşu da bu bağlamda bir gelişmedir. Bunun öncesinde, Osman Bey zamanında, Osmanlı ordusunun, Müslüman ve Hıristiyan tımarlı beyler, kale muhafızları ve ücretli askerlerden oluşması, bu orduya feodal bir nitelik kazandırıyordu.503 Feodal sistemde de ülkenin asker ihtiyacı, kendi mülkiyetindeki artı ürüne el koyma hakkını elinde bulunduran feodal beyin, bu hak karşılığında topraklarında yaşayan ve üretimi gerçekleştiren serfleri korumak, onların güvenliklerini sağlamak ve kral tarafından talep edilmesi durumun onun hizmetine vermek üzere yetiştirmek zorunda olduğu silahlı güçlerden oluşuyordu. Benzer bir yapılanma Osmanlı tımar sisteminde de söz konusuydu. Bu sistemde de tımar sahipleri merkezi ordu için asker yetiştirmenin yanı sıra kendi tımar topraklarında güvenliği sağlamaktan da sorumluydular. Bununla birlikte feodal toplumda olduğu gibi bu toprakların mülkiyet haklarına sahip olmaları söz konusu değildi. Bunun yanı sıra, tımar sahiplerinin yetiştirdikleri askerler de ülkenin tek silahlı gücünü oluşturmuyordu. Bunun böyle olamaması, yani doğrudan merkeze bağlı ve onun tarafından yetiştirilen bir ordunun varlığı devletin merkezileşme politikalarıyla ilgiliydi. Bu politikalar bağlamında geliştirilen kul sistemi, kurulan merkezi ordu olan Yeniçeri ocağının çekirdeğinin olduğu kadar merkezdeki yönetici elitin de kaynağını oluşturuyordu. Rusya’da da Yeniçeri ordusu benzeri, sürekli görev yapacak birliklerden oluşan düzenli bir merkez ordusu olan streltsi’nin kuruluşu, İmparatorluğun 503 Kılıçbay, Feodalite ve Klasik Dönem Osmanlı Üretim Tarzı, s. 333 182 merkezileşme politikalarının bir parçasıydı. Merkezi bir imparatorluğa dönüşme sürecinde IV. Ivan tarafından uygulamaya konan bir diğer politika merkezi hükümetin daha etkili bir şekilde çalışmasını sağlayacak bir takım bakanlıklar kurmak oldu. Acar’ın da belirttiği gibi Dışişleri Bakanlığı, savaş Bakanlığı ve aristokratların toprak kayıtlarını tutan Pomestny’den oluşan bu bakanlıklar alanlarındaki konularda çara yardımcı olan veya alınan kararlara etki eden bakanlıklar değil, konuları ile ilgili kayıtları tutan bürokratik kurumlardı.504 Fatih ve Ivan döneminde etkili olan imparatorluğa geçişin radikal uygulamaları, kendilerinden sonra tahta çıkan yöneticiler tarafından kısmen geri alınmış, kısmen de yumuşatılmıştır. Bu doğrultuda Fatih’in önemli devlet görevlilerini kapıkulları arasından ataması politikasından oğlu Bayezid döneminde kısmen bir kopuş yaşanmış ve II. Bayezid Çandarlı soyundan gelen İbrahim Paşa’yı sadrazam yapmıştır. Ancak Belge’ye göre bu durum eski düzene geri dönüş anlamı taşımamaktadır.505 Çünkü Fatih’in sertçe kurduğu düzen bu zamana kadar iyice oturmuştu ve Bayezid’in çeşitli geri dönüşleri düzeni geri döndüremediği gibi tersine, boşalma supapları sağlayarak daha da iyi yerleşmesine yardımcı oldu. Yani bir anlamda paradoksal bir biçimde, Fatih tarafından getirilen düzenlemelerin aşırlıklarını törpüleyerek, daha iyi oturmalarını sağladı. Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi Rus İmparatorluğu’nda da Korkunç Ivan döneminin radikal politikaları kendisinden sonra tahta çıkanlar tarafından kısmen geri alınmıştır. Bu dönemde özellikle boyarlar kaybettikleri konumlarını yeniden kazanmak için harekete geçtirler. Önemli Rus ailelerinin yönetimde söz sahibi olmak için mücadele ettikleri bu dönemde, bu ailelerden bazıları tahtı ele geçirerek çar olmayı bile başarmışlardır. Ancak halk desteğinden yoksun olan ve yönetimlerini meşrulaştırmak için bir dayanakları bulunmayan bu kişilere karşı önemli halk ayaklanmaları çıkmıştır. Bu dönemde meydana gelen halk ayaklanmalarının önemli bir nedeni de Ivan döneminde devletin Baltık sınırında yürütülen başarısız savaşların ülkenin ekonomisini altüst etmesi ve halka yeni vergi yükleri getirmiş olmasıdır. Ekonomik baskı altındaki halkın hedefinde ise boyarlar 504 Acar, op. cit., s. 70 505 Belge, op. cit., s. 58 ve 68. 183 vardı. Boyarlar hem toprak sahibi aristokrasi olmaları hem de bu dönemde ülkenin yönetimini ele geçirmiş olmaları dolayısıyla halkın hedefinde yer alıyorlardı. Üstelik veraset sistemi ya da seçimle iktidara gelmemiş olmaları bu kişileri halkın gözünde tamamen meşruiyetten yoksun hale getiriyordu. Nitekim halk desteği açısından bu dönemde ortaya çıkan ayaklanmaların en önemlilerinden olan Sahte Dimitri ayaklanması, IV. Ivan’ın oğlu olduğunu iddia eden bir köylü tarafından çıkarıldı. 16. yüzyıl sonundan 17. yüzyıl başına kadar yaklaşık 30 yıl süren karışıklık dönemimin sonunu getiren ve halkın yatışmasını sağlayan ise, ülkenin karışıklık içinde bulunmasını fırsat bilen Polonya’nın Rusya’ya saldırması ve halkın bu saldırı karşısında bir araya gelmesi olmuştur. Polonya’nın ülkeyi işgali sırasında kullandığı şiddetin halkın tepkisini çekmesinin yanı sıra Polonya kralı Sgismund’un ülkenin başına oğlu Wladislaw’ı getirmek istemesi, Sgismund’un Papa tarafından desteklenmesinin savaşa Katolik-Ortodoks savaşı niteliği vermesi, Rus patriği Hormogen’in Polonya’ya karşı savaş çağrısında mücadelenin dini yönünü vurgulayarak bütün Ortodoksları “haçın düşmanları” olarak nitelediği Katolik Polonya ve Litvanya’ya karşı mücadele etmeye çağırması da bu durumu pekiştirmiştir.506 Rusya’da savaşın ve bununla beraber halk isyanlarının sona ermesinden sonra, bir daha benzer bir karışıklık döneminin yaşanmaması için serfler ve köleler hariç Rusya’nın her kesiminden temsilcilerin katılımıyla toplanan bir meclis IV. Ivan’ın evlilik yoluyla akrabası olan Romanov hanedanından Michael’i çar ilan etti507 ve böylece İmparatorluğu sonuna kadar yönetecek olan Romanov hanedanı iktidara gelmiş oldu. Osmanlı İmparatorluğu’nda Fatih döneminden sonra en önemli yapısal değişiklikler I. Selim döneminde olmuştur. Selim’in Safevi devleti ile girdiği mücadele ve Memluklarla yaptığı savaşlar sonrasında kutsal yerlerle birlikte hilafeti de Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası haline getirmesinin devletin dini niteliği üzerinde önemli etkileri oldu. Safevi Devletinin Şii kimliği ve bu kimlikle Osmanlı topraklarında yaşayan Türkmen topluluklar için bir alternatif olarak ortaya çıkması, Osmanlı nüfusu ve toprak bütünlüğü için bir tehditti. Osmanlı’nın bu tehdide karşı 506 Acar, op. cit., s. 87 507 Verdansky, op. cit.s. 159 184 geliştirdiği politika kendisini Safevilerden kesin çizgilerle ayırmak ve bunun için dini açıdan daha kesin bir tavır alarak devletin Sünni niteliğini vurgulamak oldu.508 Bunun bir parçası olarak İslam, devletin siyasi görüşlerinde ağırlık kazanmaya başlamış ve ulemanın devlet içindeki gücü ve önemi artmıştır. Kunt iki yönlü olarak nitelendirdiği bu gelişmeyi şu şekilde özetlemektedir: Şeriatın ve ulemanın nispeten ağırlık kazanması sivil bürokrasinin, hatta sultanın siyasal gücünü sınırlıyordu. Fakat aynı zamanda kadılar, kazaskerler, şeyhülislamlar gelmiş geçmiş İslam devletleriyle kıyaslanamayacak derecede Osmanlı devlet kurumları ile bütünleşmiş, devletin memurları haline gelmişlerdi. Yani iki yönlü bir gelişme çıkıyor karşımıza. Padişah ve bürokrasi ulemanın güçlenmesini kabul ettiği gibi, ulema da dini-ideolojik gücünü ancak devlet yapısı içinde kullanabiliyor, Osmanlı ülkesinde öteden beri gelişmiş olan düzeni bozmadan bu düzenin içinde yer alıyordu. […] Yavuz Sultan Selim çağından sonra Osmanlı devletinin gittikçe “İslamlaşması” ile ulemanın “Osmanlılaşması” yani bürokratlaşması birlikte yürüyen gelişmeler[di]. 509 Rusya’da karışıklık döneminin sona ermesi ve İmparatorluğun sonuna kadar iktidarda kalacak olan Romanov hanedanının iktidara gelmesiyle bir siyasi istikrar dönemine girilmiş ve İmparatorluk yöneticileri bu ortamı devleti güçlendirmek ve merkezileştirmek için kullanmıştır. Bu konuda öne çıkan ilk dönem I. Petro dönemidir. Küçük yaşta tahta çıkan Petro, kendi isteği ve iradesi dışında kardeşleri ve özellikle de kardeşlerini destekleyen ailelerle mücadele etmek ve iktidarını paylaşmak zorunda kalmış, bu durum Petro’yu ilerleyen yıllarda merkeziyetçi reformlara ve Rusya yönetiminde o tarihe kadar etkili olmuş olan aristokrat aileler arası siyasete son vermeye itmiştir.510 İktidarı 1696 yılından itibaren tamamen ele geçiren Petro, Rus aristokrasisin gücünü azaltıp, Çarın gücünü arttırmaya yönelmiştir. Böylece Petro dönemini karakterize eden iki olgudan biri olan otokratikleşme süreci de başlamıştır. Rus aristokrasinin gücünü kırmak için Petro tarafından geliştirilen iki uygulama aristokrasinin bir ayrıcalık olmaktan çıkarılarak ticaret, üretim gibi belli alanlarda başarı gösterenlerin de Rus aristokrasisine dahil olmalarının önünün açılması, yani 508 Kunt, op. cit., s. 117 509 Ibid., s. 119 510 Acar, op. cit., s. 123 185 liyakate göre yükselme prensibinin getirilmesi ve aristokrasisin etkin olarak denetlenmesidir. Zamanla Petro tarafından hizmet karşılığında aristokrasiye dahil edilenlerin sayısı soyluluğa dayalı aristokrasiyi aşmış ve genellikle askerlerden oluşan ve görevlerinin ülkeyi düşmanlara savunmak olduğuna inanan bu sınıf, Petro reformlarının uygulanmasında diğer sınıfların hepsinden daha önemli bir rol üstlenmiştir.511 Bunun söz konusu sınıfın sahip olduğu konum ve ayrıcalıkları Petro’ya borçlu olması ve bunları korumak için Petro’yu izlemesi ve desteklemesinin zorunlu olmasından kaynaklandığını söylemek mümkün. Aristokrasinin devlet hizmeti bu sınıf için eskiden beri bir zorunluluktu ancak Petro döneminde bu konudaki yükümlülükleri sürekli arttırılmıştı. Aristokrasinin ayrıcalıklarını koruyabilmeleri devlet tarafından belirlenen hizmet ve eğitime bağlanmıştır. Devlet ayrıca aristokrasinin nerede ikamet edeceğini de belirliyordu. Bu doğrultuda pek çok aile zorunlu olarak yeni kurulan St. Petersburg’a yerleşmiştir. Moğol egemenliği döneminde Rus prenslerinin yılın belli bir dönemini Moğol başkentinde geçirmeleri ve buraya yapmak zorunda oldukları ziyaretleri andıran bu uygulama aristokrasinin başkentte daha etkin bir biçimde kontrol edilebileceği düşüncesine dayanıyordu. Üstelik bu sınıfın yerine getirmek zorunda olduğu uzun süreli askerlik hizmeti düşünüldüğünde bir anlamda ailelerini başkentte bırakmaları anlamına gelen bu uygulama yine Rus prenslerinin çocuklarını Moğol sarayına bırakmalarıyla benzerlik gösteriyordu Petro tarafından aristokrasiyi denetim altında tutmak için geliştirilen politikalar kendisinden sonra tahta çıkanlar tarafından esnetilmiştir. Aristokrasinin ayrıcalıkları genişletilirken serfler için tam tersi bir süreç işliyordu. II. Petro döneminde serflerin orduya katılmaları ve böylece serflikten kurtulma hakları ellerinden alınmış; Anna döneminde emlak ya da değirmen almaları, fabrika kurmaları ve hükümet sözleşmelerine ya da kontratlarına taraf olmaları yasaklanarak başka bir yerde geçici olarak çalışabilmeleri efendilerinin iznine bağlanmış; Elizabeth döneminde ise mali yükümlülük üstlenmeden önce efendilerinin iznini alma zorunluluğu getirilmiş ve böylece toprak sahiplerinin serfler üzerinde giderek artan bir mali kontrole sahip olmaları sağlanmış, toprak sahiplerine, serfleri bir 511 Vasili Klyuchevsky, Peter the Great, Boston: Beacon Press, 1957, s. 86-87 186 mülkten diğerine sevk etme ve görevini yerine getirmeyen serfleri Sibirya’ya sürme hakkı verilmiş ve serfler aristokrasinin “malları” arasında sıralanmaya başlanmıştır.512 Genişleyen devletin harcamalarının karşılanması için serfliğin alanının ve yükümlülükleri ile üzerlerindeki vergi yükü sürekli arttırılıyordu. Bu gelişmeler halkın önemi bir bölümünü oluşturan köylüler arasında aristokrasi ve onun koruyucusu olarak gördükleri devlete karşı bir tepkinin oluşmasına neden oluyordu. Petro döneminden itibaren sık sık ortaya çıkan yerel ayaklanmaların yanı sıra bazen yıllarca süren ve farklı bölgelerden farklı halkların katılımıyla gerçekleşen ayaklanmalara da rastlanıyordu. Bu tepki herhangi bir etnik ya da dini temel dayanmıyordu. 1706 yılında Astarahan’da başlayan ayaklanmadan on sekiz ay sonra Don Kosakları ayaklanmış, Urallarda ise Başkırlar 1705’ten 1711’e kadar isyanlarını sürdürmüşlerdi. Farklı etnik ve dini topluluklardan gelen bu gruplar her ne kadar ayrı ayrı hareket ediyor olsa da hepsinin ortak noktası ağır yükümlülükler ve zorla dönüşüme karşı çıkmalarıydı. Bu anlamda yönetici elitle aynı etnik kökenden gelen Ruslarla diğer halklar arasında herhangi bir ayrım söz konusu değildi. Hatta bazı durumlarda Rusların durumu diğer halklardan çok daha kötüydü. Rus halkının büyük çoğunluğunu serfler oluştururken, Müslüman köylüler serfleştirilmiyor, Baltık bölgesindeki serflere ise daha esnek koşullar sunulabiliyordu. 19. yüzyıl öncesinde serflikle ilgili tek olumlu gelişme II. Katerina’nın oğlu I. Paul’ün, 1797 yılında serflerin haftanın üç günü efendilerine, üç günü kendilerine çalışacaklarını ve Pazar gününü dinlenmeye ayıracaklarını ilan etmesi oldu. Böyşece Paul serflerin efendilerine olan yükümlülüklerini düzenlemeye ve sınırlamaya çalışan ilk Rus Çarı oldu.513 Her ne kadar Paul’ün bu girişimi kendisinin aristokrasiye yönelik güvensizliği nedeniyle bu sınıfın ayrıcalıklarını sınırlandırmak istemesinden kaynaklansa da, Riasanovsky ve Steinberg’in de belirttiği gibi söz konusu girişim Rus devletinin serfliğe yönelik tutumunda bir dönüm noktasıydı ve bu tarihten itibaren serfliğin sınırlandırılması, hatta tamamen kaldırılması devlet politikasında tartışılan bir konu haline geldi. 512 Riasanovsky, Steinberg, op. cit., s.261 513 Ibid., s. 284 187 Petro dönemini belirleyen ve kendisinden sonra tahta çıkan çar ve çariçeler tarafından da büyük ölçüde sürdürülen ikinci olgu ise Batılılaşmadır. Avrupa’ya gerçekleştirdiği iki seyahatten oldukça etkilenen Petro ülkesine Summner’ın ifadesiyle, “zenginlik, ticaret, imalat ve bilginin bir ülkenin gücü ve refahı için ne anlama geldiğine dair silinmez izlerle dönmüştü.”514 Rusya’nın bu ülkelerle karşılaştırıldığında geri kalmış olduğunu görmüş ve bunun Rusya’nın zayıflığı olduğuna inanmıştı. Üstelik Rusya bu devletler arasındaki ilişkilerde o güne kadar kendisine yer bulamamıştı ve bu da Rusya’yı Avrupalı devletler karşısında kırılgan hale getiriyordu. İlk Avrupa ziyaretinde bütün çabalarına rağmen Osmanlı karşıtı bir ittifak oluşturmamayı başaramaması Petro’yu Rusya’nın siyasi açıdan güçsüz olduğu sonucuna ulaştırıyordu. Rusya’yı güçlendirmenin yolu ise Rusya’nın bu devletlere benzemesinden geçiyordu. Ancak bunu yapabilecek iradeyi bir tek devletin kendisi gösterebilirdi ve bunun için de güçlü bir merkez gerekiyordu. Büyük Petro Akıl Çağı denen dönemde Avrupa’da öğütlenen ve bir dereceye kadar da uygulanan aydınlanmış despotizme inanıyordu.515 Riasanovsky ve Steinberg’e göre Petro otokrasi ve hükümdar ile tebaası arasındaki ilişki tanımını Moskova geleneklerinden almıyordu ve Korkunç İvan’ın aksine kanuna büyük saygısı vardı ve kendisini devletin hizmetkârı olarak görüyordu. Nitekim merkezin ve bürokrasinin gücünü güvence altına almak amacıyla 1720’de ilan ettiği “Genel Düzenleme”yle kendisi de dahil herkesin Senato’ya sözlü yasa yapma ve emir verme hakkını yasaklayan Petro, 1722 yılında ise devletin işleyişini kişiye bağlılıktan ziyade hukuksal temellere dayandırmak amacıyla yayınladığı bir kanunla temel hukuka ve yasalara aykırı herhangi bir kararın alınamayacağını ve uygulanamayacağını ilan etti. 516 Böylece Petro bir yandan merkezin gücünü arttırıp alternatif güç odaklarını ortadan kaldırırken bir yandan da Batılı kurum ve uygulamaların Rusya’da yerleştirmeye çalıştı.517 Petro reformları sonucunda yeni sistem görüntüde 514 Sumner, op. cit., s. 41 515 Riasanovsky, Steinberg, op. cit., s. 239 516 Acar, op. cit., s. 134-135 517 19. Petro’nun bu doğrultudaki ilk adımı Prut Savaşı öncesinde, önemli Rus ailelerinden oluşan bir danışma meclisi olan boyar dumanın faaliyetlerini sonlandırıp bunun yerine başlarda sadece hükümdarın yokluğunda adli, mali ve idari işleyişi denetleyecek en üst devlet kurumu olarak kurulan, daha sonra ise kalıcı bir organ haline getirilen Senato’nun kurulması oldu. Buna ek olarak “bütün gereksiz yönetim aktivitelerinin tespit edilip sonlandırılmasını” istediği bir bildiri yayınlayan Petro, 188 reformların model alındığı esas ülkeler olan İsveç’e ya da Alman devletlerine eski çarların ülkesine taşıdığı benzerlikten daha büyük bir benzerlik taşıyordu; yeni kurumların ve onlarla bağlantılı teknik terimler bile Batı etkisine ve Moskova’dan kopuşa işaret ediyordu ancak gerçeklik bundan oldukça farklıydı ve reformların yaşadığı yerlerde bile değişim Çar’ın planladığı ve istediği kadar büyük değildi ve Petro’nun Rusya’yı dönüştürme vizyon ve güdüsüyle çok yakından bağlı olan reformların kendileri Rusya’nın kişisel hakimiyet geleneğini ölümsüzleştiriyordu.518 Nitekim 1722 yılında ise Çar adına Senato’yu ve devletin hukuksal sisteminde görev yapan diğer yetkili savcıları izlemekten sorumlu bir “başsavcı” tayin ederek böylece devletin hukuksal yapısını kendi gözetimine alması; normal idari kanalları atlayarak özel görevler için sıklıkla yeni kurulan muhafızlardan subay ve astsubayları, kanuna karşı gelen bir vali ya da üst düzey bir görevliye karşı zor kullanmak, hafif bir kuvvetle donatılmış olarak vergilerin toplanmasını hızlandırmak ya da askere adam almak, adli teşkilatın işlemesini iyileştirmek ya da idari çürüme ve suiistimalleri araştırmak için görevlendirmesi gibi uygulamalar hiçbir şeyin Çarın kişisel hakimiyetinin önüne geçemeyeceğini gösteriyordu.519 Rus Kilisesi de dönemin merkezileşme politikalarının hedefi haline gelmiş, kilisenin devletle beraber ikinci bir siyasi güç odağı haline gelmesinin önüne geçilerek, kilise devlet kontrolü altına alınmıştır. Kilisenin devlet üzerindeki etkisini kırmanın yanı sıra Petro’nun Kilise reformundan beklentisi, Kilisenin yabancılara ve onların dini inançlarına karşı yükselen karşıtlığı ve eleştirileriyle, batılılaşma karşıtı eğilimlerini engellemekti.520 Bunun için 1700’de ölen patriğin yerine yeni bir patrik atanmak yerine on iki ruhbandan oluşan bir kurul olan Kutsal Sinod oluşturularak böylece devleti ve onu temsil eden bürokrasiyi güçlendirmenin yanı sıra yerel ve merkez dışı güçlerin faaliyetlerini engellemeyi ve güçlerini kırmayı da hedefliyordu. Bir sonraki adım günümüz bakanlıklarına benzetilebilecek olan ve I. Aleksandr döneminde yerlerini bakanlıklara bırakana kadar varlığını sürdüren kurulların kurulması oldu. Dış ilişkiler, devlet gelirleri, devlet harcamaları, mali teftiş ve kontrol, adliye, ordu, donanma, ticaret ve üretim, madencilik, mülkler ve şehir örgütlenmeleri gibi konularla ilgilenen kurullar aracılığıyla idarenin görüş açısında daha fazla çeşitlilik ve karşılıklı etkileşim temin edildiği öne sürüldü, çünkü kararlar bireyin iradesine değil oy çokluğuna bağlıydı ve bu devlet işlerinin tamamen yasal ve uygun şekilde işlemesine katkıda bulunuyordu; ancak Petro açıkça yürütmenin farklı dallarının başına geçireceği yeteri sayıda güvenilir yardımcısı olmadığı için birbirlerini kontrol edecek kişilerden oluşan gruplara güvenmek zorunda olduğunu belirtmiştir. Bknz. Acar, op. cit., s. 131 ve Riasanovsky, Steinberg, op. cit., s. 240 518 Riasanovsky, Steinberg, op. cit., s. 242 519 Kezban Acar, op. cit., s. 131 ve Riasanovsky, op. cit., s. 238 520 Acar, op. cit., s. 135 189 sinodun görevlerini yasaya uygun bir biçimde yerine getirip getirmediğini denetlemek üzere de sivil bir görevli atanmıştır. Böylece devlet, kilisenin politikaları üzerinde etkin bir denetime sahip olmuştur. Riasanovsky ve Steinberg bu durumu, “Moskova iki yüce lidere yani çara ve patriğe sahipken St. Petersburg döneminde sadece çar kaldı” sözleriyle özetlemektedir. Osmanlı’nın İstanbul’un fethiyle birilikte devletin başkentini buraya taşıması ve İstanbul’u yeniden yapılandırmasına benzer bir gelişme Rusya’nın, I. Petro döneminde St. Petersburg’u inşasıdır. Osmanlı İstanbul’u fethettiğinde bu şehir zaten bir imparatorluk başkentiydi. Oysa St. Petersburg baştan kurulan bir şehirdi. Petro, herhangi bir yerleşimin olmadığı ve büyük bataklıkların bulunduğu bir coğrafyada İmparatorluğu için yeni bir başkent inşa etmeye girişmişti. Çünkü Avrupalılaştırmaya çalıştığı İmparatorluğun başkentinin Avrupa’ya daha yakın olmasını istiyordu. Osmanlı İmparatorluğu da başkenti İstanbul’a taşıdığında hedefinin Batı yönünde bir ilerleyiş olduğunu ortaya koymuştu. Bundan 150 yıl sonra bu defa Rusya aynı hedefi aynı biçimde ortaya koyuyordu. Acar’ın da belirttiği gibi Petersburg, “yeni” ve Batıya dönük” bir Rus toplumu ve devletinin veya en azından imajının simgesiydi. 521 Bununla birlikte savaş zamanında, teknik olarak başka bir devlete, henüz mağlup edilmemiş güçlü bir düşmana, ait olan topraklarda yeni bir şehir ve yeni bir başkent inşa etmek hiç kolay olmayacaktı.522 Ama Petro bu konuda ısrarcıydı. Messie’nin de belirttiği gibi Petersburg Petro’nun Baltık bölgesinde ayak bastığı ilk topraklardı ve bu nedenle belki de Riga daha önce alınmış olsaydı Petersburg inşa edilmeyecekti ama Petro bunu beklemedi. Büyük insan gücü ve maddi kaynak kullanarak şehri inşa ettikten sonra bu defa şehre yerleşimi sağlamak için de güç kullandı.523 Petro’nun Rusya’yı Avrupalı bir devlet yapma girişimi sadece siyasi alanla sınırlı kalmamıştır. Başta devlet görevlileri ve aristokrasi olmak üzere Avrupa tarzı giyim zorunluluğu getirilmesi, kullanılan jülyen takvimi yerine gregoryen takvimi kullanılmaya başlanması dönüşümün görünen yüzünü oluştururken, Rus alfabesi matbaada kullanılabilecek hale getirilip yapılan reformlar hakkında halkı 521 Ibid., s. 128 522 Massie, op. cit., s. 355 523 Bknz. Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, İstanbul,İletişim Yayınları, 2009 190 bilgilendirmek ve ilgili kanunları halka duyurmak için ilk Rusça haber gazetesi olan Sankt-Peterburgskie Vedomosti yayınlanmaya başlanmış, Batı tarzında donanma ordu ve bürokrasi yaratmak amacıyla yeni okullar açılmış, yurtdışına öğrenciler gönderilmiş,524 böylece Batılılaşmanın kalıcı ve sürekli olması için reformlar hem halk arasında hem de yönetici elitler arasında yerleştirilmeye, reformların taşıyıcısı olacak nesiller yetiştirilmeye çalışılmıştır. Petro reformları, aristokrasi ve devlet hizmetindeki sivil ve askeri görevliler arasında halk arasında olduğundan daha fazla kabul görmüştü. Bunda bu sınıfların mevcut konumlarını koruyabilmek için dönüşüme ayak uydurmak zorunda olmalarının etkisi büyüktü. Ancak her ne şekilde olursa olsun bu süreç, söz konusu sınıfları büyük ölçüde batılılaşmasına neden olmuştu. Özellikle eğitim ve kültür alanındaki reformlar Riasanovsky ve Steinberg’in de belirttiği gibi en kalıcı reformlar olmuşlar ve Rusya’yı geri dönülmez bir şekilde Batıya doğru itmişlerdi.525 Ancak bu durum Rusya açısından bir başka sonuç daha doğurmuştu; toplumun batılılaşmış seçkinlerden oluşan küçük bir azınlık ile reformların etkilerinin ulaşmadığı ya da direnişle karşılandığı geleneksel çoğunluk olarak ikiye bölünmesi. Petro döneminde İmparatorluğun siyasi gücünde görülen artış ve Avrupalılaşma, iç politikayla sınırlı değildi. Sürecin önemli bir boyutunu da Rus İmparatorluğu’nun Avrupa devletler sistemi içinde etkili bir aktör konumuna gelmesi oluşturuyordu. Riasanovsky ve Steinberg’in de belirttiği gibi büyük bir güç olarak yeni rolüyle Rusya’nın kendisini Avrupa işlerinden ve çatışmalarından koparması mümkün değildi ve bu nedenle Rus çıkarlarıyla doğrudan bağlantılı olmayan konular üzerine kendi sınırlarından uzaklardaki savaşlarla da ilgilenmeye başlaması kaçınılmazdı.526 Petro Rusya’sının bu konumu bu anlamda Osmanlı İmparatorluğu’nun Kanuni Sultan Süleyman dönemindeki konumuna benzemektedir. Rusya’nın kendisini Avrupa devlet sistemine eşit bir üye olarak kabul ettirmeye çalıştığı 17. ve 18. yüzyıllar Osmanlı için önce ters yönde bir eşitlenme, sonra ise yavaş yavaş bu sistem içindeki etkili gücünü kaybetme dönemi olmuştur. 524 Acar, op. cit., s. 127 525 Riasanovsky, Steinberg, op. cit., s. 246 526 Riasanovsky, Steinberg, op. cit., s. 263 191 Bu anlamda bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu siyasi gücün dış boyutu açısından da güçsüzleşmeye başlamıştır. 1606 yılında Avusturya ile yapılan Zitvatorok Antlaşması, Osmanlı’nın bu zaman kadar kendisini üstün olarak gördüğü bir Avrupa devletini eşiti olarak kabul etmesi nedeniyle sembolik açıdan önem taşımaktadır. Sander bu yapıyı şu şekilde açıklamaktadır:527 Zitvatorok Barışı Osmanlı ve Habsburg İmparatorluklarının arasındaki Macaristan’da tarafsız bir yerde imzalanmıştır. Bu, yeni ilişki biçiminin önemli bir özelliğini gösterir. Çünkü daha önce anlaşmalar, karşı tarafın İstanbul’a gönderdikleri elçilerle görüşülür, dünya üstünlüğü iddiasında bulunan bir devlet olarak, karşı tarafa bir “lütuf” biçiminde ve Osmanlı yöneticisin uygun bulduğu bir süre barış yapılırdı. Daha önceki antlaşmalar, sürekli şu ibareyi de içermekteydi: “Her daim muzaffer Sultan tarafından, her daim mağlup ve kafir … Kralına bahşedilmiştir. Zitvatorok’ta ise ilk kez Sultan ve İmparator’un eşitliği anlaşmaya yazılmış ve Avrupa diplomatik kurallarına uygun olarak kendisine “Kayzer” diye hitap edilmiştir. Eşitliğin bir başka göstergesi olarak, Avusturya’nın her yıl verdiği kaldırılmıştır. [Üçüncü olarak ise] daha önceki antlaşmalar çok kısa süreler için ya da Osmanlı yöneticisin üstünlüğünü açık olarak gösterir biçimde “karşı taraf ateşkesi ihlal edene kadar” yapılmışken, Zitvatorok yirmi yıllık bir süre için imzalanmıştır. Zitvatorok Antlaşmasıyla varılan eşitlik geçiciydi; Yüzyılın sonunda imzalanan Karlofça Antlaşması artık Avrupa’nın üstün olduğunu haber veriyordu. Osmanlı İmparatorlu için bu sadece askeri bir mesele olmaktan çok uzaktı. Nitekim 1703 yılında İstanbul’da çıkan ve kapıkullarıyla ulemanın öncülük ettiği isyan bu durumun açık bir göstergesiydi. Ayaklanma sırasında padişah ve diğer yönetici elitlerin Edirne’de bulunması nedeniyle Edine Vakası olarak adlandırılan olay Padişah II. Mustafa’nın tahttan indirilmesi ve savaşın sonlandırılması yönündeki tutumu nedeniyle Karlofça Antlaşması’nın sorumlusu olarak görülen şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin öldürülmesiyle sonuçlandı. İsyanın temelinde yatan neden her şeyden çok ekonomikti. Karofça’dan sonra devlet, halkın tepkisini azaltmak amacıyla vergi yükünü azaltırken masraflarını da kısmaya yönelmiş, bunun için savaş zamanında arttırılan kapıkulu sayısını azaltmaya yönelmiş, bu durum kendi 527 Oral Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü: Osmanlı Diplomasi Tarihi Üzerine Bir Deneme, Ankara: İmge Kitabevi, 2008, s. 119 192 çıkarları gereği savaşın devamından yana olan yeniçerilerin ayaklanmasına neden olmuştu. Yeniçerinin bu kadar karşı olduğu barışın Osmanlı’nın toprak kaybıyla sonuçlanması da hoşnutsuzluğu körüklemekteydi. Sonuçta isyancıların vardıkları nokta Osmanlı hanedanın değiştirilebileceği düşüncesi olmuştu. Kunt, kapıkulu komutanlarının sülalenin tılsımı olmadığını, başka kişilerin başka ailelerin tahta getirebileceğini dile getirdiğini aktarmaktadır. 528 Bunun anlamı Osmanlı padişahlarının meşruiyetlerini kaybetmeleridir. Osmanlı’nın yönetimi, varlığını ve konumlarını padişaha borçlu olan ve bu nedenle padişaha en sadık grup olmaları beklenen kapıkulları tarafından bile sorgulanmaya başlanmıştır. Her ne kadar bu isyan sonrasında hanedanın değişimi söz konusu olmasa bile daha başka isyanların çıkışına da engel olunamamıştır. Nitekim Doğu cephesinde İran karşısında alınan yenilgiler, ekonomik sorunlar ve Lale Devri olarak adlandırılan dönemim harcamaları 1730 yılında yeni bir isyana neden oldu. Patrona Halil İsyanı olarak adlandırılan bu isyan da padişah III. Ahmet’in tahttan indirilmesine ve sadrazam İbrahim Paşa’nın öldürülmesine neden oldu. Osmanlı’nın her iki cephede de aldığı mağlubiyetler, halkın gözünde padişahın ve ordunun otoritesini zedelerken, bu otorite boşluğunu ulema doldurmaya başladı. Böylece Hilafetin Osmanlı hanedanına geçmesi ve İran’la yürütülen savaş nedeniyle devletin Sünni niteliğinin vurgulanmasıyla güçlenmeye başlamış olan ulemanın rolü 18. yüzyıldan itibaren giderek arttı. Bu güç şeriatı en doğru bilen kişilerin ulemanın üyeleri olduğu inancına dayanıyordu. Pek çok siyasi girişime meşruluk kazandıran şeriata uygunluğuydu. Buna karar verecek olansa ulemaydı. Bu nedenle toplumun pek çok kesimi ulemanın işbirliğini arıyordu. Bu ise ulemaya zaten sahip olduğundan daha büyük bir güç sağlamaya başlamıştı. Zamanla ulemanın onayı ya da desteği olmadan hareket etmek ya da bu şekilde başarıya ulaşmak olanaksız hale gelmeye başladı. Bu durumun Osmanlı açısından en önemli sonucu, söz konusu gelişmenin, Avrupa karşısındaki geri kalmışlığının farkına varıldığı ve bunu aşmak için Avrupa kurum ve uygulamalarının benimsenmesi gerektiği sonucuna ulaşıldığı dönemde meydana gelmiş olmasıydı. Sahip olduğu güçlü konumu kaybetmek istemeyen ulema, kendisi gibi çıkarları eski düzenin devamından 528 Kunt, op. cit., s. 53 193 yana olan devlet adamları ve kapıkullarıyla ittifak kurarak reform hareketinin önündeki en önemli engellerden biri olmuştu. Rusya’da ise Petro’dan sonra yarım kalan reformların sürdürücüsü 1762 tahta çıkan ve 18. yüzyıl sonlarına kadar tahtta kalan II. Katerina (Büyük) oldu. Katerina’nın bir darbe sonucu iktidara gelmesi ve III. Petro ile ikisinin bir erkek çocuklarının olması, Petro’dan sonra tahta Katerina yerine oğlu Paul’ün geçmesi gerektiği düşüncesinin dillendirilmesine neden olmuştu. Ama Katerina zamanla Rusya’nın önemli ailelerine verdiği hediye ve ayrıcalıklar ve en çok da izlediği politikaların başarısı sayesinde iktidarına meşruluk kazandırmayı başardı. Katerina döneminin belki de en önemli icraatı, Fatih döneminde hazırlanan Kanunname’ye benzer biçimde Rus yasalarını düzenlemek ve bir araya getirmek için bir Yasama Komisyonu toplaması ve bu Komisyona yol göstermek amacıyla Yönetme Kuralları (Nakaz) başlıklı bir metin kaleme almasıdır. Petro gibi Aydınlama düşüncesinden etkilenen Katerina, Rusya gibi devasa bir ülkeyi bir arada tutmak ve ilerlemeyi temin etmek için uygulanabilir tek hükümet şeklinin otokrasi olduğuna ve merkezi gücün temel yasalar ve en üstün iyinin ilerlemesi temeli üzerine kurulması gerektiğine, bunun için de komisyonun çalışmalarının Rus hukukunu ve yaşantısını rasyonelleştirmek ve modernleştirmekte yararlı olacağına inanıyordu.529 Benzer bir noktanın altını çizen Hosking de Petro gibi kanunla yönetim vizyonuna sahip olduğunu söylediği Katerina için kanunun, devletin kendi gücünü ve zenginliğini arttırmak ve halkın refahını sağlamak amacıyla toplumdaki maddi kaynakları seferber etmek için kullandığı, bunun yanında monarkın otoritesini kullandığı ve ahlaki ilkeleri uygulamaya koyduğu bir araç olduğunu; yani özerk ve rekabet halindeki kurumlar arasında aracılık eden, kişisel olmayan bir güç olmadığını dile getirmektedir.530 Katerina’nın kaleme aldığı Yönetme Kuralları metni Aydınlama düşüncesinden önemli ölçüde etkilenmiştir. Tıpkı Petro gibi Aydınlanmış despot olarak tanımlanan Katerina, Fransız Devriminin hemen öncesinde ve Devrim fikirlerinin yoğun olarak tartışıldığı bir ortamda iktidara gelmişti ve dönemin önemli 529Riasanovsky, Steinberg, op. cit., s. 268-269 530 Hosking, op. cit., s. 297 194 düşünürlerinin eserlerini okuyor ve Diderot, Voltaire, d’Alembert gibi isimlerle yazışıyordu. Bütün bunlar Katerina’nın yönetim anlayışının şekillenmesinde etkili olmuştu. Bu bağlamda Katerina’nın kaleme aldığı Yönetme Kuralları, Riasanovsky, ve Steinberg tarafından çarpıcı derecede liberal bir belge olarak nitelendirilmektedir.531 Bununla birlikte yönetimin “despotik” niteliği de varlığını sürdürmüştür. Nitekim Katerina’nın Fransız düşünürlere yönelik ilgisi pek çok yazar tarafından bu dönemde Rusya’ya karşı Polonya ve Osmanlı İmparatorluğu’nu koruyan Fransa’dan intikam almak ve modern ve gelişmiş bir Rusya imajı çizerek Avrupa’da Rusya lehine bir kamuoyu yaratmak amacına yönelik olarak yorumlanmıştır.532 Gerçekte ise Katerina geniş kapsamlı kavramları ve önemli kararları, kendisinin ve danışmanlarının herhangi bir seçilmiş meclisten daha iyi belirleyebileceğine inanıyordu.533 Gerçekten de Katerina’nın söz konusu düşünürlerin fikirleriyle temelleri atılan Fransız Devrimi’ne yaklaşımı olumsuzdu. Devrimi “barbarca ve geçici bir halk ayaklanması” olarak nitelendiren Katerina, bu ayaklanmanın şiddet kullanarak kısa sürede bastırılabileceğine inanıyordu.534 Bu yaklaşım Katerina’nın 1772 yılında çıkan Pugaçev isyanı karşısındaki tutumuyla benzerlik göstermektedir. Adını kedisinin Katerina’nın kocası III. Petro olduğunu iddia eden bir Rus kossağı olan Pugaçev’den alan isyana Kosaklar, ve Eski İnananlar başta olmak üzere, köylüler, özellikle fabrika ve madenlerde zorla çalıştırılan serfler, şehirlerde yaşayan fakirler gibi toplumun farklı kesimleri katılmış, isyan ayrıca Ruslarla Rus olmayanları bir araya getirmişti. Pugaçev isyanının önemi Petro’yla birlikte başlayan Batılılaşma hareketi ve ekonomi politikaları başta olmak üzere halkın farklı kesimlerinin yönetime ve aristokrasiye duyduğu tepkinin açık bir ifadesi olmasından kaynaklanmaktadır. Bunu Pugaçev’in kendisini destekleyenlere yönelik vaatlerinden anlamak mümkündür. Kendisini III. Petro olarak tanıtan Pugaçev: Çarlığa ait […] bağış beratıyla daha önce köylü olan […] herkesi, tahtımızın gerçek ve sadık hizmetkarları olmaları 531 Ayrıca belge bu niteliği nedeniyle Fransa’da yasaklanmıştır. Bknz. Riasanovsky, Steinberg, op. cit., s. 269 532 Acar, op. cit.s. 152 533 Hosking, op. cit., s. 298 534 Acar, op. cit., s. 156 195 için eski haç ve dualarla, sakalla, özgürlük ve hürriyetle ve sonsuza dek Kosak olmakla ödüllendiriyor ve onlardan ne askerlik hizmeti ne kelle vergisi ne de para istiyorum. Ve onları, satış ve nakit ya da ürün olarak hiçbir vergi istemeksizin toprak, orman, çayır ve balıkçılık alanlarıyla ve tuz gölleriyle ödüllendiriyoruz ve köylüleri ve herkesi, bütün vergilerden ve omuzlarına daha önceden kötü niyetli aristokratlar ve paralı şehir hâkimlerince yüklenen sorumluluklardan muaf tutuyoruz.535 sözleriyle hem mevcut Çarlık yönetimini hem de aristokrasiyi hedef almaktadır. Petro dönemi Batılılaşma politikalarının sembollerinden biri olan sakalların kesilmesi zorunluluğuna yapılan gönderme halk arasında Petro döneminde de kendisini hissettiren Batılılaşma karşıtı tepkinin devam ettiğinin bir göstergesidir. Bunun yanı sıra esas önemli konu ekonomik koşulların isyandaki belirleyiciliğidir. Petro’nun, Büyük Kuzey Savaşı sırasında orduyu güçlendirmek için ve daha savaş devam ederken St. Peteresburg’un inşasında kullandığı maddi kaynaklar ve zora dayalı işgücü halkın tepkisinin belki de en önemli nedeniydi. Halk için zorlu ekonomik koşullarda çalışmak ve bunun sonucunda kazandıklarını ağır vergilerle devlete vermek ve zorunlu askerlik hizmeti devlete yönelik tepkinin kaynağını oluştururken kendi topraklarına sahip olmamaları dolayısıyla toprak sahibi sınıfların topraklarında çalışmak, serfleştirilmek ve zorla maden ve fabrikalarda çalıştırılmak ise aristokrasi ve zengin şehirli sınıflara yönelik bir tepkiye neden oluyordu. Her ne kadar Pugaçev iddialarına meşruluk kazandırmak için gerçek çar olduğunu öne sürmüş olsa da isyanda, Çarlık, aristokrasi ve diğer zengin sınıflara yönelik tepki kendisini belirgin biçimde gösteriyordu. Aynı temellere dayanan karşıtlık Rus tarihinin ilerleyen yıllarında da önemli isyanlara ve hatta devrimlere neden olan süreçlerde de kendisini gösterecektir. İki yıl içinde bastırılan isyanın Katerina dönemi ve Rus tarihi açısından önemi ise liberal politikaların terk edilerek daha muhafazakâr politikaların benimsenmesine neden olmuş olmasıdır. Bu süreçte Pugaçev isyanı kadar etkili olan bir diğer gelişme ise Katerina’nın büyük beklentilerle başlattığı Yasama Komisyonun büyük bir başarısızlığa dönüşmesiydi. Katerina’nın beklentilerinin yansıması olan Yönetim Kurallarıyla ilgili en önemli sorun Rusya gerçekleriyle örtüşmemesi ve bu 535 Aktaran Hosking, op. cit., s. 319 196 nedenle hayata geçirilme şansının çok düşük olmasıydı. Nitekim Acar’a göre Diderot’nun Katerina’ya mektupları da “filozofun Katerina’nın söylediklerini çok ciddiye almadığını, bunları daha çok onun hedefleri ve rüyaları olarak kabul ettiğini” göstermektedir.536 Gerçekçi olmayan hedefler belirlenmesinin yanı sıra Yasama Komisyonu’nun toplantılarının oldukça verimsiz geçmesi de Katerina’nın bu girişiminin sonuçsuz kalmasına neden oldu. Yasama Komisyonu’nun büyük çoğunluğunu toplumun çeşitli kesimlerinden seçimle gelen delegelerden oluşuyordu ve bu delegelerin temsil ettikleri sınıfların çıkarlarının uzlaştırılması mümkün görünmüyordu. Aristokrasi, köylüler, şehirli gruplar, tüccarlar gibi farklı ve çoğu durumda çatışan çıkarlara sahip grupların uzlaşması oldukça zordu. “Meclisleri tamamen yerel bazda daha geniş bir çerçeve olmaksızın işlediğinden bu kişilerin Rus devletinin ihtiyaçları ve genel çıkarlarını kavramlaştırması mümkün değildi” ve bu nedenle Komisyon toplantılarında her kesimin kendi çıkarlarını dikkate aldığı ve yeni yasayı bütün toplumu ve devleti dikkate alarak ele almadığı görüldü.537 Bu şekilde komisyonun herhangi bir sonuca ulaşması olanaksızdı. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu’yla girilen savaş ve Pugaçev İsyanı nedeniyle içinde bulunulan karışıklık ortamı nedeniyle Katerina Komisyonu dağıtmış ve böylece herhangi bir somut sonuca ulaşılamamıştır. 2.2.1.2.2 Çevrenin Yönetimi Coğrafi olarak büyük topraklara yayılmış imparatorluklar için bu toprakların tamamının aynı biçimde ve merkezi olarak yönetilmesi mümkün değildir. Söz konusu olan Osmanlı ve Rus imparatorluklarının da aralarında bulunduğu, toprakları birbiriyle devamlılık arz eden imparatorluklar da olsa devletin merkezden uzak bölgeler için farklı bir yönetim yapısı geliştirmesi gerekmektedir. Çevre bölgeler için geliştirilen yönetim yapıları merkezden farklılaşmanın yanı sıra bölgeden bölgeye de farklılaşmaktadır. Çoğu durumda çevre bölgeler için oluşturulan yönetim yapısı merkezdeki yönetimden çok daha fazla enerji ve kaynak harcanmasını gerektirir. Bu bölgelerin imparatorluğun bir parçası olarak kalmalarının sağlanması bölgeden bölgeye ve bazen aynı bölgede zaman içinde değişen, esnek politikaların 536 Acar, op. cit.s. 152 537 Hosking, op. cit., s. 298 197 üretilmesine bağlıdır. Devletin varlığını sürekli olarak hissettirdiği merkezden farklı olarak, çevre bölgelerin farklı dinamikleri vardır ve bu dinamiklerin imparatorluktan ayrılma eğilimi göstermemesi için devletin çeşitli önlemler alması gerekmektedir. Osmanlı İmparatorluğu kuruluşunun ilk dönemlerinden itibaren kentli bir karakterde olmuştur. Gitgide egemen oldukları Anadolu’da olsun, yavaş yavaş ele geçirdikleri Rumeli’de olsun, Belge’nin ifadesiyle “yüreği tarımda ve kırda atsa da”, denetimin kentlerde olduğu bir düzeni sağlamlaştırarak devam ettirmişlerdir.538 Bu açından bakıldığında Osmanlı İmparatorluğu’nun Roma’nın izinden gittiğini söylemek mümkündür. Roma’da da ekonominin temelini tarım oluşturuyordu ve tarım kır merkezli bir faaliyetti. Ancak kırda gerçekleşen tarımsal üretimin temel hedefi, kıra egemen olan kentin ihtiyaçlarının karşılanmasıydı. Bu durum Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra Doğu Roma İmparatorluğu, yani Bizans’ta da devam etti. Bu sırada Batı Avrupa feodalleşmeyle birlikte kentlerin önemini yitirdiği ve kırla kent arasındaki mevcut dengenin bozulduğu bir sürece girerken, Doğuda kırla kent arasında, kentin egemen ve belirleyici olduğu işbölümü varlığını sürdürdü. Dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin kurucuları Bizans’la karşılaştıklarında kentin kıra hâkim olduğu ve kırdaki üretimin büyük ölçüde kent için gerçekleştirildiği bir yapıyla karşılaştılar ve bu yapıyı benimseyerek kendi devletlerinde de sürdürdüler. Bu bağlamda İmparatorluğun en önemli kenti, aynı zamanda başkent de olan İstanbul, Osmanlı için büyük öneme sahipti. İstanbul’un muazzam nüfusunun ihtiyaç duyduğu temel yiyecek maddelerinin kesintisiz akışını sağlamak, kitlelerin özellikle buğday ve un sıkıntısına düşmesinin hükümet için ağır sonuçlar doğurması nedeniyle, imparatorluk yönetiminin başlıca sorunlarından biriydi.539 Kılıçbay bu yapılanma dolayısıyla Osmanlı’yı “başkent imparatorluğu” yani her şeyin başkent için olduğu imparatorluk olarak tanımlamaktadır. Çünkü İstanbul, imparatorluğun geçimlik dışı üretiminin en az yarısını - hatta sarayın, ordunun, devletin ileri gelenlerinin, sanatçı ve ilim adamlarının da burada yoğunlaştıkları düşünüldüğünde kentin talebinin eyaletlerin geçimlik dışı üretimlerinin yarısından 538 Belge, op. cit., s. 243 539 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi Cilt I: 1300-1600, s. 227 198 çok daha fazlasını kendisine çekmekteydi. 540 Bu durumda diğer Osmanlı kentlerine kalan pay, hem onların çok güdük kalmalarına yol açmakta hem de İstanbul ticarete konu olabilecek fazlayı kendine çektiği için ticaret çok yerel kalmakta, böylece sermaye birikimi ve sanayileşmenin yolları kapanmaktaydı. Özkaya da İstanbul’un temel gereksinimlerinin karşılanmasına tarihin her devrinde büyük özen gösterildiğini, devlet ileri gelenlerinin İstanbul’un gereksinimlerinin sağlanması için her zaman büyük çaba harcadığını, çünkü, İstanbul’da kıtlık olmasının “büyük felaketler doğuracağı” ve “İstanbul’un başka şehirlere benzemeyeceği”ne inandıklarını belirtmektedir.541 Osmanlı merkezi her yıl, her eyalete İstanbul’a göndermek zorunda olduğu gıda ve hammaddelerin yanı sıra buralardan alınacak vergi miktarlarını belirliyor, bunların toplanması konusunda ise yerel düzenlemelere müdahale etmiyordu. Bu nedenle Aydın, özellikle imparatorluğun nüfuz alanı İstanbul’dan uzaklaştıkça uzlaşma arayışlarının arttığını, yerel güçlerin düzenin koşullarının Osmanlı düzenine devşirildiğini belirtmektedir.542 Bu doğrultuda Osmanlı İmparatorluğu’nun var oluşunu alttan alta belirleyen dinamiklerden önemli bir tanesi, hatta Belge’ye göre belki de birincisi, merkeziyet/âdemimerkeziyet arasındaki gerilim ve çekişmedir.543 İmparatorluk merkezlerinin çevreyle olan ilişkilerinde esas, bu bölgelerin denetim altında tutularak kaynaklarının büyük ölçüde devlete aktarılmasının sağlanmasıydı. Osmanlı İmparatorluğunda, bunu gerçekleştirmek için kurulan sistem, başlangıçta atanmış görevlilerin doğrudan denetimine dayalı daha merkezileşmiş bir örüntüye sahipken, denetimin merkez ile çevre arasında paylaşıldığı bir ara dönem geçirdikten sonra, dolaylı denetimin yerel ayanlar üzerinden sürdürülmesine dayanmaya başlamıştır.544 Rusların İmparatorluk topraklarına kattıkları çevre bölgelerin yönetiminde standart bir uygulamaya gittiğini söylemek mümkün değildir Barkey’i izleyerek, özellikle erken dönem İmparatorluk yöneticilerinin farklı bölgelere yönelik temel olarak üç farklı yönetim biçimi geliştirdiklerini söylemek mümkün. Buna göre 540 Mehmet Ali Kılıçbay, “İştahlı Başkent İstanbul, Sabah Gazetesi, 14 Ağustos 2005 541 Yücel Özkaya, 18. Yüzyılda Osmanlı Toplumu, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2010, s. 319 542 Suavi Aydın, “Paradigmada Tarihsel Yorumun Sınırları: Merkez-Çevre Temellendirmeleri Üzerine Düşünceler”, Toplum ve Bilim, Sayı: 105, 2006, s. 82. 543 Belge, op. cit., s. 58 544 Barkey, Eşkıyalar ve Devlet; Osmanlı Tarzı Devlet Merkezileşmesi, s. 2. 199 Ukraynalı elitlere en kayırılan lord statüsü verilerek emperyal elitin bir parçası haline getirilmişler, Müslüman halkların elitleri Rusya’nın merkezi ile kendi cemaatleri arasında aracı olabilecekleri kadar sömürgecileştirilmiş, Baltık devletleri ise Alman aristokrat elitleri tarafından dolaylı olarak yönetilmiştir.545 Bunun sonucu olarak Ukraynalı elitler İmparatorluk elitinin bir parçası olmak için merkezdeki kültüre uyum sağlamak durumunda kalırken, Baltık devletlerinde süreç bunun tersine işlemiş ve Rusların çevrenin kültürüne uyum sağladıkları bir süreç söz konusu olmuştur. Bu yapı çerçevesinde çevre bölgelerin yönetiminde benimsenen yaklaşım çevre bölgelerin imparatorlukla olan ilişkisini olduğu kadar, imparatorluktan sonra bölgenin alacağı biçimi de belirlemektedir. Klasik Çağ olarak tabir edilen ve beylikten imparatorluğa geçen Osmanlı’yı nitelendiren dönemde, merkezileşmeye yönelik ilk adımlar Orhan Bey tarafından atılmıştır. Henüz devletin yeterince güç kazanmamış olduğu bu dönemde merkez, merkez-kaç güçler karşısında dayanıksızdı ve bu nedenle bu güçlere mülkiyete çok yakın koşullarda tımar verilebiliyordu.546 Bununla birlikte zaman içinde tımarların bu anlayışla verilmesine son verilerek, Osmanlı ekonomik ve toplumsal yapısındaki feodal düzeni andıran unsurlar ortadan kaldırılacaktır. Bunun yerini ise merkez tarafından atanan memurların görevlendirildikleri bölgede toplanan vergiyi merkeze aktarmaları ya da bunun yerine merkeze askeri ya da sivil bir takım hizmetler sunmaları alacaktı. Sahip oldukları konumu miras yoluyla ya da mahalli nüfuza dayanarak değil de merkezi otorite tarafından atanmış olmaları dolayısıyla elde etmiş olmaları bu ayrıcalıkların aynı biçimde kolayca geri alınarak bu kişilerin reaya statüsüne indirilebilecekleri anlamına gelmekteydi.547 Böylece tımarlarla ilgili düzenlemeler tamamen devlet tarafından yapıldığı ve istendiğinde bu düzenlemelerde değişiklikler yapıldığı gibi, tımar sahiplerinin kaderleri de tamamen devlete bağlandı. Dolayısıyla Osmanlı tarafından çevre bölgelerin yönetiminde izlenen politika, merkezdeki yönetimin bir benzeriydi. Kul sisteminde olduğu gibi, çevre bölgelerdeki yöneticilerin de konumları ve kazanımları tamamen padişaha bağlıydı. Bu yapılanma 545 Ibid., s. 117 546 Kılıçbay, Feodalite ve Klasik Dönem Osmanlı Üretim Tarzı, s. 333 547 Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, s. 21 200 söz konusu yöneticileri merkezin iktidarına muhalefet etmek ya da ona rakip olmaktansa, onun bir parçası olmaya sevk ediyordu. Bu yapının işleyebilmesi için yerel elitlerin, kaderlerinin merkezdeki yöneticiye bağlı olduğunun bilincinde olması gerekir. Nitekim bunun bilincinde olan tımar sahiplerinin çıkarları, onları devletle birlikte hareket etmeye ve ona bağlı olmaya sevk ettiğinden kendi aralarında bir dayanışma söz konusu olmadığı gibi, devlete karşı birlikte hareket de edemiyorlardı. Aslında bunu tercih de etmiyorlardı. Çünkü bağlılıkları ve başarıları karşılığında devlet tarafından kendilerine ödül olarak verilen daha büyük tımarlar elde etme olasılığı tımar sahiplerini devletle olan ilişkilerini iyi tutmaya ittiği gibi, savaşlarda da daha büyük başarılar elde etme doğrultusunda motive ediyordu. Savaşlarda gösterilen başarıların tımar sistemi üzerindeki etkisi dolayısıyla imparatorluğun savaşlarla genişlediği, dolayısıyla tımar sahipleri için daha büyük tımarlar vaat ettiği dönemlerde sistem daha düzenli işlerken, bu durumun sona erdiği 17. yüzyıldan itibaren tımar sisteminin işleyişi de değişmeye başlamıştır. Tımar sistemine ağ teorisinin açıklamalarından yararlanarak bakıldığında, devletin güç kazanmasıyla birlikte daha önceki yatay ilişkilerin hiyerarşik bir nitelik kazandığını, daha önce devlet kurucularının müttefiki konumunda bulunanların, uydulara ve vassallara dönüştürüldüğünü söylemek mümkündür. Sipahiler savaştaki kahramanlıkları için ödüllendirildiği gibi, görevden azledilebiliyor, başka görevlere atanabiliyor ve hatta sistem dışına itilebiliyordu.548 Bunun anlamı, tımar verilmesinin temel nedeninin, askeri başarıların da ötesinde, padişaha sadakat olmasıdır. Zaten bu nedenle tımar sadece Müslümanlara değil, padişaha bağlı Hıristiyanlara da verilmiştir. Hatta Kılıçbay’ın belirttiği gibi, Osmanlı’nın Anadolu’yu kendisine sadık Hıristiyanlara dayanarak fethetmesi de bu bağlamda açıklayıcıdır.549 Bu yapı aynı zamanda Osmanlı’nın kurduğu ilişkiler ağı açısından da açıklayıcıdır. Bu bölgelerin devletle olan bütünlüğünü sağlamak ve sürdürmek için II. Mehmet, daha önceki Osmanlı padişahlarının uzlaşma politikalarına son vermiş, bağımlı beylikler yerine doğrudan ilhak sistemini uygulayarak feodalleşmenin en büyük engellerinden biri olan tımar sistemini, ülke topraklarının bütünü üzerine 548 Barkey, op. cit., s. 38 549 Kılıçbay, Feodalite ve Klasik Dönem Osmanlı Üretim Tarzı, s. 341 201 yaydığı gibi, irsi mülk haline dönüşmüş olan tüm malikane, vakıf ve toprakları devlete ait olan miri toprak rejimi içine almıştır.550 Bunun yanı sıra merkezileşmeyi ve Fatih’in bu yöndeki politikalarını desteleyen devşirmelerin bir soy asaletine dönüşmelerini engellemek için, onlara ait olan mülk ve vakıflar da miri topraklara katılmıştır. Osmanlı tarafından kurulmak istenen bu yeni yapı yerel halk tarafından tepkiyle karşılandı. Osmanlıların Anadolu’da genişledikçe yönetimleri altına giren bölgelerde bu bölgelerin eski yöneticilerine göre çok daha merkezi ve kısıtlayıcı bir yapı yerleştirmeleri, uç boyu yerine iç bölge haline gelen bu topraklarda eski gevşek, esnek yönetim yerine devlet gücünü sürekli hissettiren yerleşik bir düzen kurmaları bu tepkinin en önemli nedeniydi.551 Burada söz konusu olan daha önce de belirtildiği gibi, merkeze alternatif güç odaklarının ortaya çıkışının engellenmesi, Osmanlı yönetiminin kabul ettirilmesidir. Bu tepki zaman zaman çeşitli halk ayaklanmalarına dönüşüyordu. Bu ayaklanmaların en önemlisi II. Bayezid döneminin son yıllarında ortaya çıkan Şahkulu ayaklanmasıydı. Bu ayaklanmanın Osmanlı açısından önemi daha önce belirtildiği gibi Osmanlı-Safevi rekabetinin giderek yoğunlaştığı bir dönemde Osmanlı tebaasının bir bölümünün Safevi devletine sempati duyması ve kendisini izleyenlerle birlikte bu devlete katılmak istemesiydi. Her ne kadar dini yakınlık bu durumun görünürdeki nedeni olsa da, esas neden Osmanlı İmparatorluğu’nun giderek merkezileşmesi ve bunun halk üzerinde başta vergi olmak üzere yeni ve ağır yükümlükler getirmesiydi. Dolayısıyla henüz bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde merkezkaç unsurlar varlıklarını hissettirmeye başlamışlardı. Ama Osmanlı Devleti’nin gücünün zirvelerinde olduğu bu dönemde bu yöndeki eğilimlerin başarı ya da varlık şansı yoktu. Fatih dönemi merkezileşme politikalarının bazıları ondan sonra tahta çıkan II. Bayezid tarafından çeşitli değişikliklere uğratılmıştır. Bayezid tahta çıkışı sırasında kardeşi Cem’le büyük bir mücadeleye girmiş, bu mücadelede merkezden yana olan güçler Bayezid’in yanında yer alırken, merkez-kaç güçler Cem Sultan’ı desteklemiştir. Kardeşiyle girdiği mücadeleden galip çıkarak tahta oturan Bayezid, kendisini iktidara getiren unsurların, Fatih Mehmet döneminde miriye mal edilmiş 550 Ibid.,, s. 348-352 551 Kunt, op. cit., s. 108 202 olan topraklarını bu kişilere iade etmiştir.552 Ancak, Kılıçbay’ın da belirttiği gibi, Bayezid’in bu davranışını merkezileşme politikasından bir kopuş olarak değerlendirmek mümkün değildir. Çünkü bu topraklar söz konusu kişilere mülk olarak değil, görev süreleriyle sınırlı olan tımarlar olarak verilmiştir. Bunun anlamı bu toprakların devlet mülkiyetinde kalması ve tımar sahiplerinin toprakların getirisi karşılığında asker beslemek zorunda olmalarıdır. Devşirmelerden de tımarları karşılığında asker toplanmaya başlanmıştır. Bunun devlet için getirdiği avantaj, tımarlı sipahilere olan bağımlılığın kırılmasının yanı sıra, devşirmelerin aile bağlarının olamaması nedeniyle tımarların babadan oğla geçmemesi, ve kul sistemi bağlamında devşirmelerle padişah arasında bulunan ilişki dolayısıyla devşirmelerin padişaha olan bağlılık ve bağımlılıkları nedeniyle daha güvenilir ve denetlenebilir olmasıdır. Bu avantajların bir sonucu olarak tımarlar giderek artan bir biçimde devşirmelere verilmeye başlanmıştır. Rusya’da Novgorod ve ardından da Kazan ve Astrahan’ın fethinin Rus devletini dönüştürücü etkisi kendisini çevre bölgelerin yönetimiyle ilgili düzenlemelerde de göstermektedir. III. Ivan, Osmanlı Devletindeki tımar sistemine benzer bir sistemi Rusya’da uygulamaya koymuştur. Pomeste sistemi olarak adlandırılan bu sistemde merkezi devlete hizmet eden ve gösterdikleri askeri başarılarla devletin topraklarını genişletmesine katkıda bulunan askerlere bunun karşılığında yeni ele geçirilen topraklardan pay verilmeye ve böylece bir toprak aristokrasisi oluşturulmaya başlandı. Ancak bunu yaparken verilen toprakların tek bir yerde, hatta tek bir bölgede bile yoğunlaşmamasına ve imparatorluğun farklı bölgelerine dağılmasına özen gösterilmiş, böylece soylular arasında yerel ve bölgesel dayanışmanın gelişmesinin önüne geçilmiştir.553 Söz konusu topraklar devlet mülkü olmaya devam etti ve kendilerine verilen toprakları yönetme hakkına karşılık bu aristokratların ordu için asker yetiştirmesi koşulu getirildi. Böylece bir yandan varlığını ve konumunu devlete borçlu olması dolayısıyla ona bağlı olan bir toprak aristokrasisi oluşturulurken bir yandan da Rus ordusu için sürekli asker sağlayacak bir sistemin temelleri atılmış oldu. 552 Kılıçbay, s. 353 553 Skocpol, Devletler ve Toplumsal Devrimler: Fransa, Rusya ve Çin’in karşılaştırmalı Bir Çözümlemesi, s. 173 203 Osmanlı Devletindeki tımar sistemine benzeyen ve başka birçok Türk-İslam devletinde de benzerlerine rastlanan bu sistem Ostrowski’ye gore Rus yöneticilerin Moğol hakimiyeti döneminde görüp benimsedikleri bir uygulamadır. Buna göre toprağın prensin mülkü olması, Moğollarda toprağın kağanın mülkü olması uygulamasının Moskova Prensliği tarafından benimsenmesinin bir sonucu olduğu gibi bu toprakların prense hizmet edenlere dağıtılması ve bu hizmetin Batı Avrupa feodalizminde olduğu gibi karşılıklılık içeren bir anlaşmaya dayanmaması, yani prense hizmetin bir zorunluluk olması ama bunun karşılığında prensin bir yükümlülüğünün olmaması da yine Moğol yönetimi tecrübesinin yansımalarıdır. Bu durum aynı zamanda Kiev Rusya’sından da bir kopuşa işaret etmektedir. Kiev döneminde prensin hizmetinde bulunan bir toprak sahibi, başka bir prensin hizmetine geçtiğinde sahip olduğu toprakları da beraberinde götürürken Moskova prensliğinde böyle bir uygulama söz konusu değildi ve toprak beyi başka bir prensin hizmetine geçse bile bunu yaparken sahip olduğu topraklardan vazgeçmek zorundaydı. 554 Çünkü toprak yöneticinin kendi mülküydü ve hiçbir şekilde devredilmesi söz konusu değildi. Rusya’da III. Ivan’ın toprak aristokrasisine karşı pomeste sistemiyle başlattığı yapılanmayı, IV. Ivan oprichnina sistemiyle sürdürmüştür. Oprichnina uygulamasıyla babadan oğla geçen arazi sahipliği sistemi daraltılmış, birçok arazi kamulaştırılarak pomeste sistemine dahil edilmiş, böylece devlete hizmet ederek arazi sahibi olma, arazi sahibi olmanın hakim biçimi haline gelmiştir.555 Bu süreçte bağımsız soyluların ve prenslerin toprakları müsadere edilerek yeni hizmet soyluları sınıfına resmi kariyerlerinin bir ödülü olarak verildi.556 Bu sistem çerçevesinde fethedilen bölgelerdeki yerel aristokratlara da toprak verilmiş, bunun karşılığında bu kişilerden gerek fetihler gerekse de fetih sonrası bölgelerinin İmparatorluğa eklemlenmesi konusunda devlete destek olmaları ve sistemin gereği olarak kendilerine verilen topraklarda ordu için asker yetiştirmeleri beklenmiştir. Bunu kabul edenler Rus aristokrasisine, bu sınıfın eşitleri olarak kabul edilmişlerdir.557 Bu 554 Ostrowski, op. cit., s. 537 555 Barkey, Farklılıklar İmparatorluğu: Karşılaştırmalı Tarih Perspektifinden Osmanlılar, s. 112 556 Skocpol, Devletler ve Toplumsal Devrimler: Fransa, Rusya ve Çin’in karşılaştırmalı Bir Çözümlemesi, s. 173 557 Kappeler, Russian Empire: A Multiethnic History, s. 23 204 uygulama Rusya tarafından Çarlığın sonuna kadar büyük ölçüde sürdürülen yerel elitlerle işbirliği politikasının da başlangıcını işaret etmektedir. Gerek pomoste sistemi gerekse de oprichnina uygulaması askeri hizmet verenlerle devletin çıkarlarının, boyarlara, manastırlara ve başka özel arazi sahiplerine karşı birleşmesinin yansımalarıdır.558 Rus toprak sahibi soyluluğuna ilişkin düzenlemeler Petro döneminde, Skocpol’un ifadesiyle, mantıksal uç noktasına taşınmıştır. Bu dönemde tüm yetişkin erkek soylular için yaşam boyu zorunlu askerlik ya da sivil kariyerler düzenlenmiş, sürekli hizmete zorlanan ve merkezin emirleriyle farklı görevlere ve bölgelere atanan soylular toplu olarak tamamen devlete bağımlı hale gelmiş ve sonuçta bölgeleriyle ve memleketlerindeki topraklarıyla dayanışma bağları zayıflatıldığı gibi hizmet, bireysel ve toplumsal ilişkileri için temel normatif çerçeve haline gelmiş ve hizmet yoluyla elde ettikleri rütbeleri soyluluk statüsünün tek tanınan biçimi olmuştur.559 Bu açıdan Osmanlı İmparatorluğu’nda da Rus İmparatorluğu’nda da fetih ve emperyal merkezileşme, devletin kontrol ettiği, askeri hizmet verenlere arazi dağıtılmasına dayalı askeri örgütlenme yoluyla kolaylaştırılmıştı.560 Osmanlı İmparatorluğu emperyal yayılma sürecinde yönetimi altına aldığı bölgelerle kurduğu ilişkide, esas olarak bu bölgeleri Rus İmparatorluğu’nda olduğu gibi yerel elitlerle işbirliği ve mevcut toplumsal yapı ve uygulamalarla birlikte İmparatorluğa bütünleştirme yoluna gitmiştir. Barkey’e göre İmparatorluğun toplumsal grupları feda etmeyerek, bu grupları kendisiyle bütünleştirmesi ya da meşrulaştırması ve kendine bağlaması devletin gücünü arttıran bir uygulama olmuştur.561 Çünkü öncelikle devletin böyle bir yapılanmaya gitmesi bir anlamda oldukça geniş topraklara yayılmış olan Osmanlı İmparatorluğu için bir zorunluluktu. 558 Barkey, Farklılıklar İmparatorluğu: Karşılaştırmalı Tarih Perspektifinden Osmanlılar, s. 112 559 Skocpol, Devletler ve Toplumsal Devrimler: Fransa, Rusya ve Çin’in karşılaştırmalı Bir Çözümlemesi, s. 173 560 Barkey, Farklılıklar İmparatorluğu: Karşılaştırmalı Tarih Perspektifinden Osmanlılar, s. 110 561 Barkey, Eşkıyalar ve Devlet; Osmanlı Tarzı Devlet Merkezileşmesi, s. 1. Barkley, Osmanlı İmparatorluğunun bu özelliğiyle Avrupa devletlerinin kuruluşuna ilişkin modelde yaşandığı varsayılan rekabet ve mücadeleden kaçındığını dile getirmektedir. Söz konusu modele göre devletler, genelde denetimleri altındaki toprağı genişletip sahiplenme kaygısındaki güç odakları arasındaki savaşlar bağlamında ortaya çıkmıştır ve bu süreçte, devleti kuranlar, ordularını oluşturmak için ahaliden yararlanmak zorunda olduğundan, ağır yükümlülükler ve idari özerkliğin yok oluşu, pek çık durumda şiddetli muhalefete yol açarak devleti, zora daha fazla başvurmak ve daha yoğun bir denetim uygulamak zorunda bırakmıştır. 205 “İmparatorluk genişledikçe Osmanlılar, karşılaştıkları yeni toplumsal kurumlarla, yerel törelere yasallık tanıyarak ve etnik, dinsel ve bölgesel özerkliklere yönelik ve merkezi olmayan bir uzlaşma sistemini pekiştirerek baş ettiler ve gevşek bağların işe yaradığını gördüklerinde, daha kapsamlı bir bütünleşmeye girişmediler.”562 Büyük toprakları kontrol ediyor olmak ve dolayısıyla bu toprakların merkeze uzak bölgelerini doğrudan yönetemeyerek, dolaylı yönetimi sağlayacak bir yönetim yapısı geliştirmek, elbette sadece Osmanlı değil, bütün imparatorluklar için geçerliydi. Ancak Osmanlı İmparatorluğu ve Rus Çarlığı gibi merkez ile çevre arasında farklı devletler tarafından yönetilen toprakların bulunmadığı, yani toprakları birbiriyle süreklilik arz eden imparatorlukların genellikle yerel yöneticilerle rekabete girerek onları tamamen ortadan kaldırmak yerine işbirliğine gittikleri esnek bir idari yapılanma oluşturdukları görülmektedir. Ancak Barkey’in de belirttiği gibi bu durum, söz konusu imparatorların güçsüzlükleri nedeniyle yerel yöneticilerle işbirliğine gitmek zorunda kalmalarından kaynaklanmamaktadır.563 İşbirliğinin temelinde, coğrafi olarak aşırı genişlemiş olan bu imparatorlukların elde ettikleri toprakları sadece askeri güçlerine dayanarak koruyamayacaklarının bilincinde olmaları vardır. Bu nedenle söz konusu imparatorluklar farklı durumlara göre değişebilen esnek politikalar izlemeyi tercih etmişlerdir, çevre bölgelerde bu bölgelerin sahip oldukları niteliklere göre değişiklik gösteren politikalar benimsemişlerdir. Bu noktanın öneminin altını çizen Suavi Aydın’ın Osmanlı İmparatorluğu için yaptığı, “imparatorluğun, hükümranlık sahası olarak belirlediği alanın devasa genişliği ve onun üzerinde yaşayan nüfusun çeşitliliği karşısında, bu hükümranlığın temini ve sürdürülmesi için son derece incelikli bir politika geliştirmiş olduğunu, kanunname ve uygulama çeşitliliğiyle aslında yerelle uzlaşma aradığı ve bu uzlaşmalarla ayakta kalabildiği”564 tespitini Rus İmparatorluğunu da içine alacak biçimde genişletmek yanlış olmayacaktır. Bu durumun bir diğer sonucu da Mardin’in altını çizdiği, çevrenin, resmi düzenin okumuş ve yetişmiş üyelerinin yararlandığı eğitim kurumlarının yalnız birinden, yani dinsel öğretim kurumlarından 562 Şerif Mardin, “Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez-Çevre İlişkileri”, Şerif Mardin, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, İstanbul, İletişim Yayınları, 2008, s. 40 563 Barkey, Eşkıyalar ve Devlet; Osmanlı Tarzı Devlet Merkezileşmesi 564 Aydın, op. cit., s. 82 206 yararlanabiliyor olması dolayısıyla, çevrenin, büyük çeşitlilik gösteren kendi karşıt kültürünü yaratmış olmasıdır.565 Osmanlı yönetiminin fethedilen bölgelerdeki mevcut düzenlemeleri büyük ölçüde koruyarak kendi yönetim mekanizmasına dahil etmesi söz konusu bölgelerin imparatorluğa uyum sağlamasını da kolaylaştırmıştır. Bu doğrultuda örneğin Memluklarla girilen mücadele sonucu İmparatorluk topraklarına bağlanan ülkelerde eskiden beri yer etmiş siyasal geleneklere uyularak bir geçiş dönemi uygulanmış, bu amaçla Mısır ve Şam valilikleri sonradan Osmanlı’ya katılan eski Memluk komutanlarına verilmiş, bu şekilde bu iki ülkenin büyük bir kopukluk yaşamadan Osmanlı yönetimine alınması planlanmıştır.566 Bu ve benzeri uygulamalarla Osmanlı’nın işleyen mevcut ekonomik düzen bozulmadan bu bölgelerde ortaya çıkan artı ürüne vergi olarak el koyması mümkün oluyordu. Nitekim Osmanlı yönetimi için de esas olan bu bölgelerden elde edilen vergi gelirlerinin düzenli olarak merkeze aktarılmasıydı. Bu amaca uygun biçimde kanunnameler tek, bütünlük arz eden düzenlemeler olmak yerine, imparatorluğun farklı bölgelerinde yürürlükte olan farklı düzenlemeleri içerecek biçimde eyaletten eyalete, sancaktan sancağa değişiklik göstermekteydi.567 Rus Çarlığı da Barkey tarafından yapılan tanımlamaya göre, Osmanlı İmparatorluğu gibi, merkezileşmenin, çevre bölgelerin rekabetten ziyade pazarlıklar sonucunda merkezle bütünleştirilmesi yoluyla sağlandığı imparatorluklar arasındadır.568 Ancak Barkey Rus İmparatorluğu söz konusu olduğunda merkezileşme ile merkezle bütünleşmenin iki farklı bağlamda ele alınması gerektiğini savunmaktadır; Avrupa toprakları askeri ve diplomatik araçlar kullanılarak İmparatorlukla bütünleştirilirken, Doğu’daki topraklar etkileme ve cezp etme sonucu imparatorlukla bütünleştirilmiştir. Bu bağlamda Barkey’e göre Rus İmparatorluğunun en önemli özelliği, yarı bağımsız büyük toprak sahibi bireylerden merkeze hizmet eden soylular sınıfı yaratması, böylelikle de adem-i merkeziyetçi bir imparatorluğa doğru gitmekte olan bir yapıyı – Batı’da rastlanan güçlü ve bağımsız 565 Şerif Mardin, “Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez-Çevre İlişkileri”, s. 44 566 Kunt, op. cit., s. 116 567 Aydın, op. cit.s. 81 568 Barkey’in bu tip imparatorluklara gösterdiği bir diğer örnek ise Çin İmparatorluğudur. Karen Barkey, Eşkıyalar ve Devlet; Osmanlı Tarzı Devlet Merkezileşmesi, s. 16. 207 derebeylerin ve ara kurumların olmadığı – koruma ve sadakate dayalı hakimiyet tarzına benzeyen, güçlü merkezi bir yapıya dönüştürmesi ve yeni üyelere nispeten açık olan hizmetkar soylular sınıfının, devletin daha sonra pazarlıkta koz olarak kullanacağı, devlet elitiyle bütünleştirme geleneğini yerleştirmesidir.569 Dolayısıyla Rusya’da çevre bölgelerin yönetilmesi konusunda yerel yöneticilerden faydalanılmıştır. Yerel yöneticiler, mevcut konumlarını korumanın yanı sıra Rus soyluları sınıfına da alınmıştır. Bunu yaparken Rus olamayan elitlerin sosyal pozisyonlarının Rus aristokrasisindeki bir pozisyona denk gelmesi durumunda Rus olmayan elitler Rus elitlerle aynı derecede kabul edilmiş, böyle denk bir pozisyonun olmaması durumunda ise bu elitlerle işbirliğine gidilmiş ama söz konusu elitler imparatorluk aristokrasisine eklemlenmemiştir.570 Bu politikanın temel amacı yerel elitlerin de yardımıyla yeni fethedilen bölgelerin imparatorluğa eklemlenmesinin sağlanmasıdır. Her ne kadar Rusya’da soyluluk pek çok farklı gruba açık olsa ve Rus Devleti soyluluk dağıtımı konusunda eli bol davransa da sivil ve askeri hiyerarşinin üst basamakları sadece belli gruplara açıktı. Moskova prensliği döneminden itibaren geçerli olan bu uygulamaya göre sadece hanedan üyelerinin prens olarak ülkeyi yönetmesi mümkündü. Ostrowski’ye göre bu uygulama da Rusların Moğollardan aldıkları bir uygulamaydı.571 Ostrowski bu görüşünü, söz konusu uygulamanın Kiev Rusya’sı ve Bizans İmparatorluğundaki uygulamalardan farklı olmasıyla açıklamaktadır. Buna göre Rusya’yı etkileyen, her biri kendi topraklarına sahip prenslerin Kiev Büyük Prensi olmak için mücadele ettikleri ve içlerinden galip gelen herhangi birisinin büyük prens olabildiği Kiev Rusya’sı ve her ne kadar uygulamada çoğunlukla imparatorluk hanedan içinde babadan oğla geçse de teoride herkesin senato veya ordu tarafından seçilerek imparator olabileceği Bizans değil Moğol İmparatorluğu olmuştur. Rusya’da da, yerel uygulamalar ve mevcut düzenlemeler de büyük ölçüde korunmuştur. Örneğin Kazan Hanlığının fethinden sonra mevcut vergi sistemine dokunulmamıştır. Mevcut vergilerin dışında köylülere yeni yükümlülükler de 569 Karen Barkey, Eşkıyalar ve Devlet; Osmanlı Tarzı Devlet Merkezileşmesi, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999, s. 15 570 Kappeler, Russian Empire: A Multiethnic History, s. 30 571 Ostrowski, op. cit. s. 538 208 getirilmemiş, Rus toprak sahiplerinin, işgücü kıtlığına rağmen, Rus olmayanları serfleştirmesi yasaklanmıştır.572 Böylece işleyen bir yapının imparatorluğa entegre edilmesi kolaylaştırılmıştır. Bu açıdan bakıldığında Osmanlı uygulamasıyla Rus uygulaması arasında önemli bir paralellik görülmektedir. Bununla birlikte Rus İmparatorluğu’nun Osmanlı’dan daha ileri bir merkezileşme düzeyine sahip olduğunu söylemek mümkün. Bunun en önemli nedeni özellikle ilerleyen yıllarda artan bir biçimde çevre bölgelere kolon ihraç edilmesidir. Çevre bölgelerin merkeze bağlanması amacıyla IV. Ivan döneminde çıkarılan kanunlar ile boyarların, majordomaların, hazine memurlarının, sekreterlerin, kasabalarda ve eyaletlerde yönetimden sorumlu kişilerin ve bütün hakimlerin, adaleti nasıl sağlayacağı, mahkemelerin nasıl işleyeceği ayrıntılı bir biçimde belirlenmiş ve böylece yolsuzluğun önlenmesinin yanı sıra eyaletlerde merkezi otoritenin arttırılması hedeflenmiştir.573 Bunun yanı sıra eyaletlerde eşkıyalığı önlemek için uç bölgelerinde starotsy adı verilen ve yerli halk temsilcilerinden oluşan bir sistemin geliştirilmesi ve yerel halkın ileri gelenlerinden vergi toplamakla görevli memurların seçilmesi, eyaletlerdeki namestnili adı verilen valilerin önemini kaybetmesine neden olarak merkezin gücünü arttırmasına katkıda bulunmuştur.574 Rus aristokrasisini merkeze bağlı kılmak ve kontrol etmek için geliştirilen bir diğer sistem mestniçestvo sistemiydi. Buna göre unvanları ne olursa olsun aristokrasisinin tamamı askeri hizmet yapmak zorundaydı. Böylece bu kişiler devletin hizmetinde ve kontrolünde tutulmuş oluyor ve bağımsız hareket etmeleri engelleniyordu. Ivan döneminden sonra yerel yönetimlere yönelik ilk kapsamlı reform I. Petro döneminde gerçekleştirilmiştir. Ancak Riasanovsky ve Steinberg’in de belirttiği gibi bu reform Petro’nun boşa giden belki de en olağanüstü reform çabası olmuştur.575 Bu dönemde yerel yönetimlerle ilgili ilk düzenleme, ilerleyen yıllarda benimsenen ve Petro döneminin genel karakterini belirleyen merkezileşme politikasının istisnalarından birini oluşturan “Belediyelerin Özerk Yönetimi” kanunudur. Merkezi 572 Kappeler, Russian Empire: A Multiethnic History, s. 30 573 Acar, op. cit., s. 70 574 Ibid., s. 71 575 Riasanovsky, Steinberg, op. cit., s. 240 209 idareyi bölgede temsil eden küçük memurların neden olduğu rüşvet ve görevi kötüye kullanmanın önüne geçmeyi ve şehirleri daha sağlıklı idare edilir hale getirmeyi hedefleyen kanun, isteyen şehirlere ve o şehirlerin ileri gelenlerine ve ekonomik hayatındaki etkin ticaret ve meslek erbabına kendi şehirlerini, Rusya merkez idaresi veya şehir idarecilerine bağlı olmaksızın kendi oluşturacakları şehir konsülleri aracılığıyla yönetme hakkı tanımakta, bunun karşılığında özerlik kazanan şehirlerin, iki kat vergi ödenmesini öngörmekteydi.576 Ancak ödenecek vergi miktarının çok yüksek olması, pek çok şehrin uygulamaya itibar etmemesine neden olmuştu. Zaten Petro iktidarının ilerleyen yıllarında da yerel özerkliğe yönelik uygulamalar terk edilerek yerel yönetimlerin merkez tarafından daha etkili biçimde kontrol edilmesini sağlayacak uygulamalar benimsenmiştir. Bu amaçla 1721 ve 1724 yıllarında yeni yerel yönetim kanunları ilan edilirken, yerel yönetimlerin kontrolünü ve işleyişini düzenlemek amacıyla merkezi devletin içinde faaliyet gösterecek olan ve gerekli yerlerde yerel belediyelerin kurulması, bu belediyelerde hukuki ve güvenlik ihtiyaçlarının karşılanması için gerekli düzenlemelerin yapılması, şehirlerin ticaret ve ekonomik hayatlarının düzenlenmesi ve şehirlerin idaresinden sorumlu yönetim organları oluşturulması için gerekli düzenlemelerin yapılmasıyla görevli“Yüksek Belediye İdaresi” kuruldu.577 Petro’nun izinden giden Katerina da çevrenin yönetimi sorunuyla ilgilendi. Özellikle Pugaçev İsyanı sırasında yerel otorite ortaya çıkan boşluk ve çözülme Katerina’nın bu meseleyle ilgilenmesinde önemi rol oynadı. 1775 yılında yapılan reformla ülkenin idari coğrafyası tarihi ve bölgesel özellikleri göz önünde bulundurulmaksızın yeniden yapılandırılmış, eyaletlerin yönetimi atanmış bir vali ile yasama, yürütme ve yargı yetkilerine bölünen kurum ve yetkililere verilmiş ve yerel elitlerin aktif katılımı teşvik edilmiştir.578 Sonuç olarak bakıldığında Osmanlı İmparatorluğu söz konusu olduğunda merkeze uzak bölgelerin, özerk bir yapılanma içinde mi olduğu yoksa bu bölgelerdeki özerk örgütlenme olanaklarının devlet tarafından tamamen engellenmiş mi olduğu konusunda farklı görüşler vardır. Barkey’e göre özellikle 14. yüzyıldan 576 Acar, op. cit., s. 126 577 Ibid., s. 126 578 V. Riasanovsky, Steinberg, op. cit., s. 272-273 210 16. yüzyıla kadar süren dönüşümü boyunca Osmanlı, çeşitli iç güçleri bazen pazarlık ederek, bazen zorla göç ettirerek, bazen de kaba kuvvete başvurarak, kendi istediği gibi şekillendirdi ve sonuçta kullanılan yöntem ne olursa olsun, bölgesel bir elit kurma potansiyeli taşıyan tüm gruplar ile birleşme potansiyeline sahip tüm unsurlar, tamamen devlete bağlanarak, özerk bir örgütlenme yoluna gitmeleri tamamen engellenmiştir. 579 Bununla birlikte ilerleyen yıllarda, topraklarının daha da büyümesine bağlı olarak, İmparatorluğun merkezi olarak nitelendirilebilecek olan ve benzer idari düzenlemeler tabi olan Anadolu ve Rumeli’dekinden farklı olarak çevre bölgelerde dolaylı bir yönetim olduğunu Barkey de teslim etmektedir. Osmanlı açısından bu özerkliğin hem göstergesi hem de nedenlerinden biri olarak kabul edilebilecek olan Osmanlı’nın ele geçirdiği bölgelerdeki uygulamaları sonlandırmaması, hatta kendisinin getirdiği yeni düzenlemelerden çok mevcut yapının, özellikle bu yapı işleyen ve verimli bir yapı ise, sürdürülmesi yönündeki uygulamasıdır. İmparatorluk merkeziyle rekabet içine girmedikleri ve devlete sadık olup devletin kendilerinden beklediği asker, vergi ve ürünleri karşıladıkları sürece merkezle çevre bölgeler arasında çatışma söz konusu değildi. Bu nedenle Aydın’a göre imparatorlukta bir merkez-çevre ilişkisi ve çatışmasından ziyade çok sayıda merkezin hükümran güçle temasta olduğu politik ve hukuki zeminlerden söz edilebilir ve çeşitli idari formlarda örgütlenmiş bu çok sayıda merkez, aslında kendi ekonomik havzalarında “imparator adına” imparatorluğun idamesini sağlayacak biçimde “yönetmektedir.”580 Buna karşın Rusya örneğinde yerel yöneticilerin merkez tarafından kontrol edilme derecesi Osmanlı İmparatorluğundakinden çok daha ileri bir seviyededir ve bu durum çevre bölgelerin İmparatorlukla olan bağlarının daha sıkı olması sonucunu doğurmuştur. Barkey’in de belirttiği gibi Rusya’da merkez, yerel elitlerle kurulan bu ittifakları itaat anlaşmaları olarak yorumlayarak, Osmanlılara nazaran fethettikleri bölgelerde daha sıkı bir denetim kurmuşlardır.581 Aynı noktanın altını çizen Kappeler de özellikle bozkır halklarının geçici bir boyun eğme ya da ittifaklar olarak 579 Barkey, Eşkıyalar ve Devlet; Osmanlı Tarzı Devlet Merkezileşmesi, s. 27 580 Aydın, op. cit., s. 82 581 Barkey, Farklılıklar İmparatorluğu: Karşılaştırmalı Tarih Perspektifinden Osmanlılar, s. 54- 55 211 gördükleri anlaşmaların Ruslar tarafından daimi bir itaat olarak algılandığını, buna bağlı olarak da ayrılmayı bir ihanet olarak algılayarak buna karşı sert önlemler aldıklarını belirtmektedir.582 Buna göre yeni tebaanın sadakatinin sağlanması en önde gelen konuydu ve gerektiğinde askeri yöntemlerin kullanılmasını da içeriyordu. Bu politika imparatorluğun Rus olmayan nüfusa karşı uygulanan politikalarla da yakında ilişkilidir. 2.2.1.3 Ekonomik Güç: Sanayi öncesi imparatorlukların belki de en önemli sorunu, emperyal politikaları finanse edebilecek büyüklükte bir merkezi hazine kurulmasıdır.583 Bu bağlamda Osmanlı İmparatorluğu’nda imparatorluğa geçişin başlangıcı olan II. Mehmet döneminde bir imparatorluk ekonomisi kurulması ve imparatorluğun ekonomik anlamda güçlendirilmesi konusu büyük önem taşımıştır. İmparatorluk ekonomisi ve ticaretinin örgütlenmesine yaklaşımında Osmanlı rejimi, öncelikle merkezi hazinede mümkün olduğu kadar çok kıymetli maden biriktirmeyi amaçlamaktadır ve İnalcık’a göre bu, her durumda kamu gelirlerini ekonomi dışı amaçlarla azamiye çıkarma çabası olarak tanımlanan gelirciliğin (fiskalizm) Osmanlı İmparatorluğu’nun temel ilkeleri arasında olduğunu göstermektedir. Bu yaklaşımla, gelir üstünden vergi yoluyla pay alan Osmanlı, toplumsal geliri arttırma yöntemleriyle ise ilgilenmemiştir.584 Fatih Mehmet döneminde devleti dönüştürerek imparatorluk yapılanmasını kurumsallaştırma ve merkezileşme doğrultusundaki politikalar da önemli kaynak gerektirmiştir. Dolayısıyla yeni bir imparatorluk ekonomisi oluşturmayı hedefleyen düzenlemeler ve mali politikalar toplumda önemli hoşnutsuzluklara neden olmuştur. Bu nedenle kendisinden sonra tahta çıkan II. Bayezid, daha ılımlı ve uzlaşmacı bir politika izlemek durumda kaldı. Bununla birlikte, Fatih döneminde izlenen politikaların meyveleri de bu dönemde alınmaya başlandı. II. Bayezid’in genellikle barışçı ve bağışlayıcı olarak nitelendirilen saltanatı, ülke içinde hatırı sayılır bir gelişmeye tanık olurken, merkezi hazine de çok büyüdü ve bu, devletin orduyu ve 582 Kappeler, Russian Empire: A Multiethnic History, s. 23 ve 27 583 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi Cilt I: 1300-1600, s. 54 ve 81 584 Belge, op. cit., s. 78 212 donanmayı güçlendirmesini, ateşli silahlarla donatılmış yeniçeri sayısının arttırılmasını, Cenovalı mühendislerin gözetimi altında o güne dek Akdeniz’de görülmemiş büyüklükte savaş gemileri inşa etmesini olanaklı kıldı.585 Bayezit’ten sonra tahta çıkan oğlu Selim döneminde ise, gerçekleştirilen fetihler Osmanlı ekonomisini de etkilemiş, özellikle Mısır ve civarındaki bölgenin fethedilmesi Osmanlı için aynı zamanda önemli ekonomik büyüme ile sonuçlanmıştır. Mısır ve Arap Yarımadası’nın kuzeyinin ele geçirilmesinden sonra, karayolları üzerinde zaten Osmanlıların elinde olan Doğu-Batı ticaretinin deniz yolları da Osmanlıların kontrolü altına girmiş, böylece bu ticaretin bütün güzergâhları ve bütün kilit kavşaklar Osmanlıların eline geçmiş ve Osmanlılar için yeni gelir kaynakları sağlanmıştır.586 Bunun yanı sıra “Bereketli Hilal” olarak adlandırılan Mezopotamya ile Mısır’ın Nil kıyısını içeren tarım gelirleri yüksek bölge de Osmanlıların eline geçmiş oldu. Osmanlı’da II. Mehmet döneminde merkezileşme politikalarının desteklenmesi için önemli kaynaklara ihtiyaç duyulmasına benzer biçimde Rusya’da da Petro dönemi uygulamaları önemli mali kaynak gerektirmiş, bunun için ekonominin yeniden yapılandırılmasına gidilmişti. Ancak aynı zamanda uzun yıllar süren savaşın da finanse edilmesi gerekiyordu. Bu nedenle öncelikle devletin gelirlerini arttırmanın en kolay yolu olan vergilerin arttırılmasına gidildi. Vergiler hem çeşit hem de miktar olarak arttırıldı. Bunun yanı sıra ülkedeki değerli maden miktarının korunması ve yükseltilmesi için merkantilist politikalar izlenmeye başlandı. Blanc, bu politika bağlamında değerli madenlerin ihracının yasaklanması ve yabancı tüccarların gümrük ödemelerinde kullandıkları yabancı para birimlerinin gerçek değerinin %50 altında kabul edilmesiyle mümkün olan en yüksek değerli maden miktarının tekelleştirilmeye çalışıldığını belirtmektedir587 . Petro her ne kadar savaşı ön plana alan bir ekonomi politikası geliştirse de bu politika sadece gelirlerin kısa vadeli olarak arttırılmasından ibaret değildi. Bunun için vergilerle elde edilen gelir Rus ekonomisini yeniden yapılandırmaya da kanalize ediliyordu. Bu doğrultuda askeri 585 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi Cilt I: 1300-1600, s. 55 586 Belge, op. cit., s. 72 587 Simone Blanc, “The Economic Policy of Peter the Great”, William L. Blackwell (Der.), Russian Economic Development From Peter the Great to Stalin, New York, Franklin Watts, 1974, s. 29 213 ihtiyaçlara bağlı olmayan sanayilerin geliştirilmesine gidildi. Artık işletme ve endüstri, ulusal etkinliğe katılan özer unsurlar olarak algılanıyor, savaş, donanma ya da maliyeyle ilişkili bir kaynak olarak düşünülmüyordu.588 Ancak Petro’ya göre Rus sanayisinin gelişmesi için korunması gerekiyordu. Blanc’a göre Petro “inançlı bir korumacıydı”: yanında kendi mallarını getiren deniz ötesi tüccarlar Rus tüccarları ve mallarını tehdit ettiği sürece, Petro onları korumak için yabancı tüccarları ve mallarını “geri püskürtüyor”, yabancı tüccarlar tarafından ithal edilen mallar üzerinde yüksek vergiler uygulanmasının ötesinde, ithalat kısıtlanıyor hatta tamamen yasaklanabiliyordu.589 Bu dönemde ayrıca sanayide özel girişimin varlığı da desteklenmiştir. Ancak söz konusu destek daha çok bir zorlama biçimini almıştı. Çünkü Petro Rusların yeniliğe karşı olduğuna, kendi isteğiyle sanayi sektörüne girmeyeceğine inanıyor ve bu nedenle zorlama olmazsa endüstride hiçbir başarıya ulaşılamayacağını düşünüyordu.590 Bu nedenle zorlayıcı yöntemlere de başvurarak Rus endüstrisini geliştirme yoluna gitti. Kahan bu süreci “zorunlu ekonomik ya da sınai gelişme” olarak nitelendirmektedir.591 Bunun için Petro yurt dışından yabancı imalatçı ve zanaatkârlar getirtti, Rusları da yurtdışına zanaat öğrenmek üzere gönderdi ve aynı zamanda ülkede de eğitim alınabilecek okul ve merkezler kurdu. Bunun yanı sıra yasal düzenlemeler, krediler, ödenekler ve muafiyetlerle endüstrinin gelişimini teşvik eden önlemler aldı. Böylece Rusya’da devlet, İmparatorluğun sanayileşmesi için bir öncü olmanın yanı sıra, gerek verdiği mali destek gerekse de koruyucu rolüyle önemli bir ekonomik aktör haline geldi. 588 Ibid., s. 35 589 Ibid., s. 29 590 Petro bu düşüncesini şu sözlerle ifade etmektedir: “İyi ve gerekli olmasına rağmen, alışılmamış olduğu için bizim halkımız mecbur edilmedikçe bu konuda bir şey yapmayacaktır.” Rus halkını çocuklara benzeten Petro, “hoca öğrencileri zorlamadıkça öğrenciler alfabeyi asla örenmeyecektir ve başlangıçta surat assalar bile öğrendiklerinde bunun için minnettar olacaklardır” sözleriyle de bu düşüncesini dile getirmiştir. Nitekim Klyuchevsky, Petro’nun 1723 yılında, 30 yıllık iktidarından sonra “Her şey zorla yapılmadı mı ve insanlar sonuçtan memnun değil mi?” dediğini aktarmakta ve Petro’nun yönetim mantığının önemli bir parçasının altını çizmektedir. Klyuchevsky, op. cit., s. 134. Kahan’a göre Petro’nun yaklaşımı, Rusya’yı Batı Avrupa’yla karşılaştırmasından ve bunu yaparken, Rusya ile Avrupa arasında mülkiyet hakları, riskler ve yatırım getirisi farklarını göz ardı etmesinden; kendisini, halkının koruyucusu olarak görmesinden; Rusya’da uzlaşma ve iknanın henüz buyruk ve açıkça zorlamanın yerini almamış olmasından kaynaklanmaktadır. Arcadius Kahan, “Continuity in Economic Activity and Policy During the Post-Petrine Period in Russia”, William L. Blackwell (Der.), Russian Economic Development From Peter the Great to Stalin, New York, Franklin Watts, 1974, s. 67 591 Kahan, op. cit., s. 54 214 Osmanlı’da ise İmparatorluğu büyümesi, aynı zamanda ekonomisin de büyümesi anlamına gelmemiş ve mevcut ekonomik yapı bu büyükte bir imparatorluk olmanın ortaya çıkardığı ihtiyaçları karşılayamamıştır. Kanuni Süleyman döneminde Topkapı Sarayı’nın nüfusu ve masrafı durmadan ve hızla artarken, ordu da büyümüş ve merkezi yönetimin her türlü masrafı artmıştı.592 Osmanlı ekonomisinde yaşanan gerileme hem iç hem de dış sebeplerden kaynaklanmaktadır. İç nedenler tamamen imparatorluğun toplumsal yapısından kaynaklarken dış nedenler daha çok dünya ekonomik sisteminde yaşanan dönüşümle ilgilidir. Bununla birlikte, dış nedenlerin imparatorluktan tamamen bağımsız olduğunu söylemek mümkün değildir. Neticede Osmanlı ekonomisinin dünya ekonomisinde yaşanan gelişmelere kendisini adapte edememesi de yine imparatorluğu ekonomik ve toplumsal yapısıyla ilişkilidir. İmparatorluk nüfusunda yaşanan büyüme ekonomi üzerinde olumsuz sonuçlar doğuran iç gelişmelerden biridir. Nüfus ile ekonomik kaynaklar arasında artan bir uyumsuzluğun baş göstermesi sonucu ekonomik küçülme ve yoksullaşma olarak kendini hissettiren nüfus baskısı, 1580-1620 döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşadığı ekonomik kriz ve yapısal değişimin iç nedenleri arasında ele alınabilir.593 Tarımsal üretimin artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılayacak biçimde artış göstermemesi tahıl fiyatlarının yükselmesine neden oldu. Fiyatlarda yaşanan artış devlet memurlarının topladığı sabit parasal vergilerin düşmesine yol açınca topladıkları vergiler karşılığı askeri hizmet vermek zorunda olan memurlar, mali baskının artması sonucu görevlerini yerine getiremez hale gelerek topraklarını terk ettiler ve terk edilen bu topraklar, merkezin belirlediğinden çok daha fazla vergi talep eden askeri görevlilerin ve taşra yönetimindeki nüfuzlu kişilerin eline geçti.594 Bu durum da köylüleri yoğun bir ekonomik baskı altında sokarak, toplumsal huzursuzluğa yol açtı. Nüfus baskısının önüne geçmek için Osmanlı’nın yapabileceği daha fazla toprağın tarıma açılması ya da entansif tarıma geçilmesi, yani mevcut tarımsal faaliyetten daha fazla ürün alınması için girişimde bulunmak olabilirdi. Ancak Osmanlı Devleti, çok nadiren bu tür girişimlerde bulunmuştur. Buna karşılık, 592 Belge, op. cit., s. 77 593 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi Cilt I: 1300-1600, s. 66 594 Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, s. 23 215 Avrupa’da, görece küçük devletler arasındaki şiddetli rekabetin nüfus baskısı ile birleşmesi, Avrupaları entensif tarıma ve ülke içinde emeğin daha entansif kullanılmasına yöneltmiş,595 dış ticarette de merkantilist bir politika benimseyen bu devletler, Osmanlı gibi sadece kısa vadede topladıklar vergi gelirlerinin arttırılması amacını aşarak ekonomilerini dönüştürmüş ve uzun vadede daha güçlü bir ekonomiye ve buna bağlı olarak da daha çok gelire sahip olmayı başarmışlardır. İnalcık Osmanlı gerilemesinin, üstün Avrupa askeri teknolojisinden olduğu kadar, Batı Avrupa’nın modern ekonomik sisteminden de kaynaklandığını ifade etmektedir.596 Buna göre Osmanlı ekonomisinin ve para sisteminin 17. yüzyılda uğradığı çöküntünün ardında, bu sırada Doğu Akdeniz’de Venediklilerin yerini alan Batı ülkelerinin saldırgan merkantilist politikaları yatıyordu. Osmanlı yönetimi ise bu yolu izlemek yerine, vergi gelirlerini toplamaya başlayan yerel yöneticilerle işbirliğine gitmeyi tercih etti. Amacı yerel yöneticilerin gücünün artmasını önleyerek üstünlüğünü yeniden kurmaktı ancak sonuç beklendiği gibi olmadı. Vergi toplama karşılığında askeri hizmet sağlama biçimindeki klasik sistemin çökmesinden sonra vergilerin gittikçe daha büyük bir bölümü, en fazla miktarı devlete peşin olarak ödeyenin vergi toplama hakkını elde ettiği iltizam sistemi yoluyla toplanmaya başladı ve mültezimler yarı resmi bir konum elde etmiş oldular.597 Keyder’e göre böylece, tarımsal artığın toplanmasına olanak sağlayan meşru bir konumun siyasi güce dönüştürülebileceği tehlikeli bir statü yaratılmış, Osmanlı toprakları iltizam hiyerarşisini denetiminde tutan ayanın gittikçe artan hakimiyetine girmiştir. Vergi toplamada yaşadığı sorunlar nedeniyle devlet, 18. yüzyıldan itibaren sık sık yerli ailelerin nüfuzu ve gücüne başvurmuş, bu aileler, devlete yaptıkları idari, iktisadi, mali ve askeri yardımlar dolayısıyla konumlarını kuvvetlendirerek devlet için vazgeçilmez ve her zaman başvurulan unsurlar haline gelmişlerdir.598 Bunun en önemli nedenlerinden biri bir bölgede kısa süre valilik yapanların, bu zaman içinde zengin olmayı düşünmesinden dolayı, halktan mümkün olan en çok vergiyi almaya çalışması, bunun da halkı devletin istediği vergiyi 595 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi Cilt I: 1300-1600, s. 89 596 Ibid., s. 57 597 Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, s. 25 598 Yücel Özkaya, Osmanlı İmparatorluğu’nda Ayanlık, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1994, s. 304 216 ödeyemez hale getirmesinin599 yanı sıra toplumsal karışıklıklara da neden olması dolayısıyla, belli bir bölgede sürekli bulunan yerli ailelerin vergi toplama konusunda daha etkin olması olduğu söylenebilir. Osmanlı İmparatorluğu açısından askeri güçte meydana gelen gerilemeyi, devletin ekonomik gücünden ayırmak mümkün değildir. Bu bağlamda İran’la girilen ve devleti iki cephe arasında bölen mücadele önemli bir rol oynamaktadır. 16. yüzyıl sonundan 17. yüzyıl başına kadar Avusturya ve İran’la eş zamanlı askeri mücadele yürütmek, İmparatorluğu yalnız askeri olarak değil mali açıdan da büyük yıkıma uğratmıştır. Bu süreçte ateşli silahlarla donatılmış piyade birliklerini savaş meydanına sürme ihtiyacı, yeniçerileri sayısı ile birlikte Anadolu’dan toplanan paralı asker sayısında da önemli artışa neden olmuş, geçici barış dönemlerinde hizmetlerine ihtiyaç duyulmayan ve bu nedenle maaş alamayan bu askerler Anadolu’da, başta haraç toplamak olmak üzere çeşitli karışıklıklara neden olmuşlardır.600 Celali isyanları olarak adlandırılan bu karışıklık dönemi, İnalcık’ın da belirttiği gibi, kırsal nüfustaki azalmanın ve Anadolu tarımının yıkıma uğramasının başlıca nedenlerindendir. Askeri harcamalar nedeniyle ekonominin dengesinde meydana gelen bozulma 17. yüzyıldan itibaren derinleşerek devam etti. Askeri gücün zenginliğin başlıca aracı olarak görülmesi, askeri emperyalizmin Osmanlı fetih anlayışının temelini oluşturmasına neden oluyordu.601 Bu açıdan fetihler, yeni ülkeler kazanmanın hazineye katacağı ganimet ve bu ülkelerden elde edilecek yeni vergi gelirlerinin yanı sıra, tarımın en önemli ve gerekli ekonomik faaliyet olarak tanımlanması nedeniyle yeni topraklar fethetmenin bu ekonomik faaliyete yapacağı katkı dolayısıyla da önemseniyordu. Bu nedenle de fetihlerin durması, ekonomisini dönüştüremeyen devletin gelir kaynaklarını önemli ölçüde azaltıyordu. Pre-kapitalist ekonomi hala büyük ölçüde ayni ilkeler çerçevesinden yürütülürken, büyüyen devletle birlikte 599 Ibid. s. 96 600 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi Cilt I: 1300-1600, s. 59. Ayrıca bknz. Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası “Celali İsyanları”, İstanbul, Cem Yayınevi, 1995, William J. Griswold, Anadolu’da Büyük İsyan (1591-1611), İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2002, Karen Barkey, Eşkıyalar ve Devlet; Osmanlı Tarzı Devlet Merkezileşmesi. 601 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi Cilt I: 1300-1600, s. 81 217 nakit ihtiyacı da büyüyor, ancak vergilerden elde edilen nakdi gelir de verimli biçimde kullanılamıyordu.602 Öte yandan batılı merkantilist hükümetler sanayi ve manifaktüre ağırlık tanıyarak, kapitalist bir sistem altında sürekli genişleyen sanayi ve pazar aracılığıyla gelişen bir ulusal zenginlik ekonomisi yaratmayı başarmış ve böylece fetihle toprak kazanmayı vurgulayan bir imparatorluk politikasına bağlı kalan ve manifaktür alanında lonca sistemine, toprak tasarrufu ve tarım alanında mîrî devlet kontrolü yöntemine önem veren Osmanlı İmparatorluğu karşısında üstün konuma geçmişlerdir.603 Batı karşısında üstün konumunu kaybetmeye başlayan İmparatorluk bu doğrultuda yürüttüğü ve gittikçe savunmaya dayalı olmaya başlayan savaşlar için kaynak bulmakta da zorlanmaya başlamıştı. Osmanlı ekonomisini olumsuz etkileyen bir diğer gelişme 16. yüzyıl sonundan itibaren ucuz gümüş akışı oldu. Ucuz gümüş akışının en önemli sonucu gelirlerin nominal değerlerinin aynı kalmasına karşılık gerçek değerlerinin büyük ölçüde düşmesidir. Bu duruma ek olarak paranın istikrarsızlaştırılması bir yandan yeniçeri ayaklanmalarına neden olurken diğer yandan sipahiler ve diğer tımar sahiplerinin gelirlerini arttırmak için vergi oranlarını arttırmaları ve yeni gelirler icat etmeleri dolayısıyla halkta önemli hoşnutsuzluklara yol açmıştır.604 Osmanlı düzenin ilk başlarda getirdiği avantajlardan pek çoğunu yitiren halk, sık sık ayaklanmanın yanı sıra topraklarını terk ederek çeşitli çetelere katılmış ya da kentlere göç ederek buralarda büyük iskân, istihdam ve beslenme sorunlarının ortaya çıkmasına yol açmıştı.605 Bunun Osmanlı için doğurduğu en önemli sonuç nüfusun imparatorluğa bağlılığını azaltması ve üzerine kurulu olduğu ideolojik iktidarın, bu iktidarın kaynaklarından olan adalet ve refah söylemlerinin çözülmeye başlamasıyla birlikte zedelenmesidir. Böylece 17. yüzyıla gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu ekonomik olarak kendisini dönüştürememiş olması dolayısıyla bu gücünü büyük ölçüde kaybetmeye başlamıştı. Bu açıdan bakıldığında Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomik güce dayalı bir imparatorluk olmadığı açıkça ortaya çıkmaktadır. Ancak bu dönemden 602 Belge, op. cit., s. 78 603 Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi Cilt I: 1300-1600, s. 82 604 Ibid., s. 60 605 Stanford J. Shaw, Ezel Kural Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye Cilt: 1, İstanbul: E Yayınları, 1982, s. 242 218 itibaren dünya sahnesinde ortaya çıkan ve varlığını ve etkisini hissettirmeye başlayan imparatorluklar, büyük ölçüde ekonomik güce dayanan imparatorluklar olmaya başladı. İspanya ve Portekiz’le başlayan ve Britanya örneğinde doruğuna ulaşan bu imparatorlukların ortak özelliği hepsinin deniz imparatorlukları olmalarıdır. Sömürge imparatorlukları biçimini alan bu imparatorlukları harekete geçiren en önemli unsur ekonomidir. Coğrafi konumları ve Avrupa’nın güçlü devletlerden oluşan siyasi yapısı, bu devletleri ekonomik zenginliği denizaşırı topraklarda aramaya itmiştir. Osmanlı İmparatorluğu ise, daha önce belirtildiği gibi, deniz gücüne verdiği önemi uzun süre devam ettirememiş ve önemli bir deniz gücü olarak ortaya çıkamamıştır. Oysaki ne kadar büyük topraklara sahip olursa olunsun dönemin ekonomik zenginliği büyük ölçüde denizaşırı ülkelerden gelen altın ve gümüşe dayalı olmaya başlamıştı. Ancak bunlar da sınırlı kaynaklardı ve sürekli bir zenginlik sağlamaları mümkün değildi. Nitekim ekonomilerini büyük ölçüde yeni fethettikleri ülkelerden gelen altın ve gümüşe bağlamış olan İspanya ve Portekiz gibi devletler zamanla güçlerini kaybederken, gerek ekonomik ve gerekse de askeri gücü bir ada devleti olması dolayısıyla deniz gücüne dayanan Britanya, ele geçirdiği ülkelerin ekonomilerini dönüştürüp kendi ekonomisine bağlayarak bu zenginliği, fethettiği ülke halklarının aleyhine, sürekli kılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nda ise Ortaçağ’a özgü koşulların doğurmuş olduğu ve 16. yüzyılın sonlarına yaklaşırken hala ok-yay, kılıç ve mızrak gibi silahlarla savaşan süvariler yetiştiren tımar sistemi onarılmaz bir biçimde parçalanırken yerini, paralı tüfekçilerden oluşan bir ordu ile, gitgide nakdi vergi tahsilatına dayalı bir merkezi hazineye bırakmış, Osmanlı akçesinin yerini ise Avrupa paraları alırken ekonomi, Avrupa merkantilizminin yörüngesine girmiştir.606 Osmanlı ekonomisi dünya ekonomisindeki gelişmelerin uzağında kalır ve bundan olumsuz bir biçimde etkilenirken Rusya ekonomik gelişmelere uyum sağlamaya çalışmış, bu bağlamda II. Katerina bazı alanlarda katı merkantilizmden, giderek popülerleşen ve yaygınlaşan serbest girişim ve ticarete kadar farklı politikaları uygulamaya koymuştur.607 Bu politikalar çerçevesinde devlete ait işletmelerin bir kısmı satılarak özel mülkiyet haline getirilmiş, ancak buna, devletin 606 Belge, op. cit., s. 78, İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi Cilt I: 1300-1600, s. 60, 607 Riasanovsky, Steinberg, op. cit., s. 274 219 özel işletmeler üzerindeki denetiminin artışı eşlik etmiş; Petro döneminin katı merkantilizminin yerini daha gevşek bir merkantilizm almıştır.608 Petro ve Katerina dönemlerinde batıdaki fetihlerle Baltık ülkelerinin ve Polonya’nın İmparatorluğa bağlanması Rusya’ya Avrupa devletleriyle ticaret yolunu açmıştı. Ancak Osmanlı için olduğu gibi Rusya için de bu dönemde ekonomide köklü bir dönüşümden söz etmek mümkün değildir. Ekonominin temelini toprak aristokrasisine verilen ayrıcalıklar altında ezilen serflik oluşturmaya devam ediyordu. Devletin artan ihtiyaçlarını karşılamak için vergileri ya da vergilerin temel kaynağını oluşturan serfler üzerindeki yükümlülükleri arttırmak, serfliğin kaldırılışına kadar en sık başvurulan yol olmayı sürdürdü. Üstelik Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi tarımın eski ve geri kalmış yönetmelerle yapılıyor olmasının yanı sıra serf emeğinin kullanılıyor olması işgücünün de verimsiz olmasına neden oluyordu. Bu da tarımsal üretimin de gerçekte olabileceğinden daha düşük seviyelerde kalmasına yol açıyordu. Bununla birlikte 18. yüzyılda Rus ekonomisinde köklü olmasa da önemli denebilecek değişimler de yaşanıyordu. Petro döneminde devlet öncülüğünde başlayan sanayileşme Petro’dan sonra da devam etti. Ancak Baykov’un da belirttiği gibi Batı Avrupa devletleriyle karşılaştırıldığında Rusya’da nüfus artışı çok daha hızlı olmasına karşılık, Rus sınai büyümesi çok daha yavaştı.609 Üstelik nüfus artışının büyük ölçüde kırsal alanda gerçekleşmesi sanayide çalışacak işgücü ihtiyacını da doğurmuştu. Serflik kurumu nedeniyle bu dönemde fabrikalarda çalışacak serbest işgücü bulmak önemli bir sorundu. Bu soruna yönelik çözüm arayışının serfliğin kaldırılmasına yol açması beklenirken bu ancak 1861 yılında gerçekleşti. Bu tarihe kadar olan ise serfliğin sanayiye taşınması oldu. Bunun için “mülkiyetli işçilerin” çalıştığı “mülkiyetli fabrikalar” kuruldu. Bu sistemde fabrikalarda, bir kişiye değil bir fabrikaya ait olan sanayi serfleri çalışıyor, daha doğrusu toprak sahipleri ipotek karşılığı serflerinin işçiliğini kullanıyordu.610 Böylece her ne kadar çalıştıkları mekan dışında serfliğin temel yükümlülükleri devam etse de Rusya’da sanayi işçiliği ve işçi sınıfı gelişmeye başlıyordu. 608 Kahan, op. cit., s. 65 609 Alexander Baykov, “The Economic Development of Russia”, William L. Blackwell (Der.), Russian Economic Development From Peter the Great to Stalin, New York, Franklin Watts, 1974, s. 6 610 Riasanovsky, Steinberg, op. cit., s. 289 220 2.2.1.4 İdeolojik Güç: Emperyal Toplum İmparatorlukların ideolojik gücü, varlıklarını ve uyguladıkları politikaları meşrulaştırma aracı olarak kabul edilebilir. Belli bir bölgedeki iktidarlarını meşrulaştırmaları, o bölgeyi yönetme hakkına sahip olduklarını öne sürmeleri bu güçle ilgilidir. Bunun bir ayağını da meşruluğunu diğer devletlere karşı ortaya koymak oluşturmakla birlikte asıl önemli olan yönetimi altında bulunan nüfusun bu meşruiyeti ve dolayısıyla imparatorluğun yönetimini kabul etmesidir. Dolayısıyla imparatorluğun varlığını olduğu gibi bütünlüğünü de koruması diğer güç unsurlarının yanı sıra ideolojik gücüne de bağlıdır. Ancak bunun için ideolojik gücün, bu gücün önemli bir boyutunu oluşturan söylemlerle sınırlı olmaması gerekmektedir. Bunun için diğer güç unsurlarıyla ideolojik söylemin desteklenmesi gerekmektedir. Aksi takdirde, uygulamaya konan politikalarla ideolojik söylemin altının doldurulmaması ya da doldurulamaması, imparatorluğun ideolojik anlamda güçsüz olduğuna işaret edecektir. Dolayısıyla bu noktada devletin nasıl yönettiği büyük önem taşımaktadır. Bu bağlamda imparatorlukların dikkate almak zorunda oldukları ve belki de onları en çok zorlayan konu yönettikleri nüfusun karakteridir. 2.2.1.4.1 Farklılığa Dayalı Toplumsal Yapı İmparatorlukların toplumsal yapısından söz ettiğimizde farklılıkların bir arada bulunduğu bir yapı ile karşılaşırız. Etnik, dilsel, dinsel hatta mezhepsel açıdan farklı özelliklere sahip pek çok insan grubu imparatorluk toplumunun bir parçasıdır. Bu nedenle imparatorlukların kendilerini kabul ettirmek için farklılıklar üzerine kurulu bu yapıya yönelik bir politika, ya da genelde olduğu gibi farklılaşan esnek politikalar geliştirmeleri gerekmektedir. Bu politikaların önemli bir bölümünü uygulamaya yönelik olanlar oluşturmaktadır. İmparatorluklar bireyler ve toplumlar arası siyasi eşitlik temeline üzerine kurulmamıştır; imparatorluğun etki alanı eşitsiz bir yönetime tabi olan halktır çünkü bir grubun yöneticisi diğer bir grubun siyasal hayatını kimin yöneteceğini belirlemektedir.611 İmparatorluk yöneticileri, bu farklılıkları yönetirken hoşgörüden asimilasyona hatta ortadan kaldırmaya varan bir yelpazede farklı politikalar benimsemektedir. Benimsenen bu politika söz konusu imparatorluğun 611 Doyle, op. cit., p. 36 221 toplumsal yapısını belirlediği gibi, imparatorluk sona erdikten sonra bu topraklarda var olacak toplumsal yapının alacağı biçimde de önemli bir etkiye sahip olmaktadır. Osmanlı Devleti ilk kuruluşundan itibaren özellikle Batı doğrultusundaki ilerleyişinde, nüfusunu genlikle Hıristiyanların oluşturduğu bölgeleri topraklarına katmıştır. Dolayısıyla Osmanlı Devleti daha ilk yıllarından itibaren farklı din, dil, etnik kökenlere sahip, yani farklılıklardan oluşan bir nüfus yapısına sahip olmuştur. Üstelik bu süreçte gerek devlet topraklarının genişletilmesine yönelik savaşlarda gerekse de devlet kurumlarının oluşumunda bu farklı unsurlar bir arada yer almışlardır. Daha önce belirtildiği gibi dini nitelikli olması beklenen gaza savaşlarında Müslümanlarla Hıristiyanlar yan yana savaşmış, Bizans İmparatorluğu’nda görev yapmış kişiler, bu devletin yerine ve mirasına aday olan Osmanlı Devleti’nde de kendilerine yer bulmuşlardır. Bunun yanı sıra Osmanlı Devleti’nde zorla din değiştirmenin tek örneği olan devşirme sistemiyle Müslüman olmayan nüfusa devlet yönetiminde yükselme olanağı tanınmıştır. Böylece Osmanlı toplumunun yanı sıra devlet yönetiminde de, başlangıçtan itibaren farklılıklar korunarak bir arada var olmalarına olanak tanınmıştır. Rus Devleti Moskova Prensliği döneminden itibaren farklı etnik grupları içeren bir devlet olmasına rağmen, çokuluslu bir imparatorluk haline gelmesi, Kazan Hanlığı’nın 1552 yılında fethedilmesiyle gerçekleşmiştir. Kazan Hanlığı’nın fethinin önemi, ilk kez bu fetihle birlikte farklı dini inanışa sahip bağımsız bir birimin Rusların kontrolüne girmiş olmasıdır. Bundan dört yıl sonra, yine Altın Orda sonrası kurulan devletlerden biri olan Astrahan Hanlığı’nın fethiyle birlikte bu yapı pekişmiştir. Tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi Rusya’da bu devletlerin İmparatorluğa katılmasıyla birlikte, bu devletlerin Müslüman-Tatar nüfusu, Rusya’nın yalnız toplumsal yapısını değiştirmekle kalmamış, yönetiminde de yer almıştır. 2.2.1.4.1.1 Farklılığın Yönetimi Osmanlı İmparatorluğu’nda fetihleri izleyen dönemde, bu bölgelerin devletle bütünleştirilmesi sürecinde, buralarda yaşayan halklar Müslümanlaştırılmaya çalışılmamıştır. Bunun sebebi yeni kültürel ve dini grupların merkezle bütünleştirilmesi, iskan edilmesi ve imparatorluğun refahına katkıda bulunmaya ikna 222 edilebilmeleri için farklı kimliklerin saygıyla karşılanması gerekliliğidir.612 Bu durum Osmanlı imparatorluğunda millet sistemi olarak adlandırılan bir yapılanmanın oluşturulmasını da beraberinde getirmiştir. Bu sistem çerçevesinde Osmanlı İmparatorluğu Türk ve Müslüman olan egemen sınıfın bu özelliklerini paylaşmayan toplulukları, değiştirmeye, asimile etmeye ya da ortadan kaldırmaya çalışmadan, İmparatorluk bünyesinde korumayı tercih etmiştir. Osmanlı tarafından kurulan millet sistemi, Belge’nin ifadesiyle çok-uluslu ve çok-dinli bir imparatorluğu bir arada tutmak ve yönetmek için gerçekçi ve akılcı bir düzen getirmektedir.613 Osmanlı bu yerli unsurları din değiştirmeye zorlamak yerine, vergi mükellefi üreticiler olarak muhafaza etmeyi tercih etmiş, farklılığı aynılığa çevirme girişiminde bulunmamıştır.614 Sistem kapsamında millet olarak tanımlanan cemaatler, günlük yaşamlarında ve içişlerinde kendi bildikleri şekilde yaşamaya ve davranmaya devam ediyorlardı. Cemaatlerin devletle olan ilişkileri ise büyük ölçüde devlet tarafından atanan cemaat liderleri aracılığıyla yürütülmekteydi. Yerel cemaat liderleri, dini özerkliklerini ve cemaatlerinin varlığını müdahaleden korumak için Osmanlı yönetimiyle sistemin işlemesi konusunda işbirliğine gitmeyi tercih ediyorlardı.615 Rus İmparatorluğunun topraklarında yaşayan farklı halklara yönelik sistemli bir politika geliştirmesi ise ancak 18. yüzyılda gerçekleşmiştir. Katerina, iktidarı döneminde, kendisinden üç yüzyıl sonra Osmanlı İmparatorluğunu yönetmiş olan II. Mehmet’in yapmış olduğu gibi, İmparatorluk toplumundaki farklılığın yönetimi için, hoşgörüyü temel alan çeşitli düzenlemeler getirmiştir. Bunun öncesinde izlenen politikalar çeşitlilik göstermekle birlikte, büyük ölçüde farklı kimliklerin, özellikle dönemin baskın kimliği olan dini kimliklerin, standartlaştırılması doğrultusundaydı. Bunun anlamı zorla din değiştirme ve asimilasyonun, devletin farklı grupları da içerecek biçimde genişlediği ve bir imparatorluğa dönüştüğü dönemin belirleyici politikası olmasıdır. 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ise daha pragmatik bir dinsel dahil etme modeline yönelerek, “hoş görülen inançlar” fikri geliştirilmiş, 612 Barkey, Eşkıyalar ve Devlet; Osmanlı Tarzı Devlet Merkezileşmesi, s. 31 613 Belge, op. cit., s. 262 614 Kılıçbay, Feodalite ve Klasik Dönem Osmanlı Üretim Tarzı, , s. 319 ve Barkey, Farklılıklar İmparatorluğu: Karşılaştırmalı Tarih Perspektifinden Osmanlılar, s. 162 615 Barkey, Farklılıklar İmparatorluğu: Karşılaştırmalı Tarih Perspektifinden Osmanlılar, s. 155 223 böylece farklılığın yönetimi konusunda önemli bir değişikliğe gidilirken bu konudaki Rus politikası Osmanlı politikasına yaklaşmıştır.616 2.2.1.4.1.1.1 Osmanlı Millet Sistemi Osmanlı millet sistemi temel olarak dini farklıklara dayanan bir sistemdi. Dini aidiyetin her türlü aidiyetten önce geldiği bir dönem olan 15. yüzyılda kurumsallaşan millet sisteminin dini farklılıklara göre düzenlenmiş olması olağandır. Ancak daha önce de bahsedildiği gibi Osmanlı Devleti, kuruluş dönemi itibariyle Müslümanlarla, özellikle Rum Ortodoks Hıristiyanlar arası ilişkilerin oldukça geçişken, esnek ve sınırlarının belirsiz olduğu bir ortamda doğmuş, gerek yeni toprak kazanımları sağlayan fetihler gerekse devlet inşası iki dinin mensupları tarafından beraber gerçekleştirilmiş ve bunun sonucunda iki kültürün sentezinden oluşan bir devlet yapılanması ortaya çıkmıştı. Fakat devletin inşası süreci tamamlandığında bu ilişki de yeniden tanımlandı. Osmanlılar yerleşiklik kazandıkça, yeni destekçiler edindikçe, topraklar üzerindeki yönetimlerini sağlamlaştırdıkça kendi yerel ağlarına, yörelerine ve kimliklerine, hükmetme becerilerine daha fazla güvenir hale gelmiş ve böylece dini sınırlar daha görünür hale gelmiştir.617 Bu süreç ağ teorisi bağlamında ifade edilecek olursa sonuç, ağları kuran ve dolayısıyla bu ağların merkezinde yer alan grubun – bu durumda Müslümanların – hâkimiyet kurması olmuştur. Tıpkı tımar sisteminde olduğu gibi burada da ağların merkezinde yer alan devlet kurucuları, daha önce ittifak içinde olduğu birimlerin yöneticisi haline gelmiştir. Dolayısıyla millet sistemi, devlete emperyal düzen duygusu ve örgütlenme avantajı sağlamak üzere düzenlenmiştir.618 Osmanlı İmparatorluğunda tanımlandığı şekliyle millet sisteminin temelinde hoşgörünün bulunduğu kabul edilir.619 Bu kabulün temelinde İslam hukukuna göre bir ülke fethedildiğinde, burayı terk etmeyerek yeni devletin egemenliğinde yaşamayı kabul eden halka emân verilerek yapılan zimmet anlaşması gereği İslam devletinin hakimiyetini tanıdığına ve hukukuna riayet edeceğine dair söz vermesi 616 Ibid., s. 205 617 Ibid., s. 89 618 Ibid., s. 151 619 Bknz. Kemal H. Karpat,Yetkin Yıldırım (Der), Osmanlı Hoşgörüsü, İstanbul, Timaş Yayınları, 2012 224 durumunda önceki hayatını devam ettirmesi, bunun karşılığında İslam devletinin de, zımmî denilen bu gayrimüslim halkın can ve mal güvenliği ile din hürriyetini teminat alması ve Osmanlı’nın bu yapıyı izlemesi yatmaktadır.620 Bu süreçte “davranışlarda yumuşaklık, esneklik ve muhatabın rızasını arayan yaklaşımlar” anlamındaki istimâlet politikası da devreye girmektedir. Oktay bu siyaseti şu şekilde tanımlamaktadır: İstimâlet siyasetinin temel hedeflerinden biri, yönetilenlerin yaşamsal çıkarlarına zarar vermeden mevcut düzeni sürdürmektir. İstimâletle hareket eden iktidar demek, bu yolla halkın rızasını sağlamaya çalışan yönetim anlayışı demektir. Asıl hedef, yerleşik düzenin sorgulanmadan işlemesini sağlayacak biçimde, halkın memnuniyetini kazanmaktır.621 Millet sisteminde cemaatlere tanınan haklar karşılığında cemaatten beklenen merkezi devlet otoritesine mutlak siyasi itaatti ve cemaat liderleri aynı zamanda bunun sağlanmasından da sorumluydu.622 Bu açıdan bakıldığında Ekinci’ye göre millet sistemi, ülke içindeki bir özerklikten çok, devletin, “vatandaşlar üzerinde kontrolü ve vergilerin tek elden toplanmasını temin etmek” amacının yanı sıra, gayrimüslim tebaanın dini ihtiyaçlarının karşılanması konusundaki kamu görevinin yerine getirilmesi gibi, pratik bir düşünceyle kurduğu bir sistemdi.623 Bunun yanı sıra gayrimüslim tebaanın cizye olarak adlandırılan bir vergi ödemesi gerekiyordu. Cizye esas olarak gayrimüslimlerin askerlik hizmeti yapmamaları karşılığında alınan bir vergiydi. Gülsoy cizyenin hukuki meşruiyetinin, cizye ödemeyi kabul eden gayrimüslimlerin her türlü temel haklarının devletçe eksiksiz temin edilmesinden kaynaklandığını, tebaasının can, mal, namus ve dini özgürlüklerini koruma gücünü kaybeden bir devletin, hukuken cizye alma hakkını da kaybedeceğini belirtmektedir.624 620 Ekrem Buğra Ekinci, Osmanlı Hukuku: Adalet ve Mülk”, İstanbul: Arı Sanat Yayınları, 2008, s. 316 621 Cemil Oktay, “Bizans Siyasi İdeolojisi’nden Osmanlı Siyasi İdeolojisi’ne”, s. 32 622 Belge, op. cit., s. 259. Belge bu duruma örnek olarak, 19. yüzyıl başında Yunan Bağımsızlık Savaşı patladığında II. Mahmut’un idam ettirdiği patriğin Yunan bağımsızlığını desteklemekten çok – ki böyle bir destek söz konusu değildi- cemaati gerektiği gibi zapt edememekten suçlu bulunmasını göstermektedir. 623 Ekinci, op. cit.s. 322 624 Ufuk Gülsoy, Cizyeden Vatandaşlığa Osmanlı’nın Gayrimüslim Askerleri, İstanbul: Timaş Yayınları, 2010, s. 193 225 Cizyenin devletin gelir kaynakları arasında önemli bir yere sahip olması nedeniyle Belge, devletin cizyeden elde ettiği bu gelirlere sahip olmasının, halkın en azından bir kısmının gayrimüslim olmasını gerektirmesinin, Osmanlı’nın gayrimüslimleri asimile etmeme doğrultusundaki politikasında etkili olduğu açıklamasının akla yakın olduğunu söylemektedir.625 Osmanlı sultanlarının Hıristiyan ve Yahudi nüfusu Müslümanlaştırmak için planlı çabalara girişmediği konusunda hem fikir olan Faroqhi ise reaya açısından Müslüman olmanın çekici yanları olduğunu, cizye vergisi ödeme zorunluluğu, mahkemedeki tanıklıklarının Müslümanlarınkine göre daha değersiz oluşu, siyasal alanda yer edinme konusundaki dezavantajları, toplumda saygı görmeme, belli kıyafetler giyme zorunluluğu, binek hayvanı kullanımının yasaklanması, camilerin yakınında oturmalarına izin verilmemesinin yanı sıra bazı dönemlerde sultanın din değiştirenlere hazineden para veriyor olmasının bazı kimselerin din değiştirmesine yol açmış olabileceğini dile getirmektedir.626 Bununla birlikte Ercan Osmanlı yönetiminin gayrimüslimlerin Müslümanlaşmasını ödüllendirmek suretiyle teşvik etmekle birlikte, İslam hukukunun gereklerinin yanı sıra vergi gelirlerinde azalma olmaması için de dinsel hoşgörü politikası uyguladığını belirtmektedir.627 Macit Kenanoğlu ise millet sisteminin altında yatan ekonomik gerekçelerle ilgili açıklamaları bir adım ileri taşıyarak aslında bu yapılanmanın bir tür dini temelli iltizam sistemi olduğunu öne sürmektedir.628 Aynı şekilde Ekinci de, patrikliğin, zımmilerin dini ihtiyaçlarının karşılanması ve bunlardan alınan vergilerin toplanması için verilen bir nevi iltizam, patriğin de mültezim sayıldığını dile getirmektedir.629 Millet sistemi çerçevesinde farklı dini gruplara tanınan hoşgörü, bu gruplara müdahale edilmediği ve herhangi bir kısıtlamaya maruz kalmadıkları anlamına gelmemektedir. Örneğin, gayrimüslimlerin kıyafetlerine İslam hukukuna uygun olarak çeşitli kısıtlamalar getirildiği gibi, farklı cemaatlerin farklı renk ve kumaşta 625 Belge, op. cit., s. 262 626 Faroqhi, Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam: Ortaçağdan Yirminci Yüzyıla, s. 28-29 627 Yavuz Ercan, Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimlar: Kuruluş’tan Tanzimat’a Kadar Sosyal, Ekonomik ve Hukuki Durumları, Ankara: Turhan Kitabevi, 2001, s. 139 628 M. Macit Kenanoğlu, Osmanlı Millet Sistemi: Mit ve Gerçek, İstanbul, Klasik Yayınları, 2007. 629 Ekinci, Osmanlı Hukuku: Adalet ve Mülk”, s. 322 226 giysiler gitmeleri ve başlıklar takmaları gerekiyordu.630 Böylece cemaatler arasındaki ayrım görünür kılınmış oluyordu. Bunun yanı sıra gayrimüslim tebaanın yapabileceği meslekler kısıtlıydı. Cizye karşılığı askerlikten muaf tutulmalarının, yani asker olamamalarının yanı sıra devlet görevleri de büyük ölçüde gayrimüslimlere kapalıydı. Dolayısıyla gayrimüslimler için ekonomik alanda çalışmak dışında bir seçenek yok gibiydi. Dolayısıyla bu gruplar daha çok ticaret, finans gibi ekonomik faaliyetlerle ilgileniyorlardı. Müslümanların özellikle imparatorluğun kuruluş ve yükselme dönemlerde bu tip işlere sıcak bakmamaları, hatta bu işleri yapanları küçümsemeleri; buna ek olarak devletin de Müslümanların var olan güçlerine ek olarak ekonomik olarak da güçlenmelerini istememesi, ekonomik alanın neredeyse tamamının gayrimüslimlerin elinde toplanmasına neden oldu. Ancak dünyada kapitalist sistemin egemen olmaya başlamasıyla ekonominin önemi giderek artıp, ekonomi her şeyi belirler hale geldiğinde bu durum Müslüman-Türk Osmanlı nüfusu için büyük bir sorun haline gelmiştir.631 Bunun yanı sıra her ne kadar her cemaat kendi hukukuna göre yönetiliyor ve buna bağlı olarak da İmparatorluk içinde her dine ait şerri hukuk, örfi hukukla yan yana var olsa da İslam hukukun her zaman önceliği vardı ve 14. yüzyıldan itibaren kurulan mahkeme şebekesiyle sultanın bütün tebaasının bir İslam mahkemesinin yetki alanına girmesi sağlanmıştı.632 Çünkü bir Müslüman’la bir gayrimüslim arasındaki davalar ancak bu mahkemelere götürülebilir ve İslam hukukuna göre çözülebilirdi. Herhangi bir gayrimüslimin bir Müslüman’la yaşadığı sorunun kendi hukukuna göre ve kendi mahkemelerinde çözülmesini talep etmesi mümkün değildi. 630 Gülnihal Bozkurt, Alman-İngiliz Belgelerinin ve Siyasi Gelişmelerin Işığı Altında Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu (1839-1914), Ankara: Türk Tarik Kurumu Yayınları, 1989, s. 19-20. Bozkurt’un gayrimüslimlerin kıyafetleriyle ilgili düzenlemelere verdiği bazı örnekler şu şekildedir: “Çeşitli zımmi topluluklar farklı renkte elbise giyip başlık takarlardı. Müslümanların kavuk ve ayakkabıları sarı, Ermenilerin şapka ve ayakkabıları kırmızı, Rumların siyah, Yahudilerin mavi idi.”; “İstanbul kadısının 1580 tarihli bir hükmünde Hıristiyanların sarık sarmalarının yasak olduğu hatırlatılarak Yahudilerin elbiselerinin keten olacağı bildirilmişti.”; “1568 tarihli bir fermanda Hıristiyanların yakalı kaftan, kıymetli kumaştan, özellikle ipek elbise, ince tülbent, kürk ve sarık taşımaları yasaklanmıştı”; “Zımmiler hamamlarda farklı renk havlu alırlar, ytakunya da giyemezlerdi”; “1630 tarihli bir fermada ise İstanbul’daki zımmilerin samur kürk, kalpak, atlas elbise giymeleri, ata binmeleri, kadınların Müslüman tarz ve kıyafetinde giyinmeleri, ferace ve yaşmak takmaları yasaklanmıştı.”; 1766 tarihli bir fermanda da Yahudilerin Hıristiyanlara ait renkte ve Müslümanlara ait kalitede kumaş ve kürk giyip, ata ve izinsiz kayığa binmeleri yasaklanmıştı.” 631 Murat Belge, op. cit., s. 264 632 Colin Imber, Osmanlı İmparatorluğu: 1300-1650, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2006, s. 284 227 Öte yandan bir Müslüman’ın da gayrimüslim bir mahkemeye başvurabilmesi söz konusu değildi; gayrimüslim mahkemeleri Müslümanlara kapalıydı. Ancak bunun tersi söz konusu değildi. Gayrimüslimler isterlerse Müslüman mahkemelerine başvurabiliyorlardı ve İslam hukukunun kendi lehlerine olduğu durumlarda sıkça bu yolu kullanıyorlardı. Bunun yanı sıra, daha önce de belirtildiği gibi, millet sisteminin dayandığı hoşgörü gayrimüslim tebaanın toplumda hoş karşılandıkları anlamına da gelmiyordu. Hoşgörü devlet tarafından geliştirilmiş bir politikaydı ancak yerel ve bireysel düzeyde bu hoşgörünün ihlal edildiği ciddi örneklere rastlamak mümkündür.633 Aynı noktanın altını çizen Faroqhi de, Hıristiyan ve Yahudi cemaatlerine hoşgörüyle yaklaşılıyor olsa bile, bu cemaatlere mensup olanlara pek de fazla saygı duyulmadığını belirtmektedir.634 Murat Belge Osmanlı millet sistemiyle ilgili ilginç bir noktaya dikkat çekmektedir; Osmanlı Devleti İslam dışındaki dinlere karşı gösterdiği hoşgörüyü, İslam içindeki görüş ayrılıklarına karşı göstermemektedir.635 Belge’ye göre bu durum, “içinden vurulma” korkusundan ileri gelen bir gerginliğin sonucudur ve bir grubun, kendi içinden çıkan ve “hain” saydığı başka gruplara karşı çok daha acımasız olması, Osmanlılarla sınırlı bir özellik değildir. Bu bağlamda Osmanlılar da, sadece Müslüman gruplar içindeki farklı inanışlara değil, kozmopolit bir imparatorluğu yöneten hanedan olarak geleneksel müttefikleri olan cemaat temsilciliklerine saygı gösterme için, “yoldan sapan” herkese, Katolik olan Ermeniler veya Sabetaycı Yahudilere de sert davranmıştır. Zımmilerin mezhep değiştirmelerine yönelik münferit girişimler farklı padişahlar tarafından fermanlarla önlenmeye çalışılırken, II. Mahmut döneminde çıkarılan bir fermanla Hıristiyanların mezhep değiştirmeleri kesin olarak yasaklanmıştır.636 Benzer bir biçimde Rus İmparatorluğu’nda da farklı dinlerin korunması kabul edildikten sonra bile bu dinler içindeki ayrımlar sert bir biçimde ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. 633 Barkey, Farklılıklar İmparatorluğu: Karşılaştırmalı Tarih Perspektifinden Osmanlılar, s. 155 634 Faroqhi, Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam: Ortaçağdan Yirminci Yüzyıla, s. 29 635 Belge, op. cit., s. 71. 636 Bozkurt, op. cit., s. 22 228 Osmanlı millet sisteminin farklı dini grupları dinleri değiştirmeye zorlamadan oldukları gibi kabul etmesinin yanı sıra alışageldikleri düzenlerini korumalarına izin vererek iç işleyişlerine müdahale etmemesi bu sistemin idealize edilmesini de beraberinde getirmiş olmasına karşılık bu konuda dikkat edilmesi gereken önemli noktaların da gözden kaçırılmaması gerekmektedir. Daha önce de belirtildiği gibi millet sistemi her ne kadar bir hoşgörü sistemi olsa da özgürlük ve eşitlik üzerene kurulu değildi. Zaten hoşgörü olgusunun kendisi de esas olarak bu doğrultudadır; eşitlik değil üstünlük içermektedir. Dolayısıyla Belge’nin de dikkat çektiği gibi, millet sistemi çerçevesinde farklı inanç ve pratiklere hoşgörü ortamının gerisinde herkesin istediği inancı benimseme özgürlüğüne sahip olması veya bütün inançlar gibi bütün insanların da eşit sayılması gerektiği gibi ilkeler yoktu, çünkü Osmanlı düşünce geleneğinde özgürlük ve eşitlik gibi ilkeler olmadığı gibi, bu düşünce geleneği özünde bu tip ilklere karşıydı.637 Seton-Watson bu durumun bütün imparatorluklar için geçeli olduğunu, yeni çağdan önce gelişmiş imparatorluklarda, “durumları ilahi hukuk kavramına göre tespit edilmiş tebaalardan, hükümdarlarına sadakatle itaat ve hizmet etmeleri” istenirken, belirli bir kitleye mensup bütün fertler de ikinci sınıf tebaalar olarak görüldüğünü dile getirmektedir.638 Bunun anlamı imparatorlukta yaşayan insanların eşit olamaması gibi cemaatler arasında da bir eşitlik olmamasıydı. Millet-i hakime olan Müslümanlar hiyerarşinin en üst basamağında yer alırken, Rum Ortodoks cemaati de hiyerarşide diğer cemaatlerden daha üstte bulunuyordu. Bu eşitsizlik herkesin eşit Osmanlı yurttaşları olarak kabul edildikleri Tanzimat Fermanı’na kadar devam etmiştir. Belge’ye göre bu durum hoşgörü politikasının, belirli bir felsefenin, bilinçli bir düşüncenin ürünü değil, pratik durum karşısında zaman içinde oluşturulmuş pragmatik bir tutumun sonucu olmasından kaynaklanmaktadır. Aynı şekilde Barkey de bu sistemin temelini oluşturan hoşgörü anlayışının hoşgörü idealleri ya da kültürüyle bir ilgisi olmadığı gibi eşitlik ya da emperyal bir ortamda “çokkültürcülüğün” bir biçimi de olmadığını belirtmektedir. 639 637 Belge, op. cit., s. 262 638 Hugh Seton-Watson, “Milliyetçilik ve Çok Milletli İmparatorluklar”, s. 525 639 Barkey, Farklılıklar İmparatorluğu: Karşılaştırmalı Tarih Perspektifinden Osmanlılar, s. 150 229 Nitekim Osmanlı imparatorluğunda cemaatler arasında bir kaynaşma söz konusu değildi. Osmanlı millet sistemini tanımlarken cemaatlerin “kompartıman” olarak tanımlanmasının nedeni de budur. Bunun anlamı cemaatlerin yan yana ama birbirlerine karışmadan yaşamalardır. Ekinci’nin de ifade ettiği gibi, “her millet kendi kompartımanında yaşar; çalışma, yükselme faaliyetleri ve sosyal mobilite kendi kompartımanında yürür. … Kompartımanlar arası geçiş ancak o dine giriş ile olur. Farklı millet mensuplarının, birbirleriyle evlenmesi düşünülemez; aynı mahallede yaşaması nadirdir; dostluk münasebetleri sınırlıdır.” 640 Nitekim Bozkurt da, millet sistemiyle “zımmilere bir yandan din ve özel hukuk işlerinde büyük ölçüde müsamaha gösterilirken, bir yandan da Müslümanlardan ayrılmaları sağlanarak toplumdaki dini hassasiyet”in korunduğunu641 ifade ederken, aslında bu durumun Müslüman halk tarafından nasıl karşılandığı noktasına değinmektedir. Dolayısıyla millet sistemini bağlamında hoşgörünün anlamı ve içeriği, halkın az çok zulme maruz kalmaması ama toplumda da tam anlamıyla hoş karşılanan mensuplar ya da cemaatler olarak kabul edilmemesi, ikinci sınıf statüde olduklarını kabul ettikleri ve İslami düzende rahatsızlık yaratmadıkları ya da bu düzene karşı çıkmadıkları sürece gayrimüslimlere zulmedilmeyeceğidir.642 Devletin genişlediği ve gelir kaynaklarını arttırdığı dönemlerde millet sistemi sorunsuz bir biçimde işlerken, dünya genelinde koşulların değişmesiyle birlikte devlet alışık olmadığı sorunlarla karşılaşmaya ve bu sorunların sonuçları halk kitlelerine yansımaya başladığında, ilk bozulan cemaatler arası uyum olmuştur.643 17. yüzyıldan itibaren Osmanlı’nın içinde bulunduğu sürekli savaş ortamı ve bu savaşlarda aldığı yenilgiler, bir yandan Osmanlı’nın olağandışı zamanlarda alınan vergileri arttırması ve sıklaştırmasına neden olurken, halkın bu gelişmeye verdiği tepki, Osmanlı’nın yenilebilir olduğu algınsının da eklenmesiyle devlete karşı ayaklanmak şeklini alabiliyordu. Örneğin Kunt, II. Viyana kuşatması sonrasında Osmanlı ile Avrupa devletleri arasında gerçekleşen savaş boyunca, Venedik’in Mora’da Rum halktan, Dalmaçya kıyılarında Hırvat, Karadağlı ve Arnavut halktan 640 Ekinci op. cit., s. 316-317 641 Bozkurt, op. cit. s. 10 642 Barkey, Farklılıklar İmparatorluğu: Karşılaştırmalı Tarih Perspektifinden Osmanlılar, s. 151-152 643 Belge, op. cit., s. 262 230 destek aldığını, Macaristan cephesinde ise Avusturya ordularının peşinden ayaklanan Sırp çetelerine rastlandığını belirtmekte, ancak Osmanlı reayasının düşmana destek olmasında, ya da savaş ortamından yararlanarak ayaklanmasında milliyetçilik duygularından söz etmenin mümkün olmadığının da altını çizmektedir.644 Bununla birlikte ilerleyen dönemde tepkinin alacağı biçim tam olarak da buydu. Çünkü Belge’nin de belirttiği gibi toplumsal kriz dönemlerinde insan kendi yoksunluklarının sorumlusu olarak başkalarını görerek, bu kişilere karşı cephe alırlar ve bu da toplumsal uyumun bozulmasına neden olur. Bu şekilde, 19. yüzyılda ortaya çıkacak milliyetçilik ideolojisinin ihtiyaç duyduğu “öteki” ve “düşman” imgesi için gerekli alt yapı sağlanmıştır.645 Üstelik Osmanlı’nın askeri başarısızlıkları ve yönetime kaşı çıkan isyanlar ve bu isyanlarla padişahların değiştirilmeye başlanması askeri-siyasi otoritenin zayıflaması ve ulemanın rolü ve etkinliğinin artmasına yol açmıştı. Bu durum devlet ideolojisinde Sünni-İslami tutumun ağır basmasının yanı sıra dini ayrımların giderek daha belirgin hale gelmesine ve devlet kendisini İslami ideolojiye göre tanımladıkça gayrimüslimlerin dışlanıp yabancılaşmasına neden oldu.646 Kunt’a göre bunun en önemli sonucu gayrimüslim cemaatlerin giderek kendi içlerine kapanmaları, buna bağlı olarak da cemaat içi dayanışmanın gelişerek milliyetçiliğin gelişimi için uygun bir zemin yaratmış olmasıdır. 2.2.1.4.1.1.2 Rus Milliyetler Politikası Rus İmparatorluğu’nun Moskova Prensliğinin son dönemlerinden itibaren, Ortodoks-Slav olmayan halkların yaşadıkları bölgelere doğru genişlemesinde Ortodoks Kilisesinin de etkisi ve katılımıyla, katı bir zorla din değiştirme politikası izlenmiş, bu politika da kutsal misyon ve medeniyet götürme söylemleriyle meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. Nitekim Rus İmparatorluğu’nda, ilk zamanlarından itibaren, siyasi oluşum ile dini makamlar imparatorluğu yönetmek için yan yana çalışmıştır.647 644 Kunt, op. cit., s. 48 645 Belge, op. cit., s. 263 646 Kunt, op. cit., s. 67 647 Barkey, Farklılıklar İmparatorluğu: Karşılaştırmalı Tarih Perspektifinden Osmanlılar, s. 204 231 Kazan ve Astrahan Hanlıklarının fethiyle sadece farklı bir dinin egemen olduğu değil aynı zamanda Rusya’nın bu dönemde sahip olduğundan çok daha zengin bir etnik çeşitliliğe de sahip olan bir bölge Rus yönetimi altına girmişti. Kazan ve Astrahan’ın fethi bir Haçlı seferi olarak sunulmuş ve dini temellerle meşrulaştırılmaya çalışılmıştı. De Madariaga’nın da belirttiği gibi, “dini taassup Kazan’a yapılan haçlı seferlerinin doğal ilham kaynağı değildi, bilakis Kilise’nin bilinçli çabalarıyla öyle imiş gibi gösterildi.648 Bu durum fetih sonrası burada izlenen politikayı da şekillendirmiştir. Dini bir savaş yürütülmesi, daha önce de belirtildiği gibi, dinin yayılmasını da içermektedir. Osmanlı Devleti için istisnai bir uygulama olan zorla din değiştirme Rusya’da, emperyal yayılmanın ilk dönemlerinde yaygın olarak uygulanmıştır. Bunun ilk aşaması da Hanlığın fethinden sonra Kazan’ın Rus Ortodoks Kilisesine bağlı ayrı bir idari birim haline getirilerek Hıristiyanlığın yayılması için bir sıçrama tahtası olarak kurgulanmasıdır.649 Bu süreçte Rus Ortodoks Kilisesinin önde gelen din adamlarının da tavsiye ve kararlarıyla Kazan ve Astrahan’da yaygın ve çoğu zaman güç kullanımını da içeren bir Hıristiyanlaştırma politikası yürütülmüştür.650 Bunun için de tıpkı İstanbul’un Osmanlı tarafından fethi sonrasında bu şehrin bir Müslüman kenti haline getirilmesi için imar çalışmalarının yürütülmesi gibi Kazan’da da şehre Hıristiyan bir nitelik kazandırmak üzere bir yandan camiler yıkılırken bir yandan da bunların yerine görkemli kiliseler inşa edilmeye başlanmıştır. Huttenbach’a göre Rus İmparatorluğunun başka hiçbir bölgesinde devletle kilise Kazan’da olduğu kadar uyum içinde çalışmamıştır.651 Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu’nda devşirme sistemine bağlı istisnai bir uygulama olan din değiştirme, söz konusu dönemde Rusya’da yaygın olarak uygulanmıştır. Fakat Rusya’nın din değiştirme yönündeki faaliyeti esas olarak Ortodoks Kilisesiyle, Ortodoks Kilisesinin Rus devletiyle yakın ilişkisiyle ve en çok da Ruslaştırmayı hedefleyen temeldeki planıyla bağlantılıydı.652 648 Isabel de Madariaga, op. cit.,s. 119 649 Huttenbach, op. cit., s.64 650 Kappeler, Russian Empire: A Multiethnic History, s. 27 651 Huttenbach, op. cit., s. 66. Huttenbach Moskova tarafından uygulanan bu politikanın, Altın Orda’nın izlediği politikanın tam tersi olduğunu, Rusları Hıristiyanlıktan uzaklaştırmamalarının sonucunda bu halkın Moğol devletine eklemlenmesinin de gerçekleştirilemediğini ifade etmektedir. 652 Barkey, Farklılıklar İmparatorluğu: Karşılaştırmalı Tarih Perspektifinden Osmanlılar, s. 166 232 Bununla birlikte henüz bu erken dönemde de Rus politikası tamamen farklılıkların ortadan kaldırılmasına yönelik olmamıştır. Bunda en belirleyici etken fethedilen bölgelerdeki halkların yabancı yönetimine ve zorla din değiştirmeye gösterdikleri tepkidir. Bu bağlamda meydana gelen ayaklanmaların sonlandırılmasında şiddet yoluyla bastırma yönteminin yanı sıra özellikle bu yöntemin çözüm getirmeyeceği ve yerel halkın sadakatini sağlayamayacağının anlaşıldığı durumlarda uzlaşma ve hoşgörü de devreye girmiştir. Böylece, Kappeler’in ifadesiyle geleneksel pragmatik devlet politikası saldırgan ve hoşgörüsüz kilise politikasına galip gelmiştir.653 Ancak bu hoşgörü politikasının süreklilik kazanması mümkün olmamış ve Petro döneminde yeniden Rus olmayanların imparatorluğa zorla entegre edilmesi politikasına geri dönülmüştür. Esas olarak Petro döneminin zora dayalı politikası sadece Rus olmayanların değil, Rusların da dönüştürülmesini içeriyordu. Dönemin Batılılaşma politikası çerçevesinde Rus halkının giyim tarzını değiştirerek Avrupa tarzı giyinmeleri zorunlu hale getirilirken, sakal ve bıyık yasaklandı. Rusya’yı, Batı modeline göre sistemli, düzenli ve tek tip bir mutlakıyetçi devlete dönüştürme amacı Rus olmayanların, daha önce saygı gösterilmiş hakları ve gelenekleri için bir alan içermiyordu.654 Bu doğrultuda ilk adım Müslüman toprak sahipleriyle kurulan işbirliğinin sonlandırılması ve bu kişilere Hıristiyanlığı kabul etmeleri, aksi takdirde topraklarına el konulacağının bildirilmesiydi. Müslüman toprak sahiplerinin en zengin kesimini oluşturan küçük bir kısmı Ortodoksluğa geçmeyi kabul edip topraklarını ve Rus aristokrasisindeki konumlarını koruyup ve ilerleyen yıllarda da büyük ölçüde Ruslaşırken, büyük çoğunluk Ortodoksluğa geçmeyi reddedip bunun sonucunda topraklarını kaybederek, genellikle ticaret olmak üzere başka ekonomik faaliyetlere yönelirken, toprak sahibi olmayan köylüler içinse din değiştirmeleri için bazı ekonomik avantajlar getirilmiş, Hıristiyanlığı kabul edenlerden üç yıl boyunca vergi alınmayacağı gibi bu kişilerin ordu için asker sağlama zorunluluğu kaldırılmış, bu kişilerin yükümlülükleri ise Hıristiyanlığa geçmeyen diğerlerine devredilmiştir. 655 Ancak toprak sahipleri için olduğu gibi köylüler için de getirilen zorlayıcı 653 Kappeler, Russian Empire: A Multiethnic History, s. 27 654 Ibid., s. 31 655 Ibid., s. 31-32 233 yükümlükler Hıristiyanlaşmanın istenilen oranda gerçekleşmesini sağlayamamanın yanı sıra şiddetli direnişlere neden oldu. Dolayısıyla başarısızlığa uğramış olan bu zorla din değiştirme politikasından bir kez daha vazgeçildi. Rus İmparatorluğu’nun batıda gerçekleştirdiği fetihler sonucu ele geçirdiği topraklar uyguladığı farklılıklar politikası ise doğu ve güney genişlemelerinde uyguladığı politikalardan önemli ölçüde farklılaşmaktadır. Batıda ele geçirdiği topraklarda Rusya’nın izlediği politika temel olarak farklılıkların korunması doğrultusunda olmuştur. Buna bağlı olarak Batıdaki Rus olmayan etnik gruplar Rus yönetimine doğu ve güneydeki etnik gruplardan daha az direniş göstermişler, hatta doğu Ukrayna’da olduğu gibi Rusya’ya entegrasyon süreci bir dereceye kadar gönüllü bile olmuştur.656 Bunun nedeni Kappeler’in de belirttiği gibi, Rus olmayanların büyük çoğunluğu için Rus idaresinin sadece bir yönetici değişikliği haline gelmesi, sosyal ve siyasal düzende değişiklik yapılmaması ve bu bölgeye büyük ölçüde özerklik tanınması nedeniyle Rus yönetiminin kabul edilmesinin kolay olmasıdır. Bunda Rus aristokrasisine eklemlenen Ukrayna aristokrasisinin de önemli katkısı olmuştur. Ancak Petro döneminde merkezin Ukrayna üzerindeki kontrolü sıkılaştırıldı. Bu durum uzun yıllar süren Büyük Kuzey Savaşı nedeniyle sınır bölgelerinin öneminin artmasının yanı sıra bu savaş sırasında Kossak atamanı Mazepa’nın İsveç tarafında geçerek Rusya’ya karşı savaşmasından kaynaklanmaktaydı. Rusya’nın buna verdiği yanıt, ilerleyen yıllarda ortaya çıkacak Ruslaştırma politikasının ilk örneklerinin Ukrayna üzerinde uygulanması oldu. Petro 1714 yılında yayınladığı bir buyrukla Ukraynalılarla Rusları karıştırma ve Ukrayna’ya Rus görevlilerin getirilmesine vurgu yapıyor, bu konuyla ilgili savları İngiltere’nin İskoçya, Galler ve İrlanda’ya yönelik başarılı politikalarına atıflarla destekliyordu.657 Rus İmparatorluğu’nun batıya doğru genişlemesinde topraklarına kattığı bir diğer toprak olan Baltık bölgesinde özellikle Estonya ve Letonya’nın (Livonya) fethedilmesi bu dönemdeki imparatorluk politikası açısından büyük önem taşımaktadır. I. Petro döneminde fethedilen bu bölgeler, İmparatorluğu modern ve 656 Ibid., s. 103 657 Riasanovsky, Steinberg, op. cit., s. 241 234 Batılı bir imparatorluk haline getirmek isteyen Petro için batıya açılan bir pencereydi. Bu nedenle Petro ilhaktan sonra yayınladığı bildiride, bölge halkının yerel özgürlüklerinin ve Lutheran Kilisesi’nin varlığının ve çalışmalarının tanınacağını bildirmiş, şehrin batıya dönük kimliğinde önemli rol oynayacak pek çok soylu Baltık ailesinin Petersburg’a yerleşmesini teşvik etmiştir.658 Rus İmparatorluğu için tamamen yabancı olan bu bölgedeki aristokrasinin ve kentsel nüfusun yapısı Petro’nun bütün Rusya’ya uygulamak istediği reformcu fikirlere çok uygundu ve bu nedenle batıdaki Rus milliyetler politikası açısından, imparatorluğun bütünleştirilmesi ve sistematize edilmesine yönelik mutlakıyetçi idealler ile bu toplumların Rus Batılılaşması için bir köprü ve model işlevi görmeleri bağlamında bir ikilem ortaya çıkmakla birlikte Rusya’nın bu ikilemde tercihi, Estonya ve Livonya’nın Alman elitlerinin ekonomik, idari, askeri ve entelektüel yeteneklerini Rusya’nın modernleşmesi için kullanmak doğrultusunda oldu ve Avrupalı Rusya için prototip oluşturduğu için bu bölgedeki geleneksel yapılar değiştirilmedi.659 Bu bağlamda Lüteryen inancının varlığının korunmasının yanı sıra Almancanın yönetimde ve mahkemelerde kullanılmasına izin verildi. Kappeler’in belirttiği gibi Rusya’nın Baltık eyaletlerinde yüksek derecede hoşgörülü bir milliyetler politikası izlemesi kendi tasarrufunda çok az uzman olması ve bu konuda Rus olmayanlara bağımlı olmasından kaynaklanmaktadır. Münkler de imparatorluğun idaresi için Rus olmayanlara başvurulmasını, emperyalizm kuramlarıyla açıklanamayan, Rusya’ya özgü bir unsur olarak nitelendirmektedir.660 Ayrıcalıkları ve mülkiyetlerinin korunması karşılığında Rus olmayan elitlerden beklenen çevre bölgeleri ve buralardaki nüfusu kontrol etmeleri ve yönetmeleri ve imparatorluğun yönetimi, ordusu ve kültürel hayatına katkıda bulunmalarıydı.661 Böylece bir yandan yerel elitlere verilen ayrıcalıklarla, Rusya’nın emperyal genişlemesinden yarar sağlayan ve pozisyon ve kariyerlerini Rus yönetimine borçlu olan662 bir grup oluşturularak bu grubun işbirliği sağlanırken diğer yandan yerel gelenek ve uygulamalarda bir değişikliğe gidilmemesi dolayısıyla yerel halkın da çok 658 Kezban Acar, op. cit, s. 131 659 Kappeler, Russian Empire: A Multiethnic History, s. 71-74 660 Münkler, op. cit, s. 46 661 Kappeler, Russian Empire: A Multiethnic History, s. 103-104 662 Münkler, op. cit, s. 47 235 fazla karşı koymaması sonucu bu bölgelerin İmparatorlukla nispeten sorunsuz bir ilişkisi olmuş, buna karşılık bölgenin İmparatorlukla entegrasyonu da düşük seviye de kalmıştır. II. Katerina döneminde milliyetler politikası bağlamında zorlayıcı ve ayrılıkçı uygulamaların çoğu kaldırıldı. Böylece yerel elitlerle işbirliği doğrultusundaki geleneksel politikaya geri dönülerek Müslüman aristokratlar yeniden Rus aristokrasisine dahil edildiği gibi Tatar tüccarlara Hıristiyanların girmesinin yasak olduğu Orta Asya’da Rusya adına ticaret yapmaları için önemli ayrıcalıklar tanındı ve Müslüman din adamları bir müftü başkanlığında devlet örgütlenmesi içine alındı.663 Georgeon Tatarların bu konumunun, Rumların Osmanlı İmparatorluğu’ndaki konumuna benzediğini belirtmektedir. Buna göre: “Ortodoks milletinin bünyesindeki Rumlar gibi Tatarlar da Rusya Müslümanlarının bünyesinde kültürel ve ekonomik bakımdan seçkin bir kesim oluşturuyorlardı. Yine onlar gibi, Doğu-Batı ticaretindeki rollerinden dolayı yüksek bir gelişme düzeyi elde etmişlerdi. Rum burjuvazisi, papaz ve tüccarlarını Balkanlara nasıl gönderdiyse, Tatar tüccar ve din adamları da Rusya ve Türkistan’daki Müslüman toplulukların arasına öyle yayılmışlardı. Her iki burjuvazinin yapısında da yayılma ve hegemonya kurma eğilimi vardı.”664 Tatarlar açısından bu eğilim, güçlü ve gelişmiş Rus bürokrasisi ve burjuvazisinin varlığı nedeniyle başarıya ulaşamazken, Osmanlı İmparatorluğu’nda Rumlar her iki alanda da kendilerine yer bulmuşlardır. Bu durumun iki grup açısından da sonuçları, 19. yüzyılla birlikte, içinde bulundukları toplumlarda milliyetçi düşüncenin öncüleri olmalarıdır. İmparatorluğun Müslüman coğrafyasına yönelik bir hoşgörü politikası geliştiren II. Katerina, daha önceki dönemde Ukrayna’da uygulanan hoşgörü politikasını ise sona erdirdi. Çariçeye göre Ukrayna’nın sahip olduğu özerklik derecesi Rus modernleşmesine engel olduğu gibi çarlık otokrasisi için de potansiyel bir tehlikeydi.665 Kappeler’e göre bu durum Rusya’nın bu dönemde Karadeniz’in kuzeyine yönelik genişleme hareketinin Ukrayna’yı stratejik ve ekonomik açından 663 Kappeler, Russian Empire: A Multiethnic History, s. 32 664 François Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri: Yusuf Akçura (1876-1935), İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2005, s. 9 665 Andreas Kappeler, Russian Empire: A Multiethnic History, s. 67 236 daha da önemli kılmasıyla ilişkilidir. Ukrayna’nın sahip olduğu özerk yapı, bu ülkenin çok kısa bir süre içinde Rusya’ya entegre edilmesiyle ortadan kalkmıştır. Entegrasyon sürecinin kısa olması büyük ölçüde bu ülkenin Rusya’yla aynı kültür ve dil ailesini paylaşmasıyla da ilgiliydi. Rusya açısından “Küçük Rusya” olarak adlandırdıkları bu ülkenin kendi devletlerine katılması bu ülkenin tarihsel miraslarıyla da ilgiliydi. Söz konusu politikayı pekiştirmek için iki toplum arasındaki yakınlığı vurgulamanın yanı sıra farklılıkların ortadan kaldırılması da gündeme gelmiştir. Ortodoks olmakla birlikte Papalığa bağlı olan Uniat Kilisesi, Ortodoksluktan bir sapma olarak görüldüğünden yasaklanmış, başka dinlere gösterilen hoşgörü bu kilisenin mensuplarına gösterilmemiştir. Bu yaklaşımın benzerini Osmanlı İmparatorluğu’nda da görmek mümkündür. Osmanlı millet sisteminin dayanağını oluşturduğu söylenebilecek olan farklı dinlere karşı hoşgörü, İslam içindeki ayrılıklara karşı gösterilmemiştir. Bu her şeyden önce dinin ve dini söylemin dönemin pek çok devleti için olduğu gibi Osmanlı ve Rus İmparatorlukları için de ideolojik gücün önemli bir parçası olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır. Devletin iktidarının, meşruiyetinin ve gücünün önemli kaynaklarından olan din içerisindeki ayrımlara izin vermesi bir anlamda meşruiyetinin de sorgulanması anlamına geleceğinden imparatorluk çağında din içindeki ayrımlara, farklı yorumlara ve alternatif odaklara izin verilmesi söz konusu değildi. Rusya’nın Ukrayna’da örneği görülen hoşgörüden uzaklaşan uygulamalarının bir diğer odağı Belarus olmuştur. Ukraynalılar gibi Ruslarla dilsel ve dini akrabalığı olan Belaruslular da 18. yüzyıldan itibaren zorla İmparatorluğa entegre edilmeye çalışılmışlardı. Ukrayna ve Belarus’a yönelik olarak, İmparatorluğun geri kalanından daha farklı bir politika benimsenmesi bu iki ülkelerin stratejik öneminden çok, halklarının Rusya’nın ve Rusların bir parçası olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla bu iki topluluğa ait herhangi bir farklılığın kabul edilerek korunmasının İmparatorluğun, Çarın dini ve siyasi liderliğinde Ortodokslar ve Ruslar arasındaki bütünlüğün bozulmasına neden olacağından endişe ediliyordu. Moskova Prensliği’nden itibaren Rus devletlerinin bir araya getirilmesi ve Hıristiyanlığın yayılması devletin önde gelen hedeflerinden olduğundan, bu konuda 237 verilecek herhangi bir taviz devletin üzerine kurulu olduğu temellerin sorgulanmasına neden olabilirdi. Buradaki temel sorun bu iki topluluğun Rus olarak kabul edilmesi, Rus dilinin, Rus kültürünün, Rus tarihinin bir parçası olarak görülmesiydi. Ancak özellikle 19. yüzyılda daha belirginleşen bir biçimde bu halklar kendi ayrı kimliklerini savunmuşlar ve geliştirmeye çalışmışlardır. Bununla birlikte Rusya’nın baskısını sürekli olarak hissetmişler, Çarlığın sona ermesinden sonra kendi devletlerine sahip olmakla birlikte, Sovyetler Birliği’nin bir parçası olarak Rus baskısını hissetmeye devam etmişlerdir. 19. yüzyıla yaklaşırken Rusya milliyetler politikasını kurumsallaştırmak üzere önemli bir adım attı. 1767 yılında oluşturulan Yeni Hukuk Düzeni Komisyonu 1798 yılında yaptığı bir çalışma çerçevesinde Rus olmayan toplulukların “farklı bir kökenden gelen” anlamında bir Rusça kelime olan inorodtsy olarak tanımlanması yönünde bir karar aldı. Esas olarak Sibirya ve Orta Asya’nın, çoğunlukla göçebe olan halklarını nitelemek için geliştirilen bir kavram olan ve bu haliyle Kırgızlar, Samoyedler, Kamlıklar gibi halkları içeren inorodtsy 1822 yılında yasal bir statü olarak kabul edildi. 1822 Düzenlemesinde benimsenen genel yaklaşıma göre inorodtsy, İmparatorluğun bazı temel yasalarının uygulanmasının uygun olmadığı ve bu nedenle özel bir korumaya ihtiyaç duyan halklarını tanımlayan bir kategori olarak ortaya kondu.666 Bununla birlikte söz konusu yasal düzenlemenin esas amacı medeniyet seviyesinde geri kalmış halklar olarak tanımlanan Rus olmayan halkların, Rus medeniyet düzeyine yükseltilmesi, büyük oranda göçebe halklardan oluşan bu grupların yerleşik Rus nüfusu arasına katılmasıdır. Bu yönüyle Rus İmparatorluğu’nun medeniyet götürme ve aydınlatma misyonu söyleminin ve paternalist yaklaşımının bir devamı olan düzenleme, bunun yanı sıra Kappeler’in de belirttiği gibi Rus milliyetler politikasının bir diğer klasik uygulaması olan Rus olmayan bölgelerde statükonun korunması ve bölge elitleriyle işbirliğine gidilmesi politikasını da sürdürüyordu.667 Her ne kadar imparatorluk aristokrasinse eklemlenmeseler de, yerel elitlere “onurlandırılmış inorodtsy” unvanı veriliyor ve ayrıcalıkları korunuyordu. 1822 düzenlemesi yerel elitler dışında kalan halk için de 666 John D. Klier, “Inorodtsy”, Encyclopedia of Russian History, J. Millar (Der.), New York, McMillan Reference, 2004, s. 664 667 Kappeler, Russian Empire: A Multiethnic History, s. 170 238 koruyucu önemler ve ayrıcalıklar içeriyordu. Inorodtsy’yi yerleşikler, göçebeler ve gezgin avcı, toplayıcı ve balıkçılar olmak üzere üç gruba ayıran düzenleme, yerli halkın geleneksel avlanma alanları ve otlaklarını Rus yerleşimcilerin saldırılarından korunması; polis hizmeti, örfe dayalı hukuk sistemi, vergilerin toplanması gibi alanları yerel elitler kontrolündeki yerel yönetimlere bırakılması, Buryatlar dışında kalan halkların askerlik hizmetinden muaf tutulmasını getiriyordu.668 Bununla birlikte inorodtsyye tanınan çeşitli ayrıcalıklar da, askerlik hizmetinden muafiyet başta olmak üzere, zamanla kaldırılmaya başlanmıştır. Bu durum inorodtsy kategorisi altında yönetilen haklar arasında Rus yönetimine karşı tepkilerin doğuşunu da beraberinde getirmiştir. 19. yüzyılda Rusya inorodtsy kategorisinin kapsamını genişletti ve Orta Asya halklarını da bu kategoriye dahil etti. Kappeler Orta Asya’nın yerleşik halklarının, esas olarak göçebe halkları içeren bir kategori olarak tanımlanan inorodtsy kapsamına alınmasındaki çelişkiye dikkat çekerek, bu durumu Rusya’nın 19. yüzyılda yalnızca yerleşik halklarından değil genel olarak tüm Asyalılardan uzaklaşmasıyla açıklamakta ve ilk defa yüksek kültürden yerleşik halkların inorodtsy olarak kabul edilmesinin Rus milliyetler politikasının paternalizmden pragmatizm ve sömürgeciliğe doğru değişiminin göstergesi olduğuna işaret etmektedir.669 2.2.1.4.1.2 İdeolojik Söylem İmparatorlukların meşruluk iddiaları için geliştirdikleri bir diğer politika çeşitli söylemlerle halkı, imparatorluğun kendilerini yönetme hakkına sahip olduğuna ikna etmek, halkın kendilerini yöneticileri olarak kabul etmelerini sağlamaktır. Bunun için imparatorluk yönetimi tarafından olduğu gibi çeşitli entelektüeller tarafından da çeşitli söylemler geliştirilmiştir. Geliştirilen söylemlerin çeşitliliği de yine nüfusun farklı özelliklere sahip olmasından, yani farklılıklardan oluşan toplumsal yapıdan kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda nüfusun farklı kesimlerine hitap edecek farklı söylemlerle imparatorluğun meşruluğu kanıtlanmaya çalışılmıştır. Söz konusu söylemler ideolojik gücün önemli bir bölümünü oluşturmakla birlikte imparatorluğun meşruiyetini sağlamak ya da nüfusu mobilize etmek gibi konularda 668 Klier, op. cit., s. 664 669 Kappeler, Russian Empire: A Multiethnic History, s. 198 ve 206 239 uygulanan politikalar daha önemli bir etkiye sahiptir. Bununla birlikte ideolojik söylem, ideolojik gücün görünen yüzüdür ve söylemle dile getirilenler uygulamaya da konduğu sürece etkilidirler. Osmanlı Devletinin, bir imparatorluk olmadan önceki dönemleri için, kullandığı ideolojik söylemde en sık rastlanan unsur devletin kutsal bir amaca hizmet ettiğini ifade eden gaza kavramıdır. Daha önce de belirtildiği gibi Osmanlı için gaza, İslam’ı yayma amacıyla Müslüman olmayanlara karşı yürütülen savaş anlamına gelmektedir. Böylece Osmanlı’nın belli bir ülkeye saldırması ya da bu ülkeyi topraklarına katması, bunun dini bir görev olduğu söylemiyle meşrulaştırılmaktadır. İslam’ı korumak ve yaymakla görevli olan Osmanlı, böylece bu ülkeleri ve insanlarını yönetme hakkını öne sürebilmektedir. Belge’nin de belirttiği gibi gaza yalnız korunmak için yapılan bir savaşı içermez; daha çok İslamiyet’i yayma çabasını anlatır.670 Bununla birlikte kavramı bu şekilde ele almak diğer Müslüman devletlere karşı yürütülen savaşların neden yapıldığı sorusunu cevapsız bırakmaktadır. Müslüman devletlere karşı yürütülen savaşların meşrulaştırılması için öne sürülen temel argüman İslam toplumunu korumak için bu devletlerin de kendilerinden daha güçlü bir devlet olan ve dolayısıyla İslam’ı kendilerinden daha iyi bir şekilde koruyacak olan Osmanlı Devletine katılmalarının gerektiği doğrultusundadır. Bunun yanı sıra Anadolu’ya, yani Müslüman beyliklerin bulunduğu bölgeye doğru ilerleyiş ve Akkoyunlu Devleti ve İran’a karşı yürütülen savaşlarda, bu Müslüman rakiplerin, Osmanlıların asli görevleri olan Batı Hıristiyanlığına karşı Kutsal Savaşı sürdürmelerine engel oldukları öne sürülmüş, 671 bu bağlamda örneğin I. Murat’ın, sefere çıkmadan önce ulemaya danışarak Müslüman komşularına saldırmak konusunda fetva almasında görüldüğü gibi dini otoritelerin onayına başvurulmuştur. 672 Öte yandan gazanın sadece İslamiyet’i yaymak amacıyla yapıldığını söylemek bu dini savaşın nihai amacının Müslüman olmayanların Müslümanlaştırılması olduğu anlamına gelir ve bu durumda da İslamiyet’i kabul 670 Belge, op. cit., s. 10 671 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi Cilt I: 1300-1600, s. 57. Osmanlılar, Şii mezhebinde olan İran’daki Safevilere karşı ayrıca, “râfızî”lere karşı savaş açılması için fetva veren Osmanlı ulemasının da desteğini almışlardır. 672 Colin Imber, op. cit., s. 156 240 etmeyenlere karşı sürekli savaşılması beklenir. Bununla birlikte Osmanlı Devletinin ilk fetihlerinden itibaren Müslüman olmayan bir nüfusa sahip olduğu, yani İslamiyet’i kabul etmemiş olanların da bu devletin topraklarında kendi dinlerine bağlı kalarak yaşamalarına izin verildiği görülmektedir. Bu nedenle gaza kavramını daha geniş bir anlam ve içerikle ele almak daha yerinde olacaktır. İnalcık, sınır beylikleri toplumunun kültürünün, dini bir ödev olan sürekli gaza ve Darülislam’ın bütün dünyayı kapsayana dek sürekli yayılmak üzerine kurulu olduğunu belirtmektedir.673 Ancak gazanın amacı Darülharbi yıkmak değil, ona boyun eğdirmekti ve böylece Osmanlılar, 1300’lerin ikinci yarısından itibaren Müslüman Anadolu ile Hıristiyan Balkanlar’ı kendi yönetimlerinde birleştirerek imparatorluklarını kurmaya başlayacaklardı. Bu anlamda Osmanlı Devleti esas olarak bir Balkan imparatorluğu olarak ortaya çıktı ve bu durum nüfusun çoğunluğunu gayrimüslimlerin oluşturduğu16. yüzyıla kadar böyle devam etti. Osmanlı İmparatorluğu için kutsallık söyleminin belki de en üst noktasına taşınması, Yavuz Selim’in Mısır’ı fethinden sonra Osmanlı padişahlarının aynı zamanda halife de olmalarıdır. Esas olarak halife olmalarından önce de Osmanlı padişahları İslamiyet’i yaymak ve korumakla görevliydi ve bu bağlamda başlıca rolü Imber’in de belirttiği gibi savaşta önder olmaktı; savaşmak için var olan bir devlet anlayışı içinde, sultanın bir savaş lideri olarak rolü saltanatını meşru kılmak için tek başına yeterliydi ve böylece gaza sadece devlete değil, padişaha da dini bir meşruiyet bahşediyordu.674 Bu dini meşruiyet padişahların halife unvanını almalarıyla birlikte daha da artacaktı. İran’a yönelik savaşta olduğu gibi Mısır’ın fethinin de ideolojik bir amacı vardı. Bununla birlikte İran ile girilen mücadelede amaç düşman ideolojiyi bastırmakken, Mısır ve diğer Arap illerinin fethinin amacı, Ortodoks ideolojiyi güçlendirmek ve egemen kılmaktı.675 Nitekim bu fetihler sonucunda halifeliğin Osmanlı padişahlarına geçmesiyle birlikte, özellikle de Yavuz Selim ve Kanuni Süleyman kendilerini “hak dini” Sünniliğin savunucuları olarak meşrulaştırmaya 673 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600), s. 12-13 674 Imber, op. cit., s. 153-155 675 Belge, op. cit., s. 71 241 başlamışlarıdır.676 Ancak Suraiya Faroqhi’nin de belirttiği gibi Sünnilik konusundaki bu ısrar oldukça yeni bir şeydi, çünkü ilk dönem Osmanlı padişahları genellikle savaşlarda ordularının peşinden gelen heterodoks tarikat şeyhlerine yakınlık göstermişlerdir. Dolayısıyla Osmanlı padişahlarının Sünni İslam’dan yana ağırlık koymalarının Şah İsmail’in kendi hanedanını Şii olarak tanımlamasıyla ilişkili olduğunu söylemek mümkündür. I. Selim’in 1516 yılında Mercidabık ve 1517 yılında Ridaniye savaşlarında Memlûkler’e karşı kazandığı zaferlerden sonra, Osmanlıların geliştirdiği yeni halifelik kavramı, İnalcık’a göre Osmanlılarda başından beri görülen kutsal savaşta, yani gazada, önderlik kavramının uzantısından başka bir şey değildi. Buna göre, bu sırada Yavuz Selim’e, yalnızca “Mekke ve Medine’nin koruyucusu ve hizmetkârı” unvanını alması fazlasıyla yetiyordu ve daha sonra Kanuni Süleyman “yeryüzündeki bütün Müslümanların halifesi” sıfatını benimsediğinde de bu, İslam dünyasının koruyuculuğu rolünün vurgulanmasından öte bir anlam taşımıyordu.677 Dini söylem Rusya tarafından da erken dönemlerden itibaren bir meşruiyet aracı olarak kullanılmıştır. Moskova Prensliği’nin Altın Orda egemenliğine karşı çıkması sonucu 1380 yılında iki devlet arasında gerçekleşen Kulikova Savaşında ve daha sonra bu savaşın Rus tarih yazımındaki tasvirlerinde dini unsurlara sıkça yer verilmiştir. Bu savaşta Moskova Prensliği, Müslüman Altın Orda Devletine karşı Ortodoksluğun savunucusu misyonunu üstlendiğini öne sürerek savaşa kutsal bir nitelik kazandırılmaya çalışmıştır. Rus kroniklerinde bu durum şu şekilde ifade edilmektedir: “Büyük prens, kardeşi prens Vladimir Andreeviç ve bütün Rus prenslerine ‘gelin Ortodoks inancı, kutsal kiliseler ve bütün Hıristiyanlar için bu lanetlenmiş, Tanrısız, kafir ve korkak çiğ et yiyicilerine karşı duralım’ dedi.”678 Kroniklerde ayrıca savaş sırasında melekler, şehitler ve azizler gibi dini figürlerin de Moskova Prensliğinin yardımına geldiği ve savaşın kazanılmasını sağladığı anlatılarak bu kutsallık söylemi pekiştirilmeye çalışılmıştır. Nitekim savaşın sonunda 676 Suraiya Faraqhi, Osmanlı İmparatorluğu ve Etrafındaki Dünya, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2007, s. 59 677 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi Cilt I: 1300-1600, s. 56. İnalcık’ın belirttiğine göre Abbasi soyundan gelen El Mütevekkil’in, halifelik haklarını resmi bir törenle I. Selim’e devrettiği, 18. yüzyılda uydurulduğu anlaşılan bir söylenceden ibarettir. 678 Acar, op. cit.s. 50 242 Ortodoks Hıristiyan güçler arasında yaşanan coşku ve galibiyetin Metropolit Kiprian ve Rus Ortodoksisinin ruhani merkezi olan Kutsal Teslis Manastırı lideri tarafından kutsanması da yine elde edilen galibiyete dini bir anlam atfedilmesiyle ilgilidir.679 Kazan ve Astrahan Hanlıklarının fethinin Ruslar için anlamı uzun bir dönem kendilerini yönetmiş olan ancak kendilerinden etnik ve dini olarak farklı bir toplumla bu defa kendilerinin hakim konumda olduğu bir biçimde yeniden bir araya gelmiş olmaktı. Dolayısıyla bu hanlıkların fethinin meşrulaştırılması sırasında Rusların Moğol hakimiyetinde bulundukları döneme sık sık atıfta bulunulmuştur. Moskova için bu hanlıkların fethi bir anlamda bir Haçlı seferiydi. Buna göre Avrasya’da ortaya çıkacak denge önemliydi çünkü dünyanın merkezindeki bu büyük topraklarda İslam’ın mı yoksa Hıristiyanlığın mı galip geleceği bu iki evrensel kültür arasındaki güç dengesini belirleyecekti.680 Nitekim fethin Rus kroniklerinde tasvir ediliş biçiminde de kutsallık vurgusu oldukça yoğundur: “Yüce Lordumuz İsa’nın yardımı ve Tanrının Annesinin dualarıyla, Tanrı tarafından taçlandırılan tüm Rusya’nın yöneticisi Ortodoks Çarımız ve Grandük Ivan Vasilyeviç, kafir Kazan çarı Ediger Mehmet’e karşı savaştı ve sonunda onu yenerek esir aldı”681 Osmanlı imparatorluğu açısından yönetimi altındaki halkların gözünde meşruluğunun temellerinden bir diğeri, devletin topraklarında yaşayan herkes için adaletin sağlayıcısı ve dağıtıcısı olduğudur; adaleti sağlamak hükümdarın en önemli görevidir ve hükümdarın otoritesinin devamlılığı bu görevi ne ölçüde yerine getirdiği ile doğru orantılıdır. Itzkowitz, Yakım Doğu’nun hükümran devletlerinin hem İslam öncesi hem de İslami dönemde ana geleneksel işlevlerinden birinin adaletin ülkede baştan başa hüküm sürdüğü güvencesini sağlamak olduğunu belirtmektedir.682 Benzer biçimde İnalcık da çok eski gelenekler uyarınca hükümdarın, sürüsünü, yani reayayı himaye ve doğru yolda onlara rehberlik eden çoban olarak tanımlandığını, Osmanlı sultanlarının kitlelerle, her çeşit yerel zulüm ve haksızlığa karşı nihai koruyucularının sultan olduğu mesajını vermeye çalıştığını ifade etmektedir. 683 679 Huttenbach, op. cit., s. 48 680 Ibid., s. 47 681 Kappeler, Russian Empire: A Multiethnic History, s. 21 682 Norman Itzkowitz, Osmanlı İmparatorluğu ve İslami Gelenek, İstanbul, Şûle Yayınları, 2002, s. 91 683 Hİnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi Cilt I: 1300-1600, s.53 243 Osmanlı’nın adalet vurgusunun en açık ifadesi Adalet Dairesi’dir. Oktay, Adalet Dairesi’nin, adaleti düzen fikriyle ilişkilendirmesinin altını çizmekte, birbirine bağlı bu iki unsurun ancak bir arada anlamlı hale geldiği düşüncesini taşıdığını dile getirmektedir.684 Itzkowitz’in Adalet Dairesi’yle ilgili vurgusu ise, Daire’nin, “devletin askeri ve reaya sınıfları arasındaki asli bölünme üzerinde durduğu” yönündeki önermesidir. Buna göre Adalet Dairesine hakim olan anlayış, Osmanlı toplumunda herkesin kendi yerinin bulunduğu ve herkesi kendi yerinde tutmanın padişahın işi olduğu, bunu yapan padişahın adil ve itaate layık olduğudur.685 Bu yaklaşım esas olarak Oktay’ın da dile getirdiği mevcut düzenin korunmasının Osmanlı siyasetinin önemli bir unsuru olması görüşüyle aynı doğrultudadır. 17. yüzyıldan itibaren Osmanlı askeri ve ekonomik açıdan gittikçe güçsüzleşip, buna bağlı olarak siyasi otoritede zaafların ortaya çıkması ve bu zaaflardan doğan boşluğun ulema tarafından doldurulması ideolojik söylemi de etkilemişti. Hilafet ve İran savaşlarıyla birlikte din adamlarının artan rolü, padişaha karşı çıkan isyanlarla birlikte padişah otoritesinin sorgulanmasından sonra daha da artmıştı. Bu döneme kadar Osmanlı siyasi düşüncesinde adaletin uygulanmasında padişah kanunu en önemli öğe olarak tanımlanmış olmakla birlikte, “işler aksayıp düzen sarsıldıkça” şeriat ön plana çıkmaya başlamış, şeriatın adaletin temeli olması gerektiği ulema tarafından sıklıkla vurgulanmıştır.686 Osmanlı İmparatorluğu’nun bir İslam devleti olması, “İslami bir sistemde gaye insanların refahıdır.” anlayışına bağlı kalınması, yani refah söyleminin de ideolojik olarak kullanılmasını beraberinde getirmektedir. İnalcık’a göre, yalnız bir güç ve kudret devleti olma amaçlarıyla çelişkili gibi gözükse de İslam devletinde topluluğun refahı kaygısı yine de ağır basıyor ve bu, bir bolluk ekonomisine bağlılığı gerekli kılıyordu.687 Bu bağlamda, diğer İslam devletlerinde olduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğunda da temel ihtiyaç malları ile lüks mallar arasında bir ayrıma gidilmiş, temel ihtiyaç mallarının darlığını önlemek ve bir bolluk ekonomisini teminat altına almak, Osmanlı padişahlarının en önemli sorumlulukları arasında yer 684 Cemil Oktay, “Bizans Siyasi İdeolojisi’nden Osmanlı Siyasi İdeolojisi’ne”, s. 33 685 Itzkowitz, op. cit., s. 134 686 Kunt, op. cit., s. 66 687 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi Cilt I: 1300-1600, s. 83 244 almıştır. Bu bağlamda Osmanlı İmparatorluğu’nda gümrük ve lonca üretimi düzenlemeleri, fiyatlara üst sınır getirilmesi, malların kalite ve ölçülerinin pazarda denetlenmesi ve bazı zorunlu ihtiyaç maddelerinin imalat ve satışına konan kontrol ve kısıtlamalar şeklinde devlet müdahaleleri ortay çıkmıştır.688 Burada her ne kadar, İslam’ın toplumun refahını bir amaç olarak belirlemiş olmasına bağlı kalındığı izlenimi oluşsa da, temel tüketim mallarında yaşanan kıtlıkların pek çok durumda isyanlara yol açması nedeniyle politik bir amaç da kendisini hissettirmektedir. Dolayısıyla burada ideolojik söylem iki yönlü olarak işlemektedir; bir yandan İslam’ın buyrukları yerine getirilmekte, öte yandan halkın ihtiyaçlarını karşılamalarında rol üstlenilerek halkın gözünde devletin varlığı ve önemi bir kez daha meşrulaştırılmaktadır. Osmanlı devleti tarafından bu bağlamda bir diğer girişim, padişahların sık sık sadaka dağıtmaları, vakıflar ve yoksulların yararlanabilmesi için aşevleri kurmalardır. Osmanlı iktidarı için bu ve diğer hayır davranış ve kurumları servetin toplum içinde yeniden bölüştürülmesinde etkili olduğu gibi halkın özellikle yoksul kesimlerinde ortaya çıkabilecek hoşnutsuzlukları önleme aracı olarak da işlev görüyordu. İnalcık’ın da belirttiği gibi, bu yeniden bölüşüm bir tahsis merkezinin varlığını gerekli kıldığından, Osmanlı sultanları bu süreçte de önemli role sahipti. Hayır işlerinin ve toplumsal yeniden bölüşümün merkezinde yer alması, padişah için oldukça önemli bir meşruiyet kaynağı teşkil ediyordu. Bunun yanı sıra hayır kavramının İslam hukukunda önemli bir yere sahip olması ve hayır işlemenin Allah’ı hoşnut kıldığı ve lütfuna mazhar olduğu inancı İslam devletlerinde ekonomik önem taşıyan pek çok temel konuda Müslümanların davranışlarını belirlediği gibi, bu alanda Osmanlıların da özel bir çaba göstermelerine yol açmıştır.689 Özellikle sömürge imparatorlukları tarafından kullanılan medeniyet söylemi, Rus İmparatorluğu tarafından da kullanılmıştır. Rusya’nın bu söylemi kullanması Orta Asya’da kurduğu, sömürgeciliğe oldukça yakın olan yönetim tarzıyla ilişkilidir. Ancak Rusya’nın bu söylemi ilk kullandığı bölge Güney Kafkasya olmuştur. Çoğunluğu Hıristiyanlardan oluşmasına rağmen Rus devletinin bu halklara bakışı 688 Ibid., s.88 689 Ibid., s. 85 245 Avrupa merkezliydi. Buna göre Rusların gözünde Asyalı olan bu halklara Rusya Avrupa medeniyetini götürmeliydi. Bölgenin fethi öncesinde olduğu gibi, sonrasında da bu bölgenin uygarlaşmamış Asyalılar tarafından iskan edildiği ve Rusya’nın bu bölgelere Avrupa medeniyetini götürmekle yükümlü olduğu ve bu bağlamda 1833 yılında Devlet Konseyi’nde dile getirildiği biçimiyle Tanskafkasya’nın Rusya’yla tam bir bütün olması ve nüfusunun da Rus gibi konuşması, düşünmesi ve hissetmesi gerektiği öne sürülmüştür.690 Rus İmparatorluğunun bu topraklardaki varlığını medeniyet söylemiyle meşrulaştırmaya çalışan bu yaklaşıma ek olarak dini söylem de kullanıldı. Buna göre Rusya’nın bu toprakları kendi yönetimine katması, Hıristiyan Gürcü ve Ermenileri, geri kalmış olarak nitelendirdiği Müslüman devletlerden özgürleştirme amacına hizmet ediyordu. 691 Rusya Orta Asya’nın fethi sırasında yeniden medeniyet söylemine başvurdu. Buna göre Rus İmparatorluğu Kazak bozkırlarının “geri kalmış” göçebe halklarını “uygarlığın daha ileri bir aşaması” olan yerleşik hayata geçirme görevini üstlenmişti. 692 Rus Dışişleri Bakanı Gorçankov, Rusya’nın bölgeye yönelik politikasını şu sözlerle dile getirmektedir; Rusya’nın Orta Asya’daki durumu, sağlam sosyal teşkilatları olmayan, yarı vahşi göçebe kabilelerle bağlantı kuran bütün uygar devletlerinkine benzemektedir. Böylesi durumlarda sınır güvenliği ve ticari ilişkiler daima daha uygar bir devletin, vahşi ve asi gelenekleri yüzünden musibet gibi görünen komşuları üzerinde belli bir otoriteye sahip olmasını gerektirir. İşe önce akın ve yağmayı önlemekle başlar. Sonra bunlara son vermek için, genellikle komşu kabileleri bir dereceye kadar boyun eğen güçler haline getirmek zorundadır.693 Orenburg Genel Valisi Kryjanovski de; […] Zayıf komşularımızın geleneklerine ve dillerine hoşgörülü davranmayı bırakmanın zamanı geldi. Onları geleneklerimize uymaları ve dilimizi öğrenmeleri için zorlamalıyız. Sayemiz de uygarlık zamanla oraya da 690 Kappeler, Russian Empire: A Multiethnic History, s. 176 691 Ibid., s. 175 692 Ibid., s. 189 693 A. J. Rieber, The Politics of Autocracy: Letters of Alexander II to Prince A. I. Bariatinskii, 1857-1864, Paris: Mouton, 1966, s72’den aktaran Hosking, op. cit., s. 444 246 yerleşebilir ve bu zavallı insan ırkının yaşamlarını geliştirebilir.694 sözleriyle benzer bir yaklaşımı ifade etmektedir. Burada yaşayan halklara medeniyet götürdüğünü iddia etmek Rusların bu halklardan üstünlüğünü vurguluyordu. Bu ise Rusya’nın Avrupalı bir güç olma duygusunu güçlendiriyordu. 694 David Mackenzie, “Expansion in Central Asia: St. Peterspurg vs. the Turkestan Generals, 1863- 1866, Canadian Slavic Studies 3, 1969, s.303’ten aktaran Hosking, op. cit., s. 444 247 3 OSMANLI VE RUS İMPARATORLUKLARI’NIN ÇÖZÜLME DİNAMİKLERİ 3.1 İmparatorluğa Tepkiler İmparatorluğun çözülmesine yok açan dinamikler arasında en öne çıkanı kuşkusuz imparatorluk içinde, imparatorluk yönetimine, hatta imparatorluğun varlığına karşı ortaya çıkan tepkilerdir. Bu tepkiler farklı şekiller alabilmektedir. Bu farklılık benimsenen ideolojiden, beklenen sonuçtan ya da bu sonuca ulaşmak için kullanılan yöntemden kaynaklanabilmektedir. 19. yüzyıla gelindiğinde, bu tepkilerin ideolojik temelini, dönemin belirleyici ideolojileri olan milliyetçilik, sosyalizm ya da liberalizm oluşturuyordu. Bu ideolojiler etrafında bir araya gelen kitlelerin amaçları mevcut yapı içinde bölgesel ya da kültürel özerklik elde etmek, bu yapıyı demokratik hak ve özgürlükler etrafında yeniden biçimlendirmek ya da imparatorluktan ayrılarak bağımsız bir devlet olmak veya mevcut bir başka devletle birleşmek biçimini alabiliyordu. Bunun için kimi gruplar silahlı mücadele yürütme yoluna giderken kimileri demokratik yollara başvuruyordu. Bu tepkilerin amaçlarına ulaşabilmesi, elbette İmparatorlukların içinde bulundukları koşullarla yakından ilişkilidir. Daha önce de belirtildiği gibi 19. yüzyıl, çok önemli teknolojik, ekonomik, toplumsal, siyasal dönüşümlere tanıklık etmişti. Bu dönüşümlerin hepsi birbiriyle yakından ilişkiliydi ve birbirinden ayrılması ve geri döndürülmesi mümkün olmayan süreçlere yol açmışlardı. İmparatorlukların bu dönüşüme ayak uydurabilme kapasiteleri, karşı karşıya kaldıkları tepkileri karşılayabilmelerinin de sınırlarını belirlemekteydi. François Georgeon’un ifadesiyle “ortak çizgiler taşıyan” Osmanlı ve Rus İmparatorluklarının 20. yüzyılın başında yerlerini farklı çizgiler taşıyan devletlere bırakmalarında 19. yüzyılda yaşanan dönüşümünün rolü büyüktü. Georgeon, iki imparatorluk açısından bu süreci şu şekilde özetlemektedir: Her ikisi de çok uluslu imparatorluklardı. Milliyetçiliğin gelişmesi ve “tabi” milliyetlerin merkezkaç eğilimleri dolayısıyla, 19. yüzyıl boyunca her ikisi de büyük sarsıntılar geçirdi. Her iki imparatorluk da, yüzyılın sonunda otokrasinin güçlenmesine tanık oldu. III. Alexander ve II. Abdülhamit, imparatorluklarını despotça yönettiler ve kendilerine karşı giderek belirginleşen liberal ya da devrimci bir muhalefetin doğuşuna tanık oldular. Her iki ülkede de köklü ekonomik 248 dönüşümler oldu. Yabancı sermayenin etkisiyle 1880’lerden sonra hızla gelişen kapitalizm, Rusya’da devrimci fikirlerle harekete geçen işçi sınıfının saflarını genişletti. Osmanlı Devletinde ise, yine hızlı bir ekonomik gelişme yaşanmakla birlikte, bu, daha çok yabancıların ve azınlıkların yararına bir gelime oldu: Avrupa sermayesi ve mamul maddeleri Osmanlı pazarına akın etti. 20. yüzyıl başında, Rusya büyük kapitalist güçlerin arasında yerini alırken, Osmanlı İmparatorluğu yarı sömürge bir devlet durumuna düştü.695 Bu süreç boyunca Osmanlı ve Rus İmparatorlukları’nın çözülüşünde etkili olan tepkiler Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülüşünü belirleyen milliyetçi tepkilerle Rus İmparatorluğu’nun çözülüş sürecinde etkili olan sosyalist tepkilerdir. Ancak sosyalist ve milliyetçi tepkilerin her ikisine de, hem Osmanlı hem Rus İmparatorluklarında rastlanmaktaydı. Ayrıca her iki imparatorlukta da bu iki tepkininin iç içe geçmesi de söz konusuydu. 3.1.1 Milliyetçi Tepkiler Osmanlı İmparatorluğu’nda milliyetçi hareketin ilk etkileri Fransız Devriminden itibaren hissedilmeye başlanmıştır. Fransız Devriminin Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki etkisi, Devrimle başlayan ve onun fikirlerinin yayılmasına yardımcı olan Napolyon Savaşları ile devam eden süreçte, eşitlik, kardeşlik, özgürlük fikirlerinin ve bununla bağlantılı olarak meşrutiyetçi ve milliyetçi hareketlerin İmparatorluğa girmesi ile gerçekleşti. Roderic Davison’ın da belirttiği gibi milliyetçilik, 18. yüzyılın bir diğer Batılı icadı olan buhar makinesi gibi yaratıcı ve birleştiriciydi, ancak milliyetçilik aynı zamanda son derece yıkıcı bir güçtü ve Osmanlı İmparatorluğu bu milliyetçilikten yarar değil zarar görmüş, milliyetçiliğin patlayıcılığı İmparatorluğun dağılmasında önemli rol oynamıştı.696 18. yüzyılın son çeyreğinden 19. yüzyılın ilk çeyreğine kadar olan dönemde milliyetçilik, kronolojik ve coğrafi olarak İmparatorluğun batısından doğusuna doğru, Balkanlar ve Batı Anadolu’da Yunanlar, Sırplar, Bulgarlar, Romanyalılar, Arnavutlardan başladı ve sınırlı ve etkisini kaybederek de olsa İmparatorluğun Müslüman halklarına kadar ulaştı. Batı ile ekonomik ve sosyal açıdan en yakın ilişki içinde olan, dolayısıyla 695 Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri: Yusuf Akçura (1876-1935, s. 7 696 Roderic Davison, “Nationalism as an Ottoman Problem and the Ottoman Response” Nationalism in a Non-National State: The Dissolution of the Ottoman Empire, Haddad, W. and W. Ochsenwald (ed.), Columbus, Ohio University Press, 1977, s. 25 249 Avrupa’nın değişiminden erken dönemde etkilenen Balkanlar ve bu bölgede yaşayan gayrimüslim nüfus milliyetçi düşünce ve hareketlerin kendisini ilk gösterdiği bölge oldu. Milliyetçiliğin, İmparatorluğun Balkan bölgelerinde diğer bölgelerine kıyasla daha erken bir tarihte ortaya çıkarak yaygınlık kazanması bu bölgelerin Batı Avrupa’yla dini ve kültürel yakınlığının yanı sıra fiziksel yakınlığıyla da ilişkilidir. Bu bölgeler Aydınlanma ve Fransız Devrimi fikirlerinin Osmanlı İmparatorluğu’na ilk ulaştığı yerler olmaları dolayısıyla bu fikirlerin etkilerinin en erken ortaya çıktığı bölgeler olmuştur. Barbara Jelavich’e göre de 19. yüzyıl Balkan ulusal lider ve düşünürleri kökleri Batı Avrupa’da olan iki siyasi doktrinden derinden etkilenmişti: Kökleri 18. yüzyıl Aydınlanma düşüncesinde olan liberalizm ve temeli 19. yüzyıl tarihselciliği ve romantikliğinde bulunan milliyetçilik.697 Osmanlı’yla ticari ilişkileri yürütmek üzere İmparatorluğa gelen tüccarlar ve beraberindekiler Avrupa’yı etkisi altına alan bu düşüncelerin de taşıyıcısı olmuşlardır. Bu kişilerin özellikle İmparatorluğun dışa açılan kapıları olan liman kentlerinde yoğunlaşmaları da bu bölge haklarının Batı Avrupa’da egemen olan fikir akımlarıyla doğrudan irtibat haline olmalarını sağlıyordu. Bu süreçte, özellikle Osmanlı’nın giderek artan oranda dünya ekonomisin bir parçası haline gelmesi ve Batı Avrupa devletleriyle yürütülen ticaretin artması da önemli bir etkendir. 18. yüzyıldaki küresel ticarileşme ve parasallaşma dalgası, Avrupa büyüme alanına daha yakın olan Balkan topraklarında yerel ayanın ekonomik güç birikimine olanak tanıyıp, tüccar grupların, yeni kentlilerin ve eğitimli orta sınıfların ortaya çıkmasının ön koşullarını yaratarak, İmparatorluktan ayrılmayı hedefleyen çeşitli ulusal hareketlerin doğmasına yol açacak faktörleri ortaya çıkarmıştır.698 Osmanlı ekonomisinin dünya ekonomisiyle eklemlenmesi sürecinde Balkanlar’ın Avrupa’ya açılan ulaşım yolları üzerinde bulunması ve bölge halkının Avrupa devletleriyle olan kültürel yakınlığı nedeniyle aracı rolü üstlenmeleri, bölgede ortaya çıkan milliyetçiliği önemli ölçüde etkilemiştir. Keyder, 18. yüzyıldan 697 Barbara Jelavich, Balkan Tarihi Cilt 1: 18. ve 19. Yüzyıllar, İstanbul: Küre Yayınları, 2006, s. 195 698 Çağlar Keyder, Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliğine, İstanbul, İletişim Yayınları, 2007, s. 27 250 itibaren merkez karşısında belli bir bağımsızlık kazanmış çiftlik sahiplerinin Orta Avrupa’daki ticaret ağlarıyla bağlantıları sayesinde özerkliklerini güçlendirebildikleri Balkanlar’da 19. yüzyıla gelindiğinde farklılaşma ve sınıf oluşumu sürecinin ivme kazandığını, 19 yüzyıl boyunca Balkanlar daha da zenginleşip, eğitimli orta sınıflar ortaya çıkarken bölgenin Avrupa’ya yakınlığının milliyetçiliğe yönelik siyasal gelişmeyi hızlandırdığını belirtmektedir.699 Benzer bir biçim de Issawi de bölgenin 19. yüzyılda ekonomik açıdan hızlı bir biçimde gelişmesini Avrupa’yla ticaret gibi kazançlı ekonomik faaliyetlere yönelmelerine, dış güçlerin korumasından ve imparatorluktaki reform sürecinden yararlanmalarına, imparatorluk dışındaki dindaşlarından destek almalarına ve eğitim sistemlerini geliştirmelerine dayandırmaktadır.700 Balkan nüfusunun Batı ile ticareti yürüten kesimlerini daha çok gayrimüslimler oluşturuyor ve bu özellikleri çeşitli Avrupa devletlerinden himaye, teşvik ve destek görmelerini sağlıyordu.701 Yabancı tüccarların Osmanlı devleti içinde yürüttükleri ekonomik faaliyetlerde aracı olarak genellikle İmparatorluğun ticaret merkezlerinde yaşayan ya da yerel ticareti yürüten gayrimüslim nüfusu istihdam etmeleri de, nüfusun bu kesimini etkiliyordu. Üstelik bu ekonomik faaliyetin sağladığı zenginlik ve buna bağlı olarak ortaya çıkan ekonomik ve toplumsal dönüşüm gayrimüslim nüfus arasında milliyetçi düşüncenin gelişmesi için gerekli zemini oluşturuyordu. Özellikle Karlofça Antlaşmasından sonra gayrimüslimlerin bu ilişkilerde oynadığı rol de önemli bir artış oldu. Kapitülasyonların Avrupalı tüccarlara sağladığı ayrıcalıklardan yararlanmak isteyen gayrimüslim tüccarlar Avrupa devletlerinin himayesine girmeye başladılar.702 1838 tarihinde imzalanan Baltalimanı Antlaşması ve 1881 tarihinde kurulan Düyun-u Umumiyle Osmanlı ekonomisini giderek artan ölçüde kendisine bağımlı kılmış olan devletler açısından İmparatorlukta yaşayan gayrimüslimler, Osmanlı toplumu ile 699 Ibid., s. 29 700 Charles Issawi, “The Transformation of the Economic Position of the Millets in the Nineteenth Century” Braude, Benjamin Braude, Bernard Lewis (Ed.),, Christians and Jews in the Ottoman Empire: The Functioning of a Plural Society, New York: Holmes&Meier Publishers, Inc. 1982, s. 270-277 701 Keyder, Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliğine, s. 29 702 Şevket Pamuk, Osmanlı – Türkiye İktisadi Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları, 2003, s. 166 251 aralarında bir tür aracı kurumdu. Birçok gayrimüslim bunun sağlayacağı avantajlardan yararlanmak için yabancı devlet vatandaşlığına geçiyordu. Bu gelişmelerin ulusçu hareketlerle bir diğer bağlantısı bu süreçte zenginleşen aracıların varlıklarının bir kısmını bağımsızlık hareketlerine kaydırmalarıdır.703 Reşat Kasaba buna örnek olarak Sırp isyanının önde gelen isimlerinden Kara Yorgi’nin varlıklı bir domuz tüccarı olmasını, Yunan isyanının hem ideolojik hem de örgütsel yönden odak noktası olan Filiki Eterya Örgütünün Odesa’daki Yunan tüccarları tarafından kurulmuş olmasını ve ateşli silahlarla donatılan Yunan ticaret filosunun 1829’da Mora ayaklanmasında Osmanlı donanmasına ağır kayıplar verdirmiş olmasını göstermekte. Milliyetçi harekete verilen desteğin dolaylı bir örneği Rusya’da imparatorluğunun sunduğu geniş pazarın Polonyalı işadamlarına büyük karlar getirmiş olmasına rağmen hiçbir zaman Polonya milliyetçiliğinin imparatorluğun varlığı ile uzlaşmasını sağlayamamış olması, aynı şekilde büyük İngiliz pazarı ve İngiltere’nin ekonomik politikalarının da İrlanda milliyetçiliğini yok etmeyi başaramamısıdır. 704 Ancak Kasaba bu tür örneklere karşın ticari çıkarlarla ulusçu akımlar arasında birebir ilişki kurmanın doğru olmadığını, çünkü tüccar gruplar arasında da çelişkiler olduğu ve bu çelişkilerin konjonktür el verdiği sürece birbirini tamamlayıcı şekilde hareket etmeye çalışan tüccarların arasındaki bağların zaman zaman kopmasına neden olduğunu belirtmekte.705 Benzer bir biçim de Keyder de yeni ortaya çıkan ve mevcut koşullar altında gelişen gayrimüslim burjuvazi için, ayrılıkçı bir milliyetçiliğin çok da cazip olmadığını belirterek706 ekonomik çıkarlarla milliyetçi akımlar arasında her zaman doğrudan bir ilişki kurulamayacağına değinmektedir. Balkanlarda çıkan ilk isyan 1804 yılındaki Sırp isyanıdır. Başlangıçta bağımsızlık talebi içermemekle birlikte zamanla bu noktaya gelen isyan, Akşin’in de belirttiği gibi Sırp burjuvazisinin doğmasına yol açan toplumsal–iktisadi gelişmeler, Osmanlı yönetiminin uygulamaları ve başta Rusya olmak üzere, yabancı devletlerin 703 Reşat Kasaba, Osmanlı İmparatorluğu ve Dünya Ekonomisi, İstanbul: Belge Yayınları, 1993, s. 31 704 Lieven, “Dilemmas of Empire”, s. 173 705 Kasaba, op. cit., s. 31 706 Keyder, Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliğine, s. 31 252 müdahale ve destekleri sonucu gerçekleşmişti.707 Dolayısıyla Sırp isyanı Balkanlarda ortaya çıkan milliyetçi meydan okumaların genel çizgisini takip etmiştir. Nitekim Sırbistan’ın bağımsızlığı yönünde önemli bir adım olan özerklik, Rusya’nın galip geldiği 1828-1829 savaşından sonra imzalanan Edirne Antlaşmasına konan bir hükümle gerçekleşmişti. Aynı antlaşma Yunan bağımsızlığını da içermiş, Osmanlı bu bağımsızlığı 1830 yılında tanımıştı. Yunan milliyetçiliğin Hroch’un sınıflandırması bağlamında B aşamasına ulaşarak siyasallaşması, Zürcher’in de belirttiği gibi “Bizans İmparatorluğunun yeniden kurulmasını amaçlayan gizli bir topluluk olan Filiki Eterya’nun 1814’te Odessa’da Rum tüccarlar tarafından kuruluşuna kadar götürülebilir.” Yunan milliyetçiliği 1821 yılında isyana dönüşürken Zürcher’e göre bu isyanın önemi; Rum cemaatinin İmparatorluğun dışarıyla olan gerek ekonomik gerek diplomatik ilişkilerinde çok önemli bir rol oynaması; isyanın birçok önderinin en başından itibaren bağımsızlığı hedefliyor olması ve isyanın ardından çıkan bunalıma bütün önemli Avrupa güçlerinin dahil olmasından kaynaklanmaktadır.708 Bu devletlerden Rusya’nın Yunan bağımsızlığı için ısrarcı tavrı yeni bir Osmanlı-Rus savaşına yol açmış, bu savaşın sonunda Osmanlı’nın aldığı yenilgi de belirtildiği gibi Rusya’nın istediği biçimde Yunan bağımsızlığıyla sonuçlanmıştır. Ancak 1830 tarihinde ortaya çıkan Yunan devleti Yunan milliyetçiliğin hedeflerine oldukça uzaktı. Bunun nedeni bağımsız bir Yunan devletinin Rusya’nın kontrolüne girmesinden endişe eden Avusturya, Fransa, İngiltere gibi Avrupalı devletlerin, bölgede zayıf Osmanlı egemenliğini tercih etmeleriydi. 1829 tarihli Edirne Antlaşması, çeşitli Balkan halklarına özgürlük ve özerklik getirmesine rağmen Bulgarlar bu antlaşmanın kapsamı dışında kalmıştı. Bu durumun yarattığı rahatsızlık Bulgarları 1835 yılında bir isyana yöneltmişti. Ancak gerek Rusya’dan bekledikleri dış desteği alamamaları gerekse de ortak hareket etmek konusunda başarılı olamamaları isyanın Osmanlı tarafından kolayca bastırılmasına neden oldu. Bu durum Bulgar ulusçuluğunun liderlerine Bulgar milliyetçiliğinin henüz kitlesel destek aşamasına ulaşmadığını gösterdi ve bu sorunu aşmak için 707 Sina Akşin, “Siyasal Tarih (1789-1908), Sina Akşin (Der.), Türkiye Tarihi Cilt 3: Osmanlı Devleti 1600-1908, İstanbul: Cem Yayınevi, 1995, s. 101 708 Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları, 2003, s. 53 253 harekete geçtiler. Ortaylı “Balkan tarihinde orijinal bir ulusalcı program” olarak nitelendirdiği bu süreçte Bulgarların modern bir eğitim sistemi kurduklarını, kısa zamanda yaygınlaşan bu okullarda daha çok orta ve fakir kesimlerin eğitim almayı tercih ettiğini, zamanla bu okullara kız öğrencilerin de alınmasıyla ulusçu hareketin daha da genişlediğini, bu eğitim sonucunda Bulgarcanın yaygınlaşmasının Bulgar basının doğuşunu sağladığını belirtmektedir.709 Böylece Bulgar milliyetçiliği C aşamasına ulaşmasını sağlayacak toplumsal kesimlerin ortaya çıkmasını da sağladı. Ancak bu aşamaya ulaştıktan sonra Bulgar ulusçuluğunun önündeki tek engel hakimiyeti altında bulunduğu Osmanlı yönetimi değildi. Bulgarcanın yaygınlaşması ve bununla birlikte kendi dillerinde ibadet etme isteğinin ortaya konmasına yönelik ilk tepki Bulgar halkının bağlı bulunduğu Rum Ortodoks cemaati liderliğinden geldi. Ancak Tanzimat ve Islahat Fermanları’yla tanınan haklar Patrikhanenin sürece müdahale edebilmesine engel oldu ve Bulgar okulları ve Bulgar milliyetçiliği gelişebileceği ortama kavuşmuş oldu. Bu ortamda gelişen Bulgar ulusçuluğu 1876 yılında yeni bir isyana dönüştü. Rusya’dan 1835 yılında gelmeyen destek bu defa geldi ve Rusya Bulgarların yaşadığı bölgelerde reform yapılmaması ve bu bölgelere özerklik verilmemesi durumunda Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan edeceğini duyurdu. Bölgedeki dengeleri altüst edecek bir savaşı önlemek isteyen İngiltere’nin girişimiyle, Balkanlardaki durumu görüşmek üzere İstanbul’da toplanan Tersane Konferansı, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kanun-i Esasi’yi yürürlüğe koyarak meşruti yönetime geçtiğinin ilan etmesine tanıklık etti. Osmanlılara göre Kanun-i Esasi’nin ilanıyla bütün tebaaya meşruti haklar verilmiş olduğundan İmparatorluğu Hıristiyan bölgelerindeki bütün ıslahat tartışmaları gereksiz hale gelmiş oluyordu ve bu nedenle büyük güçlerce yapılan bütün ek öneriler Babıali tarafından reddedildi.710 Bunun üzerine Ruslar dedikleri gibi Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan ettiler. Savaş Osmanlı ordularının ağır yenilgisiyle sonuçlanırken, imzalanan Berlin Antlaşmasıyla Bulgar ulusçuluğu amacına fiili olarak ulaştı ve Bulgaristan bağımsız bir devlet olarak ortaya çıktı. 709 İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2005, s. 85-86 710 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 114 254 Berlin Antlaşmasıyla aynı zamanda Yunanistan, Sırbistan, Romanya ve Karadağ’a da çeşitli topraklar verildi. Böylece İmparatorluğun Batısında ortaya çıkan milliyetçi hareketler önemli kazanımlar elde etmiş oldular. Bunun önemli bir istisnası Makedonya sorunuydu. Ayastefanos Antlaşmasıyla Makedonya’nın Bulgaristan’a bağlanması öngörülmüş fakat Berlin Antlaşması sonrasında bu bölge Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı kalmaya devam etmişti. Bununla birlikte ülkenin Ortodoks Hıristiyan Sırplar, Yunanlılar, Ulahlar, Museviler ve Müslüman Arnavut ve Türklerden oluşan nüfusuna ek olarak kendilerini bu grupları içine alan ayrı bir Makedonya ulusu olarak gören grupların varlığı, milliyetçiliği bu ülkede başka yerlerdekinden daha sorunlu kılmaktaydı.711 Üstelik Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan gibi Balkanların yeni devletlerinin, Osmanlı topraklarında kalan “soydaşları” nedeniyle bölgeyle ilgilenmeye devam etmeleri ve Makedonya’da birbirleriyle rekabet eden ulusal örgütlerin de genellikle bu Balkan devletlerinden biriyle doğrudan bağlantı içinde olmaları sorunu daha da karmaşık hale getirmekteydi.712 Dış güçlerin soruna dahil olması Balkan devletleriyle de sınırlı değildi. Nitekim İngiltere ve Rusya’nın Makedonya sorununu ele almak üzere 1908 yılında Reval’de bir araya gelmeleri, Makedonya’nın İmparatorluktan koparabileceğinden endişe eden İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni harekete geçirerek Meşrutiyet’in yeniden ilan edilmesine neden olan olaylar dizisini başlatacak olan isyana yol açmıştı. Bundan sonra iktidara gelen İttihat ve Terakki’nin soruna yaklaşımı, Osmanlıcılık politikası çerçevesinde Makedonya’daki tüm etnik grupları Osmanlı kimliği altında birleştirmek doğrultusundaydı. Balkanların Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopuşu 1912 yılındaki Balkan Savaşı sonrasında oldu. 1911 yılından itibaren Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan, Karadağ çeşitli ittifak görüşmelerine başladılar. Ancak söz konusu devletlerin Osmanlı topraklarının paylaşımı konusunda anlaşmaları oldukça zordu. Nitekim bu durum harekete geçmelerini sürekli olarak erteliyordu. Ancak 1911 yılında İtalya’nın Trablusgarp’ı işgal etmesi ve Osmanlı’nın bu gelişmeyle meşgul olması Balkan devletlerini harekete geçirdi. Konunun gündeme getirilmesi yine Makedonya sorunu 711 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 125 712 Mehmet Hacısalihoğlu, Jön Türkler ve Makedonya Sorunu (1890-1918), İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2008, s. 422 255 üzerinden oldu. 1912 Ekiminde Sırbistan, Karadağ, Yunanistan ve Bulgaristan, Babıâli’ye, Makedonya’da yabancı denetimi altında geniş çaplı ıslahat yapılması yönünde bir ültimatom gönderdiler ve Osmanlı’nın daha önce onaylamış olduğu bütün ıslahatları uygulamaya hazır olduğunu bildirmekle birlikte, ültimatomda ima edilen egemenliğinden feragat etmeyi reddetmesi üzerine sırayla Osmanlı’ya savaş ilan ettiler.713 Osmanlı çok kısa sürede eski başkent Edirne dahil olmak üzere Balkan topraklarını kaybetti. Berlin Antlaşması sonrasında sorulu hale gelen bir diğer konu Ermeni milliyetçiliğiydi. Berlin Antlaşmasının Doğu Anadolu topraklarında, Ermenilerin yaşadığı bölgelerde reform yapılması konusunu ele alması, bu sırada gelişmekte olan Ermeni milliyetçiliğine yönelik olumsuz algıların oluşmasına neden oldu. Ermeni milliyetçiliğinin Hroch’un C Evresi olarak sınıflandırılan, örgütlü temele ulaşmasının bu döneme denk gelmesinde söz konusu algıların oluşmasında etkili olmuştur. her ne kadar Ermeni cemaatinin çoğunluğu, özellikle de daha zengin olanlar tarafından desteklenmemekle birlikte, 1887 yılında Cenevre’deki mülteci öğrenciler tarafından Hınçak adlı radikal bir örgüt kurulmuş, bunu 1890 yılında Tiflis’te daha ılımlı, sosyal demokrat bir örgüt olan Taşnaksutyun izlemişti.714 Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi Rus İmparatorluğu’nda da milliyetçi hareketler İmparatorluğun batı bölgelerinde doğu bölgelerinden daha önce ortaya çıkmıştır. Coğrafi yakınlık Osmanlı İmparatorluğunda olduğu gibi burada da önemliydi. Avrupa’dan gelen fikir akımları öncelikle buraya yakın olan topraklara ulaşıyordu. Üstelik Avrupa’ya yapılan ticaretin bu bölgeden geçiyor olması hem tüccarlara birlikte fikirlerin de dolaşmasını sağlıyor hem de bölgenin ekonomik olarak gelişmesine katıda bulunduğundan milliyetçi düşünce ve hareketlerin gelişmesinin zeminini hazırlıyordu. İmparatorluğun Batıya doğru yayılması, Altın Orda devleti topraklarını ele geçirme sürecinde yaşanandan çok daha az tepkiye neden olmuştu. Bu bölgede Rus yönetiminin daha kolay bir şekilde kabul edilmesi büyük ölçüde yerel Hıristiyan elitlerin Rus yönetimi tarafından Rus aristokrasisine eşit olarak kabul edilmesi ve 713 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 158 714 Ibid., s. 126 256 toprak sahipliği ve diğer ayrıcalıklarının korunarak bu kesimlerin bağlılığının sağlanmasıyla ilgilidir.715 Başta din olmak üzere, değerler sistemi ve yaşam biçimi arasındaki benzerlik Batıda Rusların ve Rus yönetiminin, kendileriyle hiçbir ortak özellik taşımayan doğu halklarına göre daha kolay kabul edilmesinde önemli bir rol oynamıştır. Sürece tersten bakıldığında söz konusu bölgelerle paylaştığı toplumsal ve kültürel benzerlik Rusların da bölge elitleriyle işbirliği konusunda daha istekli olmasında etkili olmuştur. Buradaki aristokratik yapının Rusya’da bir karşılığının bulunması da yerel aristokrasisin Rus aristokrasine kolayca eklemlenebilmesini sağlamıştır. Ancak bu ılımlı geçişin Rus İmparatorluğu’nun Batı’ya doğru ilerleyişinin tümünde geçerli olduğunu söylemek mümkün değildir. Polonya bu durumun en önemli istisnasını oluşturmaktadır. Aslında Polonya ve Polonya soyluluğu da Rusya’nın batıda ele geçirdiği topraklarda tanıdığı ayrıcalıklardan yararlanıyordu, ancak Altın Orda’nın mirasçısı olan diğer devletler gibi uzun süre kendi bağımsız devletine sahip olmuş olan ve bir dönem Rus İmparatorluğu’nun en önemli rakiplerinden biri olan bu Polonya-Litvanya Krallığını yeniden kurmak isteyen Polonya, Rus egemenliğine karşı şiddetli bir direniş sergiledi.716 Polonya, Ruslara karşı sergilediği bu direnişi kaybedip Avusturya-Prusya-Rusya arasındaki paylaşımlarda büyük ölçüde Rus egemenliğine girmekle beraber İmparatorluğun sonuna kadar bu direnişi faklı dönemlerde çeşitli ayaklanmalarla sürdürmüş, bu direniş ve ayaklanmalar Rusya tarafından askeri güç kullanılarak bastırılmaya çalışılmıştır. Buna karşılık bu ülkeye yönelik Rus politikası sadece şiddete dayanan bir politika olmamış, yerel aristokrasi ve elitlere işbirliğini sürdürerek bu devletin bağlılığını bu şekilde de sağlamaya çalışmıştır. Rus egemenliğine girdikten sonra kendi mevzuatı, ordusu, para birimi, okul sistemi ve idaresine sahip olan ve bütün resmi işlerin kendi dillerinde yürütüldüğü Polonya’da,717 milliyetçiliğin düşüncenin gelişmesi için uygun bir zemin vardı. Her ne kadar Polonya soyluları eşit statüyle Rus aristokrasisine eklemlenmiş olsa da ekonomik ve sosyal açıdan Rus aristokrasisinden farklılaşmıştı ve bu da söz konusu sınıfın Polonya milliyetçiliğinin liderliğini üstlenmesi ve milliyetçi hareketin daha 715 Kappeler, Russian Empire: A Multiethnic History, s. 154 716 Ibid., s. 155 717 Riasanovsky, Steinberg, op. cit., s. 344 257 başlangıçta siyasi bir nitelik kazanmasına neden olmaktaydı. Polonya’nın paylaşılmasına duyulan tepki milliyetçi hareketin siyasi nitelik kazanmasını hızlandırıcı bir etki yapmıştı. Polonya milliyetçi hareketinin en önemli amacı parçalanan Polonya devletinin yeniden kurulması ve böylece Polonyaların yeniden kendi devletlerine sahip olmalarıydı. Ancak bu durum Polonya milliyetçiliğinin kültürel bir nitelik taşımadığı anlamına gelmemektedir. Hroch’un modelinde yer aldığı biçimiyle B Evresi olarak tanımlanan milliyetçi hareketin siyasalaşmasının A Evresi olarak tanımlanan entelektüel ve akademik ilgi dönemini izlemesi şeklindeki sıralama Polonya milliyetçi hareketinde her iki evrenin, dolayısıyla entelektüel ve siyasi boyutun bir arada gerçekleşmesi şeklinde gelişmişti. Bununla birlikte Polonya milliyetçiliğinin C Evresine geçmesi yani milliyetçi hareketin kitleselleşmesi Polonya örneğinde sorunluydu. Hareketin liderliğini aristokrasisin üstlenmesi buna karşılık bu sınıfın toplumun küçük bir azınlığını oluşturması hareketin kitleselleşmesi için nüfusun çoğunluğunu oluşturan köylülerin de hareketin içine çekilmesini gerekli kılıyordu. Ancak Rus İmparatorluğu’nun tanıdığı özerklik dolayısıyla Rus yöneticilerden çok Polonyalı soylularla gerilimli bir ilişki içinde olan Polonyalı köylülerin aristokrasisinin önderliğindeki bir mücadelenin içinde yer almaları söz konusu değildi. Nitekim 1830-31 ve 1863-64 yıllarında Polonya’da çıkan iki Rus karşıtı ayaklanma da hareketin yeterince kitleselleşememesi nedeniyle Rus askeri gücü tarafından bastırılmış ve bu ayaklanmalar Rusların bölgede sert ve baskıcı önlemler almasına neden olmuştur. Bu durum Rus karşıtı hareketin, eski çizgiyi sürdüren ve temel olarak bağımsız bir Polonya devletinin kurulmasını hedefleyen aristokrasi ve devrimci bir program benimseyen demokratlar olmak üzere ikiye bölünmesine neden oldu. Milliyetçi hareketin liderliğini üstlenmeyi sürdüren Polonya soyluluğu, köylülerin kendileriyle birlikte hareket etmelerini sağlamak için iki grubu birleştiren en temel unsur olan din ve dili ağırlık merkezine aldı. Ancak köylülerin soylularla birlikte hareket etmelerinin önünde hala büyük bir engel vardı ve bu engel de Rus yönetiminin katkılarıyla aşıldı. Toprak sahibi soylularla bunların topraklarında çalışan köylülerin içinde bulundukları sosyo-ekonomik ilişki iki grubun birlikte hareket etmesini engelliyordu. Bu engelin aşılması için yapılması gereken toprak 258 reformu ise toprak sahiplerinin tercih ettiği bir çözüm değildi. Soyluluğun gücünü kırmak ve köylüleri kendi tarafında çekmek isteyen Rus yönetimi 1861 yılında serfliği Polonya sınırları içinde de kaldırmış, 1863 yılında azledilen Polonyalı serflere Rus serflerden daha iyi koşullar sunmuş, 1864 yılında ise topraksız köylülere toprak verilmesini sağlamıştı.718 Ancak Rus İmparatorluğunun aynı sırada uygulamaya koyduğu Ruslaştırma politikası, Polonya köylülerini kazanma ve köylülerle olan ilişkisini kopararak Polonya aristokrasisini güçsüz bırakma politikasının başarısız olmasına neden oldu. Daha önce de belirtildiği gibi köylülerle paylaştıkları ortak kimlik olan dil ve dini, söyleminin odağına alan aristokrasi, Ruslaştırma politikaları ve Katolik Kilisesinin baskı altına alınmasıyla birlikte Polonya halkının büyük bölümünde ortaya çıkan Rus karşıtı tepkiyi milliyetçi harekete yönlendirebileceği bir temel elde etmiş oldu. Böylece 19. yüzyıl sonunda Polonya milliyetçi hareket giderek birleşmeye ve kitleselleşmeye başladı. Polonya milliyetçi hareketi Rus İmparatorluğunun Batı topraklarındaki diğer halkları için de bir ilham kaynağı olmuş ve bu halklar arasında ortaya çıkan milliyetçi hareketleri etkilemiştir. Ukraynalılar, Belaruslar, Letonyalılar, Litvanyalılar, Estonyalılar ve Finlerden oluşan bu hakların büyük çoğunluğunu köylüler oluşturuyordu. 19. yüzyıl boyunca bu altı köylü toplumu arasında, serfliğin kaldırılma tarihi, eğitim seviyesi, iç ve dış siyasi gelişmeler ve Rus yönetiminin baskıcı önlemleri tarafından şekillenen toplumsal koşulların da etkisiyle milliyetçi düşünce ve hareketler farklı düzeylerde gelişme göstermiş, bu düzey söz konusu toplulukların Rus İmparatorluğu’nun sona ermesinden sonraki kaderini de belirlemiş, İmparatorluğun sona ermesiyle birlikte hepsi kendi devletlerini kuran bu topluluklardan siyasal nitelikli ve bağımsızlıkçı talepleri ilk dile getiren ve Hroch’un sınıflandırmasına göre 3. Evreye ilk ulaşan topluluk olan Finler Rus İmparatorluğu’ndan sonra bu devletin halefi olan Sovyetler Birliği döneminde de kendi bağımsız devletlerine sahip olurken, Estonya, Letonya ve Litvanya İkinci Dünya Savaşına giden süreçte federe cumhuriyetler olarak Sovyetler Birliği’ne 718 Kappeler, The Russian Empire: A Multi-Ethnic History, s. 218 259 katılmış, Ukrayna bağımsız bir devlet olarak kurulduktan birkaç yıl, Belarus ise birkaç ay sonra aynı kaderi paylaşmıştır.719 İmparatorluğun batısında yaşayan toplulukların pek çoğu bağımsız bir devlet geleneğine sahip değildi. Bu durumun istisnaları Kosak Atamanlığı anılarını canlı tutan Ukraynalılar ve Litvanya Büyük Dukalığı anılarını canlı tutan Litvanyalılardı. Bu topluluklarla ilgili önemli nokta pek çoğunun milliyetçi ya da sosyal nitelikli karşıtları Ruslar değil, Letonya ve Estonya örneğinde bu halkların yaşadığı toprakların yöneticisi olan Baltık Almanları, Finliler içinse İsveçlilerdi. Bu karşılık Litvanyalılar, Belaruslar ve Ukraynalıların bir bölümü Rus yönetimi öncesinde uzun yıllar Polonya-Litvanya Krallığının bir paçası olduklarından Ruslar ve Polonyalılar bu halkları ayrı topluluklar olarak değil kendi uluslarının bir parçası olarak görüyordu ve bu durum söz konusu halkları Polonya-Rusya çekişmesinin içine çekerken kendilerini hem Polonya aristokrasisi hem de Rus yönetimine karşı konumlandırmak gibi zor bir göreve sürüklüyordu.720 Özellikle Belasrulular ve Ukraynalılar Rus yönetiminin yanı sıra Rus halkının büyük bir çoğunluğu tarafından da Rus ulusunun bir parçası olarak görülüyordu. Polonya örneğinden farklı olarak bu ülkelerde milliyetçi talepler yönetici sınıf arasında ortaya çıkmamıştır. Bu sınıf Rus yönetimi tarafından kendilerine verilen geniş özerklik ve ayrıcalıklardan yararlanıyorlardı. Üstelik çoğu zaman yerel halkla aynı etnik ya da dini kimliği paylaşmıyorlardı. Örneğin Ukrayna’da yerel elitler Ukraynalılardan çok Rus ve Polonyalı toprak sahipleriyle Yahudi, Alman ve Rus kentli halktan oluşuyordu.721 Bu nedenle söz konusu topluluklar arasında milliyetçi düşünce ilk olarak 19. yüzyılın ilk yarısında din adamları ve akademisyenler arasında ortaya çıkmıştır. Din adamları ulusal farklılıkları din üzerinden tanımlamaya giderken akademisyenler genellikle dil ve kültüre dayalı farklıklar üzerinde duruyor, bunların geliştirilmesine dayalı bir ulus modeli ve milliyetçiliği destekliyorlardı. Her ne kadar söz konusu halkların hepsi Hıristiyan da olsa farklı mezheplerden geliyorlardı ve bu farklılığa dayanan bir milliyetçi söylem geliştirebiliyorlardı. Ruslar gibi Ortodoks olan Belaruslu ve Ukraynalılar içinse bu yönde bir söylem 719 Ibid. s. 229 720 Ibid., s. 224 721 Hosking, op. cit., s. 459 260 geliştirmek daha zordu. Bununla birlikte Ukrayna Uniate Kilisesi, Ortodoks olmakla birlikte Papalığa bağlı olması nedeniyle Rus Ortodoks Kilisesinden ayrılıyordu. Tıpkı Osmanlı imparatorluğunda olduğu aynı din içindeki sapmalar konusunda farklı dinlere karşı olduğundan daha az kabullenici olan Rus yönetiminin baskısına maruz kalan Uniate Kilisesi bu bağlamda Ukrayna kimliği için bir temel oluşturabiliyordu. Benzer bir biçimde Katolik Polonya aristokrasisiyle aralarındaki dini farklılık da bu iki halk arasında milliyetçi tepkinin gelişimine zemin hazırlıyordu. Milliyetçi fikirlerin ilk olarak akademik ve entelektüel ilgiyle ortaya çıkmış olmasıyla bu topluklar Hroch’un yaptığı sınıflandırmaya uymakta ve A Evresine ulaşmış olmaktaydılar. Bu aşamada söz konusu halkların talepleri temel olarak kültüreldi ve ana dillerinin resmi dil olarak tanınması ve eğitim dili olarak kullanılmasına odaklanıyordu. Bu aşamada özerklik ya da bağımsızlığa yönelik siyasi talepler söz konusu değildi. Finlilerin kültürel talepleri İsveçli yöneticilerine yönelikken, Estonya ve Letonyalılar ise ana dillerini Baltık Almanlarına karşı savunmak durumundaydılar. Öte yandan Ukraynalıların durumu daha karışıktı. Kullanımda olan dini veya diplomatik bir Ukrayna dili yoktu ve birçok eğitimli Ukraynalı, halihazırda kullanılmakta olan bir dil –Rusça– varken kendi yazılı dillerini geliştirmeye gerek olup olmadığı konusunda kararsızdılar.722 Buna karşılık entelektüellerin çabasıyla yerel dillerde yayınlanan gazete ve dergiler, Hroch’un sınıflandırmasında B Evresi olarak ifade edilen ulusal ajitasyon için önemli kaynak olurken, bu gazete ve dergilerin editörleri de milliyetçi hareketlerin lideri haline gelmişler, yerel lehçelerdeki tiyatro oyunları, korolar ve müzik festivalleri de halkın harekete geçirilmesi ve birleştirilmesinde etkili olmuştur.723 İmparatorluğun Batı halkları arasında siyasi talepler, ilk olarak Finliler arasında ortaya çıkmıştır. 19. yüzyıl başında Rus İmparatorluğu’na dahil olan Finlandiya, İsveç devletinin ayrılmaz bir bileşeni olmaktan çıkıp Rus monarşisi çerçevesinde bağımsız bir idari birim haline gelmiş724, önemli bir özerklikten faydalanmıştır. 1863 yılından itibaren düzenli olarak toplanan ve İsveç’ten 722 Hosking, op. cit.s. 459 723 Kappeler, The Russian Empire: A Multi-Ethnic History, s. 222, Hosking, op. cit., s. 459 724 Miroslav Hroch, Avrupa’da Milli Uyanış: Toplumsal Koşulların ve Toplulukların Karşılaştırmalı Analizi, İstanbul, İletişim Yayınları, 2011, s. 108 261 devralınan bir meclisin yanı sıra, kendi kanunları, eğitim sistemi, para birimi, kendi ordusu ve Lutheran Kilisesi cemaati olarak ibadet özgürlüğü ve okul açma hakkına sahip olmanın yanı sıra Finlandiya ekonomisi, İmparatorluğu koruması ve büyük Rus pazarı sayesinde hem endüstri hem de hammadde açısından 19. yüzyılda büyük bir gelişme kaydetmişti.725 Cliff’in de belirttiği gibi 19. yüzyıl sonlarında, kendisine, kendi seçtiği temsilcilerle yönetilme olanağını kazandıran yasal bir statüye sahip olan yalnızca Finlandiya’ydı ve bu özelliğiyle Rus İmparatorluğu’ndan daha demokratik haklara sahip olan Finlandiya, tabii ulus olduğu halde, iradesi altında bulunduğu ulustan daha çok politik özgülüğe sahipti.726 Bu yapı Finlandiya’da milliyetçi düşüncenin oluşumu için uygun bir ortam sağlamıştı. Yönetici sınıfın İsveççe konuştuğu Finlandiya’da, 18. yüzyılın ilk yarısında Fince konuşan halkın dili ve kültürüne yönelik ilk işaretleri görmek mümkündür.727 Fince konuşan ruhban sınıfı, nüfusun çoğunluğunun eğitim aldığı ilk ve ortaokullar aracılığıyla bilinçli bir biçimde Fin kültürünü geliştirmeye ve propagandasını yapmaya başladılar.728 Buna ek olarak halkın kullandığı Fincenin edebiyat dili olarak da geliştirilmesi hedefleyen eserler ortaya konmaya başlandı. Böylece halkın bilincini şekillendirip, radikal yurtsever programların yaygınlaştırılması yani Fin milliyetçiliğinin B aşamasına geçmesi ve Fin milli hareketinin kitleselleşerek bu aşamayı tamamlaması 19. yüzyılın sonlarına doğru gerçekleşmişti.729 Rus yönetiminin bu girişimlere tepkisi, Finlandiya’nın imparatorluğa daha sıkı bir biçimde bağlanması amacıyla daha önce sahip olunan ve bu ülkeye özerk bir yapı kazandıran bağımsız kurumların kaldırılması oldu. Bu doğrultuda Finlandiya Meclisi St. Petersburg’daki Devlet Konseyi’ne tabi kılınırken, Finlandiya ordusu Rus ordusuna bağlanmış ve eğitimde Rusçanın payı arttırılmıştır. Bütün bunlar Finlandiya’da ortaya çıkan kültürel nitelikli milliyetçi düşüncenin siyasal nitelik kazanarak C Evresine ulaşmasına neden oldu. 725 Hosking, op. cit., s. 461 726 Cliff, Lenin Cilt 2: Bütün İktidar Sovyetlere, s. 300 727 Hroch, Avrupa’da Milli Uyanış: Toplumsal Koşulların ve Toplulukların Karşılaştırmalı Analizi, s. 107 728 Hosking, op. cit., s. 462 729 Hroch, Avrupa’da Milli Uyanış: Toplumsal Koşulların ve Toplulukların Karşılaştırmalı Analizi, s. 108 262 Finliler bütün Rus kurumlarını boykot ettikleri gibi Çarın atadığı Finlandiya Genel Valisi 1904 yılında düzenlenen bir suikastla öldürüldü.730 Baltık ülkelerinde de durum Finlandiya’ya büyük benzerlik gösteriyordu. Yönetici sınıf ve yerel elitler bölge halkından değil Alman toprak sahiplerinden oluyordu. Kendisine Batıyı örnek alan Rus modernleşmesinde bu elitler gerek model gerekse yürütücü olarak etkili rol oynamış, bunun karşılığında ise Çar tarafından verilen geniş ayrıcalıklardan yararlanmışlardı. Bu durum bölgede özerk bir yönetim kurulmasını ve İmparatorluk merkeziyle bağların zayıf olmasını da beraberinde getiriyordu. Hosking’in ifadesiyle Baltık “baronları” imparatorluğun hiçbir yerinde görülmeyen garip bir yapıyı – ayrıcalıklarını 19. yüzyıla kadar koruyan ortaçağa özgü bir yönetici sınıfı – temsil etmekteydiler.731 Dolayısıyla Letonya ve Estonya milliyetçiliği de yönetici sınıf arasında değil halk arasında ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Bu bağlamda Baltık halkları için söz konusu olan Rus egemenliğinden çok Alman egemenliğiydi ve bu nedenle milliyetçi hareketlerin hedefinde de Almanlar vardı. Bununla birlikte bu daha çok siyasi bir karşıtlıktı. Çünkü Baltık Almanlarının kurduğu yönetim yapısı yerel kültürlerin yaşaması ve gelişmesine olanak sağlıyordu. Nitekim 19. yüzyılın ilk yarısına kadar Eston topluluk arasında milli bilincin var olduğuna dair herhangi bir belirtiyle karşılaşılmamasına karşılık kimi Alman ya da Almanlaşmış edebiyatçılar arasında Eston halk kültürü ve diline yönelik bir ilgi ortaya çıkmıştır.732 16. yüzyılın sonunda Alman Lutheran vaizlerin, Tanrı’nın sözlerini halka kendi dillerinde getirme isteği doğrultusunda İncil Estonya ve Letonya dillerine çevrilmiş, Almanlar ayrıca bu dillerin sistemleştirilmesine ve folklor çalışmalarına destek vermişlerdi.733 Dolayısıyla Letonya ve Estonya milliyetçiliği için kültürel temellerin varlığından söz etmek mümkün. Buna karşılık bölge halkı serfliğin kaldırılmasından sonra bile siyasal açıdan olduğu gibi ekonomik açıdan da Alman yöneticilerine bağımlı kalmaya devam etmiş, bu anlamda özgürlüklerini kazanamamışlardı. Bölge halkını bu konuda harekete geçiren ise İmparatorluğun uygulamaya koyduğu merkezileşme politikaları oldu. III. 730 Hosking, op. cit., s. 462 731 Ibid., s. 463 732 Hroch, Avrupa’da Milli Uyanış: Toplumsal Koşulların ve Toplulukların Karşılaştırmalı Analizi, s. 127 733 Hosking, op. cit., s. 464 263 Alexander tahta çıktığında, Büyük Petro’dan beri Baltık toprak aristokrasisine verilen ayrıcalıkları teyit etmedi; yerel hükümet kurumlarına son vermemekle birlikte, Rus tarzı mahkemeler açarak ve idari ve yasal işlemlerde Rusçanın kullanılmasında ısrar ederek, bu kurumların yetkilerini azalttı; St Petersburg’dan kontrol edilen ve sadece Rusça eğitim veren “Bakanlık okulları” açarak birçok Estonyalı ve Letonyalının, bu okullarda İmparatorluğun başka yerlerinde de iş bulmalarına yarayacak bir eğitim almalarının önünü açtı ve böylece Alman toprak sahiplerinin bölgedeki kontrolünü tam olarak zayıflatamasa da politik konumlarını sarstı ve Letonyalılara ve Estonyalılara kendi sivil statülerini geliştirme olanağı sunmuş oldu.734 Bu noktadan itibaren siyasal nitelikli bir Baltık milliyetçi hareketi oluşmaya başladı. Böylece daha önce kültürel temellere sahip olan milliyetçi düşünce Hroch’un sınıflandırmasındaki C Evresine ulaştı. Ancak hareket, milliyetçi bir nitelik kazanmasıyla birlikte, karşıtı olarak sadece Alman yöneticileri değil Rusları da tanımladı. Böylece Alman kurumlarıyla birlikte Rus kurumları ve Almancayla birlikte Rusça da protesto edilerek dışlandı. Bu süreçte Baltık halklarının başarısını etkileyen en önemli faktörlerden biri Alman yönetiminin gücünün İmparatorluk merkezi tarafından kırılmış olmasının yanı sıra İmparatorluk merkezinin uzun yıllar boyunca tanınan özerk yönetim yapısı nedeniyle bölgeye ve halkına yeterince nüfuz edememiş olmasıdır. En az bunun kadar önemli bir diğer etken ise Alman yönetiminin yerel dil ve kültürlerin korunmasına olanak tanıyan yönetim yapısıdır. Böylece 1905 Devrimi ve sonrasındaki süreçte Baltık bölgesi İmparatorluğun milliyetçiliğin en güçlü bölgelerinden birini oluştururken, 1917 sonrasında da burada bağımsız devletler kurulmuştur. Hem Osmanlı hem de Rus İmparatorluğu’nda, genellikle Müslümanların yaşadığı doğu bölgelerinde milliyetçi düşünce ve hareketler daha geç ortaya çıkmış hem de farklı biçimler almıştır. Bu hareketlerin ideolojik temelini başlangıçta din oluştururken zamanla buna etnik unsular da eklenmiş, Osmanlı İmparatorluğu’nda çoğunluğunu Arapların oluşturduğu Müslüman gruplar, Rus İmparatorluğunda ise çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu Müslüman gruplar, daha çok kültürel ve bölgesel talepleri etrafında bir araya gelmişlerdir. İmparatorlukların büyük toprakları 734 Hosking, op. cit., s. 463-464 264 yönetiyor olmasının getirdiği merkez-çevre ayrımı, çevre bölgelerin belli bir dereceye kadar özerk olmalarına yol açmaktadır. Bu özerkliğin derecesi imparatorluktan imparatorluğa değişmektedir. İmparatorlukların kuruluş dönemlerinden itibaren benimsedikleri politikaların yanı sıra çevre bölgelerin dinamikleri ve komşu ya da diğer yabancı devletlerin müdahaleleri de bu özerkliğin derecesini belirleyebilmektedir. 19. yüzyılda imparatorlukların karşı karşıya kaldıkları taleplerin bir kısmı, tam bağımsızlıktan çok özerklik içeren taleplerdi. Bu talepler bazen uzun zamandır sahip olunan özerkliğin, imparatorluğun izlemeye başladığı merkeziyetçi politikalar tarafından tehdit edilmesinden kaynaklanırken bazen de hiçbir zaman sahip olunmayan bir özerkliği talep edebiliyordu. Osmanlı İmparatorluğunda Arap ve Kürt eyaletlerinde merkezi yönetimin sahip olduğu nüfuz büyük ölçüde asker bulundurma ve yıllık haraç almayla sınırlıydı.735 Bu nedenle 19. yüzyıldan itibaren daha etkili bir nüfuz kurulmaya çalışılması, sahip oldukları özerliği kaybetmek istemeyen bu eyaletlerin yoğun tepkisiyle karşılaşmıştı. Zeine’nin ide belirttiği gibi, Arap liderlere göre, farklı dil, gelenek ve görenekleriyle çeşitli ırk ve milliyetlerden müteşekkil olan Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezi bir hükümet sistemi altında verimli bir biçimde yönetilmesi mümkün değildi.736 Bu bağlamda özerkliğin kaybedilmesi tehdidine karşı oluşu ve bu bölgelerin Osmanlı’dan ayrılmak gibi bir taleplerinin olmayışı bu tepkiye ademimerkeziyetçi bir nitelik katmaktadır. Bunun değişikliğe uğrayarak bağımsızlık doğrultusunda taleplerin gelmeye başlaması Osmanlı’nın aldığı askeri yenilgiler ve bu yenilgilerin İmparatorluktaki güç zafiyetlerini ortaya çıkarması ve Osmanlı İmparatorluğu’nda çevre bölgelerin merkezle olan bağlarının zedelenmesiyle birlikte gelişmiştir. Bu durum Osmanlı’nın manevi nüfuzunun sarsılmasına neden oluyordu. Böylece “âdemimerkeziyetin zaten var olan maddi koşulları, manevi unsurun da eksilmesiyle, tam anlamıyla gerçekleşmiş oluyordu.”737 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında alınan yenilgi sonrasında merkezi iktidarın zayıflamasıyla karşı karşıya kalan Arap ileri gelenleri geleceklerini 735 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 53 736 Zeine N. Zeine, Türk Arap İlişkileri ve Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu, İstanbul, Gelenek Yayıncılık, 2003, s. 88 737 Akşin, “Siyasal Tarih (1789-1908), s. 84 265 sorgulamaya “İmparatorluk çöker de paylaşılırsa ne olacağı, Arap vilayetlerinin başına ne geleceği” sorularına cevap aramaya başlamışlardı.738 Bu durum özellikle tımar sisteminin uygulanmaması dolayısıyla merkezle olan maddi bağların zayıf olmasına rağmen Osmanlıya bağlı ve sadık olan Mısır, Cezayir, Trablusgarp, Tunus gibi ülkelerde daha belirgindi. Bu bölgedeki Osmanlı varlığı Lieven tarafından tanımlanan “davet edilen imparatorluk” kavramına tam olarak uymaktadır. Osmanlı bu bölgeyi zorla ele geçirmemiş, bu devletlerin güvenlik arayışı sonucu kendilerini koruması için “davet edilmiştir” ve bu nedenle Osmanlı’nın artık bunu sağlayamayacağını düşündüklerinde İmparatorluğa olan bağları zayıflamaya başlamıştır.739 Benzer bir biçimde Kürt bölgelerinde de, ordunun sınırda olması nedeniyle oluşan iktidar boşluğu ve emniyetsizlik, “Kürtlerin zararına kurulabilecek bir Ermeni devleti tehdidini bölgenin üstüne yerleştiren Berlin Antlaşması’nın yarattığı kaygılar”la birleşerek “Bulgarların yararlandığına benzeyen bir özerklikten yararlanma” amacına yönelen isyanlara neden oldu.740 Klein da, Kürtlerin birçoğunun “Ermenilerin bölgeyi İmparatorluktan koparmak için Ruslarla birlikte çalıştıklarını” düşündüğünü, yavaş yavaş filizlenmeye başlayarak 1890’lardan itibaren hız kazanan Ermeni milliyetçi faaliyetlerinin de iki grup arası gerginliğin artmasına neden olduğunu belirtmektedir.741 Buna göre Avrupa devletlerinin bölgede reform yapılmasına yönelik baskıları, gelişmekte olan Ermeni milliyetçiliğiyle birleştiğinde, Ermenilerin çoğunlukta oldukları topraklarla birlikte İmparatorluktan ayrılabileceği algısı oluşmaktadır. Üstelik, “zirai kapitalizmin atılıma geçmesiyle birlikte toprağın ve toprak mülkiyetinin değerinin artmasıyla arazi kapma trendi”nin artışı, Ermenilerle Kürtleri aynı topraklar için rekabet eder hale getirmişti.742 Buna karşılık, bu döneme kadar yüzyıllarca bir arada, yan yana yaşamış iki halk arasında işbirliği ilişkilerin önemli bir boyutunu oluşturmaya devam ediyordu. “1870’lerin sonlarına ve 1880’lerin başında her iki camianın da menfaatine olduğu anlaşılan ekonomik etkileşimin aşiretlerin ağırlıklı olduğu kırsal alanın yanı sıra kentlerde de 738 François Georgeon, Sultan Abdülhamit, İstanbul: Homer Kitabevi, 2006, s. 126 739 Dominic Lieven ile görüşme, Londra, 17 Ekim 2011 740 Georgeon, Sultan Abdülhamit, s. 125-126 741 Janet Klein, “Çatışma ve İşbirliği: Abdülhamit Dönemi Kürt-Ermeni İlişkilerini Yeniden Değerlendirmek (1876-1909)”, Baki Tezcan, Karl K. Barbir (Der.), Osmanlı Dünyasında Kimlik ve Kimlik Oluşumu, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,2012, s. 184 742 Ibid., s. 186-187 266 eksik olmadığı”nı, “özellikle ticari konularda birbirlerine bağımlı oldukları bir sistem geliştirdikleri”ni, köylüler arasında çiftlik ve ziraat işlerinde karşılıklı yardımlaşama ve kriz dönemlerinde birbirlerine destek olduklarını, işbirliği içinde kaynaklarını bir araya getirmenin ötesinde kötü idareyi protesto etmek ve adil davranan yetkilileri desteklemek için güçlerini birleştirdiklerini dile getiren Klein, ilişkilerin bu boyutunun göz ardı edilmemesi gerektiğini dile getirmektedir.743 İmparatorluğun bir diğer Müslüman grubu olan Arnavutlardan gelen tepki de daha çok özerklik talebiydi. Arnavutlar arasında böyle bir tepkinin meydana gelmesi de genel olarak merkezileşme politikalarıyla ilgiliydi. Bu nedenle bu politikaların yoğun olarak uygulamaya konduğu İttihat ve Terakki dönemi, Cemiyet içinde önemli roller oynayan Arnavutların varlığına rağmen, tepkilerin de ortaya çıkışına tanıklık etmiştir. 1910-1912 yılları arasında Karadağ, ve Kosova’da gerçekleşen çeşitli ayaklanmalar, vergilendirme ve askere almaya ilişkin geleneksel direniş sebeplerinin yanı sıra, İttihat ve Terakki’nin merkezileşme politikalarına yönelik bir itirazdı.744 Milliyetçiliğin ivme kazandığı ve dünya siyasetinde başrollerden birini üstlendiği dönem olan 19. yüzyılın önemli bir bölümünde Rus İmparatorluğu toprak kaybetmek bir yana, yeni topraklar elde etmeye devam ediyordu. 19. yüzyılın ilk yarısında Rus İmparatorluğu doğu yönünde bir ilerlemeyle Kafkasya ve Orta Asya’yı topraklarına kattı. Bu dönemde Rus çarlığının karşı karşıya kaldığı tepki, daha çok işgalci bir güce karşı gösterilen ve bağımsızlığın yanı sıra yaşam biçimlerini de korumayı hedefleyen bir tepkiydi. Dolayısıyla milliyetçi bir nitelikten bahsetmek çok zordur. Bu durum daha çok Çarlığın bu dönemde yayıldığı topraklarda yaşayan halkların niteliğinden kaynaklanmaktadır. 18. yüzyılda ortaya çıkan bu talepleri 19. yüzyılın milliyetçi taleplerinden ayıran en önemli özellik bu aşamada henüz bağımsızlık ve ayrılık içeren taleplerden çok üst sınıflar tarafından dile getirilen ayrıcalık taleplerinin olmasıdır. Bu grupları asıl ilgilendiren Rus yönetimi öncesinde sahip oldukları ayrıcalık ve zenginliklerin korunmasıdır. Bu ayrıcalık ve zenginliklere sahip olmayan halk ise üzerinde bulunan vergi ve askerlik yükümlülüklerinin ağırlığından şikâyetçiydi ve bunların azaltılması 743 Ibid., s. 185-186 744 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 155 267 talebinde bulunuyordu. Söz konusu şikâyetler merkezden çok Rus olamayan yerel yöneticilere yönelikti. Bu durumda Rus karşıtı milliyetçi bir tepkiden çok kendileriyle aynı kimlikleri paylaşan yönetici sınıfa karşı gelişen sosyal bir tepkiden bahsetmek daha doğru olacaktır. İmparatorluğun Müslüman halkları arasında etkisini gösteren kültürel nitelikli ilk milliyetçi hareket, 1880’lerde Kırımlı bir Tatar olan Gaspıralı İsmail Bey tarafından başlatılan Ceditçilikti. Ceditçilik ilk başta ulusal eğitimi teşvik ederek ve özellikle bilimde, teknolojide ve Rusçada seküler eğitimi benimseyerek Müslümanların eğitimini Avrupalılaştırmayı hedefleyen bir hareketken zamanla demokrasi, kadınlar için eşit haklar ve Türkistan halkları için yazılı ulusal bir dilin teşviki gibi sosyal ve politik reformu da içerecek biçimde genişledi.745 Böylece İmparatorluğun Müslüman halkları arasında milli bilincin oluşturulması da hedeflendi. Ancak Rusya Müslümanlarının belki de en önemli özelliği, Osmanlı Hıristiyanlarında farklı olarak, büyük çoğunluğunun aynı etnik kimliği de paylaşıyor olmasıydı. Çarlık Rusya’sında yaşayan Müslüman halkların büyük bir kısmı aynı zamanda Türk’tü. Georgeoun’un verdiği oranlar, Rusya Müslümanlarının yaklaşık %85’inin Türkçe konuştuğu ve Rusya Türklerinin %90’ına yakının Müslüman olduğu doğrultusunda.746 Dolayısıyla İslami ya da Türki kimlik üzerinden geliştirilen her kültürel ve politik hareket aslında birbiriyle örtüşüyordu. Bunun anlamı ortaya çıkan milliyetçi hareketlerin de İmparatorluktaki tüm Müslüman halkları içermesi hatta bu halkları birleştirmeyi hedeflemesiydi. Zamanla bu hedef İmparatorluk topraklarını da aşarak Pantürkist ve Panislamist bir nitelik de kazandı. Özellikle 1905 devrimiyle birlikte politik örgütlenme üzerindeki kısıtlamalar ortadan kaldırıldığında, Müslümanlara yönelik ayrımcılığın son bulmasını talep eden ve Rus liberallerin fikirlerini desteklemenin yanı sıra esas olarak Rus İmparatorluğunda farklı Türki halklardan ve kabilelerden oluşan ve Rus liberalleri tarafından söz verilen haklara sahip bir Türkistan milletinin yaratılmasına odaklanan Rusya Müslümanlar Ligi kuruldu.747 745 Hosking, op. cit., s. 447 746 Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri: Yusuf Akçura (1876-1935), s. 8 747 Hosking, op. cit., s. 448 268 Pantürkizm ve panislamizmin siyasi bir harekete dönüşmesinin ilk aşaması, 1905 Devriminin sağladığı ortamda ortaya çıkan kongreler süreci oldu. 1906 yılında toplanan ilk kongrede siyasi, ekonomik ve toplumsal reformların uygulanması amacıyla Rusya Müslümanlarının birleşmesi; Müslüman e Rus halklarına eşit haklar tanınması; milletlerin nisbi temsilleri esasına göre bir anayasal monarşinin kurulması; basın ve din özgürlüğünün sağlanması; sahsi tasarrufların dokunulmazlığı için çalışılması doğrultusunda kararlar alındı.748 Kongreye ağırlığını koyan grup, ulus bilinci Georgeoun’un ifadesiyle henüz “cenin” halinde olmakla birlikte bu konuda diğer Müslüman topluluklardan daha önde olan Tatarlardı. Bunun nedeni Tatarlar arasında ulusal bilincin İmparatorluğun diğer Müslüman topluluklarına görece daha çok gelişmiş olmasıydı. Bunun temelinde, Tatarların Rusya’daki dindaşlarından çok Ruslarla köklü bir ilişki içinde olmaları, özelikle Katerina döneminden itibaren bir tür dinsel ve sivil özgürlüğe sahip olmaları, Rusların dinsel engeller nedeniyle giremedikleri zengin Orta Asya pazarları ile Batı arasındaki ticarete aracılık etmeleri dolayısıyla zengin bir tüccar sınıfına sahip olmaları ve ticaret yolları boyunca çeşitli sanayi birimlerinin ortaya çıkması nedeniyle ekonomik ve kültürel olarak Rusya Müslümanları arasında en ileri durumda olan topluluk olmaları yatıyordu.749 Tatarların belli bir bölgede toplanmış bir halk olmaktansa İmparatorluk topraklarına dağılmış biçimde bulunması, Kongre’de bölgesel özerklik doğrultusunda taleplerin dile getirilmemesinin en önemli nedeniydi. Aktükün’ün de belirttiği gibi, Rusya’nın Müslüman toplulukları için topraktan bağımsız bir kültürel özerklik elde etmek, Tatar toplumunun yapısına, en uygun çözüm yoluydu.750 Buna karşılık Müslüman grupların pek çoğu bu görüşü paylaşmıyordu. Tatarların aksine belli bölgelerde yoğunlaşmış olan bu grupların talebi, toprağa dayalı özerklikti. Siyasal talepleriyle ilgili fikir ayrılıklarının yanı sıra sınıfsal ayrımlar da Müslüman grupların ortak hareket etmesini engelliyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi toplumun geleneksel tabakaları, modern bir ideoloji 748 Serge A. Zenkovsky, Rusya’da Pan-Türkizm ve Müslümanlık, İstanbul, Üçdal Neşriyat, 1983, s. 37 749 Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri: Yusuf Akçura (1876-1935), s. 8 750 İlker, Aktükün, Eski Sovyetler Birliği'nde Milliyetler Politikası Ve " Yeni Dünya Düzeni" Çerçevesinde Günümüze Yansıması, Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, İstanbul: 2002 269 olan milliyetçiliğin kendi meşruiyetlerini tehdit etmesi nedeniyle Müslümanlar arasında ortaya çıkan milliyetçi düşünceye karşı çıkıyorlardı. İmparatorluk Müslümanlarının birleşik bir grup olarak hareket etmesini, Müslümanların İmparatorluğun en büyük ikinci topluluğu olması nedeniyle önemli bir tehlike olarak gören Rus yetkililer de böylece bu süreçte kendilerini destekleyecek müttefikler bulmuş oldular. 1905 Devriminde sonra toplanan ikinci Duma’da otuz bir milletvekiliyle temsil edilen Rusya Müslümanlarının Duma’da temsil edilme hakları 1907 tarihli yeni seçim kanunuyla ellerinden alındığı gibi, Rus yetkililer Cedit okullarının kapatılması gazetelerinin yasaklanmasında Hive ve Buhara Hanlıklarının desteğini aldılar.751 İmparatorluğun Müslüman grupları arasındaki ayrılık bununla da sınırlı değildi. İzlenecek yol konusunda farklı fikirlere, farklı siyasi programlara sahip gruplar vardı. Üstelik talep edilen reformların gerçekleşme ihtimali karşısında pek çok grup karamsarlığa düşmüştü. Bu durum Müslüman grupların önemli bir kısmının Çarlık yönetiminin ortadan kaldırılması gerektiğine ikna etmiş, bunun sonucunda da bu bağlamda en güçlü siyasi hareket olan sosyalist harekete katılmayı seçmişlerdir. Sosyalizmle milliyetçilik arasındaki gelgitler bu dönemde Rus İmparatorluğundaki pek çok grubu etkiliyordu. Rusya Sosyal Demokrat Partisi tarafından da kabul edilen kendi kaderini tayin ve ayrılma hakkı ile Avusturya Marksistleri tarafından ortaya konan kültürel-ulusal özerklik doktrini İmparatorluktaki bazı halklar için cazip seçenekler sunmaktaydı. Bu nedenle her iki imparatorlukta da pek çok örnekte, milliyetçi ve sosyalist hareketler iç içe geçebiliyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nda sosyalist gruplar milliyetçi eğilimler taşırken Rus İmparatorluğu’nda milliyetçi hareketler başarı şanslarını arttırdığına inandıkları sosyalist harekete eklemleniyordu. 3.1.2 Sosyalist Tepkiler 19. yüzyılda kitleleri harekete geçiren ve devletlerin kaderini belirleyen bir diğer ideoloji sosyalizmdi ve nitekim Rus İmparatorluğu’nun sonunu getiren hareket de, milliyetçiliğin bütün etkisine rağmen, sosyalizm oldu. Bu nedenle sosyalist tepkiler en az milliyetçi tepkiler kadar önem taşımaktadır. Esasları ve hedef kitleleri itibariyle birbirine rakip olan, ya da olması beklenen bu iki ideoloji, kimi zaman bu 751 Hosking, op. cit., s. 448 270 rekabeti bütün şiddetiyle yaşamış, kimi zaman ise belli hedeflere ulaşmak adına işbirliğine gitmiştir. Kappeler’in de belirttiği gibi Rus İmparatorluğunda ortaya çıkan devrimci hareket, milliyetçi harekete rakip olmayı başarmış, pek çok genç entelektüel Çarlık rejimin yıkılmasına yardım etmek amacıyla devrimci Rus partilerine katılmıştır.752 Bunun bir nedeni tek başlarına hareket etmeleri durumunda kendilerinden çok daha güçlü olan Çarlık karşısında başarı şanslarının olmamasına karşılık, kendileriyle tam olarak olmasa da belli konularda aynı hedefleri paylaşan gruplarla hareket etmenin başarı ihtimalini arttıracak olmasıydı. Bunun yanı sıra Rus İmparatorluğunda kitleleri sosyalizme iten en önemli etken İmparatorluğun toplumsal koşulları ve otokratik yapısıydı. Nitekim, sosyalist bir hareket olamamakla birlikte Rusya’daki devrimci hareketin başlangıcı olarak kabul edilen Dekabristler ve 1825 tarihli isyanları da esas olarak Çar’ın kendisinden çok bu niteliğine karşı ortaya çıkmıştı. Meşrutiyet, serfliğin kaldırılması, eğitim ve sosyal refahın ilerletilmesi, temel sivil hakların, özellikle de konuşma, basın, din ve toplanma haklarının temin edilmesi gibi taleplerle ortaya çıkan hareket bütün bunların gerçekleştirilmesi için güçlü bir devletin gerekliliğine inanıyor, bu nedenle de I. Alexander ile işbirliğine sıcak bakıyorlardı. 753 Ancak Alexander’ın iktidarının ilk yıllarındaki liberal eğiliminin yerini zamanla muhafazakar bir yönetime bırakması bu işbirliğini olanaksız kılıyordu. I. Alaxander’ın ölümüyle İmparatorluğun bir veraset krizi içine girmesi Dekabristleri harekete geçirdi. Tahtın iki adayından gerici olarak bilinen Nikola’nın, daha liberal olan Konstantin yerine tahta geçmesi üzerine St. Petersburg’da ayaklanan Dekabrisler tarafından başlatılan isyan sayıca üstün Rus ordusu tarafından bastırıldı. Narodnikler Rusya’daki anarşist hareketin önemli bir ayağını narodnikler oluşturmaktadır. 19. yüzyıl ortalarında oluşmaya başlayan narodnik hareket, esas olarak köylülerin ve küçük üreticilerin çıkarlarını dile getiren ve Rusya’nın kapitalist gelişme aşamasını geçirmesinin zorunlu olmayıp, bu aşamayı atlatabileceği görüşünü savunan ister reformcu ister devrimci tüm Rus demokratik ideolojileri içeriyordu. 752 Kappeler, Russian Empire: A Multiethnic History, s. 228 753 Riasanovsky, Steinberg, op. cit., s. 332-333 271 Hans Rogger’a göre narodnik hareketinin gücünün ve cazibesinin kaynağı olan halka bağlılık ve inanç, aynı zamanda bu hareketin güçsüzlünün de kaynağıydı; çünkü Rusya’da halk köylülük demekti ve Rus köylüleri, devrimci akıl hocalarının, hayranlarının ve koruyucularının tahmin ettiği ve beklediği gibi hareket etmeyi defalarca reddetmişti.754 Bu durum narodnik hareketin dönüşmesine neden oldu. 1876 yılında kurulan ve 1878 yılında bilinen adı Zemlya i Volya (Topak ve Özgürlük), ile birlikte narodnik hareketi, halktan entelijansiyaya, kitleleri takip etmekten onlara rehberlik etmeye, kitlesel ajitasyondan seçici doktrinasyona yönelmeye başladı.755 Bu dönüşümün bir diğer parçası, terörün siyasi bir araç olarak kullanılmaya başlanmasıdır. Ancak bu yöneliş narodniklerin bölünmesine neden oldu. Zemlya i Volya terörü dışlarken, 1879 yılında bu gruptan ayrılan Narodnaya Volya (Halkın İradesi) terör, suikast gibi siyasal şiddet eylemlerine yöneldi. II. Alexander’ın ölümüyle sonuçlanan suikastı gerçekleştiren bu grup için şiddet, anayasa taleplerinin gerçekleştirilmesi için tali değil ana araç haline geldi. Esas olarak bir narodnik olan fakat bu grup tarafından benimsenen terörist yöntemleri dışlayan Plehanov, “Emeğin Kurtuluşu Grubu” adlı ilk Rus Marksist oluşumunu 1883 yılında İsviçre’de kurdu. Böylece Rus Marksizmi narodnik hareketten bağımsız bir hareket olarak ortaya çıkarken narodnik hareket de gücünü kaybetmeye başladı. Rusya’da kurulan ilk Marksist grup olan “İşçi Sınıfının Özgürlüğü İçin Mücadele Birliği” bu grubu izledi. Bu iki oluşum 1898 yılında Minsk’te kurulan Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin de temellerini oluşturuyordu. Çarlığın bu gelişmeler karşısındaki ilk tepkisi, henüz zayıf olarak gördüğü bu hareketin Narodnizmi zayıflatabileceği beklentisi nedeniyle yumuşaktı. Ayrıca Marksist hareket içinde de fikir ayrılıkları yaşanmaya başlanmıştı. Bu ayrılık üç kanat tarafından temsil ediliyordu; Legal Marksizm, Ekonomizm ve Devrimci Marksizm.54 Hans Rogger, Russia in the Age of Modernisation and Revolution: 1881-1917, New York: Longman, 1983, s. 135. Rogger bu duruma örnek olarak 1874 yılında çoğu üniversite öğrencisi 2500- 3000 gencin, okullarını ve evlerini terk ederek “halka gitme” çabalarını göstermektedir. Bu kişilerin amacı köylülerin isyancı güdülerini harekete geçirmek ve sosyalist ilkeleri öğretip, kimlerin onları sömürdüğü ve düşmanları olduğunun farkına varmalarını sağlayarak onları yaklaşmakta olan devrime hazırlamaktı. Bunun için ajitasyon ve propagandaya yönelik eylemlerine ek olarak, kendilerinin ve atalarının yüzyıllarca biriktirdiği borçlarına karşılık olarak köy öğretmenliği, tıbbi yardım ya da işgücü gibi hizmetler sunan bu kişiler, köylüler tarafından anlayışsızlık ve düşmanlıkla karşılanmıştı. 755 Ibid., s. 136 272 Legal Marksistler, burjuva kapitalizminin gelişmesini, sosyalizmin nihai zaferi için gerekli ilk aşama olarak gören Marksist tezi kayıtsız şartsız kabul ediyorlar ve bu bakımdan Rusya’nın Batıyı örnek alması gerektiğine inanıyorlardı, ancak burjuva kapitalist aşamanın gerekliliği üzerinde ısrarla durmaları, kısa sürede onların bu aşamayı bir amaç olarak görmelerini ve sosyalizmin nihai zaferine devrim ile değil, reform ile ulaşılacağını kabul etmelerini de beraberinde getiriyordu. 756 Ekonomistler, işçi mücadele birliklerinin koordine edilmesine karşı çıkan ve sendikacılığı savunun bir gruptu ve ekonomi ile politika arasında kesin bir çizgi çizen bu gruba göre ekonomi işçilerin, politikaysa partilerin işiydi ve bu nedenle işçiler sadece ekonomik amaçlarla ilgilenmeli ve sendikalar içinde patronlara karşı mücadele etmeliydi.757 Buna karşılık Devrimci Marksistler, proletaryanın mutlakıyete karşı mücadelede aktif olarak rol alması ve bunu yaparken de burjuvazi ile bir ittifak içinde olması, demokratik nitelikli bu sürecin ardından ise bu defa tek başına kapitalizme karşı sosyalist mücadeleyi yürütmesi gerektiğini savunuyorlardı. Zamanla Marksist hareket içindeki bu bölünme farklı biçimlerde devam ederek derinleşmiş ve Parti içinde de bölünmeye yol açmıştı. Rusya Sosyal Demokrak İşçi Partisi’nin 1903 yılındaki ikinci kongresinde Parti, iki kanada ayrıldı. Ayrılığın çıkış noktası Partiye üye olma koşulları konusundaki tartışmalardı. Lenin parti üyeliğinin dar tutulması ve üye olacak herkesin parti organlarında görev almasını önerirken Martov, partiyi maddi olarak destekleyen herkesin parti üyeliğine alınmasını savunuyordu. Bu basit gibi görünen ayrım, 1912 yılında kesin ve resmi olarak gerçekleşecek olan Bolşevik-Menşevik ayrılmasının başlangıcı oldu. Başlangıçta Martov’un görüşü çoğunluk tarafından benimsenirken zaman içinde bu grup azınlığa düşmesi nedeniyle Menşevikler olarak adlandırılırken, Lenin’in grubu Bolşevikler olarak adlandırıldı. İki grup arasındaki ayrımsa zamanla parti üyeliği konusundaki tartışmaların çok ötesine geçti. Her iki grubun ortak hareket noktası, Plehanov tarafından ortaya konan program doğrultusunda, gelecek devrimin bir burjuva devrimi olacağı, dolayısıyla 756 Edward Hallett Carr, Sovyet Rusya Tarihi: Bolşevik Devrimi 1917-1923, Metis Yayınları, İstanbul, 2002, s. 21. Carr’ın da belirttiği gibi bu grup Bernstein’ın ve Alman “revisyonistleri”nin görüşlerine öncülük etmişlerdir. 757 Ibid., s. 21 273 proletaryanın demokratik devrim için mücadele etmesi gerektiği, Rusya’da tarımsal ve yarı-feodal koşulların ağır basması, sanayinin ve işçi sınıfının az gelişmiş olmasından dolayı, sosyalizmin kurulmasının ancak bir sonraki evrede mümkün olabileceğiydi.758 Menşevikler Marksist öğretinin burjuva demokratik devrim ve proleter sosyalist devrim şeklinde öngördüğü yapıyı kabul ediyorlardı. Ancak Menşeviklere göre, önce burjuva devrimi gerçekleşmeliydi; Rusya’da kapitalizm, ancak burjuva devriminden geçerek gelişmesinin doruğuna erişebilirdi; bu gelişme gerçekleşmedikçe Rus proletaryası, sosyalist devrimi yapmaya kalkışacak ve onu başarıya ulaştıracak gücü kendinde bulamazdı.759 Dolayısıyla Meşeviklerin görüşüne göre devrimin başarıya ulaşmasıyla demokratik ve toplumsal reformları gerçekleştirecek bir burjuva rejimi kurulacak, sosyalistlerin kapitalizmin kötü yanlarının sorumluluğunu burjuvaziye bırakmaları gerektiğinden bu rejime hiçbir biçimde katılmayacaklar, ama demokratik kurumlarda sürdürülen parlamenter mücadele, sonunda sosyal demokrasinin atılım yapmasına ve işçi kitlelerinin siyasal bilincinin yükselmesine yol açacaktı.760 Bu görüş, öncelikli olarak burjuva devrimini gerçekleştirirken proletaryanın düşmanlarının iktidara gelmesini öngördüğünden, Menşevikler proletaryayı doğrudan çeken bir yapı değildi. Zaten genel olarak bakıldığında da Menşevikler’in üyeleri proletaryanın en kalifiye ve en örgütlü kesiminden oluşuyordu. Ancak bu kesimler burjuva demokratik sistem içinde, göreceli olarak iyi durumda olduğundan ya da durumlarını iyileştirme ümidi taşıdıklarından devrime en az yatkın olan kesimlerdi.761 Bu, Menşevikler’i, devrimle iktidara gelmekten uzaklaştıran en temel etken oldu. Carr’a göre bu, Menşevikler’in Rusya şartlarına yabancı olmalarının bir sonucuydu. Öte yandan Bolşevikler ise ağır sanayide çalışan nispeten “vasıfsız” işçilere hitap ediyordu. Carr’ın ifadesiyle “Batı sanayi proletaryasının en alt kesimlerinden bile her bakımdan daha alt seviyede bulunan” vasıfsız Rus fabrika işçileri kitlesinin “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yoktu” ve bu işçiler, Bolşeviklerin, ekonomik durumu düzeltecek tek çare siyasi bir devrimdir çağrısına katılamaya en 758 Oskar Anweiler, Rusya’da Sovyetler (1905-1921), İstanbul: Ayrıntı Yayınevi, 1990, s. 105 759 Carr, Sovyet Rusya Tarihi: Bolşevik Devrimi 1917-1923, s. 47 760 Anweiler, op. cit., s. 106 761 Carr, Sovyet Rusya Tarihi: Bolşevik Devrimi 1917-1923, s. 49 274 hazırlıklı olanlardı.762 Buna karşılık Carr’a göre, Bolşeviklerin teorilerinde de bir takım çelişkiler var gibi görünmekteydi. Söz konusu çelişki Bolşevik teoride de devrimin burjuva niteliğini koruyor olmasından kaynaklanmaktadır. İşgücünün sekiz saate indirilmesi, toprağın köylülere dağıtılması, devletle kilisenin birbirinden ayrılması gibi parti programında yer alan bir takım uygulamalar burjuva kapitalizminin birer parçasıydı. Ancak çelişki gibi görünen bu durum aslında farklı dönemlerin farklı koşullarının gerekli kıldığı bir uygulamaydı. Burjuvazi, ortaçağın ve feodalizmin kalıntılarına karşı saldırıya geçen devrimci bir güç olduğu sürece, burjuva özgürlüğü gerçek ve ilerici bir özgürlüktü; iktidarını sağlamlaştıran burjuvazi, sosyalizmin ve proletaryanın yükselen güçleri karşısında kendini savunmaya geçtiği andan itibaren, “burjuva özgürlüğü” gerici ve sahte bir özgürlük haline geliyordu.763 Bolşevik teori de bu düşüncenin benzer biçimde Rusya’ya uygulanmasını ön görüyordu; Çarlığı devirene kadar burjuvazi ile işbirliği yapmak ancak bundan burjuva iktidarını desteklemek değil, ona karşı sosyalist devrimi gerçekleştirmek. Rus sosyalistleri arasında bölünmelere neden olan bir diğer tartışma konusu “ulusal sorun”du. Daha önce de belirtildiği gibi bu konu, Marxistler arasında önemli tartışmalara neden olmaktaydı. Bu tartışmalardan ikisi; ulusların kendi kaderini tayin hakkı ve kültürel-ulusal özerklik doktrini, Rusya’daki kimi sosyalist gruplar tarafından benimsenmekteydi. Ulusların kendi kaderini tayin ve ayrılma hakkı, 1919 yılına kadar Parti Programında yer almış ve Lenin tarafından da desteklenmiştir. Polonya Sosyalist Partisi tarafından talep edilen kendi kaderini tayin hakkı, daha önce de belirtildiği gibi, aynı zamanda Polonya Marksistlerinin kendi aralarında da bölünmelerine yol açmaktaydı. Kısaca Bund olarak bilinen Litvanya, Polonya, Rusya Yahudi İşçileri Birliği ise, 1901’deki Kongresinde, “Ulus kavramı Yahudi halkı için de geçerlidir. Rusya,… gelecekte, her ulusa – üzerinde yerleştiği toprağın neresi olduğuna bakılmaksızın – tam bir ulusal özerklik tanınmış bir uluslar federasyonuna dönüştürülmelidir.” şeklindeki bildirisiyle Avusturya Sosyal Demokrat Partisi tarafından ortaya konmuş 762 Ibid., s. 49 763 Ibid., s. 51 275 olan kültürel-ulusal özerkliğin Rusya’da uygulanması talebinde bulundu.764 Ancak bu doktrini benimsemesi Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’le bağlarının kopmasına yol açtı. Rusya’daki Yahudi proletaryasının temsilcisi olmayı ve Parti içinde kendisine federal seksiyon statüsü verilmesini talep eden Bund’un bu isteği Parti tarafından reddedilince Bund, Parti’den ayrıldı. Bund’un söz konusu talepleri parti içinde önemli eleştirilere de neden oldu. Daha önce de belirtildiği gibi kültürel-ulusal özerklik doktrinine şiddetle karşı çıkan Lenin, bu doktrini benimseyen Bund Partisini de aynı şekilde eleştirdi. Lenin’e göre Bund’un Avusturya Marksistleri tarafından ortaya konan bir fikri benimsemesi çelişkilidir. Çünkü “kültürde ulusal özerklik” düşüncesinin ortaya atıldığı ülkede, Avusturya'da, bu düşüncenin babası Otto Bauer, böyle bir programın Yahudiler için önermenin olanaksız olduğunu ortaya koymuştur.765 Böylece Lenin Avusturya Marksistleri ve onların fikirleri doğrultusunda Parti’den ayrılan Bund üzerinden kültürel özerklik doktrinini eleştirmektedir. Teorik düzeydeki tartışmalar ve bunun neden olduğu bölünmeler devam ederken Rus İmparatorluğu, grevler ve gösterilerle kendisini hissettiren devrimci sürece girmişti bile. II. Nikola’nın baskıcı politikaları, ekonomik koşulların olumsuzluğu ve Japonya’ya karşı savaşın ve bu savaşta alınan yenilginin yükü, 1905 Ocağında papaz Georgi Gapon önderliğinde büyük bir grubun Kışlık Saray’a doğru yürüyüşe geçmesine yol açtı. Gapon, 1904 yılında kurulan Rus Fabrika İşçileri Birliği’nin kurucusuydu. Riasanovsky ve Steinberg’in de belirttiği gibi bu Birlik, “ironik bir şekilde”, işçileri sosyalizmden uzak tutmak, birleştirici konuşmalar ve günlük ihtiyaçlarıyla ilgilenerek otokrasiye olan bağlılıklarını geliştirmek için kurulmuş, ancak bunun yerine sosyal eleştirilerin dile getirildiği bir platform işlevi görmüş ve işçileri korumak ve onlara yardımcı olmak için çalışmaya başlamıştı.766 Ancak yürüyüşün sonucu Birlik ve diğer katılımcılar için bir facia oldu. Saray’a ulaşan göstericiler muhafızların ateşiyle karşılaştı ve pek çoğu hayatını kaybetti. Kanlı Pazar olarak anılan bu olay, Kurat’a göre, “Çarın, işçilerin durumunu ıslah 764 Tony Cliff, Lenin Cilt 2: Bütün İktidar Sovyetlere, İstanbul: Z Yayınları, 1994, s. 65 765 V. I. Lenin, “Ulusal Kültür Özerkliği”, V. I. Lenin, Ulusların Kaderini Tayin Hakkı, Ankara, Sol Yayınları, 1976, s. 37 766 Riasanovsky, Steinberg, op. cit., s. 422 276 yolunda hiçbir şey yapmak istemediği ve halk tarafından yapılacak herhangi bir teşebbüsü kana boğarak yatıştırmak azminde olduğunu” açıkça gösteriyordu. 767 Ancak sonuç, Çar karşıtı tepkinin daha da artması oldu. Bu olay, toplumun görece küçük bir kesiminin reform taleplerini dile getirdikleri barışçıl bir kampanyanın, pek çok köylü, işçi ve azınlık tarafından desteklenen, eski rejime karşı ulusal bir saldırıya dönüşmesine neden olurken768, Çar’la daha gönce kendisine bağlı olan kesimler arasındaki bu bağın da kopmasına neden oldu. Gösteriler, grevler, protestolar, ayaklanmalar giderek artıyordu. Service’in ifade ettiği gibi köylüler de otoritelere karşı harekete geçmekte işçilerden geri kalmamıştı; toprak sahiplerinin arazilerinde “yasadışı” biçimde kereste kesiyor, hayvan otlatıyorlardı ve bu nedenle Avrupa Rusya’sındaki pek çok kırsal bölge 1905 yazında “kanunsuz” olarak nitelendirilmişti.769 Ülke içinde yaşanan bu karışıklar karşısında Çar, Ağustos ayında Duma’nın toplantıya çağırılması için bir bildirge yayınladı. Ancak Dumanın, sadece bir danışma meclisi özelliği taşıması ve kanun çıkarma yetkisinin olmaması öngörülmüştü. Ayrıca Duma’da büyük çoğunluğu büyük toprak sahipleri ve kapitalistler oluşturacak, kır ve kent halkından çok az sayıda temsilci olacak ve işçiler temsil edilmeyecekti. Halkın beklentilerini karşılamayan bu öneri, Çarlığa karşı memnuniyetsizliği daha da arttırdı. Eylül ayından başlayarak ülke genelinde grevlerde büyük artış yaşandı. Ekim ayına gelindiğinde ise grev bütün ülkedeki fabrika ve işletmelere yayıldı. Bunun üzerine Nikola Ekim ayında bir bildirge yayınlayarak, ülkede söz, toplantı, dernek kurma özgürlüğünün, kişi dokunulmazlığının sağlanacağını, seçim hakkının genişletileceğini ve kanun yetkisi yapma olan bir Duma’nın açılacağını açıkladı. Bildirge halk tarafından memnuniyetle karşılandı. Bununla birlikte devrimci hareketler sona ermedi. Aralık ayında Moskova’da dokuz gün süren silahlı bir ayaklanma başladı. Ancak Çarlık kuvvetleri ayaklanmayı bastırdı. Gerek bunun gerekse Çar’ın Duma’nın açılması konusunda attığı adımlar halkın devrim yönündeki heyecanını büyük ölçüde yatıştırdı ve 1906’ya gelindiğinde devrimci hareket 767Akdes Nimet Kurat, Rusya Tarihi-Başlangıçtan 1917’ye Kadar, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1993, s. 381 768 Abraham Ascher, Russia: A Short History, Oxford: Oneworld Publications, 2002, s. 138 769 Robert Service, A History of Modern Russia From Nicholas II to Putin, Londra: Penguin Books, 2003, s. 15 277 gerilemeye başladı. Bunun bir nedeni de muhalefet içindeki görüş ayrılıklarıydı. Kadetler hükümetin tavizlerini olumlu ancak yetersiz buluyor; Ekimciler olarak adlandırılan yeni bir parti, tavizlerin yeterli olduğunu, daha fazla değişimin şiddet olaylarına neden olacağını ve tüm sosyal düzene tehdit oluşturacağını düşünüyor; sosyalistler ise kitle hareketini teşvik etmeye devam ederek reformları, Rus politikası ve toplumunun gerçek demokratik dönüşümü için bir fırsat olarak görüyordu.770 Muhalefetin bu şekilde bölünmesi, gücünü de büyük ölçüde kaybetmesine neden olmuştu. Devrimci hareketin yatışması ve Çarlığın ülkede tekrar egemenliğini sağlaması 1905 Devriminin başarısızlıkla sonuçlandığı izlenimini yaratmakla birlikte aslında kendinden sonraki birçok gelişmeyi belirleyecek olan bir dönüm noktasıdır. 1904-1906’daki savaş ve devrim, Rus İmparatorluğu’nun yayılmasının sınırlarını belirledi, Çarlık devletinin savunmasızlığını açığa çıkardı, devlet karşıtı halk eyleminde etkili bir araç olarak genel grevin yaygınlaşmasını sağladı, Bolşevikler’i, Menşevikler’i ve Sosyalist Devrimciler’i mevcut iktidara karşı tehdit oluşturan inandırıcı bir güç olarak tanımladı, ancak arada bir Zemski Sabor’un toplandığı ülkede bir tür ulusal meclis ortaya çıkardı771 ve böylece Rus İmparatorluğu meşrutiyete dönüştü. Ancak bu gelgitleri olan bir süreçti. Verdiği tavizlerden rahatsız olan Çar, bunları zaman içinde kısıtlamaya ve ortadan kaldırmaya yönelmişti. İşçilerin ekonomik koşullarında bir iyileşme olmadığı gibi, İmparatorluğun Dünya Savaşına girişiyle birlikte İmparatorluk ekonomisi daha da bozulmuş ve bu, şartları da daha da zorlaştırmıştı. Aslında I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birçok ülkede olduğu gibi Rusya’da da ilk tepki milliyetçi duyguların yükselişi oldu. Bu yükseliş ve milliyetçilik içinde savaşa karşı bir araya gelme, savaşın ilk yıllılarında bütün toplumsal çelişkilerin üstünün örtülmesine neden oldu: Savaşın ilk aylarında işçi sınıfı arasında savaştan yana bir yurtseverlik dalgasının yayıldığı gözlendi. Kentlerdeki yurtseverlik eğiliminin yüksekliğine karşın köylüler arasında askere yazılmaya karşı daha ihtiyatlı bir tavır olmakla 770 Riasanovsky, Steinberg, op. cit., s. 423 771 Charles Tilly, Avrupa’da Devrimler 1492-1992, İstanbul: Yeni Binyıl Yayınları, s. 298 278 birlikte, askerden kaçanların sayısı eski savaşlara göre çok azdı. Sosyalistlerin Duma’da savaşın desteklenmesine karşı çıkışları, onları genel yurtseverlik histerisiyle karşı karşıya getirdi. Kentlerdeki yurtseverlik gösterileri, işçilerin savaşın ilk aylarında savaş karşıtı protestoyu hoşnutsuzlukla karşılamaları, Alman sosyalistlerinin Reichstag’da “barbar Rusya”ya karşı savaşı desteklemek üzere oy kullanmış olmaları ve sürgündeki Rus sosyal demokratlarının ve önde gelen Enternasyonal önderlerinin savaştan yana tavır almaları, savaşın uluslararası bir genel grevle önlenebilmesi umutlarını suya düşürdü. 772 Buna karşın savaş şartlarının ülkenin ekonomisinde yarattığı çöküş, başlangıçta savaşa ve Çar’a verilen siyasal desteğin de sonunu getirdi. Bu durum gösteri ve grevlerin yeniden başlamasına neden oldu. Devrimci hareket, 1917 yılında kendisini bir kez daha hissettiriyordu. Üstelik bu sefere askerler de bu harekete katılmıştı. Savaş devrimci düşüncenin askerlere ulaşması ve burada hızla yayılması için uygun ortamı sağlamıştı. Bu nedenle 25 Şubat tarihinde, ekmek, savaşın bitirilmesi ve otokrasinin kaldırılması talepleriyle toplanmış olan kabalığı dağıtmak üzere gönderilen müfrezeler halkla kaynaştı.773 Bundan sonra işçilerle askerler arasında da bir ilişki kuruldu; işçiler askerlere sorunlarını anlatarak onları da kendi taraflarına çekmeye çalıştılar. Önlem olarak şehirde tutulan ve Çar’a hep sağdık olmuş olan kossak birliklerin de işçilerin saflarına katılmaya başlamalarıyla devrim geri dönülmez bir dönemece girdi. Çar Nikola, kendisi ve oğlu Aleksis adına tahttan feragat ederek tahtı kardeşi Mihail’e bıraktı. Ancak Mihail de bir süre sonra tahttan feragat etti. Yönetimi, Menşevik grupların ağırlıkta olduğu Geçici Hükümet devraldı. Halkın Geçici Hükümet’ten talebi doğal olarak Devrim öncesi koşulların düzeltilmesi yönündeydi. Kent yoksullarının temel talebi ekmek, aralarındaki işçilerin talebi ise daha iyi ücret ve daha iyi çalışma saatleriydi. Tarımla geçinen Rusların %80’inin temel talebi, her zaman olduğu gibi, topraktı. Orduyu oluşturan köylü askerler kitlesi ilk planda savaşa değil katı disipline ve rütbelilerin kötü muamelesine karşı olsalar da her iki kesimde, bir an önce savaşın sona ermesini istiyordu.774 772 “Ekim Devrimi”, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi Cilt 2, İstanbul: İletişim Yayınları, 1988, s. 543 773 Riasanovsky, Steinberg, op. cit., s. 488 774 Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl 1914-1991 Aşırılıklar Çağı, Ankara: Sarmal Yayıncılık, s. 83 279 Ancak Geçici Hükümet bu taleplerin hiç birine karşılık veremedi. Hobsbawm’a göre Hükümet, ülkeyi yasalar ve kararnamelerle yönetemeyeceğini anlayamadı, işadamları ve yöneticilerin iş disiplinini yeniden kurmaya çalışmaları ise işçilerin radikalleşmesine yol açtı. Ayrıca Hükümet toplumun hemen hemen bütün kesimlerinden gelen savaşın sona erdirilmesi yönündeki taleplere rağmen yeni bir askeri saldırı başlatma kararı aldı ve bunu uygulamaya koydu. Hükümeti bu yönde bir karar almaya iten, “Fransız Devrimi’nde olduğu gibi özgürlüklerini kazana Rusların savaşa daha da sıkı sarılacaklarını” düşünmeleri ve “otoriter Almanya’ya karşı demokratik müttefikler Fransa ve İngiltere’nin terk edilmesinin politik prensiplerine ve yeni bir demokrasi olarak Rusya’nın çıkarlarına ters olduğuna” inanmalarıydı. Ancak beklentilerinin tersine bu kararları ülkede devrimci hareketi yeniden tetikledi. Bu dönemde hızla gelişmeye başlayan sovyetlerin de etkinlik kazanmasıyla ülkede ikili bir iktidar ortaya çıktı. Anweiler’e göre bu “ikili iktidar” çarlık rejiminin ve onun hükümet ve yönetim aygıtının neredeyse silah kullanmadan birden çöküvermesinden kaynaklanıyordu ve aynı zamanda devrim sırasındaki toplumsal-siyasal güçler ilişkisini de yansıtıyordu; geçici hükümet hanedanın düşmesinden sonra, sağdaki bütün unsurların peşine takıldıkları burjuvazinin ve liberal soyluların desteğinden yararlanırken, Sovyetler, kent proletaryasını sol küçük burjuva aydınların yönettiği askerleri temsil ediyor, halk kitlesini oluşturan köylüler ise henüz siyasal eylem içinde yer almıyordu.775 Sovyetlerin halk kitlelerinin harekete geçirilmesinde etkili ve başarılı olması, hatta yıkılışlarından sonra bile etkilerini yitirmeyişleri, Lenin’in 1905’te Sovyetler’e karşı takındığı oldukça kayıtsız tutumun değişmesine yol açmıştı. 776 Lenin’e göre Geçici Hükümet burjuvazinin hükümetiydi, Sovyetler ise işçi ve köylüler tarafından kurulmuştu. Ülkede bu şekilde bir birinden ayrı iki iktidar odağı vardı; ancak Lenin’e göre, “bir ülkede iki iktidar bir arada var olamazdı.” 777 Burjuva demokratik devrimi, gerekli tüm reformlar gerçekleştirilememiş olsa da tamamlanmıştı, bundan sora gelecek olan aşama ise açıkça belirtilmemiş olsa da sosyalizmdi. 775 Anweiler, op. cit., s. 181 776 Carr, Sovyet Rusya Tarihi: Bolşevik Devrimi 1917-1923, Metis Yayınları, İstanbul, 2002, s. 87 777 Lenin, Soçineniya, c. XX’den aktaran Carr, Sovyet Rusya Tarihi: Bolşevik Devrimi 1917-1923, s. 85 280 Lenin’in bu düşüncesi 1917 Tüm Rusya Parti Konferansı’nda ifadesini bulmuştur. O dönemde Nisan Konferansı olarak anılan Tüm Rusya Parti Konferansı, 1917’nin Nisan ayında toplandı. Bu toplantıda alınan kararla Geçici Hükümetin, burjuvazi ve büyük toprak sahipleriyle karşı devrim doğrultusunda işbirliği yapması kınandı ve Geçici Hükümet’in iktidarı Sovyetlere devretmesi için kırdaki ve kentteki proleterler hazırlık yapmaya çağırıldı.778 Böylece “tüm iktidar Sovyetler’e” sloganı da ilk kez dile getirilmiş oldu. Nisan Konferansı’ndan sonra Bolşevikler, devrimin ilk günlerinin aksine güçlenmeye ve öne çıkmaya başladılar. Bunun en temel nedeni Bolşevikler’in Menşevikler, Sosyalist Devrimciler ve diğer bir takım bağımsız sosyalistlerin aksine Geçici Hükümet içinde yer alarak yıpranmamış ve bu şekilde aynı zamanda Geçici Hükümet’in sürekli olarak ertelediği barıştan yana kararlı ve tutarlı bir politika izleyebilmiş olmasıdır. Bu şekilde Bolşevikler işçilerin ve askerlerin güvenini kazanmaya başlamışlardır. Özellikle sanayi bölgelerinde ve merkezlerinde fabrika işçileri arasında etkilerini ve güçlerini arttırıyorlardı. Bununla birlikte Nisan Konferansı, Lenin’le Parti üyeleri arasında önemli bir tartışmaya da sahne olmuştu. Ekim Devrimi yaklaşırken, “ulusal sorun” bir kez daha gündeme gelmiş ve Konferans’ta ele alınan konular arasında girmişti. Nisan Konferansı’nda Lenin’in tutumu daha önce olduğu gibi kendi kaderini tayin ve ayrılma hakkını savunmak doğrultusunda oldu; Rusya’nın bir paçasını teşkil eden tüm ulusların özgürce ayrılma ve bağımsız devletlerini kurma hakkının tanınması gerekir. Onların bu hakkını reddetmek, ya da bunun pratik olarak gerçekleştirilmesini garantileyen tedbirlerin alınmasındaki başarısız kalmak, bir gasp ya da ilhak politikasını desteklemekle aynı anlama gelir. Çeşitli ulusların işçileri arasında tam bir dayanışmanın gerçekleşmesi, ulusların birbirine yaklaşarak gerçekten demokratik hatlarda bir araya gelmelerine yardımcı olunması, ancak ulusların ayrılma hakkının proletarya tarafından tanınmasıyla sağlanabilir.779 Lenin tarafından ortaya konan bu görü çeşitli itirazlara rağmen kabul edildi. Bu hakkı kullanma – yani bağımsız politik birimler olma talebinde bulunanlar yalnızca milliyetçi tepkilerin de en yoğun olduğu bölgeler olan Polonya ve 778 Carr, Sovyet Rusya Tarihi: Bolşevik Devrimi 1917-1923, s. 87 779 Aktaran Cliff, Lenin Cilt 2: Bütün İktidar Sovyetlere, s. 311 281 Finlandiya oldu. Şubat Devrimi’nden sonra Fin Sosyal Demokrat Partisi de Finlandiya’ya kendi kaderini tayin hakkının eksiksiz olarak tanınması – yani Finlandiya’nın bağımsızlığının tanınması – talebinde bulundu.780 Geçici Hükümet’in bu talebe verdiği tepki Finlandiya parlamentosunu kapatmak oldu. Buna karşılık Finlandiya’da çeşitli protestolar düzenlenerek genel grev ilan edildi. Yine de sorun, Ekim devrimine kadar çözümsüz kaldı. Ekim Devrimi’nden sonra ise, Rusya’nın siyasi ve ekonomik bütünlüğünün dağılmasını istemeyen ancak, imparatorluğun sınır bölgelerinde yoğunlaşmış ulusal grupların ayrılmasının önüne geçilemeyeceğinin farkında olan Sovyet hükümeti, Finlandiya ve Polonya’nın bağımsızlığını tanıdı.781 Buna karşılık Davis’in de belirttiği gibi, Lenin bu öğretiyi hiçbir zaman Sovyetler Birliği’ni devlet çıkarlarını zedeleyecek biçimde uygulamadı ve güç ve diplomasinin bir arada kullanımıyla çeşitli bölgelerin Birliğe bağlılığı garanti altına alındı.782 Ulusal talepleri olan bütün sosyalistler, kendi kaderini tayin ya da ayrılma yanlısı değildi. Mosely’nin de belirttiği gibi, 1917’deki iki devrim arasında Rus olmayan grupların önderleri, ulusal taleplerinin federal bir devlet çerçevesinde kendilerine kültürel ve idari özerklik verilmesiyle karşılanmasından yanaydı.783 İki devrim arası dönemde Ukrayna’daki sosyalistlerin talepleri bu doğrultudaydı. Ukrayna Devrimci Sosyalist Partisi, “Ukrayna’nın ulusal ve coğrafi özerkliğinin ulusal azınlıklara verilen hakların garantisiyle birlikte …hayata geçirilmesi” şeklideki talebiyle esas olarak Rusya’ya bağlı kalmaktan yana olduğunu, ancak bunu belli bir özerklik çerçevesinde gerçekleşmesini istediğini dile getiriyordu.784 İmparatorluğun Müslüman toplulukları da esas olarak özerklik talep ediyorlardı ancak daha önce de belirtildiği gibi, özellikle belli bir bölgede yoğunlaşmamış olan Tartalar bu özerkliği kültürel özerklik olarak tanımlarken diğerleri için özerkliğin anlamı bölgeseldi. Daha çok milliyetçi nitelikteki bu taleplerin sosyalist hareketle eklemlenmesi ise oldukça güçtü. Bunu Bakü hariç, 780 Ibid. s.301 781 Philip E. Mosely, “Aspects of Russian Expansion”, American Slavic and Eastern European Review, Cilt 7, Sayı 3, Ekim 1948, s. 206 782 Horace B. Davis, “Sovyetler Birliği’nde Ulusal Sorun”, Sosyalizm ve Ulusallık, Horace B. Davis, İstanbul, Belge Yayınları, 1991, s. 119 783 Mosely, op. cit., s. 207 784 Cliff, Lenin Cilt 2: Bütün İktidar Sovyetlere, s. 304 282 Rusya’nın Müslüman ülkelerinde sosyalist devrimin ana unsuru olan proletaryanın henüz çok zayıf, dağınık ve teşkilatsız olmasına ve bu nedenle siyasallaşamamasına bağlayan Bennigsen ve Quelquejay’ e göre Rusya Müslümanları arasında sosyalizmin ortaya çıkması üç şarta bağlıydı:785 1. Müslüman aydınları ile ihtilalci fikirler taşıyan Rus aydınları arasındaki münasebetler uzun zamandan beri sıkı sıkıya devam ediyordu. […] Yüzyılın başında fikirler henüz havada uçuşuyor, her yana yayılıyordu. Müslümanlar bunları istedikleri gibi yakalayarak faydalanabilirlerdi. 2. Lakin sosyalist fikirler ancak milli hareketin nefes darlığı çekmeye başladığı yerlerde gelişebilirdi. Milli hareketin elemanları bir bir sahneden çekilirken, en aktif isimler yavaş yavaş unutulurken, isteklerin imkânsız olduğu anlaşılırken sosyalizm ortaya çıkıyordu. […] Kuzey Kafkasya ve Türkistan’da milli hareket 1917’ye kadar bütün gücünü korumuştu. Aydınlar üzerindeki tesiri, bu ülkede gerçek sosyalist bir sol kanat gelişmesini önlemekteydi. 3. Fakat sosyalizmin İslam toprağında gerçekten hayat bulması, iyi yetişmiş gerçek Marksist grupların teşekkülü, Rus sosyalist gruplarının gönüllü ve bilinçli şekilde yardımlarına bağlıydı. Bu koşulların tam olarak gerçekleşmesi oldukça güçtü. Ancak buna rağmen gerek İmparatorluğun içinde bulunduğu devrimci koşullar, gerek Müslüman grupların Çarlık yönetiminden duyduğu rahatsızlık, geçici olarak da olsa engellerin aşılmasını sağladı. Bolşevikler için Müslüman gruplar arasındaki Çarlık karşıtlığı önemli bir dinamikti. Bu nedenle, Çarlık rejiminden “kurtulmak” için Müslüman ulusal hareketleriyle birlikte çalışma arzusunu gösteriyorlardı.786 Müslüman gruplar da, daha önce belirtildiği gibi benzer bir biçimde, taleplerinin gerçekleştirilmesinin Çarlık rejimi altında mümkün olmadığını, bu rejime karlı başarı şansı elde edebilmek içinse en güçlü siyasi hareket olan sosyalistlere katılmanın gerekli olduğunu düşünüyorlardı. Ancak bu, Müslümanlar arasında sosyalist fikir ve hareketlerin gelişmediği ve sadece ulusal amaçlarına ulaşmak için sosyalist harekete eklemlendikleri anlamına gelmemektedir. Pantürkist ve panislamist politikaların öncülüğünü üstlenen Tatarlar arasında bile sosyalist düşüncenin izlerine rastlamak 785 A. Bennigsen, C. Lemercier Quelquejay, Srep’de Ezan Sesleri: Sovyet Rejimi altındaki İslam’ın 400 Yılı, Ankara: Selçuk Yayınları, 1981, s. 57-61 786 Davis, “Sovyetler Birliği’nde Ulusal Sorun”, s. 119 283 mümkündü. 1907 yılında, Hüseyin Yamaşev önderliğinde kurulan Uralcılar grubu, “Tatar burjuvazisi, Müslümanlar arasında sömürücü sınıfların – toprak sahiplerinin, kapitalistlerin – olmadığını ve Müslümanların homojen bir varlığı temsil ettiğini ispatlamaya çalışıyor. Bu tamamen demagojiktir. Ortak dinlerine rağmen, tüm Müslümanlar aynı partiye, sözde Müslüman Birliği’ne giremez, çünkü ekonomik çıkarları hiçbir surette aynı değildir.”787 sözleriyle sınıf ayrımına dayalı sosyalist söylemi benimsemiştir. Bu grubun kısa süre içinde polis tarafından dağıtılması, başarı şansını ortadan kaldırmıştı. Bununla birlikte bu tarihten itibaren Ekim devrimine kadar pek çok Müslüman grup arasında sosyalist oluşumlar ortaya çıkmış, bunların pek çoğu Rus sosyalist hareketine sempati duyarak ona eklemlenmişlerdi.788 Bunlar içinde en etkilisi Sultan Galiyev önderliğindeki milli komünizmdir. Her ne kadar Galiyev devrim sürecinde Bolşeviklere katılsa da, devrim sonrası süreçte Bolşevik partiyle yolları kesin biçimde ayrılmıştır. 1917 Ağustosuna gelindiğinde Bolşevikler artık güçlenmiş ve kitleselleşmişlerdi. Bu dönemde terhis edilen askerlerin ülkede toprak ihtiyacını arttırması, köylü isyanları, toprak yağmalamaları gibi savaşın olumuz etkilerinden kaynaklanan olaylarda da artış yaşanmaya başlanmıştı.789 Bu koşullar Bolşeviklerde, devrimin ikinci aşamasına geçilmesinin vaktinin geldiği düşüncesini uyandırmıştı. Bu doğrultuda Lenin yazdığı makale ve mektuplarda Bolşeviklerin iktidarı silahla ele geçirmesi gerektiğini ve bunun da zamanının gelmiş olduğunu vurgulamaya başladı. Eylül ve Ekim ayları boyunca parti içinde iktidarın silahlı güç ile ele geçirilmesi konusunda tartışmalar ve ayrılıklar yaşandı. Sonuçta İkinci Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi’nin 25 Ekimdeki toplantısından önce harekete geçilmesine karar verildi.790 Kararlaştırılan tarihte Bolşevik kuvvetleri harekete geçerek kentin önemli yerlerini işgal ettiler ve Geçici Hükümet üyelerinin, kaçamayanlarını tutukladılar. Aynı gün Lenin işçi ve köylü devrimin zaferini ilan ederken İkinci Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi de, sloganda ifade edildiği gibi, tüm iktidarın İşçi Köylü Asker Temsilcileri 787 Azade-Ayşe Rorlich, Volga Tatarları, İstanbul: İletişim Yayınları, 2000, s. 222 788 Bknz. Bennigsen, Quelquejay, op. cit., s. 61-70 789 Carr, Sovyet Rusya Tarihi: Bolşevik Devrimi 1917-1923, s. 95 790 Ibid., s. 100 284 Sovyetlerine devredildiğini ilan etti. Böylece Rusya’da sosyalist tepki İmparatorluğu sonlandırıp, onun yerini alan bir siyasi hareket oldu. Osmanlı İmparatorluğunda etkili, aydın çevrelerinin dışına çıkarak halk kitlelerine yayılan bir sosyalist hareketten söz etmek mümkün değildir. Nitekim ne İmparatorluğu çözülme sürecinde ne de sonrasında İmparatorluktan ayrılarak kurulan devletlerde sosyalizm belirleyici olmamıştır. Tunçay’ın da belirttiği gibi ekonomik amaçlı işçi hareketlerine 19. yüzyıldan çok öncesinde bile rastlanmaktadır. 791 Hatta Quataert, genellikle devletin baskısı altında olmakla birlikte, Osmanlı işçi sınıfının belli dönemlerde toplum hayatında belirleyici roller oynadığını ve böylece taleplerine ulaşma konusunda başarılı olabildiğini ifade etmektedir.792 Buna göre, devletin lojistik destek için loncalara ihtiyacı olması nedeniyle savaşlar sırasında işçilerin pazarlık gücü artmakta, benzer biçimde merkezi otoritenin zayıfladığı zamanlarda loncalar siyasal hayatın ve toplumsal istikrarın sağlanması ve düzenlenmesinde önemli bir role sahip olmakta, bu da işçilere serbestlik sağlamaktaydı. Modern anlamda ilk işçi hareketleriyse, işçilerin, kendilerini işlerinden edeceğini düşündükleri için ülkeye yeni giren Batı teknolojisi ve makinelerini tahrip etmesi şeklinde ortaya çıkmıştır.793 Nitekim Avrupa’da da “üretim maliyetlerini düşürmek açısından hızlanan makineleşme sürecinin yedek bir işçi kitlesi yaratmaya başlaması dolayısıyla, işçilerin ilk tepkileri makinelere yönel”miştir.794 Karakışla tarafından verilen bilgiye göre 1839, 1851, 1861, 1873 ve 1907 yıllarında işçiler tarafından makine, fabrika ve demiryollarının tahrip edildiği çeşitli şiddet olayları gerçekleştirilmiştir. İşçi hareketlerinin bir diğer boyutunu grevler oluşturmaktadır. 1863’ten 1908’de Meşrutiyetin ilanından sonra başlayan büyük grev dalgasına kadar, demiryolu işçileri, maden işçileri, tersane işçileri, postane işçileri, gemi işçileri, 791 Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar.(1908–1925), Ankara: Bilgi Yayınevi, 1978, s. 21. Tunçay, eski tarihli ekonomik amaçlı işçi hareketlerine örnek olarak gümüş akçelerin tağşiş edilerek enflasyona gidildiği zamanlarda, yevmiyelerinin satın alma gücü düşen işçilerin topluca işlerini bırakarak köylerine dönmeleri şeklinde ortaya çıkan grevleri göstermektedir. 792 Donald Quataert, “Ottoman Workers and the State:1826-1914”, Zachary Lockman (Der.), Workers and Working Classes in the Middle East, New York: State University of New York Press, 1994, s. 21 793 Yavuz Selim Karakışla, “Osmanlı Sanayi İşçisi Sınıfının Doğuşu, 1839-1923”,Donald Quataert, Erik Jan Zürcher (Der.), Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sine İşçiler: 1839-1950, İstanbul: İletişim Yayınları, 1998, s. 29 794 Bekmen, op. cit., s. 170 285 duvar işçileri, terziler ve ayakkabı tamircileri gibi pek çok grup, ücretlerin arttırılması ya da ödenmeyen birikmiş ücretlerinin ödenmesi talebiyle greve gittiler. Bununla birlikte işçilerin yalnızca ekonomik olan amaçları politik boyutlara ulaşamamıştır, ki Tunçay’a göre bu, 19. yüzyıl sonlarında ortaya çıkan ilk işçi teşkilatları için de geçerlidir.795 Quataert de hayatlarını emekleriyle kazanmaları, dışarıdakiler tarafından ayrı bir grup olarak tanımlanmaları ve kendi ayrı çıkarlarına sahip olmaları ve bunları dışarıya karşı savunmaları dolayısıyla tartışmasız olarak “işçi sınıfı” olan işçilerin, ortak bir grup bilincini paylaşmadığını ifade etmektedir.796 Bu nedenle hareketin siyasi bir içerik kazanması ve sosyalist düşüncenin yayılması için uygun bir ortam da söz konusu değildi. Üstelik sosyalist düşünceye sadece işçi sınıfı arasında değil Osmanlı aydınları arasında da rastlanmıyordu. Ahmad, “Osmanlı’da tek bir sosyalist kuramcının bile çıkmayışı”nın kaydedilmeye değer olduğunu dile getirmektedir.797 Tunçay bunun neden böyle olduğunu şu şekilde açıklamaktadır: Osmanlı-Türk aydınları […] Avrupa’da gerçekleşen solcu fikirleri tanımamış ve benimsememişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu’na Batıdan zorlanan “Tanzimat” ve “Islahat” çabaları daha çok gayrimüslim uyrukların güvenliği sağlamak amacına yönelmiş olup, geniş ölçüde devletin dış politikasıyla ilgiliydiler. Yeni Osmanlı ve Genç Türk akımlarında anlatımını bulan zihniyet ise, bundan ancak bir adım ileridir. Bu aydın akımlarının da temel sorunu, “devletin bekasını temin”; buldukları çare ise “teceddüt”tü. Burada yenileşme denildiği zaman, mutlakıyetten kurtulup meşrutiyete ulaşmak kastediliyordu. Bu demokratik anlayışın, biçimsel bir “siyasal demokrasi” olarak düşünüldüğü; solculuğa yol açacak bir “ekonomik demokrasi” anlayışına erimediği meydandadır. Yenileşme modelini Batıda arayan Osmanlı-Türk aydınları, bu ülkelerdeki solcu hareketleri görememişlerdir; çünkü […] sol onların “ilişki çerçevesi”ne girmemiştir; sola bakmamışlardır ki sol görülsün. 798 795 Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar.(1908–1925), s. 21 796 Quataert, “Ottoman Workers and the State:1826-1914”, s. 22 797 Feroz Ahmad, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Döneminde Milliyetçilik ve Sosyalizm Üzerine Bazı Düşünceler”, Mete Tunçay, Erik Jan Zürher (Der.), Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik (1876-1923), İstanbul, İletişim Yayınları, 2008, s. 24 798 Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar.(1908–1925), s. 22–23 286 Tunçay’ın “sola bakmamak” olarak ifade ettiği olguyu Rustow, Osmanlı ve Rus İmparatorluklarını karşılaştırarak ele almaktadır. Buna göre Ruslar, Hegel, Feuerbach, Blanqui ve Marx’ı izleyerek Bakunin, Herzen, Kropotkin, ve Lenin gibi kendi devrimci ve anarşist düşünürlerine sahip olurken, Osmanlılar, Mazini, Comte, Hugo, Renan ve Durkheim gibi düşünürlerin etkisinde kalarak, Mithat Paşa, Namık Kemal, Ahmet Rıza, Ziya Gökalp gibi milliyetçilik ve siyasi ve dini reform konularıyla ilgilenmişlerdir.799 Rustow bu durumun en görünür nedenlerinin Osmanlıların yalnızca Fransızca bilmesine karşılık Rusların aynı zamanda Almanca da biliyor olmaları ve Rusların Avrupa’ya “devrim çağı”nda, Fransız Devrimi’yle 1848 devrimleri arasındaki dönemde gitmelerine karşılık Osmanların, daha sonraki dönemde, görece daha durağan olan III. Napolyon, Disraeli ve Bismark Avrupa’sına gitmiş olmaları olduğunu belirtmekle beraber, Rus radikalizmi ve Osmanlı ılımlılığına yol açan daha derin nedenler olduğunun altını çizmektedir.800 Batılılaşma sürecine Büyük Petro döneminde giren Rus İmparatorluğu, Avrupa’nın büyük devletlerinden biri haline gelmiş, İmparatorlukta otokrasi sağlam bir biçimde yerleşmiş ve İmparatorluğun milli karakteri Rusluk olarak tanımlanmış, yani Rus milliyetçiliği hem yönetim hem de aydınlar tarafından benimsenmişti. Osmanlı İmparatorluğu’nda ise modernleşme ancak 19. yüzyılda başlayabilmiş, bu durum Osmanlı’nın güçsüz kalmasına neden olmuştu. Bu durum Osmanlı ve Rus aydınların tepkilerini de belirledi. Devletin çok güçlü olduğunu düşünen Ruslara göre Çarlığın ortadan kaldırılmasından başka bir çözüm yoktu. Oysa Osmanlılar devletin reformla iyileştirilebileceğine inanıyorlardı. Böylece Osmanlı İmparatorluğu daha güçsüz olmasına karşılık, sürgündeki aydınların devlete olan bağlılığı çok daha kuvvetliydi ve Çarlığın “yeminli düşmanları” haline gelmiş olan Ruslardan farklı olarak kendilerini devletle özdeşleştiriyor ve onun kurtarılması sorununu düşünce ve eylemlerinin merkezine alıyorlardı. Bolşevikler ise kendi programlarını Çarlığın şiddete dayanan bir devrimle yıkılması hedefine dayandırmışlardı.801 799 Dankwart A. Rustow, “The Appeal of Communism to Islamic Peoples”, J. Harris Proctor (Der.), Islam and International Relations, New York: Frederick A. Praeger, 1965, s. 43 800 Ibid., s. 43-44 801 Cliff, Lenin Cilt 2: Bütün İktidar Sovyetlere, s. 66 287 Osmanlı İmparatorluğundaki sosyalist düşünce ve hareketler ilk olarak İmparatorluğun gayrimüslim nüfusu arasında bu nüfusun yoğun olarak yaşadığı Batı bölgelerinde ortaya çıkmıştır. Ahmad Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde sosyalist hareketlerin doğuş ve gelişmesini incelerken, etnik ve dinsel azınlıkların vurgulanmasının açık bir zorunluluk olduğunu, çünkü, bir burjuvazi ve çağdaş terimlerle düşünebilen bir entelijansiya yaratmış olan ve bu nedenle milliyet ve sosyalizm gibi İmparatorluğa Avrupa’dan sızan fikirlere daha açık olan kesimin Avrupa’yla daha yakın ilişkileri olan bu kesimler olduğunu dile getirmektedir.802 Tunçay bu durumu İmparatorluğun gayrimüslim ve gayri-Türk uyruklarının kendilerini Osmanlı devletiyle özdeşleştirmemeleri ve din-dil yakınlıkları sebebiyle Batıyı daha iyi öğrenebilmiş olmaları sayesinde, solculuğu daha kolay tanımalarıyla açıklamaktadır.803 Bu hareketlerin önemli bir sorunu milliyetçilikle olan ilişkileriydi. Nitekim milliyetçi düşüncede söz konusu olduğu gibi sosyalist düşünce de ilk önce ve en yoğun olarak Balkanlar’da ortaya çıkmış, milliyetçilikten çok bağımsız olamayan sosyalist hareketin etkisi sınırlı kalmıştır. Nitekim İmparatorluğun çözülüş sürecinde belirleyici ve amaçları itibariyle başarılı olan da bu bölgedeki milliyetçi hareketler olmuştur. Buna karşın, 20. yüzyıl başından itibaren sosyalist düşünce ve hareketlere Osmanlı İmparatorluğu’nda da rastlanmaktaydı. 1908 yılında meşrutiyetin ikinci kez ilan edilmesini izleyen dönemde, bu tarihe kadar İttihat ve Tearkki’yi desteklemiş olan işçiler, yeni rejimin de talepleri karşılamaması üzerine ardı ardına greve gitmeye başladılar. Sadece 1908 yılında, esas olarak daha yüksek ücret talep eden ve bir kısmı rejimi ürküten toplam 104 grev olmuştu.804 Grevlerin sosyalist bir içeriği olmamakla birlikte bu durum, işçilerin de 1909 yılında 31 Mart Vakası’nın ardından iktidardaki etkinliğini arttıran İttihat ve Terakki’nin hedefine girmesine neden oldu. Grevler başlangıçta zor kullanılarak bastırılmaya çalışılırken 1909 yılında çıkarılan Tatil-i Eşgal Kanunu’yla tamamen yasaklanmıştır. Kanunun çıkmasıyla birlikte grevlerin 802 Ahmad, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Döneminde Milliyetçilik ve Sosyalizm Üzerine Bazı Düşünceler”, s. 13 803 Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar.(1908–1925), s. 23 804 Quataert, “Ottoman Workers and the State:1826-1914”, , s. 27 288 hızı kesilmiş, 1909-1912 yılları arasında sadece 33 grev olmuştur.805 Bu, 1910 yılında Hüseyin Hilmi önderliğindeki İştirak gazetesi etrafında Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın kuruluşuna yol açan en önemli gelişmeydi. Ancak Zürcher’in de belirttiği gibi bu, ismine karşın gerçek bir sosyalist parti olmaktan çok, “ilerici, liberal bir partiydi” ve mecliste temsilcisi bulunmayan ufak bir topluluktan olmaktan öteye gidemeyen Partinin en önemli faaliyeti, İttihatçıların 31 Mart ayaklanması sonrasında çıkardıkları yasalarla sendika ve grevi yasaklamasına yönelik karşı çıkışlarıydı. 806 Tunçay’a göre de bu parti çevresi türdeşlikten uzak, oturmamış, sosyalizm ve solculuğu kavramamış, programındaki isteklerin çoğunun siyasal özgürlüklerle ilgili olması dolayısıyla sosyalist olmaktan çok liberal bir örgüttü ve programında işçilerin çalışma şartları ve örgütlenme olanaklarının düzeltilmesine yönelik maddeler bulunmakla birlikte işçi sınıfıyla ilişkisi haber aktarmanın ötesine geçmemiş, bu malzeme de bilinçli bir kuram çerçevesinde yorumlanmamıştır.807 Rus İmparatorluğunda tek başlarına sahip oldukları güçle başarılı olamayacakları sonucuna varan milliyetçi hareketler sosyalist harekete eklemlenirken, Osmanlı İmparatorluğu’nda süreç tersine işlemiş ve sosyalist hareketler, dışarıdan gördükleri desteğin de etkisiyle güçlerini arttıran milliyetçi hareketlerin yanında yer almayı tercih etmişlerdir. Osmanlı İmparatorluğunda sosyalist hareketin yeterince gelişememesi ekonomik yapının buna yeterince uygun olmamasının yanı sıra, Osmanlı aydınlarının odağındaki sorunun İmparatorluğu kurtarmak ya da mutlakıyeti sonlandırmak olması dolayısıyla daha liberal ideolojilere yönelmeleri ve özellikle İmparatorlukla bağları sınırlı olan gayrimüslim grupların İmparatorluktan ayrılma üzerine kurulu milliyetçi hareketlere destek vermeleriyle ilgilidir. Ahmad’ın ifadesiyle, sosyalistler, milliyetçilerin milliyetçilikleriyle yarışamamıştı.808 Bunun sonucunda Osmanlı İmparatorluğu milliyetçi tepkilerin sonucunda çözülürken Rus İmparatorluğu birleşik sosyalist hareketin etkisiyle İmparatorluk topraklarının büyük bölümünü içine alan sosyalist bir devlete dönüşmüştür. 805 Karakışla, op. cit. s. 37 806 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 152 807 Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar.(1908–1925), s. 43-44 808 Ahmad, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Döneminde Milliyetçilik ve Sosyalizm Üzerine Bazı Düşünceler”, s. 32 289 3.2 İmparatorluğu Bir Arada Tutma Çabaları: Güç Unsurlarının Dönüşümü Osmanlı ve Rus İmparatorluklarının karşı karşıya kaldıkları tepkilerin ve bu imparatorlukların söz konusu tepkilere karşı imparatorluğu savunmak ve bir arada tutmak için geliştirdikleri politikaların başarısı ve başarısızlığı ya da bunların dereceleri çeşitli faktörler tarafından belirlenmektedir. Esas olarak her iki İmparatorluğu da reform arayışına iten temel etmen güçsüzlük duygusuydu. Bu güçsüzlük duygusu hem diğer devletler karşısında geri kalma duygusunu hem de yönettiği topraklara ve bu topraklarda yaşayan halka yeterince hakim olamama duygusunu içeriyordu. İmparatorluğun devamlılığını sağlamak için geliştirilen politikaların başarısı temel olarak, imparatorluğun en tepeden en aşağıya kadar farklı kesimlerinin, imparatorluk tarafından alınan önlemlere karşı çıkması ya da bunları desteklemesi tarafından belirlenmektedir. Buna ek olarak diğer devletlerin, imparatorlukların karşı karşıya kaldıkları tepkileri ya da bunlara karşı geliştirilen önlemleri destekleyip desteklememesi ve imparatorlukların bunları karşılayabilecek güce sahip olup olmaması da sürecin başarısını etkilemektedir. Gerek Osmanlı gerekse Rusya, imparatorluğu karşı karşıya bulunduğu meydan okumalara karşı korumak ve imparatorluğun gücünü arttırmak için imparatorluğun dönüştürülmesi ve yeni koşullara uyum sağlanması gerektiği sonucuna varmış, buna yönelik kapsamlı reform programlarına yönelmişlerdi. Bununla birlikte reformlar çoğu zaman imparatorlukların üzerinde kurulu olduğu temellerle çelişmesi dolayısıyla imparatorluğun sona doğru ilerleyişini hızlandırıcı bir etkide bulunabilmektedir. İmparatorluklar, hangi biçimi almış olurlarsa olsunlar farklılıklar üzerine kuruludurlar. Bu farklılar kabul edilip korunsa da, zorla ortadan kaldırılmaya çalışılsa da farklılık esastır. Fakat Keyder’in de belirttiği gibi “imparatorluklar kendilerini modern dünyaya uydurmaya çalıştıklarında farklılığı kabul etmeleri gittikçe zorlaşır. Farklılığı kabul etmek yerine, herhangi bir ulusal ideolojisi olmasa dahi, ulus-devlet benzeri bir türdeşleşmeyi proje edinmeye mecbur kalır. Buna zorlayan devletin, altyapısal gücünü attırma isteğidir, yani topluma nüfuz edebilme, elinde politikalarını uygulayabilme araçlarını bulundurma isteği. Bu yönde yapılan şeylerin başında hukuk sistemini rasyonalize etmek, yani herkes için geçerli 290 tek bir hukuk sistemi oluşturmak ve modern anlamda bir vatandaşlık oluşturmak gelir.” 809 Keyder’in imparatorluklarda farklılığı ortadan kaldıran reformlara ilişkin açıklamasının esas olarak iki boyutu vardır. Bunlardan ilki nüfusu vatandaşlık bağı ile devlete bağama ikincisi ise devletin altyapısal gücünü ve topluma nüfuz edebilme yeteneğini arttırma arayışının bir sonucu olan merkezileşme politikalarıdır. Bu bağlamda devlet bir yandan topraklarından yaşayan ve devletten önce kendi yerel, dini ve artık artan bir biçimde oluşmaya başlayan milli kimliklerine aidiyet duyan insanların aidiyetlerinin devlete yönelmesini sağlamaya çalışırken bir yandan da merkezden çevreye doğru azalan etkisini arttırmaya, çevre bölgeleri de doğrudan merkez tarafından yönetilir duruma getirmeye çalışmaktadır. Her iki durumda da söz konusu olan bir türdeşleştirmedir. Sahip olunan kimliğe göre değişiklik gösteren düzenlemelerin yerine tüm halk için tanımlanan hak ve görevlerle bir türdeşlik yaratılma çalışılırken bir yandan da bölgeden bölgeye değişen yerel düzenleme ve uygulamalar yerine merkez tarafından belirlenen standartlaştırılmış düzenlemeler yerleştirilmeye çalışılmıştır. Nitekim daha önce de belirtildiği gibi bu tip bir türdeşlik modern toplumların işleyişini sağlayan rasyonalite ve verimlilik için gereklidir. Ancak Keyder’in de belirttiği gibi, modernleşme eğer türdeşleşme olarak görülürse, henüz toplumsal birliktelik yaşamamış bir nüfusun geleneksel koruma mekanizmalarını elinden almak anlamına gelir ve cemaatlerin iç hukuku, bu hukukun cemaat birlikteliğini koruma yönünde kullanılması ve çeşitli yerel ölçeklerde gündeme gelebilecek karşılıklılık ve yardımlaşma ağlarının devletin modernleşme sürecindeki eylemleriyle ortadan kaldırılması810 çeşitli düzeylerde toplumsal tepkiye neden olur. Bu da reformun başarılı olmasının önünde önemli bir engel teşkil eder. Osmanlı ve Rus İmparatorluklarında gerçekleştirilen reform hareketleri imparatorluğun bütünlüğünü, hatta varlığını tehdit eden toplumsal tepkilere karşı geliştirilmiş olmakla birlikte, aynı zamanda başarılarını ya da başarısızlıklarını belirleyen önemli toplumsal tepkileri de beraberinde getirmişti. Gerek Osmanlı gerekse Rus İmparatorluğu geleneksel imparatorluklardı ve görece geç başladıkları 809 Keyder, Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliğine, s. 14 810 Ibid., s. 14-15 291 bu süreçte toplumsal tepkilerle karşılaşmaları da olağandı. Siyasi ve ekonomik dönüşümle birlikte imparatorluk toplumları, akrabalığı, toplumsal sınıfları, devlet hizmetini ve geleneksel köy kültürünü temel alan, dini kurumların rol oynadığı yapıdan uzaklaşılmaya ve çekirdek aileyi, hareketli sosyal sınıfları, ekonomik işlerliği ve şehirleşmiş ticaret kültürünü temel alan, dini kurumların rolünün azaldığı bir modele dönüşmeye başladı.811 Dolayısıyla bu imparatorlukların dönüşümüne yönelik en büyük tepki de geleneksel toplumsal kesimlerden gelmiştir. Geleneksel toplumdan modern topluma geçiş bu süreci yaşayan bütün toplumlarda sancılı bir süreçtir. Bunun temel nedeni bu süreçte geleneksel yapıların yıkılarak yerlerini yenilerinin alması, yıkılan toplumsal yapılarla birlikte mevcut konum ve yerleşik çıkarların da ortadan kalkarak yenilerinin tanımlanmasıdır. Bu nedenle geleneksel toplumların elitleri, bu konumlarını kaybetmeleriyle sonuçlanacak olan bir dönüşüme şiddetle karşı çıkmakta, süreci sonlandırmak ve tersine çevirmek istemekte, bu da sürecin zor, kesintili ve geri dönüşleri olan bir biçimde ilerlemesine neden olmaktadır. Sürece Osmanlı ve Rus İmparatorlukları açısından bakıldığında reform hareketinin başarısızlığının esas olarak Osmanlı İmparatorluğu örneğinde daha belirgin olduğunu söylemek mümkündür. Bu durumun en önde gelen nedenlerinden biri Rus İmparatorluğu’nda dönüşümün Osmanlı İmparatorluğu’na göre erken bir tarihte başlamış olmasıdır. Buna karşılık Osmanlı İmparatorluğunu dönüştürme girişimleri, özellikle bu dönüşüm sonucu oluşturulacak yeni düzende yerleşik çıkarlarını kaybetme tehlikesiyle kaşı karşıya gelecek olan kesimlerin tepkisi ve direnişiyle karşılaştı. Bu tepki ve direniş Osmanlı’nın reformlara başlayabilme tarihini sürekli olarak geciktirmenin yanı sıra, bu gecikmenin de etkisiyle reformların başarı şansını da önemli ölçüde düşürdü. Osmanlı İmparatorluğu’nun reform hareketini Rus İmparatorluğuna göre daha geç başlatmasının önemli nedenleri vardır. Her şeyden önce her ne kadar iki imparatorluğun da imparatorluklarını reforme etme ihtiyacı duymalarının temelinde kendilerini diğer devletler karşısında güçsüz ve geri kalmış olarak görmeleri yatsa da bunu aşmak için başvurdukları yöntemler farklılaşmaktaydı. Osmanlı İmparatorluğu için bir zamanlar üstün olduğu devletlerin 811 Hosking, op. cit., s. 496 292 artık kendisini tehdit eder hale gelmesi, bu devletler karşısında artık daha güçsüz olduğunu kabul etmesi güçtü. Batının üstünlüğünü kabul ettikten sonra Batı karşısında geri kalmışlığı aşmak, devleti eskiden olduğu gibi rakiplerinden daha güçlü kılmak için yapılması gerekenler arasında ilk akla gelen devleti eski günlerine geri döndürmek, yani reform için model olarak yine Osmanlı İmparatorluğu geçmişini almaktı. Bu yaklaşıma göre Osmanlı İmparatorluğu klasik döneminden uzaklaştığı için gücünü kaybetmeye ve gerilemeye başlamıştır. Bu bağlamda Oktay’ın ifadesiyle, “tüm adaletname ve siyasetnameler, yorulmaksızın, yüzyıllar boyunca mitik bir çağ olarak algılanan altın çağ modeli üzerinden günceli yargıla”mışlardır.812 Bu nedenle de bunu aşmak için eskiye dönmeye ihtiyacı vardır. Oktay’ın da belirttiği gibi, yeniyi yaratmak Osmanlı bürokratının kaygıları arasında yer almaz, onlar için önemli olan “mirası vasiyetiyle birlikte korumak ve geleneklerin kutsanmış kurallarıyla sınırlı kalmayı sürdürmektir.”813 Bu doğrultuda 17. ve 18. yüzyıllarda Osmanlı reformcuları, Osmanlı düzeninin “kafirlerin” geliştirebilecekleri herhangi bir düzenden üstün olduğu ilkesinden hareket etmişlerdir.814 Shaw ve Shaw’un da dile getirdiği gibi, bu yaklaşım, Osmanlı çöküşünün, Osmanlı gücünün en doruğunda, özellikle Kanuni döneminde başarılı olmuş örgüt biçim ve tekniklerinin uygulanamamasından kaynaklandığı düşüncesine dayanıyordu. Bu aynı zamanda, gerek yönetim katında, gerekse halk arasında destek görme olasılığı daha yüksek olan bir yaklaşımdı. Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğunun geçmişteki gücü, reformların önüne bir engel olarak çıkması nedeniyle, imparatorluğun güçsüzlüğüne dönüşmekteydi. Buna karşılık Rus İmparatorluğunun kendi geçmişinde böyle bir örnek bulması söz konusu değildi.815 18. yüzyılda Rus İmparatorluğu büyümeye ve yükselmeye yeni başlamış bir devletti, ancak buna rağmen Avrupa devletler sistemi içinde yer alan güçlü bir devlet değildi. Bu devlerle karşılaştırıldığında ekonomik ve askeri olarak güçsüzdü. Üstelik siyasi olarak da bu devletler sisteminin bir parçası değildi. Ancak bunların hepsini gerçekleştirmek istiyordu ve bunun için de önünde 812 Oktay, “Liberal Siyasi Düzenler Hakkında Notlar”, s. 230 813 Oktay, “Bizans Siyasi İdeolojisi’nden Osmanlı Siyasi İdeolojisi’ne”, s. 34 814 Shaw, Shaw, op. cit., s. 243 815 Şevket Pamuk ile görüşme, Londra, 18 Ekim 2011. 293 tek örnek olarak Avrupa vardı. Üstelik her ne kadar siyasal olarak Avrupa’nın bir parçası olmasa da dini ortaklık ve kültürel yakınlık Rusya’yı Avrupa’ya yaklaştırıyordu. Osmanlı İmparatorluğu içinse Avrupa, öteki ve karşı konumdaydı. Özellikle Halifelik makamının Osmanlı sultanlarına geçmesi ve İslamiyet’in kutsal mekanlarıyla birlikte bu bölgelerden Osmanlı merkezine gelen İslam bilginlerinin Osmanlı ulemasına hakim olmasıyla birlikte İmparatorlukta İslam giderek Ortodokslaşmıştı. Buna bağlı olarak Osmanlı’nın kendisine Hıristiyan Batıyı örnek alması hem ulema hem de halk nezdinde kolay kabul görebilecek bir durum değildi. Nitekim Osmanlı, geçmişe dönüş arayışının bir sonuç vermediğini ve İmparatorluğu kurtarmanın tek yolunun Batının üstünlüğünü kabul edip onun izinden gitmek olduğunu kabul ettiğinde önemli toplumsal tepkilerle karşılaştı. Mardin’e göre Batılı yaşayış tarzını bir üst kesimin imtiyazı ve aynı zamanda mahalli kültürün kösteklenmesi olarak algılayan İstanbul’un alt ve orta sınıfları, devletin bu sırada ortaya çıkan zaafı karşısında yeniçerilerle birleşerek ayaklanmışlar ve bu, “Batı’yla kurulan ilişkileri halkın yararlarının unutulması olarak değerlendiren, Osmanlı toplumunun içinden kaynaklanan bu itiş Cumhuriyet devrine kadar sürecek olan Batılılaşma ile birlikte gelen bir etki-tepki mekanizmasının ilk örneğini” teşkil etmiştir.816 Batı ayrıca, Hıristiyan âlemini, Hıristiyan âlemi de Balkanlardaki ayaklamaları çağrıştırdığı için tepkilere neden olurken, Müslüman olmayanlara İmparatorluk merkezinde yönetime katılma yolunun açılması doğrultusundaki siyaset tamamen anlaşılmaz bulunuyordu.817 Dolayısıyla tepkilerin dile getirilen dini bir boyutu da vardı. Batılılaşmanın Osmanlı gelenekleri ve dine aykırı olduğunu öne sürmek, daha geniş kitleleri de reforma karşı dirençli hale getirmekte, bu da reformların başarılı olma şansını azaltmaktaydı. Bunu aşmak için, Yeni Osmanlılar tarafından geliştirilen çözüm önerisi reformların İslami çerçevede ele alınmasıydı. Çünkü onlara göre reformların yürütücüleri olan Tanzimat devlet adamları, dini kriteri yönetim pratiğinden ayırmış, bu tavır, siyasette iyinin ve kötünün ölçüsü olarak başvurulan Şeriatın yerine hiçbir şey getirilmemesi nedeniyle ideolojik bir boşlukla sonuçlanmış, bu ideolojik boşluk 816 Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İstanbul, İletişim Yayınları, 2006, s.10 817 Cemil Oktay, “ ‘Hum’ Zamiri’nin Serencamı: Kanun-u Esasi İlanına Muhalefet Üzerine Bir Deneme”, Cemil Oktay, “Hum” Zamiri’nin Serencamı, İstanbul, Bağlam Yayınları, 1991, s. 47 294 da karışıklıklara neden olmuştu.818 Buna karşılık Genç Osmanlılar, anayasanın ve meşruti rejimin İslam geleneklerine uygun olduğunu, “gerçek” ve “ilk” İslamın meşrutiyetçi olduğunu öne sürmüşler, Osmanlı siyasal geleneğinde hemen her zaman görülen, herhangi bir siyasal yeniliğin İslam geleneğine göre meşrulaştırılması yaklaşımını sürdürmüşler ve günün ihtiyaçlarını yanıtlamak için oluşturulan siyasetlerin, meşruiyetlerini güncel olana değil, hep yoruma açık ideal bir çerçeveye atıf yaparak açıklamışlardır.819 Ancak Genç Osmanlıların yaptığı gibi, Avrupa’nın siyasi kurumlarının alınıp İslami bir temel üzerine yerleştirilmeye çalışılması, bir taraftan Avrupa’nın soyut “ilerlemesi”ni ve maddi gelişmesini överken, diğer taraftan hayali, ideal bir İslam devletinin uyumluluğunun özlenmesi gibi girişimler ise, Mardin’in ifadesiyle “imkansızlığı” nedeniyle Genç Osmanlıların çelişkili tavırlar sergilemeleriyle sonuçlanacaktı. 820 Rus İmparatorluğunda da gerçekleştirilen reformlar, çıkarları zedelenen çıkar gruplarının yanı sıra İmparatorluğun gelenekçi ve muhafazakâr kesimlerinin de tepkisine neden olmuştur. Bununla birlikte Rusya’ya direnç Osmanlı’daki kadar birleşik ve güçlü değildi. Bu durumun en önde gelen nedeni Osmanlı İmparatorluğu’nun Rus Çarlığı’na göre daha eski bir imparatorluk olmasıdır. Daha eski ve köklü bir imparatorluk olmak kurumların ve konumların yerleşikliğini de beraberinde getirmektedir. Toplumu oluşturan çeşitli sınıflar devletin kurulduğu 14. yüzyıldan ve özellikle de bir imparatorluk haline gelip kurumsallaştığı 15. yüzyıldan itibaren kurdukları çeşitli ilişkiler ve ağlarla konumlarını ve çıkarlarını tanımlamışlardı. Bu yönde tepkilere Rus İmparatorluğu’nda da rastlanmakla birlikte, Osmanlı’nın Rusya’dan daha eski bir imparatorluk olması hem tepkilerin kaynaklandığı kesimlerin daha çeşitli olmasına hem de çıkarların daha yerleşik hale gelmiş olması dolayısıyla daha da şiddetlenmesine neden olmaktaydı. Buna karşılık daha yeni bir imparatorluk olan Rusya, hem kuruluşundan itibaren geçen zamanın daha kısa olması hem de bu süreçte merkeziyetçi yapının yerleştirilmesiyle farklı çıkar odaklarının giderek ortadan kaldırılmasının etkisiyle 818 Şerif Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, İstanbul, İletişim Yayınları, 2004, s. 134-135 819 Oktay, “ ‘Hum’ Zamiri’nin Serencamı: Kanun-u Esasi İlanına Muhalefet Üzerine Bir Deneme”, s. 42 820 Şerif Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, s. 442 ve 448 295 yerleşik çıkarların ve bunların kaldırılmasından kaynaklanan tepkinin daha az olduğu bir örnekti. Rus İmparatorluğunun bir imparatorluk olmanın başlangıç noktası olarak, IV. Ivan dönemi kabul edildiğinde 16. yüzyılda kurulan İmparatorluk I. Petro döneminde, yani 18. yüzyılın ilk çeyreğinde Batılılaşma hamlesini gerçekleştirmeye başlamıştır. Bunun anlamı Rus İmparatorluğu’nda toplumsal sınıflar ve çıkarların Osmanlı İmparatorluğu’na kıyasla, daha az yerleşik olmasıdır. Bu nedenle modernleşmeye karşı toplumsal direnç de daha az olmuş, ve Rusya’nın Ivan döneminden uyguladığı zora dayalı politikaların da etkisiyle bu direnç kısa sürede kırılmıştır. Üstelik Rusya’nın kültürel olarak Batıya daha yakın olması, bu doğrultuda bir karşıt tepkiyi azaltırken, reformlardan olumlu sonuç alınması, yani reformların başarılı olması da toplumsal destek sağlayan bir unsurdu.821 Bu noktada, Keyder’in sorduğu bu reformlar daha erken tarihlerde yapılmış ve kararlı bir şekilde uygulanmış olsaydı, milliyetçiliğin yol açtığı dağılma süreci farklı bir seyir izleyebilir miydi sorusu önem kazanmaktadır.822 Keyder’in bu soruya verdiği cevap müspettir. Buna göre eğer siyasal ve hukuki değişim daha erken gerçekleştirilmiş olsaydı İmparatorluğun bütün uyruklarının eşit statüye sahip vatandaşlar olarak tanınmasına yönelik siyasal reform, hem milliyetçi ayrılıkçılığı zayıflatabilir, hem de İmparatorluğun gelişen dünya kapitalizmiyle bütünleşmesini cazip bir seçenek haline getirecek şekilde Avrupa ekonomisi tarzındaki birikim kalıbıyla uyumlu ekonomik etkinliklere imkân tanınabilirdi.823 Nitekim değişimden en iyi şekilde yararlanarak gelişen gayrimüslim burjuvazisi için de ayrılıkçı milliyetçilik her zaman cazip bir seçenek değildir. Benzer bir biçimde İmparatorluğun geleneksel kesimlerinden olan cemaat liderleri de konumlarını kaybetmeleriyle sonuçlanacak modernleşme hareketinden rahatsızdı. Özellikle İstanbul’da yaşayan gayrimüslim elitler ekonomik ve siyasi açıdan etkili olabildikleri Osmanlı İmparatorluğunun varlığının devamından yanaydı. Ancak yükselen milliyetçi hareketlerin dile dayalı seküler yapısı, dine dayalı eski cemaat yapısının 821 Dominic Lieven ile görüşme, 17 Ekim 2011 822 Keyder, Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliğine, s. 29 823 Keyder, Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliğine, s. 29. Keyder’e göre bu şekilde, örneğin Balkan kökenli bir ticaret burjuvazisinin, İmparatorluk genelinde sınıf hakimiyeti sağlama perspektifiyle böyle bir projeyi desteklemesi bu ortamda mümkün olabilecek, sonra da bu durum, milliyetçi ayrılıkçılığa neden olan politik ve ekonomik faktörlerin bir bölümünü ortadan kaldırabilecekti. 296 geleneksel liderliğinin yerini almaya başladıkça bu elitlerin cemaat içinde söz sahibi olma konumları da zedelendi.824 Bu nedenle ne cemaat yapısının ne de İmparatorluğun sürdürülmesi mümkün değildi. Halktan gelen talepler İmparatorluğun devamını bir seçenek olarak görmüyordu. Devletin yukarıdan yaptığı reformlar ise tamamen devletin bütünlüğünü korumaya odaklanmıştı ve Davison’ın da belirttiği gibi Osmanlı Devlet adamlarının gözünde “heterojen yapıya sahip bir imparatorluğun var olma hakkı” tartışma götürmezdi ve bu nedenle Osmanlı devlet adamları, İmparatorluğu başarıyla işleyen idari bir aygıt ve toprak birliği olarak bir arada tutmaya gayret ediyorlar, merkezi bir iktidar ya da örgütlenme biçimi kurmanın yollarını arıyorlar, gerek isyanlar yoluyla gerekse Avrupa’nın büyük devletlerinin diplomatik ve askeri eylemleriyle İmparatorluktan yeni eyaletlerin koparılmasını önlemeye çalışıyorlardı.825 Ancak söz konusu reformlar askeri, yönetsel, yasal ve kurumsal alanlarla sınırlıydı ve Parla’ya göre sosyal ve ekonomik alanlarda bunlara eşlik eden bir modernleşmenin olmaması, Avrupa sermayesine ve siyasetine giderek artan bir ekonomik ve siyasal bağımlılaşma ve en sonunda da mali iflasa neden olmuştu.826 3.2.1 Askeri Dönüşüm Osmanlı İmparatorluğu’nun yürütülen reformlar, öncelikle imparatorluğun askeri gücünü arttırmaya yönelmiştir. Bunun en temel nedeni İmparatorluğun geçmişte tartışmasız bir biçimde üstün olduğu bir devletler sisteminde geri kalmışlığının askeri yenilgilerden kaynaklandığına inanmasıdır. Avrupalılar karşısındaki gerileyiş ve toprak kayıpları, Osmanlıları, Parla tarafından “savunmacı modernleşme” olarak adlandırılan bir sürece girmeye zorlamış, bir dizi reformlar dönemini başlatmıştır.827 Benzer bir biçimde reform hareketinin başlangıcını askeri reformla yapan Rus İmparatorluğu açısından ise söz konusu olan o döneme kadar bir parçası olmadığı Avrupa devletler sistemine güçlü bir devlet olarak girebilmekti. Nitekim Petro döneminde İmparatorluğun en önemli rakibi olan İsveç karşısında 824 Dominic Lieven, “Dilemmas of Empire”, s. 194 825 Roderic Davison, Osmanlı İmparatorluğu’nda Reform, 1856-1876, İstanbul: Agora Kitaplığı, 2005, s. 4 826 Taha Parla, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, İstanbul, İletişim Yayınları, 2005, s. 22 827 Ibid., s. 19 297 alınan yenilgi ve Rus ordusunun çekirdeğini oluşturan streltsinin Petro’nun iktidarına karşı ortaya çıkan siyasi gelişmelerin içinde yer alması bu ordunun sonunu getirmişti. Bundan sonra, halkın hem maddi hem de insan gücü anlamında üzerine ağır yükler bindirilerek oluşturulan yeni Rus ordusu, halk arasında Petro ve onun dönemini sembolize eden her şeye yönelik tepkilere neden olmuş olsa da Rusya’nın 18. ve 19. yüzyıllarda en önemli rakipleri karşısında üstün konuma gelmesini ve topraklarını genişletmeye devam etmesini mümkün kılacak kadar güçlenmişti. Kappeler’in de belirttiği gibi 19. yüzyılda İmparatorluğun Asya topraklarını ele geçirme sürecinde ve daha sonra yeni ele geçirilen bölgelerin yönetiminde Rus ordusu, gerek merkezde, gerek hırslı generaller aracılığıyla periferide önemli bir rol oynamıştı.828 Dolayısıyla Rusya 19. yüzyılda özellikle askeri açından güçlü bir devletti. Bu Özellikle 19. yüzyıl başında Napoleon ordularını durdurmayı başarması ve bu başarısıyla Viyana Kongre Siteminin kurucuları arasında yer alması Rusya’ya aynı zamanda siyasi bir güç de sağlıyordu. Bunun ardından Rusya yine ekonomik ve siyasi politikalarla desteklenmekle birlikte temelde askeri güce dayanan fetihlerine 19. yüzyıl boyunca da devam etmiş ve bu süreçte, Kafkasya ve Orta Asya’yı da topraklarına katmıştı. Ancak bu güç Rus İmparatorluğunun yenilmez olduğu anlamına gelmiyordu. 20. yüzyıl başında Japonya karşısında, Rus donanmasını neredeyse yok eden ağır bir yenilgi aldı. Bununla birlikte, özellikle kara ordusu bağlamında Osmanlı karşısında üstün durumdaydı ve bu üstünlüğünü de büyük ölçüde modernleşme sürecini Osmanlı’dan daha önce ve bunun da etkisiyle daha başarılı bir biçimde gerçekleştirmiş olmasına borçluydu. Osmanlı İmparatorluğunda reform hareketlerinin başlangıcı olan askeri reform, pek çok kez ele alınmakla birlikte, Yeniçeri Ordusu’nun tepkileri nedeniyle bu girişimler başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Dolayısıyla Osmanlı askeri başarısızlığının da nedeni olarak görülen Yeniçeri Ordusunun varlığına son verilmesi, reform hareketinin başlatılabilmesi için gerekli görülüyordu. Yeniçerilerin kaldırılması için ilk girişim 17. yüzyılda, II. Osman tarafından gerçekleştirilmiş, ancak genç padişah bu girişimin bedelini hayatıyla ödemişti. Aynı girişimde bulunarak bunun 828 Kappeler, Russian Empire: A Multiethnic History, s. 205 298 karşılığında yine hayatını kaybeden bir diğer padişah olan III. Selim bu girişimde bulunduğunda artık 19. yüzyıla gelinmişti. Her ne kadar III. Selim’in girişimi hayatına mâl olmuş olsa da bu durum bir başarısızlık olmaktan çok bir başlatıcı olmuştu denebilir. Nitekim kendisinden sonra tahta çıkan II. Mahmut saltanatının ilk yılından itibaren, tahta çıkışında önemli rol oynayan Alemdar Mustafa Paşayla birlikte yeni bir Osmanlı ordusunun kurulması çalışmalarına başlamıştı. Bu amaçla III. Selim tarafından kurulması planlanan Nizam- Cedid ordusu model alınarak Sekban-ı Cedid isimli bir ordu kuruldu. Bu yeni orduya asker sağlamak üzere İstanbul’da asker toplanmaya başlandı. Ancak ayrıcalıklarını kaybetmek istemedikleri için Sekban-ı Cedid Ordusuna katılmayı reddeden yeniçeriler, yeni düzenlemeyle birlikte önemli bir gelir kaynağından yoksun kalacak olan, ellerinde esame bulunan tüccar, memur ve yeniçeri ulufelerinden yararlanan diğer kesimlerin de desteğiyle İstanbul’da büyük bir isyan çıkardı.829 İsyan Alemdar Mustafa Paşa’nın öldürülmesiyle sonuçlanırken yeniçeri ordusunun da varlığını bir süre daha korumasına neden oldu. Yeniçerilerin sonunu getiren ise Yunan isyanı sırasındaki başarısızlıkları ve bu nedenle isyanın bastırılması için Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’nın askeri desteğine ihtiyaç duyulmasıydı. Osmanlı merkezi ordusunun bastıramadığı isyan, Osmanlı’nın bir valisinin yerel ordusu tarafından bastırılmıştı. Üstelik Mehmet Ali Paşa’nın desteğine karşılık kendisine Mora ve Girit valiliklerinin vaat edilmesi, ancak Yunanistan’ın bağımsızlığıyla söz konusu toprakların bu yeni devlete verilmesi Osmanlı valisinin İmparatorluğa karşı isyan etmesine yol açmıştı. Sonuçta 1826 yılında yerel güçlerle olan koalisyonu ve yeniçerilerden gittikçe rahatsız olmaya başlayan İstanbul halkının desteğiyle yeniçeri ocağı kaldırıldı. Heinzelmann’ın verdiği bilgiye göre “Vak’anüvis Mehmed Esad, Üss-i Zafer (Zaferin Temeli) adlı risalesinde, yeniçeri ocağının lağvedilmesini ve bu olayı izleyen askeri reformları meşrulaştırmak amacıyla, reformları dini tarih bağlamında ele alıp II. Mahmut’u “Allah’ın gönderdiği müceddit (yenilikçi) olarak nitelendirmişti.”830 829 Aksan, op. cit., s. 172 830 Tobias Heinzelmann, Cihaddan Vatan Savunmasına: Osmanlı İmparatorluğu’nda Genel Askerlik Yükümlülüğü 1826-1856, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2009, s. 262 299 Yeniçeri ocağının kaldırılması Osmanlı İmparatorluğu için önemli bir sorunun ortadan kalkması gibi görünüyordu ancak temel sorun varlığını sürdürüyordu. Osmanlı’nın güçlü bir orduya ihtiyacı vardı ve mevcut ordu da kaldırıldığına göre yeni bir ordu kurulması gerekiyordu. Fakat bu süreçte de önemli sorunlarla karşılaşılıyordu. Karşılaşılan ilk sorun uygun subayların ve bu subayları eğitecek eğitmenlerin bulunmasıydı ve Fransız, İngiliz, Rus subaylara göre Prusyalı subaylara siyasal açıdan daha az kuşku besleyen II Mahmut, İmparatorluğa Prusyalı subaylar çağırmış, böylece Osmanlı ordusunda Alman nüfuzu geleneğini başlatmıştır.831 Bir diğer sorun bir asker toplama sistemi aracılığıyla orduya yeterince asker sağlanmasıyla ilgiliydi.832 Aksan bu aşamada Osmanlıların karşılaştıkları iki temel sorun tanımlamaktadır. Bunlardan ilki Osmanlıların önceki yüzyılda kendileri tarafından desteklenen gönüllülük ve çıkar (para) temelli askeri kültürün direnciydi. Bir diğer sorun ise gerek başkent gerek şahsı üzerindeki iç ve dış baskıların II. Mahmut’u yeni ordusuna katılımları Müslüman doğanlar ve Türklerle sınırlamaya yöneltmesiydi. Ancak bu da sorununun çözümüne bir fayda sağlamıyordu. Aksan bunun nedenlerini şu şekilde açıklamaktadır: Türk-Müslüman halklar geniş Osmanlı topraklarında azınlıkta kalmaktaydı ve […] halkın bir kesimi üzerine gereğinden sık ve derinlemesine çöktüğü gözler önüne serildi. Araplar, Kürtler, Arnavutlar ve hatta uzun zamandır imparatorluğa sadık olan Bosnalılar daha mecburi askeriliğe direndiler. Arapların karşı çıkışının sebebi, kısmen 1830’larda Mehmet Ali Paşa ve Mısır’ın yörüngesine girmeleriydi. Arnavutlar, Kürtler ve Boşnaklar ise yeni düzenin ayrıcalıklı bağımsızlıklarını ve savaşçı geleneklerini tehdit ettiğini anladıkları için karşı çıkıyorlardı. Bazılar eski etnik rekabetler sebebiyle – bu örnekte Kafkas elitleri karşısında Balkan elitleri – Arnavutların yeni ordunun subayları tarafından horlandığını ileri sürmüşlerdi. Daha ikna edici bir argüman, mahalli yönetimin ve askeri katkıların temellerinin köklü bir şekilde yeniden düzenlenmesinin mahalli ekonomiler ve geleneksel ilişkiler üzerinde derin bir etkisi olduğu yönündedir. [Hıristiyanlar ise] öncelikle ordu 831 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 66. Bu konuda ayrıca bknz. İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, İstanbul, Alkım Yayınevi, 2006 832 Aksan, op. cit., s. 176 300 için ek vergi ödemeye mecbur edilmişlerdi. Yüzyılın ortasında bu vergi, […] askerlikten muafiyet vergisine dönüştürüldü. İkincisi; II. Mahmut’un ordusunun ismine soğuk bakıyorlardı. Dahası, 1828’de II. Mahmut daha fazla asker toplamak için[…] Rusya’ya karşı cihat ilan etmiş ve herkesi silâhaltına çağırmıştı.[…] [Böylece] II. Mahmut döneminde etnik ve dinsel disiplinin tamamen yürürlüğe konduğu söylenebilir. 1826 öncesinde yeniçeriler, ocaklarına mensubiyeti, kurumun katı koşulları ve baskıcı işleyişine boyun eğen herkesi kabul edecek şekilde genişletmişlerdi. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırıldığını ilan eden resmi belge ocağın kafirlerle kirlenmiş olduğunun ve yeni askeri gücün bu hain unsurlardan arındırılacağının altını çizmektedir. Padişahın ordusuna katılım koşulları artık eskisine göre daha sınırlayıcı ve daha az hoşgörülü olacaktı.833 II. Mahmut’un bütün çabalarına rağmen orduya asker toplamada karşılaşılan sorunları çözmek için bir diğer girişim 1839 tarihli Gülhane Hatt-ı Hümayun’u ya da Tanzimat Fermanı’nda da bu konuda hükümlere yer verilmesidir. Bu dönemde gayrimüslimlere kaldırılan cizye vergisi yerine bedel-i askeriyle adlı farklı bir vergi ödeyerek askerlik hizmeti yapmama seçeneği tanınmış, pek çok gayrimüslimin bu yolu tercih etmesiyle eski uygulama esas olarak devam etmişti. Müslümanlara da bu haktan yararlanma seçeneği sunulmakla birlikte, vergi çoğu kişinin ödeyemeyeceği kadar yüksekti. Bu nedenle bu vergiyi ödeyerek askerlik hizmetinden muaf olanlar genellikle gayrimüslimler oluyordu. 1875 yılında muafiyet vergisinde değişiklik yapılarak mükellef sayısının azaltılması buna karşılık mükellef olmaya devam edenlere düşen payın artması üzerinde Bulgar topluluğu vergiden tamamen muaf tutulma ve Osmanlı ordusunda Müslümanlar gibi hizmet etmelerine izin verilmesi talebinde bulunurken, Ermeni Patrikhanesi de “Sultana olan sadakatlerini ve fedakarlıklarını kanıtlamak üzere ordu saflarına katılmak Ermeniler için bir şereftir” sözleriyle aynı talebi ifade etmiş olmasına rağmen 1877 yılında Rusya ile girilen savaşta, sultan tarafından da onaylanan, tüm gayrimüslimlerin silah altına alınması kararı, cemaat temsilcilerinin protestoları nedeniyle uygulanamadı.834 Gayrimüslimlerin Osmanlı ordusuna katılmaları 1909 yılında muafiyet vergisinin kaldırılması sonrasında oldu. Bu 833 Ibid., s. 177-178 834 Odile Moreau, Reformlar Çağında Osmanlı İmparatorluğu: Askeri “Yeni Düzen”in İnsanları ve Fikirleri 1826-1914, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010, s. 27-29 301 aşamada da gayrimüslim cemaatlerinden itirazlar gelmekle birlikte, cemaat liderleri, kendi dindaşları için geçerli olacak ve dini yükümlülüklerini yerine getirmelerini sağlayacak bir takım düzenlemelerin yapılmasını talep ederek tepkileri azaltmaya çalıştı. Osmanlı ordusunun modernleşmesinde en önemli gelişme, Tanzimat döneminde başlayan ve Abdülhamit döneminde devam ederek mezunlar veren askeri okulların açılması oldu. Bu okulların asıl önemi ise, buralarda yetişen subayların, Abdülhamit dönemini sona erdiren meşrutiyet hareketinde olduğu kadar bunun sonrasında da, İmparatorluğun önemli askeri ve idari kadrolarına gelmiş olmalardır. Askeri yüksek okullarda yetişenlerin liberal eğilimlerinden haberdar olan II. Abdülhamit, alaydan yetişmiş ve modern askerlik bilimine dair en ufak bir bilgisi olmayan subaylara güvenmeye ve onları terfi ettirmeye yönelmiş, bu da ordu içinde “alaylı-mektepli” ayrımının oluşmasına neden olurken bu iki grup arasındaki gerginlik, Osmanlı ordusunun başarısızlığında önemli rol oynamıştır. Osmanlı İmparatorluğu güçsüzlüğünün askeri nedenlerini ortadan kaldırmaya çalışırken, bunu gerçekleştirebileceği ekonomik kaynaklardan da yoksun olduğunu fark etmişti. Dolayısıyla Osmanlı’nın ekonomik güçsüzlüğü aynı zamanda devletin askeri güçsüzlüğünün de önemli nedenlerinden birini oluşturuyordu; Osmanlı İmparatorluğu kendi savunmasını sağlayacak büyüklükte ve teknikte bir orduyu finanse edebilecek ekonomik kaynaklardan yoksundu. Tımar sisteminin işlerliğini yitirmesi, ancak bu sistem sayesinde beslenen orduların yerini alabilecek merkezi bir ordunun oluşturulması için gerekli kaynağı sağlayacak olan ekonomik kaynakların, çevre bölgelerde toplanan vergilerin merkeze ulaşmaması dolayısıyla sağlanamaması önemli bir engel teşkil ediyordu. Eyalet yöneticilerinin bölge güvenliğini sağlamak için beslemek zorunda oldukları askerler ise, bu kişilerin kişisel silahlı gücünü oluşturmakta, kimi zaman halk üzerinde baskı oluşturarak reayanın devlete olan güvenini zedelemekte, kimi zaman ise doğrudan merkeze karşı başkaldırıların silahlı ayağını oluşturuyorlardı. Nitekim Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’nın ordusu Osmanlı ordusunun bastıramadığı Yunan isyanında bu ordudan daha başarılı olurken, bu yardımına karşılık talep ettiği toprakları alamayan Paşa, Osmanlı merkezine yürüdüğünde de Osmanlı ordusu bu orduya yenilmişti. Bu durum Osmanlı 302 merkezinin kendi valisine karşı yabancı devletlerin desteğini aramasına neden olmuştu. Bölgede başka bir devletin etkili olmasından endişe eden İngiltere, Fransa’nın desteklediği Mehmet Ali Paşa kontrolündeki Suriye’yi tekrar Osmanlı’ya kazandırırken, bunun karşılığında artık sadece kağıt üzerinde Osmanlı toprağı olan Mısır’da kendi egemenliğini kurmuştu. Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu için esas olarak bir iç mesele olan Mısır sorunu, Osmanlı’nın askeri güçsüzlüğü nedeniyle, ancak yabancı devletlerin müdahalesi ve onlara verilen ödünler sayesinde çözülebilmişti. Ancak bu çözüm Osmanlı için yeni sorunları da beraberinde getirmekteydi. Üstelik ordusunu dönemin teknik gelişmelerine uyarlamak için gerekli reformları yapma konusunda Rusya’ya kıyasla geç harekete geçmiş olmasının yanı sıra bu süreçte karşılaştığı direnç nedeniyle de önemli bir vakit kaybı yaşamış, nihayet reform yönünde adımlar atmaya başladığında ise bu reformları gerçekleştirecek ve sürdürecek kaynak bulma konusunda sorunlarla karşılaşmıştır. 3.2.2 Ekonomik Dönüşüm Osmanlı ve Rus İmparatorluklarının her ikisi için de geri kalmışlığın önemli bir boyutu ekonomik geri kalmışlıktı ve bu nedenle dönüşümün de önemli bir parçasını ekonomik reformlar oluşturuyordu. Ekonomisi hala büyük ölçüde tarıma dayanan Rusya’da sanayileşme ve kapitalistleşme sadece belli bölgelerle sınırlıydı ve bu nedenle de bu süreci daha erken bir tarihte ve daha yaygın olarak yaşamış olan devletlerle karşılaştırdığında ekonomik güçsüzlüğü daha görünür bir hal alıyordu. Nitekim Rus yönetimi de bu durumun farkındaydı. Kafkasya Genel Valisi Prens Baryatinski “İngiltere gücünü altınla gösterir. Altın açısından fakir Rusya ise askeri gücü ile rekabet etmek zorundadır” sözleriyle, sanayileşme ve kapitalizmin öncüsü olan ve 19. yüzyılda Rusya’nın Orta Asya’da büyük bir rekabet içinde olduğu İngiltere karşısında duyduğu güçsüzlüğü ifade etmektedir. 1850’lerde İmparatorluğun ihtiyaçları, Rus ekonomisini, insan ve doğal kaynaklardan yararlanma konusunda başarısızlığın, devletin askeri gücüne ve dolayısıyla büyük güç statüsüne zarar verdiği bir noktaya sürüklüyordu ve bu nedenle kaynakların daha iyi harekete geçirilmesi, nüfusun refah gücünün arttırılması, sanayi yatırımları için 303 kaynak yaratılması ve devlet maliyesinin sağlam bir yapıya oturtulması gerekiyordu.835 Böylece İmparatorluk için çok önemli ve acilen çözülmesi gerek bir sorun olan ekonomik geri kalmışlığa son verilmesi ve ekonominin yeniden yapılandırılarak modernize edilmesi ve canlandırılması hedefleniyordu. Bunun için ilk adım, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, demiryollarının inşa edilmesi oldu. Hosking’in ifadesine göre sahiplerinin ve idarecilerinin çok yetersiz ve yozlaşmış olmalarına rağmen, demiryolları, birçok ağır sanayi ürününün daha kolay taşınmasını ve ray, lokomotif, işaretlendirme, ekipman ve arazi kütükleri gibi maden ve imal ürünleri için pazar oluşmasını sağlamasıyla, 1880’lerde ve 1890’larda ve 1907-1914 arasındaki endüstriyel üretim patlamasında belirleyici rol oynadı.836 Bunun yanı sıra ithal ekipmanın yoğun artışıyla makine kullanımı canlanırken, Rusya bir yandan da kendi makinelerini yapmaya başladı.837 Bu üretim patlaması Rusya’da endüstrileşmenin birçok Avrupa ülkesine göre çok daha ani olmasından, bu ise Rusya’nın endüstrileşmeye daha geç başlamış olması dolayısıyla yeni gelişmeleri ve son teknolojiyi kullanabilme avantajına sahip olmasından kaynaklanmaktaydı.838 Başta St. Petersburg olmak üzere, Moskova, Polonya, Ukrayna, Baltık bölgesi ve Kafkasya hızla sanayileşti. Böylece Rusya bir tarafta sanayileşmekte olan Batı bölgeleriyle diğer tarafta daha çok bu sanayi için hammadde üreticisi işlevi gören bölgeler olarak ayrılmış oldu. Rusya hızla sanayileşirken Osmanlı İmparatorluğunda böyle bir atılım söz konusu değildi. Osmanlı İmparatorluğu da gerek yabancı sermaye gerekse de kendi finanse ettiği demiryolu inşaatlarına başlamıştı ancak bu demir yolları daha çok yeni gelişmekte olan ticarete ve merkezileşme politikasına hizmet ediyordu. Üstelik söz konusu ticaret, ekonomisi büyük oranda tarıma dayanan Osmanlı’dan bu tarımsal ürünlerin hammadde olarak ihraç edilmesine dayanıyordu. Yani bu üretimin İmparatorluk sanayisinin gelişimi için kullanılması söz konusu değildi. Merkezileşme politikasının bir parçası olarak yapılan demiryolları, özellikle de Arap 835 Hosking, op. cit., , s. 485 836 Ibid., s. 487 837 Riasanovsky, Steinberg, op. cit., s 358 838 Hosking, op. cit., s. 487 304 bölgesini İmparatorluğa daha sıkı bir biçimde bağlamayı hedefleyen Hicaz Demiryolu ise özerkliklerinin tehdit edildiğini düşünen yerel halkın tepkisine neden oluyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nda sanayinin gelişimi esas olarak devlet eliyle yürütülen bir süreçti. Bu süreçte fabrikalar devlet tarafından kuruluyor, finanse ediliyor ve işletiliyordu. 19. yüzyılın son çeyreğine kadar Sanayi Devriminin teknolojisini kullanarak yatırım yapmaya hazırlanan bir sermayedarlar sınıfından söz etmek mümkün değildir.839 Fabrikalar toplumun değil, ordunun ihtiyaçlarını karşılamaya yönelikti ve Osmanlı ekonomisi yapısı itibariyle emeğini satarak geçinen işçinin doğmasına imkan tanımadığından, fabrikaların ilk işçilerini askerler oluşturuyordu.840 Bu fabrikaların ürettiği mallar devlet tarafından satın alındığı ve böylece ithal mallarının rekabetinden korunduğu halde büyük bir bölümü işletilemedi ve üretim kısa bir süre sonra durduruldu.841 Osmanlı için İmparatorluk ekonomisindeki sorunların en önemli kaynaklarından birini kapitülasyonlar oluşturuyordu. Kapitülasyonları kaldırmak ya da kendi lehine olacak biçimde değiştirmekse, Osmanlı’nın Batılı devletler karşındaki konumu dolayısıyla mümkün değildi. Osmanlı her şeyden önce ekonomik olarak bu devletlere ihtiyaç duyuyordu. Ancak bu ihtiyaç nedeniyle verilen ödünler, söz konusu ihtiyacın daha da büyümesine neden oluyordu. Bunun yanı sıra askeri güçsüzlüğünü diplomatik ilişkilerle telafi etmek isteyen İmparatorluğun, siyasi desteğe ihtiyacı vardı ve bu destek çoğu durumda ekonomik ayrıcalıklar karşılığında veriliyordu. Bu nedenle ekonomik değişimin seyri Osmanlı İmparatorluğunda Rusya’dakinden çok farklı oldu. Buna ek olarak Osmanlı İmparatorluğu kapitalizmin gelişmesi için uygun bir ortam değildi. Özel kişilerin servet birikiminin olumlu karşılanmaması, bütün toprakların padişaha ait olduğu yönündeki hukuki çerçeveyle birleştiğinde toprak mülkiyeti ya da ticaret yoluyla sağlanan servet birikimi, bu servete hükümdar tarafından kolayca el koyulabilme ihtimali nedeniyle, bir güvence oluşturmuyordu.842 839 Pamuk, Osmanlı – Türkiye İktisadi Tarihi, s. 202 840 Karakışla, op. cit., s. 28 841 Pamuk, Osmanlı – Türkiye İktisadi Tarihi, s. 202 842 Keyder, Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliğine, s. 27 305 Buna karşın İmparatorluğun bu ekonomik yapıyı sürdürmesi de artık mümkün değildi. Her şeyden önce artık bu prekapitalist yapıyı dayatabileceği güçten yoksundu. Bu yapıyı sürdürmek için gösterdiği bütün direnişe rağmen İmparatorluğun Batı bölgeleri kapitalist sisteme entegre olmaya başlamıştı. Bunda en önemli rol elbette kapitalistleşen ekonomileri için pazara ihtiyaç duyan ve Osmanlı topraklarında bu anlamda henüz ele geçirilmemiş büyük bir potansiyel bulan Batı Avrupa devletleriydi. Nitekim Keyder’in de belirttiği gibi göre Osmanlı modernleşmesi esas olarak Avrupa kapitalist mantığına Osmanlı İmparatorluğu’nun dahil olmasını amaçlıyordu.843 Özellikle 1838 yılında İmparatorluğun serbest ticarete açılmasından itibaren ticaret, dünya ekonomisinin genişlemesine paralel olarak dönüşümün ve metalaşmanın motoru olarak işlev görmüş, İmparatorluğun kırsal kesimlerinde süregelen düşük düzey üretim dengeleri yerini teknolojik değişim ve büyümeye bırakmış ve kırsal alanda geçimlik ekonominin ötesine geçilerek ihracata başlanmıştır.844 Osmanlı İmparatorluğunun ekonomik güçsüzlüğünün en önemli nedenlerinden biri de ekonomik gelirlerin merkeze ulaşmasında yaşadığı sorunlardı. Rus devleti vergi toplanması ve toplanan vergilerin hazineye ulaştırılması konusunda Osmanlı İmparatorluğu’ndan çok daha öndeydi. Lieven’ın verdiği rakamlara göre 19. Rusya’da vergi gelirlerinin %75’i devlet hazinesine giderken, Osmanlı İmparatorluğu’nda bu oran %18 seviyesindeydi.845 Bu durum temel olarak Rusya’nın Osmanlı İmparatorluğundan daha merkezileşmiş bir devlet olmasından, yani çevre bölgeleri daha etkin bir şekilde kontrol edebilmesinden kaynaklanmaktadır. Dominc Lieven bu durumu Çar’ın Sultan’dan çok daha etkili bir sömürücü olmasıyla açıklamaktadır.846 Rusya çevre bölgelerde ortaya çıkan toplumsal artıyı merkeze aktarabilme konusunda Osmanlı’dan daha başarılı olabilmişti. Bu nedenle Osmanlı İmparatorluğu açısından daha belirgin olmakla birlikte, bu dönemde iki imparatorluk için reformun içeriğinde çevre bölgeler de vardı. 843 Ibid., s. 27 844 Ibid., s. 30 845 Lieven, Empire: Russian Empire and Its Rivals, 2000 846 Dominic Lieven ile görüşme, 17 Ekim 2011, Londra 306 Bu bağlamda imparatorlukların, özellikle de Osmanlı ve Rus İmparatorluklarının da arasında bulunduğu klasik imparatorlukların çözülüşünü ele alan ekonomik ve toplumsal temelli bir diğer açıklama partimonyal kriz modelidir. Bu modele göre temelde tarımsal bir yapı olan ve ülkenin çevre bölgelerinde vergi toplayan görevlileri kullanan güçlü bir merkez tarafından yönetilen klasik imparatorluklarda, imparatorluğun çevre bölgeleri idare şekli merkezkaç potansiyeller taşımaktadır.847 Keyder bu süreci şu şekilde özetlemektedir: Taşradaki görevliler vergilerin bir kısmına kendileri için el koyabilir, bunu yaparken yerel eşrafla işbirliği yapabilirler. Şayet yerel eşrafla bu görevliler arasında bir uzlaşma olursa, bu, pekâlâ başarılı bir ittifaka dönüşebilir, böylece imparatorluk merkezi, bir eyaletin (ve tabi buradan toplanan gelirin) kontrolünü kaybedebilir. İmparatorluk merkezinin gelir toplama potansiyeli, yoğun değil yaygın bir niteliğe sahip olduğu için, bu kayıplar imparatorluğun topraklarını koruma yeteneğinin azalması anlamı taşır. Yeniden merkezileşme olasılığı her zaman vardır. […] Merkeze karşı gelip özerk bir tavır sergileyen eyalet valisi, zamanla yeni, güçlenmiş bir merkez hanedanın ilk hükümdarı olarak tahta çıkabilir. Bu sürecin önüne geçmek için imparatorluklar daha merkeziyetçi bir yönetim yapısına doğru yönelmişlerdir. Osmanlı ve Rus İmparatorluklarının her ikisi de merkezi imparatorluklar olarak kabul edilmektedir. Bununla birlikte iki imparatorluğun merkezileşme düzeyleri arasında önemli farklılıklar bulunmaktadır Rus İmparatorluğu, Özellikle IV. Ivan döneminden itibaren daha merkeziyetçi bir yapıda işlemiş, yerel elitlerle işbirliğine gidilmiş, fakat yerel özerkliğe izin verilmemiştir. Nitekim Lieven’a göre merkezle yerel güçler arasındaki işbirliği Rus İmparatorluğu’nun gücünün en önemli kaynaklarından biridir. 848 Osmanlı İmparatorluğunda ise, başlangıçta sahip olunan daha merkeziyetçi yapı zaman içinde gevşemiş, yerel düzenleme ve uygulamalara müdahale edilmeyerek İmparatorluğa bağlılık ve sadakat devam edip, vergiler düzenli bir şekilde ödendiği sürece yerel özerkliğe olanak tanınmıştı. Tımar sistemi geçerli olduğu sürece bu yapı sorunsuz bir biçimde işliyordu. Bu sistemde merkez, 847 Keyder, s. 23 848 Dominic Lieven ile görüşme, Londra, 17 Ekim 2011 307 ekonomik faaliyetlerin sürmesi ve bunlardan elde edilen ürün ve gelirlerin merkeze aktarılmasını olduğu gibi ordu için önemli bir asker kaynağı elde etmeyi de garantiliyordu. Ancak dünya ekonomisinde meydana gelen dönüşümle birlikte para ekonomisinin yaygınlaşması, bu tip ekonominin çok sınırlı olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nda enflasyona yol açmış, elindeki para miktarını arttırma arayışına giren hazine çözümü iltizam sisteminde bulmuştu.849 Bu sistem merkezin çevre bölgeler üzerindeki kontrolünün giderek zayıflamasını da beraberinde getirmişti. Buna ek olarak çevre bölgelerde ortaya çıkan ayrılıkçı eğilimler ve Keyder’in özetlediği sonuçlara yol açabilecek bir sürecin başlaması Osmanlı Devletini, daha merkeziyetçi politikalar izlemeye, çevre bölgelerle olan bağlarını güçlendirip buralarda daha etkili bir nüfuz kurmaya yöneltmişti. Bu açıdan II. Mahmut dönemi “yeniden merkezileşme” dönemidir. II. Mahmut için devleti güçlendirmenin yolu modern bir ordunun kurulmasıydı. Bu nedenle bütün reformları bu amaca yönelmişti; “yeni bir ordunun kurulması para isterdi, para daha etkin bir vergilendirmeyle sağlanmak zorundaydı ve etkin vergilendirme de ancak modern ve etkin bir merkez ve taşra bürokrasisi sayesinde başarılabilirdi.” ve bu nedenle İmparatorluğun çevre bölgelerindeki reform girişimleri ve taşra yönetimindeki suiistimallerle mücadele edilmesine ilişkin girişimler, daha fazla vergi ihtiyacıyla yakından ilgiliydi. 850 II. Mahmut’un hedefinde İmparatorluğun güçlü merkezkaç unsurları olan ayanlar vardı. Bu dönemde doğrudan İstanbul’dan denetlenen memurların, özellikle vergi tahsildarları ve komutanların atanması yoluyla, ayanın askeri ve mali gücünün zapt edilmesi, taşradaki nüfuzun güçlendirilmesi için posta örgütü ve yol yapımının başlatılarak haberleşmenin düzeltilmesi, yine bu amaçla ilk Osmanlı gazetesi olan Takvim-i Vakayi’nin çıkarılmasının yanı sıra, ayanlar arasındaki ayrıklardan yararlanılmış, ölen ayanların yerine akrabaları dışındaki kişiler atanıp, akrabaları da başka bölgelere atanarak dağıtılmış, bazı ayanlar öldürülmüş, bazılarıysa sürülmüş, böylece ülkenin siyasal bütünlüğünü doğrudan etkileyen ayanların gücü kırılmış, ancak ayanlık tamamen ortadan kaldırılmayarak yerel bir toplumsal örgütlenme biçimi olarak 849 Akşin, “Siyasal Tarih (1789-1908), s. 83 850 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 64 ve 69 308 devam etmiştir.851 Yerel unsurların gücünün kırılması merkezileşme sürecinin sadece bir kısmıydı. Bunun yanı sıra merkezin de güçlendirilmesi gerekiyordu. Ancak Osmanlı merkezinin güçsüz oluşu, etkileri kırılan ayanların yerine etkin merkezi denetimin geçirilememesi yerel unsurların güçlerini korumaya devam etmelerine neden olmuştu. Merkezileşme politikaları, gerek Balkanlar ve Anadolu gibi İstanbul’a yakın bölgelerde ayanının ciddi biçimde zarar görmesi nedeniyle gerekse de Osmanlı merkezinin güçlenmesini sınırlı bir düzeyde tutmaya çalışan ve devletin çevre vilayetlerden talepleri sınırlı bir egemenliğe tekabül ettiği sürece Osmanlı İmparatorluğu’nun çatısı altında yaşamayı kabul eden Arap vilayetleri gibi merkeze daha uzak olan bölgelerde tepkilere neden olmuştu.852 Keyder’e göre, imparatorluğun prekapitalist dünyası ve genişleyen bir kapitalist ekonomi arasındaki ilişkileri ön plana çıkaran milliyetçi ayrılma modeline göre, genişlemekte olan kapitalist ekonominin bir parçası haline gelen Balkanlar’da Osmanlı’nın kontrolü yeniden ele geçirmesi mümkün değildi. Öte yandan milliyetçiliğin büyük ölçüde kültürel boyutla sınırlı olduğu ve İmparatorluktan ayrılmak gibi siyasi hedefler içermediği Arap vilayetlerinde, sahip olunan özerkliğin tehdit altında görülmesi, İmparatorluktan uzaklaşmanın önemli sebeplerinden biriydi.853 Dolayısıyla İmparatorluğun gerek gayrimüslim tebaası, gerekse de başta Araplar olmak üzere Türk olmayan Müslüman tebaası uygulanmaya konan politikalardan memnun değildi. Osmanlı İmparatorluğu’nun çevre bölgelere yönelik merkezileşme politikası, başta Arap bölgeleri olmak üzere İmparatorluktan ayrılmak gibi bir niyeti olmayan bölgelerin bile İmparatorluktan uzaklaşmasına neden olmuştu. Öte yandan İmparatorluğu merkeziyetçi ve üniter bir yapıya kavuşturma politikası fikir birliğinin sağlanamadığı 851 Akşin, “Siyasal Tarih (1789-1908), s. 101, Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 69 852 Keyder, Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliğine, s. 26 853 Arap vilayetleri Keyder tarafından ifade edilen süreçte, Osmanlı İmparatorluğu’nun hanedanı değiştirmeyi hedefleyen bir girişimle karşılaştığı tek örnektir. Bu bölgede Mısır, klasik Osmanlı toprak sisteminde tımar sisteminin uygulanmamasıyla, en başından itibaren İmparatorluğun diğer bölgelerinden ayrılmaktaydı. Güçlü bir ayan olan Mehmet Ali Paşa, kısa sürede, eski iltizam yapısını ortadan kaldırarak bağımsız bir idare ve kendi idaresi etrafında çıkar ilişkileri ağına dayalı güçlü bir yapı yaratarak nispeten özerk bir devlet kurmuş, böylece Mısır yeniden merkezileşme hamlesinden de bütünüyle kurtularak merkezden fiilen kopabilen bir eyalet olmasıyla merkezkaç bir dinamik olarak ortaya çıkarken, Mehmet Ali Paşa da zayıflamış bir merkez karşısında bağımsızlığını kazanan yerel bir idarecinin tipik hareket çizgisine uygun olarak İstanbul’u ele geçirmeye, yani hanedanı değiştirmeye çalışmıştı. Keyder, Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliğine, s. 25 309 değil, karşıt tepkilerin en yoğun olarak ortaya çıktığı politika olmuştu. Hourani’nin de belirttiği gibi Müslüman ve Türk olmayan Osmanlı tebaasının büyük çoğunluğu için özgürlük ve eşitlikten cemaatlerin özgürlüğü ve cemaatler arası eşitliği anlıyor ve çıkarlarının merkezi yönetimin güçlendirilmesi ve müdahalesinin arttırılmasında değil, cemaatlerin haklarının sağlanması ve eyaletlerin yönetsel özerkliğinin arttırılmasında olduğunu düşünüyordu.854 Merkezileşme politikalarıyla çevre bölgeler üzerinde daha etkin bir denetim kurarak vergi gelirlerini arttırma arayışı, Osmanlı İmparatorluğu için beklenen sonuçları doğurmadığı gibi askeri yenilgilerle birlikte bu bölgeleri kaybetmeye başlamıştı. Üstelik Kırım Savaşı sırasında ilk defa borç almak zorunda kalmıştı. Bu borçlar nedeniyle bazı bölgeler fiili olarak İmparatorluğun elinden çıkmıştı. Mısır ve Tunus’un gelirleri, yayınlanan Muharrem Kararnameleriyle birlikte Osmanlı borçlarına karşılık teminat olarak gösterildi. Ancak bunlar Osmanlı borçlarının karşılanması için yeterli değildi ve bu nedenle 1881 yılında yeni bir Muharrem Kararnamesiyle kurulmasına karar verilen Duyun-u Umumiye’le devlet gelirlerinin yönetimi, “devlet tahvillerinin Avrupa’daki hamillerini temsil eden kişilerden oluşan bir idare meclisi”ne bırakıldı. Zürcher, Duyunu Umumiye’nin vergi tahsilinde hükümetten daha etkin olduğunu, devlet gelirlerinin yaklaşık üçte birini denetleyen bu idare vasıtasıyla Avrupa sermayesinin Osmanlı ekonomisine doğrudan müdahale etmesi ve Osmanlı ekonomisine yavaş yavaş işlerlik kazandırmasının, Rum ve Ermeni aracıların Tanzimat döneminde ekonomide geliştirmiş oldukları güçlü konumlarının etkisini bir ölçüde azalttığını belirtmektedir.855 II. Alexander döneminde kurulana ve zevmstvo adı verilen yerel meclisler, Rusya’da merkezileşme politikalarından bir sapma gibi görünmekle birlikte, esas olarak bu sürecin bir parçası olarak düşünülmüştü. Söz konusu meclisler, zevmstvoya ait mülkiyeti ve parayı idare etmek, zevmstvoya ait binaların, yolların ve diğer araçların bakımını yerine getirmek, zevmstvonun evsizlere bakan, fakirlikle mücadele eden ve kiliselerin bakımını yapan kurumlarını organize etmek, yerel sınırlar içerisinde ticaret ve endüstrinin gelişmesine katkıda bulunmak, kanunlarla 854 Albert Hourani, Arabic Thought in the Liberal Age (1798-1939), Cambridge, University Press, 1998, s. 281 855 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 128 310 belirtilen sınırlar içerisinde ekonomik aktivitelerle uğraşmak, halkın eğitimine, kamu sağlığına ve hapishanelerin bakımına katkıda bulunmak, hayvan ve tarımsal ürün hastalıklarıyla mücadelede hükümet görevlileriyle işbirliği yapmak, askeri ve sivil idareler tarafından talep edilen istekleri yerine getirmek ve kendi faaliyetleri için yapılan harcamalar için belirli bir ücret belirlemekle görevlendirilmişti.856 Bu haliyle zevmstvo, çevre bölgelerin ekonomik açıdan kalkındırılmasının yanı sıra burada yapılacak harcamaların da yerel idarenin sorumluluğuna verilmesi anlamına geliyordu. Kendi bölgelerinde sanayi ve ticaretin geliştirilmesinden sorumlu olan yerel yönetimler bu şekilde devletin kalkınmasına da katkıda bulunacaklardı. Üstelik bu ve toplumsal işleyiş ve düzenin sağlanması için gerekli olan harcamalardan da yine kendileri sorumluydular. Ancak bu hiçbir şekilde zevmstvonun özerkliğe sahip olduğu anlamına da gelmiyordu. Merkez tarafından atanan valiler zevmstvonun işlerine müdahale etme hakkına sahip olmasına rağmen zevmstvonun valiliğin yetki alanına dahil olması söz konusu değildi, vergi toplama hakkına sahip olmasına rağmen, vergiler merkezi yönetimin gelir kaynakları olduğundan bu hak çok sınırlı ve yetersizdi, ve bu açıdan yerel kurumlar esas olarak merkezi yönetimin küçük ortağı olmaktan öteye gidemiyordu.857 Bununla birlikte III. Alexander ve II. Nikola’nın döneminin merkezi devleti güçlendirmeye yönelik politikalarıyla birlikte zevmstvonun zaten kısıtlı olan yetki alanı daha da daraltıldı. Bu dönemde topraklarını çevreye doğru genişletmeye devam eden Rus İmparatorluğu’nun çevre bölgelerde yaptığı en önemli yönetim değişikliği, daha önce de belirtildiği gibi, dönemim Batılılaşma havasına uygun olarak yeni ele geçirdiği Orta Asya’da sömürgeci bir yönetim benimsemiş olmasıdır. Ancak Rusya’nın Asya’daki çıkarları Orta Asya’yla sınırlı değildi. Özellikle Mançurya Demiryolu’nun inşasıyla birlikte Mançurya ve Kore’yi kendi etki alanı olarak görmeye başlamıştı. Batıda rekabet edemediğinden işlenmiş ürünlerini ancak Doğuya satabilen Rus İmparatorluğu’nun Doğudaki emperyalizmi bu tarihe kadar barışçıl fetihlere dayanırken, 20. yüzyılın başından itibaren giderek da saldırgan olmaya başlamıştı.858 Ancak Rusya’nın bu bölgedeki planları Japonya’nın çıkarlarıyla çatışıyordu. Nitekim 856 Kezban op. cit., s. 208 857 Riasanovsky, Steinberg, op. cit.s. 389 858 Ibid., s. 417 311 Boxer Ayaklanmasını bastırmak için Çin’e giden Rus askeri gücünün, demiryolunu korumak üzere burada kalması ve ayaklanmanın üzerinden iki yıl geçmesine rağmen bölgeyi terk etmemesi Japonya’da büyük rahatsızlık yaratıyordu. Rusya’ya bölgenin iki devlet arasında paylaşılması doğrultusunda bir teklif götüren Japonya, görüşmelerin bir sonuç vermemesi üzerine 1904 yılında Arthur Limanı’ndaki Rus filosuna saldırdı ve Rus filosunun tamamen yok etti. Bu savaşın halk üzerinde, özellikle ekonomik açıdan yarattığı baskı ise 1905 devriminin önde gelen sebeplerinden biriydi. Rusya’da bir diğer önemli gelişme serfliğin 1861 yılında kaldırılmış olmasıdır. I. Paul’ün serflerin yükümlülüklerinin düzenlenmesi ve sınırlanmasını gündeme almasından sonra bu konu tartışılmaya başlanmıştı. Özellikle serf emeğinin verimsizliği, ekonomik geri kalmışlığının farkında olan ve bunu değiştirmek için çaba gösteren Rusya’da serfliğin kaldırılması için önemli bir etkendi. Bu nedenle özgür işgücünün arttırılması için girişimlerde bulunuluyordu. Paul’den sonra tahta geçen oğlu I. Alexander 1803 yılında çıkardığı bir yasayla serflerin efendileri tarafından gönüllü olarak serbest bırakılmasını temin etmiş, serbest bırakılmış köylülere toprak verilmesini sağlamış ve bütün koşulların yerine getirilmesini güven altına almak için mahkemeler kurmuştur.859 Her ne kadar çok az toprak sahibi serflerini serbest bıraksa da serflikle ilgili düzenlemeler ve hatta serfliğin kaldırılması Çarlığın gündeminde kalmaya devam ediyordu. İktidarı Dekabrist İsyanıyla başlayan ve bu nedenle kendi iktidarını sorgulayacak, sınırlayacak, hatta sonlandıracak devrimci bir hareketi önleme çabası bütün iktidarını şekillendiren I. Nikola da, serfliğin kaldırılması gerektiğini, aksi takdirde serfliğin koşullarının Pugaçev isyanı gibi yeni bir isyana yol açabileceğini düşünüyordu. Buna karşılık serfliği kaldırmanın kendisini toprak sahipleriyle karşı karşıya getirmesinden ve bu sınıfın onu anayasal bir monarşiye zorlamasından endişe ediyordu. Ancak serf ayaklanmaları da göz ardı edilemeyecek bir tehlike olarak varlığını koruyordu. Serflik 1861 yılında nihayet sonlandırıldığında, özgürlüklerine kavuşan için sorunlar devam etti. Çünkü her ne kadar artık özgür olsalar da özellikle Moskova’nın güney ve güneydoğu bölgesinde ve oradan Volga Irmağına doğru uzanan bölgede 859 Ibid., s. 317 312 büyük şehir pazarlarının ve limanlarının yokluğu ve sahip oldukları toprakların az olması nedeniyle üretimin yetersiz olması, yatırımsızlık ve ağır vergiler, tarımsal üretkenliğin arttırılmasını engellediği gibi, söz konusu köylüler için başka geçim kaynakları da mevcut değildi.860 Üstelik serflerin kendilerine verilen toprak için yapmaları gereken ödemenin içinde gizli olarak emek kaybı için tazminat da bulunmaktaydı ve bu, köylülerin aslında özgürlükleri için para ödüyor olmaları anlamına geliyordu.861 Bu durum köylülerin olduğu kadar reformu yetersiz bulan Rus radikallerinin de tepkisine neden oldu. Dolayısıyla serflikle birlikte sona ereceği umulan toplumsal tepki varlığını sürdürdü. Osmanlı İmparatorluğu’nda köylüler için önemli sorunların başında vergiler geliyordu. 20. yüzyılın başlarında mültezimler hala etkinliklerini koruyordu ve onlar tarafından belirlenen vergiler ve ödeme koşulları köylülerin üzerindeki yükü daha da arttırıyordu. Hem toprak ağalarına hem de mültezimlere ağır bir biçimde borçlanmış olan köylülerin elde ettiği ürünler geçimlerine değil borçlarına gidiyor, bu nedenle toprağı ekme konusunda kararsızlığa düşen köylüler, köylerini terk ederek şehir ve kasabalara göç ediyordu.862 Ancak köylülerin içinde bulundukları koşullara yönelik tek tepkileri bu değildi. 1906 yılından itibaren İmparatorluğun farklı bölgelerinde vergi ayaklanmaları olarak bilinen olayların meydana gelmeye başlamıştı. Kansu’ya göre bu ayaklanmalar “devrim” olarak nitelendirdiği 1908 anayasa hareketinin toplumsal tabanını oluşturan en önemli gelişmedir. 1876 yılında Osmanlı İmparatorluğu ilk defa meşruti yönetime geçtiğinde halktan gelen herhangi bir talep olmamasına karşılık, bundan sonra gelen süreçte halkın yönetime karşı tepkisi ve bunu söz konusu ayaklanmalar aracılığıyla açıkça ortaya koyması, anayasa ve meclise yönelik aşağıdan gelen bir talebe işaret etmektedir. Kansu süreci şu şekilde özetlemektedir: 1908 yılının ilk aylarına gelindiğinde, kurulu düzene karşı duyulan memnuniyetsizlik o kadar büyük boyutlara ulaşmıştı ki,[…] İmparatorluğun en ücra köşelerinde bile, her şehir ve kasabada çeşitli sivil itaatsizlik olayları meydana gelmekteydi. Devlet otoritesinin temsilcilerine karşı girişilen 860 Hosking, op. cit., s. 490 861 Riasanovsky, Steinberg, op. cit., s. 387 862 Aykut Kansu, 1908 Devrimi, İstanbul: İletişim Yayınları, 2001, s. 38 313 sürekli devrimci kışkırtma ve gösteriler sonucu idari otorite ciddi bir şekilde sarsılmıştı. […] 1906 yılı başlarında adil olmayan vergilendirmenin kaldırılması veya istismarcı memurların azledilmesi isteklerinden yola çıkan halk gösterileri ve ayaklanmalar, kurulu düzene karşı duyulan genel hoşnutsuzluğun dışavurumu haline geldiler. İlk önce genel isteklerle ortaya çıkan gösteri ve ayaklanmalarda, 1907 yılı sonları ile 1908 yılı başlarına doğru, seçimler yoluyla anayasal bir düzenin kurulması yolunda istekler ileri sürülmeye başlandı. 863 Rusya’da Petro döneminden itibaren gelişmeye başlayan sanayileşmenin yoğun olduğu bölgelerde yaşayan köylüler genellikle şehirlere göç ediyordu. Ancak sayıları gittikçe artan ve büyüyen fabrikalar her ne kadar bu kişilere iş olanağı sunuyor olsa da, şehirlerde de gerek iş gerek yaşam koşulları çok kötüydü. İşçiler kendilerini organize etmek için hiçbir yasal araca sahip olmadıklarından, aralarındaki yaş, eğitim, yetenek, işlev ve etnik veya dini bağlılık farkları, çokuluslu bir imparatorlukta olması beklenenden çok daha az önemliydi ve bu nedenle sorunları ortak olan Ruslar, Ukraynalılar, Letonyalılar ve diğerleri bu sorunları ifade etmek için bir araya gelebiliyor, bu da sorunların, normalde büyük endüstriyel birimlerdeki statü gruplarını ayıran geçilmez kalıpları aşarak çok daha hızlı yayılmalarını beraberinde getiriyordu.864 Benzer biçimde fikirler de çok hızlı yayılmaya başlamştı. Böylece bu işçiler arasında sosyalist düşünce, sahip oldukları dini, etnik ve artık oluşmakta olan milli kimliği aşarak birleştirici olabilmiştir. Dolayısıyla serfliğin kaldırılmasıyla birlikte kırsal nüfusun bir kısmının kentlere göç etmesi sosyalist düşünce ve ortaya çıkan devrimlere yönelik desteğin kitleselleşmesinde önemli bir rol oynamıştır. Rus İmparatorluğu’nun en önemli sorunlarından biri olan toprak reformu ise ancak 1910 yılında gerçekleştirilebildi. İmparatorluğun artık bir meşrutiyet olduğu, ancak Çar’ın rahatsız olduğu ilk iki Duma’nın kapatılmasından sonra yapılan düzenlemelerle meclisin büyük ölçüde hükümetin kontrolüne girdiği bu dönemde gerçekleştirilen reform, köylülerin ortak arazileri olan komünlerden çıkarak kendi hisselerini ayrı birer küçük çiftlik haline getirmelerine olanak tanıyordu fakat uygulamada beklenenin aksine olumsuz sonuçlara yol açarak birçok köylünün 863 Ibid., s. 93 864 Hosking, op. cit.s. 499 314 öncekinden daha kötü koşullarda yaşamaya başlamasına neden oldu. Bu dönemde ayrıca Sibirya’da üretimin arttırılması için yeni araziler üretim ve yerleşime açılmış, bu bölgeye yerleşimler teşvik edilmiştir. Böylece Rusya, özellikle nüfusun seyrek olduğu bölgelere kolon yerleştirme ve böylece üretimi arttırırken aynı zamanda merkezin gücünü de pekiştirme doğrultusundaki politikasına İmparatorluğun son dönemlerine kadar devam etmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nda ekonomik dönüşümün en son aşaması kısa süreli fakat köklü bir dönüşüm olan ve II. Meşrutiyet döneminde, özellikle İttihat ve Terakki’nin yönetime tam olarak hakim olmasıyla birlikte başlatılan “milli iktisat” dönemidir. Meşrutiyet’in ilanını izleyen ilk yıllar esas olarak, devletin mali nedenlerle, yani gelirlerini arttırma kaygısıyla iktisadi yaşama müdahale etmesinin uzun dönemde ülke ekonomisi için sakıncalar doğurduğu, öşri vergilerin üreticiyi caydırdığı, sonuçta ülkenin giderek yoksullaştığı, buna karşılık çağdaş devletin ulusal nitelik taşıdığı, hükümetlerin, devlet kasası ötesinde tüm ulusun çıkarını gözetmesi gerektiği görüşünden yola çıkarak liberal bir ekonomik düzen kurulmasının hedeflendiği ve bu doğrultuda girişimciliğin özendirilmesi, yabancı sermayeye geniş olanaklar tanınması gibi önemli adımların atıldığı bir dönemdi.865 Serbest ticaret ve açık ekonomiden yana olan kesimlerin daha güçlü olmasına karşın, korumacı gümrük politikalarını savunan sanayileşmeden yana görüşlere de rastlanmakta, seçici bir gümrük politikası izlenmesi gerektiği, ılımlı bir korumacılıkla tarımın yanı sıra tarıma dayalı sanayileşmenin de başlatılabileceği savunulmakta, korumacılıktan yana olanlar Amerika Birleşik Devletleri’nin yanı sıra Almanya ve İtalya gibi Avrupa ülkelerinin de ancak bu sayede güçlenebildiğini, Osmanlı ekonomisi üzerindeki Avrupa denetiminin ancak bu sayede aşılabileceğini öne sürmekteydi.866 Bu noktadan milli iktisat politikasına geçiş, İttihat ve Terakki’nin Osmanlıcılık politikasından uzaklaşarak milliyetçi ve Türkçü çizgiye geçişiyle ilgilidir. Bir anlamda her ikisi de koşulların zorlamasının bir sonucu olmanın yanı sıra, birbirini gerekli kılmış ve tetiklemiştir. Osmanlıcılık politikasının, toplumsal karşılığının olmaması Türk milliyetçiliğinin gerek kültürel düzeyde gelişmesi gerek 865 Zafer Toprak, Türkiye’de Milli İktisat (1908-1918), Ankara, Yurt Yayınları, 1982, s. 18-19 866 Pamuk, Osmanlı – Türkiye İktisadi Tarihi, s. 226 315 siyasal iktidar tarafından benimsenmesine yol açıyordu. Buna koşut olarak liberal ekonomik ortam, eşit koşullarda rekabet gücünden yoksun Müslüman-Türk esnafın çöküşünü hızlandırmış, iktisadi yaşamda yabancı sermayenin ve gayrimüslim unsurların etkinliğini arttırmıştı.867 Müslüman ve Türklerin ekonomideki etkinliğinin arttırılması, Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkışının bir sonucu olduğu kadar gelişebilmesinin koşuluydu da. Nitekim Türkçülüğün önemli teorisyenlerinden Ziya Gökalp, Tekin Alp gibi isimlerin konuyla ilgilenmelerinin nedeni de buydu. Ziya Gökalp’e göre, her ulusun bir iktisadi gerçeği vardı ve bu ulusa özgü bir dizi kurumda belirirdi. İşte bu nedenle iktisadi gerçeği klasik iktisat öğretisi ışığında bulmak olanaksızdı. Soyut kavramlarla çözüm arayan klasik iktisat ülkenin somut gerçeklerine uyarlanamazdı. Milli iktisadı oluşturmak için ülke gerçekleri gözlenmeli, somut gelişmeler izlenmeliydi.”868 Türklerin yükselmesi için milliyetten başka bir ilke düşünülemeyeceğini kaydeden Tekin Alp’e göre de, “Türkler bir an önce milli bir iktisat oluşturmalı, milli iktisatçılar yetiştirmeliydi.”869 Milli iktisat politikasının uygulanmaya konabilmesi ancak Dünya Savaşı koşullarında mümkün olabilmişti. Siyasi açıdan olduğu kadar ekonomik açıdan da Avrupa devletlerine bağlı ve bağımlı olan Osmanlı İmparatorluğunun bu devletlerin ve vatandaşlarının ekonomik çıkarlarını zedeleyecek adımlar atması mümkün değildi. Her ne kadar bu dönemde, İngiltere ve Fransa gibi ülkeler Osmanlı’yı destekleme politikasını bırakmış ve Osmanlı İmparatorluğu kendisi için olduğu kadar kendisinin de tek seçenek olduğu Almanya ile yakınlaşmış olsa da, uzun yıllar içinde bu devletlerle kurulmuş köklü ilişkiler ve bağlar Osmanlı’nın hareket alanını daraltmıştı. Buna karşılık, Dünya Savaşı Osmanlı’yı bu devletlerle farklı cephelerde savaşan düşmanlar haline getirdiğinde bu hareket alanının genişlediğini söylemek mümkün. Böylece dış iktisadi ve siyasi ilişkilerin kesintiye uğraması sayesinde korumacı politikalara geçiş olanaklı hale gelmiş, Savaşın başlamasından sonra, Almanya’nın ve diğer Avrupa ülkelerinin itirazlarına karşın, kapitülasyonlar tek yanlı olarak kaldırılmış, 1916 yılından itibaren de seçici tarifelerle belli dallarda yerli 867 Toprak, op. cit., s. 348 868 Ibid., s. 29 869 Ibid., s. 28 316 üretimi korumayı amaçlayan yeni gümrük rejimi uygulanmaya başlanmıştır.870 Bunun yanı sıra Savaş sırasında, gayrimüslim ve yabancı tüccarların elinde bulunan iç ticaret Müslüman-Türk ticaret erbabının denetimine verilmiş, yani “millileştirilmiş” ve böylece “milli iktisad”ın gündeme getirdiği milli tüccar doğmuş, milli ticaret gerçekleşmiştir.871 3.2.3 İdeolojik Dönüşüm Daha önce de belirtildiği gibi, imparatorluklar kendilerini modern dünyaya uydurmaya çalıştıklarında farklılığı kabul etmeleri gittikçe zorlaşmakta ve bunun yeni yerine türdeşleşme ve türdeşleştirmeye yönelmektedirler. Dönem aynı zamanda milliyetçilik çağıydı ve farklı etnik gruplardan oluşan devletler toprak bütünlüklerini korumak için milliyetçi hareketlere karşı önlem almak zorundaydılar. Artık hanedana sadakatin devletin meşruiyeti için temel sağlayamadığı bir dönemde, en güçlü ulusların liderleri hangi din, dil ya da kültürden olursa olsun nüfusun geri kalan kısmına kendi milliyetlerini empoze etme yoluna gidiyordu. Seton-Watson bu politikayı “resmi milliyetçilik” olarak tanımlamaktadır.872 Bu bağlamda Osmanlı ve Rus İmparatorluklarında benimsenen resmi milliyetçilik ve bunun uygulamasını içeren politikalar, kimi durumda karşılaşılan grubun özelliklerine göre kimi durumda ise zaman içinde önemli değişiklikler göstermektedir. 3.2.3.1 Ruslaştırma-Etnikleştirme İkileminde Rus İmparatorluğu Rus İmparatorluğu, topraklarında gelişen ve pek çoğu İmparatorluktan ayrı bir siyasi birim olmayı, ya da en azından özerk olmayı talep eden milliyetçi hareketler karşısında temel olarak iki politika benimsedi; Ruslaştırma ve etnikleştirme. Her ne kadar etnikleştirmenin, Ruslaştırmanın politikasının bir aracı olarak düşünülmüş olması nedeniyle esas olarak ortaya konan tek bir politika var gibi görünse de, Çarlığın bu aşamaya gelme fırsatının olmaması, iki farklı politikanın var olması sonucunu doğurmuştur. Ancak bu dönemde Rusya’da farklılıklara yönelik başka bir politikanın da izlerine rastlanmaktadır. Yahudilere karşı ne Ruslaştırma ne de ne de etnikleştirme bağlamında ele alınabilecek düşmanca bir tutum 870 Pamuk, Osmanlı – Türkiye İktisadi Tarihi, s. 227 871 Toprak, op. cit., s. 348 872 Seton-Watson, Nations and States: An Enquiry into the Origins of Nations and the Politics of Nationalism, s. 148 317 geliştirilmiştir. Polonya’nın paylaşımları sonucunda bu ülkede yaşayan büyük bir Yahudi topluluğu Rus İmparatorluğu sınırlarına dahil olmuştu. Başlangıçta Yahudilerin İmparatorluğa entegrasyonunu sağlamak amacıyla, Yahudilere yönelik politika oldukça olumluydu. Bu bağlamda Yahudilerin hakim ve avukat olmalarına ve devlet okullarında Yahudilikle ilgili derslerin okutulmasına izin verilmiş, Yahudi avukatlara, sağlık personeline ve ileri gelen tüccarlara Rusya’da istedikleri yerde yaşama ve çalışma hakkı tanınmış, serfliğin kaldırılmasından sonra ise, toprak sahibiyle serf arasındaki senet ve borç işleri bitmişse, toprak satın alma hakkı verilmiş ve zorunlu askerlik Yahudiler için de eşit koşullar ve süreler için geçerli kılınmıştı.873 Ancak 19. yüzyıl boyunca Yahudilere yönelik bu olumlu gelişmeler yerini olumsuz düzenlemelere ve hatta şiddet olaylarına bıraktı. Ekonomide özellikle ticaret ve finans alanında faaliyet gösteren Yahudilerin ekonomik durumlarındaki gelişme, bu dönemde sanayileşmeyle birlikte güçlerini kaybeden toprak sahipleri başta olmak üzere Rusya’da ekonomik olarak zor koşullar altında çalışan ve yaşayan grupların tepkisine neden oluyordu. Bu grupların tepkisi bir yandan sosyalist düşünce etrafında devrimci harekete yönelmelerine neden olurken bir grup, özellikle de Rus milliyetçiliğinin radikal temsilcileri, kendi durumlarının sorumlusu olarak gördükleri Yahudileri hedeflerine almışlardı. Yahudilere yönelik tepki devlet tarafından da yasal düzenlemelerle desteklendi. Kendilerine tahsis edilen alanlarda yaşamak zorunda bırakılan Yahudilerin yaşam alanları III. Alexander döneminde daha da sınırlandı ve köylerin ve kasabaların dışına yerleşmeleri zorunluluğu getirilirken, daha önce yerleşme izni aldıkları yerleşim yerleri bile yasak kapsamına alındı ve bu kapsamda yaklaşık 17000 Yahudi Moskova’dan sınır dışı edildi.874 1871 yılında Yahudilerin eğitim durumunu görüşmek üzere kurulan “Özel Yahudi Komitesi”’nin önerisiyle 1873 yılında bütün Yahudi okulları kapatıldı; Yahudilerin ve diğer gayri-Hıristiyan unsurların yerel meclislere katılım oranı 1/3 olarak belirlendi ve Yahudilerin meclis başkanı olması yasaklandı; 1876 yılında kabul edilen bir kanunla ailevi nedenlerle askerlikten muafiyet talep eden Yahudilerin isteklerinin polis kanıtlarıyla desteklenmesi ve muafiyeti kabul edilen Yahudilerin bile gerektiğinde askerlik yapmasına karar 873 Acar, op. cit., s. 204-205 874 Verdansky, op. cit.s. 290 318 verildi; 1877 yılında ise jüri hizmeti için uygun bulunan Yahudi sayısı azaltıldı.875 Bunlara ek olarak Yahudilerin Ortodoks kilisesi yakınına sinagog inşa etmeleri, Hıristiyan hizmetkârlar çalıştırmaları ve resmi belgelerde İbranice kullanmaları da yasaklandı.876 Ancak Yahudilerin karşı karşıya kaldıkları düşmanca muamele toplumsal tepki ve yasal düzenlemelerle sınırlı değildi. Pogrom adı verilen kitlesel saldırılar ve katliamlar nedeniyle Yahudilerin sadece özgülükleri ve hakları değil, hayatları da tehdit ediliyordu. Bu durum Yahudilerin giderek artan biçimde Çarlık karşıtı hareketler içinde yer almalarına neden oldu. Ancak bu milliyetçi bir tepkiden çok devrimci harekete eklemlenmek şeklinde gerçekleşti. Bu tepkiyi azaltmak için 1908 ve 1909 yıllarında çıkarılan kanunlarla Yahudilerin orta ve yüksek öğretim kurumlarına giriş hakkı yeniden düzenlendi ve Yahudilerin bu kurumlara girişte herhangi bir sınırlama veya kısıtlamayla karşılaşmayacağı belirtildi.877 Bununla birlikte söz konusu uygulamalar, Yahudilerin İmparatorlukla olan bağlarının kopuşuna engel olamadı. 3.2.3.1.1 Ruslaştırma ve Rus Milliyetçiliği Rus İmparatorluğu’nda Andreas Kappeler’in belirttiği gibi Rus Çarlığı’nın Rus olmayanlara yönelik politikasının, uzun bir süre boyunca pragmatik, esnek ve toleranslı olmasının yanı sıra bu durum Ruslarla Rus olmayanların yönetimde, orduda, iş ve ticaretteki işbirliği için de geçerliydi.878 Buna karşılık Rus olmayanların gözünde, özellikle elitler dışında kalan geniş halk kitleleri için Rus İmparatorluğu kendileri üzerinde hâkimiyet kuran ve onları sömüren yabancı bir güçtü. Bu nedenle Rus yönetimine karşı çeşitli dönemlerde önemli ayaklanmalar yaşanmıştır. Ancak bu ayaklanmalar, Kappeler’in de belirttiği gibi sadece şiddete dayanan ayaklanmalar değildi ve vergi ya da diğer ödemelerin yapılmasının reddedilmesi, ordudan kaçma ve henüz Rus kontrolü altına girmemiş bölgelere göç etme şeklini alan direnişleri de içeriyordu.879 Dolayısıyla milliyetçilik çağı öncesi ortaya çıkan bu direnişte farklı 875 Acar, op. cit. s. 205 876 J. N. Westwood, Endurance and Endeavour: Russian History 1812-1971, Londra: Oxford University Press, 1973, s. 128 877 Acar, op. cit., s.278-279 878 Andreas Kappeler, Russian Empire: A Multiethnic History, s. 153 879 Ibid., s. 155 319 sosyal dinamikler de önemli rol oynuyordu. Bunun en önemli kanıtı zaman zaman Rus olmayanlarla birlikte Rusların da aynı direniş içinde yer almalarıydı. Ancak zamanla milliyetçi düşünce ve hareketlerin imparatorluğa ulaşıp Rus olmayanları etkisi altına almasıyla birlikte, buna karşı geliştirilen bir kimliğin de tanımlanması ihtiyacı kendisini hissettirmeye başladı. Böylece Benedict Anderson’ın belirttiği gibi Romanovlar Büyük Rus olduklarını keşfettiler.880 Eğitim Bakanı Kont Sergei Uvarov 1832 yılında yazdığı bir raporda Rusya’nın “Otokrasi, Ortodoksluk ve Milliyet” olmak üzere üç ilkeye dayanması yönünde bir doktrin ortaya koydu.881 Uvarov’un üçlemesinin zamanlaması önemliydi. Rapor Rusya’nın Napolyon karşısında aldığı zaferden yirimi yıl, I. Nicola döneminin başlangıcında gerçekleşen Dekabrist ayaklanmasından yedi yıl ve Polonya’daki 1830 ayaklanmasından ise sadece iki yıl sonra yazılmıştı. Son iki olay Miller’ın da belirttiği gibi Çar’ın kendi meşruiyetini ve batı bölgelerindeki bütün bir imparatorluk sistemini sorgulamasına yol açmış,882 1812 zaferi ise Rus milliyetçiliğinin yükselişinde önemli rol oynamıştı. Uvarov tarafından ortaya konan ilkelerden ikisi, otokrasi ve Ortodoksluk, kuruluşundan itibaren devlete hakim olan ilkelerdi. Fakat milliyet ilkesi yeni bir ilkeydi ve nüfusunun yarısından çoğu serf olan ve Rusça dışında bir dil konuşan insanlardan çar ve kilise dışında Rus milletine de sadakati gerektirmesi bağlamında çelişkiliydi de. İmparatorluğu “yamalı yorgan”a benzeten Service bu yapıyı şu şekilde özetlemektedir: Ruslar İmparatorlun nüfusunun sadece %44’ünü oluşturuyordu. […] Ruslar eğitim ve mesleki açısından pek çok ulustan daha aşağıdaydı. […] Alman, Yahudi ve Polonyalı tebaa Ruslara göre çok daha yüksek bir okuryazarlık seviyesine sahipti; ve Baltık bölgesindeki Almanlar silahlı kuvvetler ve bürokraside orantısız bir biçimde yüksek mevkilere sahipti. Dahası, Polonyalılar, Finlandiyalılar, Ermeniler, Gürcüler Ruslara göre daha açık bir milliyet duygusuna sahipti: emperyal müdahaleye karşı öfkeleri güçlüydü.883 880 Benedict Anderson, Russian Empire: A Multiethnic History, s. 101 881 Seton-Watson, Nations and States: An Enquiry into the Origins of Nations and the Politics of Nationalism, s. 84 882 Alexie Miller, The Romanov Empire and Nationalism, Budapeşte, Central Europen Press, 2008, s. 140 883 Service, op. cit., s. 12 320 Bu dönemde Rus milliyetçiliği Rusya’nın büyüklüğü ve Rusların üstünlüğü üzerine kurulmuştu. Rusya’nın diğer devletler karşısındaki üstünlüğü, daha önce İmparatorluğun kuruluş devrinde olduğu gibi Roma’ya kıyaslanarak, ancak bu sefer Rusya’nın Roma’dan daha üstün olduğu savıyla öne sürülmüştür. Karamzin’in “Rus monarşisinin büyüklüğü ele alındığı zaman, onun dünyada bir tane olduğu ifade edildiğinde bir şaşkınlık hissi duyulur. Roma böyle bir büyüklüğe ermemiştir” sözleri bu görüşün açık bir ifadesidir.884 Ruslar arasında bu üstünlük duygusu özellikle 1812 yılında Napolyon karşısında alınan galibiyetle birlikte daha da pekişmişti. Bu galibiyet Rusya’nın Avrupa devletler sistemine önemli bir unsur olarak girmesini sağlamanın yanı sıra Rusların kendilerini Avrupa’nın kurtarıcıları olarak görmelerine de yol açmıştı. Avrupa devletlerinin hiçbirinin yapamadığını Rus İmparatorluğu yaparak Napolyon’u yenilgiye uğrattığı gibi, böylece Avrupa devletlerini de kurtarmıştı. Puşkin, “Rusya’nın fedakârlıkları sayesinde Napolyon’un mağlup edildiğini ve bundan sonra Avrupa’nın tekrar hürriyet, şeref ve sulh buluğunu” söylüyordu.885 Bunun bir ileri aşaması, Rusya’nın yüceltilmesi için Avrupa’nın kötülenmesi, hatta aşağılanması oldu. Bunu, Rus milliyetçilerinin Batılılaşmaya yönelik eleştirileri izledi. Onlara göre Avrupalı düşünürler bile kendi ülkelerini eleştirirken Rusya’nın “mükemmel olmaktan iyice uzaklaşmış bu medeniyeti” kabul etmesi anlamsızdı.886 Üstelik bu dönemde Avrupa devletlerinin 1831 yılındaki Polonya ayaklanması nedeniyle Rusya’yı eleştirmeleri Avrupa karşıtlığını daha da pekiştiriyordu. Bunun bazı Rus milliyetçilerini götürdüğü nokta Panslavizm oldu. Çoğunlunu Rusların oluşturmadığı bir İmparatorlukta Rus milliyetçiliğinin geliştirilmeye çalışılmasının önündeki çelişki ve engellerin aşılabilmesi için öngörülen politika resmi milliyetçiliğin Rusya’daki yansıması olan Ruslaştırma olarak ortaya çıkıyordu. Ruslaştırma, Rus milliyetçiliğinin dayanaklarından olan Rusların üstünlüğü görüşü üzerine kurulmuştu. Rus milliyetçiliğinin “dış”a bakarak tanımlanmasında Rus devletinin üstünlüğü vurgulanırken bu tanımlama “iç”e bakarak yapıldığında Rusların İmparatorluğu meydana getiren halklar içinde en 884 Aktaran, Hans Kohn, Panslavizm ve Rus Milliyetçiliği, İstanbul, İlgi, Kültür, Sanat Yayıncılık, 2007, s. 138 885 Ibid., s. 138 886 Ibid., s. 141 321 üstünü olduğu vurgulanıyordu. Zaten bu nedenle diğer bütün halkların Ruslaştırılarak, Rusların bulunduğu “üstün”,”ileri” seviyeye getirilmesi gerekiyordu. Bu, Westwood’un da belirttiği gibi, İmparatorlukta ideolojik bir değişime işaret ediyordu; bu zamana kadar Rus olmayanların Çar’a sadık olmaları yeterli görülürken, artık sadık yurttaşların “Büyük Ruslar”ın öncü rolünü kabul etmesi gerekiyordu.887 Ruslaştırma politikasının uygulanabilmesi için her şeyden önce Rus kimliğinin tanımlanması gerekiyordu. Ancak henüz bir Rus milliyetçiliğinden söz etmek mümkün değildi. Ulusal bilinç Ruslar arasında baskın duygu olmadığı gibi, 19. yüzyılın önde gelen entelektüelleri de “Rusluk”tan ne anladıkları konusunda anlaşamıyorlardı ve bu nedenle bu süreçte aralarında Rus Ortodoks Kilisesi piskoposlarının da bulunduğu aşırı sağcı siyasi figürler öne çıkmış, bu da Rusların çıkarlarının, İmparatorluğun Rus olmayan diğer halklarının çıkarları pahasına tanımlanmasına yol açmıştı.888 Uvarov tarafından ortaya konan ilkeler, İmparatorluk için birleştirici olmaktan çok uzaktı. Riasanovsky ve Steinberg’in özetlediği gibi; Ortodoksluk çok uluslu imparatorlukta çok farklı inançları olan insanları birleştiremeyeceği gibi, resmi olarak Ortodoks olan ancak kimlik ve hayatlarında dine önem vermeyen, kişisel inanç ve değerler edinmiş insanları da kapsayamazdı; otokrasi 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçişte daha da çağdışı kalmıştı ve ilerlemeye engeldi; milliyetçilik ise çar ve halkı arasında “mistik bir sevgi ve adanmışlık ideali”ne dayanırken, Rusların politik ve sosyal arzularını yerine getirmekten uzaktı ve bu nedenle Ruslaştırma politikası çok uluslu imparatorluğu sadece daha da çok bölebilirdi.889 Ruslaştırma Rus dil ve kültürünü imparatorluğun Rus olmayan halkları arasında yayma amacı taşıyan bir politikaydı. Genel olarak merkezileşmeyle birlikte yürüyen Ruslaştırma, iktidar tarafından yerel dillerin kullanımının kısıtlanması ve hatta bazen yasaklanması, yerel isimlerin Rusça isimlerle değiştirilmesi, yerel kiliselerinnin Rus Ortodoks kilisesiyle birleştirilerek ortadan kaldırılması, Rus olmayanların devlet bürolarında çalışmalarının yasaklanması gibi politikaların yanı sıra bazı kişi ve grupların kültürel asimilasyon süreci sonucunda Rus dilini ve Rus 887 Westwood, op. cit., s. 123 888 Service, op. cit., s. 11 889 Riasanovsky, Steinberg, op. cit., s. 404 322 Ortodoks dinini benimsemesini de içeren bir politikaydı. Bu politika çerçevesinde Rus olmayan ülke ve halklar, önce idari bütünleşmeyle, sonra da her birinin içine Rus dilini, kültürünü ve dinini mümkün olduğunca yerleştirerek ve kendi geleneklerini aktif sosyal güçlerden ziyade renkli etno-kültürel kalıntı, bir ek miras olarak korumalarına izin vererek imparatorluğa bağlanmaya çalışıldı.890 Rus olmayanlara karşı izlenen bu politikanın meşrulaştırma şekli ise klasik bir imparatorluk söylemiydi; Ruslar, “İmparatorlukta sayıları en çok milli toplum, kültür bakımından en ileri bir zümre ve siyasi bakımdan da en çok güvenilir kitle”ydi. 891 19. yüzyıl öncesinde Rus kimliği, dünyanın geri kalanında olduğu gibi din ve dini karşıtlıklar üzerinden tanımlanıyordu. İstanbul’un Osmanlı İmparatorluğu tarafından fethinden sonra Ortodoks Kilisesinin son kalesi olarak kalan Rusya’da Ruslarla Müslümanlar, Katolikler ve animistler arasındaki farklılıklar Rus kimliğinin tanımlanmasına katkıda bulunuyordu.892 Bununla birlikte imparatorlukların belli bir din ya da etnik kimliği benimsemelerinin bu din veya etnik kimlikten olmayan ve Osmanlı İmparatorluğunda olduğu kadar Rus İmparatorluğunda da nüfusun önemli bir kısmını oluşturan grupları dışlaması söz konusuydu. Ancak Ruslaştırmayla birlikte önerilen bu farklılıkların dışlanması değil, dönüştürülmesiydi. Bu nedenle Hosking, Ruslaştırmanın başlıca savunucusu ve fikir babalarından Mihail Katkov’un imparatorluk rejiminin elitleri es geçip halkların himayesini doğrudan kendi üstüne alması önerisi ve imparatorluğun bütünleşmesini çok daha iyi sağlayabileceğini, imparatorluğa çok daha büyük bir homojenlik kazandıracağını ve uzun dönemde politik bir Rus sadakatini teşvik edeceğini düşündüğü etnik bir stratejinin kabul edilmesi yönündeki çağrısını radikal bir yenilik olarak nitelendirmektedir.893 Çünkü bunun öncesinde önceliği Rus gücünün istikrarlı hale getirilmesi ve Rus olmayanların yöneticiye ve hanedana olan bağlılığının sağlanmasına veren Rus İmparatorluğunda, Rus etnik kimliği ve Ortodoks inancı imparatorluğun asli unsurlarını oluşturmuyordu.894 Bunun yerine, farklı etnik elitler arasında bir denge 890 Hosking, op. cit., s. 457 891 Seton-Watson, “Milliyetçilik ve Çok Milletli İmparatorluklar”, s. 533 892 Andreas Kappeler, Russian Empire: A Multiethnic History, s. 158 893 Hosking, op. cit., s. 456-457 894 Andreas Kappeler, Russian Empire: A Multiethnic History, s. 158 323 sağlamayı ve onların zenginliği, ünü ve himaye ağları aracılığıyla farklı halkları kontrol etmeyi amaçlıyordu.895 Ruslaştırma politikasının hedefinde daha çok imparatorluğun batı topraklarında yer alan topluluklar olan Polonya, Ukrayna, Belarus, Baltık bölgesi, Ermenistan ve Finlandiya bulunuyordu. Ruslaştırmanın ilk hedefi Polonya oldu. 1830 Kasımında Polonya askerleri Varşova’da bir ayaklanma çıkarınca daha iktidara çıkarken Dekabrist ayaklanmasıyla karşılaşmış I. Nikola Polonya’nın Ruslaştırılmasını kendi politikasının amacı ilan etti. Bu amaçla 1815 Polonya Anayasasının yerini, Polonya’yı Rus İmparatorluğu’nun “ayrılmaz bir parçası” yapan 1832 anayasası aldı, ancak ülke Petersburg tarafından atanan vali tarafından otoriter bir tutumla idare edilirken, sivil özgürlükler, ayrı hukuk ve yerel yönetim sistemleri, Polonya dilinin yaygın kullanımı gibi sözler içeren anayasa uygulanmadı.896 Bunun yerine 1839 yılında Polonya’daki okullar St. Petersburg otoritelerinin denetimine verildi ve Rusya’nın diğer bölgelerinden ülkenin dilini bilmeyen öğretmenler gelerek bu okullarda eğitim vermeye başladılar. Böylece eğitim dili Rusça oldu. Eğitimin yanı sıra mahkemelerde de Rusçanın dışında bir dil konuşulması yasaklandı. Polonyalıların hükümet organlarında çalışmaları yasaklandığı gibi Rus olmayanların toprak alma hakkı da ortadan kaldırıldı, Polonya aristokrasinin topraklarına da el konuldu. Benzer biçimde Katolik Kilisesinin toprakları da devletleştirildi ve Katolik din adamları maaşa bağlandı. II. Alexander döneminin liberal havası etkisini Polonya’ya yönelik politikada da gösterdi. Bu bağlamda Alaxander Polonya’ya başta kültürel özerklik olmak üzere çeşitli özgürlükler verirken, bundan çok daha fazlasını bekleyen Polonyalılar, 1863 yılında tekrar ayaklandılar. 1864 yılına kadar süren ve İngiltere, Fransa ve Avusturya’nın diplomatik girişimleriyle destek olamaya çalıştıkları isyana Rusya’nın tepkisi sert oldu; Polonya’ya yakın zamanda verilmiş olan sınırlı özerklik kaldırıldı, serflik kaldırılıp, köylülere İmparatorluğun diğer bölgelerine göre çok daha fazla toprak dağıtılarak Polonya aristokrasisinin gücü kırılmaya çalışıldı, polis kontrolü arttırıldı, Polonya okullarında Rusça zorunlu hale getirildi, Lehçenin kullanımı 895 Hosking, op. cit., s. 457 896 Riasanovsky, Steinberg, op. cit., s. 345 324 yasaklandı, Polonyalıların gayrimenkullerine ek vergiler getirildi ve Katoliklere yönelik zorla Ortodokslaştırma politikası izlendi.897 Polonya’da izlenen bu politikalar Alexander döneminin özgürlükçü havasının sona erişinin izlerini taşımaktadır. Bununla birlikte bu girişimler İmparatorluğun istediği sonucu vermedi. Aksine Polonya köylüleri arasında da Rus karşıtlığını arttırarak, milliyetçi hareketin daha da güçlenmesine neden oldu. Kafkasların Hıristiyan halkları da Ruslaştırmanın politikasının hedefleri arasındaydı. Gürcü Kilisesi 1811 gibi erken bir tarihte zorla Rus Ortodoks Kilisesine bağlanmış, bağımsızlığı ve ayrıcalıkları 1836 çıkarılan bir yasayla güvence altına alınmakla birlikte Ermeni Kilisesi de Rus kontrolüne geçmişti. 898 Ayrıca Çarlık 1884 yılında Ermeni kilise okullarının Rus eğitim bakanlığına bağlanmasını ve giderlerinin de Ermeni kilisesinin gelirleriyle karşılanmasını, yani Ruslaştırılmasını emretti. Bu emrin yerine getirilmemesi üzerine kilisenin bütün malvarlığına el konuldu. Ayrıca Ermenilerin kamu hizmetinde çalışması da yasaklandı. Ancak Kafkaslardaki Ruslaştırma politikası, İmparatorluk için hedeflenenin tam aksi bir sonuç doğurdu ve bu halklar İmparatorlukla daha çok bütünleşmektense farklılıklarını öne çıkaran milliyetçi hareketlere yöneldiler. Hosking’in de belirttiği gibi Gürcü aristokratlar ve Ermeni tüccarlar, İmparatorluğun eğitim sistemi içine çekildikçe, aralarında ulusdevletin de yer aldığı bazı Avrupa kavramlarını özümsediler ve kendilerini, ulusal dili ve kültürü, kendi diyalektlerinde konuşmakta olan köylülere getirmekle yükümlü potansiyel elitler olarak görmeye başladılar.899 Baltık eyaletlerine yönelik Ruslaştırma politikaları da yine III. Alexander döneminde uygulamaya kondu. Bu aşamada Ruslaştırma politikasının hedefinde esas olarak yönetici sınıf olan Baltık Almanları bulunuyordu. Geleneksel olarak yerel yöneticilerle işbirliği politikası izleyen Rus İmparatorluğu’nda Batılılaşma politikasına modellik ve öncülük etmiş olan ve bu nedenle yüksek dereceli bir özerklikten faydalanan Baltık Almanlarına karşı böyle bir politikanın başlatılmış olması merkezileşme politikalarıyla açıklanabilir. Bu bağlamda II. Alexander tahta çıktığında, Büyük Petro’dan beri her çarın yaptığının aksine aristokrat korporasyonu 897 Riasanovsky, Steinberg, op. cit., s. 393 898 Andreas Kappeler, Russian Empire: A Multiethnic History, s. 178 899 Hosking, op. cit., s. 465 325 Ritterschaften’in ayrıcalıklarını teyit etmemek gibi sembolik olarak büyük öneme sahip bir karar alması900 bu bağlamda değerlendirilebilir. Böylece yerel kurumların ayrıcalıklarıyla birlikte özerklikleri ve güçleri de kırılmaya başlandı. Ruslaştırma uygulamaları da sürece eşlik etti. Rusçanın eğitim dili olması bütün devlet okullarında başlangıç sınıflarından sonraki sınıflar için zorunlu hale getirildi ve 1893 yılında imparatorluk sınırları içindeki en seçkin üniversitelerden biri olan Dorpat Üniversitesi, eğitim dilinin Almanca olması nedeniyle kapatılarak yerine Rusça eğitim veren Yuriev Üniversitesi kuruldu.901 Mahkemelerde Rusçanın kullanılması zorunluluğu getirildi, yerel isimler de Rusça isimlerle değiştirildi. Bunların yanı sıra Ortodoks inancını yaymak için çalışmalar yürütüldü ve Katolik kilisesinin malları Ortodoks kilisesine devredildi. Merkezileştirme politikaları özellikle Alman yöneticilerin ayrıcalıklarını ve gücünü kırmaya yönelikken Ruslaştırma politikaları açısından böyle bir ayrıma gidilmemiş, bu politikalar yerel halkı da hedef almıştı. Seton-Watson’a göre, Rus devlet adamları, Alman yüksek tabakasına “can düşmanı” gözüyle bakan Estonyalı ve Litvanyalıların amaçlarını anlamış olsaydı, bu toplulukların desteğini kazanabilirdi.902 Ancak uygulanan Ruslaştırma politikası Alman dili ve kültürünün etkisini yok ederken bunun yerine, Rus dili ve kültürünü koymaya çalışıyordu. Bu nedenle yönetici elitlerin siyasi gücünün kırılması Baltık ülkelerinin yerel halklarına, milliyetçi talepleri ortaya koyabilecekleri siyasi ortamı sağlarken, Ruslaştırma politikaları İmparatorluk karşıtı bir tepkiye neden olmuştu. Alman yönetiminde kendi dinlerini yaşama ve kendi dillerini geliştirme olanağına sahip olan Baltık halkları için Ruslaştırma politikası bu olanağın ellerinden alınması anlamına gerekiyordu. Dolayısıyla Alman yöneticilere yönelmiş olan milliyetçi hareketler, bu noktada Rus karşıtlığını da içermeye başladı. Bu durum Rus hükümetini Alman aristokrasisiyle uzlaşmaya ve Ruslaştırma politikalarını terk etmeye zorladı.903 Ancak Rus İmparatorluğu’nun Baltık bölgesini kendisine bağlaması için çok geçti. Böylece “Rus siyaseti sadık Alman yüksek tabakasını kendisinden soğuturken, Alman olmayan 900 Ibid., s. 463 901 Seton-Watson, Nations and States: An Enquiry into the Origins of Nations and the Politics of Nationalism, s. 86 902 Seton-Watson, “Milliyetçilik ve Çok Milletli İmparatorluklar”, s. 533 903 Hosking, op. cit., s. 465 326 kitleleri de kendi saflarına katamadı”904 Her ne kadar bu bölge sonuna kadar İmparatorluk topraklarının bir parçası olarak kalmış olsa da, Sovyetler Birliği Çarlık topraklarının büyük bir bölümünü korumayı başarırken, bu ülkeleri sınırlarına dahil edememiştir. Bu bölgenin Sovyetler Birliği’nin bir parçası olması ancak İkinci Dünya Savaşına giden süreçte, uluslararası koşulların etkisiyle Almanya ve Sovyetler Birliği arasındaki geçici niteliği daha en başından belli olan Saldırmazlık Paktının imzalanması sonucu gerçekleşti. Ancak Baltık Cumhuriyetleri Sovyetler Birliği’nden de ilk ayrılan cumhuriyetler oldular. Bunun anlamı bu ülkelerin Rusya ile bağlarının, Sovyetler Birliği döneminde bölgeye yoğun olarak Rus nüfus yerleştirmiş olmasına rağmen, hep zayıf olmuş olmasıdır. Özellikle Rus Çarlığı döneminde bölgeye tanınan özerklik sonucu bölgenin hem kendi siyasi, idari, ekonomik kurumlarına hem de kendi ayrı kimliklerini geliştirme olanağına sahip olması, bu durumun en önemli nedenidir. Dolayısıyla Rusya’nın bu bölgeye yönelik politikasının, özellikle 19. yüzyıl sonlarına kadar dönüştürücü nitelikli olmaması, bunun da farklılıkların korunmasına ve 19. yüzyıla gelindiğinde bu farklılıkların kolayca milliyetçi taleplere dönüşmesine olanak sağladığını söylemek mümkündür. Osmanlı İmparatorluğunda olduğu Rus İmparatorluğunda da 19. yüzyılda uygulamaya konan merkezileşme politikaları ve ideolojik dönüşümün, İmparatorluğun devamını sağlama konusunda başarı şansı olmamıştır. Ruslaştırma politikasının uygulandığı diğer ülkeler olan Ukrayna ve Belarus, I. Nikola hükümeti tarafından, bu dönemin merkezileştirme ve standartlaştırma eğilimiyle bağlantılı olarak Rusya ile daha yakın bir birlik haline getirilmeye çalışıldı.905 Bu ülkelerin Ortodoks halkları çok az Rus tarafından ayrı bir grup olarak görülüyor ve konuştukları diller sadece Rusçanın bir lehçesi olarak kabul ediliyordu.906 Bu nedenle Ukrayna’da milliyetçili düşüncenin etkinlik kazanmasıyla birlikte yerel lehçelere dayalı bir Ukrayna dilinin oluşturulması çabası, İmparatorluk merkezinde büyük tepkiyle karşılandı. Dönemin İçişleri Bakanı Valuev “Sıradan insanlar için Ukrayna diyalektinde özel bir edebiyat yaratılmasına izin vermek, 904 Seton-Watson, “Milliyetçilik ve Çok Milletli İmparatorluklar”, s. 534 905 Riasanovsky, Steinberg, op. cit., s 345 906 Theodore R. Weeks “Russification”, Encyclopedia of Russian History, J. Millar (Der.), New York, McMillan Reference, 2004, s. 1131 327 Ukrayna’nın Rusya’nın geri kalanından uzaklaşması anlamına gelecektir. On üç milyon ‘Küçük Rusyalının’ ayrılmasına müsaade etmek, […] tam anlamıyla politik bir sorumsuzluk olacaktır” sözleriyle devletin bu konudaki yaklaşımını ortaya koymuş, Valuev’in uyarıları doğrultusunda, folklor ve edebiyat dışında Ukrayna dilinde kitapların yazılması, tiyatroda Ukrayna dilinin kullanılması ve bu dilde yazılmış kitapların yurtdışından getirilmesi de yasaklanmış,907 eğitim dilinin Rusça olması zorunluluğu getirilmiştir. Bu süreçte ayrıca Ukrayna hukuku ve yönetimi ortadan kaldırılmış, Ortodoksluk dininin ritüellerini yerine getiren ama aynı zamanda Papa'ya da bağlı kalan bir kilise olan Uniate kilisesi kapatılarak cemaati Ortodoksluğa geçirilmiştir. 908 Ancak Lieven’a göre Çarlık tarafından alınan bu önlemler gerekli değildi. Çünkü Ukrayna elitleri imparatorluk yönetimine ve kültürüne büyük katkıda bulundukları gibi kendileri de bu katılımdan yarar görmüşlerdi.909 Buna göre bastırılmaya çalışılan Ukrayna milliyetçiliği ayrılıkçı değil, çarlık karşıtıydı ve demokratik bir Rusya içinde otonomi talep ediyordu. Ruslaştırmanın hedefindeki bir diğer ülke Finlandiya’ydı. 1809 yılında İsveç’ten alınan Finlandiya, özerk bir dükalık olarak Rus yönetiminde İsveç yönetimi altında bulunduğu zaman göre daha fazla hak elde etmiş, bunun karşılığında İmparatorluğa sadık kalmış, hatta Polonya isyanının bastırılmasına yardımcı olmuştu.910 Finlandiya, sınırları imparatorluk başkentine ve Baltık donanması üslerine çok yakın olduğu için oldukça hassas bölgeydi911 ve bu nedenle Çarlık yönetimi burada ortaya çıkan milliyetçi düşünce ve hareketleri ortadan kaldırmak için Ruslaştırma politikasına yöneldi. Uygulanan Ruslaştırma politikasının temelinde Fin endüstrisinin elverişli şartlarla Rus pazarlarına girebilmesine karşılık, Rus işadamlarının Finlandiya’da çalışmalarının engellenmesi ve güvenlikleri Rus askeri gücü tarafından sağlanan Finlandiyalıların Rus ordusuna hizmet etmemesi gibi sebepler yatıyordu.912 Başlatılan Ruslaştırma politikasıyla Fin ordusunun bağımsız 907 David Saunders, “Russia and Ukraine under Alexander II: The Valuev Edict of 1863” International History Review, 57 (1995), s.23-50’den aktaran Hosking, op. cit., s. 460 908 Dominic Lieven, “Dilemmas of Empire”, s. 185 909 Ibid., s. 186 910 Riasanovsky, Steinberg, op. cit., s. 412 911 Hosking, op. cit., s. 461 912 Seton-Watson, Nations and States: An Enquiry into the Origins of Nations and the Politics of Nationalism, s. 86 328 statüsüne son verilerek Finlilerin Rus askerleri olarak hizmet etmesi zorunlu kılındı.913 Rus yetkililer ve işadamları kendilerine ülkede yer edindiler, Rusça eğitim dili haline getirilmese de birçok okula ders olarak okutulmaya başlandı, ancak Fince ve İsveççe okullarda, mahkemelerde ve diğer kamusal işlerde kullanılmaya devam etti. Söz konusu Ruslaştırma politikaları Finlandiya halkının büyük tepkisine neden olmuş ve bu döneme kadar kültürel zeminde ilerleyen Fin milliyetçiliğinin siyasal bir nitelik kazanmasına yol açmıştır. Hosking’e göre Finlandiyalılar, imparatorluğa sadık ve barışçı bir halk iken Ruslaştırma politikaları yüzünden soğuyan ve potansiyel olarak isyancı bir ruh kazanan bir halka iyi bir örnek teşkil etmektedir.914 Daha önce de belirtildiği gibi, Rus milliyetçiliğinin İmparatorluk içindeki tezahürü olan Ruslaştırmanın yanı sıra, İmparatorluk sınırlarını aşan bir biçimi daha vardı; Panslavizm. Rus İmparatorluğu için Panslavizm, tüm Slav halklarının kendi hakimiyeti altında bir araya gelmesini hedefleyen bir politikadır. Bu şekliyle daha çok siyasi bir hareket olarak görünen Panslavizm esas olarak 19. yüzyılın ilk yarısında kültürel bir düşünce akımı olarak ortaya çıkmıştır. Kohn’un ifadesiyle “dini, tarihi, siyasi ayrılıklara rağmen bazı hakların arasında yakınlıklar bulunduğu ve bunun da dil irtibatı olduğu iddiası”ndan yola çıkan bir düşünce olan Panslavizm, Fransız Devrimi ve Napolyon savaşlarının ortaya çıkardığı siyasi problemlerin etkisiyle milliyetçi unsurların emperyalist ve milletler üstü temayüllerle karışmasıyla meydana gelen bir harekete dönüşmüştür. 915 Halklar arasındaki birliğin temeli olarak dili görmeleri, Panslavistlerin kültürü tanımlayan unsur olarak dili gören Herder’in916 düşüncesinden etkilendiklerini ortaya koymaktadır. Panslavist düşünce, Rusya’dan önce Avusturya egemenliğindeki Doğu Avrupa halkları arasında ortaya çıkmış ve Rus İmparatorluğu bu düşünceyle ilgilenmeye başlamadan önce, Rusya’nın dünya Slavlarını koruması ve bütün Slavları içine alacak bir devletin oluşumuna önderlik etmesi gerektiği görüşü dile getirilmiştir. 19. yüzyıl başlarında Rusya’da da etkili olmaya başlayan Panslavizm ve buna Rusya’nın önderlik etmesi gerektiği görüşü, öncellikle entelektüel alanda 913 Hosking, op. cit., s. 462 914 Ibid., s. 463 915 Kohn, Panslavizm ve Rus Milliyetçiliği, s. 23 916 Kerestecioğlu, “op. cit., s. 332 329 kendisini hissettirmiştir. Ünlü şair Puşkin, Rusya ve Ruslar için “Ruslar Slavların annesidir, yahut daha mükemmel bir ifade ile bütün Slav nehirlerinin döküldüğü okyanustur”917 tanımlamasını yaparken bu görüşü vurguluyordu. Kohn’a göre Slavcıların Panslavizm’i Panrusçuluktan başka bir şey değildi.918 Başta Rus hükümeti tarafından desteklenmeyen bu hareket II. Alexander döneminde gittikçe kuvvetlenerek Rus siyasetinde etkili olmaya başladı.919 Bunda en önemli etken Rusların Kırım Savaşı’nda aldıkları yenilgidir. Rusya’nın aldığı yenilginin Avrupa devletlerinin Osmanlı İmparatorluğu’nun yanında yer almalarından kaynaklanması Rusya’da Avrupa karşıtı düşüncenin uyanmasına neden oldu. Bu, başından beri Avrupa karşıtlığını içeren Panslavizm’in kendisine yer bulacağı uygun bir ortam sağladı. Üstelik bu sırada koşullar yalnız İmparatorluk içinde değil tüm Avrupa’da bu ideolojinin gelişimine uygun zemin sunuyordu. Kırım Savaşı’ndaki katkıları Piyemonte’nin, Panitalyanizm doğrultusunda İtalyan birliğini kurmasını sağlamıştı. Aynı başarıyı bundan 10 yıl sonra Prusya’nın önderliğinde Pancermenizm gösterecekti. Pan hareketleri yalnızca yaygınlaşmıyor ayrıca başarılı da oluyordu. Bu durum Rusya ve Rusları, tüm Slavları tek bir devlet altında toplamak doğrultusundaki benzer bir girişimlerinin başarılı olabileceğine inandırdı. Bundan sonra Rus devletinin stratejileri arasına giren Panslavizm, Rusya’nın daha büyük ve güçlü bir İmparatorluk olmasının anahtarı olarak ortaya çıktı. Çünkü böylece Rusya sadece yeni topraklar üzerinde hakimiyet kurmakla kalmayacak, aynı zamanda hareketin hedefindeki halkların yaşadığı Osmanlı ve Habsburg İmparatorluğu gibi iki önemli rakibini de zayıflatmış olacaktı. Rusya’nın özellikle Balkanlardaki bağımsızlık hareketlerine verdiği destek bu bağlamda ele alınmalıdır. Hem Osmanlı hem Habsburg İmparatorluğu ile ilişkilerinde olumsuz etkilere sahip olan bu politika, Dünya Savaşında Rusya’yı her iki İmparatorlukla da karşıt cepheye yerleştirecektir. 3.2.3.1.2 Etnikleştirme İmparatorluğun bu süreçte karşı karşıya kaldığı önemli sorunlardan biri Müslüman topluluklarını Ruslaştırılmasıydı. Çünkü İmparatorluğun Müslüman halkı 917 Kohn, Panslavizm ve Rus Milliyetçiliği, s. 138 918 Ibid., s. 142 919 Akdes Nimet Kurat, Türkiye ve Rusya: XVIII. Yüzyıl Sonundan Kurtuluş Savaşına Kadar Türk-Rus İlişkileri (1798-1919), Ankara, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, 1970, s. 75 330 söz konusu olduğunda Ruslaştırmanın odağına tek bir seferde kolayca asimile edemeyeceği kadar büyük bir nüfus girmiş oluyordu. Daha önce de belirtildiği gibi Rusya Müslümanlarının belki de en önemli özelliği, Osmanlı Hıristiyanlarında farklı olarak, büyük çoğunluğunun aynı etnik kimliği de paylaşıyor olması yani Müslüman nüfusun büyük çoğunluğunun Türk kökenli olmasıydı Müslümanların İmparatorluğun en kalabalık ikinci grubu olduğu düşünüldüğünde bu durumun Çarlık tarafından önemli bir tehlike olarak algılanması söz konusuydu. Üstelik İmparatorluktaki - büyük oranda aynı nüfusu içeren – tüm Müslümanların ya da tüm Türk halkların birleşmesini hedefleyen hareketler vardı ve bunlar zaman zaman İmparatorluk sınırlarını aşma eğilimi de gösteriyordu. 19. yüzyılın ortalarından sonra, Rus İmparatorluğu’nda iletişim ağının gelişmesi, demiryolu yapımının ilerlemesi, deniz taşımacılığının artması ve Karadeniz’de deniz ulaşım hatlarının açılması Rusya Türklerini hem birbirilerine hem de Osmanlı İmparatorluğu’na yaklaştırmış; 1860-1870 yıllarında Rusların Orta Asya’ya yönelik baskıları, Türkistan emirlerinin, gerçekte pek gücü olmayan Osmanlı Sultanı’ndan İslami dayanışma talebinde bulunmalarına yol açmış; 19. yüzyılda Türkoloji yeni bir bilim dalı olarak Avrupa’da doğmuş ve hızla Rusya’ya girmiş ve yüzyılın son çeyreğinde otokrasi ve Ruslaştırma politikalarından kaçan pek çok Türk aydını Osmanlı topraklarına yerleşmişti.920 Bütün bunlar Rus İmparatorluğu’nda ciddi endişelere yol açarken, söz konusu girişimlerin Osmanlı İmparatorluğu’nda karşılık bulması endişeleri daha da arttırmıştı. Rusya sınırlarının hemen ötesinde bulunan Osmanlı İmparatorluğu, Padişahı aynı zamanda Halife, yani Dünya Müslümanlarının lideri olan ve bu liderliği çoğu zaman iç politikada kullanmakla birlikte dış politikada da tehdit unsuru olarak kullanan, bunun yanı sıra yöneticileri Türklerden oluşan ve özellikle İttihat ve Terakki yönetimiyle birlikte Türkçü politikalar izlemeye başlamış olan bir devletti. Üstelik Osmanlı İmparatorluğu, son yüzyıllarda kendisini en büyük kayıplara uğratmış, Osmanlı’nın çöküşüyle aynı zamanda ve bunun da etkisiyle yükselişe geçmiş olan Rus İmparatorluğuna karşı zaman zaman Pantürkizm ve Panislamizm politikalarını kullanmaktan da çekinmemekteydi. Bu dönemde Osmanlı 920 Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri: Yusuf Akçura (1876-1935), s. 11 331 İmparatorluğunun en önemli müttefiki olan Almanya da rakipleri olan Rusya ve Britanya’ya karşı bu devletlerin Müslüman nüfusunu, yöneticilerine karşı ayaklandırarak devletlerin gücünü ve kendisiyle rekabet etme olanaklarını kırmayı amaçlıyordu. Bunun yanı sıra Rusya’daki baskıcı ortamdan kaçarak düşüncelerinin destekleneceği ve uygulamaya konabileceğine inandıkları Osmanlı İmparatorluğu’na yerleşen Pantürkist teorisyenler de Çarlığı endişelendiriyordu. Bütün bunlar bir araya geldiğinde Rusya açısından tehdit algılaması daha da büyüyordu. Bu nedenle İmparatorluk bu tehdidi bertaraf edecek bir milliyetler politikası geliştirme ihtiyacı hissetti ve bunun bir sonucu olarak Müslüman-Türk nüfusun bu üst kimliklerde birleşmelerinin önüne geçmek amacıyla etnik ve kültürel farklılıkların geliştirilmesinin desteklenmesi biçiminde ortaya çıkan “etnikleştirme” politikası geliştirildi. Etnikleştirme politikasının mimarı Kazan Üniversitesinden Türki Diller profesörü olan Nikolay Ilminsky idi. Ilmıinsky, bir yandan kitlelerin Ortodoksluğa döndürülmesini savunurken, öte yandan bunun ulusal dil ve kültürlere dayanılarak gerçekleştirilmesini destekliyordu. 921 Bu politikayla hedeflenen dilsel ve etnik farklılıkların geliştirilerek Müslüman grupların kimliklerinin bir parçası haline getirilmesiydi. Böylece Müslüman gruplar arasındaki farklılıklar birbiriyle çatışacak şekilde güçlendirilecek ve Müslüman nüfus ulusal gruplara ayrılacaktı. Bu şekilde söz konusu grupların Müslüman ya da Türki kimlilerinin yerini etnik kimlikleri alacak ve bu kimlikler birbirine rakip olacağından üst bir kimlikte birleşmelerinin önüne geçilecekti. Bu şekilde Ruslaştırılması ve Ortodokslaştırılması daha kolay hale gelecek olan farklı etnik ve kültürel kimliklere sahip küçük gruplar ortaya çıkacaktı. Bunun yanı sıra etnikleştirmeyle, Tatarların imparatorluktaki Türk-Müslüman grupları üzerindeki etkisinin de kırılması hedefleniyordu.922 Bu amaçla Türki ve Müslüman gruplar arasında azınlıkta olan modern anlamıyla milliyetçi kesimler, yani, kimliğin temeli olarak dil ve toprağı gören kesimler Çarlık tarafından desteklenmiştir.923 Bu milliyetçi kesimler de Çarlığın etnikleştirme politikasını kendi hedefleri açısından faydalı gördüklerinden bu 921 Olivier Roy, Yeni Orta Asya Ya da Ulusların İmal Edilişi, İstanbul, Metis Yayınları, 2000, s. 92 922 Seton-Watson, “Milliyetçilik ve Çok Milletli İmparatorluklar”, s. 534 923 Roy, op. cit., s. 75 332 politikaya destek vermişlerdir. Bu gruplar ayrıca Müslüman nüfus içindeki Tatar hegemonyasına karşı da etnikleştirme politikası tarafında yer alıyorlardı. Müslüman gruplar arasında bu politikaya en şiddetli karşı çıkış ise Tatarlardan geliyordu. Topraktan bağımsız kültürel özerklikten yana olan Tatarlar, etnikleştirme politikasını Rus olmayanları Ruslaştırması ve diğer Müslüman gruplar arasındaki üstün konumlarını zedelemesi bağlamında tehlikeli buluyorlardı. Ruslarla Tatarlar arasında Müslüman toplulukların İmparatorluğa eklemlenmesi sürecinde başlangıçta bir işbirliği söz konusuydu. Kazak bozkırlarının Rus hakimiyetine girmesi sürecinde, 18. yüzyıl sonlarından itibaren Rus yönetimi, bölgedeki varlıklarını meşrulaştırmak amacıyla kullandıkları medeniyet söylemine uygun olarak, kültürel ve ekonomik alanda Kazakların “medenileştirilmesi” amacıyla Kazan Tatarlarından faydalandılar.924 Burada Ruslar için medenileştirmenin anlamı Kazakların, daha “ileri bir aşama” olarak görülen yerleşik hayata geçirilmesiydi. Bunun Rus İmparatorluğu için önemi Kazakların bölgedeki ekonomik üretime daha etkin olarak katılmaları ve böylece düzenli vergi ödeyebilmelerini sağlamanın yanı sıra artık İmparatorluğun bir parçası olan topraklarda daha sabit ve kolay yönetilebilir bir yapı kurmaktı. Kazaklarla aynı din ve etnik kökeni paylaşmaları nedeniyle Tatarların bu konuda daha etkili olacağı düşünülüyordu. Bu süreçte bir yandan Tatarlar tüccarlar bölgede ticaretin gelişmesi ve Kazak toplulukların Rus sanayi ürünlerinin müşterileri haline gelmelerini sağlarken, diğer yandan Tatar mollalar zaten Müslüman olmakla birlikte hala büyük ölçüde animizmin etkisi altında olan Kazaklar arasında İslam’ın güçlendirilmesi için çalışıyordu.925 Ancak Kazak halkının yerleşik hayata geçmesi adına Tatarların bölgedeki faaliyetlerini destekleyen Rus yönetimi, bu faaliyetlerin İslami ve ön-milli hareketlere yol açtığını fark ederek süreci sonlandırma kararı aldı. Bunun yerine etnikleştirme politikası bu bölgede de uygulanmaya başlandı. Etnikleştirme politikası hedeflerine ulaşma açısından sadece kısmen başarılı oldu. Ilminsky sistemi temelde İslam’a karşı savunmacı bir önlemdi926 ve bu 924 Kappeler, Russian Empire: A Multiethnic History, s. 189 925 Ibid., s. 189 926 Andreas Kappeler, “Nationalities Policies, Tsarist”, Encyclopedia of Russian History, J. Millar (Der.), New York, McMillan Reference, 2004, s. 1022 333 anlamda Müslüman grupları daha küçük etnik gruplara bölme konusunda başarılı oldu. Ancak bundan sonraki aşama olan bu grupların Rus Ortodoksisine dahil edilmesi konusunda başarı sağlanamadı. Böylece varılan nokta özellikle Orta Asya’nın etnik topluluklara bölünmesi oldu. Bunun önemi bu bölünmenin Rus Çarlığından sonra gelen Sovyetler Birliği yönetimince de sürdürülerek Orta Asya’nın etnik temele dayalı federe cumhuriyetlere bölünmesi, bu bölünmenin Sovyetler Birliği sonrasında da geçerliliğini koruyarak bugüne kadar devam etmiş olmasıdır. Dolayısıyla etnikleştirme politikası hedeflenin aksine farklı etnik ve dini grupların İmparatorluğa entegrasyonundan çok, milliyetçi düşünce ve hareketlerin yükselişine neden oldu.927 3.2.3.2 Osmanlı İmparatorluğu’nda “Üç Tarz-ı Siyaset” Rus İmparatorluğu’nda olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu’nda da milliyetçi hareketlere karşı İmparatorluğun varlığını ve toprak bütünlüğünü korumak amacıyla geliştirilen politikalar tek çeşit değildi. Zaten birbirinden çok farklı özelliklere sahip dini ve etnik grubu barındırmaları dolayısıyla böyle bir durum iki imparatorluk için de söz konusu olmazdı. Bu bağlamda Osmanlı İmparatorluğu’nda benimsenen politikalar Rusya’dan farklı olarak bölgeden bölgeye değil, daha çok zaman içinde farklılık göstermiştir. Bunun temelinde ise benimsenen bir politikanın beklenen sonuçları vermemesi, başarısızlıkla sonuçlanması ya da uygulanmasının artık mümkün olmaması nedeniyle, mevcut koşullara daha uygun bir politika benimsenmesi gereği yatmaktadır. Bu doğrultuda Osmanlı İmparatorluğu’nda, çeşitli gelgitler ve kesişmeler var olmakla birlikte temel olarak birbirini izleyen üç politika izlenmiştir; Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük. 3.2.3.2.1 Osmanlıcılık Resmi milliyetçiliğin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki yansıması Rusya İmparatorluğu’nda olduğundan farklı bir biçim almıştır. Rusya’da iktidarda bulunan hanedanın belli bir etnik grupla özdeşleştirilmesi söz konusuyken Osmanlı İmparatorluğu’nda resmi milliyetçiliğin aldığı ilk biçim olan Osmanlıcılık politikası, herhangi bir etnik içerik taşımamakla beraber doğrudan devlet ve devlete adını veren 927 Andreas Kappeler, Russian Empire: A Multiethnic History, s. 189 334 hanedanla ilişkilidir. İmparatorluk merkezinde gerçekleştirilen reformlarla nüfusu hak ve sorumluluklar açısından eşitlemeyi hedefleyen Osmanlıcık politikası bu şekilde ayrılıkçı eğilimlerin ortadan kalkacağı düşüncesi ve inancına dayanmaktaydı. Osmanlıcılık, Müslüman ve gayrimüslim tüm nüfusa kanun karşısında ve parlamenter temsil sisteminde, tam eşitlik verildiği takdirde imparatorluktaki çeşitli etnik ve dini grupların tek bir Osmanlı vatandaşlığı kimliği altında birleşebileceği ve Osmanlı hanedanına sadık kalabileceği düşüncesiydi.928 Bu şekliyle Osmanlıcılık düşüncesinin temelleri Yeni Osmanlılar grubu, özellikle de Namık Kemal tarafından ifade edilmiştir. Mardin’in belirttiği gibi esas olarak, “ne Osmanlı Devleti’nin korunması fikri ve ne de etnik açıdan farklılık arz eden bir imparatorluk fikri tamamen yanidir: ilk fikir, geleneksel Osmanlı ideali idi; ikincisi ise, bizzat Namık Kemal’in savunduğu gibi, imparatorluğun üzerine inşa edildiği temelin ta kendisiydi.”929 Bu konuda Namık Kemal’in katkısı, Mardin’e göre, halkın uyum içinde, milliyet hissinden uzak, fakat yine de dini bakımdan birbirinden ayrı, yan yana yaşaması şeklindeki eski görüşün yerine, halkın tamamının birliği fikrinin geçmesi, “eşit fakat ayrı” statü kavramından, tamamıyla bütünleşmiş bir vatandaşlık kavramına geçiştir. Bunun gerçekleştirilebilmesinin yolu ise temsili meclis ve Osmanlıyı oluşturan bütün insanların siyasi haklarının eşit olarak teminat altına alınmasının yanı sıra eğitim sisteminin herkese açık hale getirilmesiydi; “Kemal’e göre, aynı sıralarda yan yana oturma, böyle bir birliği geliştirmenin en iyi yolu idi.”930 Tanzimat döneminden itibaren oluşmaya başlayan ve Kanuni Esasi’de açık ifadesini bulan Osmanlıcılık politikasıyla amaçlanan, bireylerin cemaatlerine ya da yeni oluşmaya başlayan ulusal kimliklerine değil Osmanlı Devletine aidiyet hissetmeleriydi. Bu anlamda Osmanlıcılık, bir Osmanlı kimliği oluşturmaya çalışıyordu. Kanuni Esasi’nin ilanına vesile olan Tersane Konferansı sırasında İngiliz temsilcisi Salisbury’nin, “inançları ve ırkları mümkün olduğunca kendi içlerinde bir araya toparlama” önerisi karşısında Osmanlı temsilcisi Edhem Paşa’nın tepkisi, bu 928 Erik Zan Zürcher, “Jön Türkler, Müslüman Osmanlılar ve Türk Milliyetçileri: Kimlik Politikalar, 1908-1938, Kemal Karpat (Der.), Osmanlı Geçmişi ve Bugünün Türkiye’si, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2005, s. 264 929 Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, s. 365 930 Ibid., s. 366 335 durumun Kanuni Esasi’yle uyuşmadığı ve “hükümetin tam tersine farklı ırkları kaynaştırmak istediği” doğrultusunda olmuştu.931 Bunun için de oluşturulan politikada özellikle eşitlik ve adalet vurgusu vardı. Ancak bu politika istenilen sonucu veremedi. Ürer’in belirttiği gibi toplum yapısını Osmanlıcılık ideolojisi içinde kapsayıcı bir kimlikle ifade ederken, daha çok dışlayıcı olması karşısında yeni arayışlar kaçınılmaz olmuştur.932 Keyder de Osmanlıcılık politikasının başarısızlığını en etkili olduğu dönemde dahi, elite has bir düşünce olarak kalmasına bağlamaktadır. Burada söz konusu olan nüfusun etnik ve dini çeşitliliğini yansıtan, eğitim ve kariyer alanındaki hayat tecrübelerini ve Osmanlılık olarak bilinen ortak bir perspektifi paylaşan bir imparatorluk elitiydi.933 Ancak bu perspektifin nüfusun geri kalan büyük çoğunluğu tarafından paylaşılması söz konusu değildi. Bu nedenle milliyetçilik gibi cemaatleştirici bir yan güç olmadan tek başına hukuki ve idari modernleşme, birleştirici değil tam tersine toplumsal ve ekonomik ayrışmayı, kutuplaşmayı keskinleştiren bir dinamiğe yol açmış, cemaatçilikleri ve milliyetçilikleri kamçılamıştır.934 Bu politikaya en çok tepki gösterenler ise gayrimüslimlerin giderek zenginleşmelerine duydukları rahatsızlığın yanında İmparatorluk yönetiminin geliştirdikleri Osmanlıcılık politikasının gayrimüslimleri kendilerine eşitlemesiyle İmparatorluktaki hakim millet konumlarını kaybeden Müslüman nüfustu. Hatta Padişahın gayrimüslim tebaaya eşit haklar tanımasından rahatsızlık duyan bir grup Müslüman aydın, 1859 yılında, İstanbul’da, Fedailer Cemiyeti adlı bir dernek kurmuşlardı.935 Aynı gerekçelerle 1876 yılında ilan edilen Kanuni Esasi de, başkentte ulema önderliğindeki grupların gösterilerinde ifadesini bulan tepkilerle karşılandı. Osmanlıcılık politikasının başarısızlığının en çarpıcı gelişmelerinden biri gayrimüslimlerin askere alınması sürecinde yaşanmıştır. II. Mahmut döneminden beri üzerinde çalışılan gayrimüslimlerin askere alınması esas olarak ordunun asker 931 “Protocoles de la cobférence de Constantinopole” Noradounghian, Recueil des actes internationaux de l’Empire otoman içinde, III, s. 430’dan aktaran Georgeon, Sultan Abdülhamit, s. 74 932 Levent Ürer, Azınlıklar ve Lozan Tartışmaları, İstanbul, Derin Yayınları, 2003, s. 114 933 Keyder, Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliğine, s. 33 934 Ibid., s. 13 935 Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi: Sosyal Kültürel Ekonomik Temeller, Ankara: İmge Kitabevi, 2008, s. 107 336 ihtiyacının karşılanmasıyla ilgiliydi. Ancak İttihat ve Terakki tarafından bu süreç Osmanlıcılık politikasının bir parçası haline getirilmişti. Buna göre Osmanlı uyruklarının tamamı askerlik çatısı altında bir araya getirilerek ulusal birliğin oluşturulması konusunda ileriye doğru bir adım atılmış olacak, “kışla arkadaşlığına geçiş bu bakımdan belirleyici bir rol oynayacaktı”936 Ancak gayrimüslim cemaatlerin yanı sıra Müslüman askerlerin de tepkisi, Osmanlıcılık politikasını başarısızlığını bir kere daha gözler önüne serdi. Gayrimüslimler Osmanlı ordusunun bir parçası olmak doğrultusunda bir irade sergilemeyerek Osmanlıcılığın kendileri için bir anlam ifade etmediğini bir kere daha gösterirken, gayrimüslimlerin orduya alınmaya başlanmasının hemen ardından 1910 yılında 2. topçu birliği komutanı Mehmet Ali Paşa’nın cenaze alayına askeri bando eşliğinde her sınıftan askeri birliğin müfrezesinin eşlik etmesi, bunun bir Hıristiyan töreni olduğunu düşünen askerlerin tepkisine neden olmuş, bu tepki askerlerin İslam kanunlarına aykırı olan her şeyi ve özellikle de gayrimüslimlerin orduya alınmasını protesto ettikleri bir gösteriye dönüşmüştü.937 Dolayısıyla ne Müslümanlar ne de gayrimüslimler bu sürece destek vermemişlerdir. Buna karşılık Osmanlıcılık politikasının gayrimüslimler tarafından hiçbir şekilde benimsenmediğini söylemek de mümkün değildir. 93 Harbinden sonra her ne kadar Balkan topraklarıyla birlikte büyük bir gayrimüslim nüfus kaybedilmiş de olsa İmparatorluğun geri kalan topraklarında hala önemli bir gayrimüslim nüfus bulunuyordu. Daha önce de belirtildiği gibi Osmanlı nüfusunu oluşturan farklı etnik ve dini grupların üyelerinin tümü İmparatorluktan ayrılma yanlısı değildi. Her ne kadar ayrılıkçı milliyetçilik ana eğilim olsa da, cemaat mensuplarının geleneksel çıkarlarını korumak isteyen kesimleri ile yeni ortaya çıkan koşullarda kurdukları, özellikle ekonomik, ilişkiler sayesinde yeni konum ve çıkarlara sahip olan kesimleri İmparatorluğun kendilerine sunduğu bu fırsatları kaybetmek istemiyordu. Ancak bu elbette cemaatsel olmaktan çok bireysel bir durumdu. Bu konuda 1908 yılında İstanbul’da Konstantinopolis Cemiyeti’ni kurmuş olan Osmanlı Rumları önemli bir örnek teşkil etmektedir. Osmanlıcılığı savunan 936 Moreau, op. cit., s. 30 937 Ibid, s. 31 337 Örgüt, gayrimüslim burjuvazinin mutabakatıyla pekişecek güçlü bir Osmanlı Devleti’ne destek verme yanlısı olan İstanbul’daki Rum burjuvazisinin çıkarlarını yansıtıyordu.938 Ancak söz konusu Rum cemaatinin durumu bağımsız bir Yunanistan’ın varlığı nedeniyle karışıktı. Çünkü Yunan Devleti aktif bir biçimde Osmanlı Rumları üzerindeki etkisini arttırmaya çalışıyordu ve bunun için de bütün Osmanlı Rumlarına vatandaşlık önermenin yanı sıra Osmanlı Rumlarına bir etnik kimlik kazandırmak amacıyla Yunan milliyetçilerini çeşitli Rum okullarında öğretmenlik yapmak üzere Osmanlı İmparatorluğu’na göndererek Osmanlı Rumları arasında milliyetçi bir bilincin ortaya çıkmasını sağlamakta, böylece bu grubun Osmanlı toplumunda bir beşinci kol olarak algılanmasında da neden olmaktaydı.939 Bununla birlikte İmparatorlukta yaşanan toplumsal dönüşüm, “bir Türk askeri eliti ve bir gayrimüslim girişimci sınıftan oluşan ikiye ayrılmış bir geç Osmanlı toplumu yaratmıştı.”940 Ve bu, her iki tarafın da beklenti ve isteklerinin aynı doğrultuda olması durumunda bile bir Osmanlı toplumu yaratılmasının önüne engeller koyuyordu. Üstelik her durumda İmparatorluktan ayrılmayı isteyen gruplar çoğunluktaydı. Bu grupların ayrılma isteklerinin diğer devletlerin çıkarlarıyla uyuştuğu durumlarda İmparatorluğun bütünlüğünü korumak büsbütün imkânsızlaşıyordu. Osmanlıcılık temelli bir birliği sağlayabilecek olan tek adım ise Davison ve Keyder gibi yazarlara göre İmparatorluğu adem-i merkeziyetçi bir yapı içinde ya da bir federasyon olarak yeniden örgütlenmesiydi. Bu konuda Keyder, imparatorlukları yok olmaktan kurtarabilecek olanın, bütün uyrukların eşit vatandaşlık haklarının bulunduğu, etnik ve bölgesel otonominin tanındığı anayasal bir düzen olabileceğini ifade ederken,941 Davison da federalizmin, düşük bir 938 Keyder, Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliğine, s. 43 939 Ibid, s. 42. Osmanlı İmparatorluğu’nda kalan ve kalmaya devam etmek isteyen Rumlar, buradaki varlıklarını meşrulaştırma ihtiyacı hissediyorlardı. Keyder bu durumu şu şekilde aktarmaktadır: “İzmirli bir Rum mebus, Osmanlı Rumlarının milli fikrinin, İmparatorluğun medenileşmesi için kendi milletlerinin “bütün maddi ve manevi sermayesini seferber etmek” olduğunu ileri sürmüştür. […] Rumlar Müslümanlarla bir arada yaşamayı ve Osmanlı anayasasının bunun için yeterli bir çerçeve sağladığını kabul etmeliydi. Yeni bir dönem başlamıştı, “en sonunda Türklerle tam bir eşitlik, hatta belki de İmparatorluğun ortak idaresi mümkün olacaktı.” Rumlar bürokrasideki konumlarını korumak için yeni hukuki çerçeveden yararlanmalı ve nihai olarak imparatorluk yönetimine tam anlamıyla katılmayı hedeflemeliydi.” 940 Fatma Müge Göçek, Burjuvazinin Yükselişi, İmparatorluğun Çöküşü, İstanbul: Ayraç Yayınları, 1999.’dan aktaran Aksan, op. cit., 1, s. 182 941 Keyder, Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliğine, s. 22 338 olasılıkla da olsa, İmparatorluğu bir arada tutmada diğer önlemlerden başarılı olabileceğini belirtmektedir.942 Nitekim başta Araplar olmak üzere daha sonra İmparatorluktan ayrılan kimi grupların talepleri de bundan ibaretti. Buna karşılık Osmanlı’nın bu dönemde sergilediği irade tam tersi yönde, merkezileşme doğrultusunda olmuştu. 3.2.3.2.2 İslamcılık 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı sonrasında Osmanlı İmparatorluğu, bağımsızlık hareketlerinin en yoğun olduğu bölge olması dolayısıyla Osmanlıcılık politikasının da odağında olan Balkanları ve dolayısıyla gayrimüslim nüfusunun büyük bir kısmını kaybetmişti. Bölgede yaşayan Müslüman halkların önemli bir bölümü, artık Osmanlı İmparatorluğunun bir paçası olmayan topraklarından ayrılarak, İmparatorluk topraklarına göç etmişti. Bunun yanı sıra Rus İmparatorluğu’nun Karadeniz kıyıları ve Kafkasya’daki yayılması nedeniyle, bu topraklarda yaşayan birçok Müslüman topluluk Osmanlı topraklarına göç etmişti. Bütün bunlar İmparatorluğun Müslüman nüfusu merkeze alan bir politika geliştirme yoluna gitmesine neden oldu.943 Esas olarak II. Abdülhamit dönemine ait bir politika olmakla birlikte, Mardin, Yeni Osmanlılarda “zımni bir proto-Panislamizm” olduğunu belirtmektedir.944 Mardin’in bu düşüncesinin temelinde Yeni Osmanlıların reform meselesini İslami bir çerçevede, İslami kaynakları dikkate alınarak yapılmasını savunmalarının yanı sıra İslam ümmetinin yeniden dirilişi ve Müslümanların siyasi birliği konusuna ilgi duymaları yatmaktadır.945 Onlara göre “bütün Müslümanlardan meydana gelen … bir birliği tesis etme(k), Osmanlı İmparatorluğu’nun genişleme döneminde, Osmanlı sultanlarının amaçları”ydı. Bu şekilde Yeni Osmanlılar reform meselesini yalnızca İslami kaynaklara dönüş bağlamında değil Osmanlı’nın altın çağlarına dönüş olarak de ele alıyorlardı. İmparatorluğun elinde kalan topraklarda yaşayan nüfusun büyük bir çoğunluğunu Arapların oluşturması nedeniyle Arap nüfusun İmparatorluktaki ağırlığı 942 Davison, “Nationalism as an Ottoman Problem and the Ottoman Response”, s. 49 943 Bu dönemde Osmanlı nüfusu için bknz. Kemal H. Karpat, Osmanlı Nüfusu (1830-1914), İstanbul, Timaş Yayınları, 2010 944 Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, s. 73 945 Ibid., s. 71 339 ve önemi artmış, Osmanlı bu bölgeleri elde tutmak için daha büyük bir çaba göstermeye başlanmıştı. İslam, Arapları Osmanlı İmparatorluğuna bağlayan güçlü bir unsurdu. 20. yüzyılın ilk yıllarına kadar her iki grup da kendilerini herhangi bir seküler milliyetçilikten çok İslam’la özdeşleştiriyorlardı. Ancak Osmanlı yönetimi Balkanlardaki gelişmelerin Arap bölgeleri için örnek oluşturmasından endişeliydi. Kemal Karpat’ın belirttiği gibi akıllardaki soru “Balkanlardaki Ortodoks uluslar dinlerini dikkate almadan etnik özelliklerini kullanarak bir devlet kurabilmişlerse Araplar veya diğer Müslüman uluslar neden aynı şeyi yapmasınlar”dı?946 Bu nedenle Balkanların elden çıkmasını izleyen dönemde Arapların Osmanlı ile bağlılığını arttırmayı amaçlayan politikalar izlenmeye başlandı. Bu politikaların başında Abdülhamit’in Panislamizm olarak adlandırılan, fakat belki de İslamcılık olarak adlandırılması daha doğru olacak olan, politikası geliyordu. İslamcılık politikasının ve Hilafet gücünün kullanılmasının İmparatorluk toprakları içindeki Müslümanları bir arada tutacağına inanılıyordu. İslam elde kalan bu toprakları kaybetmemek adına birleştirici bir unsur olarak görülüyordu. Karpat’ın da belirttiği gibi Osmanlı tarihinde ilk kez bir ideoloji iç politik bütünlüğü güçlendirmek ve devleti yeniden yapılandırmak için bilinçli ve kararlı biçimde kullanılmaktaydı. 947 Bunun ilginç olan yanı kullanılan ideolojinin İslam olması, yani İslamiyet’in Müslümanlığı yaymaktan ziyade iç bütünlüğü korumak gibi bir politik hedefi gerçekleştirmek üzere araç olarak kullanılmasıdır. Dolayısıyla her ne kadar Müslüman sömürgeleri olan pek çok Avrupa devleti bu politikayı endişeyle karşılasa da, Özyüksel’in de belirttiği gibi gücünün sınırlarını bilen ve bu nedenle politikasını elinde olanı korumakla sınırlandıran bir hükümdar olan Abdülhamit, tüm dünya Müslümanlarını kendi önderliğinde siyasi bir birlik altında toplama amacı taşımıyor948 yalnızca İslam’ı İmparatorluk topraklarını bir arada tutma aracı olarak görüyordu. Nitekim 1914 yılında Mehmet Reşat cihat ilan ettiğinde Abdülhamit, “Cihadın kendisi değil, fakat ismi bizim elimizde bir silahtı.” sözleriyle, böyle bir yola başvurmayı düşünmediğini, cihadı yalnızca bir tehdit unsuru olarak gördüğünü 946 Kemal Karpat, Osmanlı’da Değişim, Modernleşme ve Uluslaşma, İstanbul, İmge Kitapevi, 2006, s. 432 947 Ibid., s. 434 948 Murat Özyüksel, Hicaz Demiryolu, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000, s.53 340 ortaya koymuştur.949 Benzer biçimde Zürher de Abdülhamit’in halifelik unvan ve sembollerini kullanarak İslam dayanışmasına kendisinden önceki padişahlardan daha çok başvurmasının basit bir tercih olmaktan öte, liberalizm, milliyetçilik ve meşrutiyetçilik gibi “yıkıcı ideolojilere karşı bir ağırlık bulma arzusu”nun yanı sıra 1878’deki kayıpların sonucunda toprak açısından daha Asyalılaşmış ve nüfusu açısından daha Müslümanlaşmış olan İmparatorluğun yeni durumunu yansıttığını belirtmektedir.950 Bununla birlikte kendi topraklarındaki gayrimüslimleri çeşitli şekillerde destekleyen ve koruyan Avrupalı devletlerin bu politikayı bir tehdit olarak algılanmasını da bilinçli olarak destekliyordu. Özdoğan’ın ifadesiyle bu, Avrupa devletlerinin farklı çıkarları karşısında Osmanlı Devleti’ni ayakta tutan siyasal bir stratejiydi: Rusya’nın pan-Slavizmi karşısında bir denge unsuru oluşturmak ve aynı zamanda İngiliz faktörünü dengelemek amacıyla Alman Reich’ını kazanmak üzere seçilen bir strateji.951 Fakat İslamcılık politikası, bunu kendilerine yönelik bir tehdit olarak algılayan Avrupa devletlerinin büyük baskılarına neden olduğu gibi, İmparatorluğun Hıristiyan nüfusu arasında ayrılıkçı milliyetçi hareketlerin daha da şiddetlenmesine yol açtı.952 İmparatorluğun Arap ise nüfusu Osmanlı yönetimi tarafından geliştirilen Osmanlıcılık ve İslamcılık politikalarına temel olarak karşı değildi. Karpat, “bağımsız tek büyük Müslüman devleti olan Osmanlı Devleti”nin “Müslüman dünyanın kıyısındaki devletlerden ve hükümdarlardan gelen ve bağımsızlıklarını ve İslami yaşam tarzlarını korumalarına yardımcı olunmasını isteyen taleplerle adeta kuşatıldı”ğını belirtmektedir.953 Bu nedenle İslamcılık politikası “kendilerini Avrupa’nın emperyalizmi ve Hıristiyanların ayrıcalıklı konumlarının tehdidi altında gören, İmparatorluk içindeki ve dışındaki Müslümanlarda coşkuya, duygudaşlık ve 949 Georgeon, Sultan Abdülhamit, s. 245 950 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 120 951 Günay Göksu Özdoğan, “Turan”dan “Bozkurt”a Tek Parti Döneminde Türkçülük (1931- 1946), İstanbul, İletişim Yayınları, 2002, s. 68 952 Parla, op. cit., s. 26 953 Kemal Karpat, İslam’ın Siyasallaşması, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010 341 dayanışma duygusuna yol açmış,” buna karşılık Hıristiyan cemaatlerin mensupları bu politikayı “atadan kalma bağnazlığın nüksetmesi” olarak değerlendirmiştir.954 Ancak Osmanlı’nın Hıristiyan devletler karşısında ardı ardına aldığı ağır yenilgiler, Osmanlı’nın koruyuculuk rolünün sorgulanmasına neden oluyordu. Osmanlı’nın artık kendilerini koruyabileceğine yönelik inancın zedelenmesi ise Osmanlı’nın buradaki varlığının sorgulanmasına ve davet edilen imparatorluk olma konumunu kaybetmesine neden oluyordu. Buna ek olarak Osmanlı’nın dışarıda aldığı yenilgiler, içeride de Osmanlı’nın yenilebilir olduğu düşüncesinin oluşmasını beraberinde getiriyordu. Osmanlı Devletinde uygulanan millet sistemi içinde farklı etnik ve dini gruplardan olanlara gösterilen önemli tolerans İmparatorluk içindeki etnik ilişkilerin uzun yıllar bir çatışmaya dönüşmeden sürdürülmesinde önemli rol oynamıştı. Ancak bunu sağlayan bir diğer önemli unsur Lieven’ın belirttiği gibi Osmanlı gücünün yenilmezliğinin ve imparatorluk içinde ise Müslüman üstünlüğünün verili olarak kabul edilmiş olmasıydı.955 Bu düşüncenin ortadan kalkmasıyla birlikte İmparatorluk içinde milliyetçi hareketlerden kaynaklanan çatışmalar da baş göstermeye başlamıştı. Bununun yanı sıra merkezileşme politikasının bir parçası olarak, bölge yönetiminde değişikliklere gidilmek istenmesi de önemli sorunlara yol açıyordu. Bu bölgede kurulan yönetim, vergi gelirlerinin akışında bir sorun olmaması koşuluyla yerel yöneticilerin eline bırakılmıştı. Bölge merkezden bağımsız değildi, ancak oldukça önemli bir özerkliğe sahipti. Nitekim Osmanlı imparatorluğundan ayrılmak gibi bir niyetleri bulunmayan Arap eyaletlerini Osmanlı’ya karşı çeviren de, Osmanlı’nın uygulamak istediği merkezileşme politikalarının bu özerkliği tehdit ediyor oluşuydu. Buna rağmen Osmanlı’dan ayrılma doğrultusunda bir taleplerinin olmaması doğrultusunda Osmanlıcılık ve özellikle de İslamcılık Araplar arasında yaygın destek bulan politikalardı. Ancak özellikle Balkan Savaşlarından sonra dış saldırıların da etkisiyle Türk milliyetçiliği İmparatorluk yönetimine hakim olan ideoloji olunca Arap milliyetçiliği de tepkisel bir biçimde gelişmeye başlamıştır. Zeine, Arap siyasi milliyetçiliği düşünüldüğünde, “kıvılcımı çakanın”, Jön Türklerin 954 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 120 955 Lieven, “Dilemmas of Empire”, s. 168 342 ulusal ve ırksal politikalar olduğunu ve Arap ayrılıkçı hareketinin tohumlarının 1909 ve sonrasındaki “Türk ulusçuluğunun toprağında filizlenmeye başladığını” dile getirmektedir.956 3.2.3.2.3 Türkçülük II. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte toplanan parlamentoda farklı etnik grupların nüfuslarıyla orantılı bir biçimde temsil edilmesi, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin esas olarak Türk milliyetçisi olmadığı, Osmanlıcılık anlayışını benimsediği ancak gayrimüslim gruplar arasında ortaya çıkan milliyetçi hareketlerin Osmanlıcılık politikasıyla getirilen eşitlikten sonra da ayrılıkçı taleplerinden vazgeçmemeleri sonucunda bu politikadan vazgeçildiği, İslamcılık politikasının ise İmparatorluğun Müslüman gruplarından Arnavutlar ve Araplar arasında ayrılıkçı taleplerin ortaya çıkmasıyla birlikte terk edildiği doğrultusunda bir okumaya açıktır. Keyder’e göre de bu yorum, Cemiyet’in milliyetçi çizgiyi benimsemeden önce de merkeziyetçi olduğu ve İmparatorluğu, evrensel hukuk normlarına ve yurttaşlık haklarına dayalı, laik ve üniter bir ulus-devlete dönüştürebileceklerine yönelik inançlarını göz ardı etmektedir.957 Benzer biçimde Hanioğlu da, Paris’teki İttihat ve Terakki Cemiyetinin II. Meşrutiyetten önce, 1902-1906 yılları arasında yavaş yavaş Türk milliyetçiliğini benimsediğini ve böylece, 1906’da İttihat ve Terakki Cemiyeti propagandasının milliyetçi görüşte odaklandığını ileri sürmektedir.958 Ancak Taner Akçam’ın belirttiği gibi İttihat ve Terakki Türk milliyetçiliğinin tek çözüm olduğuna inanmaya başladığı zaman bile, Balkan Savaşı’na kadar yönetici nitelikleri gereği bu inançlarını söylemekten kaçındılar.959 Aynı noktayı vurgulayan Tunçay da, İttihat ve Terakki’nin gizli bir dernek olarak kurulduğu dönemde Türkçülüğe eğilim duymasına karşılık, devleti yönetme sorumluluğuna ortak olunca, kendi ulusçuluğunu bastırdığını dile getirmektedir.960 Çok uluslu bir devlete sahip olmanın getirdiği bir evrensellik anlayışına ve buna uygun kozmopolit ideolojilere 956 Zeine, op. cit., s. 82 ve 84 957 Keyder, Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliğine, s. 37 958 Aktaran Zürcher, “Jön Türkler, Müslüman Osmanlılar ve Türk Milliyetçileri: Kimlik Politikalar, 1908–1938”, s. 264 959 Taner Akçam, “Türk Ulusal Kimliği Üzerine Bazı Tezler” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt:4, Milliyetçilik, İstanbul, İletişim Yayınları, 2002, s. 54 960 Mete Tunçay, “Siyasal Tarih (1908-1923), Sina Akşin (Der.), Türkiye Tarihi Cilt 4: Osmanlı Devleti 1600-1908, İstanbul: Cem Yayınevi, 1995, s. 37 343 daha yatkın olan Osmanlı yöneticileri için ana amaç çok uluslu devlet yapısını korumak olduğundan, dağılma sürecini hızlandıracağına inandıkları ulusal kimliklerine açıkça sahip çıkmaları söz konusu değildi. Bu bağlamda İttihat ve Terakki esas olarak Tanzimat döneminde ortaya konan Osmanlıcılık politikasını benimsemekteydi. Nitekim İttihat ve Terakki, kurulduğu ilk günden başlayarak Hıristiyanlık ve yabancı aleyhtarı bir kuruluş olduğu damgasını silmeye çalışmış, yabancı devlet konsolosluklarına gönderdiği bildirilerde, “Saray hafiyelerinin, İmparatorluğu meydana getiren çeşitli unsurların birbirine olan güvenini yok etmeye uğraştığı”nı, kendilerinin ise bu davranışa karşı olduğunu ve başlıca amaçlarının 1876 Anayasası’nı geri getirmek olduğunu dile getirmekte ve Müslüman olmayanlara karşı düşmanca duygular beslemedikleri ve onların haklarını Anayasa güvencesi altına alacakları konusunda söz vermekteydiler.961 Öte yandan Zeine, Manastır’daki İngiliz Konsolos vekilinin İstanbul büyükelçisine yazdığı bir mektupta yerdiği, İttihat ve Terakki önderlerinden Talat Bey’in 1910 yılında yaptığı bir konuşmayı alıntılayarak, İttihat ve Terakki’nin iktidara geldikten sonra da aslında eşitlik üzerine kurulu bir Osmanlıcılık politikası peşinde olmadığını dile getirmektedir. Çünkü bu konuşmada Talat Bey şu sözler sarf etmektedir. Anayasa maddeleriyle Müslüman ve gâvurların eşitliğinin onaylandığının farkındasınızdır ancak siz, biriniz ve hepiniz, bunun gerçekleşmez bir ideal olduğunu bilir ve hissedersiniz. Şeriat, bütün bir mazimiz ve yüz binlerce Müslüman’ın hassasiyetler ve hatta kendilerini Osmanlılaştırma yönündeki her girişime inatla direnen gâvurların kendi hassasiyetleri hakiki eşitliğin tesisi önünde aşılmaz bir engel oluşturmaktadır. Gavurları sadık Osmanlılara dönüştürmek için başarısız girişimlerde bulunduk ve tüm bu çabalar Balkan Yarımadasındaki bağımsız devletler, Makedonya sakinleri arasında ayrılıkçı fikirlerin propagandasını yapmakta olduğu sürece kaçınılmaz bir biçimde başarısızlığa mahkumdur. Şu halde, imparatorluğu Osmanlılaştırma görevimizde başarılı oluncaya kadar bir eşitlik sorunu mevzubahis olamaz.962 İngiliz büyükelçisinin mektuba verdiği karşılıkta, “Cemiyetin bütün Türk olmayan unsurları sempatik ve anayasal yollarla Osmanlılaştırması fikrinden 961 Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki 1908-1914, İstanbul: Kaynak Yayınları, 2004, s. 24 962 Zeine, op. cit., s. 80. 344 vazgeçtiği uzun zamandır aşikâr. Onlara göre ‘Osmanlı’ açıkça ‘Türk’ anlamına gelir ve hâlihazırdaki ‘Osmanlılaştırma’ politikaları Türk olmayan unsurları Türk kalıbına sokmaktır.”963 sözlerini kullanması, ittihat ve Terakki’nin izlediği Osmanlıcılık politikasının inandırıcı olmadığını ortaya koymaktadır. Tunaya’ya göre de İttihat ve Terakki’nin Osmanlıcılığı, devleti korumak için bir maskeydi; “Osmanlı ülkesindeki tüm milletler kendi kimliklerini, özgürlüklerini ve varlıklarını, devlet olma girişimlerini ileri sürmekte serbesttiler. … Yalnız Türkler bu girişimin dışında kalıyorlardı. Çünkü bu biçim meselesine ve hakimiyeti siyasiye doktrinine bağlı ve bağımlı kalarak ve kendilerini “millet-i hakime” ilan ederek artık yok olmaya mahkum bir çerçeveyi saklı tutmak istiyorlardı.”964 Jön Türklerin temel hedefi İmparatorluğu kurtarmak olduğu ve bu da İmparatorluğun bir arada tutulmasını da içerdiği için, iktidara geldiklerinde Osmanlıcılık doğrultusunda bir söylem kullanmaları olağandı. Tunçay’ın ifadesiyle, “çok-uluslu bir imparatorlukta, genel yapıyı korumak/kurtarmak/sürdürmek umudu oldukça, egemen ulusun – kendisininki de dahi – her türlü ulusçuluğa karşı çıkması doğaldır”965 Bununla birlikte Osmanlı İmparatorluğu’ndaki her bir halk grubunun, Osmanlıcılık politikası çerçevesinde oluşturulacak bir birliğin gerekliliği konusunda ikna edilip edilemeyeceği ve bunun nasıl yapılacağı netlik kazanmamıştı.966 Ayrıca bunu yaparken İmparatorluğu geleneksel yapılarının sürdürülmesi de söz konusu değildi. Çünkü Osmanlı İmparatorluğunun modern bir devlet haline getirilmesini hedefliyorlardı ve bu bağlamda İmparatorluk nüfusunun da artık vatandaşlara dönüştürülmesi gerekiyordu. Bu vatandaşlık herhangi bir dini ya da etnik temele göre tanımlanmayacaktı. Bunun için merkezi devlet sistemine aykırı olan, kişilerin, nereye giderlerse gitsinler, kendi özel yasalarına göre yargılanmalarını öngören millet sistemine son verilerek ırk ve din farkı gözetmeksizin bütün Osmanlılar için eşit hak ve görevler tanımlandı.967 Bu bağlamda, şer’i mahkemeler pek çok açıdan Adliye Nezaretinin denetimine sokularak yargı birliği sağlanmaya çalışılmış, dini okullar da 963 Ibid., s. 80 964 Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler Cilt 3: İtikat ve Terakki, Bir Çağın, Bir Kuşağın, Bir Partinin Tarihi, İstanbul, İletişim Yayınları, 2000, s. 276 965 Tunçay, “Siyasal Tarih (1908-1923)”, s. 37 966 Hacısalihoğlu, op. cit., s. 423 967 Ahmad, İttihat ve Terakki 1908-1914, s. 41 345 Maarif’e devredilmiştir.968 Ancak Ahmad’ın da belirttiği gibi, “İmparatorluğa bağlı halkların arasında milliyetçilik düşüncesi öylesine yayılmıştı ki, artık, çeşitli ulus ve mezheplerden kurulu bir imparatorluğun hükümdarına ortak bir bağlılık besleyen özgür, eşit ve barış içinde birleşmiş halkların meydana getirdiği o ‘Osmanlı rüyası’nın gerçekleştirilmesi için vakit çok geçti.”969 Balkan savaşlarının ardından, Türk milliyetçiliği gerek düşünce ve toplum hayatında gerekse de devlet ideolojisinde kendini hissettirmeye başladı. Bu savaşlar sonunda Osmanlıcılık, geçerli bir politika olarak bütün itibarını yitirirken, Anadolu ve Anadolu’daki Türk çoğunluğun önemi artmış, siyasal Türkçülüğe hız veren İttihat ve Terakki liderlerinin siyasal, toplumsal ve ekonomik hayatın çeşitli alanlarında yürürlüğe koydukları merkezileşme politikalarının temelini Türkleştirme uygulamaları oluşturmaya başlamıştır.970 Ancak bundan önce yapılması gereken Türk milliyetçiliğinin oluşturulmasıydı. Georgeon’un da belirttiği gibi Osmanlı Millet Sistemi içinde Türklerin özel bir konumu yoktu; aralarında etnik bir ayrım olmadan İmparatorluğun öteki Müslümanlarıyla birlikte hakim milleti oluşturuyorlardı ve neredeyse tümüyle, İslam kültürüne entegre olmuşlardı.971 Bu nedenle bir Türk milletinin ve Türk milliyetçiliğinin oluşturulması konusu entelektüeller tarafından ele alınmaya başlamıştır. Özdoğan’a göre Türkçülüğün, kültürel bir akımdan siyasal bir akıma dönüşmesi süreci, sistematik açıklaması ilk kez 1904 yılında Yusuf Akçura tarafından yapılan pan-Türkçü bir görüşün yayınlanmasıyla at başı yürümüştür.972 Söz konusu yayın Akçura’nın Kahire’de yayımlanan Türk gazetesinde basılan Üç Tarz-ı Siyaset isimli makalesidir. Akçura burada, Osmanlı İmparatorluğu’nun güçlenmek ve ilerlemek için başvurduğu yolları ele almaktadır. Bunlar esas olarak Osmanlı’nın farklı politikalarla desteklediği ideolojik söylemler olan Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülüktür. Akçura söz konusu politikaları, faydaları, yani başta ortaya konan Osmanlı’nın güçlendirilmesi ve ilerlemesi hedefine ulaşma konusundaki başarı şansları ile bu politikaların uygulanma olasılıkları çerçevesinde ele almaktadır. Georgeon’un da belirttiği gibi, 968 Tunçay, “Siyasal Tarih (1908-1923)”, s. 39 969 Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki 1908-1914, s. 86 970 Özdoğan, op. cit., s. 77 971 Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri: Yusuf Akçura (1876-1935), s. 9 972 Özdoğan, op. cit., s. 69 346 Akçura güç ve birlik sorununun imparatorluk için özgürlükten daha ivedi bir sorun olduğu düşüncesinden yola çıkıyordu.973 Nitekim Oktay’ın da belirttiği gibi Osmanlı’da Tanzimat döneminin ortalarından başlayarak, özgürlüğe odaklı değerler askıya alınmıştı.974 Buna göre Osmanlıcılık Osmanlı topraklarının mevcut sınırlarıyla korunması için tek yoldu; sıkı, bir blok oluşturan bir halk, sürekli kavga halinde ve ayrışmakta olan “anarşik bir devletten” daha güçlü olacaktı.975 Ancak Akçura’ya göre birbiriyle savaş ve kavga içinde olan unsurların kaynaşması artık mümkün değildi. Nitekim bir yıl önce yayınladığı faklı bir makalede Akçura, “milliyetçilik düşüncesinin, İmparatorluk topraklarında yaşayan Müslüman olmayan halklar arasında, onları tek bir millet olarak kaynaştırmanın ciddi olarak düşünülemeyeceği kadar ileri boyutlara ulamış olduğunu” dile getirmektedir.976 Çünkü böyle bir şey İslam dinine uygun olmadığı gibi, İmparatorluğun ne Müslüman ne de gayrimüslim nüfusu bunu istiyordu. Üstelik Rusya ve Avrupa kamuoyunun büyük çoğunluğu da Osmanlı halklarının kaynaşmasına razı olmayacaklardı. Dolayısıyla Akçura’nın ifadesiyle, “Osmanlı ülkelerindeki bütün kavimlerin hilafına, harici manilere rağmen” böyle bir şeyi gerçekleştirmek mümkün değildi ve nitekim Osmanlıcılık politikası başarısızlıkla sonuçlanmıştı.977 İslamcılık politikası, Osmanlı yönetimindeki bütün Müslümanların ve onun bir parçası olan Türklerin daha sıkı biçimde birleşmelerinin yanı sıra, yeryüzündeki bütün Müslümanların bir araya gelmesi anlamına geldiğinden “Osmanlı milleti”ne göre daha güçlü ve sıkı topluluğun ortaya çıkmasını sağlayabilirdi. Ancak bu politika sonucunda İmparatorluğun gayrimüslim nüfusu ve onların yaşadığı topraklar kaybedileceği gibi, Türkler arasına da Müslim-gayrimüslim farkı girecek ve “soydan doğma kardeşlik din ihtilafları ile bozulacak” bütün bunlar İmparatorluğun gücünün azalmasına neden olacaktı.978 Akçura’ya göre bu, güçlü bir İslam topluluğunun oluşturulmasıyla birlikte daha da güçlenecek olan Osmanlı için telafi edilebilecek bir 973 Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri: Yusuf Akçura (1876-1935), s.40 974 Oktay, “Liberal Siyasi Düzenler Hakkında Notlar”, s. 241 975 Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, Ankara, Lotus Yayınevi, 2005, s. 49 976 Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri: Yusuf Akçura (1876-1935), s. 37 977 Akçura, op. cit., s. 53 978 Ibid., s. 55 347 kayıptı. Ancak söz konusu topluluğun oluşturulmasının önünde de engeller vardı. Bunların başında, Müslümanlar arasındaki ayrılıklar ve farklı devletlere bölünmüşlüğe ek olarak “garp fikirlerinin tesiriyle, … kavim ve milliyet taassubu”nun baş göstermeye başlamış olması gelmektedir. Akçura’ya göre İslam toplumu içindeki bu engel açılabilir bir engeledir, ancak dış engeller için aynı şey söz konusu değildir. Çünkü Hıristiyan devletleri, “tabiiyetlerinde bulunan Müslümanların, hatta kuvvetlice manevi bir vasıta ile olsun, hudutları haricindeki siyasi merkezlere bağlılıklarını istikbalde, mühim neticeleri çıkabilecek umumi bir fikre hizmetlerini menfaatlerine aykırı gördüklerinden ortaya çıkmasına her suretle karşı koymak isterler, ve bütün İslam devletleri üzerindeki nüfuz ve iktidarları sayesinde bu istediklerini icra da edebilirler.”979 “Asıl büyük fayda” ise, Akçura’ya göre, dilleri, ırkları, adetleri ve büyük çoğunluğunun dinleri aynı olan ve Asya kıstasının büyük bir kısmıyla Avrupa’nın doğusuna yayılmış olan Türklerin birleşmesidir.980 Bu şekilde ortaya çıkacak olan devlet diğer büyük devletler arasında varlığını sağlayabilecek güce de sahip olacaktı. “Türk toplumlarının en güçlü ve en medenileşmişi” olan Osmanlı İmparatorluğu bu süreçte en önemli rolü oynayacaktı. Geoergeon’un da belirttiği gibi, Akçura’nın “ırk” ya da “Türk” kavramlarından ne anladığı açık değildir ve Akçura bunu kesin olarak tanımlama kaygısı da taşımamaktadır.981 Çünkü Türklükten çok Türkçülükle ilgilenen Akçura için Türklük kavramı “her duruma uyarlanabilecek kadar geniş ve belirsiz bir kavramdı; türdeş bir yapı oluşturmaktan uzak bir halklar bütünü için savunmacı bir dayanışma ilkesi olabileceği gibi, emperyalizm için bir destek de oluşturabilirdi.” Akçura Türk birliğinin oluşturulması sırada İmparatorluğun Türk olmayan ve “Türkleştirilemeyen” Müslüman halklarının kaybedilmesinin söz konusu olabileceğini, ancak Türklerin büyük bir kısmı Müslüman olduğundan bu kaybın da telefi edilebileceğini düşünmektedir. Dolayısıyla İslam, Türk milletinin kuruluşunda ve Türklüğün birleşmesinde önemli bir rol oynamalıdır. Nitekim Akçura’ya göre dinler siyasi önemlerini ve güçlerini kaybetmekte, vicdan özgürlüğü din birliğinin 979 Ibid., s. 58 980 Ibid., s. 59 981 Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri: Yusuf Akçura (1876-1935), s. 44 348 yerini almaktadır ve bu nedenle “dinler ancak ırklarla birleşerek, ırklara yardımcı ve hatta hizmet edici olarak, siyasi ve içtimai ehemmiyetlerini muhafaza edebil(eceklerdir.)”982 Bu ifadeler, her ne kadar Akçura makalesinin sonunda İslamcılık ve Türkçülük siyasetlerinin Osmanlı için eşit derecede fayda ve sakıncalar içerdiğini ve uygulanmalarındaki zorluk ve kolaylıkların da eşit derecede olduğunu söylese de, tercihinin Türkçülükten yana olduğunu ortaya koymaktadır. Bu bağlamda Georgeon’a göre Akçura’nın tezinin dikkat edilmesi gereken bir diğer yönü, Pantürkizmin Osmanlılara yeni bir gelecek perspektifi sunması, “güçsüz Osmanlıcılık” ve hatları belirgin olmayan Panislamizm”in yanında gelişmeye aday bir akım olarak ortaya çıkmasıydı.983 Türkçülüğün bir diğer önemli teorisyeni olan Ziya Gökalp ise, Parla’nın da belirttiği gibi, ulusu sosyolojik bakımdan ele almaktadır.984 Gökalp, ulusu tanımlamadan önce ulusun ne olmadığının altını çizerek farklı Türkçülük anlayışlarını eleştirmektedir. Bu doğrultuda Gökalp ilk olarak ulusla ırk arasında kurulan ilişkiyi reddetmektedir. Ona göre ırkın, sosyal özelliklerle ilişkisi kalmadığından, sosyal karakterlerin toplamı olan milliyetle de bir ilişkisi bulunmamaktadır.985 Aynı biçimde Gökalp’e göre millete etnik köken açısından yaklaşmak da hatalıdır ve “kavmi Türkçüler” bu hataya düşmüşlerdir. Çünkü bu yaklaşım soyla ilgilidir ve hiçbir topluluk bu açıdan saf olmadığı gibi, insanlar dünyaya gelirken hiçbir sosyal vasıf taşımadıkları gibi dil, din, ahlak, estetik, siyaset, hukuk, iktisat sosyal duygu ve düşünceleri eğitim yoluyla alırlar.986 Sosyal dayanışma kültür birliğine dayandığı ve kültür de eğitim yoluyla aktarıldığı için, ulusun kan bağıyla bir ilgisi yoktur.987 Göksu’ya göre, Gökalp’in ulusal dayanışmayı kültür birliğine dayandırması, aslında onun Durkheim’ın dayanışmacı toplum anlayışından etkilendiği ve toplumun yerine ulusu koyduğunu göstermektedir.988 Parla da, Gökalp için, “toplumsal dayanışmayı ve dolayısıyla bir toplumun yaşama 982 Akçura, op. cit., s. 60 983 Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri: Yusuf Akçura (1876-1935), s. 46 984 Parla, op. cit., s. 75 985 Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, İstanbul, Devlet Kitapları, 1970, s. 17. Eser 1923 yılında yayınlanmış olmakla birlikte, Gökalp’in milliyetçilik konusunda Türkçülüğün Esasları’nda dile getirdiği görüşlerin kökenleri 1912 yılında kadar gitmektedir. Parla, op. cit., s. 77 986 Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, , s. 18 987 Ibid., s. 19 988 Özdoğan, op. cit., s. 75 349 gücünü güvenceye alan normların ya da normatif sistemlerin” başında “milliyetçilik ideali”nin geldiğini belirtmektedir.989 Ulusun ne olmadığını açıklamaya devam eden Gökalp, “milleti aynı ülkede oturan halklar bütünü” olarak ele alan yaklaşımı ve bu yaklaşımı benimseyen “coğrafi Türkçüleri” eleştirmektedir. Çünkü “bazen bir ülkede birçok sayıda millet olduğu gibi, bazen de bir millet birçok ülkeye dağılmış bulunur” ve “bu toplulukların dilleri ve kültürleri ortak olduğu halde bunları ayrı millet saymak” doğru olmaz.990 Böylece Gökalp millet tanımının en önemli iki unsuru olan dil ve kültürü de vurgulamış olur. Buradan devam ederek Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan farklı kültürlere sahip milletleri tek bir millet olarak kabul eden Osmanlıcılık politikasını ve Osmanlıcıları da eleştirir. Aynı şekilde milleti bütün Müslümanların Birliği olarak tanımlayan İslam Birliği tarafları da yanılmaktadır, çünkü Gökalp’in ifadeleriyle, “aynı dinde bulunan insanların bütününe ümmet adı” verildiğinden, “Müslümanların bütünü de bir ümmettir” ve “yalnız dilde ve kültürde müşterek olan millet zümresi ise, bundan ayrı bir şeydir.”991 Gökalp son olarak milletin, kişinin kendisini ait hissettiği topluluk olduğu görüşüne karşı çıkmaktadır. Gökalp’e göre, duygularla fikirlerden oluşan insanlar, eğitim yoluyla içinde yaşadıkları topluluğun bütün duygularını almışlardır ve “duygu bakımından bağlı olduğu cemiyetten” istediği zaman ayrılarak milletini değiştirmesi kendi elinde değildir; çünkü, “milliyet de dışarıda var olan bir gerçektir.”992 Bütün bunları dile getirdikten sonra Gökalp’in yaptığı millet tanımı şu şekildedir: “Millet, dilce, dince, ahlakça ve güzellik duygusu bakımından müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir topluluktur.”993 Böylece Gökalp manevi unsurları öne çıkaran bir tanım yapmaktadır. Zaten bu tanımın ardından “insani şahsiyetimiz”in “bedenimizde değil ruhumuzda” olduğunu ve insan için manevi varlığın maddi varlıktan önce geldiğini dile getirerek bunu açıkça vurgulamaktadır. Bu tanımla Gökalp dil ve kültür birliğini öne çıkarmakta, bu birliği de alınan eğitime dayandırmaktadır. Yani millet aynı topluluk içinde, ortak bir 989 Parla, op. cit., s. 78 990 Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 19 991 Ibid., s. 20 992 Ibid., s. 20-21 993 Ibid., s. 22 350 eğitimden geçmiş, aynı dili konuşan, aynı duyguları paylaşan, insanlardan oluşmaktadır. Göksu, Gökalp’in romantik ulusçu harekete ilişkin tutumunun, etnik aidiyete ayrı bir dil ve kültüre sahip olmak anlamını veren ve bir kültür birimi olarak ulusu yaratanın dil olduğu, dilin işlevinin kültür mirasını, eğitim yoluyla gelecek kuşaklara aktarmak olduğunu kabul eden Herder’e yakın olduğunu ifade etmektedir.994 Parla da, “Göklap’in Türkçülüğünün siyasal açılım taşımayan, kültürel bir proje” olduğunu dile getirmektedir.995 Gökalp’in ideolojik formülasyonu İttihat ve Terakki’yi etkilemiş olması açısından önem taşımaktadır. Gökalp’in ortaya koyduğu Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak996 şeklindeki üç öğe arasından “Türkleşmek”, Türk milliyetçiliğinin, İmparatorluk yönetimine taşınması ve devlet ideolojisi haline gelmesiyle gerçekleşmiştir. Gökalp tarafından ortaya konan Türkçülük anlayışı, ırkı dışladığı ve dil ve kültürü merkeze aldığı için esas olarak İttihat ve Terakki’nin İmparatorluğun mevcut nüfus yapısı ve topraklarının korunması doğrultusundaki hedefleriyle örtüşmekteydi. Gökalp’in şu sözleri bu doğrultudadır: Memleketimizde, vaktiyle dedeleri Arnavutluk’tan yahut Arabistan’dan gelmiş millettaşlarımız vardır. Bunları Türk terbiyesiyle büyümüş ve Türk mefkuresine çalışmayı itiyat emiş görürsek, diğer millettaşlarımızdan hiç ayırmamalıyız. Yalnız saadet zamanında değil, felaket zamanında da bizden ayrılmayanları nasıl milletimizin dışında sayabiliriz? Hususiyle, bunlar arasında milletimize karşı büyük fedakarlıklar yapmış, Türklüğe büyük hizmetler ifa etmiş olanlar varsa, nasıl olur da, bu fedakar insanlara “siz Türk değilsiniz” diyebiliriz. […] İnsanlarda, ırkın sosyal vasıflara hiçbir tesiri olmadığı için şecere aramak doğru değildir. Bunun aksi bir yok tutacak olursak, memleketimizdeki aydınların ve fikir savaşçılarının birçoğunu feda etmek gerekecektir.” Bu hal doğru olmadığından, “Türküm” diyen her ferdi Türk tanımaktan, yalnız Türklüğe hıyaneti görülenler varsa cezalandırmaktan başka çare yoktur. 997 Tunaya’nın da belirttiği gibi, Gökalp, teorisini “çokuluslu bir devlet içinde” doğal sonuçlarına götürememiştir; bunu yapması imparatorluk formülünü reddetmek 994 Özdoğan, op. cit., s. 74 995 Parla, op. cit., s. 77 996 Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, Ankara, Devlet Kitapları, 1976 997 Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 23 351 anlamına geleceğinden “bu formülü saklı tutmak için imparatorluk lehinde bazı eklemeler yapmış, bazı yerlerde susmuştur.”998 Parla, milliyetçiliğin Gökalp için kültürel-normatif bir sistem oluşu gibi, İslam’ın da ahlaki-normatif bir sistem olduğunu ve ikisinin bir arada toplumdaki dayanışmanın temellerini oluşturduğunu ifade etmektedir.999 “İslamlaşmak”, her ne kadar Türkleşmeyle çelişkili görünse de, yine İttihat ve Terakki yönetimi tarafından kullanılmıştır. Ancak İttihat ve Terakki’nin bir “İslam siyaseti”, izlemesi, Tunçay’ın da belirttiği gibi, büyük ölçüde görüntüden ibaretti ve uyanmaya başlayan Arap ulusçuluğunu frenlemeye yönelikti. İttihatçılar daha sonra da benzer bir biçimde “dış politikada ancak Türklerin yönlendirebilecekleri bir İslam kozundan” yararlanmaya çalışarak işlevsel bir İslam siyaseti izlemeye devam etmiştir.1000 Tunaya da İttihat ve Terakki’nin Türkçü-milliyetçi yönünün yanı sıra İslamcı bir yönünde olduğunu, ancak İslamcı yönünün sadece bir politika meselesi olduğunu belirtmektedir.1001 Çünkü 1908 öncesinde ve sonrasında, ihtilalci eylemleri meşrulaştırmak için şeriat prensiplerine başvurulmuş olması ve meşrutiyet rejiminin İslamcı esaslara yabancı olmadığı, aksine dinin meşrutiyeti emrettiğinin vurgulanmasının yanı sıra İttihat ve Terakki’nin, “bir kabuk olarak muhafaza etmek istediği, teokratik bir saltanatın ideolojik tabanı olan İslamcılıktan vazgeçemeyeceği için” de söylem ve politikalara İslamcı bir boyut katılmak zorundaydı. Gökalp’in sunduğu üçüncü öğe olan “çağdaşlaşmak” ise, İttihat ve Terakki tarafından değil, daha Tanzimat döneminde başlatılmış olan modernleşmenin o dönemde taşıdığı anlam olan Batılılaşma-Avrupalılaşma sürecinin devam ettirilmesi olarak kendini göstermişti. Bununla birlikte burada söz konusu olan daha çok “Batının tekniğiyle yetinip kendi değerlerini saklı tutmak”tı. Mardin, daha II. Meşrutiyet dönemi açılmadan, 1905 yılında, Japonların Rusları yenilgiye uğratmalarının, geleneksel değerlerin modern bir medeniyette saklanabilirliği 998 Tunaya, op. cit., s. 388 999 Parla, op. cit., s. 79 1000 Tunçay, “Siyasal Tarih (1908-1923)”, s. 38 1001 Tunaya, op. cit., s. 377 352 konusunu ön plana çıkardığını ve böylece 1908-1918 yılları arasında Batı’yı “taklit” etmeye kaşı koyan İslamcı bir akımın da ortaya çıktığını göstermektedir.1002 Dünya Savaşı, Osmanlı’nın Türkçülük politikasının farklı bir boyuta taşınmasını da beraberinde getirdi. İttihat ve Terakki’nin bir ideologu olan Tekinalp tarafından, Balkan Savaşları sırasında şekillendiren pan-Türkizm, Harbiye Nazırı Enver Paşa tarafından, Alman Genelkurmayı’nın da teşvikiyle, savaş sırasında ve özellikle çeşitli Türk halklarına, merkezi Rus iktidarına karşı meydan okuma olanağını sağlayan 1917 Devrimi’nden sonra uygulamaya konuldu.1003 Nitekim Tekinalp de Büyük Türkçülük görüşlerinin gerçekleşmesine karşı tek düşmanın Ruslar olduğuna işaret ederek aslında Almanya ve Osmanlı politikalarına ideolojik zemin hazırlamış oluyordu. Almanya bu süreçte yalnızca bir müttefik değil, aynı zamanda bir modeldi de. Tekinalp, İtalya ve Almanya’nın yaptığı gibi, Türklerin de Osmanlılar önderliğinde bir araya gelerek Turanı kurmaları gerektiği görüşündeydi.1004 Ona göre bu, Osmanlı’nın kurtuluşunun da anahtarıydı. Türk milliyetçiliğinin öne çıkarılması, merkezileşme politikaları nedeniyle İmparatorluktan uzaklaşmaya başlayan Arap eyaletlerinin İmparatorlukla olan bağlarının kopuşunu da beraberinde getirmiştir. Daha önce de belirtildiği gibi merkezileşme politikaları, bu döneme kadar geniş bir özerklikten faydalanan Araplar tarafından büyük tepkiyle karşılanmıştı. Bu tepkinin siyasallaşarak, İmparatorluktan kopuşu ideolojik bir düzleme oturtması, İttihat ve Terakki’nin Türklük vurgusunun karşıtı olarak Arap milliyetçiliğinin öne çıkarılmasıyla oldu. Bu tarihe kadar esas olarak kültürel düzeyde kendini hissettirmeye başlayan Arap milliyetçi hareketi, böylece Hroch tarafından ortaya konan dönemlendirmede B Aşamasına ulaşmış oldu. Arapların Osmanlı yönetimine karşı çeşitli düzeylerdeki memnuniyetsizliği, özellikle Dünya Savaşının başlamasıyla birlikte Arap topraklarında önemli stratejik çıkarlara 1002 Mardin, Türk Modernleşmesi, s. 16 1003 Özdoğan, op. cit., s. 79 1004 Jacob M. Landau, Tekinalp: Bir Türk Yurtseveri (1883-1961), İstanbul, İletişim Yayınları, 1996, s. 51. Landau’nun belirttiğine göre Tekinalp, pan-Türkizmin İmparatorluğun acil sorunlarını çözebilecek ve onu giderek artan tehlikelerden koruyabilecek, politik, ekonomik, sosyal ve kültürel eksiksiz bir sitem olduğunu söyleyen ilk Osmanlı yurtseveridir.” Landau, onun bu görüşünü hiç terk etmediği kanaatindedir. Bununla birlikte Osmanlı İmparatorluğu yıkılıp, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra Tekinalp, Cumhuriyet yönetimi tarafından dışlanan pan-Türkizm üzerine yazmayı bırakarak, Türk milliyetçiliğine yönelmiştir. 353 sahip olan İngilizlerin Osmanlı İmparatorluğu’na Arap tebaası üzerinden saldırma yoluna gitmesinde de önemli bir etkendi.1005 Böylece uzun zamandan beri bu topraklarla yakından ilgilenen hatta buraya yerleşmiş bulunan İngiltere’nin çıkarları, İmparatorluktan ayrılma yolunu seçen Arap milliyetçiliğinin talepleriyle kesişti. Bu kesişmenin sonucu Dünya Savaşıyla birlikte bu toprakların da İmparatorluktan kopması oldu. 3.2.4 Siyasi Dönüşüm 19. yüzyılda imparatorluklar açısından hızla artan uluslararası rekabetle birlikte, içeride karşılaştıkları meydan okumalar en önemli tehditti. Bu nedenle bir yandan bu rekabete kendilerini öne geçirecek olan askeri ve ekonomik reformlar yapılırken imparatorluğun içeriden de tehdit ediyor olduğu gerçeği imparatorluğun iç siyasal yapısının da dönüştürülmesi gerektiği düşüncesine varılmasını sağlamıştı. Ancak bu dönemde imparatorlukların varlıklarını korumak için kendilerini dönüştürmeleri tek başına yeterli değildi. Çünkü karşı karşıya oldukları tehdit yalnızca imparatorluk topraklarında ortaya çıkan meydan okumlar değil, aynı zamanda devletlerarası rekabetin artışıyla birlikte karşılaştıkları dış tehditti. Bu nedenle imparatorlukların uluslararası siyasette sahip oldukları güç, varlığını koruyabilmesinin en önemli unsurlarından biriydi. Osmanlı İmparatorluğu’nda 19. yüzyıldaki dönüşümü, Fransız Devrimi’nin olduğu yıl tahta gelmiş olan III. Selimle başlamıştır. 1807 yılına kadar iktidarda kalan Selim’in, reform girişimleri hayatına mal olmuştu. Ama kendisinden sonra tahta çıkan II. Mahmut döneminde bu reformların pek çoğu uygulanma şansı bulacaktı. Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa’nın yardımıyla iktidara gelen II. Mahmut’un tahta çıkışı, bir eyalet ordusunun başkenti işgal ederek şeyhülislamı görevden alması ve şeyhülislam hükmü ve İstanbul’daki yeniçerilerin işbirliği olmadan padişahı değiştirmesiydi ve Osmanlı tarihinde daha önce eşi görülmemiş bir olaydı.1006 Bu olayın bir diğer ilginç yanı, İmparatorlukta merkezi denetimi yeniden kurmaya çalışacak olan ilk padişahın saltanatının ayanın başkente ve iktidara 1005 Zeine, op. cit., s. 104 1006 Aksan, op. cit., s. 171 354 gelişiyle gerçekleşmiş olmasıdır.1007 Bunun anlamı II. Mahmut’un saltanatını Alemdar Mustafa Paşa’ya borçlu olmasıydı ve bu borcun ilk karşılığı 1808 yılında imzalanan Sened-i İttifak oldu.1008 Tanör’e göre merkezin çevre güçleriyle “anlaşma” ve “uzlaşmasını” simgeleyen Sened-i İttifak, “egemen ve yönetici güçlerin, merkez ve taşra kanatları arasındaki çelişkileri karşılıklı ödün ve güvencelerle gidermek, siyasal bunalımı atlatmak amacıyla merkez güçleri tarafından ya da bunlar adına sahneye konan bir ‘geçici mutabakat’ olarak görünmektedir.”1009 Buna karşılık Parla’nın da belirttiği gibi İstanbul, Sultan’ın, dolayısıyla merkezi otoritenin rakipleri olarak görülen yerel önderlerle işbirliği yapmaya istekli değildi ve bu nedenle Senedi İttifak, ölü doğmuş bir girişimdi.1010 Bu nedenle kısa ömürlü olmaya mahkum olan girişim İstanbul’da çıkan yeniçeri isyanıyla son buldu. Ancak Aksan’ın da belirttiği gibi bu isyanla yeni düzen geçici olarak ertelenmiş olsa da eski düzenin artık daimi olarak bozulduğu da ortaya çıkmıştır.1011 İmparatorluğun çevre bölgelerinde ortaya çıkan ayrılıkçı ve adem-i merkeziyetçi talepler Osmanlı’yı merkezi devleti güçlendirici önemleler almaya yöneltmişti. Bunun için etkin bir bürokrasi örgütüne ihtiyaç olduğuna inanan II. Mahmut’un İmparatorluk merkezindeki girişimlerini Zürcher üç başlıkta toplamaktadır: Önce kalemlerde çalışanlara şahsen ve topluca daha güvenli bir statü sağlamak için bir takım önlemler aldı. 1826’da, eskiden beri sürmekte olan, gözden düşmüş yüksek mevki sahibi devlet adamlarının servetini müsadere etmek âdetini kaldırdı. 1834’te, bütün yüksek devlet memurları için adet hükmünde ola her yıl yeniden tayin usulünü kaldırdı ve kalemlerde alışanların gelirini oluşturmakta olan ve gördükleri işlerin karşılığı olarak almakta oldukları ücretin yerine düzenli aylık uygulamasını getirdi. Ertesi yıl, modern bir hiyerarşik rütbe sistemini uygulamaya koydu ve aynı zamanda kalemlerdeki loncavari eski meslek eğitimi sistemi yerine, resmi bir eğitim sistemi getirmeye çalıştı. İkinci olarak, Babıali’nin geleneksel, oldukça az farklılaşmış yönetim sisteminin yerine, merkezi devletin yeni amaçlarıyla 1007 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 49 1008 Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2011 1009 Tanör, op. cit., s. 51-54 1010 Parla, op. cit., s. 20 1011 Aksan, op. cit., s. 173 355 bağdaşır bir işbölümü getirdi. Bu süreç içinde padişahın bütün yetkilerinin vekili addedilegelmiş olan sadrazamın çeşitli görevleri astları arasında paylaştırılmıştı. […]Üçüncü olarak, padişah, reformlar nedeniyle artan yasama yüküyle uğraşmaları için hem sarayda hem de Babıali’de danışma meclisleri oluşturmaya girişti.1012 Bu önlemlerin tek başına yeterli olması mümkün değildi. Çünkü askeri alanda olduğu gibi, İmparatorluk reformların uygulamaya konması için ihtiyaç duyulan bürokrasisi kadrosuna da sahip değildi ve bu kadroların yetiştirilmesi gerekiyordu. Model orduda olduğu gibi Avrupa’ydı. Nitekim “II. Mahmut’un Osmanlı hükümetinin kapsamını geleneksel sınırlarının dışına taşırıp, tüm yaşam biçimlerini düzenleme görev ve hakkını da kapsayacak şekilde genişletmesi; Osmanlı reform kavramını eski kurumları koruma ve yeniden canlandırma geleneğinden ayrılıp, bunların yerine bir bölümü Batıdan ithal edilen yenilerini getirmesi”, II. Mahmut dönemi reformlarının başarısını olduğu kadar kendisinden sonraki dönem, yani Tanzimat hareketini de mümkün kılmıştır.1013 Bunun için Avrupa’yı, Avrupa dillerini, Avrupa devletlerinin işleyişini bilen elemanlara ihtiyaç vardı. Bu nedenle atılan ilk adım başkentte Batı tipi okulların kurulması oldu. Bunun yanı sıra Petro Rusya’sında yapıldığı gibi, yurtdışına öğrenciler gönderildi. Etkileri açısından Osmanlı tarihi için bunlardan daha önemli olan adım ise, Yunan isyanı sonrasında Rumlara yönelik güvenin azalması nedeniyle, yabancı elçilerle yürütülen diplomatik ilişkilerde önemli rol oynayan Rum tercümanların görevlerine son verilmesi nedeniyle 1833 yılında kurulan Tercüme Odasıydı. Odanın önemi sonraki yıllarda Osmanlı tarihinde rol oynayacak pek çok devlet adamının burada yetişmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Nitekim burada yetişen devlet adamları II. Mahmut’tan sonra başlayan Tanzimat döneminin yürütücüleri oldular. İktidarın merkezinin saraydan Babıali’ye geçtiği bu dönemde bu devlet adamları, İmparatorluğun yönetiminde padişahtan daha fazla söz sahibiydiler. Rus İmparatorluğu’nda I. Alexander’la başlayan 19. yüzyıl liberal reformlarla otokrasi arasındaki gelgitler etrafında şekilleniyordu. I. Alexander döneminde oluşturulan Devlet Konseyi bu durumun tipik bir örneğiydi. Yasama işlerinde 1012 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 67 1013 Shaw, Shaw, op. cit., s. 86. 356 hükümdara yardım edecek bir grup uzmandan oluşan Konsey, her ne kadar yasama sürecine ortak olmuş gibi görünse de bunu yaparken otokrasi prensibini engellememekle yükümlüydü.1014 Bezer bir biçimde yine bu dönemde hazırlanan Rus İmparatorluğu’nun Anayasal Beratı da düşünce ve ifade özgürlüğü, mülkiyet hakkı, kişisel güvenlik, vicdan hürriyeti gibi haklara yer verirken aynı zamanda hükümdarın pozisyonu ve otoritesine vurgu yapmaktaydı. Nitekim liberal eğilimlerle başlayan I. Alexander devri giderek artan bir biçimde otokratik eğilimler sergilemeye ve muhafazakârlaşmaya başlayacaktı. Alexander’ın kendini Napolyon Savaşları sonrası Viyana Kongre sistemi içinde monarşilerin korunmasına adaması bu eğilimin ortaya çıkmasının en önemli nedeniydi. Bu eğilim kendisinden sonra tahta çıkan ve iktidarı Dekabristler isyanıyla başlayan I. Nikola döneminde daha da arttı. Nikola döneminde bakanlar komitesi, devlet şurası ve senato gibi devlet kurumlarının etkinliği giderek azalırken, Çar devleti, devlet mekanizması dışında kalan özel amaçlı komiteler ve esasen hükümdarın şahsi katılımını gerektiren konularla ilgilenmek ve emirlerinin yerine getirilmesini denetlemek üzere bir büro olarak kurulan Majestelerinin Mahkemesi, özellikle de bu Mahkemenin dairelerinden biri olan ve Çar’ın devrime karşı birincil silahı ve tebaasının davranışlarını kontrol eden ve cezalandırıp ödüllendiren bir mekanizma olarak Nikola devrinin simgesi haline gelen siyasi polis aracılığıyla yönetiyordu.1015 Devrimci hareketin kendini göstermesi Nikola’yı her şeyden ve herkesten şüphe eder hale getirmiş, bu hareketin gelişmesini önlemek için pek çok kişi ve konu hakkında Çar için yazılan raporlar ve sansür, döneme damgasını vurmuştu. 1839 tarihli Gülhane Hatt-ı Hümayunu Osmanlı’nın siyasi dönüşümünde önemli bir rol oynayan Tanzimat dönemini başlatırken, Osmanlıcılık politikasının da temel metinlerinden birini oluşturmaktadır.1016 Fermanın mimarı Reşit Paşa için gayrimüslim Osmanlı tebaasına eşit haklar vaadi, bunun cemaatler arasında ortaya çıkan milliyetçilik ve ayrılıkçılığın büyümesini durduracağına ve yabancı devletlerin, özellikle de Rusların, müdahale bahanelerini bertaraf edeceği inancı, en azından 1014 Riasanovsky, Steinberg, op. cit., s 319 1015 Ibid, s. 338-339 1016 Bknz. Tanör, op. cit. 357 beklentisiyle yakından ilgiliydi.1017 Bu açıdan Tanzimat Fermanı 1856 yılında ilan edilen Islahat Fermanı’yla bir arada düşünülmelidir. Karpat’ın da belirttiği gibi bu iki fermanla, Osmanlı İmparatorluğu’nda azınlıkları imparatorluğa bağlama ve “bağımsızlık emellerini yatıştırma” amacı çerçevesinde yeni bir siyasal görüş şekillenmeye başladı: İmparatorluk toprakları üzerinde yaşayan herkese tek yurttaşlık sıfatı altında, eşit hak ve vazifeler tanımak olarak ortaya çıkan bu görüş millet sisteminin sona ermesi anlamına gelmekteydi.1018 Islahat Fermanı’nın ilan edildiği 1856 yılında Rus tahtında da reformcu bir Çar olan II. Alexander bulunmaktaydı. Serfliğin kaldırılması, yerel yönetimler konusunda ve askeri alanda da yeni düzenlemeler getirilmesi gibi reformların yanı Riasanovsky ve Steinberg, “eski, bürokratik, hantal, yozlaşmış, kanun önünde eşitlikten ziyade sınıfa dayalı, gizli prosedürler üzerine kurulu eski sistem” yerine, yargının hükümetin bağımsız bir organı haline getirildiği, yargıçların işten çıkarılması ya da tayin olmalarının sadece yargı kararıyla olabileceği, yargı prosedürlerinin kamuya açık hale getirildiği, tarafların mahkemede kendilerini ifade etmeleri ve yasal destek almalarının yolunun açıldığı, tüm Rusların kanun önünde eşit olmaları ve aynı muameleyi görmelerinin sağlandığı bir yargı sisteminin kurulmasını Alexander reformlarının en başarılısı olarak nitelendirmektedir.1019 Bütün bu reformlar bir arada, İmparatorluğu daha özgürlükçü bir yapıya kavuştururken, ifade özgürlüğü gibi sivil haklarının uygulanması için de uygun siyasi ortam sağlamıştı. Ancak bu gelişmeler aynı zamanda İmparatorluğun karşı karşıya bulunduğu meydan okumaların da güç ve etkinlik kazanması, kendilerini daha rahat ifade edebilmeleri, daha geniş kitlelere ulaşabilmelerini sağlıyordu. Bu durum İmparatorluk yönetiminin, bu meydan okumaları ortadan kaldırmak için zaman içinde muhafazakarlaşmasını da beraberinde getirdi. Ancak Acar’ın da belirttiği gibi, Alexander’ın yaptığı reformlar sorunlu bir sistemin sıkıntılarının dile getirilmesi için uygun bir ortan hazırlarken bu ortam içerisinde giderek artan ve güçlenen muhalefetin ilk kurbanı, birkaç girişimin ardından 1881 yılında amacına ulaşan bir 1017 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 80 1018 Karpat, Türk Demokrasi Tarihi: Sosyal Kültürel Ekonomik Temeller, s. 106 1019 Riasanovsky, Steinberg, op. cit., s. 390 358 suikastla hayatını kaybeden Alexander’ın kendisi oldu.1020 Alexander’ın sonu kendisinden sonra gelen ve Rus İmparatorluğu’nun son iki çarı olan III. Alexander ve II. Nikola’nın, iktidarları döneminde daha da artan toplumsal huzursuzluk ve tepkiye rağmen, reformu reddetmelerine, daha önce yapılan reformların etkisini azaltmalarına ve çarın mutlak gücü elinde bulundurmasının gerekli ve kutsal olduğuna inanmalarına yol açtı, bu ise Rus Çarlığnı, V. Riasanovsky ve Steinberg’in ifadesiyle varlığının sonuna kadar sürecek olan kısmi bir olağanüstü hal yönetimi altına soktu.1021 1876 yılında Osmanlı İmparatorluğu, siyasi dönüşümün en önemli adımlarından birini atarak meşrutiyet yönetimine geçti. Meşrutiyetin ilanı, özellikle İmparatorluğun gayrimüslim tebaasına yönelik reformlar konusunda baskı yapan, hatta müdahaleye hazır olan devletlerin bu girişimlerini önlemeye yönelik bir siyasi manevraydı. Kanun-i Esasi, hangi din ve mezhepten olurlarsa olsunlar Osmanlı uyruğunda bulunan herkesin Osmanlı yurttaşı olacağı ve yasa önünde eşitliği ilkesiyle Tanzimat ve Islahat Fermanlarıyla getirilen hakları anayasal koruma altına aldı. Böylece İmparatorluk tebaasının bağlılığının sağlanması ve ayrılıkçı hareketlerin önüne geçilmesi planlanırken, aynı zamanda yabancı devletlerin talep ve müdahalelerinin de sona ereceği düşünülüyordu. Oktay’ın ifadesiyle, “Balkanlara ilişkin uluslararası ıslahat ve özerklik isteklerini etkisiz kılmanın, Osmanlı siyasal sistemi açısından biricik yolu, bütün bir imparatorluğu içine alan bir yenileşme atılımı” olmuştu ve Kanun-u Esasi, ilan tarihi itibariyle, özünde dış siyasetin, dış baskılardan korunma amacının bir vasıtasıydı.1022 Zürcher’in de belirttiği gibi sürece halkın ilgisi hemen hiç yoktu.1023 Halkın ilgisinin olmamasının ötesinde sürece tepkisi söz konusuydu. Başkentte ulema çalkantı içindeydi; bir yandan yabancı güçlerin müdahalelerini protesto ederken bir yandan da gayrimüslimlere şeraite aykırı biçimde Müslümanlarla eşitlik tanıyacak bir tasarıdan rahatsızlıklarını dile getiriyorlardı.1024 Ancak dış bunalımın olanca 1020 Acar, op. cit., s. 218 1021 Riasanovsky, Steinberg, op. cit., 2011, s. 404-405 1022 Oktay, “ ‘Hum’ Zamiri’nin Serencamı: Kanun-u Esasi İlanına Muhalefet Üzerine Bir Deneme”, s. 45 1023 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 2003, s. 116 1024 Georgeon, Sultan Abdülhamit, s. 71 359 ağırlığını hissettirmesi meşrutiyetin varlığını ve devamlılığını gerekli kılıyordu.1025 Nitekim Kanuni Esasi’nin daha çok dış politikaya yönelik bir araç olduğunun en önemli göstergesi, anayasanın ilanının, İmparatorluğun Balkanlardaki yönetim koşullarını tartışmak üzere İngiltere’nin öncülüğünde toplanan, ve İngiltere ve Osmanlı İmparatorluğu dışında Rusya, Prusya ve Fransa’nın katıldığı Tersane Konferansı’na denk getirilmiş olmasıdır. Bu durum Avrupalıların Osmanlı reform çabaları hakkında her zaman yaptıkları yorumu desteklemiş, ve bunları, “Avrupa’yı aldatmaya ve harekete geçmesini engellemeye yönelik göz boyama çabaları” olarak gören devletler Kanuni Esasi’yi ciddiye almamıştır.1026 Üstelik Padişah’ın da sürece yaklaşımı çok farklı değildi. Abdülhamit, Georgeon’un belirttiği gibi meşruti monarşi sistemi fikrine sıcak bakmıyor ve muhaliflere yönelik sert tepki gösterilmesine karşı çıkıyordu, ancak Kanun-i Esasi’nin kendisine üç avantaj sağlayabileceği kanısındaydı ve bu nedenle bu aşamada süreci destekliyordu: Avrupalıların “reform” bahanesiyle İmparatorluğun içişlerine müdahalesini engellemek; “mutlakıyetçi bir çar tarafından tehdit edilen meşruti bir monark” olarak krizde Büyük Britanya’nın desteğini sağlamak ve V. Murat’ı destekleyen liberallerin düşmanlığını yumuşatmak.1027 Böyle bir bağlamda ortaya çıkan anayasal hareket ise Kansu’ya göre, amaçları ve yapısı itibariyle liberal olmaktan çok uzaktı; anayasa, siyasal gücü monarşi ile bürokrasi arasında paylaştırmaktan ibaretken, meclisin anayasadaki yeri monarşi ve bürokrasiden de sonra gelmekteydi.1028 Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte Osmanlı, Rusya’nın 1876 yılında Balkanlarda reform yapılması doğrultusundaki uyarısını, artık Balkanlara özel bir reform yapılmasına gerek kalmadığı gerekçesiyle reddetti. Bu durum, Abdülhamit’in Mithat Paşa’yı Balkanlardaki reform önerilerinin önündeki engel olarak sunarak, kendisini görevden alması ve Avrupalı devletler gözünde bu azli haklı göstermek için bir gerekçe olarak kullanmasına yol açtı. Gerçekte ise Georgeon’un belirttiği gibi, “iki adam karşılıklı yetkileri konusunda farklı anlayışlara sahiptiler”; “Mithat Paşa Avrupalı bir başvekil gibi davranmakta”, Abdülhamit ise kendisinden büyük, 1025 Akşin, “Siyasal Tarih (1789-1908)”, s. 155 1026 Georgeon, Sultan Abdülhamit, s. 74 1027 Georgeon, Sultan Abdülhamit, s. 70 1028 Kansu, op. cit., s. 1-2 360 otoriter, üstelik kamuoyunda büyük bir popülaritesi olan bir vekilin tecrübesine ve üzerinde kurmaya çalıştığı vesayete katlanamamakta ve otoritesinin üstünlüğünü korumak ve özellikle atamalar konusundaki ayrıcalıklarını kullanmak istemekteydi.1029 Mithat Paşa’yı görevinden alıp sürgüne gönderen Abdülhamit, buna rağmen Meclis’in toplanması konusunda kararlıydı. Ancak bu kararlığı meclise ve anayasaya olan inancından değil İngiltere’nin desteğine duyduğu ihtiyaçtandı. Bu nedenle Mithat Paşa’nın görevden alınmasından bir ay sonra ilk Osmanlı Meclisi açıldı. Mecliste Müslümanlar yetmiş bir milletvekiliyle çoğunluğu oluştururken, Hıristiyanlar kırk dört, Yahudilerse dört milletvekiliyle temsil edilmiştir. Her dini grup içinde farklı etnik gruplar da temsil şansı bulmuştur. Bu anlamda Meclis-i Mebusan Osmanlıcılık politikasının somut bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Ancak bu çok kısa süreli bir deneyim olmuştu. Tersane Konferansına katılan devletler 1877 yılında bu sefer Londra Konferansı’nda bir araya gelmişler ve Balkanlarda reform yapılması yönündeki taleplerini, azaltarak yinelemişlerdir. Ancak bu istekler Osmanlı İmparatorluğu tarafından bir kez daha reddedilmiş, bunun üzerine Rusya’nın Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan etmesi, meşrutiyet yönetiminin de sonunu getirmişti. Meclisin Osmanlı’nın 1877-1878 Savaşında Rusya karşısında aldığı ağır yenilginin ve Padişah’ın eleştirildiği bir platform haline gelmesi Abdülhamit’in meclisi kapatmasına yol açtı. Kısa süreli olmasına rağmen Meşrutiyet döneminde Osmanlıcılık politikasının uygulamalarına rastlanmaktadır. Kanuni Esasi’nin mimarı ve Meşrutiyet’in sadrazamı Mithat Paşa, Osmanlı tarihinde ilk defa Rum Ortodoks Patriği’ne ve Ermeni Patriği’ne ziyaretler gerçekleştirerek, sadece Balkanlar’daki Slavların kaderini ele alan konferanstan hayal kırıklığına uğramış olan Rumları ve Ermenileri, panslavizmin Osmanlı İmparatorluğu için olduğu kadar kendileri için de tehdit oluşturduğu ve bu nedenle kendileriyle birlikte hareket etmeleri konusunda ikna etmeye çalışmış, Hıristiyanları devlet yapısına daha çok katmaya uğraşmış, böylece bir yandan Rus tehdidi karşısında İmparatorluğun, Rumlar ve Ermeniler de dahil olmak üzere, tüm “milletlerinden” oluşan ortak bir cephe kurarken bir yandan 1029 Georgeon, Sultan Abdülhamit, s. 79 361 da Avrupa devletlerinin eleştirilerini ve müdahale zeminlerini ortadan kaldırmak amacıyla, İmparatorluğun Hıristiyan nüfusuna daha çok dayanmak, onları devletle daha çok bütünleştirmek ve onlara Müslümanlarla gerçek bir eşitlik tanıyarak “Osmanlıcı” bir politikayı hayata geçirmeye gayret göstermiştir.1030 Mithat Paşa’nın azliyle birlikte Babıali’nin devlet yönetimindeki etkisinin arttığı Tanzimat dönemi kapanırken, Osmanlıcılık politikasının da sonuna gelindi. Bununla birlikte Abdülhamit döneminin Tanzimat’tan bir kopuş olduğu söylenemez. Abdülhamit reform hareketini sürdürerek İmparatorluğun modernizasyonu konusunda önemli rol oynamıştır. Üstelik Padişahın hedefi de kendinden öncekilerden farklı değildi; o da merkezi devleti güçlendirmenin peşindeydi. Zürcher’in de belirttiği gibi “Tanzimat ıslahatlarının ana teması olan idari merkezileşme, ancak Abdülhamit döneminde İmparatorluktaki haberleşme araçlarındaki çarpıcı gelişme sayesinde gerçekleştirilebilmişti.”1031 Zürcher bu anlamda telgraf ve demiryollarıyla birlikte çevre bölgelerden haber alınması, buralara çeşitli emirler gönderilmesi ve kolayca ulaşılmasıyla bu bölgelerin ilk defa gerçek anlamda ve etkin bir şekilde denetlenebilmesini örnek göstermektedir. Böylece vergilerin toplanması, orduya asker alınması, kamu düzenin sağlanması gibi konularda önemli aşama alınmıştı. Merkezileşmenin yanı sıra Abdülhamit dönemi modernleşmenin de devam ettiği bir dönemdi. Bu anlamda özellikle yönetimin çeşitli kademelerinde görev alacak eleman ihtiyacını karşılamak üzere açılan modern okullar önemli rol oynamaktaydı. Çeşitli süreklilik öğelerinin varlığına rağmen, Abdülhamit dönemi, önemli kopuşları da barındırmaktadır. Dönem bir istibdat olarak nitelendirilmesini haklı çıkaracak biçimde özgürlüklerin kısıtlanmasına tanıklık ediyordu. Her ne kadar basının gelişiminde önemli adımlar atılmış olsa da, gazetelerde yer alabilecek konular oldukça sınırlanmış, buna rağmen sansüre de oldukça yoğun biçimde başvurulmuştu. Osmanlı İmparatorluğu’nda meşrutiyet sona erip İmparatorluk II. Abdülhamit liderliğinde daha merkeziyetçi ve otokratik bir kimlik kazanırken Rus 1030 Georgeon, Sultan Abdülhamit, s. 77-78 1031 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 117 362 İmparatorluğunda süreç tersine işliyordu. 1905 yılındaki devrimle birlikle, aslında otokrasiden yana olan ve bunu 1895 yılında “herkes bilsin ki tüm gücümü halkın iyiliğine adarken, otokrasinin ilkelerini, unutulmaz babam gibi, kesin ve kararlı bir şekilde koruyacağım”1032 sözleriyle dile getiren II. Nikola, İmparatorluğu bir meşrutiyete dönüştürmek zorunda kalmıştı. Bu açıdan iki imparatorluğun meşrutiyete geçişleri birbirinden oldukça farklı süreçlerdi. Osmanlı İmparatorluğunda meşruti yönetime geçiş, halktan gelen talepler sonucu değil, İmparatorluğu bir arada tutmanın ve dış müdahaleyi önlemenin bir aracı olarak görüldüğü için yönetici elitler ve kendileri de bu elitlerin bir paçası olacak olan aydınlar tarafından gerçekleştirilmişti. Bu süreçte halkın kendiliğinden harekete geçmesi ya da mobilize edilerek harekete geçirilmesi söz konusu değildi. Oysa Rusya’da, daha önce de belirtildiği gibi, halkın toplumsal tepki ve talepleri grevler, gösteriler, ayaklanmalarla kendini açıkça göstermeye başlamıştı. Nikola’nın bunun karşısında yapabileceği tek şey bu talepleri, kısmen de olsa, karşılamaktı ve nitekim o da bunu yaptı. 1905 yılının Ekim ayında ilan edildiği için Ekim Manifestosu olarak adlandırılan belge ile Çar, kişi dokunulmazlığı, vicdan, konuşma, örgütlenme ve toplantı özgürlüğü gibi sivil özgürlükleri garanti etmiş, Duma seçimlerinin yapılacağını ancak oy kullanma hakkı olmayan tüm sınıfların seçimlere katılması ve genel bir seçim kanunu oluşturulmasının daha sonraki yasal düzenlemelere bırakılacağını açıklamış ve Duma tarafından onaylanmadıkça hiçbir kanunun uygulamaya konmayacağını ve seçilmiş temsilcilerin, Çar tarafından atanan görevlilerin eylemlerinin yasallığının denetiminde yer alacağını bildirmiştir.1033 Manifesto’nun ilanının ardından Manifesto’yu destekleyen siyasi partiler kuruldu. Bu partilerden biri olan, hatta adını Ekim Manifestosu’nun isminden alan Oktobristler (Ekimciler), anayasal monarşiyi destekliyor ve genel oy hakkı, sivil özgürlüklerin desteklenmesi, köylülere toplumun diğer üyeleriyle eşit haklar verilmesi, toprağın yeniden dağıtılması, içicilere sosyal haklar sağlanması gibi düzenlemelerle, devrimci 1032 S.S. Ol’denburg, Tsarstvovanie imperatora Nikolaia II, Moskova:1992, s. 45’ten aktaran Alexander Polunov, Russia in the Nineteenth Century: Autocracy, Reform and Social Change, 1814-1914, New York: M. E. Sharpe, 2005, s. 190 1033 Ekim Manifestosu için bknz. Manifesto of October 17th, 1905, Documents in Russian History, http://academic.shu.edu/russianhistory/index.php/Manifesto_of_October_17th,_1905, Erişim tarihi 20.11.2011 363 akım hareketlerin sona ereceğini savunuyor ve daha çok toprak sahipleri, tüccarlar ve sanayiciler tarafından destekleniyordu.1034 İlk Duma’da çoğunluğu ele geçirecek olan Kadetler de bu dönemde kurulmuştu ve demokratik bir cumhuriyet ve üretim araçlarının devletleştirilmesini değil, Rusya’nın birliği ve özel mülkiyetin dokunulmazlığını savunuyordu. Nikola ise, söz konusu liberal partiler tarafından desteklenen, ancak kendisinin koşulların zorlamasıyla ilan ettiği Ekim Manifestosundan rahatsızdı ve bu nedenle 1906 Mayıs’ında Duma’nın toplanmasından önce Temel Kanunlar olarak adlandırılan bir dizi yasanın çıkarılmasını sağladı.1035 Temel Kanunların daha ilk maddelerinde Rus İmparatorunun yüksek otokratik güce sahip olduğu ve sadece korku ve vicdanın değil Tanrı’nın da onun otoritesine itaat edilmesini emrettiği belirtiliyordu. Böylece Nikola kendisini otokrat olarak tanımlamaya devam ediyor ve 1895 yılında dile getirdiği otokrasinin ilkelerini korumaya devam ediyordu. Nitekim Kanunlar da bu doğrultuda pek çok maddeden oluşuyordu. Yasama faaliyetiyle ilgili tüm inisiyatif Çar’a aitti; Çar tarafından onaylanmayan hiçbir hukuki düzenlemenin yasalaşması mümkün değildi. Üstelik koşulların gerektirdiği durumlarda Duma toplantı halinde değilse ve toplanamıyorsa Çar’ın, daha sonra Duma oturumlarında görüşülecek yasal düzenlemeler yapması da mümkündü. Çar Bakanlar Konseyi Başkanını, bakanları, çeşitli idari bölümlerin başkanlarını atayıp, görevden alabileceği gibi, Duma Devlet Konseyi’ni toplantıya çağırma, senelik oturumların süresini, hatta oturumlar arasındaki süreyi belirleme yetkisine sahipti. I. Alexander döneminde kurulan Devlet Konseyi de Duma’yla eşit yasama yetkisine kavuşturulmuş, böylece Duma’ya karşı otokrasiyi koruyan bir denge unsuru olması planlanmıştı. Bir düzenlemenin Duma ya da Devlet Konseyi tarafından reddedilmesi yasalaşmasını engellemek için yeterliydi. Ülke içindeki düzenlemelere ek olarak Çar dış politika konusunda da tek yetkiliydi ve savaş ve barış kararı almak ve yabancı devletlerle yapılacak anlaşmalar gibi, Rus dış politikasının yönünü belirleyecek bütün kararlar onun yetkisindeydi. Acar’ın da 1034 Acar, op. cit. s. 270-271 1035 Temel Kanunlar için bknz., The Russian Fundamental Law of 23 April 1906, Svod Zakonov Rossiiskoi Imperii, 3. Seri, Cilt. 1, pt. 1. St Petersburg, 1912, s. 5-26’den çeviren Alexandra Harrington, http://www.dur.ac.uk/a.k.harrington/fundlaws.html, Erişim Tarihi 09.07.2012 364 belirttiği gibi, ilk başta yasama yetkisini Duma’ya ve Konsey’e verdiğinden anayasal bir rejimin ortaya çıktığı izlemini veren Temel Kanunlar, aslında önemli kararlarda Çar’ı yetkili kılarak otokrasinin bir şekilde devamını sağlamış ve Çar’a, Duma’ya ve Konsey’e verilen ortak yetkiler dolayısıyla, ilk Duma’dan başlayarak yasama sürecinde bazı sorunların çıkmasına zemin hazırlamış,1036 bu da istikrarsızlığın en önemli nedenini oluşturmuştur. Bu koşullar altında açılan ilk Duma’nın kısa ömürlü olması şaşırtıcı değildi. Her ne kadar seçim kanunuyla bütün erkek nüfusa seçimlere katılma hakkı tanınmış olsa da, seçimlerin dolaylı olması ve seçmenlerin sosyal temelde ayrılmasının yanı sıra Temel Kanunlarla birlikte Duma’nın yetkilerinin oldukça kısıtlanmış olması bunun en önemli nedeniydi. Polunov, Duma’nın bu kadar kısıtlı yetkilere sahip olmasının, bu meclisin gerçek bir meclis olmadığı yönündeki eleştirilere ve Rusya’nın “anayasal otokrasi” olarak nitelendirildiği şakalara yol açtığını belirtmektedir.1037 Çar’ın parlamento konusundaki isteksizliği nedeniyle hükümet ile Duma arasında bir işbirliği olmadığı gibi Duma içindeki partiler arasında da bir uyum ve işbirliği söz konusu değildi ve bu durum hükümet karşısında ortak hareket etmelerini ve etkili olmalarını engelliyordu. Mayıs ayında Duma’nın köylülerin keyfi yönetim ve vasilikten kurtarılması, yaygın eğitimin geliştirilmesi, vergilerin eşit dağıtılması ve Rusya’nın birliği için, Rus olmayan ulusların ihtiyaçlarının ve taleplerinin karşılanması, onlara kendi gelenekleri çerçevesinde yaşama hakkının verilmesi, toprak sorunun çözümü için aristokrat, saray, kilise ve manastır topraklarının bir kısmının yeniden düzenlenmesi ve köylülere dağıtılması doğrultusunda öneri ve talepleri, hükümet tarafından, - özellikle toprak sorununun ülkenin önemli güçleri olan kilise, saray ve aristokrasi zarara uğratılmadan da çözülebileceği gerekçesiyle – reddedildi ve toprak sahiplerinin yanında duran Çar bu konudaki yetkisini kullanarak Temmuz ayında, “Duma, tarafımızdan atanan yerel otoritelerin davranışlarını sorguladı; Temel Kanunlarda hatalar olduğunu ileri sürdü – ki bu kanunlar ancak Majestelerinin, isteğiyle değiştirilebilir – ve halk adına olduğu iddiası ile bazı illegal davranışlar içine girdi. Bu davranışlardan cesaret alan köylüler 1036 Acar, op. cit., s. 272 1037 Polunov, op. cit., s.224 365 pek çok yerde toprakları yağmaladılar, kanunlara ve yasal otoritelere karşı çıktılar.” açıklamasıyla Duma’yı kapattı1038 . Duma’nın kapatılması bazı yerlerde bir takım ayaklanmalara neden olduysa da ülke genelinde çok büyük tepkilere yol açmadı. Bunun nedeni bir buçuk yıllık kargaşadan yorgun düşmüş ve pek çok şehirde işsizlikle karşı karşıya olan kitlelerin otoriteye başkaldırma konusunda 1905 yılında olduğundan daha isteksiz olması ve Duma’nın kapatılmasını protesto eden ve pasif direniş çağrısında bulunan Kadetlerin bunun için kapsamlı bir hazırlık ve organizasyona sahip olmamasıydı.1039 Bunun üzerine Çar, hükümetin başına Stolypin’i getirerek, 1907 Şubatında onun idaresi altında, kendi isteklerine uygun daha yumuşak bir Duma’nın açılmasına karar verdi. Kadetlerin çoğunlukta olduğu ve seçimleri protesto eden sosyalist grupların yer almadığı ilk Duma’dan farklı olarak Sosyal Demokratlar, Menşevikler ve Bolşevikler olarak Duma’ya girdiler. Ancak Sosyal Demokratların Duma’ya girdikten sonra hükümete karşı, bir takım ayaklanmaları da içeren politikalar izlemeyi planladıkları iddiaları üzerine vatan hainliğinden tutuklanmak istenen 16 Sosyal Demokrat vekilin dokunulmazlıklarının kaldırılmak istenmesine rağmen Meclisin bu yönde bir karar almaması üzerine II. Duma da Haziran 1907’de Stolypin tarafından dağıtıldı. Duma’nın dağıtılması bazı yerlerde işçi grevlerine ve köylü hareketlerine neden oldu. Ancak bu hareketler hükümet tarafından bastırıldı. Stolypin bundan istifade ederek, Rusya’da bir daha “ihtilal kopmaması” için ekonomik ve idari alanda bir takım reformlar yapmaya başladı. 1040 Bu bağlamda ilk yapılan yeni bir Duma oluşturulması öncesinde seçim kanunun değiştirilmesi oldu. Yapılan düzenlemeyle her seçmen 250 toprak sahibi, 1000 şehirli büyük mal sahibi, 15000 küçük mal sahibi, 60000 köylü ve 125000 işçiyi temsil edecek, böylece aristokrasi vekillerin yarısını seçerken köylülerin ve ulusal azınlıkların temsil oranı büyük ölçüde düşürülecekti.1041 Bu seçim sistemiyle ortaya çıkan son iki Duma’nın büyük çoğunluğunu aristokrasi ve hükümeti destekleyen gruplar oluşturdu. Hükümetle Duma arasındaki uyumun en belirgin 1038 Acar, op. cit., s. 273 1039 Abraham Ascher, op. cit., s. 146 1040 Kurat, Rusya Tarihi-Başlangıçtan 1917’ye Kadar, s. 395 1041 John M. Thompson, Russia and the Soviet Union: A Historical Introduction from Kievan State to the Present, Colorado: Westview Press, 2009, s. 202 366 göstergesi son iki Duma’nın beş yıllık görev sürelerini tamamlamaları ve 1917’ye kadar aralıksız olarak çalışmalarıydı. Bu nedenle, Polunov’un da belirttiği gibi tarihçiler Duma’nın 1907 yılında dağıtılmasını devrimin sonu olarak nitelendirmektedir.1042 Ascher devrimin başarısızlığının ilk bakışta şaşırtıcı göründüğünü; çünkü daha önce Avrupa’daki hiçbir devrimin, orta sınıflar, sanayi işçileri, köylüler ve ulusal azınlıklardan oluşan dört toplumsal grubun önderliğinde gerçekleştirilmediğini ve muhalefetin bu kadar güçlü olmasının devrimin neden başarılı olamadığı sorusunu daha önemli kıldığını belirtmektedir.1043 Asher’a göre bunun en önemli nedeni, daha önce de belirtildiği gibi, muhalefetin içindeki fikir ayrılıklarının, işbirliğinin sürdürülebilir olmasını engellemesidir. Devrim sürecinde rejime karşı birlikte hareket etmeleri hükümete reform dışında bir seçenek bırakmamıştı. Ancak bundan sonra her grubun bağımsız olarak hareket etmesi hükümet üzerindeki baskıyı azaltmış, bu da hükümetin elini güçlendirmişti. Her ne kadar bu tarihten sonra Duma varlığını on yıl daha sürdürmüş, yani Rus İmparatorluğu bir meşrutiyet olmaya devam etmiş olsa da, Meclisin Çar’ın iradesi dışında ya da ona karşı hareket etmesi söz konusu olmamıştır. Ancak özelikle son Duma’nın açıldığı 1912 yılından itibaren toplumsal hoşnutsuzluklar yeniden kendini hissettirmeye başladı. Hükümetin buları ortadan kaldırmak için işçilere sağlık ve kaza sigortası sağlamak gibi düzenlemeleri, Meclisteki hükümet yanlısı grupların da güçlerini kaybetmelerine ve çözülmelerine neden oldu. Bu durum sosyalist partilere olan desteğin artışını da beraberinde getirmiş, İmparatorluğun I. Dünya Savaşına girmesi ise toplumsal tepkinin en üst seviyesine ulaşarak Rus İmparatorluğu’nun sonunu getirmişti. Rus İmparatorluğu 1905 devriminin izlerini silmeye ve Çar otokrasiyi yeniden kurmaya çalışırken, Osmanlı İmparatorluğu’nda süreç tersine işliyordu. Abdülhamit’in istibdat dönemi, kendisine son verecek dinamikleri içinde barındırmış ve bu dinamikler 1908 yılında, kimi yazarlar tarafından devrim olarak nitelendirilen II. Meşrutiyet’in ilanına yol açmıştı. Daha önce de belirtildiği gibi Abdülhamit döneminde bürokrat ve asker yetiştirmek üzere açılmış olan yeni okullar aynı zamanda, muhalefetin de yetiştiği kurumlar olmuştu. 1889 yılında anayasa ve 1042 Polunov, op. cit., s. 221 1043 Ascher, op. cit., s. 147 367 parlamentoyu yeniden yürürlüğe koyma hedefiyle kurulan İttihad-ı Osmani Cemiyeti’ni kuranlar Mekteb-i Tıbbiye öğrencileriydi ve içlerinden bazıları bu yüzden tutuklanmış, bazılarıysa yurtdışına kaçarak, risale ve dergilerde sultanı sertçe eleştiren Mülteci Osmanlı meşrutiyetçilerine ve bunların önde gelen isimlerinden Ahmet Rıza’nın kurduğu İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne katılmıştı.1044 Cemiyet zamanla Osmanlı topraklarında örgütlenerek taraftar bulmaya başlamıştı, fakat hareketin ağırlık merkezi Avrupa’daki mültecilerdi. Bununla birlikte bu gruplar arasında da fikir ayrılıklar mevcuttu.1045 Bu fikir ayrılıkları zamanla Jön Türkler arasında bir bölünmeye neden oldu. 1902 yılında Paris’te düzenlenen Osmanlı Liberalleri Kongresi’nde Prens Sabahattin önderliğindeki gruplar şiddet ve İmparatorluğa yabancı müdahalesinin Abdülhamit’i ortadan kaldıracak vasıtalar olarak kabul edilebilir olduğunu savunurken, Ahmet Rıza grubu, İmparatorluğun bağımsızlığını tehdit edeceği endişesiyle bu vasıtaları reddetmiş, bunun üzerine Prens Sabahattin grubu önce Osmanlı Hürriyetperverân Cemiyetini, daha sonra ise 1906 yılında Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti’ni kurarak bölünmeyi resmileştirmiştir.1046 Aynı yıl Osmanlı topraklarında, Selanik’te kurulan ve subayların ağırlıkta olduğu Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ise, Ahmet Rıza grubunu kendisine daha yakın görerek 1907 yılında bu grupla birleşmeye karar vermişti. Böylece bu grup İmparatorluktaki muhalif harekete ağırlığını koymuş oldu. İttihat ve Terakkiyi harekete geçiren gelişme, İngiltere’nin 1908 yılında yayınladığı bir genelgeyle Makedonya’da reform yapılmasını bildirmesi oldu. Dış baskılar sonucu, elde kalan son Avrupa topraklarının da ıslahat yapılmadığı gerekçesiyle yitirileceğini düşünen subaylar, Cemiyetin izniyle, asker-sivil, Müslimgayrimüslim karışımı çeteler kurarak saray ve Babıali üzerinde baskı yaparak, Abdülhamit’in Kanun-i Esasi’yi yürürlüğe koymasını ve Meclis-i Mebusan’ı toplayacağını açıklamasını sağlamışlardır.1047 1908 yılında meşrutiyete geri dönülmesi, kimi yazarlar tarafımdan devrimci bir gelişme olarak nitelendirilirken, 1044 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 131 1045 Bu konuda bknz. Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri, İstanbul, İletişim Yayınları, 2006 1046 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 133 1047 Tunçay, “Siyasal Tarih (1908-1923)”, s. 29-30 368 kimi yazarlar bu görüşe karşıdır. Ahmad’a göre Jön Türklerin çoğunluğu toplumsal bir değişiklik yapmak istemeyen tutucu bir kitleydi ve amaçları otuz iki yıl önce kabul ettirilmiş olan bir anayasayı geri getirerek bu yolla devleti kurtarmaktı ve bunun için getirdikleri çözüm, Genç Osmanlılarınkinden farklı değildi; meşruti bir hükümet kurarak Padişah’ın yetkisini kısıtlamak ve azınlıklara yasa önünde eşitlik tanıyarak, onların isteklerini yerine getirmekti.1048 Aynı şekilde Rustow da, Rusya’daki 1905 ve 1917 devrimlerine varan kitlesel hareket düşünüldüğünde, 1908 Jön Türk “Devrimi”nin, sosyal sınıflar arası büyük bir ayaklanmadan çok, yönetici elit içindeki bir hükümet darbesi olduğunu belirtmektedir.1049 Bununla birlikte Ahmad “daha sonra uygulanan siyasetin başarısızlığı sonucu girilen ıslahat ve bu ıslahatın yol açtığı toplusal değişikliklerin devrimci bir yönünün olduğunu teslim etmektedir. Nitekim 1908’i bir devrim olarak nitelendiren Kansu da bu tarihi, Kanun-u Esasi’nin yeniden yürürlüğe konulduğu basit bir olay olarak değil, 1909 yılı ve sonrasında yapılan değişikliklerle İmparatorluğun siyasal yapısının temelinden değiştirilmeye çalışılması olarak ele aldığı için devrim olarak tanımlamaktadır.1050 Bu nedenle Kansu 1908’de yaşananların II. Meşrutiyet olarak adlandırılmasına da karşı çıkmaktadır. Kansu’ya göre tepeden ve dış müdahalelerin etkisiyle gerçekleşen 1876’daki meşrutiyet ilanından farklı olarak 1908 yılında halk sürece daha etkin bir biçimde dahil olmuştu ve “artık halkın istediği, yetkileri kısıtlı ve denetim altında tutulan bir meclis ve Padişah’a bağımlı bir hükümet değil, tam tersine, her türlü yetkiyle donatılmış ve Padişah’la bürokrasinin üstünde olan bir meclis tarafından yönetilmekti” ve 1908 yılında monarşist rejim son bulurken yerine kurulan meşruti monarşi liberal demokratik bir yönetim geleneğini yerleştirme çabasıydı.1051 Buna karşılık İttihat ve Terakki, yönetimi doğrudan ya da üyeleri aracılığıyla üzerine almayı seçmemiştir. Bunun en önemli nedeni kendilerini henüz İmparatorluk yönetimini üstlenmeye hazır hissetmemeleriydi. Bu yönde bir tecrübeden yoksunlardı. Üstelik Abdülhamit halk nezdinde hala oldukça popülerdi ve onu 1048 Ahmad, İttihat ve Terakki 1908-1914, s. 33 1049 Rustow, op. cit., s. 45 1050 Kansu, op. cit., s. xv 1051 Ibid., s. 3-4 369 tahttan indirmek Cemiyet aleyhine bir kamuoyunun oluşmasına neden olabilirdi. Henüz sadece İmparatorluğun Batı bölgelerinde iyi örgütlenmişlerdi ve bu nedenle ancak buradan gelecek desteğe güvenebilirlerdi. Zürcher, İttihat ve Terakki’nin bu çekimserliğini, yaş ve kıdemin, otoritenin en önemli koşulları olduğu Osmanlı toplumunda, çoğunun yirmili yaşlarının sonunda ya da otuzlarının başında yüzbaşı ve binbaşı ya da küçük bürokratlar olmalarına bağlamaktadır.1052 Bu nedenle Meclis-i Mebusan seçimlerinde vekilliklerin neredeyse tamamını kazanmalarına rağmen sadece denetleyici ve meşrutiyeti koruyucu bir rol üstlenmeyi tercih ettiler ve zaman zaman müdahale etmekle birlikte İmparatorluğun yönetimi sorumluluğunu almadılar. Bu durum Ahmad’ın da belirttiği gibi, Cemiyet’in hükümetin işlerine karışmak ve sorumluluğu üzerine almadan güç kullanmakla suçlanmasına neden oldu.1053 1908 yılında Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesi ve AvusturyaMacaristan’ın Bosna-Hersek’i ilhak etmesi yönetimi zor durumda bırakırken, Balkanlardaki durumdan kaynaklanan hoşnutsuzluk 1909 yılında başkentte meydana gelen ve 31 Mart Vakası olarak bilinen rejim karşıtı bir ayaklanmaya dönüştü.1054 Ayaklanma İttihat ve Terakki’nin yönetime tam olarak el koymasıyla sonuçlanmıştır. İttihat ve Terakki’yi yönetime el koyma iten bir diğer önemli gelişme sadrazam Kamil Paşa’nın az sayıda da olsa Meclise milletvekili sokan diğer parti olan Ahrar Fırkası’na yakın durmasıydı. Ahrar Fırkası Jön Türklerin diğer kanadını temsil eden Prens Sabahattin tarafından destekleniyordu ve bu nedenle söz konusu yakınlaşma İttihat ve Terakki tarafından siyasi bir tehlike olarak algılanıyordu. Bu noktanın altını çizen Zürcher de, İttihatçıların sorumsuz siyasaları ve sahip oldukları iktidar tekeline yönelik eleştirileri dillendiren Ahrar muhalefetiyle yaşanan uyuşmazlığın isyanın meydana gelebileceği ortamın yaratılmasına yardımcı 1052 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 141 1053 Ahmad, İttihat ve Terakki 1908-1914, s. 32 1054 31 Mart Vakası literatürde çeşitli tartışmalara neden olmuştur. Genel eğilim 31 Mart Vakasının İslamcı niteliğini vurgulamak doğrultusundadır. Buna göre ayaklananlar ulema önderliğindeki medrese öğrencileri ve bir grup askerdi ve meşrutiyet rejimiyle getirilen yeniliklerin İslam’a ve şeriata aykırı olduğu gerekçesiyle ayaklanmışlardı. Özelikle İttihat ve Terakki tamamen Abdülhamit’in İttihad-ı Muhammedi’sinden gelen dinsel muhalefeti suçluyordu. Ancak Ahmad’ın da belirttiği gibi, isyancılar yalnızca Cemiyet üyelerinin peşine düşmüşler, yalnızca İttihatçı gazetelere saldırmışlardı ve dinsel bir tutuculuk söz konusu olsa İttihaçılar kadar saldırıya uğrayabilecek olan Ahrar Fırkası ve Hıristiyan mebuslar zarar görmemişler, üstelik ayaklanma Rum basınında da olumlu karşılanmıştı. Bir diğer yaklaşım İngiltere ile Osmanlı liberalleri arasındaki yakın ilişkiler nedeniyle, İngiltere’nin ayaklanmada rolü olabileceği doğrultusundaydı. 370 olduğunu belirtmektedir.1055 Kamil Paşa, İttihat ve Terakki’nin yasal bir sıfatı olmamasına rağmen hükümet işlerine karışmasından oldukça rahatsızdı1056 ve bu nedenle her fırsatta, Cemiyetten bağımsız davranmaya çalışıyordu. Ancak Harbiye ve Bahriye Nezaretlerinde yaptığı değişiklikler, Kamil Paşa iktidarının da sonunu hazırladı. Bu değişiklik üzerine Meclis’te yapılan güven oylamasında, Meclisin çoğunlunu oluşturan Cemiyet üyesi vekillerin oylarıyla Kamil Paşa düşürüldü. Bu gelişmeyle birlikte, Ahmad’ın da belirttiği gibi, Cemiyet’in Meclisteki üstünlüğü açıkça ortaya çıkmış ve Anayasa çerçevesinde yenilgiye uğratılamayacağı anlaşıldığında şiddet, Cemiyet’in ortadan kaldırılması için tek yol olarak görülmeye başlanmıştı.1057 31 Mart Vakası bu gelişmelerin ışığında değerlendirildiğinde, esas olarak bir siyasi muhalefet hareketi olduğu ortaya çıkmaktadır. İttihat ve Terakki’nin 31 Mart ayaklanmasının üstesinden gelebilmesi, ancak Cemiyet örgütünün güçlü olduğu bölgelerden biri olan Selanik’ten gelen Hareket Ordusunun müdahalesiyle oldu. İttihat ve Terakki ile ordu arasında her zaman bir bağ vardı. Daha önce de belirtildiği gibi Cemiyete yönelik ilk fikirler ve adımlar askeri okul öğrencileri arasında ortaya çıkmış, yine ağırlıklı olarak bu grup arasında yayılarak örgütlenmiş, 1908 yılındaki meşrutiyet hareketine de yine bu grup öncülük etmişti. Bundan daha önemli olansa gerek ordunun gerek Cemiyet’in “toprak bütünlüğü ülküsü” inanmaları, Halide Edip’in ifadesiyle “İmparatorluğun adamı” olmalarıydı.1058 Bununla birlikte orduyla hükümet arasındaki bir gerginlik de söz konusuydu. İsyanın kendileri sayesinde bastırılabilmiş olduğunun farkında olan ordu ve özellikle komutanı Mahmut Şevket Paşa, anayasa tarafından sağlanan güvencelere ve anayasanın kendisini ve rejimi korumaya yeterli olmadığına inanıyordu. Bu yaklaşım Babıâli’de huzursuzluk yaratıyor, ordunun kendisinden bağımsız olmasına ve hükümet işlerine karışmasından rahatsız oluyordu. Bununla birlikte Cemiyet, orduyu karşısına almadığı sürece istediği yasal değişiklikleri yapabiliyordu. Bundan güç alan Cemiyet, hemen 1909 yılında başlayarak, meclisi güçlendirecek şekilde, meclisin yalnızca güvenoyu alamaması durumunda feshedilmesi koşulunu getirmiş, 1055 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 147 1056 Ahmad, İttihat ve Terakki 1908-1914, s. 50 1057 Ibid., s. 56 1058 Ibid., s. 71 371 padişahın elinden meclisi feshetme yetkisini alarak yalnızca şeyhülislam ve sadrazamı atama hakkı korunmuştur İttihat ve Terakki merkezin gücünü arttırmaya çalışırken, kendisine karşı muhalefet de güçleniyor, hatta muhafazakar ve liberal kesimler gibi farklı görüşlerden gelmelerine rağmen Cemiyet’e karşı ortak hareket etmek ve daha güçlü olmak için bir araya geliyorlardı. Hürriyet ve İtilaf Fırkası 1911 yılında bu amaçla kurulmuş ve kuruluşunun hemen ardından gerçekleştirilen ara seçimlerde ve “sopalı seçim” olarak bilinen 1912 seçimlerinde Meclise temsilci göndermeyi başarmıştı. İttihat ve Terakki karşıtlığı dışında hiçbir ortak noktaları olmaması dolayısıyla güçsüz ve kırılgan olması beklenen bir grubun bu başarısı toplumdaki Cemiyet karşıtlığının da bir göstergesiydi. Karşıtlık öyle bir noktaya ulaşmıştı ki İtalya’nın Trablusgarp’ı işgali ve sonrasındaki savaş olmasaydı, Ahmad’a göre İttihat ve Terakki silinip yok olabilirdi. Ancak bu savaşla birlikte partizanlığın yerini yurtseverlik almış, İttihatçılar, “halkın yurtseverlik duygularına seslenmek, saldırıya geçmek, inisiyatifi yeniden ele almak” olanağını elde ederek güçlerini yeniden kazanmaya başlamışlardır.1059 Cemiyetin gücünü sağlamlaştırmasıysa Balkan Savaşları sürecinde yaşanan gelişmelerle mümkün oluştur. Hükümetin savaş sonunda Osmanlı’yla Balkan devletleri arasında gerçekleştirilecek anlaşmada, eski Osmanlı başkentlerinden Edirne’nin Bulgaristan’a verilmesi doğrultusundaki önerisini kabul etmesi, İttihat ve Terakki’ye hükümeti devirmek için ihtiyaç duyduğu gerekçeyi sağladı ve 1913 yılında “Babıâli Baskını” olarak bilinen bir baskınla hükümeti istifaya zorlayarak hükümete hâkim oldu. Her ne kadar Edirne’yi kurtarmak için iktidara gelmiş olsalar da İttihatçıların da Edirne’yi teslim etmek zorunda kalmaları, İttihatçılara karşı bir karşı darbe girişimine neden oldu ve bu girişimi şiddetle bastıran İttihat ve Terakki iktidarını pekiştirdi.1060 Ancak bunun hemen ardından patlayan Dünya Savaşı Osmanlı İmparatorluğunu olduğu gibi Rus İmparatorluğunu da, imparatorluğu bir arada tutmak için ortaya konan bütün çabalara rağmen, tarih sahnesinden sildi. Bu noktada siyasi gücün diğer boyutu olan devletlerarası ilişkiler önemli rol oynamıştı. 1059 Ibid., s. 122-124 1060 Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, İstanbul, Kaynak Yayınları, 2008, s. 50 372 Gerek Osmanlı gerek Rus İmparatorluklarının sahip oldukları gücün karşılaştırmalı bir bağlamda anlamlı olduğunu belirtmek gerekir. Bunun anlamı kendi sahip oldukları ya da olmadıkları güç ve güç unsurları kadar içinde bulundukları coğrafyanın ve uluslararası sistem içindeki konumlarının da önemli olduğudur. Osmanlı’nın karşı karşıya kaldığı meydan okumalar, bu dönemde ekonomik çıkarları gereği ilgilerini Osmanlı topraklarına çevirmiş olan yabancı devletler için bir fırsat sunuyordu. Osmanlı topraklarında etki bölgeleri elde etmek için birbirleriyle mücadele içinde olan devletler için, Osmanlı’nın kendi ilgilerini yoğunlaştırdıkları bölgelere etkili bir biçimde nüfuz etmemesi ya da edememesi önemliydi. Bu nedenle Osmanlı’nın geliştirdiği politikalarla nüfuzunu arttırma arayışları bu devletlerin engellemeleriyle karşılaşıyordu. Osmanlı’nın bu anlamda başarılı olabildiği dönemler söz konusu devletlerin başka bölgelerde kendi aralarında mücadeleye giriştikleri dönemlerdi. Bu anlamda II. Mahmut’un merkezileşme politikalarının belli bir dereceye kadar başarılı olabilmesinde, bu dönemde devam eden Napolyon savaşlarının büyük etkisi vardı.1061 Osmanlı İmparatorluğu’nda birçok grup bağımsızlık mücadeleleri sürecinde büyük devletler tarafından korunuyor, hatta onlardan destek görüyordu. Osmanlı’nın eski gücünü kaybetmiş olduğu 19. yüzyılda İmparatorluğun pek çok bölgesi büyük güçlerin nüfuz alanı yaratma planlarının ve bundan kaynaklanan çatışmalarının sahası haline geldi. Pek çok Avrupa devleti, kritik önem taşıyan diplomatik ve askeri yardım sağlamanın yanında, siyasal ve entelektüel olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli bölgelerinde milliyetçi harekete yardımcı oldular.1062 Bölgeyi topraklarına katmak ya da en azından kendi uyduları olarak bağımsız devletlere dönüşmelerini sağlamak konusunda öne çıkan iki devlet Avusturya ve Rusya’dır. Kendi mevcut sınırlarını korumakta güçlük çeken Avusturya, Rusya’nın Ortodoks halklar üzerindeki nüfuzunun artmasını ve topraklarının daha fazla genişlemesinin kendisinin de zararına olacağının farkındaydı.1063 Bu dönemde en önemli ilgi odağını doğudaki sömürgelerinin oluşturduğu İngiltere de Rusya’nın gerek Boğazlarla ilgili planları gerekse de Orta Asya’daki yayılmasından rahatsızdı. 1061 Sina Akşin, “Siyasal Tarih (1789-1908), s. 101 1062 Keyder, Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliğine, , s. 28 1063 Jelavich, Balkan Tarihi Cilt 1: 18. ve 19. Yüzyıllar, s. 212 373 Bu nedenle bu bölgede Osmanlı toprak bütünlüğünü savunan bir politika izliyordu. Rusya ise sürekli olarak Osmanlı aleyhine genişliyor ve daha da genişlemeyi planlıyordu. Rusya, Osmanlı’nın zayıflığını kendi çıkarlarına kullanmak istediğinde Balkan müttefiklerine güvenebiliyordu; Balkan halkı Rusya için potansiyel bir destekti.1064 Rusya her şeyden önce Hıristiyan bir devlet olarak kendisini Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Hıristiyan nüfusun koruyucusu olarak nitelendiriyor ve bu ülke içindeki Hıristiyan grupların bağımsızlık mücadelesine destek vererek Osmanlının iç işlerine müdahale etme olanağı buluyordu. Bu, bağımsızlık mücadelelerine destek arayan içerideki gruplar tarafından önemli bir fırsat olarak görülüyordu. Rusya da sadece din ve dil yakınlığı ya da kendi ülkesinde eğitim görmek amacıyla gelmiş öğrenciler aracılığıyla Balkan ulusçuluğunun ideolojik zeminine katkı sağlamıyor, aynı zamanda Osmanlı aleyhine Balkanlar’daki ayrılıkçı hareketi aktif olarak destekliyordu. Yabancı devletlerin Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki mücadelesi Osmanlı İmparatorluğu’nun modernleşme reformlarıyla birlikte serbest ticarete dayanan emperyalizm açısından uygun ve vaatkar bir yapı haline gelmesiyle1065 ortaya çıkan fırsatlardan mümkün olan en fazla şekilde yararlanma hedefi ve bu hedef doğrultusunda çıkarlarının çatışmasıyla yakından ilgiliydi. Özellikle İngiltere ve Fransa arasındaki ticari rekabetin 1750-1850 döneminde Ortadoğu’ya, “Atlas ve Hint Okyanusu arasındaki alana” kayması nedeniyle bu dönem İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı İmparatorluğu topraklarını da içine alan çeşitli kıtalarda dünya hakimiyeti mücadelesine giriştikleri ilk küresel emperyalizm dönemi olarak kabul edilmektedir.1066 Osmanlı İmparatorluğu’nun toprakları üzerinde farklı devletlerin çıkarlarına yönelik olarak izledikleri politikalar İmparatorluğu bu devletler arasındaki güç dengesinde önemli bir pozisyona yerleştiriyordu. Özellikle “Balkanlarda çekişen milliyetçilik hareketlerinin ve büyük güçlerin emperyalist emellerinin Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasına yol açmadan tatmin edilmesi, ya da, eğer bu yıkış kaçınılmaz ise – ki Avrupalı devlet adamlarının ekseriyeti bu kanıdaydı – Osmanlı İmparatorluğu’nu Avrupa’daki güç dengesini 1064 Ibid., s. 213 1065 Keyder, Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliğine, s. 25 1066 Aksan, op. cit., s. 161 374 altüst etmeden ve genel bir savaşa sebep vermeden parçalama sorunu, 19. yüzyıl boyunca doğu sorunu olarak tanımlanmaktaydı”1067 1844 yılında İngiltere, Rusya ve Avusturya arasında imzalanan gizli bir anlaşma bu sorunun ilk belgesidir. Buna göre: Taraflar, Osmanlı İmparatorluğu’nun mümkün olduğunca uzun yaşamasını sağlayacaklar, eğer bu mümkün olmazsa Osmanlı İmparatorluğu’nun nasıl parçalanacağı konusunda bir anlaşmaya varacaklar ve böyle bir parçalanma, ne taraflardan birinin güvenliğini tehdit edecek ne de Avrupa güç dengesini tehlikeye düşürecekti.1068 Bu riskin farkında olan Britanya, dengenin dengeleyicisi rolünün de bir parçası olarak Osmanlı İmparatorluğu topraklarının diğer devletler arasında bir çatışma alanı olmaması için bu devleti toprak bütünlüğünü koruma politikası izlemiştir. Ancak Britanya’nın Osmanlı toprak bütünlüğünü savunmasının altında yatan birincil neden bu topraklarının kontrolünün başka bir devletin eline geçmesi ihtimaliydi. Böyle bir durumda Hindistan yolu, belki de İngiltere’nin rakibi, hatta düşmanı olan bir devlet tarafından kontrol ediliyor olacak bu da İngiltere’nin en önemli sömürgesinin güvenliğini tehlikeye atacaktı. Bu nedenle 1853 yılında Rusya Osmanlı İmparatorluğu’ndan Fransa’yla arasında bir sorun haline gelen Kutsal Yerler meselesinin kendi lehine çözülmesini ve Rus Çarı’nın Yunan Ortodokslarının koruyucusu olduğunu öngören bir anlaşmanın imzalanmasını istediğinde İngiltere’nin tepkisi Yakındoğu’daki karışıklıkların Batı Avrupa’daki gelişmeleri İngiltere aleyhine etkileyebileceği gerekçesiyle Osmanlı topraklarının paylaşılmasıyla ilgili İngiliz-Rus görüşmelerinin sona erdiğini Rusya’ya bildirmek oldu.1069 Ancak İngiltere Osmanlı İmparatorluğu’na yönelik bu politikasını uzun süre devam ettiremedi. Osmanlı İmparatorluğu’nun Rusya karşısında 1877-78 savaşında aldığı ağır yenilgi, İngiltere’nin Osmanlı politikasında bir dönüm noktası oldu. Bu yenilgiyle birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasının kaçınılmaz olduğu 1067 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 62. Doğu sorunuyla ilgili ayrıca bknz. Matthew Smith Anderson, Doğu Sorunu 1774-1923: Uluslar arası İlişkiler Üzerine Bir İnceleme, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2010 1068 Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü: Osmanlı Diplomasi Tarihi Üzerine Bir Deneme, s. 225 1069 Ibid., s. 227-228 375 sonucuna varan İngiltere bu topraklarda kendi rakiplerinden birinin etkinlik kurmasındansa, kendisinin ya da kendi müttefiki olacak küçük devletlerin yer alması gerektiğine kanaat getirdi. Rusya’nın bölgede etkin olmaması için iki devlet arasında imzalanan Ayastefanos Antlaşmasının değiştirilmesi konusunda Balkanlarda Rusya’nın en büyük rakibi olan Avusturya ile birlikte hareket etti ve 1878 yılında Berlin’de uluslararası bir kongrenin toplanmasını sağladı. Kongrenin amacı Osmanlı İmparatorluğu’nun Ayastefanos Antlaşmasıyla uğradığı kayıpların giderilmesi ya da hafifletilmesi değil, Avrupa devletleri arasındaki çıkar çatışmalarını uyuşturmak ve bu konuda bir anlaşmaya varmaktı.1070 Kongre sonrasında imzalanan Berlin Antlaşmasıyla Bulgaristan Osmanlı egemenliği altında, vergi veren bir prenslik olacaktı. Ancak kendi hükümetine ve askerine sahip olacak ve ülkesinde Osmanlı askeri bulunmayacaktı. Bu Bulgaristan’ın fiili olarak bağımsız olması anlamına geliyordu. Bunun yanı sıra Sırbistan, Romanya ve Karadağ da bağımsızlıklarına kavuşmuş, Bosna-Hersek ise Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı kalmakla birlikte Avusturya-Macaristan tarafından işgal edilecek ve yönetilecekti. Bunun yanı sıra Osmanlı, Rusya ve Yunanistan’a toprak verecekti. Bütün bunlara ek olarak Ayastefanos Antlaşması koşullarının değiştirilmesi sürecinde oynadığı rol ve Osmanlı’yı olası bir Rus istilasına karşı koruması karşılığında Kıbrıs İngiltere’ye verildi. Böylece 93 Harbi olarak bilinen 1877-78 savaşı ve sonrasında imzalanan Berlin Antlaşması Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük topraklar kaybetmesine neden olurken bir yandan da önemli bir siyasi destekten yoksun kalması sonucunu doğurdu. Uluslararası alanda siyasi gücünü büyük ölçüde kaybetmiş olan İmparatorluk için bu destek büyük öneme sahipti. Bu nedenle İngiltere’nin yerine başka bir devleti koymak zorundaydı ve bu devlet Almanya oldu.1071 Almanya ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki, yakınlaşmanın en yoğun olduğu dönem Abdülhamit dönemiydi. Bu dönemde Osmanlı için Almanya neredeyse tek seçenekti. Başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Avrupa devletleri Osmanlı’ya desteklerini kesmiş, hatta Osmanlı topraklarında kendi nüfuz bölgelerini 1070 Rifat Uçarol, Siyasi Tarih (1789-2001), İstanbul: Der Yayınları, 2006, s. 395 1071 Osmanlı İmparatolruğu’nun Alman İmparatorluğu ile olan ilişkileri için bknz. İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu. 376 oluşturma yoluna gitmişlerdi. İmparatorluğun özellikle Kuzey Afrika’daki toprakları bu süreçte Fransa ve İngiltere’nin kontrolüne girmişti. Daha sonra ise İtalya 1911 yılında, Osmanlı’nın İngiltere ve Fransa tarafından işgal edilmemiş tek Afrika toprağı olan Trablusgarp’ı işgal etti. Almanya ise herhangi bir Osmanlı toprağı üzerinde hak iddia etmiyordu. Almanya açısından ise Osmanlı, hem siyasi hem de ekonomik açıdan en uygun seçenek gibi görünüyordu. Siyasal birliğini geç tamamlamış olması, Almanya’yı sömürgecilik olanaklarından büyük ölçüde yoksun bırakmıştı. Osmanlı topraklarının Almaya tarafından sömürgeleştirilmesi mümkün değildi, ancak kurulacak ekonomik ilişkiler Almanya’ya buna yakın bir karlılık sağlayabilirdi. Çünkü ekonomik desteğe büyük ihtiyaç duyan ve bunu diğer devletlerden sağlayamayan Osmanlı, Almanya ile kendi aleyhine olabilecek, ekonomik taahhütlere girmeye bile hazırdı. Nitekim olan da buydu. Özellikle BerlinBağdat Demiryolunun inşası büyük ölçüde buna hizmet ediyordu.1072 Buna ek olarak Almanya Osmanlı sultanın halifelik unvanından yararlanmayı planlıyordu. Buna göre Rusya ve İngiliz sömürgeleri gibi nüfusunun önemli bir bölümünü Müslümanların oluşturduğu devletlerin bu şekilde zayıflatılabilirdi. Özdoğan’ın da belirttiği gibi, Alman İmparatorluğu’nun realpolitik mantığı çerçevesinde Osmanlı Devleti, TürkRus düşmanlığı nedeniyle, Rusya’ya karşı muhtemel ve önemli bir müttefik olarak görülüyordu.1073 Her iki devlet de Almanya ve Osmanlı’nın beraber girdikleri I. Dünya Savaşı’ndaki düşmanlarıydı ancak bu savaş sırasında cihat ilan etmek suretiyle hilafet gücünün kullanılması girişimi, söz konusu devletlerin Müslüman halklarında ve hatta Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi Müslüman nüfusunda bile karşılık bulmadı. Bu sırada İngiltere ise, Osmanlı toprak bütünlüğünü destekleme politikası yerine koyduğu Osmanlı topraklarında, kendi müttefiki olacak küçük devletlerin kurulmasını destekleme politikasıyla, Osmanlı’ya yönelik tepkilerin destek için yöneldikleri odak haline geldi. Özellikle İngiltere tarafından desteklenen Araplar arasında Osmanlı yönetimine karşı tepki ve ayaklanmalar, II. Abdülhamit döneminden itibaren kendini göstermeye başlamıştı. “Arap vilayetlerindeki bu 1072 Bknz. Murat Özyüksel, Osmanlı-Alman İlişkilerinin Geliş Sürecinde Anadolu ve Bağdat Demiryolları, İstanbul, Arba Yayınları, 1988 1073 Özdoğan op. cit., s. 80 377 çalkantı, bunu İngiltere’nin kışkırttığından veya en azından el altından desteklediğinden kuşkulanan Abdülhamit’i iyice kaygılandırmakta” ve İngilizlerin her yerde İmparatorluğa ve rejime karşı hareket ettiğine inanmasına neden olmaktaydı.1074 Buna ek olarak Berlin Antlaşmasında İmparatorluğun doğu vilayetlerinde reform yapacağı doğrultusunda bir maddenin eklenmesi de, Abdülhamit’i bu bölgede İngiltere’nin kontrolünde ya da ona bağlı özerk, hatta bağımsız bir Ermeni devleti kurulabileceği konusunda endişelendirmekteydi. Bütün bunlar Abdülhamit’i daha güçlü bir biçimde Almanya’ya doğru iterken, Padişah’ın aklında Meclis’in yeniden açılması konusunda var olabilecek en küçük soru işaretinin de, İngiltere’nin desteğinin artık söz konusu olmaması nedeniyle, tamamen ortadan kalkmasında ve meşruti yönetimin sonlanmasında etkili oldu. Almanya’nın Abdülhamit’le olan yakın ilişkisi, sonraki önemde iktidarı elinde bulunduran İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bu devlete şüpheyle yaklaşmasına neden olmuştu. Nitekim hükümet, iktidarının ilk yıllarında, meşrutiyet rejimine geçilmiş olması dolayısıyla kendilerine daha yakın olacağını düşündüğü İngiltere’ye yönelmiş, ancak bir karşılık bulamamıştı. İngiltere’ye yönelik beklentilerin sona ermesiyse, hükümetin ıslahatları sürdürmek için ihtiyaç duyduğu dış borç konusunda bu ülkeden olumlu yanıt alamamasıyla birlikte oldu. Öte yandan Almanya, dönemin maliye bakanı Cavit Bey’in ifadesiyle “doğrudan borçla ilgili olmayan konulara hiç değinme”den Osmanlı’ya istediği parayı vermeye hazırdı.1075 Bu durum İttihat ve Terakki’nin de Almanya’yla yakınlaşmasını beraberinde getirdi. Tunçay’a göre, Yeni Osmanlı ve Genç Türk akımları içinde gözlemlenen Fransız kültürel etkisi ve İngiliz meşruti monarşisine özenmelere rağmen, İttihat ve Terakki’nin Almanya’ya yanaşması, iktidarı aldıktan sonra dış güçlerin arasında bir tarafa yaslanmadan ayakta durmayı becerememiş olması ve dünya ölçüsünde çatışan emperyalizmlerden birine bağlanması anlamında, Abdülhamit modeline dönüşü temsil etmektedir.1076 İttihat ve Terakki yönetimi böylece kendisine bir dış destek bulmuş olsa da bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu, yabancı devletler ve yabancı devletler tarafından desteklenen yerel unsurlar tarafından tehdit ediliyordu. İtalya’nın Trablusgarp’ı işgali 1074 Georgeon, Sultan Abdülhamit, s. 126 1075 Ahmad, İttihat ve Terakki 1908-1914, 2004 1076 Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar.(1908–1925), s. 28 378 ve bunun sonucunda Trablusgarp ve Oniki Ada’nın İtalya’ya bırakılması bu anlamda önemli bir gelişme olmakla beraber asıl dönüm noktası Balkan Savaşıydı. Balkan Savaşı, Zürcher’in ifadesiyle, çok az konuda anlaşan Balkanlardaki yeni devletlerin üzerinde anlaştıkları tek konu olan Osmanlıları Balkanlardan atma arzusunun bir sonucuydu.1077 Ancak daha önce olduğu gibi büyük güçler de sürece dahil olmuştu. 1912 sonunda savaş sona erdiğinde savaşan tarafların katıldığı bir konferansın yanı sıra büyük devletler arasında da bir konferans düzenlenmişti. Daha önce de belirtildiği gibi Osmanlı devleti kendisini yabancı devletlerin müdahale ve baskıların kurtarabilmek amacıyla çeşitli reform hareketleri başlamıştır. Esas olarak İmparatorluğu bir arada tutmak ve güçlendirmek için girişilen bu hareketlerin diğer devletlerle ilişkisi, bu devletlerin İmparatorluğun iç işlerine müdahale etme gerekçelerini ortadan kaldırmaktı. Reform hareketlerinden beklenen hem ülke içindeki farklı grupların destek ve katılımını teşvik ederek İmparatorluk içinde düzen ve birlikteliği sağlamak suretiyle yabancı devletlerin müdahale araçlarını ortadan kaldırmak hem de bu reformlar sayesinde güçlenmesini bekledikleri İmparatorluğun söz konusu devletlere karşı durabilecek konuma gelmesini sağlamaktı. Dolayısıyla Keyder’in de belirttiği gibi bu yukarından aşağı modernleştirme, aslında devletin başka devletlerin baskısı altında veya kendi amaçlarını güderken sürdürdüğü bir projeydi ve esas olarak toplumun talepleri sonucunda ortaya çıkmamış, devletin devletlerarası arenadaki gereksinimlerinde doğmuştu.1078 Bu durum reformların başarısını olumsuz etkilediği gibi Osmanlı İmparatorluğunu uluslararası siyasette giderek bağımı bir devlet haline getirmişti. Osmanlı varlığını sürdürebilmek için giderek daha fazla dış desteğe ihtiyaç duyuyordu. Bu Osmanlı’yı sonuçları itibariyle kendisi için değil müttefikleri için karlı olacak ilişki ve politikalara sürüklüyordu. Üstelik diğer devletlerin müdahalesini engellemesi de mümkün olmuyordu. Bu durum Dünya Savaşıyla birlikte Osmanlı’nın, elinde kalan son toprakları da yitirmesine neden oldu. Savaş başladığında Balkan topraklarını tamamen kaybetmiş olan ve Anadolu dışında sadece Arap vilayetlerini elinde bulunduran Osmanlı İmparatorluğu bu 1077 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 157 1078 Keyder, Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliğine, s. 15 379 topraklarda da zor durumdaydı. Arapların bir bölümü savaşta hilafet ve saltanatı desteklemeye devam ederken, bir kısmı çöküşünün kaçınılmaz olduğunu düşündükleri Osmanlı’dan ayrılmak ve yabancı yardım aramak zorunda kalsalar bile kendi bağımsızlıklarını kurmak zorunda olduklarını düşünüyorlardı.1079 Üstelik yabancı yardımını aramalarına gerek bile yoktu. Bu topraklar zaten Fransa ve İngiltere tarafından nüfuz bölgelerine ayrılmıştı ve her iki devlet de bu topraklarda kendi kontrollerinde olacak yeni devletlerin bağımsızlığını desteklemeye hazırdı Rusya açısından siyasi gücünün uluslararası boyutunu ilgilendiren en önemli gelişme Kırım Savaşı yenilgisiydi. Bu Rusya’nın parçası olduğu devletler siteminin kendisinden daha güçlü olduğunu anlamasına da vesile olmuştu. Sistemi dengesini bozabilecek her girişim kendi aleyhine sonuçlanacaktı. Üstelik Kırım Savaşı sonrası Rusya, siyasi açıdan yalnız kalmıştı. Bu nedenle Kırım Savaşının son döneminde iktidara gelmiş olan II. Alexander’ın en önemli girişimlerinden biri Rusya’yı tekrar bir ittifaklar sistemi içine sokarak kaybettiği siyasi gücü İmparatorluğa yeniden kazandırmaktı. Ancak Rusya’nın bu konudaki seçenekleri sınırlıydı. Bu sırada hala Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olmaları nedeniyle Balkan Slavlarını içerecek bir Panslavist ittifak mümkün değildi; dış politikasının tek amacı Almanya’dan Sedan Savaşı’nın intikam almak olan Fransa, Almanya ya da Avusturya ile bir savaşa girmek istemeyen Rusya için Fransa’yı bir müttefik seçeneği olmaktan çıkarıyordu; Rusya’nın Orta Asya’ya doğru genişlemesi, bu devleti Hindistan’a yaklaştırdığından İngiltere için bir tehdit haline getiriyor, bu da iki devlet arasında bir ittifakı olanaksız kılıyordu.1080 Ancak bu geçici bir durumdu ve Almanya’nın birleşmesinin ardından gücünü muazzam biçimde arttırması, İngiltere ile Rusya arasındaki engelleri zaman içinde ortadan kaldıracaktı. Ancak bunun için henüz vakit vardı. Uluslararası sistem içindeki bu yapı Rusya’yı Avusturya-Macaristan ve Almanya ile baş başa bırakıyordu. Nitekim üç devlet 1872 yılında “Avrupa’da ortak bir politika” izlemek üzere sözlü bir ittifak kurdular. Üç İmparatorlar Ligi olarak adlandırılan bu ittifakın mimarı, yeni kurduğu birliğini korumak için Fransa’yı yalnız bırakma arayışında olan Almanya’ydı. Ancak Balkanlar’daki çıkarları birbiriyle 1079 Zeine, op. cit. s. 106 1080 Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi Cilt 1-2: 1914-1995, s. 23-24 380 çatışan Avusturya-Macaristan ve Rusya’yı aynı ittifak içinde uzun süre tutmak mümkün olmayacaktı. Rusya’nın Osmanlı İmparatorluğu’yla girdiği 1877-78 Savaşı, Balkan topraklarının paylaşımı konusunda anlaşamayan iki devlet arasındaki çatışmayı körükleyerek ittifakın sonunu getirdi. Üç devlet arasında İkinci Üç İmparatorlar Ligi olarak adlandırılan ikinci bir ittifakın kurulması ancak bu savaş sona erdikten sonra, 1881 yılında, mümkün oldu. Ancak 1877-78 Savaşı sonrasında özerklik kazanan Bulgaristan üzerindeki hakimiyet mücadelesi AvusturyaMacaristan ve Rusya’yı yeniden karşı karşıya getirince, Rusya için AvusturyaMacaristan ve tercihini bu devletten yana kullanan Almanya ile bir ittifakın mümkün olmadığı ortaya çıkmış oldu. Bu sırada Osmanlı toprak bütünlüğünü koruma politikasını terk eden İngiltere’nin Almanya karşısında duyduğu tehdit, bu devleti Fransa’ya olduğu kadar Rus İmparatorluğuyla da yaklaştıracaktı. Rus İmparatorluğu açısından Osmanlı’nın karşı karıya kaldığı türden dış bir müdahalesinden söz etmek mümkün değildir. Bunun nedenlerinden biri, imparatorluk topraklarının çoğunlukla diğer devletlerin ilgi alanlarının dışında olmasıydı.1081 Bunun yanı sıra Rusya’nın dış müdahaleye maruz kalmamasının en önemli nedeni, bu İmparatorluğun 19. yüzyılda Avrupa güç dengesi sisteminin bir parçası olmanın yanı sıra Viyana Kongresi Sisteminin – Avrupa Uyumunun ve Kutsal İttifakın – kurucuları arasında olması ve bu nedenle de bu sistem tarafından korunuyor olmasıydı. Fransız Devrimi’nin ortaya çıkardığı milliyetçi fikirlere karşı Rusya, bu fikirlerden zarar görecek diğer imparatorluklarla birlikte Fransa karşıtı cepheye katıldı ve Napolyon’un ordusunu durdurabilen tek devlet olarak Avrupa devletler sisteminin asli bir unsuru haline geldi. Bu dönemde tahtta bulunan I. Alexander, Viyana Kongre’sinde diğer devletlerden faklı olarak ülkesini bizzat kendisi temsil etti. Bu, Alexander’ın sürece verdiği önemi göstermesi açısından anlamlıdır. Dörtlü ve Beşli İttifakların geniş kapsamlı oluşumlarına vurgu yapan, Avrupa’da işbirliğini geliştirmeye çalışan ve hatta Avrupa yapılanmasını garantiye almak için kalıcı bir uluslararası ordu kurmayı ve bu amaçla kendi ülkesinin birliklerinin kullanılmasını teklif eden, diğer liderler değil Alexander olmuştu.1082 1081 Dominic Lieven ile görüşme, Londra, 17 Ekim 2011 1082 Riasanovsky, Steinberg, op. cit., s. 330 381 Kongre sisteminin bir parçası olması, sistemin diğer devletleri tarafından korunup desteklenmese bile Rusya’nın, en azından müdahaleden uzak kalmasını sağlıyordu. Üstelik diğer hepsi de birer monarşi olan bu devletler, bu devlet yapısının kendi ülkelerinde de sorgulanmasını önlemek için monarşinin tehlikeye girmesi durumunda birbirlerini her şekilde destekleyeceklerdi. Bu nedenle Lieven’a göre I. Dünya Savaşı olmasaydı 1917 Devrimin de olmazdı.1083 Bunun altında yatan mantık sistemdeki diğer devletlerin, hem güç dengesi siteminin işleyişinin bozulmaması hem de devrimci dalganın kendilerini de tehdit etmemesi için duruma müdahale ederek, devrimin gerçekleşmesine engel olacaklarıdır. Çünkü siyasi türdeşlik, klasik güç dengesi sisteminin “can damarı sayılan ittifak ve koalisyonların değişkenliğini kolaylaştırmakta, sisteme işlerlik kazandıran normlara işlerlik kazandırılması açısından olumlu bir etki yaratmaktadır.”1084 Benzer bir noktanın altını çizen Oktay da siyasi iradenin yanı sıra toplumsal özelliklere de dayanan dengelerin daha sağlam olduğunu belirtmektedir.1085 Bu açıdan Sönmezoğlu’nun da belirttiği gibi, I. Dünya Savaşı öncesinde Avrupa devletlerinin hepsinin hanedanların korunmasına birincil önem veren monarşiler olduğu görülmekte, söz konusu hanedanların bir kısmının doğrudan, bir kısmının da çevrelerindeki aristokrasi kanalıyla dolaylı olarak birbirileriyle akraba olmaları türdeşliğin ve hanedanların korunmasını daha da önemli hale getirmekteydi. Nitekim 1905 Devriminin hemen ardından yabancı devletler, özellikle büyük krediler biçimindeki ekonomik yardımlarıyla Çarlık rejiminin güçlenmesine katkıda bulunmuşlardı ve bu Ascher’a göre 1905 Devriminin sona ermesinin önemli nedenlerinden biriydi.1086 Ancak savaş koşulları bu devletlerin Rusya’daki 1917 devrimine müdahale etmelerini engellemiştir. 1083 Dominic Lieven ile görüşme, Londra, 17 Ekim 2011 1084 Sönmezoğlu, Uluslararası Politika ve Dış Politika Analizi, 1989, s. 572 1085 Oktay, Modern Toplumlarda Savaş ve Barış, s. 85. Oktay bu duruma örnek olarak, II. Dünya Savaşı sırasında demokrat rejimlerin Sovyetler Birliğiyle kurduğu ittifakın, tarafların toplumsal ve siyasal özellikleriyle takviye edilmediği için, zaferin arkasında gelen ilk aylarda çatırdamaya başlamasını göstermektedir. 1086 Ascher, op. cit.s. 148 382 SONUÇ İmparatorluklar farklılıklar üzerine kuruludur. Bu durum esas olarak imparatorlukların önde gelen özelliklerinden biri olan büyük toprakları içermelerinden kaynaklanmaktadır. İmparatorluklar sınırlarını genişlettikçe farklı ekonomik ve idari yapılara sahip bölgeleri ve bu bölgelerle birlikte farklı din, dil, etnik köken ve kültürlerden gelen bir nüfusu da yönetmeye başlamışlardır. İmparatorluklarda bölgeden bölgeye ve çoğu zaman aynı bölge içinde nüfusun etnik ve dini olarak olduğu gibi toplumsal statüleri itibariyle farklılaştığı bir yapı vardır. Dolayısıyla imparatorluklar söz konusu olduğunda çok boyutlu bir farklılık vardır. Farklılıklardan oluşan yapı, bu farklılıklara göre şekillenen bir yönetim yapısını da beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla imparatorluk yönetiminin önemli bir kısmını farklılıkların yönetimi oluşturmaktadır. İmparatorlukların farklılıkları yönetme biçimi ise, imparatorluğun yapısını ve geleceğini belirlediği gibi, imparatorluğun sona ermesiyle birlikte eski imparatorluk topraklarında kurulan yeni devletlerin şekillenmesinde de önemli rol oynamıştır. İmparatorlukların ortak özelliklerin biri olan büyük topraklara sahip olma, denizaşırı topraklara sahip imparatorluklar kadar toprakları birbiriyle devamlılık halinde olan kara imparatorluklarının da doğrudan merkez tarafından yönetilmesini olanaksız kılmaktadır. İmparatorluk merkezlerinin bazı örneklerde yer değiştirmesine rağmen, topraklar her durumda giderek merkezden uzaklaşarak genişlemekte, bu da geçtiğimiz yüzyılların teknolojik koşullarıyla birleştiğinde merkezin çevre bölgelerin yönetimine sürekli ve düzenli bir biçimde müdahil olmasına engel olmaktaydı. Merkez tarafından çevre bölgeleri yönetmek üzere atanan görevliler her ne kadar merkeze karşı sorumlu olsalar da, merkezin çevre bölgelerde meydana gelen gelişmeleri takip ve müdahale edebilmesi mümkün değil. Dolayısıyla imparatorluklarda merkezi ya da standart bir yönetim yapısından söz etmek mümkün değildir. Nitekim imparatorlukların standart bir yönetimi tercih etmemesi yaygın bir durumdur. İşleyen bir siyasi, ekonomik ve toplumsal yapıya müdahale etmeden korumak, çevre bölgelerin imparatorluğun iktidarını kabul etmesini kolaylaştırmaktadır. Bunun yanı sıra bölgenin ekonomik kaynaklarının doğrudan ya da vergiler yoluyla merkeze aktarılması da işleyen mevcut yapının korunmasını 383 gerektiriyordu. Söz konusu yapıya müdahale etmek bölge halkının tepkisine ve bunun da etkisiyle ekonomik verimin düşmesine neden olabilirdi. Üstelik böyle bir durumda bölgenin kontrolünün sağlanabilmesi için askeri müdahale ve kontrol gündeme gelecek ve bu da bölgeden ekonomik gelir elde edilememesinin ötesinde, merkez hazinesinden kaynak aktarılmasına neden olabilecekti. Bu durumun bir diğer olumsuz yönü, özellikle ticaret yolları üzerinde bulunan bölgelerde ticaret güvenliğinin tehlikeye düşmesine neden olabilecek olmasıdır. Ticaret yollarının güvenliğini sağlamak üzere yapılan askeri harcamalar imparatorluk giderlerinin önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Bununla birlikte burada söz konusu olan daha büyük bir gelir ve imparatorluğun prestiji olduğundan bu harcamaların yapılması olağandır. Ancak bu harcamalar esas olarak haydutlar, korsanlar ya da eşkıyalar gibi beklenmedik ve imparatorluğun bir parçası olmayan unsurlara yönelik bir önlemdir. İmparatorluk tebaasının bölgesel güvenliği tehdit edecek faaliyetlerde bulunması ise imparatorluğa karşı bir ayaklanmadır ve imparatorluğun meşruluğunun, yani bir anlamda bölgedeki varlığının, sorgulanması kadar imparatorluğun kendi topraklarının yönetemediği, kendi tebaası üzerinde iktidarının olmadığı algısının oluşmasına neden olacaktır. Böyle bir algı imparatorluklar için çok önemli siyasi sonuçlar doğurmaktadır. Algının temelinde imparatorluğun güçsüz olduğu ya da güçsüzleştiği düşüncesi yatmaktadır. İmparatorluğun gücü gibi güçsüzlüğü de çok boyutludur. İmparatorluğun topraklarına kattığı bir bölgede yönetimini kurmakta zorlanması, imparatorluğun meşruluğunu sağlayan ideolojik gücüne yönelik bir zafiyeti olduğu gibi, kendisine karşı gelişen hareketlerde bütün imparatorlukların yaptığı gibi askere güce başvurmasına rağmen bir sonuç alamaması da askeri güçsüzlüğü işaret edebilmekte, en azından böyle bir algının oluşmana yol açabilmektedir. Güç unsurlarının birbirlerinden bağımsız olamayacağı düşünüldüğünde, imparatorluğun güçsülüğüne yönelik genel bir algı da oluşabilecektir.Böyle bir algı ise imparatorluğun dışarıdaki rakiplerini, bu güçsüzlüğün doğuracağı fırsatlardan yararlanmak üzere harekete geçirebileceği gibi, içeri de alternatif iktidar odaklarının oluşmasına neden olabilecektir. İmparatorluk açısından bunun doğuracağı en muhtemel sonuç, aynı anda içeride ve dışarıda farklı cephelerle mücadele etmek zorunda kalmasıdır. Eğer 384 imparatorluğun güçsüzlüğü ile ilgili algı doğruysa, bu durum imparatorluğun sonunu getirebilecektir. Bu nedenle imparatorluklar için yeni kazandıkları topraklarda kendilerini kabul ettirmeleri, sadece bu bölgenin imparatorluğa bağlanması için değil, hem ileriye dönük kazanımları hem de mevcut varlıklarını korumaları açısından büyük önem taşımaktadır. Her ne kadar düzeyleri farklı olsa da bu durum imparatorlukların merkezden uzak bölgelerde faklı politikalar izlemeleri sonucunu doğurmaktaydı. Bu farklılık hem merkezde uygulanan politikalardan farklılık, hem de çevre bölgelerde bölgeden bölgeye değişen bir farklılıktı. Dolayısıyla çevre bölgelerin yönetimi için standart bir politika izlenmemiştir. Bunun yerine genellikle yerel yöneticilerle işbirliğine gidilmiş, yerel uygulanmalar korunmuştur. Merkez tarafından görevlendirilen yöneticiler ise, yerel yöneticileri denetlemek ve merkez tarafından konulan kuralların uygulandığından, vergilerin toplandığından, düzenin sağlandığından ve merkeze bağlı ve sadık olduğundan merkezi haberdar etmek ve imparatorluğu çevre bölgelerde temsil etmek ve bir anlamda devletin varlığını hissettirmekle görevli olmakla beraber çoğu zaman bulundukları bölgelere uyum sağlamışlardır. Bununla birlikte gerek yerel yöneticiler gerekse de merkez tarafından atanan devlet görevlileri sahip oldukları konum ve ayrıcalıkları imparatorluğa borçlu olduklarını bildiklerinden, en azından imparatorluğun güçlü olduğu dönemlerde, merkeze bağlı ve sadık olmuşlardır. Yerel halkın ilişkisini belirleyen etkenler ise yönetici sınıflardan farklıdır. Özellikle geleneksel yapıların egemen olduğu tarım toplumlarında ve bu döneme ait geleneksel imparatorluklarda, belirleyici olan temel unsur devlet tarafından kendilerinden beklenen yükümlülüklerdi. Bu yükümlülükler ise genellikle tarıma dayalı yapı içerisinde üreci konumda olan halkın üretiminin belli bir bölümünü ürün ya da vergi olarak vermesi, özellikle feodal toplumlarda yönetici için angarya işler yapılması, belli durumlarda zorunu olarak orduya katılma gibi hizmetleri içeriyordu. Halk için önemi olan bu yükümlülüklerin mümkün olduğunca az ve adil olmasıydı. Çünkü çoğu durumda bu yükümlülüklerin tamamını yerine getirmesi kendi geçimini sağlayamaması ya da çok zor koşullar altında yaşaması anlamına geliyordu. Kendini yönetecek kişileri seçmek ya da yöneticileriyle aynı dili ve etnik kökeni paylaşmak 385 gibi meşruiyet kaynakları en azından 19. yüzyıla kadar tahayyül bile edilmiyordu. Bu bağlamda tek anlamalı ortaklık noktası yöneticilerin kendileriyle aynı dini paylaşmaları olabilirdi. Ancak din de her zaman belirleyici değildi. Halk kendi omuzlarına daha az yük bindiren, daha adil olduğuna inandığı, ya da güçlü olduğu için kendisini koruyabileceğine güvendiği devletlerin yönetimini, farklı bir dinden geliyor olmalarına rağmen tercih edebiliyorlardı. Nitekim bu dönemde imparatorluklara meşruiyet sağlayan ideolojik güç de dini söylem dışında temel olarak refah, adalet ve barış söylemi üzerine kuruludur. Ancak burada önemli olan devletin halka zorla kendi ait olduğu dini benimsetmeye çalışmaması ve halkın kendi dinini korumasına ve bu dinin gereklerini yerine getirmesine izin vermesi ve olanak tanımasıydı. Bu nokta imparatorlukların dayalı oldukları ve yönettikleri farklılıkların diğer boyutunu oluşturmaktadır. İmparatorluklar topraklarını genişlettikçe farklı dil, din, etnik kökenlerden gelen topluluklar imparatorlukların imparatorluk yönetimine girmesi, imparatorlukları bu konuda bir politika benimsemeye zorlamıştır. İmparatorlukların bu noktada benimsedikleri politika konusunda geniş bir yelpaze söz konusudur. Yelpazenin bir ucunda farklılıkların ortadan kaldırılması bulunur. Bu ortadan kaldırma çoğunlukla zora dayalı bir dönüşümü içermekteydi. Bununla birlikte kimi zaman bir grubun toplu olarak imparatorluk topraklarından göç ettirilmesi, hatta öldürülmesi bile söz konusu olabiliyordu. Ancak genellikle olan farklı dinden olanların zorla yönetici grubun dinini benimsemesi için ibadetlerinin yasaklanması ve ibadethanelerinin kapatılması, benzer bir biçimde dillerinin yasaklanarak okullarının kapatılması, iskan politikalarıyla yaşadıkları yerlerden zorla koparılarak, ya da yaşadıkları bölgelere farklı gruplar yerleştirilerek bu grupla arasında asimile edilmeye çalışılmaları gibi politikalarla farklılıkların ortadan kaldırılmaya çalışılmasıdır. Ancak bu doğrultudaki politikalar imparatorluklar açısından sürdürülebilir değildir. Çünkü zora dayalı, farklılıkları dönüştürmeye ve ortadan kaldırmaya yönelik politikalar halkların tepkisi ve direnişine sebep olarak imparatorluğunu meşruiyetinin ve varlığının sorgulanmasına neden olabiliyordu. Bu nedenle bu tip politikalar izleyen imparatorluklar kendilerini uzun süre idame ettirememiş ve daha kısa ömürlü olmuşlardır. Varlıklarını uzun süre sürdürmüş 386 imparatorluklar açısından söz konusu olan ise imparatorluğa sadık olunduğu ve kendilerinden beklenen, başta vergi ve askerlik olmak üzere, görevler yerine getirildiği sürece farklılıkların büyük ölçüde korunmasıdır. Bu imparatorlar farklılıkları dönüştürmeye çalışmış ya da bu yönde bir girişimde bulunmuş olsalar bile, ortaya çıkan toplumsal tepkiler nedeniyle, çoğu zaman bu politikadan vazgeçmişlerdir. İmparatorluklar açısından söz konusu olan bir diğer durum ise, farklılıkların korunmasının ötesinde kimi toplumsal farklılıkların desteklenmesi, derinleştirilmesi ve hatta bazı durumlarda yaratılmasıdır. Bu durum genellikle ortak bir kimliğe sahip büyük toplukların bir arada bulunmalarının imparatorluğa karşı bir tehdit oluşturmasının önüne geçilmesine yönelikken bazı durumlarda imparatorluk sınırları dışında, başka bir devletle ya da bu devlet içinde bir toplulukla ortak bir kimliğe sahip grupların bu bağını koparmak için ortak kimlik içindeki ufak farklılıkların öne çıkarılarak pekiştirilmesi ve böylece bir tehdit unsuru olmaktan çıkarılmasına yönelmektedir. Bu durumun günümüzde de etkisini sürdüren en önemli sonucu, “cetvelle çizilmiş” olarak tabir edilen yapay sınırların ve bu sınırlar içinde ve dışında kalmış topluluklar arasındaki gerginlik ve çatışmaların varlığıdır. Dolayısıyla imparatorlukların farklılıkları yönetme biçimi imparatorluğun kaderini belirlediği gibi, imparatorluğun sona ermesiyle birlikte eski imparatorluk topraklarında kurulan yeni devletlerin şekillenmesinde de önemli rol oynamaktadır. Çoğu zaman imparatorluğun farklı unsurlarına yönelik politika standart değildir. İmparatorluklar çeşitli politikaları bir arada uygulamışlar, beli bir topluluğa yönelik olarak uyguladıkları bir politikayı diğerine karşı uygulamaktan kaçınmışlardır. Böylece daha esnek davranabilme olanağına sahip olmuşlardır. Bu esneklik imparatorluklara ömürlerini uzatma şansı tanımıştır. İmparatorluklar farklılıklar üzerine kurulu oldukları gibi kendi aralarında da farklılaşmaktadırlar. İmparatorluk olarak tanımlanabilecek bir devlet kategorisinden söz etmek mümkün olmakla birlikte, imparatorluklar farklı özellikleriyle alt kategorilere ayrılmaktadırlar. Böylece belli özellikleriyle birbirine benzeyen ve diğerlerinden ayrılan farklı imparatorluk türleri tespit etmek mümkündür. Bu açıdan bakıldığından kara ve deniz imparatorlukları bağlamında bir ayrım yapılabileceği 387 gibi merkezle çevre bölgelerin bir süreklilik arz etmesi ya da birbirilerinden kopuk olmaları temelinde bir ayrım da yapılabilir. Temel olarak bakıldığında bu iki ayrım büyük ölçüde birbiriyle örtüşmektedir. Deniz imparatorlukları genellikle merkezden denizaşırı seyahatlerle ulaşılan topraklarda egemenlik kurulmasıyla ortaya çıkarken, kara imparatorlukları, deniz yoluyla da olsa, kendi topraklarının uçlarından ilerleyerek topraklarını genişletmektedirler. Öte yandan kara imparatorlukları da genellikle bozkırlarda kurulan göçebe imparatorluklar ve yerleşik imparatorluklar olarak basitçe ikiye ayrılabilirler. Deniz imparatorlukları ise genellikle sömürge imparatorlukları olarak kurulmuşlardır. Denizciliğin gelişmesi ve denizcilerin kendileri için ya da devletleri adına denizaşırı topraklara yönelmeleri temel olarak ekonomik amaçlıydı. Bu ayrımlar açısından bakıldığında Osmanlı ve Rus İmparatorlukları, toprakları birbiriyle süreklilik arz eden, kendi uçlarından ilerleyerek topraklarını genişleten imparatorluklar olarak temel olarak aynı kategoride yer almaktadırlar. Kagarlitski’nin Rusya’yı tanımlamak için kullandığı “çevrenin imparatorluğu” kavramı da yine her iki imparatorluk için de geçerlidir. Hem Osmanlıların hem Rusların küçük bir beylikken dünya çapında bir imparatorluk haline gelmesinde, belirsizlik ve yenilik ağları olarak sınır bölgeleri bağlamı, bununla birlikte farklı kültürel ve dini ağlar arasındaki siyasi aracılığın kavramsal çerçevesi, her iki beyliğin de büyük güçler olarak doğmalarına ve sonraları büyük bir çeşitlilik gösteren bir nüfusu idare etme, yönetme ve sömürme konusunda gösterdikleri beceriye güçlü bir açıklama getirmektedir.1087 Kuruluşlarını izleyen dönemlerde de iki imparatorluk arasındaki benzerlikler devam etmiştir; her iki imparatorlukta gücünü aynı iktidar kaynaklarından almıştır. İktidar kaynaklarının doğru kullanımı Osmanlı ve Rusya gibi büyük toprakları ve oldukça heterojen bir nüfusu yöneten imparatorlukların bu yapıyı koruyabilmesi ve sürdürebilmesi için büyük önem taşımaktadır. Bu anlamda imparatorluklar ne kadar farklı iktidar kaynaklarına sahip olur ve bunları etkin bir biçimde kullanırsa, esnek politikalar izleme olanakları artmış olur. Bu esneklik imparatorlukların farklı 1087 Karen Barkey, Farklılıklar İmparatorluğu: Karşılaştırmalı Tarih Perspektifinden Osmanlılar, İstanbul, Versus Kitap, 2011, s. 55 388 zamanlarda, farklı durumlar karşısında, zamana ve mekana uygun araçları kullanmalarına olanak sağlayarak imparatorluğun devamlılığında etkili olmaktadır. Öte yandan imparatorluğun söz konusu esnekliği iktidar kaynaklarının dönüştürülmesi konusunda da gösterebilmesi gerekmektedir. Koşullar değiştikçe sahip olduğu güç unsurları zamanın gerisinde kalan imparatorlukların, bunları dönüştürüp uyarlamaları söz konusu unsurların işlevsiz kalmasını önleyebilecektir. Ancak bunu başaramayan imparatorluklar açısında sahip oldukları güç unsurlarının dönüştürülememesi, bu unsurlara etkin bir biçimde sahip olamamak kadar, hatta bazen daha olumsuz sonuçlar doğurabilmektedir. Kemikleşmiş unsurların dönüşüme ve esnekliğe olanak tanımaması, imparatorlukların sonunu getirebilecek süreçlere yol açabilmektedir. Bu bağlamda gerek Osmanlı gerek Rus İmparatorluğu esas olarak askeri güce dayanan karasal imparatorluklardır. Topraklarını genişletmek, kazandıkları topraklarda egemenlik kurmak ve bu egemenliğin diğer devletlere kabul ettirilmesi aşamasında ağırlıklı olarak askeri güçlerine dayanmışlardır. Bu noktalarda başarısız olmaları da yine askeri mağlubiyetler sonucu gerçekleşmiştir. Bununla birlikte bu durum söz konusu imparatorlukların diğer iktidar kaynaklarını ihmal ettiği anlamına gelmemektedir. Esas olarak askeri güç, imparatorluk yöneticileri tarafından ekonomik ve siyasi gücün anahtarı olarak görülmüştür. Yeni topraklar ele geçirmek ekonomileri temel olarak tarıma ve tarımdan gelen vergilere bağlı olan Osmanlı ve Rus İmparatorlukları için devlet gelirlerini arttırmanın en kolay yolu olarak görülüyordu. Ancak İmparatorlukların yeni toprakları ve bu topraklar üzerinde yaşayan halkları yönetme hakkına sahip olduklarını öne sürmeleri ve bu halklardan vergi talep edebilmeleri yalnızca askeri güce dayanılarak gerçekleştirilemezdi. Bunun için imparatorlukların farklı bir güç unsuruna ve yeni bir politikaya ihtiyacı vardı. Bu güç unsuru ideolojik güç olarak şekillendirilirken geliştirilen politika da farklıklar politikası ya da milliyetler politikası olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak bu politikayı milliyetler politikası olarak adlandırmak, 19. yüzyıla ait bir kavramın daha önceki dönemler için kullanılması anlamında sorunlu olduğu gibi politikanın mahiyetini de tam olarak yansıtmamaktadır. Bu dönemde temel aidiyet dindi ve bu nedenle nüfus 389 etnik kökenine göre değil dinine göre sınıflandırılıyordu. Bunun yanı sıra daha önce de belirtildiği gibi imparatorluklar açısından farklılık tek boyutlu değildi. Nüfus içindeki farklılıkların yanı sıra imparatorluk toprakları içinde de bölgeden bölgeye değişen farklıklar söz konusuydu. İmparatorlukların genişleme sürecinde, Roma İmparatorluğu’ndan itibaren kullanılan çeşitli ideolojik söylemler söz konudur. Bunlar zaman ve mekâna göre bazı değişiklikler göstermekle birlikte genel olarak tüm imparatorluklar tarafından kullanılmıştır. Osmanlı ve Rus İmparatorlukları da bu durumun istisnası değildir. Kullanılan ideolojik söylemler, daha sonra, fethedilen topraklar ve insanlarının yönetiminde de referans noktası olmaları açısından da önem taşımaktadır. Pek çok imparatorluk gibi Osmanlı ve Rus İmparatorlukları da, Tanrı tarafından verilen dini misyon, adalet, refah, medeniyet ve barış götürme iddialarını, farklı zamanlarda, farklı biçimlerde, farklı topraklardaki varlıklarını ve buradaki yönetimlerini, hem kendi halkları hem de diğer devletler gözünde meşrulaştırmak için kullanmışlardır. Bu bağlamda en çok kullanılan söylem olan dini misyon söylemi hem Müslüman Osmanlı İmparatorluğu hem de Ortodoks Rus İmparatorluğu tarafından kullanılmıştır. Dini yayma, dini koruma, dinin verdiği üstünlük nedeniyle farklı halktan olanları yönetme, hatta dini yaymanın bir parçası olarak bu kişileri din değiştirmeye zorlama, bu söylemin ve söylemin uygulamasının kapsamında yer almaktadır. Bu söylem daha çok, halkın fetihler doğrultusunda mobilize edilmesinin bir aracıdır. Ancak, fethin burada yaşayan haklar için olduğu gibi özellikle dışa dönük olarak diğer devletlere karşı da meşrulaştırılması bu sürecin bir parçasıdır. Dini söylemin bu kadar yoğun ve sık kullanılması, daha önce de belirtildiği gibi dinin bu dönemdeki temel aidiyet olmasından kaynaklanmaktaydı ve bu nedenle de farklılıkların yönetimine ilişkin politika da esas olarak din tarafından şekillendirilmişti. Ancak her ne kadar din, hem Osmanlı hem Rus İmparatorluğunun farklılıklar politikasını belirleyen ana unsur olsa da, ortaya çıkan politikalar birbirinden oldukça farklıydı. Osmanlı İmparatorluğunda Müslüman olmayanlar toplu olarak tek bir grup olarak düşünülmemiş, dinler, hatta mezheplere bölünerek ele alınmıştır. Her din ve mezhep bir millet olarak kabul edilmiş ve bu nedenle bunlara yönelik politika da millet sistemi olarak anılmıştır. Millet sisteminin genel 390 olarak “hoşgörü” üzerine kurulu olduğu savunulmaktadır. Bu savunuyu benimsemek ya da reddetmek hoşgörü kavramının nasıl tanımlandığıyla ilgilidir. Genel eğilim hoşgörüyü olumlamak doğrultusundadır. Buna göre Osmanlı hoşgörüsü, farklı dini grupların, dinlerini istedikleri gibi yaşamalarına olanak tanımanın yanı sıra, onlara geniş bir özgürlük alanı tanımış, onları dışlamamış, oldukları gibi kabul etmiştir. Bu tanımlama esas olarak yanlış değildir, fakat eksiktir. Öncelikle cemaatlere tanınan alan daha çok, dini meselelerle sınırlıydı. Bu dönemde eğitim ve hukuk gibi konular din ekseninde ele alındığı için cemaatlere bırakılmıştı. Yani esas yalnızca dini konuların cemaatlere ve cemaat liderlerine teslim edilmesiydi. Üstelik bu konuda özgürlükleri önemli kısıtlamalara tabiiydi. Dini sembollerin taşınması, ibadethanelerinin konumu, yeni ibadethanelerin inşası ve mevcut olanların tamiri ve genişletilmesi, giysileri, hatta evlerinin yeri ve yüksekliği gibi konularda önemli kısıtlama ve yasakların yanı sıra, zorla din değiştirmenin tek istisnası olan devşirme sistemi dışında devlet görevinde çalışmalarına olanak tanınmamış, güvenlik gerekçeleriyle askerlik hizmetinden muaf tutulmuşlardır. Dolayısıyla gayrimüslimler için söz konusu olan ikinci sınıf topluluklar olarak muamele görmeleridir. Müslümanlarla eşit olmaları söz konusu olmadığı gibi, farklı gayrimüslimlim cemaatler arasında bir hiyerarşi vardı. Bu nedenle hoşgörü kavramının özgürlük ve eşitlik içermesi söz konusu değildi. İmparatorluğun bunu istediği ya da hedeflediğini söylemek de oldukça güçtür İmparatorluk yönetimi açısından asıl olan, devlete sadık oldukları ve vergi ödedikleri sürece “zimmi” olarak tanımlanan gayrimüslimlerin korunmasıydı. Nitekim bu bağlamda Osmanlı millet sistemi için hoşgörü kavramını kullanmak, hoşgörüyü farklı bir biçimde tanımladığımızda mümkün görünmektedir. Çünkü buna göre hoşgörü esas olarak bir üstünlük algısı içermektedir ve bu anlamda Thomas Paine’in ifadesiyle hoşgörüsüzlüğün karşıtı değil taklididir; hoşgörüsüzlük, kendinde vicdan özgürlüğünü kısıtlama hakkını görmekken hoşgörü, bu özgürlüğü verme hakkını kendinde görmektedir.1088 Dolayısıyla Osmanlı hoşgörüsü olarak tanımlanan olgu, esas olarak bir arada var olma durumuydu. 1088 Thomas Paine, Rights of Men, Common Sense and Other Political Writings, Oxford: Oxford University Press, 1995 s.137 391 Ancak hoşgörü kavramı hangi biçimde ele alınırsa alınsın ve bu doğrultuda millet sistemi hangi çerçevede değerlendirilirse değerlendirilsin Osmanlı imparatorluğun politikası farklılıkların korunmasına olanak tanımıştır. Bunun en önemli sonucu Osmanlı toplumunun milliyetçiliğin doğuşu ve gelişimi için uygun bir ortam sağlamış olmasıdır. Ancak millet sistemi elbette ki İmparatorlukta ortaya çıkan milliyetçili hareketlerin tek nedeni değildir. Öyle olsaydı sistem içinde tek bir “millet” olarak ele alınan Ortodoks topluluklar arasından tek bir milliyetçilik çıkar, etnik köken ya da dile dayalı farklılıklar üzerinden ayrı ayrı milliyetçilikler türemezdi. Ancak olan tam olarak da buydu. Osmanlı’nın tek bir millet olarak kabul ettiği gruplardan yalnızca gayrimüslimler arasında değil Müslümanlar arasında da birbirinden farklı pek çok milliyetçilik çıkmıştır. Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun milliyetçi parçalanmalarla son bulması, tek başına millet sistemiyle açıklanamaz. Ancak millet sistemi aracılığıyla cemaatlerin kendi dinlerini uygulamaları, dillerini kullanmaları, kendi dini hukuklarına tabii olmaları ve hepsinden önemlisi kendi eğitim kurumlarına sahip olmaları, kimi durumlarda milliyetçiliğin ortaya çıkması, kimi durumlarda da zaten ortaya çıktıktan sonra gelişmesi ve yayılması için uygun koşulları sağlamış, süreci hızlandırmış ve kolaylaştırmıştır. Osmanlı açısından farklılıkların korunmasının bir tercih olup olmaması önemli değildir. Osmanlı farklılıkları korumak istememiş olsa bile onları dönüştürmeye çalışmamıştır. Öte yandan Osmanlı fiskalizmiyle birlikte düşünüldüğünde, Osmanlı’nın gayrimüslimlerden vergi toplamak için onları din değiştirmeye zorlamadığı sonucuna da varılabilmektedir. Gayrimüslimlerden alınan cizye Osmanlı için önemli bir gelir kaynağıydı. Ancak bunun da ötesinde Osmanlı meşruiyetini sağlayabilmek için farklılıklarının devamından yana olmalı, ya da en azından buna karşı çıkmamalıydı. Bu insanları yönetebilmesi ve onlardan vergi toplayabilmesi için önce, gayrimüslimlerin bunu kabul etmesi gerekiyordu. Aksi takdirde karşı koyacaklar, direniş gösterecekler ve Osmanlı, bu topluluklardan vergi toplayamamanın ötesinde bu toprakların İmparatorluğa bağlılığını ve güvenliğini sağlamak için daha fazla kaynak aktarmak zorunda kalacak, belki de bunu başaramayarak söz konusu toprakları kaybedecekti. 392 Dinle ilgili zorlayıcı yöntemlerin ne gibi sonuçlar doğurduğu konusunda Rus İmparatorluğu tecrübeliydi ve bu politikayı terk etmek zorunda kalmıştı. Bu nedenle Rus İmparatorluğunun farklı dini gruplara karşı tutumu daha ikirciklidir. Yönetimi altına giren Hıristiyan olmayan topluluklara karşı Rusya’nın ilk tepkisi zorla Ortodokslaştırma politikası izlemek doğrultusunda oldu. Ancak bu zor politikası önemli bir direnişle karşılandı. Bu direniş devam ettiği sürece Rusya’nın bu topraklarda güvenli ve sağlam bir yönetim kurması mümkün değildi. Bu nedenle zamanla bu politikadan vazgeçerek, “hoşgörü” politikası izlemeye başlamıştır. Bu süreçte Rusya’nın tavrı zorla olmasa da, din değişimini teşvik etmek doğrultusundadır. Din değiştirenler için Rus ordusu ve devlet görevlerinin kapıları açılırken, Rus aristokrasisine eklemlenmek de mümkün hale geliyordu. Bu nedenle artık bir parçası oldukları bu yeni devlet içinde yüksek bir toplumsal statü ve gelir seviyesine ulaşmanın yolu Ortodokslaşmaktan, ve daha sonraki dönemlere ait bir kavram olsa da Ruslaşmaktan, geçiyordu. Bununla birlikte Ruslar zora dayalı din değiştirme politikasından da vazgeçmiş değillerdi. Yeni fetihlerinde ele geçirdikleri topaklarda yaşayan ve çoğunlukla Müslüman ya da animist olan toplulukları zorla Ortodokslaştırmaya çalışıyorlar, bu noktada direnişle karşılaştıklarında ise çoğu zaman geri adım atılıyordu. Bu konuda Rus Ortodoks Kilisesiyle birlikte hareket ediliyordu. Yani Rus fetihleri askeri araçlarla olduğu kadar ideolojik araçlarla da yönetiliyordu. Özellikle 19. yüzyıldan itibaren bu ideolojik araç dinin yayılması değil, “geri kalmış” topluluklara medeniyet götürülmesi biçimini almaya başlamıştı. Bu söylem, aynı dönemde Batı Avrupalı sömürgeci güçler tarafından da sıklıkla kullanılıyordu. Nitekim özellikle I. Petro’nun İmparatorluğu “Avrupalılaştırma” hareketinden sonra Avrupa tipi sömürgecilik anlayışının da benimsenmesi böyle bir sonuca yol açmıştı. Avrupa ve Avrupalılara atfedilen önem, Rusya’nın İmparatorluğun batısındaki topraklarda daha farklı bir politika izlemesine de neden oluyordu. Bu bölgede yaşayanlar Hıristiyan olmakla birlikte Ortodoks değillerdi. Buna rağmen bu topluluklara yönelik Ortodokslaştırma politikası izlenmesi gündeme gelmemişti. Aksine başta Baltık ülkeleri olmak üzere, bu bölgelerin elitleri “Avrupalı” olmaları dolayısıyla model alınmış, hatta Rusya’nın reform sürecinin yürütücüleri 393 olmuşlardır. Bunun sonucunda, İmparatorluk yönetimi tarafından, bu bölgelere ve halklarına yönelik herhangi bir müdahale ya da zorla dönüştürme girişiminde bulunulmamıştır. Böylece Rus İmparatorluğunun farklı toplumsal unsurlara yönelik politikası ikili bir kalıp izlemiştir: Bir yanda zorla dönüştürmeye çalışma ya da çeşitli kazançlar vaat edilerek dönüşmeyi teşvik etme, diğer yanda ise olduğu gibi kabul etme, içerme, hatta model alma. Üstelik bu ikili yapı da süreklilik göstermemiştir, zorla dönüştürülmeye çalışan unsurlara yönelik bu politikadan vazgeçilmesi ve bu grupların sahip oldukları özgürlüklere – başta dini özgürlükler olmak üzere – “hoşgörü” gösterilmesi, Rus politikasının zaman içinde de değişiklik gösterebildiğinin en önemli işaretidir. Dolayısıyla Rus İmparatorluğunda, Osmanlı İmparatorluğu’nda Millet sistemi gibi sistematik bir farklılıklar politikası söz konusu değildir. Bunun yerine Rus İmparatorluğu kendisine daha yüksek bir esneklik sağlayacak biçimde zamana ve koşullara göre değişen politikalar izlemeyi tercih etmiştir. Böylece Rusya’da, İmparatorluğu belli bölgelerinde milliyetçiliğin gelişmesi için uygun koşullar oluşmaya başlarken, diğerleri daha yoğun bir baskı ve kontrol altında tutularak bu yönde bir gelişmenin önü kesilmiştir. Farklılığın yönetiminin bir diğer boyutu olan imparatorluğun çevre bölgelerinde kurulan yönetim, toplumsal farklılıkların yönetimiyle paralellik göstermektedir. Osmanlı İmparatorluğu, Kılıçbay tarafından “başkent imparatorluğu” olarak adlandırılmasına neden olacak biçimde, önceliği İstanbul’un iaşesine vermiş, bunun için de başta vergiler olmak üzere kaynak aktarımının sorunsuz işlemesi çevrenin yönetiminin temelini oluşturmuştur. Bunun dışında yerel işleyiş ve düzenlemelere müdahale etmemeyi tercih etmiştir. Bu tercihin amacı, zaten işleyen bir yapıya müdahale ederek bu işleyişi bozma ya da sekteye uğratmanın neden olabileceği maddi kayıpları önlemek olduğu kadar müdahalenin neden olabileceği direnişi de bertaraf etmektir. Bunun sonucunda, çevre bölgelerin merkezle olan ilişkisi ve bağları alt düzeyde kalmıştır. Ancak bu Osmanlı İmparatorluğunun merkezi bir İmparatorluk olmadığı anlamına da gelmemektedir. Bu anlamda İmparatorluk için en önemli kriter, çevre bölgelerde merkeze rakip olabilecek siyasi güç odaklarının oluşmamasıdır. Nitekim İmparatorluğun kuruluş aşamasında böyle bir riskin farkında olan II. Mehmet, kesin bir merkezileşme politikası izleyerek 394 dönemin güçlü ailelerin etkinliğini kırmıştır. Ancak bundan sonra çevre bölgelerin özerk bir yapıya sahip olmasına, aynı koşul sabit kalmak üzere, izin verilmiştir. Rus İmparatorluğu’nun çevre bölgelere yönelik politikası da, dini farklılıklara yönelik politikası gibi ikili bir yapıya sahiptir. Genel eğilim Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi, merkeze rakip olabilecek güç odakları olmadığı sürece, çevre bölgelerdeki yapıların korunmasına, çevre bölgelerin işbirliğine gidilen yerel elitler aracılığıyla yönetilmesine yöneliktir. Ancak Rusya’nın bunu gerçekleştirebilmesi Osmanlı’dan daha zordu. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’ndan farklı olarak Rusya’ya nüfus yoğunluğu çok düşüktü ve çevre bölgelerden ekonomik olarak en üst düzeyde yararlanabilmek için bu bölgelere nüfusun daha yoğun olduğu bölgelerden nüfus ihraç edilmesi gerekiyordu. Bunun doğal sonucu Rus İmparatorluğunun daha merkeziyetçi bir yapıya sahip olmasıdır. Merkez, sürekli olarak bu bölgelere yerleştirilecek nüfusu, bu nüfusa verilecek toprakları, ekonomik iş bölümünü düşünmek ve düzenlemek zorundaydı. Bu da merkezin çevre bölgelerin işleyişine daha çok müdahil olmasını berberinde getiriyordu. Öte yandan, daha önce belirtildiği gibi İmparatorluğun kendisine model aldığı Baltık bölgesi ile diğer batı bölgeleri daha geniş bir özerkliğe sahipti. Buranın halkı için yöneticiler Ruslardan çok, çoğu zaman aynı dili konuştukları, kimi durumda ise aynı dini paylaşmadıkları toprak sahipleriydi. Bu bölgelerin merkezle olan ilişkisi gelişmediği gibi yerel özerkliğin yüksek düzeyde olması, bu bölgelerin ileride İmparatorluktan kopuşunu hızlandırıcı bir etki yapacaktır. Merkez-çevre ilişkisi imparatorlukların siyasi gücünün bir boyutunu oluştururken, merkezin diğer merkezlerle, yani imparatorluğun diğer devletlerle olan ilişkisi de bir diğer boyutunu oluşturmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu ile Rus İmparatorluğu arasındaki önemli bir ayrım, bu İmparatorlukların ve İmparatorluk içindeki unsurların diğer devletlerle olan ilişkileri bağlamında ortaya çıkmaktadır. Bu unsur özellikle İmparatorlukların sonuna doğru belirleyici olması açısından önemlidir. Osmanlı İmparatorluğu Avrupalı devletlerin gözünde hep bir öteki olarak var oldu. Dini farklılık bu durumun önemli nedenlerinden biriydi. Ancak bundan daha önemli olansa Osmanlı’nın, bu devletler için bir rakip ve özellikle güçlü olduğu zamanlar bir tehdit olarak algılanmasıydı. 395 17. yüzyıldan itibaren Osmanlı’nın eski gücünü kaybetmesi ve bu sırada Avrupalı devletlerin de daha güçlenerek dünya sahnesine çıkmaları ilişkilerin farklı biçimler almasına neden oldu. Artık Osmanlı İmparatorluğu özellikle ekonomik olarak Batılı devletlere bağımlı hale gelirken toprakları da farklı devletlerin hedefi haline gelmeye başladı. Bu devletlerden Habsburg İmparatorluğu, Osmanlı ile geçmişte yaptığı savaşlarda kaybettiği toprakları geri almayı, bunu yapamadığı durumlarda da bu topraklarda etki alanı kurmayı hedefliyordu. Etki alanlarına sahip olma esas olarak pek çok Avrupa devletinin Osmanlı toprakları üzerindeki öncelikli hedefiydi. Osmanlı’ya yüklü miktarda maddi yardım yapmış ve borç vermiş devletler açısından bu bir anlamda alacaklarının güvencesiydi. Ancak bundan daha fazlası da söz konusuydu. Osmanlı artık güçsüzdü ve gerek maddi gerek diplomatik desteklerine ihtiyaç duyduğu devletlere herhangi bir şekilde karşı koyabilme şansına sahip değildi. Bu nedenle başta İngiltere ve Fransa olmak üzere, İmparatorluk topraklarında fiilen kendilerinin yönettiği bölgeler oluşturdular. Rusya ise bir yandan Habsburg İmparatorluğu gibi çeşitli savaşlarla Osmanlı topraklarının belli bölümlerini kendi topraklarına katarken, bir yandan da nihai olarak İmparatorluk topraklarına dâhil etme hedefiyle, özellikle Slav kökenli Balkan halklarının İmparatorluktan ayrılmasını destekliyordu. Öte yandan Rusya’da, I. Petro döneminde gerçekleştirilen ve sonrasında kararlı bir biçimde devam ettirilen Batılaşma hamlesinin temel hedefi Avrupalı ve Avrupa devlet sisteminin bir parçası olmaktı. Ama Rusya Avrupa’dan hem farklıydı hem de güçsüzdü. İmparatorluğun güçlendirilmesi için ilk akla gelen askeri gücün arttırılmasıydı. Petro döneminde gerçekleştirilen askeri reformların olumlu sonuç vermesiyle önce İsveç karşısında alınan galibiyet, ardından Osmanlı İmparatorluğu karşısından ardı ardına alınan galibiyetler ve son olarak bütün Avrupa’yı geçerek Rus topraklarına ulaşan Napolyon karşısında alınan galibiyetle Napolyon Savaşlarını sonlandırabilmesi Rusya’yı bu savaşlar sonrasında kurulan güç dengesi sisteminin kurucu öğesi haline getirmiştir. Güç dengesi sisteminin işleyişinde, sistem üyelerini korumaktadır. Bu nedenle sistemin diğer üyeleri olan ve bu dönemde Avrupa siyasetini belirleyen asıl devletler olan İngiltere, Fransa ve Avusturya’nın Rusya’nın iç işlerine müdahale etmesi, Rusya’ya karşı hareket etmesi söz konusu olmadığı gibi, 396 Rusya’ya karşı bir tehdit karşısında da ortak hareket etmeleri gerekiyordu. Bu durumun tek istisnası Orta Asya’daki Rus ilerleyişini kendi sömürgeleri için bir tehdit olarak gören İngiltere’yle Rusya arasındaki rekabetti. Bunun yanı sıra Rus coğrafyası, Avrupa devletleri için çok uzaktı ve Rusya’nın özellikle doğuya doğru ilerleyişiyle ilgilenmedikleri gibi bu bölgelerde yaşayan halklara yönelik bir destekleri de söz konusu değildi. Rusya’da 18. yüzyıldan itibaren yürütülen reformların amacına ulaşabilmesi için Rusya’nın sadece askeri açıdan güçlü olması yeterli değildi. Askeri zaferler Rusya’yı Avrupa güç dengesi sisteminin bir parçası yapabilirdi ama onu Avrupalı yapmazdı. Bu nedenle Petro radikal bir reform hareketine başladı. Bunun ilk adımını da başkentin Moskova’dan, yeni inşa edilen Petersburg’a taşınmasıydı. Böylece bir anlamda, yeni ve farklı bir Rusya’nın varlığının altı çiziliyordu. Eski devlete ait güçler ve unsurlar Moskova’da bırakılmıştı. Böylece kendilerini yerlerinden edebilecek reformlara muhalefet etmelerinin de önüne geçilmiş oldu. Toplumsal hayatta zorla yerleştirilmeye çalışılan ve konumlarını korumak için buna mecbur kalan üst sınıflar dışında Batılı uygulamalar reformların görülen yüzüydü. Fakat asıl belirleyici ve etkili olan eğitim ve ekonomi alanındaki yeniliklerdi. İmparatorlukta Batı tarzı eğitim veren okulların açılmasının yanı sıra pek çok öğrenci de eğitim almak için Avrupa ülkelerine gönderilmişti. Bu, Batıda ortaya çıkan ve onu dönüştüren düşünce akımlarının Rusya’ya taşınmasını kolaylaştırıyordu. Nitekim 19. yüzyılda İmparatorluğu sarsan sosyalizm ve milliyetçilik gibi ideolojiler, ülkeye bu kanaldan gelmişti. Bu ideolojik akımlarının ülkede etkili olmasının temellerinden biri de, yine Petro döneminde başlatılan ve kendisinden sonraki Çar ve Çariçeler tarafından da sürdürülen ekonomik reformdur. Her ne kadar ağırlıklı olarak 19. yüzyıl ortasına kadar devam eden serflik üzerine kurulu bir tarım ekonomisi olsa da, Rusya 18. yüzyıldan itibaren sanayileşmeye başlamıştı. Özellikle İmparatorluğun batısında önemli sanayi bölgeleri oraya çıkmış, bu, bir işçi sınıfının oluşumunu da beraberinde getirmişti. Böylece Rusya’da İmparatorluğun sonunu belirleyen sosyalist hareketin gelişmesinin toplumsal zemini oluşmuştu. Osmanlı İmparatorluğu’nda ise, reform sürecine başlanabilmesinin önünde önemli engeller vardı. En önemli engel, reforma ihtiyaç duyulduğunun kabul 397 edilmesiydi. Çünkü bu mevcut yapıda sorunlar olduğu anlamına gelecekti. İmparatorluğun eskiden olduğu kadar güçlü olmadığı gerçeği varlığını kaçınılmaz bir biçimde gösterdiğinde, sorunların varlığını kabul etmek de kaçınılmaz olmuştu. Sorun ortaya bu şekilde konulduğunda, Osmanlı elitleri tarafından buna getirilen çözüm, eskiye dönüş olarak formüle edildi. Ancak bu formülasyon Osmanlı için gerçek bir çözüm olmaktan çok uzaktı. Çünkü Osmanlı eskiye göre değil, artık rakiplerine göre daha güçsüzdü. Ancak Osmanlı için bunu kabul etmek, reforma ihtiyaç duyduğunu kabul etmekten daha güçtü. Bir zamanlar üstün olduğu, zaferler kazandığı devletler artık onu pek çok alanda geride bırakmışlardı. Osmanlı İmparatorluğu ise artık bu devletlerin önderlik ettiği sisteme ve zamanın yeni koşullarına ayak uyduramamıştı. Üstelik bu durumdan kurtulması ancak Avrupalı devletlerin geçtiği yollardan geçmesine, yani Rusya’nın yaptığı gibi onları taklit etmesine, Avrupalı kurum ve uygulamaları benimsemesine, onlara adapte olmasına bağlıydı. Osmanlı için Batının kendisinden üstün olduğunu kabul etmek Rusya için olduğundan daha zordu. Bu her şeyden önce daha önce de belirtildiği gibi Osmanlı’nın bir zamanlar Batı karşısında üstün bir konumdayken bu konumunu kaybetmiş olmasıyla ilgiliydi. Rusya içinse böyle bir dönem hiç olmamıştı. Dolayısıyla Rusya’nın geçmişinde kendisine örnek alabileceği, dönmek isteyeceği bir “altın çağ” yoktu. Osmanlı için Batıyı izlemek konusundaki bir diğer sorun din farkıydı. Osmanlı İmparatorluğu için Hıristiyan devletler karşısında geri kalması ve bunu aşmak için bu devletleri kendisine model alması, özellikle halk nezdinde önemli bir sorundu. Nitekim reform karşıtı hareketler de ekseriyetle bu ikilem üzerine kurulmuştu. Bu muhalif tepkiler de Osmanlı için reformun önündeki bir diğer önemli engeli teşkil ediyordu. Reform karşıtlığı Osmanlı İmparatorluğu’nda Rusya’da olduğundan çok daha güçlüydü. Reformların getireceği yeni yapıların, eski sistem içindeki konumlarını kaybetmelerine neden olacağını düşünen gruplar, en şiddetli muhalefeti oluşturuyordu. Bu grupların başında ulema ve yeniçeriler geliyordu. Özellikle başkentte güçlü ve etkili olan bu gruplar tarafından ya da onların önderliğinde çıkarılan ayaklanmalar ve Padişahların tahttan indirilmesine, hatta öldürülmesine varan sonuçları düşünüldüğünde, Petro’nun başkenti Petersburg’a 398 taşımasının, reformların önündeki ne kadar büyük bir engeli kaldırdığı ortaya çıkmaktadır. Fakat İstanbul’un Osmanlı için taşıdığı – başta ideolojik olmak üzere – büyük önem dolayısıyla Osmanlı’nın böyle bir adım atması mümkün değildi. Bu süreçte Rusya’yı Osmanlı’ya göre daha avantajlı kılan bir diğer unsurunsa, Rus İmparatorluğunun görece daha genç olması dolayısıyla Osmanlı’daki kadar kökleşmiş, hatta kemikleşmiş çıkar gruplarının bulunmaması, var olan gruplarınsa daha zayıf olması olduğunu söylemek mümkün. Osmanlı zaman için de bu muhalefeti aşıp reform hareketini başlatabildiğinde 19. yüzyıla gelinmişti. 19. yüzyıl, daha önceki dönüşümün sonuçlarının kendisini en şiddetli hissettirdiği dönemdi. Tüm Avrupa, birbirini tetikleyen ve tamamlayan ekonomik, siyasi, toplumsal kriz, çözülme ve dönüşüm sancılarıyla çalkalanıyordu. Dolayısıyla Osmanlı’nın kendisini uyarlamaya çalıştığı koşullar artık çok karmaşıktı ve Osmanlı bu konuda çok geç kalmıştı. Bu nedenle de beklediği sonuçları alması mümkün değildi. Devletin meşruiyet temelleri değişiyordu. Çağa damgasını vuran ideolojiler milliyetçilik, sosyalizm ve liberalizmdi. Dolayısıyla Osmanlı için teknik reformlarla askeri ve ekonomik yapıyı değiştirmek mümkün değildi. İmparatorluğu bir arada tutmak için, İmparatorluğun batısından başlayarak yayılan milliyetçi taleplerin önüne geçmesi gerekiyordu. Bu da ideolojik ve siyasi dönüşümü gerekli kılıyordu. Osmanlı’nın bunun için geliştirdiği ilk formül, Osmanlı topraklarında yaşayan herkesi içine alacak bir Osmanlıcılık düşüncesiydi. Ancak bu fikrin, kendi devletlerine sahip olmak isteyen halkları ve milliyetçi taleplerini durdurması mümkün değildi. Özellikle İmparatorluğun ekonomik olarak en gelişmiş ve coğrafi olarak Avrupa’ya yakın olmaları dolayısıyla Avrupalılar ve Avrupa düşünce akımlarına en çok ilişki içinde olan bölgeleri olan Balkanlarda süreç geri döndürülemez bir noktaya gelmişti. Üstelik, daha önce de belirtildiği, Avrupalı güçler emperyalist yarışta, mümkün olan bütün toprakları paylaşarak sömürgeleştirdiklerinden artık Osmanlı gibi Avrupa’nın periferisinde yer alan topraklarda etki alanları kurmayı hedefliyorlardı. Osmanlı topraklarını doğrudan sömürgeleştirmeye çalışmaları, aynı amaç peşinde olan diğer devletler tarafından kesin biçimde engelleneceğinden, yapılabilecek tek şey Osmanlı topraklarından 399 koparak kurulacak devletleri himayeleri altına almaktı. Bu nedenle Osmanlı’nın içişlerine karışmak pahasına bu devletleri koruyor ve bağımsızlıklarını destekliyorlardı. Balkanlarda başlayan bu süreç zamanla İmparatorluğun Ortadoğu topraklarına taşınınca, Osmanlı’nın, elinde kalan toprakları bir arada tutmak için geliştirdiği ikinci ideolojik politika olan İslamcılık da işlevsizleşmeye başladı. Ancak bu gelişmeyi tamamen dış dinamiklere bağlamak doğru değildir. Osmanlı’nın İmparatorluktaki merkezkaç eğilimlerin önüne geçmek için başlattığı merkezileşme politikası, İmparatorluğa katılmalarından beri sahip oldukları özerkliği kaybetmek istemeyen bölgedeki yerel yöneticilerin büyük tepkisine neden oldu. Bu durumda Osmanlı’nın merkeze bağlı bir unsuru olmaktansa, kendi devletlerini kurmak daha cazip bir seçenek haline gelmişti. Üstelik bu toplumları Osmanlı’ya bağlayan en güçlü unsur olan, Osmanlı Sultanının İslam’ın ve Müslümanların koruyucusu olma rolü, Osmanlının aldığı yenilgiler sonucunda inandırıcılığını kaybetmişti. Böylece Osmanlı elinde kalan son unsur olan Türklüğe sarılmış, ideolojik iktidarını Türk milliyetçiliği üzerine kurmuştur. Nitekim Dünya Savaşı İmparatorluğun sonunu getirdiğinde, İmparatorluğun mirasçısı olan devlet, İmparatorluktan ayrılan diğer devletler gibi, bir ulus-devlet olan Türkiye Cumhuriyeti olmuştur. Buna karşılık Rusya’nın geleceğini belirleyen ideoloji milliyetçilik değil sosyalizm oldu. Bu, Rus İmparatorluğu’nda milliyetçi düşünce ve hareketler olmadığı anlamına gelmemektedir. Nitekim İmparatorluğun belli bölgelerinde ortaya çıkan milliyetçi hareketler amaçlarına ulaşarak İmparatorluktan ayrılmayı başarmıştır. Ancak İmparatorluğun büyük bölümü sosyalist harekette birleşerek Sovyetler Birliği’nin kuruluşuna öncülük etmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi Rus İmparatorluğu’nda da milliyetçi düşüncenin en etkili olduğu bölge İmparatorluğun batısıydı. Bu bölge, İmparatorluk yönetiminin en çok özerklik tanıdığı bölgeydi ve bunun da etkisiyle İmparatorluk içinde milliyetçiliğin gelişmesi için en uygun koşullara sahipti. Üstelik bu bölge imparatorluğun ekonomik açıdan en gelişmiş bölgesi olmanın yanı sıra dışarıya açılan kapısıydı da. İmparatorluğun milliyetçi tepkiye verdiği karşılık, bununla karşılaşan diğer tüm devletler gibi ideolojik söylemini değiştirmek oldu. Rusya’nın bu bağlamda 400 benimsediği politika karşı milliyetçilik oldu. Yani yükselen milliyetçiliğe karşı, Rus İmparatorluğunun yöneticileri “resmi milliyetçilik” olarak adlandırılan kendi milliyetçiliklerini öne sürdüler ve Rus milliyetçiliğini benimsediler. Bunun uygulamadaki sonucu ise Ruslaştırma politikası oldu. Böylece Rus İmparatorluğu, Ortodokslaştırmanın yerine Ruslaştırmayı koyarak, kuruluş döneminde izlediği zorla değiştirme politikasına geri döndü. Ruslaştırmanın öncelikli hedefi Batı topraklarında yaşayan nüfus olmakla birlikte bu politikanın nihai olarak bütün imparatorluğa uygulanması hedefleniyordu. Ancak bu noktada İmparatorluğun önünde önemli bir sorun vardı. Batıdaki, daha çok Hıristiyan gruplar arasındaki milliyetçilik parçalı bir yapıdaydı ve bu nedenle küçük grupları içeriyordu. Oysaki İmparatorluğun Müslüman nüfusu, etnik temelli bir milliyetçiliğe yönelmemişti. Üstelik öncelikleri İslami kimlik olsa da bu grupların büyük çoğunluğu aynı zamanda Türk kökenliydi ve böyle her iki kimlik altında da kolayca birleşebiliyorlardı. Her ne kadar talepleri bağımsızlık değil özerklik olsa da, İmparatorluk nüfusunun önemli bir kısmını oluşturmalarının yanı sıra, Osmanlı İmparatorluğunun da bu kimlikleri paylaşıyor olması bu toplulukları bir tehdit haline getiriyordu. Bu nedenle Rusya için acil olarak çözülmesi gereken sorun bu grupların Ruslaştırılması değil, kendisi için tehdit oluşturmayacak daha küçük gruplara bölünmesiydi. Böylece Rus İmparatorluğu bir kez daha farklılıklara yönelik ikili bir politika izlemeye başladı. Batıdaki Ruslaştırma politikasına karşılık, İmparatorluğun doğusunda etnikleştirme politikası izleyerek, bu topluluklar içindeki farklılıkları derinleştirmeye çalıştı. Bir kere bu büyük topluluk küçük gruplara yarıldıktan sonra, Ruslaştırma politikasının burada da uygulanması hedefleniyordu, ancak Çarlık bu aşamaya geçemeden, sonunu getirecek olan farklı bir meydan okumayla karşılaştı. Gelişen sanayisine rağmen ekonomik koşulları oldukça olumsuz olan Rusya’da güçlü bir sosyalist hareket ortaya çıkmıştı. Beklenebileceği gibi hareketin amacı sosyalist bir devlet kurmaktı, ancak bu harekete destek verenler için daha öncelikli olan Çarlığın yıkılmasıydı. 1905 yılındaki devrimci hareket, Çarlığın dönüştürülmesinin mümkün olmadığını ortaya koymuştu. Devlet bulduğu ilk fırsatta otokrasiye geri dönme eğilimindeydi ve bunu başarabilecek güce sahipti. Bu nedenle 1905 Devrimi öncesinde Çarlık karşıtı olmayıp, sadece daha iyi koşullar ve daha çok 401 özgürlük isteyen gruplar bile, Çarlığın yıkılmasını tek çözüm olarak görmeye başlamıştı. Bu grupların ayrı ayrı hareket etmeleri başarı ihtimallerini oldukça düşürmekteydi. Üstelik Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi bu toplulukların diğer devletler tarafından desteklenmesi de söz konusu değildi. Batılı devletler ancak, artık müttefikleri olan Çar’ı destekleyebilirlerdi. Üstelik, monarşiyi bir ülkede korumazlarsa kendi meşruiyetleri de sorgulanır hale geleceğinden Çarlığı korumak için harekete geçmeleri kaçınılmaz olacaktı. Ancak Dünya Savaşı, müttefikleri açısından Çarlığı savunacakları böyle bir müdahaleyi olanaksız kıldığı gibi Rusya’nın savaş sırasında iyice ağırlaşan toplumsal ve ekonomik koşulları, sosyalist harekete kitlesel desteği de arttırmıştı. 1917 yılında gerçekleşen iki devrimin ardından başlayan iç savaşta her ne kadar Avrupalı devletler Çarlık kuvvetlerine destek verseler de artık çok geç kalmışlardı. Rus İmparatorluğu sosyalist bir devlete dönüşmüştü. Ancak, Çarlığın yıkılması, Batı bölgelerdeki milliyetçi hareketlere de başarı olanağı tanımış, Baltık ülkeleri, Polonya, Finlandiya yeni kurulan devletin bir parçası olmak yerine kendi devletlerini kurmuşlardır. Bunun dışındaki milliyetçi hareketlerse, Çarlık Rusya’sının yerine kurulan sosyalist devletin alacağı biçimi belirlemiş, bu dinamiği göz ardı edemeyen Sovyet liderleri, böylece yeni devleti etnik temellere göre on beş federe cumhuriyete ayırmıştır.
NECMETTİN ERBAKAN ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ SOSYOLOJİ ANA BİLİM DALI SOSYOLOJİ BİLİM DALI TÜRKİYE’DE MİLLİYETÇİLİK VE TÖRE DERGİSİ İNCELEMESİ Kadriye GÖZÜBÜYÜK YÜKSEK LİSANS TEZİ DANIŞMAN Doç. Dr. Mahmut Hakkı AKIN KONYA-2018 iv T.C. NECMETTİN ERBAKAN ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü ÖZET Öğrencinin Adı Soyadı Kadriye GÖZÜBÜYÜK Numarası 158103011010 Ana Bilim /BilimDalı Sosyoloji Anabilim Dalı / Sosyoloji Bilim Dalı Programı Tezli Yüksek Lisans Doktora TezDanışmanı Doç. Dr. Mahmut Hakkı AKIN Tezin Adı TÜRKİYE’DE MİLLİYETÇİLİK VE TÖRE DERGİSİ İNCELEMESİ İnsanın “bir yere ait olma” ihtiyacı duyması ve kendi benliğini tanımlaması noktasında “milliyetçilik” önemli bir işlevi yerine getirmektedir. Milliyetçilik, 1789 Fransız İhtilali’nden sonra eşitlik, özgürlük, adalet gibi kavramların öne çıkmasıyla kendini inşa eden süreci içinde barındıran önemli bir ideoloji olarak karşımıza çıkmaktadır. Bütün dünyada olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu’nda da etkisini gösteren milliyetçilik fikir akımı 1908-1918 yılları arasında iktidarda bulunan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin faaliyetleriyle ön plana çıkmıştır. Milliyetçilik, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına bu bağlamda milli mücadele döneminin ruhuna ve daha sonraki yıllarda Tek Parti İktidarından demokratik sistemin Türkiye’de 1946’dan sonra yer edinmesiyle Türk siyasi tarihinin her aşamasına bakıldığında öne çıkan bir fikir akımı olarak görülmektedir. Bu çalışmanın konusu tarihî bir serüvene sahip milliyetçilik fikir akımının Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne nasıl geliştiği ve bu gelişimin neticesinde hangi fikri sentezlerden geçtiği, siyaset sahnesinde hangi aktörlerle var olduğu üzerinedir. Türkiye’de Milliyetçi Hareket Partisi ekseninde siyaset sahnesinde Türk-İslam Sentezi’yle yerini alan milliyetçi düşüncenin 1971-1980 yılları arasında Töre dergisi perspektifinde nasıl işlendiği ve milliyetçi hareketi kendisine dert edinmiş olan Töre dergisinin misyonu, vizyonu ve toplumsal olaylara bakış açısının aydınlatılmasıdır. Denilebilir ki bu çalışma bir yandan Türkiye’de milliyetçiliğin nasıl geliştiğini aydınlatma diğer yandansa bilimsel dünyada “buhranlı yıllar” olarak bilinen 1971-1980 yılları arasındaki dönemde Ayşe dergisinden “Töre” dergisine dönüşerek vizyonunu genişleten Töre dergisinin dönemsel olaylar ekseninde hangi noktada durduğu ve milliyetçi harekete hangi bağlamda katkı sunmuş olduğunun aydınlatılması çabasını taşımaktadır. Anahtar Kelimeler: Milliyetçilik, Türk-İslam Sentezi, Milliyetçi Hareket Partisi, Töre dergisi v T.C. NECMETTİN ERBAKAN ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü ABSTRACT Author’s Name and Surname Kadriye GÖZÜBÜYÜK Student Number 158103011010 Department Sosyoloji Anabilim Dalı / Sosyoloji Bilim Dalı Study Programme Master’s Degree (M.A.) Doctoral Degree (Ph.D.) Supervisor Doç. Dr. Mahmut Hakkı AKIN Title of the Thesis/Dissertation Nationaslism in Turkey and a Study on Töre Journal "Nationalism" fulfills an importantfunction in relation to human need to "belong to somebody" and to determinehisown self. Nationalism emerges as an important ideology which contains self-building process with emergence of the conceptssuch as equality, free domand just ice after French Revolution of 1789. As it is in the whole world, the nationalist movement idea which was also influential in the Ottoman Empire, came to the fore with the activities of the Committee of Unionand Progress, which was in power between 1908 and 1918. Nationalism is considered as an outstanding idea movement when view edevery stage of Turkish political history from the Ottoman Empire to thees tablishment of Republic of Turkey, in this regard thes pirit of national struggle period and in subse quent years fromOne-party regime to the settlement of a democratic system in Turkey after 1946. The subject of this study is about how nationalist idea movement with historical adventure was developed from Ottoman Empire to Republic of Turkey and which intellectual synthese spasse dthrough as a result of development, with which actors do the yexiston the political arena. Also is the clarification of how nationalist movement that took place on the political arena in accordance with Turkey Nationalist Movement Party with Turkish-Islam synthesis was processed from the perspective of Töre Journal between 1971-1980, and clarification of the mission, vision of Töre Journal which occupiesit self with Nationalist Movement and it ssatti tude to social events. It can be said that this work aimsforclarificartion of how Nationalism was developing in Turkey on one handand on the other hand to ward period icalevents at which point did stand Töre Journal which expanded the vision by turning into “Töre” from “Ayşe” between 1971-1980, that were known as “crisisyears” in scientific world and in which connection did it contributeto Nationalist Movement. Keywords: Nationalism, Turkish-IslamSynthesis, Nationalist MovementParty, Töre Journal vi İÇİNDEKİLER İÇİNDEKİLER........................................................................................................... vi KISALTMALAR...................................................................................................... viii ÖNSÖZ........................................................................................................................ x GİRİŞ........................................................................................................................... 1 BİRİNCİ BÖLÜM MİLLİYETÇİLİK VE MİLLİYETÇİLİK TEORİLERİ 1.1.Milliyetçiliğin Doğuşu ve Milliyetçilik Teorileri ............................................. 6 1.2. İlkçi (Primordialist) Yaklaşım........................................................................ 14 1.3. Modernist Yaklaşım....................................................................................... 16 1.4. Etno-Sembolcü Yaklaşım ve Yeni Yaklaşımlar ............................................ 22 İKİNCİ BÖLÜM TÜRKİYE’DE MİLLİYETÇİ DÜŞÜNCENİN GELİŞİMİ 2.1. 1908 ve Sonrasında Milliyetçiliğin Şekillenişi .............................................. 27 2.2. Cumhuriyet Sonrası Türk Milliyetçiliği......................................................... 50 2.3. Milliyetçi Hareket Partisi ............................................................................... 65 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ARAŞTIRMA METODOLOJİSİ 3.1. Çalışmanın Önemi, Amacı ve Kapsamı......................................................... 71 3.2. Çalışmanın Araştırma Yöntemi (Modeli) ...................................................... 72 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM TÖRE DERGİSİNİN MİSYONU VE TÖRE DERGİSİ İNCELEMESİ 4.1.Töre Dergisinin Misyonu ................................................................................ 76 4.2.Töre Dergisi İncelemesi .................................................................................. 85 4.2.1. Türk - İslam Vurgusu ............................................................................. 85 4. 2. 2.Antikomünizm Vurgusu ...................................................................... 113 4. 2. 3. Güncel Olaylara Milliyetçi Perspektif................................................ 136 4.2.4. Millî Kültür Vurgusu............................................................................ 161 4.2.5. Töre Dergisinde Milliyetçi Hareket Partisi .......................................... 176 6. KAYNAKÇA...................................................................................................... 200 6.1. TÖRE DERGİSİ KAYNAKÇASI............................................................... 206 vii 7. EKLER ............................................................................................................... 222 7.1. YAZAR KADROSU (1971-1980)............................................................... 222 7.2. TÖRE DERGİSİNE AİT RESİMLER......................................................... 229 viii KISALTMALAR CHF : Cumhuriyet Halk Fırkası TMD : Türkiye Milliyetçiler Derneği DP : Demokrat Parti AP : Adalet Partisi CHP : Cumhuriyet Halk Partisi CKMP : Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi MHP : Milliyetçi Hareket Partisi ABD : Amerika Birleşik Devletleri NATO : Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü MBK : Milli Birlik Komitesi MNP : Milli Nizam Partisi MÇP : Milliyetçi Çalışma Partisi BBP : Büyük Birlik Partisi PKK : Kürdistan İşçi Partisi ATÜT : Asya Tipi Üretim Tarzı KGB : Devlet Güvenlik Komitesi SSCB : Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği TKP : Türkiye Komünist Partisi KP : Komünist Parti TRT : Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu TMT : Türk Mukavemet Teşkilâtı MSP : Milli Selamet Partisi DİSK : Devrimci İşçi Sendikalar Konfederasyonu TDK : Türk Dil Kurumu ix TTK : Türk Tarih Kurumu Bkz. : Bakınız ss. : Sayfa Numara Aralığı vb. : Ve benzeri Ed. : Editör Çev. : Çeviren Der. : Derleyen Haz. : Hazırlayan x ÖNSÖZ “Türkiye’de Milliyetçilik ve Töre Dergisi İncelemesi” adlı bu çalışmada Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar milliyetçilik fikir akımında yaşanan değişim ve dönüşümler incelenmiştir. Çalışma Töre dergisinin 1971 ve 1980’li yıllardaki sayılarının incelenmiş olması bakımından sınırlı bir kapsama sahiptir. Töre dergisi Türk-İslam kimliğini öne çıkaran, antikomünist bir milliyetçiliğe sahip olmakla birlikte milliyetçi hareketi kendisine dert edinmiş dönemin en tirajlı dergilerindendir. Dergi Başbuğ sıfatıyla anılan Alparslan Türkeş’in liderliğini ve “Dokuz Işık Doktrini”ni öne çıkarması bakımından Milliyetçi Hareket Partisi’ni destekleyen yayınlar yapmıştır. Türk siyasi tarihinin en buhranlı dönemi olarak bilinen 1971-1980 yılları arasında yaşanan güncel olaylara perspektifinde milliyetçiliğe yaptığı vurgunun yanı sıra derginin misyon ve vizyonunda milliyetçi düşünceyi geliştirme ve milliyetçi hareketin devamını sağlayacak yeni nesillerin yetiştirilmesini kendine ilke edinmiş olduğu da görülmektedir. Bir yandan “milliyetçilik” gibi tarihî derinliği olan bu kavramın Türk tarihindeki gelişimine çalışmanın kapsamını aşmadan değinebilmek diğer yandan saygın bir yere sahip, dönemin en tirajlı dergilerinden olan ve memleket sorunlarına ilişkin kendinde önemli bir tezi barındıran, gerek maddi imkansızlık gerekse dönemin şartlarının zorluğuna rağmen buhranlı dönemde ayakta kalmayı başarmış bulunan Töre dergisinin incelenmesi benim açımdan zorlu bir süreç oldu. Bu zorlu süreçte kıymetli zamanını bana ayıran ve yol göstericiliğiyle yolumu aydınlatan danışman hocam Sayın Doç. Dr. Mahmut Hakkı Akın’ın bana sunmuş olduğu desteklerinden dolayı teşekkürü bir borç bilirim. Yüksek lisans eğitimimi en güzel şekilde bitireceğime dair umudumu asla yitirmemem için bana destek çıkan nişanlım Sinan Can Çavdı’ya ve hayatımın her alanında emeklerini benden esirgemeyen kıymetli aileme teşekkürlerimi sunuyorum. Kadriye GÖZÜBÜYÜK Mart-2018 1 TÜRKİYE’DE MİLLİYETÇİLİK VE TÖRE DERGİSİ İNCELEMESİ (1971 – 1980) "İnsan varlığı yalnızca var olmakla kalmak istemez, bir yandan da kim olduğunun bilgisine ve sorumluluğuna sahip olmak ister." Martin Heidegger GİRİŞ Milliyetçilik, bireyin kim olduğunun sorumluluğuna sahip olmak istemesi ve bir kimlik inşa ederek toplumda nerede durduğunu belirlemesi noktasında önemli bir fikir akımı olarak karşımıza çıkar. Mutlak monarşiden demokratik yönetime geçilmesi noktasında gelişen bu süreçte milliyetçiliğin genel olarak Fransız İhtilali ile ortaya çıktığı vurgulanmaktadır. Bu bağlamda milliyetçilik, modern bir yaklaşım olarak görülmektedir. Her toplumun farklı bir tarihi serüveni olduğu gibi milliyetçiliğin gelişimine ilişkin tedricen gelişen farklı oluşumları da söz konusudur. Kimi toplumlarda milliyetçilik, milletin var ettiği bir fikirken kimi toplumlarda da devletin var ettiği bir fikir olarak ortaya çıkmaktadır. Bu farklılık, milletin doğal bir oluşum mu yoksa sonradan inşa edilmiş modern bir oluşum mu olduğu tartışmalarını da beraberinde getirmiştir. Milliyetçilik Batı toplumlarında yayılmacı düşüncenin gelişimiyle atbaşı giderken, Doğu toplumlarında daha çok emperyalist sisteme karşı bağımsız olabilme düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Milliyetçiliğin Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne nasıl bir seyir izlediğini aydınlatma girişiminde olan bu çalışmada öncelikle milliyetçiliğin tarihsel olarak nasıl geliştiğine ve milliyetçilik teorilerinin milliyetçi düşünceye katkılarına yer verilmiştir. Türkiye’de milliyetçiliğin nasıl bir görünüm kazandığı ve dönemsel olarak nasıl algılandığını aydınlatarak milliyetçi perspektifte kendine yer edinen Töre dergisinin incelenmesine yer verilmiştir. Bu çalışma dört ana bölümden oluşmaktadır. Çalışmanın birinci bölümünde “Milliyetçiliğin Doğuşu ve Milliyetçilik Teorileri” adlı başlıkta, milliyetçiliğin 2 Avrupa’da yaşanan reform, Rönesans, Aydınlanma ve Sanayi Devrimi, Fransız İhtilali gibi süreçlerden geçerek var olduğu üzerinde kısaca durulmuştur. Ardından “millet” olma fikrinin doğal bir oluşum mu yoksa modern bir oluşum mu olduğuna dair ortaya konulan fikirler ekseninde milliyetçilik teorilerine yer verilmiştir. Milliyetçilik kuramlarına ilişkin ilkçi (primordialist) yaklaşım, modernist yaklaşım, etno-sembolcü yaklaşım ve yeni yaklaşımlara yer verilmiştir. İlkçi yaklaşım “millet”in modern çağların bir ürünü olmayıp, zaten önceden de var olan bir topluluk olduğunu savunmaktadır. Milletin önceden beri var olduğunu savunan ilkçi yaklaşım kendi içinde doğalcı, biyolojik ve kültürel olmak üzere üçe ayrılır. Doğalcı yaklaşım milliyetçiliği cinsiyet, koku alma duyusu kadar doğal bir oluşum olarak görürken, biyolojik yaklaşım genetik özellikleri yani soy birliğini öne çıkarır. Son olarak kültürel yaklaşımsa milleti bağlayıcı duygu ve heyecanlar ekseninde ortak bir geçmişe sahip olmak ekseninde açıklar. Modernist yaklaşımsa ilkçi yaklaşımdan farklı olarak milletin doğal bir oluşum olamayıp modern zamanların getirmiş olduğu bir oluşum olduğunu belirtir. Modernizme bağlı olarak gelişen aydınlanma, sanayileşme, kentlileşme gibi süreçlerin milliyetçiliği var ettiği üzerinde durur. Etno sembolcü yaklaşım, ilkçi yaklaşım ile modernist yaklaşım arasında bir ara yaklaşım olarak yorumlanabilir. Milletin modern çağın ürünü olduğunu savunmakla ilkçilerden ayrılırken, millet gerçekliğinin etnik atalar dikkate alınarak daha uzun bir tarihi dönemi kapsamasını savunması bakımından da modern yaklaşıma bir eleştiri sunmuş bulunur. Yeni yaklaşımlarda ise Michael Billig’in öne sürdüğü “Banal Milliyetçilik” üzerinde durulmuştur. Banal Milliyetçilik, milli kimliğin günlük hayattaki alışkanlıklarımız vasıtasıyla her gün yeniden üretildiğini savunmaktadır. Çalışmanın ikinci bölümünde Türkiye’de milliyetçi düşüncenin gelişimine yer verilmiştir. Burada Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne milli kimliğin nasıl üretilmiş olduğu; Osmanlıcılık, Garpçılık, İslamcılık ve Türkçülük gibi fikir akımlarının ardından “Türkçülük” düşüncesiyle milliyetçiliğin nasıl inşa edildiği üzerinde durulmuştur. 1908 ve sonrasında milliyetçiliğin şekillenişi, cumhuriyet sonrasında Türk milliyetçiliği, Milliyetçi Hareket Partisi adlı başlıklar altında Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne milliyetçiliğin nasıl bir görünüm kazandığı ve siyaset sahnesinde kendini nasıl var ettiği üzerinde durulmuştur. Bilindiği üzere 3 “Türkçülük” düşüncesi İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin faaliyetleriyle önem kazanmıştır. Türkçülük düşüncesini öne çıkaran şey tarihsel süreçte Osmanlı Devleti’ndeki azınlıkların Fransız İhtilali ile ortaya çıkan milliyetçilik akımından etkilenerek bağımsızlıklarını elde etmek istemeleri olmuştur. Osmanlı’nın içinde bulunmuş olduğu politik durum “devlet kurtarma” mücadelesi ekseninde aydınları Garplılaşma düşüncesinden Osmanlıcılık düşüncesine, Osmanlıcılık düşüncesinden İslamcılık düşüncesine sevk etmiştir. Bu süreçte yaşanan olaylar ve bağımsızlıklarını kazanan azınlıkların etkisiyle Osmanlı İmparatorluğu’nu kurtarma gayesiyle Müslüman azınlıklardan da destek görülmemesi nedeniyle Türkçülük akımı ön plana çıkmıştır. Osmanlı’nın yıkılmasının ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında yine Türkçülük fikir akımının etkisini görmek mümkündür. Milli Mücadele Dönemi’nde öne çıkarılan milli bilinç ve bu bağlamda milliyetçi ruh, Türk devletinin kurulmasında, egemenliğin sağlanmasında etkili olmuştur. Yine Cumhuriyet Dönemi’nde kurulan Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu, ortaya atılan Güneş Dil Teorisi ve ilkokullarda uygulanan “andımız” gibi uygulamalar resmi ideolojiye bağlı milliyetçi düşüncenin yansımaları olarak görülebilir. Türkiye’de milliyetçiliğin gelişimi aynı zamanda Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne Türkçülüğü öne çıkaran milliyetçi aydınların katkılarıyla aydınlatılmaya çalışılmıştır. Burada Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Zeki Velidi Togan, İsmail Gaspıralı, Reha Oğuz Türkkan, Nihal Atsız, Necip Fazıl Kısakürek, Nurettin Topçu gibi isimlerin katkılarına kısaca değinilmiştir. Milliyetçiliği öne çıkaran aydın kesimden ziyade milliyetçi düşünce için önemli olan Türk dilini öne çıkaran Genç Kalemler dergisine ve faaliyetlerine de kısaca değinilmiş, bu bağlamda dönemin şartlarına ilişkin oluşumlarla birlikte milliyetçiliğin çok partili hayata uzanan serüveni aydınlatılmaya çalışılmıştır. Türkçülüğün çatallanan yolları 1944 IrkçılıkTurancılık davasının öne çıkarılmasıyla verilmeye çalışılırken milliyetçiliğin farklı parametrelerden geçerek Türkçü ve Anadolucu akımların katkılarıyla siyaset sahnesinde yer edinme mücadelesi de aydınlatılmıştır. “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanız” sloganıyla milliyetçi hareketin 1970’lerden sonra yer edinmesine bu bağlamda CKMP’den (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi) MHP’ye 4 (Milliyetçi Hareket Partisi) dönüşümüne, bozkurt sembolünden ziyade hilal sembolüne atıfta bulunulmasının anlamına değinilmeye çalışılmıştır. Çalışmanın üçüncü bölümü araştırma metodolojisinden oluşmaktadır. Bu bölümde çalışmanın önemi, amacı, kapsamı ve araştırma modeline ilişkin açıklamalara yer verilmiştir. Töre dergisinin incelenmesi nedeniyle nitel araştırma yöntemi kullanılmış olduğu belirtilerek incelemede kullanılan temalara yer verilmiştir. Derginin incelenmesi noktasında doküman analizinden ve nerede durduğunun aydınlatılması noktasında betimsel analizden neden faydalanıldığı açıklanmıştır. Çalışmanın dördüncü bölümü ise “Töre Dergisi İncelenmesi” başlığı altında Töre dergisinde öne çıkan temaların bulunup yayımlanan yazılarla derginin fikriyatının aydınlatılmasına ayrılmıştır. Burada Töre dergisinin misyonuna yer verilerek Töre’de öne çıkan temalar üzerinden- Türk-İslam Vurgusu, Antikomünizm Vurgusu, Güncel Olaylara Milliyetçi Perspektif, Milli Kültür Vurgusu ve Töre Dergisinde Milliyetçi Hareket Partisi- derginin vizyonu da aydınlatılmıştır. Belirlenen temaların analizinde 1971-1980 yılları arasında dergide yayımlanan yazılara odaklanılarak atıflara yer verilmiştir. Bu bağlamda Türk-İslam Sentezi’nde derginin daha çok Türk unsurunu öne çıkardığı görülmüştür. Derginin İslam’ı Türklüğü güçlendiren bir öğe olarak ele almakta olduğu, dinî Türklerin milli kültürel öğelerinden bir oluşum olarak önemsemekte olduğu görülmektedir. Bu bakımdan Türk-İslam Sentezi’nde Türklüğün İslam ile anlamlandırılması, Türklük ve İslam’ın birbirine eklemlenmesi meselesini derginden sunulan atıflarda görmek mümkündür. Dergide dönemsel olarak komünizmin yıkıcı faaliyetleriyle kök saldığı dönemlerde antikomünist bir çerçevede yazılar yayımlanmıştır. Gerek iç politikada Ecevit hükümetlerinin ve CHP’nin faaliyetlerinin eleştirilmesi, gerekse Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin siyasetinde ve Devlet Güvenlik Komitesi aracılığıyla komünizmi yayma girişimleri olarak okuyuculara sunulmasında derginin antikomünizme bağlı sol karşıtlığının izleri sürülebilir. 5 1970’li yılların Türk iç ve dış politikasında çalkantılı dönemleri içinde barındırması hasebiyle Töre’nin dönemsel olaylara eğildiğine ve gündelik siyaset yorumlarına yer verdiğine tanık oluruz. Bu dönemde özellikle 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı, SSCB’nin Afganistan’ı işgali, ABD ile dış politikada yaşanan problemler ve İran İslam Devrimi’nin gerçekleşmesi, sürecin yorumlanması noktasında derginin olaylar karşısındaki milliyetçi perspektifinin bir ifadesi olmuştur. Zararlı ideolojiler olarak belirtilen komünizm, kapitalizm, nasyonal sosyalizm gibi oluşumlara karşı milli kültürü öne çıkaran yazıları dergi bünyesinde görmek mümkündür. Türk milliyetçiliğinin ancak milli kültürün sağlamlaştırılmasıyla ve milli kültüre önem veren nesillerin yetiştirilmesiyle gelişebileceği tezini savunan Töre dergisi kadrosunca dergide “milli kültür vurgusu” önemli bir yer teşkil etmektedir. Milliyetçi Hareket Partisinin ve “Dokuz Işık Doktrini” ile öne çıkan Alparslan Türkeş’in görüşlerine ayrıca önem vermesi, dergiye milliyetçi hareketin fikir üreten yayın organlarından olma işlevselliğini kazandırmıştır. Bu bağlamda Töre bir yandan milliyetçi hareketin Türk siyasal hayatında kendine yer edinebilmesi yönünde fikir üretme açısından destek sağlarken diğer yandan Alparslan Türkeş’in hareket için liderlik inşasını da gerçekleştirmiş bulunmaktadır. 1971-1980 yılları arasındaki bu dönem kaos dönemi olarak bilinmektedir. Bu çalışma ile Töre dergisinin kaos dönemi olarak adlandırılan 1971-1980 yılları arasında yayın hayatına devam ettiği aydınlatılmış ve Türk milliyetçiliğinin gelişimine katkı sunma çabasına dikkat çekilmiştir. Ayrıca Töre’nin Milliyetçi Hareket Partisine olan yakınlığı bu bağlamda milliyetçi hareketin ilkelerini hayata geçirmek amacında olduğu da tespit edilmiştir. Dergi, incelendiği dönem dahilinde milliyetçi düşünceye tarihsel seyrinde önemli bir katkı olarak kabul edilmiştir. 6 BİRİNCİ BÖLÜM MİLLİYETÇİLİK VE MİLLİYETÇİLİK TEORİLERİ 1.1.Milliyetçiliğin Doğuşu ve Milliyetçilik Teorileri İnsan, ortak kültür üretebilen ve aidiyet hisseden bir varlık olması itibariyle millî bilinci o ya da bu şekilde destekler. Etkileşim kurarak kültürü devam ettirirken yaşadığı ortama uyum sağlar ve ‘anayurt’ olarak tanımladığı, vatanına bağlı yerellikler inşa eder. İnsanın insana ‘muhtaç’ olma durumu toplum şeklinde yaşamayı gerekli kılar. Bir arada yaşayan insanlarsa beraber ortak bir kültür üretirler. Ortak kültür üretiminde karşılıklı etkileşim kurma ve bu yolla bir bağ oluşturmada dil önemli bir kriter olarak karşımıza çıkar. Aynı dili paylaşan insanlar ortak bir geçmiş üretirler. Bu durum ise tarihi bağları kuvvetlendirir ve ferdin milletine aidiyet duymasının da önünü açar. Hiçbir olay ya da olgu bir anda kendiliğinden meydana gelmez, bu bakımdan bir olgunun oluşum şartlarını sadece bugünde arayamayız. Geçmişte yaşanmış olaylar bugünü anlamlı kılma adına büyük önem taşır. Millî devlet oluşturma fikri yaşanan tarihi tecrübelerden ve siyasi politik zeminden kaynağını alır. Bu fikrin kaynağının Batı medeniyeti olması milliyetçiliğin doğuşunu anlamamız açısından Batı’yı anlamayı gerekli kılar. Milliyetçilik Avrupa’da yayılmacı bir siyaset olarak Napolyon’un Almanya’yı istilasıyla başlar, genel olarak modern milliyetçilik düşüncesini ise Fransız Devrimi’ne dayandırmak mümkündür. “1789’da gerçekleşen devrim bir kardeşlik çağının başlangıcı olmuştu. Bu kardeşlik çağında zengin-fakir, soylu-köylü ayrımı kalmamıştı. Toplumdaki anlaşmazlıklar, kavgalar sona ermiş, düşmanlar barışmıştı. Vatanseverlik, insanların tapınması gereken bir dindi; modern Fransa’nın ve Avrupa’nın itici gücüydü” (Özkırımlı, 2009: 44). Fransız Devrimi ile Avrupa’daki krallık yönetiminin yerine milletlerin kendi kaderini tayin edebilme hakkını kazanması milliyetçiliğin ortaya çıkışında önemli bir gelişmedir. Avrupa’da yaşanan Fransız Devrimi, Sanayi Devrimi, reform ve Rönesans’a kadar birçok oluşumun milli devletlerin ortaya çıkmasında etkili olduğunu söyleyebiliriz. Devrimle birlikte Kral’a karşı özgür politik zeminin oluşturulması bu anlamda 7 eşitlik, özgürlük gibi kavramların öne çıkması; Luther’in Katolik Kilisesi’ne karşı mücadele etmesi ve ardından gelişen teknik araçlar-örneğin matbaa- ile yeni oluşumların pek çok kişiye duyurulması; gelişen sömürgecilik fikri, bu anlamda emperyalizm tedricen milli devlet oluşumunu sağlayan yenilikler olarak karşımıza çıkar. Milliyetçilik Fransız İhtilali’nden önce yoktu ve bir ülkede farklı dil, din ve ırktan pek çok insan yaşamaktaydı. Bu insanların tek ortak özelliği bir Kral’ın yönetiminde olmalarıydı. Krallığın yıkılıp yerine cumhuriyet rejiminin kurulmasıyla birlikte Fransa’da hakim olan dil, kültür ve etnik yapı diğerleri üzerinde bir asimilasyon girişiminde bulundu. Ulus devletin önemli kriterlerinden olan ulusdevlet formatında devletin ve ulusun sınırları birbirine benzemeye başlamıştı. Ulus devletin milliyetçi düşünceyle ilişkilendirilmesi kaynağını bu gelişim evresinden almaktadır. ”Ulus-devlet, siyasal yönetimin sınırlarının ulusun sınırlarıyla çakıştığı bir siyasal örgütlenme biçimidir. Bu hâlihazırda var olan siyasal örgütlenme biçimi olmaktan çok milliyetçilik ideolojisinin gerçekleştirmeyi hedeflediği bir idealdir. Milliyetçilik ideolojisi ya (Fransız, Amerikan ve Türk milliyetçiliğinin yaptığı gibi) devletin milletini yaratması ya da (Alman, İtalyan ve Yunan milliyetçiliğinin yaptığı gibi) milletin devletini yaratması yoluyla -yani iki farklı yoldan- ulus-devletin kurulmasını, ulusla devletin çakıştırılmasını amaçlar” (Tok, 2012: 144). Fransız İhtilali’nden sonra cumhuriyet rejimiyle ortak bir halk üretmek isteyen bu sistem demokratik ilkelere dayanmaktaydı. Demokratik olduğu ifade ediliyor çünkü yukarıda Tok’un da ifade ettiği gibi Fransız milliyetçiliğinde devletin milletini yaratmasına tanık olmaktayız. Bu nedenle Fransız milliyetçiliği için atfedilmiş özelliklerin dışında kazanılabilecek -ortak dil, ortak kültür gibi- özellikler aranmaktaydı. Milliyetçi duygunun insanın ‘inanma ihtiyacı’ yani ‘inanç’ alanıyla sıkı bir ilişkisi vardır. İnsan ateist veya deist olabilir, bu bağlamda inançsız olarak görülemez çünkü insana bu sıfatın yüklenmiş olması bile bir inanma ihtiyacının sonucudur. Milliyetçiliğin din kurumu ile olan bağını vurgulayan C.J.H.Hayes (2010: 27) şu ifadelere yer verir; ‘Kitleler, Hristiyanlığın tarihî inanç ve uygulamasından 8 soğudukça, onun yerine, entelektüeller tarafından kendilerine sunulan, en gözdeleri de komünizm ve milliyetçilik olan diğer cazip ikamelere meyletti. ’Hayes’in de belirttiği gibi milliyetçilik dini alandan da beslenen bir duygu olarak karşımıza çıkar. Dinin sosyal hayatta etkisini nispeten kaybetmesi bu boşluğu dolduracak yeni oluşumları beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda Avrupa’da milliyetçiliğin gelişimini reform ve Rönesans gibi gelişmelerle birlikte yorumlamak anlamsız olmayacaktır. Millet yararına faaliyette bulunma güdüsü birçok savaşta da kendini gösterir. ”Düşmanımın düşmanı dostumdur.” politikası bir biz ve öteki inşa eder. Biz olgusunun adlandırılması ise gerek aynı dilin paylaşımı gerekse etnik köken, dini inanç, ortak coğrafya, ortak kültür ve ortak tarih gibi birçok farklı etkenden kaynağını alır. Dünya üzerinde yaşanan savaşlara baktığımızda milliyetçiliğin izlerini görebiliriz. Bu anlamda Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nda ittifak-itilaf ya da mihver-müttefik söylemlerinde bu devletlerin, milletleri çıkarına örgütlendiğini görebiliriz. “Bir ülkünün güçlenmesi için iki duygunun yardımı gerekir. Bunlardan biri,”ulus sevgisi”dir ki ulusal övünçlerle halk geleneklerinden doğar. İkincisi, “ulusal kin”dir ki herhangi bir baskıcı yönetime karşı hınç ve düşmanlık uyandırmakla ortaya çıkar ”(Gökalp, 2008: 36). Gökalp’in de belirttiği gibi milliyetçiliğin siyasi bir ideoloji olarak dünya üzerindeki pek çok milleti etkilemesinin ulus sevgisi ve ulusal kinle yani vatan sevgisi ve düşman imajı ile olan ilgisini inkar etmemek gerekir. Milliyetçilik fikrinin oluşumunda bir anlamda yayılmacılık fikrini görmek de mümkündür. Batı’da meydana gelen savaşlar ve bu istilalara karşı gelme noktasındaki dayanışmacı duygu, milleti millet yapan unsurların oluşumunu sağlamıştır. Bu anlamda gerek emperyalizmin gelişmesi ve yeni sömürge bulma arayışları gerekse emperyalizme karşı mücadele etme, devletlerin millî varlığının zeminini oluşturan unsurlardır. Yayılmacı politikanın her zaman kendi milletini geliştirme noktasında teknik gelişmelere önem arz ettiğini de görebiliriz. Örneğin, Almanya’da Bismarck’ın “kan ve demir” sloganı kalkınma ve endüstrileşmenin öneminin bir izahı olmuştur. Milliyetçilik Batı toplumlarında daha çok birliğini 9 tamamlamış devletlerin emperyalist bir siyaset gütmesiyle pekişirken Batı dışı toplumlarda emperyalizme karşı birlik olma duygusundan kaynaklanmıştır. Milliyetçilik fikri ilerleme fikrinden kaynağını aldığı için sosyal hayatın pek çok alanından etkilenerek var olmuştur. Mutlak monarşiden ulusal egemenliğe geçişi sağlayan adımlar din, siyaset, ekonomi, dil gibi alanlarda meydana gelen değişim ve dönüşümlerdir. “Modernleşme süreci, modernliğin argümanlarını dayatmasıyla birlikte çok-dilli, çok-dinli ve çok-etnili bir kimlik ifadesi olan millet sistemini altüst etmiştir. Çünkü modernliğin temel argümanları arasında tek dil, tek toprak, tek bayrak ülküsünü öngören ‘saf ulus’un oluşumu bulunmaktaydı.” (Karakaş, 2015: 164). Milliyetçiliğin ilk ortaya çıkışında milliyet kavramında farklı etnik yapıları görmek mümkünken zamanla milliyetçi düşünce farklı bağlamlara yönelmiş ve vatandaşlık bağı önemini yitirmiştir. Bunun sonucunda ise Avusturya-Macaristan ve Osmanlı gibi imparatorluklar bu anlayıştan etkilenerek birçok bağımsız milletin var olmasına zemin hazırlamıştır. Birinci Dünya Savaşı perde arkasından görünen milliyetçi duygunun artık gün yüzüne çıkmasını ve somut bir yapılanmaya dönüşmesini sağlamıştır. Paris Barış Konferansı’ndan sonra farklı ulus devletlerin ortaya çıkması bu anlamda imparatorlukların çözülmesi bunu doğrular niteliktedir. ”1919-1920’deki Paris Barış Kongresi, 1815 yılındaki Viyana Kongresi’nin aksine, milliyet ilkesini kabul etti ve onu Avrupa’nın kamu hukukuna dahil kıldı. Sonunda Avrupa kıt’asının tamamının siyasi haritası kökten değiştirildi ve yeniden çizildi” (Hayes, 2010: 147). Yeniden çizilen siyasi haritada artık imparatorluklar tasfiye edilmiş yerini Avusturya, Almanya, Macaristan ve Türkiye gibi ulus devletlerin inşası almıştır. Milliyetçilik Batı’da Fransız ve Alman milliyetçilikleriyle dikkat çekmiştir. Fransız milliyetçiliği katılımcı bir millet tanımıyla yurttaşlık esaslı milliyetçiliğe açıkken, Alman milliyetçiliği felsefi olarak Alman romantizminden etkilenerek evrensel toplum kuramına karşı çıkmıştır. Türkiye’de milliyetçi düşüncenin gelişimine baktığımızda bu çizginin tek bir zeminde ilerlediğini göremeyiz bu bağlamda gerek Fransız milliyetçiliği gerekse Alman milliyetçiliği Türkiye’yi ve diğer ülkeleri etkilemiştir. Millî devlet kurma fikri Atatürk ile Türkiye’de 10 şekillenirken bu fikirden diğer devletlerin de etkilendiğini görebiliriz. Örneğin, 1934’de Rıza Pehlevi’nin ‘İran’ devleti olarak milletini isimlendirmesi ve gerçekleştirdiği yenilikler milli devlete giden yolda önem arz eder. Sonuç olarak milliyetçilik Batı referansıyla dünyaya yayılmış siyasi bir ideoloji olarak her toplumda kendi öz tarihini o toplumun yaşam standardına göre yapılandırmıştır. Batı’da daha çok etnik yapı ve vatandaşlık esasına dayanan bir milliyetçilik görmekteyken Balkanlarda ise dinî bir algıyla topluma benimsetilmeye çalışılan bir milliyetçilik görmek mümkündür. Milliyetçi düşüncenin Türkiye’de kendi geleneklerimize bağlı kalma noktasında yorumlandığını ilerde yer vereceğimiz birçok aydının düşüncelerinde görebiliriz. Bu noktada modernleşme düşüncesinin benimsenmesi ya da eleştirilmesine de tanık olabiliriz. Kısacası milliyetçiliğin doğuşu ve gelişimi her toplumda farklı bağlamda gerçekleşmiştir. Önemle belirtmek gerekir ki bu duygunun kök salması tarihi bir referanstan kaynağını alır zaten kendine özgü gelişimi de bu yüzdendir. Bu bakımdan Türkçülüğün kendi özünü Orta Asya’da ve Orhun Kitabeleri’nde araması tarihi bir dayanak oluşturması açısından anlamlıdır. Milliyetçilik düşüncesi milliyetçiliğin ne olduğuna dair farklı düşünceleri içinde barındırmaktadır. Millet denilen topluluk hangi sosyal harçlardan oluşmakta ve devamlılığını sağlamaktadır? Birlikte yaşama arzusu bireyler arasındaki hangi ortak durumdan meydana gelen bir arzudur? Herhangi bir durumda bireyler dayanışma göstereceği bu anlamda kendilerine yakın hissettikleri, aidiyet duygusu besledikleri insan topluluklarını nasıl tasarlamaktadırlar? Bütün bu soruların cevabı ‘millet’ dediğimiz topluluğun neye göre şekillendiğinin aydınlatılması zemininde cevap bulacaktır. Bir düşünce sistemi üzerinde kuramların meydana gelmesi şüphesiz ki bazı yaşanmışlıklardan kaynaklıdır. Sosyal dünyada etkisini görmediğimiz herhangi bir olgu hakkında kuram oluşturmak söz konusu değildir. Bu bağlamda milliyetçilik kuramlarından bahsetmemiz aslında milliyetçiliğin sosyal yaşamda dünya üzerinde pek çok ülkede kıpırdanışlar meydana getirmesinden kaynaklanmıştır. Milliyetçiliğin her ülke için ayrı bir tarihî serüveni mevcut olmakla birlikte her aydının da 11 milliyetçiliğe dair ayrı parametreleri vardır. Bir kuramcı milleti dil, din, ırk birliği olarak yorumlarken diğeri bir milleti oluşturan unsurlarda kültürel bağlılıklara, tarihi ortaklıklara dikkat çekebilir. Mesela John Stuart Mill, milliyetin ortaya çıkıp ortak bir kamusal alan üretebilmesi için en önemli faktörün ortak bir tarih ve anılar olduğunu söyler. “Millet olmak için nesnel bir kriter saptama ya da belirli gruplar ‘milletleşirken’, belirli grupların neden ‘milletleşmediğini’ açıklama girişimleri; genellikle ya dil ve etnik köken gibi tek bir kritere ya da dil, ortak topraklar, ortak tarih, kültürel özellikler gibi tek bir kritere ya da dil, ortak topraklar, ortak tarih, kültürel özellikler gibi bir kriterler kümesine dayanmıştır” (Hobsbawm, 2006: 19). Hobsbawm, millet tanımını genellikle nesnel ve öznel kriterler ekseninde tamamlamanın yetersizliğinden bahseder ve bu nedenden dolayı kendisi bir milleti tanımlarken milleti oluşturan ögeler adına hiçbir öngörüde bulunmaz. Milliyetçilik düşüncesinin oluşmasında pek çok düşünürün katkısı bulunmaktadır. “19. yüzyılda biçimlenmeye başladığı şekliyle modern milliyetçiliği kurucusu, ulusun tek bir hükümdarın kişiliğinde ya da yönetici sınıfta somutlaşmasını reddeden, ’ulus’ ile ‘halk’ı cesaretle özdeşleştiren Rousseau’ydu; bu özdeşleştirme, Fransız ve Amerikan devrimlerinin her ikisinin de temel bir ilkesi oldu” (Carr, 2007: 20). Rousseau’nun ‘genel irade’ kavramı bu anlamda önemlidir. Bireysel iradenin yerine ‘genel irade’yi koyan Rousseau’ya göre bir siyasi örgütlenmede birey, vatandaş olarak aidiyet hissettiği toplumda bütünün çıkarlarını önemsemelidir. Bu aslında Emile Durkheim’ın sosyal teorisinde vurguladığı toplumsal dayanışmaya işaret eder. Birey çıkarlarından çok daha üstün olan toplumun çıkarıdır. Dünyada yaşanan pek çok savaşta aslında bu zemindeki milliyetçi düşünceye tanık olabiliriz. Birçok asker savaş durumunda aidiyet hissettiği toplum için savaşmış ve bu uğurda canını feda etmiştir. Vatan sevgisiyle bir arada bulunan bu milliyetçi duygu daha da ileri giderek ‘teritoryal’ sınırlara dayanmıştır. Milliyetçi duygularla vatanı savunmak, ülke sınırlarına kutsallık kazandırmıştır. ’Sınır namustur!’ sloganı ise bu düşüncenin bir ifadesi olmuştur. Milletin ne olduğu ve milliyetçiliğin ne zaman ortaya çıktığına dair pek çok düşünceye tanık olabiliriz. Rousseau gibi pek çok düşünür millet ve milliyetçiliği 12 oluşturan unsurların neler olduğunu açıklamaya çalışmıştır. Alman filozof Gottfried Herder, aydınlanma karşıtıdır ve romantik milliyetçi olarak bilinir. Herder’e göre millet, aile gibi doğal bir topluluktur ve dil bu milletin besleyici unsurudur. Herder’e göre dil bir milletin düşünüş tarzını, düşünce sistemini ifade eder ve bu anlamda dilin varlığı, milleti bir arada tutma noktasında önemli bir faktördür. Ona göre dil, bir toplumun gelenek ve görenekleriyle yaşamasını sağlayan en önemli faktörlerdendir. Fichte’de Herder ile aynı görüşte olup dilin milli bir ruhu yansıttığından bahseder. Fichte, nerede farklı bir dil konuşuluyorsa orada farklı bir millet oluşumundan bahsedilebileceğini belirtir. Bu anlamda denilebilir ki, aynı dili konuşan insanlar arasında görünmez bir bağ söz konusudur. Dil, bir toplumun birbirine karşı aidiyet hissetmesine neden olan en önemli unsurlardan biri olarak karşımıza çıkar. Herder ve Fichte de bu gerçeklik üzerinden dile ayrı bir önem atfederler fakat düşüncelerinin farklılaştığı bir nokta mevcuttur ki o da bir dilin diğer diller üzerindeki üstünlüğüdür. Herder’in dil üzerine yoğunlaştığı teorisinde toplumlar arasında mevcut bulunan dil farklılığında bir dilin diğer dil üzerinde bir üstünlüğü söz konusu değildir fakat Fichte dile atfettiği önemde dillerin birbirinden üstün olabileceğinden bahsetmektedir (Vincent, 2006: 415-420). Hans Kohn, milliyetçilik tipolojisinde kökenler, nitelikler ve tarihsel gelişim seyri olarak üç değişken kullanmaktadır. Batı milliyetçiliğinin politik koşulların eseri olduğunu vurgulayarak, Doğu toplumlarında milliyetçiliğin Batı’dan farklı olarak kültürel temasların ve geçmişin yanılgılı yorumlarının ürünü olduğunu belirtir (Öğün, 2000: 78-79). Kohn’un ifadesi milliyetçiliğin Doğu’da ve Batı’da farklı harçlarla inşa edildiğini vurgulamaktadır. Şöyle ki kökenler, nitelik ve tarihsel gelişim seyri olarak belirlediği bu üç faktör Batı ve Doğu bağlamında analiz edildiğinde, milliyetçiliğin bu toplumlarda farklı parametrelerde geliştiğinin kanıtı olmaktadır. Doğu toplumlarına daha çok modernite ekseninde sunulan ‘milliyetçilik’ dolaylı olarak bir yandan modernleşme potansiyeli kazandırırken diğer yandan işgal altında olan toprakları kurtarmak için bireylerde bulunması gereken en iyi duygu biçimi olarak benimsenmiş ve benimsetilmiştir. Bu anlamda denilebilir ki milliyetçilik farklı toplumlarda farklı parametrelerden geçerek kendisini inşa etmiş ve dünya üzerinde en etkili ideolojilerden biri olmuştur. 13 “Louis Snyder milliyetçiliği tanımlarken, bölünmüş ülkeleri bir araya getirmek için kullanılan bir araç olduğunu söylemekte, aynı zamanda milliyetçiliğin paradoksal bir anlamda ulus devletlerin içinde yaşayan etnik unsurların ayrılmalarını önleyen bir ideoloji olduğunu ileri sürmektedir” (Uzun, 2012: 435). Snyder, milliyetçilik ideolojisinin devletin elinde bir araç olduğunu ifade eder. Bazı ülkelerin elinde emperyal sömürge aracı olarak kullanılan milliyetçilik, bazı ülkeler için de emperyalizme karşı bir mücadele alanı içinde işlev görmektedir. Örneğin Türkiye gibi ülkelerde milliyetçilik daha çok Batı’nın emperyalist düzenine karşı milli ekonomi geliştirme ve boyunduruk altında yaşamama gayesiyle şahlanmıştır. Ekonomiden bahsetmişken alt yapı unsuru olarak ekonomik yapıyı inşa edip teorisini bu eksende geliştiren Marksistlerin milliyetçiliğe bakışaçısını belirtmemiz milliyetçilik kuramları açısından önemli olacaktır. Marksistler milliyetçiliğin ön plana çıktığı çağı bir ‘yanlış bilinçlenme’ olarak görürler. Marksizmin öngörmüş olduğu tarihsici yaklaşım sınıf bilincinin gerçekleşmesiyle farklı ekonomik şartların ortaya çıkmasını resmetmişti. 18.yüzyılda ortaya çıkan ve birçok devlette etkisini gösteren bu ideoloji-milliyetçilik - ortak bir geçmiş araması itibariyle ve dayanışma içinde sınıf bilincine benzer bir aidiyet duygusu üretmesi itibariyle marksizmin sınıf bilincine benzemekteydi. Bu yüzdendir ki milliyetçiliği bazı marksist aydınlar ‘yanlış bilinçlenme’ olarak yorumlamışlardır.“Marx ve Engels’e göre, milliyetçilik, işçi sınıfının tarihsel çıkarlarına hizmet etmede araçsal ve geçici bir rol oynayabilir; milliyetçi ilgilerin hiçbir sürekli ya da derin önemi yoktu; onlar çürüyüp kaybolacak fenomenlerdi” (Vincent, 2006: 393). Marx ve Engels için milliyetçilik, işçi sınıfının çıkarlarına hizmet edecek bir dönem işlevsel olarak kullanılan bir araç olarak ifade edilir, böyle ifade edilmesi onların nezdinde milliyetçi ideolojinin sınıf bilincinden daha üstün bir toplumsal düzen inşa edemeyeceği kanaatini taşır. Dolayısıyla milliyetçi duygu önemsenmemesi gereken geçici bir araçsallığı ifade eder. Bu düşüncenin dışında daha önce ifade ettiğimiz gibi milliyetçiliği bir ‘yanlış bilinçlenme’ olarak gören Marksist düşünürler de söz konusudur. İlerde modernist yaklaşımlar başlığı altında düşüncelerini sunacağımız Tom Nairn ve Hechter’ın ifadelerinde milliyetçiliğin marksizm açısından hangi noktada durduğuna tekrar değinilecektir. 14 Edward Hallett Carr,”Milliyetçilik ve Sonrası” adlı eserinde milliyetçiliği dört ayrı dönemde inceler; Fransız Devrimi öncesi, Napoleon’dan I.Dünya Savaşı’na, İki Dünya Savaşı arası ve İki Dünya Savaşı sonrası. Genel olarak modern milliyetçilik ideolojisinin ortaya çıkışı Fransız İhtilali’ne dayandırılmakta ve bu yönüyle milliyetçiliğin modern bir olgu olduğuna da inanılmaktadır. Milliyetçiliğin siyasi bir ideoloji olarak kabulü ‘millet’ denilen bir topluluğun varlığıyla ilişkilendirildiği için milletten önce milliyetçiliğin mi, milliyetçilikten önce milletin mi ortaya çıktığı tartışma konusu olmuştur ve bu tartışma aslında bir anlamda milliyetçi kuramları şekillendiren anahtar soru olarak karşımıza çıkmıştır. Milliyetçilik kuramlarıyla ilgili iki ana yaklaşım söz konusudur. Bunlar; milliyetçi düşüncenin geleneksel mi, modern bir düşünce mi olduğuna dair yapılan tartışmalardan doğmuş olan milletin geleneksel dönemden gelen doğal bir oluşum olduğu fikri ve milletin modern dünya düzeniyle ortaya çıkmış olan siyasi oluşum olduğu fikridir. Bu kuramsal yaklaşımlara kısaca ilkçi ve modernist yaklaşımlar diyebiliriz. Bu yaklaşımların dışında etno-sembolcü bakış açısı ve banal milliyetçilik gibi yeni yaklaşımlar da ön plana çıkmıştır. Bu bölümde başlıklar altında kısaca milliyetçilik kuramlarına yer verilecek, böylece milliyetçilik düşüncesinin kuramsal altyapısı oluşturulmuş olacaktır. 1.2. İlkçi (Primordialist) Yaklaşım İlkçi yaklaşımın ana teması milletlerin eski çağlardan beri var olagelmiş bir topluluk olduğu düşüncesidir. Bu yaklaşıma göre millet, modern çağların bir ürünü olmayıp zaten önceden de var olan bir topluluktur. İlkçilik, ’başlangıçtan beri var olan’ anlamına gelen bir kavramdır ve bu anlamıyla da milliyetçilik kuramlarında milletin eski çağlardan beri var olan bir yapı olduğunu vurgular. Milleti oluşturan temel öz her çağda aynı kalmakla birlikte milliyetçi düşünce her dönemde farklı bir siyasi liderle öne çıkabilir. Burada önemli olan milletin ve milli özün aslında çağlar öncesinden beri var olduğu tezidir. İlkçi yaklaşımın kendi içinde farklı yorumları olduğunu da görebiliriz. Umut Özkırımlı’nın da belirttiği üzere (2009: 84-94) ilkçi açıklamaları benimseyen araştırmacılar içinde doğalcı, biyolojik ve kültürel olarak üç ayrı bakış açısı ayırt edilebilir. Bunlardan doğalcı 15 yaklaşım, ilkçiliğin aşırı versiyonlarından olup etnik kimliği konuşma yeteneği, koku alma veya cinsiyet kadar doğal bir şey olarak görür. Bu görüş farklı etnik gruptaki insanların birbirlerini dışlamalarını da normal karşılar. Millet aile bağları gibi doğal bir yapılanmaya dayanır ve önceden beri var olması bu duyguyu toplum içinde meşru kılar. Doğalcı yaklaşıma göre (Aydın, 2013: 245) ulus ve milliyetçilik tarihin içinde daima mevcut olmuştur ve öyleyse ‘ulus’ dediğimiz birimler ile ulusa ait duygu ve idealleri anlatan milliyetçilik kavramı tarihin her döneminde bulunabilir. Doğalcı yaklaşım bir anlamda milliyetçi görüşü perçinleyen bir tez sunmaktadır. Aile gibi doğal bir oluşuma bağlanan milliyetçi duygu ve millet olma bilinci milliyetçiler tarafından destek görür ve milliyetçi fanatizmi geliştirir. İkinci olarak biyolojik yaklaşımsa adından anlaşılacağı üzere etnik bağlılıkların temeline genetik özellikleri yani soy birliğini koyar. Genetik özelliklerin devam etmesi önemli bir kriterdir. Pierre Van Den Berghe biyolojik yaklaşımın önemli isimlerindendir ve bu yaklaşım genel olarak etnik toplulukların daha büyük topluluklar olarak bilinç kazanmasında soy birliğinin ve ortak kültürün öneminden bahseder. Özellikle yakın akrabalarla evlenme ve bu yolla üremenin gerçekleşmesi insanların yakınlarına bağlılığını da anlamlı kılar. “Sosyo-biyolojist versiyon, etnisite kavramını var olma savaşına yönelik kolektif bir araç olarak gördüğü akrabalık sisteminin genişlemiş bir hali olarak ele almaktadır. Bu versiyon dil, din, ırk, etnisite ve toprak gibi unsurları, insanı tarihe bağlayan temel ilkeler olarak kabul eder. Sosyo-biyolojistlere göre tarih tıpkı doğadaki gibi bir mücadele alanıdır ve dolayısıyla ‘uluslar mücadelesidir’ ve bu mücadeleden galip çıkanlar tarih içinde güçlü ve başarılı olmuş, var olmayı ve hükümranlığı hak etmiştir” (Aydın,2013:245). Bu yaklaşımın temelde ortak ırk ve kan bağına verdiği önem yaklaşımın biyolojik yaklaşım olarak isimlendirilmesine neden olduğunu ve bu noktada milliyetçiliği objektif birtakım unsurlara bağladığını görmekteyiz. Hayatta kalma mücadelesi veren bu topluluk aynı duygulardan kaynağını almayan yani subjektif unsurların bir anlamda arkada bırakıldığı daha çok objektif unsurlar - ırk, etnik yapı ve kan bağı - ekseninde örgütlenen ve bu unsurlar çerçevesinde mücadele veren bir topluluk olarak ‘ulus’u tasarladığını söyleyebiliriz. 16 Bir diğer yaklaşımsa kültürel ilkçiliktir. Kültürel yaklaşım milleti, birincil bağlılıkların önemli olduğu toplumsal ilişkiden türemeyen bağlayıcı duygu ve heyecanların yaşandığı bir topluluk olarak ön plana çıkarır. Bu yaklaşım milletlerin tinsel bir bağ ile birbirlerine bağlı olduklarını ve bu bakımdan da uzun bir geçmişe sahip olduklarını vurgular. Toplumdaki üyelere karşı beslenen bağlılık hissiyatı toplumsal etkileşimi aşan bir anlam ifade eder. Bu bağlılığın önemi bağlanma hissiyatının kutsanmasından kaynağını alır ve bu bağlanma hissi asla çıkarcı bir güdüyle inşa edilmez. Toparlayacak olursak kültürel yaklaşım, bir arada yaşama kanısında olan insan topluluklarının bir arada yaşama arzusunu ne toplumsal etkileşimin bir sonucu olarak ne de birincil bağlılıkların getirisi olarak yorumlamaktadır. Bu yaklaşım daha çok milliyetçi duygunun tanrısal bir öz olarak o toplumda bulunduğu üzerinde durur ve milliyetçiliği önceden beri var olagelmiş bir duygu olarak kutsar. Sonuç olarak ilkçi yaklaşım her ne kadar milletlerin eski çağlarda bu yana devam eden oluşumlar olduğunu söylese de kendi içerisinde milletin farklı unsurlar dolayısıyla var olduğu kanısındadır. Modern bir oluşumu ön şart olarak kabul etmeyen bu primordialist yaklaşımlar modern milliyetçilik düşüncesinden farklı olarak milletin milliyetçilikten önce var olan bir yapılanma olduğu üzerinde durur. Bu yönüyle birtakım eleştirilere maruz kalan yaklaşım varlığıyla modern milliyetçiliğe karşı geleneksel dönem milliyetçiliği olarak varlığını korur. 1.3. Modernist Yaklaşım Modernist yaklaşım milletlerin doğal bir oluşum olmayıp, yaşanan tarihi süreçte modernizmin getirmiş bulunduğu birçok faktöre bağlı olarak gelişmiş ve bu yönüyle milleti modern dönemde ortaya çıkmış olan bir oluşum olarak kabul eder. Bu bağlamda millet ve milliyetçilik modern oluşumlar olan sanayileşme, kentleşme, kapitalizm gibi süreçlerden bağımsız olmayıp bizzat bu süreçlerin bir ürünüdür. Bugün Sanayi İnkılabı yaşanmasa veya köyden kente göçler meydana gelmese yine aynı şekilde dinî alandan kopan bilimsel bir ilerleme adına atılan laikleşme süreci yaşanmasa millet diye bir topluluktan bahsedilemezdi. 17 John Breuilly milliyetçiliği bir siyaset biçimi olarak ele almıştır. Breuilly, milliyetçiliğin güç ve iktidarla ilişkili olduğuna vurgu yapar. Milliyetçilik modern siyasette iktidarın söylemlerini güçlü kılar, bir anlamda toplumu bütünlüklü kılar ve ülke vatandaşlarına kimlik sunar. Bu nedenle milliyetçilik modern siyasetin söylemlerine yansıyan bir ideoloji olarak karşımıza çıkar. Paul R.Brass, milliyetçiliğin seçkinlerce kullanımından bahseder. Brass’a göre milliyetçilik seçkinlerin iktidarı ele geçirmek için kullandıkları bir araçtır. Bu anlamda milliyetçilik toplum için ortak bir gaye olmaktan çıkar seçkinlerin iktidar aracına dönüşür (Özkırımlı, 2009: 132-146). “Karl Deutsch’a göre, milliyetçilik, ortak bir kültür ve ‘iletişim cemaati’ doğurur. İletişim teorisi, modernleşmenin, milliyetçiliğin fonksiyonel boyutunu tekrar vurgulayan bir versiyonudur” (Vincent,2006:391). Deutsch’un ulaşım ve iletişim olanaklarının gelişmesine bağlı olarak ortaya koyduğu milliyetçilik tezi toplumsal hareketliliğe dayanır. İnsanların birbirine karşı nasıl ortak bağlar oluşturdukları ve beraber yaşama arzusu içinde örgütlendiklerine dair aşamalı bir bakışı ifade eden Deutsch’un milliyetçilik tezinde, bir yerleşim birimi olarak köylerin oluşup da krallığın oluşması ve meşrulaşmasına nasıl etki sağladığı önemlidir, çünkü bu yolla toplum içinde ‘siyasal bütünleşme’ sağlanmıştır. Siyasal bütünleşme ve ulaşım ağlarının gelişmesi toplumdaki bireylerin zihninde bir aidiyet hissinin kabulü olmuştur. Bütün bu oluşumlar devlet olmayı kolaylaştırmıştır ve teritoryal bir bağlılık inşa etmiştir. Tom Nairn marksist bir düşünür olarak milliyetçiliği marksizmin tarihî başarısızlığı olarak yorumlar. Ona göre kapitalizmin dengesiz bir kalkınmaya neden olmasıyla milliyetçilik doğmuştur. Nairn, milliyetçiliği dengesiz kalkınmanın faturası olarak yorumlar. Hechter ise Nairn gibi marksist bir düşünürdür ve ona göre milliyetçiliğin oluşumu ekonomik eşitsizlikten dolayı toplumda var olan ezilen grubun etnik bilinç kazanmasıyla ortaya çıkmıştır. Wallerstein’ın merkez-çevre kurgulamasından etkilenen Hechter da milliyetçiliğin aslında merkezin çevre üzerinde tahakküm kurma güdüsünden kaynaklandığını belirtir. Wallerstein’a göre milliyetçilik, kapitalist düzenin bir sonucudur. ”Kapitalizmin insanlığa dayattığı zorunlu proleterleşme maliyetleri sürekli yükselten bir eğilim doğurmaktadır. Kapitalizm, Wallerstein’a göre bu maliyetleri azaltmak için nüfusları çeşitli 18 kategoriler halinde bölmek zorunda kalmıştır. Yaş ve cinsiyet ayrımlarına dayalı olarak işgücünü satın alabileceği alternatif standartlar elde etmiştir. İnsanların milletler ya da etnikler şeklinde sınıflandırılması yine bunun ürünüdür” (Öğün, 2000: 75). Yukarıda isimlerine atıfta bulunduğumuz marksist düşünürlerin milliyetçiliğe marksizm ideolojisi ekseninde anlam verme gayretinde olduklarını görebiliriz. Milliyetçiliği dengesiz kalkınma, yanlış bilinçlenme ve maliyetleri azaltmak amaçlı çeşitli kategoriler olarak yorumlamaları da bu nedenden kaynaklanmaktadır. Ernest Gellner’a göre milliyetçilik modern çağa özgü bir oluşum olup siyasi birim ve milli birimin birbiriyle uyumlu olmasıdır. Modern öncesi çağlarda yönetenlerin hangi milliyete sahip olduğu yönetilenleri ilgilendirmezken, modern çağda yönetenlerin milliyeti önem kazanmıştır, bu durumsa milliyetçilik anlayışını ortaya çıkarmıştır. Gellner’ın ifadesini Türkiye ekseninde düşündüğümüzde Osmanlı’da yönetici kesimde pek çok farklı etnik gruba mensup siyasileri görebilirken İttihat ve Terakki’nin başa gelmesiyle ve bu anlamda ‘Türkçülük’ akımına destek vermesiyle yönetici kesimde Türk milliyetinden olanların olmasına özen gösterilmeye başlandığı bir gerçektir. Milliyetçilik teorisini yapılandıran Gellner, imparatorluktan türdeş ulus-devlete geçerken beş evre belirlemiştir. Bunlar; çıkış çizgisi, milliyetçi başkaldırı, milliyetçi başkaldırının zaferi ve kendini yok edişi, gece ve sis, endüstrileşme ve sonrası. “Bütün bu beş safha, kültürün, egemen bir devlet biçiminin sınırlarından çok bireylerin ve grupların tüm bir yapı içindeki yerlerine işaret ettiği, kararlı bir toplumsal hiyerarşi ve teknolojiye sahip milliyetçi olmayan toplumlardan; bir eğitim sistemi tarafından aktarılan ortak bir kültürü paylaşan ve bu kültürle tanımlı bir devlet tarafından korunan, hareketli anonim kitlelerin oluşturduğu milliyetçi düzene geçişi tutarlı biçimde ortaya koyar” (Gellner, 2013: 51-52). Milliyetçi olmayan ve toplumsal çeşitlilik gösteren bir toplumdan homojen türdeş bir toplumsal yapılanmaya geçişin yukarıda belirtmiş olduğumuz dönemlerden geçtiğini belirten Gellner, belirtilen aşamaların her toplumda farklılık arz ettiğini söyler. Gellner’in milliyetçilik kuramına baktığımızda kendisinin Weber ve Durkheim gibi isimlerden etkilendiğini görebiliriz. İnsanlığın gelişim evreleri üzerine 19 sunmuş olduğu düşünceler bu isimlerden etkilendiğinin bir ifadesidir. Gellner; avcı toplumlar, geleneksel toplumlar ve modern toplumlar şeklinde insanlığı gelişim evresine bölerek millet ve milliyetçiliğin bu toplumlardan neden gelişmediği üzerinde durur. Böylece milleti ve milliyetçiliği ortaya çıkaran sosyal şartları açıklayarak kuramına bir temel oluşturur. “Devlet ile topluluğun birleştirilmesini tarımsal toplumda düşünemeyiz. Gellner, büyük ve küçük kültürel geleneklerin ya da kendi kavramlarıyla yüksek ve aşağı kültürlerin tarımsal kültürde kendi içlerine kapalı olarak temayüz ettiğini belirtir. Bu nedenle söz konusu topluluklarda türdeş bir toplumu oluşturma kaygısı da görülmemektedir. Tam tersine geleneksel tarımsal topluluklarda göz alıcı bir kültürel çeşitlenmenin bir arada yaşadığına tanık oluruz” (Öğün, 2000: 70). Öğün’ün de ifade ettiği üzere Gellner teorisinde endüstrileşmeyi öne çıkarmıştır, bu bağlamda milliyetçiliğin oluşumunu modern koşulların bir araya gelmesine bağlamıştır. Gellner, endüstriyel toplumda farklılıkların yüksek kültür ekseninde ve modernleşme ile doğru orantılı olarak homojenleştiği üzerinde durur. Kültürel homojenliğin oluşmasını ise tepeden aşağı modernleşmeyle yani yüksek kültürün egemenliği ile açıklar. Bu oluşuma vesile olan bir entelijansiya, eğitim ve iletişim süreçleri söz konusudur. Modern toplumda değişen şey toplumsal statülerin herkese açık hale gelmesidir. Roger’in de belirttiği gibi (2008: 22) bir yurttaşın kimliği artık toplumsal yapıda tuttuğu yerle değil, onun kafasına kazınmış olan kültürle tanımlanır. Şöyle ki insanlar arasında artık statünün sabitliği kırılmış ve herkes toplumsal statüsünü kendi belirlemeye başlamıştır. Gellner’ın deyimiyle ‘yüksek kültür’ tüm toplumu tanımlamaya başlamıştı ve siyasal yapılanma bu durumu desteklemek zorundaydı. “Milliyetçi toplumsal örgütlenme ilkesi devletle kültürün evlenmesini gereksinir, devlet kültürün koruyucusu olur ve kişi de soy, mülkiyet, ikamet gibi şeylerle değil; bu kültüre iştirak edişiyle (ve aynı zamanda, yazılı ben - imgesinin gereklerini yerine getirerek) vatandaşlık kazanır” (Gellner, 2013: 50). Yüksek kültürün tüm toplumu tanımlamaya başlaması esas olarak genel eğitimle başarılı olmuştur. “Gellner’e göre, modernleşmenin öncüsü, eğitim ve iletişim süreçleriyle yakından ilişkili olan entelijansiyadır. Gellner, tam etkili yurttaşlığın ön şartının okuryazarlık olduğunu ileri sürer. Millî ilkeler, diğer bütün bağlılık ya da 20 sadakat formlarını hesaba katmama eğilimindedir. Gellner’in yazdığı gibi, milliyetyönelimli toplum, dil kullanımını denetleyen, makul ölçüde kesin bürokratik ve teknolojik iletişim ihtiyaçlarını kodlayan okulun aracılık ettiği akademi kontrollü dile dayanır”(Vincent, 2006: 392). Kültürel homojenleşme modern çağın getirdiği bir yenilikti ve bu homojenlik genel eğitimle birlikte toplumdaki tüm insanları kapsamıştı. Kültürel homojenlik bir kural haline gelmiş ve milliyetçiliğin gelişimine zemin hazırlamıştır. Aynı dili konuşan ve genel eğitimle geniş etkileşime ortam hazırlayan bu zemin milletlere ve milliyetçiliklere kapı aralamıştır. Eric J.Hobsbawm da Gellner’ın milliyetçilik kuramından etkilenmiş ve milliyetçiliği toplumsal mühendisliğin bir sonucu olarak resmetmiştir. Eric J.Hobsbawm, milletlerin ortaya çıkışını toprağa bağlı devletlerin ortaya çıkmasından sonra görür. Marksist bir tarihçi olan Hobsbawm, milliyetçiliği dönemler halinde incelemiştir ve milliyetçiliği ‘icat edilmiş gelenek’ olarak tanımlar. ”Hobsbawm milletleri, geniş halk kitlelerinin siyasete katılmasının eski düzeni yıkacağından korkan sınıfların icat ettiği gelenekler olarak tanımlıyordu. Amaç, kitlesel demokrasiye geçişin kontrollü yapılması, halkın düzene olan bağlılığının korunmasıydı.” (Özkırımlı, 2009: 152). Hobsbawm’ın bakış açısı, içinde yetiştiği Avrupa kültüründen izler taşımaktadır. ”Ona göre milliyetçilik ancak ‘kitle desteği’ni kendine çektiği andan itibaren gerçek bir önem kazanır. Bu destek milliyetçi hareketin doğuşundan da önce var olan kolektif kimlik edinme unsurları başka deyişle ‘proto-milliyetçi’ bir nitelik arz eden unsurlar aracılığıyla sağlanabilir. Ama milliyetçilik yine de bizzat kitlelerin geliştirdiği bir ideoloji olarak betimlenemez. Proto-milliyetçi unsurların milliyetçi unsurlara dönüşmesi ‘küçük burjuvazi’ tarafından girişilen bir propaganda çalışmasının bir sonucudur” (Roger, 2008: 72). Roger’ın da açıklık getirdiği üzerine Hobsbawm milliyetçiliğin kitleler tarafından destek görmesini marksist olması bağlamında burjuva faktörüyle açıklamıştır. Ona göre milliyetçilik eski düzenin devamını sağlayan bu anlamda bir maske görünümüne bürünmüş kurtuluşun ifadesidir. Bu bakımdan meseleyi küçük burjuva kesiminin propagandasının bir sonucu olarak ilan eden Hobsbawm milliyetçiliği icat edilmiş gelenek olarak tanımlamıştır. 21 Miroslav Hroch milli hareketin başlangıcını üç evre belirleyerek aktarmaya çalışmıştır. Toplum içinde milli bilincin kazanılması A, B ve C evrelerinin yaşanmasıyla mümkün hale gelmiştir. A evresinde topluluk içindeki eylemci kesim etnik yapı, dil ve kültürel özellikler gibi kriterler bağlamında topluluğun birliği düşüncesini gruba yaymaya çalışırlar fakat bu davranış siyasî bir amaç gütmekten uzaktır. Bu evreye ‘akademik ilgi’ evresi de denilmektedir çünkü bu evre topluluğun tarihsel geçmişini araştırmaya yatkın olunduğu bir evreye işaret eder. B evresinde oluşan grup millet oluşturma fikrine kuvvetli bir destek arar. Bu evre ‘ulusal ajitasyon’ evresi olarak da bilinir ve burada ulusal bilincin mayalanmasına tanık oluruz. A evresinden farklı olarak bu evrede eylemci gruplar millet oluşturma fikrine inanmışlardır ve siyasal bir alan oluşturmaya meyillilerdir. C evresi ise artık kitlesel milliyetçi harekete geçilen bir evredir. Milliyetçi hareketin endüstri devrimiyle kitleselleştiği üzerinde duran Hroch, milliyetçiliği modern oluşumlarla birlikte gelişen bir hareket olarak tanımlar ve böylelikle modernist yaklaşım içerisinde yerini alır (Özkırımlı, 2009: 200). Benedict Anderson ‘hayali cemaatler’ diyerek milliyetçiliği insanların kafasında tasarlamış olduğu hayali bir kültürel topluluk olarak tasarlar. ”Ulus hayal edilmiş bir siyasal topluluktur- kendisine aynı zamanda hem egemenlik hem de sınırlılık içkin olacak şekilde hayal edilmiş bir cemaattir”(Anderson, 2015: 20). Anderson öncelikle hayal edilmiş derken neyi kastettiğini açıklar. ”Hayal edilmiştir, çünkü en küçük ulusun üyeleri bile diğer üyeleri tanımayacak, onlarla tanışmayacak, çoğu hakkında hiçbir şey işitmeyecektir ama yine de her birinin zihninde toplamlarının hayali yaşamaya devam eder” (Anderson, 2015: 20). Anderson’a göre bir milletin fertleri birbirlerini tanımazlar ama birbirlerinin varlığına hayali olarak inanmışlardır. Şöyle ki, devlet dediğimiz siyasi bir olgu vardır ama bugün bizler devleti işaret edip nasıl ki gösteremiyorsak Anderson’a göre de millet vardır fakat bu millet canlı kanlı somut bir yapıdan çok hayali bir cemaat olarak varlığını sürdürür. Küçük toplumsal yapılanmalarda - aile, cemaat ve köy gibi- insanlar yüz yüze gelme ve bu yolla etkileşim kurma şansına sahipken daha büyük toplumsal yapılanmalar bu imkandan yoksundur. Benedict Anderson’un ‘hayali’ nitelendirmesi, birbirlerinin varlığına inanmış fakat somut olarak hiçbir zaman işaret edilemeyecek ve etkileşime 22 doğrudan geçilemeyecek bir toplumsal örgütleniş biçimi olması dolayısıyla millet kavramının soyutluğuna bir göndermedir. Sonuç olarak Anderson’ın milliyetçilik kuramında milli duygular modern dünyada önemini yitirmiş din ve kutsaliyet atfedilen dilin -Latince gibi- yerine geçmiş bulunan ve aile gibi bağlılıklardan türeyen bir duyguya işaret eder. Fakat ona göre bir kültürel gereksinim olarak milliyetçiliğin ortaya çıkması sadece bu gibi nedenlerle açıklanamaz. Milliyetçiliği mümkün kılan farklı etkenler söz konusudur ve etkenlerin harekete geçmesiyle millet hayal edilebilir bir topluluk olarak modern dünyada inşa edilmiştir. Milliyetçiliğin modern bir oluşum olduğu fikrine dayanan görüşler modernleşme sürecini temele aldıkları için eleştirilere maruz kalmışlardır. Süleyman Seyfi Öğün’ün de belirttiği gibi (2000: 81-82) milliyetçiliği tamamen politik modernleşmeye dayalı olarak açıklamak isteyen görüşler sürecin bir boyutunu açıklarken diğer bir boyutunu karartmış ve ihmal etmiştir. Bu bağlamda milliyetçiliğin modern dönemlerin ortaya çıkardığı kapitalizm, sanayileşme gibi bazı düşünceler ekseninde verilmesi geniş kapsamlı bir ideoloji olarak dünyanın pek çok yerinde etkide bulunmuş olan bir düşünce sistemi olan milliyetçiliğin anlaşılması ve köklerinin araştırılması açısından yeterli değildir. 1.4. Etno-Sembolcü Yaklaşım ve Yeni Yaklaşımlar Etno-sembolcü yaklaşım modernist kuramlara tepki olarak ortaya çıkmıştır. Özkırımlı’nın da belirttiği üzere (2009: 210) etno-sembolcü yaklaşımı benimseyenler, milliyetçiliğin modern çağın bir ürünü olduğunu kabul ederek ilkçilerden ayrılırlar. Öte yandan milliyetçiliği kapitalizm, endüstrileşme gibi modern süreçlerle açıklayan kuramlarla da yetinilmemesi gerektiğini öne sürerler çünkü bu tür yaklaşımlar etnik bağlılıkların kalıcılığını göz ardı etmektedir. Doğru bakışaçısı daha uzun bir tarihsel dönemi kapsamalı, bugünün milletlerini etnik atalarıyla aynı potada değerlendirilmelidir. Bu açıdan bakıldığında etno-sembolcü yaklaşımın ilkçiler ve modernistler arasında bir ara yaklaşım olarak sunulduğunu görebiliriz. 23 Etnik milliyetçiliğin, milliyetçiliğe açıklık getirmek isteyen birçok kuramcı tarafından kabullenilişinin zor olduğuna tanık olmaktayız. Şöyle ki milliyetçiliği etnik yapıyı göz önüne alarak açıklama gayretinde olan tüm tanımların mikro milliyetçi hareketler olduğu üzerinde durulmuştur. ”Louis Snyder çalışmasında, etnik davaları taşıyan hareketlerin milliyetçi değil, kabileci hareketler olarak göstermekte ısrarlıydı. Bu bakışın öznelliğini gidermek durumunda kaldığı yerde ise mekanik bir ayrıma gidiyor ve mini milliyetçilik terimini kullanıyordu” (Öğün, 2000: 82). Etniklik ve milliyetçilik üzerinde bir ilişki kuran ve etnik milliyetçiliğe kuramsal çerçeve çizen isimler arasında Anthony Smith’in görüşleri öne çıkar. Bu nedenle bu başlık altında milliyetçiliğe baktığımızda daha çok Smith’in düşüncelerine yer verildiğini göreceksiniz. Etno-sembolcü yaklaşımı benimseyen ve etno-sembolcülüğün kurucusu olarak gösterilen John Armstrong, tarihsel bir bakış açısıyla milliyetçiliğin yüzyıllar önceki etnik kimliklerin devamının bir son aşaması olarak görür. Yüzyıllar öncesinden beri var olan bu yapılanmanın aslında bir başlangıcının olduğunu belirtmesiyle ilkçi yaklaşımlardan farklılık arz eder. Armstrong’a göre etnik bilincin en önemli unsuru devamlı ve kalıcı olmasıdır.“Etnik kimliklerin izlerine antik çağlarda bile, örneğin eski Mısır ve Mezopotamya’da rastlanabilir. Bu açıdan günümüz milliyetçiliği, insanların yüzyıllardan beri geliştirdiği tüm siyasi/ toplumsal örgütlenme biçimlerine yön veren etnik bilincin son aşamasından başka bir şey değildir; çünkü bu bilincin en önemli özelliği devamlılığı ve kalıcılığıdır” (Armstrong’dan aktaran Özkırımlı, 2009: 213). Etnik kimlikleri birbirinden farklı kılan mitlerin devamlılığını koruduğunu bu anlamda etnik kimliklerin kalıcı olduğunu vurgular. Bu bağlamda belli bir tarihte icat edilmiş olan etnik kimlikler uzun bir tarihi geçmişe sahip olmasıyla kalıcılığını ve devamlılığını koruyan bir yapılanma olduğunu gösterir. Modern öncesi çağlarda da var olduğu vurgulanan etnik yapıların devamı ve kalıcılığı bugün milletlerin oluşmasında etkili olmuştur. Bir diğer isim Anthony D.Smith’dir. Smith’e göre (1994: 73) etnik bir köken olmadan millet olma süreci yarım kalırdı, modern milliyetçiliği anlayabilmek için geçmiş etnik toplulukların aralarındaki bağlılıkları dikkate almamız gerekir. 24 “Anthony Smith’in çalışması, kısaca, etnisitenin incelikle modern milliyetçiliğe dönüştürüldüğünü ileri sürerek, pre-modernist ile modernist iddialar arasında bir orta yolu benimser. Smith, etnisitenin, gelişmiş modern milliyetçiliğe temel bir ön hazırlık olduğunu ileri sürer”(Vincent, 2006: 387). Etnik topluluğun; kolektif isim, ortak soy miti, tarihsel anılar, anavatana duyulan bağ, topluluk içindeki dayanışma duygusu, ortak kültür olmak üzere altı temel özelliği vardır. Smith, etnik kimlikleri dayanıklı bulur ve etnik kimliklerin kendilerini yenilemeleri için farklı - dinî reformlar, kültürel ödünç alma gibi- mekanizmaların varlığından bahseder. Smith’in milliyetçilik kuramında geleneksel ve modern toplum ikileminde beliren belli gruplar söz konusudur. Bunlar; yeni gelenekçi, asimilasyoncu ve reformcu gruplardır ve bu gruplar modernizmin getirdikleri karşısında farklı konumlanmaktadırlar. Modern dünya ile geleneksel yapıların devamının kesişmesi noktasında etnik kökenlerin birleştirici bir unsur olarak keşfedilmesi milliyetçiliğin kökenlerinin de etnik kimliklere dayandırılmasına neden olmuştur. Yukarıda belirtmiş olduğumuz gruplar örneğin, yeni gelenekçiler geleneklerin devam etmesi noktasında modern olgulara tepkili bir duruş sergilemiş olsalar da modern dünyayı reddetmezler. Bu bağlamda Smith’in milliyetçilik kuramında toplumsal dönüşümler ve toplumsal grupların - entelektüeller ve entelijansiya gibi - öneminden bahsedebiliriz. Bu noktada genel olarak ifade edecek olursak; modernite gibi bir dönüşümün yaşanmış olması ve bu dönüşümün toplumun belirli katmanlarında farklı etkilerde bulunması kabul edilmekle birlikte bu değişim ve dönüşümden tek etkilenmeyen unsur etnik yapılar olarak belirir. Bu bağlamda Smith’in neden etnik yapıların devamlılığı ve kalıcılığı noktasında bu kadar ısrarcı olduğunu anlayabiliriz. Anthony Smith, etnik yapıların kalıcılığı ve devamlılığına vurgu yaparken aslında etnik yapılanmanın modern öncesi çağlardan başlayıp modern çağlardaki milliyetçi duyguya temel oluşturduğunu ifade etmeye çalışır. Böylelikle Smith, milliyetçiliği modern öncesi ve modern çağların gelişmesinin bir sentezi olarak yorumlar, milliyetçiliğin geleneksel mi modern mi bir oluşum olduğu noktasında orta yolu bulmaya çalışmıştır. “Millet, bir etnide olduğu gibi, tanım gereği ortak mitleri ve anıları olan bir topluluktur. Aynı zamanda da teritoryal bir topluluktur. Ancak etnide, bir ülke ile olan bağ sadece tarihi ve sembolik kalabilirken, millette bu bağ fizikî ve fiilidir; 25 milletlerin ülkeleri vardır. Başka bir deyişle milletler her zaman etnik ‘unsurları’ gereksinirler” (Smith, 1994: 70-71). Etnik bağlılıkları yok etme ekseninde yapılan faaliyetleri örneğin, soykırım gibi durumları aslında etnik yapının güçlenmesinde etkili bir unsur olarak yorumlar. Soykırım denilen durumun bir etnik yapıyı yok etme girişiminde başarısız olduğunu belirten Smith (1994: 55-56), bu yönüyle etnik kimliklerin devamlılığını ısrarla vurguladığını görebiliriz. Hatta bu girişiminsoykırımın- etnik asabiye ve bilincin canlanmasına hizmet edebileceğini de belirtir. Etnik söndürme hareketleri - soykırım gibi- modern dönemlerde uygulanan örnekleri göz önüne alındığında, milliyetçi hareketleri canlandırmış, ezilen ulusal kimliklerin bir ‘yeniden doğuşu’na kaynak oluşturmuştur (Uzun, 2012: 445). Son dönemlerde milliyetçilik tartışmalarına yeni yaklaşımlar eklenmiştir. Bunlar milliyetçiliğin yeniden üretimi ve milliyetçiliğin toplumsal cinsiyet boyutunu araştıran yaklaşımlardır. Sosyolojik olarak bir önem atfedebileceğimiz ve gündelik hayatta milliyetçi harekete de farklı bir perspektif kazandıracağını düşündüğümüz milliyetçiliğin yeniden üretimi teması altında ‘banal milliyetçilik’e değinmekte fayda vardır. ’Banal Nationalism’ kendisi bir sosyal psikolog olan Michael Billig’in geliştirmiş olduğu bir yaklaşımdır. Banal milliyetçilik, millî kimliğin her gün edindiğimiz alışkanlıkları tekrar ederken ürettiğimiz yeniden üretime tabi olan bir şey olduğunu vurgular. Billig’e göre gündelik hayatın içinde biz millî kimliği ve milliyetçiliği simgeleyen birçok objeye tanık oluruz ve bu tanık oluş zihnimizde millî kimlik imajını pekiştirir böylece milliyetçiliğin her gün yeniden üretimine tanık oluruz. Türkiye ekseninde Billig’in ifade etmiş olduğu milliyetçilik kuramına baktığımızda, ülkede yaşanan herhangi bir toplumsal vakıada örneğin, terör olayları nedeniyle ülkemizde pek çok şehit olduğunda evlerimize veya dükkanlarımıza toplumsal birlik ve beraberi simgeleyen, aynı zamanda ‘millî kimlik’e atıfta bulunan bir obje olarak “Türk bayrağı” asmaktayız. Bu obje toplumdaki her birey tarafından milliliğe işaret etmektedir ve milliyetçi duyguların referansı olmaktadır. Gerçekleştirmiş olduğumuz ‘bayrak asma’ eylemi ise milliyetçiliğin gündelik hayatta yeniden üretimine katkı sağlamıştır. 26 Sonuç olarak yukarıda bahsettiğimiz birçok isim ve kuramın millete/milliyetçiliğe bakış açısı farklıdır. Bir toplumsal olgu olarak milletin ortaya çıkması milliyetçilik düşüncesini mi körükledi yoksa milliyetçilik duygusu millet olmayla mı sonuçlandı? Bu soru ekseninde meseleye yaklaştığımızda farklı yaklaşım tarzlarından ziyade bir ideoloji olarak milliyetçiliğin, ideolojilerin insan eliyle üretilmesinden dolayı bir toplumda belli şartlara dayalı -bu şartlar ister dil, din, ırk isterse ortak tarih ve kader birliği, ortak kültürel yapı olsun- olarak üretildiğinden bahsedilebilir. 27 İKİNCİ BÖLÜM TÜRKİYE’DE MİLLİYETÇİ DÜŞÜNCENİN GELİŞİMİ Türkiye’de milliyetçi düşüncenin gelişimini dönemsel olarak ele aldığımızda öncelikle Osmanlı İmparatorluğu’ndaki milliyetçi kıpırdanışlara değinmek yerinde olacaktır. Bilindiği üzere hiçbir mesele fikriyattan ve tarihsel konjonktürden bağımsız olarak ortaya çıkmaz. Bu bağlamda burada verilmek istenen, milliyetçiliğin fikrî ve tarihî serüveni olacaktır. Milliyetçi düşüncenin gelişimi dönemsel olarak Osmanlı’daki aydınların ve Rusya’dan gelen Türk aydınlarının ‘Türkçülük’ fikrine katkıları üzerinden aydınlatıldığında, milliyetçiliğin Osmanlı’da hangi şartlarda geliştiği üzerine fikrî bir temel oluşturulmuş olacaktır. Bu bakımdan milliyetçiliğin ‘Türkçülük’ düşüncesi ekseninde hangi koşullarda ortaya çıktığı, ulus devlet inşası ve ulus devlet sonrasında tek parti yönetiminden demokrasiye geçişte nasıl bir görünüm kazandığı tarihsel bir akışta aktarılmaya çalışılacaktır. 2.1. 1908 ve Sonrasında Milliyetçiliğin Şekillenişi Milliyetçiliğin gelişimi açısından 1908’deki-İttihat ve Terakki Cemiyetinin faaliyetleri sonucunda ortaya çıkanJön Türk Devrimi ve bu olay öncesinde azınlıklarda baş gösteren milliyetçi ayaklanmalar, buna bağlı olarak meydana gelen 1912-1913 Balkan savaşları, Osmanlı toplum yapısını ve Osmanlı aydınlarının fikriyatını etkilemiş önemli gelişmeler olarak ön plana çıkar. “1911 yılında İtalya’nın Trablusgarp’ı işgali ile başlayan bu süreci, 1912-1913 Balkan Savaşları, 1914-1918 yıllarında Çanakkale, Kafkasya, Irak, Yemen, Filistin gibi birçok cephede savaşılan Cihan Harbi ve nihayetinde 1919-1922 yıllarında gerçekleşen Milli Mücadele takip etmiştir. Farklı din ve etnik kökene mensup topluluklar ayrılırken Anadolu’da bir milli devletin ve yeni Türk kimliğinin doğuşu, söz konusu savaşlar neticesinde ortaya çıkmıştır” (Taştan, 2017: 51). Millî bilincin gelişmesinde yaşanan savaşların etkili olduğuna vurgu yapan Yahya Kemal Taştan (2017: 85), millî bilincin gelişmesi ve güçlenmesi için fertleri birbirine bağlayacak, müşterek bir düşmana ve kine ihtiyaç olduğunu belirtir. Taştan’ın da belirttiği üzere millî bilincin gelişmesinde en önemli unsurun “ortak düşman” algısı olduğunu söyleyebiliriz. Dışarıya karşı birlik olmak 28 düşüncesi ve vatan topraklarını koruyabilme algısı bu zihniyetin bir ürünü olur. Bu bağlamda hangi şartlar Osmanlı aydınlarını ‘Türk’ milliyetçiliği fikrine sürüklemiştir? Osmanlı İmparatorluğu, toplumsal yapısı bağlamında milliyetçi ayaklanmalardan nasıl etkilenmiştir? Soruları üzerinden, tarihsel olarak öne çıkan olaylara odaklanılarak imparatorluktan ulus devlete Türk milliyetçiliğinin gelişimi aktarılacaktır. Fransız İhtilali’nin gündeme getirdiği eşitlik, kardeşlik, adalet gibi bazı kavramların öne çıkması, Osmanlı’nın artık dağılma dönemine girmiş olması ve bu durumun Avrupalı devletlerce iştah kabartan bir durum alması akabinde içişlerinde bazı etnik ve dinî azınlıkların kışkırtılması gibi nedenler Osmanlı’da milliyetçiliğin gelişimine etkide bulunmuştur. Fransız İhtilali ile bütün dünyaya yayılan milliyetçi düşünce Osmanlı gibi bütün imparatorlukları da etkisi altına almıştır.“Fransız İhtilali ile atbaşı giden milliyetçiliğin içeriğinde, milli egemenlik, her halkın kendi kaderini tayin hakkı, eşitlik ve laiklik ilkeleri vardır. Fransız İhtilali ve ardından Napolyon’un bütün Avrupa’yı altüst etmesi milliyetçilik ile birlikte ihtilalin getirdiği hürriyet, eşitlik, kardeşlik, cumhuriyet ilkelerini bütün Avrupa’ya yaymıştır” (Yeniçeri, 2011: 274). Bu etki Osmanlı’da Tanzimat Fermanı ve Meşrutiyetin ilanı gibi pek çok yeniliğin hayata geçirilmesine vesile olmuştur. Denilebilir ki bir yandan Osmanlı’nın içinde bulunduğu şartlar diğer yandan dünya konjonktürü milliyetçi hareketin Osmanlı İmparatorluğu’nda ve ilerleyen süreçte Türkiye Cumhuriyeti’nde de etkili olmasının zeminini hazırlamıştır. Milliyetçiliğin Osmanlı’daki gelişimine baktığımızda iki nokta öne çıkmaktadır. Bunlardan birincisi imparatorluğun dağılma dönemine girmiş olması hasebiyle milliyetçi ayaklanmaların artması ve bu anlamda toprak kayıplarının yaşanması, ikincisi ise fikriyatta Osmanlı’dan cumhuriyete uzanacak olan Türk milliyetçiliği fikrinin gelişimidir. Bu bağlamda meseleyi Osmanlı millet sisteminden ayrılan azınlıkların milliyetçi ayaklanmaları üzerinden açarak birinci noktayı açıklığa kavuşturmuş olmakla birlikte fikri yapının gelişimi açısından bu dönemki olaylara Meşrutiyet’in ilanı ve daha sonraki süreçte 31 Mart Vakıası ile İttihat ve Terakki 29 yönetiminin iktidarı tam anlamıyla ele alması, Balkan Savaşları’nın yaşanması, I.Dünya Savaşı’nın başlaması gibi politik olaylara kısaca yer vererek fikri yapıyı dönüştüren süreçte aydınlatılmış olacaktır.Denilebilir ki bir yandan Osmanlı’nın dış siyasette “hasta adam” olarak nitelendirilmesi diğer yandan Batı’da meydana gelen Fransız ‘nın gündeme getirmiş olduğu kavramlar ve yönetim anlayışındaki reformlar Osmanlı için değişimin çanlarını çalmaktaydı. Dünya üzerinde yankı bulan Fransız İhtilali’nin Osmanlı yönetim anlayışına da etki etmiş bulunması Osmanlı’nın mutlak monarşiden meşruti monarşiye geçişini hızlandırmıştır. II.Addülhamit, meşrutiyeti ilan etmek şartıyla tahta çıkarılmış, Osmanlı’da meclis-i ayan ve meclis-i mebusan olmak üzere iki farklı meclis oluşturulmuştur. Bu sistem padişahın geniş yetkileri üzerine kurulmuştur şöyle ki, padişah istediği zaman meclisi belirsiz süreliğine kapatma yetkisine sahiptir. Bu dönemde yaşanan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşları II.Abdülhamit’in meclisi kapatmasıyla sonuçlanmış ve tarihçilerin adına ‘İstibdat’ dediği dönem başlamıştır. Bu dönemdeki yayın yasakları fikir hürriyetini olumsuz etkilediği gibi farklı düşüncelerin geliştirilme imkanını da ertelemiştir. Kanuni Esasi bu dönemde askıya alınmış ve 1908 Devrimi kendi altyapısını inşa etmiştir. Bu dönemde İttihad-ı Osmani Cemiyeti’nin –sonra ki dönemde İttihat ve Terakki Cemiyeti olarak faaliyet göstermiştir- Abdülhamit’e karşı örgütlenmesi politik dengeleri değiştirmiştir. Osmanlı’da bir millet sistemi adı altında kendi milliyetçiliklerinin hayali ile yaşayan Osmanlı azınlıkları II.Abdülhamit yönetimine karşı İttihat ve Terakki Cemiyeti ile birlikte hareket etmek istemişlerdir. Bu durumsa ilerde değinilecek olan azınlıkların bağımsızlık mücadelesi göstermesi hasebiyle toprak kayıplarının artmasına neden olmuştur. Dünya; ulusların ön plana çıktığı, eşitlikçi yönetimlerin kök salmaya başladığı bu anlamda padişahlık ve krallık gibi yöntemlerin tarihin tozlu raflarına kaldırılacağı bir yönetim anlayışına doğru evrilmekteydi. 1905’te Rusya’da, 1906’da ise İran’da mutlakiyetçi rejimlere karşı meydana gelen ayaklanmalar bu durumu destekler nitelikteydi. Osmanlı’da da İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin faaliyetleri devrimin basamaklarını oluşturmaktaydı. 1908 Devrimi’nde faaliyet gösteren İttihat 30 ve Terakki Cemiyeti, azınlıklarla görüşmeler yaparak beraber hareket etmeye karar vermiş ve meşrutiyetin ikinci kez ilan edilmesinin zeminini hazırlamıştır. Bu cemiyete göre artık II.Abdülhamit’in yönetimine son verilmeli ve ülke, içinde bulunduğu ağır şartlardan kurtarılmalıdır. Bu bağlamda Makedonya’da Avrupalı devletlerin müdahalelerine son verilmeli, kapitülasyonlar kaldırılmalı ve millî ekonomi desteklenmelidir. 1908 Devrimi, meşrutiyetin yeniden ilan edilmesi bakımından önemli bir gelişme olmakla beraber milliyetçilik kavramının politik alanda açıkça gündeme geleceği döneme ve iktidara da kapı aralamış olması bağlamında ayrı bir önem taşır. 1908’de yapılan parlamento seçimlerine katılan İttihat ve Terakki Fırkası bu seçimleri kazanmış, tahttan indirilen II.Abdülhamit’in yerine V.Mehmet Reşat tahta çıkarılmıştır. Sultan II.Abdülhamit devlet politikasında açıkça milliyetçilik fikrini savunmamış olsa da ilerleyen dönemde Anadolu’da bir İslam Türklüğü oluşmasına katkıda bulunmuştur. “Sultan Abdülhamid 1880’den sonra göç ve iskan meselesine büyük önem vermiş, yeni bir örgüt kurmuş, kaybedilmiş Osmanlı topraklarında, bilhassa Rumeli’de yaşayan Müslümanların Anadolu’ya gelmelerini sağlamıştır” (Karpat, 2013: 88). Karpat’ın da ifade ettiği gibi Abdülhamit’in uygulamış olduğu göç politikası, Anadolu’da Müslüman Türk nüfusunun artmasına vesile olmuştur. Sultan Abdülhamit’in politikalarının dışında patlak veren Balkan Savaşları daRumeli, Kafkasya ve Kırım gibi vilayetlerden Anadolu’ya yapılan göç hareketlerini arttırmış ve Osmanlı’da Müslüman Türk nüfusunun artmasına neden olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nda Müslüman Türk nüfusunun artması ve bu süreç içerisinde İttihat ve Terakki’nin iktidara gelmesi gibi gelişmelerin Osmanlı millet sisteminde nasıl bir kopuşun ardından gerçekleşmiş olduğu milliyetçilik fikrinin oluşumunu açığa kavuşturması bağlamında önemlidir. Bu bağlamda öncelikle Osmanlı millet sisteminden bahsedip daha sonra bu millet sisteminin işlevselliğini nasıl yitirdiğine değinmek yerinde olacaktır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerine milliyetçiliğin gelişimi açısından baktığımızda aslında bu dönemde milliyetçiliğin bir fikir akımı olarak 31 gelişiminden çok, milliyetçilik fikrinde ifadesini bulacak olan kavramların oluşmaya başladığı görülebilir. ”Tanzimat nesli, 1865’ten sonra ‘millet’ sözünü sık sık kullanmaya başladığı gibi, II.Abdülhamid dahi saltanatının başında kullandığı ‘tebaam’ kelimesi yerine ‘milletim’ sözünü tercih etmeye başlamıştı” (Karpat, 2013: 105). Bilindiği üzere Osmanlı İmparatorluğu ‘millet sistemi’ ile yönetiliyordu. “Millet sistemi, Osmanlı toplumunun dinsel cemaatlere göre bölünmesine ve ‘millet’in ya da dinsel cemaatin dışında sınıfların kesinlikle yok sayılmasına dayanıyordu” (Bayraktutan, 1996: 50). Bayraktutan’ın da belirttiği gibi bu sistem dinsel cemaat ekseninde tebaaları Müslüman ve gayrimüslim olarak ikiye ayırıyordu. Gayrimüslimlere kendi inançları ekseninde yaşama şartları sunulmuştu ve bunlar Osmanlı’ya vergi vermekle mükellef olan topluluklardı. İmparatorluk içinde Müslüman kesim daha önemli bir yere sahip olmakla birlikte gayrimüslim tebaa ikincil konumdaydı. Hristiyan tebaanın bu konumunun zaman içinde değişmesi Osmanlı millet sisteminin devam etmesine engel teşkil etmiştir. Millet sisteminin devamını imkansız kılan ve gayrimüslim tebaaya geniş haklar verilmesine vesile olan Tanzimat ve Islahat Fermanları bu konunun açıklığa kavuşmasında önem kazanır. Tanzimat Fermanı 1839 yılında Sultan Abdülmecit Dönemi’nde Sadrazam Mustafa Reşit Paşa’nın girişimleriyle Gülhane Parkı’nda ilan edilmiştir. Gülhane Hatt-ı Hümayunu ile Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunan Müslüman ve Hristiyan kesim eşit haklar elde etmiştir. İdarî, hukukî ve malî konulara yer veren bu ferman “Osmanlıcılık” fikrini destekleyen maddelere yer vermesi nedeniyle önemlidir. Yine 1856 yılında İngiltere ve Fransa gibi yabancı devletlerin baskıları sonucunda ilan edilen Islahat Fermanı, Tanzimat Fermanı’nda yer alan maddeleri tekrar ederken gayrimüslimlere yönelik daha kapsamlı ayrıcalıklar vermiştir. Tanzimat Fermanı ve Islahat Fermanı Osmanlı azınlıklarının devlete bağlılığını arttıracağı düşüncesiyle ilan edilmiş fakat gerçekte bunun tam tersi meydana gelmiştir. Tanzimat ve Islahat gibi yenilikler bir yandan Osmanlı’nın içinde bulunduğu durumdan kurtulması için birer yenilik teşkil ederken diğer yandan da III.Selim’den bu yana süregelen modernleşme çabalarının da devam ettiğinin bir kanıtı olmuştur. Modernleşme adına 32 atılan adımlardan biri olarak da yorumlayabileceğimiz Islahat Fermanı’nın imparatorluk içindeki azınlıklara çeşitli ayrıcalıklar tanıması var olan düzeni sekteye uğratmıştır. Birçok etnik yapıyı millet sistemiyle bir arada tutmayı başaran Osmanlı, zaman içerisinde Avrupa devletlerinin de azınlıkları kışkırtmasıyla birlikte dağılma sürecine girmiştir. Bu süreçte Osmanlı İmparatorluğu’nu kurtaracağına inanılan Modernleşme, Osmanlıcılık, İslamcılık ve nihayetinde Türkçülük gibi akımlar politik alanda işlevselleştirilmeye çalışılan fikirler olarak karşımıza çıkar. Bu fikir akımlarının Osmanlı toplum yapısını hangi bağlamda ele aldığını ve nasıl bir dönüşüme gebe kıldığını aktarmadan önce Osmanlı azınlıklarının ayaklanmalarına ve bağımsızlık serüvenine yer verilip, daha sonra bu ayrılıkçı hareketlerin önlenme çabasında Türkçülüğün etkin bir fikir akımı olarak yorumlanmasına uzanan zaman dilimini aktarmak yerinde olacaktır. Osmanlı’nın parçalanışını millet sistemi üzerinden tedricen aktaracak olursak karşımıza çıkan manzara aslında şöyledir: Osmanlı İmparatorluğu’ndan ilk ayrılan uluslar millet sisteminde ikincil planda kalan gayrimüslim tebaadır. Bunlar Sırplar, Yunanlar, Bulgar gibi azınlıklar, hepsi başka dini inançlara mensup topluluklardır ve farklı bağlamlarda bağımsızlık kazanarak Osmanlı’dan ayrılmışlardır. Bunun ardından süreç Osmanlı millet sistemi içindeki Müslüman tebaada bir ayrılış gösterir, Arnavutlar ve Araplar imparatorluktan ayrılır. Azınlıklar arasında milliyetçi hareketin kök salmasında ve başarıya ulaşmasında o dönemde basının gelişmiş olması buna bağlı olarak mecmuaların yaptığı yayınlar önemli bir etken olmuştur. Edebî eserler meydana getirme isteği milliyetçilik düşüncesini körüklemiştir. Sırplarda Dimitriye Obradoviç ve Vuk Stefanoviç Karaçiç Sırp edebiyatının gelişmesine katkı gösteren isimlerdir. Millîbilinç uyandıktan sonra Sırplar, Kara Yorgi önderliğinde imparatorluğa isyana kalkışmışlardır. Bu isyan başarılı olmamış daha sonra tekrar Obradoviç önderliğinde yapılan isyanda Osmanlı’yla anlaşmayı çıkarlarına uygun bulan Sırplar, belli bölgeleri kendi prensliklerini kurmak için almışlardır. Daha sonraki süreçte Sırplar Berlin Antlaşması ile bağımsızlıklarına ulaşmışlardır. 33 Yunanlıların bir millet olarak örgütlenişi de belli önderlerle birlikte ve cemiyetlerin kurulup faaliyet göstermesiyle meydana gelmiştir. Etniki Eterya Osmanlı açısından bölücü zararlı bir cemiyet olarak karşımıza çıkar ve bu cemiyetin ana gayesi Osmanlı’dan ayrılarak Yunan milletinin tam bağımsızlığının sağlanmasıdır. Bu gaye ile yola çıkan ve Avrupalı ülkelerden destek alan Yunan milliyetçileri 1829’da başarıya ulaşmıştır. Yunanlılar Osmanlı’dan tam bağımsızlık elde ederek ayrılan ilk ulus olmuştur. Rumların Rumlaştırma politikası Bulgarların milliyetçi duygularının uyanmasında etkili olmuştur. Bir millet diğer millete bu şekilde baskı uyguladığında aslında farkında olmadan benzeşme temasında ayrılıkçı düşünceyi de beslemiş bulunur. Birisine ‘sen busun’ denildiğinde o kişi aslında gerçekte ‘kim’ olduğuyla yakından ilgilenmeye başlar. Bu yolla Bulgarlar kendilerinin Rumlardan farklı bir topluluk olduklarının farkına vararak millî bilinç kazandılar. Bulgarların millî bilinç kazanmasında okul açmaları ve kendi dillerini yaşatmaları da önemli bir etken olmuştur. Arnavutların Osmanlı’dan ayrılışı diğer azınlıklarınkinden farklı olmuştur. Osmanlı’nın kendi topraklarını koruyamaz halde olduğunu fark eden Arnavutlar kendi varlıklarını devam ettirebilmek için milliyetçiliğe yönelmişlerdir. Müslüman Arnavutlarda milliyetçilik duygusu Hristiyan Arnavutlara bir tepki olarak meydana gelmiştir. Arnavutlardaki milliyetçilik Osmanlı’yı bölücü bir unsur olmaktan çok Osmanlı’nın savunmasızlığı nedeniyle gerçekleştirilen bir durumu ifade eder. Osmanlı’nın kendi toprak bütünlüğünü koruyamaması bu bakımdan Arnavutların tehlike altında olması ilk başta özerklik istemeleri ve daha sonra bağımsızlıklarını ilan etmeleri ile sonuçlanmıştır. Ermeni toplumu tarihsel açıdan bakıldığında hiçbir zaman bağımsız bir topluluk olmamıştır.“Dört bir yana saçılmış olmaları, çoğunlukta oldukları gerçek bir ‘millî’ vatanlarının olmayışı Kafkas Ermenilerini Osmanlı Ermenileri ile bütünleşme ülküsüne götürür” (Kösoğlu, 2009: 211). Halbuki Osmanlı’da önemli devlet kademelerinde yer alan Ermeniler belli bir dönemde ‘millet-i sadıka’ olarak nitelendirilmişlerdir fakat ilerleyen süreçte Ermenilerin, yurt dışındaki komiteci 34 Ermenilerin kışkırtmaları ve Rusya’nın da destek vermesi üzerine Osmanlı’ya karşı isyan ettiği görülür. Özellikle Doğu’da bir Ermeni devleti hayaliyle beslenen milliyetçi düşünce Ermenileri 93 Harbi’nde -1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı- Rusya tarafında savaşa katılmaya teşvik eden bir güç olur. Doğu’da isyan çıkarmaları ve Kürt, Türk birçok vatandaşa zulüm etmeleri nedeniyle 1915 yılında Tehcir Kanunu ile İttihat ve Terakki hükümeti tarafından sürgüne gönderilirler. Bugün dünyada bu olay Ermeni soykırımı olarak yankı bulmuştur. Bu konuda pek çok farklı açıklamaya tanık oluruz. Olayın soykırım olduğu inancıyla yola çıkan pek çok araştırmacı delilleri bu yönde kullanırken tarihi koşullarda meseleye açıklık getirmeye çalışan pek çok tarihçi de bunun bir soykırım olmadığı yönünde açıklamalarda bulunur. Kısacası Osmanlı’nın Ermenilerle geçmişi uzun ve karmaşıktır. Bir dönem sadık ve güvenilir millet olarak isimlendirilen Ermeniler bir dönem Taşnak ve Hınçak cemiyeti gibi cemiyetlerin faaliyetlerinden ve bölücü Ermeni kesiminden etkilenerek Osmanlı’yı zor duruma düşürmüşlerdir. Daha sonraki süreçte Ermeniler de Ermeni Cumhuriyeti olarak 1991’de bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Arnavutlar, Yunanlılar ve Sırpların ardından I.Dünya Savaşı sırasında Müslüman bir millet olan Araplar da Osmanlı’dan ayrılıkçı hareketler sergilemiş ve bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Türk milliyetçiliği bu şartlar altında bir Türk devlet teşkilatlanmasına sahip olunabilmek adına ‘kurtarıcı’ bir ideoloji olarak benimsenmiştir. Aslında halk arasında söylenen ‘Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur.’ cümlesi Türk ulusal devletinin nasıl bir geçmişle yoğrulduğunun kanıtıdır. Türk milliyetçiliğinin Osmanlı içinde en geç gerçekleşen millî hareket olarak görülmesini Gökalp, Türklerin Osmanlıyı kuran bir millet olmasına bağlamaktadır ve esasında olayları o dönem konjonktüründen okuyacak olursak Gökalp’in belirttiğine ek olarak Türklerde milliyetçi düşüncenin neden geç uyanışa geçtiği hakkında yukarıda da belirtmiş olduğumuz şartlar ekseninde pek çok neden söyleyebiliriz. Bu dönemde Türk milliyetçiliği fikrinin ortaya atılması erkendi çünkü hem Gökalp’in belirttiği üzere bu devletin kurucusu Türk etnik yapılanmasına mensup kişilerden oluşmaktaydı hem de dönem içinde mümkün görünen politik faaliyetler zaten dağılmakta olan Osmanlı’nın parçalanmasını daha da hızlandırabilirdi. Bu bağlamda 35 Osmanlı İmparatorluğu’nu kurtaracak fikir akımları geliştirilmeli bu akımlar politik alanda faaliyete sokulmalıydı. Osmanlı’nın dağılmasına engel olmak amacıyla Osmanlı’nın son dönemlerinde birçok akım öne sürülmüş ama hiçbiri Osmanlı’yı bir arada tutma noktasında etkili olamamıştır. Daha önce de belirtildiği üzere millet sistemi içerisinde birlik ve beraberliği sağlamak adına ‘Osmanlıcılık’, İslam topluluklarının birlik ve dayanışmasını sağlama adına ‘İslamcılık’, muasır medeniyetler seviyesini yakalamak yani modern bir devlet yaratmak adına ‘Garplılaşma’ ve son olarak Türk ırkına mensup toplulukları bir arada tutabilmek adına ‘Türkçülük’ düşüncesinin öne sürüldüğü görülmektedir. Bu fikir akımlarının imparatorluk açısından zaman zaman bir siyaset olarak sürdürülmeye çalışıldığına tanık oluruz. Gerek askeri alandan başlayıp sosyal hayata yayılan modernleşme atılımları gerekse II.Abdülhamit döneminde uygulanmaya çalışılan İslamcılık politikası bu akımların Osmanlı’nın derdine çare olmada siyasal bir denemeye tabi tutulduğunu gösterir. İmparatorluğun yıkılmasını engelleme adına ilk adım modernleşmealanında olmuştur. Art arda gelen toprak kayıpları Osmanlı’nın dış siyasette var olan prestijini kötü anlamda etkilediği gibi askerî savunma alanında bulunan eksikliği de bariz bir şekilde yansıtmaktaydı. Bu anlamda Osmanlı’da ilk modernleşme çabalarının neden askeri alanda yapıldığı da anlaşılır kılınır. Yaptığı reformlar nedeniyle halk tarafından “gavur padişah” olarak da anılmış bulunan II. Mahmut, yeniliklerin önünü açabilmek adına yeniçeri ocağını kaldırmış yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediye ordusunu kurmuştur. Bu orduyla birlikte Batılı anlamda kılık kıyafet değişiminin yaşanması, ordunun eğitimi için yurt dışından komutanların getirilmesi gibi olaylar bir yandan halkta huzursuzluğa neden olurken diğer yandan Osmanlı’nın ilk defa Avrupalı devletlerin üstünlüğünü kabullendiğinin de göstergesi olmuştur. Denilebilir ki Osmanlı’da modernleşme çabaları Osmanlı’nın Batı’nın üstünlüğünü kabul etmesiyle başlamış ve askerî, sosyal, hukuki pek çok alanda yeniklerin yaşanmasıyla devam etmiştir. Sosyal alanda gayrimüslim tebaaya yeni haklar tanıyan Tanzimat ve Islahat Fermanları ve daha sonraki süreç de Kanuni Esasi’nin kabul edilmesi, 36 monarşiden meşrutiyete geçiş gibi yenilikler modern bir devlet olma yolunda atılan adımlardır. Tanzimat Fermanı ve Islahat Fermanı gibi yenilikler, Osmanlı millet sisteminde ‘Osmanlıcılık’ kimliği üzerinden bir restorasyona gitme çabasının da kanıtı olmuştur.“Osmanlıcılık düşüncesinin o günlerde ‘İttihad-ı Anasır’ diye bilinen bir açıklaması vardır. ’İttihad-ı Anasır’ imparatorluk sınırları içerisinde yaşamakta olan dinî ve etnik/ulusal grupların birliği demektir” (Ünüvar, 2006: 131). Dinî ve etnik grupların birliğini ifade eden bu fikir akımı hayat sahası bulmak adına Tanzimat Fermanı ile bütün herkese eşit haklar tanınmasına vesile olmuş, Islahat Fermanı ile de gayrimüslim tebaanın üzerinde bulunan bir takım sorumlulukların kaldırılmasını sağlayarak gayrimüslimlere geniş haklar tanımıştır. Osmanlıcılık düşüncesi hiçbir unsura bağlı kalmadan müşterek bir yaşam sunuyordu. Bu düşünce Fransız İhtilali’nin getirmiş bulunduğu milliyetçilik kavramını ve bu kavramın gereği olan unsurları dışarıda bırakarak, ulusal millî bilinçten ziyade teritoryal sınırlara bağlı bulunan milletlerin birliğini savunuyordu. “Osmanlı milleti içinde Türk, Ermeni, Yahudi, Arnavut, Arap, Bulgar her soydan topluluk eriyecek, ‘Osmanlı’ olacaktır. Böylece milliyetçiliğin yol açtığı ayrılıklar, bağımsızlaşma çabaları önlenecek, herkes Osmanlı Devleti’nin yücelmesi, eski günlerine dönmesi için çalışacaktır” (Bayraktutan, 1996: 36). Bayraktutan’ın da ifade ettiği üzere ‘Osmanlıcılık’ akımında temel amaç, bir olup Osmanlı’nın eski günlerine dönmesini sağlamaktı. Fakat umulanın tersine Osmanlı İmparatorluğu’nda gayrimüslimlere eşit haklar tanınması Müslüman tebaayı rahatsız etmiştir. Müslüman olmayan bu azınlıkların çeşitli haklar elde etmesi Müslüman tebaanın tepkisine yol açmış ve böylelikle potansiyel olarak iç dinamikler hareket geçmiştir. “Hristiyan ‘milletler’, imparatorluğun Müslüman tebaasından çok daha önce Batılı fikirlerin etkisinde kaldılar ve ekonomik durumları da nispeten gelişmiş olduğundan, kendi tarihi sınırları içinde ulusal bağımsızlıklarına kavuşmak isteğiyle mücadeleye giriştiler. Bu ulusal egemenlik mücadeleleri Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülmesinde çok etkili oldu” (Karpat, 2016: 90). Karpat’ın da belirttiği gibi Hristiyan milletler Müslüman kesime göre önce davranarak Osmanlı’nın çözülmesine neden olmuşlardır. Hristiyan 37 tebaanın bu faaliyetleri ‘İttihad-ı Anasır’ sisteminin işlevselliğini de olanaksız kılmıştır. Osmanlı milletinden Osmanlı vatandaşlığına geçme çabaları, milliyetçi duyguların coşkunluğa ulaşmış olduğu bu çağda mümkün olmadığı anlaşılmıştı. Ayrıca ‘Osmanlıcılık’ kimliği altında toplanması istenen pek çok azınlık farklı dinlere, tarihlere ve geleneklere sahip topluluklardı. Bunun nedenle İslam dinine mensup bir kimseyle Hristiyan tebaadan olan bir kimse aynı amaç için örgütlenme yolunda birleştirici harç bulamamıştı. Dönemin önemli fikir aydınlarına bakacak olursak Akçura ve Gökalp için de Osmanlıcılık ayakta kalabilecek bir sistem olarak görünmüyordu. Yusuf Akçura (2015: 87), Osmanlıcılık siyaseti için asıl meselenin muhtelif cins ve dine mensup olup şimdiye kadar aralarında niza’ ve cedelleşmeden hiç geri kalmayan bu unsurların bundan sonraki süreçte kaynaşmasının mümkün olup olmadığını sorgular. Akçura’ya göre (2015: 88-89) Osmanlıcılığı istemeyen başta Osmanlı Türkleri olacaktı çünkü Osmanlıcılık siyaseti ile Osmanlı Türklerinin altı yüz yıllık hakimiyetleri hukuken son bulacaktır. İslam istemeyecekti çünkü Müslim ve gayrimüslimlerin hukuk eşitliğini istemiyordu. Gayrimüslim tebaa istemiyordu çünkü Türklerin yönetimi altında zülüm gördüklerini iddia ediyorlar ve istikballeri için uygun olan bu şartları değerlendirmek istiyorlardı. Osmanlı’nın en büyük düşmanı olan Rusya istemiyordu. Çünkü Anadolu üzerinden emellerini gerçekleştirme hayalinde olan bir Rusya için aralarına nifak sokulacak bir Osmanlı tebaası kendi emelleri açısından avantajlıydı. Son olarak Avrupa kamuoyu da istemiyordu nedeniyse Hristiyanların İslam hakimiyetine bırakılmamak istenmesiydi. Osmanlıcılık fikir akımına darbe indiren olay Balkan devletlerinin milliyetçi ayaklanmaları olmuştur. Ünüvar’a göre (2006: 132) Balkan Savaşları “İttihad-ı Anasır” politikasının dönüm noktası olmuştur. Çünkü Balkan Savaşları – I.Balkan Savaşı’nın çıkması- milliyetçiliğin etkisiyle gerçekleşmiştir.1912-1913 Balkan Savaşları Osmanlı’nın çok fazla toprak kaybına uğradığı, Avrupa’daki topraklarının neredeyse tamamını kaybettiği bir savaştır. Balkan Savaşları sonucunda Londra ve Bükreş Antlaşmaları imzalanmış ve bu antlaşmalar sonucunda Osmanlı 38 İmparatorluğu azınlıklara imtiyaz vermek veya azınlıkların bağımsızlığını tanımak zorunda kalmıştır. “Arnavutların, Sırplar ile Rumların ve Bulgarların takip ettiği ayrılıkçı harekete katılması ile İslamiyet esasına dayanan Osmanlılık fikri büyük bir darbe yemiştir” (Karpat, 2013: 90). Özellikle Arnavutların da 1912 yılında bağımsızlıklarını ilan etmeleri hem Balkan topraklarının kaybında son noktayı koymuş hem de İslamcılığın da pratikte etkili bir akım olamayacağının ilk göstergesi olmuştur. Milliyetçilik açısından meseleye yaklaştığımızda Balkan Savaşları’nın en önemli sonucunun Anadolu’ya pek çok Müslüman mülteci gelmiş olmasıyla birlikte Anadolu’daki Müslüman Türk nüfusunun çoğalmasıdır. Balkan Savaşları’nın ardından Ziya Gökalp, ”1914 yılında, çeşitli milletlere bağlı bireylerin aynı anavatanı sevmesinin mümkün olmadığını ve bir devletin var olması için tek bir millete dayanmasının zorunlu olduğunu yazmıştır” (Heyd, 2010: 85). Osmanlı İmparatorluğu’nda milliyetçi ayaklanmaların kök salmış bulunmasından o dönemlerde sadrazamlık yapmış bulunan Said Halim Paşa da yakınmaktadır. “Milliyet mücadeleleri, ırk rekabetleri gitgide artarak Osmanlılar arasında bir ülkü birliği bırakmadı” (Said Halim Paşa, 1973: 52). Said Halim Paşa’nın de ifade ettiği gibi milliyetçilik dalgası Osmanlıyı da etkisi altına almış ve Osmanlı milletleri arasında bir ülkü birliği bırakmamıştır. Bu durum üzerine ülkü birliğini sağlamak açısından din eksenli bir fikir akımı imkan bulmuş ve Osmanlı’da İslamcılık akımı yükselişe geçmiştir. İttihad-ı İslam olarak ifade edilen İslamcılık fikri, Osmanlı İmparatorluğu’ndan milliyetçi ayaklanmalarla ayrılan Hristiyan tebaaların durumu itibariyle önem kazanmış bir fikir akımı olarak karşımıza çıkar. Hristiyan tebaada vuku bulan milliyetçi ayaklanmalar Osmanlı’nın artık bir arada bulunması için farklı harçların aranması gerektiğinin kanıtı olmuştur. Osmanlı vatandaşlığından çıkıp bağımsız bir ulus kurma mücadelesinde olan Hristiyan tebaa İslamcı düşünceyi ön plana getirmiştir. “İslamcılar için din, bir cemiyetin esası, ana direğidir. Dinle millet birdir. Bütün İslam toplulukları hiçbir fark gözetilmeksizin halife etrafında birleşmelidir” (Bayraktutan, 1996: 43). Buradan da anlaşıldığı üzere İslamcılık din eksenli bütünlüğü savunan bir politikadır ve Osmanlı’da İslamcılık fikri 39 II.Abdülhamit tarafından faaliyete geçirilmek istenen bir siyasi akım olmuştur. II.Abdülhamit’in İslamcılık politikasını uygulanabilir bulmasında içinde bulunulan konjonktür önem atfeder. Denilebilir ki, hilafet gücünü elinde bulunduran Osmanlı için Hristiyan tebaanın kendisinden ayrılışı ve milliyetçilik fikrinin bütün dünyayı etkisi altına alması İslamcılık akımını uygulanabilir kılmıştır. “Bilinçlenecek bir İslam dünyasının Batı dünyası için ne kadar büyük bir tehdit unsuru olabileceğini takdir eden Abdülhamid, fırsat düştükçe bu unsuru kullanmaktan çekinmemiştir” (Karpat, 2013: 81). II. Abdülhamit döneminde İslamcılık fikir akımının uygulandığına kanıt olarak Hicaz Demir Yolu Projesi’ni gösterebiliriz. Bu proje ile Müslüman milletler arasında etkileşim ve birlik sağlanmaya çalışılmıştır. II.Abdülhamit’in de öne çıkarmış bulunduğu İslamcılık politikası Müslüman bir millet olan Arapların milliyetçi fikirlerle çeşitli girişimlerde bulunması üzerine tamamen işlevsiz kalmıştır. Araplar milliyetçi hareketlerden etkilenerek Suriye üzerinden bağımsızlık istemişler, Paris’te 1908 yılında Suriye Merkez Komitesi’ni kurmuşlar ve bağımsızlık elde edebilmek amacıyla faaliyete girişmişlerdir. 1911 Trablusgarp Savaşı’nın ardından Araplar Osmanlı’nın Arap topraklarını koruyacak güçten yoksun olduğunu anlamışlar ve Türklerin işgal altında olmasından fayda sağlayarak bağımsızlık mücadelesine girişmişlerdir. I.Dünya Savaşı sırasında kendi çıkarları için Osmanlı aleyhine İngilizlerle gizli antlaşmalar imzalayan Araplar İslamcılık fikrine de en büyük darbeyi indirmişlerdir.“Birinci Dünya Savaşı’nda Arapların bu hareket tarzı Türkiye’de Pan-İslamizm’i daha da itibardan düşürerek milliyetçilerin durumunu büsbütün güçlendirdi. Osmanlıcılık fikri ise daha Balkan Savaşı’nda (1913) anlamını kaybetmişti” (Karpat, 2016: 111). Osmanlı İmparatorluğu’nu içinde bulunduğu kötü şartlardan kurtarmak adına ortaya atılan fikir akımlarından İslamcılığın pratikte neden uygulanamadığı üzerine farklı düşünceler ve yaşanan siyasi olaylar mevcuttur. Müslüman Arnavutların Osmanlı’dan bağımsız hareket etmek istemesi ve ilerleyen süreçte Arap dünyasının da Osmanlı aleyhine antlaşmalar imzalaması bu fikir akımını önemsiz kılmaya yetmiştir. Karpat (2016: 111), Arapların I.Dünya Savaşı’nda halifenin cihat çağrısına 40 rağmen İngiltere’nin yanında savaşa girmiş olmasından yola çıkarak, milliyetçiliğin dönem itibariyle dinden daha kuvvetli olduğunu vurgulamıştır. Osmanlı’ya Rusya’dan göç etmiş Müslüman bir Türk olan Akçura’nın düşünceleri de İslamcılığın pratikte uygulanabilirlikten yoksun bir politika olduğunu göstermektedir. Akçura (2015: 94-95), Üç Tarz-ı Siyaset adlı eserinde İslamcılık politikasının uygulanmasının önündeki engellerden bahseder. Akçura’ya göre İslamcılığın önündeki en büyük engel dış kaynaklıdır. Müslüman milletlerin çoğunluğunun Hristiyanların hakimiyetinde bulunması, bu politikaya engel olmak adına Hrıstiyanlar için önemli bir avantajdır. Bütün bunların dışında İslamcılık siyasetinin pek de mümkün olmadığı aslında çok daha geriye gidilecek olursa II. Mahmut döneminde Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın Osmanlı’ya savaş açmış olmasından da anlaşılabilir. Osmanlıcılık, imparatorluğun parçalanmasını engellemek adına millet sistemini pekiştiren bir düşünce olarak karşımıza çıkmış fakat Osmanlı’nın dağılmasına engel olamamıştır. İslamcılık, millet sistemi içindeki Müslüman tebaayı bağlayıcı bir siyaset olarak izlenmiş Arnavut ve Araplar gibi Müslüman toplulukların bağımsızlıklarına engel olamamıştır. Son olarak Osmanlı’nın yıkılmasına engel olabilmek adına ortaya atılan fikir akımı da ‘Türkçülük’ olmuştur. Daha önce de belirtildiği üzere Osmanlı’da yaşanan birçok savaş gerek azınlıkların isyan edip bağımsızlık ilan etmesine gerekse başka yerlerden gelen Türklerin Anadolu’ya yerleşmesine sebep olmuştur. Özellikle Balkan Savaşları’ndan sonra Osmanlı nüfusunun hızla Türkleşmesi, Türkçülük fikrinin mihenk taşlarından biri olmuştur. 1912-1913 Balkan Savaşları Osmanlı’nın çok fazla toprak kaybına uğradığı, Avrupa’daki topraklarının neredeyse tamamını kaybettiği bir savaştır. Balkan Savaşları sonucunda Londra ve Bükreş Antlaşmaları imzalanmış ve bu antlaşmalar sonucunda Osmanlı İmparatorluğu azınlıklara imtiyaz verme veya azınlıkların bağımsızlığını tanımak zorunda kalmıştır. “Denilebilir ki felaketle neticelenen Balkan Savaşları ile Osmanlılık fikri geçerliliğini yitirirken bu süreçte gelişen Türkçülük fikri, ‘Turan’ adlı muhayyel vatanla kitleleri seferber etmeye ve bir etnik bilinçlenme yaratmaya çalışmıştır” (Taştan, 2017: 175). Balkan Savaşları’nın 41 sonucunda Anadolu’ya pek çok Müslüman mültecinin göç etmiş olmasıyla birlikte Anadolu’daki Müslüman Türk nüfusunun çoğalması, Türkçülüğün gelişiminin de önünü açmıştır.“Osmanlı Devleti’nin ve Türklüğün maruz kaldığı tehditler Türkçüleri, taarruzi olarak nitelendirdikleri Turan adlı bir milli mefkure yaratmaya sevketmiştir” (Taştan, 2017: 178). Osmanlı’da Türkçülük akımının ön plana çıkmasında İttihat ve Terakki kadrosunun faaliyetleri önemlidir.“İttihat ve Terakki Cemiyeti zahiren Osmanlıcılığa taraftar gözükse de Trablusgarp ama özellikle Balkan Savaşları ‘millet’ ve ‘milli his’ kavramlarının öne çıkmasında uygun bir ortam yaratmış, iktidarın milliyetçi eğilimlerini su yüzüne çıkartan gerekçelerden biri olmuştur” (Alkan, 2006: 397). İttihat ve Terakki hükümetinin 1913’ten itibaren üzerine odaklandığı en önemli düşünce akımı Türkçülük olmuştur. Alkan’ın da belirttiği üzere (2006: 394-395), II. Meşrutiyet Dönemi siyasal kültür açısından II. Abdülhamit dönemine göre derin bir değişim meydana getirmiş, dinsel bir kutsallıkla padişaha itaattin yerini vatan, millet, kanun ve devlete itaat almıştır. Osmanlı’nın kültürel, ekonomik ve sosyal olarak geri kalmış bulunması daha sonraki süreçte Türkçülüğün tek çare olarak gündeme gelmesinde etkili olmuştur. Karpat’ın da ifade ettiği gibi (2016: 110) Jön Türkler 1889-1908 yılları arasında padişaha karşı edilecek mücadelede azınlıklardan destek gördüğü için açıkça bir Türk milliyetçiliğini savunmaktan geri durmuşlardır. Fakat bunu takip eden 1908 devrimi sonrasında Türk milliyetçiliği, 1908-1913 yılları arasında Türk ulusal özelliklerine göre düzenlenen Türklerin hakim durumda oldukları merkeziyetçi bir Osmanlı Devleti meydana getirme siyasetinde ifadesini buldu. İslamcılığın Arap ulusçuluğu karşısında zayıf bir siyaset olarak kalması üzerine millî burjuvazinin oluşturulması fikri ön plana çıkmıştır. Osmanlı devletinde gayrimüslim halk her alanda Müslüman halka göre ikinci planda kalırken bu kesim Osmanlı ekonomisinde yani ticari faaliyetlerde en önemli kesimi oluşturmaktaydı. İttihat ve Terakki hükümeti özellikle Türk siyasal kadrosunda aktif rol oynayacak kişilerin Türk soyundan gelen kimseler olmasına ayrıca önem vermiştir ve bu bağlamda ekonomik faaliyetlerin gayrimüslim tebaada olmasından rahatsızlık 42 duyarak ekonomi politikasında değişikliğe gitmiştir. Karpat da (2013: 101) Osmanlı’da birbirinden ayrı iktisadi şubelerden oluşmuş eski ekonomik sistemin yerini bütün ülkeyi içine alan milli bir iktisat fikrinin İttihatçılar zamanın da yerleşmiş olduğunu belirtir. Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki bu milli ekonomi düşüncesi aynı zamanda Yusuf Akçura’nın Türkçülüğün gelişimi üzerine ön gördüğü bir fikirdir. “Akçura uygulanabilecek siyaseti tartışırken, aslında farkında olmadan İttihat ve Terakki’nin karmaşıklaşan ideolojisini tarif etmektedir” (Ünüvar, 2006: 131). Akçura hiçbir zaman İttihat ve Terakki’de yer almamış olmasına rağmen bu cemiyeti fikirleriyle zaman zaman etkilemiş ve bu cemiyetten etkilenmiştir. Kendisi Osmanlı’da Türkçülüğün gelişimi için birinci etken olarak ekonomik bağımsızlığı savunmaktaydı. ”Akçura’nın bizzat kendisi de milli iktisad fikrinin hararetli savunucularındandı. Bu terimi ilk kez, İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin 1913’teki kongresinde sunulan raporlardan birinde kullanmıştı. Nitekim İttihatçılar aynı yıl bu yeni ekonomi politikasına yönelmeyi kararlaştırmışlardı” (Georgeon, 1986: 80). İttihat ve Terakki yönetimi Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’na girmesine neden olmuştur. Bu dönemde bürokrat kesimde mevcut bulunan Alman hayranlığı ve Osmanlı’nın dış politikada yalnız kalmış olması, kurulacak yeni dünya düzeninde Almanya’nın yanında savaşa girilmesine vesile olmuştur. Bu dönemde imparatorluk Avrupalı devletlerce parçalanması muhtemel bir devlet olarak görülmekte ve bu nedenle “hasta adam” olarak nitelendirilmektedir. Burada dikkat çekilen unsur Osmanlı tarihinden ziyade yaşanan olaylar karşısında Osmanlı’nın hangi politikalarla milliyetçilik fikrini inşa etmiş bulunduğudur. Bilindiği üzere Osmanlı’nın son dönemlerinde ortaya atılan Türkçülük fikri, milliyetçiliğin aktif bir tezahürü olmak yerine bu düşünceyi –milliyetçi düşünceyi- tanımlayan, kavramların öne çıkmasını sağlayan ve ilerleyen süreçte aktif olarak politik hayatta bu fikir akımının yer almasını sağlayan etkenlerdendir. Bu nedenle Türkçülüğü politik faaliyetleri ile geliştirmeye çalışan İttihat ve Terakki’nin faaliyetleri önem kazanmaktadır. “Balkan Savaşları sırasında dile getirilmeye başlanan ve Cihan Harbi’nde kapitülasyonların kaldırılmasına uzanan süreçte, askeri yenilgilerin Müslüman-Türk burjuvazi ve orta sınıfın yokluğundan kaynaklandığına inanan Osmanlı aydınları, 43 milletleşme sürecinde tesis edilecek organik bütünlüğün en önemli sacayaklarından birinin millî iktisat olduğuna inanmışlardır” (Taştan, 2017: 104-105). Milliyetçiliğin gelişimi açısından millî iktisat fikrinin öne çıkması Osmanlı’da orta sınıfın güçlendirilmesi gerekliliğini ortaya çıkarmıştır. Bu bakımdan I.Dünya Savaşı sırasında İttihat ve Terakki hükümeti millî iktisat fikrini etkin kılacak politikaları da göz ardı etmemiştir. “Ticari şirketlerin –ve çok daha az ölçüde, sanayi şirketlerininkurulması, İttihatçıların bir Türk burjuvazisi yaratma yolunda attıkları en önemli adımdı” (Ahmad, 1999: 50). Ahmad’ın belirttiği gibi Türk burjuvazisi yaratmak adına Türk ekonomisini güçlendirmek için İttihat ve Terakki hükümeti bazı ticari şirketler kurulmasına vesile olmuştur. Özellikle I. Dünya Savaşı yıllarında Alman ve Avusturya Macaristan satınalma şirketlerinin doğrudan mal almalarını önleyerek çiftçilerin bu yolla daha fazla kazanç elde etmelerini sağlamışlardır (Bkz. Ahmad, 1999: 77). İttihatçılar, millî ekonomiyi geliştirmek için çoğu tarımsal faaliyetlerden geçimini sağlayan Osmanlı Türklerinin kazançlı çıkması fikrine odaklanmışlardır. Buradaki amaç, Osmanlı’da orta sınıfın oluşmasını sağlayarak değişimin dinamiklerini fitillemektir. “Üretken bir toplum ve iktisadi birlik, milliyetçiliğin ve milli devletin vazgeçilmez unsurları arasındadır. Nitekim millet tanımında ifadesini bulan müşterek iktisadi hayat, her şeyden önce üretken bir orta sınıfın varlığına muhtaçtır” (Taştan, 2017: 107). Bilindiği üzere ‘orta sınıf’ toplumsal değişimlerin ana damarıdır. Osmanlı toplumunun kendi kendine ileriye dönük bir değişim sağlamasında orta sınıfın varlığı kaçınılmazdır. Bu nedenle bir Türk burjuvazisi yaratmak kaçınılmaz olmuş, İttihatçılar ise bu gerçeği uyguladıkları politikalarıyla hissettirmişlerdir. Abdülhamit’in İslamcı politikasından İttihatçıların Türkçülük politikasına geçiş milliyetçi dalganın İslam dini ekseninde sorgulanmasını da gündeme getirmiştir. Masamı Araı’ya göre (2006: 191), Osmanlı aydınlarının Türk milliyetçiliğini reddetmesinin iki nedeni vardı. Bunlar; İslam’ın milliyetçiliği dışlaması ve milliyetçiliğin İslam’daki kardeşlik duygusunu yok etmesi. Araı’nın ifadelerinde yer vermiş olduğu gibi İslam bir kardeşlik diniydi ve hiçbir unsur tanımadan tüm insanlığı kuşatıyordu. Şimdi nasıl olur da Osmanlı gibi İslamiyet’in 44 beşiği olmuş bir devlet, ırk esasına doğru zemin değiştirebilecek bir fikir akımının etkisiyle yönetilebilirdi. Bir yandan Osmanlı’da milliyetçi yaklaşımın nasıl uygulanacağı üzerine birtakım eleştiriler mevcutken diğer yanda yine İslam’a dayanarak aslında milliyetçi yapılanmanın meşru olduğu fikri aydınlatılmaya çalışılmaktaydı.“İslam’ın ferdi içtimai ve siyasi bir unsur olarak kabul etmesi, milliyeti istediğini ve kabul ettiğini gösterir” (Said Halim Paşa, 1973: 228). Said Halim Paşa’ya göre İslam bireyi toplumsal ve siyasal olarak kabullenerek aslında milliyeti de destekleyebileceğini göstermekteydi. Türkçülüğün gelişimi için radikal düşünceler sunan Akçura’nın fikrinde İslam, Türklük uğruna değişimin dinamiklerini fitillemeliydi. “İslam, Türklük birleşmesinde şu hizmeti yerine getirebilmek için, son zamanlarda Hristiyanlıkta olduğu gibi, içinde milletlerin oluşmasını kabul edecek şekilde değişmelidir. Bu değişme ise hemen hemen mecburidir de: Zamanımız tarihinde görülen umumi cereyan ırklardadır” (Akçura, 2015: 97). Görüldüğü üzere Akçura’ya göre İslam, tarihin akışının zorunlu kıldığı milliyet esasına göre değişmelidir. Osmanlı’da Türkçülüğün gelişimi birtakım unsurların sorgulanmasına sebep olmuş olsa da diğer fikir akımlarının içinde galip gelen bir fikir akımı olmuştur denilebilir. Türkçülüğün tedricen gelişiminde, buraya kadar aktarmaya çalışılan Osmanlı’nın içinde bulunduğu vaziyetler etkili olduğu gibi bir de dönemin önemli gelişmeleri olarak atfedebileceğimiz Türkçülüğü destekleyen Türk Ocakları’nın 1911’de kurulması, Avrupa’da yapılan Türkoloji çalışmalarının fikir dünyasında ön plana çıkması, Türk dilinin geliştirilmesi fikri, halka sunulan yayınların -dergi, mecmua gibi- Türk milliyetini destekler nitelikli yayınlar yapması bu fikrinmilliyetçi fikrin- meşrulaşmasını sağlamıştır. Son olarak, belirtmiş olduğumuz alanların Türkçülüğe katkıları kısaca aktarılacak ve bu gelişimin özgür düşünceyi de destekler muhtevası içinde Türk aydınlarının fikirleri aktarılacaktır. Milliyetçilik fikri Osmanlı’da bir anlamda özgür basın ortamının etkin olmaya başladığı 1908’li yıllarda oluşmaya başlamıştır. Almanya, Rusya ve 45 Macaristan gibi Batı ülkelerinde Türkoloji çalışmalarının yapılması Türk kimliğinin önem kazanmasına yol açmıştır. Türklerin kökeni dünya üzerinde pek çok hakimiyet kurmuş olmasından dolayı eski bir çağa dayanıyordu. Gelişimini tarihî referansından alacak olan Türkçülük-Turancılık fikri dünya üzerindeki diğer Türk yapılanmalarını da etkisi altında almıştır. Gelişen özgür düşünce ortamı içerisinde yayıncılık faaliyetlerinin gelişmesiyle birlikte Türklerde milli düşüncenin önünü açılmıştır. Bir yandan Osmanlı aydınları diğer yandan Rusya’da gelen aydınlar Türk milliyetçiliği ve Turancılığın gelişimine zemin hazırlamışlardır. Rusya Türklerinden Turancılık fikrinin gelişmesi için destek en çok Kırım ve Kafkasya Türklerinden gelmiştir. Bunun nedeni Uriel Heyd’e göre (2010: 142) I. Dünya Savaşı’ndan önce İstanbul’dan Rusya’daki Türk merkezlerine gönderilen çok sayıda kitap ve gazete gibi yayınlar olmuştur. Bu yayınların Rusya’daki Türklere iletilmesi kültürel bağların güçlenmesine vesile olmuştur. Yine bu dönemde yayın yapan Türk Derneği, Türk Yurdu, İslam Mecmuası ve Genç Kalemler dergisi gibi pek çok derginin milliyetçi düşünceye katkılarını görmek mümkündür. “Türk unsurda milli bilinçlenme, önce dil-edebiyat-tarih alanlarında başlamış, ilk sistemli girişim ise Selanik’teki ‘Genç Kalemler’ olmuştur” (Bayraktutan, 1996: 84). Dil bir milletin bilinçli bir topluluk halinde yaşamasına imkan veren iletişim ve etkileşim araçlarından biridir. Dilin sade ve anlaşılır olması halk ile aydın kesim arasındaki mesafenin nispeten aşılmasına yönelik gerçekleştirilebilecek en önemli adımdır. Dilde sadeleşmeye gidilmesi Osmanlı’da önemli bir mesele olarak pek çok derginin ana konusu olmuştur. Osmanlıca ve Türkçe arasından Türkçenin tercih edilmesi gerektiği pek çok derginin ana temasını oluşturur. Özellikle Genç Kalemler dergisi dil milliyetçiliği ekseninde bu düşünceyi sürekli vurgulayan yayınlar yapmıştır. Arapça ve Farsça unsurlar Osmanlıcadan atılarak Türk dili sadeleştirilmeli düşüncesinden hareket etmiştir. ”Genç Kalemler, Arapça ve Farsça kelimeleri ve kuralları atarak, ‘yeni lisan’ yaratmak istiyordu” (Araı, 2006: 185). Genç Kalemler dergisi; Gökalp, Ali Canip ve Ömer Seyfettin gibi önemli isimlerin yer aldığı, Türk dilinin sadeleşmesi üzerine atıflarda bulunan önemli bir dergi olmuştur. Genç Kalemler dergisinde yazarlık yapmış bulunan ve Türkçülüğün 46 gelişiminde adından bahsetmemiz kaçınılmaz olan Gökalp de dilin bir milleti var kılmadaki öneminden bahseder. Gökalp’e göre bir ulusu parçalamak için önce dilini parçalamak gerekir. Dil toplumsal hayatın zemini, maneviliklerin dokusu, kültür ve uygarlığın temelini oluşturmaktadır. Bu yüzden dil ve edebiyatın yalınlaşması en az teknik ve ekonomik gelişme kadar önemlidir. “Türk gençliği, bir yandan dil ve edebiyat yalınlaşmazsa, ulusal bir ülkü ruhlarda coşku ve özveri uyandırmazsa, ulusal bir ekonomi hayat mücadelesinde yabancı öğelerden kurtulmayı sağlamazsa, Türklüğün ve aynı zamanda Osmanlılık ve İslamlığın yok olacağını anladı.” (Gökalp, 2008: 39). Türk gençlerinde millî duygunun uyanması dilde yalınlaşma, ulusal ekonomi ve yabancı ögelerden kurtulmak gerekliliğini ortaya koymuştur. Bu unsurlar Türk milliyetçiliği için gerekli unsurlar olup artık idrak edilmiş olan gerçeklerdir. “Osmanlıların millî Türk topluluğu haline gelmesini kolaylaştıran en önemli unsurların başında şüphesiz ki Türk dili gelir. Dil elle tutulur, gözle görülür, kulakla işitilir millî varlığın en somut ifadesidir” (Karpat: 2013: 104). Karpat’ın belirttiği üzere dil Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan tarihsel perspektifte millî bir ruhu aşılaması açısından elle tutulur gözle görülür en etkili unsur olmuştur. Çünkü dil, toplumsallaşmada ve bu yolla kültürlenmede en önemli araçtır. Bir Türk kültürünün oluşmasında ve bu kültürün zamanla muasır medeniyetler seviyesine taşınmasında Türk dilinin işlevselliği önem kazanmıştır. “Batı eserlerini ‘yeni lisan’la tercüme etme, okuma ve imla kitapları hazırlama ve dağıtma çabaları, ‘maarifin ne olduğunu bilmeyen’ Anadolu halkına yönelikti” (Araı, 2006: 185). Bu bağlamdan baktığımızda Ziya Gökalp’in “Türkçülüğün Esasları” adlı eserinde belirtmiş olduğu (2014: 58-62) ‘Halka Doğru’ tezinde seçkinlerin medeniyeti halka götürürken harsın özünü de halktan öğrenmeleri fikrini sunması yerinde bir tespit olmuştur. Türk dilinin ve buna bağlı olarak Türk milletinin millî bütünleşme sağlayarak geliştirilmesine yönelik ilgi fikriyatta Ömer Seyfettin, Namık Kemal, Ahmet Vefik Paşa, İsmail Gaspıralı, Ahmet Ağaoğlu, Yusuf Akçura, Ziya Gökalp ve burada isimlerini geçirmediğimiz nice Osmanlı aydının fikirleri etkili olmuştur. Şüphesiz burada bütün isimlere ve bu yolda sunmuş bulundukları katkılara değinmek 47 olanaksızdır. Bu nedenle Osmanlı’da milliyetçiliğin gelişimi açısından Kafkasya Türklerinin faaliyetlerini öne çıkarmak adına Akçura ve Osmanlı’nın içinde bulunduğu politik şartları düşüncesinde senteze ulaştırarak Türkçülüğün Esasları’nı sunmuş bulunan Gökalp’in fikirlerine değinmek yerinde olacaktır. Daha evvel düşüncelerine atıfta bulunduğumuz bu aydınlar milliyetçi düşünceyi ön plana çıkardıkları ve bundan sonraki aydınların fikirlerine de etki ettikleri için önemlidir. Akçura, İstanbul’a II. Meşrutiyet’in ilan edildiği tarihte 1909 devrimiyle gelir ve bu dönemde yönetimde İttihat ve Terakki Cemiyeti bulunmaktadır. Bu dönemde yayın yasağı kalkmış ve İstibdat dönemi son bulmuştur, Akçura da 1911 yılında yayına başlayan Türk Yurdu dergisinde yazılarını yayımlayarak Türkçülüğün gelişimine katkı sağlamıştır. Rusya’nın Türklere uygulamış olduğu politikalara bizzat tanık olan Akçura, Osmanlı’nın yıkılışına da tanık olmuştur. Yaşanan süreçler Akçura’nın Osmanlı Türkleriyle birlikte Kafkasya Türklerinin güçlerini birleştirmeleri fikrini savunmasına neden olmuştur. Georgeon’a göre (1986: 43-44) Pantürkizm’in ilk kez ortaya çıkması, Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset makalesiyle olmuştur. 1904 yılında Mısır’da kaleme aldığı bu eser, Türkçülüğün manifestosu olarak bilinmektedir. Akçura, Rusların Panslavizm politikasına tanık olmuş, Türkmenlerin ulusal bilinçten yoksun olmamalarını eleştirmiş ve Türkçülüğü sosyopolitik ortam içinde hayata geçirilebilecek olan tek düşünce biçimi olarak öne çıkarmıştır. ”Üç Tarz-ı Siyaset” eserinde Osmanlı’nın içinde bulunduğu şartları değerlendirerek Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük düşüncelerinden hangisinin daha gerçekleştirilebilir olduğu üzerinde durarak Türkçülüğü ön plana çıkarmıştır. Türk tarihi üzerine incelemeler yapan Akçura, ulusal bilincin Osmanlı’da geç uyanacağından yakınır ve Osmanlı Türklerine Tatarları örnek gösterir. ”Akçura, Osmanlıların Rusya’daki kardeşlerini örnek almaları gerektiğini sık sık vurguluyordu; onların ilerlediği yola girmeli, onları misal edinmeliydiler” (Georgeon, 1986: 85). Akçura için Türkçülüğün önündeki engel, Rusya’nın politikaları ve bir iç etken olarak da Türklerde ulusal bilincin çok yavaş gelişmesiydi. Halbuki Osmanlı’da gelişecek olan bir Türk milliyetçiliği hem Osmanlı Devleti’ni içinde bulunduğu durumdan kurtaracak hem de Kafkasya Türklerinde içten içe 48 gelişmekte olan Turancılığın da umudu olacaktır. Akçura’nın Türkçülük tezinin özgünlüğü Pantürkizm tasarısının merkezine Osmanlı Devleti’ni oturtmasından geliyordu. Böylece Rusya Türklerinin birlik sağlama isteği ile Osmanlıların devleti koruma çabalarını bir senteze ulaştırıyordu. Ziya Gökalp, kendi şahsında ulusallık duygusunu benimsemiş bir aydındır. Düşünceleri pek çok insanı etkilemiştir ve Türk milliyetçiliğinin babası olarak da bilinmektedir. Gökalp, hem Batı’nın medeniyetini hem de Türk toplumunun geleneklerini içeren bir Türkçülük geliştirme çabasında olarak Türkçülük düşüncesini sistemleştirmeye çalışan bir isimdir. Kendisi hem birçok dergide yazarlık yapmış hem de devlet görevinde bulunmuştur. ‘Kızıl Elma’, ’Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak’, ‘Türkçülüğün Esasları’ gibi daha birçok önemli eserleri mevcuttur. Gökalp’in düşüncelerinin anlaşılmasında ise Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak eserinde sunmuş olduğu sentezin anlaşılması önemlidir. Ona göre çağdaş bir İslam Türklüğü yaratmalıyız, yani modernleşirken kendi özümüze de bağlı kalmalıyız. Bu düşünceyi hars ve medeniyet kavramlarını birbirinden ayırıp önemle açıklayarak yerleştirme gayretinde olmuştur. Gökalp, Durkheim sosyolojisinden etkilenmiştir bu anlamda liberalizme ve marksizme karşıdır. Düşüncelerinin temelinde ‘dayanışmacı’ anlayışı görmek mümkündür. Milliyetçilik ekseninde düşüncelerine yer verecek olursak Gökalp’in ulusallık duygusunu kaçınılmaz bir duygu olarak yorumlayıp, yüzyılın ulusallık üzerine kurulu düzeni inşa ettiğini vurguladığını görürüz. “Dünyanın Doğu’su da, Batı’sı da bize apaçık gösteriyordu ki bu yüzyıl,”ulusallık yüzyılı”dır; bu yüzyılın bilinçleri üzerinde en etkili güç, “ulusallık ülküsü”dür” (Gökalp, 2008: 11). Ulusallık düşüncesini yaşanması kaçınılmaz bir düşünce olarak yorumlayan Gökalp, bugüne kadar bu milliyetçi duygunun idrak edilememesinin Osmanlı toplumuna ağır yenilgiler yaşattığını ancak bundan sonraki süreçte milliyetçiliğin Osmanlı ve İslamiyet’e hizmet edecek bir düşünce olduğunu vurgular. Ziya Gökalp’e göre (2008: 77-78) Osmanlı Devleti’ni parçalayan manevi bir mikrop olan “ulusallık” düşüncesi yeterince anlaşılamadığı için Romanya, Sırbistan, Karadağ gibi pek çok toprak kayıplarına neden olmuştur. Yüzyılın ulusallık yüzyılı olduğunu anlayabilseydik 49 durumu İslamlığın ve Osmanlı’nın lehine çevirebilirdik. Ulusallık düşüncesi Osmanlı ve İslamlık aleyhine ne yapmak mümkünse yapmıştır ve şimdi bu düşüncenin Osmanlı ve İslamlık lehine birtakım faaliyetlerde bulunması beklenmektedir. Ulusallık artık mikroplu bir hastalık olmaktan çıkıp, toplumsal bir mayaya dönüşecektir. Gökalp Türkçülük fikrinin gelişmesini Batı kadar medeniyet sahibi olmaya, bir İslam toplumu olarak kalmaya aynı zamanda milli uyanışı gerçekleştirmeye bu bağlamda milli hissiyatın gelişmesine bağlamaktadır. Türk olmayı ise ortak kültür terbiyesine sahip olmak ve ortak dili paylaşmaya bağlamıştır ve ırk birliğine dayanan düşünceyi dışarıda bırakmıştır. “Gerçekten de atlarda soy sop aranmalıdır; çünkü bütün meziyetleri içgüdüye dayanan ve kalıtımsal olan hayvanlarda, soyun büyük bir önemi vardır. İnsanlarda ise, ırkın toplumsal iyi niteliklere hiçbir etkisi olmadığı için, soy sop aramak doğru değildir” (Gökalp, 2014: 37-38). Türklük adına olumlu faaliyetlerde bulunmaktan çekinmeyen ve Türk mefkuresi ile yetişmiş her birey kendisini ‘Türk’ olarak tanımlama hakkına sahip olmuştur. Türkçülüğün Esasları adlı eserinde Gökalp (2014: 36-37), Türkçülüğün Türk ulusunu yüceltmek olduğunu söyleyerek ulusun anlamı üzerine odaklanır. Farklı perspektiflerden ulusçuluk anlayışını belirttikten sonra aslında bir kişinin içinde yaşadığı topluma bağlılığının eğitim, kültür ve duygular yoluyla geliştiğini belirtir. Gökalp’e göre bir kimse kan bakımından ortak bulunduğu insanlardan çok, dilde ve dinde ortak bulunduğu insanlarla birlikte yaşamak ister ve ona göre insansal kişilik bedende değil, ruhtadır. Gökalp’e göre Turancılık düşüncesi ise Türklerin tümünü içine alan ve Türk olmayanları dışta bırakan ülküsel yurdu gerekli kılar. Turan, Türklerin oturduğu, Türkçenin konuşulduğu bütün ülkelerin toplamıdır. Türkleşmek, Muasırlaşmak ve İslamlaşmak bu üç yolun Osmanlı’nın içinde bulunduğu şartlar kapsamında uygulanabilirliğine karşı Gökalp ve Akçura’nın fikirleri değişiklik arz eder. ”Akçuraoğlu, ‘Üç Yol’unun, bir bakıma çelişkili olduğunu kabul etmiştir. Oysa Gökalp, ideolojisinin ana öğelerinin, birbirleriyle sadece uyum içinde değil, aynı zamanda birbirlerinin tamamlayıcısı olduklarını ileri sürmüştür” (Heyd, 2010: 164). Akçura İslamiyet’e gerekirse Türkçülüğe hizmet 50 etmesi gereken bir şey olarak bakarken Gökalp, Türkçülükle İslamiyet’i birbirine zıt olmayacak şekilde bir sisteme sokmuştur. Akçura’da din, milliyetçiliğe imkan vermek zorundayken; Gökalp de din bizzat milliyetçiliği destekleyen onunla çelişmeyen bir alan olarak karşımıza çıkar. Akçura kendisini düşünce anlamında etkileyen Gaspıralı ile de bu yönüyle ayrılır. Şöyle ki Türkçülük yolunda Gaspıralı İslamiyeti ön plana çıkarırken, Akçura bunun tam tersini düşünerek Türkçülükten yana tavır almıştır. Gökalp’in tezinde Muasırlaşmak öncelikle “medeniyet”in ortak ve geliştirilebilir olmasının yanında “hars”ın her topluma özgü ananeler olması durumundan hareket eder. Bu bağlamda Gökalp’e göre (2014: 57) Türkçülüğün görevi, yalnızca halk arasında kalmış bulunan Türk kültürünü arayıp bulmak, diğer yandansa Batı uygarlığını eksiksiz olarak alıp ulusal kültüre aşılamaktır. Gökalp (2014: 58), Halka Doğru hareketiyle yalnızca halkta bulunan ulusal kültürün aydınlar tarafından keşfedilmesinden yanadır. Seçkinler halka inerek Batı uygarlığını halka tanıtırken bir yandan da halkta mevcut olan öz kültürün kodlarını keşfedeceklerdir. Sonuç olarak Osmanlı’da milliyetçi düşüncenin gelişimi burada aktarılmaya çalışılan genelde toplumsal vakıalar ve değişimlerin yanında dünya konjonktürünün etkisi ve özelde Osmanlı’da yaşanan ayrılıkçı hareketler, modernleşme çabaları, anayasal yönetime geçiş, özgür düşünce ortamının oluşması ve bu bağlamda aydın kesimin halkın kurtuluşuna dair ön görmüş olduğu milliyetçi düşünce, milliyetçiliğin öne çıkmasını mümkün kılmıştır. Osmanlı’da milliyetçiliğin gelişiminin durum tespiti yapılacak olursa; milliyetçiliğin yıkılan bir devlete hayat vermek adına “kurtarıcı” bir işlevi yerine getirmiş olduğu görülmektedir. 2.2. Cumhuriyet Sonrası Türk Milliyetçiliği Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne Türk toplumunun değişim ve dönüşümü “modernleşme” çabası üzerinden okunabilir. Osmanlı’da III.Selim’den bu yana süregelen modernleşme adımları ulus-devlet aşamasında cumhuriyetin ilanı ile birlikte radikal bir nitelik kazanmıştır. Cumhuriyet döneminde uygulanan inkılaplar 51 göz önüne alındığında bu dönemde köktenci bir Batılılaşma siyaseti güdüldüğü anlaşılmaktadır. Modern bir olgu olarak ulus-devlet gerçekliği Türkiye için inşa edildiğinde sosyal, siyasal, hukuki pek çok alanda değişimin habercisi olmuştur. Modernleşerek imparatorluktan ulus-devlete dönüşen toplum, millî birlik ve beraberliğin sağlaması noktasında Osmanlı’dan farklı bir gerçekliğe sahip olması hasebiyle inkılaplara kapı aralamıştır. Sosyal, siyasal ve daha birçok alanda yapılan yenilikler modernleşme eksenine oturtulmuş ve bu bağlamda geleneği devam ettirmenin yerini modern bir ulus-devlet inşa etme ideali almıştır. Modern bir ulus devlet inşa etmenin en önemli unsuru inkılapların sorunsuz bir şekilde yerine getirilme çabası olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına ve inkılapların hayata geçirilmesine zemin hazırlayan fikir akımı ise milliyetçilik olmuştur. Osmanlı döneminde toplumu yıkıma uğratan bu ideoloji –milliyetçilikcumhuriyetin ilanı üzerine farklı bir perspektif kazanmıştır. Milliyetçilik ideolojisinin başarısında Osmanlı’da devleti kurtarabilmek adına ortaya atılan İslamcılık, Osmanlıcılık gibi fikir akımlarının başarısız olması da etkili olmuştur. Türk milliyetçiliği Batı’da olduğu gibi bir Burjuva ideolojisi olarak ortaya çıkmamıştır. Türkiye’de milliyetçilik tıpkı modernleşmenin halka yansıdığı gibi yukarıdan aşağıya bir düzenle yerleşmiştir. Burada söylemek istediğimiz şey aslında milliyetçiliğin Türkiye’de bürokratik kesim tarafından öne sürüldüğüdür. Osmanlı’nın son döneminde İttihat ve Terakki Cemiyetinin politikaları, cumhuriyetin ilanından sonra gerçekleştirilen devrimler ve millileşme yolunda atılan birçok adım milliyetçiliğin Türkiye’de bürokrat kesim tarafından halka benimsetilmeye çalışılan bir ideoloji olduğunu gösterir. “Kemalist devrim”in kasabalardaki temsilcileri bürokratlar, subaylar, öğretmenler, doktorlar, avukatlar ve büyük ticari işletmelerin girişimcileriydi. Sanatkârlar ve küçük esnaf ise bastırılmış geleneksel kültürün belkemiğini oluşturmaktaydı” (Zürcher, 2016: 286). Zürcher’in de belirttiği gibi Kemalist devrimlerin temsilcisi bürokrat, subay, öğretmen gibi üst kesimden insanlar olmuştur. Bürokratlar modernizm ve buna bağlı olarak ortaya çıkan milliyetçilik anlayışını sindirirken, küçük esnaf sınıfı için gelenekler halen önemli bir noktada 52 duruyordu. Modern devlet olgusunun halka yansıması noktasında uğraş veren Kemalizm, milliyetçiliği geleneksel kesime karşı işlevsel bir araç olarak kullanmıştır. Cumhuriyetin ilanı ile ortaya çıkan Kemalist milliyetçilik -cumhuriyet kadrosunu ve iktidarını desteklemesi açısından resmi milliyetçilik olarak nitelendirilir- ulus devlet kurmak adına öne sürülen pek çok devrimle birlikte, milliyetçiliği manevi tutkal olarak işlevselleştirmiştir. Kemalist milliyetçiliği gerçekleştirmeye çalıştığı devrimler ışığında düşündüğümüzde; laik, pozitivist bu anlamda seküler çerçevede okuyabiliriz. Atatürk ilke ve inkılaplarının dayandığı temel ilke medeniyetçilik ve milliyetçiliktir. Medeniyet Batı’nın standartlarına ulaşmayı hedef gösterirken, milliyetçilik modern dünyanın bir getirisi olarak milli kimlik ve ulus-devletin varlığı için elzemdir. Ünüvar’a göre (2006: 140), İttihat ve Terakki Cemiyeti milliyetçiliğe imparatorluğun ihyası kurtuluşu için sarılmışken, Kemalizm milliyetçiliği modernleşme ideolojisi ekseninde asli bir unsur olarak görmüştür. “Türk milliyetçiliğinin ‘savunmacı’ özü, Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘beka’ davasıyla organik bir bağ tesis etmiş; milliyetçilik bir tür ‘devlet ideolojisi’ ve bir tür toplumsal bilinçaltı olarak yerleşikleştirilmiştir” (Can, 2009: 666). Cumhuriyet dönemine bakıldığında milliyetçiliğin devlet ideolojisi olarak yerleştirilmeye çalışıldığı anlaşılacaktır. “Cumhuriyetin kuruluşu ve özellikle tek parti dönemi (1925-1946), hiç kuşkusuz birçok köklü değişimin ve dönüşümün yaşandığı bir dönemdir. Çünkü bu dönem, özellikle sonraki yıllarda meydana gelecek olan sosyal ve siyasi gelişmelerin yönünü ve içeriğini belirlemek bakımından büyük etkiler bırakmıştır” (Şen, 2012: 60). Şen’in de belirttiği gibi cumhuriyetin ilan edilmesi ve sonraki dönemde gerçekleşen değişimler tarihsel olarak siyasi gelişmelerin konjonktürünü belirlemesi açısından önem kazanır. Cumhuriyet kadrosunun modernizme bakış açısını eleştiren İslamcı görüşe sahip muhalefetin ve Türkçü/Turancı kesimin faaliyetlerini şekillendiren tema, tek parti iktidarının faaliyetleri olmuştur. 53 Cumhuriyetin kurulmasına kadar gerçekleşen süreçte milli mücadelenin “var olabilme” pratiği olarak tarihe yansıdığı Milli Mücadele Dönemi önem arz eder. Tarihsel açıdan milli mücadele döneminde bağımsızlık düşüncesinin öne çıkması, milli devletin oluşumu ve milli kimliğin tanımlanması açısından önemli bir adım olmuştur. Mustafa Kemal’in düzenli orduyu kurarak ulusal bağımsızlık adına atmış olduğu bu adım ilerde Halk Fırkasının da “altı ok”u olarak bilinecek olan siyaset felsefesi içinde öncelikli olarak “milliyetçilik” düşüncesini ön plana çıkarmıştır. “Devlet kurtarma” düşüncesinden “devlet kurma” ve millî devlet olma yolunda milliyetçilik farklı bir perspektif kazanmıştır. Başka bir deyişle cumhuriyetin kurulmasından sonra Türkiye’de hâkim milliyetçilik, iktidar merkezli toplum mühendisliğine bağlı “ulus devlet” milliyetçiliği olarak kabul edilebilir. Cumhuriyetin ilanı ve bu gelişmeyi takip eden süreçte millileşme düşüncesinin iktidar tarafından yerleştirilmeye çalışıldığına tanık oluruz. “İktidar, icraatiyle ve söylemiyle, bir millet ve bir kimlik kurar; ‘Aslında kimiz?’ ve ‘Nasıl olmalıyız?’ sorularının cevaplarını sabitler” (Bora, 2015: 13). Bora’nın da belirttiği üzere “Biz kimiz?” soruları üzerine Kemalist milliyetçilik faaliyete geçerek, Batı’nın gelişmişlik düzeyini yakalamak bu anlamda muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak adına çeşitli inkılapların uygulanması için uygun bir zemin hazırlarken bu inkılapların hayata geçirilmesiyle de milli kimliği pekiştirmiş olur. Cumhuriyetle birlikte Türkçülük, laik ve modern bir ideoloji olarak karşımıza çıkar. Zürcher’e göre (2016: 283) milliyetçilik Türklere bilhassa da genç kuşaklara üstünlük duygusuna yaklaşan, güçlü bir ulusal kimlik ve ulusal övünç duygusu aşılamıştır. Bu ise bir anlamda Avrupa’yı izleme ihtiyacını psikolojik olarak dengelemiştir. Atatürk’ün ‘Türk milleti zekidir, Türk milleti çalışkandır.’ sloganları millet olarak Türklerin üstünlüğüne vurgu yaparken diğer taraftan millî kimliğin benimsenmesinde önemli olmuştur. Zor zamanları millî birlik ve beraberlik duygusuyla atlatan Türk milleti artık millet olma bilincine varmıştır ve bu durum Batı’ya yaklaşmak için atılan ilk adımlardan biri olmuştur. Cumhuriyetin kurucu kadrosunun çağdaş medeniyetler seviyesine yükselmek istenmesi bağlamında devrimci jakoben tutumu dini alan içinde de kendini 54 göstermiştir. Dinî alana dair yaşam tarzlarında yapılan yenilikler laik devlet olma yolunda atılan radikal adımlar olmuştur. Türkiye ulus devletinin inşasında karşılaştığımız bu tutum o dönemki milliyetçi düşünceyi de etkilemiştir. Milliyetçilik fikrinin genelde din ile özelde ise İslam dini ile farklı zamanlarda farklı bağlamlarda kesişen bir ilişkisi söz konusudur. Milliyetçilik fikrinin kabulü dindar kesimi kendi varlığını sürdürmek adına “Türk” vurgusuna itmiştir. “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanız.” söylemi ise ifadesini 1960’lı yıllarda bulmuş ve bu düşünce Türk-İslam Sentezi’nin önünü açmıştır. Modernizmin şekillendirdiği milliyetçilik ve modernizm tarafından yeniden tanımlanan bir dünya görüşü olarak İslamcılığın ortak bir noktada buluşması toplumsal gerçekliklerde ifadesini bulurken burada en önemli nokta İslam için milliyetçiliğin mümkün olup olmadığı olmuştur. Milliyetçiliğin İslam dininde kabul görüp görmeyeceğine dair yapılan tartışmalar neticesinde milliyetçilik İslami açıdan uygun bulunmuş ve bu düşüncenin meşruluğunu kazanmasında dinî kaynaklara atıflar yapılmaya başlanmıştır. “Türk milliyetçilerinin büyük bir bölümünün tutumu, Kur’an’a ve hadislere atıfta bulunarak milliyetçiliğin İslamiyet’te yeri olduğunu kanıtlamaya çalışmaktı” (Bayraktutan, 1996: 54). Kur’an’da yer alan Hucurat Suresi’ne atıfta bulunarak milliyetçi düşünce İslamiyet açısından meşru bir zemine oturtulmaya çalışılmıştır. Hasan Şen’in belirttiği üzere (2012: 207), İslamcılar Osmanlı’nın yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya kalması sonucunda aslında modern bir olgu ve seküler dünya tasarımının bir getirisi olarak yorumladıkları milliyetçiliğin dönemin ruhuna uygun bir ideoloji olduğunu kabullenmişlerdir. Bu bağlamda milliyetçiliği laik ve Batıcı olmaktan çıkarıp, dinî ve Doğulu yapmaya çabalamışlardır. İslamcıları milliyetçilik çizgisine yaklaştıran dünya görüşü zamanla Türkiye’nin içinde bulunduğu konjoktürün etkisiyle milliyetçiliği de İslamla buluşturur. Türkçülük ile İslamcılık Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne, 1923’ten çok partili hayata ve soğuk savaş dönemine kadar pek çok kez birbirinden kopuşlar veya birbirine yakınlaşmalar yaşamıştır. “Temel problem, İslam’a ve Osmanlı mirasına bakışta ortaya çıkar. Bu iki değere bakıştaki farklılık ve kitlelere açılış derecesi, 55 milliyetçi anlayışları Hira’ya yahut Tanrıdağ’a yaklaştırmakta veya uzaklaştırmaktadır” (Ayvazoğlu, 2009:577). İslamcılar için İslam’ın yayılmasına hizmet eden Osmanlı tarihi anlı şanlı bir tarih olarak öne çıkarken laik cumhuriyet rejiminde millî devlet olma pratiği öne çıkarılmış bu noktada İslam ve Osmanlı tarihi geri plana itilmiştir. Osmanlı’nın bir devamı olmaktan ziyade kendisini modern seküler bir algıyla yeniden inşa etme çabası içinde olan Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın İslami kimliğinin dışında ve tarihsel açıdan farklı kulvarda – örneğin İslamiyet Öncesi tarihini öne çıkararak, İslam öncesi devletlerin Türk olduğunu iddia etmek gibi- yer almıştır. Türkiye Cumhuriyeti her şeyden önce kendisini laik bir düzen üzerine inşa etmiştir. İnşa edilen bu laik düzen dini kamusal alandan alıkoymuştur. Laik düzenin yansımalarını 1922 saltanatın kaldırılması, 1924 halifeliğin kaldırılması, Şeriye ve Evkaf Vekaletine son verilip kurumsal olarak Diyanet İşleri ve Vakıflar Genel Müdürlüğünün açılması, medreselerin kapatılması, Tekke ve Zaviyelerin kapatılması, ibadet yerleri dışında dinsel kıyafetlerin giyilmesinin yasaklanması gibi uygulamalarda rahatlıkla görebiliriz. Laiklik anlayışının dışında cumhuriyet kadrosunun CHF’nin “altı ok” olarak sunmuş olduğu siyaset ilkelerinde cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik ve inkılapçılık yer almaktadır. Cumhuriyet Dönemi iktidarının sunmuş olduğu yeniliklere baktığımızda bu ilkelerin anayasaya 1937’de dahil edilmesiyle birlikte pratik olarak halk tabanında uygulanmaya çoktan başlanmış olduğunu görebiliriz. Cumhuriyetçilik ekseninde cumhuriyetin ilanı, çok partili rejim denemeleri, ordunun siyasetten ayrılması, kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi; milliyetçilik ekseninde İstiklal Marşı’nın kabulü, İzmir İktisat Kongresinin düzenlenmesi, Kabotaj Kanunu, yabancı okullarda Türk öğretmenler tarafından Türkçe derslerin verilmesi, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumunun açılması; Halkçılık ekseninde Türk Medeni Kanununu Kabulü, Soyadı Kanunu, Kıyafet Devrimi, Sosyal devlet niteliğinin benimsenmesi; devletçilik alanında devlet bankalarının açılması, kalkınma planlarının yapılması, tarım alanında destekleyici 56 çalışmaların yapılması; inkılapçılık alanında ise burada belirtilenler dahil olmak üzere bütün yenilikler sayılabilir. 1923’ten 1946’ya 23 yıl tek bir partinin iktidarlığında olan Türkiye Cumhuriyeti CHP’nin yukarda belirtilmiş bulunan “altı ok”una bağlı olarak siyaset sahnesinde yerini almıştır. Millî bir devlet yaratmak adına benimsenen bu ilkeler ekseninde pek çok yenilik yapılmış olmakla birlikte imparatorluktan ulus devlete geçişi sağlayan en köklü yenilikler harf inkılabı, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumunun kurulmasıdır. Bu yeniliklerin önemi çok uluslu bir imparatorluktan çıkıp “Türk milleti”nin yaratılmasında ve kurgulanan bu kimliğin devam ettirilmesindeki başarısıdır. Bir ulusun bir arada yaşamasını mümkün kılan dil, din, ortak kültür, etnik yakınlık gibi nedenlerden ziyade tarihi referanslardır. Tarih bir milletin nereden geldiğini ve nereye gittiğini en açık şekilde ifade eden bir kriterdir. Toplumlara evvelden beri var olduğunu hissettiren tarih anlayışı bireyi aidiyet hissiyle içinde yaşadığı topluma da bağlı kılar. “Bir tarih kurgusuna oturmayan hiçbir millet yoktur. Millî tarihler milletlerin varlık sebepleridir. Bu tutkulu tarihler çeşitli milletlerin bireylerini birbirine yapıştıran, ortak bir şuur etrafında toparlayan unsurlardır” (Öğün, 2000: 25). Türk millî kimliğinin oluşturulması ve millî kimliğe aidiyet hisseden bireylerin topluma kazandırılma süreci cumhuriyetin ilk yıllarında gerçekleştirilen yenilikler neticesinde mümkün olmuştur. Millî bir devlet inşa etmek adına Osmanlı ve İslam tarihinin önüne geçen bir tarih yazımının mümkün kılınması Kemalist rejim için kaçınılmaz bir unsur olmuştur. “Bugüne kadar görülen bütün milliyetçiliklerde iki şey önemlidir: anlı şanlı bir geçmişin olduğu düşüncesi ve bunun yanında milletin daha da parlak bir geleceği olacağı konusundaki inanç” (Sevim, 2008: 28). Bu bağlamda Türk tarihinin araştırılması ve Türk Tarih Kurumunun hayata geçirilmesi önemli bir gelişmedir. Tarih konferanslarının düzenlenmesi ve Zeki Velidi Togan, Fuat Köprülü, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura gibi önemli isimlerin katkılarıyla Türk Tarih Tezine giden yol açılmıştır. Osmanlı ve İslam tarihinden ziyade İslam öncesi Türk tarihine atıfta bulunan ve kronolojik boşlukları görmezden gelerek bu bağlamda 57 “Türk” kimliğinin asırlar öncesine dayandırılma çabası olarak Türk Tarih Tezi Türk kimliğini pekiştirmiş ve bu yolla yeni toplum tasarımını da mümkün kılmıştır. Türk millî kimliğinin tasarımını mümkün kılan gelişmeler birbiri ardına gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Bir yandan modern bir karakter verilmeye çalışılan Türk toplumu diğer yandan milletler içinde “Biz kimiz?”, “Nereden geliyoruz?” gibi soruların cevabı olabilecek sosyolojik gerçeklik inşa etme çabasında olmuştur. Kemalizm’in milliyetçilik ideolojisiyle iş birliği yapması Türk toplumunun sosyolojik gerçekliğinin inşa edilmesi açısından kaçınılmaz olmuştur. “Milliyetçi söylemlerin en önemli bileşenlerinden biri olarak tarihin unutulması/unutturulması, Türkiye örneğinde dilde yapılan devrimlerle en yetkin biçimine ulaşmıştır” (Balçık, 2009: 786). Öncelikle Osmanlı tarihi ve Osmanlı zihniyetinden kurtulma çabaları 1928 yılında yapılan harf inkılabı ile öne çıkar. Bu düşüncenin bir devamı olan Türk Tarih Tezinde Türklerin varlığının asırlar önceye dayandırılmasına bağlı olarak Güneş Dil Teorisi’nin ortaya atılması bu düşünceyi doğrular. Yapılan harf inkılabı Arap alfabesini tarihin raflarına kaldırırken sunulan Güneş Dil Teorisi de Türk dilinin bütün dillere katkı sağladığını öne sürmesi noktasında Türklüğün asırlar öncesine dayandırılmasına referans olmuştur. Bu anlamda harf inkılabı ile başlayan süreçte Türk vatandaşına “Türk” olmanın önemi ve Türklüğün anlı şanlı tarihi benimsetilmeye çalışılırken diğer yandan da geri kalmışlık psikolojisinden hareketle modern olmanın yolu açılmıştır. Harf inkılabının ardından Millet Mektepleri kurulmuş ve bu mekteplerde vatandaşa hızlı bir şekilde yeni Türk alfabeleriyle okuma yazma belletilmeye çalışılmıştır. 1921 Anayasası’nda devletin dilinin Türkçe olduğunu belirten ibare dilin Türk toplumunun gelişimi için taşıdığı önemi göstermektedir. “Vatandaş Türkçe Konuş!” sloganıyla Türk dilini hem resmî dil hem de ana dil ilan eden cumhuriyet kadrosu zaman zaman farklılıklara imkan tanımayan bir noktada yer almıştır. Hangi soydan ya da hangi dinden olursa olsun bir kimsenin Türkçe konuşup konuşamaması önemli bir kriterdi. Vatandaş arasında Türkçenin konuşulması çabasından ziyade diğer yandan Türk dilinin geliştirilmesi veyabancı kökenli sözcüklerden temizlenmesi bu anlamda saf Türkçenin sağlanması noktasında 1932 58 yılında Türk Dil Kurumu kurulmuştur. Toplum mühendisliğinden ziyade dil mühendisliğine dönüşen bu süreç dilin, milletin ortak zihinsel algısındaki yerinin önemini açıkça ifade eder. Balçık (2009: 786) dilin bir kimlik inşa etmekten ziyade ayrıca politik ve sosyal kimliklerin temsilcisi olduğunu belirtir. Ezanın Türkçe okutulmasıyla birlikte cumhuriyet projesine muhalif olan kesimlerin kamusal alandan silindiğine vurgu yaparak bu düşüncesini örneklendirir. Ezanın Türkçe okutulması bir yandan İslamcı kesimin cumhuriyet kadrosuna muhalif olmasının önünü keserken diğer yandan dinden ziyade etnik unsurlara bağlı bir bakış açının gelişmesine vesile olmuştur. “Kemalist milliyetçilik, seküler bir kolektif tasavvur oluşturabilmek için mülki milliyetçiliğin yanı sıra, hatta daha da fazla, etnik temalara başvurmuştur” (Yıldız, 2006: 211). Türk vatandaşı kalabilmek için etnik olarak da Türk olmak gerekliliği vurgulanmıştır. Zaman zaman öne çıkan bu algı ilerleyen dönemde IrkçıTurancı görüşe bir zemin teşkil etmiştir. Tanıl Bora’ya göre (2015: 36), “1941/42’de kurulan bir dizi dergiyle sahneye çıkan Türkçü akım, yepyeni tezlerle değil, cumhuriyetin ilk dönemindeki milliyetçiliğin özcü-etnisist ucunu sivrilterek serpilecektir”. Bu zemin Atsız ve Rıza Nur gibi Türkçü çizgilerin oluşmasını mümkün kılarken tarihe 1944 Yargılamaları olarak geçmiştir. Her ne kadar Atsız çizgisinin oluşmasında Kemalist milliyetçilik ve Saraçoğlu hükümetinin söylemlerinin de etkisi bulunmuş olsa da Kemalist milliyetçiliğin tam anlamıyla ırkçı bir yaklaşım sergilediği savunulamaz. Yıldız’ın da belirttiği gibi (2006: 228) Kemalist milliyetçilik ırkçı değil, etnisisttir; etnoseküler açıdan farklı kalmakta ısrar edenlere karşı açıkça ayrımcıdır. Toplumsal birlik ve beraberliğin sağlanması Kemalist milliyetçilik için önemli bir kriter olmuştur. Bu bağlamda farklılıklara karşı ayrımcı tutumu ve uyguladığı yeniliklerin tepeden inme bir şekilde olması da anlamkazanır. Her şeyden önce birlikte “Türk milleti” olabilmek bütün dayatmacı yenilikleri de kendi felsefesinde elzem kılmıştır. Şerif Mardin (1991: 142), Kemalist rejimin milliyetçiliğe sığınmasını bir anlamda dinden kaynaklı boşluğu doldurmanın arayışı olarak yorumlamaktadır. Kemalist inkılaplarla sosyal hayatın gerisinde tutulmaya çalışılan din, halk tabanında 59 sosyal değerini korumaktaydı ve Kemalizmin hitap edemediği bu kesim için milliyetçilik dinsel sembollerin ikamesi olarak kullanılabilirdi. Mardin’in yorumundan yola çıkarak halk içinde önemli bir söylem olan “Vatan Sevgisi İmandandır!” sloganı bu düşünceye örnek teşkil eder. Vatana olan sevgi, bayrak, marş gibi önemli semboller milliyetçiliğin dinsel duygu ve düşüncelerin sekülerleşmesi bu anlamda somut bir görünüm kazanmasına katkı sağlamıştır. Kemalist milliyetçiliği millî mücadele döneminden Atatürk’ün ölümüne kadarki süre içinde üç ayrı döneme ayıran Yıldız (2006: 217-234), 1919-1923 yıllarını içine alan millî mücadele döneminde Türk milli kimliğinin dini karakterinin ön planda olduğunu belirtmiştir. Kemalist milliyetçilik seküler bir anlayış yerleştirmeye çalışmıştır. Ancak bu millî mücadele döneminde mümkün görünmüyordu çünkü bu dönemde halk içinde milli bilinç tam olarak gelişmemişti. Milli mücadelede özgürlük sloganı üzerinden milliyetçi bir söylem üretimi ancak Müslüman kimliği üzerinden yapılabilirdi. Tanıl Bora (2015:116) İslami kimliğin Milli Mücadele’de ağırlıklı rol oynamasını İslam milletini gavura karşı seferber etme misyonuna bağlar. 1928 yılına kadar “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin dinî İslam’dır.” maddesinin anayasada bulunmuş olması millî mücadelede İslam dinine yapılan vurgunun bağımsızlık kazanmak adına toplumsal dayanışmayı sağlaması noktasında önem atfettiğini göstermektedir. Bu bağlamda denilebilir ki millî mücadele döneminde Kemalist milliyetçilik dinî perspektiften uzak duramamıştır. Yıldız, 1924-1929 yıllarını Cumhuriyet Dönemi olarak aktarırken “millî insan” oluşturmayı hedefleyen Kemalizm’in laiklik ilkesiyle bağlantılı olarak dinî vicdanlara hapsettiğini belirtmiştir. “Dinin sosyo-politik alandan kovulmasıyla doğan boşluk, din olarak algılanan ‘milliyet duygusu’ ile doldurulmaya çalışılmıştır” (Yıldız, 2006: 221). Bu dönemde çoğulcu söylem terk edilmiş laiklik ön plana çıkmıştır. 1929-1938 yıllarını içine alan dönemde Kemalist milliyetçilik etnik farklılıkların millî farklılıklara dönüşmesini reddettiği için ırkı kurucu bir unsur olarak kullanmıştır. 1930’lu yılların ardından devletin etnik kökene dayalı milliyetçi görüşe zaman zaman destek çıktığı görülür. Arslan’a göre (2009: 412) otuzlarda Kemalist 60 rejim tarafından ortaya atılan Türk Tarih Tezi ve antropolojik incelemeler, bu dönemde eğitim alan kuşaklar arasında ırkçı bir ulus söyleminin yaygınlaşmasına katkıda bulunmuştur. Özellikle yapılan kafatası araştırması milliyetçiliğin ırkçı taraftarlarını alevlendirmiştir. Kafatası araştırmalarıyla Türklerin brakisefal mi yoksa dolikosefal mi olduğunun önem kazanması bir anlamda tek ırk üzerinden bir Türk ulusu görmek isteyen ırkçı milliyetçileri cesaretlendirmiştir. Nihal Atsız ve Reha Oğuz Türkkan gibi birçok aydın kendilerinin kime göre daha Türk olduğunu araştırma yoluna girmişler ve birbirlerinin Türklük soy bağını araştırmışlardır. Bu düşüncenin gelişimi ve kök salmaya başlamasını 1944 Irkçılık-Turancılık davasında görebiliriz. Irkçılık-Turancılık davası 7 Eylül 1944’de başlayıp 1945’e kadar sürmüştür ve hükümeti katı milliyetçi ideolojiyle devirmekle suçlanan Zeki Velidi Togan, Reha Oğuz Türkkan, Nihal Atsız, Alparslan Türkeş gibi yirmi üç ismin çeşitli cezalara çarptırılmasıyla sonlanmıştır. Bu dava resmî milliyetçilikle ırkçı milliyetçiliğin karşı karşıya gelmesiyle ortaya çıkmıştır. Devletin milliyetçilik anlayışı sorgulanmış ve aynı zamanda devletin solcuları korur faaliyetleri eleştirilmiştir. Bu davanın devleti yıkma teşebbüsü ile suçlanması da aslında devletin sol kesim ile olan ilişkisinin eleştirilmesinden de kaynaklanmıştır. Davanın ardından 1947 yılında devlet Türkçülüğün bir suç olmadığını belirterek Türkçülüğü bir ideoloji olarak ilan etmiştir. Tek parti iktidarının yayın yasağı koyması milliyetçi muhtevaya sahip pek çok derginin kapanması sonucunu doğurmuştur. Özellikle Türkçülerin iktidarı ele geçirme çabaları olarak yorumlanan 1944 yılındaki süreç ve laik rejimin baskın yapısı diğer milliyetçi kesimin de yapılanmasının önünü kesmiştir. Necdet Subaşı (2005:220) da 1923-1945 yıllarını tek sesliliğin dünyası olarak nitelendirmiş ve İslamcı bakış açısına sahip milliyetçi dergilerin çok partili hayata geçişle gelişim imkânı bulduğundan bahsetmiştir. 1940’lı yıllarda tek parti iktidarının alternatif milliyetçi söylemlerin önünü kapatması söz konusu olsa da çok partili hayata geçiş aşamasında Türkiye Milliyetçiler Derneği’nin (TMD) faaliyetleri daha sonraki süreçte Türk 61 Milliyetçiliğinin farklı kulvarda ilerlemesinin önünü açmıştır. Bu meselenin aydınlatılması noktasında 1940 sonrasına milliyetçi anlayış perspektifinde farklı bir bağlam kazandıran milliyetçilik akımlarına ve bu noktada öne çıkan isimlere yer verilmelidir. Çetinsaya’ya göre (2005:446) Nurettin Topçu ve Necip Fazıl Kısakürek, görüşleriyle Türkiye’de 1940 sonrası siyasi fikir ortamında hem İslamcılığı hem de Türkçülüğü etkilemişler, hatta belirlemişlerdir. Bu noktada Kemalist milliyetçiliğe ve tek parti yönetimine muhalif olarak Türkçü-Turancı görüşlerin dışında Topçu ve Kısakürek’in yer aldığı muhafazakâr -İslamcı, mukaddesatçı yaklaşımı benimseyen bir çizgi de söz konusudur. Topçu ve Kısakürek’in düşüncesinde milliyetçilik ancak İslamla var olabilir. Topçu milliyetçiliği Türklere Anadolu’nun kapılarını açan “Malazgirt Savaşı” ile başlatır. Muhafazakâr milliyetçi düşüncenin temsilciliğini yapan Topçu, Anadoluculuk hareketinin de başlatıcısı olmuştur. Kısakürek ise sunmuş olduğu düşüncelerle muhafazakâr milliyetçi çevrede öne çıkan isimlerden biri olmuştur. “Kısakürek’in İslamcılığı nihayetinde, modernleştirici millî-devlet çerçevesini kabullenen ve yeni bir insan ve toplum yaratmak için İslam’ı da bu devletin milliyetçi-islamcı ideolojisi olarak okuyan bir versiyondur” (Duran, 2005: 143). Kısakürek’in İslam ile millî duyguları senteze kavuşturmasını Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında önemli dönüm noktalarından biri olan Sakarya Meydan Muharebesi’ne ithafen yazdığı “Sakarya Türküsü” şiirinde de görebiliriz. “Hey Sakarya! Kim demiş suya vurulmaz perçin? Rabbim isterse sular büklüm büklüm burulur, sırtına Sakarya’nın Türk tarihi vurulur.” dizeleri millî duyguların İslamcı bakışaçısından kaynakladığını gösterir. Kısakürek, Türk’ü “Müslüman” olduğu için sevmekten yana olan İslamcı bir bakış açısına sahiptir. Bu yüzden totaliter bir İslam devleti hayalindedir. Kısakürek’in görüşleri milletten öte dine önem atfeden bir bakışaçısına sahiptir. Kısakürek, “İdeolocya Örgüsü” eserinde İslamcılığı bir ideoloji olarak sunar ve içinde bulunduğu döneme damga vuran eleştirel görüşleri İslam’ı geride bırakan düşünceler içindir. 62 Kısakürek görüşlerini “Büyük Doğu” dergisi üzerinden duyurmuştur. Yayınladığı bu derginin adı bile kendisinin bakışaçısını ortaya koyan bir anlam taşımaktadır. “Büyük Doğu” , Kısakürek’in nazarında Batı medeniyetine sırt çeviren bir Doğu medeniyetini simgeler. Bu bağlamda Batı ve modernite kavramları eleştirilir ve Doğu medeniyeti üstün bir konuma çıkarılır. Duran’ın ifade ettiği gibi (2005:150), Kısakürek Batı’ya rakip bir medeniyet olarak Doğu’yu İslamla bir saymış ve İslam liderliği adına “Büyük Doğu”yu tahayyül etmiştir. “Cumhuriyetin laik reformlarının radikal bir şekilde İslam’ı kamusal hayattan uzaklaştırdığı ve İslamcı muhalefet imkanının kalmadığı yıllarda İslamcılar için milliyetçilik bir sığınak rolü oynamıştır” (Duran, 2005: 135). İslamcılık ve Milliyetçilik düşüncesinin buluşmasıyla birlikte Büyük Doğu gibi İslamcı perspektife sahip bir dergide muhafazakâr milliyetçilerin görüşleri açıkça görülebilir. Burada “Büyük Doğu” dergisinin ön plana çıkarılma nedeni bu derginin o dönemde yayımlanan ilk İslamcı dergi olmasındandır. 1943’te Necip Fazıl Kısakürek tarafından yayımlanmaya başlayan bu dergi, Tek Parti İktidarı ve Demokrat Parti iktidarında muhafazakâr milliyetçilerin sesi olmuştur. Türkçü kesim ile muhafazakâr milliyetçi kesimi birlikte değerlendirmek Türkiye Milliyetçiler Derneğinin (TMD) fikri açıdan nasıl bir gelişim geçirdiğinin anlaşılması ve sonraki süreçte Türk milliyetçiliğinin siyaset sahnesine çıkışını, bu anlamda Türk-İslam Sentezi’ni de anlamlı kılacaktır. Cumhuriyet Dönemi Türk milliyetçiliğine baktığımızda görülen bu milliyetçi manzarayı genel olarak toparlayacak olursak Türkçü-Turancılar –Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkkan, Rıza Nur çizgisi- ve Muhafazakâr Milliyetçiler –Necip Fazıl Kısakürek, Nurettin Topçu, Remzi Oğuz Arık- olarak yorumlayabiliriz. Murat Kılıç (2016: 20) bu akımları çıkardıkları dergiler ve kurdukları derneklerle Türk milliyetçiliğinin iki ana damarı olarak yorumlar. Kılıç (2016: 20-47), Türkçüler ve Anadolucular– Nurettin Topçu’nun başı çektiği muhafazakâr milliyetçi kesmin ihtilafa düştükleri konularından ziyade onları bir araya getiren konuların da var olduğundan bahseder. 63 Irk ve kan birliğini esas alan Türkçü kesim ve İslam’ı milletin yaratılmasında başat etken olarak nitelendiren Anadolucu kesim; Turan- Anadolu, saf ırk- içtimâi ırk ve milliyetçi düşüncede dinin rolü konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. Her iki milliyetçilik akımı için de coğrafya önemli bir kriter olmakla birlikte bu coğrafyanın neresi olduğu konusundaki tartışmalar ayrıştırıcı rol oynar. Anadolucu kesim Anadolu’ya Türklerin coğrafyası olarak büyük önem atfederken, Türkçü kesim ırk esasına bağlı olarak Türk ırkının yaşadığı sınırları belirsiz olan büyük Turan coğrafyası hayali kurmaktaydı. Saf ırk- içtimâi ırk konusunda ise Türkçüler saf ırkı baz alırken, Anadolucu kesim ise tek bir ırkın bir millet oluşturamayacağı inancındaydı. Bütün bunların yanında milliyetçi bakış açısında dinin rolünü sorguladığında Anadolucular için dinin olmazsa olmaz bir şart olduğunu görülmektedir. Türkçü kesim ise din konusuna pragmatik yaklaşmaktadır. Dinin önemi açısından baktığımızda Topçu, Türkiye’de İslamiyet, toprak ve tarih ekseninde millî bir İslam devleti tahayyül ederken, Atsız’ın ‘Türk İslamı’ yaratma hayali vardır. Atsız, Türklerin Müslümanlık sayesinde değil, Müslümanlığın Türkler sayesinde yükselmiş ve yaşamış olduğunu vurgular. Atsız’ın fikirlerinde her şeyden önce Türk ırkına mensup bir milletin yaratılması ön plandadır. Kılıç’ın dikkat çektiği husus (2016: 47-71) bütün bu ihtilaf konularına rağmen bu iki kesimi bir araya getiren tek parti yönetimine duyulan tepki ve antikomünizm meseleleridir. Daha önce de ifade edildiği gibi tek parti döneminin laik düşünce ekseninde sola yakın duruşu Türkçü kesimi yargılamaya götürürken, laiklik ve komünizmin İslamcı bakış açısına ters olması muhafazakâr milliyetçileri de rahatsız etmiştir. Bütün bunların dışında Kılıç’ın belirttiği gibi (2016: 68-69) Tek parti dönemi milliyetçiliğinin sınırlarının muğlak oluşu ve tarihî açıdan Türklerin geçmişini cumhuriyetin kuruluşuna dayandıran bakış açısı Türkçülerin ve Anadolucuların karşı çıktıları hususlar olmuştur. Türkçüler ile Muhafazakâr milliyetçileri birleştiren bir diğer nokta ise komünizm karşıtlığıydı. Bu sebepten Komünizmle Mücadele Derneklerinde iki kesimden aydınları da görmek mümkündür. Milliyetçi kesimin komünizm karşıtlığı komünizmin ruhani değerleri hiçe sayması ve millet realitesini reddetmesinden 64 kaynaklanmaktadır. Bir yandan milliyetçi kesimin komünizme bakış açısı diğer yandan ise konjonktüre bağlı olarak iktidarın komünizme karşı tavır alışı dikkat çeker.“Komünizme karşı milliyetçilik ve sağ hareketler, iktidar ve muhalefetiyle birlikte memleketi idare edenler tarafından bir kurtuluş yolu olarak görülüyordu” (Kılıç, 2016: 53). Kılıç’ın belirtmiş olduğu durum iktidar ve muhalefet açısından o dönemin konjonktürüne bağlı olarak şekillenmiştir ve bundan sonraki iktidarın kodlarını –DP’nin muhafazakâr milliyetçi söylemini- örmektedir. Koçak’ın da belirttiği gibi (2009: 601) 1925-1945 yılları arasında laiklik karşıtı yasal bir siyasi muhalefet söz konusu olamazdı çünkü laiklik ve cumhuriyet kavramları iç içe geçmişti ve İslami bir muhalefet her ikisine yönelik bir tehdit olarak kabul edilmekteydi. CHP milletvekili Tanrıöver’in II.Dünya Savaşı konjonktürüne bağlı olarak komünizme karşı dinin sağlam bir dayanak olabileceğini söylemesi üzerine laiklik farklı bir zemine otururken, diğer yandan muhafazakar milliyetçi söylemin de önü açılmıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Rusya karşısında Batı bloğunda yer alan Türkiye, komünizme karşı İslam dinini referans almıştır. Bu durum ise milliyetçiliğe İslami bir bakışaçısı kazandırmıştır. Koçak’ın da belirttiği gibi (2009: 609) İslam, dine karşı bir tutum sergileyen ve geleneksel olarak Türkiye’nin karşısında yer almış olan Sovyetler Birliği’ne karşı, iktidarın da kozu olmuştur. “Sol ve komünizm aleyhtarlığı, İslamcılığın Türk sağıyla kesiştiği en önemli konu olarak öne çıkmaktadır. Soğuk Savaş’ın bitimine kadar önemli bir tehlike olarak görülen komünizme karşı mücadele Kısakürek, Nurettin Topçu ve Sezai Karakoç gibi aydınların sıklıkla dile getirdiği bir husus olmuştur” (Duran, 2005: 133). Çok partili hayata geçişle birlikte, içerde İslamcı-muhafazakar bir çizgide yer alan Demokrat Parti (DP)’nin İktidarı ele geçirmesi ve dışarıda II.Dünya Savaşı devamında Soğuk Savaşın yaşanması gibi etkenler Cumhuriyet dönemi milliyetçi anlayışın şekillenmesinde etkili olmuştur.1940’ların ortalarında Demokrat Partiye yakınlaşan Türkçüler, DP’nin iktidara gelip milliyetçi dernekleri kapatmasıyla birlikte bu partiye olan güvenlerini de kaybetmişlerdir. CHP döneminde Türkçülerin siyaset zemininde zaman zaman kullanılması gibi DP iktidarının da Türkçüleri 65 dönemin ruhuna göre kullandığı söylenebilir. Süleyman Seyfi Öğün’ün de belirttiği gibi (2000:142) DP iktidarının Türkçüleri kendi politikaları dahilinde kullanmış olduğunu Kıbrıs Olayları ve 6-7 Eylül olaylarından anlayabiliriz. 1953’te Milliyetçiler Derneğinin kapatılması ise iktidarın Türkçü kesimle arasında mesafe koymak istediğinin somut ifadesi olmuştur. 2.3. Milliyetçi Hareket Partisi Milliyetçiliğin siyasal arenaya çıkması açısından 1950’li yıllarda Millet Partisinin gelişimi ve Osman Bölükbaşı’nın faaliyetleri önem taşımakla birlikte Milliyetçi Hareket Partisine (MHP) uzanan süreçte Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) ve Alparslan Türkeş’in faaliyetleri öne çıkar. MHP’nin geçirdiği dönüşümlerin tarihsel açıdan anlamlı bir zemine oturması için kendisine “Başbuğ” sıfatı verilen MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş’ten ve Türkçülük davasında yol arkadaşı olan Nihal Atsız’dan kısaca bahsetmek yerinde olacaktır. Atsız bilindiği üzere Türkçülük akımında önde gelen isimlerden biri olmuştur. Saf ırkı öne çıkaran katı Türkçü söylemi, dine pragmatist yaklaşımı uygun bulmaktadır. Atsız, eski Türklerin geleneklerini öne çıkarmaktadır ve onun düşüncelerinde Şamanist kültürü görmekte mümkündür. Nihal Atsız, soy isim olarak seçtiği “Atsız”ı eski Türklerde devlet yönetiminde görevini tamamlamamış kimselere verilmesi hasebiyle edinmiştir. En büyük özlemi saf Türk ırkına sahip bir Turan ülkesi yaratmaktır. Bilindiği üzere Atsız ile birlikte yirmi üç kişi 1944 Türkçülük davasında yargılanmıştı. Türkeş de Atsız ile aynı suçtan yargılanmıştır ve siyasal kimliğinde bu yargılama sürecinin izi kalmıştır. Alparslan Türkeş, 1917 yılında Lefkoşa’da dünyaya gelmiştir. Ailesi Kayseri Pınarbaşı’na bağlı bir köyden olup Türkmenlerin Avşar boyundadır. Sultan Abdülaziz zamanında bir toprak meselesiyle ailesi Kıbrıs’a sevk edilmiştir. Kıbrıs’ta çocukluğunu geçirdiği sıralarda Kıbrıs’ın İngilizlere bağlı bir koloni adası olması Türkeş’in şahsında milliyetçi duygunun gelişimini perçinlemiştir. Bu dönemde en büyük hayali bir Türk askeri olup Kıbrıs’ı düşmanlardan kurtarmaktır. Türkeş 1933’te ailesini Türkiye’ye dönmeye ikna ederek Türkiye’ye gelir ve Kuleli 66 AskeriLisesine kaydolur. Daha sonraki Harp Okulu’nda okur ve mezuniyeti sonrasında subay ve kurmay subay olarak askerî kariyerinde yükselir. 3 Mayıs 1944’te milliyetçi sloganlarla katıldığı meydan yürüyüşü ve ardından gerçekleşecek olan 7 Eylül 1944 yargılamaları siyasi hayatında önemli gelişmeler olarak tarihe geçer. Orkun dergisinde yazılar yayınlaması ve Nihal Atsız ile olan yakınlığı 1944 Irkçılık-Turancılık davasında yargılanmasına neden olur. Yargılanan diğer subaylar gibi kendisi de hapis cezasına çarptırıldı ve 1947 yılında beraat etti. Bu yargılama ile Türkçülük bir düşünce sistemi olarak yargılanmıştı ve mahkemenin Türkçülüğün bir suç olmadığı kanısına varmasıyla yargılanan subaylar serbest bırakılmış, Türkçülük ise ideoloji olarak ilan edilmiştir. Türkeş bu yargılamanın Türk gençlerinin milliyetçi duygular geliştirmesine engel olması bakımında zararlı olduğunu belirterek aynı zamanda 1944 yargılamalarının komünizm gibi zararlı ideolojilerin gelişmesine zemin hazırlamış olduğunu belirtir. Türkeş başarılı kişiliğinden dolayı kendisiyle birlikte birçok subay arkadaşıyla ABD’ye gönderilir ve orada harp akademisinde eğitim görür aynı zamanda burada uluslararası ekonomi eğitimi alır. 1956’da Almanya’ya Atom ve Nükleer Okulu’na eğitim amaçlı gider. Türkeş’in yurt dışında eğitim alması ve NATO’da temsilcilik yapması Batı medeniyetinden etkilenmesine neden olur. Bu durum ise onun milliyetçi anlayışında Türkiye’nin kalkınması amacıyla modernleşme vizyonunun yerleşmesine neden olur. Bu bağlamda Türkeş’in milliyetçilik anlayışı, Kemalist modernleşme anlayışı ile aynı zemini paylaşır. 27 Mayıs 1960 askeri darbesinde ihtilal bildirisini okuması ve Milli Birlik Komitesinde yer alması Türkeş’in bundan sonraki hayatını ve siyasi kariyerini de etkiler. Milli Birlik Komitesinden tasfiye edilip Hindistan Büyükelçiliğine sürgüne gönderilmesi diğer subay arkadaşlarıyla da iletişime geçerek milliyetçiliği bir siyasi parti olarak yapılandırmasını hazırlayan süreçler olmuştur.1963’te Türkiye’ye dönen Türkeş, Talat Aydemir tarafından yeni bir darbe hazırlığının olduğunu görür. Kendisi de Aydemir’e yakınlığından dolayı bu süreçte yargılanır ve dört aylık bir tutukluluk süreci yaşar. 67 Alparslan Türkeş,1965 yılında milliyetçiliği partileştirmek hedefini 14’lerden oluşan eski MBK -Milli Birlik Komitesi- üyelerinin de yer aldığı Osman Bölükbaşı tarafından kurulan Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisine (CKMP) katılarak gerçekleştirme yolunda bir adım atar. Aynı yıl içinde CKMP’nin genel başkanlığına seçilir ve 1965 seçimlerinde Ankara milletvekili olur. CKMP 1969 yılında Adana’da gerçekleştirilen kongrede Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) adını alır. MHP’nin Atsız çizgisinden çıkıp siyasal arenada yer edinmesi dinî sembollere yaklaşmasıyla mümkün olmuştur. Özellikle Türkçülük/Turancılık Davası MHP’nin siyasal kimliği açısından olumsuz bir manzara sunarken muhafazakâr söylemin siyaset sahnesinde yer edinmiş olması milliyetçileri dindarlık atfeden sembollere yaklaştırmış ve bu yolla MHP kendisine bir oy tabanı edinmiştir. “Dindarlık, daha doğrusu dinî sembolizm, ülkücü milliyetçiliğin bir kipidir. MHP’nin bekasını borçlu olduğu oy stokları buradadır; MHP’yi genel sağ camiaya lehimleyen ve onu merkez sağ açısından kabule şâyan kılan kapı, buradan açılır” (Bora, 2015: 129). Bora’nın da ifade ettiği gibi MHP’nin oy stokları İslamcı muhafazakâr kesimdir. Türkeş CKMP’nin kendisine oy kitlesi edinebilmesini muhafazakâr söyleme yaklaşmasında görmüş ve 1969’da Milliyetçi Hareket Partisi adını alan CKMP, Atsız çizgisinden ayrılmıştır. 1969’da Adana’da düzenlenen kongrede CKMP (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi), MHP’ye (Milliyetçi Hareket Partisine) dönüşmüştür. Burada değişen şey sadece partinin adı olmamıştır, aynı zamanda partinin siyasi perspektifi, oy kitlesi ve sembolü de değişmitir. TürkçüTurancı bir perspektiften Türk-İslam Sentezi’ne kayarken, Türkçü Bozkurtlardan İslamcı Ülkücülere oy kitlesini genişletmiş, bu bağlamda sembolünü de “Bozkurttan” ziyade İslam’ı temsil eden hilalden yola çıkarak “Üç Hilal” olarak değiştirmiştir. Öğün (2000:142) 1960’lı yıllarda Türkiye’de Turancı-Irkçı anlamda bir milliyetçiliğin politik imkanının azalmaya başladığını belirterek, geniş tabana yayılmak amacıyla dinsel bir ideolojik dönüşüme ihtiyaç duyulduğunu belirtir. 1969 tarihli “Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi” adlı eser Osman Turan tarafından yazılmış ve o dönem milliyetçi anlayışı etkilemiştir. Bu eser ülkücüler üzerinde etkili olmuş ve ülkücüler, Türk milliyetçiliğinin diğer milletlere hayat hakkı tanımayan bir 68 milliyetçiliğin Türk tarihine yakışmayacağını düşünmeye başlamışlardır. Bu düşünce ırkçı milliyetçiliğin önünü kesmiştir ve Türk tarihinin diğer milletlere de yaşam hakkı tanıyan anlı şanlı bir tarih olduğu düşüncesinin altını çizmiştir. Türkeş, Türkiye’nin gelişmesi için eğitimin önemli olduğunu vurgular. 1968’de üniversitelerde örgütlenen komünist gençliğe karşı Türk gençlerinin zihnine Türk milliyetçiliğini eker. Ülkücü hareketin lideri Türkeş ‘başbuğ’ imgesiyle milliyetçi kesimlerin lideri, önem atfettiği bir politikacı olarak tarihe adını yazdırır. Türkeş’in milliyetçilik anlayışında Türkiye’nin kalkınmasını sağlamak vardır. Batı medeniyetinden geri kalmayarak teknik yönünden gelişmeyi maddi kalkınma olarak yorumlarken, milliyetçi his ve milliyetçi kültürün gelişimiyle manevi kalkınmanın sağlanacağını da belirtir. Türkeş’in kalkınma projesi maddi ve manevi kalkınma unsurlarının birlikte geliştirilmesine dayanır. Türkeş’in sunmuş olduğu milliyetçilik, ırkçı milliyetçi düşünce ile Kemalist modernleşme ülküsü arasında bir zeminde yer alan milliyetçilik anlayışı sergilemiştir. Kitleselleşen bir partiye mensup olması dolayısıyla Atsız çizgisinden çıkıp daha muhafazakâr bir duruş sergilemiştir. Kalkınmaya önem vermesi bağlamında ise Kemalist modernleşme ülküsüne yakın olmuştur fakat anti-komünist bakışaçısına sahip olması bakımından İslam’a ayrıca önem vermiştir. Dokuz Işık metninde Türkeş’in sunmuş olduğu milliyetçilik anlayışını görmek mümkündür. Milliyetçilik, Ülkücülük, Ahlakçılık, Toplumculuk, İlimcilik, Hürriyetçilik, Köycülük, Gelişmecilik ve Halkçılık, Endüstricilik ve Teknikçilik gibi unsurlara yer veren Dokuz Işık anlayışı milliyetçi harekette kutsal bir metin olarak yerini almıştır ve Milliyetçilik bu metinle doktriner bir safhaya ulaşmıştır. Türkeş, kapitalizm ve komünizme karşı üçüncü bir yol olarak “Dokuz Işık” metnini sunmuştur. Türkeş’in fikriyatında komünizmle mücadelenin her zaman önemli bir yer tutmuş ve Komünizmle Mücadele Derneklerinin dışında CKMP’nin genel sekterliğini de yapmış bulunan Dündar Taşer’in desteğiyle Ülkü Ocakları da bu noktada önemli bir yapılanma olmuştur. “Ülkü Ocaklarının Türkiye’deki radikal militan tabanının ana dinamiği olduğu söylenebilir. Ocakların kitlesel 69 potansiyelinden, sadece MHP’ye değil, sağ veya milliyetçi-muhafazakâr partilere de kadro yetişmektedir” (Can, 2009: 684). 1970’li yıllarda Türkiye’de MNP’nin kurulması ve MHP ile aynı tabana hitap etmesi siyasi rekabete yol açmıştır. Burada Milli Nizam Partisi ve genel başkanı Necmettin Erbakan’ın milli görüş hareketi ile daha mukaddesatçı bir cephede karşımıza çıktığını görebiliriz. MHP ise gerek geçmişinde bir ırkçılık-turancılık davası olması gerekse bu davada yargılanan Türkeş önderliğinde ve Türkeş’in yakın arkadaşı olarak bir Atsız çizgisinin bulunmuş olması vesilesiyle zaman zaman katı bir milliyetçilik anlayışıyla karşımıza çıkmıştır. 12 Eylül Darbesi’nden sonra kapatılan partilerin içerisinde olan MHP ve yargılanan lideri Türkeş, Milliyetçi Çalışma Partisinde (MÇP) 1991’e kadar faaliyet gösterir ve 1992’de kapatılan partilerin isimlerinin tekrar kullanılabilmesi üzerine MÇP’nin adı MHP olarak değişir, amblemi ise ‘üç hilal’ olur. 1992 yılından sonra MHP içinde farklı tür milliyetçilik anlayışlarının belirginleşmesi parti içinden bir kısım politikacıların ayrılıp yeni bir parti altında örgütlenmesine neden olmuştur. “İslam’ı, Türklüğü güçlendiren bir öğe olarak gören ve Türk unsurunu merkeze alanlar MHP’ye kalırken, Türklüğü, İslam’ı güçlendiren bir öğe olarak gören mukaddesatçılar Muhsin Yazıcıoğlu’nun önderliğinde BBP (Büyük Birlik Partisi) etrafında yeni bir oluşum inşa etme çabasına girdiler” (Karakaş, 2014: 318). 1990’lı yıllardan sonra MHP’nin dinî referanslardan çok Türkçülüğü öne çıkaran söylemlere yönelmesini PKK ve Kürt Sorunu ekseninde düşündüğümüzde bu değişim anlamlı bir zemine oturur. Sovyet Rusya’nın çöküşüyle birlikte yeniden hayat sahası bulan Pantürkizm düşüncesiyle birlikte MHP’nin siyasi görüşlerinde de birtakım değişiklikler gerçekleştirmiştir ve Türkiye’de Kürt meselesinin de gittikçe alevlenmesi milliyetçi hareketin yeniden ırkçı söyleme ulaşmasına vesile olmuştur. Kemal Can (2009:667), MHP’nin 1990’lardan sonra yeniden Türkçüleşme eğilimiyle birlikte, Nihal Atsız’ın yeniden önemli bir figür olarak öne çıkarıldığını söyler. Bu bakımdan denilebilir ki milliyetçilik MHP ekseninde de dönemsel olarak farklı perspektiflerde ele alınmış ve bu bağlamda dinî vurgulardan ziyade zaman zaman Türkçü söylemlere de başvurmuştur. 70 Sonuç olarak, Türkiye’de milliyetçi düşüncenin farklı zeminlerde farklı tür milliyetçi zihniyete hizmet ettiğini görebiliriz. İttihat ve Terakki’den cumhuriyetin kuruluşuna ve bundan sonraki süreçlerde 1940’tan 1990’lara kadar farklı bir söylemle milliyetçiliğin karşımıza çıktığını görebiliriz. Milliyetçi düşünce gerek dünyanın sunmuş olduğu yaşam standartları gerekse ülke genelinde gerçekleşen siyasi eylemlerle birlikte halâ farklı zeminlerde yeni söylemler geliştirmeye devam etmektedir. Özkırımlı (2009:283), Türkiye’de tek bir milliyetçiliğin olmadığını bu yüzden Türk milliyetçiliğinden değil Türk milliyetçiliklerinden söz edilebileceğini vurgular.Bu bağlamda Türkiye’de İslamcıların, Kemalistlerin, Türkçülerin ve liberallerin milliyetçilik anlayışlarının birbirinden farklı olduğunu belirtir. Özkırımlı’nın da belirtmiş olduğu gibi Türkiye’de milliyetçilik yoktur, milliyetçilikler vardır. 71 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ARAŞTIRMA METODOLOJİSİ 3.1. Çalışmanın Önemi, Amacı ve Kapsamı Bu çalışmanın kapsamı Töre dergisinin sayıları üzerine odaklanması hasebiyle dönemsel olarak da sınırlandırılmıştır. Bir yandan derginin sağ siyasi cenahta yer edinen bir dergi olarak 1971’de ilk sayısını yayınlaması, diğer yandan 1970’li yıllarda Türkiye’de siyasal anlamda yaşanan değişim ve dönüşümlerin temel kavşağını oluşturması, çalışmanın kapsamı açısından öne çıkan unsurlar olmuştur. Çok partili karmaşık bir dönemi içine alan 1970’li yıllar istikrarsız hükümetlerin bulunması açısından dikkat çekici olduğu gibi bir de 1971 muhtırasını içine alması ve 1980 darbesine giden oluşumları dönemsel olarak içinde barındırması hasebiyle Türk siyasal hayatında “Kaos Dönemi” olarak bilinir. Çok çeşitli olaylara sahne olmasına karşın 1970’li yılları ele alan çalışmaların yetersiz olması da dikkat çekicidir. Bu çalışmanın kapsamı açısından 1970’li yılların önemi ortadadır. Bütün bunlara ek olarak şu da belirtilmeli ki; 1970’ler İslamcılık ve Milliyetçilik ideolojilerinin siyasal arenaya taşınması açısından uygun bir zemin olmuştur. Özellikle milliyetçi cephe hükümetlerinin kurulması sol cenaha karşı safları sıklaştırma politikasının vurgulanması bu bakımdan Milliyetçi Hareket Partisinin gelişimine yer verilmesi açısından 1970’li yıllar önem arz etmektedir. Özetle “Türkiye’de Milliyetçilik ve Töre Dergisi İncelemesi” adlı bu çalışma, Töre dergisinin 1971 yılında çıkması ve kendine bir yer edinmesi açısından, 27 Mayıs’ın çok ve bu durumun milliyetçi bir perspektife sahip Töre dergisinin antikomünist yönelimleri açısından önem atfetmesi diğer yandan 1971 muhtırası ve 12 Eylül’ü oluşturan şartları içine alması hasebiyle 1971 ve 1980 yılları arasındaki dönemi çalışmanın sınırlılıkları açısından kapsam olarak almaktadır. Töre dergisi; siyaset, sosyoloji, ekonomi, eğitim, müzik, tiyatro, dil, tarih, güncel olaylar gibi pek çok alandan yazılar yayımlayan değerli kadrosuyla 1970’li 72 yılların bunalımını bu bağlamda ülkenin geleceğini kendine dert edinmiş en tirajlı dergilerden biri olması bağlamında kıymetli bir dergidir. Derginin misyonu başlığı altında da belirtildiği üzere Töre dergisinin kendisini Ayşe dergisi üzerine inşa etmesi dönemsel sıkıntılarla bağlantılıdır. Ayşe dergisinden Töre dergisine dönüşmesi bu bağlamda hitap ettiği kesimi genişletmesi derginin büyük amaçlarla kurulduğunun da bir göstergesidir. Milliyetçi perspektiften dönemsel olayları kendine dert edinen Töre, Türk milletinin bağımsızlığı ve Türk milliyetçiliğinin gelişimi açısından milliyetçi kesmi besleyen bir dergi olmuştur. Milliyetçiliğin ne olduğundan, milliyetçi bireyin nasıl yetiştirileceğine ve Türk milliyetçiliği fikir sisteminin ne olması gerektiğine kadar her türlü ayrıntıyı düşünen entelektüel bir dergi olarak Töre’nin yeri büyük önem atfetmektedir. Bu bağlamda denilebilir ki çalışmanın amacı Töre dergisinin misyon ve vizyonunun 1971-1980 yıllarını içine alan sayılardaki yazıları üzerinden aydınlatılmasıdır. Bir yandan 1970’li yılların Türk siyasal hayatındaki yeri ve bu dönemin daha önceki çalışmalarda çok fazla aydınlatılmamış olması, diğer yandan Töre dergisinin “buhranlı yıllar” olarak bilinen 1970’li yıllarda özelde milliyetçi hareket genelde Türkiye devletinin varlığı ve gelişimi açısından önemli katkılar sunmasına rağmen sağ cenah tarafından öneminin ortaya konulması bağlamında bir araştırmaya konu olmamış olması çalışmanın önemini göstermesi açısından elzem nedenler olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayşe’den Töre’ye dönüşen bu derginin 1971 yılındaki sayı 29/1’den 1980 yılının 115.sayısına kadar ele alınmıştır. Derginin 1977 yılındaki 73.sayısına, 1978 yılındaki 84, 87, 88 ve 89. sayısına ve son olarak 1979 yılının 98.sayısına toplamda 6 sayıya ulaşılamamış olup geriye kalan tüm sayılar incelenmiştir. 3.2. Çalışmanın Araştırma Yöntemi (Modeli) Sosyal bilimlerde toplumsal olay ve vakıaların araştırılması noktasında öne çıkan iki yöntem söz konusudur. Bunlardan birincisi nicel ikincisi ise nitel araştırma yöntemidir. Sosyal bilim araştırmacıları toplumda meydana gelen değişimleri, oluşumları, durum ve değerleri ortaya koyabilmek amacıyla bu iki yöntemi de 73 kullanabilirler. Nitel ve nicel araştırma birbirinden farklı fakat birbirini destekleyen iki ayrı yöntem olarak karşımıza çıkar. “Nitel ve nicel araştırma pek çok yönden birbirinden farklıdır, ama aynı zamanda birbirini tamamlar. Tüm toplumsal araştırmacılar toplumsal yaşamı anlamak ve açıklamak için sistematik olarak ampirik verileri toplar ve analiz eder ve örüntülerini dikkatlice inceler. İki tarz arasındaki farklardan biri, verilerin doğasından kaynaklanır. İzlenimler, kelimeler, cümleler, fotoğraflar, semboller vb. gibi yumuşak veriler, sayılar biçimindeki katı verilerden farklı araştırma stratejileri ve veri toplama teknikleri gerektirir. Diğer farklar, toplumsal yaşam hakkındaki farklı varsayımlar ve farklı amaçlardır” (Neuman, 2014: 223-224). Neuman’ın da belirttiği gibi bazı araştırma konuları izlenimler, kelimeler ve cümleler üzerine odaklanmaktadır. Sayısal verileri strateji edinmeyen bu yöntem nitel araştırma yöntemidir. “Nitel araştırmalarda kullanılan araştırma desenleri sosyal yaşamın tüm yönlerine ilişkin çeşitliliği ve değişimi incelemek için daha uygunken, nicel araştırmalar bu çeşitliliğin ve değişimin kapsamını ortaya çıkartmada daha uygundur. Eğer değerler, inançlar, görüşler vb. gibi kavramları incelemek ile ilgileniyorsanız nitel araştırma desenleri daha fazla esnekliğe sahip oldukları için daha uygun olacaktır. Öte yandan odak noktanız bu çeşitliliğin kapsamını ölçmek ise (kaç kişi belirli bir değere, inanca sahip vb. sahiptir?) o zaman nicel desenler daha uygundur” (Kumar, 2011: 111). W. Lawrence Neuman (2014: 233) nitel ve nicel araştırma yöntemleri arasındaki farklara açıklık getirirken, nitel araştırmada nicel araştrımadan farklı olarak araştırmacının verilere gömüldükten sonra anlamı yakalayıp keşfettiğini belirtir. Verilerin nitel araştırmada belgeler, gözlemler ve yazıya dökülmüş konuşmalardan kelimeler ve imgeler biçiminde olduğunu belirtmektedir. Bu çalışmanın ana gayesi 1971-1980 yılları arasındaki genel muhtevanın Töre dergisince nasıl işlendiğini ortaya koyabilmesi bu bağlamda derginin dönemin toplumsal ve siyasal hareketliliğine hangi bağlamda katkılar sunduğunun ortaya konulmasıdır. Dergi kurmuş olduğu cümlelerle okuyucu kitlesinin düşünsel verisini hangi bağlamda etkilemiştir? Ve okuyucu kitlesini hangi siyasi tercihlere yöneltmiş, hangi toplumsal olaylara dikkat çekerek gündem oluşturmuştur? Bu sorular araştırma yöntemi olarak nitel yöntemin çalışmanın amacına uygun olduğunun bir ifadesi 74 olmaktadır.“Nitel araştırmaların odak noktası bir grup bireyin durumlarını, duygularını, algılarını, tutumlarını, değerlerini, inançlarını ve deneyimlerini anlamak, açıklamak, incelemek, keşfetmek ve netleştirmektir” (Kumar, 2011: 110). Kumar’ın da belirttiği gibi nitel araştırma odak noktası grupların duygu, düşünce ve algılarının ortaya konulması açısından kullanılan bir yöntemdir. Birtakım grupların -derginin durmuş olduğu nokta itibariyle milliyetçi kesimin- olaylara karşı duygu, düşünüş ve algılayışlarını incelemek, kelimeler ve cümleler aracılığıyla olaylara karşı, duruşlarını nasıl inşa ettiklerini aydınlatmak açısından Töre dergisinin sayıları incelenmiş ve dergide yayımlanan yazılara odaklanılarak anlamın derinliğinin keşfedilmesi açısından bu çalışma için nitel araştırma yöntemi kullanılmıştır. “Kültürler, gelenekler, yaşantılar ve devlet politikaları yazılı araçlar yoluyla gelecek nesillere aktarılmış, bu kaynakları kullanan tarihçiler ve arkeologlar, geçmiş hakkında bugün bildiğimiz şeylerin pek çoğunu, bu yazılı kaynakların analizi yoluyla bize ulaştırmışlardır. Bu anlamda yazılı malzemeler ve resimler, geçmiş hakkında bize bilmediğimiz pek çok şeyi sunan çok değerli bilgi kaynaklarıdır” (Yıldırım ve Şimşek, 2008: 187). Nitel araştırma yönteminde kullanılan doküman incelemesi araştırılan konu hakkındaki yazılı materyallerin incelenmesini kapsar. Töre dergisinin sayılarının incelenmesi yoluyla dergiye ilişkin ana temalar sunulacağı için doküman incelemesi bu çalışmada kullanılan bir yöntem olmuştur. “Doküman incelemesi, araştırılması hedeflenen olgu ve olgular hakkında bilgi içeren yazılı materyallerin analizini kapsar” (Yıldırım ve Şimşek, 2008: 187). Doküman incelemesinin yanı sıra dergide yayımlanan yazılara odaklanılarak betimsel analiz yöntemi kullanılmıştır. Yıldırım ve Şimşek’in belirttiği gibi (2008: 224) betimsel analiz yönteminde elde edilen veriler daha önceden belirlenen temalara göre özetlenir ve yorumlanır. Bu çalışmada da derginin bakış açısını ortaya koymak adına belli temalar belirlenmiştir ve derginin sayıları bu temalar ekseninde yorumlanmıştır. “Betimsel analizde, görüşülen ya da gözlenen bireylerin görüşlerini çarpıcı bir şekilde yansıtmak amacıyla doğrudan alıntılara sık sık yer verilir. Bu amaçla elde edilen veriler, önce sistematik ve açık bir biçimde betimlenir. Daha sonra yapılan bu betimlemeler açıklanır ve yorumlanır, neden-sonuç ilişkileri irdelenir ve birtakım sonuçlara ulaşılır” (Yıldırım ve Şimşek, 2008: 224). 75 Bu çalışmada betimsel analiz yöntemi kullanılarak Töre dergisinin kavramsal çerçevesinde ve içeriğinde yer alan boyutlardan yola çıkılarak çalışmayı kapsamlı bir şekilde anlatacak beş tema belirlenmiştir. Bu beş temada Türk-İslam Vurgusu, Antikomünizm Vurgusu, Güncel Olaylara Milliyetçi Perspektif, Milli Kültür Vurgusu ve Töre Dergisinde Milliyetçi Hareket Partisi alt başlıklarına yer verilerek, derginin benimsemiş olduğu fikir dünyası açıklanmaya çalışılmıştır. Son olarak söz konusu temalara uygun olarak, elde edilen verilerin okunup düzenlenmesiyle veriler anlamlı ve mantıklı bir biçimde bir araya getirilmiştir. Ayrıca bu verilerin kapsamını ve geçerliliğini genişletmek amacıyla da doğrudan alıntılara sık sık yer verilmiştir. Bu aşamalarda alıntıların ve elde edilen verilerin yorumlanmasında gereksiz tekrarlardan ve yüzeyselliklerden kaçınılmaya çalışılmıştır. 76 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM TÖRE DERGİSİNİN MİSYONU VE TÖRE DERGİSİ İNCELEMESİ 4.1.Töre Dergisinin Misyonu 1971 yılında “Ayşe” dergisi yerine adı “Töre” olarak değiştirilen ve yayına hazırlanan bu dergi dönemin muhtevasını yansıtan en önemli yayınlardan olmuştur. “Töre’nin Fikir ve Sanat Hayatımızdaki Yeri” adlı yazısında Sadık Kemaloğlu (1976, Sayı: 61, 8-13) Töre dergisinin doğuşundan, gelişiminden ve fikir dünyasından kısaca bahsetmiştir. Kemaloğlu Töre dergisinin Halide Nusret Zorlutuna ile yayın hayatına girdiğinden ve kızı Emine Işınsu ile gelişim sağladığından bahseder. “Ayşe” adıyla yayın hayatına başlayan bu dergi daha çok ev hanımlarına hitap ederken Emine Işınsu ve Dündar Taşer gibi isimlerin katkısıyla milliyetçi bir ekol olmuş, ülkü mektebi hüviyeti kazanmıştır. Töre dergisinin tezi içinde bulunduğu dönemin olaylarına bakış açısını da belirlemiştir. Milliyetçi muhtevaya sahip olan dergi 1971’deki ilk yayınında “Sunuş” bölümünde kendi perspektifini sunarak neden var olacağına yönelik mesajları okuyucularına vermiştir. Bu sunuşta memlekette marksist düşünce ve eylemlere sahip grupların artmış olması, her etnik grup için bağımsızlık isteği gibi gelişmelerin var olması, dergi mensupları açısından toplumsal olarak bu konulara eğilmek zorunluluğunu getirmiş olduğundan bahsedilmiştir. Bu nedenden dolayı kadınlara yönelik çıkarılan “Ayşe” dergisi seslendiği kitleyi büyütme gereksinimi duymuştur. Millî kültürün önemini neredeyse bütün sayılarda pek çok yazar aracılığıyla vurgulayan Töre dergisi için antikomünizm ve milli bütünlük mefhumları her zaman vurgulanması gereken anahtar kavramlar olarak var olmuştur. Memleketin içinde bulunmuş olduğu karmaşık dönemden etkilenen ve bu gidişatı kendisine dert edinen kimselerin toplanmış olduğu Töre dergisi milliyetçi bir toplum yaratmak idealinde olmuştur. 1971’de yayın hayatına başlayan Töre dergisi milliyetçi muhafazakâr kimliğiyle yer edinmiş ve dönemin önemli süreli yayınlarından olmayı başarmıştır. 77 Töre, dönemin sol camiasına karşı pek çok yazı yayımlamakla birlikte her zaman antikomünist kimliğinin altını çizmiştir. Piyasada solcu kesimin yayınlarının giderek artmış olmasını dert edinen dergi mensupları “Ayşe”nin “Töre”ye dönüşmesinde bu durumun başlıca etkenlerinden biri olduğu açıkça belirtmiştir: “Artık ayılmak zorundayız. Yıkıcı neşriyatın birkaç senede eriştiği hedef ortadadır. Cinayetler, tahripler, baskınlar hep bu yazıların sonucudur. Yine de her şey geçmiş değildir. Tehlikeler savulmamıştır. Millet ve ülke birliğini aziz tutan insanların varlığımızı ve bütünlüğümüzü kurtarmak, korumak ve yüceltmek için ilim, fikir ve emeklerini gençliğe sunup onun asil ruhunu Milli ateşle tutuşturmak çabalarını birleştirecekleri güne kadar da tehlike devam edecektir” (Sunuş, 1971:40). 1971’deki 30/2 sayıda “Töre’ye Dair” başlığı altında derginin değişim ve dönüşümünün nedenleri belirtilmiş ayrıca derginin milliyetçi harekete hizmet edebilme temennisi bu sayfaya not düşülmüştür. “‘Ayşe’yi mütevazı havasından ve dar sınırlarından çıkarmağa, bizi, memleketin bugün içinde bulunduğu şartlar ve milliyetçi hareketin günlük politikasının üstünde bir fikir ve sanat dergisinden yoksun bulunuşu zorlamıştır” (Töre’ye Dair, 1971: 39). “Kurucumuzun gayeleri doğrultusunda, ‘Ayşe’ sınırlarını aşarken, şekil ve isim değiştirmeğe karar verdik”(Töre’ye Dair, 1971: 39). Töre dergisi ekonomi, sanat, dil, siyaset, eğitim, sosyoloji, kültür ve güncel olaylara kadar pek çok alanda yazılar yayımlayan dönemin zengin muhtevaya sahip dergilerinden biridir. Derginin yazar kadrosuna göz atıldığında (bkz. Ekler) pek çok alana ilişkin bilgilere ulaşılabileceği düşüncesi kendisini inşa eder. Töre dergisinde 1971-1980 yılları arasında yazılar yayımlamış bulunan yazar kadrosuna göz atıldığında burada pek çok akademisyen, yazar, siyasetçi çehrenin yer almış bulunduğu görülmektedir. Bu zenginlik yazar kadrosunun akademisyen, sanatkâr ve siyasetçi oluşuyla aydınlığa kavuşmaktadır. Bu çalışmanın sınırları içerisinde yer alan 1971 – 1980 yılları arasındaki döneme odaklanmamız bu bilgileri doğrulamaktan da geri kalmamaktadır. 78 Töre dergisinin tezinin açıkça belirtildiği 1974 yılının 37.sayısına bakıldığında (Sayfa:6-7) Töre’nin durduğu nokta daha iyi idrak edilebilir. Bu sayı derginin çıkışının birinci yılının ardından 1972 yılında Devlet gazetesinde yayımlanmış bulunan Dündar Taşer’in Töre dergisine bakışını ve katkılarını ortaya koymaktadır. Töre dergisinin tezini kaleme alan Dündar Taşer, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar ki süreçte Türklerin yükselişi ve başarılarının millî kültür ekseninde gerçekleştiğine dikkat çekmektedir. Taşer, Osmanlı’da başlayıp Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar süregelen modernleşme hareketinin Türk millî kültürüne zarar verdiği üzerinde durarak modernleşmenin bilinçsizce gerçekleştirilmemesi gerektiği üzerinde durur. Bu bağlamda öncelikle “Ne maksatla, hangi sahada, nasıl ve ne zaman?” sorularının sorulması gerekliliğini belirtir. Dündar Taşer’e göre (1974:7) acele ıslahat, Osmanlı İmparatorluğu’nu bitirmişti. Derhal reform da Türkiye Cumhuriyeti’ni eritebilir. Bu bakımdan ıslahatların “ ne maksatla, hangi sahada, nasıl ve ne zaman?” yapılabileceğini “Türk için, Türk’e göre, Türk tarafından” düsturunu esas alan, Milliyetçi Türk ilim adamları verebilir. Töre’de toplanan genç ilim adamlarının hedefi de budur. Töre dergisinin 1974 yılı 42. sayısında “Töre’den” başlığı altında (1974: 2-3) derginin hangi harekete hizmet ettiği açıkça belirtilmiştir. Ayrıca milliyetçi bakış açısına sahip derginin Ziya Gökalp ve Mümtaz Turhan gibi isimlerin katkılarına yer vermek isteği de beyan edilmiştir. “Bildiğiniz gibi TÖRE, gerek yazarları gerekse seçkin okuyucu kitlesiyle Milliyetçi Hareket’in ‘İlk Çember’ini teşkil etmektedir. Her ay, çeşitli konulardaki mütahassıslarımız Türkiye’nin meselelerini ve Türk milliyetçiliği fikir sisteminin esaslarını, dergimiz sayfalarında inceliyor, işliyorlar” (Töre’den, 1974: 2). Töre dergisi kendi fikri temelleri üzerinden yazılar yayımlamakla kalmayıp aynı zamanda düşüncelerinin doğruluğunu kanıtlayabilme cesareti gösterecek olan solcu cenaha da seslenerek Töre’de yazılarına yer verilebileceğini beyan etmiştir. “… İşte şimdi o tehditçilere sesleniyoruz: Eğer bir fikriniz varsa, buyurun! Başka türlü ulaşamayacağınız binlere, o 79 fikirlerinizi anlatma imkânını size sunuyoruz. Yazın, yayınlayalım… Eğer doğruluğuna güvendiğiniz fikriniz varsa…” (Töre’den,1974:3). Ey Türk! Üstte Gök Çökmedikçe Altta Yer Delinmedikçe Senin İlini ve Töreni Kim Bozabilir? Töre dergisinin pek çok sayısının son sayfalarında yukarıda belirtilen mısralara yer vermiş olması derginin milliyetçi muhtevasının anlaşılması açısından en somut örnek olarak verilebilir. Ayrıca derginin kapağında özellikle 1971 yılındaki sayılarda “Kur’an harflerinin ve eski Türk alfabesinin” yer almış olması derginin Türk-İslam kimliğinin görsel olarak vurgulamasını sağlamıştır. Derginin muhtevasının anlaşılması açısından 1971 yılında 30/2.sayısında Töre dergisinde “Türk Dünyası’ndan Haberler” başlığı altında Türk milletine mensup olup yurt dışında çeşitli eziyetlere maruz kalan Türklere de yer verilmiştir. Bu sayıda Bulgaristan, İran ve Yunanistan’daki Türklerin durumuna yer verilmiştir. Töre’nin bu hareketi derginin her nerede yaşarsa yaşasın Türk milletine mensup kimselerin haklarının koruyuculuğuna da yapacağını ortaya koymuştur. Bu yönüyle Töre dergisi bir yandan milletinden olan insanlara sahip çıktığını gösterirken diğer yandan Gökalp’in Turan ülküsüne giden millî bilince atıfta bulunmuş olmaktadır. Necmettin Hacıeminoğlu’na göre Türk milliyetçisi olmak yalnızca hudutlarımız içindeki Türk vatandaşlarının haklarını korumaktan ibaret değildir. Bu bakımdan aynı zamanda hudutları aşan bir Türk vatandaşlığı sevgisinin kişide oluşması gerekliliği üzerinde durmuştur. Töre kadrosunun benimsemiş olduğu Türk milliyetçiliği prensibi Hacıeminoğlu’nun şu ifadelerinden okunabilir: “Türk milliyetçisi, daha önce de belirtildiği üzere, Türklüğü şimdiki siyasi hudutlarımız içinde düşünmez. Türk milletini yalnız Türkiye’de yaşayan 36 milyondan ibaret saymaz. Bir anne, gurbetteki evladı ile yanındaki arasında nasıl bir fark gözetmezse, Türk milliyetçisi de, öyle, bugünkü hudutlarımız dışında kalan 80 ırkdaşlarımızla Türkiye Türkleri arasında bir fark görmez” (Hacıeminoğlu, 1972b: 26). 1972 yılının 12.sayısında Töre dergisinin bir yılı tamamlamış olması hasebiyle Emine Işınsu derginin amacını 12.sayının “Genel Durum” başlığı altında yinelemiştir. “TÖRE’nin çıkış gayesi; Türk Milletinin mazisinden gelen değerleri geleceğe yöneltmek arzusu ile milletimizin milli, harsî, kültürel temellerini inceleyerek, halin doğrultularını tespit etmek ve milliyetçi, güçlü Türkiye ülküsüne sağlam ve emin adımlarla ulaşmamıza yardımcı olmaktı” (Işınsu, 1972b: 4). Derginin 1973 yılında yayımlanan 20.sayısında “Yeni Kalemler ve Meselelerimiz” adlı yazıda Töre dergisinin amacına ilişkin şu sözlere de yer verilmiştir: “Türk’ün ahlâkı, aile ve cemiyet hayatı, hukuk, eğitim ve öğretim ile devlet konusundaki meselelerine olduğu gibi, sanat ve edebiyat meselelerine de sahip çıktığımızı, cümleye bildirmek isteriz” (Töre, 1973: 40).Bu söz derginin aynı zamanda Türk sanatına ve edebiyatına ilişkin eserlerinde hakkıyla anılıp tanıtılacağını ifade eder. Denilebilir ki Töre dergisi tek bir alanla sınırlı kalmayan sosyal hayatın pek çok müessesesine ilişkin Türk milletinin değerlerini öne çıkarma gayesi taşıyan önemli yayınlardan olmuştur. Töre dergisi ülkücü-milliyetçi yayınların ülke genelinde milliyetçi gençliğin yetişmesi ve toplumun milliyetçi bakış açısını kaybetmemesi açısından çoğalmasını ve desteklenmesini savunmaktadır ki zaten dergi kendi varlık amacını da bu doğrultuda okuyucularına sunmuştur. Bu nedenle derginin pek çok sayısında milliyetçi muhtevaya sahip gazete, dergi, roman ve kitapların önerildiği görülmektedir. 1973 yılının 21.sayısında (1973: 31) Bozkurt dergisi için “Ülkümüzün dergisi”, Devlet gazetesi için “Olayları, Milliyetçi açıdan değerlendiren, haftalık gazete” ve Ocak dergisi için “Üç aylık araştırma ve inceleme dergisi 5. sayısı çıktı” şeklinde duyuruları yapılmıştır. Kendi varlığı dışında haftalık gazete veya üç aylık dergiler gibi başka yayınlara da okuyucularını yönlendiren Töre dergisi içinde bulunduğu dönemde Türk milliyetçilerinin yetişmesi ve bu kesimin fikrî açıdan ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri noktasında pek çok yardımcı dokunuşlar yapmıştır. Derginin bu bakış açısı Türk milliyetçiliği fikrini benimseyen kimselerin fikrî 81 yapılarının her daim dinamik olması gerekliliğine de dikkat çekmiş, milliyetçi ruhu diri tutmuştur. 1973 yılının 25.sayısında “Ayşe Töre Oluyor” yazısında Dündar Taşer’in Töre dergisinin var olma gayesini bir kez daha şu şekilde dile getirdiği görülmektedir: “Türk toplumu buhranlar içinde kıvranmaktadır. İki yüz yıla yakın bir zamandır, taklitten taklide yuvalanan, her mukallidin bir öncekini yok ederek, kendi özentisini cemiyet nizamı yapmak için çırpındığı ve her çırpınıştan sonra daha derin bir uçuruma düşmekten kurtulamayan Türkiye’nin aydın kafalarına ışık tutmak, aynı yapıdaki kafaları yapıları irtibatlandırmak niyetindedir. Muaşeretten mutfağa, düşünceden sanata, ibadetten eğlenceye kadar bir kül olan Türk medeniyetini yosunlardan temizlemek, tozlardan arıtmak, paslardan kurtarmak, diri, güçlü, cesur atılışlarla ileriye götürmek gerekir” (Taşer, 1973: 3-4). Burada Taşer, Türkiye’nin içinde bulunmuş olduğu durumdan kısaca bahsetmiş ve problemleri saptamıştır. Aydınların kafasına ışık tutmak gerekliliğinden bahsederek Türk medeniyetini her alanda paslanmış düşüncelerden kurtarma düşüncesine dikkat çekmiştir. Töre dergisi Türk Milliyetçiliği Fikir Sisteminde birleşen kimselerce yayımlanan bir dergi olduğunu ve her türlü fikir sistemine açık olduğunu şu şekilde 1973 yılındaki 31.sayıda belirtir: “TÖRE, daha önce de açıkça söylendiğimiz gibi bir hareketin, bir fikrin dergisidir. TÖRE ailesini teşkil eden yazarlar da temel fikirde, asgari 3000 yıllık bir tatbikat ve asrı aşan bir nazariye geçmişine sahip Türk Milliyetçiliği fikir sisteminde birleşen kimselerdir” (Töre’den, 1973: 4). “TÖRE, Türk Milliyetçiliği’nin bugün ulaştığı çerçeve içinde kalmak kaydıyla her türlü fikir nüansına açıktır ve bu açıklık zaman zaman teferruatta birbirine zıt görünen yazıların dergimizde yer almasına sebep olabilir”(Töre’den, 1973: 5). 1975 yılının 44.sayısında Ziya Gökalp’in 50.yılı olması hasebiyle bu sayıda Gökalp’in düşünceleri üzerine pek çok yazı bulmak mümkündür. Gökalp’in fikir sistemi üzerinden Türk dilinin ön plan çıkarıldığı ve halk kültürü ile münevver kültürünün yabancılaşmaya neden olduğuna dair görüşlerin aydınlatıldığı görülür. 82 Töre dergisi Gökalp’in düşünceleri üzerinden millî kültürün önemine, millî eğitim ve Türk dilinin gelişim unsurlarına dikkat çekmiştir. 1975 yılının 48.sayısında Töre dergisinin bir cildi daha tamamlamış bulunması hasebiyle “Töre’den” adlı kısımda Töre’nin amaçları tekrar hatırlatılırken hangi kesme hitap ettiği bir kez daha açıkça duyurulmuştur. “…TÖRE’yi çıkartmak ne kadar bizim vazifemizse, onu yaşatmak ona yardım etmek de aynı derecede ülkücü okuyucularımızın görevidir. İçinde bulunduğumuz mücadelenin ağırlık noktası propagandadır. Yeni harbin, ateşli silahlardan çok ideolojik silahların kullanıldığı 20.asrın savaşının umumî karakteridir bu… TÖRE, bu mücadele de ülkücülerin en güçlü silahlarından biridir. Onun devamlılığı da hepimizin vazifesi” (Töre’den, 1975b: 2). Töre’nin 1975 yılının 53.sayısında “Töre’den” kısmında derginin dağıtım şirketinin kontratı yenilemeyeceğini bildirmesi üzerine bu kısımda yer vermiş olduğu yazıda durduğu çizgiyi ve hizmet gayesini bir kez daha vurguladığı görülmektedir. “…TÖRE herhangi bir dergi değil, kâr gayesiyle çıkan rastgele bir yayın değil, 20.asrın Türkçülüğünün yeniden doğuş hareketinin bir parçasıdır. Milliyetçi Hareket’in propaganda ve eğitim silahlarından biridir ve yaşama gücünü, bir şirketin onu dağıtıp dağıtmamasından çok daha sağlam temellerden almaktadır” (Töre’den, 1975c: 2). Töre dergisi 1977 yılının 77.sayısında içine düştüğü mali sıkıntılardan dolayı kapatılmanın eşiğinde olduğunu vurgularken okuyucularından aldığı dönüt ile aslında kapatılırsa dönemsel olarak içinde bulunulan sıkıntılara karşı hiçbir neşriyatın yerini dolduramayacağı bir boşluğa neden olabileceğini belirten ifadelerden sonra yayın hayatına devam etmesi gerekliliğini kabullenerek yoluna devam etme kararı almıştır. Özellikle yabancı ideolojiler karşısında Türk milletine özünü hatırlatma ve milliyetçi perspektiften olayların iç yüzünü aktarabilmesi açısından, bu yabancı ideolojilerin tahakkümüne ket vurulması hasebiyle yayın hayatına devam etmesi gerektiği ortaya çıkmıştır. “Aldığımız cevapları kısaca şöyle özetleyebiliriz: Bugünkü şartlar içinde Töre’ye daha çok görev düşmektedir, yayın hayatına devam etmek mecburiyetindedir. Eğer kapatılırsa, ardında asla doldurulamayacak bir boşluk bırakır” (Töre’den, 1977: 3). 83 “Şu kadar yıldan beri daima okuyucularının arzuları istikametinde yayınına devam eden dergimiz, bu sefer de onların kararlarına uymayı, en tabii vazife saydı. Töre kapatılmayacak, ideolojiler mücadelesindeki güçlü yerini muhafaza ederek, Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemine devam edecek” (Töre’den, 1977: 3). Töre dergisinin kendisi gibi Türk-İslamcı bakış açısına sahip dergilerin reklamını yaptığı görülmektedir. Zararlı ideolojiler karşısında Türk milletinin özünü muhafaza edebilmesi noktasında Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi üzerinde duran ve Türk- İslamcı bakış açısını neredeyse tüm yazılarında hissettiren Töre dergisi için yayın hayatında yeni olan “Nesil” dergisinin okunması ve desteklenmesi de önemli görülmüştür. Bu bağlamda Nesil’in okunduğu müddetçe Türk milletine hangi alanlara etki edeceğinin altı çizilmiştir. “Nesil dergisi mensupları, milletimizin maddi ve manevi kalkınmasına yardımcı olmak, dini-millî şuura canlılık vermek, din alimlerini ihya etmek maksadıyla hizmet nesli için bir ‘hizmet programı’ getirmeyi, bu programı hiçbir menfaat beklemeden ‘farz-ı kifaye’ anlayışı içinde ve Allah rızası için gerçekleştirmeyi hedef edinmiştir” (Karasüleymanoğlu, 1977: 29-30). 1978 yılının 85.sayısında Töre hangi kesime hitap ettiğini şu dizelerde belirtmiştir: “TÖRE, yüreği TÜRK olmanın gururu ile çarpan, TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ’nin ateşiyle yanan herkesin dergisidir. Üniversitelerimizdeki milliyetçi öğretim üyelerinden, Türkiye’miz içinde ve dışında en ücra köşelerdeki Türk Milliyetçilerine kadar ulaşan fikri mücadele dergisidir”(Töre’den, 1978a: 7). Bu dizeler aynı zamanda Töre’nin “Türk” milliyetçiliğine bakışını da yansıtmaktadır. Yüreği Türk olmanın gururu ile çarpan herkesin Türk milliyetçisi olduğunu belirtmesi Töre’nin Türk milliyetçiliğini etnik unsurlara bağlamadığını gösterir. Bu bağlamda Türk milliyetçisi olmayı ortak duygu ve kader birliğine bağlamaktadır. 1979 yılının Ocak ayında 92.sayısında “Töre’den” adlı bölümde Töre kendi varlığını ekonomik bunalımlarına rağmen devam ettirdiğini ve sol camia tarafından da dikkatle takip edildiğini yazmaktadır. Ayrıca bu başarının sahibinin kendisine 84 destek veren milliyetçi okurlar olduğunu belirten Töre kadrosu, bu yazıda bir kez daha var olma nedenini ilan etmiştir: “Muradımız, kalpleri Türklük’ün geleceği için heyecanla çarpan bütün milliyetçilere ÜLKÜ yolunda hizmettir. TANRI TÜRK’Ü KORUSUN VE YÜCELTSİN”(Töre’den, 1979a: 4). Töre’nin 105.sayısında “Töre’den” kısmında yer verilen yazı, Töre’nin milliyetçi ülkücü kesim için önemli bir yere sahip olduğunu vurgulamaktadır. Ayrıca burada sol camiaya karşı bir fikir dergisi olarak öne çıkan Töre’nin üniversite niteliği taşıdığı bu bakımdan her kesimden insanı içinde bulundurduğu belirtilmektedir. “TÖRE, Türkiye’deki tek milliyetçi dergi değildir. Fakat milliyetçi ve ülkücü dergiler arasında TÖRE tektir. TÖRE, gerçekten ‘üniversite’dir. Slogan dergisi değildir. ‘Kahrolsun!’larla, ‘Yaşasın!’larla dolmaz. TÖRE, Türkiye’de bir milliyetçi aydın kadro hareketidir. Düşman yıllar boyu milliyetçilerin entelektüel çevreye giremeyeceği, aydın tabakaya hitap edemeyeceği düşüncesine sahip olmuştur. Uzun süre de bu düşüncesinde haklıydı. Üniversite ve orta öğretim gençliği, öğretmen, asker kesimi solun aslî malı sayılıyor, milliyetçi çıkışların bu çevrelerin içine girmemesi için azami gayret gösteriyordu. Son 10 yılda yıkılan işte bu settir. Şimdi milliyetçi çiftçi kadar milliyetçi üniversite öğrencisi ve hocası, milliyetçi işçi kadar milliyetçi mühendis ve yazar vardır. Korktukları, çekindikleri işte bu hareket; düşünen, tartışan, fikir imal eden milliyetçilerin hareketidir. TÖRE, bu hareketin vazgeçilmez öncüsü, yürütücüsü, drijanı olmuştur” (Töre’den, 1980a: 3). Derginin 112.sayısında “Töre’den” başlığı altında Töre’nin önemli gayelerinden birinin de milliyetçi aydın yetiştirmek ve milliyetçiliğin aydın kesime girmesini sağlamak olduğu da belirtilmiştir. Derginin belirtmiş olduğu hedefler doğrultusunda okuyucuların neler yapabileceği sorgulanmış ve bu yolla derginin ana hedefleri milliyetçi okura mal edilmeye çalışılmıştır. “Fikirlerimizi paylaşmıyorsanız pasif okuyuculuğa devam ediniz. Eğer söylediklerimizde hakikat payı varsa ülkümüz yolunda sizi harekete geçmeye davet ediyoruz. Gelin milliyetçi aydın yetişmesinde, milliyetçiliğin aydın kesime girmesinde yükümüzü paylaşın. Birlikte mücadele edelim… Lütfen düşününüz, kendi 85 kendinize sorunuz ve cevabını bize yazınız: Siz ne yapabilirsiniz?”(Töre’den, 1980b: 2). Töre, milliyetçiliğin şahlanması adına yapabileceklerini okuyucu kitlesine mal etmeye çalışan, Türk milliyetçiliğine hizmet etme gayesinde olan bir dergi olarak 1970’lerde öne çıkmıştır. Var olma nedenini; Türk’ün değerlerinin sahiplenilmesi ve yüceltilmesi noktasında görülen ihtiyaca cevap vermek, zararlı ideolojilerin neşriyatındaki artışına rağmen Türk milliyetçileri için önemli bir boşluğu dolduracak dergilerin azlığı olarak beyan etmiştir. Devrin ideolojiler savaşı devri olduğu bu çağda neşriyatı sol kesimin eline bırakmanın sakıncalı olduğu mesajını vererek Türk milliyetçiliğinin geliştirilmesi ve Türk milliyetçilerinin yetiştirilmesini önemli bir faaliyet olarak öne çıkardığı görülmektedir. Töre, ülkücü gençliğin zararlı ideolojiler karşısında en güçlü silahıdır. Genç nesillerin yetişmesi noktasında vermiş olduğu çabalar doğrultusunda Töre’nin dergiden çok milliyetçi bir ekol olduğu da söylenebilir. Töre bünyesinde düzenlenen kitap okuma, şiir yazma, desen düzenleme yarışmalarının yapılması, Türk gençliğinin okuyabileceği kitap listelerini oluşturmuş olması Töre dergisinin Türk milliyetçilerinin yetişebilmesi noktasında bir ekol olduğunu kanıtlar niteliktedir. Töre’nin neden var olduğu sorusuna vermiş olduğucevaplara bakıldığında Töre dergisinin Türk milliyetçiliğini aydın kesime taşıma gayesinin olduğu da görülmektedir. Bu bağlamda Töre dergisinin yetişen yeni nesilleri Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi doğrultusunda yetiştirebilmek ve milliyetçi düşünceyi aydın kesime taşıyabilmek vizyonuna sahip bir dergi olduğu da anlaşılabilir. 4.2.Töre Dergisi İncelemesi 4.2.1. Türk - İslam Vurgusu Türk-İslam Sentezi, 1960’lı yıllardan sonra ülkede etkisini hissettirmeye başlayan komünizm tehlikesine karşı bir olma fikrinden nüvelerini almış 1970’li yılların öne çıkan politikalarından olmuştur. Aydınlar Ocağı, Ülkü Ocakları gibi oluşumların meydana gelmesi bu düşüncenin hayata geçirilmesi açısından önemli faaliyetler olarak karşımıza çıkar. Müslüman Türk dünyasının problemlerine eğilmek 86 adına bir güç elde eden Aydınlar Ocağının faaliyetleri ve Milliyetçi hareketin desteklediği Ülkü Ocaklarının faaliyetleri bir yandan dindar milliyetçi gençlerin yetişmesine vesile olurken diğer yandan Türk İslam dünyasının problemlerine eğilme imkanını da meydana getirmiştir. Töre dergisi kadrosunca benimsenen Türk-İslam Sentezi düşüncesi derginin pek çok yayınında öne çıkan tema olarak belirlenmiştir. Bu bölümde Türk-İslam Sentezi’ne inanmış Töre kadrosunun Türk-İslam vurgusuyla yayımlamış olduğu yazılara ve şiirlere yer verilecektir. Türklük gurur ve şuuru, İslam ahlak ve faziletinin öne çıkarıldığı yazılar burada aktarılmaya çalışılacaktır. Türk’ün tarihî başarılarının, Türk’ün töresinin vurgulanması, vatan sevgisinin dile gelmesi, bu durumun İslam dini ve rehber edinilen Kur’an’ın öne çıkarılmasıyla ifade edilmesi söz konusudur. Birol Emil, Töre’nin 1971’deki 30/2.sayısında “Tarihimizin Dersleri” adlı yazısında Türk tarihinden bahsederek bu tarihi vakıaları, Türk milletinin bugün olaylar karşısında izlemesi gereken yol olarak belirlemiş bir diğer deyişle Türk tarihindeki vakıaları geleceğe ilişkin referanslar olarak yorumlamıştır. “ Bir daha tekrar edelim: Kağana bağlılık, İline bağlılık, Töresine bağlılık…Bugünkü manasıyla: Devletine bağlılık, Vatanına bağlılık, Milliyetine bağlılık… Bugün de, bu bağları kopardığı taktirde, Türk milletinin yuvarlanacağı akıbetin ne olduğunu, ecdadımızın bin iki yüz elli yılın ötesinden gelen sesi hâlâ haber veriyor” (Emil, 1971, Sayı: 30/2: 26). 1971 Ağustos 31/3. sayıda Malazgirt Savaşı’nın yıl dönümü olması açısından genel olarak Malazgirt Zaferi ve Büyük Selçuklu hükümdarı Alparslan’ın bu savaştaki başarılarına atıfta bulunulmuştur. Bilindiği üzere 26 Ağustos 1071’de Malazgirt Savaşı Bizans İmparatorluğu ile yapılmış ve galibiyet sağlanmıştır. Bu savaşın kazanılması Türk tarihi açısından büyük önem atfetmektedir. Bu savaşın kazanılmasının en önemli neticeleri ise Türklere “Anadolu” coğrafyasının kapılarını açmış olması ve Bizans’ın İslam dünyası üzerindeki baskısının azalmasıdır. Malazgirt zaferi ile Anadolu’da ilk Türk beylikleri kurulmuş ve Osmanlı İmparatorluğu’nun bu topraklarda kurulmasına giden süreç başlamıştır. Görüldüğü üzere bu savaş tarihî açıdan Türklerin en önemli zaferlerinden olmuştur ve bu nedenle her Türk milliyetçisi açısından önemle anılmaktadır. Bu bağlamda milliyetçi 87 muhtevaya sahip Töre dergisinin böyle önemli bir tarihsel süreci ifade eden, Türk yurdu ve gelişimi açısından önem atfeden bu gelişmeyi es geçmesi de beklenemezdi. Töre dergisinde Malazgirt zaferine ilişkin başarıların anlatımının yanında dönemsel olarak Tarih Kurumunun da eleştiriye tabi tutulduğunu görmekteyiz.“Tarih Kurumu, bir yandan kuruluş gayesinin dışına çıkarak adeta bir ticaret şirketine benzemekte, diğer taraftan da yalnız Selçuklular çağına değil bütün bir Türk tarihine üvey evlat gözüyle bakmakta” (Töre’den, 1971, Sayı: 31/3.4).Burada Türk tarihi incelemesinin yeterli olmadığı üzerinde durulmuştur. Fakat bu sayıda üzerinde durulması gereken nokta Türk tarihindeki başarıların, Türklerin anlı şanlı geçmişinin yansıtılması durumudur. “Malazgirt zaferi Türk ve Dünya tarihinde önemli bir yer işgal eder. Zaferden sonra Alp Arslan’ın en büyük islâm gâzisi ve fatihleri payesine yükseltilmesi, onun hakkında kasideler, methiyeler yazılması ve bizzat halife tarafından tebrik ve teşekkür mektubu gönderilmesi bu zaferin ehemmiyetini ortaya koyar” (Yıldız, 1971a:14). Halide Nusret Zorlutuna’nın kaleme almış bulunduğu “İlk Müjde Ak Topraklar” adlı dizeler, Malazgirt Savaşı’nın önemi ve hükümdar Alparslan’ın başarısını yansıtması bu bağlamda Türklüğe ve İslam’a hizmet etmesini yansıtması açısından Türk-İslam Sentezi açısından önem kazanmaktadır. “… Hak uğruna Türklük uğruna cihat! Heyy!.. O ne kutsal bir ‘an’dı Kumandanların arslanı, Arslanların kumandanı Alp Arslan Giyindi de beyazları Eliyle bağladı kuyruğunu atının, Şehitliğe hazır. Düşman kalabalıkmış güçlüymüş… Kim düşünür gayri! Her bir ere yüz kefere düşse ne çıkar? İman dolu bağrı yiğitlerin, Yiğitlerin yüreğinde tek Allah var! 88 Ve damarlarında Türk kanı gürül gürül… …” (Zorlutuna, 1971:23). 1971 yılında Malazgirt Zaferi’nin 900. yıldönümü olması hasebiyle düzenlenen yarışmada “Malazgirt Marşı” ile Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu birincilik kazanmıştır. Gençosmanoğlu’nun bu şiiri yine Türk-İslam Sentezi’ni içeriğinde barındırmaktadır. “Aylardan Ağustos, günlerden Cuma, Gün doğmadan evvel İklim-i Rum’a, Bozkurtlar ordusu geçti hücuma Yeni bir şevk ile gürledi gökler Ya Allah… Bismillah… Allahuekber!.. …” (Gençosmanoğlu, 1971, Sayı: 4:14). Töre dergisi sayılarında Türk töresi ve tarihine ilişkin pek çok yazıya rastlanmaktadır. Bunlardan biri de 1972 yılının 8. sayısında Mehmet Eröz’ün kaleme almış olduğu yazılardan “Türk Ulusları, Urukları, Boy ve Oymakları Hakkında Kısa Bilgi” ve 9.sayıdaki “Türk Milli Birliğine Doğru” yazılarıdır. Bu çalışma ile Türk’ün anlı şanlı tarihini ve töresini anlatma gayretinde olan yazar okuyucuyu bilgilendirmeyi amaç edinmiştir. Ayrıca Türklerin İslamiyet’e, İslam’ın da Türklere sağlamış olduğu “koruyuculuk” vasfı üzerinde durmuştur. “Milli kültürümüzün (harsımızın) temel unsurlarından biri dindir. Din deyince elbette İslamiyet’i anlıyoruz. Türk soyunun asırlarca kılıç ve kalemiyle hizmet ettiği İslamiyet, sanki Allah tarafından bu kavme emanet edilmiştir. Türkler olmasaydı, korkunç dalgalar halinde gelen Haçlı sürüleri önünde, İranlılar ve bugün Kudüs’te maskara olan Araplar kaç gün dayanabilirdi? Biz yüce ve en ileri dine böyle hizmet ederken, İslamiyet de milletimizin koruyucusu oldu” (Eröz, 1972a: 17). 1972’nin 11.sayısında Ercilasun “Cihan” adlı şiiriyle derginin perspektifinin Türk-İslam Sentezi üzerine kurulduğunu açıkça göstermektedir. Bu dizeler bir yandan Türk-İslam Sentezine vurgu yaparken diğer yandan da Türklerin cihan hakimiyeti hayaline vurgu yapmaktadır. “Deniz deniz, ırmak ırmak yarıldı, Ardından dağ taş gövdelendi cihan. 89 Altta yerle, üstte gökle sarıldı, Sonradan Türkle müjdelendi cihan. Kılıç üste, kalkan üste kuruldu, Allah Allah’la bestelendi cihan. Topladılar, derlediler cihanı, Dilediler cihan cihan vatanı” (Ercilâsun, 1972:11:39). Nahit Dinçer “Millî Kültürde Dinin Yeri ve Milli Şahsiyet” adlı yazısında ( 1972, Sayı: 16: 18-24) millî kültürü var eden değerlerin din, dil ve sanat olduğunu belirterek, Türklerin millî benliklerini koruyabilmesini İslam dinine bağlamıştır. “Türkler, İslâmlıkla, Türklüklerini muhafaza etmiş oluyorlar. Hristiyan olan Türkler, ırklarını, milliyetlerini ve dillerini kaybetmişler, içinde bulundukları topluluğa karışıp erimişlerdir” (Dinçer, 1972: 18).Millî benliklerini kaybetmiş bulunan Türklerin dinî inançlarının İslam dinî olmamasının onları millî kimliklerinin dejenere olmasına neden olduğunu belirtmiştir. 1973 yılının 22.sayısında Mehmet Eröz’ün kaleme aldığı “Çeşitli İdeolojiler Karşısında Türk Milliyetçiliği ve İslamiyet II” adlı yazısı derginin Türk-İslam Sentezini açıkça ortaya koyan yazılardandır. Eröz derginin 21.sayısında aynı adlı ilk makalesinde dinin önemini ortaya koymuş ve komünistlerin din aleyhtarlığını eleştirmiştir. Bu yazısında ise Eröz, İslamiyet’in Türk millî kültürü açısından taşıdığı öneme vurgu yapmıştır. “…İslam dini, millî kültürümüzü yaşatmakta büyük hizmet görecektir. Müslüman olmayan Türk uyruklarının nasıl eridiği, Slavlaştığını, Cermenleştiğini (Peçenek, Kuman, Bulgar, Hun uruk ve ulusları gibi) tarih göstermiştir” (Eröz, 1973b: 5). “Türkçülüğümüz, milliyetçiliğimiz Türkiye’nin kalkınması için sosyalist ‘yöntemlere’ (usullere) el açmayacaktır. Kalkınma, sosyal adalet meselelerimizi, kendi dini ve milli kaynaklarımızda bulacak, onları hummalı bir ilmi faaliyetle nurlanan milliyetçi beyinlerin çalışmalarına havale ederek, dertlerimize devalar bulacağız. Milliyetimizi, dinimizden ayırmak isteyenlerin asıl niyetlerine dikkat etmek gerekir”(Eröz, 1973b: 6). Töre’nin 1975 yılı 45.sayısında Hikmet Tanyu’nun kaleme aldığı “Türkler Arasında Dinlerin Tarihçesi” adlı yazıda (1975a: 16-22) Türklerin İslamiyet’i kabul 90 etmesini kolaylaştıracak bir inanca sahip oldukları üzerinde durulmuştur. Gök Tanrı ve Allah inancının, cihat ve cihan anlayışının benzemesi ve İslam dininin askerliğe önem vermesi gibi etkenler öne çıkarılmıştır. Tanyu, İslamiyet ile birlikte Türklerin kültür ve medeniyet atılımlarının geliştiğini belirterek Türklerin ilerleme nüvelerini İslam dininde buldukları kastedilmiştir. “İslam dininin gaza ve cihadı farz tanıyışı, aile hayatına önem verişi, askerliğe değer verilişi, yurtseverlik ve bütün ahlâki ilkeleri Türklerin bu dinin hak ve mutlak din olduğuna dair inançlarını yüceltmişti. Bu dine girince kültür ve medeniyet atılımı geliştiği gibi, maneviyat, iktisat ve siyasi hayat ve düzen bakımından da büyük bir ilerleme kadetmişlerdi. Adeta Türklük ve İslamlık ülkede kaynaşmış birlik ve beraberliği temin etmiş, bir bütün haline gelinmesine yol açmıştı” (Tanyu,1975a: 22). Gökalp’in 50. yılı olması hasebiyle 1975 yılının sayılarında Ziya Gökalp ve düşüncelerine yer verildiği görülebilir. Bilindiği gibi Gökalp, Türk Milliyetçiliğinin gelişimine katkı sunan en önemli isimlerden birisidir ve Töre kadrosunun Gökalp üzerinde durması, onun fikirlerini benimseyerek öne çıkarılması beklenilen bir davranış olmalıdır. Töre’nin 46.sayısında “Ziya Gökalp’da Milliyetçilik ve Din Anlayışı” adlı yazısında (1975: 31-33) Faruk K.Timurtaş, Gökalp’in bazı kesimlerce yanlış anlaşıldığını bazıları içinse –sol camia gibi- yanlış anlaşılmak istendiğini yazmaktadır. Ayrıca bazı ümmetçi kesimin Gökalp’i Osmanlı’daki ümmetçilik fikrini etkisiz kılması açısından eleştirmesini de anlamsız bulur. Timurtaş Gökalp’in öne sürdüğü senteze ulaşan Türk Milliyetçiliği anlayışında çağdaş, Müslüman bir Türk olunması gerektiği fikrini öne çıkarmaktadır. “Ziya Gökalp dine karşı değildir. İslam ümmetinden kopmayı hiçbir zaman düşünmemiştir. İçtimai inancımızı ‘Türk Milletindenim, İslam ümmetindenim, Garp medeniyetindenim’ şeklinde formülleştiren ve çağdaş Müslüman- Türk olmamız gerektiğini ortaya koyan odur” (Timurtaş, 1975, Sayı: 46: 33). Töre dergisinin 1975 yılında yayımlanan 48.sayısında okuyuculardan gelen sorulara yanıt vermek amacıyla ayrılmış olan “Cevaplar” başlığı altında İskender Öksüz, İslam dini ile Türk milliyetçiliği fikir sisteminin birbirinden ayrılamayacağı üzerine vurgu yaptığı görülmektedir. 91 “İslamiyet, Türk Milleti’nin en önemli vasıflarındandır, harsımızın ayrılmaz bir parçası ve temellerinden biridir. Türk Milliyetçisi, Türk Milleti’nin, onu meydana getiren kıymetlerle birlikte ebediyete kadar bekasını sağlamak isteyen insan olduğuna göre İslamiyet’i müdafaa Türk Milliyetçisi’nin esas vazifelerindendir”(Öksüz, 1975, Sayı: 48: 5). “Milli kültürümüzün temellerinden birini teşkil eden, Türk milletini meydana getiren değerlerin en önemlilerinden biri olan İslamiyet’e uymayan bir fikir sisteminin, Türkler için teklif edilmesi düşünülemez”(Öksüz, 1975, Sayı: 48: 7). 1975 yılının 54.sayısında Korkut Akbaş’ın Kırım’ın içinde bulunduğu duruma ithafen kaleme aldığı “Oy Kırım Kırım” adlı dizeler bize Töre dergisinin Türk-İslam Sentezi’ni benimseyen bir perspektifte olaylara yaklaştığını kanıtlar niteliktedir: “… Koru Tanrım gönderdiğin ordunu Soysuzlara boğdurma bozkurdunu Hedefimiz Turan kılavuz Kur’an Elbet bir gün bize gülecek devran Davran tan atıyor yiğidim davran Nice yıldır kılıç kında paslanır Kim demiş ki deli kurtlar uslanır …” (Akbaş, 1975, Sayı: 54: 13). Töre dergisinin Ocak 1976 yılındaki 56. sayısında Türkiye’nin eğitim meselesine odaklanan yazar İsmail Öztürk’ün yazısında milliyetçilik ve İslam dininin Türk eğitim sistemi için önemli unsurlar olarak vurguladığını görmekteyiz: “İşte hem verimin en yükseğini elde etmek ve bilimin hızına ayak uydururken benliğimizden fire vermemek gençliğimizin ancak ve ancak MİLLİYETÇİ bir eğitimle yetişmesiyle mümkündür”(Öztürk,1976: 34). “Türklüğün İslamiyetle mânâlandığı şuuru herkese kazandırılmalı, gençlik dini eğitimini tam ve eksiksiz almalıdır. 92 Türklük gurur ve şuuru İslam ahlâk ve faziletiyle yoğurulmalıyız”(Öztürk,1976: 35). “Her Türk gencine Türk ve Müslüman yaratılmanın en büyük şeref ve mutluluk olduğu ancak böyle bir eğitim sistemi ile verilebilir”(Öztürk,1976: 35). Gökalp’ten Atsız’a yazısını kaleme alan Sadık Ahmet Tural, Atsız’ın dinin üzerinde durmayışına karşı Cevdet Paşa ve Ziya Gökalp’in düşüncelerini öne çıkarır ve İslam’ın Türk milliyetçiliğindeki önemine atıf yapmış bulunur. “Cemiyet hayatımızda islâmiyetin yerine bir sosyolog gözüyle ilk işaret Cevdet Paşa’dan gelir. Paşa’dan sonra şuurlu ve ilmî olan ikinci işaret Gökalp’ten gelir; Türkleşmenin İslamlaşmak ile ters düşmediğini izaha uğraşır. Ne yazık ki, Atsız cemiyet hayatında dinin yerin üzerinde durmamış, belki de durmak istememiştir” (Tural, 1976: 39). Burada Tural’ın milliyetçilik akımlarından “Türkçülük” fikrini öne çıkarıp İslamiyeti geri plana iten Atsız bakış açısına eleştiride bulunduğu görülmektedir. Buradan da anlaşılacağı üzere Töre mensupları için Türklük gurur ve şuuru kadar İslam ahlak ve fazileti de önem kazanmaktadır. Bu bağlamda Ziya Gökalp’in düşünceleri öne çıkarılmakta, Türklük İslamdan ayrı bir mecrada değerlendirilmemektedir. Zararlı ideolojilere karşı Türk milliyetçiliğinin ne olduğunu ortaya koyabilmek adına “Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi”ni ortaya koyan Ayhan Tuğcugil’in Türk milliyetçisi olabilmek için kişinin önce kendi “ümmet”ini sevmesi gerektiğini vurguladığı görülmektedir.59. sayıda Tuğcugil Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nde Türk milletini belirleyen en önemli değerlerden birinin “ümmetini sevmek” olduğunu belirtir. “Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin gayesi ‘Türk Milleti’nin bekası’ ve ‘beka’ da,’Türk milletini’, onu belirleyen değerlerle ebediyete kadar yaşatmak’ şeklinde verildiğinde; İslamiyet, Türk Milleti’ni belirleyen en önemli değerlerden biri olduğuna göre; ümmetini sevmek, Türk Milliyetçisi için kesin bir şart olmaktadır” (Tuğcugil, 1976c: 6-7). Necmettin Hacıeminoğlu, “Ümmetçilik” meselesini incelerken bu kavrama farklı atıfların yapıldığı üzerinde durarak, milliyetçilikle ümmetçilik arasında bir 93 tercih yapılması gerektiğini öne çıkaran düşünceyi eleştirmektedir. Hacıeminoğlu, günümüzde ümmetçilikle yönetilen bir ülkenin kalmadığını söyleyerek millî devletlerin varlığından bahseder ve milliyetçi düşünce için dinsel bağların önemi üzerinde durur. “Bir insan veya cemiyet milliyetçiliği dünya görüşü olarak benimsemişse dine, dindarlara ve din müessesesine lâyık olduğu değeri zaten vermiştir” (Hacıeminoğlu, 1976a: 11). Bu ifadelerinden anlaşıldığı gibiHacıeminoğlu, milliyetçiliği benimsemenin zaten dinî müesseselerin önemini de kabul etmek olduğuna vurgu yapmıştır. Bu anlamda milliyetçilik düşüncesi dine gereken önemi vermektedir. “…Türk milliyetçileri İslamiyeti Türkten, Türklükten ve milliyetçilikten asla ayrı düşünemezler. Bu bakımdan bizim milliyetçilik anlayışımızın ruhu Müslümanlıkla yoğrulduğu gibi, insanları ve milletleri değerlendirirken de, hemen Türkten sonraki sıraya Müslümanları yani ümmetdaşlarımızı koyarız” (Hacıeminoğlu, 1976a:11). Töre’nin 62. sayısında “İnsan ve İslâm” adlı yazısında M.Afşin Kağan, İslam’ın Türkler için önemli bir değer olduğunu vurgular ve İslamiyet’in Türklerce kabul edilmesini tarihin önemli olaylarından biri olarak yorumlar. Türkler için İslam’dan başka bir iman düşünmek yapılacak en büyük hatadır. “Dünya insanının değişmez özelliği dindar olmaksa, Türk’ün dönülmez inancı da Müslüman olmaktır. Tarihin en büyük olayı İslam’ın doğuşu, en mutlu anı da Türk milletinin bu yüce dini kabul edişi olmuştur” (Kağan, 1976:13). “Türk milletini İslam’ın dışında başka bir iman üzerinde düşünmek affedilemez bir hatadır. Tıpkı bunun gibi Türk milletinden olmayı İslamla bağdaştırmamak, başka bir ifade ile, İslam imanından bu unsuru söküp atmak gayretkeşliğinde bulunmak büyük bir gaflettir. Bu gibi gafil davranışlar, Millet bütünlüğünü Devletin bekasını temelinden dinamitler, aynı zamanda Devlet ve Millet düşmanlarını güçlendirir” (Kağan, 1976:13). Kağan (1976: 14) Kuran’da geçen ayetlerden yola çıkarak “Allah yolunda savaşan millet” olma şerefinin Türklere verildiği üzerine açıklama yapan İslam bilginlerinden bahseder. “Biz Millet olarak Türklük ve Müslümanlık ülküsü uğrunda dövüştük ve şerefle öldük. Bugün de yarın da aynı ülkü etrafında ve 94 aynı ölçüler içinde, dövüşecek ve öleceğiz. Türklük şuur ve gururu, yaşanan İslâm imanı ve İslâm ahlâkı ile kaynaşmış Türk töresi, Millet evlâtlarının aydınlık yolu olmalıdır” (Kağan, 1976, Sayı: 62, Sayfa:14). Kağan (1976: 15-16) dünya üzerindeki ideolojilerin gençlerimizin aklını yıkaması sonucunda gelecek nesillerin millî değerlere yabancı kalacağından bahsederek bu hususla ilgili çıkış yolunun millî ve manevi değerler olduğu üzerinde durur. Kağan dinsiz bir ideolojiye karşı İslam dinini öne sürerken, yabancı kültürün istilasına karşı ise millî kültürel değerlerimizin korunması gereklikliliği üzerinde durur. “Ruh dengesi bozuk bu aldatılmış Vatan çocuklarının birleştikleri tek hedef, esefle kaydedelim ki, Milli serveti yakmak ve Türk Devletini yıkmaktır. Bu çıkmazdan kurtulmanın çaresi ve çıkış yolu Milli ve manevi değerlere dönmek ve asrın dini İslâm’a sığınmaktır” (Kağan, 1976:16). Kağan’ın ifadelerinde 1970’li yıllarda Türk-İslam Sentezi’ne yönelmenin temel nedenlerini görmek mümkündür. Komünizm gibi millet gerçekliğini reddeden ve din kurumuna uyuşturucu bir görev yükleyen ideolojinin ülke genelinde gençlik üzerinde etki etme çabasına karşı Türklük gururu ve İslam faziletinin öne çıkarılması gerekliliği duyulmuştur. Bu bağlamda Türk-İslam Sentezi düşüncesi üniversitelerde yapılanan sol camiaya karşı milli kültüre bağlı, Allah yolunda ilerleyen bir gençliği çatısı altında toplama gayesinde olmuştur. Tuğcugil, “Türkiye ve Skolastik” adlı yazısında İslam dinine atıfta bulunarak İslam’ın skolastik düşünceyle hiçbir ilgisinin olamayacağından bahseder. Komünistlerin metodu olan bilimsel sosyalizm’in ‘apriori’ olduğunu belirtirken, Türk milliyetçiliği fikir sisteminin metodunun ‘ilim’ olduğunu yinelerken İslam’ın da Katolikler de olduğu gibi skolastik düşünceyle uyuşmasının imkansızlığından bahsetmiştir. “…İslâm dini, Katolik hristiyanlığın aksine, skolastiğe kapalıdır” (Tuğcugil, 1976d: 5-6). “…İslâmiyette ise, ‘İlim Çin’de bile olsa…’ gidip bulmak emredilmiştir” (Tuğcugil, 1976d: 6). 95 “Avrupa Orta Çağı yaşarken İslâm dünyası bu anlayışla maddî ve manevî bütün sahalarda parlayabilmiştir” (Tuğcugil, 1976d: 6). “Gerçekte skolastiğin dinle, hele İslâmiyetle doğrudan bir ilgisi yoktur” (Tuğcugil, 1976d: 6). Tuğcugil “Atatürkçü” skolastiğe karşı Atatürk’ün Batıcılıktan çok “muasır medeniyetler seviyesi”ni öne çıkardığından bahsederek, Atatürk’ün Gökalp’ten etkilediğini yazar. “Gökalp’i biraz okumuş bir yarı aydın bile onun medeniyetle harsı (kültürü) nasıl titizlikle birbirinden ayırdığını görür. Atatürk ise Gökalp’i herhalde çok iyi biliyordu” (Tuğcugil, 1976d: .Batılılaşmak yolunda Batı kültürünü her türlü millî değerden üstün gören bu zihniyete karşı Gökalp’in hars ve medeniyet ayrımına dikkat çekmek ister. Hacıeminoğlu (1976b: 17-23), Gökalp’de Turancılık ülküsünü beş merhalede açıklar. “Turan” ilk olarak Türklerin ana yurdu, ilk vatanı, Orta Asya anlamına gelir. İkinci merhalede Türk’ ün fethettiği yer, üçüncü merhalede Türklerin tutsaklıktan kurtulup istiklallerine kavuşması ülküsü, dördüncü merhalede Büyük Türk Birliği ve son olarak beşinci merhalede cihan hakimiyeti, kızıl elmadır. “Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne de Türkistan Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan” Gökalp “Türkçülüğün Esasları” adlı eserinde (2014: 42) Turan ülküsünün yüz milyon Türk’ün bir ulus olarak birleşmesi gibi gerçekleşmesi uzak bir ideal olduğunu belirtir. Buna karşın Gökalp, Turancılık ülküsü olmasaydı Türkçülük fikrinin de bu kadar kolay yayılamayacağını vurgulamıştır. Ayrıca gerçekleşmesi hayal olan ulusal devlet bugün Türkiye adıyla var olduysa kim bilir belki de Turan ülküsü de bir gün gerçek olurdu. Zeki Alan, “Hasret” adlı yazısında milletin varlığı ve anavatan uğruna ölmenin kutsallığından bahsederek; vatanı terk etmenin akıncı torunu olan bu millet için imkansız olduğundan bahsederek tüm anavatanlıları iş başına çağırır.“Yürüyüp gidivermek dikenli tele doğru, bağrımı açmak kanlı namlulara?..Ölüm zor değil, bu gerçek. Gerektiğinde bir kutsal görevdir, eğer vatan uğruna olursa” (Alan, 1976: 20). Vatanı savunmanın ve bu uğurda ölümün Türk milleti açısından kutsal bir görev 96 olacağına bu yazısıyla dikkat çekmiş bulunur. Bu durum “Vatan sevgisi imandandır.” sözünü hatırlatır. Vatanının varlığı ve devamı için kendi canından vazgeçebilme yetisi milliyetçiliğe vurgu yaparken inanılan İslam dininin “şehit”lik mertebesi bu yolu daha da kutsal eylemektedir. Nevzat Yalçın, “Güneşi Seyreden Adam” yazısında (1976, Sayı: 57, Sayfa: 17) Batı’ya olan hayranlığı eleştirmiş ve gençleri Doğu medeniyetine bir anlamda İslâm’a ve milli öz’e yönlendirmiştir. “Doğu’dandır kocaman güneşin her sabah yükselişi; Yâni çocuğum, Batı’ya her ışık Doğu’dan gelir… Konfüçyus bunu böyle gördü, sen de öyle bil” (Yalçın, 1976: 17). Burada Nevzat Yalçın, Batı’ya her ışığın Doğu’dan geldiğini belirterek, İslam medeniyetini Doğu medeniyeti ile tasfir etmiştir. İslam dininin ilerlemeye açık bir din olduğunu ve Batı’nın ilerlemesine vesile olan pek çok bilginin kaynak olarak İslam medeniyetinde zaten var olduğuna atıfta bulunmuştur. Bu bakımdan Batı, Doğu medeniyetinin sunmuş olduğu bilgiler sayesinde ilerleme kaydetmiştir, bu yüzden Batılılaşma adına Doğu medeniyetini küçümsemenin doğru olmayacağı mesajı buradan çıkarılabilir. Necmettin Hacıeminoğlu, “Ziya Gökalp’de Turancılık Ülküsü” adlı yazısında Gökalp’in Turan ülküsünden bahseder ve bu ülkünün gerçekçi bir yaklaşıma sahip olduğunu, bu yüzden bugünün milliyetçilerinin de Gökalp gibi düşündüğünden bahseder. Hacıeminoğlu’nun bu yazısı Töre dergisinin Gökalp çizgisinde milliyetçi perspektif izlediğini bir kere daha göstermiş bulunur. “…Gökalp, Turancılık konusunda tam mânâsı ile gerçekçi, akılcı ve ülkücüdür. Gerçekleri ve şartları hiçbir zaman göz önünden uzak tutmuyor. Fakat millî ülkü ve hayallerinden asla vazgeçmiyor. Ve vazgeçilmesini istemiyor. Bugünkü Türk milliyetçileri ve ülkücüleri de aynen onun gibi düşünmektedirler” (Hacıeminoğlu, 1976c:43). Necmettin Hacıeminoğlu (1974a: 18-26) milliyetçiliğin bugünkü şartların bir ürünü olmayıp tarihe dayanan bir fikir sistemi olduğunu vurgulamaktadır. Bu 97 bağlamda milliyetçilik komünizm gibi ideolojilere karşı oluşturulmuş bir sistem ya da Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’yla ortaya koyduğu bir fikir sistemi değildir. Milliyetçiliğin “Atatürk milliyetçiliği” olarak kabulü pek çok Türk devletinin ayakta kalmasına vesile olan milliyetçilik gibi önemli bir fikir sisteminin önemsizleştirilmesi anlamına gelmektedir. “Milliyetçilik, ona zıt veya düşman olan görüş, düşünüş ve anlayışlara göre tarif edilemez” (Hacıeminoğlu, 1974a: 21).Milliyetçiliğin ne olmadığını ortaya koyan Hacıeminoğlu, daha sonra milliyetçiliğin ne olduğuna dair açılımda bulunmuştur. “Milliyetçilik, bir vasıta değil, gayedir. Metod değil, öz ve muhtevadır” (Hacıeminoğlu, 1974a: 22). “Milliyetçilik, Türk Milletini, sahip olduğu bütün milli değerleri ile beraber, ebediyete kadar yaşatma ve yüceltme ülküsüdür. Kendini kayıtsız şartsız bu ülkeye adayanlara da milliyetçi denir”(Hacıeminoğlu, 1974a: 23). “Gaye Türklüğün sadece adını değil, bizzat milli varlığını yaşatıp yüceltmektir. Amerikanın seviyesine çıkmak uğruna ‘Amerikalılaşma’ milliyetçilik olmaz”(Hacıeminoğlu, 1974a: 25). 1974 yılı Türkiye açısından önemli olayların vuku bulduğu bir dönem olmuştur. Özellikle 1974 yılının 20 Temmuz gününde yapılan Kıbrıs Barış Harekatıdönem açısından önemli bir gelişme olarak karşımıza çıkmaktadır. Kıbrıs’ın Rum yönetimine bırakılması düşüncesi, her anlamda “millî bağımsızlık” düşüncesini kendisine prensip edinmiş Türk milliyetçileri için harekete geçme unsuru olmuştur. Bu dönemde dış politikanın karışık olması hasebiyle derginin 1974 32. sayısında (Sayfa:51) “Bayrak Şair”i olarak bilinen Arif Nihat Asya’nın “Dua” şiiri yayımlanmıştır. Bu şiirin dizeleri bir yandan dış politikada içinde bulunulan duruma ilişkin bir fotoğraf sunarken, diğer yandan mukaddesatçı milliyetçi anlayışı öne çıkarmaktadır. “Dolu gönderdin, sel gönderdin; buz, zelzele, kurak, kıtlık, ecel gönderdin… Düşman gönderme ya Rabbi! Şu memleketi beyaz gördüm, yeşil gördüm, sarı gördüm, hatta siyah gördüm. Kızıl gösterme ya Rabbi! 98 Bereketi gitti emniyeti gitti; yer yer fazileti gitti… İstiklâlini giderme ya Rabbi! Ona ceza verdin, kaza verdin, eza verdin, nizâ verdin… Zelal verme ya Rabbi!”(Asya, 1974a: 51). Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini ‘Türk’ün kendisine dönmesi’ olarak tanımlayarak Türk milliyetçiliğini öne çıkarak Yuluğ Tekin Kurat (1974, Sayı: 33- 34: 11-17), tarihin bir millet için öneminden bahsederken, milliyetçiliğin bütün türden ideolojiler ve uluslar arası anlaşmalardan çok daha önemli bir yerde durduğundan bahseder. “Şuurlu bir tarih metoduna dayanan Türk Milliyetçiliği kavramının değer ölçüleri, zararlı ideolojileri etkisiz duruma getirecek güce fazlasıyla sahiptir” (Kurat, 1974: 11). Burada her türden zararlı ideolojinin panzehiri olarak milliyetçilik öne çıkarılmıştır. 1974 yılındaki 35. sayıda Necmettin Hacıeminoğlu “Tarih Boyunca Türk Milliyetçiliği” adlı yazısında milliyetçiliğin Batı’dan kaynağını alan bir fikir sistemi olmadığını, Türklerde tarihsel bir serüvene dayandığını yazar. “Türkler, bilinen ilk devirlerden beri milliyet şuurunu ve onun tabii sonucu olan istiklâl fikri ile cihan hakimiyeti ülküsüne sahiptirler” (Hacıeminoğlu, 1974b: 11). “Milliyetçilik fikrinin bize Batıdan geldiği iddiası tamamen yanlıştır. Türklerde millet şuuru ve milliyetçilik, Türk tarihiyle yaşıttır. Milliyetçilik Türkiye’de tek yerli fikir sistemidir”(Hacıeminoğlu, 1974b: 11). Burada Necmettin Hacıeminoğlu’nun milliyetçiliğin Batı’da Fransız İhtilali ile yayılması ve Türklere sadece bu vesile ile etkide bulunması durumuna karşı çıktığı görülmektedir. Milliyetçiliğin özsel olarak Türk toplumlarında tarih öncesi çağlardan beri var olduğunu ve Türklerin her zaman milliyetçi bir toplum olduklarını belirtir. 1974 yılının 35. sayısında Halide Nusret Zorlutuna’nın “Duyuşlar” dizelerine yer verilmiştir. Zorlutuna’nın kaleme aldığı dizeler Anadolu’nun Türk yurdu olma sürecini anlatmaktadır. Malazgirt Savaşı’ndan Miryakefelon Savaşı’na ve Miryakefelondan Milli Mücadele Dönemi’ne kadar pek çok gelişmenin izlerini Zorlutuna’nın dizelerinde bulabiliriz. 99 “Tövbe! Yanılmışım meğer: Üstünde izim, serteser. Çocuğum, sen postunu ser! Bu yer Türk’ün öz vatanı. Atalarım, kapısını Açmış, yapmış yapısını, Mühürlemiş tapusunu. Bu yer Türk’ün öz vatanı. Kanla çizilmiştir sınır Uzanan eli hemen kır! Hak, hakkın yardımcısıdır. Bu yer Türk’ün öz vatanı!” (Zorlutuna, 1974a: 19). Burada aynı zamanda “Hak, hakkın yardımcısıdır” dizesi bizlere mukaddesatçı bakış açısını vermektedir. Türk’ün ana vatanına uzanacak eller yine “Türk’ün milliyetçi şuuru ile kesilir” mesajının verildiği bu dizeler derginin milliyetçi muhtevasını barındırmaktadır. Dergide Türk milliyetçiliğine vurgu yapıldığı gibi Türk’ü, Türk’ün dilini, Türk’ün Töresini öne çıkaran aydınlara da yer verilmiştir. 1974’deki 35. sayıda (Sayfa: 28-35) Ahmet Ercılasun’un yazısında Ali Şir Nevâi’nin devlet fikrine yer vermesi buna örnek teşkil etmektedir. Bilindiği üzere Ali Şir Nevâi, “Muhâkemetü’l Lügateyn” adlı eserinde Türk dilinin Fars diline üstünlüğünü ortaya koymuştur. “O, sayısı otuzu geçen eserlerini, Türk dilini ve edebiyatını yüceltmek, daha da ötesi, Türkleri şuurlu bir millet haline getirmek için kaleme almıştı”(Ercılasun, 1974: 30).Türk dilinin üstünlüğünden ziyade” Türk töresine vermiş olduğu önem Töre’nin perspektifinde ayrıca anlam kazanmaktadır. 1974 yılındaki 35. Sayıda Nevzat Köseoğlu’nun “Tevekküle Dair” adlı yazısı Türk milletinin Allah’a inancı vesilesiyle yükseldiğine atıfta bulunmaktadır. Burada 100 Nevzat Köseoğlu, Türk’ün başarılarının imanından kaynaklandığına ilişkin bir düşünüşe sahip olduğunu söyleyebiliriz. “Biz Türkler, has Müslümanlar olduğumuz çağlarda tevekkülü derinliğine yaşamış bir milletiz. Malazgirt’de elli bin kişiyle Anadolu’nun kapılarını bu güçle açtık” (Köseoğlu, 1974: 56). Bu noktada, Malazgirt Zaferi ile Anadolu’nun kapılarını açtıran da 1453’te İstanbul’u fethettiren de Türk’ün bileğinin gücünden ziyade imanın gücüdür. Türkler İslam fazileti ile yükselmiş ve anlı şanlı bir tarih yazmışlardır. Bu duruma en güzel örnek peygamber efendimiz Hz. Muhammed’in İstanbul’u fethedecek olan komutana ve askerlere ilişkin hadis-i şerifidir. Gavseddin Koçak 1974 36. sayısında sevgiliye aşkını anlatırken vatanın bölünmez bir bütün olduğuna vurgu yapmıştır. Koçak, vatanın bölünmez bir bütün olduğunu dizelerinde yazarken, millî mücadele ruhuna ve millî sınırlara da atıfta bulunmuş olur. Vatan canımızdır bölemeyiz biz; Ne bensiz yaşarsın ne de ben sensiz. Yalvarsak yakarsak Tanrı’ya sessiz, Koçak denen yiğit kul sana düşsün (1974a: 29). 1974 yılının 42. sayısında Gavseddin Koçak, “Bayrak, Vatan, Türk” kavramlarını öne çıkardığı mısralarında Türklüğü “Türk Güzel” şiirinde övmektedir. “… Gövde tunçtan, bilek çelik, dimdik baş, Göktürk bıyık, hançer kirpik, çatma kaş. Başlayınca amansız bir savaş, Ay-yıldızlı bayrak tutan el güzel. Töresiyle yürüttüğü her devlet. Savunduğu Hak, adalet, fazilet. Kültürüyle, vatanıyla bu millet, Her şeyiyle Türk denilen kul güzel (Koçak, 1974b: 37). 101 Töre’nin 1977 yılının 69. sayısında İrfan Ünver Nasrattınoğlu’nun “Varım Dersin Ama İş İşten Geçer” adlı yazısında milliyetçiliğe ve İslam dininde vurgu yapan dizeleri olan şairlere yer verilmiştir. Alucralı Ozan Arif’in ve Karslı Aşık İlhami Demir’in dizelerine yer veren Nasrattınoğlu, bu dizlerle derginin Türk-İslamcı kimliğini bir kez daha öne çıkarmıştır. Alucralı Ozan Arif’in şu dizeleri: “… Beşikte gardaşım hep yetim kalsa Süt emdiğim anam saçını yolsa Türk-İslam’a düşman babam da olsa Vurana kurbandır bu canım benim …”( Töre, 1977: 47). Ve Karslı Aşık İlhami Demir’in şu dizeleri: “… Özü sözü doğru vicdana sahip Dini İslâm kendi imana sahip Hakikat yolunda Kur’ana sahip Kimdir kim olacak kim ise Türk’tür” (Töre, 1977: 47). Derginin durduğu perspektifi yansıtması açısından en çok öne çıkan dizelerdir. Reha Oğuz Türkkan derginin 70. sayısında yer verilen “Türk Yerine Anadolu Milleti Mi?” adlı yazısında (1977a: 8-10) Anadolu topraklarında Malazgirt Savaşı’ndan önce Anadolu’da bulunan halkların etkili olduğu ve bu etki nedeniyle Türklerin atalarının farklı milletlerden oluştuğu fikrinin yayılmaya çalışıldığı belirtilir. Türkkan’a göre bu düşünce asılsızdır ve Anadolu’nun fethinden sonra Türkleştirilen milletlerin bulunduğu bir gerçek olmakla birlikte Türklerin atalarının Anadolu milletleri olduğu söylemi bir yanılgıdır. Bu düşüncelerin henüz yaygın bir hal almadan önüne geçilmelidir. 102 “Anadolu, kanıyla, diliyle, diniyle, musikisiyle, edebiyatıyla, yapısıyla, gelenek ve görenekleriyle, giyinişiyle, köy, kasaba ve şehir isimlendirişiyle, hulasa adıyla sanıyla Türkleşmiştir, yani Türktür” (Türkkan, 1977a: 10). Reha Oğuz Türkkan, Töre’nin 79. sayısında yer verilen “Yeni Bir Türk Yaratmak: ‘Daha İyi’ Türk İnsanına Doğru” adlı yazısında atalarımızda görülen ve bugün de ileri ve başarılı toplumlarda görülmesi gereken kriterleri yedi başlık altında açıklamaktadır. Bu yedi başlıkta toplanan karakter Türkkan’ın nezdinde üstün karakter yapısına işaret eder. Bu karakter yapısında Milliyetçilik ve toplumculuk duygusu, Disiplin (yasalara uyma), başkasının hakkına saygı, çalışkanlık ve iş ahlâkı, cesaret ve enerji, akıl ve his dengesi, manevi değerler vardır. Burada milliyetçilik ve toplum duygusu esasında Türkkan kişinin kendi menfaatini gerektiğinde hiçe sayarak toplumun menfaatlerine göre hareket etmesi gerekliliğinden bahsetmiştir. Türk Milliyetçiliği Fikir Sisteminin gereklerinden birisi olan bu kriter Türkkan’ın yazısında şu şekilde öne çıkmaktadır:“Milli değerlerini biliş, seviş; milletinin çıkarlarını düşünüş, koruyuş, kendi çıkarlarıyla çatıştığında milletininkini tercih ediş; milletinin büyüklüğüne ve yarınına heyecanla bağlanış; toplum içinde bir vatandaş olarak meselelere, çözümlere uyanık oluş ve sorumluluk duyuş; her şeyi hükümetten beklemeden, tek başına (veya başkalarını da organize ederek) katkıda bulunmak için harekete geçiş”(Türkkan, 1977b: 3).Diğer yandan Türkkan’ın belirtmiş olduğu kriterlerden “manevi değerler “, her şeyin üstünde bir güç olduğunu yansıtması bakımından bireyleri dine bağlayıcı bir işlev görmüştür. “Her şeyin insan denen yaratıkla ve vücudumuzdaki maddi yapısıyla bitmediğine ve bu kâinatın bir sebebi ve hâliki olduğuna inanmak; küçük aklımızın yapısının dışında başka bir gerçeğin de bulunduğundan şüphe etmemek” (Türkkan, 1977b: 3). Derginin 79. sayısında Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun kaleme aldığı “Uyan Ey Türk Oğlu” adlı dizelerin Türk-İslam Sentezine kavuşmayı özüne dönmek olarak öne çıkardığı görülmektedir. “… Sen Oğuz Ata’nın has milleti, sen! Sen, son Peygamberin has ümmeti, sen! 103 O seni boğmadan, boğ zilleti sen! Uyan! Ey Türk oğlu! Uyumak nene? Kalk doğrul yerinden! Yürü geç öne! … Destanlar yazılır, şanına lâyık, Yine de erişmez ününe lâyık, Olursan soyuna, dinine lâyık… Geçer bu gafletin; sürmez çok sene, Uyan ey Türk oğlu! Uyumak nene? “(Gençosmanoğlu, 1977: 5). Necati Öner, Töre’nin 82. sayısında “Aşkın Değer Bunalımı” adlı yazısında insanın Allah’ın varlığına olan inancının olmadığı bir çağda yaşamasının insanı değer bunalımına sürüklediğini belirtir. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte insanların gelişen teknolojiyi hangi değer alanı için kullanacağı da önem kazanmıştır. Bu bağlamda II. Dünya Savaşı’nda gelişmiş silahların kullanımının insan hayatına olumsuz etkiler bırakması teknolojinin olumsuz anlamda kullanımına örnek teşkil eder. İnsanı diğer varlıklardan ayıran değerler sistemine sahip olmasıdır. Bu noktada Öner, Allah inancına bağlı olmayan toplumların ahlaki olarak bunalımlar yaşayacağına dikkat çeker. Bu bakımdan yazının, dinsizliği öne süren komünizm gibi ideolojilerin karşısında ahlaki değerleri ön plana çıkardığı ve değerler ekseninde yaşamayı Türk insanına özendirme gayretinde olduğu söylenebilir. “İnsan zekasının maddeye hakimiyetinin sembolü olan teknolojinin göz kamaştırıcı gelişmesi ile elde edilen maddi imkanlara rağmen, insan mutluluğunun arttığı iddia edilemez. Maddi başarı yanında insanın manevi uçuruma sürüklendiği gerçeği gittikçe daha belirgin duruma gelmektedir” (Öner, 1978: 15). “Huzursuzluğun asıl sebebi insanlığın içinde bulunduğu değer buhranıdır. İnsan, aşkın ve mutlak olan değere bağlı olmamanın, Allahsız hürriyetin, başka ifade ile Allah’a ve onun kayıtlayıcılığına inanmayışının sıkıntısını çekmektedir. İnsan aşkın değere içtenlikle yönelirse, bilim ve tekniğin her nimeti onun huzuruna huzur katar; aksi durum, medeniyetin ve insanlığın yok olması sonucunu doğurabilir”( Öner, 1978: 17). 104 Töre’nin 82. sayısında İbrahim Berber’in “Nerde” adlı şiirinin dizeleri bir yandan Türk milletinin anlı şanlı tarihine vurgu yaparken diğer yandan “Kızıl Elma” ülküsünü Türk milletine hatırlatma gayesini taşıyor. Özüne dön çağrısının Töre’nin 82. sayısında İbrahim Berberce de yinelendiği görülen bu dizler, Türk’ün en kıymetli ülküsü olan “Kızıl Elma”dan vazgeçilemeyeceğine işaret etmektedir. “… Yürürken düşmana, atlıyla yayan, Titrerdi korkudan adını duyan, Uyan ey Türk oğlu, uykudan uyan, Muzaffer olduğun o çağlar nerde? Bak dimdik karşında, geçen vurduğun, Titre kendine dön, yeter durduğun, Nerde KIZIL ELMA’n, Kurt başlı tuğun, Serhat boylarıyla, otağlar nerde?” (Berber, 1978: 34). Bu dizelerde Türk milletinin tarihi referans alınmış ve bugün düşman addedilenlerin geçmişte başının ezildiğine değinilmiştir. Bu bağlamda Türk’e hayat veren ülkünün –kızıl elmanın- de tıpkı eski görkemiyle gücüne güç katıp uyanacak olan Türk milletine bağlı olduğuna işaret edilmiştir. Töre’nin 85. sayısında “Yeşil Direnç” adlı şiirin dizelerinde Bahattin Karakoç, bir yandan Türk-İslam Sentezi’ne vurgu yaparken diğer yandan Amerika’nın 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nda Türkiye’ye silah ambargosu uygulamasına istinaden yabancı devletlerin Türk milletinin gücünden rahatsızlık duyduğunu yazmaktadır. “… Hürriyeti vurgular bozkurtların imânı Büyük yürüyüş başladı, sürüklüyoruz dağları Bir ışık yaktıkça düşman karakollarının sıvaları dökülüyor İçimizdeki Rusya, Amerika, İsrail Her şeye ambargo koysa da rahat değil 105 Olabildiğine şaşkın görünüyor afyonlu şerbet satıcıları Bu çok renkli görüntüler korkudan geliyor Bizimse geleceğimizi ışıklar müjdeliyor Ve her vardiyada İslâmı selamlatacağız havalarda, denizlerde, karalarda Bileğimiz Tanrı dağı, yüreğimiz Hira dağı Tövbe eyle ey çelik kanatlı sürüngenler çağı: Bu rüzgar eser artık Bu kılıç keser artık Su verildi çeliğe İslâmı yeşertartık!” (Karakoç, 1978: 17). Bahattin Karakoç, Türk’ün bilek gücünü Tanrı dağından, yüreğinin yılmaz cesurluğunu ise -İslam dinine atıfla- Hira Dağı’ndan yani imanlı yüreğinden aldığını belirtmiştir. Çelik kanatlı sürüngenler çağı olarak tanımlanan bu çağ ise Batı’nın teknik gelişmelerle Türk milletine diz çöktürmek istemesine bir misillemedir. Bu noktada Karakoç’un vurgusu Türk-İslam Sentezi’ni benimsemiş olan Türk milletinin her türlü engeli aşacağı ve İslam dinini tüm dünya üzerinde zamanla yeniden yeşerteceğidir. Nizamettin Aksu, Töre’nin 85. sayısında “Kükresin!” adlı şiirinin dizelerinde Türk- İslam ülküsünü, Kızıl Elma ve Dokuz Işık Doktrinini öne çıkarmıştır: “… Sussun Mason, sussun Rus, Çin uşakları; Türk-İslam Ülküsü’ne kan verenler kükresin! … Kös vursun, kopuz çalsın; görkemli otağ içre KIZIL ELMA dileğe post serenler kükresin! Dikenli olsa yol Büyük Hedef’e doğru BOZKURT’ça atılarak, yay gerenler kükresin! Sıyrılarak ‘yokluk’tan; DOKUZ IŞIK misali Türk için, Türk’e göre ‘tez’ derenler kükresin! 106 ‘Ya Şehit ol, ya Gazi’ diyerek, ‘can bağı’nı, ÜLKÜCÜ HAREKET’e gönderenler kükresin!” (Aksu, 1978: 49). Töre’nin 86. sayısında Halûk Karamağralı, “Milli San’at Anlayışı ve Siyaset” adlı yazısında Mimar Sinan gibi önemli isimlerin sanat alanında yetişebilmesini kişiye Türklük sevgisi ve Büyük Türkiye ülküsünün aşılanabilmesiyle doğru orantılı görür.“… yeni nesillere her ciheti ile aslını öğretebilir, müşterek manevi değerlerimizi, Türklük sevgisini ve Büyük Türkiye ülküsünü aşılayabilir, onları bunun şuuru ve heyecanı ile yoğurabilirsek, köküne bağlı modern Türk san’atı doğabilir” (Karamağralı, 1978: 12).Yetişen yeni neslin Türklük bilincine sahip olması bu bağlamda Türk milliyetçiliğine bağlı olması durumunun Türk sanatında üstün başarılar elde etmenin esas kaynağı olarak yorumlandığı görülmektedir. Töre’nin 91. sayısında Yunus Özel’in kaleme aldığı “Şehitlerin Son Arzusu” adlı şiirin dizeleri bir yandan antikomünist bir söylem içerirken diğer yandan Türkİslam Sentezi’ne vurgu yapmaktadır. Ezanlar minarelerden eksilmesin, Allahsızlar vatandan çekilsin mısralarında bu yaklaşımlar açıkça görülmektedir: “… Türk’ün mâkûs talihine ağlar gözümüz. Bayrak inmesin burçlardan, kalelerden, Ezân eksilmesin minarelerden. Çekilsin hainler, uşaklar, satılmışlar!.. Çekilsin vatansız, dinsiz, Allahsızlar!.. Çekilsin yoldaşları, yandaşları içimizden. Canımız fedâ olsun, kanımız sebil, Yeter ki kurtulsun vatan.. Budur SON ARZUMUZ, SON SÖZÜMÜZ!..” (Özel, 1978: 13). Ömer Albayrak, Töre’nin 91. sayısında “Cihan Devleti” şiirinin dizelerinde bir yandan Osmanlı İmparatorluğu’nun ihtişamına vurgu yaparken diğer yandan içinde bulunulan durumu,sağ-sol çatışmalarını, eleştirmiştir. Osmanlı’da “sınıf 107 çatışması” kavramının ortalığı karıştırmadığı ve milletin İslam çatısı altında bir olduğu günlere özlemle bu şiir kaleme alınmıştır. “… Devletti, Milletti, kemdi başkası, Sözcüğünde yoktu sınıf kavgası. Sağı, solu yoktu: birdi Kıb-le-si, Böyle yücelmişti CİHAN DEVLETİ” (Albayrak, 1978: 40). “Böyle yücelmişti cihan devleti” derken Ömer Albayrak, İslam dinine mensup olmanın, bu bakımdan İslam çatısı altında olmanın birleştiriciliğinden bahsetmiştir. Ayrıca dizelerine son verirken bu cümleye yer vermesi o günün şartlarında sağ-sol kavgasının durması ve komünist ideolojiye ket vurulması bağlamında İslam dinine sarılmanın kötü günleri arkada bırakabilmenin bir yöntemi olabileceğine de vurgu yapmış bulunur. Töre’nin 92. sayısında Tahsin Bekdemir, “Müslümanların Kültür Tarihinde Hizmetlerine Kısa Bir Bakış” adlı yazısında, İslam dininin diğer hiçbir dinin önemsemediği kadar ilme önem verdiğini yazmaktadır. İslam medeniyetinin, Avrupa medeniyetinin gelişmesi için önemli bir kaynak olarak takip edildiğini belirten Bekdemir, Avrupalıların pek çok icadı İslam düşünürlerinden etkilenerek kendi icatlarıymış gibi sunduklarını belirtir. İslam dininin ilme önem verişini ise “Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu” ayetine atıfta bulunarak vurgular. “…İslam Medeniyeti böyle bir ortamda meydana gelmiş, bütün insanlığı karanlığa ve sefalete mahkum olmaktan kurtarmış, onları aydınlatmıştır. Eski medeniyetlerini yeni çağlara ulaştırmada İslam Medeniyeti bir köprü vazifesi görmüştür” (Bekdemir, 1979: 32). Erol Güngör, Töre’nin 95. sayısında “Avrupa ve İslam” adlı yazısında modernleşen çağda bile insanlığın dine ihtiyaç duyduğunu belirtmektedir. Avrupa’nın demokrasi ve laiklik kavramları üzerinden dinden uzak kalmasının yeri dolmayacak bir boşluğa karşılık geldiğini belirtir. Bu noktada A.Toynbee’nin düşüncelerini öne çıkaran Güngör, insanların rasyonelleşmesinin dinî alana duyulan 108 ihtiyacı ortadan kaldırmayacağını belirtmiştir. Modern zamanlarda dahi insanların dine ihtiyaç duymasına İran’da gerçekleşen dinî hareketliliği örnek vermektedir. Ayetullah Humeyni etrafında Şah’a karşı ayaklanmaların yaşanması ve İslami yönetim tarzının öne çıkarılma düşüncesinin çabası İran’daki hareketliliğin İslam uyanışı çerçevesinde ele alınmasına neden olduğunu da belirtmiştir. “Sömürge haline getirilen İslam ülkelerinde sömürgeci batı devletinin kanunları hakim olmuş, onların hayat tarzı, örf ve adetleri doğrudan ve dolaylı şekillerde empoze edilmiştir. Bağımsız devletlerde ise cemiyetin seçkin tabakası Batılı bir hayat tarzının ülkeyi kurtaracağına inanarak o hayatı ithal etmek üzere çeşitli yollar denemişlerdir. Şimdiye kadar ki tecrübeler gösteriyor ki, bütün bu teşebbüsler karşısında İslam gücünü kaybetmiş değildir. Son zamanlarda ise Batı medeniyetine ve onun yerli modellerine karşı tam bir alternatif olarak ortaya atılmaya başlanmıştır. Bunun en basit örneklerini Mısır’da, Libya’da, Pakistan’da, İran’da görüyoruz” (Güngör, 1979a: 4). Töre’nin 97. sayısında Ayhan Tuğcugil, “Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi Uygulama” adlı yazısında Türk Milliyetçiliği Fikir Sisteminin anlaşılması adına temel, teori, uygulama ve doktrin şeklinde bu sistemi basamaklandırmaktadır. Tuğcugil burada temelden kastın Türklük sevgisi olduğunu ve İslamiyet, Türk dili, Türk kültürü, Türk tarihi, Türk devleti gibi Türk milletine mensubiyet şuurunu aşılayan bütün müştereklerin bulunduğunu belirtmiştir.“Temel; İslamiyet, Türk Dili, Türk Kültürü, Türk Tarihi, Türk Vatanı, Türk Devleti; özetle fertlere, Türk Milletine mensubiyet şuurunu aşılayan bütün müştereklerdir. Bu Temel’e kısaca, ‘Türklük Sevgisi’ diyoruz” (Tuğcugil, 1979b: 3). Tuğcugil bu yazısında Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin dil, din, kültür, milli eğitim, iç politika, dış politika ve iktisat sahalarında nasıl uygulanacağını ele almıştır. Türklük mensubiyeti kazandırması noktasında temel olarak nitelendirdiği unsurları –dil, din ve kültür- uygulama kısmında ele almasını bu unsurlara nasıl hizmet edileceğinin planlanması gerekliliği ile açıklamıştır. Uygulamadan kastın ise Türk milliyetçilerinin bu müesseseler -dil, din, kültür, milli eğitim, iç politika, dış politika ve iktisat- için bugün ne yapmaları gerektiği ve iktidar mevkiine geldikleri zaman ne yapacakları olduğunu belirtmiştir. Murat Şenol Hakan, Töre’nin 97. sayısında “Uyan” adlı şiirinin dizelerinde dünya üzerinde zulme uğrayan Türklerin içinde bulunduğu duruma atıf yaparken 109 diğer yandan dinini Türk milletine yaşatmayan komünist idarelere dikkat çekmektedir. Hakan, içinde bulunulan durumdan Türk soydaşları kurtaracak olanlarınsa Türk milliyetçiliğe bağlı bozkurtların olacağını belirtir. “Moskof yurduma sızdı, zayıfı köle etti, Rus kuklası hainler bunu bile seyretti. Onlar ki Boğazlar’a hep sahip çıkmak istiyor, Yavaş yavaş da olsa muradına eriyor. … Türkistanlı kardeşim inim inim inliyor, Onların feryadını Rus zevk ile dinliyor! Çin’de de soydaşıma oruç namaz hep yasak, Ey Bozkurtum! Onları bir sensin kurtaracak. …”( Hakan, 1979: 42). Töre’nin 99. sayısında “Akınlara” adlı şiirde Metin Dürkaya’nın kaleme aldığı mısralar Türk’ün zulme karşı savaşan Allah’ın ordusu olduğu vurgulanmıştır. Türk’ün imanından kaynaklanan kudreti ile tüm akınlarda galip geleceği mesajı verilmiş ve şehitlerin unutulmaz olduğuna vurgu yapmıştır. “Haydin başlıyoruz, Allah Allah Ya Allah deyip, ya Bismillah Akınımız var; Küffar üstüne Akıyoruz ki zulüm üstüne … Millet; tarihin şanlı milleti ‘Allah’ın Ordusu’ Türk Milleti! İmanla cümlemiz şaha kalkınca Dünya toz pembe ‘AKIN’ olunca, İşte sana düşman; Moskof ve Yunan Onların yaktığıdır, şu yanan! Bu millet, şehidini unutmaz, Yalnız ‘aman’ diyene vurmaz!”(Dürkaya, 1979: 53). 110 Töre’nin 101. sayısında Rıfat Aras, “A Gardaş” adlı şiirinde Turan ülküsüne bağlı olarak Türklüğü ve Türk’ün rehberi olan Kur’anı bu bağlamda derginin İslamcı bakış açısını ön plana çıkarmıştır. “… Dedim gonah gelem gapılar bağlı. O’menim sevdiyim gara duvahlı. Gence’li, Tebriz’li Ey Garabağlı Yolumuz Turan’dı, Turan a gardaş. Rehberimiz Kur’an, Kur’an a gardaş” (Aras, 1979: 38). Töre’nin 102. sayısında Celal Hastan’ın “Vur Be Gardaş” şiirinin dizelerinde de Türk-İslam ülküsünü görmek mümkündür. “… Sen Türk oğlu Türk’sün Bu davanın ülkücü neferisin At ki naranı yer gök inlesin Vur ki kafire, imana gelsin Mefkuremiz nizam-ı âlem ülküsü Dillerdedir Bozkurt türküsü Allah tekbirleri ile geliyor ülkücü Ancak bizler kurtarırız esir Türk’ü” (Hastan, 1979: 43). Töre’nin 107. sayısında belirlenen bazı sorular üzerinden yapılan ankete yer verilmiştir. Bu sayıda “Töre’nin Anketi” başlığı altında Mehmet Doğan’ın bu sorulara hangi perspektiften yaklaştığına yer verilmiştir. Sorular genel olarak Tanzimat’tan günümüze kadar Türkiye’nin nasıl bir aşamadan geçtiği ve son olarak durması gereken noktanın ne olduğunu sorgular niteliktedir. Bu sorulara ilişkin cevabında Doğan, Tanzimat’ın Türk milleti üzerinde olumsuz etkilerde bulunduğundan bahsederek Türk milletinin yapması gerekenin “izm”leri ve “konforizm” bahşeden bu sömürü düzenine alet olma durumunu silkinerek üzerinden 111 atması gerekliliği olmuştur. Tüm bunlara karşı yapılması gerekenin Osmanlı’da Türk kimliğinin özü olarak işlevselleşmiş olan İslam dünyasına ait olma bilincinin hakim olduğu hakk’a yönelmek olduğunu belirtmiştir. “Kafamızda küfrün bütün kalıntılarını, çağdaş putçuluk olan ‘izm’leri, bizi mevcut sömürü düzenine adepte edip uyuşturan konforizmi -kafa rahatlığını- silkip atalım. Yeniden, bütün varlığımızla, Hakk’a yönelelim, onun devletini, düzenini, kanununu, adaletini dileyelim. Başka yol, başka kurtuluş… Her türlüsü bizi döndürüp dolaştırıp bugünkü çıkmaza getirir” (Doğan, 1980: 47). Töre’nin 109. sayısında Bahaddin Karakoç’un kaleme aldığı “Yuvaya Dönüş Türküsü” adlı şiirin dizelerinde Hz. Muhammed’in 571 yılında gerçekleşen doğumunun yeryüzünde sevinç uyandırdığından ve Mekke’den Mediye yapılan Hicret’in iman ışığıyla dünyayı aydınlattığından bahsedilmiştir. Burada Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethetme arzusunun Hz. Muhammed’in hadis’inden kaynaklı iman dolu bir yürekle başladığına atıf yapılmıştır. Türk’ün “Kızıl Elma” sı İslam dinine hizmet eden Türk milletinin bir ülküsü anlamında yüceltilmiştir. “… İşte yaklaşıyor kanat sesleri Merhaba ey bezmi elestte akort olan can 1400 yıl önceydi çölü ve yeryüzünü muştularla uyandıran Sesin ışığın, rahmetin gökyüzünden kainata taşması Hasret yüklü bir gönülün hasretiyle En taze güllerin en taze sabahlarla kucaklaşması Hicret kuşlarının ‘ALLAHU EKBER’ sesinde Yeni çağlar üstü bir iman senfonisinde Mekke’nin Medine’ye yaklaşması Maddenin intiharı ve mânanın bayraklaşması 1400 yıl önceydi sonsuzluğu vurgulayan gerçek bir devrimle Sevginin ışıklanması Bu ışıktı Fatih Sultan Mehmet Han’ın uykularını kaçıran Bu ışıktı Tarık’ı İspanya’ya uçuran Babur’u Fergana’dan Sind kıyılarına koşturan 112 Her yerde hep aynı KIZIL ELMA sembolüydü Yürekler hep kement atardı ay’a İstanbul, Gırnata, Kurtuba Birer ülkü gülüydü Ve bu kutsal maya Işıktı, hızdı, inançtı Hakk’a hicret yatağımda …” (Karakoç, 1980: 9-10). Töre’nin 109. sayısında “Töre’nin Anketi” başlığı altında genel soru temasının “Dün neydik, bugün nereye geldik, niçin?” sorusu üzerinde odaklandığı ankete Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın verdiği cevaba yer verilmiştir. Burada Mehmet Kaplan, Osmanlı’nın ihtişamlı tarihine hayranlığını ifade etmiş fakat mili devlet yönetiminin çağdaş topluma uygun olduğunu belirtmiştir. Ona göre Tanzimat’tan beri çağdaşlaşma temasıyla öne çıkarılan yenilikleri eleştirmek yerine bugün hangi perspektiften yaklaşmamız gerektiği daha önemlidir. Bu bağlamda Mehmet Kaplan eskiden beri Türk milletini beslemiş olan İslam dininin bugünde Türk milletinin manevi değerlerini besleyecek bir din olduğu üzerinde durularak eskileri taklit etmek yerine eskiler üzerinde yeniden düşünebilmenin manevi saadeti sağlayacağından bahseder. “…Türkiye’nin çok kuvvetli ve sağlam manevi değerlere de ihtiyacı vardır: İslamiyet çok yüksek, ebedi manevi değerlere sahip bir dindir. O, bizi dün olduğu gibi bugün de besleyebilir. İslamiyetin temelinde olan ‘vahdet’ fikri, insanın Allah’a doğru yönelmesi ve yücelmesi inancı ve Kur’andaki bütün diğer fikirler, bizi ve bütün insanlığı ebedi saadete ulaştıracak bir mahiyeti haizdirler. Eskileri taklit etmekle değil, onlar üzerinde yeniden düşünmekle, büyük bir aydınlık ve manevi saadete kavuşacağımıza inanıyorum” (Kaplan, 1980: 23). Türk-İslam Sentezi çizgisinde Töre’nin durmuş olduğu noktaya bakıldığında Töre dergisinin Türk-İslam Sentezi’nde daha çok “Türk”lüğe atıfta bulunduğu dikkat çekmektedir. Bu noktada İslam dini, Türklüğe sağlam temeller oluşturan manevi bir tarafın ifadesi olarak yüceltilmektedir. Töre’nin dine Türklüğe güç katan kültürel bir unsur olarak önem vermesi bu bağlamda “ümmet” anlayışından çok “Türk”lük gurur ve şuurunu öne çıkarması Milliyetçi Hareket Partisine yakınlığı açısından düşünüldüğünde ayrıca önem kazanmaktadır. 113 4. 2. 2.Antikomünizm Vurgusu Töre dergisinin yazılarında milliyetçi bakış açısından komünizm karşıtlığına pek çok tema karşımıza çıkmakla birlikte, bu dergide aynı zamanda güncel olaylara karşı bu temalarla birlikte yorum yapıldığı görülmektedir. Dergi sol karşıtı bir muhtevaya sahip olmakla birlikte dönemin hükümet üyelerini de sola karşı tutumlarına odaklı olarak iğnelemekten geri kalmamıştır. “Genel Durum” başlığında yıl içindeki önemli olaylar yorumlanmaktadır. Bu olaylar ekseninde derginin sol ve komünizm karşıtlığının hükümet üyelerinin eleştirilmesiyle ortaya konulduğu görülmektedir. “Silahlı kuvvetlerimizin idareden çekilmesi sonunda yine komünist ‘eylemler’ devam edecektir. Bunun için gerek asayişle ilgili çalışmalarda, gerekse, reform çalışmalarında görevlendirilecek kimseler çok ciddi bir şekilde incelenmeli, ve mutlaka Türk devletinin istiklâlini, Türk vatanının ve milletinin bütünlüğünü kendine ülkü edinmiş yetki sahibi kılınmalıdır” (Genel Durum, 1971:40). “CHP ve MSP’ne oy veren vatandaşların hayâl kırıklığı kısa zamanda öfkeye dönüşmüştü. İki kurnaz siyasetçi, Ecevit ve Erbakan, zam acısını unutturacak süslü cümlelerin peşine takılmışlardır” (Genel Durum, 1974b:7). “Şunu da ilâve edelim: Türk milliyetçilerinin ölçülerine göre, yönetimin kilit noktalarına solcuların yerleştirilmesi zamlardan çok daha büyük ve mutlaka önlenmesi gereken bir tehlikedir” (Genel Durum, 1974b:7). Erbakan’ın vaadlerini konu alan yazıda Erbakan’ın vaadleri hatırlatılarak kısa sürede fabrika ve atölye kurulacağı, bunun dost memleketlerde de ağır sanayi tesislerinin kurulacağı şekilde devam etmesi eleştiri konusu olmuştur. Erbakan’ın bu tür laflar etmesinin kaynağını Sovyetlerde bulan bir yaklaşımla Erbakan, Sovyetlerle birlikte hareket etme noktasında eleştirilmektedir. “ …‘Kısa süre içinde!’ ‘Çok yakında’yı da sonsuza kadar uzatabilirsiniz! Sayın Erbakan’ın kimden öğrendiğini bilemeyiz ama, bu tür yüksek siyasetin kaynağı bellidir: Sovyet yöneticileri, elli yıl boyunca, ‘Çok kısa bir zaman sonra’ Amerika’yı geçebileceklerini söylemişlerdir ve o ‘Çok kısa zaman’ hiç gelmemiştir” (Genel Durum, 1974b:8). 114 Töre’nin durmuş olduğu noktaya bakıldığında milliyetçi hareketi desteklemesi hasebiyle Millî Selamet Partisiyle aynı kesime hitap etmesine karşın, kendisini Millî Selamet Partisinin ve Erbakan’ın faaliyetlerinden ayıran bir tarafının olduğu görülmektedir. Bu bakımdan Erbakan siyasetini eleştirmesi de anlamlı bir zemine oturmaktadır. Necmettin Hacıeminoğlu 1971 5. sayıda kaleme almış olduğu “Ümanizm Değil Milliyetçilik” adlı yazısında komünistlerin “ümanizm” hareketinden faydalanarak kendilerini sevimli göstermeye çalıştıklarını bu bağlamda gerçek yüzlerini sakladıklarından bahsetmektedir.“Felsefesi aslında sevgi üzerine değil, insanları sınıflara bölerek, onlar arasında kin ve nefret tohumları saçmak olan komünizm, milliyet duygusunu öldürünceye kadar, ümanizm maskesini kullandı” (Hacıeminoğlu, 1971c: 24-25).Hacıeminoğlu’nun bu ifadeleri milliyetçilik aleyhine komünistlerin nasıl bir faaliyette bulunduğunu ifade ederken, diğer yandan milliyetçilerin neden komünist hareketin karşısında olduğunu açıklar niteliktedir.”Ümanizm” düşüncesi bütün insanları dil, din, ırk, cinsiyet, renk gibi pek çok etkeni aşan bir insan sevgisini ifade etmektedir. Dünya üzerinde bütün insanları sevmeyi öğretilerinde bulunduran bu akım, Hacıeminoğlu’nun perspektifinden dünya üzerindeki zulümlere bakıldığında işlevselliğinin olmadığı kanıtlanabilir bir yaklaşımdır. Bu noktada “Ümanizm” sadece milli birlik bütünlüğe zarar veren ve komünistlerin ekmeğine yağ süren bir akım olarak var olur. Bu bağlamda ümanist değil milliyetçi olmak esas olandır. Necmettin Hacıeminoğlu, “Milliyetçiliğe Düşman Akımlar” adlı yazısında (1971e: 14-21) milliyetçiliğe düşman akımlar arasında öncelikle Sosyalizmi saymaktadır. Bu akımı ümanizm ve ümmetçilik akımları takip etmektedir. Türk milliyetçiliğinin ne olduğunun açıkça ortaya konulması açısından ne olmayacağı ya da hangi akımları onaylamadığının bilinmesi meseleyi daha net anlamaya yardımcı olacaktır. Hacıeminoğlu öncelikle sosyalizmin anlam dünyasının barışı değil savaşı benimsediğini ve bütün bir millete faydasından ziyade “işçi sınıf”ının yararına odaklandığından bahseder. Manevi huzur ve siyasi istikrardan ziyade sadece iktisadi refahı sağlamaya odaklandığı üzerinde durur. Belirtilen bu yönleriyle komünizm 115 Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemine karşı olan bir hareket olmuştur. Din, ahlak ve aile gibi cemiyeti ayakta tuttuğuna inanılan temel müesseseleri önemsemez bu bağlamda milliyetçiler açısından karşıt bir siyasi düşünceyi şekillendirmektedir. “Artık bir fikir sistemi olmaktan ziyade saldırgan ve yıkıcı bir siyasi ideoloji haline gelen sosyalizmin Türkiye’deki tarihi yarım asrı geçmiştir. Fakat tehlikeli bir düşman olarak milliyetçilik fikrinin karşısına çıkışı otuz yıldan beridir. 1960’dan bu yana da, yalnız milliyetçiliği değil, rejimi, devletimizin bekasını ve vatan bütünlüğünü tehdit edecek dereceye gelmiştir” (Hacıeminoğlu, 1971e: 15). Necmettin Hacıeminoğlu derginin 11. sayısında “Fikir Boşluğu” (1972c: 10- 12) adlı yazısında “komünizm tehlikesi” nin ülkeye musallat olma nedeninin aydınlarda bulunan fikir boşluğundan kaynaklandığı üzerinde durur. Türkiye’de hür düşünce ortamının, iyi ve doğru düşünce alışkanlığını kazandıracak bir eğitim sisteminin bulunmamış olması Hacıeminoğlu’na göre gençlerin fikir yapısının gelişmemesine neden olmuştur. Fikri yapıyı geliştirecek hiçbir emeğin verilmemiş olması hasebiyle ve aydınların milli meselelere uzak kalması nedeniyle Türkiye’de fikir boşluğu yaşanmıştır. Komünizmin ülkede pek çok kesim tarafından destek görmesi bu fikir boşluğundan kaynaklanmıştır.“Boş bir kabı az bir kuvvetin sürükleyebilmesi gibi, ‘boş’ bir kafayı da her rüzgar, her tesir alıp götürebilir. İşte komünizm bundan fazlasıyla istifade etmiştir. Kapılar biraz aralanır aralanmaz hiçbir engelle karşılaşmadan, âni bir fırtına gibi, içeriyi kaplamıştır” (Hacıeminoğlu, 1972c: 11). Komünizm tehdidinin ülkeye sirayet etmesi karşısında en dirençli kesimin milliyetçi gençlik olduğu üzerinde duran Hacıeminoğlu, elinde pek çok imkan bulunan aydın kesimin bu tehdit karşısındaki işlevsel olmayışını da eleştirmektedir. “Elinde devlet imkanları, arkasında kanun otoritesi olduğu halde kırk yıllık siyaset adamları ile ilim, adâlet ve irade mensupları komünistler önünde eğilirken, üç beş yıl içinde teşkilâtlanan ülkücü gençlik, komünizm karşısında direnmiş ve onu durduran tek güç olmuştur. Çünkü ülkücü gençler komünizm karşısına sözle veya boş ilkelerle değil, ondan daha güçlü bir fikirle çıkmışlardır. Bu, Türk Milliyetçiliği fikri ve onu alevlendiren ülkücülük imanıdır” (Hacıeminoğlu, 1972c: 12). 116 Mehmet Eröz derginin 12. sayısında “1 Mayıs, 3 Mayıs, 6 Mayıs” adlı yazısında 1 Mayıs’ın komünist işçilerin bayramı olması hasebiyle komünist düşüncenin bir ürünü olduğunu belirterek Türkiye’de bu tarihte bahar eğlencelerinin yapılmasının doğru olmayacağı üzerinde durur. Türk tarihi açısından önemli bir yere sahip 3 Mayıs Türkçülük günü ve 6 Mayıs Hıdırellez Eğlencelerinin Türk kültürü açısından önemli tarihler olduğunu vurgu yapan Eröz, bu kutlamaların komünistlerin bayram gününde değil de 3-6 Mayıs arasında kutlanması gerektiğini söylemektedir.1 Mayıs işçi gününün aslında Türk işçileri açısından bir önem atfedemeyeceği mesajını Eröz şu sözleriyle vermektedir: “Türk milliyetçilerinin inancına ve savundukları fikre göre, Türk işçileri, diğer memleketlerin işçilerinin bir parçası değil, Türk milletinin bir parçasıdırlar ve sınıf şuuru yerine milli şuura sahiptirler ve sahip olmalıdırlar” (Eröz, 1972b: 27). Mehmet Eröz Töre Dergisinin 17. sayısında “Osmanlı Toprak Sistemi ve Yerli Marksistler” adlı yazısında Marksizm’in Asya toplumlarının üretim tarzı olarak öne sürdüğü “Asya Tipi Üretim Tarzı”nın Türkiye’de sol cenah tarafından benimsenmesini eleştirmiştir. Marx’ın Asya toplumları için ön görmüş olduğu bu üretim tarzının Osmanlı’da ve Selçuklu’da bulunmadığını kanıtlama gayretine niyet etmiştir. Eröz yazısında özel mülkiyetin Osmanlı toplum yapısında bulunmuş olduğunu ve ATÜT’de belirtilen özelliklerin Osmanlı toprak yapısıyla bir ilgisinin olamayacağından bahseder. Eröz, Türk tarihi ve törelerini öne çıkararak sol cenahın Osmanlı için öne sürdüğü “prekapitalist” söylemlerinin altının boş olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadır. “Orta Asya’da kışlaklar ve hayvanlar ferdî mülkiyet, meralar, yaylalar ve misafir çadırı müşterek mülkiyet konusudur. Bu müştereklik töreden gelme bir şekildir. Marksistlere ümit verici bir ortaklık değildir ve Marksist şemanın dar kalıplarına ve tarihi maddeciliğin determinist basamaklarına sokulamaz. O, içtimaî muhitinde, Türk kültürünün, töresinin, tarih boyunca şekillendirdiği bir müessesedir milli bir vakıadır” (Eröz,1972d: 15). 1973 yılındaki 21. sayıda Mehmet Eröz’ün kaleme aldığı “Çeşitli İdeolojiler Karşısında Türk Milliyetçiliği ve İslâmiyet” adlı yazıda (1973: 10-13) Eröz, dinin insanların hayatındaki öneminden bahsederek dine karşı farklı perspektiflerin 117 bulunduğunu belirtir. Comte, Durkheim ve Weber gibi isimlerin dine yaklaşımlarından da bahseden Eröz özellikle Marksist-Leninist kesimin dine bakışının tehlikeli olduğunu belirtir. Komünistlerin dinsiz bir yaşam idealinin ütopik olduğu üzerinde durur ve komünizmin dine karşı aktif bir mücadele içinde olduğunu belirtir. İslamiyet’in Doğu halklarını esaret altına almak için öne sürüldüğü tezini temele alan komünizm yandaşlarının düşünce yapısını Karl Marx’ın “Din kitlelerin afyonudur” sözünden referans aldığı da açıkça belirtmiştir. “Komünizm Beyannamesi’nde, dinin istismarı gizlemek üzere burjuvazi tarafından uydurulmuş bir hayal olduğu söylenir” (Eröz, 1973a: 12). Eröz kaleme aldığı yazısında komünistlerin boş beklenti içinde olduklarını belirtir. Marksistlerin bütün kurumları kendi perspektifleriyle açıklamalarını eleştirerek dini de burjuva sınıfının çıkarları ve ezilen kesimin bir “uyuşturcusu” olarak öne çıkarmalarına karşı yazısını şu sözleriyle bitirir: “Tarihin akışı ve diyalektik kanunların determinist seyri içinde nizamın değişip, yeni merhalelere geçileceğini kati şekilde söyleyen ve bu yeni düzende dinin ortadan kalkacağını müjdeleyen komünist ‘Ütopya’ rüyaların tahakkukuna engel gördüğü ‘din’le, determinizme uymayan ‘iradeci’ bir hamle ile mücadele etmektedir. Böylece, zamanla ortadan kalkacağını umdukları bir hayal olan din, aynı zamanda en korktukları gerçek de olmaktadır” (Eröz, 1973a: 13). Mustafa E. Erkal 1973 yılında 28. sayıda yayımlanan “Özgürlükçü Demokrasi Tutkusu ve Sulandırılmış Marksizm” yazısında (1973:8-13) fikir hürriyetinden dem vurarak Türkiye’nin iç işlerini karıştırma yolunda olan dışa bağlı jurnalciliği eleştirmiş, Türkiye’deki solcu kesimin ve marksistlerin emellerine ulaşamayacağını bu bağlamda Türk milliyetçiliğinin galip geleceğini belirtmiştir. “İster emperyalizmin ideolojisi olan Marksizm, ister onun günümüzdeki barışçı ve sulandırılmış şekli olan sosyal demokrasi olsun, bugün Türkiye’de Türk Milletinde temel bulan onun milliyetçi, ülkücü evlatlarının elinde bayraklaşan Türk Milliyetçiliği ülküsü ve milliyetçi hareket, millî demokrasiyi ve onun ayrılmaz parçası olan iktisadi demokrasiyi gerçekleştirecek, milletle ters düşen batıcı ve sınıfçı 118 Marksist ideologlarını silip geçecek ve milliyetçi düzeni gerçekleştirecektir” (Erkal, 1973b: 13). Töre’nin 31. sayısında “Din ve Sosyalizm” adlı yazısında (1973: 18-24) Mehmet Eröz, sosyalizmin gerçek hedefini saklayarak zaman zaman kuzu postuna büründüğünü belirtir. Orta Doğu’da “İslami Sosyalizm” için çabalayan Sovyetlerin hiçbir zaman dine bakışının olumlu olmadığını belirterek yazısına devam eder. Sosyal adaleti ve sosyal düzeni sağlayacak yolu Marx ve Engels sınıf mücadelesinin gelişmesine ve özel mülkiyetin yerine piyasa ekonomisini ortadan kaldıracak kolektif sisteme dayandıracak bir düzende görmekteydiler. Eröz, sosyalizmin sanki “sosyal adalet”in kendisiymiş gibi kitlelere hükmetmesinin insanlığa büyük felaketler getireceği kanısındadır ve bu yüzden “sosyal adalet” kavramının sosyalistlerden kurtarılması gerektiğini belirtir. “Arap sosyalistleri de, ‘İslâm Sosyalizmi” ütopyası içinde, sosyal adaleti el yordamı ile aramakta, karanlıkta bilinmeyen yönlere doğru ilerlemektedirler. Düşünmemektedirler ki, sosyalizmle din, sosyalizmle milliyetçilik, barışmaz düşmanlardır. Birinin olduğu yerde diğeri barınamaz: Mikropla ilâç gibi Yirminci asrın milli doktrinleri, sosyal adaleti sosyalizmde değil, kendi dini ve milli kaynaklarında aramak zorundadırlar” (Eröz, 1973d: 20). Eröz bu yazısında sosyalistlerin en başından beri dinî kitleleri uyuşturmak için bir araç olarak gördüklerini belirterek, sosyalistlerin din aleyhtarlığına dikkat çekmiş ve özellikle İslam dinine karşı sosyalizmin nasıl başarılı olacağı üzerinde pek çok kez düşündüklerini belirtmiştir. Bu bağlamda İslam dinini bozmak ve dini ortadan kaldırmakla yeminli olan bu ideolojinin gerçekte asla İslam dini ile bağdaşamayacağından bahseder. Mehmet Eröz yazısını bitirirken “millet” kavramının İslam dininde meşru bir kavram olduğunu vurgular ve sınıf mücadelesini esas alan sosyalizmin İslam dininde yeri olmadığını şu cümleleri ile belirtir: “Sosyalizm, sosyal adalet demek değildir. Mukaddes Kur’an, sınıf mücadelesini kabul etmez. Vatanı için ölmeyi, ‘şehit’likle müjdeler; milletini sevmenin her şeyden önce geldiğini söyler. 119 Böylece beynelmilelciliğe karşıdır. Millet realitesini, ayet ve hadislerin ışığında görmek mümkündür” (Eröz, 1973d: 24). Nuri Eröz’ün “Yurt Dışına İşçi İhracının Milli Kültürümüze Etkisi” adlı yazısında (1974a: 18-21) iki husus öne çıkmaktadır. Bunlardan ilki millîdeğerlere yapılan vurgu ve millî kültürün devamlılığına ilişkin kaygı hali, ikincisi ise komünizm karşıtlığıdır. Eröz yazısında yurt dışına işçi olarak giden vatandaşların bir yandan millî kültürden uzaklaştığı düşüncesine yer verirken diğer yandan bu işçilerin maruz kaldıkları basın yayın hizmetlerindeki komünizm yandaşlığının tehlike oluşturduğuna vurgu yapar. “Kültürüne gereken değeri vermeyen onu gelecek nesillere aktarmayan milletlerin varlığını, bütünlüğünü sürdürmesi mümkün değildir” (1974a:19) “Dış ülkelere çalışmak için gidenler ne kadar çok olursa olsun, gittikleri memleketin örf, adet, ahlâk ve sosyal değer yargılarının etkisinde kalacaktır”(1974a:19) “Kültür değiştirmenin en etkin vasıtaları basın ve yayın organlarıdır. Bunlarda başta radyo, televizyon, gazete, dergi vs. gelir”(1974a:20) “…Çoğunluğu az tahsilli yahut tahsilsiz olan işçilerimiz türkü, şarkı vs. gibi istekler yoluyla komünist radyoların etkisine maruz kalıyorlar. Hasret gidermek, ana vatanın sesini, türküsünü duymak için -Türk radyo vericilerinin yetersizliğinden- işçilerimiz kendi milli kültür ve dünya görüşüne tamamen ters gelen propagandaları dinlemek zorunda kalıyorlar. Ayrıca iş dinlemekle de kalmayıp, istek isteyen Türk işçilerinin adresine komünizm propagandası ile dolu gazete, dergi, broşürler gönderilmektedir”(1974a:21). Töre’nin 37. sayısında İlhan Geçer’in kaleme aldığı “Hâlâ” isimli şiirin içeriğine göz atıldığında bu mısraların antikomünizme savaş açan kimselerce bir sesleniş olduğu görülmektedir. Bu mısralar bir yandan ülke gündeminde olan solcu görüşlerin Türk halkını etkileme çabalarını somutlaşırken diğer yandan bu solcu zihniyeti defetmeye hevesli milliyetçi cepheye bir çağrı yapmaktadır. “Bölücüler bıçaktan keskin Yalandan zehirli dilleriyle Yüreği sevgi dolu insanını bölmeye Hâlâ sinsi sinsi çalışıyorlar 120 Sol ellerinde hâlâ Orak-Çekiç taşıyorlar … Dudakları hâlâ gizlice Enternasyonel’i fısıldar durur Kalpleri bu vatan uğruna değil Mao’nun Lenin’in düzeni için vurur Bir söküp atabilsek içimizden Kanımızı kemirmek isteyen keneleri Daha da sıklaştırıp saflarımızı Kırsak sol amentüyü haykıran çeneleri” (Geçer, 1974:29). “Fikir Hürriyetine Dair Bazı Fikirler” adlı yazısında Mehmet Eröz, kapitalizm ve komünizmin tehlikeli kutuplar olduğuna vurgu yapar.“Kapitalizmin felâketini yok etmek üzere, gene onun tarafından verilmiş fikir hürriyetinden faydalanarak harekete geçen ve bir komünist düzen kurmağa çalışan komünistlere inanmamalı, dediklerine itibar etmemelidir. İki kutupta da felâket vardır” (1974b:62). Burada Mehmet Eröz, Türk milletinin geleceği açısından komünizm ve kapitalizm gibi ideolojilerin felakete neden olabilecek zararlı ideolojiler olduğu belirterek Türk milletini fikir hürriyeti çerçevesinde bu ideolojilerin etkisinde kalmamaları gerektiğine dikkat çektiği görülmektedir. “Komünistler dünyanın her yerinde, muhalefetteyken fikir hürriyetinin bir numaralı savunucuları, iktidara geldikleri zamansa baş düşmanı olmuşlardır”(1974b:59). Komünistlerin “fikir hürriyeti” söylemine pragmatist bir çerçeveden yaklaştıklarını vurgulamıştır. Komünistler için fikir hürriyeti muhalefetteyken meşru bir durumu ifade etmekteyken iktidarı ele geçirdiklerinde zararlı bir durum olarak önlenmeye çalışılmaktadır. Bu yolla komünizm ideolojisinin öne çıkardığı kavramların gerçekte içi boş kavramlar olduğu yani işlevselleştirilmesi noktasında kendi faydası ekseninde bir zemine oturtulduğuna dikkat çekilmek istenmiştir. 1975 yılının 47. sayısında Arthur P. Mendel’in kaleme almış bulunduğu “Bilimsel Sosyalizm’in Yükselişi ve Çöküşü” adlı yazının çevirisine yer verilmiştir. 121 Bu yazıda (1975: 30-41) Marx ve Engels’in öne sürdüğü “bilimsel sosyalizm”in neden rağbet gördüğü ve bugün gelinen noktada neden aşılmaya başlanan bir ideoloji halini aldığından bahsedilmektedir. Marksizm’in revaçta olmasına etki eden gelişmeleri pozitivizmin gelişmesi, eski radikal hareketlerin başarısızlığı ve iktisadi geriliğin mevcut olması gibi etkenlerle açıklayan Mendel, artık sosyalizm düşüncesinin Sovyet Rusya’da bile tutunmasının mümkün olmayacağı gerçeğini bilimde gerçekleşen ilerleme ve relativizm, subjektivizm gibi yaklaşımların gelişmesine bağlamaktadır.“Gerek bilimde, gerekse tarihte gerçeğe bağlı kalmayı kendi başına bir gaye kabul etmek, bilimsel sosyalizmin terk edilmesindeki en önemli sebeptir” (Mendel, 1975: 40).Töre’nin kendi perspektifinden “sosyalizm hülyası” olarak yorumlanan bilimsel sosyalistlerin bağlı olduğu marksist ideoloji Fırat Asya’nın çevirmiş olduğu bu yazı ile gerçeklikten uzak ve ilmî gelişmelere ters düşen bir ideoloji olduğu bir kez daha vurgulanmış bulunmaktadır. 1975 yılının 52. sayısında “Cevaplar” başlığı altında Galip Erdem, okuyucuların yönelttiği sorulara cevap verirken komünizmin faşist bir rejimden daha baskıcı olduğunun altını çizmektedir.“Komünizm, hiç şüphesiz, en az faşizm kadar bir baskı ve polis rejimidir. Hatta, faşizme ve komünizme karşı olmamıza rağmen, bir hakkı teslim etmek bakımından komünizmdeki baskı ve polis rejiminin faşizmden daha şiddetli olduğunu belirtmek bir vicdan borcudur” (Erdem, 1975: 5).Erdem’in bu ifadeleri bir yandan komünizm karşıtlığına işaret etmekteyken diğer yandan Rusya’nın baskısında olan dış Türklerin içinde bulunduğu baskıcı rejime de dikkat çekmiştir. Bu bağlamda Erdem’in Rusya yönetiminin baskısında olan halkların faşist ideolojilerin baskıcı yönetiminden çok daha ağır şartlarda yaşadığınında mesajını vermiş bulunduğu söylenebilir. 1975 yılında 55. sayıda Muhabay Engin tarafından kaleme alınan “Türkistan’ın Bakir Toprakları ve Sovyet Komünist Partisinin Buna Yönelik Politikası” adlı yazıda Sovyetlerin 1954 yılında Türkistan topraklarına nasıl el koyduğundan ve yabancı kimseleri yerleştirerek komünizmi bu topraklarda hakim kılma politikasından bahsedilmektedir. Rusya’nın bu politikalarla Türkistan topraklarının sömürüsünü gerçekleştirdiğini ve Türk- Müslüman kesim haricinde bu 122 politikadan kimsenin yarar görmediğini belirten Engin, komünizmin en gaddar ideoloji olduğunu vurgulayarak yazısına son vermiştir. “Netice itibariyle, bakir toprakları benimseme siyaseti, Brejnef’in şahsında başlayıp, Sovyetler Birliğindeki Türk olmayan unsurların hepsine büyük yarar sağlamıştır. Ezilen, kaybeden, köle şeklinde çalışmak zorunda kalan Türkistan’ın 40 milyon Müslüman Türk’ü olmuştur. Dünyada eğer sömürü varsa onun en korkuncu ve en gaddarı komünizmdir” (Engin, 1975: 46). “Türkiye’de Film Kontrolü ve Kamuoyu Aldatma Çabaları” adlı yazısını Töre dergisinin 62. sayısında yayınlayan Oğuzata Altaylı, filmlerin ve film senaryolarının kontrolüne dair nizamnameye yer verir. Milli rejime aykırı olan siyasi, iktisadi ve içtimaî ideoloji propagandası yapan yayınların gösterilmesine müsaade edilmeyeceği maddesi üzerinde duran Altaylı, “Komünizm” yandaşlığına karşı şu ifadelere yer vermiştir; “Kamufle edilmiş adıyla ‘Devrimci’ gerçek yanıyla ‘Marksist/Komünist’ sinema anlayışı, sinema sanatını propaganda açısından değerlendirmek, siyasi ve ideolojik alanda verilen mücadeleye destek olmak ve Türk seyircisini filmler yoluyla muhtemel komünist ihtilâle hazırlamak amacındadır” (Altaylı, 1976: 44). “Türkiye jeopolitiği değerini muhafaza ettikçe ve enternasyonalist ideolojilerin Türkiye üzerindeki emelleri değişmedikçe filim kontrol müessesesini hiçbir güç ortadan kaldıramayacaktır ve Marksist militanlar karşımıza hangi hüviyetle çıkarlarsa çıksınlar, bu konuda da mağlup olacaklardır” (Altaylı, 1976:44). Ayhan Tuğcugil Töre’nin 1976 63. sayısında “Skolastik ve Türkiye” adlı yazısıyla Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin başlığı altında düşüncelerini aktarmaya devam etmiştir. Tuğcugil skolastiğin deney ve gözlemden kaçış olduğunu belirterek Batı dünyasının bilimsel sosyalizminin bir nevi “Skolastik Şizofreni” yarattığından bahseder. “Vakıalara dayanmamak, deney ve gözlemden kaçış, skolastik kafada bir nevi şizofreni yaratır” (Tuğcugil, 1976d: 3). “Skolastik kafa, inandığı ototritenin tenkid edilmesine, ondan şüphe edilmesine tahammülsüzdür”(Tuğcugil, 1976d: 4). 123 Türk milliyetçiliği fikir sisteminin metodunun “ilim” olduğu üzerinde duran Tuğcugil’in skolastik kafa olarak tanımladığı ‘bilimsel sosyalizm’i metod edinen “komünist” kimselerdir.“Marksist markalı skolastik rejimlerde kilisenin yerini komünist partisi, enginizyonun yerini de devletin gizli –açık polis teşkilâtı ve önce karar verip sonra yargılayan mahkemeleri almıştır” (Tuğcugil, 1976d: 4). Tuğcugil 64. sayıda (1976e:4-12) “İlim ve Marksim” adlı yazısında marksizmin bir ilmî teori olamayacağı üzerinde durur ve Marksizm’i yeni harbin silâhı olarak görür. “Görüldüğü gibi, ilmin yapısı içinde Marksist teori defalarca reddedilir, çok kısa bir ömür bile süremezdi. ‘Kanun’ payesindense ilelebet mahrum kalırdı. Neticede, ilmen kanunlaşmayan bu teori bilimsel sosyalistlerin hakim oldukları ülkelerde hukuken kanunlaştırılmış ve sunî hayatını devam ettirmiştir: Bir ilmî teori olarak değil, yeni harbin, propaganda savaşının silahı olarak…” (Tuğcugil, 1976e: 12). Devrin propaganda ve ideolojiler savaşı devri olduğu bu çağda ilmî teoriden uzak “skolastik şizofreni” durumunu yansıtan Marksizm ideolojisinin milletlerin birlik ve bütünlüğüne karşı tehditkâr bir silah olduğu ifade edilmeye çalışılmıştır. Bu noktada Türk milliyetçiliğine sahip çıkmak da bu tehditlerin karşında durabilmek adına önemli bir unsur olarak öne çıkarılmaktadır. Töre dergisinin 67. sayısının sayfalarını süsleyen “Kuklalar” şiiri (1976:11) derginin komünizm karşıtı mücadele verdiğinin göstergesidir. “Ne Fatih ne Kanunî ne de Atatürk Marks’a Lenin’e Mao’ya hayrandırlar Dillere ters düşen türkü özgürlük Bağrımızda bir cadı kazanı kaynatırlar” (Geçer, 1976: 11). İlhan Geçer’in kaleme aldığı bu mısralar, Türk tarihinde hiçbir yöneticinin komünizm hülyasına kapılmadığına dem vurur ve “özgürlük” diye özendirilen durumun sadece ortalığı karıştırmak üzere ileri sürülen bir kavram olduğunu dolayısıyla bir gerçekliğe karşılık gelemediğini anlatmaktadır. 124 Emine Işınsu “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Devlet Güvenlik Komitesi” adlı yazısında iki sayıdır KGB’nin kuruluş amacı ve faaliyetleri üzerine odaklanmıştır. 67. sayıda Rusya’nın Türkiye’de yayın organı sahiplerine ve önemli yazarlarıyla pazarlık içinde olduğunu belirtmiştir. Işınsu, Komünist Rusya’nın Türkiye üzerindeki emellerini gerçekleştirmek için hangi yollara başvurduğunu anlatırken üniversitelerdeki olaylar üzerine şunları söyler:“…Aklı başında bir Türk gibi bakan herkes; solcuların devlete; ülkücülerin de yalnız komünistlere karşı harekete geçtiğini görebilir” (1976b: 15).Işınsu yazının devamında KGB destekli bir hareket olarak “Kürt Irkçılığı”ndan bahseder. Türkiye İşçi Partisinin ayırıcı faaliyetleri üzerine alevlenen Kürk ırkçılığına finansal desteği KGB’nin sağlamış olduğunu belirtir.“KGB Türkiye üzerindeki bölücü plânlarını yürütebilmek için Kürtçüleri bir maşa olarak kullanmaktadır” (1976b: 16-17). Ayhan Tuğcugil 68. sayıda kaleme aldığı “Millet, Ümmet ve Sınıf” adlı yazısında komünizmin mantıksal olarak içine düşmüş olduğu çıkmaza atıfta bulunarak, komünist ideolojinin vakıalardan bağımsız bir bakış açısı geliştirip vakıaları kendi bakış açısına uyumlu olarak yorumladığı üzerinde durur.“Vakıayı inceleyip teoriyi kurmak (sonra da devamlı sınamak) yerine, önce mantık teorilerini kurmuşlar, sonra da vakıayı buna uydurmaya çalışmışlardır” (Tuğcugil, 1977a: 4).Burada Tuğcugil komünizmi savunanların bilimsel olarak bir yanılgı içinde olduklarına dikkat çekmek istemiştir. Bir olay ya da olguyu inceledikten sonra bir kuram oluşturmaları gerekirken komünistlerin önce kendi mantıklarına dayanan bir kuram oluşturup sonra bu kuramı yaşanan vakıalarda öne çıkarma gayretinde olduklarından bahsetmiştir. Bu bağlamda Tuğcugil’in ifadelerinde komünist ideolojinin bilimsel olmadığı ortaya konulmuştur. Tuğcugil “Millet, Ümmet ve Sınıf” adlı yazısının sonunda dünya üzerinde “millet” gerçeğinden daha üstün bir yapılanmamanın bulunmadığına dikkat çekerek komünizmin uygulandığı ülkelerde menfaat faktörünün yeterli olamadığını belirtir ve millî çıkarların her türlü menfaat ilişkisine karşı galip geldiğini belirterek milletler mücadelesinin yegane gerçeklik olduğuna vurgu yapar.“Komünizmin hakim olduğu ülkelerde dahi millî menfaatler ve milletler mücadelesi ön plandadır. Gerçek olan 125 milletlerdir” (Tuğcugil, 1977a: 13).Millet gerçekliğini reddeden ve “beynelminelciği” ön plana çıkaran komünizmin menfaat ilişkilerini öne çıkaran bakış açısının milletlere etki edemeyeceği vurgulanmıştır. Bu bağlamda gerçek olan menfaat ilişkileri değil milletin menfaati ve devamıdır. Töre’nin 68. sayısında Emine Işınsu’nun kaleme aldığı “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Devlet Güvenlik Komitesi KGB” adlı yazıda SSCB’nin gizli servisi olan KGB’nin ajanlarını nasıl yetiştirdiği ve bu servisin hedef ülkelerdeki meşru iktidarı yıkma girişiminde bulunduğundan bahsetmektedir. Burada Işınsu’nun dikkat çektiği nokta komünizm tehdidinin nüvelerini göstermek ve memleket içinde dönen oyunları gün yüzüne çıkarma noktasında milliyetçi bireyleri diri tutmaktır. Bu bağlamda sanat alanındaki yeniliklere kadar kültürün içine dahil olan pek çok alanda ve somut olarak sosyal yaşamda komünizm yandaşlarının memleket insanlarının bilinçlerine bu tehlikeli düşünceyi ekmesine engel olmaktır. “Memleketlerinin kaderi ile ilgilenen kişilerin, memleketlerinde sergilenen olayların, bazı parti ve kuruluşların, sanat hareketlerinin arkasında oynanan oyunlara dikkat etmesi; olaylar, parti ve çeşitli kuruluşlar sanat ürünlerinin memlekete hangi açıdan ve hangi gaye uğruna hizmet etmeye çalıştıklarını tespit etmesi gerekir. Kim, kime, niçin, neden, nasıl?” (Işınsu, 1977: 29). “…memleketlerde olay çıkarmak, azınlıkları tahrik etmek, sabotajlar, parti ve teşekküllerden yeni ajanlar temin edebilme konusunda, KGB hâlâ daha eski bildik usullerini geliştirerek, yürütmektedir” (Işınsu, 1977: 29). Cengiz Şen’in “Gurur Duyacaksın Oğlunla Anam” adlı dizelerine 1977 yılındaki 69. sayıda yer verilmiştir. Bu dizelerde Şen bir yandan Turan ülküsü için şehit olma şerefine vurgu yaparken diğer yandan Turan ülküsü için savaşmanın komünizm tehdidine son vereceğini de vurgular. “… Bir gün haber gelir de, oğlun öldü derlerse ANAM Arkamdan kederlenip yas tutma n’olur Çünkü o gün ben Azer’ime, Kırımhan’ıma, Türkistan’ıma gideceğim 126 Büyük ülkemi TURAN’IMI seyredeceğim. Belki oğlun o zaman şiir yazamayacak Haykırırcasına marşlar söyleyemeyecek ama, Hasret duyduklarına bir bir ulaşacak Siz de artık, komünist Türkiye zırıltıları duymayacaksınız …” (Şen, 1977: 41). Töre’nin 71.sayısında Winston Churchıll’ın “Büyük Çağdaşlar” adlı kitabından bir bölümün çevirisi yayımlanmıştır. Şevket Doğanay’ın çevirmiş olduğu “Komünizm Hakkında” adlı yazıda komünizmin demokrasi ve diğer bütün yapılanmaları kendi çıkarları uğruna kullandığı anlatılmaktadır. Olaylara kendi devrimini gerçekleştirmek düşüncesiyle yaklaşan komünizm ideolojisi her türlü yapıyı kendi teorisi uğruna feda edebilmektedir. Bu bakımdan komünizme karşı dünyada bütün ülkelerin uyanık olması gerektiği fikri bu yazıda öne çıkarılmıştır. “Komünist bir insan sadece belli fikirlerin sahibi olmakla yetinemez; o, bu fikirleri uygulayan sistemli bir düşüncenin yeminli bir uzmanı ve militanıdır” (Churchıll, Aktaran: Doğanay, 1977: 15). “Komünizm düzenden doğan sıkıntıları, hayat pahalılığını mutlaka istismar eder. Hükümet üyeleri arasında, işçi temsilcileri ve işverenler arasında fikir ayrılıkları, mümkünse beraberinde kan dökmeyi de getiren ihtilaflar düzenlenir” (Churchıll, Aktaran: Doğanay, 1977: 15). “Demokrasi komünizme göre önce kullanılması, daha sonra da yıkılması elzem olan bir araçtan başka bir şey değildir; hürriyet mantık kavramlarının değersizleştiği bir duygu ahmaklığıdır”(Churchıll, Aktaran: Doğanay, 1977: 16). “Komünizm silahına karşı bütün milletler önceden tedbir almak zorundadırlar”(Churchıll, Aktaran: Doğanay, 1977: 16). 1977 yılında yaşanan 1 Mayıs Olaylarına ilişkin değerlendirmelere yer verilen Töre’nin 74. sayısında 12 Mart’ın Şube Müdürü Ilgız Aykutlu’nun ifadelerinde komünizmin Türkiye’de işlevsel hâle getirilmeye çalışılması noktasındaki tedirginliği görmek mümkündür. Aykutlu komünizmin önüne geçilebilmesini devletin en kısa zamanda ciddiyetle bu meselelere eğilmesinde bulmaktadır. 127 “Bütün bu meselelerin çözümüne gelince; Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en kısa zamanda ve ciddiyetle göreve eğilmesi; gerek Moskova yanlısı TKP’lilerin gerekse Pekin’ci Maocuların faaliyetlerini kontrol altına alması ve Türk meydanlarında, alanlarında ve diğer maddi, manevi sahalarda Kızıl gösteriler yapmalarına meydan vermemesidir” (Aykutlu, 1977a: 10, Konuşan: Emine Işınsu). 1977 yılının 75. sayısında “12 Mart’ın Siyasi Şube Müdürü Ilgız Aykutlu Açıklıyor II” başlığı altında Ilgız Aykutlu’nun Türkiye’de komünizmi etkin kılmak isteyen ellerin gerçekleştirdiği faaliyetlerden bahsettiği görülmektedir. Üniversiteleri taze kan depoları olarak gören komünizm ideolojisi yandaşları 1968 öğrenci hareketleriyle bir yandan Türk gençlerinin bilinçlerine komünizmi ekmeye çalışırken diğer yandan Kürt vatandaşlara karşı ayırıcı eylemler geliştirme derdinde olmuştur. Nurhak dağlarında yapılanan ve bir kır gerillası hayalinde olan komünizm yandaşlarının öğrenci hareketleri ve işçi sendika ilişkisine bakış açısının kendi teorik temelleri doğrultusunda pragmatist bir hareket olduğu aşikardır. Aykutlu bu noktada komünizm tehdidi karşısında bilinçli olunması gerektiğine vurgu yapmakta, vatandaşları bu konuda uyarmakta ve bu durumun içinden ancak Türk milliyetçiliği bakış açısının zenginleştirilmesiyle ülkücülerin eylemleri neticesinde çıkılabileceğine vurgu yapmaktadır. “Üniversitelerde komünizmin başlattığı harbin ‘kesin ve kati’ olduğunu ve harbin halk kesimlerine sıçratılmasının planlandığını; bir hüküm olarak kabul etmek zaruridir” (Aykutlu, 1977b: 14, Konuşan: Emine Işınsu). “Üniversitelerde boşaltılan, işçi kesimlerine ve kır bölgelerine sıçratılan, sonra dönüp dolaşıp, İstanbul’un Taksim meydanını ‘Pekin-Moskova savaş alanı’na döndüren komünizm tehlikesini, ancak Türk Milliyetçileri’nin kuracağı muktedir Türk Hükümeti durduracaktır”(Aykutlu, 1977b: 15, Konuşan: Emine Işınsu). Ilgız Aykutlu, Töre’nin 76. sayısında “12 Mart’ın Siyasi Şube Müdürü Ilgız Aykutlu Açıklıyor: III” adlı yazıda komünist ideolojiye sahip olanların insanları “yalan” ve “istismar”la kandırdığını belirtmiştir. “Komünist propagandanın temel malzemeleri yalan ve istismarlardır. Tuzağa düşürülmeye çalışılan kişi, topluluk ve milletlere hazırlanan propagandalarda; zaman zemine ve hitap 128 edilenlere göre bazı değişiklikler yapılırsa da genellikle ana kaide propaganda hakim kılınır. Şöyle ki; A- Devlet olduğundan çok zayıf ve kudretsiz, komünist teşkilatlarca adeta ele geçirilmiş; milletse isyan ve ızdırap halinde gösterilir. B- Lehine propaganda yapılan yabancı devletler (Rusya ve Çin) kudretli ve adil, insanlığın yegane kurtarıcısı; onların âmâline hizmet eden yerli örgütlerin de teşkilatlanmaları tamamlanmış, büyük vurucu güçlerin sahibi ve yaklaşan proleter ihtilâlin gerçek sahip ve uygulayıcısı olarak tanıtılır. C- İnsanların fedakârlık hislerini istismar etmek için; sınıf, topluluk ve milletlerin sadece sıkıntı ve dertleri abartılarak propaganda da devamlı bir konu olarak işlenir, bunların hal ve çarelerinin meşru zeminde bulunamayacağı hasseten genç beyinlere işlenerek, millet ve insanlar için, onlarda esasen mevcut olan ‘fedakârlık arzuları’nı şiddetle kamçılamak suretiyle yegane kurtarıcı olarak kendileri gösterilir ve kanunsuz eyleme, suç işlemeye teşvik edilir” (Aykutlu, 1977c: 7-8, Konuşan: Emine Işınsu). Ilgız Aykutlu’nun burada dikkat çekmek istediği nokta yalan ve istismara başvurarak Türk gençlerinin beyinlerini yıkamak ve komünizmin gücüne meşruiyet kazandırmak düşüncesiyle hareket edildiğidir. Ülkenin içinde bulunduğu durumun abartılması ve komünizmin kurtarıcı ideoloji olarak bireylere aksettirilmesi ve insanların duygusal edimlerinin öne çıkarılıp manevi anlamda iç huzurun sağlanması gibi yollarla komünizm adına işlenecek olan suçlar mübah gösterilmiştir. Bu noktada Aykutlu’nun vurguladığı gibi komünizm yandaşlığı “yalan ve istismar” dan beslenen, aciz bir halden var edilmeye çalışılan bir kurgudan ibarettir. Töre’nin 77. sayısında Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun kaleme aldığı “Bozkurtların Diriliş Destanı’ndan” adlı dizeler, komünizmin halkı dinsizliğe itmek isteyen ve Türk devletini bölmeye yönelik zararlı bir ideoloji olduğunun altını çizer. “… İçimize kin soktular, Dinsizliği, din soktular, Kızıl Moskof, Çin soktular… Dediler: Olsun hurhadaş 129 Alevi, Sünni, Kızılbaş! Yüzümüzden öven bunlar Ardımızdan söven bunlar, Seni, beni döven bunlar… İsterler olsun hurhadaş …” (Gençosmanoğlu, 1977a: 10). Töre’nin 79. sayısında “Uyan Ey Türk Oğlu!” dizelerinde Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Türk milletinin özüne dönmesi gerekliliğini vurgulayıp Türk-İslam Sentezi’ne ilişkin düşüncelere vurgu yaparken diğer yandan da Türk milleti içinde komünist bir düzen kurmayı amaç edinenlerin bulunduğuna bu amacın Türk milletinin özünü sömüren bir kene gibi zararlı olduğuna vurgu yapar. Bu bağlamda Türk milletinin komünizm gibi zararları ideolojilerden sıyrılıp kendini bulması gerekliliğine işaret eder. “… Yıkıldın, yakıldın; ‘devrim’ dediler, Soysuzlaştırıldın ‘evrim’ dediler, Bozkurta it, ite ‘yavrum’ dediler… Kalk, doğrul yerinden! Yürü, geç öne! Uyan ey!.. Kendine dönmeyi dene. … Medet ummayagör kızıl surattan, Seni mahrum eder koyar aşktan, muraddan, Çağla Sakarya’dan, gürle Fırat’tan… Kara, kızıl, sarı…sür, topla ine; Bunlardır özünü sömüren kene! …”(Gençosmanoğlu, 1977b: 5). Töre’nin 83. sayısında Ayhan Tuğcugil’in kaleme aldığı “Emek-KapitalKapitalist-Sömürü” adlı yazıda bu kavramların hem marksistlerin bakış açısından nasıl algılandığı hem de komünizm karşıtlarınca nasıl anlaşıldığı aktarılmaya çalışılmıştır. Dönemi kavramların mermi işlevi gördüğü bir propaganda çağı olarak yorumlayan Tuğcugil, bu kavramların saf anlamlarıyla ne olduğunun bilinmesi gerekliliğini vurgulamıştır. Marx’ın “artan sefalet teorisi” üzerine kurduğu, işçinin 130 gittikçe fakirleşerek devrim gerçekleştirmek isteyeceği tezi gerçekleşmemiştir. Tuğcugil bu noktada insanların emek yaratma kabiliyetlerine dikkat çekerek Marx’ın teorisinin gerçekleşemeyeceğine vurgu yapar.“…Marks’ın temel hatalarından biri, insanların değer yaratma kabiliyetleri arasında pek büyük farklar olabileceğini görmemesidir” (Tuğcugil, 1978a: 12). Bu noktada Tuğcugil’in, toplumsal alanda değer yaratan kurumları dışarı itmesi ve değişimlerin kaynağını sadece ekonomi kurumunda araması noktasında Marksizmi eleştirdiği görülmektedir. Yalçın İzbul, 83. sayıda “Sosyalizm ve Demokrasi” adlı yazıda Sosyalizmin demokrasiye sahip çıktığını ancak demokrasiye uygun bir seçim gerçekleştiremediğini belirtmektedir. Her şeyin halkın özgür iradesine dayandığı özgürlükçü yönetim olarak özendirilen bu komünist sistemlerin reel olarak seçimle iş başına gelen iktidarlarının bulunmadığına dikkat çeken İzbul, Türk toplumunda özendirilen bu ideolojik yaklaşımın aslında içinin dolu olmadığını demokrasi kavramı üzerinden aktarmaya çalışmıştır. “Solcuların ‘demokrasi’ anlayışı pek gariptir. Halk için neyin iyi neyin kötü olduğunu, halk hesabına ve halk adına, kendilerinin halktan daha iyi bilebilecekleri iddiasındadırlar” (İzbul, 1978b: 17). “Halk demokrasisi olmaktan dem vuran bütün bu sosyalist idareler, neticede totaliter baskı rejimlerine dönüşmüştür” (İzbul, 1978b: 19). Sabri Çoksolmaz, Töre’nin 85. sayısında Türk dilinin öz halini koruması gerektiğine dikkat çeken “Dil Bozgunu” dizelerinde bir yandan öz dilin korunması gerektiğine vurgu yaparken diğer yandan komünistlerin –bu bağlamda solcularınTürk diline zarar vermek isteyen eylemlerini şu dizelerle eleştirmiştir: “… Anan, baban CEVAP derdi, Solcu züpbe YANIT dedi. On bin yıllık tarihimi Şu veletler unut dedi …” (Çoksolmaz, 1978: 43). 131 Ayhan Tuğcugil, Töre’nin 86. sayısında marksist propagandada sık sık kulanılan bazı kavramları Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi açısından incelemiştir. “Marks’ın Tarihi Maddeciliği” başlığı altında yer verilen yazısında (1978b:14-19) Tuğcugil, marksizmin skolastiğe dayandığını bu bağlamda ilimden uzak bir ideoloji olduğunu vurgulayarak Marx’ın yanılgıları üzerinde durur. Marx’ın tarihi ezen ve ezilen sınıflar üzerinden çatışmacı perspektifte yorumlamasını ve ilkel komünal dönemden sosyalist aşamaya doğru tek yönlü bir tarih akışı teorisi sunmasını da eleştirmektedir. Kavramları kendi teorik zeminine uygun olarak kullanan marksistlerin şizofrenik anlamda büyük bir yanılgıya düştüklerini belirtir. Marksizm’in skolastiğe bağlı olması açısından “iyi bir izahçı, fakat kötü bir tahminci” olduğunu yazar. Tuğcugil marksistlerin “bilimsel sosyalim”ini kastederek şu cümlelere yer vermiş ve marksizmin yanılgısını vurgulamıştır:“…’bilimsel’ etiketi bile taksa, ilimden çok uzaklara düştüğünden, doğru dürüst bir tahmin yapamaz. Halbuki ilmin asıl hedefi hadiseleri izah değil, önceden tahmin edebilmektir. Skolastik ise, iyi bir izahçı, fakat kötü bir tahmincidir” (Tuğcugil, 1978b: 19). 1978 yılının 90. sayısında Vedat Bayraktar’ın kaleme aldığı “Bir Düzenin Öncüleri” adlı yazıda Bayraktar, komünist ideolojinin peşinde, fikir hürriyeti adına sürüklenen ve bu bağlamda vatanını zor durumda bırakanların asrın yobazları olduğunu yazmaktadır. “Düşünce özgürlüğü diye yırtınan, bu örümcekli kafalar, düşünce istiklallerini Marks’ın, Lenin’in, Mao’nun ve daha bilmem hangi kendiliksizin yazılarına bırakmış, yabancı fikirler uğruna kendi vatanını ateşe atacak kadar insanlıktan uzaklaşmış, ASRIN YOBAZLARI’dırlar” (Bayraktar, 1978: 27). Töre’nin 91. sayısında “Şehitlerin Son Arzusu” adlı şiirinin dizelerinde Yunus Özel, mantığı katleden ve skolastik düşünceye sarılan komünist ideolojinin insanlığın en büyük düşmanı olduğunu vurguladığı görülmektedir. “… Çağ taş çağı, mağara devridir devir, Mantık katledilmiş, muhakeme esir, 132 Akıl mahkûm, ilim ‘kıyl ü kaal’.. Bağlanmış iskolastiğine Marks’ın Engels’in, Kalın zincirlerle esir kafalar. Değildir sanki Stalinler en büyük cellât, En büyük gardiyan Maolar.. …”(Özel, 1978: 13). Töre’nin 92. sayısında Abdürrahim Karakoç, “Bayramlar Bayram Ola” şiirinde milliyetçi kimselerin kötülenmesi buna karşın komünizm yandaşlarının millete söz geçirmesine izin verilmesi durumuna ithafen şu dizelere yer vermiştir: “… Kurşunlanır Koçyiğitler Ahkâm keser kızıl itler Çaresizim, sabrederim ……..Allah kerim.. Zulüm köklendi, dallandı İşkenceler ‘yasal’landı Küfür içer, zılgıt yerim ……..Allah kerim…”(Karakoç, 1979: 13). Faruk Nafiz Gürakar, Töre’nin 92. sayısında “Yoksul Bir Ülkedir Türkiye” adlı şiirinin dizelerinde Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu anlatmaktadır. Gürakar’ın dizelerinde sağ-sol çatışması, Türklüğün şanlı tarihinin bir kenara itilmesi ve buna duruma karşın komünist kimselerin baş tacı edilmesi eleştirilmektedir. “… Bir başka ülkedir Türkiye: İnsanlarda korku, sokaklarda kan Fakat bu kan değil, Toprağı vatan, bayrağı bayrak yapan; Günden güne çöküyor Türkiyem Çoğaldıkça heykellere tapan!.. 133 Değişik bir ülkedir Türkiye: Fatih’ler-Yavuz’lar kenara itilmiş Mao’lar-Lenin’ler baş tacı, Keyfince yaşar mutlu azınlık, Fakir fukara alamazken on liralık ilacı; İşte Türkiye’nin manzarası: Anarşi, işkence, zulüm, yokluk ve acı…”(Gürakar, 1979: 42). Töre’nin 93. sayısında “Töre’den” kısmında Türkiye’de öne sürülmeye çalışılan kapitalizm ve sosyalizm gibi sistemlerin Türk toplumuna pratikte uygulanamayacağı belirtilmiştir. Burada dikkat çeken husus her ne olursa olsun millî esaslara göre hareket edilmesi gerekliliği ve bu noktada sosyalist düzene körü körüne bağlanmamak gerektiği olmuştur.“Bu memleketi ‘küçük Amerika’ yapma hayalleri kadar,’küçük Rusya’ yapma tasavvurları da iflas etmeye mahkumdur. Fakat bu yanlış hesaplar ve hatalı çıkışlar ile kaybedilen kıymetli zamanımıza yazık oluyor” (Töre’den, 1979b: 4). Erol Güngör, Töre’nin 94. sayısında “Cumhuriyet Devrinde Türkiye’nin Kültür Politikası” adlı yazısında Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne kültüre etki eden iki ana akımın modernleşme ve milliyetçilik olduğunu belirtir. Devletin kültür politikalarında Marksizm’i destekleyen unsurlara yer verilme gayretinde olunsa da bu durumun kültürümüzün yapısına karşı galip gelemeyeceğini belirtir. “Son bir yıl içinde devletin kültür politikasına verilmek istenen Marksist çeşninin ne derece yaygın ve başarılı olacağını şimdiden bilemiyoruz. Pek muhtemeldir ki milliyetçilik ve Batıcılık Marksizme de ağır basacaktır” (Güngör, 1979b: 11). Töre’nin 95. sayısında Atilla Özmen, “Türkiye’de Anarşinin Sebepleri I” adlı yazısında ülkedeki anarşinin nedenlerini sorgulamıştır ve terörizmi bir araç olarak kullananların komünistler olduğuna dikkat çekmiştir. “Terörizmi siyasi güç için bir araç olarak ilk kullananlar Rus Marksistler oldu. Rusya’da Bolşevik İhtilalinin başarıya ulaşmasında ve Komünist rejimin kurulmasında terör ve anarşi büyük rol oynadı. Komünist rejimde ise terör devlet otoritesinin sağlanmasında etkili bir araç haline getirildi”(Özmen, 1979, Sayı: 95: 25). 134 Komünist öğretmenlerin eğitimde görev alıp almamalarına ilişkin yapılan araştırmanın sonuçlarını içeren Töre’nin 95. sayısında H.Mansur, komünist partilerin kurulmasının ve işlevsel olarak ülkede eylemlerde bulunmasının iktidar tarafından normal karşılanmasını eleştirmektedir. Mansur, komünist ideolojinin pratik olarak illegal faaliyetleri dışında legal olarak da KP ve TKP üzerinden Türkiye’de faaliyette bulunmasının sakıncalarını göremeyen iktidarı şu sözleriyle eleştirmiştir: “Türkiye’de onbinlerce aşırı solcu ve komünistin devlet memuru ve öğretmen olarak istihdam edildiğini bile bile, KP’nin kurulmasında mahzur göremeyen Bülent Ecevit ve Necmettin Erbakan’ın da gaflet uykusundan bir an önce uyanmalarını temenni ederiz. İllegal TKP’ye mensup öğretmen ve memurların gençlerimiz ve toplumumuz üzerinde icra ettiği feci tahribat göz önünde dururken bunun legal yani anayasa teminatı altında bulunanının kurulmasının mahzurlarını hiçe sayanlar için söylenecek söz bulamıyoruz” (Mansur, 1979a: 37). Haluk Mansur, Töre’nin 100. sayısında “Rus Emperyalizmi İnhitatın Eşiğinde” adlı yazısında Çarlık Rusya’nın ardından 1917 Ekim Devrimi sonrasında kurulan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin Marksizm’i seferber eden rejim değişikliğinde başarı sağlayamadığını yazmıştır. Mansur’a göre SSCB’de esir halklar üzerinde uygulanan politikalar milletlere reel olarak tersi bir etkide bulunmuştur. Şöyle ki her ne olursa olsun esir milletler kendilerini Ruslardan daha üstün görmüş ve millî kültürlerini muhafaza etmişlerdir. Ayrıca dinî kitleleri uyuşturan bir afyon olarak tabir eden bu Marksist düzen, dinin modern çağlarda da önemli işlevleri yerine getirdiği gerçeğini kapatamamıştır. İslami yenileşme hareketleri pek çok ülkede kendini göstermiş ayrıca Rusya’da da Müslümanların nüfusu hızla artmıştır. Sovyetler her ne yaparlarsa yapsınlar kurmak istedikleri düzenin içerden çatlamasına engel olamamışlardır. Bu bakımdan Mansur’a göre Sovyet Rusya’nın inhitatı yakındır. “Esir milletlerin din, dil, tarih, kültür, töre ve gelenekler gibi manevi ve milli varlıklarını kurutarak birlik ve beraberlik duygularını ortadan kaldırmak için büyük ümitle seferber edilen Marksizm, yarım yüz yılı aşan bir icraate rağmen başarı kazanamamış, bilakis sözü geçen değerlerin daha da güçlenmesini intacetmiştir”(Mansur, 1979b: 31). 135 Bu tespit ayrıca devrin sınıf mücadelesi üzerine kurulmadığı gerçeğini ortaya çıkarırken millî benliklerini koruyan, milli fayda adına var olma gayreti taşıyan milliyetçi halkların da, her türlü baskı ve zorlamaya karşı varlıklarını her daim sürdüreceklerini de ortaya çıkarmış bulunmaktadır. Töre’nin 101. sayısında Erol Güngör, “Elli Yılın Çocukları” adlı yazısında, Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e kadar pek çok dönemde eğitimin yeni nesillerin yetişmesi için önemli bir yer teşkil ettiğini belirtmektedir. Yeni bir düzenin meşru kılınabilmesi açısından çocuklara verilen eğitimin önemli olduğu üzerinde duran Güngör, ilkokul ve ortaokullarda devletin kendi ideolojisi ekseninde çocukların müfredatına karar verdiğini bu bağlamda özellikle ilkokul için vatandaşlarını teşvik ettiğini belirtiyor. Milli eğitimin yeni yetişen nesiller için büyük önem atfetmesi noktasında Güngör, devlete karşı marksizm gibi ideolojilere ve milli kültürü deforme edecek yayınlara yer veriyor olması açısından eleştirilerde bulunmuştur. “Çocuklar her şeyden önce ‘toplumdaki menfaat çatışmalarının şuuruna varma ve Marksist ihtilalin karşısında olan her şeye kin besleme’ esasına göre yetiştirilmektedirler. Günümüzde hükümet politikasının eğitimde milli kültürü kaldırma prensibi de bu gelişmeye yardımcı olmaktadır” (Güngör, 1979c: 5). Töre’nin 103 ve 104 sayılarında İbrahim Özdemir’in kaleme aldığı “Hicret’in Aydınlığında Bir Hesaplaşma” adlı yazıda Özdemir, komünizmin ahlak dışı olduğunu ve insanı da madde olarak gördüğünü belirtmektedir. “Komünistler ahlâk, fazilet hak ve adalet kavramlarını çiğnerler. Bunların izâfilik ile izah ederek, fert ve toplum hayatındaki yapıcı gücünü çürütmeye çalışırlar. Bu konuda daha da ileri giderek derler ki: ‘Namus ve ahlâk ne demektir? Bunlar modası geçmiş çağdışı kavramlardır. Hele din, insanı köle yapan onun yaşama hakkını hiçe sayan bir afyondur” (Özdemir, 1979- 1980: 3-4). Töre dergisinin antikomünist bakış açısını din kurumunu ve ahlaki değerleri öne çıkararak vurguladığı görülmektedir. Derginin komünizm karşıtlığını savunmaktan ziyade neden komünizme neden karşı olduğunu da aydınlattığı görülür. Bu bağlamda Ayhan Tuğcugil’in kaleme aldığı “Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi”nde marksizm bir teori olarak incelenmiş ve ilmi gerçeklikten uzak bir 136 zeminde olduğu için saçma bir ideoloji olarak sunulmuştur. Marksizmin ilmî gerçeklikten uzak oluşu ve kendisini bilimsel olarak tanımlama gayreti karşısındaki durumu için “skolastik şizofreni” kavramı kullanılmıştır. Töre dergisinin gençliğin bu yıkıcı ideolojiye -komünizme- kapılıp gitmemesi adına aydınlatıcı yazılar sunmakta olduğu ve kaynak kitaplar önermekte olduğu görülür. Ayrıca Türk Milli Eğitim Sistemi’ne verdiği öneme bakıldığında Töre’nin milli eğitim aracılığıyla komünizm ideolojisinin zararlı olduğunun aydınlatılması gerekliliğini vurguladığı da görülmektedir. Derginin perspektifine bakıldığında eğitim sisteminin bu faaliyetleri yerine getirmesi gerekliliği Türk milliyetçiliğini benimseyen gençlerin yetiştirilmesi adına elzemdir. 4. 2. 3. Güncel Olaylara Milliyetçi Perspektif 12 Mart 1971 Muhtırası Türk demokrasi tarihinde önemli bir olay olarak zikredilmektedir. 1971 Muhtırası’na giden süreçte Türkiye’de yaşanan öğrenci hareketleri ve aydın kesimin sol camiada kümelenmesi Türk milliyetçilerini ve ülkücü gençleri tedirgin eden olaylar olmuştur. Derginin 1972 10. sayısında “Genel Durum” başlığı altında 12 Mart Muhtırasına ve 12 Mart sonundaki sürece ayrılmıştır. Burada komünist harekete karşı milliyetçi hareket savunulmuş ve ülkücü gençlik vatanın savunulması noktasında öne çıkarılmıştır. 12 Mart Muhtırası’nın ülkedeki anarşist havayı sonlandıramadığı üzerinde durularak suçluların cezalarını bulmadıkları ve komünizm tehlikesinin yurttan tamamen silinmediği üzerinde durulmuştur. “Komünizm tehlikesinin kapımız zorladığını duymayan sağır vicdanlar, milliyetçi hareketin asil direnişini de anlayamıyordu. Bu yüzden, kızıl eşkıya karşısında ısrarla direnen tek güç, milliyetçi aydınlarla ülkücü gençlik oldu” (“Genel Durum”, 1972a:5). “Görülüyor ki, tehlike bütün şiddetiyle devam etmektedir. O halde, ülkemizin kaderi gene milliyetçi ve ülkücü gençlik ile onlara inanan halkımızın uyanık bekçiliğine emanet edilmiştir. Devletimizin mes’uliyeti eninde sonunda gene inançlı ve cesur Türk milliyetçilerinin omuzlarına yüklenecektir. Vatanımızı biz koruyacağız. Türklüğü biz yaşatacağız. Hazırlıklı ve dikkatli olalım” (“Genel Durum”, 1972a:6). 137 Derginin 10. sayısında ülkenin içinde bulunmuş olduğu duruma nispeten “Vatan Mübarek” şiiri yayımlanan Rahim Balcıoğlu’nun dizeleri ülkenin tehdit içinde olduğu ve kurtaracak vatan evlatlarına muhtaç olduğu vurgulanmıştır. “Acı anacığım, bin yoğun acı Gayri sarmıyor balı, yağın böreğin.. Tehdit ülkemin dört bir yanı Kurban olam anam, doğur ilacı” (Balcıoğlu, 1972: 23). Töre’nin 15. sayısında “Genel Durum” başlığı altında memleketin kötü gidişatı değerlendirilmiş ve ülkeye refah ve huzurun gelmesi için Türk milliyetçiliğinin iktidara gelmesi gerekliliği vurgulanmıştır. Ayrıca Töre dergisinin önemle vurguladığı sol karşıtlığı bu dönemde CHP ‘de yaşanan hareketlilik üzerinden tekrar endişeyle vurgulanmaktadır. CHP’nin kendi içinde Ecevit ile değişime gitmesi ve bu anlamda sol kesime bir adım daha yaklaşması dergi mensuplarınca endişeyle karşılanmıştır. “1970 CHP Kurultayında başlayan, aşırı sol mu, tarihi CHP çizgisi mi? Çekişmesi neticeye ulaşmış ve Atatürk zamanında CHP’yi ele geçirmek isteyen Marksist kadro, emelini Bülent Ecevit vasıtasıyla gerçekleştirmişti. Bu durumu kabul edemeyen CHP’nin tanınmış simaları partiden bir bir ayrılmaya başlamışlardır. Ayrılan yeni bir parti kurarak veya başka bir yolla CHP’deki aşırı solcu gelişmeyi zayıf bir duruma getirebilirse, tarihi vebalden belki bir miktar kurtulmuş olacaklardır” (1972c: 4). “Türkiye’nin kudretli ve müreffeh bir ülke haline getirilmesi için milliyetçilerin dışında bütün siyasi görüşler denenmiştir. Uygulama ülkeyi bugünkü ortama sürüklemiştir. Şartlar ve milli ihtiyaçlar Türk milliyetçiliğinin iktidar olmasını zaruri kılmaktadır. Türkiye’ye hakim kuvvetler bu ihtiyacı görünceye kadar buhranın devam edeceği muhakkaktır” (1972c: 4). Dergi açısından Türk milliyetçiliğini öne çıkaran durum ve olaylar dönem içinde milliyetçi perspektiften değerlendirilmiş ve gerekli yerlere gönderme yapılmıştır. Özellikle hükümetin tutumunu eleştiren yazılar dergi içeriğinde mevcuttur. 1974 yılının 35. sayısında “Genel Durum” başlığı altında Tuğcugil’in kalemiyle (Sayfa: 6-7) “bozkurt” sembolüne karşı CHP Milletvekillerinin tutumları eleştirilmiştir. 138 “…Ve bugün Büyük Millet Meclisi çatısı altında CHP milletvekilleri ‘it-kurt, it-kurt’ diye tempo tutabilmekte, CHP’li Ankara Belediye Reisi ilk icraat olarak yerli imalat otobüslerin üzerindeki bozkurt amblemlerini sökebilmekte (Bussing firmasının aslanına dokunulmamıştır!) bozkurt rozeti taktıkları için öğretmenler sürülmekte, öğrenciler dövülmekte, bıçaklanmakta, öldürülmektedir”(Genel Durum, 1974: 6-7). Derginin 16. sayısında “Genel Durum” başlığı altında yer alan yazıda (1972:3-7) dönemin CHP Genel Başkanı olan Bülent Ecevit’in düşünceleri eleştirilmiş ve Ecevit’in Türk milletine aidiyet hissetmediği belirtilmiştir. Özellikle bir milleti tanımlamanın “dil” kriterine bağlı olmasını anlamsız bulan Ecevit, Töre dergisi mensuplarınca ağır bir şekilde eleştirilir ayrıca milli savunmaya yeteri kadar önem vermediği de dikkat çekilir. Burada Ecevit’in milli bilince sahip olmadığı vurgulanarak derginin milliyetçi yapısının öne çıkarıldığı görülmektedir. “Dil farkı gözetmeksizin milliyetçilik (!) yapacağımıza göre , 10-20 sene sonra resmi dilimizin Rumca, Ermenice veya Rusça olmasında ne mahsur var? Esas olan refah değil mi? Ecevit bu refahı neden Türkiye’deki insanlar için istiyor da mesela Yunanistan, Kenya veya Grönland için bu çabayı göstermiyor? Dil, tarihi miras, kültür önemli olmayınca bu soruya da ancak tek cevap verilebilir: Çünkü Ecevit hasbelkader Türkiye’de doğmuştur ve Türkiye’deki bir siyasi partinin başkanlığını almıştır” (1972d:5-6). Bundan ziyade yazının devamında “CHP’nin Yeni Politikası ve Türkiye” başlığı altında Ecevit’in uygulamaya çalıştığı iktisadi politikanın maddi imkanları birey bazında geliştirmeye çalışması ve bu anlamda toplumsal refah yerine kişisel ihtiyaçların lüks bir şekilde karşılanmasına odaklanılmasının eleştirildiği görülmektedir. Türk milliyetçileri kişinin menfaatini değil Türk toplumunun menfaatini korumaya gayretli olduğundan Ecevit’in bu politikası da eleştirileri üzerine çekmiştir. “1973 seçimlerine gidilirken CHP mideye hitap edecek, tüketimin cazibesini kullanacak, AP, onunla aynı sahada yarışa kalkışacaktır. Türk Milliyetçileri ise cesaretle, ‘Bugünün topla refahı yerine yarınki güçlü ve müreffeh Türkiye’, ‘Ucuz sigara yerine çelik sanayii’, ‘Tüketim yerine tasarruf’ inançlarını savunacaklardır. Türk milletini tanıyanlar, onun günlük menfaati değil milli menfaati müdafaa edeni dinleyeceğini bilirler” (1972d: 7). 139 “Türkeş’in Ege Gezisi” başlığı altında verilen yazıda 1961 Anayasası’na “Milliyetçilik” esasının korunması gerekliliği üzerinde Türkeş’in konuşmalar yaptığı belirtilerek Türkeş’in görüşüne sahip çıkan Töre dergisi ”Milliyetçilik” esasını Türk milletinin temel felsefesi olarak yorumlar.“Türk Devleti’nin temel felsefesi, onun Anayasasında layık olduğu yere oturtulmalıdır” (1972d: 7). Necmettin Hacıeminoğlu “Milliyetçiliğin Kültür Temeli” adlı yazısında (1972e: 12-15) Türk milliyetçiliğinin bilgi, kültür ve duygu temeli üzerine kurulduğundan bahsetmektedir. Yeni yetişen nesillerin milliyetçi tutumunun gelişmesinde Türk eğitim sisteminin eksikliklerini öne çıkararak eğitim sisteminin gerekli işlevi yerine getirmediğini belirtir. Eğitim sisteminin gelecek nesiller için işlevsel bir Türk milliyetçiliği bilgi birikimi sunamamış olmasının da kişinin de kedisini hepten bilgisizliğe bırakmasını meşru kılmayacağını belirtir. Hacıeminoğlu’nun milli eğitimin Türk milletine bağlı milliyetçi nesiller yetiştirmekten uzak olduğu saptamasına karşı Türk gençlerine okuma önerilerini derginin daha önceki sayısında verdiğini de görmekteyiz. 13. sayıda “Milliyetçi Gençliğin Kitaplığı” yazısında (1972d: 12-16) gençlerin fikri yapısının oluşması açısından düzenli bir okuma listesine sahip olmaları gerektiği ve bu bağlamda hangi eserleri mutlaka okumadan geçmemeleri gerekliliği de vurgulanmıştır. “Bilgi temeli, önce Türk tarihini bir bütün halinde öğrenmekle atılır. Nereden geldiğimiz, hangi duraklara uğradığımız ve ne gibi merhaleler aştığımız teferruatı ile bilinmelidir…Bu bilgiler her yaşta ve çağda öğrenilebilir. Tabii ne kadar erken öğrenilirse o kadar iyidir…İnsan bu bilgilerin büyük bir kısmını okullarda alabilir.Geri kalanını da diğer devlet kuruluşları yardımı ile kazanmalıdır…Fakat ne hazindir ki devletimizin böyle bir meselesi ve niyeti yoktur. Her şey şahsi gayrete bırakılmıştır. Hatta, kendi tarih ve kültürümüz kasten ihmal edilmektedir” (Hacıeminoğlu, 1972e: 12-13). Nahit Dinçer de “Millî Kültürde Dinin Yeri ve Milli Şahsiyet” adlı yazısında (1972b: 19) okullarda millî kültüre dair eğitimin yeterince verilmediğine değinmekte ve bu durumdan yakınmaktadır. “Bugün okullarımızda, kendi kültürümüzü duyurmak, yaşatmak bir ödev haline gelmelidir. Ne yazık ki, okulumuz yığma ve yarım bilgiler veren, sınıfları kalabalık, gençler yığını olmaktan 140 kurtulamamıştır.Okulumuz dil, din, sanat dediğimiz, manevi kültürümüzün direkleri ve temelleri olan an’anelerimiz yaşatmış mıdır? Ve yaşatmakta mıdır? Bu sorulara müsbet cevap vermek zordur” (Dinçer, 1972b: 19). Necmettin Hacıeminoğlu, “Ülküsüzlük ve Ülküsüzler” adlı yazısında (1972f: 23-27) aydın kesimin bir ülküden yoksun oluşunu eleştirmektedir. Komünistlerden sayıları fazla olan bu aydın kesimin kafalarında ciddi bir fikir ve gönüllerinde milli bir ülkü olmadığı için komünistler kadar cesur olamadıklarını belirtir. Aydın kesime musallat olan duyguları nemelazımcılık, menfaatçilik ve korkaklık olarak belirleyen Hacıeminoğlu bu ülküsüzlüğün devletin geleceği adına endişe oluşturduğu üzerinde durmaktadır.“Görülüyor ki aydınlarını milli ülküden mahrum yetiştiren bir millet, tehlikeli ve karanlık günlerinde sahipsiz kalmaktadır. Oysa: Sahipsiz olan memleketin batması haktır. Biz sahip olursak bu vatan batmayacaktır” (Hacıeminoğlu, 1972f: 27).Hacıeminoğlu’nun burada “Biz” dediği kimseler, ülkücü milliyetçi kesimdir. Töre dergisinin 18. sayısında (1972b: 3-8) Alparslan Türkeş’in “Dış Politika Gelişmeleri” yazısına yer verilmiştir. Burada Türkeş, çağın milliyetçilikler çağı olduğunu belirterek dünya siyasetinde güncel olayların bir özetini sunmaktadır. Türkiye’nin içinde bulunmuş olduğu durumu yansıtabilmek açısından bir ön veri olarak sunulan dış politika olayları, komünist ya da kapitalist ülkelerin ideolojilerinden vazgeçerek kendi milli menfaatleri uğruna silahlanma yarışına girmiş olduklarından bahseder. Burada Türkeş, Türkiye’nin bir Orta Doğu ülkesi olması bakımından önemli jeopolitik konumuna dikkat çekmiştir. Bunu yanı sıra İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yapılanan kapitalist ve komünist blokların Türkiye’yi kendi milli menfaatleri doğrultusunda kullanmak amacında olduklarını ve bu nedenle Türkiye iç siyasetinde istikrarsız yönetiminde etkisiyle bir huzursuzluk ortamı oluştuğuna dikkat çekmektedir. “Hiçbir ülkede proletarya sınıfının dışında kalan diğer sınıflar yok edilerek ortadan kaldırılamamış olduğu gibi, milliyetçilik görüşünden ayrı bir sistem de gelmemiştir. Komünist rejimlere sahip olmalarına rağmen, bir çok komünist memleketler milli menfaatler çatışması yüzünden birbirleri ile kanlı bıçaklı düşman haline gelmişlerdir” (Türkeş, 1972b: 3). 141 “Birbirleri ile mücadele eden büyük kuvvetler ‘A.B.D., Sovyetler Birliği, Batı Avrupa’ Türkiye’yi kendi kontrolleri altında bulundurmak istemektedirler. Bunun için de gizli açık bir çok tedbirlere başvurmaktadırlar. Nato üyesi bulunan ve batı ile birlikte saf tutmuş olan Türkiye’yi bu durumdan çıkararak, Sovyetler blokuna katmak için Sovyetler geniş faaliyetler düzenlemişlerdir” (Türkeş, 1972b: . Türkeş bu yazısında ülkelerin bloklanma yarışlarından ziyade milli menfaatleri üzerinde durduklarından bu bakımdan herhangi bir fikir sisteminin “Milliyetçilik” fikir sisteminin yerini almadığını göstermeye çalışmıştır. Bu bakımdan milliyetçiliği işlevsel bir fikir sistemi olarak ortaya koymuş ve dönemin milliyetçilikler çağı olduğu vurgusunu da yapmıştır. 1973 yılının Şubat sayısında (1973: 3-9) Orhan Türkdoğan’ın kaleme aldığı “Türk Jeopolitiğinin Hedefleri” adlı yazıda Türkdoğan Türkiye’nin stratejik olarak önemli bir coğrafyaya sahip olduğundan bahsederek, Türkiye üzerinde oynanan oyunlardan bahsetmektedir. Kıbrıs’da “Megalo-İdea” hayali, Arap dünyasında “Panİslamist” düşünceler, komünistler ile kapitalistlerin ortaklaşa tezgahı olan “Kürtçülük” hareketi ve Ermenilerin doğu illeri için kurmuş olduğu hayaller üzerine Türkiye’ye düşmanlık beslemesi meseleleri Türk dış politikasında önemli olaylar olarak yorumlanmaktadır. Bütün bu sıkıntıların dışında Türkdoğan ülkeyi yarım ay şeklinde saran bir komünizm tehlikesinin varlığına da dikkat çeker.“Hem Balkanlardan hem de Karadeniz ve Kafkaslardan ülkemizi yarım ay şeklinde saran bir diğer tehlike de komünizmdir” (Türkdoğan, 1973: 6).Türkdoğan bütün bu tehlikeler karşısında yapılması gerekenin milliyetçi ve disiplinli bir kadro ile ülke yönetimini sürdürecek bir iktidarın yönetimde olması gerekliliğidir. Çıkarcı gruplar yerine milletin yükselmesini sağlayacak ve ülkesi için kendisini feda edebilecek milliyetçi bir zihniyete sahip yönetime ihtiyaç vardır. “Görülüyor ki Türk jeo-politiğinin ilk yönelimi toprağımızı ve üzerinde yaşayan insanımızı dört bir taraftan saran ahtapotlara karşı güçlü ve sonuna kadar milliyetçi, disiplinli ve ülkücü bir kadro ile savunmak olmalıdır” (Türkdoğan, 1973: 6). “Demokrasinin bozulmaması, köklü devrimlerin yapılması ve disiplinli bir gençlik kitlesi yetiştirmek için eğitimin yoğunlaştırılması gerekmektedir. Bu da ancak çıkarcı gruplar yerine halkımızın yükselmesini sağlayan ve kendilerini ülkesi için 142 adayan bir idealist kadronun iş başına geçmesiyle mümkündür” (Türkdoğan, 1973: 7). “Milliyetçiliğimiz hem jeo-politiğimizin hem de kalkınmamızın gereğidir. Bu nedenle gerçekçidir. Yeter ki bu kaynağa Milli Mücadeleden sonra bir defa daha dönmesini bilelim” (Türkdoğan, 1973: 9). Oğuzata Altaylı derginin 24. sayısında kaleme aldığı “Türkiye’de Yeraltı Sineması” adlı yazısında (1973: 56-57) Türkiye’de kültürel otoritenin olmamasını eleştirerek, “yeraltı sinemaları”nın kurulmasının da zaten tehlike içinde olan kültürel otoriteyi olumsuz anlamda etkilediğinden bahseder. Altaylı Türk gençlerinin kültür emperyalizmi ile ahlak dışı bir alana itilmek istendiğini belirterek kültürel otoritenin olmadığı toplumların yarınlarının felaketlerle dolu olacağına dikkat çeker. “Devletin kültürel otoritesi ise, kaynakları itibariyle; din, dil, aile, hukuk, eğitim ve sanat gibi kültür müesseselerinin tarih boyunca yaptıkları işbirliğindeki tecrübelere dayanan ve vicdanlarda inanç halinde yaşayan bir otoritedir” (Altaylı, 1973: 56). “Kültürel otoriteye dayanmayan ve sadece fizik gücüyle ayakta durmak isteyen bir devletin uzun zaman varlığını devam ettirmesini düşünmek mümkün değildir Ancak bu durum böyle olduğu halde devletimiz, kasıtlı olarak, Batı kaynaklı, milli yapıda temellenmeyen, sağlıklı bir toplum yaratmak ve siyasi varlığımızı korumak gücünden yoksun, taklitçi ve sahte bir otoriteyle ayakta tutulmak istenmekte ve sadece bu sebepten, mevcut anarşinin önü alınamaktadır” (Altaylı, 1973: 56). 1973 yılının 26. sayısında “Dokuz Işık Açısından Sanat ve Edebiyat Üzerine Notlar” yazısında (1973: 59-63) Sadık Kemal Tural, Töre dergisinin sanat ve edebiyata da yöneldiği üzerinde durarak millî kültürü hiçe sayan pek çok film, tiyatro gibi kültürel unsurların Türk millî kültürü açısından tehlikeli bir durum arz etmesi nedeniyle Töre’nin bu konuyla da ilgileneceğini yazmıştır. “Yerli ve milli birlik, beraberlik ve milliyet şuuru ile tarih şuuru telkin eden eserler oynamayan bir tiyatro dünyamız var. Töre dergisi bu konuya da el atmıştır. Perde konusunda tezi olanların sahne meselesinde de söyleyecek sözleri olduğu böylece ortaya çıkmıştır” (Tural, 1973: 59). 143 “Töre’nin başlattığı bu hareket, Milliyetçilerin büyük silkinişlerinin ve meselelere sahip çıkışının yeni bir örneği idi. Türk sanat ve edebiyatına dair düşüncemizin ortaya konulması, milliyetçi cepheyi memnun etmiştir” (Tural, 1973: 60). “Bizim hareketimize göre, sanat ve edebiyat millet içindir. Dokuz Işıkçı sanat hareketi, milletin değerlerini billurlaştırmayı ve bu yol ile ebedileştirmeyi esas alır” (Tural, 1973: 63). “Dokuz Işıkçı Sanat ve Edebiyat Hareketi Türklüğün aynası ve mesajı olacak eserlerin yaratılmasında; Türk sanat geleneği ve Türk estetiğinin ortaya konmasında; millet zevk ve güzellik duygularının yüceltilmesinde öncü olacak ve bu arada, kültür bütünleşmesini gerçekleştirecektir”(Tural, 1973: 63). Ahmet Cebeci derginin 27. sayısında (1973: 34-48) “Bulgaristan Türkleri” adlı yazısında tarihi ve bugünüyle Bulgaristan Türklerinin durumuna yer vermiştir. Her nerede olursa olsun Türk milletine mensup olan toplulukların ihtiyaçlarına ve sıkıntılarına kulak veren Töre dergisi kadrosunun Turancı yaklaşımı, Bulgar Türklerinin uğradığı haksızlığın da sesi olmuştur. Cebeci Bulgaristan’da Rusya’nın Panslavizm politikası etrafında topladığı Bulgar Slavlarının Türkleri nasıl katlettiği üzerinde durmuştur. 93 Harbi sonrasındaki dönemde Türklere karşı aynı sindirme politikası devam etmiş ve komünist dönemdeki politikalar çok daha sert olmuştur. 1944 yılında Kızıl Ordu’nun Bulgaristan’a girmesiyle krallığa son verilip komünist hükümet kurulmuştur. Bu komünist hükümetler Türkleri kısa yoldan Bulgarlaştırmanın yollarını aramışlar ve bu yolda İslam dini aleyhine de propaganda yapmaya başlamışlardır. Türk çocuklarının Türkçeyi bırakıp Bulgarcayı daha iyi öğrenmeleri için bir takım baskılar yapılmıştır. Komünist hükümet Bulgaristan’da bulunan Türklere işkenceler yapmış ve Türkleri Türk sınırlarına sürmüştür. İzlenen göç politikaları Bulgaristan’daki Türklerin katledilmesinin önüne geçmemiştir. 1973 yılında İslam Ülkeleri Konferansı’nda bu katliama dikkat çekilmiş fakat bu katliamın durdurulmasına engel olunamamıştır. Cebeci Bulgaristan Türklerinin varlığının Türkiye’nin tutumuna ve Birleşmiş Milletlerin nezdinde hareket edip etmeyeceğine bağlı olduğunu belirterek yazısına son vermiştir. “Netice olarak Bulgaristan’da halen 3,5 milyonu bulan büyük bir Türk kütlesi yok olma tehlikesi ile karşı karşıyadır. 144 Bulgar Komünistler Partisinin elimizde bulunan bütün gizli ve açık kararları, resmi Bulgar neşriyatı ve olaylarla ilgili belgeler, Bulgar hükümetinin bir tek Türk bırakmayıncaya kadar bu cinayetleri sürdüreceğini ispatlamaktadır. Bulgaristan Türklüğünün varlığı Türkiye’nin tutumuna ve Birleşmiş Milletler nezdinde harekete geçip geçmemesine bağlı olduğu ortada olan bir gerçektir” (Cebeci, 1973: 46). 1973 yılının 29-30. sayısında “Genel Durum” başlığı altında Türkiye’nin içinde bulunduğu sıkıntılara yer verilmiştir. Burada milli ekonominin sağlanması ve Türkiye’nin kalkınması açısından önemli olan faktörün milliyetçi ilme sahip bir iktidardan geçtiği vurgulanmıştır. “Gittikçe darlaşan boğazlardan kurtulmanın çaresi yurt için ihtiyaç duyulan yatırım malı ve üretim araçlarını yapabilme yeteneğini milli sanayimize kazandırmak, yani diğer bir deyimle, milli ekonomiye milli tasarrufları milli kaynaklara dayanarak yatırımlara dönüştürmek imkanını sağlamaktır. Bu, hiç şüphesiz sanayi alanında girişilecek çok geniş kapsamlı reformlarla elde edilebilecek bir sonuçtur… Bu reformlar da ancak milliyetçi ilmi görüşe sahip güçlü kadroların iktidarıyla olur” (Genel Durum, 1973a: 63). 1973 yılının 31. sayısında “Genel Durum” başlığı altında yer verilen yazıda Bülent Ecevit’in “Bayram gazetesi”nde yazdığı makalesinde kullanmış olduğu kavramın eleştirildiği görülmektedir. Ecevit’in “Ortanın Solu” politikası sol cenah tarafından memnuniyetle karşılanmasına vesile olmuşken Töre kadrosu açısından hoş karşılanmamıştı. Ecevit’in yayımlanan makalesindeki düşüncelerini Marksistlerin düşünce sistemine benzeten Töre kadrosu Ecevit’in Marksist olduğunu ve bu durumun da farkında olmadığını açıkça belirtmiştir. Ecevit’in kullanmış olduğu “Ekonomik Milliyetçilik” kavramını eleştiren Töre kadrosu bu kavramı Marks’ın öne sürdüğü “alt yapı üst yapıyı belirler” düşüncesinin bir ürünü olarak görmüş ve milli menfaatlerden önce “millet” mefhumunun geldiğini bu bağlamda “Ekonomik Milliyetçilik” kavramı yerine “Milliyetçi Ekonomi Tatbikatı” kavramını öne çıkarmıştır. “Evet, önce millet teşekkül eder; ancak ondan sonra bu cemiyet biriminin iktisatta, siyasette ve sairede reaksiyonları hücum ve savunmaları belirir. Yani ekonomik milliyetçilik değil, milliyetçi ekonomi tatbikatı olabilir” (Genel Durum, 1973b: 9). 145 “Özetlersek: ‘Ekonomik milliyetçilik’ lafı, sebeple netice, gayeyle vasıta arasındaki bağı yanlış koyması bakımından ‘kapı tokmağı’ yerine ‘tokmak kapısı’, ‘ev penceresi’ yerine ‘pencere evi’ demeye benzer” (Genel Durum,1973b: 9). 1973 yılının 31. sayısında Serçinlioğlu’nun kaleme aldığı “TRT’nin Künyesi” adlı yazıda (1973: 59-63) TRT’nin yapmış olduğu yayınlar üzerinden bazı tahlillere yer vermiştir. Burada Serçinlioğlu, TRT’yi Türk kültürüne yeterince sahip çıkmadığı, sol görüşlere fazlasıyla yer verdiği ve buna karşı milliyetçi kimselerin adının çok az yer aldığı bir yayıncılık faaliyeti sürdürmeleri konusunda eleştirmektedir. Ayrıca Türk dilini özensiz kullanıyor olmasından dolayı da TRT’nin dil kullanımını “tatlı su Frenkleri” ne benzetmektedir. Serçinlioğlu’nun yazısında TRT’nin yayınlarına karşı bazı eleştiriler şu şekilde öne çıkar: “Dünya sanatı içine Türk sanatını almak tenezzülünde bulunmadılar; lûtufedip, Türk sanatından iki kelime ile bahsetmediler” (Serçinlioğlu, 1973: 61). “Geçen ki yayında, cenaze namazının kılınışını atlayarak, ‘helallaşma’ bölümü; definde de, ‘Kur’an okunuşunu’ atlayarak, bazı bölümleri verdi. Gündüz bunları da vermemişti. Canlı yayının tesirinden korkuyor olmalıydı. Milli kültürümüzün canlı bir unsuru olan dinimizin tezahüründen korkuyor olmalıydı” (Serçinlioğlu, 1973: 61-62). “TRT’nin felaket derecesindeki uydurma dilini tenkit etmek için dilci olmak gerekmez. Her Türk aydını bunu rahatlıkla görebilir” (Serçinlioğlu, 1973: 62). 1975 yılının 45. sayısında “Töre’den” adlı bölümde TRT’nin özerkliği meselesi gündeme getirilmiş ve TRT’nin yayın faaliyetlerinin ülkenin içinde bulunduğu durumlar bakımında önem atfettiği belirtilmiştir. Günümüzde propaganda harbi olduğu ve bu harbin silahlarının da televizyon yayıncılığı ve dergiler gibi unsurların aracılığıyla var olabileceğine dikkat çekilmiştir.“Propaganda harbi dağlarda, ovalarda değil, üniversitelerde, sendikalarda, sokaklarda dövüşülür. Cephanesi mermi, bomba değil, yazı ve sözdür. Tüfek, top yerine gazete, dergi, radyo ve televizyon kullanılır” (Töre’den, 1975a: 2). 146 TRT’nin CHP ve sosyalistlerin propaganda aracına dönüşmesinin endişesini taşıyan Töre kadrosu yayıncılık faaliyetlerinin etkililiğini bir kez daha bu yazıyla öne çıkarmış ve kendi varlığını da dolaylı olarak Türk milliyetçiliğine uzanan ellerin kırılması noktasında meşru bir silah olarak öne çıkarmış bulunmuştur. 1975 yılının 46. sayısında “Töre’den” bölümünde yer verilen “Ecevit ve TRT” adlı yazıda Tuğcugil, TRT yayınlarının neden bu kadar önem atfettiği üzerinde durmuştur. Yine bu yazıda sol kesimin ve sosyalistlerin yanında duran özerk olmayan bir TRT’nin varlığı ifade edilmeye devam edilmiştir. “TRT Türkiye’nin tek radyo ve televizyonudur. Onun yanlışlarını, yalanlarını düzeltecek ikinci bir radyo veya televizyon mevcut değildir. Üstelik TRT, bilhassa Türkiye’nin köylü kesiminde –gazetelerin erişemediği bölgelerde- tek haber kaynağıdır. Ve bu TRT günde yirmi dört saat, komünist ülkelerin radyo programlarıyla, Nazi propagandasıyla rahatça rekabet edebilecek bir ustalıkta CHP ve sol propagandası yapmaktadır. Tek haber vasıtasının TRT olduğu kesimlerde ise bu propaganda ‘tutsak dinleyiciler’ üzerinde ‘beyin yıkama’ niteliğine bürünmektedir” (Tuğcugil, 1975: 2). 1975 yılında I.Milliyetçi Cephe Hükümeti’nin kurulması hasebiyle Güngör’ün 48. sayıda kaleme almış olduğu “Milliyetçiler Arasında Birlik Meselesi” adlı yazıda (1975: 21-27) milliyetçiliğin ideolojik boyuttan tedricen siyaset sahnesine yol almasından bahsedilmektedir. Güngör bu yazıda Türk milliyetçilerinin ayrıldıkları noktalardan da kısaca bahsederek milliyetçi cephenin varlığının uzun süre korunmasının mümkün olmadığını fakat ülkenin birlik ve bütünlüğünü sağlama noktasında faydalı bir işlevi yerine getirmiş bulunduğunu yazmaktadır. “Görülüyor ki milliyetçilik ‘birlik’ prensibine dayanmaktadır ve milliyetçiler de bir memlekette birliği kurmak veya ayakta tutmak için uğraşan insanlardır. Bir taraftan bu ortak gayeleri, bir taraftan da bölücülere karşı takındıkları ortak tavır bakımından milliyetçilerin birleşik hareket etmeleri kadar tabiî bir şey olamazdı ve nitekim bu hareket gerçekleşti” (Güngör, 1975: 27). 1974 yılında Kıbrıs Barış Harekâtı hasebiyle Töre dergisinin yayın yönetmeni Emine Işınsu, Milliyetçi Hareket Partisi lideri Alparslan Türkeş ile bir röportaj hazırlamıştır. Törenin 39 ve 40. sayılarının birlikte yayınlandığı bu dönemde güncel siyasi olaylara ilişkin görüşlerin milliyetçi cephe tarafından nasıl yorumlanacağının 147 derginin duruşu açısından kıymetli olduğu siyasi liderlerden Türkeş ile yapılan röportajdan da anlaşılabilmektedir. Kıbrıs Barış Harekâtına yönelik yapılan bu konuşmada (1974, Sayı: 39-40: 3- 4) “Neden Türkiye kazandı?” sorusunun yerine “20 Temmuz’a kadar neden hep Yunanistan kazandı?” sorusunun sorulması gerektiğini belirten Türkeş, Yunanlıların bugüne kadarki başarılarını “Megalo İdea”larının olmasına bağlamıştır. Bu bakımdan Türk milletinin milli ülküden uzak kalmış bulunmasını da eleştirmiştir. Alparslan Türkeş ile yapılan konuşmada (1974, Sayı: 39-40: 4-5) bir yandan politik olaylar konuşulurken diğer yandan milli silah üretimine ilişkin de yorumlar yapıldığı görülür. Amerika ile haşhaş üretiminden doğan kriz nedeniyle Amerika’nın Türkiye’ye sağladığı askerî yardımı kesme meselesi bu noktada milli savunmanın da önemini bir kez daha gündeme getirmiştir. Türkiye’nin kendi askeri araç gereçlerini kendisinin üretebilmesi noktasında yapılan tartışmalar Türkiye’nin hiçbir devletin yanında sürekli olarak yer almaması gerektiği tecrübesini dönemin siyasetçilerine kazandırmıştır. Bu bakımdan NATO’da yer almasından ziyade Türkiye’nin Amerika’nın kararlarına boyun eğmeyeceği de yapılacak olan çok yönlü siyasetle bu bağlamda Sovyet Rusya ile zaman zaman Ecevit hükümetinin yakınlaşmasıyla da somut bir hal almıştır. Bu duruma Töre dergisi yayınları açısından bakıldığında Kıbrıs harekat sırasında Sol cenaha yakınlaşan Ecevit’in Tuğcugil ve Yahnici tarafından 41. sayıda (1974:7) eleştirilmesine neden olmuştur. Kıbrıs Barış Harekâtına ilişkin pek çok detayın Töre dergisinde yer almış olduğu görülür buna Türk Mukavemet Teşkilâtı (TMT)’nın bu döneme kadar ki mücadeleleri ve kullanmış oldukları armalar da dahildir. (1974, Sayı: 39 - 40: 10-19). TMT’nin Kıbrıs’ta göstermiş olduğu başarılara yer verilmiş ve “Tanrı Türk’ü Korusun” sözüyle bu bölüme son verilmiştir. Milliyetçi cenah tarafından çok daha fazla önem atfeden Kıbrıs Türkleri ve Batı Trakya Türklerinin durumu Kıbrıs Barış Harekâtıyla gündeme oturmuştur. Bu bakımdan derginin 39-40. sayısında Yetik Ozan’ın “Dönüş” adlı şiirinde mısralarını süsleyen durumun Kıbrıs Harekâtının politik durumu olduğu görülmektedir. 148 “Kanadının aklığında Kanla beslenen bir güvercindir barış Tüneği kara namlular, Savaş boynumun borcu, zâfer geçilmez andım… Tanık olsun artmaz azalmaz sular” (Ozan, 1974: . Yetik Ozan bu dizelerinde Kıbrıs’ta barışın ancak kanla sağlanabileceği bir noktada olunduğuna dikkat çekmiştir. Savaş durumu artık kaçınılmaz olmuş ve zaferden başka hiçbir sonuçla dönülmeyeceğine and içilmiştir. Bu zafere ise adayı çevreleyen sular tanık olacaktır. Yetik Ozan’ın nezdinde Türk milleti için zafer vazgeçilmez ve kaçınılmaz sonuç olacaktır. “Kıbrıs’ta Türk İdaresi” adlı yazısında Nejat Göyünç (1974,Sayı: 39-40: 20- 25), Kıbrıs’ın tarihini konu alır ve Kıbrısdaki Türk yönetiminden tarih boyunca memnun kalındığından bahsederek Kıbrıs’ın Türk yurdu olduğunu senelerdir de Türk Mehmetçiğinin kanıyla yoğrularak var olduğunun altını çizer. Kıbrıs Harekâtı ve Kıbrıs’ın tarihine ilişkin yine 39-40. sayılarda bir yazı da Turgut Günay’dan gelmiştir. “Kıbrıs’sız Anadolu” adlı yazısında Turgut Günay, Kıbrıs Harekâtının başarılı olmasını Türk milletinin istiklâline düşkün olmasına ve milli birlik içinde hareket etmesine bağlamaktadır. “Tarih sahnesine çıktığı andan itibaren ordu-millet olarak yaşaya gelmiş olan Türk Milleti, istiklâli, hürriyeti ve milli hakları tehlike veya tehdit altına girdiğinde en kısa zamanda bütünleşebilen, tek yürek, tek kafa haline gelebilen bir yapıya sahipti. Nitekim öyle oldu ve bütün dünyanın gözü önünde Yunanistan yanlışını acı bir sille yemekle ödedi” (Günay, 1974a:28-29). Arif Nihat Asya ise Kıbrıs Barış Harekâtı’na “Onlar Bu Dilden Anlar” yazısıyla gönderme yapmıştır. Arif Nihat Asya sözlerini şu şekilde bitirir: “On altı günün acısını altı günde çıkardığımız doğrudur..On altı yılı tebrik etmem; altı günü tebrik ederim. Onlar, önsözden anlamaz..Son sözden anlar” (Asya, 1974b: Sayı:39-40:43). 149 Necmettin Hacıeminoğlu ise “Kıbrıs Harekâtının Manası” adlı yazısında Kıbrıs Harekâtının manasını Turan ülküsünün gerçekleştirilebilirliğine bağlamış ve Türk’ün Türk’ten başka dostu olmadığının bir göstergesi olarak yorumlamıştır. “Başkaları için sadece bir askerî üs değeri taşıyan Kıbrıs, bizim bakımımızdan milli bir şeref dâvasıdır” (Hacıeminoğlu, 1974f: 45). “Bu harekât, ümit edilir ki bizim batı dünyasına gözü kapalı hayran ve teslim olan budala aydınlarımızla saf siyaset adamlarımızın da gözlerini açıp kendilerine gelmelerini sağlamıştır. Herkes bir kere daha görmüş ve inanmıştır ki, Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” (Hacıeminoğlu, 1974f:47). “Türkiye’de herkesin ‘tehlikeli fikir’ saydığı Turancılık ülküsü, demek ki, ne boş bir hayal, ne de büyük bir tehlike imiş. Devlet niyet ederse, yahut mecbur kalırsa, vaktiyle elimizden zorla koparılmış vatan parçalarını yeniden kazanabiliyormuş. Üstelik, böyle bir hareket bütün milletçe tam bir gönül birliği halinde tasvip ediliyormuş”(Hacıeminoğlu, 1974f:47). 1974 yılının 41. sayısında dönemin muhtevasını “Genel Durum” başlığı altında inceleyen Bülent Yahnici ve Ayhan Tuğcugil, Kıbrıs Barış Harekâtına ilişkin yaşanan olayların solcuların gözünde nasıl bir betimlemeye tabi tutulduğunu belirterek, bu tutumun altı boş iddialarla desteklendiğini aydınlatmaya çalışmaktadırlar. Tuğcugil ve Yahnici Kıbrıs Barış Harekâtı’na ilişkin solcuların öne sürmüş olduğu pek çok önermenin geçersizliğini olaylar üzerinden açıklarlar ve şu sonuca varırlar: “MİLLETLER MÜCADELESİ! İşte, bu iki kelimelik bu madde, bir sürü zırvaya ihtiyaç gösteren ‘sınıfsal’ garnitürlü dört maddenizi de çökertmeye muktedirdir. Kıbrıs’ta milletler vardı baylar! Türk ve Yunan milletleri. Bunlar mücadele etti. Kıbrıs’ın dışında fakat Kıbrıs’ta menfaatleri olan milletler vardı baylar; İngiliz, Fransız, Rus, Amerikan milletleri. Bunlardan her biri kendi çıkarı için ve yalnız kendi çıkarı için mücadele etti” (Tuğcugil ve Yahnici, 1974: 5). Burada Yahnici ve Tuğcugil’in üzerinde durmuş olduğu nokta Kıbrıs olaylarından sosyalizm düşüncesine pay çıkarmak isteyen sol cenahın temelsiz fikirlere sahip olduklarını göstermek olmuştur. Kıbrıs Barış Harekâtı’nı “Milletler 150 Mücadelesi” olarak yorumlamaları da Kıbrıs olayını Türk milleti açısından bir var olma mücadelesi olarak gördüklerinin göstergesi olmuştur. Hayati Bakî’nin 41. sayıda kaleme almış bulunduğu “Kız Kıbrıs Oğul Turan Şöleni” adlı şiiri Kıbrıs olayına milliyetçi perspektiften bakıldığının somut örneklerinden olmuştur. Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kıbrıs Barış Harekâtı’nı başarıyla gerçekleştirmiş olması milliyetçileri “Turan Ülküsü” için heyecanlandırmıştır. “Bir kutsal Ötüken ağacının tanıklığında: Kızımız KIBRIS ile Oğlumuz TURAN’ın Ak düğünlerini, Ak şölenlerini, Ak savaşta Kur’an içre, Pusat içre, Bayrak içre, Ordu-millet biz yaptık, mutlu olduk!” (Bakî: 1974: 27). Halide Nusret Zorlutuna derginin 41. sayısında “Kahret” şiirinin dizelerini Kıbrıs Olayı’nda Türklere eziyet eden Yunanlılar için kaleme almıştır. Zorlutuna’nın kaleme almış olduğu bu mısralar derginin Türk- İslamcı kimliğine de vurgu yapmaktadır. “ … Askerlik şerefini düşünmeden bir an, Silâh, bayrak bırakıp, ardına bakmadan, ‘TÜRK GÜCÜ’nün önünden köpekler gibi kaçan Bu ordu insan değil, sadece kemik ve et. Suçsuz, silâhsız halka kuduzca saldırırlar, Bu et yığınlarında ne iman ne insaf var. 151 Yavruvatan bağrında tutuşturdu yangınlar. Rabb’im bu vahşetleri Kahhar isminle kahret!” (Zorlutuna, 1974b:49). Agah Oktay Güner, derginin 44. sayısında “Milli Model ve Kültür Yapımız” adlı yazısında dünya şartlarını değerlendirmekte ve Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik durumdan nasıl kurtulacağını anlatmaktadır. Güner, sosyalist ve kapitalist düzene karşı az gelişmiş ülkeler arasında yer alan Türkiye’nin ekonomide “milli model” oluşturması gerekliliği üzerinde durmuştur. “Türkiye’nin şartları ve tarihi tecrübesinin ışığında Milli Model ile kalkınacağına inanıyoruz” (Güner, 1975: 11). “…Türk kalkınma stratejisini: 1) Milliyetçilik, 2) Kuvvetli iktidar yapısı, 3) Sosyo-Ekonomik hedefleri gerçekleştirecek ruh ve fikir yapısına sahip münevverler yetiştirecek tedbir ve politikalar teşkil edecektir” (Güner, 1975: 11). “Bugün, milli kültür ve şuurdan mahrum olanlar Türkiye’yi Marksist-Leninist modelin içine itme gayreti içindedir. Tek bir teorinin varlığından başka hiçbir gerçeği kabul etmeyen biz zihniyet ‘Teori yüzünden körleşmiş’ bir ortaçağ doğması içindedir. Bunlara sorulacaktır: Neden Japon modeli değil de Komünist model? Neden milli model değil de enternasyonal model? Taklit modellere esaret neden?” (Güner, 1975: 13). “İktisadî potansiyeli milli kültürün itici gücüyle çok ilerilere götürmek mümkündür. Münevverlerimiz dinimize, dilimize, tarihimize, milli kıymet hükümlerimize saygılı ve ölçülü olmayı bilmek zorundadır” (Güner, 1975: 14). “ ‘Milli Model’ gücünü ve verimliliğini milletimizin engin tarih tecrübesinden alacaktır”(Güner, 1975: 14). Mehmet Çağatay Özdemir’in Töre’nin 51. sayısında kaleme aldığı “Türk Eğitim Sisteminin Felsefesi” adlı yazıda (1975: 8-18) Türk eğitim sistemi değerlendirilmiş ve eğitimin millî esaslara dayanması gerektiği vurgulanmıştır. Özdemir, Türk eğitim sisteminin, insanı aracı bir konuma sokan sosyalist ve kapitalist eğitim sistemlerinden farklı bir yapıda inşa edilmesi gerektiğini belirtmiştir. “İster Liberal-Kapitalist olsun, ister Marksist-Sosyalist olsun, bugün bu anlayışın hakim olduğu ülkelerdeki eğitim sistemleri iki şey için çırpınıyor: Üretimi arttırıp, tüketimi 152 çoğaltmak… Bu arada insan bir aracı, bir vasıtadır. Türk fertlerinin böylesine sapık anlayışların içinde yetişmesine müsaade edemeyiz” (Özdemir, 1975: 14). “İnsanı bir bütün olarak görmekten aciz bulunan, insanı vasıta olarak telakki eden çağdışı fikir sistemleri ve onların dünya görüşleri, Milli Eğitimimize yön veremezler. Çünkü her millet kendi dünya görüşünü, inandığı prensipleri fertlerine aktarmayı gaye sayar ve bunu gerçekleştirmek vazifesini de eğitim teşkilatlarına verir”(Özdemir, 1975: 17). “Milli vasfını taşıyan bir eğitim sisteminin vazifesi, öğrencileri ‘milli kültürle’,’milliyetçi-ülkücü’ olarak yetiştirmektir. Eğitim teşkilatlarının varlık sebebi, ‘milli kültür’ ile ‘milliyetçi fertler’ yetiştirmek esasına dayanır”(Özdemir, 1975: 18). “Eğitim sistemimizin her kademesi, Türk Milliyetçiliğinin ideoloji ve ideal yapısına göre yeni baştan düzenlenmelidir”(Özdemir, 1975: 18). Derginin Ocak 1976 yılındaki 56. sayısında Ayhan Tuğcugil “İdeolojiler ve Türkiye” başlıklı yazısında Soğuk Savaş Dönemi’ndeki harbin klasik savaşlardan farklı olduğuna dikkat çekerek bir fikir sistemi sunan Doğu (Komünizm) ve Batı (Kapitalizm) arasında Türkiye’nin millî bir fikir sistemi üretmesi gerektiğine dikkat çeker. Tuğcugil, Türk fikir sisteminin Türk milliyetçiliği olduğunu belirtir: “Yenilmek istemeyen bir Türkiye’nin tek kurtuluş yolu, her harpte olduğu gibi bunda da, bu harbin silâhını kullanmaktır. Fikir Sistemi taarruzuna fikir sistemi ile cevap vermektir. Türklerin tabiî fikir sistemi, Türkiye Cumhuriyeti’nin temelindeki sistem, Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’dir. Önce öğrenilecek, sonra da uygulanacak sistem budur”(Tuğcugil, 1976a:10). “Bugün, fikir sistemleri savaşı çağında, Türkiye’nin galibiyeti Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin iktidarı demektir. Bu iktidarın şartı ise, gençlik, aydınlar ve ilim adamları arasında hızla yayılan Türk Milliyetçiliği’nin fikir sistemi olarak kavranmasının da aynı hıza erişebilmesi ve sonunda bütün Türk Mileti’ni sarmasıdır”(Tuğcugil, 1976a:12). Fikir sistemleri üzerine yazısına 58.sayıda devam eden Tuğcugil (1976b:14), Türk Milliyetçiliği Fikir Sisteminin uygulama esaslarını “Dokuz Işık Doktrini”ne bağlar. “Türk Millietçiliği Fikir Sistemi’nin uygulaması içinde Türk kültürünün güçlendirilmesi, tarım kentleri, ağır sanayi- makine yapan makineler…-,birinci sınıf ülkücü ilim ve teknik kadroların 153 kuruluşu; özetle, Milliyetçi Hareket’in teklif ve projeleri bulunur. Bu uygulama da, gayemiz, ‘Türk Milletinin bekası’na yönelmiş atılımlardır. Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin uygulama esasları, Dokuz Işık Doktrini’nde özetlenir” (Tuğcugil, 1976b:14- 15). Töre dergisi yayınlarında Türk Sanat Tarihine dikkat çekmek adına sanat alanındaki gelişmelere de zaman zaman yer verilmiştir. Dergide Garip Kafkaslı’nın resimlerine yer verildiği gibi, Türk tiyatrosunda “Ülkücü Tiyatro Hareketi”ne de dikkat çekilmiştir. Ülkücü tiyatro hareketi adına sahnelenen ilk eserin “Kürşad İhtilâli” olmuştur. Meriç Coşkun’un İsmet Hürmüzlü ile gerçekleştirdiği röportajda Hürmüzlü, Kürşad İhtilali’nin konu edilmesini şöyle açıklar; “Türk tarihinde “KÜRŞAD” olayı bir diriliştir, öze dönüştür. Tutsak olan Türk budununun kurtuluşudur. Ülkücü tiyatro bir çıkış, bir öze dönüş olduğuna göre, ilk olarak bu eseri oynamayı uygun gördük”(Coşkun,1976: 41). “Sanat yoluyla, bir çok düşünce var veya yok edilebilir. Bizim sanatımız Türkün ebediliği önünde eğilen ve yapıcılığı olan bir sanattır. Biz ülkücü-milliyetçi düşüncenin gönül erleriyiz” (Coşkun, 1976: 39). “Türk tiyatrosunun, Türk Milletinin milli menfaatlerinin hizmetkârı olması inancı ve milli-ülkücü düşüncenin hakim olduğu bir sanat haline getirmeyi hedef alan bu çalışmalar, bütün imkansızlıklara rağmen başarıldı”(Coşkun, 1976: 39). Töre dergisi 1976 64. sayının giriş bölümündeki yazıda ideolojik savaşın sürdüğü bu zaman diliminde kendisini bir silâh olarak ilan etmiştir. Tuğcugil’in 56. sayıdaki “İdeolojiler Savaşı ve Türkiye” adlı yazısına ithafen öne çıkarılan bu ideolojik harp içinde olma durumuna karşı Töre dergisi kendi yayınlarını iyi kullanabilenlerin bu ideolojik savaşa karşı hazırlıklı olacağına dikkat çeker. “Ülküdaşlarımız! Şu anda bir silâhı elinizde tutuyorsunuz. TÖRE bir silâhtır! Yeni savaşta, ideolojiler harbinde, propaganda boğuşmasında Milliyetçi Hareket’in ağır silâhlarından biri… Yıllardır TÖRE, birçok ülkücünün kazanılmasını sağlamış, verdiği teorik eğitimle ülkücülerin hergün sürdürdükleri münakaşa ve mücadelede vazgeçilmez bir silâh olmuştur” (Tuğcugil, 1976: 2). Töre dergisi her alanda milli-yerli tutumun yanında yer aldığını her sayısında ifade etmekle birlikte sanatta iktisadi kalkınmaya kadar milliliğin önemine vurgu 154 yapan yazıları bünyesinde toplamıştır. 64. sayısında William ve Paul Paldock’un “Hungry Nations” adlı kitabından 4.bölümün bir kısmını yayınlayarak günümüzde toplumların ananelerine bağlı yaşamalarına ilişkin William ve Paul Paldock’un yaptığı vurguları göz önüne sermiştir. “Kalkınmada Esaslar” başlığı altında verilen bu yazı da milletlerde gerekli olan özellikler verilmeye çalışılmıştır.“Gerekli olan, bir ülke halkının kendi kültürüyle iftihar etmesini sağlamak; onu meydana getiren temelleri kullanmalarını sağlayacak kadar iftihar etmelerini temin etmektir” (1976: 18). Mehmet Karahanlı, “Türk Eğitim Sistemi Üzerine” adlı yazısında Türk eğitim sistemindeki aksaklıklar üzerinde durmaktadır. Burada dikkat çeken husus, Karahanlı’nın nezdinde yeniden büyük olma sancısı çeken “Türkiye” nin her alanda gelişmesinin yolunu “Dokuz Işık” a bağlamasıdır. MHP Genel başkanı Alparslan Türkeş’in Ankara Aydınlar Ocağındaki konuşmasına atıfta bulunan Karahanlı, bir yandan MHP ve doktrinini bu yolda meşrulaştırırken diğer yandan da Türkeş’in üniversiteleri önemseyen görüşünü öne çıkarmış bulunmaktadır. “Türkiye’yi çıkmazdan kurtaracak olan “9 ışıkçı” düzende esas olan sanayileşmiş, ileri tarım yapan, güçlü ve müreffeh Türkiye’yi kurmakta en büyük rol, Türklük guru ve şuuru, İslâm ahlâk ve fazileti ile yetişmiş kabiliyetli ilmî teknik kadrolara düşecektir” (Karahanlı, 1976:24). Karahanlı’nın Türk eğitim sistemi üzerine yazdığı sayfalarda Töre dergisinin perspektifini yakalayabiliriz. Karahanlı Türklük gururu, İslâm ahlâkı ve ilim aşkını vurgulamış ve bu anlamda Tuğcugil’in de üzerinde durduğu Türk Milliyetçileri Fikir Sistemini hatırlatmıştır. Ayrıca bu yazıda İslâm ahlak ve faziletine atıf yapmasıyla Karahanlı, derginin kimliğini yansıtan milliyetçi-mukaddesatçı çizgide durmaktadır. “ Büyük Türkiye’yi kurmak için üzerlerine düşen vazifeleri idrak etmelerini sağlayacak Türklük gururu ve şuuru, İslâm ahlâk ve faziletiyle yoğrulmuş, gerçekten milli modern eğitim verilmeli; liselerde, üniversitelerde kemiyeti değil keyfiyeti arttırmaya yönelik programlar uygulanmalı, bu müesseselerde ilim aşkına sahip kişilerin mezun olması sağlanmalıdır” (Karahanlı, 1976:24). Dönemin karışık muhtevasını barındıran dizeleri 1976 64. sayıda Ahmet Metin Şahin’in mısralarında görmekteyiz. 155 “Sen yurdu yıkmaya özen be evlât, Ben de sana karşı koymuyayım he! Sen iste şeytanî düzen be evlât, Ben vatan sevgisi duymayayım he! Ne Allah’ı tanı, ne de say hatır; İyiye güzele salla dur satır; Sen okul bombala, gemiler batır; Ben de seni mesul saymayayım he!” (Şahin, 1976: 27). Bu dizeleri Ahmet Metin Şahin, komünizm rüzgarına kapılan ve yıkıcı eylemde bulunan gençlere ithafen kaleme almış olduğu dönemsel olaylar incelendiğinde ortaya çıkar. Şahin, Komünizm’i “Şeytani Düzen” olarak damgalar, Allah’ı tanımayan ve yıkıcı düzene hizmet eden her genci bu mısralarda eleştirmiş bulunur. Bu mısralar bir yandan dönemin ruhunu yansıtırken diğer yandan İslâmcı kimliğe ve vatan sevgisine vurgu yapar. Bu durumsa Töre dergisinin perspektifini yansıtması açısından önem kazanır. Töre dergisi’nin 1976 yılında yayımlanan 62, 63 ve 64. sayılarında Alparslan Türkeş’in “Dokuz Işık ve Türkiye” adlı eserinin reklamı yapılmaktadır ve Töre’nin görevi bu eserin yurt çapında dağıtımının sağlanması olduğunu yazmaktadır. “TÖRE’NİN GÖREVİ ESERİN YURT ÇAPINDA ÇABUCAK DAĞITIMININ SAĞLANMASI GAYESİYLE TÖRE, ‘9 IŞIK VE TÜRKİYE’NİN DAĞITIMINDA VAZİFE ALMIŞTIR” Emine Işınsu, “Macar Hürriyet Mücadelesinin 20.Yılını Anıyoruz” adlı yazısında 1956 Macar İhtilâlinden bahseder. Rusya’nın 4 Kasım 1956’da Budapeşte’ye girişleri ve Macar halkını kadın, çocuk yaşlı demeden katlettiğinden bahseder. Komünist Rusya’ya karşı bir bağımsızlığın, atalardan kalma hürriyet duygusunun diğer adı olmuştur 1956 yılı. Burada Emine Işınsu, Macar milletinin komünist Rusya yönetimine karşı şaha kalkışından bahseder. Bağımsızlık adına can veren Macar halkının acılarından bahsederek, bugün de kan akmaya devam ediyor der. Komünist dinsiz Rusya’ya karşı bir serzeniş, bir milliyetçi bağımsızlık ruhunun 156 yansımasıdır Macar İhtilâli.“İki yüz bin kadar Macar, Avusturya’ya sığındı…Macaristan’da kan akmaya devam ediyordu..” (Işınsu, 1976a: 22). 1974 yılında Töre dergisi 32. sayısında MSP (Milli Selamet Partisi) ve CHP’nin koalisyonuna ilişkin genel durumu yorumlamıştır. MSP ile İslamcı bir kimliğe sahip olunacağı bu bağlamda Arap kültürüne yaklaşılacağı, CHP ile ise Avrupa kültürüne yaklaşılıp Avrupa Birliğine girilebileceği üzerinde durulmuştur (1974a:7). 1977 yılının 74. sayısında 1 Mayıs 1977 yılında gerçekleşen Taksim katliamına ilişkin bir yazı yayımlanmıştır. “12 Mart’ın Siyasi Şube Müdürü Ilgız Aykutlu Açıklıyor I” başlığı altında yayımlanan yazıda olayların gerçek yüzü aydınlatılmaya çalışılmaktadır. Maocuların ve Marksist Leninist kesimin Türkiye üzerinde etki etme çabasının bir mücadelesi olarak gerçekleşen 1 Mayıs olaylarında DİSK (Devrimci İşçi Sendikalar Konfederasyonu)’in ele geçirilmesi mücadelesinde ortaya çıkan katliamın CHP tarafından milliyetçi kesime yüklenmeye çalışılmış olması eleştirilmiştir. “…CHP lideri, komünistlerin birbirlerini insafsızca öldürüşlerini ve kezâ Moskova Pekin sivil harbini Türk Milleti’nin gözünden ustalıkla gizleyebilmek için, insafsızca ve maksatlı olarak olayları Devlet’in çok şerefli bir kesimine yıkmaya çalışmıştır. Bu gayretin açık adı, ihanet değilse, nedir?” (Aykutlu, 1977a: 10,Konuşan: Işınsu). Garip Kafkaslı’nın 78. sayıda “Tebriz’den Hayırlı Haberler Var” adlı bölümde İran’daki hareketliliğin dergi mensuplarınca olumlu bir şekilde yorumlandığı görülmektedir. İran İslam Devrimi’ni hazırlayan süreçteki Şah’a karşı yapılan protestolar ve hak arama çabaları Töre mensuplarınca hakları ellerinden alınmış İran’da yaşamını sürdürmek zorunda olan Türk insanlarınca olumlu bir gelişme olarak yorumlanmıştır. “Komşumuz ve kardeş İran’dan aldığımız haberler bizi oldukça sevindirmektedir. Orada doğup, orada yaşayan on iki milyon talihsiz Türk insanı adına yapılan bu hareket bizleri orada yaşayan kardeşlerimizin geleceği yolunda ümitlendirmektedir” (Kafkaslı, 1977: 26). 157 Töre’nin 94. sayısında İskender Öksüz, “Milliyetçi Eğitim Felsefesine Doğru” adlı yazısında 1970’ler Türkiyesinin kötü gidişatını eğitim kurumunun sağlam bir felsefesi olmamasına bağlamaktadır. Eğitim felsefesinin bağımsız olamayacağını belirten Öksüz, Türk millî eğitiminin Türk millî menfaatlerinden bağımsız olamayacağını ortaya koymaktadır. “Türk Milli Eğitimi Türk Milletinden tarafa olmak mecburiyetindedir. Türk Devleti, Türk Milletinin hizmetkarı olduğuna göre Türk Milli Eğitimi de Türk Milletinden Türk milli menfaatlerinden muhtar olamaz.Türk menfaatlerinin emrinde olmak mecburiyetindedir”( Öksüz, 1979: 15). Töre’nin 95. sayısında “Daha Fazla Kıbrıs” adlı yazısında Hüseyin Mümtaz, Kıbrıs Barış Harekatı’nda adanın yarısının güvenliğe alınmış olmasının Türk dünyası için yetersiz bir başarı olduğunu belirtir. Kıbrıs’da Rum hareketliliğinden kaynaklı pek çok Türk’ün hedef alındığını ayrıca Kıbrıs’tan ziyade Rumların Anadolu’yu da işgal edebilmek gibi daha büyük hedeflerinin olduğu da belirtilmektedir. Mümtaz, Kıbrıs’ın tamamında Türk egemenliğinin sağlanmasının Türk dünyasının bekası için kaçınılmaz olduğunu ön plana çıkararak, Kıbrıs adasının tümünde hakimiyet sağlanamaması sonucunu bir ara hedef olarak yorumlamaktadır. “Çarkın dişlileri Türk’ü imha edecek şekilde dönmeye ayarlıdır. Mesele var olmak ya da olmamak meselesidir. İki etnik gruptan biri diğerine bütün ada sathında kesin üstünlük sağlamadan ulaşılacak her çözüm bir ara hedeftir” (Mümtaz, 1979b: 11). Bilge Erdem, Töre’nin 96. sayısında “İran Türklerinin Durumu” adlı yazısında (1979: 3-5) İran İslam Devriminden bahsetmektedir. Erdem, şah yönetimindeki Türklerin milli kültürlerini özgürce yaşatamadıklarından bahsederek bu baskıcı yönetime karşı zaman zaman silahlı eylemlerde bulunduklarından bahseder. İran’ın etnik nüfus bakımından pek çok Türk’ü barındırması ve buna karşın Şah yönetiminin Türklere uyguladığı “Farslılaştırma” politikasıyla; Türkçe konuşmayı, dernek kurmayı ve kültürel olarak kendi varlığını korumalarını yasaklaması durumunun, Türklerin kendi haklarını savunmak zorunda kalmalarına neden olduğunu belirtir. Erdem, İran’daki Türklerin mezhep ayrılıkları ve Marksist ideoloji ile ilgilenmeyip Türklerin birliği için çalışmaları gerektiğini vurgular. 158 “Türkmenlerin mücadelesi, hiç şüphesiz, diğer Türk zümrelerini yanına alamadığı ve mezhep ayrılıkları ile Marksist ideolojiye şartlanmışlık yüzünden İran Türklüğü’nün bütünleşmesi engellendiği müddetçe, talihsiz bir çıkış olmaktan ibaret kalmaya mahkumdur”(Erdem, 1979: 5). Ahmet Ali Arslan, Töre’nin 96. sayısında “Yüzümüzü İran’a Dönelim” adlı yazısında İran İslam Devrimi sonrası İran’daki Türkmenlere ithafen, Türklerin acılarını ve sevinçlerini birlikte yaşayacağı mesajını vermiştir. Dünya’nın her neresinde olursa olsun Türk’e yapılan eziyet duyurulacak, acılar paylaşılacak; Türklerin başarıları duyurulacak ve sevinci birlikte yaşatılacak düşüncesi eksenin de Arslan şu dizelere yer vermiştir: “Bir avuç da olsak, nerede bir Türk varsa onun derdini kendi derdimiz olarak kabul etmiş olan bizler, yüzümüzü İran’a dönelim. Onların sesine kulak verelim”(Arslan, 1979, Sayı: 96: 6). Töre’nin 103-104. sayısında Hüseyin Mümtaz, “1980’lere Girerken Türkiye” adlı yazısında Ecevit iktidarının ülkeyi önemli çıkmazlara getirdiğinin altını çizmiştir. Sol partinin iktidarda olduğu dönemde pek çok alanda sıkıntıların patlak verdiğine değinen Mümtaz, Maraş olayları ve ekonomide meydana gelen krizleri ön plana çıkarmıştır. Özellikle ekonomik alanda yaşanan sıkıntılar vurgulamakta ve 1980’li yıllarda insanları bir besin krizinin beklediğini yazmaktadır. Mümtaz, bütün bu durumlar karşısında yapılacak şeyin milliyetçilik düşüncesi esas alınarak yapılması gerektiği üzerinde durur ve Türkiye’nin dünya üzerinde üretici bir misyon –üretici misyondan kasıt temel ihtiyaçların karşılanması açısından besinsel üretimdirüstlenmesi gerektiğini vurgular. “1980’lere girerken Türkiye için umut artık milliyetçiliktir. Bir kere de o denensin diyenlerin bütün iyi niyetine rağmen sol, sosyal demokrasi, komünizm, bölücülük çökmüştür. 80’li yıllarda artık Türkiye için, içinde solun bulunacağı bir koalisyon düşünülemez bile.. (değil sol bir hükümet) Peki ne yapmalıdır milliyetçi düşünce Türkiye’de? 1. Sol anarşiyi 2. Bölücü cereyanları 3. Mezhep kışkırtıcılığını 4. Enflasyonu önlemelidir“ ( Mümtaz, 1979-1980: 43). 159 Hüseyin Mümtaz, Töre’nin 105. sayısında “1980’lere Girerken Türkiye II” adlı yazısında yabancı ülkelerdeki Türklerin haklarının Türk devleti tarafından korunması gerektiğine dikkat çekmiştir. Türkiye’de hangi hükümet iş başında olursa olsun devletin aynı kanı, aynı kültürü, aynı dili ve dini paylaştığı yabancı ülkelerdeki Türk azınlıklarına karşı hassasiyetle yaklaşması gerektiğini vurgulamaktadır. “Yayılma ve ayrı kalma sebebi ne olursa olsun, her Türk hükümeti aynı dili konuştuğu, aynı dinden olduğu, aynı tarihi geçmişi ve kanı paylaştığı bu insanlarla ilgilenmek zorundadır” (Mümtaz, 1980: 21-22). Töre’nin 106. sayısında Sovyet Rusya’nın 1979’da Afganistan’ı işgali üzerine Ayşe Oytun’un Doç. Dr. Mustafa Kafalı ile yaptığı mülakata yer verilmiştir. Afganistan’ın işgalinde çevre komşuları ve Türkiye’nin nasıl etkileneceğine dair sorulan bir soruya Kafalı şu şekilde cevap vermiştir: “Pakistan, İran ve tabii Türkiye de, Rusya’nın güneye inişi şartları düşünülecek olursa, ateş hattı üzerindeler demektir. Bu bakımdan kaderleri birbirine benzer. Bu devletler şu anda bile kendi saflarında hasara uğramış durumdadırlar. Ayrıca Türkiye’nin zararı daha çoktur çünkü, Afganistan nüfusunun % 25’i Türk’tür. (Özbek ve Türkmenler) Bu da önemli bir noktadır” (Kafalı, 1980: 10). Burada Mustafa Kafalı bütün nedenlerden ziyade Türkiye’nin diğer ülkelere göre daha çok etkilenecek olmasını Afganistan’da bulunan Türk nüfusunun fazlalığına bağlamıştır. Dünya üzerinde Türkiye’den ayrı kalma nedenleri ne olursa olsun tüm Türklerin korunması gerekliliği fikrinde mutabık olan Töre kadrosunca Afganistan gibi Türk nüfusu fazla olan bir devletin komünizm etkisi altına girmesinin tehlikeli olacağının altı çizilmiş olur. Töre’nin 106. sayısında Aşık Çağlar’ın kaleme aldığı “Vurun Afganlılar” adlı şiirin dizeleri Sovyetler’in Afganistan’ı işgali hasebiyle yazılmıştır. Burada Afganlıların komünistleri topraklarından sürmek amacıyla İslam dinine mensup milletlerle birlikte hareket etmesi gerekliliği vurgulanmıştır. Bu bakımdan gün cihat günü, birlik olma günüdür mesajı bu yolla verilmiştir. 160 “… Küçük hesapları, kaldırın raf’a, Bütün müslümanlar, katılsın saf’a… Afganistan mezar olsun moskofa, Bu İslamın, şerefidir, ünüdür, Vurun Afgan’lılar cihat günüdür!.. …” (Çağlar, 1980: 47). Reha Oğuz Türkkan, Töre’nin 112. sayısında “Temel Türk Milliyetçiliği” adlı yazısında içinde bulunulan çağda komünizm, faşizm, sosyalizm, hümanizm ve kapitalizm gibi pek çok “izm”lerin bulunduğundan bahseder. Bu “izm”lere karşı bilinmesi gereken şeyin her ne olursa olsun özelde “aile” ve genelde “millet” örgütlenmesinin asla son bulmayacağıdır. Aile bağlarının ve millet olma bilincinin daim olacağı fikir akımının milliyetçilik olduğunu belirten Türkkan’ın milliyetçiliği asla sonu gelmeyecek bir düşünce şekli olarak öne çıkardığı görülmektedir. Ona göre bir millet, millet olma şuurunu kaybettiği zaman felaketlere açık bir toplum haline gelecektir. Bu bakımda toplumların “millet şuur”unu muhafaza etmesi elzemdir. “İnsanlar, bazen millet’i de aşmak istemiş, ‘ümmet’ halinde, ‘imparatorluk’ halinde, ‘dünya emekçileri’ halinde veya tek bir insanlık halinde topluluklar yaratmış veya yaratmak istemişlerdir. Bu çatılar altında da aile devam ettiği gibi, milletler de aralarındaki bağı unutmamışlardır. Bu sun’î birlikler –bazen de bu millet unsurunun zorlanmasıyla- dağılır dağılmaz, gene millet olarak, siyasi birlikler halinde ortaya çıkmışlardır. Demek ki millet gerçeğine dayanan ‘milliyetçilik’, insanoğlu’nun temel psikolojik bir ihtiyacının cevabı olmaktadır. Milliyetçilik, millet ihtiyacının şuurla bilinmesi, duyulması, yaşanmasıdır. Bu şuur bulanır, yozlaşır veya horlanırsa, o millet er geç bir hastalığa tutulur ve felakete uğrar” (Türkkan, 1980: 19). Töre dergisinin sol camianın eylemlerine karşı 1971’de kendi varlığını inşa etmesi dönemsel olaylardan bağımsız ele alınamaz. Bilindiği üzere 1970’li yıllar Türkiye Cumhuriyeti için iç ve dış siyaset açısından karmaşık bir döneme işaret etmektedir. 1960 Darbesi ve 1971 Muhtırası’nın etkisiyle güçlü hükümetlerin kurulamaması kurulan hükümetlerin kısa süreli olmasına neden olmuştur. Bu durum yönetimde istikrarsızlık getirdiği gibi ülkede vuku bulan olayların da kontrol altına 161 alınmasına engel teşkil etmiştir. 1970’li yıllara damgasını vuran sağ-sol çatışmaları, ekonomik krizler ve hükümet bunalımları, dış politikada 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan kaynaklanan ABD ile silah ambargosu sorunu, SSCB’nin 1979’da Afganistan’ı işgali ve İran İslam Devriminin yaşanması gibi önemli süreçlerin yaşanması Töre’nin güncel olaylara yer vermesini kaçınılmaz kılmıştır. Dergide yayımlanan yazılara bakıldığında yaşanan süreçlere ilişkin yorumlarda derginin benimsemiş olduğu “milliyetçilik” bakış açısını görmek mümkündür. 1974’te gerçekleştirilen Kıbrıs Barış Harekâtı’nın başarılı olması durumunun Töre kadrosunca Turan ülküsünün gerçekleştirilebilir olması düşüncesini ön plana çıkarması bu bakış açısının yansımalarından bir tanesi olarak değerlendirilebilir. Bunun yanı sıra dergide 1980’lere uzanan süreçte Türkiye’nin geleceğinin daha iyi olabilmesi adına milliyetçi hükümetlerin kurulması gerektiği, sol hükümetlerin önünün kesilmesi gerektiği düşüncesinin de ön plana çıktığı görülmektedir. 4.2.4. Millî Kültür Vurgusu Necmettin Hacıeminoğlu 1971’de yayımlanan “Dil Meselesi” adlı yazısında Türk millî kültürünün korunması için Türk dilinin yabancı dillerden arındırılmasına ve Türkçenin bu yolla korunmasına vurgu yapmaktadır. Dil millî kültürün gelişimi ve yarınlara aktarılması açısından önemli bir araçtır.Hacıeminoğlu’nun vurgulamak istediği nokta da tam olarak burasıdır. Hacıeminoğlu bu yazısında (1971a: 17) Türk milliyetçilerinin materyalistler gibi sadece iktisadi gelişmelere önem vermediğini aynı zamanda millî kültür meseleleri ve bu bağlamda dile de ayrıca önem verdiğini vurgulamıştır. “… O halde, bu dokuz asırlık dili bırakırda, onun yerine bir takım kasıtlı kimselerin yalan-yanlış uydurduğu dili alırsak, her şeyden önce millî tarihimizle aramızdaki köprüyü yıkmış oluruz” (Hacıeminoğlu, 1971a:18). Millî dilin önemine ilişkin derginin 31/3. sayısında yayınlanmış olan “Sadeleşmede Ölçü” adlı yazısında Hacıeminoğlu millî dilin önemini tarih ve kültürle şöyle vurgulamaktadır. “Bir milletin bütün fertlerini ve her yeni nesli millî tarihin bilinen en eski kaynaklarına kadar götüren ve onlarla millî kültür 162 arasında, köprü kuran tek güvenilir vasıta millî dildir” (Hacıeminoğlu, 1971b:21). 1971 yılındaki 30/2. sayıda Erol Güngör, “Halk Kültürü ve Münevver Kültürü” adlı yazısında millî kültüre bakışın halk içinde ve münevver tabakada farklılık arz ettiği üzerinde durur. Devletin kurtuluşu gayesiyle istisnasız kabul edilen “Batılılaşma” teknikte ilerlemenin nüvelerini barındırdığı gibi milletimizin kültürünü yozlaştırıcı etkileri de içerisinde barındırmıştır. Bu sebeptendir ki Güngör, halkın ve münevver tabakanın birbirinden kopuk olduğunu yazmaktadır. Güngör’ün dikkat çekmeye çalıştığı husus modernleşme hareketinin ayakta kalmak zorunda olan bir Türk devleti idealiyle düşünmeden yürütülmüş olmasıdır. Bu durumsa Güngör’e göre münevver tabakanın memleketin kültürüne karşı onarılmaz bir çürüklük hissiyle yaklaşmasına neden olmuş, böylece aydın kesim arasında önüne geçilemeyecek bir “milli kültürü hor görme” yaklaşımı dallanıp budaklanmıştır. “Türkiye’deki batılılaşma hareketlerinin büyük bir kısmı, halk nazarında, savaşta bizi yenemeyen düşmanların kendi münevverlerimiz vasıtasıyla bize galip gelmesi manasını taşır” (Güngör, 1971:10). “Batı medeniyeti ve onu temsil edenler karşısındaki fecî mağlubiyetlerimizin Türk münevverlerinde meydana getirdiği manevi çöküntü, halkımızın hayat gücü ve nefsine itimad duygusu ile tezat teşkil etmektedir” (Güngör, 1971:10). Hakkı Dursun Yıldız 1971 4. sayıdaki “Eğitimde Millî Kültür” adlı yazısında Türk millî kültürünün modernleşme gayesiyle asimile olduğunu ve bugünün gençlerinin eğitimdeki kalitesizlik faktörüyle bilinçsiz yetiştiklerini ve bu yönleriyle adeta bir robota dönüştüklerini belirtmektedir. “Her millet yarınını teslim edeceği gençlerini milli kültürü ile techiz etmektedir. Milletler hayatlarını idame ettirmek için buna da mecburdurlar. Ne yazık ki, batı diye onların her şeyini, hatta örf ve adetlerini bile taklide özendiğimiz halde, onların milli kültürlerine verdikleri değeri taklit etmemişiz; işin kötüsü onlarınkini benimsemişiz” (Yıldız,1971b: 12). Hakkı Dursun Yıldız’ın da eleştiride bulunmuş olduğu nokta modernleşmek adına Batı kültürünü istisnasız almak ve yaşatmaya çalışmak olmuştur. Bu durumsa zaman içerisinde milleti millî kültürüne yabancı kılmıştır. Millî kültürün korunması 163 ve devamı için gerekli unsurlardan birisi de Yıldız’ın da dikkat çektiği gibi eğitim kurumunun işlevselliğidir. Yıldız’a göre millî kültüre bağlı bir nesil’in yetişmesi noktasında Millî Eğitim Kurumu üzerine düşen görevi yerine getirmelidir. Atalarımızın da belirttiği gibi “Ağaç yaş iken eğilir” Bu bağlamda her türlü millî his ve varlıklarımızın korunması bireye verilen millî bilinç perspektifinden kaynağını almaktadır. “Bugün cemiyetimizde görülen dalgalanmalar, sapıklıklar, anarşist hareketler ve ahlâk buhranını hazırlayan sebepler kanaatimizce hep bu millî kültür ihmalkarlığından ileri gelmektedir. Bir Türk’ün Türk gibi düşünmesi ve yaşaması için Türk milletini millet yapan manevi değerleri bilmesi lazımdır; bu da ancak okul sıralarında yapılabilir. Böylece senelerden beri özlemini çektiğimiz sistemimiz gerçekten Millî Eğitim olmuş olur” (Yıldız, 1971b: 13). Necmettin Hacıeminoğlu Batı’da gerçekleşen “ümanizm” hareketinin Batı ülkelerinin millî özlerine dönmelerini sağlarken, gelişmekte olan ülkelere bu hareketin aksettirilmesinin Batı’ya olan etkisinden çok farklı bir bağlamda olduğunu belirtmektedir. Derginin 1971 5. sayısında “Ümanizm Değil Milliyetçilik” yazısında yer vermiş olduğu düşünceleri (1971c: 20-25), millî kültüre dönüşün neden sağlanamadığına dair tezleri içermektedir. Özellikle 1941’den sonra İnönü hükümetinin Yunan ve Latin klasiklerini tercüme ettirmesi yeni nesillerin Batı kültürü ekseninde yetişmesine neden olmuştur. Batı’nın ilerleme dinamikleri olarak görülen bu eserlerin tercümesi yeni nesilleri kendi kültürlerine yabancı hale getirmiştir. Bu bağlamda Hacıeminoğlu Türk toplumunun gelişim dinamiklerini Batı’nın ilerlediği dejenere olmuş pragmatik bir anlam dünyası kazanmış olan bu yoldan değil de Türk milletinin özsel dinamiklerinden faydalanmada bulmuştur. Bu nedenden dolayı gerekli olan ümanizm değil, milliyetçi perspektif ve bu bağlamda millî tarihimizin araştırılıp günümüz şartlarınca geliştirilmesi durumudur. “Bir yandan millî kültür ve tarih küçümsenerek terk edilirken, öbür yandan da eski Latin-Grek kaynaklarına dönüş demek olan batı ümanizmi çok faydalı ve zaruri bir hareket gibi takdim edildi” (Hacıeminoğlu, 1971c: 22). “Netice itibariyle Avrupa ümanizmi bizde Türk kültür ve medeniyetini küçümsemek, inkar etmek, hatta çok tehlikeli görmek şeklinde yorumlandı” (Hacıeminoğlu, 1971c: 22). 164 “Avrupalıların beş asır önce giriştikleri ‘kendine dönüş’ hareketini, şimdi biz de Türk tarihine, Türk kültürüne ve bunun en eski kaynaklarına dönmek suretiyle gerçekleştirecektik. Bizim aydınlarımız da, Göktürk ve Uygur yazılarını öğrenerek, onlardan kalan kültür yadigarlarını aslında okuyabilmeliydiler… Bu sanıldığı gibi, bir geriye dönüş değildir. Sadece tarih ile hesaplaşmaktır. Milli benliği kaybetmeden çağın gereklerine uyabilmek için, kendi kaynaklarımızdan malzeme, ilham ve ders alma ihtiyacıdır” (Hacıeminoğlu, 1971c: 22-23). “Atatürk Sevgisi” Türk milletinin millî değerlerindendir. Bu bağlamda 1971 Kasım ayı 5. sayısı Atatürk’ü anlamaya ve anmaya ayrılmıştır. Millî kültürün araştırılıp geliştirilmesi noktasında pek çok katkıyı Türk bilim dünyasına sunan Mustafa Kemal Atatürk, TDK ve TTK gibi kurumların kurulmasına öncülük ederek, Türklerin öz tarihi ve kültürünün bilinmesi noktasında önemli adımlar atmıştır. Bu bakımdan Töre dergisi kadrosunun temel meselelerinden birinin millî kültüre sahip çıkılması olduğundan Atatürk’ü ve bıraktıklarını anlamak önem arz etmektedir. Necmettin Hacıeminoğlu 6. sayı’da “Milliyetçi Atatürk” adlı yazısında Atatürk’ün yeterince anlaşılamadığından bahsederek millî değerimiz olan Atatürk’ün ya pragmatist bir yaklaşımla değerlendirildiği ya da putlaştırılıp anlamdan yoksun hale getirildiğine dem vurur. Atatürk’ün tam bir Türk milliyetçisi olduğunu da şu sözleriyle ortaya koyar: “Türk tarihini Osmanlı çerçevesinden çıkararak, en eski Türk kaynaklarına kadar götürmüştür. Türk dilinin yabancı unsurlardan arınıp, millî zenginliğe kavuşturulması için büyük gayretler sarf etmiştir. Millî bir ekonomi politikası güderek, kapitülasyonu kaldırmış, yabancı sermayeyi tasfiye etmiş, millî bankacılığı kurdurmuş ve yerli sanayiye önem vermiştir. Dünya siyasetinde Türk Devletinin eski itibarını yeniden kazandırmış, Türk’ün sesini herkese duyurmuştur” (Hacıeminoğlu, 1971d: 9). Hacıeminoğlu’nun yazısına ek olarak Atatürk’e dair yazılar yayımlamış olan yazarlardan Murat Şereflü ve Hakkı Dursun Yıldız da Atatürk’ün Türk mefkuresine dayanan fikirler ortaya koyduğunu yazmışlardır. Ayrıca Atatürk’ün milliyetçi kimliği ve millî kültüre olan katkılarından ziyade sol kesimin Atatürk’ü pragmatist şekilde yorumladıklarını da yazmışlardır. Bu anlamda Atatürk’ün sosyalist değil millî kültüre sahip çıkan milliyetçi bir lider olduğu vurgulanmıştır. 165 “Neticede Atatürk, milletinin varlığını tarihi temeller üzerine oturtmak, yeni nesillere geçmişini öğretmek suretiyle millî ruh aşılamak, onları miskinlikten kurtarmak ve yabancı hayranlığı gibi küçültücü bir illetten korumak gayesiyle Türk tarihini sever, onun kendi görüşümüze göre araştırılmasını isterdi” (Yıldız, 1971c: 29). 1972 yılının 8. sayısında Hacıeminoğlu’nun kaleme aldığı “Aydın İle Halkın Mücadelesi” adlı yazıda Hacıeminoğlu, aydın ile halk arasında müşterek bir kültür birliğinin kalmadığından bahseder. “Modernleşmek, Asrileşmek ya da Batılılaşmak” düşüncesi aydın kesimi Türk halkının millî değerlerinden ve bu bağlamda töresinden uzaklaştırmıştır. Hacıeminoğlu halk ile aydın kesim arasındaki farkın görülebilmesi açısından halk ve aydın kesimi şu şekilde konuşturur: “ Aydın halka: ‘Milli kültürünü, töreni ve dini inancını terk edip, batılılaşacaksın!’ demektedir” “Halk da aydına: ‘Milli kültürümü, töremi ve dini inancımı terk etmeyeceğim, ama çağdaşlaşacağım!’ cevabını vermektedir” (Hacıeminoğlu, 1972a: 6-7). Derginin 8. sayısında Erol Güngör’ün kaleme aldığı “Batılılaşma ve Türk Kültürü” adlı makalede Batılılaşma fikrinin devletin hem gelişimi hem de Avrupalı devletlerin düşmanlığından kurtulması için hayata geçirilmesi gereken bir fikir akımı olarak öne çıktığından bahseder. Güngör devletten beklenen Batılılaşma hareketine devletin neden direnmiş bulunduğunu belirtirken meseleyi devletin kendisinin de millî kültürün bir müessesesi olmasına bağlamaktadır. “Modernleşmek için yapılan birçok teşebbüslerde devletin zayıflamasına ve böylece her türlü ileri hamle için en büyük dayanağın kaybolmasına yol açacak hareketlere bugün de rastlıyoruz. Türk milliyetçileri kendilerine eski sorumsuz münevverlerden intikal eden bu kötü geleneği tamamen ortadan kaldırmak için çalışmalı ve bağımsız bir Türk kültürünün sağlam bir siyasi organizasyon olmadan gelişemeyeceğini gözden uzak tutmamalıdır” (Güngör, 1972a: 24). Erol Güngör Töre’nin 1972 11. sayısında “Milliyetçilik ve Medeniyetçilik” adlı yazısında milliyetçiliğin dünya medeniyetinin gelişimine engel olduğu kanaatinde bulunanların aksine “milli kültür”ü vurgulayan milliyetçi düşüncenin aslında toplumların kültürlerinde meydana gelecek olan değişimlerin orijinalliğini koruyan, bu bakımdan dünya medeniyetlerinin gelişmesine olumlu yönde katkı 166 sağlayan bir gelişme olacağı kanaatindedir. Bu yönüyle milliyetçilik bir “medeniyet davası” olarak karşımıza çıkmaktadır. “Mânâsı ve fonksiyonunu büyük ölçüde kaybetmiş şeylerin medeniyet adına empoze edilmesi herhalde medeniyete karşı en büyük kötülüğü teşkil eder. Milliyetçilerin milli kültür dâvası işte bu soysuzlaşmayı önlemeyi hedef tutmaktadır. Milliyetçilik; milli kültürü bizzat bir medeniyet kaynağı haline getirmek ve cemiyeti soysuz değişmelerin açık pazar yeri halinden kurtarmak hareketidir. Binaenaleyh milliyetçilik aynı zamanda bir medeniyet dâvasıdır” (Güngör, 1972b: 7-8). “Milli kültürlerin varlığı ve zenginliği dünya medeniyetini soysuzlaşmaktan korumakla kalmaz, aynı zamanda onun gelişmesi için de en büyük dayanağı teşkil eder”(Güngör, 1972b: . Milli kültürün önemine dikkat çeken yazısında Nahit Dinçer (1972, Sayı: 15: 24-29) kendi kültür kaynaklarından koparılan bireyin bir başka kültür içinde yaşamakta zorluk çekeceğini belirtmektedir. Yabancı kültüre giren kimse taklit edip dejenere olacak bu bağlamda katıldığı kültüre de bir fayda sağlamayacaktır. “…her millet, kendi dehası ile, tarihi gelişimi ve an’aneleriyle kendi milli kültürünü yaratmaktadır. Böylece, her milletin kendine has, milli kültürü vardır. Bu, o milletlerin manevi ortamını teşkil eder. Ve millet fertleri bu ortamda, milli şahsiyetlerini bulurlar” (Dinçer, 1972a: 27-28). “…bir manevi kültür içinde bulunan bir millet ferdini, veya bir topluluğu, bir milleti, kendi kültür kaynaklarından koparıp, alıp, başka bir kültürün insanı haline getirmeye çalışıldığı veya yabancı kültür ortamına bırakıldığı takdirde, bu insan, bu yabancı kültürde, ya ruhen ölecek, ya da, o kültürü taklit edecek dejenere olacak, katıldığı yeni kültüre yeni bir şeyler katmayacak veya katıldığı yabancı kültüre karşı soğuk duracak, kabuğuna çekilecektir” (Dinçer, 1972a: 28). 1973 yılının 25. sayısında Mehmet Eröz, “Milliyet’in Himmeti İle Milliyetimize Yapılan Hücum” adlı yazısında ( 1973: 9-15) Töre dergisinin Türklerin yemek kültürüne kadar ayrıntılı incelemeler sunmasının gereksiz olduğu tepkisine karşı millî kültür unsurlarının bir ülkenin iktisadi kalkınmasından çok daha önemli olduğunu yazarak bu tepkinin yersiz olduğunu belirtmiştir. Ayrıca bu yazıda Eröz, İngiliz yazar David Hotham’ın Anadolu Türklerinin Sovyet ve Batı Çin’deki Türklerle apayrı bir milliyete sahip olduğu görüşü ile Marksistlerin de milliyetçiliğe 167 sahip çıktığı görüşüne karşı birtakım deliller sunarak cevap vermiştir. Eröz Türkiye’nin içinde bulunduğu “Kürt Sorunu” meselesini Hotham’ın kışkırtıcı görüşleriyle alevlendirme gayretinde olduğu üzerinde durmuştur. Derginin genel perspektifi Eröz’ün bu makalesinde bulunabileceği gibi “Milli Kültür” meselesine ilişkin çabalarında şu cümleler cevabı olmaktadır: “…milli kültürümüzün de öğrenilmesi genç nesillerde tarih şuurunu, milli şuuru kuvvetlendirecektir. Biricik meselemiz iktisadi kalkınma değildir. Milli bütünlük ve istiklalin tehlikede olduğu bir ülkede, iktisadi gelişme hiçbir şey ifade etmez” (Eröz, 1973c: 9). “Milli kültürün bilinmesi ve kaynaklarının bulunması, ideolojilere ve maksatlı tarih tezlerine karşı bizi uyanık ve sağlam bulundurur” (Eröz, 1973c: 9). Mustafa E. Erkal, kaleme aldığı “Değişen Dünya Şartları ve 50. Yılda Türkiye” adlı yazısında (1973: 15-19) Türkiye’nin gelişimi için iktisadi meselelerin bir amaç değil de vasıta olabileceği üzerinde durmuştur. Bu bağlamda NATO ve kalkınma meselelerine dikkat çektiği gibi her şeyden önce Türkiye’nin bir kültür politikasına sahip olması gerekliliği üzerinde durmuştur.“Unutulmamalıdır ki, milli kültürü ve milli şuuru zedelenen ülkeler için ekonomik ve sosyal kalkınma bir mayın tarlasından başka bir şey değildir” (Erkal, 1973a: 17). Erkal’ın ifadelerinden de anlaşılacağı üzere bir milletin kalkınması için sadece ekonomik anlamda güç elde etmesi yeterli değildir ve tehlikelidir. Bu bağlamda denilebilir ki bir millet maddi ve manevi unsurların sağlandığı şartlar altında kalkınmaya ve ilerlemeye açık olacaktır. 1974 yılı 36.Sayıda Hacıeminoğlu’nun kaleme aldığı “Kültür Mandacıları” yazısı millî kültüre yapılan vurgunun en somut örneklerinden birisi olur. Hacıeminoğlu Lozan anlaşması yerine Sevr’in imzalanmış olduğu varsayıldığında o gün ki Türkiye’den kültür, ideoloji ve fikir bakımından nasıl bir farklılık olabileceğine vurgu yaparak eleştirel bir yaklaşımda bulunmuştur.“İnsan bazen düşünüyor…Lozan yerine Sevr anlaşması yürürlükte kalsaydı o hava içinde yetişen nesiller kültür, ideoloji ve fikir bakımından, acaba bugünkünden pek mi farklı olurdu?”(Hacıeminoğlu, 1974c: 11). Hacıeminoğlu sözlerine devam ederken (1974c: 13-14) “kültür mandacıları”nın faaliyetlerinin Türk kültürü ve Türkiye’nin geleceği için tehlikeli bir 168 durum arz ettiği üzerinde durur ve cephede kazanılan zaferlerin cephe gerisinde bir mağlubiyete dönüşümünden bahseder. Hacıeminoğlu (1974c:17) Türk aydınlarının millete saygısının sömürgeci idarecilerden çok daha az olduğunu belirterek millî kültüre sahip çıkmayan aydın kesimi eleştirmektedir. Bu kesimde var olan “modernizm yandaşlığı” Türk milletinin millî değerlerinin hor görülmesine neden olmakta bu bakımdan millî kültürü olumsuz anlamda etkilemektedir. “Her şey batıdadır. Batının her şeyi güzel, her fikri doğru ve her yaptığı iyidir. Bizim hiçbir üstün değerimiz yoktur. Herşeyimiz ‘çağ dışı’dır. Hepsi artık devrini doldurmuştur. Onların, güzel sanatlarından cinsî ahlâkımıza, dini inanç’tan görgü kaidelerine kadar her konudaki tavır, davranış ve kanaatleri bu yoldadır” (Hacıeminoğlu, 1974c: 14-15). Hacıeminoğlu’nun bu tutumu Said Halim Paşa’nın “Buhranlarımız” adlı eserinde yer vermiş olduğu fikirlerin hatırlanmasına vesile olur. ”Ne yazık ki bizim mütefekkirlerimizden pek çoğu, bir milletin lâyık olduğu saadetin derecesini batıya olan benzerliği ile ölçüyorlar. Batılı milletleri ne kadar çok taklit edebilirsek o kadar mes’ut olacağımıza inanıyorlar. Halbuki bizim bu şekilde garp milletlerini taklit etmemiz kendi şahsiyetimizden, mâzimizden, âdet ve inançlarımızdan ve âdeta varlığımızdan sıyrılıp çıkmamızdan başka bir mânâ ifade etmez” (Said Halim Paşa,1973: 66). Necmettin Hacıeminoğlu Töre dergisinin 37. sayısında (1974d: 10-14) “Yabancı Kültür Meddahlığı” adlı yazısında millî kültürü geliştirmek yerine kötülemeyi alışkanlık haline getirmiş olan aydın kesimden bahsetmektedir. Bu kesimin Türk kültürünün gelişimini yanlış kıstaslar ele alarak eleştirdiklerinden bahseden Hacıeminoğlu’nun temelde vurgulamak istediği nokta bu kimselerin Türk kültürü ve millî değerlerini sürekli Batı’dan aşağı görerek geliştirmek yerine hor görmeleridir.“Çok beğendiğimiz ve hayran olduğumuz Avrupalıların kültürlerini değil de, kültürleri üzerinde gösterdikleri titizliği taklit etsek daha iyi olur sanıyoruz” (Hacıeminoğlu, 1974d:14). 37.Sayıda Mustafa E.Erkal’ın kaleme almış bulunduğu “Kültür Politikamız ve Ekonomik Kalkınma” adlı yazısı ekonomik olarak gelişmekte olan ülkelerin millî kültürlerine bağlı bu bakımdan içtimaî mirasını muhafaza eden yapılarını korumaları halinde iktisadi başarıyı da yakalayacaklarını vurgular.“İçtimaî miraslarına, millî 169 kültürlerine sahip çıkamayan milletler, iktisadi kalkınma yolunda da başarısızlığa mahkûmdurlar” (Erkal, 1974: 30). Oğuzata Altaylı’nın “Sinemamızın Fikrî Yapısı” adlı yazısında (1974, Sayı: 32: 57-58) devlet politikası haline gelen ‘kültür emperyalizmi’ ile kültür müesseselerinin madde ve mânâ olarak millî tabandan uzaklaştığını belirtir. “Bütün bir fikir hayatımıza tesir eden taklitçilik ve özden uzaklaşma sinemamızı en sert şekilde vurmuş, buna bir de kârdan başka ölçü tanımayan zihniyet eklenince sinemamız fikir yapısı yönünden tam bir yozlaşmanın içine düşmüştür” (Altaylı, 1974:57). “Türk Sineması da bir kültür, sanat, endüstri müessesesi olarak, fikrî yapısı, ekonomik düzeni, iş ahlâkı ve meslek anlayışı ile Türkiye’nin siyaset, iktisat, kültür düzenini döndüren çarkların bir dişlisi olmaktan kendisini kurtaramamıştır”(Altaylı, 1974:58). Töre’nin 37. sayısında Hacıeminoğlu “Başa Güreşmek İçin” adlı yazısında Türkiye’nin diğer ülkelerin yanında neden halen gelişemediği konusu üzerinde durmaktadır. Büyük devletlerden ziyade Hollanda, İsveç, Norveç gibi küçük devletçiklerin iktisadi, teknik ve kültür üstünlüklerini sorgular. Bu perspektifte Türkiye’nin yerinde saymasını millî kültür ve tarih şuurunun muhafaza edilmemiş olmasına bağlar. “Ya İsveç, Norveç, Hollanda, Yunanistan, İsrail, hatta Yugoslavya ve Bulgaristan gibi Türkiye’nin dörtte birinden küçük devletçiklerin iktisadî, siyasî, teknik ve kültür üstünlüğünü neyle izah edeceğiz? Gayet kolay. Kimseye özenmiyor, başkalarını taklit etmiyorlar. Milli kültürlerini, milli tarih şuurlarını ve şahsiyetlerini muhafaza ediyorlar”(Hacıeminoğlu, 1974e: 29). Hacıeminoğlu’nun bu devletlerin “kimseye özenmiyorlar, başkalarını taklit etmiyorlar” ifadeleri Türkiye’de gerçekleşen modernleşme hareketine yapılan bir eleştiri olarak karşımıza çıkar. Hacıeminoğlu’nun özenle vurgulamak istediği nokta modernleşme hareketinin gelişime değil geri kalmaya neden olması diğer yandan millet olarak en temel özelliğimiz olan millî his ve mefkurelerimizi kaybetmemize yol açmış olmasıdır. Bu bağlamda kendi kültürüne sahip çıkan milletler ilerlemeye açıkken, millî kültüründen uzaklaşan Türkiye Cumhuriyeti yerinde saymaya mahkum olacaktır. 170 “Bunlar ya bir de Türk milletinin sahip olduğu maddi ve manevî mirasa, tarihe, sanata, kültür ve töreye sahip bulunsaydı; imparatorluklar kurmuş bu teşkilâtçı milletin tecrübelerini yaşasaydılar; nüfusları da yüz yirmi milyonu aşsaydı, acaba neler yapmazlardı? Ama biz hiçbir şey yapmıyoruz. Çünkü kendimiz kaybetmişiz. Değerimize inanmıyoruz”( Hacıeminoğlu, 1974e: 30). 1974 yılının en önemli olaylarından olan Kıbrıs Barış Harekâtına İlişkin pek çok yazının Töre dergisi ekseninde yayına hazırlanmış olduğu ve milliyetçi perspektiften bir sunum gerçekleştirildiği daha evvel belirtilmiştir. Bütün bunlara ek olarak derginin “milli kültür” davasına ilişkin duruşunu Kıbrıs Türklerinin kültürü üzerinde de belirgin olarak işlendiği görülebilir. 1974 yılının 41. sayısında “Türkistan’dan Kıbrıs’a Tek Kültür” (1974c: 10-15) yazısıyla Mehmet Eröz’ün ve “Kıbrıs’ın Sesi” (1974b: 16-21) yazısında Turgut Günay’ın Türk millî kültürünün Kıbrıs Türkleri ile Türkiye vatandaşlarını birbirine bağladığından bahsederek “milli kültür”ün milleti birbirine mekansal olarak uzak olunsa da kültürel bir bağ ile bağlayıcı olduğuna dikkat çeken yazılar olmuştur. Töre’nin 41. sayısında yer alan “Millet Olmak İçin” adlı yazısında Necmettin Hacıeminoğlu, millet ve toplum arasındaki farkın, milletin kültür ve değerlere sahip olmasıyla ortaya çıktığını açıklar. Hacıeminoğlu bir milletin var olabilmesi için vatanından bayrağından çok daha önemli olan unsurun millî kültür, örf ve adetler bu bakımdan o milletin “Töre”si olduğunu belirtir. “ ‘Toplum’ ile ‘Millet’ arasındaki fark, hayvanla insan arasındaki fark kadar büyüktür: Millet bir şahsiyete - kültüre, değerlere- sahiptir; varlığını koruyabilmesi ancak bu şahsiyetini devam ettirmesiyle mümkündür. Yığın ise maddi menfaatlerini tatmin peşinde koşan ferdlerin aritmetik toplamından ibarettir. Yığın, en küçük darbede dağılmaya mahkûm, millet ölümsüzdür” (Hacıeminoğlu, 1974g: 22). “…Daha da önemlisi, milletin her ferdinde asırlar boyunca bir milli şuur, bir milli yapı teşekkül etmiştir. Dıştan gelen hiçbir güç onu silemez, unutturamaz. İşte bütün bunlar sayesinde de millet varlığını devam ettirir” (Hacıeminoğlu, 1974g: 26). “’İl gider töre gitmez’ yani devlet yıkılabilir fakat milleti millet yapan töre ve kültür kaybedilmez” (Hacıeminoğlu, 1974g: 26). 171 Necmettin Hacıeminoğlu 42.Sayıda “Değer Kargaşalığı” adlı yazısında günlük hayata ilişkin davranış şekillerinde insanların bir değer karmaşası içinde olduğunu vurgulayarak, millet olarak kalabilmek için millî değerlere sahip çıkmak gerekliliğini bir kez daha vurgulamıştır. “Görülüyor ki Türk milleti hem kendisini var eden, hem de ebediyete kadar ayakta tutacak olan bütün manevî ve millî kıymetlerinden mahrum kalmak üzeredir. Birlik ve beraberliğin bütün teminatları birer birer yıkılmaktadır. … Şimdi de günlük hayatımızın şahsî davranışlarına kadar sokulmuş bulunuyor. İçimize sızan bu düşmanı tesirsiz kılmak için, her konuda, hatta çok basit bir teferruatta dahi önümüze, kendimize dönmek mecburiyetindeyiz. Yüzde yüz millî, yüzde yüz yerli olmalıyız” (Hacıeminoğlu, 1974h: 25). M. Emin Ziya, Töre’nin 71. sayısında “Irkçılık ve Milliyetçilik” adlı yazısında milliyetçiliğin ırkçılıkla aynı şey olmadığını belirtirken millî kültürün millet hayatı için önemli olduğuna dikkat çekmiştir. “Millet hayatına bütünlük kazandıran şey milli kültürdür. Milli kültür kaynaklarından yeterince gıda alamayan nesiller, milli ülküleriyle birlikte yasama güçlerini de yitirirler” (Ziya, 1977: 5). “Eski devirlerde milletler arası münasebetler şimdiki kadar sıkı ve çok yönlü olmadığı için yabancı kültürlerin milli kültür üzerindeki yıkıcı ve yıpratıcı tesirleri de söz konusu değildi. Bugün yetişmekte olan nesilleri yabancı kültürlerin baskı ve tasallutundan korumak için ciddi tedbirler alamaya ihtiyaç vardır”(Ziya, 1977: 5). 1977 yılının 74. sayısında Dinç Yaylalıer’in kaleme aldığı “Sanayileşme Sürecinde Türkiye ve Sol” adlı yazıda Yaylalıer’in Tanzimat’tan çok partili hayata ve 1970’li yıllara uzanan süreçte Türkiye’nin sanayileşme çabasına paralel olarak millî kültür probleminin de öne çıktığını belirttiği görülmektedir. “Devletin bir milli kültür politikası olmaması sebebi ile, yabancı akımlar bu sosyal problemlere kendi ideolojik kılıflarını giydirmek istediler. Açık bir kültür pazarı haline gelen Türkiye’ye, gümrük ödemeden giren yabancı ideolojiler hedeflerinde kısmen başarılı oldular. Özellikle 1960-1970 döneminde illegal olarak çalışan, faaliyet gösteren, sineması, kitabı, tiyatrosu ile Marksist 172 propaganda yapan aşırı sol, 1971’de Türkiye’yi az daha uçuruma itebiliyordu”( Yaylalıer, 1977a: 32). Yaylalıer Türkiye’de sağlam bir millî kültür politikasının olmaması nedeniyle devletin her türlü zararlı ideolojik görüşe bir pazar oluşturduğunu vurgulamıştır. Yaylalıer’in bu ifadelerine ek olarak Alparslan Türkeş’in “Dokuz Işık” adlı eserinde de millî kültürünü muhafaza etmeyen milletlerin her türlü zararlı ideolojilerin etkisi altında eriyip gideceğine ilişkin görüşlerine yer verilebilir. Türkeş, içinde bulunulan çağın ideoloji ve kültür savaşları çağı olması hasebiyle milletlerin “milli kültür”lerini özenle muhafaza etmeleri gerektiğine dikkat çekmiştir: “Yaşadığımız çağ her şeyden önce bir ideoloji ve kültür savaşı çağıdır. Kendi milli kültürünü geliştirme yoluna gitmeyen milletler ve kendi milli ülküsünü tayin edip, insanlarını bu ülküyle yetiştirme yoluna gitmeyen toplumla, yabancı kültürlerin ve yabancı ideolojilerin esiri olurlar” (Türkeş, 2017: 115). Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Töre’nin 79. sayısında “Uyan Ey Türk Oğlu!” adlı şiirinin dizelerinde Türk’ün Batı’nın etkisinden kurtulup kendi millî özlerine dönmesi gerektiğine vurgu yapar. Özüne dönen Türk milletinin tarihteki gibi dünya medeniyetlerine yön veren en ihtişamlı güç olacağı mesajını da vermiş bulunur. “… Seni aldatmasın ‘Batı’ denilen, Onun mayasıdır ‘katı’ denilen, Onun iç yüzüdür ‘kötü’ denilen… Odur özsuyunu sömüren kene! Sen uyan; onu da uyandır gene! …”(Gençosmanoğlu, 1977b: 5). Töre’nin 79. sayısında Zeki Alan, “Kültür Değerlerimizin İmdat Çığlıkları” adlı yazısında kültür değerlerimizin yozlaşmasından kaynaklı olarak şaheserler verilmemesini eleştirmektedir. Alan, taklitten öte gitmeyen kültürel hayatın geliştirilmesi gerekliliği üzerinde durarak taklitçiliğin kültürel değerlerin gelişimine yarınlar için de en büyük engel teşkil ettiğini belirtir. 173 “Milli kültürümüzün gelişmekte olduğuna dair güvenli bir inanç sahibi olamıyoruz. Bu da, hatalı gidişimizi görebilen her vatandaşımızı huzursuz etmekte, yarınlardaki kültürümüzün diriliğinde, gelişmişliğinde güvensiz kılmaktadır. Oysa bugün, bu değerlerin diri tutulması savaşını vermek yerine bu değerlerden kaynaklanan büyük gelişmelerin sevincini yaşayan bir zirvede olmalıydık. Kültür değerlerimiz, sanatçılarımızın, ilim adamlarımızın elinde yeniden yuğrulmuş, daha bir yücelmiş olmalıydı. Hatta kültür değerlerimizden kaynaklanmış nice şaheserler vermiş olmalıydık” (Alan, 1977: 28- 29). Töre’nin 80. sayısında Yalçın İzbul, “Kültürde Devrim, Kültürde Tekâmül” adlı yazısında kültür değişmelerinden bahsetmektedir. Bu yazıda İzbul’un dikkat çektiği nokta gelişmişliği sadece iktisadi faktöre bağlayan düşüncenin yanlışlığıdır. Kültür emperyalizminin gelişmiş olduğu çağda milletlerin “milli kültür”lerini özenle korumaları gerektiği üzerinde duran İzbul, kalkınmanın millî kültürü koruyan bir eksende gerçekleşmediği taktirde o ülke için değer taşımayacağını vurgular. “Milli kültür meselelerini arka plana atarak, kalkınma meselelerini sadece iktisadi bir çerçevede mütalaa eden iktidarlar, bu yolları, bu köprüleri, bu fabrikaları uzun vâdede başkaları için yapıyorlar demektir” (İzbul, 1978a: 6). Zeki Alan Töre’nin 81. sayısında “Özün Yıkılış ve Diriliş Kavgası” adlı yazısında “değişim” ve “gelişim”in birbirinden farklı mefhumlar olduğunu belirtir. Türk toplumunu değişime tâbi kılmak isteyenlerin aslında Türk milletini özünden koparmak kaygısında olduğundan bahsederek, millî özden kopanların Türk milletinin gelişimine katkıda bulunamayacaklarını belirtmiştir. “Türk milletini değişime tâbi tutma zorlamaları yüz yılı aşkın bir zamandır sürüp gitmektedir. Bu arzuyu taşıyanları da iki gruba ayırabiliriz: Birincisi, Türk milletini özden koparmak isteyenler; ikincisi, özü kavrayamayan, gelişimle değişimi ayırt edemeyen ve milletimizi özden koparmak isteyenlerin kurmuş olduğu tuzağa yakalananlardır” (Alan, 1978: 41). Değişim ile gelişimi aynı merhalede ele alan aydınların farkında olmadan yabancı kimselerin Türk kültürüne ilişkin zararları düşüncelerine hizmet etmiş olduğunun mesajını veren Alan, Türk milletinin özüne uymayan değişmelerin bir ilerleme sayılamayacağına dikkat çekmiştir. 174 Töre’nin 91. sayısında “Töre’den” başlığı altında Türk kültürünün geriye gidişinin aydın kesimin millî kültürden uzaklaşması, bu bağlamda Batı’nın emperyalist gücünden medet umması ve mevki edinme hırsına yenik düşmesi nedeniyle gerçekleştiği belirtilmiştir. “…kendi törelerini, kendi dillerini unutacak kadar yabancı kültürlerin emperyalizmine boyun eğerek, Türk-İslam cemiyetine yabancılaşan aydınlar zümresi, haset, gösteriş merakı, ikbâl hırsını ve hepsinden mühimi cehalet sâikleriyle, kafadan ziyade midelere hükmeden materyalist temâyüllerin esiri olmuşlardır” (Töre’den, 1978b: 5). Hüseyin Mümtaz, Töre’nin 93. sayısında “Milli Hedefler ve Ulaşma Yolları” adlı yazısında, devrin sınıf mücadelesi üzerine değil milletler mücadelesi üzerine kurulu olduğunu vurgulayarak harbin artık askeri araçlarla cephede verilmediğinden soğuk savaş yoluyla –kültürel işgal, ekonomik güç, politik işgal gücü, askeri işgal gücü gibi- bir çok işgal aracı kullanılarak verilen bir savaş olduğundan bahseder. İkinci Dünya Savaşından sonra gündeme gelen soğuk savaş, Mümtaz’ın ifade ettiği gibi millî hedeflere ulaşmak amacıyla kültürel işgal gücünü de kullanmaktadır. Kültürel işgal, Batı medeniyetinin özendirdikleri doğrultusunda millî kültürde meydana gelen bozulma durumudur. Mümtaz, soğuk savaşların yaşandığı bu devirde “kültürel işgal”in derecesine dikkat çekmiş ve millî kültürün korunmasının önemine atıf yapmıştır. “Vatan kesif bir kültürel bombardıman altındadır. Yetişen nesil kendi kültürüne yabancılaşmış, dışarıdan aldığı kültürü de hazmedememiş, ne olduğu, hangi taraftan olduğu belli olmayan beyni uyuşmuş bir dinazor (beyni, cüssesine oranla çok küçük bir ilk çağ yaratığı) halindedir” (Mümtaz, 1979a: 15). Sevim Kantarcıoğlu, Töre’nin 96. sayısında kaleme aldığı “Klasik Hümanizm ve Milliyetçilik” adlı yazısında Gökalp’in kültür tanımına değinerek kültürü var eden ve kültür sayesinde yaşamını devam ettiren milletin, yenilikler karşısında önce millî kültürünü iyi bilmesi gerekliliğine dikkat çekmiştir. Bilindiği gibi Gökalp de kültür ve medeniyeti birbirinden ayırarak, kültürün bir milletin ana unsuru, ananeleri olduğunu vurgulamıştır. Bu bağlamda Kantarcıoğlu da modernleşme hareketlerine karşı yapılması gereken ilk şeyin milletlerin kültürlerini iyi tanıması ve bu 175 doğrultuda aklın süzgecinden geçirilmiş bir yeniliği onaylaması gerektiğini vurgulamıştır. “…önce kültürümüzün mazisini, kültür hazinemizi iyice hazmetmiş nesiller yetiştirmekle işe başlamalıyız. Muasır Batı medeniyet dairesine girdiğimize göre, kültürümüzün özünde büyük bir değişiklik yapmadan, yani muhafaza edilmesi gereken, milli şahsiyetimizi oluşturan karakteristik vasıflarımızı budamadan, tecrübe ve müsbet bilime dayanarak, şekli değişiklikleri şuurla yapmak mecburiyetinde olduğumuzu kabul etmeliyiz” (Kantarcıoğlu, 1979: 25). Töre’nin 100. sayısında Rıza Kardaş’ın kaleme aldığı “Gelenek ve Gelenekçilik Hakkında” adlı yazı geleneğin ne olduğuna ve nasıl bir yapısı olduğuna odaklanmıştır. Gelenek, Mustafa Aydın’ın da belirtmiş olduğu gibi (2013: 169-170) bazen bir değer bazen de bir yapı anlamında kullanılmaktadır. Batı dünyası kendi geleneklerini bir değer olarak sunarken, modernleşmeyen milletlerin eski tarz düşünüşlerini bir yapı olarak görmektedir. Fakat kabul görülür ki gelenek, toplumumuzdaki insanların nesiller boyunca birbirlerinden aktara geldikleri şeyler anlamında kullanılmaktadır. Rıza Kardaş da (1979: 28) geleneğin insanı, tarihi olan bir varlık yaptığını ve geleneğin eskiden gelen millî alışkanlıklarımız olduğunu yazmaktadır. Gelenekte meydana gelen değişimin ana problem olarak sorgulanması üzerine Kardaş, Gökalp’in gelenekçilik anlayışı üzerinden meseleye yaklaşmıştır. Bu bakımdan gelenek, yaratma ve ilerleme demektir. Hem var olmanın bir anahtarı hem de zaman içerisinde millî yapıya bağlı olarak değişimin besleyici unsuru olarak görülen gelenek ilerlemeyi de sağlar niteliktedir. Kardaş’a göre bir millet, millî geleneklerini kaybetmemişse millet olma özelliğini de yitirmemiş demektir.“Bir insan ki, görenekleri ne olursa olsun, eğer milli geleneklerini kaybetmiş değilse, millet yönünden kaybolmuş değildir” (Kardaş, 1979, Sayı: 100: 29). Türkiye Cumhuriyetinin açık bir kültür pazarı haline gelmemesi için millî kültürün muhafaza edilmesinin öneminin vurgulanmış olduğu görülmektedir. Kültürünü kaybeden bir milletin ayakta kalamayacağına ilişkin düşüncelerin dergi tarafından savunulduğunu görmek mümkündür. Kültürün muhafazası zararlı 176 ideolojiler karşısında millete “bilinçli olma” gücünü verirken, millî bilincin de gelişmesini sağlamaktadır. Derginin millî kültür vurgusunda Gökalp çizgisinin izlerini görmek mümkündür. “Türkçülüğün Esasları” adlı eserinde “Halka Doğru” tezinde Gökalp’in aydın kesimin halka gitmesi gerekliliği üzerinde durduğu görülmektedir. Gökalp’e göre seçkinlerin halka doğru gitmelerinin iki nedeni vardır. Birincisi halka uygarlığı götürmek, ikincisi ise halktan millî kültürü alabilmek. Fakat denilebilir ki Töre dergisi kadrosunca halkta millî kültürün özünü bulmak mümkünken, milli özleri koruyarak çağdaşlaşmayı sağlayacak nitelikli bir aydın kesimin olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu noktada aydınların millî özü umursamaz faaliyetlerine karşı sunmuş oldukları “Batılılaşma” tezine de “ne maksatla, hangi sahada, nasıl ve ne zaman?” soruları sorulmalıdır. Millî kültürün halk tarafından muhafaza edildiğini gösteren bu düşünceyi Töre kadrosu yazarlarının vurgusunda da görmek mümkündür. Ayrıca Töre kadrosunun Gökalp’in hars-medeniyet ayrımına dikkat çekerek, “Batılılaşma” değil de kültürel değerleri koruyarak “çağdaşlaşma” düşüncesini öne çıkardığı görülmektedir. 4.2.5. Töre Dergisinde Milliyetçi Hareket Partisi Milliyetçi Hareket Partisi ve “Başbuğ” sıfatıyla ülkücülerin saygıyla bağlı olduğu Alparslan Türkeş’in davası Töre dergisi için önem arz etmektedir. Töre’nin pek çok sayısında milliyetçi muhtevanın etkilerinin yanında bir de MHP siyasetini destekleyen, Türkeş’in “Dokuz Işık” doktrinini savunan yazıların da mevcut olduğu görülmektedir. Bu bölümde öncelikle Alparslan Türkeş’in Türkiye’yi içinde bulunduğu durumdan kurtaracağına inandığı doktrinine yer verilip daha sonra Töre dergisinde “Dokuz Işık” doktrininin ve “Alparslan Türkeş”in lider vasfının ne şekilde inşa edilmiş olduğuna değinilecektir. “Siyaset ve siyasallık, insanlar tarafından kurulan iletişim ve etkileşimler sonucunda üretilir. İnsanın içine doğduğu ve içinde yetiştiği kültür, siyaset kurumu ile ilişki halindedir ve insanın siyasallığını belirlemektedir” (Akın, 2013: 45) Sosyolojik olarak insanların iletişim ve etkileşimleri sonucu üretilen siyasal olma 177 durumu Töre dergisinin MHP ve Türkeş’e atıflar yapmasıyla üretilmiş ve milliyetçi hareket bu yolla meşru kılınmıştır. Derginin içeriğinde, MHP’nin temel prensipleri ve ülküsünün anlaşılması açısından açıklayıcı bir şekilde bu ülkünün temel gayelerine yer verilmiştir. Ayrıca “bağbuğ” sıfatıyla Alparslan Türkeş’in Türkleri bir araya getirecek kutlu bir lider olduğuna yönelik atıflarla lider inşası gerçekleştirilmektedir. Türkeş, Türkiye’yi içinde bulunduğu kötü durumdan kurtarabilmek adına “Dokuz Umde”yi öne sürmüştür. Peki nedir bu Dokuz Umde? Türkeş, “Milli Doktrin Dokuz Işık” adlı eserinde (2017: 21) Dokuz Işık’ın Esasları başlığı altında Dokuz Işığı şu şekilde tanımlamaktadır: “Milliyetçilik: Her şey Türk Milleti için, Türk Milleti ile beraber ve Türk Milletine göre sözleriyle özetlenebilecek, Türk Milletine bağlılık, sevgi ve Türkiye Devleti’ne sadakat ve hizmettir. Ülkücülük: Türk Milletini en ileri, en medeni, en kuvvetli bir varlık haline getirme ülküsüdür. Ahlâkçılık: Türk Milletinin ruhuna, örf ve adetlerine uygun yüksek varlığını korumayı ve geliştirmeyi ön gören esaslara dayanır. İlimcilik: Olayları ve varlığı ön yargılardan ve art düşüncelerden sıyırarak ilim mantalitesi ile incelemek ve girişilecek her çeşit faaliyette ilmi önder yapmak prensibidir. Toplumculuk: Her çeşit faaliyetin toplum yararına olacak şekilde yürütülmesi görüşüdür… Köycülük: Köyleri tarım kentleri halinde birleştirerek kalkındırmayı ön görür… Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik: Birleşmiş Milletler Anayasası’nda yazılı bütün hürriyetlerin sağlanmasını gaye edinmiştir. İnsanların şahsiyet olarak geliştirilmesini toplumun kalkınması için yararlı bir yol olarak kabul eder. Gelişmecilik ve Halkçılık: …Elde edilenle yetinmemek ve daima daha ilerisini istemek ve bunu elde etmek için gayret göstermek şuurudur. Ancak bu gayret ve çabalarda Türk Milletinin tarihinden, milli benliğinden ve kökünden kopmadan yükselmek ve ilerlemek gayedir… Endüstricilik ve Teknikçilik: Türk Milletinin kalkınması için acele sanayileşmesi lazımdır. Dokuz Işık görüşümüzün esasları gayet özet olarak bunlardır” (Türkeş, 2017: 21-23). 178 Dokuz Işık Doktrininin dünya üzerindeki komünizm, kapitalizm, nasyonal sosyalizm gibi ideolojilerden farkına da değinen Türkeş, dokuz ışık’ın insan sevgi ve saygısına dayanan demokratik bir görüş olduğunu belirtmiştir. “Dokuz Işık, nasıl kapitalizmi, Marksist Sosyalizmi reddediyorsa, Nasyonal-Sosyalizmi ve Faşizmi de reddeder. Nasyonal-Sosyalizm ve Faşizm, kapitalizmin dejenere bir sapması olup, insan hak ve hürriyetlerine inanmayan gerici diktatörlüklerdir. Dokuz Işık ise, insan sevgi ve saygısına dayanan, ferdî ve iktisadî hürriyetleri bir bütün olarak gerçekleştirmek isteyen demokratik bir görüştür” (Türkeş, 2017: 23). Türkeş dokuz ışık doktrinini kısaca açıkladıktan sonra cümlelerine şu şekilde devam etmiştir: “Biz, Türk’e âşık, Türk vatanına âşık Dokuz Işıkçılarız. Amacımız bu kutsal vatan üzerinde Büyük Türk Milletinin ebediyen bağımsız yaşamasını sağlayacak milli görüşü çizmek, bunu savunmaktır” (Türkeş, 2017: 23). Derginin 18. ve 19. sayısında Alparslan Türkeş’in kaleme aldığı “Dış Politika Gelişmeleri” (1972b) ve “Dış Politika Gelişmeleri II“ (1972c) yazılarının yayımlanması Töre dergisi kadrosunun MHP Genel Başkanı Türkeş’in doğrularını onaylayan bir yaklaşımda olduğunu göstermektedir. Bu yazılarında Türkeş bir yandan “Milliyetçilik” fikir sisteminin işlevselliğini yitirmediğini ortaya koyarken diğer yandan da Türkiye’nin içinde bulunduğu dış politika sorunlarına çözümler getirmiştir. Töre dergisinin 21. sayısında Şerafettin Toperi’nin kaleme almış olduğu dizeler Alparslan Türkeş’in “Dokuz Işık” doktrinine ithafen yazılmıştır. Dokuz Işık’ın sosyolojik gayesini bir fidana benzeterek kaleme alan Toperi, bu fidanın büyüyüp ağaç olacağını ve gölgesinde kurtların – ki bu benzetme Türk milliyetçiliğini yaşam felsefesi olarak edinmiş koyu milliyetçi kesimi simgelemektedir- ve kuşların bulunacağı; meyvesinin ise çocuklar olacağını belirtir. Toperi’nin şu dizeleri Türkeş ve MHP’nin politik yapısını “Dokuz Işık” üzerinden şöyle yansıtır: “BİR FİDAN DİKTİK BÜYÜYÜP AĞAÇ OLACAK YAPRAKLARI BÜYÜK PARLAK DALLARI SEMİZ 179 GÖLGESİNDE KURTLAR KUŞLAR MEYVESİ ÇOCUKLAR OLACAK BİR FİDAN DİKTİK BÜYÜYÜP AĞAÇ OLACAK BİR FİDAN DİKTİK BÜYÜSÜN… ÇİÇEKLERİ AÇSIN GENÇ GENÇ GÜNEŞE GÜLSÜN ALTINDA ÇOCUKLAR OYNAYACAK BİR FİDAN DİKTİK BÜYÜYÜP AĞAÇ OLACAK” (Toperi, 1973: 22). 1973 yılının 21. sayısında kaleme alınan mısralarda MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş’e ithafen Arif Nihat Asya’nın dizeleri görülmektedir. Bu dizelerde kendisine “Başbuğ” sıfatı yüklenen Türkeş, hayran olunan bir siyasetçi olarak öne çıkarılmıştır. “HAYRANIN, YER GÖK VE BÜTÜN İNSANLIK! YETMEZ SANA RÜTBE SALTANAT, HAKANLIK! LAKİN YAZACAK ŞAİRİ NERDEN BULALIM! HER DAVRANIŞIN, BİR KONUDAN DESTANLIK!” (Asya, 1973: 26). Yalnızca Türkeş’in kendisine değil aile üyelerine de saygı duyulmuş ve ülkücü gençlik için önem atfettiği bilinen Türkeş’in eşi Muzaffer Türkeş de dergide saygıyla anılmıştır. 1974 yılının Haziran ayında Muzaffer Türkeş’in vefatıyla yıkılan ülkücü camianın acılarını Töre dergisi kadrosu da aynı hissiyatla paylaşmış ve kendisine ithafen yazılar, şiirler yayımlanmıştır. Haziran 1974’deki 37. Sayının başlarında yer verilen yazıda Muzaffer Türkeş’in hayatı, kişiliği, güçlü karakterine yer verilmiş ve ülkücü hareket görüşüne emeğinden bahsedilmiştir. Ayrıca aynı sayının devamında Yetik Ozan mahlası ile bilinen Turgut Günay’ın da “Bozkurt Anaya Ağıt” Şiiri Muzaffer Türkeş’in acısına ithafen yazılmış ve yayımlanmıştır. 180 “Yasın yaşmak gibi sardı da yurdu Boyun büktü gök bayrağın bozkurdu, Senin için eller duaya durdu, Baş ucunda kutlu Kur’an açıldı. Adın aydınlattı geçtiği yeri, Nurunda birleşti ırakla beri, Sana dönük Türkmen, Tatar, Azeri; Ne mutlu ufkunda Turan açıldı” (Ozan, 1974:5). Töre dergisi’nin MHP ve Türkeş’e yakınlığını Türkeş’in “Dokuz Işık” düşüncesini yaymaya çabalamasında görülebilir. Derginin 1971 yılındaki ilk sayısında Alev Arık’ın ortaya koymuş olduğu düşünceler buna örnek olarak gösterilebilir. Arık, “Milliyetçi Toplumcu Açıdan Hali Hazır Zihni Muhtevanın Değiştirilmesi Problemi” yazısında sosyal bilimlerin gelişiminden faydalanılarak zihni yapıya yön verilmesi ve gençliğin bu yoldan yetiştirilmesi üzerine vurgulamış olduğu düşüncesinde “sosyal bilimlere dayanma”nın gerekliliğini, Türk insanın yetiştirilme prensibini “Dokuz Işık” tarafından belirtilen “İlimcilik” ilkesine bağlamıştır. “Milliyetçi Toplumcunun kendisine Dokuz Işık tarafından gösterilen İlimcilik İlkesine sıkı sıkıya bağlı olarak, ve gittikçe artan bir ilgi ve dikkatle bu bulguları öğrenmesi ve bunları Türk insanının yetiştirilmesi, Devletimizin sağlam temellere oturtulması yönünde harcadığı çabalarda kullanması gerekir” (Arık, 1971:15). “Gençliğimizin bir kısmında ve diğer dilimlerde, bugünkü yozlaşma, yabancılaşma ve kopma meydana gelmiştir. Milliyetçi Toplumcular, bu erozyonu, Dokuz İlkeye sıkı sıkıya bağlı olarak, zihni yapıyı yeniden şekillendirmeye girişerek durduracaklardır” (Arık, 1971:16). Türkeş de “Dokuz Işık” adlı eserinde (2017: 322-323) gelişmiş bir Türkiye için Millî Eğitimde yapılacak olan düzenlemelerin önemine dikkat çekmiştir ve bu yolda dört gaye belirtmiştir. Arık’ın da atıfta bulunduğu hususu bu yazısında Türkeş şu şekilde dile getirmektedir: 181 “Karşılaşılan her olayı, önümüze getirilen her meseleyi gördüğümüz her işi ön yargılardan ayrılarak, art düşüncelerden sıyrılarak gerçekçi bir gözle görmek ve ilim zihniyetiyle bunu muhakeme etmek, değerlendirmek başlıca usûl olmalıdır” (Türkeş, 2017: 323). Mehmet Eröz derginin 14. sayısında “Milliyetçiliğimizin ‘Toplumculuğu’ Ne İfade Eder?” adlı yazısında (1972: 20-26) Türk milliyetçilerinin benimsemiş bulunduğu “toplumculuk” anlayışının asla komünizm, faşizm ve nazizim gibi fikirlere benzetilemeyeceğini açıklamaktadır. Eröz, Alparslan Türkeş’in de Türk milletinin gelişimi açısından öne sürmüş bulunduğu “dokuz umde” de yer alan “toplumculuk” anlayışının aslında Türk-İslam kültüründen gelme, Gökalp’in “tesanütçülük” dediği “dayanışma kültürü”nün bir ifadesi olduğunu belirtmektedir. Eröz’e göre Türk-İslam kültüründen gelme bu dayanışmacı anlayışı zekat ve sadaka müesseselerinde görmek mümkündür. “Görülüyor ki, bizim sosyalizm ve komünizmden sosyal adalet ve insanlık dilenmeye ihtiyacımız yoktur. Binlerce yıl önce biz bunu biliyor ve yapıyorduk. Bizim ‘Toplumculuğumuz’ en yüksek dayanışmayı, en yüksek sosyal adaleti temin edebilecek bir anlayıştır” (Eröz, 1972c: 26). 1972 Haziran ayında Dündar Taşer’in hayatını kaybetmesi üzerine Töre Dergisi Taşer’i milliyetçi kesime katkılarından dolayı hayırla anmıştır. 1972 yılının 14. sayısında (3-5) yer verilen yazılar Taşer’in derginin anlam dünyası için önemli bir yerde durduğunu göstermektedir. Dündar Taşer’in vefatı nedeniyle MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş’in MHP Teşkilatına gönderdiği genelgeye de bu sayıda yer verilmiştir. Taşer, MHP Genel Başkan Yardımcısı sıfatıyla Türkeş ve MHP ideolojisine yakın olan bir şahsiyetti ve bu bakımdan Töre kadrosunca yeri doldurulamayacak olan bir aydın olarak öne çıkarılmaktadır. Töre dergisinin birinci yılını başarıyla tamamlamış bulunması nedeniyle derginin 14. sayısında “Töre’nin Toplantısı” başlığı altında verilen yazılar Töre’nin Türk Milliyetçiliğine katkılarından dolayı teşekkürlerini sunmakta olan önemli kimselere ayrılmıştır. Bu tebrik ve teşekkürler arasında MHP Genel Başkan Yardımcısı, MHP Kadınlar Kolu Genel Başkanı, MHP Gençlik Kolları Genel Başkanı’nın yazıları dikkat çekmektedir. Töre dergisi açısından kıymetli bir yere 182 sahip olan Milliyetçi Hareket Partisinin aynı şekilde Töre’nin gerçekleştirme hayalinde bulunduğu ideale kıymet verdiği görülmektedir. Töre millî davayı yansıtması açısından ve ülkücü gençliğe fikren bir doygunluk kazandırma gayesini taşımış bulunmasından dolayı Milliyetçi Hareket Partisi için onaylanan ve öne çıkan yayınlardan biri olmuştur. “Sayın DÜNDAR TAŞER, Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkan Yardımcısı: ‘TÖRE, büyük bir dergi oldu. Düşünce hayatımızın milli menbaalardan beslenen ileriye dönük bir atılışı, Türk kültürünün, Türk ilim adamları eli ile tahlil ve arzı bir yıllık hayatında ana çizgi olarak görülmektedir. Herbiri sahasında Türk Ülküsünü ilim ışığında aydınlatan yazarların emek ve gayretleri her türlü takdirin üstündedir. Emine Işınsu, fikir tarihimize büyük bir hizmette bulunmuş, bir ülkücü için imkansızlığın bahis konusu olmadığını ispat etmiştir’ ” (Töre’nin Toplantısı, 1972: 42). “Sayın İFET HALİM ORUZ, Milliyetçi Hareket Partisi Kadın Kolu Genel Başkanı: ‘TÖRE’nin milli davamızı yansıtma bakımından en büyük ödevi yaptığına inanıyorum. Özellikle kurucusu olan değerli arkadaşım şair Halide Nusret Zorlutuna başta olmak üzere TÖRE’ye çok değerli kalem sahiplerinin yazı yazması, onun başlıca niteliğini ve niceliğini kapsar. Süresiz başarılı olmasını, milli varlığımızı korumasını diliyorum’ “(Töre’nin Toplantısı, 1972: 43). “Sayın MEHMET PEHLİVANLI, MHP Gençlik Kolları Genel Başkanı: ‘TÖRE ülkücü gençlerin arzularını gerçekleştiren, onların ihtiyaçlarına cevap veren bir dergi olmuş, fikir hayatımızda gerçekten hissedilen bir boşluğu doldurmuştur. TÖRE ailesine, ülkücü gençler adına teşekkürlerimi bildirmeyi bir borç telakki ediyorum’ “(Töre’nin Toplantısı, 1972: 43). Töre’nin 17. sayısında güncel bir mesele olan “Fantom Uçakları” nın Türk Milli Savunmasında yer alıp almayacağı konusunda siyasetçiler arasında birtakım tartışmalara neden olmuş olan bu uçakların edinilmesi konusunda MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş’in fikirlerine yer veren bir yazı görülmektedir. Bu yazıda Türkeş, Milli Savunmasını yüksek teknik ilerlemeleri takip ederek temin etmeyen devletlerin milli bağımsızlıklarının tehlikeye düşmüş olduğunu belirtmektedir. Bu mesele bir yandan milli savunmanın ülkelerin milli bağımsızlıklarını korumak amacı doğrultusunda ne kadar önemli bir işleve sahip olduğuna dikkat çekerken diğer 183 yandan milli menfaatleri en yüksek seviyede koruyabilmek ve “teknikçilik” gibi “Dokuz Umde” de yer alan kriterin önemine vurgu yapmaktadır. “Bir millet ilim ve teknikte ve medeniyette ileri bulunduğu takdirde onun silahlı kuvvetleri de ileri ve güçlü olur. Medeniyette ve ilimde geri kalmış bir toplumun, ileri ve güçlü silahlı kuvvetlere sahip bulunması mümkün değildir. Çünkü içinde yaşanılan çağın gerektirdiği yüksek tekniğe dayanan silahları ve araçları kendisi yapamaz. Bunları üreten ileri memleketlerden ya para ile satın almaya veya siyasi anlaşmalarla, menfaat alışverişleriyle temin etmeye mecburdur. Bu da taşıma su ile değirmen döndürmeye benzer. Onun için özgür ve bağımsız yaşamak isteyen milletlerin ilimde, teknikte ve medeniyette hızla kalkınması lazımdır” (Türkeş, 1972a: 3-4). Töre dergisi 23. sayısında “Töre Büyüyor” başlığı altında Milliyetçi Hareket Partisine yakınlığını açıkça belirtmiştir. Dergi milliyetçi hareketin “Büyük ve Güçlü Türkiye” hedefine fikir ve sanat alanında hizmet ettiğini ve bu hizmeti asli bir görev olarak edindiğini belirtmiştir. “Milliyetçi Hareket ‘Büyük ve güçlü Türkiye’ hedefine sağlam adımlarla ilerlerken; bu yolun fikir ve sanat alanlarında en büyük hizmeti yapmayı, kendine asli görev edinmiş olan Töre büyüyor” (Töre Büyüyor, 1973: 21). 1973 yılının 23. sayısında Aşık Kemaloğlu “Dokuz” adlı şiirinde Türkeş’in “Dokuz Işık” doktrinine atıfta bulunmuş ve Türkeş’in liderliğini bu dizelerle bir kez daha inşa etmiş bulunmuştur. Ayrıca Kemaloğlu’nun dizelerinde Türklük ve Turan yurdu öne çıkarıldığı gibi, Türk-İslam vurgusunun da öne çıktığı görülmektedir. Bu bağlamda denilebilir ki Aşık Kemaloğlu’nun bu dizeleri MHP’nin siyasi çizgisinin bir aynası olmuştur. “… Dokuz ak ışıklı büyük Başbuğ’um, Belli değil değil gayri şölenim, yuğum, Yükselmez mi Bozkurt taşıyan tuğum? Bu yolda akacak çok kanımız var!.. Kimi Fars’a, Kimi Rus’a Tutsaktır, Bulgar, Yunan içre Türkçe yasaktır. 184 Türk’ün bahtı kara, alnıysa aktır. Bahtı ak olacak; imanımız var! Başbuğ dese: ‘Dünya hele kimindir? Yüzde yüz Türk olsan cihan senindir! İslamiyet bize en yüce dindir; Töre bizim, hem de Kur’an’ımız var! Batı ne ağırlar, ne de el verir: Ne Türk’e uyacak bir emel verir: Kendine dön ey Türk! Gayri elverir! Orkun’dan alınmış fermanımız var! Başbuğ derse: ‘Sabır beklerim sizden!’ Kaşı çatılmışsa, sesi genizden: ‘Türklük ses verecek dokuz denizden, Türkeli uyansın, zamanımız var!’ Fırtınadan sonra serin yel esti; Sabır hayat için elzem nefesti; Kemaloğlu bildi, sözünü kesti; Bugün Başbuğ, yarın Turan’ımız var!” (Kemaloğlu, 1973: 34). 1973 yılının 29-30. sayısında “Genel Durum” başlığı altında Türkiye’nin içinde bulunduğu sıkıntılara yer verilmiştir. Burada dikkat çeken unsur yazının seyrinin “Dokuz Işık” doktrinde sunulan Endüstricilik ve Teknikçilik ilkesini ön plana çıkarmasıdır. “Tek çıkar yol, Türkiye’de yatırım malları ve üretim aracı yapabilecek kabiliyete sahip güçlü ve entegre bir endüstri teşkilatı meydana getirmektir” (Genel Durum, 1973a: 63). “Gittikçe darlaşan boğazlardan kurtulmanın çaresi yurt için ihtiyaç duyulan yatırım malı ve üretim araçlarını yapabilme yeteneğini milli sanayimize kazandırmak, yani diğer bir deyimle, milli ekonomiye milli tasarrufları milli kaynaklara dayanarak 185 yatırımlara dönüştürmek imkanını sağlamaktır. Bu, hiç şüphesiz sanayi alanında girişilecek çok geniş kapsamlı reformlarla elde edilebilecek bir sonuçtur… Bu reformlar da ancak milliyetçi ilmi görüşe sahip güçlü kadroların iktidarıyla olur” (Genel Durum, 1973a: 63). 1974 yılında Kıbrıs Barış Harekâtı’na ilişkin olayların gündeme getirilmesi açısından Töre’nin neşriyat müdürü Emine Işınsu’nun siyasiler içinden Milliyetçi Hareket Partisi lideri Alparslan Türkeş ile bir röportaj hazırlamış olması (1974, Sayı: 39-40: 2-7) ve Kıbrıs Harekâtına ilişkin çıkarımlarda MHP’nin sözcüsü konumunda olması derginin MHP ile yakınlığının anlaşılması açısından önem atfeder. “Bakın, Sayın Türkeş, 1965’te, 1967’de, ‘Kıbrıs meselesi ancak kuvvetle halledilir’ dedi; öyle oldu” (Tuğcugil ve Yahnici, Genel Durum, 1974:5). 1975 yılının 52. sayısında okuyuculardan gelen soruları cevaplamak amacıyla ayrılmış bulunan “Cevaplar” bölümünde bir okuyucunun sorusuna cevap veren Galip Erdem, MHP’nin “Dokuz Işık” da yer vermiş olduğu “Tarım Kentleri” projesini desteklemektedir. CHP’nin öne sürdüğü “Köy Kentleri”nin yerine MHP’nin “Tarım Kentleri”nin ülkenin kalkınması noktasında daha gerçekçi ve faydalı olduğu savunulmaktadır. “…MHP, köyün maddi ve manevi ihtiyaçlarını eşit değerde görür. Sanayileşmeden doğan buhranlara karşı önceden gerekli tedbirlerin alınması çarelerini araştırır. Bir milletin maddi gücünün manevi gücü ile dengeli olması gerektiğine inanır. Milliyetçi Hareketin hedefi köyün ruh ve ahlak zenginliğini şehirliye, şehirlinin maddi üstünlüğünü ve hizmet imkanlarını da köylüye aktarmaktadır. Yarının büyük Türkiye’si ancak böylesine ahenkli bir birleşmenin sonunda doğacaktır. CHP’nin yalnız mideye hitap eden Köy Kentleri hem ilmen sakattır, hem de tek yönlüdür” (Erdem, 1975: 4). 1975 yılının 52. sayısında “Türkiye, ABD ve Ötesi” başlığı altında Meriç Coşkun’un MHP Genel Sekreter Yardımcısı Sadi Somuncuoğlu ile yaptığı röportaja yer verilmiştir. Bu röportajda Türkiye’nin içinde bulunduğu şartlara yer verilmiştir. Bu röportajda Sadi Somuncuoğlu tarafından ABD’nin Türkiye’ye uyguladığı silah ambargosu, Sol kesimin uygulanan silah ambargosuna karşı tutumunun ne olduğu, Ecevit yönetiminin çelişkili politik söylemleri gibi konular değerlendirilmiştir. 186 Röportajın Milliyetçi Hareket Partisi mensubunca yapılmış olması olaylara hangi perspektiften bakıldığını da kanıtlar nitelikte olmuştur. 1975 yılının 53. sayısında “Milli Görüş Üzerine Alparslan Türkeş’le Bir Konuşma” başlığı altında MHP Genel Başkanı Türkeş ile yapılan bir röportaja yer verilmiştir. Bu röportajda milliyetçi hareketin durduğu çizgi ve benimsediği ilkeler öne çıkarılmıştır. Türkeş’in dilinden milliyetçi hareket’in ilkelerine şu şekilde dikkat çekilmiştir: “Türk milletinin hür ve bağımsız yaşamasını yükselmesini gaye edinen bir hareket olan Türk Milliyetçiliği, ilk defa, Milliyetçi Hareket Partisi tarafından siyasi bir hareket olarak Türk milletine mal edilmiştir. Milliyetçilik anlayışımız; manevi şuurlanmaya dayanır. Türklük şuuruna erişmiş, samimi olarak ‘Ben Türk’üm’ diyen herkes Türk’tür” (Türkeş, 1975: . “Milliyetçi Hareket, insan sevgisine dayanır. Demokrasiye inanır. İnsanlığa düşman, insanlığı bölücü her sistem ve ideolojiye karşıdır. Milliyetçiliğimizin amacı, milli sınırlarımız içinde yaşayan bütün vatandaşlarımızı, hiçbir ayrım yapmaksızın; din, mezhep ve ırk farkı gözetmeksizin kucaklamak, sevmek ve insanca yaşama şartlarına kavuşturmaktır Milliyetçilik anlayışımız; ülke ve millet bütünlüğümüzü bölücü, her türlü sınıfçı, mezhepçi ve ırkçı sistemlerin amansız düşmanıdır. Milliyetçilik anlayışımızda, kapitalizmin, sınıfçı sosyalizmin, komünizmin, faşizmin ve nasyonel sosyalizmin asla yeri yoktur. Başka milletlerin bir kültür ve tarih mahsülü olan bu ideolojilerin devlet felsefemizde hiçbir zaman yeri yoktur” (Türkeş, 1975: . Türkeş’in bu ifadelerinde milliyetçi hareketin prensiplerine ulaşılmaktadır. Ayrıca milliyetçi hareketin, milliyetçi görüşe sahip pek çok kesimden hangi noktalarda ayrıldığı bu cümlelerden tespit edilebilir. MHP’nin manevi şuurlanmaya dayalı bakış açısı ve ırk esası üzerinde fazla durmaması bu bağlamda ayırıcı değil, birleştirici bir perspektif benimsemiş olması hem milliyetçi hareketin siyaset sahnesinde yer almasını sağlamış hem de onu Atsız çizgisinden ayırmıştır. Töre mensuplarının “Türk”e dair görüşünün ne olduğunu ve bu görüşün Atsız çizgisinden farklı olduğunu 1975 yılında 54.Sayıda yayımlanan Hikmet Tanyu’nun 187 “Millet ve Irk” adlı yazısında da görmek mümkündür. Burada Tanyu, Türk vasfına sahip olmayı ırk faktörünü ön plana çıkararak açıklayanların yanılgılarına dikkat çekerek Mehmet Akif Ersoy’un da Türklük için mücadele etmiş bir aydın olarak asla Türk milliyetçileri tarafından ırk esasına bakılarak dışlanamayacağından bahseder. “…Zira Türk Milliyetçisi, Türkçü olan, Türk’e faydası dokunanı, ona içten hizmet edeni candan benimser ve tamamen kendisinden bilir” (Tanyu, 1975b: 37).Bu bağlamda ırk esası gerekli ama zorunlu bir faktör olmaktan da çıkar. Türkçülerin İslamiyet’i Türklük şuurunu kaybettiren etkenler arasında yorumlaması onları İslamiyet ile Türklüğün birbirinden ayrı olması gerekliliği düşüncesine götürmüşken, MHP’nin çizgisi İslamla Türklük şuurunu birbirinden ayrılmaz bir şekilde mayalamıştır. MHP’nin bu görüşünü doğrulacak cümle Türkeş’in ağzından şu şekilde ifade edilebilir: “Türklük şuur ve gururu ile İslâm ahlak ve fazileti milliyetçilik anlayışımızın geniş manadaki ifadesi olarak Türk milletine mal olmuştur” (Türkeş, 1975, Sayı: 53: . Kendisini propaganda savaşlarının yaşandığı bu çağda milliyetçi hareketin silahı olarak gören Töre dergisi kadrosunun görüşleri Türkeş’in belirttiği çizgiden ayrı düşünülemez. Bu bağlamda Töre dergisi milliyetçi hareket’in en önemli yayın organlarından biri olmuştur demek yanlış olmayacaktır. 1975 yılının 53. sayısında Yetik Ozan’ın 14 Eylül 1975 tarihinde kaleme aldığı mısralar Alparslan Türkeş’in bir lider olarak inşasını meşru kılan dizeleri içermektedir: “… Gene yolum eski dağlara doğru, Ülkü ülkü kokan bağlara doğru, Güneşi batmayan çağlara doğru Yürüyorum son Başbuğun ardında” (Ozan, 1975: 19). Töre’nin 1975 yılının 54. sayısında “Töre’den” başlığı altında, 1975 seçim sonuçları değerlendirilirken MHP’nin diğer partilere göre giderek büyüdüğünün ve bu büyümenin her geçen gün devam edip Türklüğü gölgesi altına alacağının altı çizilmiştir. 188 “Bugün dördüncü parti seviyesine yükselen MHP’nin giderek üçüncü parti olacağı ve nihayet CHP’ye karşı tek güç haline geleceği muhakkaktır. MHP diğer partiler MSP ve DP gibi AP’den kopma değil, tamamen ayrı, yepyeni bir seçmen kitlesine dayanan, çekirdekten filizlenen bir parti olduğu için, hiçbir zaman MSP ve DP’nin durumuna düşmeyeceği aşikardır. Bilakis bu ağaç gittikçe büyüyecek ve bütün Türklüğü gölgesi altına alacaktır” (Töre’den, 1975d: 4). 1975 yılının 54. sayısında Alper Aksoy’un kaleme aldığı “Bozkurtların Türküsü” adlı yazıda Türk milletinin içinde bulunduğu durum aktarılmış ve Türkmen Kızı ile Gök Tanrı sembolize edilerek Türk milletinin başına içinde bulunulan durumu aşacak, Türk milletini tek çatı altında birleştirecek bir başbuğ istenmiştir. Bu bağbuğ elinde dokuz ışıkla gelen Alparslan Türkeş’dir. Bu yazıda Aksoy’un Türk milletinin başına gelecek olan iktidarı inşa ettiği görülmektedir. “Türkmen Kızı başladı konuşmaya: …Türk dünyası paramparça. Oğuzların eski zindeliğini yitirdi. Kimi Vietnam’ın davasını güder, kimi Kamboçya’nın. Esir Türk illeri unutuldu gayrı. Türk’ün öz vatanında Türklük hor görülür oldu. Törelerin bozuldu Oğuz atam..! Yeni bir Ergenekon çıkışı için bir yol göster bize” (Aksoy, 1975: 42). “…Türklüğün başına bir başbuğ tayin et Göktanrım..! Türk milletini fakirlikten, eziklikten, uyuşukluktan kurtaracak bir başbuğ gönder. Gönder ki onu eski azametine kavuştursun; kavuştursun ki İslamın nurunu onun orduları yeniden yaymaya başlasın Haçlı içlerine” (Aksoy, 1975: 42). “…Gönlün Kutlu olsun Türkmen Kızı..! Türklüğün başına bileği güçlü, aklı kavi, özü volkan gibi bir başbuğ gönderiyoruz. Onun etrafında birlik olun; düzelsin dirliğiniz. Bu başbuğ ki Türk’ün bozulan düzenini kuracak, Türk milletinin başına tayin ettiği başrak asrın en güçlü milletleri arasına sokacaktır. Al işte sana. Al işte; Türk’ün kara bahtına doğan Güneş: Alparslan Türkeş..!” (Aksoy, 1975: 43). “…Gözün aydın Türk Milleti..! Açılsın artık kara bahtın; açılsın..! Özüne dal budak salan kozmopolit fikirler Dokuz Işığın önünde eriyor, eriyip yok oluyor. Töreli bir gençlik bir ulu bağbuğun önderliğinde senin yaralarını sarmaya geldi”(Aksoy, 1975: 45). 189 1975 yılının 55. sayısında “Çağımızda Sermayenin Değişen Anlamı” adlı yazısında (1975: 12-17) Dinç Yaylıer, komünist düzeni savunan Marx’ın ön göremediği noktaların bulunduğunu ve sosyalizmin sahaya inmiş hali olan Rusya’da sınıfsız bir toplum yaratılamadığını yazar. Bütün bunlara ek olarak Türkiye’nin az gelişmişlik durumuna karşı Türkiye’nin gelişimin kodlarını statik olarak muhafaza eden bir toplum olduğunu belirtir. Yaylalıer, Türkiye’nin Tanzimat’tan bu yana kaybettiği iç dinamiklerine ancak milliyetçi hareketin iktidarı ile ulaşabileceğini vurgular: “Tanzimat’tan bu yana süratle kabuk değiştiren, iç dinamiğini kaybettiği için de bünyesi yeni bir kabuk yapamayan Türk Milleti, Milliyetçi Hareketin iktidarında madde-mânâ bütünlüğü içerisinde sıçrama noktasına erişecektir” (Yaylalıer, 1975: 14). Ayhan Tuğcugil Töre’nin 70. sayısında “Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi: Uygulama ve Doktrin” adlı yazıda Türk Milliyetçiliği Fikir Sisteminin ilmi metoda bağlı olduğunu belirterek “Dokuz Işık” doktrininin Türk Milliyetçiliği Fikir Sisteminin stratejik uygulama planının özeti olmayı aşıp Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin esaslarını içine aldığını belirtmektedir:“…Dokuz Işık uygulama planları özeti olmayı da aşar ve bir bakıma Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin esaslarını içine alır” (Tuğcugil, 1977b: 7). Töre’nin 74. sayısında Mehmet Karahanlı’nın kaleme aldığı “Bir Seçimin Ardından” yazısı 1977 seçim sonuçlarının değerlendirildiği bir yazıdır. Bu yazıda Karahanlı’nın 5 Haziran 1977 seçimlerinden en kazançlı çıkan partinin MHP olduğunu ve elindeki imkanlar doğrultusunda iyi bir başarı elde eden milliyetçi hareketin gelecekte en büyük iktidar adaylarından biri olabileceği vurgulanmıştır. “Daha önceden de belirtildiği gibi 5 Haziran seçimlerinden en kazançlı çıkan parti MHP’dir. Kısıtlı olan maddi imkanlarına, etkili basın desteğinden yoksunluğuna, yıllardan beri sol basının, sözde hukukçuların, sol dikta heveslilerin boy hedefi olmasına, bir takım güçlü çevrelerin olmadık yalanlarına rağmen, Milliyetçi Hareket milletimizin büyük ilgisine mazhar olmuş, oylarını 4 senede üç misline çıkarabilmiştir. MHP’de imkanlarını akıllıca kullanmış, faaliyetlerini MHP diğer bazı partiler gibi seçime milyonlar dökerek girmemiştir. Genel başkan Sayın Alparslan Türkeş’in dolaşabildiği illerin hemen hepsinden MHP’nin 190 milletvekili çıkarabilmiş olması gösterir ki; ilerde daha iyi imkanlarla seçime girildiği ve daha çok çalışıldığı takdirde alınacak sonucun, bazı başyazarların hayal edemeyecekleri kadar büyük olacağı kehanet değildir. Şurası muhakkaktır ki Milliyetçi Hareket, ilerinin en büyük iktidar adayıdır” (Karahanlı, 1977: 40). Dinç Yaylalıer, Töre’nin 75. sayısında yer verilen “Sanayileşme Sürecinde Türkiye ve MHP” adlı yazısında gelişmekte olan Türkiye’nin sanayi sektörünün gelişmesi ve iktisadi anlamda refaha ulaşmasını milletlerin kendi iktisadi kültürünü inşa edebilmesine bağlamıştır. Bu bağlamda Yaylalıer, Türkiye’nin kalkınmış bir ülke seviyesine getirilmesini çığır aşan MHP yönetiminin fikirlerinin gerçekleştirilmesine bağlamıştır. “Gelişme sürecindeki ülkeler, lüks tüketimi körükleyen kültürün dışında, bir kültür meydana getirmek mecburiyetindedirler. Bu gerçeği kitlelere cesaretle söyleyen, nefislerinde lüks talep patlaması yaratılmış ‘homo economicus’lardan oluşan bir toplumda, yeni bir çığır açan tek siyasi hareket MHP’dir” (Yaylalıer, 1977b: 19). Ali Muratoğlu Töre’nin 90. sayısında “Neşter!” başlığı altında Milliyetçi Hareket Partisine Türklük şuurunun korunması ve Türklerin tek bilek olarak bir araya gelebilmesi noktasında çok fazla sorumluluk düştüğünü izah etmek isteyerek şu cümlelere yer vermiştir: “… Dilimiz, dinimizi, mert karakterimizi, bütün Türklük örf ve adetlerimizi, baş döndürücü bir hızla kaybetmekte olan biz Batı Türkleri ise, çok yakın bir zamanda, Türklük dünyası için ebediyen kaybolmuş olacağız. Herşey, Milliyetçi Hareket’in kaderine bağlı, Allah yardımcımız olsun” (Muratoğlu, 1978: 13). Ayhan Tuğcugil’in Töre’nin 96. sayısında kaleme aldığı “Toplumculuk ve Sosyalizm” adlı yazı, Alparslan Türkeş’in Dokuz Işık Doktrininde belirtilen “Toplumculuk” ilkesinin ne olduğunu anlatan bir yazıdır. Tuğcugil burada Toplumculuğun, Sosyalizm’e yakın görülmesinden duyduğu rahatsızlıkla bu iki mefhumun ne ifade ettiğini ortaya koymaya çalışmıştır. Dokuz Işık’ın Toplumculuk ilkesinin ferdiyetçiliğe zıt olduğunu belirten Tuğcugil, toplumculuğun milliyetçiliğin kaçınılmaz bir sonucu olarak var olduğunu yazmaktadır. 191 “…Türk Milliyetçiliği hiçbir zaman ferdiyetçi veya liberal kapitalist olmadığı gibi asla sosyalist de olmamıştır. Fakat her zaman toplumcudur” (Tuğcugil, 1979a: 13). “Sosyalizm, aslında bir toplumculuk, bir cemaatçilik değil, tıpkı aristokrasi gibi bir zümreciliktir; bir azınlıkçılıktır” (Tuğcugil, 1979a: 13). “9 Işık’çı toplumcu işverenden yana olmaz, işçiden yana da olamaz. O, bütün bir milleten yanadır”(Tuğcugil, 1979a: 14). “Toplumculuk, milliyetçiliğin kaçınılmaz bir gereğidir. Bir içtimaî birim olarak millet, fert, aile, sülale, kabile, aşiret, boy, sınıf v.s gibi cemiyet birimlerinden büyük ve onları içine alan, kavrayan bir topluluğun adıdır. Milliyetçilik ise millet’i diğer cemiyet birimlerine tercih eden, bağlılık sıralamasında millet’i başa koyan tutumun ismidir…Toplumculuk, milliyetçilikte mündemiçtir. Milliyetçiliğin içinde kendiliğinden vardır”(Tuğcugil, 1979a: 14). Türkeş de “Milli Doktrin Dokuz Işık” adlı eserinde (2017: 23-24) milliyetçiliğin toplumculuk ilkesinden daha geniş olup içinde toplumculuk ilkesini barındırdığını belirtmiştir:“Dokuz Işık ilkelerinin başında yer alan Milliyetçilik, diğer ilkelerin arasında bulunan Toplumculuk ilkesinin kavramından daha geniş bir kavramdır. Milliyetçilik kavramının içinde Toplumculuk da vardır” (Türkeş, 2017: 23-24). Türkeş, tarihin seyrinin sınıf mücadelesi üzerine kurulu olduğunu belirten komünist rejim mensuplarına karşı, milli menfaatlerin bir ülke açısından önemini kaybetmediğini savunmaktadır. Bu bakımdan milliyetçiliğin esasları bugün bile dünya devletlerinin eylemlerine yön verecek kadar mühimdir. Dokuz Işık da Türkeş SSCB ve Çin idaresi üzerinden milliyetçiliğin esası olan milli menfaatlerin politik eylemleri belirlediğini kanıtlamaktadır: “Bugün Sovyetler Birliği ile Komünist Çin sınırı boyunca her iki tarafın, sayısı milyonları aşan ordularını birbirlerine karşı yığdıkları herkes tarafından bilinmektedir. Her iki devlet birbirlerine karşı bir savaş hazırlığı yapmaktadırlar ve bu davranışları bir gün bir savaşa müncer olacak olur ise buna hiç kimse şaşırmayacaktır. O halde milliyetçiliği inkar eden ve Enternasyonalizmi ileri süren, Marksizm’i benimsemiş, aynı rejim altında yaşayan bu milletlerin, bu devletlerin birbirleriyle anlaşmazlığının sebebi nedir? 192 Bu sebep dünyanın kurulduğu günden beri değişmemiş olan faktördür. O faktör de milletlerin kendi milli menfaatlerini sağlama gerçeğidir” (Türkeş, 2017: 27). Türkeş, Dokuz Işık adlı eserinde benimsenmiş olunan Türk milliyetçiliğinin asla ırkçılığa dayanan şovenist bir yapıda olmadığını belirtmektedir:“Türkçülük, Milliyetçilik anlayışımız; manevi şuurlanmaya dayanır. Bu temel üzerinde Türkçülük şuuruna erişmiş, samimi olarak ‘Ben Türküm’ diyen herkes Türktür. Türkçülük ve Türk’ün tayininde, sapık ölçülere, özellikle mezhepçiliğe, coğrafyacılığa, laboratuar ırkçılığına inanmıyoruz” (Türkeş, 2017: 57). Alparslan Türkeş,”Milli Doktrin Dokuz Işık” adlı eserinde milliyetçi hareket’in var olma amacını şu şekilde dile getirmiştir: “Toprak bütünlüğümüzü, devletimizin ve milletimizin bölünmezliğini hedef almış olan haince faaliyetlere karşı Türk Milleti olarak ayağa kalkmalıyız. Türk gençliği için, milli vazifenin ilk şartı olarak Milliyetçilik ve Türkçülük gelmektedir. Gençliğimizi, yeni büyük bir savaş beklemektedir. Bozgunculuğa, tembelliğe, ahlâksızlığa, cehalete, yalancılığa karşı büyük bir savaş..Türklüğü inkar eden, Türk Milletinin birliğine ve bütünlüğüne karşı çıkan Komünizme, bölgeciliğe, mezhepçiliğe ve diğer her çeşit bölücülüğe karşı amansız bir savaş.. İşte bunun için Milliyetçi Hareketi başlattık” (Türkeş, 2017: 62-63). “Milli Doktrin Dokuz Işık” da Türkeş, komünist ideolojiyi savunanlara açıkça karşı olduğunu belirtmiş ve Türkiye’de komünist düzen kurma hayalinde olanlara karşı milliyetçi hareket’in hizmette olduğuna vurgu yapmıştır. Bu bağlamda Milliyetçi Hareket Partisinin temel hizmetinin ülkeyi yabancı ideolojilerden kurtarmak olduğuna işaret etmiştir: “Biz parti olarak Türkiye içinde Komünizmi ve diğer fesat hareketlerini er geç ezip yok edeceğiz. Fakat yalnız onları değil, bu yıkıcı faaliyete karşı vazifesini yapmayan iktidarı ve fesatçılara yardakçılık eden hainleri de en ağır cezalara çarptıracağız”(Türkeş, 2017: 62-69). Türkeş, Dokuz Işık’ın komünist ideolojiye karşı reaksiyon hareket olmadığını belirterek, dokuz ışık’ın milli bir doktrin ve milli bir aksiyon olduğu üzerinde durur. 193 Burada komünist ideoloji ile dokuz ışık arasındaki farkları da açıkça ortaya koymaya çalışır: “1. Biz Türk Milliyetçisiyiz. Türk Milletinin varlığını her şeyin temeli olarak alırız. Komünistler vatan, millet tanımazlar. … 2. Komünistler kin ve nefreti hareketlerinin mayası olarak ele alırlar. İşçi sınıfının dışındakilere karşı sonsuz bir kin duyarlar. Biz hiçbir sınıf farkı gözetmeksizin, insanlara karşı sonsuz saygı ve sevgiyi esas alırız. Bizde kin ve nefretin yeri yoktur. 3. Milliyete taraftarız. Fakat kapitalizmden de ayrı bir görüşümüz vardır. Milletin yararına kullanmak ve başkalarını sömürme vasıtası olarak kullanmamak şartıyla biz herkesin mülk sahibi olmasını esas almış bulunuyoruz. Komünizm ise mülkiyeti yok etmeyi, mülkiyet hakkı tanımamayı ve her şeyin devlet malı olmasını esas almıştır” (Türkeş, 2017: 99). Türkeş, Büyük Türkiye’nin kuruluşunu sağlayacak yolun Dokuz Işık olduğuna vurgu yaparak “Milli Doktrin Dokuz Işık” adlı eserine şu cümlelerle son vermiştir: “MİLLİ DOKTRİN DOKUZ IŞIK, MİLLİYETÇİ HAREKETİN ÖNDERLİĞİNDE BÜYÜK TÜRKİYE’NİN KURULUŞUNU SAĞLAYACAK TEK MİLLİ YOLDUR” (Türkeş, 2017: 549). Bozkurt sembolünün milli bir sembol olduğu üzerinde durduğu yazısında Türkeş (2017: 95) Türk-İslam bakış açısını yansıtan “Türk milliyetçileri Hira dağı kadar Müslümandırlar, Tanrı dağı kadar Türktürler” sözüne de yer vermiştir. Töre’nin 103-104. sayısında Adil Avni Aslan’ın “Namer’de” adlı şiirinin dizelerinde derginin Türk-İslam Sentezi içerisinde komünizme karşı olan kimliğini görmekle birlikte diğer yandan Türkeş’in liderliğini de inşa ettiğini görmek mümkündür. Şu dizeler bu bilgiyi doğrular niteliktedir: “… Kahpe Moskof kol geziyor yurdumda Tek bilek tek yüreğiz Başbuğ ardında İman benim kalem inanç bağrımda Köpek yürekliye tüküresim gelir 194 Bir ALLAH bir VATAN bir BAYRAK Az kaldı gardaş sökecek şafak Bu yurt bizim; bizim olacak İnançsız kafasın kırasım gelir … Döneklik emretmez kitabım Kur’an İster ki düşmana karşı pervasız duran Biz inananlar bir, hazırız her an Geri duran döneği vurasım gelir” (Aslan, 1979-1980: 58). Töre dergisinin 1971-1980 yılları arasındaki yazılarında milliyetçi hareketi desteklediği ve Alparslan Türkeş’in liderliğini inşa etmiş olduğunu görmek mümkündür. Töre kadrosundan Ayhan Tuğcugil’in kaleme aldığı “Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi” adlı yazılarda Türkeş’in “Dokuz Işık Doktrini”nin desteklendiği görülmektedir. Ayrıca dergide yer alan şiirlerde de “Dokuz Işık”ın Türk milletinin gelişimi için önemli bir yere sahip olduğu da vurgulanmaktadır. Töre dergisi ile Milliyetçi Hareket Partisi arasındaki ilişkiye bakıldığında; Töre’nin 1970’li yıllarda siyasal arenada kendine yer edinmeye çalışan Milliyetçi Hareket Partisi için fikri anlamda ve oy tabanını genişletebilmesi noktasında katkılar sunmuş olduğu söylenebilir. Milliyetçi Hareket Partisi ve lideri Alparslan Türkeş’in varlığı ise Töre dergisinin fikriyatının siyasallaşmasına katkıda bulunmuş olduğu söylenebilir. 195 5. SONUÇ Doğası gereği toplumsal bir varlık olan insanın kendini tanımlaması noktasında milliyetçilik akımı önemli bir işlevi yerine getirmiştir. Kim olduğunun bilgisine sahip olmak isteyen insanoğlu kendi kimliğini bulma arayışının ardından bir “biz” ve “ötekiler” inşasında bulunmuştur. Monarşiden Cumhuriyet’e uzanan süreçte toplumların yönetilmesi noktasında yaşanan değişimler, politik olarak insanları milliyetçilik ekseninde buluşturmuştur. Fransız İhtilali eşitlik, özgürlük, adalet gibi kavramları öne çıkarmasıyla bu buluşmayı sağlayan önemli dönüm noktalarından olmuştur. Monarşiden meşrutiyete, meşrutiyetten cumhuriyete uzanan süreçte Türk tarihinde milliyetçiliğin etkin bir ideoloji olarak var olduğu görülmektedir. Milliyetçilik fikir akımı bir yandan Osmanlı İmparatorluğu gibi imparatorlukların parçalanmasına ve yıkılmasına neden olurken, diğer yandan milli bilinç ile yapılan milli mücadelenin ardından cumhuriyetle yönetilen yeni bir Türk devletinin kurulmasına vesile olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti açısından milliyetçi düşüncenin gelişimi ve bağımsızlık ülküsü yeni bir devletin inşası olarak hayata geçerken diğer yandan “milliyetçilik” farklı bağlamlarda kendini inşa etmeye başlamıştır. Resmi milliyetçilik, laik ve seküler olması nedeniyle İslam’ı dışarıda bırakmaktaydı ve Anadolucular için İslam, milleti oluşturan temel faktördü. Resmi milliyetçilik anti-irredentalistti ve bu durum Turan ülküsüne sahip Türkçü milliyetçiler için sorun teşkil ediyordu. Bu faktörler Anadolucular ve Türkçülerin faaliyetlerine uygun bir zemin hazırlamaktan uzaktı. Türkçüleri Anadoluculardan ayrı kılan en büyük etkenlerin din, ırk ve tarih olduğu söylenebilir. Türk siyasi tarihinde milliyetçiliğin siyaset sahnesinde var olma çabasında bu kesimlerin etkilerini görmemiz mümkündür. Resmi milliyetçiliğin laik, seküler ve anti-irredentalist perspektifi ve milletin geleceğini tehdit ettiğine inanılan komünizmin ülkede etkin bir hal almaya başlamasından duyulan rahatsızlık Türkçüleri ve Anadolucuları “Türkiye Milliyetçiler Derneği”nde buluşturmuştur. Türkiye Milliyetçiler Derneği ile Türkçüler ve Anadolucuların siyasete uzanan “Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslümanız” söylemini geliştirdiği söylenebilir. Bu noktada 1970’li yıllarda Aydınlar Ocağının faaliyetleri de Türk- 196 İslam Sentezi’nin ortaya konulmasına, milliyetçiliğin İslam’la eklemlenip siyasal arenada var olmasına etkide bulunmuştur. 1944 Irkçılık-Turancılık yargılamalarında Türk milliyetçiliğinin dava edilmesi, ardından bir ideoloji olarak kabulü ve siyasette halk tabanında belli kesimlerin oylarını toplayabilmesi bu akımların etkisiyle gerçekleşen süreçler olarak yorumlanabilir. 1960’lı yıllardan sonra CKMP ve MHP gibi partilerin kendini inşa etme süreçlerinde milliyetçiliği temel alan yönelimleri görebiliriz. Özellikle 1969 yılında CKMP’nin MHP’ye dönüşmesi sembolünün “üç hilal”olarak belirlenmesi, milliyetçilik düşüncesinin İslam ile eklemlenip farklı bağlamlarda siyaset sahnesine taşındığının en somut ifadesi olarak karşımıza çıkmaktadır. 1970-1980 yılları arasındaki dönem toplumsal olarak pek çok olaya tanıklık ettiği ve Türk siyaset hayatında iktidarsızlık dönemini –koalisyonlar dönemi- içine aldığı için sancılı bir dönem olarak karşımıza çıkmaktadır. Töre dergisi de milliyetçi muhtevaya sahip bir dergi olarak 1971 yılında yayın hayatına başlamış ve çağın ideolojiler çağı olduğunu vurgulayarak Türk toplumunun ancak “milliyetçilik” düşüncesiyle kurtulabileceğine ilişkin görüşleriyle öne çıkmıştır. Töre dergisi, Türkiye’de Türk milliyetçiliğinin gelişimi için önemli faaliyetlerde bulunmak amacıyla, Türk devletinin sanat, dil, ekonomi, eğitim, kültür, tarih gibi pek çok alanda gelişimini sağlayabilmeyi kendisine dert edinmiştir. Dönemsel olarak komünizmin Türk toplumunda bir tehdit olarak algılanması noktasında milliyetçi hareketin Türk-İslam Sentezi’ne atıflarda bulunmuştur. Türk’ün şanlı tarihini ve Türk tarihinin kahraman liderlerini ön plana çıkarırken, Türk’ün gücünü İslam dininden aldığı düşücesini de vurgulamıştır. Bu bağlamda Töre dergisi “Tanrıdağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanız” bakış açısıyla dönemsel olayları yorumlamış ve kendi tezi ekseninde Türk toplumuna bir yol göstermek amacıyla varlığını devam ettirme gayretinde olmuştur. Gerek şekil itibariyle – burada şekilden kasıt dergide yayımlanan resimler, karikatürler ve dergi kapağı için uygun görülen figürler- gerekse içerik olarak yayımlanan yazılar ve şiirlerle Töre dergisinin milliyetçi muhafazakar bir perspektifte olduğunu görmek mümkündür. 197 Töre dergisi zengin yazar kadrosuyla toplumsal alanda pek çok konuya ilişkin yazılara yer vermiş, milliyetçi düşünceinin özellikle gençlerde gelişmesini amaçlamıştır. Ayşe dergisinden Töre dergisine dönüşmesi derginin vizyonunun büyüklüğüne de kanıt olmuştur. Dergi ilk etapta milliyetçi Türk kadınlarına hitap etmekteyken Töre ile birlikte okuyucu kitlesini genişletmiş ve Türk toplumunun gelişimi açısından önemli bir görevi üstlendiğini beyan etmiştir. Töre’yi var eden şartlar milliyetçi cenahın milliyetçi muhafazakar düşüncesinden ziyade dönemin karışık ve Türk toplumu açısından çalkantılı bir seyir izlemesi olmuştur. Bu bağlamda derginin incelenmesi başlığı altında görülen temalar –Türk-İslam Sentezi, Antikomünizm, Güncel Olaylara Milliyetçi Perspektif, Milli Kültür ve Töre Derginde Milliyetçi Hareket Partisi gibi başlıklar- dönemsel olayların Töre dergisince yorumlandığının ve olaylar karşısında derginin geleceğe ilişkin bir tezinin olduğunun da göstergesi olmuştur. Töre dergisi komünizm karşısında milliyetçiliği ön plana çıkarmaktadır. Temelini Marksist düşünceden alan bu komünist sistemin eksiklerini öne çıkarma noktasında, Türk Milliyetçiliği Fikir Sisteminin ne olduğuna dair açıklamalarda bulunarak, komünist sistemin ayakta kalamayacak bilimsel olmayan, sığ bir noktada durduğunu da yayımlanan yazılarında ifade etmektedir. Dergi, komünist sisteme karşı olduğunu; komünizmin “millet” gerçekliğini reddetmesinin yanı sıra toplumu ayakta tutan din, ahlak ve aile gibi önemli müesseselere gereken önemi vermemesi, bu müesseseleri hiçe saymasından dolayı da karşı olduğunu beyan etmiştir. Derginin sol karşıtlığını Ecevit hükümetine duyulan tepkilerle ifade ettiği görülmektedir. Ecevit’in “Ortanın Solu” politikasının ülkede komünizm yandaşlarını cesaretlendirdiği fikrini taşıması ve Ecevit’in faaliyetlerinde milliyetçilik duygusunu önemsemediğinin öne çıkarılmasıyla dergide sol karşıtlığının Ecevit hükümetine ve bu hükümetin faaliyetlerine yönelik tepkide somutlaştığı söylenebilir. Ayrıca SSCB’nin dış Türkler üzerindeki baskısı, gizli ajan yetiştirmesi, ülkelerde komünist parti kurma girişimleri ile eleştirilmesisol karşıtlığının ve anti-komümist bakış açısının yansımalarıdır. 198 Töre dergisinin Türk-İslam Sentezi’ni öne çıkaran görüşleri değerlendirildiğinde İslam dünyasının durumuna ve geleceğine yönelik kaygıların bulunmadığı görülmektedir. Bu bağlamda Filistin ve Cezayir’in durumu ya da İran İslam Devriminin İslam dünyasına etkisine ilişkin herhangibir yaklaşım sunulmadığı görülmektedir. Buna karşın derginin dış Türklerin durumu meselesinde çok hasas olduğu anlaşılmaktadır. Bu bağlamda Azerbaycan’ın, Bulgaristan’ın durumu; SSCB yönetimindeki ve İran yönetimindeki Türklerin durumuna yer verilmekte olduğu görülmektedir. 1975 yılında dergide “Türk Dünyası Dosyası” adı altında bir bölüm açılması derginin dünya üzerindeki Türklerin durumunu ve Türk dünyasının geleneklerini önemsediğinin de kanıtı olmaktadır. Milliyetçiliğin yeni çağda etkili olabilecek bir fikir akımı olmayacağını düşünen güçlü ideolojiler karşısında milliyetçiliğin her çağda etkin bir fikir olacağına yönelik yorumlar Töre kadrosunca ve Türkeş ile yapılan röportajlarda da öne çıkarılmıştır. Türkeş’in fikirlerini önemseyen Töre kadrosunun zararlı bütün ideolojiler karşısında milliyetçiliği öne çıkardığı ve Türklerin “kızıl elma” ülküsüne sahip çıktığı görülmektedir. Ayrıca Töre dergisinde milliyetçiliğin tarih öncesine dayandığı görüşü hakimdir. Bu yönüyle teorik olarak ilkçi yaklaşıma yakın bir çizgide durdukları söylenebilir. Töre kadrosu, milliyetçiliğin kurtuluş savaşının etkisiyle ya da komünizmin ülkede zararlı faaliyetleriyle öne çıkmasından sonra görülmediğini, milliyetçiliğin zaten çağlar öncesinde Türklerde var olduğunu vurgulamaktadır. 1970’li yıllarda milliyetçi bir hareket olarak kendini inşa eden ve koalisyonlar döneminde hükümette faaliyet gösteren Milli Görüş Hareketine ve lideri Erbakan’a karşı da Töre kadrosunun mesafeli bir duruşa sahip olduğu söylenebilir. Erbakan’ın söylem ve faaliyetlerinin Töre dergisi yazılarında eleştirildiği görülmektedir. Bu bakımdan Töre’nin kendisini Milli Görüş Hareketinden ayrı tuttuğunu söylemek yerinde olur. Dönemin siyasi buhranında milliyetçi bir hükümetin ülke yönetiminde olması gerekliliğine dikkat çeken Töre dergisi, Türkeş’in Türk siyasi hayatı için önemli bir lider olacağını vugulamaktadır. Bu haliyle bir yandan Türk toplumunda asırlardan 199 beri var olan “kahraman lider” sıfatına atıfta bulunurken diğer yandan içinde bulunulan kaos ortamında Türkiye’nin kalkınabilmesi noktasında lider vasfını ön plana çıkardığı Alparslan Türkeş’in liderliğini de inşa etmiş bulunmaktadır. Türkeş’in ileri görüşlülüğünün vurgulanması –örneğin Rumlarla yaşanan Kıbrıs Sorununun ancak savaşla çözülebileceği görüşü- ve Türk toplumunu kalkındıracağına inanılan –Dokuz Işık Doktrini- tezleri dergi bünyesinde her zaman öne çıkarılan konular olmuştur. Halide Nusret Zorlutuna’nın kızı Emine Işınsu ile Töre’yi var eden dönemin MHP Genel Başkan Yardımcısıve önemli kanaat önderi Dündar Taşer’in de katkılarının derginin sayılarında öne çıkarılmış olduğu görülmektedir. Denilebilir ki Töre dergisi, MHP ve siyasilerine olan yakınlığı ile gelişimi ve oy kitlesini genişletmesi açısından bu partiye katkı sağlamıştır. Koalisyonlar dönemini ve muhtıralı dönemi içinde barındıran, 12 Eylül darbesine uzanan 1971-1980 yılları arasında Töre dergisi Türk milliyetçiliğinin gelişimi ve Türkiye devletinin geleceğini kendine dert edinmiş, Türkiye için daha iyi zamanlara ancak milliyetçilik düşüncesiyle gelinebileceğini vurgulamıştır. İçinde bulunulan kötü şartların komünizm yandaşlarını arttırmasının en büyük nedeni ülkede var olan “fikir boşluğu” olarak belirlenmiştir. Dönemin ideolojiler savaşı olduğu bu çağda ülkeyi kötü bir duruma düşürecek her türden “tehlikeli ideolojiler” karşısında Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi ile hareket edilmesi gerekliliği vurgulanarak, milliyetçiliğin aydın kesim üzerinde inşa edilmesi bu bakımdan milliyetçilik düşüncesinin akademik camiada var olması gerekliliğini ifade etmiş, bu doğrultuda yayınlar yapılmıştır. Sovyetlerin 1980’li yıllara gelindiğinde ayakta kalmayı başaramayacağına yönelik vurguların yapıldığı Töre’nin sayılarına bakıldığında bugün bu tespitin doğru olduğu görülmektedir. Komünist sistem 1991 yılında Sovyet Rusya’nın çöküşüyle son bulmuştur. Ayrıca dönemin milliyetçilik çağı olmadığını söyleyen zararlı ideolojilere karşı, her milletin her şeyden önce kendi milli varlığını ve çıkarlarını korumaya devam edeceğini vurgulaması, bugün halen devam eden milliyetçi ruh düşünüldüğünde yine haklı bir tespit olarak ön plana çıkmaktadır. 200 6. KAYNAKÇA Ahmad, Feroz. (1999). İttihatçılıktan Kemalizme, Kaynak Yayınları: 4.Basım: İstanbul. Akçura, Yusuf. (2015). Üç Tarz-ı Siyaset, (Çev. Erol Kılınç) Ötüken Yayınları: 2.Baskı: İstanbul. Akın,Mahmut H.(2011).Toplumsallaşma Sözlüğü, Çizgi Kitabevi:1.Baskı:Konya. Akın,Mahmut H. (2013).Siyasallığın Toplumsal İnşası: Siyasal Toplumsallaşma,Çizgi Kitabevi:1.Baskı:Konya. Alkan, Mehmet Ö.(2006).”Resmi İdeolojinin Doğuşu ve Evrimi Üzerine Bir Deneme”,ModernTürkiye’d
Arap Milliyetçiliği: Ortaya Çıkışından 1918’e kadar Dr. H. Bayram SOY∗ Özet: Osmanlı Devleti’nde Tanzimatla birlikte modern okulların açılmasıyla ve Suriye, Cebel-i Lübnan ve Filistin’deki misyoner okullarının etkisiyle, özellikle Hristiyan Araplar arasında Batılı anlamda milliyetçilik fikirleri yaygınlaşmaya başlamıştır. Müslüman Araplar ise, İslâm dünyasının Batı karşısında önlenemez gerileyişine bir tepki olarak Arap kimlik ve kültür mirasına vurgu yapmak suretiyle, İslâm ve Batı medeniyetlerine Arapların yaptıkları katkılardan bahisle, Arapçılık şuurunu canlandırarak sözkonusu gerilemeye çözüm bulmaya çalışmışlardır. Hristiyan Araplar, Arap kültür ve dilini canlandıracak faaliyetler yapmanın yanında, Osmanlı Devleti’nden ayrılma fikrini de gündeme getirerek bağımsızlığı savunmuşlardır. Müslüman Araplar ise ayrılıkçı fikirlerden ziyade, imparatorluğun bütünlüğünün muhafaza edilmesine taraftar olmakla birlikte, yaşadıkları bölgelerde Arap dil ve kültürüne daha fazla önem verilmesini talep etmişlerdir. Ancak Suriye’ye kıyasla, İngiliz idaresinin de etkisiyle, daha farklı bir milliyetçilik anlayışı geliştiren Mısırlı Araplar, “vatan” kavramına vurgu yaparak Araplık’tan ziyade “Mısırlı” kimliklerini ön plana çıkarmaya çalışmışlardır. Müslüman ve Hristiyan Araplar arasındaki milliyetçi akımlara rağmen, Birinci Dünya Savaşı sırasında Hicaz’da Şerif Hüseyin’in başlattığı bağımsızlığı hedefleyen ayaklanma Araplar arasında ancak sınırlı destek bulabilmiştir. Gizli Sykes-Picot Anlaşması ve Balfour Deklerasyonu nedeniyle Birinci Dünya savaşından sonra bağımsızlıklarını elde edemeyerek Birleşmiş Milletler denetiminde İngiliz ve Fransız mandasında yaşamak durumunda kalan Araplar, ancak sömürgelerin tasfiye sürecine gidildiği 1940’ların sonlarından itibaren bağımsızlıklarını elde edebilmişlerdir. Anahtar Kelimeler: Arap Milliyetçiliği, Araplar, Milliyetçilik, Osmanlı İmparatorluğu, Ortadoğu ∗ Kırıkkale Üniversitesi, Fen- Edebiyat Fak. / KIRIKKALE bayramsoy@ttnet.net.tr bilig, Yaz / 2004, sayı 30 174 Giriş Milliyetçilik bazı faktörlerin tesiriyle ortaya çıkmış, kimileri için bir problem, kimileri içinse kurtuluş reçetesi olmuş, modern zamanları belirleyen akımlardan biridir. Anderson, Hayali Cemaatler adlı eserinde milliyetçilik akımını ortaya çıkaran faktörleri sıralarken matbaanın yaygınlaşmasını, Latince’nin okuyan kitleler arasında artık pek rağbet görmemesi sebebiyle, kapitalist bir yaklaşımla yayıncıların daha çok para kazanabilmek amacıyla yerel dillerde kitap basmalarını ileri sürmektedir. Böylelikle halk dilleri iktidar dilleri statüsüne yükselmiş, bunun millî kültürün inşasına katkı sağladığını ve böylece milliyetçi akımların önünün açılmıştır (Anderson 1995: 52-58). Nitekim Alman filozofu Johann Gottfried von Herder (1744-1803) “Denn jedes Volk; es hat seine National Bildung wie seine Sprache”1 diyerek, milliyetçilik kavramını dil ve kültür üzerinde inşa etmek suretiyle, özelde XIX. yüzyıl Avrupa’sını, genelde ise milliyetçilik hakkındaki teorileri önemli ölçüde etkilemiştir (Anderson 1995: 83-84). Arap milliyetçiliği de başlangıçta Arap diline ve kültürüne vurgu yapması bakımından, Amerika kıtasındaki milliyetçi hareketleri dışarıda tutacak olursak,2 XVIII. yüzyılda Avrupa’yı etkileyen milliyetçi akımlardan temelde farklı bir karakter arz etmemektedir. Ancak Gellner’in “Milletler de devletler gibi şartlara bağlı oluşur ve evrensel bir zorunluluktan doğmazlar” (Gellner 1992: 27) tespiti ışığında, şüphesiz Arap milliyetçiliğini de ortaya çıkaran şartlar vardır.3 Bu çalışmada Arap milliyetçiliğinin ortaya çıkmasına sebep olan şartlar ve 1918 yılına kadar süren seyri ele alınacaktır. Arap Milliyetçiliğini Ortaya Çıkaran Şartlar Osmanlı Devleti’nin XVIII. ve XIX. yüzyıllarda özellikle askerî alanda iyice zayıflamasıyla, Avrupalı büyük devletlerin Ortadoğu’da çıkarları olan bölgelerdeki ihtiraslarında canlanma olmuştur. XVIII. yüzyıl sonlarına doğru büyük devletler peş peşe elde ettikleri imtiyazlar sayesinde hem doğrudan doğruya Osmanlı Devleti’ne nüfuz etmek, hem de imkân dahilinde Ortadoğu’ya yerleşmek yolunda hızla mesafe almaya başlamışlardır. XVIII. yüzyılda Batı’da yaygınlaşan milliyetçilik fikri, Osmanlı Devleti’nde ilk önce Balkanlarda Hristiyan tebaa arasında kendini göstermiş, daha sonra Lübnan, Suriye ve Mısır’daki yabancı misyoner eğitim kurumları vasıtasıyla Ortadoğu’da yayılmıştır.4 Bu yeni akımın mensupları Osmanlı Devleti’nin sınırları dahilinde barınamadıklarından 1909’dan Soy, Arap Milliyetçiliği: Ortaya Çıkışından 1918’e Kadar 175 itibaren İngiliz idaresi altındaki Kahire’ye yerleşmek veya Paris gibi dış merkezlere taşınmak zorunda kalmışlardır. Bunlar arasında Müslüman Araplar olduğu gibi Hristiyan Araplar da vardı ve bunlar genellikle Beyrut’taki Amerikan Koleji (kur. 1866), St. Joseph Cizvit Koleji (kur. 1875) ve Kahire’deki el-Ezher’den yetişmiş kimselerdi5 (Tuğ 1969: 259; Anderson 1995: 91). XVIII. yüzyıla kadar Osmanlı Devleti’nde Arap nüfusunun çoğunlukta olduğu topraklar, sadece ticarî açıdan Avrupalıların ilgi alanı olmuştur. Bu bölgelerde özellikle İngiliz, Fransız ve İtalyanların ticarî faaliyetleri oldukça yoğundu. Fakat 1798’de Napolyon’un Mısır’ı işgaliyle bu durumda büyük bir değişiklik yaşanmıştır. Çünkü Haçlı seferlerinden bu yana ilk defa bir Avrupalı güç Yakındoğu’ya sefer düzenlemiş ve toprak elde etmişti. Her ne kadar bu işgal dönemi çok kısa sürmüşse de, daha sonra büyük ekonomik ve sosyal çalkantılara sebep olacak, Arap dünyasına Batılı güçlerin doğrudan müdahalesini getirecek süreci de başlatmıştır (Lewis 1968: 166). XIX. yüzyıla gelindiğinde uluslararası politikada henüz bir “Arap” meselesi yoktur. Gerçekte Arap eyaletlerinde oturanlarla ilgili belgelerde ve bunlardan bahseden kitaplarda Arap kelimesi de kullanılmamaktaydı. Bunun yerine bölge insanlarından bahsedilirken Müslüman ya da gayrimüslim ifadeleri kullanılmaktaydı. Bölgesel aidiyeti vurgulayan ifadelerde de, meselâ Suriye için Suriyeli yeterli oluyordu. Arap kelimesi daha ziyade yerleşik hayat yaşamayanlar ve çöllerdeki bedevîleri tasvir ediyordu6 (Zeine 1981: 36). Napolyon’un Mısır’ı işgalinden sonra Mısır valisi olan Kavalalı Mehmed Ali Paşa her ne kadar hukuken Osmanlı Devleti’ne bağlı olsa da zamanla âdeta Mısır’ın fiilen bağımsız hükümdarı olmuştur. Ancak karşısında zayıf bir Osmanlı Devleti yerine güçlü bir Mısır istemeyen Batılı güçler, Mehmed Ali Paşa’nın bağımsızlık ve genişleme çabalarını engellemişlerdir. Mehmed Ali Paşa’nın, güçlü devlet olma yolunda yaptığı reformlardan tarım reformları başarıya ulaşmışsa da, endüstrileşmede aynı başarı gösterilememiştir. Eğitim alanında yapılan reformlar arasında, yabancı hocaların ders verdiği okulların açılması, Batı menşeli kitapların tercümelerinin desteklenmesi ve Avrupa’ya öğrenci gönderilmesi dikkati çekmektedir (Lewis 1968: 162). Avrupa’nın kültürel etkinliği Suriye’de kendisini başlıca dinî alanda, özellikle Hristiyan Araplar vasıtasıyla hissettirmiştir. Çünkü XIX. yüz- bilig, Yaz / 2004, sayı 30 176 yılda büyük güçlerin kendi aralarında kutsal mekânlar ve Hristiyan azınlıklar üzerindeki etkinliklerini artırmak için giriştikleri dinî rekabet had safhaya çıkmıştır. Bu mücadelede öne çıkan ve en etkili olanlar Fransız Cizvitleri ve Amerikan Protestan misyonerleridir. Bunlar, özellikle Suriye’de7 kolej ve çeşitli okullar açarak Arap geçmişini ve Arap mirasını bilen, bunun yanında Avrupa kültüründen de haberdar olan ve bu kültürden etkilenmiş bir Arap nesli yetiştirmeyi hedeflemişlerdir8 (Lewis 1968: 172). Nitekim, bu okulların da etkisiyle Hristiyan Araplar, Arap milliyetçiliğinin oluşmasında önemli rol oynamışlardır. Başlangıçta laik nitelik taşıyan bu akım, daha sonra Müslüman Arapların da milliyetçiliğe ilgi duymasıyla, Arap millî kimliğini oluşturacak etnik, dil ve din unsurları arasındaki dengenin sağlanması konusunda problemli hale gelmiştir (Ochsenwald 2000: 392). Bu okullarda misyonerlerin gözetiminde eğitimini tamamlayan Suriyeli Hristiyan entelektüeller Mısır ve Suriye’de gazete ve dergi çıkarmak suretiyle bölge halkını etkilemeye başlamışlardır. Daha önce yayımlanan gazeteler İstanbul ve Kahire’de devlet tarafından yayımlanıyor ve genelde resmî haberlere yer veriliyordu. Ayrıca Fransızca, Rumca ve Ermenice gazeteler yayımlanmasına rağmen, hemen hemen hiç Arapça gazete yoktu. 1860’lardan itibaren bölgede matbaanın yaygınlaşması, Arap yazar ve okuyucuların artması ve nispî özgürlükler sayesinde gazete ve dergiler çıkmaya başlamıştır. Bu dönemi takip eden otuz yıl içinde de matbuat Lübnanlı Hristiyanların eline geçmiştir9 (Hourani 1984: 97). Tabiatıyla, bu şartlar altında gelişen Arap milliyetçiliği, özellikle Hristiyan Araplar arasında daha da yaygınlaşmıştır. Milliyetçilik hareketlerinin gelişimi, 1882’de İngiltere’nin Arap dünyasının merkezi olan Mısır’ı işgal etmesiyle, yani Mısır’ın doğrudan Avrupa’nın etkisi altına girmesiyle daha da hızlanmıştır (Harari 1962: 105; Lewis 1968: 173). Siyasî anlamda milliyetçilik fikri, Müslümanlar arasında ise, hiç şüphesiz, Batı dünyası ile yoğun temasa geçilmesi sonrasında yayılmaya başlamıştır. XIX. yüzyıl başlarında Avrupa’da bulunan bazı Türkler ve Mısırlı Araplar Fransız İhtilâli ile birlikte Avrupa’da yayılmış olan ‘anavatan’ ve ‘millet’ gibi fikirleri öğrenmişlerdir. Bu anlamda Araplar arasında milliyetçilik fikirlerinin yayılmasındaki önemli isimlerden biri Mısırlı Rifa‘ah Rafi el-Tahtavi’dir (1801-1873). Tahtavi 1826-1831 yılları arasında Fransa’da bulunmuş ve 1834 yılında yayımladığı kitabında orada edindiği tecrübelerini aktarmıştır. Bu kitap Türkler ve Araplar arasında çok popüler olmuş, 1840’da Türkçe’ye tercüme edilmiş Arapça nüshası 1848’de Soy, Arap Milliyetçiliği: Ortaya Çıkışından 1918’e Kadar 177 tekrar yayınlanmıştır.10 Tahtavi’nin getirdiği en önemli fikrî yenilik Mısır vatanperverliği düşüncesi olmuş ve bunu İslâmî bir temele oturtmaya çalışmıştır (Hourani 1984: 68-69). Farklı bir mahiyette de olsa doğulan yere veya anavatan kabul edilen bölgeye duyulan sevgi Müslümanlar arasında zaten olan bir duygu idi, fakat bu duyguya siyasî bir önem atfedilmiyordu. Milliyetçilik bölgesellikle de ilişkilendirilmemişti. Tahtavi ve çağdaşları işte bunu yapmışlardır. Tahtavi, millet ve ülkelerden bahsederken milletin belli bir ülkeyle sınırlandırılabileceğini vurgulamıştır 11 (Dawn 1973: 123-124). Tahtavi, yazdığı eserlerde sürekli vatan kavramına vurgu yapmış ve bahsettiği vatanda yaşayan cemiyeti de Arap değil Mısırlı olarak vasıflandırmıştır. Ayrıca Arapların İslam tarihinde oynadıkları role methiyeler düzmüş, fakat yine vatanseverlikten bahsederken Arapça konuşanları değil, Mısır’da yaşayanları kastetmiştir. Mısır’ı ve tarihini zihninde bir süreç olarak canlandırdığından, ona göre Modern Mısır, Antik Mısır’ın meşru varisiydi. Yani Mısır komple bir medeniyetti. Tahtavi’ye göre Mısır’ın fazilet ve zenginliklerini kaybetmesinin sebebi tamamen yabancı idarelerdi. Önce Memlûkler, sonra Osmanlılar, nihayet Çerkezlerin kötü idaresi altında Mısır gerilemişti. Aslında bütün bunları söylerken Tahtavi, Napolyon’un fikirlerini dile getirmiş ve kendisinden sonra gelecek Mısırlı düşünürler tarafından da kabul görecek bir düşünce tarzı oluşturmuştur12 (Hourani 1984: 79-80). Arap milliyetçiliği Arapların yaşadığı her bölgede aynı mahiyet ve tarzda gelişmemiştir. Suriye ve Mezopotamya’daki Araplar arasında yaygınlaşan Arap milliyetçilik akımları ile Arabistan’daki akımlar arasında oluşum açısından farklar gözlemlenmektedir. Meselâ, Suriye’de Şam, Beyrut, Kudüs ve Hayfa gibi şehirlerde bir Arap Rönesans’ı olarak adlandırılabilecek gelişmeler yaşanır ve XIX. yüzyılda Avrupa’da gelişen milliyetçilik akımlarının ortak özelliklerinin etkisinde bir Arap milliyetçiliği oluşurken, Arabistan’da, Vahhabi ayaklanması örneğinde olduğu gibi, farklı dinî yaklaşımlarla veya merkez otoriteye isyan şeklinde kabîleci bir milliyetçilik anlayışı gelişmiştir (Kohn 1928: 212-213). Mısır’da ise, büyük ölçüde Avrupa’nın Müslümanlar aleyhine ilerleyişine bir tepki ve İngilizlerin Mısır’daki uygulamalarına reaksiyon şeklinde gelişerek, İslâm modernizmi ve Mısır milliyetçiliği olarak kendisini belli etmiştir (Lapidus 1989: 620). Arap milliyetçiliğinin gelişimi bölgeler arasında değişkenlik gösterdiği gibi, Hristiyan ve Müslüman Araplar arasında da farklı bir seyir göster- bilig, Yaz / 2004, sayı 30 178 miştir. Müslüman Araplar, Osmanlı Devleti’nin Avrupa karşısında askerî anlamda tutunamaması neticesinde devleti toparlayabilmek amacıyla yapılan ve hayatın her alanını kapsayan, Batılı tarzdaki reformlara karşı tepki göstermişlerdir.13 Hristiyan Araplar ise, Avrupalı hamîlerinin de desteğiyle, Osmanlı Devleti’nin zayıflamasını da fırsat bilerek, bağımsız ve müstakil devlet olma gayesini gütmüşlerdir.14 Müslüman Araplar arasında çıkan ve Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’nın müdahale ederek bastırdığı Vahhabi ayaklanması, yukarıda da bahsedildiği gibi, Arabistan’da Osmanlı idaresine karşı başlatılan ve dinî mahiyet taşıyan Arap ayaklanmalarına iyi bir örnektir. Ayaklanmanın lideri Muhammed ibn-i Abdülvahhab’a göre Osmanlı idaresinde İslâm Allah’a karşı hürmetsizliğe dönüşmüştü, batıl inançlar ve bid’atler yayılmaya başlayarak putperestliğe benzer hale bürünmüştü. Abdülvahhab, İslâm toplumunun içinde bulunduğu gerilemenin Batılı tarzda reformlarla değil, ancak Kur’an ve sahih hadislerin ışığında İslâm’ın en saf ve temiz şekline dönülmesi suretiyle önlenebileceğini ileri sürüyordu (Tuğ 1969: 256). Abdülvahhab, savunduğu fikirler dolayısıyla Suud hanedanının da desteğini almıştı. ‘Fikir’ ve ‘güç’ün bir araya gelmesiyle 1747 yılında Vahhabi hareketi kuvveden fiile dönüşmüş ve bundan sonra yapılan saldırılarla Bağdat, Kerbela, Medine ve Mekke’yi kontrollerine almışlar, Şam hatta Haleb’i tehdit etmeye başlamışlardır. 1792’de Abdülvahhab’ın ölmesinden sonra da hareketin etkisini kaybetmemesi üzerine, 1811 yılında Mehmed Ali Paşa ayaklanmayı bastırmakla görevlendirilmiştir. Yedi sene süren mücadeleden sonra Mehmed Ali Paşa’nın ayaklanmayı bastırmasıyla, isyan geçici olarak yatışmıştır (Antonius tarihsiz: 22). Bundan sonra Mehmed Ali Paşa da, Osmanlı Devleti’nin zaafından faydalanarak Osmanlı mirasını ele geçirme arzusuna kapılmış, Suriye topraklarını elde ettiği gibi, Anadolu’da da Kütahya’ya kadar ilerlemeye muvaffak olmuş ve onun bu üstünlüğü 1841 yılına kadar sürmüştür. Mehmed Ali Paşa ve oğlu İbrahim Paşa’nın ele geçirdikleri yerlerde bir hükümdarlık kurma ve hilafeti devralma arzuları vardı. Fakat müstakil bir Arap krallığı kurma gibi bir düşünceleri yoktu (Zeine 1981: 38). Mehmet Ali Paşa, kuracağı devletin idaresinde, hakimiyeti Türkler ve Arnavutlarla sağlamayı planlıyor, Arapları da bu devlete tâbî bir topluluk olarak düşünüyordu (Antonius tarihsiz: 28). Bu dönemde İbrahim Paşa’nın idaresi altında olan Suriye’de oluşturduğu hoşgörülü ortam Batılı misyonerlere kapıların açılmasına sebep olmuştur15 (Tibi 1997: 96, 98-99). Bu fırsattan en iyi Fransız ve Amerikalı mis- Soy, Arap Milliyetçiliği: Ortaya Çıkışından 1918’e Kadar 179 yonerler faydalanmıştır. Söz konusu misyonerlerin en aktifi Fransız Cizvitleri olmuştur. Fransız Cizvitleri’nin bu bölgedeki faaliyetleri 1625’de başlamış, 1713’de kesintiye uğramış, fakat 1831’de tekrar aktif hale gelmiştir. Amerikalılar ise bölgeye 1820 yılında girmişlerdir. Aslında Fransız Cizvitleri’nin tekrar buraya dönmelerinde Amerikan misyonerlerinin etkisi çok büyüktür. Çünkü gelen Amerikalı misyonerler Presbiteryen idi ve Katolik Hristiyanları Protestan yapmaya çalışıyorlardı. Amerikalı misyonerler o zaman nüfusu 9.000 olan Beyrut’a yerleşmişlerdi. Cizvit ve Lazaristler’in ise zaten 200 yıldan beri Şam, Halep ve Lübnan’da okulları bulunmaktaydı. Bunların temel amaçları buradaki Hristiyanları kendi dinlerine çekmek ve teolojik kültür üzerine yoğunlaşmaktı 16 (Antonius tarihsiz: 35-36). Arap milliyetçilik hareketlerinin, özellikle Suriye eyaletinin bugün Lübnan diye bildiğimiz bölgesinde yoğunlaşmasının bazı sebepleri vardı. Bunlar, bölgedeki misyoner okullarının Batılı tarzda verdiği eğitim, Fransız İhtilâli’nin siyasî fikirleri, Arap dili ve edebiyatını canlandırma teşebbüsleri, burada matbaaların kurulmasıyla Arap gazetelerinin yayınlanması ve Lübnanlı göçmenlerin Amerika’da bir müddet yaşadıktan sonra geri dönerek orada edindiği tecrübeleri bölgeye taşımak istemeleriydi. Bu bölgenin diğer Arap bölgelerinden farkı Batı ile daha çok ve sık irtibat halinde olmasının yanında, coğrafî yapısı dolayısıyla Avrupa ile olan ticarî faaliyetlerin de büyük ölçüde buradan yürütülmesiydi. Lübnan’da, Hristiyan Araplar arasında Türk aleyhtarı fikirlerin gelişmesinde bunların kendilerini Müslüman Türk idaresinde okyanusta bir ada gibi hissetmelerinin de etkisi büyüktür. Hristiyan Arapların bu düşüncelerine karşılık Müslüman Arapların büyük çoğunluğu Osmanlı idaresinden ayrılmak niyetinde değillerdi (Zeine 1981: 39). Hristiyan Araplar arasında yaygınlaşan milliyetçiliğin ilk yıllarında hemen bağımsızlık hareketine soyunmamış, önce eski Arap kültürünün canlandırılması konusunda eğilimler oluşmuştur. Bu konudaki önderlerden biri olan Nasıf Yazıcı, özellikle Amerikan misyon okullarında okutulmak üzere Arapça dilbilgisi, mantık, hitabet ve vezin konularında kitaplar yazmış, fakat bu eserler daha geniş kesimler tarafından benimsenmiş ve ölümünden (1871) sonra da Arap dili öğretiminde temel eserler olmuştur. Yazıcı, Osmanlı idaresinden kurtuluşun ancak bu yolla olacağına inandığından, eski Arap edebiyatının canlandırılması gerektiğini savunmuş ve önemli bir kesimi de etkilemiştir. Yazıcı on iki çocuğunu da aynı heyecan ve ideal doğrultusunda yetiştirmiştir. Öyle ki, Arap millî bilig, Yaz / 2004, sayı 30 180 kurtuluşuna ilk çağrıyı çocuklarından biri olan İbrahim Yazıcı yapmıştır 17 (Antonius tarihsiz: 46-47). Arap milliyetçilik hareketlerinde bir diğer önemli Hristiyan Arap (Maruni) Butrus el-Bustani ise, çok iyi eğitim almış ve Arapça’dan başka diller de öğrenmiştir. Amerikalılarla sürekli irtibat halinde olmuş ve misyoner okullarında dersler vermiştir.18 Amerikan misyonu, Yazıcı ve Bustani ile işbirliği yaparak Ocak 1847’de Society of Arts and Sciences’ı (Sanat ve Bilim Topluluğu) kurmuştur. Topluluğun üyeleri ise, Eli Smith, Cornelius van Dyck ve birkaç Amerikalı idi. Bu topluluk iki yıl içinde 50 üye daha kaydetmiştir. Topluluğun üyeleri arasında Müslüman ve Dürzilerden kimse olmadığı gibi, Suriye ve Arap dünyasında da türünün ilk örneğiydi. Society of Arts and Sciences beş sene faaliyet göstermiş ve benzer başka cemiyetlerin kurulmasına da örnek teşkil etmiştir. Meselâ, bu cemiyetin kurulmasına ön ayak olan Amerikalıları ilk taklit edenler Cizvitler olmuş ve 1850’de Oriental Society (Doğu Topluluğu) kurulmuştur. Bu da diğeriyle ya aynı zamanda ya da kısa bir müddet sonra ortadan kalkmıştır (Antonius tarihsiz: 51-52). Arap milliyetçiliğini savunan bir diğer cemiyet ise 1857’de kurulan elCem’iyye el-İlmiyye el-Suriye (Suriye İlim Cemiyeti) idi. Cemiyetin üyeleri tamamen Arap olmakla birlikte, Hristiyanların yanında Müslüman ve Dürzilerden oluşan 150 üyesi vardı. Cemiyetin başkanlığını Dürzi olan Amir Muhammed Arslan yapıyordu. Üyeler arasında etkili bir Müslüman aileden olan Hüseyin Bayhum ve Hristiyan Bustani’nin oğlu gibi farklı simalar mevcuttu. 1860’da Lübnan’da çıkan olaylar19 faaliyetlerine set vurmuşsa da, cemiyet kısa bir süre sonra tekrar faal hale gelmiş ve resmen tanınmıştır. Bundan sonra İstanbul ve Kahire’deki yandaşlarını da üyeliğe dahil etmişlerdir. Böylece, bu cemiyetin kurulması örneğinde de görüldüğü gibi, bölgede yüzyıllar boyu çatışmaya sebep olmuş farklı inançlar, aynı idealler çerçevesinde bir araya gelmiştir. Bu cemiyetin kurulması, ortak milli şuurun oluşması yolunda görünüşteki ilk belirti olmuş ve yeni bir hareketin beşikliğini yapmıştır (Antonius tarihsiz: 53). Nasıf Yazıcı’nın oğlu İbrahim Yazıcı da bu cemiyetin üyesi olmuştur. Yazıcı tüm Arapların bir araya gelerek Türk idaresinden kurtulmaları yönünde çağrı yapmıştır. Yazdığı şiirlerde Arap milletinin başarılarını, edebiyatının parıltılarını ve geçmişinden ilham alması durumunda gelecekte elde edebileceği başarıları vurgulamıştır. Bu şiirler Arap milliyetçiliğinin gelişim evresini beslemede önemli rol oynamıştır (Antonius tarihsiz: 54). Soy, Arap Milliyetçiliği: Ortaya Çıkışından 1918’e Kadar 181 II. Abdülhamid Döneminde Arap Milliyetçiliği II. Abdülhamid’in en büyük endişelerinden biri alternatif bir Arap hilafetinin oluşturulması idi. Dolayısıyla, kendisi Arapları yüksek askerî ve idarî mevkilere getirerek ve nihayet Pan-İslamist politikasıyla Arapları kazanmaya çalışmıştır. II. Abdülhamid idaresinde, padişahın kontrolü sayesinde Araplar arasında milliyetçilik şuuru çok yavaş bir gelişme göstermiştir.20 Nitekim 1877-78 meclisinde Arap mebusları birleştiren ve onları diğerlerinden ayıran açık seçik bir ortak çıkar ya da belli bir “Arap görüşü” olmamıştır. Arap mebuslar kendilerini imparatorluğun temsilcileri olarak algılamış ve doğrudan doğruya seçildikleri bölgeyle ilgilenmişlerdir (Kayalı 1998: 31). Daha önce de belirtildiği gibi Müslüman Arap entelektüeller, ayrılıp bağımsız bir devlet kurmanın peşinde koşmaktan ziyade, Osmanlı Devletini hem dinî hem de siyasî yönden güçlendirecek reformların yapılmasını hedeflemişlerdir.21 Bunların önde gelenleri, Şeyh Muhammed Abduh, Muhammed Raşid Rıza ve Abdurrahman el-Kevakibi ve Arap olmamasına rağmen söz konusu tartışmaya ciddî katkıları olan Cemaleddin Afgani idi. Bunlardan Cemaleddin Afgani, ciddî bir şekilde eğitilerek ve İslâm’ı çağın gereklerine uygun hale getirerek, Müslümanların serbest ve gelişmeye müsait milletler haline getirilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Bu amaçla Müslüman ülkeleri, aynı İslâm’ın altın yıllarında olduğu gibi, yabancı hakimiyetinden kurtarmak ve Müslümanlar arasında evrensel olarak kabul görmüş bir halifenin idaresi altında birleştirmek istemiştir22 (Antonius tarihsiz: 69; Hourani 1984: 115; Zeine 1989: 130; Lapidus 1989: 620- 621). Arap entelektüelleri arasında bir yandan bu tür gelişmeler yaşanırken, diğer taraftan okuma yazma bilmeyenler, köylüler ve fakirlerin bir çoğu bu gelişmelerden habersiz veya etkilenmeden hayatlarını sürdürmüşlerdir (Zeine 1981: 58). Yani bu tür akımlar ve gelişmeler ancak belirli çevrelerde etkili olmuş ve tartışılmıştır. II. Abdülhamid’in idaresinde yönetimi eleştiren ve hilafet makamı için alternatif tekliflerde bulunanlardan biri Abdurrahman el-Kevakibi olmuştur. İdare aleyhinde konuştuğu için tutuklanan el-Kevakibi 1898’de serbest kaldıktan sonra Mısır’a gitmiştir. El-Kevakibi, İslâm’a ve yayılmasına gösterdikleri hizmetten dolayı Arap ırkının üstün olduğunu savunmuş ve hilafetin Kureyş soyundan birine verilmesi gerektiğini ileri sürmüştür (Antonius tarihsiz: 98). Bir diğer önemli sima olan Şeyh Muhammed Abduh’a göre İslam’ın hastalığına tek çare Batı medeniyetinin reddi ve saf İslam’a dönülmesiydi. bilig, Yaz / 2004, sayı 30 182 Yapılması gereken şey, esas ile teferruatın ayırt edilmesi, sonra da esasın muhafaza edilerek yaşanan tarihî süreçte İslam’a eklenen harici unsurların çıkarılmasıydı. Bu anlamda Müslümanların yaşadıkları problemler siyasî değil, dinî idi (Lapidus 1989: 621). Ayrıca misyoner okullarına Müslümanların gitmesine kesinlikle karşı çıkmıştır. Ona göre misyonerler yabancı şeytanlardı ve söyledikleri de şeytanın ıslıklarıydı (Dawn 1973: 134). Abduh’un hedeflerinden biri de İslam’ın modern düşünce ile uzlaştırılması idi. Bu çabası doğrultusunda modern Avrupa düşüncesine ait bazı fikirleri geleneksel İslam terimleri ile izaha ve eşleştirmeye çalışmıştır. Meselâ, maslahatı menfaate (utility), şurayı parlamenter demokrasiye, icmayı kamuoyuna (public opinion), İslam’ın kendisini ise medeniyetle eşleştirerek Batı düşüncesiyle bir uzlaşma sağlamayı hedeflemiştir (Hourani 1984: 144). Milliyetçi Arap hareketlerinin organizeli olarak yayılmasının ilk teşebbüsü 1875’e kadar geri götürülebilir. Bu yılda, Suriye Protestan Koleji’nde eğitim görmüş beş genç Beyrut’ta gizli bir dernek kurmuşlardır. Dernek üyelerinin hepsi Hristiyan idi, fakat bunlar hareketlerinin başarıya ulaşabilmesi için Müslüman ve Dürzilerin de kendilerine katılmalarının gerekliliğinin farkındaydılar. Dolayısıyla aralarına Müslüman ve Dürzilerin de katılımını sağladıktan 3-4 yıl sonra yollara ilânlar asarak açıktan propaganda yapmaya başlamışlardır. Astıkları ilânlarda Türk idaresinin kötü yönleri vurgulanmış ve Arap toplumunun ayaklanarak bu durumdan kurtulması yönünde telkinlerde bulunulmuştur23 (Dawn 1973: 79-80; Zeine 1989: 132). 1883’de Osmanlı idaresinin sıkı takibinden dolayı bu derneğin mensupları mevcut evrakı yakarak o sırada Mısır’a yerleşmiş bulunan İngiliz idarecilerinin himayesine sığınmışlardır (Tuğ 1969: 260). Burada şunu da belirtmek gerekir ki, Arap Hristiyanlar arasındaki bazı ılımlı yazar ve liderler, Osmanlı idarî sisteminin işleyişinden hoşlanmasalar hatta nefret etseler dahi, Osmanlı Devleti’nin yıkıldığını görmek istemiyorlardı. 24 Hristiyan Araplardan ve Arap milliyetçiliğinin ateşli savunucularından Necip Azuri ise 1904 yılında Paris’te bir dernek kurmuştur: Ligue de la Patrie Arabe. Bu derneğin amacı Suriye ve Irak’ın Türk hakimiyetinden kurtarılması ve bu amaç doğrultusunda Arapları ayaklanmaya teşvik etmek idi. Azuri, bazı Fransız yazarların da desteğiyle Nisan 1907’de l’Independence Arabe adlı bir dergi çıkarmıştır. Fakat Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet ilân edilince yayını durmuştur. Bu dergi yabancı bir ülke ve yabancı bir dilde yayın yaptığı için milliyetçilik hareketinin merkezin- Soy, Arap Milliyetçiliği: Ortaya Çıkışından 1918’e Kadar 183 de yer alamamıştır (Antonius tarihsiz: 98-99). Azuri yayınlarında Türklerin, Arapların geri kalmasının tek sebebi olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre, eğer Türk idaresine girilmeseydi Araplar dünyanın medeni toplulukları arasındaki yerlerini alacaklardı. Ayrıca Araplar her alanda Türklerden daha iyi idi. Hatta asker olarak da Türklerden daha iyilerdi ve bundan dolayı Türkler zaferlerini Arap askerlere borçlu idi. Azuri’ye göre, Osmanlı Devleti’nde gerekli reformlar yapılsa ve Araplara daha iyi şartlar sağlansa onlar devlete sadık kalacaklardı, ancak Abdülhamid’in reform yapmaya hiç niyeti olmadığı gibi, Jön Türklerin de iktidara gelme şansları yoktu. Dolayısıyla ona göre Arap bağımsızlığı tek çıkış yolu olarak görünmekteydi25 (Hourani 1984: 278-279). Bu dönemde Araplar arasında Türk aleyhtarı hareketlerin yavaş gelişmesi iki nedene bağlanabilir. Birincisi, Avrupa kökenli milliyetçilik fikirlerinin sözkonusu bölgelere ciddî anlamda işlememiş olması, ikincisi ise, II. Abdülhamid’in devletin elinde kalan bölümünü bir arada tutmak için uyguladığı başarılı ve kurnazca yöntemlerdir. Bu yöntemlerin başında Müslümanların dinî inançlarından yararlanmak ve ajanları vasıtasıyla bütün siyasî faaliyetlerden haberdar olmak geliyordu. II. Abdülhamid imparatorluğun Müslüman nüfusunu bir arada tutabilmek amacıyla halifelik müessesesini, dolayısıyla İslâm Birliği fikrini de etkili olarak kullanmak istemiştir26 (Mansfield 1975: 30). II. Abdülhamid idaresinde Hristiyan Araplar, hükümranlık talep etmeyen her türlü siyasî etkinlik ve akım olarak adlandırılabilecek, Arapçılığı 27 teşvik etmekten çok Jön Türk hareketi olarak bilinen liberal hareketin canlandırılmasına katkıda bulunmuşlardır. Ayrıca Arap siyasî örgütleri XIX. yüzyılın sonuna kadar, temelde Suriye’nin Osmanlı İmparatorluğu içindeki birliğini tercih etmişlerdir (Kayalı 1998: 57). II. Meşrutiyet Sonrası Arap Milliyetçiliği II. Abdülhamid’in 1909’da tahttan indirilmesinden sonra Arap milliyetçilik hareketleri çok hızlı ve etkili bir seyir takip etmeye başlamıştır. 1908- 1918 yılları arasında Araplar Osmanlı hükümetinden sürekli reform taleplerinde bulunmuşlardır. İstedikleri reformların temel hedefi Osmanlı sınırları dahilinde kendi eyaletlerine otonomi verilmesi olmuştur. İttihatçıların bu talebe olumlu cevap veremeyişi Arapların bağımsızlık için iştahlarını kabartmaktan başka bir işe yaramamıştır (Harari 1962: 106). İttihatçılar ve Araplar arasında henüz fikir çatışmasının olmadığı dönemde, 1908 yılında el-İkha el-Arabi el-Osmani (Osmanlı-Arap Kardeşliği) bilig, Yaz / 2004, sayı 30 184 adlı bir cemiyet kurulmuştur. Bu cemiyetin temel amacı mevcut anayasayı korumak, Osmanlı tebaası tüm milletlerin padişaha sadakatini sağlamak, Arap eyaletlerinin refah seviyesini diğerleriyle aynı seviyeye getirmek, Arap dilinde eğitimi yaygınlaştırmak ve Arap geleneklerinin yayılması ve muhafazasını sağlamaktı (Antonius tarihsiz: 102; Tibi 1997: 108). II. Meşrutiyet’ten sonraki dönemde Araplarla ilişkilerin iyileşmesine etki eden iki gelişme daha olmuştur: Hacıların Mekke’ye ulaşımına büyük kolaylık sağlayacak olan Hicaz demiryolu resmen hizmete açılmış 28 ve II. Abdülhamid’in İstanbul’a çağırarak burada ikamet etmesini istediği Şerif Hüseyin ibn Ali Mekke Şerifi olarak tayin edilmiştir.29 II. Meşrutiyet’in ilânından sonra Araplar ve Türkler arasındaki ilk sarsıntı meşrutî meclisin oluşturulması için yapılan seçimlerde yaşanmıştır. Araplar seçim şartlarını Türklerin kendi lehlerine düzenlediklerini iddia etmişlerdir. Çünkü yapılan seçimler sonucunda Aralık 1908’de açılan meclisteki 288 sandalyenin 147’sini Türkler, 60’ını da Araplar almışlardı (Ahmad 1986: 255). Padişah tarafından atanan 40 kişilik mecliste (Heyeti Âyan veya Meclis-i Âyan) ise 3 Arap vardı 30 (Antonius tarihsiz: 104). Bunun yanında, Arapların meşrutî rejimin faydalarını umdukları gibi kısa sürede görememeleri, İttihatçılar ile Araplar arasında hasmane duyguların gelişmesine sebep olmuştur. Meselâ, İttihatçıların yaptıkları reformların vazgeçilmez şartı olan merkezi otoritenin mümkün olan en geniş alana ulaştırılması prensibi ve bunun tamamlayıcı unsuru olan devletin dili Türkçe’nin kamu hayatının her alanında kullanılması hedefi, Araplarla gittikçe siyasîleşen bir anlaşmazlığa sebep olmuştur. Ancak, Türkçe kullanma zorunluluğu İstanbul ile Araplar arasında önemli ve hassas bir konu olarak ortaya çıkmışsa da, Arap siyaseti temelde imparatorluktaki genel eğilimlere uymaya devam etmiştir31 (Kayalı 1998: 88-90). Balkanlardaki hareketlenmeler ve Araplar arasındaki huzursuzluklar sebebiyle İttihatçıların devleti kurtarmak amacıyla Pan-İslamizm’den PanTuranizm’e geçiş yapmaları 32 ve bunun yanında sıkı bir merkeziyetçi politika izlemeye başlaması sonucu Araplar arasında bir reaksiyon oluşmuştur33 (Lewis 1968: 174). Bu reaksiyonun temel sebebinin genelde “Türkleştirme” politikası olduğu ileri sürülmüştür.34 Araplar “Türkleştirme”ye gösterdiği tepkileri, neredeyse her sahada kültürlerinin bombardımanına maruz kaldıkları Fransızlara, diğer bir deyişle “Fransızlaşma”ya da göstermişlerdir. 1908 yılında Beyrut’ta yayınlanan La Question Sociale et Scolaire en Syrie adlı anonim bir broşürde, Arapların Fransızları sevdikleri, ancak bu sevginin kendilerini kaybettirecek Soy, Arap Milliyetçiliği: Ortaya Çıkışından 1918’e Kadar 185 kadar ileri gidemeyeceği ifade edilmiştir. Ayrıca, Fransız kültürüne kendi ihtiyaçlarına cevap verdiği için itibar ettikleri, ancak bunun hiçbir zaman kendi kültürlerini unutmaya terk edecekleri anlamına gelmeyeceği vurgulanmıştır (Kohn 1928: 216). İttihatçıların merkezileştirmeci yaklaşımlarına reaksiyoner tavrın bir neticesi olarak Arap liderleri ve milliyetçilik adına yapılan faaliyetlerin bir kısmı yeraltına inmiş ve çalışmaları yürütebilmek amacıyla dört dernek kurulmuştur. Bunlardan ikisi faaliyetlerini açıktan yürütürken, diğer iki dernek çalışmalarını gizlilik içinde sürdürmüştür. Açıktan faaliyet gösteren derneklerden ilki al-Muntada al-Adabi (Edebiyat Kulübü), 1909 yılında İstanbul’da kurulmuştur. Derneğin amacı, İstanbul’da oturan veya buraya gelen Araplar için bir buluşma merkezi oluşturulması idi. Hedef siyasî olmadığı müddetçe İttihatçılar bu derneğe müsamaha göstermişlerdir. Dernek Arap milliyetçilik hareketine yeni bir boyut kazandırmasından ziyade yayılmasını sağlamıştır. Suriye ve Irak’ta birçok şubesi açılmıştır 35 (Antonius tarihsiz: 108; Zeine 1989: 134). Diğer açıktan faaliyet gösteren dernek ise, 1912’de Kahire’de kurulan Hizb el-Lamerkeziyye el-İdariyye el-Osmanî (Osmanlı Adem-i Merkeziyyet İdaresi) olmuştur. Bu derneğin iki amacı vardı: Birincisi, Osmanlı idarecilerine devletin adem-i merkezî bir idareye ihtiyacı olduğunu anlatmak, ikincisi ise, Arapların bu konudaki desteğini almak üzere harekete geçmekti. Dernek üyeleri bir yıl içinde iyi organize olmuşlar ve milliyetçi Arap duygularının en yetkin organı durumuna gelmişlerdir.36 Gizli örgütlerden ilki el-Kahtaniyye idi ve amacı Osmanlı Devleti’ni Avusturya-Macaristan örneğindeki gibi ikili bir monarşi haline getirmekti. Buna göre, Arap eyaletleri kendi idaresine ve meclisine sahip bir krallık olacaktı. Bütün müesseselerin dili Arapça olacaktı. Osmanlı padişahı ise Türk tahtının sahibi olduğu gibi, Arap tahtının da sahibi olacaktı. Bu cemiyetin ortaya çıkışı ve Arap milliyetçiliği adına ilk faaliyeti, Osmanlı ordusundaki Arap subaylarını davaları adına kazanmaya çalışmaya başlamalarıyla olmuştur. Cemiyet, her ne kadar üyelerini seçme konusunda titizlik göstermişse de, üyelerden birinin ihanet ederek faaliyetlerinin açığa çıkmasına sebep olmasıyla çalışmaları atıl hale gelmiş, fakat dağılmamıştır 37 (Antonius tarihsiz: 110-111). Diğer gizli dernek ise, 1911 yılında Paris’te kurulan Cemiyyet el-Arabiyye el-Fetat (Genç Arap Cemiyeti)’dir. Bu derneğin amacı Arap eyaletlerine bağımsızlıklarını kazandırarak Türklerin veya diğer yabancı güçlerin haki- bilig, Yaz / 2004, sayı 30 186 miyetinden kurtarmaktı. Dernek Paris’teki Arap öğrenciler tarafından kurulduğundan merkezi ilk iki yıl Paris olmuş, bu öğrenciler mezun olunca 1913’de Beyrut’a, bir yıl sonra da Şam’a taşınmıştır. Cemiyetin gizliliği Osmanlı idaresinin sonuna dek muhafaza edilebilmiştir.38 1911 yılında İttihatçılar dış politikada umduklarından daha etkili olduğunu anladıkları Pan-İslamist siyaseti benimsemişlerdir. Fakat Müslüman Arap liderler iki sebepten dolayı İttihatçılara Pan-İslamist politikada güvenmemekteydiler. Birincisi, onlara göre İttihatçıların istisnasız hepsi farmasondular ve bu anlamda bir dinî birlik siyaseti masonlukla çelişmekteydi,39 ikincisi ise Selânik Yahudileri İttihat ve Terakki’nin ayrılmaz bir parçası idi.40 Sadece bu sebepten olmasa bile, İttihatçıların İslamcı politikalarının işe yaramadığı şu örnekten de belli olmaktadır: İngilizler, gerektiğinde Cezire’yi (Mezopotamya) işgal etmeleri durumunda yerel halkın bu işgale karşı tavrını öğrenmek amacıyla 1912’de bölgede yaptırdıkları araştırmaların neticesinde Yukarı Mezopotamya’daki kabile şeyhlerinin İngiliz işgalini desteklemeyi vadettiklerini öğrenmişlerdir.41 Her şeye rağmen İttihatçıların ülkeyi bir arada tutmaya çabaladıkları, ancak kimsenin beklemediği tarzda imparatorluğun can damarlarından olan Balkan topraklarını kaybettiği bir dönemde, 21 Haziran 1913’te Paris’te kabaca yarısı Müslüman, diğer yarısı da Hristiyan olan bir Arap Kongresi toplanmıştır.42 Bu kongrede de ayrılıkçı tavırdan ziyade yine birlikte yaşamanın formüllerini arayan uzlaşmacı bir tavır sergilenmiştir. Burada yapılan tartışmalara göre ılımlı Arap milliyetçileri kesinlikle tavırlarını “Batılılaşma”dan yana koymuşlardır. Bu toplantıda, modern medeniyete dahil olmak için imparatorluğu reforme etmek istediklerini ve bu konuda Avrupa’nın yardımını beklediklerini ilân etmişlerdir (Hourani 1984: 283). Ayrıca bu toplantıda aldıkları kararları ve Osmanlı Devleti’nde yapılmasını istedikleri reformları Paris’teki Osmanlı büyükelçisine de sunmuşlardır. Buna göre Osmanlı Devleti’nde köklü ve acil reformlar yapılmalı, Arapça Suriye ve Arap vilâyetlerinde resmî dil olarak tanınmalı ve askerlik hizmeti Suriye ve Arap vilâyetlerinde zaruri durum olmadıkça “bölgesel” olmalıydı (Kürkçüoğlu 1982: 37-38). Ancak Osmanlı idaresini elinde bulunduranlar bu tür reformları yapmaktan ziyade kaybedilen toprakların nasıl geri alınacağının hesaplarını yapmaktaydılar. Nitekim Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na giriş şekli bunun en bariz delilini teşkil etmektedir. Soy, Arap Milliyetçiliği: Ortaya Çıkışından 1918’e Kadar 187 I. Dünya Savaşı Sırasında Arap Milliyetçiliği ve Ayaklanma 1914’de Araplar arasında İslamcılık hâlâ hâkim bir görüştü ve birçok Müslüman Arap, Osmanlı Devleti’nin devamından yanaydı. Fakat savaş yıllarının baskısı ve özellikle İngilizlerin faaliyetleriyle ayrılıkçı Arap hareketlerinde de hızlı bir gelişme olmuştur. İngilizler, 1916 yılında bağımsızlık ve her türlü malzeme yardımı vaadiyle Hicaz’da bir ayaklanma organize etmişler ve Hicaz Araplarının savaş sırasında Suriye’nin işgal edilmesine yardım etmelerini sağlamışlardır (Lewis 1968: 174). Osmanlı hükümeti, Almanya yanında savaşa girince İngiltere, Osmanlı Devleti’nin Asya topraklarının, savaşın gidişatı ile ilgili çok önemli stratejik önemi olduğuna kanaat getirmiştir. İngiltere, savaşta Osmanlıların üstesinden gelebilmek için Osmanlı Devleti’nin gayrimemnun tebaası olarak görülen Araplara yönelmiştir. Osmanlı Devleti savaşa girince bazı Araplar Osmanlı Devleti’nin çökeceğini ve böylece kendilerine bağımsızlık için fırsat doğacağından sevinç gösterileri yapmıştır. Bu sırada Arapların büyük çoğunluğunun halife padişahı sadakatle desteklemelerine rağmen bazı Arap liderler, inkıraza sürüklenen Osmanlı Devleti’ni terk etmeyi ve gerekirse bağımsızlık yolunda yabancı yardımına başvurmayı zaruri bir durum olarak görmüşlerdir. Daha sonraki gelişmeler de Fransa ve İngiltere’nin zaten böyle bir anı kollamakta olduğunu göstermektedir. Çünkü Fransızlar ve İngilizler, özellikle Mekke Emiri Şerif Hüseyin gibi, bağımsızlık peşinde olan Arap liderlerinden ve bazı Arapların şikayetlerinden haberdardılar ve bu şikayetlerden faydalanmak için uygun bir fırsat bekliyorlardı 43 (Zeine 1981: 99-100). İngiltere açısından Arapları Osmanlı Devleti’ne karşı isyana itmek için şartlar çok müsait iken yine de ilk teşebbüse geçen İngiltere olmamıştır. I. Dünya Savaşı’nın arifesinde Osmanlı Meclisi’nde mebus olan Mekke Emiri Şerif Hüseyin, oğlu Abdullah’ı, 5 Şubat 1914’de Kahire’de İngiliz Yüksek Komiseri Lord Kitchener’e göndererek Osmanlı Devleti ile herhangi bir açık çatışmada kendilerine destek olunup olunmayacağı konusunda İngiltere’nin görüşünü sormuştur44 (Kürkçüoğlu 1982: 75; Yerasimos 1994: 134-136). İngilizler başlangıçta bu teşebbüse karşı herhangi bir taahhütte bulunmamışlardır. Hatta, İstanbul’daki İngiliz yetkilileri “Bab-ı Âli’nin Hicaz ve Suriye’de Arap entrikasından sürekli şüphe ettiği için bu tarz görüşmelerden huzursuzluk duyduğunu” Mısır’daki İngiliz makamlarına bildirmişlerdir (Storrs 1939: 129; Kürkçüoğlu 1982: 76). Bundan dolayı, Mısır’daki İngiliz yetkilileri “Dost bir devlete karşı kullanılmak üzere silah veremeyeceklerini, Hicaz Arapları’nın İngilte- bilig, Yaz / 2004, sayı 30 188 re’den cesaret görmeyi beklememeleri gerektiğini ve İngiltere’nin Arabistan’daki tek çıkarının Hindistanlı hacıların emniyet ve rahatı olduğunu söyleyerek” Abdullah’a ret cevabı vermişlerdir (Storrs 1939: 129, 1. dipnot; Kürkçüoğlu 1982: 76). İngilizler, Şerif Hüseyin’in teklifini reddetmelerine rağmen Almanların Osmanlı Devleti’ni savaşa girmeye zorlaması ihtimaline karşı tedbir almaktan da geri durmuyorlardı. Bundan dolayı 24 Eylül 1914’de Lord Kitchener Şerif Abdullah’a bir temsilci gönderilerek Hicaz Araplarının, Osmanlı Devleti’nin Almanya’nın yanında savaşa girmesi durumunda kendilerinin yanında mı, karşısında mı olacaklarının sorulmasını istemiştir (Storrs 1939: 156). İngilizlerin bundaki amacı savaş sırasında kendileri için hayati öneme sahip Mısır’ın doğusunu güvence altına almak için Hicaz Araplarının deve kervanlarından faydalanmak idi. Çünkü çölle çevrili Mısır’da en etkili vasıtalar develerdi (Storrs 1939: 155). İngilizler umdukları Arap desteğini sağlamak için bir süre daha beklemek durumunda kalmışlardır. Ancak İngiltere’nin endişesi gerçekleşip Osmanlı Devleti İngiltere’ye karşı savaşa girince, İngilizler de daha önceki görüşmelerde gündeme gelmiş olan Arapların ayaklanmasını destekleme konusunu Şerif Hüseyin’le tekrar görüşmeye başlamışlardır.45 Birinci Dünya Savaşı sırasında Arap isyanı ve onu etkileyen faktörler konusunda Cemal Paşa’nın Suriye valiliği hep tartışılagelmiştir. Cemal Paşa Aralık 1914’de hem 4. Ordu komutanı hem de Suriye valisi olarak tayin edilmiştir. Cemal Paşa Suriye’ye ulaştıktan sonra bu savaşın İslâm’ın ve en büyük Müslüman devleti Osmanlı Devleti’nin savunması için bir cihat olduğunu vurgulamış ve yumuşak başlılık ve müsamaha ile Arapları kazanmaya çalışmıştır. Cemal Paşa’nın Şubat 1915’de Süveyş kanalına düzenlediği saldırı başarısız olunca, Suriye’ye döndükten sonra Arap liderlerini ülkelerini yabancılara satmakla suçlayarak bunlara karşı çok katı bir politika izlemeye başlamış, hatta bazı Arap liderlerini isyana engel olması ümidiyle idam ettirmiştir46 (Zeine 1981: 101-102; Gogoi – Abdulgahfour 1994: 100; Harari 1962: 107). Dünya Savaşı’nın devam ettiği sırada Şerif Hüseyin ve Sir MacMahon’un yazışmaları sonunda Araplar Mekke’de 10 Haziran 1916’da Şerif Hüseyin liderliğinde ve İngiltere’nin askerî ve malî desteğiyle ayaklanmışlardır.47 Şerif Hüseyin’in isyanı özellikle böyle bir şeye taraftar olmayan Mısırlı entelektüeller arasında huzursuzlukla karışık şaşkınlık oluşturmuştur. Bunun Türklerin itibarını sarsmak için İngilizler tarafından ortaya Soy, Arap Milliyetçiliği: Ortaya Çıkışından 1918’e Kadar 189 atılmış bir aldatmaca olduğunu ileri sürmüşlerdir (Storrs 1939: 177). Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, tüm Araplar ve Arap liderler bağımsızlık durumunda Şerif Hüseyin tarafından idare edilmek istemiyorlardı. Bundan dolayı isyan sırasında farklı fikirlere sahip üç grup ortaya çıkmıştı: Bunlardan ilki Suriyelileri temsil edenlerdi ve temel hedefleri Fransızları Suriye’ye sokmamaktı. İkinci grup Şerif Hüseyin’in grubuydu ve bu grupla İngilizler, hem dünyevî hem de manevî otoriteyi bünyesinde bulunduracak bir Arap krallığı oluşturmanın görüşmelerini yapıyorlardı. Üçüncü grup ise, Irak grubu idi ve bağımsız bir hükümet oluşturarak İngilizlerden kurtulmak istiyorlardı (Zeine 1981: 105-106). Araplara verilen bağımsızlık sözlerine rağmen savaş sırasında 2 Kasım 1917’de Balfour Deklârasyonu’nun yayınlanması Araplar üzerinde soğuk duş etkisi yapmıştır (Yerasimos 1994: 152; Mejcher 1991: 443). Bunun yanında 1917’deki devrimle Rusya’daki idareyi ele geçiren Bolşeviklerin, Balfour Deklarasyonu’ndan birkaç gün sonra, gizli Sykes-Picot Anlaşması’nı açıklamaları Şerif Hüseyin ve diğer Arap liderler arasında daha şiddetli bir şok etkisi oluşturmuştur. Çünkü onlar İngiltere ve onun müttefiki Fransa’ya aşırı derecede güveniyorlar ve bağımsızlıklarını elde edeceklerine inanıyorlardı. Bundan dolayı her iki gelişme de Araplar tarafından kendilerine ihanet olarak değerlendirilmiştir (Harari 1962: 108). Nitekim Balfour Deklarasyonu ile Yahudilere bir “ulusal yurt” bağışlanacağının anlaşılmasıyla Filistin Meclisleri Yüksek Komitesi, Kudüs’teki ABD temsilcisine şunları yazmıştır: “Zayıf Arap milletinin parçalanması için çalışan en büyük düşman sanılan Türkiye, bizi bu yavaş ölüme mahkûm edecek kadar zalimleşmemişti. O halde, Yakındoğu’daki zaferlerine Arapların yapmış olduğu katkıyı kabul eden dostumuz Müttefikler, nasıl olur da böyle bir cezaya mahkûm edilmemize göz yumarlar? Eğer Türkiye’ye karşı baş kaldırdıysak, bu sadece haklarımızı öne sürmek içindi, ve ittifakımızın ülkemizi böleceğini ve ardından da sömürgeleştireceğini önceden görebilseydik, Türklere karşı husumetimizi ilan etmezdik.”48 Bundan sonraki aşama ise, savaşın İtilaf Devletleri tarafından kazanılmasıyla, gizli Sykes-Picot Anlaşması’nın Mayıs 1920’de San Remo Konferansı’nda onaylanarak dört bağımlı Arap devletinin oluşturulması olmuştur. Milletler Cemiyeti’nde de onaylanmasının ardından, oluşturulan uydu devletlerden Lübnan ve Suriye Fransa’nın, Irak ve Filistin’de İngilte- bilig, Yaz / 2004, sayı 30 190 re’nin manda yönetimine bırakılmıştır. 1922’de ise, Filistin topraklarından bir beşinci devlet, Ürdün oluşturulmuştur (Lapidus 1989: 643). Değerlendirme Osmanlı Devleti’nin XVIII. yüzyıldan itibaren Avrupalı güçler karşısında sürekli askerî mağlubiyetler alarak iyice gerilemesiyle, bu devletler kendi çıkarları açısından çok önem verdikleri Ortadoğu ve Yakındoğu’ya çeşitli yollarla sızmaya çalışmışlardır. Bu sızma faaliyetleri gerek ticarî, gerekse eğitim ve misyonerlik faaliyetleriyle gerçekleşmiştir. Misyonerlik faaliyetleri paralelinde açılan okullarda eğitilen Hristiyan Araplar, Avrupa’da Fransız İhtilâli ile yayılan özgürlükçü ve milliyetçi fikirlerin etkisiyle Türk idaresinden ayrılmak için çeşitli cemiyetler kurarak mücadeleye girişmişlerdir. Bu esnada Müslüman Araplar ise, Türk idaresinden kurtulmak yerine, idarî sistemin ve dinî düşüncenin ıslahı ve yeniden yapılandırılması yönünde faaliyetler göstermişlerdir. İttihatçıların devleti merkezîleştirerek kurtarma hedefi Araplar arasında “Türkçülük” politikası olarak algılanmış ve bu döneme kadar birlikte imparatorluğu kurtarmak için çözümler arayan Müslüman Arap aydın ve liderleri arasında, bundan sonra nisbî olarak ayrılıkçı hareket ve düşüncelerin arttığı görülmüştür. Bu arada başından beri yabancı ülkelerden bağımsızlık için destek arayan Mekke Emiri Şerif Hüseyin de aradığı fırsatı Birinci Dünya Savaşı sırasında bulmuştur. Savaş sırasında bağımsızlık için askerî ve maddî yardım karşılığında İngilizlerle bir olup Şerif Hüseyin liderliğinde ayaklanan Araplar, çok geçmeden Balfour Deklarasyonu ve gizli Sykes-Picot Anlaşması’nın açığa çıkmasıyla kandırıldıklarını anlamışlardır. Fakat geri dönüşü olmayan bu aşamadan sonra Araplar, savaştan galip çıkan Fransız ve İngilizlerin manda sisteminde bir süre yaşamak zorunda kalmışlardır. Sömürgeci güçlerin 1940’lardan itibaren sömürgelerini tasfiye sürecini başlatmalarıyla, Araplar da ancak bu dönemde mandacı ülkelerin işgal ettikleri yerlerdeki çıkarlarını sağlamlaştırmaları sonrasında, bağımsızlıklarını elde etmişlerdir. Kaynakça AHMAD, Feroz (1986), İttihat ve Terakki 1908-1914, Kaynak Yayınları, İstanbul. ANDERSON, Benedict (1995), Hayali Cemaatler. Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, çev. İskender Savaşır, Metis Yayınları, İstanbul. ANTONIUS, George (tarihsiz), The Arab Awakening, The Story of the Arab National Movement, Khayats, Beirut. Soy, Arap Milliyetçiliği: Ortaya Çıkışından 1918’e Kadar 191 BARBIR, Karl K. (2000), “Bellek, Miras ve Tarih: Arap Dünyasında Osmanlı Mirası”, İmparatorluk Mirası. Balkanlar’da ve Ortadoğu’da Osmanlı Damgası, (Ed.) L. Carl Brown, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 144-163. Cemal (Paşa) (1959), Hatıralar. İttihat-Terakki ve Birinci Dünya Harbi, haz. Behçet Cemal, Selek Yayınları. DAWN, C. Ernest (1973), From Ottomanism to Arabism, Essays on the Origins of Arab Nationalism, University of Illinois Press, Urbana. GELLNER, Ernest (1992), Uluslar ve Ulusculuk, çev. Büşra Ersanlı Behar – Günay Göksu Özdoğan, İnsan Yayınları, İstanbul. GOGOI, Aparajita - Gazi Ibdewi Abdulghafour (1994), Arab Nationalism, Birth, Evolution and the Present Dilemma, Lancers Books, New Delhi. HARARI, Maurice (1962), Government and the Politics of the Middle East, Prentice-Hall, Inc., Englewood Cliffs. HOURANI, Albert (1984), Arabic Thought in the Liberal Age, 1798-1939, Cambridge University Press, Cambridge. KARMIŞ, Orhan (1991), “A‘râb”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi (DİA), c. III, İstanbul, s. 242. KAYALI, Hasan (1998), Jön Türkler ve Araplar. Osmanlı İmparatorluğu’nda Osmanlıcılık, Erken Arap Milliyetçiliği ve İslamcılık (1908-1918), çev. Türkan Yöney, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul. KOHN, Hans (1928), Geschichte der Nationale Bewegung im Orient, Kurt Vowinckel Verlag, Berlin. KÜRKÇÜOĞLU, Ömer (1982), Osmanlı Devleti’ne Karşı Arap Bağımsızlık Hareketi, 1908-1918, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara. LAPIDUS, Ira M. (1989), A History of Islamic Societies, [İslâm Toplumları Tarihi, çev. Yasin Aktay, İstanbul: İletişim, 2002], Cambridge University Press, Cambridge. LEWIS, Bernard (1968), The Arabs in History,[Tarihte Araplar, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1979], Hutchinson and Co. Ltd., London. MANSFIELD, Peter (1975), Osmanlı Sonrası Türkiye ve Arap Dünyası, çev. Nuran Ülken, Sander Yayınları, İstanbul. MEJCHER, Helmut (1991), “Der arabische Osten im zwanzigsten Jahrhundert, 1914-1985”, Ulrich Haarman (Ed.), Geschichte der arabischen Welt, Verlag C. H. Beck, München, s. 432-501. OCHSENWALD, William (2000), “Modern Ortadoğu’da İslâm ve Osmanlı Mirası”, İmparatorluk Mirası. Balkanlar’da ve Ortadoğu’da Osmanlı Damgası, (Ed.) L. Carl Brown, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 384-411. ÖZYÜKSEL, Murat (1988), Osmanlı-Alman İlişkilerinin Gelişim Sürecinde Anadolu ve Bağdat Demiryolları, Arba Yayınları, İstanbul. bilig, Yaz / 2004, sayı 30 192 SCHÖLCH, Alexander (1991), “Der arabische Osten im neunzehnten Jahrhundert, 1800-1914”, Ulrich Haarman (Ed.), Geschichte der arabischen Welt, Verlag C. H. Beck, München, s. 364-431. STORRS, Ronald (1939), Orientations, Readers Union Ltd., London. TIBI, Bassam (1997), Arab Nationalism. Between Islam and the Nation-State [Arap Milliyetçiliği, çev. Taşkın Temiz, İstanbul: Yöneliş Yayınları, 1998], St. Martin’s Press, Inc., New York. TUĞ, Salih (1969), İslam Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, XIX. ve XX. Asırlar, İrfan Yayınları, İstanbul. YERASIMOS, Stefanos (1994), Milliyetler ve Sınırlar, Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu, İletişim Yayınları, İstanbul. ZEINE, Zeine N. (1981), Arab Turkish Relations and The Emergence of Arab Nationalism, Greenwood Press, Westport. ZEINE, Zeine N. (1989), “Arap Milliyetçiliği”, çev. Kemal Kahraman, Cambridge İslam Tarihi, Hikmet Yayınları, İstanbul. Soy, Arap Milliyetçiliği: Ortaya Çıkışından 1918’e Kadar 193 Açıklamalar 1 Nasıl her halkın bir halk olarak dili varsa, millî kültürü de vardır. 2 Amerika kıtasındaki milliyetçi hareketler daha ziyade sömürge idaresinden kurtulmak amacıyla zulme ve köleliğe karşı çıkan ayaklanmalardır. Bkz. Anderson (1995: 61-67). 3 Barbir (2000: 146), bu şartların anlaşılması için esas bilinmesi gereken dönemin kabaca 1600-1800’lü yıllara tekabül eden zaman dilimi olduğunu, ancak bu döneme ilişkin bilgilerin sınırlı olduğunu ifade etmektedir. 4 Arap milliyetçiliğinin ilk çıkış noktası Lübnan’dır. Bu aslında hiç de şaşırtıcı değildir, çünkü Lübnan’daki “modernizasyon” ve yeni siyasî uyanışın oluşması tamamen Avrupa’nın siyasî, ticarî ve eğitim alanındaki nüfuzundan etkilenmiştir (Lapidus 2002: 638). Lübnan’daki Avrupa etkisi hakkında ayrıca bkz. Tibi (1997: 95-96). 5 Beyrut’taki Amerikan kolejinin eğitim dili Arapça idi ve modern bilimler öğretiliyordu. Bu okul sayesinde Amerikan demokrasi geleneği bölgeye aktarılmış, eğitim dilinin Arapça olmasıyla da modern bilimler ilk defa bu dilde okutulmuştur (Kohn 1928: 214). 6 Karmış (1991: 242), Arap kelimesinin izahını yaparken şunları söylemektedir: “Arab kelimesi bir ırkın ismi olmakla beraber bu ırkın köy ve şehirlerde yaşayanlarına arab, çölde (bâdiye) yaşayanlarına ise a‘râb (bedevî) denir.” 7 Bu dönemde Suriye idarî birimine günümüzde müstakil bağımsız ülkeler olan Lübnan, İsrail ve Ürdün dahildi. 8 İngiliz, Fransız ve Amerikalıların yanında Ruslar da bölgede misyoner okulları açmıştır. Fransız ve Rus misyoner okulları kendi ülkelerinin desteği ve ülkelerinin plan ve çıkarları doğrultusunda çalışırken, İngiliz ve Amerikan misyoner okulları siyasî amaçlarla faaliyet göstermemiştir (Bu konu hakkında bkz. Zeine (1981: 43). [Tibi (1997: 100) ise, Amerikan ve Rus misyoner okullarının siyasî bir hedefi olmadığını, ancak Fransızların tamamen kolonyal hedeflerle hareket ettiklerini söylemektedir. Buna rağmen, ilk Arap milliyetçilerinin Fransız okullarından değil, Amerikan okullarından çıktığını, bunun sebebi olarak da Amerikan okullarında Arap kültürü ve Arap dilinin üzerinde durulmasını göstermektedir. Çünkü Amerikalılar Protestan’dı ve Protestanlık’ta ibadet ana dilde yapılmaktaydı. Bundan dolayı İncil Arapça’ya çevrilmiş ve Arap dil ve kültürüne önem verilmiştir.]). Ancak Rusların ve Fransızların Hristiyanlar üzerindeki etkilerine karşılık İngilizler de Dürzileri desteklemişlerdir. Dolayısıyla, bu okullar başlangıçta Arap milliyetçiliğini uyandırmak amacıyla açılmış olsalar da, netice itiba- bilig, Yaz / 2004, sayı 30 194 riyle bölgedeki mezhep ve dinî farklılıkları körüklediği için temelde Arap milliyetçilik hareketiyle tenakuza düşmüştür (Antonius tarihsiz: 92-93). [George Antonius’un adı geçen eserine atıf yapıldığı bu yerde şu ihtiyat notunu düşmek gereklidir: Araplar, bağımsız olmayı hayal ettikleri Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kendilerini manda yönetimi altında bulunca, bu durumu bir emperyalizmden (Osmanlı) kurtulup diğerinin (Avrupa) kucağına düşmek olarak yorumlamışlardır. Bu düşünce ise 1938’de yayınlanan Antonius’un adı geçen eserinde klasik ifadesini bulmuştur. Ancak Arap-Osmanlı ilişkileri hakkında daha sonra yapılan araştırmalar Antonius’un yorumundaki zaafları ortaya koymuştur. Yapılan düzeltmeler arasında şunlar sayılabilir: Meselâ, Osmanlı Devleti’nde Tanzimatla birlikte başlayan eğitimi modernleştirme çabalarının Batılılaşmayı hızlandırmaktaki etkisi Arapların yaşadığı bölgelerdeki misyoner okullarından daha fazla olmuştur. Ayrıca, iddia edilenin aksine II. Abdülhamid Arap karşıtı olmadığı gibi, pek çok Arap’ı yüksek makama getirmiş ve makul olarak karşılanabilecek İslâm Birliği siyaseti izlemiştir. Son olarak, Şerif Hüseyin’in savaş sırasında başlattığı ayaklanmayı çok az sayıda Arap desteklemiş, büyük çoğunluk ya sadakatini muhafaza etmiş ya da tarafsız kalmıştır. Bkz. Barbir (2000: 152-153).] 9 Araplara hitap eden matbuat alanında ilk öne çıkan isim Faris el-Şidyak olmuştur. Maruni bir aileden gelen el-Şidyak’ın Hristiyan mezhepleri ve dinler arasında gidip gelen bir hayatı olmuştur. Önce Protestanlığa geçmiş, daha sonra İslam’a girerek padişahın daveti üzerine İstanbul’a gitmiş ve ilk önemli Arapça gazete olan el-Cevaib’i 1860’tan 1883’e kadar çıkarmıştır. Yazılarının siyasî bir derinliği, gazetesinin de politik bir doktrini olmamıştır. Faaliyetlerindeki amacı Arap dilini geliştirmek olmuştur. Siyasî anlamda, daha ziyade padişah tarafından içerde ve dışarıdaki politikasını desteklemek amacıyla kullanılmıştır (Hourani 1984: 98-99). 10 J. Heywoeth Dunne, “Rifa’ah Badawi Rafi al Tahtawi: The Egyptian Revivalist”, Bulletin of the School of Oriental and African Studies (London Univ.), IX (1939), 961-967 ve X (1940), 400-401’den nakleden Dawn (1973: 123). 11 Gellner (1992: 224-225), “anavatan” ve “millet” kavramlarının çimentosu olarak adlandırılabilecek “vatanperverlik”in milliyetçilikle ilişkisini izah ederken şunları söylemektedir: “İddia edilen nokta; ulusculuğun, vatanperverliğin çok belirli bir türü olduğu ve bunun aslında, yalnızca, modern dünyada varolan bazı toplumsal koşullarda yayıldığı ve hakim olduğudur. Ulusculuk birçok önemli özellikle belirginleşen bir vatanperverlik türüdür: (...); bireyler kümelenmiş alt gruplara üyelik nedeniyle değil, sahip oldukları kültürel üslup nedeniyle bu siyasal birimin doğrudan üyesi sayılırlar. Türdeşlik, okuryazarlık ve anonimlik temel özelliklerdir.” 12 Schölch (1991: 426) de, Arap milliyetçiliğinin, özellikle Müslüman Araplar arasında, yaygınlaşmaya başladığı ilk dönemde, Arapların İslâm tarihinin ve me- Soy, Arap Milliyetçiliği: Ortaya Çıkışından 1918’e Kadar 195 deniyetinin oluşmasında oynadıkları role vurgu yapılarak gündeme getirilmeye çalışıldığını ifade etmektedir. 13 Bazı Müslümanların gözünde Avrupalılaşma yönünde yapılan bu reformlar, Osmanlıları Sünnî İslâm’ın temsilcisi olmaktan çıkarıyor ve inanılırlıklarını kaybettiriyordu. Bu görüşe sahip olanlar Sudan’daki Mehdiye tarikatı, Libya’daki Sunusî tarikatı ve Arabistan’daki Vahhabî-Suudî hareketleri idi. (Ochsenwald 2000: 395). 14 Müslüman veya Hristiyan, Araplar arasında belli bir dönemden sonra Osmanlı Devleti’ni her ne sebeple olursa olsun eleştirilmesinin pek çok sebebi vardır. Barbir’e (2000: 146) göre bunun en önemli nedeni, XIX. yüzyıl başlarından itibaren Osmanlı “gerilemesi”nin Avrupa tarih yazıcılığının belli başlı konulardan biri haline gelmiş olmasıdır. Ranke’nin XVII. yüzyılda Osmanlı ve İspanya’yı anlattığı eserini [Leopold von Ranke, Die Osmanen und die Spanische Monarchie im 16. und 17. Jahrhundert, Leipzig: Duncker und Humbert, 1877] yayınladığında, ana fikri Avrupa’da orta sınıflar yükselirken, Osmanlı ve İspanya’nın gerilemekte olduğuydu. Bu Avrupa, Türk ve Arap tarih yazıcılığında hiç eleştirilmeden bir “doğru” olarak benimsendi. [Her ne kadar konuyla alâkalı değilse de, bu yaklaşıma eleştiriler gelmeye başladığı, bu dönemde Osmanlı Devleti’nde bir “duraklama” veya “gerileme”den bahsedilemeyeceği, olsa olsa “Avrupa ve dünyadaki değişim karşısında sarsılan dengeye direnme veya değişime ayak uydurma” çabalarının mevcudiyetinden bahsedilebileceği hakkında çok ciddi yorumlar yapılmaktadır. Bu konuda oldukça doyurucu malûmat hakkında bkz. Mehmet Genç, Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi, İstanbul: Ötüken, 2002, s. 37-40.] Bu “doğru”nun benimsenmesinden sonra Araplar için yakın geçmiş bir hor görme ve alay nesnesine dönüşmüş ve uzak geçmiş, yani “şanlı” imparatorluk çağı (Emevî ve Abbasî dönemleri) Araplara ilham kaynağı oluşturabilecek bir standart olarak kabul edilmiştir. 15 XIX. yüzyılın sonlarına doğru misyonerlerin çalıştırdığı müesseseler üniversite şeklini almış ve gerek Müslüman gerekse gayrimüslimlerin eğitilmesinde en önemli unsur olmuştur. Böylece Avrupa ve Amerika kültürüyle birlikte milliyetçilik fikirleri de Ortadoğu’ya girme fırsatını bulmuştur (Tuğ 1969: 254). 16 1831’den sonra Cizvitler Beyrut, Şam, Halep, Gezir ve Zahle’de okullar açmışlardı. 1820’de gelen Amerikan Presbiteryenleri de 1860 yılında 33’den fazla okula sahipti. Fakat bölgedeki en önemli iki eğitim kurumu 1866’da Beyrut’ta açılan Suriye Protestan Koleji ve 1875’te yine Beyrut’ta açılan St. Joseph Cizvit Üniversitesi idi (Zeine 1981: 42). 17 İbrahim Yazıcı’ya göre Araplar en kayda değer milletti, çünkü onlar diğer milletlerden daha kısa zamanda daha çok şeyler başarmışlardı. Araplar, Arap olmayanların hakimiyetine girince gerilemişler, bundan sonra dinî ilimlerde gerileme olduğu gibi dini de fanatikleştirmişlerdir. Avrupalılar da Araplardan aldıkları bilgilerle hızlı gelişme kaydetmişlerdir (Dawn 1973: 132). bilig, Yaz / 2004, sayı 30 196 18 Hatta El-Bustani 1863’de kendi okulu olan el-medrese el-vataniyye adlı bir okul açmış ve burada Arap dili ve modern bilimler öğretilmiştir. Hayatını Arap dilinin benimsenmesi ve sevilmesine adamıştır. El-Bustani, din farkı gözetmeksizin, eskiden Arapların parlak bir medeniyetin sahibi olduğunu ve bu dönemde Batı’nın kendilerini örnek aldığını, ancak kendilerinden kaynaklanmayan çeşitli sebeplerden bu öncülüğün kaybedildiğini ileri sürmüştür. Ancak artık ilmin Batı’da olduğunu ve aslında onu almanın kendilerine ait bir şeyi geri almaktan farksız olacağını ileri sürmüştür (Hourani 1984: 99-100). El-Bustani hakkında ayrıca bkz. Tibi (1997: 102-103). 19 1839 Tanzimat Fermanı’ndan sonra Lübnan ikiye bölünmüştü; biri ağırlıklı olarak Hristiyan, diğeri Dürzi idi. Bu durum mevcut çatışmayı azaltmadığı gibi İngiliz ve Fransız rekabeti durumu daha da kötüleştirmiştir. Çünkü Fransızlar Hristiyan Marunileri, İngilizler de Müslüman Dürzileri desteklemişlerdir. Ayrıca İbrahim Paşa idaresi sırasında Hristiyanlara müsamaha gösterilmesi Müslümanları rahatsız etmiştir. Bunun yanında İngilizler de bu ayrılığın ve düşmanlığın artmasında önemli rol oynamışlardır. 1841 yılında tekrar Osmanlı idaresine dönüldüğünde ise bu iki grup karşı karşıya kalmışlar ve 1860 yılında bu gruplar arasında çatışmalar patlak vermiştir (Antonius tarihsiz: 55-56). 20 Osmanlı hükümeti bu fesadın arkasında özellikle Fransa ve İngiltere’nin olduğunu biliyordu. Dolayısıyla bunların desteklediği yayın organlarına ambargo uygulanmıştır. Ayrıca aleyhte faaliyetlerin etkisini azaltmak için basında bunlar hakkında aleyhte yazılar yazılması tavsiye edilmiştir. Mesela, Tercüman-ı Hakikat gazetesinin sahibi Ahmed Mithat Efendi’ye ‘İslâm’ı birlik içinde tutacak yazılar’ yazması konusunda istekte bulunulmuştur. Ayrıca hükümet Mısırlı gençlerin, Yahudilerin ve Ermenilerin de yurtdışındaki faaliyetlerini yakından izlemiştir (Kürkçüoğlu 1982: 22-32). 21 Dönemin Müslüman liderleri Arapları Türk idaresinden kurtulma yönünde değil de Batı’nın tecavüzlerinden korunmaları yönünde uyarıyorlardı. Önde gelen Müslümanlar ve Arap nüfusunun büyük çoğunluğu (Arap yakındoğusunun) Osmanlı idaresine sadıktılar. Onların ‘kalan son güçlü İslam imparatorluğunu’ zayıflatmak gibi bir niyetleri yoktu (Zeine 1981: 58). Ayrıca bkz. Tuğ (1969: 255); Zeine (1989: 134); Gogoi ve Abdulghafour (1994: 85). 1890’da Paris’te Jön Türklerin yaptığı bir toplantıda Mizancı Murad’ın Arap katılımcılara bir Arap devleti kurma niyetlerinin olup olmadığını sorması üzerine Madra Mutran ve Halil Ganem bu iddiaları reddetmişler ve Halil Ganem şunları söylemiştir: “Biz Araplar biliyoruz ki, eğer Frenkler ülkemize girerlerse, birkaç yıl içinde topraklarımız onların eline geçecektir ve ülkeyi diledikleri gibi yöneteceklerdir. Türklere gelince, onlar bizim dinimize inanırlar ve âdetlerimizi bilirler. Dört yüz yıllık yönetimleri boyunca bir santimetre mülkümüzü dahi almamışlardır. Toprakları, mülkleri, sanayiyi ve ticareti yerli halka bırakmışlardır. Araplar, Türklerle ticaretten ve kesintisiz bağımızdan yararlanmışlardır. Şimdi bunu değiştirmek be Soy, Arap Milliyetçiliği: Ortaya Çıkışından 1918’e Kadar 197 Türklerin yerine başkasını getirmek doğru olur mu?... Müslümanları bir Arap devleti kurmak istedikleri, Hristiyanları da yabancılarla gizli ittifak yaptıkları gerekçesiyle suçlayanlar, sadece hükümdara yaranmak isteyenlerdir... Arap aydınlarının ve ileri gelenlerinin ümmetlerinin Osmanlı çıkarları çerçevesinde yaşamasından başka bir isteği yoktur.” (Kayalı 1998: 49). 22 II. Abdülhamid, Afgani’nin başlattığı, Müslümanları bir halife idaresinde birleştirmeyi amaçlayan İslamcılık akımını başarılı bir şekilde kullanmak amacında olmuştur. Bundan dolayı Afgani’nin İran’dan sürülmesiyle onu İstanbul’a davet etmiş ve himayesine almıştır (Mansfield 1975: 31). 23 Bu cemiyet hakkındaki kayıtlar mevcut değildir. Fakat örgütün amacının Suriye ve Lübnan’ın birleştirilerek olarak bağımsızlığının elde edilmesi ve kurucularından birinin de Faris Nimr Paşa olduğu bilinmektedir (Dawn 1973: 81-87). Cemiyetin kurucusu diğer dört kişi ise şunlardır: İbrahim el-Hourani, Yakub Sarruf, İbrahim el-Yazıcı ve Şahin Makarius (Zeine 1981: 57). 24 Bunların önde gelenleri ünlü günlük gazete el-Ahram’ın kurucusu Salim Takla, el-Mukattam’ın sahibi ve editörü Faris Nimr Paşa, el-Hilal dergisinin kurucusu Corci Zeydan, el-Camia el-Osmaniyye’nin sahibi ve editörü Farah Antun ve şair Halil Mutran idi (Zeine 1981: 60). 25 Azuri, 1909’dan itibaren Kahire’de toplanan Arap milliyetçilerini bir araya getirerek İtalyan Carbonari teşkilâtının benzeri bir mason locası kurmuştur. Bu locanın hedefi ise Arap milletini özgürleştirmekti. (Kohn 1928: 220). 26 Ochsenwald (2000: 392-394) bu konuda şunları söylemektedir: “II. Abdülhamid, milliyetçilik akımlarının gücünü kırmak için İslâm Birliği (İttihad-ı İslâm) fikrine sahip çıkmış, bu yolla hem Osmanlı İmparatorluğu’ndaki, hem de başka ülkelerdeki Müslümanların desteğini sağlayacağını ummuştur. İslâm Birliği, Müslümanların refahını ve gücünü arttırmayı, ortak kimliğini geliştirmeyi hedeflemesi açısından, karşıtlığa dayalı bir ideoloji değildi; ama aynı zamanda, Avrupa ve Hristiyan emperyalizmlerine karşı koymayı hedefleyen bir akım olması sayesinde de destek elde etmişti. (...) II. Abdülhamid, halifelik unvanını da öne çıkarmıştı. Gerçi daha önceki Osmanlı padişahları kullandıkları pek çok unvan arasına halifeliği de katmışlardı, ama bu unvana bir İslâm Birliği siyaseti bağlamında ağırlık verilmesi yeni bir gelişmeydi.” 27 Arapçılığın tanımı hakkında bkz. Kayalı (1998: 11). Bu konuda daha geniş bilgi için Dawn’a (1973) bakılabilir. Arapçılık ve büyük güçlerin Arapçılığa etkisi hakkında bkz. Ş. Tufan Buzpınar, “Arap Milliyetçiliğinin Osmanlı Devleti’nde Gelişim Süreci”, (Ed.) Kemal Çiçek – Cem Oğuz, Osmanlı, c. II, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 1999, s. 168-178. 28 Bu demiryolu projesini öneren II. Abdülhamid’in kâtiplerinden Suriyeli bir Arap olan İzzet Paşa’dır. 1901-1907 yılları arasında tamamlanan ve 3 milyon sterlinlik maliyetin 1/3’ü dünyanın çeşitli yerlerindeki Müslümanlar tarafından karşılanmıştır. Bu proje ile hac kolaylaşacağı gibi her hangi bir isyan durumunda bölge- bilig, Yaz / 2004, sayı 30 198 ye hızlı asker sevkıyatı da mümkün olacaktı (Mansfield 1975: 32). Bu konuda ayrıca bkz. Özyüksel (1988: 170-172). 29 II. Abdülhamid tepki endişesiyle cezalandıramayacağı asi liderleri İstanbul’a davet eder ve göz hapsinde tutardı. Bunlardan Şerif Hüseyin ibn Ali’de bu amaçla İstanbul’a çağrılmış, fakat kendisi tahttan indirildikten sonra İttihatçılar tarafından serbest bırakılmıştır (Mansfield 1975: 33). 30 Bu döneme ait kesin nüfus verileri yoktur, fakat yaklaşık olarak nüfus Mısır hariç 22 milyon civarındadır. Bunların 7.5 milyonu Türk, 10.5 milyonu Arap, kalan 4 milyon ise Rum, Arnavut, Ermeni, Kürt v.d. idi. Aynı yer, s. 104. Bu seçimlerde bilinçli olarak Türk hakimiyetinin kurulmaya çalışıldığı iddiaları ve o dönemdeki nüfus bilgileri hakkında bkz. Kayalı (1998: 94-107). 31 II. Meşrutiyet ile birlikte liberal ve meşrutî yönetimde Osmanlıcık ilkesi etrafında Türklerin ve Arapların birlikte yaşayabileceğine inanılmaya başlanmış, ancak İttihatçıların Suriye’deki idarî makamlara adamlarını yerleştirmeleri ve buradaki okullarda, mahkemelerde ve idarî birimlerde Türkçe kullanımını mecburi hale getirmeleri “Arapçılık”ı Suriye’de muhaliflerin bir enstrümanı haline getirmiştir (Schölch 1991: 426-427). 32 Balkan Savaşları’ndan sonra yaşandığı iddia edilen bu geçiş hakkında bkz. Ahmad (1986: 254-255). 33 Arap milliyetçilik hareketlerinin yanında Türk milliyetçiliğinin de İttihat ve Terakki idaresinde filizlenmesiyle, Arapların dil, din ve ırk gururuyla çatışma zemini oluşmuştur. Dolayısıyla denilebilir ki, 1909’dan itibaren Arap ayrılıkçı hareketinin tohumları Türk milliyetçiliği toprağında filizlenmiştir (Zeine 1981: 77). Türk milliyetçiliği yolundaki gelişmeler, hem Arap milliyetçiliğine örnek oluşturmuş hem de Araplarda, Türklerin artık kendilerini “bir yana bıraktığı”, “gözden çıkardığı” hissini uyandırmıştır (Kürkçüoğlu 1982: 16). Ayrıca bkz. Gogoi ve Abdulghafour (1994: 94). Türkçülük adına Kur’an-ı Kerim’in Türkçe’ye tercümesinin istenmesi üzerine ulemânın buna karşı çıkması ve İslâm öncesi Türk tarihinin ön plana çıkarılması konularında ayrıca bkz. Zeine (1981: 77- 80). Barbir (2000: 151-152) de, Arapların İttihatçıların çoğulcu vizyona sahip reformlardan vazgeçmeleriyle ayrılıkçılığı ciddi bir şekilde düşünmeye başladıklarını söylemektedir. 34 Kayalı (1998: 93-94), son yapılan çalışmalar ışığında hazırladığı kitabında “Türkleştirme” ile ilgili şu yorumu yapmaktadır: “Osmanlının son on yılının incelendiği çalışmaların tümünde, açık bir sosyopolitik program olarak görülen ‘Türkleştirme’ye atıf yapılır. Hatta İkinci meşrutiyet döneminde Arap siyaseti, toplumu ve ideolojisini en iyi anlatan analizlerde bile Türkleştirme, doğru dürüst sorgulanmadan varsayılan bir fikir olmuştur. Bunun, 1908’de ortaya çıkan ve çoğunlukla milliyetçi bir programın vazgeçilmez bir parçası olarak sistematik biçimde uygulanan bilinçli bir politika olduğu kabul edilir. Son zamanlarda, Arap milliyetçiliğini gözden geçiren tarihyazımında Osmanlı merkeziyetçiliğini Türk- Soy, Arap Milliyetçiliği: Ortaya Çıkışından 1918’e Kadar 199 leştirmenin bir gereği değil de, Türkleştirmeyi Osmanlı merkeziyetçiliğinin bir yan ürünü olarak görme eğilimi vardır; geleneksel bilgeliğin böyle gözden geçirilmesi yararlıdır, ancak bu yaklaşımda da Türkleştirme kavramının özü yine araştırılmadan kalmaktadır. Türkleştirmeyi, İstanbul politikasının bilinçli ya da bilinçsiz bir unsuru olmaktan ziyade, Osmanlı hükümetinin politikalarına karşı olanların ideolojik bir kurgusu olarak incelemek gerekir. Sorulması gereken şudur: Jön Türk rejiminin hangi politikaları, daha önceki uygulamadan farklı olarak Türkçe’ye ve Türklere özel bir ayrımcılık tanımıştı? Burada, mecliste ve diğer devlet görevlerindeki Arap unsurlara karşı ayrımcılık konusu üzerinde durulmalıdır; çünkü bu iddiayı sadece Arap milliyetçiliğinin köklerine işaret eden Arap milliyetçisi tarihçiler ve gelecekteki kuşaklar değil, o dönemin Arap liderleri de dile getirmişlerdi.” 35 Derneğin kurucuları arasında şunlar vardır; Abdülkerim el-Halil (Müslüman, Lübnan), Salih Haydar (Müslüman, Baalbek), Refik Sallum (Hristiyan, Humus), Cemil Hüseyni (Müslüman, Kudüs), Yusuf Muhayber (Müslüman, Baalbek), Seyfeddin el-Halip (Müslüman, Şam) (Antonius tarihsiz: 108). 36 Derneğin kurucuları arasında ön plana çıkan isimler şunlardı: Refik el-Azm (Müslüman, Şam), Raşid Rıza (Müslüman, Suriye), İskender Ammun (Hristiyan, Lübnan), Fuad el-Hatib (Müslüman, Lübnan), Salim Abdülhadi (Müslüman, Cenin), Hafız el-Said (Müslüman, Yafa), Naif Tellu (Müslüman, Şam), Ali Naşaşibi (Müslüman, Kudüs) (Antonius tarihsiz: 109). 37 Bu cemiyet Osmanlı ordusunda subay olan Aziz Ali el-Mısrî tarafından kurulmuştur. Diğer kurucu üyeleri ise şunlardır: Salim Cezairi (Müslüman, Şam), Emir Amin ve Adel Arslan (Dürzi, Lübnan), Halil Himade (Müslüman, Beyrut), Emin Kazma (Hristiyan, Humus), Safvet el-Avva (Müslüman, Şam), Ali Naşaşibi (Müslüman, Kudüs), Şükri el-Asali (Müslüman, Şam) (Antonius tarihsiz: 110). Bu cemiyetteki gayrimemnun Arap subayları 1914’de el-Ahd adında yine gizlilik esaslarına bağlı bir başka cemiyet teşekkül ettirmişlerdir (Schölch 1991: 427). 38 Dernek kurucuları ve üyelerinin tamamı Müslüman’dı ve şunlardı: Avni Abdülhadi (Cenin), Cemil Merdan (Şam), Muhammed el-Mihmisani (Beyrut), Rüstem Haydar (Baalbek), Refik Tamimi (Nablus), Tevfik el-Natur (Beyrut), Abdülgani el-Uraysi (Beyrut) (Antonius tarihsiz: 111-112). 39 Great Britain, Admiralty, Geographical Section of the Naval Intelligence Division, A Handbook of Syria (Handbook), (Including Palestine), no. 96 a & b, s. 67’den nakleden Zeine (1981: 77). 40 Handbooks, no. 96 c & d, s. 18’den nakleden Zeine (1981: 77). 41 PRO FO [Public Record Office, Foreign Office] 195/2433. Lowther’dan Beyrut, Şam, Kudüs, Halep konsoloslarına (gizli), fol. 19 (Pera, 26 Haziran 1912)’den nakleden Kayalı (1998: 138). bilig, Yaz / 2004, sayı 30 200 42 Tibi (1997: 110), bu kongreye ev sahipliği yapan Fransa’nın aynı zamanda Arap gizli cemiyetlerinin organizasyonunu da desteklediğini ileri sürmektedir. 43 Kohn (1928: 223), Arapların Birinci Dünya Savaşı öncesindeki hedeflerini bütün Arapları bir federasyon altında birleştirmek, halifelik makamını ilk ortaya çıktığı günlerdeki mahiyetine döndürmek ve Şam ve Bağdat’a romantik bir arzunun neticesi olarak eski ihtişamlı günlerini yaşatmak şeklinde formüle ettiklerini ifade etmektedir. 44 Bu arada Arapların gizli cemiyeti el-Fetat Şerif Hüseyin’e sözlü olarak Suriye ve Mezopotamya’daki Arap liderlerin bir isyan için hazır olduğunu bildirmiştir. Şerif Hüseyin, daha sonra Irak kralı olacak oğlu Faysal aracılığıyla bu cemiyetle temasını sürdürmüştür (Mejcher 1991: 441). El-Fetat’ın Şerif Hüseyin tarafından desteklendiği hakkında ayrıca bkz. Lapidus (1989: 642). 45 Yapılan görüşmelerde Mayıs 1915’de Şam Protokolü olarak adlandırılan ve kurulacak bağımsız Arap devletinin sınırlarını tespit eden bir anlaşmaya varılmıştır. Buna göre 1839’dan beri İngiltere’nin elinde bulunan Aden ve 1882’den beri fiilen İngiliz idaresinde olan Mısır haricinde “Bereketli Hilâl”in ve Arap yarımadasının tamamı Arap devletinin sınırları içinde kalıyordu. Doğudaki İran sınırı kesin olarak belirlenmese de Anadolu’ya temas eden kuzey sınırları 37. paralelde Mersin, Adana, Birecik, Urfa, Midyat ve Cizre hattından İran sınırına kadar devam ediyordu (Mejcher 1991: 442). 46 Cemal Paşa, hatıralarında Fransız Konsolosluğu’ndan müsadere edilen belgelere göre Şam ve Beyrut’ta yaşayan bazı Müslüman liderlerinin itham edildiğini ve Arap ihtilalcilerin Fransızlarla işbirliği içinde olduğunun açıkça anlaşıldığını yazmaktadır. Ayrıca bu evraklarda adı geçen Arap liderlerinden de bahsetmektedir. Bkz. Cemal (1959: 218-219). İdamlar hakkında kendini savunurken de, bu kararları vermekteki amacının Arap isyancıları korkutmak olduğunu ifade etmektedir. Bkz. Cemal (1959: 250-251). Mejcher (1991: 442) ise, Cemal Paşa ve Alman General Falkenhayn’ın amacının el-Fetat ve el-Ahd gibi gizli cemiyet mensuplarını yakalayarak Arap isyanını etkisiz kılmak olduğunu ifade etmektedir. Cemal Paşa hatıralarında (1959: 279-299) Arap liderlerin idamına gerekçe olarak gösterdiği vesikaları da vermektedir. 47 Şerif Hüseyin ayaklanma gerekçeleri arasında Jön Türk idaresinin İslâm’a uygun olmadığını ve Suriye’deki idamları göstermiştir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Kürkçüoğlu (1982: 119); Kohn (1928: 225). Arap isyanının İngiltere’ye maliyeti 11.000.000 sterlin olmuştur. 8 Ağustos 1916’da Şerif Hüseyin ayda 125.000 sterlin olmak üzere yaklaşık 1 milyon sterlin almıştır. Diğer 10 milyon sterlin ise askerî operasyonlar ve sağlanan desteklerin masraflarıdır (Storrs 1939: 160, 1. dipnot; Zeine 1981: 115, 37. dipnot). 48 US [Records of the U.S. Department of State Relating to Internal Affairs of Turkey (1910-1929)] 867.00/1094 Filistin Meclisleri Yüksek Komisyonu’ndan “Birleşik Devletlerin Âli Hükümetine, Kudüs’teki saygıdeğer Amerikan Temsilcisi’nin Dikkatine” (Hayfa, 27 Kasım 1919)’dan nakleden Kayalı (1998:
.DOĞUŞ VE “ÖTEKİ” EKSENİNDE ARAP MİLLİYETÇİLİĞİ: VAHADA BİR SERAP AYHAN, Halis TÜRKİYE/ТУРЦИЯ ÖZET Milliyetçilikler çağında oluşan milliyetçiliklerden birisi de Arap Milliyetçiliğidir. Her millet gibi Araplar da 19. yüzyılın rüzgârından etkilenerek milliyetçilik aracıyla bağımsız olma yoluna başvurmuşlardır. Ancak ilk başlardaki Arap Milliyetçiliği daha çok kültürel bir niteliğe sahipken, sonraları özellikle 20. yüzyılın başından itibaren siyasi bir boyut kazanmaya başlamıştır. Arap Milliyetçiliği hem kültürel anlamda hem de siyasi anlamda ilk olarak Hristiyan Araplar arasında ortaya çıkmaya başlamıştır. Zira onların Osmanlı devletine sadakat bağıyla bağlı kalmasını gerektirecek duygusal bağ Müslüman Araplara oranla daha zayıftı. Hristiyan Arapların başlatmış olduğu Arap Milliyetçiliği Osmanlı’dan ayrılma, bağımsız olma yönünde gelişerek sonraları Müslümanların da desteklediği bir hareket hâlini almıştır. Arap Milliyetçiliği’ni doğuran “öteki” nedir? Genel kanıya göre bu soruya “Türkler/Osmanlı Devleti” ve “Batı/Avrupa” şeklinde iki cevap verilmektedir. Çalışmada Arap Milliyetçiliği’ni doğuran edebi, dinî ve siyasi ortamdan bahsedildikten sonra Arap Milliyetçiliği’nin Türk anlayışı değerlendirilmiştir ve Arap Milliyetçiliği’nin başlangıcında mutlak ötekinin Türkler olmadığı sonucuna varılmıştır. Anahtar Kelimeler: Az gelişmiş Ülke Milliyetçiliği, Arap Milliyetçiliği, Arap Milliyetçiliği’nin Doğuşu, Arapların “Öteki”si, 1916 Arap İsyanı. ABSTRACT Emergence of Arab Nationalism and the Arab Nationalist Perception of the Turks Arab nationalism is one of the nationalist movements of the age of nationalism. Like other nations of the 19th century, the Arabs tried to gain their independence by using nationalism as a tool. While Arab nationalism was mostly cultural nationalism at its early stages, it became political nationalism as from early 20th century. Arab nationalism, both its cultural and political forms, first appeared among Christian Arabs; they lacked emotional ties that tied Muslim Arabs to the 210 Ottoman state. Later Arab nationalism demanded secession and independence from Ottoman Empire. As such it was supported by the Muslim Arabs. What is the “other” which caused Arab nationalism to emerge? It is generally believed that the “other” for Arab nationalism is either the Turks/Ottoman Empire or the West/Europe. This paper having explained literary, religious and political causes of Arab nationalism, examines Arab nationalist perception of the Turks and concludes that the Turks did not become the only ‘other’ for the Arabs at the early stages of Arab nationalism. Key Words: Underdeveloped Country, Nationalism, Arab Nationalism, the Birth of Arab Nationalism, the “Other” of the Arabs, 1916 Arab Rebellion. GİRİŞ Arap Milliyetçiliği, Orta Doğu’nun şekillenmesinde temel bir öğe olarak görülebilir mi? Aslında Araplar, Orta Doğu’da özgünlüğü olmayan bir halk olmakla birlikte, başatlığı olan bir halktır. Arap nüfusunun ve Arap devletlerinin niceliksel çokluğu ve geniş bir alana yayılmışlığı gibi etmenler bu konunun önemini ve potansiyel olma özelliğini hep diri tutmaktadır. Buna bölgedeki enerji kaynaklarının varlığından kaynaklanan önemi; dinsel, dilsel ve ırksal farklılıkları da eklediğimizde Arap Milliyetçiliği’nin, ve aynı zamanda diğer milliyetçiliklerin tavan yaptığı bir coğrafya ile karşılaşılır. Çalışmada Girişten sonra ilk bölümde milliyetçilik, ikinci bölümde Arap Milliyetçiliği’ni besleyen edebi, dinsel ve siyasi ortam; Batı ve Türklerin etkisinin Arap Milliyetçiliği’ni fikre dönüştürmesi incelenecektir. Bu bölümde esas olarak “öteki”lik çerçevesinde Batı ve Türkler değerlendirildikten sonra çalışma Sonuç ile bitirilecektir. I. Milliyetçilik, Azgelişmiş Ülke Milliyetçiliği ve Arap Milliyetçiliği Milliyetçilik tanımı zor bir kavramdır. Bu itibarla milliyetçilik her şeyden önce bir zihniyettir. Bu zihniyetin de başlıca iki bilinç ögesi vardır: biz bilinci (olumlu öge) ve onlar bilinci (olumsuz öge). Milliyetçiliğe asıl rengini veren onlar ögesi olup, toplumların bunalımlı dönemlerinde daha da belirginleşir. (Oran, 1997: 34). Örnek/model tanımını Batı Avrupa’da bulan milliyetçilik; “toplumsal sadakatin odağı olarak millet birimini alan ve bunu ulusal devlet içinde örgütlemek isteyen bir tutunum ideolojisi ve toplumsal harekettir.” (Oran, 1997: 76). Kısaca ve anlaşıldığı hâliyle milliyetçilik; vatanını, milletini sevmeye, yüceltmeye ve onu üstün görmeye dayalı bir duyuş, düşünüş ve hareket biçimi ve de toplumsal-siyasi bir akımdır. Azgelişmiş ülke milliyetçiliği; birbirlerine tepki olarak, birbirinin içinden çıkan ve birbirinin ulaştığı başarıya ulaşma hareketidir. (Oran, 1997: 21). Azgelişmiş ülke milliyetçiliğinin özellikleri şunlardır: 1) Sömürge ülkelerindeki milliyetçiliğin felsefi kökenleri Batı’dadır. 2) Milliyetçiliğin taşıyıcıları, Batı 211 eğitimi görmüş yerel aydınlardır. (Tibi, 1998: 45). 3) Milliyetçilik hareketleri aydınlarca başlatılmış ve sürdürülmüştür. 4) Öykünmecidir. Yani “taklidi bir uyarlanma süreci”dir. (Tibi, 1998: 50). 5) Ezilmişlik, aşağılık ve geri kalmışlık ruhsalına sahiptir. 6) Tepkicidir. 7) Geçmişe özlem duygusu ağır basar. Milliyetçilikte yerli mitler ön plandadır. Atalet. Azgelişmiş ülke milliyetçiliğinin geçmişe özlem duygusu, geçmişe sığınma niteliğine bürünerek ataletsizliği ortaya çıkarmıştır. (Tibi, 1998: 59). Emperyalist coğrafyada özgürlük için bağımsız olmayı hedefleyen az gelişmiş ülke milliyetçiliği, milliyetçiliği bir reçete olarak algılamış ve Batı Avrupa devletlerinin düzeyine ulaşmak istemiştir. Fakat değil Batılı devletlerin düzeyine ulaşmak, halkları esaretten kurtaramamıştır bile. (Tibi, 1998: 34). Şekli olarak bağımsız olsalar da hâla Batılı ülkelerin etkisi altındadırlar, dahası onlara muhtaçtırlar. Arap Milliyetçiliği de tipik bir azgelişmiş ülke milliyetçiliğidir. Arap Milliyetçiliği’nin bir tanımını yapmadan önce, Arap Milliyetçiliğiyle ilgili kavramları belirtmekte yarar vardır: Kavim; aynı soydan gelen akraba topluluklar, asabiye; bir topluluğun ilkelerinin desteklenmesi, savunulması ve bu topluluğa şiddetli arzuyla bağlılık olarak tanımlanmaktadır. (Okutan, 2001: 160). Arap Milliyetçiliği’ni, özellikle modern yüzyıla kadar, bu kavramlar şekillendirmiştir. Örneğin Arap dünyasında, “Arap Milliyetçiliği” terim olarak el-kavmiye el-Arabiye (Davişa, 2004: 10) demektir. Bu doğrultuda, kuramsal milliyetçiliğin özünde bulunan dil, din, ortak tarih gibi ögeleri de dikkate alarak, Arap Milliyetçiliğiyle ilgili olarak şu tanım yapılabilir: “Arapça konuşan insanları birbirine bağlayan dilsel, dinsel, tarihsel ve duygusal bağları aşan ve sınırları belli olan bir kara parçası üzerinde güçlü bir siyasal birlik kurma arzusu veya dile getirilmiş talebidir.” (Davişa, 2004: 11). Yazında Arap Milliyetçiliği, Arapçılık ve Pan-Arapçılık’ın birbirleri yerine kullanıldığı görülmektedir. Esasen bunlar farklı kavramlardır. Arapçılık (elUruba): Arapça konuşan insanları birbirine bağlayan dilsel, dinsel, tarihsel ve duygusal bağları aşan kültürel bir aynılıktır. Bu kavram siyasi boyutu dışarıda tutarak kültüre vurgu yapar. Pan-Arapçılık (pan-Arabism) ise; Arap siyasal birliği hareketi veya en azından arzusu olup, tek Arap milleti hayalidir.1 Arap Milliyetçiliği her iki kavramı da içerir. Arap Milliyetçiliği’nin esas işlev sahası Arap dünyasıdır. Arap dünyası coğrafya olarak; Kuzey Afrika’da Atlas sınırından başlayıp, doğuya doğru Asya’da Basra Körfezi’ne kadar uzanan, güneyde İran sınırlarında, kuzeyde Türkiye’de biten bölgedir.2 Arap Milliyetçiliği’nin fikir babası Sati el-Husri’ye 1 (Davişa, 2004: 8 ve 11); Arapça konuşulan bütün İslam ülkelerini, büyük bir ortak düzen içinde birleştirmeyi amaç edinen siyasi harekettir. (Caşın, 2003: 49-68). 2 (Davişa, 2004: 13). Bu bölgelemede İsrail ve Mısır, Arap coğrafyası içinde sayılmamaktadır. Nitekim siyasi Arap Milliyetçiliği’nin doğuşu sırasında da Arap dünyası olarak Afrika 212 (1880-1968) göre ise Arap coğrafyası, Arapçanın konuşulduğu tüm ülkelerdir. (Husri, 1998: 148). Gerek etken olarak gerekse edilgen olarak Arap ulusu Orta Doğu tarihini yönlendirmiştir. İslam uygarlığının görkemli dönemlerinde, 19. ve 20. yüzyıllardaki sömürgecilik ve milliyetçilik dönemlerinde, başat konumda olmuştur. Günümüzde ise Arap Milliyetçiliği her ne kadar ayakta olsa da, üzerinde geçmişe nazaran bir ataletlik vardır. Örgütçülüğü, halklar arasındaki bağlar, Arap Birliği ülküsüne duyulan umutsuzluk gibi sıkıntılar vardır. Ancak niceliksel olarak Arap nüfusu göz ardı edilemeyecek orandadır. Arap Milliyetçiliği’nin belirgin vasıfları şunlardır: 1. Arap Milliyetçiliği fikri, ister Cemal Abdul Nasırcı açıdan isterse Baasçı açıdan bakılsın Arap siyasal birliğiyle ilintili olmuştur. Amaç, Arap siyasi birliğinin ve tek Arap devletinin oluşturulmasıdır. (Davişa, 2004: 3-7). 2. Kalkınma sürecinin zorunlu bir parçasıdır. 3. Arap Milliyetçiliği, Avrupa etkisi altında gelişmiştir. (Tibi, 1998: 90). 4. Demokratik doğası. Tüm gelecek nesilleri için kendini yönetme ve kaderine karar verme hakkını Arap milletine verir. 5. Sosyalist içeriklidir. 6. Tüm Arapların hayatlarının her safhasında iş birliği yapmalarını gerektirir. 7. İlericidir. 8. Ruhsal bir temele sahiptir. (Gogoi-Abdulghafour, 1994: 76-77). II. Arap Milliyetçiliği İdeolojisi ve Gelişimi A. Arap Milliyetçiliği’ni Doğuran Ortam Arap Milliyetçiliği’nin doğuşuna ilişkin olarak İslam öncesi ve sonrası edebi alanda, ilk dönem İslam Arap toplumunda ve 19. yüzyılda Arap dünyasında oluşan milliyetçilik hareketleri incelenecektir. 1. Arap Milliyetçiliği’ni İlk Besleyen Ortam: Edebî Alan Arap Milliyetçiliği’nin ne zaman doğduğuna ilişkin farklı görüşler vardır. Bir görüşe göre Arap Milliyetçiliği, Arap halkının ilk dönem tarihi kadar eskidir. (Tibi, 1998: 98). Buna karşıt görüş ise, Araplar arasında milliyetçilik oluşumlarının daha sonraki dönemlerde doğduğundan hareketle, bu savın savunulamaz olduğunu belirtir. (Tibi, 1998: 98). Biz de ikinci savı desteklemekteyiz. dışındaki Arap Orta Doğu’su kabul edilmiştir. Arap Milliyetçiliği, Atlas Okyanusu’ndan Arap Körfezi’ne kadar tek Arap ulusunun oluşmasına önem verir. (Gogoi-Abdulghafour, 1994: . 213 İslam öncesi dönemde bir Arap Milliyetçiliği hareketinin olduğundan bahsedilemez. Yalnızca bir kimlik bilincinin en hafif dereceleri söz konusudur. Bedevî aşiret üyeleri arasında bir kültürel kimlik duygusu vardır. Bu durum aşiret hayatı süren Arapların kendi aralarında örgütlü olmalarının3 hem sebebi hem de sonucudur. İslam öncesinde, Araplığa ilişkin en önemli eylem Arap dilinin kullanımıdır. Edebî, bilhassa şiir alanında ileri bir düzeyde olan Araplar, Arap hanedanlıklarının da desteğiyle Arap diline dayalı bir şiir geleneği oluşmuştur. Hatta o dönem şiirine Arapların divanı demek âdet olmuştur. (Hourani, 2005: 33-35). Böylece düzenli olarak yaptıkları şiir eğlenceleri ile Arap Milliyetçiliği’nin ön önemli araçlarından olan Arapçanın kullanımını ve gelişimini yaygınlaştırmışlardır. Zira Arapça, Arap Milliyetçiliği’nin bir unsuru ve belirleyicisi olarak Arap düşüncesinde birincil öneme sahiptir. Arapça, birliklerinin bir simgesi ve entelektüel ve teknik başarılarının bir ifadesidir. (Gogoi-Abdulghafour, 1994: 14-18). Ulusal bilincin şekillenmesinde doğal bir unsur olan Arapça, Arap Milliyetçiliği’ne de yardım etmiştir. (GogoiAbdulghafour, 1994: 85). Edebiyat daha sonraları Arapların hayatında ziyadesiyle yer almış, bazen siyasetle iç içe girerek Arap Milliyetçiliği’ne hizmet etmiştir. 19. yüzyılda Araplar arasında milliyetçilik duygularının belirmeye başlamasında edebiyatın desteği belirgin derecede olmuştur. Lübnanlı Hristiyan İbrahim Yazıcı’nın (1847-1906), ilk mısrasında ‘Arapları uyanıp ayağa kaldırmaya çağıran’ şiiri, “Arap milliyetçi hareketinin ilk çığlığı” olarak kabul edilmektedir. (Davişa, 2004: 28). Özellikle Nasıf Yazıcı (1800-71), Faris Şidyak (1805-87), Butros Bustani (1819-83) ve Abdurrahman el-Kavakibi (1849-1903) gibi isimlerin katkılarıyla oluşan edebi alandaki yeniden doğuş (rönesans) Araplık kavramına süreklilik ve istikrar kazandırmıştır. (Harbi, 1998: 84). 2. Dinsel Ortam: İslam ile Gelen Üstünlük İslamiyet’ten önce Araplar kabileler hâlinde ve ilkel bir hayat yaşamaktaydılar. Sürekli olarak birbirleriyle savaş hâlindeydiler. Neredeyse her kabile Arapçanın bir türünü konuşmaktaydı. Entelektüel bir kültürel yaşamları da yoktu. (Yahya, 1991: 53-54). Arapların uluslararası alanda etkinliği olmadığı gibi Orta Doğu coğrafyasında bile bir etkinliği yoktu. Fakat 7. yüzyılın başlarında, tüm Arap Yarımadası, Sasani ve Bizans topraklarının bir kısmını kapsayan bölgede yeni bir düzen kurulmuştur. Bu düzen ile sınırlar yeniden çizilmiştir. Bu yeni düzenin kurucuları ve efendileri Batı Arabistanlı ve büyük ölçüde Mekkeli Araplar idi. (Hourani, 2005: 36). Yeni düzen İslam, Arapları hâkim konuma getiren de İslam peygamberinin Araplardan çıkmış olmasıydı. Bu kişi Hz. Muhammed idi. 3 (Hourani, 2005: 33); Hourani’nin Arapların birbirleriyle örgütlü yaşadıklarını belirtmesine karşın Arsel, Arapların bu dönemde birbirlerinden kopuk yaşadıklarını belirtir. (Arsel, 1991: 19). 214 Bir görüşe göre, özellikle dinî duyarlılığı az olanlara göre, Arap Milliyetçiliği’nin ilk mimarı Hz. Muhammed’dir. O, Arapları Allah’ın seçkin milleti, Arapçayı Allah’ın dili olarak göstermiş, İslam dinini Arap kültürüyle yoğurmuş, Arap çıkarlarını ön planda tutmuştur. Ayrıca Arapları ortak korkuda birleştirerek Arap Milliyetçiliği’nin temellerini atmıştır. (Arsel, 1991: 19-20).4 Ancak bu görüşün kabul edilebilirliği yok denecek kadar zayıftır. Zira Hz. Muhammed’in milliyetçilik yapması kendi davasına (İslam dinine) inanmama gibi bir çelişkiyi doğururdu. İslamiyet ile birlikte Arapların hayatında tahayyül edilemez iyileşmeler oldu. Denilebilir ki, Araplar İslamiyet ile yeni bir kimlik kazanmışlardır. Yaşamlarında coğrafi genişleme, kültürel kimliklerinin oluşması, entelektüel güçlenme gibi pek çok olumluluklar görülmüştür. Arapça, İslamiyet’in kanatları altında Arap Yarımadası’nın ve Orta Doğu’nun da ötesine aşarak Afrika, Anadolu ve Avrupa (Endülüs) gibi uzak coğrafyalara kadar ulaştı. Arapça konuşanların sayısı çığ gibi arttı ve böylece dünyanın en zengin lisanlarından biri hâline geldi. Ayrıca Araplar nicelik olarak artmıştır, şöyle ki, Müslümanların önemli bir kısmı İslamiyet’i kabul etmelerinin bir sonucu olarak Araplaşmışlardır. (Yahya, 1991: 52-54). Araplar başta bugünkü Orta Doğu coğrafyasında ve Afrika’da egemenlik kurmaya başladılar. İlk dönemlerdeki İslam fetihleri aslında bir nevi Arap fetihleri demekti. Yeni din İslam’ın etki alanı genişledikçe aynı zamanda Araplığın da etki alanı genişlemekteydi. İlk dönem Müslümanlar her ne kadar fetihlerini, Arap ırkı için değil, İslam için yaptıkları duygusundan hareket etseler de, buna ilaveten kendi ulusal etki alanlarını da büyütmekteydiler. Ayrıca İslam, Arap kültürünü ciddi derecede şekillendirmiştir. (Okutan, 2001: 167). Buna mukabil ilk dönem İslam tarihinde bir Arap Milliyetçiliği duygusu, fikri ve eylemi yoktur. Bunun başlıca nedenleri, İslam’ın milliyetçiliğe karşı olması5 ve ilk dönem Arap Müslümanların samimi Müslüman olmalarından dolayı bu duyguları taşımamalarıdır. Peygamber ve halifeler döneminde bu duygulara müsamaha edilmemiştir. Çünkü amaç, sadece Arap toplumunu İslamlaştırmak değil, tüm dünyayı İslamlaştırmaktı. İslam, ulusal değil, evrenseldi. Ancak belirtmek gerekir ki, İslam’ın Arap toplumunda doğmuş olması, peygamberin Arap olması ve İslam’ın kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’in yazı 4 Eflak da Hz. Muhammed’in Arapların yaratılmasındaki öneminden bahseder. (Okutan, 2001: 167). 5 Hz. Muhammed, Veda Hutbesi’nde, “Arabın Aceme (Arap olmayana), Acemin de Araba üstünlüğü yoktur.” diyerek milliyetçiliği reddetmiştir. Genelde Türk milliyetçileri İslam’da milliyetçiliğin olduğunu kabul eder. Müspet (ırkı üstün görmez) ve menfi (ırk dinden önce gelir) milliyetçilik ayrımına gider. Türk milliyetçiliğinin müspet olduğunu belirtirler. “İslam ve Milliyetçilik”, (2007). 215 dilinin Arapça olması nadir sayıda Arabın üstünlük anlayışında olmalarına neden olmuştur. Keza Ş. Hüseyin’in oğlu Abdullah’ın da belirttiği gibi Araplar İslam ile birlikte uluslaşmaya başlamıştır. Araplar İslam nedeniyledir ki, farklı ve özel bir konumdadır. (Dawn, 1998: 80-84). 3. Arap Milliyetçiliği’nin Siyasi Zemini İlk dönem Arap-İslam medeniyetinin sonlarına doğru, Müslümanlar arasındaki ümmetçi ruh kaybolmaya başlamıştır. Müslümanlar arasında ayrışmalar ve mücadeleler başlamıştır. Ayrışmanın, mücadelenin ve Arap Milliyetçiliği’nin başlangıç noktası Emevilerdir. Emeviler döneminde uygulanan Arap Milliyetçiliği, hem genel manada Arap Milliyetçiliği’nin hem de siyasal Arap Milliyetçiliği’nin ilk somut tezahürüdür. Arap milletinin üstünlüğüne dayalı bir devlettir. İslami esaslardan ayrılıp, Arap milliyetine dayanan bir siyaset gütmüşler, Arap olmayan Müslümanları mevali (azat edilmiş köleler) saymışlar, onları hep kendinden aşağı görmüşlerdir. Emeviler döneminde “Araplık” üstün bir kimlik olmuştur. Fakat Emeviler Arap Milliyetçiliği konusunda şöyle bir açmazla karşılaşmışlardır. Birleştiricilikten çok ayırıcı özelliğe sahip olan milliyetçilik burada da kendini göstermiş, Emevi devleti Arap üstünlüğüne dayalı bir devlet olmakla birlikte Araplar arasında da ikiliğe neden olmuştur. Hz. Muhammed’in torunu Hüseyin’in 680’de Emevi Halifesi Muaviye’nin oğlu Yezid tarafından Kerbela’da öldürülmesi, hem Araplar hem de Müslümanlar arasında bugüne dek süren Sünni-Şii ayrımına neden olmuştur. Siyasi zeminde bir başka Arap Milliyetçiliği hareketinin Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa ile varlık gösterdiği anlaşılmaktadır. Mehmet Ali Paşa, Arap Milliyetçiliği’ni siyasi doğrultuda kullanarak Mısır’ı Osmanlı Devleti’nden ayırmış, kendine yeterli ve bağımsız bir devlet yapmak istemiştir. Mehmet Ali Paşa’nın bölgede nüfuz sahibi olmaya başlaması, Osmanlılık yerine Mısırlılık fikrini işlemesi, bağımsızlığa yönelmesi Mısır’da ileriki zamanlarda bir “ulus” bilincine evrilen birlik duygusu oluşturmuştur. (Güler, 2004: 28). Ayrıca Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’da gerçekleştirdiği yenilikler başta Irak ve Suriye gibi diğer Arap ülkelerinde de kendini hissettirmiştir. Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’ı, Arap Milliyetçiliği’nin doğuşunda önde gelmiştir. (Kürkçüoğlu, 1982: 11). Karşıt bir bakış açısıyla Mehmet Ali Paşa dönemindeki siyasi uygulamaları Arap Milliyetçiliği’nin parçası ya da sonucu olarak görmek yanlıştır. Sadece bu dönemdeki tutum ve durum Arap Milliyetçiliği’ne zemin hazırlamıştır. Ancak Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’nın eylemleri yadsınamaz. O, Arap millî bilincini canlandırma ve Arap ulusluğunu yeniden kurma gayretinde olmuştur. (Cleveland, 1997: 68). Batılı sömürgeci devletlerin de bulundukları ülkelerde Arap Milliyetçiliği’nin oluşumuna bazen isteyerek bazen de karşı çıkarak destekleri olmuştur. Napolyon’un işgaliyle devrim fikirleri Mısır’a girmiş, daha 216 sonrasındaki İngiliz işgali de milliyetçiliği perçinlemiştir. Bunlar, Orta Doğu’da baş gösteren milliyetçi hareketlerin ilk işaretleri olmuştur. Son olarak, 19. yüzyılın sonlarında çeşitli ülkelerde oluşan kuramsal ve eylemsel düzeydeki Arap milliyetçileri de Arap dünyasında milliyetçiliğin doğuşunu hızlandırmışlardır. Bu dönemde Avrupa’da eğitim almış kişiler, Avrupa’daki milliyetçi rüzgârları Arap coğrafyasına taşımıştır. Milliyetçiliğin ilk kuramcıları da bunlar olmuştur. Mısır’daki kuramcıların en önemlisi Rifa’a Rafi Tahtavi, çok erken bir tarihte Mısır’ın ulusal birliğini sağlamayı hedeflemiştir. (Güler, 2004: 37-39). Suriyeli ve eyaleti olan Lübnanlı Arap milliyetçileri de (Beyrut Amerikan Koleji merkezli) milliyetçiliği siyasi ele almışlardır.6 İ. Yazıcı, Arapların birleşerek egemen güce (Osmanlı Devleti) karşı ayaklanmaları çağrısı yapmıştır. Necip Azuri, “bağımsızlık” konusunu işlemiştir. (Davişa, 2004: 22-23). Mişel Eflak Arap birliği fikrinin temel savunucusu olan Baas’ın ideologu olmuştur. Burada bir hususu belirtmek gerekir. Yukarıda sayılan düşünce adamlarının hepsinin ortak özelliği Hristiyan olmalarıdır. Arap Milliyetçiliği’nin ilk tezahürleri Hristiyan Araplar arasında görülmüştür. Zira Türkler ile din bağı olmadığı için ayrılmak onlara vicdan azabı vermemiştir. (Davişa, 2004: 22). Arap Milliyetçiliği 1850’lerden itibaren Batı etkisinin çok güçlü bir şekilde hissedildiği Lübnan’daki Hristiyan Araplar öncülüğünde kültürel, sosyal ve tarihî araştırmalarla başlamış ve uzunca bir süre bu aydın kesimce yapılan çalışmalarla kuramsal altyapıya kavuşmuştur. (Bilgenoğlu, 2007: 18). Tüm çalışmalarda ve hareketlenmelerde, Arapların şanlı tarihine özlem ile siyasi bir uyanış doğmuştur. (Kürkçüoğlu, 1982: 14). B. Arap Milliyetçiliği’nde “Öteki” Ögesi 1. Geri Kalmışlığın Fikre Dönüşümü Milliyetçilik Avrupa’da çıkan bir ideoloji olmasına karşılık, asıl primini az gelişmiş coğrafyalarda yapmıştır: Güney Amerika, Asya, Afrika ve Orta Doğu. Orta Doğu coğrafyası, bilhassa petrolün keşfedilmesiyle birlikte, milliyetçiliğin hararetle uygulandığı bir yer olmuştur. a. Batı’nın Etkisi Milliyetçiliğin Arap halkları üzerinde, Batı tarafından kaynaklanan etkisi olumlu ve olumsuz olmak üzere iki yönlüdür. Her iki yön de birbirinin tezadı görünümündedir. Batı’nın ilk olumlu etkisi, Arap dünyasını ve milliyetçiliğini geliştirmesidir. Öncelikle tüm milliyetçilikler gibi Arap Milliyetçiliği de Batı Avrupa kökenli 6 Lübnan’da Türk karşıtlığında oluşan Arap Milliyetçiliği Batılı eğitim, Fransız Devrimi’nin siyasal ülküleri, Arap dili ve edebiyatının ihyası, matbaa, Arap gazetelerinin neşri, yurtdışı seyahatleri ve Lübnanlı göçmenlerin ABD’den geri dönmesi gibi etmenlerce beslenmiştir. Ayrılıkçı Arap Milliyetçiliği’nin Lübnan’da baskın olması da Batı ile sık temas kurulmuş olmasındandır. (Zeine, 2003: 44-45). 217 olup, onun içinden çıkmıştır. İkincisi, Arap Milliyetçiliği’nin tartışılmasına ve gelişmesine zemin hazırlamışlardır. Örneğin Mısır’ın İngiltere tarafından işgal edilmesinin ardından Arap ve Türk milliyetçileri fikirlerinin özgürce tartışılıp gelişmesine zemin hazırlayan Kahire ve İskenderiye’de toplanmışlardır. (Zeine, 2003: 57). Üçüncüsü mandacı devletler, örneğin Irak’ta, himayesindeki ülkelerde uygulanan Arap Milliyetçiliği’ne dayalı eğitim müfredatını desteklemişlerdir. (Simon, 1997: 95). Dördüncü olarak Arap Milliyetçiliği gibi fikirlerin olgunlaşmasına katkıda bulunmuşlardır. İlk Arap milliyetçileri Avrupa’da eğitim görmüş, Batı’daki özgürlükçü ortamı teneffüs etmiş kişilerdi. Bunlar ve sömürgeci devletler milliyetçilik fikrini bu bölgeye taşıyarak, entelektüel tartışmalar için ortam hazırlamışlardır. Son olarak Avrupalı devletler, Arap Orta Doğu’sunu sömürürken aynı zamanda bu bölgeleri ekonomik, kültürel, siyasi, toplumsal yönlerden geliştirmiştir. Örneğin I. Dünya Savaşı sonrasında kurulan manda sisteminde mandater devletin sömürge ülkesinin kendi ayakları üzerinde durabilmesini sağlamak gibi bir (sözde) görevi vardı. Orta Doğu’yu imarına katkıda bulunmuşlardır. Batı’nın Arap dünyasına ve milliyetçiliğine etkisi, tahmin edileceği gibi ve daha fazla oranda olumsuz olmuştur. Bu etkinin ilki, milliyetçiliğin oluşumuna yaptığı katkıdır. 19. yüzyıldan itibaren Batı ile çok çeşitli yollardan ilişkiye geçilmesiyle misyonerler ve Batılı okullar, Arap Milliyetçiliği’nin duygu ve hareketlerini şekillendirmiştir. Batı’nın ikinci etkisi isyanlar şeklinde olmuştur. İsyanları da iki şekilde değerlendirmek gerekir. a) Sömürge devletlerinin çıkarttığı isyanlar, b) Sömürge devletlerine karşı çıkan isyanlar. 1) 1798’de Mısır’ı işgal eden Fransa, Mısır’ı Osmanlı’ya karşı tahrik etmiştir. Sömürge devletlerinin çıkardığı isyanların en önemlisi Osmanlı Devleti’ne karşı çıkarılan 1916 Arap İsyanı’dır. 2) Sömürge devletlerine karşı çıkan isyanlarda Mısır önemli bir ülkedir. İngiltere, Mısır’ı işgal etmiş fakat buradaki ayaklanmalardan dolayı hiç de rahat edememiştir. Mehmet Ali Paşa dönemi sonrasında Mısır yönetimi üzerinde bariz bir üstünlük kurmuş olan İngiliz yönetimine karşı ülke içinde oluşan direniş, kendisini “İslam modernizmi” ve “Mısır Milliyetçiliği” şeklinde iki ideolojik tavırla ifade etmiştir. 7 1881’deki Arabî Paşa Ayaklanması bunların en önemlilerindendir. Olumsuz etkisinin sonuncusu da Orta Doğu’nun bağımsızlıklarını kaybetmesi ve çoğunun bir sömürge ülkesi hâline gelmesidir. Böylece, Arap coğrafyasının kaynakları, uzun süre Batı başkentlerine akmıştır. Sömürgeciliğin doğası gereği, hâkim (sömürgeci) devlet zenginleşirken, zayıf (sömürülen) devlet de fakirleşmiştir. Bu durum, Arapların petrol zengini olmalarına rağmen, 7 http://209.85.135.104/search?q=cache:1UIFmOghms4J:www.ihh.org.tr/misir/tarih/somurg e.html+İslam+modernizmi+ihh&hl=tr&ct=clnk&cd=1&gl=tr, (Erişim: 9.8.2007). 218 bugün bile zengin olamamalarının ardında yatan nedenlerden birisini göstermektedir. b. Türklerin Etkisi Arap Milliyetçiliği’ni doğuran ve gelişimini sağlayan dışsal etmenlerden birisi de Türkler ve Türk milliyetçiliğidir. Osmanlının 1517’de Mısır’ı fethedip halifeliği devralması ve egemenliğini Arap ülkelerine genişletmesiyle Türklerin Araplar üzerinde etkisi artmıştır. Bu durum aynı zamanda Arapların Türklere karşı bir olumsuz harekette bulunmalarını da engellemiştir. Ancak 19. yüzyılın ortalarından, bilhassa son çeyreğinden itibaren bölgenin bir cazibe merkezi olup paylaşım alanı hâline gelmesiyle Türkler hakkında olumsuz duygular depreşmeye başlamıştır. Napolyon’un Mısır’ı işgal etmesi Araplardaki Türk düşmanlığı duygularını uyandırmıştır. (Arsel, 1991: 185). Bunun yanında Avrupa’da eğitim görmüş olan ve bilhassa Hristiyan Arapların Arap Milliyetçiliği’ni şekillendirdiği görülmektedir. Bu doğrultuda Antonius’a göre, Arap millî kimliğinin uyanışında Türklerin etkisinin olmadığı açıktır. (Cleveland, 1997: 84). Arap Milliyetçiliği’nin oluşmasında Türk etmeniyle ilgili savların üç tür etki etrafında odaklandığı belirtilebilir. Bunlardan birincisi Türkçülük politikasıdır. İkincisi dinî etkendir. Sonuncusu da Türklerin Arapları geri bıraktırdığı ve sömürdüğüne ilişkin düşüncelerdir. Türkçülük etkeninin Arap Milliyetçiliği’ni doğurduğu ve büyüttüğü yönünde karşıt iki görüş belirtilebilir. İlkine göre; Osmanlı İmparatorluğu’nda 1913-1918 yılları arasında iktidarda olan (yönetimde 1908-1918 arasında etkili olmuştur) İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC), iktidarında Türkçülük politikası takip etmiştir. Devleti kurtarmanın son aracı olarak görülen Türkçülük politikasına Türk olmayan milletlerden tepki gelmiştir. Arap Milliyetçiliği’nin oluşumunda bu etkinin payı vardır. Türkçülüğün yükselişi Arap milliyetçilerini bir kopuşa sürüklemiştir. (Harbi, 1998: 84). Bu kopuş ve tepki öncelikle Hristiyan Araplardan gelmiştir. Örneğin Lübnan’da, Hristiyan Araplar arasında Türk aleyhtarı fikir ve hareketlerin gelişmesinde bunların kendilerini Müslüman Türk idaresinde okyanusta bir ada gibi hissetmeleri etkili olmuştur. (Soy, 2004: 179). Arap şehirlerindeki müezzinler Cuma namazlarında, Türk sultanlar için dua etmişlerdir. (Davişa, 2004: 16) Hutbeler Türkçe okutulmuştur. Buna mukabil, ikinci görüşe göre; Türkçülük, Arap Milliyetçiliği’ni etkin şekilde besleyen bir etmen değildir. Bir kere İTC iktidara geldiğinde katı bir Türkçülük politikası uygulamamış, tersine bunu telaffuzdan mümkün mertebe kaçınmıştır. İktidarının ilk yıllarında Türkçülük değil, Osmanlıcılığa inanmışlardır. Bunun bir sonucu olarak Osmanlılarda ve İttihatçıların istikrarsız iktidarında bile Araplar için bir art niyet olmamıştır. Arapları darıltan birkaç uygulamadan sonraları vazgeçmişlerdir. Ancak Arnavut ve Arap tebanın milliyetçi girişimleri üzerine İTC Osmanlıcılığı terk etmiş (Emre, 2004: 62) ve 219 Türkçülüğe yönelmiştir. Kısacası Arapları milliyetçilik hareketlerine yönelten İTC ve Türkçülük olmayıp, tersine İTC’yi Türkçülüğe yönelten Müslüman Arnavut ve Arapların milliyetçi eylemleri olmuştur. (Emre, 2004: 62-63). Bu çerçevede belirtilebilecek bir başka husus da İTC’nin sadece Türkçülerden oluşan bir hareket olmadığına ilişkindir. İTC karma bir hareket olup kurucuları arasında Türk ve Türkçü olmayan kişiler de mevcuttu. Örneğin İTC’nin genel başkanlarından ve İTC iktidarının sadrazamlarından (başbakan) birisi de İslamcı kişiliğiyle bilinen Said Halim Paşa’dır. Bu karma yapı Arap ve diğer Müslüman tebaya karşı ayrımcı politikalar takip edilmediğinin bir göstergesidir. Din etmeni ise, İslamcı-Arap milliyetçisi fikir adamlarının Osmanlı Devleti/Türklere karşı savlarında kendini belli etmiştir. Örneğin Suriyeli Kavakibi Araplar ile Türkler arasındaki etnik farklılıkları işleyerek, Arapları Türklerden ayrıştırmıştır. Kavakibi Şehirlerin Anası kitabında, Türklerin, Ümmete İslam’ın çökmesine yol açan uygulamalar soktuğu ve Türkler İslamiyet’i kabul etmeselerdi İslam şimdikinden daha iyi konumda olacaktı, görüşünü savunur. Bu nedenle, Halifelik Türklerden alınıp Hicaz’a getirilerek, Kureyş soyundan seçilen Halife’ye verilmelidir. Böylece güçler dengesinde Türklerden Araplara bir kayma gerçekleşecektir. Halifelik ve Arapçılık hareketine yarı siyasal bir boyut kazandırır. Raşid Rıza (1865-1935) ise, halifeliğin İstanbul’daki Osmanlı hükümdarlarında olmasının gülünç birşey olduğunu belirtir. Hatta Rıza, İslam’ın “Osmanlı hükümdarlarından zarar gördüğünde” ısrar eder. Ona göre Türkler, halifeliği, İslam’ı yaymak için Allah’ın seçmiş olduğu millet olan Araplardan (Abbasilerden) zorla almışlardır. (Davişa, 2004: 19-21). Geri bırakma etmeninin de Arap dünyasında önemli bir inanırlığı vardır. Arap Milliyetçiliği’nin ilk fikir babalarından Suriyeli Hristiyan Necip Azuri (öl. 1916), Osmanlıyı parçalayıp bir Arap devleti kurmayı savunan ilk ayrılıkçıydı. Ona göre, “Türkler Araplara zarar vermişlerdir. Türkler müdahale etmeseydi Araplar, dünyadaki en medeni millet olacaktı.” İ. Yazıcı’ya göre de, “Arap medeniyetinin çökmeye başladığı an Türklerin, Araplar üzerinde egemenlik kurmaya geldiği andır. Arapların eski ihtişamlarına dönmeleri için Türkleri kendi içlerinden kovmaları gerekir.” (Davişa, 2004: 22-23). Arapların Osmanlı yönetiminde sosyo-ekonomik ve kültürel açıdan durağanlaşmaya başladığını vurgulayan başka kaynaklar da vardır. Bunlara göre Abbasi devrinin sanat, edebiyat, bilim gibi alanlardaki kültürel zenginliği Osmanlı yönetiminde bir durgunluk yaşamıştır. (Tibi, 1998: 95). Türklere karşı gerçekleştirilen bir eylem olmasından dolayı Arap İsyanı’ndan bahsetmek gerekir. 1916 Arap İsyanı (1916-18), Türklere karşı somut bir tepki olarak kabul edilebilir. 1878’den sonra Osmanlı Devleti’ni ayakta tutma politikasını bırakan İngiltere, çıkarlarını korumak için Osmanlı mirasına konmaya başlamıştır. Hindistan ticaret yolunun güvenliği, Akdeniz ve Orta Doğu’daki varlığını devam ettirme ve en önemlisi de petrol kaynaklarına sahip olma gibi sebeplerle Osmanlı Devleti’ni ortadan kaldırmak istemiştir. Bu 220 nedenle Osmanlı ile husumet hâlinde olan, Osmanlı padişahının otoritesini yıkma fikrini beslemiş olan Mekke Emiri Şerif Hüseyin8 ile anlaşarak, Osmanlı Devleti’ne saldırtmıştır. Aslında ilk fikir İngiltere’den değil, Ş. Hüseyin’den gelmiştir. (Kürkçüoğlu, 1982: 75-76). İlk başlarda İngiltere Arap Milliyetçiliği’ni desteklememişti ve bir Arap hareketinin başarıya ulaşacağı noktasında tereddütleri vardı. Ş. Hüseyin cihat çağrısına uymayacağını garanti etmiştir. Karşılıklı görüşmeler sonrasında İngiltere, Hicaz’daki bir ayaklanmanın kutsal yerlerden dolayı tüm Arapları tahrik ve teşvik edebileceği; Ş. Hüseyin’in itibarlı makamının nüfuzu; hac yolu üzerindeki mukaddes yerleri elinde tutarak dost olduğunu göstermek için Ş. Hüseyin ile anlaşmıştır. (Kürkçüoğlu, 1982: 76-77). 27 Haziran 1916’da Ş. Hüseyin, Osmanlı’nın halkı ezdiği, dine karşı uygulamalarda bulunduğu ve de Arabı Araba ezdirdiği gibi Arap Milliyetçiliği kokan suçlamalarla Osmanlı’ya isyan başlatmıştır. (Kürkçüoğlu, 1982: 116). Bu isyanın siyasi (milliyetçi) mi, dinî mi yoksa toplumsal bir isyan mı olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Birincisine göre, isyan siyasi/milliyetçi bir isyandır. Bu savı savunanlar tarihçi George Antonius ve daha çok Türk yazarlardır.9 Bu savı güçlendiren nedenler olarak, i) Hicaz dışındaki Araplar da destek sözü vermişlerdir. (Kürkçüoğlu, 1982: 82). ii) Halife II. Abdülhamit’in Cihat çağrısına uymamışlardır. iii) İsyanın Faysal tarafından belirlenen üç aracı vardır: altın, nüfuz ve mesaj. Esas araç, Arap aydınlanmasının özü (Davişa, 2004: 32) olarak nitelenen siyasi mesaj idi; yani özgürlüğü her şeyin üstünde bir değer olarak görmeleri ve bunu gerçekleştirmek için Faysal’ın arkasında savaşmaya yemin etmeleridir. iv) Ş. Hüseyin’in milliyetçiliğe (Arabı Araba ezdirmek gibi) ilişkin sözleri, v) İsyanın yönetim kadrosunda milliyetçilerin yer alması. Örneğin Ş. Hüseyin’in oğlu Abdullah, gizli bir Arap siyasi örgütünün üyesi olan bir Arap milliyetçisiydi. (Dawn, 1998: 64). O’na göre Araplar istisnai bir ulustur. Ayrıca Ş. Hüseyin milliyetçi Araplarla ilişki içerisinde olmuştur. (Dawn, 1998: 79). Temmuz 1915’te İngiltere’nin Mısır Komutanı McMahon’a sunduğu mesajında talep ettiği Arap devletinin sınırları ile tüm Arap milliyetçilerinin talep ettiği Arap sınırları örtüşmektedir. (Dawn, 1998: 100). vi) Arapların kendileri bu isyanı “Arap İsyanı” olarak adlandırmakta olup, isyanı Arap uyanışının en son noktası olarak görmektedirler. (Dawn, 1998: 7). İsyan, Arap Milliyetçiliği’nin bir kilometre taşıdır. Ş. Hüseyin Arapçılığın siyasi tasarısını hazırlamış ve uygulamaya koymuştur. (Dawn, 1998: 61). Bu da göstermektedir ki, Arapların ırken farklı oldukları Türklerden ayrılmak istediklerini, böylece millî duygu ve hareketin dinî duyguların önüne geçmeye başladığı görülmüştür. (Kürkçüoğlu, 1982: 90-91). Antonius’a göre, başlangıçta milliyetçilikle fazla ilgisi olmamakla beraber, İsyan, milliyetçi bellek ve tarih 8 Ş. Hüseyin 1914’e kadar Osmanlı’ya sadık kalmış, Hicaz’da babadan oğula geçen bir krallık talebinin Osmanlılarca reddedilmesi üzerine başkaldırmaya başlamıştır. (Davişa, 2004: 31). 9 Bkz.: George Antonius, The Arab Awakening: The Story of Arab National Movements, Beirut: Khayat’s, 1938: Türk yazarlardan Bkz.: Kürkçüoğlu; Arsel. 221 literatüründe Arap Milliyetçiliği hareketini ateşleyecek, Arap bağımsızlığını gerçekleştirecek ve Arapların tek devlet içinde ve tek hükûmet altında siyasal birlik istemlerine yol açacak bir vatanseverlik kıvılcımı olarak saygın bir hareketti. (Davişa, 2004: 30). Buna karşılık isyanın milliyetçi bir hareket olmadığı görüşü vardır. Bunun göstergeleri olarak, i) Osmanlı’nın Arapça konuşan diğer topraklarındaki halklar isyana kayıtsız kalmışlar ve destek vermemişlerdir.10 ii) Söylemleri itibarıyla İslamcı bir harekettir. Ş. Hüseyin’in, İslam bayrağı altında birleşme ve Genç Türkleri İslam’ı tehlikeye sokan kafir yenilikçiler gibi düşünceleri vardır. Batılı11 ve Arap12 tarihçilerden kesinlikle İslami bir hareket olduğunu savunanlar vardır. Bunlara göre, isyan Arap’tır ama Arap milliyetçisi değildir. Araplar adına değil, Ş. Hüseyin öncülüğünde Mekkeli hilafet adına girişilen İslamcı bir harekettir. (Davişa, 2004: 31). İsyanın, ne milliyetçi ne de İslamcı bir hareket olduğuna ilişkin üçüncü bir görüş vardır. Buna göre isyan yalnızca para uğruna yapılmış bir savaşım idi. İngiliz altınları, Faysal’ın mesajından ve Emir’in nüfuzundan daha etkili olmuştur. T. Edward Lawrance, Faysal’ın kabileleri satın almasını İngiliz altınlarının mümkün kıldığını ifade eder. Kabile liderleri o kadar sıkı pazarlık etmişlerdir ki, çoğu paralarını aldıktan sonra Emir’in savaşından çekilmiştir. (Davişa, 2004: 33). İsyanın tasarlanan tarihten geç başlamasının bir nedeni de bu pazarlıklardır. 2. “Öteki” Sorunsalı Arap Milliyetçiliği’nin oluşum ve yerleşme (ilk ortaya çıkıştan Arap devletlerin bağımsızlıklarına kadarki) dönemlerinde “öteki” kimdir? Türkler midir yoksa Batı mıdır? Öteki sorunsalı esas olarak bu iki unsur bazında incelenmelidir. Türkler, 16. yüzyıldan itibaren Arap bölgelerinin çoğu kesimlerini hâkimiyet altına almışlardır. 20. yüzyılın başlarına kadar Arap halklarını yönetmiştir. Bu süre zarfında Müslüman olmaları nedeniyle İslam’a büyük hürmet göstermişlerdir. Kabe’nin örtüsü ve yıkamada kullanılan gülsuyu, yanında hediyelerle birlikte her yıl Osmanlı Devleti/Türkiye’den gitmiştir.13 Hicaz’dan 10 (Davişa, 2004: 33). Mısır’da yayınlanan, el-Ahram gazetesi isyanın kesinlikle milliyetçi bir hareket olmadığı sonucuna varmıştır. Mısır; yerelciliğin ve Osmanlıcılığın güçlü olmasından dolayı Suriye; Filistin; Şii özelliğinden ve “kafir İngilizlerle Müslüman Osmanlı’ya karşı” ittifaktan ve Seyid Talib’in Emir olması yerine Ş. Hüseyin’in hükümdar olma isteğinden dolayı Mezopotamya; ve hatta Emir’in kendi arka bahçesi olarak gördüğü Hicaz bile isyana tam destek vermemiştir. (Davişa, 2004: 31-35). 11 Örneğin William Cleveland, isyanın İslam’ı korumak adına başlatıldığını belirtir. (Davişa, 2004: 30-31). 12 Örneğin Aziz el-Azmeh, “isyan Arap Milliyetçiliği kayıtlarından çıkarılmalıdır” der. (Davişa, 2004: 32). 13 Hâlen de zaman zaman gönderilmektedir. 1990’a kadar gülsuyu Isparta’dan gönderilmekteydi. Dört asırdan fazla bir süreyle her hac mevsiminde Mekke ve Medine’ye gönderilen Sürre 222 vergi ve asker almamış, diğer Arap bölgelerinde de müsamahalı davranmıştır. Araplar, Hz. Muhammed’den dolayı “Kavm-i Necip” (asil halk) olarak kabul edilmiş, (Zeine, 2003: 25) büyük saygı görmüşlerdir. Hatta bundan dolayı Türkçü olarak bilinen İTC döneminde bile, Arapları gücendirecek uygulamalara gidilmemeye çalışılmıştır. Peygamber soyuna hürmeten Mekke ve Medine kalelerine bayrak bile çekmemiştir. Arapça konuşulan bölgelerdeki halka Osmanlı’nın diğer bölgelerindeki halka bahşedilmeyen bir yaklaşım sergilenmiştir. (Zeine, 2003: 25). Osmanlı Türkleri Arap alfabesini kullanmışlardır. Arapçayı kutsal dil kabul ederek ona saygı göstermiştir. Arapça üstün önemini korumaya devam etmiştir. (Davişa, 2004: 16). Bunun yanında Mekke ve Medine başta olmak üzere eğitim kurumlarının sayıları sürekli artırılmıştır. (Dawn, 1998: 10). Türklerin penceresinden bakıldığında tüm bunlar Türklerin Araplar için bir mutlak “öteki” olamayacağına delalet eder. Bir başka husus, Araplar 4 asır boyunca Osmanlı Türklerinin hâkimiyetinde kalmalarına rağmen asimile olmamışlar, millet olarak varlıklarını korumuşlardır.14 Son olarak Osmanlı hâkimiyetinde iken hiçbir Arap coğrafyasında büyük çaplı savaş, çatışma yaşanmamıştır. Osmanlı hâkimiyetindeki yıllar huzurlu bir dönem olmuştur. Yukarıda bahsedilen Türklerin Arapları geri bıraktırdığı hususunun da mutlak bir doğruluğu yoktur. Arapların geri kalmışlığı ve 400 yıl boyunca kültürel durgunluklarının ana sorumlusunun Türkler olduğunu ispatlayacak hiçbir tarihî kanıt yoktur. (Zeine, 2003: 25). Bu sav bir zan ve siyasi saldırıdan ibarettir. Tersine Arap bölgeleri Türklerin hâkimiyetinde kalmaktan kârlı çıkmışlardır. Örneğin Suriye ticari bir merkez hâline gelmiştir. (Zeine, 2003: 25). Arapların penceresinden bakıldığında ise, 19. yüzyılın sonlarına doğru oluşan Arap Milliyetçiliği daha çok Suriye ve Lübnanlı Hristiyan Araplarla başlamış, Osmanlıya ve Türklere düşmanlık bu kesimce beslenmiştir. Bunlar ayrılma yönünde çalışırken, Müslüman Araplar ise Osmanlı ile birlikten memnun idiler. Osmanlı’nın bölgeye gelişi bir lütuf olarak algılanmıştır.15 1916 Arap İsyanı’nda Osmanlı’ya başkaldıran bir kısım Arab’a karşılık çoğu Osmanlı’ya sadık kalmıştır. Ayrıca Arapların 4 asır boyunca herhangi bir isyana başvurmaması Osmanlı yönetiminden memnuniyetini gösterir. Zaten Arap Alayları ve yöre halkına takdim edilen sayısız hediye ve yardımlar, bu beldelere gösterilen saygının bir başka ifadesidir. Arabistan ahâlisi, Osmanlıların hâkimiyetinde kaldıkları 1517- 1918 yılları arasında bolluk içinde yaşayıp, ihtiyaçları bu şekilde ziyâdesiyle karşılanmıştır. Son Sürre Alayı 1918’de gönderilmiş olup, Osmanlı savaş zamanı paraya ihtiyaç duymasına rağmen bu beldelere 3.650.000 kuruş göndermiştir. (Pala, 2005: 16). 14 Bununla ilgili olarak bir olayı nakletmek çalışmaya ışık tutacaktır: Cezayirli bir genç Necip Fazıl Kısakürek’e Osmanlı’nın emperyalist olup olmadığını sormuştur. Kısakürek hazır cevaplılığıyla, “Osmanlı emperyalist olsaydı bu soruyu bana Fransızca değil, Türkçe sorardın.” demiştir. (Hancıoğlu, 2007: 18). 15 İbn Haldun, “Araplar çöküşe geçtiğinde, Türkler Allah’ın dinini, Hristiyan Haçlılardan ve putperest Moğollardan, kurtarmıştır.” der. (Caşın, 2003: 51). 223 Milliyetçiliği en son noktaya kadar ayrılıkçı olmamıştır. Arapların birçoğu Osmanlı’yı yabancı bir sömürgeci güç olarak değil, sadece Arap olmayan bir hanedan olarak görmüşler ve kendilerine saygılı davrandıkça, dindaş kaldıkça, kendilerini Batı işgaline karşı korudukça itaat etmişlerdir. Örneğin Iraklı bir bürokrat-siyasetçi olan Talib Müştak, Irak’ın Osmanlı yönetimindeyken asla sömürgeci yönetim altında olmadığını belirtir. (Davişa, 2004: 29). Günümüzde bile bazı Araplar arasında Osmanlı yönetimi özlemi vardır. Örneğin Cezayir Cumhurbaşkanı Abdulaziz Buteflika, Nisan 2005’te, Türkiye’ye Osmanlı’dan kopan ülkeler arasında bir Osmanlı Birliği kurulmasını önermiştir. Önerisi esnasında, “Biz (Cezayir) Osmanlı’ya daha sıcak ve benimseyerek bakarız. Osmanlı asırları bizim millî tarihimizin de gurur duyduğumuz bir bölümüdür” şeklinde konuşmuştur. (Akyol, 2005). Buna karşılık Osmanlı’yı “öteki” görme durumu da vardır. Arap Milliyetçiliği, en Batı karşıtı olduğu zamanlarda bile Osmanlı karşıtı olmuştur. Örneğin Mısır, Arap Dünyasının lideri olma konumundan dolayı Osmanlı’yı pek çok zaman “öteki” olarak görmüştür. Türkleri nefret derecesinde “öteki” olarak gören Araplar olduğu gibi köpeğinin ismine “Arap” diyecek kadar Araplardan nefret eden Türkler de vardır. Osmanlı tarafında İTC, Araplar tarafında ise 1916 Arap İsyanı ilişkilerin kırılma noktalarıdır. Türkler, Arap coğrafyasından çekildikten sonra Türkler ile Arapların ilişkileri hem yoğunluğunun azalması hem de eşit devletler arası ilişkilere dönüşmesi bakımından nitelik olarak değişime uğramıştır. Soğuk Savaş yıllarında ise Arap Orta Doğu’sunun ABD karşıtlığı ve Doğu Bloku’nun lideri Sovyetler Birliği’ne yakın olmaları Türkiye’nin ise ABD yanında yer alması nedeniyle soğukluklar yaşanmıştır. Genel olarak ve neticede Arap Milliyetçiliği ve bilincinin doğuşu ve Arapların bağımsız devlet kurmalarına kadarki aşamada Türklerin “öteki” konumunda olduğu belirtilebilir. Ancak yukarıda Türklerin “öteki” olduğuna ilişkin sava karşın gerçekte Araplar nezdinde Türklerin ötekiliğinin etkin ve mutlak bir ötekilik olmadığı ifade edilebilir. Zira şu etmen esaslı bir şekilde göz önünde bulundurulmalıdır: Arap Milliyetçiliği’nin doğuşu milliyetçilikler yüzyılı olarak kabul edilen 19. yüzyılın doğal bir sonucudur. Denilebilir ki, Arap Milliyetçiliği sadece bir Osmanlı/Türk karşıt ögesine karşı oluşmayıp, “onlar” unsurunun olmadığı (veya çok belirsiz olduğu) ve “biz” unsurunun baskınlığında doğan bir harekettir. Bir Türk karşıtlığı olmasaydı da yüzyılın gereği olarak bir Arap Milliyetçiliği doğacaktı. O hâlde Arap Milliyetçiliği başlarda “biz” (Arap) merkezli olup; sonraları buna “onlar” (Osmanlı/Türkler ve Batı/Avrupa) eklenmiştir. Batılıların “öteki” olduğu (veya olması gerektiği) savı daha gerçekçidir. Bunun bulguları olarak şunlar sıralanabilir: 1. Arap coğrafyasını sömürmüştür. Avrupalıların Orta Doğu’ya gelişi, 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren yoğunluk kazanmıştır. Bu zamanlar, bilhassa 224 20. yüzyıl başı, petrolün Orta Doğu’da keşfedilme zamanlarıdır. Avrupalı Batılılar, petrol için Osmanlı Devleti’ni bölme amacıyla Araplara milliyetçilik duygularını aşılamıştır. Arap coğrafyasını işgal ederek neredeyse tüm Arapları sömürgeleştirmiştir. Arap coğrafyası başta İngiltere ve Fransa arasında pay edilmiştir. Fransa, Suriye, Cezayir’i; İngiltere Arap Yarımadası, Irak, Mısır’ı işgal etmiştir. Araplar, uzunca bir süre Batılılarca yönetilmiş, doğal kaynakları Batı başkentlerine aktarılmıştır. I. Dünya Savaşı sonrasında “Manda”, I. Dünya Savaşı sonrasında da “Vesayet” sistemiyle Arap coğrafyası Avrupalı devletlerin resmi sömürgesi olmuştur. Örneğin Suriye 1946’ya kadar Fransızlarca, Ürdün 1957’ye kadar İngilizlerce sömürülmüştür. Bu sömürü nitelik değiştirmiş hâliyle günümüzde bile devam etmektedir. Pek çok Arap ülkesinde ABD etkisi sürmekte hatta Irak 2003’te işgal edilerek Irak petrollerini Amerikan ve İngiliz firmalarına aktarmak için Irak Meclisi’nde kanunlar çıkartılmaktadır. Yani Arap coğrafyasının sömürüsü hâlâ sürmektedir. 2. Arap toplumunu bölmüştür. Sömürge devletleri, her yönettiği bölgenin kendi sınırlarını çizerek, onların bağımsız birimler olmalarını sağlamışlardır. Batı, Arap devletlerini sözde bağımsızlığa kavuşturmuştur. Ancak bu bağımsızlaştırmayı Arap ulusunu ayrı ayrı devletçiklere bölerek yapmıştır. Elbetteki bu tarz bağımsızlaştırma Arapların çıkarına ve istediği bir yol olmayıp tamamen Batının çıkarlarına uygun idi. Zira Batı bu yolla: a. Güçlü Osmanlı Devleti’ni ortadan kaldırarak mirasına (petrolün bulunduğu Arap Orta Doğu’suna) yerleşmeyi, b. Arapların tek vücut olmalarını engellemeyi, hedeflememiş ve başarmıştır. Arapları “böl-yönet” politikasına uygun olarak güçsüz, küçük ve birbiriyle husumetli devletçikler hâline getirmişlerdir. Araplar devletlerinin olduğuna sevinirken aslında bölünerek ve birbirlerinin düşmanı hâline gelerek kazandıklarından daha fazlasını kaybetmişlerdir. Arap Milliyetçiliği’nin ideologlarından Husri de bunu kabul eder. O, Arap devletlerinin sınırlarının ne bu ülkelerin ne de halkların çıkarlarına göre değil, buraları hâkimiyeti altında tutan ve paylaşan emperyalist devletlerin kendi çıkarlarını sağlama alma amacıyla kendi aralarında uzun pazarlıklar ve hileler sonucu oluşturulduğunu ifade eder.16 3. Manda ve vesayet sistemleri ile onurlarını kırmışlardır. I. Dünya Savaşı sonrasında, Milletler Cemiyeti zamanında sömürgeci Batılı devletler Orta Doğu devletlerini, “kendilerini yönetme yeteneğini kazanmalarını sağlama” amacıyla yönetmiştir. Bu sistem Birleşmiş Milletler (BM) zamanında da “Vesayet Rejimi ve Kendi Kendini Yönetmeyen Ülkeler Rejimi” adıyla devam ettirilmiştir. Yani Arap halkları kendi kendini yönetme yeteneği olmayan, geri halklar olarak dünyaya tanıtılmıştır. Bu bir halk için onur kırıcıdır. 4. Huzuru ortadan kaldırmışlardır. Osmanlı hâkimiyetindeyken Orta Doğu coğrafyası en huzurlu ve barışçıl dönemlerini yaşamıştır. Ne zamanki 16 (Husri, 1998: 149). Bölgesel devletlerin oluşturulması Arap Milliyetçiliği’ni Batı karşıtı yapmıştır. (Harbi, 1998: 85). 225 Osmanlı’nın bölgedeki egemenliği sona erdi/erdirildi, o zaman savaşlar, çatışmalar ve huzursuzluk bölgenin kaderi hâline gelmiştir. Bugün bile, Irak’taki iç savaş niteliğindeki çatışmalar, Filistin-İsrail sorunu bölgedeki huzursuzluğun dışavurumlarıdır. 5. İsrail etmeni. İsrail’i Orta Doğu’ya, Arap denizinin içinde bir ada olarak yerleştiren Batı’dır. 1917 Balfour Bildirisi ile İngiltere, Yahudilere Filistin bölgesinde yurt vaad etmiş, buraya göçlerine izin vermiştir. 1948’de devlet kurulduğunda da ilk tanıyanlar yine Batılı güçler olmuştur. İsrail’in kurulması, siyonizmin gelişmesi ve Yahudilerle Arapların (başta Filistinliler) bir arada yaşama sorunu hem Arap Milliyetçiliği’nin şiddetini hem de Araplardaki Batı’ya karşı “öteki” duygusunu artırmıştır. (Harbi, 1998: 85). Batı’nın “öteki” olmadığına ilişkin karşıt bir görüş vardır. Buna göre, Batı bedevi Arap toplumunu çağdaşlaştırmış, bu nedenle de Batı’nın Orta Doğu’ya sömürgecilik şeklinde de olsa gelmesi iyi olmuştur. Araplar, İngiltere ve Fransa’yı kendilerine örnek alarak laik, liberal ve anayasal bir sultanlık olacaktır. (Davişa, 2004: 23). Tarihçiler ve sosyal bilimciler, Fransa’nın Mısır’ı işgal ettiği yıl olan 1798’in çağdaş Orta Doğu tarihinin ve Mısır’ın çağdaşlaşmasının başlangıcı olduğunda hemfikirdirler. 17 Tarihsel olarak Arap Milliyetçiliği için “öteki”; doğuş dönemlerinde Türkler, 20. yüzyılın ilk yarısında sömürgeci Avrupalı Batılılar, ikinci yarısında ABD’nin başını çektiği Batılı devletler ve İsrail’dir. Günümüzde de İsrail ve ABD tek “öteki”dir. Bunun göstergeleri olarak Arap devletlerinin çoğunun hâlâ İsrail’i bir devlet olarak tanımamaları ve ABD’yi “büyük şeytan” olarak telakki etmeleri sayılabilir. SONUÇ Farklılıkların ayrışması benzerliklerin ayrışmasına göre daha kolay ve belirgindir. Gayrimüslim toplumların Osmanlı’dan ayrılması da Müslüman toplumların ayrılmasına nazaran daha erken dönemlerde ve keskin bir biçimde olmuştur. Ancak Arnavutlar, Araplar gibi Müslüman toplumların ayrılmaları ruhsal açıdan daha sancılı olduğu gibi net bir kopuş şeklinde de olmamıştır. Dinî ve kısmen de kültürel yakınlık nedeniyle Arap ve Türk halkı birbirlerini mutlak manada reddetmemişlerdir. Hz. Peygamber, Kur’an dili, Kabe’nin Arap topraklarında olması gibi nedenlerden dolayı Araplara sevgiyle bakan pek çok Türk olduğu gibi Osmanlı’dan dolayı Türklere sevgi besleyen pek çok Arap vardır. Ötekilik daha çok farklı birimlere karşı olur. Keskin derecede ayrışmış bir birime karşı olan ötekilik daha sert, kesin ve mutlak iken; benzerlikleri olan birimlere karşı olan ötekiliğin rengi daha açıktır ve dönemsel olup geçicidir. Bu 17 (Tibi, 1998: 97). 19. yüzyıl Doğu’nun (aynı zamanda Arap Orta Doğusu’nun) Batılılaştırılma sürecinin başladığı bir yüzyıl olmuştur. Bu süreçte Fransız işgali büyük rol oynamıştır. (Piterberg, 1997: 50). 226 durum “öteki” kavramının kimler için söz konusu olduğunun bir ispatı niteliğindedir. Araplardan Türklerle yaşamaya devam eden olduğu gibi pek Arap da Türkleri “öteki” görmez. Ayrıca Türklerin egemenliği altında geçirdiği yılları kendi tarihinin onurlu yılları sayanların (örneğin Cezayir) olduğu bir Arap toplumu için Türkler “öteki” olamaz. Dinî, kültürel, tarihî, coğrafi anlamlarda Araplardan çok farklı olan ve Arap dünyasını sömüren bir Batı/Avrupa varken; Türklerle dini, coğrafi ve tarihî anlamlarda türdeşliği olan Arapların Türklere karşı “öteki” olarak bakamayacağı aşikârdır. Şunu da göz ardı etmemek gerekir ki, Arap Milliyetçiliği’nin doğuşu ve bağımsızlıklarını elde ettikleri dönemlerde Türkler Araplar için “öteki” olmuşsa bile yukarıda da belirtildiği üzere, Türk-Arap ilişkisinin, Arap-Batı ilişkisine nazaran türdeşliğinin olması nedeniyle Arapların Türkleri “öteki” olarak görmesi de hem mutlak olmamıştır hem de büyük oranda bu dönemle sınırlı kalmıştır. Mutlak olmamıştır çünkü tüm Araplar bu düşüncede olmamıştır. Sadece bu dönemle sınırlı kalmıştır çünkü Araplar bağımsız olduktan sonra bu hâleti ruhiyeden kurtulmuşlar ve ilişkiler yöneten-yönetilen düzeyinden eşitlik düzeyinde gerçekleşmeye başlamıştır. KAYNAKÇA Akyol, Taha, (2005), “Millî Tarihin İnşa Edilmesi”, Milliyet, 12 Nisan. AlHusri, Sati, (1998), “Arap Milliyetçiliği Üzerine: Arap Milliyetçiliği Nedir?”, Jean LECA (haz.), Uluslar ve Milliyetçilikler, Çev.: Siren İdemen, İstanbul: Metis Yayınları, 148-149. Arsel, İlhan, (1991), Arap Milliyetçiliği ve Türkler, 4. Baskı, İstanbul: İnkılap Kitabevi. Caşın, M. Hakkı vd., (2003), “ABD’nin Irak Harekâtı Sonrasında Orta Doğu’da Değişen Uluslararası Konjonktür ve Arap Milliyetçiliği’nin Yeni Parametreleri”, Jeopolitik, 2(6), 49-68. Cleveland, William L., (1997), “The Arab Nationalism of George Antonius Reconsidered”, James Jankowski and Israel Gershoni (edi.), Rethinking Nationalism in the Arab Middle, New York: Columbia University Press, 65- 86. Davişa, Adid, (2004), Arap Milliyetçiliği, Zaferden Umutsuzluğa, Çeviren: Lütfi Yalçın, İstanbul: Literatür Yayınları. Dawn, C. Ernest, (1998), Osmanlıcılıktan Arapçılığa, İstanbul: Yöneliş Yayınları. Emre, İsmet, (2004), “Türk Duygusu Mecmuası Üzerine Bir İnceleme”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, VIII(1), 61-74, http://www.cumhuriyet.edu.tr/edergi/makale/871.pdf, (Erişim: 7. 8. 2007). 227 Gogoi, Aparajita and Gazi Ibdewi Abdulghafour, (1994), Arab Nationalism: Birth, Evolution And The Present Dilemma, New Delhi: Lancers Boks. Güler, Zeynep, (2004), Süveyş’in Batısında Arap Milliyetçiliği: Mısır ve Nasırcılık, İstanbul: Yenihayat Kütüphanesi. Hancıoğlu, Selim, (2007), “Bir Akşam Şam’a Gitmeli”, Zaman, 17 Mart. Harbi, Mohammad, (1998), “Arap Ulusal Mitini Sorgularken”, Jean Leca (Haz.), Uluslar ve Milliyetçilikler, Çeviren: Siren İdemen, İstanbul: Metis Yayınları, 84-88. Hourani, Albert, (2005), Arap Halkları Tarihi, Çev.: Yavuz Alogan, 5. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları. “İslam ve Milliyetçilik”, (2007), http://209. 85. 129. 104/search?q=cache: 1l1bJdw3EUYJ: www. doguturkistan. net/modules. php%3Fname%3 DNews%26file%3Darticle%26sid%3D5032+arab%27%C4%B1n+acem% 27e+%C3%BCst%C3%BCn&hl=tr&ct=clnk&cd=4&gl=tr. (Erişim: 26. 7. 2007). http://209.85.135.104/search?q=cache: 1UIFmOghms4J: www. ihh. org. tr/misir/tarih/somurge.html+İslam+modernizmi+ihh&hl=tr&ct=clnk&cd= 1&gl=tr, (Erişim: 9.8.2007). Kürkçüoğlu, Ömer, (1982), Osmanlı Devleti’ne Karşı Arap Bağımsızlık Hareketi (1908-1918), Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Yayınları. Okutan, Çağatay, (2001), “Arap Milliyetçiliği”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 56(2), 158-172. Oran, Baskın, (1997), Azgelişmiş Ülke Milliyetçiliği, Kara Afrika Modeli, 3. Basım, İstanbul: Bilgi Yayınları. Pala, İskender, (2005), “Hac Yollarında Meş’ale-i Yi Kârbân Gibi”, Diyanet Aylık Dergi, Sayı: 169, 16-19. Piterberg, Gabriel, (1997), “The Tropes of Stagnation and Awakening in Nationalist Historical Consciousness: The Egyptian Case”, James Jankowski and Israel Gershoni (edi.), Rethinking Nationalism in the Arab Middle, New York: Columbia University Press, 42-61. Simon, Reeva S., (1997), “The Imposition of Nationalism on a Non-Nation State: The Case of Iraq During the Interwar Period, 1921-1941”, James Jankowski and Israel Gershoni (edi.), Rethinking Nationalism in the Arab Middle, New York: Columbia University Press, 87-104. Soy, Bayram, (2004), “Arap Milliyetçiliği: Ortaya Çıkışından 1918’e Kadar”, Bilig Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı:
..İSTANBUL GELİŞİM ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN OLUŞUM SÜRECİ VE TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN İDEALLERİ BAĞLAMINDA CUMHURİYETİN İLANI SİYASET BİLİMİ VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANABİLİM DALI SİYASET BİLİMİ VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER BİLİM DALI YÜKSEK LİSANS TEZİ Hazırlayan Gökhan DURGUN Tez Danışmanı Dr. Öğr. Üyesi Alihan LİMONCUOĞLU İSTANBUL – 2019 TEZ TANITIM FORMU YAZAR ADI SOYADI : Gökhan DURGUN TEZİN DİLİ : Türkçe TEZİN ADI : Türk Milliyetçiliğinin Oluşum süreci ve Türk Milliyetçiliğinin İdealleri Bağlamında Cumhuriyetin İlanı ENSTİTÜ : İstanbul Gelişim Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü ANABİLİM DALI : Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı TEZİN TÜRÜ : Yüksek Lisans TEZİN TARİHİ : 2019 SAYFA SAYISI : 100 TEZ DANIŞMANLARI : Dr. Öğr. Üyesi Alihan LİMONCUOĞLU DİZİN TERİMLERİ : Millet, Milliyetçilik, Türk Milliyetçiliği, Türkiye, Siyaset Bilimi TÜRKÇE ÖZET : Türk aydınlarının Osmanlı Devletinin dağılması karşısında bir kurtuluş reçetesi olarak teorik çerçevesini oluşturup pratikte uygulamaya koydukları Türk Milliyetçiliği, Türk siyasal hayatında anayasal gelişmelerin önünü açmış ve Cumhuriyete giden yolun mihenk taşlarını döşemiştir. Bu tezin amacı Türk Milliyetçiliğinin teorik çerçevesi bağlamında bu süreçteki etkilerini ortaya koymaktır. DAĞITIM LİSTESİ : 1. İstanbul Gelişim Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsüne 2. YÖK Ulusal Tez Merkezine Gökhan DURGUN T.C. İSTANBUL GELİŞİM ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN OLUŞUM SÜRECİ VE TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN İDEALLERİ BAĞLAMINDA CUMHURİYETİN İLANI SİYASET BİLİMİ VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANABİLİM DALI SİYASET BİLİMİ VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER BİLİM DALI YÜKSEK LİSANS TEZİ Hazırlayan Gökhan DURGUN Tez Danışmanı Dr. Öğr. Üyesi Alihan LİMONCUOĞLU İSTANBUL – 2019 BEYAN Bu tezin hazırlanmasında bilimsel ahlak kurallarına uyulduğu, başkalarının ederlerinden yararlanılması durumunda bilimsel normlara uygun olarak atıfta bulunulduğu, kullanılan verilerde herhangi tahrifat yapılmadığını, tezin herhangi bir kısmının bu üniversite veya başka bir üniversitedeki başka bir tez olarak sunulmadığını beyan ederim. Gökhan DURGUN …/…/2019 T.C. İSTANBUL GELİŞİM ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE Gökhan DURGUN’ un Türk Milliyetçiliğinin Oluşum Süreci ve Türk Milliyetçiliğinin İdealleri Bağlamında Cumhuriyetin İlanı adlı tez çalışması, jürimiz tarafından Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bilim Dalında YÜKSEK LİSANS tezi olarak kabul edilmiştir. Başkan Dr. Öğr. Üyesi Alihan LİMONCUOĞLU (Danışman) Üye Dr. Öğr. Üyesi Fatih Fuat TUNCER Üye Dr. Öğr. Üyesi Ayşe Gül SONCU ONAY Yukarıdaki imzaların, adı geçen öğretim üyelerine ait olduğunu onaylarım. ... / ... / 2019 Prof. Dr. İzzet GÜMÜŞ Enstitü Müdürü I ÖZET Milliyetçilik kavramı ulus devletle ilişkili olarak modern dönemlere ait bir olgu olarak tanımlanmakta ve Fransız Devrimi ile birlikte bir dalga halinde dünyaya yayıldığı kabul edilmektedir. Milliyetçilik, içerisinde ülkesini, vatanını sevme ve onu ileriye taşımak için sarf edilen tüm çabaları barındırmaktadır. Bu nedenle bir yerde milliyetçilikten bahsedebilmemiz için öncelikle millet ve devlet unsurlarını aramamız gerekmektedir. Türklerde millet kavramına baktığımızda Orta Asya’daki Türk topluluklarının bir araya gelerek oluşturdukları devletleri ile milletleşmelerini tamamladıkları dönem karşımıza çıkmaktadır. Askerliğe atfedilen önem, ordu-millet anlayışı, devlete sadakat, vatan kavramının önemi gibi kültürel özellikler Türklerin Orta Asya’dan itibaren korudukları ve günümüze getirdikleri geleneklerdendir. Bunlar milliyetçilik kavramının içerisinde yer alsalar da modern anlamda Türk Milliyetçiliğinin yükselişi için imparatorluklar sisteminin dünya genelinde sona ermesine ve ulus devletlerin yükselişine yol açan Fransız Devrimi sonrasına kadar beklemek gerekecektir. Osmanlı İmparatorluğundaki azınlık gruplarının milli devletlerini kurmak için başlattıkları isyanlar sonucunda zayıflayan Osmanlı Devletini kurtarmak amacıyla Osmanlı aydınlarının ortaya koydukları Türkçülük Fikriyatı ya da Türk Milliyetçiliği pratikte uygulamalarını İkinci Meşrutiyet ile birlikte İttihat ve Terakki iktidarında gösterecektir. Türk aydınlarının yayınladıkları dergi, gazete ve makaleler ile teorik yapısı oluşturulan Türk milliyetçiliği, o dönemin tiyatro oyunlarında işlenen konularda ve düzenlenen konferanslarda vücut bulmuştur. İlerici ve eğitimli bir kesimin önderlik ettiği Türk milliyetçileri meşruti ve anayasal çalışmalara da önderlik etmiş, gerek kadın hakları gerek eğitim ve bilim gibi konularda da Osmanlı Devleti içerisinde birçok alanda ilkleri gerçekleştirmiş, Kurtuluş Savaşı sonrasında Cumhuriyete ve inkılaplara giden yolda da Türk Milliyetçiliğinin etkileri gözlemlenmiştir. Anahtar Kelimeler: Millet, Milliyetçilik, Türk Milliyetçiliği, Türkiye, Siyaset Bilimi II SUMMARY The concept of nationalism is defined as a phenomenon belonging to the modern state in relation to the nation state and it is accepted that it spread to the world as a wave with the French Revolution. Nationalism includes, to love the country and carry it forward. For this reason, in order to be able to talk about nationalism, we must first look for the elements of nation and state. When we look at the concept of nation in Turks, we see the period when Turkish communities in Central Asia came together and completed their nationalization with the states they formed. The importance attached to military service, loyalty to the state, the importance of the concept of homeland is one of the traditions that the Turks have preserved since Central Asia and brought to our present day. Although they are included in the concept of nationalism, in the modern sense, it will be necessary to wait for the rise of Turkish nationalism until the end of the French Revolution which led to the end of the system of empires and the rise of nation-states. In order to save the Ottoman Empire which was weakened as a result of the rebellions of the minority groups, the Turkish Nationalism, will be shown in practice in the power of the Union and Progress together with the Second Constitutional Monarchy. Turkish nationalism, whose theoretical structure was established with the magazines, newspapers and articles published by Turkish intellectuals, It was formed in the conferences and the conferences held at the theater plays of that period. Turkish nationalists, led by a progressive and educated group, have also led to constitutional work, in the fields of women's rights, education and science, after the War of Independence, the effects of Turkish nationalism were observed on the road to the Republic and the reforms. Keywords: Nation, Nationalism, Turkish Nationalism, Turkey, Political Science III İÇİNDEKİLER SAYFA ÖZET........................................................................................................................ I SUMMARY.............................................................................................................. II İÇİNDEKİLER..........................................................................................................III ÖNSÖZ.................................................................................................................... V GİRİŞ....................................................................................................................... 1 BİRİNCİ BÖLÜM: MİLLİYETÇİLİK VE TEORİK ARKA PLANI ............................... 3 1.1 MİLLET VE MİLLİYETÇİLİK ........................................................................... 3 1.2 MİLLİYETÇİLİK TİPOLOJİLERİ...................................................................... 6 1.2.1 Liberal Milliyetçilik .................................................................................... 6 1.2.2 Muhafazakar Milliyetçilik .......................................................................... 7 1.2.3 Yayılmacı Milliyetçilik ............................................................................... 8 1.2.4 Sömürgecilik Karşıtı Milliyetçilik ............................................................... 9 1.3 FAŞİZM VE MİLLİYETÇİLİK..........................................................................10 1.4 TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ .................................................................................14 İKİNCİ BÖLÜM: TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN OLUŞUMU VE YÜKSELİŞİNDE ETKİSİ OLAN FAKTÖRLER ..................................................................................21 2.1 ORTA ASYA’DAN OSMANLIYA TÜRKLER ..................................................21 2.2 TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİ OLUŞTURAN SİYASAL ORTAM..........................25 2.3 OSMANLI DEVLETİNDE OLUŞAN BAŞLICA FİKİR AKIMLARI ....................30 2.3.1 Osmanlıcılık ............................................................................................30 2.3.2 Batıcılık...................................................................................................34 2.3.3 İslamcılık.................................................................................................36 2.3.4 Türkçülük ................................................................................................38 2.4 TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN OLUŞUMUNDA ETKİSİ OLAN BAŞLICA DERGİ VE CEMİYETLER ...............................................................................................43 2.4.1 Türk Derneği...........................................................................................43 2.4.2 Türk Yurdu Cemiyeti ve Türk Yurdu Dergisi ............................................45 2.4.3 Genç Kalemler Dergisi ............................................................................46 IV 2.4.4 Türk Ocağı..............................................................................................48 ÜÇÜNCÜ BÖLÜ TÜRK MİLLİYETÇİLİK İDEALİNİN PRATİKTE GERÇEKLEŞTİRİLMESİ........................................................................................51 3.1 İTTİHAT VE TERAKKİ...................................................................................51 3.2 İKİNCİ MEŞRUTİYET VE TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN YÜKSELİŞİ ...............53 3.3 BALKAN SAVAŞLARININ TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ ÖZELİNDE DEĞERLENDİRİLMESİ.......................................................................................59 3.4 İTTİHAT VE TERAKKİ DÖNEMİNİN TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ ÖZELİNDE DEĞERLENDİRİLMESİ.......................................................................................62 3.5 MİLLİ MÜCADELE DÖNEMİ VE CUMHURİYETE GİDEN YOL.....................66 3.6 MİLLİ MÜCADELE DÖNEMİ VE CUMHURİYETİN İLANININ TÜRKÇÜLÜK İDEALİ BAĞLAMINDA DEĞERLENDİRİLMESİ ..................................................76 SONUÇ...............................................................................................................80 KAYNAKÇA .......................................................................................................85 V ÖNSÖZ Bu çalışmada Türk Milliyetçiliğinin oluşum süreci ve Cumhuriyetin ilanına kadar olan dönemde Türk siyasal hayatı içerisindeki etkileri incelenmiştir. Bu amaçla öncelikle milliyetçilik ideolojisi teorik çerçevede ele alınmış olup, milliyetçilik tipolojileri ile birlikte ortaya konduktan sonra, Osmanlı döneminde Türk Milliyetçiliğinin ortaya çıkış koşulları ve bu koşulları hazırlayan süreç anlatılmıştır. Osmanlı Devletinin dağılmaya başlaması ve kaybedilen toprakların Osmanlı bürokrasisi üzerinde bıraktığı derin etkiler Türk Milliyetçiliğinin ön plana çıkmasında rol oynamıştır. Türk Milliyetçiliğine eğitimli ve entelektüel kimseler tarafından öncülük edilmiş ve başlarda Osmanlı Devletinde zaten az sayıda bulunan askeri ve sivil okullarda yayılma alanı bulmuştur. Şüphesiz ki buralarda yetişen gençler sonraki dönemleri şekillendirecek olan başta bürokrat ve asker olmak üzere devlet adamlarını oluşturmuşlardır. Aldıkları eğitimi milliyetçi fikirlerle yoğuran bu kadrolar Kurtuluş Savaşında ve Cumhuriyete giden yolda büyük roller üstlenmişlerdir. Araştırmada teorik çerçeve verildikten sonra tarihsel süreç içerisinde pratikteki uygulamalara da yer verilmiş ve mümkün olduğunca konunun dışına çıkılmamasına metin içinde özen gösterilmiştir. Bu amaçla ilgili Literatür taraması titizlikle gerçekleştirilmiş ve alanında önde gelen yazarların ve teorisyenlerin çalışmalardan yararlanılmıştır. Bu çalışmada bana destek olan ve fikirlerini benden esirgemeyen başta değerli danışman hocam Dr. Öğr. Üyesi Alihan LİMONCUOĞLU’na, ayrıca yüksek lisans yapmam hususunda beni teşvik eden, çalışmam esnasında bana manevi güç veren ve bu aşamada zorlukları beraber göğüslediğim, her zaman yanımda olan aileme sonsuz teşekkürlerimi bir borç bilirim. Gökhan DURGUN 1 GİRİŞ Tarihsel süreç içerisinde incelediğimizde Türk toplumunda gerçekleşen siyasal dönüşümlere teorik altyapıdan daha çok pratikte gerçekleşen olayların etki ettiğini görmekteyiz. Gerek Osmanlıda merkezden bahşedilen bir takım hakları içeren Sened-i İttifak’ın hazırlanması gerek Tanzimat Fermanının hazırlanması sürecinde bu geleneğin sürdürüldüğü görülmektedir. Merkezin tanımış olduğu bu haklar o dönemin yaşanmakta olan sorunlarına çözüm niteliği taşımaktaydı. Osmanlı’nın çözülmeye başladığı son yüzyılında da devleti kurtarmaya dönük geliştirilen fikir akımlarının benimsenmesinde yine aynı şekilde yaşanan siyasi gelişmelerin etkisi olmuştur. Bu dönemde ortaya çıkan Batıcılık, Osmanlıcılık, İslamcılık ve nihayet Türkçülük fikriyatı hasta adam olarak nitelendirilen Osmanlı Devleti için birer reçete niteliği taşımaktaydı. Bu fikir akımlarının yaşanılan siyasi olaylar, savaşlar ve kaybedilen topraklar ve iktidarda baskın olan grupların etkileriyle uygulama alanı buldukları ve devlet tarafından benimsendiği görülmektedir. Bu fikir akımları içerisinde devletin kurtuluşu açısından son çare olarak benimsenen, milli mücadele ve cumhuriyetin kuruluşunun da fikren arka planını oluşturan Türkçülük veya diğer adıyla Türk milliyetçiliğinin kapsamlı bir şekilde araştırılması büyük önem arz etmektedir. Bu amaçla bu çalışmada Türk milliyetçiliğinin oluşum süreci ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna giden yolda Türk milliyetçiliğinin etkileri incelenecektir. Türk milliyetçiliğinin bir fikir akımı olarak doğuşunu besleyen süreci ele almadan önce Milliyetçilik nedir sorusuna yanıt vermek gerekmektedir. Literatüre baktığımızda milliyetçilik kavramının tanımı konusunda net bir yanıt bulmakta zorlanmaktayız. Bunda milliyetçiliğin modern zamanlara mı yoksa modern öncesi zamanlara mı ait olduğu konusundaki anlaşmazlığın yanı sıra her ülkenin kendi milliyetçilik biçimine sahip olmasının da etkisi vardır. Öyle ki milliyetçiliğin bir ideoloji olarak ne zaman ortaya çıktığını tanımlamak zordur. Milletler çok eski tarihlerden itibaren varlıklarını sürdürmektedirler. Bir insan topluluğunu millet yapan unsurların neler olduğu, milliyet kavramının tanımı bu konuda öncelikle araştırılması gereken konuları oluşturmaktadır. Bu sebeple çalışmanın birinci bölümünde bu kavramların tanımlaması yapılmaya çalışılacaktır. Milliyetçilik kavramı tanımlanırken benzer ideolojiler ile aralarındaki farklılıklar üzerinde de durulacaktır. Kavramsal karmaşanın oluşmaması ve bir takım yanlış anlaşılmaların giderilmesi açısından bu tanımlamalar gerekli görülmektedir. Milliyet, millet ve milliyetçilik kavramları tarihsel süreç içerisindeki gelişimi ile birlikte anlatıldıktan sonra Türk milliyetçiliği genel çerçevesi ile incelenecek ve birinci bölüm bitirilecektir. 2 Uzun yıllar boyunca birlikte yaşamanın getirdiği tarihi ve kültürel miras ile bir milleti bir arada tutan unsurlar belirgin hale gelmektedir. Türk milleti için de aynı şartlar geçerli olmuştur. Ancak milliyetçiliğin yükselişi için bir takım siyasal olayların yaşanması gerekmektedir. Bu konuya açıklık getirmek amacıyla çalışmanın ikinci bölümünde Türklerin Orta Asya’da başlayan tarihinin Osmanlıya kadar olan kısmı tarih, millet, gelenek ve kültür bakımından incelenecek ve Osmanlıda Türkçülüğün yükselişinde etkili olan siyasal ortam anlatılacaktır. Burada dağılma dönemindeki Osmanlı Devletini kurtarmak açısından çare olarak görülen alternatif fikir akımları ve modern anlamda Türk milliyetçiliğinin teorik altyapısını hazırlayan dergi ve cemiyetler ayrıntısıyla incelenecektir. Milliyet, millet, milliyetçilik ve Türk milliyetçiliği kavramlarını açıklayıp, tarihsel gelişim süreçlerini ve teorik arka planlarını anlattıktan sonra çalışmanın üçüncü bölümünde siyasi tarihimizde Türk milliyetçiliğinin, cumhuriyet dönemine kadar olan siyasi olaylar içerisindeki konumu ayrıntılarıyla incelenecektir. Bu kapsamda sırasıyla İttihat ve Terakki cemiyetinin iktidara yükselişi ve cemiyetin programında Türkçülüğün konumu, milli mücadelede Türk milliyetçilerinin yeri ve önemi ve cumhuriyetin ilanında Türk milliyetçiliğinin etkileri açıklanacaktır. Bununla beraber Türk milliyetçiliğinin amaç ve hedefleri doğrultusunda bir değerlendirme yapılacaktır. 3 BİRİNCİ BÖLÜM MİLLİYETÇİLİK VE TEORİK ARKA PLANI 1.1. MİLLET VE MİLLİYETÇİLİK Millet kavramı, ortak geçmişe sahip, aynı dili konuşan, ortak değerleri bulunan, aynı inanışa sahip kültürel toplulukları ifade eder. Milletlerin siyasal amaçları vardır. Etnik gruptan farkı burada ortaya çıkar. Etnik grupların bağımsız bir devlet olma ya da bu devleti muhafaza etme gibi amaçları yoktur. 1 Etnisite, bir insan topluluğunu o toplumdaki diğer gruplardan ayıran özelliklere karşılık gelir. Bir etnik grubun üyeleri kendilerini diğer gruplardan din, dil, tarih ve hatta giyim kuşam bakımından farklı görürler.2 Etnisite kan bağı algısına dayanır. Bireylerin birbirleri ile aralarında kan bağı olduğu inancı etnisitenin belirleyici özelliği olarak karşımıza çıkar.3 Kan bağı anlayışı etnisiteyi sınıf ve ideoloji temelli kategorilerden ayırır.4 Devletler çok etnili, tek etnili ya da gayri etnik biçimleriyle karşımıza çıkabilir5 günümüzde devletlerin çoğu, çok etnili kategorisine girmektedir.6 Aynı etnisiteyi paylaşıp farklı dini inanç veya mezhebe mensup olmak kimi zaman bunların farklı etnik gruplarmış gibi algılanması sonucunu doğurabilmektedir.7 Almanya’daki ya da balkanlardaki Türkler, Amerika’da yaşayan İrlandalılar birer etnik grupturlar. Etnik grupları tanımlarken kültürel açıklamalar yapmak gerekir. Irki grupları ise fiziki ve biyolojik açıdan incelemek gerekmektedir.8 Kabile, kavim, klan ve aşiretlerde bireyler bir bütünün parçaları değillerdir. Burada bireyler için önemli olan akrabalık ilişkileri ve toplumsal statüleridir. Millet dediğimiz sistemde ise tüm sınıflar bir üst yapıda birleşirler.9 Bir milletin unsurları; topluluk bilinci, paylaşılan ortak kültür, ortak bir geçmişin bulunması ve geleceğe dair bir projesinin olmasıdır. Bir milletin mensuplarında başka topluluklara karşı bir dayanışma içgüdüsü bulunur.10 Devletin unsurları ise, belli bir toprak parçası üzerinde meşru otorite, toplumsal düzen, adalet ve o toprak parçası üzerinde siyasal örgütlenmedir. Ulus devlete giden 1 Andrew Heywood, Siyaset, Çev. Bican Şahin, Adres Yayınları, Ankara, 2013, s. 150-151 2 Antony Giddens, Sociology, Polity press, Cambridge, 2006, s. 487. 3 Şener Aktürk, “Etnik kategori ve milliyetçilik: Tek etnili, çok etnili ve gayri etnik rejimler”, Doğu-Batı, 2006, Cilt: 1, 23-56, s. 25. 4 Aktürk, a.g.e., s. 28. 5 Aktürk, a.g.e., s. 24. 6 Aktürk, a.g.e., s. 36. 7 Aktürk, a.g.e., s. 29. 8 Mustafa E. Erkal, “Etniklik ve etnik grup kavramları üzerine”, Türkiye ve Siyaset, 2001, 33-40, s. 33. 9 Halis Adnan Arslantaş ve Numan Durak Aksoy, “Ulus, ulusçuluk ve ulus devlet”, TÜBAR, 2010, Sayı:28, 31-39, s. 35. 10 İbrahim Uğur Erkış, “Ulus devletin tarihsel gelişimi üzerine”, Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi, 2013, 26, 54-77, s. 56-57. 4 süreçte imparatorluklar çağı, feodalite, zümreler düzeni, mutlakiyetçi devletler ve nihayet modern ulus devletler gibi aşamalardan geçilmiştir.11 İmparatorluklar için önemli olan merkezde yer alan kesimin mutluluğu olmuştur. Feodalizmde ise köleler ve efendileri arasındaki ilişki ön planda yer almıştır. Feodalizmde serfler, soylu sınıfın yasal ve askeri koruması altında yer almışlardır.12 Zümreler düzeninde, kentlerin yükselişi ile birlikte tek başına etkisiz kalan bireyler artık toplu halde hareket etmeye başlamış ve karar alıcılar için istişare dönemine geçilmiştir. Danışma kurulları ve meclisler ön plana çıkmıştır. Mutlakiyetçi döneme geçişle birlikte monarklar ve lordlar arasında otoritenin alanı konusunda mücadele artmıştır. Özellikle İngiltere, İspanya ve Fransa’da ulusal monarşiler güçlenmiştir. Devletin tüm alanında var olan bir vergilendirme sistemi ve merkezde bulunan ve süreçleri kayıt altına alan bir bürokrasi mekanizması ön plana çıkmıştır. Modern ulus devletler dönemi yukarıda sayılan dönemlerden yurttaşlık bağı bakımından farklılaşmıştır. Günümüzde yurttaşlar bir takım haklar ve yükümlülüklere sahiptirler. Bunun öncesinde ise yalnızca yükümlülükleri bulunmaktaydı. W. R. Breaubaker’a göre; siyasi haklar, ortak hak ve yükümlülükler, yurttaş ve yabancılar arasındaki ayrımın yasal dayanağı ve yurttaşlığın unsurlarını oluşturmaktadır.13 Kapitalist ekonomi sisteminin beraberinde getirmiş olduğu rekabet ortamı ulusların diğer devletlere karşı kendilerini bu rekabet içerisinde konumlandırmaları, özgür ve kutsal bir vatan anlayışını doğurmuştur.14 Anderson millet bilincinin oluşumunda matbaanın icadına ve yazılı basının rolüne dikkat çeker. Gazete, dergi ve romanların yaygınlık kazanmasının bu yönde toplumsal etkileri olmuştur. Bu sayede oluşan zihniyet yapısı milliyetçi düşüncelerin kaynağını oluşturmuştur.15 Kapitalizmin gelişimi, matbaa ile birlikte yayıncılığın başlaması bir coğrafyadaki farklı dillere hitap etmenin maliyeti göz önünde bulundurularak en başat dil üzerinde yaygınlaşmış ve bu sayede günlük gazete ve romanda ortak dil yani milleti oluşturan unsurlardan biri öne çıkmaya başlamıştır. Bununla beraber, birbirlerinden haberdar olmaya başlayan insanlar arasında gelişen kardeşlik bağı ve etnik aidiyet algısı, bir milli duyguya kaynaklık etmiştir. Millet bilincinin ortaya çıkısında burjuva ve matbaa önemli bir rol üstlenmiştir. 16 11 Erkış, a.g.e., s. 57. 12 Erkış, a.g.e., s. 58-59. 13 Erkış, a.g.e., s. 61. 14 Selim Karyelioğlu, “Ulus devlet ve milliyetçiliğin tarihsel dayanakları ve küreselleşmenin ulus devlet ve milliyetçilik üzerindeki etkileri”, ETHOS: Felsefe ve toplumsal bilimlerde diyaloglar, 2012, 137-169, s. 140. 15 Karyelioğlu, a.g.e., s. 146. 16 Karyelioğlu, a.g.e., s. 47. 5 Edward Hallett Carr milliyetçiliği dört tarihsel dönemde incelemiştir. Ortaçağda ulusal kiliselerin kurulması ve imparatorluk düzeninin dağılışı ile birinci dönem başlar. Bu dönemde millet kavramı hükümdarın kendisi ile özdeşleştirilir. Devlet, hükümdar ve tebaa bir milletin çerçevesini çizen unsurları oluşturmaktadır. Bu dönemde hükümdar ve diğer yöneticilerin çıkarları ile milli çıkarlar aynı anlama gelmektedir. Devlet hazinesine sağladığı kazançtan ötürü merkantilizm bu dönemin ekonomi politikası olarak benimsenmiştir. 17 Napolyon savaşları ile birinci dünya savaşı arası dönem Carr’a göre ikinci tarihsel dönemi oluşturur. Bu dönem için millet ve halk kavramlarının yakınlaşmaya başladığı söylenebilir. Artık hükümdarın değil milletin çıkarları öne çıkmaya başlamıştır. Bundan ötürü ekonomik anlayışta da değişimler yaşanmış, Merkantilist politikaların yerini Laissez Faire (bırakınız yapsınlar) almaya başlamış, üretilen mallar ve işçilerin serbest dolaşımı söz konusu olmuş, bir nevi küresel ekonomi oluşmaya başlamıştır. 18 1914 sonrası üçüncü dönemi ifade eder. Bu dönemde endüstriyel gelişmeler, şehirlere göç, eğitim kurumlarının yaygınlaşması ve oy hakkının genişlemesi toplumsallaşmanın önünü açmıştır. Artık milli politikalar belirlenirken kitlelerin desteği aranıyor, kitleler ile milletin çıkarları özdeşleştiriliyordu. Bir önceki dönemin aksine dünya ekonomisi millet ölçeğine indirgeniyor, yüksek gümrük politikaları ile ülke ekonomisinde korumacılığa gidiliyor, işçi göçü ise engelleniyordu. 19 Zaten Ernest Gellner’a göre milliyetçilik modernleşmeye ve sanayileşmeye bağlı bir olgudur. Feodal yaşam şeklinden sanayi toplumuna geçişle birlikte ortaya çıkan toplumsal dinamik daha yoğun bir rekabet ortamı oluşturmuş ve milliyetçilik kültürel bütünlüğü sağlayan yegane kaynak olarak ortaya çıkmıştır.20 Birinci dünya savaşı ile savaşlar artık sadece orduları değil sivil, asker tüm milleti etkileyen olaylar haline gelmişti. İkinci dünya savaşı ile bu ayrım neredeyse kaybolmuş sivil asker ayrımı farklı cephelerde savaşan insan gücüne dönmüştü. 21 Carr’ın milliyetçiliğin zirvesi olarak nitelediği bu dönemde milli sınırların belirlenmesinde mübadele yöntemine gidilmiştir. Türkiye-Yunanistan gibi ülkeler arasındaki nüfus değişimleri ile Carr’a göre millet kavramı birey kavramının üzerinde nitelenmiştir. 22 17 Edward Hallett Carr, Milliyetçilik ve Sonrası, İletişim, İstanbul, 2015, s. 13-17. 18 Carr, a.g.e., s. 19-21. 19 Carr, a.g.e., s. 31-40. 20 Heywood, a.g.e., s. 152. 21 Carr, a.g.e., s. 41-42. 22 Carr, a.g.e., s. 48-49. 6 Carr, dördüncü dönem olarak ikinci dünya savaşı sonrasına dair bir öngörü yapar ve milliyetçiliğin önceki dönemlere göre gerileme sinyalleri verdiğinden bahseder. Savaşın galibi ABD ve Sovyetler Birliğinin çokuluslu yapılarıyla gurur duyduklarından, ABD için farklı milletleri bir potada eriten yapılarından söz eder. 23 Milliyetçiliğin tanımını sosyal bilimler açısından yapmak güçtür. Genellikle millet olma hissiyatını benimsemiş insanların milli menfaat ve ülkü çerçevesinde ülkesini ve toplumunu yüceltme hedefini gösterir.24 Milliyetçi ideolojiye göre, bireyler ancak bir millet içerisinde yaşayarak gerçek mutluluğa erişebilirler. Toplumsal homojenlik ve siyasal bütünlük ancak millet temelli bir yapılanma içerisinde sağlanabilir. Egemenliğin tek sahibi ve kaynağı millettir. Bir ülkede tek bir siyasi otorite ve milli kimlik olmalıdır.25 Milliyetçiliğin ekonomik boyutunda korumacı politikalar ön plana çıkar. Devlet, milli kaynaklara ve piyasaya yön verebilen güçlü devlettir. Milli ekonomi fikriyatı vardır, bununla beraber serbest piyasaya da tamamen karşı değildir.26 Milliyetçilik, bulunduğu döneme, coğrafyaya, ekonomik ve toplumsal yapılara, kültür ve geleneklere göre farklılaşabilen, farklı ülkelerde farklı biçimlerde ortaya çıkabilen bir ideolojidir.27 Milliyetçiliğin tarihsel gelişimi içerisinde liberal milliyetçilik, muhafazakar milliyetçilik, yayılmacı milliyetçilik ve sömürgecilik karşıtı milliyetçilik gibi farklı milliyetçilik tipolojileri ortaya çıkmıştır. 1.2. MİLLİYETÇİLİK TİPOLOJİLERİ 1.2.1. Liberal Milliyetçilik Liberal Milliyetçiliğin kökleri Fransız Devrimine kadar gider. O dönem Avrupası’nda milliyetçi olmak liberal olmakla eşdeğer bir anlam taşımaktaydı. Fransız Devriminin getirmiş olduğu milliyetçilik ve özgürlük dalgası bunu sağlayan temel etkenlerden biriydi.28 Michael Lind’e göre Liberal Milliyetçilik, ortak kültüre sahip insanların devlet ile sıkı bağlarının bulunduğu, aralarında dil ve kültür bağı olan halkın siyasal toplumun bir parçası kabul edildiği bir milliyetçilik türüdür.29 Liberal Milliyetçilikte, Milli devlet ve liberal ekonominin arasındaki ilişki dikkat çekmektedir. Zira liberal ekonominin 23 Carr, a.g.e., s. 51-53. 24 Alaattin Uca, “Türk toplumunda Milliyet ve Milliyetçilik fikrinin tarihsel gelişimi”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 1996, Sayı: 6, 125-144, s. 125. 25 Köksal Şahin, “Bir ideoloji olarak Milliyetçilik”, Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi, 2007, Sayı 12, s. 5-6. 26 Şahin, a.g.e., s. 6. 27 Erol Turan, “Milliyetçilik teorisinin gelişimi ve Türk Milliyetçiliği”, Selçuk Üniversitesi Kadıhanı Faik İçil Meslek Yüksek Okulu Sosyal ve Teknik Araştırmalar Dergisi, 2011, Sayı: 1, 136-147, s. 137. 28 Heywood, a.g.e., s.156. 29 M. Akif Özer, Ufuk Ayhan, İbrahim İrden, “Liberal Milliyetçilik ve Türk Milliyetçiliği: Bir dikotomi mi yoksa uygulanabilir bir argüman mı?”, TESAM AKADEMİ DERGİSİ, 2018, Sayı: 5, 35-62, s. 41. 7 sorunsuz işleyebileceği güvenlik ortamını sağlayabilecek bir milli devlet zaruridir. Bu bağlamda milli devlet piyasanın işleyişini koruyacak ve sürekliliği sağlamakla görevli olacaktır.30 Liberal Milliyetçilik Heywood’un deyimiyle milli bağımsızlık ve birlik mücadelesini anayasal yönetim talebiyle birbirine eklemlemiştir. Bunun örneklerini İtalyan milli birliğinin sağlanması ya da Latin Amerika’daki bağımsızlık hareketlerinde görmekteyiz. Liberal Milliyetçiliğin bir kavram olarak esaslarını en net şekliyle Amerikan başkanı Woodrow Wilson’un On dört prensibinde bulabiliriz. Burada Avrupa’nın yeniden inşasının temelleri atıldığı gibi milli devletlerin sınırları da belirlenmiştir.31 Liberal Milliyetçiliğe göre insanlık milletler koleksiyonundan meydana gelmektedir ve bu anlayışa göre her bir milletin kendi kaderini tayin hakkı bulunmaktadır. Halk egemenliği vurgusu ön plandadır ve çok uluslu imparatorlukların bünyelerinde barındırdıkları milletler üzerindeki baskıcı anlayışa bir tepki niteliği taşımaktadır. Heywood İtalyan milli birliği sağlanırken Avusturya’nın otoriter ve baskıcı etkisinin de yıkılmak istenmesinin buna örnek olarak gösterir.32 Liberal Milliyetçilik anlayışına göre tüm milletler eşittir. Milletlerin birbirine karşı üstünlük iddiaları da yoktur. Milletlerin eşitliği ve kendi kaderini tayin etme hakları göz önünde bulundurulduğunda ortaya bir milli devletler dünyası oluşturma amacı çıkmaktadır. Liberal Milliyetçiliğin dünya düzeni bu temel üzerinde şekillenmektedir. Bu şekilde milliyetçilik özgürlükleri artırdığı gibi barışçıl bir dünya düzeninin tesis edilmesinin yegane yolu olarak görünmektedir.33 Liberal Milliyetçilik teorisinde imparatorluklar sürekli genişleme ve farklı milletleri bünyelerine katma amaçlarından dolayı sürekli savaşlara ve yıkıma sebebiyet verirler. Woodrow Wilson’a göre Birinci Dünya Savaşının çıkış sebebi de zaten burada yatmaktadır. Oysa ki, kendi siyasal ve kültürel birliklerini sağlayan ve hiçbir şekilde genişleme ve diğer milletler üzerinde hakimiyet kurma amacı taşımayan milli devletler kendiliğinden aralarında barışçıl bir sistem oluşturacaklardır.34 1.2.2. Muhafazakar Milliyetçilik Başlarda muhafazakar siyasetçilerin milliyetçiliği yıkıcı bir unsur olarak görmelerine karşın zamanla muhafazakar ideoloji ile milliyetçilik arasında güçlü bir bağ oluşmuştur. Bismarck’ın, Prusya’nın güçlenmesi idealini Alman milliyetçiliği 30 Özer, Ayhan ve İrden, a.g.e., s. 42. 31 Heywood, a.g.e., s. 157. 32 Heywood, a.g.e., s. 157. 33 Heywood, a.g.e., s. 157-158. 34 Heywood, a.g.e., s. 158. 8 üzerinden sağlamaya çalışması, Rus çarı III. Alexander’ın Panslav milliyetçiliğini kabullenmesi, muhafazakar ve milliyetçi ideolojilerin bir araya geldiği siyasal ideallere örnek gösterilebilir.35 Muhafazakar Milliyetçilik, Liberal Milliyetçiliğin sahiplendiği milletlerin evrensel kendi hakkını tayin hakkı yerine vatanseverlik ve kamu düzenini ön planda tutar. Muhafazakarlara göre millet, benzer görüşlere, benzer yaşam biçimine sahip kimselerin birbirlerine yakınlık hissetmelerinden doğan organik bir varlıktır. Buradan hareketle millet, ortak tarih ve değerlere sahip kimselerin bu değerlerin savunusu noktasında bir araya gelmeleri boyutuna indirgenmekte ve milliyetçilik bir anlamda gelenekselcilik biçimine dönüşmektedir. Amerika için bağımsızlık savaşı, Britanya için monarşi kurumu ve parlamentonun açılışı bu ortak tarih ve değerleri ifade etmektedir.36 Muhafazakar Milliyetçiliğin çıkış noktası milletlerin içeriden ve dışarıdan sürekli tehdit altında olduğu anlayışından hareket etmektedir. İç düşman genellikle toplumsal sınıflar ve daimi devrim tehlikesi olarak görülmekte, bu nedenle sosyalist fikirler millet için tehlikeli kabul edilmektedir. Vatana bağlılık sınıf birlikteliğinde daha önemlidir ancak bu şekilde işçi sınıfı ulusa entegre edilebilecektir. Aynı zamanda göç ve ulusüstücü fikirler, ortak tarih ve değer anlayışına aykırı durumlar doğurabileceğinden dış tehditler kapsamında değerlendirilmektedir.37 1.2.3. Yayılmacı Milliyetçilik Milletlerin kendi kaderini tayin etme ilkesini tümden reddeden Yayılmacı Milliyetçilik teorisi, saldırgan ve yayılmacı nitelikler taşımaktadır. Avrupa’nın 19. yüzyıldaki sömürgeci genişlemesi, bu genişlemenin kendi halklarında yaşattığı zafer coşkusu, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları esnasındaki toprak kazanma idealleri bu anlayışın meydana getirmiş olduğu sonuçlardır. Birinci Dünya Savaşı başladığında Avrupa’nın büyük kentlerinde fetih ve zafer arzusuyla coşkulu kutlamalar yaşanmıştır. İkinci Dünya Savaşında da yine aynı anlayışla Almanya, Japonya ve İtalya genişleme arzusuna girişmişlerdir. 38 Yayılmacı Milliyetçilik en önemli kaynağını kitlelerin duygularına hitap ederek sağlamaktadır. Bu şekilde sağladığı coşkuyla toplumsal bütünlüğünü meydana getirmektedir. Bununla beraber millet kavramına atfedilen önem çok büyüktür. Öyle ki, bu anlayışta millet her şey birey hiçbir şeydir. Bireyin varlığı milletin devamlılığına bağlıdır. Heywood’a göre bu anlayış toplumdan tecrit edilmiş, öz saygısını 35 Heywood, a.g.e., s. 159. 36 Heywood, a.g.e., s. 160. 37 Heywood, a.g.e., s.160. 38 Heywood, a.g.e., s.161-162. 9 kazanabileceği bir araç arayan güçsüz kimseler için büyük ilgi uyandırabilecek potansiyele sahiptir.39 Yayılmacı Milliyetçilik, demokrasi kurumuyla milliyetçilik arasında negatif bir bağ kurar. Öyle ki milli birliği sağlamak için serbest tartışma ve seçimler gereksizdir. Hatta toplum için zararlıdır. Bunun için üstün ve mutlak otoriteye yani lidere itaat gereklidir. Bu açıdan demokrasi bir zayıflık ve yozlaşma kaynağı olarak tasvir edilmiştir.40 Bu milliyetçilik türü genellikle kendi halkının üstünlüğü ve hakimiyetine duyulan inanış anlamına gelen şovenizme dayandırılmaktadır. Şovenizmde tüm milletlerin eşit olduğu ilkesi reddedilmektedir çünkü bu anlayışa göre bazı milletler yönetmeye yatkın iken bazılarının ise yönetilmeye, sürekli kontrol altında tutulmaya ihtiyacı vardır. Buradan da anlaşılacağı gibi Yayılmacı Milliyetçilik etnik ve ırksal üstünlük iddiasını bünyesinde taşımaktadır. Örnek verecek olursak; Fichte ve John gibi Alman milliyetçilerine göre sadece Almanlar gerçek anlamda bir halk olabilmişti.41 İç ve dış düşman oluşturma anlayışı Yayılmacı Milliyetçilik için de geçerlidir. Burada düşman bir başka millet veya ırk olarak tanımlanmaktadır. Düşman sayesinde birliğini ve kenetlenmesini artıracak olan millet kendi kimliğinin öneminin farkına vararak biz ve onlar ayrımını tesis edecektir. Böylece halk kendi çektiği sıkıntıları oluşturulan günah keçisine yükleyecektir. Bunun örneğini de Nazi Almanya’sının Antisemitik uygulamalarında görmekteyiz.42 Milletin yeniden doğuşu fikri Yayılmacı Milliyetçiliğin bir diğer metotlarından birisidir. Burada milletin önceden yaşadığı parlak refah dönemleri, efsanelerine geri dönüş özlemi ve vaadi vardır. İtalya’da Mussolini’nin “Bizim Deniz Akdeniz” söylemi, Roma İmparatorluğunun zirvedeki dönemlerine bir özlem ve o güce yeniden ulaşma vaadini içermektedir. Yine aynı şekilde Nazi Almanya’sı, devleti Üçüncü Reich ismiyle niteleyerek Bismarck’ın Almanya’sı ve Şarlman’ın Kutsal Roma İmparatorluğuna atıfta bulunmaktadır.43 1.2.4. Sömürgecilik Karşıtı Milliyetçilik Sömürgecilik, Milliyetçiliğin küresel bir ideoloji haline gelmesinde büyük rol oynamıştır. Sömürge topraklarında yaşayan insanların millet şuurunu yakalamaları Fransa, Hollanda ve Portekiz gibi sömürge imparatorluklarının sonunu getirmiştir.44 39 Heywood, a.g.e., s.162. 40 Heywood, a.g.e., s.162. 41 Heywood, a.g.e., s.162. 42 Heywood, a.g.e., s.163. 43 Heywood, a.g.e., s.163. 44 Heywood, a.g.e., s.164. 10 Sömürgecilik karşıtlığı temelini her milletin kendi kaderini tayin etme hakkına dayandırmaktadır. Afrika ve Asyalı devletler için bu durum sadece siyasal bağımsızlık değil bunun yanında ekonomik bağımsızlığı da kazanmak demekti. Zira Avrupa ve Amerika’nın gelişmiş sanayilerinin ekonomik tahakkümü altında kalındığında siyasal bağımsızlık tek başına bir anlam ifade etmeyecektir. Bu sebeple sömürgecilik karşıtı hareketlerin milliyetçiliği çoğunlukla sosyalizme yönelmiştir. Her ne kadar milliyetçilik ve sosyalizmin birbirine zıt ideolojiler olduğu düşünülse de birbirleriyle benzerlikleri de göz önüne alınmalıdır. Sosyal dayanışma ve eylemlilik her iki ideolojinin de bünyelerinde barındırdığı unsurlardır. Bu sosyal boyut milliyetçilikte sadece milleti kapsarken sosyalizmde tüm insanlığı kapsamaktadır.45 Sömürgecilik Karşıtı Milliyetçilikte siyasal ve ekonomik bağımsızlık amacına ulaşmak için tıpkı Marksizm’de kapitalizmin devrimci bir metotla yıkılması yönteminde olduğu gibi silahlı mücadele ile bağımsızlığa ulaşma arzusu bulunmaktadır. Çin, Kuzey Kore ve Vietnam gibi ülkelerde sömürgecilik karşıtlığı Marksizm’le iç içe geçmiştir. İktidara gelmelerinin ardından ekonomik kaynaklarını millileştirmeye başlamışlardır. Afrika ve Orta Doğuda ise daha az ideolojik ancak karizmatik bir liderin etrafında Milliyetçi Sosyalizm modelleri oluşmuştur.46 1.3. FAŞİZM VE MİLLİYETÇİLİK 17. yüzyıl Avrupası’nın düşünürleri bazı milletlerin diğerlerine nazaran daha üstün olduklarını, her çağda üstün bir milletin bulunduğunu öne süren fikirler ortaya atmışlardır. 1808’de Fichte, 1837’de Hegel’in yürüttüğü üstün ırk fikirleri Alman milletinin üstünlük iddiasını içermekteydi. İtalya’da Giorberti kendi milletine kültürel bir üstünlük tanımaktaydı. 1853’de Gobino insan ırkları arasındaki eşitsizliği savunan tezini öne sürmüştü. Gobino Asyalıların daha üstün olduklarını savunmaktaydı. Avrupalılar bu çalışmalar ile birlikte beyaz, sarı, siyah ırk olmak üzere insanları renklerine göre sınıflandırdılar. Hatta daha da ileri götürerek kafatasına göre sınıflandırmalar da yapmaya buna göre üstünlük addetmeye başlamışlardı. 47 Kelime anlamına baktığımızda Faşizm, Latince Sopa anlamına gelen Fascio kelimesinden türemiştir. Cumhuriyet dönemi Roma’sında konsüllerin önlerinde taşınan ve onların otoritelerini gösteren bir baltaya bağlanmış sopalardan oluşan demete verilen isimdir. İsminin kökeninden de anlaşılacağı üzere özünde otoriteyi 45 Heywood, a.g.e., s.164-165. 46 Heywood, a.g.e., s.165. 47 Abdülhadi Toplu, Türk Milliyetçiliği ve Karşı İdeolojiler, Töre-Devlet Yayınevi, İstanbul, 1998, s.136. 11 barındırmaktadır.48 Siyasi açıdan baktığımızda ise Birinci Dünya Savaşının ardından dünya siyaset sahnesinde yeni oluşan yönetim şekillerinden birini ifade etmektedir.49 Faşizm pek çok farklı ideoloji ile ortak özellikler taşımaktadır. Popülizm ve elitizm gibi unsurlar çoğu otoriter rejimde bulunmaktadır. Marksist ve diğer devrimci ideolojilerle Faşizmin bir diğer ortak noktası da şiddet unsurudur.50 Nazi Almanya’sı, Franco İspanyası ya da Mussolini İtalya’sının her biri kendine has yönetim şekli ve uygulamalarını barındırmaktadır. Hatta bazı yönetimler kendilerine atfedilen faşistliği kabul etmemektedirler. Bu gibi nedenler faşizmin genel tanımını yapmamızı zorlaştırmaktadır.51 Mussolini kendi rejimini totaliterizm olarak adlandırıyordu ve kendi ülkesini diğer ülkelerde yükselen ideolojilerden ve yönetim biçimlerinden ayırarak kendi modelini geliştirme yoluna giriyordu. Faşizm kendisini diğer ideolojilerden özellikle de liberalizm ve sosyalizmden ayırmaktadır. Liberalizmdeki eşit fırsat ve sosyalizmdeki sınıfların eşit iktidarı üzerine kurulan dünya görüşünü tümden reddetmektedir. Faşizmde eşitlik, kitlelerin karar alması için değil, inanmak, boyun eğmek ve savaşmak için geçerlidir.52 Faşizmi diğer ideolojilerden ayıran en büyük fark tutarlılıktan çok inanç ve eyleme dayanmasıdır. Diğer ideolojilerde inanç, ideolojinin argümanlarındaki tutarlılığı ile sağlanmakta iken Faşizm bu inancı propaganda yoluyla duygulara hitap ederek sağlamaktadır. Ütopik hedefler ve düşünceler içeren ve kendi içinde çelişkiler barındıran faşizm bu açıdan rasyonel olmayan bir ideolojidir.53 Faşizmi meydana getiren sebeplerden birisi dönemin sağ ve sol siyasetinde var olan krizler ve büyük değişimlerdir. Sağ siyasette Bolşevik devriminin ertesinde giderek güçlenen ve yayılan sosyalizm ve işçi sınıfının giderek daha da örgütlenmesi ve eylemlerde bulunması kaygı yaratmaktaydı. Sağı endişeye sevk eden bir diğer husus ise modernite idi. Modern toplumda dinin giderek öneminin azalmasının toplumsal çözülme yaratacağı kaygısı sağ siyasette modernite düşmanlığına dönüşmekteydi. Ayrıca ciddi ekonomik sorunların varlığı toplumu endişeye sevk etmekteydi. Sol siyasette ise devrim beklentisinin sanayileşmiş, geniş işçi sınıfının bulunduğu Avrupa’da değil köylü toplumu olan Rusya’da gerçekleşmiş olması Marksizm’in yanılgıları üzerine solu yeniden düşünmeye sevk etti. Faşizm ideolojik açıdan hem sağdan hem soldan argümanlar içermektedir. İtalya’da daha çok sola 48 Abdül Samet Çelikçi ve Can Kakışım, “İtalyan Faşizmi ve Tarihsel Gelişimi”, Muş Alparslan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2013, Cilt: 1, Sayı: 2, 83-99, s. 84. 49 Çelikçi ve Kakışım, a.g.e., s. 85. 50 Birsen Örs, 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2009, s. 481. 51 Birsen Örs, a.g.e., s. 480-481. 52 Birsen Örs, a.g.e., s. 482. 53 Birsen Örs, a.g.e., s. 484. 12 yatkın iken Alman Nazizmi sağdan daha çok etkilenmiştir. Ernst Nolte faşizmi moderniteye karşı bir direniş olarak tanımlarken Sternhell ve Gregor gibi düşünürler ise radikal sosyalizm ile ulusçuluğun sentezi olarak görmüşler ve faşizmin yeniden doğuş fikrinin bir yansıması yani gelişmeci tür diktatörlük olarak görmüşlerdir ve faşizmi sol ideoloji olarak atfetmişlerdir. Buradan da anlaşılacağı üzere faşizm her kesimden insana ulaşabilmiş ve bunları aynı doğrultuda mobilize ederek iktidara erişebilmiştir.54 Millet kavramına atfedilen değere baktığımızda faşizmin bu konuda kendi belirleyici sınırlarını çizdiğini görürüz. Örneğin liberalizm ve demokrasi, millet için vatandaşlık bağı çerçevesinde rasyonel ve özgür bireylerden oluşan bir halk tanımı yapmaktadır. Ancak faşizmde bu bağ kültür ve kan temelli oluşturulmaktadır. Bu anlayış Almanya’da Volkisch hareketinin, İtalyan yayılmacılığının ve sonunda faşizmin köklerini ifade etmektedir.55 Bilindiği üzere İtalya coğrafyası Roma İmparatorluğundan sonra siyasal birliğini kurmakta başarısız olmuştur. Uzunca bir süre şehir devletleri ve dükalıklar biçiminde milli birlikten yoksun bir şekilde varlığını sürdürmüş, bu durum birçok zaman Fransa ve İspanya’nın işgallerine olanak sağlamıştır. Mazzini’nin birlik, bütünlük arzusu ve milli devletlerden oluşan bir dünya fikri 19. yüzyıl İtalya’sında ırkçı ve yayılmacı bir karaktere bürünmüştür. Aslında Birinci Dünya Savaşından sonra devletler demokrasiyi kurtarma arayışı içine girmişlerdi. Ancak bazı devletler otoriter görünümler sergilemeye başlamışlardır.56 Faşizm, liberalizm ve marksizmin dışında bir üçüncü yol olma vasfını gösteriyordu. Sanayileşme ve demokratikleşme ile birlikte meydana çıkan sınıf temelli ve ekonomik sorunlar için Marksizm ve liberalizm bir çözüm üretememekteydi. Bu iki ideoloji sonuçta materyalist dünya görüşünün ürünleriydi ve toplumsal çatışmaları doğal görmekteydiler. Toplumsal çatışmalar ile birlikte toplum giderek parçalanıyor ve birbirine düşman oluyordu. Zaten liberalizmin her biri kendi çıkarı peşinde koşan bireylerden oluşan toplum önerisi millet olmanın önünde bir engel ifade etmekteydi. Faşizm bu sosyal çatışmalara bireysel çıkar ile değil milli çıkarlara olan inanç ile çözüm getirebileceği fikri ile alternatif bir yol olma vasfını da kendisine kazandırmış oluyordu. Faşizm toplumsal çatışmaları doğal görmek yerine tamamen ortadan kaldırmayı amaç edinmiştir. Modernite tarafından zarar gören organik, biyolojik ve kültürel bir birlik olan toplumu yeniden kurmak gerektiği fikrini içermekteydi.57 Faşizmde toplumsal çatışmaları yok etmek için toplumsal yapıları ve ekonomik sistemi değiştirmeye gerek yoktur. Birlik ruhunu yaratmak bunun için yeterli olacaktır. 54 Birsen Örs, a.g.e., s. 483-486. 55 Birsen Örs, a.g.e., s. 488. 56 Birsen Örs, a.g.e., s. 489-490. 57 Birsen Örs, a.g.e., s. 491. 13 Örneğin sınıf çatışmaları için milletin çıkarı noktasında işçi ve işverenler birleşeceklerdir. İşverenler milletin çıkarı için üretim araçlarını ellerinde tutacaklar, işçiler de milletin çıkarı için üreteceklerdir. Böylece milletin çıkarına olan inanç ile kapitalist ekonomik sistemi muhafaza ederken, marksizmin öne sürdüğü sömürü düzenini de görünmez kılıyordu. Faşizmin bu özellikleri ekonomik sıkıntılarla boğuşan geleneksel değerlerini yitirmiş, tutunacak bir dal, takip edecek bir lider arayan sağ ve sol fark etmeksizin toplumun her kesiminden insanlara çekici gelmeye başlamıştı. Var olan acıların, yaşanan sıkıntıların sebebi olarak liberalizm ve Marksizm gösteriliyor ortak düşman yaratılıyordu. Düşmanlarla mücadele edebilmenin yolu ise lidere inanmaktan geçiyordu.58 Faşizm, aydınlanmaya ve bireyci toplum modeline karşı bir tepki olarak doğmasına rağmen gerici veya muhafazakar bir ideoloji de değildir. İdeolojinin temeli statükoya dayanmamaktadır aksine devrimci bir yanı bulunmaktadır. Geçmişi yeniden kurmaya dönük bir özlemi de yoktur. Geçmiş sadece yeniden kurulacak olan toplumun bir dayanak noktası olacaktır. Faşizmde din, toplumu bir arada tutmaya yarayan işlevsel araçlardan sadece birisidir. Buradan hareketle seküler bir özellik taşıdığını söyleyebiliriz.59 Faşizmde toplum, bireylerden meydana gelmektedir ancak bireylerin teker teker bir önemi yoktur. Esas olan toplumdur, bireyler bir makinenin tüm parçaları gibi ancak bir araya geldiklerinde anlam kazanmaktadırlar.60 Bu sistemde toplumun kontrolü ve partinin güvenliği için paramiliter örgütlenmelere ihtiyaç duyulmaktadır. Bunlar partinin dışında ancak parti ile ilişkileri olan örgütlenmelerdir ve kitlelerin mobilizasyonu için sloganlar, mitler ve ütopyalar üretirler. Buralarda üretilen ritüeller ile düzenlenen mitinglerde adeta ruhani bir hava yaratılır. Buralarda duygulara öylesine hitap edilir ki aklı yok ederek içgüdüler canlandırılır. Bunun için anti-entelektüel ve saldırganca söylemlere yer verilir. Söylemlere inanmak itaat etmek esastır. Bu söylemlerin doğru veya yanlış olması önemsizdir. Eğer lider bu doğrudur diyorsa sorgulamaksızın itaat etmek esastır.61 Faşizmde lider devletin temsilcisi ve hatta ta kendisidir. Bilinçsiz kitleleri yönlendirme ve harekete geçirme yeteneği liderin önemini belirler. Max Weber’in terminolojisindeki karizmatik özelliklerin faşizmde liderlik makamının niteliklerinde belirdiği aşikardır. Lider toplumun hassas noktalarına temas ederek onları adeta büyüler ve harekete geçirir. Buna örnek olarak Hitler’in Alman toplumundaki tüm 58 Birsen Örs, a.g.e., s. 492. 59 Birsen Örs, a.g.e., s. 494. 60 Birsen Örs, a.g.e., s. 494. 61 Birsen Örs, a.g.e., s. 495. 14 çöküntülerin sebebi olarak Yahudileri göstermesi ve Almanları buna karşı harekete geçirmesi gösterilebilir.62 Faşist devlette parti ve devlet bütünleşmiştir. Tek partili yapı muhalefeti bastırabilmenin ve devlet aygıtını tamamen kontrol edebilmenin yegane yolu olarak görülmektedir. Yasama, yürütme ve yargı erkleri partinin kontrolündedir. Sivil hayatın da her alanına uzanan parti toplumun ve devletin tamamına egemen olur ve eğitim, siyaset, sanat başta olmak üzere total bir yönetim uygulaması karşımıza çıkar.63 Bilimsel araştırmalardaki insan ırkları ve bunlar arasındaki farklar üzerine yapılan çalışmaların siyasi ve ideolojik doğrultuda kullanılması ırkçılığı siyasal anlamda doğurmuştur. Almanlarda, Alman ırkının üstünlüğü esası üzerinden hareketle diğer milletlerin Almanlara tabii olması anlayışı öne çıkmıştır. Dünya hakimiyeti hususunda İslam öncesi Türklerle karıştırılmaması gereken noktalar bulunmaktadır. İslam öncesi Türklerde yönetim, teşkilatçı yapı konusunda üstünlük iddiası doğrudur. Ancak burada, vatandaşlık hakları, günlük yaşam gibi konularda hakimiyet altına alınan ve tabiiyetindeki bütün milletlere eşit haklar verildiği ve bir ayrım yapılmadığı görülmektedir. Cihan hakimiyeti anlayışının bu açıdan Avrupa’dakinden farkı Türklerde insanlığın huzuru için ve insanlığa hizmet amacıyla cihan hakimiyeti öne çıkmaktayken, Avrupa’da bencil bir anlayışla ırk üstünlüğüne dayalı, esaret ve kölelik temelli bir cihan hakimiyeti anlayışı karşımıza çıkmaktadır.64 1.4. TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ Türk Milliyetçiliği konusuna girmeden önce Millet ve Milliyet kavramlarının anlamını iyice pekiştirmek gerekmektedir. Millet kavramı çoğunlukla belirli bir amaç doğrultusunda dayanışma içinde bulunan insan topluluğu şeklinde açıklanmaktadır. İşte bu amaç, Almanlarda ırk, Arap ve Slavlarda dil, İsveçlilerde vatan, Fransızlarda kültür olarak ön plana çıkmaktadır. Milliyetçilik kavramının en yaygın anlamı ise milletini sevmek, yüceltmek ve yükseltmek şeklinde kabul görmektedir. Bu nedenle Türk milliyetçiliğini açıklamaya milleti oluşturan ve millet olmanın ana unsuru olarak kabul edilen milliyet kavramından başlamak konuyu daha net anlamamızı sağlayacaktır.65 Milliyet unsurunun temelinde aile vardır. Aile kurumunun genişlemesi ile bir üst kurum olan kabile oluşur. Birbirleriyle aynı dili konuşan, benzer örf, adet ve gelenekleri olan, ekonomik ilişkileri benzer olan kabileler aşiretleri, aşiretler de kavimleri meydana 62 Birsen Örs, a.g.e., s. 496. 63 Birsen Örs, a.g.e., s. 497. 64 Toplu, a.g.e., s.136-137. 65 Toplu, a.g.e., s. 14-16. 15 getirir.66 Kavimleri meydana getiren toplulukların ortak kin ve sevgi bağları bulunmaktadır. Diğer kavimlere karşı düşmanlıkları ve onlara hakim olma istekleri kavimleri bir arada olmaya ve dayanışmaya mecbur kılmaktadır.67 Bu durumda milliyet kavramını aynı ırk, dil, din, kültür ve ekonomik bağlar ile meydana gelen topluluğa duyulan bağlılık hissi olarak tanımlamak doğru olacaktır.68 Millet, bir vatan üzerinde kendi kurduğu devletin uyruğunda müstakil olarak yaşayan, aynı milliyete mensup insan topluluğu diye tanımlanır. O halde milliyet tek başına millet olmak için yeterli değildir. Milliyet ile birlikte bir ülke üzerinde siyasi organizasyon yani devlet kurumunun bulunması gerekmektedir. Yani nerede bir toprağa bağlılık var ise orada milliyet vardır.69 Bu konuyu günümüz devletleri üzerinden incelersek örneğin, Suriye, Irak ve Mısır devletlerinin her biri ayrı ayrı birer millettirler. Bunun yanında hepsi din, dil, örf, adet ve ırk açısından bakıldığında Arap milliyetindendirler. Aynı şekilde İsrail devleti bir millettir. Yahudi milliyetine mensuptur. Ancak dünyanın birçok bölgesinde millet haline gelememiş Yahudi milliyetine mensup topluluklar yaşamaktadır.70 Türkiye ve Türk toplulukları açısından incelersek bugün Türkiye’de Türk milliyetine mensup bir Türk milleti vardır. Bunun dışında müstakil devletlerini oluşturamamış ancak Türk milliyetine mensup Uygur, Tatar, Yakut gibi Türk boyları da bulunmaktadır. Bu topluluklar Türk milliyetindendirler. Ancak siyasi organizasyonlarını oluşturamadıklarından ötürü millet olma özelliğini kaybetmişlerdir.71 Türk milliyetini incelemeye ilk Türk devleti olan Mete Han’ın kurduğu Büyük Hun Devletinden başlamamız gerekmektedir. Tanrı Dağları ile Altay Dağları arasında yaşayan beyaz ve brakisefal ırka mensup olan Türkler ilk zamanlar aşiretler halinde yaşamaktaydılar. M.Ö. 220 yılarında Türkler, Moğollar ve Tunguz aşiretleri ile kaynaşmış ve aynı dili konuşan, aynı dine inanan, aynı örf, adet ve gelenekleri bulunan Hun aşiretinin adı altında devletlerini teşkil etmişlerdir.72 Hun Devletinin dağılmasının ardından aynı milliyete mensup Türk aşiretleri Asya’nın değişik bölgelerine yayılmışlardır. Bir grup Türk aşireti Orta Asya’da yeniden toparlanma gayreti içerisine girmişler ve M.S. 552 yılında Göktürk Devleti adı altında siyasi organizasyonlarına yeniden kavuşmuşlardır.73 66 Toplu, a.g.e., s. 17. 67 Toplu, a.g.e., s. 18. 68 Toplu, a.g.e., s. 18. 69 Toplu, a.g.e., s. 18. 70 Toplu, a.g.e., s. 19. 71 Toplu, a.g.e., s. 19. 72 Toplu, a.g.e., s. 20. 73 Toplu, a.g.e., s. 21. 16 Göktürk Kağanı Bilge Kağan, adına dikilen anıtta Türk milletine öğütlerde bulunmuştur. Bu yazıtlarda, millet milliyet, töre, din ve Çin’e karşı kin ön plana çıkmaktadır. “…Ben Ötükende oturarak tek başıma yurdu idare ettim. Çinlilerin altınına, gümüşüne, tatlı sözüne kapılmadım. Bunlara kapılan ne kadar Türkün öldüğünü, Çin boyunduruğuna düştüğünü unutmadım. Tanrı yardım etti Türk Kağanı oldum. Dağılmış milletimi bir araya topladım. Fakir milletimi zengin ettim. Azalmış milletimi çoğalttım. Atalarım Bumin Kağan’a, İstemi Kağan’a layık bir evlat olmaya çalıştım. Atalarım Türk ülkesini öyle sıkı tuttular, öyle birlikte, öyle güzel idare ettiler ki, Türk milleti bahtiyar oldu. Onların ölümlerine candan ağladı. Atalarıma tabi olan bütün yabancı milletler, Çinliler, Tibetliler, Moğollar bile onların çağında yaşadığı hayatı unutmadılar. Atalarım o kadar ünlü kağanlardı. Sonradan bilgisiz kötü kağanlar Türk tahtına oturdular. Onların kötü idaresi ve Çinlilerin hilesi yüzünden Türk milleti zengin ülkelerini kaybetti. Türk kağanlarının cihanı tutan şevketi mazi oldu. Bu yüzden Çinlilere beylik eden Türk kişizadeler köle, Türk kızları cariye oldu. Türk beyleri şanlı isimlerini bıraktı, Çince isimler kullanmaya başladı. Türkler Çin kağanına tabi olup elli yıl onun acıklı ve utandırıcı idaresinde yaşadılar. Fakat Gök Tanrı Türkün bu haline acıdı. Türk milleti yok olmasın eskisi gibi cihanın en yüce milleti olsun diye babam İlteriş Kağan ile anam İl-Bilge Hatunu Türklere kağan kıldı. Tanrı güç verdi. Babamın Türk ordusu kurt, Türk düşmanları koyun oldu. Kurt önünden kaçan koyunlar gibi dağılıp gitti. Babam kağan doğudan batıya at koşturup Türk milletini topladı. Türk devletini ihya etti.”74 745 yılında Göktürk devleti dağıldıktan sonra teşkilatçı yapılarını sürdüren Türkler, Gazneliler, Karahanlılar, Selçuklular gibi büyük Türk devletleri kurmuşlardır. Bu dönemde de Türkler millet ve milliyet anlayışlarını devam ettirmişlerdir.75 Kırım, Azerbaycan ve Türkistan coğrafyasında milliyetçiliğe yöneliş Osmanlıdan daha önce başlamıştır. Eş zamanlı olarak Avrupa’da Türkiye’de üretilen halı, kilim ve marangozluk ürünlerine artan ilgi ve bunun da etkisiyle Türk tarih ve kültürü üzerine incelemeler Türkoloji çalışmalarının hareket noktası olmuştur. Türkoloji çağrısına en önce kulak veren Asya Türkleri İstanbul Türkçesini benimseme gayretine girişmişlerdir. Doğu Türklerinin buna öncülük etmesinin temelinde Türkiye Türklerinin Osmanlılık ve İslamlığın temsilcisi olmaları ve Türk hakanlık tahtında bulunmaları yatmaktadır.76 74 Toplu, a.g.e., s. 22. 75 Toplu, a.g.e., s. 24. 76 Toplu, a.g.e., s. 41. 17 1911’lerde Türk düşünürler Türk milletini bir arada tutan unsurun ne olduğu üzerine çalışmalar yapmışlardır. Bu çalışmalar sırasında dönemin siyasi atmosferinden de etkilenmişlerdir. Bu çalışmaları incelemenin daha iyi analiz yapabilmemiz adına bize yardımı dokunmaktadır. İlk olarak Türk milletini bir arada tutan dayanak noktasının ırk olup olmadığı üzerinde durmuşlardır. Tarih boyunca binyıllardan beri süregelen savaşlar, göçler ve evliliklerin neticesinde saf ırk diye tabir edilen ari ırk kavramının insanlar için mümkün olmadığı bunun ancak at, köpek gibi hayvanların sınıflandırılmasında kullanılabilecek bir yöntem olduğundan bahsedilmiştir. Yani söylenmek istenen milleti sadece ırk temel alınarak tanımlamanın mümkün olmadığıdır.77 Dayanak noktasını din temel alarak incelediklerinde ümmet kavramından yola çıkmışlardır. Bir dine mensup olanlara ümmet adı verilmektedir. Ümmet birbirinden farklı pek çok millete ayrılmıştır ve hepsi ayrı milletler olma yolunu seçmişlerdir. Bu sebeple din de dayanak noktası olamaz.78 Peki tabiiyet yani bir devlete olan bağlılık bir dayanak noktası olabilir mi? Düşünürler buna cevaben Osmanlının son 250 yıllık zaman dilimini ele almışlardır. Büyük ve güçlü bir devlet olmak ve bünyesinde pek çok farklı unsuru bulundurmanın bir millet olmak için yeterli olmadığını söylemişlerdir. Çünkü refah ve zenginlik dönemlerinde devlete bağlılığı kesin olan, güçlü dönemlerde kendini o millete ait gören unsurların devlet zayıfladığı zamanlarda nasıl hareket ettiklerini tarih bize göstermiştir.79 Ziya Gökalp’in Türk milleti için yaptığı tanım bir ortak nokta bulmamıza yardımcı olmaktadır. Ona göre Türk Milleti “Türk soyundan gelenlerle birlikte bu soyun yoğurduğu kültürü benimsemiş olanların heyeti umumiyesidir.” Bu durumda Türk Milletinin iki dayanak noktası ortaya çıkmaktadır. Bunlar soy ve kültürdür.80 Soy dendiğinde kastedilen doğumla birlikte gelen ırki mensubiyet olmakla birlikte aynı zamanda bu ırka aidiyet hissettiren tarihi şuuru ifade eder. Yani böylece bir şahsın Türk doğup doğmadığı değil Türk olup olmadığı önem kazanmaktadır. Kültür ise içerisinde dil, din, örf gibi durağan ve vatan, iktisat ve siyaset gibi değişken unsurları barındırır. İşte Türk milletinin dayanak noktasını tüm bu unsurlar birlikte oluşturmaktadır.81 Milliyeti ortaya çıkaran unsurlara bazı toplum bilimciler tarafından itirazlar da yapılmıştır. Din, dil ve vatan unsurlarının bir millet için zorunlu olmadığı kimi zaman 77 Toplu, a.g.e., s. 44-45. 78 Toplu, a.g.e., s. 45. 79 Toplu, a.g.e., s. 45. 80 Toplu, a.g.e., s. 46. 81 Toplu, a.g.e., s. 46. 18 öne sürülmüştür. Örneğin din konusunda Fransa bir kısmı Katolik bir kısmı Protestanlardan oluşmaktadır. Ya da İsviçre’de üç farklı dil konuşulmaktadır. Bunun yanında vatan konusunda Yahudiler bir vatanları olmadan uzunca bir süre varlıklarını korumuşlardır. Abdülhadi Toplu bu itirazları reddetmiştir. Ona göre Fransa millet olarak varlığını kurduktan sonra Protestanlık Fransa’ya girmiştir. Yine aynı şekilde Yahudiler vatan toprakları üzerinde milleti teşkil ettikten sonra dünyaya dağılmışlardır. Yani bunlar olmadan önce zaten milleti oluşturan unsurlar ortaya çıkmıştı. İsviçre açısından ise ortada üç farklı milletin devletlerarası hukuk açısından bir araya gelmesi durumu söz konusudur.82 Türk Milliyetçiliğinin asıl adı olarak nitelenen Türkçülük, Osmanlı Devletinin yıkılmasını engellemek için tanzimat döneminde ortaya atılan siyasi reçetelerden birisidir. Siyasi Osmanlıcılık ve Siyasi İslamcılık tarafından genellikle küçümsenen ve hoş karşılanmayan Türkçülük özelikle 2. Meşrutiyet yıllarında Türk olmayan Müslüman Osmanlı tebaası tarafından “İslam’da dava’yı kavmiyet olmaz” şeklinde argümanlarla eleştirilmiştir. Bununla beraber bu argümanları üretenlerin Siyasal İslamcılık fikirleri adı altında kavmiyetçilik ve etnik bölücülük yaptıklarından da bahsedilmektedir. Osmanlının son dönemleri söz konusu olduğunda Türkler dışındaki hemen her kavmin kendi adıyla dernekleştiği ve siyasal, kültürel çalışmalar yaptıkları bilinmektedir.83 Osmanlıda meydana çıkan fikir akımlarının farklı milletlerden oluşan bu devleti kurtarmak amacı taşıdıkları şüphesizdir ve her biri kendi çözüm yolunu uygulamak istemektedirler. Bu gayeye Osmanlıcılık, vatandaşlık, İslamcılık ise dindaşlık temelinde ulaşmaya çalışmaktaydı. Ancak milletler ve milliyetler çağında bu tip fikirlerin de etkisini yitirdiği bir gerçekti. Öyle ki Birinci Dünya Savaşında farklı milletleri bünyesinde barındıran Osmanlı Devleti bütünlüğünü koruyamamıştır. Türk olmayan tebaa imparatorluktan koparken geriye devletin kurucu unsuru olan Türkler kalmıştır. Birinci Dünya Savaşın sonunda varlığı ortadan kaldırılmaya çalışılan Türkler 1919- 1922 yıllarında Mustafa Kemal önderliğinde istiklal mücadelesini yürütmüş ve bu mücadelenin sonucunda Türk milletinin varlığına dayanan milli devlet olarak bilinen Türkiye Cumhuriyetini kurmuşlardır.84 Her fikir sisteminin esas aldığı bir insan topluluğu ve amacı olduğu gibi Türkçülük ve Türk milliyetçiliğinin de vardır. Fikir sistemlerinin birbirlerinden ayrıldıkları temel nokta da burasıdır. Öyle ki, ideolojileri incelediğimizde fert, sınıf, 82 Toplu, a.g.e., s. 47. 83 İsmail Acar, Cumhuriyetin Kurucu Fikri: Türk Milliyetçiliği, Ümit Ofset Matbaacılık, Ankara, 2008, s. 9 84 Acar, a.g.e., s. 10. 19 millet, ümmet gibi birimler üzerinden amaçlarını tespit ettiklerini ve kültürel, siyasi ve ekonomik uygulamalarını bu amaçlara ulaşmak için gerçekleştirdiklerini görürüz.85 Türk milliyetçiliği de, insanlık birimleri içerisinden Türk milletini esas alarak, onu yaşatmayı ve yükseltmeyi kendisine amaç edinmiştir.86 Benzer unsurların diğer fikir sistemleri için de geçerli olduğunu görmekteyiz. Örneğin Marksizim’de işçi-patron mücadelesi temelinde işçi sınıfı esas alınmaktadır ve işçi sınıfının hakimiyeti hedeflenmektedir. Liberalizmde birey esastır. Birey kendisi için en doğru olanı bilir ve bunu gerçekleştirebileceği ortamı ona sağlamak amaçlanır. İslamcılık, dünya tarihini dinler ve ümmetler mücadelesi olarak görür ve kavimleri, milletleri bir cemiyet olarak kabul etmez. Zaten Siyasal İslamcılıkta kavmiyetçilik gütmek yasak kabul edilmektedir.87 Milliyetçilik ise insanlık tarihini incelerken milletler ailesi esasından hareketle bu milletlerin birbirleriyle mücadelesine odaklanmaktadır. Türk milliyetçiliği de bu noktada Türk milletinin varlığı temelinden yola çıkmaktadır. Türk milliyetçiliğinin dine yaklaşımına baktığımızda şüphesiz ki büyük çoğunluğu dinin İslam olduğunu dile getirmektedir. Genel olarak milliyetçilik fikriyatının da zaten din ile bir sorunu olduğu söylenemez.88 İdeolojiler kendilerine bir insanlık birimini esas almanın yanı sıra bu insanlık birimini hedeflediği noktaya taşımak amacıyla kendilerine bir metot seçerler. Örneğin Marksizm açısından bu metot devrim fikridir. Türk milliyetçiliği için ise esas olan yöntem bilimdir. Mustafa Kemal Atatürk’ün “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözü bu yöntemin ifadesidir. Türk milliyetçiliğinin hedefi ise özünde Türk milletini yaşatmak ve yükseltmektir. Bu nedenle öncelikle Türk milletinin varlığını ve haysiyetini korumak ve her daim bu haysiyet ve istikbalin ışığında var olmasını sağlamak gerekmektedir. Milli mücadele yıllarında yapılmış olan tam da budur. Bu sebepledir ki Türk milliyetçileri Türk milletine ait olan her türlü değere sahip çıkarlar. Bu değerleri korumak ve yaşatmak Türk milliyetçiliğinin temel hedefidir.89 Milliyetçilik kavramını milletini sevmek, yüceltmek ve yükseltmek olarak tanımlamıştık. Bir milleti sevmek demek o millete vücut veren onu oluşturan tüm unsurları sevmek demektir. Bu unsurlar içerisinde vatan, dil, din, tarih, gelenek ve görenekler yer almaktadır.90 Türk Milliyetçiliği açısından sevip saymak tek başına 85 Acar, a.g.e., s. 16. 86 Acar, a.g.e., s. 16. 87 Acar, a.g.e., s. 17. 88 Acar, a.g.e., s. 18. 89 Acar, a.g.e., s. 19-20. 90 Toplu, a.g.e., s. 49-50. 20 yeterli eylemler değildir. Milletini oluşturan unsurları sevmenin ardından milletini yükseltmek ve yüceltmek gelir. Bunun yolu da bilim kültür ve medeniyettir.91 91 Toplu, a.g.e., s. 51. 21 İKİNCİ BÖLÜM TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN OLUŞUMU VE YÜKSELİŞİNDE ETKİSİ OLAN FAKTÖRLER 2.1. ORTA ASYA’DAN OSMANLIYA TÜRKLER Türk Milliyetçiliğinin tarihsel arka planını incelemek için öncelikle tarihte Türk adının ortaya çıkışına bakmak gerekir. M.S. 5. yüzyılda Orta Asya’daki kavimler kendi aralarında birlik kurma yoluna gitmişlerdi. Çin kaynaklarında bu kavimler arasında bir ayrılık görülmüyor ve bunlar “Yüksek Arabalılar” anlamında “Kaoçi” olarak adlandırılıyorlardı. Göktürklerle birlikte Kaoçilere Çin kaynaklarında Tiele denmeye başlanmıştır. Japon kaynaklarına göre bu söz Türk isminin karşılığıdır.92 Türk devletlerinin isimlendirilmesinde boyların ve zümrelerin etkisi büyüktür. Hangi zümre egemenliği eline almışsa, tıpkı Selçuklular ya da Osmanlılarda olduğu gibi devlet o isimle anılmaya başlanmıştır. Çinliler, Göktürklerden kendi kaynaklarında Tukyu veya Tu-chüeh şeklinde bahsetmişlerdir. Moğol kavimlerinin Türkleri Türküt şeklinde isimlendirdiğini ve bu ismin Çin kaynaklarına Tukyu şeklinde geçtiğine dair iddialar bulunmaktadır.93 Göktürkler bu açıdan önemlidir çünkü Göktürklerle birlikte Türk adı sadece bir kavmi isimlendirmek için kullanılmamış aynı zamanda bir devletin de adı olmuştur. Öyle ki Çin imparatoru tarafından Göktürk kağanı İşbara’ya 585 yılında yazılan bir mektupta kendisinden “Büyük Türk Kağanı” olarak bahsedilmekteydi. İşbara Kağan’ın verdiği cevapta “Türkün tanrı tarafından kuruluşundan bu yana 50 yıl geçti” denmekteydi. İşbara Kağanın cevabında Türk derken kastettiği devleti idi.94 Türklerin millet anlayışı ve bağımsızlığa olan düşkünlüğü Orta Asya’dan beri süren bir gelenek olarak karşımıza çıkmaktadır. Göktürk Devletinin Çin egemenliğine girdiği yıllarda Türkler Çin ordusu için savaşmaya zorlanmışlardı. Bazı kaynaklar Çin için savaşmaya zorlanan Türklerin “Ben ülkesi olan bir milletim”, “Kimin için Toprak kazanıyorum” şeklinde serzenişte bulunduklarından bahseder. Göktürkler 50 yıl Çin esareti altında kalmışlardır. Esaret altındaki yıllarda dahi bağımsızlıkları için defalarca isyan etmişler ve sonunda İlteriş Han tarafından bağımsızlıklarına yeniden kavuşturulmuşlardır.95 Orhun Kitabelerinde Bilge Kağan’ın söyledikleri Orta Asya’daki Türklerin millet anlayışları ile ilgili bilgi edinmemizde bize yardımcı olur. Özellikle Çinliler ile yaptığı 92 Aydın Taneri, Türk Kavramının Gelişmesi, Ocak Yayınları, Ankara, 1993, s. 63. 93 Taneri, a.g.e., s. 65. 94 Taneri, a.g.e., s. 66. 95 Taneri, a.g.e., s. 71. 22 savaşlardan ve Çin’in siyasi oyunlarından bahseden Bilge Kağan Türk milletine öğüt verir: “….Çin milletinin sözü tatlı hediyesi çekicidir. Çinliler bu tatlı dil ve çekici hediyelerle uzaktaki milletleri kendilerine çekerler.” , “Ey Türk milleti, bu tatlı sözlere ve yumuşak hediyelere kanıp birçoklarınız öldünüz.” , “… O yere varırsan, Ey Türk milleti, öleceksin, Ötüken ormanında kalırsan, yurdunu ebediyen elinde tutacaksın.” 96 Millet bilinci Türk toplumunda tarihin en eski dönemlerinden beri bulunmaktaydı. Bunu gerek Orhun Abidelerinde gerekse eski Türk hakanlarının söylemlerinde görmekteyiz.97 Bu açıdan Türklerde milliyetçilik fikrinin Orta Asya’ya kadar uzandığını söyleyebiliriz. Milli duygulara dayanan devlet anlayışı, hürriyet ve istiklale verilen önem ve bunlara uyulmamasının ihanet sayılması anlayışı Türk milliyetçiliğinin kökleri hakkında fikir edinmemizi sağlamaktadır.98 Orhun kitabelerinde Türk hakanı Türkleri dünyanın tek hakim milleti olarak nitelemiş, milleti için sevgi ve saygıyı yüceltmiş ve ülkesinin yabancılar tarafından işgal edilemeyecek oluşunu belirtmiştir. Öyle ki Bilge Kağan kitabelerde “Üstte mavi gök çökmedikçe altta yağız yer yarılmadıkça senin ilini ve töreni kim bozabilir” diyerek millet bilincini ortaya koymuştur. Yine İslamiyet öncesi Türklerde Ergenekon, Manas, Şu, Yaratılış gibi destanlar Türk milliyetçiliğine temel oluşturmaktadır.99 Bunlar bize Türklerin devlete sadakat, vatan ve millet anlayışının Orta Asya’da belirdiğini göstermektedir. İslam öncesi Türk devletlerinde her boyun başında bir boy beyi bulunmaktaydı. Boy beyleri kahramanlıklarını ispatlamış yetenekli kimselerden seçilirdi. Liyakat ölçüsüne göre liderlik görevi babadan oğula geçmekteydi. Boyların birleşmesiyle kavmin başına üstünlüğünü diğer boylara kabul ettirmiş bulunan boyun beyi geçerdi. Bu durumda bey, Hakan ünvanını alırdı ve kavmin adı hakanın mensubu olduğu boy ile anılırdı.100 İslam öncesi Türklerde halk ile hakan arasında kölelik sahiplik ilişkisi olmamıştır. Bu açıdan her fert eşit haklara sahip özgür bireylerdi.101 Hakanın çocuklarına Tigin denirdi. Tiginler belli bir yaşa geldiklerinde devlet tecrübesi kazanmaları için eyaletlere vali olarak gönderilmekteydiler.102 Hakan devleti eşi Hatun ile birlikte yönetmekteydi. Hakanın ölümünden sonra yerine hanedanın en yetenekli üyesi geçerdi. Bu durum zaman zaman tiginler arası mücadeleler doğurmuş ve 96 Taneri, a.g.e., s. 73. 97 Turan, a.g.e., s. 140. 98 Uca, a.g.e., s. 127. 99 Uca, a.g.e., s. 128. 100 Toplu, a.g.e., s. 26. 101 Toplu, a.g.e., s.27. 102 Toplu, a.g.e., s.27. 23 devletin zayıflamasına sebep olmuştur.103 Devlet meseleleri tiginlerin, beylerin katılımıyla toplanan kurultayda görüşülür ve karara bağlanırdı. Kurultayda yapılan müzakerelerden sonra son söz Hakana aitti. Türkler için askerlik çok büyük önem arz etmekteydi. Askerlik çağına gelen her genç askere alınırdı. Ordu-Millet anlayışının Türk devlet geleneğinde büyük önem arz ettiği görülmektedir.104 Türk kültür ve geleneklerinin genel hatlarıyla şekillenmesi Büyük Hun Devleti döneminden başlayıp M.S. 9. yüzyıla kadar sürmüştür. İslam öncesi Türklerde Göktanrı inancı egemendi. Türkler diğer uygarlıklardaki gibi güneş, ay veya yıldızları tanrı olarak benimsememişler, tanrıyı gök ile sembolize etmişlerdir. Orta Asya kökenli olan ve temeli Göktanrı inancına dayanan pek çok gelenek Türk dünyasında halen daha yaşatılmaktadır. Öyle ki, düğünlerde havaya ateş açmanın önceden ok atmak şeklinde uygulandığı bilinmektedir. Yağmur duasında “Yada taşı” kullanmak, uğur getirmesi için ağaçlara bez bağlamak Orta Asya’dan beri süregelen geleneklerdir.105 Yine aynı şekilde düğünlerde para saçmak da bu geleneklerin devamı niteliğindedir. Eski düğünlerde darı saçılırdı ve zamanla bunun yerini para almıştır. “Darısı başımıza” deyimi de buradan gelmektedir. Bayramda kurban edilecek hayvanın süslenmesi geleneği de Orta Asya’ya kadar uzanmaktadır.106 Türkler İslamiyeti benimsemeleri ile birlikte geleneklerini sürdürmeye de devam etmişlerdir. Türk ve İslam medeniyetleri arasında bir takım kültür alışverişinde bulunulmuş ve bu iki medeniyet birbirini şekillendirmiştir. İslam medeniyeti Türk kültürünün içine başta cami ve medrese olmak üzere mimari materyaller eklemiştir. Türkler bunu Orta Asya’dan gelen anlayışla ince, uzun, silindirik minareler ekleyerek geliştirmişlerdir.107 Dil konusunda Türk devletlerinde saray ve halk dili Türkçe olmakla birlikte bilim dili Arapça, edebiyat dili Farsça olmuştur. Bunda Orta Doğuda Arapçanın batıdaki Latinceye eşdeğer konumda bilim alanında kendini kabul ettirmesinin önemi büyüktür.108 Türkler İslam dünyasını birçok açıdan etkilemişlerdir. Bunlardan en önemlisi de şüphesiz askeri alanda olmuştur. Türklerden oluşan askeri birlikler Abbasi halifesine pek çok zafer kazandırmışlardır. Arap topraklarına köle olarak geldikleri halde askeri becerileri sayesinde hükümdarlığa kadar uzanan Türk komutanlar olmuştur. Memlük devleti bu konuda bir örnektir.109 103 Toplu, a.g.e., s. 28. 104 Toplu, a.g.e., s. 28. 105 Taneri, a.g.e., s. 41. 106 Taneri, a.g.e., s. 42. 107 Taneri, a.g.e., s. 43. 108 Taneri, a.g.e., s. 44. 109 Taneri, a.g.e., s. 75-76. 24 İslamiyet ile birlikte Türkler milli kimliklerini kaybetmemişlerdir. Kaşgarlı Mahmut Divan-ı Lügat-it Türk adlı eserinde Türk dilinin üstünlüklerinden bahsetmiştir. Yusuf Has Hacip Kutadgu Bilig eseriyle Türkçülüğü sürdürmüştür.110 Dil ve edebiyat alanında yazdığı eserlerle Türk milliyetçiliğinin ilk büyük simalarından biri olan Kaşgarlı Mahmut Türk illerinin pek çoğunu dolaşmış ve oraların adetlerini, gelenek ve göreneklerini incelemiştir.111 Kaşgarlı Mahmut Türk milletinin yalnızca askeri alanda değil dil ve edebiyat, bilim, kültür ve medeniyet alanında da diğer milletlerden üstün olduğunu meydana çıkarmak amacıyla çalışmalar yapmıştır. Türk illerinde gezip görerek edindiği kanaatleriyle çalışmalarını oluşturmuştur.112 Kaşgarlı Mahmut Divan-ı Lügati-it Türk’ün önsözünde şöyle söylemektedir: “Tanrının devleti güneşini Türk burçlarından doğurmuş olduğunu ve Türklerin ülkeleri üzerinde göklerin bütün dairelerini döndürmüş bulunduğunu gördüm. Tanrı onlara Türk adını verdi. Yeryüzüne hakim kıldı. Cihan imparatorları Türk ırkından çıktı. Dünya milletlerinin yuları Türklerin eline verildi. Türkler tanrı tarafından bütün kavimlere üstün kılındı. Haktan ayrılmayan Türkler tanrı tarafından hak üzere kuvvetlendirildi. Türkler ile beraber olan milletler bile aziz oldu. Böyle kavimler Türkler tarafından her arzularına eriştirildi. Türkler himayelerine aldıkları kavimleri düşmanların şerrinden korudu. Cihan hakimi olan Türklere herkes muhtaçtır. Onlara derdini dinletebilmek için de Türkçe öğrenmek lazımdır.”113 Türk devlet anlayışı Selçuklularla birlikte İslami bir boyut kazanmıştır. Selçuklularda resmi dil Farsça, bilim dili Arapça, ordu ve hanedan dili Türkçe olmuştur. Selçukluların içinde birçok milleti barındıran geniş sınırlarının ve beynelmilel yapısının da bunda etkisi vardır. Böylece Selçuklularla birlikte Türklük ülküsünün yerini İslam ülküsü almıştır. Öyle ki Selçuklulardan Tanzimat dönemine kadar Türk milletinin maneviyatını İslam ülküsü doldurmuştur.114 Türkiye Selçuklularında, Büyük Selçukluların aksine merkezi bir yönetim anlayışı benimsenmişti. Bu anlayış Anadolu’nun ebediyen yurt kılınmak istendiğinin göstergesidir. Vilayetlerin başına eyalet beyleri yerine devlete bağlı subaşılar atanmıştır. Bu durum 1243 Kösedağ Savaşı ile Moğol işgaline kadar sürmüştür. Moğol işgali ile birlikte devlet yeniden eyaletlere bölünmüştür.115 Selçuklular ile birlikte devlet politikası artık milli değil İslami bir yapı kazanmıştı ancak Türklük fikriyatının yine de Türkler arasında kaybolduğu söylenemez. Anadolu’nun Moğol işgali altında 110 Uca, a.g.e., s.129. 111 Taneri, a.g.e., s. 80. 112 Taneri, a.g.e., s. 81-82. 113 Toplu, a.g.e., s. 24-25. 114 Toplu, a.g.e., s.31-32. 115 Toplu, a.g.e., s. 35. 25 bulunduğu yıllarda Karamanoğlu Mehmet Bey 1275 yılında ordusu ile Konya’yı kurtararak şehrin yönetimine Türkleri atamış, Arapça ve Farsçayı yasaklayarak Türk dilini milli devlet dili haline getirmişti.116 Osmanoğullarının öncülüğünde Anadolu’daki eyaletlerin de birleşmesiyle 600 yıl sürecek olan büyük Türk imparatorluğu 1299 yılında kurulmuştur. Osmanlı devleti beylikten imparatorluğa doğru geçiş süresince pek çok dönüşüm geçirmiştir. Osmanlılarda diğer Türk-İslam devletlerinde olduğu gibi saray ve ordu dili Türkçe, bilim dili Arapça, edebiyat dili Farsça idi. Millet kavramında Osmanlı için din büyük önem ifade etmekteydi.117 Osmanlı devletinde Divan, devlet işlerinin karara bağlandığı yerin adı idi. Burada şehzadeler, paşalar ve devlet görevlileri temsil olunurdu. Son söz hakkı padişahta idi. Şehzadelerin sancaklara gönderilmesi geleneği Osmanlıda da uygulanmaktaydı. Osmanlı devlet anlayışının bu açıdan Orta Asya geleneklerinin bir devamı niteliğinde olduğu görülmektedir.118 Osmanlıda geleneklerin ve Türk milletinin kökenini içeren Orta Asya Türk tarihi ve Türklerin kökenine dair çalışmalar da yapılmıştır. Farsçadan çevrilen Reşid el din tarihi ve kimi başka eserlerde İslam öncesi Türk tarihi incelenmiş ve hatta Osmanlı hanedanının kökeninin Oğuz Hana kadar dayandığından bahsedilmiştir.119 2.2. TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİ OLUŞTURAN SİYASAL ORTAM Osmanlı Devleti Yavuz Sultan Selimle birlikte hilafetin Osmanlıya geçişine kadar örf ve adetlerle birlikte dini kuralları da bünyesinde barındıran bir devletti. Yavuz dönemi ile birlikte devlet tıpkı Selçuklularda olduğu gibi Beynelmilel devlet vasfını kazanmıştır. Türk sözcüğünün bu dönemden itibaren geri planda kaldığı görülmektedir. Devlet 18. yüzyıl itibariyle toprak kaybetmeye başlayınca Osmanlı aydınları bir takım arayışlar içine girdiler ve yüzlerini batıya dönerek ıslahatlar yapmaya başladılar. Fransız İhtilalinin getirdiği milliyetçilik, hürriyet ve eşitlik fikirlerinin Osmanlıda yayılması ile birlikte imparatorluktan kopmalar başlamış ve bu kopmalara tepki olarak Türk Milliyetçiliği uyanmaya başlamıştır.120 1808 yılına gelindiğinde Alemdar Mustafa Paşa’nın ve merkez adına hareket eden üst düzey devlet adamlarının girişimiyle padişah ve ayanlar arasında tarihimizdeki ilk anayasal belge olarak kabul edilen Sened-i İttifak imzalanmıştır. Bu belge ile ayanların padişaha sadakati amaçlanmış ve ayanlara, padişaha karşı 116 Uca, a.g.e., s. 130. 117 Toplu, a.g.e., s. 36. 118 Toplu, a.g.e., s.37. 119 Turan, a.g.e., s. 140. 120 Uca, a.g.e., s. 127. 26 ayaklananları cezalandırma, vergilerin toplanmasında merkeze yardımcı olma, kendi bölgelerinde asayişi sağlama ve vergilerin halka ezici bir şekilde yansıtılmamasına dikkat etme sorumlulukları yüklenmiştir. Bu sözleşme ile padişah 2. Mahmut ayanların varlığını tanımış bulunuyor ve iki tarafa da sorumluluklar yükleniyordu.121 Aynı zamanda Tanzimat Fermanı olarak da bilinen Gülhane Hatt-ı Hümayunu 3 Kasım 1839’da halkın ve yabancı temsilcilerin önünde okunarak ilan edilmiştir. Padişahın tek taraflı iradesiyle ilan olunan bu ferman ile Osmanlı tabiiyetindeki milletlere bir takım hak ve özgürlükler tanınmıştır. Açık yargılama usulü getirilmiş, idarenin keyfi işlemler yapmayacağı garanti edilmiştir. Ayrıca suç ve cezanın şahsiliği ilkesi kabul edilmiş ve mülkiyet güvenliği, müsadere yasağı, can ve mal güvenliği, vergilerin herkesten maddi gücüne göre alınması, vergi ve askerlik gibi konularda yeniden düzenlemelere gidilmiştir. Bu haklardan din ve milliyet ayrımı olmaksızın Osmanlı uyruğundaki herkesin yararlanabileceği vurgulanmış ve Tanzimat Fermanının açıklanması için çıkarılan ek fermanda “Vezirden çobana kadar herkes eşittir” denilerek vatandaşlık kavramı ön plana çıkarılmıştır. Osmanlı Devletinin gerçek anlamda ilk anayasal belgesi olan Tanzimat Fermanı geleneksel İslam anlayışından kopuş, teokratik devlet görünümünden uzaklaşma ve laikleşme yolundaki gelişmelerin başlangıcıdır. Tanzimat ile birlikte yasalar artık sadece yönetilenleri değil, o yasaları çıkartanları da bağlayacak duruma gelmiştir.122 Tanzimat döneminde Osmanlıcılık fikriyatının ortaya çıkışı ile o döneme kadar hanedana ait olan bu tabir, devleti bir arada tutabilmenin yolu olarak görülmeye başlanmıştır. Bu dönemde Bab-ı Ali’de ağır sanatlı, Farsça ve Arapça karşımı bir dil kullanılmaya başlanmış ve Türkçe bu kesim tarafından küçümsenir olmuştur.123 1865 yılında Genç Osmanlılar Cemiyetinin kurulması ile bu cemiyetin mensupları devletin dış borçları, kapitülasyonları ve Tanzimat döneminin liberal uygulamalarını eleştirmeye başladılar. Bu grubun önde gelenlerinden Namık Kemal vatan kavramını ortak dil, ortak çıkar ve düşünceler bütünü olarak tanımladı. Namık Kemal’e göre vatanı sevmemizin nedeni onun bir parçası olmamızdır. Eğer vatan sevgisi biterse orası yabancı güçlerin işgaline uğrayabilirdi. Namık Kemal’in yazdığı “Vatan Yahut Silistre” adlı oyun o dönem insanlarının vatanseverlik duygularını şahlandırdı. Oyundaki bir karakterin “Vatanını sevmeyen, Allahını sevemez” sözü Namık Kemal’in vatan kavramına atfettiği önemi ifade etmektedir.124 121 Selin Esen ve Bülent Yücel, Türk Anayasa Hukuku, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, 2016, s. 3-4. 122 Esen ve Yücel, a.g.e., s. 4. 123 Toplu, a.g.e., s. 37. 124 Çağla Gül Yesevi, “Türk Milliyetçiliğinin Evrimi”, Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi, 2012, Cilt: 4, Sayı:2, 75-85, s. 77-79. 27 Kültürel Milliyetçilik kapsamında Mustafa Reşit Paşa’nın yazı dilinin sadeleştirilmesi çalışmaları, Batıdaki Türkoloji çalışmalarıyla birlikte diğer alanlardaki Türkçülük fikirlerini de etkiledi. İbrahim Şinasi’nin sade Türkçe ile mısralar yazması, Ziya Paşa’nın Türk şiirini halk edebiyatında aramak gerektiğini belirtmesi, Ahmet Vefik Paşa’nın Türkçe’nin zenginliklerini belirtmesi ve nihayet Ali Suavi’nin yayınlarında Türkçülüğü işlemesi, Namık Kemal’in işlediği vatanperverlik teması edebiyat ve basında Türkçülüğün yansımalarını göstermektedir.125 Sait Bey’in o dönemde yazdığı şu şiir bu açıdan bir yeniliktir: “Arapça isteyen Urban’a gitsin, Acemce isteyen İran’a gitsin, Frengiler Frengistan’a gitsin, Biz ki Türk’üz Bize Türk-i gerekir.”126 Hristiyan unsurların imparatorluktan kopmaya başlaması 2. Abdülhamit döneminde İslamcılığın resmi devlet politikası haline gelmesine yol açmıştır. Buna rağmen bu dönemde de edebiyat, tarih ve basında Türklük ve Türkçülük tartışılmaya devam etmiştir. 1876 Anayasasında devletin dilinin Türkçe olduğu kabul edilmiştir.127 İsmail Gaspıralı Kırım’ın Bahçesaray kentinde çıkardığı Tercüman gazetesi ile kültür Türkçülüğüne katkıda bulunurken “dilde, fikirde, işte birlik” sloganı ile Rusya Müslümanlarının ve Türklerin birleşmesi fikrini düşünüyordu. Ona göre İslami bağlar bu uğurda bir harç olabilirdi.128 Osmanlıda ırka dayalı milliyetçilik takip etmek imparatorluğun devamlılığı açısından riskli görüldüğünden İkinci Meşrutiyete kadar Türkçülük siyasi bir akım olarak karşımıza çıkmamıştır ancak İkinci Meşrutiyet öncesinde dil, tarih, edebiyat ve kültürde milliyet olgusunun temelleri atılmıştır. 129 Yusuf Akçura yayımladığı “Üç Tarz-ı Siyaset” isimli makalesi ile Türkçülüğün siyasi programını ortaya koymuş ve Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük politikalarından hangilerinin faydalı olacağını tartışmıştır.130 Ziya Gökalp İslamcılık, Batıcılık ve Milliyetçilik fikirlerini sentezlemiştir. Onun milliyetçiliği daha çok kültüre dayanmaktadır. Gökalp’te millet, bireyden üstündür. Bununla birlikte kültürel birlik etnik birlikten daha önemlidir. Gökalp’e göre Millet aynı dili konuşan aynı kültürü ve dini paylaşan insan topluluğudur.131 125 Uca, a.g.e., s. 127. 126 Uca, a.g.e., s. 135. 127 Uca, a.g.e., s. 136. 128 Uca, a.g.e., s. 137. 129 Uca, a.g.e., s. 138. 130 Uca, a.g.e., s. 139. 131 Yesevi, a.g.e., s. 80. 28 Sultan Abdülmecid döneminde dış baskıların neticesinde Hariciye Nazırı Ali Paşa ile İngiltere, Fransa ve Avusturya elçileri arasında oluşturulan Islahat Fermanı ile din ve mezhep ayrımı yapılmadan herkesin can, mal, ırz ve namusu devlet güvencesine alınmıştır. İşkence ve eziyet yasaklanmış ve vergilendirmede bir takım değişikliklere gidilmiştir. Müslüman olmayan topluluklara kendilerini yönetmek için cemaat meclisleri oluşturma, ibadethane, hastane ve okul açabilme hakkı tanınmıştır. Gayrimüslimlere verilen haklar genişletilmiş eyalet meclislerine, memurluklara, askeri ve mülki okullara girebilmelerinin önü açılmıştır.132 Uzun yıllar Avrupa karşısında üstünlüğünü muhafaza eden Osmanlı İmparatorluğu 19. Yüzyıldan itibaren Avrupalı devletlerin gerisinde kaldığını kabullenmiş ve batı ile ilişkilerin artık Osmanlı Devleti aleyhine değiştiğinin farkına varmıştı. Osmanlı Devleti eski dönemlerindeki gibi fetihler yapamadığı gibi toprak kayıpları yaşıyor, isyanlar ve ekonomik sıkıntılarla uğraşıyordu. Başlarda devlet adamları bir takım ıslahatlar yapmayı yeterli görmüşlerse de bunlar daha çok Avrupalı devletleri memnun etmeye ve Osmanlının içişlerine karışılmasını engellemeye dönük adımlar olarak kalmıştır.133 Askeri mağlubiyetler ve ekonomik sıkıntılar 3. Selimin Nizam-ı Cedid ıslahatı, 2. Mahmud’un reformları, Tanzimat hareketi gibi ıslahatlar silsilesini getirmişti. Tüm bu adımlar, batılılaşma, çağdaşlaşma ve hukuk devletine giden sürecin adımları olarak siyasi tarihimizde yerini almıştır.134 Tüm bu yapılan ıslahatlara rağmen askeri, ekonomik ve toplumsal krizler derinleşerek devam ediyordu. 1839 askeri iflastan sonra Osmanlı Devleti bağımsız bir devletten ziyade yarı sömürge bir görünüm sergilemekteydi. Avrupalı devletler ise Osmanlının bu durumundan faydalanıp daha çok imtiyaz kazanma amacıyla hareket etmekteydiler.135 Tanzimat siyasetinin otoriter yapısını eleştirerek liberal fikirlerden hareketle Genç Osmanlılar hareketini oluşturacak olan İbrahim Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal ve Ali Süavi gibi isimler topluma aidiyet duygusunu kazandırmak ve devlete sadakati bu yolla sağlamak amacıyla bir araya geldiler. Genç Osmanlılarla birlikte Müslüman Osmanlı toplumu ilk defa liberal değerler ve milliyetçilik ile tanışıyordu. Müslümanlar tarafından kolayca benimsenmesi için bu fikirler İslamla uzlaştırılmaya çalışılıyordu.136 132 Esen ve Yücel, a.g.e., s. 4-5. 133 Orhan Örs, “Kuruluşundan Birinci Dünya Savaşına Kadar İttihat ve Terakki Cemiyeti”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, 2013, Sayı: 51, 679-716, s. 680. 134 Orhan Örs, a.g.e., s. 681. 135 Orhan Örs, a.g.e., s. 682. 136 Orhan Örs, a.g.e., s. 682. 29 Yeni Osmanlılar hareketi batılı anlamda Osmanlıdaki ilk özgürlük hareketidir. Sisteme karşı eleştirilerini ve fikirlerini Osmanlı için o dönemde yeni kabul edilen gazetecilik ile yaymayı ve kamuoyunu bu şekilde bilgilendirmeyi amaçlamışlardı.137 Genç Osmanlıların siyasi tarih açısından bakıldığında 1876 Meşrutiyetinin ilanına giden yolda büyük rol oynadıkları söylenebilir. Vatan kavramı ve milliyetçilik özelinde Namık Kemal’in eserlerinin etkisi büyük olmuştur. Vatan Yahut Silistre oyunu yeni neslin fikirsel altyapısını hazırlamıştır. Askeri okullarda, liseler ve üniversitelerde milliyetçi ve istibdat karşıtı fikirlerin ve hareketlerin yükselmesi bu hareketin eseridir. Sonraki nesillere zayıflayan imparatorluğun tasfiyesi yerine imparatorluğu yeniden canlandırmanın modernleşme vasıtasıyla olacağının batı karşısında yükselişin bu şekilde sağlanacağı aktarılmıştır. Abdülaziz döneminde Genç Türkler siyasi çalışmalarını gazete çıkarmak, posta şirketleri vasıtası ile yayınlarını okuyucularına ulaştırmak şeklinde yürütmüşlerdir.138 Ekonomik ve toplumsal başarısızlıklara Tanzimat ile bir çözüm bulunamaması, Mithat Paşa, Avni Paşa ve Süleyman Paşa öncülüğündeki grubu yeni arayışlara yönlendirmiştir. Osmanlı Devletinde iç karışıklıkların yanında dış müdahaleler ve 1871 sonrası iyice artan baskıcı rejim meşrutiyetçi düşünceleri cesaretlendirmiş ve Sultan Abdülaziz tahttan indirilmiştir.139 Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesinin ertesinde 5. Murat tahtta çıkmış ancak rahatsızlığından ötürü bir süre sonra yerine meşrutiyeti ilan edeceğine söz veren 2. Abdülhamit çıkmıştır. Abdülhamit bir anayasa hazırlatıp bir parlamento oluşturacağını garanti etmişti. 7 Ekim 1876’da padişah bu amaçların gerçekleştirilmesi için bir komisyon kurulmasını istemiş, Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın da dahil olduğu bu komisyonun çalışmaları sonrasında 23 Aralık 1876’da Meşrutiyet ilan edilmiştir.140 Bu komisyon tarafından hazırlanan Kanun-u Esasi padişahın kendi isteğiyle kendi iktidarını sınırladığı bir ferman anayasadır. Osmanlı Devleti açısından en önemli özelliği bu anayasayla ilk defa bir parlamentonun kuruluyor oluşudur. Meclis-i Umumi isimli bu parlamento üyelerini padişahın atadığı Heyet-i ayan ve halk tarafından seçimle oluşturulan Heyet-i Mebusan olmak üzere iki kanada ayrılmaktadır.141 Kanun-u Esasi’nin bu ilk halinde padişahın yetkileri oldukça geniş tutulmuştur. Öncelikle yürütme organının başında padişah bulunmaktadır ve Meclis-i Vükela’yı (Bakanlar Kurulu), sadrazam, Şeyhülislam ve Nazırlar olmak üzere padişah göreve getirmektedir. Ayrıca Meclis-i Vükela’da alınan kararlar padişahın onayına tabii 137 Orhan Örs, a.g.e., s. 683. 138 Orhan Örs, a.g.e., s. 685. 139 Esen ve Yücel, a.g.e., s. 5. 140 Orhan Örs, a.g.e., s. 685-686. 141 Esen ve Yücel, a.g.e., s. 5. 30 tutulmuştur. Parlamenter sistemde bulunan hükümeti denetleme sistemi Meclis-i Vükela’ya verilmediği gibi vekiller parlamentoya değil, padişaha karşı sorumlu tutulmuştur. Tüm bunlar Birinci Meşrutiyeti görünürde meşrutiyet gibi gösterse de Osmanlı Devleti açısından anayasal monarşi yolunda önemli bir adım olmuştur.142 İki meclisli meşruti monarşi biçiminde teşkil edilen bu sistemde parlamento zamanla yürütme üzerinde de etkinlik kurmayı ve bu şekilde padişahın yetkilerini daha da kısıtlamayı öngörüyordu. Ancak bu dönemde Ruslarla girilen savaşın yarattığı olumsuz koşulları öne süren Abdülhamit parlamentoyu kapattığını ve anayasayı askıya aldığını ilan etti. Böylece Birinci Meşrutiyet 13 Şubat 1878’de sona erdi. Bu tarihten sonra İkinci Meşrutiyetin ilanına kadar otuz yıl boyunca sürecek olan istibdat dönemi başlamıştır.143 Anayasanın askıya alınmasına ilk örgütlü tepki Genç Osmanlılardan geldi. Genç Osmanlıların önemli isimlerinden biri olan Ali Suavi’nin önderliğinde bir grup 5. Murat’ı yeniden tahta geçirmek için harekete geçti ancak Çırağan Sarayında yaşanan baskın esnasında Ali Suavi hayatını kaybetti ve tarihe Çırağan Olayı olarak geçen bu hadise Genç Osmanlılar açısından başarısızlıkla sonuçlandı. Bu olaydan sonra örgütlü siyasal muhalefet bir süreliğine susturulmuş oldu. Ancak yeni nesillerin yetiştirildiği meslek okulları, tıbbiye, harbiye ve mülkiye gibi okullarda öğrenciler Genç Osmanlıların vatan, hürriyet ve anayasal yönetim ile ilgili fikirlerini okuyarak yetişiyorlardı. Çırağan olayından sonra örgütlü ilk muhalefet de bu okullarda doğmaya başlamıştır.144 2.3. OSMANLI DEVLETİNDE OLUŞAN BAŞLICA FİKİR AKIMLARI 2.3.1. Osmanlıcılık 17. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti batılı devletler karşısındaki askeri ve teknolojik üstünlüğünü kaybetmeye başlamıştı. Bu gerilemenin bilincinde olan yönetici kesim ve aydınlar gerilemeye son verebilmek için çare arayışlarına giriştiler.145 Fransız İhtilalinin oluşturduğu milliyetçilik dalgasının Osmanlıya Sırp ve Yunan isyanları şeklinde yansımaları Osmanlı devlet adamları arasında Osmanlılık üst kimliğinde birleşmek suretiyle bir millet anlayışı oluşturmak fikrini doğurmuştur. Osmanlı Devleti bünyesinde çeşitli etnik ve dini toplulukları barındırmaktaydı. Bu 142 Esen ve Yücel, a.g.e., s. 6. 143 Orhan Örs, a.g.e., s. 686. 144 Orhan Örs, a.g.e., s. 687. 145 Fuat Uçar, “Türk Düşüncesinde Osmanlıcılık Fikrinin Ortaya Çıkışı ve Türk Siyasal Hayatına Etkileri”, Karadeniz Sosyal Bilimler Dergisi, 2018, Cilt: 10, Sayı: 18, 81-108, s. 83. 31 yönden baktığımızda Osmanlıcılık, imparatorluk içerisindeki farklı ulusları bir arada tutmak ve devletin devamlılığını sağlamak açısından gerekli görülüyordu.146 Osmanlıcılık din ve soy farkına bakmaksızın Osmanlıda yaşayan tüm unsurları birbirine karıştırmak, eşit haklar ve özgürlükler tanıyarak vatandaşlık temelinde bir milli benlik oluşturma gayretini taşımaktaydı. Bu yönüyle bakıldığında Amerikan milletine benzer bir yapılanma ve millet sistemi öngörülmüştür.147 Osmanlıcılık Politikası ile padişahın tebaası din, dil, ırk farkı gözetmeksizin, tüm idari, dini ve hukuki haklardan eşit faydalanacaktı. Türk, Arap, Ermeni, Yahudi fark etmeksizin Osmanlı kimliğinde birleşilecek ve böylece Ayrılıkçı Milliyetçi eğilimlerin etkisi sınırlandırılacaktı. Bunu sağlamak amacıyla da bir Osmanlı Milleti meydana getirmek amaçlanıyordu.148 Namık Kemal, Osmanlıyı oluşturan her grubun ayrı bir milleti olamayacağını bu yüzden hepsinin Osmanlıya bağlanması gerektiğini belirtmiştir. Bu yönüyle Osmanlı birliği temelinde bir milliyetçilik geliştirmeye çalıştığı anlaşılmaktadır.149 Yusuf Akçura Osmanlıcılık fikrinin devlet açısından yaralı olabileceği gibi aynı zamanda olumsuz etkileri olabileceğinden de bahsetmiştir. Nitekim Akçura, Osmanlı Devletinin kurucu unsuru olan Türklerin eriyip gideceği ve egemenliğin Arap çoğunluğa geçebileceği endişesini taşımaktaydı.150 Osmanlıcılığın kökleri bir takım ıslahatların yapıldığı III. Selim ve II. Mahmut dönemlerine kadar uzatılabilir. Bu yenilikler kapsamında merkeziyetçi yapının güçlendirilmesi Osmanlılık kimliğinde değişikliklere yol açmıştı. II. Mahmut’un bürokrasiyi merkezileştirmesi yöneten-yönetilen arasındaki ortak özelliğin Osmanlılık kavramı olduğu anlayışını ön plana çıkarmıştır. Merkeziyetçi yapıyı oluşturmak etnik ve dini temelleri bir kenara bırakarak siyasi yapıya bağlı modern bir devlet anlayışıyla mümkün olabilirdi.151 Yunanistan’ın 1829’da bağımsızlığını ilan etmesiyle devlet güç kullanarak isyanları durduramayacağını anlamış oldu. Bu sebeple II. Mahmut Osmanlı Milleti oluşturmanın gerekli olduğuna kanaat getirdi ve bu doğrultuda uygulamalar ortaya koydu.152 II. Mahmut döneminde Hristiyanların kilise yapmalarının önündeki engeller 146 Mehmet Kaan Çelen, “Bir Kimlik Siyaseti Olarak Osmanlıcılık”, Türk Yurdu Dergisi, 2013, Cilt: 33, Sayı: 308, 88-91, s. 88. 147 Uçar, a.g.e., s. 87. 148 Şerif Demir, “Tanzimat Döneminde Bir Devlet Politikası Olarak Osmanlıcılık”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 2011, Sayı: 29, 331-348, s. 335. 149 Uçar, a.g.e., s. 89. 150 Uçar, a.g.e., s. 87. 151 Uçar, a.g.e., s. 89. 152 Demir, a.g.e., s. 336. 32 kaldırıldı ve yapılan kiliselere maddi yardımlar sağlandı. Böylece padişah gayrimüslim halkı Müslümanlardan ayırmadığını göstermiş oluyordu.153 II. Mahmut ile fikren oluşan Osmanlıcılık, Tanzimat Fermanı ve Gülhane Hattı Hümayunu ile birlikte Genç Osmanlılar tarafından tam anlamıyla karakterize edilmiştir. Ayrılıkçı Milliyetçilik hareketlerinin yaygın olduğu balkanlardaki Osmanlı tebaasının devletten kopmasını engellemek amacıyla gayrimüslimlere yönelik bir takım ıslahatlar yapılmıştır. Tanzimat fermanı ile hangi dinden ve milletten olursa olsun tüm Osmanlı yurttaşlarının onuru ve mülkü güvence altına alınmaktaydı. Böylece tüm Osmanlı yurttaşları padişahın gözünde eşit bir yerde konumlandırılmaktaydı.154 1839 Tanzimat Fermanıyla Müslüman ve gayrimüslim tebaaya eşit haklar ve yükümlülükler getirilmişti. Fermanın özünde Osmanlı vatanperverliği anlayışı dikkat çekmektedir.155 Osmanlıcılık ruhunu benimsemiş memurlar yetiştirmek amacıyla eğitim konusunda birçok yenilik yapılmıştır. Etnisite ve din ayrımı gözetmeksizin eğitim verecek kuruluşların temelleri atılmıştır. II. Mahmut döneminde ilk kez devletin yurtdışına gönderdiği öğrencilerde etnik ve dini farklılıklar yerine liyakat göz önüne alınmaya başlandı.156 1856 yılında Ali ve Fuad paşaların hazırlamış olduğu ve Sultan Abdülmecid tarafından yayınlanan Islahat Fermanı ile Osmanlıcılık resmiyet kazanmış bulunuyordu.157 Bu ferman ile gayrimüslimlere hakaret ve küçük düşürücü söylemlerin yasaklanması da söz konusu olmuştu. Müslüman ahali arasında gavura gavur denmemesi şeklinde algılanan bu ferman ile gayrimüslimler, Müslüman tebaa ile birlikte eşit vatandaş statüsü kazanmış oldular.158 Islahat Fermanı ile dini faaliyetler devlet güvencesi altına alındı, gayrimüslimlere yönelik sınırlamalar da kaldırıldı. Vergi ve askerlik konusunda eşitlik sağlamaya yönelik düzenlemelerle gayrimüslimlerin sosyal ve siyasal alanda haklarının genişletilmesi amacı gerçekleştirilmiş oldu.159 Abdülmecid döneminde fen ve sanat okullarının kurulması eğitim alanında çağdaşlaşma çalışmalarının ilk örneklerindendir. Böylece eğitim ulemadan alınarak laik eğitimin temelleri atılmıştır. Bu durum Müslüman ve gayrimüslim tebaa arasında eğitim birliğinin de gerçekleştirilmesi hedefini sağlamak amacını taşımaktadır. Tüm bunlar Osmanlıcılık fikriyatı doğrultusunda eğitim alanında atılan adımları oluşturmaktadır.160 153 Demir, a.g.e., s. 336-337. 154 Uçar, a.g.e., s. 90-91. 155 Demir, a.g.e., s. 336. 156 Demir, a.g.e., s. 338. 157 Demir, a.g.e., s. 339. 158 Uçar, a.g.e., s. 90-91. 159 Demir, a.g.e., s. 339-340. 160 Demir, a.g.e., s. 338. 33 Sultan Abdülaziz 1869 yılında Şura-i Devlet’in açılışında yayınladığı hattı hümayunla tüm Osmanlı tebaasının aynı vatanın çocukları olduğunu vurgulamış ve Şura-i Devletin üyeliklerinin bir kısmını gayrimüslimlerden atamıştır.161 Ortak vatan etrafında birleşme amacı doğrultusunda Sultan Abdülaziz’in 1869 da yayınladığı Tabiiyet-i Osmaniye kanunnamesi önemlidir. Bu kanun din ayrımı yapılmaksızın tüm tebaayı kapsamakta ve dini anlayışlı uyrukluk bağını reddederek batı hukukundaki kanunları baz alarak bir vatandaşlık anlayışı geliştirmiştir. Bu kanun aynı zamanda Osmanlıda ümmetten millete geçiş konusunda önemli bir adım olarak kabul edilmektedir.162 Kendilerini Yeni Osmanlılar olarak niteleyen aydınlar Fransız İhtilalinin etkisiyle ortaya çıkan Meşrutiyet ve Cumhuriyet gibi yönetim şekillerinin Osmanlıda da oluşturulması amacıyla İttihad-ı Osmani isimli bir cemiyet kurdular. 1889’da kurulan bu cemiyetin de esas gayesi Osmanlıdaki Ayrılıkçı Milliyetçi hareketlere bir son vererek devletin bütünlüğünü sağlamak idi.163 Yeni Osmanlıların İttihad-ı Osmani Cemiyeti vasıtasıyla gerçekleştirmeye çalıştığı siyasal reformlar Osmanlıda entelektüel bir ilgi uyandırmış ve hatta Osmanlı liberalleri arasında dahi taraftar bulmuştur. Bununla beraber Müslüman tebaa üzerinde bir takım olumsuz etkileri de olmuştur. Nitekim Millet-i Hakime sıfatındaki Müslümanların Millet-i Mahkume durumundaki gayrimüslimlerle eşit konumlandırılması tebaada ve Müslüman bürokrasi içerisinde bölünmelere yol açmıştır.164 Mithat Paşa’nın öncülük ettiği ve Sultan Abdülhamit’in yürürlüğe koyduğu Kanun-i Esasi, Osmanlıcılık fikrinin uygulandığı en somut belge niteliği taşımaktadır. Yeni Osmanlıların Meşrutiyet gayesi de Kanun-i Esasi ile gerçekleştirilmiş bulunmaktaydı.165 İttihatçılar ve Jön Türkler Meşrutiyetin sağlayacağı hürriyet ortamının Osmanlı Birliğinin gerçekleşmesinde büyük rol oynayacağını düşünmüşlerdir. Bu nedenle Osmanlıcı fikirleri savunmaktaydılar. Ancak İttihatçıların daha sonraları Osmanlıcılık fikrini bir kenara bırakıp Türkçülük politikasını esas alacaklarını da burada belirtmek gerekir.166 Osmanlıcılık fikriyatını doğuran en temel sebeplerden birisi Fransız ihtilalinin etkisiyle yayılan ve imparatorluklar üzerinde ayrılıkçı etkiler oluşturan milliyetçilik 161 Demir, a.g.e., s. 340. 162 Demir, a.g.e., s. 340-341. 163 Uçar, a.g.e., s. 91. 164 Uçar, a.g.e., s. 93. 165 Uçar, a.g.e., s. 94. 166 Uçar, a.g.e., s. 94. 34 hareketleri ve yabancı devletlerin gayrimüslim tebaayı bağımsızlık konusunda teşvik politikalarıdır.167 Osmanlı üst kimliği oluşturmayı hedefleyen Osmanlıcı aydın ve bürokrat kesimin farklı unsurları bir arada tutma çabalarının yetersiz kalması Osmanlıcılık fikrinin sonunu getirmiştir. Osmanlı kanaat önderlerinden Şerafettin Mağmumi’nin Avrupa’daki Şark ve Türk düşmanlığının karşısında adalet ve eşitlik gibi tüm milletleri kapsayan bir anlayışla durulamayacağını belirtmesi Yusuf Akçura’nın Milliyetlerin Birliği ve Osmanlıcılık idealinin bir aldatmaca olduğunu öne sürmesine de temel hazırlamıştır.168 2.3.2. Batıcılık Batıcılık Osmanlıda yenilik hareketleri ile başlamıştır. II. Meşrutiyet ile birlikte gelişen fikir akımları neticesinde Batıcılık fikri şekillenmiş ve bunun savunucularına Batıcılar denilmeye başlanmıştır.169 Batıcılara göre medeniyet seviyesine erişmek demek sadece bilim ve teknikte ilerlemek değildir. Bunun yanında bireysel değişimlere de yer vermek gerekmektedir. Aksi halde yapılmaya çalışılan yenilik hareketleri yamalı birer reform olmaktan ileri gidemeyecektir.170 Osmanlıda Batıcılık denildiği zaman genellikle İçtihat Dergisi çevresinde kümelenen yazarlar ve Prens Sabahattin öncülüğünde hareket eden Adem-i Merkeziyetçiler anlaşılmaktadır. Batıcılar, oluşturulacak bir elit zümresi ile halkı eğitmek metodu üzerinde ortak kanaate varmışlardır.171 Batıcılar İçtihat Dergisi’nde yaptıkları yayınlarda Osmanlı Devletini kurtarmanın yollarını aramışlar ve devletin içinde bulunduğu durumun sebebini Osmanlının, Müslümanların veya Türklerin batı uygarlığından uzak kalmalarına bağlamışlardır.172 Batı karşısında gerileyen Osmanlının yenileşme hareketleri Batıcılara göre birer taklitten ibarettir. Asıl yapılması gereken ise batının bilim, fikir, estetik ve kültürel olmak üzere tüm ahlaki değerlerini benimsemektir.173 Bu sebeple İçtihat Dergisi “Asyai Kafaların Garplılaştırılması” sloganıya yola koyulmuş ve devletin kurtarılması amacıyla eski düzene ait her türlü oluşumun yerine batılı mentaliteyi yerleştirmeyi düşünmüşlerdir. Bu hedefe ulaşmak için toplumun öncelikle geleneksel değerlerini bir kenara bırakması gerekmektedir. Batıcılara göre 167 Demir, a.g.e., s. 334. 168 Uçar, a.g.e., s. 97-98. 169 Taner Aslan, “Garpçılar ve Garpçılar arasındaki fikir ayrılıkları”, Kastamonu Eğitim Dergisi, 2006, Cilt: 14, Sayı: 2, 629-636, s. 629. 170 Aslan, a.g.e., s. 630. 171 Necati Aksanyar, “Türk Toplumunda Batıcılık Akımı”, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 1999, Sayı: 2 229-244, s. 232. 172 Aslan, a.g.e., s. 630. 173 Aslan, a.g.e., s. 630. 35 toplumsal gelişmenin önünde bir engel olan din de ikincil konuma indirgenmelidir. Bunların yanında batıcıların önde gelen isimlerinden olan Prens Sabahattin’e göre geleneksel değerlerden dolayı gelişemeyen özel teşebbüsün de önü açılmalıydı.174 Her alanda batılılaşmayı devlet ve millet için bir zorunluluk olarak gören Batıcılar, kılık kıyafetten, yeme içme şekline, düşünce yapısından kişilerarası ilişkilere ve hukuk sistemine kadar Batılılaşmadıkça hiçbir reform hareketinin netice vermeyeceğini düşünmekteydiler. Öyle ki, padişahın ve şehzadelerinin yaşayış biçimlerinde dahi batılılaşma gereklidir. Buna göre şehzadeler eğitimlerini ordunun içinde almalı, padişahın tek bir hanımı olmalıdır. Bunun yanında halk yerli malı kullanmaya özendirilmeli ve kadınların giyim kuşam biçimlerine karışılmamalıdır. Görücü usulü evlilikler kaldırılmalı, kadınların kendi istedikleri kişilerle evlenmelerinin sağlanması gerekmektedir. Eğitim konusunda ise medreselerin kapatılması ve batı tipi eğitim kurumlarının açılması gerektiğini savunmuşlardır.175 Batıcılık fikirlerinin oluşumunda Abdullah Cevdet ve arkadaşlarının çalışmaları önemlidir. Genellikle Avrupa’daki eserleri çevirerek kültürel anlamda yayınlar yapmışlardır. Abdullah Cevdet dinin İslam toplumlarının geri kalmasında rolü olduğuna inanıyordu. Bununla beraber İslam’ın tüm İslam toplumlarını bir arada tutmaya yarayan bir araç olduğunu da reddetmiyordu. Abdullah Cevdet’in bu konudaki hedefi ise zamanla biyolojik materyalizmin dinin yerini almasıydı. Yaptığı çeviriler ve yazdığı makaleler ile birçok eser meydana getiren Abdullah Cevdet, batının büyük yazarlarını halka okutarak amaçladığı aydınlanmanın Osmanlıda gerçekleşeceğini düşünmekteydi. Bu sebeple halkın eğitilmesi ona göre büyük önem arz etmektedir. Abdullah Cevdet Avrupa’ya ilk gittiğinde yazdığı Fünün ve Felsefe isimli kitabının ilk kısmında Ludwig Büchen’ın Nature et Scence isimli eserinin tercümesini yayınlamıştır. Bu tercümesinde okurlarının dini hassasiyetini de gözeterek İslam alimlerinin sözlerinden materyalizme varmaya çalışmıştır.176 II. Meşrutiyet döneminde Batıcılar II. Abdülhamit’in yönetimine muhalefet içerisinde bulunmuşlardır. Bu dönemde yayın organları İçtihat dergisi ve Osmanlı Gazetesidir. Osmanlı Gazetesi 1897’den itibaren Jön Türklerin Cenevre grubu tarafından çıkarılmaya başlanmıştır. Daha sonraları mali sıkıntılarla karşılaşan Cenevre grubunun bir kısmı Trablusgarp ve Fizan’daki sürgünlerin serbest kalmaları şartıyla muhalefeti bırakıp devlet memurluğuna girmişlerdir. Osmanlı Gazetesi ise 1904 yılında yayın hayatına son vermiştir.177 174 Aslan, a.g.e., s. 630-631. 175 Aslan, a.g.e., s. 631. 176 Aksanyar, a.g.e., s. 234-235. 177 Aksanyar, a.g.e., s. 233-234. 36 2.3.3. İslamcılık İslamcılık II. Meşrutiyetin en yaygın fikri akımlarından birisidir. İslamcılık fikri gücünü esasen İslam’a bağlılıktan almaktadır. Şöyle ki; padişahın aynı zamanda halife oluşu, şeyhülislamın siyasi organlara yetki veren bir konumda bulunması İslamcılık fikriyatının kudretini arttırmıştır. Bununla beraber ilmiye sınıfının eğitim öğretim kurumlarındaki çalışmaları ve camilerde verilen vaazlar İslamcılığın kolayca genişleyebilmesinin önünü açmıştır.178 İkinci Meşrutiyet dönemi fikir akımlarından İslamcılık tıpkı diğer fikir akımlarında olduğu gibi bir kurtuluş reçetesi gibi kendini göstermiştir. Temelinde İslam’ı toplumsal hayata hakim kılmak, bu sayede batının sömürü düzeninden, esaretten ve hurafelerden İslam Dünyasını korumak, birleştirmek, kalkındırmak ve nihayetinde bu yolla medenileştirmek yatar.179 İslamcılık fikriyatı zannedildiği gibi batılılaşmaya karşı değildir. Batının bilimsel ve teknik üstünlüklerinden faydalanmanın gerekli olduğu ve bunları İslam kültür, medeniyeti ve ahlaki özellikleri ile birleştirmenin Müslümanların yararına olacağı ilkesini benimsemişlerdir. Bunu da hadisler ve peygamberin yaşantısından örneklerle desteklemeye çalışmışlardır. Bunlara ek olarak batının sahip olduğu üstün değerlere İslam dininin zaten sahip olduğunu ancak zamanla unutturulduğunu da ileri sürmüşlerdir.180 İslamcılık fikriyatının başlıca yayın organı Sebilürreşad Dergisi’dir. Bunun yanında Beyanülhak, Mahfel, Liva-i İslam, Metakip ve Medaris isimli dergiler de bu fikriyatın görüşleri doğrultusunda yayınlar yapmışlardır.181 İslamcılara göre; Osmanlı İmparatorluğunda yaşanmakta olan gerilemenin sebebi Müslümanlığa aykırı gidiş ve İslam’ın tam olarak anlaşılamamasına bağlanmaktadır. Prens Sait Halim’e göre İslamlaşmak “…İslam’ın itikat, ahlak, içtimaiyat ve siyaset sistemini daima zaman ve muhitin ihtiyacına en muvafık bir suretle tefsir ve bunlara uymaktır.”182 Sait Halim aynı zamanda; rejimini, sosyal hayatını, adaleti İslami prensiplere göre gerçekleştiren toplumlarda Batıcılık, İngiliz ya da Fransız hayranlığı gibi yanılgıların oluşamayacağını öne sürmüştür.183 İslamcıların üzerinde durdukları en önemli konulardan birisi İslam’ın ilerlemenin önünde engel teşkil edip etmediğidir. Zira İslamcılara karşı geliştirilen tezlerde İslam 178 Tarık Zafer Tunaya, Hürriyetin İlanı, Yenigün Haber Ajansı, İstanbul, 1998,s. 90-92. 179 Ahmet Çetintaş, “II. Meşrutiyet Devri ve İslamcılık Bağlamında Volkan Gazetesi”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2018, Cilt: 2, Sayı: 56, 311-324, s. 319. 180 Çetintaş, a.g.e., s. 319. 181 Tunaya, a.g.e., Hürriyetin İlanı, s. 92. 182 Tarık Zafer Tunaya, İslamcılık Cereyanı, Yenigün Haber Ajansı Yayınevi, İstanbul, 1998, Cilt: 1, s. 25. 183 Tunaya, a.g.e., İslamcılık Cereyanı, s. 26. 37 memleketlerinin batılı, laik devletlerden her alanda geri kaldığı, İslam’ın değişime karşı direncinin hareketsiz bir toplum yarattığı ileri sürülmüştür. İslamcıların bu iddialara yanıtları gayet net olmuştur. Öyle ki, İslam memleketlerinde bilhassa Osmanlıda İslam’ın doğru şekliyle uygulanmadığını belirtmişlerdir.184 İslamcılar İslam’ın iddia edildiği gibi hareketten yoksun bir toplum yarattığı görüşünü de reddetmişlerdir. İslam’ın ortaya koyduğu toplumsal kurallar, dünya ve devlet işlerinden ayrı düşünülemeyen yapısı ile her alanı düzenleyen yenilikçi bir din olduğunu ileri sürmüşlerdir. Öyle ki bizzat peygamber çalışkan ve faal bir insan örneği olmuştur. İslamcılara göre Avrupalı devletler İslam’ın asırlarca önce belirttiği devlet modeline ancak sahip olabilmişlerdir. Diğer dinler ile karşılaştırıldığında İslam, siyasi, idari ve ahlaki her alanda diğerlerinde üstün konumda bulunmaktadır. Müslümanlığın hürriyet, adalet gibi kavramlara atfettiği önem, halkın reyine müracaat edilmesi usulü gibi sosyal yöntemlere batılı devletlerden çok daha önce başvurulması, istibdat gibi yönetimlere karşı “huruç” prensibinin benimsenmesi, İslam geriliğin sebebidir argümanını boşa çıkarmaktadır. Bunların yanında İslam’ın sadece bireyler ya da zümreler arasında değil tüm devletlerarası sistemde beynelmilel bir barış ortamı sağlayabileceğini bu nedenle İslam’ın gerici değil ilerlemeci ve barışçıl bir din olduğunu belirtmişlerdir.185 İslamcılara göre ilim ve teknikte üstün, doğuyu sömürgeleştirmeye çalışan, bu amaçla misyonerlerini kullanan batı karşısında İslam Dünyası, İslam’dan uzaklaşmış bir durumdadır ve kurtuluş yolları aramaktadır. Adeta bir köleden farksız bir şekilde, dünyanın gidişatına hiçbir etkide bulunamamaktadır. Bu durumda Avrupalıların sistemlerindeki sıkıntıları bünyesinde barındırmayan ve ilerlemeciliğin de önünde engel oluşturmayan İslam kurtuluşun çaresi olarak öne çıkmaktadır.186 II. Abdülhamit döneminde Osmanlı-Rus savaşı ile geniş toprakların kaybedilmesi ve batılı devletlerin sömürgecilik faaliyetlerini hızlandırmaları karşısında Müslümanlar arasında bir dayanışma yaratmak gayesi ile İslamcılık, devlet politikası haline getirilmiştir. Abdülhamit’in bu politikası tüm dünya Müslümanlarını birleştirme hayalinden ziyade Osmanlı hilafetini ayakta tutma hedefi taşımaktaydı.187 Abdülhamit’in İslamcılık politikasını benimsemesinde özellikle imparatorluğun Hristiyan tebaasını kaybetmeye başlamasının rolü büyüktür. Abdülhamit bu yolla en azından Müslüman tebaayı devlete bağlı kılmayı amaçlamıştır. Abdülhamit’in tüm 184 Tunaya, a.g.e., İslamcılık Cereyanı,, s. 26-28. 185 Tunaya, a.g.e., İslamcılık Cereyanı,, s. 28-30. 186 Tunaya, a.g.e., İslamcılık Cereyanı,, s. 31-32. 187 Yusuf Sarınay, Türk Milliyetçiliğinin Tarihi Gelişimi ve Türk Ocakları 1912-1931, Ötüken, İstanbul, 1994, s. 63. 38 İslam devletlerini birleştirmek amaçlı İslamcılık güttüğü tezini bundan tedirgin olan İngiliz, Fransız ve Ruslar ileri sürmüşlerdir.188 Abdülhamit döneminde basına uygulanan sansür ile siyasi konularda yazılması yasak edilmiştir. Bu dönemde gazetelerde tarih, dil, edebiyat ve kültür üzerine yazılıp çizilmiştir ki özellikle bu konuların gündeme gelmesinin Türkçülüğün doğuşunda büyük etkileri olmuştur.189 2.3.4. Türkçülük Türkçülük Osmanlı Devletinin dağılma sürecinde ayrılıkçı etnik milliyetçiliğe bir tür tepki olarak doğmuştur. Batıdaki Türkoloji çalışmaları ve kültürel Türkçülük hareketleri ise Türkçülüğün yükselişine zemin hazırlamıştır.190 Osmanlıda Türkçülük hareketlerinin yükselişi dil ve tarih gibi alanlardaki araştırmalar ile başlamıştır. Dil alanında başlatılan sadeleşme hareketi bunların ilk örneklerini teşkil eder. Encümen-i Daniş’e dilde sadeleşme ve Türkçe unsurları geliştirmek amaçlı hazırlattırılan Kavaid-i Osmani bu anlamda bir ilktir. İbrahim Şınasi Tasvir-i Efkar ve Tercüman-ı Ahval gazetelerindeki yazılarında sade bir dil kullanarak, Ziya Paşa ise Hürriyet Gazetesinde yayınladığı “Şiir ve İnşa” makalesinde açıkça Türkçecilik yapmışlardır. Ahmet Vefik Paşa’nın Çağatayca’dan çevirdiği Ebul Gazi Bahadır Han’ın Eşal-i Şecere-i Türk-i eseri ve kendi yayınladığı Lehçe-i Osmani ile Türk dilinin Orta Asya’ya uzanan köklerinden bahsederek bu hareketi bir adım ileri taşımıştır.191 Türkoloji çalışmaları kapsamında Orhun Yazıtlarını çözen Radloff ve Wilhellm Thompson batının kötü, barbar hunlar imajını silmek yönündeki gayretlerinden ötürü Türkçülerin övgüsünü kazanmışlardır. Batıdaki Hun ve Türk antipatisinin İran ve Çin kaynaklarına dayandığını düşünmekteydiler.192 Türkçülüğün uyanmaya başladığı bu ilk dönemlerde daha ziyade ilmi çalışmalar yapılmıştır. Başlangıçta Türkçenin sadeleştirilmesi çabaları milliyetçi bir anlam taşımıyor, dili daha etkin bir haberleşme vasıtası haline getirmeyi amaçlıyordu. Ancak tüm bu çabalar zamanla cahil, kaba ve göçebe anlamında horlayıcı üslupla kullanılan Türk kelimesinin geçmişte gurur duyulacak devletler kurmuş, şanlı bir tarihe sahip millet anlamını kazanmasında etkili olmuştur.193 188 Sarınay, a.g.e., s. 64-65. 189 Sarınay, a.g.e., s. 66. 190 Rıdvan Akın, Osmanlı İmparatorluğunun Dağılma Devri ve Türkçülük Hareketi, DER Yayınevi, İstanbul, 2002, s. 21. 191 Sarınay, a.g.e., s. 68-69. 192 Akın, a.g.e., s. 22. 193 Sarınay, a.g.e., s. 71-72. 39 Ali Suavi Türklerin İslam’a yaptıkları katkılardan bahsetmiştir. Ayrıca Ulüm Gazetesinde yayınladığı “Lisan-ı Hattı Türki” adlı yazısında dilde sadeleşme hareketlerini savunmuştur.194 Ali Suavi, Türkleri hem Osmanlı Devletinin kurucusu hem de Orta Asya halklarını kapsayan bir ırk olarak ele almıştır.195 Osmanlı ve İslam tarihinden esinlenerek yazdığı yazılarıyla Namık Kemal, toplumda vatan ve hürriyet bilincini uyandırmış ve yeni kuşaklara aktarmıştır. Osmanlıcılık fikriyatının bir savunucusu olmasına rağmen Namık Kemal’in eserlerinde vatan, millet ve Türkistan kavramları dikkat çekmektedir. Namık Kemal eserlerinde Türk kelimesini Müslüman ile eş anlamlı kullanmıştır. Buradan da anlaşılacağı üzere Namık Kemal’in millet anlayışı ümmet ile eşdeğerdir.196 Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamit dönemlerinde İstanbul’da Encümen-i Daniş ve bunun yanında bir Darülfünun ve askeri okullar kurulmuştur. Tüm bunlar çeşitli fikir akımlarının oluşması için gerekli ortamı meydana getirmişlerdir.197 II. Abdülhamit döneminde Osmanlıcılık ve İslamcılık fikirleri revaçta olmasına karşın Türkçü fikirler aydınlar arasında yayılmaya devam etmiştir. Öyle ki artık dil bir kimlik aracı olarak görülmeye ve Türk tarihinin kendi tarihleri olduğunun bilincine varmışlardır. Orta Asyalıları din ve milliyet bakımından kardeş olarak niteleyen Mehmet Atıf’ın Kaşgar Tarihi, Osmanlıların Türk soyundan geldiğini belirten Ahmet Mithat Efendinin Mufassal Tarih-i Kurun-u Cedide adlı eseri ve bunun yanında Mizancı Murat’ın 1886’da çıkardığı gazetede Türklük bilinci ve milli kültürün korunması ile ilgili yazıları bu geleneği devam ettirmiştir.198 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar Osmanlıda Türk kelimesi bir kimlik göstergesi değildi. Türk, Türkçe konuşan Müslümanları nitelemekteydi. Hatta Türk kelimesi Osmanlı yönetici sınıfı için bir takım olumsuz çağrışımlar yapmaktaydı.199 Osmanlıcılık ve İslamcılık fikirlerinin ön planda olduğu II. Abdülhamit döneminde Türk ırkı ve dili gurur duyulacak bir kavram olarak yeşermeye başlamıştır. Türkler geniş bir kültürel mirasa sahip olduklarını görmüşler ve aydınlar arasında başlayan bu fikirler kitlelere yayılmaya başlamıştır. Osmanlı dışındaki Türkler millettaş olarak görülmeye başlanmış ve tüm bunlar Türk Birliği fikirlerinin oluşmasını sağlamıştır. Ayrıca Anadolu için Türk vatanı kavramı kullanılmış ve böylece Türk kavramında ve Türk dilinde köklü bir değişikliğin, bir fikriyatın oluşması için gerekli ortam oluşmuştur.200 II. Abdülhamit kendisine sadık bir idare oluşturmak amacıyla yakın takibe aldığı harbiye, mülkiye ve 194 Sarınay, a.g.e., s. 70. 195 Akın, a.g.e., s. 24. 196 Sarınay, a.g.e., s. 70-71. 197 Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Varlık Yayınevi, İstanbul, 1968, s. 6. 198 Sarınay, a.g.e., s. 72-73. 199 Akın, a.g.e., s. 20. 200 Sarınay, a.g.e., s. 75-76. 40 tıbbiye gibi okullar, kendisine muhalefetin ve Türkçülüğün yeşermeye başladığı yerler olmuştur.201 İslamiyet öncesi Türk tarihiyle ilgili çalışmalara baktığımızda Süleyman Hüsnü Paşa’nın “Tarih-i Alem” isimli eseri dikkat çekmektedir. 1876 yılında yayınlanan bu eser İslam öncesi Türk tarihçiliğinde İslamiyet öncesi Türklerle ilgili ilk çalışmadır. Bunun yanında Süleyman Hüsnü Paşa askeri okulların ders programına milli tarihi yerleştirerek bu konuda eğitim alanında öncülük etmiştir.202 Süleyman Paşa Türkçülüğü askeri okullara sokmaya çalışmıştır. Avrupa’da kaleme alınan tarih kitaplarının Türk milleti aleyhine iftiralarla dolu olduğunu ileri süren Süleyman Paşa bu alandaki boşluğu doldurmak amacıyla tarih üzerine çalışmalar yapmıştır. Hunların Türklerin ataları olduğunu, Oğuz Han’ın Mete Han olduğunu ileri süren ilk kişi Süleyman Paşa’dır. Süleyman Paşa Osmanlıca, Osmanlı edebiyatı ya da Osmanlı milleti kavramlarına da karşı çıkmıştır. Ona göre milletimiz Türk milleti dilimiz ise Türk dilidir. Osmanlı tarihi ise yalnızca Osmanlı Devletinin tarihidir.203 Süleyman Paşa Harbiye’de Osmanlıcılık fikriyatının hakimiyetini kırarak Türkçülüğü ön plana çıkarmıştır.204 Mustafa Celaleddin Paşa 1869’da kaleme aldığı “Les Tures Anciens et Modernes” adlı çalışmasında takip ettiği söylemi Süleyman Paşa 1876’da yayınladığı Tarih-i Alem’inde devam ettirmiştir. Süleyman Paşa Abdülhamit’in yasakladığı bu kitabında İslam öncesi Türklerin yaşantılarını övmüştür. Tüm bu yasaklamalara rağmen bu dönem Türkçülüğün şekillendiği ve genişlediği bir dönem olmuştur.205 Gelişmekte olan Türkçülüğe Yusuf Akçura’nın katkıları da büyüktür. Yusuf Akçura’ya göre dünya üzerindeki en güçlü fikir akımları din ve milliyet kaynaklı olanlardır. Milliyetçi fikir ve akımlar 19. yüzyıldan itibaren yaygınlaşmaya başlamıştır.206 Akçura’ya göre Türkçülüğün başarılı olabilmesi için maddi bir temele oturtulması gerekmektedir zira maddi ihtiyaçlar insan hayatında büyük rol oynamaktadır. Akçura’ya göre milliyet bir arzudan değil kandan ve nesilden gelir. Türkçülük isimli eserinde Akçura “Ben Müslüman ve Türküm” diyerek Türkçülüğün maddi ve manevi temellerini ortaya koymuştur.207 Akçura dil konusunda tüm Arapça ve Farsça kelimelerin atılması ve yerlerine diğer Türk lehçelerinden kelimelerin yerleştirilmesi gerektiğini söylemiştir.208 201 Akın, a.g.e., s. 25. 202 Sarınay, a.g.e., s. 68-69. 203 Gökalp, a.g.e., s. 7-8. 204 Akın, a.g.e., s. 25. 205 Akın, a.g.e., s. 25. 206 Yusuf Akçura, Türkçülük, Türkçülüğün siyasi gelişimi, Özdemir Basımevi, İstanbul, 1978, s. 24. 207 Akçura, a.g.e., s. 24. 208 Akçura, a.g.e., s. 25. 41 1890 sonrası gazetelerde “Türk Millet-i Necibesi” sıfatlarının kullanılmaya başlandığı görülmektedir. Kültürel Türkçülüğün gelişmesinde İkdam gazetesinin Türk dili ve tarihi üzerine yaptığı yayınların önemi büyüktür.209 İkdam Gazetesinde Türk dilini sadeleştirme çalışmaları Fuat Raif Bey’in öncülüğünde “Tasfiyecilik” akımını başlatmıştır. Tasfiyecilik, Arapça ve Farsça sözcüklerin yerine diğer Türk lehçelerinden kelimeleri yerleştirmek, yayınlarda ve günlük dilde bu kelimeleri kullanmak ve benimsemeyi öngörüyordu. Ancak Ziya Gökalp bu akımın canlı olan dili anlaşılmaz hale sokacağını söylemiş ve buna karşı çıkmıştır. Bu şekilde yazılan makalelerin anlaşılmakta zorlandığını ve okuyuculara Arapça ve Farsça kelimelerden daha yabancı geldiğini ileri sürmüştür. Ayrıca Ziya Gökalp Tasfiyeciliğin Türkçülük için olumsuz etkilerinin olduğunu ve toplumda fikren genişlemesine mani olduğunu söylemiştir.210 Türkçenin sadeleştirilmesi konusunda Mehmet Necip’in 1899’da yayınlanmaya başlanan Hizmet Gazetesindeki “Türkçe Dilimiz” başlıklı makaleleri dilde Türkçülük geleneğini sürdürmüştür.211 1897 Türk-Yunan savaşının ilmi ve kültürel Türkçülüğün üzerinde büyük etkileri olmuştur. Savaşın getirdiği heyecan, edebiyat alanında Mehmet Emin’in “Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur.” şeklinde başlayan “Cenge Giderken” isimli şiirinin bir milleti ifade eden din, dil ve ırk özelliklerini belirterek yazıya dökülmesinde bir ilk olmuştur.212 Ziya Gökalp’e göre Türkçülük fikriyatı Osmanlıda cereyan etmeden önce Avrupa’da iki şekilde varlık göstermeye başlamıştır. İlk olarak, Türkiye’de üretilen halı, yün dokuma ve Türklerin meydana getirdikleri sanat eserlerinin Avrupa’da ilgi çekmesiyle olmuştur. Avrupalılar bu ürünleri yüksek ücretler ödeyerek satın alır ve evlerinin bir kısmında Türk köşesi ya da Türk odası oluşturur ve sergilerlerdi. Bunun adına da Fransızcada “Turquerie” yani Türkperestlik denmekteydi. İkinci olarak Rusya, Almanya, Macaristan, Danimarka, İngiltere ve Fransa’da bilim adamları tarafından yürütülen Türkoloji çalışmalarını örnek olarak göstermiştir. Bu Türkoloji çalışmalarında Türklerin çok geniş bir alana yayılmış ve birçok medeniyet kurmuş olduklarından bahsedilmiştir. Bu çalışmaları takip eden pek çok Osmanlı düşünürü bunlardan etkilenmiştir.213 Ziya Gökalp’e göre Türkçülüğün ilk babaları Ahmet Vefik Paşa ve Süleyman Paşa’dır.214 209 Sarınay, a.g.e., s. 74. 210 Gökalp, a.g.e., s. 10. 211 Sarınay, a.g.e., s. 74. 212 Sarınay, a.g.e., s. 75. 213 Gökalp, a.g.e., s. 5-6. 214 Gökalp, a.g.e., s. 8. 42 Ahmet Vefik Paşa dil konusunda yaptığı çalışmalarla Türkçülüğe öncülük etmiştir. Ziya Gökalp, Ahmet Vefik Paşa’nın ilmi Türkçülüğün yanı sıra Türkçülüğü bir yaşam biçimi haline getirdiğinden bahsetmektedir. Öyle ki, giyim kuşamı ve evinin dizaynına kadar buna dikkat ettiğini aktarmaktadır.215 Ziya Gökalp’e göre Türkçülüğü anlayabilmek için öncelikle millet kavramını çok iyi tespit etmek gerekmektedir. Millet kavramı üzerine birçok farklı tanımlama yapılmıştır. Irki Türkçülere göre millet ırk demektir. Kavmi Türkçülere göre ise aynı ana-babadan türemiş içlerine yabancıların karışmadığı bir zümre anlayışıdır. Coğrafi Türkçüler için ise millet Belçika ya da Britanya milletleri gibi aynı ülkede yaşayan topluluk olarak tanımlanmaktadır. Ancak Gökalp’e göre Belçika, Flamanlar ve Valonlardan, Britanya ise İskoç, İrlandalı gibi milletlerden oluştuğundan coğrafi tanım yetersiz kalabilmektedir. Osmanlıcılarda millet, imparatorluk içerisinde yaşayan tebaayı ifade etmektedir. İslamcılar içinse tüm Müslümanların birliğidir. Bireyciler için millet bireyin kendisini ait hissettiği toplumdur. Peki hangi millet tanımı en doğrusudur? Gökalp’e göre insanın en çok sevdiği dil kendi anadilidir. İnsan çocukluğundan beri edindiği değerlere, yaşam biçimine bağlı kalır. Diğer toplumlarda refah içinde yaşayabileceği halde kendi toplumundan kopamamasını sağlayan bir bağ bulunmaktadır. Çocukluktan itibaren içine işleyen bu duyguyu insanın çıkarıp atması mümkün değildir. Bu sebeple millet siyasi, ırki, coğrafi ve de iradi bir zümre değildir. Gökalp’e göre millet “lisanca, dince, ahlakça ve bediiyatça müşterek olan yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir zümredir.” “… bu sebeple milliyette şecere aranmaz.”216 Bir insan hangi milletin terbiyesini almışsa ancak o ülkü doğrultusunda yaşayabilir ancak bu ülkü insanın mutluluğunu sağlayabilir. İnsan terbiyesini almadığı bir ülkü doğrultusunda yaşayamaz. Sadece doğup büyüdüğü ahlakını edindiği toplumun ülküsü doğrultusunda canını ortaya koyabilir. Kendisine yabancı bir ülkü için insan en küçük bir menfaatinden bile vazgeçmez. Arnavutluk, Arabistan ya da başka coğrafyadan gelip Türk kültürü ve ülküsünü benimsemiş, bu millet için pek çok fedakarlık yapmış nice insanlar vardır. Gökalp’e göre onlara siz Türk değilsiniz diyemeyiz. Bu sebeple Türküm diyebilen herkesi Türk kabul etmek gerekmektedir.217 Ziya Gökalp Türkçülüğün tanımını onun Turancılıkla arasındaki farkları ve Türkçülüğün yakın ve uzak hedeflerini belirtmek suretiyle yapmaktadır. Türk bir milletin adıdır, bu durumda tek bir dili ve kültürü olmak zorundadır. Gökalp bu sebeple bazı Türkçülerin Tatar, Özbek, Azeri dili ve kültürü şeklindeki tanımlamalarına karşı 215 Gökalp, a.g.e., s. 7. 216 Gökalp, a.g.e., s. 15-20. 217 Gökalp, a.g.e., s. 21. 43 çıkmaktadır. Çünkü bu şekildeki tanımlamalar Türk milletinin sınırlarını daraltmaktadır. Türkiye Türkleri, Azerbaycan ve İran Türkleri Oğuz uyruğundandırlar. Türkçülüğün ilk hedefi Oğuzların kültürel birlikteliğini sağlamak olmalıdır. Gökalp siyasi birlikteliği yakın zamanda mümkün görmemektedir.218 Türkçülüğün uzak hedefi ise Turancılıktır. Bu hedef Ural-Altay zümresini içermektedir. Turan, bütün Türk boylarını kapsamaktadır. Eğer Tatar, Özbek ve Kırgızlar ayrı birer kültür ve lisan meydana getirir ve bunu benimserse ayrı bir millet olma vasfı göstereceklerinden Turancılık için engel oluşturacaktır. Bu sebeple Türkçülüğün uzak hedefi olan Turancılık önce Oğuz, Tatar, Kırgız, Özbek ve Yakutları dil, edebiyat ve kültür özelinde birleştirmelidir.219 Gökalp Türkçülüğü sırasıyla üç hedefle tanımlamıştır. Bunlardan ilki Türkiyecilik, ikincisi Oğuzculuk, üçüncüsü ise Turancılıktır.220 Gökalp Turancılığın her ne kadar hayal gibi görünse de geçmişte büyük Türk devletlerinin ulaşmış oldukları geniş sınırların bu ideali toplumun zihninde canlı tuttuğunu ileri sürmüştür. Öyle ki Mete Han bütün Türkleri Hun adı altında topladığında Turan bir hakikat haline gelmişti. Avarlar, Göktürkler, Oğuzlar, Cengiz Han ve Timurlenk Turan hedefini defalarca kez gerçekleştirmişlerdir.221 2.4. TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN OLUŞUMUNDA ETKİSİ OLAN BAŞLICA DERGİ VE CEMİYETLER 2.4.1. Türk Derneği Yusuf Akçura, Necip Asım, Veled Çelebi gibi aydınların öncülüğünde 1908’de İstanbul’da kurulan Türk Derneği, Türk Tarihi ve Dili üzerine yaptığı çalışmalar ile ön plana çıkmıştır. Daha sonraları bu derneğe İsmail Gaspıralı, Mehmet Emin Yurdakul, Hüseyin Cahid Yalçın gibi ünlü kişiler de katılmıştır. Türk Derneği’nin amacı, Türk kavimlerinin tarihini, dilini, edebiyatını, etnografya ne etnologyasını, Türk yurtlarının eski ve yeni coğrafyalarını araştırmak, tartışmak ve ortaya çıkararak bütün dünyaya yayın yapmak olarak belirlenmiştir.222 Türk Derneği amaçlarını gerçekleştirebilmek için gazete, dergi ve kitaplar yayınlamış ve konferanslar düzenlemiştir. Derneğin ilk yayın organı “Sırat-ı Müstakim” dergisi olmuştur. Ancak daha sonra 1911 yılından itibaren “Türk Derneği Dergisi” adıyla dergi çıkarmaya başlamış ve bu dergiyi resmi yayın organı olarak 218 Gökalp, a.g.e., s. 22. 219 Gökalp, a.g.e., s. 24. 220 Gökalp, a.g.e., s. 25. 221 Gökalp, a.g.e., s. 25-26. 222 Sarınay, a.g.e., s. 94-95. 44 kullanmıştır.223 O dönem Osmanlı sınırları içerisinde Rusçuk, İzmir ve Kastamonu’da, yurt dışında ise Budapeşte’de şubeler açmışlardır.224 Türk Derneğinin üzerinde durduğu en önemi nokta Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan herkesin Osmanlı olduğu ve tüm Osmanlı tebaasının bütünleştirici unsurunun Türk dili olduğudur.225 Kültürel Türkçülüğü benimsemiş olan Türk derneğinde gayrimüslimler ve hatta Osmanlı vatandaşı olmayan kimseler dahi bulunmaktaydı. Derneğin 1911’de yayınladığı beyannamede: “Bir milletin saadeti, Kaffe-i efradını, aynı tarik-i tekamüle sevk ile kendilerinde müşterek ve mukaddes bir vatanperverlik duygusu uyandırmak, aralarında dostluk hissini arttırmak ve kimsenin kimseye tahakkümüne imkan bırakmamak ile artacağı…” “... Lisanları ayrı fakat gönülleri ve duyguları beraber olan Osmanlı anasırını aynı maksad-ı mukaddes üzere yetiştirmek ve kaffesini aynı lisan-ı milli ile yani Türkçe ile müdavele-i efkara sevk etmek lazım geliyor.” denilerek Osmanlıcılığın içinde kalmak suretiyle kültür ve dil konusunda Türkçü bir yaklaşım güttüklerini beyan etmişlerdir.226 Agah Sırrı Levend derneğin amacını şu şekilde özetlemiştir; Bütün Osmanlılar arasında konuşulacak bir Osmanlı Türkçesi, tüm Osmanlıları aynı kutsal amaç etrafında toplayacaktır. Bunun için Türk dilinin dönemsel olarak geçirdiği değişimler incelenmeli Türk dilinin özellikleri ortaya konmalı böylece Türkçe öğreniminin önündeki güçlükler ortadan kaldırılmalıdır.227 Türk Derneği, Türkçe yayınların azlığından şikayet etmiş ve aydınların Türkçe eserler vermeleri gerektiğini belirtmiş ve Türkçe eserlerin önemi üzerinde durmuştur.228 Türk Derneği yayınlarında sade Türkçe kullanmış, halk arasında kullanılan Türkçe kelimelerin tespit edilmesi doğrultusunda çalışmalar yapmış, Osmanlı vilayetlerinde yaşayan Türklerin nüfusları, yaşam tarzları üzerine araştırmalarda bulunmuştur.229 Osmanlıyı oluşturan unsurları dil yoluyla bütünleştirmeye çalışmıştır. Osmanlıcılık anlayışının ön plana çıktığı dönemde kurulmuş olmasının bunda etkisi olduğu gayet açıktır.230 Üyeler arasında görüş birliği bulunmaması, Veled Çelebi, Yusuf Akçura gibi ileri gelenlerinin çeşitli sebeplerle İstanbul dışına çıkmaları ve üyelerinin farklı siyasi 223 Sarınay, a.g.e., s. 96. 224 Sarınay, a.g.e., s. 96. 225 Muhammed Emin Yıldızlı, “Türkolojiye Hizmet Eden Kurumlar”, Akademik Bakış Dergisi, 2015, Sayı: 52, 454-462, s. 455. 226 Sarınay, a.g.e., s. 97-98. 227 Yıldızlı, a.g.e., s. 455. 228 Yıldızlı, a.g.e., s. 455. 229 Sarınay, a.g.e., s. 99-100. 230 Sarınay, a.g.e., s. 99. 45 partilerde yer alması, derneğin etkinliğini sınırlandırmıştır. Derneğin faaliyetlerine ne zaman son verdiği bilinmemektedir.231 2.4.2. Türk Yurdu Cemiyeti ve Türk Yurdu Dergisi Türk Yurdu Cemiyeti 31 Ağustos 1911 tarihinde kurulmuştur.232 Kurucuları arasında Mehmet Emin Bey, Ağaoğlu Ahmet Bey, Hüseyinzade Ali Bey, Doktor Akil Muhtar Bey, Yusuf Akçura gibi Türk aydınları bulunmaktadır.233 Cemiyetin yayın programında, Türk ırkı tarafından okunup anlaşılacak sade bir Türkçe ile bir dergi çıkarmanın zorunluluk olduğu beyan edilmiştir. Bu dergide Türk milletinin yararına olan konular tartışılacak ve Türk aydınlarının fikirleri dikkate alınacaktır. Ayrıca tüm Türklerce kabul edilip benimsenecek milli bir ideal oluşturma amacı güdülmektedir. Türklerin birbirlerini tanımaları, ekonomik ve eğitim seviyelerini yükseltmeleri amacıyla çalışmalar yapılması cemiyetin programında yer almıştır. Siyaset ise cemiyet için ikinci planda gelmektedir.234 , Türk Yurdu Cemiyeti nizamnamesinde, Türk çocuklarının daha iyi eğitim alabilmelerini desteklemek amacıyla bir yurt açılmasını, eğitimlerini tamamlayanların iş ve gelir sahibi olmalarını desteklemek gerektiğini belirtmiş ve bunu amaçları arasına eklemiştir.235 Türkleri birbirleriyle tanıştırmak gayesi gereği tüm Türk dünyasında olup biten sevindirici ya da üzücü olaylar ve fikir akımları araştırılacak ve Türk ırkının fertlerine bildirmek amacıyla yayınlanacaktır.236 Cemiyetin siyasete bakış açısını yayın programında belirttiği iç politikada hiçbir siyasi partiye taraftarlık etmeden Türklüğün siyasi ve iktisadi menfaatlerini savunmak gerekliliği ile açıklamıştır. Devletlerarası siyasette ise Türk ırkının menfaatleri her daim savunulacaktır.237 Türk Yurdu Dergisi 30 Kasım 1911 tarihli ilk sayısında kuruluş amacını şöyle açıklamıştır. “Türklüğe hizmet etmek, Türklere faide dokundurmak istiyoruz. Maksadımız işte budur. Maksada erişmek için hangi yollardan yürüyeceğimizi mecmuamızın münderecatı göstereceğinden mesleğimizin teşrihini fazla buluyoruz. Tanrı yardımcımız olsun.”238 32 sayfalık bir format ile 15 günde bir yayın yapan Türk Yurdu Dergisinde Yusuf Akçura, Mehmed Emin, Köprülüzade Mehmed Fuad, Celal Sahir, Ispartalı Hakkı, Mehmed Emin Resulzade, İsmail Gaspıralı, Halide Edip, Ziya Gökalp, Ömer 231 Sarınay, a.g.e., s. 101-102. 232 Sarınay, a.g.e., s. 112. 233 Akçura, a.g.e., s. 212. 234 Akçura, a.g.e., s. 213. 235 Akçura, a.g.e., s. 212. 236 Akçura, a.g.e., s. 213. 237 Akçura, a.g.e., s. 214. 238 Sarınay, a.g.e., s. 113. 46 Seyfeddin, Hamdullah Suphi gibi dönemin tanınmış fikir adamları yazmaktaydı. Dergide tarih, eğitim, kadın hakları, spor, biyografi ve Türklerle ilgili güncel haberler yer almaktaydı. Türk Dünyasını bir bütün olarak inceleme imkanı bulan okuyucular Osmanlı Devleti perspektifinden Türk Dünyası perspektifine geçiş yaşıyorlardı.239 Çağdaşlaşmayı Türkler için hayati bir mesele olarak gören Türk Yurdu Dergisi, eğitimin modernleştirilmesi, kadın hakları, kültürel Türk birliği, eğitim, bilim, ekonomi ve daha birçok alanda milliliği ele alarak tüm Türkler tarafından kabul edilip benimsenecek bir milli ideal oluşturma gayesine ulaşmayı hedefliyordu. Türk yurdu dergisi özellikle Balkan Savaşlarının sıkıntılı günlerinde genç nesil tarafından büyük ilgiyle takip edilmiştir. Askeri tıbbiye öğrencileri dergiyi gizlice okullarına sokmayı başarmışlardı, dergi Rusya’daki Türkler arasında da büyük bir ilgiyle takip ediliyordu.240 Türk Yurdu Cemiyeti, Türk Ocaklarının kuruluş hazırlıklarının sürdüğü bir dönemde kurulduğu için cemiyet olarak pek fazla faaliyet gösteremese de, çıkardıkları Türk Yurdu dergisi Türk Milliyetçiliği fikrinin oluşturulması ve yayılmasında büyük bir rol oynamış ve bir süre sonra da Türk Ocaklarının yayın organı haline gelmiştir.241 2.4.3. Genç Kalemler Dergisi Genç Kalemler Hareketi Türk Milliyetçiliği ideolojisinin oluşumunda dilde Türkçülük kapsamında önemli faaliyetlerde bulunmuştur. Hareketin temel amacı yazı dilini sadeleştirmek ve halk diline yaklaştırmaktı. Hareketin öncülüğünü Ali Canip Yöntem ve Ömer Seyfettin yapmıştır. Ziya Gökalp’in de katılımıyla Genç Kalemler Hareketi oluşmuştur. İttihat ve Terakki’nin desteğiyle 11 Nisan 1911’den itibaren yayınlanmaya başlanan dergide Kazım Nami Duru, Akil Koyuncu, Enes Avni, Ali Tevfik gibi yazarlar da katılmışlardır.242 Genç Kalemler dergisinde Türkçenin sadeleştirilmesi ile ilgili yazılar, edebiyat makalelerinin yanında milliyetçi argümanlar da dikkat çekmektedir. Genç Kalemler hareketinin İttihat ve Terakki’nin merkezi, kozmopolit yapısıyla milliyetçilik duygularını kabartan Selanik’te başlaması da şans eseri değildir. Dergide dil konusunun işlenmesi sadece edebiyat meselesi olamazdı. Kozmopolit bir şehirde Türkçülük yapmak bu yolla Türkçeyi, İstanbul Türkçesini ön plana çıkarmak Türkleri birbiriyle kenetleyen bir bağ oluşturmak anlamına gelmekteydi.243 239 Sarınay, a.g.e., s. 115. 240 Sarınay, a.g.e., s. 116-117. 241 Sarınay, a.g.e., s. 112. 242 Sarınay, a.g.e., s. 102-103. 243 Sarınay, a.g.e., s. 104. 47 Genç Kalemler mensupları açısından İstanbul Türkçesi çok önemli bir konumda bulunmaktaydı. Çünkü İstanbul Türkçesi Türk Milletini bir arada tutacak dil bağını sağlayacak sade Türkçenin temsilcisi idi. Onlara göre dilde sadeleşme demek Çağatay Türkçesine ya da Anadolu lehçesine yönelmek değildi, zira bahsedilen sade dil canlı bir şekilde hayatın içinde yaşamakta, örneği ise karşımızda durmaktadır. Bu açıdan yeni icat edilmiş yapmacık bir dil değildir.244 Genç Kalemler mensupları Tanzimat aydınlarının dil unsuruna yaptıkları atıflardan ve batıda gelişmekte olan fikir akımlarından etkilenmişler ve bu doğrultuda yayın politikası uygulamaya koymuşlardır. Dilde sadeleşme fikri doğrultusunda Arapça ve Farsça dilbilgisi kurallarını kullanmadan, sözcükleri ise Türkçe kullanımlarına göre değerlendirerek ve Türkçede söylendikleri gibi yazarak yayınlarına dahil etmişlerdir. İstanbul Türkçesini esas kabul ederek dilde sadeleşmeyi uygulamaya çalışmışlardır.245 Ali Canip Yönteme göre edebiyat dil sayesinde gelişebilir. Milli bir edebiyat içinse milli bir dil gerekmektedir. Bu sebeple Arapça ve Farsça kuralların dahil edildiği bir Türkçe hastalıklı bir hale geleceği gibi pek az kimse tarafından anlaşılacak ve halktan kopuk bir kullanım doğacaktır. Bu sebeple Ali Canip halk diliyle, sade bir Türkçe ile edebiyatın savunuculuğunu yapmış ve bunu milli bir mesele olarak görmüştür.246 Balkanlardaki milliyetçilik hareketleri esnasında subay olarak görevli bulunan Ömer Seyfettin’in yaşadığı deneyimler Türklük şuurunu uyandırma gereğini hissetmesine yol açmıştır, zira dergide yayınlamış olduğu “Pamuk İpliği”, “Bomba” ve “Primo Türk Çocuğu” gibi hikayelerinde azınlıkların milliyetçi hareketlerine karşılık Türklük bilincini yeniden uyandırmaya çalışmıştır.247 Genç Kalemler Dergisi bir dil ve edebiyat dergisi olmasının yanı sıra güncel siyasi olaylarla da ilgilenmiştir. Ancak buradaki olaylar genellikle Osmanlının iç işleri ve balkanlardaki gelişmelerle sınırlı tutulmuştur. Buradan hareketle Genç Kalemler Dergisinin Osmanlıcılık geleneğini taşıdığı, dilde sadelik yoluyla Osmanlı Devletinin bekasını sağlamaya gayret ettiklerini söyleyebiliriz.248 244 Ali Pulat, “Yeni Lisan Hareketinin Genç Kalemler dergisindeki görüşlerinin değerlendirilmesi” Tarih Okulu Dergisi, 2017, Sayı: 30, 285-295, s. 289-290. 245 Pulat, a.g.e., s. 287. 246 Pulat, a.g.e., s. 289. 247 Sarınay, a.g.e., s. 105. 248 Sarınay, a.g.e., s. 106. 48 2.4.4. Türk Ocağı 2. Meşrutiyet ilan edildikten sonra Osmanlı Devleti iç ve dış politikada Girit meselesi, Balkan Savaşları, Trablusgarp Savaşı gibi meselelerle karşı karşıya kalmıştı. Özellikle balkanların elden çıkması sonucu orada yaşayan Türklerin yurtlarını kaybetmesi ve göçe zorlanmaları Osmanlıcılık akımının önemini yitirmesi ile sonuçlanmıştır. Devletin yaşadığı sorunların yanında imparatorluk içinde Türkler o zamana kadar uygulanan devlet politikalarının da tesiriyle kendi millet bilincini uyandıramamış durumda idiler. Bu sebeple Türkçü aydınlar yayınladıkları dergi, gazete ve makaleler ile Osmanlı Türklerinin uzun süredir unuttukları Türklük bilincini kitlelere aşılama gayesi içerisine girmişlerdi. Ancak mevcut siyasi ortamın da etkisiyle amaçlarına ulaşmakta güçlük çekiyorlardı. Bu şartlar altında İttihat ve Terakkinin güttüğü Osmanlıcılık politikası karşısında hayal kırıklığına uğrayan Askeri Tıbbiyeliler arasında Türk Ocakları bir düşünce hareketi olarak doğmakta idi.249 Müspet eğitim alan Askeri Tıbbiye öğrencileri siyasal ve sosyal konular üzerinde rahatlıkla fikir üretebiliyor ve aldıkları askeri eğitim onların vatanseverlik duygularını pekiştiriyordu. Türk Ocağı hareketinin Askeri Tıbbiyeliler arasında doğmasının ardında bu gibi sebepler yatmaktadır.250 Türk Ocakları 12 Mart 1912’de kurulmuştur ancak Türk Ocaklarının kurulmasına dair girişimler çok daha öncelerden başlamıştır.251 Türk Ocakları kuruluş nizamnamesinde amacını şöyle açıklamaktadır: “İslam kavimlerinin başlıca mühimi olan Türklerin mili terbiye ve ilmi, sosyal ve iktisadi seviyelerinin ilerleme ve yükselmesiyle Türk ırk ve dilinin kemaline çalışmaktır.”252 Türk Ocakları, konferanslar düzenleyerek, kitap ve risaleler yayınlayarak, çeşitli meslek grupları ve sanat erbaplarıyla iletişim kurarak amacını gerçekleştirmeye çalışacağını bildirmiştir. Bu doğrultuda siyasi partilerle mesafesini koruyacağını da beyan etmiştir.253 Ocağın kurucuları; Mehmet Emin Bey, Ahmet Ferit Bey, Ahmet Ağaoğlu Bey, Doktor Fuat Sabit Bey’dir.254 Cemiyetin kuruluşu esnasında üzerinde en çok müzakere edilen husus cemiyet Türk Ocağı adı altında kulüpler mi açmalı yoksa dergi ve kitap yayınlarıyla mı 249 Sarınay, a.g.e., s. 118-120. 250 Sarınay, a.g.e., s. 122. 251 Akçura, a.g.e., s. 214. 252 Akçura, a.g.e., s. 214. 253 Akçura, a.g.e., s. 215. 254 Akçura, a.g.e., s. 218. 49 yetinmeliydi? Cemiyetin kuruluşunda önemli etkileri olan tıbbiyeliler eğer kulüpleşme yoluna girilirse eninde sonunda siyasete karışılacağından endişeli idiler.255 Türk Ocakları her ne kadar siyasi partilerle arasına mesafe koyacağını belirtmiş olsa da içinde bulunulan çalkantılı dönemin bir getirisi olarak tam anlamıyla siyasetten uzak kaldığı da söylenemez. Türk Ocakları İttihat ve Terakki’nin ideolojik rehberliğini üstlenmiş ve partinin desteği ile büyük şehirlerde şubeler açmıştır. Yine de Türk Ocakları içerisinde partilere yakın olunmaması siyasetten uzak durulması gerektiğini savunanlar her zaman olmuştur.256 Bununla beraber en başta İttihat ve Terakki Cemiyetinin mensupları yükselen Türkçülüğün bilincindeydiler. Bu sebeple Ziya Gökalp ve Hüseyinzade Ali vasıtasıyla Türk Ocaklarında partinin etkinliğini artırma yolları aranmaktaydı. Zaten Türk Ocaklarında önemli konumda bulunan Mehmet Emin Yurdakul, Ahmet Ağaoğlu, Ziya Gökalp gibi birçok isim aynı zamanda İttihat ve Terakki içerisinde yer almaktaydı. 1913 sonrası Türkçülük politikasının ön plana çıkmasıyla İttihat ve Terakkinin milliyetçi politikalarının altyapısı Türkçü aydınlar tarafından hazırlanmaya başlanmıştı. Bu yönden Türk Ocaklarının düşünsel anlamda İttihat ve Terakki üzerinde etkili olduğu söylenebilir. Burada Türk Ocaklarının İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ilişkilerini esnek tutarak özerkliğini koruduğunu da belirtmek gerekir.257 Türk Ocaklarının faaliyetleri arasında konferanslar ön plana çıkmaktadır. 1912- 1918 yılları arasında 500’ün üzerinde konferans düzenlenmiştir. Bu konferanslara dönemin aydınlarından Ziya Gökalp, Hamdullah Suphi, Yusuf Akçura, Mehmet Emin Yurdakul, Halide Edip, Ömer Seyfettin, Yahya Kemal, Mehmet Fuat Köprülü, Tevfik Rüştü Aras, Süleyman Nazif gibi isimler katılmışlardır. Düzenlenen konferanslarda başlıca konular tarih, iktisat, hukuk, dünyadaki genel siyasi konular ve dünya Türklerinin durumu olmuştur.258 Türk Ocakları Türk kadınını sosyal hayata çekme konusunda da topluma önayak olmuştur. Düzenledikleri konferanslarda kadın ve erkekleri aynı salonda toplamayı başarabilmeleri o dönem şartları içerisinde büyük bir başarı sayılmaktadır. Bunun yanında Halide Edip Adıvar, Müfide Ferit Tek, Fatma Aliye, Nakiye Hanım gibi entelektüel isimler Türk Ocaklarında konferanslar vermeyi sürdürmüşlerdir.259 Türk Ocaklarında verilen konferansların yanında Osmanlı Devletinin kuruluş günü gibi bazı önemli günlerde özel programlar düzenlenmekte, müsamereler, müzik ve film gösterimleri sahnelenmekteydi. Ayrıca Türkleri meslek sahibi yapmaya yönelik 255 Akçura, a.g.e., s. 219. 256 Sarınay, a.g.e., s. 140-141. 257 Sarınay, a.g.e., s. 142-143. 258 Sarınay, a.g.e., s. 146-147. 259 Sarınay, a.g.e., s. 148. 50 okuma, yazma, zanaat gibi eğitimlerin verildiği gece dersleri de düzenlenmekteydi. Tüm bu faaliyetler göz önünde bulundurulduğunda Türk Ocağının adeta bir halk üniversitesi gibi çalıştığını söyleyebiliriz.260 Yaptığı konferanslarla büyük başarı gösteren Türk Ocakları kitap yayıncılığında başlarda pek varlık gösteremese de dergi yayıncılığı konusunda oldukça etkin çalışmalar yürütmüştür. Türk Yurdu Cemiyeti tarafından çıkarılan Türk Yurdu Dergisi zamanla Türk Ocaklarının yayın organı haline gelmiştir. Türkçülük hareketi fikirlerinin yayınlandığı bu dergi teorik anlamda Türk Milliyetçiliğinin oluşturulmasında başat rol üstlenmiştir. Ocağın çıkardığı diğer bir dergi Halka Doğru Dergisidir. 11 Nisan 1913’de çıkarılmaya başlanan bu dergi taşra halkı ile aydınlar arasında ilişki kurmayı hedeflemiş, Türk Milliyetçiliğine halkçılığın da eklemlenmesini amaç edinmiştir. 12 Nisan 1914’de çıkarılmaya başlanan Türk Sözü Dergisi de aynı amaçla “Hak için çalışmak” parolası ile yayın hayatına başlamıştır. Türk Bilgi Derneğinin yayınladığı Bilgi Mecmuası isimli dergide de Türkçülük fikri akademik içerikle kaleme alınmıştır.261 Türk Ocağı bünyesinde kurulan Türk Gücü derneğinden de bahsetmekte yarar vardır. Türk Ocaklarına katılabilmek için 20 yaşını doldurmak gerektiğinden genç yaştakiler için Türk Gücü isimli bir dernek kurulmuştur. Bu dernek amacını “memlekete, güçlü, atik ve tetik gençler yetiştirmek” olarak duyurmuş ve bu yönde faaliyetlerde bulunmuştur. Edirne, Kütahya, Bursa, Balıkesir, Çanakkale, Konya, Ankara, Samsun, Trabzon, Erzurum gibi şehirlerde 26 şube açmıştır. Dernek, Enver Paşa’nın harbiye nezaretine bağlı olarak kurduğu Gençlik Dernekleri ile aynı doğrultuda çalışmalar yapmıştır.262 260 Sarınay, a.g.e., s. 150-151. 261 Sarınay, a.g.e., s. 163-165. 262 Sarınay, a.g.e., s. 157-158. 51 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM TÜRK MİLLİYETÇİLİK İDEALİNİN PRATİKTE GERÇEKLEŞTİRİLMESİ 3.1. İTTİHAT VE TERAKKİ Osmanlıda Lale Devri ile başlayan yenileşme hareketleri 19. yüzyıl boyunca sürmüştür. Tanzimat ve Islahat Fermanları ile tebaayı tıpkı Avrupalı devletlerde olduğu gibi yurttaşa dönüştürmek amaçlanmıştır. Sanayileşmeyi ıskalayan Osmanlı İmparatorluğunun ekonomisi tarımsal üretime dayanmaktaydı ve Avrupalı devletlerle rekabet edebilecek gücü bulunmamaktaydı. Askeri ve teknik anlamda da geri kalan Osmanlı Devleti yenileşme hareketleri ile toplumsal bütünlüğü sağlamayı amaçlıyordu.263 Osmanlı Devleti 3. Selimden itibaren yurtdışına temsilciler ve öğrenciler göndermeye başlamıştı. 19. Yüzyılda tıbbiye, harbiye, mülkiye gibi eğitim kurumları kurulmuştu. Bu okullarda yetişenler yenileşme hareketlerine öncülük edeceklerdi. Fransız Devriminin getirdiği özgürlük, eşitlik ve milliyetçilik fikirlerinden etkilenen bu idealist gençler oluşturdukları dernek ve kulüplerde devletin durumu ve nasıl kurtarılabileceği üzerine tartışmalar yapıyor, fikirler üretiyorlardı.264 1876’da Birinci Meşrutiyetin ilanıyla bu eğitimli, ilerici sınıf umutlansa da Abdülhamit’in meşrutiyeti ve meclisi feshetmesi sonucu yeni arayışlara girmişler ve İttihat ve Terakki Cemiyetinin oluşum sürecini başlatmışlardır.265 Tanzimat reformlarının çözüm getirmeye çalıştığı en önemli sorun çözülmeye başlayan millet sistemini yeniden sağlayacak çareler bulmaktı. Millet sistemindeki ayrışma tehlikesi karşısında devleti yönetenler Islahat Fermanına dayanan, ilk siyasal kimliği ne olursa olsun reddetmeden tüm tebaayı Osmanlı sayan Osmanlıcılık kavramını geliştirmişlerdir. Osmanlı birliğini sağlamak amacıyla atılan önemli adımlardan birisi 1872 yılında Mithat paşa ve Halil Şerif Paşa tarafından imparatorluğu tıpkı Alman İmparatorluğu gibi federal bir yönetime büründürmek fikriydi ve bu girişim özellikle bağımsızlığa doğru yol alan Romanya ve Sırbistan’ın imparatorluktan kopuşunu önlemeye dönük bir girişimdi. Nitekim Rusya’nın müdahalesi ile bu girişim gerçekleştirilememiştir. 1876 Anayasasının Osmanlı siyasi hayatına kazandırdığı meşrutiyet rejiminin de Abdülhamit tarafından sonlandırılması 263 Ozan Örmeci, “Jön Türkler ve İttihat ve Terakki”, Tarih Okulu Dergisi, 2010, Sayı 8, 95-109, s. 96. 264 Örmeci, a.g.e., s. 97. 265 Örmeci, a.g.e., s. 98. 52 vatandaşlık bağı ile Osmanlılığı sağlama girişimlerini sekteye uğratmış, devleti yönetenleri yeni arayışlara sevk etmişti.266 Meşrutiyeti yeniden ilan ettirecek olan İttihat ve terakki cemiyetinin ilk kurucuları Askeri tıbbiyeden Arnavut İbrahim Ethem, Çerkez Mehmet Reşit Bey, Arapkirli Abdullah Cevdet ve Diyarbakırlı İshak Sükuti’dir. Cemiyetin gençleri Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi yazarların yasaklanan eserlerini ve Avrupa’dan posta yoluyla gizlice gelen yayınları okuyor ve başkalarının da okuması için paylaşıyorlardı.267 1889’da Meşrutiyeti yeniden ilan etmek ve Osmanlı birliğini sağlamak amacıyla Mekteb-i Tıbbiye öğrencileri tarafından İttihad-ı Osmani adıyla bir teşkilat kuruldu. Bu teşkilat aynı yıl Paris’te örgütlenmiş olan İttihat ve Terakki Cemiyeti ile birleşti. Ancak siyasi bir güç olarak bildiğimiz İttihat ve Terakki’nin ortaya çıkışı Selanik’te üçüncü ordudaki subaylarca kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin 1907’de Paris’teki örgütlenme ile birleşmesi sonucu olmuştur. İttihat ve Terakki Cemiyeti içerisinde Türk milliyetçilerinin yanı sıra Osmanlıcılık ve Batıcılık gibi fikriyatları savunanlar da bulunmaktaydı.268 İttihat ve Terakki bünyesinde pek çok etnik ve toplumsal çeşitliliği barındırmaktaydı. Fiziksel bütünlük ve tutarlılığı sağlamak amacıyla cemiyetin nizamnamesi hazırlandı.269 4 Şubat 1902’de Paris’te tüm Jön Türkleri kapsayan bir kongre düzenlendi. Kongreye Türkler, Bulgarlar, Araplar, Kürtler, Rumlar ve Ermenileri temsilen delegeler katıldı. Meşrutiyetin yeniden ilan edilmesinin yollarının tartışıldığı bu kongrede Ahmet Rıza ve Prens Sabahattin’in başını çektiği iki grup belirginleşmeye başladı. Bu iki grubun zamanla birbirine karşı güvensizliklerinin artması üzerine Ahmet Rıza ve arkadaşları kendi gruplarının ismini Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti olarak değiştirip yayınlarına devam ettiler. Prens Sabahattin ve takipçileri ise Teşebbüsi Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyetini kurdular. Bu durum Türk milliyetçiliği ile Osmanlı liberalizminin ayrılış noktası olarak tarihe kayıt olunmuştur.270 1907 yılına kadar istibdat rejimine karşı tehdit oluşturan bir örgüt görünmese de Osmanlı Devletinin pek çok bölgesinde İttihat ve Terakki Cemiyetine fikren bağlı, Kulelide İhtilalci Askerler Cemiyeti, Selanik’te Osmanlı Hürriyet Cemiyeti gibi cemiyetler bulunmaktaydı. Selanik’te kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti istibdata ve yabancı devletlerin müdahalesine karşı mücadele etmeyi kendisine amaç edinmişti 266 Yaşar Semiz, “İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Türkçülük Politikası”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 2014, Sayı: 35, 217-244, s. 219-220. 267 Orhan Örs, a.g.e., s. 690. 268 Semiz, a.g.e., s. 220-221. 269 Orhan Örs, a.g.e., s. 690. 270 Orhan Örs, a.g.e., s. 693-694. 53 ve Mehmet Talat Bey’in örgütlenme becerisi sayesinde Makedonya’da da faaliyet göstermeye başlamıştı. O dönem binbaşısı Enver Bey’in de katkılarıyla cemiyete ikinci ve üçüncü ordu subayları da katılmıştır. Selanik’teki bu grup Avrupa’daki gruplarla da ilişkiler kurmuş Ahmet Rıza’nın daha milliyetçi olan grubu kendilerine daha yakın gelmiş ve onlarla birleşmişlerdir. Zamanla güç Selanik grubunun eline geçmiş ve hedeflerine ulaşmada askeri yöntemleri benimseyen, milliyetçi fikirlere sahip subayların oluşturduğu bu grup İttihat ve Terakki Cemiyetine yön vermeye başlamıştır.271 Abdülhamit döneminin istibdat yönetimine rağmen İttihat ve Terakki Cemiyeti hızla büyümüş ve özellikle yurtdışında örgütlenmesini tamamlamıştır. Devletin savaşlarda gösterdiği başarısızlıklar ve toprak kayıpları, orduda ve bürokraside cemiyetin destekçilerini artırıyordu.272 İttihat ve Terakki Cemiyeti Osmanlı bütünlüğünü savunan herkese kapılarını açmıştı. Bununla beraber üyelerinin çoğunu Müslüman gençlerden ve bunların da çoğunu Türklerden oluşturmayı prensip edinmiştir. Fethi Okyar, İttihat ve Terakki’nin fikriyatını tanımlarken şu sözleri kullanmaktadır: “İttihat ve Terakki’de milli olan ve olmayan unsurlar elbette vardı. O şartlar içinde fikriyatçıları ve müesseseleri olmayan ve gizli çalışan bir cemiyetin başka kaynaklardan ilham alması çok tabii idi. Fakat muhakkak olan şuydu, İttihat ve Terakki o günün şartları içinde açıkça ifade edilmesi imkansız ve hatta başındakilerin de felsefe ve fikir yapısı olarak ifade edemeyecekleri kadar şekilde Türk Milliyetçisiydi.”273 Fikri yapısını devletin ana unsuru olarak gördüğü Türkler üzerine kuran İttihat ve Terakki bunu açıkça dillendirmekten uzak durmuş, genellikle vatan, birlik, bütünlük kavramları üzerinden söylemlerde bulunmuştur. Bunun sebebi 1908’e kadar olan süreçte ülke bütünlüğünü sağlamayı Türk, Müslüman ve gayrimüslimlerle birlikte meşrutiyet yönetiminde bir anayasaya tabii olarak toplumsal sorunların çözülmeye çalışılması ve bu yolla imparatorluğun devamlılığını ve bütünlüğünü sağlama amacıdır.274 3.2. İKİNCİ MEŞRUTİYET VE TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN YÜKSELİŞİ İttihatçıların öncelikli amacı meşruti fikirlere yaşam hakkı tanımayan Abdülhamit yönetimine karşı meşrutiyeti yeniden ilan etmek ve Osmanlının elde kalan toprakları üzerinde iyi bir yönetim uygulayarak bütünlüğü sağlamaktı. Bu yolda gayrimüslimlerin 271 Orhan Örs, a.g.e., s. 695-696. 272 Örmeci, a.g.e., s. 98. 273 Semiz, a.g.e., s. 221-222. 274 Semiz, a.g.e., s. 223. 54 desteği de gerektiğinden açıkça Türk milliyetçiliği yaparak onları ürkütmenin bir anlamı yoktu. Zaten Osmanlı Devletinin kurucu unsuru Türklerdi ve Osmanlıcılık tezini savunarak tüm etnik ve dini unsurlara eşit hak ve hürriyetler tanımak yoluyla devletin ve toplumun Osmanlılık üzerinden birliği daha makul bir yoldu.275 Ömer Seyfettin’e göre İttihat ve Terakki’nin bu politikaları Osmanlı Devletindeki Türklere milli bir şuur kazandırmak ve İslam’ın evrenselliği ile beraber Osmanlı saltanatını yeniden kuvvetlendirmektir. Ona göre Osmanlı Devleti bir Türk-İslam saltanatıdır. Ömer Seyfettin’in bu sözlerinden İttihat ve Terakki’nin İslamcılık ve Osmanlıcılığa dair fikirleri de içerisinde barındırdığı anlaşılmaktadır.276 Ancak azınlıkların Birinci Meşrutiyet dönemindeki faaliyetlerinin Osmanlıcılık fikriyatı açısından da hayal kırıklığı yarattığı ortadadır. Osmanlı siyasi kültüründe toplumda icraatı başkalarından beklemek gibi bir gelenek vardır. Meşrutiyetin ilanı ile bir anda tüm sorunların çözüleceği düşünülmekteydi. Ayrıca Fransız İhtilalinin etkisiyle ayrılıkçı heyecanlar peşinde koşan azınlıkların da bir anda vatansever hale geleceği öngörülmüştü. Toplumun farklı kesimlerinden gelen taleplere bir anda cevap verilemedi ve Osmanlıcılık için sarf edilen çabalar Müslüman ve Gayrimüslim azınlıkların tepkisiyle karşılaştı. Osmanlı yönetimi her ne kadar azınlıkları incitmemeye, İmparatorluk içerisinde tutmaya çalışsa da onlar ayrılıkçı milliyetçi akımların etkisine kapılmışlardı.277 1908 yılında İttihatçıları faaliyetleri konusunda cesaretlendirecek iç ve dış olaylar yaşanmaktaydı. Öncelikle meşrutiyetle yönetilen Japonya’nın, istibdatla yönetilen Rusya’yı savaşta mağlup etmesi, cemiyetin meşrutiyet istekleri için bir nevi manivela etkisi yaratmıştır. Ayrıca İngiliz ve Rusların Reval görüşmeleri, ittihatçılar için devleti kurtarmak adına meşrutiyete geçilmesi fikirlerini güçlendiriyordu. İçerde ise hükümet askerlerin maaşlarını ödeyememeye başlamıştı ve bu durum askerlerin ekonomik olarak zor duruma düşmesine sebep oluyordu.278 Bu noktadan sonra ittihatçılar meşrutiyeti yeniden sağlamak amacıyla harekete geçmeye karar verdiler. Reval görüşmelerini protesto etmek için yabancı elçiliklere deklarasyon gönderdiler. Niyazi Bey ve Enver Bey beraberindeki subaylarla birlikte dağa çıktılar. Sultan Abdülhamit’in gönderdiği birliklerin komutanları ise suikastlere kurban gitmekteydi. Tüm bunlar olurken Manastır, Serres, Üsküp ve Firzovik gibi şehirlerde halk sokağa dökülmüş mitingler gerçekleştirmeye başlamışlardı. İttihat ve Terakki sultanı ikna ederek meşrutiyeti ilan etmek amacıyla Abdülhamit’e mektup yolladı. Bu mektupta: 275 Semiz, a.g.e., s. 223. 276 Semiz, a.g.e., s. 224. 277 Semiz. a.g.e., s. 225. 278 Orhan Örs, a.g.e., s. 697. 55 “Biz Zat-ı Alinizin yüksek imparatorluğunu takdir etmekteyiz. İttihat ve Terakki Komitesi Zat-ı Alinizin yüksek saltanatına karşı hiçbir şekilde düşmanca duygular beslememektedir… 19 Mart 1877’de verdiğiniz taht nutkunda, bir kişinin ya da küçük bir zümrenin despot yönetimlerinin, kaçınılmaz olarak suiistimal sonucunu doğurduğuna değinerek bizim bu şikayetimiz bizzat siz hükümdarımız tarafından ifade edilmişti. Komitemizin ideali, vaktiyle siz hükümdarımızın da takdir ettiğiniz ve övdüğünüz anayasanın uygulamaya geçirilmesidir... İttihat ve Terakki Komitesi, Padişah ailesinin çıkarlarını, imparatorluğumuz uluslarının çıkarlarından ayrı tutmamaktadır. …Anayasanın yürürlüğe konmasının, sizin yüksek devlet yöneticiliği haklarınıza ne maddi ne manevi en küçük bir zararı dokunmayacaktır. Tersine imparatorluğumuza, tahtınıza bir destek olacaktır.”279 Yaşanan gelişmeler üzerine 2. Abdülhamit Kanun-i Esasi’yi yürürlüğe koydu ve 2. Meşrutiyeti ilan etti. Anayasanın yürürlüğe konmasıyla birlikte gazete ve dergiler üzerindeki sansür derhal kaldırıldı. Sansürün kaldırılmasıyla birlikte toplumun kendini ifade edebilmesi için gerekli özgürlüklerin de önü açılmış oldu. Başta balkan şehirleri olmak üzere Müslüman, Hristiyan, Türk, Rum, Bulgar ve tabi ki ittihatçılar gösteriler yapmaya ve meşrutiyeti kutlamaya başladılar. Sürgüne gönderilenler de meşrutiyetten yararlanarak memleketlerine geri döndüler.280 İkinci Meşrutiyetin ilanının ertesinde Kanuni Esasi’de 1909 yılında bir takım değişiklikler yapılmıştır. Padişah artık sadece Şeyhülislam ve Sadrazamı atayabilecektir. Meclis-i Vükela artık Heyet-i Mebusan’a karşı sorumlu kılınmıştır. Meclis-i Vükela padişahın izni olmadan bir konuyu görüşebilecektir. Bunların yanında padişahın mutlak veto yetkisi de kaldırılmış ve yerine güçleştirici veto yetkisi getirilmiştir. 1909 değişiklikleriyle birlikte Osmanlı Devleti gerçek anlamda bir sınırlı anayasal monarşi şekline bürünmüştür.281 Meşrutiyeti ilan ettiren İttihat ve Terakki iktidarı bir anda elinde bulmuş ancak cemiyetin devlet deneyiminin bulunmayışı ve çok genç oluşu gibi sebeplerden ötürü önemli makamları ellerine almayı başlangıçta düşünmemişlerdir. Bu nedenle meşrutiyetin ilanından sonra hükümeti kurmadılar. Cemiyet, iktidarı Sait Paşa hükümetine bırakmıştı. Gerekli gördükleri yerlerde siyasete müdahale ediyor, adeta meşrutiyetin bekçiliğini üstleniyorlardı. Bu durum zaman zaman Bab-ı Ali, Saray ve Cemiyet üçgeninde anlaşmazlıklara sebep olabiliyordu. Örneğin Bahriye ve Harbiye nazırlıklarına kimin atanacağı konusunda yaşanan tartışma sonucunda Sait Paşa istifa etmek zorunda kalmıştır. Sonrasında ise Kamil Paşa’ya hükümeti kurma görevi 279 Orhan Örs, a.g.e., s. 697-698. 280 Orhan Örs, a.g.e., s. 695-696. 281 Esen ve Yücel, a.g.e., s. 6-7. 56 verildi. İttihatçılar burada silahlı kuvvetlerin kontrolünün tamamen saraya geçmesini engellemeye dönük bir hamle yapmışlardı. Böylece ittihatçıların gerekli tecrübeyi edinene kadar gölge iktidar şeklinde emir ve talimatlarla hükümete yön vermeyi amaçladıklarını anlamaktayız.282 Kamil Paşa hükümeti balkanlarda yaşanan gelişmelere karşı ılımlı bir politika izlemekteydi. Avusturya-Macaristan Bosna-Hersek’i, Yunanistan Girit’i topraklarına katmış, Bulgaristan ise bağımsızlığını ilan etmişti. Bu gelişmeler yeni kurulan rejimden memnun olmayanların rejime saldırmak üzere ellerine koz vermekteydi. Özellikle İttihat ve Terakki muhalifi Serbesti Gazetesi yazarı Hasan Fehmi’nin öldürülmesi muhaliflerin tepkisini çekti ve cenazesi adeta miting havasına büründü. Akabinde gelen ilk tepki Kör Ali liderliğinde bir grubun Ayasofya’dan Saraya kadar yürümesi ile gerçekleşti. Abdülhamit ile görüşmek isteyen grup meşrutiyetin kaldırılması, şeriatın yeniden ilan edilmesi, meyhanelerin kapatılması gibi istekleri padişaha ilettiler. Bu arada Derviş Vahdeti önderliğinde kurulan İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti ve bu cemiyetin yayın organı Volkan Gazetesi, İttihat ve Terakki Cemiyeti aleyhine faaliyet gösteriyordu. Orduda yapılan tasfiyeler ve ittihatçıların padişaha karşı tavırları üzerinden eleştirilerde bulunuyorlardı.283 Derviş Vahdetinin önderliğinde 13 Nisan 1909’da başlayan olaylar sonucunda isyancılar on bir gün içinde İstanbul’da denetimi ellerine geçirdiler. Gazeteler ve karargahlar yağmalanırken mektepli subaylar öldürülmeye başlandı. İstanbul’daki ittihatçılar şehri terk etmek zorunda kaldılar. İstanbul’daki Arnavut askerlerin de katılımıyla isyan iyice askeri bir şekle büründü. İstanbul’daki durumun 3. Orduya haber edilmesiyle bu ordu İstanbul üzerine yürümek için hazırlıklara başladı.284 İstanbul’daki karşı devrim hareketini bastırmak üzere Mahmut Şevket Paşa komutasında hazırlanan Hareket Ordusu İstanbul üzerine yürümeye başladı. Mahmut Şevket Paşanın kurmay subaylığını Mustafa Kemal yapmaktaydı. 23 Nisan’da şehre ulaşan Hareket Ordusu yaşanan birkaç çarpışma sonucunda İstanbul’da yeniden kontrolü sağladı. İsyancıların elebaşları olay yerinde idam edildi. 2. Abdülhamit ise Selanik’e sürgüne gönderildi. Yerine şehzade Reşat parlamento tarafından Sultan olarak onaylandı.285 31 Mart olayı sonrasında ittihatçılar yönetimde daha etkin olma gereği hissetmişlerdir. Cemiyetin önde gelen isimleri Enver, Talat ve Cavit Beyler nazırlık alarak otoriter bir tutum sergilemeye başladırlar. İstanbul’da 1911’e kadar sıkıyönetim 282 Orhan Örs, a.g.e., s. 701-702. 283 Orhan Örs, a.g.e., s. 702-703. 284 Orhan Örs, a.g.e., s. 703-704. 285 Orhan Örs, a.g.e., s. 704. 57 ilan edilmiş ve yüksek mevkideki subaylar ve devlet adamları aracılığıyla ittihatçılar devlete hakim tek siyasal güç haline gelmişlerdir.286 İttihatçılar meşrutiyet rejimine büyük önem vermelerine karşın muhalefete söz hakkı tanınmaması ve çoğu yerde sindirmeye çalışması nedeniyle meşruti değerleri zedeliyorlardı. Bu durum muhalefeti birleşmeye zorladı ve 21 Kasım 1911’de tüm muhalefet grupları birleşerek Hürriyet ve İtilaf Fırkasını oluşturdular. 1912’de İtalya’nın bazı Osmanlı adalarını işgali ve Arnavutların bağımsız Arnavutluk için isyanı İttihatçılara yöneltilen eleştirileri artırdı. Tüm bu olaylar Meclis-i Mebusan’ın feshine ve seçime gidilmesine yol açtı. İttihatçıların yönetiminde gidilen ve tarihimize sopalı seçimler olarak geçen bu seçimde ittihatçılar büyük bir zafer elde ettiler. İttihatçıların bulundukları mevkileri kullanarak seçimlere müdahale etmeleri muhaliflerin tepkisini çekmiştir. Bunun sayesinde muhalifler ordu içerisindeki ittihatçılara karşı olan subaylar ile işbirliği yapma yoluna gitmişler ve Halaskaran-ı Zabitan grubunu oluşturmuşlardır. Bu grup İttihat ve Terakki Cemiyetini iktidardan uzaklaştırmak amacıyla hükümete gizliden tehdit ve baskı yapmış ve sonunda Said Paşa’yı sadrazamlıktan istifa ettirmişlerdir. İç ve dış politikada meydana gelen olaylar sebebiyle iyice yıpranan İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidara yeniden talip olmayınca partiler üstü Büyük Kabine Hükümeti kurulmuştur. Bu hükümeti Sultan Reşad, Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın kurmasını istemiştir. Böylece ittihatçılar 1912’de hükümetten uzaklaştırıldılar. Ancak buna rağmen hala meclis içinde etkili bir konumdaydılar. Bunun bilincinde olan Halaskaran-ı Zabitan Grubu meclisin dağıtılması ve seçimlerin yapılması için baskı yapmaya başladılar. Bu gayesinde başarılı da olan Halaskaran-ı Zabitan grubunun faaliyetleri neticesinde ittihatçılar için yeniden sürgün ve gizli faaliyetler dönemi başlamış bulunmaktaydı.287 Bu arada dış politikada Osmanlı Devleti açısından hayati öneme sahip gelişmeler yaşanmaktaydı. 30 Eylül 1912’de balkan devletleri seferberlik ilan ettiler. Buna karşılık Osmanlı Devleti 13 Ekim’de seferberlik ilan ederek bu hamleye cevap verdi. Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ Osmanlı Devletinden bir takım taleplerde bulundular. Bunlar; vilayetlerin özerk olmaları, Hristiyanların askerliği kendi vilayetlerinde yapmaları, yerel yasama meclislerinin kurulması, ıslahatların gözetimine balkan devletlerinin de katılması ve Osmanlının seferberliği tek taraflı olarak iptal etmesi gibi taleplerdi. Tüm talepler Osmanlı kamuoyunda milliyetçilik rüzgarları estirmeye yetmiştir. Taleplerin reddedilmesinin ardından balkan devletleri 17 Ekim’de Osmanlıya savaş ilan ettiler. İki hafta içinde Osmanlı başkentinin savunma hattı olan Çatalca’ya kadar gelen Bulgar ordusu karşısında Osmanlı hükümetinin 286 Orhan Örs, a.g.e., s. 705. 287 Orhan Örs, a.g.e., s. 706-708. 58 barış istemesi üzerine Londra’da bir konferans toplandı ve Osmanlı Devleti MidyeEnez hattına çekilmek durumunda kaldı.288 Bu gelişmeler İttihat ve Terakki’nin yeniden iktidara yürümek için harekete geçmesine yetti. Edirne’nin Bulgarlara verilmesi teklifinin konuşulduğu sırada ittihatçılar Bab-ı Ali’ye yürümeye karar verdiler. Bab-ı Ali’yi basan ittihatçılar Kamil Paşa’nın istifasını sağlayarak yerine kendilerine yakın gördükleri Mahmut Şevket Paşa’yı getirdiler. 30 Ocak’ta balkan devletleri Londra Konferansına son verdiler. Büyük devletlerden gelen notaya karşı Bab-ı Ali Edirne’nin verilemeyeceğini bildirdi. Bu cevap üzerine Bulgarların yeniden taarruz başlatması karşısında Mahmut Şevket Paşa ve Ahmet İzzet Paşa Osmanlı ordusunun kayda değer bir karşılık veremeyeceğine inanıyorlardı. Birinci Balkan Savaşının sonunda Edirne tamamen elden çıktı. Mahmut Şevket Paşa’nın 11 Haziran 1913’de öldürülmesi üzerine ittihatçılar bundan muhalifleri sorumlu tuttu. Muhalefeti zor kullanarak bastırma yoluna gitti. Kurulan Divan-ı Harp’te Prens Sabahattin ve Kürt Şerif Paşa da dahil olmak üzere 12 kişi idama mahkum edildi. Sait Halim Paşa’nın hükümeti kurmakla görevlendirilmesi ile İttihat ve Terakki’nin bu zamana kadar sürdürdüğü meşrutiyeti denetleme görevi sona ermiş ve tam anlamıyla iktidarı eline geçirdiği yeni bir döneme girilmiştir.289 Bulgarların Birinci Balkan Savaşı sonrası kazandığı toprakları kendi açısından bir tehdit olarak gören Romanya bunun giderilmesi gerektiğini öne sürünce, Sırbistan ve Yunanistan’ın da katılımıyla Bulgaristan karşıtı bir ittifak meydana geldi. Dört taraftan çevrelenen Bulgaristan İkinci Balkan Savaşında ağır bir yenilgi aldı ve kazandığı bölgelerden çekilmek zorunda kaldı. Enver Paşa İkinci Balkan Savaşı esnasında Edirne’yi geri kazanmak amacıyla harekete geçmiş 17 Temmuz günü Çerkezköy’e gelerek kimsenin Türk ordularını Midye-Enez hattında tutmaya hakkı olmadığını, Türk hükümeti buna boyun eğse bile kendisinin askerlerine Edirne ve ötesine saldırma emrini vereceğini söylemiştir. Enver Paşa’nın bu gayretleri sonucunda Edirne geri alınmış ve 29 Eylül 1913’de Osmanlı-Bulgaristan Devletleri arasında imzalanan İstanbul Antlaşmasıyla Osmanlı Devletine bırakılmıştır.290 288 Orhan Örs, a.g.e., s. 708-709. 289 Orhan Örs, a.g.e., s. 710-711. 290 Orhan Örs, a.g.e., s. 711-712. 59 3.3. BALKAN SAVAŞLARININ TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ ÖZELİNDE DEĞERLENDİRİLMESİ Osmanlı Devletinin balkanlardan geri çekilmeye başlaması 1774 Küçük Kaynarca Antlaşmasına kadar uzanır. Osmanlının çekilmesiyle oluşan otorite boşluğunu Avusturya doldurmaya çalışmıştır. Rusların bölgede izlediği Panslavizm politikası Avusturya ile sık sık karşı karşıya gelmesine sebep olmuştur. Osmanlının Trablusgarp Savaşında gösterdiği başarısızlık, ayrılıkçı milliyetçilik dalgasının hızla yayıldığı balkanlarda yeni bir otorite kurulması adına gerekli ortamı yaratmıştı.291 Balkan Savaşlarına giden yolun açılmasında Rusya’nın Panslavizm politikası başat rol oynamaktadır. Rusya, balkanlarda genişleyen Avusturya karşısında nüfuzunu artırmak istiyordu. Bunun için de Slav kökenli milletler arasında ittifak oluşturması gerekmekteydi. Osmanlı Devletinin Hristiyan milletler arasındaki çekişmelere son veren kiliseler kanunu çıkarması bu birlikteliğin temelini atmıştır.292 Burada Halaskar Zabitan hareketinden de bahsetmekte fayda vardır. Bu hareket 1912’de Gazi Muhtar Paşa kabinesi kurulmasında etkili olmuştur. Bu kabinenin amaçları arasında ordu mensuplarını siyasetten uzak tutmak yer almaktaydı. Asıl amaç ise İttihatçıları yönetimden uzaklaştırmaktı. Orduyu siyasetten uzak tutma amacında başarılı olduğu söylenemez. Zira ordu-siyaset ilişkileri o günlerde iç içe geçmişti. Bu durum 1912’de İttihatçılarla dolu olan meclisin kapatılmasına kadar varmıştır. 1914’e kadar ülke Kanun-u Muvakkatler (Kanun hükmünde kararname) ile yönetilmiştir.293 Trablusgarp Savaşı devam ederken Osmanlı devleti aynı zamanda Balkanlarda ve Arap vilayetlerindeki istikrarsızlıklarla uğraşmaktaydı. Bunların yanında Osmanlı Devletinin karşısında Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan koalisyonu kurulmuştu. Trablusgarp Savaşının daha fazla sürdürülemeyeceği aşikardı ve bu nedenle İtalya ile 1912’de Uşi Antlaşması imzalanarak Trablusgarp ve 12 ada İtalya’ya terk edildi.294 Trablusgarp savaşı, Makedonya ve Arnavutluk olayları ve Halaskar Zabitan grubunun hareketleri balkanlarda Osmanlının otoritesini iyice zayıflatmıştı. Balkanlarda Osmanlıya karşı Bulgaristan önderliğinde kurulan ittifaka Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ da katıldı. İttifakın kurulmasının ardından 8 Ekim 1912’de Karadağ’ın Osmanlıya savaş açması ve bunu peşi sıra Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan’ın takip etmesiyle Birinci Balkan Savaşı başlamıştır.295 Birinci Balkan 291 Akın, a.g.e., s. 95-96. 292 Sarınay, a.g.e., s. 92. 293 Akın, a.g.e., s. 94. 294 Akın, a.g.e., s. 94. 295 Sarınay, a.g.e., s. 92. 60 Savaşı Uşi antlaşmasının imzalanmasından iki gün sonra patlak verdi. Bu savaşın sonunda Osmanlı Devleti, Manastır, Kosova, İşkodra, Yanya, Selanik ve Edirne’yi kaybetmiş ve balkanlardan tamamen çekilmiştir.296 Sadrazam Kamil Paşa’nın Doğu Trakya’yı Bulgaristan’a terk ederek barışa onay vermeye hazırlanması İttihatçıların tertiplediği Bab-ı Ali baskınıyla sonuçlanmıştır.297 1913 Londra Antlaşması ile Osmanlı balkanlardaki topraklarının tamamını kaybetmiştir.298 Osmanlının balkanlardan çekilmesinin bölgede yarattığı istikrarsızlık İkinci Balkan Savaşının fitilini ateşlemiştir. Bulgaristan’ın savaşın sonunda geniş sınırlara ulaşması diğer balkan devletlerini rahatsız etmiş ve ganimet kavgası başlamıştır. Osmanlı Devleti İkinci Balkan Savaşında Edirne’yi kurtarmayı başarmıştır.299 Balkan Savaşlarının sonunda Osmanlı Devletinin elinde Anadolu ve Arap vilayetleri kalmış, Osmanlı Devleti bir Asya devleti görünümüne bürünmüştür.300 Balkan Savaşları ile birlikte imparatorluk içinde Türk Milliyetçiliği hızla yükselmiş ve ittihatçılar bunun akabinde devleti kurtarmak için politikalarında Türk Milliyetçiliğine ağırlık vermeye başlamışlardır. Balkanların elden çıkması bir takım göç hareketlerini de tetiklemiştir. Trakya ve Makedonya’da on binlerce Türk katledilmiştir. Yüzbinlerce Türk ise topraklarını bırakarak Anadolu’ya göç etmek zorunda kalmışlardır. Bunların sonucunda Osmanlı Devletinin toplumsal yapısında değişimler olmuş, devletin nüfus dengesinde Türklerin oranı artmıştır.301 Balkan Savaşlarında Osmanlı olup Türk olmayanların yabancılarla birlikte iş tutması sonucu balkanların tamamen elden çıkması Türkçülüğün uyanışı açısından büyük etki yaratmıştır. Ziya Gökalp’in Balkan Savaşları ile ilgili şu mısraları bu açıdan önemlidir: “Durma düşman gücünü arttır, Türklüğün başına hakaret yağdır, Uyuyan bir kavme bu felaket azdır, Vur eski kölesi utandır onu, Bırakma uyusun, uyandır onu.”302 Balkan Savaşları aynı zamanda Osmanlıcılık fikriyatının da sona ermesi anlamına gelmekteydi. Böylece Türkçülük fikriyatı önem kazanmış Türkler arasında 296 Akın, a.g.e., s. 94. 297 Akın, a.g.e., s. 96. 298 Sarınay, a.g.e., s. 92. 299 Sarınay, a.g.e., s. 92. 300 Sarınay, a.g.e., s. 93. 301 Sarınay, a.g.e., s. 93. 302 Uca, a.g.e., s. 141. 61 milliyetçilik duyguları yükselmeye başlamıştır.303 Ziya Gökalp Selanik’in elden çıkması üzerine İstanbul’a gelmiş ve İttihat ve Terakki Partisinde görev alarak politikalarının şekillenmesinde fiilen rol oynamıştır.304 Balkan Savaşları Türk varlığı üzerine düşünce üretimini hızlandırmıştır. Köprülüzade Mehmet Fuat Bey Osmanlı devlet adamlarının Türk varlığını korumadıklarını ve Türklerin kimi yerlerde asimile olduklarını belirtmiştir. Ethem Nejat ise Osmanlı ticaret hayatına gayrimüslimlerin hakim olduklarını, devletin asli unsuru olan Türklerin ekonomik açıdan içinde bulundukları kötü durumun Osmanlı Devletinin yaşadığı siyasi kayıpların sebebi olduğunu ileri sürmüştür.305 Savaşlarda yaşanan yenilgiler aydınları siyaseti sorgulamaya sevk etmiştir. Kazım Nami Duru devletin yaşadığı çöküntünün nedenlerini “İçtimai Mefkuresizlik”, “Tanzimatçılık” ve “Taklitçilik” gibi kavramlara bağlamıştır. Ona göre Tanzimat ve Batıcılık mantığını terk ederek alternatif bir fikre bağlanmak gerekmektedir.306 Balkan Savaşları sonucunda Osmanlı Devleti Avrupa’daki topraklarının %83, bu topraklardaki nüfusunun ise %69’unu kaybetmiştir.307 Osmanlı Devleti, Balkan Savaşları sonunda imzaladığı antlaşmalarla bu topraklardaki nüfusunun kendi tabiiyetinden çıktığını kabul etmiştir. Ancak Osmanlı tabiiyetine geçmek isteyenler için belli bir süre öngörülmekteydi. Bu süre Yunanistan ve Sırbistan’da yaşayanlar için üç yıl, Bulgaristan’da yaşayanlar için dört yıl olmak üzere belirlenmişti.308 Osmanlı tabiiyetini tercih edenler kendilerine tanınan süre içerisinde göç etmek zorunda olacaklardı. Bu göç esnasında gümrük vergisinden muaf tutulacak ve geride bıraktıkları mülklerini ya satmak ya da başkası aracılığıyla idare etmek zorunda kalacaklardı. Bu anlaşmalar gereği Osmanlı-Bulgaristan sınır hattında 15 kilometre mesafede bulunan köylerde mübadele uygulanmıştır.309 Balkan savaşlarında topraklarından atılan Türk ve Müslüman halk bu süreçte milli kimlik bilinci kazanmıştır.310 Balkan Savaşları ile yaşanan kayıplar Türk aydınları ve Bürokratları üzerinde de travma etkisi yaratmıştır. Bu travma milli bir kültür oluşturulması üzerinde etkili olmuş ve her alanda Türk Milliyetçiliğine yönelişin önünü açmıştır. Bunu en açık şekliyle dönemin literatüründe kullanılan söylemlerde görmekteyiz.311 Balkan Savaşları öncesinde Anadolu Türk aydınının gündeminde pek yer almamaktaydı. 303 Sarınay, a.g.e., s. 93. 304 Sarınay, a.g.e., s. 93. 305 Akın, a.g.e., s. 50. 306 Akın, a.g.e., s. 51. 307 İbrahim Serbestoğlu, “Balkan Savaşları ve Tabiiyet Sorunu”, Tarih İncelemeleri Dergisi, 2013, Sayı: 2, 471-486, s. 472. 308 Serbestoğlu, a.g.e.,, s. 473. 309 Serbestoğlu, a.g.e., s. 473. 310 Yesevi, a.g.e., s. 79. 311 Funda Selçuk Şirin, “Türk Aydınlarının Anadolu’ya Yönelişinde Balkan Savaşlarının Rolü”, Tarih İncelemeleri Dergisi, 2013, Sayı: 2, 523-548, s. 524. 62 Reşat Nuri Güntekin’e göre Anadolu için Osmanlı aydınlarında asker ve tahıl deposu algısı hakimdi. Falih Rıfkı Atay kendi kuşağı için milletin Rumeli Türklüğü olduğunu Anadolu’nun ise kaynaşmayı başaramamış insanların yaşadığı bilinmezlik diyarı anlamı taşıdığından bahsetmiştir.312 Balkan Savaşları aydın ve bürokrat kesimdeki Anadolu algısının değişmesine zemin hazırlamıştır. Savaş sonrasında yayınlanan pek çok edebi eserde gençlere Balkan Faciasından ders çıkarmaları yönünde öğütler veriliyordu. Anadolu’ya yöneliş ve gelişen Türk Milliyetçiliği bu açıdan birbirleriyle paralel ilerleyen gelişmeler olmuştur.313 3.4. İTTİHAT VE TERAKKİ DÖNEMİNİN TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ ÖZELİNDE DEĞERLENDİRİLMESİ Mahmut Şevket Paşa’nın ölümünden sonra ülke Enver, Talat ve Cemal Paşaların üçlü yönetiminde idare edilmeye başlanmıştır. 1914 seçimlerinin de ittihatçılarının zaferiyle sonuçlanmasıyla birlikte kaybedilen toprakları geri kazanmak amacıyla Birinci Dünya Savaşına Almanların yanında girdiler. Tarihçiler tarafından hayalci bir politik hamle olarak tanımlanan bu hareketin neticesinde Osmanlı Devleti İtilaf Devletlerinin işgaline uğramış ve Milli Mücadele Dönemi başlamıştır.314 Bu dönemde azınlıkların faaliyetleri imparatorluktan kopuş yolunda hazırlık aşaması niteliği taşımaktaydı. Azınlıklar genel olarak Adem-i Merkeziyetçi bir yapıya geçilmesini, ayan meclisinin kaldırılmasını, mahkemeler, bakanlıklar ve tüm devlet dairelerinde azınlık dillerinin de kabul edilmesini istiyorlardı. Öyle ki İttihat ve Terakkinin bu dönemde eğitim kurumlarında Türkçe eğitimi yaygınlaştırma çalışmalarına karşı çıkmaktaydılar. Bulgarların meydana getirdiği Makedonya-Edirne Bulgar Komitesi, Makedonya ve Edirne’yi imparatorluktan koparıp bağımsızlık elde etme arayışı içine girmişlerdi. Dersaadet Bulgar Meşrutiyet Kulübü ise topluma savaşa ve ayrılığa hazır olmalarını telkin ediyordu. Cemiyet-i Yunaniye ise Yunanlıları silahlandırmaya ve birlikte hareket etmeye teşvik etmekteydi. Diğer yandan azınlıklar imparatorluk içerisinde yeni hak taleplerinde bulunuyor, yeni ayrıcalıklar istiyorlardı. Rum milletvekili Boşo Efendinin “Ben artık Osmanlı Bankası kadar Osmanlıyım” sözü Osmanlı Devleti bünyesinde bütünleşme hareketine karşı azınlıkların bakış açısını göstermekteydi. Bu dönemde İttihatçıların içerisinde hala Osmanlıcılık idealini savunanlar da vardı.315 312 Şirin, a.g.e., s. 524-525. 313 Şirin, a.g.e., s. 527. 314 Orhan Örs, a.g.e., s. 712-713. 315 Semiz, a.g.e., s. 225-227. 63 Azınlıkların ayrılıkçı hareketleri karşısında İttihat ve Terakki bir takım önlemler almaya başlamıştı. Balkanlarda, Arap vilayetlerinde ve Anadolu’da baş gösteren isyan hareketlerine karşı güç kullanarak isyanları bastırmaya çalışsa da tam anlamıyla başarılı olduğu söylenemez. Cemiyetler Kanunu ile etnik ve dini grupların ve derneklerin kurulması yasaklandı. Rum, Bulgar ve diğer azınlıkların ayrılıkçı örgütlenmelerine son verildi ve silahsızlandırılmaya çalışıldı. Ancak Trablusgarp savaşının patlak vermesi balkanlardaki isyancılar için uygun ortamı sağlamakta idi. Trablusgarp savaşının sonunda çıkan Balkan Savaşı ile de Edirne’ye kadar olan balkan toprakları elden çıkmıştı. Balkanlardaki Türklerin katliama uğramaları ve göçe zorlanmaları Müslüman halk ve devlet yöneticileri üzerinde ağır travmaya sebep olmuştu.316 İttihat ve Terakkinin Türkçülük politikasının en belirgin hale geldiği dönem Balkan Savaşları sonrasıdır. Bundan sonra Anadolu’da Türk Milliyetçiliği ile devleti kurtarmanın yolları aranmaya başlanacaktı. Ayrıca imparatorluk dışındaki Türklerle sıkı bağlar kurulması ve Asya’da yaşayan soydaşların desteğiyle kaybedilen toprakların geri kazanılması öngörülmekteydi. Bu tarihten sonra Müslüman ve Asya kökenli bir millet ifadesi öne çıkmaya başlamıştır.317 İttihat ve Terakki Ziya Gökalp’in öncülüğünde yeni nesillere Türkçülük ve milli bilinci aşılamak üzere başta balkanlar olmak üzere çeşitli vilayetlerde eğitim kurumları kurdurmuştur. Bu eğitim kurumlarına girmek için Türk olmak, yetiştirdiği gençlere iş bulmak, Türkçülük fikri ile yetişmek gibi şartlar aranıyordu. Bu şartlar temelde fikren, ilmen ve iktisaden Türklerin önünü açmaya dönük şartları içermekteydi. İttihat ve Terakkinin eğitimde Türkçülük politikaları bununla sınırlı kalmamıştır. Özel okullarda Osmanlıcılığa ve Türkçülüğe aykırı tüm unsular yasaklatılmış, Maarif Vekaleti gözetiminde eğitime Türkçülük içerikli unsurlar eklenmiştir. Gayrimüslim okullarda Türkçe öğrenimi zorunlu hale getirilmiş, dini okullar haricinde devlete ait lise ve üniversitelerde Türkçe eğitim zorunlu hale getirilmiştir.318 Hüseyin Cahit Yalçın’a göre balkan topraklarının Osmanlıdan koparılması ile Türk siyasilerinin işleri gerek Türkçülük konusunda gerek yapılmak istenen yenilikler konusunda kolaylaşmıştır. Bundan sonra Osmanlıya bağlı Müslüman Araplarla birlikte Anadolu ve Arap coğrafyası üzerinde yeni bir Türk vatanı oluşturulması fikrini savunmuştur. Milli Meşrutiyet fırkasının yayın aracı olan “İfham” gazetesinde yer alan bir yazıda, Arap vilayetlerinin Adem-i Merkeziyet ile yönetiminin sağlanması fikri yer almaktadır. Böylece Türk illeri merkezde konumlanmak sureti ile Adem-i Merkeziyet 316 Semiz, a.g.e., s. 230-231. 317 Semiz, a.g.e., s. 231-232. 318 Semiz, a.g.e., s. 232-233. 64 yoluyla ona eklenmiş Arap vilayetlerinden oluşan bir Türk devleti öngörülmekteydi. Ancak bu yaklaşıma Araplardan tepki geldi. Beyrut Eyalet Meclisi Arapçanın resmi dil olarak tanınması, askerlik görevinin yerelde yerine getirilmesi gibi isteklerde bulundular. Bunlar İttihat ve Terakki tarafından reddedildi. Ancak Arapların da imparatorluktan kopmaları istenmiyordu. Cemal Paşa Türkçülüğün Araplığa karşı olmadığından söz etmiştir. Bunun sonrasında Arap vilayetlerinde de değişikliklere gidildi. Tarih ve coğrafya derslerinin Arapça yapılması, mahkemelerde Arapça kullanılması, askerliğin mahalli yapılması Arap vilayetleri için kabul edildi.319 Bunun yanında Türkçülük politikası hızla uygulanmaya devam ediliyordu. Levantenlerin Türkçülük aleyhtarı kulüplerinin yönetimi onlardan devralındı. Kültürel alanda milli musiki, filmcilik, coğrafya, kütüphane gibi kurumların başına milli kelimesi getirildi. Ekonomi alanında sanayi, ticaret ve tarımı destekleyerek şirketleşmeyi sağlamak amaçlandı. Ticaret ve sanayi mektepleri açıldı. Ticaret ve çalışma alanında hukuki düzenlemelere gidildi. Çiftçilerin topraklandırılması ve vergilendirme konusunda düzenlemeler yapıldı. Böylece iktisadi alanda gayrimüslimlerin çok gerisinde kalan Türklerin ticarete atılmaları ve ekonomik alanda varlık göstermeleri hedeflenmiştir.320 Bab-ı Ali baskını ile birlikte yönetimde etkinliğini iyice artıran İttihat ve Terakki bu politikalarını rahat bir şekilde uygulama imkanı buldu. Türklerin iktisadi alanda geri kalmışlığını gidermek partinin önceliği olacaktı. Milli iktisat gayesini engelleyen yabancılara tanınan imtiyazların ve kapitülasyonların kaldırılması partinin iktisadi programında yer almıştır. İttihat ve Terakkide maliye nazırlığı yapmış olan Cavit Bey Osmanlının ancak ekonomik olarak kurtarılabileceğini düşünmekteydi. Yeni fabrikalar, tarım, ticaret için sermaye gerekiyordu ve o dönem sermayenin çoğu gayrimüslimlerin elinde toplanmıştı. Yabancılara tanınan imtiyazlardan yararlanan gayrimüslimler Osmanlıyı kendi memleketleri olarak görmüyorlardı. Aksine İttihat ve Terakkinin kapitülasyonların kaldırılmasına dönük politikalarının karşısında yer alıyorlardı. Bu nedenle İttihat ve Terakki açısından milli bir burjuvazi oluşturmak Türkçülük politikasının en vazgeçilmez unsuru olmuştur.321 Almanlarla yakınlaşmanın emareleri de bu noktada görülmeye başlanmıştır. Frederick List, John Rae gibi iktisatçıların görüşleri temelinde milliyetçi kalkınma modelini başarıyla uygulayan Almanya örnek alınmaya başlandı. Almanlarla zaten askeri ve teknik bilgi konusunda işbirliği yapılmaktaydı. Ziya Gökalp yeni mecmuadaki yazısında Alman modelini izleyerek Türk siyasal birliğine ulaşılabileceğini savunuyordu.322 319 Semiz, a.g.e., s.233-235. 320 Semiz, a.g.e., s. 235-236. 321 Semiz, a.g.e., s.236-237. 322 Semiz, a.g.e., s.238. 65 Milli ekonominin önünde büyük engel teşkil eden kapitülasyonları 1 Ekim 1914’de kaldırılacağı açıklandı. Sanayileşme konusunda gereken bilgi ve haberleri takip etmek amacıyla 30 Nisan 1914’den itibaren Sanayi dergisi yayınlanmaya başlandı. Milli sanayiyi ve iç üretimi korumak için gümrük vergileri artırıldı. Tüm bu adımlar Birinci Dünya Savaşından kısa bir süre önce atılmıştır. 1915’de elde edilen Çanakkale zaferi milli duyguları yükseltmişti. İktidar bu yükselişe olumlu bir tepki vererek millileşme hareketini daha da genişletti. Ticaret ve Ziraat Nezaretinin adı Milli İktisat Nezareti olarak değiştirildi. Fabrikalarda çalışacak işçilerin Türk kökenli olmaları sağlandı ve şirketlerin iç yazışmalarının Türkçe yapılması karara bağlandı. Yabancı şirketler Türkçe eğitimi için kurslar açmaya başladılar. Osmanlı Milli Bankasında ilk kez Türkçe pay senedi düzenlendi ve bankaların her türlü işlemlerinin Türkçe yapılması zorunlu hale getirildi.323 İttihat ve Terakki’nin 1913 yılında iktidara gelişinden itibaren Türk Milliyetçiliği devletin resmi ideolojisi olarak görülmeye başlanmıştı. İttihat ve Terakki ile birlikte tebaanın iskan politikasında artık etnik özellikler belirleyici olmaya başlamıştır. Öyle ki Talat Paşa köyleri de içine alacak şekilde etnografik haritalar hazırlatmıştır. Bu dönemde Milli Burjuvazi oluşturmak için çalışmalar yapılmış bu doğrultuda fabrikalar ve işletmeler kurulmuş ve büyük çiftliklerin oluşturulması için çalışmalar başlatılmıştır.324 İttihat ve Terakki döneminde eğitim alanında yapılan reformlar ve eğitime verilen önem İttihatçıların en önemli özelliklerinden biri olarak kabul edilmektedir. Avrupa’nın karşısında başta ekonomi, sanayi ve askeri olmak üzere daha birçok alanda geri kalan Osmanlının bu dezavantajlı durumunu tersine çevirmek için eğitim, İttihatçılar açısından kurtuluş yolu olarak görülmekteydi. Bu dönemde eğitime büyük yatırımlar yapılmıştır. Öyle ki Balkan Savaşlarında Edirne’yi kurtarmak için bütçe arandığı sırada dahi eğitime ayrılan bütçeye dokunulmamış aksine istikrarlı bir şekilde artırılmasına özen gösterilmiştir. Yurtdışına öğrencilerin gönderilmesi yurtdışından uzmanların memlekete getirilmesi eğitim kalitesini artırmak için yapılan uygulamalar bunlardan bir kaçıdır. Birinci Dünya savaşı sırasında askerlik çağında bulunan öğretmenler askerlik hizmetinden muaf tutulmuştur. Halk eğitimine verilen önem çerçevesinde Milli Talim ve Terbiye, Halka Doğru, Türk Ocakları gibi dernekler desteklenmiştir. Vatandaşların eğitilmesi için konferanslar düzenlenmiştir. Köylünün ve kadınların bilinçlendirilmesi için çalışmalar yapılmış, Türk kültürüne uygun yabancı eserler Türkçeye çevrilmiştir.325 323 Semiz, a.g.e., s. 238-239. 324 Yesevi, a.g.e., s. 79. 325 Örmeci, a.g.e., s. 104. 66 Eğitimin yanı sıra sanat alanında da çalışmalara da önem verilmiştir. Resim sergileri açılmış, sanat dallarının yaygınlaşması için faaliyet gösterilmiş, İstanbul’da kadın ve erkekler için birer konservatuar kurulmuştur. İstanbul’daki tiyatrolara maddi yardımlar yapılmış. Aktör yetiştirme okulu kurulmuştur. Türk mimarisi, hattatlık ve tezhip gibi alanların yeniden canlandırılması amaçlanmıştır.326 Toplumu modernleştirmeyi amaç edinen İttihat ve Terakki laiklik konusunda ilk hukuki adımlardan birini de atmıştır. Şeriat ve modern kanunlar arasındaki ikiliği ortadan kaldırmak amacıyla 1916’da parti kongresinde bir kanun tasarısı hazırlanmış ve kabul edilmiştir. Bu tasarıyla Türk vatandaşları için din farkı gözetmeksizin evlenmenin önü açılmıştır. Kuran’ın Türkçeye çevrilmesi sağlanmış, camilerde Cuma hutbesinin Türkçe yapılması uygulaması başlatılmıştır.327 Bu dönem de kadın hakları konusunda da bir takım kazanımlardan bahsedilebilir. Liseler ve üniversitelere kadınların da girebilmesine imkan verilmiştir. Ayrıca Enver Paşa savaşta erkeklerin yerine kadınların çalışabilmeleri için dernek kurmuş, ordu atölyelerinde kadınların çalışabilmesi sağlanmıştır. İlk kadın iş taburu kurulmuş ve cephe gerisinde görev yapmıştır. Toplumu gerici uygulamalardan kurtarıp modern hayata hazırlamak için gerekli adımlar atılmıştır.328 Gregoryen takviminin kabul edilmesi, ağırlık ve uzunluk ölçülerinde birliğin sağlanması, dil reformu, izcilik kanunu gibi yenilik ve gelişmeler de İttihat ve Terakki döneminde yapılmış, Latin harflerine geçilmesi düşünülmüş ancak bunun yerine Arap harflerinin okunuşuyla ilgili bir takım değişiklikler yapılarak sınırlı bir harf inkılabına gidilmiştir.329 3.5. MİLLİ MÜCADELE DÖNEMİ VE CUMHURİYETE GİDEN YOL Üst üste gelen yenilgiler ve son olarak balkanların tamamen elden çıkması ile İttihat ve Terakki hükümeti bu zamana kadar izlenen savunma siyaseti yerine daha aktif bir politika izleme yoluna gitmiştir. Birinci Dünya Savaşına giden süreçte uluslararası siyasette ittifaklar belirginleşmiş ve Osmanlı yöneticileri arasında tartışmalar başlamıştı. Enver Paşa, Osmanlının hayati çıkarlarının Balkanlar ve Kafkaslarda kazanılacak topraklarla sağlanabileceğini düşünüyor bu sebeple Almanlarla ittifaka sıcak bakıyordu. Bahriye nazırı Cemal Paşa’nın grubu ise maddi destek sağlanabileceğini düşündüğü İngiltere, Fransa ittifakına yakın duruyor, bu ittifak sağlanamazsa tarafsız kalınması gerektiğini düşünüyorlardı.330 326 Örmeci, a.g.e., s. 103-105. 327 Örmeci, a.g.e., s. 105. 328 Örmeci, a.g.e., s. 105. 329 Örmeci, a.g.e., s. 105. 330 Nurgün Koç, “Milli Mücadelenin Başlarındaki Gelişmelerin, Hatıralar Çerçevesinde Değerlendirilmesi”, Internationl Journal of Social Science, 2013, Cilt: 6, 1231-1254, s. 1232-1234. 67 Birinci Dünya Savaşı başladığında Osmanlı Devleti savaşa hemen dahil olmasa da Almanya ve Avusturya-Macaristan ile bir ittifak anlaşması yapmıştır. Diğer yandan İtilaf Devletleri de Osmanlının tarafsız kalması için diplomatik girişimlerde bulunmaktaydılar. İtilaf Devletleri Osmanlı Devletinin tarafsızlığı karşısında toprak bütünlüğünün korunacağına dair söz vermekteydiler. Ancak bu sözlerinde samimi oldukları söylenemezdi zira savaş sonrasında Osmanlı Devletinin nasıl parçalanacağına dair planları çoktan yapmışlardı.331 Osmanlıya sığınan Goeben ve Breslau isimli gemilerin Rus limanlarını bombardıman etmesiyle Osmanlı Devleti savaşa girmiş oldu. Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşına girişinde Enver ve Talat Paşaların rolü ön plandadır. Daha geri planda kalan Mustafa Kemal ve Fethi Bey savaşa girişi Osmanlı Devletinin aleyhine görmelerine rağmen savaşta ön cephede görev almak istemişler ve üzerlerine düşeni yapmışlardır.332 Birinci Dünya Savaşı İttifak Devletlerinin mağlubiyeti ile sonuçlanmış ve Osmanlı Devleti ile Mondros Ateşkes Antlaşması imzalanmıştır. Osmanlı ordusu ve halkı yılarca süren savaşlar sonucunda bitkin düşmüş ve silahtan arındırılmıştı. Yunanistan ve Ermenistan Türk toprakları üzerindeki talepleri ile ayrılıkçı Kürt hareketleri, İngiltere’nin Türkiye sorunu olarak nitelediği meseleyi kolayca çözebileceği hususunda cesaretlendirmekteydi.333 Anadolu’yu parçalamak amacıyla başlayan işgaller karşısında yurdun çeşitli bölgelerinde kurtuluşu hedefleyen dernekler kurulmuş ve kongreler toplanmıştır. Milli mücadelenin hazırlık aşamasını oluşturan bu kongrelerde yurdu düşmana karşı savunmayı örgütleme ve eylem biçimleri kararlaştırılmıştır. Bunların dışında bazı gruplar ise Amerikan veya İngiliz mandası ile çözüme ulaşmayı düşünmüşlerdir. Ateşkes antlaşmasının imzalanması ile birlikte İtilaf Devletleri Ermeni ve Rum azınlıkları kışkırtarak işgalleri genişletmek ve Kürtleri de bu şekilde kışkırtmak amacıyla harekete geçmişlerdir. İşgal altında bulunan İstanbul’daki yönetimin işgallere sessiz kalması Yunanistan’ın Küçük Asya hayalleri ile İzmir ve ege bölgesine saldırıların önünü açmıştır.334 Osmanlı fikir akımlarından İslamcılık, Arapların Türklere karşı ayaklanmasından, Osmanlıcılık ise Balkanların kaybedilmesinin ardından başarısız olmuştu. Enver Paşa’nın başını çektiği Turancılık fikri ise Birinci Dünya Savaşının 331 Koç, a.g.e., s. 1235. 332 Koç, a.g.e., s. 1235. 333 Koç, a.g.e., s. 1236. 334 Fahri Çoker, Milli Mücadele ve T.B.M.M. I. Dönem 1919-1923, Ankara, 1994, Cilt: 1, Türkiye Büyük Millet Meclisi Vakfı Yayınları, s. 3-4. 68 kaybedilmesinin ardından bir sonuca ulaşamamıştı. Bu sebeple Türkçülüğün mutlaka başarılı olması gerekmekteydi.335 Avrupa diplomasisi Yunan genişlemesine olumlu bakıyordu ve Rumlar Yunanistan’a bağlanmak taleplerini her fırsatta dile getirmeye başlamışlardı. Ülkenin birçok bölgesi işgal altındaydı ve böylesi bir durumda Damat Ferit yönetimi işgalcilerin adaletine teslim olmuş bir şekilde Osmanlıcılık fikriyatını sürdürmeye çalışmaktaydı. Mustafa Kemal ise bu umutsuz durumdan çıkış yolunu Anadolu’nun güvenli bir bölgesinde oluşturulacak milliyetçi bir direniş hareketi ile sağlanabileceğini düşünmekteydi. Yunanlıların İzmir’i işgali ve diğer işgallere karşı İstanbul’dan direniş gösterilemeyeceğini düşünen milliyetçiler için Anadolu adeta bu direnişin gösterileceği bir kale konumunda algılanmaya başlanmıştı.336 Yunan işgali var olma hakkı için çalışan Türk milletini yok etme savaşıydı. Bu açıdan bir anlamda Ortodoks Haçlı seferi niteliği taşımaktaydı. İşgalin bu niteliği Türk milletinin milli mücadele için mobilizasyonunda etkili olmuştur.337 Atatürk’e göre Türk milleti işgallerle birlikte pek çok haksızlığa maruz kalmıştır. Bu haksızlıklar karşısında Osmanlı hükümetinin tepkisizliği milli örgütlenmelerin önünü açmıştır.338 Birinci Dünya Savaşının neticesinde imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşmasından dolayı milli varlığı tehlikede gören Türk Ocağı bünyesindeki milliyetçiler de işgalci güçlere ve Osmanlı hükümetine karşı tavır alarak aktif mücadeleye başlamışlardır. Bu doğrultuda Anadolu’daki milli mücadele taraftarlarının yanında yer almışlar ve aşıladıkları milliyetçi ruh müdafaa-i hukuk harekatının kaynağını oluşturmuştur.339 Mondros Mütarekesinden sonra kurulan Müdafaa-i Hukuk, Muhafaza-i Hukuk, Reddi İlhak gibi cemiyetler işgaller karşısında bulundukları bölgelerde hukuksal alanlarda haklarını korumaya çalışmaktaydılar. Ancak bu cemiyetlerin bölgesel nitelikli olması onların en zayıf yönünü oluşturmaktaydı.340 Bölgesel nitelikli kurulan cemiyetler ülkeden koparılma tehlikesi altında bulunan bölgelerin Türklüğünü kanıtlamaya çalışmışlardır. Örneğin Trakya Paşaeli Müdafaa-i Heyet-i Osmaniyesi, Trakya’nın tarih, kültür ve ırk yönünden Türk olduğunu kanıtlamak amacıyla yayınlar yapmıştır. Doğu Anadolu’da bir Ermeni yurdu kurmak isteyenlere karşı Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti bölgenin Türklüğünü 335 Gotthanrd Jaschke, “Türk Kurtuluş Savaşında Milliyetçilik ve Din”, Çev. Aytunç Ülker, Tarih Okulu, 2009, Sayı: 2, 83-95, s. 84. 336 Jaschke, a.g.e., s. 85-86. 337 Jaschke, a.g.e., s. 87-88. 338 Mustafa Oral, “Türk Kurtuluş Savaşının Tarihsel Konumu”, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Dergisi, 2016, Sayı: 1, 3-16, s. 6. 339 Sarınay, a.g.e., s. 143. 340 Oral, a.g.e., s. 8. 69 kanıtlarıyla ortaya koyarak, Ermeni yurdu iddialarının temelsiz olduğunu raporlar ile belirtmiş ve bu yönde yayınlar yapmıştır.341 Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığında kurtuluş hareketini de başlatmış bulunmaktaydı. Kurtuluşun çaresini İngiliz veya Amerikan mandacılığında görenlerin aksine Mustafa Kemal, Milli hakimiyete dayanan kayıtsız şartsız ve bağımsız bir Türk devleti kurulması fikrini savunmaktaydı.342 Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisinde 24 Nisan 1924’de yaptığı konuşmasında Kurtuluş Savaşının gelişimini Mondros Mütarekesinden Erzurum Kongresine, Erzurum Kongresinden İstanbul’un işgaline ve İstanbul’un işgalinden şimdiye (1924) kadar olmak üzere üç evreye ayırmıştır.343 Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşını kaybetmesinin ardından İtilaf Devletleriyle Mondros Ateşkes Antlaşmasını imzalamıştır. Antlaşmanın 7. Maddesi “Güvenliklerini tehdit edecek bir durumun ortaya çıkması durumunda herhangi bir stratejik noktayı işgal etme hakkına sahip olacaktır”344 ve 24. Maddesi “Vilayat-ı sitte’de kargaşalık çıkması halinde müttefikler bu vilayetlerin herhangi bir bölümünün işgali hakkını muhafaza ederler”345 ile Osmanlı Devleti İtilaf Devletlerinin işgaline açık hale getirilmiştir. Mustafa Kemal, henüz silah bırakmamış Osmanlı güçlerini silahsızlandırmak amacıyla saray tarafından 9. Ordu müfettişliğine atandı. İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalinden dört gün sonra 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı. Ancak buradaki birlikleri silahsızlandırmak yerine bölgedeki subaylarla görüşmeler yaparak işgallere karşı bir direniş örgütlemeye çalıştı ve sonrasında Amasya’ya geçti ve burada Amasya Genelgesini yayınladı. Saray tarafından geri çağrılınca da görevinden istifa etti. İstifasının ardından müdafaa-i hukuk örgütlerinin de desteğiyle Erzurum’da bir kongre topladı.346 Erzurum kongresi Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-i Milliye Cemiyeti’nin Erzurum şubesi ile Trabzon Muhafaza-i Hukuk Cemiyeti’nin katılımıyla gerçekleştirilmiştir. Bu açıdan kongre mahalli bir nitelik taşımaktadır ancak buna karşın tüm yurdu ilgilendiren kararlar alınmıştır.347 341 Oral, a.g.e., s. 8-9. 342 Oral, a.g.e., s. 9. 343 Oral, a.g.e., s. 9. 344 İhsan Şerif Kaymaz, “Mondros: Bir Ateşkesin Tahlili”, 21. Yüzyıl Dergisi, 2008, Sayı: 7, 239-268, s. 266. 345 Kaymaz, a.g.e., s. 268. 346 Feroz Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, Çev. Sedat Cem Karadeli, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul, 2010, s. 98. 347 Selim Özcan, “Amasya Genelgesinin Erzurum ve Sivas Kongreleri Üzerindeki Etkisi, Amasya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2013, Sayı: 1, 69-82, s. 78. 70 Mondros Mütarekesi hükümlerinde Erzurum’u da içine almak suretiyle Doğu Anadolu’da bir Ermeni Devleti, Doğu Karadeniz’de ise bir Rum Pontus devleti kurma hedefi için gerekli şartlar oluşturulmak istenmekteydi. Buna ilk karşı çıkış Erzurum Kongresinde alınan “Milli sınırlar içerisinde vatan birbirinden ayrılmaz bir bütündür.” kararı ile gerçekleşmiştir. Erzurum’da İstanbul hükümetinin görevini yerine getiremediğinden bahsedilmiş ve geçici bir hükümetin kurulması gündeme getirilmiştir.348 Erzurum Kongresinin sonrasında Sivas Kongresi toplanmış ve burada alınan kararlar milli mücadelenin seyri açısından etkili olmuştur. Sivas Kongresine tüm vilayetlerin her sancağından temsilcilerin katılması istenmiştir. Bu açıdan Sivas Kongresi milli mücadelenin milli bütünlük içerisinde sergileneceğini daha toplanmadan duyurmuş oluyordu. Sivas Kongresinde Anadolu ve Rumeli’deki Cemiyetler “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” adı altında birleştirilmiştir. Böylece milli mücadelenin tek elden yönetilmesi adına ilk adım atılmıştır. Sivas Kongresinde milli iradeye dayanan bir hükümetin kurulacağı duyurulmuş, manda ve himaye gibi Türk Milletini yarı sömürge biçimine sokacak fikirler reddedilmiştir.349 Mustafa Kemal, Sivas Kongresinin ardından Ankara’ya geçerek burayı ulusal direniş merkezi haline getirdi. 28 Ocak 1920’de Osmanlı Mebusan meclisi Misak-ı Milli’yi kabul etti ve 17 Şubat 1920’de yayınladı. Misak-ı Milli sınırları 1913 Balkan Savaşları sonrasında imzalanan antlaşmalar ile Ekim 1918 ateşkesi sınırlarına dayanak çizilmiştir. Bu esnada Osmanlı Mebusan meclisinde Türk ve millet kavramları da tartışılmış ve Türk kavramının farklı Müslüman unsurları da içine kattığı konusunda görüş birliğine varılmıştır.350 Misak-ı Milli ile alınan kararlar özetle şunlardır: - Mütareke sınırları içinde ve dışındaki yerler bir bütündür. Arap ülkelerinde, Kars, Ardahan, Batum bölgesinde ve batı Trakya’da halkoylamasına başvurulabilir. - İstanbul ve Marmara denizinin güvenliğini sağlamak şartıyla boğazlar dünya ticaretine açık olması için bütün ilgililerce kararlaştırılacak esaslar kabul edilebilir. - İtilafın müttefik devletlerdeki azınlıklar için kabul ettiği esaslar, aynısı komşu ülkelerdeki Müslüman halka uygulanmak şartıyla kabul edilebilir. - Ulusal ve iktisadi gelişmemiz için tam bağımsızlık gerekir. Onun için kapitülasyonlara karşıyız. Hissemize düşen Osmanlı borçlarının ödenmesi de bu esasa uygun olacaktır.351 348 Özcan, a.g.e., s. 78. 349 Özcan, a.g.e., s. 80. 350 Ahmad, a.g.e., s. 98-100. 351 Sina Akşin, Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi, Yenigün Haber Ajansı Yayınları, İstanbul, 1997, Cilt: 1, s. 166. 71 Misak-ı Milli Türk milliyetçilerinin işgallere karşı bir meydan okumasıydı ve İngilizler bu meydan okumaya karşılık İstanbul’u resmen işgal etmişlerdir.352 Mebusan Meclisinin kapatılması üzerine Mustafa Kemal meclisin yeniden, Ankara’da toplanabilmesi için harekete geçmiştir. Ankara’da toplanacak meclisi İstanbul’dan Anadolu’ya geçecek mebuslar oluşturacaktır. Gelemeyenlerin yerine yeni mebusların seçilmesi düşünülmüştür. İsmi Türkiye Büyük Millet Meclisi olarak kararlaştırılan Ankara’daki meclis 23 Nisan 1920’de açılmıştır. Mustafa Kemal ise meclis başkanı olarak seçilmiştir.353 Anadolu’da milli mücadeleyi yürüten kadroların içerisinde Türk Ocağı bünyesinde milliyetçi ve vatansever fikirlerle yetişen Türk aydınları da yer almışlardır. Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde başlanan milli mücadele hareketi zaten Türk milliyetçiliği ve vatanseverliği açısından başlıca bir çağrı niteliği taşımaktaydı. İzmir’in Yunanlılara verileceği haberleri üzerine buna tepki gösterilmiş ve Reddi İlhak cemiyetinin merkezi İzmir Türk Ocaklarına taşınarak çalışmalar buradan yürütülmüştür. Burada Reddi İlhak beyannamesi yayınlanmış, Anadolu’nun diğer illerine telgraflar çekilmiş ve insanlar mitinglere davet edilmiştir. Bu bildirgeler ve mitingler toplumda Kuva-i Milliye ruhunun oluşturulması, işgallere karşı milletin bir bütün halinde hareket etmesini sağlamak açısından önemlidir. İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalinden sonra bölgede yapılan zulümleri incelemek üzere kurulan Tahkik-i Mezalim heyetine Türk Ocakları başkanı Hamdullah Suphi de katılmıştır. İzmir’i ardından ödemiş yönüne ilerleyen yunan ordusunu Uşak tarafında İbrahim Bey ve Müftü Hafız Ali Efendi öncülüğündeki Türk Ocağı bünyesindeki direniş hareketi karşılamıştır. Batı Anadolu’da Türk Ocağı mensuplarından Vasıf Bey, Kazım Özalp ile birlikte Ayvalık, Bandırma, Balıkesir bölgesinde Kuva-i Milliye’nin organizasyonu için faaliyetler yürütmüşlerdir.354 Türk Ocaklarının milli mücadelenin örgütlenmesi ve direniş hareketlerine sağladığı destek İngilizlerin de dikkatini çekmiştir. İngilizler 1920’de İstanbul’daki Türk Ocağı binasını işgal etmişlerdir. İzmir ve Bursa’daki şubeleri de Yunanlılarca kapatılmıştır. Bu işgaller yabancı elçilikler nezdinde protesto edilmiş ve mitingler gerçekleştirilmiştir. Türk Ocağı mensupları İstanbul’daki faaliyetlerinin sonlandırılması neticesinde gizli yollarla Anadolu’ya geçmeye başlamışlardır. Anadolu’ya geçen isimler arasında Hamdullah Suphi, Yusuf Akçura ve Mehmet Emin gibi isimler bulunmaktadır. Hamdullah Suphi Antalya milletvekili seçilerek Milli Eğitim Bakanlığı yapmıştır. Yusuf Akçura ise Sakarya Savaşında yüzbaşı olarak görev almıştır. Türk 352 Ahmad, a.g.e., s. 100. 353 Sina Akşin, Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi, Yenigün Haber Ajansı Yayınları, İstanbul, 1997, Cilt: 2 s. 6-7. 354 Sarınay, a.g.e., s. 223-226. 72 Ocakları tüm mensuplarıyla birlikte gerek fikriyatta gerek teşkilatlanma safhasında milli mücadeleye katılarak Mustafa Kemal’in yanında saf tutmuşlardır.355 Ankara’da oluşturulan meclisin ilk icraatlarından biri işgallere karşı koyabilecek düzenli bir ordu oluşturmak olmuştur. Oluşturulan düzenli ordu ilk başarısını doğu cephesinde Ermenistan’a karşı kazanmıştır. Yunan ilerleyişinden ve isyanlardan yararlanan Ermenistan 24 Eylül 1920’de ilerleyişe geçse de Kazım Karabekir komutasındaki kuvvetler tarafından durdurulmuştur. Kazım Karabekir’in Kuvvetleri kısa sürede Ermeni ordusunun işgalindeki bölgeleri geri alarak Ermenileri barışa zorladı ve 3 Aralık 1920’de Ermenistan ile Gümrü Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmayla Oltu, Sarıkamış ve Kars Türkiye’ye bırakıldı ve Ermenistan Sevr’i tanımadığını ilan etti.356 Doğu Cephesinin kapanması üzerine milli mücadelede dikkatler batıya çevrilmiştir. Yunan ilerleyişi karşısında Kuva-i Milliye’nin başarısız olması ile düzenli ordu batıya kaydırıldı ve komutanlığına Ali Fuat Paşa getirildi. Ancak Kuva-i Milliye alışkanlıklarından kurtulamadığı için kısa süre sonra Moskova’ya elçi olarak atandı ve yerine İsmet Paşa getirildi. Bu esnada düzenli orduyu genişletmek için Kuva-i Milliye birliklerini de ordu içine dahil edilmesi düşünüldü. Ancak Çerkes Ethem ve Demirci Mehmet efeler buna karşı çıkarak isyan ettiler. Bunun üzerine bu isyanlar Refet Paşa komutasındaki kuvvetlerce bastırıldı.357 6-10 Ocak 1920 tarihleri arasında Türk ve Yunan orduları Eskişehir, İnönü mevkisinde karşılaştılar. Hücuma geçen Yunan kuvvetleri bir sonuç alamayınca geri çekilmek zorunda kalmışlardır. İnönü zaferi ile itilaf devletleri Sevr Antlaşması ile abartılı isteklerde bulunduklarının farkına vardılar. Londra’da toplanacak konferansa Osmanlı Delegasyonunun içine TBMM temsilcilerinin de katılmalarını istediler. 23 Şubatta başlayan konferansta Tevfik Paşa sözü TBMM delegasyonuna bırakmıştır. Bu konferans itilaf devletlerinin Misak-ı Milli ile bağdaşmayan taleplerinden ötürü bir sonuca ulaşamadan dağılmıştır. İnönü zaferinin uluslararası mecradaki bir diğer yansıması Sovyet Rusya ile ilişkilerde olmuştur. Yapılan görümeler sonucunda Sovyetler birliği Misak-ı Milliyi kabul etmiştir. 16 Mart 1921’de Moskova dostluk antlaşması imzalanmış, bu antlaşma ile Sovyet sınırları Batum Sovyetlerde kalmak üzere belirlenmiş ayrıca Sovyetler Türkiye’ye para ve askeri malzeme yardımı yapmayı kabul etmiştir.358 1. İnönü savaşında aldıkları yenilgiye rağmen Yunanlılar hala Eskişehir’i alıp Ankara üzerine yürüyerek milli mücadeleyi sona erdirmeyi düşünüyorlardı. Tekrar 355 Sarınay, a.g.e., s. 228-229. 356 Akşin, a.g.e., Cilt: 2, s. 15. 357 Akşin, a.g.e., Cilt: 2, s. 16. 358 Akşin, a.g.e., Cilt: 2, s. 17-19. 73 saldıran Yunanlılar için 2. İnönü muharebesi de yenilgiyle sonuçlanmıştır. Bu zaferin ardından İsmet paşa generalliğe yükseltilmiştir. Mustafa Kemal Paşa “ siz orada yalnız düşmanı değil milletin maküs talihini de yendiniz” diyerek ismet paşayı kutlamıştır. 2. İnönü zaferinin akabinde İtalyanlar Marmaris ve Antalya’dan Fransızlar ise Zonguldak’tan çekilmişlerdir.359 İkinci İnönü Muharebesinin ardından Yunanlılar yeni bir taarruz için hazırlıklara başladılar. 10 Temmuz 1921 tarihinde Türk ordusunu Kütahya Eskişehir muharebeleriyle geri çekilmeye zorladılar. Böylece Kütahya, Eskişehir ve Afyon Yunanlıların eline geçti. 25 Temmuzda Türk ordusu Sakarya nehrinin doğusunda konuşlandı. Mustafa Kemal stratejik bir hamle ile orduyu geri çekmişti ancak bu çekiliş TBMM’de panik havası estirmeye yetti ve hatta devlet dairelerinin Kayseri’ye taşınması düşünülmeye başlandı. Meclis, Mustafa Kemal’in ordunun başına geçmesini istiyordu. Mustafa Kemal meclisin yetkilerini 3 ay süre ile kullanmak şartıyla bunu kabul etti. Yetkiyi aldıktan sonra Mustafa Kemal 7-8 Ağustos tarihlerinde Tekalifi Milliye Emirlerini yayınladı. Bu emirler ordunun ihtiyaçlarının bedeli daha sonra ödenmek suretiyle halktan toplanmasını içeren bir takım yükümlülüklerden oluşmaktaydı.360 23 Ağustos 1921 tarihlerinde Türk ve Yunan orduları bir kez daha karşı karşıya geldiler. Sayıca ve askeri teçhizat bakımından daha üstün olan Yunan ordusu karşısında Mustafa Kemal askerlerine ölünceye kadar savaşmalarını emretmiştir. Mustafa Kemal’in birliklerine ilettiği emri aynen şöyledir: “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla sulanmadıkça terk olunamaz. Onun için küçük büyük her cüzütam (birlik) ilk durabildiği noktada tekrar düşmana karşı cephe teşkil edip muharebeye devam eder. Yanındaki cüzütamın çekilmeye mecbur olduğunu gören cüzütamlar ona tabi olmaz. Bulunduğu mevzide nihayete kadar sebat ve mukavemete mecburdur.”361 22 gün süren savaşın neticesinde 13 Eylül 1921 tarihinde Yunanlılar yenildi ve çekilmeye başladılar. Sakarya Savaşının kazanılmasının diplomatik bir takım yansımaları da olmuştur. Fransa’nın temsilcisi Franklin Boullion Ankara yönetimi ile iletişime geçmiş ve 20 Ekim 1921’de Ankara Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşmaya göre Fransa Hatay hariç Türkiye’nin bugünkü Suriye sınırını tanımıştır. Hatay ise Türk hakları gözetilmek üzere özel bir statüye sokuluyordu. Fransa ile barış böylece yapılmış oldu ve Fransızlar işgal ettikleri yerleri boşaltmaya başladılar. İngilizler ise 23 Ekim 1921 Tarihinde tutsakların karşılıklı olarak serbest bırakılmasını 359 Akşin, a.g.e., Cilt: 2, s. 20. 360 Akşin, a.g.e., Cilt: 2, s. 21. 361 Akşin, a.g.e., Cilt: 2, s. 21-22. 74 kabul etmişler ve böylece Rauf ve Fethi Beyler gibi birçok tutuklu subay ve siyaset adamı yurda dönebilmiştir. Bu arada 13 Ekim 1921 Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan ile yapılan Kars Antlaşması ile belirlenen doğu sınırları bir kez daha düzenlenmiştir.362 Sakarya zaferi ile milli mücadele taraftarlarının elde ettikleri diplomatik kazanımlar daha sonraki görüşmelerde de ellerini güçlendirmiştir. Artık hedef Yunanlıları Anadolu ve Doğu Trakya’dan çıkarmak ve misak-ı milliye uygun bir barış antlaşması yapmaktı. Bu tarihten itibaren bir yıl boyunca diplomatik girişimlerde bulunulmuştur. TBMM dışişleri bakanı olan Yusuf Kemal Avrupa’ya görüşmeler için gitmeden önce İstanbul hükümetinin de desteğini alarak masaya oturmak istemiştir. Sadrazam Tevfik paşa ve hariciye nazırı izzet paşa bunu olumlu karşılasalar da Sultan Vahdettin İstanbul hükümetinin kendi görüşmelerini yapmalarını istediğinden bu girişim gerçekleşmemiştir.363 22 Mart 1922 tarihinde itilaf devletleri bir ateşkes antlaşması sundular. Buna göre Türk ve Yunan tarafı arasında bittiğinde yeniden uzatılmak üzere 3’er aylık bir ateşkes öngörülüyordu. Bu süre zarfında tarafların güçlerini artırmayacağı itilaf devletlerinin denetiminde garanti altına alınacaktı. Yunanlılar bu teklifi kabul ettiler ancak TBMM kuvvet artırmama ve denetlenme şartlarını reddetti ve Yunanlıların 4 ay içinde Anadolu’yu boşaltmaları durumunda ateşkesin yapılabileceği bildirildi. İtilaf devletleri 26 Martta bir barış planı daha ilettiler. Bu planda Ege ve Trakya Türkiye’ye bırakılıyordu ancak Ermeni Devleti kurulmasının görüşülmesi Milletler Cemiyetine bırakılmaktaydı. Ayrıca Türk ordusu 85.000 ile sınırlandırılıyor ve kapitülasyonlar yeniden düzenleniyordu. Sevr’in bir başka hali olan bu plan da TBMM tarafından reddedildi. TBMM bu süreçte Misak-ı Milli’den asla taviz vermiyordu. Temmuz ayında Fethi Okyar bir dizi görüşmeler yapmak üzere Paris’e gitti. Daha sonra Londra’ya geçen Okyar hiçbir bakan ile görüşememiştir. İngiltere tarafı özellikle görüşmeden kaçınıyordu. Sakarya savaşının sonrasında geçen bu süre içerisinde diplomaside bir sonuç alınamaması ve oluşan belirsizlik hali taraflar için yıpratıcı bir sinir harbine dönüşüyordu. Tüm bu zaman içerisinde Mustafa Kemal gizli bir taarruz hazırlığı içerisindeydi. Öyle ki yapılacak olan taarruzun gizliliğine büyük önem veriliyor ve intikaller dikkat çekmemek için geceleri yapılıyordu. 26 Ağustosta başlayan Türk genel taarruzu karşısında tutunamayan Yunan ordusuna 30 Ağustosta son darbe vuruldu. Dağılan Yunan ordusu karşısında Mustafa Kemal ordusuna İzmir’e kadar ilerleme emrini verdi. 9 Eylülde İzmir, 10 Eylülde Bursa kurtarıldı.364 362 Akşin, a.g.e., Cilt: 2, s. 23-24. 363 Akşin, a.g.e., Cilt: 2, s. 25-26. 364 Akşin, a.g.e., Cilt: 2, s. 26-30. 75 Türk birlikleri hızla Çanakkale’ye ve boğazlara doğru harekete geçtiler İngilizlerin de savaş hazırlıklarına başlamaları üzerine Fransızlar ve İtalyanlar Gelibolu’daki askerlerini geri çektiler. Lloyd George tarafsız bölgeye girilmesi durumunda Türklere ateş açılması talimatını verse de bölgedeki İngiliz generali bu emre uymadı. Bu esnada gerçekleştirilen diplomatik girişimlerle birlikte 3 Ekim’de Mudanya Konferansı toplandı. İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerin katıldığı konferansta Türkiye’yi İsmet Paşa temsil ediyordu. Mudanya Ateşkesine göre 14-15 Ekim gecesi ateşkes başlayacak, Yunanlılar Doğu Trakya’yı boşaltacaktı. Böylece 31 Ekim-26 Kasım 1922 Tarihlerinde Doğu Trakya’nın devralınması işlemi tamamlanmıştır.365 20 Kasım 1922’de İsviçre’nin Lausanne kentinde barış konferansı başladı. Bu konferansta Türkiye’yi İsmet Paşa temsil etmiştir. 3 ay süren konferans esnasında Türkiye savaşın yeniden başlama ihtimalini de göz önünde bulundurarak önlemlerini almıştır. Toplanan konferansta bir sonuca ulaşılamıyordu. 4 Şubat 1923’de İngilizler bir taslak sundular. Bir ültimatom şeklinde sunulan bu taslak kabul edilmeyince İngiliz tarafı konferansı terk etti.366 Daha sonra gerçekleştirilen diplomatik görüşmeler sonucunda Lozan Konferansı 12 Nisan 1923 günü yeniden toplandı. 3 ay kadar süren müzakerelerin ardından Lozan Antlaşması imzalandı. Lozan’da uzlaşılan hususlar şu şekilde özetlenebilir: - Türkiye’nin Batı Trakya ile ilgili iddiaları kabul edilmedi ancak Ege’de İmroz, Bozcaada ve Tavşan Adaları Türkiye’ye bırakıldı. Türkiye’nin Musul ile ilgili talepleri ise Milletler Cemiyetinde görüşülmek üzere ertelendi. - Kapitülasyonlar tamamen kaldırıldı. - Osmanlı borçlarının Osmanlıdan kopan devletlerle birlikte belirli taksitlerle ödenmesi kararlaştırıldı. - Boğazlar konusunda Türkiye savaşa girse bile tarafsız gemi ve uçakların geçişi garanti edildi. Ayrıca boğazlar bölgesi silahsızlandırılıyor ve bunun denetimiyle ilgili bir komisyon kuruluyordu. - Türkiye’deki Rum azınlığın Yunanistan’a, Yunanistan’daki Türk azınlığın da Türkiye’ye gönderilmesi kararlaştırılmıştır. Bunun yanında Türkiye’nin Yunanistan’dan tazminat talebi kabul edilmemiştir.367 365 Akşin, a.g.e., Cilt: 2, s. 34-36. 366 Akşin, a.g.e., Cilt: 2, s. 40. 367 Akşin, a.g.e., Cilt: 2, s. 42-46. 76 24 Temmuz 1923’de genel hatlarıyla bu şekilde özetlenebilecek Lozan Antlaşması imzalanmıştır. Lozan ile birlikte Osmanlı Devleti’nin son bulduğu ve yeni bir Türkiye’nin kurulduğu da belgelenmiş oluyordu.368 Avrupalılarla barış yapıldıktan sonra Mustafa Kemal cumhuriyete giden yolda bir an evvel vakit kaybetmeden harekete geçilmesi gerektiğini düşünmekteydi. Ancak meclis içinde ikinci grup olarak da bilinen aşırı tutucu muhalefet Mustafa Kemal grubunu saf dışı bırakmak için fırsat kollamaktaydı. Hatta 2 Aralık 1922’de teklif ettikleri tasarıda milletvekili seçilme şartlarında değişikliğe giderek doğrudan Mustafa Kemal’i meclisin dışında bırakmayı düşünmüşlerdir. Bu siyasi ortam içerisinde meclis 1 Nisan 1923’te seçime gitme kararı aldı. Mustafa Kemal seçim bildirgesinde egemenliğin ulusa ait olduğunu belirtmiş ve aşar vergisinin kaldırılacağı, askerlik süresinin kısalacağı ve öğretimin birleştirileceği bir program ortaya koymuştur.369 Seçimler Ağustos ayında yapıldı ve o ay içerisinde Halk Fırkasının kurulması çalışmaları da başlatıldı. 13 Ekim tarihinde ise Ankara’yı başkent yapan yasa kabul edildi. Mustafa Kemal yeni kurulan bu devletin yönetim şeklini Cumhuriyet olarak belirlemek istediğini 24 Eylül tarihinde Viyana Gazetesi muhabirine açıklamıştır. 27 Ekim’de Fethi Okyar hükümetinin istifası cumhuriyetin ilanının habercisi oldu. Öyle ki hükümet oluşturulurken her bakanın meclis tarafından ayrı ayrı seçilmesi gerekmekteydi. Bu durum bakanlar arası uyum sorununu yaratabiliyordu. Cumhuriyetle birlikte başbakanlar kendi kabinelerini oluşturacaklarından bu tip sistemsel tıkanıklıkların önü açılmış olacaktı. 29 Ekim 1923’te 1921 anayasasında gerekli değişiklikler yapılarak cumhuriyet ilan edilmiş oldu. TBMM başkanı olan Mustafa Kemal ise oybirliği ile cumhurbaşkanı seçildi.370 3.6. MİLLİ MÜCADELE DÖNEMİ VE CUMHURİYETİN İLANININ TÜRKÇÜLÜK İDEALİ BAĞLAMINDA DEĞERLENDİRİLMESİ Milli Mücadele ile Türk Milleti varoluş savaşı vermiştir ve bu mücadeleyi başarıyla tamamlamışlardır. Mustafa Kemal’in önderliğinde örgütlenen Türk milliyetçileri tabi ki bir anda 1919 yılında ortaya çıkmamışlardır. Vatan ve millet kavramlarının Türkçülük fikriyatıyla birlikte şekillendiği yıllar milli mücadeleyi sırtlayan kadroların yetiştiği ve düşünce yapılarının oluşturulduğu döneme denk gelmektedir. 368 Akşin, a.g.e., Cilt: 2, s. 46. 369 Akşin, a.g.e., Cilt: 2, s. 47-48. 370 Akşin, a.g.e., Cilt: 2, s. 48-49. 77 Şüphesiz ki Mustafa Kemal bir Türk milliyetçisidir ve öğrencilik yıllarından itibaren Türkçü-Milliyetçi fikirlerle ilgilenmeye başlamış ve vatan şairi Namık Kemal, Türk milliyetçisi Mehmet Emin Yurdakul gibi isimlerin eserlerini okuyarak yetişmiştir. Bu gelenek içerisinde yetişen Türk milliyetçileri milli mücadeleye atılmışlardır. Cumhuriyet dönemi, İkinci Meşrutiyet ile birlikte devlet hayatında şekillenmeye başlayan Türk milliyetçiliğinin devamı niteliğinde ve hatta Türkçülüğün devlette tam anlamıyla uygulamaya konduğu bir dönemdir. Cumhuriyet dönemi ile birlikte Türk milliyetçiliği devletin resmi ideolojisi olmuştur. Mustafa Kemal her fırsatta bir Türk milliyetçisi olduğunu dile getirmiştir. Mustafa Kemal’in şu sözleri bunun en açık delili durumundadır: “Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur. Bu topluluğun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa o topluluğa dayanan Cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur.”371 Türkiye Cumhuriyeti Türk milliyetçilerinin idealindeki milli devlet olarak kurulmuştur. Milli devlet kurucusu ve sahibi tek millet olan devlet demektir. Bu millet Türk milletidir. Türk milliyetçiliği için millet kavramını dil, kültür ve ülkü birliğinden hareketle mensubiyet esasına dayanmaktadır. Bundan dolayı Türk milliyetçiliğinin bir takım ırkçı ve faşizan uygulamaları barındırması mümkün olamaz. Türküm diyebilen herkesi Türk kabul eder.372 Milli devlet aynı zamanda çağdaş devlettir. Hakimiyetin millete ait olduğu ilkesinden hareket eder. Ziya Gökalp, çağdaş devletin Türk milliyetçiliğinin vazgeçilmez unsuru olduğunu söyler ve çağdaş devleti gerek kanun yapmak gerekse devleti idare etme yetkilerinin millete ait olduğu bu yetkiyi sınırlayan hiçbir makamın bulunmadığı ve tüm vatandaşların birbirleriyle eşit haklara sahip olduğu devlet olarak tanımlamaktadır. Ayrıca çağdaş devletin teokrasi ve onun kalıntılarından da temizlenmesi gerekmektedir.373 Mustafa Kemal Türk kültürüyle yakından ilgilenmiş ve Türkiye Cumhuriyetini sağlamlaştırmak üzere Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarını kurdurmuştur. Bu kurumların yayınları ile yakından ilgilenmiş ve hatta yayınlar üzerinde eklemeler ve çıkarmalar da yapmıştır. Türk Tarih Kurumunun çıkardığı ve bu dönemde okullarda tarih kitabı olarak okutulan Tarih IV, Türkiye Cumhuriyeti isimli kitapta Türk milliyetçiliği şu şekilde anlatılıyordu: “Türkçülük Osmanlı unsurlarının ayrı ayrı tuttukları milliyetçilik cereyanlarına karşı koymak gayretinden, bütün Türk kavimleri birleştirmeği istihdaf eden Turancılığa kadar gidiyor ve bazen de İttihad-ı İslam fikirleriyle karşılaştırılıyordu. Elhasıl fikirlerde 371 Acar, a.g.e., s. 20-22. 372 Acar, a.g.e., s. 24-25. 373 Acar, a.g.e., s. 32-33. 78 ve cereyanlarda vuzuh ve kat’iyet yoktu. Hele siyasi hayatta bu fikirlerin tesiri pek az hissolunuyordu. Türk milliyetçiliği ancak milli idareden sonra her sahada bütün vuzuh ve şumuliyle hakiki mana ve delaletini bulmuş, siyasi, iktisadi, harsi bir devlet sistemi halini almıştır. Halk Fırkası milliyetçiliği en ehemmiyetli umdelerinden biri edinmiştir. Meşrutiyet devrinde kurulmuş olan Türk Ocakları adlı gençlik cemiyeti cumhuriyet devrinde yüzlerce şubesi olan bir teşkilat halinde genişlemiş ve 1931 kurultayında verdiği kararla maksat ve gayede tamamen beraber olduğu Halk Fırkasına iltihak etmiştir.”374 Türk milliyetçiliği ideali doğrultusunda Türk ocaklarının çok büyük katkıları olmuştur. Atatürk’ün yakın çevresindeki fikir adamları çoğunlukla Türk Ocaklıdır. Gerek milli mücadele gerek cumhuriyetin kuruluşu ve sonrasında Türk Ocakları milli menfaatleri gerçekleştirmek ve Türk milletini var kılmak amacıyla hareket etmiştir. Öyle ki Mustafa Kemal’in ilk Milli Eğitim Bakanlarından Hamdullah Suphi Türk Ocakları başkanlığı da yapmıştır. Mustafa Kemal Türk Milliyetçiliği çalışmalarını her daim desteklemiştir. Bu amaçla Türk Ocaklarına maddi yardım yapmış ve Türk Ocakları bizzat Mustafa Kemalin isteğiyle kamu yararına çalışır dernek olarak kabul edilmiştir.375 Türkiye’de milliyetçiliğin yükselişinde fiili olaylar, teorik ve düşünsel argümanlardan daha etkili olmuştur. Birinci Dünya Savaşı ile birlikte Osmanlıcılık ve İslamcılık akımları sona ermiş ve savaşın sonunda ayakta kalabilen milliyetçilik, Mustafa Kemal önderliğinde verilen mücadeleden galip çıkmış ve yeni Türk devletinin kurulmasıyla idealine ulaşmıştır. Yeni kurulan cumhuriyetin temelini teşkil eden milliyetçilik devlete çağdaş ve gerçekçi bir nitelik kazandırmıştır.376 Milliyetçilik, 2. Meşrutiyetle birlikte yöneticilerin ve devletin benimsediği bir ideoloji olmuştur ancak devlet idaresinde gerekli dönüşümleri gerçekleştiremeden ve vatan kabul edilecek topraklar için bir tanımlama yapamadan Osmanlı Devleti yıkılmıştı. Milli mücadele ile birlikte anavatan kavramı Türk milliyetçiliği ile bütünleşme imkanını bulmuştur. Bu anavatan misak-ı milli ile belirtilen Türklerin yaşadığı topraklardır. Türk milliyetçiliğine kazandırılan bu içerik yeni Türk devletinin tamamen bu anavatana yönelmesi neticesini doğurmuştur. Bu sebeple Türk milliyetçiliği gerçekçi bir temele dayanmaktadır. Mustafa Kemal Türk milletinin hayati menfaatlerinin Pan-İslamizm veya Pan-Turanizm gibi uzak hayallere feda edilmemesini gerçekçi bir politika üretilmesi gerektiğini vurgulamıştır.377 Ancak bu 374 Acar, a.g.e., s. 35-37. 375 Acar, a.g.e., s. 40-41. 376 Sarınay, a.g.e., s. 230. 377 Sarınay, a.g.e., s. 232. 79 durum Mustafa Kemal’in Misak-ı Milli dışında kalan Türklerle ilgilenmediği anlamına da gelmez. Mustafa Kemal’in dış Türkler davası öncelikle bir kültür meselesidir. Şartların ve imkanların elverdiği ölçüde bu dava ile ilgilenilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Burada gerçekçi davranılması çok önemlidir zira Türklüğe bir fayda sağlamayacağı gibi büyük ve telafisi zor zararlar getirecek hareketlerden uzak durmak gerektiği üzerinde durmuştur. Öyle ki milli mücadelede zaferi elde ettikten sonra milli gücün elde edebileceğinden daha uzağa gitmeyi reddetmiş ve gerçekçi bir politika izlenmiştir.378 Cumhuriyet ile birlikte, 2. Meşrutiyetten beri Türk milliyetçilerinin gerçekleştirmeye çalıştıkları Türk milletine dayanan Türklerin ülkesi ideali gerçekleştirilmiştir. 1921 ve 1924 anayasalarında Türkiye, ülkenin adı olarak resmen kullanılmış ve çağdaş medeniyeti benimseyen bir milli devlet modeli oluşturulmuştur.379 Cumhuriyet, laiklik ve çağdaşlaşma konularında da 2. Meşrutiyet dönemi Türkçülüğünün çok daha ilerisine gitmiştir. Halifeliğin kaldırılması ve beraberinde gerçekleştirilen inkılaplarla laik bir sisteme oturtulan rejimde dinin birleştirici rolünü de milliyetçilik almıştır. Böylece ilerleme ve gelişme yolundaki engeller kaldırılarak, toplumun ortak hedefler çerçevesinde birleştirilmesi kolaylaştırılmıştır. Yeni devletin milliyetçilik anlayışı toplumun çağdaşlaşmasını amaçlayan, ileriye dönük bir milliyetçiliktir. Milli kültür bu sebeple önemli bir konumda bulunmaktadır. Milli kültürün bir medeniyet kaynağı haline gelmesiyle birlikte modern toplum oluşturma amacı sağlanmak istenmektedir. Türkiye Cumhuriyetinde çağdaşlaşma ve milliyetçilik birlikte gelişmiştir. Türk milletinin çağdaş medeniyetler seviyesine erişmesinin amaçlanması ile birlikte ileriye dönük milliyetçilik anlayışı karşımıza çıkmıştır.380 Milli mücadelenin sonunda Türk vatanı, Türk Milleti ve Türk devleti gerçeği ortaya çıkmıştır. Milliyet fikri Cumhuriyetin kuruluşunda büyük rol oynamıştır. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu, Türkçülük idealinin gerçekleştirilmesi anlamını taşımaktadır.381 378 Sarınay, a.g.e., s. 233-234. 379 Sarınay, a.g.e., s. 234. 380 Sarınay, a.g.e., s. 238-240. 381 Ahmad, a.g.e., s. 143-144. 80 SONUÇ Millet kavramı, ortak geçmişe sahip, ortak değerleri bulunan ve mensuplarının başka topluluklara karşı dayanışma içgüdüsüne sahip olduğu toplulukları ifade etmektedir. Bir milleti etnisite’den ayıran en önemli özellik ise milletin bağımsız bir devlette vücut buluyor oluşunda yatmaktadır. Yani milletten söz edebilmemiz için aynı zamanda bir devlet ve devletin unsurları olan toprak, otorite ve siyasal örgütlenmeden de bahsetmemiz gerekmektedir. Milliyetçilikten bahsedebilmek içinse o milleti oluşturan bireylerin birbirlerini tanımaları ve aralarında düzenli bir iletişimin gerçekleşiyor oluşu gerekmektedir. Bu nedenle milliyetçiliğin modern zamanlara ait bir olgu olduğunu öne sürenlerle birlikte daha eski zamanlara kadar uzandığını iddia edenler de vardır. Ancak şurası kesindir ki matbaanın icadı ile birlikte millet bilincinin dolayısıyla da milliyetçiliğin yükselişi birlikte gerçekleşmeye başlamıştır. Modern anlamda milliyetçiliğin ise Fransız Devrimi ile birlikte Avrupa’da doğduğu ve dalga dalga yayıldığı konusunda siyasi tarihçilerin birçoğu hemfikirdir. Milliyetçilik anlayışı her ülkede zamana ve o ülkenin şartlarına göre kendi formuna bürünmüştür. Bu nedenle bir ideoloji olarak milliyetçiliğin tanımının yapılması zor olsa da genel hatlarıyla milliyetçilik; milli menfaat ve hedefler doğrultusunda bir araya gelen insanların milletini yaşatma, koruma ve yükseltme hedeflerini içermektedir. Yani milliyetçilik dediğimizde özünde bir milletten ve o milletin hedeflerinden bahsetmiş oluyoruz. Her milletin kendine ait kültürü, tarihi, gelenekleri ve siyasetini dizayn eden kendi dinamikleri bulunmaktadır. Bu sebeplerdir ki milliyetçilik coğrafyadan coğrafyaya farklılık gösterebilmekte birden fazla milliyetçilik çeşidi oluşabilmektedir. Kimi yerlerde liberalizmin etkisiyle şekillenen milliyetçilik, sömürge toplumlarında ise milli uyanışla beraber sömürgeci güçlere karşı birleştirici bir unsur olarak belirginleşmiştir. Almanya ve İtalya gibi devletlerde ise çoğu zaman milliyetçilikle karıştırılan ama aslında bambaşka fikirleri içerisinde barındıran farklı bir ideoloji olan Nazizim veya Faşizm gibi uygulamalar ortaya çıkmıştır. Faşizmin fikri çerçevesi ve uygulama biçimleri ilgili bölümde açıklanmıştır. Bu ideoloji çoğu zaman yapılan yaygın bir hata ile milliyetçilikle karıştırılmaktadır. Oysa ki bu iki ideoloji arasında gerek millet gerekse devlet kavramları açısından büyük farklılıklar bulunmaktadır. Kültürel farklılıkların doğurduğu milliyetçilik biçimlerini ele aldığımızda Türk milliyetçiliğinin de kendi içerisinde kendi tarihi, kültürel geçmişi ve toplumsal dinamikleri ile birlikte değerlendirilmesi gerektiğini açıktır. Millet ve milliyet açısından baktığımızda Türklerin Orta Asya’dan itibaren sürdürdükleri devlet geleneği ve kültürünün Anadolu’ya kadar 81 taşındığını ve bu geleneğin Türk milletini bir arada tutan ve ortak hedefler doğrultusunda hareket etmelerini sağlayan unsurları oluşturduğunu söyleyebiliriz. Gerek Orta Asya’daki Türk devletleri gerek İran üzerinden Anadolu’ya giren Türk boylarının milli benlik içerisinde hareket ettikleri ortadadır ancak yine de burada modern anlamda bir milliyetçilikten söz edilemez. Türklerin İslamlaşması ile birlikte Türk ve İslam medeniyetleri arasında kültür alışverişinin gerçekleşmesi bu iki medeniyetin birbirini kültürel, bilimsel ve askeri alanlarda beslemesi sonucunu doğurmuştur. Bununla beraber Osmanlıların devletten imparatorluğa dönüşümü ve halifeliğin Osmanlılara geçişi ile beraber Türk milli kimliğinin daha geri planda kaldığı gözlemlenmiştir. Öyle ki zamanla Türk kelimesi Osmanlı bürokrasisinde dahi olumsuz çağrışımlar yapmaya başlamıştır. Buna rağmen Türkler, devletin kurucu unsuru oldukları gerçeğinin bilinci ile milli kimlik, kültür ve geleneklerini korumakla beraber devlete sadakatle bağlı kalmayı da sürdürmüşlerdir. Avrupalı devletler karşısındaki göreli üstünlüğünü 18. Yüzyıla kadar sürdüren Osmanlı İmparatorluğu batıda gerçekleşen ekonomik, bilimsel ve askeri gelişmeleri yakalayamamış, teknik ve siyasal anlamda Avrupa’nın gerisinde kalmaya başlamıştı. Şüphesiz ki bu durumun Osmanlı İmparatorluğu açısından birçok sonucu olmuştur. Modern anlamda Türk milliyetçiliğinin yükselişine giden yol da bu noktadan itibaren oluşmaya başlamıştır. Osmanlı Devleti yaşanan sorunlar karşısında çoğunlukla kısa süreli çözümler üretmekle yetinmiştir. Devletin doğu sınırlarında meydana gelen karışıklıkları gidermek amacıyla bölgedeki feodal yapının önde gelenleriyle Osmanlı merkezi yönetimi bir senet imzalayarak ayanların desteğini almaya çalışmıştır. Merkezden verilen bu taviz, zamanla Avrupalı devletlerin Osmanlı içişlerine karışmalarında ve devletin Hristiyan unsurlarının haklarının koruyuculuğunu üstlenme noktasında etkin olmaya çalışmaları sonucunu doğurmuştur. Hristiyan unsurların hamisi gibi görünmeye başlayan Avrupalı devletlerin müdahaleleri ile Osmanlı bürokrasisi Tanzimat ve Islahat Fermanları gibi tavizler vermek durumunda kalmıştır. Anayasacılık tarihimiz açısından büyük önem taşıyan bu fermanların Meşrutiyet yolunda büyük birer basamak niteliğinde oldukları aşikardır. Bunun yanında bir takım olumsuz sonuçlarından da bahsetmek gerekir. Bu fermanlara dış baskıları azaltmak amacıyla eklenen bazı maddeler Hristiyan unsurların Türk ve Müslüman unsurlara nazaran daha geniş haklara sahip olması durumunu doğurmuş ve sosyoekonomik yapı bakımından gayrimüslim unsurların ön planda yer almalarını sağlamıştır. Askeri alanda da Avrupalı devletlerin gerisinde kalan Osmanlı İmparatorluğu için özellikle balkanlarda yaşanan hadiselerin sarsıcı etkileri olmuştur. Fransız ihtilalinin etkisiyle yükselen milliyetçilik ideali imparatorluk vasfını taşıyan devletler 82 açısından yıkıcı sonuçlara yol açmıştır. Balkanlarda kaybedilen savaşlar ile birlikte Osmanlı devleti 19. Yüzyılın ilk yarısından itibaren savunma durumunda kalmış, kaybedilen savaşların ve toprakların neticesinde balkanlarda sarsılan otoritesini korumaya çalışmıştır. Fransız Devriminden itibaren yayılmaya başlayan milliyetçilik hareketleri Osmanlı Devleti açısından balkanlarda Sırp, Yunan ve Bulgarlar arasında ayrılıkçı hareketlere dönüşmeye başlamıştır. Bununla beraber Osmanlı aydınları arasında, örneğin Namık Kemal gibi vatan kavramını ön plana çıkaran eserler yayınlanmaya başlanmış ve kaybedilen savaşlar ve elden çıkan topraklar karşısında moral bozukluğu yaşayan Türklere milli bilinç aşılanmaya çalışılmıştır. Osmanlı bürokrasisinde ise dış politikada yaşanan gelişmeler, savaşlarda kaybedilen topraklar ve Fransız İhtilalinin imparatorluğun devamlılığı açısından oluşturduğu olumsuz siyasi atmosfer karşısında çözüm arayışları başlamıştır. Bu arayışların neticesinde Osmanlıcılık, Batıcılık, İslamcılık ve Türkçülük fikirleri Osmanlı siyasetinde farklı zamanlarda dönemin siyaseti ve iktidarda baskın olan grupların öncelikleri doğrultusunda uygulanmışlardır. Türkçülük fikriyatı ise öncelikle Türk aydınlarının eserlerinde vücut bulmaya başlamıştır. Modernist ve çağdaş bir anlayışı içeren Türkçülüğün teorik çerçevesi, Türk Yurdu, Türk Ocağı ve Genç Kalemler gibi dernek ve dergilerde yayınlanan makaleler ve çoğunlukla bu derneklerin mensuplarınca yazılan kitaplarla oluşturulmuştur. Bu dergiler ve dernekler yayınladıkları makaleler, öyküler ile Türkçülük fikrini beslerken aynı zamanda düzenledikleri toplantılar, konferanslar ve mitingler yoluyla Türkçülüğün etkili bir siyasi akım halini almasını da sağlamışlardır. Kadın hakları, laiklik, eşitlik ve anayasacılık hareketlerinin de ilk temsilcileri Türkçüler olmuştur. Türk milliyetçiliğinin ilerici ve çağdaş bir fikriyata sahip olduğundan ilgili bölümde bahsedilmişti. Bu anlayışın gereği olarak yönetim biçimleri özelinde de Türk milliyetçileri topluma önderlik etmişlerdir. 2. Meşrutiyetin ilan edilmesi sürecinde Türk milliyetçileri doğrudan sorumluluk almışlar ve bu yönde İttihat ve Terakki’nin girişimleri de olmuştur. Meşruti yönetimlerin mutlak monarşiler karşısındaki üstünlüğü, meşrutiyetle yönetilen Japonya’nın, monarşiyle yönetilen Rusya karşısındaki zaferleri, İttihatçıların meşrutiyet için hareketlenmesini hızlandırmıştır. Osmanlı açısından Türk milliyetçiliğinin yönetime tamamen egemen olması da İkinci Meşrutiyet ile birlikte İttihat ve Terakkinin iktidarına denk gelmektedir. Meşrutiyetin yeniden ilan edilmesiyle birlikte Türkçülük idealini gerçekleştirme fırsatı da İttihatçıların eline geçmiş oluyordu. Türk milliyetçiliğini milletini yaşatmak ve yükseltmek olarak tanımlamış ve bunun yolunun da bilim ve kültür olduğunu aktarmıştık. İttihat ve Terakki mensupları her ne kadar Birinci Dünya Savaşı’na girişindeki hayalci politikalarından ötürü eleştirilseler de 1908-1914 yılları arasında 83 iktidarda bulundukları süre içerisinde Türkçülüğün gereğini yaptıklarından bahsedebilmekteyiz. Özellikle ekonomik alanda gayrimüslimlerin çok gerisinde yer alan Türklerin iktisadi durumunun iyileştirilmesi yönünde dernekler kurulması, yabancı şirketlerin ve bankaların Türkçe yazışmaya ve işletmelerde Türk çalıştırmalarının önünü açan yasal düzenlemelerin yapılması buna örnek olarak gösterilebilir. Sanayileşmeyi ıskalayan Osmanlı Devletinin bu açığı bir an önce kapatabilmesi için askeri ve sivil ağır sanayi hamlelerinin başlatılması ve bunlarla beraber tarım politikalarının da göz ardı edilmediği, çiftçilerin topraklandırılması, vergilendirmede düzenlemelere gidilmesi ve köylüye gerekli tarımsal bilginin verilmesi için okullar kurulması, ulaşım hamlelerinin başlatılması, milli sanayiyi ve üretimi korumak gayesiyle gümrük vergilerinin artırılması hatta Birinci Dünya Savaşı öncesi ittifakların oluştuğu dönemde uluslararası dengelerin de gözetilerek kapitülasyonların kaldırılması, bunun yanında milli burjuvazi oluşturulmaya çalışılması, ihracat temelli ekonomi anlayışının benimsenmesi bu dönemde ekonomiye dönük gerçekleştirilen milli iktisat politikalarını oluşturmaktadır. Bunlarla beraber eğitim politikalarına da ağırlık veren İttihatçılar çeşitli eğitim kurumlarına bütçe ayrılmış, yurtdışından uzmanlar getirilmiş ve bilimsel çalışmalar desteklenmiştir. Ayrıca devlet sanata ve kültürel çalışmalara da destek sağlamıştır. Birinci Dünya Savaşına girilmesiyle birlikte tüm bu adımların sekteye uğradığı söylenebilir. Zaten 1908’den 1914’e kadar olan kısa sürede bu kadar geniş çaplı politikanın gerçekleştirilmesi de mümkün değildi. Türkçülük ideali tam olarak iktidarda gelişimini gösteremeden, gerekli siyasi, ekonomik ve askeri dönüşümleri gerçekleştiremeden Dünya Savaşı gibi büyük çaplı bir mücadeleye girişilmesi Osmanlı Devletinin de sonunu getirmiştir. Burada her ne kadar İttihatçılar hayalci davranmakla itham edilseler de İtilaf Devletlerinin, tarafsız kalsa dahi savaşın sonunda Osmanlıyı parçalamaya dönük gizli görüşmelerinin İttihatçıları erken davranmaya ittiği açıktır. Birinci Dünya Savaşının sonunda Osmanlı Devleti yenik düşmüş, Mondros ile elde kalan tüm toprakları işgallere açık hale getirilmiş ve İtilaf Devletleri tarafından Osmanlıyı parçalamaya ve Türkleri Anadolu’nun ortasında küçük topraklara hapsetmeyi öngören Sevr dayatmasıyla karşı karşıya kalmıştır. Bu denli ağır şartların Türk milleti için yaşam hakkı dahi tanımadığı ortadayken Türk milliyetçileri buna karşı kayıtsız kalamazdı. Anadolu’daki Osmanlı kuvvetlerini silahsızlandırmak görevi ile 9. Ordu müfettişi olarak Samsun’a gönderilen Mustafa Kemal bu vesileyle işgal altındaki vatanı yeniden bağımsızlığına kavuşturmak için gerekli imkanı da bulmuş oldu. Anadolu’yu işgallere karşı verilecek olan mücadelenin merkezi haline getiren Mustafa Kemal düzenlediği Erzurum ve Sivas Kongreleri ile bu mücadelenin tek elden 84 yapılabilmesi için gerekli kararların alınmasını sağlamış ayrıca bu kongrelerde bağımsızlığı tehlikeye düşürecek olan manda ve himayecilik gibi önerler de kesin olarak reddedilmiştir. 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılması ile de Milli Mücadelenin merkezi Ankara olmuş ve bu varoluş mücadelesine katılmak isteyen başta subay, siyasetçi, devlet adamı gibi tüm vatanseverler İstanbul’dan Ankara’ya gizlice geçmeye başlamışlardır. İşgallere karşı gerekli direnişi gösterebilmek amacıyla önce bir düzenli ordu oluşturulmuş ve bu düzenli ordu ilk başarısını doğuda Ermenilere karşı kazanmıştır. Ermeniler karşısında kazanılan zaferin sonucunda Doğu Cephesi kapatılmış böylece tüm kuvvetler batıya kaydırılarak ilerlemekte olan Yunan ordusunun karşısına etkili bir güç çıkarılmış oldu. Tüm güçleriyle Yunan ordusu üzerine yürüyen milli mücadele taraftarları 26 Ağustos 1922 de başlayan genel taarruz sonucunda 30 Ağustosta nihai zafere ulaşmış ve 9 Eylül 1922’de İzmir’i kurtarmıştır. Savaşın zaferle sonuçlanmasının ardından 11 Ekim 1922 tarihinde Mudanya Ateşkes antlaşması imzalanmış, sonrasında ise 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Barış Antlaşması imzalanmıştır. Lozan Barışı artık Ankara’daki milliyetçilerin yönetiminde yeni bir devletin kurulduğunun göstergesi hatta cumhuriyetin habercisi niteliğindeydi. Nitekim 29 Ekim 1923’de anayasada gerekli değişiklikler yapılarak Cumhuriyet ilan edilmiştir. Cumhuriyetin ilanı ile birlikte Türk milliyetçilerinin hedefledikleri ve uğruna mücadele ettikleri milli devlet ideali de gerçekleştirilmiştir. Ziya Gökalp devleti idare etme yetkisinin millete ait olduğu çağdaş devletin Türk milliyetçiliğinin vazgeçilmez unsuru olduğunu söylemiştir. Bu çağdaş devleti ise bir takım teokratik kalıntılardan ve dogmalardan uzak akla dayanan bir yapı biçiminde tanımlamıştır. Cumhuriyet ile bu hedef gerçekleştirilmiş oluyordu. Daha önce 2. Meşrutiyet dönemi ve Birinci Dünya Savaşı öncesi ve süresince yapılan hatalardan ders çıkarmak ve bu hataları tekrar etmemek adına akılcı bir dış politika gütmek yeni kurulan cumhuriyetin benimsediği en temel kural olacaktır. Milli devlet idealini gerçekleştiren Türk milliyetçileri çağdaşlaşma ve laiklik konularında 2. Meşrutiyet Türkçülerinden çok daha ileriye gitmişler ve milletini yaşatmak ve yükseltmek olarak tanımladığımız Türk milliyetçiliği bunun yöntemini bilim ve kültür olarak tanımlamış ve Türk milliyetçileri cumhuriyetle birlikte her alanda milleti ileriye taşımak için gerekli imkanı bulmuşlardır. 85 KAYNAKÇA Kitaplar ACAR İsmail, Cumhuriyetin Kurucu Fikri: Türk Milliyetçiliği, Ümit Ofset Matbaacılık, Ankara, 2008 AHMAD Feroz, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, Çev. Sedat Cem Karadeli, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul, 2010 AKÇURA Yusuf, Türkçülük, Türkçülüğün siyasi gelişimi, Özdemir Basımevi, İstanbul, 1978 AKIN Rıdvan, Osmanlı İmparatorluğunun Dağılma Devri ve Türkçülük Hareketi, DER Yayınevi, İstanbul, 2002 AKŞİN Sina, Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi, Yenigün Haber Ajansı Yayınları, İstanbul, 1997, Cilt: 1 Sina Akşin, Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi, Yenigün Haber Ajansı Yayınları, İstanbul, 1997, Cilt: 2 CARR Edward Hallett, Milliyetçilik ve Sonrası, İletişim, İstanbul, 2015 ÇOKER Fahri, Milli Mücadele ve T.B.M.M. I. Dönem 1919-1923, Ankara, 1994 ESEN Selin ve YÜCEL Bülent, Türk Anayasa Hukuku, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, 2016 GIDDENS Antony, Sociology, Polity press, Cambridge, 2006 HEYWOOD Andrew, Siyaset, çev. Bican Şahin, Adres Yayınları, Ankara, 2013 ÖRS Birsen, 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2009 SARINAY Yusuf, Türk Milliyetçiliğinin Tarihi Gelişimi ve Türk Ocakları 1912-1931, Ötüken, İstanbul, 1994 TANERİ Aydın, Türk Kavramının Gelişmesi, Ocak Yayınları, Ankara, 1993 TOPLU Abdülhadi, Türk Milliyetçiliği ve Karşı İdeolojiler, Töre-Devlet Yayınevi, İstanbul, 1998 TUNAYA Tarık Zafer, Hürriyetin İlanı, Yenigün Haber Ajansı, İstanbul, 1998 86 TUNAYA Tarık Zafer, İslamcılık Cereyanı, Yenigün Haber Ajansı Yayınevi, İstanbul, 1998, Cilt: 1 Makaleler AKSANYAR Necati, “Türk Toplumunda Batıcılık Akımı”, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 1999 AKTÜRK Şener, “Etnik kategori ve milliyetçilik: Tek etnili, çok etnili ve gayri etnik rejimler”, Doğu-Batı, 2006 ASLAN Taner, “Garpçılar ve Garpçılar arasındaki fikir ayrılıkları”, Kastamonu Eğitim Dergisi, 2006 ARSLANTAŞ Halis Adnan ve AKSOY Numan Durak, “Ulus, ulusçuluk ve ulus devlet”, TÜBAR, 2010 ÇELEN Mehmet Kaan, “Bir Kimlik Siyaseti Olarak Osmanlıcılık”, Türk Yurdu Dergisi, 2013 ÇELİKÇİ Abdül Samet, KAKIŞIM Can, “İtalyan Faşizmi ve Tarihsel Gelişimi”, Muş Alparslan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2013 ÇETİNTAŞ Ahmet, “II. Meşrutiyet Devri ve İslamcılık Bağlamında Volkan Gazetesi”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2018 DEMİR Şerif, “Tanzimat Döneminde Bir Devlet Politikası Olarak Osmanlıcılık”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 2011 ERKAL Mustafa E., “Etniklik ve etnik grup kavramları üzerine”, Türkiye ve Siyaset, 2001 ERKIŞ İbrahim Uğur, “Ulus devletin tarihsel gelişimi üzerine”, Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi, 2013 JASCHKE Gotthanrd, “Türk Kurtuluş Savaşında Milliyetçilik ve Din”, Çev. Aytunç Ülker, Tarih Okulu, 2009 KARAYELİOĞLU Selim, “Ulus devlet ve milliyetçiliğin tarihsel dayanakları ve küreselleşmenin ulus devlet ve milliyetçilik üzerindeki etkileri”, ETHOS: Felsefe ve toplumsal bilimlerde diyaloglar, 2012 KAYMAZ İhsan Şerif, “Mondros: Bir Ateşkesin Tahlili”, 21. Yüzyıl Dergisi, 2008 87 KOÇ Nurgün, “Milli Mücadelenin Başlarındaki Gelişmelerin, Hatıralar Çerçevesinde Değerlendirilmesi”, Internationl Journal of Social Science, 2013 ORAL Mustafa, “Türk Kurtuluş Savaşının Tarihsel Konumu”, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Dergisi, 2016 ÖRMECİ Ozan, “Jön Türkler ve İttihat ve Terakki”, Tarih Okulu Dergisi, 2010 ÖRS Orhan, “Kuruluşundan Birinci Dünya Savaşına Kadar İttihat ve Terakki Cemiyeti”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, 2013 ÖZCAN Selim, “Amasya Genelgesinin Erzurum ve Sivas Kongreleri Üzerindeki Etkisi, Amasya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2013 ÖZER M. Akif, AYHAN Ufuk, İRDEN İbrahim, “Liberal Milliyetçilik ve Türk Milliyetçiliği: Bir dikotomi mi yoksa uygulanabilir bir argüman mı?”, TESAM AKADEMİ DERGİSİ, 2018 PULAT Ali, “Yeni Lisan Hareketinin Genç Kalemler dergisindeki görüşlerinin değerlendirilmesi” Tarih Okulu Dergisi, 2017 SEMİZ Yaşar, “İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Türkçülük Politikası”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 2014 SERBESTOĞLU İbrahim, “Balkan Savaşları ve Tabiiyet Sorunu”, Tarih İncelemeleri Dergisi, 2013 ŞAHİN Köksal, “Bir ideoloji olarak Milliyetçilik”, Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi, 2007 ŞİRİN Funda Selçuk, “Türk Aydınlarının Anadolu’ya Yönelişinde Balkan Savaşlarının Rolü”, Tarih
.
.MLLET- HAKME KAVRAMI ÜZERNE SOSYO-POLTK BR DEERLENDRME A SOCIO-POLITICAL ESSAY ON THE CONCEPT OF THE DOMINANT NATION (MLLET- HAKME) Adem PALABIYIK* • Yunus KOÇ** Öz Bu makale Osmanlı Devleti’nin son dönemine hakim olan “Millet-i Hakime” kavramı üzerine sosyo-politik deerlendirmeleri ve bu deerlendirmelerin mekan ve zaman balamında dönemin düünürleri tarafından nasıl deerlendirildiini ele almaktadır. Buna balı olarak Batı dünyasının Osmanlı’nın son dönemine yaklaımları ve bu yaklaımların Osmanlı Devleti’nin hakim milleti olan Müslümanlara nasıl yansıdıı; sonraki dönemde Müslümanlık anlayıından ulus-devlet etkisi ile Osmanlılık söylemine nasıl geçildii; böylece 1908 tarihli kinci Merutiyet’in ilanından sonra Osmanlılık anlayıından da vazgeçilip Türklüe vurgu yapıldıı dönemin özellikleri ile birlikte analiz edilmektedir. Bu balamda farklı yaklaımlarla birlikte önemli sosyolojik ve siyasi düünürlerden Ziya Gökalp, Ahmet Hamdi, Yusuf Akçura, Niyazi Berkes, Namık Kemal, Hüseyin Cahit Yalçın ve Fuad Köprülü’nün, Millet-i Hakime kavramına yaklaımları ele alınmaktadır. Anahtar Kelimeler: Modernleme, Kimlik, Millet-i Hakime, Müslümanlık-slamcılık, Osmanlılık, Türklük, Merutiyet, II. Abdülhamid, ttihat ve Terakki. Abstract This article discusses the socio-political assessments on the concept of "Millet-i Hakime ” that dominated the last period of the Ottoman Empire and how it is evaluated by the thinkers of the period of these reviews in the context of space and time. Accordingly, it is analyzed approaches the end of the Ottoman period in the Western world and how it is reflected of these approaches in the Muslim which ruled the nation of Ottoman Empire; in then extperiod, how the transition to Ottomanism discourse with the effect of the nation-state from the Muslim conception, so that after the declaration of these cond constitutional monarchy in 1908, following the abandonment of the understanding of Ottomanism, it is examined with the characteristics of term in which emphasis on Turkishness. In this context,it is considered approaches to the notion of "Millet-i Hakime ” of Ziya Gökalp, Ahmet Hamdi, Joseph Akçura, Niyazi Berkes, Namik Kemal, Hüseyin Cahit Yalçın and Fuad Koprulu, who are the important sociological and political thinkers ,with different touches. Keywords: Modernity, Identity, Dominant Nation, Islam-Islamism, Ottomanism, Turkishness, Legality, II. Abdulhamid, Party of Union and Progres. Giri nsan topluluklarını sosyolojik ve siyasal kümeler olarak adlandırırken kimine ırk, kimine etnik kimine ise millet denildiini görürüz (Livaneliolu, 1998: 41-42). O halde biz, millet tanımını yaparken sosyal kategorilere dikkat etmeliyiz, çünkü sosyal kategoriler, bize özel tanımlar yapabilme imkânları verebilir. Bu balamda millet kavramının klasik anlamda din, mezhep ve buna balı topluluu ifade ederken bunun yanında soy ve ırk gibi kavramları da sınırları içerisine dahil ettiini ifade edebiliriz. Fakat ırk ve soy gibi kavramlara karın din ve mezhep mensubiyeti millet kavramı için daha koyu bir mensubiyet içerir (Akça, 2007: 57). Millet tanımının genel kanısı bu kavramlar (Yakıt, 2005: 59-60; Küçük, 2006: 375-377; Kurtaran, 2011: 59-60) üzerinde durmaktayken Gökalp, “millet nedir?” sorusuna cevap verirken bu kelimenin anlam alanına giren “ırk, kavim, ümmet, halk, devlet” gibi kavramların eletirisinden yola çıkar ve milletin ırkî bir birlik olmadıını, kültürel bir birlie dayanan bir terbiye yani eitim sonunda oluan bir birlik olduunu ispatlar (Gökalp, 1981: 151). te bizim üzerinde duracaımız böylesine bir millet tanımının sonucu olacaktır, çünkü Osmanlı’da millet kavramının aynı zamanda yönetimsel bir boyutu da söz konusu * • Yrd. Doç. Dr., Mu Alparslan Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü. **Ar. Gör., Mu Alparslan Üniversitesi, ktisadi ve dari Bilimler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi. olacaktır. Eitilmi bir milletin tabiiyet anlamında Osmanlı’dan uzak olması mümkün görülmedii için hakim olana hangisinin daha çok yakın olacaı ya da hakim olanın nasıl ve hangi artlarda ifade edilecei aslında Gökalp’in bu tanımında yatmaktadır. Millet kavramı bu balamda Osmanlı’da dini toplulukların yönetimsel yapılanmasını ifade etmek için kullanılmıtır (Eryılmaz, 1999: 256; entop, 2003: 234)). Bu yapılanma Osmanlı’da hakim olanın belli bir ifade biçiminde ortaya konulmasına böylece de millet-i hakimiye kavramıyla anılmasına sebep olmutur. Yönetimsel yapılanmanın bu sonucu millet-i hakimiye kavramının ekillenmesine, dönem dönem bu ekillenmenin siyasal konjonktüre göre deimesine fakat en genel anlamda hakim olanın isminin netlemesine vesile olacaktır. Bu perspektiften bakıldıında millet-i hakimenin, Müslümanlar ve Osmanlılık/Osmanlıcılık arasında gidip geldiini son dönemlere doru ise Türklük kavramı ile birlikte anıldıımı görebiliriz. Belirtilen bu tanımlamalar, tabi ki dönemin siyasal yapılanmasının ve tercihlerinin sonucu olarak ortaya çıkacaktır. Fakat yöneten ve yönetilen arasındaki bu ilikinin boyutlarını deitirecek önemli bir kavram da tartımamıza dahil olacaktır. Modernleme olarak adlandırılan ve kökenleri Batı sınırları içerisinde yeeren bu deiim rüzgârı, millet-i hakimenin ekillenmesinde oldukça etkin roller oynamıtır. Çünkü Berkes’e göre modernleme, eitimin, ailenin, ekonomik yaamın, hukukun, görgü kurallarının ve kıyafet biçimlerinin dinsel ve geleneksel kurallara göre deil, zamanın ve yaamın gereklerine göre düzenlenmesidir (Berkes, 1997: 91). Böylelikle modernleme yer, zaman ve topluluk/millet/toplum’a göre deiiklik göstermektedir. Din ve gelenek kurallarının toplumsal ilikileri denetleyen boyutlardan uzaklatırılarak, bireysel vicdan boyutuna teslim edilmesidir. Berkes’e göre modern toplumda dinsel inançlar, bireylerin kendilerini ilgilendiren özel sorunlar durumuna gelmiken; toplumsal ilikiler nesnel gerçeklik dorultusunda ve akılcı olarak düzenlenmelidir (Berkes, 2014: 20). Batı’nın Etkisi: Millet’ten Ulus’a Modern anlamda millet; belirli bir memleketi uralarda/divanlarda, meclislerde temsil etmek veya bu maksatla temsilciler hakkı bulunan bireylerin meydana getirdii topluluk olarak tanımlanmıtır (Kedoure, 2012: 115). Bu perspektifle bakıldıında akılcılık sonucu ortaya çıkan modernleme ve kapitalizm ilikisi yönetimin, devletin, üretimin de rasyonel bir mantıkla ele alınmasına sebep olacaktır (Yüksel, 2002: 184). Buralarda oluması Batı’daki gibi epey zaman alacak gibi görünmektedir. Çünkü kapitalizmin oluması için özel mülkiyet olmazsa olmazlardandır. Sultanın, Allah adına yeryüzündeki hakimiyeti, mülkün Allah’ın olmasından dolayı sultandan sorulmaktadır ve sultan, Allah adına yaptıı ilerde bir meruluk aramaz (Dikme, 2012: 294-296). Ona göre günah olan/haram olan ya da helal olan/günah olamayan söz konusudur. Fakat batıya bakıldıı takdirde, Anderson’cu bir ifadeyle belirtirsek, cemaatlerin uluslatıı dönemde hayali söylemler her zaman var olmutur. Ulusun hayal edilmi bir cemaat olduunu ifade eden Benedict Anderson, özellikle Dou toplumlarının ifade edili biçimlerini ortaya koymutur. Ulus öncelikle hayal edilmelidir. Fakat bu hayal edilme, batının modernleme çabalarının bir sonucudur. Anderson, ulus ile alakalı üç nitelendirme yapmıtır; ulus sınırlı, egemen ve cemaat olarak hayal edilmektedir (Anderson, 2014: 20-21). Anderson’a göre ulus belli sınırları olan bir topluluktur; kendi yaadıı yerde egemen bir halde bulunmaktadır ve cemaatvari bir yapı göstermektedir. Bu hayali cemaatlerin varlık sebepleri, bir millet oluturma çabasıdır. Böylece batılı devletler, istedikleri biçimde hayal edilmi cemaatleri ulus olarak kabul edecek, daha da önemlisi ulus ina edebileceklerdir. Anderson’a göre özellikle matbaanın icadı, kilisenin elindeki eserlerin çoaltılması, kapitalist gelime süreci ve Latincenin hakim dil olmaktan çıkması ulus devletin geliimindeki en önemli etkenlerdir. Böylece batı, modernleme balamında yeniden bir toplumsal ina süreci balatabilir, bu sürecin sonu ise ulus-devlettir. Çünkü modernite, milletlerin oraya çıkmasını salayan gerekli artların hepsini içinde barındırmakta ve beslemektedir (Alakel, 2011: 4). Ulus ve milliyetçilik konusunda önemli bir yere sahip olan Gellner ise ulusu, iki biçimde tanımlamaktadır. lk tanımı kültüreldir; iki insan ancak aynı kültürü paylaırsa aynı ulustan olabilir. kinci olarak ise iradi bir tanımlama yapar; buna göre ise iki insan ancak birbirini tanıyorsa aynı ulusun bireyleri kabul edilebilir (Gelner, 2008: 71). O halde biz Gellner’in ulus ile alakalı ifadelerine baktıımızda, metodunun tümevarımcı olduunu söyleyebiliriz. Ulus, toplu bir yapılanmayı iaret etmektedir, bu anlamda ulusu oluturan bireylerdir. Bireylerin zihni yapılarının olumasında Foucault’cu anlamda bir üst söylem aracılıı ile ulus anlayıının etkili olduu söylenebilir. Fakat ulus tekil bireylerden olumaktadır. Ulusun bu anlamlarının dıında bir siyaset ve devlet ile birlikte anılmalarını salayacak bir tanımlaması da vardır. Ulus aynı zamanda devlet oluturma isteine sahip olan duygularla bütünleen bir topluluk olarak da anılmaktadır. Bu tanımlamalara bakıldıı takdir de ulus ile bir arada olma, bir arada yaam ve devlet oluturma fikri etrafında birletiini görmekteyiz. Tabi bir de ulus ile millet arasındaki ilikiye deinmek gerekecektir, çünkü millet olma ulus olmadan önce gelen bir ifade biçimidir. Millet kelimesinin tarihsel açıdan geçmii epey eskilere dayanmaktayken ulus kelimesi modern dönemin bir yansıması olarak karımıza çıkmaktadır. Hobsbawm’cı anlamda milletlerin oluumu milliyetçilie balıdır, yani Anderson’cu bir yaklaım benimsenir ama ulus böyle bir doru çizmez, Gellner’e yaklaarak önce ulus ina edilir sonrasında ise ulusçuluk fikirleri benimsenir (Hobsbawm, 1992: 24). Modernlemenin millet kavramına olan yansımalarının ulus biçiminde ortaya çıkıı aynı zamanda modernleme din ilikisini de farklılatırmıtır. Berkes, Modernleme sürecinde din ve gelenein kural koyucu, dokunulmaz ve yön verici ayrıcalıına karı çıkarak, modernleme ve gelenek arasında uzlama arayan yaklaımları da eletirmitir. Berkes’e göre modernleme ikilik kabul etmez. Birbirinden oldukça farklı insan ve toplum anlayıları bulunan geleneksel ve modern kurumlar gerçekte büyük bir iç-çatıma potansiyeli taımaktadırlar. Herhangi bir toplum ya moderndir, ya da gelenekseldir. Gelenei ve modern kurumsal yapılanmayı yan yana tutup uzlatırmaya çalımak, toplumun uygarlama sürecini durduracak, o toplumu olduundan da geriye götürecektir (Topses, 2011: 46). Fakat Osmanlı’da böylesine bir ey söz konusu olamayacaktır. Çünkü Osmanlı devletinin yapısı, sultanın en güçlü olduu dönemlerde ancak böyle izah edilebilir. Ancak Osmanlı klasik döneminde bir millet sisteminin varlıından söz edilemez. Osmanlı devleti özelinde düündüümüzde karımıza sultan ve tebaa diyalektiinin çıktıını görebiliriz. Sultan, mutlak güçtür, yönettikleri sultanın kuludur, çünkü sultan, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi veya temsilcisidir. Ve ümmeti yönetmek sultanın görevidir (nalcık, 2003; 67). Dolayısıyla, hiç kimsenin sultan karısında konuma hakkı mevcut deildir. Hatta biraz abartarak söylemek gerekirse, sultana bakmak için abdestli olması gerekmektedir. Weberci manada ifade edersek, sultan karısında özel mülkiyetin herhangi bir biçimde olması söz konusu dahi deildir, çünkü her özel mülkiyet söylemi, sultanın otoritesini tehdit edecek bir nitelie sahip olacaktır (Sunar, 2012: 77). Millet-i Hakime Düüncesi Sultan’ın ana rolü bu aamada millet-i hakime olan Müslümanlara öncülük yapmak ve Tanrı’nın gölgesi olma statüsünü devam ettirmektir. Çünkü bu dönemde millet-i hakime Müslümanlardır (Güner, 1997: 25) Hikmet Özdemir’in de, “Azınlıklar çin Bir Osmanlı Klasii” metninde deindii gibi, devlet kontrolüyle ileyen bir millet sistemi, stanbul fethinden sonra kilise örgütlenmelerinde Ortodokslara, içilerinde ve dini konularda geni özerlik verilmesiyle ve bunun devlet tarafından yapılandırılmasıyla olmutur (Özdemir, 1999: 227). lber Ortaylı, Osmanlı içerisinde genel olarak kabul gören dört farklı millete vurgu yapar. Bunlar; Müslüman milleti, Rum Milleti, Ermeni Milleti ve Yahudi Milleti’dir. Burada Müslüman milleti, “Millet-i Hakime”dir (nalcık, 2002: 218). Ancak Osmanlı mparatorluunda milleti hakime Sünni Müslümanlardan oluurdu. Baka bir ifadede ise Osmanlı Devleti bünyesinde yaayan gayrimüslim azınlıkların; millet-i mahkûme (egemenlik altına alınan millet) veya zimmî (zimmet altında bulunan) olarak tanımlandıı belirtilir (Ercan, 2006: 7). Devlet sınırları içerisinde, Hanedan tarafından tanınmı dört milleti (Milel-i Erbaa) - Müslüman Milleti, Ermeni Milleti, Rum Milleti ve Yahudi Milletini - kapsayan bir yönetim sistemi mevcuttur (Firindiolu, 2009: 52). Bu yapı içerisinde kukusuz Müslüman Milleti ‘Millet-i Hâkime’ olarak isimlendirilirken, resmi anlamda Rum milletinden sonra üçüncü sırada gelen Ermeni Milleti ise ‘Millet-i Sâdıka’ olarak nitelendirilmekte idi. Her ne kadar, gayrimüslimler Millet-i Hakime’nin altında ikinci sınıf vatanda olarak kabul görseler de, her türlü din, dil ve etnik kökenli haklar (dilini örenmek-kullanmak-öretmek, dinsel özgürlükler, vb.) belli istisnalar dıında devlet güvencesi altında idi ve serbestti (Alver, 2013: 229). Bundan da anlaıldıı üzere Osmanlı millet sistemi din ve mezhep üzerine ina edilmitir. Sonraki süreçte Batının etkisi ve deiimleri, millet sistemini yeniden revize ederek dönütürecek bu da millet-i hakime’nin içeriinin yeniden ekillenmesini gerektirecektir. Osmanlı devletindeki bu ekillenmenin batı kaynaklı olacaı kesin bir biçimde kabul görmütü, çünkü XIX. Yüzyılda Osmanlı Devleti eski ihtiamını kaybetmi, askerî gücünden uzaklamı, siyasi ve idarî birçok sorunla karı karıya kalmıtı. Osmanlı’nın son dönemlerinde, bata ordu olmak üzere devlet içindeki birçok kurum gücünü kaybetmi, çözülemeyen pek çok problem, Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye’yigünden güne zayıflatmıtı fakat yine de Osmanlılar “millet-i kaviye” olarak anılmaya devam etmekteydi (Benlisoy, 2014: 42). Dolayısıyla, padiahın mutlak egemenlii ve yabancı hakimiyetine karı ulusal egemenlik talepleri yükseltilmeye balanmı, bu, o güne kadar “zımni” sayılan gayrimüslim tebaa için kendi ulusal devletlerini kurma, “millet-i hakime” olan Müslüman-Türkler için ise merutiyet olarak formüle edilmitir (Ortaylı, 1981). II. Mahmut ile balayıp Tanzimat dönemi ile devam eden bu süreç, çadalama ve devletin temelini etkileyen deiiklikler yönüyle daha önceki süreçlerden farklılık arz etmekteydi. Bu dönem, özellikle devlet birimleri arasında çatımanın ve aırı bocalamaların kendini hissettirdii önemli bir zaman dilimidir. Cemaatten ferde, ümmetten millet anlayıına geçiin en etkili olduu, önemli bir deiim ve dönüüm projesiydi. Bu dönemde, Devlet-i Aliye, siyasi ve askerî birçok sorununun yanında ilk kez sosyal sorunlarla da yüzlemek zorunda kalmı, devletin sınırları içinde yaayan gayrimüslim unsurlar sosyal alandaki ikâyetlerini siyasi taleplerle birletirerek devlete karı isyan etmeye balamılardır. Osmanlı’nın, batılı güçler karısında bata askerî olmak üzere ekonomik ve siyasî bakımdan gerileyip etki gücünü kaybetmesi, Avrupa devletlerinin Osmanlı sınırları içinde yaayan gayrimüslim unsurlara sıklıkla müdahale etmesine imkan tanımıtır. Egemenlik haklarına gölge düüren bu durum karısında Osmanlı devlet adamları, isminden de anlaılacaı gibi “Tanzimat” yani ‘düzenlemeler’, ile birlikte Hıristiyan azınlıkların hukuki statüsünde köklü deiiklikler yapmak zorunda kalmılardır. Batılı devletler ve kendi tebaası huzurunda 1839'da ilan edilen bu ferman ile, Osmanlı yönetim felsefesine önemli deiiklikler getirilmi, Müslim ve gayrimüslimlerin mal, namus ve can güvenceleri ile vatandalık hak ve ödevleri bakımından, pratikte belli bir ölçünün ötesinde hayata geçirilemese de eitlik ilkesi kabul edilerek, ikinci sınıf vatandalık uygulaması son bulmutur (Korkmaz, 2014: 15). Osmanlı Devlet ideolojisinde, XIX. yüzyıla kadar slam dünyasının liderliini, birlik ve beraberliini temsil eden bir zihniyet hâkimken, Tanzimat Fermanı’nın ilanı ile birlikte, bu anlayı büyük oranda deimitir (Ülken, 1994: 76).Demokratikletirici Tanzimat ile birlikte ulus oluumlarının ortaya çıkıı Osmanlı merkezi otoritesinin on yedinci yüzyıl ortalarından itibaren güç kaybetmesine kout olarak Avrupa müdahalesinin ve yerel otoritelerinin güçlenmelerini salamıtır (Akça, 2007: 61). Bu olumsuzlua karın “Osmanlı Milleti” ya da “Osmanlıcılık” fikri, iç ve dı artların zorlaması neticesinde devletin ömrünü uzatacak bir proje olarak görülmeye balanmıtı (Türköne, 1989: 39). Bu balamda, etnik unsurların uluslama sürecine engel olunması, bu ulusların Osmanlı kimlii etrafında ortak bir gayede buluturulması ve bu ortaklıın, toplumun bütün katmanlarına yayılması hedefleniyordu. Yani mekan ve zaman balamında Osmanlıcılık uygulanabilirlii olan tek program olarak görülür. Osmanlıcılık ve slamcılık Arasında Millet-i Hakime Tanzimatçılar, ıslah edilmi devletleri için bir millet yaratmak amacıyla Osmanlıcılıı savunmulardır (Karpat, 2013: 506). Çünkü milliyetçilik ve ulus-devlet fikrinin zamanla etkili olmaya balaması ile millet-i hâkimeanlayıının yerine 19. yüzyılda Osmanlıcılık projesi gündeme gelmitir (Karaosmanolu, 2008: 2-3). Millet sistemini oluturan cemaatler de yerini ekalliyetlere bırakır. Bu anlamda ‘ekalliyet’ tabiri cemaate dayalı pre-modern bir kimlik politikasının geçerli olduu bir dönemden ziyade, (o dönem için) ‘modern’ olana, ulus-devlete ve vatandalık haklarına gönderme yapar. Böylece, Tanzimat döneminin ideolojik anlamda yansıması olan “Osmanlılık” devletin üç rüknüne zarar gelmeyecek ekilde, Osmanlı gelenei ve slam ideolojisinin bir bilekesi olarak yapılanmıtır. Osmanlılık, devletin yapısal dönüümünün, reformların ve deien dı koulların bir ürünüdür. mparatorluk tebaasının hukuk eitliine dayanan Osmanlı birlii siyaseti, Tanzimat devrinin en önemli cephesini ortaya koymaktadır. Bu siyaset, Gülhane Hattı’ndan sonra 1856 Islahat Fermanı’nın aırlık noktasını tekil edecek ve nihayet 1876 Kanuni Esasi’sinde “Devlet-i Osmaniye tabiiyetinde bulunan efradın cümlesine hangi din ve mezhepten olurlarsa olsunlar bila istisna Osmanlı tabir olunur.” maddesinde kesin ifadesini bulacaktır (nalcık, 1996: 358). Hatta Avrupa’nın baskıları baladıı zaman Osmanlılık yanlıları daha da güçlenmi (Berkes, 2014: 34), böylece Osmanlı vatandalıı kurmaya çalıılır (Giray, 2009: 65). Devletin varlıını ve bütünlüü topyekün korumayı hedefleyen bir kimlik olarak Osmanlılık muhafazakâr bir eilime sahiptir, ancak ilk siyasi kimlik olarak bütün tebaaya, din balamında ekillenen millet sistemini bozan eit yasal haklar vermesi nedeniyle de oldukça yenilikçi olduu ileri sürülebilir. Nitekim, Fransız devrimi ile dünya gündemine dahil olan ulus ve ulusçuluk kavram ve akımları, milliyetçilik söylemleri, özel mülkiyet hakları ve özgürlük söylemleri modern batının dıında en çok imparatorlukları tehdit etmeye balamıtır. Yukarıda ifade ettiimiz düünürlerin görülerine bakıldıı takdirde, bir imparatorluun ayakta kalabilmesi ancak ve ancak millet olmakla, ulus olmamakla mümkün görünmektedir. Kapitalizmin geliimi ve ideolojik anlamda yaanan dönüümler, imparatorluk içinde yaayan çeitli milletler için oldukça cezp edici özelliklere sahiptir. Osmanlı devleti de böylesine çeitlilie sahip olan bir imparatorluktur. Sultanların güçlü olduu dönemlerde, Osmanlı devleti içinde yaayan herkes padiahın kulu sayılırken, Osmanlının son dönemlerinde kul olan toplum, millet olarak ifade edilmeye balanmıtır. Fransız devriminin yıkıcı etkisini önleyebilmek adına tebaa yerine Osmanlı kimlii ön plana çıkarılmıtır. Böylelikle yönetici olan padiah, Allah adına devam ettirdii yönetme biçimini Fransız devriminin etkisiyle Osmanlıcılıa devretmitir. Fransız devriminin ortaya çıkardıı milliyetçilik akımı, Osmanlı devletine Osmanlıcılık olarak yansımıtır. Bu, dünyevi ve milli bir söylemin yansımasıdır. Çünkü Osmanlıcılık demek, belli bir ırktan gelmekle e tutulurken aynı zamanda batıdaki ırkı akımların, dou topraklarına atıldıı ilk tohum olarak kabul edilebilir. Osmanlıcılık bir anlamda, milliyetçilik düüncesine paralel, Batılıların milliyetçilik propagandalarını engellemeye yönelik bir çaba olarak da algılanabilir (Demir, 2011: 334). Her ne kadar Osmanlıcılık, bütün devleti bir arada tutan tutkal görevi görmekte ise de artık batının milliyetçi çabalarının, Osmanlıcılık içinde olacaı açıktır. Bu dönemde Osmanlı kimliini taıyanlar her zaman milleti yönetmeye kadir olanlardır, bu kiiler u an için hakim olan milletin bir parçası konumundadırlar. Osmanlıcılık adı altında yaayan milletler halkası, aynı zamanda Müslüman bir kimlie de sahiptirler ve dolayısıyla gayrimüslimlerden her zaman daha üstün bir konumdadırlar. Fakat Tanzimat reformları Osmanlı milletleri arasında ve batıda farklı yankılar uyandırmıtır. Batı ülkelerinde ve Osmanlı Hıristiyan tebaası arasında Tanzimat’ın ilanı kutlamalara varan bir memnuniyet duygusu ile karılanmıtır (Akça, 2007: 63). Dolayısıyla devlet, yapısal temelini tehdit eden bu deiimlere bütün Osmanlı devleti vatandalarını hak ve sorumluluklar balamında eitleyen Osmanlıcılık düüncesi etrafında ekillenen reform çabalarıyla karılık vermitir (Mardin, 1997: 12-13). Bu durum için Tanzimatçıların Osmanlıcılıının, geleneksel millet sisteminin çözülme sürecinde doan boluu doldurmak için ‘acil eylem planı’ niteliinde olduu ileri sürülebilir. Özkan’a göre: “Tanzimat’ın resmi doktrini, Birinci Dünya Savaı’na kadar sürecek olan Osmanlıcılık, millet sisteminin dini tabakalatırılması yerine, “ehl-i islam ve millet-i saire” arasında eitlik temelinde “millet-i hakime” anlayıına en azından söylem düzeyinde son vermekteydi (Özkan, 2013: 72).” Tanzimatla birlikte tebaadan vatandalıa geçi süreci balamı (Üstel, 2001: 166) ve Osmanlılık bir kimlik kollektivitesinin önemli bir yansıması olarak karımıza çıkmıtır: “Bu kıkırtmaların sonucu olarak ortaya çıkan milliyet isyanları ve belirginleen hürriyet isteklerine tepki olarak Osmanlıcılık fikri, mparatorlukta milliyetleri birletirmeyi hedef almıtır. Hedefe giderken de sistem olarak beraberinde yenilikçi fikirleri de getiren Merutiyet idaresini seçmilerdir. Genç Osmanlılar Cemiyetimin bu yoldaki çalımaları sonucu, II. Abdülhamid'in tahta çıkıı ile bilindii gibi Kanun-u Esasi ilân edilip parlamento kurulmu ve I. Merutiyet ilân edilmitir. Kurulan Merutiyet idaresi ile cemaatlerin kendi aralarındaki mezhep ileri dıında ırk, din, mezhep farkı olmayan Osmanlı Vatandaı kavramı yaratılmak istenmitir. Din ve mezhep ileri dıında denilmitir zira Müslümanlar için olan er'i Mahkemeler elbette ki Gayr-i Müslim Tebaaya hitap etmemitir. Zaten batan beri Gayr-i Müslim tebaa kendi aralarındaki hukukî meselelerini cemaatleri içinde çözmülerdir. Burada problem, Müslimler ve Gayr-i Müslimler arasındaki hukukî anlamazlıkların çözümlenmesidir. Bu sorun zaten daha sonra 1878 Berlin Anlamasının 62. maddesi ile, hem de devletlerarası olarak "ayin ve mezhep serbestliinin mutlak ekilde devam edeceini, din ve mezhep deiikliinin hiç kimse için dier haklarda bir deiiklik yaratmayacaını, herkesin din ve mezhebe bakılmadan mahkemelerde ahitlik edebileceini, Osmanlı ülkesindeki konsolosların, dinî kuruluları ve hayratı resmen korumak hakları olacaı eklinde açıklıa kavuturmutur. Böylece ortaya Osmanlı Milleti kavramı çıkarılmıtır (Karaca, 1991: 540).” Bu ifadelere bakıldıı takdirde Osmanlıcılıın, 1856’dan sonra ortaya çıkan ve milleti hakimiye olan Müslümanlıın yeterli olmadıı durumda açıı kapatmaya çalıan bir ideolojik söylem olduu ileri sürülebilir. Müslümanlar ile gayri Müslimler arasında eitlik yaratmayı ve siyasi birlii ortak Osmanlı yurttaına oturtmayı amaçlayan bu kavram milleti hakime döneminde üstün olan padiah, tebaasını devletin yurttaları haline getirdi ve dini inancı devletin bir zorunluluu olmaktan çıkararak, kiisel bir sorun olarak lanse etmenin önünü açtı. Teorik olarak Osmanlıcılık ile amaçlanan otoriteyi ahsiletirerek kurumlara ilevsellik kazandırmaktı, böylece de padiahın otoritesi tehlike altına giriyordu. Bu tanımlama, okumu ama nüfuz salayamamı gayrimüslimlerin önünü açmı ve onların siyasi nüfuzunu arttırmıtır. Aaı sınıflar arasında yükselen yeni elit tabaka modern okullarda eitim gördükçe dinlerini Avrupa ile temel baları olarak görmeye balamılardır. Böylece kendilerini efendileri karısında üstün konumda hissetme olanaı bulmulardır: “Osmanlıdaki Hıristiyanların çounluu, Osmanlıcılıı, devletin Osmanlı niteliini korumayı ve Müslümanların davasını savunmayı amaçlayan bir ideoloji olarak görüyordu. Ve gerçekten de Osmanlıcılıın kaderi en büyük dini ve etnik grupla –yani Müslümanlarla- ve nihai olarak da Jön Türklerin son yıllarındaki Türklerle özdelemek oldu (Karpat, 2013: 14-15).” Dolayısıyla 19. yüzyılın Osmanlı devlet adamları, Osmanlıcılık biçiminde bir tür imparatorluk hayal etmeye balamılardır. Tanzimat’ın en canlı döneminde görünüte dinler üstü nitelikte olmakla birlikte Osmanlıcılık dönüüme urayacak ve II. Abdülhamid döneminde daha slami ve milli bir nitelik kazanacaktır (Deringil, 2002: 59). Berkes’e göre Tanzimat’ın önemli bir sonucu olan Osmanlılık ideolojisi ya da kimlii, toprak, ulus birimi ve sınıf gelimesi gibi ulusal ekonomi kalkınmasında art olan direklerden yoksun bir egemenlik olduundan Avrupa devletlerinin destei olmadan ayakta duramayacak bir gölge egemenlik olmutur (Berkes, 2014: 247; 254). Avrupa’daki devrimler ve kapitalist sistemin hızla dünya pazarını ele geçirmeye balaması sonuç olarak Osmanlı devleti içinde yaayan gayrimüslimleri daha da ayrıcalıklı konuma getirmitir. Dolayısıyla bu sınıflar ekonomik anlamda oldukça güçlü yapılanmalara sahip olmaya balamılardır. Gayri Müslimlerin ekonomik açıdan güçlenmeleri, Avrupa devletlerinin, Osmanlı devleti üzerindeki baskısını arttırmıtır. Aynı zamanda erif Mardin’in “Tanzimat Fermanı’nın Manası: Yeni Bir zah Denemesi” makalesi, bu dönemde Avrupa’daki gelimelerin gerek iktisadi gerek ideolojik gelimelerin Osmanlı aydınının fikirlerini de etkilediine ve bu durumun Tanzimat fermanına yansıdıına dikkat çekecektir (Mardin 2014: 147-165). Nitekim Osmanlı devleti Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı gibi batılı söylemleri içinde barındıran daha özgürlükçü söylemler gelitirmilerdir. Fakat bu söylemler ya da fermanlar, gayrimüslimlere ciddi haklar tanımılardır. Öyle ki, 1839 Tanzimat fermanıyla hükümdarın mutlak olan yetkisi hükümet karısında kısıtlanmı, aynı zamanda Müslim ve gayrimüslimin can, mal ve namus güvenlii ile de Müslim ve gayrimüslim ayrımı yapılmadan reaya üzerinde eri hukuk uygulamaları ile merkezi yönetim yasalarının uygulandıı bürokrasi arasında eitlik tesis edilmitir. Öte taraftan 1856 Islahat fermanıyla da halkın her alanda eitlii tesis edilerek gayrimüslimlerin ilave vergi vermeleri, mahkemelerde ahitlik yapamamaları devlet görevlerine kabul edilmemeleri ortadan kaldırarak eitliin salanmı olduunu belirten Berkes bununla beraber, gayrimüslimlerin vilayet, belediye meclislerinde ve ruhanilerle beraber cemaat meclislerinde temsilci olarak katılmalarıyla gayrimüslim cemaatlerde uluslamanın ve laiklemenin birlikte balamı olduuna deinecektir. Devamında 1856 ıslahat fermanının Hıristiyanlar için yayınlanmı bir belge olmanın yanında Müslüman halka bir anayasa vermedii gibi Hıristiyan halkın anayasal gelimesinin balangıcı olduunu ve ulusal baımsızlık isteklerinin bir manifestosu olduunu belirtecektir (Berkes, 2014: 216-218). Bu durum toplumsal tepkileri de beraberinde getirecektir. Nitekim, “Tanzimat’ın Uygulanması ve Sosyal Tepkiler” metninde Halil nalcık, Osmanlının hiyerarik yapısında, hakim olan Müslüman tabakası ile ayrıcalıklara sahip olan zengin ve ulema sınıfı Hristiyanların, imtiyazlıklarına helal getirecek Tanzimat’ın eitlikçi söylemi, bu imtiyaz sahiplerinin tahrikleri ile 1841’de Ni isyanı ve 1850’de Vidin isyanına neden olduunu belirtmitir (nalcık, 1964: 171- 195). Berkes de, Tanzimat’a karı ilk siyasal tepkinin, bu reformların batı devletlerin baskısı ile yapılması, bu reformların Müslüman halka yarar salamamasının yarattıı tepki olduunu ve buna ulusçuluk (Türkçülük) tepkisi demekten çok eriatçılık (Müslümanlık) tepkisi demek gerektiini vurgulamıtır (Berkes, 2014: 271). Yani Tanzimat’ın ilanıyla esasında “millet-i hakime” özelliini korumak güdüsüyle Müslüman ahalinin gayrimüslimlere verilen haklardan holanmamalarına neden olmutur. Osmanlıcılık, birletirici niyetiyle tam bir tezat halinde, bölgecilik, etnik bilinç ve grup çıkarı gibi çeitli merkezkaç etkileri harekete geçirmitir. Bu kimlik parçalanması Osmanlıcılıın içine sinmi bireyselci bir felsefeden olduu kadar etnik ve bölgesel bilincin uyanmasına yol açan kültürel, sosyal ve idari deiikliklerden kaynaklanmıtır (Karpat, 2013: 810). Hatta II. Abdülhamid’in Osmanlıcılık-slamcılık ideolojisine uygun olarak Hıristiyanları, Osmanlı vatandalarıyla birlikte yüceltmesi tepkilere neden olmutur. Bunu Yahudilere göstermesi daha da fazla kızgınlıı ortaya çıkarmıtır. Türk milliyetçiliinin douu da böylesine bir devamlılıkta, evrensel Osmancılık ve slamcılıktan spesifik etnik Türklük ve Türkçülüe kadar ilerleyen kimlik eklentilerinin çeitli safhalarında ba gösteren çok yüzlü bir süreçtir. Bu süreç ayrıca devletin önceden belirlenmemi, bir hedefe yönelik olarak kimlik oluum sürecini yönlendirmekteki çabalarının ürünü de sayılabilir (Karpat, 2013: 16). Milleti hakime olan Müslümanlıktan, Osmanlıcılıa ve slamcılıa geçi sürecinin sonunda, Osmanlı ve slami tarihsel kimlikler ve deneyimler bilinç alanına getirilmi ve Türklük etiketi altında içselletirilmitir (Karpat, 2013: 17). Bunu kendi tarzıyla ele alan Ahmet nsel ise Radikal’de yazmı olduu “Hakim Millet Refleksinden Irkçılıa” yazısında durumu öyle vurgulamıtır: Tanzimatçılar, yeni bir Osmanlı milleti oluturmak için yüzyılların gelenei teba ve reaya (Müslim ve gayrimüslim ahali) arasındaki farkları kaldırırken, sadece Hıristiyan Avrupa’nın gözüne girmeye çalımılardır. Görünüte çok demokratça olan bu hareket aslında Müslüman ahaliyi gayrimüslimlerin tasallutu altına düürmülerdir. Ahmet Cevdet Paa, Tanzimat fermanından sonra “babalarımızın ve dedelerimizin kanlarıyla kazanılmı olan mukaddes haklarımızı bugün kaybettik. slam milleti hakim iken, böyle bir mukaddes haktan mahrum kaldı (nsel, 2007a) demitir. Benzer ekilde M. ükrü Haniolu, Sabah gazetesinde yazdıı “Milet-i Hakime’siz Toplum Tasavvuru” yazısıyla Tanzimat ve Islahat fermanının oluturduu eitlik temeline dayalı ve hiyerarisiz bir toplum tasavvurunun iki temel soruna yol açacaını öyle dile getirmektedir: Asırlar süren hiyerarik iliki öylesine içselletirilmiti ki, yasal dönüümlere karın fiili varlıını sürdürüyor ve uygulama yazılı olmayan bir hakimiyet paradigması çerçevesinde gerçekleiyordu. Ancak daha büyük sorun daha eitlikçi olacaı varsayılan yeni nesillerin milliyetçilik çaının ürünü olan deiik bir hiyerarik ve yeni bir “millet-i hakime” yaratmasıydı. Bu din temelli bir millet-i hakime’nin yerini etnik temelli bir Türk milleti hakimesinin almasıyla neticelendi (Haniolu, 2012). Böylelikle bir dönem tutkal görevi gören Osmanlıcık kimlii geri planda bırakılmı, azınlıklar kendi ulusal adları dorultusunda anılmaya balanmıladır. Fakat modernlemenin getirdii yenilikler kendini azınlıkların ortaya güçlü bir ekilde çıkmasının ardından yeniden göstermitir. Çünkü Osmanlıcılık kimlii, yerini Türklük kavramına bırakmıtır. Osmanlı vatandaı olmak ayrıcalıklı bir konum kazandırmasına kazandırmıtır ama Türk olmayan hiç kimse yönetme hakkına sahip deildir. Öte yandan her yönüyle bir hikmeti hükümet ii olan 1876 Kanun-i Esasi’nin ilanı yine ancak farklı bir bakıla Cemil Oktay’ın hakim millet okumasını “ “Hum” Zamirinin Serencamı” yazısında görmek mümkündür. Nitekim Kanun-i Esasi’nin ilanından sonra oluturulacak anayasanın taraflarının kim olacaı tartımasını yapan Cemil Oktay’a göre, Ali mran Suresinde geçen “Hum” kavramından yalnızca Müslümanları sınırlandırmak ya da “Hum”dan dinsel cemaati ne olursa olsun bütün ahaliyi anlamak zihniyet farklılıklarına göre belirlenen deiik yorumlar söz konusudur. te Kanuni Esasi muhaliflerinin zihniyetlerini ekillendiren ey, medeniyet dairesi dendiinde Hıristiyan alemi, Hıristiyan alemi de dendiinde Balkan ayaklanmaları olduu için Müslüman olmayanlara imparatorluk merkezinde yönetime katılma yolunu açan siyasete muhaliftiler. Bu yüzden “Hum”a gayrimüslim ahali dahil edilmiyordu. Dolayısıyla Kanuni Esasi’ye muhalif olmak, hikmeti hükümeti belirleyen olaydır (Oktay, 1991: 39-54). Nitekim hakim olan Müslümanların yönetimine balı hiyerarik cemaatsel alandır. Bu noktada Halil nalcık “Tanzimat Nedir” balıklı metininde konuyla alakalı unları vurgulayacaktır: Osmanlı tüm bu olaylardan sonra toprak bütünlüünü salamak için özellikle bu süreçte Rusya’nın Tersane Konferansında Balkanlardaki ayrılı ve özerklik isteklerinin ortadan kaldırılması için II Abdülhamid “Kanuni Esasiye”yi ilan ederek Osmanlılık fikrini ön planda tutmutur. (Berkes Osmanlı devletine çada bir yasal birlik amacıyla balayan Kanuni Esasicilik akımını slam eriatına dayalı, batılılamaya karı, ulusal doua aykırı bir dönem olarak ele alır.) Fakat bu durum Rusya’nın Avrupa isteklerinin yani Bosna Hersek ve Bulgaristan’ın baımsız olmasına engel olunamamıtır. II. Merutiyetle Osmanlıcılık fikrini yine devam ettirmilerdir. Ancak burada iki fikir ortaya çıkmıtır. Biri ttihat ve Terakki’nin öne sürdüü merkeziyetçi bir Osmanlıcılık fikri iken dieri ahrarın, federal yapıda oluan Osmanlıcılık düüncesiydi. Fakat bu fikirler balkan harbinden sonra Osmanlılık fikri yerini Türkçülüe bırakacaktır (nalcık, 2014: 237-267). Türkçülük, o dönemde yaayan çeitli milletlerin, kapitalist sistem ile birlikte uluslamaları karısında bir üst kimlik olarak kendisini merulatırmı, böylece önceki dönemlerde Müslümanlık ve benzeri kavramların total içerii, Türk kavramına dahil edilmitir. Sonraki dönemde sürekli bir batı hayranlıına kapılacak olan Osmanlı devleti, Mardin’ci anlamda merkeze entegre olma derdine girecektir. Çevre’nin (Batı’ya ait olmayanın), merkeze (Batı’ya) olan merakı, tüm yukarıda söylenenler açısından, artık Osmanlı devleti bir arada kalabilmek adına söylem biçimi olarak Türkçülüü bir kurtulu yolu olarak görecektir. Osmanlıcılık/slamcılık ve Türkçülük Arasında Millet-i Hakime Osmanlı Devleti'nde Merutiyet'in kurulması, yani imparatorluun meruti bir monariye dönümesi, 1839'dan sonra ortaya çıkan düüncelerin ve bu düünceler dorultusunda verilen bir mücadelenin ürünü olarak ortaya çıkmıtır. Tanzimat, Osmanlı tarihi geliimi içinde, yeni bir politikanın balangıcıdır. Cins ve mezhep ayrılıı ortadan kaldırılarak, hukuksal eitlik yardımıyla, devletin içinde yaayan ve ayrılma eilimi içinde olan gayrimüslim topluluu devletin içinde tutabilmek için gelitirilen bir önlemdir. 1839 Gülhane Hatt-ı Hümayunu'ndan sonra gelen 1856 Islahat Fermanı ile balayan süreç, 1876 yılında anayasalı bir meruti rejim ile devam etmitir. Tanzimat döneminde devletin resmi ideolojisini oluturan Osmanlıcılık, bu dönem aydınlarının sahip çıktıı, gerileme ve daılma sorunsalına çözüm olabilecek bir ilkedir. Tanzimat ile beraber, Osmanlı Devleti'nin temel referansı olan dinsel hukuk (eriat)un yerini, -kiiler arası ve devletle kiiler arasındaki ilikileri düzenlemede- laik bir hukuk anlayıı almıtır (Cin, 1992: 11-32). Bu anlayı, idari anlamda da kendini göstermi ve kamusal alandaki düzenlemelerde Batı kaynaklı ilkeler öne çıkmı, din adamlarının (Ulema) yönetim üzerindeki etkisi azalmıtır. Dinsel bürokrasinin kamu yönetiminde etkinliinin azalması, zaten yozlamı olan bürokratik kadroların yetki ve çıkar kaybına uramaları da, bu grupların Tanzimat karısında tavır almaları sonucunu dourmutur. Dier yandan ekonomik güçlükler altında ezilen halk kitlelerinin refahında ve gelir bölüümünde bir yenilik getirmeyen reformlar, geleneksel yaam tarzını sürdüren bu kitle ile Batılı, modern yaam tarzını temsil eden ve görece yüksek bir gelir düzeyine sahip elit sınıf arasındaki uçurumu da geniletmi, bu ayrılık cumhuriyet ve sonrasına kadar uzanan süreç içinde, geleneksel-modern ve merkez çevre gerilimi biçiminde canlılıını korumutur. Osmanlıcılık projesi, devletin devamını salamak adına, Müslüman olamayanlarında içinde dâhil olacaı bir yönetim biçimiyle devletin devamını salamak amacı taırken; Türkçülük bu amacın, devam etmesini salayan ama yönetenler içinde hakim olan milletin Türk olduunu ortaya koyan bir ilevsel özellik görmütür. Türkçülüün bu ilevsel özellii yukarıdaki gerilimin de azalmasına vesile olmutur. Osmanlı devletinde birçok millet vardır ama hâkim millet, Türklerdir. Millet-i Hakime olan Türkler, belli bir süre sonra kırılmalar yaayacaktır. Çünkü II Abdülhamid, Türkçülük politikasıyla devam etmenin zor olduunu farkına varacak ve halifeliin verdii gücü de kullanarak Pan-slamizm yaklaımını benimsemitir. Sultan Abdulhamid’in kısmen merak sebebi ve kısmen de Halife olarak tüm dünya Müslümanlarının durumu ile ilgilenmesi, sömürgelerinde binlerce Müslüman nüfus barındıran ngiltere, Fransa ve Rusya’yı padiah tarafından Pan-slamizm politikası güdüldüü iddiasında bulunmaya sevk etmitir. Nitekim Berkes bu dönemi ele alırken, II. Abdülhamid idaresini bir taraftan istibdat olarak nitelendirilirken dier taraftan bu rejimin bazı artlarının zorunlu sonucu olduunu belirtmitir. Bu artlar ise unlardır; ilk olarak slam dünyasının büyük bir kısmının Avrupa devletlerinin egemenlii altında bulunuyor olmasının sonucu olarak, birçok Müslüman ülkenin çareyi Osmanlı halifesinde ve slam birliinde aramaya balaması durumudur. kinci olarak ise Avrupa ile Osmanlı ilikisinin deimesi örnein ngiliz devleti için Osmanlı’nın eski önemini yitirmesidir. Bu süreçte asıl güç sultan ve halife olarak padiahın etrafında toplandı (Berkes, 2014: 341-344). Öyle ki II Abdülhamid, slamcı söylemlerle bir Türk- slam sentezi oluturmaya çalımı, sadece Türkleri deil bütün Müslümanları, Batı’ya karı birlemeye davet etmitir. Lakin slamcılık artık bir ideoloji haline gelmitir. Böylece Allah adına benimsenen slam anlayıı, insan aklı aracılıı ile bir sistem aygıtı haline getirilmi ve ideolojik anlamda bir kurtulu reçetesi olarak sunulmutur. II Abdülhamid’in temel amacı, Araplar da dâhil olmak üzere bütün Müslümanları, Osmanlı devleti altında tutabilmek ve devletin devamlılıını salamaktadır. Nitekim Mardin, II. Abdülhamid öncesi gelien slamcılık hareketini, Avrupa’da ortaya çıkan Pan hareketlere bir tepki olarak deerlendirmitir (Mardin, 2014: 93-94). Ancak Mardin’den farklı olan Berkes göre ise II. Abdülhamid’in Pan-slamcılıı, ne PanSlavizme karı bir politika ne bütün dünya Müslümanlarını birletirmek gibi bir hayaldir. Realist bir politikacı olan II. Abdülhamid’in Pan-slamcılıı, Arap eyhlerine, mehdilere, Mısır hidivlerine, Mısır, Suriye ve Yemen’deki Arap ayrılıkçı akımlarına karı bir Pan-slamcılıktır (Berkes, 2014: 364). Fakat II. Merutiyet ile birlikte bu çabanın önü kesilmi, böylece II. Abdülhamid, Türkletirme politikalarının, uluslama mevzusu yüzünden etkisizletirilerek, köesine çekilmitir. II. Abdülhamid’in köesine çekilmesi Türkçülük akımını savunanları daha da perçinlemitir. Hatta birçok aratırmacı Türklerin, devleti Osmanlıcılık ve slamcılık aracılııyla ıslah etmeye çalııp da bunda baarılı olamayınca bu iki ideolojiyi de bir kenara atıp milliyetçilii benimsediklerini ileri sürerler. Aslında tam tersine bu kavramların tümü bir etkileim halindedirler. Osmanlıcılık ve slamcılık, Türkçülüü beslemi ve onun tarafından emilmitir (Karpat, 2013: 526). Yine de gayrimüslimlerin, Müslümanlara karı güçlenmeleri bir güvensizlik ortamı yaratmı ve ayrılıkçı ulusal akımlar karısında Osmanlıcılık ve slamcılık akımlarının gerilemesi ve toprak kayıplarıyla çok milletli imparatorluk yapısının ortadan kalkacaına dair inanç Türklerin sosyo-kültürel deerleri etrafında oluturulacak ulusal bütünleme ve düünce çabalarını güçlendirmitir (Tazegül, 2005: 94-95). II. Abdülhamid yönetimine muhalefetleri ile bilinen ttihat ve Terakki Cemiyeti “ttihadiAnasir” politikasıyla bütün unsurların birlii öngörülmesine karın burada yeni bir “Milet-i hakime” anlayıını kendisiyle beraber ortaya çıkarmıtır. Buda Türklere hakim millet statüsü kazandırmaktır. Öyle ki erif Mardin Sabah gazetesinde yazmı olduu metinde bu konu öyle ele alacaktır: “ttihat ve Terakki Cemiyeti’nin tarihi, bir anlamda bu yeni “millet-i hakime”nin ideolojisinin oluturulmasının tarihidir. Cemiyetin gelitirdii milliyetçilik, “unsur-i asli” olarak nitelendirdii Türklere “hâkim millet” statüsü bahederken imparatorluun dier unsurlarıyla bu etnik grup arasında hiyerarik bir iliki öngörüyordu. Hüseyin Cahid Yalçın, Hürriyet ilanı sonrasında kaleme aldıı “Millet-i Hâkime” makalesiyle imparatorluk unsurlarının Türklerden korkmalarını gerektiren bir ey olmadıı, ancak Türkleri içten samimiyetlerine inandırmalarını gerektiini vurgulayarak “ne denilirse denilsin, memleket de millet-i hakime Türklerdir ve Türkler olacaktır” vurgusunu yapmıtır (Haniolu, 2012). Hüseyin Cahit otuzaltı yıl sonra Tanin gazetesinde bu makalesinin yazılı gerekçesine deinirken ikinci merutiyetin ilanından sonra mecliste gayrimüslimlerin birlemeleri neticesinde Türk unsurundan mutlak çounluu elde edecekleri endiesi ittihadı anasırı amaçlayan Osmanlıcılıın çökmesine neden olduunu belirtecektir. Fakat II. Abdülhamid, Türkçülük adına da bo durmamı, özellikle eitim faaliyetlerine önem vermitir. Galatasaray Sultanisi’nde Türkçe ders ve Türk öretmenlerin sayılarını arttırmıtır. Galatasaray Sultanisi müdürü Ali Suavi ise bir Türkçü’dür ve Kuran ile Ezan’ın Türkçeletirilmesini önermitir (Mee, 2006: 121). II. Abdülhamid döneminde devletin resmi dilinin Türkçe olarak benimsenmesi, yaygınlaan eitim kurumları ve büyük ölçüde devlet denetimindeki basın, slamcılıkla çelime pahasına Türkçe’nin sadelemesine ve yaygınlamasına hizmet etmitir (Sadolu, 2002: 83). Ayrıca Deringil, Osmanlıların “dil ve milliyetçi mayalanma” arasındaki baıntıyı çok iyi anlamı olduklarını ifade etmektedir. Nitekim ulusçuluk çaında çok uluslu imparatorluun çözülmesini önlemek amacıyla farklı unsurları bir araya getirmenin en birincil yolu olarak dil birliine (tevhid-i lisan) önem vermitir. Bu durumun dikkat çeken göstergelerinden biri de Türkçe öretimin 1894 yılında gayrimüslim okullarında zorunlu hale getirilmesidir. II. Abdülhamid döneminde Osmanlıcılık politikası hala imparatorluun ihyası çabasında bir kurtulu yolu olarak sürdürülürken Müslümanlık ve Türklük e anlamlı kullanılmaya balanmı ve iç içe geçmitir. Fakat özellikle II. Meruiyetten sonra milleti hakime’deki vurgu farklılamaya balamıtır. kinci Merutiyetin ilanıyla gelinen özgürlük ortamında gayrimüslimlerin benimseyecei hareket tarzının imparatorluun gelecei açısından büyük önem taıdıını belirten Hüseyin Cahit, bu dönemde dı politikada karılaılacak muhtemel sorunları bu konuya endeksli görmektedir. Gelinen yeni dönemde artlar ne olursa olsun “milleti hâkime”yi yalnızca Türklerin oluturması gerektiini vurgulayan yazar bu ortamda Türklerin bütün teb’alar için “hürriyet-i tâmme” bahetmelerini, kendi varlıklarını tehlikeye düürecek bir gelime olarak görmütür (Yetim, 2008: 79). Türk parlamentosunda Müslüman unsurun çounluunu istemek Türklerin en doal hakları olduunu belirten yazar, yeni parlamentoda Müslüman üyelerin sayıca az çıkmaları durumunda bunun merutiyet idaresinin sonu demek olacaını belirtmitir. Hatta çıkabilecek bu tür bir sonuç, Türkler için ehven-i er kabul edilecek olan istibdat idaresine yeniden dönüü gündeme getirecektir. Hüseyin Cahit, topluluun daılmasından sonra dil konularına aırlık vermi, hep halkın anlayacaı bir dil kurma yolunda çaba sarf etmitir. Türkçenin kaderini Türk devletinin kaderiyle birlikte gören yazar, Türkçenin varlıını ortaya koymak için baımsızlıını kazanması gerektiini düünüyordu: “Siyasal alandaki kapitülasyonlar dilimizde de vardı. Türk devleti siyasal baımsızlıına sahip olmadıı gibi Türk dili de ulusal baımsızlıından yoksun bulunuyordu. Çünkü Türkçenin içinde yabancı dillerin yasaları yürüyordu. Türkçemiz adını bile yitirmiti. Okullarda bize Kavaid-i Osmaniye (Osmanlıca Kurallar) okutuyorlardı. Ortada Türkçe yoktu, Osmanlıca vardı ve buna ‘Arapça, Farsça ve Türkçeden oluan’ bir dil deniyordu. te bu akıma karı içimde güçlü bir tepki uyanmıtı. Baımsız bir Türkçenin varlıını ortaya koymak ve Türkçe örenmek yolunda ayrıca Arapça ve Farsçayı örenme zorunluluuna son vermek gerekiyordu (Kerimolu, 2005: 106).” Gökalp’e göre ne ırki, ne kavmi, ne de corafi Türkçülük vardır (Tokluolu, 2013: 127). O, Türk kültürünü bir dou medeniyeti olarak gördüü Osmanlı’dan ayırmaya çalımıtır. Fakat Türk kültürünün önemli bir öesi olarak gördüü dini ise Dou medeniyeti olarak görmemitir. Akçura’da, 1904’te Kahire’deki “Türk” adlı gazetede yayınlanan “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı makalesinde, Osmanlıcılık, slamcılık ve Türkçülüü pratik ilevleri yani devlet ve toplum açısından taıdıı yararları ve zararları tartıtıktan sonra, Osmanlıcılıın zaten bitmi bir ideoloji olduunu belirterek, Müslümanlık ve Türklük siyasetlerinden hangisi Osmanlı Devleti için daha yararlı ve tatbiki uygundur diye sorarak tezine noktayı koymutur (Akçura, 1976: 36). Ona göre Osmanlıcılık siyasetini izlemek imkânsızdır (Duran, 2011: 99). Osmanlıcılıın sun’i bir devlet icadı olduunu ileri süren Akçura’ya göre (Karpat, 2013: 631) çözüm Türk kavramında yatmaktadır. Karpat’a göre Akçura, Osmanlı Türklerini, bütün dünyadaki Türkleri kucaklayan bir siyasi Türk milletinin parçası olarak görmütür; Türk milliyetçileri, düman deil, dinin kendisidir. Bu balamda Karpat’a göre Türk milletini önceki tarihinden koparmaya çalıan Gökalp ve Akçura (Karpat, 2013: 569), Milleti Hakimiye’yi Türklük ile tanımlamılardır. Hatta Akçura Osmanlıcılıı savunanları eletirerek bu akımın devlet içerisinde birlii salayamayacaını dile getirmitir (Duran, 2011: 100). Özellikle 1912-13 Balkanların geri kalan kısımlarında kaybının etkisi Akçura’nın etnik milliyetçilik tezinin rabet görmesini salamıtır (Karpat, 2013: 637). Bu noktada yine Karpat’a göre Gökalp, Osmanlı düzeninin, bir yandan köylerinde etnik ve kültürlerini bir biçimde muhafaza etmi Türkleri baskı altında tutuunu ve kalkınmalarını engellediini belirtir öte taraftan Osmanlıcılıı ve slamcılıı (slam’ı deil) Türklerin kültürlerini yok etmek için kullanılan bir araç olarak belirtmitir. Devlet ve millete hizmet etmekten çıktıı için Osmanlıcılıı ve slamcılıı reddeden Yusuf Akçura ise millet ve milliyetçiliin 20. yüzyılın evrensel ideolojisi olduunu ve orta sınıflara kök saldıına inanmı ve bu sınıfın gerekirse devlet tarafından yaratılmasını ve milletin iyilii için çalımasını istemitir. Köprülü ise Anadolu toplumunun ve kozmopolitliini suçlamakla beraber erken Osmanlı devletinin Türklüünü kabul etmitir. Ancak son yüzyılın politik rejimi dıında Osmanlı olan hemen her eyin Türk olduunu hatta Rumeli ve Anadolu’daki slam’ında Türk damgasını taıdıını iddia etmitir (Karpat, 2013: 672-673). Yine Karpat’a göre, Ahmet Hamdi ve Namık Kemal, bu dönem Türkçe’nin sadeletirilmesi için oldukça youn çaba harcamılardır. Örnein, kalem kelimesinin Arapça yazılıı sadece “k,l,m” iken Türkçe de bu kelimeye ünlü harfler ilave etmek gerekecektir. Namık Kemal, brahim inasi ve Ahmet Hamdi gibi isimler, konuma Türkçesi’ne uygun bir dil ve alfabe icat etme çabasında olmulardır (Karpat, 2013: 577-579). Öte taraftan, Berkes 1908 devriminin getirdii yeni koullar altında üç düünce ortaya çıktıını, bunların; ilk olarak, siyasi parti kurulması olayının ortaya çıkması ikinci olarak, Türk ulusu sezgisinin douu üçüncü olarak ise, genç subayların padiaha ubudiyet ve sadakat eitimiyle yetitirilen eski tip komutanlardan farklı olarak padiah-halife otoritesine balılık ile Türk halkına balılık arasında bir seçme yapma durumuna gelmeleri olduunu belirtmitir (Berkes, 2014: 393). Benzer olarak, Ahmet nsel “Milleti Hâkimeden Milletin Egemenliine Gidi Türkiye’de Gerçekleiyor mu?” konulu Ankara Barosu Felsefe Kulübü 4. Felsefe Konferansı toplantısında unları ifade etmitir: Osmanlılar milleti hâkimenin karısında milleti mahkûme tabiri yerine sair milletler yani dier milletler tabirini kullanıyorlardı. ttihat Terakki’nin 1908 devrimi öncesi ve sonrasında özellikle 1912’ye kadar müttefiki olan Tanak Partisi ile yakınlık devam etmitir. Fakat daha sonra devletin yeni yöneticilerinde devleti gayrimüslimler ele geçirecek ve milleti hakime devletsiz kalacak endiesiyle bazen etnik olan Türkler tabiri kullanılırken bazen etnik olmayan Sünni Müslümanlar kastedilerek hakim millet özelliklerini koruma yolunu seçmilerdir (nsel, 2007b). II. Merutiyet döneminden itibaren Gökalp’in kültürel temelli yaklaımıyla, Akçura’nın etnik temelli Türkçülük yaklaımları arasında gidip gelen “millet-i hâkime” düüncesindeki devlet inası ile ulus inası anlayıları arasındaki bulanıklık, Cumhuriyet’in kurulu sürecinde, Öün’ün ifadesiyle Mustafa Kemal Atatürk tarafından, “GordiyonDüümü’ün (Yetim, 2008: 84) kesilmesi suretiyle aılmıtır. Bu süreç yaklaık 1923’te M. Kemal’in ortaya çıkarak, Türk ulusu üzerinden yaptıı batılı dönüüme kadar devam etmi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla slamcı akımlar tamamen bitmitir. Sonuç Yerine Osmanlı Devleti’nde millet kavramı zaman içerisinde yeni anlamlar kazanmı olsa da Osmanlı devleti, 1908’in öncesinden balayarak 1918’e kadar huzur bulamamıtır. Batı tarafından dayatılanlar ve dünyaya entegre olmak için atılan adımlar, Osmanlı’yı oldukça zor durumda bırakmıtır. Özellikle aydın kesim artık Osmanlıcılık ve slamcılık ülküsünün bir öneminin kalmadıını, Anadolu’ya ve Anadolu Türklerine sahip olunmasını, bu sebeple ulusçuluun ayaı kaldırılması gerektiini düünmeye balamıtır. Tanzimat’tan beri ince ince ilenerek gelen Türklük ite bu dönemde edebiyatın, tarihin, filolojinin konusu olmaktan çıkıp, bir milletin ya da devletin siyasal kimlii olma özelliine dönümütür. Fransız devrimi ile balayan sürecin, Osmanlı devletinde Müslümanlık ile birlikte anılan millet-i hakimiyeye etkisinin olumsuz olduu; Osmanlıcılık ve slamcılıın tesirini kaybetmesiyle (Ça, 2011: 83) imparatorluk parçalanmasın diye Türkletirme/Türkçülük fikrinin benimsendiini; gayrimüslimlerin özellikle Tanzimat ile birlikte etkinliklerini salayarak dinlerini ve kimliklerini deitirmeden yönetime dahil olabildiklerini; lakin gayrimüslimlerin azınlık olarak kaldıkları bu zaman diliminde yönetici sınıfın milleti hakime olarak Türkçülüü benimsedii ve Türklerin, devlet içindeki milletlerin hepsine hakim olduunu ifade edebiliriz. Osmanlıcılık, slamcılık ve Türkçülüün birer siyasal kimlik olarak içeriklerini ve argümanlarını tahlil ettiimizde, bunların bir sehpanın ayakları gibi ayrıksı bir durua sahip olmadıkları görebiliriz. Bu ayaklardan ilki, farklı dini etnik ve kültürel unsurları Osmanlı çatı kimliinde buluturma amacında olan Osmanlıcılık akımıdır. kinci akım ise, asr-ı saadet nostaljisinde 1980’lere kadar kullanılacak olan slamcılıktır. 20. yüzyılın balarında buna Türkçülük de eklenecektir (nceolu, 2009: 11). Aralarındaki ortak noktalar öyle izah edilebilir ki aslında bu da onların genel karakteristikleri olarak gösterilebilir: Türkiye’de modernleme sürecinde ortaya çıkan ve modernlemeyi etkileyen düünce akımları, siyasal bir tez öne sürmeleri nedeniyle siyasal bir kimlik hüviyetine sahiptirler; siyasal kimliklerin oluumunda sabit bir teori ile ortaya çıkılmamı, onlar, çaın deien koulları dorultusunda zaman ve mekan balamında ekillenmilerdir. “Devlet nasıl kurtulur ya da Millet-i Hakime yeniden nasıl tanımlanabilir” sorularına verilen cevaplar dorultusunda savunmacı bir tepkiyle ortaya çıkmılardır; Osmanlı modernlemesinin de genel karakteristiini belirleyen, Osmanlı devlet ve toplum yapısı, siyasal kimlikler ve hâkim olan milletin üzerinde olutukları bir zemin olarak belirleyicisi olmutur. Her kimliin içerisinde hem muhafazakâr hem de yenilikçi denilebilecek unsurlar mevcuttur. Bu nedenle kimlikler arasında ikili ve üçlü sentezlere izin verebilecek geçiler söz konusu olabilir. Türkçü-slamcı, Türkçü-Batıcı, slamcı-Batıcı ve Türkçü-slamcıBatıcı sentezler en iyi örneklerdir. Bu sentezlerin Millet-i Hakime’ye yansıması ise aamalı yansımıtır. Metnin balangıcından itibaren görüldüü gibi Müslümanlık ile balayan millet-i hakime söylemi, Batı’daki gelimelerin Osmanlı’ya yansıması ve Tanzimat sonucu bir tepki olarak ortaya çıkan Osmanlıcılık ve slamcılık ile birlikte ilerlemi ve iki kavram arasında gidip gelmitir. Birinci Dünya Savaı ve Balkan Savaları sonrasında ise kurtarıcı bir sosyo-kültürel politika olarak düünülen Türkçü çizgiye doru kaydıını söylemek daha doru olacaktır. KAYNAKÇA AKÇA, Gürsoy (2007). “Osmanlı Millet Sisteminin Dönüümü”, Dou Anadolu Bölgesel Aratırmaları Dergisi, Cilt: 6, S. 1, s. 57-68. AKÇURA, Yusuf (1976). Üç Tarz-ı Siyaset, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. ALAKEL, Murat (2011). “lk Dönem Cumhuriyet Türkiye’si Ulus nası Sürecinde Milliyetçilik ve Sivil-Etnik kilemine Dair Teorik Tartımalar”, Akademik Bakı, S. 9, s. 1-30. ALVER, Ahmet (2013). “Ahmet Mithat’ın Mesâil-i Mulka Romanındaki Gayrimüslim Karakterlerin Analizi”, TurkishStudies, Volume 8/1, Winter, s, 722-733. ANDERSON, Benedict (2014). Hayali, Cemaatler, çev: skender Savaır, stanbul: Metis Yayınları. BENLSOY, Stefo (2014). “Müsavat-I Sahih ve Vatan-ı Umumî Arayıında Osmanlı Rumları ve ark Meselesi”, Toplumsal Tarih, S. 250, s. 38-45. BERKES, Niyazi (1997). Teokrasi ve Laiklik, stanbul: Adam Yayınları. BERKES, Niyazi (2014). Türkiye’de Çadalama, stanbul: Yapı Kredi Yayınları. CN, Halil (1992). “Tanzimat Döneminde Osmanlı Hukuku ve Yargılama Usulleri”, 150. Yılında Tanzimat, Haz. Hakkı Dursun Yıldız, Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları, s.11-32. ÇA, Galip (2011). “II. Merutiyet Döneminde Türkçülük Yansımaları: Mehmet Tevfik (Bilge) Bey’in “Manastır Vilayetinin Tarihçesi” Adlı Eseri”, Tarih Okulu, S. 10, s. 73-85. DEMR, erif (2011). “Tanzimat Döneminde Bir Devlet Politikası Olarak Osmanlıcılık”,Selçuk Üniversitesi, Türkiyat Aratırmaları Dergisi, S.29, s. 331-348. DERNGL, Selim (2002). ktidarın Sembolleri ve deoloji: II. Abdülhamid Dönemi (1876-1909), stanbul: Doan Kitap. DKME, Hüseyin (2012). “Osmanlı’da Halkla likiler: Sultan Abdülaziz Dönem Örnei”, Uluslararası Sosyal Aratırmalar Dergisi, Cilt: 5, S.21, s. 293-305. DURAN, Murat (2011). “Türk Milliyetçiliinin Manifesto Yazarı: Yusuf Akçura”, 21. Yüzyıl, Aralık, S.36, s. 97-104. ERCAN, Yavuz (2006). “Türkiye’de Azınlık Sorununun Kökeni (Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Gayrimüslimler)”, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Aratırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, S. 20, s. 1-15. ERYLMAZ, Bilal (1999). “Osmanlı Devletinde Farklılıklara Ve Hogörüye Kavramsal Bir Yaklaım”, Osmanlı, Yeni Türkiye Yayınları, Cilt.4, s.25-50. FRDNOLU, Nilgün (2009). “Geleneksel Halk Tiyatrosunda Gayrimüslimlerin Temsili”, Tiyatro Aratırmaları Dergisi, S.27/1, s. 51-60. GELLNER, Ernest (2008). Uluslar ve Ulusçuluk, çev: Büra Ersanlı, G. Göksu Özdoan, stanbul: Hil Yayınları. GRAY, Emine, N. (2009). Türk Milletinin Aydınlanmasında Bir Entelektüel Olarak Mustafa Kemal Atatürk, Yayınlanmamı Yüksek Lisans Tezi, stanbul: Yedi Tepe Üniversitesi Atatürk lkeleri ve nkılâp Tarihi Enstitüsü. GÜNER, Abdünnasır (1997). “Merutiyetten Cumhuriyete slamcılık Düüncesi”, Köprü, S. 59-60, s. 17-30. GÖKALP, Ziya (1981). “Millet Nedir”, Makaleler VIII, Ankara: Kültür Bakanlıı Yayınları, s. 151-165. HANOLU, M. ükrü (2012). “Milet-i Hakime’siz Toplum Tasavvuru”, Sabah Gazetesi, 08/01/2012. HOBSBAWM, Eric, J. (1992). 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik, çev: O. Akınhay, stanbul: Ayrıntı Yayınları. NALCIK, Halil (1964). “Tanzimat’ın Uygulanması ve Sosyal Tepkileri”, Belleten, C. XXVII, S.109-112, TTK Ankara, s. 623-690. NALCIK, Halil (1996). Osmanlı mparatorluu Toplum ve Ekonomi, stanbul: Eren Yayınları. NALCIK, Halil (2003). Osmanlı mparatorluu Klasik Ça, çev: Ruen Sezer, 2. Baskı, stanbul: Yapı Kredi Yayınları. NALCIK, Halil (2014). “Tanzimat Nedir?”, web: http://afakkulubu.org/wp-content/uploads/2014/11/Halil-%C4%B0nalc%C4%B1k- %E2%80%9CTanzimat-Nedir% E2%80%9D-Dil-ve-Tarih-Co%C4%9Frafya-Fak% C 3%BCltesi-Dergisi-Ankara-1941-sy.-1-s.-237-263.pdf, Alıntı Tarihi: 20.01.2015. NCEOLU, Efecan (2009). Türkiye’de Siyasal slamcılıın Evrimi, Yayınlanmamı Yüksek Lisans Tezi, Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. NSEL, Ahmet (2007a). “Milleti Hâkimeden Milletin Egemenliine Gidi Türkiye’de Gerçekleiyor mu?”, Ankara Barosu Felsefe Kulübü 4. Felsefe Konferansı, 26 Mayıs 2007. NSEL, Ahmet (2007b). “Hakim Millet Refleksinden Irkçılıa”, Radikal Gazetesi, 04/02/2007. KARAOSMANOLU, Kerem (2008). “Türkiye’de ‘Azınlıklar’ ve Komplo Zihniyeti”, Liberal Düünce,lkbahar, Yıl: 13, S. 50, s. 139-159. KARPAT, Kemal H. (2013). slam’ın Siyasallaması, stanbul: Tima Yayınları. KEDOURE, Elie (2012). “Milliyetçilik ve Self-Determinasyon”, Milletler ve Milliyetçilik, s. 109-128, der: Mümtaz’erTürköne, stanbul: Etkileim Yayınları. KERMOLU, Caner (2008). “Hüseyin Cahit Yalçın (1875-1957)’in Dil le lgili Görüleri”, ÇTTAD, VII/16-17, Bahar-Güz, s. 103-117. KORKMAZ, Ramazan (2004). “Yeni Türk Edebiyatına Giri”, Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı, ed: Ramazan Korkmaz, stanbul: Grafiker Yayınları. KURTARAN, Uur (2011). “Osmanlı mparatorluunda Millet Sistemi”, Kafkas Üniversitesi SBED, Sonbahar, S. 8, s. 59-60. KÜÇÜK, Cevdet (2006). “Osmanlı Devletinde Millet Sistemi ve Tanzimat”, Tanzimat, Ed: Halil nalcık-Mehmet Seyitdanlıou, Ankara: Phoenix Yayınları, s. 375-377. LVANELOLU, Ömer, A. (1998). “Millet ve Milliyetçilik Kavramları Üzerine”, Ankara Barosu Dergisi, S. 3, s. 41-60. MEE, lknur (2006). Ulus Devlet Olma yolunda Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türk Siyasal Kimlikleri ve Modernleme, Yayınlanmamı Yüksek Lisans Tezi, Ankara: Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü. OKTAY, Cemil (1991). Hum Zamirinin Serancamı, Kanun-u Esasi lanına Muhalefet Üzerine Bir Deneme, stanbul: Balam Yayınları. ORTAYLI, lber (1981). kinci Abdülhamid Döneminde Osmanlı mparatorluunda Alman Nüfuzu, Ankara: A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları. ORTAYLI, lber (2002). “Osmanlı mparatorluu’nda Millet Sistemi”, Türkler, C. X, s. 216-220, Ankara. ÖZDEMR, Hikmet (1999). “Azınlıklar çin Bir Osmanlı Klasii: 1453 stanbul Sözlemesi”, Osmanlı, C. IV, Ankara, , s. 220-230 SADOLU, Hüseyin (2002). Uluslama Sürecinde Türk Dil Politikaları, Yayınlanmı Doktora Tezi, stanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. SUNAR, Lütfi (2012). Marx ve Weber’de Dou Toplumları, stanbul: Ayrıntı Yayınları. ENTOP, Mustafa (2003). “Osmanlı Millet Sistemi: Mit ve Gerçek”, Divan lmi Aratırmalar Dergisi, S. 2, s. 233-238. ERF Mardin, (2014). “Tanzimat Fermanı’nın Manası: Yeni Bir zah Denemesi”, Tanzimat Deiim Sürecinde Osmanlı mparatorluu, Der: Halil nalcık-Mehmet Seyitdanlıolu, stanbul: Türkiye Bankası Yayınları, s,147-165. TAZEGÜL, Murat (2005). Modernleme Sürecinde Türkiye, stanbul: Babil Yayınları. TOKLUOLU, Ceylan (2013) “Ziya Gökalp ve Türkçülük”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt: 68, No. 3, s. 113-139. TOPSES, Mehmet Devrim (2011). Niyazi Berkes’in Sosyoloji Anlayıı, Ankara: Anı Yayıncılık. TÜRKÖNE, Mümtazer (1989). “Tanzimat’ta Millet Fikrinin Douu”, Türkiye Günlüü, S.8, s. 36-41. ÜLKEN, Hilmi Ziya (1994). Türkiye’de Çada Düünce Tarihi, Bankası stanbul: Kültür Yayınları. YAKIT, smail (2005). “Millet Kavramı ve slamiyet”, Türk Dünyası Tarih Kültür Dergisi, Türk dünyası Aratırmaları Vakfı Yayınları, S.225, s. 59-60; YETM, Fatih (2008). “II. Merutiyet Döneminde Türkçülüe Geçite Kapsayıcı Formül: “Millet-i Hâkime” Düüncesi ve Etkileri”, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Aralık, Sayı: 18, s. 71-84. YÜKSEL, Mehmet (2002). “Modernleme balamında Hukuk ve Etil likisine Sosyolojik Bir Bakı”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt: 57, S. 1, s.178-195
.TRAKYA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ ANABİLİM DALI YÜKSEK LİSANS TEZİ TÜRKİYE’DE MİLLİYETÇİ SAĞIN KURUMSALLAŞMASI VE MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ’NİN EVRİMİ SEVİNÇ EREN TEZ DANIŞMANI DOÇ. DR. CEMİLE ARIKOĞLU ÜNDÜCÜ EDİRNE 2019 I Tezin Adı: Türkiye’de Milliyetçi Sağın Kurumsallaşması ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin Evrimi Hazırlayan: Sevinç EREN ÖZET Milliyetçilik akımı doğuşundan itibaren, dünyada ve Türk toprakları üzerinde birçok alanı etkisi altına almıştır. Osmanlı Devleti döneminde, milliyetçiliğin içselleştirilmesi hemen olmamıştır. Cumhuriyet döneminde ise, aksine devlet milliyetçi bir temel üzerine inşa edilmiştir. Tezde, milliyetçilik ve Türkiye’deki yansımaları detaylı bir şekilde incelenmiştir. Tezin merkezine milliyetçilikle beraber milliyetçi sağ alınmıştır. Milliyetçi Hareket Partisi (MHP), milliyetçi sağın güçlü bir partisi olması dolayısıyla çalışma konusu olarak tercih edilmiştir. Milliyetçilik alanında yapılan çalışmalardan yararlanılarak ortaya çıkan tez, yazarın alana karşı duyduğu merakın ürünüdür. Milliyetçilik, siyasetin sağ yelpazesi ve MHP hakkındaki bilgi yetersizliği yazarı bu konu üzerinde araştırma yapmaya itmiştir. Çalışma boyunca milliyetçiliğin doğuşu, yayılması ve bugünlere gelene kadar geçirdiği süre içinde etkisini yitirmediği görülmüştür. Türkiye’de milliyetçiliğin çeşitli evrelerden geçtiği, değişime uğradığı olmuştur. Bu değişimde konjonktürün payı büyüktür. MHP milliyetçiliğinde başta Türkçülük hâkimdir. İlerleyen zamanda Türkçülükle beraber İslamcılık da parti söylemlerinde sıklıkla yer almaya başlamıştır. Günümüzde ikisi de partinin temel politikaları olarak kabul edilmektedir. Anahtar Kelimeler: Milliyetçilik, MHP, Türkçülük, Siyaset, Parti. II Name of Thesis: Institutionalization of Nationalist Right-wing in Turkey and Evolution of the Nationalist Movement Party Prepared by: Sevinç EREN ABSTRACT Since its birth, nationalism has influenced many areas in the world and on Turkish lands. The internalization of nationalism in the period of the Ottoman Empire didn’t take place immediately. Unlike that, in the Republican period the state was built on a nationalist basis. In this thesis, nationalism and its impact on Turkey was examined in detail. The focus of this thesis was on nationalism and ‘right-wing’ nationalist sight. Milliyetçi Hareket Partisi (MHP), Nationalist Movement Party, was chosen as the subject of this study because it was a strong right-wing party. This thesis, which emerged from the studies carried out in the field of nationalism, is the result of curiosity of the author. The lack of sufficient information about the nationalism, right-wing politics and the MHP led the researcher to investigate this issue. Throughout the study, it was observed that nationalism did not lose its influence during its birth, its spread and its time until its present. Nationalism in Turkey has passed through various stages and has been undergoing changes through the years. The conjuncture has a large share in these changes. Turkish nationalism is dominant in MHP’s national sight. In later times Islamism has also began to take part in party discourses along with Turkism. Both, Islamism and Turkism are now regarded as the basic policies of the party. Key Words: Nationalism, MHP, Turkism, Politics, Political Party. III ÖN SÖZ Milliyetçilik, ortaya çıktığından beri gerek dünyada gerekse Türk siyasetinde önemli bir yere sahip olmuştur. Türkiye’de siyasetin sağ yelpazesinde milliyetçilik kavramı hâkimdir. Bu kavrama da siyaset sahnesine Türk milliyetçiliğinin özümsenmesi ve yüceltilmesi ülküsüyle çıkan Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) hâkimdir. Türk siyasetinde ve Türk sağında önem arz eden bir konu olan milliyetçilik bu çalışmanın temelini oluşturmaktadır. Bu bağlamda milliyetçiliğin ortaya çıkışı, dünya üzerindeki ve özellikle Türk siyasetindeki etkisi ele alınmıştır. Türkiye’de milliyetçi sağ ve Türk milliyetçisi bir parti olarak MHP detaylı bir şekilde incelenmiştir. Amaç, milliyetçiliğin ve milliyetçi sağın Türkiye’deki gelişimini ortaya koymaktır. Çalışma, bütününde milliyetçiliği incelemesi ve detaylı bilgi vermesi açısından önemlidir. Özellikle MHP, her dönemde her yönüyle ele alınmıştır. Uzun bir süreci kapsayan konuya çalışmada yeterince yer verilmeye çalışılmıştır. Kaynakların analiz edilmesiyle ve yazarın kendi cümleleriyle meydana gelen tezde, bilimsel ve ahlaki kurallara uygun bir çalışma yürütülmüştür. Tezin yazımı aşamasında bazı sıkıntılarla da karşılaşılmıştır. En büyük sıkıntı, MHP’yi konu alarak detaylı bilgi veren kaynakların yetersizliği nedeniyle yaşanmıştır. Çalışma sırasında benden yardımını ve anlayışını esirgemeyen yüksek lisans tez danışmanım Doç. Dr. Cemile Arıkoğlu Ündücü’ye teşekkürü bir borç bilirim. Öte yandan tüm bu süreçte sabırla yanımda olan, maddi ve manevi destekte bulunan aileme ayrıca teşekkür ederim. IV İÇİNDEKİLER ÖZET…………………………………………………………………………………I ABSTRACT…………………………………………………………………………II ÖN SÖZ……………………………..……………………………………………...III İÇİNDEKİLER…………………….……………………………………………....IV KISALTMALAR…………………..………...…...…………………...………….VII GİRİŞ…………………….………………………………………………………......1 1. BÖLÜM: TEZİN YAPISI………………………………...…..……3 1.1. Analitik Yapı……………………...……….……………….………………..3 1.2. Yazın………………………………...……….………………………………8 1.3. Yöntem……………………………………………………………………....9 1.4. Kuramsal Çerçeve…………………………………………………………..10 2. BÖLÜM: MİLLİYETÇİLİK KAVRAMI VE OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ….….....12 2.1. Milliyetçilik Kavramı…………………..…...……………………………...12 2.1.1. Milliyetçiliğin Doğuşu ve Tarihi Gelişimi……….………………….13 2.1.2. Ulus-Devlet Kavramı…..……………………………………………15 2.2. Osmanlı Devleti’nde Milliyetçilik..……..………………………………….16 2.2.1. Osmanlı Devletinde Milliyetçilik Anlayışı ve Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri…………………………………………………...………….17 2.2.1.1. İmparatorlukça Benimsenen Fikir Akımları…………………23 2.2.1.2. Türk Milliyetçiliğinin Somut Görünüşü: Jön Türkler……….25 2.2.1.2.1. Jön Türklerin Ortaya Çıkış Süreci ve Faaliyetleri…...26 2.2.1.3. İdeoloji Olarak Türk Milliyetçiliğinin Kurumsallaşması: İttihat ve Terakki Cemiyeti…………………………………...…………30 2.2.1.3.1. Örgütlenme Biçimi ve Faaliyetleri...………………...32 2.2.2. Cumhuriyet Öncesi Dönemde Milliyetçi Dernekler ve Yayın Organları……………………………………………………………….36 V 3. BÖLÜM: CUMHURİYET DÖNEMİ MİLLİYETÇİLİK HAREKETLERİ………………………..…………………….…...38 3.1. Tek Parti Döneminde Milliyetçilik……….…………………….…………..38 3.1.1. Türk Milliyetçiliği ve Atatürk’ün Milliyetçilik Anlayışı…....………43 3.2. Çok Partili Hayata Geçiş Süreci ve 1944 Ülkücülük Davası………………46 3.2.1. Çok Partili Hayata Geçiş ve Milliyetçilik…………………………...50 3.2.2. Milliyetçi Hareketin Kurumsallaşması: Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi ve Ülkü Ocakları………………………………………….……53 4. BÖLÜM: MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ…...……...…….58 4.1. Partinin Doğuşu, Amacı ve İlkeleri……………………………….....……..58 4.2. 1970’li Yıllarda MHP ve Milliyetçilik……………………………………..60 4.2.1. 12 Mart Muhtırası……………………………………………………62 4.2.2. Milliyetçi Cephe Hükümetleri……………………………………….64 4.3. 1980 Darbesi ve Sonrasında Milliyetçi Hareket……...…………………….65 4.4. 1990’lı Yıllarda Milliyetçi Hareket………..……………….........................72 4.4.1. Ülkücü Harekette Ayrılma: Büyük Birlik Partisi……………………73 4.4.2. MÇP’den MHP’ye…………………………………………………..76 4.4.3. Kurucu Liderin Ölümü ve Bahçeli’li Yıllar…………………………78 4.5. 21. Yüzyıl Türkiye’sinde Milliyetçilik ve MHP……………………………81 SONUÇ………………………...…………………………………………………...89 KAYNAKÇA……………………………………………………………………….91 VI KISALTMALAR AB Avrupa Birliği AİHM Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi AKP Adalet ve Kalkınma Partisi, AK Parti ANAP Anavatan Partisi AP Adalet Partisi ATP Aydınlık Türkiye Partisi AYM Anayasa Mahkemesi BBP Büyük Birlik Partisi CGP Cumhuriyetçi Güven Partisi CHF Cumhuriyet Halk Fırkası CHP Cumhuriyet Halk Partisi CKMP Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi DP Demokrat Parti DSP Demokratik Sol Parti DYP Doğru Yol Partisi FETÖ Fethullahçı Terör Örgütü FP Fazilet Partisi HDP Halkların Demokratik Partisi IDP Islahatçı Demokrasi Partisi VII MC Milliyetçi Cephe MÇP Milliyetçi Çalışma Partisi MHP Milliyetçi Hareket Partisi MKP Milli Kalkınma Partisi MP Muhafazakâr Parti MSP Milli Selamet Partisi MTTB Milli Türk Talebe Birliği RP Refah Partisi SHP Sosyal Demokrat Halkçı Parti SP Saadet Partisi SSCB Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği TBMM Türkiye Büyük Millet Meclisi TSK Türk Silahlı Kuvvetleri YÖK Yüksek Öğretim Kurulu YTP Yeni Türkiye Partisi 1 GİRİŞ Milliyetçilik, bir milleti kendine özgü değerleri ile diğer milletlerden ayıran akımdır. Osmanlı Devleti çok uluslu yapısından dolayı, 1789 Fransız İhtilalinden sonra Avrupa’da hızla yayılan akımdan etkilenmiştir. Osmanlı Devleti’nin kurucu unsuru olan Türklerin bu akımdan etkilenmesi ise, diğer milletlere nazaran daha geç olmuştur. Türk milliyetçiliği, Jön Türkler ile ciddi anlamda ilk kez toplumsal hayatta kendine yer bulmuştur. Bundan sonra milliyetçilik hareketleri artmıştır. Özellikle Rusya ve Balkanlardan göç eden Müslüman Türkler, milli bilincin oluşmasında etkili olmuşlardır. Milliyetçilik mücadelesi, çeşitli dernekler ve yayın organları ile desteklenmiş; başta toplum, siyaset ve ekonomi olmak üzere hayatın hemen her alanında kendini göstermiştir. Uzun süren uğraşlar sonucunda milliyetçilik, toplumda kendine yer edinmiş ve devam eden süreçte milli bilinç giderek gelişmiştir. Türk milliyetçiliğinin siyasi boyutu her zaman var olmuştur. Milliyetçilik kavramı halk tarafından benimsense bile, bir devlet politikası haline gelmesi ve açıkça bir milleti diğerlerine üstün kılması cumhuriyet döneminde hayata geçirilmiştir. Jön Türkler ile başlayan, İttihat ve Terakki ile siyaset sahnesinde yerini alan milliyetçilik, Milliyetçi Hareket Partisi’ne (MHP) kadar doruğa ulaşmıştır. MHP Türk milliyetçiliğinin temsilcisi ve dahi merkezi konumundadır. Partinin doğuşundaki amaçlar ve izlediği politikalar milliyetçilik üzerine temellendirilmiştir. Zaman içinde değişen ülke ve dünya şartlarına göre parti de değişime uğramıştır. Öyle ki fikir ayrılıkları, anlaşmazlıklar, ayrılmalar yaşanmış ve parti bu gelişmelerden etkilenmiştir. Yine de milliyetçi kesimin tercih ettiği bir parti olarak, Türk siyasal hayatındaki yerini korumaktadır. Bu tezin amacı, milliyetçiliğin ortaya çıkışından başlayarak Türkiye’yi etkilemesini ve sonrasını ele almaktır. Bu bağlamda milliyetçi bir parti olarak MHP’nin ideolojisi, faaliyetleri ve zaman içinde ne tür yeniliklerle değiştiği incelenmiştir. Birinci bölümde tezin genel yapısı hakkında bilgi verilmiş, ikinci bölümde kavram olarak milliyetçilik ve Osmanlı Devleti’ndeki durumu ele alınmış, 2 üçüncü bölümde cumhuriyet döneminde milliyetçilik incelenirken dördüncü ve son bölümde ise, MHP kuruluşundan günümüze kadar detaylı bir şekilde ele alınmıştır. 3 1. BÖLÜM: TEZİN YAPISI Milliyetçilik kaynakları, doğuşu, gelişimi ile başlı başına bir inceleme konusudur. Avrupa topraklarında doğup yayılması ve Osmanlı Devleti bünyesindeki halkları etkilemesi uzun bir süreci kapsamamaktadır. Milliyetçiliğin farklı etnik kesimler arasında etkisini göstermesinin ardından, devlet de gereken önlemleri almıştır. Dengelerin değiştiği Osmanlı topraklarında, hâkim millet ve diğerleri arasında ortaya çıkan kutuplaşma, zaman içinde giderek derinleşmiştir. Devletin yıkılışına kadar birçok milliyetçi hareketle etkin bir şekilde mücadele edilmiş olsa da, Türk milliyetçiliği gerçek anlamda bir devlet politikası olarak hayata geçirilememiştir. Cumhuriyet dönemine kadar etkisini yitirmeden devam eden milliyetçilik, özellikle kurtuluş mücadelesi verilirken son derece etkili olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasının ardından, milli bir devlet olma yolunda adımlar atılmıştır. Bu dönemde ‘Türk’ ismi ön plana çıkmıştır. Daha sonra çok partili hayat döneminde kurumsal bir yapıya bürünen milliyetçilik, MHP’nin kurulması ile siyasete aktif bir şekilde dâhil olmuştur. Bu tezin konusu, Türkiye’de milliyetçiliğin siyasetin sağ yelpazesi ile nasıl özdeşleştirildiği ve MHP ile nasıl kurumsallaştığıdır. Bu yüzden milliyetçi sağ ve MHP mercek altına alınmıştır. Milliyetçilik ve özellikle sağ kesim hakkındaki merak, bu tezin ortaya çıkmasına neden olmuştur. 1.1. Analitik Yapı Bu tezin amacı, milliyetçiliğin Türkiye’de nasıl ortaya çıktığını, sağ kesimin akıma yaklaşımını ve MHP’nin nasıl milliyetçiliğin önderi konumuna geldiğini incelemektir. Milliyetçiliğin Türk topraklarına girmesinden, etkin bir Türk milliyetçiliğinin geniş bir faaliyet alanı bulmasına kadar geçen süreç ele alınmıştır. 4 Bu süreç içerisinde, milliyetçiliğin filizlenmesine ve güçlenmesine etki eden faktörler incelenmiştir. En nihayetinde MHP’nin günümüzde geldiği nokta ele alınmıştır. Tezin temel hipotezi, “Türk milliyetçiliği ve Türkiye’de milliyetçilik ne anlama gelmektedir?”, “Türkiye’de milliyetçilik olgusu sağ veya sol yelpazede konumlandırılabilecek midir? Milliyetçiliğin ve milliyetçilerin evrimi hangi faktörlerden etkilenmiştir ve etkilenmektedir? Bu durumun siyasal ve kurumsal alana yansıması ne biçimdedir?” sorularının cevabını aramaktır. Diğer bir ifadeyle “Türkiye’de milliyetçilik değişip dönüşmekte midir?” sorusuna cevap aranmaktadır. Bu hipoteze ulaşmak için kullanılabilecek temel araçlar, Türkiye’ye milliyetçilik akımının girişiyle başlayan tarihi süreç ve Türk milliyetçiliğinin siyasal anlamda ifadesini bulduğu MHP’dir. Milliyetçiliğin etkilendiği ve etkilediği alanlar açıklanarak, Türk siyasal hayatında ve MHP’de nasıl yer edindiği açıklanmıştır. MHP’nin milliyetçi bir parti olarak doğmasının sebep ve sonuçları incelenmiştir. Partinin Türkiye’de milliyetçiliği nasıl temsil ettiği ortaya konulmaya çalışılmıştır. Temel hipotezimizi kuvvetlendirebilecek diğer sorular ise; “Türkiye’ye milliyetçilik akımı ne zaman ve kimler aracılığıyla girmiştir?”, “Türkiye’de milliyetçilik akımı kitleleri nasıl etkilemiştir?”, “Milliyetçilik akımı yeni kurulan devletin niteliklerinden biri olarak siyasal alanı nasıl etkilemiştir?”, “Türkiye’de ortaya çıkan milliyetçilik ile Avrupa’daki milliyetçilik anlayışı farklı mıdır?”, “Türkiye’de milliyetçilik sağ yelpazeye ne zaman dâhil olmuştur?”, “Milliyetçilik sağ düşüncenin hangi unsurları ile uyuşur?”, “Yeni kurulan devletin tek parti yönetimi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) hangi milliyetçilik anlayışını benimsemiştir?”, “Türkiye’de farklı milliyetçilikler yapılmış mıdır?”, “Atatürk milliyetçiliği ile Türk milliyetçiliği arasındaki farklar nelerdir?”, “MHP’nin doğuşuna neden ihtiyaç duyulmuştur?”, “Türk milliyetçiliği anlayışını savunan bir parti neden doğmuştur?”, “MHP kuruluş ilkelerini her döneme taşıyabilmiş midir?”, “Parti içinde etkin ve belirleyici olan dinamikler nelerdir?”, “Partinin örgüt yapısı ve disiplin anlayışı hangi esaslar çerçevesinde belirlenir?”, “Parti ile seçmen tabanı 5 arasındaki ilişkiyi belirleyen unsurlar nelerdir?”, “Nasıl bir iletişim ve ilişki biçimi vardır?”, “MHP ve ülkücü tabanı konjonktürdeki değişme ve gelişmelerden ne derece etkilenmektedir?”, “MHP kitle ve eylem partisi olma ikilemini yaşamakta mıdır?”, “MHP’yi besleyen ve kökleşmesinde etkin unsurlar nelerdir?”, “Köklü bir gençlik yapılanması olan ve asıl işlevi partiye yönetici yetiştirmek olan Ülkü Ocakları’nın partide yeri ve önemi değişmiş midir?”, “MHP’nin 21. Yüzyılda geliştirmekte olduğu stratejileri nelerdir?”, “Partinin söylemleri ile politikası birbiriyle uyumlu mudur?”, “MHP, Türk milliyetçiliğini ne ölçüde temsil etmektedir?”. Yukarıdaki sorulara verilecek cevaplarla milliyetçilik olgusunun Türk topraklarında doğuşu ve gelişimi, Türk siyasal hayatına etkileri, milliyetçilik ve sağ kesim arasındaki ilişki, MHP’nin milliyetçilik akımının temsilcisi olmasını, partinin dünü, bugünü ve yarınıyla ilgili önemli noktalar ve benzeri konular ele alınmıştır. İzlenecek bir yol haritası oluşturularak, belirtilen amaçlar doğrultusunda çalışmaya şekil verilmiştir. Amacımız, milliyetçiliğin Türk siyasal hayatında ve toplumdaki yerini ortaya koymaktır. Bunun için de MHP’nin ele alınması gerekmektedir. Yukarıda sorulan sorular ışığında çalışmanın hipotezi belirlenmiştir. Hipotez 1: Osmanlı Devleti’ndeki tüm unsurlar içinde en son Türk milliyetçiliği gelişmiştir. 1821’de Rumlarda başlayan milliyetçilik akımı Sırp, Bulgar, Hırvat, Arnavut, Arap tüm unsurları yüzyılın sonuna kadar etkilemiş, Müslüman kurucu unsur olan Türkler 19. Yüzyıl sonunda Türk milliyetçiliğini benimsemiştir. Sadece Müslüman kimliğini tanıyan ve yıllarca Osmanlı halkı olarak yaşayan Türklerin, milli kimliklerinin bilincine varmaları zaman almıştır. Yönetici kesimle aynı sınıftan olmanın verdiği avantajla hayatlarına öteki olarak devam etmek zorunda değillerdir. Bütün bu sebeplerden dolayı milliyetçilik, Türkler arasında etkisini sonradan göstermiştir. Milliyetçiliğin Türkler tarafından benimsenmesinin ardından, birçok milliyetçi hareket ortaya çıkmıştır. Rejime baş kaldıran Jön Türkler, milliyetçilik 6 hareketinin öncüleri kabul edilmektedirler. Daha sonra İttihat ve Terakki iktidarı boyunca alınan kararlarla milli bir devletin temelleri atılmıştır. Tam anlamıyla milli bir devletin ortaya çıkması ise, Cumhuriyet yıllarında mümkün olmuştur. Hipotez 2: 1923 yılında kurulan yeni devlet, milliyetçilik akımının etkisiyle ulus anlayışı üzerine inşa edilmiştir. Türk ulusu üzerine yeni ulus-devlet kurulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile halkın Türk olan kesimi ön plana çıkmıştır. Devletin kurucu ilkeleri doğrultusunda yapılan reformlarla Türk milliyetçiliği resmi bir boyut kazanmıştır. Böylece yeni kurulan devletin prensipleri uygulanmaya başlanmış ve Türkler hâkim millet olarak kabul edilmiştir. Hipotez 3: Ulus-devlet milliyetçilik akımının etkisinde kurulmasına ve devletin bir niteliği olarak anayasa maddesi olmasına rağmen, çok partili hayata geçişten sonra milliyetçilik anlayışı değişmiştir. Türk-İslam sentezine dayalı bir milliyetçilik anlayışı gelişmiştir. Bu anlayış, ilk kez Jön Türkler döneminde kurulan Türk Ocakları’na yerleştirilmiştir. Cumhuriyetin ilanı ile toplumsal alanda yapılan yeniliklerin çoğu uzun yıllar geniş kitleler tarafından içselleştirilememiştir. Sadece Müslüman kimliği ile yaşayan bir toplumun, ayrı bir millet olarak varlık gösterme fikrine alışması zaman almıştır. Bu yüzden, Türk milliyetçiliğine dayanan bir anlayışın zamanla zayıflaması ve yanına din unsurunun eklenmesiyle yeni bir boyut kazanması üzerinde muhafazakâr çevrelerin etkisi büyüktür. Özellikle Demokrat Parti (DP) iktidarı ve sonrasında yükselen bu tutum milliyetçiliğin çehresini değiştirmiştir. Muhafazakâr yapısını koruyan bir toplumun milliyetçilik tanımı içine dini dâhil etmesi ise, beklenmedik bir sonuç değildir. Hipotez 4: Soğuk Savaş Dönemi Türkiye’sinde hem sağ hem sol eğilimin temel itici kuvveti milliyetçilik olmuştur. Ülkenin kurtuluşu ve geleceği solcular için milli demokratik devrimde, İslamcılar için Milli Görüşte, milliyetçiler için de güçlü bir milli devlette görülmüştür. Birçok konu üzerinde çatışan üç cephede tek bir ortak noktanın olması konjonktürün bir gereğidir. Dönemin ağır şartları her bir görüşün farklı yollardan çözüm arayışı içine girmesine neden olmuştur. Fakat yine de, milliyetçiliğin farklı görüşler üzerinde birleştirici etkisi olmamıştır. 7 Hipotez 5: Yeni sağın yükselişe geçtiği dönemde neo-liberalizmin etkisiyle ekonomik milliyetçilik etkisini kaybederken, siyasal anlamda hem dünyada özellikle çatışmalı bölgelerde hem de Türkiye’de etnik ve mikro milliyetçilikler güç kazanmaya başlamıştır. Karşıtlıklar bu milliyetçilikleri beslemiştir. Hipotez 6: Soğuk Savaş Döneminin sona erip, sosyalist sistemin çözülmesiyle milliyetçilik yeniden güç kazanmış, bu durum Türkiye’nin iç dinamiklerini de etkilemiştir. Örneğin bağımsızlığını kazanan Orta Asya Türk Cumhuriyetleri Türkiye’de Türk dünyasının uyanışı olarak değerlendirilmiş, yükselişe geçen Türk milliyetçiliği MHP’nin iktidara ortak parti olmasını sağlamıştır. Hipotez 7: 21. Yüzyılda bir yandan etnik ve dini milliyetçilikler yükselişe geçerken, bir yandan ulus ve ulus-devlet sorgulamalarına başlanmıştır. Bu çelişkiden etkilenen Türkiye’de Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP, AK Parti) iktidar süreciyle dini kimlikler ön plana çıkmıştır. Böyle bir ortamda MHP parlamentoda kalabilmek için Türk milliyetçiliğinde aşırıya kaçmamak ve İslami rengini koyulaştırmamak gibi bir kıskacın içine sıkışmıştır. MHP kendini yeniden üretebilecek mekanizmaları geliştirmek veya var olanı kullanmak noktasında sıkıntı yaşamaktadır. MHP parti tabanının ve etkinliğinin zayıfladığının farkına varmıştır. İçinde bulunduğu bunalımdan kurtulmak için ya kuruluş ilkelerine sarılıp tabanını yeniden kazanmanın yollarını arayacak ya da mevcut söylemini değiştirmek zorunda kalacaktır. Bugün sergilediği tavırla, partinin seçmene ve dahi kendi varlığına zarar verdiği açıktır. Bu tez ile milliyetçiliğin Türk siyasetindeki yeri ve önemi açıklanmış, MHP’nin Türk milliyetçiliği konusunda üstlendiği görev ele alınmıştır. Yukarıdaki sorular, hipotezler ve tespitler ışığında Türkiye’de milliyetçi sağın kurumsallaşması ve MHP’nin kuruluşundan günümüze kadar geçirdiği evrim incelenmiştir. İkinci bölümde milliyetçiliğin doğuşu, gelişimi ve Osmanlı Devleti’ne olumlu ve olumsuz etkileri ile birlikte Osmanlı’daki milliyetçilik hareketleri incelenmiştir. Üçüncü bölümde cumhuriyet döneminde Türkiye’deki milliyetçilik 8 anlayışı ele alınmıştır. Dördüncü ve son bölümde ise, milliyetçiliğin Türk siyasetindeki temsilcisi konumunda bulunan MHP’nin doğuşu ve günümüze kadar geçen süreçteki milliyetçilik faaliyetleri hakkında bilgi verilmiş, ayrıca günümüzdeki söylemleri ve faaliyetleri dikkate alınarak partinin geleceği ile ilgili değerlendirmelerde bulunulmuştur. 1.2. Yazın Türkiye’de MHP ve Türk milliyetçiliğine dair pek çok kitap, tez ve makale incelemesi bulunmaktadır. Kuruluşundan itibaren parti, birçok çalışmaya konu olmuştur. Partinin kuruluşu, ideolojisi, faaliyetleri, üyeleri, milliyetçilik alanındaki yeri ve önemi yıllardır araştırma konusu olmaktadır. MHP ve milliyetçilik konusunda temel kaynak niteliğinde olabilecek önemli birkaç eseri buradan belirtmek gerekmektedir. Örneğin, Yusuf Akçura’nın “Üç Tarzı Siyaset” adlı eseri konunun önemli kaynaklarının başında gelmektedir. Uriel Heyd’in “Türk Ulusçuluğunun Temelleri” adlı kitabı da Türk milliyetçiliği konusundaki bir başka temel kaynaktır. Tanıl Bora’nın ayrıntılı ve aydınlatıcı kitap ve makaleleri bulunmaktadır. Özellikle Kemal Can ile ortak eserleri olan “Devlet, Ocak, Dergâh 12 Eylül’den 1990’lara Ülkücü Hareket” ile “Devlet ve Kuzgun 1990’lardan 2000’lere MHP” adlı kitaplar MHP’nin tarihine ışık tutan ve derinlemesine analiz eden başarılı çalışmalardır. Her iki kitap da ele aldıkları zaman aralığında MHP’yi her yönüyle incelemiş, bu konudaki başucu kaynaklarındandır. Alişan Satılmış ve Metin Turhan’ın “Ülkücü Hareketin ABC’si” adlı üç ciltten oluşan eserleri konu hakkında başvurulması gereken eserlerdendir. Günay Göksu Özdoğan’ın “Turan’’dan “Bozkurt’’a Tek Parti Döneminde Türkçülük (1931- 1946)” eserinde Türk milliyetçiliğinin tek parti döneminde içinden geçtiği süreç olayları ve önderleri ile ele alınmıştır. Jacob M. Landau’nun “Pantürkizm” adlı kitabı, Türk tarihi alanındaki ciddi çalışmalar arasında bulunmaktadır. 9 Literatürde Türk milliyetçiliği ve MHP ile ilgili pek çok kaynak bulunmaktadır. Alanda çok sayıda kıymetli eser bulunmaktadır. Fakat bunların sadece bir kısmı tezin şekillenmesine yardımcı olmuştur. Yukarıda verilen örnekler bu kaynaklar arasında, çalışmada yararlanılanlardan sadece birkaçıdır. 1.3. Yöntem Bu tez hazırlanırken birçok kaynaktan yararlanılmıştır. Tezin oluşmasında büyük ölçüde kitaplardan elde edilen bilgilerden yararlanılmıştır. Pek çok yazarın kaleme aldığı eserler ışığında çalışmaya yön verilmiştir. Diğer bir ifadeyle, bu tezin birincil kaynakları kitaplardır. Makaleler de kitaplar gibi bu teze şekil veren kaynaklardandır. Tezin ortaya çıkmasında yayımlanmamış bir teze de başvurulmuştur. Bu kaynaklar da tezin ikincil kaynaklarıdır. Tezde herhangi bir mülakat, anket, röportaj ya da alan araştırması bulunmamaktadır. Bu yüzden anket sonuçları, araştırmanın değerlendirilmesi, sayısal veriler gibi bilgiler de yer almamaktadır. Tezin konusu belirlenmiş, literatür taraması yapılarak konu ile ilgili kaynaklar araştırılmıştır. Daha sonra birçok kaynaktan yararlanılarak çalışmaya başlanmıştır. Tezin tamamında, konunun bir bütünlük içinde ele alınmasına dikkat edilmiştir. Tezde kullanılan kaynakların çoğu kütüphanelerden, kitap satış noktalarından veya yazarın kendi kütüphanesinden elde edilmiştir. Tezin yazımında yararlanılan tüm kaynaklar, kurallara uyularak ve eksiksiz bir şekilde, alıntı yapıldığı eserden kaynak gösterilerek teze alınmıştır. Kitaplar, makaleler, yayımlanmamış tezlerden alınan bilgilerin tamamı, basılı veya görsel her şekilde yazarın kendi araştırması, okuması ve kaleme alması ile teze aktarılmıştır. Objektif bir bakış açısıyla hazırlanmaya gayret gösterilen tezde, yazar bilimsel ve ahlaki kurallara titizlikle uymuştur. Verilen bilgilerin doğruluğu, defalarca kontrol edilip onaylandıktan sonra teze alınmıştır. 10 1.4. Kuramsal Çerçeve Milliyetçilik ve MHP hakkında birçok tez, proje ve çalışma bulunmaktadır. Bu tezde diğer çalışmalardan farklı olarak, MHP’yi doğrudan milliyetçiliğin temsilcisi olarak kabul edip bu yönde bir çalışma yapılmamış, temsil edebilme gücü sorgulanmıştır. Partiye neden ihtiyaç duyulduğu, kuruluş ilkeleri ile faaliyetlerinin ne ölçüde uyuştuğu, bugünkü MHP’nin milliyetçilik konusuna yaklaşımı ele alınmıştır. Bu tezin üzerinde durduğu kavramlar milliyetçilik, Türk milliyetçiliği ve MHP’dir. Yukarıda oluşturulan hipotezler ışığında tezin kuramsal çerçevesini net bir şekilde belirlemek gerekirse, tez bu kavramlar etrafında yapılmış bir çalışmadır. “Türkiye’de milliyetçi sağın kurumsallaşması ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin evrimi” başlıklı bu tezde millet inşası, devletin millet üzerinde temellenmesi ve devletle milletin bütünleşmesi konu alınmıştır. Türk milletinde milli kimliğin oluşması, tarihsel olarak çok eskilere dayanmamaktadır. Avrupa’ya yayılan milliyetçilik akımından çok uluslu yapısı dolayısıyla etkilenen Osmanlı Devleti’nde, zamanla Türk unsurlar da etkilenmiş ve milli bir kimliğin bilincine varmışlardır. Bu noktadan sonra çeşitli milliyetçilik hareketleri ile toplumun kimlik konusundaki ‘Osmanlı milleti olma’ fikrinin dışına çıkılmıştır. Cumhuriyet ile ülke yeniden inşa edilirken, milli bir devlet inşası üzerinde titizlikle durulmuş ve bu yönde adımlar atılmıştır. Adından anlaşılacağı üzere Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren milli bir devlet niteliği taşımaktadır. Cumhuriyet öncesinde milliyetçilik adına verilmiş mücadele, devletin kimliği belirlenerek zaferle sonuçlanmıştır. Yeni devletin oluşumunda ve öncesinde inşacı bir yaklaşım görülmektedir. Buna göre, ülkenin ve milletin içinde bulunduğu durumda radikal bir değişiklik yapma fikri bulunmaktadır. Osmanlı Devleti’nin yönetim anlayışındaki Osmanlı milleti kavramı, yerini Türk milliyetçiliğine bırakmıştır. 11 Tezin ele aldığı millileşme konusu, toplumu bir bütün olarak değerlendirmek değil, “Türk”ün hâkim millet konumuna getirilerek devlet ile özdeşleşmesidir. Bu inşa sürecinde, başta ortak dil ve tarih olmak üzere çeşitli toplumsal araçlar kullanılmıştır. Yeni Türk devletinin kurulmasının ardından izlenen politika da bu amacı destekler niteliktedir. Türk milliyetçiliği post-modernist bir anlayışla, yani yerleşik genel kabullerin çoğuna ters düşerek doğmuştur. Kimlik arayışının beraberinde getirdiği etniklik ve farklılık kavramları, toplumun yeniden yapılanmasında etkili olmuştur. Türk kimliğinin kabulü ve yeni devletin bu kimlik üzerine inşası da işte bu baş kaldıran politikayla mümkün olmuştur. Tezin ele aldığı milliyetçilik, milli kimlik ve bunların oluşum ve gelişim süreci yenilikçi, inşacı yaklaşımla meydana gelmiştir. 12 2. BÖLÜM: MİLLİYETÇİLİK KAVRAMI VE OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ Milliyetçilik, 1789 Fransız İhtilali ile yayılan, her bir milleti diğerlerinden ayıran bir akımdır. Bu akıma göre her milletin kendi tarihi, dili, kendine özgü değerleri vardır. Kısa sürede tüm Avrupa’da hızlı bir şekilde yayılmıştır. Bünyesinde çeşitli unsurları barındıran çok uluslu devletler için adeta bir yıkım anlamına gelmektedir. Osmanlı Devleti, bir imparatorluk olduğundan dolayı topraklarında birden fazla millet bulunmaktadır. Bu nedenle tek bir millete üstünlük atfetmenin sakıncaları mevcuttur. Kuruluşundan 1789’dan sonraki milliyetçilik hareketlerine kadar hiçbir milleti daha üstün ya da ayrıcalıklı kılmamıştır. Milletten ziyade dinin ön planda olduğu bir düzende milliyetçilik akımı kendiliğinden ortaya çıkmamıştır. Fakat Avrupa’da geniş bir coğrafyada etkisini göstermeye başlayan akım, Osmanlı İmparatorluğu içinde bazı unsurları harekete geçirmiştir. Elbette bu hareketlilik sadece gayrimüslim kesimde değil Müslümanlar arasında da kendini göstermiştir. Bir süre sonra dinin de bütünleştirici gücü yetmemeye başladığında her millet kendi değerlerine sarılmıştır. 2.1. Milliyetçilik Kavramı Milliyet kavramı dilde, dinde ve etnik kökende bir gruba dâhil olmaya işaret etmektedir. Milliyetçilik ise, bir ulusun taşıdığı özelliklerle diğer uluslardan ayrıldığını belirtmektedir. Buna göre, sahip olunan değerlerin yüceliliği ve üstünlüğü söz konusudur. (Leca, 1998: 12-15) Millet; geçmiş, yaşam tarzı, coğrafya gibi ortak değerlere sahip bir topluluktur. Bu topluluk zaman içinde duygu birliği de sağlayan bir yapılanma şeklini almaktadır. Milletler bir toprağa bağlı olmakla birlikte, kendi devletlerini kurma eğilimindedir. (Koçdemir, 2004: 48-50) 13 Millet dünü, bugünü ve yarınıyla ayrılmaz bir bütündür. Bundan dolayı değerler nesilden nesile taşınmaktadır. Her yeni nesil öncekilerin duygularını paylaşıp, gelecek nesillere aktarmaktadır. Yani, ortak değerler duygu birliğini; birlik, millet olma bilincini; bilinç ise, o milleti bir arada tutacak devleti meydana getirmektedir. Artık dil, din, geçmiş gibi kavramların yanı sıra devlet adı verilen bir kuruma da sahip olan millet, kendini tamamlamış ve tanımlamıştır. Kimlik ise; bireyin içinde bulunduğu çevre ve şartlar arasında bir bağ kurması ve aralarındaki ilişkiyi mantıksal bir zemine oturtmasıdır. Kimlik, kim olunduğuna dair sorulan sorudan alınacak cevaptır. (Koçdemir, 2004: 52) Farklılıklarla beraber öteki olma durumunu gözlemleyen toplumlar bunun bir zenginlik olduğunu keşfetmişlerdir. Bu zenginlik aynı zamanda bir arada olmanın veya bir bütün olmanın güzelliğini beraberinde getirmiştir. Bu durum, millet olma bilincinin en temelde birlik olma fikrine dayandığını kanıtlamaktadır. Belki de millet olma durumunu içselleştiren topluluklar, kimliği de beraberinde getirmiştir. Sonuçta ortaya çıkan kimlik, geniş bir arka plana sahiptir. Eldeki veriler toplandığında başka bir milliyetçilik tanımı ortaya çıkmaktadır. Milliyetçilik, ortak bir tarih, dil, din, coğrafyaya sahip insanların milli duygu birliği içinde hareket etmesi ve diğerlerinden farklı olduğunun ayırtına varmasıdır. 2.1.1. Milliyetçiliğin Doğuşu ve Tarihi Gelişimi Milliyetçilik ve millet kavramlarının hangisinin daha önce oluştuğu ve diğerini oluşturduğu hakkında kesin bir bilgi yoktur. Konu hakkında çeşitli görüşler ileri sürüldüğü için, bunlar arasında karşılaştırma yaparak ve eldeki verileri analiz ederek milliyetçiliğin arka planı hakkında bilgi elde edilebilir. Hasting’in bu konu hakkındaki görüşüne göre, milliyetçilik 10. Yüzyılda İngilizlerin ortaya çıkışına kadar gidebilmektedir. İlerleyen zamanda milli duygular daha da gelişmiş ve yüzyıllarca devam etmiştir. Geary ise, Hasting’in görüşlerine 14 katılmamaktadır. Ona göre Avrupa milletlerinin kökeni 18. yüzyıla dayanmaktadır. Dunn, Goodman, Anderson gibi düşünürler de milliyetçiliğin çok eski bir tarihe sahip olmadığı konusunda Geary ile aynı fikirdedirler. Connor’a göre ise milliyetçilik, kitlenin milli bilinciyle alakalıdır. (Özkırımlı, 2010: 37-40) Milliyetçilik birleştirici bir kimlik meydana getirme ve bir davranış biçimidir. Milliyetçi söylem, devletin oluşumunu şekillendirmiştir. Milliyetçilik sadece bireyler değil, devletler üzerinde dahi etkilidir. (Calhoun, 2007: 14-16) Üzerinde çeşitli yorumların yapıldığı milliyetçilik kavramının tam anlamıyla açıklığa kavuşturulmasına çalışılsa, kavramın doğuşu meselesi kadar fikir beyan edilebilmektedir. Üzerinde durulması gereken aslında ne zaman, nerede, ne şekilde doğduğu değil farkına varılması olmalıdır. Doğuşu ve kökenleri ile ilgili ortak bir payda bulunamasa da, milliyetçiliğin Avrupa genelinde bir akım haline gelmesinin Fransız İhtilali ile gerçekleştiği üzerinde fikir birliği vardır. Milliyetçilik üç temel amaç üzerinde kurgulanmıştır: ulusal bir ekonomiye sahip olmak, ulusal ve özerk bir yapılanmaya sahip ulus olmak, ortak değerlere dayalı bir ulusal kimlik inşa etmektir. (Aydın, 2000: 61) Ulusu diğerlerinden ayıran özelliklerin ön plana çıkarılması, ortak kültürün getirdiği bağlılık duygusu gibi etkenlerin zamanla devlete ulusal bir kimlik kazandırma ihtimali yüksektir. Ayrıca amaçlanan ideolojik yapıya ulaşma yolunda da katkı sağlamaktadırlar. Modern anlamda ulus kavramı farklı dönemlerde karşımıza çıkmaktadır. Modern anlamda uluslar arası ilişkiler tarihi ise üç farklı dönemdir. İlk dönem, Orta Çağdan başlayarak ve Fransız İhtilaline kadar devam etmektedir. Hem kilise hem de devlet ulusal bir yapıya dönüşmeye başlamıştır. İkinci dönem olarak adlandırılan süreç, Napolyon Savaşlarından 1914’e kadar olan süredir. Milliyetçilikle enternasyonalizmin dengede olduğu bir dönemdir. Üçüncü dönem ise, Birinci Dünya Savaşı ve takip eden yıllardır. Bu dönemde milliyetçilik ivme kazanmıştır. (Carr, 1993: 11-31) Günümüzü de kapsayan bu süreç içinde savaşlar, göçler, katliamlar yaşanmıştır. Tüm bunlar milliyetçiliği tetikleyen etkenlerdir. Millet, devlet, vatan 15 kavramları bireyden üstün bir konuma getirilmiştir. Böylece milliyetçilik, tarih boyunca hiç olmadığı kadar güçlenmiştir. Günümüzde yaşanan olaylara bakıldığında ise, milliyetçiliğin hala önemini koruduğu söylenebilmektedir. 2.1.2. Ulus-Devlet Kavramı Ulus-devlet kavramı, milliyetçiliğin yükselmesinin ardından ülkelerin tek bir millet ile özdeşleşmesinden doğmuştur. Edinilen kötü tecrübelerin milletleri birbirine kenetlediği dönemlerde, milliyetçilik devletler için de önem kazanmaya başlamıştır. İşte bu noktadan sonra, devletin tek bir millet için var olduğu bir sistem ortaya çıkmıştır. Adından da anlaşılacağı üzere ulus-devlet, devleti bir milletle bütünleştirmek ve o milleti üstün kılmak amacıyla ortaya çıkan bir oluşumdur. Başka bir ifadeyle, milliyetçilik ulus-devlet ile kurumsal bir boyut kazanmıştır. Temelinde, devletin birliği anlayışı vardır. Ulusal türdeşlik kavramını esas alan ulus-devlet, toplumun içinde barındırdığı çeşitliliği de bir bakıma göz ardı etmiştir. Siyaset ise, devletin bütünlüğüne zarar vermeyecek, aynı zamanda koruyacaktır. Demokratik bir siyasette olduğu gibi toplumsal rıza değil, ulus-devletin varlığı ve devamı ön planda tutulmaktadır. (Köker, 1997: 43) Aslında günlük hayatın içinde yer alan basit uygulamalardan, ülkenin tabanından tavanına her alanını etkileyecek kararlara kadar her şeyin nihai amacı, ulus-devletin bütünlüğü olmalıdır. Bu devlet yapısına göre siyaset, kültür, sanat, ekonomi ve diğer tüm faaliyetler ulus-devletin sınırları çerçevesinde icra edilmelidir. Ulus-devlet kuralları belirleyen ve devamlılığı için çalışılandır. Ulus-devlet, Ortaçağ’da başlayarak Avrupa’da gelişmekte olan burjuvazi ile birlikte meydana gelmiştir. Özellikle 15. ve 16. yüzyıllarda Avrupa’da kendini göstermiştir. (Aydın, 2000: 78) Avrupa’da sanayileşme hareketinden sonra ortaya çıkan ortak değerler ulus-devlete zemin hazırlamıştır. Bir burjuva hareketi olarak nitelendirilen Fransız İhtilali sonrasında ulus kavramı ve milliyetçi duygular yayılmıştır. 16 18.yüzyıldan itibaren denizaşırı hareketler ile küreselleşmenin ivme kazandığı görülmektedir. Küreselleşme modern bir devlet inşasını da beraberinde getirmiştir. 19. yüzyıl sonlarında ise, kapitalizm (burjuvazinin zenginliği, ticaretin artması…) ülkelere, ulus-devletlere sığamayınca uluslar arası pazarlara ihtiyaç duyulmuştur. Bu da beraberinde emperyalizmi, yani yayılmacılığı getirmiştir. Emperyalizmin doğal bir sonucu olarak sömürgecilik yayılmıştır. Günümüz dünyasının içinde bulunduğu küreselleşme süreci etkisini artırarak devam etmektedir. Ulus-devletlerin üzerinde olumlu olduğu kadar olumsuz etkileri de bulunmaktadır. Küreselleşmenin ulus-devlet üzerindeki en olumsuz etkisi ise, milliyetçilik kavramının sorgulanmasına neden olmasıdır. Küreselleşme başta siyaset, ekonomi, kültür olmak üzere hayatın çeşitli alanlarında ilişkilerin gelişmesine neden olmuştur. Farklı kültürlerden birçok insanın birbirleriyle çeşitli şekillerde bağlantı kurması, ülkeler arasındaki ilişkilerin gelişmesi, çeşitliliğin bir tür zenginlik olarak değerlendirilmesi toplumlar arasında bir bağ ortaya çıkarmıştır. Etkileşimin artmasıyla kültürlerin tam anlamıyla olmasa da iç içe geçmesi, ulus-devletleri tek bir ulusun kültürünü değil, ortak değerleri dikkate almak zorunda bırakacaktır. Bu noktada sorulması gereken, ‘ulus-devletin sonu mu geldi?’ sorusudur. Bu soruya da verilebilecek iki farklı cevap bulunmaktadır. Birinci cevap, evettir. Çünkü Avrupa Birliği (AB) gibi ulus üzeri kurumlar bulunmakta ve dünya vatandaşlığı, çok kültürlülük gibi tanımlamalar yapılmaktadır. İkinci cevap ise, hayırdır. Çünkü Avrupa’daki milliyetçilik hareketleri, münferit saldırılar, milliyetçi partilerin oy oranlarında görülen artış, göçmen algısı ve politikalar milliyetçiliğin etkisinin devam ettiğini kanıtlamaktadır. Bunun yanında, sermayenin hala ulusdevlet gibi bir örgütlenmeye ihtiyacı vardır. Örneğin, 2008 mali krizi korumacı, devletçi politika ile aşılmaya çalışılmıştır. (Arıkoğlu Ündücü, 2010:108-110). 2.2. Osmanlı Devleti’nde Milliyetçilik 17 Fransız İhtilalinin etkisiyle milletlerin farklı bir topluluk olarak diğerlerinden ayrılması tüm Avrupa’yı olduğu kadar Osmanlı Devleti’ni de etkilemiştir. Fakat bu topraklarda milliyetçilik bir ülkü olarak kendini göstermiştir. Türklerin yüce bir millet olarak tanımlanması, diğerlerine üstün kılınması gibi bir sonuç doğurmuştur. Türklük vurgusu, yeniden doğuş ve devletin kurtuluşu olarak görülmüştür. Osmanlı Devleti’nde ‘Osmanlı milleti olma’ fikri mevcuttur. Bu fikir uygulamaya geçirilirken bütün milletler eşit sayılıp, müdahale etmeksizin yaşamalarına izin verilerek, bir bütünlük sağlamak amaçlanmıştır. Türk milliyetçiliği konusunda ise, Rusya ve Kafkasya’daki Türkler arasında bu fikrin olması mümkündür. (Akçura, 2011: 8-18) 2.2.1. Osmanlı Devletinde Milliyetçilik Anlayışı ve Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri Türk milliyetçiliği; bir ülkü etrafında toplanan bireylerin milletini geliştirmesi, tarihine ve kültürüne sahip çıkması, Türkçülüğü bir yaşam tarzı olarak benimsemesidir. Osmanlı Devletinde de kendini gösterecek olan milliyetçilik, milletlerin milli kimliklerini tanımasına neden olacaktır. Türk milliyetçiliği de giderek ivme kazanacaktır. Toplumlar kendi tarihlerini araştırmakta ve anlamaktadır. Burada önemli olan geçmişe hâkim olmaktır. Medeniyet seviyesi yüksek toplumlarda bu eğilim sıkça görülmektedir. Türk tarihi açısından böyle bir durum maalesef söz konusu değildir. Çünkü Türk tarihinin başlangıcı hakkında net bir bilgi olmadığı gibi, eldeki veriler üzerinde de fikir birliği mevcut değildir. (Atsız, 2013: 17) Türk dünyasının araştırma konusu olmasında ve Batılı aydınların Türk kültürü üzerine çalışmalar yapmasında bir Türk hayranlığı söz konusudur. Bunun yanında Alman, Fransız, Rus, Macar ve başka milletlerden birçok bilim adamı Türk tarihini dikkatle incelemiştir. Yabancı eserlerin Türkçeye çevrilmesi, Türkçe isimleri 18 anlatan kitaplar yazılması, Türkçülüğü konu alan şiirler yazılması Türkçülüğe ve Türkleşmeye olan ilginin kanıtlarıdır. Etkisi sıkça görülen Türkçülük, artık sadece Batı’nın ilgi alanı olmaktan çıkmıştır. (Gökalp, 2014: 9-13) 19. yüzyılda Avrupalı Türkologlar, Türk tarihinin çok eski dönemlerine kadar birçok çalışma yapmışlardır. Süleyman Paşa ve Ahmet Vefik Paşa gibi isimler de Türk tarihini araştırmış ve Türk dilinin Osmanlı topraklarıyla sınırlı olmayıp, geniş bir coğrafyaya yayıldığını dile getirmişlerdir. Bu çalışmalar neticesinde, gerek yazarların gerekse diğer aydınların Türk tarihine olan ilgisi artmıştır. Bu da milliyetçi çalışmaları ve milliyetçilik duygusunu güçlendirmiştir. Türkçülük literatüre Batılı aydınlar tarafından kazandırılmıştır. Fakat onu bir akıma çeviren, geliştiren Rusya’daki Türk aydınlardır. (Heyd, 2002: 104-106) 1789 Fransız İhtilalinin getirdiği özgürlük düşüncesi ile Avrupa halkları kendi kaderlerini tayin etmeye başlamışlardır. Bu durum milliyetçiliği beslemiştir. Bazı uluslar millet olma fikriyle mücadele etmiş ve bağımsızlıklarını kazanmışlardır. 18. yüzyıl sonlarında Osmanlı Devleti’nin Batı ile arasındaki ticaret gelişmiştir. Fakat bu olumlu gelişme bir olumsuzluk doğurmuştur. Avrupalı devletler, Osmanlı Devleti’ndeki gayrimüslimlerin içinde bulundukları durumdan şikâyetçi oldukları gerekçesiyle haklarını savunmak istemişlerdir. Bu durum devlet üzerinde dış baskıların artmasına neden olmuştur. Devlette hâkim konumda olan millet Müslümanlardır. İlerleyen zaman içinde de Tanzimat Fermanı ilan edilmiştir. (Eryılmaz, 2006: 91-92) Tanzimat, devletin yüzünü Batı’ya çevirmesinin yanında, yerli bir aydın sınıfının doğmasına da neden olmuştur. Bir uyanış anlamına gelen aydın sınıfı, halkın siyaset yapmasının ve ülke sorunları üzerine söz söylemesinin önünü açmıştır. Uzun süren hürriyet çalışmaları neticesinde Kanunu Esasi ilan edilmiş ve Meclis-i Mebusan kurulmuştur. Fakat kısa bir süre sonra Abdülhamid tarafından meclis kapatılmış, Kanunu Esasi de askıya alınmıştır. Ülkenin somut bir demokratikleşme hareketi sonlandırılmıştır. (Aybars, 1997: 161) 19 Dönemin şartları göz önüne alındığında bu hareket son derece başarılıdır. Modernleşme, ülkede dayanacağı sağlam bir temelden yoksundur. Fakat ortaya çıkan aydın kesim ileride oluşacak milliyetçilik hareketlerine öncülük etmiş ve milli burjuvaziye katkı sağlamıştır. Tanzimat ve Islahat Fermanları devletin, idaresinde ve yapısında değişikliğe neden olmuştur. Din, siyasi kimliğin belirlenmesi konusunda temel unsur haline gelmiştir. Toplum Müslümanlar ve gayrimüslimler olarak ikiye ayrılmıştır. Devlet halkı bütünleştirme amacına ulaşamamıştır. Bir taraftan gayrimüslimlere haklar tanınırken, diğer taraftan Müslümanlar devlet içinde daha güçlü bir konuma gelmişlerdir. Halk geri dönüşü olmayan bir ayrışma içine girmiştir. (Karpat, 2015: 37-38) Devlet nüfusunun önemli bir kısmı Müslümanlardan oluşmakta fakat bünyesinde farklı dinlerden topluluklar da bulunmaktadır. Devletin, merkezin zayıflaması da bunda önemli bir etkendir. Devlet, bunu belki isteyerek yapmamıştır ama sonuçları halkın tamamını etkilemiştir. Böyle bir durumda gayrimüslim tebaanın milliyetçilik akımından etkilenmesi de kaçınılmazdır. Elbette ilk önce devletin Avrupa topraklarında bulunan ulusları etkilenmiştir. Osmanlı Devleti, ekonomiyi denetimi altında tutmaktadır. Bu tutum, devletin siyasi gücünün devamı için atılan bir adımdır. Devlet içinde başka bir büyük mali güce sıcak bakılmamaktadır. Ancak 19. yüzyıl konjonktürü, devleti bazı ekonomik önlemler almak zorunda bırakmıştır. (Karpat, 2015: 67) Ticaret, sanayi, para sermayesinin neredeyse tamamı gayrimüslimlere aittir. Mali gücü elinde bulunduranlar ortak bir burjuva sınıfında toplanmışlardır. Yeni oluşan bu sınıfın mensupları da gayrimüslimlerdir. Böyle bir sınıf o dönem Müslümanlar arasında henüz oluşmamıştır. (Keyder, 2015: 63) Devlette çoksesliliğin benimsenmediği dönemlerde, Batı’dan gelen baskılarla adeta gücün paylaşılmış olması, yüzlerce yıllık devlet geleneğinde köklü değişikliklere gidildiğinin göstergesidir. Halkın milliyetçilikten etkilenmesi de 20 devleti zora sokmuştur. Çünkü artık sadece siyasette değil, mali konularda da milliyetçilik kendini göstermektedir. Osmanlı Devleti’nde millileşme hareketleri 17. ve 18. yüzyıllarda kendini göstermiştir, fakat yeterli ilgiyi görememiştir. Bunun sonucu olarak da yıllarca içselleştirilemeyen bir teori olarak varlığını sürdürmüştür. 19. yüzyıla gelindiğinde artık sadece bir teori değil, içten ve dıştan devletin bütünlüğüne karşı sistemli bir tehdit haline dönüşmüştür. Fakat yine de devletin başlıca sorunu olarak ele alınmamıştır. (Timur, 2010: 14) Milliyetçilik 19. yüzyılda Ortadoğu ve Balkanları da etkisi altına almıştır. Bu durumun çeşitli nedenleri vardır. Batı’nın Doğu’yu ve Balkanları araştırma girişimi o coğrafyalardaki aydınların dikkatini çekmiştir. Milliyetçiliğin etkin olmasındaki en önemli sebeplerden birisi de modernleşmenin etkisiyle oluşan aydın sınıfıdır. (Aydın, 2000: 80) Oryantalizm ile Doğu, Slavizm ile Rus, Bulgar, Leh gibi halklar Batı tarafından araştırılmaya başlanmış ve üzerinde yoğun çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmalar neticesinde faklılıklar ortaya çıkmış, milliyetçilik halk üzerinde etkisini göstermeye başlamıştır. Osmanlı Devleti Balkanlarda geniş topraklara sahiptir. 20. yüzyıla kadar Bazı Balkan halkları kendilerini Osmanlı olarak kabul etmişlerdir. Türk ve Osmanlı kavramları ayrı ayrı değerlendirilmemiştir. (Somel, 1997: 71) Osmanlı Devleti’nde insanlar İslam kimliği altında yaşamaktadırlar. Türklük ayrı bir kimlik olarak kullanılmamaktadır. Bu durumda milliyetçilik fikri, Müslüman olmayan Osmanlı halkı arasında daha hızlı yayılmıştır. Müslüman kesimde ise, kimlik bilinci gayrimüslimlere nazaran daha geç oluşmuştur. (Timur, 2010: 164) Osmanlı Devletinin kimlik inşasında 1877-1878 Osmanlı-Rus harbinin ve Balkanlardan ve Kafkaslardan Anadolu’ya göç eden toplulukların etkisi büyüktür. Kültürüne, devletin bütünlüğüne bağlı; kendilerine kapılarını açan devlete sadık olan toplulukların Anadolu’ya yerleşmesi devlete bağlı nüfusun artmasına neden 21 olmuştur. Yurtlarını terk etmek zorunda kalan insanlar Osmanlı Devleti’ne yakın olmuşlardır. (Somel, 1997: 77) 19. yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkan Pantürkizm akımı, Rusya’daki Türkler arasında doğmuş ve gelişmiştir. O yıllarda, Rus topraklarındaki Ruslaştırma ve Hıristiyanlaştırma politikası Türkler tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Bu tutum Türkler arasında milliyetçiliğin artmasına neden olmuştur. Aydın kesimden de destek alan milliyetçilik, özelikle İsmail Gaspıralı’nın girişimleriyle yayılmıştır. Alınan önlemlerle engellenmeye çalışılsa da, Türk milliyetçiliği Rus topraklarında kendine yer edinebilmiştir. (Landau, 1999: 17-25) Buradan yola çıkarak varılacak en kesin sonuç, Türk milliyetçiliğinin Osmanlı toprakları dışında ortaya çıktığıdır. Daha sonra gerek göçler gerekse yayın organları aracılığıyla, Osmanlı Devleti’ndeki Türkleri de etkisi altına almıştır. Anadolu’ya göç edenlerin bir kısmı kültür seviyesi yüksek insanlardır. Bu insanlar, kendi kimliğinin farkındadırlar ve Anadolu insanının da farkına varmasında büyük katkı sağlamışlardır. Osmanlı halkının içinde bulunduğu kimlik değişiminin ivme kazanmasına neden olmuşlardır. Bu değişim, toplumun milli bir kimliğe bürünmesini hızlandırmıştır. (Karpat, 2015: 39) Göçmenlerin çıktıkları zorlu yolculuk başlangıçta olumsuz olsa da, daha sonra Anadolu’nun millileşmesi ve özgürleşmesi üzerinde olumlu yansımaları olmuştur. Nitekim bilinçli bir kesimin göçüyle, Anadolu’nun milli çehresi değişmiştir. Milli burjuvazinin oluşmasını destekleyen Müslüman kesimin çoğu göçmendir. 19. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya gelen göçmenler arasında köylü de tüccar da vardır. Eğitim ve kültür seviyesi yüksek bu insanlar, devletin sağlam bir milliyetçilik temeli kazanmasına destek olmuşlardır. Fakat devlete rakip bir sınıf meydana gelmemiştir. (Keyder, 2015: 104-105) Aydınlar, kültürlü göçmenler ve onların iyi eğitim almış çocukları Anadolu’nun Müslüman burjuvazisini yükseltmişlerdir. Tanzimat’tan sonra ortaya çıkan Osmanlı burjuvazisini büyük oranda gayrimüslimler oluşturmaktadır. Müslüman kesimin hızlı bir şekilde millileşmesi, ülkede öteden beri var olan 22 gayrimüslim burjuvaziye karşı güçlü bir milli orta sınıfın meydana gelmesine yardımcı olmuş, fakat devlete rakip bir konumda olmamıştır. Milliyetçiliğin üzerindeki Balkan etkisinde, asker de önemli bir rol oynamıştır. 20. yüzyılın başlarında Selanik güçleri ile Makedonya’daki Fransız, İtalyan, İngiliz ve Rus güçleri arasında gelişen diyaloglar askerlerin fikirlerinde değişmelere neden olmuştur. Milliyetçilik biraz daha gelişmiş ve yabancı unsurlara karşı olma durumunu ortaya çıkarmıştır. (Aydın, 2000: 159) Balkanlar milliyetçiliği ve özellikle Avrupa’da milliyetçilik öyle bir hal almıştır ki, Müslümanlar adeta yok sayılmaktadır. Savaşlar, anlaşmalar ve devletin toprak kaybetmesiyle birlikte göç etmek zorunda kalan Müslüman nüfus, yerleştiği Anadolu topraklarında yeni bir Osmanlı kimliği oluşturduğunun bilincinde değildir. Hem göçmenler hem de Batı’da yükselen milliyetçilik akımının devlete etkilerinin daha net görülmesiyle kenetlenme ihtiyacı duyan Anadolu halkı, ülkenin demografik yapısının yeniden inşa edilmesinde önemli rol oynamıştır. Devlet resmi olarak bir Türkçülük faaliyeti yürütmemiştir, fakat yaklaşan tehlike Türklük bilincini halk arasında harekete geçirmiştir. Yani bir politika olarak ortaya çıkmayan milliyetçilik, halk arasında kendine uygulama alanı bulmuştur. Devletin içinde bulunduğu durum karşısında aydınların da söyleyecekleri vardır. Aydınlar devletin 17. yüzyılda toprak kaybetmesinden başlayarak, 19. yüzyıla kadar gelinen süreçte yapılan hataların düzeltilmesi gerektiğine inanmaktadırlar. Bunun yolu da yenileşmeden geçmektedir. Bazı aydınlar da daha adil ve özgürlükçü bir düzenden yana tavır koymaktadır. (Aydın, 2000: 126) Aydınlar duruma çeşitli yollarla tepkilerini göstermişlerdir. Bu tepkiler başlangıçta yazın dünyasında, daha sonraları dernek ya da örgütlenmeler şeklinde ortaya çıkmıştır. Türkleşmek, İslamlaşmak ve muasırlaşmak (çağdaşlaşmak) fikirleri incelenmeli ve anlaşılmalıdır. Çağdaşlaşmak, Avrupa’nın biliminden yararlanmak açısından önemlidir, onlara benzemek anlamına gelmemektedir. Türkleşmek ve İslamlaşmak ise, birbirinin karşısında durmayacak kavramlardır. (Gökalp, 2013: 15- 16) Ziya Gökalp’in formülize ettiği fikirler hem birleştirici hem de gelenekseldir. 23 Milletine sahip çıkıp geliştirmek için Türkleşmek, Müslüman olarak İslamlaşmak ve bilim için muasırlaşmak olguları bir araya geldiğinde ilerleme kaydedilecektir. Türk ülküsü, Türk milletinin üstün millet olması ve gelişmesi için bireyin duyduğu manevi istektir. (Atsız, 2015: 16) Türkçülük, Türk milletinin ilerlemesi doğrultusunda hareket etmektir. (Gökalp, 2014: 17) Bu tanımlardan yola çıkarak, Türk milliyetçiliğinin oluşmaya başladığı sonucu çıkarılabilmektedir. Cumhuriyet dönemine kadar gelinen nokta, millet olma bilincine varılmasıdır. Sonuç olarak milliyetçilik akımı diğer çokuluslu devletleri olduğu gibi Osmanlı Devleti’ni de olumsuz etkilemiştir. Bağımsızlığını kazanan uluslar ve toprak kayıpları imparatorluğu zayıflatmıştır. Devlet, soruna bir çözüm bulmak zorundadır. Çeşitli fikir akımları ortaya atmış, yeni yönetim stratejileri denemiştir. Fakat milliyetçilik akımının önüne geçememiş ve parçalanmaya başlamıştır. 2.2.1.1. İmparatorlukça Benimsenen Fikir Akımları Milliyetçilik dalga dalga yayılırken, üstelik içimizde yaşarken Osmanlı İmparatorluğu için bununla baş etmenin zamanı gelmiştir. Gerek yabancı unsurlar gerekse Osmanlı halkı arasında kendini milletine ait nitelikleri ile diğerinden ayırma, kendini bulma merakı ortaya çıkmıştır. İmparatorluk için büyük bir tehlike arz eden bu durum karşısında harekete geçmek gerekmektedir. Osmanlı Devleti bir imparatorluk olarak parçalanmamak için milliyetçiliğe karşı çeşitli formüller üzerinden bu sorundan kurtulmanın yollarını aramıştır. Bu amaçla geliştirilen bazı fikir akımları hayata geçirilmiş veya denenmiştir. Fakat birçok kez başarısız olunmuştur. İmparatorluğu içinde bulunduğu durumdan kurtarmak için yapılan hamlelerden birisi Osmanlıcılıktır. Bu akım milliyetçilik akımının etkileri karşısında ortaya çıkmıştır. İmparatorluk içindeki farklı milletlerin Osmanlı milleti olmasına yönelik bir harekettir. (Atabay, 2015: 40) 24 Osmanlıcılık halkın eşit kabul edilmesi anlamını taşımaktadır. Fakat akım milliyetçiliğin azınlıkları etkilemesine engel olamamıştır. 1876 Kanun-i Esasi’de kabul edilip ve Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar teorik anlamda ayakta duran fikir, uygulamada milliyetçilik akımı karşısında ciddi bir varlık gösterememiştir. (Karpat, 2015: 98) Milliyetçilik akımı Hıristiyanlar, Müslümanlar, Ermeniler ve Rumlar gibi birçok farklı grup üzerinde etkili olmuştur. Osmanlı bu duruma karşı birleştirici bir formül olarak Osmanlıcılığı geliştirmiştir. Türk olmayan birçok grup imparatorluğa karşı ayaklanmışken bile Osmanlı Devleti Türkçülük siyaseti izlememektedir. Osmanlı halkı olabilme fikri etkili olmayınca, bir diğer birleştirici formül olan İslamcılık devreye girmiştir. (Bahadır, t.y: 69-71) İkinci Meşrutiyet yıllarında, Batı emperyalizmi dünya üzerinde hızla yayılmaktadır. İslamcılık fikri, bu duruma karşı çıkan bir tepki hareketidir. Akım soruna Müslümanların ortak hisleriyle ve kendi dinleriyle çözüm aramaktır. (Akşin, 2014: 83) Müslüman halklar arasında da milliyetçilik yayılmaktadır. Artık dinin bağlayıcılığı etkisini yitirmiştir. Halifelik makamını elinde bulunduran Osmanlı Devleti, bu gücü kullanarak Müslüman halkları birleştirmeye çalışması olumlu sonuç vermeyince, İslamcılık fikrinden de vazgeçmek zorunda kalmıştır. Farklı milletleri aynı çatı altında toplamaya çalışan Osmanlıcılık akımı ve Müslümanların birliğini öngören İslamcılık akımı başarılı olamamıştır. Milliyetçiliğin artık geri dönülmez bir yola girdiğinin farkına varanlar, çareyi millet olarak birleşmekte görmüşlerdir. Bu da ortaya Turancılık akımını çıkarmıştır. Turancılık diğer akımlardan farklı olarak, ülkenin sınırlarını aşmaktadır. Buna göre, başka topraklarda yaşayan Türklerin durumlarına dikkat çekilmiştir. Osmanlı Devleti’nin sınırları dışındaki Türklerin de düşünülmesi, topraklarımız dışında kalanların önemsendiğini göstermektedir. (Karpat, 2015: 342) Turan, Turlar yani Türkler anlamına gelmektedir. Kavram sadece Türk kökenli olanları içine almaktadır. (Gökalp, 2014: 25) Bundan dolayıdır ki, dünyanın 25 her yerindeki Türkleri bir bayrak altında toplama fikri ortaya çıkmış; aynı soydan gelen, aynı kanı taşıyan bir milletin bütünlüğü amaçlanmıştır. Fakat Turancılık da diğer fikir akımları gibi başarısız olmuştur. Türkçülük, kendisinden önceki fikirler beklenen sonucu vermeyince alternatif bir çözüm önerisi ve gerçekte son çare olarak ortaya çıkmıştır. Milliyetçilik, millet olma düşüncesi Türklerin de ayrı bir millet olarak varlığını açıkça ortaya koymasına neden olmuştur. Türkçülük, milliyetçiliğin etkisini göstermesinden çok sonra ortaya çıkmıştır. Türkçülük akımı, Türk milliyetçiliğinin en somut halidir. Sadakat ve aidiyetin kendini göstermesidir. Yani Türkçülük Türk’ü sevmek, korumak ve yüceltmeye çalışmaktır. (Atsız, 2015: 32) Türkçülük devletin son döneminde Jön Türk Hareketi ile ortaya çıkmıştır. İmparatorluğu parçalayan milliyetçilik akımının, millet kavramına dayalı olduğunun uzun süre farkına varmayan Osmanlı Devleti’nin dağılma dönemi kimlik arayışına sahne olmuştur. Sonunda, eskiden olduğu gibi Müslümanlığın bir kimlik olarak bütünleştiriciliği kalmadığından etnik bir ayrıma gitmenin yolları görünmüştür. İslami bir kimliğin etnik bir kimlik yapısına evrilmesi ise milliyetçiliği güçlendirmiştir. 2.2.1.2. Türk Milliyetçiliğinin Somut Görünüşü: Jön Türkler Milliyetçiliğin yükseliş gösterdiği yıllarda Osmanlı topraklarında parçalanma olmuştur. Buna gerek devlet görevlileri, gerekse aydınlar çeşitli yollarla müdahale etmeye çalışmışlardır. Özellikle gençler, tüm dünyada yayılan milliyetçiliğin Osmanlı topraklarındaki ilerleyişi karşısında sessiz kalmak istememişlerdir. Bu duruma karşılık olarak Türk milliyetçiliğinin şartları olgunlaşmıştır. II. Abdülhamid dönemi baskılara ve yasaklara sahne olmuş, aynı zamanda milliyetçilik de bu dönemde filizlenmiştir. Batıda milliyetçilik yükselirken, Osmanlı 26 Devleti gibi kozmopolit bir yapının milliyetçilik yapma lüksü yoktur. Bunun yerine, bütün etnik unsurları Osmanlı çatısı altında toplama fikri hâkimdir. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı sonrası Rumeli’de toprak kaybı yaşandığında, Müslüman kesim ön plana çıkmıştır. Bir süre milliyetçilik etkili olmamıştır. Türk kelimesi bir millet için kullanılmamıştır. (Mardin, 2007: 94-95) Türk kelimesi genellikle Türkmenlere ve köylülere verilmektedir. Ayrıca bir kimlik olarak değil, daha çok pejoratif anlamda kullanılmaktadır. Millet de dini bir cemaat anlamında kullanılmaktadır. (Timur, 2010: 219-220) Halk arasında alaycı bir anlam ifade eden Türk kelimesinin bir milletin tamamı için kullanılması uzun zaman almıştır. Kendilerini Osmanlı halkının Müslümanları olarak kabul eden insanların, dini bir tabir yerine millete dayalı bir kavrama sahip çıkması kolay olmamıştır. Belki bu durum, Müslüman kimliğinin yerine başka bir kimliğin gelecek olması düşüncesiyle dindar halkı rahatsız etmiştir. Sırasıyla Osmanlıcılık, İslamcılık, Turancılık gibi birleştirici çözüm yolları denenmiş fakat hiçbirinde başarılı olunamamıştır. Jön Türkler, Osmanlı Devleti’nin özgürlükçüleridir. ‘Türk’ adını gerçek anlamda literatüre kazandıran Jön Türk hareketidir. Bu hareket hem II. Abdülhamid’in baskıcı rejimine bir tepki niteliğinde, hem de dünyayı saran milliyetçilik akımından etkilenerek Türk milletini yükseltmek niyetindedir. 2.2.1.2.1. Jön Türklerin Ortaya Çıkış Süreci ve Faaliyetleri 1876’da Birinci Meşrutiyet ilan edilmiş fakat II. Abdülhamid 1878’de meclisi tatil etmiştir. 1876’ya kadar ülkede mutlak monarşi hâkimdir, bu tarihten sonra yerini meşruti monarşiye bırakmıştır. Uzun ömürlü olamayan meşrutiyeti ise, istibdat dönemi takip etmiştir. 1880’lerde Osmanlı Devleti Batı’ya ve Batılılaşmaya sıcak bakmamaktadır. Bu görüş üzerinde Batı’nın yayılmacı politikasının etkisi vardır. Fakat Batıya devlet yönetimi kadar uzak olmayan gruplar da vardır. Arka planda kalan bir grup olarak da 27 nitelendirilebilecek olan Jön Türkler, bu dönemde ortaya çıkmıştır. (Keyder, 2015: 71) Muhalif duruşları, Batılı görüşleri, aydın kimlikleriyle yeni bir grup doğmuştur. Kendilerine Genç Osmanlılar Cemiyeti diyen grup, 1865 yılında kurulmuştur. Başta gizli bir grup olarak meydana gelmiş, sonraları geniş bir taraftar kitlesine sahip olmuştur. (Aksoy, 2013: 12) İlerleyen yıllarda Jön Türkler olarak adlandırılacak grup, Osmanlı topraklarında Türk milliyetçiliğini savunanlar ve gerçek anlamda hayata geçirenler olarak Türk tarihinde yerini alacaktır. 19. yüzyılın sonlarında Osmanlı edebi hayatında yeni bir döneme girilmektedir. Bu durum üzerinde Jön Türklerin etkisi görülmektedir. Gençler, Batıda olup biteni takip etmekte ve gazeteler bunların etkisi altında kalmaktadır. (Mardin, 2007: 96-97) Milliyetçilik yazın dünyasına bazı yayın organlarıyla girmiştir. Muhalif ve milliyetçi Jön Türk hareketi ile hayata geçirilmiştir. Namık Kemal, Mithat Paşa, Ali Suavi, Şinasi ve Ziya Paşa gibi isimler önemli muhalif temsilcilerdir. (Bahadır, t.y: 77) Dönemin muhalifleri düzeni, gidişatı ve faaliyetleri eleştirmekte ve çözüm önerileri sunmaktadır. Fakat yapılan eleştirilerin doğrudan padişaha karşı olmadığının, muhaliflerin padişaha değil düzene karşı olduklarının altını çizmek gerekmektedir. İlk kez sanatta, edebiyatta görülen özgürlük hareketi, Jön Türkler’in önünü açmıştır. Çeşitli yayınlarla halka sesini ulaştırmıştır. Gizlice kurulan bir cemiyetin fikirlerini açıkça dile getirmesinin yanında, bunu yazıya dökmesi ve yayması sesini daha da yükselttiği anlamına gelmektedir. Jön Türkler artık mücadeleye kalemlerini de dâhil etmişlerdir. Bu özgürlükçü gençlerin başında Namık Kemal gelmektedir. Yayımladığı Hürriyet gazetesinde fikirlerini dile getirmektedir. Eşitlik, adalet, özgürlük gibi kavramları dile getiren Namık Kemal, dönemin şartlarının iyileşmesi gerektiğini düşünmektedir. (Arai, 2011: 15) Başka bir ifadeyle, açıkça yönetim şekline karşıdır 28 ve bunu savunduğu özgürlük kavramı çerçevesinde dile getirmektedir. Jön Türkler, sanatsal olduğu kadar aynı zamanda siyasal bir harekettir. Jön Türklerin en temel amaçlarından birisi, devleti içinde bulunduğu bunalımdan kurtarmaktır. Milliyetçilik akımının etkisiyle sarsılan Osmanlı Devleti’nin bütünlüğünü korumak da amaçları arasındadır. Fakat padişah gibi İslami bir çerçevede hareket etmek yerine, meşrutiyete dayalı faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Sonuçta her iki taraf da bir çıkış yolu aramaktadır. (Tanör, 1998: 170) Hem devlet yönetimi hem de Jön Türkler kendi yöntemleriyle devletin sorunlarına çözüm aramıştır. Fakat II. Abdülhamid kendisine rakip kabul etmediği için elindeki gücü kullanmıştır. Jön Türk faaliyetleri tamamen olmasa da ciddi şekilde sekteye uğramıştır. Meşrutiyetin sona ermesiyle hürriyetler askıya alınmış; buna rağmen devletin karşısına güçlü bir muhalefet çıkmıştır. Jön Türk hareketi II. Abdülhamid dönemindeki kültürel yasaklardan etkilenmiştir. Başlarda fikirlerini dile getirdikleri yayınlarında profesyonel olmadıkları görülmektedir. Zaten uzun bir süre ortak bir fikir üzerinde uzlaşamamışlardır. (Mardin, 1992: 143) Ortak amaçlarla yola çıkan gençler, sorunların çözümü noktasında bazı görüş ayrılıkları yaşamışlardır. Bunlar ileride derinleşerek bazı yol ayrımlarına neden olmuştur. Yine de mevcut baskı düzeni içinde bir karşı sesin yükselmesi, dönemin şartları göz önüne alındığında çok cesur bir hareket olarak değerlendirilebilmektedir. Jön Türkler, Paris’te bir kongre toplamak için harekete geçmişlerdir. II. Abdülhamid toplanmamaları için çeşitli girişimlerde bulunmuştur. Fakat kongre 4-9 Şubat 1902 tarihleri arasında gerçekleştirilmiştir. Başkanlığını Prens Sabahattin’in yaptığı kongreye birçok isim katılmıştır. (Aksoy, 2013: 299) Her şeye rağmen toplanabilen Jön Türkler, kuşkusuz ortak amaç doğrultusunda yapılması gerekenleri gözden geçirmek istemişlerdir. Yurtdışında bulunmaları bunu kolaylaştırmaktadır. Çünkü II. Abdülhamid rejiminden uzakta 29 daha rahat faaliyet göstermektedirler. Zaten toplanma sebeplerinden birisi de rejimin katı uygulamalarına karşı olmalarıdır. Zira devlet için köklü bir değişim şarttır. Kongrede bazı fikirler gündeme getirilmiştir. Birisi ordudan destek alınması, diğeri ise dış yardımdır. Prens Sabahattin ve etrafında toplanan bir grup, yabancıların ve ordunun yardımının gerekli olduğu görüşünü ileri sürmüştür. Ahmet Rıza Bey ve diğerleri ise buna karşı çıkmıştır. Sonrasında Prens Sabahattin ve destekçileri cemiyetten ayrılmıştır. (Karpat, 2015: 100) Fikir ayrılığı iyice derinleşmiş ve ciddi bir cepheleşmeye neden olmuştur. Prens Sabahattin ‘Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti’ni kurmuştur. Ahmet Rıza ve yanındakiler, cemiyetin adını Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti olarak değiştirmiştir. Bu bölünme ileride oluşacak siyasi partilerin karşıtlıklarına zemindir. İttihat ve Terakki ile Hürriyet ve İtilaf, CHP ile muhalifleri gibi örnekler verilebilmektedir. (Tanör, 1998: 172) CHP’nin muhalifleri meselesi Cumhuriyet tarihinde sahneye çıkacak diğer partileri de içine almaktadır. Uzun dönem, Türk siyasetinin içinde bulunduğu ayrılıkların temeli aslında bu kongrede atılmıştır denilebilir. Prens Sabahattin ve taraftarları adem-i merkeziyetçiliği savunmaktadırlar. Liberal bir kimliğe sahip olan Prens Sabahattin’in fikirleri, Ahmet Rıza Bey ve etrafında toplanan gruptan destek görmemiştir. Kongre her ne kadar ortak amaçlarla başladıysa da, tarafların birbirine kesin bir şekilde cephe almasıyla son bulmuştur. Bu durum mücadelenin seyrine etki etmiştir. Her şeyden önce cemiyet bölünmüştür. İlk aşamada görülen tablo, fikir ayrılığından dolayı parçalanmış bir muhalefettir. Gruplar 1907’ye kadar ayrı ayrı faaliyet göstermişlerdir. Tekrar görüşmeler yaparak, Paris’te 2. Jön Türk Kongresi’ni toplamaya karar vermişlerdir. 27 Aralık’ta başlayan kongre 29 Aralık’a kadar devam etmiştir. İlk kongrede yapılan tartışmaların yerine, istibdat döneminin sona ermesi ve Meşrutiyet gibi konular üzerinde durulmuştur. (Aksoy, 2013: 301-302) Kongreden sonra Abdülhamid’e karşı geniş bir muhalefet oluşmuştur. Özellikle Rumeli’de giderek büyümektedir. Hatta dağa bile çıkanlar olmuştur. En 30 sonunda 23 Temmuz 1908’de İttihat ve Terakki Manastır’da hürriyeti ilan edince, Abdülhamid de 2. Meşrutiyeti ilan etmiştir. (Tanör, 1998: 176) 2. Meşrutiyetle birlikte ilk kez bireysel hak ve özgürlükler kabul edilmiştir. Anayasa tekrar hayata geçirilmiş, meclis açılmış ve 33 yıllık Abdülhamid istibdadının ardından demokratik yönetime geçişin en önemli adımı atılmıştır. Böylece, siyasetin kapıları halka açılmış, gerçek anlamda parlamenter demokrasiye geçiş sağlanmıştır. Abdülhamid döneminin yasaklarının ortadan kalkmasıyla Türk siyasetinde yeni bir döneme girilmiştir. Yeni düzen hem aydınlar hem de halkın önemli bir kısmı için büyük bir fırsattır. Kapalı kapılar halka açılmış, çeşitli basın-yayın organları ortaya çıkmıştır. Jön Türkler, ülkeyi yeniden şekillendirmeye başlamıştır. Spordan sanata birçok faaliyet hayata geçirilmiştir. (Ahmad, 1995: 51-52) Bir dönem resmen kapanmıştır. Modern bir ülkenin inşası için çaba sarf edilmektedir. Birçok alanda gelişme kaydetmek adına ülkeye ve topluma dokunulmaktadır. 2. Meşrutiyetin mimarları genellikle orta sınıf mensubudurlar ve aydın kimlikleriyle tanınmaktadırlar. Başlangıçta anayasal düzenin yeniden tesisi için mücadele veren bu aydınlar, zaman içinde güçlenerek iktidarı ele alacak duruma gelmişlerdir. (Karpat, 2015: 102) Meşrutiyetin yeniden ilan edilmesi kelimenin tam anlamıyla bir ihtilaldir. Mutlak iktidarın son bulması, gücün paylaşılması, anayasal düzenin hayata geçmesi gibi gelişmeler büyük kazanımlardır. Jön Türk hareketi Türk milliyetçiliğine önderlik yapmıştır. Baskıcı bir dönemde yaptıkları muhalefetle, karşı duruşa örnek teşkil etmiştir. Özgürlük, adalet gibi amaçların yanında devlet bütünlüğünü de gözeten Jön Türkler, kendinden sonraki muhalefet hareketlerine de yol göstermiştir. 2.2.1.3. İdeoloji Olarak Türk Milliyetçiliğinin Kurumsallaşması: İttihat ve Terakki Cemiyeti 31 Jön Türkler, Osmanlı topraklarında milliyetçilik akımının baş göstermesine ve ivme kazanmasına neden olmuşlardır. Topluluğun açtığı yolda ilerleyen başka milliyetçi topluluklar da ortaya çıkmıştır. İttihat ve Terakki Cemiyeti bu topluluklardan biridir. Cemiyet, milliyetçilik akımının siyaset alanındaki temsilcisidir denilebilir. Cemiyet, 1889’da ortaya çıkmıştır. O tarihte İttihad-ı Osmanî adıyla gizli faaliyet gösteren bir yapılanmadır. Abdülhamid’in istibdadına karşı çıkanlar tarafından oluşturulmuştur. Paris’teki İttihat ve Terakki Cemiyeti ile birleşmiştir. Abdülhamid bir süre sonra ülke içindeki ittihatçıları sürgün etmiştir. Böylece, cemiyet Paris’ten faaliyet göstermeye devam etmiştir. (Tunaya, 2000: 27) Cemiyet, birkaç tıbbiyeli öğrencinin ülkenin yenilenmesinin bir örgütlenmeyle mümkün olduğuna inanmasıyla ortaya çıkmıştır. Örgütün yapısı, yapılan gizli toplantılarla belirlenmiştir. Kurucular, İtalya’daki Carbonari (Kömürcüler) topluluğundan ilham almıştır. (Aksoy, 2013: 15) Kurucuları arasında İbrahim Temo, Kafkasyalı Mehmet Reşit, Diyarbakırlı İshak Sükuti Bey gibi isimler bulunmaktadır. Cemiyet vatan, millet, özgürlük söylemleriyle yola çıkmıştır. Başlangıçta gizli bir örgüttür, fakat kuruluşunun üzerinden çok geçmeden hem yurtiçinde hem de yurtdışında yayılma alanı bulmuş ve adını hızlı bir şekilde duyurmuştur. (Atabay, 2015: 31) 1889’da kurulan İttihad-ı Osmanî, 1895’ten sonra adını Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti olarak değiştirmiştir. Halkın çeşitli kesimlerinden destek bulmuştur. Basın aracılığıyla propaganda yapmış, istibdat karşıtı tavır takınmıştır. (Tanör, 1998: 168) Milliyetçilik artık Osmanlı toplumunu içine almıştır. Milli bilinç tam anlamıyla oluşmasa da, bütün Osmanlı halkının bir arada olmasının artık mümkün olmadığının, her halkın kendi değerlerine tutunması gerekliliğinin farkına varılmıştır. Millet olma bilinci, milliyetçiliğin temsilcileri ya da öncüleri tarafından çeşitli yollarla halka aktarılmıştır. Asker, memur, öğrenci gibi birçok kesimden insanın desteğini alan milliyetçilik akımı, sağlam bir örgütlenmeyle faaliyet 32 göstermelidir. İttihat ve Terakki Cemiyeti ile bu eksik giderilmiş, milliyetçilik sistemli bir hale getirilmiştir. 2.2.1.3.1. Örgütlenme Biçimi ve Faaliyetleri İttihat ve Terakki 19. Yüzyıl sonlarında ortaya çıkmış bir Türkçülük hareketidir. Diğerlerinden farklı olarak harekete bir siyasal boyut katıp, sistematik hale getirmişlerdir. Bunda elbette cemiyetin genç ve dinamik bir yapıya sahip olması en büyük etkendir. Kuruluşunun ardından çok geçmeden farklı kesimlerden birçok insanı etkilemiştir. Gücünü artırarak ciddi bir muhalefet olarak iktidarın karşısına çıkmıştır. 1905’ten sonra cemiyetin faaliyetleri askerleri de etkisi altına almıştır. Askerlerin meslek hayatında uğradıkları haksızlıklar da bu oluşuma sıcak bakmalarına neden olmuştur. Mektepli askerler ise, eğitimli olmaları dolayısıyla yeni oluşumlara ve fikirlere açıktır. Yani artık asker de siyasete dâhil olmuştur denilebilmektedir. (Tanör, 1998: 173) Cemiyet, bir siyasal parti görünümünde ortaya çıkmamıştır. Ancak 1908’de seçimleri ciddi bir farkla kazanmıştır. Bu sonuçlar, cemiyetin bir örgüt mü yoksa bir fırka mı olduğu üzerine yapılan tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda bir cemiyet-fırka ikilemi söz konusudur. Bu durum cemiyete sıkıntı vermektedir. (Tunaya, 2000: 252) İttihat ve Terakki ülkenin kurtuluşu ve özgürlük için çaba sarf etmiştir. Jön Türk kongreleri, genişleyen muhalefet ve sonunda 1908 yılında 2. Meşrutiyetin ilan edilmesiyle yılların mücadelesi zaferle sonuçlanmıştır. Böylece muhalefet kısmen de olsa istediğini almıştır. 1908’de meşrutiyet yeniden ilan edilmiş, meclis açılmış, çalışmalar başlamıştır. Meşrutiyet gelene dek baskılardan yakınan cemiyet üyeleri, bu defa kendi elleriyle baskıcı bir rejim yaratmıştır. Eleştiriye tahammül edemeyen cemiyet, muhalefeti sindirmeye çalışmıştır. (Aksoy, 2013: 303) 33 1908’de artık gizlilik içinde faaliyet yürüten bir yapılanma olmadığını ilan etmiştir. 1909’a gelindiğinde, cemiyetle fırkanın ayrıldığı duyurulmuştur. 1910’da başka bir kongre toplanmış ve fırka ile cemiyet arasındaki bağı açıklamıştır. Buna göre, cemiyetin programı fırka tarafından hayata geçirilmektedir. (Tunaya, 2000: 253-254) Uzun süredir devam eden cemiyet-fırka bağı açıklığa kavuşturulmuştur. Başından beri, ikisinin birbirinden farklı olmadığı ve birbirinin tamamlayıcısı görevi gördüğü kabul edilmiştir. Böylece 2. Meşrutiyetten sonra ortaya çıkan ‘iktidar kim?’ sorusu cevabını bulmuştur. İhtilalin ardından çok geçmeden İttihat ve Terakki karşıtları 13 Nisan 1909’da ayaklanmıştır. Tarihe 31 Mart Vakası olarak geçen bu gerici ayaklanma, cemiyete daha sert bir yönetim için ortam hazırlamıştır. II. Abdülhamid tahttan indirilmiş, V. Mehmet Reşad dönemi başlamıştır. İktidar, varlığına karşı yapılmış bu sistemli hareketi cevapsız bırakmamıştır. Her türlü muhalefete karşı önlem alınmış, fakat bu tutum ortaya daha güçlü bir muhalefet çıkarmıştır. Böylece 21 Kasım 1911’de Hürriyet ve İtilaf Fırkası kurulmuştur. (Karpat, 2015: 103) 1911’de düzenlenen kongrede, fırkada bazı değişikliklere gidilmiştir. Buna göre, Merkez-i Umumi’nin üyelerinde ve Umumi Kongredeki mebus sayısında artış yapılmıştır. Fırka ve cemiyet arasındaki bağ sağlamlaştırılmak istenmiştir. Yani artık doğrudan bir birleştirme amaçlanmıştır. 1912’de cemiyetin muhalefette olduğu dönemde toplanan kongrede ise, fırkanın gizli bir yapılanma değil, siyasal bir parti olduğu açıklanmıştır. (Tunaya, 2000: 255) İkinci meşrutiyetin ilanından sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti siyasi bir parti kimliği olmadığından iktidara gelmese de, yönetimin kontrolünü elinde tutmaktadır. Yönetimdeki etkin rolü nedeniyle cemiyete iktidar gözüyle bakılmaktadır. Fakat sonra 1911 ara seçiminde Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın İstanbul zaferi, cemiyeti zora sokmuştur. Basını susturmayı çare olarak görmüştür. 18 Ocak 1912’de meclis kapatılmış ve yeniden yapılan seçimlerle 18 Nisan’a kadar açılmamıştır. Bu tutum halkta rahatsızlığa neden olmuştur. Ayrıca Trablusgarb Savaşı da iktidarın imajını sarsmıştır. Sonunda Halaskar Zabitan denilen bir grup 34 askerin baskısıyla, 16 Temmuz 1912’de görevden ayrılmak zorunda kalmıştır. (Tanör, 1998: 198-201) İktidarın ellerinden kaydığını fark eden İttihat ve Terakki çeşitli yöntemlerle iktidarda kalmanın yollarını aramıştır. Giderek artan baskılar ve yasaklar ülkeye istibdat dönemini yeniden yaşatmıştır. Totaliter bir rejim kuran cemiyet, ülkenin tek hâkimi olduğunu ve yönetimin başkasına devredilemeyeceğini düşünmektedir. İktidarı devretmek zorunda kalmış, fakat mücadele etmekten vazgeçmemiştir. Durumu kabullenmeyen İttihat ve Terakki, 23 Ocak 1913 tarihinde Babıâli Baskını ile yönetimi zorla ele geçirmiştir. Artık İttihatçılar için kesin iktidar dönemi başlamıştır. Çünkü artık siyasete doğrudan dâhil olmuşlardır ve 1913’te yapılan bir kongre ile parti halini almışlardır. (Aksoy, 2013: 31) Balkan Savaşlarının etkisiyle oluşan siyasal boşluktan yararlanıp iktidar olan İttihat ve Terakki, ülkeyi tek elden yönetmeye başlamıştır. Türkçü ve laik söylemlerini artırmış ve Arapların ilerleyen yıllarda baş kaldırmalarına sebebiyet vermiştir. (Tanör, 1998: 202) Savaşın ardından Ermeni ve Rumlarla yaşanılan anlaşmazlıklar, İttihatçıların ulusalcılığa daha fazla önem vermesine neden olmuştur. Yani savaş, milliyetçiliğin bir devlet politikası haline gelmesine yardımcı olmuştur. (Keyder, 2015: 81) İttihat ve Terakki, Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar ülkeyi yönetmiştir. Savaşın kaybedilmesi üzerine yöneticiler ülkeyi terk etmişlerdir. Son kongre toplanmış ve cemiyeti farklı bir isimle yaşatmaya karar vermişlerdir. 5 Kasım 1918’de İttihat ve Terakki ismini kullanmaktan vazgeçmişlerdir. Kongreden sonra hâkim karşısına çıkmış ve ağır cezalara çarptırılmışlardır. (Aksoy, 2013: 32-33) 1913’ten 1918’e kadar baskı rejimini devam ettiren İttihat ve Terakki, iktidara darbeyle gelmesi ve baskılara ek olarak, savaşlarda alınan yenilgiler, toprak kayıpları gibi olumsuzluklarla kendi sonunu hazırlamıştır. Ayrıca ekonomide Duyunu Umumiye’nin varlığı da hükümetin elini zayıflatmıştır. Fakat cemiyetin sona ermesinin öncesinde ve sonrasında ülkeye yaptığı katkıları da göz ardı etmemek gerekmektedir. 35 İttihat ve Terakki, yabancıların üstünlüğü anlamına gelen kapitülasyonlara karşı çıkmış ve uygulamayı sonlandırmıştır. Müslümanların kazanç sağlamasını amaçlamıştır. 1915’te dil alanında yapılan yeniliklerle bazı resmi belgelerde Türkçe kullanma şartı getirmiştir. Yerli ve milli kuruluşları teşvik etmiştir. (Keyder, 2015: 82-84) İttihat ve Terakki siyaseti sokağa indirerek, demokrasi alanında önemli bir adım atmıştır. Daima milliyetçi bir duruş sergilemiştir. V. Mehmet Reşad Osmanlı Tarihi Tetkik Cemiyeti’ni kurmuştur. Ülke giderek daha milli bir kimliğe bürünmüştür. (Karpat, 2015: 45-47) Demokratikleşme, Türkleşme, millileşme konusunda ciddi adımlar atan İttihat ve Terakki, milli bir devletin kapılarını aralamıştır. Cemiyet, çıkış noktası olan kurtuluş amacına milliyetçiliğini de ekleyerek sistemli bir çalışma içine girmiştir. Türk milliyetçiliğinin en etkin mücadele sahası, cemiyetle ortaya çıkmıştır. Sivil mahkemelerin önem kazanması, tek eşliliğin bu dönemde yaygınlaşması gibi gelişmeler ülkedeki büyük değişime işarettir. Bazı fakültelerde kadınlara eğitim hakkı tanınması, kadın hak ve özgürlüklerini kaleme alan yayınların ortaya çıkması da göz önünde bulundurulursa, cemiyetin ülkede radikal değişiklikler yaptığı sonucuna rahatlıkla ulaşılabilmektedir. (Karpat, 2015: 116) Kurtuluş mücadelesi verilirken eski İttihatçıların önemli katkıları olmuştur. Gerek cephede gerekse cephe gerisinde ciddi çalışmalar yapmışlardır. Mustafa Kemal’in İttihat ve Terakki ile bağına gelince; 1907’de üye olmuş fakat kısa bir süre sonra, fikir ayrılığından dolayı 1909’da cemiyetle yollarını ayırmıştır. (Aksoy, 2013: 34) Osmanlı topraklarında milliyetçilik alanında Jön Türk hareketi ile ilk ciddi adımlar atılmıştır. İttihat ve Terakki Cemiyeti ise, bu girişimi kurumsal bir boyuta taşımıştır. Türkçülük, bütün bu Türkçü adımlara rağmen bir devlet politikası haline gelememiştir. Bununla birlikte milliyetçiliğin de içselleştirilmesi geç olmuştur. Devletin farklı unsurlarını bir arada tutma fikri çeşitli girişimlere rağmen başarılı olamamış ve milliyetçilik akımı farklı etnik grupların devletten ayrılmasıyla devleti 36 parçalara ayırmıştır. En sonunda da, alınan tüm önlemler yetersiz kalmış ve devletin çöküşü engellenememiştir. 2.2.2. Cumhuriyet Öncesi Dönemde Milliyetçi Dernekler ve Yayın Organları Milliyetçilik hareketleri Osmanlı Devleti’nde kendini göstermeye başladığından beri, Osmanlı olma fikri yerini her bir milletin kendine has özelliklerine bırakmıştır. Çeşitli formülerle çıkış yolları aranmıştır. Fikirleri yaymanın bugün olduğu gibi dün de en etkili yolu, geniş bir kitleyle paylaşmaktır. Bu da milliyetçi kesimin çabaları doğrultusunda, çeşitli yayın organları ve dernekler aracılığıyla sağlanmaya çalışılmıştır. 1889’da İttihad-ı Osmanî adında bir cemiyet kurulmuştur. Tıbbiyelilerin kurduğu cemiyet gizli bir yapılanmadır. Cemiyet üyeleri özgürlük yanlısı isimlerin eserlerini okuyup tartışmaktadırlar. (Akşin, 2014: 47) Daha sonra İttihat ve Terakki adını alacak bu cemiyetin bir de gazetesi vardır. 1895’te Meşveret adıyla yayımlanan gazete, Osmanlı topraklarında yaşayanlara ulaşabilme gayesiyle çıkarılmıştır. (Aksoy, 2013: 18) Zaman içinde büyüyen cemiyet tek bir yayın organıyla değil çeşitli yayınlarla insanlara ulaşmaya başlamıştır. İntikam, Osmanlı ve Kanun-ı Esasi bunlara verilebilecek örnekler arasındadır. (Tanör, 1998: 168) Cemiyetin ve arkasındaki desteğin büyümesiyle faaliyetler hızlanmış ve ülke geneli yayılmak istenmiştir. Dönemin şartlarında daha geniş bir kitleye ulaşmak için en uygun yöntem, gazete ve dergilerdir. En bilinen örneklerden biri olan Türk Derneği, 1908’de Yusuf Akçura tarafından kurulmuştur. Kuruluş amacını Türklüğü araştırmak ve değerlendirmek; elde edilen çıktıları da Türk’ü anlatabilmek için paylaşmak olarak açıklamaktadırlar. (Arai, 2011: 23-25) 37 Bir başka yayın örneği de Genç Kalemlerdir. Türkçeleşmeye önem verildiği bir dönemde yayın hayatında olan dergide, Ömer Seyfettin ve diğer bazı isimler yazılarında Türkçeyi tercih etmişlerdir. (Karpat, 2015: 117) İttihat ve Terakki milliyetçiliği, Türkçenin kullanılmasını da öngörmektedir. Türkçülüğün en önemli temsilcilerinden olan cemiyet, her anlamda milli bir devlet olmayı amaçlamaktadır. Bir de fazla etki alanı olmayan oluşumlar mevcuttur. 1904’te Osmanlı İttihat ve İnkılâp Cemiyeti, 1906’da Selamet-i Umumiye Kulübü ve aynı yıl Osmanlı Hürriyet Cemiyeti kurulmuştur. Fakat bu gibi oluşumlar, diğerleri kadar etkin bir rol oynamamıştır. (Atabay, 2015: 33) Görüldüğü üzere kurtuluş yolu sadece siyasi mekanizmaların girişimleriyle değil yayınlar, sivil toplum hareketleri, kurtuluş örgütleri gibi çeşitli oluşumlarla da aranmıştır. Bütün olumsuzluklara rağmen mücadele vermenin tek bir nedeni ve nihai amacı vardır, o da vatanı içinde bulunduğu bunalım halinden kurtarmak arzusudur. Mücadelenin amacı, yeni bir devlet inşası değildir. Bu yönüyle cumhuriyet modernleşmesinden ayrılmaktadır. 38 3. BÖLÜM: CUMHURİYET DÖNEMİ MİLLİYETÇİLİK HAREKETLERİ Cumhuriyet dönemine kadar Osmanlı toprakları, milliyetçilik alanında çeşitli girişimlere ve faaliyetlere sahne olmuştur. Devletin son yıllarında ortaya çıkan I. Dünya Savaşında ve arkasından milli mücadele yıllarında, vatanın müdafaası ve düşman işgalinden kurtulması amacıyla bir araya gelen millet, milliyetçiliği yükseltmiştir. Milliyetçilik, cumhuriyeti meydana getiren temel yapı taşlarından birisidir. Cumhuriyet, kendinden önceki dönemlerde olduğu gibi, dünya üzerindeki bütün Türkleri tek bir bayrak altında toplamak fikrinin ürünü değildir. Türk milliyetçiliği, ülkenin sosyo-kültürel yapısına ve konjonktüre paralel bir çizgide seyretmiştir. (Karpat, 2015: 329-332) Türkiye Cumhuriyeti’nin milliyetçilikten kastı, içte ve dışta barışçıl ve rasyonel davranışlar çerçevesinde hareket etmektir. Harcında milliyetçilik olan devlet ile milliyetçilik kavramı, atılan her adımla daha da iç içe geçmiştir. 3.1. Tek Parti Döneminde Milliyetçilik 1918’de Batılı devletler, aralarındaki anlaşma ile Türkiye’yi paylaşmaya başlamıştı. İşgalin üzerinden çok zaman geçmeden, Anadolu’da dağınık halde de olsa direnişler başlamıştı. Hem halk hem de askerler kurtuluş mücadelesi vermekteydiler. Üstelik planlı değil kendiliğinden gelişmiştir. Milliyetçilik, kurtuluş mücadelesi verildiği yıllarda Anadolu topraklarında artmış, hatta halk arasında benimsenin başlıca ideolojiler arasında yerini almıştır. (Timur, 1997: 15-24) Kurtuluş Savaşı yıllarında, hatta çok daha önce, devletin azalan gücü, teslimiyetçi politikası ve merkezin zayıflaması halkı milli mücadeleye itmiştir. Düşmanla mücadele etmek yerine devletin sonunun geldiğini kabullenmeyi tercih eden yöneticilerin varlığı, halkı alternatif çözümler üretmeye mecbur etmiştir. 39 Anadolu topyekûn bir savaşa girmiş, ülkenin geleceği yoksul halkın ellerinde şekillenmeye başlamıştır. Topraklarının işgalini kabul etmeyen halk, dağınık halde ve kendiliğinden bir ulusal kurtuluş mücadelesi başlatmıştır. Cemiyetler kurulmuş, kongreler düzenlenmiş ve vatan savunması için ne gerekiyorsa yapılmıştır. Anadolu aynı anda birçok farklı devletle savaş halindedir. 1922’de müttefiklerin çekilmesi ve 1923’te Lozan Antlaşması’nın imzalanması ile kurtuluş mücadelesi başarıyla sonuçlanmıştır. (Ahmad, 1995: 74-76) Bu onurlu kurtuluş mücadelesi, imkânlar dâhilinde değil, imkânsızlıklarla verilmiş ve vatan düşmandan arındırılmıştır. Devlet adamlarının teslimiyetçi politikasının aksine halk, emperyalizme karşı direnmiş ve galip gelmiştir. Osmanlı Devleti tekrar ayağa kalkamayacağı için yeni bir oluşum gerekmektedir. Mustafa Kemal, milletin iradesine dayanan bir sistemin gerekliliğini vurgulamıştır. Destekleyicisi olan bu fikrin hayata geçirilmesi için çalışmalar başlatılmıştır. Bu yolda atılan en büyük adım, saltanatın kaldırılmasıdır. Bundan sonra milletin iradesini temsil eden sistemin çalışmaları yoğunlaşmış ve en nihayetinde 29 Ekim 1923’te cumhuriyet ilan edilmiştir. (Ateş, 1995: 71-77) Yeryüzünün en demokratik, en insan odaklı, özgürlük mücadelesi veren kahraman bir millete en uygun yönetim sistemi cumhuriyettir. Temelinde milletin iradesi, eşitlik, özgürlük, demokrasi gibi kavramlar bulunan bu sistem, uzun yılların yorgunluğu ardından Türk milletine verilebilecek en büyük armağandır. Cumhuriyet, milletin kendi elleriyle dirilttiği ülkesinin kaderinde söz sahibi olması anlamına gelmektedir. Eylül 1923’te kurulan Halk Fırkası, daha sonra Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) adını almış, bu sistemin kurucu unsuru görevini üstlenmiştir. Cumhuriyetin ilanından kısa bir süre sonra 3 Mart 1924 tarihinde halifelik kaldırılmıştır. Bundan sonra ülkede laikleşme ivme kazanmış ve toplumsal hayatı etkileyecek birçok değişiklik yapılmıştır. Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması ile Medeni Kanun’un kabulü bunlara verilebilecek örnekler arasındadır. Bunun yanında gidişattan memnun olmayan kesimler, kendilerine verilen haklar doğrultusunda muhalefete başlamışlardı. Kısa sürede yapılan devrimleri fazla bulanlar, 17 Kasım 40 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası çatısı altında toplanmışlardır. Çok geçmeden Şeyh Sait ayaklanması baş göstermiş, kısa sürede bastırılmıştır. Devrimler 1925’teki Şapka Kanunu ve 1927’deki harf devrimi ile devam etmiştir. (Akşin, 2014: 186- 201) Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti milliyetçi, laik bir toplum düzeni fikri üzerine inşa edilmiştir. Devletin gerçekleştirmeye başladığı devrimlerden elbette milletin her kesimi hoşnut olmamaktadır. Bastırılan ayaklanmalar, bertaraf edilen muhalifler ve yeni devrimler ile ilerleyen cumhuriyet, yerleşik düzende köklü değişiklikler yapmıştır. Bunlar arasında milliyetçilik alanında atılan adımlar olarak değerlendirilen harf devrimi ile Türkçe ön plana çıkmış, dil ve tarih alanında yapılan çalışmalar ile Türklük bilincine katkı sağlanmıştır. Cumhuriyet ile birlikte ekonomi alanında da bir dizi yenilik yapılmıştır. 1923’te İzmir İktisat Kongresi toplanmış ve liberal ekonomi düzeni kabul edilmiştir. Bu tarihten sonra özel teşebbüs öne çıkmış, devletin ekonomi üzerindeki etkisi azalmıştır. 1929’da bütün dünyayı etkisi altına alan küresel krizin ardından alınan kararla, ekonomide devletçilik ilkesi kabul edilmiştir. Bu karar üzerinde liberal ekonomi denemesinin olumlu sonuç vermemesinin etkisi büyüktür. Artık önceki dönemin aksine devlet, ekonominin en büyük ve en önemli aktörü konumuna gelmiştir. (Tanilli, 2002: 91) Devletin, milliyetçi faaliyetlerine ekonomi de dâhildir. Kalkınma planları hazırlanmış, birçok işletme ve şirket kamulaştırılmış, böylece ülke ekonomisine milli bir kimlik kazandırılmıştır. Ulusal kalkınma için öngörülen ve uygulanan devletçilik politikasının Türkiye’nin ekonomisine ve tarihine en büyük katkısı, ekonomik anlamda bağımsız olarak eldeki imkânlarla yapılabileceklerin ispat edilmesidir. 1945 yılına kadar süren bu dönem, Türkiye’nin en bağımsız olduğu dönemler arasındadır. Türk milliyetçiliği konusunda çalışmalar yürüten oluşumlar arasında Türk Ocakları da yer almaktadır. Askeri Tıbbiye Mektebindeki bazı öğrencilerin fikri ile meydana gelen Türk Ocakları’nın kuruluş aşamasında Yusuf Akçura, Mehmet Emin Yurdakul gibi isimler yer almıştır. Türk Ocakları adı altında yeni bir oluşum fikri ile yapılan çalışmalar doğrultusunda, birkaç ay içerisinde sivil okullarda da taraftarlar 41 toplanmış; 2000’in üzerinde üyeye ulaşılmıştır. Türk Ocakları 1912’de resmen kurulmuştur. (Üstel, 2010: 51-55) Milliyetçilik adına cumhuriyet öncesinde mücadele veren, hatta Pantürkizm’i savunan Türk Ocağı, kurulduğu 1912 yılından 1920 yılına kadar Arap yarımadası ve Kafkasya dâhil olmak üzere geniş bir coğrafyada, Türk milliyetçiliği adına çalışmalar yapmıştır. 1920’lerin başlarında çalışmalarına bir süre ara veren örgüt, 1924 yılında tekrar açılmıştır. Bu tarihten itibaren kuruluş amaçları olan Pantürkizm fikrini savunmaya devam eden örgüt, aynı zamanda Kemalizm’e bağlıdır ve inkılâpların destekleyicisidir. Cumhuriyet döneminde Türk Ocakları adını alan örgüt, 1927’ye gelindiğinde Türkiye dışında milliyetçi hareketlerde bulunulmaması gerektiğine vurgu yapan değişiklikler yapmıştır. Örgütün kurucu ilkeleriyle bağdaşmayan bu durum, üyelerin bazıları tarafından kabul görmemiştir. En nihayetinde, 1931 yılında da kapatılmıştır. (Landau, 1999: 114-116) Cumhuriyetin ilk yıllarında milliyetçi toplum düzeni adına büyük adımlar atılmıştır. Mustafa Kemal’in üzerinde titizlikle durduğu Türk tarihi alanında çeşitli çalışmalar yapılmıştır. 1931 yılında Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, bugünkü adı ile Türk Tarih Kurumu, kurulmuştur. Ayrıca 1932’de başlamak üzere Türk Tarih Kongreleri de düzenlenmiştir. Aynı yıl Türk Dili Tetkik Cemiyeti adı altında bir kurum kurularak, Türkçenin sadeleşmesi ve korunması amacıyla çalışmalar yapılmıştır. Bu kurum daha sonra Türk Dil Kurumu adını almıştır. (Akşin, 2014: 206-208) Bütün bu gelişmeler başta Mustafa Kemal olmak üzere, cumhuriyetin mimarlarının milliyetçi devlete ve Türk milliyetçiliğine verdiği önemin kanıtlarıdır. Temelinde milliyetçilik olan yeni devlet, bu amaçla birçok girişimde bulunmuştur. Dönemin milliyetçi gelişmeleri arasında başka çalışmalar da bulunmaktadır. 1932’de I. Tarih Kongresi düzenlenmiştir. Kongrede medeniyetin Orta Asya’da Türkler tarafından inşası anlamındaki Türk Tarih Tezi hakkında bilgiler verilmiştir. Bunun dışında, dünyadaki dillerin kökeninin Orta Asya’ya ve Türklere dayandığını, Türklerin bulduğu ilk dilin diğer dilleri oluşturduğunu belirten Güneş Dil Teorisi de çalışmalar arasındadır. (Bayram, 2013: 116-120) 42 Cumhuriyet döneminde, ülkede Batılı yöntemler uygulanmaya başlanmıştır. Harf devrimi gibi köklü değişikliklerin yanı sıra, çalışma yöntemlerinde gidilen değişiklikler de modernleşme amacıyla Batıdan alınanlar arasındadır. Ayrıca cumhuriyetin yenilikçi yapısı, dönemin sanat eserleri üzerinde de etkili olmuştur. (Karpat, 2015: 404-407) Bu değişim ve örnek alınan Batı, cumhuriyetin milliyetçi kimliğine zarar vermemiştir. Zira sistemin Batıdan aldıkları ilerleme yolunda ülkeye fayda sağlayacak etkenlerdir. Bu hiçbir zaman Türklükten, Müslümanlıktan veya yerleşik değerlerimizden vazgeçmek anlamına gelmemiştir. Tek parti döneminde Cumhuriyet Halk Fırkası ülkeye egemendi. Sisteme ikinci bir parti tam anlamıyla dâhil olamamıştır. 1924’te kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, 1925’te kapatılmıştır. Mustafa Kemal’in isteği üzerine 1930 yılında kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası, kısa bir süre sonra kendini feshetmiştir. 1935 yılından sonra ise, CHF devletle bütünleşmiş durumdadır. (Tanör, 1998: 314- 316) Tek parti döneminin milliyetçi devlet inşası dışında belki de en dikkat çeken tarafı budur. 1946’ya kadar devlet tek bir partinin idaresinde tek seslilikle yönetilmiştir. Tek partinin idaresi, hedeflenen devrimlerin gerçekleştirilmesinde etkili olmuştur. Cumhuriyet ile birlikte devletin yeniden şekillenmesine başlanılması, milli kimlik kavramı üzerinde de etkili olmuştur. Kimlik tanımında devletin bir bireyi, unsuru olmak ve kan bağına dayanmak vardır. Türk milliyetçiliği ise, bu tanımın çok ilerisindedir. (Bora, 1997: 53) Her devlet, hatta her hükümet kendi değerleri ve ilkeleri doğrultusunda bir kimlik tanımı yapmaktadır. Tanımlanan kimlik, konjonktürün uygun gördüğü şekilde belirlenmektedir. Cumhuriyet döneminde ortaya çıkan kimlik de, yeni devletin kurucu unsurlarına göre şekillenmiştir. İdeoloji, siyasal kültürü etkisi altına alabilen ve kendi sahasını genişletebilen bir kavramdır. Siyasal kültür de siyasal kurumları etkileyebilmektedir. Tek partili sistem gibi dönemler de bunun için uygun ortamlardır. (Parla, 2008: 11) Cumhuriyetin ilk yıllarında tam olarak olmasa da, ilerleyen yıllarda yerleşen ideoloji Türklük kavramını yüceltmiş, Türk olma bilincini artırmıştır. Bu ortamda hâkim millet kavramının oluşması ise kaçınılmazdır. 43 Milliyetçilik, cumhuriyetin temellerinde ve ilkeleri arasında yer almaktadır. Cumhuriyet dönemine kadar Türk milliyetçiliği, Osmanlı Devletinde kendini bulma ve tanımlama ile vatanın kurtuluşu için savaş yıllarında verilen toplu mücadelenin milli bilinci yükseltmesi şeklinde olmuştur. Cumhuriyet döneminde ise, devletin temel niteliklerinden biri haline gelmiş ve 1937’de anayasaya dâhil edilmiştir. (Keskin, 1999: 8-10) Cumhuriyetin ilk yıllarında milliyetçilik ile birlikte, modernleşme konusu halledilmek istenmiştir. Türkiye’de milli kimlik bilinci yaygın olmadığı için bunu yapabilecek bir ortam mevcut değildir. Bu eksiklik, cumhuriyet döneminde gerek yeniliklerle, gerekse dayatmalarla gerçekleştirilmiş. Halkın hoşnut olmadığı bu durumun akabinde muhalefet de geç kalmadan ortaya çıkmıştır. 1945’ten itibaren de daha sistemli ve örgütlü biçimde devam etmiştir. (Keyder, 2004: 136) Milletin mücadelesi ile kurulan milliyetçi devlet, kuruluş ilkelerine paralel olarak faaliyet göstermiş ve millete dayalı bir yapılanma meydana getirmiştir. Türklerin ve Türklüğün yüceltildiği sistemde, vatan toprakları içindeki bütün etnik gruplar Türk sayılmış; Türklük yalnız bir millete değil, devletin bütün unsurlarına atfedilmiştir. Birlik ve beraberliğin yanı sıra, bir bütün olarak ülkeyi Türk kabul etmek, yeni kurulan devletin hedeflerini gerçekleştirmesi açısından fayda sağlayacak, reformların önünü açacaktır. Fakat halkın milli kimlik tanımını henüz özümsememiş olması, milli devletin gerçek anlamda ortaya çıkmasını geciktirmiştir. 3.1.1. Türk Milliyetçiliği ve Atatürk’ün Milliyetçilik Anlayışı Türk milliyetçiliği, cumhuriyet öncesi dönemde kimlik tanımlaması ve kabullenme çerçevesinde bir mücadele vermiştir. Halkın önemli bir kısmının milli bir kimliğe sahip olma konusunda tecrübesiz olması, milliyetçiliğin yerleşmesini başlangıçta zora sokmuştur. Ancak Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı ve en önemlisi Kurtuluş Savaşı yıllarında milliyetçilik artmış ve artık Anadolu topraklarına yerleşmiştir. 44 Osmanlı Devletinden ayrılan ülkelerden ve özellikle Rumeli’den Türklerin Anadolu’ya göç etmesiyle Türkiye Cumhuriyeti içindeki Türk nüfusu artmıştır. Bu da Türk milliyetçiliğinin yerleşebilmesi açısından olumlu bir etkendir. Cumhuriyetin ilanı ile kurulan yeni devlet adından da anlaşılacağı üzere, milli bir kimlik taşımaktadır. Milli kurumlar, kavramlar ve tam anlamıyla milli bir devlet oluşturmak, yeni devletin başlıca amaçları arasında yer almaktadır. Kurtuluş Savaşı yıllarında tek bir milleti işaret eden herhangi bir eylemden kaçınılmıştır. Milliyetçi söylem cumhuriyetin ilanından sonra ortaya çıkmış, ilerleyen yıllarda CHP’nin programlarında yer almıştır. Fakat bu söylem, katı bir ırkçılığa işaret etmemektedir. (Özbudun, 1997: 66-67) Atatürk yeni Türk devleti kurulurken, milliyetçiliğin büyük bir önem arz ettiğinin bilincindedir. Atatürk milliyetçiliği, vatan toprakları içindeki Türk milletini kapsamakta ve ortak değerlere dayanmaktadır. Bu yüzden onun milliyetçilik anlayışı, ayrıştırıcı değil birleştirici bir nitelik taşımaktadır. (Ülger, 2015: 96-100) Atatürk’ün yaptığı Türklük tanımında, halkın her kesimine yer verilmektedir. Yani Türk derken tek bir gruptan değil, devletin bünyesindeki bütün etnik unsurlardan bahsedilmektedir. (Kışlalı, 1998: 38) Buradan da anlaşılacağı üzere Atatürk, birlik ve beraberlik taraftarıdır. Türklük ise, toplumun her kesiminin bir çatı altında toplanmasıdır. Atatürk milliyetçiliği içinde bulunduğu dönemin şartlarından etkilenmiş ve bu şartlardan yararlanmıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan diğer milliyetçi hareketlerden en büyük farkı, yayılmacı bir politika izlememesidir. Aksine emperyalizme karşı bir mücadele söz konusudur. (Oran, 1999: 41-48) Değişen güç dengeleri, çıkar çatışmaları ve savaşlar Atatürk’ü yeni milli devletin kuruluş aşamasında dış güçlerin olumsuz etkisinden büyük ölçüde kurtarmıştır. Fikirlerini ve reformlarını sağlam bir zemine oturtmak için uygun bir ortam sağlamıştır. Bir toplumda hâkim bir ideoloji çeşitli nedenlerle oluşmakta ve varlığını sürdürmektedir. Cumhuriyetin, özellikle tek parti döneminin, hâkim ideolojisi ise Kemalizm’dir. İdeolojide 6 Ok olarak adlandırılan 6 ilke (Cumhuriyetçilik, 45 Milliyetçilik, Halkçılık, Laiklik, İnkılâpçılık, Devletçilik) yeni Türk devletinin belirleyici unsurları olmuşlardır. Türkiye’de siyasal hayatın yanı sıra, birçok toplumsal alan bu ideoloji ve gereklerine göre şekillenmiştir. 1935’te CHP programında kendine yer bulan ideolojinin varlığı kesin olarak kabul edilmiş ve ilerleyen yıllarda da gücünü korumuştur. (Parla, 2008: 12-17) Savaş yıllarında öncelik düşman işgalinin sona erdirilmesi ve bağımsızlığın sağlanmasıdır. Aynı zamanda konjonktürün gerekleri doğrultusunda yapılan çalışmalarla, modern bir devlet inşası fikri benimsenmiştir. Net bir biçimde bir ideoloji belirlenmemiştir. Bu yüzden çeşitli alanlarda bilimsel çalışmalar yapılmıştır. Buradan hareketle denilebilir ki, Kemalizm’in en önemli yapı taşı bilimdir. (Çeçen, 1998: 21-23) Atatürk’ün bilime verdiği önem devletin kuruluşunda, ideolojisinde, kurumlarında ve daha birçok alanda kendini göstermiştir. Atılan her adımın bilime, akla dayanması devletin sağlam bir temel üzerine inşa edildiğinin kanıtıdır. Yani devlet ideolojisi olarak benimsenecek olgu, milliyetçi ve bilimsel bir yapıya sahiptir. Kemalizm, korunup özümsenmesinin yanında ciddi eleştirilere de maruz kalmıştır. Ayrıca çeşitli tanımlamalarla bazı kalıplara sokulmuştur. Kemalizm dinamik bir yapıya sahip olup, rasyonel bir şekilde gelişmeyi, ilerlemeyi öngören bir ideolojidir. Bu bağlamda Kemalizm’in herhangi bir kalıba sokulamayacağı açıktır. (Kışlalı, 2007: 20) Atatürk’ün milliyetçilik anlayışında, birlik ve beraberlik kavramlarının önemli bir yeri vardır. Atatürk dünya üzerindeki bütün Türklere karşı duyarlıdır, fakat yalnızca ülke sınırları içindeki Türklere yönelik bir milliyetçilik anlayışına sahiptir. Türkiye Cumhuriyeti içerisindeki insanların huzur ve güvenliğini kendisine amaç edinmiştir. Ayrıca milli egemenliğin de önemini vurgulamaktadır. (Keskin, 1999: 100-103) Milli egemenlik noktasında değinilmesi gereken konu, milliyetçi bir temel üzerine inşa edilen bir devletin millet merkezli kararlar almasının yerinde olduğudur. Türkiye Cumhuriyeti milliyetçi bir devlettir ve bunun gereği olarak millet esaslı politikalar izlemek durumundadır. 46 Tüm bunların yanı sıra Kemalizm de her devrim gibi, kısıtlamaları beraberinde getirmiştir. Mesela, Kemalist devrimin karşıtları kontrol altına alınmıştır. Yine de hem Türkiye’de hem de dünyada saygın bir kişilik olarak kabul görmüş, verdiği mücadele takdir edilmiştir. (Timur, 1997: 293) Radikal bir eylem, hele ki yeni bir devlet, ilk aşamada ve takip eden yıllarda sıkı bir denetim gerektirmektedir. Köklü değişikliklere gidilen her coğrafya direnişlere sahne olmakta, halk ya ikna yoluyla ya da tepeden inme yöntemlerle yeni sisteme entegre edilmeye çalışılmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti bir ulus-devlet şeklinde meydana gelmiş ve bu anlamda birçok yenilik yapılmıştır. Devletin hemen her adımı, devlete milli bir kimlik kazandırmak ve bu şekilde yaşatmak amacıyla atılmıştır. 3.2. Çok Partili Hayata Geçiş Süreci ve 1944 Ülkücülük Davası Tek partili dönemin baskıcı uygulamaları, demokrasiden yoksunluk ve halkın huzursuzluğu gibi nedenler Türkiye’de siyasal hayatta yapılması gereken köklü değişikliklerin mecburiyetini ortaya koymaktadır. Hem sol hem de sağ kesimden eleştiriler alan iktidarın, kendi içinde de ayrışmalar söz konusudur. Parti içi bütünlüğün giderek bozulması sonucunda, Türk siyaseti geri dönülmez bir yola girmiştir. 10 Kasım 1938’de Atatürk’ün vefatı üzerine, 1 gün sonra cumhurbaşkanlığı görevine İsmet İnönü gelmiştir. Göreve gelmesinin ardından çok geçmeden II. Dünya Savaşı çıkmış, fakat Türkiye savaşın dışında kalmıştır. İnönü döneminde bazı ekonomik ve toplumsal yenilikler yapılmıştır. 1940’da ekonomik bir önlem olarak Milli Korunma Kanunu getirilmiş, sonucunda gelir dağılımında uçurumlar meydana gelmiştir. 1942’de Varlık Vergisi Kanunu ile savaş nedeniyle elde edilen aşırı kazancın denetimi amaçlanmış, bazı olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Bunların yanı sıra 1940’da kurulan Köy Enstitüleri ile ülkenin gelişmesi ve ilerlemesi hedeflenmiştir. (Akşin, 2014: 231-237) İnönü (1938’de ‘Milli Şef’ ilan edildi) görevde bulunduğu süre içinde Türkiye’yi maddi ve manevi kaldıramayacağı bir 47 yükün altına, bir büyük savaşa daha sokmamıştır. Uyguladığı baskıcı politikaların yanı sıra, vatanın menfaati için yaptıkları göz ardı edilmemelidir. Savaş sırasında devlet tarafsız bir politika izlemiştir, fakat savaşa hazır bir vaziyette beklemiştir. Savaşın etkilerini en fazla hissettirdiği alanlardan olan ekonomide devletin hâkimiyeti artmıştır. Milli Korunma Kanunu ve Varlık Vergisinin yanında Toprak Mahsulleri Vergisi ile haksız kazancı vergilemek amaçlanmıştır. 1945’te Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu çıkarılmış; topraksız çiftçiye toprak verilirken, toprak ağalarının elini zayıflatmıştır. (Timur, 1997: 175- 197) 1920’lerde Sovyet Rusya ile ikili ilişkiler ortak düşmanın varlığı nedeniyle gelişmeye başlamıştır. Yapılan anlaşmalar gereği iki ülke dostane ilişkiler kurmuş; Sovyetler, Türkiye’ye para ve silah yardımı yapmıştır. II. Dünya Savaşı öncesinde ve devam eden yıllarında ilişkiler kötüye gitmeye başlamış ve bir süre sonra bozulmuştur. İki ülke arasında ilişkilerin iyi olduğu dönemlerde Türkiye’de başlayan sosyalist fikirler, giderek gelişmeye başlamıştır. 1920’de Yeşil Ordu adında, sosyalist bir topluluk ortaya çıkmıştır. Daha sonra, benzer görüşlere sahip partiler kurulmuş, gazeteler çıkarılmış; fakat hükümet komünizme karşı önlem almak amacıyla bunları kapatmıştır. İlerleyen yıllarda da komünizm propagandası gerekçesiyle birçok yayın organı kapatılmış, birçok insan cezalandırılmıştır. (Karpat, 2015: 429-437) Türkiye’deki sosyalist hareketin doğuşu ve yükselişinde Sovyetlerle olan yakın ilişkilerin payı büyüktür. Rusya’daki düzenin aynısının, hatta benzerinin dahi Türkiye’de mümkün olmayacağı açıktır. Her dönem büyük tepkilerle karşılaşan sosyalizm, milliyetçi bir toplumda varlığını korumayı, hatta geliştirmeyi başarmıştır. Aynı dönemlerde Türk milliyetçiliği de yükselişe geçmiştir. Buna paralel olarak, iki görüşün liderleri ve taraftarları arasında çekişmeler başlamıştır. Dönemin Türkçülerinden Nihal Atsız, 1944’te yazdığı açık mektuplarla görüşlerini dile getirmiş; sol görüşten Sabahattin Ali, Pertev Naili Boratav, Behice Boran gibi isimleri komünizm propagandası yapanlar arasında göstermiştir. Sağ kesime göre, solun gazete ve dergilerinden Yurt ve Dünya, Adımlar ve Tan komünizmin araçlarıdır. Bu görüşe, bahsi geçen yayın organlarından derhal cevap 48 gelmiştir. Buna göre, Ergenekon ve Çınaraltı dergileri de faşist propaganda yapmaktadır. Mektuplar sol ve sağ kesim arasında var olan gerilimi tırmandırmıştır. Dönemin sağ görüşlüleri arasında Atsız’ın yanı sıra Reha Oğuz Türkkan, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç gibi isimler varken; Bozkurt ve Gökbörü gibi yayın organları da mevcuttur. (Özdoğan, 2015: 94-98) Atsız, Orhun Dergisinin 1944 yılının Mart ve Nisan sayılarındaki yazılarında, ülkedeki komünist hareketlerden ve bundan duyduğu rahatsızlıktan bahsetmiştir. Açık mektup niteliğindeki bu yazıların etkisiyle, ülke genelinde komünizm karşıtı birçok gösteri düzenlenmiştir. Sabahattin Ali, Atsız’a hakaret davası açmış, duruşmalar 26 Nisan’da Ankara’da başlamıştır. İkinci duruşmanın görüleceği 3 Mayıs günü ve öncesi hareketli geçmiştir. Atsız’ı duruşma öncesi kalabalık bir grup ziyaret etmiş, duruşmayı da çok sayıda Türkçü izlemiştir. Duruşma salonundaki kalabalık Ankara sokaklarına taşmış, çok sayıda insan gözaltına alınmıştır. ‘Türkçülük-Turancılık Davası’ adı verilen davada Atsız, Alparslan Türkeş, Zeki Velidi Togan, Reha Oğuz Türkkan ve diğer sanıkların yargılanmasına 7 Eylül’de başlanmıştır. Dava uzun bir zaman diliminde görülmüş ve sanıkların tümüne çeşitli cezalar verilmiştir. Üç yılın ardından en nihayetinde herkes beraat etmiştir. Olayların başladığı 3 Mayıs günü, Türkçüler için artık büyük bir öneme sahiptir ve ‘Türkçüler Günü’ olarak belirlenmiştir. (Bahadır, t.y: 245-250) Başta Sabahattin Ali ve Atsız arasında başlayan gerilim, kısa bir süre sonra yargıya intikal etmiştir. İlk duruşmadan itibaren Atsız’ı destekleyen ve komünizm karşıtı gösterilerde bulunan Türkçülerin gözaltına alınmasıyla, ‘Ülkücülük Davasına’ dönüşmüştür. Toplumun birçok kesiminden hem destek almış, hem de farklı kesimlerden insanlar bu davada yargılanmıştır. Dava başladıktan sonra çeşitli yazılar yazılmış, gazetelerde haberler yapılmış ve dava üzerine görüşler bildirilmiştir. İsmet İnönü ve bazı siyasiler dava hakkında çeşitli platformlarda konuşmalar yapmıştır. Dava sürecinde tüm bunlar bir araya getirilerek, ‘Irkçılık-Turancılık’ adlı bir kitap yayımlanmıştır. (Demirel, 2014: 306) 49 Tek parti döneminde Türkiye’de, ekonomi politikaları nedeniyle artan gelir eşitsizliği, savaş yıllarında ortaya çıkan yolsuzluklar, yetkililerin baskısı ve zaten inkılâpları başından beri desteklemeyenlerin varlığı ülkede huzursuzluğu artırmıştır. Fakat bu dönemde iktidarın karşısında, bütün bu rahatsızlıkları dile getirecek, ihtiyaçlara cevap verebilecek bir muhalefet bulunmamaktadır. Bunun yanı sıra, Rusya ile ilişkilerin bozulması nedeniyle yüzünü Batıya dönen Türkiye, onların uyguladığı demokrasiye de yüzünü dönmüştür. (Tanör, 1998: 335-337) Gerek iç gerekse dış dinamiklerin etkisiyle ülkede radikal bir değişikliğe gidilmesinin yolu açılmıştır. Toplumda çeşitli nedenlerle ortaya çıkan huzursuzluğun giderilmesi ve Batı dünyasının gereklerine uygun bir model olarak demokrasiye geçişin temelleri atılmaya başlanmıştır. Atatürk’ün vefatının ardından CHF içinde öteden beri var olan muhalefet derinleşmeye başlamıştır. İsmet İnönü ve Celal Bayar taraftarları açıkça saf tutmuşlardır. Ülkenin durumu göz önüne alındığında, halkta da bir memnuniyetsizlik söz konusudur. Aynı dönemde dünyada yükselen demokrasi söylemleri, Türkiye’de yapılması gereken bazı değişikliklere işaret etmiştir. Bu gelişmelerin de etkisiyle Bayar ve taraftarlarının, artık ayrı bir parti çatısı altında birleşmesinin önü açılmıştır. (Goloğlu, 2013: 20) Tek partili sistemde muhalefet partisi kurabilmenin önünde bazı engeller bulunmaktadır. Zaman içinde engeller aşılmaya başlanmış, çok partili hayata geçiş sürecine girilmiştir. 1938’de çıkarılan Cemiyetler Kanunu ile parti kurulması izne tabi olduğundan, 1940’ların ortalarına kadar bu mümkün olmamıştır. İlerleyen yıllarda ise iktidar söylemini değiştirmiştir, birden fazla partinin var olabilmesi konusunda açıklamalarda bulunmuştur. 1945’e kadar ciddi bir muhalefet yaşanmamıştır. Fakat bu tarihte ‘Dörtlü Takrir’ adı verilen bir önergeyle CHP içindeki dört muhalif milletvekili (Adnan Menderes, Refik Koraltan, Celal Bayar, Fuat Köprülü) demokrasiyle bağdaşmayan maddelerin tüzükten ve yasalardan çıkarılması, parti içi demokrasi gibi talepler dile getirilmiş, fakat reddedilmiştir. Öte yandan, 1943’teki seçimlerde gerekli sayının üstünde aday gösteren, 1945 seçimlerinde hiç aday göstermeyen CHP, muhaliflere bir şans tanımıştır. En nihayetinde 18 Temmuz 50 1945’te Milli Kalkınma Partisi (MKP), 7 Ocak 1946’da ise Demokrat Parti (DP) resmen kurulmuştur. (Tanör, 1998: 339-340) Tek partili sistemin çok partili sisteme evrilmesine kadar geçen süreçte yaşananları özetlemek gerekirse; yasaklar, fikir çatışmaları ve parti içi muhalefetin mücadelesi söz konusudur. Bunun yanı sıra, iktidarın artık muhaliflere ve çok partili hayata izin vermesi de süreci hızlandırmıştır. Neticede çok partili hayata geçilmesiyle birlikte, Türkiye’de siyaset daha demokratik bir ortamda yapılabilme imkânı bulmuştur. 3.2.1. Çok Partili Hayata Geçiş ve Milliyetçilik Cumhuriyetin ilanından sonra ortaya çıkan rasyonel milliyetçilik anlayışı Türk milliyetçileri arasında, özellikle 1946’dan sonra eleştiri almıştır. Milliyetçiler, milliyetçiliğin tanımını yeniden yapmaya başlamıştır. CHP de 1947’de tarih ve kültür gibi ortak değerler üzerinden yeni bir milliyetçilik tanımı yapmıştır. Bu konuda resmi bir açıklama yapılmasıyla birlikte yıllardır var olan bazı milliyetçi uygulamalar ve yasaklar kaldırılmıştır. (Karpat, 2015: 332-337) 1940’lı yıllar solcular ve sağ milliyetçiler arasındaki çekişmelere sahne olmuştur. Mitingler düzenlemek, yayın organlarını tahrip etmek, bildiriler dağıtarak komünizm karşıtlığını anlatmak gibi faaliyetler gerçekleşmiştir. Bu dönemde bazı sol görüşlü öğretim üyeleri fikirlerinden dolayı görevden alınmıştır. (Goloğlu, 2013: 279-283) Bu dönemde hem soldan hem de sağdan, karşıt görüşlülere yönelik sözlü ve fiziksel saldırılar gerçekleşmiştir. Fikir ayrılığı tırmanarak sokaklara taşmıştır. Aynı şekilde bu yıllarda Türkiye’deki sosyalist partiler kapatılmış, ifade özgürlüğü dar bir alana sıkışmış, ayrıca laiklik karşıtı oluşumların meydana gelmesi yasaklanmıştır. Sendikaların milli bir kimlik taşıdığı, buna paralel olarak faaliyet göstermeleri gerektiği belirtilmiştir. Dönemin politikaları ve bunların uygulanması solun aleyhine sonuçlar doğurmuştur. (Tanör, 1998: 347-349) Gerek tek partili dönemde gerekse çok partili döneme geçişte düşünce, suç olarak kabul edilmiştir. II. 51 Dünya Savaşı nedeniyle ilan edilen sıkıyönetimin de etkisiyle ifade özgürlüğü neredeyse yok sayılmıştır. İnönü’nün iktidarı sırasında bazı hataları olmuştur. Tan Gazetesine yapılan saldırı, Varlık Vergisinin ırkçı niteliği, solun ülke siyasetinden giderek uzaklaştırılması ve dahi solcuların cezalandırılması en bariz hataları arasındadır. (Akşin, 2014: 248) Olayların bu raddeye gelmesinin baş sorumlusu kendisi olmasa da, iktidarında meydana gelmiş olması halkın nezdinde büyük hatalardır. Bu hataların bedeli ise, ciddi bir muhalif kesimin ortaya çıkması ve en nihayetinde iktidarını kaybetmesi olmuştur. Türkiye’de II. Dünya Savaşı yıllarında ve sonrasında Pantürkçü fikirler çeşitli kitap, makale ve yayın organlarıyla savunulmaya devam edilmiştir. Bu konuda özellikle Sovyetlerde ve başka yerlerde bulunan dış Türkler de ciddi çalışmalar yapmışlardır. Bir taraftan fikirlerini yaymaya çalışırken, diğer taraftan da komünizmi eleştirmeye devam etmektedirler. Savaş sonrasında, daha önceden komünizme karşı kullandıkları sert üslubu daha da sertleştirmişlerdir. İlerleyen yıllarda ne DP’den ne de daha sonraki hükümetlerden, CHP iktidarında olduğu kadar tepki görmemişlerdir. (Landau, 1999: 177-183) Uzun zamandır var olan Pantürkizm fikri, en başından itibaren kendine taraftar bulmuştur. Fakat Türkiye, savaşta Türkî grupların yaşadıkları toprakları kazanmak veya Pantürkizm’i gerçek anlamda hayata geçirebilmek arzusu ile savaşa katılmamış, bir idealin peşinden zorlu bir mücadeleye girişmemiştir. Cumhuriyet rejimi ile birlikte ne Atatürk ne de arkadaşları Pantürkizm’i savunmamış, Türk milliyetçiliğini ülke sınırları dâhilinde yapmışlardır. Bu nedenle, Pantürkizm’i savunanların, hükümetle de arasında husumet bulunmaktadır. 1930’lu ve 1940’lı yıllarda etkisi devam eden Türkçülük akımı, çok partili hayata geçiş ve kanunlarda yapılan değişikliklerle birlikte, daha etkin çalışma imkânı bulmuştur. Kızılelma, Çınaraltı, Yeni Bozkurt, Altınışık gibi yayın organları ve Türk Kültür Ocağı, Türk Gençlik Teşkilatı gibi Türkçü dernekler çoğalmıştır. Ayrıca Türk Ocakları 1949’da yeniden açılmıştır. (Özdoğan, 2015: 267-271) 52 Bu gelişmeler doğrultusunda, Türkçüler örgütlenmiş ve sistemli bir şekilde mücadele vermiştir. Tek partili döneme nazaran daha demokratik bir ortamda örgütlenme ve faaliyet yürütme avantajıyla, fikirlerin yayılması için büyük bir fırsat doğmuştur. Geniş bir kitlenin desteğini alan Türkçülük akımı, örgütlü bir mücadelenin neticesinde kendine Türkiye’de sağlam bir yer edinmiştir. DP döneminde, Türk siyasetinde ve toplumsal hayatta önemli değişiklikler hayata geçirilmiştir. 14 Mayıs 1950’de iktidara geldikten kısa bir süre sonra, ezanın Arapça okunması hakkında kanun çıkarılmıştır. Atatürk’ün heykellerine yönelik saldırılar düzenlenmiş, buna karşılık protestolar da başlamıştır. 1951’de halkevleri, 1954’te ise Köy Enstitüleri kapatılmıştır. Öz Türkçe sözcüklerle yazılan anayasa 1952’de kaldırılarak, 1924’teki haline geri getirilmiştir. DP döneminde, Kore Savaşı’na asker gönderilmiş ve onlarca şehit verilmiştir. (Atabay, 2015: 152-156) Ezan hakkındaki düzenleme muhafazakâr ve milliyetçi kesimden destek görmüştür. Fakat Kore’ye asker gönderilmesi, başta sol kesim olmak üzere geniş bir kitlenin tepkisini çekmiştir. 1955’te Atatürk’ün Selanik’teki evine yönelik bir saldırı düzenlendiği haberi üzerine, gayrimüslimlere yönelik saldırılar başlamıştır. DP iktidarındaki yıllar, milliyetçilik kavramının milletten ziyade dine evrildiği bir dönemin başlangıcıdır. Din konusundaki yenilikler arasında din derslerinin ortaokullara ve liselere konulması, Yüksek İslam Enstitüsünün hayata geçmesi gibi uygulamalar yer almaktadır. CHP’nin son dönemlerinde, türbelerin bazılarının açılmasına izin verilmiştir. DP de iktidara gelince ilk önce Eyüp Sultan Türbesi’ni açmıştır. (Bayram, 2013: 250-251) Bunların hepsi ülkenin çehresinin ciddi anlamda değişeceğine işaret eden gelişmelerdir. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra boyut değiştiren milliyetçilik, bu gelişmelerle birlikte dini bir nitelik kazanmaya başlamıştır. DP’nin on yıllık iktidarında Amerika’ya yakınlığı, solculara yönelik tepkisi ve yaptırımları, muhalefete karşı tahammülsüzlüğü, baskıcı tutumu söz konusudur. Dernek kurulmasının neredeyse imkânsız olduğu bu dönemde, sadece Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) ve Türkiye Talebe Federasyonuna dokunulmamıştır. Bunlara 53 ek olarak ekonomi kötüye gitmiş, işsizlik artmıştır. Ayrıca ülke birçok açıdan dışa bağımlı bir konuma gelmiştir. (Çavdar, 2008: 80-83) DP dönemi sağ milliyetçilerin solculara nazaran daha rahat hareket edebildiği, fakat muhalefette bulundukları süre içinde engellendiği bir dönemdir. DP iktidarı Türkiye’de demokratik anlamda gerilemeye neden olmuş, en nihayetinde meydana gelen askeri müdahaleyle demokrasiye büyük bir darbe vurulmuştur. Aynı zamanda solcu ve sağcı gruplar arasındaki anlaşmazlık devam etmiş, milliyetçilik tırmanmıştır. 3.2.2. Milliyetçi Hareketin Kurumsallaşması: Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi ve Ülkü Ocakları Milliyetçilik Türk topraklarında ortaya çıktığı günden itibaren çeşitli şekillere bürünmüştür. Milli bilinç, komünizm korkusu, Pantürkizm fikri veya muhafazakârlığın geliştirdiği milliyetçilik, Türk siyasal hayatında önemli bir yere sahiptir. Çok partili hayata geçiş ve sonrasında yaşanan gelişmelerle birlikte örgütlenme imkânı bulan milliyetçi hareket, sistemli bir şekilde ilerlemiş, büyüyerek günümüze kadar gelmiş ve kendisine daima var olacak bir yer edinmiştir. Nitekim milliyetçi kurumlar, dernekler ve partiler kurulmaya başlanmıştır. 1950’de birkaç milliyetçi dernek tarafından oluşturulan Milliyetçiler Federasyonu, 1951’de bünyesindeki derneklerin birleşmesine karar vermiştir. Federasyonu kuran Türk Kültür Derneği, Türk Gençlik Teşkilatı, Türk Kültür Ocağı, Türk Kültür Çalışmaları Derneği ve Genç Türkler Derneği birleşerek, tek bir kurum olarak varlık göstermişlerdir. (Satılmış-Turhan, 2002: 726) Böylece derneklerin her biri için ayrı birer kurum olma niteliği sona ermiştir. Bu durum milliyetçi kurumlar arasında karar alma ve harekete geçme noktasında pratik bir niteliğe sahiptir. Fakat beş farklı yapının bir yapıya kadar düşmesi hem milliyetçi kurumların sayısını azaltmış, hem de olası bir kapatılma durumunda hepsinin varlığını tamamen ortadan kaldırmayı kolaylaştırmıştır. 54 Dernekler, 1 Nisan 1951 tarihinde kurulan Türk Milliyetçiler Derneği adında bir kuruluşun çatısı altında toplanmışlardır. Kısa sürede şubelerinin sayısı yetmiş altıya ulaşmıştır. Fakat derneğin varlığından rahatsız olanların girişimleriyle, dernek aleyhinde faaliyetlerde bulunulmuş ve 4 Nisan 1953’te kapatılmıştır. (Sefercioğlu, 2012: 65) Milliyetçi dernekleri bir araya getirmek amacıyla kurulan Türk Milliyetçiler Derneği, birleşerek mücadeleyi büyütmek isteyen milliyetçilerle meydana gelmiştir. Türk milliyetçiliğini geliştirmek, geleneklere bağlılık, komünizmle mücadele gibi amaçlar taşıyan derneğin feshedilmesiyle birlikte, daha önce bağımsız olan birçok derneğin de varlığı son bulmuştur. Bu durum milliyetçi kesim tarafından büyük bir tepkiyle karşılanmış, varlıklarına yönelik bir saldırı olarak değerlendirilmiştir. Bu arada milliyetçiler çalışmalarını sonlandırmamıştır. Aksine, daha güçlü örgütlerle iktidarın ve komünizmin karşısına çıkmaya hazırlanmışlardır. 1948’de DP’den ayrılanlar Millet Partisi’ni kurmuşlardır. Kısa bir süre sonra laiklik karşıtı oldukları gerekçesiyle eleştiriler de almış, daha sonra kapatılmıştır. 1954’te Osman Bölükbaşı ve taraftarları, Cumhuriyetçi Millet Partisi adıyla partiyi yeniden kurmuştur. 1958’de ise Köylü Partisi ile birleşince, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) ortaya çıkmıştır. (Karpat, 2015: 507- 510) CKMP’nin kuruluşu ile Türk siyasal hayatının en sistemli milliyetçi oluşumlarından birisi faaliyete geçmiştir. Parti, Türk siyasal hayatında ve Türk milliyetçiliği alanında önemli bir yere sahiptir. 1961 seçimlerinde TBMM’de elli dört üye kazanan CKMP, cumhuriyet senatosunda da tam on altı üyeye sahiptir. Bundan sonra parti, insan haklarının temini ve mahkemelerin güvenliği gibi konuları kendisine amaç edinmiştir. (Satılmış- Turhan, 2002: 182) Güçlenen bir CKMP, güçlenen milliyetçi kesim anlamına gelmektedir. Zira Türk milliyetçiliği ve Türklüğün korunması adına atılacak her adımın legal temsilcisi görevi görmektedir. 1950’li yılların sonunda kötüye giden ekonomi, muhalefete karşı uygulanan baskılar artmıştır. Bu gelişmeler, muhalif kesimin genişlemesine neden olmuştur. 27 Mayıs 1960’da, DP’nin on yıllık iktidarı askeri bir darbeyle son bulmuştur. (Tanilli, 55 2002: 97) DP dönemi yalnız sol kesim için değil, sağ kesim için de ciddi sıkıntıların yaşandığı bir dönemdir. İktidarın baskıcı tutumu her türlü muhalif eylemi bastırmıştır. Fakat yine de hem sol hem de sağ kesimin örgütlendiği, giderek güçlendiği dönemlerin başlangıcı da bu yıllara rastlamaktadır. 1960’da gerçekleşen askeri darbeyle, Türkçü yapılanmalar da dâhil olmak üzere, partiler ve dernekler kapatılmıştır. Türkçü Alparslan Türkeş’in de aralarında bulunduğu on dört kişilik bir grup, yurtdışı görevleri verilerek uzaklaştırılmıştır. İlerleyen yıllarda yeniden kurulmaya başlanan dernekler ve yayın hayatına başlayan dergiler ile birlikte, Türkçü faaliyetler canlanmıştır. Türkiye Milliyetçiler Birliği, Aydınlar Ocağı, Atsız’ın dergisi Ötüken dönemin Türkçü oluşumlarından bazılarıdır. (Özdoğan, 2015: 277-279) CKMP liderliğine, Bölükbaşı istifa edince, 1964’teki kongrede Ahmet Oğuz, 1965’teki kongrede ise Türkeş seçilmiştir. Aynı yıl yapılan seçimde milletvekili olmuştur. Türkeş, kendisiyle beraber tasfiye edilen on dört kişiden dokuzunu da partiye katılma konusunda ikna etmiştir. Birlikte yürüttükleri çalışmalar, hem partililerle tanışmalarını hem de Türkeş’in başkan olmasını sağlamıştır. (Tekin, 2011: 207-208) Bölükbaşı 1954’te kapatılan Millet Partisi’ni tekrar kurarak başına geçmiştir. Bu gelişme, partinin geleceği ve Türkeş’in parti içindeki etkinliği üzerinde büyük bir rol oynamaktadır. Bundan sonra milliyetçi hareket Türkeş önderliğinde yürütülecektir. 1960’lı yıllar, Türkçü örgütlerin ve bunların faaliyetleri doğrultusunda Türk milliyetçiliğinin yükseldiği dönemdir. Türkçülük faaliyetleri, diğer dönemlerde olduğu gibi, DP iktidarında fazla hareket alanı bulamamış ve etkinliği azalmıştır. Darbeyi takip eden yıllarda meydana gelen milliyetçi oluşumlarla, Türk milliyetçiliği alanında daha sağlam adımlar atılmıştır. Ayrıca bu oluşumlar, daha geniş bir kitleyi etkisi altına almıştır. 1965’teki kongrede partiden kopmalar yaşanmıştır. 1968’e gelindiğinde fikir ayrılıkları yeniden baş göstermiştir. Numan Esin, partinin katı milliyetçi politikalara sahip olduğunu ve Atatürkçü yoldan saptığını belirtmiştir. Esin, partiden 56 istifa etmiş ve ardından birkaç Atatürkçü de istifalarını vermiştir. Bu gelişmeler, partide bazı değişikliklere gidilmeyi gerektirmiştir. (Akpınar, 2016: 65-67) Tırmanan milliyetçiliğin yanı sıra, milliyetçiliğin temsilcisi konumundaki partide iç çatışmalar yaşanmaktadır. Bu durum, partide fikir birliği olmadığının ve kararların bazı üyeleri memnun etmediğinin belirtisidir. Nitekim eleştiriler ve istifalar memnuniyetsizliğin son raddeye eriştiğini göstermiştir. 1960’larda ve 1970’lerde Türkiye’de milliyetçiliğin etkisi artarak devam etmiştir. Aynı zamanda milliyetçi kesim Pantürkizm’i savunmaya devam etmektedir. Özellikle 1970’li yıllarda, Pantürkizm taraftarları çeşitli kurumlarda örgütlenmişlerdir. Adında ‘ülkü’ kelimesi geçen birçok dernek kurulmuştur. Ülkü Ocakları Derneği, Türk Ülkücüler Teşkilatı, Genç Ülkücüler Teşkilatı bunlardan bazılarıdır. (Landau, 1999: 222) Pantürkizm, yirminci yüzyılın ortalarında dahi kendine taraftar bulabilmiştir. Üstelik sayıları azımsanmayacak bu grup, milliyetçiliği en yüksek seviyede tutmuşlardır. Cumhuriyetin, ülke sınırları dâhilinde savunduğu ve hayata geçirdiği milliyetçilik anlayışı, bu grup için yeterli değil, dış Türklerin adeta yok sayılması anlamındadır. Farklı örgütler ve yapılanmalarla milliyetçi faaliyetlere devam edilmiş, bu faaliyetlerde en önemli rolü ise, gençler oynamıştır. Ülkücü adıyla ilk yapılanma 29 Şubat 1968’de kurulan Genç Ülkücüler Teşkilatı’dır. Bunun yanında Ankara Üniversitesindeki milliyetçi öğrenciler, Ülkü Ocağı adında bir fikir kulübü meydana getirmiş ve 1966 yılında halka ilan etmiştir. 1968 ve takip eden yıllarda diğer üniversitelerde şubeler açılmış, böylece etkinlik alanı genişlemiştir. Mayıs 1969’da ise ocaklar, Ülkü Ocakları Birliği halini almıştır. 12 Mart 1971’de kapatılan Ülkü Ocakları Birliği, 15 Eylül 1973’te açılmıştır. 23 Aralık 1973’te ise Ülkü Ocakları Derneği olmuştur. (Bahadır, t.y: 268-270) Ülkücü hareketin en önemli örgütü olan Ülkü Ocakları, kuruluşundan itibaren milliyetçi çevrelerin içinde yer aldığı en büyük teşkilattır. Özellikle ülkücü gençler, örgütlenme ve sokak eylemlerinde teşkilatın en önemli unsurlarıdır. Ocağın 57 kuruluşu, ülkücü hareketin daha sağlam bir zemine kavuştuğunu ve milliyetçi sağın örgütlü bir mücadele konusundaki tavrını göstermektedir. Ülkü Ocakları halkın çeşitli kesimlerinden destek almakla birlikte, sayıları gün geçtikçe artmaktadır. Kuruluşundan kısa bir süre sonra geniş bir alana yayılmıştır. Bu gelişmelerle birlikte ülkücü hareket de çeşitli alanlarda yürütülme imkânı bulmuştur. (Hacıeminoğlu, 1993: 125) 1968’den itibaren öğrenci hareketleri artmaya başlamıştır. Eylemler, karşılıklı gerginlikler, sokak çatışmaları meydana gelmektedir. Artık karşıt görüşlüler arasında diyalog daha da zorlaşmıştır. 1960’lı yılların sonlarında, sol ve sağ kesim arasında çatışmalar şiddetlenmiştir. Sağ kesimde, komünizme karşı mücadele etmek amacı taşıyan dernekler harekete geçmiştir. Ayrıca MHP, mücadele konusunda ülkücü gençleri eğitmiştir. Milliyetçi sağdan gençler, artık sokaklarda önceki dönemlerden daha aktiftir. (Çavdar, 2008: 187) Her iki kesimin de taraftarı çoktur ve çatışmalar adeta bir savaşa dönüşmüştür. Öyle ki çatışmalara artık taş ve sopanın yanı sıra silah da dâhil olmuş, ölümler yaşanmaya başlamıştır. Bu yıllarda ülkücüler, kamplarda bir komando gibi eğitim almışlardır. DP iktidarı ile yükselen muhafazakârlık ve çok partili hayata geçişle ivme kazanan milliyetçi hareket, milliyetçi sağın yeni bir boyuta girmesine neden olmuştur. DP iktidarı ve sonrasındaki dönem, din ve milliyetçiliğin iç içe geçtiği dönemdir. İlerleyen yıllarda Türk-İslam sentezi olarak nitelendirilecek milliyetçilik anlayışının temelleri bu dönemde atılmıştır. 58 4. BÖLÜM: MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ Milliyetçilik, Türkiye’de 1960’lı yıllarda doruğa ulaşmıştır. Özellikle gençler arasında hızla yayılan milliyetçilik, CKMP çatısı altında örgütlü bir şekilde artarak devam etmektedir. Bu dönemde komünizme karşı mücadele fikri de milliyetçiler üzerinde birleştirici bir rol oynamıştır. CKMP, 1969 yılında isim değiştirerek Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) olarak varlığını devam ettirmiştir. 4.1. Partinin Doğuşu, Amacı ve İlkeleri MHP, 1960’lı yıllarda Türkiye’de milliyetçiliğin örgütlü temsilcisi CKMP’nin devamıdır. Komünizme karşı mücadele, Türk milliyetçiliğinin yükselmesi ve Müslümanlığa yapılan vurgu ile birlikte CKMP siyaset arenasında etkin bir konuma gelmiştir. 1960 darbesi sonrası ‘14’ler olarak adlandırılan on dört kişilik bir grup yurtdışında görevlendirilmiştir. Aralarında Türkeş’in de olduğu bu gruptan bazıları Türkiye’ye dönmüştür. Ülkeye dönenler siyasete girmiş ve CKMP içinde yer almıştır. (Satılmış-Turhan, 2002: 438) CKMP Genel Başkanı Osman Bölükbaşı 1962’de partiden istifa etmiştir. Türkeş ise, 1964’te partiye katılmıştır. Partinin genel müfettişi olan Türkeş, 1965’teki kongrede başkan adayı olmuş ve seçimi kazanmıştır. (Akpınar, 2016: 40) Türkeş’in başkan seçilmesiyle birlikte Türkiye’de ülkücüler siyasal alanda daha aktif bir konuma gelmişlerdir. İlerleyen yıllarda ülkücülerin sokaklarda da etkin hale gelmesiyle, Türk milliyetçiliği ivme kazanmıştır. Dönemin ülkücü isimlerinden Alparslan Türkeş, CKMP’nin 1967’deki kongresinde ‘başbuğ’ olarak kabul edilmiştir. Ayrıca Türkeş’in ‘Dokuz Işık’ olarak adlandırdığı dokuz temel ilke de yine bu kongrede kabul edilmiştir. (Bora-Can, 2015: 43) Bu iki önemli karar Türkeş’i milliyetçi kesimin önderi ve en büyük söz sahibi 59 haline getirmiştir. Attığı adımlar, aldığı kararlar her bir milliyetçi fert için emir niteliği taşımaktadır. Türkeş Marksizm’den ve kapitalizmden azade yeni bir ‘üçüncü yol’dan bahsetmektedir. Buna göre, Türk milletinin yüceltilmesi, ilerlemesi en temel amaçlardan olmalıdır. Türkiye’nin ilerlemesi için öngörülen Dokuz Işık isimli dokuz prensip ise milliyetçilik, ülkücülük, ilimcilik, ahlakçılık, köycülük, toplumculuk, hürriyetçilik ve şahsiyetçilik, gelişmecilik, teknikçilik olarak belirlenmiştir. (Kuzu, 2015: 309-310) Ülkenin kalkınması amacıyla ortaya konulmuş olan bu prensipler, yalnızca partinin kabul ettiği maddeler olarak kalmamış, aynı zamanda milliyetçi kesimin yaşam tarzına da yön vermiştir. Günümüzde dahi MHP siyaseti, bu temel prensiplere paralel bir çizgide seyretmektedir. Komünizmle mücadelede, sol gruplara karşı yapılan eylemlerde ve buna benzer faaliyetlerde artık devletten sonra en güçlü kesim milliyetçi gençlerdir. Ülkü Ocaklarının ve CKMP’nin üyeleri, adeta devletin yardımcı kuruluşları gibi faaliyet göstermektedir. Aralarında organik bir bağ olmamasına rağmen ocak ve parti, her alanda, özellikle komünizme karşı yapılacak herhangi bir eylemde, koordineli bir şekilde hareket etmektedir. Zamanla CKMP saflarında bölünmeler ve istifalar yaşanmaya başlamıştır. Partide İslami vurguyu savunan Türkeş ve taraftarları ile Türklüğün ön plana çıkarılmasını savunan Atsız ve taraftarları arasında büyük bir anlaşmazlık söz konusudur. Tartışmalar neticesinde partinin 8-9 Şubat 1969 tarihli kurultayında, ismi Milliyetçi Hareket Partisi ve amblemi ise üç hilal olarak kabul edilmiştir. Bu durumda Türkeş ve taraftarlarının önerdiği amblem partiye, Atsız ve taraftarlarının önerdiği bozkurt amblemi ise Ülkü Ocaklarına verilmiştir. (Bahadır, t.y: 256-258) Parti içinde yaşanan bu anlaşmazlık, amblem üzerinde uzlaşmaya varamamak gibi görünse de, tabanda daha büyük bir çatlağa işaret etmektedir. Parti içi gerilim ilerleyen dönemde tırmanarak kutuplaşmalara neden olmuştur. Bu durumda kutuplardan birinin etkinliği artarken, diğeri parti içinde zayıflamaya başlamıştır. Kurultaydaki sonuçlardan anlaşılacağı üzere, partide Türkeş’in ağırlığı 60 hissedilmektedir. Nitekim günümüze kadar gelen MHP geleneği de Türkeş’in desteklediği Türk-İslam sentezi üzerine yeniden inşa edilmiştir. MHP, 1969’dan günümüze kadar Türk milliyetçiliğinin en önemli temsilcisi olarak varlığını sürdürmektedir. Aynı dönemlerde kurulan Ülkü Ocakları ile aynı amaçlar ve ilkeler doğrultusunda hareket eden MHP, ülkücü hareketin örgütlü yapılanmalarından birisidir. Partinin ve Ülkü Ocaklarının en büyük ortak amaçları ise, Türklüğün ve Türk devletinin korunması ve yüceltilmesidir. Hatta ortak amaçları, bu iki yapılanmanın meydana gelmelerindeki temel saiklerdir. Türkiye’de milliyetçilik ve din konusu geniş bir kitle tarafından kabul görmektedir. Bu iki önemli konunun bir arada işlenmesi fikri, MHP taraftarlarının sayısına büyük bir katkıda bulunmuştur. Partinin ilkeleri arasında yer alan bu Türkİslam sentezi girişimi başarılı olmuş, partinin vazgeçilmez fikirleri arasında yerini almıştır. Türk milliyetçiliğiyle birlikte Müslümanlığa yapılan vurgu aynı zamanda, partinin yalnızca Türk milliyetçisi görünümünü de değiştirmiştir. MHP ve Ülkü Ocakları arasında resmi bir bağ olmamakla birlikte, birbirlerinden bağımsız hareket etmemektedirler. Aynı amaçlara hizmet ediyor olmaları, aralarında kuvvetli bir bağ oluşturmuştur. Her ikisi de günümüz Türkiye’sinde hala Türk milliyetçiliği konusunda etkin kurumlardır. 4.2. 1970’li Yıllarda MHP ve Milliyetçilik Türkiye 1970’li yıllara girerken sokak çatışmalarının arttığı, özellikle karşıt görüşlü öğrenciler arasında daha da şiddetlendiği bir döneme de girmiştir. Partiler, örgütler ve çeşitli yapılanmalar arasında giderek derinleşen bir karşıtlık baş göstermiştir. Hem sol görüşten hem de sağ görüşten birçok insan yaralanmış, maddi kayıplar vermiş ve sokaklar güvenliğini yitirmiştir. Milliyetçi kesimde öteden beri var olan komünizm karşıtlığı artarak devam etmektedir. Kutuplaşmalar artmış, sol ve sağ gruplar arasında çatışmalar 61 yaşanmaktadır. Aynı dönemde MHP’nin gücü ve etkinliği artmıştır. (Özdoğan, 2015: 284) 1968’den itibaren Türkiye’de gençlik hareketleri ivme kazanmıştır. Özellikle sol kesimde geniş bir yer bulmuştur. Onların karşısında da ülkücü gençler yer almaktadır. Bu dönemde, solun etkisiz hale getirilmesi amaçlanmaktadır. (Akşin, 2014: 267-269) Toplumun geniş bir kesiminde baş gösteren komünizm karşıtlığı, milliyetçi kesimin lehinedir. Çünkü amaçların halka açıklanması noktasında sıkıntılar yaşanmamaktadır. Ortak duygular ve ortak amaçlar çerçevesinde hareket eden milliyetçi kesim, komünizme karşı geniş bir cephe meydana getirmiştir. 1968’de, gençleri eğitmek için kamplar kurulmuştur. Komünizm karşıtı bu gençler, milliyetçi kesimin sokak gücü görevi görmektedir. 1968 ve sonrasında sokaklarda hem sağ hem de sol kesimden birçok gencin silahlı çatışmalarda öldüğü veya yaralandığı göz önüne alınırsa, şiddetin boyutlarının giderek arttığı görülmektedir. Komünizm karşıtlığı, katı milliyetçi görüş, devleti sağ kesimle özdeşleştirme veya sola bırakmak istememek gibi düşüncelerin neticesinde 1970’li yıllar sokaklarda milliyetçi gençlerin en aktif olduğu dönem olmuştur. MHP 1974’e kadar seçimlerde başarılı bir grafiğe sahip değildir. Kıbrıs harekâtının etkisiyle Türk milliyetçiliği yeniden ivme kazanmış, MHP için hareket alanı açmıştır. İzledikleri politika ise, sokak hareketlerine yoğunlaştıklarını göstermektedir. (Bora-Can, 2015: 47) MHP, 1970’li yılların karmaşık Türkiye’sinde yükselen milliyetçiliğin ve bunun saflarını genişletmek için bir fırsat olduğunun bilincindedir. Burada kullanılan en etkili veri ise, komünizm karşıtlığıdır. 1970’li yıllar MHP’de bazı değişimlere de sahne olmuş; İslam, MHP ideolojisi içinde kendine bir yer bulmuştur. Bu bağlamda parti, tamamıyla olmasa da, değişime uğramıştır. Duruma tepki gösteren bazı partililerin ise, parti ile bağları koparılmıştır. (Arıkan, 2008: 49) 62 Bu gelişmelerden çıkarılacak sonuçlardan birisi, partideki Alparslan Türkeş hâkimiyetidir. MHP, 1970’lerden itibaren Türk-İslam sentezi adı verilen bir yapıya sahiptir denilebilir. Partideki bu değişim, hem Türkçü hem de İslamcı kesimleri kapsayacak şekilde geniş bir kitleye hitap etme fırsatını da beraberinde getirmiştir. Türk-İslam ülkücüsü olmak, devlete ve millete sadakatle bağlılığı, onların korunması ve geliştirilmesi için çalışmayı gerektirmektedir. Aynı zamanda İslam’ın güzelliklerinin bilincinde olmak ve onları içselleştirebilmektir. Bir Türk-İslam ülkücüsü, hem dininin ve hem de milletinin yüksek değerlerine sahiptir. (Arvasi, 1982: 237) Türk-İslam ülküsü kavramında İslam’ın ve Türklüğün yüceliğini bilmek, onlar için çalışmak esastır. Her ikisini de karakterinde taşımak, özümsemek gerekmektedir. Bu ülkü, bireyde ve toplumda din ve millet sentezinin yerleşmesine neden olmaktadır. Türkçülüğün yaşatılması ve komünizm karşıtlığı MHP gibi bir milliyetçi parti için varlık amacı niteliği taşımaktadır. Bu amaçlar doğrultusunda, katı bir milliyetçi görüş ve sert bir üslup ortaya çıkmıştır. Özellikle 1970’li yılların sonlarında tırmanan siyasal gerginlikte bu tutumun da payı vardır. 4.2.1. 12 Mart Muhtırası 1970’li yılların başlarında sokaklarda gerilim artmıştır. Bu durum bazı kesimler tarafından cumhuriyet rejiminin tehlikede olduğu şeklinde yorumlanmıştır. Dönemin askeri unsurları da olaylar karşısında tepkilerini göstermiş ve hükümeti etkin bir politika yapmaya davet etmiştir. Soygunlar, sokak çatışmaları, sağ ve sol gruplar arasında bir gerilim mevcuttur. Süleyman Demirel önderliğindeki AP, ülke genelindeki olayların önüne geçememektedir. Bu durum karşısında ordu, 12 Mart 1971’de bir muhtıra, 26 Nisan’da da Nihat Erim hükümeti tam on bir ilde sıkıyönetim ilan etmiştir. (Üskül, 1997: 191-192) 63 Sıkıyönetime rağmen olaylar son bulmamıştır. 1970’lerde yaşanan çatışmalarda, örgütlenen ve hızla büyüyen Ülkü Ocakları dikkat çekmektedir. Sokaklardaki çatışmalarda sol grupların karşısında bulunan sağ gruplar büyük oranda Ülkü Ocaklarındandır. Ocak üyeleri, milliyetçi kesimin sokak gücü görevi görmektedir. Sosyalizm, Türkiye’de 1960’larda ortaya çıkmış ve 1970’li yıllarda gelişmeye devam etmiştir. Bu dönemde, 12 Mart öncesinde, soldan gelecek Kemalist bir darbeden bahsedilmektedir. Fakat muhtıradan sonra bunun doğru bir tahmin olmadığını anlaşılmıştır. (Laçiner, 2013: 335-336) Muhtıra, MHP’yi birçok açıdan etkilemiştir. MHP, hem muhtıraya hem de sol görüşlülerin ordudan tasfiye edilmesine karşı olumlu tavır almıştır. Bunun yanı sıra ideolojik anlamda partide bir karmaşa baş göstermiştir. 8 Mayıs 1971’deki kongrede Türkeş, milliyetçi-toplumcu bir görüşün benimsendiğini belirtmiş fakat çok geçmeden görüş terk edilmiştir. Hitler’in nasyonal sosyalizmi ile benzerlik gösterdiği gerekçesiyle de eleştirilmiştir. Ayrıca bu dönemde birçok dernek gibi Ülkü Ocakları da kapatılmıştır. (Bahadır, t.y: 264-265) MHP devletin ve hükümetin yanında olduğunu beyan etmiştir. Türk milliyetçiliğinin temsilcisi MHP, devlet ile karşı karşıya gelmemiştir. Muhtıradan sonraki 1973 seçimlerinde MHP’nin oyları ve milletvekili sayısı artış göstermiştir. Fakat mecliste bir grup oluşturulamamıştır. CHP ve Milli Selamet Partisi (MSP) arasında bir koalisyon kurulmuştur. MHP bu duruma tepki göstermiş ve ülkeyi solun idare ettiğini belirtmiştir. Bu tepkiler sonucunda MHP’ye katılımlar gerçekleşmiştir. (Kuzu, 2015: 94-95) 12 Mart sonrasında bazı dernekler kapatılmıştır. Bunlar arasında sağ kesimden dernekler de mevcuttur. Fakat bunlar doğrudan ülkücülere yönelik bir baskı hareketi değildir. Muhtıra genellikle sol kesime baskı uygulamış, ülkücülere ise solculara nazaran dokunmamıştır. (Akpınar, 2016: 85) Bu dönem MHP’liler için fazla sıkıntılı geçmemiştir. Aynı zamanda dönemin şartları da MHP’ye aradığı imkânları sunmamıştır. Yine de MHP’den 64 destek gelmiştir. Muhtıradan sonra ise, ülke siyasetinde milliyetçilik yükselişe geçmiştir. (Tuşalp, 2001: 230-231) MHP’ye istediği ortamı sunmayan 12 Mart muhtırası, hem siyasal arenada hem de sokaklarda milliyetçiliği tırmandırmıştır. Bu durum daha aktif bir milliyetçi hareket için büyük bir fırsattır. Nitekim MHP, bu dönemden sonra ülke siyasetinde giderek artan bir öneme sahip olmuştur. Muhtıra, ülkedeki karmaşayı sonlandırmayı ve devlet otoritesini amaçlamış, fakat başarılı olamamıştır. Ne siyasi partilerde, ne de halkta bir durulma olmamıştır. Aksine, bu dönemden sonra koalisyonlar, fraksiyonlar ortaya çıkmış, sokak çatışmaları artarak devam etmiştir. Dernekler kapatılmış, anayasada yapılan değişikliklerle insanların temel hak ve özgürlükleri kısıtlanmış, gözaltılar ve tutuklamalar artmıştır. Ayrıca 12 Mart rejimi, bu baskıyı daha çok sol kesime yöneltmiştir. Sonunda toplumda kutuplaşmalar ivme kazanmıştır. 4.2.2. Milliyetçi Cephe Hükümetleri 12 Mart muhtırasından sonra, ülke siyasetinde bir istikrar sorunu yaşanmıştır. Bu tarihten sonra 1970’li yıllar boyunca kısa süreli hükümetler, azınlık hükümetleri veya koalisyon hükümetleri kurulmuştur. Kimi zaman birbirinden çok farklı siyasal partilerin bir araya geldiği görülmüştür. 1973 yılında yapılan seçimlerde CHP-MSP koalisyonu kurulmuş, 9 ay sonra da son bulmuştur. Bu hükümetten sonra görev Sadi Irmak’a verilmiştir. Güvenoyu alamayan Irmak, görevine devam etmiştir. (Tekin, 2011: 256) Ortada Irmak hükümeti karşısına çıkabilecek başka bir hükümet olmadığı için güvenoyu alamadığı halde görevde kalmıştır. Seçimlerde tek başına iktidar olabilmek için yeterli sayıya ulaşamayan partiler, koalisyonlar oluşturmak durumunda kalmışlardır. Bu dönemin koalisyon hükümetleri arasında yer alan milliyetçi cephe hükümetleri de Türk siyasal hayatında önemli bir yere sahiptir. 65 31 Mart 1975’te 1. Milliyetçi Cephe (MC) hükümeti kurulmuştur. AP, MHP, Milli Selamet Partisi (MSP) ve Cumhuriyetçi Güven Partisi (CGP) ile oluşan hükümet, Haziran 1977’ye kadar görevde kalmıştır. Bu dönemde Türkeş Başbakan Yardımcılığı görevindedir, MHP’nin de üç milletvekili bulunmaktadır. Bu MHP’nin ilk iktidar tecrübesidir. 22 Temmuz 1977’de AP, MHP ve MSP’den oluşan 2. MC hükümeti kurulmuştur. Yine Demirel Başbakan, Türkeş ise yine devlet bakanı ve başbakan yardımcısıdır. MHP’nin bu sefer 16 milletvekili bulunurken, 5 bakanlık elde etmiştir. (Akpınar, 2016: 123-132) Süreç içinde MHP’nin oyları artmış ve sokaktaki etkin pozisyonu meclise de taşınmıştır. Sokak hareketlerine ise hala önem vermektedir. Artan oylar ve sokaktaki gücü giderek daha geniş bir kitleye sahip olduğunu göstermektedir. 1979’un Ekim ayında bir ara seçim yapılmış ve hükümeti Demirel kurmuştur. Kurulan bu yeni azınlık hükümeti, AP dışındaki sağ partilerden de destek görmüştür. Diğer sağ partilerin hükümetin içinde yer almamalarına rağmen desteklemiş olmaları dolayısıyla bu oluşuma Örtülü veya 3. MC de denilmektedir. (Akşin, 2014: 272) Kuruluşundan itibaren MHP’nin değişmeyen komünizm karşıtlığı, 1970’li yılların gergin ortamında daha da büyümüştür. MHP, daha fazla destek için gerekli stratejileri uygulamış ve başarılı olmuştur. Devletin yanında bulunan, onları destekleyen, fikirlerini benimseyen bir anlayışa sahiptir. Gerek mecliste, gerekse sokaklarda milliyetçiliğin temsilcisi görevi görmektedir. Milliyetçi cephe hükümetleri ülke genelindeki gerilimi azaltamamış, huzursuzlukları sonlandıramamıştır. 1970’li yıllarda kurulan diğer hükümetler gibi onlar da istedikleri sonucu elde edememiştir. Fakat Türk siyasi tarihindeki koalisyon hükümetleri arasında farklı bir yer edinmiştir. 4.3. 1980 Darbesi ve Sonrasında Milliyetçi Hareket 66 12 Eylül’e yaklaşırken sokaklarda tansiyon artmıştır. Hem soldan hem de sağdan birçok insan faili meçhul cinayetlere kurban gitmiştir. Üniversiteler savaş alanına dönmüş, karşıt görüşlülerin yan yana dahi gelemediği adeta kuşatılmış bölgeler meydana gelmiştir. Bunların yanı sıra hayat pahalılığı, bazı temel gıdalara ve malzemelere ulaşılamaması gibi olumsuz faktörler de zaten gergin olan ülkeyi daha da zor duruma sokmaktadır. Ülkenin durumu karşısında 26 Aralık 1978’de bir sıkıyönetim ilan edilmiş ve 12 Eylül 1980’e kadar devam etmiştir. Sıkıyönetim bu defa on üç ili kapsamaktadır. Bu tarihlerde Ecevit ve Demirel hükümetleri kurulmuş ve her iki lider de sıkıyönetimi beş defa uzatmıştır. (Üskül, 1997: 276-299) Sıkıyönetimin en temel motivasyonu terördür. Ülke genelinde hâkim olan şiddet olayları nedeniyle ilan edilmiştir. Fakat ne sıkıyönetim ne de diğer önlemler tırmanan şiddete çözüm getirememiştir. Her geçen gün artan gerilim ve ekonomik sıkıntılar halkın huzursuzluğunu da artırmaktadır. 12 Eylül 1980’de Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) bir askeri darbe yaparak yönetime el koymuştur. Kenan Evren liderliğindeki TSK, tüm yurtta sıkıyönetim ilan etmiştir. Tüm siyasi partiler kapatılmış, yeni yasalar çıkarılmıştır. (Akşin, 2014: 275) Anayasanın, meclisin ve partilerin feshedildiği bir döneme girilmiş, ülke ordu tarafından yönetilmeye başlanmıştır. 1970’li yıllar boyunca, özellikle sonlarında, şiddet arttıkça MHP saflarından sıkıyönetim veya var olan sıkıyönetimin genişletilmesi talebi gelmektedir. 1980’deki darbe ile ülke genelinde sıkıyönetim ilan edilmiş fakat bundan herkes gibi MHP’liler de etkilenmiştir. 12 Mart’ın aksine 12 Eylül ağırlıklı olarak sola değil sağa da baskı yapmıştır. Her iki kesimden birçok insan gözaltına alınmış, tutuklanmış, cezaevlerinde nahoş muamelelere maruz kalmış ve idam edilmiştir. 29 Nisan 1981 tarihine gelindiğinde MHP ile ilgili bir iddianame hazırlanarak dava açılmıştır. Davada ülkücü kuruluşlardan bazı isimler yargılanmıştır. Bu isimlere bakıldığında liderler veya ülkücü kuruluşlar içinde ön safta yer alanlar oldukları görülmektedir. (Akpınar, 2016: 153) 67 Davada yargılanan isimlerden Alparslan Türkeş’in idamı istenmektedir. Fakat idamı istenen yalnızca Türkeş değildir. Muhsin Yazıcıoğlu, Sadi Somuncuoğlu, Namık Kemal Zeybek, Taha Akyol ve Celal Adan da bunlardan bazılarıdır. (Kuzu, 2015: 131) Ülkücü kuruluşlar halkı silahlandırarak çatışmalara neden olmak ve benzeri eylemler nedeniyle yargılanmıştır. Ülkücüler attıkları adımların devlet için yerine getirilen görevler olduğuna inanmaktadır. Bu nedenle devlet nezdinde suçlu bulunmak, kabul edemedikleri bir durumdur. Tarihe MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davası olarak geçen dava, 7 Nisan 1987’ye kadar devam etmiştir. Davada yargılanan 5 sanığa idam cezası verilmiş, onlarca sanığa hapis cezası ve 9 sanığa ömür boyu hapis cezası verilmiş, bazı sanıklar beraat etmiştir. Hapis cezası alanlar arasındaki Türkeş ise, 11 yıl 1 ay 10 güne mahkûm edilmiştir. (Bahadır, t.y: 266) Altı yıla yakın bir süre devam eden davada verilen cezalar milliyetçi kesimde büyük bir şaşkınlığa neden olmuştur. Davanın açılması ve ülkücülerin yargılanması dahi kabul edilmezken, bu kadar ağır kayıplar verilmesi ülkücüler tarafından üzüntü ve öfkeyle karşılanmıştır. Sonuçta 12 Eylül ve ülkücülere açılan bu dava onlar için sancılı bir dönemi işaret etmektedir. Toplam 391 sanığın yargılandığı davada Türkeş, hapis cezası alan tek MHP’li yöneticidir. Partinin genel idare kurulu üyeleri beraat etmiştir. Türkeş 11 yıldan fazla bu sürenin tamamında cezaevinde bulunmamış, 4 yıl 5 ay 28 gün sonra 9 Nisan 1985’te tahliye edilmiştir. (Satılmış-Turhan, 2002: 423) Dava ülkücü kesimde büyük bir hayal kırıklığına neden olmuştur. Devletin yanında bulunmayı kendilerine şiar edinen ülkücüleri, solcularla aynı muameleye maruz kalmaları üzmüştür. Bazı ülkücülerin idam edilmesiyle de yaşadıkları sarsıntı büyümüştür. Bunun yanı sıra askerler içerisinde MHP ile solcuların aynı olmadığını, farkın gözetilmesi gerektiğini düşünenler de mevcuttur. (Bora-Can, 2015: 82) 12 Eylül’ün milliyetçi kesim üzerindeki etkisi derin ve sarsıcı olmuştur. Devlet için mücadele verdiğini, devletin yanında olduğunu belirten ülkücüler, 68 darbeden en az sol kesim kadar yara almıştır. Fakat daha önemlisi devlet için var olduğunu söyleyen bu insanların devletten gördükleri muamele karşısında kendi içlerinde bir sorgulama başlamıştır. Bu durum MHP için kapatılmak, cezaevine girmek ya da diğer kısıtlamalardan çok daha büyük bir kayıptır. Nitekim devlet içindeki yerini sorgulayan ülkücülerden bazıları, ilerleyen yıllarda aynı kimlikle mücadele etmeyecektir. Bu arada askeri yönetim yeni bir anayasa tasarısı hazırlamıştır. 1961 Anayasası’ndan çok farklı olan bu yeni anayasa, birçok değişikliği de beraberinde getirmiştir. 1982 Anayasası geniş kapsamlı bir metin olarak karşımıza çıkmaktadır. Yeni kurumlar oluşturan anayasa, öncekinin aksine daha sert ve kısıtlayıcıdır. 1982 Anayasası ile birlikte Cumhurbaşkanına yeni yetkiler verilecek ve yürütme daha kuvvetli bir hale gelecektir. Dinin, eğitim alanında kendine bir yer edinmesi sağlanacaktır. Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) kurularak, kamu üniversiteleri üzerinde bir yönetim mekanizması meydana getirilecektir. 7 Kasım‘da oylama yapılmış ve halktan % 91 oy alan bu anayasa tasarısı kabul edilmiştir. Ayrıca bu tasarı aleyhinde eylemde bulunmak oylama öncesinde yasaklanmıştır. (Akşin, 2014: 276-278). 1982’de yeni bir anayasa yapılmış ve ülkede birçok şey değişmeye başlamıştır. Temel hak ve özgürlükleri kısıtlayan, kolluk güçlerinin yetkisini artıran bu anayasa ile daha katı bir yönetim süreci başlamıştır. Cumhurbaşkanlığını Kenan Evren’in üstlendiği süreç, beraberinde getirdiği kısıtlamalar ve yasaklarla birlikte zorlu bir dönem olmuştur. Bu yasaklara vatanın bütünlüğü, halkın huzurunun tesis edilmesi ve korunması, asayişin sağlanması gibi amaçlar gerekçe gösterilmektedir. 24 Nisan 1983 tarihinde 12 Eylül ile gelen yasaklardan olan siyasal etkinlik yasağı kaldırılmıştır. Buna göre yeniden parti kurulmasına izin verilmiştir. Fakat bu tarihten sonra kurulan bazı partiler de kapatılmıştır. Yeni bir uygulama ile bir partinin mecliste yer alabilmesi için seçimlere % 10 barajı getirilmiştir. (Akşin, 2014: 280) 69 Bir taraftan yasaklar kaldırılırken diğer taraftan yeni yasaklar getirilmektedir. Partilerin kurulabilmesine izin verilmiş, bir kısmı çeşitli nedenlerle kapatılmıştır. Kurulan partiler seçimlere girebilecek fakat oyların %10 ve üzerinde bir kısmını alamayanlar meclise giremeyecektir. Parti kurulmasının önündeki engel kalkınca 7 Temmuz 1983 tarihinde Muhafazakâr Parti (MP) kurulmuştur. Ülkücülerin yeni partisi MP’nin başında Mehmet Pamak yer almaktadır. Fakat Pamak dâhil 25 kurucusu veto edilince partinin başına Ahmet Özsoy geçmiştir. Yeni isimler gönderilmiş, 19 üye veto edilmiştir. Ayrıca 34 ilde teşkilatlanması gereken MP, bu şartı yerine getirememiştir. Sonuçta bu sebeplerden dolayı 6 Kasım 1983 tarihinde yapılan seçimlere girememiştir. (Tekin, 2011: 291) MP, MHP’nin devamı niteliğinde bir parti olarak kurulmuştur. Konjonktürün gerekleri dolayısıyla açıkça ifade edilemese de kabul görmüştür. Fakat birçok MHP’li başka partilerde yer almış ya da MP ile bağ kurmamıştır. Bu durum üzerinde ideolojik belirsizlik, sorgulamalar ve parti içinde yaşanan tartışmalar gibi nedenler etkili olmuştur. (Bora-Can, 2015: 177) 12 Eylül ile birlikte MHP kan kaybetmeye başlamıştır. Eski ülkücülerin dahi MHP çizgisindeki bir partiye dâhil olmamaları bu durumu kanıtlar niteliktedir. Askeri cuntanın solcularla MHP’lileri aynı kefeye koyması, MP’nin kendisine sağlam bir ideolojik temel oluşturamamış olması ve özeleştiriler neticesinde yaşanan kimlik bunalımları ülkücü kesimin MP saflarında yer almasına engel teşkil etmektedir. 29-30 Kasım 1985’te MP kongresi düzenlenmiştir. Kongrede Ali Koç genel başkan olarak seçilmiştir. MP’nin MHP tabanına hitap edebilmesi, ülkücü kesimle daha yakın ilişkiler kurabilmesi için partinin isminde değişikliğe gidilmesi hususunda bir önerge verilmiştir. Bu doğrultuda MHP’ye yakın bir isim olarak Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) partinin yeni ismi olarak kabul edilmiştir. (Akpınar, 2016: 176) 70 Bununla birlikte partinin amblemi de değiştirilmiştir. MP’nin amblemi Türkiye üzerinde yükselen bir çınardır. MÇP adını alan partinin yeni amblemi ise, 9 yıldız ve 1 hilalden oluşmaktadır. (Kuzu, 2015: 195) Kongre ile ülkücüler siyaset sahnesine gerçek anlamda yeniden dönmüştür. Partinin adının MHP’ye benzemesi, amblemdeki 9 yıldızın 9 ışığa vurgu yapması gibi gelişmeler MHP’nin yeniden meydana gelebilmesi adına atılmış adımlardır. Fakat yine de diğer partilerde yer alan, cezaevinde bulunan ve MHP tabanından kopan insanlar azımsanmayacak kadar fazladır. Bu da eskisi kadar güçlü olabilme ihtimalini azaltmaktadır. 1986’da on ilde bir ara seçim yapılmıştır. MÇP bu seçimde oyların yalnızca % 2.2’sini alabilmiştir. MHP çizgisindeki MÇP için önemli bir eşik olan bu seçim başarılı bir şekilde geçilememiştir. Dahası, düşük oy oranı partide öteden beri var olan sorunları büyütmüştür. (Bora-Can, 2015: 186) Partinin MHP’lileri bünyesinde toplamak için kongrede bulunduğu girişimlerden olumlu sonuç alınamamıştır. İlk etapta seçimlerde alınan sonuçlar bunu göstermektedir. Bundan sonra MÇP, halkın nezdinde MHP’nin devamı olarak kabul görebilmek için çalışmalarını yoğunlaştırmak durumundadır. 1987’ye gelindiğinde MÇP’de iki olağanüstü kongre gerçekleşmiştir. Parti Genel Başkanı Ali Koç istifa edince, 19 Nisan 1987’de bir olağanüstü kongre düzenlenmiştir. Kongrede Abdülkerim Doğru Genel Başkan, Devlet Bahçeli Genel Sekreter, Tuğrul Türkeş’in de aralarında bulunduğu birkaç isim ise Genel Başkan yardımcısı seçilmişlerdir. (Bahadır, t.y: 274) 6 Eylül 1987 tarihinde bir referandum yapılmış ve siyasilere getirilen siyaset yapma yasağı oylanmıştır. Referandumdan % 51 gibi kritik bir oranla yasağın kalkması yönünde sonuç alınmıştır. Türkeş’in yasağı da kalktığı için 20 Eylül 1987 tarihinde MÇP’ye üye, 4 Ekim 1987 tarihinde gerçekleşen bir olağanüstü kongre ile de genel başkan olmuştur. Partinin 29 Kasım 1987’deki genel seçimlerde oy oranı % 2.91’de kalmıştır. 29 Mart 1989’daki yerel seçimlerde ise, parti il genel meclisi % 4.2’lik bir oya sahiptir. (Tekin, 2011: 295-296) 71 Bir yandan oylar artış gösterirken bir yandan da MÇP’ye katılımlar devam etmektedir. Bunda Türkeş’in partinin başına geçmesi de etkili olmuştur denilebilir. Bunun yanı sıra Türkeş’in tekrar lider olmasına sıcak bakmayan, sayıları azımsanmayacak bir grup da mevcuttur. Ayrıca darbe sonrası birçok MHP’li Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisi (ANAP) ve Doğru Yol Partisi (DYP) saflarında yer almıştır. Bu arada yükselen İslamlaşma hareketinden MÇP de payını almış, parti içinde milliyetçilerin yanı sıra İslamcı bir grup ortaya çıkmıştır. İslamlaşma, 1980’li yıllarda ülkücü kesimin söyleminde ve ideolojisinde meydana gelen değişimin nedenleri arasında yer almaktadır. 1980’lere kadar ülkücü camiada söylem olarak yer alan İslamlaşma, 12 Eylül’den kısa bir süre önce etkisini artırmaya başlamıştır. Ayrıca, 1980’lerde İslam dünyasında yaşanan hareketlilik Türkiye’yi de etkilemiştir. (Bora-Can, 2015: 197) İslamlaşma, başından beri ülkücüler arasında kabul görmüş bir olgudur. Ancak partinin bir söylemi haline getirmek veya partiye yön verecek kadar ön planda tutmak anlamına gelmemektedir. 1970’li yılların sonlarına doğru İslamcı sesler yükselmeye başlamış ve partide de etkisini göstermiştir. 1980’lere gelindiğinde ise, daha belirgin bir şekilde İslamcı bir söylem benimsenmiştir. Bunda darbenin ve onun İslamcı politikasının da etkisi yadsınamayacak ölçüdedir. Zira 12 Eylül ile birlikte İslam, adeta bir devlet politikası haline gelmiştir demek yanlış olmayacaktır. 1988’de partiye yeni bir program hazırlanmış ve yayımlanmıştır. Programın, MHP programı ile aralarında büyük farklar mevcuttur. MÇP’nin yeni programı daha ılımlı bir dille meydana getirilmiştir. İnsan hakları, meşruiyet ve hukukun üstünlüğü gibi kavramların üzerinde durulmuştur. Bahçeli, ülkücüler üzerindeki sert ve uzlaşmaz görüntünün değişmesi ve kentli, eğitimli kesime de yakın olabilmesi adına parti içinde bazı değişiklikler yapılmasını gerekli görmektedir. Bunun yanı sıra, dokuz ışık doktrinine de parti programında yer verilmiştir. Bu durum parti içindeki ümmetçi kesimin karşısında milliyetçi kesim lehine bir gelişmedir. (Arıkan, 2008: 21-23) 1980’ler boyunca yaşananlar ülkücü kesimin yeni partisinin söylemi üzerinde etkili olmuştur. İslamcılığın yükselişe geçtiği bu yıllarda, MÇP içinde de 72 İslamcı bir grup meydana gelmiştir. Parti içindeki milliyetçi unsurlarla aralarında bir rekabet, dahası bir çekişme mevcuttur. İlerleyen yıllarda daha da derinleşecek olan rekabet, ayrışmalara hatta kopmalara neden olacaktır. 4.4. 1990’lı Yıllarda Milliyetçi Hareket 1980’lerin hareketli ortamından 1990’lara girerken önceki on yıla nazaran sakin bir ortam mevcuttur. Fakat partilerin kendi içlerindeki sorunlar, demokrasi alanında yaşanan sıkıntılar halkın yaşamında önemli bir yer işgal etmektedir. Zira tepede atılan her adım halkın geleceğini tayin etmektedir. Ayrıca ülke yönetimindeki isimlerde değişiklikler meydana gelmiştir. 1989’da Cumhurbaşkanlığına Turgut Özal, Başbakanlığa ise Yıldırım Akbulut getirilmiştir. 20 Ekim 1991 tarihinde bir seçim yapılmıştır. Demirel liderliğindeki DYP oyların % 27’sini, ANAP % 24’ünü, Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) % 21’ini almıştır. Seçimden çıkan hükümet ise DYP ve SHP’nin koalisyon hükümetidir. Bu sonuç sol ve sağ kesimin bir arada bulunması dolayısıyla ülkede bir barışma olarak karşılanmıştır. (Akşin, 2014: 291) Koalisyondaki partilerin yapıları ve ideolojileri göz önüne alındığında birlik kurma ihtimalleri düşüktür. Fakat bu düşük ihtimalin gerçekleşmesi halk tarafından olumlu karşılanmıştır. Karşıt görüşlü iki partinin yan yana durması, çalkantılı geçen yılların ardından durgun bir döneme girmek olarak değerlendirilmiştir. Çünkü insanlar 1970’li yıllarda şiddet olaylarıyla, 1980’li yıllarda da darbenin yasak ve baskılarıyla yaşamak zorunda kalmıştır. MÇP seçime Refah Partisi (RP) ve Islahatçı Demokrasi Partisi (IDP) ile birlikte katılmış ve meclise girmeye hak kazanmıştır. Seçimden sonra kurulan koalisyon hükümeti Türkeş tarafından desteklenmiştir. Türkeş’in bu tavrı, milliyetçi kesimde ve medyada da ses getirmiştir. (Arıkan, 2008: 25) Seçimde MÇP-RP-IDP’den oluşan ittifak % 16.9 oy almış ve MÇP, ittifak içinde, 19 milletvekilliği kazanmıştır. Daha sonra ittifaktan ayrılan bu 19 kişilik grup 73 artık bağımsızdır. Demokratik Hareket Partisi (DHP) adında yeni bir parti kurmuşlar ve 29 Aralık 1991’deki MÇP kongresinde onlarla birleşerek yeniden partilerine dönmüşlerdir. Türkeş ise, genel başkanlığa getirilmiştir. (Tekin, 2011: 297) İttifakı oluşturan partiler, milliyetçi ve muhafazakâr bir blok görüntüsü içindedir. Milliyetçilik ve 12 Eylül sonrasında daha da yükselen İslamlaşma sürecinde bu ittifak birçok kesime hitap etmektedir. Hal böyleyken, yine de üç partinin toplamda % 16.9 oranında oy alması ise, sekiz yıldır iktidarda olan ANAP ve Demirel liderliğindeki DYP gibi güçlü partilerin de bu çizgiye yakın olmasından kaynaklanmaktadır. 1991’de il kongreleri sırasında partideki ayrışma net bir şekilde görülmüştür. Kongrelerde kimi zaman fiziksel şiddete dönüşen tepkiler ortaya çıkmıştır. Ayrışmanın bir kanadında Türkeş ve taraftarları, diğerinde Türk-İslam ülkücüleri yer almaktadır. Türk-İslam ülkücüleri arasında ise Muhsin Yazıcıoğlu, Muharrem Şemsek, Esat Bütün ve Ökkeş Şendiller gibi isimler bulunmaktadır. (Bora-Can, 2011: 29-31) Türkeş’in DYP-SHP koalisyonuna verdiği desteği olumlu bulanların yanı sıra, karşı çıkanlar da bulunmaktadır. Bu durum hem milliyetçi kesimde hem de partide sorun teşkil etmektedir. Bir grup partinin geleceği açısından olumlu tavır takınmanın yerinde olduğu düşüncesini savunurken, diğerleri bu tutumun partinin ilkeleriyle bağdaşmadığını düşünmektedir. Bu tartışma ile birlikte parti içinde var olan gerilim tırmanmış, bunalım derinleşmiş, ciddi kutuplaşmalar meydana gelmiştir. 4.4.1. Ülkücü Harekette Ayrılma: Büyük Birlik Partisi Ülkücüler arasında ve MÇP’de bazı sorunlar yaşanmaktadır. Fikir ayrılıklarının baş gösterdiği camiada, Türkeş’in DYP-SHP koalisyonuna verdiği destek gerilimi tırmandırmıştır. SHP’nin içinde yer aldığı bir hükümeti desteklemek stratejik bir harekettir. Fakat bazı ülkücüler bu durumu kabullenmemiştir. Giderek derinleşen ayrışma, parti içinde büyük bir bölünmeye neden olmuştur. 74 Türkeş, eski sert üsluptan uzaklaşarak siyaset yapma taraftarıdır. Yazıcıoğlu ise, MHP çizgisinin devam etmesi yönünde fikir beyan etmektedir. Yazıcıoğlu bazı yayın organları tarafından Türkeş’in halefi olarak değerlendirilmiştir. Fakat partide belirgin bir ayrılık söz konusudur. (Akpınar, 2016: 180) Bizim Dergâh adında bir dergi yayımlanmaktadır ve İslamcı bir söyleme sahiptir. Dergi temsilcilikler de açmaya başlamıştır. MÇP, partiden yükselen muhalif seslere karşı harekete geçmiş ve Bizim Dergâh da bundan etkilenmiştir. Parti merkezinin taraftarları ile Türk-İslam ülkücüleri taraftarları bazen karşı karşıya gelmektedir. 2 Temmuz 1992’de bazı ülkücülerin dergiyi basması ise, ayrılığın geldiği noktayı göstermektedir. Birkaç gün sonra, 7 Temmuz’da, Muhsin Yazıcıoğlu, bazı milletvekilleri ve bazı yöneticiler partiden istifa etmiştir. Böylece ülkücü harekette ilk defa ideolojik bir kopma yaşanmıştır. (Bora-Can, 2011: 41-44) Ülkücü camiadaki kopmanın çeşitli nedenleri bulunmaktadır. Türkeş’in koalisyona verdiği destek, ilkelerden ödün vermiş olmak, menfaat uğruna saf tutulduğu kanısı bir yana aslında bu bir tür hesaplaşmadır. Parti içindeki tek ve değişmez lidere karşı bir direniştir. Ülkücü hareketin başından bu yana parti içi çekişmeler, camiada anlaşmazlıklar bulunmaktadır. 1990’lı yılların başında da anlaşmazlıklar yaşanmış fakat tarafların birbirlerine karşı sert tavrı ve son olarak Bizim Dergâh dergisinin basılması ile geri dönüşü olmayan bir yola girilmiştir. Parti içi anlaşmazlıklar hiçbir zaman Yazıcıoğlu ve arkadaşları örneğinde olduğu gibi ciddi ve kesin bir şekilde sonuçlanmamıştır. Bu bakımdan istifa edenler, otoriteye karşı gelerek ülkücü hareket tarihinde yeni bir sayfa açmıştır. Yazıcıoğlu ve arkadaşları, yeni bir parti çatısı altında toplanma yönünde karar almışlardır. Bu doğrultuda 6 Aralık 1992 tarihinde Siyasi Karar Kurultayı düzenlenmiştir. Kurulacak partinin ismi Büyük Birlik Partisi (BBP), amblemi ise hilal içinde gül olarak belirlenmiştir. Yazıcıoğlu Birliğe Doğru adlı toplantılar yapmış ve partinin ismi belirlenirken bu isimden yararlanılmıştır. (Akpınar, 2016: 195) BBP 99 kurucu üyeyle 29 Ocak 1993 tarihinde kurulmuştur. Yazıcıoğlu, 13 Temmuz 1993 tarihinde gerçekleştirilen kongre ile parti genel başkanlığına 75 getirilmiştir. BBP 1994’te yapılan yerel seçimlere katılmaya hak kazanmış ve toplam 14 belediye başkanlığı almıştır. 1995’teki genel seçimlere ANAP ile birlikte katılan BBP, 7 milletvekilliği kazanmış ve seçimden sonra ANAP’tan ayrılmıştır. (Arıkan, 2008: 55) Ülkücü hareket içinden çıkan BBP, savunduğu değerlere dayalı bir parti olarak meydana gelmiştir. İslam’ın partide hâkim unsur olduğu görülmektedir. Öyle ki, parti ambleminde dahi İslam’da önemli bir yere sahip olan gül figürü kullanılmıştır. Kuruluşunun akabinde hızlı bir şekilde teşkilatlanmaya giderek seçimlere katılan partinin, bazı kazanımları da olmuştur. 1 Ekim 1992 tarihinde Nizam-ı Âlem Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı (Alperen Ocakları) kurulmuştur. BBP ile yakınlığı bulunan Ocak, bir gençlik kuruluşudur. Bir yıl içerisinde yurt genelinde birçok temsilcilik açan ocağın, Alperen Dergisi adında bir yayın organı da bulunmaktadır. Dergi kimi zaman davalar ve cezalar nedeniyle yayın hayatına ara vermiştir. Yurt içindeki terör olaylarına ve yurt dışındaki Müslümanların sıkıntılarına eğilen Ocak, İslami ve milli bir duruş sergilemektedir. (Bahadır, t.y: 290-292) Ülkücülük, BBP’liler tarafından benimsenen bir özelliktir. Fakat Nizam-ı Âlem Ocakları’nın ülkücülük tanımında İslam ön planda yer almakta ve MHP geleneğindeki tanımla aynı anlamı taşımamaktadır. BBP İslam’ı temel almış ve milliyetçilikten ziyade İslamcı bir nitelik kazanmıştır. (Arıkan, 2008: 67-69) BBP, milliyetçiler ve İslamcılar arasında bir orta yol görünümündedir. Hem milliyetçi hem İslamcı söylemiyle ortaya çıkan parti, 12 Eylül sonrasında yükselen İslamlaşma sürecinde önemli bir yere sahiptir. Bu bakımdan partinin İslamcı yönünün daha baskın olduğu bilinmektedir. MHP geleneğindeki milliyetçilik ve Türk-İslam tanımından farklı bir konumda yer almaktadır. BBP’den kısa bir süre sonra Nizam-ı Âlem Ocakları kurulmuş ve partinin destekçisi olmuştur. BBP ile Ocak, ayrı yapılanmalar olsalar da MHP ve Ülkü Ocakları gibi yollarına birlikte devam etmektedirler. BBP’nin kuruluşuyla milliyetçi kesim bölünmüştür. Fakat farklı bir milliyetçi parti olarak değil, ağırlıklı olarak İslamcı bir parti nitelinde Türk siyasal hayatında yerini almıştır. 76 4.4.2. MÇP’den MHP’ye 1990’lı yıllar ülkücü kesim açısından oldukça hareketli geçmiştir. 12 Eylül rejiminin devam eden etkileri, parti içi çekişmeler, kopmalar, ideolojik dalgalanmalar gibi sebeplerden dolayı sıkıntılar yaşanmıştır. Artık, BBP’nin de kurulmasıyla, kesin itaat devri kapanmış, yüksek sesle sorgulayan bir döneme girilmiştir. 1980’deki askeri müdahaleden sonra partiler kapatılmıştır. 19 Haziran 1992’de bir yasayla bu partilerin açılmasının önündeki engel kalkmıştır. 27 Aralık 1992’de MHP’nin yeniden açılması için bir kongre düzenlenmiş, fakat kendini feshetmiştir. Ayrıca kongre öncesinde tartışma konusu olan malvarlığı da MÇP’ye aktarılmıştır. (Bora-Can, 2011: 74-78) 24 Ocak 1993 tarihinde gerçekleştirilen MÇP olağanüstü kongresinde, partinin adının MHP olarak değiştirilmesi yönünde karar alınmıştır. Türkeş’in genel başkanlığa getirildiği kongrede, partinin amblemi de üç hilal olarak belirlenmiştir. 1994 yılındaki yerel seçimlerde aldığı % 7.96’lık oy oranı, MHP’ye toplam 118 belediye başkanlığı kazandırmıştır. (Tekin, 2011: 306-307) 1992’de yasağın kalkmasıyla birlikte ülkücü kesimde MHP’nin yeniden kurulması yönünde çalışmalar başlamıştır. Bu durum MÇP’lilerin tepkisini toplamış, partinin oluşum aşamasında çeşitli nedenlerden tartışmalar yaşanmıştır. Ülkücüler bir kez daha kendi içlerinde karşı karşıya gelmişlerdir. MHP’nin kendini feshetmesiyle ülkücüler arasında bir bütünleşme söz konusu olmuştur. Bu uzun vadede bir beraberlik anlamına gelmemektedir. Partiye MHP adı verilirken, 12 Eylül sonrası kaybedilenleri geri kazanmak gibi bir amaçları da vardır. Fakat parti kendi içinde İslamcı kesim, milliyetçi kesim, Türkeş’e eskisi kadar bağlı olmayan kesim gibi farklılıklarla parçalara ayrılmış bir görünüm içerisindedir. 24 Aralık 1995‘te yapılan genel seçimlerde, partinin oylarında beklenen artış gerçekleşmemiştir. Oyların % 8.2’sini alan MHP için bu sonuç bir hayal kırıklığıdır. Bunun üzerinde DYP ve ANAP gibi partilerde de ülkücü veya MHP ile 77 ideolojisi yakın isimlerin bulunmasının etkisi vardır. Aynı zamanda parti içinde yaşanan sorunların seçim çalışmalarına da olumsuz anlamda yansıdığı görülmektedir. (Bora-Can, 2011: 353-355) 1994’teki yerel seçimlerde yükseliş gösteren oy oranları 1995’teki genel seçimler için umut olmuştur. Fakat MHP barajın altında kalmış ve meclise girememiştir. MHP’nin rakiplerine bakıldığında ANAP ve DYP’nin yanı sıra, yükselen İslamlaşma ile güçlenen RP de bulunmaktadır. Bu partilerin İslamcı ve milliyetçi özelliklere sahip olmaları göz önünde bulundurulduğunda, MHP oylarının önemli bir kısmının nerelere dağıldığı anlaşılmaktadır. MHP’nin 12 Eylül öncesi siyaset sahnesinde sahip olduğu yer aynen korunamamıştır. Zaman içinde değişen konjonktürle beraber kitlelerin siyasete yaklaşımı da değişmiştir. 28 Şubat 1997 tarihinde ordu müdahale etmiştir. Köktendinciliğin yayılmasının önüne geçmek istenmiştir. Zorunlu eğitimin beş yıldan sekiz yıla çıkması, imam-hatip okullarının sayısının azaltılması, tarikatların işlettiği kurumların kaldırılması gibi talepleri vardır. 18 Haziran 1997 tarihinde Erbakan istifa etmiş, 16 Ocak 1998 tarihinde ise, RP Anayasa Mahkemesi (AYM) tarafından kapatılmıştır. (Akşin, 2014: 301-303) Ordunun RP hükümetine yaptığı müdahale bazı çevrelerce laikliğin korunması gerekliliği nedeniyle olumlu karşılanırken, bazı çevrelerce eleştirilmiştir. 28 Şubat müdahalesi 1960, 1971 ve 1980’deki müdahalelerin aksine hükümete son vermemiş, hükümet şartlar karşısında istifa ile sona ermiştir. RP, 1980’lerden itibaren yükselişe geçen İslamlaşma hareketinin doruk noktası olarak değerlendirilebilir. Kapatılmasından sonra Türk siyasetinde ‘milli görüş’ ekolü son bulmamış, önce Fazilet Partisi (FP) ve ardından da Saadet Partisi (SP) adıyla devam etmiştir. Türkeş 1990’larda önceki yıllara nazaran daha sakin bir tutum içindedir. Ayrıca artık komünizme değil, ülkenin birliğini ve dirliğini tehlikeye sokan unsurlara karşı tavır almaktadır. 1980’lerin ortalarında başlayarak devam eden Güneydoğu Anadolu’daki etnik hareketliliğe karşı ise, sert bir üslup kullanmaktadır. (Akpınar, 2016: 198) 78 Türkeş ve önderliğindeki MHP’nin 1990’larda tepkisinin yönü değişmiştir. Önceden salt komünizm karşıtı tavırlar sergilenirken sonradan, Güneydoğu’daki hareketliliğin de etkisiyle, karşıt tanımı değişmiştir. Bu tutumda partinin elde ettiği konumu koruma ve katı MHP imajı yıkılarak, daha geniş kitlelere hitap etme düşüncesinin payı büyüktür. MHP bir yandan eski üslubunu tamamen olmasa da değiştirmiş, ideolojik anlamda karmaşa yaşamış, parti içinde uzlaşmazlıklar ve kopmalar yaşamış, taraftarlarının çeşitli partilere dağılmasıyla kan kaybetmiş fakat bir yandan da toparlanmaya başlamıştır. Oy oranları, parti söylemi, üyeleri ve daha birçok şey zaman içinde değişmiştir. Partinin milliyetçi kimliği ise, devam etmektedir. 4.4.3. Kurucu Liderin Ölümü ve Bahçeli’li Yıllar 1990’ların sonuna kadar ülkücü hareket içerisinde birçok sorun yaşanmıştır. Parti içindeki sorunlar ve askeri müdahalelerle sekteye uğrayan siyasal hayatları, ülkücü kesimi zora sokmuştur. Hareket 1990’ların sonuna gelindiğinde ise, 1970’lerdeki net ve sert tavırdan ve 1980’lerdeki karmaşık yapıdan daha farklı fakat tamamen de bağımsız olmayan bir görünüm arz etmektedir. Türkeş’in ölümünden sonra bir kez daha parti içi anlaşmazlıklar bütün açıklığıyla ortaya çıkacaktır. MHP lideri Türkeş, 4 Nisan 1997 tarihinde bir kalp krizi neticesinde hayatını kaybetmiştir. 8 Nisan’da Ankara’da düzenlenen cenaze törenine yurtiçinden ve yurtdışından çok sayıda insan katılmıştır. Törende MHP’lilerin yanı sıra birçok milletvekili, bakan, sivil toplum örgütlerinin yöneticileri de yer almıştır. (Bahadır, t.y: 295-301) 18 Mayıs’ta bir kongre düzenlenerek MHP’nin yeni lideri seçilmek istenmiştir. Toplam altı adayın yarıştığı birinci turda en fazla oy alan Tuğrul Türkeş olmuştur. İlk turdan sonra ara verilmiş ve dört aday yarıştan çekilme kararı almıştır. Bu durum karşısında Türkeş ve bazı partililer tepki göstermiştir. Salonda kavga çıkmış, eşyalara zarar verilmiş hatta silah sesleri duyulmuştur. Böyle bir ortamda kongre devam edememiş ve 7 Temmuz’da gerçekleşmiştir. Bu kongrede Bahçeli en 79 çok oyu alarak, yarışın galibi olmuştur. 23 Kasım’daki olağan kongrede ise, en fazla oyu yine Bahçeli almıştır. (Bora-Can, 2011: 391-401) MHP’nin yeni lideri Bahçeli, 1960’ların sonlarından itibaren ülkücü hareket içinde yer almaktadır. Liderin ölümünden sonra ise, genel başkanlık koltuğuna oturmuştur. MHP’nin daha önceki kongrelerinde, seçim dönemlerinde, parti içi meselelerinde de anlaşmazlıklar, ayrılıklar yaşanmaktadır. Fakat bu kez onlarca yıllık ülkücü hareketin başına yeni bir lider seçmek gerekmektedir ve bu hiç de kolay değildir. Birçok isim aday olmuş, birçok farklı görüş ortaya atılmış, tartışmalar yaşanmış, sonunda Türkeş’in koltuğu oğlu Türkeş’e değil Bahçeli’ye verilmiştir. Partililerin Bahçeli’yi tercih etmeleri üzerinde önceki dönemlerde var olan muhalefetin etkisi görülmektedir. Alparslan Türkeş’in liderliğine artık sıcak bakmayan kesim, liderin ölümünden sonra oğlu Türkeş’i tercih etmemiştir. Bunun yanı sıra Türkeş’in aldığı oylar da azımsanmayacak ölçüdedir. Tuğrul Türkeş genel başkan seçilememiş, 18 Kasım 1998’de istifa etmiştir. 27 Kasım 1998’de Aydınlık Türkiye Partisi (ATP) adında yeni bir parti kurmuştur. ATP’den istifa ederek, 18 Nisan 1999’da yapılan seçimlere DYP saflarında katılmıştır. Sonuçta DYP meclise girememiş, Türkeş ATP liderliğine geri gelmemiştir. (Akpınar, 2016: 226-227) Alparslan Türkeş’in ölümünden sonra, var olan sorunlara bir de liderlik sorunu eklenmiş ve parti içindeki gerilim tırmanmıştır. Gerek lider seçimi gerekse ideolojik anlamda uzlaşmazlıklar bulunmaktadır. En nihayetinde, ATP’nin kurulması ile birlikte MHP bir kez daha ciddi bir bölünme yaşamıştır. Abdullah Öcalan 16 Şubat 1999’da Kenya’da yakalanmış ve Türkiye’ye getirilmiştir. 31 Mayıs’ta yargılanmaya başlanan Öcalan hakkında 28 Haziran’da ölüm kararı verilmiştir. Bu arada 18 Nisan 1999’da bir genel seçim yapılmış ve DSP oyların % 22’sini alarak ilk sıraya yerleşmiştir. (Akşin, 2014: 305) Seçimde oyların % 18’ini alan MHP, sandıktan ikinci parti olarak çıkmıştır. Bu oy oranıyla meclise girmeye hak kazanmış, ayrıca 129 milletvekilliğinin sahibi olmuştur. Seçimden sonra DSP-MHP-ANAP arasında kurulacak bir koalisyon 80 hükümeti fikri ortaya çıkmıştır. Buna Rahşan Ecevit’ten bir itiraz gelmiş, fakat koalisyon 28 Mayıs 1999’da kurulmuştur. Bahçeli Başbakan Yardımcısı, MHP toplam 12 bakanlık sahibi olmuştur. (Akpınar, 2016: 238-241) Öcalan’ın yakalanması kamuoyunda memnuniyetle karşılanmış ve DSP oylarına yansımıştır. Bahçeli’nin liderliği ve yükselen milliyetçilik de seçmenin sandıktaki tercihini etkilemiştir. Ecevit’i yeniden iktidara taşıyan seçimlerden koalisyon çıkmış, Rahşan Ecevit’in MHP ile ortaklığa karşı çıkan beyanı MHP’de tepkilere neden olmuştur. Fakat sonunda ortak bir hükümet kurulabilmiştir. Bahçeli, lider olmasından kısa bir süre sonra MHP’yi koalisyonla da olsa iktidara taşımıştır. Ayrıca önceki dönemlerde RP’ye kaptırılan oylar geri alınmıştır. Bu durum hem MHP’nin, hem de milliyetçi kesim arasında Bahçeli’nin imajını sağlamlaştırmıştır. Bahçeli’nin MHP liderliğine gelmesiyle birlikte partide bazı değişikliklere imza atılmıştır. Merkez ile çevre arasındaki kopukluk giderilmiş, partinin birliği sağlanmıştır. Partinin hem taşraya hem de kentlere hitap edebilmesi için çalışmalar yürütülmüştür. AR-GE ve Parti Siyaset Okulu kurulmuştur. Önceki dönemlerde kavgacı yapısı nedeniyle parti imajına zarar veren Ülkü Ocakları’nın denetimine önem verilmiştir. Parti programında da değişiklikler yapılmış ve Dokuz Işık Doktrini göz ardı edilmemiştir. (Arıkan, 2008: 30-34) 12 Ocak 2000 tarihinde Ecevit, Bahçeli ve Yılmaz arasında Öcalan’ın idamıyla ilgili bir toplantı yapılmıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) idamın ertelenmesini istemektedir. Liderlerin toplantısından erteleme kararı çıkmış ve bu durum MHP’lilerin tepkisine neden olmuştur. 5 Kasım 2000’de gerçekleşen olağan kurultaya kadar da tepkiler devam etmiştir. Parti tüzüğünün değiştirildiği, kılık kıyafete özen gösterildiği bir kurultay olmuştur. Ayrıca partide Bahçeli karşıtları ortaya çıkmıştır. (Akpınar, 2016: 242-245) Bahçeli partinin hem iç hem dış görünüşünde önemli dokunuşlar yapmıştır. Başkanlığının başından itibaren partiyi iyileştirmek için çalışmalar yapmış ve 1999 seçimlerinde olumlu anlamda karşılığını almıştır. Partiyi iktidara taşıyan Bahçeli, Öcalan konusunda alınan kararla partililerin yoğun tepkisiyle karşılaşmış ve karara karşı olduğunu beyan etmiştir. Yine de böyle bir karar alınması imajını yeterince 81 sarsmıştır. Karar alınırken, AB ile ilişkiler göz önünde bulundurulmuştur. İlerleyen zamanda MHP, parti içi muhalefet, içte ve dışta düşman kabul edilenlere karşı verilen mücadele, seçim çalışmaları gibi birçok konuyla meşgul olmuştur. MHP 1970’li yıllarda komünizme karşı mücadele etmiş ve onları düşman olarak tanımlamıştır. 1980’li yıllarda PKK düşmanlığı ön plana çıkan partinin, 1990’lı yıllara gelindiğinde siyasal İslam’ın karşısında olduğu görülmektedir. Bunlardan sonra karşı çıkacağı unsur ise, AB ve beraberinde getirecekleridir. (Arıkan, 2008: 37) MHP’nin her dönem karşıtı olarak tanımladığı bir unsur bulunmaktadır. Bunlar MHP tarafından kabul edilmeyen ya da değerleriyle örtüşmeyen unsurlardır. Bu karşıt tanımı üzerinde konjonktürün de etkisi bulunmaktadır. 1990’lı yıllar ülkedeki terör, yolsuzluklar, cinayetler ve daha birçok sebepten zor bir dönem olmuştur. Bunların yanı sıra 1991’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nin çözülmesiyle Türkî Cumhuriyetler bağımsızlığını kazanmış ve milliyetçilik bir kez daha ivme kazanmıştır. 1990’ların Türkiye’sinde milliyetçiliğin geldiği noktada bu olayın da katkısı bulunmaktadır. MHP bu dönemde ideolojik belirsizlikler, tartışmalar hatta kavgalar, ülkücü kesimden ayrılmalar, BBP ve ATP ile birlikte bölünmeler yaşamıştır. Fakat yükselen milliyetçilik MHP oylarına yansımış, daha fazla taraftar toplamasına yardımcı olmuştur. Kurucu liderin ölümüyle birlikte lideri değişen MHP’nin kendisi de, tam anlamıyla olmasa da, değişmiş ve 2000’li yıllara öncekinden farklı bir yapıyla girmiştir. 4.5. 21. Yüzyıl Türkiye’sinde Milliyetçilik ve MHP 2000’li yıllar hem Türkiye hem de MHP için hareketli başlamıştır. 1990’lardan kalan sorunlar, özellikle Öcalan meselesi, MHP tabanında başlı başına bir kriz olarak varlığını sürdürmektedir. Buna ek olarak ekonomik bunalım, 17 Ağustos 1999’da meydana gelen büyük Marmara depremi, siyaset arenasındaki uzlaşmazlıklar ve diğer sorunlar ülke gündemini meşgul etmektedir. 82 Mayıs 2000’de Ahmet Necdet Sezer, Demirel’den sonra cumhurbaşkanlığına gelmiştir. Ekonomik bunalım devam etmekte olup, Ecevit sorunun çözümü için Kemal Derviş’ten yardım istemiştir. Haziran 2001’de FP hakkında kapatma kararı çıkmış, Temmuz 2001’de SP kurulmuştur. 14 Ağustos 2001’e gelindiğinde ise, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) kurulmuştur. Ecevit rahatsızlanarak hastaneye kaldırılmış, DSP’den birçok milletvekili istifa etmiş (Kemal Derviş ve İsmail Cem gibi), istifa edenler Yeni Türkiye Partisi (YTP) adında yeni bir parti çatısı altında toplanmış, erken seçim sesleri yükselmeye başlamıştır. 3 Kasım 2002’de erken seçim yapılmış ve AKP oyların % 34’ünü alarak seçimden birinci parti olarak çıkmıştır. MHP ise, % 8’lik oy oranıyla barajın altında kalmıştır. (Akşin, 2014: 309-313) Ekonominin Kemal Derviş’e emanet edilmesi de sorunu halletmemiş, hatta zaman içinde giderek derinleşmiştir. Halkın iktidara tepkisi de krizle birlikte büyümektedir. İktidar işte böyle bir ortamda erken seçime gitme kararı almış, sonucunda yönetim el değiştirmiş ve AKP (AK Parti) tek başına iktidara gelmiştir. Erken seçim teklifi yapanlardan birisi de Bahçeli’dir ve barajın altında kalan MHP, bir önceki dönemde iktidarda iken şimdi meclise bile girememiştir. Bu durum milliyetçi kesimde şaşkınlık ve hayal kırıklığına neden olmuştur. Aynı zamanda büyük bir tepkiyle karşılanmış ve muhalif sesler daha yüksek çıkmaya başlamıştır. Bu süreçte, 11 Eylül 2001’de, ABD’de bir saldırı gerçekleşmiş ve ABD Irak’a karşı cephe almıştır. Bu durum Türkiye’yi hem coğrafi olarak Irak’a yakınlığı, hem de bölgenin siyaseti açısından etkilemiştir. 2000’li yıllar Türkiye için AB uyum süreci açısından da zorlu bir dönemi işaret etmektedir. AB’ye uyum konusuna milliyetçi kesimin tepkisi olumlu yönde olmamıştır. Fakat ilerleyen zamanda MHP yönetimi, teslimiyetçi olmaksızın sıcak bakmıştır. Kıbrıs meselesine gelindiğinde, Kıbrıs’ta ortak bir devleti öngören öneriye milliyetçi kesimin itirazları olmuştur. Irak konusunda ise, 11 askere ABD’liler tarafından yapılan nahoş muamele karşısında milliyetçiler tepki göstermiştir. (Bora-Can, 2011: 521-530) 83 2002 seçimlerinde alınan sonuç, Öcalan’ın idamı meselesi ve diğer sebeplerden dolayı parti içinde Bahçeli karşıtları ortaya çıkmıştır. 2003 Ekiminde gerçekleşen olağan kurultayda Bahçeli ve birkaç isim yarışmış, Bahçeli en fazla oyu alarak yeniden lider seçilmiştir. Seçimin ardından kürsüye çıkan Bahçeli, AKP’yi ve AB’yi eleştirmiştir. (Akpınar, 2016: 259) AB’ye uyum sürecindeki bazı taleplerin milliyetçi değerlerle örtüşmediği yönündeki itiraz, Kıbrıs’taki birleşme fikrinin Türk kesimi için olumlu bir adım olmadığı kanısı ve üzerine Irak’ta askerlere yapılanlar da eklenince milliyetçi kesim hareketli günler yaşamıştır. MHP’nin tavrı Türklüğün ve Türklere ait olanın korunması ve yaşatılmasından yana olmuştur. MHP hükümeti eleştirirken de Türklüğe ve değerlerine vurgu yapmaktadır. Öte yandan MHP saflarında parti içi muhalefet baş göstermiş ve rekabet başlamıştır. Tüm bu yaşananlar milliyetçiler için önem arz etmekte ve 2000’lerin ilk yıllarında milliyetçiliği yakından ilgilendiren adımlar atılmaktadır. 2003 yılına ait olduğu iddia edilen birtakım belgelerle ordu içinde bir darbe hazırlığı olduğunu anlatan Balyoz adında bir plan ortaya çıkmıştır. Ardından onlarca asker gözaltına alınmış, onlarcası hakkında davalar açılmıştır. 2007 yılında Ümraniye’de bir evde bulunan el bombaları dolayısıyla yine bir gözaltı dalgası başlamıştır. Birçok asker, siyasetçi, gazeteci ve başka kesimlerden birçok insan gözaltına alınmış, tutuklanmıştır. Bunun adına da Ergenekon örgütü denilmiştir. Bunlar yıllarca süren davalara neden olmuş ancak yıllar sonra kumpas oldukları anlaşılmıştır. MHP’nin Balyoz ve Ergenekon davalarındaki usulsüzlükler ve haksızlıklar üzerine itirazları olmuştur. Özellikle bu davalarda Türk askerinin suçlanması, yargılanması, tutuklanması MHP cephesinden çok sert bir dille eleştiri almıştır. Bunu şerefli Türk subayları nezdinde Türkiye’ye yapılmış bir hakaret olarak kabul etmiştir. Davalar milliyetçi kesimde itirazlara neden olsa da geniş çaplı bir tepki hareketi doğurmamıştır. 2004 yılında bir yerel seçim yapılmış ve MHP’nin oy oranı % 10,45 olmuş, dört büyükşehir belediyesi başkanlığı alınmıştır. 2006 yılındaki büyük kongrede başkanlık yarışında yer alacağını beyan eden Ümit Özdağ, ihraç edilmiştir. Bunların 84 yanı sıra 2007 seçimlerine giden süreçte MHP cumhurbaşkanlığı seçimi, Kıbrıs’taki durum, AB’ye uyum süreci, türban gibi bazı konuların üzerinde durmuştur. 2007 seçimleri öncesinde MHP bir beyanname ile seçim çalışmalarını yoğunlaştırmıştır. Beyanname içeriğinde konjonktürle, bilimle, teknolojiyle ve diğer bazı alanlarla ilgili görüş bildirilmiştir. MHP aynı zamanda seçim çalışmalarını, iktidarı yoğun bir şekilde eleştirerek de yürütmektedir. Çalışmalar seçimde MHP oylarına olumlu olarak yansımıştır. Fakat önceki dönemlerin aksine oyların geneli İç Anadolu’dan değil, kıyı kesimlerden gelmiştir. Bu durum, iç göç ve neden olduğu kimlik bunalımı ile de ilgilidir. (Arıkan, 2008: 91-99) 2004 seçimlerine ‘sessiz çoğunluğun sesi’ sloganıyla hazırlanan MHP, 3 Kasım 2002’deki seçim yenilgisini kısmen telafi etmiştir. Ancak seçmenin MHP’ye yönelik bakış açısını değiştirmek tam anlamıyla mümkün olmamıştır. Nitekim alınan sonuçlar da bunun göstergesidir. 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinde % 14,27 oranında oy alan MHP, 71 milletvekili ile meclis içinde yerini almıştır. 29 Mart 2009’da bir yerel seçim yapılmış ve oyların % 15,97’sini alarak, 2007 seçimlerinde yakaladığı ivmeyi devam ettirmiştir. 8 Kasım 2009’a gelindiğinde, partinin olağan kurultaylarından birisi daha gerçekleşmiştir. Başka bir adayın olmadığı kurultayda, yine Bahçeli seçilmiştir. Tüzük değiştirilmiş, genel başkanın seçilebilmesi konusundaki süre sınırı kalkmıştır. (Akpınar, 2016: 287-288) 2007 seçimlerinde konjonktürün neden olduğu yükselen milliyetçilik MHP’ye oy olarak dönmüştür. Önceki seçimlerde AKP’ye giden oyların veya seçmenlerin bir kısmı geri dönmüştür. Bunda yalnız konjonktürün değil, MHP’nin seçim propagandası ve seçmen tercihinin de etkisi olmuştur. 2009 seçimlerinde sandıktan daha fazla oyla çıkan MHP’de bu olumlu gelişmelerin yanı sıra parti içi çekişmeler, rekabet, tartışmalar devam etmektedir. Son olarak tüzük değişikliğine gidilmiş ve genel başkan seçimleriyle ilgili katı maddeler konulmuştur. Bu durum, parti içindeki huzursuzluğa bir yenisini daha eklemiştir. 2010 yılında bir anayasa referandumu yapılmış ve MHP hayır oyu kullanmıştır. Fakat MHP’nin en çok destek bulduğu iller tercihini evetten yana 85 kullanmıştır. Böylece partinin seçmenle arasındaki bağın zayıfladığı ortaya çıkmıştır. 12 Haziran 2011 yılında yapılan genel seçimde MHP 53 milletvekili çıkarmıştır. 2012 yılındaki olağan kurultayda ise, Bahçeli’nin karşısına Koray Aydın çıkmıştır. Kurultayda yeniden seçilen Bahçeli 725, Aydın 441 oy almıştır. Daha sonra Aydın’a destek veren il teşkilatları kapatılmıştır. (Bahadır, t.y: 307-308) MHP 2007 ve 2009 seçimlerindeki kazanımlarının bir kısmını kaybetmiştir. Arka arkaya yapılan referandum ve seçimde görüldüğü üzere MHP’nin kaleleri düşmekte, parti kan kaybetmektedir. Parti söylemi tabana inememiş, aslında kabul görmemiştir. MHP bu referandum döneminde CHP bloğuyla hareket etmiş ve oy kaybının bir kısmını da bu sebeple yaşamıştır. 2011 genel seçimleri öncesinde MHP ve AKP arasında gerilim tırmanmıştır. Medyanın da hedefi haline gelen MHP hakkında, meclise girecek oranda oy alamayacağı yönünde haberler yapılmıştır. Nisan ve mayıs ayına gelindiğinde bazı MHP’lilere ait olduğu iddia edilen özel görüntülerin yayımlanması (kaset komplosu), şaşkınlık yaratmıştır. Bunlar genel başkan yardımcıları, genel sekreter, il başkanı gibi üst düzey yöneticilerdir. Burada ismi geçenler, seçim öncesinde istifa etmek zorunda kalmıştır. Oyların %13,01’ini alan MHP ise, meclise girebilmiştir. (Akpınar, 2016: 289-291) Partinin kurmaylarını hedef alan bu girişim, MHP’nin elini zayıflatmıştır. 2011 seçimleri MHP için çok zor bir sınav olmuştur. Medyanın iddialarının aksine barajın altında kalmamış fakat 71’den 53’e düşen milletvekili sayısı nedeniyle meclisteki temsil gücü zayıflamıştır. Referandum sonrasındaki 12 Eylül davaları ve birçok ülkücünün yargılanması, parti içinde ve dışında yaşanan tartışmalar MHP açısından zor bir dönemi işaret etmektedir. Bu dönem özellikle Fethullah Gülenciler (fetö, fethullahçı terör örgütü) tarafından medyada hedef alınan MHP için uzun ve yıpratıcı bir süreç olmuştur. 10 Ağustos 2014 tarihinde cumhurbaşkanlığı seçimi yapılmış ve MHP ile CHP ortak bir aday çıkarmıştır. Çatı aday olarak belirledikleri Ekmeleddin İhsanoğlu ile seçime girmiş ve oyların % 38,44‘ünü almıştır. Kazanan ise, oyların % 51,79’unu alan Recep Tayyip Erdoğan olmuştur. 7 Haziran 2015’e gelindiğinde genel seçim 86 yapılmış ve MHP oyların % 16,29’unu alarak 80 milletvekili ile meclise girmiştir. AKP % 40 oranında oy aldığından, hükümeti tek başına kuramayacak ve koalisyon gerekecektir. Bu da olmamış ve 1 Kasım 2015’te tekrar seçime gidilmiştir. AKP % 49,5 oranında oy alarak, hükümeti tek başına kurabilecek duruma gelmiştir. MHP ise, oyların % 11,9’unu alarak meclise girmiş fakat milletvekili 40’a düşmüştür. Bu durum, MHP içinde tepkilere neden olmuştur. Parti içindeki muhalifler, kurultay yapılması yönündeki isteklerini bildirmişlerdir. Sinan Oğan, Meral Akşener ve Koray Aydın başkan adaylıklarını beyan etmişlerdir. Parti olağan kurultayı ise, 21 Mart 2015’te seçimlerden önce toplanmıştır. Genel Merkez ve muhalifler arasında kurultay konusunda büyük bir hukuk mücadelesi yaşanmış ve Genel Merkez lehine sonuçlanmıştır. Partiye dönen Ümit Özdağ da muhaliflerin safında yer almıştır. (Akpınar, 2016: 295-304) Birkaç ay arayla yapılan iki seçim arasında Türkiye onlarca şehit vermiştir. Güneydoğu’da terör tırmanırken, ülkenin çeşitli yerlerinde bombalar patlamış ve her yerden acı haberler gelmeye başlamıştır. Gerilimin arttığı ortamda vatandaşların hassasiyeti ve teröre tepkileri de artmıştır. Bu dönemde MHP yönetimi ve tabanı da terör karşıtı söylemlerini sertleştirmiştir. 1 Kasım’da tekrar seçime gidildiğinde ise, MHP seçmeninin bir kısmının AKP’yi tercih ettiği kaybettiği oylardan görülmüştür. Ayrıca bu dönemde koalisyon hükümetinin kurulamamasının sebeplerinden biri de MHP’nin Halkların Demokratik Partisi (HDP) ile aynı koalisyon içinde yer almak istememesidir. Partiden bu konuda çok kesin ve sert açıklamalar yapılmıştır. Sonuçta buna ek olarak başka sebepler nedeniyle hükümet kurulamamış ve yeniden seçime gidilmiştir. MHP önemli ölçüde seçmen kaybetmiştir. Seçim hezimeti partide adeta deprem etkisi yaratmıştır. Öteden beri var olan muhalefet, kurultay hamlesiyle parti yönetimine ciddi bir tepki göstermiştir. Kurultay çekişmesinden sonra art arda ihraçlar yaşanmış, parti içindeki karşıt seslere nota verilmiştir. MHP’de bunlar yaşanırken ülke gündemi de çok önemli bir sorunla meşguldür. 15 Temmuz 2016 günü Fetö tarafından bir askeri darbe girişiminde bulunulmuştur. Demokrasiye darbe vurmak isteyen ve başarısızlıkla sonuçlanan bu kalkışma, Türk tarihine kara bir leke olarak geçmiştir. Darbe girişimine tüm 87 Türkiye’den tepkiler gelmiş, ülkede olağanüstü hal ilan edilmiştir. MHP de darbe girişimini sert bir şekilde eleştirmiş, hükümetin yanında yer almıştır. Öte yandan başkanlık sistemi tartışılmaya başlanmış ve 16 Nisan 2017’de yapılan bir referandumla halka sorulmuştur. Referanduma Bahçeli’den destek gelmiş, MHP evet oyu kullanmış ve bu konuda da parti içindeki muhaliflerle anlaşmazlığa düşülmüştür. Bu arada muhalifler partiden ihraç edilmeye başlanmıştır. Muhalefet eden il ve ilçe teşkilatları kapatılmış, yönetimler feshedilmiştir. Buna karşılık MHP’de istifalar hatta toplu istifalar yaşanmaktadır. İhraçlar, kapatmalar, istifalarla birlikte MHP’de bir yaprak dökümü başlamıştır. 2017 Ekiminde muhalif isimler İyi Parti adında yeni bir oluşumla, Akşener başkanlığında toplanmışlardır. MHP cephesinde ise, bu gelişme hoş karşılanmayıp sert bir dille eleştirilmiştir. Bu tarihten sonra 24 Haziran 2018 tarihli Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlerde MHP, Erdoğan’ı desteklemiş ve AKP ile ittifak (Cumhur ittifakı) kurmuştur. 31 Mart 2019’daki yerel seçimlere ise, bazı illerde Cumhur ittifakı adaylarıyla katılmıştır. 2016 ve sonrasında MHP, iktidar ile ittifak halindedir. Öncekinden farklı bir rota çizilmiştir. İttifaklar bu tezin kapsamında yer almadığı, başka bir çalışma konusu olduğu için detaylı olarak ele alınmayacaktır. MHP 21. yüzyılda Türk milliyetçiliğinin ve AKP ile birlikte yükselen dinin arasında kalmıştır. Her ikisinde de aşırıya kaçmamak için çabalamıştır. Ayrıca Türk milliyetçiliği ve din MHP içinde öteden beri var olduğu için bunların dengeli bir şekilde partinin eylem ve söylemine yerleştirilmesine özen gösterilmiştir. MHP bu ikilik ve denge mücadelesini verirken, seçmen tercihlerini dikkate alarak kendi siyasi geleceğini kurgulamaya çalışmaktadır. Lidere ve partiye bağlılığın olduğu MHP’de, liderle veya partiyle sorunlar yaşansa da parti terk edilmemektedir. Milliyetçi gelenek ve MHP anlayışı da bunu gerektirmektedir. Muhalif kabul etmeyen, sorgulatmayan bir yapıda itaat esastır. MHP eylem partisi ve kitle partisi ikilemine düşmemiştir. Çünkü yapısı gereği bir eylem partisidir. 88 Türkiye’de milliyetçilik siyasetin sağ yelpazesinde daha geniş bir alanda konumlanmıştır. Sağ kesim adeta milliyetçiliğin tek savunucusu görünümündedir. MHP, BBP ve diğer sağ partiler ve sağ görüşlü oluşumlar milliyetçiliği içselleştirmiştir. MHP milliyetçiliğin, Türklüğün temsilcisi olarak siyasal hayata katılmış ve bu çerçevede hareket etmeye çalışmıştır. Fakat partinin son dönemlerinde AKP ile olan ittifakı, parti içi muhalefet ve daha birçok sebepten dolayı seçmeni tarafından eleştirildiği görülmektedir. Partinin kuruluşundan itibaren sahip olduğu milliyetçiliğin temsilcisi konumu sorgulanmaktadır. Bu durum bazı seçimlerde sandığa, bazen parti içindeki tartışmalara, bazen de parti dışından yapılan eleştirilere yansımaktadır. Sonuçta MHP, Türk milliyetçiliği alanında eskisi kadar tek ve değişmez temsilci olarak görülmemektedir. MHP kuruluşundan günümüze kadar geçen süre zarfında Türk siyasetinde milliyetçiliğin temsilcisi ve milliyetçilerin adresi olarak varlık göstermiştir. Ülkücülük, Türk milliyetçiliğinin korunması ve geliştirilmesi gibi amaçlarla yola çıkmışlardır. Hemen her dönem olduğu gibi son dönemlerde de parti içinde çekişmeler, anlaşmazlıklar, muhalifler mevcuttur. Bu sorunlar zaman zaman parti içinde kopmalara dahi neden olmuştur. Fikir ve şekil açısından da değişikliğe uğrayan parti iniş çıkışlarıyla, kopmalarıyla ve daha birçok olumlu veya olumsuz gelişmeyle günümüze kadar varlığını sürdürmeyi başarmıştır. Sorunlar, parti içindeki uyum, atılacak adımlar ve en nihayetinde partinin geleceği konjonktürle yakından ilgilidir. Hem konjonktür hem de partililer ve partili olmayan seçmenlerin vereceği kararla, MHP’nin geleceği de şekillenecektir. 89 SONUÇ Milliyetçilik kavramı ortaya çıkmasından itibaren dünya üzerinde birçok kesimi etkisi altına almıştır. Türkiye de bundan etkilenmiş, milliyetçi faaliyetlere ve yapılanmalara sahne olmuştur. Osmanlı Devleti döneminde etkisi görülmeye başlanan milliyetçilik, cumhuriyet döneminde ivme kazanmıştır. Savaşlar, kurtuluş mücadelesi, ülkenin içinde bulunduğu maddi ve manevi zorlukların bu durum üzerinde etkisi büyüktür. İlerleyen yıllarda çeşitli kuruluşlarla milliyetçilik yayılmaya başlamıştır. MHP’nin kuruluşu ile milliyetçilik farklı bir boyut kazanmış, Türkiye’de milliyetçi kesim ve milliyetçi oylar temsil edilmiştir. Tezde milliyetçilik, doğuşundan MHP’nin bugünlerine kadar geniş bir yelpazede ele alınmıştır. MHP bütünüyle bu çalışmanın temeli niteliğindedir. Her yönüyle ele alınan partinin milliyetçilik anlayışı ve milliyetçilik üzerindeki etkisi görülmüştür. Çeşitli kaynaklarla meydana gelen tezin çerçevesini milliyetçilik kavramı, Türk milliyetçiliği, milli kimlik, MHP ve milliyetçilik üzerindeki etkisi oluşturmuştur. Bu çerçevede ele alınan Türkiye’de milliyetçiliğin sağ kesimle özdeşleştirildiği, milliyetçi sağın kurumsal bir yapıya dönüştüğü ve ivme kazandığı görülmüştür. Milliyetçiliğin Türkiye’de etkisini göstermeye başladığı dönemlerden beri geri planda kalmadığı, gücünü kaybetmediği ve her daim savunulan bir olgu olduğu görülmüştür. Osmanlı döneminden günümüze kadar birçok oluşumla desteklenmiş ve yaşatılmaya çalışılmıştır. Hem çeşitli milliyetçi kurum ve kuruluşlar hem de MHP, Türk milliyetçiliğini çalışmalarının temeline koymuştur. Milliyetçiliğin Türkiye’deki en büyük temsilcisi konumundaki MHP, kendi içinde bölünmelerle zamanla kan kaybetse de toparlanmayı başarmıştır. Partinin katı itaat geleneği, bu bölünmelerin tamamında partiden ayrılanlara yönelik çok sert tepkilerin doğmasına neden olmuştur. Partide iki başlılık veya ayrılarak başka bir oluşum içinde yer almak, partiye yapılan bir ihanet olarak kabul edilmektedir. Partinin kuruluşunda benimsediği Türk milliyetçiliği ve onun kurumsal temsilcisi rolü zamanla yanına eklenen din kavramıyla partiyi, hem milliyetçi hem 90 dini bir parti konumuna getirmiştir. Her iki olguyu birden dengede tutmaya çalışan partide bu durum milliyetçilerden tepki almış, anlaşmazlıklar yaşanmıştır. Sonrasında dine ağırlık verilmesi gerektiğini düşünenler ortaya çıktığında, parti ilk ideolojik bölünmesini BBP ile yaşamıştır. Daha sonra yine milliyetçilik ve din dengesini esas alan bir politika sürdürülmüştür. 21. Yüzyıl konjonktüründe değişen dünya düzenine göre, bir taraftan mikro milliyetçilikler yükselirken diğer taraftan da insan haklarına dikkat çekilmekte ve dünya vatandaşlığı kavramı öne çıkmaktadır. AKP’nin dine yaptığı vurgunun etkisiyle de Türkiye’de din yükselişe geçmiştir. MHP, bu durumda denge politikasını daha dikkatli uygulamaya başlamıştır. Buna göre, hem dini yönü ağır basmayacak hem de kuruluş amacı olan Türk milliyetçiliğinde aşırıya kaçılmayacak. Ayrıca her iki kavramdan da uzak duran bir izlenim yaratmamak zorundadır. Çünkü parti tabanı bu dengenin bozulması durumunda kayabilir ve MHP yeniden güç kaybedebilir. MHP kuruluşundan itibaren zaman zaman oy kaybetmiş veya umduğundan fazlasını almıştır. Bazen koalisyonla da olsa iktidara gelmiş, bazen meclise dahi girememiştir. Başlardaki saldırgan görünümü zaman içinde kısmen giderilmiş ve partinin imajının yenilenmesine yönelik çalışmalar yapılmıştır. Son dönemlerde yapılan ittifaklar ise, milliyetçi kesimin bir kısmından tepki almıştır. Çünkü bu durumun partinin özgün milliyetçi yapısında değişikliğe neden olduğu düşünülmektedir. Bu durum ayrıca MHP’nin Türk milliyetçiliği ve milliyetçi kesimin temsilcisi rolünün sorgulanmasına da yol açmıştır. Bazı çevrelere göre, MHP kuruluş amacından farklı bir yöne doğru ilerlemektedir. MHP tabanında da bu görüşe katılanlar olmuştur. MHP’nin seçmen kitlesi arasında dinin yanı sıra Türk milliyetçiliği hala ön plandadır. Sonuç olarak, Türk milliyetçiliği bu topraklarda gücünü kaybetmediği gibi ivme kazanmıştır. Türk milliyetçiliği ve milliyetçi sağ Türk siyasal hayatında yasal ve kurumsal olarak temsil edilmektedir. MHP ise, bu temsilin en önemli aktörlerindendir. MHP inişli çıkışlı performansıyla, siyaset sahnesinde sürekli yer almıştır ve almaya devam etmektedir. 91 KAYNAKÇA Ahmad, Feroz, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Türkçesi: Yavuz Alogan, Sarmal Yayınevi, İstanbul, 1995. Akçura, Yusuf, Üç Tarz-ı Siyaset, Kilit Yayınları, Ankara, 2011. Akpınar, Hakan, Kurtların Kardeşliği CKMP’den MHP’ye Ülkücü Hareketin Kısa Tarihi, Kamer Yayınları, İstanbul, 2016. Aksoy, A. Şerif, İttihat ve Terakki Cemiyeti Tarihi, Nokta Kitap, 8. Baskı, İstanbul, 2013. Akşin, Sina, Kısa Türkiye Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 18. Basım, İstanbul, 2014. Arai, Masami, Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği, Çeviren: Tansel Demirel, İletişim Yayınları, 5. Baskı, İstanbul, 2011. Arıkan, E. Burak, Türk Sağının Türk Sorunu: Milliyetçi Hareket Partisi, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2008. Arıkoğlu Ündücü, Cemile, Uluslar arası Sistemin Aldığı Yeni Biçimin Türk Dış Politikasına Etkileri Kıbrıs Örneği, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2010. Arvasi, S. Ahmet, Türk-İslam Ülküsü, Ocak Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 1982. Atabay, Mithat, Partiler, Seçimler, İktidarlar ve Müdahalelerle Türk Demokrasi Tarihi, Paradigma Akademi Yayınları, 2. Baskı, Edirne, 2015. Ateş, Toktamış, Cumhuriyet ve Laiklik, Sarmal Yayınevi, 3. Baskı, İstanbul, 1995. Atsız, Türk Tarihinde Meseleler, Ötüken Neşriyat A.Ş, 8. Basım, İstanbul, 2013. 92 Atsız, Türk Ülküsü, Ötüken Neşriyat A.Ş., 13. Basım, İstanbul, 2015. Aybars, Ergün, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Ulusal Kimlik Oluşumu ve Batının Etkisi”, Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik, Yayına Hazırlayan: Nuri Bilgin, Bağlam Yayıncılık, İstanbul, 1997. Aydın, Suavi, Modernleşme ve Milliyetçilik, Gündoğan Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2000. Bahadır, Alperen, Ülkücülüğün Tarihi, Kriminal Kitaplar, İstanbul. Bayram, Cezmi, Türk Milliyetçiliği Tarihi Seyri, Yeni Hedefleri, Ötüken Neşriyat A.Ş., İstanbul, 2013. Bora, Tanıl, “
.MİLLİYETÇİ MUHAFAZAKÂR TARİHÇİLİK VE OSMAN TURAN Nationalist Conservative Historiography and Osman Turan Ekin Kadir SELÇUK Dr. Öğretim Üyesi, Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi Gazetecilik Anabilim Dalı ekinkadirselcuk@gmail.com ORCID ID: 0000-0003-4978-3635 Çalışmanın Türü: Araştırma Öz Bu çalışmada milliyetçi muhafazakâr tarihçi Osman Turan’ın görüşleri birincil kaynaklar üzerinden incelenmiştir. Çalışmanın amacı, İslam’la Türklük arasında organik birlikteliğe tarihsel bir temel verme çabasındaki ilk ve en iddialı metinleri yazmış isimlerden biri olan Osman Turan’ın tarihi ve sosyolojik argümanlarını betimsel bir analize tabi tutmaktır. Aynı anda dava adamı, bilim insanı ve siyasetçi kimliklerine sahip Osman Turan’ın pozisyonunu anlamada Yüksel Taşkın’ın Baumann’dan aktardığı yasayapıcı entelektüel kavramından faydalanılmıştır. Bunun sonucunda Turan’ın kendisine milliyetçi muhafazakar gençlere yeni kavramlar ve yeni bir algı dünyası yaratmak gibi bir misyon biçtiği ortaya konulmuştur. Anahtar Kelimeler: Osman Turan, yasayapıcı entelektüel, milliyetçi muhafazakârlık Abstract: In this study, the views of nationalist conservative historian Osman Turan are examined through primary sources. The aim of this study is to make a descriptive analysis of the historical and sociological arguments of Osman Turan, one of the first and most assertive writers in the effort to give a historical basis to the organic union between Islam and Turkishness. To understand the position of Osman Turan, it was benefited from the concept of legislative intellectual which was used by Yüksel Taşkın who took it from Baumann. As a result of this, Turan was determined to have a mission to create new concepts and a new world of perception for nationalist conservative youth, Keywords: Osman Turan, legislative intellectual, nationalist conservative, 1. GİRİŞ Muhafazakârlık, Fransız Devrimiyle sembolleşen politik, toplumsal ve ekonomik değişime ve altüst oluşa bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Kendisini bir ideoloji ya da bir “izm” üzerinden tanımlamak yerine zihinsel bir duyuş, düşünüş olarak ifade etmeye çalışır. Ana temaları gelenek, beşeri eksiklik, organik toplum, hiyerarşi ve otorite, mülkiyettir. Muhafazakârlığı Ekin KADİR SELÇUK / KAÜSBED, 2019; 24; 479-500 480 diğer ideolojilere göre öne çıkaran en önemli kavramlardan biri gelenek ve tarihtir. Gelenek zaman içinde sürüp giden değerler, kurumlar, alışkanlıklardır. Gelenek bir tarihsel devamlılığı vurgulaması noktasında önemlidir. Muhafazakârlığın kurucu ismi Edmund Burke, toplumu yaşayanlar, ölüler ve doğacaklar arasında yapılan bir ortaklık olarak tanımlar. Geleneklerin önemli yanı insanlara ve toplumlara bir aidiyet hissi vermesinde ortaya çıkar. Köksüzlük, belirsizlik gibi unsurlar devre dışı kalır, toplum bir arada ahenk içinde yaşama imkânına kavuşur (Heywood, 2013, s. 83-87). Siyasal muhafazakârlık, tarihi, içinde geleneklerin bir devamlılık silsilesi halinde aktığı bir süreç olarak düşünür. Zürcher’in muhafazakârlık tanımı içinde “geçmişle kurulan bağlar” önemli bir başlığı oluşturur. Russell Kirk’in muhafazakârlık tanımında “süreklilik arz eden bir ahlaki düzenin varlığı”, “geleneklere, teamüllere, devamlılığa olan inanç” vardır. Nisbet “tarih ve geleneğe bağlılığı” siyasal muhafazakârlığın ilk unsuru olarak değerlendirir (Aktaran Şeyhanlıoğlu, 2011, s. 86-87). Muhafazakâr düşüncede tarih bir yanıyla geleneklerin şekillendiği, tecrübenin soyut aklın önüne geçtiği, geçmişle gelecek arasında köprü olan bir süreçtir. Öte yandan tarih muhafazakârlık için organik toplum idealini yansıtması açısından da önemlidir. Liberallere göre toplum şahsi çıkarlarının peşinde koşan bireylerin eylemlerinden oluşur. Muhafazakârlar bunu reddeder, bu bireyciliğin toplumu atomlara ayıran bir yapı oluşturduğunu ifade eder. Onlara göre insanlar güvenlik ve aidiyet peşinde koşan yaratıklardır. Ailenin, çevrenin, ulusun bireylere aradığı huzuru ve güvenliği sağlayan unsurlar olduğunu düşünürler. Toplum bu bağlılık ilişkileri içinde her unsurun bir organizmanın parçasını oluşturduğu, ödevler ve yükümlüklerle dolu bir yapıdır. Toplum içinde her unsurun, her bireyin, her toplumsal grubun bir işlevi vardır. Bütün, bu parçalardan daha önemlidir (Heywood, 2013, s. 90-91). Organizmacı görüş toplumun yaşayan bir organizma gibi bir geçmişi ve bir geleceği olduğunu düşünür. Tarih bu açıdan da muhafazakâr düşüncede önemli bir yer tutar. Tüm bu yönleriyle baktığımızda muhafazakârlığın doğuşu itibarıyla tarihi, tarihi değerleri kendi kavramsallaştırması içinde son derece önemli gördüğü dikkati çeker. Öte yandan bu tarih anlayışı içinde hamasetten ziyade dinginlik, tecrübe gibi unsurlar öne çıkar. Tarihin bir hamaset hazinesi olarak ortaya çıkması muhafazakârlığın milliyetçilikle evliliğinden sonra gerçekleşmiştir. Batı’da milliyetçilikle muhafazakârlığın birleşmesi 19. Yüzyılda Ekin KADIR SELCUK / KAUJISS, 2019; 24; 479-500 481 vuku bulmuştur. Bunda milliyetçilik anlayışındaki önemli bir değişimin rolü olmuştur. Eşit hak ve özgürlüklere sahip vatandaşların ortak siyasal katılımına dayalı evrenselci bir milliyetçilik anlayışı tarifi yerine belirli bir cemaate kökensel bir aidiyet duygusuyla açıklanan aşkın bir kader ortaklığı ideolojisinin öne çıkmaya başlaması bu değişimi tetiklemiştir. Muhafazakârların millet kimliğini cemaat kimliğinin yerine ikame edilecek bir toplumsal olgu olduğuna ikna olmalarıyla bu süreç kesinleşmiştir (Bora, 1998, s. 62-63). Bu süreçte muhafazakârlık Fransız Devrimine olan tepki dozunu düşürmüş, Devrim’in ardından doğan yeni milliyetçi yönetici sınıfla uzlaşma içine girmiştir. Burada rakip artık Devrim’in derinleştirilmesini savunan sosyalist, muhalif kitlelerdir (Taşkın, 2007, s. 21-24). Türkiye’de de milliyetçi muhafazakâr ittifak “komünizm tehlikesine” bir set koyma amacıyla gerçekleşmiştir. Türkiye’nin Soğuk Savaş döneminde kendini Batı kampına atmasıyla birlikte antikomünizm bir devlet ideolojisi haline gelmiştir. “Komünist tehlikeye” karşı devletin başlattığı seferberlik akımına milliyetçi muhafazakâr sosyologlar, tarihçiler, şair-yazarlar, düşün insanları yazdıkları eserlerle katkıda bulunmuşlardır. Türkiye’de milliyetçi muhafazakârlığın bir ideoloji olarak şekillenmesinde tarihçilerin önemli bir payı vardır. Cumhuriyet’in kurucu kuşaklarının teşvikiyle oluşturulan Türk Tarih Tezi’ne İslami unsurlar ekleyerek Türkİslam tarihçiliğine ve buradan Türk-İslam düşüncesine uzanan yolu tarihçiler açmıştır. Bu anlayışta tarih çoğu zaman geçmişin ululandığı, bugüne dair mesajlarla dolu bir anlatımdır (Bora, 2017, s. 362). Yazdığı eserlerle gençleri en çok etkileyen tarih metinlerinin arasında Osman Turan’ın kaleme aldığı Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi (1999) başta gelir. Kitap Türklükle İslam arasındaki ontolojik bağı ilk kuran, daha doğrusu buna tarih disiplini içerisinde bir boyut katan ilk metinlerden biridir. Dönemin milliyetçi muhafazakâr gençleri Osman Turan’ın eserleri üzerinden Nizam-ı Âlem (dünyaya nizam vermek) ve Devlet-i Ebed-Müddet (sonsuza kadar yaşayacak devlet) gibi iki popüler kavramı türetmişlerdir (Bora, 2017, s. 308). Diğer taraftan Osman Turan sadece bir tarihçi olarak çıkmaz karşımıza. Bir “dava adamı” olarak sosyolojik tahliller de yapar. Bu sosyolojik tahlilleri tarih disiplininden yardım alarak beslemeye çalışır. Dolayısıyla karşımıza bir milliyetçi muhafazakâr aydın olarak çıkar. Bu çalışma milliyetçi muhafazakâr ideolojinin temel argümanlarına tarihsel ve sosyolojik bir dayanak verme çabası içinde olan Osman Turan’ın görüşlerini ele almaktadır. Çalışmanın amacı Osman Turan’ın Türklükle İslam’ın “sarsılmaz” birliği gibi fikirlerine, bu doğrultuda yaptığı tarihi- Ekin KADİR SELÇUK / KAÜSBED, 2019; 24; 479-500 482 sosyolojik tahlillere ve bunların milliyetçi muhafazakâr düşünce üzerindeki etkilerine ilişkin birincil metinler üzerinden betimsel bir analiz gerçekleştirmektir. Bunun için Turan’ın kaleme aldığı Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi (1999a, 1999b), Türkiye’de Siyasi Buhranın Kaynakları (2012),Türkiye’de Manevi Buhran Din ve Laiklik (2011), Türkiye’de Komünizmin Kaynakları (1980) adlı eserler birincil kaynak olarak değerlendirilecektir. Neticede Turan’ın hangi fikirlerinin milliyetçi muhafazakâr camiayı etkilediği ortaya konacak ve milliyetçi muhafazakârlığın temel dayanaklarından biri açığa çıkarılmış olacaktır. Çalışmaya öncelikle Osman Turan’ın kısa bir tanıtımıyla başlayacak, ardından onun bir milliyetçi muhafazakâr aydın olarak rolünü anlamada kullanacağımız “yasayapıcı entelektüel” kavramını açıklamaya çalışacağız. Daha sonra yazarın tarih disiplini içerisinde İslam’la Türklük arasında kurduğu bağı, buradan türeyen, Nizam-ı Âlem, Devlet-i Ebed-Müddet gibi kavramları, kutsal devlet anlayışını tartışacağız. Peşinden yazarın tarih disiplininden beslenerek yürüttüğü sosyolojik tahlilleri Batılılaşma meselesi, aydın sorunu, antikomünizm, demokrasi gibi başlıklar altında inceleyeceğiz. 2. HANGİ OSMAN TURAN? Osman Turan üzerine yapılan betimsel bir analiz öncelikle onun tarihçi, siyasetçi, dava adamı kimliklerinin bir arada sunulmasıyla başlamalıdır. Öncelikle Osman Turan, Türkiye’nin en önemli tarihçilerinden biridir. 1935 yılında kurulan Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi’ne (DTCF) ilk kabul edilen öğrencilerdendir. Birinci’nin (2003, s. 34) aktarımına göre Türkiye üniversitelerinde tarih doktorasını alan ilk kişi aynı zamanda odur. Hocası, meşhur Fuat Köprülü’dür. Onunla aynı yıl DTCF’ye giren Halil İnalcık, Turan’ın Selçuklu tarihçiliğinde dünyanın en iyisi olduğunu söylüyor (Aktaran Birinci, 2003, s. 16). Osman Turan aynı zamanda bir politikacıdır. 1954 yılında siyasete, hocası Fuat Köprülü gibi Demokrat Parti’den (DP) girmiştir. Milletvekilliği yapmış, Yassıada’da yargılanıp beraat etmiştir. Daha sonra üniversiteye geri dönmek ister, fakat bu mümkün olmayınca 1965’te Adalet Partisi (AP) milletvekili olarak meclis koridorlarına döner. AP’de Genel Başkan Yardımcılığı görevini üstlenir. 1969’da siyasetten ayrılınca bağımsız olarak araştırmalarına devam eder (Kozan, 2010). Zaten bir tarihçi olarak en ‘verimli’ olduğu dönem de 1960’ların ortalarında başlar. “İlk büyük eseri” kabul edilen Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti 1965’te yayınlanır. Meşhur, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi ise 1969’da. 1971’de yazdığı Selçuklular Zamanında Türkiye eseriyle birlikte Selçuklular Ekin KADIR SELCUK / KAUJISS, 2019; 24; 479-500 483 tarihçiliğinin en önemli isimlerinden biri kabul edilir. Öte yandan o kitaplarını yalnızca ‘bilimsel’ kaygılarla yazmaz. Bunu bizzat kendisi ifade ediyor. Örneğin Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi’nin giriş kısmında şunları söylüyor: “Zira biz Türk kültürüne hizmet ederken ciddi neşriyatla sarsılan milli ahlak ve mefkureyi korumaya yardım edeceğimizi de düşünüyoruz. Maarif ve üniversitenin kifayetsizliği ve bozuk neşriyatın sel halini almasiyle gittikçe derinleşen manevi buhranın tedavisinde yüksek hislerin ilim ve şuura dayanması şarttı.” (Turan, 1999a, s. 16) Yine aynı eserin arka kapağında şunları yazar: “Eserin manevi ve ideolojik buhranlar içerisinde sarsılan Türk aydınlarının tarih şuuruna ve uyanışlarına hizmet etmesi de başlıca emelimiz ve mükâfatımız olacaktır” (Turan, 1999a, Arka kapak). Taha Akyol, 1978 yılında hayatını kaybeden Turan’ın ölümünün ardından şunları kaleme alıyor: “Siyasi meşguliyete veda ettikten sonra yayınladığı eserler Türkiye’de yeni bir milliyetçi neslin yetişmesinde çok büyük bir görev ifa etmiştir. 2 Ciltlik Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi ile Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti eserleri Türk milliyetçilerinin ilk sıralardaki kaynak kitapları arasındadır. Bu eserleri okumayanlar tabii ki milliyetçi olabilirler ama istenen vasfa ulaşmaları mümkün değildir.” (Aktaran Birinci, 2003, s. 112). Kendisinden bir yıl sonra DTCF’ye kabul edilen Mehmet Ali Köymen’e göre Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi: “Bütün aydınlar ve bilhassa gençler için istifade ile okuyacakları, okuduktan sonra istikbale emniyetle bakabilecekleri bir el kitabıdır, bir manevi rehberdir, bir yol göstericidir” (Aktaran Birinci, 2003, s. 86). Beşir Ayvazoğlu ise ‘Mefkure’yi okuyan ülkücü bir gencin “misyonunun birden dünya çapında genişlediğini gördüğünü” vurguluyor (Aktaran Birinci, 2003, s. 39). Bütün bu yazılanlar Turan’ın sadece ‘bilimsel’ kaygı gütmediği, aynı zamanda topluma, gençlere, aydınlara bir bilinç ve ‘dava’ aşılama amacında Ekin KADİR SELÇUK / KAÜSBED, 2019; 24; 479-500 484 olduğunu göstermektedir. Osman Turan bir ‘dava adamıdır’ da aynı zamanda… Milliyetçi muhafazakar bir entelektüel olarak üniversite hocalığının daha ilk yıllarından itibaren ülkedeki sağ/sol kutuplaşmasında kendine bir misyon biçiyor, yalnızca tarih alanında değil, döneminin bütün siyasal, sosyal meseleleri hakkında gazete ve dergilerde makaleler kaleme alıyor. “Dava adamı” kimliğinden ötürü başı ilk kez 1944 senesinde, Turancılık davası için Ankara’ya gelen Nihal Atsız’ı üniversitedeki odasında misafir etmesi nedeniyle derde giriyor ve 8 ay açığa alınıyor. 1948 yılında Paris’ten döner dönmez “Gafletten Uyanalım!.. Üniversitedeki Aşırı Solcular Meselesi” adlı risaleyi yazıyor ve söz konusu eserde Behice Boran’a hakaret ettiği gerekçesiyle 2 ay hapis cezasına mahkum ediliyor (Ceza uygulanmıyor) (Kozan, 2010, s. 19). “Komünistlerle” çatışması hiçbir zaman bitmiyor Osman Turan’ın. 1964’te Peyami Safa ve M.Ş. Eygi ile birlikte “Kızıl Tehlike” adlı risaleyi yazıyorlar. Gazete makalelerinden derlenen Türkiye’de Komünizmin Kaynakları (1980) adlı kitabı aynı yıl yayımlanıyor. Bilhassa tarih alanında yaptığı çalışmalarla ‘Türk İslam Sentezi’ ideolojisinin altını doldurmaya çalışıyor, ona tarihsel-felsefi bir boyut katmayı amaçlıyor. Siyasete atılmak için ayrıldığı DTCF’ye, yaptığı başvurulara rağmen, ideolojik ve kişisel husumetler dolayısıyla hiçbir zaman geri dönemiyor ve bu hayatındaki en büyük “felaketlerden” biri oluyor (Birinci, 2003, s. 43). Osman Turan’ın dava adamı, akademisyen, siyasetçi kimliklerini bir arada en iyi açıklayan kavramın Yüksel Taşkın’ın Zygmunt Baumann’dan aktardığı “yasayapıcı entelektüel” kavramı olduğu söylenebilir. Taşkın’a göre Türkiye’de milliyetçi muhafazakâr entelektüeller, Kemalist entelektüellerin iyimser iradeciliğinden fazlasıyla etkilenmiştir. Yani Kemalist entelektüellerin toplumsal mühendislik projeleri geliştirme anlayışını milliyetçi muhafazakâr entelektüeller devralmıştır. Bu bağlamda bu entelektüeller önemli bir güç elde ederek yasayapıcı entelektüellere dönüşmüş, kültür ve eğitim politikalarıyla toplumun yukarıdan aşağıya dizayn edilmesinde kendilerine önemli bir rol düştüğünü düşünmüşlerdir. Bunun için de kültürel sermayelerini siyasal güce döndürmeye çalışmışlardır (Taşkın, 2007, s.10-11). Milliyetçi muhafazakârlığı klasik muhafazakârlıktan ayıran temel noktalardan biri de budur. Entelektüellere toplumun yeniden dizayn edilmesinde önemli rol düştüğünü savunan bu iradeciliktir. Bu iradecilik içinde tarihçi ya da tarihçi siyasetçi özgül bir yasayapıcı entelektüeldir (Taşkın 2007, s. 43-44). Osman Turan tarih üzerine yazdıklarıyla bir yasayapıcı entelektüel olarak hizmet etmeye çalışmıştır. Osman Turan’ın tarihçiliğinde Türklük ve İslam’ın organik birlikteliği, Türklerde kutsal devlet anlayışı, Nizam-Âlem ve Devlet-i-Ebed-Müddet gibi Ekin KADIR SELCUK / KAUJISS, 2019; 24; 479-500 485 kavram ve görüşler baş sıradadır. 3. OSMAN TURAN VE MİLLİYETÇİ MUHAFAZAKAR DÜŞÜNCE 3.1. Türklük ve İslam’ın Organik Birlikteliği Osman Turan’ın anlatmak istediği tarih anlayışında Türklükle İslam’ın mükemmel bir uyum içinde olduğu, Türklerin daha İslam’a girmeden İslam’a yakın bir inanç içinde bulunduğu iddiası vardır. Türk Tarih Tezi’ne Türk-İslamcı tezin en önemli eklemesidir bu. 1930’ların seküleretnisist tarih anlayışında İslam’a biçilmeyen misyon şimdinin milliyetçi muhafazakar anlayışında kendine yer bulmaktadır. Turan’a göre “Türkler tarih sahnesine çıkışlarından beri Şamani ve İslam çağlarında tek bir Allah’a bağlı bulunmuş’tur (Turan, 1999a, s. 10). Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi’nde,“Gerçekten Türkler, başka milletlerden farklı olarak, daha peygambere sahip olmadan kendi anlayışları ile tek bir Tanrı inancına yükselmişler, milli ve insani duygularla birlikte tarih sahnesine çıkmışlardır,” (Turan, 1999a, s. 3) diye yazar. Ona göre sadece tek Tanrı inancı da değil “Türkler aynı zamanda ruhun ebediliğine ve bunun zaruri bir neticesi olarak da Ahiret hayatına, iyilik ve kötülüklere dair bir hesabın verileceğine de inanıyorlardı.” (Turan, 1999a, s. 50) Bu doğrultuda Türklerin İslam’ı kabul etmeleri isteyerek, bir gönüllülük çerçevesi içinde olmuştur. “İslam’ın bu zaferi başka milletlerde ve memleketlerde olduğu gibi bir istila altında olmamış, Türkler kendi irade ve arzuları ile yeni dini benimsemişlerdi.” (Turan, 1999a, s.150) Türklerin İslam’dan önce İslam’a benzer bir inanca sahip oldukları iddiası Türklükle İslam arasındaki ontolojik bağı vurgulamak içindir. Turan’a göre: “Türkler, İslamiyet’i kabul edince bu yeni dinde kendi ruh ve mefkurelerini bularak daha yüksek bir mevkie sahip” (Turan, 1999a, s. 3) olmuşlar ve “Bu sebeple son bin yıl zarfında İslamiyet ve Türklük, zat ve sıfat olarak öyle kaynaşmıştır ki artık İslamiyet Türklerin milli dini mahiyetini kazanmış ve bu iki unsurun birbirinden ayrılması mümkün olmamıştır.” (Turan, 1999a, s.3) Bu ontolojik bağ içinde farklı dini inanışlara yer yoktur. İslam dışında başka bir dine yönelen Türkler ona göre hayatiyetini devam ettirememiştir. Diğer dinler Türklerin savaşçı kimliğiyle uyumlu değildir: “Hayat şartları ve inançları arasındaki münasebetler Ekin KADİR SELÇUK / KAÜSBED, 2019; 24; 479-500 486 dolayısıyla Türkler de Hintlilerin aksine olarak savaşı günah değil varlıkları için meşru hatta sevap sayıyorlardı… Bu sebepledir ki Türkler kendi mizaçlarına uygun gelmeyen Hindistan dinlerini kabule yanaşmıyorlardı. Nitekim Buda dini 6.-8. asırlar arasında Orta Asya’da yayılma faaliyetine girişirken Gök-Türk hükümdarı Bilge Han ve onun hakim veziri Tonyukuk bu dinin kabulünü reddediyor, onun yumuşaklık ve miskinlik telkin ettiğini, savaşı ve hayvan kesmeyi yasaklayarak Türklerin hayat şartlarına uymadığını mücadele güçlerini bozacağını düşünüyor ve kalabalık Çinliler karşısında istiklallerini korumakta zorluk çekeceklerini ileri sürüyorlardı (Turan, 1999a, s. 9). Türklükle diğer dinler arasında karşıtlık ve Türklükle İslam arasındaki bu bağ kurulunca artık sıra Türklük ve İslam’da bulunan ortak özellikleri anlatmaya gelmiştir. Bu ikisini bir araya getiren hangi fikir ve inançlar, hangi özelliklerdir? Turan bunları anlatmaya koyulur. 3.2. Nizam-I Âlem Milliyetçi muhafazakar gençliğin bugün halen kullandığı en temel kavramlardan biri Nizam-ı Âlem’dir. Milliyetçi muhafazakârlığa bu kavramı kazandıran, bu anlayışa tarihsel bir boyut katan Osman Turan’dır. Buna göre Türklükle İslam’ı bu kadar birbiriyle uyumlu yapan nedir sorusuna Turan’ın cevabı meşhur kitabının ana argümanı da olan, her ikisinin de ‘cihan hakimiyeti’ anlayışına yaslandığıdır. Osman Turan’a göre Türkler daha İslam’a inanmadan önce dünyaya hükmetmeyi ilahi bir misyon edinmişlerdi. “Tanrının mümtaz bir kavmi olduklarına ve onun kendilerini koruduğuna, kağan ve sultanlar Allah’ın cihan hakimiyetini kendilerine ihsan ettiğine ve bu sebeple de dünya nizamı kurmağa memur bulunduklarına inanıyorlardı” (Turan, 1999a, s.10-11). Bu cihan hakimiyeti iddiası dönemin milliyetçi muhafazkâr gençleri üzerinde önemli bir etki edecektir. Beşir Ayvazoğlu’na göre “Artık nizam-ı alemi tesis yani dünyaya nizam vermek Türklüğün dolayısıyla ülkücü gençliğin tarihi misyonuydu. Osman Turan’ın eserini okuyan ülkücü genç misyonunun birden dünya çapında genişlediğini görüyordu.” (Ayvazoğlu, 2008, s. 574-575) Turan’ın milliyetçi muhafazakâr gençlere yeni bir ‘şuur’ aşılama çabası onun yasayapıcı entelektüel kimliğiyle de uyumludur. Osman Turan’a göre İslam’ın cihat anlayışı Türklerin dünya nizamı kurma fikrinin tam üzerine oturmaktadır. “İslam’ın cihadı da Türklerin savaşçı ruhlarına ve cihan hakimiyeti davalarına uygun geliyordu,” diye Ekin KADIR SELCUK / KAUJISS, 2019; 24; 479-500 487 yazar (Turan, 1999a, s. 151). Öte yandan Turan’a göre Türklerin dünyayı yönetme ideali adil, insani ideallere uygun bir yönetim anlayışına dayanmaktadır. Türkler bu hakimiyeti altındaki coğrafyalara üstünlüklerini ‘güzellikle’ kabul ettirmişlerdir: “Türklerin iki bin yıllık bir tarih boyunca kıtaları, birçok yabancı ırk, millet, din ve mezhep mensuplarını idare etmeleri yalnız kendi kuvvetleri ve cihan hakimiyeti mefkureleri ile izah etmek mümkün değildir. Filhakika Türkler, eğer yabancı kavimlere karşı sağlam bir adalet duygusuna, geniş bir dini müsamahaya ve yüksek bir insanlık idealine sahip bulunmasa, dar bir milliyetçi veya ırkçı zihniyete, sert bir dini taassuba kurban olsalardı şüphesiz bu çeşitli unsurların mukavemetleri ile karşılaşır, cihamşümül imparatorluklar kurulamaz ve tabiatıyla tarihi azametleri gibi bu yüksek mefkureleri de vücud bulamazdı” (Turan, 1999b, s. 131-132). Osman Turan burada modern çağın Batılı devletleriyle eski Türk devletlerini kıyaslar. Ona göre Türkler insani idealler çerçevesinde dünya hakimiyeti peşinde koşarken, Batılı ülkeler aşırı milliyetçilik ve maddi çıkar arayışı neticesinde emperyal hayaller kurmaktadır. 3.3. İslam’ın Hamisi Türkler Osman Turan İslam’ın Türklüğe katkılarını sıraladıktan sonra Türklüğün de İslam’a büyük hizmetleri olduğunu iddia eder. Yazar burada önce Türk Tarih Tezi’nden bir kavramı ödünç alır: Asker millet. Ona göre Türklerle askerlik arasında neredeyse biyolojik bir ortaklık vardır. Türkler doğal olarak kendiliğinden asker doğarlar. Türklerin bu savaşçı kimliklerini İslam’ın cihat anlayışıyla da birleştirdikten sonra sadece kendilerininkini değil İslam’ın da bayrağını taşıdıklarını ileri sürer: “Türkler İslam dini ve medeniyeti çerçevesinde kendi ideallerini bularak yükselirken iç buhranlara ve dış istilalara maruz kalan İslam dünyasını ve hayatını kaybeden Müslüman milletlerini de kurtarmışlardır… Türkler böylece milli ve İslami mefkurelerin kaynaşması ile cihan hakimiyeti davalarını canlandırırken Müslüman mütefekkirleri de İslamiyet’e yaptıkları hizmetler dolayısıyla onlara karşı şükranlarını bildiriyor ve Türkler artık İslam’ın hamisi ve bayrağı mevkiine yükseliyordu. Türkler İslam dünyasını içeride siyasi ve manevi birliğe dışarıda da istilalardan Ekin KADİR SELÇUK / KAÜSBED, 2019; 24; 479-500 488 emin bir duruma getirdikten sonra da Orta Asya’yı, Kafkasya’yı, Anadolu’yu Rumeli’yi, Şarki Avrupa ve Karadeniz’in şimal sahillerini, nihayet şimali Hindistan’ı İslam dini ve medeniyeti hudutları içerisine dahil ettiler. Yeni kültürel ve iktisadi hamlelerle de İslam medeniyeti ikinci yüksek devrini idrak etmiş ve 17. asra kadar uzun bir ömür ve üstünlük sağlamıştır” (Turan, 1999a, s. 4-5). Osman Turan’ın milliyetçi muhafazakâr anlatısında Türklerin katkısı sadece İslam’a da değildir. Haçlı Seferleri sırasında Doğu’ya gelen Avrupalılar pek çok yeniliği Müslüman Türklerden almıştır ona göre. Türkler yalnızca İslam medeniyetinin değil Batı medeniyetinin de kurucusudur: “Böylece Türk hakimiyeti bir yandan İslam medeniyetinin hayatiyetine ve yükselmesine imkan verdi öte yandan da Avrupa medeniyetinin doğuşuna hizmet etti” (Turan, 1999a, s. 5). Her şeyi Türklerle başlatmak, dünyayı ilgilendiren bütün önemli hadiselerin kaynağında Türkleri görmek Turan’ın Türk Tarih tezinden aldığı bir yaklaşımdır. 3.4. Osmanlı Övgüsü ve Devlet-İ Ebed-Müddet Osman Turan’ın popülerleşen kavramlarından biri de Devlet-i EbedMüddet’tir. Bu kavramla bağlantılı olarak Turan’ın milliyetçi muhafazakâr düşünce içinde tarih anlatısına yaptığı en özgün katkılardan biri Osmanlı’nın “itibarının geri iade edilmesidir”. Turan, Türk İslam tarihi içerisinde Osmanlı İmparatorluğu’nu “cihan hakimiyeti” idealinin en yüksek devri olarak görür. Ona göre “Üç kıtanın ortasında ve iç denizler üzerinde kurulan Osmanlı İmparatorluğu Türk milletinin en büyük eserini, Türk, İslam ve dünya cihan hakimiyeti tarihinin de en yüksek siyasi teşkilatını temsil eder.” (Turan, 1999a, s. 13) Osmanlı övgüsü, milliyetçi muhafazakar tarihçilerin Kemalist dönemin tarihçilerinden ayrışmalarına imkan vermektedir. Osmanlı tarihine böyle bir yer açmak aslında muhafazakârlığın milleti bir organizma gibi görmesinin doğal sonucudur. Milliyetçilik ile muhafazakârlığın “evliliği” Batı’da da cemaatin yerine milletin ikame edilmesiyle gerçekleşmişti. Geleneğin temsilcisi, geçmişten geleceğe hep var olacak olan artık milletti (Bora, 1998). Dolayısıyla bu anlayışta onun bir dönemini (yani Osmanlı dönemini) yok saymak, atlamak mümkün olamazdı. Nitekim Turan, bir zamanlar odasında misafir ettiği Nihal Atsız’dan bu konuda da farklı düşünerek dönemin milliyetçi gençlerini etkilemişti: “Başkasını bilmem ama ben Osman Turan’ın kitaplarını okuyarak Atsız Türkçülüğünden çok çabuk uzaklaşmış ve Türk tarihini bir devamlılık içinde görmeye başlamıştım,” diyor Beşir Ayvazoğlu (Aktaran Birinci, 2003, s. 138). Türk tarihini bir devamlılık içinde görmenin sonucu “Devlet-i Ebed-Müddet” kavramına dek Ekin KADIR SELCUK / KAUJISS, 2019; 24; 479-500 489 varır. Turan’a göre Osmanlı düşünürleri İbn-i Haldun’un bir takipçisi olmalarına rağmen, yani her toplumun doğum, gelişim ve çöküş aşamaları olduğuna inanmalarına rağmen Osman İmparatorluğu’nu böyle bir sonun beklediğini kabul edemiyor, Osmanlı’nın “Devlet-i Ebed-Müddet” olduğuna inanıyorlardı (Turan, 2011, s. 155). 3.5. Kutsal Devlet Türk devletinin sonsuza dek yaşayacağı inancı devletin kutsal bir haleyle çevrilmesini de doğurmuştur. Kutsal devlet argümanı Turan’ın bütün eserleri boyunca yaptığı şeyin, yani milliyetçi muhafazakâr ideolojinin temel argümanlarına tarihsel bir dayanak verme çabasının görüldüğü alanlardan biridir. Ona göre eski Türk devletlerinde yöneten-yönetilen arasında muazzam bir uyum vardır. Bu uyum Türklerin devleti kutsal görmelerinin bir sonucudur: Manevi değerlere bağlı bulunan Türk kağan ve sultanları milletlerinin istiklali, birliği, refah ve yükselişi uğrunda mücadeleyi tabii bir vazife saydıklarını beyan ederlerken Türk halkı da ancak devleti ve kağanı mevcut oldukça çalışmanın faydasına inandığını belirtiyor, böylece milli duygular tarihinde idareci ve idare edilen olarak mühim bir kaynaşma hadisesi vuku buluyordu. Bu sebepledir ki Türkler devleti baba ve mukaddes sayıyor ve ‘devlet baba’ tabiri de bu tarihi inançtan doğuyordu” (Turan, 1999a, s. 10-11). Turan’a göre Türklerde devletin halkın hamisi gibi görünmesinin sosyo-ekonomik temelleri de vardır. O, Türklerdeki toprak sisteminin sınıfsız bir toplum doğurduğunu, devletin baba sıfatının toprağın da sahibi olmasından geldiğini yazar: “Türklere mahsus olan bu göçebe toprak idaresi Selçuklu ve Osmanlı sultanları tarafından bütün toprakların devlet mülkiyetine intikaline sebep olmuş, boy beyleri yerine sultanlar bu amme mülkiyetini ikta veya tımar sahibi beylerin idaresinde devlet hesabına kullanmış, Türkiye’de idare, askeri ve hukuki teşkilatın, zirai iktisadın temeli olmuştur. Göçebe hukukundan yüksek bir devlet ve cemiyet hayatına intibak ve tekamül eden bu adilane sistem sayesinde fethedilen Anadolu ve Rumeli topraklarının Türkleşmesi mümkün olmuş, başka milletlerde misli görülmemiş bu nizam, toprak aristokrasisi ile topraksız veya esir köylü sınıflarının doğmasına fırsat vermemiş ve Ekin KADİR SELÇUK / KAÜSBED, 2019; 24; 479-500 490 dünyada böylece en sağlam ve sıhhatli bir cemiyet meydana gelmişti.” (1999a, s. 120) Öte yandan bu toprak sisteminin Batı’da sanayi inkılabını yaratan burjuvazi gibi bir sınıfın Türk toplumunda doğmasına engel olduğunu da hayıflanarak yazmaktan geri durmaz: “Filhakika modern sanayiden önce bir sermaye kaynağı olan toprak aristokrasisi Türkiye’de mevcut değildi. Zira miri arazi idaresi içtimai adaleti sağlamakta ne kadar yüksek ve dahiyane bir milli rejim idiyse toprağa dayalı zenginlik ve sermayeye de o derece engel idi. Bu sebeple Avrupa medeniyetini iktibas ve taklide başlıca rol oynaması gereken hususi teşebbüs sahibi sermayedar ve sanayici meydana çıkamamıştı” (1999b, s. 277). Ona göre devletin bütün topraklara sahip olması toprak aristokrasinin doğmasına engel olmuş bu da yeni bir girişimci sınıfın doğmasını baltalamıştır. 3.6. Batılılaşma Meselesi Osman Turan yalnızca bir akademisyen olarak tarihi metinler kaleme almamıştır. O diğer taraftan toplumsal sorunlarımızla ilgili milliyetçi muhafazakâr bir aydın olarak analizler de yapmıştır. Bu analizleri tarih disiplininden beslenerek gerçekleşmiştir. Onun sosyolojik argümanları Batılılaşma meselesi, aydın sorunu, demokrasi, antikomünizm gibi başlıklar altında toplanabilir. Onun milliyetçi muhafazakâr bir aydın olarak ilk ele aldığı meselelerden biri Türkiye’nin Batılılaşma sorunudur. Turan bu konuda zaman zaman bir muhafazakâr modernleşmeci olarak karşımıza çıkar. O Türkiye’de manevi bir çöküntü yaşandığına inanmaktadır. Bu manevi çöküntünün nedeni, Tanzimat’tan itibaren ‘bir kısım’ aydınların ve yönetici elitlerin kapıldığı aşağılık duygusu ve bunun neticesinde topluma dayattıkları ‘aşırı’ Batılılaşmadır. Pekiyi Türkiye ne yapmalıydı? Onun muhafazakâr modernleşmeci tavrı en net şu satırlarda görülür: “Aslında medeniyet tarihi ve sosyolojinin gösterdiği üzere her yabancı kültür tesiri veya iktibasının cemiyet bünyesi üzerinde birtakım sarsıntılar yaratması tabiidir. Eğer bu tesirler normal iktisadi ve kültürel münasebetlerle birlikte ve tedrici bir şekilde vuku bulursa mevcud milli unsurlar üzerinde bir aşı vazifesini görür ve bu sayede bahis mevzuu cemiyet yeni bir medeniyet sentezi istikametinde hayatiyet Ekin KADIR SELCUK / KAUJISS, 2019; 24; 479-500 491 kazanarak yükselir.” (Turan, 2012, s. 7-8) Muhafazakârlığın değişimin “tedrici”, gelenek tarafından içerilmek suretiyle ve kendiliğinden, dışarıdan bir müdahale olmadan gerçekleşmesi talebinin tipik bir yansımasıdır bu satırlar. Muhafazakârlar yaşayan organizmaya sentetik müdahalelerde bulunulmasına, yani toplum mühendisliğine karşıdırlar. Öte yandan yukarıda milliyetçi muhafazakârlığı klasik muhafazakârlıktan ayıran en önemli faktörün iyimser bir iradecilik olduğunu yazmıştık. Yani yukarıdan entelektüel bir müdahaleyle toplumun değiştirilebileceği inancı. Dolayısıyla bu klasik muhafazakâr tavrını çok tutarlı olarak sürdürmez Osman Turan, o daha ziyade milliyetçi muhafazakarlığın yasayapıcı entelektüel kimliğiyle konuşur. Nitekim on kişilik seçkin bir kadro “memleketin kaderini tayin eden müesseselerde müessir bir duruma yükseltilirse” her şey yoluna girebilir ona göre. “Esasen milletin ideallerini temsile ve iradesini icraya muktedir, mefkuresi, zekası, kültür ve cesareti ile tanınmış on kişilik bir takımın cihada başlaması ile bütün engelleri aşmak, medeniyet yolunu açmak ve kudretli bir Türkiye vücuda getirmek mümkündür ve milletimiz böyle bir vatansever ve imanlı bir ekibi de beklemektedir,” (Turan, 2012, s. 17) diye yazar. Milliyetçi muhafazakârların Kemalist aydınlardan miras aldığı en mühim anlayış budur: Toplumu eğitim yoluyla biçimlendirmek, dil, tarih ve kültür üzerinden milleti inşa etmek… Erken cumhuriyet döneminde Kemalist aydınlar “yasayapıcı entelektüel” konumundaydılar. “Yasayapıcı entelektüel gücünü toplumsal düzeni yeniden tasarlama ve inşa etme vasfından veya öylesi bir vasfın varlığına olan inançtan alıyordu. Milli/ulusal kültürü tasarlamak, onu işlenmemiş haliyle kültürün beşiği sayılan millete belletmek, gayri milli olanı belirlemek entelektüelin nüfuz alanında görülmekteydi.” (Taşkın, 2007, s.43) Milliyetçi muhafazakâr aydınlar, Kemalizm’in toplum modelinden memnun değillerdi. Onu değiştirmenin yolu olarak da devlet kadrolarına yerleşip eğitimi ve kültür politikalarını sil baştan belirlemeyi görüyorlardı. Toplumsal değişimin devlet eliyle, yukarıdan aşağı kumanda edilmesi gerektiği konusunda Kemalist aydınlarla hemfikirdiler. Nasıl Kemalist aydınlar dönemin tek parti iktidarına bir şekilde eklemlendilerse onların da 1950’lerden itibaren ülkeyi yönetmeye başlayan merkez sağ geleneğe eklemlenmeleri gerekiyordu. Osman Turan’ın DP ve AP milletvekilliği dönemleri bu açıdan önemlidir. 3.7. Aydın Meselesi Yukarıda bahsedildiği gibi Turan’a göre aşırı Batıcılığa sapmamamızın ve “manevi buhran”ın asıl sorumlusu aydınlardır. Aydınlar Ekin KADİR SELÇUK / KAÜSBED, 2019; 24; 479-500 492 Türkiye’nin Batılılaşmaya karar vermesiyle birlikte ‘menfi’ etkilerini göstermeye başlamışlardır: “Bu inkişaf içinde kifayetsiz ve aşağılık duygularına düşmüş küçük bir aydın zümrenin Türkiye’nin kaderi üzerinde gittikçe gelişen menfi tesirleri de başlamıştı. Filhakika memleketin ana meseleleri ve dünyanın gidişi hakkında ciddi bir görüşe sahip bulunmayan bu zümre derhal temelsiz bir rejim davasına ve fanteziye kapılmıştı.” (Turan, 2012, s. 10) Ona göre Tanzimatçıların ve Meşrutiyetçilerin açtığı bu yoldan Cumhuriyetçi aydınlar devam ederler. Öte yandan Turan bu sosyolojik yorumuna tarihsel temeller de katmaya çalışır. Tarihe baktığımızda aydınların millete ihaneti yeni değildir ona göre: “Orhon Kitabeleri nasıl Çin esaretine düşmeyi milletin değil idareci ve aydın sınıfın milli mefkure ve ruhtan uzaklaşması neticesi olduğunu, milli ıstırap ve şeref duyguları ile hareket geçen Türk hakan, halkı ve başbuğları sayesinde kurtulduklarını heyecanlı hitabelerle bildirmiş ise bugün de ahlak ve mefkuresini kaybetmiş, maddenin esiri olmuş münevverler de aynı rolü oynamaktadır.” (Turan, 1999a, s. 17). Buna karşı çözüm milliyetçi aydınlar yetiştirmektir. Ülkenin “kurtuluşu”nda önceliği geniş halk kitlelerinin eğitimine değil, küçük bir seçkin grubunun yetiştirilmesine vermek gerektiğini söyler. Ona göre “Maarifi sağlam temellere oturtmadan ve hoca yetiştirmeden mütemadiyen yeni mekteplerin açılması ve büyük bir yarı-aydın ordunun meydana çıkması Türkiye’nin kültürel, ideolojik, içtimai ve siyasi buhranlara uğramasına sebep olmuştur.” (Turan, 2012, s. 84) Nitekim “yarım molla dinden yarım hekim candan eder” atasözünü örnek vererek şöyle devam eder: “Gerçekten küçük bir seçkin kadro ile memleketi medeniyet ve saadet yoluna koymak ve akl-ı selimini muhafaza eden cahil halkı bu kervana uydurmak kolay olduğu halde, yarım aydınların (diplomalı cahillerin) ve ukalanın çoğalması ile mevcut ilim ve fikir adamları boğulmağa, manevi değerler alt-üst olmağa başlayınca buhranlar şiddetlenmiş ve terakki yolları bataklığa çevrilmiştir.” (Turan, 2012, s. 85) Turan’ın örneğin Mümtaz Turhan gibi düşünürlerden şu noktada Ekin KADIR SELCUK / KAUJISS, 2019; 24; 479-500 493 ayrıştığını söylemeliyiz: Turhan da seçkin eğitiminden bahseder lakin o, uzmanların, teknokratların yetiştirilmesi gerekliliğini de vurgular. Osman Turan’ın fikriyatında ise uzman/teknokrat ihtiyacı neredeyse hiç zikredilmez. Onun seçkin bir zümrenin yetiştirilmesinden bahsederken kastettiği tarihçi/sosyolog gibi kültür adamlarıdır. Turan “hümanist entelijansiya ile teknokratik entelijansiya” arasındaki rekabetin kızıştığı bir dönemde yazıp çiziyordu. Taşkın (2007, s. 127) Türkiye’de “Hümanist entelijansiya ile teknokratik entelijansiya” arasındaki rekabetin, merkez sağ partilerinin kalkınma söylemi dolayısıyla 1950’lerden itibaren başladığını vurgular. Bu rekabet Özal döneminde teknokratların galibiyetiyle sonuçlanacaktır. Turan eğitimde önceliğin geniş halk kitlelerine verilmesini eleştirirken bu anlayışın bir neticesi olarak gördüğü köy enstitülerini hedef tahtasına oturtur. Köy enstitüleri “İlmi, iktisadi ve kültürel anlayışsızlığın bir örneği olarak tahsilin umumileştirilmesi gayreti ile maarifin sukutunun ilk basamağını ve Türk köyünün tahribini gaye teşkil etmiş”tir (Turan, 2012, s. 84). Köy enstitülerine karşı merkez sağın kalkınma-şehirleşme söylemini kullanır. Ona göre “Fabrikaların kurulması ve iktisadi faaliyetlerin gelişmesi sayesinde okur-yazarlıktan daha ileri neticeler alındığı, daha görgülü ve medeni bir hayat sağlandığı aşikardır” (Turan, 2012, s. 88). Köy enstitüleri buradaki gençleri “Toprağa bağlayarak şahsi gelişme ve yükselmelerine engel olmuşlardır” (Turan, 2012, s. 89). Turan’ın köy enstitüleri eleştirisi elbette bununla sınırlı kalmaz. Bu eleştirilerde güçlü bir anti-komünist damar da vardır. Köy enstitülerinin “Şöhreti de solcu yuvası yapılmak gayretlerinden gelmiştir” (Turan, 2012, s. 173). Bu enstitüler aracılığı ile “Zoraki bir sınıf mücadelesi açmağa, ezen muhtar ve ezilen köylüden ibaret sınıflar yaratmağa” (Turan, 2012, s. 170) çalışılmış, “Sağlam Türk köylüsünün milli, dini ve ahlaki nizamının” (Turan, 2012, s.170) yıkılması istenmiştir. Köy enstitüleri hedef alınırken, onların mimarı Hasan Âli Yücel de hedef tahtasındadır. Bu durumu Mehmet Ali Köymen şöyle anlatır: “Türkiye’de Cumhuriyet devrinde üzerinde şimdiye dek pek az durulmuş bir Fuat Köprülü-Hasan Ali Yücel çatışması vardır. İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde Köprülü’nün öğrencisi olan Hasan Ali Yücel hayata atıldıktan sonra bir zamanlar kendisinden feyz aldığı hocasının amansız rakibi kesilmiştir. Esasen, çarpışan iki zihniyettir… Türk geleneklerine bağlı hakiki bir Türk çocuğu olan Osman Turan’ı bu mücadelede gayet tabii olarak hocası Fuat Ekin KADİR SELÇUK / KAÜSBED, 2019; 24; 479-500 494 Köprülü’nün yanında ve emrinde yer almış görüyoruz. Doğrusunu söylemek gerekirse Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir Fakülte’de henüz istikbalini garanti altına almamış olan asistan Osman Turan bu mücadelede hocası Fuat Köprülü’yü bile fersah fersah geçmiştir” (Aktaran Birinci 2003, s. 69). Hasan Âli Yücel sadece Köprülü ve Turan için önemli bir figür değildir. Milliyetçi muhafazakâr entelektüellerin “Merkez sağ iktidarlardan veya ara yönetimlerden en büyük talepleri bir milli kültür reformunun kendi öncülüklerinde başlatılması olmuş,” (Taşkın, 2007, s. 123) ve bu minvalde de “Hasan Ali Yücel’in milliyetçi muhafazakâr bir versiyonunu beklemişlerdir.” (Taşkın, 2007, s.123). 3.8. Antikomünizm Köy Enstitüleri ve Hasan Ali Yücel eleştirisinin arkasında güçlü bir antikomünist damar olduğu söylenmişti. Osman Turan’ın genel olarak diğer milliyetçi muhafazakâr entelektüellerle birlikte anti-komünist söyleme sarıldığını söyleyebiliriz. Turan kimi zaman tek başına ya da kendisi gibi düşünen yazarlarla birlikte anti-komünist risaleler kaleme almıştır. Osman Turan’a göre Türkiye’de ciddi bir komünizm tehlikesi bulunmaktadır. Bunun en büyük nedeni de bahsettiği manevi buhrandır. Cumhuriyet’le birlikte bilhassa dini eğitimin yasaklanması ona göre yeni neslin milli ve manevi değerlerden uzak büyümesine ve ona düşman yabancı menşeli ideolojilerin ağına düşmelerine neden olmuştur. Burada sorumluluk elbette aydınlardadır. Cumhuriyet öncesi ve Erken Cumhuriyet dönemi Batıcı aydınların mirasını solcu aydınlar devralmış, onların açtığı yolda manevi tahribatı sürdürmektedirler. Türkiye’nin miras aldığı toprak sistemi nedeniyle sınıf farklılıklarının ve dolayısıyla sınıf çatışmasının olmadığını, bu nedenle de komünizm tehlikesinin bulunmadığını söyleyenleri komünistler gibi düşünmekle suçlar Turan. Zira komünistler gibi onlar da maddi temellerin mevcut bulunup bulunmadığına odaklanmaktadırlar. Ama Türkiye’de komünizmin yaygınlaşmasının nedenlerini maddi değil manevi unsurlarda aramak gerekmektedir: “Gerçekten Türkiye’de komünizmin bu derece süratle yayılması ve azgınlaşması, başka memleketlerden farklı olarak iktisadi ve içtimai şartlardan ziyade manevi buhranın tabii bir neticesi olmuş, münevverlere aid kültür, ahlak ve mefkure sükutu, sosyalist moda ve propagandanın kısa zamanda marazi bir inkişafına kafi gelmiştir.” (Turan, 1980, s. 11) Turan, aydınların aksine halkın manevi değerlere bağlı olduğunu, Ekin KADIR SELCUK / KAUJISS, 2019; 24; 479-500 495 yani manevi şartların da komünizm için elverişli olmadığını söyleyenlerle de aynı fikirde değildir. Halk maneviyatına sahip çıkıyor olabilir ama zaten komünist devrimleri yapan halk olmamıştır hiçbir zaman: “İçtimai tezatlara ve sınıflararası derin ayrılıklara rağmen komünizmin hiçbir ülkede büyük kütlelerin isteği ile gerçekleşmemiş, aksine daima çok küçük, fakat teşkilatlı bir münevver çetenin veya ecnebi tahakkümünün neticesi olarak yerleşmiş olduğu düşünülmemiştir.” (Turan, 1980, s. 14) Yazdıklarından anlaşıldığı kadarıyla komünist olmak yada komünizmin gelişmesine katkıda bulunmakla Turan’ın suçladığı sol Kemalist aydınlardır. Onlar Cumhuriyet inkılâplarını benimsedikleri gibi ona daha da sol bir istikamet çizmeye çalışmaktadırlar. Taşkın (2007) Soğuk Savaş döneminde milliyetçi muhafazakâr entelektüellerin asıl rakiplerinin sol Kemalist aydınlar olduğunu söyler. Ona göre milliyetçi muhafazakarlârla sol Kemalistlerin bu rekabeti Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü yorumlama biçimlerine sıklıkla yansımaktadır. Her iki entelektüel grubu da tezlerini kurucu babaya onaylatmak ihtiyacı duyarlar. Turan’ın yazılarında Atatürk’e referans vermemekle birlikte, onun önderliğinde meydana gelen inkılâpları eleştirirken onun adını kullanmamaya özel bir dikkat gösterdiğini görürüz. O, Cumhuriyet inkılâplarını, en başta da laikliğin Türkiye’deki tatbikini sert biçimde eleştirir; ama Atatürk’ün adını anmadan. Turan, Türkiye’de laikliğin din düşmanlığı şeklinde tezahür ettiğini savunur. Ona göre laiklik Batı’nın özel tarihsel koşulları neticesinde bir ihtiyaç olarak doğmuştur. Laiklik vicdan hürriyetinden başka bir şey değildir ve Türkler İslamiyet’i kabul etmeden önce de ettikten sonra da vicdan hürriyetine büyük bir hürmet göstermişler, farklı inanışlara sahip insanları ibadetlerinde özgür bırakmışlardır. Osmanlı’nın çok geniş bir coğrafyada ve farklı kültürler üzerinde hüküm sürmesinin sırrı da zaten buradadır. Turan’a göre Türkler vicdan hürriyeti manasında zaten laiklerdi. Cumhuriyet’in laikliği ise vicdan hürriyetini sağlamak maksatlı değildi. “Filhakika Türkiye’de laiklik Avrupalılaşma hamlelerine hız vermek maksadıyla meydana çıkmış bir mefhum olarak gözükmektedir,” diyor Turan (Turan, 2011, s. 93-94). Ve şöyle devam ediyor: “Süratle Avrupalılara benzemek ve buna mani engelleri süratle yıkmak sayesinde Türkiye’nin ilerleyeceği ve tamamıyla Avrupalılaşacağı kanaati, Cumhuriyet devri inkılâplarını vücuda getiriyordu. İşte laiklik de bu maksatla ve buna yardımcı bir vasıta olarak kabul ediliyordu.” (Turan, 2011, s. 95-96) Laiklik-Batılılaşma-manevi buhran-komünizm gibi kavramlar bu şekilde yan yana getirildikten sonra Turan komünizme iki yönden eleştiri Ekin KADİR SELÇUK / KAÜSBED, 2019; 24; 479-500 496 getirir. İlki ve en güçlü olanı komünizmin milli ve manevi değerleri yıkacağı iddiasıdır: “Zira o (Marx’ı kastediyor) yalnız iktisadi bir doktrin getirmekle kalmamış, maneviyattan ve dinden mahrum aydınlar eli ile yeni bir hayat vaad ettiği işçi ve fakir kitleleri tam aksine manevi sefalete düşürmüş, hem de Marxism yeni bir din olmuştur… Komünist, mülkiyet, aile, din, hürriyet ve benzeri bütün manevi değerleri yıkmadıkça ve Marx’ın bizzat ifadesine göre ‘Komünist cemiyette Tanrı yok edilmedikçe’ yaşama imkanlarından mahrumdur.” (Turan, 2011, s. 24-26) Zaten komünizm Batı’da “madde ruh muvazenesini”’ ruh aleyhinde bozulmasıyla ortaya çıkmıştır. O, materyalizmin “evladı”dır (Turan, 2011, s. 40). Osman Turan diğer yandan ‘maddi’ nedenleri de göz ardı edemez, solun gelişimindeki ekonomik faktörleri de söylemeden geçemez: “Marx komünist tahtının bir ayağını bu materyalist ve Allahsız temel üzerinde kuruyor, diğerini de kapitalizmin doğurduğu sosyal uçuruma ve fakir kitlelere dayandırıyordu.” (Turan, 2011, s. 32) Turan’ın komünizme dair ikinci eleştirisi onun ilmi olarak çürütüldüğü iddiasıdır: “O (Marx’ı kastediyor) devrine göre iyi bir iktisatçı olmakla birlikte fert ve cemiyetleri harekete geçiren bütün amilleri tek sebebe irca eden bütün nazariyeler gibi onun da insanı yalnız maddeye bağlayan bu dar görüşü de elbette ilim ve hakikat karşısında iflasa mahkum idi. Nitekim ilmi sosyalizm adını alan Marxism bizzat ilmi tenkitlere dayanamamış ve çürütülmüştür.” (Turan, 2011, s. 24-26) İlimcilik, Turan’ın yazıp çizdiği dönemde kendisine has bir özellik değildi. Turan’a göre sağda ve solda entelektüeller o dönemde ‘ilimcilik’ iddiasını sahiplenmekteydiler: “Bu dönemde ‘bilimsel veya teknik’ gibi ifadelere sığınılarak yönetici seçkinlerin ikna edilmesine çalışmak son derece yaygındı. Farklı ve rakip entelektüel akımlar özellikle kendi siyasal özlemlerini meşrulaştırmak için ‘ilimciliği’ sahiplenmekte benzeşiyorlardı.” (Taşkın, 2007, s. 138) İlimcilik Turan gibi pek çok entelektüelin yaşadıkları dava adamı-bilim insanı geriliminin bir çözümü olarak da düşünülebilir. İlimcilik sayesinde bir yandan bilim insanı sıfatıyla bir otorite olarak konuşabiliyor, diğer yandan da davalarına hizmet edebiliyorlardı. 3.9. Demokrasi ve Milli İradecilik Osman Turan’ın milliyetçi muhafazakâr tarihçiliğinde önemli noktalardan biri de Türklerin Batılı kavramlar olan demokrasi, laiklik gibi unsurlara çok eski zamanlardan itibaren sahip olduğu iddiasıdır. Türklerde devlet yönetiminin siyasal yönetime demokratik bir boyut kattığını yazar: “Kağan ve yabguların idaresinde birlik kuran boy ve uluslar Ekin KADIR SELCUK / KAUJISS, 2019; 24; 479-500 497 eski Türk devletine feodal bir mahiyet veriyor, böylece ilahi menşe inanışlarına rağmen onların otoriteleri boy beyleri üstünde yüksek bir derece farkından ibaret kalıyordu. Bu sebeple Türk hükümdarları Eski ve Ortaçağların birçok kral ve imparatorları gibi kendilerini mabutlaştırmamış, zulüm ve istibdada düşmemiş olup kudretleri daha ziyade şahsiyetleri ile kaim olmuştur. Zira hanedana mensup şehzadeler ve boy beyleri de Oğuz han soyuna mensup ve feodal hâkimiyet haklarına sahip bulunuyorlardı. Böylece milli şuur, babalık sıfatı ve siyasi hâkimiyet töresi Türk hükümdarlarını demokratik bir ruha eriştirmiştir.” (Turan, 1999a, s. 121-122) Osman Turan’ın demokrasiden ne anladığının cevabı onun siyasi kariyerine bakarak anlaşılabilir. Turan, DP’nin milli irade söylemini sahiplenmiştir. Milli iradecilik çoğunlukçu bir sistemdir. Bu sistem içinde seçimlere özel bir önem verilir. Zira demokrasi düzenli olarak yapılan seçimlerle gerçekleşir ve bu seçimler sonucunda çoğunluk desteğini elde eden parti milletin en yüksek çıkarını bilen ve bunun için politikalar üretmekle sorumlu tek güç olarak görülür. Diğer bir deyişle bir partinin halkın çoğunluğunun oyunu alması, millete ait olan mutlak iktidarı kullanma hakkına sahip olmasıdır. Seçimler ayrıca vatandaşların karar verme mekanizmalarına katılmalarının tek yoludur. Milli iradeci anlayış millete, seçimler yoluyla iradesini göstermenin dışında siyaseten pasif bir rol biçer (Geliş, 2013). Osman Turan’ın, Türkiye’nin çok partili siyasi hayata geçmesi ve bunun sonucu DP’nin iktidara gelmesi bağlamında yaptığı demokrasi vurgusu DP liderliği ile uyumludur. Burada onun politikacı yüzü ağır basar. O da tıpkı DP liderliği gibi “demokrasi”ye geçilmesini “hakiki” bir inkılâp olarak değerlendirir. Menderes ve Bayar, Cumhuriyet inkılâplarının çok partili hayata geçilmesi ve DP’nin iktidara gelmesiyle gerçek mecrasını bulduğunu iddia ediyorlardı (Bora, 2005). Turan da çok partili hayata geçişle ve serbest seçimlerin yapılmasıyla birlikte; “çok defa ilmi bir temele dayanmayan ve şekli taklitlerle boğulan Avrupalılaşma teşebbüslerinin gerçek mecrasını bulduğunu” (Turan, 2012, s. 109) söyler: “Türkiye’de demokratik idarenin başlaması ve milli iradenin tecellisiyle ilk defa olarak hakiki manasıyle büyük bir inkılap vuku bulmuş, bu sayede Türk milleti geniş bir nefes almış ve uzun müddet bir bayram havası yaşamıştır. Bu durum Ekin KADİR SELÇUK / KAÜSBED, 2019; 24; 479-500 498 Avrupa’dan gelen hiçbir yeniliğin bu derece milletçe benimsenmediğini ve milli bir hüviyet kazanmadığını gösterir” (Turan, 2012, s.108). Turan’ın demokrasi konusunda DP liderleriyle aynı söyleme sahip olması, onun bu liderlerle çok uyumlu bir çizgi içinde olduğunu göstermez. Aksine, Turan’ın siyasi hayatı problemli geçmiştir. DP içinde sorunlar yaşadığı gibi daha sonra AP’den de ihraç edilmiştir. Onun politikacı, ilim insanı, dava adamı kimliklerini aynı anda taşımakta zorlandığının bir göstergesi olabilir bu. Öte yandan bu durum Turan’a özgü değildir, “yapısal” bir durum arz eder. Taşkın’a göre merkez sağ liderliğinin toplumdan büyük bir teveccüh görmesi onlara iktisadi bir kalkınma sayesinde parlak bir gelecek umudu aşılayabilmeleriyle ilgilidir. Toplum, milliyetçi muhafazakâr entelektüellerin sandığının aksine “milli kültürün yeniden ihyası” gibi toplum mühendisliği projeleriyle değil, uyum sağlayabilecekleri bir gelişmekalkınma-zenginleşme imkanıyla büyülenmiştir: “Menderes, Demirel ve Özal’da mükemmel temsilcilerini bulan muhafazakar modernleşme, milliyetçi muhafazakarlık veya İslamcılığa kıyasla ciddi farklılıklara sahip toplumu, kalkınma kavramı etrafında oluşturulan iyimserlik üzerinden bir çıkar ortaklığına kavuşturmaya çok daha uygundu. Oysa diğer akımlar, farklılıkların yok sayıldığı bir türdeş millet veya İslam anlayışıyla daha baştan değişmez ötekilerini yaratmaktaydılar.” (Taşkın, 2007, s. 84-85) Bu nedenden ötürü merkez sağ liderliği ile milliyetçi muhafazakar entelektüeller arasında bir gerilim hep olmuştur. Bu entelektüellerin merkez sağa en büyük katkısı, kapitalizmin gelişmesiyle birlikte ortaya çıkan yapısal sorunları kültürel bir indirgemeciliğe tabi tutarak, merkez sağ liderliğinin siyasi, askeri iktidar odaklarına kafa tutmadan ‘sistem’ içinde ayakta kalabilmelerine ve aynı anda kendilerini Batıcı seçkinlerin karşısında bir pozisyonda gösterebilmelerine yardımcı olmaktır. 4. SONUÇ Bu çalışmada milliyetçi muhafazakâr bir aydın olan Osman Turan’ın görüşleri incelenmiştir. Çalışmanın amacı Turan’ın Türkiye’de milliyetçi muhafazakâr düşüncenin oluşumunda sahip olduğu rolü göstermek ve bu doğrultuda onun görüşlerini betimsel bir analiz çerçevesinde mercek altına almaktır. Kaynak olarak Osman Turan’ın birincil metinleri kullanılmıştır. Osman Turan’ı önemli yapan, milliyetçi muhafazakâr düşüncenin temel argümanlarından biri olan Türklük ve İslam’ın birbiriyle organik bir bağlılık Ekin KADIR SELCUK / KAUJISS, 2019; 24; 479-500 499 içinde olduğu görüşüne tarih disiplini içerisinde bir dayanak getiren ilk isimlerden biri oluşudur. O tarihle ilgi yapıtlarında sürekli olarak bu tezi vurgulamış, bu tez ve ondan türeyen Nizam-ı Âlem, Devlet-i Ebed-Müddet gibi kavramlar dönemin milliyetçi muhafazakâr gençlerinin dillerinde popülerleşerek yaygınlaşmıştır. Çalışmada aynı anda siyasetçi, dava adamı ve bilim adamı kimliklerine sahip bir milliyetçi muhafazakar entelektüel olarak Osman Turan’ın kendisine bir misyon biçtiği, bu misyon’un Yüksel Taşkın’ın Baumann’dan aktardığı bir kavramla, “yasayapıcı entelektüel” kavramıyla en iyi şekilde açıklanabileceği iddia edilmiştir. Yasayapıcı entelektüel gücünü toplumsal düzenin yeni baştan inşa edilebileceği, bunun için de entelektüellere önemli politik görevler düştüğü inancından alır. Dönemin milliyetçi muhafazakâr aydınları Kemalist aydınların siyasette hayli etkili olduğu 1930’lu yılları entelektüellerin konumunu düşünerek bir Altın çağ olarak değerlendirirler ve o Altın Çağa kavuşmak arzusundadırlar. Bunun için merkez sağ partilerde görev alırlar. Eserleriyle toplumu, gençleri etkilemek isterler. Çalışmada Osman Turan’ın tarih ve sosyoloji ile ilgili eserleri farklı başlıklar altında incelenmiştir. Tarih, Osman Turan’ın esas alanıdır ve burada milliyetçi muhafazakâr tarihçiliğin kurucu isimlerinden biri olmuştur. Turan metinlerinde Türklerin çok eski zamanlardan itibaren İslam’a yakın bir inanca sahip olduklarını, İslam’ı bile isteye seçtiklerini iddia etmiştir. Turan bunu yaparken Türklükle İslam arasındaki ortak noktalara değinir. Ona göre Türkler çok eski zamanlardan itibaren adalet ve insanlık idealleri çerçevesinde bir dünya nizamı kurmaya kendilerini görevli biliyorlardı. İslam’ın cihat anlayışı bu görüşü pekiştirmişti. Türkler İslam’la inançlarını ve ideallerini daha iyi yaşama imkanına kavuşmuşken aynı zamanda İslam’ın ve İslam dünyasının hamiliğini üstlenerek Batı’dan gelen saldırılara karşı İslam’ı korumuş ve yüceltmişti. Türklük ve İslam’ın en muazzam eseri Osmanlı İmparatorluğu’ydu Turan’a göre. Türk Tarih Tezi’nin yok saydığı Osmanlı, Osman Turan’ın tarihçiliği vesilesiyle yeniden “hatırlanmıştır”, büyük övgülere mazhar olmuştur. Turan, Osmanlı İmparatorluğu da dahil olmak üzere tarih boyunca Türk devletlerinin tek bir devlet biçimini aldığını ve bu devletin sonsuza dek yaşayacağı inancını Devlet-i Ebed-Müddet kavramıyla açıklamıştır. Osman Turan’ın sosyolojik tahlilleri ise Batılılaşma meselesi, aydın sorunu, antikomünizm ve demokrasi gibi başlıklar altında incelenmiştir. Turan bu konularda zaman zaman muhafazakâr bir modernleşmeci olarak ama çoğunlukla yasayapıcı entelektüel kimliğiyle bir milliyetçi muhafazakâr aydın olarak konuşmuştur. Türkiye’nin Batılılaşmasını “aşırı” bulmuş, Ekin KADİR SELÇUK / KAÜSBED, 2019; 24; 479-500 500 bunun ülkede bir manevi buhran yarattığını iddia etmiştir. Sorumluluğu aydınlara vermiş, aydınlar arasında yayılan sol fikirlerden ötürü “öteki”si olarak solu belirlemiştir. Milliyetçi muhafazakârlığın bir araya gelişinde temel motivasyon kaynaklarından biri antikomünizmdi ve Turan’da da güçlü bir antikomünist damar vardır. O komünizme kimi zaman “bilimsel” kimi zaman “hissi” tepkiler verir. Turan’ın demokrasi anlayışı da solu eksik, milli iradeci bir demokrasidir. DP yıllarında Bayar ve Menderes’in otoriter çoğunlukçu demokrasi anlayışını tekrar etmiştir. Demokrasinin Cumhuriyet inkılâplarının en önemli getirisi olduğu iddiasını Bayar ve Menderes gibi sahiplenmiştir. Tüm bu yönleriyle Osman Turan döneminin güçlü bir milliyetçi muhafazakâr aydını olarak genç kuşaklar üzerinde önemli bir etki yaratmıştır. Tarih alanında yazdıklarını sosyolojik tahlillerle besleyerek milliyetçi muhafazakâr düşünceye önemli dayanak noktaları oluşturmuştur. 5. KAYNAKLAR Ayvazoğlu, B.(2008). Tanrıdağ’dan Hira Dağı’na uzun ince yollar. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik. içinde (ss.541-578). İstanbul: İletişim Yayınları. Birinci, A. (2003). Osman Turan. İstanbul: Alternatif Yayınları. Bora, T. (1998). Türk sağının üç hali: Milliyetçilik, muhafazakarlık, islamcılık, İstanbul: Birikim Yayınları. Bora, T. (2005). Adnan Menderes. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce : Liberaliz içinde (ss. 482-510). İstanbul: İletişim Yayınları. Bora, T. (2017). Cereyanlar Türkiye’de siyasi ideolojiler. İstanbul: İletişim Yayınları. Geliş, N. (2013). Formation of a majoritarian democracy discourse in Turkey: An examination of the Democratic Party 1946-1960. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul. Heywood, A. (2013). Siyasi ideolojiler bir giriş. Ankara: Adres Yayınları. Kozan, T. (2010). Prof. Dr. Osman Turan’a göre din ve Türk cihan hakimiyeti. İstanbul:İrfan Yayıncılık. Taşkın, Y. (2007). Anti-komünizmden küreselleşme karşıtlığına- milliyetçi muhafazakar entelijansiya. İstanbul: İletişim Yayınları. Turan, O. (1980). Türkiye’de komünizmin kaynakları. İstanbul: Nakışlar Yayınevi. Turan, O. (1999a). Türk cihan hakimiyeti mefkuresi tarihi. C. 1. İstanbul: Boğaziçi Yayınları. Turan, O. (1999b). Türk cihan hakimiyeti mefkuresi tarihi. C. 2. İstanbul: Boğaziçi Yayınları. Turan, O. (2011). Türkiye’de manevi buhran, din ve laiklik. İstanbul: Ötüken Neşriyat. Turan, O. (2012). Türkiye’de siyasi buhranın kaynakları. İstanbul: Ötüken Neşriyat . Şeyhanlıoğlu, H. (2011). Siyasal muhafazakarlığın temel ilkeleri, Dicle Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 1(1), 84-107.
.Osmanlı Matbuatında Milliyetçilik ve Psikoloji Nationalism and Psychology in the Ottoman Press İ. Arda ODABAŞI(*) Özet Multidisipliner ve interdisipliner bir yaklaşımın gözetilmeye çalışıldığı bu makalede, Osmanlı Devleti’nin “dağılma dönemi” olarak anılan son yıllarında doğan üç alanın gelişimleri ve birbirleriyle kesişme noktaları üzerinde durulacaktır. Sözü edilen bu üç alan matbuat, milliyetçilik (Türkçülük) ve psikolojidir. Bilimsel bir disiplin olarak psikolojinin ilk Türkçü dergilerde yer alışı, çalışmanın odak noktasını oluşturmaktadır. 1860’lar ve 1870’lerde başlayan süreç, 1908 Jön Türk Devrimi’yle yeni bir aşamaya ulaştığından, II. Meşrutiyet’in ilk yılları (1908-1912) ağırlık verilen tarihsel kesit olacaktır. Anahtar Kelimeler: Osmanlı Matbuatı, Türk Milliyetçiliği, Psikoloji, Sosyoloji, II. Meşrutiyet Abstract In this article in which both a multidisciplinary and an interdisciplinary approaches are sought, the focus will be on the developments and intersection points of the three fields that emerged in the last years of the Ottoman Empire known as “the dissolution period”. These three fields are press, nationalism (Turkism) and psychology. The appearance of psychology as a scientific discipline in the Turkist journals generates the focus of the article. Since the phase that started in the 1860’s and 1870’s reached a new stage with the 1908 Young Turk Revolution, the first years of the II. Constitutional Era (1908-1912) will be the historical period on which the article concentrates. (*) Doç. Dr. Üsküdar Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Radyo Televizyon ve Sinema Bölüm Başkanı. ismailarda.odabasi@uskudar.edu.tr 76 Üsküdar University Journal of Social Sciences Year:2 Issue:2 İ. Arda ODABAŞI Keywords: Ottoman Press, Turkish Nationalism, Psychology, Sociology, II. Constitutional Era (Ottoman Empire) Giriş: Ulusal Bilinç, Milliyetçilik ve İletişim Ulusal bilincin, milliyetçiliğin ve ulusun doğuşu ve gelişimi ile genel olarak iletişim, özel olarak da kitle iletişim araçları arasındaki ilişkiler pek çok araştırmacı tarafından ele alınmış veya bu ilişkilerin çeşitli veçhelerine değişik vesilelerle değinilmiştir. Bu değerlendirmeler ve kuramlar incelendiğinde, söz konusu iki düzlem arasında çeşitli boyutlarda ve çoğunlukla besleyici yönde bir ilişkinin var olduğu noktasında genel bir kanaatin bulunduğu görülür. Milliyetçilik literatürünün kurucu babalarından Carlton Hayes;1 Avusturya Marksizmi’nin öncü isimlerinden Otto Bauer;2 sosyal iletişim sürecindeki değişim ile ulusal bilinç arasındaki ilişkiyi vurgulayan ve tahlilinde iletişim olgusuna ilk kez en büyük yeri ayıran Karl Deutsch;3 milliyetçilik literatürünün en çok tartışılan ve atıfta bulunulan kuramlarından birini ortaya atan, iletişimin yaygınlaşmasına ve kültürel türdeşliğe (kitlesel standart eğitim ve ortak dile) vurgu yapan Ernest Gellner;4 araçsalcılığın önde gelen isimlerinden Paul Brass;5 “kültürel işbölümü” ve “grup içi iletişim” kavramlarıyla dikkat çeken Michael Hechter;6 ulusal kimliğin gündelik yaşamda yeniden üretimine odaklanan sosyal psikolog Michael Billig;7 milliyetçilik literatürünün etno-sembolcü kanadını temsil eden 1 Carlton J. H. Hayes, Milliyetçilik: Bir Din, çev. Murat Çiftkaya, (İstanbul: İz Yayıncılık 1995), ss.126-127. 2 Otto Bauer, “Ulus Konsepti”, Avusturya Marksizmi içinde, der. Tom Bottomore ve Patrick Goode, çev. Celal A. Kanat, (İstanbul: Kavram Yayınları 1992), ss.93-94. 3 Karl W. Deutsch, Nationalism and Social Communication: An Inquiry Into the Foundations Of Nationality, (New York - Londra: The Massachusetts Institute of Technology Press 1953). 4 Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk, çev. Büşra Ersanlı Behar ve Günay Göksu Özdoğan, (İstanbul: İnsan Yayınları 1992), ss.68-78, 207-209. 5 Umut Özkırımlı, Milliyetçilik Kuramları: Eleştirel Bir Bakış, (İstanbul: Sarmal Yayınevi 1999), ss.131-132. 6 Umut Özkırımlı, a.g.e., ss.115-121. 7 Michael Billig, Banal Milliyetçilik, çev. Cem Şişkolar, (İstanbul: Gelenek Yayıncılık 2002), ss.128-147. 77 Üsküdar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl:2 Sayı:2 Osmanlı Matbuatında Milliyetçilik ve Psikoloji Anthony Smith;8 “millî ajitasyon”a yoğunlaşan ve “toplumsal iletişim”in gelişmişlik düzeyine dikkat çeken Marksist tarihçi Miroslav Hroch;9 iletişim kuramcıları arasında ulusal bilinç ve milliyetçilik konusuna değinen nadir isimlerden ve iletişim alanında teknolojik determinist yaklaşımın başta gelen temsilcilerinden Harold Innis10 ile Marshall McLuhan;11 uluslaşma sürecinde vurguyu kapitalist yayıncılığa ve standart yayın (matbaa) diline yapan Benedict Anderson;12 ve ayrıca Montserrat Guibernau,13 John Hall,14 Michael Mann,15 Anthony Giddens16 gibi isimler bu minvalde anılabilir. Bu gayet geniş literatürün ayrıntılarına girmek burada mümkün değilse de en çok atıf yapılanlardan birini, Anderson’ın görüşlerini kısaca da olsa özetlemek, doğuşu ve gelişimine sonraki bölümlerde değineceğimiz erken Türk ulusal bilinci ve milliyetçiliğinin seyrini ve kitle iletişim alanıyla arasındaki ilişkileri kavramak bakımından bir ölçüde17 faydalı olabilir. Anderson’a göre ulus, hayal edilmiş ama sahte olmayan siyasi bir cemaattir (imagined community). Çünkü bir ulusun üyeleri birbirlerini tanımasalar ve 8 Anthony D. Smith, Millî Kimlik, çev. Bahadır Sina Şener, (İstanbul: İletişim Yayınları 2004), ss.99- 101; Anthony D. Smith, Ulusların Etnik Kökeni, çev. Sonay Bayramoğlu ve Hülya Kendir, (Ankara: Dost Kitabevi Yayınları 2002), ss.175-176. 9 Miroslav Hroch, Avrupa’da Milli Uyanış: Toplumsal Koşulların ve Toplulukların Karşılaştırmalı Analizi, çev. Ayşe Özdemir, (İstanbul: İletişim Yayınları 2011), ss.10-13, 33-51, 279-283. 10 Harold A. Innis, İmparatorluk ve İletişim Araçları, ed. David Godfrey, çev. Nurcan Törenli, (Ankara: Ütopya Yayınevi 2006), ss.203, 249. 11 Marshall McLuhan, Gutenberg Galaksisi: Tipografik İnsanın Oluşumu, çev. Gül Çağalı Güven, (İstanbul: YKY 2001), ss.279-280, 306-311, 330-334. 12 Benedict Anderson, Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, çev. İskender Savaşır, (İstanbul: Metis Yayınları 1993), ss.20-98. 13 Montserrat Guibernau, Milliyetçilikler: 20. Yüzyılda Ulusal Devlet ve Milliyetçilikler, çev. Neşe Nur Domaniç, (İstanbul: Sarmal Yayınevi 1997), s.107. 14 Umut Özkırımlı, a.g.e., s.215. 15 Ozan Erözden, Ulus-Devlet, (Ankara: Dost Kitabevi Yayınları 1997), ss.19-20. 16 Anthony Giddens, Ulus Devlet ve Şiddet, çev. Cumhur Atay, (Kalkedon Yayınları 2008), ss.237, 276-277. 17 Ancak “bir ölçüde” çünkü Osmanlı toplumunun kendi özgün toplumsal koşulları söz konusudur. Anderson’ınki de dahil milliyetçilik kuram ve modelleri (çoğu kez Avrupalı/Batılı olmak üzere) çok farklı toplumlar temel alınarak kurulmuştur ve bu nedenle Osmanlı/Türk toplumuna ve milliyetçiliklerine bire bir uymazlar. İlgili alandaki görece çeşitliliğe karşın, bir milliyetçilik modelinin/kuramının/tipolojisinin her milliyetçiliği açıklayamadığı da aşikârdır. 78 Üsküdar University Journal of Social Sciences Year:2 Issue:2 görmeseler de her birinin kafasında toplamlarının hayali yaşamaya devam eder. Dolayısıyla ulus, kültürel bir yapımdır. 16. yüzyıla dek dünyaya hâkim olan iki sistemin (din ve hanedanlık) önemlerini yitirmeye başlamalarıyla birlikte, onlardan kalan boşluğu ulus dolduracaktır. Ulus kurgusunu hayal edilebilir kılan en önemli iki etkenden biri, zaman kavrayışındaki köklü dönüşümdür. Ortaçağın “eşzamanlılık” esasına dayanan zaman anlayışının yerini, “homojen ve içi boş zaman” (homogeneous empty time) almıştır. Saat ve takvimle ölçülebilen, geçmiş-bugün-gelecek ayrımını içeren bu anlayış (takvimsel bilinç) sayesinde, geçmişten gelerek geleceğe uzanan bir topluluğu (ulusu) hayal etmek mümkün hâle gelebilmiştir.18 Anderson, zaman kavrayışındaki bu dönüşümü, roman ve gazetenin yapılarını irdeleyerek ortaya koyar. Roman ve gazete okurun kafasında, zaman içinde takvim yaprakları boyunca ilerleyen topluluk düşüncesini yaratır. Gazete köklü bir şekilde kurgusaldır. Bir gazetenin ilk sayfasında birbirinden bağımsız gibi görünen pek çok olay yer alır. Bunları birbirine bağlayan şey, hepsinin aynı gün yaşanmış olmasıdır. Gazetenin üstündeki tarih, okura zamanın akmakta olduğunu hatırlatır. Ayrıca gazete eşzamanlı ve kitlesel olarak tüketilir. Bu bağlamda, devasa ölçekte satılan ama popülerliği uçucu bir kitap veya günlük best-seller gibidir. Basıldığı sabahın ertesinde işi bitmişliği, aynı zamanda tam da bu yüzden kitlesel bir ayini mümkün kılar. Spesifik bir nüshanın belirli bir zaman aralığında geniş bir kitle tarafından tüketildiği bilinir. Aslında bu, sürekli tekrarlanan sessiz, kitlesel bir ayindir ve okurun bu ayini başkalarıyla paylaştığından kuşkusu olmaz.19 Kendi gazetesinin çeşitli yerlerde tüketildiğine tanık olan bir okur, hayalî dünyanın gündelik hayattaki köklerinden emin olur. Kurgu sürekli biçimde ve sessizce gerçekliğe sızar ve ulusun ayırt edici özelliği olan topluluk için anonimleşmeye duyulan güveni yaratır.20 18 Benedict Anderson, a.g.e., ss.20-39. 19 Anderson’ın da belirttiği gibi, Friedrich Hegel ünlü deyişinde, sabahları gazete okumanın modern insanın gerçekçi sabah duası olduğunu söyler. Bkz. Georg Wilhelm Friedrich Hegel, Karalama Defterlerinden Aforizmalar, çev. Enver Orman, (İstanbul: Belge Yayınları 2010), s.51. 20 Benedict Anderson, a.g.e., ss.39-51. Anderson’ın “günlük gazete”ye ilişkin görüşlerinin neredeyse tıpkısının 1924 yılında Ziya Gökalp tarafından savunulduğunu görmek ilginçtir. A.g.e, ss.47-51 ile karş. İ. Arda Odabaşı ve Bora Ataman, “Ziya Gökalp ve Basın: Gökalp’in Yazılı Kitle İletişim Araçlarına Dair Görüşleri ve Dergicilik/Gazetecilik Faaliyetleri”, 2007, Marmara İletişim Dergisi, S: 12, ss.24-26. İ. Arda ODABAŞI 79 Üsküdar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl:2 Sayı:2 Anderson’a göre ulus kurgusunu hayal edilebilir kılan diğer önemli etken, kapitalizmin yayıncılık alanına girişi, kapitalist yayıncılığın doğuşudur. Yayıncılık sektörünün Avrupa’da ilk baştaki hedef kitlesi, Latince bilen az sayıda okurdur. Bu dar piyasa yaklaşık 150 yılda doyuma ulaşmıştır. Oysa kapitalizmin kâra, yani daha çok sayıda okura/tüketiciye ihtiyacı vardır. Bu kâr güdüsü, yayıncıları daha geniş bir okur kitlesine ulaşabilmek için halk dillerinde kitaplar basmaya yöneltmiş ve zamanla yayın dilleri oluşmuştur. Yani yeni bir cemaat tarzının (ulusun) hayal edilebilirliğine asıl olumlu etkide bulunan, kapitalizm, matbaa ve dilsel çeşitlilik arasındaki etkileşimdir.21 Bu yayın dilleri üç farklı yoldan ulusal bilincin temelini atar: İlk olarak, Latincenin altında ama konuşulan halk dillerinin üzerinde bir iletişim alanı yaratır. İkincisi, kapitalist yayıncılık dile yeni bir sabitlik kazandırır ve bu sabitlik, uzun vadede ulus düşüncesi açısından son derece merkezî bir rol oynayan “kadimlik” (eski çağlardan beri var olma) fikrinin inşasına katkıda bulunur. Üçüncüsü, kapitalist yayıncılık eski idari halk dillerinden farklı bir iktidar dili yaratır.22 Demek ki Anderson, ulusun oluşumunda vurguyu “matbaa kapitalizmi”nin yarattığı standart “matbaa dili”ne yapmaktadır. “Milliyetçiliği icat eden belli bir dilin kendisi değil, yayın dilidir”23 ve özellikle 19. yüzyılda Avrupa’da küçük bir milliyetçi aydın kesim, halk dilleri aracılığıyla geniş kitleleri harekete geçirmeyi başarmıştır. 24 Türk Ulusal Bilincinin Doğuşunda Basın (1860’lardan 1908’e) Anderson, milliyetçilik literatürünün kurucu babalarından Hans Kohn’a atıfla, Türk milliyetçiliğinin tohumlarını 1870’lerde İstanbul’da halk 21 Benedict Anderson, a.g.e., ss.52-59. Latincenin değersizleşmesinde, halk dillerinin yayıncılıkta kullanılmasında, ulusal dillerin oluşumunda matbaanın üstlendiği tarihsel rol hakkında ayrıca bkz. Lucien Febvre ve Henri-Jean Martin, Kitabın Doğuşu, çev. Gül Batuş, (İstanbul: Avcıol Basım Yayın 2000), ss.234-244. 22 Benedict Anderson, a.g.e., ss.59-62. 23 A.g.e., s.151. 24 A.g.e.,ss.83-98. Osmanlı Matbuatında Milliyetçilik ve Psikoloji 80 Üsküdar University Journal of Social Sciences Year:2 Issue:2 dilinde canlı bir yayıncılığın ortaya çıkışında izlemenin mümkün olduğunu söylerken,25 büyük oranda haklıdır.26 Osmanlı Türkleri arasında henüz “ön” (proto) nitelikte bir ulusal bilinç ve milliyetçilik, entelektüel düzlemde İbrahim Şinasi Efendi’yle birlikte belirir.27 Başka şeylerin yanı sıra, Türkiye’de fikir gazeteciliğinin kurucu babası olduğu ve “kamuoyu”nun onunla doğduğu hatırlanacak olursa, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Şinasi Efendi için neden “her şey onunla başlar” dediği28 daha iyi anlaşılır. Şinasi Efendi, 1860’ta ilk özel Türkçe gazete Tercüman-ı Ahvâl’in yayımlanmasında önemli bir rol oynamış, kendi gazetesi Tasvir-i Efkar’ı 1862’de çıkarmıştır. Osmanlı dilinde “efkar-ı umumiye” (kamuoyu) deyimi ve hatta kamuoyunun kendisi 1860’larda doğar.29 Bunda Şinasi Efendi ve gazetelerinin rolü belirleyicidir. Bu ilk fikir gazeteleri dilde sadeleşme, umuma mahsus bir yazı dili vücuda getirme noktasında önemli bir işlev görmüşlerdir. Osmanlı’da dil alanında yenileşmeye doğru en büyük çığırı açan şey basındır ve basın dilinin gelişmesinde ilk rolü oynayan, gazetede halkın anlayacağı bir dille yazmak gerektiğini savunan ilk kişi de yine Şinasi olmuştur. Matbaa harfleri üzerinde çalışması, dizgiyi kolaylaştırmak için hurufat kasasındaki harf adedini azaltma girişimi basım alanında radikal bir tavırdır. Gazetecilikte sayfa düzenlemesi gibi, “matbaa dili” de onunla, 1860’ların gazeteleriyle başlar.30 Türk basınının tarihi, dilde 25 A.g.e., s.91. Ayrıca bkz. Hans Kohn, Türk Milliyetçiliği, çev. Ali Çetinkaya, (İstanbul: Hilmi Kitabevi 1944), ss.10-15. 26 Osmanlı Devleti çok dilli, çok dinli ve çok etnisiteli bir imparatorluktur. Dolayısıyla değişik dillerde yayıncılık kadar farklı milliyetçilikler de söz konusudur. Bu makale Osmanlıca (eski Türkçe) yayınlar ve Osmanlı Türklerinde ulusal bilinçle sınırlıdır. 27 Akçuraoğlu Yusuf, “Türkçülük”, Türk Yılı 1928 içinde, top. Akçuraoğlu Yusuf, (İstanbul: Yeni Matbaa 1928), ss.299-300, 309; Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, hzl. Ahmet Kuyaş, (İstanbul: YKY 2002), s.283. 28 Ahmet Hamdi Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, (İstanbul: Çağlayan Kitabevi 2001), s.159. 29 François Georgeon, Sultan Abdülhamid, çev. Ali Berktay, (İstanbul: Homer Kitabevi 2006), s.184; Ahmet Hamdi Tanpınar, a.g.e., s.249; Niyazi Berkes, a.g.e., s.263. 30 Şinasi Efendi, gazeteleri, Osmanlı/Türk toplumuna getirdiği yenilikler ve basın-dil ilişkisi için bkz. Ahmet Hamdi Tanpınar, a.g.e., ss.183-215, 250-251; Niyazi Berkes, a.g.e., ss.260-268, 276-283; Şerif Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, çev. M. Türköne, F. Unan, İ. Erdoğan, (İstanbul: İletişim Yayınları 1996), ss.281-306. İ. Arda ODABAŞI 81 Üsküdar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl:2 Sayı:2 sadeleşmenin (dilde halkçılaşma ve uluslaşmanın) tarihidir. Said Paşa’nın resmî kitabet (devlet/bürokrasi) dilini eleştirip ıslahını ele aldığı kitabına “Gazeteci Lisanı”31 adını vermesi boşa değildir.32 1860’lardan 1870’lere basın-yayın piyasasının belli bir olgunluğa ulaştığının emareleri görülür. Gazetecilik ve yayıncılık bir meslek olarak belirmeye başlamış, bu yolla geçimini sağlamaya çalışanlar zuhur etmiştir. Örneğin Şinasi Efendi gazete ve gazeteciliği, kitap ve matbaa işlerini benimser; memuriyette gözü yoktur.33 Tercüman-ı Ahvâl yazarlarından Refik Bey memuriyetten ayrılmış ve geçimini sadece kalemiyle temine çalışan ilk Türk gazetecisi olmuştur.34 Daha belirgin bir örnek Ebüzziya Tevfik Bey’dir. 1871’de memuriyetten azledilince yayıncılıkla hayatını sürdürmeye karar vermiş, İstanbul’da potansiyel bir okur kitlesi bulunduğu öngörüsü doğru çıkmıştır.35 Birkaç büyük politika adamı dışında 1860-70’lerde şöhret kazananların hemen hepsi gazetecidir.36 1876’da tahta çıkan Sultan II. Abdülhamit’in saltanat yıllarının büyük bölümünde (özellikle 1878-1908 arasında) siyasi iktidar, sansür/ jurnal/hafiyelik mekanizmalarıyla kamuoyunu denetim altında tutmaya çalışmıştır. Zaman içinde gittikçe şiddetlenen bu baskıcı uygulamalar matbuat dünyasını olumsuz yönde etkilemiş ve süreli yayınlar özellikle içerik itibariyle zayıflamışlardır.37 Ancak, bu durgun görünümün ardında değişim ve yenilikler durmamıştır. Söz konusu dönemde Türkçe gazeteler 31 Said Paşa, Gazeteci Lisanı, (Dersaadet: Sabah Matbaası 1327). 32 Ahmet Hamdi Tanpınar, a.g.e., s.250. 33 A.g.e., s.212. 34 Hasan Refik Ertuğ, Basın ve Yayın Hareketleri Tarihi, I. Cilt, (İstanbul: Yenilik Basımevi 1970), s.188. 35 Şerif Mardin, a.g.e., ss.70-71. 36 Ahmet Hamdi Tanpınar, a.g.e., s.250. 37 Server İskit, Türkiye’de Matbuat İdareleri ve Politikaları, (Başvekâlet Basın ve Yayın Umum Müdürlüğü Yayınları 1943), ss.63-107; Ahmed Emin, The Development Of Modern Turkey As Measured By Its Press, (New York: Faculty of Political Science Columbia University 1914), ss.52-84; François Georgeon, a.g.e., ss.170-189; Orhan Koloğlu, Osmanlı Dönemi Basınının İçeriği, (İstanbul: İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Yayınları 2010), ss.94-113, 194-196; Niyazi Berkes, a.g.e., ss.344-350; David Kushner, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu (1876-1908), çev. Ş. S. Türet, R. Ertem, F. Erdem, (İstanbul: Kervan Yayınları 1979), s.20. Osmanlı Matbuatında Milliyetçilik ve Psikoloji 82 Üsküdar University Journal of Social Sciences Year:2 Issue:2 adetçe azalmalarına ve bir bütün olarak yayınlar içerikçe zayıflamalarına karşın belirli noktalarda gelişmeler kaydedilmiştir. Gazete sahipleri satışları artırmak için bazı çarelere başvurmuşlardır. Gazeteyi daha ucuza satmak ve daha geniş bir okur kitlesine ulaşabilmek için gazete dilini sadeleştirmek bu çarelerin başında gelir. Bu dönemde kâğıt ve baskı kalitesi yükselmiş, süreli yayınlarda fotoğraf gibi görsel malzemeler daha fazla kullanılır olmuş, resimli yayınlar çıkmıştır. Şekil ve teknik yönden daha nitelikli bir yayıncılık söz konusudur. Bu “albeni” unsuru yanında, özellikle okul sayısındaki artışa paralel olarak, okur sayısında da önemli bir artış kaydedilmiştir. Türkçe günlük gazetelerin sayısı az olmakla birlikte, o devir için azımsanmayacak tirajlara ulaşılmıştır. 1890’ların ve 1900’lerin üç büyük günlük gazetesinin (İkdam, Sabah, Tercüman-ı Hakikat) toplam tirajı 30 bine38 yaklaşmıştır. Üstelik toplu okuma pratikleri (ev, kahvehane vs.) ve her gazetenin birden fazla kişi tarafından okunduğu da malumdur. Gazete okuma alışkanlığı özellikle Osmanlı seçkinleri arasında bu dönemde yerleşmiştir. Matbaalar ve kitapçılar çoğalmış, şehirde bir “basın bölgesi” (Babıâli) ortaya çıkmıştır. Tirajlar artarken reklam pastası da büyümüştür.39 İskit’in deyişiyle, “bu zaman zarfındadır ki gazetenin bir sermaye işi olduğu anlaşılmıştır.”40 Basın-yayın alanında yaşanan gelişmelere ve yazı dilinin giderek halka daha çok yaklaşmasına ulusal bilincin gelişimi eşlik etmiştir. 1900’lerin üç büyük gazetesi ile bu gazetelerin yazarları/yayıncıları ve dolayısıyla içeriklerine kabaca göz gezdirmek bu konuda fikir verir. 38 Osmanlı basını tirajlarına dair sağlıklı veriler bulmak güçtür. Kushner, Georgeon ve hatta Ahmet Emin Yalman gibi araştırmacılar tarafından da kullanılan (39. dipnota bkz.) bu rakamlar, Paul Fesch tarafından 1907’de Paris’te basılan kitabında, “hatalı olma ihtimali” uyarısıyla verilmiştir. Bkz. Paul Fesch, Abdülhamid’in Son Günlerinde İstanbul, çev. Erol Üyepazarcı, (İstanbul: Pera Turizm ve Ticaret A.Ş. 1999), s.62. 39 Ahmed Emin, a.g.e., ss.78-80; Server İskit, a.g.e., ss.95-96; François Georgeon, a.g.e., ss.376-378; David Kushner, a.g.e., ss.20-21; Niyazi Berkes, a.g.e., ss.368-370; Orhan Koloğlu, a.g.e., ss.111-113; Paul Fesch, a.g.e. 40 Server İskit, a.g.e., s.95. İ. Arda ODABAŞI 83 Üsküdar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl:2 Sayı:2 Çıkış tarihi sırasıyla bunların ilki, 1876’da Rum Papadopulos tarafından kurulup 1890’da Mihran Efendi’nin imtiyaz sahipliğine geçen Sabah’tır. Gazetenin en önemli yazarı Şemsettin Sami Bey, özellikle dil üzerine yazılarıyla Türklük bilincine ve Türkçülük fikrine büyük katkıda bulunmuştur. “Osmanlıca” denilen dilin “Türk lisanı” olduğunu ilk kez o tam bir açıklık ve kesinlikle ifade etmiştir. Böyle en önemli makalelerinden biri olan “Edebiyat-ı Müstakbelimiz” 1899’da Sabah’ta yayımlanır. Burada maksadını “Lisanımızı sadeleştirelim, lisanımızı Türkçeleştirelim!” şeklinde formüle eder. “Gazeteden umumun istifadesi ancak lisanının sadeliği ve fiyatının ucuzluğu ile kabildir.” fikrindeki Şemsettin Sami Bey’in yayın müdürü olduğu Sabah, 12 binlik tiraja ulaşmıştır.41 İkincisi, Ahmet Mithat Efendi ile 1878’de kurduğu Tercüman-ı Hakikat’tir. 2 bin tirajı ile diğer iki gazeteden daha “küçük” olmasına rağmen, çok yönlülüğüyle aydınlar arasında hatırı sayılır bir etki meydana getirmiştir. Ansiklopedik bir yazar olup çok ürün vermesi nedeniyle “yazı makinesi” olarak anılan Ahmet Mithat Efendi, hayatını kaleminden ve matbaasından kazanmış bir “basın esnafı”dır. Ayrıca, dilde halkçılaşmanın öncülerindendir. Tercüman-ı Hakikat çıktığı vakit, yazılarının bütün halkın kolaylıkla anlayabileceği mertebede kaleme alınacağını bildirmiştir. “Halka bir lisan-ı umumi teşkil etmek” gayesi güden bu “halk yazarı”, Osmanlı’da okuma alışkanlığının yerleşmesinde çok önemli bir rol oynamıştır. Halkçı çizgisi, dil ve üslupta fiilen Türkçülük yapmasına yol açmıştır.42 1894 yılında Ahmet Cevdet (Oran) Bey tarafından kurulan İkdam, başlığının kenarına “Türk gazetesidir” kaydı düşen ilk gazetedir. Çevresinde “kültür Türkçülüğü” yapan bir grup oluşmuştur. İkdam’ın yazı kadrosunda bulunan Necip Asım (Yazıksız), Veled Çelebi (İzbudak) ve Bursalı Mehmet 41 David Kushner, a.g.e., ss.22-24; Akçuraoğlu Yusuf, a.g.y., ss.352-355, 386-387; Server İskit, a.g.e., s.95; Paul Fesch, a.g.e. 42 Ahmet Hamdi Tanpınar, a.g.e., ss.192, 445-474; Akçuraoğlu Yusuf, a.g.y., ss.325-327; David Kushner, a.g.e., ss.24-25; Niyazi Berkes, a.g.e., ss.370-375; Server İskit, a.g.e., s.95; Paul Fesch, a.g.e. Osmanlı Matbuatında Milliyetçilik ve Psikoloji 84 Üsküdar University Journal of Social Sciences Year:2 Issue:2 Tahir Bey gazeteye kuvvetli bir “millî ruh” aşılamışlardır. İkdam, 15 bin gibi, o devir için gayet yüksek bir tiraja ulaşmıştır.43 Başlangıcından 1908’e Osmanlı’da Psikoloji Yukarıda sözü edilen yıllar, toplumun başka düzlemlerinde de dönüşümlere sahne olur. Bunlardan biri de sosyal bilimler ve onun bir kolu olarak psikolojidir. Türkiye’de psikolojinin, Alman Dr. Georg Anschütz’ün 1915 yılında Darülfünun’a gelişiyle başladığı yaygın bir görüştür.44 Bu görüş son yıllarda eleştirilmiş, Türkiye’de psikolojinin kuruluşunun ilk deneysel psikoloji tecrübesine, Anschütz’ün 1915’teki girişimine indirgenemeyeceği haklı olarak vurgulanmıştır.45 Gerçekten de teorik de olsa psikolojinin Türkiye’ye girişi daha eskiye uzanır.46 Felsefeden bağımsız, metafizikten arınmış modern bir bilimsel disiplin olarak psikolojinin ancak 19. yüzyıl ikinci yarısı (ve hatta son çeyreği) Avrupa’sında vücut bulduğu47 dikkate alınacak olursa, Osmanlı İmparatorluğu’nda oldukça erken bir tarihte belirdiği söylenebilir. Osmanlı’nın son dönem çağdaşlaşma ve aydınlanma sürecinde (özellikle II. 43 David Kushner, a.g.e., ss.25-27; Akçuraoğlu Yusuf, a.g.y., ss.355-369; Paul Fesch, a.g.e. 44 Örneğin bkz. Fred McKinney, “Türkiye’de Psikoloji: Psikolojinin Değişik Kültür Sahalarında Gelişmesine Dair Düşünceler”, 2007, Psikoloji Çalışmaları Dergisi, Cilt: 27, s.54; Sabri Özbaydar, “Cumhuriyetin İlk 50 Yılında Türkiye’de Psikoloji”, Cumhuriyetin 50. Yılına Armağan içinde, (İstanbul: Edebiyat Fakültesi Matbaası 1973), s.219; Beğlan Toğrol, “History Of Turkish Psychology”, 1987, İstanbul Üniversitesi Tecrübî Psikoloji Çalışmaları, Cilt: 15, ss.1-2. 45 Sertan Batur, “Türkiye’de Psikoloji Tarihi Yazımı Üzerine”, 2003, Toplum ve Bilim, S: 98, ss.258- 259; Sertan Batur, “Psikoloji Tarihinde Köken Mitosu ve Georg Anschütz’ün Hikâyesi”, 2005, Toplum ve Bilim, S: 102, ss.168-188. 46 Bu makalede “matbuat” üzerinde durulacaktır. Eğitim/öğretim noktasından bakılacak olursa, Darülfünun’da psikolojiyle ilgili ilk dersin, okulun 1869’daki açılışından önce Ramazan ayını boş geçirmeyip değerlendirmek amacıyla halka açık olarak düzenlenen gece dersleri kapsamında yer alan “Emzice ve Ekalim” olduğu ve Aziz Efendi tarafından konferans şeklinde verildiği ifade edilmiştir. Ali Yıldırım, Türk Üniversite Tarihi: Darülfünun Dönemi, (Ankara: Öteki Yayınevi 1998), ss.94-95. Darülfünun’da “ilm-i ahvâl-i nefs” adında bir dersin okutulması öngörülmüş olmakla birlikte, öğretim üyesi eksikliğinden ötürü bu tasarı hayata geçirilememiştir. 1908 Devrimi’nden sonra Babanzade Naim ve Mehmet İzzet Beyler “ilm-ün nefs” dersini vermişlerdir. Sertan Batur, 2005, a.g.m., s.185; Sabri Özbaydar, a.g.m., s.219. 47 A. Adnan Adıvar, Bilim ve Din (İlim ve Din), (İstanbul: Remzi Kitabevi 1980), ss.316-319; Eric J. Hobsbawm, Sermaye Çağı 1848-1875, çev. Bahadır Sina Şener, (Ankara: Dost Kitabevi Yayınları 1998), s.284. İ. Arda ODABAŞI 85 Üsküdar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl:2 Sayı:2 Meşrutiyet’te) sosyal bilimlerde sosyolojinin başat konumu hatırlandığında ise, psikoloji kitaplarının sosyolojiden daha önce yayımlanmaya başladığını görmek ilginç olacaktır. Aslında bu durum siyasi rejimle, Sultan II. Abdülhamit’in sansür/jurnal/hafiyelik mekanizmalarıyla karakterize mutlakıyetçi sistemiyle ilgilidir. “Cemiyet” bu dönemde her halükârda sakıncalı sayılabilecek bir sözcüktür. Oysa psikolojide sakınılması gereken bir taraf yok gibidir.48 II. Abdülhamit rejiminin Osmanlı’da psikoloji literatürünün gelişimine bir başka açıdan daha katkısı olduğu belki söylenebilir. Rejimin matbuata yönelik sansür uygulamaları, ülkenin iç meselelerine ve siyasete ilişkin yorum ve tartışmalara müsaade etmeyişi, Osmanlı aydınlarının, gazetecilerin ve yayıncıların gözlerini dışarıya, Batı’ya çevirmek zorunda kalmalarına neden olmuştur. Süreli yayınlarda resmî veya zararsız uluslararası haberlere, dünyadan eklektik konulara, yeni icatlar ve bilimsel buluşlara ağırlık verilmiş, popüler fen yazıları moda olmuş, Batı dillerinden birçok tercüme yapılmış ve bir hayli yabancı yayın Türkçeye adapte edilmiştir.49 Kısacası bakışlar daha çok Batı’ya dönmüş, siyaset dışı konulara yoğunlaşılmıştır. Söz konusu dönemde Avrupa’da psikoloji alanında yaşanan önemli gelişmeler de ilgi çekmiş ve gözlemlenmiş olsa gerektir. Nitekim Osmanlı’da ilgili ilk eserlerin basım tarihlerine bakıldığında, bunların, modern psikolojinin kurucusu Wilhelm Wundt’un Leipzig Üniversitesi’nde ilk psikoloji laboratuvarını kurduğu yıllara (1879) rastlaması dikkat çeker. Wundt’la birlikte deneysel bir yön kazanan psikoloji, 1870’lere gelindiğinde Avrupa’da artık tartışmasız kabul görmüş bir disiplindir.50 Osmanlı’da psikolojiye dair (tespit edilebilmiş) ilk kitap/risale, Yusuf Kemal’in 1295 (1878)51 tarihli, Gayet-ül Beyan Fi Hakikat-ül İnsan yahut 48 Zafer Toprak, Türkiye’de Popülizm 1908-1923, (İstanbul: Doğan Kitap 2013), s.99. 49 Niyazi Berkes, a.g.e., ss.368-369, 376; David Kushner, a.g.e., ss.20-21; François Georgeon, a.g.e., s.378; Ahmed Emin, a.g.e., ss.63, 80-81. 50 Eric J. Hobsbawm, a.g.e., s.284. 51 Osmanlı yayıncılığında kitapların basım tarihi Hicri veya Rumî takvime göre verilir. Miladi takvim Osmanlı Matbuatında Milliyetçilik ve Psikoloji 86 Üsküdar University Journal of Social Sciences Year:2 Issue:2 İlm-i Ahvâl-i Ruh52 başlıklı eseridir.53 Onu 1880’lerde Ahmet Mithat Efendi54 ve Sırrı Giridî Paşa55 gibi isimler izler.56 Ancak, Osmanlı’da modern Batı tarzı ilk psikoloji kitabı, psikoloji alanında bilimsel ilk Türkçe eser Hoca Tahsin Efendi’nin 1310 (1892 veya 1893) tarihli57 Psiholoji yahut İlm-i Ruh58 başlıklı risalesidir.59 Psikoloji karşılığı olarak “Fenn-i Ahvâl-i Ruh, İlm-i Ahvâl-i Ruh, Fenn-i Psiholoji, Psiholociya” tabirlerini kullanan60 Hoca Tahsin Efendi’nin kitabı, insanın zihnî ve ruhi etkinliklerini fizyolojik olarak açıklamaya çalışan çağdaş psikolojinin bulgularıyla ilgilidir.61 Bu risalenin, yazarının vefatının üzerinden 10 yıldan kullanımı ancak imparatorluğun son yıllarına doğru başlayacaktır. Kitaplarda Hicri tarih kullanımı daha yaygındır. Yusuf Kemal’in kitabının üzerindeki 1295 tarihi şayet Hicri ise 1878’e, Rumî ise 1879 veya 1880’e tekabül eder. 52 Yusuf Kemal, Gayet-ül Beyan Fi Hakikat-ül İnsan yahut İlm-i Ahvâl-i Ruh, (İstanbul: Mihran Matbaası 1295). 53 Nuri Bilgin, Başlangıcından Günümüze Türk Psikoloji Bibliyografyası, (İzmir: Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi 1988), s.30; S. Sami Kayral, Türkçe Psikoloji Eserleri Bibliyografyası, (İstanbul: Ahmet Sait Matbaası 1953), s.40. Bilgin [a.g.e.] ve Batur [2005, a.g.m., s.186; 2003, a.g.m., ss.259- 260] kitabın basım tarihi olarak “1876” bilgisini vermektedirler ki doğru değildir. Kayral [a.g.e.] 1878 tarihini verir. Özege kataloğunda da 1878’dir. Bkz. M. Seyfettin Özege, Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu, 2. Cilt, (İstanbul: Fatih Yayınevi 1973), s.441. 54 Ahmet Mithat, Nevm ve Hâlât-ı Nevm, (İstanbul: Kırk Anbar Matbaası 1298). Bu kitap uyku ve rüyayla ilgilidir. Psikoloji kapsamında daha net değerlendirilebilecek kitabı için bkz. Ahmet Mithat, İlhâmât ve Taglitât - Psikoloji Yani Fenn-i Menafi-ül Ruha Dair Bazı Mülahazat, (İstanbul 1302). İki kitabın da künye sayfalarında verilen bilgiye göre, kitap formatında basılmadan evvel Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmişlerdir. 55 Sırrı Giridî (Diyarbekir Vilayeti Valisi), Ruh, (İstanbul: Elif. Mavyan Şirket-i Mürettibiyye Matbaası 1305). 56 Nuri Bilgin, a.g.e., ss.26-30; S. Sami Kayral, a.g.e., ss.7, 35. 57 1310 tarihi Hicri ise 1892 veya 1893’e, Rumî ise 1894 veya 1895’e tekabül eder. Özege, Kayral ve Bilgin’de “1892” tarihi verilmektedir. Bkz. M. Seyfettin Özege, Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu, 3. Cilt, (İstanbul: Fatih Yayınevi 1975), s.1422; S. Sami Kayral, a.g.e., s.22; Nuri Bilgin, a.g.e., s.28. 58 Hoca Tahsin Merhum, Külliyat-ı Hoca Tahsin’den: Psiholoji yahut İlm-i Ruh, (İstanbul: Artin Asaduryan Şirket-i Mürettibiyye Matbaası 1310). 59 Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, (İstanbul: Ülken Yayınları 2001), s.244; Şerif Mardin, a.g.e., s.251; Zafer Toprak, a.g.e., s.99; Nuri Bilgin, a.g.e., s.14. Nuri Bilgin, Hoca Tahsin Efendi’yi “psikolojinin Türkiye’deki isim babası” olarak anmaktadır. Gerçekten de kitabının basım değil de yazım tarihine bakılırsa böyledir. Ama basım tarihleri, yani eserlerin kamusallaşması esas alınacak olursa, bu payenin en azından şimdilik Ahmet Mithat Efendi’ye verilmesi gerekir. 60 Zafer Toprak, a.g.e., s.99. 61 Remzi Demir, Philosophia Ottomanica: Osmanlı İmparatorluğu Döneminde Türk Felsefesi – Yeni Felsefe, III. Cilt, (Ankara: Lotus Yayınevi 2007), s.86. İ. Arda ODABAŞI 87 Üsküdar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl:2 Sayı:2 uzun bir zaman geçtikten sonra basıldığını özellikle belirtmek gerekir. 1881’de vefat eden62 Hoca Tahsin Efendi eserini 1873’ten sonra yazmıştır.63 Hoca Tahsin Efendi’ninkinden sonra da psikolojiye dair kitap ve risaleler özellikle 1890’ların sonuna dek sürmüştür. 1900-1908 yılları arasında ise, psikoloji konulu veya ilişkili eserlerin neredeyse hiç görülmeyişi, II. Abdülhamit rejimi baskısının şiddetlenmesiyle64 alakalı olsa gerektir.65 Nitekim anılan dönemde bu nevi (yani psikolojiyle ilişkilendirilen) tek kitabın, siyasi iktidarın kontrolü dışında bulunup muhalif Jön Türklerin yurtdışı merkezlerinden olan Kahire’de 1907 yılında basılmış olması dikkat çeker. Söz konusu eser, Dr. Abdullah Cevdet (Karlıdağ) Bey tarafından Fransız düşünür Gustave Le Bon’dan tercüme edilmiş olan Ruh-ül Akvam’dır (Les Lois psychologiqes de l’Evolution des Peuples).66 Ahmet Mithat Efendi’nin uyku/rüya ve çocuk psikolojisiyle ilgili kitapları67 bir yana bırakılacak olursa, Osmanlı yazarlarının anılan eserleri genellikle ya genel olarak psikolojiye giriş veya “klasik psikoloji” metinleridir.68 1870’lerden 1908’e yaklaşık 30 yıllık devrede psikolojinin süreli yayınlara ne oranda yansıdığı, henüz yeterince araştırılmamış bir konudur. İlerleyen satırlarda, 1891’de yayın hayatına giren Servet-i Fünûn dergisinin 62 Remzi Demir, a.g.e., s.72. 63 Çünkü risalenin bir yerinde, özellikle 1873 senesinden beri Avrupalı filozofların zihinsel süreçler hakkında pek çok araştırma yaptıklarını belirtir. Bkz. Hoca Tahsin Merhum, a.g.e., s.31. 64 François Georgeon, a.g.e., ss.187-189; Server İskit, a.g.e., ss.86, 89, 94; Ahmed Emin, a.g.e., ss.64, 75-78. 65 Psikoloji kitabı 1909’da yayımlanan Ali İrfan (Eğriboz) Bey, kitabının daha ilk satırlarında, İstibdat (II. Abdülhamit) döneminde değil ruhtan bahsetmek, ruh kelimesinin ağıza alınmasının bile katiyen yasak olduğunu ifade eder. Bkz. Ali İrfan Eğribozi, İlm-i Ahvâl-i Ruh, (İstanbul: Ruşen Matbaası 1327), s.2. 66 Gustave Le Bon, Ruh-ül Akvam, çev. Dr. Abdullah Cevdet, (Mısır: Matbaa-i İçtihat 1907). Ayrıca bkz. M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak Abdullah Cevdet ve Dönemi, (İstanbul: Üçdal Neşriyat), ss.58, 417; Nuri Bilgin, a.g.e., s.29; S. Sami Kayral, a.g.e., s.27. Kitabın İngilizce metni için bkz. Gustave Le Bon, The Psychology of Peoples, (New York: The Macmillan Co. 1898). 67 Pedagog Compayré’nin fikirlerini aktaran çocuk psikolojisiyle ilgili kitabı şudur: Ahmet Mithat, Çocuk: Melekât-ı Uzviyye ve Ruhiyyesi, (Dersaadet: 1317). Ayrıca bkz. Nuri Bilgin, a.g.e., ss.15, 26; S. Sami Kayral, a.g.e., s.7. 68 Sertan Batur, 2005, a.g.m., s.186. Osmanlı Matbuatında Milliyetçilik ve Psikoloji 88 Üsküdar University Journal of Social Sciences Year:2 Issue:2 ve Ahmet Şuayb Bey’in bu noktadaki katkılarına değinilecektir. Burada şu kadarı belirtilebilir ki anılan dönemde konuyla şu veya bu oranda ilgili üç kitabı bulunan Ahmet Mithat Efendi’nin bu üç eseri de önce kendi gazetesi Tercüman-ı Hakikat’te tefrika edilmiştir. Türkiye’de psikolojinin başlangıç evresine dair sistematik araştırmaların bulunmayışının, bu bilim dalının Türkiye’deki tarihsel gelişiminin kavranmasını güçleştirdiği açıktır. Ama güçlük aynı zamanda psikolojinin kendisinden, yeni bir alan oluşundan ve Avrupa’daki gelişiminden de kaynaklanır. Ancak 19. yüzyılın son çeyreğinde bağımsız bir disiplin olarak beliren psikoloji, ondan önce genel bilim tarihlerinde felsefeye bağlı, bazı felsefi akımlar içinde veya başka bilimsel disiplinlerle iç içedir. Nuri Bilgin’in vurguladığı gibi, Türkiye’de psikolojinin gelişimi de benzer bir hâl gösterir. Psikolojiyle ilgili malzeme, değişik düşünce akımları veya disiplinler içinde karışık hâlde bulunur. Otonom bir bilgi alanı değildir ve belirli isimlere veya gruplara bağlanması zordur. Osmanlı aydınları çok yönlü bir formasyon ve etkinlik içindedirler ve psikolog değildirler. Psikolojiye göreli ilgileri büyük ölçüde, imparatorluğun sorunlarına değişik çözüm yolları aramaktan kaynaklanmaktadır.69 Dolayısıyla ilgili araştırmacı, doğrudan psikoloji metinleri ve kalem tecrübelerine girişmiş uzmanlar arayıp bulmaktan ziyade, başka şeylerin yanında ve içinde psikolojiye de şu veya bu oranda değinen entelektüeller, yayınlar arayacak ve/veya bunlarla karşılaşacaktır. Bu noktada psikolojinin gelişimini takip etmek bakımından belki de en çok dikkat gösterilmesi gereken alan, sosyolojidir. Çünkü 19. yüzyıl sosyolojisinde biyolojinin yanı sıra psikolojinin de önemli bir konumu vardır. Bunda, pozitivizmin olduğu kadar sosyolojinin de (Le Play ile birlikte) kurucusu olan August Comte’un bilimlere dair tasnifini eleştirerek biyoloji ile sosyoloji arasına sosyolojiye temel oluşturacak psikolojiyi sokan Stuart Mill ile Herbert Spencer’ın payı büyüktür. Böylece sosyoloji, psikoloji temeli üzerinde kurulmuştur. Osmanlı’da da ilk evrelerinde sosyoloji, özellikle Spencer’ın etkisiyle 69 Nuri Bilgin, a.g.e., ss.14-17. İ. Arda ODABAŞI 89 Üsküdar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl:2 Sayı:2 bio-organisist ve psikolojik ekollerin güdümünde gelişmiştir. Durkheim öncesinde Osmanlı’da sosyolojinin “üstadı” Spencer’dır.70 Mart 1891’de Ahmet İhsan (Tokgöz) Bey’in yönetiminde yayın hayatına giren, gerek edebiyat gerekse fikir dergisi olarak Osmanlı matbuatında 19. yüzyılın son on yılına damga vuran Servet-i Fünûn, andığımız türde yayınlardan biridir.71 Derginin 1899’dan itibaren önde gelen yazarlarından Ahmet Şuayb Bey ise, sözünü ettiğimiz entelektüellerdendir. Servet-i Fünûn neslinin belki de en kuvvetli felsefecisi ve eleştirmeni olan Ahmet Şuayb, Osmanlı düşün yaşamına pozitivizm tartışmalarını getirmiştir. Geniş ilgi alanı sonucu felsefe, edebiyat, tarih, hukuk, iktisat ve sosyoloji gibi değişik konularda yazmıştır. Çağın ünlü, çalışmalarıyla ses getirmiş Batılı düşünürlerini, fikir ve sanat adamlarını en kapsamlı şekilde ilk kez o Servet-i Fünûn sayfalarında Osmanlı okuruna tanıtmıştır. Pek çok isim arasında özellikle Fransız pozitivist düşünür Hippolyte Taine üzerinde gayet ayrıntılı durmuştur.72 Servet-i Fünûn’da çıkan bu yazılarının önemli bir kısmını 1901’de Hayat ve Kitaplar başlığı altında kitaplaştıracaktır.73 Pozitivist felsefenin çok yönlü biçimde ele alındığı bu kitap, pozitivist düşüncenin Türkiye’de tanınması ve temellenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Hatta pozitivizme dair Türkçede ilk kapsamlı eser olduğu söylenebilir.74 Hippolyte Taine, Auguste Comte’un en büyük takipçilerinden biri olmakla birlikte, psikolojiyi bilimler arasında saymayan üstadının aksine 70 Zafer Toprak, a.g.e., ss.74, 99, 101. 71 Kurucusunun ağzından kuruluş hikâyesi için bkz. Ahmet İhsan, Matbuat Hatıralarım 1888-1923 1. Cilt: Meşrutiyetin İlânına Kadar 1889-1908, (İstanbul: Ahmet İhsan Matbaası Limitet Şirketi 1930), ss.57-64. Fesch’e göre Servet-i Fünûn 4 bin adet basılıyordu. Paul Fesch, a.g.e., s.62. Ahmet İhsan Tokgöz, Meşrutiyet’e dek Servet-i Fünûn’un bin müşterisi olduğunu söyler ki daha sağlıklı bir bilgi olduğunu kabul etmek gerekir. Derginin yalnızca Edebiyat-ı Cedide döneminde masraflarını karşılayabildiğini de ekler. Ahmet İhsan, a.g.e., s.130. 72 Hilmi Ziya Ülken, a.g.e., ss.150-151; Zafer Toprak, a.g.e., ss.101-102. 73 Ahmet Şuayb, Hayat ve Kitaplar: Tetebbuat-ı Edebiyye ve Tarihiyye, (Edebiyat-ı Cedide Kütüphanesi 1317). Kitabın genişçe tanıtımları için bkz. Hilmi Ziya Ülken, a.g.e., ss.150-156; Murtaza Korlaelçi, Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi, (İstanbul: İnsan Yayınları 1986), ss.327-342; Bilge Ercilasun, Servet-i Fünun’da Edebî Tenkit, (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları 1981),ss.122-136, 281-289. 74 Hilmi Ziya Ülken, a.g.e., s.151; Murtaza Korlaelçi, a.g.e., ss.342, 347; Zafer Toprak, a.g.e., s.102. Osmanlı Matbuatında Milliyetçilik ve Psikoloji 90 Üsküdar University Journal of Social Sciences Year:2 Issue:2 psikolojiye önem vermiştir. Eserlerinde psikolojiyle fizyolojiyi harmanlar. Yaptığı çeşitli çalışmalarla Taine modern psikolojinin öncülerinden sayılır.75 Taine’in takipçisi olarak Ahmet Şuayb da Hayat ve Kitaplar içinde derlediği yazılarında psikoloji konusuna sık sık temas eder. Mesela kavimlerin psikolojisiyle şahısların psikolojisini ayırmak gerektiğini, kavimler hakkında yapılan psikolojinin şahısların psikolojisine uygulanmasının, şahısların kitle içinde kaybolmasıyla sonuçlanacağını vurgular.76 İnsan fevkalade karışık bir varlık olduğundan, onu incelerken başka disiplinlerin yanı sıra psikolojinin de kullanılması gerektiğini belirtir.77 Bir başka örnek, Taine’in tarih anlayışını açıklarken görülür. Taine’e göre tarih bir fendir. Esas mevzuu insanlar ve insan topluluklarıdır. Şu halde tarih, psikolojinin bir çeşit tatbiki demektir. Bir tek adamın veya bütün topluluk efradının fertlerince üretilen değişiklikleri anlamak için onların psikolojisiyle meşgul olmak icap eder. Şahısların ve topluluğun bu şekilde düşünülmüş bir psikolojisini yapmak ise, Voltaire tarzı tarih yazıcılığıdır. Hâlbuki Taine bununla (düşünceyle) yetinmez. Nedenler ve kanunlar arar, çeşitli kavramları tarihe sokar, değişik disiplinlerden (mesela biyoloji kanunlarından) faydalanır.78 Hemen bütün psikoloji mütehassıslarının August Comte takipçisi, yani pozitivist olduklarını ifade eden Ahmet Şuayb’ın yazılarında psikolojiye dair başka bahisler ve Jouffroy, Ribot, Pierre Jean gibi isimlere değinmeler bulmak mümkündür.79 Ancak, Ahmet Şuayb’ın kitabının basıldığı yıl Servet-i Fünûn Yıldız Sarayı’nın baskılarına maruz kalacaktır. Hüseyin Cahit (Yalçın) Bey’in bir makalesi nedeniyle dergi 1901’de kapatılmış, sahibi Ahmet İhsan ve makalenin yazarı Hüseyin Cahit hakkında soruşturma 75 Murtaza Korlaelçi, a.g.e., ss.151-154; Roger Daval, Fransız Düşünce Tarihi, çev. Ahmet Angın, (İstanbul: Kitapçılık Ticaret Limited Şirketi Yayınları 1968), ss.80-81. 76 Ahmet Şuayb, a.g.e., s.60. 77 A.g.e., ss.140-141. 78 A.g.e., ss.89-90. 79 Örneğin bkz. a.g.e., ss.180-182. İ. Arda ODABAŞI 91 Üsküdar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl:2 Sayı:2 açılmıştır. Servet-i Fünûn kısa süre içinde yeniden yayın hayatına dönse de sansür iyice şiddetlendiğinden “yavan” bir içerikle çıkacak, evvelki edebî ve fikirsel canlılığını bütünüyle yitirecektir.80 Dolayısıyla 1901’den sonra dergi sayfalarında Hayat ve Kitaplar türünde bahisler görmek güçleşir. Osmanlı’da sosyoloji başlangıçta, Durkheim öncesi yaygın olan uzviyetçi (organisist) sosyolojidir. Psikolojiden esinlenen “bireyci” bir anlayışı yansıtır. Auguste Comte ve Herbert Spencer’ın fikirsel hâkimiyetleri söz konusudur.81 Dolayısıyla Osmanlı’da psikolojinin izini sürerken başta Auguste Comte, onun takipçisi Hippolyte Taine, felsefe sistemini (evrimciliği) The Principles of Psychology isimli eserinde ortaya koyan ve Comte’un aksine psikolojiyi bağımsız bir bilim sayan82 Herbert Spencer’la ilintili literatüre yönelmek gerekir. Bu çizginin erken II. Meşrutiyet yıllarında da süreceği, ilerleyen bölümlerde görülecektir. Ancak, 1908 sonrasında önemli bir ayrışma da belirecektir. Daha 1901’de Ahmet Şuayb tarafından dile getirilen, sosyolojide Emile Durkheim – Gabriel Tarde “kamplaşması” bu ayrışmanın temelini oluşturur. Durkheim ve Tarde’ın isimlerini Osmanlı’da ilk duyuran yine Ahmet Şuayb Bey olmuş, Tarde ve Durkheim Osmanlı literatürüne ilk olarak Servet-i Fünûn’la (Hayat ve Kitaplar’la) girmiştir.83 Ama bu bölünme veya kamplaşma, Osmanlı entelektüel yaşamındaki pratik yansımasını gerçek anlamda ancak II. Meşrutiyet yıllarında bulacaktır. Dahası bu gelişme (ve/veya kırılma), başka şeylerin yanı sıra, Osmanlı siyaset ve siyasal düşünceler dünyasıyla ve özellikle Türk milliyetçiliğinin seyriyle de ilişkilidir. Ve son olarak, tüm bu süreç dışavurumunu elbette yine kitle iletişim araçlarında bulur. 80 Ahmet İhsan, a.g.e., ss.108-121; Hüseyin Cahid Yalçın, Edebî Hatıralar, (İstanbul: Akşam Kitaphanesi 1935), ss.159-172. 81 Zafer Toprak, a.g.e., ss.74, 93-96. 82 Murtaza Korlaelçi, a.g.e., ss.166-168. 83 Ahmet Şuayb, a.g.e., ss.182-183. Ayrıca bkz. Zafer Toprak, a.g.e., ss.102-103; Hilmi Ziya Ülken, a.g.e., ss.151, 155. Osmanlı Matbuatında Milliyetçilik ve Psikoloji 92 Üsküdar University Journal of Social Sciences Year:2 Issue:2 1908 Basın Devrimi 1908, “Hürriyet Devrimi” ve/veya “Jön Türk Devrimi” olduğu kadar, “Basın Devrimi”dir de. Nasıl “Fransız Devrimi, gazetelerin oynadıkları rol incelenmeden anlaşılamaz.”, “eğer basın hak ettiği yere oturtulmazsa Devrim çözümlenemez.”84 ise, 1908 Devrimi ve II. Meşrutiyet yılları da matbuat dünyası dikkate alınmadan anlaşılamaz. 20. yüzyıl başlarında artık iyice sönükleşen Osmanlı matbuatının canlanabilmesi için 1908 Temmuzunu beklemek gerekmiştir. 1908 Devrimi’yle açılan II. Meşrutiyet dönemi, Türkiye’de basın-yayın hayatında bir dönüm noktası olmuş, Hürriyetin İlanı’yla birlikte matbuat dünyasında köklü dönüşümler yaşanmıştır.85 30 yıl kadar süren sansür rejiminin 25 Temmuz 1908’de fiilen kalkmasıyla, “basın patlaması” olarak nitelenebilecek bir kitle iletişim ortamı doğmuş, basılı kelime demokratikleşmiştir.86 Meşrutiyet’in ilk haftalarında herkeste bir gazete/dergi çıkarmak, düşüncelerini yaymak ve okumak hevesi doğmuştur. Uzun yıllar boyunca susturulan toplumda yayıncılık salgın hâlini almış, matbuat olağanüstü bir dinamizm kazanmıştır. Babıâli yokuşu gazete idarehaneleriyle dolmuş, o güne dek görülmedik sayıda, çeşitte ve nitelikte yayın ortaya çıkmıştır. Biraz parası olan hemen bir gazete/dergi kurmaya kalkmakta, hazır parası olmayanlar evlerindeki eşyaları satmaktadırlar. Bu yayınların çoğu uzun ömürlü olamayacak, pek çok girişimci sermayesini batıracaktır ama yine de heveslilerin arkası kesilmemiş, kapananların ardından yenileri çıkmıştır.87 84 Jean-Noel Jeanneney, Başlangıcından Günümüze Medya Tarihi, çev. Esra Atuk, (İstanbul: YKY 1998), s.59. 85 Zafer Toprak, a.g.e., s.85. O nedenle, Türk matbuatının ilk tarihçisi Selim Nüzhet Gerçek’in deyişiyle, “Meşrutiyet senesi (1908) matbuat tarihimize altın harflerle yazılacak bir senedir.” Selim Nüzhet, Türk Gazeteciliği, (İstanbul: Devlet Matbaası 1931), s.82. 86 1908-1913 yılları matbuatı hakkında genel bilgi için bkz. Ahmed Emin, a.g.e., ss.86-140. 87 Ahmed Emin, a.g.e., ss.87-88; Ahmet İhsan, a.g.e., ss.130-131; Server İskit, a.g.e., ss.141-144; Ahmet İhsan, Matbuat Hatıralarım 1888-1923 2. Cilt: Meşrutiyetin İlânından Umumî Muharebeye Kadar 1908-1914, (İstanbul: Ahmet İhsan Matbaası Limitet Şirketi 1931), ss.35-38, 63; Ahmed Emin Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim 1 1888-1922, hzl. Erol Şadi Erdinç, (İstanbul: Pera Turizm ve Ticaret A.Ş. 1997), ss.70-72. İ. Arda ODABAŞI 93 Üsküdar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl:2 Sayı:2 1907 yılında bütün Osmanlı topraklarında çıkan süreli yayınların sayısı 120’dir.88 Hâlbuki Hürriyetin İlanı’ndan sonra sadece ilk bir buçuk ayda 200’ün üzerinde yayın imtiyazı alınmış, bu sayı gün geçtikçe artmıştır.89 1909 yılının Mayıs ayında tüm ülkede 730 süreli yayın çıkmaktadır. Temmuz 1908’den 1911 sonuna dek imtiyaz başvurularının sayısı 2 bini bulmuştur.90 Patlama sadece süreli yayın adedinde değil, tiraj ve okur hacminde de tespit edilebilir. Tirajlar sıçramış, okur kitlesi genişlemiştir. Bu talebe matbaalar yetişememiş, Devrim’den sonra gümrükler matbaa makineleriyle dolmuştur. Gece gündüz durmadan çalışmalarına rağmen İstanbul matbaaları talebi karşılayabilecek durumda değildirler. İkdam 60 bin, Sabah 40 bin, günlük Servet-i Fünûn gazetesi günde 25 bin adet basıldığı hâlde talep karşılanamamıştır. Öyle ki gazeteler karaborsaya düşmüş, normalde fiyatı 10 para (yani 0.25 kuruş) olan İkdam, yarım liraya (yani 50 kuruşa) alıcı bulabilmiştir.91 II. Meşrutiyet yıllarında basın dili de her açıdan basitleşecektir.92 Pek çok yayın uzun ömürlü olmasa, gazete/dergi sayıları zamanla oransal olarak azalsa ve tirajlar zaman içinde düşse bile bu tablo, basınyayın piyasasının belirgin şekilde genişlediğine ve yazar, muhabir, düzeltici, dizgici, dağıtıcı gibi basın emekçilerinin sayısının arttığına işaret eder. 1908 Basın Devrimi, hep yapıldığı gibi, yalnızca baskıcı bir siyasi rejimden kaynaklanan “düşünce ve ifade özgürlüğü” susamışlığıyla ve bu rejimden kurtulmanın getirdiği sosyo-psikolojik ferahlamayla açıklanamaz. Göz ardı edilemeyecek bir ekonomik boyutu, üretim ilişkileriyle ilintisi söz konusudur. II. Abdülhamit rejiminde “düşünce” kadar, gelişmekte olan basın-yayın piyasasının, kapitalist yayıncılığın da baskılandığı 88 Orhan Koloğlu, a.g.e., ss.222-223. 89 Server İskit, a.g.e., s.144. 90 Orhan Koloğlu, a.g.e., ss.222-223. 91 Ahmed Emin, 1914, a.g.e., s.87; Ahmed Emin Yalman, 1997, a.g.e., s.71; Ahmet İhsan, 1931, a.g.e., ss.7-8; Server İskit, a.g.e., ss.147-148. 92 Ahmed Emin, 1914, a.g.e., s.125. Osmanlı Matbuatında Milliyetçilik ve Psikoloji 94 Üsküdar University Journal of Social Sciences Year:2 Issue:2 anlaşılmaktadır. Üretimi engelleyici üst-yapısal mekanizmaların ortadan kalkmasıyla birlikte bir “seri üretim” tablosu belirmiştir ve -vice versa- tersi de doğrudur; anılan mekanizmaların ortadan kalkışında, bu nesnel üretim “ihtiyacı” rol oynamıştır.93 Sürecin bu boyutuna ilgili historiyografide hiç mi hiç değinilmediğinden altını çizmek zorunluysa da hassasiyetle değerlendirilmesi gerektiğine şüphe de yoktur. II. Meşrutiyet matbuatı daha çok, Batı Avrupa basınyayın dünyasının tarihsel gelişiminde Habermas’ın “muharrir gazetecilik” olarak adlandırıldığını söylediği döneme benzer. Söz konusu olan, ekonomik etmene siyasal etmenin eklendiği “kanaat basını” ve “muharrir gazetecilik”tir. Bu aşamada gazete, kamuoyu yönlendiricisi ve politik mücadele aracı oluşuyla belirginleşir. Ticari kâr amacı çoğu kez arka planda kalır. Hatta kârlılığın, verimliliğin bütün kurallarına ters düşen, batacağı baştan belli olan işlere girişilir. Bu tür yayınlar Kıta Avrupası’nda münferit tahsilli şahısların ve yazarların girişimleriyle doğmuştur. Yayıncılar vasıtasıyla basına ticari bir zemin sağlanmış olmakla birlikte, basın faaliyetinin kendisi henüz ticarileşmemiştir. Salt haber taşıma organı olmaktan çıkmış ve henüz tüketici kültürünün aracı da olmamış olan bu basın tipolojisinin numuneleri, en küçük siyasal ittifakların gazetelerinin bile yerden biter gibi bittiği devrim zamanlarında, örneğin 1789 veya 1848 Paris’inde görülebilir. Söz konusu olan, “siyasal akıl üreten bir basın”dır ve kamusal topluluğun bir kurumu olarak, onun eleştirel işlevini savunmakla meşguldür; dolayısıyla işletme sermayesi ikincildir.94 93 “Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. ... Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ... ters düşerler. ... bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder.” Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, çev. Sevim Belli, (Ankara: Sol Yayınları 1993), s.23. 94 Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, çev. Tanıl Bora ve Mithat Sancar, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), ss.310-313. İ. Arda ODABAŞI 95 Üsküdar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl:2 Sayı:2 1908’de her açıdan görülen sıçrama ve reklam/ilan hacminin giderek genişleyecek olması matbuatın piyasa yönelimini gösteriyorsa da II. Meşrutiyet dönemi Osmanlı basınının genel olarak başlıca kaygısı kârlılık değildir. Bu dönemin yazıları ve karikatürleri gazete başyazarlarının ve sahiplerinin siyasi eğilimlerini, kuşkuculuğunu ve idealizmini yansıtır. Bu da yatırımcılara çoğu kez mali açıdan kâr değil, zarar getirmiştir. 95 Bu manzaranın bir parçası olarak II. Meşrutiyet yıllarında dergilerin ve özellikle de fikir dergilerinin önemli bir gelişme kaydettiğini de vurgulamak gerekir. Anılan dönemde çok sayıda ve çeşitte dergi yayımlanmıştır. Matbuat dünyasındaki sıra dışı dinamizme paralel olarak fikir hayatında da belirgin bir canlanma görülür. Osmanlıcılık, Batıcılık, İslamcılık, liberalizm, milliyetçilik, sosyalizm, pozitivizm, materyalizm, evrimcilik, solidarizm, halkçılık (Narodnizm), köycülük gibi değişik fikirler ve fikir akımları, bu çeşitlenen ve zenginleşen kitle iletişim ortamında kendi iletişim araçlarına sahip olabilmişlerdir. Basın özgürlüğü fikir dergiciliğini her yönden teşvik etmiştir.96 Değişik düşünce akımlarını temsil eden fikir dergileri II. Meşrutiyet matbuatında önemli bir yer tutar. Bunlardan biri de Türkçü dergilerdir. Türkçü Dergiler ve “Yeni Hayat” Hareketi Süreli yayınlar düzleminden bakılacak olursa 1911 yılı, Türkçülüğün “basın patlaması”nın gerçekleştiği yıl olmuştur. 1909-1910’da sadece yedi sayı çıkabilen Türk Derneği dergisi hariç, o zamana dek hiçbir Türkçü süreli yayına rastlanmazken, 1911’de altısı birden çıkar: Selanik’te Genç Kalemler ve Yeni Felsefe Mecmuası, İzmir’de Gençlik, İstanbul’da Türk Yurdu, Manastır’da Yeni Fikir, Üsküp’te Yeni Mektep. 97 95 Palmira Brummett, İkinci Meşrutiyet Basınında İmge ve Emperyalizm 1908-1911, çev. Ayşen Anadol, (İstanbul: İletişim Yayınları 2003), s.30. 96 Zafer Toprak, a.g.e., ss.85-93. 97 İ. Arda Odabaşı, II. Meşrutiyet Basınında Halkçılık Köycülük Sosyalizm, (İstanbul: Dergâh Yayınları 2015), ss.88-89. Osmanlı Matbuatında Milliyetçilik ve Psikoloji 96 Üsküdar University Journal of Social Sciences Year:2 Issue:2 Burada sayılan üç dergi (Genç Kalemler, Gençlik ve Yeni Felsefe Mecmuası) “Yeni Hayatçılar” veya “Yeni Lisancılar” olarak anılan grubun yayın organlarıdır. Selanik’te 1911 yılının ilk yarısında, merkezinde Ziya Gökalp’in bulunduğu milliyetçi ve halkçı bir hareket ortaya çıkmıştır. Programlarının isimleriyle, “Yeni Hayatçılar” ve/veya “Yeni Lisancılar” olarak adlandırılan grubun içinde, Ali Canip (Yöntem), Ömer Seyfettin, Kâzım Nami (Duru), Mehmet Zekeriya (Sertel), Ali Haydar (Taner) gibi genç aydınlar vardır.98 Hareketin düşünce örüntüsünün merkezinde “dil” sorunu yer alır. Yeni Hayatçılar savundukları dil programına “Yeni Lisan” adını vermişlerdir.99 Ama Yeni Lisan sadece bir dil davası değil, aynı zamanda toplumsal, kültürel, siyasi ve ideolojik boyutları olan bir programdır.100 Yeni Lisan hem daha kapsamlı hedefin (Yeni Hayat’ın) bir parçası (Yeni Hayat’ın dili ve edebiyatının temeli) hem de bu hedefe (Yeni Hayat’a) ulaşmanın temel araçlarından biri, belki de birincisidir. O nedenle hareketin amiral gemisi konumunda bulunan Genç Kalemler dergisinin101 ağırlık verdiği konu Yeni Lisan (dil ve edebiyat) olmuştur. Yeni Lisan, dilde uluslaşma, bağımsızlaşma ve sadeleşme/halkçılaşma şeklinde özetlenebilir. Yeni Lisan’ı da kapsayan Yeni Hayat programı ise, içtimai inkılâp (toplumsal devrim), ulus-inşası ve çağdaşlaşma şeklinde özetlenebilir.102 Yeni Hayat meselesinin daha çok işlendiği yayın organı, Yeni Felsefe Mecmuası’dır.103 Yeni Mektep gibi bazı 98 İ. Arda Odabaşı, Osmanlı’da Sosyalizm Türkçülük ve İttihatçılık: Rasim Haşmet Bey, (İstanbul: Kaynak Yayınları 2012), ss.121-129. 99 Yeni Lisan hareketini Nisan 1911’de başlatan manifesto niteliğindeki metin için bkz. ? [Ömer Seyfettin], “Yeni Lisan”, Genç Kalemler, 8 Nisan 1327, ss.1-7. 100 Avrupa’da 1880-1914 yıllarında etnik köken ve özellikle dil, potansiyel ulus olmanın merkezi, giderek belirleyici hatta tek kriteri hâline gelmiştir. Ulus, özellikle dile göre tanımlanır. Ve “dildeki milliyetçiliğin özünde iletişim, hatta kültür sorunları değil, iktidar, statü, politika ve ideoloji sorunları yatar.” Eric J. Hobsbawm, 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik - Program, Mit, Gerçeklik, çev. Osman Akınhay, (İstanbul: Ayrıntı Yayınları 1995), ss.126, 135. 101 Kâzım Nami Duru’nun verdiği bilgiye göre, Genç Kalemler birkaç bin nüsha basılıyordu. Akt. Zafer Toprak, a.g.e., s.138. 102 Yeni Hayat programının manifestosu niteliğindeki metin için bkz. Demirtaş [Ziya Gökalp], “Yeni Hayat ve Yeni Kıymetler”, Genç Kalemler, 10 Ağustos 1327, ss.138-141. 103 Dil ve edebiyat ağırlıklı olup hareketin İzmir ayağını oluşturan Gençlik dergisi için bkz. Arda Odabaşı, “Yeni Hayat / Yeni Lisan Hareketinin İzmir Sözcüsü: Gençlik Dergisi”, 2007, Müteferrika, S: 31, ss.71-93. İ. Arda ODABAŞI 97 Üsküdar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl:2 Sayı:2 Rumeli yayınları da bu milliyetçi ve halkçı hareketi desteklemişlerdir. Anılan çevrelerde psikolojiye yönelik bir ilgi görülür. Ama bu spesifik ve bizim için temel konuya geçmeden evvel, II. Meşrutiyet’in ilk yıllarında psikoloji disiplininin durumuna göz gezdirmekte fayda vardır. Erken II. Meşrutiyet’te Psikoloji (1908-1912) II. Meşrutiyet yılları (1908-1918), Osmanlı için bir aydınlanma/ bilinçlenme çağıdır. 1908’le birlikte yayıncılık alanında gözlenen sıçrama da bununla yakından ilintilidir. Söz konusu 10 yılda Osmanlı düşünce dünyasında o güne değin görülmedik dönüşümler yaşanmıştır. Fikir hareketlerinde olduğu kadar, sosyal bilimlerde de önemli bir atılım gözlenmiştir.104 Özellikle sosyoloji, 1908 Devrimi’nden sonra Osmanlı toplumunda hızla yer edinecek ve her derde deva bir bilim olarak algılanacaktır.105 Meşrutiyet’in ilk yıllarında basılan kitaplara bakılacak olursa, psikoloji de bu canlanmadan nasiplenmiş gibidir. 1908-1912 arasındaki yaklaşık dört senede basılan psikoloji konulu veya psikolojiyle şu veya bu oranda ilgili kitapların sayısındaki oransal artış yanında, çoğunun Batı dillerinden tercüme oluşu dikkat çeker. Dr. Nuri Bekir’in Philippe Tissié’nin fikirlerini özetlediği Rüyalar, 106 Dr. Mazhar Osman (Usman) Bey’in Tababet-i Ruhiyye’si,107 Ali İrfan Eğribozi’nin İlm-i Ahvâl-i Ruh’u,108 Gustave Le 104 Marx 1847’de Proudhon gibi teorisyenleri, sefaletin içinde sefaletten başka bir şey bulamamakla, sefaletin içinde eski toplumu alaşağı edecek devrimci yönü görememekle eleştiriyordu. Bkz. Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev. Ahmet Kardam, (Ankara: Sol Yayınları 1992), s.114. Egemen historiyografide “çöküş veya dağılma devri” olarak anılan, toplumsal hafızamızda neredeyse tümüyle olumsuz bir imgeyle temsil edilip pejoratif bir söylemle ele alınan II. Meşrutiyet yılları da benzer şekilde “sefalet” görüntüsü verirken, aynı zamanda siyasi, toplumsal, kültürel ve entelektüel bakımdan gayet dinamik, renkli ve zengin bir tarihsel kesit olmuştur. Cumhuriyet Devrimi, 1908 Jön Türk Devrimi’nin ve II. Meşrutiyet’in birikimi üzerinde yükselecektir. 105 Zafer Toprak, a.g.e., ss.15-16, 89, 91, 93. 106 Doktor Nuri Bekir, Rüyalar, (İstanbul: Matbaa-i Hayriye ve Şürekâsı 1326). 107 Mazhar Osman, Tababet-i Ruhiyye, 2 Cilt, (İstanbul: Matbaa-i Hayriye ve Şürekâsı 1326). 108 Ali İrfan Eğribozi, a.g.e. Osmanlı Matbuatında Milliyetçilik ve Psikoloji 98 Üsküdar University Journal of Social Sciences Year:2 Issue:2 Bon’dan tercüme Ruh-ül Cemaat, 109 Louis Perval’dan tercüme Terbiye-i Etfal, İntihar-ı Etfal, Tetkikat ve Tetebbuat-ı Ruhiyye ve İçtimaiyye,110 Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi’nin Darülfünun’da okutulan kitabı İlm-i Ahvâl-ür Ruh, 111 Ludwig Büchner’in meşhur Madde ve Kuvvet’inin (Kraft und Stoff) “Dimağ ve Ruh” gibi bölümlerinin tercümesi olan Fenn-i Ruh, 112 Avrupalı değişik filozoflardan tercüme Teceddüt-i İlmî ve Edebî113 ve Emile Boutmy’den tercüme İngiliz Kavmi114 1908-1912 yıllarında basılan psikoloji konulu veya ilişkili kitaplardandır.115 Bunlar arasında özellikle, Baha Tevfik ve Ahmet Nebil Beylerin Ribot, Fouillée, Worms, Rabier, Boirac, de Laoutiere’den tercüme yoluyla derleyip yayımladıkları Psikoloji: İlm-i Ahvâl-i Ruh’un116 bilimsel bir disiplin olarak psikolojinin Türkiye’ye girişinde (Hoca Tahsin Efendi’nin eseri gibi) ayrı bir yeri olduğu belirtilmelidir.117 Psikoloji, 1908’in basın furyası içinde sosyolojiyle birlikte kendine süreli yayınlarda da daha fazla yer bulmuştur. Osmanlı sosyolojisinin ilk evrelerinde özellikle İngiliz düşünür Herbert Spencer’ın etkisiyle bio-organisist ve psikolojik ekollerin güdümünde geliştiğini daha evvel belirtmiştik. II. Meşrutiyet dönemine girilirken de bu durum sürmektedir. 109 Doktor Gustave Le Bon, Ruh-ül Cemaat, müt. Köprülüzade Mehmet Fuat ve Sadreddin Celal, (Dersaadet: Uhuvvet Matbaası 1327). 110 Louis Perval, Terbiye-i Etfal, İntihar-ı Etfal, Tetkikat ve Tetebbuat-ı Ruhiyye ve İçtimaiyye, müt. Faik Şevket, (İstanbul: Tanin Matbaası 1327). 111 Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi, Felsefeden Birinci Kitap: İlm-i Ahvâl-ür Ruh, (Kostantiniye: Hikmet Matbaa-i İslamiyyesi 1327). 112 Doktor Abdullah Cevdet, Fenn-i Ruh, (İstanbul: Matbaa-i İçtihat 1911). Bundan az sonra Kraft und Stoff’un tamamı Türkçeye çevrilmiştir. Bkz. Louis [Ludwig] Büchner, Madde ve Kuvvet, 3 Cilt, müt. Baha Tevfik ve Ahmet Nebil, (İstanbul: Müşterek-ül Menfa Osmanlı Şirketi Matbaası). 113 Baha Tevfik, Teceddüt-i İlmî ve Edebî, (İstanbul: Müşterek-ül Menfa Osmanlı Şirketi Matbaası). 114 Essai d’une Psychologie Politique du Peuple Anglais başlıklı eserin tercümesi Abdullah Cevdet Bey tarafından yapılmış, ilk cüzü Kahire sonraki üç cüzü İstanbul’da 1909-1912 yıllarında basılmıştır. Bkz. M. Şükrü Hanioğlu, a.g.e., s.418; M. Seyfettin Özege, 1973, a.g.e., s.724. 115 Bkz. S. Sami Kayral, a.g.e., ss.8, 11-12, 27, 29, 31, 38; Nuri Bilgin, a.g.e., ss.26-30. 116 Ahmet Nebil ve Baha Tevfik, Mebâdî-i Felsefe: Psikoloji: İlm-i Ahvâl-i Ruh, (İstanbul: Müşterek-ül Menfa Osmanlı Şirketi Matbaası). 117 Hilmi Ziya Ülken, a.g.e., s.244; M. Şükrü Hanioğlu, “Blueprints For a Future Society: Late Ottoman Materialists on Science, Religion and Art”, in Late Ottoman Society: The Intellectual Legacy, ed. Elisabeth Özdalga, (London and New York: RoutledgeCurzon 2005), ss.73-74. İ. Arda ODABAŞI 99 Üsküdar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl:2 Sayı:2 II. Meşrutiyet’te sosyolojiyle ilgili ilk kapsamlı yazılar, Aralık 1908’de İstanbul’da yayın hayatına giren Ulum-ı İktisadiyye ve İçtimaiyye Mecmuası’nda yer almıştır.118 Ahmet Şuayb, Rıza Tevfik, Mehmet Cavit Beylerin çıkardıkları, ekonomik ve siyasi anlayışı bakımından liberal, felsefi anlayışı bakımından evrimci, organisist ve pozitivist olan bu dergi, sosyolojiyi Osmanlı entelektüel hayatına taşımıştır. Ulum-ı İktisadiyye ve İçtimaiyye Mecmuası’nın temsil ettiği, uzviyetçi (organisist) bir sosyolojidir. Diğer bir deyişle, Durkheim öncesi yaygın olan sosyolojidir. Psikolojiden esinlenen “bireyci” bir anlayışı yansıtır. Dergide Auguste Comte ve özellikle Herbert Spencer’ın fikrî nüfuzu söz konusudur. Servet-i Fünûn’un pozitivizmi Ahmet Şuayb aracılığıyla Ulum-ı İktisadiyye ve İçtimaiyye Mecmuası’na taşınmıştır.119 1901’de Hayat ve Kitaplar’da Durkheim – Tarde ayrışmasına ilk kez değinirken Ahmet Şuayb kendi felsefi çizgisine uygun şekilde Durkheim’a değil Tarde’a odaklanmıştır.120 Sosyolojide Tarde ile Durkheim’ın uzlaşamadıkları konu, toplumsal olguların kökeninde bireyin mi yoksa toplumun mu olduğu meselesidir. Tarde bireyden yola çıkarak toplumsal olguları açıklarken, Durkheim toplumsal olguların bireyden bağımsız, aksine bireye “zor”la kabul ettirilen bir tür toplumsal yaptırım olduğu kanısındadır. Bu görüşler psikoloji ile sosyolojinin ilişkisini de belirlemiştir. Durkheim’ın ünü, psikolojiden bağımsız bir sosyoloji bilimi inşa etmesinden kaynaklanır. Ulum-ı İktisadiyye ve İçtimaiyye Mecmuası’nın sosyolojisi, birey veya psikolojiyle bağını koparmayan bir sosyolojidir. Biyoloji, psikoloji, sosyoloji bütünseldir ve derginin bu çizgisinde Ahmet Şuayb’ın önemli bir payı vardır. Ahmet Şuayb’ın bu dergideki yazılarında psikolojinin etkisi bariz şekilde gözlenebilmektedir.121 118 Dergi içeriğinin tanıtımları için bkz. Hilmi Ziya Ülken, a.g.e., ss.159-178; Zafer Toprak, a.g.e., ss.94-106. 119 Zafer Toprak, a.g.e., ss.93-96. 120 Ahmet Şuayb, a.g.e., ss.182-183; Zafer Toprak, a.g.e., ss.102-103. 121 Zafer Toprak, a.g.e., s.103. Osmanlı Matbuatında Milliyetçilik ve Psikoloji 100 Üsküdar University Journal of Social Sciences Year:2 Issue:2 Ancak, Ahmet Şuayb Bey 1910’da henüz 34 yaşında hayata gözlerini yumacak, Servet-i Fünûn dergisi onun adına bir “özel sayı” çıkaracak,122 Ulum-ı İktisadiyye ve İçtimaiyye Mecmuası’nda uzun bir nekroloji yayımlanacak,123 Hayat ve Kitaplar 1911’de bu vesileyle ikinci kez basılacaktır. Ulum-ı İktisadiyye ve İçtimaiyye Mecmuası’nın önemli yazarlarından bir diğeri, II. Meşrutiyet yıllarının önde gelen eğitimcilerinden Mustafa Sâtı Bey (Sâtı el-Husrî)’dir. Bir pedagog ve eğitimci olmanın ötesinde Sâtı Bey, II. Meşrutiyet yıllarında “fen” alanında yazdığı ve sayıları yarım düzineyi aşan ders kitaplarıyla ünlenmiştir.124 Geniş ilgi alanı ve eğitimci kimliğiyle uyumlu olarak, derginin diğer yazarlarından olduğu kadar, çoğu Meşrutiyet aydınına göre de psikolojiyle çok daha doğrudan ilgilidir.125 1909’da Ulum-ı İktisadiyye ve İçtimaiyye Mecmuası’nda “Mebahis-i Ruhiyye” başlıklı bir yazı dizisi kaleme almıştır.126 Burada, bilimlerin tümünde büyük inkılaplar, ilerlemeler meydana getiren tecrübe (deney) usulünün, yüzyılın son yarısında psikolojiye de nüfuz ettiğini, psikolojinin müşahedeler ve tecrübeler üzerinde kurularak tecrübi (deneysel) ve müspet (pozitif) bir hâle gelmesini sağladığını vurgulamıştır. Ona göre ruhi hâller, diğer bütün doğal olaylar ve hâller gibi birer olay ve meseledirler ki kanunlarını keşfetmek için evvelce kabul edilmiş fikirlerden nefsi tecrit ederek tetkik etmek ve böylece elde edilen pozitif bilgilerden istikra usulü (tümevarım) yoluyla deliller ışığında akıl yürütmek lazımdır. Psikoloji, doğa bilimlerinin araştırma usulünü takibe ve bazı şubelerinden (mesela tıp 122 Servet-i Fünûn, 9 Kânunuevvel 1326, ss.121-140. 123 Asaf Nef’i, “Ahmet Şuayb”, Ulum-ı İktisadiyye ve İçtimaiyye Mecmuası, 1 Teşrinisani 1326, ss.1013-1023. 124 Hilmi Ziya Ülken, a.g.e., ss.179-192; Zafer Toprak, a.g.e., ss.68-76. 125 Bu vesileyle Sâtı Bey’in etnografya kitabının psikoloji bibliyografyalarına girdiğini belirtmek gerekir. Bkz. Nuri Bilgin, a.g.e., s.30. Önce taşbaskısı yapılan bu ders kitabının çok daha şık ikinci baskısı için bkz. M. Sâtı, Etnografya: İlm-i Akvam, (İstanbul: Matbaa-i Hayriye ve Şürekâsı 1327). 126 Sâtı, “Mebahis-i Ruhiyye”, Ulum-ı İktisadiyye ve İçtimaiyye Mecmuası, 1 Eylül 1325, ss.71-87; Sâtı, “Mebahis-i Ruhiyye”, Ulum-ı İktisadiyye ve İçtimaiyye Mecmuası, 1 Teşrinievvel 1325, ss.145- 170. Aynı başlık altında bir yazısı, Eylül 1908’de kendisinin çıkarmaya başladığı dergisi Envâr-ı Ulum’da yayımlanmıştır. Bkz. Sâtı, “Mebahis-i Ruhiyye”, Envâr-ı Ulum, 4 Eylül 1324, ss.17-23. İ. Arda ODABAŞI 101 Üsküdar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl:2 Sayı:2 ve zoolojiden) yardım istemeye başlamıştır. Özellikle fizyolojiyle çok sıkı bağlar kurmuş ve hatta bir dereceye kadar onunla karışmıştır. Çünkü ruhsal durumlarla uzvi durumlar arasında çok sıkı bağlar ve ilişkiler mevcuttur. Ruhi durumlar uzvi faaliyetlerden bağımsız şekilde ortaya çıkamazlar. Bütün ruhi hâller sinir sisteminden bir kısmına bağlıdır. Mesela tefekkürün uzvu dimağdır. Düşünmek için beyin lazımdır.127 Ruhi ve uzvi faaliyetler arasındaki ilişkiler üzerinde duran Sâtı Bey, makalesinin devamında bilinçli ve bilinçsiz faaliyetlerden, fikirlerin oluşumundan ve iradeden söz etmiştir. Sâtı Bey’in en önemli eserlerinden biri ve belki de birincisi, ilk baskısı 1909’da yapılan Fenn-i Terbiye’dir.128 Pedagoji ve eğitim biliminde Türkiye’de bir ilk ve klasik olan yapıtında Sâtı Bey, eğitimde üç esaslı nokta (beden, fikir, ahlak) bulunduğunu ve dolayısıyla önemli olanın sağlık, psikoloji ve ahlak bilimleri olduğunu belirtmiştir. Psiko-sosyolojiye meyillidir.129 Sâtı Bey’in kitabında gelişim ve eğitim psikolojisine yoğunlaştığı söylenebilir. Sâtı Bey’in, geçen bölümde sözünü ettiğimiz Yeni Mektep dergisinde öğrenci yetenekleri ve zekâ konusunda yazıları yayımlanmıştır ve Türkiye’de yetenek testlerini belki de ilk uygulayan kişi o olmuştur. Yazılarında Ribot, Binet ve James gibi zamanın psikologlarının görüşlerini işlemiştir. 130 Türkçü Dergilerde Psikoloji: Yeni Mektep ve Yeni Felsefe Mecmuası 1911 yılına gelindiğinde matbuatta psikoloji metinlerinin nispeten arttığı söylenebilir.131 Yeni Hayat hareketi içinde yer alan aydınlardan Suphi Ethem Bey’in Temmuz 1911’de Manastır’da çıkardığı bilim/ felsefe dergisi Tabiat bunun örneklerindendir. Almancadan Ragıp Hulusi Bey tarafından tercüme edilip Tabiat sayfalarında yer verilen “Wundt’un 127 Sâtı, “Mebahis-i Ruhiyye”, Ulum-ı İktisadiyye ve İçtimaiyye Mecmuası, 1 Eylül 1325, ss.71-73. 128 M. Sâtı, Fenn-i Terbiye -Nazariyat ve Tatbikatı-, 1. Cilt, (İstanbul: Matbaa-i Kader 1325). 129 Hilmi Ziya Ülken, a.g.e., s.186. 130 Nuri Bilgin, a.g.e., s.16. 131 “Ruhun, yani fikir ve dimağın” sağlığını konu edinen bir örnek için bkz. Doktor Hâzık, “Hıfz-ı Sıhhat ve Tababet-i Ruhiyye”, Sırat-ı Müstakim, 13 Kânunusani 1326, s.344-345. Osmanlı Matbuatında Milliyetçilik ve Psikoloji 102 Üsküdar University Journal of Social Sciences Year:2 Issue:2 Felsefesi: Psikoloji ve Ahlâka Dair.. Medhal”, Wundt’un bazı yazılarını Psikoloji ve Etiğe Dair (Zur Psychologie und Ethik -1911) başlığı altında derleyip yayımlayan Dr. Julius A. Wentzel’in bu kitaba yazdığı giriştir. Yazıda Wundt’un yaşamı, çalışmaları, psikoloji alanına getirdiği yenilikler ve takipçileri konu edilmiştir. Ayrıca, eserlerine giriş niteliğinde bir de kitap tavsiyesinde bulunulmuştur.132 Sâtı Bey’in imzasına da rastlanan yine böyle bir dergi Yeni Mektep’tir. Eğitimci pedagog Sabri Cemil (Yalkut) Bey’in başyazarlığında Nisan 1911’de Üsküp’te yayın hayatına giren Yeni Mektep, eğitim kadar, psikoloji söz konusu olduğunda da dikkate alınması gereken bir dergidir. Üsküp Darülmuallimin (erkek öğretmen okulu) Rüştiyesi Müdürü Sabri Cemil Bey yanında Yeni Mektep’in en önemli yazarı, Türkiye’de psikolojinin büyük ismi olarak tanınan Mustafa Şekip Tunç’tur. Yeni Mektep, Yusuf Akçura’nın bu dergiyi “Türklük fikrinin kendine çektiği bir kısım matbuat” arasında sayması133 ve Yeni Lisan hareketinin destekçisi olması dolayısıyla da konumuz açısından dikkate değer. Yeni Mektep’in daha ilk sayısında “İlm-i Ahvâl-i Ruh Dersleri”134 göze çarpar. Sabri Cemil Bey’in kaleme aldığı pedagoji ağırlıklı bu dersler on iki sayı boyunca sürecektir.135 1912 yılı başında derginin 9. sayısında ise, Mustafa Şekip Bey’in “İlm-i Ruh” başlıklı yazı dizisi başlar.136 İlk bölümün sunuşunda, bu nüshadan itibaren okurların “Yeni Lisanla yazılmış” ilm-i ruh dersleri okuyacağı bildirilir: “Bu ilim memleketimizde henüz geçen sene doğduğu için muallimlerimizin dörtte üçü bundan bihaberdir.” 132 Ragıp Hulusi, “Wundt’un Felsefesi: Psikoloji ve Ahlâka Dair.. Medhal (1)”, Tabiat, 10 Temmuz 1327, ss.9-15. Ayrıca bkz. Arda Odabaşı, “Unutulmuş Bir Bilim/Felsefe Dergisi: Suphi Ethem Bey’in Tabiat’ı”, Bilim ve Ütopya, 2007, S: 152, s.47. 133 Akçuraoğlu Yusuf, “Türklük”, Musavver Salname-i Servet-i Fünûn Üçüncü Sene 1328 Sene-i Maliyesine Mahsus içinde, câmi‘ ve muharriri: İsmail Suphi, (İstanbul: Ahmet İhsan ve Şürekâsı Matbaası), s.188. 134 Sabri Cemil, “Muhtasar İlm-i Ahvâl-i Ruh Dersleri ve Tedrisata Tatbiki”, Yeni Mektep, Nisan 1327, ss.16-17. 135 Son kısım için bkz. Sabri Cemil, “Muhtasar İlm-i Ahvâl-i Ruh Dersleri ve Tedrisata Tatbiki - On İkinci Ders”, Yeni Mektep, Haziran 1328, ss.437-439. 136 M. Şekip, “İlm-i Ruh”, Yeni Mektep, Kânunusani 1327, ss.269-271. İ. Arda ODABAŞI 103 Üsküdar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl:2 Sayı:2 Hâlbuki ahlak ve fenn-i terbiyenin (eğitim bilimi) anlaşılabilmesi mutlaka psikolojinin evvelce görülüp bilinmesine bağlıdır. Bu zaruret ve ihtiyaç meydandayken psikoloji tedrisata alınması elzem olan derstir. Öğretmenler bu dersi mutlaka görmelidir. Bu nedenle Mustafa Şekip Bey, bütün idadi ve rüşti öğretmenlerine bir meslektaş desteği olmak üzere, Fransa’da öğretmen okulu müdürü A. François’nın bu baptaki eserini temel alarak “İlm-i Ruh ve İlm-i Bedi‘in İptidai Dersleri” başlığı altında hazırladığı ve bilahare bastıracağı kitabı dergide ders ders tefrika etmeyi münasip görmüştür. Birinci derste “insan mahiyetinin ikiliği (beden ve ruh)”, ikincide ruhun üç melekesi (hissetmek/hassasiyet, düşünmek/zekâ, hareket etmek/ faaliyet),137 üçüncü ve dördüncü derslerde hassasiyet, cismani hassasiyet (duygular, ihtiyaç ve istek),138 beşinci ve altıncı derslerde manevi hassasiyet (hevesler, teessürler, ihtiraslar),139 sonraki sayıda evvelki dersin devamı olarak “hassasiyetin levhası” ve yedinci ve sekizinci derslerde zekâ140 konu edilmiştir. Yeni Mektep sayfaları Mustafa Şekip ile Sâtı Bey arasında bir polemiğe şahit de olmuştur. Mustafa Şekip Bey’in “İlm-i Ruh Dersleri”nde Sâtı Bey’i özellikle “zekâ” bahsindeki görüşleri noktasından eleştirmesi141 üzerine, Sâtı Bey’in cevabî mektubuyla tartışma başlamış ve karşılıklı yazılarla devam etmiştir.142 Yeni Mektep’in destek verdiği Türkçü Yeni Hayat hareketinin yayın 137 M. Şekip, “İlm-i Ruh - İkinci Ders”, Yeni Mektep, Şubat 1327, ss.297-300. 138 M. Şekip, “İlm-i Ruh - Üçüncü Ders/Dördüncü Ders”, Yeni Mektep, Mart 1328, ss.335-338. 139 M. Şekip, “İlm-i Ruh - Beşinci Ders/Altıncı Ders”, Yeni Mektep, Nisan 1328, ss.366-369. 140 M. Şekip, “İlm-i Ruh - Mabat / Yedinci Ders”, Yeni Mektep, Mayıs 1328, ss.404-406; M. Şekip, “İlm-i Ruh - Mabat / Sekizinci Ders”, Yeni Mektep, Haziran 1328, ss.435-437. 141 M. Şekip, “İlm-i Ruh - İkinci Ders”, Yeni Mektep, Şubat 1327, ss.298-299. 142 Sâtı, “Sâtı Beyefendi’den Alınan Bir Mektup”, Yeni Mektep, Nisan 1328, ss.357-358; M. Şekip, “Cevabı”, Yeni Mektep, Nisan 1328, s.358-361; Sâtı, “Çocuklarımızın Zekâsı”, Yeni Mektep, Haziran 1328, ss.417-422; Sâtı, “Şekip Bey’e”, Yeni Mektep, Haziran 1328, ss.422-423. Bu son yazının altına “M. Şekip” imzasıyla düşülen notta “cevabı gelecek nüshada verilecektir” dense de Yeni Mektep’in sonraki sayıları ya Türkiye kütüphanelerinde mevcut değildir veya derginin yayın hayatı bu sayıyla son bulmuştur. Bkz. Hasan Duman, Başlangıcından Harf Devrimine Kadar Osmanlı-Türk Süreli Yayınlar ve Gazeteler Bibliyografyası ve Toplu Kataloğu 1828-1928, 2. Cilt, (Ankara: Enformasyon ve Dokümantasyon Hizmetleri Vakfı 2000), s.944. Osmanlı Matbuatında Milliyetçilik ve Psikoloji 104 Üsküdar University Journal of Social Sciences Year:2 Issue:2 organlarından Yeni Felsefe Mecmuası, 1911 yılının Ağustos ayında Selanik’te Mehmet Zekeriya (Sertel) ve Nebizade Ahmet Hamdi (Ülkümen) Beylerin yönetiminde yayın hayatına girmiştir.143 Genç Kalemler Yeni Lisan’a yoğunlaşırken, Yeni Felsefe Mecmuası Yeni Hayat’a odaklanmıştır.144 İsminde “felsefe” kelimesi geçen ilk Türkçe yayın olan ve kimi araştırmacılar tarafından ilk Türk felsefe dergisi olarak kabul edilen Yeni Felsefe Mecmuası’nda en çok önem verilen alan felsefe değil, sosyoloji olmuştur. İlk başta değilse bile kısa süre sonra bu, Tarde’ın (aynı Spencer gibi) bireyden yola çıkan ve dolayısıyla psikoloji ağırlıklı ve psikolojiye bağımlı sosyolojisine karşı üstün gelen Durkheim sosyolojisidir. “Toplumsal olaylar”a öncelik tanıyarak sosyolojiyi bağımsız bir disiplin hâline getiren Durkheim bilimsel bağlamda ilk kez -son kertede bir sosyoloji dergisi olan- Yeni Felsefe Mecmuası sayfalarında yer bulacak ve Osmanlı okuruna tanıtılacaktır. Böylece II. Meşrutiyet yıllarında İstanbul ve Selanik’te iki farklı sosyoloji anlayışı yeşermiştir: Ulum-ı İktisadiyye ve İçtimaiyye Mecmuası’nın psikoloji yoğun sosyoloji anlayışıyla, Yeni Felsefe Mecmuası’nın psikolojiden arınmış daha “toplumcu” ve bağımsız sosyoloji anlayışı.145 Ancak, Yeni Felsefe Mecmuası’nın Durkheim’ı keşfi 8. sayısındadır146 ve bundan sonra hiç görülmezken, evvelki sayılarda psikoloji metinleri görmek anlamlıdır. Aslında kurucularının daha dergiyi çıkarmadan evvel psikoloji konusuna meyilli oldukları söylenebilir.147 Dergide de başta bu 143 Derginin çıkarılmasına ilham veren ve sebep olan kişi Ziya Gökalp’tir. Bkz. Zekeriya Sertel, Hatırladıklarım, (İstanbul: Remzi Kitabevi 2001), s.35; Ali Haydar, “Hatıralar”, Millî Mecmua, 5 Teşrinisani 1340, s.377. Gökalp bu sıralarda Selanik İttihat ve Terakki İdadisi programına psikoloji ve sosyoloji derslerinin konulması için ısrar etmektedir. Bkz. Ali Haydar, a.g.m., s.378. 144 Gökalp’in Genç Kalemler’de kaleme aldığı manifestoya atıf da yapılan çıkış yazısı için bkz. Tahrir Heyeti, “Mesleğimiz ve Yeni Hayat”, Yeni Felsefe Mecmuası, 15 Ağustos 1327, ss.1-10. 145 Zafer Toprak, a.g.e., ss.146-155. 146 “İçtimaiyatta Takip Edilecek Usul”, Yeni Felsefe Mecmuası, 1 Kânunuevvel 1327, ss.7-14. 147 Ortak kitaplarına bkz. Ahmet Hamdi ve M. Zekeriya, Hayat ve Şebab, (Selanik: Rumeli Matbaası 1327). Psikolojiyle çok daha yakından ilgili bir eser, 1910’da yine Selanik’te basılan Terbiye-i İrade’dir. Selanik Hastanesi tabibi ve Paris Hastaneleri Cemiyet-i Tabiiyyesi üyelerinden Dr. Ethem Bey tarafından kaleme alınan kitabın kaynakları arasında Jules Payot, Th. Ribot, Paul Dubois, Maurice de Fleury gibi isimlerin eserleri yer alır. Bkz. Doktor Ethem, Terbiye-i İrade, (Selanik: Asır Matbaası 1327). İ. Arda ODABAŞI 105 Üsküdar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl:2 Sayı:2 ilgi sürmüş ve daha ikinci sayıda psikoloji konulu iki yazıya birden yer verilmiştir. İmzasız olan ilki “Ruhiyat” başlıklıdır ve “Ruh Nedir?”, “Ruhi Hadiselerin Tasnifi”, “L’intelligence Zihin” ara başlıklarını taşır.148 “Psikoloji Tetkikatının Takip Ettiği Yol” başlıklı ikincisi, bir yazı dizisinin ilk kısmıdır. “İlmî Tetkikler” üst-başlığıyla üç kısım sürecek olan dizinin altında “D. A. Mensî” imzası bulunmaktadır ve düşülen kayda bakılacak olursa bu yazılar Berlin’de kaleme alınmıştır. İkinci kısmın sonunda, bir takma isim olduğunu söyleyebileceğimiz149 “D. A. Mensî”nin “Paris Filozofi ve Berlin Tıp Fakültelerinden mezun” olduğu bilgisi yer alır. Yazı dizisinin son kısmının başlığı, “Psikoloji Tetkikatının Son Safhası”dır. Mensî, bu ilginç yazı dizisinde psikolojinin tarihsel gelişimini ele alır.150 Ona göre başta psikoloji filozofların veya dinî usullerin tesiri altında kalmıştır. Zaten birkaç asır evvel filozofların bile dindar oldukları dikkate alınırsa, psikolojinin başta tamamen dinin tesiri altında kaldığı anlaşılır. Fakat bugün doğa bilimlerinin ilerlemesi psikolojinin gittikçe “realist” bir şekil almasını ve dinî temayüllerin psikolojiden uzaklaşmasını sağlamıştır. Psikoloji incelemelerinin yönünü ilk tayin eden Lamarck olmuş, bu yön genel kabul görmüştür. Bu tecrübî usul etrafında ruhi hadiseleri incelemeye hizmet eden aletler ve vasıtalar hazırlanmıştır. Biyoloji mikroskobun yardımıyla hayatın birçok gizli safhalarını keşfetmiş, fizyolojistler, psikofizisyenler sinir ve hisler hususunda çalışmalarıyla birçok ruhi kanun keşfetmişlerdir. Wundt gibi araştırmacılar tecrübi bir usul takip etmişlerdir. 148 “Ruhiyat”, Yeni Felsefe Mecmuası, 30 Ağustos 1327, ss.8-12. 149 “Nisyan” kökünden gelen “mensî”, “unutulmuş, terk edilmiş” anlamındadır. 150 D. A. Mensî, “Psikoloji Tetkikatının Takip Ettiği Yol”, Yeni Felsefe Mecmuası, 30 Ağustos 1327, ss.13-17; D. A. Mensî, “Psikoloji Tetkikatının Takip Ettiği Yol”, Yeni Felsefe Mecmuası, 15 Eylül 1327, ss.18-20; D. A. Mensî, “Psikoloji Tetkikatının Son Safhası”, Yeni Felsefe Mecmuası, 1 Teşrinisani 1327, ss.11-14. Osmanlı Matbuatında Milliyetçilik ve Psikoloji 106 Üsküdar University Journal of Social Sciences Year:2 Issue:2 Sonuç: İlm-i Ruh versus İlm-i İçtima Osmanlı/Türk basını ilk atılımını 1860’lar ve 1870’lerde yapar. Ulusal bilincin nüveleri de aynı tarihsel kesitte belirir. 1860’lardan 1908’e matbuat alanı pek çok açıdan genişler, “matbaa dili” her adımda yeni mevziler edinir, ulusal bilinç basınla el ele ama üstü örtülü şekilde gelişir. Bilimsel bir disiplin olarak psikolojinin Türkiye’ye girişi 1870’lerdedir. Çoğu kez sosyolojiyle karışarak evrilecektir. 1908, bütün bu düzlemler için bir dönüm noktası ve/veya bir atılım “moment”i olur. Basın devrimi Türkçü akıma 1911’de ulaşır. Fikir hareketlerinde olduğu kadar, sosyal bilimlerde ve bu arada sosyoloji ile psikolojide de bu yıllarda önemli gelişmeler kaydedilir. 1911 yılına gelindiğinde Türkçülük, basın ve bilimsel bir disiplin olarak psikoloji Rumeli’de kesişecek, psikoloji, Türkçü dergilerde kendine ilk kez yer bulacaktır.151 Üstelik psikoloji artık sıradan okurun/halkın da anlayabileceği bir dille kaleme alınmaktadır. Daha evveli bir yana, Ahmet Şuayb’ın veya Sâtı Bey’in 1909’daki yazılarıyla, sadece iki yıl kadar sonra Mustafa Şekip’in veya Mensî’nin kaleme aldıkları yazılar arasındaki dil farkı muazzamdır. Ancak, II. Meşrutiyet yıllarında yoğun şekilde ilgi çeken ve odaklanılan bilim dalı “ilm-i ruh” değil, “ilm-i içtima” veya “içtimaiyat”, yani sosyoloji olmuştur. Bu dönem, eli kalem tutan herkesin “içtimaiyat”tan söz ettiği, “ilm-i içtima”nın çözüm önermediği sorunun neredeyse bulunmadığı, bir ders olarak müfredata girdiği, Darülfünun’da kürsüsünün kurulduğu, isimlerinde bu kavramın geçtiği dergilerin çıktığı ve süreli yayınlarda “içtimaiyat” sütunlarının ayrı yeri olduğu bir dönemdir. Bu “içtimaiyat”, bugünkü sosyolojiden çok daha geniş kapsamlıdır.152 Sosyoloji, Osmanlı/ 151 Yukarıda görüldüğü üzere bunlar Yeni Felsefe Mecmuası ile Yeni Mektep’tir. 1911-1912’de psikoloji konulu herhangi bir yazı içermeyen Türkçü dergiler Genç Kalemler, Gençlik, Türk Yurdu ve Yeni Fikir’dir. 152 İ. Arda Odabaşı, 2015, a.g.e., ss.40-41. İ. Arda ODABAŞI 107 Üsküdar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl:2 Sayı:2 Türk aydınları tarafından ülkenin köklü sorunlarına çözüm üretecek yeni bir bilim olarak görülmüştür.153 Psikoloji Osmanlı’nın son yıllarında ilerleyişini sürdürse de sosyolojinin konumuna hiçbir zaman ulaşamayacaktır. KAYNAKÇA A. Adnan Adıvar, Bilim ve Din (İlim ve Din), (İstanbul: Remzi Kitabevi 1980). Ahmed Emin, The Development Of Modern Turkey As Measured By Its Press, (New York: Faculty of Political Science Columbia University 1914). Ahmed Emin Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim 1 1888- 1922, hzl. Erol Şadi Erdinç, (İstanbul: Pera Turizm ve Ticaret A.Ş. 1997). Ahmet Hamdi ve M. Zekeriya, Hayat ve Şebab, (Selanik: Rumeli Matbaası 1327). Ahmet Hamdi Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, (İstanbul: Çağlayan Kitabevi 2001). Ahmet İhsan, Matbuat Hatıralarım 1888-1923, 2 Cilt, (İstanbul: Ahmet İhsan Matbaası Limitet Şirketi 1930-1931). Ahmet Mithat, Çocuk: Melekât-ı Uzviyye ve Ruhiyyesi, (Dersaadet: 1317). ------------------, İlhâmât ve Taglitât - Psikoloji Yani Fenn-i Menafi-ül Ruha Dair Bazı Mülahazat, (İstanbul 1302). 153 1875-1914 yıllarında Avrupa’da da sosyoloji, toplum bilimlerinin en özgün ürünüdür ve tarihsel dönüşümlerle uğraşmayı hedefleyen en önemli girişimdir. Bkz. Eric J. Hobsbawm, İmparatorluk Çağı 1875-1914, çev. Vedat Aslan, (Ankara: Dost Kitabevi Yayınları 2003), ss.296-298. Osmanlı Matbuatında Milliyetçilik ve Psikoloji 108 Üsküdar University Journal of Social Sciences Year:2 Issue:2 ------------------, Nevm ve Hâlât-ı Nevm, (İstanbul: Kırk Anbar Matbaası 1298). Ahmet Nebil ve Baha Tevfik, Mebâdî-i Felsefe: Psikoloji: İlm-i Ahvâl-i Ruh, (İstanbul: Müşterek-ül Menfa Osmanlı Şirketi Matbaası). Ahmet Şuayb, Hayat ve Kitaplar: Tetebbuat-ı Edebiyye ve Tarihiyye, (Edebiyat-ı Cedide Kütüphanesi 1317). Akçuraoğlu Yusuf, “Türkçülük”, Türk Yılı 1928 içinde, top. Akçuraoğlu Yusuf, (İstanbul: Yeni Matbaa 1928), 289-455. ----------------------, “Türklük”, Musavver Salname-i Servet-i Fünûn Üçüncü Sene 1328 Sene-i Maliyesine Mahsus içinde, câmi‘ ve muharriri: İsmail Suphi, (İstanbul: Ahmet İhsan ve Şürekâsı Matbaası), s.187-196. Ali Haydar, “Hatıralar”, Millî Mecmua, 5 Teşrinisani 1340, 377-378. Ali İrfan Eğribozi, İlm-i Ahvâl-i Ruh, (İstanbul: Ruşen Matbaası 1327). Ali Yıldırım, Türk Üniversite Tarihi: Darülfünun Dönemi, (Ankara: Öteki Yayınevi 1998). Anthony D. Smith, Millî Kimlik, çev. Bahadır Sina Şener, (İstanbul: İletişim Yayınları 2004). ----------------------, Ulusların Etnik Kökeni, çev. Sonay Bayramoğlu ve Hülya Kendir, (Ankara: Dost Kitabevi Yayınları 2002). Anthony Giddens, Ulus Devlet ve Şiddet, çev. Cumhur Atay, (Kalkedon Yayınları 2008). Asaf Nef‘i, “Ahmet Şuayb”, Ulum-ı İktisadiyye ve İçtimaiyye Mecmuası, 1 Teşrinisani 1326, 1013-1023. İ. Arda ODABAŞI 109 Üsküdar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl:2 Sayı:2 Baha Tevfik, Teceddüt-i İlmî ve Edebî, (İstanbul: Müşterek-ül Menfa Osmanlı Şirketi Matbaası). Beğlan Toğrol, “History Of Turkish Psychology”, İstanbul Üniversitesi Tecrübî Psikoloji Çalışmaları, 1987, Cilt: 15, 1-10. Benedict Anderson, Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, çev. İskender Savaşır, (İstanbul: Metis Yayınları 1993). Bilge Ercilasun, Servet-i Fünun’da Edebî Tenkit, (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları 1981). Carlton J. H. Hayes, Milliyetçilik: Bir Din, çev. Murat Çiftkaya, (İstanbul: İz Yayıncılık 1995). D. A. Mensî, “Psikoloji Tetkikatının Takip Ettiği Yol”, Yeni Felsefe Mecmuası, 30 Ağustos 1327, 13-17. ---------------, “Psikoloji Tetkikatının Takip Ettiği Yol”, Yeni Felsefe Mecmuası, 15 Eylül 1327, 18-20. ---------------, “Psikoloji Tetkikatının Son Safhası”, Yeni Felsefe Mecmuası, 1 Teşrinisani 1327, 11-14. David Kushner, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu (1876-1908), çev. Şevket Serdar Türet, Rekin Ertem, Fahri Erdem, (İstanbul: Kervan Yayınları 1979). Demirtaş [Ziya Gökalp], “Yeni Hayat ve Yeni Kıymetler”, Genç Kalemler, 10 Ağustos 1327, 138-141. Doktor Abdullah Cevdet, Fenn-i Ruh, (İstanbul: Matbaa-i İçtihat 1911). Doktor Ethem, Terbiye-i İrade, (Selanik: Asır Matbaası 1327). Doktor Gustave Le Bon, Ruh-ül Cemaat, müt. Köprülüzade Mehmet Fuat ve Sadreddin Celal, (Dersaadet: Uhuvvet Matbaası 1327). Osmanlı Matbuatında Milliyetçilik ve Psikoloji 110 Üsküdar University Journal of Social Sciences Year:2 Issue:2 Doktor Hâzık, “Hıfz-ı Sıhhat ve Tababet-i Ruhiyye”, Sırat-ı Müstakim, 13 Kânunusani 1326, 344-345. Doktor Nuri Bekir, Rüyalar, (İstanbul: Matbaa-i Hayriye ve Şürekâsı 1326). Eric J. Hobsbawm, İmparatorluk Çağı 1875-1914, çev. Vedat Aslan, (Ankara: Dost Kitabevi Yayınları 2003). ------------------------, Sermaye Çağı 1848-1875, çev. Bahadır Sina Şener, (Ankara: Dost Kitabevi Yayınları 1998). ------------------------, 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik - Program, Mit, Gerçeklik, çev. Osman Akınhay, (İstanbul: Ayrıntı Yayınları 1995). Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk, çev. Büşra Ersanlı Behar ve Günay Göksu Özdoğan, (İstanbul: İnsan Yayınları 1992). François Georgeon, Sultan Abdülhamid, çev. Ali Berktay, (İstanbul: Homer Kitabevi 2006). Fred McKinney, “Türkiye’de Psikoloji: Psikolojinin Değişik Kültür Sahalarında Gelişmesine Dair Düşünceler”, Psikoloji Çalışmaları Dergisi, 2007, Cilt: 27, 51-60. Georg Wilhelm Friedrich Hegel, Karalama Defterlerinden Aforizmalar, çev. Enver Orman, (İstanbul: Belge Yayınları 2010). Gustave Le Bon, Ruh-ül Akvam, müt. Dr. Abdullah Cevdet, (Mısır: Matbaa-i İçtihat 1907). [İngilizce metin: Gustave Le Bon, The Psychology of Peoples, (New York: The Macmillan Co. 1898).] Hans Kohn, Türk Milliyetçiliği, çev. Ali Çetinkaya, (İstanbul: Hilmi Kitabevi 1944). İ. Arda ODABAŞI 111 Üsküdar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl:2 Sayı:2 Harold A. Innis, İmparatorluk ve İletişim Araçları, ed. David Godfrey, çev. Nurcan Törenli, (Ankara: Ütopya Yayınevi 2006). Hasan Duman, Başlangıcından Harf Devrimine Kadar Osmanlı-Türk Süreli Yayınlar ve Gazeteler Bibliyografyası ve Toplu Kataloğu 1828-1928, 2. Cilt, (Ankara: Enformasyon ve Dokümantasyon Hizmetleri Vakfı 2000). Hasan Refik Ertuğ, Basın ve Yayın Hareketleri Tarihi, I. Cilt, (İstanbul: Yenilik Basımevi 1970). Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, (İstanbul: Ülken Yayınları 2001). Hoca Tahsin Merhum, Külliyat-ı Hoca Tahsin’den: Psiholoji yahut İlm-i Ruh, (İstanbul: Artin Asaduryan Şirket-i Mürettibiyye Matbaası 1310). Hüseyin Cahid Yalçın, Edebî Hatıralar, (İstanbul: Akşam Kitaphanesi 1935). İ. Arda Odabaşı, II. Meşrutiyet Basınında Halkçılık Köycülük Sosyalizm, (İstanbul: Dergâh Yayınları 2015). ---------------------, Osmanlı’da Sosyalizm Türkçülük ve İttihatçılık: Rasim Haşmet Bey, (İstanbul: Kaynak Yayınları 2012). ---------------------, “Unutulmuş Bir Bilim / Felsefe Dergisi: Suphi Ethem Bey’in Tabiat’ı”, Bilim ve Ütopya, 2007, S: 152, 42-49. ---------------------, “Yeni Hayat/Yeni Lisan Hareketinin İzmir Sözcüsü: Gençlik Dergisi”, 2007, Müteferrika, S: 31, 71-93. --------------------- ve Bora Ataman, “Ziya Gökalp ve Basın: Gökalp’in Yazılı Kitle İletişim Araçlarına Dair Görüşleri ve Gazetecilik/Dergicilik Faaliyetleri”, 2007, Marmara İletişim Dergisi, S: 12, 22-36. Osmanlı Matbuatında Milliyetçilik ve Psikoloji 112 Üsküdar University Journal of Social Sciences Year:2 Issue:2 “İçtimaiyatta Takip Edilecek Usul”, Yeni Felsefe Mecmuası, 1 Kânunuevvel 1327, 7-14. Jean-Noel Jeanneney, Başlangıcından Günümüze Medya Tarihi, çev. Esra Atuk, (İstanbul: YKY 1998). Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, çev. Tanıl Bora ve Mithat Sancar, (İstanbul: İletişim Yayınları 2003). Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, çev. Sevim Belli, (Ankara: Sol Yayınları 1993). -------------, Felsefenin Sefaleti, çev. Ahmet Kardam, (Ankara: Sol Yayınları 1992). Karl W. Deutsch, Nationalism and Social Communication: An Inquiry Into the Foundations Of Nationality, (New York - London: The Massachusetts Institute of Technology Press 1953). Louis [Ludwig] Büchner, Madde ve Kuvvet, 3 Cilt, müt. Baha Tevfik ve Ahmet Nebil, (İstanbul: Müşterek-ül Menfa Osmanlı Şirketi Matbaası). Louis Perval, Terbiye-i Etfal, İntihar-ı Etfal, Tetkikat ve Tetebbuat-ı Ruhiyye ve İçtimaiyye, müt. Faik Şevket, (İstanbul: Tanin Matbaası 1327). Lucien Febvre ve Henri-Jean Martin, Kitabın Doğuşu, çev. Gül Batuş, (İstanbul: Avcıol Basım Yayın 2000). M. Sâtı, Etnografya: İlm-i Akvam, (İstanbul: Matbaa-i Hayriye ve Şürekâsı 1327). ---------, Fenn-i Terbiye -Nazariyat ve Tatbikatı-, 1. Cilt, (İstanbul: Matbaa-i Kader 1325). İ. Arda ODABAŞI 113 Üsküdar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl:2 Sayı:2 M. Seyfettin Özege, Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu, 5 Cilt, (İstanbul: Fatih Yayınevi 1971-1979). M. Şekip, “Cevabı”, Yeni Mektep, Nisan 1328, 358-361. -----------, “İlm-i Ruh”, Yeni Mektep, Kânunusani 1327, 269-271. -----------, “İlm-i Ruh - İkinci Ders”, Yeni Mektep, Şubat 1327, 297-300. -----------, “İlm-i Ruh - Üçüncü Ders / Dördüncü Ders”, Yeni Mektep, Mart 1328, 335-338. -----------, “İlm-i Ruh - Beşinci Ders / Altıncı Ders”, Yeni Mektep, Nisan 1328, 366-369. -----------, “İlm-i Ruh - Mabat / Yedinci Ders”, Yeni Mektep, Mayıs 1328, 404-406. -----------, “İlm-i Ruh - Mabat / Sekizinci Ders”, Yeni Mektep, Haziran 1328, 435-437. M. Şükrü Hanioğlu, “Blueprints For a Future Society: Late Ottoman Materialists on Science, Religion and Art”, in Late Ottoman Society: The Intellectual Legacy, ed. Elisabeth Özdalga, (London and New York: RoutledgeCurzon 2005), 27-116. ------------------------, Bir Siyasal Düşünür Olarak Abdullah Cevdet ve Dönemi, (İstanbul: Üçdal Neşriyat). Marshall McLuhan, Gutenberg Galaksisi: Tipografik İnsanın Oluşumu, çev. Gül Çağalı Güven, (İstanbul: YKY 2001). Mazhar Osman, Tababet-i Ruhiyye, 2 Cilt, (İstanbul: Matbaa-i Hayriye ve Şürekâsı 1326). Osmanlı Matbuatında Milliyetçilik ve Psikoloji 114 Üsküdar University Journal of Social Sciences Year:2 Issue:2 Michael Billig, Banal Milliyetçilik, çev. Cem Şişkolar, (İstanbul: Gelenek Yayıncılık 2002). Miroslav Hroch, Avrupa’da Milli Uyanış: Toplumsal Koşulların ve Toplulukların Karşılaştırmalı Analizi, çev. Ayşe Özdemir, (İstanbul: İletişim Yayınları 2011). Montserrat Guibernau, Milliyetçilikler: 20. Yüzyılda Ulusal Devlet ve Milliyetçilikler, çev. Neşe Nur Domaniç, (İstanbul: Sarmal Yayınevi 1997). Murtaza Korlaelçi, Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi, (İstanbul: İnsan Yayınları 1986). Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, hzl. Ahmet Kuyaş, (İstanbul: YKY 2002). Nuri Bilgin, Başlangıcından Günümüze Türk Psikoloji Bibliyografyası, (İzmir: Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi 1988). Orhan Koloğlu, Osmanlı Dönemi Basınının İçeriği, (İstanbul: İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Yayınları 2010). Otto Bauer, “Ulus Konsepti”, Avusturya Marksizmi içinde, der. Tom Bottomore ve Patrick Goode, çev. Celal A. Kanat, (İstanbul: Kavram Yayınları 1992), 91-98. Ozan Erözden, Ulus-Devlet, (Ankara: Dost Kitabevi Yayınları 1997). ? [Ömer Seyfettin], “Yeni Lisan”, Genç Kalemler, 8 Nisan 1327, 1-7. Palmira Brummett, İkinci Meşrutiyet Basınında İmge ve Emperyalizm 1908-1911, çev. Ayşen Anadol, (İstanbul: İletişim Yayınları 2003). İ. Arda ODABAŞI 115 Üsküdar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl:2 Sayı:2 Paul Fesch, Abdülhamid’in Son Günlerinde İstanbul, çev. Erol Üyepazarcı, (İstanbul: PeraTurizm ve Ticaret A.Ş. 1999). Ragıp Hulusi, “Wundt’un Felsefesi: Psikoloji ve Ahlâka Dair.. Medhal (1)”, Tabiat, 10 Temmuz 1327, 9-15. Remzi Demir, Philosophia Ottomanica: Osmanlı İmparatorluğu Döneminde Türk Felsefesi – Yeni Felsefe, III. Cilt, (Ankara: Lotus Yayınevi 2007). Roger Daval, Fransız Düşünce Tarihi, çev. Ahmet Angın, (İstanbul: Kitapçılık Ticaret Limited Şirketi Yayınları 1968). “Ruhiyat”, Yeni Felsefe Mecmuası, 30 Ağustos 1327, 8-12. S. Sami Kayral, Türkçe Psikoloji Eserleri Bibliyografyası, (İstanbul: Ahmet Sait Matbaası 1953). Sabri Cemil, “Muhtasar İlm-i Ahvâl-i Ruh Dersleri ve Tedrisata Tatbiki”, Yeni Mektep, Nisan 1327, 16-17. ---------------, “Muhtasar İlm-i Ahvâl-i Ruh Dersleri ve Tedrisata Tatbiki - On İkinci Ders”, Yeni Mektep, Haziran 1328, 437-439. Sabri Özbaydar, “Cumhuriyetin İlk 50 Yılında Türkiye’de Psikoloji”, Cumhuriyetin 50. Yılına Armağan içinde, (İstanbul: Edebiyat Fakültesi Matbaası 1973), 219-222. Said Paşa, Gazeteci Lisanı, (Dersaadet: Sabah Matbaası 1327). Sâtı, “Çocuklarımızın Zekâsı”, Yeni Mektep, Haziran 1328, 417-422. -----, “Mebahis-i Ruhiyye”, Envâr-ı Ulum, 4 Eylül 1324, 17-23. -----, “Mebahis-i Ruhiyy
.MİLLİYETÇİ TELEOLOJİYİ AŞMAK: OSMANLI İMPARATORLUĞU VE KARŞILAŞTIRMALI MİLLİYETÇİLİK ÇALIŞMALARI Çağdaş SÜMER* ÖZET Osmanlı İmparatorluğu, XIX. yüzyıl boyunca ve XX. yüzyılın ilk çeyreğinde kaynaklık ettiği milliyetçi hareketler göz önünde bulundurulduğunda, milliyetçilik çalışmaları açısından zengin bir alan oluşturmaktadır. Literatürde her bir milliyetçi hareketin köken ve gelişimine dair önemli sayıda monografi bulunsa da, milliyetçi hareketleri karşılaştırmalı bir perspektifle çözümlemeye yönelik çok fazla çalışma olmadığı söylenebilir. Bu makale, bu eksikliğin temelinde, XX. yüzyıl boyunca genel olarak Osmanlı tarihyazımına ve özel olarak da Osmanlı İmparatorluğu’ndaki milliyetçiliklere dair tartışmalara hakim olagelen milliyetçi teleolojinin yattığını savunmaktadır. Esas olarak İmparatorluğun ulus-devletlere parçalanmasının kaçınılmaz olduğu fikrine dayanan bu teleolojinin beslendiği üç kaynak bulunmaktadır. Bunlardan ilki, hem Türkiye’de hem de Osmanlı ardılı devletlerde hakim olan milliyetçi tarihyazımıdır. İkinci kaynak, milliyetçilik kuramlarının, söz konusu milliyetçiliklerin tarihi yazılırken, araştırmacılar tarafından milliyetçi teleolojiyi yeniden üretecek şekilde kullanılmasıdır. Üçüncü kaynaksa OsmanlıCumhuriyet tarihyazımına hakim olan devlet merkezli ve teleolojik paradigmalardır. Makale, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki milliyetçilikleri karşılaştırmalı bir biçimde, tarihsel bir bağlam içine yerleştirerek ve söz konusu hareketlerin ardından yatan nedenselliklerini ortaya koymaya çalışarak çözümlemenin milliyetçi teleolojinin aşılması için önemli bir fırsat sunacağını savunmaktadır. Anahtar Kelimler: Osmanlı İmparatorluğu, Milliyetçi hareketler, Milliyetçi tarihyazımı, Karşılaştırmalı tarihsel çözümleme, Tarihsel sosyoloji. 2 Çağdaş Sümer OVERCOMING NATIONALIST TELEOLOGY: OTTOMAN EMPIRE AND COMPARATİVE NATIONALISM STUDIES ABSTRACT The Ottoman empire is a promising field in terms of the nationalist movements which appeared throughout the 19th and early 20th century. Although many monographies, which focus on the genesis of particular nationalist movements exist, there are very few studies analyzing those movements from a comparative perspective. This article will argue that this gap stems from the fact that nationalist teleology used to be a dominant paradigm in Ottoman historiography in general and nationalism studies in particular. This teleology, which depends on the idea that the dissolution of the Ottoman Empire into nation-states was an inevitable process, originates from three antecedents. The first factor is the nationalist historiographies which dominate the field both in Turkey and post-Ottoman states. The second, is the use of theories of nationalism by scholars in a way that reproduces this nationalist teleology. The final factor is the state-centered and teleological paradigms, which exist in Ottoman-Republican historiography. This article will argue that, by analyzing nationalist movements in the Ottoman empire comparatively, by reinstating them into a historical context and by elucidating the causal mechanisms behind these movements, we will be able to overcome this nationalist teleology. Keywords: Ottoman Empire, Nationalist movements, Nationalist historiography, Comparative historical analysis, Historical sociology. Giriş Bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’nun “Memâlik-i Mahrûse” adını verdiği topraklar üzerinde, geçtiğimiz iki asır içinde pek çok ulus-devlet kuruldu. Bu devletlerin bir kısmı bağımsızlıklarını doğrudan Osmanlı İmparatorluğu’na karşı verdikleri siyasi ve toplumsal mücadelelerin sonucunda elde ederken, diğer bir kısmıysa Osmanlı İmparatorluğu’nun kaybettiği topraklar üzerinde hâkimiyet kuran Batılı devletlere, ya da başka ulus-devlet projelerine karşı verilen mücadelelerden doğdu. 1804 yılındaki birinci Sırp isyanı ile başlayan ve kimi açılardan halen devam ettiğini söyleyebileceğimiz İmparatorluk coğrafyasındaki uluslaşma pratiklerinin ve Alternatif Politika, Cilt. 5, Sayı. 1, 1-27, Nisan 2013 3 bu pratiklere kaynaklık eden milliyetçi toplumsal hareketlerin, milliyetçilik çalışmaları açısından çok verimli ve zengin bir alan oluşturduğunu söylemek pek de yanlış olmayacaktır. Bu zenginliğin kaynağında, bir yandan aynı tarihsel bağlamı paylaşan, ama öte yandan farklı sınıfsal dinamiklere, farklı ideolojik biçimlere, farklı hedeflere ve farklı gelişim seyirlerine sahip söz konusu hareketlerin, karşılaştırmalı çözümleme açısından sunduğu kimi açılardan eşsiz fırsat yatmaktadır. Bu tür bir karşılaştırmalı analiz, yalnızca Osmanlı modernleşmesinin ve müteakip uluslaşma pratiklerinin özgün seyirlerinin anlaşılması açısından değil, aynı zamanda milliyetçi hareketlere yönelik kuramsal açıklama çabalarının zenginleştirilmesi açısından da önem taşımaktadır. Bununla birlikte, her ne kadar ulus-devlet inşa süreçleri söz konusu olduğunda Balkanlar ya da Orta Doğu gibi farklı bölgesel bağlamlarda göreli olarak daha zengin bir literatürle karşı karşıya olsak da, sıra Osmanlı İmparatorluğu’ndaki milliyetçi hareketlere geldiğinde, alanın sunduğu fırsatların yeteri kadar değerlendirilemediği görülmektedir. Her bir uluslaşma pratiğinin mütemmim cüzü olarak ulusal tarihlerin yazılması ve yaratılması süreci, nicel olarak bakıldığında her bir milliyetçi hareketin kökenlerine ve tarihine dair hatırı sayılır miktarda çalışmanın kaleme alınması sonucunu doğurmuştur. Buna ek olarak, son yirmi yıl içinde ulus devletin ve milliyetçiliğin giderek daha fazla sorgulanması da, beraberinde milliyetçi tarihyazımlarının eleştirisini getirmiş ve bu çerçevede söz konusu ulusların ya da milliyetçi hareketlerin tarihleri bu kez eleştirel bir gözle kaleme alınmaya başlamıştır. Buna rağmen Göçek’in de belirttiği gibi, ayrı ayrı çalışılmış milliyetçiliklerin farklı kaderlerini sorunsallaştırarak karşılaştırmalı bir biçimde analiz etmeye çalışan incelemelere sahip olduğumuz söylenemez (Göçek, 2006; 16). Hechter, milliyetçilik çalışmaları söz konusu olduğunda, tarihsel vaka incelemelerinin, karşılaştırmalı çözümlemelere kıyasla literatüre çok daha fazla hâkim olduğunu belirtir (Hechter, 2001: 4). Fakat söz konusu Osmanlı coğrafyası olduğunda, aşağıda ele alınacak kimi özgül dinamikler bu hâkimiyeti daha da belirgin kılmaktadır. Bu çalışma, altı çizilen eksikliğin, hem genel olarak sosyal bilimler ve tarih alanında hem de özel olarak Osmanlı tarihyazımında kaydedilen büyük mesafelere rağmen ağırlığını hissettirmeye devam eden ‘milliyetçi teleoloji’den kaynaklandığını savunmakta ve bu teleolojiyi sarsacak ve karşılaştırmalı çalışmalara kapı aralayacak bir çerçeve sunmaya çalışmaktadır. ‘Milliyetçi teleoloji’ kavramıyla kastedilen, ister primordialist bir yaklaşımla milliyetçilikten bağımsız olarak var oldukları, isterse tarihin belirli bir momentinde inşa edildikleri varsayılsın, 4 Çağdaş Sümer Osmanlı coğrafyasındaki mefruz etno-dilsel grupların (ya da henüz uyanmamış ulusların) deneyimledikleri uluslaşma sürecinin kaçınılmaz olduğu inancıdır. Bu inanç, karşılaştırmalı çözümlemenin temelinde yer alması gereken yapı ve süreçlerin altında yatan ve insan eyleminin karmaşıklığının sonucu olan çoğul nedensellikleri keşfetme arayışının yerini, insan eylemini, içinde anlam kazandığı ereksellik dolayımıyla açıklama çabasının alması sonucunu doğurur. Milliyetçi teleolojinin aşılması için ihtiyaç duyulan şey, bu yaklaşımın temellerini oluşturan ve sürekli olarak yeniden üretilmesini sağlayan etmenlerin eleştirel bir biçimde gözden geçirilmesi ve bu eleştiriden yola çıkılarak alternatif bir çerçevenin çizilmesidir. Bu çalışma, Osmanlı örneğinde, milliyetçi teleolojinin temelini oluşturan üç ana etmen olduğunu öne sürmektedir. Bu etmenlerden ilki, milliyetçilik çalışmaları ile bizatihi milliyetçilikler arasındaki sorunlu ilişkidir. Milliyetçiliğin her uluslaşma pratiğinin biricikliği konusundaki ısrarı ve milliyetçiliğin tarihini doğrudan ulus inşasını meşrulaştırıcı bir araç olarak kullanma eğiliminden kaynaklanan bu sorunlu ilişki, milliyetçi tarihyazımlarının alanda hâkim olduğu uzun bir süre boyunca milliyetçi teleolojiyi beslemiş ve karşılaştırmalı çalışmaların gündemden düşmesine neden olmuştur. Makalenin dikkat çektiği ikinci etmense, XX. yüzyılın ikinci yarısı itibariyle bir atılım yaşayan ve akabinde neredeyse yerleşik bir müstakil disiplin haline gelen milliyetçilik çalışmalarının ürettiği kuramsal çıktılardan ve bu çıktıların özellikle Osmanlı örneği söz konusu olduğunda kullanılma biçimlerinden ileri gelmektedir. Milliyetçilik kuramlarının eleştirel olmayan bir biçimde ve yapılan tarihsel/ampirik çalışmalarla sınanmadan kullanılması, pek çok örnekte söz konusu kuramlara sirayet eden teleolojik ve işlevselci bakışın alan çalışmalarına ithal edilmesiyle sonuçlanmıştır. Milliyetçi teleolojinin sürekliliğini ve etkisini sağlayan üçüncü etmense, kendisini özellikle kaleme alınmış az sayıdaki karşılaştırmalı çözümleme denemesinde gösteren, Osmanlı tarihyazımındaki hâkim paradigmalardır. Etkili oldukları dönemler itibariyle kronolojik olarak modernleşme kuramından, dünya-sistemci çözümlemelerden ve post-yapısalcı eleştiriden kaynağını alan bu paradigmalar, epistemolojik, teorik ve metodolojik temellerindeki tüm farklılıklara rağmen, Osmanlı İmparatorluğu’nun son ve uzun yüzyılı için sürekliliği esas alan, devlet-toplum ikiliği ve karşıtlığına dayanan, işlevselci anlatılar geliştirmişlerdir. Bu anlatıların da milliyetçilik çalışmaları üzerinde belirleyici bir etkisi olmuştur. Alternatif Politika, Cilt. 5, Sayı. 1, 1-27, Nisan 2013 5 Bu çalışmada, makalenin imkân tanıdığı sınırlar dâhilinde, sırasıyla söz konusu üç etmenin milliyetçi teleoloji ile olan bağları ele alınacak ve bu bağların kopartılarak milliyetçi teleolojinin kuramsal temellerinden yoksun bırakılması için önerilebilecek alternatifler ortaya konulacaktır. Milliyetçiliğin Milliyetçi Anlatısı Milliyetçilik ile tarih bilimi arasındaki ilişki, herhangi bir siyasi ideolojinin kendi meşruluğunu kurma çabası içerisinde tarihe başvurma ihtiyacının çok ötesinde bir anlama sahiptir. Bu ilişki, her iki fenomen açısından da kurucu bir ilişkidir. Hem milliyetçi hareketler, hem de ulus inşası sürecinin esas öznesi olagelen ulus-devletler, ortaya çıktıkları andan itibaren, kendi meşruiyetlerini kabul ettirebilmek için her şeyden önce tarihe başvurmuştur. Bununla birlikte, tarihin de bir disiplin olarak ortaya çıkması, doğrudan Avrupa’da milliyetçi hareketlerin ve uluslaşma pratiklerinin bir sonucu olmuştur. Tarihi pozitivist temeller üzerinde yeniden kurarak diğer sosyal bilimlerden farklı bir disiplin olma iddiasını ortaya koyan Rankegil tarih devrimiyle birlikte, yeni bir siyasi tarih anlayışı Avrupa’da egemen paradigma haline gelmiştir (Iggers, 2000: 21-37). Kendisine ulusların tarihlerini oluşturmayı amaç edinen ve sınırları da ulusal çizgilerle şekillenen bu yeni tarihçilik, ulusları, kökleri tarihin derinliklerine doğru uzanan primordiyal varlıklar olarak görmüş ve özcü bir kavrayışla ulusların tarihi yapan özneler olduklarını düşünmüştür (Breuilly, 2008: 20-21). Dahası Patrick Geary’nin de belirttiği gibi modern, yani Rankeci tarih araştırma ve yazma metotları, bilimsel çalışmanın tarafsız araçları olmaktan ziyade, özellikle milliyetçi gayelere yakınlaşmak için geliştirilmişlerdir (Geary, 2002: 16). Bunun sonucunda tarihçilerin milliyetçilik çalışmaları alanındaki hâkimiyeti II. Dünya Savaşı’na kadar devam etmiş, ulusal tarihyazımı alanında milliyetçilerin hâkimiyetiyse çok daha uzun ömürlü olmuştur (Jaffrelot, 2005: 11). Tarihyazımı ile milliyetçilik arasındaki ilişkinin en fazla kristalleştiği ve milliyetçi teleolojinin ulusal tarih yazımlarından en fazla beslendiği alan kuşkusuz köken tartışmalarıdır. Milliyetçi söylemin tarihselci karakteri ve milliyetçi davanın meşruiyeti için sürekli tarih kullanılması, açık bir şekilde ideolojinin kavramsal yapısında kökene ihtiyaç duyduğunu göstermektedir (Vali, 2005: 19). Vali’nin de belirttiği gibi, milliyetçi hareketlerin kökenlerine dair tartışmalar, sadece ele alınan milliyetçiliğin doğduğu tarihi belirlemeye yönelik kuru ve skolastik tartışmalar değildir. Bunlar aynı zamanda “milliyetçiliğin siyasi bir özne olarak belirli 6 Çağdaş Sümer bir kimlikle, kendi otoritesini kurmasına ve meşruiyetini sağlamasına yarayan ulusun tarihselliği sorununu gündeme getirir.” (Vali, 2005: 20). Bu köken arayışının Osmanlı örneğindeki esas yansıması, milliyetçi hareketlere yönelik araştırmalar için karşılaştırmalı çözümlemenin zeminini hazırlayacak ortak bir bağlam olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun göz ardı edilmesi olmuştur. Her bir ulusal tarihyazımında bolca örneği görülebilecek şekilde “Türk boyunduruğu” edebiyatı, kökenleri Osmanlı işgali öncesine dayanan “uluslar”ın, çeşitli öznel ya da nesnel faktörler sonucunda “uyanış”ını resmetmeyi amaçlar. Bu resimde, İmparatorluğun rolü, belirli politikalarla söz konusu uyanışı engellemeye çalışan, zaman zamansa bu politikaların sonucunda uyanışı bizatihi tetikleyen yabancı ve hatta düşman bir siyasi entite olmakla sınırlıdır. Osmanlı sonrası devlet inşası hikâyesi vaaz eden sosyal bilimcilerin ellerinde baskıcı “Türk” imparatorluğu, saldırgan bir şekilde, mefruz Sırp, Arnavut, Bulgar ya da Yunanlıların “doğal” milliyetçi arzularını bastıran bir düşman olarak sunulmuştur (Blumi, 2011: . Söz konusu çalışmaların bir bölümü, ulusal uyanış sürecinde başta aydınlar ve burjuvazi olmak üzere milliyetçi elitlerin rollerine vurgu yaparken, bir bölümü de kitlesel uyanışı mümkün kılan daha yapısal süreçler üzerinde dururlar. Her halükarda ortaya çıkan, milliyetçi projenin meşruluğunu sağlamak üzere, köken tartışmasını mümkün olduğunca geriye çekmektir; zira farklı milliyetçi projelerin birbirlerine karşı meşruiyet mücadelesi verdikleri bir coğrafyada milliyetçi hareketin otantik kökeninin mümkün olduğunca geri çekilmesi, meşruiyetin kuvvetlendirilmesi açısından elzemdir. Milliyetçilik araştırmalarında köken sorununun bu kadar belirleyici bir nitelik taşımasının milliyetçi teleolojinin inşasında özel bir rolü olmuştur. Zira bir kez karanlık çağların ardından gelen ulusal uyanışın kökenleri tespit edildikten sonra, geriye kalan bu başlangıç noktası ile uyanışın nihai hedefi olan mütekâmil bir milliyetçi hareketin yaratılması ve ulusal bağımsızlık arasında doğrusal bir hat çizmektir. Bu doğrusal hat üzerinde, tabir uygun düşecek olursa, uyuyan devi uyandırmaya çalışan öncüler ile onun uyumasını sürdürmeyi amaç edinmiş “düşman” arasındaki, sonucu baştan belli bir mücadele süregider. Bu noktada, bir anlamda kendisini Osmanlı İmparatorluğu’nun varisi olarak gören Türkiye Cumhuriyeti’ndeki resmi tarihçiliğin de, tersinden de olsa benzer bir anlatıyı beslediğini unutmamak gerekir. Bu anlatıda düşmanlaştırılan, İmparatorluk sathındaki muhalif toplumsal hareketlerdir. İmparatorluğun çeşitli ulus devletlere parçalanması ve müteakip ulus inşa Alternatif Politika, Cilt. 5, Sayı. 1, 1-27, Nisan 2013 7 süreçlerinin ürünü olan travmatik hatıralar, bu hareketlerin benzer şekilde özcü milliyetçilik analizlerine sıkıştırılmasına neden olmuştur. Bu analizlerde -ki aslında pek çoğu birer analiz olmaktan ziyade ideolojik yanı ağır basan anlatılardır- Batı’nın etkisi vurgulanarak, köken tartışması bu kez “uyanış” yerine “tahrik” ekseninde sürdürülmüştür. Sonuç yine, Osmanlı İmparatorluğu’nun bu tür hareketlerin içinde devindiği bir siyasal bütünlük ve bağlam olmaktan çıkartılmasıdır. Aslında Osmanlı İmparatorluğu’nun milliyetçi hareketlere dönük algısını yansıtan bu bakış açısı (Boyar, 2007: 49), Cumhuriyet dönemi tarihçiliği tarafından da miras alınmış ve özellikle tarih ders kitaplarında yer alan ve milliyetçi hareketleri, Aydınlanma ve Fransız Devrimi’nin etkisi ya da Batılı devletlerin kışkırtmasıyla açıklayan metinler yoluyla popülerleştirmiştir (Adanır, 2006: 32-39). İster “galip” isterse “mağlup” tarafından yazılmış olsun, tüm bu milliyetçilik anlatılarında teleolojiyi besleyen önemli bir faktör, tarihçilerin sahip oldukları retrospektif bakıştır. Ulusun ya da ulusal uyanışın tarihini kaleme alan kişi, daha önce de belirtildiği gibi bunu, ulus inşa projesinin meşruiyetini savunmak için yapmaktadır. Bir başka deyişle amaç hâsıl olmuş, tarihi yazılan siyasi hareket söz konusu mücadeleden galip ayrılmıştır. Dahası, uluslararası siyasal sistem de egemenliğin meşru kaynağı olarak ulusu gören ve sistemin temel aktörünün ulus-devlet olarak kurgulandığı bir niteliğe bürünmüştür. XIX. yüzyılın son çeyreğinden başlayarak, önce Birinci Dünya Savaşı sonrasında Rus, Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorluklarının çöküşü, ardından da İkinci Dünya Savaşı’nı takiben sömürge imparatorluklarının tasfiyesi, ulusun temel meşruiyet kaynağı olduğu bir uluslararası sistem yaratmıştır. Ortaya çıkan bu sonuçtan yola çıkarak tarihçi retrospektif bir bakışla, tarihin bu nihai sonuca doğru akışını tasvir etmeye çalışır. Dolayısıyla, büyük oranda milliyetçi mücadelenin dışındaki daha büyük dünya-tarihsel süreçler bağlamında anlaşılması gereken milliyetçiliklerin başarı öyküleri, kıymeti kendinden menkul bir ulusal anlatıya sıkıştırılır. Bu tür bir anlatının karşılaştırmalı milliyetçilik çalışmaları için önerebileceği tek çerçeve, söz konusu uyanışı zorlaştıran ya da kolaylaştıran veya kaçınılmaz sonuca doğru ilerleyen akışı hızlandıran ya da yavaşlatan, burjuvazinin göreli gücü ya da dinin etkisi gibi faktörleri kıyaslamaktır. Bu da, “bir makro-fenomen ile ilgili nedensel hipotezleri sınamayı” (Skocpol ve Somers, 1980: 193) hedefleyen karşılaştırmalı çözümleme yerine, tekil fenomenler arasındaki yüzeysel benzerliklere odaklanan bir analoji önermek anlamına gelir. 8 Çağdaş Sümer Birbirlerinden bağımsız “ulusal kimliklerin” ayrı güzergâhlara sahip oldukları fikrine dayanan Osmanlı “ulusları”nın kaçınılmazlığına dair bu yengici (triumphalist) tarih karşısında bir karşı-anlatı ortaya koymak, milliyetçi teleolojinin sarsılması yolunda atılacak ilk adım olmalıdır (Blumi, 2011: 2). Hâkimiyeti “altında” yaşayan “etno-ulusal” tebaanın sabit ve özcü bir anlayışla çözümlenmesinin ötesine geçebilmek için Osmanlı İmparatorluğu, milliyetçi hareketlerin mücadele etmek durumunda kaldıkları bir siyasi aktör olmanın ötesinde, milliyetçiliği de içeren ama ondan çok daha geniş bir alanı kapsayan siyasal süreçlerin içinde devindiği toplumsal bütünlük ve bağlam olarak kavramsallaştırılmalıdır. Blumi’nin Osmanlı coğrafyasının Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı’na kadar İmparatorluğun nihai çöküşünün yarattığı travmayı yaşamamış olduğunu hatırlatması bu açıdan çok önemlidir. Söz konusu travmalara kadar “farklı” inanç, etnisite ve sınıflardan gelen insanlar çoğunlukla bir hayli “karışmış” topluluklarda bir arada yaşamaya devam etmiş ve bu yaşam “doğaya aykırı” olarak değerlendirilmemiştir (Blumi, 2011: 6). Savaşların ve her bir yeni siyasi birimi homojenleştirmeye yönelik kanlı girişimlerin ardından bu tür bir bütünlüğün ve bağlamın ortadan kalkmış olması, hiç var olmadığı anlamına gelmez. Diğer bir deyişle, Osmanlı devletinin çöküşünden önceki dönem için münhasıran “ulusal” bir tarih yazmayı meşru gösterebilecek hiçbir şey yoktur ve Blumi’nin de önerdiği gibi, bu dönemin karakteristikleri ile Birinci Dünya Savaşı’nın ardından gelen Osmanlı sonrası “modernite” arasında teleolojik olmaktan ziyade izi sürülmesi gereken jenealojik bir bağ bulunmaktadır (Blumi, 2011: 7). Bu bağların peşine düşen ve milliyetçiliğin boğucu dilinin dışına çıkmaya çalışan yeni bir geç dönem Osmanlı tarihyazımının ufukta göründüğünü söylemek yanlış olmayacaktır. Belki de ilk ifadesini Arap milliyetçiliğine dair milliyetçi tarihyazımını eleştirerek genel kabul gören klişeleri sarsan Ernest Dawn’ın makalelerinde bulabileceğimiz bu Osmanlı’yı milliyetçilik çözümlemelerine dahil etme yaklaşımı (Dawn 1973), uzun bir süre sonra tarihçiler için bir ilham kaynağı haline gelmiştir. Milliyetçi teleolojiyi sorgulayan bu tarihçiler, imparatorluğun farklı bölgeleri için yeni veriler ve yeni perspektifler ışığında, alternatif tarihsel güzergâhların varlığına dikkat çekmekte ve milliyetçiliğin dönemin kaçınılmaz bir biçimde belirleyici siyasal akımı olduğu önermesini sorgulamaktadırlar. Arap-Jön Türk ilişkileri üzerine çığır açıcı eseriyle Hasan Kayalı (1997), Suriye’de milliyetçilik ve kitle siyasetini eleştirel bir yaklaşımla ele alan James Gelvin (1998), Batı Balkanlar’daki alternatif moderniteler üzerine yazdığı kitabıyla İsa Blumi (2011), Makedonya Alternatif Politika, Cilt. 5, Sayı. 1, 1-27, Nisan 2013 9 sorununu yeniden tartışmaya açan Mehmet Hacısalihoğlu (2008), Osmanlı Filistin’inde Yahudiler, Araplar ve Türkler arasında II. Meşrutiyet sonrasındaki ilişkileri Osmanlı Kardeşliği çerçevesinde inceleyen Michelle Campos (2010), Sefardim Yahudileri arasındaki siyasi yönelimlere odaklanan Julia Phillips Cohen (2012), Osmanlı Rumları’nın farklılaşan siyasi pozisyonlarını gündeme getiren Vangelis Kechriotis (2005, 2007), Ermeni, Arap ve Yahudi topluluklarının II. Meşrutiyet karşısındaki tutumlarını inceleyen Bedross Der Matossian (2008), Güney Marmara’da farklı topluluklar arasındaki etnik şiddet olgusunu ele alan Ryan Gingeras (2009), Kürt milliyetçiliği üzerine alternatif bir tarih okuması öneren Hakan Özoğlu (2004), Birinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında Doğu Anadolu ve Kafkaslar’daki Osmanlı-Rus çekişmesini araştıran Michael Reynolds (2010), Osmanlı yönetimi altında Arnavutluk’u inceleyen George Gawrych (2004), bu tür bir yeni yaklaşımın örnekleri arasında sayılabilirler. Bu çalışmalar, Osmanlı İmparatorluğu’nda ulus-inşa süreçlerinin nesnesi olacak toplulukların, müstakil birer araştırma konusu olduklarına dair milliyetçi bir öz taşıyan ön kabulü büyük oranda sarsmış bulunmaktadır. Uyanış anından bağımsızlığa uzanan doğrusal bir evrim olarak ulus ve milliyetçilik anlatısı da benzer bir şekilde daha zor savunulabilir bir hal almıştır. Milliyetçiliğin, XIX. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda bireylerin ve daha geniş toplulukların siyasal eylemlerinin temel belirleyeni olduğu iddiasının sorgulanması, milliyetçiliğin ve milliyetçi hareketlerin önemsiz olduğu anlamına gelmemektedir. Bilakis bu tür bir sorgulamanın bize sağlayabileceği şey tam da milliyetçilik olgusunun daha gözle görünür bir hal almasını sağlayarak, milliyetçi hareketlerin ortaya çıkışlarının altında yatan nedensel mekanizmaların tespit edilebilmesi olacaktır. Dikkat çekeceği üzere yukarıda zikredilen çalışmalar, Hasan Kayalı ve James Gelvin’in öncü çalışmaları bir kenara bırakılırsa, geçtiğimiz on yıl içinde kaleme alınmışlardır. Bu çalışmaların bir kısmı tekil toplulukların Osmanlı devletiyle olan ilişkilerine yoğunlaşmakta, diğer bir kısmıysa karşılaştırmalı çözümlemelerden ziyade bölgesel tarihyazımları üzerine odaklanmaktadır. Dolayısıyla, tarihsel bağlam ve toplumsal-siyasal bütünlük olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun yeniden kavramsallaştırılması yolunda şimdiden etkileyici bir birikimle karşı karşıya olsak da, bu birikimin henüz doğrudan karşılaştırmalı milliyetçilik çalışmaları alanına tahvil edilebildiğini söylemek pek de mümkün gözükmemektedir. Böylesi bir tahvil için, milliyetçi teleolojiyi aşmaya yönelik bu çalışmaların ortaya koydukları bulguların ve eleştirel bakış açısının, mutlaka hem milliyetçilik kuramlarına yönelik eleştirel bir okumayla hem de 10 Çağdaş Sümer Osmanlı İmparatorluğu’nun XIX. yüzyılda geçirdiği siyasi ve toplumsal dönüşüme dair daha nüanslı bir değerlendirmeyle birlikte düşünülmesi gerekmektedir. Milliyetçilik Kuramları: Olanaklar ve Sorunlar Milliyetçi teleolojinin beslendiği ikinci kaynak olan milliyetçilik kuramlarının kullanılma biçimine geldiğimizde buradaki sorunun ve sorunun çözümünün, ilk etmene kıyasla çok daha karmaşık olduğunu görürüz. Bir önceki bölümde de belirtildiği gibi, milliyetçi tarihyazımına yönelik daha eleştirel bir yaklaşımın yaygınlaşmasıyla birlikte, hem Türkiye’de hem de dışarıda, milliyetçi hareketlerin içsel dinamiklerin ürünü olarak nasıl geliştiklerini açıklayan, birincil kaynaklara dayanan pek çok monografi kaleme alınmaya başlamıştır. Fakat bu çalışmaların en önemli sorunu, milliyetçiliği konu alan kuramsal tartışmalardan bîhaber görünmeleri, haberdar olduklarındaysa da bunu yalnızca kitabın giriş bölümünde bir vecibeyi yerine getirircesine, bağlam dışı birkaç alıntıyla geçiştirmeleridir. Sonuç, milliyetçi hareketlerin karşılaştırmalı çözümlemeye temel oluşturabilecek kuramsal dayanakların yaratılamaması ve kümülatif bir ilerlemeye tekabül etmeyen sayısız monografidir. Ferdan Ergut kuramla kurulan “parazit ilişki” adını verdiği bu durumu şöyle betimler: …teoriyle kurulan parazit ilişkinin en açık örnekleri birçok ‘tezden çıkma’ tarih kitabında görülebilir. Bu kitaplarda kuraldır: İlk bölümlerde, ilgilenilen alanın önde gelen isimlerinin öncü yaklaşımları özetlenerek genel bir teorik çerçeve çizilir (tez danışmanı hocalar bu yüzden vardırlar!). Doktora derecesi almanın olmazsa olmaz durumundaki bu bölüm ‘halledildikten’ sonra, yazar bildiğini okumaya başlar. Artık teorik bölümde anlatılanların -nedense- hiçbir geçerliliği kalmamıştır. Başka bir deyişle yasak savıldıktan sonra teorik konular ana problemin bir parçası olmaktan çıkmıştır. … çoğu çalışmada bu bölümden sonra adı geçen yazarların çalışmalarına hiçbir göndermede bulunulmaz (Ergut, 2004: 41). Kuramla tarihsel/ampirik çalışma arasındaki bu “parazit ilişkinin” hiç kuşkusuz tarih ve sosyal bilimler arasındaki “tarihsel” ve disipliner gerilimden kaynaklandığı söylenebilir. Fakat milliyetçilik örneğinde, bu ilişkiyi teşvik eden bir başka nokta daha vardır: Milliyetçilik kuramlarının bir tarihçi için pek az şey ifade eden karmaşıklığı ve çokluğu. Bu karmaşıklık ve çokluk arasında, farklı milliyetçiliklerin ister karşılaştırmalı, isterse tekil tarihlerini yazmaya kalkışan tarihçi, zamanın ruhuna ve sosyal bilimler alanındaki genel modalara uygun olarak Alternatif Politika, Cilt. 5, Sayı. 1, 1-27, Nisan 2013 11 elindeki materyalle en iyi bağdaştırabileceğini düşündüğü bir ya da birkaç kuramı seçer. Kurama yönelik eleştirel olmayan bu ‘seçmece’ yaklaşım, milliyetçilik kuramlarına içkin olan epistemolojik ve metodolojik sorunların da tartışmaya açılmadan, tarihsel/ampirik çalışmaya aktarılması sonucunu doğurur. Milliyetçilik kuramlarının ve haiz oldukları çeşitli sorunların ayrıntılı bir tartışması, elbette bu makalenin sınırlarını aşmaktadır. Ama yine de, bu makalenin konusunu oluşturan milliyetçi teleolojiyi besleyen sorunlara işaret etmek faydalı olacaktır. Bu sorunların başında, milliyetçilik kuramlarının çok boyutlu bir tarihsel fenomeni, daha doğru bir deyişle birbirlerinden farklı tarihsel fenomenleri açıklamak iddiasında oldukları halde (Maxwell, 2012: 98-99), araştırma nesneleri arasındaki farklılıkları yeterince açık bir şekilde ortaya koyamamış olmaları gelmektedir. Milliyetçilik kuramlarının, araştırma nesnelerinin çoğulluğu karşısında yeterli hassasiyeti göstermemeleri ve belki de evrensel bir fenomen olarak milliyetçiliği açıklama konusundaki kibirleri, birbirlerinden farklı kuramsal projeksiyonlara ihtiyaç duyan farklı fenomenlerin tek bir kuramsal torbaya doldurulması ile sonuçlanmıştır. Bir dünyayı anlamlandırma biçimi, bir toplumsal hareket ya da bir ulus-devlet inşa projesi olarak milliyetçiliğin bu şekilde kuramsallaştırılmasıysa, bu fenomenlerin ardındaki çoğul nedenselliklerin göz ardı edilmesi sonucunu doğurmuş ve farklı fenomenler arasında diyakronik bir ilişki kurarak, ulusun kaçınılmazlığı fikriyatını beslemiştir. 1990’lardaki post-yapısalcı dönüme kadar “milliyetçilik ve uluslar ne zaman ve nasıl gelişmiştir?” ve “neden bu kadar belirleyici olmaya devam etmişlerdir?” gibi sorular etrafından şekillenen, Day ve Thompson tarafından adlandırıldığı şekliyle klasik milliyetçilik kuramları (2004: 42), Hobsbawm ya da Anderson gibi daha inşacı bir pozisyon alanlar bir kenarda tutulursa, ya ulusları gerçek toplumsal entiteler olarak görmüş ya da bu sorunun etrafından dolaşmışlardır. Her kuramcı bu toplumsal entitenin oluşumunda farklı nedensel süreçler aramış; kimi sanayileşmenin ürünü olan kültürel türdeşleşmeyle siyasal birimlerin çakışmasını (Ernest Gellner), kimi iktisat, kültür ve siyaset alanındaki devrimler sonucunda ethnie’lerin siyasallaşmasını (Anthony Smith), kimi ulusal pazarların (Miroslav Hroch), kimiyse modern devletlerin (Michael Hechter, Charles Tilly) uzun süreli oluşumunu, ulusu yaratan dinamikler olarak görmüştür. Ulusu üyesi olduğu varsayılan bireylerin zihinsel durumlarından bağımsız bir gerçeklik olarak tasavvur eden tüm bu yaklaşımlar karşısında, onun bir toplumsal inşa sürecinin sonucunda 12 Çağdaş Sümer oluşmuş bir yapıntı olduğuna dikkat çeken iki öncü düşünür Benedict Anderson ve Eric Hobsbawm olmuştur. Daha önce de değinildiği gibi, Anderson ulusun tahayyül edilmiş bir cemaat biçimi olduğunu iddia ederken (Anderson, 1995), Hobsbawm ulusun inşa edilmesinde önemli bir yere sahip olan geleneklerin icat edilmiş niteliğine vurgu yapmış ve ulusu bir toplumsal mühendislik ürünü olarak tarif etmiştir (Hobsbawm, 2005). Anderson’un ulus tanımı artık klasikleşmiştir: “Ulus hayal edilmiş bir siyasal topluluktur – kendisine aynı zamanda hem egemenlik hem de sınırlılık içkin olacak şekilde hayal edilmiş bir cemaattir” (Anderson, 1995: 51). Hem Anderson hem de Hobsbawm, eleştirmenleri tarafından sık sık araçsalcılıkla eleştirilmişlerdir. Oysa her iki düşünür de, bu tahayyül ya da icat etme pratiğini yalnızca bir sınıfın ya da grubun bilinçli eyleminin ve diğerlerinin eylemsizliğinin sonucu olarak görmezler. Aksine bu süreç, farklı toplumsal sınıf ve gruplar tarafından farklı zaman ve mekânlarda, farklı ihtiyaçlara denk düşecek şekilde deneyimlenmiştir. Dahası, geleneğin icadı ya da ulusun tahayyül edilmesi boş bir kâğıt üzerinde şekillenmez, geçmişten tevarüs edilen malzemelerin kullanılmasını gerektirir. Ulus, bir kez ortaya çıkıp sabitlik kazanan bir toplumsal entiteden ziyade, üyelerinin sürekli onu tahayyül etmesine muhtaç olan ideolojik bir süreç, bir oluşumdur. Milliyetçilik ise her şeyden önce bu sürece karakterini veren ideolojik salgıdır. Bu açıdan bakıldığında ulusun “neden” var olduğu ya da daha doğru bir deyişle “neden” tahayyül edildiği sorusu anlamsızlaşır. Çünkü bu tür bir tahayyül etme ulus oluşumunda yer alan farklı bireyler, gruplar ve sınıflar için farklı ihtiyaçlara denk düşmekte ve farklı işlevler yerine getirmektedir. Bu nedenle “ulus neden var?” sorusuna verilecek yanıt ya da yanıtlar, bu ihtiyaç ya da işlevlere odaklanacak ve işlevselcilik tuzağından kurtulamayacaktır. Örneğin, kimileri bireylerin istikrarlı bir toplumsal gruba aidiyet ihtiyaçlarını neden gösterecek, kimileri devletin meşruiyet sorununun çözümüne odaklanacak, başkaları ise burjuvazinin sınıfsal tahakkümünü perdeleme çabalarına dikkat çekecektir. Oysa ulus, modern toplumda hiyerarşik bir nedensellik tespitine izin vermeyecek kadar karmaşık süreçlerin sonucunda ve bambaşka işlevlere karşılık düşecek şekilde tahayyül edilir. Sosyal bilimcilerin sorması ve yanıt araması gereken esas sorularsa “ulusun hangi yeni koşullar altında tahayyül edilebilir olduğu” ve “nasıl tahayyül edildiği ya da tahayyül edilmesinin nasıl sağlandığı” olmalıdır. Örneğin Benedict Anderson, ulusu hayal etmenin ancak her üçü de son derece eski ve insanların zihinleri üzerindeki hükmü aksiyom mertebesinde olan üç kültürel Alternatif Politika, Cilt. 5, Sayı. 1, 1-27, Nisan 2013 13 tasarımın etkilerini yitirmesi ile mümkün olduğunu savunur. Bunlar, kutsal yazı dillerinin ontolojik hakikate ulaşmakta ayrıcalıklı oldukları fikri, toplumların kozmolojik bir buyruktan ötürü hükmeden otoritelerin altında örgütlendiği inancı ve kozmoloji ile tarihi ayırt edilmez, dünyanın ve insanın köklerini ise özdeş kılan zaman tasarımıdır (Anderson, 1995: 51). Ulusun tahayyül edilmesini mümkün kılan ya da bu tür bir tahayyül etme biçiminin yaygınlaşmasını sağlayan nedenlere modern devletin, kapitalizmin, bütünleşmiş ticari ağların, matbaa kapitalizminin doğuşu gibi başkaları da eklenebilir. Bütün bu etkenler, ulusun ya da milliyetçiliğin doğuşuna “neden olan” değil, bunu mümkün kılan tarihsel süreçler olarak okunmalıdır. Cevap bekleyen ikinci soruysa tahayyül etme sürecinin pratikte ne tür toplumsal süreçler sonucunda ve nasıl şekillendiğidir. Milliyetçi ideoloji kendiliğinden ulusun bir cemaat olarak tahayyül edilmesini sağlamaz. Her şeyden önce bu ideolojinin taşıyıcılığını yapan toplumsal kesimlerin, diğerlerini de sürece eklemlemesini sağlayacak şekilde devlet iktidarına ve devletin ideolojik aygıtlarına sahip olması gerekir. Ulusun sürekli tahayyülü ya da ulus oluşumu ancak böyle garanti altına alınabilir. Eğer bu sahipliği kerteriz noktası olarak alırsak, ulus oluşumunda iki farklı toplumsal süreç öne çıkar. Gelişimlerinin bir aşamasında iktidarı ve devletin ideolojik aygıtlarının sahipliğini hedefleyen milliyetçi hareketler ve bunların elde edilmesiyle birlikte devlet eliyle yürütülen ulus-inşa süreçleri (Calhoun, 2007: . Anthony Smith’in de vurguladığı gibi, bu iki farklı toplumsal süreç analitik olarak birbirinden ayrıştırılarak çözümlenmelidir (Smith, 1983: 6). Her iki süreci de bir ve aynı şeymiş gibi ele alan kuramsal girişimler başarısızlığa mahkûmdur. Farklı toplumsal sınıf ve grupların süreçlerle ilişkileri farklı örüntülere sahip olduğu gibi, her iki sürecin ardındaki düzenli nedensellikler de birbirinden farklılık gösterir. Bu nedenle milliyetçiliği sanki tekil bir fenomenmiş gibi açıklama iddiasındaki kuramsal modellere ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Milliyetçilik bir doktrin, bu doktrinden beslenen bir ideoloji ve bu ideoloji tarafından şekillendirilen bir toplumsal süreç, bir toplumsal hareket ya da ulus-inşa projesidir. Bu nedenle Calhoun’un şu sözlerine kulak vermekte fayda vardır: Milliyetçilik bunca farklı akımın, kültürel örüntünün, devlet politikasının ya da kısmen milliyetçilik retoriğinin biçim verdiği diğer projelerin her birini anlamak şöyle dursun, tek bir kuramın açıklayamayacağı kadar çok şey hakkında bir konuşma retoriğidir. Bununla kastedilen, kurama ihtiyaç olmadığı değil; ondan ziyade milliyetçiliği çoğulluğu içinde kavramanın çoğul kuramlar gerektirdiğidir. ‘Milliyetçi hareketler niçin dalgalar 14 Çağdaş Sümer halinde gelir gibi görünüyor?’ sorusunu cevaplamak için, ‘Milliyetçi ideoloji niçin cinsellik ve toplumsal cinsiyet ile bağlantılıdır?’ sorusundan farklı bir kuram lazımdır. (Calhoun, 2007: 11). Bu vurgu John Hall’un evrensel bir milliyetçilik kuramı üretmenin imkânsızlığı iddiasına denk düşmez. Hall, dünyada birbirinden çok farklı milliyetçilik türleri olduğunu, partikülarizme savrulmadan, çeşitli ideal tiplerin ortaya çıkartılması ve bunlara göre kuramlar geliştirilmesini önerir (Hall, 1995: . Oysa Calhoun’un, bu makalede de paylaşılan önermesi, bir fenomenin farklı biçimlerini açıklamak için değil, farklı fenomenleri açıklamak için farklı kuramlara ihtiyaç duyduğumuz şeklindedir. Genel teori-yerel teori ikilemine düşmeden araştırma nesnesini oluşturan fenomenin belirlenmesi ve buna göre kuram ya da modeller seçilmesi gerekir. Bu, gerek tekil gerekse karşılaştırmalı milliyetçilik çalışmalarında, teleolojik yaklaşımdan kaçınılması açısından hayati önem taşımaktadır. Bununla birlikte, hangi kuramın kullanılacağına dair sorun, araştırma nesnesini oluşturan fenomenin belirlenmesiyle de nihai olarak çözülmez. Çünkü milliyetçilik farklı toplumsal gruplar ve sınıflar arasında eşitsiz gelişen bir toplumsal süreçtir. Hroch’un milliyetçi hareketlere dair üç evreli şemasının da bize hatırlattığı gibi (Hroch, 1985: 196), milliyetçi ideolojinin ortaya çıkışı, siyasallaşması, kitleselleşmesi ve başarıya ulaşması, aynı sürecin evrelerini oluştursa da farklı dinamiklere bağlıdır, zamana ve mekâna göre çeşitlilik gösterir. Klasik milliyetçilik kuramlarının hiçbiri tek başına bu parçalı süreci açıklayabilecek bir model geliştirememiştir. Dolayısıyla, farklı kuramsal yaklaşımların ve modellerin milliyetçi hareketlerin tarihsel bütünlüğü içinde açıklanmasında bir arada kullanılması gerekmektedir. Bu noktada Jaffrelot’un önerisi, entegre bir kuram oluşturmaktır (Jaffrelot, 2005: 47). Buna göre, milliyetçi hareketlerin ideoloji oluşumu ve kitleselleşme gibi farklı aşamaları farklı kuramların birbirine eklemlenmesiyle anlaşılabilir. Elimizdeki kuram ve modellerin zayıf ve güçlü yanları göz önünde bulundurulduğunda, Roger’nin araştırma problemi tarafından belirlenen kombinasyonlara gitme önerisi daha anlamlı gözükmektedir (Roger, 2008). Her örnekte kullanılabilecek sabit bir entegre model arayışından ziyade, araştırma probleminin özgüllüklerine duyarlı, esnek bir kombinasyon arayışı tarihsel özgüllük ve evrenselliklerin kavranması açısından daha elverişlidir. Aynı zamanda bu tür bir kombinasyon olanağı, milliyetçilik çalışmalarının en hassas noktasını oluşturan çoğul bir nedensellik kavrayışı açısından da elzemdir. Alternatif Politika, Cilt. 5, Sayı. 1, 1-27, Nisan 2013 15 Milliyetçiliğe dönük her kuramsallaştırma denemesi, aslında bir nedensellik mekanizması belirleme çabasından türemiştir. Özkırımlı’nın (2000) modernist kuramları kendi içinde sınıflandırırken kullandığı ölçütün de gösterdiği gibi, farklı milliyetçilik kuramcıları, milliyetçiliğin temelinde yatan nedenleri ortaya çıkarmaya çalışmışlar ve hemen hepsi şu ya da bu nedensel mekanizmaya -siyasete, iktisadi dönüşüme, kültürel homojenleşmeye, modern devlete vb.- ağırlık veren açıklamalar getirmişlerdir. Fakat daha önce de belirtildiği gibi pek az kuramcı çoğul bir nedensellik kavrayışı geliştirebilmiştir. Milliyetçi hareketler farklı toplumsal süreçlerin eklemlenmesi sonucunda vücuda gelirler ve bu nedenle tek bir nedene bağlı olarak anlaşılamayacak kadar karmaşık olgulardır. Milliyetçi hareketlerin yalnız doğuşları değil, gelişmeleri ve başarıya ulaşmaları da zamana ve mekâna göre değişen ya da ağırlık kazanıp kaybeden nedensel mekanizmaların sonucudur. James Rule’un olumsallık anlayışı bu mekanizmaları tespit edebilmek için anlamlı bir temel oluşturur. Olumsallık, genellikle tesadüfîliğe işaret eden ve belirlenimin olmadığını ifade eden bir terim olarak kullanılmasına karşın, aslında, karmaşık bir belirleme ilişkisinin varlığını gösterir. Toplumsal süreç ve yapıların olumsallıkları onların belirlenmedikleri anlamına gelmez, aksine oluşumlarında birbirlerine tutunan farklı toplumsal vektörlerin karşılıklı bağımlılık ve ilişkiliselliklerinin belirleyici olduğuna işaret eder (Rule, 1997: 204). Her bir örnekte bu vektörlerin farklı konfigürasyonları, ortaya çıkan toplumsal sürece –bu makalede ele alındığı şekliyle milliyetçi hareketlere- şekil verir. Milliyetçi hareketleri kuramsal olarak açıklamak isteyen tarihçi ya da sosyal bilimci bu farklı konfigürasyonlardaki düzenlilikler ve farklılaşmalar üzerinde durmalı, nedensel mekanizmaların çoğulluğunu göz ardı etmemelidir. Charles Tilly’nin de belirttiği gibi, “tarihin düzenlilikleri, geniş ölçekte art arda yinelenen diziler, birbirinin kopyası olan yapılar veya tekrarlanan yönelimler halinde ortaya çıkmaz; birbirine yakın koşullar arasında bağlantı sağlayan nedensel mekanizmalar içinde oluşur.” (Tilly, 2005: 25). Nedensel düzenlilikleri ve farklılaşmayı kavramak bu nedenle ancak farklı örneklerin derinine inen karşılaştırmalı çalışmalar sayesinde mümkündür. Bu nedenle milliyetçi hareketlerin incelenmesinde karşılaştırmalı makro-tarihsel çözümleme ya da tarihsel sosyoloji önemli olanaklar sağlar. Yine Tilly’nin (1984) deyişiyle “büyük yapılar, geniş süreçler ve devasa karşılaştırmalar”ın peşine düşen tarihsel sosyolojik bir yaklaşım sayesinde, tikellikleri aşan bir nedensellik kavrayışı geliştirebilen, aynı zamanda evrenselliğin getirdiği indirgemecilik tuzağından kaçınmaya da olanak sağlayan modeller kurulması mümkün hale gelir. 16 Çağdaş Sümer Farklı vektörlerin bir arada tutunarak oluşturdukları konfigürasyonlar, milliyetçi hareketler örneğinde, daha geniş bir toplumsal dönüşümün içinde anlaşılabilirler. Uzun XIX. yüzyıla damgasını vuran bu büyük dönüşüm, temelde farklı toplumsal coğrafyaların dünya kapitalist sistemine eşitsiz eklemlenmesi ve modern devletin yine eşitsiz gelişen bir süreç sonucunda evrenselleşmesidir (Mann, 1995: 192). Nairn (1997) ve Hecter (1975) gibi kimi Marksist yazarlar eşitsiz gelişmenin iktisadi boyutunun altını çizmiş olsalar da, eşitsiz gelişme, siyaset, ideoloji ve kültür gibi toplumsal yaşamın diğer veçhelerinin anlaşılması açısından da elzem bir mefhumdur (Hearn, 2006: 231). Tarihsel sosyolojik bir yaklaşım, bu mefhumun milliyetçilik çalışmalarının omurgasına çakılması açısından da önemlidir. Zira tarihsel sosyoloji, her şeyden önce eşitsiz ve bileşik gelişimin kuramsallaştırılması girişimidir (Açıkel, 2009: 158). Bununla birlikte, milliyetçilik çalışmalarına tarihsel sosyolojik bir perspektifle yaklaşılması her zaman milliyetçi teleolojiden kaçınılmasını sağlamaz. Yukarıda da değinildiği gibi, modern çağın iki büyük toplumsal dönüşümünün, yani kapitalizmin gelişmesi ile modern devletin doğuşunun milliyetçilikle ilişkisi aşikârdır. Bu iki dönüşümü anlama çabasının bir ürünü olarak değerlendirilebilecek tarihsel sosyoloji disiplini içindeki çalışmalar, toplumsal bütünlüğü kurgulayış biçimleri ve nedensellik kavrayışları itibariyle, yine işlevselci ve teleolojik çıkarımlara cevaz verebilirler. Özellikle Ellen M. Wood’un burjuva paradigması olarak adlandırdığı (1991: 6), bu ikili dönüşümü burjuvazinin bilinçli eylemleri üzerinden açıklayan bir perspektif (önemli eleştiriler için bkz. Comninel, 1987; Halperin, 2004; Mayers, 1981; Teschke, 2003) ile tarihsel sosyoloji geleneği içinde önemli bir ağırlığa sahip yeni-Weberci ve yeni-devletçi kuramlar bu tür çıkarımlara imkân sağlayan kuramsal temeller sunarlar. Burada söz konusu perspektifleri ayrıntılı bir şekilde ele alma imkânımız olmasa da, karşılaştırmalı milliyetçilik çalışmaları açısından önemli ve Osmanlı İmparatorluğu örneğinde de sık sık referans verilen iki ismi bu açıdan örnek olarak gösterebiliriz. Çalışmalarının Social Preconditions of National Revival in Europe adıyla derleme bir kitap olarak İngilizceye çevrilmesiyle, en fazla atıfta bulunulan Marksist milliyetçilik kuramcılarından biri haline gelen (Özkırımlı, 2000: 156) Çek tarihçi Miroslav Hroch’un, milliyetçi hareketler için önerdiği üç aşamalı gelişim kuramı yaygın kabul görmüştür. Fakat, Hroch’un analizine içkin olan “burjuva paradigması”, yani ulus oluşumlarını ve milliyetçi hareketleri burjuva sınıf formasyonunun ve kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmişliği üzerinden açıklama çabası ve milliyetçi hareketlerin gelişmesinde burjuvaziye biçtiği rol, kuramında önemli bir zafiyete neden olmaktadır. Bu zafiyet Alternatif Politika, Cilt. 5, Sayı. 1, 1-27, Nisan 2013 17 nedeniyle, Hroch’un pek çok açıdan işlevsel olan meşhur “A-B-C” dönemlendirmesi, milliyetçi teleolojiyi besleyen bir içerik kazanabilir. Ulus fikrinin oluşumundan kitlesel mücadele yoluyla bağımsızlığın kazanılmasına kadar giden süreç, yalnızca burjuva toplumunun ihtiyaçları ya da burjuvazinin bilinçli eylemleri üzerinden açıklandığında, kapitalizmin gelişimine odaklanan bir teleolojik yaklaşımın temelleri atılmış olur. Benzer şekilde, Michael Hechter’in milliyetçi hareketlerin doğuşunda, modern devletle birlikte gündeme gelen dolaylı yönetimden doğrudan yönetime geçiş sürecine belirleyicilik atfeden çalışması da, bu geçiş sürecinin temel aktörü olarak toplumdan ayrışmış aşkın bir özne olan devleti görmesiyle milliyetçi teleolojinin yeniden üretilmesine kapı aralar (2001). Bir yandan milliyetçilik fenomenini devletlerin doğrudan yönetime geçişleri gibi tekil bir nedene bağlama çalışması, diğer yandansa modern devlet oluşumunu tamamen işlevselci bir yaklaşımla açıklaması, Hechter’in milliyetçilik ile tarihsel sosyoloji arasında kurduğu ilişkiyi milliyetçi teleolojiye açık hale getirir. Her iki yazarın da ulusu, milliyetçiliği önceleyen bir tarihsel gerçeklik olarak görmelerinin teleolojik okumalar yapmaları üzerindeki etkileri de göz önünde bulundurulmalıdır. Bu iki örnekte de gördüğümüz gibi tarihsel sosyolojik yaklaşımlarla milliyetçilik kuramlarını bir araya getirmeye, daha doğru bir deyişle tarihsel sosyolojik bir milliyetçilik çözümlemesi geliştirmeye yönelik her girişim, milliyetçi teleolojini aşılması sonucunu doğurmamaktadır. Bunun için gerekli olan, yukarıda ihtiyacı belirtilen daha eklektik ve çoğul nedensellikleri gözeten milliyetçilik kuramları ile “özne-yapı sorunsalına dair maddeci ve çeşitli düzeylerde ilişkisel bir yaklaşım geliştir(en); problem-merkezli bir araştırma stratejisine sahip (olan); nedensel açıklamalar ortaya koymayı hedefle(yen); karşılaştırma yaparak düzenlilik ve farklılıkları bulmaya çalış(an) ve siyasal kerteyi en az yapısal koşullar kadar önemse(yen)” bir tarihsel sosyolojik perspektifin buluşturulmasıdır (Ergut ve Uysal, 2007: 11-13). Osmanlı İmparatorluğu’nda Milliyetçi Hareketler: Hâkim Paradigmaların Ötesi Osmanlı İmparatorluğu söz konusu olduğunda, milliyetçi teleolojiyi besleyen bir diğer etmen olarak, bu tür bir tarihsel sosyolojik perspektifin henüz milliyetçilik çalışmalarıyla buluşturulamamış olduğu ileri sürülebilir. Hem tekil milliyetçi hareketler üzerine kaleme alınan monografiler hem de sayıları az da olsa aşağıda kısaca değinme olanağı bulacağımız kimi 18 Çağdaş Sümer karşılaştırmalı çözümleme denemeleri, büyük oranda, Osmanlı-Cumhuriyet tarihyazımına damgasını vuran hâkim paradigmaların etkilerini taşımaktadır. Her biri sosyal bilimler üzerinde küçümsenemeyecek etkiler yaratmış üç paradigmatik değişim, Osmanlı tarihyazımında da birbirinden farklı üç dalgaya kaynaklık etmiştir. Cem Emrence’nin (2008a: 290), modernleşme paradigması, yapısalcı makro analizler ve postyapısalcıktan beslenen yaklaşımlar olarak adlandırdığı bu üç dalga, Osmanlı İmparatorluğu’nun XIX. yüzyılda geçirdiği dönüşüme bir “temel özellik” atfeden ve dönüşümün hikâyesini bu temel özellik etrafında ören birer büyük anlatıya sahiptir. Emrence’nin de dile getirdiği gibi söz konusu temel özellik arayışı, bu dalgaların büyük oranda tekil-nedenselliğe dayanan açıklamalar getirmesine neden olmuş (Emrence, 2008b: 1-3) ve hem uzamsal hem de zamansal olarak Osmanlı dönüşümünün haiz olduğu farklı veçhelerin göz ardı edilmesi sonucunu doğurmuştur. Esas olarak İkinci Dünya Savaşı sonrasında, kolonyalizmin çöküşüne eşlik eden yeni ulus devletlerin yaratılması süreçlerini Batı yanlısı bir mecrada “yönetme” çabalarının kuramsal alt yapısını oluşturmak üzere geliştirilmiş olan modernleşme paradigması, en verimli alanlarından birisini hiç kuşkusuz kolonyal bir geçmişe sahip olmamış ve bu anlamda uzun ve evrimsel bir modernleşme süreci yaşamış Osmanlı örneğinde bulmuştur. Söz konusu paradigma, yapısalişlevselci sosyoloji ile Weber temelli bir tarih okumasının eklemlenmesi üzerine kurulu bir modernleşme anlatısı inşa etmiştir. Geleneksel ve modern toplum arasındaki karşıtlıktan yola çıkan bu anlatı, birincisinden ikincisine geçişi lineer ve asıl failin seçkinler olduğu bir süreç olarak açıklamış ve kendi iç dinamiklerindeki zayıflıklar nedeniyle Batı’nınkine benzer bir otantik dönüşüm yaşayamamış “diğer” toplumların, Batı’nın geliştirdiği kurum ve kültürlerin ithali vasıtasıyla modernleşebileceğini savunmuştur. Bu paradigma çerçevesinden bakıldığında Osmanlı İmparatorluğu’nun hikayesi, varlığını sürdürebilmek için Batı karşısındaki zayıflığından kurtulmayı amaç edinmiş bir grup bürokrat-seçkinin toplumu yukarıdan aşağıya Batı normlarında ıslah etme çabaları olarak karşımıza çıkar. Bu bir rasyonelleşme, bürokratikleşme ve kültürleşme sürecidir ve bu anlamda modernleşmenin temel taşıyıcısı da yapılan reformlardır. Anlatı bir kez bu tür bir çizgi üzerine inşa edildiğinde, modernleşmenin doğurduğu toplumsal ve siyasi gerilimler de gelenek-modernite karşıtlığı temelinde açıklanmaya çalışılır. Bu gerilimlerin en önemlilerinden olan milliyetçilik de, taşıyıcı öznesi ister bürokrasi isterse burjuvazi olsun modernleşmenin kaçınılmaz sonuçlarına bağlı bir teleoloji içinde okunur. Alternatif Politika, Cilt. 5, Sayı. 1, 1-27, Nisan 2013 19 Osmanlı tarihyazımının, sosyal bilimlerdeki paradigmatik dönüşlerden etkilenen ikinci büyük dalgası, aslında modernleşme paradigmasının eleştirisi üzerine inşa edilmiş olan “bağımlılık okulu” ve onun kuramsal bir türevi olarak görülebilecek “dünya-sistemi” yaklaşımlarının etkisinde ortaya çıkmıştır. Bu dalga, Osmanlı’nın az gelişmişliği üzerine odaklanan ve varlığını büyük oranda 1960-1980 arasının Türkiye tartışmalarına borçlu olan yarı akademik tartışmaların mirası üzerinde şekillense de, kuramsal açıdan en gelişkin ifadesini doğrudan dünya-sistemci literatürün ilgi alanını Osmanlı İmparatorluğu’nu da içine alacak şekilde genişletmesiyle bulmuştur. Çağlar Keyder, Hurcihan İslamoğlu-İnan, Şevket Pamuk, Reşat Kasaba gibi yazarların Osmanlı İmparatorluğu’nun dünya-sistemine bir çevre ülke olarak eklemlenmesi üzerine kaleme aldıkları çalışmalar, dünya-sistemciliğin kendi kuramsal tutarsızlık ve yetersizlikleri ile maluldürler. Dahası, bu yetersizlikler karşısında kuramlarını revize etmeye yönelik girişimleri sırasında modernleşme paradigmasının kuramsal ön kabullerine başvurdukları oranda, devlet toplum karşıtlığı ile süreklilik tezlerini de tahkim ettikleri söylenebilir. OsmanlıCumhuriyet tarihyazımının bu ikinci dalgası, milliyetçilik de dâhil olmak üzere siyasi süreçleri, dünya kapitalizmine eklemlenme sürecinin kaçınılmazlık ve gerekliliklerine indirgediği oranda teleolojik bir bakış açısının yerleşmesine katkıda bulunmuştur. Üçüncü dalgaysa post-yapısalcılığın sosyal bilimler üzerinde köklü etkiler yarattığı 1990’ların ardından gelmiş ve esas olarak post-kolonyal ve maduniyet çalışmalarından beslenerek, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki kolonyal pratiklere odaklanmıştır. Bu yaklaşımın temel tezi, seçkinler ya da muktedirler ve onların devlet eliyle inşa ettikleri iktidar pratikleriyle madunlar arasındaki çatışma ve müzakereye dayalı ilişkilerin Osmanlı İmparatorluğu’nun XIX. yüzyıldaki serüvenine şekil verdiğidir. Bu anlamda, hem merkezden dayatılan reformların hem de dünya kapitalizmine eşitsiz eklemlenme sürecinin içinde devindiği bağlam, merkezî devletle farklı toplumsal coğrafyalar arasındaki kolonyal pratiklerdir. Bu pratikler, toplumun daha “okunur” kılınmasını (Scott, 2008) ve farklılıkları düzleyecek bir emperyal kimliğin yaratılmasını hedef almış ve buna uygun bir “vazife-i temdin” ya da mission civilisatrice a la turca eşliğinde Tanzimat’tan Cumhuriyete uzanan bir süreklilik içinde Osmanlı toplumuna şekil vermiştir. Devlet-toplum çatışmasına yapılan vurgunun yerini muktedirler-madunlar çatışmasına ya da kültürel merkez-çevrenin yerini kolonyal merkez-çevreye bırakmış olması, Batılaşmaya yönelik reformlarınsa, kolonyal iktidar pratikleriyle yer değiştirmesi ve milliyetçiliği de içerecek şekilde 20 Çağdaş Sümer toplumsal çatışma ve işbirliği süreçlerinin bu pratiklerle ilişkilendirilmesi, söz konusu teleolojiyi tahkim edici bir özellik arz etmiştir. Her üç paradigmanın kendi içlerinde eleştirisi mümkündür ve bu bahiste hayli gelişkin bir literatür bulunmaktadır. Özellikle modernleşme ve dünya-sistemi paradigmaları, hem genel olarak hem de Osmanlı dönüşümü özelinde açıklayıcılık iddialarını sürdüremeyecek ölçüde eleştirilmiş ve kendilerini yenileme çabaları da büyük oranda başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Postyapısalcı yaklaşımlarsa, etkilerini bir ölçüde sürdürmekte ve Osmanlı tarihyazımın kıyılarını dövmeye devam etmektedir. Fakat bu ilk iki dalganın çoktan çekilmiş, üçüncüsününse bir vade sonra benzer bir kaderle karşılaşacak olması, bu paradigmaların önemini azaltmamaktadır. Zira her üç dalga da Osmanlı dönüşümüne ve tabii ki Osmanlı İmparatorluğu’ndaki milliyetçi hareketlere dair çalışmaların dayandıkları ön kabulleri belirlemiş ve bu anlamda derin izler bırakmışlardır. Bu izlerin en önemlilerinden biri, Osmanlı İmparatorluğu’nun dönüşümü söz konusu olduğunda süreklilik kopuş diyalektiğinde çubuğun süreklilik lehine neredeyse kırılma yaratacak ölçüde bükülmesi, diğeri ise büyük oranda Osmanlı’nın istisnailiği ya da kendine özgülüğü üzerinde şekillenen devlet-toplum karşıtlığı ya da dönüşümün faili olarak özerk ve güçlü devlet algısıdır. Söz konusu izleri, Osmanlı İmparatorluğu’nda milliyetçiliğin doğuşu ve gelişimini tarihsel sosyolojik bir perspektifle ve karşılaştırmalı bir biçimde ele almaya çalışan az sayıdaki çalışmada görmek mümkündür. Bu bağlamda, Kemal Karpat’ın ilk olarak 1973’de ABD’de bir kitapçık olarak yayımlanan An Inquiry Into the Social Foundations of Nationalism in the Ottoman State: From Social Estates to Classes. From Millets to Nations başlıklı çalışması ile Çağlar Keyder’in Barkey ve von Hagen tarafından derlenen After Empire isimli kitap için 1997’de kaleme aldığı, “The Ottoman Empire” ismini taşıyan makalesi üzerinde durulmaya değerdir.1 İlki modernleşme paradigmasının, ikincisiyse dünya-sistemciliğin Türkiye’deki önemli temsilcileri arasında sayılabilecek olan bu iki isim, milliyetçi tarihyazımlarının ötesine geçebilecek tarihsel sosyolojik modeller önermelerine ve İmparatorluk sathındaki farklı milliyetçiliklere dair karşılaştırmalı bir analiz geliştirmelerine rağmen, modellerine içkin olan ön kabuller nedeniyle, milliyetçi teleolojiyi bütünüyle aşamamışlardır. Kemal Karpat’ın 1973 tarihli hayli erken çalışması, milliyetçiliği ortaçağdaki toplumsal ve iktisadi yapıların ve dini cemaatlerin çöküşü ile Balkanlar ve Orta Doğu’daki uzun bir zamana yayılmış yapısal ve psikolojik dönüşümlerin siyasi sonuçları temelinde inceler(1973: 6). Osmanlı Alternatif Politika, Cilt. 5, Sayı. 1, 1-27, Nisan 2013 21 eski rejiminin çöküşüne eşlik eden toplumsal farklılaşma ve ticarete dayalı orta sınıfların ortaya çıkışı, gayrimüslim topluluklar arasında milliyetçiliğin yükselişiyle sonuçlanmıştır (1973: 60, 80). Müslümanlar arasında milliyetçilikse, kendisini yerelcilik olarak gösteren yeni gelişen Müslüman burjuvazinin öncülüğündeki bir ilk evrenin ardından, Osmanlı Devleti’nin merkezileştirici ve Türkleştirici politikaları nedeniyle bağımsızlık talep eden milliyetçiliklere evrilmiştir (1973: 116). Bu anlamda Osmanlı İmparatorluğu’nun modernleşme çabaları, ilk önce Müslüman ve gayrimüslim unsurlar arasındaki bölünmeyi derinleştirerek, daha sonraysa Müslüman unsurları Türk unsur karşısında politize ederek milliyetçiliğin gelişmesine katkıda bulunmuştur. Çağlar Keyder’in önerdiği modelse, hem kuramsal olarak daha tutarlı olsa hem de milliyetçi teleoloji karşısında daha fazla farkındalık gösterse de Karpat’ınkiyle önemli benzerlikler sergilemektedir. İmparatorluğun sahip olduğu pre-kapitalist öz ile XVIII. yüzyılın ticarileşemeye dayanan kapitalist gelişmesi, İmparatorluk’ta ayrılıkçı milliyetçiliğin temelini oluşturur (1997: 32). Özellikle Avrupa’daki topraklarında genişleyen kapitalist ilişkiler karşısında İmparatorluğun bu ilişkilerin ihtiyaç duyduğu reformları zamanında gerçekleştirememesi, Yunan, Bulgar ve Sırp milliyetçiliklerini doğurmuştur (1997: 33). Asya’daki topraklarda ise milliyetçilik, reformların gecikmesinden ziyade, XIX. yüzyılın sonuna doğru özellikle merkeziyetçilik yönünde hız kazanmasından kaynaklanmıştır. Merkezileşmeye eşlik eden yeni tip Türk milliyetçiliği, Ermeni milliyetçiliğini güçlendirmiş, Arap, Arnavut ve Kürt milliyetçiliklerinin de siyaset sahnesine çıkmasına neden olmuştur (1997: 41). Bu kısa özetlerden de görüleceği üzere, Keyder ve Karpat’ın yaklaşımları, milliyetçiliğin doğuşu ile makalenin bir önceki bölümünde altı çizilen iki temel dönüşüm, yani kapitalizmin gelişimi ile modern devlet oluşumu arasında kurulan dolayımsız neden-sonuç ilişkisine örnek teşkil ederler. Her iki yaklaşımda da milliyetçiliğin gelişimi, önce kapitalizmin ardından da buna koşut olarak modern devletin gelişiminin ürünü olan toplumsal sınıfların, yani burjuvazi ve bürokrasinin faili olduğu bir süreç olarak tarif edilir. Yine her iki yaklaşım da kapitalist gelişimmodern devlet ilişkisi çerçevesinde siyasal alanın yeniden örgütlenmesini, yani reformları devlettoplum ikiliği çerçevesinde kurgular. Bu anlamda Osmanlı İmparatorluğu’nda reform, farklı toplumsal sınıfsal ve siyasal mücadeleler sonucunda şekillenen bir siyasal süreçten ziyade, devlet seçkinlerinin, kapitalist gelişme ve milliyetçilik karşısında verdiği yanıtlar biçiminde tasavvur edilir. Son olaraksa, kapitalist gelişim ve modern devlet oluşumu, her iki çözümlemede de 22 Çağdaş Sümer değişmez bir öze sahip, lineer süreçler olarak ele alınır. Bu bakımdan, her iki sürecin de milliyetçi hareketler üzerindeki etkilerinin şiddeti ve zamanlaması nitel değil nicel bir sorundur. Karpat’ın ve Keyder’in, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki milliyetçi hareketleri yaratan nedensel mekanizmalara yönelik hipotezlerini tarihsel araştırmayla sınamak yerine, daha genel ve tanımı yapılmamış bir milliyetçilik fenomenini, varlığı veri alınan başka iki tarihsel fenomenle ilişkilendirmeyi tercih etmeleri, milliyetçi teleolojiden bütünüyle kurtulamamalarına neden olmuştur. Sonuç Mahoney ve Rueschemayer, karşılaştırmalı tarihsel çözümleme geleneği içinde yer alan araştırmacıların nedensel çözümlemeye yönelik ortak bir ilgiyle zaman içinde ilerleyen süreçlere dair bir vurgu paylaştıklarını ve sistematik ve bağlam içine yerleştirilmiş karşılaştırmaya başvurduklarını belirtir (2003: 10). Bununla birlikte Skocpol ve Somers’in öne sürdüğü gibi karşılaştırmalı tarih yönteminin kullanılmasında üç temel mantık ayırt edilebilir (1980: 175). Bunlardan “kuramın paralel sergilenmesi” adını taşıyan ilki, okuyucuyu, açık bir şekilde resmedilen bir hipotez ya da kuramın, birbiriyle ilişkili bir dizi tarihsel güzergâha uygulandığında verimli sonuçlar ürettiğine ikna etmeye çalışır (1980: 176). “Bağlamların zıtlığı” olarak tarif edilebilecek ikinci mantıksa, birbirlerinden farklı olduğuna inanılan vakalar arasındaki zıtlıkları göstermeyi ve her bir vakanın tarihsel özgüllüğünü yakalamayı amaçlar (1980: 180). Karşılaştırmalı tarihsel çözümlemenin üçüncü mantığıysa, tarihçilerin bir makro-fenomenle ilgili nedensel önermelerini sınamalarına imkân veren, “makro-nedensel çözümleme”dir (1980: 182). Karşılaştırmalı çözümlemenin bu üçüncü mantığı, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki milliyetçi hareketlerin ardındaki çoğul nedenselliklerin ortaya çıkarılması açısından önemli bir yöntemsel fırsat sunmaktadır. Sabit bir fenomenin farklı tezahürleri olmaktan ziyade, her biri başlı başına kendi nedensel mekanizmalarına sahip olan Osmanlı İmparatorluğu’ndaki milliyetçi toplumsal hareketler, ancak bu mekanizmaların karşılaştırmalı bir çözümlemesi yoluyla tarihsel bağlamlarına oturtulabilir ve böylece milliyetçi teleolojinin kaynaklık ettiği işlevsel ve tek nedene dayanan açıklamaların ötesine geçilebilir. Benzer şekilde nedensel mekanizmalar arasındaki benzerlikler ve farklılıkların ortaya konması, söz konusu milliyetçi hareketlerin gayrimüslimmüslüman ya da Avrupa-Asya tipi milliyetçilikler şeklinde dikotomik bir şekilde sınıflandırılması yerine, çoğul bir varyasyon arayışına kapı aralayabilir. Alternatif Politika, Cilt. 5, Sayı. 1, 1-27, Nisan 2013 23 Bununla birlikte milliyetçi teleolojinin aşılması için, sadece karşılaştırmalı tarihsel çözümleme yöntemine başvurulması yeterli değildir. Çünkü bu yöntem, her halükarda araştırma nesnesinin içinde hareket edeceği bir bağlama ve araştırma sonucunda sınanacak hipotezlere ihtiyaç duyar. Bu makalede öne sürüldüğü üzere, bu bağlam ve hipotezler, büyük oranda, bizatihi milliyetçi teleolojinin etkisindeki kaynaklardan sağlanmaktadır. Bu nedenle “makro-nedensel çözümle yöntemi”ne başvurulmadan önce yapılması gereken, milliyetçi teleolojiyi aşacak bir bağlamın oluşturulması ve hipotezlerin ortaya atılmasıdır. Bu çerçevede, XX. yüzyıl boyunca hakimiyetini sürdüren milliyetçi tarihyazımının doğrudan ya da dolaylı etkilerini silmek için, Osmanlı İmparatorluğu, milliyetçi hareketler de dâhil olmak üzere farklı siyasi yapı ve süreçlerin içinde devindiği bir tarihsel/toplumsal bütünlük olarak kurgulanmalıdır. Osmanlı tarihini yapan özne olarak Osmanlı halklarının bu bütünlükle kurduğu ilişkilerin ve bu ilişkiler çerçevesinde edindikleri kimliklerin çoğulluğu, tekil nedenselliğe dayanan açıklamaların yetersizliğini ortaya koyacak en önemli faktördür. Karşılaştırmalı çözümleme için araştırma nesnesinin doğru bir şekilde tanımlanması da büyük önem taşımaktadır. Milliyetçiliğin köken ve gelişimi yerine, milliyetçi toplumsal hareketlerin araştırma nesnesi olarak belirlenmesi ve sınanmak üzere ortaya konacak hipotezlerin, araştırma nesnesine uygun bir kuramsal yaklaşımla belirlenmesi gerekmektedir. Milliyetçilik kuramları söz konusu olduğunda her örnekte kullanılabilecek sabit bir entegre model arayışından ziyade, araştırma probleminin özgüllüklerine duyarlı, esnek bir kuramsal çerçeve oluşturulmalıdır. Son olaraksa, milliyetçi hareketlerin bir parçası olduğu büyük dönüşüm, hem genel olarak hem de Osmanlı örneğinde, özne-yapı sorunsalına duyarlı, problem-merkezli, çoğul nedenselliklerin ve olumsallıkların farkında olan bir tarihsel sosyolojik perspektifle ele alınmalıdır. Bu büyük dönüşümü, bir sınıfın ya da bir devletin kendinden menkul ihtiyaçlarını gidermek için inşa edilen lineer bir süreç olarak gören ve milliyetçiliği de bu sürecin bir ürünü olarak açıklayan yaklaşımlar karşısında mesafeli olunmalıdır. Toplumsal dönüşümün öznesi olarak burjuvazi ya da bürokrasi yerine, siyasi, kültürel, iktisadi ve toplumsal alanlarda mücadele eden Osmanlı halklarının konması ve siyasal süreçlerin devlet-toplum karşıtlığından kurtarılması gerekmektedir. Bu açıdan milliyetçi hareketlerin içinde devindikleri siyasal alanın belirlenmesinde, devletten ziyade siyasal rejimlere odaklanılması verimli sonuçlar doğuracaktır. 24 Çağdaş Sümer SON NOTLAR *Arş. Gör., Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Tarih Bölümü, Ankara. 1 Bu çalışmalardan ilkinin Türkçesi, “Osmanlı Devleti’nde Milliyetçiliğin Sosyal Temelleri: Tabakadan Sınıfa, Ümmetten Millete” başlığıyla (Karpat, 2006), ikincisinin Türkçesi ise “Osmanlı İmparatorluğu’nun Gerileyişi ve Çöküşü” adıyla (Keyder, 2005) yayımlanmıştır. KAYNAKÇA AÇIKEL, F. (2009), ‘Tarihsel Sosyoloji, Eşitsiz ve Bileşik Gelişim sürecinin Kuramsallaştırılması Girişimidir,’ Elisabeth Özdalga (ed.), Tarihsel Sosyoloji, röp. Çağdaş Sümer, Ankara: Doğu Batı, ss. 142-176. ADANIR, F. (2006), “Fransız İhtilali, Sırp Ayaklanması ve Osmanlı Devleti,” Toplumsal Tarih, 147, ss.32- 39. ANDERSON, B. (1995), Hayali Cemaatler, çev. İskender Savaşır, İstanbul: Metis. BLUMI, I. (2011), Reinstating the Ottomans, Alternative Balkan Modernities, 1800-1912, New York: Palgrave MacMillan. BOYAR, E. (2007), Ottomans, Turks and the Balkans, Londra: I.B. Tauris. BREUILLY, J. (1983), ‘Sunuş’, Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk, çev. B. Ersanlı ve G. G. Özdoğan, İstanbul: Hil Yayınları. CALHOUN, C. (2007), Milliyetçilik, çev. Bilgen Sütçüoğlu, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. CAMPOS, M. (2010), Ottoman Brothers : Muslims, Christians, and Jews in Early Twentieth-century Palestine, Stanford: Stanford University Press. COHEN, J. P. (2012), “Between Civic and Islamic Ottomanism: Jewish Imperial Citizenship in the Hamidean Era,” International Journal of Middle East Studies, 44, ss. 237-255. COMNINEL, G.C. (1987), Rethinking the French Revolution: Marxism and the Revisionist Challenge, New Yor ve Londra: Verso. DAWN, E. (1973), From Ottomanism to Arabism: Essays on the Origins of Arab Nationalism, Urbana: University of Illinois Press. DAY, G. ve THOMPSON A. (2004), Theorizing Nationalism, New York: Palgrave. DER MATOSSIAN, B. (2008), Ethnic Politics in Post-revolutionary Ottoman Empire: Armenians, Arabs, and Jews During the Second Constitutional Period (1908-1909), Yayımlanmamış Doktora Tezi, New York: Columbia University. EMRENCE, C. (2008a), “Imperial Paths, Big Comparisons: The Late Ottoman Empire,” Journal of Global History 3, pp. 289–311. Alternatif Politika, Cilt. 5, Sayı. 1, 1-27, Nisan 2013 25 EMRENCE, C. (2008b), The Great Divergence in the Ottoman Middle East, 1820-1908, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Binghamton: Binghamton University SUNY. ERGUT, F. (2004), “Disiplinlerarasılık, Teori ve Tezden Çıkmış Kitaplar Üzerine Serbest Vezinde Yazılmış Düşünceler,” Toplum ve Bilim, 100, ss. 39-43. ERGUT, F. ve UYSAL, A. (2007), “Tarihsel Sosyoloji Ne Yapar? Nasıl Yapar?,” F. Ergut ve A. Uysal (ed.), Tarihsel Sosyoloji, Stratejiler, Sorunsallar, Paradigmalar, Ankara: Dipnot Yayınları. GAWRYCH, G. (2004), The Crescent and the Eagle : Ottoman Rule, Islam and the Albanians, 1874-1913, Londra: I.B. Tauris. GEARY P. (2002), The Myth of Nations, New Jersey: University of Princeton Press. GELVIN, J. (1998), Divided Loyalties : Nationalism and Mass Politics in Syria at the Close of Empire, Berkeley: University of California Press. GINGERAS, R. (2009), Sorrowful Shores, Violence, Ethnicity and the End of the Ottoman Empire, 1912- 1923, New York: Oxford University Press. GÖÇEK, F. M. (2002), “The Decline of the Ottoman Empire and the Emergence of Greek, Armenian, Turkish, and Arab Nationalisms,” Göçek F. M. (ed.), Social Constructions of Nationalism In the Middle East, Albany: SUNY Press, ss. 15-85. HACISALİHOĞLU M. (2008), Jön Türkler ve Makedonya Sorunu, çev. İhsan Çatay, İstanbul: Tarih Vakfı. HALL, J. (1995), “Nationalisms, Classified and Explained,” Sukumar Periwal (ed.), Notions of Nationalism, Budapeşte: Central European University Press. HALPERIN, S. (2004), War and Social Change in Modern Europe: The Great Transformation Revisisted, New York: Cambridge University Press. HEARN, J. (2006), Rethinking Nationalism, New York: Palgrave MacMillan. HECHTER, M (1975), Internal Colonialism : the Celtic Fringe in British National Development, 1536-1966, Berkeley: University of California Press. HECHTER, M. (2001), Containing Nationalism, New York: Oxford University Press. HOBSBAWM, E. (2005), Geleneğin İcadı, çev. Mehmet M. Şahin, İstanbul: Agora. HROCH, M. (1985), Social Preconditions of National Revival in Europe, Cambridge: Cambridge University Press. HROCH, M. (1996) “From National Movement to Fully-formed Nations,” Gopal Balakrishnan (ed.), Mapping the Nation, Birleşik Krallık: Verso. IGGERS, G. (2000), Yirminci Yüzyılda Tarih Yazımı, çev. Gül Çağalı Güven, İstanbul: Tarih Vakfı. JAFFRELOT C. (2005), ‘For A Theory of Nationalism,’ A. Dieckhoff ve C. Jaffrelot (ed.), Londra: C. Hurst&Co., ss.10-62. 26 Çağdaş Sümer KARPAT K. (2006), Osmanlı’da, Değişim Modernleşme ve Uluslaşma, çev. Dilek Özdemir, Ankara: İmge, ss. 71-219. KARPAT, K. (1973), An Inquiry Into the Social Foundations of Nationalism in the Ottoman State: From Social Estates to Classes. From Millets to Nations. Research Monograph 39. Princeton, N.J: Princeton University Press. KAYALI, H. (1997), Arabs and Young Turks : Ottomanism, Arabism, and Islamism in the Ottoman Empire, 1908-1918, Berkeley: University of California Press. KECHRIOTIS, V. (2005), “Greek Orthodox, Otoman Greeks or Just Greeks? Theories of Coexistence in the Aftermath of the Young Turk Revolution,” Académie des Sciences De Bulgarie Institut D’Études Balkaniques, 1, ss. 51-71 KECHRIOTIS, V. (2007), “The Modernization of the Empire and the Community ‘Privileges’: Greek Orthodox Responses to the Young Turk Policies”, Atabaki, Touraj (ed.), State and the Subaltern: Modernization, Society and the State in Turkey and Iran, Londra: I.B. Tauris. KEYDER, Ç. (1997), “The Ottoman Empire,” K. Barkey ve M. von Hagen, After Empire, Boulder: Westview Press. KEYDER, Ç. (2005), “Osmanlı İmparatorluğu’nun Gerileyişi ve Çöküşü,” Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Briliği’ne, İstanbul: İletişim. MAHONEY, J. Ve RUESCHEMEYER, D., (2003), ‘Comparative Historical Analysis: Achievements and Agendas,’ Mhoney J. Ve Rueschemeyer D. (ed.), New York: Cambridge University Press, ss. 3-41. MANN, M. (1995), “A Poltical Theory of Nationalism and Its Excesses,” Sukumar Periwal (ed.) Notions of Nationalism, Budapeşte: Central European University Press, ss.65-83. MAXWELL, A. (2012), “Typologies and Phases in Nationalism Studies: Hroch’s A-B-C Schema as a a Basis for Comparative Terminology, A. Maxwell (ed.), The Comparative Approach to National Movements, Oxon: Routledge. MAYERS, A. (1981), The Persistence of The Old Regime, New York: Pantheon Books. NAIRN, T. (1997), Faces of nationalism: Janus revisited, Londra ve New York: Verso. ÖZKIRIMLI, U. (2000), Theories of Nationalism: A Critical Introduction, New York: St. Martin’s Press. ÖZOĞLU H. (2004), Kurdish Notables and the Ottoman State: Evolving Identites, Competing Loyalties, and Shifting Boundaries, Abany: SUNY Press. REYNOLDS, M. (2010), Shattering Empires, New York: Cambridge University Press. ROGER, A. (2008), Milliyetçilik Kuramları, çev. Işık Ergüden, İstanbul: Versus. RULE, J. (1997), Theory and Progress i
.
.BALKANLAR’DA SIRP MİLLİYETÇİLİĞİ VE SIRBİSTAN DIŞ POLİTİKASINA ETKİLERİ 2022 YÜKSEK LİSANS TEZİ BÖLGE ÇALIŞMALARI ANABİLİM DALI Muhammed Nurullah KETKANLI Danışman Doç. Dr. Umut KEDİKLİ 1 BALKANLAR’DA SIRP MİLLİYETÇİLİĞİ VE SIRBİSTAN DIŞ POLİTİKASINA ETKİLERİ Muhammed Nurullah KETKANLI Doç. Dr. Umut KEDİKLİ T.C. Karabük Üniversitesi Lisansüstü Eğitim Enstitüsü Bölge Çalışmaları Anabilim Dalında Yüksek Lisans Tezi Olarak Hazırlanmıştır KARABÜK Haziran 2022 2 İÇİNDEKİLER İÇİNDEKİLER............................................................................................................. 2 DOĞRULUK BEYANI ................................................................................................ 6 ÖNSÖZ .......................................................................................................................... 7 ÖZ................................................................................................................................... 8 ABSTRACT................................................................................................................... 9 ARŞİV KAYIT BİLGİLERİ...................................................................................... 10 ARCHIVE RECORD INFORMATION .................................................................. 11 KISALTMALAR ........................................................................................................ 12 ARAŞTIRMANIN KONUSU .................................................................................... 14 ARAŞTIRMANIN AMACI VE ÖNEMİ.................................................................. 14 ARAŞTIRMANIN YÖNTEMİ.................................................................................. 15 ARAŞTIRMA HİPOTEZLERİ / PROBLEM ......................................................... 15 KAPSAM VE SINIRLILIKLAR/KARŞILAŞILAN GÜÇLÜKLER.................... 17 GİRİŞ ........................................................................................................................... 18 BİRİNCİ BÖLÜM ...................................................................................................... 23 1. MİLLİYETÇİLİK KAVRAMI VE KURAMLARI......................................... 23 1.1. Olgusal Açıdan Milliyetçiliğin Ortaya Çıkışı, Gelişimi ve Tanımlama Çabaları.................................................................................................................... 23 1.1.1. Millet Nedir? ......................................................................................... 36 1.1.2. Etnisite/Etnik Köken Nedir?................................................................ 42 1.1.3. Ulus Devlet Nedir? ................................................................................ 43 1.2. Milliyetçilik İle İlgili Yaklaşım ve Kuramlar ............................................ 45 1.2.1. İlkçi (Primordialist) Yaklaşım ve Eskilcilik (Perennialism)............. 45 3 1.2.2. Modernist Kuram ................................................................................. 46 1.2.3. Etno-Sembolizm Yaklaşımı.................................................................. 48 İKİNCİ BÖLÜM......................................................................................................... 51 2. SIRP MİLLİYETÇİLİĞİ VE OLUŞUMUNDAKİ ETMENLER.................. 51 2.1. Balkanlar Coğrafyası ve Sırpların Tarihi.................................................. 53 2.1.1. Balkanlar Coğrafyasının Özellikleri ve Adlandırılması.................... 53 2.1.2. Sırpların Tarihi..................................................................................... 59 2.2. Sırp Ulusal Kimliğini Oluşturan Temel Unsurlar..................................... 73 2.2.1. Kosova Efsanesi: “Azizler ve Kafirler” .............................................. 73 2.2.2. Sırp Ortodoks Kilisesi .......................................................................... 77 2.2.3. Millet Sistemi......................................................................................... 78 2.2.4. Nacertanije (Taslak) ............................................................................. 79 2.2.5. Panslavizm ve Kadim Dost Rusya....................................................... 80 2.2.6. Öteki Slavlar ve Slav Olmayan Arnavutlar ....................................... 82 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM..................................................................................................... 92 3. SIRBİSTAN DIŞ POLİTİKASI VE SIRP MİLLİYETÇİLİĞİ...................... 92 3.1. 1990 Sonrası Sırbistan ................................................................................. 92 3.2. Sırbistan’ın Komşuları ile İlişkileri............................................................ 98 3.2.1. Bosna – Hersek ve Bosna Savaşı.......................................................... 98 3.2.2. Kosova ile İlişkiler .............................................................................. 109 3.2.3. Arnavutluk ile İlişkiler ....................................................................... 114 3.2.4. Romanya ile İlişkiler........................................................................... 116 3.2.5. Karadağ ile İlişkiler ............................................................................ 116 3.2.6. Kuzey Makedonya ile İlişkiler ........................................................... 119 3.2.7. Bulgaristan ile İlişkiler ....................................................................... 121 3.3. Bölge Dışı Aktörler ile İlişkiler ................................................................. 122 3.3.1. Amerika Birleşik Devletleri ile İlişkiler ............................................ 122 3.3.2. Avrupa Birliği ile İlişkiler .................................................................. 126 3.3.3. Türkiye ile İlişkiler ............................................................................. 127 3.3.4. Rusya ile İlişkiler ve Ukrayna Krizi.................................................. 129 SONUÇ ...................................................................................................................... 133 KAYNAKÇA............................................................................................................. 138 4 ÖZGEÇMİŞ .............................................................................................................. 153 5 TEZ ONAY SAYFASI Muhammed Nurullah KETKANLI tarafından hazırlanan “BALKANLARDA SIRP MİLLİYETÇİLİĞİ VE SIRBİSTAN DIŞ POLİTİKASINA ETKİLERİ” başlıklı bu tezin Yüksek Lisans Tezi olarak uygun olduğunu onaylarım. Doç. Dr. Umut Kedikli .......................... Tez Danışmanı, İş ve Sosyal Güvenlik Hukuku Anabilim Dalı Bu çalışma, jürimiz tarafından Oy Birliği ile Bölge Çalışmaları Anabilim Dalında Yüksek Lisans tezi olarak kabul edilmiştir. 22.06.2022 Ünvanı, Adı SOYADI (Kurumu) İmzası Başkan : Doç. Dr. Ersin MÜEZZİNOĞLU ( KBÜ) .......................... Üye : Doç. Dr. Umut KEDİKLİ ( CBÜ) .......................... Üye : Dr. Öğr. Üyesi Sanem YAMAK ( KBÜ) .......................... KBÜ Lisansüstü Eğitim Enstitüsü Yönetim Kurulu, bu tez ile, Yüksek Lisans Tezi derecesini onamıştır. Prof. Dr. Hasan SOLMAZ .......................... Lisansüstü Eğitim Enstitüsü Müdürü 6 DOĞRULUK BEYANI Yüksek lisans/Doktora tezi olarak sunduğum bu çalışmayı bilimsel ahlak ve geleneklere aykırı herhangi bir yola tevessül etmeden yazdığımı, araştırmamı yaparken hangi tür alıntıların intihal kusuru sayılacağını bildiğimi, intihal kusuru sayılabilecek herhangi bir bölüme araştırmamda yer vermediğimi, yararlandığım eserlerin kaynakçada gösterilenlerden oluştuğunu ve bu eserlere metin içerisinde uygun şekilde atıf yapıldığını beyan ederim. Enstitü tarafından belli bir zamana bağlı olmaksızın, tezimle ilgili yaptığım bu beyana aykırı bir durumun saptanması durumunda, ortaya çıkacak ahlaki ve hukuki tüm sonuçlara katlanmayı kabul ederim. Adı Soyadı: Muhammed Nurullah KETKANLI İmza : 7 ÖNSÖZ Tezin konusu lisans eğitimim sürecinde Balkan tarihi ile ilgili aldığım dersler ve izlediğim belgeseller sayesinde şekillendi. İlk olarak Boşnaklar ile ilgili bir tez yazmayı düşünürken merakım giderek daha az bilgi sahibi olduğum Sırp toplumuna yöneldi. Bu şekilde çalışmanın konusunu Sırplar ile ilgili seçmeyi uygun buldum. Tez yazım sürecinde bana sürekli destek veren öncelikle anne ve babama teşekkür ederim. Bu süreçte her konuda bana destek veren ve sabır gösteren sevgili tez danışmanım ve hocam Doç. Dr. Umut Kedikli’ye çok teşekkür ederim. Eğitimim süresince üzerimde çok fazla emekleri olan sevgili hocalarıma teşekkür ederim. Ayrıca bu süreçte benim yanımda olan, desteklerini eksik etmeyen sevgili dostlarım Eyüp Şentürk, Furkan Atar, Fatih Mehmet Şenatlı, Cavidan Kerimli ve Salih Namlı’ya teşekkür ederim. 8 ÖZ Milliyetçilik düşüncesi, günümüz uluslararası sisteminin oluşmasında en etkili unsurlardan biri olmuştur. Milliyetçilik olgusunun esnek bir yapıda olması onun çok farklı şekillerde ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu nedenle üzerinde uzlaşılan bir tanımı bulunmamaktadır. Sırp milliyetçiliği, Balkanlar’daki diğer milliyetçilikler gibi etnik köken temelinde şekillendiği için inanç ve kültür çerçevesinde bazı özgün özelliklere sahip olmuştur. Sırp milliyetçiliği dini inanç, efsaneler, kültür, dil ve düşman imajı temelinde şekillenmiştir. Bu nedenle etnik, kolektivist ve dışlayıcı özellikler göstermektedir. Bu özellikler kadim düşmanlar ve dostlar algısına sebep olmaktadır. Bu da dış politikadaki ilişkileri etkilemektedir. Türkiye, coğrafi yakınlık, tarihsel ve kültürel bağlarından dolayı Balkanlara önem vermektedir. Bu sebeple Balkan milletleri ile farklı seviyelerde ilişkiler kurmaktadır. Sırplar, Türklerin Balkanlarda ilk temas kurduğu milletlerden olmuştur. Bu sebeple ilişkileri çok eskiye dayanmaktadır. Bu ilişki bazı dönemlerde olumlu olmuş fakat son iki yüzyıl içerisinde olumsuz bir şekilde gerçekleşmiştir. Bu nedenle çalışmada milliyetçilik düşüncesi, Sırp milliyetçiliğinin unsurları ve Sırp milliyetçi düşüncesinin Sırbistan dış politikasına etkileri incelenmeye çalışılmıştır. Çalışmanın ilk bölümünde milliyetçilik ve millet olgusu üzerinde durulmuştur. Bu konuda kuram ve yaklaşımlar incelenmiştir. İkinci bölümde Sırp milliyetçiliğinin unsurları ve tarihsel gelişimi açıklanmıştır. Üçüncü bölümde ise Sırbistan dış politikasında milliyetçiliğin etkileri incelenmiştir. Çalışma sonucunda milliyetçilik düşüncesinin hala Sırbistan dış politikasında etkili olduğu ve ilişkileri etkilediği sonucuna varılmıştır. Anahtar Kelimeler: Milliyetçilik; Sırp Milliyetçiliği; Balkanlar; Kosova; Rusya; Sırbistan Dış Politikası 9 ABSTRACT The idea of nationalism has been one of the most influential elements in the formation of today's international system. The fact that the phenomenon of nationalism has a flexible structure has enabled it to emerge in many different forms. Therefore, there is no agreed definition. Serbian nationalism, like other nationalisms in the Balkans, has some unique features within the framework of belief and culture, as it is shaped based on ethnicity. Serbian nationalism has been shaped based on religious belief, legends, culture, language and enemy image. Therefore, it shows ethnic, collectivist and exclusionary features. These features cause the perception of ancient enemies and friends. This affects the relations in foreign policy. Turkey attaches importance to the Balkans due to its geographical proximity, historical and cultural ties. For this reason, it establishes relations with the Balkan nations at different levels. The Serbs were among the nations with which the Turks first came into contact in the Balkans. For this reason, their relationship dates to ancient times. This relationship has been positive in some periods but has been negative in the last two centuries. For this reason, the idea of nationalism, the elements of Serbian nationalism and the effects of Serbian nationalist thought on Serbian foreign policy were tried to be examined in this study. In the first part of the study, the phenomenon of nationalism and nation was emphasized. Theories and approaches on this subject have been examined. In the second part, the elements of Serbian nationalism and its historical development are explained. In the third part, the effects of nationalism in Serbian foreign policy are examined. As a result of the study, it was concluded that the idea of nationalism is still effective in Serbian foreign policy and affects relations with other states. Keywords: Nationalism; Serbian Nationalism; Balkans; Kosovo; Russia; Serbian Foreign Policy 10 ARŞİV KAYIT BİLGİLERİ Tezin Adı Balkanlar’da Sırp Milliyetçiliği ve Sırbistan Dış Politikasına Etkileri Tezin Yazarı Muhammed Nurullah Ketkanlı Tezin Danışmanı Doç. Dr. Umut Kedikli Tezin Derecesi Yüksek Lisans Tezi Tezin Tarihi 22.06.2022 Tezin Alanı Bölge Çalışmaları Anabilim Dalı Tezin Yeri KBÜ/LEE Tezin Sayfa Sayısı 153 Anahtar Kelimeler Milliyetçilik; Sırp Milliyetçiliği; Balkanlar; Kosova; Rusya; Sırbistan Dış Politikası 11 ARCHIVE RECORD INFORMATION Name of the Thesis Serbian Nationalism in the Balkans and Its Effect on Serbian Foreign Policy Author of the Thesis Muhammed Nurullah Ketkanlı Advisor of the Thesis Assoc. Prof. Umut Kedikli Status of the Thesis Master Date of the Thesis 22.06.2022 Field of the Thesis Departmant of Area Studies Place of the Thesis KBU/LEE Total Page Number 153 Keywords Nationalism; Serbian Nationalism; Balkans; Kosovo; Russia; Serbian Foreign Policy 12 KISALTMALAR AB : Avrupa Birliği ABD : Amerika Birleşik Devletleri AGİT : Avrupa Güvenlik ve İş Birliği Teşkilatı AT : Avrupa Topluluğu AVNOJ : Yugoslavya’nın Bağımsızlığı İçin Anti – Faşist Konseyi BDT : Bağımsız Devletler Topluluğu BM : Birleşmiş Milletler BMGK : Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi EUFOR : Avrupa Gücü EULEX : AB Hukukun Üstünlüğü Heyeti (European Union Rule of Law Mission in Kosovo) EYUCM : Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi IFOR : Uygulama Gücü (Implementation Force) KFOR : Kosova Gücü (Kosovo Force) NATO : Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü (North Atlantic Treaty Organization) OHR : Yüksek Temsilcilik Ofisi (Office of the High Representative) RS : Sırp Cumhuriyeti (Republika Srpska) SFOR : Stabilizasyon Gücü (Stabilization Force) SSCB : Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği UAD : Uluslararası Adalet Divanı UBDA : Devlet Güvenlik Hizmeti 13 UÇK : Kosova Kurtuluş Ordusu (Ushtria Çlirimtare Kosoves) UNMIK : BM Kosova Misyonu (United Nations Mission in Kosovo) YFHC : Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti YSFC : Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti 14 ARAŞTIRMANIN KONUSU Sırplar, Balkanlar coğrafyasındaki merkezi konumlarından dolayı diğer tüm Balkan milletleri ile komşudurlar ve bu nedenle tüm komşuları ile belli ölçüde ortak veya karşıt çıkarları olmaktadır. Bu da Sırpların Balkanlardaki ilişkilerde önemli bir konuma sahip olmasında etkili olmakta, onların açık bir şekilde anlaşılmasını gerekli kılmaktadır. Bundan dolayı bu çalışma milliyetçilik olgusu bağlamında Sırp Milliyetçiliğini oluşturan temel unsurları açıklama ve onların Sırbistan dış politikasına etkileri bağlamında milliyetçiliği ve temel kuramlarını açıklamış, bu bağlamda tarihte Sırp Milliyetçiliğini şekillendiren unsurları anlatmış ve bunun günümüz Sırbistan Dış Politikasına etkilerini konu edinmiştir. ARAŞTIRMANIN AMACI VE ÖNEMİ Zamanında tam olarak çözüme kavuşturulamamış, gelecekteki bir tarihte tekrar gün yüzüne çıkmak üzere dondurulmuş olan sorunlar, krizler ve çatışmalar, geçen süre içerisinde bu olayları yaşayan toplumlar arasında ilişkilerin normalleşmesini ve sağlıklı bir zemine oturtulmasını engellemektedir. Bir köşede duran, zaman zaman meydana gelen tartışmalar ile yeniden alevlendirilen bu konular toplumların geçmişte yaşanılan düşmanlıklarının sürekli bir şekilde diri tutulmasına sebep olmaktadır. Milliyetçilik çalışmalarında birçok önemli araştırmacı özellikle küreselleşmenin etkisi ve karşılıklı bağımlılığın da artması ile milliyetçi düşüncelerin zamanla gücünü kaybedeceğini öne sürmüşlerdir. Fakat özellikle bu şekilde dondurulmuş sorunların olduğu veya ulus kimliğini yeni inşa etmeye başlayan ülkelerde milliyetçilik çok farklı şekillerde ve özelliklerde yeniden ortaya çıkmakta ya da eski milliyetçilikler tekrar uyanmaktadırlar. Balkanlar coğrafyası Kosova ve Bosna – Hersek meseleleri gibi henüz tam olarak çözülememiş, tarafların yapılan anlaşmalardan memnuniyetsizliklerinin devam ettiği birçok soruna ev sahipliği yapmaktadır. Bölgede Sırplar bu önemli meselelere taraf olmaktadırlar. Sırp milliyetçiliği içerdiği öğeler bakımdan yoğun duygu yüklü, inanç ve etnik kimliğe dayanan ve bunu çeşitli mit ve anlatılarla besleyen güçlü bir milliyetçilik olmaktadır. Çalışma, Sırpların bu mevcut sorunlara yaklaşımında sahip oldukları milliyetçi düşüncelerin etkilerini açıklamayı amaçlamaktadır. Bu bağlamda 15 çalışmada Sırp milliyetçiliğini oluşturan unsurların ne ölçüde etkili oldukları, Sırbistan Dış Politikasında karar alıcıların komşuları ile ve bölge dışı aktörler ile ilişkilerinde rasyonel kararlar alıp almadıkları anlaşılmaya çalışılmıştır. Burada Sırbistan Dış Politikasının ne ölçüde eski milliyetçi ve irredentist düşüncelerin etkisinde olduğu, Sırbistan’ın komşuları, Avrupa Birliği (AB), Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü (NATO) ve Rusya Federasyonu ile ilişkilerinde milliyetçi düşüncelerin hangi seviyede ilişkileri etkilediğinin anlaşılması amaçlanmıştır. Balkanların Türkiye’ye coğrafi, tarihsel ve kültürel yakınlığından dolayı Balkanlar ile ilgili birçok çalışma yapılmıştır. Bu çalışmalar özellikle tarihsel ve kültürel yakınlıklarından dolayı daha çok Bosna – Hersek ve Kosova’yı merkeze alan çalışmalar olmaktadır. Fakat son yıllarda bu sorunların merkezinde yer alan aktörlerden olan Sırp milleti ile ilgili çalışmaların da sayısı artmaktadır. Özellikle Ukrayna Krizi meselesinde Sırbistan’ın Rusya’ya karşı tutumu ve söylemleri, Balkanlar bölgesinde de bazı endişelere sebep olmuş ve ilişkileri etkilemiştir. Bu da bölgedeki sorunların yeniden yüksek sesle gündeme gelmesine ve tartışılmasına sebep olmuş, bölgeye olan ilgiyi tekrar arttırmıştır. Çalışma bu bağlamda Türkçe literatüre de katkı yaparak Sırp milliyetçiliğinin bölge barışı ve istikrarına etkilerini açıklamayı amaçlamaktadır. ARAŞTIRMANIN YÖNTEMİ Araştırmada, konu ile ilgili mevcut literatür taranmıştır. Milliyetçilik olgusu, Balkanlar ve Sırplar ile ilgili yazılmış makale ve kitaplardan yararlanılmıştır. Ayrıca bölgede, Sırbistan ve ilişkilerini merkeze alan araştırmalar ve medya, internet kaynakları taranmıştır. Bu bağlamda araştırmada kullanılan yöntem nitel araştırmadır. ARAŞTIRMA HİPOTEZLERİ / PROBLEM Bu çalışma Sırp Milliyetçiliğinin Balkanlardaki barışı ve istikrarı tehdit ettiği düşüncesinden hareketle Sırbistan’ın AB, NATO, Rusya ve komşuları ile olan ilişkilerinde hala milliyetçi düşünceler kaynaklı kararlar alarak ve söylemler üreterek 16 hareket ettiği problemi üzerine yazılmıştır. Bu bağlamda alınan kararların rasyonel bir şekilde Sırp milletinin refahının arttırılması ve bölgede barışın sürdürülmesi üzerine değil, eski hesapların, uygun fırsatlar yakalandığı anda yeniden görüleceği ve Sırp milliyetçiliğinin etkin bir şekilde dış politikayı etkilediği düşünülmektedir. Ayrıca Sırp toplumu ve devlet adamları Sırbistan’a karşı yapılan NATO hava bombardımanını hala unutmamıştır. Bununla birlikte 90’lı yıllardaki çatışmalarda AB ülkelerinin Hırvatistan ve Slovenya’nın bağımsızlıklarının tanınmasında izledikleri politikaların ve sonrasında alınan kararların NATO ve AB’nin oluşturduğu Batı’ya karşı Sırp toplumunun olumsuz düşüncelere sahip olmasında, Rusya ile ilişkilerini geliştirmesinde etkili olmuştur. Bu da Balkanlarda Sırbistan’ın Rusya politikalarında Batı’ya karşı bir tehdit unsuru olarak kullanılmasının önünü açmaktadır. Ukrayna Krizi sırasında Sırbistan’ın Rusya’ya uygulanan yaptırımlara katılmaması, Rusya lehine söylemlerde bulunması, ülkede Rusya lehine destek gösterileri yapılması bu duruma örnek teşkil etmektedir. Ayrıca Sırbistan bu ülkelerden önemli ölçüde silah ithal ederek endişe oluşturmaktadır. Bu doğrultuda ilişkilerde mevcut olan bu görüşler Sırp Milliyetçiliğine hem sebep olmakta hem de onun bir sonucunu teşkil etmektedir. Sırp efsaneleri, anlatıları ve kilisenin bu konuda oynadığı rol de Sırpların bölgedeki diğer milletler ve bölge dışı aktörler ile sorunlu bir ilişkiye sahip olmasına neden olmaktadır. Kilisenin Sırpların bağımsızlığında ve ulus inşasında oynadığı merkezi rol Sırp kimliğinin tarihte kaybolmasını engelleyip onun özgün unsurlarını korumasının yanında kullandıkları söylemler Sırp milletine bir paranoya ve diğer kimliklere karşı bir hoşnutsuzluk yüklenmesine de sebep olmuştur. Bu da bölgedeki önemli kriz ve çatışmalara kaynaklık etmiştir. Bu bakımdan çalışmanın temel hipotezleri Sırp Milliyetçiliğinin Balkanlardaki barışı ve istikrarı tehdit etmesi, kararların rasyonel bir şekilde toplum refahı ve bölge barışını sağlayacak yönde alınmadığı, geçmişte yaşananların ve anlatıların Sırbistan’ın diğer ülkelere bakışını ve ilişkilerini etkilediği ve dost ve düşman algısının bu doğrultuda şekillendiği olmaktadır. 17 KAPSAM VE SINIRLILIKLAR/KARŞILAŞILAN GÜÇLÜKLER Bu çalışma yapılırken konu ile ilgili Türkçe ve İngilizce kaynaklardan yararlanılmıştır. Herhangi bir Sırpça metin dil yetersizliğinden dolayı kullanılmamıştır. Çalışma 2020 başlarında ilk planlandığı dönemde Sırbistan’a gidilmesi ve orada bir süre konu ile ilgili saha araştırması yapılması da düşünülmüştür. Fakat daha sonra Covid – 19 salgını dolayısı ile bu gerçekleştirilememiştir. Ayrıca ilerleyen süreçte ortaya çıkan maddi güçlükler de bunda etkili olmuştur. Bu nedenle çalışma yalnızca literatür taraması ile sınırlı olmuştur. Çalışmanın her bölümü için geçerli olarak, bazı kaynaklara basımları olmadığından dolayı ulaşılmakta zorluk çekilmiştir. Ayrıca milliyetçilik literatüründe yapılan güncel birçok çalışmanın henüz Türkçe baskıları bulunmadığından bu konuda hazırlanan bazı kitaplara ulaşmada zorluklar yaşanmıştır. Bu çalışma, Sırp Milliyetçiliğinin anlaşılabilmesi için ilk bölümde milliyetçilik kavramı, kuramları ve milliyetçilik tartışmalarının tarihteki gelişimi anlatılmıştır. İkinci bölümde Sırp Milliyetçiliğinin inşasında Sırpların tarihi, I. Kosova Savaşı’na dair anlatılar, Sırp Kilisesi, önemli karakterler, gruplar ve projeleri üzerinde durulmuştur. Son bölümde ise Sırbistan’ın bu bağlamda mevcut ilişkilerinin niteliğinin şekillenmesinde milliyetçiliğin ne ölçüde etkili olduğu açıklanmaya çalışılmıştır. Bu konular bağlamında çalışmanın sınırları şekillenmiştir. 18 GİRİŞ Milliyetçilik düşüncesi günümüz ulus devletlerini ve milletler topluluğunu meydana getirmiş, dünyamızı ortaya çıktığı günden bu yana şekillendirmiştir. Bireylerin çevrelerine karşı algılarını önemli seviyede etkileyen, aynı zamanda toplumlar arası ilişkileri de şekillendiren en önemli olgulardan olmuştur. Bu olguyu algılama biçimimiz birey ve toplum karakterine yön vermektedir. İnsanların diğer tüm düşünceleri ile beraber içindeki topluma ve dünyaya bakışında milliyetçi düşüncenin ileri derecede rolü var olmuştur. Çoğu zaman sahip olduğumuz birçok düşüncenin milliyetçilik temelinde şekillendiği bile fark edilememektedir. Çok farklı ideolojilere sahip bireylerde ve toplumlarda dahi milliyetçi düşüncenin özelliklerine rastlanabilmektedir. Bu bakımdan milliyetçilik düşüncesi birçok inanca ve görüşe etki ederek birey ve toplumu etkilemekte, ona farklı bir bilinç kazandırmaktadır. “Milliyetçiliğin büyüsü rastlantıyı yazgıya dönüştürmesidir.” (Anderson, 2017) Her milletin oluşum sürecinde ona karakterini veren bazı özellikler öne çıkmaktadır. Bu özellikler tarihteki bazı sosyo-politik, teknolojik, endüstriyel ve bilimsel değişimlerden olduğu gibi inançlar, kültürler, efsane ve mitler ya da yaşanılan acılar ve savaşlardan kaynaklanabilmektedirler. Çoğu zaman ise bunların karması bir yapıda ortaya çıkmaktadırlar. Fakat bunlar bireyler ve toplumların yaşadıkları zamana ve yere göre farklı seviyelerde görülmektedirler. Bir olgunun ilk olarak bir yerde ortaya çıkması ve daha sonradan çevreye yayılması ile geçen süreç, olgunun ilk halinden daha farklı bir şekil almasına neden olabilmektedir. Bu onun ilk sahibinin özelliklerinden kaynaklandığı gibi, onunla ilk temas edenlerin ilişkilerinin özelliklerine ve geçen süreye göre değişebilmektedir. Milliyetçilik de ilk ortaya çıktığı yer olan İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri ve Fransa’daki biçimiyle dünyanın diğer bölgelerinde görülmemiş, büyük farklılıklar göstermiştir. Zaten bu ülkelerin milliyetçilik algıları da birbirlerinden ayrılmaktadır. Milliyetçi düşüncenin bu merkezlerden yayılması, bu düşünce ile temas edenlerin karakterleri, inançları, kültürleri ve düşüncenin ithal edildiği yer ile olan ilişkisinden dolayı sürekli bir değişim içerisinde olmasına neden olmaktadır. Örneğin Fransa’da gönüllülük esasına dayanan vatandaşlık temelindeki milliyetçilik, onu Fransa’dan ithal eden Almanya’da etnisiteye, dile ve toprağa dayanmıştır (Greenfeld, 2021). Burada 19 özellikle Alman kültürünün ve Fransız – Alman ilişkilerinin rolü olmuştur. Milliyetçiliğin Rusya ve dünyanın geri kalanına yayılması da o toplumların milliyetçiliğe bakışlarının kendi özelliklerinin ve mevcut ilişkilerinin bir sentezini içermiştir. Milliyetçiliğin meydana geldiği farklı ortamlara kolayca uyum sağlaması onun birçok farklı düşünceye ve olaylara da etki etmesini sağlamıştır. Liah Greenfeld’in milliyetçi düşüncenin gelişimini incelediği çalışmasında bu olgunun Japon kültürü ve toplumsal yapısına nasıl adapte olduğunu açıkladığı bölüm, bu konuda dikkat çekici olmuştur (Greenfeld, 2021, s. 144-145). Milliyetçiliğin çok özgün bir şekilde ortaya çıktığı bir başka toplum ise Sırplar olmuştur. Onların milliyetçiliği, tarihteki bir savaşın efsaneleştirilmesi ve dini inançla sentezlenmesi ile ortaya çıkmıştır. Bu şekilde Sırp Ortodoks inancı ve milliyetçiliği kendi mitolojisini inşa etmiştir. Bu da Sırp toplumuna komşularından ve diğer Ortodoks topluluklardan çok ayrı bir kimlik kazandırmıştır. Sahip oldukları bu kimlik onların tarihini şekillendiren en büyük unsura dönüşmüştür. Sırpların milliyetçiliği Osmanlı hakimiyeti altında ve Türklerle yaşanılan savaşlarda gelişerek ortaya çıkmıştır. Bu yüzden düşüncelerinin sahip olduğu ana öğelerden birisi bir düşman inşası örneği olan Türk unsuru olmaktadır. Fakat buradaki Türk unsuru etnik bir kimlik değil, daha genel anlamda Müslümanlar olmaktadır. Yani Müslüman Slavlar ve Arnavutlar da aynı ölçüde düşman imajı içinde yer almaktadırlar. Sırp milliyetçiliğini etkileyen bir diğer önemli unsur bir başka Slav toplumu olan Ruslar olmaktadır. Rusların 19. yüzyıldan itibaren diğer Slav halkları ile yakından ilgilenmesi özellikle Sırplar ile ilişkilerinde Sırp düşüncesini de etkilemiştir. Bu nedenle günümüzde dahi Sırpların tüm ilişkilerinde Rusya faktörü de ayrıca öne çıkmaktadır. Sırp bağımsızlığı adeta Rusların elinden gelmiş, Sırp tarihini derinden etkileyen birçok tarihi mücadelede Ruslar gönüllüler göndermiş, maddi destek sağlamış hatta kiliselerde özel ayinler düzenlemişlerdir. Bu bağlamda Rusların Sırpların zihinlerinde önemli bir yeri olmakta, Rus bölge stratejisinde de Sırbistan önem arz etmektedir. Bosna Savaşı sırasında Srebrenitsa’da yapılan soykırım öncesi Sırp birliklerinin komutanı olan General Ratko Mladiç kameraların önüne geçip “Bu kasabayı Sırp 20 ulusuna armağan ediyoruz. Müslümanlardan intikam almanın zamanıdır.” diyerek büyük bir katliam gerçekleştirilmiştir (Ratko Mladic Trial Told of Srebrenica Chaos, 2012). Ratko Mladiç’in intikam isteği duyduğu olay ise kendisinin çocuklarının, babasının ya da büyükbabasının yaşadığı bir olay olmamaktadır. Kendisinin intikam hissi duyduğu ve halkı için onu almaya söz verdiği olay yüzyıllar önce gerçekleşmiş, Türkler ile yapılan Kosova Savaşı olmuştur. Yüzyıllar önce, kesin ayrıntıları dahi belli olmayan bir savaşı, kendilerinin yaptıkları bir soykırıma gerekçe göstermiştir. Mladiç’in söylediği bu sözler ve gerçekleştirdiği eylem milliyetçi düşüncenin en uç ve vahşi örneklerinden olmaktadır. Milliyetçi düşünce dünyanın bir yerinde toplumsal eşitlik ve adaletin kaynağı olabilmiş iken başka bir yerde kendilerinden görülmeyen insanlara karşı en vahşi eylemlerin sebebi olabilmektedir. Bu bakımdan milliyetçilik düşüncesinin çok geniş bir çerçevede ortaya çıkması, onunla ilgili farklı birçok çalışmayı da beraberinde getirmiştir. Bu çalışmada Sırp milliyetçilik düşüncesinin tarihsel süreç içerisinde Balkanlar coğrafyasında gelişimi incelenmiştir. Daha sonra bu düşüncenin Sırbistan’ın diğer devletler ile ilişkilerindeki yansımaları ele alınarak ilişkilere etkilerine bakılmıştır. Çalışmanın temel varsayımı, Balkanlar’da Sırp Milliyetçiliğinin bölgedeki barış ve istikrarı olumsuz bir şekilde etkilediği ve tehdit ettiği yönündedir. Bu bağlamda Sırp Milliyetçiliğinin Sırbistan’ın dış politikasını etkileyen temel unsur olduğu üzerinde durulmuştur. Sırbistan, komşuları ve bölge dışı aktörlerle ilişkilerini Sırp Milliyetçiliğini meydana getiren öğeler çerçevesinde, bu düşüncenin hedeflerini gerçekleştirme doğrultusunda yürütmekte olduğu öne sürülmüştür. Bu nedenle çalışmanın ilk bölümünde milliyetçilik ve millet olgusunun ne oldukları üzerinde durulmuştur. Bu olgular ile ilgili kavramlar, tanımlamalar, kuramlar ve yaklaşımlar açıklanmaya çalışılmıştır. Bölümde ilk olarak milliyetçilik düşüncesi ile ilgili önemli araştırmacıların görüşleri ele alınarak bu olgunun anlaşılması adına bir çerçeve çizilmeye çalışılmıştır. Bu doğrultuda ortaya çıkan tartışmalara yer verilmiştir. Daha sonra milliyetçilik düşüncesi ile doğal olarak iç içe olan millet olgusu üzerinde durulmuş ve bu konu ile ilgili önde gelen araştırmacıların tanımlamalarına yer verilmiştir. Bir sonraki adımda konu ile ilgili önemli kavramlar olan ulus devlet ve etnisite/etnik köken kavramları üzerinde durulmuştur. Bu bölümde son olarak ise 21 milliyetçilik olgusu ile ilgili ortaya çıkan kuramlara ve yaklaşımlara yer verilerek, konu analiz edilmeye çalışılmıştır. Çalışmanın ikinci bölümü milliyetçilik düşüncesi bağlamında Sırp milliyetçiliğini oluşturan unsular ele alınmıştır. İlk olarak Sırpların yaşadığı Balkanlar incelenmiş ve coğrafya açıklanmaya çalışılmıştır. Daha sonra 1918 yılına kadar Sırp tarihinde milliyetçi düşüncenin gelişimi incelenmiştir. 1918 sonrası gelişmeler ise bölümün diğer başlıklarında anlatılmıştır. Sırp tarihi verildikten sonra Sırp milliyetçiliğini oluşturan unsurlar açıklanmaya çalışılmıştır. Bu doğrultuda ilk olarak Sırp Milliyetçiliğini oluşturan en temel unsurlardan Kosova Efsanesi üzerinde durulmuş ve onun Sırp kimliğine etkilerine değinilmiştir. Daha sonra Sırp kimliğini tarihsel süreç içerisinde koruyan, onu oluşturan inanç ve mitlerin taşıyıcılığını yapan Sırp Ortodoks Kilisesi’ne yer verilmiştir. Bir sonraki adımda Sırp Ortodoks Kilisesi’nin Sırp kimliği ve kültürel öğelerini korumasında başat rol oynayan Osmanlı Devleti’nin uyguladığı millet sistemi üzerinde durulmuştur. Sonra Sırp Milliyetçiliğinin 19. Yüzyılda önemli isimlerinden olan, Sırp milliyetçiliğinin hedeflerini bir politika haline getiren İliya Garaşanin’in hazırladığı “Nacertanije” (Taslak) planına değinilmiştir. Daha sonra milliyetçilik düşüncesinin inşasında bazı toplumlarda önemli yer edinmiş olan kadim dostlar ve düşmanların inşası üzerinde durularak “Panslavizm” kavramı, tarihte Sırp – Rus dostluğu ve Sırpların Hırvatlar, Türkler ve Arnavutlar ile düşmanlıklarının temeli üzerinde durulmuştur. Bu bağlamda ikinci bölümde Sırp milliyetçiliğinin temel unsurları açıklanmıştır. Son bölümde Sırp milliyetçiliği bağlamında Sırbistan’ın diğer devletler ile ilişkileri incelenmiştir. Burada hem bölgesel hem de bölge dışı aktörler ile ilişkiler ele alınmış ve milliyetçiliğin etkileri üzerinde durulmuştur. Bu bölümde ilk olarak Josip Broz Tito’nun ölümü sonrası YSFC’de milliyetçi hareketlerin yükselişi ve ülkenin parçalanmaya giden süreci üzerinde durulmuştur. Bu süreç sonrası ülkenin parçalanması sırasında meydana gelen Bosna Savaşı’na değinilmiştir. Daha sonra ise Kosova Sorunu üzerinde durulmuş ve bu sorunun Sırbistan’ın dış ilişkilerindeki etkileri açıklanmıştır. 1990 sonrası dönemde Sırbistan dış politikasını en fazla etkileyen Bosna ve Kosova sorunlarının da etkileri üzerinde durularak ülkenin komşuları, AB, ABD, Rusya ve Türkiye ile ilişkilerini şekillendiren ana unsurlara 22 değinilmiştir. Bu bağlamda Sırp milliyetçiliğinin bu ilişkilerdeki rolü analiz edilmeye çalışılmıştır. 23 BİRİNCİ BÖLÜM 1. MİLLİYETÇİLİK KAVRAMI VE KURAMLARI 1.1. Olgusal Açıdan Milliyetçiliğin Ortaya Çıkışı, Gelişimi ve Tanımlama Çabaları Milliyetçilik olgusunun tam olarak ne olduğunun, içeriğinin neleri kapsadığının üzerinde konu ile ilgili çalışmalar yapan araştırmacıların ortak düşünceleri, net bir tanımının olmadığı yönündedir (Özkırımlı, 2017, s. 70). Yaygın görüş milliyetçilik olgusunun ortaya çıkışının Avrupa’da Aydınlanma Düşüncesinin de etkisi ile beraber Sanayi Devrimi ve Fransız İhtilali sonrası köklü bir şekilde değişen toplumsal yapı ve onunla beraber paralel olarak değişime uğrayan devlet anlayışı ve yapısının bir sonucu ya da nedeni olduğu olmaktadır. Şüphesiz tarihteki her olgu gibi milliyetçilik düşüncesinin de bu dönemde ortaya çıkışının öncesinde bir gelişim süreci mevcut olmuştur. Fakat söz konusu düşüncenin olgunlaşarak kendini göstermesi 18. Yüzyılın sonu ve 19. Yüzyıl ile başlayan yeni çağ olmaktadır. Milliyetçiliğin kesin bir tanımının yapılmasında bir diğer güçlük onun bir araç olarak kullanılmasındaki amaca ve içinde bulunulan döneme göre farklı anlamlar yüklenilmesi, bu anlamda oldukça işlevsel bir nitelik taşıması olmuştur. Milliyetçilik kavramı, farklı dönemlerde ve mekanlarda hedef kitlelerin belli bir amaç doğrultusunda aynı hedefe yönlendirilebilmesi için onu kullananlar tarafından kavrama uygun atıflar yapılarak bir ideoloji gibi kullanılabilmiştir (Ertan, 2018). Eagleton’a göre ideoloji tek bir tanımla sınırlandırılamayan, kullananın amacına göre oldukça işlevsel, bulunduğu kabın şeklini alan bir olgu olmuştur. Milliyetçilik de onun ideoloji ile ilgili bu görüşüne atıfla tek bir tanımla sınırlandırılamayacak kadar işlevsel olmaktadır (Eagleton, 1993, s. 44). Milliyetçilik düşüncesi, bazı görüşlere göre Avrupa’da seküler düşünce yapısının gelişip dinsel bağlılıkların zayıflaması ile toplumda oluşan aidiyet boşluğunun tekrar tasarlanarak önceden kral ve kiliseye duyulan bağlılığın yerine milletin koyulması olmaktadır. Bu şekilde devlet hâkim olduğu sınırlar içerisinde düzenini koruyabilecektir. Bu durum, devletin sınırları içerisindeki tüm insanların 24 benzer düşünce yapılarına ve aynı idealler çevresinde toplanılmasını gerekli kılmıştır. Ayrıca sanayileşme süreci ile beraber teknolojinin ve ulaşımın gelişmesi, bu dönemde sömürge faaliyetlerinin de yaygınlaşması devletin eğitimli, gerektiğinde belirli uzmanlıklara da kolayca sahip olabilecek bir bürokrat topluluğu ve insan kitlesine sahip olmasını gerektirmiştir (Yıldırım, 2016, s. 128). Bu nedenle devlet yapısı, önceki dönemlerde büyük oranda birbirinden kopuk bir şekilde yaşayan insan topluluklarının bu yeni dönemde kazandığı hareket imkânı gelişen iletişimi ile ihtiyaç duyduğu belirli standartlara sahip kitleyi eğitim politikaları ve dilin standartlaştırılması sayesinde elde etmiştir. Bu aynı zamanda devlete karşı olabilecek olası tehditleri en aza indirmektedir. Bu görüşlere göre milliyetçilik ve millet tamamen modern dönemde ortaya çıkmış olgular olmaktadır. Devletin uyguladığı bu projeler ile toplum ortak idealler, aidiyetler ve inançlar çevresinde bir araya getirilmiş standardize edilmiştir. Bu açıdan Eric J. Hobsbawm “Modern millet ve onunla bağlantılı her şeyin temel karakteristiği modernliğidir.” demiştir (Hobsbawm, 2020, s. 25). Bu bağlamda devletin bir projesi olarak ortaya çıkan milliyetçilik düşüncesi teknolojik gelişmeler ile savaşların giderek daha kitlesel bir şekle bürünmesinden dolayı alt tabakaların harekete geçirilmesinde kullanılabilecek araç olmuştur. Ayrıca Hobsbawm, eski sosyal yapı ve düşüncelerin zayıflaması ve birçoğunun yok olmaları ile insanlarda meydana gelen şok ve saldırganlığın, milliyetçilik veya etnik aidiyet düşüncesi ile toplumda eskiden bütünleşmeyi sağlayan öğelerin yerini aldığını belirtmiştir. Bu sayede yeni kurulan ya da mevcudiyetini sürdüren devlet yapısı, bütünlüğünü koruyabilmiştir. Devlet bu bütünlüğünü koruyabilmek ve toplumun birliğini ve ortak idealleri sürekli bir şekilde diri tutabilmek için eski sosyal yapı ve inanç sistemleri ile beraber yıpranan ve bağlarını kaybeden gelenek ve ritüellerin yerine yenilerini icat etmiş ya da bazı eski gelenekleri tekrar canlandırmıştır (Hobsbawm, 2020, s.223). Benedict Anderson da milliyetçilik olgusunun modern dönemin bir ürünü olduğunu düşünmekle beraber bu olgunun ortaya çıkmasına uzun bir sürecin öncülük ettiğini düşünmüştür. Bu süreç matbaanın yayılarak yerel halk dillerinde yayımlar yapması ile başlamıştır. Önceleri büyük oranda ruhbanlar ve aristokratların bir ayrıcalığı olan okuryazarlığın giderek toplum tabanına onların dillerinde yayımlar yapılarak ulaşmaya başlaması ile topluluklar arasındaki dil giderek standartlaşmaya 25 başlamıştır. Böylelikle birbirlerinden uzak konumlardaki, birbirlerini hiç görmeyen insanların ilerleyen süreçte birbirlerinin varlığından daha fazla haberdar olmaları ve bir yakınlık hissetmeleri meydana gelmiştir. Avrupa’nın neredeyse tamamına yayılan ruhbanlar ve aristokrasinin kullandığı ortak dil nasıl onların hemen hemen aynı anlayış ve bağlılıklara sahip olmalarına, birbirlerini anlamalarına ve iletişim kurmalarına yaramışsa, yerel dillerinde yayımlara ulaşan toplum da başka bir mekânda kendileri gibi başka toplulukları hayal etmeye başlamışlardır. Bu gelişmeler, uzun bir zaman dilimine yayılmış ve Avrupa’da modern ulus düşüncesinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Yayıncı topluluğun yüksek maliyetlere ile karşılaşmamak ve kar edebilmek için yayım yapacağı eserlerde belirli, standart dillere ihtiyaç duyması, ya da daha sonraki süreçte bu standart dilin yöneticiler tarafından seçilmesi dillerin giderek standartlaşmasına sebep olarak yerel bölgede ortak bir iletişim imkânı sağlamıştır. Bundan dolayı eski, geniş bir coğrafyaya yayılan kutsal cemaatler dağılmaya başlayarak yerelleşmiştir. Fakat daha küçük yerel bölgedeki topluluk artık ortak dil ve yazı aracılığı ile birbirlerini hayal etmeye başlamış ve millet olgusunun oluşmasının önünü açmıştır. Karşılıklı bağımlılık ilişkisi içerisinde olduğu feodal beyleri ve iktidarın kaynağını kendinde görerek monarşi üzerinde sürekli bir tahakküm sürdüren, Orta Çağ’ın en büyük toprak sahibi Vatikan Kilisesi’ni saf dışı bırakarak kendi mutlak hakimiyetini sağlamak isteyen krallar da araç olarak yerel halk dillerinin gücünden faydalanmışlardır (Anderson, 2017, s. 52-62). Ernest Gellner, milliyetçilik düşüncesinin ön koşulu olarak devletin siyasal birimi ile ulusal biriminin uyumlu olması gerektiğini belirtmiştir. Milliyetçi düşünce, sanayileşme ile beraber değişen toplum yapısı ve devlet anlayışı ile ortaya çıkmıştır ve bu düzende öncelikli olan toplumu yönetenlerin kaynağının o toplumun kendisi olması gerekmektedir. Burada devletin hükmettiği sınırlar ile milletin kültürel sınırının birbiri ile örtüşmesi gerekmektedir (Gellner, 2018, s. 71). Ayrıca sanayileşme ile ortaya çıkan modern toplum standart bir eğitimden geçmiş ve uzmanlaşmanın önünü açmıştır. Bu toplumda roller bireylerin seçimleri ile şekillenmiş ve araçsal hale gelmiştir. Bundan dolayı milliyetçilik, sanayi toplumunun özgün yapısının ihtiyacı doğrultusunda ortaya çıkmış, onun ürünü bir olgu olmuştur. Bu nedenle milliyetçilik insan doğasının bir ürünü değil, giderek yaygınlaşan sanayi toplumu düzeninin kaynağından doğmuştur. 26 Sanayi toplumunun kültürü ile siyasal birimin ilişkilerinin birbirlerine uyumlu hale getirilmesinin bir ürünü olmuştur (Gellner, 2018, s.102-103). Milliyetçilik ve millet olgularının modern dönemin bir ürünü olduğunun aksine onların çok daha öncesinde oluştuğuna dair düşünceler de öne sürülmüştür. Liah Greenfeld, milliyetçilik ve millet olgularının temelini 15. Yüzyılda İngiltere’de meydana gelen Güller Savaşı adlı iç savaşa kadar dayandırmıştır. Güller Savaşı (1455 – 1487), her ikisi de soyları 1377 yılında ölen Kral III. Edward’a dayanan Lancaster ve York hanedanlarının 30 yılı aşan veraset savaşı olmuştur. Savaşın ismi, Lancaster ve York hanedanlarının armasında yer alan beyaz gül (York Hanedanı) ve kırmızı gül (Lancaster Hanedanı) nişanlarından gelmektedir. Savaş sonucunda Lancaster Hanedanı’ndan Henry Tudor kral olmuş ve York Hanedanı’ndan Elizabeth ile evlenmiştir. Savaş sırasında birçok soylunun hayatını kaybetmesi onların yerine geçecek yeni soylulara ihtiyaç duyulmasına yol açmıştır (Cartwright, 2020). Bu nedenle Henry Tudor, yeni soyluları alt tabakalardan devşirme kararı almıştır. Modern öncesi dönemde birbirinden net çizgiler ile ayrılmış olan sosyal sınıflar bu savaş sonucunda geçirgenlik kazanmıştır. Savaş sırasında hayatını kaybeden birçok soylunun yerini Kral VII. Henry aşağı sosyal sınıflardan devşirerek doldurmuştur. Bu durum hâkim feodal düzen ve zihniyet açısından olağanüstü bir olay olmuş ve sosyal sınıflar arasında büyük bir hareketliliğin yaşanmasına sebebiyet vermiştir. Feodal düzende birbirinden kesin sınırlar ile ayrılan zümrelerin bu gibi bir hareketlilik sonucu geçirgenlik kazanması ve farklı sınıflardan insanların birbirleri yerine geçebilmeleri İngiliz aristokratlarının oluşan bu yeni durum karşısında farklı bir meşruiyet tasarlamalarına yol açmıştır. Greenfeld aristokrasinin bu meşruiyet tasarısını “Onlar yeni aristokrasisinin, her bireyinin ölü prenseslerin kayıp çocukları olduklarını iddia etmek yerine, İngiliz halkının bir millet olduğunu ilan ettiler.” diyerek açıklamaktadır. Bu da sınıflar arasındaki geçişi normal bir şeye dönüştürmüş ve milletin ortaya çıkmasında eşitlik temelinde bir toplum yapısının oluşmasını sağlamıştır (Greenfeld, 2021, s. 23). Bu bağlamda milliyetçilik ve millet olgularının ortaya çıkmalarındaki görüşler birçok farklı biçimde yorumlanmıştır. Bu tür birçok farklı düşünceden ötürü milliyetçilik olgusunun tanımının net bir şekilde ortaya konması güçleşmiştir. Umut Özkırımlı, milliyetçiliğin tanımının güçleşmesinde öncelikli olarak konu ile ilgili 27 terimlerin net olmaması, birbirlerinin yerine kullanılabilmeleri ve karıştırılabilmelerine değinerek bunun konunun anlaşılmasını çok zorlaştırdığını belirtmiştir. Tanımlama güçlüğünün bir diğer noktası milleti oluşturan dil, sınıf, inanç gibi öğelerin rollerinin ne ölçüde olduğunun tartışmalı olması olmuştur. Aynı şekilde milliyetçiliğin bir duygular bütünü mü, düşünce mi yoksa siyasi bir hareket mi olduğu tartışması bir başka güçlüğü teşkil etmektedir (Özkırımlı, 2017, s. 252-271). Bununla birlikte milliyetçi düşüncenin yayılımı ve milletlerin zaman içerisinde farklı dönemlerde ortaya çıkmaya başlamaları onlara özgün birtakım özellikler yüklemek ile birlikte milliyetçi düşüncenin ve milletin temel bazı kriterleri de olduğundan tüm bu nesnel ve öznel özelliklerin hangi seviyede tanıma dahil edileceği meselesi bir diğer güçlük olmuştur. Yaygın kanaat nesnel ve öznel öğelerin karması şeklinde bir tanımın yapılması olmuştur (E. Yıldırım, 2016, s. 127). Özkırımlı, tanımlamanın yapılmasındaki güçlüğün nedenini son olarak iki duruma bağlamıştır. İlki, milliyetçilik düşüncesinin ilk dönemlerinde millet olgusunun sorgulanamaması, onun tarihin en başından beri var olarak kabul edilmesi olmuştur. Bu nedenle uzun bir süre milliyetçilik ve millet kavramı ile ilgili kapsamlı çalışmalar ortaya konmamıştır. Tabi milliyetçiliğin ilk dönemlerinde ulus devletlerin ve milletlerin de genç olmaları, onların çok yakın bir zamana kadar aslında birlik olmadıklarının açıklanmaması da bu yapıların o dönemlerde yararına olabilmektedir. Sonuçta bu ulus devletler yeni oluşumlardır ve varlıklarını uzun mücadeleler sonucu kazanmışlardır. İkincisi bu kavramların siyaset ile yakın bir temas içerisinde olmaları olmuştur. Siyasette amaç kendi argümanlarını meşrulaştırırken karşı argümanın meşruluğunu çürütmek üzerine olmaktadır. Milliyetçilik ve millet tanımlamalarında siyasetin etkisi bu nedenle hiç şüphesiz ileri bir düzeyde olmuştur. Konu ile ilgili ileri sürülen düşüncelerde ortaya atılan her argüman birilerinin haklılığını ortaya koyarken bir diğerini haksız çıkarmakta, bu da konu ile ilgili birçok farklı söylemin ve tanımın ortaya çıkmasına neden olmaktadır (Özkırımlı, 2017, s. 276). Örneğin bu çalışmanın konusu olan Sırp milliyetçiliğinin Boşnaklar ve Hırvatlara yönelik iddiaları, konunun anlaşılması açısından önem arz etmektedir. Sırplara göre her iki millet de Sırp olmakta, fakat Boşnaklar İslam’ı seçerek kafir olarak görülmekte, Hırvatlar ise Katolik olarak mürtet ilan edilmektedirler. Her ikisi de tekrar Sırp kimliği ve inancını benimsemelidirler. Sırpların Kosovalı Arnavutlara yönelik tutumları da benzer olmuş, 28 Kosova topraklarını Sırp milli kimliğinin ayrılmaz bir parçası olarak görmüş ve Arnavutları da bu nedenle işgalci ve Müslümanlar ile ortaklık eden iş birlikçileri olarak görmüşlerdir. Bu bağlamda çeşitli milliyetçilik ve millet tanımlamaları hakkında bilgi verilecektir. Çeşitli tanımlar arasındaki farklar incelenecek ve özgün yönleri, ortaya koydukları farklı perspektifler ele alınacaktır. Yukarıda bahsedildiği üzere milliyetçilik ve millet tanımlamaları farklı mekân ve zamanlarda, toplumun niteliğine ve amaca göre şekillenmiş olmalarından dolayı çeşitlilik göstermektedir. Bu olguların ilk ortaya çıktıkları yerler farklı zamanlarda İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri ve Fransa olmuştur. Buralardan diğer toplumlara yayılmaları farklı dönem ve koşullarda olduğundan ve ulaştığı toplumun sahip olduğu bazı niteliklerden ötürü tanımlamalar farklı görüşlerle şekillenmiştir. Milliyetçilik ve millet olgularının ilk ortaya çıktıkları bu üç örnek de zaten birbirlerinden farklılaşmakta, farklı nitelikleri bünyelerinde barındırmaktadır. Milliyetçilik olgusu, konu ile ilgili çalışmalar yapan araştırmacıların bu olgu ile ilgili kişisel düşüncüleri, baktıkları perspektifler ve araştırmacıların uzmanlık alanlarına göre çeşitli tanımlamalara uğramıştır. Konunun kapsamının genişliği, onun sirayet ettiği olgu, olay ve durumların çok farklı disiplinleri ilgilendiren alanlara yayılmasından dolayı üzerinde herkesin görüş birliği ile kabul edebileceği bir tanımın yapılması, sadece bir araştırmacının bunu başarabilmesi neredeyse imkânsız olmaktadır (Erdem, 2020, s. 28). Böyle bir tanımın yapılabilmesi için araştırmacının birçok alana vakıf olması, birçok disiplinde uzmanlaşmış olması gerekmektedir. Bu da herhangi bir kişinin yeterli bir zamanda bunu yapabilmesini mümkün kılmamaktadır. Bu nedenle ayrı uzmanlıkları olan birçok araştırmacının farklı perspektiflerden ele aldığı çok çeşitli milliyetçilik çalışmalarının her biri, konunun tam anlamı ile anlaşılabilmesi açısından ayrı ayrı değerli ve gerekli olmaktadır. Umut Özkırımlı, milliyetçilik ile ilgili tek, kapsayıcı bir tanım ve kuram üretilememesini olgunun oldukça değişken ve bulunduğu ortamın koşullarına uyum sağlayabilen esnek yapısını belirterek ortaya koymuştur. Bu durum milliyetçiliğin kullanılan koşullar ve amaçlar çerçevesinde istenilen şeklin ona verilmesini ve toplumlar için birçok farklı anlamda algılanabildiğini göstermektedir. Yani Özkırımlı’nın dediği gibi “Tek bir milliyetçilik yoktur; milliyetçilikler vardır.” (Özkırımlı, 2017, s. 274). 29 Elie Kedourie milliyetçilik olgusunu özellikle bazı Aydınlanma Dönemi düşünürlerinin görüşlerine bağlamıştır. Bunlardan Immanuel Kant, Johann Gottfried Herder ve Johann Gottlieb Fichte’in görüşleri büyük önem arz etmiştir. Immanuel Kant’ın bireyin kendi kaderini kendisi belirleyebilmesi hakkı ve doğuştan sahip olduğu diğer haklar, buradan hareketle dünya üzerinde var olduğuna inanılan, kendine has özellikleri ile varlığını sürdüren birçok milletin kaderlerini tayin etme özgürlüğü hakkına uyarlanmıştır. Kedourie, tabi bu görüşler ile ilgili olarak Immanuel Kant’ın kendi kaderini tayin hakkının bu yorumunda bir pay sahibi olmadığını, onun ilerleyen süreçte milletlerin özgürlükleri ve bunun için meydana gelen çatışma ve yıkımda payı olamayacağını belirtmiştir (Kedourie, 2017, s. 44). Johann Gottfried Herder’in rasyonel düşünceye karşı çıkarak her milletin kendi döneminde ve mekânında anlaşılabileceği, her birinin kendilerine özgü yapıları ve kültürleri ile beraber özgür olmaları fikri milliyetçi düşünceyi önemli ölçüde etkilemiştir. Dünya farklı milletten oluşmuştur ve bunların özgür olmaları gerekmektedir (İplikçi, 2017, s. 130). Johann Gottlieb Fichte, özellikle dilin bir milletin en önemli özelliği olduğunu, onun bir milletin kişiliğini oluşturan en önemli öğelerden biri olduğundan hareket ile bu düşünceleri geliştirmiştir (Kedourie, 2017, 83). Alman topraklarında Napolyon ile birlikte yaşanan Fransız işgali, başta Fichte olmak üzere birçok Alman romantik düşünürünün görüşlerini etkilemiş, onların fikirlerini milliyetçilik olgusu bağlamında giderek sertleştirmiştir (Greenfeld, 2021, s. 109). Bu noktalardan hareket ile Elie Kedourie, milliyetçilik düşüncesi ile ilgili olarak şu şekilde bir tanımlamada bulunmuştur. İnsanlar, tarihsel süreç içerisinde birbirlerinden giderek farklılaşarak özgün birçok millete bölünmüştür. Bu milletlerin özgür olmaları gerekmektedir ve bunların yönetilmesinde meşru tek yönetim kendi kendilerini yönetmeleri olmaktadır. Bu bakımdan Kedourie’nin milliyetçilik düşüncesi, Immanuel Kant’ın self determinasyon düşüncesi ve kendinden sonra gelen düşünürlerin bu fikri geliştirerek milliyetçi düşünceye kazandırılmış hali temelinde şekillenmiştir (Kedourie, 2017, s. 155). Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk eserinde milliyetçilik olgusunun ve onun bir sonucu olan milletin tamamen sanayileşme ile ortaya çıkan modern toplumun ürünü olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre sanayileşme ve modern toplum öncesi milliyetçi düşünceden ve milletten söz edilememektedir. Milliyetçilik olgusu, modern 30 toplum yapısı ve devletinin ihtiyaç duyduğu standart toplumun oluşturulmasında bir araç olmuştur ve millet, yukarıdan aşağıya doğru bir kültür aktarımı ile oluşturulmuştur. Ona göre milliyetçilik düşüncesi, toplumu bir arada tutan insanların sahip olduğu kültür ve düşüncelerin, yani yüksek kültürün, daha alt toplum katmanlarına aktarılarak bir millet oluşturulması süreci olmuştur. Bu da sanayileşme öncesi geleneksel tarım toplumunda mümkün olmamış, ancak sanayi toplumunun bir ürünü olarak ortaya çıkmış bir olgu olmuştur (Gellner, 2018, s. 74). Gellner, öne sürdüğü kuramında milliyetçilik ile millet oluşum kurgusunu hayali bir toplum örneği oluşturarak açıklamaya çalışmıştır. Sonuç olarak milliyetçilik düşüncesi Gellner’e göre ihtiyaç duyulan, düzenli, uzmanlaşmış ve standart bir toplum yapısının, elitin sahip olduğu yüksek kültürün toplumun geneline nüfuz ettirilerek ortak aidiyetin ve birliğin sağlanması olmaktadır (Gellner, 2018, s. 112). Eric J. Hobsbawm’ın milliyetçilik olgusunun ne olduğuna dair olan düşünceleri de Ernest Gellner gibi sanayileşme ve modern topluma bağlanmıştır. Hobsbawm da milliyetçilik olgusunun ve milletin sanayileşme öncesi toplumlarda aranamayacağını belirtmiştir. Ona göre devletleri ortaya çıkaranlar milletler olmamakta, tam aksine milletleri meydana getirmiş olanlar milliyetçilik olgusu kullanılarak devletler olmuşlardır. Devletler bunu yaparken, toplumun geçmişini yeniden tasarlayıp öne sürmüş, ona yeni bir tarih ve gelenekler sistemi inşa etmiştir. Bu sırada eski düşünce kalıpları ve gelenekler yok edilmiştir. Yeni bir tarihsel süreklilik topluma kazandırılmış ve yeni devletler ve milletler meydana getirilmiştir. Bu nedenle milliyetçilik düşüncesi devletin ve bazı toplulukların bu projelerini başarıya ulaştırabilmesi için kullandıkları ideolojik bir icat, icat edilmiş gelenekler toplamı olmuştur (Hobsbawm, 2020, s. 108-132). Milliyetçilik olgusunun Benedict Anderson tarafından öne sürülen şekli onun 15. Yüzyılda gelişmeye başlayan kapitalist yayıncılık ve standartlaşan dil ile birlikte ortak kültürün oluşması temelinde olmuştur. Kapitalist yayıncılık ile birlikte zamanla yerel dillerde yayımlar yapılmaya başlanmıştır. Bu birbirlerini anlamakta zorlanan fakat aynı kökenlerden gelen toplumların, dillerinin standartlaştırılarak onların birbirleri ile iletişimlerini güçlendirmiştir. Bu bağlamda gelişen merkezi devletler ile birlikte meydana gelen gelişmeler insanların farklı konumlar arasında değişik amaçlar ile seyahat yapmalarını sağlamıştır (Anderson, 2017, s. 62). Anderson bu seyahatlerin 31 devletin bürokratlarının belirli görevler ile ülke içinde yer değiştirmelerini ve eğitim alma amacı ile belirli konumlara seyahat edilmesine ve bu toplanmalara “hac yolculuğu” adını vermiştir. Bu sayede topluluklar birbirlerinden haberdar olmaya, benzer idealleri ve kültürü paylaşmaya ya da aynı düşünceleri, dili ve kültürü paylaştıklarını fark etmeye başlamışlardır. Bu durum milliyetçilik olgusunun hayal edilmiş bir cemaat vasıtası ile meydana getirilen özel bir kültürel inşası olmuştur. Milliyetçilik, ortak kültürü paylaşan toplumun birbirleri ile hiç karşılaşmayan bireylerinin ortak kültür ve düşünceler temelinde birbirlerinden haberdar olması, büyük bir milletin hayal edilmesi fikri olmuştur (Anderson, 2017, s. 72-74). Milliyetçilik düşüncesi ile ilgili bir diğer tanım, Avrupa’da statü kaygısı yaşayan yeni seçkinler sınıfının farklarını ortaya koyarak meşruluklarını sağlamaya yardımcı olan, onların ötekilere duydukları öfke ve iddialarının meydana geldiği şekil olmuştur. Liah Greenfeld’a göre Fransa’daki aristokrasinin sosyal konumundaki güvensizlik ve belirsizlik, Alman topraklarındaki entelektüel kişilerin ve seçkinlerin hak ettikleri konumda olmadıkları düşünceleri ve benzer biçimde Rusya’daki seçkinlerin sosyal konumlarında yaşadıkları belirsizlikler onların milliyetçi düşünce ile konumlarını yeniden tanımladıkları bir düşünce yapısı olmuştur (Greenfeld, 2021, s. 51). Özellikle Almanya ve Rusya’daki milliyetçi düşünce ile içerideki ve dışarıdaki ötekine bir “hınç” ve aşağılanma duygusu beslenmiştir. Bu bakımdan buradaki milliyetçilik düşüncesinde sosyal konumun yeniden belirlenmesi ve yeni seçkinler sınıfının faaliyetleri belirleyici olmuş, bir öteki inşa edilerek ve ona karşı bir öfke duyularak da milliyetçi düşüncenin farklı tipleri meydana getirilmiştir (Greenfeld, 2021, s. 93). Bir başka görüşe göre milliyetçilik, toplumu millet ve ulusal kimlik bağlamında sürekli olarak düşünmeye iten, kendilerini bu milletin idealleri sınırları içinde konumlandıran, belli kültür ve zihniyet yapısının aşılanmasını sağlayan bir retorik olmuştur. Bu retorik sürekli olarak belli ortam ve gelenekleri, milliyetçi düşünce yapılarını üretmekte ve topluma aktarmaktadır. Burada Hobsbawm ve Gellner’in de görüşlerine benzer şekilde toplum belli bir standarda getirilmekte, yeni gelenekler ve düşünce yapıları inşa edilmektedir. Bu görüşün sahibi Craig Calhoun bu doğrultuda milliyetçiliği üretilen bir retorik, bir güzelleme olarak tanımlamakta ve toplumun bu şekilde belli doğrultuda kanalize edildiğini savunmaktadır (Calhoun, 2012, s. 30). 32 Anthony Smith’e göre milliyetçilik düşüncesi, merkeze alınan bir etnik topluluğun, ileride kurulacak millete bir merkezi çekirdek görevi göreceği varsayımı ile onun bir millet oluşturma sürecinde kimlik edinmesi, özerklik mücadelesi ve birliğin sağlanması üzerine faaliyete geçtiği mücadele olmaktadır. Bu bakımdan, verilen mücadele sonrası kazanılan özgürlüğün de sürdürülebilmesi, milliyetçilik düşüncesinin bir diğer önemli yanını temsil etmektedir. Bundan dolayı Anthony Smith milliyetçilik düşüncesini bunların sağlanmasına yönelik oluşturulan bir düşünceler bütünü, bir ideoloji olduğunu öne sürmüştür (Smith, 2017, s. 41-44). Michael Bilig, milliyetçilik düşüncesini açıkladığı “Banal Milliyetçilik” adlı çalışmasında, devletin birliğini sağlaması ve belli bir kalıpta yurttaşlar oluşturması adına onlara yönelttiği araçların milliyetçi düşünceye etkilerini açıklamıştır. Ona göre yazılı ve görsel medya, devlet dairelerinde ve kamusal alanlardaki bayrak, kurucu liderin resmi ve dile getirilen milliyetçi söylemler ile insanlara farkında olmadan bir birlik duygusu aşılanmaktadır. Bu sürekli bir şekilde yapılarak diri tutulmakta ve toplumun ortak bir noktada bir araya gelmesi sağlanmaktadır. Bu şekilde toplumdaki bireylerde “ben” düşüncesinden “biz” düşüncesine bir değişim amaçlanmaktadır. Bu minvalde Michael Bilig’in Banal Milliyetçilik düşüncesi Craig Calhoun’un milliyetçilik düşüncesindeki milliyetçi retorik ile yakınlık göstermektedir (Billig, 2002, s. 19). Charles Tilly de milliyetçilik düşüncesini, merkezi ulus devletin inşa sürecinde ve sonrasında birliğinin sağlanması adına kullanılan bir araç olarak belirtmiştir. Gerek millet ve milliyetçilik kavramlarını sanayileşme ve modern topluma dayandıran düşünceler gerekse bu olguların oluşumunu sanayileşmeden öncesinde arayan düşünceler de kendini hissettiren bir milliyetçilik düşüncesi biçimi olarak bu amaçları sağlayan araç olarak milliyetçiliğin görülmesi dikkate değer bir benzerlik olmuştur. Geleneksel tarım toplumlarında sosyal yapı ve devletin örgütlenişi ve yönetim şekli böyle bir homojenliğe ihtiyaç duymamıştır. Fakat modern toplumun yapısı ve içinde bulunduğu dönemin genel özellikleri, ulus devletin ya da ona benzer yapıda örgütlenen bir devletin inşasında ve sürekliliğinin sağlanmasında milliyetçilik olgusunun sağladığı imkanlara ihtiyaç duymuş ve onu kullanmıştır (Tilly, 2001, s. 176). Sosyalizm perspektifinden bir bakış açısıyla milliyetçilik olgusunu tanımlayan Tom Nairn, milliyetçi düşüncenin Karl Marx’ın merkez – çevre teorisinden hareketle 33 çevre ülkelerde merkezin dengesiz bir şekilde üstünlüğüne ve tahakkümüne karşı ortaya çıkan bir düşünce, bir mücadele fikri olduğunu öne sürmüştür. Çevre ülkeler, birçoğu gelişmiş ülkelerin eski kolonileri olan, post-kolonyal dönemde bağımsızlıklarını kazanmış az gelişmiş ve merkezin hammadde ve pazar ihtiyacını sağlayan ülkeler olmuştur. Merkez ve çevre ülkeler arasındaki bu derin eşitsizlik merkeze karşı bir mücadeleyi tetiklemiş ve milliyetçi düşünce de bunun önemli bir argümanı olmuştur. Bu milliyetçilik düşüncesi tepkisel bir düşünce ve hareket olarak ortaya çıkmıştır (Nairn, 1981, s. 97). Milliyetçi düşünce ve milletin oluşumu, bununla birlikte meydana gelen ulus devlet, derin bir düşünce ve inanç sisteminin değişimi ile birlikte meydana gelmiştir. Geleneksel tarım toplumunda bağlılıklar kutsal bir dini cemaate ve inanca, yönetme hakkını da bu inanç ve onun temsilcilerinden alan yönetici elite olmuştur. Fakat tarihsel süreçte bu düşünce kalıplarının birçok sebepten ötürü değişime uğraması sosyal yapıda ve devletin kurumsal yapısı ve meşruiyetinde yeniden yapılanmayı gerekli kılmıştır. Bu yeniden tanımlama ve yapılanmanın sonucu olarak milliyetçilik düşüncesini tanımlayan Hans Kohn, insanların sadakatinin ulusa ve ulus devlete yönelmesini sağlayan bir bilinç, bir düşünce hali olduğunu belirtmiştir (Kohn, 1982 s. 30-53). Hans Kohn ayrıca milliyetçiliği batı ve doğu milliyetçiliği diye ayırarak, bu iki farklı milliyetçiliğin içerdiği farklı özelliklere değinmiştir. Ona göre Batı’da milliyetçilik anlayışı ortak yasalar ve ülke toprakları ile birbirine bağlı, rasyonel, gönüllülük esaslı yumuşak bir milliyetçilik olmaktadır. Fakat Doğu’da milliyetçiliğe atfedilen değerler, ortak kültür ve etnik unsurlar gibi topluluğun biricik karakteristiği olduğu düşünülen öğeler ile şekillenerek daha dışlayıcı, düşmanca bir milliyetçiliğin oluşmasına neden olmuştur (Kohn, 1982, s. 81-90). Bu bağlamda Tevfik Erdem’in belirttiği üzere milliyetçilik düşüncesi Hans Kohn’a göre bireylerin bir şuur hali, Elie Kedouri’ye göre bir doktrin, Ernest Gellner’e göre bir yüksek kültür aktarımı ve yayılımı, Eric J. Hobsbawm’a göre icat edilmiş gelenekler toplamı ve onun topluma kabul ettirilmesi, Benedict Anderson’a göre hayal edilmiş, ona aidiyet hissedilen hayal edilmiş bir cemaat düşüncesi, Anthony Smith’e göre bir ideolojik hareket, Tom Nairn’e göre az gelişmiş ülkelerin ortaya çıkardığı bir tepki, Liah Greenfeld’e göre seçkinlerin statü kaygısı ve öfke duygularından doğmuş bir düşünce, Charles Tilly’e göre merkezileşmede önemli bir argüman, Craig 34 Calhoun’a göre bir retorik söylem, Michael Bilig’e göre standart bir toplumu oluşturan fikirler ve eylemler bütünü olmaktadır (Erdem, 2020, s. 47). Miroslav Hroch’un milliyetçilik ile ilgili çalışmasında millet inşa süreci üç aşamaya ayrılmıştır. Bu aşamalara Hroch, birinci aşama A evresi olarak “akademik ilgi dönemi”, ikinci aşama B evresi olarak “yurtseverlik ajitasyonu dönemi”, üçüncü aşama C evresi olarak “milli hareketin kitleselleşmesi” olarak adlandırmıştır (Hroch, 2011, s. 51). A evresinde toplumdaki aydınlar, Hroch tarafından ezilen millet olarak adlandırılan toplumun dili, kültürü ve tarihine ilgi duyarak onu araştırır ve ona tutku ile bağlılık duymaya başlar. B evresinde ise aydınlar, ellerindeki millete dair bulgular ile milliyetçiliğin propagandasını yapmaya başlarlar. C evresi ise yapılan bu propaganda sonucu milliyetçi hareketin kitleselleştiği dönemi kapsamaktadır (Hroch, 2011, s. 50). Bu aşamalardan en önemlisi ve çalışmasının merkezinde bulunanı “milli ajitasyon (kışkırtma, tetikleme)” olmaktadır ve aşamaların ikinci evresini oluşturur. Milli ajitasyon, milli bilincin yeterli sayıda insana nüfuz etmesiyle aslında hala azınlık durumunda olan bu bireylerin toplumun geri kalanını milliyetçi hareket doğrultusunda kışkırtması, onları teşvik etmesi olmaktadır. Bu bakımdan Miroslav Hroch’a göre milliyetçilik milli bir ajitasyon olmuştur (Hroch, 2011, s. 37). Tevfik Erdem’e göre milliyetçilik düşüncesi, bireylerin bir millete aidiyet hissetmesi onun ifade ettiği değerlere karşı duyarlı olması hali olmaktadır. Bu aidiyetin gücü ya da zayıflığı milletin de gücünü belirlemekte, varlığını sürdürebilmesinde en etkin rolü üstlenmektedir. Erdem, yukarıda değindiğimiz, Herder’in düşüncelerine de atıf yaparak dil olgusunun milliyetçilik düşüncesindeki önemli konumuna değinmiş, dilin milletin kültürünün muhafaza edilmesinde oldukça etkin bir rolü olduğuna dikkat çekmiştir. Bu açıdan dil, milliyetçi düşüncelerin edebi eserler ile toplumlara yayılmasında en önemli aracılardan olmuştur. Ayrıca Erdem, dile atfedilen önemin etnik milliyetçi hareketlerdeki önemine dikkat çekmiştir (Erdem, 2020, s. 28). Bir diğer görüş, milliyetçiliğin ortaya çıkışında ve olgunlaşmasında Aydınlanma Dönemi’nin en önemli düşünürlerinden Immanuel Kant’ın, bireylerin doğuştan haklara sahip olduğu ve kendi kaderlerini seçme hakları (self determinasyon) olduğu görüşünden hareketle önemli Alman düşünürler tarafından 18. ve 19. Yüzyıllarda ortaya konan düşünceler olmuştur (Kedourie, 2017, s.45). Bu düşünürlerden Johann Gottfried Herder ve Johann Gottlieb Fichte öne çıkmaktadırlar. 35 Onlara göre dünya üzerinde birbirlerinden farklı, kendi özgün özelliklerine sahip ve bu özelliklerini korumaları gereken bir milletler topluluğu var olmaktadır (İplikçi, 2017, s. 130). Bir bireyin en onurlu davranış şeklinin kendi hayatı ve ailesi için olduğu kadar milleti için de fedakârlık yapmasının önemini belirtmişler ve böyle bir birey vahşi olsa bile “tembel bir kozmopolitten” daha iyi olacağını öne sürmüşlerdir (Kedourie, 2017, s. 75). Çünkü bu “kozmopolit” ulusal özelliklerini yitirmiş ve kalplerinde başka hiç kimselere yer olmamaktadır. Herder ve Fichte’e göre “kozmopolit” birey kendi toplumunun değerlerini önde tutmayarak, diğer toplumların değerlerinden etkilenmiş, aidiyet duygusu olmayan kimliksiz bir birey haline gelmiştir. Bu düşünürlere göre milliyetçi düşüncede en önemli temel unsur dildir ve tüm dış etkilerden korunması gerekmektedir. Dil ulusal kimliği ve zihniyeti belirleyen en temel öğe olmakta, doğada aynı dili konuşan insanları görünmez bir bağ ile birbirlerine bağlamaktadır. Bu nedenle ulusal dilin başka dillerin etkisine girmesi kabul edilemez, özgün kimliğe zarar veren aşağılık bir durum olmaktadır. Dil, bir milletin varlığının en büyük kanıtı ve devlet kurma hakkının ölçütünü belirlemektedir. Alman düşünürlerinin ortaya koyduğu bu milliyetçi anlayış özellikle Napolyon’un 1806 yılında Alman topraklarını işgali ile daha sert, ötekileştirici, militarist bir şekle bürünmüştür. Burada artık milletin kendi özgün niteliklerinin farkında olması kadar bir düşman imgesinin de oluşmaya başladığı görülmektedir. Özellikle Fichte’nin düşüncelerinde Fransızlara karşı bu düşmanca tavır görülmektedir. Alman milliyetçi düşünceleri dünyada en yaygın olan milliyetçilik modelini oluşturmuş ve onun sahip olduğu bu özelliklerin farklı milletlere ihracı günümüz birçok ulus devletinin kuruluşunda önemli bir yer edinmiş ve o milletlerin komşuları ile ilişkilerini de etkilemiştir. Alman düşüncesi, günümüzde milliyetçilik olgusunun dil, vatan, ırk gibi nesnel unsurlarının ortaya çıkmasında en etkili olan düşünce yapısını teşkil etmektedir (Kedourie, 2017, s. 83). Umut Özkırımlı, bazı düşünürlerin milliyetçi düşünceyi, bireyin bilincini şekillendirerek çevresine anlam yüklemesini sağlayan bir söylem olarak tanımlandığını, onun sosyal kimlikleri belirlediğini, bireylerin konuşmaları, tutumları ve davranışlarını yönlendirdiğini, kişinin çevresine karşı algısının yönünü tayin ettiğini öne sürdüklerini belirtmiştir. Tanımın genişliği onu muğlaklaştırmıştır. Bu tanım içerisinde, yukarıda değindiğimiz birçok tanımın özelliklerini barındırmasının yanında 36 tam olarak milliyetçi düşüncenin kaynağı, hedefleri ve sağladıklarını belirtememekte, sınırları belirli olmamaktadır (Özkırımlı, 2017, s. 14). Çalışmanın devamında milliyetçilik olgusunu oluşturan temel öğelere yer verilecektir. Bu bakımdan milletin, etnik kökenin, ulus devletin ne olduklarına bakılacak ve açıklamalar sunulmaya çalışılacaktır. 1.1.1. Millet Nedir? Millet olgusu da milliyetçilik gibi kesin bir tanıma sahip olmamaktadır. Millet kavramının milliyetçilik ile iç içe olan ilişkisi milliyetçilik kavramına farklı disiplinlerden araştırmacıların yaptığı çok çeşitli tanımlar gibi onun da tanımını zorlaştırmaktadır. Bunun en önemli sebeplerinden biri her iki kavramın da sahip olduğu ve neleri kapsadığı tam olarak belli olmayan tanımlardan kaynaklı terminolojik enflasyon olmaktadır. Millet kavramı ile ilişkili olan milliyet, etnisite, kavim, etnik kategori vs. kavramların da çok farklı şekillerde ele alınışları ve birbirine karıştırılmaları durumu da tanım zorluğunun bir diğer sebebi olarak meydana çıkmaktadır (Özkırımlı, 2017, s. 70). Yukarıda değindiğimiz milliyetçilik olgusuna dair birçok araştırmacının öne sürdüğü düşünceler bu kavramın sınırlarını belirsizleştirdiği gibi millet kavramının da bu yönde bir şekil almasına neden olmuştur. Millet de onu gözlemleyenin düşüncelerinden ve amaçlarından etkilenen, bu doğrultuda ona belli özellikler atfedilen bir olgu olduğu üzerinde görüş birliği sağlanmış bir tanıma sahip olamamıştır. Bir görüşe göre millet kavramının bu çeşitli tanımlara sahip olmasında, kesin bir tanımının yapılamamasında, onunla ilgili ilk çalışmaları yapanların genel bir toplum bilgisine sahip olmaya çalışan felsefeciler ve antropologlar olması, hukukçular ve tarihçiler gibi diğer disiplinlerden araştırmacıların daha sonradan bu alana yönelmesi etkili olmuştur. Hiç şüphesiz ki millet olgusu da farklı mekanlara ve zamana bağlı olarak ona belirli değerler atfeden farklı toplulukların düşünce ve inançlarından etkilenmiş, bu sebeple çeşitli şekillerde insanların onu algılamalarına maruz kalmıştır. Bu nedenle birçok farklı millet tanımı literatürde mevcut olmuştur (Saygılı, 2020, s. 13). Millet olgusu, Avrupa’da feodal düzenin giderek zayıflayarak merkezi devletlerin kurulmasına doğru giden sürece paralel bir şekilde oluşmaya başlamıştır. Bu süreçte Otuz Yıl Savaşları’nı bitiren 1648 Westphalia Anlaşması ile devletlerin 37 ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi ve dini imtiyazların sonlandırılması önemli bir kilometre taşı olmuştur. Bu anlaşma birçok araştırmacıya, günümüzde millet olgusu ile ilgili çok yakın bir olgu olan ulus devletlerin kurulmasına giden süreci temsil etmiştir. Daha sonra Aydınlanma Dönemi düşünceleri ve sanayileşme ile birlikte değişmeye başlayan sosyal, ekonomik ve siyasal düzen ile millet olgusu şekillenmeye ve ortaya çıkmaya başlamıştır (Saygılı, 2020, s. 13-14). Avrupa’da millet/ulus anlamına gelen nation kavramı köken olarak Roma döneminde kullanılan natio kelimesine dayandırılmış, tüm grupların önemli bir özelliğine atıfta bulunarak “doğum” ya da “soya” dayanan bir anlama gelmiştir (Saygılı, 2020, s. 15). Liah Greenfeld, Roma’da kullanılan bu kelimenin Roma halkı arasında ikamet eden fakat onlardan olmayan yabancılar için aşağılayıcı bir anlamda kullanıldığını, kelimenin anlamının Latince’de ahırlarda sığırların altlarına serilen saman ya da talaş anlamına geldiğini, aynı zamanda hayvanın doğurduğu döl anlamına geldiğini belirtmiştir. Romalılar bu kelimeyi kendilerinden olmayan yabancılar için kullanmışlardır (Greenfeld, 2021, s. 12). Daha sonra bu kelime tarihsel süreç içerisinde gelişerek farklı toplulukların ifade edilmesinde kullanıla gelmiştir. Bir dönem kavram yine kötü anlamlarda Avrupa toplumlarının kendilerinden olmayan barbarları ve keşfedilen yeni topraklardaki yerlileri nitelemesinde kullanılmıştır. İlerleyen süreçte ise ortak dillere ve zümrelere sahip olan aristokratlar, ruhbanlar ve bir dönem üniversite öğrencileri için de nation kelimesi Avrupa’da kullanılmıştır (Greenfeld, 2021, s. 18-19). Doğuda ise millet kavramı, Avrupa’daki kullanımının aksine belirli zümre ya da soy bağlarını belirtmek üzere değil, uzun bir süre dini inanç topluluklarını ifade etmek için kullanılmıştır. Osmanlı Devleti’nde millet kavramı hakimiyet altındaki farklı inanç ve mezheplere mensup toplulukları nitelemede kullanılmıştır. Bu kullanım hem Müslüman hem de gayrimüslim tebaa için geçerli olmuş, günümüzde kullanılan anlamına evrilmesi 19. Yüzyıl ile başlamıştır ve son şeklini almıştır (Saygılı, 2020, s. 14). Özellikle Cumhuriyet Dönemi’nde millet kavramı yerine ulus da kullanılmaya başlanmış, bu kullanım farkı daha sonra ideolojik bazı görüşlerin temsili noktasına da gelmiştir. Millet daha çok muhafazakâr kesimler tarafından kullanılan bir kelime, ulus ise kendisini daha modern bir kesimde niteleyenler tarafından kullanılan bir kelime olmuştu (Kökce, 2021, s. 2787). 38 Literatürde millet tanımları milletlere, tarihe, araştırmacının konu ile ilgili görüşüne ve uzmanlığına göre şekillenmiştir. Bu nedenle birbirinden farklı birçok millet tanımı var olmuştur. Genel olarak millet kavramı “Aralarında dil, din, etnik köken, tarihsel geçmiş gibi bir dizi özellikle kendilerini yabancılardan ayıran ve bu özelliklere dayanan bir sosyal topluluk.” olarak tanımlanmıştır. Bununla birlikte bir topluluğun millet olarak tanımlanabilmesi için onun genelinde devlet kurmaya ve bağımsızlığa yönelik politik bir hedefe sahip olması gerekmektedir. Bu kitlesel politik hedeften yoksun topluluklar bir millet olarak değil, daha çok etnik topluluklar ya da azınlıklar olarak adlandırılmaktadır. Ayrıca buna ek olarak bir milletin üzerinde yaşadığı ve sınırları belli olan bir vatanı olması gerekmiştir (Dağ, 2016, s. 265). Millet kavramının tanımını perennialistler (eskilciler) “ortak bir kültürü, tarihi, dili ve toprağı paylaşan insanların oluşturduğu bir topluluk” olarak öne sürmektedirler (Saygılı, 2020, s. 17). Ernest Gellner, bir topluluğun millet olabilmesi için onun aynı kültürü paylaşan insanlardan oluşması gerektiğini belirtmiştir. Bunun sebebi insanların aynı iletişim kalıpları kullanması, aynı sembolleri ve anıları paylaşarak birliklerini sağlamaları sayesinde ortaya milletin çıkması olmuştur. Bununla birlikte birbirlerinin aynı milletten oldukları inancına sahip olmaları, ona sadakat beslemeleri ve bu doğrultuda dayanışma içinde olmaları gerekmiştir (Gellner, 2018, s. 78). Anthony Smith’e göre millet şu olmaktadır: …üyelerinin paylaşılan hatıra, sembol, mit, gelenek ve değerler geliştirdiği, bir tarihi bölgeye ya da anavatana bağlı olduğu ve buralarda yaşadığı, belirgin bir toplumsal kültürü oluşturduğu ve yaydığı, paylaşılan adetleri ve standartlaşmış yasaları gözettiği, isimlendirilmiş ve tanımlamış insan topluluğu… (Smith, 2017, s. 45) Tevfik Erdem’in millet tanımı ise dil, din, kültür, ortak geçmişe ve geleceğe duyulan inanç ve bununla birlikte topluluğun siyasi bağlamına vurgu yaparak şekillenmiştir. Erdem’e göre millet: Ortak dil, din ve kültür mirasına sahip olan, geçmişte bir arada yaşamış, gelecekte de bir arada yaşama arzusu ve ümidi barındıran ve kendilerini bu siyasi topluluğun parçası gören ve bağlı olduğu topluluğa sevgi, sadakat duygusu geliştiren insan topluluğudur. (Erdem, 2020, s. 28) Ernest Renan ise millet için şu tabirleri kullanmıştır: Demek oluyor ki bir millet, birlikte katlanılan ve katlanılmaya hazır bulunulan fedakarlıklar duygusunun yarattığı büyük bir karşılıklı bağlılıktır. Bu bağlılığın bir mazisi olması lazımdır. Bununla beraber millet, halde elle tutulabilir bir olayda hülasa (özet) 39 edilebilir: müşterek hayata devam etme hususunda ifade edilen rıza ve istek (Renan, 1946, s. 121). Yapılan çeşitli tanımların gösterdiği üzere milletin tanımı, içerdiği öğeler bakımından çeşitlilik göstermekte ve farklılaşmaktadırlar. Fakat yapılan tanımlarda birçok araştırmacının ortak öğelere yer verdiği gibi tanımlarını farklılaştıran belli bazı öğelere de yer vermişlerdir. Bu bakımdan araştırmacıların milletin ne olduğuna dair tanımlamalarında üzerinde çoğunlukla durdukları, görüş birliğine vardıkları belirli objektif, nesnel öğeler bulunduğu gibi öznel öğeler de bulunmaktadır. Milletin ne olduğuna dair öne sürülen görüşlerde dil, milliyetçilik çalışmaların da ve millet inşa sürecinde bir dönem merkezde olmuştur. Özellikle Alman milliyetçi düşüncesinde dile büyük önem verilmiştir (Kedourie, 2017, s. 80). Benedict Anderson millet olgusu için dil ile ilgili olarak “Büyük, dev bir topluluk ancak kutsal bir dil ile ve yazı aracılığı ile hayal edilebilir.” ifadesini belirtmiştir (Anderson, 2017, s. 52-62). Eric J. Hobsbawm ise dil için “Dil, grupları ve toplulukları iletişim engeli oluşturduğundan dolayı birbirinden ayıran en temel sınırlardandır.” şeklinde fikrini ortaya koymuştur (Hobsbawm, 2020, s. 84-85). Elie Kedouri, milliyetçilik ile ilgili çalışmasında Alman şair Arndt’ın şiirinden alıntı yaparak Alman milliyetçi düşüncesinde dilin önemine vurgu yapmaktadır. Alman milliyetçilik düşüncesinin diğer milletlere yaptığı etkiler düşünüldüğünde bu önem arz etmektedir. Şiirde “Almanların vatanı nedir? Bana bu büyük ülkeyi söyleyiniz! Alman dilinin ses verdiği yer ve Tanrı bile cennette liedler (Almanca şarkılar) terennüm eder; işte vatan bu olmalı!” denerek dile verilen önemin derecesi anlatılmıştır (Kedourie, 2017, s. 87). Dil ile birlikte tabi olarak alfabe de aynı şekilde önemli olmuştur. Arapların dil ve kültürlerinin ve Slav toplumların dil ve kültürlerinin yansımaları nasıl Arap alfabesi ve Kiril alfabelerinde görülüyorsa, alfabenin de milletin özgünlüğüne katkıları o derecede büyük olmuştur ve onları temsil etmiştir (Saygılı, 2020, s. 19). Din olgusu da milletin oluşumunda önemli bir etmen olmuştur. Aslında dinler bir milletin temsil ettiği sınırlardan çok daha kapsayıcı ve evrensel değerler barındırmaktadır. Fakat dinler ile ilgili farklı yorum ve anlatılar, zamanla oluşan farklı ritüeller millet inşa sürecinde dinin, milletin kültür ve mitlerinin koruyucuları ve taşıyıcısı olmuş, bazı yerlerde milletin inşasında merkezi rol oynamıştır (Kökce, 2021, s. 2791). Örneğin Güney Slav halkları aynı kökenden olmalarına ve aynı dili konuşmalarına rağmen farklı inanç ve mezheplerden olmaları onları birbirlerinden 40 ayıran en önemli etmen olmaktadır. Sırplar Hristiyanlık dininin Ortodoks mezhebine, Hırvatlar ise Katolik mezhebine mensup olmaktadırlar. Boşnaklar ise İslam’a inanmaktadırlar. Aralarındaki bu farklı inanışlar onların birbirlerine bakışlarındaki en temel unsur olmuş, kimliklerinin de oluşumunda merkezde yer almıştır. Ortak soy ve ırka mensubiyet de özellikle tarihte milletlerin ilk inşa edilmeye başlandıkları süreçte önemli bir kriter olmuştur. Milliyetçi düşüncenin Almanya ve Rusya versiyonlarında toprağa bağlı ırk ve soy ortaklığı, onlara benzer diğer milletlerdeki gibi önemli olmaktadır. Fakat İngiltere ve Fransa gibi Batı Avrupa ülkelerinde bu durum daha rasyonel, seçime bağlı vatandaşlık şeklinde olmuştur (Greenfeld, 2021, s. 21-72). Millet inşa sürecinin tamamlanması ile ilk başlarda soy ve ırk bağlarına bağlı olan millete aidiyet zamanla vatandaşlığa da evirilebilmiştir. Bazı hukuksal metinlerde ise soya ait olmaya iten kısmi bir zorlama da mevcut olabilmektedir. Bu ulusal birliklerini yakın bir tarihte tamamlamış devletlerde görülebilmektedir. Örneğin Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 65. Maddesinde “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” ifadesi yer almaktadır (Saygılı, 2020, s. 22). Milletin üzerinde yaşadığı toprak parçası yani vatanın da millet oluşumunda önemli yeri olmaktadır. Millet bu toprak parçasına siyasi ve duygusal yönden bağlı olmakta, burada bir geçmişleri, hatıraları ve önemli kahramanlık ve acı hikayeleri ile birlik duygularını hissetmektedirler. Söz konusu millet adına tarihte önemli olaylar ve mücadeleler burada gerçekleşmiştir ve atalarının mezarları burada yer almaktadır (Smith, 1994, s. 124). Tarih ise bir milletin geçmişini, onun hafızasını oluşturmuştur. Millet inşasında ve devletlerin bir bölgedeki hak iddialarında tarih önemli bir referans kaynağı olmuştur. Öncelikle tarih, bir milletin bulunduğu coğrafyadaki varlığının ve haklarının ispatı olmaktadır. Geçmişte yaşanmış önemli olaylar, birlikte başarılmış kahramanlık ve yaşanılmış acılar ulusun birliğini sağlayan önemli unsurlardan olmuştur. Millet inşa sürecinde tarih aynı zamanda o millete istenilen şekil verme aracı olarak da kullanılmaktadır. Ulusal tarih yazımı, bazı olayların ve durumların gizlenmesi, bazılarının çok abartılması ya da öne çıkarılması ile oluşturulmak istenen milleti ve ideallerini ortaya çıkarmıştır (Saygılı, 2020, s. 23). Bu aynı zamanda kültürü de bir yandan şekillendirmiş, maddi ve manevi öğeler, tutum ve davranışlar, semboller ve 41 geçmişe ait bilgiyi oluşturmuştur. Sırpların Kosova Savaşı ile ilgili anlatıları ve mitleri, tarih yazımı ve efsanelerin bir millete şeklini vermesindeki en çarpıcı örneklerden olmuştur. Millet inşasında bir öteki oluşturmak, bir düşman imajı yaratmak ve ona atfedilen tehdit algısı ile milletin birlik duygusunun meydana getirilmesi de yaygın bir araç olarak kullanılmıştır. Geçmişte bu düşmanla yapılan mücadele millete kimliğini kazandıran önemli bir öğe olmuş, kazanılan zaferler ya da yaşanılan kayıplar birlik duygularını güçlendirmiştir. Bu doğrultuda vatan bilincinin inşasında zorunlu askerlik uygulaması gibi programlar önem kazanmış, bu sayede millet birbirini tanımış ve ortak hareket etme yeteneği kazanmıştır. Ayrıca bu düşmanla yaşanılan zafer veya acılara adanan özel günlerde anma törenleri önemli olmuş ve millet olma bilincini diri tutmuştur (Smith, 1994, s. 212). Örneğin Sırpların Kosova Savaşı’nın yıl dönümlerini anmaları ve yaşanılan acıların ve ortak hatıraların anılmasının Sırp ulusal kimliğindeki önemi dikkate değer olmuştur. Yukarıda bahsedilen dil, din, ırk ve soy bağları, vatan toprakları, ortak tarih ve kültür ve bununla beraber düşman oluşturma birçok araştırmacı tarafından milletin inşasında ortak öğeler olarak kabul edilmektedir. Fakat bununla beraber bazı düşünürler daha farklı öğelere de yer vermiş, kendi sübjektif düşüncelerini de öne sürmüşlerdir (Saygılı, 2020, s. 25). Ernest Renan’a göre milletin oluşumunda maddi unsurlar ve manevi öğeler bir arada olmaktadır. Bu durum milletlerin özgün tarihsel süreçleri, kültürleri, inanışları ve yapıları ilgili olmuştur. Milletler farklı dönemlerde ve şekillerde birçok siyasal ve toplumsal devrim yaşamıştır. Özellikle Avrupa’da kapitalist ekonominin oluşması, burjuva sınıfının yükselmesi ve Aydınlanma Düşüncesi, millet oluşum sürecinde temel dinamikleri oluşturmuştur. Bu süreçte meşruiyetin kaynağı kutsal olandan dünyevi olana aktarılmıştır (Renan, 1946, s. 99-120). Görüldüğü üzere milliyetçilik düşüncesinin tanımlanmasında karşılaşılan zorluk gibi milletin tanımının da yapılabilmesi aynı nedenler ile zorlaşmaktadır. Konu ile ilgili birçok farklı disiplinden uzmanlar araştırmalar yapmakta ve birçok farklı sonuca ulaşabilmektedir. Bu da sabit bir millet tanımı yapılmasını engellemekte, mümkün kılmamaktadır. 42 1.1.2. Etnisite/Etnik Köken Nedir? Etnisite kavramının kökü Antik Yunan diline dayandırılmaktadır. Ethnos ya da ethnicus denilen kavram Antik Yunan’da siyasi bir anlam içermemekte, ortak kökenler ve benzer kültürel ve biyolojik özelliklere sahip olan ve birbirleri ile uyum içerisinde yaşayan yabancılar ve hayvanlar için kullanılmıştır. 4. Yüzyılda ise bu kavram pagan topluluklar, barbarlar ya da batıl inançlı insanlar için kullanılan bir söze dönüşmüştür. Burada yine kendinden olmayan bir yabancı söz konusu olmaktadır (Yıldırım, 2016, s. 126). Kavram ilk defa 1953 yılında, sosyolojik olarak Riesman tarafından kullanılmıştır. Yine bu dönemde kavramın kullanım şekli farklı kültürlerin ve toplulukların nitelemesi üzerine olmuştur. Anglosakson dünyada kavramın kullanım şekli zamanla ulus devletlerde yaşayan azınlık grupları için kullanılmıştır. Avrupa’da ise kavramın tanımlanış şekli soy ve toprak çerçevesinde ele alınan ve tanımlanan milliyet olmaktadır (Poyraz, 2020, s. 53). Etnisite kavramında kültürel farklılıklar ve pratikler, paylaşılan kültürel miras önemli bir unsur olmuştur. Etnik köken ya da etnisite de önemli olan insanların ortak kökenlere olan inancı ve paylaştıklarını farz ettikleri ortak kimlikleri olmaktadır. Burada geçmişte göçler, acılar, paylaşılan fiziksel özellikler, ortak atalar, gelenekler merkezi konumda olmaktadırlar. Fakat etnik kökende dikkat edilirse siyasi bir öğe ya da amaç olmamaktadır. Bu etnisiteyi milletten ayıran en önemli unsur olmuştur. Anthony Smith’in belirttiği üzere bir etnisitenin etrafında daha sonra bir millet oluşabilmekte, böyle bir sürece girilebilmektedir. Fakat bu hali ile etnisite bir millet olmamaktadır (Smith, 2017, s. 37-39). Anthony Smith’e göre etnisite şu olmaktadır: …üyelerinin bir soydaşlık mitine, paylaşılan hatıralara, bir bölge ile olan bağ ve en azından üst sınıfında bir dereceye kadar birlik anlayışı dahil olmak üzere ortak kültürün bir ya da daha fazla unsuruna sahip olduğu, adlandırılmış ve kendi kendini tanımlamış insan topluluğu… (Smith, 2017, s. 42) Bazı görüşlere göre etnisite, önceden beri var olan, kapsam ve sınırları belirli bir olgu olmamaktadır. Buna göre etnisite, bazı kişilerin amaçları ve çıkarları 43 doğrultusunda bir baskı aracı olarak tasarladıkları bir topluluk olmaktadır (Akıncı, 2019). Bu bağlamda etnisite, amaç ve çıkarlara göre gelişebilen, aynı zamanda sosyal etkileşim ile oluşabilme yeteneğine de sahip olarak önceden oluşmuş, kapsam ve sınırları belirlenebilen, bununla beraber sürekli bir değişime de uğrayan bir olgu olmaktadır (Poyraz, 2020, s. 57). 1.1.3. Ulus Devlet Nedir? Ulus devlet kavramı, millet gibi milliyetçilik çalışmalarının merkezinde yer almaktadır. Milletin mi ulus devleti oluşturduğu yoksa ulus devletin mi milleti oluşturduğu, milliyetçilik tartışmalarının ana temalarından biri olmaktadır. Ulus devlet, üyelerinin paylaştığı ortak kültür ile birlikte bu kültürden doğan ortak bilincin oluşturduğu bir yapı olmaktadır. Burada dikkat edilmelidir ki milletin ulus devleti oluşturduğu iddia edilmemektedir (Heywood, 2018, s. 226). Fakat ulus devlet ve millet oluşturulduktan sonra onu ayakta tutan, sürdüren bu ortak kültür ve bilince sahip insan topluluğu olmaktadır. Bu şekilde ulus devlet tarihte milletin belleğinde oluşturulmuş bir birlik, bir örgütlenme şekli olmaktadır (Yazgan, 2020, s. 83). Ulus devletin inşasında milletin özdeş hale getirilmesi ve dayanışması önem arz etmektedir. Birçok milliyetçilik kuram ve yaklaşımında görüldüğü üzere ulus devlet, benzer özellikleri olsa da birbirinden farklı toplulukları bir araya getirerek, onları merkezi bir tedrisattan geçirmiş, standart bir dil kullanmalarını sağlamış ve birlik bilinci aşılamıştır. Burada ulus devlet özdeşleşme aşamasında ortak kültür, gelenekler, semboller ve anlatılar kullanarak bir vatan bilinci yaratmış ve milletin dayanışmasını sağlamıştır. Ulus devlet merkezileşme, bürokrasi ve ortak ekonominin sağlanması ve nüfusun kontrolünün yanı sıra sosyal, kültürel ve hukuki olarak toplumun ortak algısında şekillenmiş bir yapı olmuştur (Yazgan, 2020, s. 83). Modern dönemde meşruiyetin kaynağı olan ulustan yetkiyi alarak var olan bir yapı olarak varlığını sürdüren ulus devlet, politik ya da ırksal ve kültürel bir birleşmenin ürünü olmaktadır. Ulus devlet toplumun güvenliğini garantörü olmakta veya onun bunu sağlaması beklenmektedir (Yazgan, 2020, s.84). Ulus devletin doğuşu ile insanlar, modern öncesi devletin tebaaları ya da serfleri olmaktan çıkarak, eşitlik temeline dayanan vatandaşa dönüşmüşlerdir. Bu süreç Greenfeld’e göre her ne kadar 44 İngiltere’de ilk olarak başlasa da Fransa’nın yaşadığı devrim ve ortaya çıkardığı kavram ve fikirler diğer milletlere örnek teşkil etmiş, ulus devletin ve milletleşmenin önünü açmıştır (Greenfeld, 2021, s. 64). Fransa -Grande Nation (Büyük Ulus)- dünyanın önüne eski rejimini parçalamada takip edilecek bir örnek koydu ve özgürlük, eşitlik ve kardeşlik değerlerinin somutlaşmış ifadesi haline geldi. Fransa tıpkı Haçlılar zamanında Hristiyan dünyanın lideri olduğu gibi demokratik dünyanın da lideri olmuştu. (Greenfeld, 2021, s. 67) Ulus devletin oluşmaya başlama süreci yukarıda daha önce belirttiğimiz gibi Westphalia Anlaşması ile ivme kazanmıştır. Bu anlaşma bir dönüm noktasını temsil etmektedir çünkü Kilise önemli bir yara almış, devletlerin iç işlerine karışmama ilkesi benimsenmeye başlamıştır (Yazgan, 2020, s. 86). Bu bağlamda ulus devlet içeride ve dışarıda kuvvet kullanma tekeline yani egemenliğe sahip, sınırları belirli bir araziye sahip olan ve bu arazi üzerinde yaşayan insanların oluşturduğu, yasal olarak sınırları mevcut olan bir yapı olarak tanımlanmaktadır (Karaköse, 2020, s. 509). Ulus devletin kapsamına ve geleceğine dair tartışmalar mevcut olmaktadır. Burada ulus devletin en önemli sorunlarında biri devleti olmayan ulusların bağımsızlık iddiaları ve hareketleri olmuştur (Yazgan, 2020, s. 88-89). Dünyada bu duruma örnek olarak Basklar ve Katalanlar örnek olarak verilebilmektedir. Bununla birlikte küreselleşme olgusu ile beraber ulus devlete yönelik bazı tehditlerin oluştuğu da belirtilmektedir. Ulaşım ve iletişim imkanlarının gelişmesi ile artan ticaret, sermaye akışı ve çok uluslu şirketlerin ortaya çıkması ulus devleti oluşturan insanların dönüşümüne sebep olmanın yanında devletin sınırlarına da baskı yapmaktadır. Ayrıca küreselleşmenin sebep olduğu bu gelişmeler bazı alt milliyetçilikleri de harekete geçirebilmektedir. Fakat aynı imkanlar ulus devletin daha da merkezileşmesine de fırsatlar sağlamaktadır. Bu nedenle küreselleşmenin ulus devlete etkilerinin çift yönlü olduğu söylenebilmektedir. Her ne kadar ulus devlet birçok yönden baskı altında olsa da insanlar tarafından hala güvenlik, kamu düzeni ve toplumsal refahın sağlanabilmesi noktasında vazgeçilmez görünmektedir. Yalnız eskisi kadar özerk hareket edebilen bir ulus devletten söz edebilmek de zor olmaktadır. Günümüz dünya düzeninde birçok ulus üstü yapının yanı sıra karşılıklı bağımlılığın artışı bu özerkliğe kısmen engel olmuştur (Karaköse, 2020, s. 517). 45 1.2. Milliyetçilik İle İlgili Yaklaşım ve Kuramlar Milliyetçilik literatüründe düşüncenin özü ve milletin ne olduğuna dair birçok farklı görüşten araştırmacının çalışmaları bulunmaktadır. Bu çalışmaların çok çeşitli olmaları, bu kavramların rahat anlaşılmaları ve onunla ilgilenenlere bir yol göstermesi bakımından sınıflandırılmaları önemli olmaktadır. Bu bakımdan milliyetçilik ile ilgili kuramlar ilkçi (primordialist) ve eskilci (perennialist), modernist ve etno-sembolizm olarak sınıflandırılmıştır. Aslında burada ilkçi ve eskilcilik kuram olarak değil yaklaşım olarak ele alınmaktadırlar. Etno-sembolizm de bir kuram olarak değil yaklaşım olarak ele alınmaktadır. Kuram olacak kadar kapsamlı çalışmalar genel olarak modernist milliyetçi çalışmaların ürünü olmaktadırlar (Özkırımlı, 2017, s. 70). 1.2.1. İlkçi (Primordialist) Yaklaşım ve Eskilcilik (Perennialism) İlkçi (primordialist) yaklaşıma göre millet olgusu doğal bir yapı olmakta, insanlığın en başından beri var olmaktadır. Millet tarihin ileri bir sürecinde oluşmuş veya oluşturulmuş bir yapı olmamaktadır. Milliyetçilik düşüncesi kapsamında yapılan ilk çalışmaların merkezinde de bu yaklaşım hâkim olmuştur (Ünal, 2019, s. 7). Bunun sebebi yeni inşa edilen ulus devlet ve oluşturulan milletin birlik bilincini ve doğal olduğunu belirtmek, belli bir proje ya da amaç doğrultusunda inşa edilmiş bir yapı olmadıklarını göstermek için olmuştur. Birliğin yeni oluşturulduğu bir devlet ve toplumda onun birçok parçanın birleştirilmesinden meydana getirildiğini anlatmak şüphesiz tehlikeli olarak görülmüştür. Bir araya getirilen parçaların tekrar dağıtılabilmektedir. Anthony Smith, yaptığı çalışmalarda primordialist yaklaşım içerisinde farklı bir görüşü tespit etmiş ve buna eskilci (perennialism) adını vermiştir. Eskilci yaklaşımı savunanların ilkçilerden farkı, onların da milletin varlığını eski çağlardan beri kabul etmeleri ile birlikte en baştan beri var olduğunu savunmamaları olmaktadır. Tarihin bir döneminde oluşmuş bir yapı olmaktadır. Yaklaşıma göre millet, ortak geçmiş, dil, toprak ve kültürü paylaşan toplulukların bir araya gelmesiyle belirli bir dönemde oluşmuştur (Smith, 2017, s. 20). İlkçi yaklaşımları araştırmacılar doğalcı, sosyo biyolojik ve kültürel olarak üç kategoride ele almışlardır. Doğalcı yaklaşım milletleri, insanların beş temel duyusu ve cinsiyetleri kadar doğal, önceden belirlenmiş bir yapı, içine doğdukları büyük bir aile 46 yapısı olarak ele almaktadır. Yani millet sonradan oluşturulan, seçilebilen bir olgu olmamaktadır. Bu önceden belirlenmiş bir özellik olmuştur (Sarıkaya Güler et al., 2019, s. 1280). Sosyo biyolojik yaklaşım ise milleti ortak akrabalar ve neslin sürekliliği temelinde üremenin garanti edilebilmesi bağlamında ele almaktadır. Bu yaklaşıma göre diğer canlılar gibi insanlar için de birinci öncelik nesillerinin devamını sağlamaktadır ve bunu güven altına almak istemektedirler. Bu nedenle bunun en kolay yolu olarak akrabaları ve kendilerine yakınlık duydukları toplumlar ile birliktelik kurmuş ve çoğalmışlardır. Burada yakınlığın seçiminde temel faktör paylaşılan ortak kültür olmuş ve seçimlerini bu doğrultuda gerçekleştirmişlerdir (Tekin & Çemrek, 2020, s. 261). Kültürel yaklaşıma göre ise millet olgusu, bireyler için önceden belirli, kapsamının sınırları belli, birincil bir bağlılık olmuştur ve bu bakımdan verili olmaktadır. Bu bağlamda millet hiçbir şeyden türemiş bir olgu olmamakta, ortak kültür temelinde her zaman var olmuş bir yapı niteliği taşımaktadır (Özkırımlı, 2017, s. 88). Kısaca ilkçi yaklaşımda millet, büyük bir aile niteliği taşıyan birincil bir bağlılık olmakta, bir öncülü olmamakta ve sosyal ilişkilerin oluşturduğu doğal bir yapıyı arz etmektedir (Hızal, n.d., s. 11). 1.2.2. Modernist Kuram Modernist kuram temel olarak milliyetçi düşüncenin kaynağının modernleşme süreci ve sanayileşme olduğunu belirtmiştir. Milliyetçilik ve millet merkezi devletlerin kurulmaya başlanması ile değişen sosyal yapı, burjuva sınıfının yükselişi ve kapitalist ekonomi, kentleşmenin artışı ve seküler düşüncelerin yaygınlaşması süreci ile meydana gelmiştir. Bu olgular ulus devletin ve modern toplumun bir gerekliliği olarak oluşturulmuşlardır (Tekin & Çemrek, 2020, s. 260). Fakat modernist kuramlar birbirinden çok farklı şekillerde karşımıza çıkmaktadır. Ortak tek yönleri ulus devleti ve modern toplumları merkeze almaları olmaktadır. Kuramın en temel argümanı milliyetçi düşüncenin milleti meydana getirdiği olmaktadır (Özkırımlı, 2017, s. 103). Eric J. Hobsbawm bunu milleti yaratan devlettir şeklinde belirtmekte, eski İtalyan senatör Massimo D’Azeglio’nun “İtalya kuruldu, şimdi İtalyanları yaratmalıyız.” şeklindeki gözlemini belirterek bu görüşleri temellendirmekte ve benzer şekilde modernist kurama mensup diğer araştırmacılar da düşüncelerinin ana öğeleri farklı olsa da bu doğrultuda öne sürmektedirler 47 (Hobsbawm, 2020, s. 66). Bu bakımdan modernist kuramcıların uzlaştığı konuların sayısı az olmaktadır. Miroslav Hroch’un kuramı, milliyetçiliklerin ve milletlerin oluşum sürecinde genel bir çerçeve sunabilmesi açısından önem arz etmektedir. Miroslav Hroch çalışmasında genel olarak bir imparatorluk yönetimi altında yaşayan küçük milletlerin milliyetçilik düşünceleri ve millet inşa süreçlerine değinmiştir. Bu milletler çalışmada daha çok Doğu Avrupa ve bazı İskandinav milletleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Hroch’a göre 17. Yüzyıl sonlarına doğru özellikle Batı Avrupa’daki -ayrı olarak Rusya- devletler ulus devlet inşasını önemli ölçüde tamamlamıştır. Bu devletlerin belirli bir ortak kültürü, çoğunlukla ortak bir etnik yapıları, dilleri ve siyasi yapıları inşa edilmiş bulunmaktadır. Fakat bu dönemde bunlardan ayrı olarak birçok egemen olmayan etnik gruplar (ezilen milletler) var olmuştur. Bu etnik gruplar çok uluslu imparatorlukların yönetimi altında yaşamaktadırlar. Fakat kapitalist ilişkilerin gelişmesi ve ulaşımın kolaylaşıp artması neticesinde farklı sınıfların üyeleri büyüyen ekonomik yapı içerisinde birbirleri ile irtibatlı hale gelmişlerdir. Bu şekilde toplum birbirini tanımaya başlamış ve özellikle akademide, entelijansiyada (aydınlar topluluğu) ezilen milletlerinin diline, kültürüne ve tarihlerine bir ilgi ve merak beslenmeye başlanmış ve ilerleyen süreçte bu bir tutkuya dönüşmüştür. Daha sonra bu bilginin önemli bir miktarda kişiye yayılması ile özerklik ve bağımsızlık için örgütlenme ve fikirlerin yayılımı süreci yaşanmıştır. Bu süreç milli ajitasyon aşaması olmaktadır. Son aşama ise kitlesel hareket aşaması olmuştur. Miroslav Hroch bu aşamalara A, B ve C aşamaları adını vermekte ve çalışmasında özellikle B aşaması üzerinde durarak bunun topluluklara göre nasıl şekillendiğini gözlemlemeye çalışmıştır (Hroch, 2011, s. 51). Bu süreçler aşamalı bir şekilde gerçekleştiği gibi birbirleri ile paralellik de arz edebilmekte veya hepsi nihayete ermeyebilmektedir. Bunun sebebini Hroch milli hareketlerin farklı tiplerde gerçekleşmelerine bağlamaktadır. Burada Hroch’un öne sürdüğü 3. tip milli hareket çalışmamız açısından önemli olmaktadır. Bu tipteki milli hareket kitleselliği feodal toplum yapısında, modernleşmeden önce tamamlamış bir hareket olmaktadır. Bu koşullarda millete dönüşme sürecindeki topluluk son aşamaya egemen millete karşı silahlı bir ayaklanma ile geçiş yapmıştır. Bu hareket “ayaklanma tipi” bir milli hareket olarak adlandırılmaktadır ve Balkan İsyanları ve Sırpların bağımsızlık sürecine uyarlanabilmektedir (Hroch, 2011, s. 58). 48 1.2.3. Etno-Sembolizm Yaklaşımı Etno-sembolist yaklaşım, milletlerin oluşumunda etnik geçmişi ön plana çıkarmaktadır. Yakın zamana kadar etno-sembolist tabiri, millet ve milliyetçiliği etnisite merkezli açıklamaya çalışan araştırmacılar için dışarıdan bir adlandırma şeklinde oluşmuş, fakat bu araştırmacılar kendileri için bu adlandırmayı kullanmamışlardır. Anthony Smith’in kavramı kullanmaya başlaması ile etnosembolizm kavramı bu alanda araştırmalar yapanlar tarafından sonunda sahiplenilmiştir. Etno-sembolizm primordialist kuramın milletlerin en baştan beri var olduğunu kesin bir şekilde reddetmekte, modernist kuramların ise milletlerin modernleşme ve sanayileşmenin ürünü oldukları tezlerini yetersiz bulmaktadırlar (Özkırımlı, 2017, s. 203). Etno-sembolizme göre milletler sıfırdan kurgulanabilecek yapılar olamamaktadırlar. Milletlerin kimlikleri geçmişlerinden kalan mit ve efsaneler, semboller ve kültürel değerlerinin etkisi altında şekillenmişlerdir. Modern dönemin ulus devleti sıfırdan bir millet yaratmamış, elindeki malzemeleri kullanarak onu meydana getirmiştir. Etno-sembolizme göre de milletlerin meydana geldikleri bir zaman dilimi mevcut olmakta fakat modernleşme kadar da yakın bir tarih olmamakta, daha geniş bir tarihsel süreçte oluşmuş olmaktadırlar. Burada milletin oluşturulduğu etnik kökenin tarihine bakılmadan millet ve milliyetçilik hakkında açıklamalar yapılamayacağı savunulmaktadır. Modern dönemdeki milletler, geçmişlerindeki efsaneler ve anlatılar, semboller ve gelenekler ile milliyetçiliklerinin muhteviyatını oluşturmaktadırlar (Çelik, 2020, s. 317). Bu yaklaşımın en önemli düşünürlerinden Anthony Smith’in millet ve etnisiteye dair kavramları yukarıda belirtilmiştir. Bu yüzden burada tekrar ele alınmayacaktır. Anthony Smith’e göre etno-sembolizm yaklaşımı modernizme yönelik beş temel eleştiri yöneltmektedir. Bunlardan ilki olan “sembolik kaynaklar” toplumun kültürel öğelerinin, mit ve sembollerinin önemine vurgu yaparak modernist kuramın maddesel ve politik alana yaptığı yoğun vurguyu eleştirmektedir. Bu şekilde bireylerin iç dünyalarını anlamaya çalıştıklarını ileri sürmektedir. İkincisi “longue duree” (kadim sürelilik) milletlerin geçmişlerine yönelik olarak modernistlerin 18. Yüzyıldan 49 öncesinde milletleri olmadığı tezini eleştirmekte, etno-sembolist yaklaşımın tarihin bu şekilde radikal bir biçimde sınırlandırılmasının çok yanıltıcı bir durum yaratacağını, eski kültürel ve sosyo politik biçimler ile ilişkili olan uzun bir zaman diliminin incelenmesini imkansızlaştıracağını belirtmektedir. Üçüncü eleştiri ise “etnik köken” temelli olmaktadır. Etnik köken milletin üyelerinin iç dünyasını anlamaya yönelik olmakta, bireyin millete olan adanmışlığını açıklamaya çalışmaktadır. Modernist kuramın merkezinde olan ekonomik ve siyasal dönüşümler milletin ve milliyetçiliğin sembolik ve duygusal boyutunu açıklamakta aciz kalmaktadır. Dördüncü eleştiri olan “elitizm”, modernist kuramda hâkim olan yüksek kültürün toplumun geneline yayılması anlayışından farklı olarak seçkinlerin popüler inanç, kültür ve anılar ile toplumu harekete geçirmeyi ve güçlendirme uğraşlarında etki derecelerine odaklanmıştır. Son eleştiri ise “çatışma ve yeniden yorumlama” şeklinde olmuştur. Burada Anthony Smith, milletlerin hem iç çatışmaları hem de başka milletler ile olan çatışmalarının önemine vurgu yaparak modernist kuramların bunu göz ardı ettiğini belirtmiştir. Modernizm mit ve hatıraların savaşlardan ve kültürel mücadelelerden nasıl meydana geldiklerine ve bunların çoğunlukla acılarla dolu miraslarının etkilerine açıklama getirememektedirler (Smith, 2017, s. 28-36). Anthony Smith dışında yaklaşımın bir diğer önemli ismi olan John Alexander Armstrong dinin millet ile ilişkisinin önemine de vurgu yapmaktadır. Milletlerin dini inançlarının ve bilinçlerinin meşrulaşan mitlere, etnik kimliğin ve aidiyet duygusunun oluşumunda diğer unsurlara nazaran daha etkili olduklarını belirtmiştir (Armstrong, 2018, s. 200). Milliyetçilik literatüründe yaygın olarak milliyetçilik düşüncesinin ortaya çıkması ile dinin güç kaybettiği görüşü mevcut olmaktadır. Dinin gücünü kaybederek meydana getirdiği boşluğu milliyetçilik düşüncesi doldurmuştur. Fakat Greenfeld milliyetçilik düşüncesinin dini bağlılıkların en güçlü olduğu Reform döneminde ortaya çıktığını öne sürmektedir (Greenfeld, 2021, s. 29). Anthony Smith de dini inançların milletlerin oluşunda çok önemli rolleri olan mit, efsane ve sembollerin üretiminde merkezi bir kaynak olduğunu belirterek önemini vurgulamıştır (Smith, 1994, 20). Çalışmanın konusu olan Sırp milliyetçiliği açısından etno-sembolizm yaklaşımı ve Miroslav Hroch’un devletlerin oluşum aşaması şeması ve üçüncü tip milliyetçi hareket olan “ayaklanma tipi” milli hareket önem arz etmektedir. Diğer kuram ve yaklaşımlar da ayrı ayrı önemli olmakla birlikte Sırp milliyetçiliğinin dini inanç, 50 efsaneler ve semboller ile yoğurulmuş şekli, bununla birlikte Osmanlı Devleti’ne karşı yapılan silahlı isyanlar sonucu bağımsızlık süreci yaşaması bu iki görüşü bu bağlamda daha baskın hale getirmiştir. Sırp milliyetçiliğinin modern öncesi bir oluşum olması ve dini kurum olarak Sırp Kilisesi’nin millet inşasında oynadığı merkezi rol önem arz etmektedir. Milliyetçilik düşüncesi üzerine araştırmalar yapan birçok yazar bu olgunun modern dönemin bir ürünü olarak ortaya çıktığını öne sürmüşlerdir. Burada milliyetçilik düşüncesinin tarihi kökleri olsa bile onun tam olarak ortaya çıkışının modern toplumun meydana getirilişi ve onun ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirildiği üzerinde durmuşlardır. Fakat Doğu Avrupa ve Balkanlar’da milliyetçi düşüncelerin görüldüğü dönemlerde dışarıdan belli seviyede bir etki olmasına rağmen modern bir toplum yapısından bahsedilememektedir. Çünkü herhangi bir sanayileşme süreci, seküler bir toplum ve bu doğrultuda örgütlenebilmiş bir devlet yapısı mevcut olmamıştır. Bu bölgelerde milliyetçi düşüncenin beslendiği kaynaklar daha çok inançlar ve efsaneler olmuştur. Sırp milliyetçiliğinin özellikleri bakımından bu durumun en iyi gözlenebildiği milliyetçiliklerden olmuştur. Sırp milliyetçiliğinin dini inanç, Kosova Efsanesi ve inşa ettiği düşman imajı unsurları onun en yoğun hissedilen unsurları olarak öne çıkmıştır. Bu bakımdan etno-sembolizm yaklaşımının öne sürdüğü, milliyetçiliğin ortaya çıkmasındaki temel öğeler olan “sembolik kaynaklar, longue duree, etnik köken, çatışma ve yeniden yorumlama” gibi kavramlar Sırp milliyetçiliğinin anlaşılabilmesi açısından önem arz etmektedir. 51 İKİNCİ BÖLÜM 2. SIRP MİLLİYETÇİLİĞİ VE OLUŞUMUNDAKİ ETMENLER Bu bölümde Sırp milliyetçiliğinin oluşumunda etkili olan öğelere değinilecektir. Öncelikle Balkanlar coğrafyasının özellikleri ve adlandırılması üzerine bilgiler verilecektir. Bununla birlikte Balkan adından türetilen Balkanlaşma kavramı üzerinde durulacaktır. Daha sonra Sırpların tarihi ile ilgili bilgilendirme yapılacaktır. Sırpların Balkan coğrafyasındaki tarihi, Sırp milliyetçiliğinin inşasında etkili olan Kosova Efsanesi, kiliseler, Osmanlı Devleti’nin uyguladığı millet sistemi, milliyetçiliğin inşasında rol alan önemli kişiler ve olaylar, kurulan örgütler ve siyasi partilerin anlaşılması açısından önem arz etmiştir. Öncelikle milletin karakterinde oldukça etkili olan coğrafyanın nitelikleri ve konumu üzerinde durulmuştur. Bölgenin dağlık yapısı ve kavşak konumunun Balkan milletleri ve Sırplar üzerindeki etkilerinin anlaşılması açısından Balkanların coğrafi özelliklerinin analizine önem verilmiştir. Daha sonra diğer milletlerin de Balkanlar’a yaptığı atıflar üzerinde durulmuştur. Zira milletin özelliklerinin oluşumunda millete yapılan içsel atıflar kadar ona yapılan dışsal atıflar da kimliğin şekillenmesinde önemli bir yer tutmuştur. Daha sonra Sırpların Balkanlar coğrafyasına ilk yerleşmelerinden 1918’de Sırp – Hırvat – Sloven Krallığı’nın kurulmasına kadar olan sürecin tarihi incelenmiştir. Bu süreçte Sırpların Osmanlı yönetimine girişleri ve Sırp kimliğinin bu süreçte gelişerek kendi milli karakterlerinin oluşumunda etkili olan etmenler üzerinde bilgi verilmiştir. Süreç Sırpların bağımsızlığı ile sonuçlanmış ve Sırp milli kimliğinin oluşumunda farklı bir aşamaya geçilmiştir. Bu aşamalar daha sonraki başlıklarda incelenmiştir. Sonraki aşamada Sırp milliyetçiliğini şekillendiren temel öğeler ele alınmıştır. Burada ilk olarak Sırp milliyetçiliğini oluşturan en temel öğelerden olan Kosova Efsanesi ele alınmıştır. Kosova Efsanesi hem Sırp edebi geleneğinde hem de dini inanç sisteminde Sırplar açısından merkezi bir konumda bulunmaktadır. Bu sebeple Kosova Efsanesi Sırp milli karakterini anlamada öncelikli bir konum arz etmiştir. Bu nedenle ilk olarak ele alınmıştır. 52 Daha sonra Sırp kültürü ve inançlarının asırlar boyunca korunmasında ve gelişiminde kilit rol oynayan Sırp Ortodoks Kilisesi’ne değinilmiştir. Sırp Ortodoks Kilisesi, Kosova Efsanesi, Orta Çağ Sırp Kralları, kahramanları ve soylularının Sırpların belleklerinde sürekli bir şekilde yer etmesini sağlayarak Sırp kimliğinin korunmasını sağlamıştır. Bu sebeple Sırp Ortodoks Kilisesi, bağımsızlık öncesi ve sonrasında Sırp milliyetçiliğinin en önemli aktörlerinden olmuştur. Kosova Efsanesi’nin asırlar boyunca gelişerek varlığını sürdürmesinde ve Sırp Ortodoks Kilisesi’nin büyük ölçüde serbestçe faaliyetlerini sürdürmesinde Osmanlı Devleti’nde uygulanan “Millet Sisteminin” önemli etkisi olmuştur. 29 Mayıs 1453 tarihinde İstanbul’un Osmanlılar tarafından ele geçirilmesi ile Ortodoks Hristiyanların da dini merkezleri Osmanlı hakimiyetine girmiştir. Osmanlı Devleti, elde ettiği bu avantajı kullanarak Avrupa’daki dini parçalanmışlığın sürdürülmesi ve kendisine karşı oluşturulabilecek ittifakların önüne geçebilmesi adına Ortodokslara birçok haklar tanımıştır. “Millet Sistemi” uygulaması ile inanç temelinde, her topluluk kendi liderlerini seçme ve kurumlarını oluşturma noktasında serbest bırakılmıştır. Osmanlı Devleti bu cemaatlerin liderleri üzerinden yönetimini sağlamıştır. Bu bağlamda uygulanan “millet sistemi” ulusal kimliklerin de korunmasında önemli bir etken teşkil etmiştir. Bu nedenle “millet sistemi”ne değinilerek bilgi verilmiştir. 19. Yüzyılda Sırp milliyetçi ideallerinin Sırbistan’ın resmi bir şekilde hedefleri arasına girmesi ve şekillenmesinde İliya Garaşanin’in hazırladığı “Nacertanije” (Taslak) adlı planın önemli etkisi olmuştur. Plan, Balkanlar’da Sırpların yaşadığı tüm bölgeleri kapsayacak bir Sırbistan’ın kurulmasını ve Sırp etnik kökenine dayalı bir devleti öngörmüştür. Plan, Orta Çağ’daki Sırp krallığının en geniş sınırlarını kapsamaktadır. Bu nedenle milliyetçilik düşüncesinin inşasında önemli bir yere sahip olan “altın çağ” sınırlarının yeniden ele geçirilmesi düşüncesine atıfla bu plan önemli olmuştur. Bu hedefler Sırpların Osmanlı Devleti ile karşı karşıya gelmesinin yanı sıra diğer Balkan toplumları ve Avusturya – Macaristan İmparatorluğu ile de çatışmaya girmesine yol açmıştır. Bu nedenle Sırp milliyetçiliğinde önemli yere sahip bu plan ele alınmıştır. Sonraki başlıkta Sırpların bağımsızlık sürecinde büyük katkısı olan ve Sırp milliyetçiliğinin gelişiminde “Slav” kökenleri ve Ortodoks inancı vasıtası ile etki eden Rusların etkisi ele alınmıştır. Ruslar, ulusal çıkarları dolayısıyla 18. Yüzyılın 53 sonlarından itibaren Ortodoks toplumların koruyuculuğunu üstlenmesi söylemi ve tüm Slavların aynı devlette birleşmesi hedefi ile özellikle Balkan toplulukları üzerinde faaliyetler yürütmüş, onların bağımsızlık kazanmalarında önemli rol üstlenmiş ve ulusal edebiyatlarında da bu konuya büyük yer ayırmışlardır. Bu bağlamda Sırpların Ruslar ile köklü ilişkileri burada ele alınmıştır. Son olarak milliyetçi düşüncede önemli etkiye sahip olan “öteki inşası” ve “düşman söylemi” bağlamında Sırpların Hırvatlar, Boşnaklar ve Arnavutlar ile ilişkileri ele alınmıştır. Sırpların bu toplumlar ile yaşadığı inanç, etnik köken ve bazı topraklar üzerinde ilk olma ve “kutsal topraklar” çerçevesindeki sorunlarına değinilmiştir. Bu sorunlar Sırpların Osmanlı Devleti’nden bağımsızlıklarını kazandıktan sonraki dönemde Sırp milliyetçiliğinde etkileri daha fazla hissedilmeye başlayan etkenler olmuştur. 20. Yüzyılda Sırpların içinde bulunduğu birçok çatışma ve problemde bu toplumlar ile olan ilişkileri sebep teşkil etmiştir. 2.1. Balkanlar Coğrafyası ve Sırpların Tarihi 2.1.1. Balkanlar Coğrafyasının Özellikleri ve Adlandırılması Balkanlar coğrafyasının kuzey sınırını, üzerinde tam bir uzlaşı olmasa da, genelde Tuna ve Sava nehirleri oluşturmaktadır. Batıda Adriyatik Denizi, doğuda ise Karadeniz bulunmaktadır. Güneyde Ege Denizi ile Akdeniz yer almaktadır. Balkanlar, doğuda Çanakkale ve İstanbul Boğazları ile Asya Kıtası’ndan ayrılmaktadır. Kuzeybatıda ise Dinar Alpleri sıradağlarının kuzey ucundan ve Trieste Körfezi ile batı sınırları oluşmaktadır. Bu bakımdan bölge üç tarafı denizlerle çevrili bir yarımada olmaktadır (Jelavich, 2018, s. 2). Balkanlar coğrafyası dağlar ve tepeler ile kaplı, birçok nehir sisteminin olduğu bir coğrafya olmaktadır. Bölgenin bu özellikleri ve ormanlık yapısı tarım arazileri bakımından fakir bir bölge olmasına sebebiyet vermekte, bu durum da az sayıdaki tarım arazisinin değerini arttırmaktadır. Bu sebeple bu az sayıdaki tarım arazileri üzerinde tarihte mücadeleler gerçekleşmiştir. Fakat bölge madenler açısından zengin bir bölge olagelmiştir ve bölgede hakimiyet kurmuş olan önemli devletler ve 54 imparatorlukların bu madenleri yoğun şekilde kullanmalarına rağmen günümüze kadar geçen sürede hala tükenmemiştir (Jelavich, 2018 s. 3). Bölgedeki en temel nehir sistemi, dünya tarihinde de büyük önem atfedilen Tuna Nehri ve ona dökülen, doğudan batıya sıra ile Prut, Seret, İsker, Morava, Tisa, Sava, Drava nehirlerinden oluşan nehir ağı olmaktadır. Ayrıca Meriç Nehri, Struma Nehri, Neretva Nehri diğer önemli nehirler olmaktadır (Karpat, n.d.). Balkanlar, bu adı borçlu olduğu birçok dağ silsilesine ev sahipliği yapmaktadır. Bölgeye adını veren Balkan Dağları Bulgaristan’ı ikiye ayırmaktadır. Rodop Dağları ise Bulgaristan’ın güney sınırını oluşturarak onu Yunanistan’dan ayırmaktadır. Kuzeybatıda Dinar Alpleri ise Karavanken ve Julia Alplerinden ayrılarak güneydoğuya doğru Tuna ve Sava nehirleri ile Adriyatik Denizi arasında uzanmakta, Bosna – Hersek bölgesi ve Dalmaçya kıyıları için önemli engeller ve güvenlik oluşturmaktadır. Dinar Alplerinin güney ucundan Yunanistan boyunca güneye doğru ise Pindus Dağları uzanmaktadır (Karpat, n.d.). Balkanlar’daki bu yoğun dağ ve nehir sistemi dolayısı ile nispeten küçük olan bir coğrafyada çok çeşitli topluluklar ve inançlar yaşamış, kısa mesafelerdeki bu coğrafi engeller onları birbirinden ayırarak var olmalarına sebebiyet vermiştir. Bu sayede bölge inançlar, etnik topluluklar ve farklı kültürler açısından bir mozaik teşkil etmektedir (Wachtel, 2009, s. 18). Farklı toplulukların görece küçük bir bölgede birbirinden bir ölçüde soyut bir şekilde var olabildikleri Balkanlar, mevcut coğrafi özelliklerinin bu topluluklara önemli ölçüde koruma sağlayabilmesine rağmen tarih boyunca bölge dışı istilalara da uğramıştır. Bölgenin stratejik konumu, Anadolu coğrafyasına benzer şekilde Asya ve Avrupa kıtaları arasında bir geçit vazifesi görmesi ve Afrika’ya yakınlığı Balkanları bir kavşak noktasına dönüştürmüştür. Bölgedeki nehir ve vadi sistemleri bu istilaları şekillendirmiştir. Bu sayede tarihteki önemli imparatorluklar ve göçebe kavimler bölgeye giriş yapabilmişlerdir. Kuzeydeki Tuna Nehri vadisi ve Macaristan Ovası, Asyalı göçebe kavimler ve bazı Cermen kökenli toplulukların bölgeye giriş yapabilmelerine olanak sağlamıştır. Bölgeye daha sonra yerleşen Slav toplulukları da yine bu rotalar üzerinden gelerek Balkanlara yerleşmişlerdir. Macaristan Ovası’ndan güneye doğru Belgrad’ı geçerek Morava Nehri vadisi takip edilerek Niş’te doğuya 55 yönelmek sureti ile uygun geçitlerden Sofya’ya ya da güney istikametinden Vardar Vadisi vasıtasıyla Ege Denizi kıyılarına ulaşılabilmektedir (Wachtel, 2009, s. 19). Roma İmparatorluğu döneminde önemli bir yol olan “Via Egnatia” ise Adriyatik kıyılarındaki Draç limanından doğuya doğru giderek Selanik, Trakya ve İstanbul’a ulaşmaktadır. Balkanlar’daki mevcut coğrafya ve bu güzergahlar nedeni ile bölge önemli güçlerin hakimiyetine girebilmiş ve nüfuz alanı olabilmiştir (Batı, 2021, s. 52). Miroslav Hroch’un milliyetçi düşüncenin ve milletin oluşumunu incelediği çalışmasında coğrafi etmenlerin bir milletin etnik, dil ve kültürel özelliklerinin yayılımında önemli etkilere sahip olduğuna değinilmiştir. Özellikle Çeklerin milli hareketinin gelişiminin incelendiği bölümde Bohemya’yı (şimdiki Çekya toprakları) çevreleyen dağların bütünleşik bir Çek toplumunun oluşumundaki etkisini vurgulamış, bu sebep ile önemli özelliklerinin muhafaza edildiğine değinmiştir. Bunun gibi birçok örnek ile milletlerin oluşumda coğrafi özelliklerin etnik yapıya ve kültürel özelliklere etkilerinin önemi görülmektedir (Hroch, 2011, s. 104). Balkanlar coğrafyası, bölge ülkelerinin yüzölçümleri toplamı olarak 764.628 kilometre karedir. Bölgenin nüfusu yaklaşık 60 milyondur. Bölgede günümüz itibari ile 11 devlet yer almaktadır (Batı, 2021, s. 51). Balkanlar’da dinsel olarak en büyük grubu Ortodokslar oluşturmaktadır. Bölgedeki Ortodoks nüfusun yoğun olarak yaşadığı ülkeler Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan, Romanya, Kuzey Makedonya, Karadağ olmaktadır. İkinci büyük dinsel grubu ise Müslümanlar oluşturmaktadır. Müslümanlar yoğun olarak Bosna – Hersek, Arnavutluk ve Kosova’da yer almaktadırlar. Üçüncü dinsel grubu ise Katolikler oluşturmakta, yoğun olarak Hırvatistan ve Slovenya’da yaşamaktadırlar. Dil grupları olarak ise en büyük grubu Slav dilleri teşkil etmektedir. Bu dil grubu eski Yugoslav ülkeleri olmak üzere Bulgaristan’da yoğun olarak görülmüştür. İkinci büyük dil grubunu Latince kökenli Romence ve Ulahça oluşturmaktadır. Bu dil grubu başta Romanya’da yoğun olmak üzere Sırbistan, Bulgaristan ve Makedonya’da da azınlık olarak kullanılmaktadır. Üçüncü büyük dil grubunu Rumca oluşturmaktadır. Başta Yunanistan’da yoğun olarak kullanılmakta ve Arnavutluk, Kuzey Makedonya ve Bulgaristan’da ise azınlık olarak kullanılmaktadır. Dördüncü dil grubunu Arnavutça teşkil etmekte ve Arnavutluk ve Kosova’da yoğun olarak kullanılmakta, Kuzey Makedonya’da da önemli bir oranda kullanılmaktadır. Son dil grubunu ise Türkçe oluşturmaktadır. Bulgaristan, Kuzey 56 Makedonya, Yunanistan ve Romanya’da azınlık olarak kullanılmaktadır. Hiçbir Balkan ülkesinde çoğunluk olmamıştır. Balkanlar’daki en büyük etnik grubu Slavlar oluşturmaktadır. Daha sonra Yunanlar, Romenler ve Arnavutlar sırası ile gelmektedirler (Karpat, n.d.). Balkanlar teşkil ettiği bu çeşitlilik sebebi ile zengin bir coğrafya olması yanında birçok anlaşmazlık ve çatışmaya da yol açan bir yapıya sahip olmaktadır. Dini, etnik ve kültürel olarak homojen bir yapı oluşturmaması, her ülkede önemli oranlarda azınlıklar bulunması Balkanlar’ın tarihinde ve günümüzde birçok çatışmaya yol açmıştır. Örneğin Yugoslavya’nın dağılmasındaki etnik, dini çatışmalar ve Bosna ve Kosova Savaşları, Yunanistan’daki Batı Trakya Türkleri, Kuzey Makedonya’daki Arnavutlar’ın faaliyetleri bunlara örnek verilebilmektedir. Balkan adının ilk kullanıldığı yer, Maria Todorova’ya göre İtalyan bir yazar ve diplomat olan Filippo Buonaccorsi Callimaco’nun Lehistan kralının diplomatik amaçlı görevlendirmesiyle 15. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul’a giderken yazdığı hatıralarında rastlanmıştır. Callimaco geçtiği Balkan Dağları’nın betimlemesini eserinde yapmıştır ve dağlara onların antik ismi olan Haimos demekle birlikte yerel halkın Balkan adını verdiğini belirtmiştir. Haimos, efsanevi bir Trakya kralının adıdır. Balkan adını daha sonra yine bir elçilik görevlendirmesi ile Sultan III. Murat ile görüşmek üzere gelen Salomon Schweigger kullanmıştır. Habsburg İmparatoru II. Rudolf’un elçilik heyeti ile gelen Schweigger İstanbul’da üç yıl kalmış, gezileri sırasında günlüğünü tutmuş ve 1608 yılında bu notları basılmıştır. O da dağlardan Haimos adında bahsetmiş fakat Türklerin bu dağları Balkan diye adlandırdıklarını belirtmiştir (Todorova, 2003, s. 55-57). Geçen süre içerisinde birçok yazar daha Balkan adından notlarında söz etmiştir. 19. yüzyılda bu dağlar her iki adı ile, yani Balkan ve Haimos olarak adlandırılmıştır. Balkan adlandırması, Balkanlar’daki diğer dört sıradağ için de kullanılmış, bunların tamamının tek parça olarak Balkan Dağları olduğu önceleri zannedilmiştir. Balkan Dağları’nın Venedik Körfezi’nden Karadeniz’e kadar uzandığı düşünülmüştür. 1808 yılında bir coğrafyacı olan Alman August Zeune “Goea” adlı eserinde “Balkan Yarımadası” terimini ilk defa kullanmıştır. İngiliz bir gezgin olan Robert Walsh da Balkan terimini 1827 yılında bütün yarımada için kullanmıştır. Osmanlı Devleti’nde Yunanların kiliseler üzerindeki hakimiyetlerinden dolayı Robert Walsh Balkanlar’ın kuzeyinde çoğunlukla, güneyinde ise ayin dilinin tamamen Yunanca olduğunu görerek 57 Balkan adının da bu dile ait olduğunu düşünmüştür. Aslında 18. yüzyılda Balkan Dağları’nın bütün yarımadayı kaplamadığı, batıda Timok Irmağı’nda son bulduğu keşfedilmiş olsa da bu keşif genel kanıyı etkilememiştir. Fakat Fransız bir coğrafyacı olan Ami Boue yaptığı ayrıntılı bir araştırma ile Balkan Dağları’nın Timok Irmağı’nda son bulduğunu belirtmiş ve hem bu dağlar hem de Balkanlar coğrafyasının geneli hakkında ayrıntılı bilgiler vermiştir (Todorova, 2003, s. 60-63). Balkan adının Türkçe kökenli olması ve 1878 Berlin Kongresi’nde de yarımadadaki eski Osmanlı hakimiyetini çağrıştıran adlandırmalar ile bölgenin nitelendirilmesi zamanla bölgede yeni kurulmaya başlayan ulus devletlerce bu adlandırmadan uzaklaşılmaya çalışılmasına, kendi uluslarının ön plana çıkmasına neden olacak adlandırmalar ile anılmaya çalışılmasına neden olmuştur. Fakat Balkan adının önüne geçilememiştir. Balkan adının çok fazla yaygın oluşu, birçok yazar ve araştırmacıyı istemese de bu bölgeyi Balkan olarak Türkçe kökenli bir sözcük ile adlandırmaya zorlamıştır. Birçok Avrupalı entelektüel, yarımadanın “istilacı” Türklerin dilinden gelen bir sözcük ile anmak istememiştir. Yarımada Yunan ve Roma medeniyetlerine ev sahipliği yapmış olduğundan ve birçok önemli kişiliği bu medeniyetlere kazandırdığından Türkçe kökenli bir adlandırmadan hoşlanmamışlardır. Maria Todorova, bu gibi görüşlere sahip Victor Papacostea’nın tüm bunlara rağmen Balkan adının değiştirilmesinin artık olanaksız olduğunu ve “Ne de olsa dağlık yarımada terimi, bütün Avrupa yarımadaları arasında en dağlık olanının coğrafi gerçekliğine uygun düşmektedir.” dediğini belirtmiştir (Todorova, 2003, s. 68). Balkanlar’ın sınırlarının tam olarak nereler olduğu da tartışmalı bir konu olmuştur. Bu konu ile ilgili coğrafi, siyasal, tarihsel, dinsel birçok görüş ileri sürülmekle birlikte genelde konu ile ilgili bunların karması olan tanımlar yapılmıştır. Coğrafyacıların yaptığı tanımlama kendi disiplinleri çerçevesinde bölgenin sınırlarının eski Yugoslavya ülkeleri, Bulgaristan, Arnavutluk, Yunanistan ve Tuna Nehri’nin Karadeniz’e döküldüğü Romanya’nın Dobruca bölgesi ve Türkiye’nin Avrupa yakasını kapsadığı şeklindedir. Fakat bazıları siyasal coğrafya ve fiziki coğrafyanın her zaman kesişmediğini öne sürerek, bir önceki sınırlamaya ek olarak tüm Romanya’yı ve bazen Moldova’yı da Balkan sınırları içerisinde değerlendirmiş, Türkiye’yi bu sınırların dışında bırakmışlardır. Birçok tarihçinin de benimsediği ikinci yaklaşıma tarihsel ve kültürel özellikler de eklenmiştir. Yaygın kanaat Balkanlar’ın sınırlarının 58 Slovenler hariç olmak üzere eski Yugoslavya toprakları, Bulgaristan, Arnavutluk, Yunanistan ve Romanya olduğudur. Bu topraklar uzun süre Osmanlı hakimiyetinde kalmış, Ortodoks Kilisesi hakimiyetindeki topraklar olmuştur. Macaristan da eski Osmanlı hakimiyetinde olmasına rağmen Osmanlı’dan diğer Balkan ülkelerine göre çok daha erken bir dönemde ayrılmış olmasından ve farklı bir süreç yaşamış olduğundan Balkan sınırlarına dahil edilmemiştir (Todorova, 2003, s. 72-73). Bir tür olumsuzluğu belirten “balkanlaşma” (balkanization) kavramı eskiden bir bütün şeklinde var olan coğrafi ve siyasi birimlerin parçalanarak birbirlerine düşman daha küçük birimlere ayrıldığı bölgeler için kullanılmıştır. Bu birimlerin parçalanma süreci milliyetçilik gibi ideolojiler ile gerçekleşmiştir ve gelecekleri ise belirsiz olmaktadır. Fakat ilginç bir şekilde bu kavram Balkanlar’daki parçalanmalar ve olaylar üzerine ortaya çıkmamıştır (Yıkıcı, 2020, s. 6). Kavramın ortaya çıkışı I. Dünya Savaşı sonrasına rastlamaktadır ve savaş sonrası bölünmelerin ve çatışmaların Balkanlar örnek gösterilerek açıklanmaya çalışılması sonucu ortaya çıkmıştır. Birçok kişi Avrupa’da gerçekleşen çatışmalar ve II. Dünya Savaşı sonrası kolonilerin bağımsızlığını kazanmaya başladıkları süreçte gerçekleşen olaylar için “balkanlaşma” kavramı ile örnekler vermiştir. Maria Todorova “balkanlaşma” ile ilgili John Leonard’dan şu sözleri aktarmıştır: Her istihbarat örgütü kendi çapında bir Balkan ülkesidir; bir açmazlar coğrafyasıdır, her şeye inanabilir, Türkiye’ye ve onun kardeş ülkelerine karşı tarihsel kin güder, uygarlığı sarsacak ölümcül soğuk savaş oyunları oynar. Fakat bir de her terörist örgütün kendine dönük ve kendi kendinden beslenen bir Balkan ülkesi ve gizli servisi olması söz konusudur (Todorova, 2003, s. 84). Balkanlar’ın coğrafi yapısı ve etnik, dini ve kültürel özelliklerinin çeşitliliği dolayısı ile oluşturduğu zenginliğin yanında ortaya çıkan çatışmalar ve Balkanlar’a atfedilen özelliklere değinilmiştir. Bu bağlamda çalışmanın bundan sonraki aşamasında Sırpların tarihi ve milliyetçilik düşüncelerindeki önemli öğeler ele alınacaktır. Bu çerçevede Balkanlar’daki birçok çatışma ve iş birliğinin önemli bir aktörü olan Sırpların ulus inşa süreci ve dünya görüşleri anlaşılmaya çalışılacaktır. Balkanlar coğrafyasında milliyetçi düşünceler, ortaya çıkan yeni ulusların Hırvatlar ve Slovenler hariç olarak, Osmanlı’dan ayrılarak bağımsızlığını kazanmalarından dolayı bu milletlerin kendilerini tanımlarında Osmanlı karşıtlığı önemli bir yere sahip olmuştur. Osmanlıların Balkanlar’da 14. Yüzyıldan itibaren başlayan hakimiyetleri bölgenin şekillenmesinde büyük rol oynamıştır. Osmanlıların 59 bölgede uyguladığı millet sistemi ile dini cemaatler üzerinden sağlanan yönetiminde dini kurumların önemli roller üstlenmeleri, Balkan milliyetçiliklerinin şekillenmelerinde kiliselerin etkin rol oynamalarını sağlamıştır. Osmanlıların millet sisteminde İstanbul Fener Rum Patrikliği’ne hâkim olan Yunanlarda dahi kilisenin milliyetçilik düşüncesi üzerindeki rolü oldukça etkili olmuştur. Kiliselerin ve dini cemaatlerin Osmanlı sistemi içerisinde varlıklarını rahatça sürdürmeleri ve bu sayede bölge toplumlarının eski anlatılarını, kültürlerini ve tarihlerini muhafaza etmeleri 19. Yüzyılda Balkanlar’da ortaya çıkan milliyetçi hareketlerin şeklinin Batı Avrupa’daki milliyetçilikler gibi vatandaşlık temelli, özgürlükçü ve kapsayıcı olmasını değil etnik köken temelli, toprağa dayalı, dini inanç çerçevesinde ve dışlayıcı bir nitelik taşımalarına sebep olmuştur. Mevcut süregelen anlatılarında geçmişlerindeki “altın çağ” devletleri idealleri bu ulusların çatışmacı bir şekilde gelişmesini beraberinde getirmiştir. Sırplar, Yunanlar, Bulgarlar, Romenler ve Karadağlılar bağımsızlık süreçlerinde etnik, dini veya tarihsel iddialar ile birçok çatışmaya girmiştir (Wachtel, 2009, s. 53). Tüm bu topluluklar bağımsızlık sürecini hakimiyeti altındaki imparatorluğa silahlı ayaklanma yolu ile başlamıştır. Bu nedenle Balkanlar’daki milliyetçi hareketler Batı’daki modernleşme ve sanayileşmenin getirdiği sosyal düzenin bir sonucu olarak değil dini ve etnik temelde bir bilincin sonucu olarak meydana gelmiştir. Bu meydana gelişte Batı milliyetçi düşüncesinin daha önceden ortaya çıkan fikir ve öğelerinin de bu hareketlerin tetiklenmesinde önemli etkileri olmuştur. Sırp milliyetçiliği ve tarihi böyle bir ortamda 19. Yüzyılda şekillenmeye başlamıştır. 2.1.2. Sırpların Tarihi Balkanlar’da Sırpların yaşadığı coğrafyalarda daha önceleri ilk bilinen topluluklar İliryalı ve Trakyalı, hayvancılık yapan kavimler olmuşlardır. M.Ö. III. yüzyılda bölgede Roma hakimiyeti sağlanmıştır. M.S. 395 yılında Roma İmparatorluğu’nun ikiye bölünmesi ile Dalmaçya ve geçmişte Sırbistan topraklarının kuzeyi ve Macaristan’ın güneyini kaplayan Pannonia eyaleti Batı Roma’nın, geriye kalan topraklar ise Doğu Roma’nın elinde kalacak şekilde ayrılmıştır. III. yüzyıldan itibaren bölgeye Gotlar, Avarlar ve Hunlar gelmeye başlamışlardır. Bu yüzyılda Roma İmparatorluğu tarihçiler tarafından “III. Yüzyıl Krizi” olarak adlandırılan iç ve dış 60 buhranlar ile dolu bir dönemden geçmiş ve giderek zayıflamıştır. Daha sonra VI. yüzyılda Slavlar ve Bulgarlar bölgeye gelip yerleşmişlerdir (Özkan, 2011, s. 1). VII. yüzyılda Doğu Roma İmparatoru Heraclius, Sırpları Avarlardan korumak için onları imparatorluğun kuzeybatı sınırına yerleştirmiştir. Böylece Sırplar Balkanlara yerleşerek bir Balkan topluluğu olarak ortaya çıkmışlardır. İmparatorluğun zamanla zayıflaması ile Sırplar daha serbest hareket imkânı bulmuşlar ama bir birlik kuramamışlardır. Parçalı bir yapıda olan Sırp toplulukları “jupan” adı verilen liderler tarafından yönetilmekte ve bu “jupanlar” kendi aralarında “büyük jupan” (veliki jupan) olmak için mücadele etmişlerdir. 850 yılında Vlastimir, “büyük jupan” olmayı başararak Sırpları birleştirmiştir. Fakat bu birleşme kısa süreli olmuş, Vlastimir’in ölümü ile birlik tekrar parçalanmış ve Sırplar, Bulgarların hakimiyetine girmişlerdir. 1018 yılında Doğu Roma İmparatorluğu’nun II. Basileios döneminde Bulgarların bağımsızlıklarına son vermeleri ile Sırplar da tekrar imparatorluğa bağlanmışlardır. Daha sonra Sırplar Zeta ve Raşka olmak üzere iki devlet kurmuşlardır. Dağlık bir bölge olan Zeta daha sonraları Karadağ adını alacaktır. Raşka ise bu bölgenin doğusunda yer almaktadır. I. Stefan Nemanya, bu iki devleti birleştirerek Sırp Krallığı’nı kurmuştur. Böylece Orta Çağ’daki efsanevi Nemanya Hanedanı ortaya çıkmıştır. Stefan’ın oğlu Rastko ise 1219 yılında bağımsız Sırp Ortodoks Kilisesi’ni kurarak Sırpların tarihinde önemli bir başka olayı gerçekleştirmiştir. Orta Çağ Sırp Krallığı en güçlü dönemini “silni” yani “kuvvetli” şeklinde adlandırılan Stefan Duşan döneminde yaşamıştır (Özkan, 2013, s. 1-2). Onun döneminde krallığın sınırları kuzeyden güneye doğru Tuna Nehri’nden Korint Körfezi’ne ve Adriyatik Denizi’nden Ege Denizi’ne kadar uzanmıştır. Stefan Duşan kendisini imparator olarak adlandırmış ve 1346 yılında Sırp başpiskoposu, Ohri başpiskoposu ve Bulgar patriği ile bir toplantı yaparak Sırp başpiskoposunu patrik ilan etmiş ve İpek’e (Peç) atamıştır. Bu sebeple hem kendisi hem de patrik Ortodoks Kilisesi’nden aforoz edilmişlerdir. Fakat bu sayede Stefan Duşan kendisini Doğu Roma İmparatorluğu bağımlılığından çıkararak daha serbest hareket etmiştir. Duşan döneminin sonlarına doğru Balkanlar’da önemli gelişmeler yaşanmıştır. Doğu Roma’da yaşanan iç savaşta Stefan Duşan ve Bulgarlar İonnes Paleologos’u, bu çatışmadan yararlanarak Trakya’ya geçme imkânı bulan Osmanlılar ise İonnis Kantakuzenos’u desteklemişlerdir. 1349 yılında Orhan Bey bu 61 nedenle Stefan Duşan’ın Selanik’i almasına, İonnis Kantakuzenos’a yardım ederek engel olmuştur (Karpat, 2019, s. 29). 1355 yılında Stefan Duşan, Konstantinapol’ü almak üzere çıktığı seferde ölmüştür. Onun ölümü sonrası oğlu Uroş, krallığın birliğini sağlayamamış ve krallık bölünmüştür. Bu parçalanmış yapıda öne çıkan en önemli kişiler Kuzey Sırbistan’a hakim olan Lazar Hrbelyanoviç ve Makedonya’ya hükmeden Vukaşin Mrnyavçeviç olmuşlardır (Özkan, 2011, s. 3). 26 Eylül 1371 tarihinde Çirmen’de Osmanlılar ile savaşan Vukaşin Mrnyavçeviç, ağır bir yenilgi almış ve öldürülmüştür. Bu savaştan iki ay sonra ise Stefan Duşan’ın oğlu Uroş’un ölmesi ile Nemanya Hanedanı sona ermiştir (Yıkıcı, 2020, s. 19). Osmanlılar çok kısa sürede Balkanlar’da ilerleme kaydetmişlerdir. Halil İnalcık Osmanlılar’ın Balkanlar ilerleyişini bölgenin aşırı derecede parçalanmış bir siyasi yapıda olmasına bağlamıştır. Bölgedeki kralların, despotların ve yerel liderlerin birbirleri ile sürekli hakimiyet mücadelesi içerisinde olduklarını ve bir dış yardım almaktan da çekinmediklerini belirtmiştir. Böyle parçalı bir ortamda ise tutarlı bir politikaya sahip tek gücün o dönemde Osmanlılar olduğunu söylemiştir. Ayrıca bölgenin halkının Osmanlılara karşı direnmekte isteksiz davranmalarını ve liderlerine pek yardım etmemelerinin sebeplerini Stefan Duşan’ın yasalarını ve Osmanlılar’ın uyguladıkları yasaları karşılaştırarak göstermiştir. Stefan Duşan’ın yasalarında köylüler haftada iki gün angarya çalıştırılmaktadırlar. Osmanlı Devleti’nde ise bir köylünün sipahinin toprağında çalışması gereken süre yılda sadece üç gün olmaktadır. Ayrıca Osmanlı Devleti köylüleri yerel yetkililerin sömürülerinden korumuştur. Osmanlı Devleti ayrıca Ortodoks Kilisesi’ni resmen tanımış ve bu nedenle ilke olarak Katolik Kilisesi’ni ülkede yasaklamıştır. Böylelikle Halil İnalcık, Balkan köylülerinin Osmanlı Devleti’ne karşı direnmekte isteksiz olduklarını vurgulamıştır (İnalcık, 2019, s. 23-24). Halil İnalcık’a göre Balkanlar’da Osmanlı ilerleyişi üç kola ayrılmıştır. Birinci kol, daha önce değindiğimiz eski Roma güzergahı olan Via Egnatia üzerinden gerçekleşmiş ve Serez, Manastır ve Ohri’nin alınması ile 1385 yılında Arnavutluk’tan Adriyatik Denizi’ne varılmıştır. 1387 yılında Selanik’in alınması ile güneyde Teselya bölgesine doğru ikinci kol uzanmıştır. Fetihlerin üçüncü kolu ise İstanbul – Belgrad güzergahında gerçekleşmiştir. 1385 yılında Balkan Geçitleri’nin ele geçirilmesi ile 62 Sofya, Niş ve Morava Vadisi alınmıştır. Bunun sonucunda 1386 yılında Sırplar Osmanlı hakimiyetini tanımışlardır (İnalcık, 2019, s. 22). Fakat bazı Osmanlı kuvvetlerinin 1388 yılında Ploçnik’te (Bileca) yenilmeleri üzerine cesaretlenen Balkan krallıkları Osmanlı Devleti’ne karşı ittifak yapmışlardır. 15 Haziran 1389 tarihinde (Doğu Hristiyan Takvimi’ne göre 20 Haziran) bu birleşik Balkan ordusu ve Osmanlılar arasında gerçekleşen I. Kosova Savaşı’nda Osmanlılar zafer kazanmıştır. Bu savaşta Balkan ordusuna komuta eden Lazar Hrbelyanoviç ve Sultan I. Murad ölmüşlerdir. I. Kosova Savaşı, Sırpların bağımsızlıklarını kaybettikleri bir olay olarak hatırlanmış ve savaş üzerine birçok efsane ortaya çıkmıştır. Kosova Savaşı Efsanesi, Sırp milletinin inşasında kilise ve aydınlar tarafından en çok kullanılan öğe olmuştur ve Sırp milletinin bilincini şekillendirmiştir. Savaştan sonra Lazar’ın oğlu Stefan Lazareviç Osmanlı hakimiyetini tanımıştır (İnalcık, 2019, s. 28). 1427 yılında Stefan Lazareviç’in ölümü ile yerine geçen Curaç Brankoviç, Macarlar ile ittifak yapmıştır. Bunun üzerine Osmanlılar 1439 yılında Sırbistan’a sefer düzenlemişler, Semendire ele geçirilmiş fakat Belgrad alınamamıştır. Daha sonra yapılan anlaşmalar sonucu bazı topraklar ile beraber Semendire tekrar Sırpların eline geçmiştir. 1444 Varna Savaşı ve 1448 II. Kosava Savaşı ile Osmanlılar Balkanlar’daki konumlarını daha da güçlendirmiştir. Sultan II. Mehmed’in 1454, 1455 ve 1456 yıllarında Sırbistan’a Macarlar ile mücadele etmek ve Belgrad’ı alarak tüm Sırbistan’a hakim olabilmek için seferleri olmuştur. 20 Haziran 1459 tarihinde ise Semendire’nin alınması ile ilk Sırp devleti son bulmuştur. Macar Krallığı’nın elindeki Belgrad ise Sultan Süleyman tarafından 29 Ağustos 1521 tarihinde alınmıştır (Özkan, 2011, s. 5- 6). 16. yüzyılda Sokullu Mehmed Paşa, İpek’teki Sırp Ortodoks Kilisesi’nin yeniden kurulmasına izin vermiştir. 17. yüzyılın sonlarında, 1683 yılındaki Viyana Kuşatması’nın başarısızlığı sonrası Osmanlı İmparatorluğu ile Kutsal İttifak arasındaki savaşlarda Sırp Patriği III. Arsenije Cernojeviç Avusturya’yı desteklemiş fakat kuvvetlerinin bölgeden 1690 yılında çekilmeleri sonrası onun liderliğinde 200 bin Sırp Karlofça’ya giderek yerleşmiştir. İleride Sırp milliyetçiliğini derinden etkileyecek Vuk Karadziç1 gibi kişilikler buradan çıkmışlardır. 1736 – 1739 yılları arasında yaşanan 1 Ayrıntılı bilgi için sayfa 74-75 ve bknz. (Uğurlu, M. (2019). Milliyetçiliğin Efsanesi (Sırp Milliyetçiliği ve Kosova Efsanesi) (1st ed.). Gece Akademi. Sayfa 97) 63 Osmanlı – Avusturya Savaşı’nda yine Sırp Patriği IV. Arsenij, Avusturyalıları desteklemiş fakat Osmanlı İmparatorluğu savaşı kazanıp Belgrad’ı geri alınca beraberindekiler ile o da Avusturya’ya kaçmıştır (Karpat, 2019, s. 31). 1767 yılında Fenerli Rumların istekleri ile Sırp ve Bulgar kiliseleri kapatılmıştır. Bunda önceki savaşlarda Sırpların düşmanı desteklemeleri ve imparatorluktaki Rum nüfuzu etkili olmuştur. Fakat ilerleyen dönemde bu kiliseler tekrar açılmışlar, önce temsil ettikleri toplumun sözcülüğünü yapmış, daha sonra ise yeni kurulan ulus devletlerinin kurumları haline gelmişlerdir (Taşcan, 2017, s. 397). 1774 yılında Osmanlılar ve Ruslar arasında imzalanan Küçük Kaynarca Anlaşması ile Rus Çarlığı Osmanlı İmparatorluğu’na karşı Ortodoksları temsil edebilme hakkı elde etmiştir. Bu tarihten itibaren Osmanlı sınırları içerindeki Ortodokslar Rus etkisine açılmışlardır (Karpat, 2019, s. 32). 1787 – 1791 yıllarında Osmanlılar ile Avusturyalılar arasındaki savaşta bazı Sırplar Avusturya ordusuna katılmış ve Sırp subaylar tarafından idare edilmişlerdir. Savaş sonu imzalanan Ziştovi Anlaşması ile savaştan önceki durum yeniden tesis edilmiş olmakla birlikte birçok Sırp savaş tecrübesi kazanmıştır. Bu savaşta yer alan bazı Sırplar ilerideki Sırp isyanının liderleri olarak ortaya çıkmışlardır (Özkan, 2011, s. 9). Osmanlı İmparatorluğu’nun giderek güç kaybetmesi, kendi ordusuna bile tam olarak hâkim olamamasına yol açmıştır. Özellikle sınırlardaki bazı birlikler sürekli isyana kalkışmaya ve halktan haraç almaya, insanlara zulmetmeye başlamışlardır. Bu durum 1804’te Sırp isyanına neden olmuştur. İsyanın lideri daha önce Avusturya ordusunda da görev almış Kara Yorgi adlı bir domuz tüccarı seçilmiştir. 1804 yılında Osmanlılar asi yeniçerileri ve liderlerini yense de bunlara karşı isyan başlatan Sırplar, 1805 yılında Rusların da desteği ile özerklik talep etmiş, bu kabul edilmeyince de isyan devam etmiştir. İsyancılar 1807’de Belgrad’ı ele geçirmişlerdir. Rusların isyana verdikleri aktif destek 1811’de Napolyon’un Rusya’ya karşı Prusya ve Avusturya ile ittifak yapması ile sona ermiştir. Rusya Osmanlı Devleti ile 28 Mart 1812 tarihinde Bükreş Anlaşması’nı imzalamıştır. Anlaşmada Sırpların affedilmeleri, içişlerini kendilerinin idare etmeleri ve bölgede yapılacak düzenlemelerin Sırplar ile görüşülerek yapılmasına karar verilmiştir. Yapılan bu anlaşmadan isyanın lideri Kara Yorgi’nin sonradan haberi olmuş ve bunu kabul etmemiştir. Bu nedenle isyana devam etmiş fakat 64 1813’te Osmanlı kuvvetleri Belgrad’a girmiş ve Kara Yorgi de Avusturya’ya kaçmıştır (Özkan, 2011, s. 10-14). Osmanlı kuvvetlerinin Belgrad’a girmesi ile isyana katılan Sırpların birçoğu da Avusturya hakimiyetindeki topraklara kaçarak mülteci olmuştur. Bu mültecilerin çoğu Osmanlı Devleti’nin çıkardığı af ile geri dönmüştür. İsyan sırasında Fener Rum Patriğinin isyancılar için aldığı aforoz kararı da bu vesile ile kaldırılmıştır. Fakat isyan ile beraber Sırbistan’da devlet otoritesi büyük zarar görmüş ve bu ortamda bazı bölgelerde haydut faaliyetleri artmıştır. Ayrıca isyandan dolayı tarımda yaşanan aksaklıklar ve kayıplardan ötürü kıtlık meydana gelmiştir. Bundan dolayı bölgede yeniden Osmanlı yönetimine karşı hareketler başlamıştır. Eylül 1813’te isyan sırasında Kara Yorgi’ye destek vermiş olan Hacı Prodan adlı bir voyvoda yeniden isyan başlatmıştır. Hacı Prodan isyan sırasında destek bulabilmek için Sırp knezlerine mektuplar yollamıştır. Bu knezlerden biri olan Rudnik Knezi Miloş Obrenoviç, isyana destek vermemiş ve Hacı Prodan’dan aldığı mektubu Osmanlı Valisi Süleyman Paşa’ya iletmiştir. Bunun üzerine harekete geçen Süleyman Paşa, Miloş Obrenoviç ve isyana katılmayan diğer knezlerin de yardımı ile isyanı bastırmıştır. Fakat isyanın bastırılmasından sonra daha sert politikalar yürütmeye başlamıştır (Aslantaş, 2007, s. 153-154). Hacı Prodan İsyanı ile Sırp reayaya karşı iyice güveni sarsılan Osmanlı Devleti, Süleyman Paşa’nın fikriyle bazı Sırp papaz ve knezlerinin Sırbistan’dan çıkarılarak İstanbul’a yerleştirilmeleri ve bölgedeki etkilerinin azaltılmasına dair plan yapmıştır. Bundan dolayı birçok Sırp ileri geleni Miloş Obrenoviç ile Belgrad’a davet edilmiştir. Miloş Obrenoviç Belgrad’a ilk gelenler arasında yer almıştır. Bu sıralarda daha önce Hacı Prodan’a destek vermiş Stanoye Glavaş gibi bazı Sırp ileri gelenleri Süleyman Paşa’nın emri ile idam edilmiştir. Kendisinin de aynı şekilde idam edileceğinden korkan Miloş Obrenoviç, Belgrad’dan ayrılmıştır. Takova Manastırı’nda knezler ile toplantı yapan Obrenoviç isyan kararı almıştır. Miloş Obrenoviç, bu isyanın Sultan’a karşı olmadığını, Süleyman Paşa’nın zulmüne karşı olduğunu söylemiştir. Bu sayede Süleyman Paşa’nın görevden alınması sağlanmıştır. Süleyman Paşa’nın yerine Maraşlı Ali Paşa tayin edilmiştir (Aslantaş, 2007, s. 156-160). Diplomat karakteri ile öne çıkan Miloş Obrenoviç, Kasım 1815’te Osmanlılar ile anlaşmıştır. Bu anlaşma ile kısmi bir özerklik alarak Sırbistan’ın başknezi olmuştur (Adaş & Konuralp, 2020, s. 117). Bu 65 tarihten itibaren Miloş Obrenoviç Sırbistan’ın bağımsızlığına giden süreçte ülkenin gelişimini başlatmıştır. 1817’de Sırbistan’a dönen Kara Yorgi’yi yakalatarak öldürtmüş, başını Osmanlı valisi Maraşlı Ali Paşa’ya yollamıştır. Daha sonra Kara Yorgi’nin başı Dersaadet’e (İstanbul) gönderilmiştir. Bu sayede Miloş Obrenoviç, Sırbistan’daki konumunu sağlamlaştırmış, Osmanlı Devleti’nin gözünde de itibarını arttırmıştır (Aslantaş, 2007, s. 162-163). Bu sebeple Obrenoviç ve Karacorceviç hanedanları arasındaki kan davası başlamıştır (Marinkoviç, 2018, s. 310). Miloş Obrenoviç dönemi Sırbistan, adım adım daha fazla özerkliğe erişmiştir. Bu gelişimdeki en büyük etken Osmanlı – Rus Savaşları ve Osmanlıların kayıpları olmuştur. Bu süreçte imzalanan Bükreş, Akkerman ve 1829 Edirne Anlaşmaları önem arz etmiştir. Edirne Anlaşması ile Sırplar 1833 yılında özerklik kazanmışlardır. Miloş döneminde Sırpça kitaplar basılmaya ve okullar açılmaya başlanmıştır. 1838 yılında ulusal kilise kurulmuştur. Fakat Miloş Obrenoviç’in otoriter yapısı ona karşı bir muhalefeti meydana getirmiş ve isyana sebep olmuştur. Durumunun zorlaşması üzerine Miloş, tahtı oğlu Mihail’e bırakarak ülkeden ayrılmıştır (Özkan, 2011, s. 59). Mihail döneminde Sırbistan’da Miloş döneminde olduğu gibi tedrici olarak Müslümanlara baskı uygulanmış ve ülkeyi terk etmeleri sağlanmaya çalışılmıştır. Ülkede kıyafet değişikliğine de gitmiş ve görevlilerin Osmanlılar gibi olan giyimlerini değiştirerek daha Avrupa tarzı bir görünüme geçirmiştir. Ayrıca Sırpların silahlanarak 10 yaşından büyük herkesin tabanca, bıçak, tüfek ve olası bir savaş için malzemeler almasını emretmiş, bu silahların da üç ayda bir yoklanmasına hükmetmiştir. Fakat Mihail’e de muhalefet oluşmuş ve isyan çıkmıştır. İsyana Toma Vuçiç Perisiç liderlik etmiştir. Mihail isyanı bastırmaya çalıştıysa da ordusu isyancılara yenilmiş ve Avusturya’ya kaçmıştır (Özkan, 2011, s. 77-80). Bundan sonra ilk isyanın lideri olan Kara Yorgi’nin oğlu Aleksandr Karacorceviç başknez seçilmiştir. Aleksandr Karacorceviç döneminde önemli bir kişilik olan İliya Garaşanin Dahiliye Müdürü olarak görev yapmış ve ülkenin bürokrasisini ve polis teşkilatını yapılandırmıştır. Fakat onun hazırladığı “Nacertanije” adlı planlama ileride kurulacak Büyük Sırbistan’ın idealize edilerek planlanmasına ve bir devlet politikasına dönüşmesinde etkili olmuştur. Kurulacak Büyük Sırbistan’ın tüm Sırpları kapsayacak şekilde kurulması gerektiğine odaklanmış ve tedrici bir şekilde Osmanlı’nın parçalanarak Orta Çağ’daki en geniş sınırlara ulaşabilmeyi 66 amaçlamıştır. Bu bakımdan İliya Garaşanin Sırp milliyetçiliğinin ilk önderi olmuştur (Özkan, 2011, s. 86-89). Aleksandr döneminin en önemli olaylarından biri 1848 ihlalleri döneminde yaşanan Avusturya’daki Macarların isyanı olmuştur. Macarların diğer azınlıklara karşı olan tutumları yalnızca Avusturya yönetimi ile değil imparatorluktaki diğer azınlık grupların da onlara karşı mücadelesine yol açmıştır (Düzcü, 2016, s. 72). Macaristan’daki Sırplar da Macarlara karşı savaşmış, fakat Aleksandr açıktan bir destek vermemiştir. Tuna’nın karşısındaki Sırplara verilen destek el altından yapılmış ve binlerce Sırp gönüllü karşı tarafa gönderilmiş, ayrıca gerekli levazım da sağlanmıştır. Aleksandr’ın tarafsızlığını koruması hem Avusturyalılar hem de Osmanlılar ve Ruslar tarafından iyi karşılanmış ve övgü almıştır. Fakat el altından yapılan bu yardımlara içeride muhalefet oluşmuş, ülkenin genel durumunun kötü olmasından dolayı yapılan bu yardımlar sorgulanmıştır. Aynı dönemde Bosna’da da isyan çıkmıştır. Fakat Bosna’daki isyanın başını Müslüman toprak sahipleri çekmiştir. Bununla birlikte bu isyandan yararlanmak isteyen Sırplar, Avusturyalılar ve Karadağlılar bazı kışkırtmalar ile isyanın büyümesini ve Bosna’nın da en azından özerklik kazanmasını sağlamaya çalışmışlardır. Fakat 1851 yılında isyan bastırılmıştır. Aleksandr döneminde yaşanan Kırım Savaşı sırasında tarafsız kalınmıştır. Bu durum kamuoyunda Rusların bu zor zamanda terk edildikleri gibi bir etki oluşturmuştur. Ayrıca Aleksandr’ın onu tahta çıkaran yönetim konseyine istediği şekilde müdürler atayabilmek istemesi yönetimde sorunlara yol açmış ve Aleksandr’ın düşüşü başlamıştır. Bunlar neticesinde Sırp meclisi Skupştina’da alınan kararlar sonucu Aleksandr tahttan indirilmiş ve ülkeden kaçmıştır. Yerine eski başknezlerden Miloş Obrenoviç tekrar ülkeye dönerek tahta geçmiştir. Bu duruma her ne kadar Toma Vuçiç Perisiç, İliya Garaşanin ve ordu razı olmasa da bir çatışmadan kaçınılmıştır. Aleksandr döneminde ilk milli kütüphane kurulmuş, Belgrad’ın mimarisi Avrupalı mimarlar getirtilerek yenilenmiş ve ilk kez yurt dışına öğrenciler yollanmıştır (Özkan, 2011, s. 89-141). Miloş’un ikinci dönemi de birincisinden pek farklı olmamıştır. Yine kendisine karşı olan grupları sindirmiş ve sürmüştür. Bu dönemde yaşanan Avusturya – İtalya Savaşı’nı fırsat bilerek Bosna eyaletine gözünü dikmişse de bunu başaramamıştır. Günden güne kendisine karşı büyüyen muhalefet ona karşı harekete geçmeden 67 hastalanıp vefat etmiş, oğlu Mihail de orduyu elinde bulundurduğundan muhaliflerini etkisizleştirerek 1860’ta başknez olmuştur (Özkan, 2011, s. 159). Mihail’in ikinci döneminde Karadağ ile ilişkilerin geliştirilmesi, Bosna – Hersek’te çıkan isyan, düzenli Sırp ordusunun kurulması, Kanlıca Konferansı2 ile Sırbistan’daki Türklerin göç etmesi (Özkan, n.d., s. 173) ve diğer Balkan toplulukları ile ittifaklar yapılması en önemli olaylar olmuşlardır. Mihail, Karadağ’da yönetime yeni geçen Nikola’yı tebrik etmek üzere Vuk Karadziç’i göndermiştir. Fakat bu ziyaret basit bir tebrik ziyaretinin ötesinde Sırbistan’ın uzun vadeli bağımsızlık planlarının ve silahlanma programının Nikola’ya anlatılması ve gelecekteki bir ittifakın müzakeresi olmuştur. Daha önce Bosna – Hersek’te başlayan isyan ise bu dönemde tekrar alevlenmiştir. Bunda hem Karadağ’ın isyancılara yardımı hem de bazı Ortodoks papazların yanı sıra dışarıdan gelen misyonerlerin de propagandaları etkili olmuştur. Mihail, 1861 yılında aldığı bir karar ile Sırp ordusunun kurulmasına ve ordu ihtiyaçlarının karşılanması için ise ek vergiler konulmasına karar vermiştir. Vergilere içeriden, ordunun kurulmasına ise özellikle Avusturya ve Osmanlı’dan tepkiler gelse de bunun önüne geçilememiştir. Ordunun kurulması milliyetçi düşüncenin yerleşmesi açısından önemli bir olay olmuştur. Bazı araştırmacılar ulus devletlerin milli eğitim programları vasıtası ile millet bilincini, siyasi katılım ile vatandaşlık bilincini ve askerlik hizmeti ile vatan bilincini insanlara aşıladıklarını vurgulamışlardır (Akıncı, 2019). Mihail döneminde Belgrad’da bazı provokasyonlar sonucu Müslümanlar ve Sırplar arasında olaylar yaşanmış, iç kaleye sığınan Müslümanların korunması için kale muhafızı Belgrad’a topçu ateşi gerçekleştirmiştir. Fakat bu durumu da yararlarına kullanmayı bilen Sırplar buradan bir mağduriyet yaratarak güvenliklerinin tehdit altında olduklarını iddia etmişler ve olaylar üzerine toplanan Kanlıca Konferansı sonucu birçok Müslüman Sırbistan’ı terk etmiş, Osmanlı birlikleri de Sırbistan’dan çekilmişlerdir (Özkan, n.d., s. 182-191). 1866’da Avusturya’nın Prusya’ya yenilerek ağır bir darbe alması, Sırbistan için bazı fırsatları beraberinde getirmiştir. Avusturya, Balkanlar üzerindeki hedefleri dolayısı ile Sırp yayılmasının önündeki en büyük engel 2 Belgrad şehrinde Sırplar ile Müslümanlar arasında çıkan olaylar sonucu Osmanlı Devleti’nin Belgrad Muhafızı Aşir Paşa, kaleye sığınan Müslümanları korumak için Belgrad şehrine top atışı düzenlemiştir. Yaşanan bu durumdan faydalanan Miloş Obrenoviç’in girişimi ile 1862’de düzenlenen uluslararası konferans neticesinde Sırbistan’daki Müslümanların mülklerini satarak bölgeden ayrılması süreci başlamıştır. Ayrıntılı bilgi için bknz. (Özkan, A. (n.d.). Müslümanların Sırbistan’dan Çıkarılmasının İlk Adımı: 1862 Belgrad Olayları ve Belgrad’ın Bombalanması.) 68 olmuştur. Fakat bu yenilgi ile gücü düşüşe geçmiştir. Mihail ve Nacertanije adlı programı uygulamaya koymaya başlayan İliya Garaşanin’in çalışmaları ile Balkan devletleri ile ittifaklar yapılmaya başlanmıştır. İlk anlaşma Karadağ ile yapılmış ve ileride bir birleşme öngörülmüştür. Diğer anlaşma ise Yunanistan ile yapılmıştır. Fakat Mihail’in düşüşü beklenmedik olmuştur. Evliliğinin sorunlu olması ve boşanmak istemesi halk tarafından hiç hoş karşılanmamış, kuzeni ile evlenmesi ise daha büyük bir rahatsızlığa yol açmıştır. Bunların sonucunda Mihail bir gezinti sırasında suikasta uğrayarak öldürülmüştür. Daha sonra bu suikastın eski başknez Aleksandr’ın oğlu Petar Karacorceviç tarafından planlandığı ortaya çıkmıştır (Özkan, 2011, s. 218). Mihail’in ölümü sonrası onun manevi oğlu ve veliahdı Milan Obrenoviç başknezliğe geçmiştir. 1875 yılında yine Karadağ’ın önemli destekleri ve kışkırtması ile Bosna – Hersek’te isyan çıkmıştır (Aydın, 2005, s. 916-919). Osmanlı Devleti bu isyanı ilk önce diplomasi yolu ile bastırmaya çalışsa da isyana dışarıdan verilen destekler ve bu dönemde kurulan Omladina gibi bazı milliyetçi örgütlenmeler isyanın önüne geçilememesine sebep olmuştur. Bununla birlikte gazeteler de Sırbistan’da isyana destek verilmesi ve Büyük Sırp Devleti’nin kurulması yönünde propaganda yapmışlardır. Ayrıca isyanın uzaması ve Bulgaristan’da da karışıklıklar çıkması isyanın giderek uluslararası bir konuma gelmesine sebebiyet vermiştir. Rusların da özellikle bu durumda payı büyük olmuş, olayların Osmanlılar aleyhine gelişmesine zemin hazırlamışlardır. Tüm bu olaylar sürerken Sırp toplumunun baskısı ve o dönemde iktidarda olan liberallerin de etkileri ile Milan, kendisi istemese de Osmanlı Devleti’ne karşı savaş ilan etmek zorunda kalmıştır. Bu doğrultuda Karadağ ile 26 Mayıs 1876’da ittifak yapılmış ve Rusya’dan Sırbistan’a birçok gönüllü, subay ve malzeme gelmiştir. Sırp ordusunun komutanlığına ise Rusya’dan gelen bir panslavist olan General Chernaiev getirilmiştir (Özkan, 2011, s. 254). Bağımsızlık için zamanın geldiğini düşünen Sırplar, Osmanlı Devleti’ne bir mektup göndermişler (1876) ve Bosna’nın Sırbistan’a katılmasını, oranın halkının da kendi kardeşleri olduğunu ve onlar adına üzüntü duyduklarını, ayrıca bu birleşme sonucu Osmanlı Devleti’nin de rahatlayacağını ve oranın sorunları ile ilgilenmek zorunda kalınmayacağını belirtmişlerdir. Fakat bu mektuba herhangi bir cevap verilmeden Sırbistan ordusu 1 Temmuz 1876’da sınırı geçerek savaşı başlatmış, 2 Temmuz’da ise Karadağ Osmanlı’ya savaş ilan etmiştir (Glenny, 2012, s. 123). 69 Savaşın başlaması Rusya’da da büyük yankı bulmuş ve Sırp kiliselerinde Sırplar ve Karadağlılar için ayinler düzenlenmiş hem gönüllü hem de para yardımı yapılmıştır (Özkan, 2011, s. 273). Savaş hem Sırbistan hem de Karadağ için tam bir felaket olmuştur. Tüm cephelerde savaşı kaybetmişlerdir. Fakat Rusya ve Avusturya – Macaristan İmparatorluğu’nun Balkanlar’da gelişen olaylara sessiz kalmaları mümkün olmamıştır. Özellikle Rusya, yaşananlar için gerçekleştirilen İstanbul Konferansı’nda sert bir tutum takınmıştır. Konferanstan çıkan kararlar Osmanlı Devleti tarafından kabul edilmemiştir. Bu durum Ruslar ile ileride savaşa neden olmuştur. 28 Şubat 1877’de Sırbistan ile barış imzalanmıştır. Bunun neticesinde önceki statüko korunmuştur (Glenny, 2012, s. 132). Anlaşma öncesinde Milan kral ilan edilmiş ise de kendisi bu durumdan memnun olmamış, bu unvanı kullanmayacağını söylemiştir. Karadağ ile anlaşma yapılmamış, bu mesele 1877 – 78 Osmanlı – Rus Savaşı sonrası bitirilmiştir. Aynı yıl başlayan Rus savaşı ile Sırbistan tarafsız kalmayı seçmiştir. Rusya savaşa katılması yönünde baskı yapsa da buna uzun süre direnmişlerdir. Karadağ ise Sırpların öncülüğünü yaptıkları Sırpları birleştirme misyonlarından feragat etmeleri durumunda bunu kendilerinin yapabileceklerini belirtmiştir. Savaş sırasında gerçekleşen Plevne Kuşatmasının sonuna kadar harbe dahil olmayan Sırplar Plevne’nin düşmesi ile Aralık 1877’de tekrar savaşa girmişlerdir. 1877 boyunca Sırp halkı savaşın taraftarı olmuş ve Rus ilerleyişlerini kutlamış olsalar da yönetim beklemiştir (Özkan, 2011, s. 303). Savaş sonucunda Rusların tek taraflı dayatması ile imzalanan Ayastefanos Anlaşması ile özellikle Bulgaristan’ın elde ettiği sınırlar diğer değişikliklere nazaran çok tartışmalara neden olmuş ve uluslararası alanda Balkanlar’da artan aşırı Rus nüfuzu tepki çekmiştir. Ayrıca savaş sırasında Sırp ordusunun ele geçirdiği bazı yerlerin Bulgaristan’a bırakılması Sırplarda memnuniyetsizliğe sebep olmuştur. 1878 yılında toplanan Berlin Konferansı ve anlaşması ile Balkanlar tekrar düzenlenmiştir. Burada Osmanlı talepleri hiç dikkate alınmamış, asıl olarak Avrupalı güçler arasındaki denge göz önünde bulundurulmuştur. Anlaşma sonucunda Sırbistan bağımsız bir devlet olmuş, yeni kurulan Bulgaristan üçe bölünerek Doğu Rumeli diye adlandırılan kısmı Osmanlı’ya bağlı Hristiyan bir valinin yöneteceği özel statülü bir eyalete dönüşmüş, diğer kısmı Sofya başkent olarak özerk bir prenslik kabul edilmiş ve Osmanlı Devleti’ne vergi vermesi kararlaştırılmış, Makedonya toprakları Osmanlı 70 Devleti’ne geri verilmiştir. Bosna – Hersek Avusturya – Macaristan İmparatorluğu işgaline bırakılsa da Osmanlı’ya bağlılığı devam ettirilmiştir. Bosna – Hersek’teki Avusturya - Macaristan işgali ileride yaşanacak olan birçok önemli olayın da nedeni olmuştur (Glenny, 2012, s. 136-141). 1882 yılında Sırbistan’da resmen krallık ilan edilmiştir. Bundan sonra Milan’ın iktidarı döneminde 1883 Timok İsyanı ve 1885’te Bulgarlar ile yapılan savaş önem arz etmiştir. Timok İsyanı Radikal Parti’nin lideri Nikola Pasiç’in partisinin köylülerin gücünü arkasına alması ile hükümete yönelik alınan bazı kararlara direnmesi ve son olarak halktan silahların toplanması kararına karşı çıkılması ile meydana gelmiştir. İsyan çıkması ile ordu müdahale etmiş ve isyan sert bir şekilde bastırılmıştır. Nikola Pasiç ve isyana katılan birçok kişi Bulgaristan’a kaçmış ve buradan faaliyetlerini uzun bir süre sürdürmüşlerdir. 1885 yılında Doğu Rumeli’nin Bulgaristan’a ilhakı, Sırplar için kabul edilemez olmuştur. 1877 – 1878 Savaşı sırasında Sırpların işgal ettiği bazı yerlerin Bulgarlara bırakılması, Timok İsyanı kaçaklarının Bulgaristan’da faaliyet göstermeleri, Makedonya’nın Bulgar etkisine gireceği korkusu Sırbistan’ın düşmanlığını giderek arttırmasına sebep olmuştur (Özkan, 2013, s. 41-51). Milan son yaşananlar ile Berlin Antlaşması’nın ihlal edildiğini Büyük Güçlere bildirse de bir sonuç alamamış, 1885 Kasım’ında Bulgaristan’a savaş ilan edilmesine karar vermiştir. Bu tarih bölgede “balkanlaşmanın” başladığı tarih olmuştur. Fakat Sırplar beklenmedik şekilde ağır bir yenilgi almışlardır. Savaş sonunda imzalanan anlaşma ile Bulgaristan birleşmiş, Berlin Anlaşmasının diğer şartları korunmuştur (Jelavich, 2018, s. 401). Milan’ın kişisel sorunları ve yaşanan başarısızlıklar neticesinde tahtı oğlu Aleksandr’a bırakmıştır. 1889’da Aleksandr tahta geçmiştir (Özkan, 2013, s. 83). Aleksandr’ın tahta geçtiği yıl, I. Kosova Savaşı’nın da 500. yıl dönümü olmuştur. Hükümet tarafından bu anmaya büyük önem verilmiş, Kosova Savaşı’nda ölen Kral Lazar’ın şehri olan Kruşevac’ta anma yapılmıştır. Bu anma için çok büyük hazırlıklar ve Kral Lazar adına özel nişanlar oluşturulmuştur. Ayrıca anmada Kral ve danışmanları bir anıtın temelini atmışlardır. Kosova anmaları Saint Guy’s (Vidovdan) günü olarak uzun zamandan beri anılmıştır. Fakat bu anma ilk defa devlet seviyesinde bu kadar büyük bir katılım ile gerçekleşmiştir. Bu şekilde Sırp devleti Kosova Efsanesi vasıtası ile amaçlarını en sıradan halka bile benimseterek milli bir bilinç inşa etme sürecine aktif olarak katılmıştır (Ünlü, 2010, s. 110-117). Aleksandr, ilerleyen süreçte 71 devletin yönetimine ağırlığını koymaya ve gücü kendinde toplamaya çalışmıştır. Ayrıca birçok kişinin uygun olmadığını düşündüğü bir kadın olan Draga Maşin ile evlenmiştir. Kendisine karşı muhalefetin büyümesi sonucu Sırp ordusundan bazı subaylar bir darbe planlamış ve 11 Haziran 1903 günü gecesi sarayı basmışlardır. Bu darbecilerin başında “Apis” lakaplı Albay Dragutin Dimitriyeviç bulunmuştur. Daha sonra “Birlik Ya Da Ölüm” (Ujedinjence İli Smrt) adlı örgütü kuracak olan Dimitriyeviç burada tarih sahnesine çıkmıştır. Darbe sırasında Aleksandr ve karısı öldürülmüş, Obrenoviç dönemi kapanarak tahta Petar Karacorceviç çıkmıştır (Özkan, 2013, s. 155). Petar döneminde ilk olarak Avusturya – Macaristan İmparatorluğu’na aşırı bağlı olan Sırp ekonomisinin bu bağımlılıktan kurtarılması için çalışmalar yapılmış ve bu konuda Bulgaristan ile ticaret anlaşması yapılmıştır. Fakat Avusturya – Macaristan İmparatorluğu bu anlaşmanın feshini istemiştir. Çünkü giderek bağımsızlaşan bir Sırbistan’ın ileride büyük bir Slav devletine dönüşeceğinden endişe duymakta ve bunu Balkanlar’daki çıkarlarının en büyük tehdidi olarak görmüştür. Bunun sonucunda Sırbistan ile Avusturya – Macaristan İmparatorluğu arasında “Domuz Savaşı” olarak adlandırılan bir ticaret savaşı meydana gelmiş fakat Sırbistan’ın kendisine başka pazarlar bulması ile Avusturya – Macaristan İmparatorluğu başarısız olmuştur (Çetin, 2020, s. 1409-1414). Petar döneminin bir diğer önemli gelişmesi Balkan Savaşları’nın ittifakını oluşturacak anlaşmaların yapılması olmuştur. Bu dönemde hükümette olan Radikaller ve Nikola Pasiç, 1904 yılında Bulgaristan ile gizli bir ittifak anlaşması imzalanmasında aracılık etmişlerdir. Aynı yıl bu anlaşmaya Karadağ da katılarak ittifak genişlemiş ve 1905’te Sırbistan ve Bulgaristan arasında gümrük birliğine dair anlaşma imzalanmıştır. Bu gümrük anlaşması yukarıda bahsedilen Domuz Savaşı’na sebep olmuştur. 1908 yılında ise Avusturya – Macaristan İmparatorluğu Bosna – Hersek’i işgal etmiş, bu işgali Osmanlı Devleti önce tanımamış ve protesto etmiş, uluslararası alanda işgalin önlenmesi için destek aramıştır. Fakat aradığı desteği bulamayan Osmanlı Devleti, en sonunda Avusturya – Macaristan İmparatorluğu ile anlaşmış, Bosna – Hersek Avusturya - Macaristan tarafından ilhak edilmiştir. İlhak birçok dengeyi bozmuş, özellikle Sırbistan büyük tepki göstermiştir. Fakat Avusturya – Macaristan İmparatorluğu’nun Almanya’nın desteğini alması ve Rusya’nın 1905’te Japonya’ya yenilmiş ve henüz toparlanamamış olması Sırbistan’ın umutlarını boşa 72 çıkarmıştır (Jelavich, 2017, s. 101). Büyük Güçler Avrupa’da bir savaş istememişlerdir fakat bu durum özellikle Almanya karşısında geri adım atmak zorunda kalarak müttefiklerinin gözünde prestij kaybına uğrayan Rusya ve Fransa’yı ileride ikinci bir defa müttefiklerini yüzüstü bırakmayacakları doğrultusunda hareket etmeye zorlamış, hesaplaşma ileri bir tarihe ertelenmiştir. 1912 yılında önceki ittifak anlaşmalarına benzer şekilde Balkan ülkeleri ittifaklar yapmışlardır. Bu ittifaklar Rusya’nın himayesinde oluşturulmuştur. Özellikle ittifak içerisinde Makedonya topraklarının paylaştırılması konusunda Çar’ın hakemliği ön görülmüştür. Fakat 1912’de savaşın çıkışının zamanlamasında Balkan devletleri kendi inisiyatiflerini kullanmış, Rusya’nın ya da diğer güçlerin sözleri ile hareket etmemiştir (Castellan, 1995, s. 386-387). Balkanlar’da en son 1885 yılındaki Sırp – Bulgar Savaşı’ndan itibaren ordularını çağdaşlaştıran ülkeler yeni bir savaş için hazırlanmışlardır. 1912’de Sırbistan, Bulgaristan, Yunanistan, Karadağ arasında ittifaklar yapılmıştır. Osmanlı’ya karşı gerçekleştirilecek bu savaş Sırbistan’da eski Sırp sembolleri ve anlatıları ile propagandaları yapılmış, kutsal bir savaş olacağı anlatılmıştır (Özkan, 2013, s. 243). 8 Ekim 1912’de Karadağ’ın savaş ilanı ile I. Balkan Savaşı başlamıştır. Savaşa daha sonra diğer ülkeler de katılmış ve Osmanlı kesin bir şekilde yenilerek Balkan topraklarını kaybetmiştir. Sırplar bu savaşta Makedonya’ya kadar topraklarını genişleterek bu bölgenin de bir kısmını almış, Arnavutluk’un da kuzeyinden Adriyatik’e Draç limanından ulaşmıştır. Savaş sonucu Bulgaristan’ın çok genişlemiş olması, Makedonya’nın paylaşılamaması ve Sırpların Adriyatik’e çıkmaları tartışmalar çıkarmıştır. Avrupa devletleri Arnavutluk’un sınırlarına kendileri karar verme hakkını almışlar, yalnız bir demiryolu ile Draç limanının Sırbistan’a bağlanmasına izin vermişlerdir. Makedonya konusunda ise anlaşamayan, ayrıca Bulgaristan’ın Ege’den de geniş topraklar almasından rahatsız olan Sırbistan ve Yunanistan Bulgarlara karşı cephe almışlardır. Yeniden başlayan II. Balkan Savaşı ile Bulgaristan yenilmiş, Makedonya toprakları Sırplar ve Yunanlıların istedikleri şekilde bölünürken Bulgaristan buradan çok küçük bir parça alabilmiş, Ege sahilinden ise Dedeağaç bölgesi elinde kalmıştır. Ayrıca bu savaşa Romanya da katılarak Dobruca’yı Bulgarlardan almıştır. Arnavutluk konusunda ise Sırbistan bu bölgeden ancak Avusturya – Macaristan İmparatorluğu’nun ültimatomu ve Rusya’nın bu ültimatoma uyması tavsiyesi ile çıkmıştır. 1913 yılında Osmanlılar da Edirne’yi Bulgarların zor durumundan istifade ederek tekrar ele geçirmişlerdir (Castellan, 1995, s. 388-390). 73 28 Haziran 1914’te Arşidük (prens) Franz Ferdinand Saraybosna ziyareti sırasında Mlada Bosna (Genç Bosna) üyesi, Yugoslav milliyetçisi bir Sırp olan Gavrilo Princip tarafından suikast sonucu öldürülmüştür. Bunun sonucunda Avusturya – Macaristan İmparatorluğu’nun Sırbistan’a ültimatomu sonrası isteklerinin yerine getirilmemesi sebebi ile savaş ilan edilmiş ve bu ülkelerin müttefikleri tarafında savaşa dahil olmaları sonucu I. Dünya Savaşı çıkmıştır. Savaş sırasında Sırplar bazı başarılar elde etse de çok büyük kayıplar vermişler ve Sırbistan, Bulgarlar ve Avusturyalılar tarafından işgale uğramış, ordunun bir kısmı ve hükümet Korfu Adası’na müttefiklerin yardımı ile çekilmişlerdir (Özkan, 2013, s. 320-345). Savaşta yaşanan büyük kayıplar, Sırpların, bunu tam olarak istemeseler de Avusturya – Macaristan İmparatorluğu’nda bağımsızlık için mücadele eden Hırvatlar ve Slovenler ile anlaşarak Sırp – Hırvat – Sloven Krallığı’nı savaş sonunda kurulmasına yönelik anlaşmaya katılmalarını sağlamıştır. Roma’da kurulan Yugoslav Komitesi’nin başkanı Ante Trumbiç ve yanında bir diğer Hırvat olan Frano Supilo, Korfu’ya gelerek Sırplar ile görüşmüşler ve Korfu Bildirgesi’ni 1917 ilan ederek birleşecek olan ülkenin temelini atmışlardır. Zagreb’de 1918’de Hırvat meclisi Sabor, Yugoslav Komitesi’nin kendilerini temsil edebileceği yetkisini tanımışlardır. Fransa’da bulunan Karadağlı komitenin de katılmayı desteklemesi ve Nikola’yı reddetmeleri ile 1 Aralık 1918’de Belgrad’da Aleksandr Karacorceviç Sırp – Hırvat – Sloven Krallığı’nı ilan etmiştir. Krallığın ilk kabinesinde Stoyan Protiç başbakan, Anton Koroseç başbakan yardımcısı ve Ante Trumbiç dışişleri bakanı olmuştur. 10 Eylül 1919’da bu krallık, müttefikler ile Saint Germain Barış Anlaşması’nı imzalayarak tanınmıştır (Jelavich, 2017, s. 122-129). Bundan sonra Sırp milliyetçiliğini şekillendiren öğeler ayrı başlıklar ile ele alınacak olup bu başlıklar altında sonraki sürece değinilecektir. Çünkü Sırpların Hırvatlar ile ilişkileri, krallığın ve sonrasında kurulacak olan Yugoslavya’nın yönetimi üzerindeki tartışmalar, Bosna – Hersek meseleleri bu birleşik devlet bağlamında incelenecek daha yeni meseleler olmaktadır. 2.2. Sırp Ulusal Kimliğini Oluşturan Temel Unsurlar 2.2.1. Kosova Efsanesi: “Azizler ve Kafirler” Kosova Efsanesi, Sırp Prensi Lazar Hrbelyanoviç’in komuta ettiği birleşik Balkan ordusunun Osmanlılar ile yaptıkları I. Kosova Savaşı üzerine gelişmiş bir 74 efsane olmuştur. Savaşta Lazar Hrbelyanoviç ölmüş, ordusu dağılmış, damadı Vuk Brankoviç anlatılana göre ona ihanet etmiş, Sultan I. Murad ise Miloş Obiliç tarafından suikast sonucu ölmüştür. Efsanenin gelişiminde Sırp Ortodoks Kilisesi’nin büyük rolü olmakla birlikte Sırp halk şarkıları, anlatılar ve masalların da etkileri olmuş, Kosova Efsanesi günümüze kadar ulaşarak birçok farklı şekilde anlatılarak Sırpların milli belleğinde yerini almıştır. Efsanenin bu kadar öne çıkmasında 19. yüzyılda Vuk Stefanoviç Karadziç ve Karadağ’ın hem dini hem de siyasi lideri olan Petar Petroviç Njegoş’un etkileri büyük olmuştur. Bu kişiler yazdıkları ve düzenledikleri eserler ile Kosova Efsanesi’ni 19. yüzyıldan itibaren yoğun şekilde Sırp millet inşasında kullanılmıştır. Efsane Sırp milletine Tanrı tarafından kutsanmış bir halk olması düşüncesi aşılamakla birlikte cesaret, kendini feda etme ve bir düşman portresi çizimi ve milli idealler vermiştir (Uğurlu, 2019, s. 18). Kosova Efsanesi, resmi bir anma olarak ilk defa 1889 yılında Kral Aleksandr Obrenoviç döneminde 500. yıldönümünde kutlanmış ve büyük yankı uyandırmış, Sırpların yaşadığı tüm toprakların kurtarılarak Büyük Sırbistan’ın yeniden kurulmasını idealleştirmiştir (Ünlü, 2010, s. 109). 1989 yılında ise Kosova’nın 600. yıldönümü kutlamalarında Slobodan Miloseviç’in konuşması Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin (YSFC) dağılışına giden süreci başlatmış, milliyetçi düşüncelerin yeniden yoğun şekilde hissedilmelerine sebep olmuştur (Haqiqat & Keskin, 2020, s. 39). Efsanenin derlenip yazılı hale getirilmesi Vuk Karadziç’in çalışmaları sonucu olmuştur (Çaputlu, 2019, s. 78). Karadziç o güne kadar anlatılagelmiş Sırp halk hikayeleri, şarkılarını, şiirlerini vs. edebiyat türlerini toplamış ve derlemesini yapmıştır. Ayrıca ilk Sırpça sözlüğü ve dil bilgisi kitabını yazmış, İncil’i Sırpça’ya çevirmiştir. Bu şekilde Karadziç modern Sırp dilinin ve edebiyatının öncülüğünü yapmıştır. Onun yazdıkları Sırp milli bilincinin gelişmesinde etkili olmuş, daha önceleri “gusla” diye adlandırılan Sırp ozanlarının hikayeleri ve şarkılarını kayda geçirerek Türklere karşı yapılan mücadelelerin Sırp kimliğinin şekillenmesinde önemli bir yapı taşı olmasını sağlamıştır (Uğurlu, 2019, s. 74-78). Efsanenin gelişiminde bir diğer önemli şahsiyet Petar Petroviç Njegoş olmuştur. Njegoş’un yazdığı “Dağ Çelengi” adlı şiir I. Sırp İsyanı’nda lider olan Kara Yorgi’ye adanmıştır (Uğurlu, 2019, s. 106-107). Şiire göre Kara Yorgi Sırpları 75 Türklerin esaretinden kurtarmış, onlara özgürlük yolunda önderlik etmiştir. Njegoş’un bu şiiri Sırp edebiyatında bir baş yapıt olarak kabul edilmiştir (Hashemipour, 2019, s.206). Kusura bakmayın Türk kardeşler, Lafı dolandırmak için hiçbir nedenimiz yok. Toprağımız küçük ve her tarafı sıkıştırılmış durumda. Hiçbirimiz burada huzur içinde yaşayamaz, Bunun için çene çalan güçlerle; İkimiz için de yer yok! Kendi atalarınızın inancını kabul edin! Sevgili vatanımızın onurunu koruyun! Kurdun tilkinin kurnazlığına ihtiyacı yoktur! Ayrıca şahinin gözlük ihtiyacı da yoktur, Minarelerinizi ve camilerinizi yıkmaya başlayın, Sırp Noel kütüğünü ateşe koyun, Paskalya yumurtalarını çeşitli renklere boyayın, Ödünç ve Noel oruçlarını dikkatle izleyin. Geri kalanına gelince, canın ne istiyorsa onu yap! Batric'i dinlemek istemiyorsan, Obilic'in inancı üzerine yemin ederim, Ve güvendiğim bu kollar sayesinde, İkimizin de inancı kana bulanacak, Batmayan daha iyi olacaktır. Bayram, Noel ile kutlanamaz! Öyle değil mi Karadağlı kardeşler?3 (Njegos, 1847) Kosova Efsanesi’nde Prens Lazar, savaştan bir gece önce rüyasında Aziz Elijah’ı (İlyas Peygamber) görmüştür. Aziz Elijah ona “Cennet Krallığı” ile “Dünya Krallığı” arasında seçim yapmasını sormuştur. Eğer Lazar “Cennet Krallığı’nı” seçecek ise savaşı kaybedip ordusu ile birlikte yok olacaklar fakat cennete gidecekler ve kutsanacaklardır. Eğer “Dünya Krallığı’nı” seçecek ise savaşı kazanacaklar ve krallıkları yükselecektir. Prens Lazar bunun üzerine “Cennet Krallığı’nı” seçmiştir. Bundan dolayı savaşı kaybetmişler ve Lazar ordusu ile yok olmuş, fakat 3 Şiirin tamamı için bknz. (Njegos, P. I. P. (1847). The Mountain Wreath. https://www.rastko.rs/knjizevnost/umetnicka/njegos/mountain_wreath.html#introduction) 76 kutsanmışlardır (Hasanusta, 2019, s. 33-36). Savaştan önce Prens Lazar’ın 12 şövalyesi ile yediği son bir akşam yemeği anlatısı da mevcut olmuştur. Bu şövalyeler içerisinde kendisine ihanet eden Vuk Brankoviç de olmakta ve bu yemek Hazreti İsa’nın son akşam yemeğine benzetilmiştir. Efsanede Lazar’a atfedilen özellikler ve yaşadıkları hep olağanüstü ve kutsallık olmuştur. Efsanenin diğer önemli karakteri Miloş Obiliç olmuştur. Efsaneye göre Miloş Obiliç, Vuk Brankoviç tarafından iftiraya uğramıştır. Branloviç Lazar’ı, Miloş’un ona ihanet edeceği yönünde uyarmış, buna öfkelenen ve üzülen Miloş sadakatini kanıtlamak için hayatı pahasına Sultan Murad’ı öldürmüştür. Tarihçiler arasında Miloş Obiliç karakteri tartışmalı bir karakter olagelmiştir ve Sırp olup olmadığı şüpheleri olduğu gibi ismi üzerinde de bir uzlaşma olmamıştır. Bir Macar veya Arnavut olabileceği görüşleri de mevcut olmakta, hatta Sultan Murad’ın nasıl öldüğüne dair de kesin bir görüş bulunmamaktadır. Fakat Karadziç’in yazılarında Obiliç’ten çok büyük bir kahraman olarak söz edilmektedir. Obiliç’in anlatısı Kosova Efsanesi’nin kahramanlık, acılara dayanma ve kendini feda etme motifi olmuştur. Son olarak Vuk Brankoviç ise efsanenin haini olarak görülmektedir. Kendisi Osmanlılar ile iş birliği yaparak Lazar’a ihanet etmiş ve Miloş Obiliç’e de iftira atmıştır. Eğer onun ihaneti olmasa idi belki de savaştan galip ayrılacaklardır. Vuk Brankoviç, Hazreti İsa’ya ihanet eden Yahuda’ya benzetilmiştir. Brankoviç’in burada ihanet etmesi konusu da tarihçiler arasında tartışma konusudur. Zira tarihte böyle bir ihanetin bulgusuna rastlanmamış, tersine Vuk Brankoviç’in ölümüne kadar Osmanlılar ile mücadele ettiği görülmüştür. Yaygın görüş Vuk Brankoviç’in, Prens Lazar’ın düşüşü sonrası savaşın kaybedildiğini düşünerek topraklarını savunmak adına savaş meydanından çekildiği yönünde olmuştur (Uğurlu, 2019, s. 27-31). Efsanenin kafirleri ise doğal olarak Türkler olmaktadır. Kosova Efsanesi, Sırpların Osmanlılar’a karşı hareketlerinde ve Büyük Sırbistan’ın kurulması idealinde etkili bir programa dönüştürülmüş bu doğrultuda kullanılan ana unsurlardan biri olmuştur. Balkan Savaşları, YSFC’nin dağılışı sırasında ve günümüz Sırbistan’ının Kosova ile ilişkilerinin şekillenmesinde, Kosova topraklarının Sırp kimliğinin ayrılmaz bir parçası olduğu düşüncesi Sırbistan’ın komşuları ile ilişkilerini yoğun şekilde etkilemiştir. Bu efsanedeki anlatılar Bosna Savaşı sırasında Sırpların Boşnaklara karşı 77 vahşice davranışlarına da büyük oranda şekil vermiş, Müslümanlara karşı verilen savaşı kutsallaştırmıştır. 2.2.2. Sırp Ortodoks Kilisesi Sırp Kilisesi, Stefan Duşan döneminde 1346 yılında bağımsızlığını kazanmış ve Sırp milli kimliği ve kültürünün en önemli taşıyıcılarından ve koruyucularından olmuştur (Taşcan, 2017, s. 396). Sırp Ortodoks Kilisesi’nin kurucusu da Nemanya Hanedanı’na mensup Aziz Sava olmaktadır (Demir, 2013, s. 286). Kosova Savaşı sonrası Prens Lazar’ın yadigarlarını Priştine’deki St. Spas Kilisesi’nden Ravanica’daki bir manastıra dönemin başpiskoposu III. Danilo nakletmiştir (Fırat, 2021, s. 89). Sırp Kilisesi, Sırpların büyük bir oranda Müslümanlara ya da Katoliklere asimile olmalarını engellemiştir. Kilisenin eski Sırbistan kralları olan Nemanya Hanedanı’nı ve diğerlerini kutsaması, ayinlerde onları anmaları Sırpların bu tarihi olayları ve kişilikleri unutmamasını sağlayarak milliyetçi düşüncelerin ve dini inançlarının birleşmesine sebebiyet vererek özgün bir kimlik kazandırmıştır (Banac, 1997, s. 92). Sırp din adamlarının milliyetçi söylemlerin sözcülüğünü yapmaları ve devletin propagandalarına karışmaları Sırpların bölgedeki Boşnak ve Arnavutlara karşı nefretine yol açmış ve çatışmaları beslemiştir. Bu tür eylemler Sırp Ortodoks Kilisesi’nin tüm tarihi boyunca görülebilmektedir. II. Viyana Kuşatması’nda Osmanlı Devleti’nin başarısızlığı sonucu meydana gelen Osmanlı – Kutsal İttifak Savaşları sırasında III. Arsenije, Avusturya ordularının Macaristan topraklarını ele geçirip Sırbistan’a da girmesi üzerine bunu bağımsızlık için bir fırsata çevirmek isteyerek Sırpları Osmanlı Devleti’ne karşı harekete geçirmiş fakat daha sonra Avusturya birliklerinin bölgeden çekilmeleri sonucu Osmanlıların bu ihanete bir misilleme yapabileceği korkusu ile kendisi ve binlerce Sırp ülkeyi terk etmiş, Karlofça’da yeni bir kilise kurmuşlardır. 1736 – 1739 Osmanlı – Avusturya Savaşı sırasında da yine İpek’teki Sırp Patriği IV. Arsenij Sırpları Osmanlı’ya karşı kışkırtmış fakat o da Osmanlı başarılı olup Kutsal İttifak Savaşları sırasında kaybettiği Belgrad’ı geri alınca kendisini takip edenler ile Avusturya’ya kaçmıştır. Kilise 19. yüzyılın sonundaki Osmanlı – Sırp Savaşı, 1877 – 78 Osmanlı – Rus Savaşı ve Balkan Savaşları sırasında da aktif bir şekilde propaganda faaliyeti yürütmüştür. Bu dönemde meydana gelen 78 Bosna’daki ayaklanmalar ve savaşlar sırasında Sırp Ortodoks papazlar yoğun bir propaganda ile Ortodoksları Osmanlılara karşı kışkırtmış, ayrıca istihbarat faaliyetleri de yürütmüşlerdir. Sırp Ortodoks Kilisesi, Sırbistan’ın bağımsızlığına giden süreçte yalnızca Sırp kültürü ve inançlarını korumakla kalmamış, aktif bir şekilde bağımsızlık hareketlerine destek vermiş, Sırp devletinin ve toplumunun sözcülüğünü yapmıştır. Bu bakımdan Sırp Ortodoks Kilisesi, Sırp bağımsızlığında başat aktörlerden olmuştur. Kilise, YSFC döneminde etkinliğini büyük oranda yitirmiş olsa da Bosna Savaşı ve Kosova’da yaşanan 20. yüzyıldaki çatışmalarda tekrar etkin bir şekilde milliyetçi faaliyetler göstermiştir (Karpat, 2019, s. 31 ). Sırbistan’da 2006 yılında çıkarılan “Kiliseler ve Dini Cemaatler Kanunu”na göre ülkedeki dini cemaatler ve kurumlar kanunlar önünde eşit kabul edilmekte ve serbest olmaktadırlar. Bu kanuna göre Sırp Ortodoks Kilisesi’nin ülkede eski gücünde olmadığı sonucu çıkarılabilse de Sırbistan’da çıkarılan bu kanun onun gücünü pek zayıflatmamıştır. Kanun aslında dünyadaki mevcut düzenin ve Batı ile iyi ilişkilerin bir gereği olarak çıkarılmıştır. Yani eşitlik büyük oranda kâğıt üzerinde bir eşitlik olarak gözükmektedir. Sırp Ortodoks Kilisesi, %84’ü Ortodoks olan Sırbistan’da hala etkin bir şekilde milliyetçi faaliyetler yürütmektedir. 2010 yılında Sırp Ortodoks Patriği olan Miroslav Gavriloviç, Bosna – Hersek’in iki entitesinden biri olan Bosna – Hersek Sırp Cumhuriyeti’ni (Republika Srpska – RS) “en genç Sırp devleti” olarak niteleyerek, Kosova’nın bağımsız olabilmesine atıf ile RS’nin de bağımsız olabileceğini öne sürmüştür. Patrik ayrıca 2013 yılında Sırbistan’da krallığın yeniden tesis edilmesini, tüm Sırpların Sırbistan çatısı altında toplanması gerektiğini söylemiştir. Bu söylemler başta Bosna – Hersek’teki Yüksek Temsilcilik Ofisi (Office of the High Representative – OHR) olmak üzere uluslararası toplumdan kötü eleştirilere uğramıştır (Ekinci, 2014b, s. 98). 2.2.3. Millet Sistemi Millet sistemi, Osmanlı Devleti’nin topraklarında toplumsal barış ve huzurun sağlanması hedefi ile Sultan II. Mehmed tarafından İstanbul’un fethedilmesi sonucu oluşturulmuştur. Osmanlı topraklarında birçok dinden ve inançtan toplumların yaşaması ve İslam’ın temel ilkeleri, din ve vicdan özgürlüğünü gerekli kıldığından dolayı Sultan Mehmed toplumun bu şekilde düzenlenmesi gereği ile farklı inançlardan olan insanları da devletin korumasına almış ve özgür bir şekilde ibadetlerini ve dini 79 kurumlarını muhafaza etmelerine, kültürlerini korumalarına izin vermiştir (K. A. Demir, 2019, s. 413). Burada Sultan Mehmed, Ortodoks Hristiyanların dini merkezleri ve Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkentini almasından dolayı kendisini Roma’nın da varisi gibi göstermiş, özellikle Ortodoksların da lideri olduğunu belirterek Katolik Vatikan Kilisesi’nin Osmanlı Devleti’nde yaşayan Hristiyanlar üzerindeki etkisini kırmasını sağlamayı bir diğer hedef olarak amaçlamış ve başarılı olmuştur (Güneş, 2015, s. 16). Osmanlı Devleti’nin güçlü olduğu dönem boyunca “millet sistemi” bir hoşgörü politikası olmasının yanı sıra fethedilen toprakların yönetimini kolaylaştıran, oluşabilecek herhangi bir muhalefeti önleyen stratejik bir araç olmuştur. Millet kavramı, Osmanlı Devleti’nde aynı inanca mensup toplumları ifade etmekte, modern dönemin ulus tanımı çerçevesinde anlaşılmamaktadır. Osmanlı dönemindeki gayrimüslim toplum devlet ile kendi dini cemaatleri aracılığı ile iletişim kurmuş, devlet bu şekilde bu topluluklar ile doğrudan bir yönetim ilişkisi kurmamıştır. İslam’da “zımni” olarak adlandırılan Müslüman olmayan toplum ödedikleri vergi karşılığında kendi dini kurumlarını ve vakıflarını kurmakta özgür bırakılmışlar, kendi dini liderlerini devletin de onayı ile seçebilmişlerdir (Ortaylı, 2020). Bu özgürlük ve toplulukların dini cemaatleri çevresinde birleşmeleri, Osmanlı Balkanlar’a girdiğinde klasik bir feodal yapı ile darmadağın olan Balkan topluluklarını, kendi kiliseleri etrafında toplayıp makro düzeyde parçalamış olsa da yerelde birleşmelerine olanak sağlamıştır. Bu sebeple millet sisteminin Balkan milletlerinin kültürlerini ve inançlarını korumaları ve ulus oluşumunda etkisi olmuştur. Sırp Kilisesi yüzyıllarca Kosova Efsanesi’ni ve Orta Çağ Sırp Krallığı anlatılarını bu sayede muhafaza edebilmiştir (Karpat, 2019, s. 39). Osmanlı Devleti’nin “millet sistemi” uygulaması devletin güçlü dönemlerinde etkin bir yönetim aracı olmuşken 18. ve 19. Yüzyıllardaki zayıf dönemde ise Balkan milletlerinin farklı kimlik ve bağımsızlık iddialarına zemin hazırlayan bir etmene dönüşmüştür. 2.2.4. Nacertanije (Taslak) Aleksandr Karacorceviç döneminde Dahiliye Müdürü olan İliya Garaşanin’in tasarladığı bir program olmuştur. Bu program Sırbistan’ın gelecekte nasıl ve ne yönde genişlemesi gerektiğini belirterek ileriye dönük bir dış politika hedefini temsil etmiştir (Özkan, 2011, s. 88). Garaşanin bu programın hazırlanmasında Polonyalı Prens Adam 80 Czartorski ve onun vekili Çek Frantisek Zach’dan etkilenmiştir. Onların Sırbistan’ın dış politikasının nasıl olması gerektiğine dair verdikleri tavsiyeler Garaşanin’in programının şekillenmesinde etkili olmuş fakat Garaşanin’in milliyetçi görüşleri çerçevesinde son şeklini almıştır (H. Demir, 2013, s. 300). Czartorski ve Zach, Sırbistan’ın Balkanlar’da kurulacak olan bir Güney Slav Devleti’ne öncülük etmesini, Sırbistan’ın İngiltere ve Fransa’nın müttefiki olmasını ve Rusların temsil ettikleri Asya panslavizm’ine karşıt olarak Avrupa panslavizm’ini temsil etmeleri gerektiğini düşünmüşlerdir. Ayrıca Karacorceviç Hanedanı bu devleti yönetecek, Ortodoks ve Katolik uzlaşması sağlanacaktır. Sırpların ise bu devletin ordusunu ve diplomatik birimini teşkil etmesi öne sürülmüştür (Özkan, 2013, s. 87). Fakat Garaşanin tüm Slavların birleştirileceği bir devlet düşüncesine katılmamıştır. O tüm Sırpların birleşeceği bir devlet düşüncesinde olmuştur. Fransa ve İngiltere’nin Balkanlar’da doğrudan bir çıkarı olmayacağı için onlara yanaşmak makul gözükmüştür. Fakat kendisi Sırpların yaşadığı Bosna – Hersek, Kosova, Kuzey Arnavutluk, Karadağ ve Voyvodina’nın birleştiği daha dar anlamda bir ülke hayal etmiştir. Onun hedefi Orta Çağ’daki Sırp Krallığı’nın sınırlarının Osmanlı Balkanlar’dan çıkarılarak yeniden sağlanması ve güçlü komşuları olan Avusturya ve Rusya’ya dayanabilecek bir devlet kurmak olmuştur. Bundan sonraki süreçte bu düşünce Sırbistan politikalarını önemli ölçüde etkilemiştir (Banac, 1997, s. 96-97). 2.2.5. Panslavizm ve Kadim Dost Rusya Panslavizm kavramı 1826 yılında Slovak J. Herkel tarafından ortaya atılmış ve Slav halklarının birleşerek büyük bir devlet oluşturması fikrini temsil etmiştir. Kavramın Slav toplulukları arasında kültür alışverişi anlamında da kullanıldığı görülmüştür. Panslavizm, Rusların Batı’ya ve değerlerine karşı kendi değerleri ve kimliğini korumalarını ve tüm Slav topluluklarının birleşerek tek bir devlet çatısı altında birleşmelerini hedefleyen bir görüş olmuştur (Ketenci, 2018, s.348). Fakat bu Rus politikası zamanla diğer Slav halklarının özgürlüğü ve etkileşimi bağlamında değil Rus değerleri ve kültürünün ihracına ve Ruslaştırmaya dönüşerek diğer Slavlardan da tepki çekmiştir (Ketenci, 2018, s. 350). Fakat önemli ölçüde ilişkilerin gelişmesine de katkıda bulunmuştur. Bu görüş ilk olarak dini ve kültürel anlamda bir birleşmeyi amaçlasa da 19. yüzyılda milliyetçi bir söyleme dönüşmüş, etnik bir anlama 81 bürünmüştür. 19. yüzyılda kurulan panslavizm dernekleri ve çeşitli örgütlenmeler çok aktif bir şekilde Slav toplulukları üzerinde çalışmış ve Rusya’nın dış politika hedeflerine uygun şekilde hareket etmelerinde rol oynamışlardır (Aslan, 2018, s. 64- 65). Örneğin İstanbul’da uzun süre elçilik yapmış Nikolay Pavloviç İgnatiev St. Petersburg’da bir panslavizm derneğine üye, sıkı bir panslavist olmuştur. Ruslar, Sırbistan’ın bağımsızlığına giden süreçte etkin rol üstlenmiştir. Sırbistan’ın özerkliğine giden süreçte imzalanan Bükreş (1812), Akkerman (1826) ve Edirne (1829) Anlaşmalarının tamamı Osmanlılar ve Ruslar arasında imzalanmıştır. 1876 yılındaki Sırp – Osmanlı Savaşı’nda ise birçok Rus gönüllü ve subay Sırbistan’a gelmiş, bunun yanı sıra Rusya’da Sırplar için ayinler yapılarak para yardımı da yapılmıştır (Özkan, 2013, s. 273). 1878 Berlin Anlaşması ile Sırbistan’ın bağımsızlığını kazanması da bir Osmanlı – Rus Savaşı’nın sonucu olmuştur (Jelavich, 2018, s. 390). I. Dünya Savaşı’na da Rusya, Sırpların müttefiki olarak girmiştir ve Sırbistan’ı Almanya ve Avusturya – Macaristan İmparatorluğu’na karşı desteklemiştir (Özkan, 2014, s. 53). Birinci Dünya Savaşı sonrası Sırp – Hırvat - Sloven Krallığı ve sonrasında Yugoslavya Krallığı döneminde ideolojik farklardan dolayı Sırp – Rus ilişkileri pek gelişmemiştir. II. Dünya Savaşı sonrası Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti’nin (YFHC) kurulması ile ilk dönemlerde ilişkiler iyi seyretse de daha sonra YFHC’nin ayrı bir politika izlemeleri ilişkileri kötüye götürmüştür. Fakat bu dönemde ilişkiler ideoloji temelinde olmuş ve herhangi kültürel ve etnik bağ dikkate alınmamıştır. Ne Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) Rus milliyetçisi ne de YFHC Sırp milliyetçisi olmuştur. Dünya edebiyatında önemli yerleri olan Rus yazarları da panslavizm ve Ortodoksluk bağlamında Sırplara ve diğer Slav halklarına yazılarında yer vermiş, bir Türk düşmanlığı göstermişlerdir (Kandemir, 2016, s. 15). Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, koyu bir Ortodoks ve panslavist olarak yazdığı bazı yazılarında Türkleri barbarlara benzetmiştir ve Slavlara sürekli zulmettiklerini iddia etmiştir (Kandemir, 2016, s. 19). Yazarın Ölü Bir Evden Hatıralar adlı eserinde Türk kökenli bir kişiden bahsederek en sevdiği şeyin çocukları işkence ederek öldürmek olduğundan bahsetmiştir. Karamazov Kardeşler adlı eserinde de Bulgaristan’da yaşanan ayaklanma 82 sırasında Türklerin büyük bir vahşilik ile insanları katlettiğini belirtmiştir (Dostoyevski, 2009, s. 448). Lev Nikolayeviç Tolstoy’un ise Anna Karenina eserinde kitabın önemli karakterlerinden biri Sırpların isyanına destek olmak için gönüllü alaylarına katılarak Sırbistan’a gitmektedir. Sırplardan kahramanlıkları ve cesaretleri ile bahsedilmiş, ayrıca yardıma muhtaç olmaları ve acınacak halde oldukları belirtilmiştir (Tolstoy, 2015, s. 960-965). 2.2.6. Öteki Slavlar ve Slav Olmayan Arnavutlar Hırvatlar ve Boşnaklar, Sırplar gibi Slav ve aynı kökenden olmalarına rağmen inançları ve mezhepleri ile ayrılmaktadırlar. Hırvatlar Katolik, Boşnaklar ise Müslümandır. Boşnakların İslam dinine inanmaları onların ayırt edici özellikleri, Hırvat ya da Sırp olmadıklarının belirtilmesi bağlamında Boşnakların öne çıkardığı ayırt edici unsuru olmuştur. Sırp – Hırvat – Sloven Krallığı kurulduğunda en büyük tartışma konusu ülkenin federal bir yapıda mı yoksa üniter bir yapıda mı olacağı sorunu olmuştur (Özçelik, 2018, s.22). Daha önce de değinildiği gibi Sırplar bu birleşmede pek istekli olmasalar da mevcut koşullardan dolayı birleşmeye razı olmuşlardır. Sırplar ülkenin üniter yapıda olmasını ve kendi topluluklarının ağırlığının hissedilmesini istemiş, daha önceki Sırp anlatılarında olduğu gibi savaşta en çok zararı kendilerinin gördüğünü ve en büyük fedakarlıkları kendilerinin yaptıklarını sık sık öne sürerek kendi istedikleri şekilde devleti yapılandırmaya çalışmışlardır (Özkan, 2013, s. 360). Krallık kurulduğunda en güçlü parti Nikola Pasiç önderliğindeki Sırp Radikal Partisi olmuş, merkezi yönetimi savunmuştur. Radikal Parti, Sırp tarihinde köylülerin desteğini alarak onların geniş çaplı siyasi katılımını sağlayan ilk parti olmuştur. Bu dönemde parti orta sınıfların da desteğini almıştır (Jelavich, 2017, s. 158). Diğer öne çıkan parti ise 1904 yılında Ante ve Stefan Radiç tarafından kurulan Hırvat Köylü Partisi olmuştur. Parti Ante Trumbiç gibi birçok Hırvat siyasetçinin düşündüğü üzere federal bir yönetimin taraftarı olmuştur. Köylü Partisi sosyalist bir parti olmuş ve federal yönetimin sağlanabilmesi için SSCB dahil dış destek de aramıştır. Ante Radiç’in ölümü sonrası partiye kardeşi Stefan Radiç ve yardımcısı Vladko Maçek önderlik etmiştir (Jelavich, 2017, s. 158). 83 Bu dönemde Müslüman Yugoslavları temsil eden Yugoslav Müslüman Teşkilatı da merkezi yönetimi desteklemiş fakat değişen koşullara göre pozisyon almış, tamamen bir tarafa destek vermemiştir (Jelavich, 2017, s. 159). Kasım 1920’de kurucu meclis seçimleri yapılmıştır. Sırp Radikal Partisi seçimi kazanmış, Nikola Pasiç başbakan olmuştur. Hırvat Köylü Partisi ise meclise katılmama kararı almışlardır. Slovenler ve Müslümanlar da merkezi yönetimi desteklemişlerdir. Bu dönemde Rusya’da 1917 yılında gerçekleşen devrim ile birlikte birçok ülkede komünist partiler de faaliyetlerini yoğunlaştırmış ve eylemlere girişmişlerdir (Jelavich, 2017, s. 160). 1921 yılında Komünist Parti, Aleksandr’a suikast girişiminde bulunmuştur. Aynı yıl içerisinde gerçekleşen bir başka suikastta içişleri bakanı öldürülmüştür. Bundan dolayı Aleksandr 1921’de Devlet Savunma Kanunu’nu çıkararak komünist yapılanmalara karşı harekete geçmiştir. Komünistler ile yakınlığı bilinen Hırvat Köylü Partisi’nin yöneticisi Stefan Radiç de bu kapsamda bir müddet hapse atılmıştır. Bu durum giderek Hırvatlar ve Sırpların düşmanlıklarını beslemeye başlayan olaylara dönüşmüştür (H. Demir, 2013a, s. 103). Yeni kurulan devletin en büyük problemi, ülkenin parçalı toplumsal yapısının üzerinde bir kimlik oluşturamaması olmuştur. Bu dönemde bir üst Yugoslav kimliği oluşturulması için çabalar sarf edilse de bu başarılı olmamıştır. Sırplar ülkenin yönetimine dair her eleştiriyi vatana ihanet derecesinde saymışlardır. Hırvatlar ise uzun süre Habsburg yönetiminde kaldıklarından kendilerini daha Avrupalı ve Sırplardan üstün görmüşlerdir (Özçelik, 2018, s. 28). Hırvatlar, birleşik krallık kurulmadan önce aktif bir şekilde Macarların, imparatorluktaki “Ausgleich” (Uzlaşma) benzeri, ikili krallığı sağlayan bir yapıda buna kendilerinin de dahil edilerek bir üçlü krallık ilan edilmesi yolunda çalışmakta ve bu hedefe çok yaklaşmış bulunmaktaydılar. Fakat I. Dünya Savaşı ve gelişen olaylar buna mâni olmuştur. Hırvatistan’daki Habsburg hakimiyetinden önce de Macar Krallığı’nın bir parçası olarak Ausgleich benzeri bir şekilde yönetilmişlerdir (Özçelik, 2018, s. 28). Bununla birlikte hem Sırplar hem de Hırvatlar birbirlerinden inançları dolayısı ile hoşlanmamaktaydılar. Sırplar Ortodoks olarak Hırvatları inançlarına ihanet eden Slavlar olarak görmekte, benzer şekilde Katolik Hırvatlar da Sırpları bu şekilde 84 görmekteydiler. İki toplumun kullandıkları alfabe de birbirlerinden farklı olmuş, Sırplar Kiril alfabesini kullanırken Hırvatlar Latin alfabesini kullanmışlardır. Ayrıca Sırplar kendilerini kurtarıcılar olarak görmekte, bununla birlikte devlette baskıcı bir yönetim sergilemekteydiler (Jelavich, 2017, s. 161). 1924 yılında Stefan Radiç ve Vladko Maçek ülkede federal yönetimin tesisine dış destek bulabilmek için Moskova’ya gitmişlerdir. Bu yılın Aralık ayında ise bu hareketleri nedeni ile tutuklanmışlardır (Özçelik, 2018, s. 43). Bir süre sonra tekrar serbest kalmışlar ve siyasi yaşamlarına devam etmişlerdir. Fakat 1928 yılında mecliste Radikal Parti’den olan Karadağlı bir millet vekili Stefan Radiç’i, yeğeni Pavle Radiç’i ve beş Hırvat Köylü Partisi vekilini vurmuştur. Stefan ve yeğeni Pavle ölmüşlerdir (Castellan, 1995, s. 428). Ülkede yaşanan bu gerilimler üzerine Aleksandr 6 Ocak 1929 yılında meşruti yönetime son vererek diktatörlük rejimi ilan etmiştir (Glenny, 2012, s. 412). Aleksandr’ın amacı ülkedeki ihtilaflara son vererek bütünleşmiş bir millet kimliği inşa etmek olmuştur. Ülkeyi dokuz eyalete bölmüştür ve bu eyaletler tarihsel sınırlar ve isimlere bakılmaksızın oluşturulmuştur. Ayrıca ülkenin adı değiştirilmiş, Yugoslavya krallığın yeni adı olmuştur. 1931 yılında yeni bir anayasa yapılmış ve alt ve üst kabine oluşturularak üst kabinenin yarısını seçme yetkisi krala verilmiştir (Jelavich, 2017, s. 212). Stefan Radiç’in ölümü sonrası Hırvat Köylü Partisi’nin lideri olan Vladko Maçek, 1933’te tekrar vatan hainliğinden tutuklanmıştır. Bu dönemde benzer cezaları Hırvat Ante Trumbiç ve Sloven siyasetçi Anton Koroseç gibi devlet adamları da almışlardır. Aleksandr’ın dikta yönetimi bu dönemde Arnavutları ve Makedonları da baskı altına almıştır. Ayrıca tüm komünistlere takip yapılmıştır (Jelavich, 2017, s. 213). 1929 yılında yaşanan önemli bir gelişme olmuştur. Hırvat siyasetçilerden Ante Paveliç, ülkeden ayrılmış ve Benito Musollini’nin desteği ile İtalya’da Ustaşa (İsyan) adlı radikal Hırvat örgütünü kurmuştur. İtalya’nın Yugoslavya topraklarındaki hedeflerinden dolayı Musollini bu örgütü bir araç olarak kullanmak istemiştir. Ustaşa, faşist, aşırı milliyetçi bir örgüt olarak öne çıkmıştır. Ayrıca Yugoslavya’da buna ilaveten Sırp milliyetçisi olan Zbor (Miting) adındaki faşist örgüt de kurulmuş ve 85 Beyaz Kartal adında bir gençlik örgütü de meydana getirmişlerdir (Özçelik, 2018b, s. 40). 1934 yılında Aleksandr ve Fransız Dışişleri Bakanı Louis Barthou Marsilya’da suikasta uğrayarak öldürülmüşlerdir (Glenny, 2012, s. 405). Bu olay sonucu Aleksandr’ın yerine oğlu, henüz 11 yaşında olan II. Petar tahta geçmiştir. Aleksandr’ın kuzeni Prens Pavle liderliğinde ise taht naipliği kurulmuştur. Pavle yönetiminde ülkede uygulanan baskıda gevşemeye gidilmiş ve Vladko Maçek ve diğer siyasi tutuklular serbest bırakılmıştır (Jelavich, 2017, s. 213). Sonraki seçimlerde Hırvat Köylü Partisi, Sırp muhalefeti ile hükümetin adayları karşısında güçlenebilmek amacı ile birleşmiştir. Fakat mecliste kazandıkları koltuklara hiçbir vekili oturmamıştır. 1935’te Milan Stoyadinoviç Radikallerin, Müslümanların ve Slovenlerin desteğini alarak başbakan olmuştur (Özçelik, 2018b, s. 44). Yeni kurulan hükümet Hırvatları yatıştırmak amacı ile bazı faaliyetler yapmıştır. Vatikan ile görüşmeler yapmışlar ve ülkedeki Katolik Kiliselerinin Ortodoks Kiliseleri ile eşit haklar alması konusunda anlaşma imzalamışlardır. Fakat yapılan bu anlaşma Sırpları öfkelendirmiş ve eski düşmanlıkların tekrar alevlenmesine de sebebiyet vermiştir (Jelavich, 2017, s. 214). 1938 yılında Stoyadinoviç’in azledilmesi ile yerine Dragisa Cvetkoviç yeni hükümeti kurma görevini üstlenmiş ve Hırvatlar ile uzlaşma çalışmaları başlamıştır. Ağustos 1939 tarihinde Sporazum denilen uzlaşmada Hırvatistan’a özerk bir konum verilerek yeniden bir teşkilatlandırma yoluna gidilmiştir. Bu özerk bölgeye Hırvatistan’a ek olarak Slavonya, Dalmaçya ve bazı Bosna – Hersek toprakları dahil edilmiştir. Özerk bölgenin kendi meclisi (sabor) olacak ve kralın atadığı bir vali ile yönetilecektir. Fakat hem Sırplar bu uygulamadan rahatsız olmuşlar hem de diğer azınlıklar benzer taleplerde bulunmaya başlamışlardır (H. Demir, 2017, s. 69). Fakat bu yıl başlayan II. Dünya Savaşı ile bu uzlaşmanın önü kesilmiştir. 6 Nisan 1941 yılında Yugoslavya’da Mihver kuvvetlerinin işgali başlamıştır. İşgalden önce darbe yaparak hükümeti deviren General Duşan Simoviç direniş göstermeye çalıştıysa da hiçbir başarı elde edememiş ve Yugoslavya kısa sürede düşmüştür (Jelavich, 2017, s. 247). 86 İkinci Dünya Savaşı sırasında Ustaşa önderliğinde bir Hırvatistan devleti kurulmuştur. Ülkenin lideri örgütün kurucusu olan Ante Paveliç olmuştur. Savaş süresince Mihver güçleri ve Ustaşa tarafından birçok katliam yapılmıştır (H. Demir, 2017a, s. 150). Kral ve eski hükümet Londra’ya kaçarak burada örgütlenmişlerdir. Bu hükümetin çatısı altında çalışan Albay Draza Mihailoviç Yugoslavya’da faaliyet göstermiş ve krallığa sadık Yugoslav Ordusu Çetnik Müfrezesi adında bir gerilla ordusu kurmuştur. Çetnikler, eski Sırp anlatılarındaki Balkanlar’da Osmanlılar’a karşı direnen haydutların mitlerinden ve geleneklerinden esinlenerek motive olmuşlardır (H. Demir, 2017a, s. 157). Fakat bu dönemde işgale karşı en güçlü örgütlenme Yugoslav Komünist Partisi Genel Sekreteri Josip Broz Tito’nun Partizan güçleri olmuş ve köylülerden en büyük desteği kendileri görmüştür. Mihver işgaline karşı savaş boyunca gerilla mücadelesi sürdürmüşlerdir (Jelavich, 2017, s. 282). Çetniklerin lideri Mihailoviç ise Mihver güçlerinin yaptıkları misilleme mahiyetindeki katliamlardan çekinerek ulusun geleceği için daha çok müttefik zaferi beklentisi içinde onların gelişine hazırlık yapmıştır. Savaş sırasında yaklaşık 340 bin Sırp ölmüştür. Savaş sonrasında ise Partizanlar ile Çetnikler arasında ülkenin yönetiminin nasıl olacağı en büyük problemi teşkil etmiştir (Jelavich, 2017, s. 282). Tito, ülkenin tüm halklarının federasyonu şeklinde eşit bir yönetim anlayışı çerçevesinde yeniden örgütlenmesi gerektiğini düşünmüştür. Partizanlar ile Çetniklerin görüş ayrılıkları sonrası birbirleri ile de çatışmaya başlamışlardır. Çetnikler ilerleyen süreçte Partizanları yok edebilmek için Mihver ile iş birliği yapmaya başlamış, bu da Müttefiklerin tüm desteği Partizanlara vermesine neden olmuştur. 1942’de Partizan liderleri Yugoslavya’nın Bağımsızlığı İçin Anti – Faşist Konseyi (AVNOJ) kurmuşlar, 1943’te ise AVNOJ, hükümet olarak açıklanmıştır. İvan Ribar bu hükümetin başkanı olmuş, Tito da mareşal unvanı almıştır. 1944’te Partizanlar sürgündeki Subasiç hükümeti ile hanedanın geleceğinin savaş sonrasında görüşülmesi üzerinde anlaşmıştır. 1944’te Belgrad geri alınmıştır. Tito SSCB desteğini de alabilmek için onlarla da görüşmüştür. Çetniklerin lideri Draza Mihailoviç ise yakalanarak 1946’da öldürülmüştür. Savaşın sona ermesi ile Ustaşa rejimini destekleyen Hırvatlar mülteci 87 olarak ülkeden kaçmaya çalışmışlar ve İngiliz ordusuna teslim olmak istemişlerdir fakat İngilizler yapılan anlaşmalardan dolayı bu mültecileri Partizanlara teslim etmişler ve yüz binlercesi öldürülmüştür (Jelavich, 2017, s. 285-287). AVNOJ, sürgün hükümeti ile ülkenin yönetiminin ne olacağı konusunda tartışmalar yaşamış ve Kasım 1945’te monarşi kaldırılarak Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti kurulmuştur. Sırp Aleksandr Rankoviç yönetiminde Devlet Güvenlik Hizmeti (UBDA) kurulmuştur (Glenny, 2012, s. 531). Komünistler tüm ülkede kontrolü sağlamış ve federasyon 6 federal cumhuriyet (Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya, Makedonya, Karadağ ve Bosna – Hersek) ve 2 özerk bölge (Kosova ve Voyvodina) şeklinde yapılandırılmıştır (Jelavich, 2017, s. 314). Federasyon ile müttefikler arasında savaş sonrası Makedonya toprakları, Trieste şehri ve Karintiya topraklarının kimde kalacağı meselelerinde problemler çıkmış ve neredeyse çatışma noktasına gelinmiştir. Bu meselelerde Yugoslavya, Makedonya dışında istediklerini alamamıştır (Glenny, 2012, s. 533). Savaşın sonlarına doğru SSCB ile de bazı gerginlikler yaşanmıştır. SSCB ordusunun ülkenin bazı bölgelerinden geçişi sırasında yağma yapmaları ve insanlara da zarar vermeleri bir süre ilişkileri bozmuştur fakat 1945 – 1949 arası dönemde Yugoslavya Stalin’in görüşlerinin dışında hareket etmemiştir (Jelavich, 2017, s. 346). Sonraki dönemde Yugoslavya, Presidium denilen, Tito ve çevresindekilerden oluşan bir grup tarafından yönetilmiştir. SSCB’den farklı bir yol izlenmiş, ilişkiler uzun bir süre bozulmuştur. Yugoslavya, Soğuk Savaş döneminde Bağlantısızlar4 grubunda yer almış, bloklara dahil olmamıştır. 1960’larda UBDA’nın başındaki Aleksandr Rankoviç ve adamlarının Tito’nun evini dahi dinlediklerinin ortaya çıkması ile Rankoviç görevden alınmıştır. Bu hem Sırpların hem de diğer grupların ulusal mesele olarak algıladıkları bir olay olmuştur (Jelavich, 2017, s. 414-423). Tito döneminin sonlarına doğru özellikle Hırvatlar, kendi bölgelerinin gelişmişliğinden dolayı yeni düzenlemeler yapılmasını istemişlerdir. Ayrıca dil ve eğitim sorununu gündeme getirip yeni düzenlemeler yapılmasını istemişlerdir. Bu 4 Bağlantısızlar Hareketi, 1955 yılında Soğuk Savaş döneminde Batı ve Doğu Bloğu tarafında kendilerini görmeyip üçüncü bir yol izleyen ülkelerin oluşturduğu hareket olarak ortaya çıkmıştır. Hareket Yugoslavya lideri Josip Broz Tito’nun öncülüğünde kurulmuş ve Hindistan Başbakanı Nehru, Mısır Devlet Başkanı Nasır ve Endonezya Devlet Başkanı Sukarno’nun desteği ile kurulmuş, ilk toplantısını 1955’te Endonezya’nın Bandung şehrinde yapmıştır (Armaoğlu, 2016, s. 563-564). 88 istekleri Hırvat Komünist Partisi’nden Miko Tripalo ve Savka Dabçeviç – Kuçar dile getirmişlerdir. Bunlar üzerine Tito bu partiyi uyararak geçmiş düşmanlıklara atıf yapmış ve eskiden yaşanan felaketlerin tekrar mı yaşanmasını istediklerini sorarak ikazda bulunmuştur. Şubat 1974’te yeni bir anayasa ilan edilmiş, özerk cumhuriyetlere veto hakkı verilmiş ve merkezi yardımlar yapılması açıklanmıştır (Jelavich, 2017, s. 425-430). Bu dönemde Çin ile de ilişkiler geliştirilerek normalleşmeye gidilmiştir. Mayıs 1980’de Tito ölmüştür. Boşnaklar, Tito döneminde ve 1990 yılına kadar görece iyi bir süreç geçirmişlerdir. Her ne kadar sosyalist yönetimin din üzerine baskıları olsa da bunun dışında pek bir zorluk yaşamamışlardır. Tüm dinler sosyalist yönetim tarafından baskılanmış ve faaliyetleri kısıtlanmıştır. Fakat Tito’nun ölümü ve Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile tekrar milliyetçi söylemler artmış ve eski düşmanlıklar ve iddialar gündeme gelmiştir. Bosna toprakları Sırpların daima üzerinde hak iddia ettikleri ve kendilerinden çalınmış olduklarını düşündükleri topraklar olmuştur. Orta Çağ’da Duşan’ın krallığının bir parçasını da Bosna – Hersek toprakları oluşturmuştur. Ayrıca Boşnakların İslam dinini kabul etmeleri Sırplardaki Türk düşmanlığının da onlara yönelmesine sebep olmuştur. 1991’de federal cumhuriyetlerin bağımsızlıklarını ilan etmeleri sonucu çıkan çatışmaların en büyüğü Bosna’da yaşanmış ve yüz binlerce Boşnak hayatını kaybetmiştir. Bu savaş Dayton Barışı (14 Aralık 1995) ile son bulsa da anlaşmanın Bosna – Hersek’e getirdiği düzen hiçbir tarafı memnun etmemiş, bununla birlikte Sırplar Bosna – Hersek’te yaptıkları birçok savaş suçuna rağmen kayda değer ölçüde toprak elde ederek ülkenin iki federal cumhuriyetinden biri olan Sırp Cumhuriyeti’ni kazanmışlardır (Türbedar, 2021, s. 432). Ayrıca ülkede bir egemenlik sorunu da oluşmuş, kurulan Yüksek Temsilcilik Ofisi (OHR) son karar verici merci haline gelmiştir. Bu kurum barışın uygulanması için Birleşmiş Milletler (BM) tarafından oluşturulmuştur. Yüksek temsilciyi de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) seçmektedir (Usta, 2021, 57). Bosna – Hersek’te cumhurbaşkanlığı makamı da bir konsey şeklinde örgütlenerek Boşnak, Sırp ve Hırvat üyeden oluşmuş, bu üyeler arasında dönüşümlü olarak dönem başkanlığı şeklinde cumhurbaşkanlığı makamı organize edilmiştir. Bosna – Hersek’te oluşturulan bu yapı, pek sürdürülebilirliği 89 olmayan, ileride büyük sorunlara yol açabilecek bir durum izlenimi vermektedir (Adaş & Konuralp, 2020b, s. 111). Arnavutlar ise Kosova’da nüfusun büyük çoğunluğunu (yaklaşık %92), Makedonya’da ise önemli bir kısmını (%25) oluşturmuştur. Arnavutların çoğunun Müslüman olmaları ve Slav olmamaları, ayrıca Osmanlı Devleti’ne 20. Yüzyılın başlarına kadar bağlı kalmış olmaları, Osmanlı ordularında önemli hizmetlerde bulunmaları Sırplar tarafından onlara karşı düşmanlık beslenmesine sebebiyet vermiştir. Arnavutlar uzun süre Osmanlı ordularında görev yapmışlar ve imparatorluğa önemli devlet adamları (Gedik Ahmed Paşa, Koca Sinan Paşa, Tarhuncu Ahmed Paşa, Köprülü Mehmed Paşa vs.) yetiştirmişlerdir. Bu bakımdan imparatorluğun çökmeye başladığı ve Sırbistan’ın Kosova ve Makedonya’ya ilerlediği dönemlerde sık sık karşı karşıya gelmişler ve Sırplar onlara Türklere ve Boşnaklara davrandığı gibi düşmanca davranmış, birçok kanlı olay gerçekleştirmişlerdir (Uğurlu, 2019, s. 110). Örneğin Bosna Savaşı sırasında Sırplar Vişegrad şehrinde birçok Boşnak Müslümanı binalara hapsederek yakmış, kurbanların birçoğunu da Drina Nehri’ne atmıştır (Crnovrsanin, 2021). Bir diğer örnek, II. Dünya Savaşı sırasında Nazilerin Yahudilere karşı yaptığı uygulamalara da benzeyen Prijedor Katliamı olmuştur. Bosna – Hersek’in kuzeyinde yer alan Prijedor şehrinde UBDA’nın Boşnakların evlerine beyaz çarşaflar asmalarını emretmeleri, daha sonra kollarına da beyaz kurdeleler bağlamalarını emretmeleri ile kimliklerinin açık bir şekilde belli olması istenmiştir. Daha sonra belirlenen bu insanlar UBDA mensuplarınca 23 Mayıs 1992’de aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu üç bin civarında Boşnak Müslüman katledilmiştir (Yanatma, 2019). Bu şekilde Sırplar bölgenin demografisini değiştirmişlerdir. I. Balkan Savaşı (8 Ekim 1912 – 30 Mayıs 1913) sonunda Kuzey Arnavutluk da Sırp işgaline uğramış, Avrupalı Güçlerin önlemesi ile burayı terk etmişlerdir (Özkan, 2013, s. 289). Aynı savaşta Kosova topraklarına Sırp güçlerinin girmesi ile yine binlerce Arnavut öldürülmüştür (Uğurlu, 2019, s. 110). Yugoslavya döneminde Kosova iki özerk bölgeden biri olmuştur (Gülgezen, 2020, s. 141). 1989 yılında bu özerkliğin Sırbistan tarafından kaldırılması Kosova’nın bağımsızlığına giden süreçte bir dönüm noktası olmuş ve bu amaçla örgütler kurulmaya ve hareket organize etme çalışmalarına girişilmiştir (Jakupi, 2017, s. 210). 1993 yılında Kosova Kurtuluş Ordusu (UÇK) kurulmuş ve bağımsızlık için çalışmaya başlamışlardır. Olayların büyümesi ve 90 Sırp ordusunun Kosova’ya girerek çok kan dökmeye başlaması üzerine 1999 yılında Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü’nün (NATO) Sırbistan’a hava harekâtı düzenlemesi ile çatışmalar durmuş, ilerleyen süreçte 2008 yılında Kosova bağımsızlığını kazanmıştır. UÇK üyelerinin bazıları yeni kurulan Kosova ordusunda görev almışlardır. Kosova’nın bağımsızlığı hala Sırbistan, Kosova ve onu tanıyan ülkeler arasında tartışmalı bir durum olmaktadır. Sırpların tarihinin, 1990 yılına kadar geçen süre zarfında yalnızca iki dönem kısmen sakin geçmiş, bu dönemlerde hem Sırbistan hem de çevresi gelişmiş ve refah artmıştır. 20 Haziran 1459 tarihinde Semendire’nin Osmanlılar tarafından alınması ile Belgrad hariç tüm Sırbistan’a hâkim olunmuş, 29 Ağustos 1521 tarihinde de son olarak Belgrad’ın alınması ile tüm Sırbistan’da Osmanlı Devleti hakimiyeti başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin yönetiminde millet sistemi uygulaması ile Sırplar kültür ve inançlarını koruyabilmiş, büyük bir imparatorluğun parçası olmalarından dolayı ticaret de gelişmiş ve refah artmıştır. 17. yüzyılın sonlarına kadar geçen bu ilk dönem Sırbistan topraklarının en huzurlu yılları olmuştur. Fakat 1683 yılı sonrası Osmanlı – Kutsal İttifak Savaşları ile Macaristan topraklarının Habsburgların eline geçmesi ile Sırbistan bir sınır eyaletine dönüşmüş, bu tarihten sonra Sırbistan’da uzun süre hâkim olan barış dönemi son bulmuştur (Karpat, 2019, s. 96-98). İkinci dönem ise 1945 – 1990 yılları arası dönem olmuştur. 1945 yılında Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti’nin kurulması ile Josip Broz Tito’nun 1980 yılına kadar süren yönetimi sırasında Sırbistan yine bir barış dönemi geçirmiş denebilmektedir. Bu dönemde Tito’nun politikaları ortak bir vatandaşlık kimliği yaratmak ve Güney Slavlarının tarihindeki büyük kavgaları sonlandırarak bu birleşik ülkenin sürdürülmesini sağlamak olmuştur. Fakat Tito döneminde dahi bu tür milliyetçi düşünceler ve ayrılma emareleri görülmüş, özellikle Hırvatların daha fazla özerklik istemeleri Tito dönemine gölge düşüren olaylar olmuştur (Jelavich, 2017, s. 425). Josip Broz Tito’nun 4 Mayıs 1980 tarihinde ölümü ile 80’ler dönemi süresince Yugoslavya’da yeniden milliyetçi hareketler artmaya başlamıştır. 1981 yılında Kosova’da başlayan bazı gösteriler zamanla bağımsızlık isteklerine dönüşmüş ve Yugoslavya’da sonun başlangıcı gerçekleşmiştir. 1986 yılında ise Sırp Bilim ve Sanat Akademisi bir belge yayınlayarak Kosova’da başlayan olaylardan devleti suçlamış ve 91 Kosova’nın tekrar Sırp yönetiminde olması gerektiğini vurgulamıştır. Bu bildiri ile Sırpların zaten Kosova ile ilgili geçmişten gelen düşünceleri de birleşerek giderek artan şiddette söylemler gelişmeye başlamıştır. Dönemin öne çıkan siyasetçilerinden Slobodan Miloseviç, Kosova Savaşı’nın 600. yıldönümünde Kosova’da binlerce kişinin önünde yaptığı konuşma ile Sırpları Kosova konusunda harekete geçeceği noktasında güvence vermiş ve bu tarihten sonraki siyasi yaşamında milliyetçi bir hareket çizgisi izleyerek (Uğurlu, 2019, s. 122-123) aslında Yugoslavya’nın ayakta kalmasını sağlayan tüm sütunları yıkmış, Yugoslavya’daki toplumlar arasında milliyetçilik son hızla yeniden dirilmiştir. Tito’nun 1978 yılında yaptığı konuşma Yugoslavya’nın kritik durumunu açık bir şekilde özetlemiştir: Ülkemiz kristal bir küredir. Ben Josip Broz Tito, bu küreyi ellerimle tutarak değil, alttan nefesimle üfleyerek havada tutuyorum. Umarım benim nefesim tükendiğinde de birisi gelip bu görevi benden devralır. Yoksa kristal küremiz yere düşer ve tuzla buz olur. İşte o zaman dünyanın kaderinin korunması görevi başka bağlantısız ülkelere kalır (Akt. Vodinalı, 2017). 92 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 3. SIRBİSTAN DIŞ POLİTİKASI VE SIRP MİLLİYETÇİLİĞİ 3.1. 1990 Sonrası Sırbistan Slobodan Miloseviç, 1989 yılından itibaren bu küreyi devralmış fakat izlediği siyaset ile onu paramparça etmiştir. 1989 yılında iktidara gelir gelmez ilk iş olarak Kosova ve Voyvodina özerk bölgelerinin 1974 Anayasası ile ve ondan önce elde edilmiş tüm haklarını almış, özerkliklerini iptal ederek Sırbistan’a bağlamıştır (Jakupi, 2017, s. 210). Bu olay özellikle Kosova’da bağımsızlık sürecine hız kazandırmıştır ve çatışmalara giden süreci başlatmıştır (Jakupi, 2017, s. 192). Miloseviç’in bu tür hareketleri devam ederken Hırvatistan ve Slovenya’da da benzer bağımsızlık söylemleri olmuştur. Daha Tito döneminde Hırvatlar kendi bölgelerini hem yönetim hem de zenginlik anlamında federasyonun diğer tüm bölgelerinden ileride olduğunu belirterek kendi statülerinin gözden geçirilmesini istemiş, daha fazla özerklik talep etmişlerdir. Fakat Tito tarafından uyarılar yapılmış ve bu söylemlerin önüne geçilebilmiştir. Ancak 1990 yılında Miloseviç dönemine gelindiğinde artık Yugoslavya’da bu tür söylemler giderek yaygınlaşmış ve gerilim tırmanmıştır. 1990 yılında Yugoslavya’da ilk defa çok partili bir seçim yapılmış ve Miloseviç kazanmıştır. Bu durum ülkede ayaklanmalar çıkmasına sebep olmuş, bu ayaklanmalar bir türlü bastırılamamıştır. Bu süre zarfında 1991 yılında Slovenya ve Hırvatistan bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir (Sannav, 2017, s. 316). Yugoslavya ordusu Ağustos 1991 tarihinde Slovenya’ya, Eylül 1991’de ise Hırvatistan’a müdahale etmiştir. Yaşanan olaylarda özellikle Hırvatistan daha fazla zarar görmüştür. Bunlar yaşanırken oluşan bu durumdan Avrupa Topluluğu (AT) endişe duymuş ve çözüm arayışlarına girmiştir. Almanya ise AT’ye baskı yaparak topluluğun Hırvatistan ve Slovenya’yı tanımaması durumunda kendisinin derhal tanıyacağını belirterek baskı yapmış ve Hırvatistan ve Slovenya’nın AT tarafından tanınmasını sağlamıştır. Hırvatlar ve Slovenler kısa süre içerisinde Almanlar başta olmak üzere Avrupa’nın araya girmesi ile bağımsızlıklarını kazanmışlardır (Sannav, 2017, s. 316). 93 AT, Yugoslavya’da gerçekleşen bu olaylar ve Hırvatistan ve Slovenya’nın tanınması neticesinde Yugoslavya’daki diğer federal devletlere de çağrı yaparak bağımsızlık isteyenlerin kendilerine başvurabileceklerini belirtmiştir. Bunun üzerine federasyona bağlı tüm federal devletler ve Kosova bağımsızlıklarını ilan etmeye başlamışlardır. Yalnızca Karadağ bu yolu seçmemiştir. 1991 yılı içerisinde Karadağ ve Voyvodina hariç tüm bölgeler bağımsızlıklarını ilan etmiş ve bu süreçlerini başlatmışlardır. 1992 yılında Karadağ ile yeni Yugoslavya kurulmuştur (Adaş & Konuralp, 2020a, s. 133). 1992 yılında Bosna – Hersek’te Boşnaklar ve Hırvatlar birlikte bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Bunun üzerine Bosnalı Sırplar buna karşı çıkmış ve ayaklanma başlatmışlardır (Bora, 2018, s. 92). Bosna – Hersek’teki bağımsızlık ilanı ilk andan itibaren BM tarafından tanınmasına rağmen daha sonra gerçekleşen olaylar neticesinde bu bağımsızlığın tanınması görmezden gelinerek Bosna – Hersek’te büyük değişiklikler meydana gelmiştir. Kosova’da ise 1991 yılında bağımsızlık için referandum yapılmış ve %99 oranında bağımsızlık kabul edilmiştir. Fakat Sırbistan bunu tanımamıştır (Kara, 2016, s. 15). Kosova’da başkan seçilen İbrahim Rugova önderliğinde pasif direniş başlatılmış ve merkezi yönetimin kurumlarına paralel şekilde Kosovalılar kendi kurumlarını oluşturarak adeta devlet içinde başka bir devlet meydana getirmişler ve bu şekilde mücadeleye başlamışlardır (Usta, 2021, s. 81). Fakat Sırpların giderek baskıyı arttırması sonucu Kosovalılar 1997 yılından itibaren silahlı mücadeleye başlamışlardır. Bu mücadelede Kosovalıların öne çıkan silahlı örgütlenmesi Kosova Kurtuluş Ordusu (Ushtria Çlirimtare e Kosoves, UÇK) olmuştur. Bu örgütten ilerleyen süreçte Kosova’da birçok siyasetçi ve lider çıkmıştır. Kosovalıların silahlı mücadele başlatmaları Sırpların da şiddeti arttırmalarına sebebiyet vermiş ve Kosova’da kanlı bir savaş başlamıştır. Bu olaylar yaşanırken BM ve Avrupa Güvenlik ve İş Birliği Teşkilatı (AGİT) sağduyu çağrısında bulunmuş ve aktif bir politika geliştirememiştir. Fakat NATO, uyarıda bulunarak sağduyu çağrısı yapmış ve anlaşma teklifi hazırlayarak sunmuştur. Bunların kabul edilmemesi üzerine NATO, Müttefik Güç Harekatı’na başlayarak Sırbistan’a 78 gün sürecek hava saldırısına başlamıştır. Bu harekât sırasında yalnızca Sırp askeri unsurları değil, Sırbistan altyapısı da hedef alınmıştır. Harekât sırasında fabrikalar, okullar, devlet televizyonu ve 94 köprüler de vurulmuştur. Bunun üzerine Miloseviç savaşı durdurarak Sırp ordusunun Kosova’dan çıkmasını emretmiştir. Yapılan anlaşmalar neticesinde BM 1244 sayılı karar ile Kosova’da güvenliğin sağlanması adına Kosova Gücü’nü (Kosovo Force, KFOR) kurmuş ve 12 Haziran 1999 tarihinde bu güç Kosova’ya girmiştir (Sannav, 2017, s. 318). Harekât sırasında Sırbistan’ın altyapısının da hedef alınması Sırp toplumuna büyük zarar vererek Batı’ya karşı zaten var olan önyargılarını daha da arttırarak gözlerindeki Batı imajının daha kötü olmasını sağlamış, Sırp tarihine sözde bir mağduriyet daha eklenmiştir. Sırpların “mağdur halk” düşüncesi I. Kosova Savaşı’ndan beri var olan bir düşünce olmuştur. Onlara göre Sırplar barbar doğulular karşısında Batı’nın hep ilk tabyası olmuş, fakat hep yalnız bırakılmış ve kaderlerine terk edilmişlerdir. Tüm Sırp tarihi boyunca Batı ile ilişkiler birçok defa inançlar, etnik meseleler ve sınırlar nedeni ile bozulmuştur. Bu olaylar ise Sırplarda oluşmuş bu düşünceleri ve mitleri adeta somutlaştıran şeylere dönüştürmüştür (Bora, 2018, s.169- 172). Miloseviç politikalarının üst üste hezimete uğramasından dolayı 2000 yılında yapılan seçimleri Slobodan Miloseviç kaybetmiştir. Fakat Miloseviç hiçbir adayın yeterli çoğunluğa ulaşamadığını söyleyerek sonuçları kabul etmemiştir. Bunun üzerine ülkede gösteriler başlamış, özellikle 5 Ekim 2000 tarihindeki gösteriler ve tepkiler sonrası Miloseviç iktidardan düşerek yerine Voyislav Koştunitsa iktidara gelmiştir (Sannav, 2017). Miloseviç’in Kosova’da kalabalıkların öfkesi ile gelen iktidarı yine kalabalıkların öfkesi ile sona ermiştir. Bazı görüşlere göre AT, Almanya ve ABD, Koştunitsa’yı Sırp milliyetçisi bir kimlikle öne çıkarmış, bu sayede onun seçilmesini sağlayarak Miloseviç’in iktidardan düşmesine sebebiyet vermiş ve Miloseviç’ten kurtulmuşlardır (Sannav, 2017, s. 318). 2000’li yıllarda eski Yugoslavya’dan geriye yalnızca Karadağ kalmıştır. Bu sebeple Karadağ Sırbistan’dan daha özel bir statü talep etmiştir. Bu nedenle 2003 yılında Yugoslavya Federal Cumhuriyeti kaldırılmış, Sırbistan – Karadağ birliği kurulmuştur. Fakat bu birliktelik de uzun sürmemiştir. Karadağlılar da Sırp olarak kabul edilmelerine, kendilerini de öyle görmelerine rağmen 2006 yılında gerçekleşen bir referandum ile bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir (Sannav, 2017, s. 319). 95 Voyislav Koştunitsa ile birlikte Sırbistan’da yeni bir dönem başlamıştır. Koştunitsa iktidara gelir gelmez 24 Kasım 2000 tarihinde AB Zirvesi’ne davet edilmiştir. Bu dönem ile beraber Sırbistan – AB ilişkilerinde gelişme başlamıştır. 2011 yılında AB’nin isteği ile Kosova ile görüşmeler başlamış ve 2013 yılında Sırbistan ile Kosova arasında Brüksel Anlaşması imzalanmıştır (Kütük, 2019, s. 64). Bu anlaşma ile Sırbistan’ın AB üyeliği sürecinde önündeki en büyük engellerden biri olan Kosova meselesinin çözümü doğrultusunda adım atılmıştır. Anlaşma AB Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton’ın arabuluculuğunda Sırbistan Başbakanı Ivica Daçiç ve Kosova Başbakanı Haşim Taçi arasında imzalanmıştır. Anlaşmaya göre iki ülke birbirinin AB üyelik sürecini bloke etmeyecek şekilde hareket edecek, Kosova’daki Sırplar ülkedeki merkezi yönetime göre kurumlarını düzenleyecek ama Çoğunluktaki Sırp Belediyeler Birliği (Association/Community of Serb Majority Municipalities in Kosovo) ülkedeki Sırpların güvenlik, yerel yönetim, yargı, ekonomik yapılanmalarını idare edecek yetkili kurum olacaktır (Emin, 2013). Fakat Sırbistan burada pragmatist bir tutum içerisinde hareket ederek Kosova’yı tanımamıştır. Bu anlaşma ile AB üyelik sürecinde uyum içerisinde olunacağı, bu doğrultuda hareket edileceği kabul edilmiştir (Sannav, 2017, s. 320). Sırbistan’ın AB’ye tam üyelik müzakereleri 2014 yılında, 2013’te Kosova ile yapılan anlaşma sonrası başlamıştır (Kütük, 2019, s. 72). AB ile yaşanan bu iyileşmeler, aslında Rusya’nın SSCB’nin dağılmasıyla Balkanlar’da etkisini kaybetmesi ve uzun bir süre toparlanamamasının sonucu olmuştur. 18. yüzyıldan itibaren Balkanlar’da giderek aktif olan Rusya izlediği politikalar ile bölge halkları üzerinde etkisini arttırmış, bölgedeki ulus devletlerin kuruluşunda en etkili devlet olmuştur. Fakat 1990 sonrası dönemde yaşadığı büyük kriz ve parçalanma neticesinde bölgedeki en yakın dostu olan Sırbistan yalnız kalmıştır. Ne Bosna Savaşı sırasında Sırplar yeterli destek görebilmiş ne de NATO’nun Kosova müdahalesi sırasında Rusya bunu engelleyebilmiştir. Bundan dolayı Rusya bölgede ciddi prestij kaybı yaşamıştır. Bu durum bölge ülkelerinin bir ölçüde mecburen Batı ile yakınlaşmasına neden olmuştur. Fakat 2010 yılına doğru giderek kendini toparlayan Rusya, bölgede yeniden ağırlığını hissettirmeye başlamıştır. Özellikle enerji alanında bölgedeki birçok ülkenin kendisine bağımlı olması ve kültürel ve tarihsel yakınlık sayesinde Rus etkisi yeniden 96 hissedilmeye başlamaktadır (Akçapa, 2019, s. 40). Bu etki Ukrayna’da Rus işgalinin başlaması ile daha da kendini göstermeye başlamış, özellikle Sırbistan’da hissedilmiştir. Ayrıca Çin’in de Balkanlar’da etkisini giderek arttırması, Batı’ya karşı alternatifleri arttırmakta, daha bağımsız politikaların bölge ülkeleri için önünü açmaktadır. Günümüzde Sırbistan, Sırp İlerleme Partisi (Srpska Napredna Stranka - SNS) tarafından yönetilmekte, partinin liderliğini Sırbistan Cumhurbaşkanı olan Aleksandar Vuçiç sürdürmektedir. SNS, 1991 yılında daha sonra Eski Yugoslavya Ceza Mahkemesi tarafından işlediği savaş suçları dolayısı ile mahkûm edilen Vojislav Seselj tarafından kurulan Sırp Radikal Partisi’nden 2008 yılında ayrılan siyasetçiler tarafından kurulmuş merkez-sağ bir parti olarak faaliyet sürdürmektedir. 2012 yılında iktidara gelen parti, lideri Tomislav Nikoliç’in aynı tarihte cumhurbaşkanı seçilmesi ile liderliğine Aleksandar Vuçiç gelmiştir. 2012 yılında hükümetin kuruluşunda Sırbistan Sosyalist Partisi ile koalisyona gidilmiş, bu nedenle Sırbistan Sosyalist Partisi lideri Ivica Daçiç başbakan olarak seçilmiştir. SNS iktidara geldiği zaman öncelikle yolsuzlukla mücadele ve ekonomik kalkınmaya önem vermiştir. Parti üyelerinin aşırı milliyetçi Sırp Radikal Partisi geçmişlerine rağmen yolsuzlukla mücadelede ve ekonomik büyümedeki kararlılıkları hem Sırp toplumu hem de Avrupa tarafından iyi karşılanmıştır. SNS’nin, Sırbistan’ın AB üyeliği sürecinin ilerleme kaydedebilmesi için Kosova ile de diyaloğa girmesi AB tarafından iyi karşılanmıştır. Fakat SNS, Kosova’nın Sırp toplumundaki öneminden ve Kosova’dan ayrılmak zorunda kalan Sırpların geri dönüşü ve bölgedeki Sırpların durumlarının iyileştirilmesi yönündeki tutumundan dolayı Kosova’yı tanımayacağını belirtmiştir. SNS, AB üyeliği konusunda oldukça istekli olmasına rağmen NATO’ya üyeliğe karşı olmuştur. Bosna ve Kosova savaşlarında NATO’nun Sırbistan’a müdahalelerinden dolayı SNS ve Sırp toplumu bu örgüte karşı olumsuz duygular beslemektedir. SNS’nin Rusya’daki iktidar partisi olan Birleşik Rusya Partisi ile 2010’da imzaladığı iş birliği anlaşması ve Sırbistan’ın özellikle enerji alanında Rusya’ya bağımlı olması, ülkenin askeri tarafsızlık politikasını benimsemesine sebep olmuştur (Ekinci, 2014b, s. 41). 2014 yılında başbakan, 2017 yılında ise cumhurbaşkanı olan Aleksandar Vuçiç son olarak Nisan 2022 tarihindeki genel seçimleri de kazanarak Sırbistan’daki liderliğini devam ettirmiştir. Bu seçimler %60’a yakın oy alarak cumhurbaşkanı olan 97 Vuçiç ile SNS de %40’ın üzerinde aldığı oy ile parlamentodaki çoğunluğu korumuştur (Dragojlo, 2022). Vuçiç, iktidarda olduğu süre boyunca Sırbistan’ın AB’ye üyelik konusunda ilerleme kaydetmesi için çalışmış ve bu konuda AB ile iyi ilişkileri sürdürmeye gayret ettiği görülmüştür. Sırbistan ile AB arasındaki ticaret hacmi sürekli bir şekilde artış göstermekte ve Sırbistan’ın kalkınması için gelişen bu ilişkiler büyük önem taşımaktadır. AB ise Sırbistan’ın üyeliğinin Balkanlar’daki istikrara büyük bir katkı yapmasının yanı sıra bölgedeki etki alanını arttırma konusunda Sırbistan’ı önemli görmektedir (Akçay, 2016, s. 76). Fakat 24 Şubat 2022 itibari ile Rusya’nın Ukrayna’da askeri harekât başlatması ve bundan dolayı AB’nin Rusya’ya karşı yaptırımlar uygulamaya başlaması ile Sırbistan zor bir pozisyon içerisine girmiştir. Sırpların Ruslar ile dini, tarihsel ve kültürel bağları dolayısı ile sahip olduğu iyi ilişkilerin yanı sıra Sırbistan’ın enerji bağlamında Rusya’ya bağımlı olması, Rusya’nın Ukrayna’ya karşı başlattığı harekata net bir tavır koymasını ve yaptırımlara katılmasını zorlaştırarak AB ile arasının açılmasına sebep olmuştur. Ayrıca Rusya, Kosova konusunda Sırbistan’ın en yakın müttefiki olmuştur. Bu nedenle AB ve Rusya arasında kalan Sırbistan her iki taraf ile de önemli ilişkileri olmasından dolayı zor bir süreç yaşamaktadır (Miladinovic, 2022). Ülkenin yaşadığı bu ikilemin yanında Sırpların önemli bir bölümünün AB’nin Kosova’nın bağımsızlığının tanınması konusundaki duruşu ve Ruslara duydukları sempatiden ötürü Sırbistan’da Ukrayna Savaşı konusunda Rusya’ya destek gösterileri yapmaları ve Ruslar ile kardeşlik sloganları atmaları Vuçiç’in durumunu daha da güçleştirmiştir (İlgaz, 2022). Sırbistan’da, Nisan 2022’de SNS’nin yaptığı anketler ve merkezi Paris’te olan Ipsos adlı pazar araştırma ve danışmanlık şirketinin yaptığı anketler neticesinde ilk defa Sırpların çoğunluğunun AB’ye tam üyeliğe karşı olduğu (%44 karşı, %35 destek, %21 kararsız) sonucuna varılmıştır (Anket: Sırbistan’da İlk Defa Çoğunluk AB’ye Girmek İstemiyor, 2022). Sırbistan’ın geleceğinde bu bağlamda SNS’nin alacağı kararlar, Ukrayna Savaşı ve Kosova meseleleri, ülkenin dış politikasında ve geleceğinde önemli kırılma anlarını beraberinde getirecektir. Sırbistan’ın 1990 sonrası komşularıyla ve bölge dışı aktörler ile ilişkileri başlıklar halinde ele alınmıştır. Bu bağlamda Sırp milliyetçiliğinin ilişkilere ne şekilde etki ettiği üzerinde durulmuştur. 98 3.2. Sırbistan’ın Komşuları ile İlişkileri 3.2.1. Bosna – Hersek ve Bosna Savaşı Bosna – Hersek toprakları, önceki bölümlerde değinildiği gibi daima kozmopolit bir coğrafya olmuştur. Bölgede Müslüman olan Boşnaklar, Katolik Hırvatlar ve Ortodoks Sırplar bir arada yaşamaktadırlar. Sırbistan’ın 1815’te özerklik kazanıp ayrı bir şekilde ortaya çıkmasından bu yana Bosna – Hersek toprakları üzerinde hak iddiasında bulunmuştur. 19. yüzyılda Bosna’da çıkan birçok isyan Sırbistan’daki ve Karadağ’daki Sırplar tarafından destek görmüştür. Bu şekilde daima Bosna – Hersek toprakları Sırbistan’a bağlanmaya çalışılmıştır. Hem Sırp devletinin hem de Sırp Ortodoks Kilisesi’nin aktif bir şekilde Bosna – Hersek’te faaliyetleri bulunmuştur. 19. yüzyılda Habsburgların bölgede etkisini arttırması ile önceleri onların himayelerinden yararlanan Sırplar giderek Habsburglar ile mücadeleye başlamışlardır. Osmanlı Devleti’nin aldığı yenilgiler ve yaşadığı krizler ile giderek zayıflaması Bosna – Hersek’in geleceğini giderek daha bilinmez bir yöne sürüklemiştir. 1878 Berlin Antlaşması sonrası Bosna – Hersek’te başlayan Habsburg işgali Sırpları çok öfkelendirmiş ve işgale karşı direniş planları kurmaya başlamış, Bosna – Hersek ve Sırbistan’da da bu konu ile alakalı örgütler kurulmaya başlanmıştır. 1908 yılında ise Habsburglar Bosna – Hersek’i resmen ilhak etmişlerdir. Bosna – Hersek’te Habsburg idaresine karşı kurulan milliyetçi örgütler 1903’te Slovenski Jug (Güney Slav), 1903’te Ujedinjence İli Smrt/Crna Ruka (Birlik Ya Da Ölüm/Kara El) 1907’de Mlada Bosna (Genç Bosna), 1908’de Narodna Obdrana (Ulusal Savunma) olmuştur. Bunlardan Mlada Bosna ve Slovenski Jug, Sırp milliyetçiliğinden ziyade Güney Slav birliği fikrini savunan, üyeleri daha çeşitli olan örgütler olmaktadırlar (Özkan, 2013, s. 207- 211). 28 Haziran 1914 tarihinde Saraybosna’da Habsburg veliahdı Arşidük Ferdinand’ı suikast sonucu öldüren de Mlada Bosna üyesi Gavrilo Princip olmuştur. Bundan dolayı 1908’de yaşanan Bosna Krizi, I. Dünya Savaşı’nın başlamasına yol açan bir olaylar zincirinin ortaya çıkmasına neden olmuştur (Özkan, 2014, s. 323). Hırvatların da Bosna – Hersek toprakları üzerinde iddiaları bulunmakta ve burayı kendi vatanlarının bir parçası olarak görmektedirler. Hatta Habsburglar Bosna’yı işgal ederken Hırvat askerlerden oluşan General Josip Filipoviç 99 komutasındaki 13. Hırrvat Kolordusu’nu kullanmıştır (Jelavich, 2017, s. 62). Hırvatistan’da sabor (meclis) bundan memnun olmuş ve birleşme talep etmiştir. II. Dünya Savaşı döneminde de Ustaşa tarafından yönetilen Mihver yanlısı Hırvatistan, Bosna – Hersek topraklarını da ülkenin parçası yapmıştır (Jelavich, 2017, s. 277). Boşnaklar da Slav kökenli olup Sırplar ve Hırvatlar gibi aynı dili konuşmaktadırlar. Fakat Boşnaklar Müslüman olmuşlar ve İslam dini ile ayrı bir kimlik kazanmış, farklı bir halk olarak ortaya çıkmışlardır. Onlar da Bosna - Hersek topraklarında yaşamakta, bu bölgenin yerlisi olmaktadırlar. Fakat Boşnakların Müslüman olmaları özellikle Sırplar açısından önemli bir rahatsızlık kaynağı olmaktadır. Sırpların tarihi ve Kosova Efsanesi düşünüldüğünde Müslüman olan Türkler, Boşnaklar ve Arnavutlar onlar için kadim düşmanlar olarak gözükmektedirler. Hırvatlar ise kiliselerin farklı olmasından dolayı zaten onlardan ayrı durmakta, uzaklaşmaktadırlar (Uğurlu, 2019, s. 86). Balkan coğrafyası halklarının, aynı zamanda her birinin Orta Çağ veya öncesi, kurulmuş krallıkları ve milletlerin kimlik inşasında kullandıkları bir “altın çağ” olgusu bulunmaktadır. 19. yüzyılda Balkan coğrafyasında bu halkların oluşturduğu devletler yavaş yavaş yeniden ortaya çıkmaya, bağımsızlıklarını kazanmaya başlamışlardır. Buna bağlı olarak kurulan bu devletlerin “altın çağlarında” sahip oldukları krallıkların sınırlarına dönme, o toprakları yeniden ele geçirmeye yönelik yayılmacı, irredantist5 fikirler oluşturmuşlardır (Agolli, 2019, s. 15). Bu gibi inşa süreçlerinden ötürü Balkan coğrafyasındaki toplumların birbirleri ile aralarında çeşitli sorunlar bulunmakta ve bunlar tarihte savaşlara da neden olmakla beraber hala varlığını devam ettirmektedir. Günümüz Bosna – Hersek de bu çözülmesi zor sorunların kesiştiği, günümüzdeki en net örneği oluşturmaktadır. Birinci Dünya Savaşı sonucunda Avusturya – Macaristan İmparatorluğu’nun parçalanması ile bölgede Sırp – Hırvat – Sloven Krallığı kurulmuş ve Bosna – Hersek toprakları da bu krallığın parçası olmuştur. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ise Josip Broz Tito’nun önderliğinde Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti kurulmuş ve Bosna, devleti oluşturan altı federe cumhuriyetten biri konumuna gelmiştir. Yugoslavya’da diğer sosyalist devletlerde olduğu gibi ülkenin devamlılığı açısından dini veya etnik 5 “Bir devletin başka ülke sınırları içerisinde yaşayan, ama dil, din veya etnik köken bakımından kendisinden saydığı topluluklar üzerinde hak iddia etmesi.” (Dağ, 2016, s. 227) 100 hareketler bastırıldığından, Tito’nun ölümüne kadar geçen sürede Yugoslavya’da milliyetçilikler gölgede kalmış, izin verilmemiştir. Fakat Tito’nun ölümü ile birlikte bu milliyetçilikler yeniden gün yüzüne çıkmış ve ayrışmalar başlamıştır. 1990’da ülkedeki etnik gruplara dayanan siyasi partilerin ortaya çıkmasıyla bu ayrışma derinleşmiştir (Bora, 2020, s. 112-113). Hırvatistan ve Slovenya’nın 1991’de Yugoslavya’dan bağımsızlıklarını ilan etmesiyle Bosna – Hersek de bağımsızlığa yönelik karar almıştır. Buna itiraz eden Sırp milletvekillerinin kurduğu Bosna – Hersek Sırp Halk Meclisi, 9 Ocak 1992’de Bosna – Hersek Sırp Cumhuriyeti’ni (Republika Srpska – RS) ilan etmişlerdir. Bosna – Hersek’in aldığı bağımsızlık kararı sonrası yaptığı referandumda %90’ın üzerinde bağımsızlık doğrultusunda oy kullanılmış ve 3 Mart 1992’de Bosna – Hersek bağımsızlığını ilan etmiştir. Bunun üzerine önceden kurulmuş RS, Bosna – Hersek’ten ayrıldığını açıklamış ve Sırp Cumhuriyeti’ni ilan etmiştir. Bu gelişmelerle ülkedeki paylaşım konusunda Sırplar, Boşnaklar ve Hırvatlar arasında anlaşmazlık çıkmış ve 1992 – 1995 yılları arasında binlerce insanın hayatını kaybettiği ve büyük travmalar yaşadığı, son dönemin en kötü olaylarından biri olan Bosna Savaşı meydana gelmiştir (Ekinci, 2014, s. 17). Savaşın çıkmasında rol oynayan milliyetçi hareketlerin yükselmesinin nedeni, Sovyetler Birliği’nin (SSCB) dağılması ile benzerlik göstermektedir. Ekonomik yapının şeklinden dolayı meydana gelen durgunluk ve gerileme, işsizlik, yolsuzluklardan dolayı umutsuzluk dönemlerindeki toplumların aşırı ideolojilere kaymasının sonucu olarak bu örgütlenmelerin güçlendiği söylenebilir. Savaşın başlarında çatışmaların önüne geçilebilmesi için Bosna – Hersek’e ambargo uygulanmıştır. Fakat bu ambargo en çok Boşnakları etkilemiştir. Çünkü Sırplar zaten eski Yugoslav ordusunun silahlarına sahip ve Sırbistan tarafından desteklenmiş, Hırvatlar da Hırvatistan üzerinden destek alabilmişlerdir (Alp, 2017, s. 133). 1991 yılında Londra’da Yugoslavya Konferansı bir çözüm bulmak adına düzenlenmiştir. Bunun sonucunda 1992 yılında Lizbon Anlaşması ortaya çıkmıştır. Anlaşma Bosna – Hersek topraklarının %44 Boşnaklar, %44 Sırplar ve %12 Hırvatlar arasından paylaşılmasını ve esnek bir federasyon olmasını öngörmüştür. Fakat bu 101 anlaşma Sırplar ve Hırvatların ordularına güvenerek daha fazlasını alma düşünceleri ve Boşnakların da mağdur edildikleri düşünceleri dolayısı ile tüm taraflarca reddedilmiştir (Oğultürk, 2010, s. 106). Lizbon Anlaşması’nın reddi sonrası yeni bir plan olan Vance – Owen Barış Planı, 1993 yılında oluşturulmuştur. Planın ismi AT’yi temsilen İngiliz Lord Owen ve BM’yi temsilen Cyrus Vance tarafından hazırlanmasından gelmektedir. Bu plan da federal bir yapı öngörmüştür. Planda Bosna – Hersek’te 10 eyalet oluşturulması ve bunların üçü Boşnak, üçü Sırp, üçü Hırvat olmak üzere paylaşılması ve Saraybosna’nın özel bir statüde olması planlanmıştır. Ayrıca bu eyaletlerin kendi yargı organları, parlamentoları olacak ve ülke içinde de serbest dolaşıma izin verilecektir. Ayrıca AT ve BM denetiminde ülke silahsızlandırılacaktır. Fakat bu plan da taraflarca kabul edilmemiştir (Alp, 2017, s. 137). Öne sürülen planların ve anlaşmaların kabul edilmemesi üzerine BM geçici bir çözüm olarak Güvenli Bölgeler Planı’nı öne sürmüştür. Bu doğrultuda Fransız General Philippe Morillon komutasındaki barış güçleri 12 Mart 1993’te Srebrenitsa’ya gelerek BM güvenli bölgesi ilan etmişlerdir. Bu eylemler BM’nin 819 ve 924 sayılı kararları ile yapılmıştır. Fakat burada Sırplara karşı herhangi bir karşı eylemde de bulunulmamıştır (Alp, 2017, s. 137). Bundan sonra ise Üç Bölgeli Barış Planı öne sürülmüştür. Planda yine Lord Owen ve yanı sıra Thornvald Stoltenberg olmuştur. Bu plan kapsamında Aliya İzetbegoviç, Slobodan Miloseviç ve Franyo Tucman Cenevre’de bir araya getirilmişlerdir. Planda esnek bir federasyon ön görülmüştür. Saraybosna ve Mostar özel statüde yer almıştır. Fakat planda Boşnak devleti üç ayrı bölge şeklinde oluşturulmuştur. Bu plan Miloseviç ve Tucman tarafından kabul edilse de İzetbegoviç tarafından reddedilmiştir. Bu tarihlerde Cenevre’deki görüşmelere Boşnakların katılımının sağlanması ve Sırp saldırılarının durması için 4 Mart 1993’te NATO gerekirse kuvvet kullanacağı kararlar almıştır. Bunun üzerine Sırplar Saraybosna çevresindeki hâkim tepelerden çekilip kuşatmayı kaldırmışlardır (Usta, 2021, s. 47). 1994 yılında ABD, Bosna konusunda giderek inisiyatif almaya başlamıştır. Bosna – Hersek’te Boşnak – Hırvat Birliği ve RS’nin olacağı bir plan hazırlamışlardır. Bu plana katılmada Boşnakları zorlamışlardır. Boşnak – Hırvat Federasyonu 102 Anlaşması 1 Mart 1994’te Washington’da imzalanmıştır. Bu anlaşma bir çerçeve anlaşması olmuştur. Aynı yıl 18 Mart’ta ise anlaşma kabul edilmiş ve anlaşmada öngörülen ileride Hırvatistan ile bir konfederasyon oluşturulması planlanmıştır. Sırplar bu anlaşmayı reddetmişlerdir. Bunun üzerine ABD, İngiltere, Rusya, Almanya ve Fransa’dan oluşan Temas Grubu yeni bir anlaşma hazırlamışlardır (Alp, 2017, s. 140). Hazırlanan yeni anlaşma sonrası Boşnaklar ve Hırvatların ittifak yapmaları ile savaşın dengesi Sırplar aleyhine değişmiştir. Cephede bu ittifakın, özellikle Boşnak ordusunun hızlı ilerleyişi, dengelerin çok fazla değişmeden Batı’nın araya girip anlaşma imzalanması baskısını arttırmıştır. 1 Kasım 1995’te ABD’nin Ohio eyaletinde toplantı düzenlenmiştir. Toplantıya Aliya İzetbegoviç, Franyo Tucman, Slobodan Miloseviç, Temas Grubu temsilcileri, Richard Holbrooke ve General Wesley Clark katılmışlardır. Bosna – Hersek Barış İçin Genel Çerçeve Anlaşması 21 Kasım 1995 tarihinde parafe edilmiş, 23 Kasım 1995’te Yugoslavya Federal Cumhuriyeti liderleri, 30 Kasım 1995’te ise RS liderleri tarafından onaylanmıştır (Alp, 2017, s. 143). 14 Aralık 1995 yılında Dayton Anlaşması Paris’te, Bosna – Hersek lideri Aliya İzetbegovic, Hırvatistan lideri Franyo Tucman ve Yugoslavya lideri Slobodan Miloseviç tarafından imzalanmıştır. Anlaşmanın adının Dayton olması, anlaşma metninin ABD’nin Ohio Eyaleti’ndeki Dayton kentinde hazırlanmasından dolayı olmuştur. Anlaşma kapsamında kurulan Bosna – Hersek Devleti, Bosna – Hersek Federasyonu ve RS ve bunun yanında Brçko adında özerk bir bölge ile beraber temelde üç kurucu halkın yer aldığı iki entiteye (devlet-altı birim) bölünmüştür. Bu entitelerin birbiri ile sınırları 1400 km uzunluğundadır (Dalar, 2008, s. 99). Ülkede uzun bir süre barış ortamını korumak adına “Implementation Force (IFOR)” ve “Stabilization Force (SFOR)” adıyla uluslararası askeri güçler yer almıştır. Daha sonra 2004 yılında EUFOR (Avrupa Gücü) bu görevi devralmıştır (Ekinci, 2014, s. 18-22). Ayrıca ülkedeki sivil denetimi ve geçiş sürecini kontrol edecek, toplumlar arası yumuşamayı ve ülkenin uluslararası topluma sağlıklı bir şekilde uyum sağlamasını ve gelişmesini sağlamak adına “Yüksek Temsilcilik Ofisi (Office of the High Representative, OHR)” kurulmuştur (Rüma, 2008, s. 252). 103 Dayton Anlaşması’nın getirdiği Yüksek Temsilcilik Ofisi (Office of the High Representative, OHR), yetkileri itibariyle egemen bir devletin üzerinde olmaması gereken yetkiler ile donatılmıştır. OHR, ülkede güç kullanma meşruiyetine sahip tek yapıdır ve ülkedeki tüm kurumlar üzerinde yetki sahibidir. Ayrıca yeni kurumlar ve bakanlıklar dahi oluşturabilmektedir. OHR’nin yöneticisi, BMGK tarafından belirlenmekte ve yabancı olmaktadır. Yüksek Temsilci, aynı zamanda Bosna – Hersek’te AB’nin özel temsilcisi görevini de üstlenmiştir. Bu bakımdan seçilmiş bir kişi olmaması fakat ülke üzerinde büyük bir gücü elinde bulundurması tartışma konusudur. Ayrıca bu durum ülkedeki kurumların, her şeyi yapan her yetkiye sahip bu kurumun var olmasından dolayı gelişemediği, her şeyin bu kuruma büyük oranda bırakıldığı görülmekte ve eleştirilmektedir. Kurum milletvekilleri ve yerel yönetimlerin liderlerini görevden uzaklaştırma yetkisine de sahiptir. Kurumun kurulmasındaki asıl amaç ülkenin sağlıklı bir şekilde inşa edilmesini ve kaynaşmasını, bu ölçüde ekonomik ve sosyal olarak gelişmesini sağlamak için kurulmuştur. Fakat yetkileri olağanüstüdür ve ülkede olan bazı aykırı durumlara müdahale dahi etmemektedir. Örneğin RS, bağımsız bir devlet gibi söylemlerde bulunmakta ve bazı uluslararası anlaşmalara imza atmaktadır fakat Yüksek Temsilcilik bu konuda somut bir adım atmamıştır. Zaman zaman bazı aşırı söylemlere sahip parti liderlerinin göreve gelmesine ve bazı yöneticilerin görevden uzaklaştırılmasına vesile olsa da genel anlamda tartışmalı bir kurum olarak varlığını sürdürmektedir (Rüma, 2008, s. 252- 254). Ülkenin Bosna – Hersek Federasyonu adındaki entitesi ademi merkeziyetçi bir yapıda olup 10 kantondan oluşmaktadır. RS ise merkezi bir yapıdadır. Federasyonun her kantonunun kendi parlamentosu ve yasaları, liderleri mevcuttur. Buna karşın Sırp Cumhuriyeti’nin merkezi yapıda olmasından dolayı böyle bir durumu olmamaktadır (Dalar, 2008, s. 98). Federasyondaki kantonlarda Boşnaklar ve Hırvatlar büyük ölçüde karışık olarak yaşamayıp belli yerlerde yoğunlaşmışlardır. Dayton Anlaşması Bosna – Hersek’te anayasanın oluşturacağı kurumları Halklar Meclisi ve Temsilciler Meclisi’nden oluşan iki parlamento, ikisi Bosna – Hersek Federasyonu’ndan olmak üzere Boşnak ve Hırvat, biri RS’den olmak üzere Sırp’ın yer aldığı bir Cumhurbaşkanlığı Konseyi, Bakanlar Kurulu, Anayasa Mahkemesi ve Merkez Bankası olarak belirlemiştir (Dalar, 2008, s. 99). 104 Cumhurbaşkanlığı Konseyi dört yıllık bir süre için oluşturulmakta ve sekiz aylık sürelerle sırası ile konseyi oluşturan üç ayrı toplumun başkanları arasında değişmektedir. Bakanlar Kurulu ise başbakan ve bakanlardan oluşmakla beraber, başbakan ve bakanların etnik kökenine göre, her bakanın ve başbakanın sahip olduğu iki yardımcının diğer iki etnik gruptan olması gerekmektedir. Bosna – Hersek Parlamentosu ise Temsilciler Meclisi ve Halk Meclisi’nden oluşmaktadır. Temsilciler Meclisi, 28’i Bosna – Hersek Federasyonu’ndan, 14’ü RS’den olmak üzere 42 üyelidir. Halk Meclisi, iki ayrı entitenin meclislerinden her gruba eşit sayıda yer verilen 15 üyeden oluşmaktadır (Dalar, 2008, s. 99). Görüldüğü üzere Dayton Anlaşması Bosna – Hersek’e karmaşık bir yönetim sistemi bırakmıştır ve bu sistemin işleyişi fark edileceği üzere ağır ve ülkeyi oluşturan grupların birbirlerine engel olmalarından dolayı birçok kararın alınamamasına neden olması kaçınılmaz olmuştur. Böyle bir anlaşma elbette ki olağanüstü şartlarda kabul edilmiştir. Savaş sırasında devam eden çatışma ve katliamların hemen durması, önüne geçilmesi adına anlaşmanın uygulamasının imzaların atılmasıyla işleyişe geçeceği kararlaştırılmıştır. Aksi halde can kaybının artmasından endişe edilmiştir. Bu şekilde parlamentoların onayı beklenmeden anlaşma yürürlüğe girmiştir. Fakat anlaşmanın getirdiği şekil ülkenin geleceğini yeniden muğlaklaştırmıştır. Fakat bu o an için yapılması gereken bir fedakârlık olmuştur. Aliya İzetbegovic’in kendi toplumunu korumak adına bu anlaşmaya razı olmuş, Boşnaklar da bunun bilincinde olarak İzetbegovic’e karşı bir tepkide bulunmamış ve daima ona saygı göstermişlerdir. Toplumun tepkisi uzun süre hareketsiz kalan ABD ve BM’ye olmuştur (Dalar, 2008, s. 102). AT ve ABD, 1992 yılında Bosna – Hersek bağımsızlığını ilan ettiğinde zaten bu ülkeyi tanımıştır. Fakat Bosna Savaşı sonrası gelinen noktada birçok şey değişmiş, tarihte görülmemiş derecede karışık bir devlet yapısı ve sorunlar ortaya çıkarmış bu anlaşma sonrası bu ülkeyi yeniden tanımıştır. Bununla beraber BMGK, savaş sırasında Bosna’da Sırpların yaptığı soykırımı “soykırım” olarak adlandırmamış, “etnik temizlik” ibaresini kullanarak hareketsiz kalmaya devam etmiştir (Dalar, 2008, s. 107). ABD ise 1990’ların başında SSCB’nin dağılmasından dolayı bölgelerde oluşan otorite ve güç boşluklarını doldurmaya çalışıyor ve SSCB’nin elinde olan nükleer 105 silahların geleceği ile ilgileniyordu. Ayrıca I. Körfez Savaşı (2 Ağustos 1990 – 28 Şubat 1991) yeni bitmişti ve Ortadoğu’daki sorunlarıyla ilgilenmekteydi. Bu nedenle ABD yönetimi kendi için önem sırasında geride olan Balkanlar ile AB’nin ilgilenmesi ve sorumluluk alması gerektiğini ileri sürmüştür. Ayrıca bölgenin kaynak bakımından zengin olmaması ve Amerikan yatırımlarının bölgede pek olmamasından kaynaklı ABD, bölgeye pek müdahale etmek istememiş, yeniden asker göndererek masraf yapmaktan kaçınmak istemiştir. Bu tarihlerde ABD daha çok serbest ticaretin yaygınlaşması ve piyasa ekonomisinin yayılması, karşılıklı diplomatik ilişkiler ve demokratik açılımlar ile söylemlerini ve politikalarını şekillendirmiştir. Fakat 1995 Srebrenitsa Katliamı bu tutumu değiştirerek ABD’nin öncülüğünde NATO’nun Sırp güçlerini bombalamaya başlamasıyla savaşı sonuçlandırma sürecine geçirmiştir (Arı & Pirinççi, 2011, s. 4-5). Diğer önemli bir nokta, Bosna’da savaşın başlamasına sebep olan Sırpların kurduğu RS’nin adının savaş sonrası kurulan Bosna – Hersek’te devam etmesi ve anlaşmaya dahil edilmesidir. Savaşı başlatmalarının yanı sıra savaş sırasında yapılan katliamlar ve savaş suçlarının dahi bedelinin tam anlamı ile ödenmeyip bunun üzerine bu durumun adeta ödül niteliğinde bir karar olmasıdır (Rüma, 2008, s. 244). Bir diğer önemli mesele anlaşmanın getirdiği toprak paylaşımının ülkedeki gruplara, özellikle Boşnakların nüfuslarına oranla, savaşın başındaki duruma göre aşırı şekilde adaletsiz dağıtımıdır. Bosna – Hersek Federasyonu ülke topraklarının %51’ine sahiptir ve burası Boşnaklar ve Hırvatlar arasında bölümlenmiştir. %49’luk parçada ise Sırplar tek başına hâkim ve üniter bir yapıda olmaktadırlar. Buna karşın ülkenin nüfusunun %44’ü Boşnak, %33’ü Sırp, %18’i Hırvatlardan oluşmaktadır (Dalar, 2008, s. 107). Ayrıca RS’nin sahip olduğu topraklarda bulunan Vişegrad, Srebrenitsa, Zvornik, Foça ve Drina bölgeleri savaş sırasında Sırpların etnik temizliği ile demografisi değiştirilerek Boşnaklardan arındırılmıştır. Buna rağmen bu göz ardı edilmiş ve bu bölgeler Sırp Cumhuriyeti’ne ait olarak kalmıştır (Dalar, 2008, s. 107). Ayrıca anlaşmanın getirdiği yönetim sistemine ve bölgelere bağlı olarak her yapının kendi parlamentosu, yasaları, milletvekilleri, yargı organları ve kolluk güçleri bulunmasından ötürü nüfusu yaklaşık 5 milyon olan Bosna – Hersek’te 760 106 milletvekili, 180 bakan, 14 başbakan görev yapmaktadır. Bu da ülke ekonomisinde önemli bir yüke sebebiyet vermekte, ülke gelirinin %40’a yakını bu yapıya harcanmaktadır (Ekinci, 2014, s. 40). Anlaşmanın getirdiği bu parçalı yapıdan dolayı ülkedeki insanlar Bosna – Hersek vatandaşı olmaktan ziyade entite ya da kantonların, bölgelerin vatandaşı olmalarına sebep olmakta ve bu durum milliyetçiliklerin ve buna bağlı söylemlerin sönmesini önleyerek bölünme riskini hep diri tutmaktadır (B. Özkan, 2014, s. 82). Yasaların kabul edilmesi ve çıkması için ülkede yer alan Halk Meclisi’nin ve Temsilciler Meclisi’nin onayından geçmesi ve bunun yanı sıra Temsilciler Meclisi’ndeki her entite temsilcilerinin üçte bir onay şartı aranmaktadır. Bu da işleyişi yavaşlatmakta ve kararların alınmasını zorlaştıran bir etken olmaktadır (Dalar, 2008, s. 111-112). Bosna – Hersek dış politikası ülkenin geleceğini güvenlik ve ekonomi bağlamında NATO ve AB ilişkilerine bağlamıştır. Ülkenin kalkınması ve güvenliğin sağlanabilmesi adına komşuları ile iş birliğini en üst seviyede tutmakta, azınlık ve sınır sorunlarına karışmamaktadır. Ülkenin en büyük sorunu kendi içerisindeki Sırp Cumhuriyeti ile yaşananlar olmaktadır. RS Sırbistan’a bağlanmak istemekte, bu da ülke bütünlüğünü tehdit etmektedir. Ülkenin Sırbistan ile ilişkileri 1996 yılında başlamıştır (Kamil, 2017, s. 199). Uluslararası Adalet Divanı (UAD) 26 Şubat 2007 tarihinde, Bosna – Hersek’te işlenen “soykırım” suçlarından RS’nin sorumlu olduğu, suçları işleyenlerin Sırbistan’a bağlı kişiler ve kurumlar olmadığı ve bu kişilerin Sırbistan ile bağları olduğuna dair açık bir kanıt sunulamadığı gerekçesi ile Sırbistan’ı soykırım suçu ve bu suça “iştirak” etmesi suçlamasından aklamıştır. Fakat UAD, Sırbistan’ı Aralık 1995’te imzalanan Dayton Anlaşması uyarınca Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (EYUCM) yargılamasını kabul ettiğini ve iş birliği yapması gerektiğini vurgulayarak Sırbistan’da olduğu bilinen Ratko Mladiç gibi bu suçları işleyen kişilerin mahkemeye teslim edilmediği gerekçesi ile suç işlediği hükmüne varmıştır. Ayrıca Sırbistan’ın UAD’ın 1 Eylül 1993’te aldığı geçici önlem kararlarını da ihlal ettiğini belirtmiş, Sırbistan’ın soykırım suçunun önlenmesi konusunda bu suçun işlenebileceği bilgisi olmasına rağmen engelleme konusunda bir harekette bulunmadığı dolayısı ile de suçlu 107 olduğu hükmünü vermiştir. Bosna – Hersek’in savaş sırasında gerçekleştirilen suçlara katılan Kızıl Bereliler, Beyaz Kartallar, Akrepler ve Kaplanlar gibi paramiliter grupların Sırbistan ile bağlarının inkar edilemeyeceği ve Sırp Cumhuriyeti Ordusu mensuplarının Ratko Mladiç dahil 2002 yılına kadar Sırbistan’dan maaş aldıklarını belirtmesi, bundan dolayı da Sırbistan ile hukuki bağlarının bulunmasını iddia etmesine UAD, bunların hukuksal bir bağlantıya işaret etmediği yönünde karar vermiştir (Değer, 2009, s. 86-90). Slobodan Miloseviç’in iktidardan düşmesiyle Sırbistan ile Bosna – Hersek ilişkileri her iki ülkenin de zamanla Avrupa Konseyi, AGİT, Orta Avrupa Serbest Ticaret Anlaşması’na üye olmaları ile iyi komşuluk ve karşılıklı ekonomik çıkarlar bağlamında gelişmeye başlamıştır. Bu durum iki ülkenin de ekonomik sorunlarının çözülmeleri, refahın arttırılması ve altyapılarının geliştirilmesi çerçevesinde çıkarına olmuştur. İlişkilerin geliştirilmesinde iki ülke arasında imzalanan Yugoslavya Federasyonu ile Bosna Hersek arasında Yatırımların Teşvik Edilmesi ve Korunması ilişkin Anlaşma, Sırbistan Cumhuriyeti ile Sırp Cumhuriyeti Arasında Özel Paralel İlişkilerin Kurulmasına İlişkin Anlaşma, Sırbistan Cumhuriyeti ile Bosna Hersek Arasında Karşılıklı Temsil ve Üçüncü Ülkelerde Konsolosluk Kurulmasına ve Hizmetlerinin Sağlanmasına İlişkin Anlaşma bu doğrultuda karşılıklı ilişkilerin geliştirilmesi ve ekonomik ilişkilerin arttırılması noktasında önemli olmuştur (Savaş Sonrası Süreçte Bosna-Hersek ve Sırbistan Diplomasisi, 2021). Mart 2021’de Sırbistan Dışişleri Bakanı Nikola Selakoviç, Bosna – Hersek Dışişleri Bakanı Bisera Turkoviç ile yaptığı görüşmede Sırbistan’ın Balkanlar’da barış istediğini, Dayton Anlaşması ile oluşturulan Bosna – Hersek idari yapısı ve toprak bütünlüğüne saygılı olduğunu söylemiştir. Bu bağlamda Sırbistan’ın komşusu Bosna – Hersek’e önem verdiğini ve karşılıklı ekonomik ilişkilerin geliştirilmesinin her iki ülkeye büyük katkılar sağlayacağını belirtmiştir. Selakoviç, ekonomik ilişkilerin gerçekleştirilmesinde Açık Balkan girişimine de vurgu yapmış ve bu girişimin Batı Balkan ülkeleri arasında ilişkilerin geliştirilmesinde ve kalkınmalarındaki önemine dikkat çekmiştir (Bosna Hersek Ile Sırbistan Ekonomik İlişkilerini Geliştirmek İstiyor, 2021). Sırbistan, Bosna – Hersek ile karşılıklı ilişkilerini geliştirse de bu ilişkinin asıl ağırlık noktasını Sırbistan için RS ile ilişkiler teşkil etmiştir. Sırbistan, Bosna – Hersek’te yaptığı yatırımları ağırlıklı olarak RS’ye ait bölgelerde yapmıştır. Ayrıca 108 Sırbistan’ın RS ile arasında Sırplar için önemli olan tarihlerin birlikte kutlanmasına yönelik anlaşma mevcuttur. Bu bağlamda Sırbistan, Bosna – Hersek Sırpları ile ekonomik ve kültürel anlamda bağlarını hala sürdümekte, bu da RS’nin bazı ayrılıkçı politikalarını uygulamasında ona cesaret vermektedir (Savaş Sonrası Süreçte BosnaHersek ve Sırbistan Diplomasisi, 2021). RS’nin ayrılıkçı eylemleri Sırbistan’ın yanı sıra Rusya’nın da eylemleri ile cesaretlendirilmiştir. Aralık 2020’de Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Bosna – Hersek ziyareti sırasında ilk önce RS’yi ziyaret etmiştir. Bu ziyaret sırasında Bosna – Hersek Devlet Başkanlığı Konseyi’nin Sırp üyesi Milorad Dodik ve RS Başkanı Zeljka Cvijanoviç ile görüşmesi sırasında Bosna – Hersek bayrağına yer verilmemiş, bu ülkede tepkiye neden olmuştur. Ayrıca Lavrov Belgrad’dan ayrılırken uçağa bindiği sırada Çetnik selamı olan “üç parmak selamı” vererek ayrılmıştır. Bu eylemler RS’ye bağımsızlık konusunda cesaret vermiştir (Kaptan, 2020). Aldığı bu cesaretle RS, Bosna – Hersek’ten ayrılma söylemlerini sık sık dile getirmiş ve kendi silahlı gücünü kurma teşebbüslerinde de bulunmuştur. Bosna – Hersek Yüksek Temsilcisi Christian Schmidt, RS’nin kendi silahlı gücünü kurması konusunda bu hareketin kırmızı çizgileri olacağını vurgulayarak RS’yi uyarmış, Bosna – Hersek’te olası bir bölünmenin Sırbistan’ın Batı ile ilişkileri ve Kosova meselesini de kötü etkileyeceğini söyleyerek Sırbistan’a da uyarıda bulunmuştur (Bosna Hersek Yüksek Temsilcisi: Bosnalı Sırpların Ayrı Ordu Kurması Kırmızı Çizgidir, 2021). Ukrayna Savaşı ile Bosna – Hersek’te ülke içi tartışmalar yeniden alevlenmiş ve bir çatışma ve ayrılma söylentileri artmıştır. Bu Boşnakları ve bölge halkını endişelendirmiştir. RS başkanı Milorad Dodik son zamanlarda bu tartışmaların merkezinde olmuş, her ne kadar ayrılma iddialarının doğru olmadığını söylese de duruma şüpheli yaklaşılmıştır (Türbedar, 2021, s. 446). Sırp Cumhuriyeti’nin, ülkede merkezi yönetime ait olan silahlı kuvvetler ve vergilendirme ile ilgili yasalar üzerinde tam inisiyatif alması doğrultusundaki girişimlerde bulunması tartışmalara yol açmış, Dodik bunu şimdilik 6 ay için ertelediğini söylemiştir (Sırp Lider Milorad Dodik, “Ayrılıkçı” Yasanın Onaylanmasını 6 Ay Erteledi, 2022). Dodik’in daha önceden ayrılma yönündeki iddiaları reddetmesine rağmen Haziran 2022’de Banja Luka’da RS Halk Meclisi toplantısının ardından yaptığı açıklamada RS’nin Bosna – Hersek’ten ayrılma planının Ukrayna Savaşı nedeni ile ertelenmek zorunda kalındığını söylemiştir. Bu söylem ve eylemler ile Dodik, Bosna – Hersek’teki bütünlüğün 109 tehlikeli durumunu ortaya koymuştur (Sırp Lider Dodik: Ukrayna Savaşı Bosna Hersek’ten Ayrılma Planımızı Erteletti, 2022). Ukrayna Savaşı sırasında Bosna – Hersek’teki seçim yasasının değişmesi de gündemde olmakta ve Hırvatların da talepleri artmaktadır. Bosna – Hersek Hırvat Demokrat Birliği lideri olan Dragan Coviç, ülkedeki seçim yasasının halkların kendi liderleri tarafından temsil edilememesine neden olduğunu, bu nedenle de yasada reform yapılmasını, Hırvatların yeterince temsil edilmediği iddiasında bulunmuştur (Küçük, 2022). Bu iddianın sebebi, Hırvat Demokrat Birliği Coviç’in son seçimlerde Demokratik Cephe Partisi’nden Zeljko Komsiç’e karşı cumhurbaşkanlığı yarışını kaybetmesi üzerine Komsiç’in Boşnakların oyu ile seçildiğini öne sürmesi olmuştur. Boşnak oyları, iddiaya göre Cumhurbaşkanlığı Konseyi’ndeki Hırvatları temsil etmesi gereken cumhurbaşkanını belirlemiştir. Bu sebeple Coviç, seçim yasasında reform yapılması gerektiğini söylemiştir. Yasanın reformu ile ilgili müzakerelerde sonuç alınamamış, Coviç bunun sorumluluğunun Boşnakları temsil eden Demokratik Eylem Partisi’nin lideri Bakir İzetbegoviç’te olduğunu öne sürmüştür (Adiloviç, 2022). Tartışmalar sürerken Bosna – Hersek Merkezi Seçim Komisyonu Mayıs 2022’de ülkedeki seçimlerin 2 Ekim 2022 tarihinde yapılacağına dair karar almıştır. 7 üyeli komisyondan sadece 1 üye, seçim yasasında reform yapılmadan seçime gidilmesinin doğru olmadığını öne sürerek buna karşı çıkmış fakat engelleyememiştir (Nurduhan, 2022). 3.2.2. Kosova ile İlişkiler Sırpların tarihinde ve inançlarında Kosova’nın merkezi bir konumu olmuştur. Kosova onlara göre Orta Çağ’da bağımsızlıklarının kaybedildiği bölge olmuştur. I. Kosova Savaşı’ndan sonra ise Sırp Ortodoks Kilise’si bu tarihi olaya büyük önem vermiş, savaşa katılanları, burada ölen önemli kişileri ve Nemanya Hanedanı’nı kutsayarak ayinlerinde anmaya başlamışlardır. Kosova’nın bu bakımdan Sırp Ortodoks inanışında ağırlığı çok fazla hissedilmektedir. Kosova’da inşa edilmiş birçok Ortodoks Kilisesi (en önemlisi İpek Patrikhanesi) bulunmaktadır ve aziz ilan edilen önemli tarihi Sırp şahsiyetlerinin tasvirleri kiliselerin fresklerine, ikonlarına ve camlarına işlenmiştir. Savaş sonrası Osmanlı Devleti’nin bölgede hâkim olması ve uyguladığı millet sistemi ile Sırplara sınırlı bir özerklik vermesi Sırp Kilisesi’nin de bu anlatıları koruyabilmesine ve yaymasına olanak tanımış, kralların yadigarları korunmuş ve efsanenin yüzyıllar içerisinde yayılmasına ve bazı değişimlerine zemin hazırlamıştır. 110 Kosova Efsanesi hem kilise tarafından hem de halk ozanları vasıtası ile Sırp toplumunun zihnine yer etmiştir (Biletska, 2009, s. 35). Kosova toprakları 1912 - 1913 Balkan Savaşları ile Sırbistan’ın eline tekrar geçmiştir. Bu işgal sırasında Sırplar bölgede yaşayan Müslüman Türkler ve Arnavutlara karşı acımasızca davranmışlar çok kan dökmüşlerdir. Bu savaş Sırplar için kutsal bir savaş olmuş, Kosova’nın alınması ile halk ve ordu büyük sevinç yaşamıştır. Fakat bu dönemde yaşananlar Sırp – Arnavut düşmanlığının da tırmanmasına yol açmıştır (A. Özkan, 2013, s. 243). Arnavutlar da Kosova toprakları üzerinde haklar iddia etmektedirler. Arnavutlar tarihte bu topraklarda ilk kendilerinin yaşadıklarını belirtmişlerdir (Kara, 2017). Bu yüzden herkesten daha fazla Kosova topraklarını hak ettiklerini düşünmektedirler. Bu da Kosova’yı inançlarında merkeze koyan, kimliklerinin ayrılmaz bir parçası olarak gören Sırplar ile Arnavutları karşı karşıya getirmiştir (Agolli, 2019, s. 17-18). Kosova bölgesi Balkanlar’da merkezi bir konumda yer almaktadır. Adriyatik Denizi ve Ege’ye giden güzergahlar üzerinde bir kavşak vazifesi görmektedir. Kosova’nın Sırbistan, Karadağ, Arnavutluk ve Kuzey Makedonya’ya sınırları bulunmaktadır. Bu merkezi konumundan dolayı büyük önem arz eden Kosova, olası kriz durumlarında bunun diğer Balkan ülkelerine de yayılma olasılığını arttırmaktadır (Kara, 2017). Balkanlar’da Arnavutlar üç ülkede yoğun şekilde yaşamaktadırlar. Arnavutluk, Kosova ve Kuzey Makedonya’da yoğun şekilde yaşamaları olası krizlerde tüm coğrafyanın etkilenmesine sebep olabilmektedir. Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti döneminde Kosova, 1974 Anayasası ile neredeyse federal devletlerin aldığı hakları almıştır (Jakupi, 2017, s. 191). Fakat Josip Broz Tito’nun ölümü ile tüm ülkede harekete geçen milliyetçilik, Kosova’da henüz 1981 yılında başlayan gösteriler ile kendini göstermiştir. Artan gösteriler ve Slobodan Miloseviç’in öne çıkma çabaları, onun Kosova’da aradığı fırsatı bulmasını sağlamış, 1989 yılında Kosova’da savaşın 600. yıldönümünde yaptığı milliyetçi konuşma ile Yugoslavya’da yeni bir dönem başlamıştır. Slobodan Miloseviç iktidara gelir gelmez Kosova’nın sahip olduğu tüm hakları feshetmiştir. 1990 yılında da bu karar dolayısı ile Kosova Parlamentosu kapatılmıştır. 111 Bu yaşananlar ve Yugoslavya’nın dağılma sürecine girmesi ile 19 Ekim 1991 tarihinde Kosova’da bağımsızlık için referandum düzenlenmiştir. Referandumda bağımsızlığa %99 oy oranı ile evet denilmiştir. Fakat Belgrad yönetimi bu referandumu tanımamıştır. Kosova’da başkan olan İbrahim Rugova 1991 yılında Belgrad’a karşı pasif direniş kararı almıştır. Bu pasif direniş ile Kosovalılar kendi kurumlarını kurarak devlet içinde kendi devletlerini meydana getirmişlerdir. Eğitim ve sağlık kurumlarını kendileri örgütlemişlerdir (Kara, 2017, s. 264). Fakat Sırpların baskıları arttırması ile Kosovalılar 1993 yılında kurulan UÇK ile silahlı örgütlenmeye başlamışlardır. UÇK’nın silahlı mücadelesi 1996’dan itibaren gerçekleşmiştir. UÇK üyeleri birçoğu yurt dışında Arnavutluk, İran ve Pakistan gibi ülkelerde eğitim almış oldukları görüşleri mevcut olmaktadır (U. Yıldırım, 2022, s. 107). 1998 yılına kadar uluslararası kamuoyu toprak bütünlüğünden yana tavır almıştır. Fakat bu tarihten sonra Kosova’da Sırp ordusunun eylemleri dolayısı ile yaşananlara bakış da değişmiştir. Kosova’da kayıpların artması ve işlenen suçlardan dolayı Temas Grubu ülkelerinin çatışmadaki tüm tarafların uzlaşması amacı ile Fransa’da bulunan Rambouillet Şatosu’nda görüşmeye çağırmıştır. Rambouillet’te yapılan görüşmelerde alınan Kosova’nın 3 yıl içerisinde bağımsız olması ve NATO’nun Kosova’da asker konuşlandırması kararlarını Miloseviç reddetmiştir (Reshani, 2020, s. 331). Bunun üzerine 24 Mart 1999 – 10 Haziran 1999 tarihleri arasında NATO Sırbistan’a yönelik hava harekâtı yapmıştır. Bu harekatta NATO, BMGK kararının çıkmasını Rusya ve Çin vetosu ihtimali nedeni ile beklememiştir. NATO’ya göre Kosova’da 5000 Arnavut hayatını kaybetmiş, 1,5 milyon Arnavut ise evlerini terk etmek zorunda kalmıştır. Bu bombardıman üzerine Miloseviç, yapılan teklifleri değerlendirmeye başlamıştır. Fakat NATO’nun bu harekâtı Sırpların Batı’ya karşı olumsuz düşüncelerini fazlasıyla arttırmış, ayrıca onlara motivasyon kaynağı da olmuştur. 10 Haziran 1999 tarihinde Sırp askerlerinin Kosova’dan çekilmesi ile NATO harekâtı bitmiştir. NATO harekâtı, insani müdahale konusu üzerinde tartışmaları beraberinde getirmiştir. NATO’nun BMGK kararını beklemeden müdahaleye başlaması ve bunu ahlaki bir temele oturtmaya çalışması özellikle Rusya’nın tepkisini çekmiştir. Özellikle Sırp askerleri ve paramiliter gruplarının 45 Arnavut sivili katlettiği Ocak 1999’da Reçak’ta gerçekleşen katliam, bu ahlaki temellendirmenin en önemli unsurlarından olmuştur. Bu gibi bir müdahalenin ülke çıkarlarına paravan olarak 112 kullanılabilmesi meselesi ortaya çıkmıştır. Ayrıca bu operasyon sırasında yalnızca askeri hedefler değil sivil hedefler de vurulmuş, Sırbistan’ın alt yapısına yönelik büyük bir bombardıman gerçekleştirilmiştir. Harekatta sivillerin kullandığı su depoları, enerji santralleri ve köprüler de hedef alınmıştır. İlerleyen yıllarda insani müdahale tartışmaları Libya ve Suriye konularında da sık sık gündeme gelmiştir (Kedikli & Ünal, 2015, s. 61-63). BMGK, 10 Haziran 1999’da Kosova’da yeniden yapılandırılmasına yönelik 1244 sayılı kararı almıştır. Bu yeniden yapılandırma kararı sonucu BM Kosova Misyonu (United Nations Mission in Kosovo, UNMIK), Kosova’nın 2008’de bağımsızlığını ilanından sonra da devam etmiştir. Bununla beraber Kosova Gücü (Kosovo Force, KFOR) meydana getirilmiştir (Kara, 2017, s. 270). 17 Şubat 2008 tarihinde bağımsızlığın ilanında Martti Ahtisaari’nin Kosova ile ilgili raporundan yola çıkılarak uluslararası gözetim altında bir bağımsızlığa kavuşması hedefi gerçekleşmiştir (U. Yıldırım, 2022, s. 113). Bu bağımsızlıktan dolayı Sırbistan UAD dahil birçok başvurular gerçekleştirmesine rağmen sonuç alamamıştır. 2008’de Kosova’nın bağımsızlığını ilan etmesi ile Sırbistan bu bağımsızlığı tanımamış, konu ile ilgili UAD’ın görüş bildirmesi talebinde bulunmuştur. Sırbistan’ın UAD’ın bildireceği görüş ile ilgili olumlu beklentileri olmasına rağmen UAD, 2010 yılında Kosova’nın bağımsızlığı ile ilgili uluslararası hukuk açısından bir sorun olmadığını bildirmiştir. Verilen bu karar ile hayal kırıklığı yaşayan Sırbistan, Kosova’nın bağımsızlığını hiçbir şekilde tanımayacağını belirterek Kosova’nın diğer ülkeler tarafından da tanınmasını lobi faaliyetleri ile engellemeye çalışmakta ve tanıyan ülke sayısını mümkün olduğunca düşük seviyede tutma politikası izlemiştir (Kara, 2016, s. 71-72). Kosova’nın tanınması noktasında Sırbistan’ın karşılaştığı en büyük ikilem AB’ye üyelik konusunda yaşanmıştır. AB, bölge istikrarı ve güvenliği için Sırbistan’ın Kosova ile iyi ilişkiler kurmasını ve bu ülkenin bağımsızlığının tanınmasını istemiştir. AB ile Sırbistan ve Kosova’nın yaptığı müzakereler sonucunda 2013 yılında Brüksel Anlaşması imzalanarak Sırbistan ve Kosova ilişkilerinde önemli bir adım atılmış, bu iki ülke birbirlerinin AB’ye üyelik sürecini sabote etmeyeceği ve Kosova’daki Sırpların haklarının güven altına alınması konusunda mutabakata varılmıştır. Anlaşma 1 Nisan 2016 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Fakat anlaşmada Kosova’nın bağımsızlığı ile ilgili bir “tanıma” ibaresi bulunmamaktadır. Anlaşmanın 113 ikinci maddesinde, anlaşmanın içeriğindeki hiçbir terim ve tanımlamanın Kosova’nın AB tarafından bağımsız bir devlet olarak tanınması anlamına gelmediği vurgusunun yapılması, durumun karmaşık bir hale gelmesine sebep olmuştur. Zaten Sırbistan da daha en başında bu anlaşmanın kendileri tarafından Kosova’yı tanıma anlamına gelmediği ve asla tanımayacaklarını ifade etmiştir. Bu bakımdan anlaşma Sırbistan’ın lehine olmuştur. AB ile yapılan anlaşmada Kosova’nın tanınması konusunda bir ibareye yer verilmemesinin sebeplerinden biri de AB üyesi olan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Yunanistan, İspanya, Romanya ve Slovakya’nın Kosova’yı tanımaması olmuştur. Bu ülkeler kendi topraklarındaki azınlıklar konusundaki endişelerinden dolayı Kosova’nın bağımsızlığının bir örnek teşkil etmesinden korkarak Kosova’yı tanımamıştır. Ayrıca iki ülke arasındaki ilişkiler AB ile imzalanan anlaşmada da geçen Çoğunluktaki Sırp Belediyeler Birliği’nin Kosova Anayasa Mahkemesi tarafından anayasa aykırı bulunması, Kosova’nın kuzeyinde Sırpların çoğunlukta yaşadığı Mitroviça bölgesindeki madenleri Kosova’nın kamulaştırma girişimi ve Kosova’nın bağımsız bir ordu kurma çalışmaları dolayısı ile son dönemde oldukça gerilmiştir (Ağır, 2017, s. 72). Ülkenin kuzeyindeki Mitroviça bölgesi, Kosova’nın bağımsızlık sürecinde ve sonrasında yaşadığı en büyük problemlerden olmuştur. Bölgenin statüsü üzerine yapılan tartışmalar AB ile yapılan müzakerelerin kilit problemlerinden olmuş ve Sırbistan, Kosova ve AB arasındaki görüşmelerin son dönemde bir çıkmaza doğru sürüklenmesine sebep olan etkenlerden olmuştur (Akgün, 2012, s. 260-261). 2019 yılında Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vuçiç, Arnavutluk Başbakanı Edi Rama ve Kuzey Makedonya Başbakanı Zoran Zaev tarafından temelleri atılan, Balkan ülkeleri arasında mal ve hizmetlerin rahat dolaşımını, ortak bir pazar ve gümrük sistemini öngören (“Açık Balkan” Girişiminin İlk Anlaşması Yürürlüğe Girdi, 2022), daha sonra Karadağ’ın da katıldığı “Açık Balkan” girişimi programına, bölgede net bir şekilde karşı olduğunu belirten tek ülke Kosova olmuştur. Kosova Başbakanı Vjosa Osmani, bu girişimin bölge ülkelerinin AB’ye entegrasyonunun geciktireceğini söylemiştir. Ayrıca girişim hakkında özellikle Sırbistan’ın bölge üzerindeki etkisinin artacağı çekincesi mevcut olmuş, Açık Balkan girişiminin Aleksandar Vuçiç ve Edi Rama gibi liderleri öne çıkaran bir program olduğu düşüncesi mevcut olmuştur (Osmani: “Açık Balkan Girişimi Tehlikeli,” 2022). Kosova’nın girişime bu şekilde karşı çıkması başta Sırbistan ile ilişkileri kötü etkilemesinin yanı sıra Arnavutluk 114 Başbakanı Edi Rama’nın da bu girişimin Sırbistan’ın Kosova’yı tanıması yönünde bir fırsat olduğunu, Kosova’nın girişime karşı çıkmasının sabrını zorlamaya başladığını belirtmesi ilişkilerde gerilime sebep olmuştur (Rama’dan “Açık Balkan” Girişimini Boykot Eden Kosova Hükümetine Eleştiri, 2022). Her ne kadar Açık Balkan girişiminin Sırbistan’ın bölge üzerinde hakimiyet kurabileceği yönünde tartışmalar olsa da bu girişimin Sırbistan’ın AB ve Rusya arasında elini güçlendirdiği söylenebilir. Her iki tarafa da ekonomik anlamda önemli ölçüde bağımlı olan Sırbistan, tarafların kendisi üzerindeki baskıları arttırmasına karşın Açık Balkan girişimi gibi alternatif bir projeye ihtiyaç duymuş ve desteklemiştir. Bu bakımdan Sırbistan’ın mümkün olduğu kadar bağımsız hareket edebilmesinde Açık Balkan girişimi önemli olmuş, bölge ülkeleri ile ilişkilerinde de yeni bir sayfa açma fırsatı vermiştir (Duman, 2022). 3.2.3. Arnavutluk ile İlişkiler Sırbistan – Arnavutluk ilişkileri Kosova meselesinden dolayı bazı dönemlerde gerginlikler yaşamıştır. Kosova’nın da büyük çoğunluğunun Arnavutlardan meydana gelmesi dolayısı ile Arnavutluk burada yaşananlara sessiz kalamamıştır. Bununla birlikte Arnavutların da tarihlerinde hedefledikleri Büyük Arnavutluk devleti gibi idealleri var olmakta, Kosova topraklarını ve Kuzey Makedonya’nın bir bölümünü kendilerinin olarak görmektedirler. Ayrıca önceki bölümlerde değinildiği gibi Sırplar ve Arnavutların ilişkileri tarihte hiç iyi bir seyir izlememiştir (Agolli, 2019, s. 17). Balkan Savaşları ve II. Dünya Savaşı sonlarında Arnavutluk toprakları hep Sırp işgaline uğramıştır. Bu işgaller sırasında ise Sırplar birçok kez Arnavutlara karşı zulmetmişlerdir. Geçmişin bu gibi hatıralar ile dolu olması her iki halkın da birbirlerine bakışını kötü etkilemektedir. Bu kötü ilişkiler son olarak Kosova Krizi’nde kendini göstermiştir. Kosova sorununda Arnavutluk, YSFC zamanında Kosova’ya geniş özerklik verilmesini savunmuştur. Fakat daha sonra çıkan çatışmalar ile birlikte bu isteğinden vazgeçmiştir. Kosova Krizi sırasında uluslararası toplumun dikkatini çeken Arnavutluk, savaşa herhangi bir müdahalede bulunmamıştır. Arnavutluk bu kriz sırasında uluslararası toplum ile uyum içerisinde hareket etmeyi seçmiştir (Ağırseven, 2017). Fakat hem Arnavutluk tarafından gizli bir şekilde, hem de yurt dışındaki Arnavut diasporası tarafından Kosova’da Sırplara karşı silahlı mücadelede bulunan 115 UÇK’ye yardım yapılmıştır (Agolli, 2019, s. 75). Arnavutluk’ta, Kosova’daki Arnavutların da paylaştığı “Büyük Arnavutluk” devleti fikri önemli ölçüde destek görmüştür. Günümüz Kosova Cumhurbaşkanı Albin Kurti, Arnavutluk ve Kosova arasındaki sınırın ve gümrüğün bir birleşme ile atılmasını ve Kuzey Makedonya’daki Arnavutların da daha sonra bu birleşmeye dahil edilmesini dile getirmiştir. Balkanlar’da Arnavut milliyetçiliği bağlamındaki bu tür söylemler hem Kosova’yı kendi toprakları olarak gören hem de güneyindeki Preşova Vadisi’nde çok sayıda Arnavut yaşayan Sırbistan’ın tepkilerine ve Arnavutluk ile ilişkilerin gerilmesine neden olmaktadır (Progonati, 2013, s. 178). Bosna Savaşı sırasında ise Arnavutluk, askeri müdahaleyi savunarak savaşın durdurulmasını savunmuştur. Bu durum üzerine Belgrad yönetimi de Arnavutluk sınırlarında askeri birlikler konuşlandırmıştır. Arnavutluk ise savaş süresince limanlarını NATO’ya açmıştır (Ağırseven, 2017, s. 379). Arnavutluk 2009 yılında NATO üyesi bir devlet haline gelmiştir. Aynı yıl NATO’ya Hırvatistan da üye olmuştur. Bu durumlar Sırplar için endişe kaynağı olmaktadır (Işık, 2017, s. 692). Fakat 2019 yılında Sırbistan ile Arnavutluk ilişkilerinin seyri değişmiştir. 10 Ekim 2019 tarihinde Sırbistan’ın Novi Sad şehrinde Sırbistan, Arnavutluk ve Kuzey Makedonya arasında Açık Balkan (Open Balkan) inisiyatifi duyurulmuştur. Bu girişim daha sonra 29 Temmuz 2021 tarihinde Üsküp’te gerçekleşen Bölgesel İş Birliği Ekonomik Forumu’nda Açık Balkan girişimi Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vuçiç, Arnavutluk Başbakanı Edi Rama ve Kuzey Makedonya Başbakanı Zoran Zaev tarafından imzalanmıştır. Anlaşmaya “Küçük Schengen” benzetmesi yapılmıştır. Anlaşma, devletler arasında ticaret ve yatırımların, sermaye akışının kolaylaşması yanı sıra 1 Ocak 2023’ten itibaren sınır geçişlerinin serbestleşeceğini bildirmiştir. Anlaşmaya bazı yerel tepkiler gelse de genel anlamda olumlu bir izlenim bırakmaktadır (Editör, 2021). Anlaşma Sırp – Arnavut ilişkilerinde benzeri olmayan bir gelişme olmuştur. Arnavutluk’un Adriyatik Denizi’ne kıyı olması, bu girişimde yer alan ülkeler, özellikle Sırbistan açısından önemli olmuş, bu sayede dünyaya açılan bir kapı elde etmiştir. Bu bağlamda Arnavutluk’un girişimde yer alması stratejik açıdan çok önemli olmuş ve Sırbistan – Arnavutluk ilişkileri açısından önem arz etmiştir (Duman, 2022). 116 3.2.4. Romanya ile İlişkiler Romanya da 1990’lardaki çatışmalar boyunca hedefinin Batı ile ilişkilerini geliştirmek ve AB üyeliğine kabul edilmek olduğu için bu sürede tamamen Batı ile uyumlu bir şekilde hareket etmiştir (Limon, 2017, s. 456). Romanya’nın tarihte Sırbistan ile büyük bir sorunu olmamıştır. “Altın Çağ’a” ait devlet sınırlarında da bir kesişme olmamış, herhangi bir çatışma yaşamamışlardır. Voyislav Koştunitsa dönemi ile birlikte Sırbistan’ın AB ile iyi ilişkiler geliştirmeye başlaması, hedefi AB üyeliği olan Romanya ile ilişkilerinin gelişmesini sağlamıştır. AB üyeliği hedefine rağmen Romanya, pragmatist bir yaklaşımla Kosova’nın bağımsızlığını tanımamıştır. Fakat bazı söylemleri ile bu tanımayı Sırbistan’a karşı koz olarak kullandığı olmuştur (Limon, 2017, s. 456). Sırbistan – Romanya arasındaki bir sorun, azınlıklar ile ilgili olmaktadır. Sırbistan’da yaşayan Romen ve Ulah6 nüfusun haklarının arttırılmasını isteyen Romanya, bu konuda bazı sorunlar yaşamıştır. 2002’de Sırbistan ile Romanya arasında azınlıkların korunmasına dair anlaşma imzalanmıştır. Anlaşmadan sonraki süreçte Romanya, Sırbistan’daki Ulahların da Romen olarak kabul edilmesini istemiş fakat Sırbistan bu teklifi reddetmiştir. Bu nedenle Romanya da karşılık olarak Sırbistan’ın AB’ye alınma statüsüne itiraz etmiştir. Bu kriz iki ülke arasında azınlıklar ile ilgili bir komisyon kurulması sonucu aşılmıştır (Limon, 2017, s. 456). 3.2.5. Karadağ ile İlişkiler Karadağ’ın tarihi, 19. Yüzyılın başlarından 2006 yılına kadar Sırbistan’ın tarihi ile büyük ölçüde benzerlik göstermiştir. Sırplar, Karadağlıları kendileri ile aynı soydan görmüş ve Karadağlı din adamı ve prens olan Petar Petroviç Njegoş’u da en büyük Sırp şairi olarak kabul etmiştir. Her iki ülkenin bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkmaları, kurdukları müttefiklik ve kader ortaklığı inancı çerçevesinde birlikte mücadele etmeleri sonucu 1878 Berlin Anlaşması’na dayanmıştır. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Sırp – Hırvat – Sloven Krallığı’nın kurulmasında ve daha sonraki Yugoslavya tecrübesinde Sırplar ve Karadağlılar birbirlerini aynı millet olarak değerlendirmiştir. 1991’de YSFC’nin dağılması ile Sırbistan ve Karadağ’ın birlikteliği 6 Çoğunlukla Romanya ve Kuzey Makedonya’da yaşayan, genel olarak kökenleri Romenlere dayandırılan topluluk. Tarihte ana uğraşları çobanlık olmuş ve genel olarak göçebe bir hayat sürmüşlerdir. 117 bir süre daha devam etmiş, fakat 21 Mayıs 2006’da Karadağ’da yapılan bağımsızlık referandumunda %55 oranında bağımsızlığa yönelik oy çıkması ile 3 Haziran 2006’da Karadağ bağımsızlığını ilan etmiştir. 2006 yılındaki bu bağımsızlık kararına ilk başlarda Karadağ’daki Sırp partileri ve Sırbistan hükümeti karşı çıkmıştır. Fakat zamanla bu karşı çıkış yumuşamış ve ilişkiler normalleşmeye başlamıştır. Karadağ bağımsızlığını ilan ettiği andan itibaren birinci hedef olarak AB’ye üye olmayı ve Batılı kurumlar ile entegrasyon amacını hedeflemiştir. Karadağ’ın NATO’ya bakışı ise Sırbistan gibi olumsuz olmamıştır. Karadağ 2007 yılında AB ile İstikrar ve Ortaklık Anlaşması imzalamış, 2008’de ise AB’ye tam üyelik başvurusu yapmıştır. 2010 yılında AB’den adaylık statüsü alan Karadağ, 2012’de üyelik müzakerelerine başlamıştır. AB üyeliği yolunda çok hızlı ilerleyen Karadağ Haziran 2017’de ise NATO üyesi olmuştur. Bu bağlamda Karadağ, Sırbistan’ın yaşadığı sorunlardan uzak bir şekilde Batı ile yakınlaşmıştır. Fakat Batı ile yaşanan bu gelişmeler ile beraber ülkedeki Rus etkisi de önemli bir düzeyde olmuştur. Ülkedeki yabancı yatırımların yaklaşık %32’si yalnızca Ruslardan oluşmakta, gelen turistlerin beşte birini de Ruslar oluşturmaktadır. Bu bakımdan Rusya Karadağ ekonomisi için önemli bir ortak olmuştur. Sırbistan ile Karadağ’ın yollarının ayrılmasına rağmen ise Karadağ’ın en büyük ekonomik ortağı hala Sırbistan olmaktadır. İki ülkenin ortak geçmişi, kültürel ve toplumsal yakınlığı da bu durumda etkili olmuştur (Arıkoğlu Ündücü, 2017, s. 254-255). Fakat 2020 yılı itibari ile Karadağ’da, ülkede 1918’den önce yapılan dini yapıların devletin mülkiyetine geçmesini öngören yasanın çıkması ile Sırp Ortodoks Kilisesi ve Sırbistan’ın buna karşı çıkmaları, iki ülke ilişkilerinin gerilmesine sebep olmuştur. 1918 yılında Sırp – Hırvat – Sloven Krallığı’nın kurulması ile kapatılan Karadağ Ortodoks Kilisesi’nin 1993’te yeniden kurulması ile Karadağ’da Sırp Kilisesi ile birlikte iki kilise var olmaya başlamıştır. Karadağ bu yasa ile hem bu ikili yapıyı sonlandırmak istemiş, hem de Sırp Ortodoks Kilisesi üzerinden Sırbistan’ın ülkedeki Sırpları yönlendirmelerine engel olmak istemiştir (K. Gül, 2020). Ülkede hala kendini %28 oranında Sırp olarak tanımlayan bir kesimin varlığı Karadağ’da sorun oluşturmuştur. Bu kesim kendilerini Sırbistan’a yakın olarak görmüştür. Ülkedeki seçimlere de yansıyan bu durum Karadağ’ın egemenliği konusunda endişe duymasına sebep olmuştur. 2020 seçimlerinde dönemin Cumhurbaşkanı Milo Djukanoviç'in 118 partisi olan Karadağ Sosyalist Demokratlar Partisi, başbakanlığı Sırbistan taraftarı Karadağ’ın Geleceği İçin Partisi lideri olan Zdravko Krivokapiç öncülüğündeki koalisyona kaybetmiştir. Bu durum ülkede gerilime sebep olmuştur. Djukanoviç Sırbistan’ın Karadağlıların aslında Sırp oldukları fikrini yaymaya çalışarak ülkede etkili olma hedefinde olduğunu iddia ederek suçlamada bulunmuştur. Ayrıca Sırbistan’ın bu faaliyetlerine devam etmesi durumunda savaşın kaçınılmaz olduğunu söylemiştir (Karadağ Cumhurbaşkanı: Sırbistan Ile Savaşa Hazırız, 2021). Karadağ ile Sırbistan’ın yaşadığı bu büyük kriz, 2008 yılında Karadağ’ın Kosova’nın bağımsızlığını tanıması ile bir benzerini yaşamış fakat bu tanıma bile bu denli derin bir krize sebep olmamıştır. Karadağ’da yaşayan Sırplar ve Sırp Ortodoks Kilisesi’nin varlıkları için endişe duyan Aleksandar Vuçiç Mayıs 2021’de Sırp Ortodoks Patriği İrinej ile bir görüşme yaparak Karadağ’ın aldığı kararlar için kınamada bulunmuştur (Balkanlarda Doğan Yeni Kriz, 2021). 28 Nisan 2022 tarihinde Karadağ’da başbakan seçilen Dritan Abazoviç’in Balkanlar’da yeni kurulmaya başlanan Açık Balkan girişimine destek vermesi ile Sırbistan ile Karadağ arasında ilişkiler yeniden iyileşmeye başlamıştır (Abazovic, “Açık Balkan” Girişimine Desteğini Açıkladı, 2022). Karadağ bu girişime şimdilik gözlemci olarak katılacağını açıklamıştır. Fakat Abazoviç Açık Balkan girişiminin bölge için önemli bir şans olduğunu ve değerlendirilmesi gerektiğini belirtmiş, bu girişimi “yavru Berlin süreci” olarak adlandırmıştır (Abazovic: “Açık Balkan ve Berlin Süreci Uyumlu,” 2022). Abazoviç bu bağlamda 7-8 Haziran 2022 yılında Kuzey Makedonya’nın Ohri şehrinde düzenlenen Açık Balkan Girişimi toplantısına katılmıştır (Ohri’deki “Açık Balkanlar” Toplantısına Karadağ Ve Bosna Da Katılıyor, 2022). Bu bağlamda uzun bir dönem boyunca birlikte hareket eden Sırbistan ve Karadağ, 2006 yılındaki ayrılma ile farklı yönlerde konumlanmışlardır. Kosova ve Sırp ve Karadağ Kiliselerinin ayrılması konusunda yaşanan krizler tarihte Sırbistan ve Karadağ ilişkilerinde görülmemiş sorunlar olarak 2006 sonrası yaşanmış, iki ülkenin birbirlerine bakışlarındaki değişimi net bir şekilde ortaya koymuştur. Uzun bir süre tek millet iki devlet şeklinde bir bakışa sahip olan Sırbistan ve Karadağ, 21. Yüzyılın ilk çeyreği itibari ile farklı rotalar seçmiş görünmektedir. Geçmişteki Sırp milliyetçiliği ve 119 Slav – Ortodoks davası ortaklığı artık gözükmemektedir. Karadağ bağımsız bir devlet olarak kendi ulusunu inşa sürecine girerek Sırplardan ayrı bir yol izlemeye başlamıştır. 3.2.6. Kuzey Makedonya ile İlişkiler 1991 yılında Hırvatistan ve Slovenya’nın bağımsızlığını ilan etmesiyle Kuzey Makedonya da yaptığı referandum ile 8 Eylül 1991 tarihinde bağımsızlığını ilan etmiştir. Eski Yugoslavya ülkeleri içerisinde bağımsızlığını bir çatışma ve kriz olmadan rahat bir şekilde gerçekleştiren tek ülke Kuzey Makedonya olmuştur. Aralık 1991 tarihinde uluslararası tanınma için AT’ye başvuran Kuzey Makedonya, o dönemde sahip olduğu Makedonya isminden dolayı AT içindeki Yunanistan’ın muhalefeti nedeni ile tanınmamış, BMGK ise Aralık 1993’te Kuzey Makedonya’yı “Eski Yugoslavya Cumhuriyeti Makedonya” adı ile 817 sayılı kararı alarak tanımıştır. Kuzey Makedonya’yı ilk tanıyan devlet Ocak 1992’de Bulgaristan olmuştur (Nuredini, 2006, s. 6). Bulgaristan Kuzey Makedonya’yı tanımış fakat Makedon milliyeti kimliğini tanımamıştır. Bulgarların Makedonyalılar hakkındaki görüşleri eskiden olduğu gibi onların da Bulgar olduğu yönünde olmuştur. Makedonya toprakları Sırplar için Bosna – Hersek ve Kosova toprakları kadar önem arz etmese de bu topraklar Sırpların “altın çağı” olan Stefan Duşan döneminin sınırları içerisinde olmakta ve 19. Yüzyılda İliya Garaşanin’in “Nacertanije” planındaki gerçekleştirilmesi beklenen önemli Sırp ideallerinin kapsadığı alan içerisinde yer almıştır. Birinci Balkan Savaşı (1912 – 1913) ve İkinci Balkan Savaşı’nda Sırplar Makedonya için ilkinde Osmanlı Devleti, ikincisinde ise Bulgaristan ile savaşmıştır. Sırplara göre bu topraklarda yaşayanlar Slav ve kendi kanlarından olmuştur. Fakat YSFC’nin dağılması ile Sırplar Makedonya toprakları ile eskisi kadar ilgili olamamıştır. Bosna Savaşı ve Kosova Savaşı dolayısı ile Sırbistan, Kuzey Makedonya’nın bağımsızlığı noktasında herhangi bir eylemde bulunamamıştır. Kuzey Makedonya ile Sırbistan arasındaki ilişkiler Kasım 1995’te Sırbistan’a uygulanan ambargonun BM tarafından kaldırılması ile iyi yönde ivme kazanarak gelişmiş, ticari ve ekonomik anlamda ilerleme kaydedilmiştir. Bu dönemde Kuzey Makedonya ile Sırbistan ilişkilerini etkileyen en önemli olay Kosova’da yaşanan savaş olmuştur. Kosova’da yaşanan savaş nedeni ile 350 bin civarında Arnavut Kuzey Makedonya topraklarına gelmek zorunda kalmıştır. Hali hazırda Kuzey Makedonya’da 120 zaten önemli oranda var olan Arnavut nüfustan dolayı bu durum ülkede endişe yaratmıştır (Nuredini, 2006, s. 90-92). 1999 yılında Kosova’da savaş bitmiş fakat Kuzey Makedonya’nın durumunda bir iyileşmeye sebep olmamıştır. Şubat 2001’de Kuzey Makedonya ile Sırbistan arasında sınır anlaşması imzalanmış, bu sınıra Kosova sınırı da dahil edilmiştir. Anlaşma neticesinde Sırbistan, Kuzey Makedonya’ya Arnavutların yaşadığı bazı köylerin bulunduğu yerleri bırakınca anlaşmaya itiraz eden Arnavutlar, Kuzey Makedonya güçlerine karşı silahlı mücadelede bulunmuş ve 13 Ağustos 2001’de imzalanan Ohri Anlaşması’na kadar ülkede adeta iç savaş yaşanmıştır. Ohri Anlaşması AB ve NATO’nun arabuluculuğu ile imzalanmış ve anlaşma ile Kuzey Makedonya’daki Arnavutların siyasal ve sosyal hakları genişletilerek güven altına alınmıştır (Ağır, 2014, s. 14). Sırbistan ve Kuzey Makedonya arasında 1990 sonrası dönemde var olan bir diğer önemli konu Sırp Ortodoks Kilisesi ve Makedon Ortodoks Kilisesi meselesi olmuştur. Sırbistan, Makedon Ortodoks Kilisesi’nin yeniden Sırp Ortodoks Kilisesi’ne bağlanmasını istemiştir. Fakat bu konu ile ilgili bir sonuç alınamamıştır. Bu tartışma Mayıs 2022’ye kadar sürmüştür. 9 Mayıs 2022 tarihinde İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi, Makedon Ortodoks Kilisesi’ni “Ohrid Kilisesi” adı ile tanımıştır (İstanbul’dan Sırp Ortodoks Kilisesine Ağır Darbe, 2022). 19 Mayıs 2022 tarihinde ise Belgrad’da Sırp Ortodoks Kilisesi ile Ohrid Kilisesi arasında uzlaşı ayini düzenlenmiş ve Sırp Ortodoks Kilisesi de Ohrid Kilisesi’ni tanımıştır (Sırp Ortodoks Kilisesi Makedon Ortodoks Kilisesi’nin Otosofelliğini Kabul Etti, 2022). Bu tanımada Sırbistan ve Kuzey Makedonya’nın Açık Balkan girişiminde olmaları ve iş birliği yapmaları da etkili olmuş ve iki devlet arasındaki problemlerin çözülmesi hedeflenmiştir (Duman, 2022). Sırbistan ve Kuzey Makedonya, Arnavutluk ile beraber Ekim 2019’da Batı Balkan Ülkelerini kapsaması öngörülen Açık Balkan girişimini kurmuştur. Açık Balkan girişiminin kurulmasında Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vuçiç, Arnavutluk Başbakanı Edi Rama ve Kuzey Makedonya Başbakanı Zoran Zaev öncülük etmiştir. Bu girişim Batı Balkan Ülkeleri arasında mal hizmetlerin dolaşımının kolaylaşması, ortak bir gümrük sisteminin kurulması ve bu sayede bölgede ekonomik refahın artarak bölgesel iş birliğinin güçlenmesini amaçlamıştır. Girişime, Kuzey Makedonya’nın başkenti Üsküp’te düzenlenen Bölgesel İş Birliği Ekonomik 121 Forumu’na katılan Aleksandar Vuçiç, Edi Rama ve Zoran Zaev “Açık Balkan” adını vermiştir (Açık Balkan Girişimi, 2021). Açık Balkan girişiminin son toplantısı Haziran 2022 tarihinde Kuzey Makedonya’nın Ohri şehrinde düzenlenmiş, toplantıya Kosova hariç beş Batı Balkan ülkesi Sırbistan, Arnavutluk, Kuzey Makedonya, Karadağ ve Bosna – Hersek katılmıştır (Kuzey Makedonya’da “Açık Balkan” Zirvesine Katılan Liderler Ortak Basın Toplantısında Konuştu, 2022). Bu koşullar içerisinde son dönemde Sırbistan ve Kuzey Makedonya arasında kiliseler sorunun da iyileşmesi ile olumlu bir seyir gözlemlenmiştir. 3.2.7. Bulgaristan ile İlişkiler 1878 Berlin Anlaşması ile bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkan Sırbistan ve özerklik elde eden Bulgaristan ilişkileri inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir. Balkanlar’da Bulgaristan’ın kurulması ile Rusya’nın bölgede Sırbistan’ı önceleyen politikası bir dönem değişerek Bulgaristan lehine değişim göstermiş, ayrıca iki ülke arasında yaşanan sınır sorunları ve Makedonya topraklarının paylaşılması meseleleri ile Sırbistan ve Bulgaristan birbirleri ile savaşmıştır. İki ülke arasındaki ilk büyük çatışma 1885 yılında Bulgar Prensliği’nin Doğu Rumeli ile birleşmesi sonucu Sırbistan’ın bu hareketi Berlin Anlaşması’nın ihlali sayması ve Balkanlar’daki statükonun bozulmasını öne sürerek savaş ilan etmesi ile olmuştur. Bu savaşta Sırbistan büyük bir yenilgi almış, Bulgaristan ise Doğu Rumeli ile birleşmesini tamamlamıştır. 1905’te ise iki ülke arasında gizli bir ittifak imzalanmıştır. Bu ittifak gelecekte Osmanlı ile yapılacak savaş için oluşturulmuştur. 1906 yılında ise Sırbistan – Bulgaristan arasında ticaret anlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşma Sırbistan’ın Avusturya – Macaristan İmparatorluğu ile “Domuz Savaşı” olarak adlandırılan ticaret savaşı yaşanmıştır. İki ülke arasındaki en büyük kırılma Birinci Balkan Savaşı sonunda Makedonya topraklarının paylaşılması konusunda çıkmış ve bu anlaşmazlık Sırbistan ile Bulgaristan arasında, diğer Balkan devletlerinin de Bulgarların karşısında yer aldığı İkinci Balkan Savaşı’na neden olmuştur. Bunun sonucunda Makedonya topraklarının büyük bir kısmından vazgeçen Bulgaristan bu olayı hiç unutmamış ve her iki dünya savaşında da Sırbistan’ın karşısında yer almıştır. Bulgaristan’ın yaptığı bu seçim iki dünya savaşından da mağlup ayrılmasına sebep olmuştur. Soğuk Savaş döneminde benzer ideolojilere sahip olan iki ülke bu dönemde de aynı tarafta yer almamıştır. Yugoslavya, Tito öncülüğünde kurulan Bağlantısızlar Hareketi içinde yer almış, 122 Bulgaristan ise SSCB dağılana kadar Varşova Paktı üyesi olarak kalmıştır (M. Gül & Karapınar, 2021, s. 8-10). 1990 sonrası Bulgaristan, Soğuk Savaş döneminden kalma yapıların tasfiye edilmesi ile ilk hedef olarak AB üyeliği ve Batı kurumları ile iyi ilişkiler içerisine girerek demokratikleşme ve kalkınma hedefi belirlemiştir. 1994 yılında Bulgaristan AB ile Avrupa Ortaklık Anlaşması imzalamış ve 1995’te üyelik başvurusunda bulunmuştur. 1999 yılında üyelik müzakerelerine başlamış ve 1 Ocak 2007 tarihinde AB üyesi olmuştur. 2004 yılında ise NATO üyesi olmuştur. Bu bağlamda hızlı bir şekilde Batı kurumları ve iş birliklerine entegre olmuştur. Yeni dönemde Sırbistan ile Bulgaristan arasında eski sınır anlaşmazlıkları ve kötü ilişkiler yaşanmamıştır. Bulgaristan, Sırbistan’ı önemli bir ticari partner olarak görmüştür (Toparlak, 2017). İki ülke arasında yaşanan en büyük sorun 1999 yılında Kosova Savaşı sırasında NATO ile ortak hareket eden Bulgaristan’ın hava sahasını NATO uçaklarına açması olmuştur. Bu olay diğer devletler ile olduğu gibi Sırbistan’ın tepkisini çekmiştir (M. Gül & Karapınar, 2021, s. 16). Bir diğer konu Sırp – Bulgar sınırına yakın yerlerde yaşayan Sırbistan’daki Bulgar azınlığın durumu olmuştur. Bulgar azınlığın Sırbistan’daki fakir durumu ve Sırbistan politikasının azınlıklar üzerine politikalarının inişli çıkışlı olduğu iddiaları Bulgarlar tarafından dile getirilmiştir. Fakat bu konuda iki ülke arasında bir gerilim yaşanmamıştır (Kiril Petkov Sırbistan’da - Bulgaristan Batı Balkanların Avrupa Entegrasyonundaki Öncü Olabilecek Mi?, 2022). Bulgaristan’ın NATO ve AB üyesi olması, dış politikasını da bu örgütler ile uyumlu halde yürütmesine neden olmuştur. Bu bakımdan komşu topraklardaki eski hak iddiaları pek dile getirilmemiş, Bulgaristan bir AB üyesi olarak Batı Balkan Ülkelerinin AB’ye üyelik süreçlerinde kendisini öncü bir aktör olarak görmüştür. Bu bağlamda Bulgaristan’ın hala bazen Kuzey Makedonya ile ilgili azınlıklar konusunda söylemleri olsa da bunlar 1990 sonrasında hiçbir zaman ilişkileri derinden etkileyecek seviyede olmamıştır. 3.3. Bölge Dışı Aktörler ile İlişkiler 3.3.1. Amerika Birleşik Devletleri ile İlişkiler ABD, tarihte Balkan ülkeleri ile yakın bir ilişki içerisine 90’lı yıllara kadar girmemiştir. II. Dünya Savaşı sonunda Balkanlar’ın geleceği konusu çoğunlukla 123 Winston Churchill ve Josef Stalin arasındaki görüşmeler ile, ünlü “Yüzdeler Anlaşması”7 ile karara bağlanmıştır. Anlaşmada öngörülenler tam olarak gerçekleşmemiş olsa da Balkanlar’ın şekillenmesinde önemli rol oynamıştır. Yapılan bu anlaşma ile hangi Balkan ülkesi üzerinde kimlerin etkili olacağı konusu tartışılmıştır (Özdemir et al., 2017, s. 74). Yugoslavya konusunda her iki taraf da yanılmış, Yugoslavya kendi yolunu çizmiştir. Fakat 1990’lar ile beraber koşullar değişmiştir. Artık ne SSCB ne de Yugoslavya varlığını sürdürmektedir. Bu ortamda ABD geleceğe dönük planlarında bu fırsatı değerlendirerek tarihinde ilk defa Balkanlar ile bu kadar yakından ilgilenmeye başlamış, kısa sürede bölge siyasetinin merkezine girmiştir. Bu dönemde Balkanlar’da yaşanan çatışmalar ABD’nin planlarını olumsuz etkilemiş, Bill Clinton’ın ABD Başkanı seçilmesi ile Balkan politikalarında aktif rol alınmaya başlanmıştır (Arı & Pirinççi, 2011, s. 7). Soğuk Savaş’ın sona ermesi sonrası Bill Clinton, ABD’nin Soğuk Savaş sırasında uyguladığı korumacı ve kapalı politikaların değiştirilerek daha aktif bir şekilde müttefikler ile iş birliği içerisinde açık bir politikaya dönüşmesi gerektiğini savunmuştur. Bu bağlamda ABD’nin politikalarında söylem olarak insan hakları demokrasi kavramlarına yoğun şekilde yer vererek dünyadaki serbest piyasa ekonomilerine ve demokratik yönetimlere sahip olan ülkelerin birlikte güçlendirilmesi ve ABD ile iş birliği içerisine alınarak SSCB’den doğan boşluğun değerlendirilmesi ve etki alanlarının genişletilmesi amaçlanmıştır. Kuvvet kullanımına büyük ölçüde karşı olan bu politika, Bosna Savaşı ve Kosova Savaşı ile kuvvet kullanımına da evrilmiş ve yeni bir boyut kazanmıştır (Işık, 2017, s. 528-533). Kazanılan bu yeni boyut ile Clinton, ilan ettiği 1996 stratejisinde, yurt dışında her an savaşmaya hazır bir ordu bulundurulması, diğer ülkelerdeki demokratik yapının geliştirilmesi ve ABD’nin ekonomik olarak canlandırılmasını belirterek dünya barışı için ABD liderliğine ihtiyaç olduğunu vurgulamıştır. Bu bağlamda Eski Doğu Bloğu ülkeleri ve NATO arasında “Barış İçin Ortaklık” girişimi başlatılmış, ayrıca Rusya, Belarus, Ukrayna ve Kazakistan ile nükleer silahların sınırlandırılması konularında iş birliğine gidilmiştir. Soğuk Savaş’ın ardından ortaya çıkan yeni uluslararası ortamda ABD, çıkarlarının 7 Ekim 1944’te Moskova’da İngiltere Başbakanı Winston Churchill ile Sovyetler Birliği Genel Sekreteri Josef Stalin arasında II. Dünya Savaşı sonrası Balkanlar’da hakimiyet alanlarının nasıl olacağı konusunda bir kağıt üzerine yüzdeler ile belirtilen gayri resmi anlaşma. Ayrıntılı bilgi için bknz. (Jelavich, B. (2017). Balkan Tarihi 2: 20. Yüzyıl (5th ed.). Küre Yayınları. sayfa 303.) 124 korunması için “dünyanın jandarması” olmasından ziyade her ortak ülkenin üzerine düşeni yapmasını ve NATO’nun da yeni bir konsept ile hareket etmesini istemiştir. Bu bağlamda 7-8 Kasım 1991 tarihinde Roma’da gerçekleştirilen NATO Zirvesi’nde NATO’nun görevleri ile ilgili dört alan belirlenmiştir. Bunlar ilk olarak demokratik kurumların geliştirilerek hiçbir ülkenin Avrupa ülkeleri ve istikrarını tehdit etmesini önlemek, müttefiklere risk oluşturan konular ile ilgili ortak hareket edebilmek adına diyaloğu sağlayacak bir kurum oluşturulması, müttefiklerin topraklarına yönelik tehdit ve saldırıları caydırmak ve Avrupa’da stratejik dengeyi korumak olarak sıralanmıştır. Ayrıca NATO’nun 1999 yılında stratejik konsepti yeniden güncellenerek üyelerin saldırıya karşı korunmasının yanında bölgesel uyuşmazlıklar, başarısız reform girişimleri, insan hakları ihlalleri, ülkelerin dağılması, terörizm, kitle imha silahlarının yayılması, örgütlü suçlar gibi risklere karşı korunması kararlarını da almıştır (Erhan, 2001, s. 82-89). Bu doğrultuda NATO, 1999 yılında Polonya, Çekya ve Macaristan’ı üyeliğe alarak doğuya doğru genişlemeye başlamış ve müttefiklerin korunması ve Rusya ve Çin gibi rakiplerin hareket alanının azaltılarak çevrelenmesi amacı ile büyüme yoluna gitmiştir. Değişen bu ortamda ABD, Eski Yugoslavya coğrafyasında yaşananlara yaklaşmıştır. ABD, Hırvatistan ve Slovenya’nın bağımsızlıklarını hemen tanımışlardır. Daha sonra çıkan Bosna Savaşı sırasında ise başlarda ABD aktif bir rol üstlenmemiştir. Fakat savaşın giderek uzaması, yaşanan kayıplar ve BMGK’nın etkin bir müdahalede isteksiz davranması ABD’yi inisiyatif almaya itmiştir. ABD öncülüğünde barış yapılabilmesi için planlar hazırlansa da bu planlar uzun süre etkili olamamıştır (Işık, 2017, s. 527). Fakat 5 Şubat 1994 yılında Saraybosna’da Sırpların pazar yerine gerçekleştirdiği ve 68 kişinin hayatını kaybedip 144 kişinin yaralandığı bir havan topu saldırısı ile daha sert ve çabuk tedbirler alınması konusunda ABD ve uluslararası toplum daha aktif olmaya başlamışlardır. ABD’nin taraflara uyguladığı baskılar ve bazı durumlarda NATO aracılığı ile kuvvet kullanma tehditleri neticesinde 1995 yılında Dayton Anlaşması ile Bosna Savaşı sona ermiştir. Bunun sonucunda ABD, IFOR kuvveti içerisinde ilk defa Balkanlar’a girmiştir (Işık, 2017, s. 527). Sonraki süreçte ABD, yine Sırplar karşısında Kosova Krizi’nde yerini almıştır. 1999’daki NATO hava harekâtı Sırbistan’a büyük zarar vermiş ve Sırp ordusu 125 Kosova’dan çekilmiş, KFOR ile ABD burada da konum elde etmiştir. Sırbistan’ın bu kadar yalnız kalması ve ABD başarıları bölge ülkelerinin NATO ve Batı’ya bakışlarını büyük ölçüde etkileyerek yönlerini bu örgütlere tam anlamı ile çevirmiş, NATO doğuya doğru genişlemiştir. Rusya’ya bu şekilde gözdağı verilmesi ve NATO’nun doğuya genişlemesi ileride çıkacak birçok krizin sebebini teşkil etmiştir (Arı & Pirinççi, 2011, s. 12). 22 Mart 1999 tarihinde Macaristan, Polonya ve Çek Cumhuriyeti (Çekya) NATO’ya üye olmuşlardır. Ardından 2004 yılında Bulgaristan, Letonya, Estonya, Romanya, Slovakya ve Slovenya üye olmuşlardır. Takip eden yıllarda 2009’da Arnavutluk ve Hırvatistan, 2017’de Karadağ, 2020 yılında ise Kuzey Makedonya NATO’ya katılmıştır. Bu şekilde Balkanlar’da NATO’ya üye olmayan yalnızca Sırbistan, Bosna – Hersek ve Kosova kalmıştır. Bosna – Hersek ile Kosova’nın NATO’ya katılımlarındaki engel de Sırbistan ve Sırp Cumhuriyeti olmuştur (Işık, 2017, s. 533-534). Sırbistan, NATO’nun 1999 yılındaki operasyonunun Sırp toplumu üzerindeki olumsuz etkisinden dolayı örgüte üye olmayı istememiş fakat hem NATO hem de diğer örgütler ile iyi ilişkiler geliştirme ve askeri tarafsızlık politikası gütme yoluna gitmiştir. Bu örgütlerden birisi de Rusya’nın başını çektiği ve Kazakistan, Belarus, Tacikistan, Kırgızistan ve Ermenistan’ın yer aldığı Kolektif Güvenlik Anlaşması örgütü olmuştur. Sırbistan bu örgütte gözlemci statüsü elde etmiş ve Rusya ile birçok askeri tatbikat gerçekleştirmiş ve iş birliği geliştirmiştir. Sırbistan, Rusya’dan önemli miktarda silah yardımı almıştır. Ayrıca Rusya Sırbistan’a önemli ölçüde yatırım yapmış ve kredi desteği vermiş, enerji alanında ise daha uygun fiyatlarda anlaşmalar yapmıştır. Rusya’nın Sırbistan’daki yatırımları Sırbistan ekonomisinin neredeyse üçte birlik kısmını tek başına oluşturmaktadır. Bu nedenle Sırbistan NATO’ya üye olmamış ve Rusya’yı karşısına almak da istememiştir (Akçapa, 2019, s. 186-187). 2009 yılında ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın Sırbistan, Bosna – Hersek ve Kosova ziyaretleri dikkat çekici olmuştur. Biden bu ziyaretleri sırasında ülkelerin demokratikleşme ve AB üyelik süreçlerini övgü ile karşılamış, Sırp Cumhuriyeti’nden ise barış için bir tehdit oluşturmasına yönelik eleştirilerde bulunmuştur (Işık, 2017, s. 539). 126 Sırbistan’ın ABD ile ilişkileri mesafeli olmaktadır. Tarihte yaşananlar bunun en büyük nedenini teşkil etmektedir. Son dönemde Rusya’nın da toparlanarak bölgede kendini hissettirmesi, Çin’in giderek daha aktif bir şekilde bölgede harekete geçmesi uzun süren Sırp yalnızlığını gidermiş, Sırbistan daha serbest ve pragmatik politikalar izlemeye başlamıştır. Bu durum ABD ile ilişkilerinde de yansımalar bulmuş, özellikle kriz dönemlerinde daha tarafsız bir tutum sergilenmiştir. 3.3.2. Avrupa Birliği ile İlişkiler Sırbistan’ın AB ile ilişkileri eski Yugoslavya federal devletlerinin bağımsızlıklarının tanınması ile kötü bir başlangıç yapmıştır. Kosova Krizi sırasında da AB ile ilişkiler 90’ların ilk yarısında olduğu gibi yine kötü seyretmiş, Sırbistan yine müdahaleye uğramıştır. Fakat 2000 yılında Voyislav Koştunitsa’nın Sırbistan’da başa gelmesi ile AB ile ilişkiler iyi yönde ivme kazanmıştır. 2005 yılında AB ile Sırbistan, Hırvatistan, Bosna – Hersek, Bulgaristan, Romanya, Arnavutluk ve Kuzey Makedonya arasında Enerji Topluluğu Anlaşması imzalanmıştır. Ardından AB ile İstikrar ve Ortaklık Anlaşmaları imzalanmıştır (Kaya & Kaya, 2017). Bu anlaşmaya göre AB, bu ülkelerin birbirleri ile iş birlikleri yaparak ortaklar haline gelmelerini ve bu sayede Balkanlar’da gelecekte yine bir çatışma yaşanmamasını önleme amacı gütmüştür. Bu nedenle AB üyelik kriterleri artmıştır (Atakara, 2020, s. 57). Sırbistan ile AB ilişkilerinde en kilit noktadaki konu Kosova meselesi olmaktadır. Kosova konusunda Marthi Ahtisaari’nin planı ile Kosova’nın bağımsızlığına karşı çıkılmıştır. Ayrıca Kosova’daki Avrupa Birliği Hukukun Üstünlüğü Misyonu’na (EULEX) da Sırbistan karşı çıkmıştır (Kaya & Kaya, 2017, 612). 3 Nisan 2003’te Sırbistan Avrupa Konseyi üyesi olmuştur. Fakat ilişkilerin gelişmesi AB’nin Sırbistan’dan Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi (EYUCM) ile iş birliği yapıp savaş suçlularını iade etmesini istemesi ile bir dönem kesintiye uğramıştır (Kütük, 2019, s. 74). Sırbistan’ın EYUCM ile iş birliği yapması ve AB ile ilişkilerin tekrar iyileşmeye başlaması Ratko Mladiç ve Goran Hadziç’in yakalanmaları ve teslim edilmeleri ile tekrar başlamıştır. Fakat Sırbistan bu iadeler için suçluların ailelerine garantiler vererek gönüllü bir şekilde teslim olmaları yönünde 127 politika izlemiştir (Kaya & Kaya, 2017, s. 612-613). Eski Cumhurbaşkanı Slobodan Miloseviç ise 2001 yılında seçimleri kaybetmesinin ardından 1 Nisan’da tutuklanmış ve 29 Haziran’da ise yargılanmak üzere La Haye’deki EYUCM’ye gönderilmiştir. Miloseviç’e karşı sivilleri zorla sürgün etmek, masum insanları öldürme emri vermek, masum insanların öldürülmesi için planlar hazırlamak ve bu doğrultuda emir vermek, insanların siyasal, ırksal ve dini kimliklerinden ötürü yargılanmasına izin vermek suçlamaları EYUCM’de belirtilmiştir. Fakat Miloseviç EYUCM’nin yargı yetkisini reddederek savunma yapmayı reddetmiştir. Miloseviç yargılanması devam ederken 11 Mart 2006 tarihinde La Haye’de ölmüştür (Azarkan, 2002, s. 206-208). Bu süreçte 1 Mart 2012’de Sırbistan AB’ye resmen aday olmuştur. Daha önce 19 Aralık 2019 tarihinde AB’ye 90 gün ile sınırlı Schengen Vizesi hakkı verilmiştir. 2013 yılında Kosova ile AB isteği üzerine anlaşma yapan Sırbistan 2014’te katılım müzakerelerine başlamıştır. Fakat Ukrayna Krizi’nin giderek tırmanması ile AB ile Sırbistan’ın ilişkilerinde de sorunlar baş göstermiştir. Sırbistan bu konuda henüz AB ile ortak hareket etmemektedir. Kosova’ya uygulanan %100 gümrük tarifeleri de ilişkilerdeki başka bir sorun olmuştur. Bununla birlikte AB’nin raporlarında Sırbistan’daki birçok gelişmenin beklenenden uzun sürdüğü görülmektedir (Kaya & Kaya, 2017). 3.3.3. Türkiye ile İlişkiler Sırpların milliyetçi düşüncesinde kadim düşmanlar Türkler olmuştur. Sırplar ile Türkler arasındaki ilk temaslar tarihte savaşlarla gerçekleşmiştir. I. Kosova Savaşı ise Sırp milliyetçiliğindeki en büyük unsur olmuştur. İronik olan ise Sırp kültür ve değerlerinin korunmasında ve geleceğe taşınmasında Osmanlı Devleti’nin uyguladığı toplumsal politikalar etkili olmuştur. Sırplar bu sayede bir imparatorluk çatısı altında milletlerinin temellerini atmışlar ve kültür ve mitlerini koruyabilmişlerdir. Fakat milli bilinçlerindeki “öteki” Türkler olarak temsil edilmiştir. Yugoslavya döneminde iyi olan Türkiye ilişkileri 90’larda bozulmuştur. Bosna ve Kosova’da yaşanan savaşlar sonucu Türkiye her platformda Boşnakları ve Kosovalıları savunmuş, Sırbistan’a müdahale kararlarında rol almıştır (Kapucu, 2021, s. 101-104). 128 2000 yılında Koştunitsa’nın iktidara gelmesi ile AB ve ABD ile gelişmeye başlayan ilişkiler Türkiye ilişkilerine de yansıyarak paralellik göstermiştir. Fakat 2008 yılında Kosova’nın bağımsızlığının tanınması ile ilişkiler bozulmuştur. Fakat her iki tarafın da dengeli bir siyaset takip etmeleri ile bu sorunlar aşılmıştır. Türkiye’nin bölgedeki öncelikleri Bosna – Hersek ve Kosova’nın durumları olmaktadır. Sırbistan – Türkiye arasında askeri konular dahil birçok alanda anlaşmalar yapılmış ve ortaklıklar oluşturulmuştur. Ancak bir miting sırasında dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Kosova hakkında “Türkiye Kosova’dır, Kosova Türkiye’dir.” demesi ilişkilerde bazı sorunlar oluşturmuştur (Usta, 2021, s. 85-88). Fakat genel anlamda Türkiye – Sırbistan ilişkileri altyapı anlaşmaları ve yatırımlar, kredi anlaşmaları ve karşılıklı ziyaretler ile iyi yönde bir süreç içerisinde olmaktadır (S. Çelik, 2021, s. 1755). Türkiye, Sırbistan’ı bölgenin istikrarı açısından kilit önemde görmüştür. Sırbistan’ın AB üyeliği süreci ve Batı kurumları ile ilişkileri bağlamında iki ülke yakınlaşmıştır. 2008 yılında Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Sırbistan Cumhurbaşkanı Boris Tadiç ile Belgrad’da basına açık gerçekleşen toplantıda Tadiç’in teklifi ile “stratejik ortaklık” hedefi doğrultusunda ilişkilerde ilerleme kaydedileceği belirtilmiştir. İki ülke arasındaki ilişkilerde önemli alanlar Kosova Sorunu, Sırbistan’ın Sancak bölgesindeki Müslümanların durumlarının iyileştirilmesi, Bosna – Hersek’in toprak bütünlüğü ve ekonomik ilişkiler olmuştur (Babalı, 2012, s. 23-29). Kosova’nın bağımsızlığı ile ilgili Türkiye’nin Kosova lehine olan tutumu ve bu ülkeyi tanıması ve ilgili söylemleri Sırbistan ile ilişkilerde bazen gerilimlere sebep olmakta, son olarak Mart 2022’de Kosova Başbakanı Vjosa Osmani’nin Türkiye ziyareti sırasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kosova’yı destekleyen sözlerine Sırbistan tarafından tepki gösterilmiş fakat ilişkilerin gerilmemesi adına her iki taraf da herhangi olumsuz bir karar almamıştır. Son verilere ve Sırbistan Cumhurbaşkanı Vuçiç ile Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söylemlerine göre Türkiye – Sırbistan ekonomik ilişkilerinin hacmi 2 milyar doları geçmiş, 5 milyar dolar hedeflenmiştir (Sırbistan Cumhurbaşkanı Vucic: Türkiye’yle Ticaret Hacmimiz Tarihin En İyi İvmesini Yakaladı, 2022). Özellikle 2007 yılı sonrası Türkiye, Türk İş Birliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA) aracılığı ile Sırbistan’da eğitim, sağlık, tarım, hayvancılık ve restorasyon alanlarında projeler yürüterek iki ülke ilişkilerinin geliştirilmesi ve Sırbistan’daki olumsuz Türkiye 129 algısının yıkılması noktasında faaliyet göstermiştir. TİKA bu doğrultuda Belgrad Şeyh Mustafa Türbesi’nin restorasyonu, Arencelovats Devlet Hastanesi ve Belgrad Dr. Dragişa Misoviç Hastanesi’ne tıbbi malzeme yardımı, Belgrad Üniversitesi Türkçe Sınıfı’na teknik donanım sağlama, Kurşumliya, Priboy, Priyepolye, Raşka belediyeleri ve Novi Pazar Ziraat Birliği için sera temini gibi birçok proje yürütmüştür (S. Çelik, 2021, s. 1752-1753). Sırbistan’da önemli altyapı ve inşaat projeleri bulunan Türkiye’nin son dönemdeki en önemli projesi Saraybosna ile Belgrad’ı birbirine bağlayacak olan otoyol projesi olmuştur. Bu yol sayesinde Bosna – Hersek ve Sırbistan arasındaki ulaşımın kolaylaşarak ülkelerin ekonomileri ve ilişkilerin gelişmesi hedeflenmiştir (Terzic & Crnovrsanin, 2022). Türkiye – Sırbistan arasındaki karşılıklı ekonomik ilişkilerin hacminin artması ve sağduyulu bir şekilde söylemlerde bulunulması tarafların birbirlerine bakışlarında olumlu etkiler oluşturmaya başlamıştır. Bölgede her iki ülke de istikrar istemekte ve ekonomik olarak durumlarını yükseltmeye çalışmaktadır. İki ülke arasındaki ilişkilerin seyrini değiştirebilecek en önemli etkenler Bosna – Hersek ve Kosova’nın durumu olmakta, buralarda gerçekleşebilecek herhangi bir olumsuzluğun iki ülke ilişkilerini büyük oranda değiştirebileceği gözükmektedir. 3.3.4. Rusya ile İlişkiler ve Ukrayna Krizi Sırplar Rusları kadim dostları olarak görmektedirler. Sırpların tarihinde Osmanlı Devleti’nden ayrılarak bağımsızlığa giden süreçte atılan her adımda Ruslar pay sahibi olmuşlardır. Sırpların özerkliklerini kazandıkları 1812 Bükreş, 1826 Akkerman ve 1829 Edirne Anlaşmaları ile bağımsızlıklarını kazandıkları Berlin Anlaşması Osmanlı – Rus Savaşları sonunda imzalanan anlaşmalar olmuşlardır. Özellikle Berlin Anlaşması, Osmanlı Devleti ile Sırbistan’ın savaşı neticesinde çıkan bir Osmanlı – Rus Savaşı’nın sonucu olmuştur. I. Dünya Savaşı’nın başlaması da Sırbistan’a verilen Rus desteğinin bir neticesi olarak meydana gelmiştir. 1990’ların başında Rusya SSCB’nin ani dağılışının şokunu yaşamıştır. Yaşadığı önemli kayıplar neticesinde uzun süre toparlanamayan Rusya, Balkanlar’da da bir süre varlık gösterememiştir. Bu dönemde Rusya’nın birinci önceliği kendi çevresindeki sorunlar ile ilgilenmek olmuş, Sırbistan’ın yaşadığı müdahalelere yeterli seviyede tepki verememiştir (Derman, 2017, s. 561). 130 Parçalanmanın ardından Rusya Bağımsız Devletler Topluluğu’nu (BDT) kurmuş fakat bu girişimden pek bir sonuç alınamamıştır. Ardından 1993 yılında “Yakın Çevre” politikası ile eski hakimiyet alanındaki topraklarda yeniden ağırlığını hissettirmeye başlamıştır. Balkanlar’da ise aktif olabilmek için Sırbistan’a ihtiyaç duymaktadır. Diğer tüm Balkan ülkeleri Batı yönünde eğilim göstermektedir. Rusya’nın bu güçten düşüşü ve yarattığı boşluğu NATO ve AB paralel bir şekilde doğuya doğru genişleyerek doldurmuş, bu durum Rusların tepkisine ve giderek endişe duymalarına yol açmıştır (Derman, 2017, s. 561). Vladimir Putin’in iktidara gelmesi ile hızlı bir şekilde toparlanma sürecine giren Rusya 2002 yılında NATO – Rusya Konseyi’nin kurulması ile görüş alışverişine başlanmış ve ilişkiler bu sayede çıkar odaklı bir şekilde yürütülmeye başlanmıştır. Balkanlar bölgesinde Rusya büyük bir prestij kaybı yaşamış, neredeyse tüm Balkan ülkelerine AB ve ABD daha güvenilir, cazip ortaklar olarak görünmüşlerdir. Çünkü hem Çarlık döneminde hem de SSCB döneminde Ruslar iyi bir refah getirmemekle kalmamış, ülkelerin egemenliklerini de adeta yok saymıştır. Fakat Sırplar ile olan ilişkileri hiç bu koşullarda gerçekleşmemiştir (Derman, 2017, s. 565). Kosova meselesinde Rusya, Sırbistan’ı desteklemiştir. BMGK üyesi olan Rusya Kosova’nın durumunun iyileştirilmesi noktasında en büyük engel olmuştur. Kosova meselesini Rusya ayrıca Güney Osetya, Abhazya ve Kırım meselelerinde çıkarları doğrultusunda kullanmaktadır (Derman, 2017, s. 567). Yeni dönemde Rusya’nın Balkanlar’daki varlığı ekonomi ve enerji bağlamında kendini hissettirmiştir. Birçok Balkan ülkesi enerji konusunda Rusya’ya bağımlı durumda olmaktadır. Sırbistan da bu konuda Rusya’ya bağımlı olmakta, petrol ve doğalgaz tedarik etmektedir. Bu bağlamda Rus doğalgaz şirketi Gazprom Sırbistan’da %50 hisseli ortak bir şirket de kurmuştur(Akçapa, 2019, s. 48). Bu konuda Rusya’ya ile sıkı iş birliği içerisinde olmakta ve Rusya’nın Sırbistan’da önemli yatırımları bulunmaktadır. Ayrıca Rusya Sırbistan’a kredi desteği de vermekte ve silah anlaşmaları yapmıştır (Derman, 2017, s. 567). Sırbistan, geleneksel müttefiki olan Rusya’ya karşı Ukrayna Krizi’nde herhangi bir karşı karar almamış, yaptırım uygulamamıştır. 2014 yılında AB’ye tam üyelik müzakerelerine başlayan Sırbistan’ın Ukrayna konusunda AB politikalarına 131 katılmadığı görülmekte ve tarafsız kalmaya çalışmaktadır. Ülkenin Rusya’ya karşı olan bağımlılıkları bir yana Sırp halkı açık bir şekilde Rusya’yı desteklemekte, bu doğrultuda yürüyüşler yapmakta ve tarihi Sırp – Rus Slav kardeşliğine dair sloganlar atmaktadırlar. Bu konuda Vuçiç hükümeti de tarafsızlığını korumaya çalışmakta, yalnızca Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne saygı duyduklarını dile getirmek ile yetinmektedir. Kosova konusunda da Rusya’dan destek görmeleri önemli bir etken olmaktadır. Ayrıca halkın Rusları desteklemesi, seçmen tabanını kaybetmek istemeyen hükümeti Rusya’ya karşı bir hareketten alıkoymaktadır. Sırbistan’ın Rusya ve AB arasındaki hassas konumu onu zor durumda bırakmıştır (İlgaz, 2022). Son olarak AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borell, AB Dişişleri Bakanları toplantısının sonunda açık bir şekilde Sırbistan’ı kastederek Putin rejimi ile yakın ilişkileri sürdürmenin AB ile ortak bir gelecek inşa etmek isteyen ülkelerin politikalarının uyumlu olmadığını belirterek tarafsızlığın bir seçenek olmadığını vurgulamıştır. Ukrayna’da yaşananları açık bir işgal olarak değerlendirmiştir (AB, Sırbistan’ın Rusya’ya Yaptırımlara Katılmasını İstedi, 2022). Sırbistan’ın Rusya ile Slav kökeni, kültürel, tarihsel ve dini bağları, 1990 sonrası dönemde yaşananlar bağlamında Sırbistan’ın Rusya’ya duyduğu yakınlığın devam etmesine sebep olmuştur. Sırbistan diğer Balkan ülkeleri gibi hızlı bir şekilde Batı ile iyi ilişkiler kuramamıştır. Çünkü 1990’larda Balkanlar’da meydana gelen parçalanmada dağılan Yugoslavya’nın merkezi unsurunu teşkil etmiş ve bu dağılmaya karşı koymuştur. Bu karşı koyuş ise onu Batı ülkeleri ve kurumları ile karşı karşıya getirmiş ve çatışma yaşanmasına sebebiyet vermiştir. 1999 yılında NATO’nun bombardımanına maruz kalmıştır. Bu da zaten Sırplarda yoğun şekilde hissedilen milliyetçi duyguların ve Batı düşmanlığının artmasına sebep olmuştur. SSCB’nin dağılması ile eski etki alanını kaybeden Rusya ise Balkan devletlerinin hızlı bir şekilde Batılı kurumlara entegre olması ile bu bölgede yakın ilişki kurabileceği tek güç olan geleneksel müttefiki Sırbistan üzerinde yoğunlaşmıştır. Sırpların sahip olduğu milliyetçi özellikler ve Batı düşmanlığı Rusya’nın lehine bir durum yaratmış ve hem geleneksel tarihsel bağlar üzerinden hem Rus ve Sırp kiliselerinin yakınlığı üzerinden hem de Kosova Sorunu bağlamında Sırbistan’ın desteklenmesi Rusya, Sırbistan üzerinden bölgede yeniden etkili olmaya çalışmıştır. Rusya mevcut bu bağları Sırbistan’a yaptığı enerji, altyapı ve askeri yardımlar ile de sağlamlaştırmış ve ülkeyi 132 önemli ölçüde kendine bağımlı hale getirmiştir. Bu doğrultuda Rusya geçmişte olduğu gibi Sırbistan’ı milliyetçi öğeler ile yanında tutmakla kalmayıp bunu maddi öğeler ile de destekleyerek Sırbistan’daki bu milliyetçi damarı kullanmasını bilmiştir. Sırbistan’ın bölgedeki çıkarları bağlamında Rusya’nın ortaklığı Sırplar için önem arz etmiş ve Sırp milliyetçiliğinde önemli yer tutan Kosova meselesinde Rusya’nın desteğini görmüştür. 133 SONUÇ Milliyetçilik ve millet olgusu kökleri modern öncesi döneme dayanmak ile birlikte sanayileşme, ticaretin gelişmesi ve değişen toplumsal yapıların etkisi ile modern dönemde kendilerini göstermiş olgular olmaktadırlar. Toplumların tarihte farklı süreçlerden geçmeleri, farklı zaman ve koşullardan etkilenmeleri ve birbirleri ile ilişkilerin değişik mahiyetlerde oluşmalarından dolayı milliyetçi düşüncenin ve milletin inşası da farklılıklar göstermektedir. Bundan dolayı milliyetçiliğin kesin bir tanımı yapılamamıştır. Yaygın görüş tek bir milliyetçiliğin değil milliyetçiliklerin olduğu, onu anlayabilmek için farklı perspektiften çalışmaların incelenmesinin gerektiğidir. Milliyetçilik ve millet tanımlarının çok çeşitli olmasında konu hakkında çalışan yazarların kendi görüşlerinin ve uzmanlıklarının da etkileri olmuştur. Milliyetçilik çalışmaları ile ilk dönemlerde felsefeciler ve antropologlar ilgilenmiş, daha sonra tarihçiler ve sosyologlar bu alanda faaliyet göstermeye başlamışlardır. Bu durum milliyetçilik çalışmalarında uzun bir dönem milliyetçilik düşüncesi ve millete dair ideolojik ve kısıtlı bakış açılarından çalışmaların ortaya çıkmasına yol açmıştır. 1960’lar ile beraber modernist milliyetçilik kuramı çalışmacılarının faaliyetleri ile bu sorun aşılmış ve alanda birçok farklı çalışma ortaya çıkmaya başlamıştır. Milliyetçi düşünceler, değişen toplumsal yapı ve koşullar ile toplumlara millet olma bilinci aşılamış ve ulus devletlerin devamlılığına katkı yapmıştır. Milliyetçi düşünce ile meydana getirilen milletin kökenleri hakkında da tartışmalar ortaya atılmıştır. Kimi yazarlara göre millete ancak 19. yüzyılda rastlanmakta, daha önceleri ondan söz etmek mümkün olmamaktadır. Fakat etno – sembolizm yaklaşımının ortaya çıkması ile bu düşüncelere eleştiriler getirilmiştir. Yaklaşıma göre millet 19. yüzyılda milliyetçi düşünce ile yoktan var edilmemiştir. Millet elbette tarihin belli bir döneminde meydana gelmiştir. Fakat öncesinde onu meydana getiren kökleri mevcut olmaktadır. Ayrıca modernist kuram bireylerin milletleri için nasıl canlarından feda ettiklerini, milliyetçi düşüncenin duygusal yönünü açıklayamamaktadır. Bu nedenle konu farklı bir yaklaşım ile alınmalıdır. Millet onu meydana getiren çekirdek bir etnisite, kültür, mit ve semboller ve öteki inşasına ihtiyaç duymaktadır. Bu bakımdan modernist kurama yönelik eleştiriler getirmiştir. 134 Ayrıca milletin inşası sürecinde belirli evreler vardır. Milliyetçi düşüncenin meydana gelip millet oluşması için öncelikle milletin özelliklerine ve kültürüne dair bazı aydınların araştırmalar yapması, ilgi duymaları ve bunu yaymaları gerekmektedir. Bundan sonraki süreç belli bir seviyeye ulaşan milliyetçi topluluğun bunu hedef kitleye yayması gerekmektedir. Bundan sonraki süreçte hareket kitlesel bir hale gelerek zamana ve mekâna göre farklı şekillerde kendini göstermektedir. Sırp toplumu, milli kimliğini Kosova Efsanesi, Kilise ve 19. yüzyılda Sırp millet düşüncesi çerçevesinde çalışmalar yapan bazı entelektüellere borçlu olmuştur. Burada Sırp kültürü ve Osmanlı millet sistemi de etkili olmuş fakat Sırp Ortodoks Kilisesi’nin faaliyetleri, aydınların Kosova Efsanesi ve dil gibi toplumu oluşturan öğeler üzerinde çalışmalar yapıp kitleleri etkilemeleri birincil önemde olmuştur. Bu bakımdan Kosova Efsanesi de Kilise ve aydınların ellerinde gelişerek bir dini inanç, kültür ve edebiyat eseri olarak Sırp milli bilincini şekillendirmiştir. Bu durum Sırpların Türklere, diğer Müslümanlara ve Kosova topraklarına bakışlarını derinden etkilemiştir. 1804 yılında Sırbistan’da yerel asilere karşı başlayan Sırp İsyanının yönü zamanla eskiden Avusturya ordusunda görev yapmış Kara Yorgi gibi kişiler ile Osmanlı’ya karşı genel bir isyana dönüşmüştür. Bu süreçte dini inançlar ve mitler de araç olarak kullanılarak Sırpların ihtilalleri beslenmiş ve sonuçta 1815 yılında kısmi özerklik, Rusya’nın da Bükreş Anlaşması ile baskısıyla sağlanmıştır. 1829 yılında imzalanan Edirne Anlaşması ile de tam özerklik sağlanmıştır. Rusya bu dönemde yoğun şekilde Güney Slav toplulukları ile ilgilenmiş, önceleri kültürel ve dini olan Panslavizm düşüncesini devletin ideolojik bir aracı olarak kullanma stratejisine gitmiştir. Sırplar bu dönemden itibaren giderek Ruslara daha fazla sempati beslemeye ve onları en büyük dostları olarak görmeye başlamışlardır. 19. yüzyılda devletleri ile beraber milletlerini de inşa etme sürecinde olan Sırplar için Rusların bu yardımları onların milliyetçilik düşüncelerini de etkilemiştir. 19. yüzyılda Vuk Karadziç, Petar Petroviç Njegoş ve İliya Garaşanin gibi isimler Sırp milliyetçiliğinin inşasında önemli rol almışlardır. Vuk Karadziç, Sırp halk hikayelerini ve şarkılarını derlemiş, Sırpça dil bilgisi kitabı oluşturmuş ve İncil’i Sırpçaya çevirmiştir. Bu eserlerin yazılı bir hale getirilmesi Sırp toplumunun eğitimlerinde ve milliyetçi düşüncelerin aşılanmasında etkili olmuştur. Petar Petroviç Njegoş’un “Dağ Çelengi” adlı eseri Sırp Edebiyatında bir başyapıt olarak görülmekte 135 ve Kosova Efsanesi ve Türklere olan yaklaşımı açık bir şekilde ortaya koyarak önemli bir eser olmakta, bir propaganda aracına dönüşebilmektedir. İliya Garaşanin ise Sırp Devleti’nin ileriye dönük genişleme politikasını Sırpların yaşadığı topraklar çerçevesinde bir plan dahiline koyarak Büyük Sırbistan idealini somutlaştırmıştır. Bu konuda “Nacertanije” adlı planı hazırlamıştır. 1878 yılında Sırbistan’ın bağımsızlığını kazanması ile Avusturya – Macaristan İmparatorluğu ile ilişkilerinde de değişimler yaşanmıştır. Önceleri Sırpları Osmanlıya karşı bir koz olarak savunan Avusturya – Macaristan İmparatorluğu artık Sırbistan’ı Balkanlardaki hedeflerine bir engel olarak görmüştür. Bosna – Hersek topraklarının Avusturya – Macaristan İmparatorluğu tarafından ilhakı uluslararası gerilimlere de sebep olarak I. Dünya Savaşı’na giden süreci başlatmıştır. Bosna – Hersek’teki ilhak ile farklı direniş örgütleri meydana gelmiş, bu da milliyetçi düşüncelere katkılar sağlamıştır. Birinci Dünya Savaşı, yaşanan kötü olaylar, Sırp milliyetçiliğine yeni efsaneler ve mağduriyetler armağan etmiştir. Savaş sonrası kurulan Sırp – Hırvat – Sloven Krallığı’nda Sırplar ve Hırvatlar ülkenin yönetimi için birbirleri ile mücadele etmişler ve düşmanlıklar ortaya çıkmıştır. II. Dünya Savaşı sırasında Hırvat Ustaşa örgütünün faaliyetleri Sırplardaki düşmanlığı arttırmıştır. Aynı dönemde Sırpların kurmuş oldukları Çetnik örgütü de milliyetçi faaliyetler ile Mihver işgaline karşı direnmiş fakat Partizanların etkilerini arttırmaları ile Mihver kuvvetleri ile iş birliği yapmış ve savaş sonucunda Ustaşa örgütü gibi dağılmıştır. Savaş sonrası Tito yönetimi milliyetçi bir söylemle ülkeyi yönetmemiştir. Yeni yönetim sosyalist düşüncede olmuş ve milliyetçi düşünceleri bastırmıştır. Fakat 1980 yılında Tito’nun ölümü ile, bastırılan bu düşünceler, yeniden ortaya çıkmaya başlayarak Yugoslavya’yı dağıtmış ve günümüz Sırbistan’ının ortaya çıkmasını sağlayan süreci başlatmıştır. Görüldüğü gibi Sırp milliyetçiliğinin ortaya çıkması ve ulus inşaları sanayileşme ve modern topluma dayalı bir yapının oluşması ile ortaya çıkmamıştır. 20. yüzyılın başına kadar geçen sürede Sırbistan’da herhangi bir sanayileşmeden ya da geniş bir bürokrasi ve eğitimli bir halk kitlesinden bahsetmek zor olmaktadır. Sırp milliyetçiliğinin oluşumu, genel milliyetçilik düşüncesinin oluşumundan farklı bir şekilde dini inanç, efsane, kültür ve dil temelinde şekillenmiştir. Sırp milliyetçiliği bu bağlamda en açık şekilde etno – sembolizm yaklaşımı ve Miroslav Hroch’un 136 milliyetçilik düşüncesi ile ilgili çalışmaları ile anlaşılabilmektedir. Bu bakımdan Sırp millet düşüncesi herhangi bir gönüllü katılım ya da vatandaşlık temelinde olmamakta, etnik köken, inanç ve toprak çerçevesinde etnik – kolektivist, dışlayıcı bir millet düşüncesi olarak görülmektedir. Yugoslavya’nın dağılmasından sonra da Sırbistan’ın dış politikasında milliyetçilik düşüncesi etkili olmuştur. Özellikle Bosna – Hersek ve Kosova meseleleri bu durumu etkilemiş, ilişkilerde merkezi konumu teşkil etmiştir. Sırbistan’ın AB ile ilişkilerini ağırdan alması, uzun süre savaş suçlularını teslim etmekte diretmesi ve Kosova meselesindeki politikaları bunu göstermektedir. Ayrıca AB Yugoslavya’nın dağılması sürecinde yeni devletleri hızlı bir şekilde tanımış, bu da Sırplarda tepkiye neden olmuştur. Sırbistan’ın ABD ve AB ile ilişkileri benzer noktalarda kesişmiştir. Bosna ve Kosova’da yaşananlar ve tarihsel düşmanlıklar Sırp tarafının ilişkileri güçlendirmesinde yavaş davranmasına sebep olmuştur. Söz konusu aktörlerin 1990’larda Sırbistan’a karşı tavır almaları ve hareket etmeleri, ayrıca Sırbistan’ın Rusya ile yakın ilişkileri AB ve ABD ile ilişkilerin belli bir seviyenin üzerine çıkmasına engel olmuştur. Belli alanlarda tüm taraflar ile ilişkiler geliştirilse de bu istenen seviyeye gelmemektedir. Sırbistan – Rusya ilişkileri 90’lı yıllarda kısmen gerilemiş olsa da son dönemde tekrar yükselmiştir. Rusya ile tarihi ve kültürel bağlar Sırp toplumunun Ruslara karşı bakışını olumlu yönde etkilemiştir. Ayrıca yapılan enerji anlaşmaları ve bu konuda Rusya’ya bağımlılık iki ülke ilişkilerinde belirleyici olmaktadır. Ukrayna Krizi’nde Sırbistan, Rusya’ya uygulanan yaptırımlara henüz katılmamış, Rusya lehine tarafsızlığını korumaya çalışmıştır. Bu duruma bir diğer önemli sebep Kosova’nın statüsünde Rusya’nın Sırbistan’a olan desteği olmuştur. AB son olarak Rusya’ya yaptırımlar konusunda kesin söylemlerde bulunmuş olsa da henüz Sırbistan bu konuda bir adım atmamıştır. Bu bağlamda Sırbistan dış politikasında milliyetçiliğin ağırlığı hissedilmektedir. Sırbistan’ın Avrupa Birliği, ABD ve Rusya ile ilişkileri dahil bölge ülkeleri ile ilişkilerinde milliyetçilik bağlamında eski hesapların gözetildiği ortaya çıkmaktadır. Fakat ekonomik kaygılar ve refah kayıpları bu tür düşüncelerin dışına 137 çıkılarak belli ilişkiler geliştirilebilmesini sağlamaktadır. Bu sebeple karşılıklı bağımlılığın artışı ve diyalog halinde olmak daha sağlıklı ilişkiler kurulmasında etkili olabilmektedir. “Açık Balkan” girişimi bu duruma bir örnek olmaktadır. 138 KAYNAKÇA AB, Sırbistan’ın Rusya’ya Yaptırımlara Katılmasını İstedi. (2022). https://t24.com.tr/haber/ab-sirbistan-in-rusya-ya-yaptirimlara-katilmasiniistedi,1034610 (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Abazovic, “Açık Balkan” Girişimine Desteğini Açıkladı. (2022). https://www.balkannews.com.tr/karadag/abazovic-acik-balkan-girisiminedestegini-acikladi-h3100.html (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Abazovic: “Açık Balkan ve Berlin Süreci Uyumlu.” (2022). https://www.balkannews.com.tr/karadag/abazovic-acik-balkan-ve-berlin-sureciuyumlu-h3438.html (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Açık Balkan Girişimi. (2021). https://gazetebalkan.ro/2021/07/31/acik-balkan-girisimi/ “Açık Balkan” Girişiminin İlk Anlaşması Yürürlüğe Girdi. (2022). https://www.trthaber.com/haber/dunya/acik-balkan-girisiminin-ilk-anlasmasiyururluge-girdi-641713.html (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Adaş, S., & Konuralp, E. (2020a). Eski Yugoslavya’da Sırp Milliyetçiliğinin Tarihsel Temelleri ve Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin Dağılmasına Etkileri. Anadolu ve Balkan Araştırmaları Dergisi, 3(6), 107–139. Adaş, S., & Konuralp, E. (2020b). Sırp Milliyetçiliği Fay Hattında Bosna - Hersek Siyasetinin Krizi. Barış Araştırmaları ve Çatışma Çözümleri Dergisi, 8(2), 102– 126. Adiloviç, Z. (2022). Bosna Hersek’te Seçim Yasası Reformu Müzakerelerinden Yine Sonuç Alınamadı. https://www.aa.com.tr/tr/dunya/bosna-hersekte-secim-yasasireformu-muzakerelerinden-yine-sonuc-alinamadi/2542462 (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Ağır, B. S. (2014). Etnik Çatışmaların Yayılması ve Bölgesel Güvenliğe Etkileri: Kosova Örneği. Sosyal Bilimler Dergisi, 7. 139 Ağır, B. S. (2017). Bağımsızlık Sonrası Dönemde Kosova’da Barış. Uluslararası İlişkiler Dergisi, 14(53), 69–90. https://doi.org/10.33458/uidergisi.513196 Ağırseven, N. (2017). Soğuk Savaş Sonrası Arnavutluk Cumhuriyeti’nin Siyasal, Ekonomik Yapısı ve Dış Politikası. In İ. Kamil (Ed.), Soğuk Savaş Sonrasında Balkanlar (1990-2015) (1st ed., pp. 365–392). Nobel Akademik Yayıncılık. Agolli, G. (2019). Kosova Sorunu Örneğinde Sırp ve Arnavut Milliyetçilikleri. Ankara Üniversitesi. Akçapa, M. (2019). Putin Dönemi Rusya’nın Enerji Politikaları Bağlamında Sırbistan ile İlişkileri: Gazprom Örneği. Bursa Uludağ Üniversitesi. Akçay, E. Y. (2016). Sırbistan’ın AB Serüveni. AKÜ İİBF Dergisi, 18(1), 73–80. Akgün, S. (2012). Kosova’da Yeniden Yapılandırma Çalışmaları Kapsamında Bugünkü Durum. Gazi Akademik Bakış, 5(10), 249–268. Akıncı, A. (2019). Milliyetçiliğin Kökenleri : Etnisite / Ulus ( Millet ) İlişkisi. İnsan&İnsan, 21, 413–430. Alp, İ. (2017). Soğuk Savaş Sonrası Bosna - Hersek ve Srebrenitsa Mezalimi. In İ. Kamil (Ed.), Soğuk Savaş Sonrasında Balkanlar (1990-2015) (1st ed., pp. 107– 162). Nobel Akademik Yayıncılık. Anderson, B. (2017). Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması (9th ed.). Metis Yayınları. Anket: Sırbistan’da İlk Defa Çoğunluk AB’ye Girmek İstemiyor. (2022). https://tr.euronews.com/2022/04/22/anket-s-rbistan-da-ilk-defa-cogunluk-ab-yegirmek-istemiyor (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Arı, T., & Pirinççi, F. (2011). Soğuk Savaş Sonrasında ABD’nin Balkan Politikası. Alternatif Politika, 3(1), 1–30. Arıkoğlu Ündücü, C. (2017). Karadağ Cumhuriyeti. In İ. Kamil (Ed.), Soğuk Savaş Sonrasında Balkanlar (1990-2015) (1st ed., pp. 239–256). Nobel Akademik Yayıncılık. 140 Armaoğlu, F. (2016). 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914 - 1995) (21st ed.). Timaş Yayınları. Armstrong, J. A. (2018). Milliyetçilikten Önce Milletler (1st ed.). İletişim Yayınları. Aslan, M. (2018). Rus Kaynakların Işığında Slavseverlik ve Politik İz Düşümü Panslavizm. Vakanüvis- Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi, 3(2), 0–2. Aslantaş, S. (2007). Osmanlıda Sırp İsyanları: 19. Yüzyılın Şafağında Balkanlar (1st ed.). Kitap Yayınevi. Atakara, P. (2020). AB Koşulluluk Politikasının Güncel Analizi: “İyi Komşuluk İlişkileri ve İkili İlişkilerin Normalleştirilmesi” Kapsamında Sırbistan-Kosova Diyaloğu Üzerine İnceleme. Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, 19(1), 55–83. Aydın, M. (2005). Bosna - Hersek Ayaklanması (1875)’nda Panslavizmin Etkisi ve Sırbistan ve Karadağ’ın Rolü. 69(256). Azarkan, A. (2002). Bireyin Cezai Sorumluluğu ve Uluslararası Mahkemeler: Nuremberg ve Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemelerinin Karşılaştırmalı İncelemesi. İstanbul Üniversitesi. Babalı, T. (2012). Türkiye - Sırbistan İlişkileri: Zor Dönüşüm ve Yeni Dinamikler. In Y. Okay & T. Babalı (Eds.), Türkiye - Sırbistan İlişkileri: “Belgrad’a Uğrar Yolu Tuna’nın” (1st ed., pp. 11–32). Doğu Kitabevi. Balkanlarda Doğan Yeni Kriz. (2021). https://www.stratejikortak.com/2021/06/balkanlarda-dogan-yeni-kriz.html (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Banac, I. (1997). Sırbistan’da Milliyetçilik. In K. Saybaşılı & G. Özcan (Eds.), Yeni Balkanlar, Eski Sorunlar (1st ed., pp. 87–114). Bağlam Yayıncılık. Batı, F. G. (2021). Balkan Jeopolı̇tı̇ğı̇ ve İkı̇ncı̇ Dünya Savaşı’nda Balkanlar. Ulusam Türkiye Politik Çalışmalar Dergisi, 1(1), 49–57. Biletska, Y. (2009). Factors Shaping Ethnic Identity Among Crimean Tatars, Russians and Ukrainians In Crimea [Middle East Technical University]. 141 https://doi.org/10.1038/132817a0 Billig, M. (2002). Banal Milliyetçilik: Milletler ve Milliyetçilikler (1st ed.). Gelenek Yayıncılık. Bora, T. (2018). Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası Bosna - Hersek (2nd ed.). İletişim Yayınları. Bora, T. (2020). Milliyetçiliğin Provokastonu Yugoslavya (3rd ed.). İletişim Yayınları. Bosna Hersek ile Sırbistan Ekonomik İlişkilerini Geliştirmek İstiyor. (2021). https://www.trtavaz.com.tr/haber/tur/avrasyadan/bosna-hersek-ile-sirbistanekonomik-iliskilerini-gelistirmek-istiyor/60521a7301a30a29882cac2e (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Bosna Hersek Yüksek Temsilcisi: Bosnalı Sırpların Ayrı Ordu Kurması Kırmızı Çizgidir. (2021). https://tr.euronews.com/2021/11/06/bosna-hersek-yuksektemsilcisi-bosnal-s-rplar-n-ayr-ordu-kurmas-k-rm-z-cizgidir (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Calhoun, C. (2012). Milliyetçilik (3rd ed.). Bilgi İletişim Grubu Yayıncılık. Çaputlu, Ö. (2019). Sırp Milliyetçiliğinin Fikirsel Arka Planı ve Resmi Sırp Tarih Yazımında Temel Vurgular. Barış Araştırmaları ve Çatışma Çözümleri Dergisi, 7(1), 70–91. Cartwright, M. (2020). Güller Savaşı. https://www.worldhistory.org/trans/tr/1- 18612/guller-savas/ (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Castellan, G. (1995). Balkanların Tarihi (2nd ed.). Milliyet Yayınları. Çelik, H. B. (2020). Etnosembolizm. In T. Erdem (Ed.), Milliyetçilik (1st ed., pp. 315– 319). Otorite Kitap. Çelik, S. (2021). Sırbistan Özelinde Türkiye’nin Kamu Diplomasisi Politikası. İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, 10(2), 1743–1759. Çetin, M. (2020). Sırp - Bulgar Gümrük Birliği, Domuz Savaşı ve Osmanlı Devleti. Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 22(4), 1403–1425. 142 Crnovrsanin, S. (2021). Bosna Savaşında Diri Diri Yakılan Üç Bin Kurban Güllerle Anıldı. https://www.aa.com.tr/tr/dunya/bosna-savasinda-diri-diri-yakilan-uc-binkurban-gullerle-anildi/2271571 (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Dağ, A. E. (2016). Uluslararası İlişkiler ve Diploması Sözlüğü (4th ed.). Vadi Yayınları. Dalar, M. (2008). Dayton Barış Antlaşması ve Bosna-Hersek’in Geleceği. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 1(16), 91–123. https://doi.org/10.11616/abantsbe.232 Değer, O. (2009). Soykırım Suçu ve Devletin Sorumluluğu: Uluslararası Adalet Divanı’nın Bosna-Hersek v. Sırbistan-Karadağ Kararı. Uluslararasi İliskiler, 6(22), 61–95. Demir, H. (2013a). Federalizm – Üniterizm İkileminde Sırp-Hırvat- Sloven Krallığı’nda Siyasal Yaşam (1918-1929). Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi, 2(2), 91–114. Demir, H. (2013b). Polonyalı Hotel Lambert ve Büyük Sırbistan “ Načertanıje ” Planı ( 1840-1844 ). Avrasya İncelemeleri Dergisi, 1, 271–310. Demir, H. (2017a). II. Dünya Savaşı’nda Yugoslavya (1939-1945): “Hırvat Ustaşalar, Sırp Çetnikler ve Komünist Partizanlar.” Karadeniz Araştırmaları, 147–168. Demir, H. (2017b). Yugoslavya Krallığı Siyasal Yaşamında Hırvat Sorunu (1929- 1941). Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi, 6(1), 57–77. Demir, K. A. (2019). Osmanlı Devleti’nde Uygulanan Adem-i Merkeziyetçi Bir Yönetim Modeli. Bingöl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 9(17), 411–426. https://doi.org/10.29029/busbed.501842 Derman, G. S. (2017). Soğuk Savaş Sonrası Rusya’nın Balkanlar Politikası. In İ. Kamil (Ed.), Soğuk Savaş Sonrasında Balkanlar (1990-2015) (1st ed., pp. 547– 580). Nobel Akademik Yayıncılık. Dostoyevski, F. (2009). Karamazov Kardeşler (4th ed.). Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. 143 Dragojlo, S. (2022). Vucic’s Triumph Disguises Serbian Progressives’ Mixed Result. https://balkaninsight.com/2022/04/04/vucics-triumph-disguises-serbianprogressives-mixed-result/ (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Duman, Ç. (2022). Açık Balkan Girişimi’nin Sırbistan İçin Önemi. https://www.ankasam.org/acik-balkan-girisiminin-sirbistan-icin-onemi/ (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Düzcü, L. (2016). Korku ile Tedbir Arasında Bir İhtilâli İzlemek: 1848 İhtilâli ve Osmanlı Hükümeti. Süleyman Demirel Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 38, 51–78. https://dergipark.org.tr/en/pub/sufesosbil/issue/23719/252636 Eagleton, T., Jameson, F., & Said, E. W. (1993). Milliyetçilik, Sömürgecilik ve Yazın (1st ed.). Kabalcı Yayınevi. Editör. (2021). Open Balkan: Yeni Bir Alternatif mi? Çözümsüzlüğün Devamı mı? https://www.tuicakademi.org/op-ed-open-balkan-yeni-bir-alternatif-micozumsuzlugun-devami-mi/ (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Ekinci, M. U. (2014a). Bosna - Hersek Sı̇yasetı̇nı̇ Anlama Kılavuzu (1st ed.). SETA Yayınları. Ekinci, M. U. (2014b). Sırbistan Siyasetini Anlama Kılavuzu (1st ed.). SETA Yayınları. Emin, N. (2013). Kosova ile Sırbistan Anlaşmasının Perde Arkası. https://www.setav.org/kosova-ile-sirbistan-anlasmasinin-perde-arkasi/ (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Erdem, T. (2020). Milliyetçilik. In T. Erdem (Ed.), Milliyetçilik (1st ed., pp. 28–52). Otorite Kitap. Erhan, Ç. (2001). ABD'nin Ulusal Güvenlik Anlayışı. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 56(4), 1. https://doi.org/10.1501/sbfder_0000001871 Ertan, T. F. (2018). Milliyetçiliğin Müphemliği: Milliyetçilik Nedir? Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, 62, 39–84. 144 Fırat, O. (2021). Çağdaş Sırp ve Dubrovnik Kayıtlarına Göre I. Kosova Savaşı. Güneydoğu Avrupa Araştırmaları Dergisi, 0(36), 83–96. https://doi.org/10.26650/gaad.866825 Gellner, E. (2018). Uluslar ve Ulusçuluk (3rd ed.). Hil Yayın. Glenny, M. (2012). The Balkans: Nationalism, War, and the Great Powers. House of Anansi Press Inc. Greenfeld, L. (2021). Milliyetçilik: Bir Kısa Tarih (1st ed.). Alfa. Gül, K. (2020). Dini Özgürlükler Yasası Karadağ-Sırbistan İlişkilerini Gerdi. https://www.aa.com.tr/tr/dunya/dini-ozgurlukler-yasasi-karadag-sirbistaniliskilerini-gerdi/1720324 (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Gül, M., & Karapınar, E. (2021). Bulgaristan: Yok Olmanın Eşiğinden Batı Ortaklığına. Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 11(1), 1–18. Gülgezen, G. (2020). İnsani Müdahale ve Kosova Örneği. Süleyman Demirel Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 10(2), 139–170. https://dergipark.org.tr/tr/pub/sduhfd/issue/59059/850199 Güneş, G. A. (2015). Osmanlı Devleti’nin Gayrimüslimlere Bakışı ve Klasik Dönem Millet Sistemi. Sosyal ve Kültürel Araştırmalar Dergisi, 1(2), 1–30. https://dergipark.org.tr/skad/issue/21059/226727%0Ahttp://dergipark.gov.tr/down load/article-file/197551 Haqiqat, H., & Keskin, Ş. (2020). Efsanelerin Sırp Milliyetçiliği ve Balkanlardaki Çatışmalarda Rolü. Millî Kültür Araştırmaları Dergisi, 4(1), 38–54. Hasanusta, Ü. (2019). Ethno - Religious Nationalism In Serbian Literature In The Break Of The Yugoslav National Ideal. İstanbul Üniversitesi. Hashemipour, S. (2019). Njegos’s The Mountain Wreath: The Text Behind Serbian Nationalism’s Racist Foundation Myth. Universal Journal of History and Culture, 1(2), 203–218. Heywood, A. (2018). Küresel Siyaset (5th ed.). BB101 Yayınları. 145 Hızal, H. D. (n.d.). Sırbistan’da Etnik Milliyetçilik: Siyasi Partiler Temelinde Bir İnceleme. Çanakkale Onsekiz Mart Üniveristesi. Hobsbawm, E. J. (2020). Milletler ve Milliyetçilik: Program, Mit, Gerçeklik (7th ed.). Ayrıntı Yayınları. Hroch, M. (2011). Avrupa’da Milli Uyanış: Toplumsal Koşulların ve Toplulukların Karşılaştırmalı Analizi (1st ed.). İletişim Yayınları. İlgaz, S. (2022). Rusya-Ukrayna Savaşı’nda Sırbistan’ın Konumu. https://www.ankasam.org/rusya-ukrayna-savasinda-sirbistanin-konumu/ (Erişim Tarihi: 19.06.2022) İnalcık, H. (2019). Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ 1300-1600 (26th ed.). Kronik Kitap. İplikçi, A. (2017). Johann Gottfried Herder’de Milliyetçilik Düşüncesi. Al-Farabi Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi, 1, 126–135. Işık, M. (2017). Soğuk Savaş Sonrası ABD’nin Balkanlar Politikası. In İ. Kamil (Ed.), Soğuk Savaş Sonrasında Balkanlar (1990-2015) (1st ed., pp. 517–546). Nobel Akademik Yayıncılık. İstanbul’dan Sırp Ortodoks Kilisesine Ağır Darbe. (2022). https://www.balkannews.com.tr/kuzey-makedonya/istanbuldan-sirp-ortodokskilisesine-agir-darbe-h3091.html (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Jakupi, A. (2017). Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti İçindeki Kosova Özerk Bölgesi Sorunu (1980-1989). Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi, 6(1), 189–215. http://dergipark.gov.tr/baed/issue/34543/381638 Jelavich, B. (2017). Balkan Tarihi 2: 20. Yüzyıl (5th ed.). Küre Yayınları. Jelavich, B. (2018). Balkan Tarihi 1: 18. ve 19. Yüzyıllar (6th ed.). Küre Yayınları. Kamil, İ. (2017). Dayton Sonrası Bosna - Hersek: İdari - Siyasi Yapı, Ekonomik Durum ve Dış Politika (1995-2017). In İ. Kamil (Ed.), Soğuk Savaş Sonrasında Balkanlar (1990-2015) (1st ed., pp. 163–216). Nobel Akademik Yayıncılık. 146 Kandemir, H. (2016). Dostoyevski Düşüncesinde Türk - İslam Olgusu ve Osmanlı Rus Savaşı Çerçevesinde Doğu Sorunu. Avrasya Uluslararası Araştırmalar Dergisi, 1(69), 5–24. Kaptan, A. H. (2020). Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un Ziyareti Balkanları Karıştırdı. https://qha.com.tr/haberler/rusya-disisleri-bakani-lavrov-un-ziyaretibalkanlari-karistirdi/286052/ (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Kapucu, D. (2021). Kosova Krizinin Çözümünde, NATO’nun Barışı Destekleme Harekâtına Türkiye’nin Katkıları. Akademik Tarih ve Araştırmalar Dergisi, 4, 86–113. Kara, D. (2016). Soğuk Savaş Sonrası Kosova - Sırbistan İlişkileri (1991 - 2015). Trakya Üniveristesi. Kara, D. (2017). Kosova Cumhuriyeti’nin Siyasal, Ekonomik Yapısı ve Dış Politikası. In İ. Kamil (Ed.), Soğuk Savaş Sonrasında Balkanlar (1990-2015) (1st ed., pp. 257–286). Nobel Akademik Yayıncılık. Karadağ Cumhurbaşkanı: Sırbistan ile Savaşa Hazırız. (2021). https://www.sde.org.tr/avrupa/karadag-cumhurbaskani-sirbistan-ile-savasahaziriz-haberi-22580 (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Karaköse, G. (2020). Küreselleşme Çağında Kimlik, Milliyetçilik ve Çokkültürlülük Görünümleri. İnsan ve Sosyal Bilimler Dergisi, 3(1), 506–519. Karpat, K. H. (n.d.). Balkanlar. https://islamansiklopedisi.org.tr/balkanlar Karpat, K. H. (2019). Balkanlar’da Osmanlı Mirası ve Milliyetçilik (4th ed.). Timaş Yayınları. Kaya, M., & Kaya, E. (2017). Avrupa Birliği’nin Eski Yugoslav Ülkeleri İle İlişkileri. In İ. Kamil (Ed.), Soğuk Savaş Sonrasında Balkanlar (1990-2015) (1st ed., pp. 601–626). Nobel Akademik Yayıncılık. Kedikli, U., & Ünal, N. (2015). From Kosovo to Syria The Issue of “Humanitarian” Intervention. Humanities and Political Sciences Review, 4(2), 53–68. 147 Kedourie, E. (2017). Avrupa’da Milliyetçilik (1st ed.). Köprü Kitap. Ketenci, A. (2018). Panslavizm ve Başarısızlık Sebepleri. Akademia Sosyal Bilimler Dergisi, 1, 345–352. Kiril Petkov Sırbistan’da - Bulgaristan Batı Balkanların Avrupa Entegrasyonundaki Öncü Olabilecek Mi? (2022). https://bnr.bg/tr/post/101598658/kiril-petkovsirbistan-da-bulgaristan-bati-balkanlarin-avrupa-entegrasyonundaki-oncuolabilecek-mi (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Kohn, H. (1982). Nationalism: Its Meaning and History. Krieger Drive. Kökce, H. (2021). Din ve Milliyetçik İlişkisi: Kolaylaştırıcı mı Zorlaştırıcı mı? OPUS Uluslararası Toplum Araştırmaları Dergisi, 18(40). https://doi.org/10.26466/opus.864887 Küçük, B. (2022). Bosna Hersek’te Bölünme Tartışması: Hırvatlar Seçim Sisteminde Değişiklik İstiyor. https://tr.euronews.com/2022/03/09/bosna-hersek-te-bolunmetart-smas-h-rvatlar-secim-sisteminde-degisiklik-istiyor (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Kütük, D. (2019). Avrupa Birliği’nin Balkanlar’daki Dönüştürücü Gücü: Sırbistan Örneği. Yıldız Teknik Üniversitesi. Kuzey Makedonya’da “Açık Balkan” Zirvesine Katılan Liderler Ortak Basın Toplantısında Konuştu. (2022). https://www.trtavaz.com.tr/haber/tur/avrasyadan/kuzey-makedonyada-acikbalkan-zirvesine-katilan-liderler-ortak-basin-toplanti/62a0fdab01a30a2094c91e21 (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Limon, O. (2017). Romanya Cumhuriyeti’nin Siyasal, Ekonomik Yapısı ve Dış Politikası. In İ. Kamil (Ed.), Soğuk Savaş Sonrasında Balkanlar (1990-2015) (1st ed., pp. 433–464). Nobel Akademik Yayıncılık. Marinkoviç, M. (2018). Modern Sırp Edebiyatında Olumlu Türk İmajı. Motif Akademi Halkbilimi Dergisi, 11(24), 309–320. Miladinovic, A. (2022). Ukrayna Savaşı: Sırbistan Neden Rusya ve AB Arasında 148 Kaldı? https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-60955598 (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Nairn, T. (1981). The Break-Up of Britain (2nd ed.). Verso. Njegos, P. I. P. (1847). The Mountain Wreath. https://www.rastko.rs/knjizevnost/umetnicka/njegos/mountain_wreath.html#intro duction (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Nurduhan, A. (2022). Bosna Hersek’te Genel Seçim Tarihi Belli Oldu. https://www.aa.com.tr/tr/dunya/bosna-hersekte-genel-secim-tarihi-bellioldu/2579245 (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Nuredini, A. (2006). Makedonya'nın İç ve Dış Politika Sorunları (1990–2005). Sakarya Üniversitesi. Oğultürk, M. C. (2010). Kosova’nın Bağımsızlık Süreci Kapsamında ABD Dış Politikasının Analizi. Güvenlik Stratejileri Dergisi, 19, 99–132. Ohri’deki “Açık Balkanlar” Toplantısına Karadağ Ve Bosna Da Katılıyor. (2022). https://www.kosovaport.com/ohrideki-acik-balkanlar-toplantisina-karadag-vebosna-da-katiliyor/ (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Ortaylı, İ. (2020). Millet. https://islamansiklopedisi.org.tr/millet#2-osmanlilardamillet-sistemi (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Osmani: “Açık Balkan Girişimi Tehlikeli.” (2022). https://www.balkannews.com.tr/kosova/osmani-acik-balkan-girisimi-tehlikelih1114.html (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Özçelik, M. (2018a). Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı Sırplar ve Hırvatlar Arasındaki Sorunlar ve Krallığın Yıkılışı (1918-1929). Üsküdar Üniveristesi Sosyal Bilimler Dergisi, 6, 19–53. Özçelik, M. (2018b). Yugoslavya Krallığı’nın Yıkılmasında İç ve Dış Siyasetin Etkisi (1929-1941). Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 4(1), 25–60. https://dergipark.org.tr/tr/pub/aicusbed/issue/36806/390261 149 Özdemir, M., Çalışkan, S., & Öztürk, F. (2017). Yalta Konferansı: Soğuk Savaş’a Giden Yol. Barış Araştırmaları ve Çatışma Çözümleri Dergisi, 5(2), 62–79. http://dergipark.gov.tr/yalovabaccd Özkan, A. (n.d.). Müslümanların Sırbistan’dan Çıkarılmasının İlk Adımı: 1862 Belgrad Olayları ve Belgrad’ın Bombalanması. Özkan, A. (2011). Miloş’tan Milan’a Sırp Bağımsızlığı (1830-1878) (1st ed.). IQ Kültür Sanat Yayıncılık. Özkan, A. (2013). Bağımsızlıktan Sırp - Hırvat - Sloven Krallığı’na Sırplar (1878- 1918) (1st ed.). IQ Kültür Sanat Yayıncılık. Özkan, A. (2014). I . Dünya Savaşı ’ nda Sırbistan ’ ın Müslümanlara Karşı Tutumu. Gazi Akademik Bakış, 7(14), 50–69. Özkan, B. (2014). Bosna’da Kalıcı Barış Mümkün Mü? Bilge Strateji, 6(10), 63–84. Özkırımlı, U. (2017). Milliyetçilik Kuramları “Eleştirel Bir Bakış” (7th ed.). Doğu Batı Yayınları. Poyraz, T. (2020). Etnisite. In T. Erdem (Ed.), Milliyetçilik (1st ed., pp. 53–58). Otorite Kitap. Progonati, E. (2013). Etnik Arnavutların Arnavutluk Dis Politikasında Etkisi. Karadeniz Arastirmalari Merkezi, 37(10), 159–182. https://doi.org/10.12787/karam705 Rama’dan “Açık Balkan” Girişimini Boykot Eden Kosova Hükümetine Eleştiri. (2022). https://www.balkannews.com.tr/arnavutluk/rama-dan-acik-balkangirisimini-boykot-eden-kosova-h782.html (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Ratko Mladic Trial Told of Srebrenica Chaos. (2012). https://www.bbc.com/news/world-europe-18099008 (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Renan, E. (1946). Nutuklar ve Konferanslar (1st ed.). Sakarya Basımevi. Reshani, A. (2020). The US Foreign Policy Role in Achieving the Rambouillet Agreement. Tarih ve Gelecek Dergisi, 6(2), 322–334. 150 Rüma, İ. (2008). Uluslararası Toplum Ve Egemenlik: Bosna - Hersek Örneği. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 63(1), 238–272. Sannav, S. C. (2017). Soğuk Savaş Sonrası Sırbistan. In İ. Kamil (Ed.), Soğuk Savaş Sonrasında Balkanlar (1990-2015) (1st ed., pp. 311–326). Nobel Akademik Yayıncılık. Sarıkaya Güler, T., Emiroğlu, H., & Bayram, M. (2019). Yugoslavya’nın Dağılma Sürecinin Araçsalcı Bir Yaklaşımla Analizi. Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 21(December), 1278–1293. https://doi.org/10.32709/akusosbil.563419 Savaş Sonrası Süreçte Bosna-Hersek ve Sırbistan Diplomasisi. (2021). https://www.tuicakademi.org/savas-sonrasi-surecte-bosna-hersek-ve-sirbistandiplomasisi/ (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Saygılı, R. (2020). Millet. In T. Erdem (Ed.), Milliyetçilik (1st ed., pp. 13–27). Otorite Kitap. Sırbistan Cumhurbaşkanı Vucic: Türkiye’yle Ticaret Hacmimiz Tarihin En İyi İvmesini Yakaladı. (2022). https://www.bloomberght.com/sirbistan-cumhurbaskani-vucicturkiye-yle-ticaret-hacmimiz-tarihin-en-iyi-ivmesini-yakaladi-2296854 (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Sırp lider Dodik: Ukrayna Savaşı Bosna Hersek’ten Ayrılma Planımızı Erteletti. (2022). https://tr.euronews.com/2022/06/07/s-rp-lider-dodik-ukrayna-savasbosna-hersek-ten-ayr-lma-plan-m-z-erteletti (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Sırp Lider Milorad Dodik, “Ayrılıkçı” Yasanın Onaylanmasını 6 Ay Erteledi. (2022). https://perspektif.eu/2022/04/19/bosnali-sirp-lider-milorad-dodik-ayrilikciyasanin-onaylanmasini-6-ay-erteledi/ (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Sırp Ortodoks Kilisesi Makedon Ortodoks Kilisesi’nin Otosofelliğini Kabul Etti. (2022). https://www.gazeteduvar.com.tr/sirp-ortodoks-kilisesi-makedonyaortodoks-kilisesinin-otosefalligini-kabul-etti-galeri-1566169?p=3 (Erişim Tarihi: 19.06.2022) 151 Smith, A. (1994). Milli Kimlik (1st ed.). İletişim Yayınları. Smith, A. (2017). Etno-Sembolizm ve Milliyetçilik (1st ed.). Alfa. Taşcan, A. (2017). Balkan Milliyetçiliğinin Gelişmesinde Dini Rolü. Akademik Tarih ve Düşünce Dergisi, 4(13), 382–411. Tekin, S., & Çemrek, M. (2020). Milliyetçilik Kuramları. In T. Erdem (Ed.), Milliyetçilik (1st ed., pp. 255–264). Otorite Kitap. Terzic, A., & Crnovrsanin, S. (2022). Bosna Hersek, Türkiye’nin Desteklediği Otoyol Projesiyle Bölge Ülkeleriyle Bağlarını Güçlendirmek İstiyor. https://www.aa.com.tr/tr/dunya/bosna-hersek-turkiyenin-destekledigi-otoyolprojesiyle-bolge-ulkeleriyle-baglarini-guclendirmek-istiyor/2176118 (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Tilly, C. (2001). Zor, Sermaye ve Avrupa Devletlerinin Oluşumu (1st ed.). İmge Kitabevi Yayınları. Todorova, M. (2003). Balkanlar’ı Tahayyül Etmek (1st ed.). İletişim Yayınları. Tolstoy, L. N. (2015). Anna Karenina (1st ed.). İletişim Yayınları. Toparlak, B. (2017). Bulgaristan’da Siyasal - Ekonomik Gelişmeler ve Dış Politika (1990-2015). In İ. Kamil (Ed.), Soğuk Savaş Sonrasında Balkanlar (1990-2015) (1st ed., pp. 393–432). Nobel Akademik Yayıncılık. Türbedar, E. (2021). Bosna-Hersek’te Milliyetçi Söylemlerin Tehlikeli Yükselişi: Tarih Tekerrür Mü Ediyor? Ankara Anadolu ve Rumeli Araştırmaları Dergisi, 2(4), 425–456. Uğurlu, M. (2019). Milliyetçiliğin Efsanesi (Sırp Milliyetçiliği ve Kosova Efsanesi) (1st ed.). Gece Akademi. Ünal, G. (2019). Kosova Savaşını Hatırlamak: Çatışan Milliyetçilik ve Savaş Anlatıları. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi. Ünlü, M. (2010). Sırpların I. Kosova Zaferi’nin 500. Yıldönümünü Kutlama Girişimleri. OTAM Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama 152 Merkezi Dergisi, 28(28). Usta, G. (2021). 1990 Sonrası Türkiye, Bosna - Hersek ve Sırbistan İlişkileri. Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi. Vodinalı, H. (2017). Türkiye, Büyük Bir Tuzağa Doğru Adım Adım İlerliyor. https://odatv4.com/makale/turkiye-buyuk-bir-tuzaga-dogru-adim-adim-ilerliyor2201171200-108236 (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Wachtel, A. B. (2009). Dünya Tarihinde Balkanlar (1st ed.). Doğan Kitap. Yanatma, S. (2019). Bosna Savaşı’nda Sırp Polislerin Katlettiği 86 Boşnak Müslüman 27 Yıl Sonra Toprağa Verildi. https://tr.euronews.com/2019/07/20/bosnasavasinda-sirp-polislerin-katlettigi-86-bosnak-musluman-27-yil-sonra-topragaverildi (Erişim Tarihi: 19.06.2022) Yazgan, P. (2020). Ulus Devlet. In T. Erdem (Ed.), Milliyetçilik (1st ed., pp. 83–90). Otorite Kitap. Yıkıcı, A. (2020). 19. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda Ayrılıkçı Balkan Milliyetçilikleri. Yıldırım, E. (2016). Millet ve Milliyetçiliğe Dair Kavramlar ve Sınıflandırmaların Ötesinde: Yeni Bir Model Önerisi. Uluslararası Yönetim İktisat ve İşletme Dergisi, 12(28), 123–142. Yıldırım, U. (2022). Karar Verme Teorileri Kapsamında Kriz Diplomasisi: Kosova Krizinde Martti Ahtisaari’nin Kriz Diplomasisi. Karabük Üniversitesi. 153 ÖZGEÇMİŞ Lise eğitimini Kırıkhan Naim Atakaş Anadolu Lisesi’nde tamamlamıştır. Lisans eğitimini Karabük Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde almış, 2019 yılında mezun olmuştur. Ayrıca Karabük Üniversitesi Sosyal Hizmet bölümünde çift anadal programı öğrencisi olarak lisans eğitimi almış ve 2021 yılında mezun olmuştur. Karabük Üniversitesi Lisansüstü Eğitim Enstitüsü Disiplinlerarası Bölge Çalışmaları Anabilim Dalı'nda yüksek lisans yapmıştır. Orta düzeyde İng
.İmparatorluktan ulus devlete geçişte Akçura, Gökalp ve Mustafa Kemal’in yeni siyaset arayışları Faruk DEN‹Z * Bu makaleyi yayınlanmadan önce okuyup mütalaalarını bildiren Prof. Dr. İsmail Kara, Dr. Yücel Bulut ve Alim Arlı’ya teşekkür ederim. 1 Bu konuda bkz. Kerem Ünüvar, “İttihatçılıktan Kemalizme, İhya’dan İnşa’ya”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, c. I, 4. bsk., İletişim Yayınları, İstanbul 2002, s. 129-142. lerdir.2 Keza, belli bir dönemden sonra Arapların da İTC içinde etkin bir mücadeleye girdikleri görülmektedir.3 Bütün bu parçalı yapı içinde İTC’nin kendi içindeki fikrî ve siyasî evrimi, aynı zamanda 1908-1923 yılları arasındaki Türk siyasî hayatının genel yönelimini haber vermektedir. İTC’nin 1/1 numaralı kurucusu İbrahim Temo’nun hatıralarında anlattığına göre, İTC’nin teşekkülü sırasında uzun tartışmalar sonunda benimsediği siyaset tarzı, imparatorluk üzerindeki her kesimi kucaklayıcı tarzdaki İttihad-ı Anâsır/Osmanlıcılık fikridir.4 İTC’nin ilk isminin, İttihad-ı Osmanî Cemiyeti olması da bunu teyit etmektedir. Daha sonraları Ahmed Rıza’nın İttihad-ı İslam teklifi örneğinde görüldüğü gibi İslamcılık iddiası da güden İTC, Balkan savaşlarının acı mağlubiyeti ve şoku sonrası siyaset tarzı olarak milliyetçiliği benimsemiştir.5 Denilebilir ki İTC, İttihad-ı Anâsır ve İttihad-ı İslam fikrinden, İttihad-ı Etrâk fikrine yönelerek, fikrî ve siyasî anlamda daha az kapsayıcı ve türdeş bir politika yürütmüştür. Yusuf Akçura’nın 1904 yılında yazdığı “Üç Tarz-ı Siyaset”te belirsiz ve muhayyel bir fikir iken, Gökalp’in 1913’te kaleme aldığı “Üç Cereyan”da belirginleşen ve nazarî çerçevesi oluşturulmaya çalışılan ve mümkün bir fikre evrilen milliyetçilik, Mustafa Kemal Paşa’nın DÎVÂN 2006/2 36 Faruk DEN‹Z 2 Bu konuda bkz. Suavi Aydın, “İki İttihat-Terakki: İki Ayrı Zihniyet, İki Ayrı Siyaset”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, s. 117-129. 3 Bu konuda bkz. Hasan Kayalı, Jön Türkler ve Araplar, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1998. 4 Bu konuda bkz. İbrahim Temo’nun İttihad ve Terakki Anıları, Arba Yayınları, İstanbul 1987. Ayrıca bkz. Tarık Zafer Tunaya’nın İttihad ve Terakki Cemiyeti’in ilk beyannamesi olarak nitelediği, Ahmet Bedevi Kuran’ın Mahmut Celalettin Paşa’nın evrakları arasında bulduğu el yazması belgenin ilk iki maddesi de bu tezi desteklemektedir: “Madde 1: Hükümet-i hâzıranın adalet, müsâvât, hürriyet gibi hukuk-ı beşeriyyeyi ihlal eden ve bütün Osmanlıları terakkîden men ile vatanı ecnebî yed-i tasallut ve itibazına düşüren usul-i idaresini İslam ve Hıristiyan vatandaşlarımızı ikaz maksadiyla kadın ve erkek bilcümle Osmanlılardan mürekkep, Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti teşekkül etmiştir. Madde 2: Cemiyetin maksadı umumun menâfini tahsile çalışmaktır, aralarında milliyyet, kavmiyyet, cinsiyyet, mezhep, taraftarlık yoktur. Aza reyinde hür ve müstakildir. Menâfi-i umumiyyeden başka hiçbir emir ile mukayyet değildir.” Bkz. Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler: İkinci Meşrutiyet Dönemi, c. I, 2. bsk., Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul 1984, s. 39. 5 Balkan savaşları şoku sonrası, aynı şeyi Ortadoğu’da Araplar karşısında yaşamak istemeyen İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin görevlendirdiği Cemal Paşa’nın Suriye’deki sert uygulamaları için bkz. Kayalı, Jön Türkler ve Araplar. 1923’te Cumhuriyeti ilan edişi ile birlikte yeni ulus devletin reel politiği haline gelebileceğinin ilk işaretlerini vermeye başlamış, sonuçları ise daha çok 1930’dan sonra görülmüştür. Bu makalede esas itibariyle, küçülen sınırlar, daralan ufuklar ve tüketilen kimlikler arasında imparatorluktan ulus devlete geçişte milliyetçiliğin belirgin etkisi Yusuf Akçura, Ziya Gökalp ve Mustafa Kemal’den hareketle ortaya konulmaya çalışılacaktır. Akçura, Gökalp ve Mustafa Kemal’in bazı ortak noktalarından söz edilebilir. Üçü de aşağı yukarı aynı dönemlerde doğmuşlardı. İkisi imparatorluğun iki uç noktasında diğeri ise dışında doğmuştu: Gökalp (1876) Diyarbakır, Mustafa Kemal (1881) Selanik, Akçura ise (1876) Kazan doğumluydu. Farklı aile çevrelerinden geliyorlardı. Mensup oldukları sosyal ve ekonomik sınıflar birbirinden tamamen farklıydı. Ama üçü de benzer eğitim süreçlerinden geçmişti. II. Abdülhamid’in açtığı okullarda yetişmişlerdi ve gençlik dönemlerinde ona karşı bazı siyasî mücadelelerin içerisinde yer almışlardı. Kozmopolit fikirlere karşıydılar ve bu anlamda özellikle Tanzimata yönelik eleştirileri vardı. Her üçü de farklı düzeylerde ve yoğunluklarda Jön Türklerle ve daha sonra İTC ile ilişki kurmuşlardı. A. Yusuf Akçura ve Üç Tarz-ı Siyaset Yusuf Akçura’nın 1904 yılında Ali Kemal’in Mısır’da çıkardığı Türk Gazetesi’nde isimsiz olarak yayınladığı “Üç Tarz-ı Siyaset” başlıklı makalesi,6 Osmanlı Devleti’ne eski kuvvetini kazandırma amacıyla ortaya çıkan farklı ideolojik konumlanışların siyaset etme biçimlerini, imkanlarını ve zaaflarını tartışmaya açmıştır. Yusuf Akçura’nın, Osmanlı Devleti’nin kötü gidişine çözüm bulmak amacıyla ortaya çıkan siyaset yapma tarzlarını tasvir ve tasnif etmek için kullandığı Üç Tarz-ı Siyaset tanımlaması bugüne değin genel bir kabul görmesine rağmen, aslında yeterince üzerinde durulduğu söylenemez. Üç Tarz-ı Siyaset’in yayınlandığı dönemde Türk GazeteDÎVÂN 2006/2 37 ‹mparatorluktan Ulus Devlete Geçiflte Akçura, Gökalp ve Mustafa Kemal’in Yeni Siyaset Aray›fllar› 6 Yusuf Akçura, “Üç Tarz-ı Siyaset”, Türk Gazetesi, no. 24, 25 Mart 1320, s. 1-2; no. 26, 15 Nisan 1320, s. 1-2; no. 27, 22 Nisan 1320, s. 1-2, Mısır; Akçuraoğlu Yusuf, Üç Tarz-ı Siyaset, (Aynı kitabın içinde daha önce Türk Gazetesi’nde yayınlanan, “Üç Tarz-ı Siyaset”e yönelik olarak, Ali Kemal’in “Cevabımız” eleştirisi ile Akçura’yı savunan ve Ali Kemal’in eleştirisine cevap veren Ahmed Ferid’in “Bir Mektub” başlıklı makalesi de yer almaktadır.) 2. bsk., Kader Matbaası, İstanbul 1327/1912; Yusuf Akçura, Üç Tarzı Siyaset, sad. ve yay. haz. Enver Ziya Karal, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1976. si’nin başmuharriri Ali Kemal’in bir eleştirisi ile Akçura’nın yakın arkadaşı Ahmet Ferid’in bu eleştiriye eleştirisi dışında bir aksülamel bulmaması, etkisinin belli bir çevreyle sınırlı kaldığını göstermektedir. Makalenin Mısır’da yayınlanması, geleceğe ilişkin hayalî öngörüler içermesi ve mevcut siyasî iktidarın, bu sınırlı etkide payı olduğu söylenebilir. Üç Tarz-ı Siyaset’in, gelecek perspektifi sunan ve yazıldığı dönemde hayalî olarak değerlendirilen kimi fikirleri, önce İttihad ve Terakki iktidarının daha sonra ise Cumhuriyet’in siyasal, ideolojik ve toplumsal projelerine uygun düştüğü için önem kazandı. 1912-1926 yılları arasında Fransızca yayınlanan bazı makale ve eserlerde Üç Tarz-ı Siyaset’in muharririnin Türkçülük hareketinin öncüsü, kurucusu ve yayıcılarından biri olarak gösterilmesi,7 ancak bilgi eksikliğinden kaynaklanan bir abartı olarak kabul edilebilir. Üç Tarz-ı Siyaset’te öne sürülen kimi görüşlerin yeni siyasal iktidar ile uygunluk içinde olması ve bundan dolayı da Üç Tarz-ı Siyaset’in önem kazanmaya başlaması nedeniyle Fransız muharrirlerin dikkatini çekmiş olmalıdır. Gerek Akçura’nın bizzat kendisi Türk Yılı: 1928’de ve gerekse Kushner gibi bazı araştırmacılar Türkçülük hareketinin esas öncülerini ortaya koymaktadırlar.8 Sözkonusu kaynaklarda ortaya konulduğu üzere, Akçura sadece bahsi geçen öncülerin çocuğu/muakkibi olarak değerlendirilebilir. Akçura’nın bir yeniliği/orijinalliği sözkonusu edilecekse siyasî/pratik/pragmatik bir tavır takınarak olabildiğince değer yüklemeye çalışmadan üç politikadan hangisinin uygulanabilir ve Osmanlı Devleti’nin lehinde olduğunu tartışmasıdır. Akçura bu tartışmalarda tarihsel analizi bir yöntem olarak benimsemekte ve bu analizlerinde uluslararası sistem ve ekonomi-politik yapıyı önemli bir unsur olarak öne çıkarmaktadır. Georgeon’un, sınırları zorlayan özgün bir aydın olarak Akçuraoğlu Yusuf’u “bazı gelişmeleri önceden kestiren aziz”9 şeklinde takdimi, tarihin içinden ve tarih üzerinden konuşması ile alakalıdır. Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset olarak ortaya koyduğu ve tartıştığı şey, Osmanlılık (=Vahdet-i Milliyet-i Osmaniyye), İslamlık (=İttihâd-ı İslam), Türklük (=Tevhid-i Etrâk) üçlemesidir: “Memalik-i Osmaniyye’de, garbdan istifâza ile kuvvet kazanmak ve terakki etmek arzuları uyanalı beri, belli başlı üç meslek-i siyasî taslaklanDÎVÂN 2006/2 38 Faruk DEN‹Z 7 Yusuf Akçura, Türk Yılı: 1928, Türk Ocakları Matbaası, İstanbul 1928, s. 407. 8 David Kushner, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu (1876-1908), çev. Ş. S. Türet-R. Ertem-F. Erdem, Kervan Yayınları, İstanbul 1979. 9 François Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri: Yusuf Akçura- (1876- 1935), çev. Alev Er, Yurt Yayınları, Ankara 1986, s. 8. dı (ébaucher) sanıyorum: (I) Hükümet-i Osmaniyyeye tâbi milel-i muhtelifeyi temsil ve tevhid ile bir Millet-i Osmaniyye vücuda getirmek, (II) Hakk-ı hilafetin Devlet-i Osmaniyye hükümetinde olmasından istifade ederek, bütün İslamları hükümet-i mezkure idaresinde siyaseten birleştirmek (Frenklerin Panislamisme dedikleri), (III) Irk üzerine müstenid bir “Türk milliyyet-i siyasiyyesi” teşkil etmek (Panturquisme).”10 Akçura bu makalesinde öncelikle, Osmanlılık, İslamlık ve Türklük siyasetlerinin ne anlama geldiğini irdelemekte, sonrasında ise bu siyasetlerden hangisinin yararlı ve tatbik edilebilir olduğunu ortaya koymaya çalışmaktadır. Akçura, her ne kadar “inkıraz” içerisinde bulunulan Osmanlı Devleti’nin bu durumdan kurtulmasına yönelik olarak önerilen çözümleri nesnel bir şekilde tasnif edip tahlil ediyorsa da, son kertede Üç Tarz-ı Siyaset’in kendisi de “hasta adamı” ölümden kurtarmayı gaye edinen hal reçetelerinden biridir. Yusuf Akçura da, “devleti kurtarma”yı kendisine şiar edinen dönemin aydınlarından farklı bir yerde durmamaktadır. Özellikle kuvvet ve terakki vurgusu, Batı etkisinde kalan Osmanlı aydınlarının genel algılayışını ortaya koymaktadır. Akçura’ya göre, II. Mahmut ile başlayan Osmanlılık siyaseti ilkin, müslim ve gayrimüslimlere aynı siyasî hakları vererek ve aynı vazifeleri yükleyerek aralarında eşitlik meydana getirmeyi amaçlıyordu. Böylelikle Osmanlı Devleti, sınırları içinde yer alan bütün ahaliye, fikir ve dince tam bir serbestiyet vermiş olacaktı. Osmanlı Devleti, bu eşitlik ve serbestî havasından faydalanarak ahaliyi din ve neseb farklarına rağmen “yekdiğerine mezc ve temsil ile” Amerika Birleşik Hükümetleri’nde görülen Amerikan milleti gibi “vatan-ı müşterekle birleşmiş bir milliyyet-i cedide” yani bir Osmanlı milleti ortaya çıkaracaktı. Osmanlılık siyasetini güdenlere göre, pek yüksek bir hayal ve pek yüksek bir ümid olarak düşünülen Osmanlı milleti ihdas edildiğinde “Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye” asli yani eski sınırlarıyla korunabilecekti.11 Ne var ki, Osmanlı milleti hayali, Fransa’nın 1871’de Almanya’ya yenilmesi ile en büyük dayanağını kaybetti; sonrasında ise Fransa İmparatorluğu ile beraber bir daha dirilmemek üzere öldüğüne hükmetmek gerekti.12 Akçura’nın, Osmanlı milliyeti siyasetinin bitişini Almanya’nın Fransa’yı yenmesine bağlamasının sebebi, 1871’in aynı zaman- DÎVÂN 2006/2 39 ‹mparatorluktan Ulus Devlete Geçiflte Akçura, Gökalp ve Mustafa Kemal’in Yeni Siyaset Aray›fllar› 10 Akçuraoğlu Yusuf “Üç Tarz-ı Siyaset I”, Türk Gazetesi, no. 24, 25 Mart 1320, s. 1. 11 Akçuraoğlu Yusuf, a.g.m., s. 1. 12 Akçuraoğlu Yusuf, a.g.m., s. 1. da Almanların temsil ettiği milliyetlerin esasının ırk olduğu iddiasının, Fransızların temsil ettiği kozmopolitlik fikrine galebe gelmesiydi. Akçura’ya göre, Osmanlı milliyeti siyasetinin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine, daha önce Osmanlılık siyaseti içerisinde yer alan Genç Osmanlılar grubunun bir kısmının öncülüğünü yaptığı Avrupalıların Panislamizm dedikleri İslamiyet politikası (=İttihâd-ı İslam) gündeme geldi.13 Akçura’ya göre, daha önce şarkta iken, okudukları birtakım garplı fikirlerin etkisinde kalarak, soy ve dinin ehemmiyetini yeterince idrak edemeyen ve “Osmanlılık” nidasıyla yola koyulan Genç Osmanlılar’ın, Avrupa’ya gidip garplı fikirleri yakından tanımaları duruş noktası olarak “İslamiyet”i esas almalarına yol açtı.14 Akçura, Genç Osmanlılar’ın “diyar-ı ecnebiyyede” iken memleketlerini daha kavrayışlı bir nazarla görmeye başladıklarını, din ve ırkın giderek şark siyaseti için önemli olduğunu ve en önemlisi Osmanlı milleti fikrinin beyhudeliğini anlamaya başladıklarını iddia etmektedir.15 Osmanlılar, Abdülaziz’in son devirlerinden başlamak üzere ama esas itibariyle II. Abdülhamid döneminde İslam unsurlarına sarıldılar. Böylelikle bu politika, bir yandan Osmanlı ülkesi sakinleri arasında müslim ve gayrimüslim şeklinde ayrışma ve farklılaşmaları davet edecek, ama diğer yandan ise büyük bir beraberlik ve birliğe sebep olacak ve bütün Müslümanları birleştirecekti. İttihad-ı İslam politikası ile öteden beri halkın bilincinde yer alan “din ve millet birdir” kaidesi yeniden uyandırıldı. Aynı zamanda bu, diplomaside de bir güç olarak kullanılmaya başlandı.16 Akçura’ya göre, bütün bu siyasî doktrin ile Osmanlı Devleti Tanzimat’la birlikte terk etmek istediği “devlet-i diniyye” (Etat théocratique) şekline yeniden dönüyordu. Bu da, daha önce öngörülen bütün serbestlik ve eşitlik iddialarından vazgeçmek anlamına gelmekteydi.17 Akçura, nihayetinde bu İslamlık politikasının, Avrupavarî bir meşrutî hükümete veda etmenin, zaten öteden beri devletin tebaası arasında var olan ihtilaf, nefret ve zıddiyetin artmasına, sonuçta da ayaklanmaların çoğalmasına, Avrupa’da Türklüğe düşmanlığın şiddetlenmesine katlanmayı gerektireceğini iddia etmekte ve eklemektedir: “Filhakika öyle de oldu.”18 Akçura’nın ortaya koyduğu ve tartıştığı, Osmanlı Devleti’ne yeniden kuvvet kazandırma iddiasındaki, Batı etkisinde gelişen siyaset biçimleDÎVÂN 2006/2 40 Faruk DEN‹Z 13 Akçuraoğlu Yusuf, a.g.m., s. 1. 14 Akçuraoğlu Yusuf, a.g.m., s. 1. 15 Akçuraoğlu Yusuf, a.g.m., s. 1. 16 Akçuraoğlu Yusuf, a.g.m., s. 1. 17 Akçuraoğlu Yusuf, a.g.m., s. 1. 18 Akçuraoğlu Yusuf, a.g.m., s. 1. rinin üçüncüsü Türklük’tür (=Tevhid-i Etrâk). Akçura, “ırk üzerine müstenid bir Türk milliyet-i siyasiyyesi husule getirmek fikri”nin ne Osmanlı Devleti’nde, ne de daha önceki Türk devletlerinin hiçbirinde mevcut olmadığını ve bu fikrin siyasî değil, “pek yeni” ve “ilmî” olduğunu ifade eder. Bu fikir daha çok ilmî mahfellerde tartışılmakta ve dile gelmektedir. Akçura’ya göre bu “yeni mahfel”in teşekkülünde, Osmanlı-Almanya ilişkilerinin artışının, Almanların tarih ve lisan bilimleri hakkındaki araştırmalarının Türk gençlerince biliniyor oluşunun önemlice bir etkisi olmuştur.19 Akçura, “ırka müstenid bir milliyet-i siyasiyye icadı fikri”nin “henüz pek turfanda”, ve her ne kadar Kafkasya’da bu fikrin izlerine rastlansa da yine de “pek az şâyi” olduğunu iddia eder.20 Akçura, makalenin ikinci kısmında bu üç siyasetten hangisinin kime ve neye yararlı olacağını ve ne kadar “kabil-i tatbik” olduğunu araştırmaktadır. Akçura’ya göre, tutulacak siyasî yol bütün insaniyetin menfaatine hizmet etmelidir. Bu da öncelikle o yolu tarif, sonra nasıl faydalanılacağı hususunu ispat ve en son olarak da sözü geçen üç yolun gelecek şartlara sahip yol veya yollarla ayniyetini göstermekle mümkündür.21 Akçura, bu üç usul tasavvur edilmeden, takip edilen üç siyaset yolundan hangisinin Osmanlı, Müslüman veya Türklere uygulanmasıyla bütün insanlığın faydasına olunacağının ispatına kalkışıldığında bir yöntem yanlışlığına düşüleceğini öne sürmektedir. Meselenin biraz daha sınırlanması gerektiği tespitinden hareketle Akçura, “Muayyen bir cemiyetin menâfii neden ibaretdir?” sorusunu cevaplamadan hangi yolun, hangi cemiyete faydalı olunacağının halledilemeyeceği ifadesi,22 temelde yönteme ilişkin bir sorudur. Akçura’nın bir cemiyetin faydasının neden ibaret olduğu sorusunun ilm-i siyasetin konusu olduğu vurgusu, Aristo’nun Politika’nın üçüncü bölümünde siyasî iktidarın kimin yararına kullanılması ve nasıl olması gerektiği tartışmasını hatırlatmaktadır.23 Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset’teki en temelde “fayda” merkezli tartışması, “faydanın kime ve nasıl dağıtılaDÎVÂN 2006/2 41 ‹mparatorluktan Ulus Devlete Geçiflte Akçura, Gökalp ve Mustafa Kemal’in Yeni Siyaset Aray›fllar› 19 Akçuraoğlu Yusuf, a.g.m., s. 2. 20 Akçuraoğlu Yusuf, a.g.m., s. 2. 21 Akçuraoğlu Yusuf, “Üç Tarz-ı Siyaset”, Türk Gazetesi, no. 26, 15 Nisan 1320, s. 1. 22 Akçuraoğlu Yusuf, a.g.m., s. 1. 23 Aristoteles, Politika, çev. Mete Tunçay, 4. bsk., Remzi Kitabevi, İstanbul 1993, s. 69-108. Ayrıca bu konunun siyaset bilimi açısından bir incelemesi için bkz. Cemil Oktay, Siyaset Bilimi İncelemeleri, Alfa Yayınları, İstanbul 2003, s. 57-65. cağı” sorusunu bir yöntem olarak geliştirmeyi zorunlu kılmakta ve “güç” ile de büyük ölçüde bu yöntemin nasıl olması gerektiğini ortaya koymaktadır: “(…) her cemiyet kendi menâfiini istihsal ümidiyle bilfiil tahavvül-i dâimî hâlindedir. (…) Bu tahavvül-i dâimî esnasında menfaat diye fiile getirilen şey hayatdır. Hayat ise kuvvetle daim olduğundan, hayatın varlığı kuvvetin vücudunu icab eder. Demek oluyor ki, her cemiyet menfaatini hayatda, yani iktisâb ve tezyîd-i kuvvetde buluyor. Bu cihetle, cemiyetler arasında, kâinatın varlık peşinde koşan bütün anâsırı arasında, olduğu gibi bir cidal-i dâimî görülüyor.”24 Burada öne çıkan şey, Akçura’da erken teşekkül eden nahif bir Marksist etki ve şimdilerde sosyal tarih denen metodun devreye girmesidir. Akçura’nın özellikle “kendi menâfiini istihsal” ve “cidal-i dâim”” vurguları bundan kaynaklanmaktadır. Ayrıca Akçura’nın bu tanımlamalarında üç etki belirgin olarak öne çıkmaktadır. Birincisi; yaşamak için mücadele edilmesi gerektiği teması Darwin’in, var olma mücadelesi temasının tarih ve toplum alanında da geçerli olması gerektiği iddiası da Spencer ve Taine’in etkilerini ortaya koymaktadır.25 İkincisi, yukarıdaki alıntıdaki görüşler, Politika’nın üçüncü bölümünde yer alan, siyasal iktidar, fayda, ortak iyi, erdem ve güç kavramlarını hatırlatmaktadır. Üçüncüsü, Akçura’nın bu bağlamda Üç Tarz-ı Siyaset’te yaptığı tartışmalar, 18. ve 19. yüzyıllarda Aristo’nun bu düşüncelerini yorumlayıp yeni bir siyaset anlayışı ortaya çıkaran J. Bentham, J. S. Mill gibi faydacılar üzerinde yürümektedir. Daha sonra yayınlanan Muasır Avrupa’da Siyasî ve İçtimaî Fikirler ve Fikrî Cereyanlar isimli kitabında Yusuf Akçura’nın, Mill, J. M. Keynes ve özellikle Bentham’a ilişkin aktarım ve yorumlarının,26 Üç Tarz-ı Siyaset’teki faydacılık merkezli tartışmalara benzerliği ve yakınlığı, klasik faydacı ekolün Akçura üzerindeki derin etkilerini göstermektedir. Akçura’nın faydacılık tartışmasının izleri Mill üzerinde takip edildiğinde, temel bazı farklılıklar ile birlikte ilgi çekici benzerlikler de ortaya çıkmaktadır. Mill’e göre, her devirde öyle bir devlete doğru gidilecektir ki, orada başka biriyle devamlı yaşamak mümkün olmayacaktır. O vakit milletler, başka milletlerin zıt menfaatlerini hesaba katmadan yaşayan bir devletin tasarlanamayacağını görecekler, başkalarına karşı zararlı hareketlerde bulunmaktan DÎVÂN 2006/2 42 Faruk DEN‹Z 24 Akçuraoğlu Yusuf, “Üç Tarz-ı Siyaset”, Türk Gazetesi, no. 26, 15 Nisan 1320, s. 1. 25 Georgeon, a.g.e., s. 31. 26 Akçuraoğlu Yusuf, Muasır Avrupa’da Siyasî ve İçtimaî Fikirler ve Fikrî Cereyanlar, İstanbul 1339, s. 39-41. zorunlu olarak kaçınacaklardır. Yalnız kendi emniyetlerini sağlamak için bile olsa bu fena hareketleri protesto edeceklerdir. Kişi amacına değil, toplum amacına yönelik çalışmalarda işbirliğine alışacaklar, bu işbirliği sırasında kendi amaçlarının diğer milletlerin amaçlarıyla aynı olduğu duygusunu edineceklerdir. Dolayısıyla toplum bağlarının bu şekilde artması, insanı genel iyilik ile kendi iyilik duygusu arasında bir birlik bağı kurmaya götürecektir. Bu da doğal olarak, ötekini düşünme yolunu açacaktır. Dolayısıyla, kişi için insanların hayrını gözetmek, kendi sağlık şartlarını ve en önemlisi kendi varlığını düşünmek kadar zorunlu bir hal alacaktır. İnsan zihninin bu ileri halinde hiçbir çatışmaya, eşitsizliğe yer olmayacaktır; birinin menfaati diğerinin menfaati olacaktır..27 Mill’in faydacılığı, basit, pragmatik bir yarar ameliyesinin ötesinde, birey-toplum-devlet-Tanrı muvacehesinde ortaya çıkan ilişkiler yumağını, hak ve vazife bağlamında çözme çabasıdır. Mill’in bu çabası fazlasıyla iyimser ve hayalîdir. Akçura’nın faydacılık tartışması birey-toplum-devlet ilişkisini ihtiva etmektedir. Akçura’nın çabası, hayalî unsurlar barındırmakla birlikte daha realist ve pragmatiktir. Bu nedenle, Akçura’nın gücü merkeze alarak yaptığı faydacılık tartışması, büyük iddialardan vazgeçildiğinin önemli bir işareti olarak da okunabilir. Akçura, Mill’in idealist tasavvuruna yakın fikirler serdetmekle birlikte, gerçekte bunu uygulamanın mümkün olmadığını düşünmektedir. Mill’in “Her adalet olayı aynı zamanda bir fayda halidir” ifadesi adalet ile faydacılık arasındaki zor ve çetrefilli ilişkinin incelikli yönüne işaret etmektedir. Dikkat çeken önemli bir şey de, Mill adalet ile faydacılık arasında keyfiyete ilişkin bir tartışma yürütürken, Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset tartışmasında hiçbir şekilde adaletten bahsetmemesidir. Akçura’nın bu tartışmalara adalet ve erdemi dahil etmemesi, öngörülen modelin mekanikliğini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla bu model, sonraki dönemlerde uygulanacak olan toplumsal mühendislik projelerinin de habercisidir. Yusuf Akçura Üç Tarz-ı Siyaset’te Osmanlı unsurlarının hangi siyaseti tercih veya takip ederlerse ortak (siyasî) faydaya ulaşabileceklerini soruşturmaktadır. Akçura, ortak bir faydaya ulaşılıp ulaşılamayacağını tartışıyorsa da, bu hususta esasında çok da ümitli değildir. Ona göre, “Hangi cemiyetin menfaatine çalışmalıyız?” sorusunun mantıklı bir cevabı olamaz. Dolayısıyla, Türkler veya Müslümanların faydasına çalışılıyorsa, Slavlar veya Ortodokslar için neden olmasın? Akçura’ya DÎVÂN 2006/2 43 ‹mparatorluktan Ulus Devlete Geçiflte Akçura, Gökalp ve Mustafa Kemal’in Yeni Siyaset Aray›fllar› 27 J. S. Mill, Faydacılık, çev. Şahap Nazmi Coşkunlar, MEB, Ankara 1946, s. 56-57. göre, bütün mesele bir cemiyetin faydasına olan şeyin, başka bir cemiyetin zararı ile kaim olmasıdır.28 Yusuf Akçura, Osmanlılık siyasetinin takip edilmesi durumunda kimlerin faydalı çıkacağını ele almaktadır. Osmanlı Devleti’nin menfaati bütün Müslümanların ve Türklerin menfaatine aykırı değildir, ama bu siyaseti, Müslümanlar ve özellikle Osmanlı Türkleri istemiyordu. Çünkü altı yüz yıllık hakimiyetleri hukuken bitecekti ve bunca yıldır hükümleri altında görmeye alıştıkları reaya ile eşit dereceye inmek istemiyorlardı. Osmanlılık siyaseti, gayrimüslimlerin lehine gibi görünüyorsa da aslında onlar da bunu istemiyordu. Gayrimüslim tebaa son zamanlarda çokça ilerlemeler kaydetmişti ve artık vazgeçemeyecekleri bir mazileri, istiklalleri ve hükümetleri vardı. Dolayısıyla, Osmanlılık siyaseti, İslam, Türk ve gayrimüslim unsurlar için faydalar sağlamakla birlikte, esas itibariyle Osmanlı Devleti’ne yarıyordu.29 Tablo 1 Üç Tarz-ı Siyaset’e göre, tercih edilecek siyaset yolu ve bu yolun ortaya çıkaracağı fayda dağılımı. Akçura, İslam’ın menfaatinin, Osmanlı Devleti’nin ve Türklüğün menfaatine tamamen uymadığını iddia etmektedir. Ona göre, İslam’ın kuvvet kazanması demek, Osmanlı tebaasından bir kısmının, gayrimüslimlerin, kaybına ve bu nedenle de Osmanlı Devlet’inin mevcut bir parçasının yok olması anlamına gelmektedir. Aynı şekilde bu yaklaşım, DÎVÂN 2006/2 44 Faruk DEN‹Z 28 Akçuraoğlu Yusuf, “Üç Tarz-ı Siyaset”, Türk Gazetesi, no. 26, 15 Nisan 1320, s. 1. 29 Akçuraoğlu Yusuf, a.g.m., s. 1-2. Türklüğün de Müslüman olan ve olmayan şeklinde dinî anlaşmazlıkla bölünmesine ve bu nedenle kuvvetsizleşmesine sebep olacaktır.30 Akçura’ya göre, Türklüğün menfaati, ne Osmanlı Devleti’nin ne de İslam’ın menfaati ile uygunluk içindedir. Zira Türklük de, İslam toplumunun Türk olan ve olmayan şeklinde bölünmesine ve bunun sonucunda da Osmanlı bünyesinde yer alan Müslümanlar arasına nifak sokulmasına, Osmanlı Devleti’nin kuvvetsizleşmesine yol açacaktır.31 Ayrıca tabloda yer aldığı şekliyle dış devletlerin, özellikle Rusya, İngiltere ve Fransa’nın tutumları da Üç Tarz-ı Siyaset’in uygulanıp uygulanamayacağı noktasında belirleyici olmuştur. Dolayısıyla tablodaki notlama her zaman için bu devletlerin, o siyasî yoldan ne kadar faydalanacağını göstermemekte; çoğu kere kendi aralarındaki güçler dengesine veya çatışmasına bağlı olarak o siyasî yolu kendi çıkarlarına ne kadar uygun gördüklerine işaret etmektedir. Fakat dikkat çeken şey, İslamlık politikasının üç devletin; üç siyasetin ise Rusya’nın işine gelmemesidir. Yine Almanya’nın bu tartışmalarda sözkonusu edilmemesi dikkat çekmektedir. Bunun sebebi ise, Akçura’nın, daha sonra kimi yazılarında görüldüğü üzere, Almanya’ya karşı duyduğu yakınlık hisleri olmalıdır. II. Abdülhamid’in Almanlarla kurduğu ve geliştirdiği ittifak da bir diğer sebep olarak öne sürülebilir. Akçura’nın, Üç Tarzı Siyaset’ten hangisinin Osmanlı ülkelerine “kabil-i tatbik” olduğu sorusu, bu üç siyasetin birbirlerine göre kapsayıcılıklarının ne şekilde olduğunu ortaya koymamıza yardımcı olacaktır. Akçura’nın makalenin son bölümündeki tartışmalarından hareketle, Üç Tarz-ı Siyaset’in aralarındaki kapsayıcılık ilişkisinin i) Coğrafî etki, ii) Barındırdığı unsur, iii) Nüfuz ve etki, iv) Kurumsallaşma düzeyi gibi dört değişkenle analiz edilmesi gerektiği söylenebilir. İslamlık siyaseti gerek Türklük ve gerekse Osmanlılık siyasetlerinden daha geniş coğrafî bir alana ulaşabilmektedir. Dolayısıyla İslamlık Türklüğü, Türklük de Osmanlılığı kapsamaktadır. İçinde daha fazla din, ırk ve kültür gibi unsurları barındırması nedeniyle Osmanlılık, İslamlık ve Türklüğe nispetle daha geniş bir dairede yer almaktadır. Farklı unsurların olmadığı homojen toplumların, bölünme ve kuvvetsizleşme riski daha az olur ve bu nedenle yürüttükleri siyasetlerin nüfuz ve etkileri daha yüksektir. Bu anlamda, Türklük, İslamlık ve Osmanlılığı kapsar. İslam’ın pür hayat ve pür hissiyat anlayışı ve büyük ölçüde hukuk anlayışının belirleyiciliğinden kaynaklanan teşDÎVÂN 2006/2 45 ‹mparatorluktan Ulus Devlete Geçiflte Akçura, Gökalp ve Mustafa Kemal’in Yeni Siyaset Aray›fllar› 30 Akçuraoğlu Yusuf, a.g.m., s. 1. 31 Akçuraoğlu Yusuf, a.g.m., s. 1. kilatçılığı onu Türklüğe ve bu arada Osmanlılığa nispetle bir “ittihad”ı meydana getirebilecek madde ve hazırlık bakımından daha güçlü kılmaktadır. Tablo 2 Üç Tarz-ı Siyaset’in farklı değişkenlere göre birbirini kapsama şekli. Akçura’ya göre, Osmanlılık siyaseti ve İslamlılık ittihadı tecrübe edildi ve başarısızlıkla sonuçlandı. Henüz pek turfanda olan ve çocukluk devresini yaşayan Türklüğün Osmanlı Devleti için faydalı olup olamayacağı ise şu anda bilinemez. Akçura’nın, Türk siyasî hayatı içinde yer alan ideolojik yönelimleri tasnif edip adlandırması her ne kadar önemli bir açılım ve kolaylık sağlamışsa da bu kadar farklı yöntem ve değişken kullanmak ihtiyacı hissetmesi, Osmanlı-Türkiye siyasî Batılılaşmasının son derece karmaşık ve paradoksal bir yapıya sahip olduğunu göstermektedir. Akçura’nın hangi cemiyete mensup olunursa olunsun, son kertede Osmanlı Devleti’nin faydasının düşünülmesi gerektiği ifadesi “ortak fayda” işareti olarak ele alınabilir. Akçura’nın aşağıdaki önemli tespitleri; hem Türklüğe ilişkin büyük umutlarının felsefî ve sosyolojik temelini ortaya koymakta, hem de Türkiye’deki Batılılaşmanın düşünsel ve siyasal yönelimini haber vermektedir. “Zamanımız tarihinde görülen cereyan-ı umumî ırklardadır. Edyân edyân olmak haysiyetiyle (en tant que) gittikçe siyasî ehemmiyetlerini, kuvvetlerini zayi ediyor. İçtimaî olmaktan ziyade şahsîleşiyor, cemiyetlerde serbestî-i vicdan, vahdet-i edyân yerine kaim oluyor; edyân ceDÎVÂN 2006/2 46 Faruk DEN‹Z miyetlerin munâzım-ı umûru olmakdan feragâtle kalblerin hâdî ve mürşidliğini deruhte ediyor, ancak hâlik ile mahlûk arasındaki rabıtayı vicdaniyye hâline geçiyor. Binâberîn edyân ancak ırklarla birleşerek, ırklara muâvin hatta hâdim olarak, ehemmiyet-i siyasiyye ve içtimaiyyesini muhafaza edebiliyor.”32 Fakat burada din ile ırk arasında kalmış, mütereddit bir Akçuraoğlu Yusuf karşımıza çıkmaktadır. Akçura’nın bu tereddüdü hep var olacaktır. Buradaki temel mesele, günlük hayatında son derece mütedeyyin olan –ki ömrünün sonuna kadar bunu devam ettirecektir-33 ama öte taraftan yerinden yurdundan edilmiş bir “göçmen”in güvenlik ve varlık sebebi olarak gördüğü devlet/siyasal iktidarı elden kaçırma korkusudur. B. Ziya Gökalp ve Üç Cereyan Ziya Gökalp, 1328-1330 tarihleri arasında Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak üst başlığı altında Türk Yurdu dergisinde bir dizi makale yayınladı. Daha sonra küçük ekleme ve çıkarmalarla bu yazıları 1918’de Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak ismiyle kitaplaştırdı.34 Bu kitapta daha önce Türk Yurdu’da yer almayan bazı yazılar da yer alıyor. Gökalp, daha önce Türk Yurdu’nda Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak üst başlığı altında yayınladığı ilk makalede kullanmadığı Üç Cereyan ifadesini, kitabın ilk makalesinin başlığı olarak kullanmaktadır. Gökalp’in Üç Cereyan olarak ifade ettiği Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak tanımlaması, Ali Suavi’de dağınık olarak bulunan, fakat Hüseyinzade Ali’nin 1905 yılında Tiflis’te çıkan Hayat gazetesinde yazdığı ve formüle ettiği görüşlerinden hareketle yapılmıştı. Ülken’in dikkat çektiği üzere, Gökalp’in bu iki ismi özellikle de Hüseyinzade Ali’yi bu konuları yazarken zikretmemesi ilginçtir.35 Üç Cereyan aynı DÎVÂN 2006/2 47 ‹mparatorluktan Ulus Devlete Geçiflte Akçura, Gökalp ve Mustafa Kemal’in Yeni Siyaset Aray›fllar› 32 Akçuraoğlu Yusuf, “Üç Tarz-ı Siyaset”, Türk Gazetesi, no. 27, 22 Nisan 1320, s. 1. 33 Bu konuda Akçura’nın en yakın arkadaşı ve sonradan bacanağı olan Ahmet Ferid Tek’in kızı Emel Esin’in hatıraları için bkz. Emel Esin, “Yusuf Akçura Hakkında Bilinmeyen Kaynaklar ve F. Georgeon’un Araştırması”, Türk Kültürü, sy. 200-202 (Haziran-Temmuz 1979), s. 428-437. 34 Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak, Yeni Mecmua, İstanbul, 1918. Ayrıca latinizesi için bkz. Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, haz. İbrahim Kutluk, Kültür Bakanlığı, Ankara 1976. 35 Hilmi Ziya Ülken, Türkiyede Çağdaş Düşünce Tarihi, c. II, Konya Selçuk Yayınları, İstanbul 1966, s. 426-7. zamanda Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset’inin de yeniden okunmasını içermektedir. Akçura, Osmanlılık, İslamlık ve Türklük siyasetlerinin “garbdan feyiz” alarak şekillendiğini iddia etmişti. Osmanlılık siyasetinin beyhude, İslamlık ittihadının başarısız olduğunu, Türklük siyasetinin ise bundan sonra siyasetin ırklar üzerinden şekilleneceği öngörüsünden hareketle yeni dönemde daha belirleyici olacağını işaret ediyordu. Gökalp de Akçura’nın işaret ettiği iki şeyi, Batıcılık ve Türklüğü, daha belirgin olarak öne çıkarmakta ve “dine müstenid olan beynelmileliyetler yerine ilme müstenid hakiki bir beynelmileliyet”in36 kaim olacağı öngörüsünde bulunmaktadır. Gökalp bir başka yazısında, Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak üçlemesinin yerine, milletçilik, ümmetçilik ve asırcılık üçlemesini kullanmakta ve bunları “içtimaî vicdanın üç bu‘du” olarak nitelemektedir.37 Gökalp bu önermenin doğruluğunu içtimaî vicdanın bir yansıması olan lisanda arayacağını ifade etmektedir. Gökalp’in son kertede vardığı kanaat, lisanımızı mana itibariyle muasırlaştırmak, ıstılah cihetiyle İslamlaştırmak, sarf, nahiv ve imla hususlarında ise Türkleştirmek gerektiğidir.38 Buna göre yeni mefhumlar asrın, ıstılahlar ümmetin, lügatler ise milletin nâtıkası olacaktır.39 Gökalp’e göre, Üç Cereyan’ın tarihi incelendiğinde görüleceği üzere, mütefekkirlerimiz ilkin Muasırlaşmak ihtiyacı hissetti: III. Selim ile başlayan bu temayüle 1908 inkılabından sonra önce İslamlaşmak, son olarak da Türkleşmek emeli iltihak etti. Gökalp, her üç cereyanın da hakikî ihtiyaçlardan doğduğunu; İslamcıların Sırat-ı Müstakîm-Sebillürreşâd; Türkçülerin ise Türk Yurdu dergilerinde fikirlerini ifade ettiklerini, muasırlaşmak (modernization) fikrinin aydınlarca “aslî bir akide hükmünde” algılandığını bu nedenle de başka bir yayına ihtiyaç DÎVÂN 2006/2 48 Faruk DEN‹Z 36 Gökalp, a.g.e., s. 10. Bu tespit Türk Yurdu’ndaki makalede yer almamaktadır; bkz. Gökalp, “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak I”, Türk Yurdu, 2/III, sy. 11 (Mart 1328), s. 337. 37 Gökalp, a.g.e., s. 10. Türk Yurdu’ndaki makalede bu tanımlama milliyet, beynelmileliyet, asriyet şeklinde geçmektedir. Bkz. Gökalp, “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak II”, Türk Yurdu, 2/III, sy. 12 (21 Mart 1329), s. 367. 38 Gökalp, “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak II”, Türk Yurdu, s. 369. 39 Gökalp, a.g.e., s. 13. Türk Yurdu’ndaki makalede bu ifade şu şekildedir: “yeni mefhumlar asriyetin, ıstılahlar beynelmileliyetin, lügatler milliyetin natıkasıdır.” Bkz. Gökalp, “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak II”, s. 370. duymadıklarını, zaten her derginin az çok bu fikri savunduğunu belirtmektedir.40 Gökalp daha sonra yazdığı bir yazıda, fikrî cereyanlar ile hakikî ihtiyaçlar arasındaki ilişkiden ne anlaşılması gerektiğini tartışmaktadır. Gökalp’e göre, tabiiyyatçıların eskiden şe’niyeti (realite) tarassut ve tecrübe altına almaya gerek görmeyip buna karşın eşyayı anlamak için aklî mebdeleri bilmeleri ve çıkarımlarla bunların mantıkî neticelerini çıkarmaları kâfiydi.41 Bugün memleketimizde maddî ve tabiî ilimlerle iştigal edenler, yalnız tarassut ve tecrübeye ehemmiyet verdiklerinden ve mefhumları realiteden çıkarmaya çalıştıklarından “mefhum-ı usûlî” de kendine yer bulamamış olmaktadır. Halbuki ona göre, içtimaiyata dair yazanlar realiteyi mefhumlardan çıkarmalıdır.42 Gökalp matbuatta tartışılan Türkçülük, İslamcılık ve Osmanlıcılık mefhumlarını bu çerçevede ele almaktadır. Ona göre, “bu mefhumlar içtimaî mevcudiyetlerin timsalleri haline girmedikçe, kıymetlerini içtimaî şe’niyetten almadıkça, hiçbir manayı haiz olamazlar.”43 Sosyal realiteye bakıldığı vakit, bir İslam ümmeti, bir Osmanlı Devleti, bir Türk milleti, bir Arap milleti olduğu görülecektir. Dolayısıyla bu mefhumlar kıymetlerini sosyal gerçeklikten almaktadırlar. Ümmet kelimesi bir dinle mütedeyyin olan, devlet kelimesi bir hükümetin idaresi altında bulunan ve millet kelimesi bir lisanla tekellüm eden fertlerin tamamının bir ıstılah olarak ifade edilmesidir. Bu ıstılahı kabul edenler için yukarıdaki hüküm realiteye mutabıktır. İslamcıların millet, Osmanlıcıların devlet, Türkçülerin ise ümmet, millet, devlet kelimelerine yönelik itirazları; mananın realiteye mutabık olmaması ile ilgili değil, kelimenin bu manalarda ıstılah olarak kabul edilmesinedir.44 Gökalp’in eleştirdiği bu şey esas itibariyle, 19. yüzyıl ikinci yarısından itibaren Osmanlı düşünce dünyasındaki millet-kavim-cins-ümmet kavramlarında meydana gelen anlam değişmesini göstermektedir. DÎVÂN 2006/2 49 ‹mparatorluktan Ulus Devlete Geçiflte Akçura, Gökalp ve Mustafa Kemal’in Yeni Siyaset Aray›fllar› 40 Gökalp, “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak I”, s. 331. Gökalp’in, Abdullah Cevdet’in 1904’ten beri yayınladığı İctihad dergisini zikretmemesi dikkat çekiyor. Peyami Safa’ya göre bunun sebebi, o aralar Gökalp ile Abdullah Cevdet’in arasının açık olmasıydı. Bu konuda bkz. Peyami Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar, 2. bsk. , Ötüken Yayınları, İstanbul 1993, s. 28. 41 Gökalp, “Millet ve Vatan”, Türk Yurdu, 3/VI, sy. 6 (15 Mayıs 1330), s. 2179. (Yalnız bu makalede “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak ” üst başlığı yer almamaktadır.) 42 Gökalp, a.g.m., s. 2179. 43 Gökalp, a.g.m., s. 2180. 44 Gökalp, a.g.m., s. 2180-1. Gerçekte, millet din-mezhep; kavim kabile-kan bağı-mahallî kültür; cins ise ırk anlamında kullanılmaktaydı.45 Millet kavramı giderek nation anlamında “kavm”e dönüşecek, ümmet ise (eski) millet kavramının yerini alacaktı. Nitekim Akçura’nın ırk olarak ifade ettiği olguyu, Gökalp millet olarak ifade etmektedir. Gökalp bunu ıstılahlarda meydana gelen normal bir anlam değişimi olarak ele almaktadır. Kara’ya göre ise bu dönüşüm ve anlam kayması, İslam dünyasındaki milliyetçilik hareketlerinin, dinin ve kültürel kodların meşrulaştırıcı gücünü siyaseten kullanma ısrarından kaynaklanmaktadır.46 Gökalp’in, Türkleşmek ile İslamlaşmak mefkûreleri arasında bir zıtlık olmadığı üstelik bu iki mefkûre ile muasırlaşmak ihtiyacı arasında da bir çatışma olmadığı yönündeki ısrarı,47 bir taraftan Kara’nın yukarıdaki tespitleriyle; diğer taraftan ise müellifin içinden geldiği ve beslendiği çevrenin sosyal ve fikrî kökenlerinin çok da dışına çıkamaması ile ilgilidir. Gökalp dinin belirleyici rolünün farkındadır ve bundan dolayı da İslamlaşma ile Türkleşmeyi karşı karşıya getirmeme çabası içindedir. Dolayısıyla bu, Gökalp’i Türkçüler eliyle “muâsır bir İslam Türklüğü”48 ibda‘ etmek gerektiği fikrine götürecektir. Bu görüş son tahlilde eklektiktir ve Gökalp’in Tanzimat kozmopolitliğine yönelik eleştirileri bunun için de serdedilebilir. Türkçülüğün Esasları ile mukayese edildiğinde “Üç Cereyan” makalesinde Gökalp’in aile ve sosyal çevresinden edindiği dinî hayatın belirgin etkileri daha açık gözükmektedir. Gökalp’in burada zikrettiği görüşlerin benzerleri, Birinci Meclis’te Mustafa Kemal Paşa ve diğer mebusların konuşmalarında çokça karşılaşılan bir vurgudur: “Balkan muharebesi Avrupa vicdanının Hıristiyan vicdanından başka bir şey olmadığını gösterdi. Türklerin de vicdanları tahlil olunursa görülür ki bir Türk, kızını bir Arab’a, bir Arnavud’a, bir Kürd’e, bir Çerkes’e tezvîc edebilir, fakat katiyen bir Finvaya, bir Hıristiyan Macar’a tezvic edemez, bir Beduhi (Buddiste) Moğol’un, bir Şamanî Tunguz’un kızını da İslam yapmadan almaz. Trablusgarb, Balkan muharebeleri esnasında Türkler’in felaketine iştirak edenler Macarlar, Moğollar, Mançurlar olmadı; bilakis Çin’in, Hind’in, Cava’nın, Sudan’ın ismini bilmediğimiz Müslim kavimleri matemimize ortak oldular, maneDÎVÂN 2006/2 50 Faruk DEN‹Z 45 İsmail Kara, Din ile Modernleşme Arasında: Çağdaş Türk Düşüncesinin Meseleleri, Dergah Yayınları, İstanbul 2003, s. 15. 46 Kara, a.g.e., s. 16. 47 Gökalp, “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak I”, s. 336. 48 Gökalp, a.g.m., s. 337. vî yardımlarını esirgemediler. Bundan dolayıdır ki Türkler ırkca ‘UralAltay’ şubesine mensub olmakla beraber kendilerini İslam kavimlerinden addederler.”49 Gökalp, Tarde’dan hareketle, milliyet fikrinin (Türklük) gazete, beynelmileliyet fikrinin (İslamlık) ise kitap aracılığıyla doğduğunu ve yayıldığını; buna karşılık asriyyet fikrinin âlet/teknikle ortaya çıktığını vurgulamaktadır.50 19. yüzyıldan itibaren özellikle gazete ve dergi, toplumun farklılaşmasında ve ideolojilerin yaygınlaşmasında önemli bir işlev görmüştür. Böylece dergi ve gazete, iktidara yönelik sistemli eleştirilerin ve ideolojilerin düşünsel konumlanışlarının aracı hâline geldi. Gökalp’in milliyet fikri ile gazete arasında kurduğu ilişki, gazetenin milliyetçiliğin kitleselleşmesindeki önemli rolünü göstermektedir. Gökalp, Tarde’ın milliyet fikrinin gazete ile nasıl başladığı yönündeki iddiasını yine ondan hareketle izah etmektedir: Buna göre gazete, aynı lisanla konuşan insanları “âmme” halinde toplayarak onlara müşterek bir vicdan verir. Gazete şuursuz ve iradesiz olarak yaptığı bu tesirin dışında, okuyucularının iftihar ve hamiyet hislerini okşamaya ve netice olarak milli ananeleri ve övünçleri hatırlatacak sözler yazmaya mecburdur. Gökalp’e göre milliyet fikri bir kavimde uyandıktan sonra diğer kavimlere kolaylıkla sirayet eder. Milliyet mefkûresi (ideal) önce gayrimüslimlerde, sonra Arnavut ve Araplarda ve en son Türklerde görüldü.51 Gökalp için Türklerin en sona kalışı zihnî bir yanılgıdır ve aynı zamanda tarihî ve siyasî olarak durumu iyi görememektir. Gökalp her ne kadar mefkûrenin hayal ve emel anlamını aşan bir şey olduğunu öne sürse de, bu tam da Anderson’ın ifade ettiği anlamda,52 bir muhayyile olarak ulus kurma çabasıdır. Gökalp aynı zamanda bu muhayyileyi Gellner’den mülhem ifade etmek gerekirse53 bir üst kültüre dönüştürmeye çabalamaktadır. Gökalp’in aşağıdaki ifadeleri, bir yandan, Akçura’nın yeni dönemde en başat siyasetin ırklar üzerinde şekilleneceği vurgusunu teyit ederDÎVÂN 2006/2 51 ‹mparatorluktan Ulus Devlete Geçiflte Akçura, Gökalp ve Mustafa Kemal’in Yeni Siyaset Aray›fllar› 49 Gökalp, a.g.m., s. 335-6. Kitapta “ırkca” ifadesi “lisanca”, “kavimlerinden” ifadesi ise “milletlerinden” şeklinde geçmektedir; bkz. Gökalp, a.g.e., s. 8. 50 Gökalp, a.g.m., s. 334. 51 Gökalp, a.g.m., s. 331. 52 Benedict Anderson, Hayali Cemaatler, çev. İskender Savaşır, 2. bsk., Metis Yayınları, İstanbul 1995, s. 22. 53 Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk, çev. Büşra E. Behar, Günay G. Özdoğan, İnsan Yayınları, İstanbul 1992, s. 97. ken, öte yandan aslında Türkleşmenin zorunlu ve gerekli bir yol olduğunu iddia etmiş olmaktadır: “Dünyanın şarkı da, garbı da bize celî bir şekilde gösteriyor ki bu asır “milliyet” asrıdır; bu asrın vicdanları üzerinde en müessir kuvvet milliyet mefkûresidir. İçtimaî vicdanların idaresi ile mükellef olan bir devlet, bu mühim ictimâî âmili mevcud değil farz ederse vazifesini ifa edemez.”54 Gökalp’e göre, devlet adamlarında, parti ileri gelenlerinde bu his olmazsa, Osmanlılığı meydana getiren cemaat ve kavimleri psikolojik olarak idare edemezler. “Ben Türk değilim, Osmanlıyım” diyen Türkler, bunun ne anlama geldiğini I. Dünya Savaşı sonunda gayet acı bir şekilde öğrendiler. Gökalp’in “Milliyet hissinin hâkim olduğu bir memleketi ancak milliyet zevkini nefsinde duyanlar idare edebilirler”55 ifadesi 10 Kanunisani 1328’de Bab-ı Âli baskını ile iktidarı tamamen ele geçirecek olan İttihad ve Terakki’nin habercisidir. Gökalp, her yeni cereyanda olduğu gibi Türklükte de bazı gençlerin aşırılıklarının yanlış yorumlandığını, oysa Türklüğün “Kozmopolitliğe karşı İslamiyet ve Osmanlılığın hakikî istinad yeri”56 olduğunu ifade etmektedir. Gökalp, “Türklük yok, Osmanlılık var” ifadesini, “bir mefkûre için bir mevcûdeyi tehlikeye düşürmekten” çekinen Türk mütefekkirlerinin sezgisel ihtiyatı gereği olarak açıklamaktadır.57 Ona göre, muasırlaşmak cereyanına tâbi olanlar Tanzimat fikirlerini yaydıkları sırada farklı unsurlardan ve mezheplerden mürekkep olan vaki bir milletten iradî bir millet yapmanın mümkün olduğuna inanmışlardı. Tarihî bir manayı haiz kadim Osmanlı tabirine, milli renklerden tamamen arındırılarak yeni bir mana yakıştırıldı. Üstelik bu yeni manayı elim tecrübelerin gösterdiği üzere Tanzimatçı Türklerden başka kabul eden yoktu. Gökalp’in bu tespitleri ve hemen peşisıra ifade ettiği bu yeni mananın icadının yalnız faydasız olmakla kalmadığı, devlet ile unsurlar ve bilhassa Türkler hakkında gayet zararlı neticeler doğurduğu tespiti aynı zamanda Türk milliyetçiliğinin meşru gerekçesini oluşturmaktadır Osmanlı tabirinin yeni manasını bir icat olarak değerlendirmesi, yeni arayışları tahfif ettiğini de göstermektedir. Gökalp’in bu izahları günümüze değin süren Tanzimatçılara yönelik derin hıncın sebebini de izah DÎVÂN 2006/2 52 Faruk DEN‹Z 54 Gökalp, a.g.m., s. 332. 55 Gökalp, a.g.m., s. 332. 56 Gökalp, a.g.m., s. 334. Kitapta “istinad yeri” “istinatgâh” olarak değiştirilmiş; bkz. Gökalp, a.g.e., s. 7. 57 Gökalp, a.g.m., s. 332. etmektedir. Elim tecrübelerden hareketle Gökalp’in geç kalmışlık, yanılgı ve pişmanlık hisleri üzerine kurmaya çalıştığı milliyetçilik, insanların “neden böyle oluyor?/bütün bunlar neden başımıza geliyor?” sorusunun somut ve rasyonel cevabıydı artık. Bu Osmanlı zihin dünyasının sekülerleşmeye başladığının önemli göstergelerinden biridir. Çünkü “bütün bunlar neden başımıza geliyor?” sorusu kadim bir Osmanlı için belli sebeplerin farkında olmakla birlikte daha çok veya yalnızca mukadderatla açıklanabilir bir şeydi. Ne var ki, milliyetçilik bu sorunun cevabını Gökalp’de de görüldüğü üzere kendisi dışındaki unsurlarda aramaya başlamıştır. Türkiye’de zaman zaman yerleşik bir kültür olarak kendini dayatan tahammülsüz ve dışlayıcı dilin kökenleri burada aranmalıdır. Avrupa’da meydana gelen toplumsal değişim üzerine önemli çalışmaları ile bilinen Charles Tilly’e göre 1600’den itibaren Avrupa’da ortak dil, toprak ve köken mitosu dinden daha fazla ağırlık kazanmaya başlamıştır. 1789’tan itibaren Avrupalı yöneticiler ulus adına yurttaşlarından daha fazla talepte bulundular ve çıkarları açısından ulusa öncelik tanıması konusunda ısrar ettiler. En önemlisi de bütün devletlerin kendilerine bağlı toplulukları homojenleştirmeye ve ulusal bağlılıklarını harekete geçirmeye yönelik normatif endoktrinasyon programları benimsediler.58 Tilly, Luard’dan hareketle, 1789’dan sonraki 150 yıllık dönemde, devlet iktidarına güçlü bir biçimde el koyanların coğrafî açıdan yoğunlaşmış ezilen nüfuslar adına hareket etme iddiasında olduklarını ifade etmektedir.59 Tilly, milliyetçiliğin yükselişinin önemli sebeplerinden biri olarak yeni ekonomik sınıfları görmektedir. Dolayısıyla yeni ekonomik sınıflar ya da burjuvazi ulus devletin dayanaklarından biridir.60 Hatırlanacağı üzere, gerek Akçura ve gerekse Gökalp, milli bir burjuvazi ya da milli bir ekonomi ortaya çıkarılması gerektiğini ısrarla öne sürüyorlardı. Tilly’e göre, eskisine oranla daha fazla insan, malzeme ve kaynak sağlanmasını gerektiren savaşlar karşısında ulus devlet aktörleri, yönetimleri altındaki toplulukları homojenleştirip belli bağlantılara sokmayı daha avantajlı saymışlardı. Bu yönde adımlar attılar ve en önemlisi dinî kimliklere karşı kendi ulusal kimliklerini tanımlamada çıkarı olan kesimlerle ittifak kurdular. Böylelikle yukarıdan aşağıya doğru etkili olan standart bir dil, standart bir eğitim ve ortak bir kültürel miras yaratıldı ve bu daha önce devletin DÎVÂN 2006/2 53 ‹mparatorluktan Ulus Devlete Geçiflte Akçura, Gökalp ve Mustafa Kemal’in Yeni Siyaset Aray›fllar› 58 Charles Tilly, Avrupa’da Devrimler: 1492-1992, çev. Özden Arıkan, Afa Yayınları, İstanbul 1995, s. 77-8. 59 Tilly, a.g.e., s. 78. 60 Tilly, a.g.e., s. 78. ilgilenmediği birçok alana müdahale etme hakkını beraberinde getirdi.61 Tilly’nin ifade ettiklerinden, ulus devletin homojenleştirme politikası ile müdahale alanının genişlemesinin paralel seyrettiği gerçeği ortaya çıkmaktadır. Böylelikle, yedi iklimi tevarüs ettiğini iddia eden geleneksel Osmanlı idarî ve sosyal yapısı, yerini pekişen devlete bırakmış oluyordu. C. Mustafa Kemal ve Milli Siyaset Akçura ile başlayan, Gökalp ile devam eden ve nihayet Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu esnasındaki ve sonrasındaki gelişmeler ve tartışmalar, Türkiye’deki siyasî Batıcılığın izleği olarak kabul edilebilir. Mustafa Kemal Paşa’nın Nutuk’ta ifade ettiği görüşlerde, Akçura ile Gökalp’in fikirlerinin etkisi açıkça görülmektedir. Akçura’nın uzak ama mümkün bir hayal olarak işaret ettiği millet ve milliyetçilik olgusunu, Gökalp bir üst kültür olarak temellendirmiş, Mustafa Kemal ise, Gellner’den hareketle ifade etmek gerekirse, bu üst kültürü siyasal iktidar eliyle korumaya almıştır. Dolayısıyla milliyetçilik yeni ulus devletin güvenlik ve kimlik politikasını teşkil etmiştir. Mustafa Kemal Paşa, meclisin ilk açılışından itibaren, Türkiye’nin, Türk milletinin nasıl bir siyasî prensip takip etmesi gerektiğini belirlemeye çalıştığını ifade ederken, aslında eski siyasî tarzları beğenmediğini ilan etmektedir: “Malumdur, ki Osmanlılar devrinde, muhtelif meslek-i siyasîler takib olunmuştu ve olunuyordu. Ben, bu siyasî mesleklerin hiçbirinin, yeni Türkiye teşekkül-i siyasîsinin mesleki olamayacağına kani olmuştum. Bunu, Meclis’e anlatmaya çalıştım.”62 Mustafa Kemal Paşa, Türkiye’nin nasıl bir yol takip etmesi gerektiğini belirtmeden önce, Doğu ile Batı arasındaki ilişkilerin kısa bir analizini biraz da askerî mantığı ve dili kullanarak yapmaktadır. Ona göre, “akvâm-ı şarkiyyenin, akvâm-ı garbiyyeye taarruz ve hücumu, tarihin bellibaşlı bir safhası”nı oluşturmaktadır. Atilla, Araplar ve Osmanlı Devleti örneğinde Türkler tarihin belli başlı safhalarında “Avrupa içerisine girmişler, taarruzlar ve istilalar yapmışlardır.” Doğal olarak “her taarruza karşı, daima mukabil taarruz düşünmek lazımdır.” Mustafa Kemal’e göre, Garbın, Araplara mukabil taarruzu Endülüs’te acı ve şayan-ı ibret bir felakete yol açarken, Türklere yönelik taarruzu ise Osmanlı İmparatorluğu’nu “tarihin sinesine tevdi” etmesi ile sonuçlanDÎVÂN 2006/2 54 Faruk DEN‹Z 61 Tilly, a.g.e., s. 78. 62 Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, Türk Tayyare Cemiyeti, Birinci elli bin, Ankara 1927, s. 275. dı.63 İlginç olan, Mustafa Kemal’in bu analiz ve tespitlerinin hemen öncesinde yer alan cümlelerin, Akçura’da da gördüğümüz ve tartıştığımız üzere, Spencer, Taine ve Darwin’den derin izler taşıyor olması ve Doğu-Batı ilişkilerinin böyle bir teorik çerçeve üzerine bina edilmesidir: “Efendiler; bilirsiniz ki, hayat demek, mücadele, müsâdeme demektir. Hayatta muvaffakıyet, mutlaka mücadelede muvaffakıyetle mümkündür. Bu da manen ve maddeten kuvvete, kudrete istinad eder bir keyfiyetdir. Bir de; insanların, meşgul olduğu bütün mesâil, maruz kaldığı bilcümle mehâlik istihsâl ettiği muvaffakıyetler, maşerî, umumî bir mücadelenin dalgaları içinden tevellüt edegelmiştir.”64 Mustafa Kemal Paşa, Milli Mücadele döneminde meclis kürsüsünde yaptığı konuşmaların birinde yine kuvvet ile ilgili benzer görüşler serdetmektedir: “Zaif olan kavî olanın mutlaka mahkûmudur. İnsanlık, adalet, bütün prensipler, kaideler ikinci derecede kalır. Her şeyden evvel kuvvettir. Binaenaleyh bizim halâsımız için bize vuku bulacak muavenetler gâyelerimizi ihlal etmeyen, ki istiklâlin mahfuziyet için kendi kuvvetimize istinat ettiğimizi ispat etmektir.”65 Mustafa Kemal, kurucu siyasal bir aktör olarak, siyasal yapının “güç” ve “mücadele” ekseninde şekillendiğini, iç ve dış siyaset arasında bir oranlılık olması gerektiğini ve bunun da ancak devletin gücünün iç siyasette farklı unsurlar arasında dağıtılmaması ile mümkün olduğunu vurgular: “Garpta ve şarkta başka başka tabâyi‘ ve harsa ve emele mâlik mütehâlif unsurları cem eden bir devletin dahilî teşkilatı, elbette asılsız ve çürük olur. O halde haricî siyaseti de esaslı ve metîn olamaz. Böyle bir devletin teşkilat-ı dahiliyesi, bilhassa millî olmaktan uzak olduğu gibi, meslek-i siyasîsi de millî olamaz. Buna nazaran, Osmanlı Devleti’nin siyaseti millî değil, fakat gayr-i vâzıh ve gayr-i müstakar idi.”66 Mustafa Kemal, Osmanlı Devleti’nin takip ettiği siyasetin milli olmaktan uzak oluşu ve tam da bu nedenle belirsiz ve istikrarsızlığa mahkum olduğu tespitleri, aslında temelde Üç Tarz-ı Siyaset’in bir DÎVÂN 2006/2 55 ‹mparatorluktan Ulus Devlete Geçiflte Akçura, Gökalp ve Mustafa Kemal’in Yeni Siyaset Aray›fllar› 63 Gazi Mustafa Kemal, a.g.e., s. 275. 64 Gazi Mustafa Kemal, a.g.e., s. 275. 65 TBMM Gizli Celse Zabıtları, c. I, 72. in‘ikat, 25.09.1336, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1985, s. 138. 66 Gazi Mustafa Kemal, a.g.e., s. 275-276. eleştirisi olarak okunabilir. Ona göre, farklı din, mezhep ve milletleri aynı hukuk, aynı emel etrafında toplayarak güçlü bir devlet tesis etme çabası, parlak ve cazip bir siyaset gibi görünse de aslında aldatıcıdır.67 Mustafa Kemal bütün bu eleştirilerden sonra, Yeni Türkiye’nin takip edeceği siyasetin ana parametrelerini ortaya koymaktadır. Bu, Akçura’nın “Zamanımızın tarihinde görülen umumî cereyan ırklardadır” ve Gökalp’in “Bu asır ‘milliyet’ asrıdır” şeklinde ısrarla vurguladıkları ve işaret ettikleri “yeni siyaset”in “turfanda ve çocukluk” devresinden kurtulup büyüdüğünü ve olgunlaştığını göstermektedir: “Bizim vuzuh ve kabiliyet-i tatbikıyye gördüğümüz meslek-i siyasî, ‘milli siyaset’tir, Dünyanın bugünkü umumî şerâiti ve asırların dimağlarda ve karakterlerde temerküz ettirdiği hakikatler karşısında hayalperest olmak kadar büyük hata olamaz. Tarihin ifadesi budur, ilmin, aklın, mantığın ifadesi böyledir. Milletimizin kavî, mesut ve müstakar yaşayabilmesi için, devletin tamamen millî bir siyaset takib etmesi ve bu siyasetin, teşkilât-ı dahiliyemize tamamen mutabık ve müstenid olması lazımdır. ‘Millî siyaset’ dediğim zaman, kasdettiğim mana ve medlûl şudur: Hudûd-ı milliyemiz dahilinde, her şeyden evvel kendi kuvvetimize müsteniden muhafaza-i mevcudiyet ederek millet ve memleketin hakikî saadet ve umranına çalışmak. (…) Alelıtlâk tûl-ı emeller peşinde milleti işgal ve ızrar etmemek, Medenî cihandan, medenî ve insanî muameleye ve mütekabil dostluğa intizar etmektir.”68 Mustafa Kemal, alıntının ilk kısmında Yeni Türkiye’nin takip edeceği yolun adını milli siyaset olarak koymakta ve milli siyasetin sınırlarına işaret etmektedir. Mustafa Kemal Paşa’nın Birinci Meclis’te yaptığı iki konuşmadan yapacağımız aşağıdaki iki uzun alıntı, söylem değişikliğini bütün açıklığı ile gözler önüne sermektedir. Burada esas itibariyle Mustafa Kemal Paşa Nutuk’ta eleştirdiği siyasetleri savunmakta ve ideal bir gerçeklik olarak bunları vazetmektedir. Daha çok İttihâd-ı İslam söylemi bariz olarak öne çıkarken, yer yer Osmanlılık fikirlerinin izlerine de rastlanabilmektedir. “Efendiler meselenin bir daha tekerrür etmemesi ricasiyle bir iki noktayı arzetmek isterim: Burada maksut olan ve Meclis-i âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anâsır-ı İslamiyyedir, samimi bir mecmuadır. Binaenaleyh bu heyet-i âliyenin temsil DÎVÂN 2006/2 56 Faruk DEN‹Z 67 Gazi Mustafa Kemal, a.g.e., s. 276. 68 Gazi Mustafa Kemal, a.g.e., s. 276. ettiği, hukukunu, hayatını, şeref ve şanını kurtarmak için azmettiğimiz emeller, yalnız bir unsur-ı İslama münhasır değildir. Anâsır-ı İslamiyyeden mürekkep bir kütleye aittir. Bunun böyle olduğunu hepimiz biliriz. Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki birincisi olan, hudud meselesi tayin ve tesbit edilirken, hudûd-ı millîmiz İskenderun’un cenûbundan geçer, şarka doğru uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi, Kerkük’ü ihtiva eder. İşte hudûd-ı millîmiz budur dedik! Halbuki Kerkük şimalinde Türk olduğu gibi Kürt de vardır. Biz onları tefrik etmedik. Binaenaleyh muhafaza ve müdafasiyle iştigal ettiğimiz millet bittabi bir unsurdan ibaret değildir. Muhtelif anâsır-ı İslamiyyeden mürekkeptir. Bu mecmuayı teşkil eden her bir unsur-ı İslam, bizim kardeşimiz ve menâfii tamamiyle müşterek olan vatandaşımızdır ve yine kabul ettiğimiz esasâtın ilk satırlarında bu muhtelif anâsır-ı İslamiyye ki: Vatandaştırlar, yekdiğerine karşı hürmet-i mütekâbile ile riayetkârdır ve yekdiğerinin her türlü hukukuna, ırkî, içtimaî, coğrafî hukukuna daima riayetkâr olduğumuzu tekrar teyit ettik. Binaenaleyh menâfiimiz müşterektir. Tahsiline azmettiğimiz vahdet, yalnız Türk, yalnız Çerkes değil hepsinden memzûc bir unsur-ı İslamdır. Bunun böyle telakkisini ve sû-i tefehhümâta meydan verilmemesini rica ediyorum.”69 “Suret-i umumiyyede prensip şudur ki, hudûd-ı millî olarak çizdiğimiz daire dahilinde yaşayan anâsır-ı muhtelife-i İslam yekdiğerine karşı ırkî, muhitî, ahlakî bütün hukukuna riayetkâr özkardeşlerdir. Binaenaleyh onların arzuları hilafında bir şey yapmayı biz de arzu etmeyiz. Bizce kat‘î olarak muayyen olan bir şey varsa o da hudûd-ı millî dahilinde Kürt, Türk, Laz, Çerkes vesâir bütün bu İslam unsurlar müşterekü’l-menfaadır. Beraber çalışmaya karar vermişlerdir. Yoksa hiçbir vakit başka bir nokta-i nazar yoktur, arzu-yı vicdanî ile uhuvvetkarâne ve dindarâne bir vahdet vardır.”70 Yine mesela Mustafa Kemal Paşa’nın meclis kürsüsünde yaptığı konuşmaların birisinde Azerbaycan ve daha sonra Kafkasya ile ilgili olarak ifade ettiği görüşlerde ırk hususiyetini değil de, İslam unsurunu öne çıkarması dikkat çekmektedir. Mustafa Kemal Paşa aynı konuşma içerisinde mücadelelerine kuvvet göndererek yardım etmek isteyen ecnebilerin bulunduğunu fakat bunu kabul edemeyeceklerini, ancak İslam olan kuvvetleri kabul edebileceklerini beyan ediyor: “Azerbaycan istiklâlini tam manasıyla istihsal ve istirdat etmiştir, İslamdır ve bize cidden kalbî ve vicdanî rabıtalarla merbuttur. Zaten itDÎVÂN 2006/2 57 ‹mparatorluktan Ulus Devlete Geçiflte Akçura, Gökalp ve Mustafa Kemal’in Yeni Siyaset Aray›fllar› 69 TBMM Zabıt Ceridesi, Devre I, c. I, İctima senesi 1, 01.05.1336, s. 165. 70 TBMM Gizli Celse Zabıtları, c. I, 26. in‘ikat, 03.07.1336, s. 72-73. tifak yapacağız. Bizim için faidelidir. Bizi yutmak isterseler de biz onları yutarız. Farazâ Kafkasya’da İslam kuvveti kendiliğinden teşekkül etmiş. Mesela İslam kuvveti olarak bir fırka veya iki fırka suvari gelirse makbule geçer.”71 Milli Mücadele dönemi Meclis zabıtlarına baktığımızda, İslam unsuru vurgusu dönemin genel havasını yansıtmaktadır. Bunları vurgularken, “aslında, eskiden şunu söylüyordu, sonra bunu söyledi” gibi bir basitleştirmekten kaçınmak gerekiyor. Mesele, dinin şekillendirdiği anlam ve hayat dünyasının dışına çıkmanın zorluğudur. Mustafa Kemal Paşa da dönemin havasını ve psikolojisini yansıtmaktadır. Daha önce Ziya Gökalp bahsinde vurguladığımız üzere, bu söylem şimdiden bakıldığında kimilerine sıradışı gelebilir, fakat gerçekte o dönemin sıradan insanının dünya tasavvurunu yansıtmaktadır. Kırşehir Mebusu Yahya Galip Bey’in gizli celselerin birinde yaptığı konuşma da yine temsil gücü yüksek bir örnek olarak kabul edilebilir: “Bize Avrupa müstebit hükümetlerinin bu kadar tecavüzünün, bu kadar zulüm ve tasaddîsinin sebebi nedir? Bendeniz muhakememde böyle buluyorum ki bizim Müslümanlığımız, onların Hıristiyanlığıdır. Hatta buna misal olarak şu Harb-i Umumî’yi göstereceğim. Harb-i Umumî’ye biz istiklâliyetimizi, mülk ve milletimizi muhafaza etmek için girdik. Hiç kimseye taarruz etmek için girmedik. Bize tecavüz ediyorlardı. (…) Muzafferiyeti istihsal için her lazım olan şeyi yapıyorlardı. (…) Fakat bizim hayatımızı elden almak cüretine kadar ilerlemişlerdir. Niçin? Müslüman olduğumuz için. Başka bir şey için değil.”72 Aktar’ın, Cumhuriyet’in kuruluşu sırasında düşünülen yeni hedefin, Osmanlı patrimonyal egemenliğinin yapısını tümüyle ortadan kaldırıp, yerine Batı’dan kopya edilmiş yasal ve akılcı bir egemenlik yerleştirmek73 olduğu vurgusu, Mustafa Kemal’in milli siyaset tanımına açıklık kazandırmaktadır. Yine Aktar’ın, bu ikili sürecin ikinci bir evrede birleşerek ulusal bir süreci doğurduğu; ulusun (millet) başlangıçta bu süreci doğuran basit bir araç olarak düşünüldüğünü fakat sonra “cumhuriyetçi söylemin özü ya da yasal egemenliğin tek meşru alanı haline”74 geldiği şeklindeki ifadesi bu bağlamda ele alınabilir. Milli siyaset tanımında özellikle sınırların neler olduğunun vurgulanDÎVÂN 2006/2 58 Faruk DEN‹Z 71 TBMM Gizli Celse Zabıtları, c. II, 72. in‘ikat, 25.09.1336, s. 139. 72 TBMM Gizli Celse Zabıtları, c. I, 131. in‘ikat, celse 4, 22 Kanunusani 1337, s. 337. 73 Cengiz Aktar, Türkiye’nin Batılılaştırılması, çev. Temel Keşoğlu, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1993, s. 46. 74 Aktar, a.g.e., s. 46. ması, eski siyasî tarzların bünyelerinde taşıdıkları “evrensellik” iddialarından vazgeçildiğini göstermektedir. Aktar bu meseleyi şu şekilde yorumlamaktadır: “Geçen yüzyıl sonu radikal Jön Türk muhalefetinde olsun, cumhuriyetçi söylemde olsun, devletin bekâsının tehlikeye düşmesi ve düzenin bozulmasının nedenleri, bu konuda koyulan teşhisler, Osmanlı İmparatorluğu’nu ve onun Müslüman unsurunu belirleyen iki evrenselliğe işaret ediyor: İslamlık ve İmparatorluk.”75 Aktar, “bu iki yerleşik evrenselliği aşmanın çaresi” olarak “Batılılaştırma”nın düşünüldüğünü ve buradan hareketle Türk çağdaşlaşmasına bakıldığı zaman toplumu biçimlendirme pratiği olarak, özellikle “geriye dönük ve geleneksel farklılık ve toplumsallıkların gayrimeşru ilan” edildiğini vurgulamaktadır.76 Ayrıca, Türklük siyasetinin evrenselci iddiaları da benzer tutumla karşılaşıyor. Mustafa Kemal’in, Türkiye sınırları dışındaki Türkî coğrafyayı hedefleyen ve bu anlamda “evrenselci” iddialar taşıyan Panturanizme yönelik eleştirileri, Türklüğün milli siyaset dahilinde ehlileştirileceğinin veya ehlileştirilmesi gerektiğinin işaretleri olarak kabul edilebilir. Böylece bu yeni durum, İslam’ın evrenselliği ile Batı uygarlığının evrenselliği arasında bocalamanın kaçınılmazlığına işaret etmektedir: “Çağdaşlaşma böylece, geleneksel toplumsal pratiklerin merkezkaç düzensizliklerinin, başkaldırma eğilimlerinin gayrimeşru kılınıp, yerlerine İslam diniyle Batı uygarlığı gibi birbirine zıt iki mükemmel evrensellik arasında bocalayan, düşüncede var olan, ama konuşulan dil dışında içi kof, ille de uyumlu bir uygar millet ve onun doğal uzantısı milli yardım ekonomisinin yaratılmasıdır.”77 Mustafa Kemal’in milli siyaset ile Türkiye sınırları dahilinde yer alan “millet ve memleketin hakiki saadet-i umranına” çalışacaklarını ifade etmesi, özellikle son dönem Osmanlı aydınlarının devleti kurtarma veya imparatorluğu ayakta tutma siyasetlerinin yerini, toplumun medenileştirilmesi ve modernleştirilmesi emeline bıraktığını göstermektedir. Bundan sonra siyasal aktörler eliyle yürütülecek olan bütün politikalar, “muasır medeniyet” seviyesine çıkmak doğrultusunda olacaktı ve bu aynı zamanda Türkler için zorunlu bir gelecek demekti. Tercih ve hedef olarak kültür değil de medeniyetin seçilmiş olmasının ayrıca üzerinde önemle durulması gerekmektedir. DÎVÂN 2006/2 59 ‹mparatorluktan Ulus Devlete Geçiflte Akçura, Gökalp ve Mustafa Kemal’in Yeni Siyaset Aray›fllar› 75 Aktar, a.g.e., s. 14. 76 Aktar, a.g.e., s. 15. 77 Aktar, a.g.e., s. 15-16. Sonuç Osmanlı İmparatorluğu için 20. yüzyılın ilk çeyreği, çarpıcı değişimlerin, devinimlerin, kopmaların olduğu bir dönemdir. II. Meşrutiyet’in ilanı ve hemen 9 ay sonra II. Abdülhamid’in hal‘i, İttihat ve Terakki’nin iktidara gelmesi, Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı, Sarıkamış faciası, Anadolu’nun işgali bu evrede yaşandı. 1789 Fransız Devrimi’nin etkisiyle başlayan milliyetçi hareketler, ilk olarak 19. yüzyılın ilk yarısında Yunanistan ve Sırbistan-Karadağ’ın, 20. yüzyılın başlarında ise önce Balkanların ve hemen akabinde de Arap yarımadasının imparatorluktan kopmasına yol açtı. Bu coğrafî küçülmeler ve toprak kayıpları siyasî iktidarın yapısını dönüştürdü ve aynı zamanda yeni siyasî arayışlara ve fikrî yönelişlere meşru bir gerekçe oluşturdu. Bütün bu acı ve ağır tecrübeler, Türkiye’nin günümüze değin süren kimlik siyasetini derinden etkiledi. Bu sürecin sonucunda siyasal aktörlerin arzuladıkları kimlik ve kabul ettikleri siyaset büyük ölçüde milliyetçilik oldu. Türkiye’de Batıcılık cereyanı etkisiyle ortaya çıkan milliyetçilik, imparatorluktan ulus devlete geçişte ortaya çıkan siyaset yapma biçimlerini ya derinden etkilemiş ya da o siyaset biçimlerinden biri olmuştur. Gellner, geçen yüzyılı ulusçu zorunluluğu yerine getirmek için, siyasal ve kültürel sınırların değişikliğe uğradığı çalkantlı bir intibak çağı olarak nitelemektedir. Yöneticilerin gönül rahatlığıyla topraklarından vazgeçemediğini, oysa siyasal sınırlar değiştikçe mutlaka bir tarafın kayba uğrayacağını iddia etmektedir. Bunu da insanın bağlı bulunduğu kültürün değişmesinin çoğu kez çok acı veren bir tecrübe olmasına bağlamaktadır. Gellner modelinden, tarihî gerçeklerin doğruladığı üzere, bu geçiş çağının şiddet ve çatışmaya mahkum olduğu sonucunu çıkarmaktadır.78 Özellikle Gellner’in siyasal ve kültürel sınır değişikliğinin insanlarda yarattığı acı tecrübe vurgusu son dönem Osmanlı aydın ve devlet adamlarının genel hal ve arayışını özetler niteliktedir. Akçura, Gökalp ve Mustafa Kemal’in yeni siyaset arayışları da bu çerçevede ele alınabilir. Hayatının son demlerinde yüzyılın bütün yıkım ve şiddetine tanıklık etmiş ve yorulmuş bir ruh haliyle, NPQ dergisine verdiği mülakatta Isaiah Berlin bu meseleyi başka bir perspektiften çarpıcı bir şekilde dile getiriyor. Berlin’e göre, Huxley’in Yeni Dünya’sı belki de yüzyılın sonunda, sonu gelmez etnik şiddete, milliyetçi rekabete bir cevap olarak kısmen kurulabilecek. Tek sistem, tek varoluş modeline rağmen, er ya da geç birisi isyan edecek ve çevresinden ‘kıpırdama/genişleme alaDÎVÂN 2006/2 60 Faruk DEN‹Z 78 Gellner, a.g.e., s. 80. nı’ isteyecektir. İmparatorlukların bu yüzyıldaki çözümü, kendi ölümleri pahasına da olsa, hep bir anlık özgürlük solumak isteyenler ile ‘kıpırdama alanı’ isteyenlerin eseridir.79 Afro-avrasya dünya ana kıtasının stratejik ve ekonomik merkezî hattında doğan ve bir taraftan buradaki geçiş noktalarını elinde tutan diğer taraftan ise burada daha geçen bütün medeniyetlerin birikimini tevarüs ettirdiğini iddia eden Osmanlı İmparatorluğu80 19. yüzyıldan itibaren ‘kıpırdama alanı’ isteyenlerin başkaldırısına maruz kaldı ve bu da çözülme sürecini hızlandırdı. Akçura, Gökalp ve Mustafa Kemal’in ifade ettikleri üzere Osmanlı Devleti bu çözülmeyi önlemek için yeni siyaset tarzları uyguladı. Osmanlılık ve İslamlılık siyasetleri böyle bir gerekçeden neşet etti. Yeniden hatırlamak gerekirse Akçura, Osmanlılık siyasetinin beyhude, İslamlık ittihadının başarısız olduğunu, Türklük siyasetinin ise bundan sonra siyasetin ırklar üzerinden şekilleneceği öngörüsünden hareketle yeni dönemde daha belirleyici olacağını işaret etmişti. Gökalp de Akçura’nın işaret ettiği iki şeyi, Batıcılık ve Türklüğü, daha belirgin olarak öne çıkarmış ve “dine müstenid olan beynelmileliyetler yerine ilme müstenid hakikî bir beynelmileliyet”in kaim olacağı öngörüsünde bulunmuştu. Mustafa Kemal ise, Osmanlılık ve İslamlık gibi eski siyasetleri reddedip Akçura ve Gökalp’in işaret ettikleri yeni siyaseti “milli siyaset” adıyla belirginleştirip, öne çıkarmıştı. Mustafa Kemal’in özellikle Panturanizm eleştirisi Akçura ve Gökalp’ten farklı bir milliyetçilik tasavvuru olduğunu göstermektedir. Her üç ismin milliyetçilik algılayışlarındaki nüansın bir sebebini de, Akçura’nın tarihçi, Gökalp’in sosyolog, Mustafa Kemal’in asker ve siyasetçi olmasında aramak gerekmektedir. Dolayısıyla milliyetçilik yeni durumun korunma ihtiyacının zorunlu ve meşru bir sonucu olarak algılanacaktı. Buna göre, milliyetçi dilin beraberinde getireceği yeni üst kültürü yaban türlerin saldırısından ancak siyasal iktidar eliyle milliyetçiliğin kendisi koruyabilirdi. Böylelikle milliyetçilik, İttihad ve Terakki ile başlayan ve Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra devam eden süreçte arzulanan yeni bireyin kimlik ve güvenlik ihtiyacını karşılayacaktı. Smith’in milliyetçiliği modern dünyada ‘ben kimim’ sorusunun bir arayışı olarak vurgulaması bu anDÎVÂN 2006/2 61 ‹mparatorluktan Ulus Devlete Geçiflte Akçura, Gökalp ve Mustafa Kemal’in Yeni Siyaset Aray›fllar› 79 Isaiah Berlin, “Volkgistin Geri Dönüşü: İyi ve Kötü Milliyetçilik”, NPQ Editörü Nathan Gardels ile mülakat, 1991, Yüzyılın Sonu kitabı içinde çev. Belkıs Ç. Dişbudak, Koç-Unisys Yayınları, İstanbul 1996, s. 93-94. 80 Bu konuda bkz. Ahmet Davutoğlu, “Tarih İdraki Oluşumunda Metodolojinin Rolü: Medeniyetlerarası Etkileşim Açısından Dünya Tarihi ve Osmanlı”, Dîvân İlmî Araştırmalar, sy. 7 (1999/2), s. 1-63. lamda hayli önemlidir.81 Kimlik, güvenlik ve özgürlük ihtiyacından yola çıkan milliyetçiliğin, aynı zamanda başkalarının kimlik, güvenlik ve özgürlük ihtiyaçlarını yok sayan/eden bir araca dönüşmesinin ortaya çıkardığı keskin çelişki üzerinde durmak gerekir. Kimi yorumcular, milliyetçiliğin bu tür keskin çelişkilerini geçiş dönemine özgü bir şey olarak kabul ediyor ve oturmuş bir toplumda bu çelişkinin olamayacağı ve uysallaşacağı kehanetinde bulunuyor. Eagleton’ın, Raymond Williams’ın bir romanındaki Afrikalı kahramanın ağzından aktardığı, milliyetçiliği sona erdirmenin tek yolunun ona sahip olmak ve hissetmek olduğu; aksi halde iddia etmeyi başaramama ya da çabuk vazgeçme durumunda diğer uluslar tarafından yalnızca kandırılmış olunabileceği iddiası82 bütün milliyetçi söylemlerin meşru gerekçesini ortaya koymaktadır. Milliyetçilikten muzdarip olanların, kurtuluş olarak yine milliyetçiliğe sarılmaları dayanılmaz bir çelişki örneğidir. Tam da bu nedenden dolayı, milliyetçilik “olanaksız bir ironiye dahildir.” Yine Eagleton’ın, milliyetçi mücadelenin sonunda yıkmayı umut ettiği metafizik kategorilerin içine düşmek zorunda olduğu tespiti de bu ironinin belirtisi olarak ele alınmalıdır. Geçmişte tarihsel ve siyasal şartlar veya zorunluluklardan kaynaklanan bir tercihi bütün yönleriyle analiz etmemiz, dönemin sosyal ve siyasal yapısını doğru şekilde ortaya koyacak sorular sormamız ve bunların yanı sıra toplumsal ve kültürel sabite, değişim ve farklılaşmalar ile siyasal aktör ya da entelektüellerin zihin dünyaları arasındaki bağı mütalaa etmemiz gerekmektedir. Böylelikle genel geçer sahte genellemelerden kaçınıp bugün için doğru ve anlamlı neticeler çıkarmış oluruz. O zaman belki dönemsel siyasal tercihlerin bir kader olmadığını da öğreniriz. DÎVÂN 2006/2 62 Faruk DEN‹Z 81 Anthony D. Smith, Milli Kimlik, çev. Bahadır Sina Şener, İletişim Yayınları, İstanbul 1999, 2. bsk., s. 36. 82 Terry Eagleton, “Milliyetçilik: İroni ve Bağlılık”, Milliyetçilik, Sömürgecilik ve Yazın içinde, çev. Ş. Kaya, Kabal
.AYDIN ADNAN MENDERES ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH ANABİLİM DALI 2021-YL-141 İDEOLOJİ VE MİLLİYETÇİLİK KAVRAMLARI AÇISINDAN TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN TARİHSEL GELİŞİMİ HAZIRLAYAN Oğuzhan CANER TEZ DANIŞMANI Dr. Öğr. Üyesi. Mehmet BAŞARAN AYDIN - 2021 iv T.C. AYDIN ADNAN MENDERES ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE AYDIN Bu tezde sunulan tüm bilgi ve sonuçların, bilimsel yöntemlerle yürütülen gerçek deney ve gözlemler çerçevesinde tarafımdan elde edildiğini, çalışmada bana ait olmayan tüm veri, düşünce, sonuç ve bilgilere bilimsel etik kuralların gereği olarak eksiksiz şekilde uygun atıf yaptığımı ve kaynak göstererek belirttiğimi beyan ederim. … / … / 2021 Oğuzhan CANER v ÖZET İDEOLOJİ VE MİLLİYETÇİLİK KAVRAMLARI AÇISINDAN TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN TARİHSEL GELİŞİMİ Oğuzhan CANER Yüksek Lisans Tezi, Tarih Anabilim Dalı Tez Danışmanı: Dr. Öğr. Üyesi Mehmet BAŞARAN 2021, X + 114 sayfa Fransız İhtilali ile birlikte Dünya’da birçok değişim gerçekleşmiştir. Bu değişimlerden de çok uluslu ve çok dinli İmparatorluklar çağdaş devletlere nazaran daha çok etkilenmiştir. 18. Yüzyıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğunun savaşlarda aldığı yenilgiler ve ekonomik gerileme, batılılaşma çalışmalarını beraberinde getirmiştir. Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde bulunan azınlıkların süreç içerisinde bir sorun haline gelmeye başlaması Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük gibi siyasal fikirleri ortaya çıkarmıştır. Bu fikirlerin hemen hepsi siyasi olarak uygulanırken, Batıcılık ve modernleşme çalışmaları da devam etmiştir. Osmanlı İmparatorluğu yöneticileri Osmanlıcılık ve İslamcılık fikirleri ile hemhal olurken, Osmanlı İmparatorluğu sınırları dâhilinde Türklerin azınlık olduğu topraklarını kaybetmiştir. Elde kalan Anadolu toprakları ise Müslüman Türklerin çoğunluğu teşkil ettiği kısımdır. Bu durumda geriye sadece milli bir devlet kurma idealinin zeminini oluşturan Türkçülük kalmıştır. Millet ve milliyetçilik anlayışının binlerce yıldır Türk milletinin ruhunda ve şuurunda var olmasından dolayı, Türk milleti yeni bir sistem olarak Ulus Devletleşmeye hemen ayak uydurmuş, bu doğrultuda çalışmalara başlamıştır. Türklük şuurunun, Türkçülük fikri olarak tezahür etmesi 50 yıllık bir süre zarfında şekillenmiştir. Fikir adamlarının özellikle kültür ekseninde Türkçülüğü şekillendirmesi, Mustafa Kemal Paşa’nın bu fikirleri uygulamasıyla zafere ulaşmıştır. ANAHTAR SÖZCÜKLER: İdeoloji, Milliyetçilik, Orhun Abideleri, Osmanlı İmparatorluğu, Türkçülük. vi ABSTRACT HİSTORİCAL DEVELOPMENT OF TURKISH NATIONALISM IN TERMS OF THE CONCEPTS OF İDEOLOGY AND NATİONALİSM Oğuzhan CANER Master Thesis, Departmen of History Supervisor: Asistant Professor Mehmet BAŞARAN 2021, X + 114 Pages Many changes took place as a Result of the french revolution.Multinational anda multi-religious Empired have Been more affected by these changes than comtrmporary states. One of the multinational anda multi-religious Empires is the Ottoman Empire. Since the 18th century, the Ottoman Empire's defeats in wars and economic decline brought about westernization efforts. The fact that minorities within the Ottoman Empire became a problem in the process revealed political ideas such as Ottomanism, Islamism and Turkism. Many of these ideas were being applied politically, but Westernization and modernization continued. While the rulers of the Ottoman Empire were dealing with the Ottoman and Islamist ideas, the Ottoman Empire also lost the lands where the Turks were rare. The remaining Anatolian lands are the part where the majority of Muslim Turks reside. In this case, only Turkism, which formed the basis of the idea of establishing a national state, remained. Since the understanding of "Nation and Nationalism" is found in the soul and person of the Turkish nation, it was immediately adapted to a new "nation-stateization" system and studies were started.The manifestation of the Turkish consciousness as the idea of Turkism was shaped over a period of 50 years. Victory was achieved by the idea men, especially shaping "Turkishism" around culture, and Mustafa Kemal Pasha's application of these ideas. KEYWORDS: İdeology, Nationalism, Orkhon Monuments, Ottoman Empire, Turkishism. vii ÖNSÖZ Türkçülük İdeolojisini incelemek üzere başlattığımız çalışmamızda, ideoloji ve milliyetçiliğin birçok çalışmada yer aldığını gördük. İdeoloji ve milliyetçilik tanımlarının ve çerçevelerinin tam manasıyla çizilmesi için I. Bölümde yoğun çaba sarf ettik. II. Bölümde ise Hunlardan başlayarak, Osmanlı İmparatorluğu’nda Türkçülük emarelerine kadar olan süreçte gelişen millet ve milliyetçilik şuurunu incelmeye çalıştık. Özellikle Galileo’nun “Dünya dönmüyor desem de, Dünya dönüyor” sözlerinin içeriğinde saklı sır gibi gözümüzün önünde duran Orhun Abidelerinde yer alan millet ve milliyetçilik şuurunu yapılan birçok çeviriden faydalanarak ortaya koymak için çaba sarf ettik. III. bölümde ise Osmanlı İmparatorluğunda gerilemeye ve çöküşe karşı batılılaşma sürecini ele almaya çalıştık. IV. bölümde fikir akımlarını inceledik. V. Bölümde ise Türkçülük fikrini inceledik. Tez konumun belirlenmesinden, yazım süreç ve bitimine kadar her zaman bir baba oğul yakınlığında benden desteğini, tecrübesini esirgemeyen danışman hocam, Dr. Öğr. Üyesi Mehmet Başaran’a, lisansüstü eğitimim boyunca desteğini benden esirgemeyen kıymetli hocam, Doç. Dr. Aysun Sarıbey Haykıran’a, ellerini hep omzumda hissettiğim Prof. Dr. Mustafa Daş ve Prof. Dr. Erkan Göksu hocalarıma teşekkür ederim. Maddi ve manevi desteklerinin yanı sıra, beni Türklük bilinciyle yetiştiren babam Hasan Caner’e, şefkatini bir an olsun esirgemeyen ve sevginin ne demek olduğunu öğreten annem İlknur Caner’e ve derslerindeki başarılarıyla bizi gururlandıran kardeşim Şevval Caner’e teşekkür ederim. Türk milliyetçiliği davamızı ve mücadelemizi ilmi alana yönlendiren, MilliyetçiÜlkücü hareketin lideri Sayın Dr. Devlet Bahçeli’ye, on dört yaşından beri mensubu olmaktan onur ve gurur duyduğum, Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı’nın her kademesinde görev yapan ağabey ve kardeşlerime teşekkür ederim. Çalışmalarım sırasında aklıma hatıraları ve mücadeleleriyle düşen, çalışma azmimi arttıran, Başbuğumuz Alparslan Türkeş’e, ilk şehidimiz Ruhi Kılıçkıran’dan son şehidimiz Fırat Çakıroğlu’na kadar bütün Ülkücü şehitlerimize, Tarih Yüksek Lisans eğitimi sırasında vefat eden ağabeyim Abdullah Buğra Koçlar’a, Türkçe öğretmeniyken vefat eden ağabeyim, Faruk Çetinkaya’ya, Tarih öğrenimi sırasında vefat eden kardeşim Harun Özalp’e ve Babannem Muazzez Hemengül Caner’e rahmet olsun. viii İÇİNDEKİLER KABUL VE ONAY SAYFASI..............................................................................................iii BİLİMSEL ETİK BİLDİRİM SAYFASI...............................................................................iv ÖZET....................................................................................................................................... v ABSTRACT ...........................................................................................................................vi ÖNSÖZ..................................................................................................................................vii KISALTMALAR DİZİNİ ....................................................................................................... x GİRİŞ....................................................................................................................................... 1 1. BÖLÜM.............................................................................................................................. 5 1. İDEOLOJİ VE MİLLİYETÇİLİK TANIMI....................................................................... 5 1.1. İdeoloji......................................................................................................................... 5 1.2. Millet ve Milliyetçilik................................................................................................ 25 2. BÖLÜM............................................................................................................................ 40 2. TÜRKLERDE MİLLET VE MİLLİYETÇİLİK ŞUURU ................................................ 40 2.1. Hunlarda Millet ve Milliyetçilik Şuuru ..................................................................... 40 2.2. Göktürklerde Millet ve Milliyetçilik Şuuru ............................................................... 43 2.2.1. Tonyukuk Yazıtı .............................................................................................. 43 2.2.2. Kültigin Yazıtı ................................................................................................. 44 2.2.3. Bilge Kağan Yazıtı .......................................................................................... 52 2.3. Oğuz Devleti’nden Osmanlı Devleti’ne Millet ve Milliyetçilik Şuuru ..................... 63 3. BÖLÜM............................................................................................................................ 72 3. OSMANLI İMPARATORLUĞU KURTULUŞ REÇETESİNİ ARARKEN................... 72 3.1. Batıcılık...................................................................................................................... 81 3.2. Osmanlıcılık............................................................................................................... 83 3.3. İslamcılık ................................................................................................................... 85 3.4. Türkçülük................................................................................................................... 86 4. BÖLÜM............................................................................................................................ 88 ix 4. YARIM ASIRLIK MUCİZE TÜRKÇÜLÜK ................................................................... 88 4.1. Yusuf Akçura, İsmail Gaspıralı, Ziya Gökalp ve Türkçülük..................................... 98 4.2. İmparatorluktan Cumhuriyete: Türkçülüğün Siyasal Temsili ................................. 102 5. TARTIŞMA VE SONUÇ .............................................................................................. 106 6. KAYNAKLAR............................................................................................................... 109 ÖZGEÇMİŞ ....................................................................................................................... 114 x KISALTMALAR DİZİNİ ABD. : Amerika Birleşik Devletleri Bkz. : Bakınız C. : Cilt s. : Sayfa S. :Sayı TDK. :Türk Dil Kurumu 1 GİRİŞ Fransız İhtilalinin üzerinden iki asırdan fazla zaman geçmesine rağmen, Dünya üzerindeki devletlerin halkları arasında hala milliyetçi söylemlerin beraberinde getirdiği çatışmalar, ayrışmalar ve istisnai olarak birleşmeler gerçekleştiğini görmekteyiz. Fransız ihtilali ile birlikte başta Avrupa ve daha sonraki süreçte tüm Dünya’yı tesiri altına alan milliyetçilik kavramı hala güncel bir ideoloji olarak etkisini göstermektedir. Nitekim 1789’dan günümüzde kadar yani yaklaşık 230 yıldır millet ve milliyetçilik üzerinden türetilmiş birçok kavram ve anlayış vardır. Bu kavramlar ve onlar üzerinden oluşturulan anlayışlar neticesinde Dünya üzerinde inşa edilen birliklerden daha fazla çatışma ve ayrışma gerçekleşmiştir. Bu çatışma ve ayrışmalar beraberinde kan, gözyaşı getirmekle kalmamış, toplumlar ve devletlerarasında huzursuzluk ve kargaşa ortamı yaratmıştır. İki veya çok devletli savaşlar neticesinde bazı toplumlar göç etmek zorunda kalmış ve Dünya’da göçgöçmen sorunu ortaya çıkmıştır. Bunun yanı sıra bazı devletlerin birlikler inşa ederek güvenlik, ticaret ve askeri işbirliklerini geliştirdiklerini görmekteyiz. Millet ve milliyetçilik kavramlarının 18. Yüzyıl sonlarında Avrupa’da anlam kazandığını ve kavramsallaştığını 19. Yüzyılda ise zirve yaparak hemen hemen tüm Dünya’yı etkisi altına aldığını görmekteyiz. Bugün dahi kavramlara yüklenen anlamlar ve kavramların kapsayıcılığının sınırlarını idrak etmek araştırmacılar açısından büyük bir problem teşkil etmektedir. Nitekim E.J. Hobsbawn “1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik TÜRK MODERNLEŞMESİNDE MERKEZ – ÇEVRE İLİŞKİSİ BAĞLAMINDA MİLLİYETÇİLİK Cüneyt GÖKMEN Yüksek Lisans Tezi Danışman: Yrd. Doç. Dr. Yılmaz YILDIRIM Eylül, 2013 Afyonkarahisar T.C. AFYON KOCATEPE ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ SOSYOLOJİ ANABİLİM DALI YÜKSEK LİSANS TEZİ TÜRK MODERNLEŞMESİNDE MERKEZ – ÇEVRE İLİŞKİSİ BAĞLAMINDA MİLLİYETÇİLİK Hazırlayan Cüneyt GÖKMEN Danışman Yrd. Doç. Dr. Yılmaz YILDIRIM AFYONKARAHİSAR 2013 iii YEMİN METNİ Yüksek Lisans olarak sunduğum “Türk Modernleşmesinde Merkez – Çevre İlişkisi Bağlamında Milliyetçilik ” adlı çalışmanın, tarafımdan bilimsel ahlak ve geleneklere aykırı düşecek bir yardıma başvurmaksızın yazıldığını ve yararlandığım eserlerin Kaynakça’da gösterilen eserlerden oluştuğunu, bunlara atıf yapılarak yararlanmış olduğumu belirtir ve bunu onurumla doğrularım. 15.09.2013 Cüneyt GÖKMEN iv TEZ JÜRİSİ KARARI VE ENSTİTÜ MÜDÜRLÜĞÜ ONAYI JÜRİ ÜYELERİ İMZA Tez Danışmanı : Yrd. Doç. Dr. Yılmaz YILDIRIM ……………....... Jüri Üyeleri : Doç. Dr. Osman KONUK ……………....... : Yrd. Doç. Dr. Zelkif POLAT ……………....... Sosyoloji Anabilim Dalı yüksek lisans öğrencisi Cüneyt GÖKMEN’nin, “Türk Modernleşmesinde Merkez – Çevre İlişkisi Bağlamında Milliyetçilik” başlıklı tezi 23.09.2013 tarihinde, saat 14.00’da Lisansüstü Eğitim Öğretim ve Sınav Yönetmeliğinin ilgili maddeleri uyarınca, yukarıda isim ve imzaları bulunan jüri üyeleri tarafından değerlendirilerek kabul edilmiştir. Prof. Dr. Selçuk AKÇAY MÜDÜR v ÖZET TÜRK MODERNLEŞMESİNDE MERKEZ – ÇEVRE İLİŞKİSİ BAĞLAMINDA MİLLİYETÇİLİK Cüneyt GÖKMEN AFYON KOCATEPE ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ SOSYOLOJİ ANABİLİM DALI Eylül 2013 Danışman: Yrd. Doç. Dr. Yılmaz YILDIRIM Batı toplumlarında 17. yüzyıldan itibaren merkezi güçler ve toplumsal çevre arasındaki etkileşim modern ulus devleti ortaya çıkaran önemli unsurlardan biridir. Batı siyasi tarihindeki bu pratikler, dağılma sürecine girmekte olan Osmanlı Devleti’nin modernleşme ve Batılılaşma politikalarının yönünü ve içeriğini etkilemiştir. Batı’da modern devletin ortaya çıkmasındaki merkez ve çevre arasında etkin bağlantı mekanizmalarının ideolojik aracısı olarak karşımıza çıkan milliyetçilik; Osmanlı ve Cumhuriyet kadrolarında farklı biçimde algılanmıştır. Osmanlı geleneksel yapısından kaynaklanan toplumsal kopuklukları modernleşme süreciyle bir taraftan yok etmek isterken, bir taraftan da kopukluklar farklı şekillerde yeniden üretilerek kendi içinde itilaflı bir uygulamaya dönüşmüştür. Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri arasında modernleşme süreciyle gelen süreklilik ortaya çıkmıştır. Bu modernleşme sürecinde merkez ve çevre arasındaki dinsel ve kültürel farklılıklara ilave olarak, siyasal merkezin baskın milliyetçi ideolojisi de söz konusu kopukluğa dahil olmuştur. Türk modernleşmesindeki ulus-devleti oluşturmaya yönelik şekillenen milliyetçilik algısı ile çevrenin bu algıya verdiği karşıt milliyetçi tepkilerin, toplumsal uzlaşı sorununun bir yönü olup olmadığı tartışılmıştır. Anahtar Kelimeler: Modernleşme, Milliyetçilik, Merkez-Çevre vi ABSTRACT NATIONALISM IN THE CONTEXT OF CENTER-PERİPHERY RELATION IN TURKISH MODERNIZATION Cüneyt GÖKMEN AFYON KOCATEPE UNIVERSITY THE INSTITUTE OF SOCIAL SCIENCES DEPARTMENT of SOCIOLOGY September 2013 Advisor: Yrd. Doç. Dr. Yılmaz YILDIRIM In western societies, interaction between central authorities and social periphery is one of the most important element that exposed modern national government since 17th century.These thoughts in western political history affected the direction and the content of foreign policy about modernization and westernization of Ottoman Empire entering dissolution period. Nationalism, apperaenced in the west by the means of ideological effective interaction between center and periphery was understood differently starting from the Ottoman Empire to Republic. While the social disconnections coming from the traditional structure of the Ottoman Empire were being tried to abolish,on the other hand these disconnections were reproduced argumently in different ways.The continuity coming from the modernization method between the period of the Ottoman Empire and Republican periods, appeared.During this modernization period, dominant nationalist ideology of central politics became involved in this rupture, in addition to the cultural and religious differences in between centre and periphery.In Turkish Modernization, perception of nationalism intending to create the national state and the response against nationalism was discussed whether it was a part of social consensus or not. Key Words: Modernization, Nationalism,Center-Periphery vii ÖNSÖZ “Türk Modernleşmesinde Merkez-Çevre İlişkisi Bağlamında Milliyetçilik” Başlıklı bu çalışma Yrd. Doç. Dr. Yılmaz YILDIRIM danışmanlığında yüksek lisans tezi olarak hazırlanmıştır. Günümüzün en önemli problemlerinden birisi de toplumların birlikteliğini sağlayan temel yapıların giderek aşınmasıdır. Bu anlamda bir taraftan gelecek için ümitle bakılarak oluşturulan fikirler yıkıcı ve parçalayıcı etkiye sahip olabilmektedir. Türkiye’nin Osmanlıdan başlayarak kuruluş yıllarından itibaren oluşturulmaya çalışılan modernite projesi toplumsal alanda sağlanmak istenen uzlaşının yerine kopuklukları da beraberinde getirmiştir. Bu kopukluklar merkezi güçler ve çevreye bağlı güçler arasındaki karşı karşıya gelmeler şeklinde görülür ve bu kopmalar din ve kültür temelinde açıklanır. Yapılan bu çalışmada milliyetçilik fikri bu karşı karşıya gelmede önemli neden olarak görünür hale gelmektedir. Bu yüksek lisans tez çalışması bu kopuklukların nedeni olarak görülen milliyetçilik fikrini tartışmaya açmaktadır. Çalışmam süresince farklı düşünceleri, oluşturduğu bilgi birikimi ile problemlerin tespiti noktasında çalışmalarımda yön gösterici olan her zaman desteğini esirgemeyen danışmanım Sayın Yrd. Doç. Dr. Yılmaz YILDIRIM’a ve değerli hocalarıma teşekkürlerimi sunarım. Ayrıca, bu zorlu süreç boyunca manevi destekleriyle daima yanımda olan başta eşim olmak üzere tüm arkadaşlarım ve öğrencilerime, sonsuz teşekkürler. Cüneyt GÖKMEN Afyonkarahisar / Eylül 2013 viii İÇİNDEKİLER YEMİN METNİ……………………………………………………………………………………………… iii TEZ JÜRİSİ VE ENSTİTÜ MÜDÜRLÜĞÜ ONAYI………………………………… iv ÖZET…………………………………………………………………........................................................................ v ABSTRACT……………………………………………………………………………..………………………. vi ÖNSÖZ……………………………………………………………………………………………………………… vii İÇİNDEKİLER…………………………………………………………………………………………..…… viii KISALTMALAR DİZİNİ………………………………………………………………………...……… x GİRİŞ……………………………………………………………………………………………………………..…… 1 BİRİNCİ BÖLÜM MODERNLEŞME, MERKEZ-ÇEVRE VE MİLLİYETÇİLİK 1.MODERNLİK KAVRAMI………………………………………………………………….…..…… 5 2.MODERNLEŞME………………………………………………………………………….………..….… 13 3.MERKEZ-ÇEVRE……………………………………………………………….………………….…… 29 3.1. EKONOMİK AÇIDAN MERKEZ-ÇEVRE…………………………..….…… 31 3.2. EDWARD SHİLS’E GÖRE MERKEZ-ÇEVRE……………….…..……… 33 3.3.ŞERİF MARDİN’E GÖRE MERKEZ-ÇEVRE……………………….…...… 37 4.MİLLİYETÇİLİK…………………………………………………………………………………….…… 41 4.1. MİLLET NEDİR? ……………………………………………………………...…….……… 42 4.2.MİLLİYETÇİLİĞİN DOĞUŞU…………………………………………….…….…… 56 İKİNCİ BÖLÜM OSMANLI DEVLETİNDE MODERNLEŞME SÜRECİNDE MERKEZ ÇEVRE İLİŞKİSİ VE MİLLİYETÇİLİK 1.OSMANLIDA GELENEKSEL DEVLET SİSTEMİNDE ŞERİF MARDİN EKSENİNDE MERKEZ-ÇEVRE………………………………………………..…… 73 2. OSMANLI MODERNLEŞMESİ………………………………………………………….…..… 84 2.1. OSMANLI MODERNLEŞMESİ İLK DÖNEMİ…………………………… 87 2.2. TANZİMAT DÖNEMİ………………………………………………………………….... 99 2.3. YENİ OSMANLILAR DÖNEMİNDE MODERNLEŞME………….… 104 ix 2.4. I. MEŞRUTİYET DÖNEMİ …………………………………………………..……… 109 2.5. II. MEŞRUTİYET VE JÖN TÜRKLER……………………….………………… 112 3. OSMANLI MODERNLEŞMESİNDE SİYASAL DÜŞÜNCELER………. 118 3.1.OSMANLICILIK FİKRİ………………………………………………………………... 119 3.2.İSLAMCILIK FİKRİ…………..………………………………………………………...… 122 3.3.TÜRKÇÜLÜK FİKRİ……………………………………………..……………………… 124 4.OSMANLIDA MİLLİYETÇİLİK……………………………………….……………………… 128 4.1.YUSUF AKÇURA VE MİLLİYETÇİLİK ANLAYIŞI…………...……… 131 4.2.ZİYA GÖKALP VE MİLLİYETÇİLİĞİ………………………………………… 136 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM CUMHURİYET DÖNEMİ MERKEZİN MİLLİYETÇİLİK ALGISI VE ÇEVRENİN TEPKİSİ 1.TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN KURULUŞ DÖNEMİ…………………..……… 142 1.1.MERKEZİN ULUS DEVLET OLUŞTURMA SÜRECİ………………… 149 1.2.CUMHURİYETİN İLK YILLARINDA MİLLİYETÇİLİK…………… 153 1.3.MERKEZİN MİLLİYETÇİLİK POLİTİKALARI VE KURUMSALLAŞMA ÇABALARI………………………………………….… 158 1.3.1.Türk Tarih Kurumu……………………………………………………...… 160 1.3.2.Türk Dil Kurumu………………………………………….……………….… 163 2.MERKEZİ MİLLİYETÇİLİK ANLAYIŞININ SONUÇLARI……………..… 165 2.1.KÜRT MİLLİYETÇİLİĞİNİN YÜKSELİŞİ………………………………...… 166 2.2.ANADOLUCULUK FİKRİ………………………………………………………...…… 171 3.ÇOK PARTİLİ DÖNEM VE SONRASINDA MİLLİYETÇİLİK………...… 176 3.1.DEMOKRAT PARTİ DÖNEMİ, MERKEZ-ÇEVRE VE MİLLİYETÇİLİK…………………………………………………………………....…… 180 3.2.DARBELER ARASINDA FARKLILAŞAN MİLLİYETÇİLİK…..... 184 3.3.1980 SONRASI MİLLİYETÇİLİK VE GÜNÜMÜZDEKİ DURUM………………………………………………………………..…………………… 189 3.3.1.Yükselen Kürt Milliyetçiliği…………………………………...……… 193 3.3.2.1990’Lı Yıllarda Milliyetçilik……………………………..…………… 196 3.3.3.Günümüzde Merkez-Çevre Bağlamında Milliyetçilik…. 198 SONUÇ…………………………………………………………………………………………………………….… 204 KAYNAKÇA………………………………………………………………………………….……………….… 210 x KISALTMALAR DİZİNİ AB : Avrupa Birliği ABD : Amerika Birleşik Devletleri AKP : Adalet Kalkınma Partisi CHP : Cumhuriyet Hak Partisi Çev : Çeviren DP : Demokrat Parti Drl : Derleyen Ed : Editör MÜSİAD : Müstakil Sanayici ve İş Adamları Derneği PKK : Partiya Karkeren Kurditan (Kürdistan İşçi Partisi) TC : Türkiye Cumhuriyeti TTK : Türk Tarih Kurumu TÜSİAD : Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği vb : Ve benzeri YL : Yüksek Lisans yy : Yüzyıl 1 GİRİŞ Sosyolojik araştırmaların merkezini oluşturan toplumsal değişim süreci, son iki yüzyıl içerisinde inanılmaz hızlılıkta farklı eksenlerde ve yönlerde değişim yaşamaktadır.17. yüzyıldan itibaren girilmeye başlanan modernlik bir merkezden başlayarak dalga dalga ve değişik zamanlarda tüm toplumsal yapıları etkilemeye başlamıştır. Modernlik Avrupa merkezli başlayarak yakın çevreden uzak çevreye doğru bir yayılım seyri izlemektedir. Modern olarak tanımlanan Avrupa’da bu döneme pozitivist bilim anlayışının önderlik ettiğini görmekteyiz. Modernizme göre tüm toplumlar nihai aşamada bu modernliği yakalamak ve yaşamak zorundadırlar. Sosyal bilimlerin içerisinde sosyolojinin de merkezinde olduğu bu modernlik açıklamaları 20. yüzyıldan itibaren tüm diğer toplumlar tarafından ve entelektüel çevre tarafından tartışılan durum haline gelmiştir. Modernlik hali hazırda üzerinde düşünülmesi gereken bir süreç olarak günümüze kadar tartışmalara yön verir nitelikte varlığını devam ettirmektedir. 17. yüzyılda başlayan ve hızla Avrupa’yı içine alan bu süreç modern devleti oluşturarak, imparatorlukları dağıtmaya ve parçalamaya başlamıştır. Merkezileşmiş ulus devlet denilen yeni devletlerin oluşumunu hızlandırmıştır. Fransız İhtilali sonrasında hızla yayılan bu hareket, yeni tanımlamaların yapılmasını zorunlu kılmıştır. Bu dönem millet tanımlamasının ve milli devlet niteliklerinin belirlenmesi tartışmalarını beraberinde getirmiştir. Üretim ilişkilerindeki değişiklikle başlayan ve aydınlanma ve reform hareketleriyle hızlanan modernlik hareketleri, imparatorluk yerine ulusu temel alan yeni devlet oluşumlarını da hızlandırmıştır. Yeni oluşan bu ulus devletlerin başarıya ulaşması çevrede yayılmasını hızlandırmıştır. Bununla birlikte toplumsal alanda var olan ilişkileri değişime zorlayarak ya da dönüştürerek, mevcut olanları yıkarak yerine yenilerini getirmeyi zorlayıcı bir etkide bulunmuştur. Batı toplumuyla sürekli bir iç içelik içerisinde olan dönemin Osmanlı Devleti de yaşanan süreçten en derin şekilde etkilenmiştir. Osmanlı Devleti farklı din ve millet oluşumlarını içinde barındıran çok uluslu yapıya sahipti. Osmanlı Devleti Avrupa’da başlayan yeni süreçten bu mevcut yapısı nedeniyle derinden etkilendi. Bu etkilenmeyi olumlu yöne çevirebilmek için modernleşmeme sürecine ister istemez 2 kalıtım sağlamak zorunda kaldı. Siyasal düşünce hayatı içerisinde yer alan batılılaşma kavramı bu süreci en az zararla atlatmak amacıyla planlanmıştır. Ayrıca yeni süreci parçalayıcı ve bozucu yönden çıkarıp, yeni bir toparlanma noktası olarak kullanma yönelimine girilmiştir. Osmanlı Devleti’nin modernleşme algısı; Batı modernliğini yakalamak amacıyla, Batılı kurumları taklit etmek, Batılı devletlerin izlediği sürecin aynısının izlenmesi gerektiği fikrinin benimsenmesi olarak görülüyordu. Modern olana ulaşmak için modernleşme çabası olarak da adlandırabileceğimiz bu yeni süreç, fikirsel bir benimsemeden ziyade farklı kurtuluş yollarının aranmasına sebep olmuştur. Osmanlıdaki diğer fikir akımlarının merkez noktasında bu Batılılaşma düşüncesine ya tepki oluşmuş, ya da batılılaşma düşüncesiyle paralellik arz eden bir yönelime girilmiştir. Batılılaşma fikrini merkeze koyarsak Osmanlıcılık, İslamcılık fikirleri gibi fikirler siyasal ve sosyal alanlardaki değişim ve dönüşümün temelini oluşturmaktadır. Bu fikirler ya batıya karşı, ya da Batının yanında bir yol izleyerek modernliğe ulaşmayı amaçlamışlardır. Bu amaç içinde yine Batı tarzı bir yol çizmeleri problemleri beraberinde getirmektedir. Bu problemlerden biri de Batının yeni anlayışındaki ulus devlet – milli devlet yapılarını oluşturma düşüncesidir. Osmanlı devletinin çok uluslu devlet olmasına rağmen milliyetçilik fikirleri içerisinde bir modernlik yakalamak isteyen kadroların var olması, yaşanan sürece ilişkin sorunları ve farklılıkları en iyi şekilde ifade etmektedir. Osmanlı’da başlayan ve yeni kurulan Türk devletinde de devam eden tartışmalar, modernleşmenin tanımlanmasındaki sıkıntılar, birçok sosyal bilimci tarafından ele alınmıştır. Bu alanda önemli isimlerden birisi de merkez-çevre kuramıyla tartışmaya yeni yön kazandıran Şerif Mardin olmuştur. Mardin, çok yönlü ve farklı değerlendirmelerle ele aldığı Osmanlı Türk modernleşmesini merkez ve çevresel güçler arasındaki dinsel ve kültürel kopukluklar açısından ele almaktadır. Çalışmamızın ana yönünü çizecek olan Osmanlı ve Cumhuriyet Türkiye’sinin modernleşme çizgisi paralellik izlemektedir. Osmanlı’dan miras kalan problemler Türkiye Cumhuriyetin’de de devamlılık göstermiştir. Osmanlı’da izlenen modernleşme yönelimlerinin bir devamı niteliğindeki Türkiye modernleşmesini, merkez –çevre kopukluklarının bir diğer yüzü olan milliyetçilik anlayışı bağlamında ele alınacaktır. 3 Osmanlı devletinde merkezi bürokratik yapı kendine has tutumu ile çevresel olan diğer unsurlardan ayrılan yöne sahipti. Bu durum kültürel alanda bir gerilim yaşanmasına sebep olmaktadır. Ayrıca kendi içinde millet sisteminden kaynaklanan ortak dini inanç sisteminde yer alan toplumları bir arada tutan yöne de sahipti. Bu kültür ve din sistemli ayrışmalar Osmanlı’nın temel niteliğini oluşturuyordu. Bu süreçte bir tarafta merkezde yer alan bürokratik seçkinlerden oluşan merkezi güçlerle, çevre halk arasında kültürel temelli bir gerilim yaşanırken, aynı zamanda millet sisteminden kaynaklanan farklı dinlere ait olan unsurlar arasında gerginlik yaşanmaktaydı. Batılı tarzda girilen modernleşme hareketleri bu kuvvetlerin birbirine olan uzaklığını ve gerilimi artırdığı gibi, devamında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde de gerilimin devam etmesine neden olmuştur. Osmanlı’da Tanzimat fermanıyla en üst seviyeye çıkan bu gerginlik, ilerleyen dönemde Osmanlı’dan ayrılmalarla birlikte, parçalanmanın hızlanmasıyla siyasal fikir hareketlerini de etkilemiştir. Osmanlıcılık fikri Turancılık ya da Türkçülük fikriyle evrilip yeni bir yönelime girmiştir. Modernleşme süreciyle toplumsal alanda kültürel kopukluk ve dinsel kopukluk hızlanmıştır. Bu dönemde Osmanlı’yı milliyetçilik fikirleri olumsuz yönde etkilemesine rağmen, toparlanma ve modernleşmenin yönelimi milliyetçilik fikrinin yansıması olan Türkçülük hareketiyle olmuştur. Jön Türk hareketiyle hızlanan milliyetçilik fikri, Jön Türklerin iktidara gelmesiyle merkezde önemli yer tutmaya başladı. Bunala birlikte çevrenin farklı milliyetçilik anlayışları beraberinde gelişmiştir. Osmanlı’nın dağılmasından sonra Mustafa Kemal önderliğinde yeni devletin kurulmasında etkili olan fikri yapı Jön Türklerle devamlılık sergilemektedir. Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının Jön Türk hareketinin devamı niteliğinde olması, bu fikrin Osmanlıdan, Cumhuriyete taşınan yönünü oluşturmaktadır. Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte merkezin bu milliyetçi tutumuna karşılık çevresel alandan tepkisel milliyetçilik hareketinin ortaya çıkması gecikmemiştir. Tezde Osmanlı ve Türk modernleşmesindeki merkezi sistemle çevresel unsurlar arasındaki gerilim alanları ele alınacak. Osmanlıdan Cumhuriyet Türkiye’sine dönüşüm de sorun sadece dinsel ve kültürel kopmalarda ve karşı karşıya gelmelerde yaşanmamıştır. Merkezin milliyetçilik algılamasında ortaya 4 koyduğu dayatmacı modernleşme politikaları, çevre tarafından reddedilip, karşı konulduğu gibi, kendi farklı milliyetçilik anlayışını da beraberinde getirmiştir. Türkiye’de toplumsal alanda yaşanan bütünleşme sorunsalını anlamada, Türk-Kürt, Alevi-Sünni, Laik-Anti Laik tartışmaları Şerif Mardin’in merkez-çevre kuramının milliyetçilik anlayışına yönelik okumasıyla daha iyi anlaşabilir. Toplumsal uzlaşı problemlerinden birisi olarak görülen bu alanın, doğru okuma ile birlikte açıklık kazanacağı ve arka planında yer alan unsurların daha iyi anlaşılacağı düşüncesi çalışmamızın ana yönünü belirlemektedir. 5 BİRİNCİ BÖLÜM MODERNLEŞME, MERKEZ-ÇEVRE VE MİLLİYETÇİLİK 1. MODERNLİK KAVRAMI Modernlik kavramının etimolojik anlamı, kelimenin kullanımı ve tarihsel süreçte üzerine yüklenen anlam bütünüyle ele alındığında daha iyi anlaşılacaktır. Günümüzde yeni ortaya çıkan kavramlarla birlikte mevcut kavramlara zamanla farklı anlamlar yüklenilebilmektedir. Modernizm de her açıdan farklı çağrışımlar ve tanımlamalar ortaya çıkaran kavramlardan biridir. Giddens ‘a göre modernlik “ 17. yy Avrupa’da başlayan ve sonları neredeyse bütün dünyayı etkisi altına alan toplumsal yaşam ve örgütlenme biçimlerine işaret eder ”. (Giddens, 2010: 9). Bu yaklaşım modern anlayışın belli bir toplumsal yaşayış ve değişimin arkasında var olan hazırlayıcı etkiler sonucunda ortaya çıkan bir durumun varlığına işaret eder. Modernlik kavramının tarihsel kullanımı, kavrama verilen tarihi anlamlar bize ipuçları vermekle birlikte, kavramın etimolojisini anlamada yardımcı olmaktadır. Modern kavramı ilk Latincede “modernus” biçimiyle 5. yüzyılda, Hıristiyan inancının yaygınlaşarak benimsediği ve Romanın pagan geçmişinden ayrıldığı dönemi işaret etmek maksadıyla kullanılmıştır. (Habermas,akt.Yıldırım, E. 2012: 15). Kavramın kullanış amacı bu tanımlamada yeni bir dönemin eskiden ayırıcı bir sürecin başlangıcını ifade etmek için kullanılmıştır. Bu açıdan bakıldığında bundan sonra yapılacak tüm tanımlamalar yeni döneme ilişkin başlangıcı, bir geçmişten başkalaşmayı ifade eder nitelikte olacaktır. Modern kavramı Latincede “modus ” sözcüğünden gelip ölçü anlamı taşımaktadır. Bu ölçünün temelinde ise biraz önce belirttiğimiz gibi geçmişe nazaran yeniyi ifade eden nitelikte yakalayabiliriz. Çünkü kavram 1585 yılında modern, 1588’de modernist ve 1627 yılında modernite, 1770 yılında modernleşme olarak çevrilmiş, bu dönüşümle de kavram hep pozitif değer taşımış ve olumlu anlamlar 6 yüklenerek bir karşılaştırma ile ele alınmıştır. (Yıldırım, E. 2012: 15). Bu ele alışta Batı tarihinin kendi dinamizmi içinde yaşadığı sürecin anlatımında yararlanılmıştır. Modernizm kavramı Avrupa coğrafyasında aydınlanma temelinde, bireyin kendi varlık alanına yönelişi sonucu, görünüm kazanmaya başlamıştır. Birey özne olarak varoluşun temel dinamiğine kendisini yerleştirerek bu süreci başlatmıştır. Aydınlanma düşüncesinde bireyin aklı temel almasıyla başlayan bu süreç; yeni bir farklılaşmanın habercisiydi. Bu durum aynı zamanda üretim ilişkileri ile ekonomik alanda ve daha sonrasında siyasal ve sosyal alanda başlayan dönüşümün habercisiydi. Mike Featherstone modern teriminin bugün anladığımız manada büyük kısmını 19.yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başında türettiğimizi belirtir. Alman sosyologların bakış açısıyla ele alındığında, modernlik geleneksel düzenle karşıtlık ilişkisine oturtulur. Toplumsal dünyadan adım adım iktisadi ve yönetsel olarak rasyonelleşmeyi ve farklılaşmayı ifade eder. (Featherstone, 2005: 21-22). Bu bağlamda aklın aydınlanmasıyla modernlik kavramına yüklenen anlam bir başlangıcı ifade etmekteydi. Modernlik, 18. yüzyıl sonrasında Batı dünyasında yaşanan, aklı temel alan ve genelde, tüm alanları etkileyen yeni sürecin tanımlayıcısı olarak kullanılmıştır. Yeni bir dünya tasarımı olma iddiasındaki modernlik; kendi değerlerinden ve evrensel nitelikteki taleplerden de etkilenmiştir. Bu etkilenim ve tanımlamalar günümüzde üç farklı yaklaşımla modernlik tanımlamasına neden olmuştur. Modernliği dünyanın yaşaması gereken bir proje olarak gören yaklaşım, bir diğer grup modernliğe pozitif anlamdan farklı negatif bir anlam yüklemektedir. Karşıt tepkisel tanımlamalar yapanlar ve modernliği belli bir anlamda kaçınılmaz olarak gören yaklaşımlar mevcuttur. (Karakaş, 2006a: 26). Bu yaklaşımlardan ortaya çıkan anlam; çağcıl, çağdaş, asri olarak şekillenmektedir. Modernizm ise çağcılık ve yenilikçilik gibi tanımlarla ele alınmıştır. Modernus’taki anlamıyla ölçüden ziyade yeni olan her şeyi tanımlamada kullanılır hale gelmiştir. Bu yeni, genelde kendinden önce olanın yerine kabul edilmiştir. Örneğin ortaçağdan sonraki dönemi modern olarak niteleme eğilimi vardır. Ortaçağda insanın üzerine yüklediği sadece kul olma görevi, modern çağlarda bırakılmıştır. Bireyin kendi rasyonalitesini merkeze almasıyla birlikte; bilimin ve bilimsel düşüncenin tüm alanları kuşatması, pozitivist yaşamın Batılı anlamda tüm yaşama eklenmesi sonucunu doğurmuştur. Modern, radikal bir değişimden sonra 7 ortaya çıkan durumu ifade etmek için’de kullanılır. Sözgelimi tarımsal üretim tarzından endüstriyel üretim tarzına geçişi ifade eder. Ayrıca tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişi anlattığı gibi aynı zamanda düne ait olmayan ve başka yöntemlerle ele alınması gereken bir dünyada yaşamak demektir. (Kale, 2002: 32). Modernizm 18. yüzyılda aydınlanma felsefesiyle ortaya çıkan aklın üstünlük kurduğu bir dünya düşüncesine dayanarak oluşmuştur. Bu düşünce maddi olmayan insani sorunları aklın üstünlüğü ile çözülebileceği umudunun da ortaya çıkarmasına neden olmuştur. (Atiker, 1998:7). Bu beklenti ilerleyen dönemde bilimde, sanatta, tarihte ve her alanda olduğu gibi toplumsal alanda da mükemmel bir düzenin, modern anlayışla sağlanacağı inancının tüm dünyada egemen olmasına sebep olmuştur. Şerif Mardin’in tespitiyle Batıda 12. yüzyıldan itibaren oluşmaya başlayan şehir ticareti ve kentleşme olgusu, ilerleyen dönemde özgürlük ve şehirlilerin şehir hayatını sürdürmelerini sağlayacak haklar ve imtiyazlar istemelerine sebep olmuştur. Ortaya çıkan şehir özgürlükleri fertlerin “Hükmü Şahsiyet” kazanmaları ve hürriyet elde etmelerini sağlamıştır. (Mardin, 2010a: 10-11). Rasyonel ve özgür olan “hükmü şahsiyet” sahibi birey, sivil toplum yapılarının ortaya çıkmasında önemli rol oynamıştır. Bu yapı Avrupa’da merkezi sistemli modern devletlerin doğumunda ve modern dönemin başlangıcında önemli rol üstlenmiştir. Bu modern olana olumlu anlam yükleyerek yapılan tanımlamalar, insanlığın biricik kurtarıcısı olarak görünen anlayış, zincirlerinden kurtardığı bireyi toplumsal alandaki belirlenilmişliklerinden de kurtarmayı amaçlamaktadır. Modernizmin bu olumlu yaklaşımı medeniyet ölçütünü de belirlemektedir. Bu üç ayak üzerine düşüncesini oturtmaktadır. Birincisi modern Batı medeniyeti parlak bir gelecek vaat etmektedir. İkincisi ise insanlığın izlemesi gereken tek yol vardır. O da bu modern olarak tanımlanan yoldur. Son olarak bu modern medeniyeti oluşturmak ve yükseltmek sadece Avrupa’nın işidir. (Özel, 2011: 127). Modernlik bu belirlemelerden anlaşılacağı gibi sadece tek merkezde ve bir alanda hareket eden, belirli sebeplerle ortaya çıkan bir oluşum olmadığı gibi belirli olaylar silsilesi ilede kavranacak durum değildir. Modernlik “Akılcı, bilimsel, teknolojik ve idari etkinliğin ürünlerinin yaygınlaştırılmasıdır.” (Touraine, 2007: 23). Modern tanımlama olarak da belirlenebilecek ve kendine özgü bu yönüyle ön plana çıkan bu tanımlamalarda ortak yön; rasyonalitenin ve bu 8 rasyonelliğin tüm alana yayılmasının kurumları ve bireysel olan alanla birlikte insana özgü her alanı etkilemiş olmasıdır. Bu şekilde başlayan yeni döneme, modern döneme eski kavramsal anlamına ilaveten yeni anlam da yüklenmekteydi. Her yapılan yenilik 17. yüzyıl sonrasında modern olarak nitelendirilecekti. Kumar’a göre Fransız devrimi modern devrim olarak anlamlandırılabilirdi. Bundan sonraki süreçte modern kavramı dünyada daha önce yaşanmamış şeylerin yaratılması ve sürekli olarak yeni bir şeylerin ortaya çıkarılması anlamında bir kavramsal içerik kazanıyordu. Daha sonrasında meydana gelen sanayi devrimiyle teknik alanda meydana gelen modern dönüşüm sadece teknik olanı değil, düşünce ve tutumlarda da bir değişimi zorunlu kılıyordu. Bu rasyonel alanda başlayan fikirsel anlayış, dış dünyaya yansıyan modern medeniyetin temellerini atmış bulunuyordu. Modern dünya olarak tanımlanacak bu dönemdeki değişim sosyologlar tarafından farklı merkezler baz alınarak açıklanmaya çalışılmıştır. Bilindiği gibi Marx’a göre Modern dünyayı biçimlendiren ve toplumsal alandaki bu değişimde itici gücü kapitalist sistem alır. Durkherim’a göre bu değişimin sebebi doğal üretim yolundan örgütlenme olarak endüstriyel bir düzene geçirilmesindeydi. (Giddens, 2010: 18) Giddens modernliği dört ana boyutu ile ele alır; sanayicilik, kapitalizm, savaşın sanayileşmesi ve sosyal yaşamın tüm veçhelerinin gözetimi olan tümel üretim ve denetim çabası olarak görür. Bakıldığı zaman sadece tek alanlı ve tek boyutlu bir açıklama yerini yaşanan durumu genel özellikleriyle bütünleştirmeye çalışan bir yaklaşım sunmaktadır. Modern dönemlerde ve anlatımlarda modernliğin normatif kural koyucu yönü ön plana çıkmaktadır. Bu yön her toplumun kendisine katılmasını zorunlu kılmıştır. Modern dönem olarak tanımlanan bu dönemde her alanda otoriterleşmiş insan, kurumsal nitelik kazanan özerkleşmiş her otoriter alanın kıstırıldığı alanlara hapsedildi. Orta çağda Tanrının elinin kulluğunda olan insan bu seferde modern çağın yücelttiği olguların ve otoritenin kulluğuna soyunmuş oldu. (Kale, 2002: 33). Bir diğer tanımlamayla ile aydınlanmayla gelen rasyonel akıl, bireyi orta çağ Avrupa’sında dinle kuşatılan ve papaza verilen görev, artık bilimle bilim adamına verilmektedir. Modernizmle bilim ruhsal ve ussal olanın dışında kalan tüm unsurlardan sıyrılmakla birlikte yeni döneminde vazgeçilmez unsuru haline gelmiştir. Bu modernlilik açıklamasında bilime yüklenen yeni anlam modernleşme sürecinde de yayılmada ve algılamada, 9 modernliliği taşımada aracı kurum olarak görev alacaktır. Tüm modernleşme çabalarının başlatıcısı bilimsel alanda yapılan çalışmalar göz önünde tutularak sürdürülecektir. Bu süreçle birlikte ortaya çıkan yeni paradigma; bilim gerçekleri ve olguları keşfetme de büyük bir yol gösterici durumundadır. Toplumsal alan ise gerçekleri gösteren bir hakikat ve kendi kendini üreten özne durumuna dönüşmüştür. Toplum ve bilimin birlikteliği ile inşa edilen ve şekillenen dünya, yine bilim ve akılla keşfedilen belirli yasalara göre hareket eden, alan olarak görülmektedir. Bu anlamda modern zamanlarda topluma bir özne gözüyle bakıldığı gibi inceleme aracı olarak da nesne yönüyle de anlamlandırılabilecektir. (Touraine, akt. Yıldırım, E. 2012: 16). Bu bağlamda toplumsal yasalar modern zamanların adlandırıldığı ve sürekli eski dönemlerde olduğu gibi tekrar bir dikatomik zıtlıklarla açıklanan döngüsel zaman ve olay tanımlarından sıyrılmıştır. Yeni tanımlamada bilimsel yasalar sürekli ilerleyen ve determinist ilkelerle zamana uygun koşullarda ortaya çıktığı için, açıklanabilir hale gelecektir. Batı sosyal bilimcilerinin modern zamanlar olarak belirlediği dönem de evrensel değişme ve gelişmeler, düz çizgisel ilerlemelerle köklü değişimleri meydana getirmeye başlamıştır. Bu dönemde eğitim, kentleşme, ekonomik ve demokratik hareketlerin artışı gibi süreçler modernliliğin yayıcılığı görevini üstlenmiştir. Bu yeni dönemle birlikte insanlık yeni bir döneme geçmiştir. Bu yeni süreçte modern olarak adlandırılıp, hem alt yapısal, hem üst yapısal değişimleri beraberinde getirmiştir. Sadece değişmeye yol açan nitelik değil bütün alanları kuşatıcı ve değiştirici bir yön kazanmıştır. İnsanın aydınlanmasından, bireyselci bir yaklaşımla başlayan ve Rönesans, Reform ve aydınlanma ayaklarıyla devam eden bu süreç, nihayetinde ekonomik, toplumsal, siyasal ve tüm alanlarda kendine özgü yapısal değişimleri beraberinde getirmiştir. Alt yapıdaki değişim yönü insan ve hayvan enerjisinden, makine enerjisinin kullanımına, tarımsal üretim şeklinden, sanayi tarzı üretim şekline kapalı pazar ekonomisi olarak bilinen lonca sistemli korumacı yapılardan, açık pazar ekonomisine geçilmek suretiyle alt yapısal alandaki değişimin yönünü de belirlemiştir. Bu durum fikir ve düşünce hayatını üst yapı olarak da bilinen oluşumları da dönüştürmüş ve şekillendirmiştir. Bireyselcilik, ilerlemecilik, pozitivizm, rasyonalizm, sekülarizm, materyalizm gibi düşünce akımlarının 10 oluşturduğu bir entelektüel dünya görüşünün ortaya çıkışı söz konusudur. (Yıldırım, E. 2012: 17). Tüm bu şekillenme toplumsal yapıyı ve toplumsal yapı içindeki ilişkilerinde değişmesine yol açmıştır. Bununla birlikte örgütlenme anlamında da modern zamanlar yeni örgütlenme şekillerinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Modernlik kavramına geçmişten günümüze, farklı dönemlerde ve değişen koşullara bağlı olarak farklı anlamlar yüklenilmiştir. 17. yüzyıldan başlayarak günümüze kadar uzanan bu dönemde kavram sosyal bilimciler tarafından farklı evrelerde incelemişlerdir. Berman’a göre modernlik üç temel dönemde incelenebilir. 16.yüzyıl ve 18. yüzyıl ortasında modern hayatın algılanmaya başlandığı ve yeni başlayan dönemin tanımlama çabalarının oluşturduğu dönem. Bu yeni döneme ilişkin fark edilmişlikle birlikte tanımlamada var olan bir sıkıntı yaşanmaktadır. Modern bir kamu ya da camianın ne olacağı noktasında pek de belirli bir fikir yoktur. İkinci dönem ise Fransız ihtilali ile başlayan her alanda büyük dönüşüm ve değişimin yaşandığı dönemdir. Fransız devrimiyle birlikte, devrimin büyük etkisiyle modern bir kamu alanı meydana çıkar. Ve bu diğer alanları da etkilemeye başlar. 19. yüzyıla kadar modern alanlardaki yaşam alanlarının temel çizgileri iyice belirginleşir. 20. yüzyılda ise son evre olarak kabul edilir. Bu artık modernizm denilen olgunun tüm dünyaya yayılış dönemidir. Modernist dünya her alanda başarılar sağlamış ve her alanda üstünlüğünü ilan eder duruma gelmiştir. (Berman, 2002: 29-30). Bu modern dönemlerin son aşamasında evrensel ve mutlaklık özelliği kazanan “modernlik” kavramı, artık tartışılmaz bir egemenlik kurmuştur. O artık bu dönemde “farklılaşmanın, uzmanlaşmanın, bireyselleşmenin, karmaşıklığın ve sözleşmeye dayalı ilişkilerin bilimsel bilginin, teknolojinin hakim olduğu bir yaşam şeklidir. Modernliğin temel parametreleri genel olarak kapitalizm, endüstriyalizm, kentlilik, demokrasi, ulusallık, bürokrasi, uzmanlaşma, farklılaşma, bilimsel bilgi, teknoloji ve ulus-devlettir. (Aslan ve Yılmaz, 2001: 98). Bu son aşama olan siyasal uzanımın modernizm olarak ortaya çıkan ulus-devlet formu, modern devletin de genel çerçevesini oluşturmaktadır. Kavramsal bir çerçeve çizmek için, modern, modernlik, modernite, modernleşme ve modernizm kavramları son dönemde, 20. yüzyılda, vazgeçilmez bir sonun nihai aşamasının şifrelerini kodlayan niteliğe sahip olmuşlardır. Bu son nihai dönemde ortaya çıkan görüntüyü Touraine yıldızı parlayan modernliği “modernizmin modernist ideolojisi” tanımlamasıyla 11 şekillendirir. Son aşama olarak hem felsefi, iktisadi, klasik anlayış, modernliği aklın tutkusu özgürleşme ve devrim olarak tanımlar. Modernleşmeyi de eylem halindeki modernlik olarak nitelendirir. Modernlik ise bir dönem olarak görülür. Modernlik ideolojisini anlatırken Rönesans’tan, Fransız devrimine, Fransız devriminden İngiltere’deki kitlesel sanayi devrimine uzanan dönem olarak söz edilir. “Çünkü modernlik ruhu ve uygulamalarının geliştiği toplumlar harekete geçmekten çok çeki düzen vermenin peşindeydiler”. (Touraine, 2007: 44). Bu amaçlar içerisinde ticaret usullerinin düzenlenmesi, bu konulara ilişkin bir hukuk devletinin oluşturulması modernliğin yayıcısı olarak kabul gören kitapların yayılması, buna bağlı olarak geleneksel olan ve geçmişe ait olanın tamamen terk edilmesi veya eleştirilmesi gerekmektedir. Bu dönemin merkezinde yer alan akıl, aydınlanmanın yok etmesi gereken karanlığı yayan egemenlik biçimlerinden sıyrılan, doğa ve tanrı kelamının karşısında bile yer almak durumundaydı. “Klasik modernlik anlayışı her şeyden önce insanı doğayla, mikrokosmos’u makrakosmosla bütünleştiren ve bedenle ruhun, insanın dünyasıyla aşkınlığın tüm ikiliklerini reddeden akılcı bir dünya imgesi oluşturmaktadır.” (Touraine, 2007: 44). Avrupa merkezli başlayan modernizm olgusu içerisinde şekillenmiş dünyanın genelinde egemen olan klasik modernist anlayış “Modernist ideolojinin her şeyden önce öznenin ölümünü ilan etmesi işte, bundan dolayıdır.” O artık akla insanı köle yapmıştır diyebiliriz. Bu yüzden çok katı uygulamaları içinde barındıran klasik modernlik anlayışı “Her türlü özgürlüğe çağrı gibi, tüm toplumsal örgütlenmeler yada kültürel inancın geleneksel biçiminin reddi gibi devrimcidir. Geçmişe ortaçağa sırtımızı dönmekle, eskilere de akla olan güveni bulmakla ve emeğe, üretim örgütlemesine, mübadele özgürlüğüne ve yasaların tarafsızlığına temel bir önem vermekle yaratılacak olan yeni bir toplum ve yeni bir insandır.” (Touraine, 2007: 44). Bu modernist ideolojiyi özetleyen bir tanımlamadır. Merkeze kedini koyan ve diğer her şeyin bu ölçütle belirlenip değiştirilmesine olan inancı ifade etmektedir. Modernliğin bu belirlenilmişlik ideolojisi ile dünyanın geri kalan kısmını da kuşatarak bu düşünceyi hakim kılma yoluyla kendi egemenliği altına almayı da başardığı söylenebilir. Bu yolda modernliğin kuşatması altında kendini ona göre biçimlendirmek isteyen toplumlar, bir anda modernleşme diye tanımlanabilecek kendilerine has ya da dikte edilen yönüyle bir modernizasyon süreciyle kendilerini karşı karşıya buldular. 12 Modern toplum kalıpları olarak kabul edilen sisteme girmede toplum içinde dönüşüm ve değişim esnasında toplumsal sorunlar yaşanmaktadır. Modernizmin bu belirlemesi toplumsal yapıları da derinden etkilemiştir. Modernik ve modernizasyon kavramları bu anlamda gündeme geldi. Modernik ve modernizasyon kavramları arasında esaslı bir fark bulunmaktadır. Modernik bir projeye refleksiyona, modernizasyon ise bu projeyi, refleksiyonu mümkün kılan kurumsal yapısal evrime işaret eder. (Çiğdem, 2004: 69). Modern toplumu tanımlarken modern olmaya çalışan diğer toplumlar ancak bu süreci izlerlerse ona ulaşabilirler mantığı modernizasyonun ana yönünü belirler. Bu açıdan bakıldığında toplumsal alanda meydana gelen modern toplum tipinin yakalanmasında modernizasyona gidilmiş. İlerleyen süreçte de bu kavram batılılaşma ya da modernleşme olarak varlığını ortaya çıkarmıştır. Burada devletin, ana ekseniyle, toplumun devşirilmesi ya da dönüştürülmesi temel alınmıştır. Batı siyasal kurumunda devlet yapısı Fransız devrimiyle birlikte nation, ulus nitelikli milletlerden oluşan yapıya dönüşmeye başlamıştır. Modern toplumda ulus yerini almıştır. Milliyetçilik fikri de modern zamanların temel kavramsalı olarak tartışılmaya başlanmıştır. Alain Tauraine ulusu modernliğin siyasal biçimi olarak tanımlamaktadır. Ona göre ulus göreneklerin ve ayrılıkların yerine bütünleşmiş bir uzamı, aklın ilkelerinden esinlenen yasa tarafından yeniden yapılanmış bir topluluktur. Bu tanımlama ulusun milliyetçilik fikri ile ilişkisini, modernlikle birlikte ortaya çıkan modern devletle birlikte oluşan, sanayi toplumuna geçişin ve bu toplumun kendi nesnel koşullarından kaynaklanan bir süreçle ortaya çıkan yönü olarak görülebilir. (Karakaş, 2007: 22-23). Bu tespitlerden sonra modernlik ve modernleşmenin, ulusçuluk ve milliyetçilik fikriyle toplumsal alanda modern topluma ulaşmada izlenilecek yolu belirlemede yeni bir yol gösterici olduğunu söyleyebiliriz. Yıldırım bu durumu ifade ederken şu şekilde temellendirmektedir: “Milliyetçilik bir başka tarihsel dönemin ideolojisi olarak birçok siyasal sisteme ilham kaynağı oldu. Milliyetçilik ideolojisine dayalı meşrutiyetlerle kurulan ulus devletler, azınlıkta kalan topluluklara baskı, aşağılanma ve dışlanmayı yaşattılar. Egemen kavmin ulus olarak inşa edilmesiyle beraber diğer topluluklar bunu uygulamak zorunda kaldılar. Çünkü egemen topluluk diliyle, kültürüyle ve yaşam tarzıyla ulus dili ve ulus kültürü haline geldi.” (Yıldırım, E. 2012: 23). 13 Bu modern ulus oluşturma ve toplumu şekillendirip, modern toplum oluşturma fikri, modernleşme çabalarının ana yönünü teşkil edecek niteliktedir. Artık yeni toplumda çokluk yerine teklik ve eskinin dışlanarak yeninin kutsallaştırılacağı bir yapıda dönüşüm yer almaktaydı. Geleneksel toplum ve modern toplum taban tabana zıt değerlerle birbirinden ayrılmaktaydı. Avrupa da 17. yüzyıldan itibaren bilim ve teknolojide meydana gelen köklü değişmeler devamında sanayileşme ve kentleşmeye neden olurken, devamında geleneksel toplumları modernleşme ya da modernizasyon adı altında toplumsal hayatın tüm alanlarını da yeniden dizayn etmeye başladı. Bu süreçle birlikte insanlık modernite denilen yeni bir yaşam biçimine ve modernlik denilen ve düne ait olmayan bir dünyada yeniden şekillenmeye başladı. (Çaylak, 1998: 153). Bu şekillenme sürecinin içerisine modern olarak tanımlanan dönemi yakalamada, çağdaş yada Batılı olma istenciyle harekete geçerek var olan siyasal ve tüm kurumsal yerleri değiştirip dönüştürme çabası Batı dışı toplumlarda ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu geleneksel olan yapıların geçmişle olan bağların bir daha gözden geçirilmesini zorunlu kılıyordu. Yeni döneme girme fikri, diğer Batı dışı toplumlar da hızla benimsenir hale gelmiştir. Bu yeni yaşam tarzları toplumun gelenekleriyle ve geçmişiyle olan bağlarının koparılarak atılmasını gerektirmektedir. Gereken adımların bir an önce atılması fikri benimsenmiştir. Bilimsel, siyasal, kültürel, teknik ve endüstriyel alanda yapılacak yenilikler modernleşme yolunda, modernliği yakalamada, diğer modern dışı olarak nitelendirilen toplumların izlemesi gereken yoldur. Bu yola girerken yeni dönem modernleşme ya da modernizasyon kavramı ile tanımsal bir çerçeve oluşturmak gerekmektedir. Osmanlıda başlayarak Türkiye Cumhuriyetin’de devam eden hareketlerin tamamı, günümüzde de uygulanan reformlar bu kavramlar çerçevesinde tanımlanmaktadır. 2. MODERNLEŞME Modernleşme kavram olarak modernlikle birlikte ele alınmak zorundadır. Modernleşme kavramı 17. yüzyıldan sonraki süreçte ve 18.yüzyıl içinde Batı’nın kendi içinde yaşadığı durumu ve gelişmeleri ifade etmek maksadıyla kullanmıştır. Modernleşme kavramı ilk olarak 1770 yılında “modernization” “modern yapmak” anlamında kullanılmıştır. Aslında modernleşme kavramına Batının içinde yaşadığı 14 değişim sürecini anlatmak için başvurulmuştur. Modernliğin devam eden bir sürecine vurgu yapmaktadır. (Yıldırım, E. 2012: 27). Bu açıdan modernliğe ilişkin, siyasal, toplumsal ve bilimsellikle birlikte teknolojik açıdan meydana gelen değişim sürecini ele almaktadır. Bu arada modernlik bir duruma vurgu yaparken, modernleşme bir sürece vurgu yapmaktadır. Modernleşme bu manada olumlu bir anlam yüklemesi ile modernliğe ulaşmada izlenilen yola ilişkin süreçlerin toplamı olarak tanımlanabilir. Modernleşme kavramının tanımlaması yapılırken ortak bir yaklaşım bulunmamaktadır. Bununla birlikte kavramın en güzel tanımlaması, değişme olgusuna ilişkin, kalkınma olgusuyla da ilişkilendirilerek yapıldığı görülmektedir. Tanımlamalara bakıldığında kavrama ilerleme, teknolojide ve sanayileşmede belli bir merhaleye doğru yol alma anlamı da yüklenebilir. Aynı zaman da ticari faaliyet alanlarının düzenlenmesi, kentleşme olgusu ile birlikte ele alınmaktadır. Bununla birlikte modernleşme salt teknoloji ihtiva etmediği gibi düşünce ufkunu simgeleyen anlamda yüklenebilmektedir. (Yılmaz, 1996: 23). Modernliğin, modern dönemin “ Toplumun artan ‘Rasyonelleştirilmesi’, bilimsel ve teknik ilerlemenin kurumsallaşmasıyla bağıntılı olarak, tekniğin ve bilimin, toplumun kurumsal alanlarına sızdıkları ve böylelikle kurumların kendilerini dönüştürdükleri ölçüde eski meşrulaştırmalar tasfiye edilir. Bu şekilde toplumsal eylemin artan rasyonelliğinin yüzü olarak” tanımlanabilir. (Habermas, 2010: 36). Habermas gibi modern olanı bir şekilde akıl ve teknolojiyle bilimsel olanla ilişkilendirmek durumundayız. Moderniteden sonra modernizasyon kavramı da bu alanla nitelendirmek ve ilişkilendirmek gerekir. Yapılacak tanımlamaların genel özelliği geleneksel toplum kuramlarını yıkmak ve bu yıkılan kuramların yerine kendi modernleşme kuramlarını yerleştirmektir. Bu bakımdan modernleşme ve modernizm bir teori olarak göze çarpmaktadır. Modern olarak ortaya çıkan durumun üç temel prensibi; mükemmellik, Avrupa merkezlilik ve izlenecek tek yol olması, Batı dışı toplumlar tarafından da bu durumun benimsenmesine sebep olmaktadır. Batı’nın üstün ve Doğu’nun geri kalmışlığı fikri, diğer Batı dışı toplumlar tarafından benimsenmiştir. Batının üstün ve Doğu’nun geri kalmışlığı fikriyle örtüşen bu yaklaşım, tüm dünyayı etkileyecek modernlik durumun ortaya çıkmasıyla sonuçlanmıştır. 16. yüzyıldan itibaren Batı lehine işleyen süreç, Batı adına bütün temel değerlerin yeniden tanımlanmasına 15 dayalı yeni bir yaşam biçimini ideolojisini de belirlemiştir. İşte Batı gelişme çizgisi bağlamında tanımlanan yeni yaşam kurgusu, Batı gelişme modelinin bizzat kendisidir. İdeolojisi modernizm, yaşanılan süreçse, modernleşmedir. (Karakaş, 2006a: 29). Bu açıdan bakıldığında bir modernizm teorisinin modernleşme, modernizasyon süreci ile devamlılığının sağlanarak sürdürülebilirlik kazandığını söylemek mümkündür. Modernlik, çağdaşlık yolunda izlenecek yolla ilgili süreci anlatan bu kavram; Doğu toplumlarında Batıdan geri kalmışlıklarını fark etmesiyle birlikte, bu geri kalmışlığın telafisine yönelik Batıyı fikirde, bilimde, teknolojide yakalama çabalarıyla ortaya çıkmıştır. faaliyet alanı da modernleşme kavramıyla tanımlanmaktadır. Modernizim tanımlamasında yer alan “Yenileşme, çağdaşlık ve muasırlık” bir diğer ifade ile günümüze, çağa ait olan, onu çağrıştıran gibi anlamlara geldiğini ifade etmektedir. (Bolay, 1996: 282). Buradan modernleşme geri kalanın, ileri olanı yakalamada izlediği yöntem olarak, çağa uyma çabası olarak görülebilir. Kongar bu durumu destekler nitelikte şu tespiti sürdürmektedir. “İnsanoğlunun genel evrim çizgisi bakımından geri kalmış toplumların, zamanımızda bu çizginin son noktasına gelmiş olan toplumlara yetişmesi demektir. Yani insanoğlunun gelişmesi yönünden modernleşme bir ilerleme değil bir eşitleme sürecidir” (Kongar, 2004: 304). Modernleşme kavramlarının içeriği, tanımlarda modern olanla ilişkilendirilmiş durumdadır. Şunu da belirtmek gerekir ki her dönemde ilerleme ve ilerlemeyi, uygarlığı yakalama çabası diğer toplumlarda olmuştur. Bu manada modernleşme sürecine girmek ya da bu sürece ilişkin değerleri yönlendirmek toplumlar açısından girildikten sonra vazgeçilmez alan olarak görülebilir. Az ya da çok her sistem değişmek durumundadır. Ancak bu sürece sonradan dâhil olan ülkelerde modernleşme değişmenin hızlanması olup, sosyal ve kültürel yapının bütününü etkileyen, teknolojik, ekonomik ve çevresel değişimleri de ifade etmektedir. Bu süreçte sosyal yapı, bu yapıyı meydana getiren kurumlar, insan ilişkileri ve bunlar arasındaki karşılıklı etkileşimle ortaya çıkan bütündür. Bu bütünlük bir taraftan yapının içindeki parçaların uyumunu zorunlu kılarken, bir taraftan da değişmenin diğer parçalarda etkisini göz önünde bulundurmak durumundadır. Bu anlamda modernleşme toplum yapısının ve buna bağlı olarak oluşan örgütlenmenin farklı şekilde olmasıdır.(Yılmaz, 1996: 23). Bu süreçte farklı tanımlar ve farklı birimler ortaya çıkmak zorundadır. Bu değişim hem toplumu hem de var olan diğer 16 toplumları da derinden etkilemektedir. Modernleşme sadece tek biçimli belli kurumlarda gerçekleşen bir değişim ve etkileşim süreci yaşamamaktadır. Modernlik tasarısı 18. yüzyılda yaşayan aydınlanma filozoflarının nesnel bir bilim, evrensel bir ahlak, evrensel bir yasa, özel bir sanat olanı oluşturmak amacıyla ortaya çıkan çalışmalarla biçimlenmiştir. (Sarup, 2004: 2005). Bu modernlik tasarısının bir yansıması olarak modernleşmeyi, onun tamamlayıcısı şeklinde de okuyabiliriz. İdealize edilen modern olana ulaşma amacıyla oluşturulmuş tasarımın ismi de denilebilir. Modernleşme bir yüzüyle de sanayileşme ile temellendirilmiştir. Toplumsal gelişim aşamalarına gönderme yapmak amacıyla da kullanılır. Bir anlamda modernleşme genişleyen kapitalist dünya pazarının sürüklediği, bilimsel keşiflerle birlikte teknolojide meydana gelen yeniliklerin, buna bağlı olarak sanayideki ilerlemenin, sanayideki ilerlemeye bağlı olarak ortaya çıkan nüfus hareketlerinin ve kentleşmenin, ulus devletinde kitlesel siyasal hareketlerin oluşumuyla ortaya çıkan sosyoekonomik değişmelerin çeşitliliğinin bir birliğidir. (Sarup, 2004: 187). Modernleşme bu tanımlamada çok boyutlu bir etkiyle birlikte sadece tek yönlü bir değişiklik değil, birçok alanda meydana gelen bir etkileşim süreçlerinin toplamı olarak da görülebilir. Modernleşme mevcut üretim sisteminin toplumsal yapının ve devlet mekanizmasının sorunlarını gidermeyi esas edinen tek yönlü; ama çok boyutlu bir olgudur. Ekonomik açıdan devlet örgütlenmesinin yapılanmasında meydana gelen süreçleri anlatmada 16. yüzyılda Avrupa merkezli filizlenmeye başlayan kapitalist sistemin giderek egemen olduğu bir dünyada bitmeyen ideolojidir. “Modernleşme geçmişi ve geçmişe ait olana kendi ötekisi olarak gördüğü geleneksel diye reddederek klasikteki köklerini reddeder.” (Aksakal, 2010: 246). Bu yönüyle de modernleşme gelecek tasarımı ve ideolojisi ile sürekli gerçekleştirilmek istenen bir çabanın, amacın ürünü olarak da görülebilir. Bu modern anlayışın devlet ya da siyasal alan üzerindeki etkisi ulus devletleri ortaya çıkarmıştır. Modern anlamda “Toplumlar bir ulus devlet sistemi içerisinde var olan devletlerdir. Geleneksel devletler ya da sınıflara bölünmüş toplumlar dediğim şey ise hem kendi iç özellikleri hem de birbirleriyle olan dış ilişkiler bağlamında; bunlardan ciddi olarak zıt özellikler göstermektedir.” (Giddens, 2005: . Modern devletin kurumlarının da kendi içinde belirli bir süreçten geçerek oluşturduğu yeni yapı, diğer alanlarla birlikte özellikle Batı dışı veya modern dışı kabul edilen 17 toplumları derinden etkilemiştir. Bu dönemden sonra devlet yapısı modern olana doğru dönüşmek zorunda kalmıştır. Bu süreç devletin, geleneksel toplumun modernize edilmesi, modernleşmesi ile bir dönüşümü ifade etmektedir. Modernleşmenin mevcut olanı kusurlu görmesi sürekli ıslah ya da dönüşüm gereksiniminin oluşmasına neden olmuştur. Modernleşme bu değişim ve dönüşümün, bürokratik rasyonalite, dünyevileşme, sanayileşme ve standart eğitim ve toplumsal olanı dizayn etme şeklinde kavramsallaştırmıştır. (Aksakal, 2010: 246). Bu toplumsal alandaki dizayn fikri, ulus devlet formlarıyla, modern devletin oluşumu adına devletlerin modernleştirilmesini zorunlu kılmıştır. Modernleşme fikri tarihsel içeriği ve anlatımı yüzünden bir süreci ifade ettiği için, bu değişim sürecini tarihsel içeriyle anlamak adına Avrupa’da yaşanan modernleşme sürecini ele almak yararlı olacaktır. Modern devlet ya da ulus devlet formunu tarihsel gelişmişlikle ele almak, merkez çevre ve milliyetçilik fikirlerinin modernleşme süreci ile Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti’ne etkilerini anlamada daha yararlı olacaktı. Modernleşme Batı Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da ortaya çıkmış olan toplumsal, ekonomik ve siyasal sistemlere doğru bir evrilme olarak nitelendirir. Bu anlamda modernleşme bir bakıma da Batılılaşmayı ifade eder. Ekonomik, siyasi ve kültürel alanda modernleşme kendini göstermektedir. Daniel Lerner’e göre “Modernleşme esas itibari ile ‘akılcı pozitivist bir ruhun benimsenmesidir.” Bu şekilde aklın ve onun paydaşı olan pozitivizm ortak hareket ederek, toplumsal süreçlerde meydana getireceği değişmelerden zorunlu olarak diğer toplumlarda yaşamak durumdadırlar. Bu açıdan zorunlu Batılılaşmak kavramı kullanılabilir. (Kongar, 2004: 227). Bu modernleşmeci anlayış bir bakıma modernleşme kavramıyla, modernleşme teorisi ayrımını da beraberinde getirir. Batılılaşma olarak Avrupa ve Kuzey Amerika merkezli başlamış olan bir hareketin, zorunlu olarak diğer toplumların da yaşaması gerekir, fikri diğer toplumlar arasında yayılmaya başlamıştı. II Dünya savaşı sonrasında soğuk savaş döneminde Amerikalı sosyal bilimciler tarafından yapılan toplumsal -politik koşulları teorize etmek ve bir kalkınma projesi olarak sunmak maksadıyla bu fikir kullanılmıştır. Black modernleşmeyi tanımlarken “ Eğer tanımlanması zorunluysa, modernleşme bir süreç olarak tanımlanabilir ki bu süreçte tarihsel olarak kurumlar, hızlı değişimin 18 fonksiyonuna adapte edilir. Bu değişimde insan bilgisinin beklenmedik çoğalışı ve çevresi üzerine artan egemenlik rolü ve buna eşlik eden bilimsel devrimler yer almaktadır. Bu adaptasyon süreci öncelikle Batı Avrupa toplumlarını etkiler. Fakat 19. ve 20 yüzyıldan sonra bu değişimler bütün diğer toplumlara yayıldı. Ve dünya çapında bütün insan ilişkilerinin transformasyonuyla sonuçlandı.” (Black, akt. Yıldırım, E. 2012: 27-28). Bu anlatımda da modernleşme bir kavram ve süreç olarak ele alınmaktadır. Bu şekilde köklü değişimi ve dönüşümü içinde barındıran modernleşme olgusu, bu dönemde kalkınma projesi olarak da uygulanacaktır. Bu dönemden sonra yapılan gelişmiş toplumlar ve geri kalmış toplumlar tanımlanması model olarak gösterilebilir. Modern toplumları temsil eden gelişmiş ülkelerin yardımı ve bu ülkelerin model olmasıyla, Batı deneyimi evrensel bir model olarak göze çarpmaya başlamıştır. ABD kendi dışındaki müttefiklerine modernizmi yaymaya çalışırken, modernleşme bir kalkınma projesi olarak şekilleniyordu. Parsons bu modernleşme teorisinin mimarı olarak kabul edilir. Parsons toplumların ulaşabileceği nihai toplumsal aşama olarak ABD’ yi işaret etmekteydi. ABD onun gözünde modernleşmenin lideriydi. Parsons Modernleşme kuramını “Tarihsel bir çerçeveye yerleştirmek amacıyla, bütün insanlık tarihini belli bir gelişme süreci içinde yorumladı.” Erken dönem, Hıristiyanlık, Ortaçağ dönemi, Rönesans ve Reform,a karşı reform, devletin yükselişi, endüstriyel ve demokratik devrimler, ve modern Amerika (Yıldırım, E. 2012: 28). Avrupa merkezli başlayıp bir modernleşme teorisine dönüşen Batılaşma olarak da tanımlanan bu kavramsal, tarihsel süreçte farklı şekilde tanımlanmaya devam edilmiştir. Batılılaşma hareketi olarak görünmesinde, Doğu’dan bir bakış olarak Batı’ya göre kendini tanımlama olarak kavrama bu anlam yüklendiği söylenebilir. Bununla birlikte modernleşmeye daha önce giren ülkelere nazaran, gelişmekte olan ülkelerdeki modernleşme çabaları bazı noktalarda farklılıklar yaşamaktadır. Modernleşme iç dinamiklerle birlikte daha çok gelişmiş, modernleşmesini tamamlamış, modern devletleri örnek alınması ile girilen süreç olarak anlaşılmaktadır. Bu örnek alışta seçkin sınıf önemli role sahiptir. Bu seçkin sınıf girişimleri ve çabaları modernleşmeyi yansıtmaktadır. Bu seçkin sınıfın karşısında yer alan kitle ile olan ilişkileri çerçevesinde süreç oluşmaktadır. Ortaya çıkan bu durum modernleşmenin izlenecek yönünü ve yöntemini de büyük ölçüde belirlemektedir. Bu gelişmekte olan, Batıya göre geri kalmış olarak görünen ülkeler, 19 bir yandan modernlik taraftarı seçkinler grubu bulunmakta, bir tarafta ise gelenekselliğe yönelik, genel çoğunluğu oluşturan kitleleri temsil eden grup bulunmaktadır. Mevcut siyasal yapılarda seçkin olan modernlik taraftarı grubun, toplumu hedefe götürmek için seçtiği strateji ve bu strateji ile birlikte oluşturduğu ilişki biçiminin izleri, modernleşme kavramında izlerini taşımaktadır. (Yılmaz, 1996: 24). Yılmaz’ın da belirttiği gibi ülkemizde ya da ülkemize benzer Doğu toplumlarında görüldüğü kadarıyla, modernleşmeye bu şekilde anlam yükleyen yaklaşımları örnekleriyle görmek mümkündür. Avrupa kıyılarında ortaya çıkan ve nereden çıktığı önemli olmayan bu modernlik teorisinin içinde taşıdığı nitelik, onu kaçınılmaz olarak dünyayı değiştirmeye yöneltmektedir. Bu proje dünyanın farklı bölgesinde de çıkmış olsaydı, aynı biçimde tüm dünyayı değiştirecek bir etkiyi yine yaratacaktır. (Tekeli, 2004: 19). Burada önemli olan modernliğin nerede çıktığı veya nasıl oluşturdu değildir. Ortaya çıkan modernlik durumunun, Doğu ya da diğer toplumlar tarafından yakalama hissinin ortaya çıkmasıdır. Buna yönelik modernleşme projeleri istenilerek uygulanıp, tasarlanmaya devam ediyor. Tekeli’ye göre modernleşme hareketi modernliğin dört temel boyutu üzerine kurulmuştur. Bunlardan birincisi ekonomik boyut olarak adlandırılabilir. Kapitalist üretim ilişkilerinin içinde bulunduğu ve sanayileşmiş bir toplumum ortaya çıkmasında etkili olan yönleri içine alır. Aynı zamanda teknolojik gelişmeleri hızlandırıcı etkiye sahip durumunda ortaya çıkmasına olanak sağlar. İkinci boyut ise bilgiyi, sanata ve ahlaksal alana yönelik yaklaşımları içinde barındırır. Bu alanların her biri birbirinden bağımsızdırlar. Bu alanlar otonom olmakta birlikte, bütünleştirici bir yaklaşımla evrensel değerleri ortaya çıkaran yönleriyle belirginleşir. Hukuk, ahlak, sanat ve bilim alanında evrensel nitelikte değerlere sahip olma iddiası, bu dönemde ön plana çıkar. Üçüncü boyut ise geleneksel toplum bağlarından kurtulmuşluk, rasyonalite ile birlikte özgürlüğü eline alan insanın eylemsel alanını gelenekler yoluyla değil, kendi iradesine bağlı akılla yönlendiren bireyin ön plana çıkmasını temsil eder. “Bunlar eğitilmiş kapasiteleri artmış, belli bir yöreye bağlılığı azalmış, tarihsel gelişme içerisinde kendine yer bulabilen, yer değiştirebilen, alışkanlığı artmış olabilir.” (Tekeli, 2004: 20). Geleneksel bağları reddetmekle kalmayıp modern toplumun bireyi haline gelmiş yurttaşları olarak göze çarparlar. Dördüncü boyut ise gelişen kurumsal yapılardır. Ekonomik faaliyetlerde bulunan ve 20 bu tür bireylerden oluşan, kendi yaptıklarını değerlendiren ve onları değiştirip geliştirmeye çalışan yapıdır. Bu yapıda toplum ve bireyler yeni bir örgütlenme fikri ortaya koymuşlardır. Bu örgütlenme biçiminde ulus-devlet olma ve yönetim olarak demokratik süreçleri içinde barındıran niteliklere sahip olma gibi özellikleri sayabiliriz. Kendi için iyi olanları değerlendirilen, eşit haklara sahip olanlardan oluşan bu toplumda, yönetimin meşruiyeti ancak demokratik ilkelere dayanarak sınanabilir. (Tekeli, 2004: 20). Bu dört boyutlu modernlik aşamaları yakalamak amacıyla harekete geçmek, modernleşmede geri kalmış toplumlarında aynı süreçlerden geçtikten sonra gerekli hedefe ulaşacağı fikrini de beraberinde getirmiştir. Fakat seçkin modern taraftarların içinde bulundukları durum ve yakalanması gereken modernliğin bazı özellikleri çelişik durumları da beraberinde getirmektedir. Modernlik konusunda yapılan bu basit indirgemeci yaklaşım sürekli gelişmelerle zaman içerisinde açıklık kazandırdığı gibi bu proje sürekli kendisini de yeniden üretmektedir. Bu yeniden üretme esnasında kendisini geliştirmekte ve var olduğu durumun bir üstüne çıkarak ulaşılmaz olma durumunu devam ettirmektedir. Bu şekilde de sürekli yeni biçim kazanmaktadır. Bu yeniden dönüşüm ve yeniden kendini gerçekleştirme karşı konulmaz oldu. Bu durum onunla ilişki kurma yoluyla atılan modernleşme adımlarını yeniden tanımlanmasını zorunlu kılmaktadır. (Tekeli, 2004: 21). Bu açılardan bakılırsa ister dayatmacı bir teori gözüyle isterse yakalanması gereken idealize edilmiş biçimiyle modernlik yeniden tanımlanarak ona ulaşılacak yol ve usullerin tekrar tekrar farklı biçimlere doğru dönüştüğü söylenebilir. Bu durum modernleşmede farklı sıkıntıların ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Modernleşme sürecinde gelişmekte olan ülkelerde iki tavır göze çarpmaktadır. Birincisi geleneksel toplumun devamını savunurken, diğeri ise Batı ya da modern olanın bütün olarak alınması fikridir. Bunlardan biraz farklı olarak seçmeci bir yaklaşımda sunulabilir. Batı medeniyetinin, modern unsurların bazı olumlu yönleri, bunlar arasında teknolojik ve tekniğe dayalı unsurları alınmalı. Diğer taraftansa özellikle kültür gibi istenmeyen bazı yönleri de reddetmek gerekir. Bu düşünceyi kabul eden kısmici yaklaşımlarında var olduğu söylenebilir. Bu noktayla ilgili Morroe Berger, Ortaduğu ve Arap dünyasının içinde olduğu durumla ilgili bazı tespitlerde bulunur. Bu gelişmeler toplumlarda Batı egemenliğinin ve özellikle 21 medeniyet ve teknolojik anlamda bu üstünlüğü kabul eder. Seçkinci grup kitleyi batılıların cesaret edemediği oranda değişime zorlar. Bununla birlikte değişim istediği milliyetçilikle birlikte yürütüldüğünü de vurgulamaktadır. M. Berger’e göre yeni seçkinler bir taraftan milliyetçi yönleriyle Arap kültürü ve gücüne hayranlık duymaktadır. Diğer taraftan, ilerleme ve değişme olarak kabul edilen pek çok geleneği de yok saymaktadır. Bu değişime yönelik kararsızlık ve çelişik durum ortaya çıkarmaktadır. (Berger, akt. Yılmaz, 1996: 25). Bu durum Batılaşma ya da maddeleşme olgusunun dönemsel algılamada geçirdiği farklı tanımlamalara örnek teşkil etmektedir. Tarihsel süreç içerisinde Batılılaşma ya da modernleşme farklı tanımlar gibi anlaşılsa da gelinen noktada iki kavramsalında modernliğe ulaşmada ve onu zorlamada aracılık eden sürecin ortak ismi olduğu söylenebilir. Murat Belge bu durumu ifade ederken: “Dünya da Batılılaşma adıyla tanınan bir süreç, bir program, bir fiil varsa, bunun ilk örneği Osmanlı ve Rus İmparatorluklarında görülmüştü. Böyle bir örneğin ortaya çıkışı Rusya için yaklaşık 17. yüzyılın son on yılı Osmanlı İmparatorluğu içinde 18 yüzyılın ilk yarısı olarak ta saptanabilir. Bu tarihte Batı “Batı’’ diye tanımlanabilecek özelliklere sahip farklı bir bütünlük olmaya başlamıştı. Ama oda bu sürecin oldukça erken aşamalarındaydı ve kendiside “Batılılaşma” ya devam ediyordu. Yaklaşık bir yüzyıl sonra Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi ve Sanayi Devriminin gerçekleşmesiyle Batı, Batı olacaktı. Özellikle ikinci olgu Batı’yı bütün dünyada tek ve benzersiz konuma yerleştirecek ve bundan böyle “Batılılaşma fiili” “Batı’’ olmayan bütün dünyanın başlıca uğraşı haline gelecekti. Daha sonraları, bu “Batı” kavramında bu iş yapanlar için biraz tedirgin edici çağrışımlar bulunduğu için kulağa daha nötr gelen “ modernleşme” terimi daha yaygın bir tercih görecektir. (Belge, 2004: 43). Genel durumu özetleyen bu yaklaşım kavramsallara verilen anlamdan ziyade toplumları kendilerini görmek istedikleri durumla yakından ilişki içerisindedir. Osmanlı ya da Türk aydınlarının kendi içerisinde “Batılılaşma” “Modernleşme” kavramları bu anlamda farklı biçimlerde kullanılmıştır. Ama göz önünde tutulması gereken bir gerçeklik var. O da toplumun yaşamış olduğu bir olgu olarak yaşanan süreçten etkilenip, bu yönde tutum, hareket ve tarzlarının ortaya konulmasıdır. 22 Modernleşme süresinin ortaya çıkış noktası Avrupa merkezli kabul edilmektedir. Fakat bununla birlikte Giddens’in tanımında belirttiği gibi zamanla tüm dünyayı etkisi altına alan süreç hâline gelmesi, uzun bir zaman almıştır. Avrupa’da başlayıp tüm dünyayı etkileyen süreç, tek yönlü ideolojik etkiden ziyade, Avrupa’da var olan yeni ekonomik sistemin taşıyıcısı kapitalist devletlerin yeni ekonomik sistemin gereği olarak, Dünya’nın farklı bölgelerine ilgilerinin yönelmesiyle ilişkilidir. Bu bölgede hâli hazırda var olan ve devam etmekte olan geleneksel yapılar, belirli bir eklemlenme ile dönüşüme uğratılmıştır. Bir bakıma kapitalist sistemin ulaşma imkanı bulduğu coğrafyalarda, kendi içinde var olan biçimi yerleştirmesini, bu bölgelerde modernleşme sürecinin herkes tarafından kabul edilebilecek nesnel temelini ortaya koyar. Ortaya çıkan bu durum “Dış örnek etkisi” özenme, yetişme, dürtüleme gibi çağrışımlarda oluşturmaktadır. Kapitalizmin ortaya çıktığı toplumların dışında kalan toplumların zamanla modernleşme hareketlerinin içine girmeleri, bu açıdan taklide indirgenebilir. Fakat Çulhaoğlu bu çok yönlü hareketi “Maddi temeli olmayan, yapay ya da taklit süreçler olarak görmemek gerekir.” (Çulhaoğlu, 2004: 170). Şeklinde tespitte bulunur. Modernleşme hareketi modern ideoloji yada modernite teorisinin evrenselci yaklaşımında oluşan etki ile sadece basit taklit olarak adlandırılmamalıdır. Bununla birlikte Avrupa’ya modern olarak kabul edilen coğrafyalara yakınlığıyla bilinen devletlerde özellikle Osmanlı’da başlayarak devam eden süreçte Türkiyi’de içine alan yakın coğrafyalarda, Avrupa’dan her alanda doğrudan etkilenen ülkelerde, modernleşme olgusuna ve bunun ortaya çıkardığı olgusal gerçekliklere derinlemesine bir çalışmayla bakmak gerekir. Modernleşme kavramının içeriğinde günümüzde yapılan tartışmalar ağırlıklı olarak, bu etkilenim sonucunda farklı tanımlamalardan da kaynaklanmaktadır. Bir önceki anlatımda ele alınan “Modern olan ve geleneksel olan arasında ki eklenmelerin uzunca tarihi bir kesite yayılan gerilimleri geç modernleşmenin ayırt edici özellikleri arasındadır.” (Çulhaoğlu, 2004: 171). Burada modernleşmenin süreç olarak uzun bir zaman aralığında gerçekleştiği tespit edilmişti. Son durumda modernlik sürecini yaşama biçimleri ve bu süreçlerin genel dönüşümü ile farklı modernleşme biçimleri ortaya çıkmıştır. “Batı dışı modernlik” Nilüfer Göle’nin “Batılı olmayan toplumların modernlik deneyimleri yeni bir iddia 23 taşıyabilir mi?” sorusuyla başlayan yaşanan modernleşme süreçlerine yönelik yeni tartışma ve yeni bir yön kazandıran tanımlamaların ortaya çıkmasını sağlayan tanımlamadır. Göle’ye göre “Batı’nın coğrafya, tarih ve kültürüyle tanımlanan modernlik deneyimi, bu gün farklı coğrafyalara açılmakta, yeni kültürel havzalarda yeşermekte, değişik dillerde yeniden anlatılmaktadır. Batı dışı modernlik kavramı çok yönlü bu güzergah izleme, görme ve dillendirme iddiasındadır.” (Göle, 2004: 57). Göle; mevcut durumun çok yönlü etkileniminin tanımlanmasında, farklı etkilenimler sebebiyle mevcut monist yaklaşım sorgulanarak, yeni kavramsal tanımlar yapılması gerekmektedir. Bu yaklaşım giderek ön plana çıkarmaktadır. Bu şekilde modernleşme kavramını anlamlandırmaya yardımcı olmaktadır. “Çoğulcu modernlik, alternatif modernlikler, yerel modernlik ya da benim kavramsallaştırmaya çalıştığım gibi Batı-dışı modernlik kavramı, değişen modernlik deneyimi ve tanımları üzerine farklı coğrafya ve kültürleri konumunda yeniden düşünme uğraşının bir parçasıdır.” (Göle, 2004: 57). Burada Göle’nin belirttiği gibi Batılı gözüyle şekillenmiş bir sosyal bilim gözüyle oluşturulan modernleşme ve modernlik kavramı, onu ortaya çıkaran bilimin tekçi yaklaşımıyla pozitif bilim anlayışının tekelini ortaya koymaktan ileriye gitmemektedir. Günümüzde yapılan çoğul, alternatif, yerel ve Batı-dışı modernlik gibi tanımlamalar bu bilim anlayışı ve dünyayı tek merkezli görme, tek biçim verme anlayışına eleştiri mahiyetindedir. Modernleşme kavramının bu yaşanılan süreci tanımlamada, Batının bir dayatması olma durumu gibi yapılan değerlendirmeleri göz önünde bulundurursak; modernliği yakalamada izlenilen yol ve yöntemlerle ilişkin yapılan alternatif tanımları, modernleşme kavramının bu tek biçimli yönlendiriciliğini kırmada yol gösterecektir. Bu tanımlama sıkıntısı farklı kavram kullanımında kendini göstermektedir. Örneğin bir Batılaşma kavramına yüklenen anlam zamanla ve sosyal bilimcilere göre farklı anlamlar içerebilmektedir. Batılılaşma kavramı kullanıldığı terminoloji, modernleşmeye göre daha da kapsamlıdır. “Kapitalizmin gelişmesine eşlik eden bir süreç olarak modernleşmenin her ülkeyi şu yada bu ölçüde Batılı Ülkelere benzetmesi kaçınılmaz olsa bile her modernleşme sürecine tam boy bir Batılılaşma eşlik etmeye bilir” Bu konuda Şerif Mardin modernleşmeci planların “ devlet kurtarma yada “Cemaatçi Popülizm” adına zaman zaman batılılaşmaya karşı durabileceğine değinmektedir.” (Çulhaoğlu, 2004: 171). 24 Yaşanılan süreci her toplumda zaman zaman ve toplumdan topluma da benzerlik göstermeyen sonuçlar doğurması, bu kavramsala yüklenen anlamların farklılaşmasına sebep olmuştur. Modernleşme kavramı daha olumlayıcı ve his dünyalarına ilişkin nötr durumsalı ifade eder. Batılılaşma kavramı içerikten ziyade biçimsel yönü ağır basan niteliğe sahip bir anlam yüklenilmektedir. Bu dar kapsamdan dolayı bazen iticilikle benimsenmeyen kavramken, bazen de modernleşme ile ortak anlatımlarda kullanılmıştır. Batıcılık kavramında modernliği farklı yaşama tecrübelerini sahip ülkelerin bulunması, farklı coğrafyalarda bu sürece ilişkin esasları tanımlamada çoğul, alternatif, yerel ve Batı dışı modernlik kavramlarına kısaca değinmek yararlı olacaktır. Göle, tek güzergahlı kültür dışı bir modernlik anlatımı yerine, farklı biçimlerde ve yollarda birden çok güzergahta kültürel odaklı tanımlamalarla, çoğul modernliği ifade etmektedir. Batı’nın kendi içinde dahi farklı bir modernlik yolu çizdiğini, modernliğin tek biçimli yönünü reddeden bir yaklaşımdır. Modernlik bu tanımlamada birçok alandan ve kültürden beslenen farklı süreçlerin ortak ürünü olarak görülmektedir. Bununla birlikte her toplumda farklı deneyim ve rölatif anlayış göze çapmaktadır. Modernlik sonuçta bir bitmişlik içerisinde nihai aşama olarak görülür. Modernliğe ulaşma noktasında modernleşme kavramı; ülkelerin tarihsel, toplumsal ve kültürel koşullarda hareket ederek çizdikleri yolun, izledikleri stratejinin adı olarak görülebilir. Bu tanımlama, modernlik tanımlarındaki evrenselci ve izlenilecek tek yol, ulaşılacak son merhale olarak görülen yaklaşımlara itiraz niteliğindedir. Batı merkezli yaklaşımlara yönelikte itiraz niteliğinde modernleşme tanımı olarak görülür. Modernliklerin alternatif yollarını olduğunu savunan “Alternatif Modernlik” anlayışı Batı modernliğinin temel dayanak noktası almakla birlikte, bunun yanında farklı alternatif modernlik arayışlarına meşruluk zemini hazırlamaktadır. Modernlik yaklaşımlarından bir diğeri de yine Batı merkezli bir yaklaşıma karşı çıkmak suretiyle ortaya atılmıştır. Bu yaklaşım modernliği merkezden farklı yerel unsurların ön plana çıktığı tikel olan olayların her toplumun kendi içinde farklı biçimlerde modernlik sürecini yaşadığını ileri sürmektedir. Bu kavramsalı, modernleşme kavramının kapsayıcılığına ve yönlendiriciliğine itiraz niteliğinde sosyal bilimciler kullanmaya çalışıyorlar. Buna Göle’nin itirazı şu yöndedir. “Hangi toplumsal pratiklerin, kültürel kimliklerin evrenselliği taşıdığına 25 hangilerinin genellikle sınırlı olduğuna hangi kıstasa göre kim karar verecek?” (Göle, 2004: 59). Bu açıdan bakıldığında, yerel bir ifade biçimiyle belli bir alanda sınırlılaştırılmış yeniliklerin, evrensel kültür ve diğer alanlarıyla ilişkilendirilmesi sonucu ortaya çıkacak yeni süreçlerin, belirli bir dar alanda yapılan modernleşme tanımının sıkıntısı olarak görülmektedir. Bu kullanılan kavramsalların yerine modernlik ve akabinde yaşanan modernleşme olgularına farklı bir yaklaşım sunan Göle’nin “Batı dışı modernlik” tanımlaması, alternatif modernlik, çoğul modernlik ve yerel modernlik gibi kavramsallaştırmalardan ayrılmaktadır. Bu kavramsal Batı’yı merkeze oturtan ve merkez olanı, yerinden kaydırarak, modernlik üzerine yapacağı temellendirmeyi Batı’nın kıyısından farklı ve yeni bir anlamsallıkla ve kavramsallaştırma ile tanımlamaya çalışmaktadır. Burada yapılmak istenen “Batı dışı toplumları ikinci el bir modernite anlatısıyla çözümlemek yerine; Batılı olmayan toplumları modernite sorunsalının merkezine taşıyarak yalnızca bu toplumlar üzerine “yerel” bilgi üretmekle kalmayıp, modernliği kendisine yeni bir okuma, dahası sosyal bilimlere yeni bir açılım getirebiliriz.” (Göle, 2004: 59). Şeklinde özetlenecek bir çalışmayı amaçlamaktadır. Burada hareket noktası olarak sosyolojinin pozitif bilim anlayışıyla gelen toplumları şekillendirici biçimlendirici ve evrensellik ilkesine göre kendine biçilen rolün dışına çıkarak, bu kültürün dışında yeni bir okuma ile geleneksellik ölçütüne bağlanabilecek, klasik sosyolojist yaklaşımlara da yeni yön vermeye çalışır. Göle Batı-dışı modernlik kavramını kullanmak diğerlerinin atılması anlamında okunmamalıdır. Hatta tersine Batı-dışı modernlik kavramını anlamanın yolu, bu kavramı diğer kavramlarla ilişkilendirerek ve birbirine eklentisellik sağlamakla mümkündür. (Göle, 2004: 59).Şeklinde ifadelendirir. Bu kavramsallaştırmanın diğer kavramlarla olan iş birliği ile daha işlevsellik kazanacağını da belirtmektedir. Bu tanımlama ihtiyacının ortaya çıkmasında modernliğin giderek farklı toplumlarda yayılmaya başlamasıyla, Batı dışında kalan birçok toplumun dolaylı ya da direk dâhil olduğu bir durum haline gelmesi yatmaktadır. Toplumların Batı’ya olan uzaklığı ya da kapalılık, açıklık gibi özelliklerinden dolayı, az ya da çok bu süreçten etkilendiğini görüyoruz. “Batı dışı kalan dünyada modernite nasıl anlam bulmuştur? Batı’nın temel dinamikleri, Batı dışı toplumlarda işlevsel midir? Batı-dışı toplumların gelişme çizgisi nasıl bir güzergâh izleyecektir?” (Yücedağ, 2010: 73). 26 Göle’nin cevap aradığı bu sorular Batı-dışı modernlik kavramsalını ortaya çıkarmıştır. Çoğul modernlikte tek yönlü, kültürü dışlayan yönü ağır basan bir yaklaşım sergilenmektedir. Yerel modernlik anlatımlarında ise coğrafi özelliklere bağlı olarak mekan ve zaman uzanımında, kültürel odaklı yaklaşım ortaya koymaktadır. Alternatif modernlikte ise elimizde var olan modernleşme şekillerinin ve yöntemlerinin dışında bir modernlik olup olamayacağı sorgulanmaktadır. Batı-dışı modernlik kavramında ise Batı’nın içinde yaşadığı modernlik sürecine yönelik modernleşme anlayışının dışında, bu modernleşmeye karşı bir kavramsal anlayış değil; “Batılı olmayan toplumların modernliği aktarma, resmetme, hatta yeniden besteleme biçimidir. Yoksa modernlik dışında kalmaları ya da karşıtı olmaları değil” (Göle, 2004: 59). Şeklinde ifade ederek hatlarını çizmektedir. Batı’lı olmayan bu coğrafyada yer alan toplumların tarih ve bireylerinin bakış açısıyla bakıldığında, Batı’nın ortaya çıkarmış olduğu modernlik çok farlı anlamlar ifade etmektedir. Batılı olup, Batılı toplum içerisinde modernliği yaşayan toplumların gözünde, bu kavramsallaştırmaların daha farklı ifadelendirmeleri bulunmaktadır. Bu noktada, Batılı toplumlar için bu tanımlama beklide anlam taşımayacaktır. Göle Batılı olmayan modernlik kavramıyla açmaya çalıştığı, kurumsal zemin 1. Batı modernliğinin merkezden kaydırılması 2. İlerlemeci zaman anlayışından eş zamanlı modernlik anlayışına geçilmesi 3. Eksik yerine ekstra modern olanın gözlemlenmesi gerekir. 4. Geleneksel yerine, geleneksizleşme tezleri üzerine temellendirmektedir. (Göle, 2004: 60). Buradan çıkarılan sonuç, Batılı olmayan toplumların kendilerine özgün modernliklerinin kavramsal çerçevede ele alınabilmesi için farklı bakış açılarının ortaya çıkarılması gerekmektedir. Batılı olmayan fakat Batının ortaya koyduğu ürün olan modernliğin etkisine girmiş veya girmekte olan toplumların modernlikle olan ilişkilerini yeni perspektifle ele alıyor. Bu Batı’dan uzakta ve onun dışında bir modernlik dışı kalma durumu değildir. Modernlik sürecinde modernleşmede Batı-dışı toplumlarında üretkenliğini ortaya çıkarmaktadır. Batılılaşma-modernleşme hangi kavramsalı kullanırsak kullanalım, yeniden üretilen anlamlar ve tanımların yanında, kavramlara ilişkin ortaya atılan farklı tanımlarda yeniden üretilmektedir. Bazı düşünürler Gökalp gibi kavramsallara yükledikleri anlamlarla yaşanan sürecin yönünü de çizmeye çalışmışlardır. Gökalp’in Türk modernleşmesindeki medeniyet ve kültür ayrımından hareket ederek yapmış 27 olduğu tanımlama, kavramlara yüklenen ayrı anlamsallıkları anlamada iyi bir örnek teşkil edecektir. Türk modernleşme sürecinde sosyolojik betimlemeler kadar farklı teorilerde üreten önerilerde bulunan Gökalp; Türk modernleşmesin de medeniyet ve kültür ayrımı ile aslında, Batılılaşma ve modernleşmeyi de birbirinden ayırmaktadır. “Modernleşme yerine asrileşme, muasırlaşma kavramı yani çağdaşlaşmayı kullanmaktadır. Bu kavramla modernleşmeyi Batılılaşmadan ayırmaktadır. Çünkü muasırlaşma çağdaşlaşma son yüzyıllarda dünya ölçeğinde gelişen ve bütün insanlığın ortak malı olan bir süreç olarak algılanmaktadır. ” (Yıldırım, E. 2012: 39). Bakıldığında medeniyet olarak nitelendirdiğimiz bu durumdan yararlanılması kadar doğal bir durumda olamaz. Bu muasırlaşma bizlerin Batılılaşması anlamına gelmemektedir. Var olan asriliği yakalamaktan başka bir şey değildir. Batılılaşırken kültürel özellikler korunabilir. Gökalp modernleşme ve Batılılaşma kavramlarına kendince farklı bir yaklaşım sunmuştur. Modernleşme sürecinde geleneksel kültürel yapıların tamamen ortadan kalkmadığı gibi kültür tahribini de üretmemektedir. Geleneği yok etmek modernliği ortaya çıkarmamıştır. Genel bir toparlama yapılırsa, modernlikle birlikte ortaya atılan modernleşme kavramına ilişkin tartışmalar ve yeni tanımlamalar 18. yüzyıldan itibaren başlayan süreci anlatmaktadır. Bendiv’in de ifade ettiği gibi Batı modernleşmesinin faktörleri ve zamanı itibariyle ikinci defa tekrar ortaya çıkamayacağı gibi, terimin tam anlaşılır bir açıklıkta tanımlanamaması gibi bir eleştiride bulunmaktadır. Bu yaşanılan tarihsel dönemlerin farklı önceliklerini ve olayların yönünü tanımlamada kaynaklanan durumunda göstergesidir. 19. ve 20. yüzyılda modernleşmeden, mistisizmin azalması ve rasyonalizmin yükselişi anlaşılmaktaydı. Kutsal ve teolojik dinsel davranış biçimlerinin yerini ise seküler, bireyselci bir anlayış yerleşmekteydi. Günümüzde ise bu rasyonel seküler ve bireyci anlayış modernliği ve modernleşmeyi temsilden uzaklaşmaktadır. Semboller, özgürlüğün anlamını yeniden düşünmek, ayrıca çevre ve temiz alanlar yeni durumu tanımlamada önem kazanmaktadır. (Tullis, akt.Yılmaz, 1996: 29). Buradan anlaşıldığı gibi modernleşme olgusu bizim tarihsel koşullarımız ve toplumsal kültürümüz, ayrıca coğrafi konumdan kaynaklanan Batıyla olan ilişkilerimiz göz önünde bulundurularak ele alınmalıdır. Osmanlıda başlayan ve Türkiye Cumhuriyetiyle devam eden 17. yüzyıldan başlayıp varlığını hala sürdüren 28 bu tartışmalar, hem iç hem de dış koşullardan etkilenerek varlığını devam ettirmektedir. Modernleşme problem alanı olarak, ülkemizde ve benzer ülkelerde halen aynı noktalarda tartışıldığı gibi, kendi içinde Batı modernliği eleştirel bir şekilde tartışılmaktadır. Ama bir olgu olarak bizim gibi toplumları derinden etkilemeye de devam etmektedir. Modernlik sonrası oluşan modernleşme hareketlerini anlamlandırmada başvurulan bu kavramlardan sonra, modernleşmeyi; yayılma veya etkilenme süreçlerinden hareket ederek ele almalıyız. Merkez ve çevre faktörler göz önünde bulundurularak yapılması gereken tanımlamalar ortaya çıkmıştır. İster Batı merkezli başlayan ve evrensellik ilkesinin yayılmacı anlayışıyla çevreyi etkileyen modernlik gözüyle bakalım, istersek Batı’dan etkilenen çevrenin kendini değiştirmesi var olan durumdan etkilenmesi gözüyle bakalım. Hangi açılardan ele alırsak alalım modernleşme ile merkez-çevre etkileşimini tanımlamak yararlı olacaktır. Kavram olarak merkez-çevre neyi ifade ediyor? Öncelikle bu konuya değinmek gerekir. Modernleşmenin ilk ortaya çıktığı 17. yüzyıldan günümüze uzanan uzun bir süreçte karşılıklı iki kutupsal etkilenmeden hareket edilmeli. Bir tarafta modern toplumlar, genellikle Batılı devletler, diğer tarafta ise modern olarak idealize edilmiş ülkelere ulaşmak isteyen geleneksel toplumlar olarak tanımlanabilir. Bunlar Batı’lı olamamış ama Batı’nın ideal toplum kuramına ulaşmak isteyen toplumlardır. Bu toplumlar Köker’in ifadesiyle Batılılaşma ve modernleşme yolunda isteksiz oluşları, kısa sürede yapılmak istenen modernleşme sürecinin uzamasına neden olabilmektedir. Modern olan devletlerin temel özelliklerinin ne olduğunu anlayan toplum kesimleri bir irade ortaya koyarak modernleşmenin yönüne müdahale edeceklerdir. “Batılı olmayan toplumların değişim süreçlerinde güçlenen bu “müdahale”, modernleşme kuramına göre geleneksel toplumdan”, “ Modern topluma” geçiş aşamasında zorunludur.” (Köker, 2004: 14). Bu açıdan bakıldığında sadece toplumlar arasında değil, toplum içinde de belli kutuplaşma ve merkez-çevre olarak ayrışmalar göz önünde bulundurulmalıdır. Köker, yine bu durumu ifade ederken Batı toplumları uzun bir süreçte yaklaşık dört yüz ya da beş yüz yıllık bir zaman içerisinde kendi modernleşmelerinin sağladılar. Batı merkezi dışında kalan toplumlarda modernleşme ise “Daha kısa zaman dilimi içerisinde, kendiliğinden olmayan dış etkenlerinin yoğun itici gücü etrafında ortaya çıkmıştır.” (Köker, 2004: 51). Bu açıdan 29 bakıldığında Batılı olmayan toplumlarda kendi içinde bulunan iç dinamikler ayrışma yaşayarak iki farklı zümrenin varlığı ile modernleşmeye doğru zorunlu dönüşümü yaşarlar. Modernliğin karşı konulamaz bir süreç olduğunu, bununla birlikte her toplumun kendine has bir modernleşme tarihi olduğunu belirtmekte yarar var. Batı karşısında, bütün Batı dışı toplumlar gibi Türk toplumu da kendini şekillendirme yolunda, elindeki kuvvetlerden hareket ederek, kendine has olan Tük modernleşmesini başlatmış oldu. Modernleşmenin bir ayağında modern toplumlar diğer ayağında ise modernleşmek isteyen toplumlar ayrımından, modernleşmede farklı yöntemler üzerinde durulması ile Türk modernleşmesi daha iyi tanımlanabilir. Bu açıdan Osmanlı’da başlayan ve Türkiye Cumhuriyeti ile devam eden Türk modernleşmesini tanımlamada merkez-çevre, modern ve modernleşen ayrımı toplumda modernliği anlayan ve topluma yön veren, modernliği yakalamada modernleştirilen kitte, karşı grupların bir sosyolojik kavramsal anlatımı olan merkezçevre kavramının ele alınması, modernleşme olgusunu anlamamızda daha yardımcı olacaktır. 3. MERKEZ-ÇEVRE Şerif Mardin’in 1975 yılında yayınladığı “Türk siyasasını açıklayabilecek bir anahtar: merkez-çevre ilişkileri” adlı makalesiyle birlikte, bir tarafta merkez ve onun karşısında var olan bir çevre ikiliğinden hareket eden açıklamalar, Türk sosyal bilimcileri tarafından bir çok olguyu açıklamada başvurulan bir araç haline gelmiştir. Mardin merkez-çevre kuramını Amerikalı sosyal bilimci Edward Shils’ten alarak, bu kavramsallardan oluşan kuramı toplumsal yapıyı ve mevcut durumu anlatmak, tanımlamak için kullanmıştır. (Çolak, 2009: 1). Burada merkez ve çevre kuramı bizdeki modernleşme hareketlerini anlamada ve kopukluk, karşıtlıkları ele almada önemli bir kavramsal olarak karşımıza çıkmaktadır. Amerikalı sosyal bilimci sosyolog Edward Shills’e göre her toplumların bir merkezi vardır. Ancak bu merkez ilk bakışta herkesin aklında uyandırdığı izlenimle geometrik ya da herhangi bir coğrafi merkezle ilişkisi yoktur. Merkez kavramıyla asıl anlatmak istediği toplumların bütünleşmesini sağlayan ve onları bir arada tutan, “Genetik bir koddur. ” (Gönenç, 2006: 129). Bu açıdan bakıldığında Shils’in tanımlamasıyla merkez tanımlamasının iki boyutu olduğunu söylenebilir. Kültürel boyut ve kurumsal boyut. Shils’in kavramsallaştırmasında “Merkez bir yandan 30 topluma yön veren değer ve inançları, diğer yandan bu değer ve inançlar üzerinde inşa edilen kuramları ifada eder. Kültürel boyutlu merkez, esas olarak toplumu yöneten semboller değerler ve inançlar düzenin merkezidir.” (Gönenç, 2006: 130). Buradan anlaşılan zamanla merkezi olarak kabullenilen ve belirli değerler ve kutsal semboller üzerinden hareket eden toplumların merkezi-kurumsal sistemi muhafaza etmek amacıyla ürettiği değerleri benimsetir. Merkeze de bu değerleri yerleştirir. Bu boyutta merkez kuşatan ve değerleri merkezleştiren boyutlara sahiptir. Bu merkez, değer ve inanç üreten boyutunun yanında ikinci aşamada bu değerler aracılığıyla, toplumsal alanda sembollerden de yardım alarak, toplumu yöneten sistem haline dönüşmektedir. İlk bakışta coğrafi ya da geometrik konumlandırmayı andırsa da, değerlere yaptığı vurgu nedeniyle merkez-çevre mekansal özellikleri aşan bir derinliğe sahiptir. Söz gelimi çevreyi merkezden ayıran en önemli özellik mekânsallığın yanında çevrenin sahip oldukları ile elinde var olmayan sahip olamadığı değerler alanıdır. Bu açıdan yapılacak tanımlamalar bu iki oluşum arasındaki ilişkilerin şekillendiği süreçler açısından zaman zaman farklılaşacaktır. Edward Shils sosyal bilimci güzüyle, sosyolog tarzında değerlerden hareket ederken, siyasal bilimciler siyasal paylaşımlardan, ekonomistler ise ekonomik unsurlardan yararlanarak tanımlamalar yapacaklardır. Bu anlamda ortak bir tanımlama gerek uluslararası, gerekse ulusal düzeyde karşılıklı ilişki ve bağımlılığı belirtmek üzere ele alındığında anlaşılabilmektedir. Bu tanımlama genel anlamda kuşatıcı bir tavır ortaya sunmaktadır. Merkez-çevre ikiliği siyasal açıdan yöneten ve yönetilen arasındaki bir ikiliği ele almaktadır. Sosyolojik açıdan toplumsal alanda ortaya çıkan değerlerdeki ve kültürel alandaki farklılaşmaları anlatmakta ve bu noktalara vurgu yapmaktadır. İktisadi anlamda yine merkez-çevre kavramsalına farklı anlamlar yüklenecektir. Ekonomik açıdan farklılıkları anlatmada kullanılan araç olma özelliğini koruyacaktır. İster siyasal, ister sosyolojik, isterse ekonomistler açısından farklı tanımlama getirilen merkez-çevre kavramını anlamada her farklı düşünceye yer vermek daha verimli olacaktır. Bu konuya genel bakış Shils ve Mardin gözüyle kavramın nasıl anlaşıldığı ve tanımlandığıdır. Fakat ekonomik ve siyasal anlamlandırmalara burada yer vermek konunun genel çerçevesini oluşturmada yararlı olacaktır. 31 3.1. EKONOMİK AÇIDAN MERKEZ-ÇEVRE Ekonomik odaklı tanımlamalar toplumsal alana yönelik değişmeleri de yakından etkilemektedir. Bu şekilde bir tanımlama yapılırken salt ekonomik odaklı olmaktan çok, içinde benzer ve farklı olgularında toplanıp etkilemesine imkan vermektedir. Çünkü toplumsal değişmelerin yönünü belirleyen en önemli faktörlerden biri de ekonomidir. Ekonomideki merkez ve çevre modeli belli bir ülke içinde, daha yaygın olarak kullanılan kapitalist ekonomik sistemi uygulayan ve kapitalizmi yaşayan toplumlarla, bu sürece girmekte olan ya da geri kalmış toplumlar arasındaki ilişkiyi vurgulayan yaklaşımdır. Bir bakıma ileri düzeyde ekonomik imkana sahip “metropol” merkez ile daha az gelişmiş ve gelişmekte olan çevre arasındaki ilişkiyi tarif eden ve açıklamaya çalışan bir mekana dayalı yapılan anlatım ve tanımlamadır. (Marshall, 2003: 489). Bu tanımlamadan ekonomik anlamda gelişmişlik düzeyi yüksek olan kentsel, sanayi ve mali karar verme açılarından üstün olan bölgeler merkezi oluştururken. Bunun dışında zayıf ekonomik sistemlere ve mali olanaklara sahip kentsellik ve sanayi toplumlarının içine girmemiş tarıma dayalı ekonomik sisteme sahip, zayıf iş olanaklarına sahip ekonomik alanlar, çevresel konuma yerleştirilebilir. Nur Vergin’in ekonomik merkez çevre paradigmasını ele alırken şu şekilde özetlemektedir. “Wallerstein’in çok geniş kapsamlı büyük teorisinde karşımıza çıkan model uyarınca kapitalist dünya sistemini incelemek için onu üç dört kademede ele almak gerekmektedir. Birincisi Atlantik kıyılarındaki Kuzey – Batı Avrupa ülkelerinden oluşan merkezdir. İkince kademe yarı çevre, yarı periferik ülkeler yer almaktadır. Üçüncü kademe ise çevre ülkelerden meydana gelmektedir. Wallerstein’in dünya sistemi perspektifine göre, kapitalizm bir dünya sistemi oluşturduğu için sistemin periferik ülkeleri de merkezin etkisinin dışında olmayıp bu sistemin baskısı altındadır. Onların ekonomik geriliğini pekiştirende bu sistemin ta kendisidir. Çünkü bu ülkelerdeki gerilik sadece kendi iç dinamiklerinin durağan oluşundan değil, kapitalist dünya sisteminin onların üzerinde “aktif geriletme” dediği duruma yol açmasından ileri gelmektedir.” (Vergin, 2004: 174). Bu açıdan üç aşamalı kapitalist sisteme dayalı ayrımda gelişmiş, gelişmekte olan ve gelişmemiş ülkeler ayrımıyla, ekonomik alanda merkez–çevre ayrımında benzerlikler görülmektedir. Ekonomik sistemli yapılan bu değerlendirmede ülkemiz yarı çevre yani gelişmekte olan ülke görünümündedir. Burada Wallerstein’in Batı 32 dışında kalan ülkelerin, modern anlamda medeni dünyanın bir parçası olarak düşündüğü Batı’lı devletler ve sanayileşmiş ülkelerin seviyelerine gelebilmeleri için bir yol çizer. Bu yol modern ülkelerin daha önceden izlediği aşamalardan geçmek suretiyle modernliğe ulaşabilecekleri düşüncesine dayanır. Modernleşme sürecinin hareket noktası bu düşüncedir. Bu anlamda modernleşme teorisinde Batı modernitesinin ilerleme ve kalkınma düşüncesinin, zamanla bütün toplumları etkileyerek, toplumların bir aşamadan başka aşamaya geçme yoluyla modernleştirilmeleri öngörülmektedir. “Merkez çevre kuramı ise Batı modernitesinin ilerleme düşüncesine, az gelişmiş ülke gözüyle bakmakta ve modernleşmenin az gelişmiş ülkelerde Batı’dan farklı geçtiğini de belirtmektedir.” (İçli, 2001: 167). Burada çevresel ülkelerin tüm kurumlarının aynı anda modernleşmesinin mümkün olmadığı noktasından hareket edilir. Geleneksel yapıdaki bir takım kurumlar dönüşüme uğramaz ya da farklı biçimde dönüşerek, aracı kurumlar haline gelerek, toplumsal yapıdaki bütünlüğü koruyan ve mevcut sistemde toplumdaki sürekliliği sağlayan, işlevler üstlenen, kurumlar haline gelirler. Tamamen gelişmekte olan ülkelerin bütün kurumlarıyla bu süreci yaşaması toplumsal travmalara neden olabilir. Bu açıdan merkez-çevre ayrımında ve tanımlamasında bu bölgesel ve ekonomik ayrımlar devletler arasında oluştuğu gibi, aynı devlette ve toplumda ekonomik alanda da yaşanabilir. Bu ekonomik karakterli değişim,ister istemez tüm toplumsal yapıyı ve değerler sistemini de etkileyecektir. Bu açıdan merkez – çevre ilişkisi ekonomik noktada, sadece uluslararası değil, aynı zamanda ulusal boyutlarda varlığını sürdürmektedir. Bir çok ülkede merkez idari olarak tanımlanmış başkentler iken, bu idari merkezden farklı iktisadi merkezlerde ortaya çıkabilmektedir. Örnek olarak Ankara merkezi yönden idari bir önemde iken ekonomik sisteme dayalı merkez finans merkezi olarak da ilan edilen il İstanbul olmuştur. (Çolak, 2009: 9). Bu bütüne de yansımıştır. Marmara Bölgesi ekonomide diğer bölgelerin kat kat önünde merkezi rol oynamaktadır. Birçok açıdan bakıldığında bu ekonomik alandaki farklı merkez ve çevre ayrımı ulusal anlamda güzel örnek teşkil etmektedir. Günümüzde her geçen gün yükselen İç Anadolu Bölgesindeki sanayi ve ekonomik yükselişin temsilcisi görünümündeki TÜSİAD ve MÜSİAD arasındaki rekabet merkez–çevre paradigmasının ekonomik ulusal ölçekli yorumlaması şeklinde yorumlanabilir. 33 Bunların yanında ekonomik tespitin ötesinde modernleşmenin toplumsal yönünü ele alarak bir sosyolog gözüyle Shils’e göre merkez – çevre değerler sistemi ve toplumsal değişmeyi anlamaya çalışmak aydınlatıcı olacaktır. 3.2. EDWARD SHİLS’E GÖRE MERKEZ-ÇEVRE Merkez–çevre kuramını toplumsal olayların, değişimlerin ve süreçlerin anlatımında ilk kullanan kişinin Shils olduğu merkez–çevre tanımında ele alınmıştı. Shils merkez – çevre kuramına yaklaşırken, öncelikle toplumun bir merkezi olduğunu belirterek başlar. Bu merkezde yer alan “inançlar ve değerler alemine ilişkin bir alan olup, merkez toplumu yöneten semboller değerler ve inançlar düzeninin merkezidir. Bu merkez ana unsur olup, basite indirilemeyip, parçalanamama gibi özelliklerinden dolayı merkezdir. Bu merkezi değer sistemi toplumun merkez alanı demektir. Bu değer sistemini merkezi yapan toplumun kutsal farz ettiği ile buna bağlı olarak onla kurulan özel ilişkiden dolayı merkezdir. (Shils, 2002: 86). Daha öncede merkez – çevre kavramında değinildiği gibi bu değerler coğrafi ya da geometrik bir düzlemle ilişkili değildir. Merkezin tanımlanmasında merkezin iki boyutundan söz edilebilir. Daha önce değinildiği gibi birincisi toplum tarafından kutsal görülenlerin, değerler arasına geçmesiyle merkezi rol oynaması. İkinci boyut ise toplumu yönetenler, bu merkezi kabul edilen değerlere sahip çıkar. Bu bağlamda seçkinler için faaliyet gösterdikleri kurumları yani “ merkezi kurumsal sistemi” meşru kılan, merkezi değerler sistemidir. Merkezden çevreye doğru ilerlediğimizde, merkezi değer sistemine olan bağlılık ve merkezi kurumsal sisteme verilen destek azalır. Bir başka şekilde ifade edilirse çevre karşı değer sistemini oluşturan ya da alternatif olma özelliğine de bürünebilir. (Gönenç, 2006: 130). Bu perspektifte merkez ve çevre arasındaki bağ değerler sistemi ve buna sahip olarak toplumu yönetme anlayışı karşısındaki tutumlarla şekillenmektedir. Shils’e göre “ Bu merkez, kutsalın vasfı ve tabiatına sahiptir. Bu anlamda her toplum bir resmi dine sahiptir. Hatta o toplum veya toplumu açıklayıp üzerinde yorumlar bulunduranlar, toplumlarını az çok doğru biçimde laik, çoğulcu ve hoşgörüye dayalı bir toplum tasavvur etse de böyledir.” (Shils, 2002: 86). Burada sizin tanımladığınızdan ziyade merkezin oluşturduğu değerler önemlidir. Tasavvur edilen değil, toplum tarafından benimsenmiş ve kutsanmış olanlar merkezi ifade eder hale gelebilir. Bu açıdan merkezi değer ve merkezi sistem, bu değerlerle bütünleşme 34 içerisindedir. Merkez tarafından belirlenen bu değerlere ilişkin merkezi yerde bulunan kurumlar ve kişiler merkez tarafından benimsenen rollere göre hareket etmek zorundadır. Burada merkezi değerlerin kurumsal anlamda cisimleştiği ve somut bir şekilde temsil edildiği söylenebilir. Shils gelişmiş toplumların; bireyleriyle karşılıklı etkileşim ve bağılılık ilişkisi içinde olan, alt sistemlerden ekonomi, siyaset, akrabalık ve kendilerine has alanlarda kültürel değerlerin üretilmesini sağlayan kurumlar, dini müesseseler gibi benzer kurumların bütünleşmesinden meydana geldiğini vurgular. Merkezi değer sistemin, bunun yanında kurucu ve alt sistemlerde ortaya çıkmış örgütlenmelerin elitlerince takip edilen ve kabul gören değerler tarafından tesis edildiğini vurgular. Bu örgütlenmelerin her biri sıkı veya gevşek tarzda örgütlenmiş bir fertten ya da bir grup fertten oluşan otoriteye, bir elite sahiptir. Örgütlenmedeki bu elitlerin her biri bazen diğer elitlerle istişare ile bazen de kendi insiyatifi ile örgütün varlığını sürdürme, üyelerin davranışlarını denetleme ve amaçlarını gerçekleştirmeye yönelik kararlar alırlar. Merkezin içerdiği değerler sistemi, merkezi alt sistemin içindeki seçkinlerce de benimsenmiştir. Her kurumdaki ekonomideki elitler ekonomik değerler belirler ve ona göre yöntem sergiler. Aynı şekilde her alan politika, siyaset, dini alan ve üniversite gibi kurumlardaki seçkinlerde aynı tarz ilişki biçimini sürdürmek durumundadır. (Shils, 2002: 87). Bundan dolayı her alanın kendi içinde de farklı bir yapıya sahip yönelimleri vardır. Ama bununla birlikte merkezi değer sistemi toplumsal alanda sahiplenilen ve riayet edilen inançlar ve değerler sisteminin tam karşılığı anlamı da çıkarılmamalıdır. Fakat değerler sistemindeki başta belirttiğimiz kutsallık örüntüsü, elitlerin otoritelerinin ve yapmış oldukları işler ve aldıkları kararların kutsallığını da ortaya çıkarmaktadır. Ortaya çıkan bu kutsallık anlayışı otoriteyi tesis etme ve elitler tarafından yapılan işlerin kabullenilmesine karşı önemli bir işleve sahiptir. Shils “Bütün toplumlardaki merkezi değer sistemi, otoriteye sahip bu müesseselerin taktir edilmesi hususunu üzerine basarak ifade edip, bunu örgütler.” (Shils, 2002: 89) Bu açıdan elitlerin mevcut otoritesine karşı rıza ve olumlu yöndeki tavır. Merkezi değer sisteminin ve bununla birlikte merkez-çevre ilişkisinin önemli unsurunu oluşturur. Merkez otoritenin en önemli güç kaynağı bu anlamda “Rıza”dır.(Çolak, 2009: 11) 35 Merkezi değerler sisteminde yer alan otoriteyi kullanma ve otoritenin kullanılma biçimleri bakımından siyasal merkezi elitlerin ellerinde bulunan otorite kullanma gücü, merkezin diğer kurumlarından din, üniversite, ekonomi alanındaki seçkin elitlerden düzen ve otoriteye ilişkin esaslarda daha öne çıkan yapısı vardır. Merkezi değer sistemi bu tevzi ve tahsisleri, toplumda otorite kullanma merkezindeki rolleri işgal edenlerin özelliklerini överek, onların o rollere ilişkin görevlerinin yerindeliğini ve aldıkları mükâfatların uygunluğunu vurgulayarak meşrulaştırır. Merkezi kurumsal sistemler, merkezi değer sistemi tarafından meşrulaştırılmış değer kümesi olarak tasvir edilebilir. Toplum nüfusunun dikkate değer bir bölümünün hayatına, otoritelerinin nüfusu yoluyla bir şekil veren kurumlar olarak tanımlanabilir. (Shils, 2002: 93). Merkez bu noktada şekillendirici ve yön verici yönüyle toplumsal alanı kuşatıcı yöne sahiptir. Bununla birlikte elitlerin farklı kesimleri arasında birleştirici özelliği olan bir yakınlık duygusuna sahiptirler. Bu yakınlık duygusuyla birlikte bu merkezi sistemdeki elitler, birbirleriyle eşit olmayıp, bir ya da bir kaçı diğerlerine nazaran farklı denecek öneme sahiptir. Bu tür etkilere rağmen, ister eşit ister parçalanmış olsun, merkezi kurumsal sistemin elitleri arasında her zaman bir mutabakat bulunmaktadır. Bu uzlaşma ve birliğin temelinde sektörlerin inandığı ve kendilerinin sorumlu olduklarını düşündükleri kutsal düzenin devamına ilişkin ortak duyguların var olması yatmaktadır.(Shils, 2002: 86). Merkezde bu duygulardan kaynaklanan bağımlılık duygusu güçlüyken, çevresel alanda bu duygunun zayıflığı görülebilir. Geçmişten bu güne kadar merkezi değerler sistemi, çevre tarafından tamamen reddedilmemiştir. Çevre, merkezi değerlerin kısmen, zayıf veya az da olsa, kabulü biçiminde yönelim sergilemiştir. Merkez ve çevre arasındaki ilişkilere bakıldığında özellikle modern öncesi toplumlarda geniş çevreyi oluşturan halk kitlesinin merkezi değerlerle olan ilişkisi zayıf yöndeydi. Merkezin çevreyi kontrol etme araçları yeterli düzeyde olmaması, ekonomik faaliyetler bakımından iletişim ve pazarlama imkânlarının yerel pazarlarda yoğunlaşması, merkezi değerler sisteminin ve bu değerlere olan rızanın merkeze ulaştıkça azalmasına, zayıflamasına yol açmaktaydı. Bundan sonra ekonomik pazar alanlarının genişlemesi, merkezi değer sistemini elinde tutan merkezi otoritenin idari ve teknoloji bakımından gelişmesiyle birlikte, merkezi değerler sistemi ile olan 36 temasın artmasına yol açmıştır. Bu temasın artması çevrenin merkezi değerler sistemine olan rızasını arttırmıştır. Daha öncesinde toplumun belirli ve küçük kısmının ilgi alanındaki konular, modern toplumlarda daha geniş kitlelerin ilgisini çekmiş ve çevresel faktörlerin de değerlere olan duyarlılığını artırmıştır. Shils bu durumu modern toplumlarda merkezi kurumsal sistem ve bunun yanında ekonomik ve siyasal kurumlarla olan iç içeliğin neticesi olarak, nüfus kitlesinin çoğunluğunun merkezi değerler sistemiyle temassızlığının, büyük ölçüde ortadan kalktığını belirtir. Yoğun nüfus kitlesi beklenenin üstünde merkezi değer sistemini benimseyerek kendi değer sistemi olarak kabul etmiştir. Yoğun halk kitlelerinin artan duyarlılığı neticesinde sistem birleşme biçiminde şekillenmiş ve bütünleşmeye gitmiştir. (Shils, 2002: 95). Buradan hareketle günümüzde, modern toplumlarda, özellikle Batı toplumlarında, merkezi değer sistemi tarihin hiç bir döneminde olmadığı kadar geniş biçimde kabul görmüştür. Bu da merkez ve çevre arasında mesafenin veya çatışmanın gün geçtikçe azalması sonucunu doğurmuştur. “Yakınlaşma ve bütünleşmenin başlıca etkenleri olarak, bütünleşmiş bir ekonomik sistem, oy haklarının genişlemesi, kentleşme, eğitim ve iletişimin kitleleşmesi vb. Bütün bunlar merkez ve çevrenin birbiriyle daha çok temas etmesini, birbirine nüfus etmesini ve sonuçta da toplumun biraz daha bütünleşmesini sağlamıştır.” (Gönenç, 2006: 130). Bütün bunlara karşılık, merkez ve çevre arasındaki etkileşimle ortaya çıkan yakınlaşmayla birlikte, bütünleşme toplumsal ayrılıkları ve sınıfsal ayrılıkları sıfır düzeyde sorunsuzluğa indiren bir bütünleşme değildir. Mesleki iş bölümüyle birlikte uzmanlaşmanın ileri düzeyi yakaladığı modern toplumlarda, merkezi değer sistemine katılımda hala bir takım sorunlar yaşamaktadırlar. Ama yinede Shils’in ifadesiyle “Bireysel özgürlük ve fırsatın gelişmesine bağlı bireyselliğin yaygınlaşması ve daha geniş iletişim yoğunluğu, eşitsizlik aralığının daralmasına fevkalade katkıda bulunmuştur. Merkezin zirvesindekiler artık o kadar yüksekte değildir. Çevrede artık o kadar kenarda değildir.” (Shils, 2002: 96). Bu açıdan Osmanlıda başlayan ve Türk modernleşmesi diye tabir ettiğimiz Türkiye Cumhuriyetinde devam eden modernleşme hareketini anlamada Şerif Mardin’in uyarladığı merkez çevre ilişkili çalışması yo gösterici olacaktır. Mardin Türk modernleşme sürecini anlamada Batı’yla paralellik arz eden yönleri ortaya koymada yardımcı olacaktır. 37 Ekonomik odaklı yaklaşımlardan sonra Shils’in toplumsal değişim süreçlerini ele almada kullandığı kuramsala, Şerif Mardin gözüyle de ayrı başlık halinde kısaca değinmek, kavramsal çerçeve oluşturma açısından yararlı olacaktır. Sosyal bilimlerde kavramsallara verilen anlamlar hem zaman içinde, hem de toplumsal özelliklere ve sosyal bilimcilerin bakışlarına göre farklılık arz edeceğinden modernlik, modernleşme kavramında olduğu gibi merkez-çevre paradigmasına bağlı kavramsala da farklı yaklaşımlar ortaya koymak yararlı olacaktır. 3.3.ŞERİF MARDİN’E GÖRE MERKEZ-ÇEVRE Edward Shils, Talcolt Parsons ile birlikte 1950’lerden 1970’li yılların sonuna kadar sosyolojik teori de egemen olan yapısal işlevselci sisteminin önde gelen ismiydi. Merkez çevre paradigmasının genel özelliği muhafazakâr bir felsefi sisteme bağlı olmasıdır. Bu kavramın siyaset teorisi merkez ve çevre kavramı etrafında şekillenmiştir. (Arlı, 2006: 101) Shils’in merkezi değerler olarak betimlediği; toplumsal kabuller, kurumsal ağlar, faaliyetler ve rollerin işlevsel mekanizmalarla işleyen yapısıdır. Örgütlü toplumda ağların içinden çıkan elitler grubu vardır. Ve bu grubun toplum üzerinde yayılma eğilimini frenleyen güçlü bir gelenek mevcuttur. Siyasal ihtiyaçların dağılım eğrisi toplumdan topluma fark arz ettiği gibi, aynı zamanda hiçbir toplumda eşit olmamaktadır. (Shils, 2002: 96) Bu düşüncede merkez sınırları ve çevrenin sınırları kültürel bir şemaya oturtulabilir. Bu özellikte olmasından dolayı Mardin’in Türk siyasal yapılanmasında kültürel bölünmeyi tanımlayışının Shils’in merkez çevre şemasına uygun olduğu söylenebilir.(Yıldırım, Y. 2012: 120). Bu bakımdan Şerif Mardin Türk hareketini açıklama da merkez-çevre ikiliğiyle toplumu belirli kültürel unsurlarla ele alıp açıklama yoluna gitmiştir. Şerif Mardin’in asıl dikkat çekici özelliği genelde toplumu yöneten ve yönetilen ikiliğinden hareket ederek açıklayan ve bu indirgeme eğilimlerini eleştiren bir yaklaşım ortaya koyarken, benzer biçimde merkez-çevre kavramından hareketle bu ikilik üzerine kurulu bir toplumsal anlatım ortaya koymaya çalışması çelişkili bir yaklaşım olarak görülmektedir. “Ancak yinede altı çizilen merkez-çevre kopukluğu Mardin’in Türk modernleşmesi yorumunda temel tema olarak devam ede gelmektedir. Bu durumda bir yandan bu kopukluğu merkeze almak, diğer yandan bu ikiliği çok katmanlı bir şekilde tasarlamak gerekir.” (Yıldırım, Y. 2012: 121). Bu toplumsal yapıdaki karmaşıklığı anlatmada kullandığı merkez çevre kavramı 38 Cumhuriyet ile Osmanlı imparatorluğu arasındaki süreklilik ilişkisi ve kopukluk ilişkisini ortaya çıkaran ve bu ilişkiyi betimleyen önemede sahiptir. Mardin’in Türk modernleşmesi ve buna ilişkin tarihsel çözümlemesi, Max Weber’e dayanan yanıyla sadece sosyolojik içerikli bir çözüm değil, aynı zamanda siyasal modernite kavramıdır. Bu açıdan Şerif Mardin’in okuması, Keyman’a göre Faucault’un “yönetim mantalitesi” kavramıyla da benzerlik gösterir. Yönetim olgusunu kendi bakış açısı ve tarihselliği içerisinde ele almaya çalışmıştır. (Keyman, 2009: 51). Burada Mardin, kavram olarak merkez-çevreyi tek biçimli bakış açısıyla değil, toplumsal süreçlerle birlikte siyasal içerikli kültür alanlarını kuşatıcı bir paradigmatik yaklaşım sunmaktadır. Şerif Mardin merkez ve çevreyi tanımlarken; “Toplumların bir merkezi vardır.” ama nasıl ki bazı toplumların ötekilerden daha sağlam merkezleri varsa bu merkezleri oluştururken kullanılan malzeme toplumlara göre büyük değişiklik gösterir.(Mardin, 2010b: 35) Şeklinde ifadesiyle Osmanlı ve Türk modernleşmesinde ki süreci bu farklılıklara işaret ederek okumamız gerektiğini göstermektedir. Merkezçevre ayrışması Batı’da farklı bir seyir izleyen yöneten ve yönetilen ilişkileri bağlamında ele alındığında bir karşılaştırma yapılırsa, Türk modernleşmesindeki durum daha net anlaşılacaktır. Merkez-çevre kopukluğu ya da ayrışması Batı da iki farklı toplum dinamiğinden hareket etmektedir. Bir tarafta dini olanla dünyevi olan arasında ki devlet-kilise eksenli çatışmalar. Bu çatışmalar din ve devlet arasında sürekli bir rekabetin yaşanmasına ve bu rekabetten dolayı ortaya çıkan durum toplumun gelişmesini ve dönüşmesini sağlayan dinamik faktörlerden biri haline gelmesine sebep olmuştur. (Çolak, 2009: 14). İkinci dinamik çatışma alanı ise, toplumda üretim araçlarına sahip olanlar ve bu araçlara sahip olmayanlar arasında devam etmekteydi. Bununla birlikte bu karşı karşıya gelmeler yanında “Batı da bu karşıt gruplar arasında ne zaman bir uzlaşı ya da tek taraflı bir denge durumu ortaya çıksa, çevresel gücün bir bölümünün merkezle bütünleşmesi sağlanıyordu.” (Mardin, 2010b: 37). Osmanlı’da merkezileşmeyi ve modern devletin doğmasını sağlayacak ve özerk alanların ortaya çıkmasına yol açacak bu karşı karşıya gelmeler çok fazla görülmüyordu. Temel de Osmanlı’da karşı karşıya gelmeler tek boyutlu bir yöne sahipti. Her zaman merkez ve çevre arasında çatışma ortaya çıkmıyordu. Var olan 39 çatışmaların ana yönelimi ise “Çevresel toplum güçlerinin özerkliği ve Bey’den Prens’ten ayrı olan zümrelere tanınmış kurumsallık hakkı ile bunun arasında önemli ayrımlar ” (Mardin, 2010b: 38) sebebiyle kaynaklanıyordu. Bu kurumlaşma alanı ve özerklik alanlarında ki dönüşüm merkez-çevre kopukluğunun Türk siyasalında ve modernleşmesinde devam edebilen yönü olarak görülmektedir. Bununla birlikte merkezle çevrenin zamanla Osmanlı siyasal yaşantısı ve ekonomik yaşantısında temel sorun teşkil etmesinin altında yatan birçok neden vardır. Bu açıdan bakıldığında merkez-çevre çatışmasını inşa eden ve bu yönde bir süreci ortaya çıkaran kurucu faktörlerin varlığından da söz edebiliriz. Merkez-çevre kopukluğunun önemli boyutu: “Doğmakta olan imparatorluk içinde bölük pürçüklüğün varlığını geniş ölçüde sürdürmesiydi. Osmanlı İmparatorluğu miras yoluyla geçen bir bürokrasi ve feodal beyler tarafından değil de merkezden denetlenen bir ordu kurmakta başarı göstermişti. Ama Osmanlı toplumu bu çerçevenin içine kolayca girip oturmuyordu.’’ (Mardin, 2010b: 39). Bu soy sop zincirine bağlı olarak varlığını devam ettiren soylular sınıfı ile tarikatlar ve özerk güçlerden oluşan bir ayrışma ve kopukluk yaşanmaktaydı. Bir diğer kopukluk alanı ise devlet ile Anadolu’nun göçebeler arasında yaşanmaktaydı. Şerif Mardin bu kopukluğu açıklarken Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarının ve devleti genişletme faaliyetlerinin ana görevi üstlenen bir grup savaşçı gazi önderliğinde yürütüldüğü görülmektedir. İlk yıllarda savaştan elde edilen ganimetin belirli kurumlarca dağıtımına dayanan sistemde, göçebe Türk grupları bu paylaşımda vardı. Giderek genişleyen ve daha sonrasında göçebe yaşam kentsel ve merkezi bir yönetim anlayışına doğru çevrilince, merkezileştirilmiş kurumların inşası yeniden dağıtım ve savaştan pay verme konusunda eskisi kadar cömert olmamaya başladı. Bu sistemdeki zorunlu değişiklikle, gazilik geleneğinde ki varisler ve devlet kurumları ve temsilcileri arasında bir mücadele varlığını devam ettirdi. Bu karşı karşıya gelmeler sadece bir yönde değil dil anlayışında ki merkez, çevre ya da göçebe unsurlar arasındaki farklılaşmadan da kaynaklanmaktaydı. (Mardin, 2006: 155). Kopukluğun bir diğer alanını oluşturan ve merkez-çevre ilişkisini anlamamıza yardımcı olan alansa merkezin, bir Osmanlı öncesi soylular zümresinden kalan izlere ve yıldızları Osmanlılarla birlikte parlayan taşrada bazı ailelere kuşkuyla bakılmasından kaynaklanıyordu. Taşralar bu anlamda din sapkınlığının merkezi 40 durumundaydı. Mesih olduğunu iddia edenler, taht üzerinde hak iddia edenler gibi iddia sahiplerine elverişli bir taşra alanı mevcuttu. Din eksenli ya da tarikat kökenli isyanların çıkış noktası çevre de bu tür alanlardı. (Mardin, 2010 b: 40). Bununla birlikte bir başka kopukluk resmi görevliler ve tebaa arasındaki ilişkiden kaynaklanan merkezi temsil eden görevliler, bürokratlar ve çevreyi temsil eden halk arasında yaşanmaktaydı. Burada sorun Mardin’in tespitiyle “Sultan ve Resmi görevliler ile Osmanlı Anadolu’sunun iyice bölük pörçük yapısı arasında ortaya çıkan karşı karşıya gelmedir.” (Mardin, 2010b: 41). Çevreden ayrılma sadece simgesel ayırt edici statülerden farklılaşma olarak görülmüyor, bunların yanında statüye dayalı ayrışmada varlığını gösteriyordu. Sultanın kölesi durumunda kul sistemli bürokrat örüntüsüne bağlı olarak resmi görevli, hanedanının amaçlarını gerçekleştirmede kendisini adamış ve varlığını buna borçlu kimse olarak görüyordu. Özgür doğmuş Müslümanlar bu görevlerin dışında tutuluyor. (Mardin, 2010b: 41). Bu ayrışma ile tanınan imtiyazlarla birlikte bürokratik resmi görevlilerin siyasal ve hukuksal ayrıcalıkların yanında ekonomik alanda da statü farklarının oluşması, merkez ve çevre kopukluğunun bir başka boyutu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle çevre arasındaki gerilim ilerde işlenecek milliyetçilik konusunda yaşanacak kopukluğunda habercisi durumundadır. En önemli farklılık noktası olarak nitelenebilecek bir diğer kopukluk kültürel alanda yaşanmaktaydı. Şerif Mardin’in tanımlamasıyla Osmanlı Devleti var olan toplumsal yapı içerisinde iki farklı yapı ve hayat tarzı barındırıyordu. Kültür bakımından yüksek değerler ifade eden savaş ve yönetimi elinde bulunduran vergiden muaf Farsça ve Arapça kelimelerle yüklü kendine has dili olan ve ortodoks İslam’ı temsil eden kültürel alan. Bunun yanında vergilendirilen, çoğunluğu köylülerden oluşan, Türkçe konuşan Türkmen aşiretlerinin yer aldığı heterodoks akımlarının yer aldığı çevresel kültür alanıydı. Medeniyet kavramı Osmanlı egemen sınıfının kendi üzerinde beklediği merkezi oluşturmaktaydı. Buna karşılık çevreyi Türk sözü kötüleyici bir anlam taşımaktaydı. (Mardin, 2007: 124). Bu ayrışmanın gösterisi olan edebiyat alanındaki ürünler halk ve yöneten arasındaki seçkinler arasındaki kültür ayrımını göstermesi bakımından önemlidir. Mardin “Osmanlı imparatorluğunda iki farklı kültürel dünya birbiriyle fazla ilişkisi olmadan yan yana yaşıyordu. Bunlardan biri kısmen sözlü olarak nakledilmiş edebi gelenekler dünyası, 41 folk-kültür dünyası, hikayeler, epikler ve yaygınca okunan popüler şiirdir.” (Mardin, 2009a: 144) Bu tanımlama halk kültürünün kendi içinde ortaya çıkardığı bir ürün olarak edebi anlamda çevrenin taşıyıcılığını yaptığını söyleyebiliriz. Merkezi temsil eden kısımda ise “Yüksel kültür dünyası ilkinden hemen hemen Çin Seddi’yle ayrılmıştır. Divan edebiyatı diye adlandırılan bu ikincisinin kalitesi yükselttirilmiş atmosferinde, iletişim araçları münevverlerin kısmı tarafından kontrol ediliyordu. ” (Mardin, 2009a: 145). Bu müşahedeler altında bir tarafta kesin çizgilerle ayrılma varken bütünleşme tam anlamıyla sorun teşkil etmekteydi. Şerif Mardin merkezçevre arasında Batı’da gerçekleşen bütünleşmenin Osmanlı’da olmamasını, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne nakledilişi ile bir ayrışma ve kopukluğun devam etmesini, merkez ve çevresel alana ilişkin yaptığı farklı tanımlamayla ortaya koymaktadır. Şerif Mardin’in merkez çevre kavramıyla sosyolojide toplum içersindeki dengenin nasıl sağlanacağına ilişkin yapmak istediği tanımlamada şu husus göze çarpmaktadır. “Bu denge durumunu anlayabilmek, sosyal olayları özerk bir iç dinamiğe sahip mekanizmalar olarak düşünmeyi, bu mikro dizginlerin yeni sosyal yapı üreten süreçler olduğunu hesaba katmayı gerektirir. Dolayısıyla merkez-çevre kavramsallaştırılması, beraberce yapılaşan makro ve mikro unsurların pozisyonlarını tahlil etmek için kullanılan doğurgan bir kavram olarak görülmektedir.” (Yıldırım, Y. 2012: 121). Yılmaz’ında belirttiği gibi Şerif Mardin’in kavramsallaştırmada çok yönlü ve katmanlı bir şekilde sosyolojik tahlil içeren anlam bulunmaktadır. Bu doğurganlıktan faydalanarak, günümüzdeki kopukluk ve ikilikleri, merkez-çevre kavramsalı çerçevesinde, milliyetçilik bağlamında derinlemesine ele alınacaktır. 4. MİLLİYETÇİLİK Milliyetçilik tanımının yapılmasından önce milliyetçiliğin etimolojik kökenini içine alan ve ortaya çıkmasında etkili kavram millet’in tanımlanması gerekir. Öncelikle millet nedir? Sorusuna verilecek cevap milliyetçilik fikrinin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Daha önceki kavramsalları tanımlamada yaşanılan benzer sıkıntı bu kavramsalın tanımlanmasında da yaşanacaktır. Çünkü bu kavramda ortaya çıktığı, kullanılmaya başladığı dönemle, şimdi bulunduğumuz dönem içerisinde farklı anlamlandırmalara ve farklı konulara işaret etmek amacıyla farklı 42 kullanılmıştır. Milliyetçiliği anlamak için kavramın etimolojik kökenine ve ‘millet’ ve ‘milliyetçilik’ arasındaki ilişkiyi farklı tanımlamalarla ele almak gerekir. 4.1. MİLLET NEDİR? Batı dillerindeki Latince’den gelen kökenle “Nation” kelimesinin bizdeki karşılığı Arapçadan gelen millet anlamına gelmektedir. “Nation” kavramı homojen özellikler gösteren insan topluluklarını ifade etmek için kullanılıyor. Demek ki ortak payda homojenlik. Birbirine benzer, türdeş özellikler gösteren topluluklar millet olarak isimlendiriliyor. (Türköne, 2012a: 27). Gündelik dilde bile kullandığımız millet kavramı, ortak paydaya yönelik fikir vermektedir. Nation kavramı ile millet kavramı ilk kullanıldığı biçimiyle, türdeşliği vurgu yapmak amacıyla kullanılmıştır. Nation kelimesi Latincede “Nasci” yani “doğum” kelimesi ile aynı kökten geliyor. Bir topluluğun doğumundan itibaren kazanılan bir türdeşliği anlatmak için kullanılıyor. Roma imparatorluğu döneminde ise Roma vatandaşı olmayan yabancıları ifade etmek için kullanılan kelime, dışlayıcı ve aşağılayıcı bir anlama sahiptir. (Türköne, 2012a: 27). Bu durumu Gereenfeld’de benzer bir aktarımda bulunmakla birlikte, Zernatto kelimenin anlamını vermeden önce şu tespiti yapar. “Kelimeler madeni para gibidir,” der. Bu anlamda her bir madeni paranın değeri tarihin akışı içinde değişimlere uğrar. Bu bakımdan, aynı para benzetmesinde olduğu gibi “Nation” ya da millet kavramı içinde bu benzetme geçerlidir. Bir zamanlar daha fazlasını, başka bir zamanda daha azını anlatır. Ve bir gün paranın tedavülden kaldırıldığı gibi başka bir günde millet kelimesinin tarifini anlatacak daha iyi bir şey bulunmayacağını belirtir. Başta Türköne’nin belirttiği gibi Natio gündelik dilde Latincede doğum demek ve birbirine benzer olanlar için kullanılır. Birbirlerine yakın olan insan gruplarını anlatmak için kullanılan kavramdır. Romalılarda bu kavram “Yabancılar Cemaati” içinde kullandılar. Kavram bu kullanımda ilk olarak aşağılayıcı anlama sahiptir. Zira bu insanlar Roma toplumunun aşağısında değillerse bile dışında görülüyorlardı. (Zernatto, akt. Özkırımlı, 2010: 13). Bu tanımlamalar daki ortak nokta, tarihsel süreçte millet ya da Latincedeki Nation sözcüğünün dönüşüme uğradığını söyleyebiliriz. Ortak nokta ise benzerlikleri ve birlikte olanları ifade etmede kullanılmasıdır. Zernatto’nun “yabancılar cemaati” anlamıyla nation kelimesi; Ortaçağa gelindiğinde Roma’da kullanılan anlama yakın bir tanımlamayla kullanılmaya devam 43 etmiştir. Fakat burada bir aşağılamadan ziyade, ortaçağ döneminde üniversite öğrencilerini tanımlamada kullanılmıştır. Roma’nın yerleşim yerlerindeki yabancılar, göçmenler gibi üniversite öğrencileri de yabancıydı. Bununla birlikte öğrencilerin coğrafi olarak yakın bölgelerden gelenler Nation olarak tanımlanırdı. Hocaları onları kaldıkları mahallelere birlikte yerleştiriyorlardı. Bu öğrenciler artık hocalarıyla üniversite içinde tartışmalara katılıyor, bu şekilde belirli bir entelektüel pozisyona erişiyorlardı. Bundan itibaren Nation sözcüğünün anlamı da değişmeye başlar. Bu kavram daha fazla bir anlam taşıyıcısı haline dönüşür. Sadece ortak bir kökenden gelen değil, ayrıca bir amaç birliğine, belirli bir görüş topluluğuna işaret etmeye başlar. Bu gelişim süreci içerisinde kavram kullanıldıkça bir anlam yüklemesi ve anlam değişimini de uğramaktadır. Zaman içerisinde Ortaçağ kilise konseyleri için kullanıldığında, bir görüş birliğine işaret etmek amacıyla kullanılmıştır. Bu konseyde prensler ve hükümdarların temsilcileri toplanıyor, bir bütün olarak Hıristiyan ülkelerin geleceğine ilişkin tartışıyorlardı. “ Tartışmalarda Res Publica’nın geleceği hakkında benzer görüşleri paylaşanların oluşturduğu taraflara da nation adı veriliyordu.” (Greenfeld, akt. Özkırımlı, 2010: 14). Burada bir önceki anlamdan biraz daha farklılıklaşan, bir anlamda sadece belirli sürelerde ve rastgele bir araya gelmiş yabancı veya öğrenciler gibi kişilerin birlikteliğini anlatmıyordu. Konseyde var olan üyelerin belli sorumluluk ve yetki içerisindeki vekil ve temsilci olmaları kelimenin Roma’da başlayan küçültücü ve aşağılayıcı çağrışımlardan kurtulup, bir unvan anlamı kazanarak aristokratik bir anlama doğru dönüşüyordu. Nation kavramı bu dönüşümün ardından servet ve itibar sahibi olan dolayısıyla itibarlı tabakaların kendilerini alt tabakalar arasında ayrım yapmak amacıyla kullanıldı. Ayrıca belirli bir çizgi çekmek, temsilciler ya da elitler topluluğu anlamında giderek genişleyen anlama da büründü. Bu dönemden sonra halk kelimesinin eş anlamlısı gibi görülüp tanımlandı. Nation kelimesi modern siyasal anlam kazanmaya başlamıştı. Ve bir moda kavram olmaya adaydı. (Özkırımlı, 2010: 14). Köken itibariyle aynı kökenden gelen kişilerin yanında aynı görüşlere ve ortak bir amaca sahip toplulukları ifade etmek için kullanılıyordu. Kelimenin siyasi anlam yüklenmesi ile kullanılmaya başlanması 18. yüzyıl’ın sonlarında olmuştur. (Türköne, 2012a: 27). Bununla birlikte Nation halk kavramlarının eşitlenmesinin ya da bugünkü anlamda “Nation” kelimenin yaygın kullanıma girmesinin tam olarak ne zaman gerçekleştiği 44 tartışmaları milliyetçilik araştırmaları yapan araştırmacılar arasında halen derin anlaşmazlıklara sebep olmaktadır. Zira bu tartışma kavramsallaştırma ve dönemlendirme sorunlarıyla yakından ilişkilidir. (Özkırımlı, 2010: 14). İleride yapacağımız milliyetçilik tanımlamalarına ışık tutması bakımından “Nation” kavramının siyasal anlamda 18. yüzyıldan sonra bu anlamda kullanıldığını söyleyebiliriz. Türkçe’de ki “millet” kelimenin tarihsel kullanımında türdeşlik anlamında “Nation” ile benzer bir yol takip ettiği söylenebilir. Arapça bir kavram olarak “Millet” “İmla” kelimesinden türemiştir. İmla kelimesinin isim halidir. Etimolojik açıdan “doğrulanmış” “düzeltilmiş” anlamına gelmektedir. Bununla birlikte İslam ıslahatı olarak, ehli kitap olanları isimlendirmek için kullanılır. Çünkü onların dinleri ve şeriatları düzeltilmiştir. Özellikle Osmanlı’da millet kavramı millet sistemi aynı dine inananları ifade etmek için kullanılmıştır. Osmanlı’da yapısal unsur olarak göze çarpan millet sistemi dini farklılıklara dayanan ayrımla oluşmaktadır. Osmanlı devleti içerisinde yaşamlarını sürdüren dinsel cemaatler millet sistemini oluşturuyordu. Osmanlı’da millet sisteminde millet kavramına yüklenen anlam, ortak dine inanların birlikteliğini anlamak gerekir. Müslüman unsurlar dışında var olan milletler bu sistemde özerk bir alana sahip oldukları gibi sorumluluk yolunda diğer unsurlardan ayrılırlar. Bu millet tanımlaması etnik kökenlere göre yapılmayıp, sadece dinsel farklılıklar göz önünde bulundurularak gelişmiştir. Aynı etnik kökenden gelen, aynı dili kullanan toplumlar bile farklı inançlara sahip oldukları için farklı bir tanımlamaya tabi tutulmuşlar ve faklı millet olarak adlandırılmışlardır. Örneğin: “Osmanlıdaki Osmanlı Ermenileri tek millet değil Ermeni Katolik ve Ermeni Protestan olarak milletlere ayrılıyordu.” (Yıldırım, Y. 2012: 150). Bu ayrımda net bir şekilde ortaya çıktığı gibi Osmanlı’da millet denince dine dayalı bir ayrım ortaya çıkmıştır. Kamus-ı Türkî de “millet” kavramının anlamını, dini cemaate karşılık geldiğini söyleyebiliriz. Ve “cins” kelimesinin “kavim” karşılığında kullanılmasının galat olduğu belirtilir. Cins kelimesi burada ırk anlamında kullanılır. Bugün ise dini ortak paydayı ifade eden “ümmet” kelimesi yakın zamana kadar “Nation” nın karşılığı olarak kullanılmıştır. Ali Suavi 1868’de bu kavramı “Nation” kelimesini “ümmet” olarak tercüme etmiştir. (Türköne, 2012a: 28). Günümüze gelindiğinde 45 “oluş”, “millet” ya da Latince de Nation kavramıyla aynı ortak siyasal anlamı vurguladığı söylenebilir. Günümüzde kavramın siyasal karşılıklarını anlayabilmek için millet tanımlarına yüklenen anlamı anlamada geçmişin yol izlerini sürmenin yararlı olacağı söylenebilir. Millet kavramını tanımlamadan önce bir anlamda Avrupa’da yaşanan siyasal süreçlerin genel bir tarihsel analizini yapmak, milletçilik fikrinin ortaya çıkmasını sağlayan faktörlerinde bilinmesi ve arka planının çözümlenmesini sağlayarak kavramsalın iyi anlaşılmasına olanak sağlayacaktır. Romanın dağılmasıyla birlikte Avrupa’da başlayan feodal sistem ekonomik ve siyasal anlamda iki yönü ortaya çıkarmıştır. Siyasal anlamda feodalite atomize bir iktidarı temsil eder ve merkez iktidarı sınırlandırılmış bir iktidardır. Burada yerel yönetim güçleri merkez karşısında önemli ölçüde bağımsızdırlar. Ekonomik alanda ise toprak sahibi beylerden oluşan senyörlerin büyük bir kısmı, çiftlik arazilerinden oluşan malikâne denilen bölgelere bölünmüştür. Derebeyleri toprakları üzerinde büyük yetkiye sahip durumdadır. Bu sistemin işlenmesi ve işlerin yürütülmesinde töre ve geleneklerin gücü bir hayli baskın durumdadır. Bu dönemim en önemli güç odaklarından biriside kilisedir. Kilise Hıristiyan dünyasına yayılmış bir örgüt olarak büyük bir prestij sahibi ve aynı zamanda en büyük toprak sahiplerinden biriydi. Kilisenin etkisi bunların yanında dinsel alandaki eğitim düzeninin belirleyicisi olmasıyla da önemliydi. (Çağlar, 2007: 7). Bu gelişmeler 11. yüzyıla kadar bu şekilde devam ede gelmiştir. Bu süreçten sonra tüccar dediğimiz sınıfının ortaya çıkmaya başlaması, yeni düzeninde değişiminde habercisiydi. Üretim ilişkilerindeki değişiklikle elde edilen artı ürünü pazarlama ihtiyacı ve fazla ürün elde etme düşüncesi üretimdeki artış pazar arayışlarını da arttırıyordu. Zamanla şehirlerde gelişen ticaret sınıfı ve büyüyen tüccar sınıfı, feodal sistem yasalarının yerine kendi çıkarları doğrultusunda karar verici mekanizmaları oluşturmaya çalışıyordu. Bu alanda istediklerini elde etmek adına lonca denilen birlikleri kurdular. Orta sınıf olarak da adlandırabileceğimiz bu sınıf giderek güçlendi. Ticaretle uğraşan bu sınıf, ticareti güçleştiren engellerden kurtulmak istiyordu. Feodal Lortların varlığı ticareti güçleştiren etkenlerin başında geliyordu. Merkezi bir otoritenin varlığı feodal sistemde şehirlere kapalı olan, korumacı anlayışın dışına çıkmada ve pazarların genişlemesinde giderek önem kazanmaktaydı. Kral şehirliler ve Feodal Lortlar arasındaki çekişmede, 46 şehirlilerin yanında yer alarak, lonca sistemine bağlı tüccar sınıfını desteklemesi ilk olarak Lortların gücünün azalmasını sağladı. Böylece kral güçleniyordu. Ayrıca kralın tüccarlardan aldığı parayla ordu kurması Lorda olan bağlılığı azaltıyordu. Bununla birlikte askeri sistem giderek profesyonel hale geliyordu. (Çağlar, 2007: 9- 10). Bu süreç ileride oluşacak millet duygusunun ve ortak kültür, dayanışma gibi kavramsalların Batı toplumlarında çekirdeğini oluşturacak hareket tarzlarıydı. Oran Baskın bu durumu ifade ederken şu şekilde yorumlamaktadır. 11. ve 12. yüzyıldan sonra krallıkların güçlenerek, bunun yerine feodal yapıların zayıflaması, aynı zamanda tüccar sınıfı için pazar alanlarının genişlemesine yol açmış. Bu durum 16. yüzyılın sonunda millet dediğimiz kavramın ortaya çıkmasını sağlayacak bir takım düzenleme ve değişiklikleri de beraberinde getirmiştir. Yeni ortaya çıkan siyasal birimde, her şeyden önce ticaret yapabilmenin yolu, halkın ortak bir anlaşma aracı bulmasını gerekli kılıyordu. Bu durum Latincenin önemini yitirmesine ve bölgesel dillerin ortaya çıktığı ve giderek bölgesel dillerin önem kazandığı yeni bir dönemin ortaya çıkmasını sağladı. 16. yüzyıl başında Luther’in papalığa karşı kaldırmış olduğu bayrak, Hıristiyan dünyasında papalık yoktur, fikriyle kilisenin kral karşısında bağımlı durumunu, siyasal alanda daha da krala bağlı duruma sokmaktaydı. Kilisenin krala karşı ideolojik açıdan bağlanması her geçen gün artmaktaydı. Bununla birlikte Luther’in bu reform hareketlerinin benzerleri daha önce defalarca gündeme gelmiş olmasına rağmen, toplumsal alandaki sosyoekonomik gelişmelerin etkisinin az olması sebebiyle, gerekli etkiyi yapabilmiş değildi. Reform hareketleriyle birlikte her krallıkta ulusal olarak nitelendirilen kiliseler ve mezhepler ortaya çıkmaya başladı. Bu durum sonucunda aynı yerde ve bölgede yaşayan bireylerin ve bu birimler içerisinde yaşamanın aşıladığı ortak geçmiş duygusu ve ülkü birliği gibi yeni ortak duygular ortaya çıktı. Ve bu yeni duygular özellikle ülkü birliğinin öznel öğesini oluşturunca, halk arasında ilerde milliyetçilik tanımlanmasında yer alacak olan, ‘duygu’ kısmını meydana getirecek olan, bir zihniyet ortaya çıkmıştır. (Oran, 1997: 49). İlerde millet ya da ulus olarak tanımlayacağımız kitlesel hareketlerin kökenini oluşturan yeni ekonomik süreçlerin ve sosyal düzenin sonuçları, değişimi ve etkileşimi bundan sonra daha hızlı hale getirecektir. 47 Koşullardaki değişim, kendi kendilerine yeten tarım ekonomilerine ticaret ve sanayi alanında gelişmelerin önünü tıkayan, engel teşkil eden, derebeylik kurumunu yıkmıştır. Kapalı tarım ekonomisinden ulusal pazar ekonomisine geçilirken, insanlar ülke düzeyinde birbirleriyle ilişki içine girdiler. Aynı topluma ait olmanın bilinci gelişti. ‘Biz’ duygusu gelişti. Ortak dil ve aynı yurdu paylaşmanın bilinci gelişti. Bir önceki bölümde belirttiğimiz papalığa bağlı kiliseden, giderek krala bağlanmış ulusal kiliselere geçildi. Ulusal özellikler, özellikle bu etkileşim içinde ortaya çıktı. Bu şekilde millet, ulus doğmuş oldu. Zamanla ortaya çıkan bu ulus fikri, birikimsel özellikle birlikte, ulus devleti ortaya çıkaracaktır. Bu yeni oluşan ulus-devletler zamanla Avrupa tarihinin en önemli siyasal aktörü haline gelecektir. Fransız devriminden daha önceki zaman diliminde ortaya çıkan, bu ulus-devlet formları, Fransız devriminden sonra büyük bir değişime uğrayacaktır. Ayrıca modern toplumların tanımlanmasındaki kavramsal çerçeveye bürünecektir.(Çağlar, 2007: 12). Bu anlamda Poggi’nin de belirttiği gibi Fransız ulusu çağdaş Fransız devletini ne kadar yarattıysa, mutlak krallıkta Fransız ulusunu en az o kadar yaratmıştır. Bu durum ulus-devletin oluşumuna tabi ki mutlak monarşilerin katkısını ortaya koymaktadır. Avrupa’da mutlak monarşilerin güçlenmesi ve devamında uygulanan türdeşleşme ve merkezileştirme politikalarıyla uygulanan yeni süreç, ulusların başlangıcı olarak kabul edilebilir. (Poggi, 2012: 120). İnsanların eski çağlardan beri varlığını sürdürmesi, toplu şekilde yaşamasına bağlıdır. Bu topluluğun millet kimliği alması, yakın çağın ürünüdür. Toplumlar sosyal değişim evreleri içinde, aşiret yapılanışından milli örgütlenme düzeyine ulaşarak, millet halini almışlardır. Uzun bir süre devam eden bu tarihsel süreç içinde toplumsal, kültürel ve ekonomik alanda yaşanan etkilenimler sonucunda meydana gelen bu ürün, ‘millet’ adını almıştır. Yaşanan bu süreç beraberinde anlam farklılaşmasına da yol açmıştır. 18. yüzyıl öncesinde belli nitelikteki bir topluluğu tanımlamak için kullanılan millet kavramı, siyasal anlamda herhangi bir anlam ifade etmezken, Fransız İhtilali ve sonrasında siyaset bilimi literatürüne girmiştir. Ve siyasal bir anlam kazanmıştır. (Şen, 2008: 347). Tarihsel gelişim çizgisine bakıldığında Avrupa’da yaşanan gelişmeler sonucunda ortaya çıkan millet kavramı, uzunca bir sürecin sonucunda Fransız ihtilali sonrasında kazandığı yeni siyasal içerikle ve oluşturduğu modern 48 devletin ulus-devlet formuyla birlikte zikredilerek tanımlanmaya başlamıştır. Bu anlamda bundan sonra yapacağımız, millet tanımlarının dayanak noktası tarihsel süreç sonunda ortaya çıkan millet tanımları olacaktır. Milliyet fikrine ve millet oluşumuna yönelik aristokratik olarak nitelenen bir burjuvazi sınıfının ve tüccar kesiminin yükselişi sonrasında yeni dönüşümler yaşanmaktaydı. Bu sınıf pazar elde etmek maksadıyla yönelmesi gereken yeni alanların varlığıyla birlikte, hem kendi ülkeleri, hem Avrupa’da elde ettikleri konumlarla, bu konumlarını dünyada sağlamlaştırma düşüncesine sahiplerdi. Bu kendi konumunu sağlamlaştırma düşüncesi, milliyetçilik fikrinin oluşmasına ön ayaklık etmiştir. Avrupa’da milliyetçilik fikrinin filizlenmesi Doğu’ya açılma sürecinin ve Doğu ile kurulan ilişki türünü haklılaştırma yolunda içeride taraftar kazanma, dışarıda haklılığını tescil ettirme çabaları, bunlara ilaveten elde edilen çıkarların korunması konusunda ortaya çıkmaktadır.(Akça, 2003: 27). Buna müteakiben sanayileşme ve büyük endüstri devrimi gibi 18. yüzyıldaki hareketler, sosyal yaşantılarda değişiklikleri beraberinde getirmiştir. Kırsal yaşamdan, kent merkezlerine yönelik ortaya çıkan nüfus hareketleri, köyde serf durumunda olan çoğunluğun, kent merkezlerinde bulunan endüstriyel alanda iş gücü niteliğine dönüşmesini sağlamıştır. Üretimin tezgah sistemli yapısı bir anda fabrika merkezli alana kaymasıyla sonuçlanmıştır. Bu durum sosyal ve hayat şartlarındaki iyileşmeyi beraberinde getirmiştir. Zamanla bilgi tekeli kırılmaya başlamıştır. Bu zümre tarafından ortaya çıkan farklı bilinç alanı, millet ve sonunda da milliyetçilik fikirlerini mayalamıştır. Ortak çalışma sonucunda artan ürünün, stokların yeni pazarlara kaydırılması ve kaynak arama düşüncesi, sömürgeciliğe yol açmıştır. Fransız İhtilali sonrasında kendi halk kitlelerinde artan millet inancı, sömürgeleşen ülkelerde, millet fikirlerini aşılamıştır. Öncelikle Batı’da var olan millet fikri bu hareketle, dünya ölçeğinde diğer ülkelere de sıçraması ile yeni boyut kazanmıştır.(Ülken, 1963: 202). Milliyetçilik hareketlerin ulusal alandan, uluslararası bir alana sıçramasını bu tespitle de anlayabiliriz. Millet nedir? Makalesinde Ernest Gellner genel bir şablon çizmektedir. Gellner toplumun ortaya çıkışındaki iradi temel üzerinden hareket eder. Bir tarihsel oluşum süreci ile millet kavramına yeni yüklenen anlamı ve milliyetçilik fikrinine yansımalarını anlamaya çalışır. Gellner “Şüphesiz ki rıza ve irade küçük ya 49 da büyük grupların oluşmasında çok önemli bir faktördü. İnsan cinsi her zaman grupların içinde öğütlenir.” (Gellner, 2012a: 85). İfadesiyle ilerde millet örgütlemesine yol açacak ya da millet örgütlenmesini ortaya çıkaracak rıza ve irade özgürlük anlayışının temellerini kurar. Grupların ortaya çıkmasını ve devamını sağlamalarını mümkün kılan şartlar vardır. Bunlar irade, gönüllülük, sadakat ve dayanışma gibi pozitif duygu ve etkenlerdir. Bunların yanında mecbur kalma, zorlama, baskı, korku gibi negatif faktörlerde etkilidir. Var olan grupların uzun süreliliğini ya da kısa süreliliğini belirleyen bu faktörlerin etkinliğinin grup üzerindeki tesiridir. Bu pozitif ya da negatif özendiricilerin etkisinde azlığı ya da yokluğu grubun kısa süreli olmasına neden olmaktadır. Bu özendiricilerin varlığı grubu devam ettirilebilirliğini sağlanmaktadır. Buradan hareketle milletleri; “Kendi öz iradeleri ile cemaat halinde yaşamakta kararlı gruplar olarak tanımlar; “Bu tanımlamadan, bu tanıma uyan bir çok toplumsal grup yada cemaatsel yapı ortaya çıkacaktır. Bu tanımlamada millet; Milletlerin kendileri millet olmaya karar vermiş ve hayatları tamda Renan’ın dediği gibi her gün tekrarlanan plebisit şeklinde sürmektedir.” (Gellner, 2012a: 86). Bu iradi olan ve ortak noktada kanaat oluşturma noktasında pozitif ya da negatif unsurlarla ortaya çıkan büyük çaplı gruplar olarak görülmekle birlikte millet; “Daha çok genel sosyal ortam haline geldiği, bununla birlikte homojen bir biçim aldığında, tek bir merkezin elinden yüksek bir kültüre dönüştüğünde, sadece bir elit grubu değil, bütün nüfusa mal olduğunda, iyi tasarlanmış bir eğitim marifetiyle kültürün bütünleşmesi insanları cezbeden şevkle özleşmesine imkan verdiğinde, işte bütün bunlar eş zamanlı olarak gerçekleştiğinde, millet tek geçerli sosyal birimi oluşturur.” (Gellner, 2012a: 87). Buradan baktığımızda iradeyle ortaya konulan bir bütünlüğün kültürel siyasi çerçeve içinde yoğrulması ve ortaya uyumlu topluluk çıkması sonucuna da ulaşılabilir. Önemli sosyal bilimci ve sosyolog Max Weber ise “millet” kavramının tanılanmasında herhangi bir ortak net bir tanımlamanın zorluğuna vurgu yapar. Net bir tanım yapmak gerekse de bunun deneysel sonuçlarla elde edilen sadece tek bir millete ait olma yönünün kesinlik oluşturamayacağını vurgular. Öncelikle millet kavramını belli bir grup insanda, başkalarına ya da başka gruplara karşı belirli bir dayanışma duygusunun harekete geçirilmesi anlamı da çıkarılabilir. Bu bakımdan dayanışma, duygusal ifade yönüyle, değerler alanının kavramı niteliğindedir. Burada 50 ortak duygu, ortak eylemsel alanın ortaya çıkacağı fikride çıkarılamaz. Mutlak bir belirsizlik taşıyan “millet” kavramı tanımlanırken, kesinlik sadece milletin siyasal alana ilişkin olması itibariyledir. Millet kavramı tanımlanırken; millet, kendini bağımsız bir devlet biçiminde ifade edebilir. Bir duygu birliğidir, o halde millet normal olarak kendi devletini yaratmak eğitimi de taşıyan bir topluluktur. (Weber, 2012: 65-66). Bu anlamda millet olma sürecinde her toplumda birlik oluşturma duygusunda yaşanacak farklılıklar, her toplumun farklı bir millet oluşturma süreci yaşamasına sebep olacak. Bu da farklı tarihsel süreçler ve dönemlerde farklı tanımlamaları da beraberinde getirecektir. Benedict Anderson “Milli Bilinci Kaynakları” yazısında aydınlanma ile başlayan ve günümüzde devam eden yeni sürecin dilsel alanla ilişkisini ortaya koymaktadır. Yeni dönemde modern yüzyılda Avrupa dillerinin genel olarak modern biçimlerini almasıyla, buna eşlik eden kapitalist yayın anlayışı, yaşanan gelişmelerin hızla yayılmasını sağlamıştır. Bu süreçte “Kapitalizm; teknolojiye insanların dilsel çeşitliliğe olan mahkumiyetinin, birbiriyle buluşmasının yeni bir cemaat tarzının hayal edilmesini mümkün kıldığını ve bu yeni tarzın, modern milletlerin temel morfolojisini hazırladığını söyleyerek özetleyebiliriz.” (Anderson, 2012: 105). Bu şekilde bakıldığında siyasal anlamda bir bütünlüğe kavuşturan duygusal bağlardan sonra, dilsel ortak kullanım ve bunun yaygınlaşmasının oluşturduğu payda dikkati çekmektedir. Millet ve milletçilik tanımlamalarıyla bu alanda önemli isim haline gelmiş bir başka düşünüründe millet tanımlamasına ve millete bakış açısına yer vermek yararlı olacaktır. Elie Kedourie öncelikle insanları birlikte yaşama uygusuna iten ve 19. yüzyılda genel kabul gören pragmatik felsefeden ortak payda, yaşam alanında bir fikir birliğine ulaşma noktasının nasıl yakalandığını ortaya koymaya çalışır. Bu noktada “insanlar iki farklı efendinin hakimiyeti altına girme durumundadırlar. “acı ve zevk” insanlar bu iki belirleyici acı ve zevk duygusuyla yönetimlerini gerçekleştirirler. Bu manada en iyi toplumsal düzen acıyı en aza indiren ve zevki en çoğa yükseltendir. Bu felsefi düşüncenin ortaya çıkardığı düzen anlayışı ve devlet şekli “Kendi refahlarını sağlamak maksadıyla birlikte yaşamanın daha iyi olduğunu düşünen fertlerin bir topluluğudur. Ve akıl yolu ile bulanabilecek tedbirlerle, topraklarında yaşayan insanlara azami refah sağlayan bir idare kurmak, devlet idare edenlerin vazifesidir.” (Kedourie, 2012: 112). 51 Bu anlamda Fransız İhtilali sonrasında yaşanan süreci anlamada ihtilal hareketinin nedenlerini ve sonucunu yukarda belirttiğimiz tanımsal çerçeveye göre Kedourie tekrar yorumlar. Bu ihtilal siyasal iktidarın kullanışında yeni imkanlar getirmekle birlikte, hüküm sürenlerin meşru daire içerisinde erişmek istedikleri hedefleri de değiştiriyordu. İhtilal bir anlamda da şunu ifade etmekteydi: “Eğer bir devletin vatandaşları, kendi toplumunun siyasi düzenine artık tasvip etmiyor idiyse, onu tatmin edici diğer düzenlerle değiştirmek hak ve kudretine sahip olacaktı.” (Kedourie, 212: 113). Bu yeni dönem millet tanımlamasında “Bütün hakimiyet hakkı millete aittir.”düşüncesini geliştirdi. O halde sorulması gereken bir diğer soru millet denilince ne anlaşılıyor ve milletten ne kastediliyor? Tartışma burada başlar ve farklı tanımlamalara ve farklı dönemlerin genel konjöktürüne göre yapılan tanımlamalar genel görüş ortaya çıksa da, her biri farklı bir yönü ortaya çıkartmaktadır. Millet “nation” konuşma dilinde bir aileden büyük fakat kabile ve kavimden küçük topluluğu, doğuştan benzerlik gösteren bir insan küresi ifade etmek amacıyla kullanılmıştır. Bir başka yerde Sieyes millet “müşterek konuna tabi olarak yaşayan ve aynı teşri kuvvet tarafından temsil edinen ortak heyet” olarak görür. Hume “Bir millet devamlı ilişkiler sonunda müşterek özellikler kazanan fertlerin topluluğundan başka bir şey değildir.” der. Diderot ve d’Alenbert’de milleti “ Muayyen genişlikte sınırları belli bir ülkede oturan aynı hükümete tabi olan önemli sayıda halkları gösteren bir cins ismi olarak tarif eder.” (Kedourie, 2012: 114-115). Bu tür genel tanımlar siyasal anlama doğru bir kayışı göstermekle birlikte farklı vurgulamalarında dile getirildiğini görmekteyiz. Kedourie buradan kendi kaderini tayin hakları, birlikte yaşama istenci ve idareyi yönlendirme hükmetme gücünü ön plana çıkarmaktadır. Yaptığı millet, milliyet ve milliyetçilik tanımlamaları ile tanınan düşünürlerden Hans Kohn, milliyetçilikte insanın doğduğu sosyal fiziki çevreye olan doğal bağlılık fikri arasındaki ilişkiyi kurgulayarak, kendinden sonra gelen araştırmacılara yön veren ve onları etkileyen araştırmalar yapmıştır. Ona göre tarihsel süreçte milletler hep varlıklarını devam ettire gelmiştir. Fakat ulusal bilincin oluşması ve bu bilincin uyanışıyla birlikte milletler tarihte mutlak belirleyici durumuna gelmiştir. “Milleti ırk gibi “nesnel” faktörler üzerine kurmak ilkel kabileciliğe dönüşü getirir. Modern zamanlarda milletleri şekillendiren ve oluşturan şey kanın çağrısı değil, fikrin gücü olmuştur.” (Kohn, 2012: 141). Bu noktada millet 52 oluşumu sanıldığının aksine Kohn’a göre modern zaman biriminde ve Batılı anlamda bir örgütsel hareketle, Fransız İhtilali sonrası birden ortaya çıkan yapılar değildirler. Eskiden beri farklı coğrafyalardan ve farklı coğrafi özelliklerin getirdiği etkilerle birlikte farklı toplumsal yapıda, kendi kültürel ve siyasal aynı zamanda askeri vb kurumsal yapılanışını oluşturmuş, milletlerin varlıklarından söz edebiliriz. Modern anlamda millet, milliyetçilik ve milliyet fikrine sahip olma duygusunun bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Anthony D.Smith bu durumun varlığını ortaya koyarken benzer bir açıklama ile: “Milletler hep vardı; değişen sadece kendilerinin bunun farkına varmaları ile fiiliyata dökülme düzeyleridir.” (Smith, 2010: 75). şeklinde paralellik arz eden bir tespitte bulunmaktadır. Bu anlamda bazı düşünürler arasında bir anlaşmazlık bulunmakla birlikte, milletin tamamen modern bir yapı olduğu konusunda hem fikirdirler. Bu tespitle milletler, yüzyıllar boyunca oluşan yapıya modernizmle ortaya çıkan milliyetçilik fikri nefes üfleyerek, adeta var olan sisteme can verdiği zaman bir anda mevcut yapı anlam kazanır. Modernizm felsefesi millet ve milliyetçilik kavramının iç içe geçmiş bir bütünlüğünü ortaya koymaktadır. (Kohn, 2012: 141). Bu tespitler geçmiş ve şimdiki arasındaki bağı oluşturmada yol göstericidir. Milliyet, millet ve milliyetçilik kavramlarının iç içeliğini aşabilmek maksadıyla yaptığınız millet tanımlamalarına, önemli katkı sağlayacak olan ve Türk düşüncesinde derin izler bırakan bununla birlikte: “ Hiç kimse tarihi değiştiremeden yazamaz.” “Millet hatırladıklarımız kadar, unuttuklarımızla da oluşur.” Ve “Millet her gün tekrarlanan bir plebisittir.”sözüyle milliyetçilik tartışmalarına yön vermiş Ernest Renan’a kulak vermek gerekir. (Türköne, 2012a: 144). Renan 1982 yılında Sorbonne’da verdiği: “Bir millet nedir?” Adlı konferansında günümüze kadar devam edecek olan ve hala varlığını tartışmalarla devam ettiren tartışmalara yön veren önemli bir dönüm noktası oluşturacak tanımlama yapmıştır. Renan’nın bu konferansında ortaya attığı millet tanımı hala geçerliliğini koruyan özelliğe sahiptir. Renan’nın milleti tanımlarken yaptığı ayrım kullanılmaktadır. Bu ayrım milletin objektif ve subjektif nitelikleri ortaya koymaktadır. Renan bu ayrımı yaparak milletin ırk, din, dil gibi objektif unsurlarla kavranmasının zor olduğunu belirtir. Çünkü bu özelliklere göre milletleri tasnif etmek imkansızdır. Renan dünya ölçeğinde farklı dilleri konuşup tek millet olan ve 53 aynı dili konuşup ayrı milletler olarak var olan toplulukları zikreder. Sonra bir toplumu millet haline getiren unsurları onların birlikte yaşadıkları tarihten ve tarihe affedilen anlamdan çıkarır. Geçmişten gelen müşterek bir miras ve gelecek için yine müşterek program, bir topluluğa millet olma bilincini kazandırmaktadır. Millet nedir? Sorusuna verilecek tek doğru cevap, kendisine millet olarak hisseden topluluk, birlikte yaşama iradesidir. Renan’a ait “millet her gün tekrarlanan bir halk oylaması” sözü milleti tanımlamada en çok tekrarlanan sözlerden biri olmuştur.” (Türköne, 2012a: 29). Türk düşünce tarihinde Türk modernleşmesinin fikir babası olarak da kabul edilen Ziya Gökalp’in millet tanımına bakarsak “millet ne ırkı, ne kavmi, ne coğrafi, ne siyasi, ne de irade bir zümre değildir. Millet lisanca, dince, ahlakça ve edebiyatça müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan zümredir.” (Gökalp, 2012: 252). Şeklinde tanımlamıştır. Aynı zamanda teorisyen olma özelliği ile yaptığı tanımlamalar, başka düşünürlerin ve günümüz milliyetçilik tartışmalarının vazgeçilmezi olarak kabul edilir. Bununla birlikte Türk siyasal hareketinin dönüm noktasını oluşturan etkili isimlerden Mustafa Kemal Atatürk’ün millet tanımına da bakmak gerekir. Renan dan etkilenimlerin ve alıntıları olduğu bu tanımda; “ Millet, dil, kültür, mefkure birliği ile birbirlerine bağlı vatandaşların teşkil ettiği bir siyasi ve içtimai heyettir.” (Atatürk, 2012: 259). Şeklinde tanımlar. Ve bunun yanında milletin oluşmasında tarihsel süreç içerisinde etkili olan bazı hususları sıralar. Bu hususlar “ siyasi varlıkta birlik, dil birliği, yurt birliği, ırk ve menşe birliği tarihi karabet ahlaki karabet.”(Atatürk, 2012: 263). Şeklinde sıralar. Bu hususlar bir milletin teşkilinde Atatürk’e göre olması gereken temel hususlardır. Genel tanımlardan ortaya çıkan ve günümüzde millet tanımlarında objektif/sübjektif, tarihsel/siyasal, geçmişe/kontrata dayalı, Batılı/Doğulu şeklinde kesin bir ayrımı bulmak fazla olanaklı değildir. Günümüzde milleti tanımlarken, genel ve kapsayıcı bir yapı içinde, bütün farklılıkları bünyesinde eriten, yüksek bir kültür olarak ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte daha çok devletlerin kendi varlıklarını meşrulaştırma aracı olarak gördükleri millet, kimlik tanımlamalarında da uluslararası ilişkilerde bir tanımlama aracı olarak kullanılmaktadır.(Smith, akt. Şen, 2008: 354). Bu tanımlamalar somrasında millet son toplum şekli olarak görülmekte ve bakıldığında toplumsal varlık olma yolunda son merhale olarak ifade etmek 54 mümkündür. Bu durum modernist anlayışların, modern devletin meşruluk kaynağı olarak, din ya da soy birliğine yerine, milleti temel almanın bir sonucudur. Bu anlamıyla millet, tek bir somut siyasi biçimle, yani belirli ya da birkaç ülkeyle sınırlandırılması mümkün olmayan yapısıyla, evrensel niteliğe sahip olma özelliği kazanmıştır. Bununla birlikte kapsayıcı ve genel kimliğe sahip niteliğe bürünmüştür. (Şen, 2008: 354). Burada eski anlayışlardan kaynaklanan doğuştan getirilen temel kazanımlara dayalı ve bir olanları, türdeş olanları kapsayan, geri kalanını dışlayan anlayışların dışında, düşünce ve fikirde bir kapsayıcı yönü ağır basan, genelleyici yönünün ağır bastığı sisteme dönüşmüştür. Bu tanımlardan hareket ederek genel bir özetleme yapıldığında; millet ve milliyet kavramının çeşitli etnik, dilsel, dini temelleri olan bir kültürel cemaat olarak ele alan Anderson’un hayali cemaat olarak nitelediğini görürüz. Giddens’a göre ise yeni bir tarz olarak ortaya çıkan kavramsal, cemaat tanımı ile aidiyete atıf yapar. Teorik açıdan modern anlamda milletin ayırt edici özelliği kültürel muğlaklığıdır. Dil, din, toprak v.b bütün temel yaklaşımlar hepsi birer işaret olarak alınabilir. Bunların hiç biri milleti tanımlamada tek başına yeterli özü ortaya çıkaracak tanımı oluşturamaz. (Leca, 1998: 12). Bu noktada millet tanımındaki objektif ve sübjektif unsurlarla milleti oluşturan niteliklerin ne olduğu noktasında kısa bir bilgi vermek millet sürecini oluşumunu anlamada katkı sağlayacaktır. Milleti tanımlarken bazı yazarlar objektif unsurları bazı yazarlar ise sübjektif unsurları ön plana çıkarmışlardır. Bazı tanımlarda ise bu iki unsurun birlikte kullanıldığı görülebilir. Objektif unsurları göz önünde bulunduran yaklaşımlar, bu unsurları belirlerken şu noktalara işaret ederler. Etnik köken, dil, din, toprak, ortak tarih, kan bağı ve ortak kültür.(Çağlar, 2007: 14). Objektif unsurlar milleti oluşturmada genelde ırk ve soya dayalı bir tonlama yapmaktadır. Objektif unsurlar sosyolojik bir içerikten ziyade, siyasal alana ilişkin modernist yaklaşımların tanımlamalarında öne çıkan faktörlerdir. Objektif unsurlar birçok düşünür tarafından millet tanımı için yetersiz görülmüştür. Çünkü ortak dili olmayıp ya da ortak soya dayanmayan, milli devletlerin varlığı, bununla birlikte aynı dinlere inanan fakat devlet ve millet niteliği taşımayan toplumların varlığı, bu birlikteliklerin millet sürecinde sıkıntılı olduğunu ortaya koymaktadır. Renan’ın bu duruma; 55 “ Nasıl oluyor da ülke içinde üç dilin konuşulduğu, iki ayrı dinin olduğu ve üç ya da dört farklı etnik topluluğu bir arada bulunduran İsviçre bir milleti meydana getirebiliyor da. İsviçre’ye göre daha homojen olan Tuscony olamıyor. Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere, Latin, Amerika ve İspanya aynı dili konuşmasına rağmen tek bir millet oluşturmuyor.” (Renan, 2012: 49). Burada Renan bu objektif unsurların yetersizliğini ortaya koymaktadır. Objektif öğelerin millet tanımında yetersiz kalacağını söyleyen birçok düşünür sübjektif öğeleri ön plana çıkarmıştır. Sübjektif bilinç bu öğelerin en önemli olanıdır. Bu düşünürler sübjektif bilinç olarak da tanımladıkları bilinç öğelerinden yoksun olan topluluklar etnik topluluklar olarak varlıklarını sürdürürler şeklinde tespitte bulunurlar. Modernist yaklaşımın ana yönünü ortaya çıkaran görüntü, bu sübjektif unsurlardır. Çünkü eski milletler diye tanımladığımız, modern dönem öncesi dönemde etnik ve toplumsal anlamda milletler vardı. Ve bunların temel özelliği kabile ve ırka dayalı soy tanımlı milletlerdi. Yani milleti millet yapan, objektif unsurlardan ziyade, sübjektif bilinçtir. Bu bilinç, birlikte yaşama düşüncesi olarak ta genel kabul gören görüş olarak karşımıza çıkmaktadır. Bugün beraber yaşadık ve beraber yaşama duygusunu sürdürüyorsak, yarınlar içinde bu bilince sahip olabilme düşüncesi millet dediğimiz oluşumun mayasını teşkil eder. Smith bu durumu modern anlamda; “Sınırları belli bir yurttaki, belli bir siyasi topluluğun fertleri arasındaki yasal eşitliği, halk arasında belli ortak değer ve gelenekleri, ya da çekirdek bir topluluğu varsaydığı düşünüyordu. Başka bir deyişle milletler yurt içindeki halkı bir arada tutan ortak bir anlayış, emel hissiyat ve fikirlere ortak bir sivil ideoloji ve kültürel boyuta sahip olmalıydılar. Ortak bir kamuoyu ve kitle kültürünü temin işi popüler toplumsallaştırma vasıtalarına kamusal bir eğitim sistemi ve kitle iletişim araçlarına havale edilmişti. Batılı milli kimlik modelinde milletler mensupları, ortak tarihi anılar, mitler, simge ve geleneklerle bağlanmış ama türdeş kılınmamış, kültür toplulukları olarak görülmekteydi.” ( Smith, 2010: 27 ). Burada birlikte yaşama fikri modern olan devlet oluşumlarının niteliği durumunu almaktaydı. Buradaki ortak varsayımlarla birlikte Smith milli kimliğin temel özelliklerini şu şekilde sıralamaktadır; “1. Tarihi bir toprak /ülke, ya da yurt. 2. Ortak mitler ve tarihi bellek. 56 3. Ortak bir kitlesel kamu kültürü. 4. Toplumun bütün fertleri için ortak yasal hak ve görevler 5. Topluluk fertlerinin ülke üzerinde serbest hareket imkanına sahip oldukları ortak bir ekonomi.” ( Smith, 2010: 31-32). Buradaki tespitler milleti objektif ve sübjektif temelli bir tanımla ortaya çıkarmaktadır. Millet ve ulus kavramı milliyetçilik fikrini anlamada önemli bir unsur teşkil etmektedir. Bu millet kavramının doğuşu ve geçirmiş olduğu kavramsal değişimi ele aldıktan sonra, milliyetçilik fikrinin gelişim süreci ele alınmalıdır. 4.2.MİLLİYETÇİLİĞİN DOĞUŞU Milliyetçilik üzerine yapılan araştırmalar geniş bir literatür oluşturmaktadır. Bu çalışmaların geneli milliyetçiliğin ortaya çıkışı kökeni farklı yaklaşımları çeşitleri ve modern bir kavram olup olmadığı noktaları üzerinde odaklanmaktadır. Milliyetçilik kavramını ortaya çıkmasında bir çok itici güç etkili olmuştur. Milliyetçiliğin birçok açıdan her türlü sosyo-ekonomik durumu, her ideolojik eğilimi ve her siyasal modele uyarlanabilir kavram oluşu onu hem evrensel hem de tikelci bir kavram olma özelliği kazanmasına sebep olmuştur. Bu açıdan milliyetçilik başlı başına birçok çalışmanın konusu olan kavramdır. (Şen, 2008: 381). Bu şekilde etkisinin halen devam etmekte olduğu ve çalışmaların konusu olmaya devam ettiği halde, millet kavramsalı üzerinde tanımlama sıkıntısı yaşanmaktayken, aynı yönde milliyetçilik kavramının tanımlanmasına ilişkinde güçlüğün olduğunu söyleyebiliriz. Tanımlama noktasında ortak bir tanımın bulunamadığını söylersek yanılmış olmayız. Bu tanımlama sıkıntısı; insan topluluklarının çok çeşitliliği, milliyetçilik olgusunun her toplumda ayrı birer süreç yaşaması ve bu farklı süreçlerin ayrı tanımlamaları da beraber getirmesinden kaynaklanmaktadır. Milliyetçilik diğer söylemle Nasyonalizm Süleyman Hayri Bolay’ın felsefi sözlüğünde “Esasını, milli ananeye, geleneğe, örf ve adetlere uygun olmayan bütün hareketleri müesseseleri, meslekleri reddederek, her şeyi milli ananeye uydurmayı hedef edilmenin teşkil ettiği siyasi ve içtimai mesleklerdir. Milliyetçilik her şeyi milli açıdan değerlendiren bir dünya görüşüdür’’ (Bolay, 57 1996: 280). Bu tanımlamada milli olana yapılan vurgu millete ait olan anlamı katmakta ve milleti esas teşkil eden bir tanımlama olarak kabul edilmektedir. Millete dayalı yapılan tanımlarda milliyetçilik kavramının doğuşu ve kullanışı daha yakın tarihlidir.“Connor kelimenin ilk olarak edebiyatla, 1798’de ortaya çıktığını düşünür. Bunun yanında Peter Alter ‘’milliyetçilik’’ teriminin ilk olarak Herder’in yazdığı bir metinde 1774’te kullanıldığını ifade eder.’’ (Özkırımlı 2010: 14). Bu kavramsalın siyasal anlamda yeni devlet şekillerinin ortaya çıktığı dönemde kavramsallaştığı ifade edilebilir. Bolay’a göre milliyetçilik felsefi temelini “Kant’ın hürriyet anlayışı ile Fichte’nin idealist felsefesinde bulur. Bu da ferdin kendini gerçekleştirmesinin vasıtası olan hürriyetin, insanın kendisine büyük şuurla yani devletle bir tutması halinde ortaya çıkacağı fikrine dayanır.” (Bolay: 1996: 280). Fransız İhtilali sonrasında özgürlük, hürriyet vb. fikirlerin ardından en çok söylemsel anlamda telaffuz edilen bir diğer kavramda milliyetçilikti. Bir yükselişin başlangıcı olan bu dönem milliyetçilik hareketlerinin yükselişini hızlandırmış ve Fransız İhtilali ve milliyetçilik tanımlamaları birbirinden ayrılmaz olmuştur. Kedourie milliyetçiliği 19.yüzyıl da Avrupa’da icat edilen bir ideoloji olarak görmektedir. Milliyetçiliğin ve millet kavramının 18. yüzyıldan itibaren daha önce görülmediği biçimde çok kullanılmaya başlamıştır. Bir anlam kazanarak yaygınlık kazanmaya başlaması bu ideolojinin parlak zaferini ortaya çıkaran göstergedir. (Kedourie ; 2012 : 111). Bu yeni ideoloji millet tanımının sonunda devlet yapılanmalarında, millete ait olanın öncelenmesiyle, milliyetçilik bir ideoloji olarak merkeze yerleşmeye başlamıştır. Burada devlet yapılanması içerisinde ulus-millet fikri Bir ulusal topluluk duygusu ve onun doğal sonucu olarak milliyetçilik, hükümet ve toplum arasında bir köprü oluşturmaktadır. Bu nedenle bu bağların kurulmasında ve korunmasında üstlendiği rolle bu döneme demokratik devrim çağı, aynı zamanda milliyetçi devrim çağı denilebilir. Leca’da bura da Fransız devrimi sonrasında yaşanan dönüşüme ve milliyetçilik fikrinin yükselişine dikkat çekmektedir. Renan düşüncesi de belirttiği gibi milliyetçilik; bizzat kendi kökenini, yada daha ziyade sonucunun kökeninde yatan şeyi, ulusu, yaratan bir süreçtir. Milliyetçilik tanımı milliyetçilerin ortak tanımlayıcı özelliklerden veya öyle oldukları 58 varsayılan özelliklerden yola çıkarak, inşa ettikleri şeyleri veri olarak ele alınarak tanımlanır. Bu verilerin başarılı bir şekilde üretimi ulusun oluşturulmasının ilk aşamasıdır. (Leca; 1998: 14). Milliyetçilik fikri; içinde var olan ulustan hareket ederek, yine ulusa yönelen, onu oluşturmaya çalışan bir süreç olarak görülmeye başlamıştır. Brevilly milliyetçiliğin belirli iddialarda bulunduğunu söyler. Bunlar birincisi belirgin ve kendine has bir nitelikte donanmış ulus vardır. İkincisi de bu var olan ulusun çıkarları ve değerleri diğer bütün çıkar ve değerlerden üstün tutulur. Üçüncüsü ise ulus mümkün olduğu kadar bağımsız olmalı ve buda onun siyasi egemenliğinin tanınması gerektiğini gösterir. (Leca, 1998: 15). Ulus tarihsel süreçte var olmuş veya var olagelmiş bir yapı olarak düşünüldüğünde, ikinci tespitte var olan millet veya ulusun çıkarlarının, değerlerinin, diğer bütün değerden üstün tutma düşüncesi milliyetçiliğin merkezi ideolojisini oluşturmaktadır. Bu ulus fikrinin, siyasal anlamda milliyetçiliğe evrilmesini sağlayan adım olarak görebiliriz. Fransız İhtilali sonrası bu süreç hızlanarak devam etmiştir. Ulusal ya da ulus merkezli milliyetçilik hareketleri merkezi Avrupa ülkeleri olmak üzere yakın zamanda ve günümüze kadar dalga dalga genişleyen bir yapı ortaya çıkarmıştır. Bu yapı halen değişerek de olsa devlet yapılarını ve toplumsal alanları etkilemeye devam etmektedir. Üçüncü betimleme, var olan bu ulus-millet mümkün olduğu kadar bağımsız olmalı. Bu da onun siyasal anlamda egemenliğinin tanınmasını gerektiren bir durum olarak ortaya çıkar. Bu belirtilen fikir, milliyetçilikte her ulusun bir millet olma ve son aşamada bir de devlet kurma ama bu devlet, ulus-devlet niteliğine sahip olma fikrini hızlandırmıştır. Var olan toplumsal yapı içinde kendilerini ayrı bir millet olarak gören topluluklar Fransız İhtilali sonrasında milliyetçilik fikrinin; ayrı egemenlik alanı oluşturma düşüncesinden hareket ederek, kendi ulus-devletlerini oluşturmaya başlamışlardır. Bu aşamada aynı ulus ve millet fikrinde birleşen toplumlar kendi milletinin ortaya koyduğu değeri başkalarından üstün tutma anlayışından hareket etmişlerdir. Bu düşünce yakın Avrupa’ dan başlayarak uzak ülkelere, toplumlara doğru yayılma prensibi izlemiştir. Var olan toplum ve devletleri derinden etkileyen bu süreç, milliyetçilik ideasının adeta meyvesi gibi görülmektedir. Burada millet sürecindeki ve milli bilince sahip olmada ulus fikrini ortaya çıkaran ortak değerlerde ve onları üstün tutmada hangi durumun 59 öncelik kazanacağı fikri önem kazanmıştır. Milletlerin kendi oluşum süreçlerinde siyasal bakış açısına göre etnik ve diğer bağlar göz önünde bulundurularak yapılan milliyetçilik tanımlarında siyasi yön ağırlık taşımaktadır. Fakat millet sadece değerler oluşturma ve yaşatma sürecinde, kültürel odaklı temellendirdiğimiz eğilimleri önceleyen oluşum olarak tanımlanırsa. Milliyetçilik fikrinde bu alanda öncelik tanıyan tanımlamalar göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Örneğin Umut Özkırımlı bu durumu; “Eğer millet kategorisinin ilk gündeme geldiği zemin siyaset ise, kültürde onun işlenerek geliştirdiği arazidir ve bu anlamda milliyeti anlamanın en iyi yolu, onu dil, toprak, etnisite veya kültür gibi statik ölçütlere indirgemeyecek, kültürel bileşen ve belirli siyasi icatların etkileşimi ile şekillenmiş karmaşık, eşitsiz ve öngörülemeyen bir süreç olarak düşünmektir.” (Delanty, akt. Özkırımlı, 2010: 20). Şeklinde aktarmaktadır. Milliyetçilik bu anlamda yalnızca siyaset ya da kültüre dair değil, kişiyle de ilişkilidir. Hem siyaset bu anlamda kültürel bir temele dayandığı gibi, hem de kültürün siyasileşmesini içeren bir yapıya sahiptir. Bu da farklı milliyetçilik tiplemelerinin ve tartışmalarının yolunu açmaktadır. Milliyetçilik tanımlarını daha iyi anlamda milliyetçiliğin son yüzyılda yaşadığı dönüşüm, ortaya çıkışı ve kökenleri hakkında bilgi vermemiz, modernleşme ve modernlik ile olan ilişkilerini ortaya koymamız yararlı olacaktır. Osmanlı’da ve Türk modernleşmesinde siyasal bir fikir hareketi olarak etkisini ve toplumsal alandaki bu dönüşüm süreçlerinden nasıl etkilendiğini anlamamızda yardımcı olacaktır. Bu durumda bu milliyetçilik fikrinin tarihsel gelişim çizgisine bakmak yararlı olacaktır. Milliyetçiliğin tanımını yapmaya çalıştığımızda ideolojik ve siyasal açıdan ele alındığında modern zamanlara ait bir kavram ve olgusal gerçeklik olduğunu söyleyebiliriz. Milliyetçiliği bir ideoloji oluşumuna getiren tek duyguyu savunması doğru millet tanımlaması ahlaki ve normatif bir prensip olarak ne şekilde algılanması gerektiğine ilişkin bir inanç sistematiği olduğu yönünde vurguya sahip olmasıdır. Ortaya çıkıp evrenselleşmesinde ve bir millet oluşturma sürecinde bir bakıma milletleşme sürecinde belirleyici bir rol üstlenir. (Şen, 2008: 383). Batı Avrupa’da sanayi devrimi sonrası dönemde bu rolü üstlenmiştir. Bu zaman diliminin genel özelliği modern devletin gelişim dönemlerinde Ulus-devlet kavramının da ilk olarak 60 Batı Avrupa’da feodal bir düzenden merkezi bir devlet yapılanmasına geçişle birlikte ortaya çıkmasına denk düşmesindedir. Sanayi devrimiyle birlikte 11. yüzyıl ve 12. yüzyıldan itibaren başlayan, üretim alanındaki ve pazar alanlarındaki yapısal değişikliğin ardından bilimin teknolojiye uygulanışının ortaya çıkardığı sanayi devrimi toplumsal alandaki değişim sürecini hızlandırmıştır. Bunun sonucunda oluşan yeni kolektif ve sosyal ihtiyaçlara cevap olarak siyasal alanda milliyetçilik başlıca ideoloji haline gelmiştir. Ekonomik alandaki değişimlerin milliyetçiliği; Batı’nın dağınık haldeki feodal, siyasal ve ekonomik kurumlarını örgütlenişi için imkan sunarken, aynı zamanda Doğu’nun çok-uluslu ve teokratik yapıya sahip imparatorlukların içinde gelişim gösteremeyişi, pazar ekonomisinin bu var olan iki yapıyı dağıtıp, bireyleri ve bunların yanında yer alan yöresel toplulukları ortak bir milli pazar içinde örgütlenmesine imkân tanımıştır. Bu milliyetçiliğin toplumlar için başlıca ideoloji haline gelmesine sebep olmuştur. (Şen, 2008: 383). Buradan çıkarılacak sonuç milliyetçilik milleti oluşturan pazar ekonomisine dayalı bir sistem olarak Avrupa merkezli ortaya çıkış yönü sergilemiştir. Bu sadece tek biçimli pazar ya da ekonomik alana indirgenip açıklanacak oluşum olmakla birlikte merkezi önemi oluşturmada ve beraberinde bireysel faktörleri de içine katan Batı aydınlanmasının ortaya koyduğu modern devletin toplumsal boyutunu oluşturması bakımından önemlidir. Çünkü bireysel aydınlanma burada önemli bir ayrım alanı oluşturacaktır. Bireysel merkezli ama toplumsal bütünleşmeci bir milliyetçilik anlayışının merkezinde bireysellik ön plana çıkar. Modern anlamıyla millet adı verilen toplumsal olgu, feodal düzenin bozulmasıyla ortaya çıkmıştır. Feodal düzende temel üretim şekli içinde yer alan ve derebeyine bağlı olarak köyde-kırsalda çalışan serfler ve derebeyi arasındaki ilişkilerdeki serflerin fazla ürün elde etmeleri, elde edilen ürünleri pazarlama düşünceleri kapalı pazar ekonomisini değiştirmeye yöneltmiştir. Üretim alanında kırsal alandan kente doğru yönelimin artması, tüccar sınıfının giderek güçlenmesine sebep olmuştur. Poggi ortaya çıkan yeni durumu şu şekilde tanımlar. Milliyetçilik düşünceleri Avrupa ülkelerinin dünya pazarı ve ham madde kaynakları kapışmalarından dolayı daha önem kazanmıştı. Bu durumda ulusal sınırları koruma, uzlaşmazlıkları yumuşatma gibi faaliyetler devlet aygıtının vazgeçilmez parçası haline 61 geliyordu.(Poggi, 2012:105). Bu anlamda milliyetçilik ekonomik faaliyetlerin devamında ortaya çıkan niteliğe sahipti. Luxemburg benzer bir tespitle milliyetçiliğin ortaya çıkardığı ulus fikrinin kökenlerinin üç faktörle belirler. Bu faktörler: Burjuvazinin kendi ülke sınırları içindeki pazarını garanti altına alma düşüncesi, kültürün halka yayılması ve demokratik oluşum süreci.(Luxemburg, 2010: 155). Luxemburg her ne kadar burjuvazi uluslararası bir pazar oluşturma gayretine girişse de öncelikli olarak kendi pazarını garanti altına alma hedefinde hareket ederdi tespitinde bulunur. Bu ekonomik anlamda yaşanan dönüşümün milliyetçilik fikri temellerine etkisini ortaya koymaktadır. Bu ekonomik pazar anlayışına dayalı değişikler beraberinde siyasal ve toplumsal ilişkilerinde dönüşmesine sebep olmuştur. 16. yüzyıla gelindiğinde kilise ve feodal yapının azalan gücüne tüccar ve merkezi kralların artan gücü eklenmiştir. Merkantilist anlayışla korumacı devlet yapısına bürünen yeni süreç millet olma sürecinin de hızlanmasına sebep olmaktadır. Bunlara yerel dillerin kullanımının da artması eklenince milli olan ve milliliği vurgulayan yapılar önem kazanmaya başladı. Böylelikle ticaret ve bilginin önem kazanmasıyla toplumsal yapı tarıma dayalılıktan kentliliğe, milli anlamda ülkeyi içine alan ekonomik faaliyetlere önem veren, milli bütünlüğü esas alan bir değişim yaşandı. Toplumsal yapıdaki bu köklü değişiklikler beraberinde yerel ortamlarından ve geleneklerinden kopan insanlar kentlilik olgusu içinde dönüşümlerini, bir bütünleşme sorunu yaşamalarını zorunlu kıldı. Bu durum bu insanların bütünleşme ihtiyacı hissetmelerine neden olmuştur. Bu yaşanan hızlı değişim karşısında siyasi ve idari yapılanma yetersiz kalmaya başlayınca, yeni toplumsal yapı iyi organize olmuş otoritesini hissettirecek merkezi bir hükümetin varlığını zorunlu olarak gerektirmiştir. Bu modernleşme ile birlikte ortaya çıkan toplumsal ihtiyaçlara kurumsal olarak cevap vermek gerekiyordu. Bütünleşme bir kurum altında gerçekleşmekteydi. Buna yönelik çözüm millet söylemi doğrultusunda milliyetçi prensipleri benimseyerek üretilmeye çalışılmıştır. (Şen, 2008: 385). Bu eskiden toplumların birlikteliğini kilise öncülüğündeki dinsel yapıya ait bütünleşmenin, kentsel alanlarda kaybolmasına, kilisenin insanları bir arada tutan bütünleştirici yapısına benzer yeni söylemler geliştirme ihtiyacının da ortaya çıkmasına neden oldu. Sanayileşme ve bu modernleşme ile kaybolan dinsel alandaki cemaatsel yapı bağlılık durumu, artık özgürlüğü elinde olan ve birlikte yaşamada 62 yeni bir söylem arayışındaki bireylerin bir araya gelmesiyle birlikte, modern devletin ideolojisi milliyetçilik olacaktır. Türköne oluşan bu durumu şu şekilde özetlemektedir. “Sanayileşme ile birlikte okullaşmanın yaygınlaşması okuma yazma oranının artması milliyetçilin gelişeceği verimli bir zemin oluşturmuştur. Sanayileşmenin getirdiği toplumsal değişim, milliyetçiliğin kitlesel bir ideolojiye dönüşmesine yol açmıştır. Kırdan kent ekonomisine geçiş, kapitalizmin gelişen dinamikleri ile birlikte toplumu alt üst etmiş; kitlesel eğitim ve iletişim imkânları örgütsüz kentlilere dönüşen kitlelere bu ideolojinin ulaşmasına ve onları kuşatmasına imkân vermiş. Geleneksel cemaat yapılarının yokluğunda kitleler yönlendirilmeye açık hale gelmiştir. Kitleleri yönlendirme konusunda iletişim araçlarının gücünün artmasıyla beraber daha etkili konuma geçen aydınlar fikir imalatçısı olarak yerlerini almışlardır. Aydınlar ve kitleler için bu şartlarda milliyetçilik kendini ifade etmek, örgütlemek, hayatı paylaşmak ve ortak gayeler için seferber üzere elverişli bir ideolojiye dönüşmüştür.”(Türköne, 2012a; 24). Bu açıdan toplumsal alanda eski tanımlamasından cemaat yönündeki eğilimlerini devam ettiren fakat bireyin yeni durumunu da içine alan hayatını sürdürürken yaslanabileceği bir toplumsal dünya sunmada millet dayanak noktası oluşturmaktadır. Benedict Anderson’un “Hayali Cemaatler” olarak nitelediği ve” kapitalizm, teknoloji ve insanlığın dilsel çeşitliliğine olan mahkumiyetinin birbiriyle buluşmasının yeni bir cemaat tarzının hayal edilmesini mümkün kıldığını ve bu yeni tarzın modern milletlerin temel morfolojisini hazırladığını söyleyerek özetleyebileceğini ifade eder.” (Anderson, 2012: 105). Bu açıdan bakıldığında toplumda Avrupa merkezli ekonomik gelişmelerin son noktada milliyetçilik fikriyle bir bütünleşme sağlamada aracı kullandığını dile getirebiliriz. “Batı Avrupa’da 18. yüzyıl dinsel düşünce çağının kapandığı aydınlanma, sekiler dünya düşünce tarzının benimsendiği bir çağdır. O zamana kadar insanların çektiği sıkıntılar karşısında, dinsel düşüncenin içinde barındırdığı kaderci anlayış insanlara “öteki dünya” da bu sıkıntıların sona ereceği müjdesini vermekte, bir bakıma yatıştırıcı olmaktaydı. Bu düşüncenin ortadan kalkması yada zayıflaması insan bilincinde bir boşluk yaratmış, ekonomik ve doğuştan gelen eşitsizlikler ile her alanda yaşanan sömürü karşısında kendi kutsal anlayışlarına sığınan birey, özellikle kendisinin bir şey yapmadan sığınacağı yeni bir gücü keşfetmiştir. Birey bir Fransız, İtalyan yada Alman olarak doğmanın gelecek için iyi ümitler beslemesi için yeterli olduğunu, kendi varlığının geçici olduğunu ancak, üyesi olduğu ulusun “ebedi” olduğunu anlamıştır. Bu bağlamda 18. yüzyıl sonunda dinsel 63 anlayışın aşınması milliyetçiliğin doğuşunda önemli rol oynamıştır.” (Uzun, 2003: 146). Uzun’un da vurguladığı Anderson’dan gelen hayali cemaatleşme fikri kaybolan dinsel bütünleşmenin milliyetçilik ideolojisi ile bireyden hareket ederek devlet odaklı olarak tekrar sağlaması düşüncesidir. Bu milliyetçiliğin doğuşunda etkileşimi vurgulamaktadır. Bununla birlikte Fransız İhtilali öncesinde yaşanan süreçte iyice ortam krallık yönetimine tepkinin neticesinde bir tepkisel bütünleşme yaşanmış. Yüzyıllar boyunca dinden kaynaklanan sebeplerle elde ettikleri egemenlik gücünün meşruluğunu vurguladıkları dayanak, 1789 Fransız İhtilali ile ulusal egemenlik denen yeni bir dönemin başlamasına vesile olmuştur. Daha önceki prenslerin gücünü ardına bu gücü veren tanrısallık fikri 1789 da yöneticilerin gücünün ardına yeni bir metafizik öğe, ulusun egemen kişiliğini koydu. “Ulusal egemenlik öğretisinde ulus bir bilinç ve iradeyle donanmış kişiydi. Bu kişide bu irade egemendir. Ulusun bir egemen iradesi bir hükümet tarafından temsil edildiğinde ortada bir devlet vardır. Demek ki devlet bir hükümet tarafından temsil edilen, egemen bir ulusal korporasyondur. Devlet tanım gereği egemendir. Çünkü o örgütlenmiş ve temsil edilmiş egemen ulusun ta kendisidir.” (Türköne, 2012a: 21). Bu ulusal egemenlik fikri milli devlet yani ulus devletlerin ortaya çıkışının temel yapı taşıdır. Ve ideolojisi de milliyetçiliktir. Monarşi sistemlerde yönetme hakkını elinde bulunduran kral ve padişah tek yönetim erkini elinde tutan güçtür. Tebaa ya da halkın vazifesi ona olan bağımlılığı, sadakati yerine getirmekti. Fransız İhtilali ile birlikte bu slagon yerine eşitlik, özgürlük ve kardeşlik prensiplerinin benimsenmesi, eski söylemler yerine yaşasın kral ya da padişahtan çok yaşasın millet söylemine doğru dönüşüm yaşamıştır. Artık bu dönemden sonra bireyi ülkeye bağlayan bağ krala aitliği simgeleyen “tebaa” yerine “vatandaşlık olmaktaydı. Fransız İhtilali ile birlikte kralın tek başı olan halk bir anda Fransız vatandaşı olmuştur. Bu noktada “kralın tebaasını Fransa’nın vatandaşlarına dönüştürecek yapıştırıcı bir tutkala ihtiyaç vardır. İşte milliyetçilik bu tutkalın adıydı.” (Türköne, 2012a: 20). Fransız İhtilali sonrasında Fransa kralının meşruluğunun yitirmesi ve yeni yönetimin hakimi olan topluluğu tanıması adına “ Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.” İfadesi sloganlaştırılmıştır. Bu artık demokratik bir sisteminde ve yeni 64 modern devletin niteliklerinin ortaya çıktığı bir devlet yapılarının son şeklini aldığı biçimleri ortaya koymaktadır. 1792 yılında Fransa’nın Valmy köyünde Prusya orduları ve Fransa ordularının karşı karşıya geldiğinde Fransa İhtilali olalı üç yıl olmuştur. İhtilal sonrası monarşik krallıklar Fransa’ya düşman kesilmiştir. General Kellerman’ın komutasındaki yokluk içindeki Fransız orduları ile karşılaştırıldığı zaman Prusya’nın tartışılmaz üstünlüğü vardır. Prusya ordusunun hücuma geçtiği sırada beklenmedik bir yönde General Kellerman şapkasını çıkarır ve “Yaşasın millet” ( Vivela La nation) diye bağırır. Bu sözlerin Fransız ordusunda slogan haline gelmesiyle savaşı beklenmedik yönde Fransız ordusu kazanır. ( Türköne, 2012a: 15 ). Bu dönem artık dünya tarihinde yeni bir dönemin başlangıcı kabul edilir. Bu dönemle başlayan “yaşasın millet” söylemi devamında milliyetçi anlayışların hakim olduğu ayaklanmalarla günümüze kadar devam edecek bir sürecin başlamasına vesile olmuştur. Bu süreçten sonra modernitenin devlet biçimi olarak kurumsallaşan ulusdevlet, modernitenin ihtiyaçları olan aidiyet, entegrasyon ve müştereklik biz olmayana dayalı milliyetçiliğe güçlü bir şekilde cevap verebilmektedir. Demokratikleşme yeni meşruiyet kaynağı ihtiyacı, yeni karar alma ve icra süreçlerinde halka yer vererek, bu ihtiyaca cevap vermiştir. Avrupa’da ortaya çıkan milliyetçi hareketlerin en genel özelliği krallık ya da imparatorluğa karşı bağımsızlık hareketlerini ve baş kaldırışlarının bir sonucu olarak milli his ve gurur kaynağı kadar, demokratik talep ve ideallere de sahip olma istencini dile getirmesiyle ayrılmaktadır. (Şen, 2008: 388). Milliyetçilik Avrupa’ da başladı fakat yayılma olarak Asya ve Afrika’da da etkisini göstererek hızlı bir şekilde yayılma gösterdi. Hans Kohn milliyetçiliği “ Batılı ve Doğulu ” olmak üzere ikiye ayırmıştır. Bu anlamda Avrupa merkezli bir milliyetçilik tasnifi Batılı milliyetçiliği ilerlemeci sayar. Çünkü monorklara ve krallara karşı girişilmiş bir halk hareketinin bilinç noktasını oluşturan ideolojik yönünü temsil etmekteydi. Doğulu milliyetçiliği ise tepkisel ve otoriter bulmaktadır. Bunun sebebi ise Batı kaynaklı ortaya çıkan milli devletlerin zamanla emperyal emellerle birlikte sömürü hareketlerine girerek ortaya çıkardıkları manzaranın sonucu, Doğu yani Asya ve Afrika kökenli milliyetçi hareketler bunlara yönelik bir tepkisellik içermektedir. (Turköne, 2012a: 29). Milliyetçilik üzerine 65 yapılan çalışmalar göz önünde bulundurulduğunda iyi, kötü liberal, totaliter, Doğulu, Batılı olarak sınıflandırıla bilmektedir. Karakaş bu durumu şu şekilde ifade etmektedir; “Milliyetçi olarak nitelendirdiğimiz siyasalların önemli bir kısmı temel olarak bir şeye karşı yürütülmüştür. Avrupa’da kilisenin üstünlüğüne karşı, eski rejime karşı, imparatorluk fikrine karşı, sömürgeci emperyalizme karşı, enternasyolist komünizme karşı, modernleşmeci Batıya karşı. Bütün bunlar milliyetçiliğin birbirinden farklı pek çok deneyime katıldığını eklemlendiğini göstermektedir. Diğer bir ifadeyle milliyetçilik başka ideolojik kümelerle birleşerek melez bir görünüm almaktadır. Bundan dolayı da liberalizm veya sosyalizm gibi bütüncül bir ideolojide öbek olarak tanımlanamamaktadır.”( Karakaş, 2006b: 59 ). Milliyetçilik tanımlamalarında ki farklılıkların temelinde her toplumun kendine özgü bir milliyetçilik yaşaması gösterilebilir. İsmail Hamdi Danişment bu durumu şu şekilde ifade etmektedir. Garp milletlerin tarihinde dinin yerine geçtiğini gördüğümüz milliyet fikrinin, Avrupa haritasını baştan başa değiştirecek bir kuvvet rolünü oynaması ona olan inançtan kaynaklanmaktadır. Bu millet ve milliyetçilik fikrinin Fransız İhtilalı sonrasında Napolyon savaşlarıyla Avrupa da başlatmış olduğu siyasi haritaların tanziminde etkili olacak kuvvet mahiyetine dönüşen bu fikir, bütün dünyayı sararak bir yayılma kabiliyeti göstermesi de uzun süre almamıştır. “Fakat milliyet prensibinin bütün milletler için müşterek bir tarifi yoktur. Her millet onu kendi bünyesinde, kendi menfaatine göre tasvir ve izah ettiği için bütün dünyaya şamil umumi bir tarifi yapılamamıştır, yani Milliyet’in bir tarifi yoktur. Milletten millete değişen birçok tarifi vardır. Mesela Fransızlar “kültür” Almanlar “ırk” esasıyla izah ettikleri halde İsviçreliler ‘vatan’ Romanyalılar ‘dil’ ” (Danişment, 2012: 319-320). Burada vurgulandığı gibi her toplum, milletten millete değişecek, millet tanımlanmasını, milliyetçi ideolojilerine temel teşkil edecek farklılıklara dayandırılmış ve burada toplumların yaşadığı tarihsel süreç etkili olmuştur. Bugünkü anlamda milliyetçilik tanımlamalarındaki farklılığın felsefisini tarihsel süreçte toplumların yaşadığı tarihsel olaylara yönelik farklı tepkisel özellikleri göz önünde bulundurarak anlayabiliriz. Ayrıca milliyetçilik ve Modernleşme iç içe geçişler yaşayarak dönüşümlerini sürdürmektedir. Modernlik sonucu modernleşmeyle devam eden süreçte ortaya çıkan, Bir siyasal yapılanma olarak ulus-devletler milliyetçilikten beslendiği gibi, milliyetçilikte ulus-devlet modelinin devamlılığında varlığını sürdürebilir. Modernizm ulus-devlet modelini 66 idealize ederek, örgütsel yapı olarak modern devleti ortaya çıkarmıştır. Bu yapılanmanın merkezinde millet, milliyet ve milliyetçilik başroldedir. Optimize edildiğinde ideal olan bu devlet şekli modernizmin evrenselcilik, nihai son aşama fikri ve ilerlemeci anlayışları doğrultusunda var olan devlet yapısını ya da geleneğe ilişkin tüm kurumlar kendilerini mecbur dönüşmek ve dönüştürmek zorunda hissedeceklerdir. Bununda ulus-devlet ve milliyetçilik algılamalarının devamlı birlikteliğini sağlamlaştıracağı söylenebilir. Bir siyasal yapılanma olarak ulus-devlet modelinin içinde yer alan milli egemenlik ve milli kimlik gibi temel unsurları ve bunlara ilave edilecek ülkesel bütünlük, siyasal bütünlük göz önüne alındığında, bunların milliyetçi ideolojiden kaynaklı siyasal yapılanma üstündeki yansımaları olduğu fark edilecektir. Çünkü ulus-devlet hem egemen ve merkezi olarak örgütlenmiş bir devlet aygıtına, hem de aynı zamanda yüceltilen milletin baskın bir etnik grubun sınırları belirlenmiş bir toprak parçası üzerinde kurumsal olarak onaylanması anlamına gelmektedir. Bu açılarda hem düşünsel hem de siyasal bir akım olarak milliyetçilik ulus-devletin oluşmasında en önemli etmendir. Fransız İhtilali sonrasında egemenliğin millete ait olması ilişkisinin benimsenmesi, siyasal otoritenin milleti temsil edenlerce ve millet adına kullanması anlamına gelmektedir. Böyle bir durumda milliyetçilik fikri toplumsal otoritenin mistik, dinsel ve belirli kısmı güçlerin elinden alınarak, milletten kaynaklanan meşruiyete dayandırılmasını mümkün kılmıştır. (Şen, 2008: 391). Geleneksel sistemde güç kullanımı ve toplumu idare etmede elde tutulan meşruiyet unsurları, ulus-devlet şeklinde siyasal iktidarın dayandığı meşruiyet ilkesi olan millet kavramının içeriği ise, yükseldiği bu işlevi yerine getirebilecek şekilde milliyetçilik akımının belirleyiciliğinde olmuştur. Ulus- devlet modeli dediğimiz yeni oluşan devlet yapılarının kendi içinde 15. yüzyıldan başlayarak 19. yüzyılın başlarına kadar devam eden süreçte hızla yaygınlaşan ve her türlü topluluğu etkileyen bir sistem haline gelmesi bazı köklü değişikliklerle olmuştur. Avrupa’daki şekliyle ulus-devlet tanımlamasında yapılan kurgulamalar aslında modern devlet aygıtında olması gereken özellikleri de vurgulamaktadır. Örneğin: Bottomore tanımında, Avrupa’daki şekliyle ulus-devlet, sınırları belli, sürekli bir toprak parçasını denetlemiş, görece merkezileşmiş ve toprak parçası içinde zor kullanma araçlarının tekelini yavaş yavaş eline geçirerek, haklarını 67 sağlamlaştırmıştır. (Bottomore, 1987: 61) Biraz önce de belirttiğimiz gibi kapitalist ekonomik sistem de modern ulus-devletler merkezileşerek belirli standartları yakalayarak hukuk, ekonomi, kültür ve bütün alanlarda tek tipleştirmeye gitmeye çalışır. Burada amaç millet sistemli tek yapılar oluşturmaktır. Bir anlamda milliyetçilik konusunun anlaşılabilmesi bu modern ulus-devletin modernlikle olan ilişkisini ortaya koymakla ancak mümkün olabilir. Giddens bu durumu ortaya koyarken şu şekilde ifade eder. “Kapitalizmin yayılması, 16. yüzyıldan bu yana yeni bir dünya sisteminin pekiştirilmesi açısından son derece önem teşkil etmektedir. Hem kapitalizm hem sanayicilik ulus-devletlerin yükselişini kesinlikle etkilemiştir. Fakat ulus-devlet sistemi, bunların mevcudiyetine indirgenerek açıklanamaz, Modern dünya kapitalizm, sanayicilik ve ulus-devlet sisteminin kesişmesi sayesinde şekillenmiştir.” (Giddens, 2005: 12). Modern anlamda kendi başına ya da diğer etmenlerle oluşan ulus-devlet modelinde milliyetçilik fikrinin etkisi üzerinde durmak gerekir. Milliyetçilik ve ulusdevlet ilişkisinin tarihsel olarak devam eden bir süreç olduğunu söyleyebiliriz. Günümüzde ulus devletlerdeki milliyetçi ideolojilerin büyük sayıdaki insan toplulukları arasındaki farklılıkları en aza indirgeyerek, birleştirerek bütünleşmeyi sağladığını da vurgulayabiliriz. Modern ulus-devlet formları içinde vatandaş ya da ulus kişisel olarak tanımadığı birçok kişinin de içinde bulunduğu sisteme katılır ve katkıda bulunur. Erikson bu sistemi tanımlarken; bu sistemin bütün gereksinimlerin karşılanacağına olan güveni, içinde barındıran vatandaşların içinde var olan soyut anlaşılmaz gelen ilişkiler, devletin vatandaşa özel bir değer biçtiğini gösteren milliyetçilik ideolojisi ile aşılanır der. (Şen, 2008: 392). Bu milliyetçilik ve ulusdevlet arasında var olan karşılıklı ilişki bir anlamda ulus-devletin bir millet yaratmaya çalıştığını ifade eder. Bir topluluğa aidiyet duygusu kazandırmaya çalışması bağlamında ortak kültür, simge ve değerler yaratma arzusu milliyetçiliğe neden olurken milliyetçiliğin inşasındaki süreçte, ulus-devleti doğuracağı yönde arzuya sahiptir. (Karakaş, 2007: 47). Bu ulus-devlet ve milliyetçilik arasındaki karşılıklı ilişkiyi ulus-devletin şekillenmesi açısından ele aldığımızda, milliyetçiliğin ulus-devlet üzerinde iki temel role sahip olduğunu belirtebiliriz. Bunlardan ilki Batıda üretim ve pazar ekonomisinde belirgin egemen güç haline gelen kapitalizm giderek güçlenmesidir. Feodal dağınık yapıların milli ulusal yapılara doğru değişip dönüşmesi bunu takip eder. Ulusal pazar oluşturma ve bunu koruma düşüncesi, 68 ulusçuluk fikrinin doğuşunu etkilemiştir. Ayrıca şehir hayatına yönelik taleplerin artması, yeni yaşam koşullarında birlikteliği sağlamada, dinin yerine ulus söyleminin artmasını sağlamıştır. Bu durum ulus olma ve uluslaşma sürecinin de başlangıcıydı. Bu formasyon da harekete geçirici güç olarak milliyetçiliğin gerçek rolü oluşmaktadır. Bir diğeri ise bu ekonomik ilişkiler içerisinde Batı metropolleriyle etkileşim ve eklemleşmeye giren Doğu ülkelerinin ve burada var olan aydın zihniyetin, Batı modernliğini yakalama kaygısı ile modernleşmeci ideolojilerin merkezine milliyetçiliği yerleştirmeleridir. Burada da izlenen sistem yukarıdan aşağıya doğru bir yol çizerek, ulus-devletin ideolojik yapısını teşkil etmeyi planlamıştır. Burada milliyetçilik ve ulus-devlet arasındaki karşılıklı ilişkinin dünya ülkelerinde benzer şekilde gelişmediği gerçeği gözlenmektedir. (Şen, 2008: 394). Batılı örnekleriyle ya da Doğuda yaşanan tecrübelerle milliyetçilik bazen ulus devleti oluştururken, bazen de ulus-devlet bu modern manada milleti oluşturma adına milliyetçi ideolojiye başvurmuştur. Buna Fransa örneği ulus-devletten milleti oluşturmaya örnek verilebilirken, Türkiye modernleşmesinde milliyetçilik fikri de örnek olarak sunulabilir. Doğuda yer alan ülke gözüyle bakılabilir. Türkiye’de bir ulus inşası süreci yaşanmıştır dinilebilir. Milliyetçiliğin modern ulus-devletle olan ilişkisini belirttikten sonra Osmanlı’da başlayarak, Türkiye Cumhuriyeti’ne tesirlerini gördüğümüz milliyetçilik hareketinin farklı ilerlemelerle ele alındığı tespit edilmişti. Milliyetçiliğin bütünleştirici ve birleştirici yanının bir tarafa tutulduğunda aynı zamanda parçalayıcı tarafının da etkili olduğu söylenebilir. Milliyetçilik sadece objektif değerler ile ırksoy temelli tanımlanırsa büyük ve çok uluslu veya farklı kültürlerin bir arada yaşadığı toplumlarda yıkıcı etkiye sahip olabilmektedir. Fakat kültür temelli bir yaklaşımda ortak yaşama iradesi temel alındığında, bütünleştirici yönü ön plana çıkarmaktadır. Milliyetçilik fikrindeki bu farklı iki iddiayı Erol Güngör şu şekilde ifade etmektedir; “Milliyetçilerin milli kültür davası karşısında iki iddia bulunuyor. Bunlardan birincisi milli kültürler insanlık alemi içinde ki birliği ve bütünlüğü bozmakta veya böyle bir birliğe engel olmaktadır. İnsanlar ve cemiyetler arasındaki ayrılıkları en aza indirgemek veya ortadan kaldırmak yerine, bu ayrılıkları teşvik edersek, milletler için saadet yerine felaket hazırlamış oluruz. İnsanların ve medeniyetlerin ölümüne yol açan harplerde hep bu farklılaşmaların neticesi olarak ortaya çıkmıştır. İnsanların kaynaşması 69 her şeyden önce kültürlerin kaynaşmasını ve bütün dünyanın tek bir medeniyet içine girmesini gerektirir. Bu bakımdan milliyetçilik birleştirici değil ayırıcı bir harekettir. Ve her ayrıcılık hareketi içinde bir düşmanlık tohumu gizlidir.” (Güngör, 2012: 311). Güngör burada milliyetçilik fikri ideolojisinin kültürel ayrılıklara olan etkisi neticesinde ayrıştıran ve milliyet fikrini parçalayan tanımına ilişkin görüş beyan eder. Bununla birlikte ikinci iddia ise şu şekilde ifadelendirilir. Batı medeniyeti bugün süratle bütün dünyayı kaplıyor ve mahalli farkları ortadan silecek kadar güçlü görünüyor. Bu durumda milli kültürlerin varlığını muhafaza etmek geliştirmek boşuna bir gayretten ibaret kalır. Bu anlamda yapılması gereken “Savaş meydanında barış konuşması yapmaya çalışmak veya tehlikeyi görmemek için baş çevirmek ne kadar gerçek dışı bir hareket ise Batı medeniyetinin her şeyi kavrayan gücüne karşı küçük mukavemet noktaları kurmaya girişmek de o kadar gerçek dışıdır.” (Güngör, 2012: 311-312). Güngör, bu iki yönlü yaklaşımların her zaman yanlış ortaya çıkaracağını ve milliyetçiliği anlamada bizi yanlış yerlere götüreceğini vurgular. Hep ikili karşılaştırmalar milliyetçiliğin yanlış anlaşılmasına sebep olmaktadır. Güngör’ün tanımında milliyetçilik “Bir kültür hareketi olarak ırkçılığı, halka dayanan yönüyle de bir siyasi hareket olarak da otoriter, idare sistemlerini reddeder.” (Güngör, 2012: 312). Güngör milliyetçiliği milli kültür davası olarak modernleşmede Batı’nın modernleştirici ya da yanlış çizilen benimsenen modernleşme programında yanlış yönelimlerden koruyacak kalkan olarak kabul eder. Ve milli kültür davası olarak addettiği milliyetçiliğini “milli kültürü bizzat bir medeniyet kaynağı haline getirmek ve cemiyeti soysuz değişmelerin açık yazar yeri halinden kurtarma hareketidir ve bu yönüyle de bir medeniyet davasıdır.” (Güngör, 2012: 313-314). şeklinde tanımlar. Nevzat Köseoğlu’nun milliyetçilik tanımında da kültürel öğeler ön plana çıkmaktadır. Köseoğlu milliyetçiliği; “Milliyetçilik toplumsal açıdan millet aşamasındaki bir topluluğun, tarihi ve kültürel gerçekliğini idrak edip isimlendirilmesinden doğan bir ruhi gerilimdir.” (Köseoğlu, 2012: 334). Diye tanımlar. Burada idrak; milli şuur ve milliyetçilik tanımlarındaki kendi tarihsel yaşayışlıklarının tecrübesi olan toplumların kendilerini tanımlama birimi olarak milliyetçilik tanımlarındaki farklılıkların sebebi olarak ortak belirlemede yer almıştır. Remzi Oğuz Arık’ın medeniyet dünyasındaki ideolojilerinin en kuvvetli olanı olarak gördüğü milliyetçiliği gelişen teknolojik ve bilimsel alanda ortaya çıkan değişimlerin 70 Batı’da yıktığı değerler ve dinin yerini milliyetçilik ideolojisinin aldığını söyler. Bu itibarla “Milliyetçiliğini maddeciliğin teselli edemediği kütleler arasında kaybolan dinlerin yerini tutmaktadır. Onun ayakta kalan tek ahlak olması bakımından kazandığı nüfusun artması, milliyetçiliğin bugün bir zaruret haline gelmiş bulunmasını her şeyden önce bu vasıfta aramalıdır.” (Arık, 2012: 297-298). Şeklinde farklı bir yorum getirir. Olumlu-olumsuz etnik ya da kültürel tanımlamaların yanında bir de tarihsel olarak milliyetçiliğin geçirdiği dönüşümü anlamak gerekir. Carr’a göre milliyetçilik tarihsel olarak üç ayrı kategoride ele alınabilir. Birinci bölümde erken dönem milliyetçiliği modern milliyetçilik olarak da adlandırabiliriz bu dönemi. Uluslararası ilişkiler hanedan tarafından ve hanedan devletleri arasındaki ilişkilerin toplamı olduğu ülke sınırları içinde devlet merkantilist ekonomik anlayışla yönetilip kralın ya da hanedanın kişiliğinde bütünleşen bir millet fikri vardır. Burada din ve soy esasına dayalı devlet egemenlikleri vardır. İkinci aşamada ise ekonomik ilişkilerin değişmesi ile birlikte ekonomik milliyetçilik dönemi başlar bu popüler ve siyasal bir milliyetçilik olarak da bilinmektedir. Burada Fransız ihtilali ve İngiliz etkisi yoğun bir şekilde hissedilmektedir. Son sınıflamada ise savaş sonrası milliyetçilik olarak da adlandırabileceğimiz milliyetçilik anlayışının hakim olduğu dönemdir. İki dünya savaşı arasında geçen zamanı kapsayan milliyetçilik de denebilir. Bu dönemde kitlelerin tamamen sosyalleşmiş milletlere dönüşmesi, totaliter rejimlerin ortaya çıkması, topyekûn savaşlar ve ekonomik milliyetçiliğin yaygınlaşması bu dönemin başlıca özelliğidir. (Smith, akt. Akça, 2003: 36). Bugün ise yukarıda belirttiğimiz tarihsel dönemlerden farklı bir dönem yaşıyoruz. Küreselleşme dediğimiz dönemde milliyetçilik yeni bir tanımlama ile karşı karşıyadır. Daha önce belirttiğimiz DoğuBatı karşıtlığı ve söylemsel alanda yaşanan milliyetçilik anlayışları yeni dönemde yeni bir boyut kazanmıştır. Batı dışı milliyetçilikler, yeni bir medeniyet çevresine girmeye çalışan ve kendi toplumlarını gelişmiş milletler seviyesine ulaştırmaya çalışan bir siyasal hareket olarak şekillenmiştir. Burada Batı standartlarını kullanarak Doğu milliyetçiliği kendi ilerlemişlik durumunu seviyesini ölçme tutumunun tersine, Batı milliyetçiliği ilerlemeye muhtaç olan toplumların esasen buna yetecek bir donanıma sahip olduğu düşüncesine sahiptir. Burada kalkınma, ilerleme, gelişme söylemi 71 küresel dönemin milliyetçilik karakteristiğini oluşturmaktadır. Bunların yanında modernleşme ve küreselleşme ilişkisinde toplumsal dengelerle olan bağlamını merkez ve çevre arasındaki diyalektik bir sürecin şekillendiği bir milliyetçilik anlayışına paralel olarak Tom Nairn eşitsizliği dengesizlik kavramıyla karşılar. Ona göre milliyetçiliğin kökenleri toplumların iç dinamiklerinde değil, dünyanın tarihi gelişim sürecinde yer almaktadır. Milliyetçiliği doğuran şey kapitalist ekonominin 18. yüzyıldan sonra devam eden eşit olmayan dengesiz gelişimidir. Bu sayede sanayileşmiş merkez ülkeler, geri kalmış çevre ülkelerin üzerinde üstünlük kurabilmiştir. (Akça, 2003: 39 ). Bu farklı yaklaşımda çevre ülkelerin seçkinleri kendi halkları ilerlemiş toplumun modern olarak kabul edilen haklarına ulaştırmak için dış güçlere karşı kendi kimliğinin bilincine varmış bir topluluk yaratmaya kalktıklarında milliyetçilik filizlenmiş olmaktadır. Bununla birlikte şu hususta göz önünde bulundurulmalı. Milliyetçiliğin nedeni olan dengesiz kalkınma, diyalektik bir süreç olarak merkez ve çevre ülkelerin birbirini değişime zorlaması gerekir. (Özkırımlı, 1999: 103-105). Merkez-çevre paradigması olarak günümüz şartlarında toplumlar arasındaki etkileşimin artması ve ekonomik ilişkilerdeki yoğunluk bu şekilde bir tespiti zorunlu kılmaktadır. Milliyetçiliğin, modernleşme hareketleri ile birlikte Batı’da ortaya çıktığını, ortaya çıkmasındaki tarihsel süreci, tanımlamalardaki değişkenliğin nedenleri ile birlikte, farklı tanımlar üzerinde duruldu. Bununla birlikte son zamanlarda artan tartışmalarla milliyetçilik fikri dönüşümü ve varlığını da devam ettirerek siyasal ve toplumsal alanda dünya ölçeğinde belirleyici olmaya devam etmektedir. Batı merkezli başlayan bu hareketin ulus-devlet formuyla şekillenen süreçte, Batı dışı toplumlara model teşkil eden bir siyasal ideoloji olarak ortaya çıktığı söylenebilir. Osmanlının Batı’ya yakın coğrafi konumu gereği, gerekse bir imparatorluk durumunda olması, Batı’dan etkilenmeyi zorunlu kılıyordu. Osmanlı devletinden Türkiye Cumhuriyeti’ne yaşanacak modernleşme hareketlerinin önemli unsuru haline gelmiş milliyetçilik fikrini, merkez-çevre paradigmasına oturtularak ele alınacaktır. Mevcut Türk toplum yapısındaki toplumsal farklılıklar ve modernleşme süreci içerisindeki dayatmacı bürokratik aydın hareketi, milliyetçilikle ilişkilendirilerek ele alınacaktır. Bundan dolayı kavramsal çerçeveyi oluşturduktan sonra, ikinci bölümde 72 Osmanlı Devleti’nde modernleşme süreci ve merkez-çevre paradigması bağlamında milliyetçilik konusunu ele almak yararlı olacaktır. 73 İKİNCİ BÖLÜM OSMANLI DEVLETİNDE MODERNLEŞME SÜRECİNDE MERKEZ ÇEVRE İLİŞKİSİ VE MİLLİYETÇİLİK 1.OSMANLIDA GELENEKSEL DEVLET SİSTEMİNDE ŞERİF MARDİN EKSENİNDE MERKEZ-ÇEVRE Osmanlı’nın devlet yapılanmasını anlamadan ve var olan toplumsal sistemi tanımlamadan modernleşme çalışmalarını anlamak, doğru temeller üzerine oturmaya bilir. Bu anlamda modernleşme hareketlerinin Avrupa merkezli başlayarak yakın tarihimize kadar Türkiye’yi de etkileyen yönü ele alınmaya çalışılacak. Bu durumun anlaşılması için devlet ve toplum yapısına ilişkin genel bir değerlendirme yapılması yerinde olacaktır. Bu değerlendirmeyi Şerif Mardin’in merkez-çevre paradigması üzerinde yürütmemiz, modernleşme olgusunun Osmanlı’ya ve Türkiye’ye has yönünün, toplum-devlet ve toplum-toplum içindeki gerilimleri anlamada daha yararlı olacaktır. Osmanlı devlet sisteminin geleneksel yapısına baktığımız zaman, uzunca yıllar devam eden ve modern anlamda merkezileşmiş yapılar olarak adlandırabileceğimiz kurumsal niteliğe sahip bir oluşum sergilediğini söyleyebiliriz. Devlet, Kapani’ye göre bir tanımda siyasal toplulukların tarihsel evrimi içinde belirli aşamalarda ortaya çıkmıştır. Devlet fikrinin oluşturulması iktidarın dayanağı ve siyasal toplumun çatısı olarak düşünülmüştür. (Kapani, 2008: 38-39). Bu özellikleri içinde barındıran ve kişisellikten sıyrılmış dönemin devletlerine bakıldığında Osmanlı’nın kıyaslanmayacak biçimde kurumsal yapıya bürünmüş olduğunu söyleyebiliriz. Bu kurumlar, ekonomik, siyasal-idari, hukuksal ve askeri alanda belirli bir deneyim ve etkinliğe sahipti. Özellikle Osmanlı’nın idari sistemde ve yönetsel alanda uyguladığı yöntemler ustaca ve çeşitliydi. Örneğin yönetsel alanda dinsel azınlıklardan çoğunlukla küçük yaşlarda alınan toplanan bireyler yetiştirilerek yönetici seçkinler sınıfına alınıyordu. Onlar resmi görevliler statüsünde bütünleşiyordu. Aynı zamanda toprak ve vergi yönetimini mutlak suretle yukarıda bahsettiğimiz şekilde merkezileştiren ve denetim altında tutan, resmi aynı zamanda dinsel düzene egemen olan bir merkez mevcuttu. Bu merkezi yapıda adalet, eğitim alanlarında ve resmiyetin simgelerinin yayılmasında sağlam dayanak noktası 74 oluşturmaktadır. (Mardin: 2010b: 36 ). Bu yönetsel alandaki merkezi sistemi tamamen kontrolünde bulunduran yapı, diğer alanlarda da başarıya ulaşmıştır. Osmanlı devleti kuruluşundan itibaren kendinden önceki İslam devletlerinden farklı biçimde, merkezi ve etkin olan yönetim sergilemiştir. Osmanlı’nın kuruluş yıllarındaki coğrafi açıdan Anadolu’nun batı ucunda olması nedeniyle, sürekli cihad anlayışıyla birlikte, fetih inancının gereklerine göre Batı’ya yönelmesi zorunluluk arz etti. Osmanlı yönetim sisteminde toplum, vergi ödemeyen, silah taşıma hakkına sahip olan yönetici seçkinler sınıfı ile bunun tam tersi durumdaki halk kitlesi, Osmanlı diliyle reaya arasındaki kurumsal olarak çok katı olan bir ayrım etrafında biçimlenmiştir. Bu ayrımda yöneticilerde iki şekilde biçimlenmekteydi. Sultan’ın iktidarının temsilcileri ve ahlaki düzenin bekçileri, Askeri diye de adlandırılan yönetici seçkinler sultanının bütün hizmetkârlarından oluşmaktaydı. Ordu kalem çalışanları ve saray halkı, bu aynı zamanda yönetici seçkin sınıf dediğimiz sınıfı oluşturmaktadır. Bu sınıfın içerisine ulema sınıfı dediğimiz sınıfta katılabilir. Bu sultanın kulları olarak da kabul edilen seçkin sınıf yönetim alanında söz sahibi olan ve yönetimde etkili olan kişilerin toplamı olarak sultana bağlılıklarıyla ve kulluk sisteminde azlettirilmeleri, idamları ya da sürgünleri sultanın elinde bulunan gurup olarak görünmektedir. En küçük görevliden en yüksek mertebeye ve yetkiye sahip sadrazama kadar, yönetim sultanın elinde merkezleşmiştir.(Zürcher, 2010 : 29). Merkezileşmede önemli rol oynayan yönetsel alan bu şekilde merkezi yanı oluşturmaktaydı. Bunun yanında halk yani reaya, çevresel alanda yer alarak yöneten – yönetilen ayrımında kenar grupları oluşturmaktadır. Yöneten ve yönetilen ya da merkez-çevre arasındaki bu ayrımda aracı kurumlar dediğimiz tekke ve tarikatlar, ayrıca ulema sınıfındaki yetkililer kanalıyla, devlet-din ilişkisi bağlamında kopukluğu gidermekteydi. Resmi yönetimin temel doktrini adalet tesis etmek üzerine kurulmuştu. Buna göre hükümdar ve hizmetindeki seçkinlerin ana görevi öncelikli olarak İslam cemaatini dış dünyaya karşı savunmak ve bununla birlikte toplum içerisinde adaleti sürdürmekti. Devletin anahtar rolü, Osmanlı toplum düşüncesinde ve yönetsel alanda, adaletin sağlanması ve korunmasıydı. Bu anlamda yönetim alanında istikrar ve ahengi korumanın yolu bu adaletin tesisiyle mümkündü. Her toplumsal alan, kendi içinde, bu tesis edilen yapı ilişkilerinde sınırlarını korumaktaydı. (Zürcher, 2010: 31). Toplum içerisinde var olan yöneten ve yönetilen 75 arasındaki ilişkileri, toplumun kendi içindeki yapısını, mevcut olan adalet sisteminin sıkı uygulanışı korumaktaydı. Bu adalet merkezli anlayışın önemini vurguladıktan sonra Osmanlı’nın kendi bünyesinden gelen sağlam sosyal, ekonomik ve kültürel temellerin üzerine, kendi siyasi – askeri aygıtını süratle inşa etmesiyle yükselişini sağlamıştır. Bunun yanında sadece siyasi – askeri ve yönetsel alandaki başarı devleti güçlü kılmamıştır. Toplumsal yapının ekonomik dinamiklerine de bakmak gerekir. (Karpat, 2008: 12). Burada genelde kendi içinde farklılaşan ve merkezden kontrol edilen sistemin yanında, özerk alanların da varlığından söz edebiliriz. Sistem içerisinde var olan iki çeşit tabakadan söz edilebilir. Öncelikle birincisi dini ve etnik sınırların dışında kalan yöneten, yani askeri bürokratlar, zanaatkârlar ve tüccarlar ile reaya yani üreticiler. İkinci tabaka ise millet sisteminden oluşmaktadır. Burada millet sistemindeki ayrım inanç sistemlerine göre şekillenmiştir. Millet sistemi içinde sosyal ve kültürel dini özelliklerine göre uyarlanmıştır. Her önemli dini grup en önde gelen dini liderin yönetimi altında bir birim oluşturur. Örneğin Batılı ve Ortodoks Hıristiyanlar, toplumsal alanda dini liderlerinin yönetimi altında kültürel ve hukuki işlerini, özerk olarak, Patrik’in yönetimi altında düzenlerlerdi. Burada tabakalar aracılığıyla yönetimin amacı ve hedefi bu gruplar arasındaki farklılığın devamını sağlamak, sosyal düzenin olduğu gibi kalmasını gözetmektir. (Karpat, 2008: 13). Osmanlı ideolojisinde öne çıkan bu hükümdar ve tebaa arasındaki ilişkinin araya başka grupları sokmamasıyla sultanın mutlak gücü temsil eden yönetim alanındaki temsiliyeti tartışılmazdı. Her ne kadar hizmetkarlarından bir çoğu sultanın otoritesinin temsilcisi olarak güç sahibi olsalar da, resmi yönetim anlamında onun kullarıydılar. Bununla birlikte yukarıda bahsettiğimiz özerksel anlamındaki tabakasal yönetim içinde, vergilendirme ve vergilerin merkezce yönetimi yerine, bir kısmının merkeze kayması ve büyük imar işleri dışında özerk alanlarca kullanımı, yönetimin göze çarpan yanıydı. (Zürcher, 2010: 31). Bununla birlikte Osmanlı Devleti’nin bu yönetsel alandaki merkezi seçkinlerden oluşan yönü, miras yoluyla geçen bir bürokrasi ve feodal beyler tarafından yönetilen değil, merkezden denetlenen bir ordu kurmakta da başarı sağlamıştı. Bu bürokratik ve ayrı bir orduya karşın çevrede soy – sop zinciriyle veya dinsel tarikatlar gibi özerk güçlerin varlığı da söz konusuydu. Bu ayrılıkların yanında Karpat’ın da belirttiği yönetici tüccar sınıfının varlığı 76 bulunmaktadır. Bunun yanında reaya yani Mardin’in tanımlaması ile, göçebe grupların varlığı ve iki grup arasındaki çekişme mevcut varlığın önemli unsurudur. Bu iki grup, kentli ve göçebe ya da yerleşik halk ve göçebe olanlar arasındaki kopuklukta gözlenmekteydi. Hem merkezi seçkinlerden hem de yerleşik halk grubundan ayrılan bir çevresel alan tespit edilebilir. (Mardin, 2010b: 39). Mardin’in de tespitiyle bu yapı, yönetsel alanda ve idari anlamda ileride yaşanacak değişim sürecin de önemli rol oynayacaktır. Osmanlı Devleti’nin mevcut yönetsel yapısını döneminden ayıran niteliklerine bakarak, Osmanlı modernleşmesi yolunda yapılan çalışmalar daha iyi anlaşılabilir. Osmanlı Devleti’nin yönetim anlayışı tamamen halifelik sistemine dayalı bir teokratik yönetim anlayışı yerine, temelinde hukuk ve özerklik olan, kendine has yapısıyla merkezi bir sistemden oluşmaktadır. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan ve yükselişine kadar ve sonrası dönemde Ortodoks İslam diye tanımlanan Müslümanlığı benimsemiştir. Osmanlı’da fetih sonrası bu topraklarda yaşayan topluluklar zorla Müslümanlaştırılmamış, kendi önderliklerinde kalarak özerk yapılarını devam ettirmişlerdir. Kendi toplumlarının birbirlerine göstermediği hakkı, Osmanlı yönetim sisteminde yaşamışlardır. Ayrıca Osmanlı’da padişah ya da sultan Allah’ın yeryüzündeki vekili olarak kabul edilir. Devletin meşruluğu İslam ve din hukukuna bağlı kalması, onu koruması ve uygulaması ile meşru olabilirdi. Weber’in patrimonyalizm dediği, yani Tanrı; yeryüzündeki düzeni kurmakla kalmamış, o düzeni tutmak ve yürütmek için padişahı seçerek onu yeryüzünde gölgesi vekili kılmıştır. Bu ilke nazarında bakıldığında yeryüzünde var olan toplumsal düzeni sağlamada gelenekten gelen tanrısal bir irade taşıyıcısı olan kurum yönetici erk, yani padişahlık makamı ve onu temsil eden kişidir. Bunun dışında kalan halk bir diğer anlamda sürü, padişah tarafından yönlendirilir. Böyle bir anlayışta, bir tarafta tanrısal düzenin devamını sağlayan, düzen (nizam) sağlamakla görevli padişah bulunmaktadır. Bir diğer tarafta itaat ve yönlendirilen düzenin içindeki aktör reaya ayrımı, gelenek kanallı bir ayrım olarak göze çarpar. Burada toplumsal dengeyi sağlama adaletle olur. Burada ilerleme, evrim vb. yerine denge ve düzen önemlidir. Bu padişahın devlet nizamını ve düzenin devamını sağlamada yardımcılara ihtiyacı vardır. Bu yardımcılar devletin hizmet sınıfındandır. Milletler ve sivil bürokrasi bu alanı oluşturur. Osmanlı rejimin Batı’lı rejimlerden ayıran en önemli özellik de bu 77 kısımda yer alır. Devlet ve toplum arasındaki ilişkinin Batı geleneğinde olan biçiminin tam tersi yönde olması, padişahlık ve devletin yöneticileri olan hizmet sınıflarının, toplum sınıflarını temsil eden kişiler olmamasıdır. Osmanlı devlet ve toplum görüşünün bu yanına göre devlet toplumdan gelmez, devlet toplumun ekonomik çıkar sınıflarının çıkar gerekçelerine dayanmaz, siyasal egemenlik, toplumsal kökenlerden gelmez; toplumun üstünde tanrı tarafından dışarıdan oturtulur. (Berkes, 1978: 28-30). Osmanlı Devleti’nde yöneten yönetici ikiliği ve bunun yanında dinsel kökene dayalı bir ayrıcalık, buna karşılık göçebe Türkmen ayrımlı ilişkiler ve toplumsal statülere göre ayrımın olduğunu söyleyebiliriz. Burada modern devlet anlayışından farklı olarak, kendi içinde de ve çevresindeki örneklerden de farklılaşan yapının da var olduğu sistemden söz edilebilir. Bu konuda Tabakoğlu ise şu şekilde bir görüş sergiler. Osmanlı’nın sosyal sistemi Batı’nın aksine çelişkilere dayanan bir sınıflama yerine, ilkelerden hareket eden düzeni önceleyen bir fikre sahipti. Sınıf yapısı yerine, özellikle kabiliyet ve fazilet üstünlüğü önemlidir. Osmanlı’da özerk yapıların yanında güçlü merkezi yapılarda bir arada bulunmaktadır.(Tabakoğlu, 2011: 40). Bir tarafta farklılıklar bir tarafta ise devletin yönetimsel alandaki kurmuş olduğu nizamın, toplumda kabul görmesiyle devam eden mevcut yapı varlığını korudu. Batı toplumlarının ekonomik alanda ortaya koyduğu, başarıyla gerçekleştirdiği dönüşüm Batı’lı devletlerin yönetim ve her alanda Osmanlı’yla var olan farkları hızla kapatmasını sağladı. Artık kapanan fark Osmanlı aleyhine açılmaya ve Osmanlı’nın geri kalmışlığının dillendirilmeye başlamasına sebep oldu. Bu süreçten sonra başlayan modernleşme hareketleri ilk örneklerini vermeye başlasa da, asıl etkili olan bu fark edilişle birlikte siyasal alanda yönetici kadrolarca gerçekleştirilen adımlardı. Başta da belirtildiği gibi yöneten yani idari sınıf, nizamın sağlanması noktasında görevli olduğu için, düzenin devamını sağlamada karar alma mekanizması onların elindedir. Merkez – çevre ayrımını siyasal alanda uyarlanan Şerif Mardin geçmişte var olan fakat gün yüzüne çıkmayan itiş-kakışlar ve çatışmalar yeni süreçte gün yüzüne çıkmaya başladığını belirtir. Mardin ve Eisenstalt Osmanlı İmparatorluğunun da içinde yer aldığı bir dizi tarihsel–emperyal siyasal yapıyı “Tarihsel Merkezi Bürokratik İmparatorluklar” olarak nitelendirir. Bu geleneksel siyasal sistemlerde nüfusun büyük bir bölümü siyasal bakımdan büyük bir edilgenlik durumu içinde 78 olduğunu belirtir. Bu siyasal sistemlerde herhangi bir siyasal yetki devri veya herhangi siyasal hak söz konusu değildir. Bu yapılar bazı özellikler bakımından modern siyasal örgütlenmelerin belirli özelliklerini de içinde barındırırlar. Bunlar arasında en önemli görece birlik arz eden merkezi bir siyasal yapının varlığıdır. Bu yapı bürokratik idarenin organları olup, aynı zamanda siyasal mücadelenin de yegâne sahasıdır. (Eisentadt, akt. Yıldırım, Y. 2012: 120). Merkez-çevre kavramı burada imparatorluğun siyasal çerçevesini açıklama bakımından kullanılmaktadır. Mardin merkez çevreyi hem siyasal yanı, hem de toplumsal yanı açıklamada kullanmıştır. Mardin Osmanlı yönetim sisteminin Patrimonyal bir bürokratik yönünün olduğunu belirtir. Patrimonyal yönetimlerde meşruiyeti hükümdar temsil eder. Hükümdar, otoritesini ülke düzeyine yayılmış olan, gelecekleri kendilerine bağlı bir Patrimonyal bürokratik sınıfla bağlar. Osmanlı’da bu sınıfın iki kolu vardır. Biri askeri güçler, ötekisi sivil memurlardan oluşur. Osmanlı devlet sisteminde var olan bu merkezi yapı ve çevresel unsurlar genişleyen topraklarla birlikte yeni bir süreç yaşıyor, merkez ve genişleyen çevresel yapıları birleştirecek merkezi sisteme adapte edecek, bazı politikaların yürütülmesi gerekiyordu. Mardin bu durumu açıklarken genişleyen çevresel alanlarda merkezle karşıtlıklar içeren din sapkınlığı gibi ya da fesat yuvaları olarak adlandırılan kargaşalık çıkaran tarikatlar, bunlara ilaveten önceden beri varlığını devam ettiren soylular sınıfının yani güçlü ailelerin varlığı bilinmekteydi. Ve bunlara kuşkuyla bakan bir merkez vardı. Bütün bunları yaparken çevresel yapılar merkezin göz yumduğu kadar yerelcilik temeli üzerinde hareket ediyordu. “Osmanlı toplumsal yöneticiliği, başa çıkılmaz örgütlenme işleriyle karşı karşıya kalmıştı. İmparatorluk genişledikçe Osmanlılar karşılaştıkları yeni toplumsal kurumlarla, yerel törelere yasallık tanıyarak ve teknik dinsel ve bölgesel özelliklere yönelik ve merkezsel olmayan bir uzlaşma sistemini pekiştirerek baş ettiler.”(Mardin, 2010b: 40). Güçlü ama bu gücü sayısal nicel bir güçlülük olarak anlamamak gerekir. Yönetsel alanda etkili olan bir merkez az ama yoğun bir denetimle bu çerçeveyle olan bağları, ilişkileri denetimli bir yolla sürdürmüştür. Bu gevşek ve yarı özerksel bir alan içerisinde ilişkiler sürdürülürken, merkez tabii ki bazı şeylerin farkındaydı. Bu gerçek ilişkiler ağının işe yaradığını gören merkez daha kapsamlı bir çevresel faktörlerle bütünleşmeye gitmemiştir. “Bu yarı özerk-gruplar arasında kendi din 79 liderleri tarafından denetlenen gayrimüslim toplulukları sayabiliriz. Böylece, daha genel ve bütünsel anlamda merkez ve çevrenin birbiriyle çok gevşek bağlar içinde bulunan iki dünya olduğunu söyleyebiliriz.” (Mardin, 2010b: 40). Bu bağlar yönetsel alanda devlet genişledikçe işe yaramış ve zamanla da geleneksel yapıda merkezçevre arasındaki bağı ortaya koyduktan sonra, Osmanlı İmparatorluğunda, imparatorluğun merkezini teşkil eden tahkim eden bir takım kurumlardan bahseder. Bunlardan ilki yönetici seçkinlerini kendi köklerinden kopararak ve tamamen merkezin malı yaparak temin eden devşirme kurumu. Bu kurum bir sultanın varlığı etrafında toparlanan memurlar sistemi yani Patrimonyal bürokrasi olarak kabul edilen kurumun işleyen yönünde bir anahtar görev üstlenmektedir. Bu daha sonra karşı karşıya gelmelerinde bir sebebi olacaktır. Bu kurum, devşirme sisteminde ortaya çıkan yapılar, bazı yönleriyle çevreden kopukluk içindeydiler. Çevreden ayrılan bu yapı simgesel farklılıkların yanında, statü özelliklerinden kaynaklanan bir farklılaşmanın da ayırt ediciliğine sahipti. Bu statüyü elinde tutanların çoğunluğunun gayrimüslim gruplarından alınıp toplanmasıyla da ayrılmaktaydı. Bu uygulamanın idealliği sultanın kölesi haline gelen bürokratik görüntüyü ortaya çıkarmasıydı. Bu ideal şemada resmi görevli hiçbir kişisel bağı olduğu ileri sürülemeyen ve hanedanla birlikte devletin amaçlarını yerine getirmek amacıyla bütün varlığını adamış, bir kimse olarak ortaya çıkıyordu. Bu durum ilerde ve bazı dönemlerde çevresel yapıyı oluşturan özgür doğmuş Müslümanları bu görevlerin dışında bıraktığı için suçlanıyordu. Bu durum ilerde kopukluğun artmasına neden olarak bir unsurdu. Ayrıca dinsel alanda var olan resmi dinsel görevlilerle ters düşecek ve sürtüşmeler yaşayacak, bu da modernleşme süresince merkezin laikleştirme siyasetlerinden ötürü de çevre ile gittikçe daha fazla özdeşleşen bir yapı haline dönüşecektir. ( Mardin, 2010b: 40-41). Bu devşirme kurumu geleneksel yapıda kendine has yönüyle varlığını son dönemlere kadar devam ettirmiştir. Ayrıca modernleşme sürecinde halk ve bürokratlar arasında var olan ayrımında devam etmesinde önemli rol oynamıştır. Osmanlı devletinde bir diğer önemli geleneksel kurumsal yapı ise vergi ve toprak sistemiydi. Bu vergilendirmede vergilerin çoğu bölgesel alanda yerel merkezde kalıyor. Az bir kısmı merkeze gidiyor. O da çevrede büyük imar harcamaları gibi harcamalara geri dönüşüm oluyordu. Vergi sisteminin yaygınlığı önemli yönüydü. Ayrıca toprak sistemindeki yapıda Bizans sistemindeki toprak 80 sistemi dağıtımı ve uyarlanmasıyla sürdürülebilir ve devamlılığı olan etkin bir üretim odaklı bir yapıya kavuşmuştur. “Tımar sistemi reayayı onun ekonomik faaliyetlerini siyasal olanın denetimi altına alıyordu. İmparatorluktaki tüm topraklar devletin mülkiyetindeydi. Bir çift öküzün sürme kapasitesi dikkate alınarak ayrılan “Çiftlikler” köylü ailelerin tasarrufuna verilmiştir.” (Yıldırım, Y. 2012: 127). Bu sistemde vergilerin köylülerden toplanması merkeze bağlı tımar sahipleri olan memurlar aracılığıyla olmaktaydı. Osmanlı öncesinde Selçuklu sultanı Melikşah, kendi memluk subaylarına arazi tahsis etmiş. Bu subaylar kendine düşen yerlerde kendi özerk yönetimleri tesis etmişlerdi. İlk Osmanlı devletinin kurucusu Osman Bey’de Selçuklu tarafından bu özerk yapıya sahip nitelikteydi. Bu yapı tamamen feodal benzeri bir yapıda değildi. Bunun en büyük göstergesi köylüler birer serf olmaktan çok uzaktı. Osmanlı tarafından yeni fethedilen bölgelerde, genellikle köylüler, topraklarının başında bırakılan kiracı statüsünde kişilerdi. Merkezi idare kurulmasıyla birlikte bütün toprakların ve tarım arazilerinin devletin mülkiyetine geçmesiyle, devlet sisteminde devletin, arazi ve köylüler üzerindeki kontrolünü sınırlayan haklar kaldırıldı. İlerleyen süreçte, dini vakıflar ve bireylerin ellerinde var olan topraklara da el konularak, vergi toplayan sipahilere tımar olarak tahsis edildi. Bu sistem sayesinde devlet tüm yetkileri elinde tutan merkezi bir yapıya kavuşmuştu. (Heper, 2006: 50- 51). Bu toprak sisteminde merkeze en uzak çevreyi bile tımar sistemi sayesinde kontrol edip vergilendirirken, verimlilik noktasında kendi içinde çözüm geliştirmiştir. Tımar sahiplerine kendi kişisel kullanımları için göreceli olarak küçük bir toprak parçası veriliyordu. Tımar sahibi kendine tahsis edilen bölgede kaldığı müddetçe gelirini bu araziden çıkarıyordu. Başka bir bölgeye atandığı zaman bu araziyi devlete iade ediyordu. Yönetimi üzerindeki diğer araziler üzerinde ise sadece gözetim hakkı vardı. Tımar sahibi, köylülerin, kendisine tahsis edilen araziyi muntazam olarak işlemelerini ve vergilerini ödemelerini sağlamakla yükümlüydü. Tımar sahibi, kendisine tahsis edilen başka toprakları ektirmez ve köylüler, merkezden gönderilen kurallarda belirtilen sorumluluklarını yerine getirdikleri müddetçe tımar sahibi bu toprakları başka köylülere devredemezdi. (Heper, 2006: 52). Burada tımar sahibi sadece ekonomik alanda vergi memurluğu vazifesini 81 yürüten memur statüsünde yapıya sahipti. Siyasal hukuksal alanda özerk bir gücü olmadığı gibi köylülerle kanun önünde eşit muamele görür, herhangi bir ayrıcalığa sahip değildi. Bunlarla birlikte Osmanlı Devletinde özel mülk az da olsa bulunmaktaydı “Ama büyük ölçüde kasabalar çevresindeki meyve bahçeleri, bağlar ve mutfak bahçeleriyle sınırlı kalmıştır.” (Zürcher, 2010: 36). Bu sınırlılığın nedenlerini Mardin’in şu tespitinin de yakalayabiliriz. Resmi görevde ve kentsel kitleler arasında dikkat çekici bir şekilde var olan farkın bir göstergesi de bürokratik merkez çekirdeğin etkinlik tarzında yatmaktaydı. Bu bürokratik çekirdeğin yapısı: “Pek de haklı olmayarak ekonomiği ve toplumu büyük ölçüde denetim altına alma iddiası, besin maddelerini ticaretini denetiminde tutması, toprak mülkiyetine koyduğu sınırlamalar ve savurganlığı kısıtlamaya yönelik yasalar arıcılığıyla, toplumsal katmanların pekiştirmeye çalışmak için gösterdiği titizlik ve sertlik , devletin otoritesini,toplumun can alıcı noktalarının üstünde tutma ve ona denk düşen bir yücelik imgesi yaratma amacı güdüyordu.” (Mardin, 2010b: 43). Bu otoriteyi benimsetme de ve toplumsal alanlardaki ilişkileri kesin çizgilerle ayırmada özel mülkiyet yerine, kendi merkezi kontrol edebilirliği sağlamlaştırma politikası, özel mülkiyetin niçin az olduğu noktasında bize yardımcı olmaktadır. Bununla birlikte toprak tamamen devletindir. “Sultan, kentlerin dışındaki ekilebilir topraklar üzerinde hakimiyete de sahipti. İstediği zaman toprağı mülk olarak verebilirdi. Ama gerçekte pek az mülk olarak verilmişti.” (Mardin,2010b: 43). Bu istisnai durumlar dışında geleneksel yapıda özellikle toprak sisteminde özel mülkiyetin varlığını görmek zordur. Yeni fethedilen bölgelerde toprak sistemini yapılandırırken devlete ait olmayan, özel mülk olan yerlerin mülkiyet hakları devam ediyordu. Bir diğer husussa bazen devlet toprağının eşraf tarafından ele geçirilmesine karşı çıkacak güçte ya da istekte değildi. Tımar ve zeametin başlangıçtaki sistemden uzaklaşmaya başlamasıyla, birçok değişiklik ilerleyen süreçte eşraf lehine bir etkiye ve eşrafın güçlenmesine neden olan sürecin de başlamasına neden olacaktır. (Mardin, 2010b: 43). Bu bozulmayı ve nedenlerini ortaya koyarken şu tespitlerde bulunur. Ayanlar ya da eşrafın ortak özelliği paraya ve yöresel bir güç tabanına sahip olmalarıydı. Devlet özellikle bu ayanları eyalet halkı arasında aracılar olarak tanımaya bazen mecbur kalıyordu. Özellikle devlet 18. yüzyılın ikinci yarısından sonra hem askeri hem de vergi toplama ve tahsilatı açısından yoğun bir biçimde eşraf 82 ya da Ayan’a bağlanmıştı. Özellikle büyük Ayan özelliğine kavuşan ailelerle olan devlet ilişkisinin yönü değişmişti. Merkezi yönetimin bunlarla olan ilişkisi, tebaa ile olan ilişkilerden, çok Vassal ve Prenslerle olan ilişkilere benzemekteydi. Hatta bu ilişkiler o kadar ileri düzeyde değişmişti ki Örneğin “Arnavutluk ve Kuzey Yunanistan’ı bir kuşaktır yöneten Yanyalı Ali Paşa gibi yerel güçler bağımsız dış ilişkiler dahi yürütmekteydi.” (Zürcher, 2010: 35). Tımar sisteminin zayıflamasının ardından özel mülkiyet, çiftlik biçiminde daha da yayılmaya başladı. Bu dönemde var olan çiftlikler ihracat yapan nitelikte değillerdi. Genelde küçük çapta toprak sahiplerinden oluşan arazilerdi “Tarımsal üretim devletin esas vergi tabanıydı ve bu vergiler her yerde iltizam sistemi yoluyla toplanıyordu. İltizam sistemi, Arap eyaletlerinde imparatorluğun klasik döneminde bile olağan bir uygulamaydı. İltizam belli bir dönemde vergi toplama hakkının devlet tarafından satın alınıp, parasının ödenmiş olması anlamına geliyordu.” (Zürcher, 2010: 36-37). Bu sistemde devlet gelir sağlamada ve devlet geliri bir anlamda garanti altına almış oluyordu. Verginin tedarikinde kentlerde esnaf olan ve zengin Ermeni Musevi köylüler açısından sıkıntı burada başlıyordu. Gerek mültezimler gerekse ona borç verenler yapmış oldukları bu yatırımdan kar elde etmek istiyordu. “18. yüzyıldan sonra iltizam ömür boyu kiralanması demek olan “Malikane” giderek yaygın hale gelmişti. Ayanı güçlü kılan şey büyük ölçüde iltizam sistemi üzerindeki ezici hakimiyetti” (Zürcher, 2010: 37). Bu sistemin bozulması aynı zamanda merkezi bürokrasi ve çevresel etmen olarak kabul edilen Ayan arasındaki gerginlik ve kopukluğu arttırdığı gibi, Ayan ve halk arasında da bir derin ayrımı da beraberinde getirmekteydi. Merkez ve çevre unsurları bu dönemden sonra sistemin işlememesi ya da çarpıklıklarının tekrar gözden geçirilmesi gibi reforme hareketlerle birlikte, yeni bir dönem başlamıştır. Merkezin tekrar kendini güçlü kılmak için uğraşları, Ayan ya da Eşraf tarafından özerksel alana müdahale olarak anlaşılmasına, yapının içinde merkezi ve çevresel iplerinde kopuşuna sahne olmuştur. Toprak sisteminin önemini sadece ekonomik açıdan anlamamak da gerekir. Geleneksel Osmanlı sistemi dediğimiz dönemde, Tımar denilen toprak işletim sistemi orta çağ ekonomik şartları altında büyük bir ordunun varlığını sürdürmesindeki zorluklardan ortaya çıkmıştır. Osmanlı İmparatorluğunun siyasal yapılanması, ekonomik örgütlenmesi, toplumsal yapılanma ve politikaların 83 belirlenmesinde büyük bir etkiye sahipti. Aynı zamanda bu sistemin asıl önemi temelde donanım ve eğitim yönünden sağlam profesyonel güçlü bir devlet bütçesine yük getirmeden varlığını ve devamlılığını sağlayan bir teşkilatlanma olmasından da kaynaklanıyordu. Bu ordu özellikle kuruluş ve yükselme dönemlerinde Osmanlı Devleti’nin en dinamik ama en az maliyete sahip askeri varlığını da oluşturmaktaydı. (Akça ve Hülür, 2005: 315). Bu anlayışta sadece Tımar ekonomik anlamda bir birim olmayıp bu alanlara da sirayet eden bir yöne sahipti. Tımar sistemi daha önce de belirttiğimiz gibi Osmanlı’da feodal bir sistemin, Batı’da ki tarzda toprak düzeninin olmayışı, ilerleyen dönemde Batı merkezli ortaya çıkacak ve ekonomik anlamda hem siyasal anlamda toplumsal yapıları derinden etkileyecek, burjuva sınıfının ortaya çıkmasını zorlaştırmaktadır. Bu değişimin yaşanması çevresel olgularla değil, merkeziyetçi bir yapı ile merkezden bürokratik sistemli bir nitelik kazanmasına neden olacaktır. Bu Tımar sistemindeki bozulma ve sistemdeki değişikliği bazı düşünürler 16. yüzyıla kadar götürmektedir. Karpat, bu Tımar sistemindeki çöküşün klasik dönemin sonu olduğunu da işaret etmektedir. Bu Tımar sistemine dayalı çözülme ister istemez beraberinde başka alanlardaki değişmeyi zorlasa bile, bu sistemin bozulması daha sonra dış ve iç ekonomik gelişmelere bağlı yeni sorunların ortaya çıkmasına yol açmıştır. (Akça ve Hülür, 2005: 316). Mardin’in Osmanlı Devletin’de merkezin, merkezi güç olmasında ve bu gücü pekiştirmesinde etkili olan etkenlerden devşirme sistemini ve ikincisi olan toprak ve vergi sistemini ele aldıktan sonra, geleneksel yapıda önemli araçlardan, merkezin kontrolü altında, dinsel düzenin üzerindeki egemenliğinden söz etmek gerekir. Bilindiği gibi Osmanlı’da var olan millet sistemli bir toplumsal tabakalaşma ve farklılaşma varlığını sürdürüyordu. Bu millet sistemi tamamen inançlar arası farklardan kaynaklanan bir takım ayrışmaları beraberinde getiriyordu. Bu merkezi yapının, hem bu parçalılıktan yararlanarak çevre üzerindeki konumunu güçlendirirken, aynı zamanda bu alanların kontrolünü de elinde tutmasını sağlıyordu. “Merkez-Çevre anlayışıyla Türk modernleşmesinde toplum yönetim paradigması içinde siyasal-sosyolojik çözümlemesi yapan ve bunu yaparken de bu tarihin olumsallıklarını yeniden üretim mekanizmalarını ve çelişkilerini kapsamlı bir şekilde irdeleyen Mardin daha sonra çevreyi kuran en önemli ideoloji, toplumsal hareket ve aktör olan din üzerinde odaklaşır.” (Keyman, 2009: 54). 84 Bu anlamda dini ayrım Müslümanların, diğer dinsel inanış biçimlerine sahip alanlardan üstün bir tabakaya ve statüye sahip oldukları fikrine dayanmaktadır. Özellikle de bu sistem vergilendirmede önemli bir yönelime sahiptir. Geleneksel hale gelen bu ayrım Tanzimat’a kadar devam eden bir süreçte varlığını devam ettirecektir. Osmanlı Devletinin aynı zamanda dini bir yapıya dayalı teşkilatlanmanın var olması nedeniyle, tebaası ile olan ilişkilerin bu çerçevede ele alınması gerekmektedir. İslam dini her şeyden önce Müslüman uyruklarının birlikteliklerini sağlamada bir bağlantı noktası olarak temel değerdir. Buna rağmen dini kuramlar merkezi devlet yönetimi tarafından sıkıca denetlenir durumdadır. Bu kontrol daha çok toplumsal alanda sosyal denetim sağlamak ve toplumu yönlendirmekle beraber, aşırılıklara set çekmek, ulema sınıfından olanların en önemli görevidir. Bu açıdan din Osmanlı devlet yapısında toplumun ehlileştirilmesi için kullanılan bir aracı kurum özelliğiyle öneme sahipti. Bu yapı gelenek içinde varlığını devam ettirirken, yine de merkezçevre arasında dinsel açıdan bir ayrımı da beraberinde getirir. Mardin: “Merkez ve Çevre arasındaki bağlantı noktaları konusunda dine özel bir önem verir. Mardin Osmanlı toplumunda dinin çift işlevi olduğundan bahseder ki, “yöneten-yönetilen” ilişkisinin Osmanlı toplumunda almış olduğu biçimin öneminden ziyade, daha sonra inceleyeceğimiz üzere, dinin Batılılaşma ile başlayan süreçte önemi daha çok fark edilecek bir fonksiyonuna sahip olduğu gerçeğine parmak basar.” (Yıldırım, Y. 2012: 141). Osmanlı’da geleneksel sistemde Şerif Mardin’in merkez–çevre paradigmasına uygulamaya çalıştığı siyasal ve toplumsal yapının genel özellikleri bu şekilde resmedilebilir. 18. yüzyılla birlikte değişim süreçlerinin başlaması ve Batı ile olan ilişkilerdeki geri kalmışlığın fark edilmesiyle, bu yapıda kendi içinde farklı tepkiler gösterecektir. Mevcut kurumlar ve yapılar değişime ayak uydurmaya ve dönüşmeye çalıştılar. Bu yeni sıkıntı, sürecin yani, modernleşmenin ilk sancıları olarak hissedilmeye başlamıştır. Osmanlıdaki modernleşme hareketlerini ve bu hareketlere öncülük eden fikir ve düşünce dünyasının ayrı ele alınması yararlı olacaktır. 2. OSMANLI MODERNLEŞMESİ Batı dünyası kendi içinde başlattığı ve hızla sürdürdüğü dönüşümü, Reform ve Rönesans’la birlikte devlet yapısını da içine alan ve tüm kurumlara da sirayet eden 85 değişimi hızlı bir şekilde yaşamaktaydı. Aynı dönemde Osmanlı imparatorluğu uzun ve parlak geçen dönemden sonra, kurumsal ve yapısal anlamda var olan düzenin devamı noktasında durgunluk ve doygunluk hissiyle rehavete kapılmıştı. Bu dönem de Osmanlı’nın Batı karşısında geri kalmışlığı fark etmesi, geri kalmışlığa karşı kendi içinde dönüşüm hareketi, ordunun yapısal değişime uğratılmasına yönelik girişimlerle başlamıştır. 1595 yılının da Eğri Seferi sonrasında Osmanlı askerlerinin şimdiye kadar hiç görmediği ve karşılaşmadığı tüfeklerle karşılaşması reformların niçin askeri alanda başladığını daha iyi anlatır. (Berkes, 1978: 73). Batı ile karşılaşmalar, genelde fetih ruhu ve gaza düşüncesi ile hareket eden devlet için, bu alandaki eksikliğin fark edilmesi daha kolay oluyor. Islahat ya da yenileşme biçiminde kullandığımız modernleşme hareketlerinin, bu yapısal alanda başlamasının nedenini bu şekilde açıklayabiliriz. Batı’da başlamış modernlik sürecinin Osmanlı’da fark edilmesiyle, askeri alandaki kurumsal değişimi ilerleyen dönemde tüm kurumlara yayma fikri benimsendi. Padişah ve merkezi paşalar hareketi, yenileşmeyi tüm alanlarda uygulamaya da başlıyordu. İktisadi, eğitim ve sosyal alandaki hukuk düzenlemelerine dayalı kurumsal yenilik hareketi, 1808’de Ayanlar’la imzalanan Sened-i İttifakla siyasal anlam kazanıyordu. Küçükömer, bu bürokratik temelli hareketleri, kendilerini savunmak olarak tespit eder. 16. yüzyılda başlayan bu hareketlerin tüm kurumlara sirayet etmesi 19. yüzyıla kadar uzanan süreçte gerçekleşir. (Küçükömer, 2007: 55) Osmanlı modernleşme hareketlerinin başlamasın da ve sürecin devam etmesin de bir başlangıç noktası tespit etmek zordur. Aslında Osmanlı modernleşmesinin başlangıcıyla ilgili olarak böyle bir tarih vermek mümkün olmamakla birlikte, şu da söylenilebilir. İmparatorluğun kendi içinde ve dış devletlerle olan ilişkilerde, ayrıca devam eden sorunlar yüzünden devletin örgütlenme biçiminde ve siyaset tarzında, geleneksel olarak devam eden yapının yerini, bir reform etme ve değiştirme, düzen düşüncesinin almaya başlamasıyla birlikte, söz konusu ettiğimiz modernleşme sürecinin başladığı söylenebilir. İlk olarak modernleşme hareketlerinin Osmanlı da askeri alanda başlayıp diğer kurumlara yansıdığını söylemiştik. Batı karşısında geri kalmışlığın fark edildiği durumdan, 18. yüzyıldan sonra hızlanan ve devam eden askeri alandaki mağlubiyetler ve toprak kayıpları, Osmanlı devletin zorunlu olarak yenilgilerin sebeplerini aramaya itmiştir. Osmanlı devlet adamları zamanla askeri eksikliklerin 86 yanında, idari yapıdaki eksiklikleri de fark etmeye başlamışlardır. Mardin bu durumu ifade ederken Osmanlı devleti 18. yüzyılda peşpeşe gelen mağlubiyetler ve toprak kayıplarıyla giderek çökmekte olduğunu anlamasıyla bir travma yaşanmıştır. Bunun nedeni: “Fetih ideoloji; dini bir inancın- savaşla İslamı yaymanın bir vasıtası olarak inanmasının parçası olduğu için. Ayrıca genişleme Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşunda önemli rol oynamış bulunduğu için, ve nihayet: Osmanlı devlet adamlarının ekonomik çöküş ve mali yetersizlikten kaygı duydukları bir sırada toprak kaybı, gelir kaybı anlamına geldiği için böyle idi. Osmanlı gerilemesinin dehşet verici bir şekilde fark edilişi bütün Osmanlı reformlarının gerisindeki itici gücü teşvik etmiştir.” (Mardin, 1996: 153-154). Burada da Mardin’in de belirttiği gibi bu durumun fark edilmesiyle birlikte bu kötü gidişe bir dur deme ve aciliyetçi çözüm bulma düşüncesi, modernleşmenin hem yönü hem başlangıcını belirlemektedir. 18. yüzyıldan itibaren Batı’nın Osmanlı Devleti karşısında üstünlüğünün acı verici bir şekilde fark edilmesi ile eş zamanlı olarak, geleneksel, eski yapıdan gelen katıksız Osmanlı uygulamalarının yeniden canlandırılıp, hayata geçirilmesi şeklindeki hareketlerin terk edilmesi kanaati şekillenmeye başlamıştı. (Mardin, 1996: 154). Osmanlıların yükselme devrinde ortaya çıkardıkları uygarlığın, Batı’da dahil olmak üzere diğer uygarlıklardan üstün ve ayrı tutulmasıydı. Bu dönemde Batı’nın bir model alınması sorun olarak ortaya çıkmamıştır. Ancak imparatorluğun gerilemeye başlamasıyla birlikte niçin gerilendiği sorusu, önce devlet yönetiminin bozulduğu ileri sürülerek, daha sonra Şerif Mardin’in de belirttiği gibi yüzeyleşen bir açıklama ve tutumla Batı’nın üstünlüğü askeri alanda gösterilerek cevaplanmaya çalışılmıştır. (Mardin, 2009b: 9-10). Bir anlamda Osmanlı Devleti içinde başlayan ve farklı kurumlara yansıyan bu dönüşüm hareketi, devleti kurtarma adına, bozulan eski düzenin bir ölçüde terk edilmesi veya dönüştürülmesi fikrine dayanmakatadır. Batı ülkelerinden bazı askeri tesisat ve tekniklerin alınması, sonrasında bürokratik kurumların alınması, bu yapının mevcut idari sisteme monte edilmesiyle devletin kurtulacağı fikri benimsenmiştir. Osmanlı’da ister adına modernleşme diyelim, isterse Batılılaşma diyelim, bu hareketlerle yeni bir dönemin başladığı söyleyebilir. Her zaman Batılı devletler karşısında kendini üstün gören ve Batı’ya kazandıracak bir çok şey olduğunu, ondan alınacak bir şey olamadığını ileri süren 87 anlayış, imparatorluğunun gerilemeye başlaması ile birlikte imparatorluk niçin geriliyor? Sorusu önce devlet yönetimin bozulmasıyla açıklanırken daha sonra Mardin’in belirttiği gibi askeri nedenlere bağlanarak geçiştirilmiştir. Burada adına ister Batılılaşma isterse modernleşme diyelim, bir sürecin başlamasını ifade etmek amacıyla bu kavramsala başvurmuştur. Osmanlı modernleşmesinin reformları başlatan devlet adamlarının nezdinde Batılılaşma, Batı’nın belirli bazı kurumlarının alınması ve böylece imparatorluğunun yıkılmasının önüne geçilmesi anlamında anlaşılmaktadır. (Yıldırım, Y. 2012: 176). Ayrıca Osmanlı’nın Avrupa devletleriyle her yönden etkileşim içinde olması kaçınılmazdı. Bu etkileşim ister istemez, Avrupa merkezli başlayan modernleşme hareketinin, kısa zamanda Osmanlı’yı da etkilemesi kaçınılmazdır. Bu Osmanlı’da modernleşme hareketinin başlaması ve sonrasında yapılan düzenlemeleri ayrı bölümlerde ele almak konunun bütünlüğü açısından daha yararlı olacaktır. 2.1. OSMANLI MODERNLEŞMESİ İLK DÖNEMİ Osmanlı modernleşme hareketleri Tanzimat Fermanı sonrasında yaşanan süreçle derinden ilişkili bir şekilde anlaşılmaya çalışılmıştır. Ancak modernleşme ihtiyacının merkez bürokratlar ve Padişah tarafından hissedilmesiyle, modernleşmenin Tanzimat öncesine dayanan tarihsel yönü vardır. Batılılaşma ya da diğer ismiyle modernleşme hareketlerine zorunlu olarak devletin çöküşüne engel olmak maksadıyla girilmiştir. Lewis’e Avrupa’daki uygarlık örneklerinin 18. yüzyılda başladığını belirtir. Osmanlı Devletinin Avusturya ve müttefikleri tarafından yenilgiye uğratılması ve sonrasında imzalanan Karlofça (1699) ve Pasarofça (1718) antlaşmaları, devletin var olan sistemiyle daha fazla yaşayamayacağını gösteren belgeler durumundaydı. Bu yüzyılın başında Padişah III.Ahmet ve Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa imparatorlukta yeni açılımlar ve köklü değişiklikler yapmanın zamanının geldiğine inanmak durumunda kalmışlardır. Bu açıdan Osmanlı Modernleşme hareketleri bu dönemde başlatılabilir. Artık devlet için Batılılaşma bir anlamda Modernleşme zorunluluk arz ediyordu. 1718 ve 1730 yıllarında sadrazam olan Damat İbrahim Paşa ilk reform teşebbüsünde bulunan devlet adamı olarak gösterilebilir. Yukarıda belirttilen yenilgi sonrasında yapılan antlaşmalar şu gerçeği ortaya koymaktaydı. Durumun ciddiyeti gözler önüne serilirken, lokal ve sığ tedbirler yerine, acilen daha kapsamlı ve uzun vadeli ve köklü 88 tedbirlerin yapılması düşüncesini doğurmuştur. Zira ilk kez büyük çapta yaşanan askeri ve siyasi yenilgilerle, mağlup devlet olarak imzalanan antlaşmalarla, Dar-ül İslam toprak parçası olarak kabul edilen topraklar düşmana bırakılmıştı. Merkezi yönetim ve bürokratlar tarafından ilk kez bu dönemde bir birlik olarak reform fikrini benimsenmiştir. Bu dönemde barış sağlanır sağlanmaz, Viyana’ya Matbaayı incelemesi için elçi gönderilmesi, 1720 yılında Fransız Davut Paşa’nın itfaiye takımını örgütlemesi, reform hareketlerinin öncüsü anlamını kazandırır. Ayrıca bu dönemde askeri alanda yapılan yenilikler de görülmektedir. (Lewis, 1991: 46-49). Bu dönem kararların alınarak, uygulanmaya geçilmesinde bir ilk yaşandığı için önemlidir. Osmanlı devlet yapısı içerisinde “daha önceleri, geleneksel siyasi-idari örgütlenme tarzında ve klasik dönem “yöneten-yönetilen” ilişkisini temellendiren “nizam-ı alem” ve” kanun-i kadim” uygulanmasında görülen bir takım aksamalar, dönemin devlet adamları ve ilim adamları tarafından padişahlara sunulan layihalarla ortaya konulmaktaydı. (Yıldırım, Y. 2012: 177). Bu reform fikri daima canlılığını korudu ama reformların başlaması 18. yüzyılın ilk döneminde gerçekleşti. Bu reformların başlamasında, merkezi otorite, merkezi yöneten- yönetilen ilişkilerinin bozulması etkili olmuştur. Osmanlı’da tarıma dayalı üretimin ve vergi politika ilişkilerinin bozulmasında, toprağını kaybeden sipahilerin yönlendirmeleriyle Anadolu’da çıkan Celali İsyanları, merkezi otoritenin zayıflamasını tetiklemiştir. Ayrıca 17.yüzyıldaki Avusturya ve İran savaşları, merkezi otoritenin zayıflamasında hızlandırıcı etkiye sahiptir. Bu hızlandırıcı etkiyle toplumsal-siyasi düzen çözülmeye başlamıştır. Bu süreçten sonra merkez dışı güçler önem kazanmaya başlamıştır. (Karpat, 2008: 60). Karpat’ın bu tespitine Heper’de benzer şekilde yorumlar getirir. İltizam sistemiyle köylü sistemindeki yüksek vergilendirmeyle bozulan yapı, ekonomik alanda sıkıntıları beraberinde getirmiştir. Tımar sahipleri muhalif derebeylerine dönüşmüş, bu durum merkezin büyük güçlüklerle karşı karşıya kalmasına sebep olmuştur. “Durum devletin şahsında yapılandığı padişahın konumunu olumsuz yönde etkiledi. Mali kaynaklar üzerindeki denetimini ve giderek itibarını kaybeden padişah, şimdi devlet efradının sadakatini kazanmak için cülus bahşişi ödemek zorunda kalmıştı.” (Heper, 2006: 64-65). Bu durum yeni bir yapılanmanın ihtiyacını hissettirdiği gibi, Padişah’ın da giderek merkezdeki 89 otoritesini tekrar sağlamlaştırmada yeni usuller aramasına neden olmuştur. Bu dönemdeki merkezi yapıyı oluşturan bürokratik yapı, Padişah’a bağlılık ve sadakat noktasında, devletin sadık nevheri durumundan çıkmıştır. Heper’in de belirttiği gibi memurlar sisteminde başlayan bu bozulmayı önleme de Padişah, kendi yandaşlarını tercih etme durumu gözetmeye başlayınca, tüm kamu birimlerinde kendi çıkarını düşünen mekanizmasal yapılar ön plana çıkmaya başladı. Yeni dönemde yönetimin sergilediği keyfi uygulamalar bozulmayı hızlandırıyordu. Memur ya da yönetimin içerisindeki bürokrat sınıfı, kendi çıkarları uğruna yapmacı zihniyete dönüşen sistem oluşturmaya başlamışlardı. Bu uygulamalarla merkezi sistem, doğu despotizmi olarak adlandırılan yapıya dönüşürken, memurlar da mevcut sisteme uyar hale gelmişti. Yönetsel alanda yeni girilen bu süreç kural tanımaz bir tavırla devam ederken, merkez ve çevre arasındaki bütünlüğü bozuyor, kopmaları artırıyordu. (Heper, 2006: 65 - 66). 18. yüzyılda tavan yapan reform ihtiyacı daha önceden tespit edilmişti. Fakat modernleşmedeki ilk adım, somut uygulama Sadrazam Damat İbrahim Paşa ile başlamıştı. Yukarıda tespit edildiği gibi yeni dönemin bir özelliği de Padişahın yakın yönetim çevresini bu şekilde aileden ya da sadakatini gördüğü, yakın hissettiği sülaleden seçme geleneği de başlamıştı. Merkezi yönetsel sistemde, merkezin dönüşümü ve değişimi, dış çevreyi ve kurumları reforme etme fikri, modernleştirme sürecide bu şekilde başlamış bulunuyordu. Bu dönemde artan toprak kayıplarını önlemek için açık bir önlem alınması gerekiyordu. Bu durumun bütün Osmanlı merkezi yönetimi tarafından benimsenmesi, ilk adım olarak Batı’nın üstünlüğünü askeri bir problem olarak görme sebebini de açıklıyordu. Bu yüzden ilk tedbirlerin askeri alanda alınması yönünde kararlar alınmıştır. Bu dönemden sonra yeni sorun, Batı’daki silah gücünün nasıl bir şekilde Osmanlı Devletine getirileceğidir. Modernleşmenin ilk adımları olarak kabul edilen bu tarihler, tarihte ‘Lale devri’ olarak bilinmektedir. İbrahim Paşa’nın askeri alanda bir düzenleme yapma fikrinde zamanın Fransız ordusunda görev yapıp daha sonrada Protestanlığı seçip Osmanlı’da yeni yaşam yeri talebi için gelen De Rochefort’un sunduğu teklif öncelikliydi. De Rochefort adındaki subay “Geleneksel Osmanlı Militer örgütleri dışında ya da onun yanında, ilk Avrupa yöntemli bir örgüt kurup yetiştirecek olan, fen subaylığı teklifi” sunmuştur.(Berkes, 1978: 47) Bu anlamda askeri alanda yeni bir örgütlenme ve geleneksel yapıyı değiştirme fikri, bu 90 dönemin ağır basan bir özelliğiydi. Lale devri olarak nitelendirilen III. Ahmet dönemi, Damat İbrahim Paşa’nın başlattığı reform çalışmalarıyla birlikte ilk Batılaşma dönemi olarak kabul edilen dönem, Patronu Halil isyanıyla 1730 yılında bitmiştir. Bu dönem modernleşme çalışmalarıyla istikamet ve hedef olarak modernliğe ulaşmada, ilerlemenin merkezi olarak kabul gören Avrupa’nın merkez öneminin kabul görmesi milat olarak alınabilir. İbrahim Paşa’nın siyasi zorunluluk olarak kabul edip, Paris ve Viyana’ya gönderdiği elçiler, ülkelerine döner dönmez Avrupa medeniyetinin başarılarını anlatmaya başladılar. Bu dönemin bir uyanış kabul edilmesinin sebebi burada yatar. Bu dönemde yapılan reform hareketleri içerisinde önem arz edeni, ordunun Batı tarzı bir askeri yapılandırmaya doğru gidecek eğitim almaya başlamasıdır. Batılı tarzda askeri örgütlenmeye ilaveten, üniformalarındaki değişikliklerde başlamıştı. Aynı zamanda ekonomik ve sosyal alanda da önemli çalışmalar yapılmaktaydı. Avrupa’nın ekonomik yönden pazar üstünlüğü kurmak ve ilk sanayi örgütlenmesini yapmak için, alt yapısal ve örnek teşkil edecek çalışmalar yapılmıştır. Matbaanın ve yeni basım tekniğinin İbrahim Müteferrika tarafından ilk getirişi de bu dönem içerisindedir. İbrahim Müteferrika’nın matbaayı getirmesinin yanında, Osmanlı askeri sisteminin çökmesini ele alan çalışmasıyla da bilinir. “Osmanlı askeri gücünün çökmesinin en önemli nedenin, asker ile sivilin unsurların birbirine karışmış oluşu üzerine tespitlerde bulunur.” (Berkes, 1978: 56). Bu hareketten sonra belirli bir süre modernleşme hareketleri kesintiye uğramıştır. Lale Devri’nin ve Damat İbrahim Paşa döneminin Patronu Halil isyanıyla bilinmektedir. Fakat bu dönem reformcuları Avrupa’nın Osmanlı üzerinde artan ticari ve ekonomik baskısına rağmen, klasik toplumsal düzenin çözülmesini ve kapitalist ekonominin ön koşullarını yaratan bir takım pragmatik düzenlemeleri de yaptıkları bilinmektedir. Geçimlerini askeri gelenekten sağlayan alt düzey Osmanlı bürokrasi ve esnaf, sarayın ve Babıali’nin temsil ettiği üst katmanların liberalleşme çabalarını, iktidarın belli düzeyde fikir alışverişinden kaynaklandığı geleneksel yaklaşım lehine ortadan kaldırdı. Bunun sonucunda 18. yüzyıl başlarındaki modernleşme çabası, üst yönetim politikalarını alt toplumsal sınıfların ve bürokrasinin fikir ve çıkarlarına uyduramamasına neden oldu. (Karpat, 2008: 69-70). Bu tespit ilerleyen dönemde merkez-çevre geriliminde, etkisinin anlaşılmasında önem arz eder. Çünkü bu şekilde merkezden başlayan ve merkezi 91 bürokratik memurlar kanalıyla devam eden modernleşme çabası, Osmanlı’nın son dönemlerine kadar çevreyle bir çatışma ve karşı karşıya gelmeyi sağladı. Ayrıca devamında Türkiye Cumhuriyeti’ni de miras kalacak sürekliliği oluşturdu. III. Selim dönemi, Osmanlı modernleşme hareketlerinin tüm alanlarda hızlı bir şekilde devam ettiği, özellikle Nizam-ı Cedit isimlendirmesinin önem kazandığı bir dönemdir. Bu dönem 1789 ve 1807 yıllarını içene alır ve bu dönemde çok ilerleme katedilmiştir. III. Selim’in tahta geçmeden önceki süreçte, Avrupa devletleri iyiden iyiye Osmanlı’yı Avrupa’dan atma düşüncesi etrafında birleşmiştir. Berkes, bu durumu şöyle ifade eder; “Osmanlı devletini Fransa da İhtilali’ nin patlaması kurtardı. Çünkü düşman ordularının İstanbul’a kadar inmesinin yolu açılmıştı.Yaygın bir hale gelen ‘Türkleri Avrupa dan atma’ ideali nerdeyse gerçekleşecekti. Fakat Fransa’daki devrimin aldığı renk başta İngiltere olmak üzere Avrupa’nın krallık hükümetlerini ürkütmüştü.” (Berkes, 1978: 87). Gerçekten de III. Selim’in böyle bir dönemde tahta geçmesi, başlatmış olduğu yenileşme hareketleri, ilerleyen dönemde dağılmanın yavaşlamasına neden olmuştur. Ayrıca milliyetçilik fikriyle Avrupa’da da yaşanan dönüşümün hemen sonrasında Osmanlı içerisinde yer alacak yeni bir değişimsel sürecin alt yapısını hazırlamaya itmiştir. III. Selim Batı’da kaybedilen her savaştan bir sonuç çıkarmış ve yeni yapılanmanın aciliyetini görmüştü. Bu yeni askeri sisteme geçilmesinin zaruretini şu tespitte daha iyi anlaşılabilir. “Koca Yusuf Paşa ikinci kez sadrazam olup da yeniçeri ağası ve şair ocak subaylarına sefer keyfiyetini bildirdiğinde hepsi birden 120000 den fazla ocaklı askerimize karşı, 8000 Moskof askeri Tuna’yı geçti. Üzerimize gelip gücünü gösterdi. Düşmanın böyle nizamiye askerine karşı, bizim askerimiz yeni savaş yöntemlerini bilmediklerinden karşı gelemiyorlar. Biz bu hal ile kıyamete kadar düşmanı yenemeyiz.” (Berkes, 1978: 87). III. Selim bu durumun farkında olarak Batı’yı iyi incelemiş ve onu reformlara iten ana etken imparatorluğun askeri gücünü canlandırıp eski haline getirmek ve Karadeniz’in kuzeyindeki Müslümanlarca, bu toprakları yeni almış olan Rusları püskürterek, İstanbul’u dahi tehdit eder hale gelen bu durumu engellemek gayretindeydi. III. Selim Osmanlı toplumunda, modernleşmeye yönelik bir temayül ve hızlı ve ilerici bir değişikliğe ihtiyaç olduğu hissi yarattı. Bu yönüyle de geleneksel dinen kabul gören ulema kısmı, kendisine muhalifti. Reform hareketleri sadece sultanın gözüne girmek isteyen ya da bu ihtiyacı hisseden ulema tarafından desteklendi.(Çelik, Fidan ve Şahin; 2011: 119). Bu dönemde sadece ordu ya da 92 askeri alanda bir bozulmanın bu sonuçları ortaya çıkaran bir gelişmeyi doğurduğu gibi bir sonuç anlaşılmamalı. “Yozlaşan toplumsal yapı, ekonomik ve siyasal yapı ile kapitülasyonlara ek olarak, Batı’nın teknik ve ekonomik ilerlemesi ve Fransız devriminden sonra ortaya çıkan Ulusçuluk akımları, İmparatorluğun çöküşünü gittikçe hızlandırdı. Toplumun bütün kurumlarıyla birlikte yeniçerilerinde bozulması, gerek toplumsal, gerekse siyasal yaşam üzerinde son derece olumsuz etkiler yapıyordu. Sonuç olarak İmparatorluğun ekonomisi gittikçe Batı’ya bağımlı duruma geldi ve bunu siyasal çöküş izledi.” (Kongar, 2000: 54). Kongar’ın da belirttiği gibi bu alandaki bozulmalar III. Selim zamanına kadar bütün alanlara ulaşmıştı. Sadece tek askeri alanda bir düzenleme yetersiz kalabilirdi. Ama öncelik olarak bu tehdidi önlemenin yolu, askeri alandaki bozulmanın ve geriliğin önüne geçilmeliydi. Nizam-ı Cedit III. Selim dönemini en iyi ifade edecek kavramdır. Kurulacak yeni ordunun ismidir, Nizam-ı Cedit Osmanlı’da giderek kaybolan devlet otoritesinin ve padişahın merkezi yapıdaki öneminin tekrar yapılanışını da ifade etmek amacıyla kullanılan kavramdır. Rusya ile Yaş Barış Antlaşması’nın imzalanmasından sonra geçişte başvurulan, 1789’da devlet büyüklerinden ordu bürokrasinin görevli olan ya da olmayan önde gelenlerin toplanmasıyla, ulemadan kurulu meşveret meclisi toplanmıştır. Yapılan toplantıda alınan karar ilginçtir. Şimdiye kadar yapılan düzenlemelerden vazgeçilip, eski geleneksel devlet yapılarının tekrar oluşturulmasına karar verilmiştir. Fakat savaşta alınan yenilgi ve sonrasında imzalanan barış antlaşmasıyla Karadeniz kenarından sonra Ruslara toprak kaybedilmesi ile asıl hamleler başlar. Padişah iki yüze yakın devlet adamını reform hareketleri için görevlendirir. Ortaya çıkacak sonuçların tam bir özgürlük içerisinde hazırlanmasını ister. Bu projelerden uygun olanların ve makul kabul edilebilecek olanların çoğunda ortak nokta, askeri alanda öncelikle bir değişim talep etmektedir. Bütün tasarıların ana fikrinde öncelikli yeni, düzenli bir ordu ama eğitimli ve kaynağı ne olursa olsun öncelikle eski ordunun ayrı bir örgüt olmasını öneren kararlar vardı. Burada özellikle humbaracı, topçu birlikleri ayrı birlik olmalı ve tüm yeni yöntem ve silahlarla yetiştirilip, bunlara yabancı subaylar eğitim vermeliydi. (Berkes, 1978: 88- 89). Bu yabancı hocalar getirme fikri ile III. Selim 17. yüzyıldan başlayan merkezi otoriteyi yeniden tesis eden Köprülü vezirlerinin başlattığı ve devam etmekte olan 93 geleneksel reform girişimleriyle, farlılaşmasını sağlayan yönü ortaya koyuyordu. 19. yüzyıl Tanzimat reformlarını da içine alan dönemde, III Selim’i ayrı biri olarak ön olana çıkaran yönü: Hedeflerine ulaşmak için Avrupalı yol ve yöntemlerle asker eğitimler de subay kullanımı gibi, Avrupalı danışmanları kabule istekli olmasıydı. (Zürcher, 2010: 44). Bu dönem reformları daha çok askeri alanda olması da yine geleneksel reform hareketlerinden ayrılmaz yönü olarak belirtilebilir. Nizam-ı Cedid ordusunun kurulma aşaması eksik yönleriyle birlikte 1794’te açıklandı. Daha önceden hazırlanan yeni askerlik yöntemlerine göre silahlar ve yeni eğitim için yurt dışından, Fransa’dan istenen subaylar ve bunların yanında fen alanında yeni yetişecek subaylara yönelik eğitim verilecek yerler ve hocalar bu dönemde hazırlanmıştır. Harp okulu tarzında ilk yapılanmadır. Fakat isyan sonrası kapatılır. (Berkes, 1978: 93). III. Selim’in bu yeni düzenli ordu çalışmaları Nizam-ı Cedid reformları 1792’de başlayıp 1807’de saltanatının sona ermesine kadar devam etmiştir. Ekonomik alanda fazla düzenlenmeye gidilmemesi sıkıntıların taşınmasına ve ilerleyen dönemde reformları bitirici etkiye dönüşmüştür. Yurt dışından gelen subay ve hocalarla özellikle Fransızca eğitim alan öğrenciler bu yayınları da takip eder hale gelmişlerdi. Ayrıca Avrupa’da açılan yeni diplomatik ilişkiler kurmak maksadıyla gönderilen ve açılan büyük elçilikler yeni iletişim kanallarının oluşmasına vesile oluyordu. Bu ilk diplomatlar ilk başta acemi kalsalar da ilerleyen dönemde etkileri artan öneme sahip olacaklardı. III. Selim bir taraftan bu şekilde merkezileşmeye ve yeniden bir otorite kurmaya çalışırken, Ayanlara ve Eşrafa olan vergi ve yeni orduya eleman tesis ettirmede yardım kabul edip bağlı kalması, bir yönden çelişik yönünü ortaya koymaktadır. Ayanlar III. Selim’in Taşra merkezindeki iktidar rakibi olarak gördükleri yeniçeri ve ulemanın güçlerinin zayıflatılmasını isterken, merkezi hükümet ya da devlet yapısının denetimi daha etkili kılmasını istiyorlardı.1807 yılına gelindiğinde de yapılan reformlardan rahatsız devlet adamlarıyla birlikte tezgahlanan İstanbul içindeki yeniçeriler ve yedeklerinin başlattığı isyanda, Nizam-ı Cedid birliklerini lav edildi. Fakat aynı gün Şeyhül İslam’ın fetvasıyla reformların İslam’a şeriata aykırı olduğu, bağdaşmadığı söylenerek, III Selim tahtan indirildi. (Zürcher, 2010: 46-48). Bu olay bir anlamda merkezi bürokratik yapının çevre ile önemli karşı karşıya gelmelerinden biri olarak kabul edilebilir. Halk ya da toplum alanında çevrenin de içinde olduğu bir hareketin 94 merkezi yapıya yönelik değişime verdiği tepki, bundan sonra bir yöntem haline gelecekti. Daha önceleri de bu karşı karşıya gelmeler benzer sonuçları getirmişti. İnalcık bu III. Selim’in reform hareketlerine yönelik tepkide de muhalefet olarak ortaya çıkan oluşumun arkasındaki nedeni şu şekilde ifade eder. III. Selim’in bu şekilde tepki görmesinde gerçek sebep sosyal ortamda gizliydi. Onun doğrudan kendine bağlı modern dönemin şartlarına uygun bir ordu meydana getirme çabaları, bir taraftan Ayanlar’ın diğer taraftan ise yeniçerilerin devlet içerisindeki hakim kanunlarını tehdit etmekteydi. Bununla birlikte yeni uyguladığı mali tedbirler ülke çapında ve toplumsal alanda da bir hoşnutsuzluk ortaya çıkarmaktaydı. Ortaya çıkan bu durum kamuoyu ve ulemayı aleyhine çevirir. Yeni kurulan ordunun masrafları için oluşturulan İrad-ı Cedid miriye ait arazinin mühim bir kısmının gelirini bu alana tahsis olmasını sağlar. Daha fazla kaynağa ihtiyaç duyunca da yeni vergilendirme sistemi ve devamında vergi oranlarında düzenleme yapar. Vergilerin oranları bir miktar yükseltilir. Bu girilen yeni sürece ilk tepki Ayanlardan gelir. Sultan 1806 yılında bu askeri alandaki reformları daha geliştirmek maksadıyla Anadolu’dan Balkanlara yeni birlikler nakletmeyi planladığı sırada Balkanlar’daki Ayanlar Edirne de toplanıp III. Selim’in daha fazla ilerlemesine karşı çıktılar. Selim ayrıca reformların tanzimi ve kontrolünü bir grup taraftara bırakmıştı. Hükümet memurları bu gruptan hoşlanmıyorlardı ve zamanla sultanın aleyhine döndüler. Bunların gözünde sultan bir avuç insanın idaresi içindeydi. (Çelik, Fidan ve Şahin, 2011: 119). Bu kopukluktan kaynaklanan isyanla son bulan III. Selim dönemi yapılan reform hareketleri eskiden farklı olarak bir amaca hedefe yönelik, bilinçli bir şekilde yapılmıştır. Öncesindeki gibi gelişi güzel değildir. Bu dönemde gerçekleşen merkezileşme ve otoritenin tekrar kurulması çalışmaları, tam amacına ulaşamadığı görülmektedir. III. Selim’in tahttan indirilmesi ve sonrasında kısa bir süre için IV. Mustafa’nın tahta geçmesiyle sonuçlanmıştır. Bu olayı takiben isyandan kaçan ve Rumeli ayanı Alemdar Mustafa Paşa’nın yanında Edirne’ye sığınan III. Selim’in arkadaşları tarafından Mustafa Paşa’nın ikna ederek İstanbul’a yürümesi, tahta çıkarılması, bu olayı hazırlayan bürokratlar tarafından Mustafa Paşa’nın sadrazamlığa atanması gibi olaylar, çevre ve merkez kopukluğunu ve merkezleşmiş bir otoritenin yokluğunu göstermektedir. (Karpat, 2008: 85). Tam anlamıyla beklenenin aksi yönünde gelişmeler yaşanmıştır. Bu dönemde merkez ile 95 çevre arasında ortaya çıkan gerilemeye yönelik hiçbir zaman karşılıklı taviz verilerek çözüm arayışına girişilmemiştir. “Yalnızca yerel eşraf ile bazı bürokratların devlet kaynaklarını birlikte sömürmek üzere yaptıkları gizli ittifaklar.” (Heper, 2006: 70). Ayrı tutulabilir. III. Selim devletin ıslaha muhtaç olduğunu görerek, usul ve füruğun tekrar düzenlenmesine, özellikle yeni bir ordunun kurulmasına karar vermişti. Ancak asıl devletin sivil düzeninde bir bozulma vardı. Bozuk olan bir yapı düzenli bir yapıyı yönetemeyeceğinden, sadece orduyu düzenlemek yetersiz kalıyordu. Orduyu düzenlerken devletin sivil alandaki işlerinde düzenlenmesi gerekiyordu. Bu manada devlet işleri birlikte koordine edilecek çarklara benzer. Mekanizmanın düzenli olarak işlemesi bütün çarkların düzgün çalışmasına bağlıdır. (Berkes, 1978: 127). Bu açıdan sadece bir kurumsal alanda yapılan yenilik hareketleri hep aynı sonuca ulaşmış başarısızlık ya da çevresel alan tarafından kabul görmeyip geri çevrilmiştir. II. Mahmut’un tahta geçmesi ile modernleşme tarihinde yeni bir döneme de girilmiştir. Bu dönemde yapılan modernleşme çabaları her geçen gün belirginleşen sosyal temayüller ve bunların ortaya çıkardığı tesirler göz önünde tutulmaya çalışılarak yapılmıştır. Fakat bir önceki dönemlerde yapılmaya çalışılan modernleşme çabalarının bir devamı olma niteliğini değiştirmemiştir. (Çelik, Fidan ve Şahin, 2011: 119). II. Mahmut kendisini tahtta çıkaran olaylardan etkilenmiş olacak ki ilk yıllarda reformlar konusunda temkinli hareket etmek zorunda kalmıştır. II. Mahmut ta III. Selim gibi merkezi otoriteyi tekrar sağlamanın şart olduğunu düşünüyordu. II. Mahmut yönetime gelir gelmez bu otoriteyi tesis etmek şöyle dursun, merkezi otoritenin fiili kısıtlanması ve sınırlanmasını ön gören Senet-i İttifakı kabul etmek zorunda kalmıştır. Bu ittifakta II. Mahmut’un tahta geçmesinde etkili güce sahip Alemdar Mustafa Paşa’nın etkisi büyük olmuştur. Mustafa Paşa sadrazamlığa gelince rakiplerine karşı güçlü bir merkezi yapı oluşturmak maksadıyla, İstanbul’da tüm Ayanların ve temsilcilerin de katıldığı bir toplantı tertip etti. Mustafa Paşa bir program sundu. Bu program tartışıldı ve Senet-i İttifak olarak kabul edilip, Ekim 1808’de imzalanmıştır. II. Mahmut’un da onaylamasıyla ortaya çıkan senet-in ana konusu şu idi. Hem sultan hem de Ayan yöneticileri adil olacaklardı. Devlet vergileri adilane koyacak ve Ayan’da bu vergileri adilane toplayacaktır. Ayanlar reformları ve yeni ordunun kurulmasını destekleyecekler. Ayanlar yönetimin hakimi sultana olan bağlılıklarını bildirilmenin yanında, onu 96 isyanlar karşısında koruyacaklardır. Bununla birlikte, birbirleri ile olan özerkliklerine de dikkat edeceklerdir. Bu Osmanlı açısında bir sultanın Ayanlar karşısında özerkliğini tanımada yeni bir dönem gibi görünse de kısa bir süre sonra yeniçerinin ayaklanıp, Alemdar Mustafa Paşa’yı öldürmesiyle yine son bulan bir reform niteliği kazanmıştır. (Zürcher, 2010: 53-54). Bu bir reform hareketinden ziyade, merkez karşısında özerk durumdaki çevreyi temsil eden Ayanlarının kendilerini garanti altına alma yolu olarak görülebilir. Bu Senet-i İttifak hareketi siyasal yönden uzun süreli bir etkiye sahip olamadan ortadan kalkmıştır. Ayanların genelinde tam bir otonomiye dayalı bir sistem istemi yoktu. Onların istekleri merkeze bağlılık ama vergiden kaçma yönünde olmuştur. Taşrada yaşanan ekonomik sıkıntılardan dolayı sistemde her geçen gün merkezin karşısında büyüyen bir güç olarak Ayanlar varlığını devam ettirmiştir. Bu yüzyılda en yüksek konumuna ulaşan Ayanlar Osmanlı merkezi yönetimin otoritesini tehdit eder boyuta ulaştıkları görülmektedir. Osmanlı topraklarının çoğunluğu bunlar tarafından kontrol edilmekteydi. Sosyal konumları ve sosyal yapının şekillenmesinde o kadar söz sahibi haline geldiler ki, padişahı belirleme yöntemleri bile vardı. Ama tam anlamıyla feodal yapıya sahip mülk anlayışları olmadı. Batı’daki gibi yerleşik toplum, devletten bağımsız olarak kendilerini toplumsal ve siyasal yapı içinde meşru kılacak bir temeli oluşturamadılar. Merkezi otoritenin onlar üzerindeki tasarrufları tamamlandığında, merkez idarenin alternatifi ve hedefi konumuna yerleştirilen Ayanlar ortadan kaldırılmıştır. (Akça ve Hülür, 2005: 318-319). II. Mahmut özellikle merkezi otoritesini sağlamlaştırmak ve reformları kalıcı yapmak için bu Ayanlar üzerine gitti. 1812-1817 yılları arasında tam on beş yıl sürecek bir süreçte Anadolu’daki büyük Ayanları itaat ettirmesini bildi. Daha sonra Rumeli ve Balkanlar’da bu faaliyeti devam ettirmiştir. Sonuç olarak Osmanlı merkezi yönetimin bu beyleri ortadan kaldırması, merkezin buraya hakim oluşu, uzun yıllar devam eden anarşi dönemine yol açmıştır. Sonuçta merkezi otoriteyi tesis ederek merkezi yönetimi güçlendiren padişah reformlara hız kazandırmıştır. (Zürcher, 2010: 56). II. Mahmut’un bu merkezileştirme politikaları tüm alanlarda devam etti. Bütün idari ve yönetimi zaafa uğratacak yerel ya da özerk güçler bir bir merkezileştiriliyordu. Bürokrasiyi politik üstünlüğüne veya ekonomik kaynaklar üzerindeki kontrolüne meydan okuyabilecek herhangi bir toplumsal gruba karşı 97 keskin bir tavır almaya teşvik etti. Diğer gruplar ülkenin kaynaklarını ancak bürokrasiyle birlikte veya bürokrasinin belirlediği biçimde kullanabilirdi. Bu anlayışla birlikte “merkezileşme” kısa süre sonra sultan’ın mutlak iradesiyle eş anlamlı hale geldi. Sultan ise bu durumu eski emperyal idare geleneğine dayanarak meşrulaştırmaya çalıştı ki bu dayanak reform’un kendisiyle sarsılıyordu. (Karpat, 2008: 87). Bu merkezi bürokratik yapının yükselişini ifade etmede şu tespitlerde bulunulabilir. Osmanlı reformlarında, reform anlayışının dayandığı temel grup, sivil bürokrasiden oluşan (kalemiye) sınıfının yorumlarının etkisi ile, idari merkezin dayandığı bilgi, bu sınıfın raporlarına bağlı idi. Osmanlı’da geleneksel olarak var olan bu rapor sunma şekli geçmişten beri devam ede gelen bir süreci içine almaktadır. Bu rapor sunma şekli, III. Selim’in Avrupa’ya elçi göndermesi sonrasında, bunların tuttuğu raporlar gereğince, taklit ya da benzer yönde ıslahatlar, reformlar ortaya çıkmıştır. Bu bürokratlar yapmış oldukları gözlemlerde Batı’da “Aydın despotizmi” olarak ta tanımlanan bir durumu fark ettiler. “devlet adamlarına göre gerilemenin esas nedeni, devletin toplumu kontrol altında tutamamasıdır. Toplumu kontrol altına alma, merkezi yapının tekrar gücünü sağlamasıyla olacaktır.” (Yıldırım, Y. 2012: 184). Bu merkezileştirme politikasında bürokratik üstünlüklü bir Yeniçeri Ocağı da dahil kaldırılması fikri öncelik arz ediyordu. Ayanlardan sonra askeri alanda da merkezi yönetime sık sık başkaldıran Yeniçeri Ocağı 1826’da kapatıldı. Hızla merkezi ve rasyonel bir yönetim anlayışı devlette hakim kılınmaya çalışıldı. Bir anlamda bu merkezi yapının tekrar çevreyi kontrol altına alışını ifade etmektedir. Osmanlı geleneksel yapısı yerel eşrafa ya da çevresel güçlere danışmadan aldığı yasal tedbirler veya kararların uygulanabileceğini düşünürdü. Osmanlı’da devlet gücü yettiği ölçüde merkez dışında yer alan çevresel kesimleri hiçbir zaman sivil toplum gibi benzer bir statü vermeyi düşünmemiştir. Merkez çevrenin devlet hayatında önemli bir rol oynamasına asla izin vermemiştir. Merkez daima bu durumu devam ettirmeye çalışmıştır. Zaman zaman büyük ölçüde denetimi kaybettiği zamanlarda dahi bu merkez-çevre ilişkisini korumayı devam ettirmeyi başarmıştır. Osmanlı’da iktidar olma yarışı hiçbir zaman merkez-çevre arasında olmamıştır. Bu yarış merkezi elinde bulunduran kanatlar arasında çıkmış ve belli zaman sürecinde gün yüzüne çıkarak devam etmiştir. Geleneksel dönemde yeryüzündeki nizamın 98 sağlayıcısı ve Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi sayılan padişah, devletin yönetiminde devletle özdeş hale geliyordu. Devleti hem yöneten, hem de devletin sahibidir. Geleneksel dönem sonuna doğru padişahlar, yeniçeri, bürokratlar, dini yapılanmalar ve birçok merkezi güç tarafından yönlendirilip kullanılan statüye doğru geçildiğinde, devlet ve padişah özdeşliği pek de doğru bir yörüngeye oturmuyordu. Osmanlı’nın bu gerileme döneminde yönetici sınıf padişahın hizmetkarı olmaktan çıkıp, devletin hizmetkarı durumuna gelmiştir. Bu dönemdeki devlet adına padişahın tahtan indirilmesini bu çerçevede daha iyi anlayabiliriz. (Heper, 2006: 70:72). Bu açıdan güçlenen bürokratik sınıfın yapısını ve kararların uygulanmasında merkezileşmenin rolü daha iyi anlaşılabilir. Merkezi bürokratlar tarafından devletin toplumsal alandaki denetimini arttırmak maksadıyla nasıl hareket etmesi gerektiği yönünde raporlan hazırlanmıştır. Yeni dönemde II. Mahmut merkezileşme yolunda önemli adımlar atsa da, yaptığı reformların genelinde bürokratik yapının etkisi göze çarpmaktadır. Batı’dan etkilenerek oluşturulan merkeziyetçi devlet yetkisinin idari, mali, hukuksal alanda standart ve bütüncül bir kontrol sağlayacak mekanizmaları kurmak ve işletmek zorundadır. Uzmanlaşmış ve sayıca artmış olan bürokrasi, mükemmelleşmiş bir bürokratik kayıt sistemine sahip olmalıdır. Merkezileşmiş bu devlet, rasyonel şekilde işleyen kurumları ve organları sayesinde toplumsal kontrolün sağlanmasında başarı sağlayacaktır. (Çelik, Fidan ve Sahin, 2011: 120-121). Bürokratlar tarafından bu toplumsal alanda bütünlüğü sağlama ihtiyacını hisseden ve Osmanlı devletinin modernleşmesinde yönetim alanında yapılacak değişikliklerin önemini anlayan diplomatların tavsiyelerine önemle ihtiyaç duyuluyordu. Milliyetçilik düşüncesinin de etkisiyle ne kadar reform yapılırsa yapılsın gerilemenin önüne geçilemiyordu. Toplumsal bütünlük sağlanamıyordu. Bürokratlar artan isyanları da önlemek maksadıyla çalışmalar yürütüyordu. Bunlardan önemli olan birisi yurtdışında değişik kentlerde diplomat olarak çalışan Mustafa Reşit Paşaydı. Paşanın saraya gönderdiği lahikalar da devlet idaresinde ve yürürlülükteki mevcut kanunlarda, radikal değişiklikler yapılmasının gerekliliğini vurgulamış, bununla birlikte yapılması gereken radikal değişikliklerin devletin kurtulmasında yegane çare olduğunu belirtmiştir. Bu görüşler devletin yegane kurtuluşu olarak görüldüğünden bir reçete olarak ta kabul görüp uygulanmıştır. Böylece Osmanlıda sivil bürokrasinin de 99 öncülüğünü üstlendiği Tanzimat Dönemi dediğimiz yeni bir dönem başlamıştır. Türkçede Tanzimat düzenlemeler anlamına geliyor ve çok sayıda siyasal ve sosyal reformları kapsayan bir süreci içine alıyordu. Bu dönem yukarıda belirttiğimiz merkeziyetçi anlayışın tamamen kabul görüldüğü dönemdir. Yeni dönemin merkezde güçlü olan yönetici elit kısmın bu şekilde devlet adamlarından ve bürokratik çevreden oluşacağının da habercisidir. 2.2. TANZİMAT DÖNEMİ Tanzimat dönemi olarak nitelendirdiğimiz dönem, 1839-1871 yıllarını içine alan dönemdir. II. Mahmut dönemiyle paralellik gösteren bu reform hareketlerinin yanında, dönüm noktası kabul edilebilecek çalışmalarda bu dönemde yapılmıştır. Burada öncelikle yönetimsel anlamda iktidar merkezinin artık saray yerine Babıali’ye kaydığını; bu kaymayla birlikte merkezi elinde tutan bürokratik seçkinler merkeze yerleşirler. (Zürcher, 2010: 83). Modern anlamda ortaya çıkan bürokratik örgütlenme öyle güçlü hale gelmişti ki devlet yönetiminde yapılacak reformların asıl itici gücü haline gelmişlerdir. Tanzimat Fermanı Osmanlı geleneksel devlet kurallarına uygun bir şekilde 3 kasım 1839 yılında Gülhane parkında Osmanlı diplomatları ve bunlara eşlik eden birçok yabancı diplomatın huzurunda okundu. (Zürcher, 2010: 84). Fermanın görünür olan amacı, devlet içerisinde var olan yönetim sisteminde köklü değişiklikler yapmaktı. Bunun yanında tüm toplumsal alanda var olan tebaanın haklarını korumak ve bu hakları teminat altına almak gibi görünür sebeplere dayanıyordu. Mardin’e göre asıl amaç ise yeni değişen dengelerle ortaya çıkan modernleşmeci bürokratların, bir anlamda iktidarın, yeni alanını oluşturan, Bab-ı Ali bürokrat zümresinin, hayatlarını ve var olan mallarını korumaya yönelik tedbirlerdir. (Mardin, 1996: 183). Artık Osmanlı’da yeni bir döneme girildiği kesindir. Bu dönem, merkezde var olan sultan odaklı değişim yerine, iktidarı ele geçiren ve Batı’da oluştuğu şekliyle despotik bürokrasi ya da fizyokratlar merkezli reform dönemine girildiğini göstermektedir. II Mahmut zamanında başlayan bu Batı’ya benzemek üzere değişeceğiz anlayışıyla temellerini atmaya başladığı değişim. Sened-i İttifakla belirginleşen dönüşüm, yönetim alanında Tanzimat’ın ilanıyla daha üst seviyeye çıkmış bulunmaktadır. (Türköz, 2011: 39). Yönetsel alanda merkezileşen otoritenin temsilcisi durumuna gelen Bürokratlar, Fermanın ilanıyla birlikte, gitgide devlet 100 yönetiminde vazgeçilmez hale gelen Osmanlı bürokratlarına daha geniş yetkiler vermeyi hedeflemiştir. Merkezi yapı giderek güçlenmiştir. Bu açıdan Batı tarzı bir modern devlet yapılanmasına benzeyen yönetim şekli oluşturmada Tanzimat ayrıca önem arz etmektedir. Bu yönetsel alanda şekillenen merkeziyetçi yönetsel yapı varlığını ve devamlılığını bundan sonra hep devam ettirecektir. Bu anlamda günümüzdeki Türkiye Cumhuriyeti’nde de bu yapı devamlılık sağlayacaktır. Bu yapının kendi içinde ve çevre ile olan etkileşiminde sürekli bir çekişme ve mücadele varlığını devam ettirecektir. Ortaylı bu durumun devamlılığını belirtirken şu ifadeleri kullanır. Türkiye’nin devlet ve toplum hayatında merkeziyetçi Tanzimat modeliyle geliştirilen ve şekillendirilen kurumlar vardır. Bu tarihi yapı kabul etmek zorunda olduğumuz bir gerçekliktir. (Ortaylı, 1997: 14). Tanzimat döneminin asıl önemini burada bulabiliriz. Yönetsel alanda Tanzimat’ın getirdiği bu yeniliklerin yanında bir de toplumsal alanda kopukluğu giderme fikri yer almaktadır. Bir anlamda da toplumda var olan huzursuzluğu gidermek maksadıyla kararlarda alınmıştı. Osmanlı devletinde var olan din ayrılığına dayalı millet sistemi, bir anlamda kanun nezdinde düzenleniyordu. Bir tarafta Müslümanlar ve diğer tarafta gayrimüslimler diye var olan ayrımda, gayrimüslim vatandaşlardan ayrı vergiler alınırdı. Bu sistemde devlet yönetim alanında bu ayrılıkçı anlayışını kabul eden resmi sistem bulunmaktaydı. Tanzimat Fermanı; Fransız ihtilali İle birlikte din ve mezhebi vurgulayarak ortaya çıkan olumsuz etkiyi, toplumsal çözülmeyi, anlamak ve durdurmak amacıyla ilan edilmiştir. Başlamış olan bu toplumsal çözülme kolay kolay durdurulacağa da benzemiyordu. Batılı devletlerin gayrimüslim tebaa üzerindeki hak talepleri ve onları himayeci bir yaklaşımla kollama düşüncesi, Tanzimat’tan sonra da varlığını devam ettirmiştir. Tanzimat sonrası dönemde yönetimsel alanda devletin laikleştirilmesine yönelik uygulanan siyaset, çözülmeyi arttırıcı bir etki de sahiptir. Osmanlı’da ortaya çıkan siyasal akımlardan Batıcılık fikrinin, Osmanlıcılık ya da Yeni Osmanlıcılık fikri dediğimiz fikre dönüşmesinin de bir göstergesidir. Bu Osmanlıcılık fikri gerekli başarıyı sağlayamayıp dağılma ve toplumsal çözülme devam edince, karşıt fikirler veya alternatif fikirler ortaya çıkmaya başlamıştır. İslamcılık ve ilerde ortaya çıkacak Türkçülük fikrinin temelleri burada atılmıştır. Müslüman tebaa içerisindeki Tanzimat’la gelen yeniliklere yönelik; “gavura gavur demek bundan sonra yasak 101 oldu.” şeklindeki söyleminde gelişmesi, bu fikri ayrılık hareketlerinin bir uzlaşma zemini bulamadığını göstermesi bakımından önemlidir. Tanzimat Dönemi yönetsel, toplumsal, ekonomik, eğitim, hukuk sistemi de dahil olmak üzere birçok alanda yenilik getirmesine rağmen, toplumu bir anda değişime uğratacak kurumsal yapıya sahip değildi. Bunun yanında Tanzimat Fermanı, Fransız Devrim’inden sonra yayılmaya başlayan hak ve özgürlük kavramlarını eşitlik perspektifinde ortaya koymaktaydı. Realist bir yaklaşımda rasyonel bakış açısına sahip özgürlük söylemini dillendiren ve bunun için mücadele eden aydın kesimin ön plana çıkmasına sebep olmuştur. Bunun yanında ilerleyen dönemde oluşturulacak anayasal yönetim şekline geçişte köprü vazifesi görmüştür. Tüm bunların yanında toplumsal alanda var olan ayrışmalar her alanda derinleşerek devam etmiştir. Batı eğitim tarzıyla eğitim alıp, bürokratik yapıda yer alanlar, Batılılaşmada aşırılığa giden bir yönetim sergileniyordu. Aynı zamanda bu aydın ya da seçkin bürokratların baskısal yönetimine karşı oluşan bir karşıt görüşte oluşmaktaydı. Geleneksel yapıda ve yaşayış tarzında devam eden aydın profilinin tepkisi de ayrılığı körüklemiştir. Yönetici bürokratlar aynı zamanda halk ya da tebaa dan da bir kopuş içerisindeydi. Bu ilerde oluşacak olan siyasal fikirlerinde ayrışmasına temel teşkil edecek yapıyı da meydana getirmektedir. Tanzimat’ın ortaya çıkarmaya çalıştığı yenilikler genellikle istenilen sonuçlara ulaşmadığı gibi gayrimüslimlere verilen haklar noktasında ortaya çıkan görüşler, dış devletlerin bu durumu suiistimal etmelerine sebep olmuştur. (Şen, 2008: 259). Bu durumu Mardin şu şekilde ifade eder. Tanzimat bürokratları devleti kötü gidişten kurtarmak misyonunun bir gereği olarak gördükleri ve bu anlamda Batı’nın giderek güçlenen devletlerinin yanına Osmanlı devletinin de kendine bir yer bulacağı umuduyla askeri, sivil, idari ve eğitim alanında, ayrıca mahkemeler nezdinde laikleşme ve iletişim araçlarının çağdaşlaşmasına öncelik vermişlerdir. Tanzimat Fermanı sonrasında azınlıklara ya da gayrimüslimlere verilen hakların yetersizliği savunularak Islahat Fermanı yayınlanmıştır. Osmanlıcılık fikrinden ayrılarak Tanzimat bürokrasisine yönelik ilk muhalif örgüttü tepkinin ortaya çıktığı,1860’lı yıllara gelmeden, eleştirilerin artmasına neden olan gelişmelerden biriside, Islahat Fermanının ilanıdır. “Tanzimat’ı başlatan Hatt-ı Hümayun’un ikinci bir aşaması görünümünde olan Islahat Fermanı, (1856) devletin 102 güttüğü politikaya karşı önemli tepkiler yarattı.” (Mardin, 2009c: 14). Çünkü Islahat Fermanı ağır bir yabancı devlet baskısı altında yayınlanmıştır. Kırım Savaşı sonrasında Osmanlı Devleti ve Fransa, Avusturya, İngiltere ve Rusya arasında yapılan görüşmelerde, Osmanlı devleti içerisinde yaşayan Hıristiyan halklarının durumu öncelik teşkil etmiştir. Fransa’nın bastırması ve ikna etmesiyle Osmanlı Paris Antlaşması öncesinde Tanzimat Fermanı’nın gözden geçirilmiş ve daha genişletilmiş şekli olan yeni bir fermanın yayınlanmasını kabullenir. Islahat Fermanı 28 şubat 1856 yılında Bab-ı Ali’de ilan edilir. Müslümanlar ve Hıristiyan tebaa arasındaki eşitliği sağlamada ayrıntılı düzenlemelerin yer aldığı ferman, ilan edildikten sonra Osmanlı devleti Paris Barış görüşmelerine halkı arasında eşitliği sağlama noktasında attığı adımla gitmiştir. (Şen, 2008: 261) Islahat Fermanı aslında Müslüman ve Hıristiyan tebaanın yasal anlamda aralarındaki eşitliği sağlamayı amaçlamaktaydı. Tanzimat’la gayrimüslim azınlıklara tanınan hakları yetersiz bulan, bununla birlikte yapılan düzenlemelerde yerine getirilmesi gereken şartların uygulanmadığı görüşünde olan Batılı devletlerin istekleri göz önünde tutularak, sırf onları desteğini kazanmak maksadıyla ilan edilmiştir. Bu ferman hareketi toplumsal alanda var olan kopukluğu körüklemiştir. Mardin bu durumu ifade ederken Islahat Fermanı, o zamana kadar “Millet-i Hakime” olan Müslümanlardan bu imtiyazlı durumu alıyor, din farkı gözetmeksizin bir Osmanlı vatandaşlığı kurmaya çalışıyordu. Müslüman tebaayı tepkisine paralel olarak, onlardan sonra “birinci sırayı işgal eden Rumlarda bu sırayı kaybettiklerine üzüldüler.” (Mardin, 2009c: 14). Islahat toplumsal alanda istenilen uzlaşmanın aksine, ayrılıkları daha derinsel boyuta taşımaktadır. Fermanın getirdiği bu hususlar Müslümanlar arasında hoşnutsuzluklara yol açtığı gibi bunun yanında imparatorluk içinde, Ortodoks Hıristiyanlar tarafından da hoşnutsuzlukla karşılanmıştır. Çünkü diğer cemaat yapılarına ait azınlıklara Batılı devletlerin müdahale yolu açılırken, devlet içerisindeki konumları da sarsılmaya başlamıştı. Mustafa Reşit Paşa düzenlemelere ilişkin hoşnutsuzluğunu şu şekilde ifade eder. “Fermanda en çok Hıristiyan tebaaya verilen haklara itiraz etmiş ve bu durumun Paris Antlaşması’nda yer almasının Osmanlı Devleti’nin kendi tebaası üzerindeki egemenlik ve nüfusunun sarsılmasına neden olacağını ifade etmiştir.” 103 (Şen, 2008: 262). Bu hoşnutsuzluklar sonucunda tebaanın içinde yüzeysel sağlanacak beraberlikten çok, tersine sonuç çıkmaya başladığı söylenebilir. “Gayrimüslimlerle yabancıların, kendilerine sağlanan hukuksal imkanları, Müslüman tebaayı çok geride bırakır şekil de kullandıkları görüldü. Bundan sonraki Türk düşünürlerin çoğu, bu iktisadı gelişme farkını Batı’ya verilmiş ödünlerin sonucu saymıştır.” (Mardin, 2009c: 14). Bu şekilde düşünenlerin artmaya başladığı dönemde mevcut olan siyasi düzenin içerisinde varlığını koruyan muhalif bir akım ve grupta oluşmaya başladı. Bu uygulamaların ve ortaya çıkan sonuçların hoş karşılanamayacağını düşünen, keyfi idareye, Islahat ve yenilik hareketlerine karşı tutum gelişmeye başlamıştır. (Şen, 2008: 263). Bu karşı karşıya gelmeler sadece fikir anlamında ve yönetsel alanda tanınan idari ayrıcalıklarla da sınırlı değildi. Yapılan yenilik çalışmaları, toplumsal yaşantıdaki Batı’nın günlük kültürünün de ikinci defa imparatorluğa etkin bir biçimde girmesine sebep olmuştur. Giyim, ev eşyası, paranın kullanılması, ev sitili, insanlar arası ilişkiler “Avrupai” olmuştur. Böylece Tanzimat süreci, Batılılaşmayı devlet kurumlarıyla birlikte halkın ilişkilerine de yansıtarak, yeni bir boyut kazanmıştır. (Karakaş, 2007: 115-116). Batılılaşmanın kültürel anlamda devam ettiğini de söyleyebiliriz. Burada toplumsal alanda merkez-çevre kopukluğu ya da karşıtlığı hem siyasal alanda, idari mekanizmaların ele geçirilmesinde yaşanırken, aynı zamanda kültür ve din odaklı da devam etmekteydi. Bu dönemde millet sistemine dayalı bugünkü anladığımız manada “Ulus” kavramsalına bağlı olarak toplum içinde karşı, karşıya gelmeyi göremeyiz. Ama bu dönnemde temelleri atılmaktadır. Tanzimat’la başlayan ve Islahat Fermanı’yla iyiden iyiye kendini hissettiren kopukluk ve ayrışmada, Hıristiyan ya da gayrimüslim unsurların Osmanlı devleti içerisinde ticaret, endüstri, hukuk, eğitim ve maliye gibi alanlarda önemli ilerlemeler kaydetti. Bu gelişme ve ilerlemenin yanında “Türk olan Müslümanların dinsel geleneğin de Hıristiyan halklarda olduğu gibi bir ulus toplumu olarak örgütlenmelerini sağlayarak bir temel oluşturamadı. Tek temel Osmanlı Devletinin bu Müslümanların devleti olduğu sanısı idi. ” (Berkes, 1978: 224). Berkes’in de tespitindeki gibi, bu dönemde ulusçuluk fikri Batı’lı anlamda henüz Osmanlı toplumunda gayrimüslim unsurlarda görülmekteydi. Müslüman Türk toplumu bu düşünceden uzak duruyordu. Tanzimat Dönemi’nin tamamını kapsayan süreçte, son 104 dönemlere yaklaştığımızda, farklı bir tepkiselliğin ortaya çıkmaya başladığını söyleyebiliriz. Bu tepkisellik yinede ulusçuluk fikri yönünde gelişen bir söylem ve tepki değildir. Bu tepkisellik “Kanun-u Esasicilik ile dinci ulusçuluk karması olarak gelişmiştir.” (Berkes, 1978: 225). Bakıldığında Tanzimat’la başlayan ve Islahat hareketleriyle şekillenen reform, yenileşme hareketlerine ilk tepkisel yaklaşımlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Bunlar örgütlenerek farklı muhalif tepkilerle 1859 da ilk darbe girişimi sayılabilecek sultan Abdülmecit’i tahtan indirme hareketinin de örgütleyicisi olmuştur. (Şen, 2008: 263). Bu dönemde ortaya çıkan bu karşıt akımlar, ilerleyen dönemde dönüşüme uğrayarak, farklı siyasal akımlar ve fikirler haline gelecektir. Bürokrat aydınlar tarafından Batı’nın her şeyiyle almaması ve siyasal, hukuksal ve idari anlamda gayrimüslimlere tanınan haklara yönelik, 1860 yılından itibaren imparatorluk içinde muhalefet hareketinin oluşmasına yol açmıştır. Söz konusu muhalif hareket, reformlara karşı sistematik bir eleştiri başlattı. Eleştiri grubunun başını Namık Kemal ve Ziya Paşa çekiyordu. Bu grup daha sonra 1865’ de “Yeni Osmanlılar” örgütüne dönüştü. (Karakaş, 2007: 116). Bu alanda bu yeni oluşumu yani Osmanlıların fikir ve düşünce dünyasını ayrı bir başlıkta incelemek ileride oluşacak olan fikir aksiyonlarını anlamada yardımcı olacaktır. 2.3. YENİ OSMANLILAR DÖNEMİNDE MODERNLEŞME Tazimat ve sonrasında Islahat hareketleriyle başlayan Batılılaşma çalışmaları, Osmanlı modernleşmesinde kendine has sorunları da beraberinde getiriyordu. Bu sorunların çözümünde politikalar, ister istemez farklı sorunlara ve farklı tepkilere sebep oluyordu. Yenileşme hareketlerinin başlamasından bu döneme geçen sürede, gerekli toparlayıcı etki görülmeyince, farklı düşünceler ve farklı tepkiler de ortaya çıkıyordu. Eğitim alanında Batı’lı tarzda eğitim alıp, yurtdışı tecrübelerini yeniliklerle aktarmak isteyen bürokratik seçkinlerle, benzer süreçten geçen ve yapılan çalışmalara yönelik muhalif düşünceler oluşturan yapıda merkez dışında oluşmaya başlıyordu. “Dönemin sivil bürokratlarının siyasal hayatta önemli güce sahip oldukları anlaşılmıştı.” (Heper, 2006: 163). Muhalif düşünürler o dönemde görevli sivil bürokrat aydınlardan Ali Paşa’yı tiranlık düzeyinde otoriter bir davranış sergilemede sembol isim ve en uç nokta 105 olarak belirliyorlardı. Ayrıca muhalif düşünürlerin bu konudaki düşünceleri ilginçtir. Hatta Namık Kemal’in “İstanbul’a gelip çok sayıda güzel ev görünce, İstanbul’da pek çok padişahın yaşadığını düşünen bir köylünün hikâyesini anlatmış, köylüye bu şehirde gerçekten epeyce padişahın bulunduğunu, ancak bunların padişah unvanlarına sahip olmadıklarını, çünkü bunların üst derecede bürokrat olduğunu nakletmiştir. (Heper, 2006: 163-164). Devlet hizmetkârı olan ve çok güçlü bir yapıya kavuşan bu bürokratik yapının, padişah denetimin den çıkınca mutlak güç olarak geldiği noktayı göstermesi bakımından ilginç bir örnektir. Yeni Osmanlıcılık fikri bu güce karşı ilk oluşan tepkisel harekettir. Islahat Fermanı’ndan sonra devletin sivil bürokratik seçkinlerine yönelik muhalefet, toplumsal alt kesim diyebileceğimiz gruplardan ve bürokratik ve okuryazar çevreden yükselmeye başlamıştı. 19. yüzyıla gelindiğinde şekillenmeye başlayan, Yeni Osmanlılar hareketi, Ali ve Fuat Paşalara karşı bir başkaldırı hareketinin uygulayıcıları olarak ortaya çıkmıştır. Ana hedef burada devleti kurtarmaktı. O yüzden tebaaya aşırı hürriyet vermek söz konusu olamazdı. Yeni Osmanlılar bu tutuma karşı koyarak hürriyet istiyor ve bunun sağlanmasının anayasaya dayalı bir parlamento ile olabileceğini düşünüyorlardı. Onların temel görüşünde Tanzimat kültür taklitçiliğinden ileri gidememişti. Bu yüzden Müslüman toplumunu derinden sarsmıştı. Bu manada oluşturulacak demokratik sistem şeriattan alınacak ilkeler doğrultusunda olacaktır. Yeni Osmanlı düşüncesi oluşumunda Islahat ve Tanzimat düzenlemelerinin toplumsal alanda açtığı ayrıştırmaya yönelik tepki göz önüne alınarak doğduğunu, Mardin yukarıda dile getirmişti. Bu tepkiyi sadece bu şekilde ifade etmemişler. “Islahat Fermanının iktisadi emperyalizmi pekiştiren bir belge olduğu” (Mardin, 2009d: 86-87). İfade etmişlerdir. Ayrıca bu fermanlarla Müslim tebaaya o zamana kadar devlet içerisindeki özel statülerinden dolayı verilen imtiyazlar, onlara Osmanlı tebaasının tümünün sahip oldukları statü tanınmak şartıyla, ortadan kaldırıyordu. Bu süreçte Hıristiyan unsurlar 19.yüzyıldan başlayarak birer birer ulus haline gelme yoluna mesafe almışlardı. Bunun sonucunda azınlıklar Osmanlı İmparatorluğundan ayrılmak için birer çaba saf eden gruplar olarak görülüyordu. Bununla birlikte gayrimüslimlerin imparatorluğu parçalayan, onu arkadan vuran, unsurlar olarak görülme düşüncesi de yayılmıştı. Ali ve Fuat Paşalar sadece bu durumları ortaya çıkarmakla kalmamış, Osmanlı Müslümanlarını 106 Avrupa’nın büyük devletlerinin siyasi çıkarlarına peşkeş çekmekle birlikte, mali politikalardan dolayı birer esir olmuşlardı. (Mardin, 2009d: 87). Burada toplumsal alanda ve bu konuda başlayan taklitçi anlayışa bir dur diyerek, ahlaki ve sosyal alanda İslami felsefenin temel alındığı, tamamen serbestçi bir anlayışla çalışan bağımsız bir meclis düşünülmüyordu. Sultanın kontrolünde kısmen anayasanın İslam’a dayandığı, meşruti yönetim tarzı yaşanan sorunları çözebilirdi. Yeni Osmanlılar Cemiyeti, meşruti idare sistemini amaç bilen Osmanlılar arasında kurulmuş ilk siyasal oluşumdur. Bu hareket Osmanlı hakkında genel bir bilgiye sahip olan “İttifak-ı Hamiyyet” cemiyetinin öncülüğünde kurulmuş bir teşekküldür. Bu oluşumun programında ümmet adı verilen Osmanlı tebaasına eşit hakların sağlanması, verilen bu hakların anayasal çerçevede konunun önünde teminat altına alınması gerekir. Bu noktada meşrutiyet idaresinin kurulması ve vatanseverlik hissi ile Osmanlıcılık, fertlerin birbirine bağlanmasında önemli unsurdur. Bu görüşYeni Osmanlıların ortaya çıkış nedeni ve çözüm yollarına ilişkin görüşleri özetlemektedir. “Devletin kurtuluşu, devlet adamlarının tutum ve davranışlarındaki kontrolsüzlüğün kaldırılmasıyla mümkün olabilir.” (Şen, 2008: 264-265). Düşüncesi bu durumu devlet adamlarının keyfiliğini ve kontrolsüzlüğünü önlemede asıl yöntemin kanunsal yani anayasal bir idari yönetim sunulmasının nedeni olarak gösterilebilir. Namık Kemal başta olmak üzere, Şinasi, Ziya Paşa ve Ali Suavi gibi bir avuç Batı kültürünü tanıyan Osmanlı aydını, o dönem önemli sayılabilecek mesajlar vermişler ve mevcut var olan yönetime karşı muhalefet oluşturmak suretiyle, mutlak idari yönetime karşı bir kamuoyu oluşturdukları söylenebilir. (Şen, 2008: 265). Genç Osmanlı ya da Yeni Osmanlı adıyla bildiğimiz aydınların görüşlerini temellendirdikleri “Meşrutiyet” fikri, dönemin bütün milliyetçi hareketlerinin ideolojik zeminini oluşturuyordu. Kökenlerinin evrensel bir ideolojiye dayanması büyük bir yankı uyandırmıştır. Avrupa’da bu akıma Türk Milliyetçi akımı olarak bakılmasına karşın, İslam ve Osmanlılık eksenli fikirleri söylemlerinde Türkçülük vurgusundan daha baskındı. Yeni Osmanlılar milliyetçe farklılık arz eden unsurların Osmanlı siyasi bütünlüğünden ayrılmasını savunmamaktadır. Bununla birlikte Tanzimat unsurlarını yeni ilkeler etrafında birleştirme fikriyle ortak düşünceyi paylaşırlar. Meşruti yönetim ve millet ve milliyetçilik düşünceleri, Türklükten çok İslamcılık ve Osmanlıcılık düşüncelerine dayanmasıyla beraber, parlamenter anlayıştan ötürü 107 ayrışma içerisindedirler. (Akça ve Hülür, 2005: 331). Bununla birlikte millet sisteminden dolayı sadece Türk milliyetçileri olarak adlandırıldıklarını söyleyemeyiz. Bu düşüncenin oluşmasında Namık Kemal, Osmanlı halkına düşüncelerini açıklayabilmek için, eski sözcüklere yeni anlamlar verilmesiyle oluşturulan ve 19. yüzyıl liberalizm terminolojisine karşılık gelen, yeni bir sözcük dağarcığı yaratmıştı. Arapça “Vatan” sözcüğü Fransızcada ki Patrie, “Hürriyet” sözcüğü liberty, “Millet Sözcüğü”, Nation sözcüklerinin eşdeğeri haline geldi. Bu yeni terminolojiyi, sonraki özgürlükçü ve milliyetçi Müslüman kuşakların ideolojik araçları olacaktır. (Zürcher, 2010: 109). 1865 yılında basın yasağının gelmesi gibi nedenlerden dolayı yurt dışına gitmek zorunda kalan ve Fransa da Paris’te toparlanan bu hareketin önderleri, kendilerine yeni bir isimlendirme ile Yeni Osmanlıların Fransızca karşılığı olan “Jeunes Turc” ismini takmışlardı. Burada muhalefetini devam ettirmişler ve zamanla İstanbul’a dönerek faaliyetlerini burada sürdürdüler. Sıkı bir örgütlenme kuran bu kişiler ayrı ayrı düşüncelere sahip olsalar da fikirleriyle Osmanlı’da ve devamında Türkiye ve Türkiye ötesinde şaşırtıcı derecede etki edecek tesirlere sahip olmuşlardır. (Zürcher, 2010: 111) Bu hareketin önderleri sayılan Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Suavi gibi aydınlar arasında fikir ayrılılıkları bulunmakla birlikte. Ortak görüşleri; meşruti yönetimde “Meclis-i Meşveret” in kurulmasını sağlayarak, siyasal iktidarın paylaşılmasını kurumsallaştırmak, kuvvetler ayrılığı, parlamenter bir sistemde sağlamak, bürokrasi üzerinde anayasal bir denetim oluşturmak, siyasi özgürlüğün sağlanması yanında geleneksel değerlerin arasında iyi bir denge sağlamasını istiyorlardı. (Karakaş, 2007: 116). Fikir ayrılılıkları noktasında ise Şinasi’nin kompleksiz Batıcılığı, Namık Kemal en geniş oranda parlamenter bir sistem tasavvurunda bulunan ve demokrasiden yararlanmak isterken, Ali Suavi gibi kişiler parlamenter demokrasiyi insan tabiatına aykırı bir oyun olarak da görmekteydi. Bu ayrılan yönle birlikte Batı medeniyetinin endüstriyel gelişmişlikle oluşan bir sivil toplum yapısı oluşturduğunun farkındaydılar. Bu yeni Osmanlı grubu bir bakıma bürokratik kökenlerine karşın “Müesses Nizamın” ilgiçıkar sisteminin dışına, muhalefet kültürü oluşturmada ilk olmaları, ayrıca Osmanlı’da ilk siyasal ideolojiye yönelen kişilerin fikirlerine temel teşkil etmeleri bakımından, önemli bir grup oluşturma kabiliyetine sahiptirler. (Yıldırım, 2008: . Yeni siyasal bir muhalefet oluşturmada, hem fikren, hem de uygulamada farklılıklar 108 içeren görüşlere rağmen, belli bir birikime sahip düşünce insanından oluşan bu muhalif hareket, yaşadığı dönem gereği tarih sahnesinde başrol oynamıştır. Yeni Osmanlılar bu başrol oynamada özellikle Batı’da bulundukları süre içerisinde yaşadıkları çevrenin ve düşünce dünyasının etkisinde kalmışlardır. Cumhuriyetçi ve ulusalcı fikirleri tanımışlar. Osmanlı toplumsal yapısı içerisinde açabileceği kötü sonuçları fark ederek, anayasal ve İslami bir sistem öngörüsünde bulunmuşlardır. “İhtihad-ı Anasır” ve “İslam Milleti” fikirlerini birlikte savunurlar. Bunlara ilaveten konumuz açısından önemli bir kavramsal olan vatan ve ulus kavramlarını ortaya atmışlardır. Bu alanda ortaya atılan fikirler daha sonraki nesillerin düşünce ve aksiyon dünyaları üzerinde sürekli biçimde hissedilmiştir. (Karakaş, 2007: 117). Bu siyasal fikir akımlarından özellikle ilerde konu olarak değinilecek olan Türkçülük akımının temel kavramsallaştırılmaları ve kökenlerini bu düşünürler içerisinde bulmak mümkündür. Vatan kavramına yüklenen yeni anlamla dini, etnik ve yeni aidiyetlerin önüne geçen bir tanımlama ile tüm tebaayı bir noktada birleştiren, bir anlamla üst kimlik oluşturma çabası olarak da görülebilir. Osmanlı toplumunda geçmişte var olan etnik ya da dinsel çerçevede gerçekleşen aidiyet ve sadakat biçimlerini içine alacak şekilde, tüm alt kimlikleri kendinde toplamaya çalışan, vatana bağlılık ve vatan sevgisi kavramları ile bir üst kimlik olarak “Osmanlılık” düşüncesinin pratiğe geçirilmesini sağlayan adım atılmıştır. Namık Kemal’in vatan temasını ön plana çıkararak, bunu milliyetçi bir ideoloji ile harmanlaması, Batı’daki ideolojik kavramsal çerçeveye paralellik arz eden yaklaşımdı. Onun yaptığı Hıristiyan değerleri yerine İslami değerleri yerleştirmekti. (Şen, 2008: 267). Yeni Osmanlı hareketinin ortaya çıkardığı yeni anlayış modernleşme çizgisinde de etkisi olan yapısal hareket görünümündedir. Padişah ve merkezi paşalar hareketi olarak başlayan modernlik hareketleri, II. Mahmut’la bürokratik merkeziyetçi bir yapıya dönüşmüştür. Bu paşalar hareketi askeri bir alan olmaktan çıkıp Tanzimat’la tam bir sivil bürokratik, fizyokratik hal almıştı. Yeni dönemse anayasal bir eşitliğe dayalı kanunların belirlediği parlamenter sistemi temel alacaktır. Yeni Osmanlılar bunu sağlamışlardır. 109 2.4. I. MEŞRUTİYET DÖNEMİ Yeni Osmanlı hareketinin muhalif yöndeki çalışmalarının genel amacı Batılı tarzda parlamenter bir sisteme geçmekti. Özellikle Abdülaziz döneminde artan keyfilik, anayasal düzene geçiş fikir yayılımını sağladığı gibi, bu düşünceye karşı desteği de artırmıştı. Darbeyle tahtan indirilen Abdülaziz’in yerine V.Murat tahta geçer. Daha sonrasında ise anayasal bir meşveret olmayacak bir hükümeti kabul edemeyeceğini Mithat Paşaya bildiren II. Abdülhamit tahta geçirilir. II Abdülhamit Prusya ve Rusya anayasalarından etkilenerek hazırlanan, ilk anayasa, Kanun-u Esasi 1876 da kabul eder. (Lewis, akt. Şen, 2008: 268) Bu süreci anlamada dış güçler arasında değişen denge durumları ve bu durumun Osmanlı üzerindeki etkisine bakmak gerekir. Meşrutiyetin ilanından önce Tanzimat paşalarından Ali Paşa’nın ölümü ve Osmanlı’nın Balkanlar’da iyiden iyiye toplumsal alanda ve toprak kayıplarıyla birlikte düştüğü durum, bunların bir araya gelerek ekonomik sorunları ortaya çıkarması, adeta parçalanmış bir durumda yer alan Yeni Osmanlıların arayıp bulamadıkları imkanı onlara sunmuştur. Bu ortaya çıkan yeni durum karşısında üç farklı eğilim gözlenmeye başlamıştır. Birincisi, Osmanlı İmparatorluğu’nda otonom vilayet ya da bölgelerden kurulu, federal bir devlet olarak örgütlemek gerekir. İkincisi, din, dil ve milliyet farkı gözetilmeksizin eşit sayılan vatandaşlarla devletin ilişkilerini düzenleyecek, onları birbirine bağlayacak bir temel yasa yapılması gerekir. Üçüncü olarak da, Müslüman ve Hıristiyan uzlaşmasını sağlamak gerekir. Müslümanların beraberliği gibi iki amacı gerçekleştirecek bir Osmanlı vatanseverliği ideolojisi geliştirme çabası da oluşturuldu. Abdülaziz’in tahtan indirililmesiyle, ortaya çıkan bunalımdan kurtulmada sunulan reçeteler bu şekildeydi. (Berkes, 1978: 299-300). Ayrıca anayasaya geçişte belirlenen bu sıkıntıların çözümü yanında başka etmenlerden de bahsetmek gerekir. İlan edilen yeni anayasal Said Halim Paşa’nın tespitiyle; “Bizzat mutlakıyet idaresi memurlarının aralarında gizlice anlaşarak tertip ettikleri bir tedbirdi. Bununla hükümdarın istibdadını azaltmak, onun hüküm ve nüfusuna karşı dengeyi sağlamak, bir kuvvet meydana çıkarmak istiyorlardı. Çünkü devletin mukadderatını şahsi ve keyfi bir idare elinde bulunması memleketin ilerlemesine mani olan başlıca sebep sayılıyordu.” (Paşa, 2011:51). 110 Bu bir bakıma zorunlu olarak ilan edilmesi fikrinden hareketle toplumsal çözülmeyi önlemede bir araç olarak görülüyordu. Milletin katılımı yeterli olmadığı bir durumda, katılım yetersiz olursa, çözülme gerçekleşir, düşüncesi de yönetime hakim olan görüştü. Bu yeni ilan edilen anayasanın genel özü de Batı Avrupa’nın 19. yüzyılda geliştirdiği anayasacılık akımlarından farklıydı. Çünkü Avrupa’da olduğu gibi toplum bir kapitalist gelişmenin sonucunda ilerlememişti. Yeni Osmanlılar’ın Batı’lı anlamda ulusçu düşünceleri de yoktu. Bunun nedenini Osmanlı toplumsal ve ekonomik yapısının Batı’dan farklı özellikler arz etmesine bağlayabiliriz. Osmanlı Batı Avrupa’nın geçirdiği yapısal değişmeleri geçirmediği için, ilan edilen ya da kurulan anayasal sistem, daha önceki Batılılaşma, modernleşme dönemlerindeki ‘al monte et’ mantığına uygun gelişmiştir. (Kongar, 2000: 67). Kanun-u Esasi bu nitelikleriyle birlikte İslam’ı esaslara dayalı bir anayasal hareket olmanın yanında, kanun önünde eşitlik, basın ve eğitim öğretim serbestliği, vergilendirmenin kazanca göre olması gibi hususlar, kanun hükmünde yer alan önemli konulardır. Her ne kadar kanun yapma yetkisi meclise verilmiş olsa da, padişahın meclis üzerinde azımsanmayacak etkisi vardı. Bu padişahın üstünlüğüne karşı çıkan Mithat Paşa devleti tehdit eden niteliklere sahip hareketler gerekçesiyle II. Abdülhamit tarafından sürgün edilmişti.(Şen, 2008: 269-270). Bu aynı zamanda merkezi güçler ve merkezi eline geçirebilmek için verilen mücadelelerin göstergesiydi. Halen merkezi güçler kendi içinde bir mücadele içerisindedirler.14 Kasım 1878’de II. Abdülhamit’in Rusya ile başlayan savaşları bahane ederek meclisi kapatması da bu mücadelenin bir devamı olarak algılanmalıdır. Yeni Osmanlıların en önemli katkılarından birisinin de halk üzerinde halkın yönetime katılımını sağlayarak, toplumsal düzendeki parçalanmışlığı engellemek ve padişah halk eksenli bir yönetimle sorunları çözme düşüncesiyle giriştikleri yenilikti. Bu düşünceyle özellikle basın-yayın organlarını etkili kullanarak oluşturdukları kamuoyu benzeri yapılar ortaya çıkmıştır. Kurulmuş olan örgütler ve derneklerinde yardımı ile bu tür bir oluşum ilerde oluşacak sivil toplum benzeri yapılanmaların temelini oluşturacaktır. Bunun yanında Yıldırım’ın şu tespiti çok önemlidir. Siyasal yönetim alanında yapılan önemli inkılap sayılabilecek bir değişiklik olan Kanun-u Esasinin “Gerçek bir Anayasa’nın yapılması ile ancak şahsi bir hükümet yönetiminden kurtulabilecektir.”Ancak anayasa bir toplum sözleşmesi olacaksa 111 sözleşmenin taraflarından biri, yani “halk” anlamında da olsa “toplum henüz ortada yoktu”. I. Meşrutiyet yönetiminin ilan edilmesinde en büyük eksik yön buydu. (Yıldırım, Y. 2012: 221).Yeni Osmanlılar ve I. Meşrutiyet arasındaki sıkı ilişki bu şekilde tanımlanabilir. Ayrıca bu dönem de Fransız İhtilali sonrasında artan milliyetçilik fikirlerinin de etkisiyle oluşun ulus-devlet kurma düşünceleri, her toplumu etkilediği gibi Avrupa topraklarına en yakın ve çok uluslu bir imparatorluk olan Osmanlı’yı da yakından etkilemişti. Sırbistan, Romanya ve Bulgaristan Osmanlı’dan milliyetçilik akımlarının oluşturduğu etkisinin de tesiriyle ayrılmışlardı. Milliyetçiliğin bu şekilde ayrılıkçı bir hareket olarak ortaya çıkması bu dönemde hızlanmıştır. (Şen, 2008: 271). Osmanlı da var olan merkez-çevre kopukluğunda ve geriliminde dinsel ve kültürel etmenlerin yanında, çevresel bir hareket olarak başlayan ve zamanla merkeze oturan milliyetçilik söylemi de yavaş yavaş yerini almaya başlamıştır. I. Meşrutiyetin ilanıyla başlayan 1876’da kabul edilen meşruti yönetimin ömrü çok kısa olmuştur. Çünkü ne hükümdar, nede milletin inkılapçıları kendilerine verdikleri rolü oynamak istediler. II. Abdülhamit bu inkılâpçılarla mücadele etti. Bununla birlikte yukarda belirttiğimiz gibi, halka topluma dayanmayan anayasa, bu anlamda milletin ilgisizliği, bunu destekliyordu. Nihayetinde kanunlarla alınan tedbirler, terkipçilerin aleyhine döndü ve 1876 inkılapçılarının çoğu sürgünde hayatlarını kaybettiler. (Paşa, 2011: 52-53). Yinede Koçak’ında belirttiği gibi kısa süre içinde olsa ayakta kalabilen Meşruti Monarşi sistemini Osmanlı-Türk siyasetinde anayasal bir yönetim projesi, tahmin edilebileceğinden daha fazla etkiler ortaya çıkaracaktır. Bu meşruti monarşi etrafındaki ideolojik mitler, onun yaratıcılarından ve onların hayal ettiklerinden daha fazla yankı uyandıracaktır. Bu ortaya çıkan yankı Osmanlı- Türk toplumunda 1860’lı yıllardan başlayarak toplumsal mühendislik projesinin, anayasa temelli bir toplum yaratma düşüncesinin özündeki muhtevayı yitirmeden devamını sağlayacaktır. O günden itibaren anayasa hem vazgeçilmez, hem de devlet iktidarının yeniden tanımlanmasında elzem görülür. “Bu bir uzlaşma siyasal kültüründen ziyade, bir yaptırım siyasal kültürünü yansıtır. Anayasayı devlet yapar ve gerektiğinde de değiştirir. Eğer muhalefet yapmışsa da, amacı değişmez, önemli olan devletin kurtarılmasıdır. Yeni Osmanlılar ve I. Meşrutiyet, bu geleneğin kurucusu, başlatıcısı ve ilk uygulayıcıdır.” (Koçak, 2009: 112 82). Burada oluşan bu temel ilerleyen dönemde tüm siyasi hayatı bu yön de şekillendirecektir. 2.5. II. MEŞRUTİYET VE JÖN TÜRKLER II. Abdülhamit için meclisi kapatmasıyla birlikte 33 yıl sürecek bir yönetim süresi de başlamıştır. Bununla birlikte Yeni Osmanlı hareketinin devamı sayılabilecek ve padişahın bu yönetim anlayışına karşı anayasal rejimi savunan muhalefette kararlılığını devam ettirmekteydi. Yurt içinde “Ahrar-ı Osmaniye ” olarak anılan muhalefet hareketi, Yurt dışında “Jön Türkler ” olarak örgütlenmelerini sürdürmektedirler. Bu daha önce var olan ve sürgüne çoğunluğu gönderilmiş Yeni Osmanlı hareketinin, devamı niteliğinde yapılanmadır. İkinci Jön Türk hareketi olarak da bilinen bu hareket, Osmanlı devletinin son döneminde kurulmasına rağmen, etkileri uzun süre devam edecek olan siyasal muhalefet hareketi olarak şekillenmiştir. (Şen, 2008: 272) Bakıldığında siyasal anlamda Yeni Osmanlılar hareketi devamlılığını sağlamıştır. II. Abdülhamit Yeni Osmanlılar örgütünü sürgünlere yollayıp dağıtmasına rağmen, aslında tamamen yok etmiş sayılmazdı. Abdülhamit aydın sınıf olarak bilinen topluluğu yanına çekememişti. Bunun sıkıntılarını eğitim ve iletişim alanında yoğun bir şekilde yaşıyordu. özellikle de İstanbul’da Batı tarzında öğretim veren okullardaki öğretmenler tarafından, anayasal özgürlük, vatanseverlik ve meşruti yönetim şekli, genç kuşaklara öğretilebiliyordu. Özellikle bunların arasında, Mülkiye, Harbiye, Bahriye ve Tıbbıye-yi Askeriye gibi yüksek okullar bulunuyordu. Bu okulların öğretmenleri genelde Batı’da eğitim alan Genç Osmanlı taraftarları idi. Bu öğretmenler yeni nesil üzerinde Yeni Osmanlı düşüncelerinin eserlerini okutuyor, bu şekilde öğrencilere tesir ediyorlardı. Bu bir türlü engellenemiyordu. (Karakaş, 2007: 119). Bu açıdan bakıldığında II. Meşrutiyetin hazırlayıcısı olarak kadroların yetişmesinde bu yeni nesil etkili olacak ve Yeni Osmanlıların bir anlamda da Jön Türk hareketinin devamı niteliğinde olmasına katkı sağlayacaklardır. II. Abdülhamit padişahlığının ilk yıllarında ve devamında sıkı bir yönetim sergilediği için fazla bir örgütlü muhalefet gelişmedi. Fakat on yıl sonra ilk örgütlü muhalefet topluluğunun 1889’da, Mekteb-i Tıbbiye’de kurulmuş olduğunu görüyoruz. Bu tarihte dört öğrenci, amaçları anayasayı ve parlamentoyu geri 113 getirmek olan İtihad-ı Osmaniye Cemiyetini kurmuştu. (Zürcher, 2010: 136). Kısa sürede hücre kadrolanması şeklinde kurulan örgüt hızla büyüdü ve yaygınlaştı. İlk dönemlerde fazla tepki almazken, ilerleyen dönemde padişah aleyhinde onu devirmeye yönelik girişimlerden dolayı haklarından kovuşturma başlatıldı. Daha sonra Türkçülük akımının öncüleri sayılacak Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp’te bu soruşturma içerisinde sorgulandı. Bu baskıdan uzaklaşmak isteyen muhalif grubun önde gelenleri hem eğitim, hem de yeni bir örgütlenme ve muhalefeti oradan yürütmek için yurt dışına çıktılar. Genelde tercih edilen yer Paris’tir. (Karakaş, 2007: 120-121). Paris’e giden İstanbul düşünürleri burada risale ve dergilerde sultanı kıyasıya eleştiren, Osmanlı meşrutiyetçilerinden bir topluluk buldular. Bu topluluğun lideri Ahmed Rıza idi. 1895 İstanbul takipçileri de Avrupa’da örgütün liderliğini kabul etmeye razı olan Ahmed Rıza’nın etrafında toplandılar. Bir pozitivist olan Rıza örgütün ismini “Nizam ve Terakki Cemiyeti” şeklinde değiştirmeye çalıştı. İstanbul grubu bunu kabul etmeyince, cemiyetin adını İttihat ve Terakki Cemiyeti şeklinde kurarak, Yeni Osmanlıcılık fikri etrafında birleşip, isimlerini de Jön Türk olarak verdiler. (Zürcher, 2010: 136). Jön Türk hareketinin genç bir hareket tarzı olarak ortaya çıkması, oluşumunun heyecan yönünün artmasına sebep olmaktadır. Bu yön aynı zamanda fikir olarak da bazı noktalarda birbirlerinden ayrı düşmelerine sebep olmuştur. Örneğin Avrupa temsilcisi Ahmet Rıza fikir olarak inançlı bir pozitivist oluşu buna ilaveten dini reddedişi, çoğu Jön Türk hareketi taraftarlarıyla ayrışan yönünü oluşturuyordu. (Zürcher, 2010: 137). Özellikle 1900’lerin başında Paris’e gelen birçok isim bulunuyordu. Ve her geçen gün muhalif öğrencilerin katılımıyla örgüt büyüyordu. Ahmet Rıza’ya ilk muhalefet eden kişi Mizancı Murat Bey oldu. Fakat Murat Bey’in İstanbul’da padişahla görüşüp bazı ıslahatlar ve salıvermeler karşısında İstanbul’a dönmesi örgütsel yapıyı etkilemişti. Hareket bir taraftan da güç kazanmaya da devam ediyordu. Damat Mahmut ve Celalettin Bey padişahın yakınları olmalarına rağmen, iki oğluyla birlikte Paris’e kaçtı. Bu hareketin ivmesi hızlandırırken, aynı zamanda tekrar fikir ayrılıklarının ortaya çıkmasına neden oldu. Burada hareket içindeki temel farklılık siyasal anlamda var olan fikir ayrılığından kaynaklanıyordu. “Bu bağlamda Ahmet Rıza merkeziyetçi bir yapıyı kabul ederek, 114 Osmanlı devletine karşı her türlü dış müdahaleyi reddederken: Prens Sabahattin özel teşebbüs, Adem-i Merkeziyet ve sınırlı bir dış müdahaleyi savunuyordu.” (Karakaş, 2007: 122). Ahmet Rıza Fransız düşünürlerin ve sosyologların etkisinde pozitivist bir çevrede fikir hayatını olgunlaştırmışken, Sabahattin genelde İngiliz tipi Anglo Saksonlar’ın Le Play’cilerden özellikle Edmond Demolins’in etkisinde kalmıştır. Demolins’in Doğu Batı toplumlarına ilişkin modernlik açıklamalarını uyarlayarak Doğu’da aile, kabile, klan önemliyken, Batı toplumlarında kişi önemlidir. Düşüncesini Osmanlı’da uyarlamaya çalışmıştır. Ona göre reform hareketlerinin başarısızlığının nedeni, sürekli Doğu tarzı toplumsal yapı oluşturmak istenmesidir. Yapılacak şey Sebahattin’e göre yeni bir hükümet ve yeni bir eğitim kurmaktır. Öncelikle merkeziyetçi olmayan yani mahalli bölgelere kendini yönetme hakkı veren bir sistem kurmaktır. “Adem-i Merkeziyetçi bir sistem ve bu sistemde kendini yönetme yetkisi köylere kadar verilmeli. İkinci nokta ise Anglo Sakson tarzında bir eğitim kurarak kişilerin iş ve hayata kendi başlarına sürdürmelerini sağlamak olmalı.” (Berkes, 1978: 390-391). Buradaki merkeziyetçi bir yönelim çizen Ahmet Rıza anlayışı, gittikçe yaşanan olaylardan sonra milliyetçiliğe doğru kayma gösterince, fikir ayrılıkları derinleşmeye başladı. 1902 yılında Paris’te düzenlenen ilk Osmanlı Liberaller Kongresi’nde açığa çıkan bölünme yaşandı. Bu kongreye imparatorluğun her gurubundan insanlar katılarak, görüşleriyle temsil edildiler. Burada Sabahattin’in gurubu şiddeti ve imparatorluğa yabancı müdahalesini Abdülhamit’i ortadan kaldırma yolunda tercih ediyordu. Ahmet Rıza ve çevresindekiler ise İmparatorluğun bağımsızlığı için her iki yolunda kabul edilmeyeceğini bildirdi. Bu kongre sonrasında Prens Sabahattin “Osmanlı Hürriyet Perveran Cemiyetini” ve sonra 1906’da Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyetini kurunca bölünme resmiyet kazandı. (Zürcher, 2010: 139). Bu ayrışma sonrasında liberal söylemli Prens Sabahattin kanadı ile merkezi temsil eden yapıya dönüşecek olan Ahmet Rıza kanadı, sürekli olarak gerilim yaşayacaktır. Bu arada Osmanlı devleti içinde Selanik ve Makedonya gibi bölgelerde iyice örgütlenen İttihat ve Terakki Cemiyeti Dr. Nazım gibi iyi örgütçülerin desteğiyle giderek genişliyordu. Örgüte destek iyice artmış ve ordu içinde bile yapılanmışlardı. 1907’de Paris’te yapılan bütün muhalefetin katıldığı kongrede İttihat ve Terakki’de şiddet yönteminin kullanılmasını kabul etmişti. Özellikle Selanik yapılanmasında yer 115 alan Mehmet Talat’ında katkılarıyla büyüyen Osmanlı Hürriyet Cemiyeti 1907’de bu cemiyetle birleşince, uygun ortamı bulup Anayasa’yı tekrar yürürlüğe koyduracaklardır. Haziran 1908 yılında dış konjonktüründe getirdiklerinden yararlanarak 2 ve 3. Ordu da isyan çıkararak, kanun-u esasın kabulünü istediler. Her ne kadar bu olay bastırılmaya çalışılsa da sonuç alamayan II. Abdülhamit 23 Temmuz 1908’de Anayasayı tekrar kabul etti. (Zürcher, 2010: 140-142). II. Abdülhamit tahttan indirilememişti. Meşruti yönetime geçişi kendi isteğiyle yapmış izlenimi ile bir anda halkında desteğini almıştı. Bu durumda tam istedikleri tarzda hareket edemeyen İttihat ve Terakki yönetimi, ordu içinde de meşrutiyet karşıtı subayların uzaklaştırılması gibi faaliyetleri de yürütürken sürekli bir merkezi ele geçirme mücadelesi devam etmekteydi. II. Meşrutiyetin ilanından sonra hızla artan ve Osmanlı2nın çok uluslu yapısı gereği çoğalan guruplaşma ve cemiyetleşmeler ittihatçılara karşı tepkileri de doğuruyordu. Yurdun her tarafından gelen tepkilere Kamil Paşa kabinesinin görevi bırakmasından iki ay sonra 31 mart olayı cereyan etti. Ordudan atılan alaylılar ve medrese talebelerinin içinde yer aldığı karşı devrim olarak ta nitelenen olay yaşandı. Hükümet istifa etmek zorunda kaldı ve ittihatçılar görevlerinden uzaklaştılar. Selanik’te yankı bulan bu olay sonrasında, Mahmut Şevket Paşa komutasında Harekat Ordusu oluşturup, bu olayı bastırmak amacıyla İstanbul’a yüründü. Bu sırada ordu Yeşilköy’deyken Mahmut Şevket Paşa mebusları buraya davet eder ve buna uyan mebuslar meclis toplantısını burada yaparlar. “Bu olay Türk siyasal Tarihinde askerin, meclise-komuta etmesinin ilk örneğidir. Diğer bir ifadeyle askeri sivil yönetim üzerinde vesayet etmesinin başlangıcıdır. Türk siyasal yaşamındaki bir başlangıç bu günde henüz bitmiş değildir.”(Karakaş, 2007: 126-127). Abdülhamit’in tahttan uzaklaşmasıyla sonuçlanan bu hareketle, artık Jön Türkler çevreden merkeze yerleşirler. Uzun yıllar devam edecek merkezi bürokratik bir modernleşme çizgisi başlar. Bu hareket devamında yönetimsel anlamda Türk siyasalına iz bırakacaktır. Jön Türkler Batılı toplum düşünürlerinden büyük ölçüde etkilenmişlerdi. İdeolojilerinin temelini, Comtçu pozitivizm ve Durkheimcı bir dayanışmacılık oluşturuyordu. “Tam da bir modernist bürokratlar kadrosu yetiştirmek amacıyla kurulmuş devlet okullarında yetişen ve devlete hizmet etiğiyle sosyalleşen bu genç erkekler, Cumhuriyet Türkiye’sinin sosyal mühendisleri oldular ve taleplerini ulus- 116 toplum için yaratılmış bir sosyal bilime dayanan bir meşruiyet çerçevesi içinde oluşturdular.” (Yıldırım, Y. 2012: 225-226). Şerif Mardin’de Jön Türk hareketiyle başlayan İttihat ve Terakkiyle devam eden süreçte bu hareketi “Fikirlerini gören kitleleri mobilize etme zaruretini ileri süren fikirlerin yankılarını görmek gerekir. Cumhuriyet dönemindeki bu fikirler bu vurguyu devam ettirmiştir.” (Mardin, 2009e: 100). Şeklinde ifadelendirerek Cumhuriyet dönemindeki devamlılığa da vurgu yapar. II. Meşrutiyet dönemi bir öncekinin devamlılığını sağlamakla birlikte, öngördüğü siyasal modernleşme ile de bir anlamda cemaatsel yapılanmadan topluma doğru geçişi, mekanik dayanışmadan organik dayanışmaya geçişle tarifini bulan yeni bir siyasal kamusal alan anlayışını ortaya çıkarmıştır. Ve bunun aktörü olarak “vatandaş” kavramı oluşmak durumundadır. II. Meşrutiyeti izleyen dönemde yapılan bir dizi düzenlemeyle yapılmak istenen yeni siyasal özne olan “vatandaş” ile devlet arasındaki hukuksal – siyasal ilişkilerin kuralları da belirlenir. Bu yeni kurallarla artık her vatandaşın söyleyecek sözü ve gösterecek yolu olabilirdi. Siyaset yapmakla iktidara iştirak etme yolu da açılıyordu. (Üstel, 2009: 167). Bununla toplumsal uzlaşı sağlanabilir ve Batı tarzı modernleşme yolu birey merkezli vatandaş anlayışıyla ortaya çıkabilirdi. II. Meşrutiyetin genel izlenimi bu yönde beklentilerle hareket ediyordu. Bu arada yeni oluşturulacak vatandaş profilini şekillendirmede yegâne aracılar okul ve askeri kurum olarak ordu görünmektedir. Üstel’inde belirttiği bu uygulamalar zamanla sıkı bir yönetim uygulamasına dönüşmüştür. II. Meşrutiyet ilanı sonrasında parlamentonun açılışıyla birlikte üyeler arasında da düşünce farklılıkları belirmeye başlamıştı. Bunlara ilaveten sorunların çözülmez bir hal alışı İhtilat ve Terakkiye duyulan güveni sorgulanır hale gelmesine sebep olmuştur. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin toplumsal alanda herhangi bir sınıfa dayanmaması, yürütülen politikalarda devamlılığın oluşmamasına sebep olmuştur.1908 lerde Osmanlıcılık fikri ve liberal politikalar benimsenirken 1911’li yıllarda başlayarak Türkçü–Milliyetçi bir siyaset izlenerek, belli alanlarda liberal politikalar uygulanmıştır. Aynı zamanla yönetsel alanda sıkı merkeziyetçi bir tavır takındığı sırada, ekonomide ise devletçi yön ağır basmaktadır. 1911’den itibaren mutlakıyetçi, devletçi ve milliyetçi ilkelere bağlı politika uygulamaya başlanılmıştır. Türkçülük akımının etkisindeki milliyetçilik ise aynı zamanda, Batılılaşma ve laiklik anlamında kullanılmaktaydı. (Şen, 2008: 278). 117 II. Meşrutiyetin bir açıdan bu Türkçülük ve milliyetçilik etkisine yönelmesi, yapılacak olan her türlü düzenlemenin de bu eksene göre hazırlanışını zorunlu kılıyordu. Özellikle her ne kadar sivil halk kanadından oluşmuş bir devrim olarak görülse de, halkın tamamında bu yönelim yoktu. Balkanlar’da yaşanan ayrılıkçı milliyetçi hareketlere tepkisel olarak ortaya çıkan bir milliyetçi ideoloji, halk kitlesine benimsetilmeliydi. Bu benimsetmede “vatandaş” oluşturmada da aracı kurumlar olan daha önce de belirttiğimiz gibi eğitim alanındaki reformlarla sağlanabilir. Üstel’in “Makbul Vatandaş” olarak tanımladığı hem ahlaki, hem vatan sevgisi, hem bir fert olarak medeniliğiyle tüm erdemleri taşıyan, Meşrutiyet’in makbul bireyleri oluşacaktı. Vatanseverlik bu vatandaşın en önemli özelliği olup bu da romantik milliyetçilikle sağlanabilecekti. II. Meşrutiyet’le başlayan bu “Makbul Vatandaş” oluşturma fikri “Cumhuriyet vatandaşlığının iki damarını yaratır. Fransızvari siyasal ulus ve vatandaşlık anlayışıyla Almanvari organik ulus yaklaşımına eş zamanlı birlikteliği, II. Meşrutiyet okullarında eğitim görmüş, Cumhuriyet eğitimcilerinin ilerleyen yıllardaki belli başlı açmazını oluşturacaktır ” (Üstel, 2009: 177-178). Bu proje ileride uygulanacak Cumhuriyet modernleşmesinde bir devamlılığı olarak karşımıza çıkar. Ayrıca var olan savaş koşullarının etkisi ve bu dönemde ne kadar uzak durulmaya da çalışılsa iyice kendini hissettiren milliyetçilik fikri belirginleşiyordu. Ayrıca bu dönemin alelacele ortaya çıkarmak zorunda olduğu “vatan” anlayışı, vatanseverliğin tanımını da Cumhuriyet Dönemini ve oradan da günümüze gelen bir “olağanüstü hal vatanseverliği” boyutunda belirginleşecekti. Vatanseverliğin en yüce dışı vurumu olarak kabul edilen, “Hakk-ı hayatını vatan uğrunda feda etme” nekrofil bir dayanışma duygusuna zemin hazırlayacaktır. Böylece II. Meşrutiyetten günümüze gelen süreçte bürokratik milliyetçiliğin baş söylemi olan “Vatan tehlikede” motifi vatanseverliğin öncelikle kan bedeli temelinde tanımlanmasına yol açar. Vatandaşlık görevlerinin ilk hanesine askerlik hizmeti yazılır. Öte yandan “vatan tehlikede” söylemi Meşrutiyetten günümüze gerçek ya da kurgusal iç ve dış düşmanların icadında önemli bir işlev yüklenir. (Üstel, 2009; 178-179). Bu milliyetçilik anlayışı her ne kadar merkeze oturmuşsa da bürokratik seçkinlerin bu uluslaştırma projesine çevresel tepkisel milliyetçilikler ortaya çıkmıştır. Kültür ve 118 din alanındaki kopukluklara ilaveten milliyetçilik ideolojisindeki farklılıklar da ortaya bu dönemde çıkmıştır. II. Meşrutiyet esas anlamıyla da Türk liberal ve reformist aydınların ağırlıklı yer aldığı bir hareketti. Bu anlamda yukarıda belirttiği gibi Türk milliyetçiliğinin izlerini taşıması normaldi. (Şen, 2008: 281). Bu dönemde Balkan Savaşları’nın da etkisiyle güç kazanan bu Türkçü milliyetçi ideoloji ve onun ulus tasavvuru organiketnik boyutunu, bürokratik milliyetçilik harmanlayacaktır. (Üstel, 2009: 179). Milliyetçiliğin, düşünceden aksiyona dönüştüğü bu dönem, tarihsel açıdan büyük önem arz etmektedir. Meşrutiyetin ilanı ve önceki süreci de içine alan bu dönem, hem o zamanın, hem de şimdiki dönemin ortaya çıkardığı sonuçlarla izlerini hala sürdürmektedir. Bu dönemde Osmanlı Devleti’nin yıkılmasını önlemek maksadıyla oluşan farklı düşünsel akımların izleri de burada bulanabilir. Problem alanın içinde yer alan siyasal düşünce sistemlerini, ayrı başlıklar halinde Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük şeklinde ayrıca ele alınacaktır. 3. OSMANLI MODERNLEŞMESİNDE SİYASAL DÜŞÜNCELER Osmanlı devletinde başlayan modernleşme hareketlerinin ilk dönemi, askeri alanda Batı karşısında geri kalmışlığa çare bulmak amacıyla paşalar hareketi olarak başlamıştı. İlerleyen dönemde toplumsal uzlaşı sağlanamadıkça arada var olan kopukluk giderilmedikçe, Batı karşısında geri kalmışlığın giderilemeyeceği fikri iyiden iyiye hissedilmeye başlandı. Bu fark edişle birlikte ekonomik, siyasal ve yönetsel alanda reform hareketleri, yine bürokratik çevrede merkezi hareket olarak yoğunlaştı. Fakat zamanla Batı’yı yakalama fikri, Batı’daki kurumların görünümsel yönlerini almakla sağlanacak gibi, kendi köklerini ve değerlerini dışlayan, yapıya dönüştü. Batılılaşmacı fikre sahip aydınlar hareketi bu yönelim çerçevesinde oluşmaya başladı. Said Halim Paşa bu durumu, milletçe yükselmenin yolu olarak, Batı medeniyetinden istifade etme ihtiyacını duyduk. Bu düşünce ortaya şöyle bir fikri düşünce çıkardı. “Bunun için mutlaka Batılılaşmamız gerekir.” Gibi yanlış bir kanaat doğurdu. Bütün çabalara rağmen uğraşmalarımızın sonuçsuz, faydasız kalmasının nedeni bu tutumdur. “Kurtulmak için, her bakımdan Batı milletlerini taklide mahkûmuz.” Fikri bu yanlışı körüklemiştir. Ortaya çıkan bu durum “Artık dışı parlak, ama aslında ölüm getiren, arzu ve hayaller içinde mest-ü müstağrak yaşayıp durmaktayız.” (Paşa, 2011: 101). İlk Batılılaşma ya da modernleşme 119 hareketinin başlamasından, 19. yüzyılın sonuna yaklaşıldığında gelinen nokta buydu. Bir anlamda körü körüne iyisiyle kötüsüyle Batılılaşma, bir anlamda Batı değerlerini ve kurumlarını olduğu gibi her alanda taşıma fikri benimsenmiştir. Bu Batıcılık fikrinin yaygınlaşmasının yanında Batı’da eğitim alan ya da Osmanlının son dönemlerinde yaşanan bu çarpıklığı fark eden sivil, aydın kesimde bulunuyordu. Devletin içinde bulunduğu bu duruma bir son vererek, çöküşüne engel olmak ve onun layık olduğu bir konuma ulaşmasını sağlamak maksadıyla, çöküşünün nedeni ve çaresi üzerinde duran ve kendi çözüm önerilerini her alanda uygulamak isteyen düşünce akımları oluşmaya başlamıştı. (Şen, 2008: 281) Bu siyasal düşünceler bir bakıma daha öncesinde var olan, sürdürülen modernleşme fikrine karşı bir tutum içinde değillerdi. Hepsinin ortak yönünü Batılılaşma karşıtlığı oluşturmuyordu. (Karakaş, 2007: 132). Bilhassa ortak yönleri Batı’nın ulaştığı medeniyeti yakalama düşüncesi olarak belirlenebilir. II. Meşrutiyetin ilanından sonra yürütülecek siyasete ilişkin, siyasal ve toplumsal tartışmalar, genelde birbiriyle rekabet eden, ideolojiler arasında süren, tartışmalar olarak tanımlanabilir. “Yeni Osmanlıların, farklı cemaatleri Osmanlı tahtı etrafında birleştirme yönündeki eski ülküsü Osmanlıcılık, İslami uygulamaları ve İslam ümmeti içerisindeki dayanışmayı esas alarak imparatorluğa hayat vermeye çalışan Pan-İslamcılık ve Türki halkları Osmanlı bayrağı altında birleştirmeye çalışan Pan-Türkçülük” (Zürcher, 2010: 193-194). Bu akımlar birbirleriyle de ilintili olarak ortaya çıkmışlardır. Birbirlerinden derin çizgilerle ayrılmadıkları gibi örneğin; Osmanlıcılık bir anlamda Türkçülüğe doğru da zamanla çevrilmiştir. 3.1.OSMANLICILIK FİKRİ Osmanlı devletinin dağılmaya yaklaştığı dönemde, devlet içinde ve devletin çevresinde toparlanmış aydınlar tarafından oluşturulan, üç ideolojik sıralamadan ilki Osmanlıcılıktır. Murat Belge’nin Pan-Ottomanizm şeklinde ifadelendirdiği bu yaklaşım, Tanzimat’ın ilanı ile doğrudan doğruya devletin sahiplendiği bir ideoloji olarak ortaya çıkar. II.Mahmut’la kesin bir karar olarak alınan, Batılılaşmayı gerçekleştirme düşüncesine ulaşmada atılacak adımlar belirlenmişti. Öncelikle atılması gereken adım ve yapılan reformları engelleyici faktör olma özelliğini koruyan Yeniçeri Ocağını kaldırmaktı. İlk olarak bu adımı attı. Gülhane fermanı 120 olarak da bilinen Tanzimat Fermanı’nın en önemli hazırlayıcılarından biri olarak da II. Mahmut gösterilebilir. Bu fermanla Osmanlı devlet yapısında geleneksel yönetim anlayışının, toplumsal alandaki bir yansıması olarak da kabul edilen “Millet Sistemini” kaldırılıp, yerine “Eşit yurttaşlar” anlayışını sağlayan hukuksal sistemi yerleştirmişti. Bu geçişle birlikte Osmanlı devleti içerisinde var olan bütün gayrimüslim unsurların ve farklı etnik yapıdaki unsurların, toplumsal uzlaşıyı sağlamada karşılaştıkları engel ortadan kaldırilarak, devlete bağlılığın sağlanacağına inanılıyordu. “Pan Ottomanizm” Belge’ye göre bu umutla ortaya çıkarılmış bir ideolojidir. (Belge, 2009: 40) Bu tespite bakarsak, Osmanlıcılık fikrinin kökenlerini Batılılaşma hareketlerinin sivil bürokratik ayağını oluşturan, uygulamaların başladığı döneme götürebiliriz. Bu hareketin farklı uyrukları Osmanlı devlet yapısında birleştirme fikri, Batı Avrupa merkezli ortaya çıkan milliyetçilik ve sonrası ayrılıkçı yönelimleri önlemek maksadıyla da alınmıştır. Osmanlıcılık; farlı din, köken ve dile sahip unsurları yeni bir Osmanlı milleti etrafında birleştirilmek istemiştir. (Karakaş, 2007: 133). Bu yaklaşım bir bakıma aynı tanımlamanın gerekçelerinden ziyade, ortaya çıkan görünümünü de açığa çıkarmaktadır. Osmanlıcılık fikrinin genel merkezinde, öncelikle çok etnik yapılı ve çok dinli bir devlet yapısının, yeni değerlerin benimsenmeye başlandığı dünyada devlet içinden ve dış unsurlardan gelen baskıları azaltarak, devletin parçalanışını önleme ihtiyacına cevap verme amacıyla oluşturulmuştur. Bu düşünce etrafında, Osmanlı milleti oluşturma fikriyle hareket edilmiştir. Bu yöntemde slogan olarak, imparatorluk içindeki milletlerin birliğini sağlamak seçilmiştir. Osmanlıcılık fikri Yeni Osmanlı hareketiyle, Jön Türk hareketiyle yeni bir alana yöneldi. Yeni ideolojide yer alan inanç ve dil farkı gözetmeksizin bütün tebaanın yeni bir anayasal, yani meşruti devlette eşit haklara sahip, sadık yurttaşlar haline geleceği düşüncesi belirginleşmekteydi. (Zürcher, 2010: 195). Jön Türk hareketinin etkisiyle ilan edilen I. Meşrutiyet yönetiminde Osmanlıcılık fikri birleştirici niteliğe sahip siyasal kavram olarak ümit bağlanılarak, yüceltilen bir yönü temsil ediyordu. Osmanlıcılık fikri çerçevesinde toplumsal alanda bir bütünleşmeyi hedefleyen bu akım, II. Meşrutiyet döneminde muğlâk bir hal almaya başladı. (Şen, 2008: 288) Burada fikir hayatında tek bir akımın kendi başına başat unsur olmamasının da nedenini olarak görülebilir. Çünkü Osmanlıcılık fikrinin etkili 121 olduğu bu dönemde bile, karşı ve kendi içinde bile farklı görüşler bu hareketin önemini yitirmesini sağladı. Ayrıca II. Meşrutiyet yönetimine gelinceye kadar yaşanan Osmanlı devlet yapısındaki ayrılıkçı hareketleri, gayrimüslim ve ayrı ulus düşüncesine sahip toplulukların, ayrı devlet olma talepleri, bu fikrin uygulanırlılığını imkânsızlaştırmış ve fikirden uzaklaşmalara sebep olmuştur. Osmanlıcılık fikri 1908 devriminden,1913 yılında tümden yıkılmasına kadar, resmi ideoloji olarak varlığını korudu. Devrimin gelişmesinden sonra ilerleyen dönemde, Osmanlı Devleti içerisindeki bütün büyük cemaatler çoktan milliyetçilik etkisi altına girerek hareket etmişlerdi. Ayrıca İttihad ve Terakki Cemiyeti kendi içinde de her ne kadar resmiyette Osmanlıcılık fikrini savunsa da, Türk milliyetçiliğinin içine girmiş bulunuyordu. İlerleyen dönemde cemiyetin Osmanlıcılık yorumu neredeyse, Türk olmayan unsurların Türkleştirilmesi fikrine yaklaşmıştı. Bu durum Osmanlıcılık fikrinin inandırıcılığını iyiden iyiye azalttı. (Zürcher, 2010: 195) Osmanlı devlet yapısında, farklı milletler 600 yıldır kimse kimsenin dinine, diline ve cinsine karışmadan beraber yaşamıştır. Osmanlıcılık;bir topluluk olarak Osmanlıyız fikrini, vatan idealinde toplama ülküsü, bir taraftan da padişaha bağlılıkla temellendirmeye çalışma düşüncesidir. (Türköne, 2012b: 220). Osmanlıcılık zamanla yerini kaybetmeye ve Turancılık fikrine, bir anlamda da Türkçülük hareketine doğru dönüşmeye başlamıştır. Balkan Savaşları bu fikrin uygulanırlılığının zayıflamasında en önemli etkiye sahiptir. Osmanlıcılık fikri özellikle bir üst kimlik oluşturma hareketi olarak anlaşılmıştır. Çünkü Batı Avrupa merkezli ulus- milliyetçilik akımlarını imparatorluk üzerindeki olumsuz etkisini bertaraf etme ve farklı kanallarda etkisini azaltma fikri güden hareketti. Osmanlı Devleti yıkıldıktan sonra bu fikrin bir üst kimlik oluşturma hareketi olacağı daha da kabul görmüştür. Türkiye’de uygulanan ve toplumsal uzlaşı sağlamada tartışılan Türklük üst kimliği tartışmalarını bu zaviyeden ele almak gerekir. Türkiye’de uygulanan ulusçuluk ya da milliyetçilik anlayışı, özellikle merkezi devlet yapısındaki anlayış, bu anlamda Osmanlıcılık fikrinin izlerini taşımaktadır. Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağıyla bağlı olan ve kendini Türk sayan herkesi Türk olarak kabul eden anlayış, vatan temelli bir milliyetçilik güderek, Anadolu uygarlıklarının mirasçısı olarak kendini gören anlayış, Osmanlıcılık fikrinin devamı niteliğinde bir anlayış da sayılabilir. (Şen, 2008: 288). Bu anlayış 122 Osmanlıcılık fikri, dönemin İslamcılık fikriyle de bir eş zamanlılık içerisinde hareket edip, rekabet ettiği dönemlerde olmuştur. Bu milliyetçilik akımının temellerini bulup merkeze yerleştirmesini sağlayan anlayışı vurgulamada, önem arz eden fikir dünyasının diğer akımı İslamcılığa da kısaca değinmek yararlı olacaktır. 3.2. İSLAMCILIK FİKRİ Osmanlı fikir yaşamında bu fikri anlayışların tamamen birbirinden kopuk ve ayrı söylemsel kanallarda bir yol çizdiklerini söylemek zordur. İslamcılık fikrinin ana ekseni II.Abdülhamit’in ihtihad-ı İslam ya da Pan İslamizm adıyla da bilinen bir hareket olarak Cemaleddin Afgani’den etkilenmesi ile başlamıştır. Bu fikri düşünce, muhalif düşüncenin ürünü olarak, temellerini Islahat Fermanı’ndan alır. Tanzimat’la başlayan ve Islahat Fermanı’yla devam eden süreçte, geleneksel toplum düzeninin ve dengelerin, birden değiştiği fark ediliyordu. O güne kadar hiyerarşik bir biçimde devlet tarafından bölüştürülen siyasal statülerin ani bir değişime uğradığı görülüyordu. Bu durumun Müslüman halk aleyhine olduğu anlaşılmıştı. Burada oluşan kaygı ve ilk tepkiler, ilk nesil İslamcılar olarak bilinen düşünürlerin düşünce hayatını şekillendirmiştir. İslamcılar ortak anlayışını, Batılılaşma yanlısı, Batılı devlet formlarının uygulayıcısı, karar vericisi, merkezi devlet yapısının, saray merkezli modernleşme projesine karşı çıkmaktaydı. İslamcılar, reformların ve toplumsal alanın yeniden tasarımcısı olan devlet yapılarının ele alınması gerekir fikri temelinde birleşiyordu. (Bulaç, 2004: 53). Merkez-çevre ilişkisi ekseninde düşünüldüğünde merkezi ele alabilme hareketi olarak da bir görünüm sergilemiştir. İslamcı ideolojinin ortaya çıkardığı fikri ideolojiyi anlamada şu şekilde bir tanımlama yapılabilir. Bilindiği gibi iyiden iyiye, kendi varoluş mücadelesi ve iç karışıklıklarla boğuşan bir Osmanlı devletinin, İslam dünyasını temsilen ortaya düştüğü durum var. İslam dünyası kendine uygun bir çıkış yolu bulup içinde bulunduğu bu zor durumdan kurtulmak zorundadır. Bunun içinde; “İslami çerçevede ümmetin yepyeni bir ruh ve anlayışla yeniden toparlanabileceğini, İslam birliği (ittihad-ı İslam) fikrinin kurtarıcı olacağını düşünen, bu yönde sömürgeciliğe karşı yeni bir cihad ruhunu ateşleyen, geleneksel kurum, düşünceye alışkanlıkların İslam’ın ilk kaynaklarına dönülerek, tashih edilmesi fikrini savunur. İslamcılar, başta Namık Kemal, Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh olmak üzere…” (Bulaç, 2004: 55). 123 Bu fikir etrafında birleşiyorlardı. Bu fikrin ilerleyen dönemde daha da şekillendiğini ve siyasal anlamda uygulanan bir siyaset haline geldiği de söylenebilir. İslamcı hareket Bulaç’ın da belirttiği gibi, Batı karşıtı bir tavırla ortaya çıkmıştır. Bunun yanında Batı etkisiyle farkına varılan şura, istişare, hürriyet ve eşitlik gibi kavramların, İslamileştirilerek hayata geçirilmesi için mücadelede edilmiştir. Bununla birlikte Batı’lı düşünürler tarafından İslam’a karşı yöneltilen eleştiri ve saldırılara karşı, savunmacı bir tutum ortaya koymaktadırlar. Fransız düşünür Renan’ın İslam dünyası eleştirisine, Afgani ve N. Kemal tarafından yapılan savunmalar örnek gösterilebilir. Bu tutumlara ilaveten İslami yenileşme fikrini de savunurlar. “Siyasal anlamda otokrasinin, ahlaki alanda kaderciliğin, kültürel alanda ise tasavvufun, İslam’ın temellerinden ve özgünlüğünden sapma ve uzaklaşmanın, dolayısıyla da gerilemenin etkenleri olduğunu ileri sürmekteydiler.” (Aktaş, 2009: 727). Batı karşıtı olarak İslam’ın temelde yeniden ele alınması ile ortaya çıkacak bir modernlik hareketi İslamcılık fikrinin özü olarak kabul edilir. II.Abdülhamit’in tahta çıkmasıyla birlikte Pan-İslamizm politikası izlendiği bilinmektedir. Bu sadece tek başına uygulanmış bir politika değildi. Milliyetçilikle birlikte yürütülmüş, milliyetçilikten önce şekillenmeye başlanmış olan “İslamcılık” hareketi, devletin hem iç hem de dış politikasında kullanılmıştır. Ayrıca II.Abdülhamit’in Pan İslamizm’ini daha önce Avrupa’da beliren pan ideolojilerine karşı, bir tepki olarak kabul edilebilir. Padişah ülke genelinde İslamiyet’in düşünce olarak tekrar rağbet kazandığının farkındaydı. “Abdülhamit devri Panislamizm’inin iki ekseni vardır. Bunlardan biri, Osmanlı Müslüman tebaasını “İslam” bayrağı altında toplama çabasıdır. Bir diğer eksen, dış ülke Müslümanlarının Halifelik makamı etrafında toplanmasıydı.” (Mardin, 2009f: 92-93). Berkes, Mardin’in belirttiği bu iki eksenli yaklaşımların ve II. Abdülhamit’in Pan-İslamist hareketinin yanlış anlaşıldığını belirtir. Berkes, Panislamizm’in ana fikirlerini, hilafeti sadece ruhani bir egemenlik anlayışına görmek yerine, birde siyasal bir egemenlik biçimi olarak İslam’a özgü bir devlet biçimi olarak görülmelidir der. Bütün Müslümanlar ülke, dil, renk farklılıklarının üstünde, yalnız inanç kardeşliği değil, aynı zamanda bir “Millet”dir ler. Bu anlamda bir İslam uygarlığından bahsedebiliriz. Avrupa uygarlığı karşısında geri kalmışlığın nedeni, siyasal güç olmaktan yoksunlaşan Müslümanların parçalanmışlık durumudur. Siyasal anlamda Müslümanların çağdaş bir varlık haline 124 gelebilmeleri, dine bağlı kuracakları birlikteliğe bağlıdır. Ve eski uygarlıklarını diriltilmelerine bağlıdır. Bu birliğin adı hilafettir. (Berkes, 1978: 353). İslamcılık hareketinin bu şekilde Batı karşısında ve son olaylar karşısında, siyasal tepki olarak ortaya çıkıp geliştiği söylenebilir. Abdülhamit döneminde ve sonrasında İhtihad ve Terakki Cemiyeti içindeki İslamcılık taraftarlarının da etkisi ile İslamcılık, Türkçülükle beraber uygulanmış bir siyasal akım olarak görülür. Enver Paşa’nın Orta Asya üzerindeki fikirleri sadece Pan-Türkist olmakla tanımlanamaz. Aynı zamanda da Pan-İslamist bir karaktere sahipti. (Karakaş, 2007:134). Osmanlı devletinin bu gerileme ve dağılma sürecine engel teşkil edecek akım olarak başvurulan Osmanlıcılık fikri, Balkan Savaşları’yla olumsuz yönde etkilenmiştir. Balkanlar’da Osmanlı toprağı üzerinde yaşayan Müslüman unsurlarında yavaş yavaş kopma girişimleri, siyasal alanda yükselen milliyetçi Türkçülük akımının merkeze yerleşmesi, İslamcılık fikrinin öneminin azalmasına neden olmuştur. Şunu söyleyebiliriz, II. Meşrutiyet sonrasında siyasal anlamda merkez-çevre arasındaki kopukluk, İslamcılık fikriyle giderilemeye çalışılsa da, milliyetçilik ideolojisi ve anlayışı bu çatışmayı devam ettirici bir rol üstlenmiştir. 3.3.TÜRKÇÜLÜK FİKRİ Türkçülük fikri düşüncesinde Osmanlıcılık ve İslamcılık siyasal fikir akımlarında olduğu gibi, modernleşme siyasetinin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Türkçülük hareketinin ortaya çıkmasında, Balkanlar’da gelişen Osmanlı devletinden ayrılma taraftarlarının bağımsızlık hareketleri, Arap dünyasında yayılan bağımsızlık hareketleri etkili olmuştur. Bunlara ilaveten Avrupa’da yapılan Türkoloji çalışmaları belirleyici etken olmuştur. Türkçülük siyaseti yeryüzüne yayılmış olan Türk halklarıyla olan yakın bağları değerlendirmek üzere oluşturulan fikir akımıdır. Özellikle 20. yüzyılda Rusların Orta Asya’yı ele geçirmek için bu bölgede baskıyı arttırması başlıca etkenlerdendir. Zamanla bölge halkı üzerinde baskının artması, burada yaşayan Türk topluluklarının kimliklerini koruma eğilimine girmesini sağlıyordu. Bu amaçla bu bölgede yaşayan Türkler arasında Türkçülük, her fırsatta dillendirilmiştir. Bu baskıya dur demenin yolu, birlik olmaktan geçtiği bilinci, Türk toplulukları arasında yaygınlaşmıştır. (Karakaş, 2007: 134). Türkçülük akımının, özellikle Osmanlıcılık ve İslamcılık akımlarından sonra olgunlaşması, genelde tercih edilmede yaşanacak sıkıntıların belli olmasından kaynaklanmaktadır. Bir taraftan 125 ulusların kendi kaderini tayin etme fikri, milliyetçilikle yayılıp, tüm çok uluslu devletleri tesiri altına almaktaydı. Osmanlı devleti gibi çok uluslu devlet yapıları, böyle milliyetçi yönelime sahip düşünceden olumsuz yönde etkilenirdi. Osmanlı devleti içinde var olan dağılma hızlanırdı. Bu korku ve endişe fikir olarak Türkçüğün sürekli ötelenmesine neden olmuştur. Türkçülük akımı bu geç oluşuma rağmen, Cumhuriyet Türkiye’si ve devamında oluşturulmaya çalışılan ulus – devlet inşa sürecinde büyük etkiye sahip olmuştur. Bu hareket II. Meşrutiyet döneminin düşünce hareketi olarak Balkan ve Trablusgarp Savaşları sonrasında toplumsal alanda hissedilmeye başlamıştır. Savaşlardaki başarısızlıklar sonrasında, Osmanlıcılık fikrinin önemini yitirmesi, bazı Osmanlı devlet adamı ve aydınlarında devletin geriye kalan kısmını bir arada tutacak unsurun, bir millet bilinci oluşturmakla sağlanabileceği fikrine itmiştir. Bu da ancak Türkleşmekle mümkündür. Burada amaç öncelikle Osmanlı devletinde şuursuzca hareket eden ve hayatını bu şekilde devam ettiren Türkleri millet şekline getirmektir. (Şen, 2008: 293). Burada milliyetçi yaklaşımların toplumsal alanda yansımaları görülmeye başlamıştır. Türk milliyetçiliği ya da Türkçülük hareketi II. Abdülhamit yönetiminin son yirmi yılında kültürel bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkışında merkezi yapıdan ziyade, çevrenin etkisi vardır. Çevreden merkeze yerleşen bir hareket niteliğindedir. Çünkü 19. yüzyılda Fransız Guignes Orta Asya Türklerini incelemeye başlamış. Bunların yanında bazı Doğu bilimcilerinin çalışmalarına, Rus imparatorluğu menşeli Türklerin, bilhassa Tatar ve Azerilerin etkileri gözlenmekteydi. Rus okullarında Rus ve Panslav hareketini yoğun şekilde yaşayan genç kuşaklar; daha sonrasında Osmanlı devletinde Rus çıkışlı Türkçülük hareketinin öncüleri oldular. Bu öncüler Azeri Hüseyinzade Ali (Turan), Azeri Ahmet Ağaoğlu ve Tatar Yusuf Akçura gibi isimlerdi. (Zürcher, 2010: 196). Osmanlı tebaası içerisinde bulunan Hıristiyan halkların imparatorluktan kopmaları, ardından Müslüman Arnavutluk ve Araplarında aynı yolu izlemeleri, ayrılıkçı siyaset gütmesi Yusuf Akçura gibi aydınların “Türkçülük” siyasetini ön plana çıkardı. Türk olmayan unsurlar olarak Müslümanların da imparatorluktan kopacağının düşünülmesi, Türklük bilincini ve siyasetini güçlendirip besledi. (Tan, 2011: 116-117). Bu açıdan 126 bakıldığında çevreden gelmekle birlikte Türkçülük hareketinin ortaya çıkmasında çevresel unsurlar önemli etkiye sahipti. Belge bu durumu şu şekilde ifadelendirir; “Osmanlının değer verdiği bölge olan Balkanlar on dokuzuncu yüzyılda Yunan Bağımsızlık Savaşından başlayarak, son sarsıntıları birkaç yıl öncesinde de duyulan bir “Milliyetler Boğazlaması”na girilmişti. Nüfuslar değiş - tokuş edildi, çok acı günler yaşandı. Yüzyılın ilk yirmi yılından başlayarak Türk milliyetçiliğinin doğduğu beşik, başta Selanik olmak üzere Manastır gibi kentleriyle bugünkü Türkiye ile bir ilgisi olmayan Makedonya olmuştur.” (Belge, 2009: 41). Türkçülük hem çevreden hem de yaşanan dönemin etkisiyle ortaya çıkan bir harekettir. François Georgeon’unda bu noktada aynı hususa dikkat çeker. “Bugünkü Türk milliyetçiliğini anlamak için oluşum yıllarına, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu önceleyen çeyrek yüzyıla geri dönmek kaçınılmazdır.” (Georgion, 2002: 23). Şeklinde ifade eder. Bu anlamda Osmanlıda diğer milliyetçilikler ve milletlerden söz ederken, Türk kimliğinden ve milliyetçiliğinden söz edilmezdi. Türk kavramı, kimliksel anlama kavuşmadan önce, kaba saba, köylüyü ifade etmek için kullanılırdı. Anadolu’da bir Türk milli devleti oluşturma iddiasıyla “Türk milliyetçiliği” fenomenin aniden ortaya çıkması, beraberinde sorunları da getirmiştir. (Georgeon, 2002: 23). Bu açıdan bakıldığında, Türkçülük hareketinin geç ve çevresel bir hareket olarak, milliyetçi söyleme sahip siyasal akım olarak ortaya çıkması, toplumsal uzlaşı problemini de ortaya çıkarmıştır. Osmanlı kendi stratejik konumu gereği Orta Asya Türklerine belli bir süre uzak kalmayı doğru bulmuştur. Osmanlı Batılılaşma hareketleri içerisinde, Batılı anlamda ulusçuluk fikrinin geç gelişmesinin sebeplerinden biride bu stratejidir. Bu fikir yapılanmayı, imparatorluk yapısı içinde, Osmanlı devletinin varlığını devam ettirmede, aleyhine bir gelişme olarak değerlendirmiştir. Bu manada Osmanlı yönetimi, Orta Asya Türkleri arasında Türkçülüğü ateşleyen, bu akımın fikir babalığını yapan, İsmail Gaspıralı’yı 1874’te, Yusuf Akçura’yı 1898’de, Hüseyinzade Ali’yi 1900 de, Türkçülük düşüncelerinden dolayı sınır dışı etmiştir. (Karakaş, 2007: 148). Osmanlı dışından gelen, daha sonrasında Jön Türk hareketi içerisinde yer bulan bu anlayış, ilerde devletin resmi siyasal ideolojisi durumuna dönüşecektir. Türkçülük hareketi genelde bir kültür hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle Makedonya’da yayın hayatına başlayan “Genç Kalemler” dergisi ve “Türk 127 Yurdu” dergisi yayınlarıyla Türkçülük fikrinin yayılmasını sağlamışlardır. Türk Yurdu, Osmanlı aydın kesiminde fazlaca bilinmeyen ve Osmanlı’nın yabancı olduğu “etnik” bir bakışı ortaya çıkarıyordu. (Georgeon, 2002: 27).Türkçülük hareketi, Jön Türk aydınları arasında belli miktarda destek kazandı. 1913 Balkan Savaşları sonrasında Türkçülük fikri somut bir siyaset sunmaktan çok, romantik bir tavır olarak varlığını sürdürdü. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1911’de kültürel ve toplumsal örgütünü oluşturan Türk Ocağı, Pan-Türkçü hareketin kürsüsü durumundadır. Buradan yapılan söyleşi, konferans ve sergiler Türk milliyetçiliğinin ideolojisini yayma görevini yürütmektedir. (Zürcher, 2010: 196). Burada toplumsal alanda modernleşme yolunda, Türkçülük düşüncesinde, belli amaçlar etrafında birleşme ve bu amaçlara ulaşma ile gerileme önlenebilir fikri ağır basmaktaydı. Türkçülük akımının amaçlarını saymak gerekirse şu şekilde sıralanabilir: I. Tüm Türklere bir millet bilinci ve milli ülküler aşılanmalıdır. Bunlar olmadan başarı olamaz. II. Türkleşmek için modernleşmek gerekir. Bu Batı taklitçiliği olarak anlaşılmamalı. Tanzimat dönemindeki gibi, Batılılaşma taklitçiliği getirdi, o da toplumun özünü bozmuştur. Bununla birlikte Türkçülük modernleşmeye engel değildir. Çünkü milliyetçilik modern bir düşüncedir. III. İslam dünyasında iyi ilişkiler kurulmalı, Türkçülük, milliyetçilik, İslam’a aykırı bir düşünce değildir. Türk milletinin yükselmesi, İslam dünyasını koruması ve İslam birliğini kuvvetlendirecek gelişmedir. IV. Siyasal amaçlara ulaşmak için milli bir ekonomi politikası uygulanmalı, Kapitülasyonlardan kurtulun malıdır. V. Siyasal bağımsızlığın sağlanabilmesi için gerekli bir diğer aşamada kültürel bağımsızlığın sağlanmasıdır. Kültürel bağımsızlık dilden başlayarak tarih, din, terbiye alanlarında sürecek ve son olarak da ekonomik bağımsızlıkla amacına ulaşır. VI. Türkçülüğün son amacı da tüm Türkleri bir araya toplayarak bir devletin oluşturulmasıdır. (Şen, 2008: 294). 128 Türkçülük fikir akımının farklı anlayışları bu dönem ortaya çıkarmaya başlamıştır. Merkezin milliyetçilik anlayışı ile çevrenin milliyetçilik anlayışlarının farklılaşması, aralarında kutuplaşmaya ve kopuşa neden olacaktır. Başta değinildiği gibi merkezde var olan Osmanlı aydını, imparatorluk yapısını korumaya çalıştığı için Türkçülük fikrine soğuk bakmıştır. Namık Kemal’in “Vatan” ideali bir Türk vatanı değildi. Osmanlı ve İslam vatanını konu edinmesi, tamamen imparatorluk kültüründen kaynaklanıyordu.(Türköne, 2012a: 33). Farklı milliyetçilik ve Türkçülük akımlarının ortaya çıkmasında bunun gibi farklar belirgin rol oynayacaktır. Bu anlamda tartışmalar milletleşmenin önemi üzerinde dururken, daha önceki düşünce akımlarında olduğu gibi bu siyasal hareketinde her problemi çözeceği fikri yanılgısına düşülmüştür. Başlıca sorun Batı’nın kendi doğal süreciyle ulaştığı millet oluşumunun yanlış kavranılmasıydı. Türkçülük akımı Yeni Cumhuriyet Türkiye’sin de toplumun, ümmetten millete dönüşümünde önemli rol üstlenmiştir. (Şen, 2008: 297). Bu siyasal hareket taklitçi bir Batıcılığı eleştirmiştir. Bazı noktalarda Batı’ya karşıdır. Fakat Batı’lı tarzda modernleşme yolunun milliyetçi ideoloji ile sağlanacağı fikrini savunmasıyla, kendi içinde paradoks yaşamaya mecbur kalmıştır. Türk modernleşmesinin bu paradoksu diğer siyasal fikirlerde yaşanmıştır. Türkçülük ideolojisinin fikir akımı olarak ortaya çıkışı ve modernleşme süreciyle olan ilişkisi ele alınmaya çalışıldı. Osmanlı’daki milliyetçilik fikirlerine, ve bu fikirlere tepkisel hareket olarak ortaya çıkan Türk milliyetçiliğine değinildi. Milliyetçiliğin Osmanlı’da doğuşu, Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura temelin de Türkiye Cumhuriyeti’ne taşınması ayrı başlıklar altında ele alınacaktır. 4.OSMANLI’DA MİLLİYETÇİLİK Batı, modernlik olgusu olarak tanımlanan bir döneme girmişti. Batı Avrupa’da başlayan ve Avrupa’nın tamamına yayılan değişim hareketi tüm toplumsal yapıları etkisine almıştı. Modern toplum yapıları, yeni kurumsal yapılara olan ihtiyacı artırdı. Bu ortaya çıkan kurumsal yapı ve yeni toplum yapısı, millet ve milliyetçilik anlayışının geliştiği yapıları ortaya çıkaracaktı. Bu yeni süreç, ekonomik ve ticari alandaki değişimi hızlandırınca modern yaşam alanlarındaki birliktelik, artık millet olgusu ile sağlanmaya başladı. Bu modern yapılar, çok uluslu devlet yapılarında derin izler ortaya çıkardı. Özellikle Fransız Devrimi’nin getirdiği hürriyetçilik, laiklik ve eşitlik, cumhuriyetçilik gibi siyasal kavramlar, milliyetçilik 129 ideolojisi ile birlikte, bütün Avrupa dahil olmak üzere çok uluslu toplulukları ve imparatorlukları etkisi altına almaya başladı. Osmanlı İmparatorluğu da bu durumdan ister istemez etkilendi. Osmanlı’nın stratejik konumu ve mevcut coğrafyaya yakınlığı bu etkilenimi hızlandırdı. Modernleşme olgusunun Batı’da ortaya çıkardığı dünyevileşme, birey, vatan, millet ve milliyetçilik, milli egemenlik, ulus-devlet, kimlik ve milli kimlik gibi evrensel söyleme sahip kavramlar tüm toplumları etkisine almıştır. Osmanlı devletinde bu kavramlar tekrar kurgulanıp, toplumsal yapının tekrar tasarlanmasında kullanılmıştır. (Şen, 2008: 438-439 Osmanlı devleti içinde var olan millet sisteminin parçalanması sonrasında, cemaat yapıları bu milliyetçilik akımının kimlik ve millet oluşturma fikrinden etkilenmiştir. Özellikle Balkanlar’da ve Avrupa’ya yakın olan alanlarda kendi kaderini tayin etme kararı çerçevesinde hareket etmeye başlayan, ilk milliyetçi isyan hareketleri başlamıştır. Balkanlar’da yaşayan toplumlarda başlayan bu tür milliyetçilik fikri, çevresel hareket olarak ortaya çıkmıştır. Merkezi yapı ve merkez ise bunun parçalayıcı bölücü etkisini bildiği için, milliyetçilik karşıtı duruş ortaya çıkarmış ve mikro milliyetçi oluşum yerine, bütünleştirici politikalar belirlemeye çalışmıştır. Tanzimat’tan Meşrutiyet’e uzanan politikaları bu açıdan ele almak gerekir. Fakat zamanla Balkanlar’daki hareket devlet bünyesindeki farklı etnik gruplardaki Müslüman unsurlara sıçramıştır. Çevresel hareket olarak başlayan milliyetçilik, Osmanlı aydınları tarafından dillendirilen söylem haline dönüşmüştür. Avrupa’da ortaya çıkan milliyetçilik hareketinin çok geniş bir alt yapısal dönüşümle birlikte, felsefi arka planı vardır. Aydınlanmadan sonra ortaya çıkan süreçler olmadan, Fransız milliyetçiliği anlaşılamayacağı gibi, buna ilaveten Hegel, Kant, Fichte gibi romantikleri bilmeksizin Alman milliyetçiliğini anlamak çok zor olur. Yukarıda belirttiğimiz gibi Osmanlı milliyetçiliği ve milliyetçilik hareketlerinin nedenlerinde, ne aydınlanma, ne sanayi devrimi nede romantik bir felsefi akım etkisi vardır. Ne Türk olan milliyetçilik ne de Türk olmayan Hıristiyan azınlıkların milliyetçilikleri, Avrupa’da ortaya çıkan milliyetçilikler gibi kendiliğinden oluşmamıştır. (Akça, 2003: 47). Osmanlı içerisinde ortaya çıkan milliyetçilik tepkisel, taklide dayalı bir oluşum izlemiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nda milliyetçilik ve milli kimlik anlayışının Avrupa dan bir hayli sonra, 19. yüzyıl sonlarında oluşmaya başlamasının nedenlerini, siyasi, 130 kültürel, ekonomik bir çok nedene bağlayabiliriz. Ancak devlet azalan gücünü geri kazanmak için, tarihsel mirasın izleri olan, “Osmanlı” ve “Müslümanlık” anlayışından yararlanarak istemiştir. Burada uygulanacak Türkçülük fikri, düzeni tamamen ortadan kaldıracak sonucu göze almayı gerektiriyordu. Ayrıca bu dönemde bu hareket için yeterli altyapı, fikirsel anlamda yeterli görünmüyordu. (Şen, 2008: 446). Milliyetçilik akımını Osmanlı’da şekillenmeye, II. Abdülhamit döneminde başlamıştır. Mardin’inde vurguladığı gibi 19. yüzyılın başından itibaren gelişmeye başlayan Batı milliyetçiliğin kuramcıları, her milletin kendi devletine sahip olması gerektiği fikriyle taraftar toplamaya çalışmışlardı. Osmanlı imparatorluğu Muhtelif etnik dil ve din gruplarından teşekkül ettiği için, bu ideale yaklaşması söz konusu olamazdı. (Mardin, 2009g: 94). Öncelikle gayrimüslim milletlerde başlayarak diğer Müslüman unsurlara giren milliyetçilik, geç milliyetçilik olarak Osmanlıda ortaya çıkmaya başlamıştır. Osmanlı coğrafyasında merkez-çevre paradigması açısından milliyetçilik fikrinin ortaya çıkışı ile ilişkilendirerek bakmak gerekir. Osmanlı’da milliyetçiliğin; Balkan, Mısır ve Ortadoğu, Kırım, Kafkas ve Orta Asya kaynaklı ortaya çıktığını söylenebilir. Bu çıkış noktalarında milliyetçiliğin oluşma nedenleri farklıdır. Fakat ortaya çıkan milliyetçilikler çevresel hareket olarak oluşmuş ve zamanla da merkezin buna cevabı gelmiştir. Mısır Ortadoğu eksenli Arap milliyetçiliğine baktığımızda; Batı ile yürütülen bağımsız ilişkilerin etkisi ve kendi içinde özerk yapısıyla yürütülen modernleşme hareketleri sayesinde merkezi yapıdan ayrılır. Batı dünyasının çabalarıyla Osmanlı karşıtı ve Arap milliyetçiliği söylemleri artmaya başlamıştır. Balkanlar’daki milliyetçiliğe benzer süreci bu coğrafyada yaşamıştır. Gökalp’in milliyetçilik fikrini İslam alemine ilk sokanların Araplar ve Arnavutlar olduğunu ifade etmesinin nedeni de budur. Mısır’da Arap milliyetçiliği oluşturma çabaları ile İstanbul’da Arnavut milliyetçiliği oluşturma çabaları baş başa gitmektedir. Bir taraf millet sevgisini beslerken, diğer tarafta Türk nefreti oluşturan harekettir. (Akça, 2003: 49). Ayrıca Hıristiyan tebaa’nın milliyetçiliği iyice benimsemesi ile artan isyan hareketleri, Türk milliyetçiliğinin de kökenlerini oluşturur. Ortaya çıkan isyanları bastırmak için hareket eden Türk subayları arasında karşıt milliyetçilik benimsenmeye başlamıştır. Bir diğer milliyetçilik kaynağı olan Kafkas-Kırım ve Orta Asya yöresi ise Panslavist karşıtı tutumla ortaya çıkmıştır. Bu kaynak, Batı’da 131 var olan Türkoloji çalışmalarından haberdar olarak gelişmiştir. Özellikle bu akım Osmanlı’daki Türk milliyetçiliğinin şekillenmesinde ve sonrasında önemli etkiye sahip olacaktır. Zamanla bu akım yönetimsel alanda merkeze yerleşerek, devamında Türkiye Cumhuriyeti’nde ideolojik yaklaşım olarak etkin rol oynayacaktır. Çevresel alanda yer alan ve siyasal anlamda ilerde merkeze yerleşecek Türk milliyetçiliğinin öncülerine baktığımızda, Türk etnik kökenlerinden gelmeyen özelliklere sahip olduklarını görebiliriz. Bu durum Osmanlı’da milliyetçiliğin neden geç yerleştiğini ve sürekli bir gerilim yaratan unsur olarak görüldüğünü daha iyi açıklar. Osmanlı’da ilk Türkçü olarak da kabul edilen Mustafa Celaleddin Paşa bir Leh Asilzadesidir, Ahmet Vefik Paşa bir Bulgar Mühtedinin torunudur. Şemseddin Sami Arnavut, Ömer Seyfettin Çerkez, Ziya Gökalp Kürt’tür. Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Mehmet Emin Resulzade ise Rusya’da yetişmişlerdir. (Türköne, 2012a: 34). Bu tespiti de yaptıktan sonra, gerek Avrupa’dan beslenen kaynak olarak yapılan Türkoloji çalışmalarının etkisi, gerekse Mısır ve Orta Doğu Arap milliyetçiliğinin etkisi, gerekse de Balkanlar’da var olan hareketlerin etkisine tepkisel bir yaklaşım olarak milliyetçilik Osmanlı’da siyasal alana yerleşmesini sağlamıştır. Son noktada Rusya’dan gelerek Osmanlı aydınını da fikri yönden etkilemiş düşünürlerin etkisiyle, Osmanlı 20. yüzyılın başında tamamen milliyetçiliğin etkisine girmiştir. Osmanlı’da bu hareketin Türkçülük olarak tepkisel gelişmesinde önemli etkiye sahip Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp’in milliyetçilik anlayışlarını, Türkiye Cumhuriyetine etkilerini anlama noktasında ayrı başlılar halinde ele almak gerekir. 4.1.YUSUF AKÇURA VE MİLLİYETÇİLİK ANLAYIŞI Modern Türk milliyetçiliğinin ve ulusçuluğunun kurucu isimlerinden birisi olan Akçura, Kazan’da 1876’da dünyaya gelmiştir. Yaşadığı coğrafya ve çevresinin stratejik konumu, ayrıca dönemin tarihsel olayları fikir hayatının şekillenmesinde etkili olmuştur. Akçura Kazan’a bağlı Simbir kasabasında zengin bir ailenin çocuğudur. Ailesinin çuha fabrikası vardır. Aile burada dokuduğu kumaşları, Rus ordusuna satarak zenginleşir. Osmanlı-Rus Savaşları sonrasında ekonomik yönden olumsuz yönde etkilenir. Babasını erken yaşta kaybetmesi, buradan göç etme zorunluluğu doğurdu. 1883 yılında, 7 yaşındayken annesiyle İstanbul’a geldi. Burada öğrenim hayatı ve fikir hayatı şekillenecekti. Fakat Kazan’la olan ilişkisi kesilmedi. 132 Bu ilişkinin kesilmemesi, amcasıyla olan ilişkisi fikir yaşantısını derinden etkiledi. Amcası İbrahim Reşid Efendi eski ve yeni Türkçe lisanlara vakıf Uygurcayı okuyup yazabilen araştırıcı bir zattı. Rus yönetiminin yasakladığı Rus liberallerinin eserlerini de okuyan, Türkoloji ve Türkçülük konularında bilgileri vardı. Bu bilgileri Akçura ile paylaştı. Ayrıca Akçura’nın Rusya’daki Türk topluluklarının, Ruslar tarafından asimile edilmelerini amcasından öğrenmesi, buralarla olan duygusal bağın oluşumuna katkı sağlamıştır. (Karakaş, 2007: 164). Bu dönemden itibaren Rusların genişleme ve asimile hareketlerinin artması, Tatar toplulukların bu baskılara karşı koyabilmek için, din ve eğitim alanlarında reform hareketlerine girmelerine sebep oldu. Bu reform ve modernleşme hareketleri fikri yapı bakımından Akçura’yı çok etkilemiştir. (Çağlar, 2007: 30). Ayrıca fikir hayatına en önemli etkiyi, Paris’te “ Serbest Siyasal Bilimler Mektebi’ndeki” hocalarının görüşleri yapmıştır. Bu okuldaki hocalarının çoğunluğu farklı uzmanlık alanlarına sahip olmalarına rağmen, “modern ulus” unsuruna önem veren, ulusalcı kimliğe sahiptiler. Alpert Sorel, Emile Boutmy, Frunk Brebtano, Anatole Leroy,Renouvier Levy ve Brohl gibi hocaların ulusçuluk fikri, Akçura’daki düşüncelerin, modern ulusçuluk fikrine dönüşmesine esaslı etki sağlamıştır. (Karakaş, 2007: 167-168). Düşünce ufkunun oluşmasında bu tür etkilerin nedenini göz ardı edemeyiz. O yüzden Yusuf Akçura’nın yaşamından küçük izler takip etmekle fikri dünyası daha iyi kavranabilir. Yusuf Akçura, Osmanlı modernleşmesi içinde uygulanan reformların anlamını yitirmesi ve bir türlü gerilemenin engellenememesini görerek bir makale yayınlar. “Üç Tarzı Siyaset” biçiminde 1904 yılında yayınladığı bu makale Pantürkizm’in manifestosu olarak da kabul edilir. Bu makalede Osmanlıcık, Panislamizm ve Pantürkizm’in Osmanlı İmparatorluğu için ne gibi sonuçlar doğuracağını, Osmanlı devletine olan yararı ve ne gibi sonuçlar ortaya çıkaracağını, uygulanabilirliğini tartışmıştır. (Çağlar, 2007: 31). Makale, Türkçü siyasal amaçların ilk tutarlı ifadesi olarak ta addedilebilir. İmparatorluğun farklı unsurlarından bir Osmanlı ulusu vücuda getirmenin bir yanılsama olduğunu, sömürgeci güçlerin, dünya Müslümanlarının siyasal birliğine ilişkin bir girişimde bulunmayı engelleyeceklerini ifade ediyor. Türkçülüğün, Türklerin ve Türki halkların birliğinin ise aksine Asya’nın bütün Türki halklarının desteğine sahip olacağına ve sadece Rusya’nın muhalefetine karşı durulmasını gerekli kılacaktır fikriyle dikkatleri 133 üzerine çekiyordu. (Zürcher, 2010: 196). Sonraki dönemde Turan ideali olarak ortaya atılan fikri idealin ilk öncüsü olarak görülebileceği gibi bu düşüncenin ilk açıklayıcısı olarak bu makale gösterilebilir. Yusuf Akçura’nın bu düşünceyi benimsemesinde, Osmanlıcılık fikri yapısında bir millet anlayışının oluşturulmasının zor olacağı fikri etkilidir. “İmparatorluktaki uluslar arasındaki, ulusal uyanışın gelişmesinden, çeşitli milliyetlere, İslamlık ve Hıristiyanlık arasında derinleşen düşmanlıktan sonra, imparatorluktaki milletleri birleştirerek ya da uzlaştırarak bir Osmanlı birliği yaratma olanağı kalmamıştır.” (Berkes, 1978: 393). Mevcut 20. yüzyıl konjonktüründe Avrupa böyle bir duruma izin vermezdi. Gayrimüslimlerin otonom bir hak kazanmaları kaçınılmaz. Osmanlı bunların kendilerini yönetme hakkını tanımazsa, onlar bunu zorla alacaklardı. Napolyon tarafından kışkırtılan milliyetçilerin, bu şekilde kaynaştırılıp, bütünleştirileceği Osmanlıcılık fikri yanlıştı. Devlet bu tür yapıların özerkliklerini verip, onları belki kontrol altında tutabilir. Yoksa onlar bunu zorla yine alacaklardır. Osmanlı imparatorluğu varlığını sürdürmek için federatif bir yapı biçimine dönüşmeliydi. 1902 yılında milliyetçilik sorunu üzerine tezinde bu düşünceleri savunurken, bir yıl sonrasında 1903’te Osmanlı birliğinin çözülme halinde olduğunu, içindeki milletlerin ulusal amaçlarına ulaşmada bir önlem almanın zor olduğu kanısına varmıştır. (Berkes, 1978: 393-394). Burada Akçura genelde reform hareketlerinin yetersizliğinden kaynaklanan tespitle, yönetim biçimini değiştirmek yerine, bütün toplumu kapsayacak bir devrimle başarılabilecek dönüşümü işaret etmektedir. Yusuf Akçura’nın bu anlayışının gelişmesinde Tatar modernizmden etkilenmesinin tesirini görebiliriz. Tatar modernizmi olarak adlandırılacak modernlik hareketlerinin oluşmasında şu husus etkilidir. Mercani, Nasıri, Barudi ve eniştesi Gaspıralı gibi Ceditçi düşünürler, Rus baskısını kırarak, direk Batı’lı kanallardan modernliği alma çabaları ve bunu uygulamada belli mesafede kat etmişlerdi. Ortaya çıkan değişim ulusçuluk hareketinin gelişmesini de sağlamıştır. Tatar reformcuları, Burjuvanizi’ninde katkılarıyla, dinsel reformculuktan, ulusal bilince ulaşan bu çizginin oluşumunda etkili olmuşlardır. Akçura bu reformcularla yaptığı görüşmelerden etkilenince, Türkçülük hareketine karşı hissettiği duygusal ilgi, siyasal Türkçülük olarak şekillenecektir. (Karakaş, 2007: 172-173). 134 Yusuf Akçura’ nın “Üç Tarzı Siyaset” makalesi, uygulamada yaşanacak sıkıntılar ve elde edilecek amaçlar ve kazançlar çerçevesinde şekillenmiştir. Bunu yaparken de şu düsturu göz önünde tutar. “Her cemiyet menfaatini hayat, yani kuvvet kazanmakta ve kuvvetini artırmada buluyor. Bu cihetle, cemiyetler arasında, kainatın varlık peşinde dolaşan, bütün unsurları arasında olduğu gibi daima bir savaşma görülüyor. Biz de bu hal suretini kabul etmek mecburiyetindeyiz. Her cemiyetin menfaati; Varlığında, binaenaleyh kuvvetli olmaktadır.” (Akçura, 2012: 237). Bu açıdan bakıldığında kendini Osmanlı ve Müslüman Türk olarak tanımlayan Yusuf Akçura, bu anlamda Osmanlı devleti ve İslam ümmeti ve Türk milleti adına bir menfaat ve kudretli olma yolu izlenmesini doğru bulur. Ama bunlar arasında Osmanlılık sıkıntıları ve elde edilecek güce oranla uygulanması zor bir siyasetir. İslamcılıkta güçlü yönleri olmakla birlikte, Batı’lı devletlerin siyasal çıkarlarına ters düşmesinden dolayı, uygulama zorluğu ile karşı karşıyadır. Çünkü Arap dünyasında ve Müslüman coğrafyalarda Batı’lı özellikle Avrupa’lı devletler nüfus sahibi durumuna gelmişlerdir. Türklük fikrine bakıldığında: “Türklük siyasetinde, tıpkı İslam siyaseti gibi umumidir; Osmanlı hudutları ile mahdut değildir. Binaenaleyh, kürenin Türkler ile meskun diğer noktasına da iktiza eder. En çok Türklerle meskun Rusya’da Türklerin birleşmesi fikrinin pek müphem suretle varlığını tahmin ediyorum. Henüz doğmuş “idil edebiyatı” Müslüman olmaktan ziyade Türk’tür. ”(Akçura, 2012: 235). Uygulama alanı olarak da geniş bir alanda varlık göstermesi, muhtemel Türkçülük siyasetinin tercih edilmesini olanaklı kılar. Bu siyasetin faydaları uygulanabilirliği noktasında önemlidir. Türk birliği uygulanacak siyasetin kapsamındaki Osmanlı ülkesi içinde kalan Türkler, hem dini hem de ırki bağlarla birleşebilecek ve Türk olmadığı halde bir dereceye kadar Türkleşmiş Müslim unsurlarda, Türklüğü benimseyecektir. Henüz hiç benimsemeyenlerde Türkleştirilecektir. Asıl büyük yarar Asya’nın büyük kısmıyla Avrupa’nın doğusuna yayılan coğrafyada yer alan, dilleri bir ve bazen dinleri de bir olan Türklerin birleşmesini sağlamaktır. Bu coğrafyada Osmanlı güçlü ve medenileşmiş özelliğiyle öncülük ederek, büyük bir siyasi milliyet teşkil edecektir. Burada var olan mahsur ise Müslüman olup Türkleşmeyen unsurların Osmanlı’yla ciddi münasebetlerinin kopması sıkıntısı yaşanabilir. Bunların yanında, zor olan yönü de, henüz yeni ortaya çıkmış bu hareketin, toplum tarafından kabulü ve mazisini 135 unutan bir milletin getirdiği sorunlara bakmak gerekir. Ayrıca dinden kaynaklanan birlikteliğinde yavaş yavaş önemini yitirdiğini de görebiliyoruz. “Zamanımız tarihinde görülen umumi cereyan ırklardadır. Dinler din olmak bakımından gittikçe siyasi ehemmiyetlerini kuvvetlerini kaybediyorlar. İçtimai olmaktan ziyade şahsileşiyorlar. Cemiyetlerde vicdan serbestliği, din birliğini yerine alıyor. Dinler cemiyetlerin ek işleri olmaktan vazgeçecek, kalplerin hadi ve mürşitliğini deruhte ediyor.” (Akçura, 2012: 244). Bu açılardan bakıldığında Akçura’ nın işaret ettiği, uygulanabilecek yararları, zararları, kolaylıkları ve zorluklarıyla da Türkçülük siyasetini işaret ettiğibelirtilebilir. Akçura’nın bu siyasette Türk olmayanların Türleştirilmesi ve dinin vicdanlarda yer elde edecek yöne doğru gitmesi, içtimai alandan çıkması fikri, Türkçülük siyasetinde farklılaşan bir yönüdür. Cumhuriyet dönemine ve birçok Türkçülük fikrini savunan aydınlara esin verme noktasında kaynaklık eder. Çevrenin İslam’la var olan, dinle bütünleşen milliyetçiliği ile Yusuf Akçura gibi merkeze yerleşen ideolojinin Türkçülük, milliyetçilik anlayışı, karşıtlık içerisinde kopukluk ortaya çıkarmıştır. Örneğin; Kürt olup Müslüman unsur olarak Türkleşmemiş olanların, Türkleştirilmesine yönelik izlenen siyaset, ulus-devlet oluşturmada günümüzde Kürt milliyetçiliğini tetiklediği gibi, karşıt çevresel milliyetçiliği de beslemiştir. Aynı zamanda bu durum toplumsal kopukluk dediğimiz merkez-çevre çatışması ve gerilimine sebep olmaktadır. Akçura, 1911 yılında yayınlanmaya başlayan Türk Yurdu dergisindeki yazılarında, Batılılaşma hakkındaki görüşleriyle de farklılaşır. Kısmici ya da bütüncül Batılılaşma düşünceleri olarak ortaya çıkan fikirlerden, şu şekilde bir temellendirmeyle, bütüncül yaklaşıma yakın olduğu söylenebilir. Avrupa’nın demir yolunu ve havada uçma makinesini yapmayı öğrenelim. Ama Avrupalılarca düşünmek usulünü talim etmeyelim, düşüncesine benim aklım ermez. Tesiglin ve Balero’ ya çırak olmak istiyorsak, mutlaka Kant ve Comte şakird olmalıyız. Şeklinde fikrini ortaya koyar. (Çağlar, 2007: 33). Akçura Türklük anlayışını, Paris’te eğitim gördüğü sırada modern paradigmanın önemli ayaklarından biri olan,“Ulus Devlet” anlayışıyla temellendirerek düzenlemeye çalışmıştır. Türkçülük bu yolda, siyasal alanda, ilk aşamada, düzenleyici unsur olarak yerini alır. Akçura hocalarının etkisi ile oluşturduğu ulusçuluk görüşlerinden hareket eder. ve daha sonrasında Alman 136 örneğine dayalı ırkçı-ulusçuluk görüşleriyle bağlantı sağlamıştır. (Karakaş, 2007: 176-178).Yusuf Akçura’nın Türkçülük tezinin sıkıntısı; Akçura’nın Osmanlı geleneğinden gelmediği için, bu gelenekteki “İslam milleti” bilincine yabancı oluşundaydı. Bu nedenle diğer Türk milliyetçilerinden ayrılıyordu. (Tan, 2011: 117). Akçura genel bir değerlendirmede, gerek Osmanlı son döneminde ve sonrasında, gerekse Türkiye Cumhuriyeti kuruluş yıllarında, milliyetçilik anlayışı ile derin izler bırakmıştır. 4.2.ZİYA GÖKALP VE MİLLİYETÇİLİĞİ Ziya Gökalp 1876 yılında Diyarbakır’ da doğdu. O dönemde Diyarbakır’ın genel özelliği Türk, Kürt, Ermeni ve Araplardan oluşan tarım ekonomisine dayalı bir geçim sisteminin olduğu bölgeydi. (Çağlar, 2007: 35). Diyarbakır bu dönemdeki asıl özelliği çeşitli sebeplerden imparatorluktan aykırı düşüncelerinden dolayı, sakıncalı bulunan devlet adamlarının sürgüne gönderildiği yerdi. Siyasal ve entelektüel açıdan hareketli olup, Anadolu’nun Selanik’i unvanıyla anılırdı. Dönemin sorunlarıyla ve muhalefeti ile iç içe olmasında bu durum etkili olmuştur. Ayrıca Gökalp babasının yönlendirmesiyle Namık Kemal’den etkilenmiştir. Ziya Gökalp ilerleyen dönemde Batılı ve Doğulu ilim adamlarının eserlerini okuma, karşılaştırma ve uzlaştırma gibi çalışmalar ortaya çıkarmıştır. Gökalp’in de idealize ettiği siyasal ve fikir dünyasının şekillenmesinde temel belirleyici etken bu çalışmalar olmuştur. Bunun sonucunda Gökalp, Cumhuriyet dönemine kadar Osmanlı topluluğunun sosyal ve siyasal yaşamını düzenleyen, sentezci anlayışının ilk örneklerini ortaya çıkarmıştır. Ziya Gökalp’ in fikir ve düşünce dünyasında önemli tesirlerde bulunacak bir diğer kişide Jön-Türk hareketinin ideologlarından Abdullah Cevdet olmuştur. Gökalp, bu sayade Batı’lı organizmacı sosyoloji ve Materyalist felsefeyle tanışmış. Halbert Spenser, Gustave, Le Bon, Ernst Haeckel ve Luduving Buechnen’in eserlerini okuma imkanı bulmuştur. Türkçülük akımına ilgisinin artmasında Hüseyinzade Ali’ nin tesiri azımsayamayacak derecede önemlidir. (Karakaş, 2007: 1168-169). Ziya Gökalp’te bu etkileşim sonrası, İttihat ve Terakki Cemiyetine karşı ilgi oluşuyor. Daha sonrasında resmen cemiyete katılır. II. Meşrutiyetin ilanından sonra cemiyetin Diyarbakır şubesinin kurulmasında öncülük eder. Partileşen cemiyetin Diyarbakır, Van ve Bitlis örgütlenmesinin müfettişliğine getirilir. Gökalp Akçura’dan farklı olarak, İttihat ve Terakki Cemiyetinin içerisinde bizzat rol almış 137 ve görevler üstlenmiştir. (Çağlar, 2007: 36). Ziya Gökalp kendine has olan sentezci yaklaşımını, Doğu-Batı ayrımı karşısında her iki alanı, ortak noktada buluşturacak bir yaklaşım sergilemeye çalışmıştır. Ziya Gökalp, Meşrutiyet dönemin de fikir dünyasında başlı başına kendine has bir ekol olarak, yer elde etmeye çalışmıştır. Bu özelliğini Cumhuriyet dönemine de taşımıştır. Ziya Gökalp’in özellikle Batı düşünürlerinden E.Durkheim’in toplumsal alandaki çalışmalarından ilham almıştır. Onun etkisinde kalarak toplumsal alanda iki gerçeklikten bahseder. Hars ve medeniyet, bir şekliyle de kültür ve uygarlık, kültürü, ulustan ulusa değişen ve her ulusun ortaya çıkardığı toplumun yarattığı değerler olarak benimser. (Çetinkaya, 2002: 75) Medeniyetse ona göre uluslararası bir evrensellik taşır. Bu tanımlamada ulusal ve uluslararası olan iki kavramı modernleşme ilkesinde de kullanır. Osmanlı modernleşmesi medeniyetin alınması ve hars kültürün korunması ile olabilir. Biz hep medeniyetin yanında kültürü de aldığımızdan sıkıntı burada başlıyor. Bu dönemde hakim olmaya çalışan düşünsel akım olan ferdiyetçiliğe karşı mücadele etmiştir. O “Nizam Felsefesine” yönelik cemiyetçi bir fikri yönelişi benimsemişti. Gökalp’in Türk milliyetçiliği ilk işleyen düşünür olarak formüllendirdiği fikri düşüncesi bu eğilimdedir. (Çetinkaya, 2002: 74). Bu çerçevenin oluşmasında sosyoloji bilgisi önemli katkılar sağlar. Gökalp’in kendisine yarayacak kavramsal çerçeveyi oluşturmada, Durkheim’in sosyolojisinin önemine değinilmişti. Sosyolog olarak Gökalp, toplumda normal ve patolojik yönlerin seçilmesi hususunda çalışmıştır. İslamcılık, Türkçülük ve Batıcılık düşüncelerini eleştirmesi ile başlayan, Türkleşmek, İslamlaşmak ve Çağdaşlaşmak formülü ile sonuçlanan tartışmalardaki açıyı getirmesi, Gökalp’in farklı yönüdür. Burada üç ideolojinin eleştirisini de ele almaktadır. (Berkes, 1978: 416-417). Ziya Gökalp’in bu üçlü konuda sentezci yaklaşım sergilemesi, milli kimlik ve kültür konusunda özlü bir yöntem oluşturmasını sağlamıştır. Fakat Cumhuriyetin kurulmasından sonra yazdığı, Türkçülüğün Esasları’nda İslamcılık yer almamıştır. Ziya Gökalp milliyetçiliği Türkçülük üzerinden şekillendirir ve tanımlar. Onun millet tanımlaması “Millet ne ırki ne kavmi , ne coğrafi , ne siyasi, ne de iradi bir zümre değildir. Millet lisanca dince, ahlakça ve edebiyatça müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir zümredir.” (Gökalp, 2012: 252). Burada millet tanımı, toplumsal alanın patolojik yani karmaşık yapısına yönelik, 138 birleştirici bir yöntemle yapıldığı dikkat çekmektedir. Milliyetçilik tanımını da bunun üzerine inşa edeceği için, bir ayrışmayı değil, bütünleşmeyi ortaya çıkaracak teoremler ortaya çıkaracaktır. Kavramsal çerçeve bu yönde oluşmalı. Kültür milliyetçiliği de denilebilecek bu yaklaşım şu şekilde ifadelendirir. “Terbiyesini almış olduğumuz cemiyetin mefkuresi ruhumuzu vecdlere gark ederek, mesut yaşamamıza sebep olur. Bundan dolayı ırk, insan terbiyesiyle büyüdüğü cemiyet mefkuresi uğruna hayatını feda edebilir. Halbuki zihnen kendisini nispet ettiği yabancı bir cemiyet uğruna ufak bir menfaatini bile feda edemez.” (Gökalp, 2012: 253). Burada millet olmada ve millete bağlanma mefkuresinde, ortak bilinç oluşumu sonrası, kendi harsı değerler içindeki değerleri benimseme milliyetçiliğin kökenlerini oluşturur. Bu anlamda millet ırkı bir tanımlama olmadığı gibi aynı kavimden gelen bir soydaşlıkta değildir. Bu anlamda aynı coğrafyayı paylaşan farklı düşünen ve çatışan toplumda da milleti oluşturamaz. Osmanlıcıların Osmanlılık temelli yaklaşımıyla tüm tebaayı ele alamayız. Çünkü farklı kültür unsurları var. Ferdiyetçi yaklaşımsa kişinin kendisini mensup ettiği herhangi bir cemiyet olarak milleti görür. Bu millet tanımlamalarında eksik ve noksanlıklar olmakla birlikte, bunları yeniden harmanlayan ve sentezleyen, hissi dünyadır. Çünkü Gökalp’e göre “His dünyası ruhumuzun normal bir halde bulunabilmesi için fikirlerimizin, hislerimize tamamıyla uyan olması lazımdır.”(Gökalp, 2012: 249-251). Bu hissiyatçı bir milliyetçilik tanımlaması genel hatlarıyla, dönemin toplumsal ihtiyaçlarına göre oluşturulmuştur. Gökalp’in Türkçülük fikrinin kurucularından olduğunu söylemiştik. Gökalp’in fikri düşüncesinde Namık Kemal’in millet fikrindeki İslami söylemler etkisini göstermiştir. O yüzden millet fikrine dinsel bir kutsallıkta atfeder. Zamanla tanrıya duyulan bağlılık, zamanla millete duyulan bağlılığa dönüşecekti. Gökalp millet tanımını; aynı dili konuşan, aynı eğitimi alan, din, ahlak ve estetik ülkülerinde birleşmiş insanların oluşturduğu topluluk şeklinde tanımlamıştık. Burada böyle bir tanıma uyan millet ancak Gökalp’e göre sosyalleşme ile oluşabilir. Sosyalleşmeyle milliyetçilik oluşur. Böylece imparatorluktaki bütün farklı unsurların bir şekilde milliyetçilik potasında birleştirilebileceğini düşünüyordu. Onun “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim ve Batı medeniyetindenim” üçlemesi, Batı’nın sadece medeniyet unsurlarını, İslamiyet’in ise zamanla oluşan siyasi hukuki boyutlarını bir tarafa bırakıp, sadece sosyal ve dini örflerini alınmalı. Bu temellerin birleşimi sonucu 139 imparatorluk, Batılılaşmış Müslüman Türklerin diğer sosyal gruplar karşısında üstünlüğünü pekiştirir. (Göçek, 2002: 73). Gökalp’in bu şekilde toplumları birleştirme temelli milliyetçiliği şu düşüncesinden kaynaklanıyor. Durkheim’den etkilendiği ve onun sosyolojisindeki solidarist, dayanışmacı yönleri yaşadığı topluma uyarlama çabasıdır. Çünkü ona göre “Ulus, toplumsal grupların en gelişmiş olanıdır.” Toplum, toplumsal birlik ve dayanışmaya dayanır. Dayanışmanın en yüksek biçimi ise, ortak dil ve kültür, ortak bilişim ve duyarlılık normları temeli üstünde yükselir. Dayanışmanın ve millete ait ortak değerlerin varlığını duyurmak “Türk milletini yükseltmek” öncelikli olarak milleti “kendini tanıtmak ” ve “milli mesuliyetini” bildirmekle mümkün alacaktır. (Ünüvar, 2002: 30). Burada dayanışma kökenli bir toplum, milletin kendisini tanıması ve buna göre mesuliyetinin farkına varmasıyla oluşacaktır. Gökalp’in milliyetçilik anlayışında hedeflenen bir diğer amaçta budur. Millete kendini tanıtma ve mesuliyetini hatırlatma. Gökalp’in bu şekilde milleti uyandırma ve harekete geçirmeye dayalı milliyetçiliğini, o dönemde İslam alemi üzerinde önemli etki yapmış olan Cemalettin Afgani’nin düşünce sisteminde de bulabiliriz. Afgani Batı’nın sömürgeci politikalarına karşı, İslam milletlerini asrın gerçeği olarak görür. Afgani, milliyetçilik duygusunu ateşleyerek İslam dünyasını ayaklandırmak ister. Bu durum İslam birliğine zarar vermeyecektir. Ayrıca tek tek kuvvetli olan unsurları bir araya getirerek, daha kuvvetli topluluk meydana gelecektir. İslam birliği her Müslüman milletin şuurunu kazanmasıyla mümkün olacaktır. Milli duygulardan yoksun millet ölü bir millettir. Milli cereyanlar İslamı sarsmaz bilakis kuvvetlendirir diyordu. (Köseoğlu, 2002: 219-220). Bu Afgani’deki milli şuur ihtihad-i islam birliğine yönelmede önemliyken, Gökalp’in Osmanlı’nın son dönemlerinde içinde bulunduğu bu zor durumdan, Türk gençliğindeki milli bir bilinç ve Türklük mefkuresine sarılmakla çıkılacağını tespit eder. Son dönemde mevcut gelişmelerle bütün toplumun yaşamakta olduğu, kendine ve kültürüne karşı güvensizliğe çare olarak, milliyetçilik gelişiyordu. Toplumsal dayanışma aracı olarak milliyetçilik, aklın manevi gücünü, birlik ve beraberliği artırmak için halkın içindeki milli kültürü yüceltiyor ve ülküleştiriyordu. Bu anlamda Gökalp 1914 yılı öncesinde, Afgani’nin de vurguladığı, İslamiyeti Türk vatanseverliğinin bir temeli olarak kabul eder. (Köseoğlu, 2002: 233). Bu düşünce Cumhuriyet sonrasında değişime uğrayacaktır. 140 Çünkü Osmanlı’daki çok uluslu yapıyı, Türk milliyetçiliği ekseninde toparlama gayretleri devam etmektedir. Gökalp’in bu sentezci anlayışının bitmesinde, Osmanlıcılık tarzı bir Türkçülük ve milliyetçilik anlayışından, Türkçülüğe doğru yönelişi, Turan adlı şiiri yayınlamasıyla iyice belirginleşir. İlk kez 1839 yılında Fince, Türkçe, Moğolca ve Macarcanın içinde bulunduğu dilleri tanımlamak üzeri Turan terimi kullanılmıştır. 1870 yılında Budapeşte Üniversitesin’de Armenius Wabery’in başkanlık ettiği Türkoloji kürsüsünün kurulması ve sonrasında, Orta Asya Türkleriyle olan ilişkiler, bu kavramın kullanımını yaygınlaştırdı. (Özdoğan, 2002: 394). Turan kavramını popüler hale getiren 1910 ve 1915 yılları arasında Ziya Gökalp’ın yazdığı şiir ve destansı yazılarla olmuştur. Gökalp’ın Turancılığa yönelmesinde Hüseyinzade Ali’nin etkisi büyük olmuştur. Başlangıçta aynen aldığı Turancılık fikrini, sonradan kendince yorumlamıştır. Turan şiirinde vatanı “Ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan; vatan büyük ve müebbet ülkedir: Turan’ı açık bir dille ülküleştirir. Gökalp, “Kızıl Elma” , “Ergenekon”, “ Kızıl Destan” gibi destansı şiirlerinde de bir taraftan tarihinin derinliklerindeki zaferleri hatırlatırken, bir taraftan da Osmanlı’nın Batı’lı güçler ve yeni Balkan ulusları karşısında aldığı yenilgilerin panzehiri olarak “Turan” ruhunun canlandırılmasından söz etmektedir. (Özdoğan, 2002: 395). Karakaş bu Turancı yaklaşımı değerlendirirken, “Romantik bir üslupla bütün Türklüğün yaşadığı vatanı Turan olarak ifade eden Gökalp, Türkçülüğü imparatorluğun ideolojisini oluşturan ve gittikçe zayıflayan Osmanlıcılık ve İttihat-ı İslam fikirlerinin yerini alacak bir psikolojik mefkure olarak düşünmektedir.” (Karakaş, 2007: 203). Son noktada Türk ulusçuluğunun, Türkçülüğün kurucularından olan Yusuf Akçura ve Gökalp arasında da zamansal anlamda bir fark ortaya çıkmaktadır. Akçura’nın 1930 yılında Osmanlı milletinin ulusunun olanaksızlığından hareket edip, Türk ırkına dayalı Türkçülük anlayışını öne atması ile, Gökalp’ın bu dönemlerdeki çok uluslu yaklaşımı varken, Akçura da Türk ırkına dayalı saf Türk ulusu perspektifi vardır. (Karakaş, 2007: 204) Genel bir değerlendirme yapmak gerekirse; Gökalp’te modernleşme karşısında takınılacak tutumla ilgili görüşlerin ortaya atılmasından sonra, milliyetçilik fikrinin kültürel değerlere bağlı ve hissi duygularla yaşanan bir anlayışta şekillenir. Turan fikriyle de bunun tüm Türkleri kucaklayan bir mefkure durumuna dönüşmesi gerektiği fikrini savunur. Akçura ile farklılaşan yönlerinin yanında iki düşünürün düşünce hayatında ortaya koyduğu 141 fikirler, Türkiye Cumhuriyeti’nin ideolojik ve siyasal temellerini oluşturmada etkili olmuştur. Tan’ın bu konuda şu tespiti bu düşünürlerin etkilerinin günümüze kadar devam ettiğini de göstermektedir. “Ziya Gökalp’ de görülen İslamlaşma vurgusu ve bilhassa Kürt, Türk beraberliğine özen gösterme gibi kuvvetli motifler Akçura da yoktu. Onun milliyetçilik anlayışı keskin ve Osmanlı toplumunun bünyesine göre fazla radikal milliyetçilikti. Gökalp’ in 1924 te erken ölümüyle Yusuf Akçura’ nın “etnik” vurgulu Türkçülük anlayışı baskın hale geldi. 1930 lar da son derece etkili oldu ve bu gelişim Kürt sorunu üzerinde olumsuz etkiler yaptı.”(Tan, 2011: 117). Gerçekten de iki düşünür gerek Osmanlı son dönemi gerekse Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki etkileriyle merkez-çevre ilişkisinde, merkezin yönetsel anlayışının çevreye bakışının şekillenmesinde farklı etkileri olmuştur. 142 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM CUMHURİYET DÖNEMİ MERKEZİN MİLLİYETÇİLİK ALGISI VE ÇEVRENİN TEPKİSİ 1.TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN KURULUŞ DÖNEMİ Modernleşmenin proje olarak iki şekilde geliştiğini gördük. Bunlardan birincisi ekonomik sistemin sonucu olarak kapitalist yapının yayılma, genişleme istenci sonrasında kendi vasıtalarını kullanarak uyguladığı yöntem. İkincisi ise Geri kalmış ülkelerin, Batı’lı devletlerde her alanda ortaya çıkan üstünlüğü ve bu üstünlüğü yakalamada istekli olan yönelimleriyle ortaya çıkan süreç. Bu alanda yeni düşüncelerin etkisi altında kalarak, yönetici seçkinlerin bu ekonomik sistem için gerekli ticari ve toplumsal düzenlemeleri yaparak girdikleri bir modernleşme süreci olarak ta görülebilir. İkinci kısımda yer alan modernlik, Batı dışı toplumlara özgü geri kalmışlık duygusuyla ortaya çıkar. Osmanlı’da başlayarak daha sonrasında Türkiye Cumhuriyeti’ne sirayet edecek modernleşme tipi daha çok ikinci tip diyebileceğimiz, devlet eliyle ve seçkinler aracılığıyla devam eden bir modernleşme çizgisinin benimsenmesiyle yürütülecektir. Osmanlı Devleti’nin 1.Dünya Savaşı’nda taraf olarak yer aldığı devletlerin de yenilmesiyle, savaştan yenik ayrılıyordu. Ve Mondros Ateşkes Mütarekesi ile bir anlamda Osmanlı devletinin tasfiyesinin sonuna gelindiği anlaşılıyordu. Tüm bu zor şartlarda geçmişten başlayarak devam eden modernleşme çabaları pek fazla sonuç vermese de Anadolu da yeni bir devlet kurmak ve yaşam kavgası sürdürmek için bir mücadeleye girişilmişti. Bu Kurtuluş Savaşı döneminde yer alan ve Anadolu’daki halkı örgütleyip bağımsızlık mücadelesine girişen seçkinci kanadın çoğu, İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi subaylardan oluşuyordu. Nilüfer Göle bağımsızlık savaşı sonrasında ortaya çıkan durumu değerlendirirken biraz daha farklı düşünmektedir. “ I. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı imparatorluğu İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunanlıların işgali altındadır. Oysa o güne kadar çalışmalar Osmanlı İmparatorluğu’nun nasıl kurtarılacağıyla ilgiliydi. Ulusal kurtuluş mücadelesini yöneten Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyetinin Jön Türkleri değil, Mustafa Kemal’dir.” (Göle, 2008: 85). Burada Göle’nin Osmanlı’nın tasfiyesi sonrasında ilk başta yürütülen Osmanlı’yı kurtarma ve modernleştirme politikalarında Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında yeni bir sürece girdiğini vurgular. Başta değinildiği gibi İttihat ve Terakki’nin de kendi içinde 143 farklı düşünen ve hareket eden unsurları vardı. Her zaman aynı ortak düşünce etrafında tam fikir birliği yaptıkları söylenemez. Türk ulusal direniş hareketinin önderi olma niteliğine sahip Mustafa Kemal’in, Osmanlı’nın son dönemlerinde İttihat ve Terakki Cemiyetinde Cemal Paşa grubuna yakın olduğu bilinmektedir. Özellikle Ali Fethi (Okyar) ile yakın ilişkilerinin olduğu, bu nedenle de Enver Paşa’nın rakibi Ali Fethi Bey olan ilişkiler nedeniyle, Enver Paşa ile olan ilişkiler de gergindi. Enver Paşa askeri lider olarak göz önüne çıkmaya başlayınca, Mustafa Kemal’i siyasal iktidar merkezinin dışına ittiği de belirtilebilir. (Zürcher, 2002: 214) Bu açıdan bakıldığında hareketin kendi içinde de bir çekişme içerisine girdiği de söylenebilir. Bu durum Kurtuluş Savaşı’nın sürdürüldüğü yıllarda da gözlemlenmiştir. Kurtuluş Savaşı’nın verildiği yıllarda Rusya’dan bu direniş hareketinde yer almak üzere Trabzon’dan Anadolu’ya girmeye çalışan Mustafa Suphi, geri dönmeye zorlanır. Fakat daha sonrasında bölgede bazı taraftarlarıyla birlikte Karadeniz’de boğdurulur. Enver Paşa’da Azerbaycan ve Rusya’dan aldığı destekle bir ordu kurarak Anadolu’ya girmek, milli mücadeleye katılmak ister. Fakat Ruslar ona gerekli para ve destek vermezler. Enver taraftar toplamada kendi şöhretine güvenip, Anadolu’ya tek başına gelmek ister. 30 Temmuz 1921’ de Batum’dan Türk sınırına girmek istedi. Ama Türkiye’ye girişi kabul edilmedi. (Zürcher, 2010: 235-236). Bu noktada ortaya çıkan durum, Türkiye Cumhuriyeti için bağımsızlık savaşı verilirken dahi çekişme ve kopuklukların devam ettiğini göstermektedir. Merkezi seçkinci kanat içinde farklı gruplar bu yıllarda çevre olarak nitelendirilen unsur halk kısmına yaklaşma eğilimi göstermişlerdir. Fakat kendi içlerinde çekişme varlığını devam ettirmektedir. Bu noktada gerek savaş yılları ve sonrasında var olacak bu çekişme bir anlamda da Osmanlı’dan devralınmış ve süreklilik arz eden niteliğe dönüşmüştür. Her ne kadar yeni kurulan devletin artık geleneksel bağlarıyla Osmanlı’dan tamamen farklı yapıya sahip nitelikte olduğunu düşünen düşünürler olsa da. Süreklilik sergileyen durumlarında varlığından söz edilebilir. Osmanlı Devleti’nin yıkılışı veya tasfiyesi sonrasında yaşanan süreçlere ilişkin görüşlerde, sosyal bilimciler ve sosyologlar bir ikilik yaşamaktadırlar. Berkes’e göre Türkiye Cumhuriyeti’nde modernleşme süreci, gelenekten kopuşla başlayan bir süreç olarak görülür. Geleneğe dayanan Osmanlı toplum yapısında düzenin kaynağı değişme değil düzendir. 144 Değişme, ilerleme, evrim bozulma olarak algılanır. Bunlar dengeye yönelmiş anarşilerdir. Geleneksel düzende devam eden toplumsal yapıdaki aksaklıklar yalnızca ıslah yoluyla düzelebilir. Bu da yapının saf ve orijinal haline gelmesiyle mümkündür. Ama Osmanlı’da 17. yüzyıldan itibaren bu düzen anlayışına bağlı gelenekten koparak Batı modernliğinin motoru durumunda olan ilerlemeye gözünü çevirmiştir. Bu yeni yapıda gelenek ötekileşerek çeşitli sorunlar üreten geriliği temsil eden yapıya dönüşür. Modernlik mecburen kendi yanında kopmayı da getirecektir. Cumhuriyetin ilanıyla yeni kurulan devlet eski Osmanlı’dan bir kopuşu temsil eder. Berkes’e göre geride olan ve ilerici arasındaki ikilik mücadelesine dayalı bir sürecin varlığı, Cumhuriyet Türkiye’sinin temeliyle de derinleşmiştir. (Yıldırım, E. 2012: 87- 89). Milli mücadelenin verilişinde ve sonrasında yapılan tüm çalışmalar, modernleşme adına, Batı’yı yakalama, ve geçmişten kopma şeklinde köklü değişiklikleri içermekteydi. Bu durum var olan kopukluğun bir göstergesi olarak sayılabilir. Bu durum başka ikiliklerinde yaşanmasına sebep olmuştur. Örneğin Göle bu durumu “Batı’ya karşı ve Batı’nın yanında olmak” şeklinde tanımlar. Mustafa Kemal’e göre bağımsızlık ancak milli bir devletin kurulması ve yaşatılmasıyla mümkün olacaktır. Milli devlet Batı’ya karşı savaşılsa bile, bu şekilde Batı’nın değerlerini benimsemekle kurulur. Mustafa Kemal’e göre “çağdaşlık olarak da adlandırılan modernlik; kurulu devletin, Batı tarafından temsil edilen evrensel ilkelere uygun olarak “millileştirilmesidir.” Cumhuriyetin kurulması her türlü yerel ve dinsel farklılıktan üstün olan bu evrenselliğin benimsenmesi anlamına gelir.” (Göle, 2008: 85). Burada belirtilen modern devlet tasarımında Türkiye Cumhuriyeti, Batı’lı formlarda modernliğin evrenselliğine ve geçmişin, geleneğin reddine dayalı bir kurulum ilkesi merkezi seçkin yönetici elitler tarafından benimsenmiştir. Yeni bir millet oluşturma düşüncesi Osmanlı’nın son dönemlerinde seçkin bürokrat yöneticiler ve aydınlar tarafından dillendiriliyordu. Osmanlı’da yönetici sınıf Batıcı ve Batılı tarzda yeniliklerin öncüsü durumunu koruyordu. Halka ise bayağı, sıradan, avam gözüyle bakma eğilimiyle, onu yönlendiren ve şekillendiren, şekle sokan özne durumunda kendisini görmekteydi. Millileştirme politikalarında seçkinci kadro bu rolü yine kendisi üstlenecektir. Aslında bunun karşısında “Kendilerini savunmak durumunda olan kitleler daha fazla geleneksel ideolojiye sarılıyor.” (Başkaya, 1997: 21). Dönüştürme ve şekillendirme karşı, değerlerine 145 sarılıp değiştirme politikasına direnmesiyle Osmanlı’dan gelen ikilik Cumhuriyete de taşınmış oluyordu. Bir kopma varsa da bu durum Cumhuriyetin kuruluş yıllarında benimsenen ideolojiden kaynaklanıyordu. Baykan Sezer’de kuruluş döneminden itibaren yeni Cumhuriyet’le gelen anlayışta Batılılaşmanın Osmanlı Doğu siyasetinden bir kopmayı ifade ettiği söylemektedir. Doğu siyasetinden kopma olarak Cumhuriyet modernliği bunu çok iyi şekilde temsil eder şeklinde ifadelendirir. Çünkü Cumhuriyet Batıcılığı Osmanlı eleştirisi ve reddiyesi üzerine inşa olmaktadır. Osmanlı olan her şey kötüdür. Cumhuriyet, bu kötülüklerden uzak durarak varlığını sürdürmektedir. Bu anlamda Cumhuriyet ile birlikte Batılılaşma anlayışında da yeni bir dönem başlamıştır. Osmanlı’nın tavsiyesi ile artık Batı tarzı bir devlet anlayışı benimsenmiştir. Bu anlamda Anadolu’nun Müslüman Türkleri Doğu’dan koparak Doğu’nun Batı ile uyuşabileceğini görev olarak üstlenmişlerdir. (Sezer, 1988: 202-203). Sezer yeni cumhuriyetin, Doğu’dan kopuş ve tamamen Batı’ya yönelişi temsil ettiğini belirtmektedir. Bu açıdan yeni yöneliş gereği, yeni siyaset ve yeni anlayışı, toplumun her alanına nüfus ettirebilmede, elit seçkinler üzerlerine düşeni yapmakla mükelleftir. Cumhuriyetin kuruluşunda Osmanlı’dan devralınan bir devamlılığın olduğunu ileri süren yaklaşımlar, Türkiye Cumhuriyeti kurulmasında kopmalar kadar ağırlıklı devamlılıklarında olduğunu ileri sürmektedirler. Bu yaklaşım özellikle merkez–çevre paradigmasını, Osmanlı modernleşmesini ve toplum yapısına uyarlayan Şerif Mardin’in devamında düşünülmektedir. Aynı paradigmayı Türkiye Cumhuriyetine de uyarlayan yaklaşım bu devamlılığa işaret eder. Mardin Batı’da merkezi devletleri yaratan merkezileşme süreci, merkezi güçlerle çevrenin özelliklerini yitirmeden yönetim erkinin bir parçası haline gelmeleri ile sağlandığını vurgular. Batı’da bu çok boyutlu karşı karşıya gelmeler sayesinde merkezi yapı şekillenir. Osmanlı’da başlayarak, Cumhuriyet döneminde de devam eden merkez– çevre arasındaki karşı karşıya gelmeler ise genelde tek boyutlu bir seyir izlemiştir. Bu tek boyutlu çatışma, Türk siyasetinin en önemli ve toplumsal kopukluğunu meydana getirmektedir. (Kaliber, 2004: 109). Bunu ortaya koyan Mardin’e göre cumhuriyetin yeni olarak ortaya koyduğu ideolojilerin arkasında belli bir toplumsal yapı bulunmaktadır. Bu var olan toplumsal yapı Osmanlı toplum yapısındaki 146 “Herschaff yönetim, statü toplum değerlerini ve halk kültürü ile aydınlar kültürünün iki ayrı kültür olarak, seçkinler düzeyinde devam eden davranışlar getirmiştir.” (Mardin, 2007: 144). Bu açıdan bakıldığında Osmanlı döneminde var olan aydın ya da seçkinler sınıfı, var olan kültürel geleneklerini Cumhuriyet dönemine geçtiği andan itibaren de taşımaya devam etmiştir. Var olan bu özelliğini tamamen değiştirip atmamıştır. Bu doğal ve olması gereken yöntemdir. Cumhuriyetin kuruluşu ve ilanıyla tamamen formatlanan ve yenilenen bir yapı beklenmesi aykırı karşılanmalıdır. Mardin bu yaklaşımı ile ilk modernliği bir kopuş olarak yorumlayan tezlere karşı, tam tersine modernliğin geleneğe dayanarak var olduğunu ve bütün modernleşme çabalarının arkasında bir toplumsal yapı olduğu fikrine de dikkat çekmektedir. Bu toplumsal yapı hemen bir günde, bir saat ya da bir yılda değişmeyen, önemli ölçüde süreklilikleri barındıran niteliktedir. Onun gözünde Cumhuriyet’in modernlik mirası, Osmanlı döneminin modernlik mirasıdır. (Yıldırım, E. 2012: 94). Bir başka açıdan Türk ulus devletinin kurulmasına ilişkin görüşlerine bakıldığında, Türk modernleşmesinin sadece kopuşlar ya da süreklilikler söylemi içerisinde değil, bunların birbirine ilişkin geçişli ya da eş zamanlı var oluşlarını tahlil eden bir yaklaşımda sunar. “Buna göre bir tasarım, bir tasavvur olarak kurguladığı toplumu inşa yolunda meşruiyetini, olmayan bir öze (modern bir ulus, ulusal kimlik, genel irade gibi) ontolojik bir nitelik kazandırarak, zaten varmış gibi yaptığı bu özün ideolojik yeniden üretimi üzerinden kurgulayan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti. Geçmişte kurulan bir süreklilikler ve kopuşlar ilişkisinin karmaşık gerilim ve tezahürlerini barındıran bir siyasal modernite projesi.” (Kaliber, 2004: 109-110). Tek taraflı bir süreklilikten ziyade bu şekilde bir iç içelik, olguyu anlamada daha yardımcı olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti ve Osmanlı arasındaki ilişkiyi ortaya koyan bir başka düşünür Halil İnalcık’ta bu kopukluk ve devamlılık ilişkisini beraber ele alan bir modernleşmeci yaklaşım belirler. Atatürk devrimleriyle kesinlikle bitmiş olanların yanında Osmanlı’dan devam eden kültür alanlarının varlığına işaret eder. Milli iradenin hâkim kılınması gerekir, Türk halkı olarak, yalnız kendi alın yazgısını kendi belirleyen iradeye sahip olacak niteliklere ulaşabilmelidir. Milli devlet ve eşit vatandaşlar oluşturma yolundaki adımlar kökten dönüşümü gerektirir. Devrim bir 147 anlamda da bu kopuşu ifade etmektedir. Süreklilik konusunda ise geleneksel alanda kültürel yapı bir anda değişmez. Onlar, hem sorunlarını hem de yaşayışlarını devam ettirirler. Sosyal yaşam alanının ürünü ve sosyalleşmenin aracısı olan kültürel aracılık rolünü devam ettirmektedir. (İnalcık, 1998: 13-14). İnalcık’da süreklilik ve kopukluk anlayışının beraber ele alınması gerektiği yönünde fikir ileri sürer. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulma döneminde kurucu kadroların Osmanlı’daki bürokratik seçkin kadroların devamlılığı gibi bir özellik sunmaktadır. Devamında yapılan köklü değişiklik ve geçmişi yok sayan geleneksel yapıyı bir reddiye ile yeni modern ulus devlet oluşturma düşüncesinde izlenilen politikalar, kopukluğu meydana çıkarmıştır. Çevre-merkez arasında var olan gerilim ve bu gerilimin artması, merkezin milliyetçi söylemlerle ortaya koyduğu ulusallaştırma politikaların uygulanma nedenleri ve buna bağlı olarak yürütülen siyaset sonucunda yeniden şekillenmiştir. Türkiye’de oluşan yeni milliyetçilik söylemlerinin de ortaya çıkmaya başlaması, bu dönemde şekillenme sürecine girmiştir. Yeni olan milliyetçilik fikri değil, bu fikirdeki dönüşümdü. Karakaş Türkçülük ve Türk milliyetçiliği çalışmasında, Türkçülük fikrinin dönüşümü, yeni bir ideolojiyle temsili noktasına gelmesinde Kurtuluş Savaşı’nın önemli rol üstlendiğini belirtir. Kurtuluş Savaşı’yla girişilen mücadele Türkçülük düşüncesinin yaşadığı en farklı değişimi ifade eder. Bu dönemdeki koşullarla, geçmişte var olan koşullar, farklılaşma içine girmiştir. Ve bu dönemde: “Türkçülük bu koşullara eklemlenerek yepyeni bir içerik ve yapıya kavuşmuştur. Sözünü ettiğimiz dönüşümle ortaya çıkan eklemlemeyi ifade eden engel, farklılaşma, imparatorluk ideolojisi olma adına üstünlük psikolojisinin ürettiği ihtiyacı karşılayan Türkçülüğün, Türklerin ulus devletler çağında Anadolu coğrafyası üzerinde teritoryal bir çerçevede Türk milliyetçiliğine dönüşmeye başlamasıdır.” (Karakaş, 2006b: 68). Bu söylem Osmanlı sonrası Türk modernleşmesinin merkezine oturan ideolojinin yeni karakterini çizmede ve Anadolu sınırlarında bir ulus oluşturma fikriyle modernliğe ulaşma çabası ortaya çıkmaktadır. Osmanlı’dan devralınan önemli fikir akımlarından biriside milliyetçiliktir. Öncesinde son Jön Türk hareketi ile İttihat ve Terakkiye sirayet eden düşünce Misakı Milli meselesi ile Anadolu coğrafyasında belirlenen bir ideolojiye doğru dönüşmüştür. Bu fikir Cumhuriyetin ilanı ve yeni kurulan devletin de çizdiği 148 siyasetin ana yönünü oluşturmuştur. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında verilen kurtuluş mücadelesi döneminde yaşanan olaylar, kurucu ideolojisinin şekillenmesinde etkili olmuştur. Mardin’in Cumhuriyet hem iç hem de dış çatışmalar içinde doğdu, son derece heterojen bir toplumsal yapı aynı zamanda varlığını sürdürüyordu. Bu devlet, zaman zaman silahlı mücadelelerin gerektiren Ermeni milliyetçiliği ve münferit isyanlar, daha sonrasında Kürt gailesi ile uğraşırken inşa edilmiştir. Bu durumda ister istemez Anadolu’nun da ilksel grup hatları temelinde bölüneceği korkusu yeni devlet kurucuları arasında güçlü bir eğilim oluşturduğunu, bu yaklaşım 1950’lerin sonrasına kadar Kemalist yaklaşımın gizli de olsa arka planını oluşturduğunu belirtmektedir. (Heper, 2006: 93). Bu durum milliyetçiliğin ve ulus-devlet oluşturma ideolojisinin arka fikri altyapısını anlatmada önemlidir. Bu yeni devletin modernleşmesinde belirlenen “egemenliğin kayıtsız ve şartsız millete verilmesi” gibi uygulamalar, yeni geçişi ifade eder. Çaha bu egemenliğin devredileceği ve verileceği bir milletin olmayışından dolayı, yeni dönemin siyasetinin var olmayan, yani mevcut olan bir millet olmadığı için, bu millet bir anlamda da “Yaratılacak olan bir milleti” şeklinde yeni dönemin siyasal projesini tanımlar. Genel anlamda Atatürk, Çaha’ya göre bu milleti oluşturmak için büyük çaba sarf etmekteydi. Onun “Her tür kuvvet ve kudret kendi zatında menkul olan bir milleti uyandırmak ve rejimi bu millete dayandırmak istediğini anlıyoruz.” (Çaha, 2008: 71). Millilik söylemiyle yapılan her politikanın arkasında bu var olmayan milleti uyandırma ya da oluşturma gayreti görülebilir. Bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminde devletçi seçkinler; Cumhuriyet dönemini ve onun ulus devletini Osmanlı İmparatorluğu ve siyasisinden kesin hatlarla ayıran, sınırlar inşa etme çabası içerisindedirler. Bir taraftan da siyasal modernite ve ulus inşası projesi olarak, Türk Batılılaşmasının politik, toplumsal, ekonomik, kültürel ve etik hudutlarını düzenleniyordu. Bu hem geçmişin yeniden kurulması aynı zamanda bugünün inşasının da koşullarını belirleyen yönüdür. (Kaliber, 2004: 110). Türk modernleşmesinde kuruluş paradigması bu temeller üzerine atılmıştır. Bu oluşan anlayış beraberinde çözümleri getirdiği gibi, bazı sorunlarında doğmasına neden olmuştur. Bu açıdan merkezde yer alan ve merkezi elinde tutan seçkinci kanat ile çevresel kitle arasındaki kopukluk ve çatışmaların temelinde bu ulusu oluşturma süreci yer almaktadır. Bu konu ayrı bir başlık halinde ele alınacaktır. 149 1.1.MERKEZİN ULUS DEVLET OLUŞTURMA SÜRECİ Ulus-devlet, ulus kavramı modern devletin en belirgin özelliği olarak sıralanır. Bu anlamda modern devlet ulus niteliğine sahip olmalıdır. Ulus-devlet 19. yüzyıldan başlayarak özellikle 20. yüzyılda meşruiyet kazanmış devlet şekli olarak karşımıza çıkar. Ulus-devlet modeli, milliyetçilikle aynı dönemde ortaya çıkmıştır. Bununla ulu-devlet ve milliyetçilik arasında yakın ilişki bulunmaktadır. Ulus-devlet; Sanayi Devrimi ve Fransız İhtilali sonrasında ortaya çıkmıştır. Ulus, yeni bir dayanışma aracı olarak devletin meşruiyet zeminini din, kavim, krallık olmaktan çıkarıp, laik ve demokratik temeller üzerine kurmaya gayret etmiştir. Burada bireyler arasındaki ilişki karşılıklı ve eşit olarak, bütün bireylerin birbirini kabul görme isteğiyle ilişkilidir. Bu anlamda bireylerin eşitliği sağlanıp dayanışma ortaya çıkarılmaktadır. (Gündoğan, 2002: 196-197). Bu açıdan ulus-devlet modern zamanların siyasal anlamda vazgeçilmez bir oluşumu haline gelmiştir. Modern dönemde bireyler arasındaki bütünleşme, bu şekilde ulus söylemi üzerinden yürütülmektedir. Giddens’da benzer bir tespit de bulunur ve ‘ulus’ ile hem dahili devlet, hem de diğer devletler tarafından tepkisel olarak gözetilen, üniter bir yönetime konu olan, açıkça belirlenmiş bir bölge içerisinde var olan bir ortaklığı kasteder. Bu anlamda Giddens’a göre de modern devletin en belirgin özelliği ulus ve ulusçuluk söylemidir. (Giddens, 2005: 159). Ulus ya da millet Smith’e göre sınırları belli bir yurttaki siyasal topluluğun fertleri arasındaki yasal eşitliğin olduğu, halk arasında belli ortak değerlerin paylaşıldığı, çekirdek bir topluluğu ifade etmektedir. (Smith, 2010: 27). Bu ortak değer, belli yurt fikri, bütüncül yapı fikri, devlet ilişkisini ortaya çıkarmaktadır. Bu açıdan genel bir değerlendirme yapan Habermas ulus-devlete ilişkin üç farklı yaklaşım sunar.Ulus-devlet’in ilk biçimi birbirinden ayrı yaşayan etnik grupların barışçıl yollarla, tek tek devletleşmesiyle değil, komşu bölgelere, soylara, alt kültürlere, dil ve din topluluklarına sirayet etmesiyle şekillenmedir.. İkinci olarak, asimile edilmiş, baskı altına alınmış, ya da marjinalleşmiş alt halklar pahasına oluşmaktadır. Bu ulus devlet homojen bir devlet değil, yapay olarak oluşturulmaya çalışılan bir topluluktur. Son zamanlarda görülen ve son olarak ortaya çıkan ulusdevlet modeliyse etno-milliyetçi akımlarla şekillenen kanlı saflaştırma ile gerçekleştirilen, azınlıkların sürekli ve yeni baskılara maruz kalmalarıyla şekillenir. 150 (Gündoğan , 2002: 197). Bu ulus-devlet oluşum modelleri Batılı ve Batılı olmayan uygulamalar diye de ele alınabilir. Bir anlamda Batılı devletlerin oluşturduğu ulusdevlet işaretlenmiş sınırlarıyla bir bölge üzerinde idari tekel sürdüren, konumlarını ve iç-dış şiddet araçlarını kontrolünü sağlayan, bunu kullanan hükümet şekli biçimidir. (Giddens, 2005: 165). Batı dışı toplulukları, ulus-devleti oluşturma fikriyle hareket eden topluluklar olarak görebiliriz. Habermas’ın homojen toplum oluşturmada bütünleşme ve değer inşa etme sürecinde, ilk toplumsal yapıyı şekillendirme yönelimli ulus-devlet oluşturma süreci, Cumhuriyetin kuruluş yıllarında uygulanmaya çalışılmıştır. Türk ulus-devleti oluşturma süreci bu anlamda hem Anadolu’da salt bir egemen güç oluşturma yolu olarak görülürken, daha da alt mikro düzeyde parçalanma korkusuna bir alternatif politika olarak sunulmuştur. Aynı zamanda bu model, Batı modernliğine ulaşmada bir araç olarak görülüyordu. Gellner’in ifadesi ile: “Türk eliti açık biçimde çok ilginç bir seçimle karşı karşıyaydı. Batılılaşma yolundaki Kemalist miras hem demokrasiyi hem de sekülerliği içeriyordu. Bunun altında yatan tümevarım şöyleydi: Batı seküler ve demokratiktir. Batı güçlüdür. Bizde güçlü olmalıyız. Güçlü olmak için demokratik olmak zorundayız.’’ (Gellner, 2012b: 117). Bu ifade gerçekten de Batı tarzı bir modernleşmede izlenilen yolun nasıl çizildiğini gösteriyordu. Seküler, demokratik ama en önemlisi ulusal ve ulus temeline dayalı bir devlet yapısı. Bunu iyi bir şekilde ortaya koyan bir başka tespit şu şekildedir. Osmanlı’nın en son unsuru olarak gelişen Türk milliyetçiliği savunmacı ve gönülsüz bir milliyetçilik olarak ortaya çıkmıştır. Bu şekilde ortaya çıksa da dönemin kozmopolitik imparatorluk yapısı içerisinde, Türk milliyetçiliğinin ve sonrasında devletinin siyasetini belirleyecektir. Ziya Gökalp’in “Bu devlete bir millet lazım” aforizmasında ifadesini bulan bir uluslaşma süreci, yeni bir ulus gerektiği fikri, bunun en güzel ifadesidir. (Aktar, 2002: 77). Bu çerçeveden bakıldığında Modern Türkiye olarak tanımlanacak yeni devletle, Batı’lı devletlerin teşkil ettiği ulus yapılarına benzer bir yapı bulunmamaktadır. Seküler anlamda bir yapının oluşmasında İslami ve ümmetçi yapının engeli varken, kozmopolitik imparatorluk mirası da bu ulus oluşturma sürecinin engelleyicisi durumundadır. Cumhuriyetçi seçkinlerin ulus yaratma idealleri, modern devletin yeni ideolojisi durumundadır. 151 Ulus yaratmak mecburiyetindeki cumhuriyetçi seçkinler, kendilerine alacakları iki model arasında tercih yapmaları gerekmektedir. Hukuksal ve evrenselci bir Fransız modeliyle, kalıtımsal, tarihsel ve kültüralist Alman modeli. Ortaya çıkan modelin özelliği Fransız ulus anlayışlı ve Almanların yaptığı tarzda emperyalizme karşı, kalıtımsal, tarihsel ve kültüralist bir ulus teorisi kavramsallaştırmaya ve oluşturmaya çalışmışlardır. İmparatorluk ve İslam evrenselliği arasında sıkışıp kalan, yok olma düzeyine gelen, Türk farklılığını, uyandırma yolunu seçmişlerdir. (Aktar, 2002: 78). Burada ulus-devlet oluşturmada belirlenen yol, Anadolu coğrafyasında Türk milletini esas alan yapıda, seküler dünya görüşüne uygun, bir ulus oluşturma fikridir. Bu fikir Cumhuriyetin ilk yıllarında belirlenmiştir. Türk milliyetçiliğinin bu anlamda farklılaşarak ve bir anlamda da merkeze oturmaya başlaması bu fikrin alt yapısının neticesidir. Çevresel anlamda farklı milliyetçilikler bu tarihten itibaren merkezle kopukluk içine girerek, kendi alt milliyetçiliklerini oluşturmaya başlayacaktır. Ulus oluşturmada kültürel bir yakınlık ve tarihsel bir yakınlık kurulmak istenmesi, bu farklı etnik toplulukları merkezi bir ulus içerisinde kaynaştırma düşüncesidir. Heper bu durumu ifade ederken “Atatürk ülkenin çeşitli unsurları arasındaki uzun tarihsel birlikteliğin, bir ulusun ortaya çıkmasına yol açacağını düşünmüştür.’’ (Heper, 2010: 136). Şeklinde ifadelendirir. Bu anlayışın geçmişi Osmanlı’yı reddetmekle birlikte, onun oluşturduğu toplumsal uzlaşı zemininden, yeni bir toplumsal uzlaşı oluşturmaya çalışma olarak nitelendirilebilir. Hotham’ın “Anadolu Mozaigi” tezi Atatürk’ün var olan halklardan bir tarihsel yakınlık ve kültürel yakınlık kurarak, ulus oluşturma düşüncesiyle paralellik göstermektedir. 1920’li yıllarda merkezi temsil eden bu anlayış, bir anlamda milliyetçilik fikrinin de görünürde hiçbir topluluğu dışlamayan yapıda olduğunu göstermektedir. Kuruluş yılları ve Kurtuluş Savaşı süresinde, bu yönlü bir siyaset izlenmiştir. Hem Müslüman unsurları farklı etnik kökenlerine rağmen bir topluluk uzlaşısı oluşturma düşüncesi, merkezi yapıda benimsenen politik ideolojidir. Bu dönemde ulus fikri düşüncesinden bahsedilse de, henüz gerçekten bir ulus haline gelmemiş bu unsurların da farkındaydılar. Bunun için bir taraftan ulusun varlığından söz edilirken, bir taraftan da farklı unsurların paylaştıkları hususlar pekiştirilmeye, bu farklı hususların içselleştirilebileceği umuduyla, ortak ülkü, değer ve tutumlara atıfta bulunarak, açıklık getirilmeye çalışılıyordu. Vatanperverlik ve vatanseverlik 152 vurguları ön plana çıkartılıyordu. (Heper, 2010: 137). Bu ulus oluşturma düşüncesi ilk dönemde hafif, etkili olmayan, ya da politik anlamda dışlayıcı değil kuşatıcı bir mana taşımaktaydı. Kurtuluş Savaşı sonrasında hızlanan ve daha radikalleşen bir merkez ortaya çıkmıştır. Bu da iki yön arasındaki merkezin çevreye yakınlaşmasını sona erdirip, aradaki kopukluğun artmasına neden olmuştur. Cumhuriyetin ilk yıllarında belirlenen Fransız modelli bir ulus oluşturma düşüncesi, var olan imkansızlıklar içerisinde fikir olarak sunulabilecek en etkili çözümdür. Fakat uyguladıkça çözümün ne denli karmaşık, uygulamada sorunlu olduğu da görülmeye başlamıştır. Bunu da ilk anlamda geçmişle değil, geleceğe yönelik beklentilerle, Türk ulus kimliğini kabul eden herkesi Türk kabul eden anlayış benimsenir. Yerellikten sıyrılmış, evrensel değerlerle bezenmiş bir toplum oluşturma düşüncesi benimsenmiştir. Bu uygar Türk ulusu oluşturma fikri, marazi biçimde, geleneksel ve yerel farklılıklar reddetmesinden dolayı, dahil olduğu evrensel uygarlık simgelerinin içselleştirilememesi gibi sorunları doğurmuştur. Bu yerel göndermelerin reddedilmesi, ulusun bir meşruiyet zemini oluşturmasında sıkıntıları ortaya çıkarmıştır. (Aktar, 2002: 79). Ziya Gökalp’in de etkisiyle benimsenen Fransız modelli modernleşme ve ulus devlet oluşturma yöntemi, Osmanlı’dan miras kalan dağınık ve bölük pörçük yapıyı tamamen heterojen yapıya sahip toplumu dönüştürmek istemiştir. Cumhuriyet dönemi, artık bu kurumsal yapıların inşası ile şekillenecektir. Buna yönelik seçkinci bürokratik, askeri elitler, toplumu inşa etmede de büyük sembollerde üretmişlerdir. (Yıldırım, E. 2012: 99) Bakıldığında Cumhuriyetin kuruluş dönemi ve hemen sonrasında oluşturulmak istenen bu ulusdevlet modeli, Kurtuluş Savaşı sırasında yakınlaşan merkez-çevre ilişkisini, ilerleyen dönemde uzaklaşmaya dönüşmesini sağlamıştır. Benimsenen milliyetçilik fikri, bunu körükleyecek, kurulmaya çalışılan yeni toplumsal uzlaşı problemlerini çözme noktasındaki adımlar günümüze kadar çözülemeyen sarmal bir problem haline gelecektir. 153 1.2. CUMHURİYETİN İLK YILLARINDA MİLLİYETÇİLİK Mustafa Kemal’in önderliğinde giderek güç kazanan, işgalden kurtulma düşüncesi, Kurtuluş Savaşı’nın verilmesi ile sonuçlandı 1923’te Cumhuriyetin ilanıyla başlayan tek parti dönemi olarak da bilinen dönemde yeni bir siyasal çizgi izlenmiştir. Farklı dünya konjonktürünün etkisiyle ve kurucu kadroların ideolojik yaklaşımı ile milliyetçi çizgi izlenmiştir. Her dönemin farklı değerlendirmesini yapmak bu anlamda daha doğru bir yaklaşım ortaya koyacaktır. Cumhuriyet döneminin fikir akımlarının çoğu şu kaynaktan beslenmektedir. Osmanlı modernleşme süreci ve bu sürecin ortaya çıkarttığı siyasi ideolojik çelişkiler Cumhuriyet dönemini etkilemiştir. Osmanlı modernleşme fikri yapısından beslenen pek çok siyasal hareketten özellikle İttihat ve Terakki, ideolojik ve siyasal mirası ile önemli bir yer tutmaktadır. İttihat ve Terakki kendisinden sonraki dönemde Türk milliyetçilerinin dayanacağı temelleri tanımlamıştır. Büyük Millet Meclisi açılmamışken işgale karşı ortaya çıkan Kuvayı Milliye hareketleri, bir anlamda yerel İttihat ve Terakki örgütlenmeleri olarak karşımıza çıkar. Bu yapılar milli nitelik taşıyan ve milliyetçi fikir ideolojisi ile hareket eden ilk oluşumlardır. (Göktürk, 2002: 104-105). Bu açıdan bakıldığında milliyetçilik fikirlerinin özellikle Türk milliyetçiliğinin şekillenmesinde Osmanlı mirası önemli rol oynamaktadır. Kendi içinde de farklı milliyetçilik anlayışlarına sahip olan bu hareket, zaman içerisinde de giderek farklılaşan siyasette gütmüştür. İttihat ve Terakki’nin önemli isimlerinden Enver Paşa’nın Turancı anlayışı, serüvenciliği dışında Türk modernleşme hareketi genelde ısrarcı ve etnik milliyetçiliğe uzak durmaya çalışmıştır. Kurtuluş Savaşı ve sonrasında izlenen milliyetçilik anlayışı merkezin Turancılığa sırtını döndüğünü gösterir. (Gellner, 2012b: 125). Bu durumun genelde ortaya çıkışında dönemin şartlarının da etkili olduğu söylenebilir. Baskın Oran’a göre milli mücadele döneminde iletişim ve ulaşımda yaşanan zorluklar, silah ve paraya duyulan şiddetli ihtiyaç, iç isyanlar ve rakip ideolojilerin varlığı gibi şartlar göz önünde bulundurulduğunda, Anadolu’da yürütülecek milli mücadelenin zorluğunu ortaya çıkarmıştır. Bu zorluk ulusçu seçkinleri dini ve etnik açıdan çoğulcu bir yaklaşım benimsemeye itmiştir. (Yıldız, 2010: 99). Milliyetçilik anlayışının bu dönemde salt 154 ırkçı yapıdan ziyade bu şekilde yumuşatılmış ve kapsayıcı bir yönelişle ortaya çıkışını anlamamızda bu tespit önemli rol oynar. Milli mücadele yıllarında Cumhuriyetin kurucu kadroları dini içerikli konuşmalarla, kapsayıcı yönü geniş tutmaya çalışmışlardır. Bu dönemde halk içinde ulusal bir bilinç oluşmadığı için, Ümmetçilik fikri etrafında birleştiren, bir dini bütünleşme söz konusuydu. Hem Pan-Türkçü, hem Pan-İslamcı muhalefeti geriletmek amacıyla Mustafa Kemal ve kadrosu için dinin araçsal kullanımı daha rasyonel bir seçenekti. Milli mücadelenin muharrik gücünü oluşturan Türk, Kürt, Çerkez ve Lazların oluşturduğu etnik koalisyonun temelini, İslami bağlam oluşturmuştur. Gayrimüslimler işgal güçleriyle iş birliği yaptığı için bu oluşumda yer alamamıştır. (Yıldız, 2010: 101). Büyük millet meclisinde içinde bulunduğu bu dönemin Türk milliyetçiliğinin genel özelliği; Anadolu sınırlarını kapsayan teritoryal, Misak-ı Milli’yi temel alan, Pan-İslamist ya da Pan-Turanist eğilimlere denk düşmeyen yapıdadır. Bu dönem milliyetçiliği İslamiyet’e Türk milliyetçiliğinin kurucu bir öğesi olmaktan çok, dönemsel bir taktik aracı olarak yaklaşan bakış açısına sahiptir. Kurtuluş savaşı yıllarında güdülen bu araçsal siyaset, Mustafa Kemal’in liderliği uluslararası alanda güçlendikçe, bir devrim hareketi olarak ortaya çıkmaya başlamıştır. Anti Emperyalist harekete karşı Osmanlı’yı kurtarma adına izlenen siyaset, Kurtuluş Savaşı sonrasında yeni bir sürece girecektir. Bir gecede ulusal sınırlar içerisinde bağımsız ve egemenlik hedefi, ulus-devlet kurulmasına, devletin resmi ideolojisinin ise İslamiyet yerine laikliğin aldığı bir formülasyona dönüşmüştür. Bu toplumsal ne siyasal alanda kopuşu da beraberinde getirmiştir. Yunanlılara karşı kazanılan zafer sonrasında Mustafa Kemal liderliğinde İttihat ve Terakkinin bir biçimde mahkum olduğu “milliyetçi ve Müslüman” formülasyonun dan, “laik ve milliyetçi” formülüne geçilmiştir. (Göktürk, 2002: 113-114). Artık bu dönemden sonra yeni bir milliyetçilik yönelimi görülmektedir. Cumhuriyet rejiminin uygulamaya koyduğu milliyetçiliğin amacı sadece sanayileşme ve iktisadi kalkınma gibi modernleşmenin araçsal yönü ile ilgili olmayıp, medeni Batı’lı modern vatandaşlar yaratılması amacını da gütmekteydi. Bu Lewis’in de ifadesiyle Türk milliyetçiliği gittikçe bütün bir toplumu bir medeniyetten bir başka medeniyete taşımak için girişilen bilinçli ve kapsamlı bir çabaya dönüştü. (Akman, 2002: 84-85). 155 Burada milliyetçilik anlayışı artık Türkçülük eksenli yaklaşımla merkeze tamamen yerleşme çabası içine girdi. Yeni ortaya çıkan bir ulus oluşturma çabası ekseninde şekillenen milliyetçilik anlayışı, Türkçülük hareketiyle eklenerek, Cumhuriyet Türkiye’sinin siyasi bir projesi haline geldi. Bu aynı zamanda Türk ulusal kimliğinin entelektüel anlamda şekillenmesinde rol oynayan Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp’in görüşleri Cumhuriyetle birlikte merkeze yerleşmiştir. Ayrıca bu dönem Türk ulusunun yeniden inşa edilmesinde oturacağı toplumsal meşruiyet zeminin oluşturmada yeni aramalar ortaya çıkmıştır. Gökalp’in geliştirdiği kültür uygarlık ayrımı hem Osmanlı döneminde, aynı zamanda yeni kurulan devletin kuruluş aşamasında Batılılaşmayı savunmak ve Osmanlı’yı inkar siyasetinde başvurulan yöntem olmuştur. Gökalp’te ki uygarlığı yakalayarak kültürel yapıdaki Türklüğü yaşatma, aynı zamanda İslami öğenin de toplumda yaşatılmasını gerekli kılıyordu. Seküler bir modernleşme çizgisi çizen Cumhuriyet elitlerin yönelimi Gökalp çizgisinden uzaklaşarak, Batılılaşma çizgisinin yeni seyrinin anti İslam, anti Osmanlı ve anti Sovyet (Sosyalizm) temeline kaymasına neden oldu. Akçura’nın önerdiğindeki Türkçülük fikri, Cumhuriyet’in kesin siyasi seçimi olarak, resmi ideoloji durumuna geldi. (Karakaş, 2006a: 146- 147). Bundan sonra yapılan iş yeni ideolojiye göre belirlenecek kurallar çerçevesinde yeni kurumların ve yeni toplumun inşasını sürdürmekti. Türk milliyetçiliği şeklinde ortaya çıkan yeni süreçte amaç, Türkiye Cumhuriyeti’nin halkını hem ruhen, hem de şeklen modern ve medeni hale getirmekti. Bu anlamda yeni Kemalist milliyetçilik olarak ta tanımlanan bu dönem, bir yandan Osmanlı üst kültürünü reddetmek üzerine kurulurken, bir anlamda merkeze yerleşerek ‘çevre’nin kültürünü kullanarak, milli kültür inşa etme olasılığına soğuk bakmıştır. Özgün bir ulusal kimliği temellendirme noktasında kullanılacak gelenek reddedildiği için, modernleşmeci yönü topyekun yapma, yeniden inşa etme fikri ile benimsenmiştir.(Akman, 2002: 80). Bu fikirle birlikte ortaya çıkan milliyetçilik anlayışı, İslam’ın kuşatıcı unsurundan uzaklaşarak, etnik temele kaymıştır. Aynı zamanda farkı etnik unsurları Türk kimliği altında eritme politikası karşısında, farklı milliyetçilikler ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte merkezin geleneği dışlaması ve makbul vatandaş yaratma ideolojisi, vatandaş olarak çevrede yer alan, ortak etnik yapıya sahip Türk unsurların, merkezden farklı milliyetçilik anlayışının şekillenmesine sebep olmuştur. Mevcut dönemden sonra 156 başlayan Kürt isyanları, sonrasında tek parti karşısında muhalefet oluşturmaya yönelik meclis içi karşıt grupların varlığının artması, benimsenen yeni ideoloji ve sonrasında yapılan uygulamalara tepkisel hareket olarak görülebilir. Bu süreçte Mustafa Kemal ve Cumhuriyet’in kurucu elitlerinin söylemlerindeki değişmede, yeni Türkçülük ve milliyetçilik fikrinin yönünü göstermede önemlidir. Mustafa Kemal’in “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir. Dünyada ve yeryüzünde ondan daha büyük, ondan daha eski, ondan daha temiz bir millet yoktur. Ve bütün insanlık tarihinde de görülmemiştir.’’ (Kaplan, 1999: 136). Bu söylenenlerle Kemalist milliyetçilik diğer seçkinler tarafından da benimsenip, ideolojik olarak devlet yönetiminde ve siyasetinde uygulanmıştır. Dönemin Cumhuriyet Halk Partisi ideologlarından Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un bir konuşmasındaki şu sözleri gelinen ve benimsenen anlayışı ortaya koymada önemlidir. “Bu fırka bugüne kadar yaptıkları ile esasen efendi olan Türk milletine mevkini iade etti. Benim fikrim, kanaatim şudur ki dost da, düşman da dinlesin ki, bu memleketin efendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır.” (Kaplan, 1999: 136). Gelinen benimsenen Türkçülük anlayışının milliyetçi çizgisi Kurtuluş döneminden tamamen farklılaşmış görünmektedir. Devletçi elitlerin elinde milliyetçilik modernleşmeyi gerçekleştirmek için kullanılan bir araçtı. Bu anlamda milliyetçilik modernleşme ideolojisi rolüyle birlikte, Türkiye’nin ulus-devlet modeline uyması için benimsenmiştir. Türkiye’de milli devlet milleti olmadan oluşmuştur. Bir milleti yaratma projesinde milletin kültürel özgünlük çerçevesinde oluşmasına yardımcı olarak, yerel ve geleneksel unsurların katılımı yerine, bunların dışlanması ve kültürel anlamda reformların amaca uygun hayata geçirilmesi politikası izlenmiştir. (Akman, 2002: 89). Bu şekilde bir yol çizen milliyetçilik anlayışına kavrayabilmek için dönemin reform ve devrim hareketlerinin içeriğine bakmak yararlı olacaktır. Mustafa Kemal’in yeni kurulan devleti Batı medeniyeti ölçeğinde “Muasır medeniyet” düzeyine çıkarmak için giriştiği devrimleri sıralayarak milliyetçilik ve modernlik ilişkisini daha iyi kavrayabiliriz. Öncelikle Hilafet ve Saltanatın ayrılarak Saltanatın 1 Kasım 1922’de kaldırılması, devamında 29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin ilanı, devamında 3 Mart 1924’te Tevhid-i Tedrisat eğitimde birliğin sağlanması,8 157 Nisan 1924’te Ser-iye Mahkemelerin kapatılması, 2 Eylül 1925’te Tekke ve Zaviyelerin kapatılması 26 Aralık 1925’te uluslar arası takvimin kabulü, 17 Şubat 1926’da Türk Medeni Kanunun kabulü, 10 Nisan 1928’de “Türkiye devletinin dini İslam dır.” ibaresinin anayasadan kaldırılması, 24 Mayıs 1928’de de uluslararası rakamların kabulü,1 Kasım 1928’de Türk harflerinin kabulü, 4 Aralık 1928 Ali İktisat Meclisinin açılması, 1 Eylül 1929 Milli Eğitim Bakanlığına bağlı okullarda Arapça ve Farsça eğitiminin kaldırılması,3 Nisan 1939’da Kadınlarda Seçme ve Seçilme hakkının verilmesi,15 Nisan 1931’de Türk Tarih Tetkik Cemiyetinin kurulması, 12 Temmuz 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyetinin kurulması, 21 Haziran 1934’te Soyadı Kanunun kabulü, 5 Aralık 1934’te Kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkının verilmesi, 5 Şubat 1937’de Altı Ok olarak bilinen anayasaya konulması. (Şen, 2008: 301-302) Bakıldığında tamamen elitler tarafından Batı’ya karşı verilen mücadeleye rağmen, Batı’lı olma yolunda, Batı tarzı modernleşme çizgisinde, egemenliği halka dayalı bir sistemde, milliyetçilik esaslı bir modernlikle ulus oluşturmaya yönelik benimsenen politikaların uygulanmasını görmekteyiz. İlk başta atılan temeller üzerine, yeni oluşturulan kurumlarl, etnik kökene kayan milliyetçilik çizgisi göze çarpmaktadır. Akman zamanla modernleşme çizgisinin bu şekilde etnik milliyetçi çizgiye kaymasını Batı ile girişilen bağımsızlık mücadelesine bağlamaktadır. “Türkiye’de doğrudan sömürgeleştirme olmaması, modernleşme (Ya da Batılılaşma) projesinin etkin bir şekilde yürütülmesine olanak sağlamıştır. Ancak Batı ile girişilen bağımsızlık mücadelesi, etkin milliyetçiliğinde, Türk milliyetçiliğin hamurunda yer edinmesini sağlamıştır”. (Akman, 2002: 83) Cumhuriyet döneminde, Kurtuluş Savaşı döneminde var olan kapsayıcı anlayış Cumhuriyetin ilanıyla birlikte yeni bir yöne girerek, 1930 yıllarda ve II. Dünya Savaşı döneminde tamamen merkeze yerleşen, hakim olan anlayış, etnik milliyetçi çizgiye kaymıştır. Burada Kemal Atatürk’ün, laik ve Batılılaşmacı milliyetçiliğinin temelini oluşturan, Anadolu dışı irredentizmi kırpılmış, bir Türk milliyetçiliği idealdir. Aslında Kemalist Milliyetçilik İslam’ı ve Osmanlı’yı reddederek Anadolu Türklerinin oluşturduğu etnik milliyete dayalı, bir oluşuma gitme çabası içerisindedir. Bu çaba milli ve kültürel kimlikte bir bütünleşmeyi öngörmektedir. Oysa son dönemde Kemalistler Türklerin kökenini Orta Asya’ya Oğuz Han’a uzanan bozulmamış soylarına, arılanmış dillerine (Güneş dil teorisi) dayanarak, zoraki mitler, anılar, değer ve 158 semboller tedarik etmek istediler. (Smith, 2010: 164). Bu yerel odakların İslam ve geleneksel kültüründen kopmada isteksizlikleriyle karşı karşıya kalınca, merkezçevre gerilimi milliyetçilik üzerinden bu yıllarda daha da derinleşti. Atatürk’ün arzusuyla kurulan Türk Tarih, Türk Dil , Dil ve Tarih Coğrafya Fakülteleri devletin ideolojisi olarak da bilinen, Türk milliyetçiliğinin düşünsel ve teorik temellerini oluşturacak kurumlar şeklinde tasarlanmıştır. (Karakaş, 2006b: 70). Bu konuda merkezin yürüttüğü etnik milliyetçi anlayışı, bilimsel açıdan destekleyici çalışmalar oluşturmaya ayrıca değinmek gerekir. Çünkü yeni kurulan devlete yeni bir millet lazım diyen Gökalp’in ideolojisinin etkileri halen varlığını devam ettirmekte ve kurumların oluşumunu da etkilemektedir. 1.3.MERKEZİN MİLLİYETÇİLİK POLİTİKALARI VE KURUMSALLAŞMA ÇABALARI Osmanlı devletinin son dönemlerinde merkeze yerleşmeye başlayan İttihat ve Terakki yapıları siyaset alanında söz sahibi olmuştu. Bu yapının siyasete etkisi Cumhuriyet dönemine de görülebilir. Kendi içinde devamlılık arz edecek uygulamaların varlığı günümüzde devam edecektir. Osmanlı’daki merkezi bürokratik askeri yapının modernleşme çabalarındaki rolü, daha sonrasında sivil bürokrat aydınlara doğru kaymıştır. I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı dönemlerinde askeri yapının toplumsal alandaki etkisi tekrar artmıştır. Bu değişmelere ve politik ideolojik yaklaşımlardaki farklılaşmaya rağmen, Fransa modelli bir aydınlanma ve modernleşme çizgisi benimsenmiştir. Bu yüzden Osmanlı’da var olan ve kurumları değiştirmede rol oynayan merkezi bürokratlar hareketi, Cumhuriyet döneminde kurumların yanında, toplumu ve var olan bireyleri değiştirmeye, şekillendirmeye, ulus yapısı oluşturmaya yönelik uygulamalara girişmiştir. Bu yapı merkeze yerleşip, kendi içerisinde oluşacak ve çevreden gelecek muhalefetinde kırılmasına yönelik, planlı ve sistemli bir reform hareketi izlenmiştir. Bu reform hareketlerinin seyrinde milliyetçilik temel alınmıştır. Türkçülük anlayışı ise savaş yıllarında İslam sentezine dayalı bir görünüm izlemiştir. Daha sonraki dönemde, makbul vatandaş oluşturmaya yönelik çalışmalar takip edilmiştir. II. Dünya Savaşı’nın yaklaştığı yıllarda artan ırkçı söylemlerle, bu milliyetçilik anlayışı etnik bir temele kaymaya başlamıştır. Bu dönemde merkezi yapının oluşturmaya çalıştığı makbul vatandaş profiline uygun ulus inşasında, oluşturulan kurumlar ve yapılan çalışmaların önemli etkisi vardır. 159 Milli Eğitim sisteminde ve askeri kurumlarda bu çalışmalar başlamıştır. Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu gibi kurumlarında varlığı ile bu çalışmalar en üst seviyede uygulanmaya devam edilmiştir. Mevcut ideolojik milliyetçilik anlayışına uygun modernliği yakalamanın tek yolunun, vatandaşı makbul ölçülere getirme ve evrensel değerlerde bir toplum oluşturma gayretlerinin, bu kurumlar aracılığıyla oluşturulmaya çalışıldığı söylenebilir. Anayasal sistemin kabulü sonrasında yapılan bu vatandaş ve Türk kimliği tanımlamaları, ilk kurumsal çalışma örnekleri olarak karşımıza çıkar. Türkiye Devleti olarak isimlendirilen devletin yurttaş veya vatandaşlarının temel ekseninin kurucu unsur olarak nasıl tanımlanacağı görüşü tartışmalara neden olmuştur. Tartışmalardan sonra ırk, din, ayrımı gözetmeden anayasal Türklük olarak belirlenen bir yaklaşım benimsenmiştir. Burada “milli kimliğe bağlı olarak tanımlanan vatandaşlık, istenen özelliklerin taşınması, edinilmesi şartını içeren militan bir vatandaşlık halini almıştır.” (Şen, 2008: 498). Anayasal tanımlamadan ayrı olarak ortaya çıkan bu vatandaş profili, başta Milli Eğitim kurumları olmak üzere her türlü kurumun katkısıyla oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu şekillendirici yönelim içerisinde davranmaya iten sebeplerin başında, geçmişte yatan travmalar başrol oynamaktadır. “Yeni Türkiye’yi kurma coşkusu ve iyimserliği, beka kaygısının tortusu yanında imparatorluğu kaybetmenin travması da bilinç aşağı itiyordu.” (Bora, 2009: 348). Oluşturulacak millet profilinin aceleciliği, Bora’nın da belirttiği şekilde yaşanan travmalara bağlıdır. Cumhuriyetçi seçkinler, bir an önce millet temelli, ulus-devlet oluşturmada, milli kimliği ön plana çıkaran uygulamaların başlatılmasını hızlandırıyorlardı. Füsun Üstel, bu siyasal seçkinler tarafından inşa edilmek istenen medeni yurttaş profilini belirlerken, sivil anlamda bir yurttaş değil “militan yurttaş” şeklinde tanımlar. Bu militan yurttaş ise üç prensip üzerine inşa edilebilir. 1. Vatanseverlik (Yurtseverlik) 2. Vatandaşlık vazifelerini bilme 3.Tehlike ve düşman motifi. Tehlike ve düşman motifinde her an tehlikelerle karşı karşıya kalmanın vermiş olduğu bir bağlılık duygusuna sahip olmanın sağlaması amaçlanmaktadır. (Üstel, 2002: 277). Yapılacak çalışmaları anlamada bu proje önemli yer tutmaktadır. Geçmişin acı tecrübesi, geleceğe yönelik kaygı ve bu kaygıdan hareketle idealize edilmiş bir toplum oluşturma ideolojisi, bu dönemin genel özelliğidir. Bu amaçla Cumhuriyetçi seçkinler, Fransız modelini uyarlamak amacıyla model almışlardır. 160 Bunun içinde gerekli çalışmalara başladılar. Fakat Alman milliyetçiliğinin etkisi ile de geçmişe vurgu yapmışlardır. Aynı zamanda evrensel değerlere sahip olduğunu gösterebilmek amacıyla, kadim bir topluluk bilinci oluşturmaya yönelik politikalarıyla da Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu gibi kurumlar oluşturmuşlardır. Kurtuluş Savaşı sonrasında diğer etnik grupların, bu dönemde uygulanan siyasal politikalardan hoşnutsuzluğu ile ortaya çıkan Kürt ayaklanmaları, çevrenin merkez karşısındaki tepkisi olarak okunabilir. Merkezin benimsediği milliyetçilik anlayışını yaşatmak ve temellendirmek için oluşturduğu iki kurum, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’na ayrı alt başlık halinde bakmak daha yararlı olacaktır. 1.3.1. Türk Tarih Kurumu Yeni oluşan ve kurulan Türkiye Cumhuriyeti devletinin genel felsefesinde Batı modernliğini yakalama arzusu yatmaktaydı. Cumhuriyetçi kadroların genel analizinde bunu yapabilmek için Batı’da ki gibi seküler ve ulus modelli bir devlet oluşturmak gerekir fikri benimsenmişti. Bu doğrultuda İslam’ın geleneksel değerleri etrafında kaybolmaya yüz tutan Türk kimliğini çıkartmak amacıyla, öncelikle dini unsurların reddine yönelik uygulamalar yürütüldü. “Türk ulusal kimliğinin Kemalist inşasında Cumhuriyetçi tanımın hakim veçhesini vatandaşlık yolunda Türkiye Cumhuriyetine bağlı olan ve Türk dilini kültürünü ve milli idealini benimseyen herkes Türk’tür. ”Şeklindeki kısmen hukuki fakat büyük ölçüde siyasi tanımına dayanan tekilci-yekpare Türklük anlayışı oluşturur. Cumhuriyetçi tanım esas itibariyle 1924’ teki “yıkım” reformlarından sonra öne çıkmıştır ve eski dini tanımdan radikal bir kopuşu temsil eder. İslam’ın Türk siyasi sistemiyle ilişkisinin kesilmesi ve 10 Nisan 1928 de devlet dini olmaktan çıkarılması Türklüğün sınırlarının yeniden çizilmesi gereğini beraberinde getirmiştir.”(Yıldız, 2010: 139) Yıldız’ında belirttiği gibi İslami unsurların koparılması öncelikli olarak Osmanlı’dan da kopuşu temsil etmekteydi. Yeni süreçte ve devamında gayrimüslim unsurlar mübadele ile azaltılırken, geriye kalan Müslüman farklı etnik grupların da yukarıda uyan tanım gereğince kendini Türk hissetmesi sağlanacaktır. Bu merkezin yeni milliyetçilik anlayışı Osmanlı’dan kopmayla birlikte İslam öncesi unsurlara Türk varlığına işaret edecek kadim bir ırk olduğu fikrini pekiştirecektir. Aynı zamanda Batılılar tarafından hor görülen, aşağı ırk olarak addedilen Türklerin, tekrar 161 konumlarını sağlamlaştırmaları gerekmektedir. Bunun için yapılacak antropolojik çalışmalar ve bilimsel çalışmalar cevap niteliğinde olacaktır. Ziya Gökalp’in ortak kültür anlayışlı ve İslami unsurları içinde barındıran Türkçülük anlayışından farklı olarak, Mustafa Kemal Atatürk ortak kültürün kaynağını İslamiyet’te arama yerine İslam dışı geçmişe yönelme eğilimi sergiledi. “Geçmiş; tüm milliyetçi edebiyatların söylem aracı ve semboller deposudur. Kemalist milliyetçilik seküler biçimde ortaya çıkabilmek için öncelikle geçmişe ait olanı sekilerleştirmiştir. Bunun içinde İslami olanın dışlanarak, İslam öncesi Türk geçmişinin ayıklanıp yeniden inşa ederek. Batı gözünde yaralanmış ve ön yargılarla dolu İslam-Osmanlı geçmişi yerine, bütünüyle Türki unsurların ikame edildiği anlayış itici güç olmak durumundaydı.” (Yıldız, 2002: 212). Türk Tarih tezi ya da bu tezi oluşturulma sürecinin arkasında yatan nedenleri bu şekilde tespit edebiliriz. Etıenne Copeaux ’da buna benzer bir açıklama getirir: “Bu hayali bir şanlı geçmişin yaratılması ve sahici fakat o ana kadar unutulmuş, reddedilmiş ve bastırılmış bir geçmişin yeniden keşfiydi. Batı’lı kimi bilgin ve fikir basitleştiricilerin eserlerinde ve bazı önemli tarihi ve arkeolojik kesitlerden cesaretlenen Türk milliyetçiliği, parlak Asya geçmişinde ulusal onurun yeniden tesisi ve avutulması için gerekli öğeyi bulmuştu.” (Copeaux, 2002: 48). Bu geçmişe yönelme tamamen bilinçli ve dönemin şartları gereği bizzat modernleşme hareketlerinin ve Cumhuriyetçi kadronun önderi Mustafa Kemal Atatürk tarafından organize edilmişti. Türk Tarih Kurumu’nun oluşturulması ve Türk Tarihi Tezi’nin ortaya çıkma sebeplerini toparlarsak; öncelikli Batılılar tarafından oluşturulan seküler medeniyete ulaşmada aynı yöntem izlenmeli ve din unsuru yerine geçmiş köken miti oluşturulmalı. İkincisi Anadolu’da oluşturulan devletin buranın kadim varlığı olduğu Malazgirt’le başlayan bir Anadolu’nun Türkleşmesi tezini yerine, geçmişi daha da geriye uzanan bir tarih tezi sunulmalı. Son olarak Batılıların dışladığı ve arian ırk olma özelliğine sahip olmayan Türk ırkının, arian özelliklerini kökensel bir araştırma ile ortaya çıkarılmalıdır. Bu üç temel noktada hareket edilerek ortaya atılan Türk Tarih Tezi ve bu teze ilişkin dönemin değerlendirmesini Yıldız şu şekilde yapar; daha öncede belirttiğimiz gibi İslamlaşma noktasındaki kültürel kodları reddeden ve Türkleşmeyi ise sadece Anadolu coğrafyasıyla sınırlandırılan Kemalist milliyetçilik, medeniyete ilerlemeyi, Batılılaşma olarak tanımlamıştır. Bu noktada formüle edilen 162 Türk tarihini İslami tarihten arındırma ve Anadolu’da kurulan Türk devletini haklılaştırma noktasında Batı tarihi ile bütünleşme yolu seçilmiştir. Arkeolojik bulgulardan da yararlanarak Anadolu da ki varlığımızı büyük medeniyet oluşturan ve insanlık tarihinin ilk insanlarından arian özelliklere sahip olduğunu tesis etmeye çalışmıştır. (Yıldız, 2010: 181). Bunu ortaya koyan çalışmalarda, Yunan, Ege, Mısır ve Hitit medeniyetinin kökenleri ve Avrupa medeniyetinin kökenleri Türklere dayandırılmıştır. Ayrıca kurulan bu bağla Türklerin geçmişte var oldukları topraklardaki kardeşleriyle, tekrar birleşme yoluna gittiği fikri hakim kılınmaya çalışılmıştır. Bu dönemde Osmanlı ve Selçuklu dönemlerinden dejenereolduğu ileri sürülen, Türk ırkı yapısının salt özelikleri araştırılmıştır. Görevlendirilen Antropologlar kafatasları üzerinde yaptıkları çalışmalarla buna öncülük etmiştir. 15 Nisan 1931 yılında oluşturulan Türk Tarih Kurumu bu amaçla kurulmuştur. Cumhuriyet Türkiye’sinde inşa edilecek olan milli kimliğin bir meşruluk kazanması ve sonrasında bu kimliğin yurttaşlara öğretilmesi gerekiyordu. Bu tez ve kurulan kurum Cumhuriyetçi kadrolar tarafından geliştirilip yönlendirilmiştir. Türk kimliğinin geçmişiyle kurulan bağ ve sonrasında, bu keşfin millete öğretilmesinde milli eğitim kurumu önemli rol üstlenmiştir. Burada amaç milli bilinç duygusunu uyandırmaktır. Türk Tarih Kurumu’nun kurulmasıyla başlayan bilimsel çalışmalar dan Türk Tarih Tezi konusunda sunulan iki görüşten, ilkine nazaran ikincisi, dayanak noktasını bilimsel çalışmalardan almıştır. Anadolu’nun geçmişten beri Türk olup yine Türk kalacağı ve yeni oluşturacak ulusun niçin Türk etnik temeli üzerine kurulmasının meşruluğunu ortaya koyması hedefiyle oluşturulan Türk Tarih Kurumu ve tezleri, bir anlamda ırki unsurların araçsallaştırılarak, inşa edilen ulusal kimliğin temellerini Misak-i Milli sınırları içerisine sınırlandırılmaktaydı. (Yıldız, 2010: 185). Renan’ın bir aforizması bu konuda milliyetçilik ve millet oluşturmada izlenen yolu anlatmada, uygulanan stratejiyi özetlemektedir. “Hiç kimse tarihi değiştirmeden yazamaz.’’ (Türköne, 2012a: 44) Bu açıdan etnik temellerin yeniden inşasında kurum olarak ortaya çıkan Türk Tarih Kurumuna bu misyon yüklenmiştir. Toplumsal uzlaşı yönünden bakılırsa çevreyi dönüştürmede İslam’ın reddi, çevrede bu anlayışa tepkiyi doğururken, aynı zamanda çevrenin de kendine özgü koruma araçlarını ve farklı milliyetçilik anlayışlarının şekillenmesini ortaya çıkarmıştır. Bu Türkçü söylem ise Müslüman ama farklı etnik kökene sahip Kürt 163 hareketinin çevreci milliyetçiliğini radikalleştirmiş ve onlarında benzer yönlerde politik adımlar atamasını sağlamıştır. Bir anlamda bak ve uygula taktiğiyle öğrenilen bir milliyetçilik geliştirmelerine sebep olmuştur. Günümüzdeki problem, Kürt elitin Türk elitinin uyguladığı yöntemi taklit ederek, kendi milliyetçiliklerini oluşturmaya çalışmasında görülecektir. Türk Tarih Kurumu’nun tezlerininNdil yönüyle desteklenmesi gerekir. Bu amaçla Türk Dil Kurumu oluşturulmuştur. Bu kurumada alt başlık içinde değinmek gerekir. 1.3.2. Türk Dil Kurumu Mustafa Kemal Atatürk’ün milliyetçilik anlayışındaki milli kimlik oluşturulmasına yönelik yapılan çalışmalarda yurt birliği, soy birliği, ülkü birliği ve tarihsel yakınlık ve dil birliği sağlamada önemli bir adım atmak gerekmekteydi. Tarihsel yakınlık Türk Tarih Tezi ile sağlanmıştı. Yeni bir dil birliğine yönelik dilin ön plana çıktığı bir anlayışında desteklenmesi gerekmekteydi. Tarihsel tezin bir sonucu gibi görünen dil çalışmalarını yürütmek ve geçmişte uygulanan Türkçeleştirme politikasına uygun kararların alınması gerekiyordu. Osmanlı ve İslam’la olan bağı kesmenin bir yolu da devlet dilinin öz Türkçeleştirilip, ona yönelik adımların atılmasını sağlamakla mümkündü. Milli şuur ve makbul vatandaş bu şekilde geçmişle olan bağı bir kesilerek yaratılacaktır. Türk Tarih Tezi’nin bir türevi olarak kabul edilecek husus Güneş Dil Teorisidir. Dilin Türkçeleştirilmesi yoluyla sağlanacak şekilleştirme hareketi, Kemalist milliyetçiliğin önemli çabalarından birisi olarak karşımıza çıkar. Arapça olan ve Osmanlı’dan kalan Arap alfabesinin yerine, Latin alfabesinin benimsenmesi ve Arapçanın kaldırılıp, Latince alfabeye geçilmesini gerekli kılıyordu. Özellikle ezanda dahil olmak üzere ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi de gerekli görülmektedir. Bunlara ilaveten Arapça - Farsça kökenli kelimelerin gerilik ve şarklılığı temsil etmesi gerekçeleri gösterilerek, dilden atılması gerekir. Milli ülkü ve şuur’un oluşturulması ve bunun meşrulaştırılmasına olanak sağlaması bakımından, gerekli reformları ve çalışmaları koordine etmek maksadıyla, 1932 yılında Türk Dil Kurumu oluşturulmuştur. (Yıldız, 2002: 229). Yıldız’ın da tespit ettiği gibi yeni alfabeyle hem sekilerleşme sağlanırken, aynı zamanda Doğu’dan kopuş ve asıl ait olunan Batı medeniyetine dönüşü temsil eden, bir anlamı da içinde barındırıyordu. 164 Dil birliği çalışmalarında dilin etimolojik incelenmesi ve arındırılması, yeni kavramsallaştırmaların yapılması zorunludur. Ayrıca Güneş Dil Teorisi ise ırk olarak arian ırk merkezine sahip Türk ırkının, Avrupa ve Yunan, aynı zamanda Anadolu medeniyetinin kurucu unsuru kabul eden anlayışı pekiştirmek amacıyla oluşturulmuştur. Ayrıca evrensel niteliklere sahip millet olma fikrini kanıtlamada bir araç olarak görülmektedir. Latincenin kabulü sonrasında Türkçenin resmi dil olarak da kabul edilmesi, yerel dillerin yasaklanmasına ve özellikle Kürt isyanları sonrasında bölge, köy, ilçe ve il isimlerinin de Türkçeleştirilmesi politikası izlenmiştir. Bu politikalar resmi ideolojinin merkezileşmiş milliyetçilik politikalarının uygulaması olarak görünmektedir. Dilde sadeleşme ve özüne dönme çabalarıyla oluşturulan kurultaylar ve toplantılarda bir taraftan devam etmekteydi. Türk Dil Kurumuna üye olan bilim adamları coşkuyla Osmanlı söz varlığının yerine koymak için lehçelerden ve eski edebi kaynaklardan, bir noktada da Orta Asya’da kullanılmakta olan Türki dillerden kelimeler değiştirmeye koyuldular. Ama bu hareketler kısa sürede bazı sıkıntılarla karşılaşmaya başladı. Vatandaş yeni sözcüklerin benimsenmesinde sıkıntı yaratıyordu. Bu kavramların çoğunu benimsememişti. Bir anlamda sadece bu kurum içerisinde var olanların kullandığı yapma bir dil ortaya çıkmıştı.1935 yılında ortaya atılan Güneş Dil Teorisi aynı zamanda bu açmazı ortadan kaldırmaya yöneliktir. (Zürcher, 2010: 281 ). Dil alanında oluşturulan bu reform hareketini bizzat destekleyen Atatürk, bu politikaya yönelik bir çok katkı sağlayacak destek de vermiştir. Meşhur yeni alfabe öğretirken çekilen fotoğraflar ve yeni kavramların kullanıldığı nutuklar bunlardan sadece bir kaçıdır. Dil noktasında yürütülen bu çalışmalarda milliyetçilik, yeni bir kültürel yapının oluşturulmasını zorunlu kılıyordu. Ve bu yapının önemli ayağı dildi. Ulusu teşkil edecek fertlerin, kültür, dil ve ortak ülkü temelinde buluşmaları öngörülüp hedeflenmiştir. Ortak dil oluşturmada güdülen siyaset,tam anlamıyla etnik kökene zorlayıcı baskı unsuru olarak tanımlanamaz. Cumhuriyet kadroları Türk ve dışındaki ana dilleri tamamen hor gören yaklaşım sergilememiş. Ama bununla birlikte bu vatandaşların makbul cumhuriyet vatandaşı olabilmeleri, çocuklarına Türkçe adlar verip, Türklerin gelenek ve göreneklerini de benimserlerse Cumhuriyet vatandaşlığının tüm koşullarını yerine getirmiş sayılırlardı. (Nişanyan, akt. Heper, 165 2010: 146). Bununla birlikte bu yerel dillerde ana dilde eğitime bu dönemde de karşı durulmuştur. Bu karşı duruş devamlılığını sürdürmektedir. Mustafa Kemal’in ulusal gruplara ve bu grupların anadilde eğitimine bakışı şu yöndedir. “Milliyetin çok bariz vasıflarından biri dildir. Türk milletindenim diyen insan, her şeyden evvel ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne topluluğuna bağlılığını iddia ederse, buna inanmak doğru olamaz.” (Kaplan, 1999: 142). Bu çerçevede dil bir araç olarak Türk Tarih Kurumu’yla birlikte Türk Dil Kurumu, milli kimlik oluşturma sürecinde etkin rol üstlenmişler ve çalışmalarıyla birbirlerini desteklemişlerdir. Genel bir değerlendirme yapıldığında, Türk Tarih teziyle dünya medeniyetine kurucu unsur olarak öncülük etmiş bir millet olan Türkler, ilk dil kullanımı ile de bunu temellendirecek yaklaşımı benimsemişlerdir. Sümer tabletlerinde yapılan ve onlarında Türk olduğuna yönelik ortaya atılan iddialarda bu açıdan benzer paralellikle ele almak gerekir. 2. MERKEZİ MİLLİYETÇİLİK ANLAYIŞININ SONUÇLARI Osmanlı’dan devralınan miras sonrasında, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurtuluş mücadelesi dönemi ve sonrasında, Cumhuriyetçi seçkinler, ulus-devlet oluşturma ve milli kimlik yaratma arzusu ile milliyetçilik fikrini dönüştürerek uygulamışlardır. Zamanla merkezi tamamen ele geçiren Kemalist milliyetçi çizgi, ulus inşa etmek sürecinde ideolojisine uygun, modern Batı’lı toplum tasavvuruna uyan uygulamaları gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bu çerçevede yapılan ideolojik çalışmaların temeli, Gökalp’in temsil ettiği milliyetçilik ile Celal Nuri’nin Batılaşma anlayışına dayanır. (Şen, 2008: 514). Bu birleşmenin getirdiği fikri ortamda uygulanan siyasal reformlar İslam öncesi Orta Asya kökenine dayandırılmak isteniyordu. Bu düşünceye karşı, Türk İslam sentezli yaklaşımlar, farklı görüşler şeklinde ortaya çıkmaya başlamıştır. Ayrıca bu dönemde oluşmaya başlayan Turancı çizgiden uzak, Anadolu milliyetçiliği de kendini ortaya çıkarmaya başlamıştır. Tüm bunların yanında etnik kökene doğru kayan anlayış çevresel Kürt milliyetçiliğini de ortaya çıkarmıştır. Ulus inşası sürecinde Türkiye Cumhuriyeti Devletinin resmi ideolojisi sayılabilecek Kemalist merkezi milliyetçilik, 1919-1940 yıllar arasında ortaya çıkardığı Türk tanımı, şu temeller üzerine oturmuştur. “Kamil hakiki ya da öz Türk, Türkçe konuşan, Batılılaştırılmış, Türk kültürüne bağlı, cumhuriyetçi ülküyü 166 benimseyen ve Türk soylu olandır.” (Yıldız, 2002: 232). Bu anlamda tam Türk olabilmek için merkezi yapının senin için öngördüklerini kabul etmen gerekir. Her dönem farklılaşmakla birlikte tek parti döneminin sonuna kadar uygulanıp programlanan politika budur. Tek parti dönemi olarak da bilinen ve Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi ve kurucu ideolojisini oluşturan Kemalist milliyetçi anlayış, yeni toplum, yeni vatan, bir kimlik ve yeni yaratılmış ulus için, yeni bir tarih tasarlanmıştır. (Çelik, 2002: 75). Bu açıdan merkezi yapı değişmese de değişen önemli unsurlar bulunmaktadır. İslami anlayışlara sahip heterojen toplumdan çok kültürlü yapıdan, laik temelli ve dinin yerini millet yapısının aldığı, değerler sistemi yerini almıştır. Bu taşra veya çevre tarafından pek çabuk anlaşılamayan ve kabul görmeyen durum olarak algılanmıştır. Konumuz açısından bakıldığında ortaya çıkan bu merkez-çevre kopukluğu, gerilimi, yeni anlayışların ve eylemlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Cumhuriyet ile birlikte merkez-çevre ikiliğinin yeniden oluşturulduğu gözlenmektedir. Bir tarafta otoriter laik merkezin, diğer tarafta ise geleneklere bağlı geniş bir çevrenin varlığından söz edebiliriz. (Çolak, 2009: 49). Bu iki unsur arasındaki kopukluk sadece dinsel ve otoriter anlayıştan değil, merkezin milliyetçilik anlayışından da kaynaklanmaktadır. Devletin merkezi yönetsel alanda güçlü bir geleneği temsil etmesiyle birlikte, radikal modernleşme ideolojisi uygulanmıştır. Bu ideolojinin çevrenin hiçbir talebine karşı aldırış etmeyen tutumu, farklı sorunların ortaya çıkmasına neden olmuştur. 1940’lı yıllarda ve öncesinde hem siyasal alandaki muhalefet, hem de çevrenin farklı yöndeki tepkisel hareketleri bu anlayışın uyguladığı modernleşme politikalarına yöneliktir. Bu dönem içerisindeki karşıt tepkileri bu milliyetçilik anlayışının çevresel tepkileri şeklinde görmek mümkündür. 2.1.KÜRT MİLLİYETÇİLİĞİNİN YÜKSELİŞİ Remzi Oğuz Arık milliyet ideolojisi yazısında şu ifadeyi kullanır; “Birçok milletlerin bulunduğu şu dünyada, tek “millet” tarifi olabilse de tek milliyetçilik yoktur. Ne kadar millet varsa o kadar milliyetçilik vardır.” (Arık, 2012: 303). Arık’ın da belirttiği gibi toplumsal şartlar ve zamanlar içerisinde ortaya çıkan konjonktürel değişiklikler, ister istemez kendi içinde er geç yaşanacak bir oluşumu da beraberinde getiriyor. Kürt milliyetçiliği de bir anlamda yaşanan bu süreçlerin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Geç Türkçülük politikası olarak Osmanlı İmparatorluğunun 167 dağılmasının ardından oluşturulmaya çalışılan ulus-devlet modelli, yeni devlet, ulus üzerine inşa edilirken, buna ilk tepki olarak ortaya çıkan yaklaşım karşıt milliyetçilikler olmuştur. Milli mücadelenin kazanılmasına yönelik yapılan ve ülkeyi işgalden kurtarmak amacıyla girişilen mücadele İslami söylemlerinde ön plana çıktığı bütünleştirici yapıdaydı. Yeni devlet yapısı ise Türk kimliğini öne çıkaran, ulus oluşturmaya yönelik acelecili yaklaşımla sürdürülmüştür. Batı’lı ülkeler tarafından yüzyıllarca süren ve ekonomik ve toplumsal alanda birçok yönde etkisi bulunan uluslaşma süreci, Türkiye’de acelecilikle oluşturulmaya çalışılmıştır. Ayrıca bu yeni dönemde, başını Ziya Gökalp ve Kazım Karabekir’in de çektiği uluslaşmanın evrim yoluyla olması gerektiği fikrini savunan grup ve Mustafa Kemal, Dr. Rıza Nur ve Yusuf Akçura gibi radikal, devrimci bir dönüşümü savunan grup arasındaki görüş ayrılığı bilinmektedir. Ziya Gökalp’in 1924’te ölümüyle birlikte merkeze iyice yerleşen ikinci görüşün temsilcilerinin uygulamaları ağırlık kazanmıştır. (Tan, 2011: 186-187) Bu ağırlıklı görüşün İslam’ın uzlaştırıcı ve bütünleştirici yönünü de dışlaması, adeta Kürt milliyetçiliği körüklemiş, iki toplum arasındaki bağları iyiden iyiye koparmıştır. Osmanlı’nın son dönemlerinde ister istemez Kürt milliyetçiliği ortaya şekillenmeye başlamıştı. Kürtçe gazete ve dergiler çıkarılarak, milli bilinç ve köken miti oluşturma çabaları başlamıştı. Fakat Kurtuluş Savaşı döneminde ortak bir kurucu unsur olarak varlıklarını yeni devlette tanıtacakları fikri, ayrılıkçı hareket olarak ortaya çıkmalarını engelliyordu. Osmanlı İmparatorluğu döneminde 9 ve Kurtuluş Savaşı döneminde 4, 1920 ile 1940 yılları arasında 25 Kürt isyanı yaşanmıştır. (Akagündüz ve Yılmaz, 2011: 101). Bu isyanların genel özelliği özerklik ve kendi devlet yapılarını oluşturma gibi istekleri de arka planda saklayan, farklı sebepleri öne süren, ayrılıkçı hareketler görünümündedir. Bu isyanlar, Osmanlı Devleti’nde başlayan Kürt milliyetçilik fikir hareketlerinin devamı olarak görülebilir. Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı’nı kazanmak amacıyla Kürt toplumunun desteğini almak istiyordu. Atatürk yazdığı mektuplarla ve yapmış olduğu toplantılarla bu süreci yürüttü. Sivas ve Erzurum Kongrelerinde Kürt beylerine bu yapılacak mücadeleye destek vermek, için İslam bayrağının ve hilafet makamının düşman işgalinden kurtulması yönünde ifadeler kullanılmıştır. Heyeti Temsiliye ile 168 yapılan 20-22 Temmuz 1919’da imzalanan protokolde, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından sonra; “Kürtler ve Türkler olarak ortak mücadele yapmalı. Zafer kazanılınca Kürtlere de milli haklar tanınmalıdır” kararına varılmıştı. (Beşikçi, 2010: 410-411) Kurtuluş savaşı sonrasında yaşanan en önemli sıkıntı bu idi. Verilen sözlerle birlikte uygulanan devlet politikasının ideolojik zıtlıkları, ilerde yaşanacak sıkıntıların temelini oluşturuyordu. Kürt toplumuna, Kurtuluş Savaşı sonrasında özerk ve otonom bir yapı sağlamayı vaat ediyordu. Amasya görüşmelerinde devletin genel prensipleri belirlenerek, Kürtlere bu durum vaat edilmişti. 1921 Anayasasının II. maddesi bu yerel yönetimleri ön plana çıkarma eğilimindedir. (Beşikçi, 2010: 411). İlerleyen dönemde savaşın kazanılmasıyla birlikte var olan bu durum bozulmaya başlar. “Türkiye’deki siyasal rejimin üzerinde kurulduğu temel siyasal düşünce, ulusal açıdan türdeş, idari açıdan merkezileşmiş ve mutlak egemenliğe sahip bir devlet düşüncesidir. Bu devlet çeşitliliğe karşı hoşgörüsüzdür.” (Heper, 2006: 101) Bu uygulamaların bir devamı olarak yürütülen yeni çalışmalarda 1924 Anayasasında ulus oluşturmaya yönelik bir karaktere bürünmüştür. Yeni rejim çağdaş olma yolunda ne varsa ivedilikle benimseyip uygulayacak yönelime sahipti. Kemalist rejim Türk etnik kimliğini yeniden tanımladığı bir sürecide yaşıyordu. Cumhuriyet kadrolarının en etkili isimlerinden İsmet İnönü’nün 1925 yılında resmi ideolojik tutumunu yansıtan konuşması dönemin niteliğini ve fikri dünyasını özetleyici özelliğe sahiptir. “Açıkça biz milliyetçiyiz.. Ve bizi bir arada tutan yegana unsur milliyetçiliktir. Türk çoğunluluğunun karşısında diğer unsurların her hangi bir nüfusu söz konusu olamaz. Topraklarımız üzerinde yaşayan insanların her ne pahasına olursa olsun Türkleştirmeliyiz; Türklere ve Türkçülüğe karşı çıkan herkesi de yok edeceğimizi herkes bilmelidir.” (Fuller ve Barkey, 2011: 31). Bu tanımlamadan ve oluşan modernleştirme politikalarından etkilenen Kürt milliyetçiliği, ulusal hareket olarak, merkezi yapının politikalarına karşı örgütlenerek hareket etmeye başlamıştır. 1925 yılında Doğu Anadolu’da ortaya çıkan Şeyh Sait İsyanı devlet politikalarının farklı şekilde devamlılığını sağlayacaktır. Şeyh Sait’in önderlik ettiği ve kısa bir zamanda bölgedeki büyük bir topluluğu etkisi altına alan Kürt isyanı, Kürtçülük düşüncesi ve dini temelleri ön plana çıkaran niteliğe sahipti. O zaman ele geçirilen dokümanlar ve broşürlerden anlaşılan, ayaklanmanın Kürt ulusçuluğu 169 yönünü ve İslami karakterini açıkça ortaya koymaktadır. Hilafetin kaldırılması sonrasında iki toplum arasında var olan bağ sarsılmıştır. Yeni rejimin merkeziyetçi yapısının belirlediği Türk kimliği etrafında, modern aynı zamanda seküler, temelli ulus yaratma projesi, Kürt kimliğinin reddi anlamına da gelmekteydi. (Çolak, 2009: 51). Bu gerekçelerle ortaya çıkan isyanın bastırılması ve sonrasında izlenecek politikalar, merkez-çevre arasında var olan Kurtuluş Savaşı dönemindeki yakınlaşmanın, bir kopuşa doğru ilerlemesini sağlamıştır. Çok partili döneme geçiş ve sonrasında yaşanacak gelişmeler bu kopukluğu azaltmak için çaba sarf etse de, toplumsal yapıdaki uzlaşı problemi, halen aşılamayacak düzeyde bazı sorunları beraberinde getirmektedir. Cumhuriyet’in kurulmasından itibaren, çok partili döneme kadar devam eden süreçte ortaya çıkan Kürt milliyetçiliği, bir açıdan kabuğuna kırma eğilimi çerisindedir. Bölgedeki toplumsal yapının ortaya çıkardığı aşiretsi yapının özelliklerinden dolayı, devletin merkezi yapısı ile çıkar çatışmasına düşmedikçe kendi içindeki özerksel, yerel yapıyı da koruyarak varlığını devam ettirmiştir. Öncelikle 1925 yılında gerçekleşen Şeyh Sait ayaklanmasının sebeplerini ortaya koymaya çalışan merkezi yönetim, doğu meselesine köklü bir çözüm getirmeye yönelik planlar hazırlama yoluna gitti. Dönemin meclis başkanı Çankırı Milletvekili Abdülhalik Renda’nın hazırladığı raporda “Ayaklanma din perdesi altında tamamıyla milli bir harekettir.” Başlığını taşımaktaydı. (Yıldız, 2010: 245). Merkezi yönetim bu ayaklanmanın bir anlamda milliyetçi ulusal bir Kürt hareketi niteliğinde olduğunun farkındaydı. Bu dönemde kabul edilen Şark Islahat Raporu, bu nitelikte yaşanacak olaylara son vermek nedeniyle, sert tedbirler öngörerek uygulandı. Merkez ve çevre arasındaki ilişkiler bu noktada da gerilmeye başladı. “Şark Islahat Planı” olarak ta bilinen rapor, genel olarak ayrı ayrı sunulan raporların birleştirilmesinden çıkan ortak kanaati yansıtıyordu. 24 Eylül 1925 yılında onaylanarak uygulanmaya konulan Şark Islahat Planı, bir anlamda merkezin çevreyi şekillendirmek için nasıl çaba sarf ettiğinin görülmesi açısından önemlidir. Ayrıca Türk kimliği yaratmada ve makbul vatandaş profili oluşturmada uygulanan yöntemlerin, ulusal Türk bilinci oluşturma, var olanı ötekileştirerek, mevcut değerlere sıkı sıkıya sarılmasına sebep olan uygulamalar şekline dönüşecektir. Şark 170 Islahat Planı’nda yer alan ve merkezin milliyetçi ulus çizgisini yansıtan maddelerin bazıları şu şekilde sıralanabilir: 1- Planın uygulanacağı bölgenin doğu illerinde yürürlüğe konan askeri yönetim aşağıdaki programın uygulanması son buluncaya kadar devam edecektir. 2- Planın uygulandığı bölgede yönetim ayrı tutulacak 5 ayrı umumi müfettişlik kurulacak ve en az 3’ü bu bölgede olacak. 3- Umumi müfettişliklerin görev ve sorumluluklarının belirlenmesi. 4- Sürekli sıkıyönetim mahkemelerinin Türkleştirilmesi. 5- Ermenilerden boşalan yerlere Türklerin yerleştirilmesi. 6- Batı’dan ve Kafkasya’dan gelerek Türklere yeni yerleşim yerlerinin açılması. 7- Laz ve Gürcülerin Doğu illerine yerleştirilmesi. 8- Kürtler Ermenilerden boşalan yerlerden çıkarılarak batıya yerleştirileceklerdir 9- Yurtseverlerin batıya sürülmesi ve hükümet yanlılarının yerlerinde kalmalarının sağlanması. 10-Bölgede görev yapacak memurların Türklerden atanması. 11-Sınır boylarında askeri güç unsurlarının arttırılması. 12-Batıdaki illerde Kürtçe konuşanların cezalandırılması, Kürtçe’nin yasaklanması ve Fırat’ın batısında oturanlara yönelik alınacak tedbirler. 13-Yabancı olanların bölgeye girişinin yasaklanması ve izne tabi tutulması. (Beşikçi, 2010: 392-394) Tüm bu uygulamaların özerklik tanımakla başlayan fikirlerin, sonrasında bu şekilde sıkı önlemler alma noktasına dönüşmesinde, geçmiş imparatorluk tecrübesindeki dağılma sürecinin travmasını görmek mümkündür. 1923 yılında Bursa’da yapılan konuşmada hala özerklik konuşulurken, Atatürk’ün bazı gerekçelerle artık bu düşünceden vazgeçme eğliminin ortaya çıktığını şu ifadelerinde görelebilir. “Türkiye’nin sınırları içinde pek çok Kürt yaşamaktadır. Fakat birkaç ilde çoğunluktadır. Kürtler daha önce bulundukları yerden ayrılıp Türkler arasında yaşamaya başladıklarından, Kürtlerin de yaşadığı yerler dışarıda bırakılıp yeni bir 171 sınır çizilmek istenirse bu, Türkiye’nin parçalanmasına yol açabilir.” (Heper, 2010: 186) Atatürk’ün özerksel yapı düşüncesinden koparak, tamamen yeni Türkleştirme ve kaynaştırma amacına yönelik politikalar benimsenmesinde Kürt ulusalcı hareketleri etkili olmuştur. Yürütülen politikaların yararlılığı noktasında soru işaretleri olmakla birlikte, günümüzde bile etkisini sürdüren ve hala benzer uygulamaların varlığından 2000’li yılların başlarında vazgeçilmeye başlanmıştır. 1943 ve 1946 yılları arasında Doğu bölgesinde umumi müfettişlik yapan Avni Doğan’a göre alınan ve uygulanmaya çalışılan bu planlar uygulanamadığı gibi, beklenen başarıya da ulaşamamıştır. Doğan bu konudaki görüşlerini şu şekilde anlatır. “Karşı şiddeti besleme dışında bir fonksiyonu olmayan güç kullanımı yerine, istikrarla izlenecek uzun vadeli bir asimilasyon planına acil ihtiyaç vardır.” (Yıldız, 2010: 247-248). Görüldüğü gibi karşı tepkisel milli duyguların ve güç kullanmaya yönelik şiddete meyletmenin arttığını göre göre Cumhuriyet kurucuları içerisinde yer alan bürokratlar, benzer politik ideolojilerle hareket etmeye devam etmişlerdir. Osmanlı’da başlayan ve Kurtuluş Savaşı döneminde devam eden birlikte yaşama idealinden, ulusal milliyetçi söylem ve politikaların karşılıklı etkileşimi sonucunda, merkeze yerleşen Türk milliyetçiliğine karşı, çevrede odaklanıp, tepkisel görünüm içinde var olan potansiyeli canlandırıcı Kürt milliyetçiliği, çok partili döneme geçiş sürecinde iyiden iyiye şekillenmiştir. Toplumsal alandaki kopuklukta bu dönemde artarak devam etmiştir. 2.2. ANADOLUCULUK FİKRİ Anadoluculuk fikri Osmanlı Devletinin fiilen varlığının sona ermeye başladığı dönemde İslamcılık, Türkçülük ve Osmanlıcılık fikirlerinden ayrı olarak kendi içinde bir yön bulmaya çalışan sentezci çizgide şekillenmiştir. Ayrıca bu fikrin şekillenme aşamasında, farklı fikir ve dünya görüşüne sahip olan kişilerin olması, akımın farklı yönlerde seyir izlemesine sebep olmuştur. Osmanlı son dönemlerinde bu hareketin başlamasında etkili olan fikir insanları 1913’te İslam Mecmuasında yazı yazmaya başlayan, Mehmet Şemsettin, Musa Kazım ve Halim Sabit gibi yazarlar olmuştur. Sırat-ı Müstakim ve Türk Yurdu dergileri arasında kendilerine yer bulmaya çalışmışlardır. Bu yaklaşımcılar kendilerine “İslamcılık ve Türkçülük” karışımı bir yol çizmişlerdir. (Atabay, 202: 515) Anadoluculuk hareketinin genel eğilimi, milliyetçi bir çizgi olmasına karşılık, bu çizgi Anadolu coğrafyasıyla şekillendirip 172 sınırlayan anlayışı yansıtmaktadır. Ziya Gökalp’in Pan-Türkçülük anlayışındaki Turancılık fikrinden farklılaşan bu yaklaşım Atatürk’ün Misakı- Milli sınırları içerisinde ulus-devlet formülüne de yaklaşan eğilim sergiler. Türkçülük fikrinde ise “Anadolu’daki bin yıllık tarihin oluşturduğu Turani olmayan, İslam temelli kültürel bir varlık olduğu tezini öne sürer.” (Şen, 2008: 516). Bu açıdan bakıldığında milliyetçi bir eğilimle, İslam ve Türkçülük sentezini öne çıkaran ve geçmişte Anadolu coğrafyasında şekillenen Türk kimliğine vurgu yapan yaklaşımdır. Anadoluculuk fikrindeki ulus tanımlamasında, Anadoluculuk düşüncesi belirli bir coğrafi bölge niteliğinden çok, hukuksal ve siyasal anlamda vicdanlarda hissedilen bir dava duygusu niteliğindedir. Geçmiş bin yıllık tarihten başlayarak, bu toprağa canlarını vermiş olanlar ve bütün çabalarını bu toprakların yurtlaştırılması uğrunda harcayanların emaneti olarak görülen Anadolu: “Toprağıyla ahlakıyla, imanıyla, kaderiyle ve gerçek iradesiyle Anadolu Türk ulusunu oluşturmaktadır.” Burada isimlendirilen Anadolu halkının Müslüman olarak nitelendirilmesi sebebiylede Anadolu tarihi Müslüman Anadolu’nun tarihi olarak da temellendirilebilir.” (Atabay, 2002: 517). Bu şekilde tanımlanan Anadoluculuk fikrinin merkezi yapıyla ayrılığı, Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı sonrasında izlediği politikayla başlar. Ortak nokta olarak belirlenen Anadolu coğrafyasının yurt ve Türk kimliğinin merkezi olma görüşü, medeniyete ulaşmada merkezi yapının izleyeceği laik politikalar ve Osmanlı, Selçuklu geçmişinden kopuşu temsil eden reformlar neticesinde ayrılmıştır. Bu noktadan sonra 1925’li yıllardan itibaren özellikle Anadoluculuk fikrinin muhafazakârlaşan bir yönelimle İslami söylemli bir yönelime girdiği söylenebilir. Özellikle 1930’lu yıllarda çıkmaya başlayan “Dergah” dergisi ve 1946 yılında yayımlanan “Hareket” dergisi milliyetçi muhafazakar İslami unsurları içinde barındıran Türkçülük fikrinin gelişmesine katkı sağlamıştır. Bakıldığında merkezi milliyetçilikle Kurtuluş Savaşı yıllarında ortak noktada buluşan bu anlayış, merkezin seküler modernleşme anlayışı doğrultusunda yapılan çalışmalar neticesinde çevresel tepki olarak farklılaşan bir milliyetçilik fikri ve örgütlenmesini gerçekleştirmiştir. Anadoluculuk fikrinin bu şekilde bir yön çizmesinde, Kurtuluş Savaşı yıllarında savaşın nasıl bir sonuçla sonuçlanacağının kestirilememesi önemli rol oynamıştır. Anadoluculuk fikrinde; Anadolu 1071 yılında Malazgirt’le Türkmenlerin Anadolu’ya girişleriyle başlayan dinamizmin getirdiği 173 sentez sonucunda şekillenen, yeni bir ulus yaratıldığı düşüncesiyle hareket eder. Anadoluculuk; zamanla coğrafi ve tarihsel bir yönetimle birleştirilen “Anadolu Anadolularındır.” ilkesini benimseyen yaklaşımın ortak eseridir. Tarihsel anlamda bir kader birliğiyle oluşun Anadoluculuk fikri, sübjektif nitelik taşır. Turancılık fikrinin olumsuzlukla sonuçlanması ve Anadolu’nun işgal altındaki yılları, bu hareketin mistik yönelişe kaymasına sebep olmuştur. Bu açıdan bakıldığında Anadolu halklarını içine alan Atatürk milliyetçiliğine ve Turancılığa alternatif ara akımdır. (Atabay, 2002: 532). Süleyman Seyfi Ögün Anadolu milliyetçiliğinin bu mistik karakterini yorumlarken “Cemaatçi Milliyetçilik” anlayışı şeklinde kavramsallaştırır. Bu kavramsallaştırma, zamanla Türkiye’de gelişecek milliyetçi düşüncenin dinle olan bağını ortaya çıkarmada önemlidir. Bu mistik ve ruhçu özelliklere sahip felsefi temelli “Cemaatçi Milliyetçilik” olarak addedilecek, Anadolu milliyetçiliğinin öncüleri arasında, Nurettin Topçu, Hilmi Ziya Ülken, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Mükrimin Halil Yinanç gibi isimler bulunmaktadır. Bununla birlikte milliyetçilik ufkunu Türkiye ile ve Anadolu coğrafyasıyla sınırlı tutmuşlardır. Türk kültürünün ve ulusunun şekillendiği tarih ve coğrafyayı Anadolu olarak görmektedirler. (Şen, 2008: 516). Bu coğrafyada şekillenen Anadolu Türk milliyetçiliğinin İslami yönelimini anlamada “Hareket” dergisinin kurucusu Nurettin Topçu’ya kısaca yer vermek yerinde olacaktır. Hareket Anadoluculuğu olarak da bilinen Anadoluculuk; TurancıTürkçülük ve diğer Türkçülük türlerine karşı Anadolu coğrafyasında cemaatçi bir milliyetçilik fikri sunmaktadır. Özellikle 1930’lu yılların sonuna doğru ırkçı ve Turancı yönelimiyle farklılaşan, Nihal Atsız’ın temsil ettiği kanadın karşısında, Anadoluculuk kanadını Nurettin Topçu temsil etmektedir. Topçu “Anadolu romantizminin dini temel ve tasavvufta barınan İslam, ahlaki aşk ve fedakârlık sanatının temeli Anadolu’nun destanları masalları ve halk türkülerinden doğacağını ileri sürer.”(Deren, 2002: 537-538) Anadoluculuk fikri hem merkezden hem de diğer milliyetçi akımlardan bu romantizmi ile de ayrılmaktadır. Nurettin Topçu dönemin milliyetçilik anlayışlarına yöneltildiği eleştiriyi şu şekilde ifadelendirmiştir: “Milliyetçilik menfaatçi ellerde merhametsizce yıpratılmaktadır. Bozulmamış Türkün kahraman kılıcı ile İslam’ın ebedi ruhunu bünyesinde birleştiren Osmanlılığın ruhçu milliyetçiliği, Makedonya’dan gelen bir kılıç darbesi ile yere 174 serildikten sonra, asrın başından bu yana bizde milliyetçiliğin hazin bir tarihi başlamış oldu.” (Topçu, 2012: 281). Bu söylemde var olan milliyetçiliklerin gerçek anlamda özünden ve ulaşmak istediği hedeften uzak oldukları düşüncesini benimseyen bir yaklaşımla ilerde oluşacak olan Turancı ve merkezi milliyetçiliklere yönelik bir kökten karşı çıkış ortaya koymaktadır. Özellikle Kemalist milliyetçiliğin laik ve Osmanlı ve Selçuklu dönemine ait izleri yok sayan anlayışına karşı çıkar. Bununla birlikte Asya tarihine doğru kök salmaya çalışan milliyetçilik fikrine, Topçu şu şekilde bir itirazda bulunur. Osmanlı hükümdarının yerel beylikleri bir araya getirerek oluşturdukları merkezileşme stratejisi, Türk’ün dehası ile birlikte hukuk ve felsefe alanlarında kendine has yorumlarıyla, ortaya çıkardığı İslam’ın ruh ve ahlakını yücelmektedir. Ayrıca Osmanlılar bünyesinde barındırdığı yabancı unsurları askeri sistemde orduya alarak uyguladığı taktik, Türkleştirme ve İslamlaştırma siyaseti ile de milliyetçiliğin maddi bünyesine büyük bir başarı sağlamıştır. Aynı zamanda paralelde yürüttükleri insanlık davası ile de yan yana yürüyen ve onun hizmetinde bulunan ruhçu milliyetçiliğin, dünya tarihinde eşi olmayan örneğini verdiler. (Topçu, 2012: 281-282). Bu tespit Osmanlı’nın kendine has milliyetçiliğinin İslam senteziyle, insanı, evrensel yönünün varlığını vurgulayarak modern anlamda anlaşılan ulus-devlet tarzı milliyetçiliklere ve seküler milliyetçilik uygulamalarına yönelik bir eleştirel tanımlamadır. Milliyetçiliği muhafazakâr bir görüş çerçevesinde ele alan Topçu, Turancı bir milliyetçilik anlayışına da karşıdır. Gökalp’in millet tanımındaki toprak birliğini yapıcı bir unsur olmadığı görüşünü reddeder. Anadolu coğrafyası dışında kalan Türk milletiyle de herhangi bir menfaat ilişkisi kurmak çok zordur. Turancıların toprak birliğini reddederek düştükleri sorun, başlıca problem alanı olarak da ortada durmaktadır. Aynı zamanda saf soyunda millet olamadığını bu dönemde saf soy bulmanın çok zor olacağını düşünmesi gerekçesiyle, ırkçı söylemli milliyetçiliklere de karşı durur. (Deren, 2002: 538). Topçu’nun bu duruşuyla ortaya çıkardığı düşünceyi açıklamada ifade ediş biçimi şu şekildedir: “İttihat ve Terakki çetesinin propagandacısı olan Ziya Gökalp; Turancılık davasını ortaya attığı zaman bu hareketi ümmetçilikten milliyetçiliğe geçiş diye adlandırdı. Aslında din adamlarının kapkara taassubuna ve kara cahilliklerine zorunlu bir tepki olan bu hareket, ruhçu 175 milliyetçilikten maddeci milliyetçiliğe geçiş yolunda atılan ilk adımdı.” (Topçu, 2012: 282). Turancılık fikrine uzak bakmasının sebebi bir anlamda ruhçu mistik bir hareket bu maddesel gerçekliğe hapsedilmiş anlayış olarak ortaya çıkan milliyetçilik düşüncesini reddetmesidir. Cumhuriyet devrinde Ziya Gökalp’in etkisinin bilindiğinden, özellikle laik ve yeni bir milliyetçilik iddiasıyla ortaya çıkan rejime karşı, Topçu mesafeli ve eleştirel bir yön sergiler. Gökalp’in milliyetçiliğinin etkisiyle yeni addedilen milliyetçiliğinde maddesel yönün ağır bastığı fikrini ileri sürer. Şekilci ve belli kalıplarla taklitçi bulduğu bu yönü fikir ve dava yönünden eksik bulmaktadır. Kurtuluş Savaşı sonrasında yapılamayan ve onun gözünde reform olarak uygulanan belirli elit seçkinler hareketini şu şekilde ifade eder. “Zaferden sonra devlet sofrasına konan kargaların yağmasına, bütün halk ve bütün köylü peşkeş çekildi.” (Topçu, 2012: 282). Bu bir anlamda modernleşme hareketlerine yönelik tepeden inmeci, jakoben modernleşme paradigmasına yönelik eleştiridir. Cumhuriyet döneminde ve tek parti döneminde esas itibarıyla uygulanan farklı milliyetçi çizgileri maddeci ve ütopik bir şekilde realize edilmemiş bir biçim olarak gören Topçu; her toplumun kendi içinde farklı milliyetçilikler barındırdığını ifade eder. Fransızlar kültür, Almanlar soy, İngilizler ise emek ve ekonomik bir yön çizmişlerdir. Bizde olması gereken milliyetçilikse tarihinden uzak ve kopuk, İslami değerlerden uzaklaşan, kuru kuru rasyonel bir mantık çerçevesine oturmayan şekilci biçimci anlayıştan kurtulmalıdır. Anadolu coğrafyasında İslam’ın ruhunu yükselten, ve toprağın çehresinde İslami ruh ve karakterini sindiren, ruhçu bir milliyetçilik olmalıdır. Anadolu fikrinin getirdiği ruhçu idealizm coğrafyanın gerçeğinde, gelecek yılların selameti için büyük önem taşıyordu. Mevcut uygulanan inkar davası da değildi. Geçmişte bin yıllık tarihin ruhundan sızan ilhamın mahsulü olmuştu. Bu açıdan bakılırsa, Mete Hanlar da, Cengiz Hanlar da aranacak bir kök yerine, temelini Yavuzlar da Melik Şahlar da arayacağın bir ruhçu milliyetçilik oluşmalıdır. Günümüzde milliyetçiler çoğalmış, bununla birlikte milliyetçilik ise ortadan kaybolmuş gibidir. Bu muamma ve belirsizlikten kurtaracak bir Anadolu ruhçu milliyetçiliği oluşturulmalıdır. (Topçu, 2012: 283). Peki bu ruhçu İslam ahlakıyla şekillenmiş mana insanı nasıl olmalı? Dergisine de ismini veren hareket ve aksiyon 176 insanıdır. Aynı zamanda Sezai Karakoç’a ilham olan diriliştir. Bu insan milliyetçi ruhçu Anadolu insanını isyan ahlakı çalışmasında tanımladığı şekliyle: “ Anadolu çocuğunu vicdanıyla tarihini içine düşmüş bulunduğu girdaptan kurtarabilecek yegane çare insan kalbinde ve memleket içerisinde ilan edilecek bu mukaddes cihattır. Bu kurtuluş çaresini yani ruhi rönesans’ı gerçekleştirecek olan tek kuvvet.. Mistiklik dini olacaktır. Bu kuvvet fertlerde benlik şuurunu doğuracak ve tarihlerinin sorumluluğunu üzerine aldıracaktır. Ancak böylelikle, pek derin buhranlarla sarsılmış olan bu medeniyetin ve bu bahtsız cemaatin istikbali kurtarılacaktır.” (Topçu, 2010:175). Topçunun cemaatçi milliyetçilik veya mistik milliyetçilik şeklinde tanımlamasında bu ruhiyatçı düşünceleri etkili olmuştur. Anadoluculuk fikrinin ortaya çıkışından itibaren ve sonrasında merkezi milliyetçilik karşısında farklı bir milliyetçilik anlayışı benimsemiştir. Bu milliyetçilik anlayışı ile çevrenin Müslüman ve Türk etnik kökenine sahip unsurları tarafından benimsenerek, merkezden farklılaşarak kendine yön çizdiği söylenebilir. Bu yöneliş aynı Kürt milliyetçiliğinde olduğu gibi farklılaşsa da, varlığını merkez-çevre gerilimi üzerinden günümüzde de devam ettirmektedir. 3.ÇOK PARTİLİ DÖNEM VE SONRASINDA MİLLİYETÇİLİK Cumhuriyet’in ilanına kadar olan dönem ve sonrasında resmi bürokratik aydınlar tarafından yürütülen, bir anlamda ideolojinin öngördüğü tepeden inmeci, şekillendirici makul vatandaş profilini oluşturmaya yönelik uygulanan milliyetçilik tarzı hakimdi. Bu milliyetçilik, Kemalist milliyetçilik olarak bilinen modern toplumu oluşturmada resmi devlet politikası olarak da uygulanmıştır. Bunların yanında merkezden farklı olarak oluşan iki farklı milliyetçilik akımı da gelişme imkanı bulmuştur. Azınlık milliyetçiliği olarak da tanımlayabileceğimiz ve içerisinde Kürt milliyetçiliğini de barındıran milliyetçilik anlayışı ve bunlara ilaveten merkezin şekilci laik milliyetçilik anlayışına karşı oluşan, İslami unsurların varlığını ön plana tutan, milliyetçilik anlayışı. Resmi ideolojik milliyetçilikten farklı olarak ortaya çıkan bu milliyetçilikler, kendi içindeki genel eğilimlerle birlikte bir tepkisellik içerisinde varlıklarını sürdürmüşlerdir. Resmi ideolojik milliyetçilik, toplumu şekillendirme ve biçimlendirme programlarında dünyada ve bölgede var olan zamansal değişmelerden etkilenmiştir. Özellikle ülkeler arası ilişkilerden, aynı zamanda ülke içindeki toplumsal yapıların 177 direnç özelliklerinden kaynaklanan sebeplerden dolayı dönüşüme uğrayan bir yönelim çizmiştir. Bu yönelimin değişmesinde en etkili olan sebeplerden birisi de, II. Dünya Savaşı’nın bitimi sonrasında yaşanan değişmelerdir. II. Dünya Savaşı yıllarında giderek artan milliyetçilik fikri, savaşın bitimi ile birlikte liberal söyleme sahip Amerika ve müttefiklerinin, savaşı etnik milliyetçilik politikalar uygulayan devletlere karşı kazanmasıyla, yeni bir döneme girmiştir. Bu süreçte Türkiye, bir tarafı Amerika, diğer tarafta ise Komünist Rusya’nın oluşturduğu tercih ikileminde kalıyordu. Türkiye yönünü belirleyerek izleyeceği siyasetle birlikte, toplumsal yaşantı ve birçok alanı etkileyecek olan yeni bir döneme giriyordu. II Dünya Savaşı bitiminde Amerika’nın demokratik bir devlet olarak oluşturduğu zaferden tüm ülkeler gibi Türkiye’de etkilenmiştir. Türkiye Nisan 1945’te San Francisco Konferansına kurucu üye olarak katılıp, Birleşmiş Milletler Anlaşmasını imzalamak ve demokratik idealleri gerçekleştirmek için söz veriyordu. (Zürcher, 2010: 306). Bu bir anlamda çok partili hayata geçişinde nedenlerinden biri olarak ortaya çıkıyordu. Ayrıca Rusya’nın baskısına karşı oluşturulacak Amerikan desteği de demokratik ideallere uygun bir yapıya sahip olmaktan geçiyordu. Bunlara ilaveten toplumda ve parti içinde artan muhalif hareketler ve baskılarda, yeni sürece geçişi hızlandırıyordu. Cumhuriyetçi Halkçı Parti içinde uygulanan toprak reformlarına yönelik tepkiyi dile getirerek ayrılan 4 milletvekili tarafından, Demokrat Parti 7 Ocak 1946’da resmen kuruldu. (Zürcher, 2010: 311). Bu dönem artık Türkiye’de geri dönüşü olmayan çok partili dönemin başlangıcı ve yeni siyasal dönemin can alıcı noktasını oluşturmaktadır. Çok partili siyasal hayata geçilmesi ve sonrasında ortaya çıkan bütün siyasi oluşumlar, çevrenin merkeze karşı, merkezi baskılama amacı ya da merkezi dönüştürme aracı olarak kullanılmasını beraberinde getirmiştir. Merkezi temsil eden bürokratik seçkinci yapı, var olan gücü elinde bulundurdukça, çevrenin her türlü direniş ve dönüştürme hareketini baskı veya farklı mekanizmalarla geri çevirmiştir. Çok partili yaşama geçilmekle birlikte, geçmiş geleneksel yapı içerisinde varlığını sürdüren milliyetçilik söylemleri, kendi içinde tekrar bir dönüşüme ve değişime uğramıştır. Geçmişte var olan ve merkezi elinde bulunduran milliyetçiliğe karşı, gayri resmi veya farklı milliyetçilik denilen çevrenin milliyetçi örgütlenmeleri, farklı tepkiler ortaya koymuşlardır. Bir anlamda da demokratik yollarla kendilerini ifade 178 etme olasılıklarının düşük olmasından dolayı, resmi ideolojiyle ilişkilerini yönlendirmede iki yol izlemişlerdir. Kürt veya İslam milliyetçiliğinin bazı yönelimlerinde olduğu gibi birinci yol açıkça karşı çıkmaktır. Bu yol onunla çatışmayı göze almaktır. Sonunda onunla uzlaşır veya uzlaşı yapmış görünüm sergileyip içten içe değiştirmek ister. Genelde ikinci yöntem olan bu uzlaşı İslamcı Türkçülük milliyetçi çizgisini benimseyen milliyetçilerin tercih ettiği yöntemdir. (Özkırımlı, 2002: 713). Çok partili hayata geçiş ile birlikte uzlaşı yolu da açılmıştır. İleride oluşacak siyasal partileşme ve örgütlenmeler ile, milliyetçi akımların toplumsal alanda ifade edilmelerini sağlayacak yapı ortaya çıkmıştır. Bu durum ortaya çıkan merkez-çevre kopukluluğunun azalmasında olumlu işlevler üstlenecektir. Çok partili hayata geçişle birlikte sadece çevresel milliyetçilik akımları etkilenmemiş, merkezin güttüğü ve uyguladığı inşa döneminin milliyetçiliğide etkilenmiştir. Kemalist milliyetçilik bu çok partili döneme girilmesiyle birlikte yeni Kemalizm veya yeni Atatürkçülük anlayışlarının ortaya çıkmasıyla paralel olarak farklı yorumlama biçimlerini ortaya çıkarmıştır. Kürt milliyetçileri Kemalist milliyetçilik anlayışlarını, özellikle yeni dönemde ırkçı bir yaklaşım olmakla suçlarken, 1960’lardan sonra ortaya çıkmaya başlayan Kemalist sol, Kemalist milliyetçiliği anti emperyalist mücadelenin ve Kurtuluş Savaşı’nın öncüsü olarak görmektedir. (Yıldız, 2002: 232). Bu çerçeveden bakıldığında 1950 ve sonrasında milliyetçilik fikri Türkiye açısından merkezde ve çevrede yeni yönelimler almaya başlamıştır. 1950’li yıllarla birlikte 1960’lı yıllara doğru girilmekteyken, iki dönem arasını milliyetçi düşünceler açısından, savaş sonrası oluşan dünya ve yeni çok partili siyasal hayata uyum çabasının harcandığı yıllar şeklinde yorumlayabiliriz. 1960’lı yıllardan sonra oluşan milliyetçilik; özellikle merkezi ve siyasal çevresel milliyetçilik oluşumları, çok partili söylemlerin etkisine rağmen, Kemalist söylem sayesinde kendisine meşruiyet zemini oluşturarak varlığını sürdürmeye çalışmışlardır. İster Kemalizm’in karşısında isterse yanında taraf olarak var olsun, ana nokta, referans Kemalist sistem ve söylem olmuştur. Bu dönemde oluşmaya başlayan milli görüş hareketi Kemalizm’in kalkınmacı ve pozitif yönünü öne çıkarır. Bunu yaparken de dini milliyetçiliğini, Kemalist milliyetçiliğin temel yaklaşımlarıyla örtüştürmeye çalışır. Kürt 179 milliyetçiliğinde meydana gelen akımlarsa, Kemalizm’in çağdaşlaştırıcı ve laik pozitivist özünü ele almışlardır. Türkiye’de sol hareketler kalıcı Kemalist refleksler oluşturmuş. CHP geleneği sola kayarken, Kemalist düşünce egemenliğini özenle korumuştur. Bu arada sosyal demokrasi ile eklemlenmeyi yeterli görmüştür. Bu anlamda siyasal düşünceler hala merkezi gücü elinde bulunduranlar, Kemalist milliyetçi ideolojiyi meşruiyet zemini olarak kullanmaktadır. Ayrıca bu ideolojiyi haklılaştırma aracı olarak görmektedirler. (Yıldız, 2002: 233). Kendini merkez karşısında bir yerlere koymaya çalışan çevresel aktörlerin izlediği yöntem, genelde ikna etme ve uzlaşma zemini oluşturacak fikir altyapısını oluşturarak, merkeze eklemlenerek bir sonuca ulaşma yöneliminde olmuştur. Çok partili hayata geçişle birlikte Kemalist merkezi milliyetçi yapının, iktidarı elde tutma yetenek ve araçlarının daralması, yeni araç ve tekniklerin uygulanarak iktidarın devamını farklı usullerle sağlama yolunu tercih etmelerini gerekli kılmıştır. Kemalizm giderek, CHP, ordu ve bürokrasiden oluşan sacayağına dayanır hale gelmiştir Dünya çapında meydana gelen dalgalanma ve değişimlere bağlı olarak farklı muhtevalar kazanmıştır. Ancak “Devletin milletiyle bölünmez bütünlüğü”, “Vatanın bölünmez bütünlüğü”, “Devletin üniter yapısının korunması.” Kemalist merkezi milliyetçilik anlayışının değişmeyen özünü meydana getirmiştir. (Yıldız, 2002: 232) Bu açıdan Kemalist milliyetçilik merkezdeki etkin rolünü korumaya devam etmekle kalmayıp, her ne kadar bir değişim süreci yaşasa da belli ilkelerden ve oluşturmak istediği ulus devlet modelinden asla taviz vermeyen bir görüntü çizmişti. Kemalist ideolojinin çok partili dönemin başlangıcına kadar Üstel’in tanımlamasıyla oluşturmaya çalıştığı makbul vatandaşın temel özelliği militarist vatandaşken, 1960’lı yıllarda yeni dünya konjonktürüne uyan sivil vatandaş tanımlamalı bir oluşturma politikası izlenmiştir. Tabiki yine değişmeyen unsur; hala vatandaş biçimlendirilecek nesne olarak görülmekte ve şekil verecek, onun sınırlarını ve makbullüğünü çizecek kişiler ise bürokratik seçkinler olacaktır. Merkez ve çevre ilişkisinde önemli bir yer tutan milliyetçilik olgusunun algılanmasındaki farklılaşmalar bu dönemde devam etmiştir. Çok partili hayata geçişle birlikte DP’nin çevrenin siyasal söylemcisi ve temsilcisi durumuna geçmesi bu süreci hızlandırmıştır. Bununla birlikte 1960’lı yıllara kadar II. Dünya Savaşı’nın etkisini de arkasına alarak, bir durağanlık ve yeni yapılanma yılları olarak varlığını 180 sürdürmüştür. Merkez-çevre ilişkisi daha sonrasında 1960’lı yıllarda ortaya çıkan farklı ötekileştirme, toplumsal alandaki hızlı şehirleşme gibi değişimlerin ortaya çıkardığı sonuçlardan etkilenerek, şekillenen siyasal hayatta kendine yer bulmaya çalışan yönelime girmiştir. 1960 ve 1980 yıllarda politik alanda soğuk savaş döneminin etkisiyle ortaya çıkan kutuplaşmadan, toplum ve fikir hayatı olumsuz yönde etkilenmiştir. 1990 sonrası küreselleşme ve sonrası mikro milliyetçilik fikirleri çerçevesinde hızla artan ve farklılaşmasını hızlandıran bir milliyetçilik göze çarpmaktadır. Tek parti dönemi sonrasında Demokrat Partinin siyasal alanda çevrenin temsilcisi durumuna gelmesiyle birlikte, yeni bir döneme girilmiştir. Demokrat Partinin merkezle çevreyi yakınlaştıran, kopukluğu azaltan yönünü ayrı ele almak gerekir. 3.1. DEMOKRAT PARTİ DÖNEMİ, MERKEZ-ÇEVRE VE MİLLİYETÇİLİK Siyasal bir oluşum olarak ortaya çıkma nedeni her ne kadar eşraftan oluşan bir kısım milletvekilinin, dönemin CHP’sinin toprak politikalarına yönelik tepkisi sonucu bir oluşum izlese de, 1946 yılında resmen kurulan Demokrat Parti yapılanması gittiği illerde büyük ilgi ile karşılaşıyordu. Bu ilgi 1950 yılında yapılan seçimlerde kendini ortaya çıkarmıştır. DP çevreye hitap eden siyasal partilerin bir söylem aracı olarak kullanılan “Yeter! Söz Milletindir!” şeklinde geliştirilen sloganla girdikleri seçimlerden, beklenmedik bir ilgi görmüştür. Bu yapılan seçimlerde CHP 69 milletvekili çıkarırken, DP 408 milletvekili ve %53,4’lük oranda aldığı oyla, çevrenin temsilcisi olarak yönetime geçmeye hak kazanmıştır. (Zürcher, 2010: 318). Daha öncede belirttiğimiz gibi Cumhuriyetçi Halkçı Partinin içinden ayrılmasına rağmen kısa sürede örgütlenişi ve çevreye yönelik politik söylemleri, bu başarının elde edilmesini sağlamıştır. Hali hazırda merkezin tek tipleştirmeye, homojenleştirmeye çalıştığı toplumsal kesimler, kendi içinde radikalleşip zaten varlıklarını korumuşlardır. İlk fırsatla merkeze tepkilerini bu şekilde göstermişlerdir. Cumhuriyet rejiminin resmi yaklaşımı olarak benimsenen çok kültürlü ve değişkenli toplumsal yapının reddedilerek, resmi ideoloji olarak yerel, dinsel, bunların yanında etnik grupları Türkiye’nin karanlık yıllarından kalma kalıntılar 181 olarak gören bir yaklaşıma sahipti. Üstüne üstelik bu alanlara merkez tarafından bakılan kuşkucu tavır, merkez-çevre kopukluğunu artırmaktaydı. Buna karşın çevre, kentlerin refahının kendi sırtından sağlandığını, kendisinin sürekli nutuklarla avutulduğunun, bunun yanında dinsel mutluluktan da yoksun bırakıldığını da görebilmekteydi. 1946’da kurulan Demokrat Parti bir eşraf partisi olmaktan çok; kırsal kitlelerin ve bu kitlelerin başında bulunanların kuvvetle destek verdikleri bir siyasal ideolojiyi arkasına alarak başarıya ulaşacaklarını umanların kurduğu partiydi. (Mardin, 2010b: 67). Mardin’in tespitini doğrulayan yukarda bahsettiğimiz seçim sonuçları merkezi elinde tutan bürokrat elitler için çokta memnun edici sonuçlar ortaya çıkarmamıştır. Demokrat Partiye olan ilginin sebebini açıklamada merkezin II. Dünya Savaşı’nda uyguladığı ekonomik uygulamaların, buna ilaveten din alanında laiklik doğrultusunda uygulanan politikaların, çevreyi iyice baskı altına alması gösterilebilir. Resmi ideolojinin ulus-devlet oluşturmada izlediği İslam karşıtı ve Arapça yerine Türkçe ibadet dili gibi uygulamalar, Mardin’in tespit ettiği gibi karşı tepki hareketlerini içinde biriktiren bir toplumsal grubun varlığını büyütüyordu. Demokrat Parti teşkilatlarının seçim öncesinde Anadolu’nun en ücra yerlerine kadar gidip kitlesel mitinglerle halka hitap ettiklerinde, Türk seçmeninin dörtte üçü köylülerden oluşuyordu. Kürsüde bulunan politikacılar seçmenlerin iki büyük şikâyetlerinin olduklarını öğreniyorlar. Birincisi; ekonominin geliştirilmesi, bu alanda tarımın ihmal edildiğini vurguluyorlardı. İkincisiyse; geleneksel Müslüman nüfusun üstündeki laikliğin zorla empoze edilmeye çalışılmasıydı. (Köktaş, 2011: 196-197) Bu noktada merkezin milliyetçilik uygulamalarının laikleştirme politikaları, merkezçevre kopukluğunun din üzerinden ayrıştırıyormuş gibi izlenim oluştursa da, asıl ayrışma bu kültür ve dini anlayıştan ziyade, uygulanan milliyetçi politikaların yansıması olarak görünüyordu. Çevrenin içinde bulunduğu milliyetçi anlayışları temsil eden Anadoluculuk hareketi, İslami-Türkçülük idealleri üzerinde merkezin otoriter baskıcı yönetim anlayışının getirdiği sıkıntılardan kurtulma yolunda, DP’ye yönelmiştir. Anadolu milliyetçiliğinde köylü unsuru ve Anadolu insanı vurguları, Demokrat Parti’nin de hassasiyetle yaklaştığı alanların başında geliyordu. Ayrıca özgürlükler noktasındaki yaklaşımı da geçmiş dönemden ayrışıyordu. Uyguladığı liberal politikalar dini 182 inançların uygulama pratiğinde yayılıyordu. Yeni parti köylüye hizmetler getireceği, aynı zamanda gündelik sorunların çözümüne yönelik politikalar izleyeceği, Türkiye’yi bürokrasiden kurtaracağı ve dinsel pratik yaşamı liberalleştireceği konularında da sözler verdi. (Mardin, 2010b: 71). Mardin’in de belirttiği gibi Demokrat Partiyi diğer milliyetçi yaklaşımlara ve çevreye yaklaştıran bu siyasal söylemleri olmuştur. DP bunlara ilave edilecek bir tutumla iktidar süresince gerçek halkçı bir politika uygulayıp, çevreyi temsil eden kültür ortamları içinde yer almaya özen göstermiştir. Özellikle çevrenin yoğun kullanım alanlarının içinde verdikleri görüntü, DP iyice çevrenin merkezine yerleşiyordu. Dinsel törenler ve camilere yönelik ilgi gösterip, camilere girilip halkla iç içe olma yolu izliyordu. Bürokratik seçkinler ister istemez var olan durumu izlemekle yetindiler. İlerleyen dönemde çıkan tartışmalarda ve sert itirazlarda seçkinci kanat, laikliğin elden gittiğini ileri sürerek ve Demokratik Parti’yi hedef gösteren tutumları iyiden iyiye ortaya çıkmaya başlamıştır. Çevre kültürü ile Demokrat Parti özdeş tutuluyordu. (Mardin, 2010b: 72). Bu dönemde merkezi bürokratik Kemalist seçkinci kanadı temsil eden grubun el birliği ile ortaya attığı “laiklik elden gidiyor.”Söylemi, yeni bir anlayış ve muhalefet oluşturmada kullanılmıştır. Ayrıca sert merkezi yapının kabuğunu korumada bir söylem olarak bu yaklaşım, 2000’li yıllarda da yoğun bir şekilde kullanılmıştır. Ve hala günümüzde bu merkezi seçkinlerin kullandığı bir söylem olarak varlığını korumaktadır. Kemalist devrimlerin, kazanımların tehlikeye düşmesi, laikliğin elden gitmesi, harici düşmanlar kadar toplumda ötekileştirdiğimiz ve kendi merkezine çekilip radikalleşen, daha sertleşen çevrenin dahili düşmanlar gözüyle bakılması gibi bir döneme de giriliyordu. Merkezin çevreye kuşkuyla yaklaşımı artık iyice su yüzüne çıkıyordu. Bu durum ilerde oluşacak milliyetçilik yönelimleri ve siyasal oluşumları da etkilenecektir. İlk olarak kendilerinin fikren ve uygulamada laiklik taraftarı ve laik söyleme sahip olduklarını göstermek durumunda kalacaklardır. Alparslan Türkeş’in kurduğu milliyetçi çizgideki anlayışın bir dönem bu şekilde ezanın Türkçe okunması gibi söylemler geliştirmesi bu bağlamda ele alınabilir. 1950 yılında başlayan Demokrat Parti iktidarı yeni bir söylem olarak ortaya koyduğu “Yeter! Söz milletin!” sloganının ilk icraatçı uygulamalarından sonra, çevreyi temsil ederken, uygulamada merkezi yapının yaptığı gibi giderek sertleşen ve popülist olarak nitelendirilebilecek politikalar ortaya koymaya başladı. DP bu 183 dönemde dünyadaki sol hareketlerin ve Rusya’nın da etkisiyle kominizim hareketlerinin örgütleyicisi, olarak muhalefeti yıpratma yolu seçti. İcraatçı yönü iyiden iyiye kaybolmaya başlayınca, halk desteğini kazanmak maksadıyla ağırlıkla milliyetçi-muhafazakâr tabana hitap eden girişimler ortaya koymaya başladı. Kıbrıs politikasındaki tavırlar, Türk Ocaklarının tekrar canlandırılmasına destek verilmesi, Türkiye Talebe Federasyonu ve Milli Türk Talebe Birliği gibi hükümet güdümlü gençlik örgütlerinin kurulması, bunun adımlarıdır. (Bora ve Canefe, 2002: 647). Bakıldığında çevrenin kültürünü temsille başlayan, bu politik söylemle hareket eden Demokrat Parti, Cumhuriyet Halk Partisinin eski, ideallerinin korunmasına yönelik sımsıkıya bağlanarak, en iyi ilişkiyi kurdukları bürokratlarla yaptıkları iş birliği sonucu oluşan bürokratik merkezci yapıyla girdiği mücadeleden, iyice ayrışma ve kutuplaşma çıkmıştır. (Mardin, 2010b: 73). Bir anlamda çevre temsil hakkı bulmuştur. Fakat merkez-çevreye yaklaşmak yerine daha da eski yöntemlerine, dönüştürme ve değiştirme politikalarına sarılmıştır. Bu da 1960 Askeri Darbesiyle gelen yeni süreçte toplumsal yarılmayı iyice artırmıştır. Bu dönemi kendi içinde merkez-çevre ilişkisi bağlamında ele aldığımızda siyasal ve ideolojik kopukluklar genelde din söylemi ve laiklik ile birlikte tanımlanmaktadır. Fakat bu ayrışma bir taraftan kültür üzerine inşa edilse de Cumhuriyetin kuruluş yıllarından başlayarak devam eden ve uygulanan milliyetçi politikaların bir devamı olarak görülebilir. Toplumu dönüştürme ve şekillendirme anlayışının merkezde devam ettiğini ve milliyetçi politikaların yansımalarından kaynaklanan çatışma ortamının, giderek artan ve gün yüzüne çıkan bir görünümle ortaya çıktığını söyleyebiliriz. 1960 ihtilali ile yeni bir hareketin başladığı, darbeler ve bürokratik merkezin temsilcisi rolüne soyunan askeri bürokratların, toplum dinamiklerini göz ardı ederek, kendi istekleriyle oluşturdukları siyasal ideolojilerine uygun müdahalelerle dolu döneme girilmiştir. Bu darbeler ve müdahaleler dönemi günümüze kadar varlığını sürdürerek, farklı şekillerde evrilerek, varlığını devam ettirmektedir. Siyasal anlamda çevrenin desteğini alamayan merkezi siyaset mekanizmaları, bürokratik kadrolarla olan birlikteliklerini, çevreye karşı güç unsuru olarak kullanmışlardır. 1960 ve 1980 yılları arası da yaşanan yoğun müdahale dönemi, her on yılda farklı gerekçelerle siyasal yönetsel alana müdahale düşüncesi yeni bir milliyetçilik anlayışının oluşmasına sebep olmuştur. Bu dönemlerin ayrı ayrı 184 ele alınması ve 1980 sonrasında ve 1980’lı yıllarda başlayan küreselleşme etkisiyle oluşan anlayışları, günümüz noktasında okumak daha yararlı olacaktır. Her dönemde milliyetçilik kavramına yüklenen anlam ve tanımlamalar değiştiği gibi dönem içerisinde farklı odakların milliyetçilik anlayışları da değişiyor. Mevcut dünya ölçeğinde yaşanan değişmelerin hızlılığı, bu kavrama yüklenen anlamların da hızla değişmesine neden olmaktadır. 3.2. DARBELER ARASINDA FARKLILAŞAN MİLLİYETÇİLİK 27 Mayıs 1960 darbesi ve sonrasında onar yıl arayla gelen askeri darbeler merkez - çevre ilişkileri bakımından ele alındığında, artık değişmez bir düzenin korunmasıyla özdeşleştirilen merkez-çevre arasındaki kopukluğu derinleştirdi. Bir anlamda da merkez çevre karşısındaki eski kutuplaşma, yeni bir biçim kazandı. (Mardin, 2010b: 74). Bu yapılan ilk darbenin halk nezninde ve çevre üzerindeki etkisini aza indirgeyecek karşıt tepkinin oluşmaması için, gerekli ön hazırlıklar yapıldıktan sonra hareket edilmiştir. Bir anlamda da darbe şartları olgunlaştıktan sonra darbenin meşruluğuna ilişkin söylem geliştirmek de gerekiyordu. Bu söylem Milli Birlik Komitesi olarak da bilinen cuntacı grubun radyodan yaptığı ve darbe olduğuna ilişkin yapılan açıklayıcı bildiride verilmekteydi. Bu bildiride, Türk Silahlı Kuvvetlerinin kardeş kavgasına meydan vermemek ve demokrasiyi içine düştüğü buhrandan kurtarmak maksadıyla, ülke yönetimine el koyduğunu duyuruyordu. (Zürcher, 2010: 351). Bu bildiri ilerleyen dönemlerde aynı formata uygun ve tehdit unsurlarının biraz farklılık gösterdiği, fakat Türk Silahlı Kuvvetlerinin yönetime el koyma ve siyasal alana müdahil olma gerekçelerinin asli noktasının ortaya çıkmasını örtüleyici de bir üslup taşımaktadır. Asıl çevrenin merkezle olan ilişkisinin yeni eksene kaymasının önlenmesi maksadıyla bürokratik merkezi unsurların el birliği ile yaptıkları müdahaleler, bu şekilde çevreye de meşruluk dayanağı hissi vermeye başlamıştır. 1960 darbesinin hemen sonrasında Milli Birlik Komitesi içerisinde darbe sonrasında izlenecek yol, usul ve yöntemlere ilişkin görüş ayrılıkları da devam etmektedir. Bunlardan otoriter ihtilalciler, devrimci amaçlarını gerçekleştirmek için ülkeyi baskıcı bir şekilde yönetmeyi düşünüyorlardı. Bir diğer grup olan müdahaleci demokratlar ise, Cemal Gürsel’in liderliğinde uzun süre iktidarda kalmak yerine, gerekli şartlar oluşturup, demokratik sistem içerisinde meclisi çalışır hale getirmeyi 185 planlıyorlardı.(Kongar, 2000: 157). İkinci grubun görüşleri doğrultusunda bir yön izlenmiştir. Ayrıca otoriter eğilimlere sahip olan grup üyeleri, bu süreçte yurtdışı görevlere gönderilerek ileride oluşabilecek problemlerin, önüne geçilmiştir. Özellikle bildirgeyi radyodan duyuran Alparslan Türkeş ve on dört arkadaşının müdahale sonrasında bu görevlere gönderilmesi, fikir ayrılığının göstergesidir. Daha sonra sürgün dönüşü bu kişiler, milliyetçilik eğilimleri doğrultusunda siyasal örgütlenmeye gideceklerdir. (Şen, 2008: 523). Özellikle Alparslan Türkeş’in öncülük edeceği bu milliyetçi çizgi, ilerleyen dönemlerde Türk siyasetinde ve günümüzde de önemli etkiye sahip bir unsur olarak yerini almaya başlayacaktır. Bu hareketin siyasal alana kayması, merkezi milliyetçilik anlayışının yeni dönemde farklı eğilim içerisine girdiğini de göstermesi bakımından önemlidir. Darbe sonrasında yapılan düzenlemelerin ilki, Anayasanın tekrar kurularak mevcut kurumların yeniden şekillenmesini sağlamaktır. 1920’lerden başlayarak devam eden süreçte 1950’li yıllardan itibaren, kentli ve eğitimli insan sayısındaki artışla birlikte, kamuoyu oluşmaya başlamıştır. Bununla birlikte bu durum iktidarın seçim yoluyla belirlenmesinin giderek kabul görmesini, sağlamıştır. Bu süreçten sonra yönetimde seçkinci öncü olarak görülen yapı değil, gelenekçiler, askeri değil, sivil ağırlıklı oluşum gözlenmiştir. Bürokratlar yerine serbest meslek sahibi, kentli yerine ise taşralı bir seçkin profili oluşmaktadır. Cumhuriyetçi seçkinler bu durumda yönetim mekanizması içine girmemesi gereken ve ayrı durması gereken çevrenin yönetime girmesini, ‘ayakların baş olması ’ şeklinde tanımlamaktadırlar. Bu evrede askeri, sivil bürokrat ve aydın üçlüsü Osmanlı’da yaptığı devleti kurtarma tezlerini, 1960’lı yıllardan itibaren demokrasiyi kurtarma tezlerine dönüştürmüştür. (Mazıcı, 2002: 558). Bu amaçla da demokrasiyi halka indirgeme çalışması olarak ortaya çıkan kırk yıllık şekillendirme ve modernleştirme politikasında, kendilerine yeni yer ve görev tanımlaması yapmışlardır. Yapılan bu işlere meşruiyet sağlamad, 1961 Anayasasını oluşturmuşlardır. Bu anayasa ile siyasal anlamda seçilmiş olanların yanında, Türk Silahlı Kuvvetleri, tamamen anayasanın kendilerine tanıdığı haklar çerçevesinde Kemalist sistemin, demokratik yapısının koruyuculuğu görevine hak kazanmıştır. Merkezin çevreye kuşkuyla bakan yaklaşımının bir devamı olan bu süreçte, kontrol yine merkezde olacaktır. Heper, bu kuşkucu durumu ifade ederken; demokrasiyi yeniden kurmayı amaçlayan askeri müdahaleyi, bir anlamda devrimi, 186 geleneksel seçkinlerin, çevrenin gücünü güçlendiren demokratların rejim sistemine bir protesto olarak görür. Aynı zamanda halk tarafından seçilen hükümetin meşru bir hükümet olduğu, askeri çevre tarafından kabul edilmemiştir. Bir anlamda çevreyi temsil eden Demokrat Parti, gerçek anlamda popüler olmayıp, dini duyguların sömürüsü yoluyla, tarımsal çıkarları göz önünde tutarak, demokrat olmayan patron - yanaşma ilişkisinin bir örüntüsü olarak ortaya çıkmıştır. Parti liderinin de Atatürk ilkelerine ve devrimlerine ihanet ettiği düşüncesi de hakim olan görüştür. (Heper, 2006: 153). Bu ifadeler, kuşkucu bakış açısının varlığını hala devam ettirdiğini göstermektedir. Bu şüpheci bakışla, kendini merkeze iyice yerleştirip müdahale ortamını da yaratmak isteyen Ordu bürokratları diyebileceğimiz grup, kapsamlı bir operasyon ve restorasyon sürecine girişti. Yeni anayasanın 1961’de kabulü ile birlikte Anayasa Mahkemesinin kurulması, Hakimler, Savcılar Yüksek Kurulunun oluşturulması, nispi temsil sisteminin getirilmesi, üniversitelere özerlik tanınması, Milli Güvenlik Kurulu ve Devlet Planlama Teşkilatı gibi kuruluşların oluşturulması, bu sürecin devamıdır. Tüm bu oluşumlar değerlendirildiğinde askeri bürokrasi ile sivil bürokrasiye, sivil siyaset alanının aleyhine olacak şeklide, sistem içerisinde önemli bir etkinlik alanı kazandırıldığı görülmektedir. Bu vesayetçi anlayıştan, Türk demokrasisinin bugün bile tam olarak kurtarıldığı söylenemez. (Günal, 2011: 174). Asıl amaç merkeze kendi alanını güçlendirecek çevre karşısında yeni bir konum kazandırmaktı. Bu durumu, 1960 öncesinde 1924 anayasası ile milletin egemenliğini sadece millet meclisi vasıtasıyla kullanılacağını öngörüyordu. Atatürk’ün karizması bu desteği sağlamada yeterliydi. Bu karizmanın yok olması sonrasında, çok partili bir sistemde aşkın devlet fikri, ancak hukuk ve yasalar marifetiyle sağlanabilirdi. Bürokratik seçkinler, 1961 Anayasasının getirdiği düzenlemeleri, aşırı katılımcılık veya rasyonel demokrasiye engel olan çoğulculuk eğilimlerini denetlemek ve kontrol etmek için bir çözüm olarak düşünüyordu. Çözüm 1961 anayasasıydı. (Heper, 2006: 158). Bu çerçevede 1961 Anayasası merkez- çevre arasındaki kopukluğunu, merkezi güçler lehine tekrardan tahkim eden yapıya sahiptir. Bu tip anayasa ve ihtilallerle geçmiş yıllarda da karşılaşılmış. Osmanlı’nın son dönemlerinde görülen ihtilaller, tekrar ülke gündemine girmişti. Ayrıca anayasadaki demokrasiyi koruma ve kollama görevini üzerine alan ordu, Milli 187 Güvenlik Kurulu sayesinde siyasal ve yönetsel olana da bizzat müdahil olmaya başlamıştı. Bu bir süreklilik haline gelecek uygulamanın da başlatıcısı olmuştur. Celal Bayer’in 27 Mayıs darbesinin yapılışına ilişkin ve sadece ordu değil merkezi diğer seçkinlerin de bu işteki rolüne ilişkin şu tespiti önemlidir: “Bence 27 Mayıs bir fiili durumdur. Osmanlı’dan kalma geleneksel yönetimimizdeki ordu-medrese işbirliğinin, kanun yapma ve yürütme gücüne karşı direnişi ve müdahalesidir.’’ (Mazıcı, 2002: 565). şeklideki ifadeleri, bu sürekliliğin bundan sonra Osmanlı’dan kalma benzer yönlerle çevreye karşı, merkezi elde tutma çabası şeklinde varlığını devam ettirecektir. 1960 darbesine kadar tek parti dönemini içine alan milliyetçilik anlayışı, milliyetçiliğin modernleşmenin bir işlevi olarak görülmekteyken, bu tarihten itibaren yeni bir milliyetçilik anlayışı merkez tarafından benimsenir. 1960 sonrasında modernleşme artık milliyetçiliğin bir işlevi haline dönüşür.1960’a kadar sürdürülen ulus-devlet anlayışını ortaya çıkarmayı hedefleyen milliyetçilik, bu dönemden sonra toplumsal bir proje olmaya başladı. Daha öncesinde aydınlar tarafından yönetilen milliyetçilik tartışmaları, artık çevreye ve halka inmeye başlayıp popülerlik kazanmaya başlamıştır. (Güney, 2006: 210). Artık bu dönemden sonra halk ve çevresel etmenler, siyasal alanda da temsil niteliği kazanan milliyetçilik fikrinin etkisiyle her alanda konuşulan ve tartışılan bir alan olmaya başlar. Bu süreçte başlayan popülist milliyetçilik, darbeler dönemiyle devamlılık kazanacaktır. Darbe dönemiyle söylem haline gelen “Ordu millet el ele, ordu gençlik el ele!’’ sloganlarıyla ordu, halkını milletin hiçbir başka çıkar ve kaygıyla lekelenmemiş sahih temsilcisi rolünü üstlenir. Darbeyi gerçekleştiren cuntanın adının Milli Birlik Komitesi olarak belirlenmesi bu amaçladır. Ayrıca milli çıkar ve milli birlik konularının sürekli vurgulanması, devam eden yıllarda da 1971 ve 1980 Askeri müdahalelerinde benzer söylemlerin devam ettirilmesi, kurulan partilerin mutlaka ulusal çıkarları gözetecek tüzükler benimsenmesinin zorunluluk arz etmesi, daha önce de tespit edilen iç düşmanlara ve nifaklara karşı, milli birlik sağlamada yapılan müdahalelere bir meşruluk kazandırma konusunda popülist milliyetçilik büyük görev üstlenmiştir. (Bora ve Canefe, 2002: 648). Bora ve Canefe’nin de belirttiği gibi merkezi bürokratlar, çevrenin dinsel alanda temsil edilmek üzere yakınlaştığı siyasal 188 alandaki konumu dışlayarak, bunun yerine milliyetçilik söylemi kullanarak, çevreye yaklaşma ve onu kontrol etme yönelimine girmiştir. 1960’lı yıllar ve sonrasında meydana gelen sol eksenli hareketlerin hızla yükselişi karşısında, Alparslan Türkeş ve arkadaşlarının da bulunduğu milliyetçilik çizgisindeki bir grup, gençlik örgütlenmesine doğru bir gidiş süreci takip etti. Türkeş’in Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi içinde yürüttüğü politikalarla, genel başkan olmasıyla birlikte, 1969’da yapılan kongreyle parti ismi Milliyetçi Hareket Partisi olarak değiştirilirken, gençlik alanları ve parti amblemi de değiştirilerek bugünkü halini almıştır. (Şen, 2008: 524). Kuruluş ve söylem olarak ilk yıllarda olması gerektiği gibi merkezin laiklik anlayışına sahip bir çizgi çizen bu hareket, ilerleyen dönemde Türk-İslam sentezi kabul edilebilecek bir yönelime girdi. Bunu formülize ederken “Biz Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı olarak Müslümanız. Her iki felsefe de bizim şairimizdir.” (Şen, 2008: 524). söylemi geliştirilmişti. Ama bu dönemin asıl tehdidi olarak Komünist hareket görülür. Ve bu dönem çevreyi, bu sentezle birleştiren tehlike olarak görülen komünist hareketlere yönelik mücadeleye doğru yönelen çizgiye getirecektir. 1970’li ve 1980’li yıllarda bu aşırı sol hareketlere yönelik merkezi devlet yapısını temsil eden zeminlerle bir eklentisellik kurdu. Bu bir yakınlaşma gibi algılansa da geçici bir iş birliği olarak okumak daha doğru bir yaklaşım olur. Yüksel Taşkın’a göre antikomünist hareket söyleminin, merkezi cumhuriyet eliti ile milliyetçilik anlamında diğer kesimleri örtüştürme ve ortak mücadelede toplama fikrinin temelinde şu esas etkili olmuştur. Cumhuriyetin kurucu kuşağı olarak nitelendirildiğimiz seçkin sınıf; “Gecikmiş ulusçuluk örneklerinde gözlemlenen: acilen türdeş bir ulus yaratma ve bu kurguyu yine o aciliyet içinde kitlelere öğretme zorunluluğundan beslenen bir reaksiyonellikti. Söz konusu olan sosyalist projelerin zar zor kazanılmış bu türdeşliği tehdit eden vurgusu, ‘ oyunbozanlığı’ daha baştan büyük alerji yaratıyordu.’’ (Taşkın, 2002a: 618). Bu reaksiyonel hareket, ister istemez İslami söylemli ve Türk İslam sentezli milliyetçilik hareketlerinin devleti koruma, kurtarma refleksi geliştirilerek, ortak zeminde geçici iş birliğini kolaylaştırıyordu. Bu dönemde tüm dünyada etkili olan ve bütün ulus-devlet formlarının milliyetçi duygularla yeni oluşan sosyalist ve komünist bu radikal değişim istemlerine karşı bir tavır alması gerekiyordu. Burada bizim ülkemizdeki merkezi seçkinler bu yakınlaşmacı ve İslami söylemlerin ön plana 189 çıktığı, popülist, milliyetçi söylemleri geliştirmiştir. Bu dönemde siyasal elitler devamlılıklarını sağlamada ve yaptıkları dışlayıcı politikaların meşruluğunu, milliyetçi düşüncede temellendirmeye çalışırken, aynı zamanda meşru olarak sürdürecekleri siyasal rekabet alanını, milliyetçilerle sınırlandırdılar. Bunun sonucu olarak milliyetçiliğin farklı ve zamanla kendisini tehdit olarak yorumlanmalarına neden olacak girişimin de önünü açmış oldular. Bundan sonra sorun, kimin ulus ve milletin hakiki evlatları olduğuyla ilgiliydi. (Taşkın, 2002a: 619). Burada makbul vatandaş profilin de var olan değişiklik, ilerleyen dönemlerde tekrar sorun olarak karşımıza çıkacaktır. Seküler vatandaştan İslami ve milli değerleri birlikte yaşayan vatandaşa dönüşen bir anlayış değişmesi ortaya çıkmıştı. Bu antikomünist söylemle başlayan devlet eksenli Türk milliyetçiliği yürütme politikası, 1980 yılına kadar devam eder. Kominizim tehdidi altında Türk milliyetçiliği “Yarı sivil’’ “Yarı Resmi’’ bir hareket durumuna girmiştir. Halk kanadıyla da olan ilişkisini devam ettirdiğinden,sivil görünümü sürerken, devletin alt grupları ya da derin yapılarıyla olan ilişkisinden dolayı da resmilik sıfatına bürünmüştür. 1980 yılından sonra yeni bir milliyetçilik anlayışı meydana getirmek zorunda kalır. Darbe sonrasında devletin Türk milletçilerinin de karşıt olarak ötelemesiyle birlikte, sivil alana kaymak zorunda kalan bir milliyetçilik ortaya çıkar. (Mete, 2002: 699). Darbeler dönemine hem merkezi açıdan bakıldığında, hem de çevresel açıdan bakıldığında hızlı ve farklılaşan bir anlayışın hakim olduğunu, bununla beraber milliyetçilik fikrinin de farklılaştığını görmekteyiz. Çevresel milliyetçilik anlayışının, merkezi yapının ulus oluşturma profilinde gelenekselleşen şekil vermeci anlayışına destek olan bir beraberlik oluşturması, ilerleyen dönemde ortaya çıkacak büyük ayrışmanın temellerini de atmıştır. Tüm bunlara rağmen, merkezi seçkin ideolojiyle eklemleme çabası ile yönetimle olan yakın ilişki, popülist milliyetçiliği yükseltmiştir. Milliyetçilik, 1990’lı yıllarda kendini iyiden iyiye hissettiren küreselleşme hareketi ile birlikte yeni bir yönelime girmiştir. 3.3.1980 SONRASI MİLLİYETÇİLİK VE GÜNÜMÜZDEKİ DURUM Türkiye’nin modernleşme çabası devam ederken, modernleşmenin tek elden takipçisi rolündeki bürokratik seçkinci sınıf modernleşmeyi; halkın katılımı ile gerçekleştirilecek bir durum olarak görmekteydi. Bu manada “Yurttaşların’’sınırları önceden belirlenmiş olan bir proje ile aydınlanacağı varsayılıyordu. Bu, vesayetçi 190 demokrasi olarak algılanan durum ve bu durumun tamamlayıcısı olarak ta görülen halkçılık ilkesinin algılanışı, 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül tarihlerinde gerçekleştiren darbelerle ciddi değişim geçirmemiştir. Mevcut algı devam etmektedir. (Taşkın, 2002b: 570). Tamamen 1980 yılında gerçekleşen ve uygulanan darbe, geçmiş yıllarda uygulanan ideolojik tercihlerin bir devamlılığı noktasındadır. Bu anlamda uygulanan ideoloji aynı olacakken, aracı ve yardımcı aktörlerle birlikte, tehdit unsurları farklılık gösterecektir. Türkiye’de merkezi bürokratik seçkinleri temsil eden ve askeri vesayetin ağırlıyla şekillenen merkezi yapı, 1960 yılında gerçekleştirdiği ihtilal sonrasında yönetimdeki etkinliğini 12 Mart 1970 Muhtırası ile restore etmeye çalışmıştır. Ordunun en üst düzeyde politik yönetime katılması kurumlaştırılırken, Milli Güvenlik Kuruluna bilgi verme yerine tavsiyede bulunma rolü biçiliyordu. (Heper, 2006: 170). Giderek artan bu toplumsal ve siyasal alana müdahil olma, 1980 darbesiyle en üst seviyeye çıkmıştı. 1980 sonrasında, cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi siyasal alan kontrol edilip dini alanda kominizmin yeni geçen tehlikesini tamamen silmek için İslami unsurların tekrar araçsallaştırıldığı bir döneme girilmişti. Sol ve milliyetçi unsurlar yerine İslami söylemli, milli devlet politikalarına sahip oluşumlar merkez tarafından destek görür hale gelmişti.1980 darbesi sonrasında askeri yönetimin resmi ideolojiye yönelik restorasyonun Atatürkçülük fikrinin geleneksel yorumundan farklılaşmıştır. Bu farklılaşmayı Başkaya bir versiyon olarak yeni bir yönelime girmesini sağlayan hareket olarak yorumlar. Bu yapının 12 Eylül rejiminin bu işe girişmesine üç neden sıralar. Birincisi, Atatürkçülüğün geleneksel yorumunda sola karşı net bir tavır yoktu. Sol düşünce ile arasında sınır kesin çizgilerle ayrılmalıydı. Bu süreçte rejim Atatürkçülüğün yeni bir yorumunu getirmişti. İkincisi, radikal İslami akımların güçlendiği ortamda dine karşı geleneksel yaklaşımların da nüanse edilmesi gerekiyordu. Bu şekilde hem radikal İslam’a karşı hem de sol hareketlere karşı dini ABD’nin istediği devlet kontrolündeki İslam’ın iktidarda olduğu ülkelere sıcak ilişkiler kurmak için din üzerinde var olan baskının hafifletilmesi gerekiyordu. Türk-İslam sentezi bu paravan işlemi görürken, gerçek kimliklerinin gizlenmesinde bir araç rolündeydi. Üçüncü nokta ise kalkınması bağımsız, anti-emperyalist unsurların tasviyesini yapmıştı. Özellikle İslami söylemlerinin artırılıp, imam Hatip Okulları’nın sayılarını artırılmasında, Diyanet 191 İşleri Başkanlığına ayrılan ödeneğin artmasında, bölgede İslami, komünizm ve radikal İslami akımlara karşı Türkiye’yi kullanma düşüncesi yatmaktadır. (Başkaya, 1997: 291-293). 1980 sonrasında bir anlamda milliyetçi çizgiden ve sol çizgiden ayrışan merkezi bürokratik elitler yeni aracılar olarak, İslami çizgide sentezci yaklaşımları çevreyle bütünleşmede ve yönetsel alanda ellerindeki gücü kullanılır şekilde hazır tutmada araçsallaştırmışlardır. Türk milliyetçiliğinin ekseni, Türklüğü savunan milliyetçi yaklaşım, bu dönemden sonra, devletle sürekli uzlaşı eğiliminde olmanın ve devlete eklemlenmenin, ideolojik olarak kullanılmanın ağır travmasını yaşadı. 12 Eylül’de bu travmatik durumu öğrendi. Bu dönemden sonra tamamen kendi uygulamalarıyla ters düşecek şekilde, Milliyetçi Hareket Partisi gibi Türk-İslam sentezini savunan oluşumlar dağıtılıp tasfiye edildi. (Şen, 2008: 529-530). Bu dönemin milliyetçiliğe bir başka tesiri de, komünizmle mücadele ekseninde milliyetçi çizginin radikal tavırları, bir anlamda bu şekilde devleti öncül ve varlığını ona borçlu olarak eklentisellikte bulan düşüncenin yeni askeri rejimle tasfiye edilmesidir. Bu dönemden sonra yine milliyetçi söylem varlığını devam ettirecektir. Milliyetçiliğin varlığını devam ettirmesi, popülist yaklaşımlar sunarak, muhafazakar-İslami söylemle iç içe oluşu sayesinde olacaktır. 1980 ve 1990’lı yıllarda dünya bazında artan milliyetçilik hareketleri, millilik söyleminin ve milli birliği sağlamanın vatandaşlara kazandırılacak yeni donanımlarla, tekrar biçimlenmesini sağlamıştır.1980 sonrasında makbul yurttaşı oluşturmada, okullarda yeni bir evreye girilmiştir.1985 yılında Talim Terbiye Kurulunun aldığı kararla orta okullarda sosyal bilgiler başlığı altında Milli Tarih, Milli Coğrafya ve Vatandaşlık Bilgileri adlı dersler okutulmaya karar verilmiş. Bu dönemde İslamiyet de pekiştirilen Yurttaşlık Vatandaşlık Bilgileri kitabında milleti oluşturan maddi unsurlara dil ve ırkın yanı sıra din de eklenmiştir. Ve din birliği, kaynaştırıcı unsur olarak kabul görmüştür. Ayrıca bu dönemde, makbul vatandaş profiline de uyacak bireyleri gerekli donanımı sağlamada ve milli birlik oluşturmada dahili ve harici tehdit unsurları Vatandaşlık Bilgileri kitabında tekrar tanımlanmıştır. Bu tehlikeler dünyasına karşı, militan yurttaş seferber edilmiştir. İç düşman bölücü ve yıkıcı unsurlar ile pekişmekte; dış unsurlar ve tehditler ise Batılı ülkelerin Türkiye üzerindeki emelleri ve bunlara ilaveten, herhangi bir komşumuzun Türkiye 192 üzerindeki emelleriyle millilik pekiştirilmeye çalışılır. Cumhuriyet döneminden bile daha fazla tehdit unsuru vardır. (Üstel, 2002: 282-283). Üstel’inde belirttiği gibi hem var olan homojenlik içerisindeki yapıyı korumak ve yeni dönemdeki sürece uygun stratejilere geçebilmek adına popülist milliyetçilik körüklenmiştir. Bu günümüze kadar devam eden bir yapıya bürünmüştür. Halen 2012 yılında liselerde okutulan ve 2013’te de müfredattan kaldırılan Milli Güvenlik Dersi’nde benzer tehdit unsurlarının varlığı devam etmekle kalmayıp sadece irticai faaliyetler eklenmiştir. Bu açıdan merkezi, ideolojik yapının araçları değişse de devamlılık sağlayan tutumuyla çevreyi ve siyasi alanı şekillendirici özelliğini koruduğu söylenebilir. Merkezdeki milliyetçi muhafazakâr bir eksen çizme gayretleri devamında homojen bir toplum oluşturma yolunda atılan adımların da halen yürürlükte olduğunu gösterir uygulamaları mevcuttur. Özellikle 1982 anayasasındaki Türk milliyetçiliği tanımlarının anayasada nasıl yer alacağı noktasında farklı fikir ayrılıkları çıksa da 1961 anayasasındaki başlangıç bölümünde yer alan, Türk milliyetçiliği ifadesi, 1982’de Atatürk milliyetçiliğine dönüştürülürken, bu şekilde Türk milliyetçiliği tanımı yapılır. (Taşkın, 2002b: 581). Buradaki değişimin Turancı ya da ırkçı unsurlarla ülke dışında veya geniş coğrafyalarda yürütülecek bir anlayış yerine, ulusal sınırlar içerisinde makbul yurttaşı oluşturma amacına uygun hareket tarzının devam ettirilmesini amaçlayan yaklaşım sunulmaktadır. Eğitim alanında daha önce atılan ve millilik söylemiyle ortaya çıkan dersler, çevresel düşman ülke tanımlamaları, Anadolu coğrafyasında ulusal bir toplum oluşturmanın adımıydı. Oluşacak bu toplum ise ulus olarak homojen Türk vatandaşlığı ile tanımlanmış bir ulus niteliğinde olmalıydı. Cumhuriyet döneminde ulus-devlet ve ulusal eğitim örtüşmesi hukuksal çerçevede de örtüşmeliydi. 1739 Sayılı Milli Eğitim Kanunun genel amacı; Türk milletinin bütün bireylerine öncelikli olarak birinci maddesine göre; Atatürk devrimlerine, anayasada ifade edilen Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türk milletinin milli, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren, ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yükseltmeye çalışan, insan haklarına ve Anayasa’nın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar yetiştirmektir. Konuk anayasada tanımlanan bu vatandaşın “süper vatandaş anlayışı, hukuk 193 mevzuatının bildik retoriğiyle açıklanacağı gibi, buyurgan ve biçimlendiriciliği gerçek durumlar ve pratik sonuçlara uygunluğu açılarından da yorumlanabilir.” (Konuk, 2011: 391) Şeklinde yorumlar. Bu homojen toplum fikrinin ve Türk vatandaşlığı profilinin devam eden bir strateji ile uygulandığını göstermektedir. 1982 Anayasanın oluşturulmasında en etkili isimlerden Kenan Evren’ in “Atatürk bir milliyetçiydi; Fakat Atatürk bencil bir milliyetçi değildi. Çünkü onun milliyetçiliği ırkçı bir milliyetçilik değildi; tersine insanları birleştirme amacı taşıyan milliyetçilikti.”(Heper, 2010: 149). Bu topluluğu birleştirme gayretiyle de olsa, benimsenen milliyetçilik fikri aynı dönemde yükselen liberal ve mikro milliyetçi akımlarla birlikte, Türk toplumu içerisinde önemli çoğunluğu oluşturan Kürt toplumunda farklı milliyetçilik anlayışlarının tekrar filizlenmesine sebep olmuştur. Darbe sonrasında Kürt milliyetçileri diğer Kürt unsurlarının muhalefetini yavaş yavaş eritip, eskiden izlenen yöntemlerin bir devamlılığı ile devletle uzlaşma yerine çatışmayı önceliğe alan hareket içerisine girmişlerdir. 1980’ li yıllarda başlayan ve 1990’ lı yıllara kadar devam eden bu süreçte Türk milliyetçiliğiyle birlikte, milliyetçilik anlayışları, hızlı toplumsal değişmelerle birlikte farklı yönelimlere girmiştir. Bu dönemde iktidar olan ve siyasal alanda milliyetçilik olarak resmi ideolojiye uygun muhafazakâr bir çizgi çizen Özal dönemi; popüler milliyetçilik yönelimiyle, halk ve merkez arasında, Türk milliyetçiliği açısından tampon görevi görmüştür. Türk milliyetçiliğinde asıl toplumsal kopukluğu ve kırılmayı sağlayan 1990 sonrası yaşanan terör olayları olmuştur. Bu dönemde artan Kürt milliyetçiliğine karşı yükselen Türk milliyetçiliğinin merkezle bir taraftan bütünleşmesi sağlanırken, bir taraftan da kopukluğu artırdığı görülmektedir. 3.3.1 Yükselen Kürt Milliyetçiliği 19. yüzyıldan itibaren oluşmaya başlayan Kürt milliyetçiliği, Türk milliyetçiliği gibi geç bir oluşum süreci izlese de ilk olarak varlığını Osmanlı devletinde göstermiştir. İlk oluşum yıllarında genelde kültüler bir özellik gösteren Kürt milliyetçiliği, 1914’ ten itibaren giderek siyasallaşan bir yönelime doğru girmiştir. Milli ve siyasi bazı talepler dile getiren 1914’teki Bidlis, Barzanye, Soran isyanları bu geçişin ilk adımlarının oluştuğunu göstermektedir. (Bozarslan, 2002: 841). Cumhuriyetin kuruluş yıllarında ve devamında meydana gelen isyan hareketlerinin çıkış noktasını bu taleplerle başlayan milliyetçilik fikri atmıştır. Daha 194 önce belirttiğimiz gibi Osmanlı’daki etnik grupların hak ve özgürlük anlamında talep mekanizması isyandı. İmparatorluğun İslamcılık fikrinden uzaklaşarak Türkçülük fikrini benimsemesi sonrasında, İslam ortak paydasının da ortadan kalkmasıyla, diğer Müslüman etnik gruplar arasında yeni fikirlerin yaygınlaşması hızlanmıştır. Buna ilaveten var olan toplumsal uzlaşı da yaralanmış oluyordu. Bundan sonra Kürt milliyetçileri de diğer etnik grupların hak talep etme metotlarını kendilerine uygulamaya başladı. Kurtuluş Savaşı yıllarında İslam’ın kurtarılması ve saltanatın kurtarılması fikriyle kurulan kısa dönemli uzlaşı, savaş sonrasında uygulanan politikalar ve karşıt tepkileri neticesinde kısa sürede kopukluğa dönüştü. Bu kopukluğu Bozarslan Şerif Mardin’in merkez-çevre ilişkisi bağlamında yorumlar. 19. yüzyıldan itibaren sarsılmaya başlayan Osmanlı zımni mukavelesinin yeniden üretilmesi anlamına gelen İmparatorluk geleneğinden ulus-devlet modeline geçişe tekabül eden süreçte, Kürt milliyetçiliğinin siyasallaşma, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin ise alenen milliyetçi ve merkeziyetçi bir niteliğe sahip olması “zımni mukavelenin ” yeniden müzakeresini engelleyen faktördür. (Bozarslan, 2002: 841) Şeklinde yorumlar. Merkezin çevreyle olan kopukluğunun artmasında her iki milliyetçilik fikri de etkili olmuştur. Türk milliyetçiliği, Kürt meselesi olarak tanımlanacak sorunları beraberinde getirirken, Kürt milliyetçiliği de bundan beslenerek ayrı bir devlet ve millet oluşturma gayretindedir. Tek parti döneminde etkili olan Türklüğü ve Türk ulusunu inşa sürecinde uygulanan politikalar, Kürt sorununun çözümünü yapamadığı gibi diyalektik süreçte, Türk milliyetçiliğindeki uygulamalar Kürt milliyetçiliğini körüklemiştir. Kürt milliyetçiliği de Türk milliyetçiliğinin merkezi yapısının ve çevresel Türk milliyetçiliğinin dönüşen yapısal özeliklerini içinde barındırmıştır. İlk dönemlerdeki İslami unsurlara bağlılıkla devam eden anlayış 1950’li ve 1960’lı yıllarda, sol hareketlere eklenerek varlığını sürdürmeyi başarmıştır. Ayrıca, bir tek Kürt milliyetçiliği yerine 1960 sonrasında farklı Kürt milliyetçilik hareketleri oluşmaya başlamıştır. Bu farklılaşmanın başlıca nedeni, bölgede yaşanan Kürtler arasındaki farklılardan kaynaklanmaktadır. Bu farklılaşmaları; farklı coğrafyalarda yaşama, farklı mezheplere sahip olma, farklı lehçelerle konuşma ve farklı aşiretlere mensup olma gibi nedenlerden kaynaklanmaktadır.(McDowall, akt. Heper, 2010: 177). Bu dönemden günümüze kadar var olan Kürt milliyetçilik tezlerine sahip olanlar ortak 195 bir milliyetçilik tezinde birleşememişlerdir. Bu farklı Kürt milliyetçilik yorumlarını ayrı başlıklar halinde grupladığımızda üç farklı oluşum gözlemlenir. Birincisi, kültürel ve sosyo ekonomik yönden, aynı zamanda siyasal yaşama tamamen entegre olanların oluşturduğu grup. İkincisi, İslami hassaslıkları ön planda tutanların oluşturduğu grup. Son olarak 1980’li yıllardan sonra etkinliğini attıran, sol eklemleme yoluyla yeni bir yönelime giren, ayrılıkçı Kürt grubu olarak sınıflandırılabilir. Bu son dönemde PKK olarak örgütlenen ve Kürdistan İşçi Partisi olarak adlandırılan oluşum, etnik milliyetçi çizgide politikalar izlemektedir.( Heper, 2010: 179). Özellikle son dönemde etkinliği artan, 1990’lı yıllara damgasını vuran şiddet ve terör olaylarının arkasındaki tek oluşum olarak, bu ayrılıkçı Kürt milliyetçi hareketi göze çarpar. Bu dönem popülist, karşıt milliyetçiliğin de yükselmesinin dönemi olmuştur. Ayrıca farklılaşan Kürt hareketlerinin de kendi içinde çatıştığı bu dönemde ayrılıkçı hareket, egemenliğini sağlamlaştırmıştır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türk olabilecek unsurlar arasında gösterilirken Kürtler, 1980 yılından itibaren son olaylardan sonra yeterince sadık olmadıkları görüşüyle dönüşüm dairesinin dışında tutulmaları fikri, Türk milliyetçileri tarafından benimsenmiştir. Aynı dönemden itibaren Kürt milliyetçileri de Copeaux’un tabiriyle yeni bir gelecek için kendilerine yeni bir tarih keşfetmenin yollarını aradılar. (Çağlar, 2007: 63) Bu anlarda karşıt iki milliyetçilikle birbirinden koparak ve uzlaşı zeminini yavaş yavaş kaybederek, yoğun bir çatışma dönemine girdi. 1980 sonrası güdülen resmi politikalar sonrasında yok sayılan ve resmi anlamda Dağ Türkü gibi yapılan tanımlamalar, 1960’lı yıllarda geliştirilen söylemin devamı niteliğindedir. Kenan Evren’in, bu Kürt toplumunu tanımlamada karda yürürken çıkartılan seslerden hareketle oluşturulan tanımlaması, Kürt varlığının tanınması yerine, bir öteki Türk’ün varlığı ile Kürt varlığının açıklanmaya çalışıldığını göstermeliktir. Özal zamanında üç beş çapulcu hareketi olarak adlandırılan PKK eylemleri giderek tırmanırken, Kürt sorunu ya da Güneydoğu Anadolu sorunu başlıklı yeni çalışmalar ve tanımlamalar bu varlığı tanıma noktasında merkeze baskı yapmaktaydı. 1990’lı yıllara gelindiğinde Kürt varlığını tanıma noktasında, merkez biraz daha esnek davranmaya başlayacaktı. Merkez milliyetçilik algısının etkisiyle Kürt meselesine iki şekilde bir yaklaşım ortaya 196 koymaktadır. İlk bakış açısı, Kürt meselesi esası olarak dışarıdan, daha ekseriyetle Avrupa’dan kışkırtılan bir meseledir. İkinci bakış açısı ise yeni yeni gündeme gelen 1990’lı yıllardan sonra da küçük söylemler şeklinde oluşmaya başlayan Kürt realitesini tanımaktır. Ancak bu gerçeklik yeterince belirgin olmadığı ya da ulusdevlet fikri temelini zedeleyeceği için hakka ve hukuka tercüme edilemezdi. Mevcudiyetini tanıyorum ancak, bu durumu hukuka tercüme edemem ya da etmeye henüz hazır değilim anlayışıdır. (Yeğen, 2002: 890). Bu noktada inkar edilen Kürt varlığı tanınarak, 1990’lı yıllarda oluşun süreçte çevresel hareketler bir anlamda merkez ile yakınlaşmaya çalışmıştır. 1990’lı yıllara gelindiğinde milliyetçilik fikir olarak dünya ölçeğinde tekrar yükselişe geçmiştir. Bu durum iki karşıt milliyetçiliğin Türkiye içinde de yeni yönelimini etkileyecektir. 1980’li yıllarda, özellikle Kürt milliyetçiliği anlamında temelleri atılan siyasal hareketler, 1984 yılındaki ilk eylemin ardından ortaya çıkan şiddet hareketleri, 2000’li yıllara kadar devam etmiştir. Kısa bir zaman öncesine kadar da aralıklı kesintilerle devam eden bu süreçte ölümün yaşandığı her olaydan sonra, iki toplum alanında da, milliyetçilik duyguları körüklenmektedir. PKK’nın, diğer Kürt milliyetçi hareketlerinden farklı olarak bu şekilde uzun bir süreçte varlık göstermesinde, Türk milliyetçiliğini taklit ederek ortaya çıkışı etkili görülmektedir. Kürt milliyetçiliği Türk milliyetçiliğinin Kemalist sembollerini Kürtleştirerek varlık sağlamaktaydı. Kürkleştirme yolunda toprak uğrunda ölenlerin olması ve bu toprağın vatanlaşması, ordu içinde disiplinleşen halkın bir millet olabilmesi, geçmiş zamanda yaşanan acılar, tarih direnişle başlar gibi söylemler kullanılmaktaydı. Cumhuriyetle özdeşleştirilen Türklüğün yaratılmasındaki yöntem, PKK tarafından Kürtlüğün yaratılmasında kullanılmıştır. Bir tarafta Türklüğün Ulu Önderi Mustafa Kemal Atatürkken, Kürtlerin güneşleşen önderi Abdullah Öcalan olmuştur. (Bozarslan, 2002: 862-863). Şiddet ve devamında yaşanan olaylar hem Kürt milliyetçiliğine yararken bir taraftan gelen şehit cenazeleri de karşıt milliyetçiliklerin tabanda yayılmasını sağlamaktadır. 1990’lı yıllar bu anlamda Kürt ve Türk milliyetçilik hareketlerinin benzer formlardan beslendiği ve giderek toplum içinde kopukluğun arttığı dönemi de simgelemektedir. 3.3.2 1990’lı Yıllarda Milliyetçilik 1990’lı yıllardan itibaren hızla yükselen yeni bir dünya düzenine geçişi de ifade eden olaylar yaşanmaya başladı. Tek kutuplu dünya denilecek ve Batı’nın 197 zaferini simgeleyen olayların yanında, küreselleşme gibi kavramsallar hızla yükselen değer haline geldi. Bu küreselleşme olgusuyla birlikte ulus-devlet formu iki sürecin tehdidi altına girdi. Bunlardan birincisi tüketim ve kültürel formların yekpareleşmesi ile insan hakları ve demokrasi gibi siyasal değerlerin küresel değerlerin hakimiyetini ifade eden evrenselleşmedir. İkincisi ise mahalli değerlerin, kimliklerin temel unsurları olarak yeniden inşasını ifade eder. Yerelleşmenin evrenselliğini ve ulusdevlet yapısında var olan tek kültürcülüğü sorgulayan, yeni tarih yazımları ortaya çıktı. (Çolak, 2006: 126). Bu anlamda hızla yayılan bu akımdan, Türk düşünce hayatı da etkilendi. Kendi içinde yeni dönemin getirdiği itirazlar ve yeniliklere adapte olacak fikir akımları geliştirmeye çalıştı. Çünkü küreselleşme dediğimiz dönemde, yeni hayat tarzları, hedeflerde aynılaşma sağlayarak, milli kültürleri aşındırıp yok edeceği düşünülmektedir. Bu kültürlerin yüksek değerler temelinde, yeni bir dünya kültürü ortaya çıkaracağı iddiası ilgi toplamaktadır. (Atasoy, 2005: 364). Bu milli kültürün yok olacağı fikri ve yerellik unsurlarının giderek ön plana çıkması, milliyetçi tezlerin savunma durumuna geçerek farklı yönelime girmelerine sebep olmuştur. Burada, özellikle yeni kimlik oluşturma ve yeni kimlik tanımlamaları giderek önem kazanmıştır. Bir taraftan küreselleşmenin getirdiği imkanlarla birlikte ortaya çıkan tehditler, bir taraftan da kendilerini tanımlayabilecekleri ve güvenebilecekleri kimlik mekanları olarak milliyetçilik hareketleri güçlenmeye başlamıştır. (Atasoy, 2005: 364). Küresel ve egemen kültürün yanında kaybolma korkusu duyan yerel kimlikler ve kültürler, mikro ölçekte milliyetçiliklerin oluşmasına sebep olmuştur. Bir ulus-devlet niteliğindeki Türkiye, bu döneme sorunlu girmişti. Tam anlamıyla toplumsal alanda oluşturulmuş bir mutabakat ve uzlaşı olmadığı gibi, Kürt milliyetçiliğinin tırmandığı bir dönemde tehdit olarak ayrılıkçı ve bölücü niteliklerde dış ülkelerin beslediği sorunsal olarak görülen bu problem, giderek çetrefilli bir durum olmaktaydı. Bu açıdan Türk milliyetçiliği, bir taraftan yükselen Kürt milliyetçiliğinin ayrılıkçı hareketi karşısında, bir taraftan da diğer ülkelerin bu durum karşısındaki tavırları karşısında tavır almak zorundadır. 1980’li yıllarda başlayan ve 1990’lı yıllarda yükselmeye başlayan bilinçli bir şekilde bugünü yeniden inşa etme fikri, süreklilik kazanmaktaydı. Bu bir anlamda geçmişin sürekli değiştirilerek, geleceği şekillendirmeyi sürdürecek oluşumları ortaya çıkarması olarak da 198 tanımlanabilir. Bu dönemde, Türkiye’de kimlik tanımlamalarında bu sürece paralel olarak yekpare Türk kimliği anlayışını reddederek ortaya çıkan Kürtçülük, devletin laik politikasına tepki gösteren İslamcılık, Sunnilerin devlet katında kabul görmesini benimsemeyen Alevilik gibi yeni kimlikler ve karşıt ortak hafızalar oluşturmaya yönelik yeni geçmişler ortaya çıkmaya başladı. (Çolak, 2006: 128). Yeni kimlik arayışları, merkez karşısında çevrenin kendini yeniden tanımlaması olduğu gibi, merkezin de yeni bir yönelime girmesini gerektiriyordu. Bu anlamda Türk milliyetçiliği veya merkezi yapı, bazı alanlarda kendini tekrar tanımlamaya girişti. İslami hareketlerin ve iktidar olma potansiyeline karşı çevrenin baskısına yönelik ulusal milliyetçilik olarak Kemalizm’in milliyetçiliğinin sol anlayışla sentezlendiği bir alan oluşturdu. Ayrıca bu merkez karşısında Türk - İslam sentezini savunan halk hareketi, çevreyi temsil eden milliyetçilik olarak yükseliyordu. Buna karşın Kürt milliyetçiliği de karşıt milliyetçi devlet baskısından yararlanarak yayılmaya ve genişlemeye başlamıştır. Türkiye’nin kurulmasında merkezden çevreye doğru yönelen kuşkucu bakış küreselleşme ile tekrar aynı sorunu yaşar hale gelmiştir. Özellikle milliyetçiliğin giderek yükselmesi ve azınlık ve insan hakları konularının diplomatik materyal haline gelmesi gibi hususlar, merkezi milliyetçilik anlayışında var olan kuşkusuyla birlikte, var olma, gelecek kaygısı yaşama problemini de tetikliyordu. Rusya’dan ayrılan Türk devletleri ve Güneydoğu veya Kürt sorunundaki açmazlar milliyetçiliği tetikleyerek halk tabanına yayılmasını sağlıyordu. Hızlı şehirleşme, ve ekonomik imkanlardaki sınırlılıklar, popüler anlamda 1990’lı yıllarda milliyetçiliğin her alanda yükselişini hızlandırmıştır. Bir anlamda 1990’lı yıllar, farklılıkların birbirini beslediği ve ayrıştırdığı yıllar olma özelliğini içinde barındırmıştır. Günümüze, bu ayrışma ve kopukluk miras alınarak gelinmiştir. 3.3.3. Günümüzde Merkez - Çevre Bağlamında Milliyetçilik 2000’li yıllardan sonra başlayan siyasal değişimler, merkezi seçkinlerle birlikte çevre aktörler arasındaki gerilimi iyice artırmıştır. Aynı zamanda çevre, güçlü bir siyasal aracı parti kanalıyla kendini ifade edebileceği yönetsel zemini de yakalamış bulunuyordu. Toplumda bir o kadar gerilim ve kopukluk olmasına karşılık, yönetsel alanda çevreye yakın bir siyasal parti olarak iktidara geçen AKP, bürokratik seçkinlerle öncelikli olarak asıl iktidar mücadelesi verecektir. Bir çevresel 199 aktör olarak merkeze yerleşme gayretleri, öncesinde olduğu gibi merkez tarafından sürekli karşıt bir tepki ile geri çevrilecektir. Sivil Atatürkçü hareketler,1990’lı yıllarda Kürt etnik kimliği ve İslami cemaatlerin kamusal alanda artan görünümü, karşıt tepki ile etkilemeye çalışmışlardır. Bu “Sivil Atatürkçü” hareketler, bir anlamda da devletin resmi milliyetçilik konusundaki resmi reflekslerini de sürdürmektedirler. Avrupa Birliği süreciyle birlikte ortaya çıkan Kürt etnik kimliğini tanıma ve bu kimliğin kendini tanımlamasına izin verilmesi, aynı zamanda dini heterojenlik ve dini kimliklerin kamuda temsilinin engellenmemesi konusunda artan taleplere yönelik ortaya çıkan 28 Şubat süreci, ordu ve bürokratik seçkin kanadın, çevreye hala kuşkuyla yaklaşıldığını göstermektedir. Ve hala Cumhuriyetin inşa döneminde olduğu gibi bir tehdit algılaması duyarlılığında karşılık verilmektedir. (Yıldız, 2002:234). Bu anlamda merkez ve çevre gerilimi halen varlığını devam ettirmekle kalmayıp, Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle başlanan ulus-devlet oluşturma projesindeki korkular ve kaygıların sürekliliğini de devam ettirmiştir. Burada devletçi ya da bürokratik seçkinlerin, sivil toplum alanında da faaliyet gösterecek toplumu ve çevreyi kontrol etme davranışına giriştikleri yeni bir süreçten bahsedebiliriz. 1990’lı yıllardan sonra yükselen çevresel değerlerin, merkeze ve yönetime kayma eğilimlerini yönlendirmek, baskılamak amacıyla sosyal yaşam alanlarının içlerine nüfus edecek sivil toplum faaliyetleri çoğaltıldı. Kemalist nizam, Atatürk’ün Cumhuriyeti kurmuş olduğu yıllarını hatırlatmak ve Kemalizm ruhunu yaşatmak maksadıyla anma faaliyetleri düzenlenerek, özellikle milli bayramların kendileri için, Kemalist laik gruplar için, ayrıca bürokratik seçkinler için özel anlamları olmaya başladı. Çevrenin Osmanlı’ya karşı yaptığı vurguların yerine, onlara tepki olarak Cumhuriyet’in kazanımları ve değerleri hakkında Kemalist geçmişin tekrar hatırlatılması amacıyla, laikliği tesis etmede toplumsal faaliyetler düzenlenerek, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ve Atatürkçü Düşünce Derneği gibi sivil toplum örgütleme ağı oluşturuldu. (Çolak, 2006: 142-143). Bu açıdan var olan gerilim ve kopukluk devam ederken, bu sadece yönetime sahip olup olmama şeklinde değil, geçmişten kaynaklanan ve Mardin’in kültür ve din anlayışından kaynaklanan toplumsal kopukluğun bir devamı niteliğini taşımaktadır. Ayrıca bunlara ilaveten uluslaştırma politikalarının ve milliyetçilik anlayışlarının ortaya çıkardığı kopukluk, toplumsal alanda devam etmektedir. 200 Merkeze yaklaşan yönetsel alan, ister istemez merkezin devletçi yapısının söylemi ve eğilimini de zamanla benimsiyor. Adalet ve Kalkınma Partisinin zaman zaman çevreyi temsil eden niteliğinin, önemle vurgulanmasına rağmen, merkezi bürokratik seçkinlerin devleti yönetme anlayışındaki tutumlarını da sergilediği görülmektedir. Kürt milliyetçiliğinin yükseldiği ve sorunun sarmal niteliğine dönüştüğü dönemde, merkeziyetçi refleks ve aciliyetçi önlem alma önerisiyle “Ya sev, ya terket” anlayışı çizgisindeki söylemler geliştirmesi, bu durumu ortaya koymaktadır. Bu yaklaşımın sebebini toplumsal alanda hızla yayılma eğilimi gösteren milli hassasiyetleri göz önünde bulundurarak, parti tabanına hitap eden ve bu alandan, beslendiği tabanın da popülerleşen milliyetçilik duygularına hitap etmek maksadıyla girdiğini söyleyebiliriz. Çoğunluk olarak muhafazakar ve milliyetçi bir çizgide politika uygulayan bu parti, var olan siyasal zemininde meşruluğunu bu söylemlerle güçlendirmektedir. Bu dönemde ortaya çıkan bir başka yönelim de Kemalist milliyetçi çizgidir. Bu anlayış; ulusal, laik çerçevede sol milliyetçilik anlayışıyla merkezi bürokratik seçkinleri de temsil etmektedir. Ayrıca geçmişin ideolojik tutumlarının taşıyıcılığını da devam ettirmektedir. Bu ulusalcı-laik çizginin genel perspektifi, Mustafa Kemal’in yaşadığı dönem olan “Altın Çağa” benzer bir mücadele yıllarının bu dönemde tekrar yürütüleceği vurgusudur. Genelde ihanet ve hıyanet söylemlerine ağırlık vererek, bir milliyetçilik algısı oluşturulmaktadır. Laik, şehirli ve orta sınıflar arasında yaygınlaşan bu ulusalcı duyarlılığın oluşmasındaki tehdit unsurları, şu şekilde sıralanabilir. Birincil olarak, AKP iktidarından dolayı örtülü bir şeriat kaygısı yaşanmaktadır. İkincil olarak, özellikle Türkiye’nin AB sürecine girmesine yönelik atılan adımlardan sonra ortaya çıkan, ulus - devlet egemenliğinin altının oyulması kaygısı yer almaktadır. Bunlarla birlikte her geçen gün artan Kürt milliyetçiliği ve buna ilişkin çözüm süreciyle başlayan ülkenin bölünmesi kaygısı ve bunların hepsini bir arada birleştiren bir tehdit kaynağı olarak ortaya çıkan, Türkiye’yi istikrarsızlaştırarak bölgede egemenliğini sağlamlaştırmak isteyen Emperyalizm tehdit olarak görülmektedir. (Bora, 2009: 368). Merkezi temsil eden bürokratik seçkinci kanadın geleneksel tehditleri güncelleştirerek ortaya çıkardığı görünüm, genel anlamda yeni bir yaklaşımla laik ve orta sınıf halk kitlesi arasında da yaygınlaşan bir ulus milliyetçilik anlayışının artmasını sağlamıştır. Burada beslenilen 201 ve atıf yapılan kaynak ise ikinci bir kurtuluş mücadelesinin verildiği mesajıdır. Bu mesaj her türlü basın yayın organları aracılığıyla verilirken, devlet yapısı içerisindeki çeteleşmelere karşı yapılan mücadelelerde, karşı devrim saptırması içerisinde taktiksel olarak kullanılarak tabanda yayılma ve destek kazanma stratejisi uygulanmaktadır. Milliyetçiliğin ve her geçen gün halkın toplumsal alandaki söylemlerinin siyasal anlamda kullanılarak dönüşerek popülerleştiğini görmekteyiz. Bu dönemde milliyetçilik, sanal alem veya sosyal medya ve internet ortamında daha da yaygınlaşma eğilimine girmiştir. Milli hassasiyetlerin arttığı bir dönemde, her türlü karşıt unsur, düşman ya da tehdit unsuru olarak algılanmaya başlamıştır. Medya organları tarafından yapılan haberler ve her geçen gün tırmanan terör olayları halk kitlesinde milliyetçi yönelişleri hızlandırarak, milliyetçiliğin tırmandırdığını söyleyebiliriz. Adapazarı’nda yaşanan ve Ahmet Kaya resimli tişörtle dolaşan işçinin darp edilmesi. Emet’te inşaat işçilerinin PKK bayrağı açtığına ilişkin söylenti sonrasında yaşananlar, Fethiye’de kişisel husumetleri yüzünden başlayan kavganın etnik çatışmaya dönüştürme yönelimleri, bu milli hassasiyetler noktasında sanal ve yaygınlaşan milliyetçiliğin varlığını göstermektedir. Burada sanal alemde artan milliyetçilik çizgisi “Saldırgan, dayatmacı, slogan varı, egosantrik, kalıp yargılarla örülü, anti-entelektüalist bir dilin hakimiyeti vardır. Ve ‘düşünmenin’ ve ‘Argümantasyon’nun yerine çoğunlukla komplo teorileri almaktadır. Takma isimle, tanınmadan en azından gıyaben atıp tutabilmenin ‘nefret ve linç ifadelerini geminden boşaltılması gibi’.” (Bora, 2009: 368). Niteliğe sahiptir. Bu söylemsel alanın genişlemesi milli hassasiyet duygusunun halk kitlesinde kullanılabilir potansiyel milliyetçilik duygularının oluşmasını sağlamıştır. Sanal ortamda fikirleşen milliyetçilik sadece tek taraflı değil, karşıt milliyetçi ya da öteki olarak düşünülen kitlelerinde milliyetçilik duygularını yükseltmektedir. Günümüzde Ulusalcı, Muhafazakâr, Milliyetçi, Türk-İslam sentezci veya Kürt milliyetçisi olarak tanımlanan unsurlar, kendilerini ifade etme ve potansiyel örgütlenme alanı olarak interneti, sanal alemi kullanmaktadırlar. Türkiye’de 2000’li yıllar ve sonrasında geçmiş dönemden devam eden sürekliliklerin yanında, yakın dönem içerisinde hem merkez-çevre ilişkisinde hem de bu ilişkiye yön verecek aktörlerin düşünsel tutumlarında farklılıklar ortaya 202 çıkmaktadır. Bir zamanlar kendini ifade etmede sınırlı imkânlara sahip olan ve merkezde yer edemeyen anlayışlar merkeze yerleşebilmektedir. Dünyada var olan değişim rüzgârı ile birlikte Türk siyasalı ve toplumsal yapısı da hızlı bir değişime girmiştir. Merkezde yer alan aktörler ise kendilerini çevre unsuru olarak görme eğilimlerine girmiştir. Özellikle küreselleşmeyle birlikte gelinen noktada “Kültürde standartlaşmaya dayanan ulus-devlet açısından çok kültürlülük ve heterojenlik istekleri milli kimlikte sorunlar yaratmaktadır.” (Şen, 2008: 539). Kendini ulusdevlet formunda tek kimlikte tanımlarken, yeni dönemde yerel olan ve yerel unsurların kültürel varlığının ön plana çıktığı, homojen bir toplum yerine, çok kültürlü ve kendi alanında özerk yapılanmaların varlığının ön plana çıktığı, bir anlayış hakim olmaya başladı. Bu anlamda milliyetçilik artık homojen tek bir ulus inşası yerine, birçok unsurun kendi içinde yaşadığı bir mikro ölçeğe büründü. Bu durum merkezde yer alan ulus-devlet formuna uyan Türk Milliyetçiliğinin günümüzde de yaşayacağı sıkıntıyı da beraberinde getirdi. AB süreci gibi faaliyet alanında çok kültürlülük ve yerel kimlikleri ifade edip yaşatma anlayışı ön plana çıkarken, geleneksel Türk milliyetçiliği bu durumdan olumsuz yönde etkilendi. Orhan Türkdoğan’ın “Son yıllarda ülkemizde ‘kültür’ gerçeği gündeme geldiğinde Türk aydınlarının önemli bir kesimi, kimlik arama sürecinin bir parçası olarak etnik kültürü mikro-milliyetçilik istikametinde adeta körüklemişlerdir.” (Türkdoğan, 2006: 145). İfadeleri var olan durumu anlatmaktadır. Ayrıca Türkdoğan bu döneme ilişkin: Türk kimliği üzerinde yapılacak tartışmaların akademik anlam da bir çok yararının olacağını düşünmekteyim der ve “Bir toplumun birliği ve iriliği uğruna ödenen fedakarlıklar gelip geçicidir. Yabancı kokulu ideolojiler ve emeller uğruna bu harcanmamalıdır. Günümüzde “Türküm” demek adeta suç haline gelmiş, tüm milli değerler erozyona uğramıştır.”(Türkdoğan, 2006: 145). şeklinde Türk milliyetçiliğinin sıkıntıları üzerine önemli tespit te bulunur. Osmanlı’da başlayarak, Türkiye’de toplumsal uzlaşı oluşturma yolunda merkez-çevre arasındaki kopukluk Kurtuluş Savaşı yıllarından günümüze kadar devam etmektedir. Bazen uzlaşının, bir anlamda yakınlaşmanın sağlandığı görülmektedir. Fakat bunun yanında toplumsal alanda tam bir bütünleşmenin oluşamadığını söyleyebiliriz. Mardin bu kopukluğun devam etmesinden ziyade “Türkiye için tehlike, kopukluğun bölük pürçüklük taşıyan çizgilerinin devam edip 203 gitmesi değil, daha geniş bir ölçüde, siyasal partiler gibi daha kapsayıcı ve ulusal yapılar ile sendikalar gibi yatay olarak bütünleşmiş şebekelerin kendi eğilimleri içinde parçalanmasıdır.” (Mardin, 2010b: 77). şeklinde ifade eder. Bu noktada yapılması gereken kopukluk ya da uzlaşı zeminini engelleyen etmenlerin iyi analiz edilip ortaya konulmasıdır. Bu kopukluk sadece, kültürel ve dinsel anlayışların farklılıklarından kaynaklanmayıp, milliyetçilik anlayışından kaynaklanan öğelerde varlığını devam ettirmektedir. 204 SONUÇ Türkiye’de oluşturulmaya çalışılan modernleşme hareketini anlamada Batı modernliğinin iyi okunarak analiz edilmesi gerekmektedir. Batı medeniyeti 17. yüzyıldan itibaren kendi iç dinamikleriyle toplumsal alanda ve ekonomik temellerden de beslenerek dönüşüm içerisine girdi. Batı geçmişe oranla farklı bir toplum yapısı oluşturarak siyasal, ekonomik ve tüm kurumsal ilişkilerini bu toplumsal yapı üzerine inşa etmeye başladı. Var olan geleneksel yapılar bir bir dönüşerek ve değişerek yeni düzene geçişte aktif rol oynadılar. Bireysel aydınlanmanın ve pozitif bilim anlayışının hakim olduğu, aklı temel alan rasyonalitenin egemenliğinde inşa edilen toplum, bir anlamda modernitenin temsilcisi durumuna yükseldi. Batı artık kendi içinde yaşadığı toplumsal değişimi, rasyonel aydınlanmanın öncülüğünde sürdürdü ve tüm dünyaya örnek olacak şekilde toplumsal değişim sürecinde önemli ölçüde yol aldı. Batı bir anlamda Fransız İhtilali’yle de bu dönüşümün siyasal ayağını tamamladığını ilan ediyordu. Bu aynı zamanda bir toplumsal yapı olarak ortaya çıkan modernleşme sürecinin sonucu olan, modern devletin de ilanı durumundaydı. Uzun bir sürede feodal yapıdan ekonomik nedenlerden kaynaklanan bir kopuşla dönüşüme başlayan toplumsal yapı, kendi iktidar gücünü elinde bulunduracak ve geleneksel devlet düzenini kökten değiştirecek bir oluşuma dönüştü. Artık Fransız İhtilali’yle ulus-devletler çağı diyebileceğimiz modernleşmenin devlet yapısı olarak ortaya çıkan yapılar birer gerçeklik haline gelmişlerdir. Bu modern devlet yapılarının oluşmasında toplumun merkezini oluşturan yapılar ile çevresel aktörü durumunda olan halk kitlesi arasında gerilim ve kutuplaşmalar önemli yer tutmuştur. Şerif Mardin bu karşı karşıya gelmeler sonucunda bir toplumsal uzlaşı sağlama kültürüyle oluşan ulus-devletlerin her geçen gün yayılır seyir izlediğini ve bir anlamda modern bir devlet olmanın ancak bu yapıyla sağlanacağı fikrinin öne çıktığını belirtir. Modernlik içerisindeki evrensellik anlayışı yayılmacı yönüyle yakın çevreden uzak çevreye doğru bir genişleme çizgisi çiziyordu. Modern ulus-devletler, modernizmin bu ilerlemeci ve evrensellik yaklaşımını çok iyi kullanarak, var olan diğer yapıları da kendilerine benzeme zorunluluğuna itiyorlardı. Bu modernizmin, aynı zamanda modernizm sonucu ortaya çıkan ulus- devlet formlarının zaferiydi. 205 Modernleşme olgusunun sonucu olarak ortaya çıkan ulus-devletler milliyetçilik fikrininde yayıcısı durumuna geldiler. Fransız İhtilali’yle oluşan ulus-devlet formları hem modernleşmenin bir sonucuyken, ortaya çıkan ulus fikri ise yeni süreçte modern devletin belirleyici özelliği olacaktır. Bu süreçte çevreden merkeze yerleşen aktörler başrolü üstlenecekler. Var olan çok uluslu yapılar ve imparatorluklar yerini, belirli bir bölge üzerinde dinsel misyonlarını bir tarafa bırakmış, laik ve seküler anlayışla yürüyen milli devletlere bırakıyordu. Bu dönemden sonra modernleşmek isteyen ve modernliği yakalamaya çalışan toplumlar benzer süreçleri yaşayarak ulus-devlet formlarına dönüşmeliydi. Bu süreç milliyetçilik anlayışını körüklemiştir. Ayrıca çok uluslu yapılarda çevresel unsurlar olarak varlık gösteren zümrelerin, merkezi yapıya karşı kopmayı ve çatışmayı da göze alarak ayrılıkçı hareketleri başlatmalarını hızlandırmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’da Batı’da meydana gelen bu değişmelerden ister istemez etkilenmiştir. İçinde bulunduğu toplumsal yapının çok çeşitliliğini dini temeldeki millet yapısıyla şekillendirmeye çalışan geleneksel oluşum, güçlü merkezi yapının çevresel aktörler tarafından ve çevre güçler tarafından hızla baskı altına alınmasını sağlamıştır. 18. yüzyıla gelindiğinde modernleşme hareketleri başlamıştır. Osmanlı Devleti’de, Batı karşısında bir şekilde geri kalmışlığını fark edince, modernleşme hareketlerine girilmiştir. Devlet yönetimi tarafından, ortaya çıkan gerileme ve dağılmayı önlemede, Batılı değerlere sarılmayı, teknik ve askeri alanda girişilen modernleşme çabalarıyla bu durumun aşılacağı fikri benimsenmiştir. Her ne kadar modernlik hareketleri olarak şekillenen ıslahatlar ve reformlar bürokratik seçkinler tarafından değişik şekillerde uygulansa da istenilen sonuca ulaşamamıştır. Osmanlı’da Batılı devletlerden farklı olarak modernleşme, halk ve toplumsal kaynaklardan ortaya çıkan bir ihtiyaçla yakalama yerine, Batı’dan geri kalınmışlığın anlaşılmasıyla birlikte devletçi seçkinler tarafından benimsenen ve uygulanan program olarak görülmüştür. Bu modernleşme süreçlerindeki temel ayrım bu şekilde ortaya çıkmaktadır. Mardin’e göre Batı’nın kendi iç süreçleriyle ortaya çıkan karşı karşıya gelmeler zamanla uzlaşıyı doğururken, Osmanlı’da devletçi seçkinlerin toplum için toplumu şekillendirme gayretleri hiçbir zaman uzlaşı ile sonuçlanmamıştır. Kültür ve din ekseninde var olan karşı karşıya gelmeler çatışmalara ve kopukluklara neden olmuştur. Şeklinde tespitte bulunur. Bir anlamda 206 da Osmanlı modernleşmesinde çizilen bu yön ilerde Türkiye Cumhuriyeti’nde de benzer uygulamaları beraberinde getirecektir. Osmanlı kendi toplumsal yapısı içerisinde başlayan milliyetçilik fikirlerini reform ve ıslahatlarla bastırmaya çalışmıştır. Dağılma döneminde fikri akımlar olarak merkezin ortaya attığı Osmanlıcılık, İslamcılık ve nihayetinde Türkçülük fikirleri son gelinen noktada merkezinde toplumsal alanda milliyetçilik çizgisine kaydığını göstermektedir. Çevrede azınlıklarda ve gayrimüslim unsurlarda öncelikli başlayan milliyetçilik fikri, toplumsal yapıdaki “Zımni Sözleşmeyi” ilk bozucu etkiyi ortaya çıkarmıştır. Bununla birlikte bu toplumsal yapıyı korumaya yönelik ortaya atılan Osmanlıcılık fikri, ulus-devlet olarak ayrılan ve Balkan Savaşları’yla Osmanlı’ya büyük darbe indiren ayrılıkçı hareketlerle son bulmuştur. Bu dönemde Osmanlı toplumu içerisinde özellikle Türk etnik kökenli unsurlarda karşıt milliyetçilik fikride gelişmeye başladı. Bu durum İslamcılık fikriyle bir bütünlük oluşturma hareketi olarak merkez tarafından tekrar şekillendirilmeye çalışıldı. Fakat Birinci Dünya Savaşı sırasındaki Osmanlı tebaası içerisindeki İslam dinine sahip farklı unsurlarında ayrılıkçı tutumları merkeze artık Türkçülük fikrinin yerleşmesine sebep oldu. Bize bu süreç çevrede başlayan ve merkezi alana yerleşen Türkçülük fikrinin bir siyasal akım olarak toplumsal uzlaşıyı oluşturmada ve bir ulus fikri yaratmada, modernleşme çizgisinin toplumsal ihtiyaçlarından kaynaklanan bir oluşumla ortaya çıktığı fikrini vermez. Türkçülük fikri merkezi seçkinlerin önceki alışkanlıklarının bir devamı olarak var olanı şekillendirmede ve sorunları çözmede araçsallaştırılmış bir anlayışla benimsenir. Ziya Gökalp ve Yusuf Akcura gibi fikir önderlerinin de etkisiyle oluşan bu fikir, merkezin var olan toplumu şekillendirmede izleyeceği yeni usulün de belirleyicisi olmuştur. Modern ve Batılı ulus-devlet şekli bizde de modernliğin bir sonucu olarak oluşacaktır. Ulus-devlet formuna uygun bir devlet yapısı ancak Türkçülük anlayışı temelleriyle kurulabilir. Temel düşünce bu fikre dayanmaktadır. Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan toplumsal değişmeler karşısında çok uluslu bir yapıdan, tek uluslu bir yapıya geçme fikri benimsenmiştir. Var olan son durumun korunması ve gelecek dönem için yapılacak çalışmalarda bu fikir çok anlamlı ve stratejik bir usül olarak görülmektedir. Osmanlı Devleti’nde son yıllarda yönetim alanında etkili olan bürokratik seçkinci çevrenin askeri yönünün ağır bastığı bir dönemde, merkez ve çevre 207 arasındaki kopukluk savaş yıllarında azalma göstermiştir. Ancak gayrimüslim unsurlardan gelen ayrılıkçı yönelim ve milliyetçilik fikirleri bu unsurlarla olan kopukluğu iyiden iyiye artırmıştır. Bu anlamda merkez çevreyle hem yakınlaşmakta iken, farklı etkilerden dolayı merkez çevreye kuşkuyla yaklaşma eğilimi güdüyordu. Bu kuşkucu tavır Cumhuriyet dönemi ve günümüzde de sürecek yaklaşımın başlangıcıdır. Mustafa Kemal, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı’nın savaştan yenik ayrılması sonrasında Anadolu coğrafyasında başlayan kurtuluş mücadelesinin kahramanı oluyordu. Mustafa Kemal İhtihat ve Terakki içerisindeki kadrolardan oluşan bir grubun içinde bulunduğu oluşuma önderlik ediyordu. Mustafa Kemal, milli mücadeleyi yürütürken çevrenin desteğini kazanarak bir uzlaşı sağlama hususlarına öncelik vermişti. Bunu yaparken de İslami söylemleri içinde barındıran, saltanatı düşman istilasından kurtarma söylemi geliştirdi. Saltanatı düşman işgalinden kurtarma söylemi toplumsal uzlaşıyı büyük oranda sağladı. Bu başarı zamanla milli mücadelenin kazanılması sonucunu doğuracaktır. Aynı zamanda milli olarak nitelendirilen bu mücadelenin sonunda Mustafa Kemal daha önce etkisini hissettiği Türkçülük hareketleri doğrultusunda yeni bir devlet oluşturma yönelimine girdi. Muhalif kanadı etkisiz hale getirerek merkezi alanı Cumhuriyet kadroları diyebileceğimiz Osmanlı bürokratik seçkinci kanadın benzer bir yönünü teşkil eden yapıyı oluşturdu. Savaş kazanılmıştı; artık yapılması gereken Anadolu coğrafyasında teritoryal yapıya sahip ulus-devlet inşa etmekti. Bunun içinde var olan yapı modern Batılı bir yapıya dönüştürülmeliydi. İlk atılacak adım ulusal bir devlet ve seküler laik toplum temellerini inşa etmekti. Bütün reform ve devrimler bu yönde uygulanacaktı. Bu uygulamayı yapabilmek için Misak-ı Milli sınırları içinde türdeş ve homojen bir toplum oluşturulmalıydı. Bu ilerde oluşacak ayrılık ve parçalanmaya karşı alınacak önlemdi. Çok uluslu olmak yerine Türk milletinin temel alındığı yapıda tek uluslu bir devlet formu oluşturulmalıydı. Ayrıca Batı’nın gelişmesini sağlayan bilimin ilerleyici yolunu yakalamak İslam’la olan bağın kesilmesine bağlıydı. Yapılması gereken belliydi; İslam’ı unsurların varlığını kaldırarak, Türklük bilincini geliştirmek. Bu kalıba uymayan etnik yapıları da bunun içine bir şekilde adapte etmekti. Bu Osmanlı’dan kalan tepeden inmeci bir anlayışla toplumu şekillendirme düşüncesinin sürekliliğini koruduğunu da göstermekteydi. Merkezi yapı çevreyi şekillendirilecek 208 nesne gözüyle görüyordu. Bu ayrım Osmanlı’da da vardı. Bir anlamda Cumhuriyet döneminin ulus-devlet oluşturmaya yönelik tek partili dönemde uyguladığı siyaset milliyetçi bir merkezin, çevreyle olan kopukluğunu artırmıştı. Osmanlı’daki kopukluk Cumhuriyet’e de geçmiş, merkez ve çevre arasındaki kopukluğu giderecek kurumların varlığı bu dönemde görülmemiştir. Bu dönemin en önemli özelliği devletçi seçkinler tarafından belirlenen milliyetçilik anlayışının makbul vatandaşı ortaya çıkarmada bir araç olarak görülmesiydi. Bu vatandaş kalıplara uyarsa istenilen başarı sağlanmış ve cumhuriyet vatandaşı profili doğrultusunda Batılı ve medeni bir yönelim kazanılmış sayılmaktaydı. Bu çevre tarafından kabul görülmeyince kendi kabuğuna çekilme ve kendini koruma refleksi gelişti. Aynı zamanda çevreninde kendi milliyetçilik anlayışını geliştirmesine sebep oldu. Bu yıllarda ortaya çıkan Kürt milliyetçiliğini bu anlamda okumak gerekir. Kemalist milliyetçi çizgide uygulanan bu dönüştürme çabaları çok partili hayata geçişle birlikte yeni bir yönelime girmiştir. Siyasal alanda çevrenin yönetime geçmesiyle birlikte, bürokratik seçkinlerin yeni yöntemlerle merkezi elde tutma ve çevreyi şekillendirme gayretlerinin oluşmasına neden olmuştur. Demokrat Parti döneminde çevrenin merkezle yakınlaşması gibi bir durum ortaya çıksa da sadece Demokrat Parti çevresel söylemle iktidarını sağlamlaştırmıştır. Fakat bürokratik seçkinler bu uygulamaların rahatsızlığından kurtulmada, ellerindeki yeni güç alanı olan, askeri darbe yolunu seçtiler. Bu yol yaklaşık 2000’li yılların başına kadar devam ederek, vesayetçi bir yöntemle merkezin çevreyle olan yakınlaşmasını tamamen bir kopukluğa sürükledi. Cumhuriyetin kuruluş yıllarından itibaren 1960 darbesi ve sonrasında her on yılda bir gerçekleşen askeri darbelerle şekillenen merkezi bürokrasi; çevreye kuşkuyla bakma anlayışını devam ettiriyordu. Kültürel farklılıklardan kaynaklanan zenginlik yerine, homojen bir toplum oluşturma yolunda tek tipleştirmeye yönelik çevreyi baskılama, şekillendirme anlayışı halan devam ediyordu. Merkezin temsil ettiği şekillendirici milliyetçilik anlayışı, merkezde semboller, şekiller ve söylemeler üzerinden yürütülmüştür. Türk - İslam sentezli, çevresel Türk milliyetçiliğine uyan, halkı içine alacak muhafazakâr milliyetçi bir çizgi, bu süreçte henüz merkez tarafından kabullenilmemiştir. Ayrıca çevrenin bu anlayışları merkez tarafından sürekli cumhuriyete ve Türkiye Devletine yönelik iç tehdit unsuru olarak görülmüş ve gösterilmiştir. 209 Günümüzde 1980 lerden başlayarak yükselen muhafazakâr ve milliyetçi çizgi ile Kürt milliyetçiliği çevresel aktörler olarak merkezin ulusal söylemli milliyetçilik anlayışı ile sürekli çatışma içerisindedir. Yakın döneme kadar tüm bürokratik çevrenin şekillendirdiği ulusalcı merkezi yapının iç tehdit algılamasında var olan şeriat ve bölünme kaygısı, emperyalist tehditle birleşince çevreye karşı kuşkulu bakış varlığını devam ettirmektedir. Ve bu bakış bütünleşmeden ziyade kopukluğu arttırıcı etkiye sahiptir. Toplumsal gruplar arasındaki derin ayrılıkların bu şekilde sürdürüldüğü söylenebilir. Ayrıca günümüzde dünyada giderek artan ve geniş toplumsal yapıları etkileyen yerel milliyetçilik söylemleri yayılma eğilimindedir. Mevcut bu durum toplumsal yapımız içerisinde, toplumsal uzlaşının sağlanmasını zorlaştırmaktadır. 2000 yılından sonra yaşanan süreçte çevresel aktörlerin yönetsel alandaki baskısının artmasıyla birlikte, bürokratik kadrolardaki seçkinci kanadın temsil ettiği oluşum, yavaş yavaş farklı bir unsur olarak ulusal çizgideki sivil toplum yapılarına kaymıştır. Çevre, siyasal alanda İslami, muhafazakâr ve kısmen milliyetçi yönelime sahip bir siyasal taşıyıcı olarak, merkezi baskılamaya devam etmektedir. Bu anlamda merkezi yapı ile çevresel unsurlar arasında görünen çatışmalar varlığını devam etmektedir. Bu çatışmaların günümüzdeki görünümü din ve kültürel temellerle birlikte milliyetçilik kanalından da devam etmektedir. 210 KAYNAKÇA Akagündüz, O ve Yılmaz, S. ( 2011). Kürtler Neden Devlet Kuramaz, İstanbul : Milenyum Yayıncılık Akça, G ve Hülür, H. (2005).
.
.MİLLİ VE SİYASİ BİR KİMLİK: TÜRK Ragıp ERGÜN YÜKSEK LİSANS TEZİ Tez Danışmanı Prof. Dr. Halis Çetin Sivas Ocak – 2014 2 3 MİLLİ VE SİYASİ BİR KİMLİK: TÜRK Ragıp Ergün Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Lisansüstü Eğitim, Öğretim ve Sınav Yönetmeliğinin Kamu Yönetimi Anabilim Dalı Siyaset ve Sosyal Bilimler Bilim Dalı İçin Öngördüğü YÜKSEK LİSANS TEZİ Olarak Hazırlanmıştır. Sivas Ocak - 2014 i KABUL VE ONAY Üniversite: : Cumhuriyet Üniversitesi Enstitü : Sosyal Bilimler Enstitüsü Ana Bilim Dalı : Kamu Yönetimi Bilim Dalı : Siyaset ve Sosyal Bilimler Tezin Başlığı : Milli ve Siyasi Bir Kimlik: Türk Savunma Tarihi : 14.01.2014 Danışmanı : Prof. Dr. Halis Çetin Unvanı - Adı Soyadı İmza Jüri Başkanı: Prof. Dr. Halis Çetin Üye : Doç. Dr. Gülay Ercins Üye : Yrd. Doç. Dr. Raci Kılavuz Oy Birliği Oy Çokluğu Ragıp Ergün tarafından hazırlanan “Milli ve Siyasi Bir Kimlik: Türk” başlıklı tez, kabul edilmiştir. ../…./….. Prof. Dr. Alim YILDIZ Enstitü Müdürü i ÖZET ERGÜN, Ragıp, Milli ve Siyasi Bir Kimlik: Türk, Yüksek Lisans Tezi, Sivas, 2014. Fransız İhtilali’nin oluşturduğu ulusçu/milliyetçi akım sonrasında kimlik, farkına varılan ve farkındalık yaratmak için kullanılan bir olgu haline gelmiştir. Fransız İhtilali’nden önce daha informel olan bu tanımlama/tanımlanma biçimi Fransız İhtilali ve devamındaki birçok akımla beraber daha sistematik bir hal almıştır. Millet kelimesinin modern manasıyla “nation” karşılığı olarak kullanılması oldukça yenidir. Eskiden bu kelime, İslam dinine girenlerin teşkil ettiği büyük cemaati ifade ederdi. Millet kavramı Türkiye toplumunda da anlamsal bir dönüşüm yaşamış, daha kültürel bir anlam içererek “bir milletin kendisine özgü düşünüş ve yaşayış biçimi, dil, töre ve gelenekleri, toplumsal değer yargıları ve kuralları ile oluşan özellikler bütünü, milli hüviyet” olarak tanımlanmıştır. Etnik kimlik, aynı kültür boyutunda yer alan bir insan grubunun, sübjektif, sembolik ve amblematik amaçlarla, grup içinde dayanışma sağlamak ve öteki gruplarla farklılıkları ifade etmektedir. Ulusal kimlik günümüzde kullanılan anlamı ile belli bir grubun kendini ortak dil, din, tarih, soy, mekan gibi unsurların biri, birkaçı ya da hepsi üzerinden tanımladığı siyasi ve kültürel bir birimdir. “Türk” kavramı ve Türk’ün tarihi kökenleri hakkında yazılmış kaynaklarda çeşitli, birbirinden farklı bilgiler yer almaktadır. Bu bilgilerin farklı olmasının nedenleri arasında sosyal, siyasal, kültürel ve dini nedenler bulunmaktadır. Anahtar Kelimeler: Kimlik, Milli Kimlik, Etnik Kimlik, Ulusal Kimlik, Türk. ii ABSTRACT ERGÜN, Ragıp, A National And Political Identity: Turk, Master Thesis, Sivas, 2014. Identity has become a phenomenon that can be recognized and used to create awareness after the nationalist movement, which was the result of the French Revolution. This defining and being defined form that was more informal before the French Revolution has become more systematic with the French Revolution and various movements later on. It is pretty new to use of the word community in modern sense as “nation”. In the past, this word would refer to a large communion formed by the ones belonging to Islam. The concept of “nation” also experiences a semantic transformation in Turkish society and by containing more cultural meaning, it is defined as “a nation who has its own way of thinking, lifestyle, language, customs and traditions, social norms and rules, and as a national identity”. Ethnic identity represents a group of people who are in the same cultural dimension promote solidarity within the group with subjective, symbolic and emblematic purposes and their differences from other groups. National identity, with its widely used meaning at the present, is a political and cultural unit that a certain group defines themselves with one, some or all of the factors such as language, religion, history, ancestry, and place. There is various and different information in the sources written on the concept of “Turk” and the historical origins of Turks. Among the reasons why this information is different are some causes such as social, political, cultural and religious. Key Words: Identity, National Identity, Ethnical Identity, National Identity, Turk. iii ÖNSÖZ Türk kimliği konusu ülkemizde son yıllarda üzerine en çok tartışılan konuların başında gelmektedir. Özellikle ülkemizde yaşanılan kimlik problemi bağlamında kimliğin ne olduğu ve bu bağlamda Türk’ün ne olduğu/olmadığı sorusu önemlilik arzetmektedir. Türk’ün ve kimliğinin ne olduğunun iyi ve sağlıklı bir şekilde anlaşılması ülkemizin bugünkü kimlik problemlerini çözmede önemli bir etken olacaktır. Danışman hocam bu konuyu önerdiğinde ilk başlarda bu konuya yaklaşımım tereddütlü olmuştu. Çünkü Türk’ün binlerce yıllık tarihi ve tarih içerisindeki dönüşümü, bu konuyu da kimlik bağlamında değerlendirmek benim için zor bir sürecin başlangıcı manasına geliyordu. Çalışmamı belli bir seviyeye getirdikten sonra bu konunun ülkemiz kimlik problemleri açısından ne kadar önemli olduğunu daha iyi idrak ettim. Bu çalışmanın bana sağladığı en büyük katkılardan birisi de ülkemizde Türk ve Türklük konusu üzerine çalışma yapan, tartışan, kafa yoran insanların hangi kaynaktan beslendiklerini ve bu bağlamda neden tarafgiri oldukları Türk anlayışını savunduklarını daha iyi anlamamı sağlamasıdır. Bu çalışmanın benim için diğer önemli katkısı ise kimlik problemleri bağlamında ulus kimliği inşa sürecinin anlamı ve bu bağlamda hem Osmanlının son dönemlerindeki, hem Cumhuriyetin ilk yıllarındaki hem de günümüz Türk ve Türklük tartışmalarının günümüz kimlik problemlerini çözme konusunda önemini anlamamı sağladı. Bu tez çalışmasının başlangıcından sonuna dek gösterdiği ilgi ve destek için danışmanım, değerli hocam Prof. Dr. Halis Çetin’e, önerileriyle çalışmama katkıda bulunan değerli hocam Yrd. Doç. Fatih Ertugay’a ve tez aşamasında hem kaynak sağlama bağlamında kütüphanesinden yararlanmama izin veren hem de çalışma sürecinde fikirleri ile yardımcı olan değerli arkadaşım Ayşenur Coşkun’a şükranlarımı sunarım. Eğitim yaşantım boyunca beni her zaman destekleyen, yazabilmem için bana güç veren, beni ben yapan aileme sonsuz teşekkürlerimi sunarım. iv İÇİNDEKİLER ÖZET............................................................................................................................ i ABSTRACT................................................................................................................ii ÖNSÖZ.......................................................................................................................iii İÇİNDEKİLER ......................................................................................................... iv GİRİŞ .......................................................................................................................... 1 1. KAVRAMSAL ÇERÇEVE................................................................................... 4 1.1. KİMLİK KAVRAMI........................................................................................ 4 1.1.1. Milli Kimlik ............................................................................................... 8 1.1.2. Etnik Kimlik............................................................................................. 12 1.1.3. Ulusal Kimlik........................................................................................... 14 1.2. TÜRK’ÜN KAVRAMSAL ÇERÇEVESİ...................................................... 18 1.2.1. Türk’ün Tarihi Kökenleri......................................................................... 20 1.2.2. Türk’ün Anlam Dünyası .......................................................................... 29 2. TÜRK’ÜN TARİHSEL KODLARI................................................................... 38 2.1. İSLAM İLE BERABER TÜRK’ÜN KİMLİĞİ.............................................. 38 2.1.1. Doğu’da İslam ile Beraber Türk’ün Kimliği............................................ 39 2.1.2. Batı’da İslam ile Beraber Türk’ün Kimliği.............................................. 47 2.2. OSMANLI DÖNEMİNDE TÜRK ALGISI ................................................... 53 3. CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK ALGISI...................................................... 69 3.1. TÜRK’ÜN ULUSALCI/MİLLİYETÇİ YORUMU ....................................... 69 3.2. TÜRK’ÜN İSLAMCI/OSMANLICI YORUMU ........................................... 90 3.3. ATATÜRK’TE TÜRK ALGISI ..................................................................... 96 v 3.4. ÇOK PARTİLİ SİYASAL HAYATTA TÜRK’ÜN ETKİSİ....................... 105 SONUÇ.................................................................................................................... 112 KAYNAKÇA .......................................................................................................... 118 1 GİRİŞ Kimlik kavramı Fransız İhtilali sonrası, çok farklı etnik yapıdan müteşekkil imparatorlukların dağılması, ulusların ve ulus devletlerin inşası bağlamında önemli bir sorun haline gelmiştir; çünkü Fransız İhtilali sonrasındaki yaşananlar ulus kavramının öncelenmesini ve modern devletlerin de bu kimlik bağlamında kurulmasını sağlamıştır. Ulus kimliği her toplumda aynı oranda ve aynı dönemde kabul görmemiştir. Toplumların “ulus bilinci” kazanması ve bu bağlamda ulus devlet kurma süreçleri toplumdan topluma farklılık gösterebilmiştir. Yine ulus kimliğinin tanımları da toplumdan topluma farklılık göstermiştir. Kimlik kavramı, özellikle ulus kimliği bağlamında Fransız İhtilali sonrası dönemden başlatılsa da, insanın var oluşu ile ortaya çıkmış bir kavramdır, ifadesi yanlış olmaz; çünkü insanın kim olduğu ya da kim olmadığı sorunu modern dünya ile ortaya çıkmış bir durum değildir. Modern dönem öncesinde de insanlarda bir kimlik bilinci vardır. Bu kimlik özellikle din ve kadim gelenekler bağlamında tanımlanmıştır. Bu bağlamda, bugünden geriye doğru bakıp bir tanımlama yaptığımızda ilk tanımlamalar, özellikle milli kimlik kavramına tekabül etmekteydi. Milli kimliğin yanında, etnik kimlik de tanımlamalarda esas alınan diğer önemli unsur olmuştur. Bu tarihsel kimlik tanımlamaları ışığında “Türk” sözcüğü de kimlik bağlamında çok çeşitli tanımlamalarla karşı karşıya kalmıştır. Türk kimliğinin ortaya nasıl çıktığı sorusuna verilen cevap aynı zamanda “Türk”ün ne olduğuna, kavramın hangi anlamlara geldiğine dair verilen cevaplara da yer yer kaynaklık etmiştir. Türk sözcüğünün hangi anlamlara geldiğinin cevabı tarih içinde belli dönemlerde anlamsal dönüşümler yaşamıştır; çünkü bir kimliğin tanımlanmasında, o kimliğe mensup olan insanların yaşadığı coğrafyadan mensup oldukları dine, kadim geleneklerine bağlılıklarından değişen dünya düzeni anlayışlarına kadar pek çok unsur bu bağlamda önemlilik arz etmiştir. İşte bu açıdan “Türk” sözcüğü de tarih içerisinde çok farklı anlamlarda kullanılmıştır. 2 Türklerin İslam öncesinde yaşadıkları toplum yapısı, inanç biçimleri, gelenek ile olan ilişkileri Türk’ün tanımını belirleyen önemli unsurlardandır. Daha sonraki süreçte Türklerin Müslüman olması ve İslam’la olan ilişkileri “Türk” ün tanımının değişmesinde en önemli tarihi süreçlerden birisi olacaktır. Türkler Müslüman olduktan sonra, kendisi bir “millet/ümmet” olan “Türk”ün, İslam ile beraber İslam milletinin/ümmetinin bir unsuru haline gelişi, Türk kavramının tarih içerisinde bilinen en önemli dönüşümlerinden biridir. Türk’ün Müslüman olduktan sonra Türk kavramında meydana gelen anlamsal değişim Müslümanların yaşadığı coğrafyada farklı anlamlandırmalara tabi tutulurken özellikle Hıristiyanların yaşadığı Avrupa toplumları arasında bu anlamsal dönüşüm daha da farklı anlamlandırmalara tabi tutulmuştur. Türk sözcüğünün anlamsal dönüşüm yaşadığı en önemli dönemlerden birisi de Osmanlı Dönemi’dir. Osmanlı Dönemi hem imparatorluk olması -yani çok fazla ve çok farklı etnik unsuru bir arada barındırması- hem de dine dayalı bir millet algısına sahip olması Türk sözcüğünün anlamsal dönüşümünde önemli bir etkiye sahiptir. Bu dönüşüm Osmanlı topraklarında farklı algılanırken Hıristiyan Batı dünyasında farklı bir anlamlandırmaya tabi tutulmuştur. Bu farklılık hem Osmanlı Devleti’nin tanımlanmasında hem de Türk’ün tanımlanmasında açıkça görülmüştür. Türk sözcüğü tarih içerisinde çok fazla İslam ile bezenmiş ve Türk dendiği zaman akla ilk gelen olgu İslam ve/veya Müslümanlık olmuştur. Bu durum Türklerin Müslüman olmaları ile başlayan bir süreçtir. Bu süreç Osmanlı’nın son dönemlerinde başlayan ve Cumhuriyet Dönemi ile zirve yapan bir süreçle daha farklı anlamlara yerini bırakmış ya da bu konuda söz söyleyen insanlar Türk’ün dönüşümünde önemli bir etkiye sahip olmuşlardır. Osmanlı’nın son dönemlerine kadar daha tedricen ve kendiliğinden bir tarihsel süreç ile dönüşen ve değişen Türk, Osmanlı’nın son dönemleri ve Cumhuriyet’le beraber, özellikle “ulus inşa etme” süreci ile ciddi bir müdahaleye ve hızlı bir dönüşüme tabi tutulmuştur. Bu değişime tabi tutma süreci Türk’ün yeniden tanımlanmasına ve bu bağlamda Türk tarihinin “yeniden” yazılmasına sebebiyet vermiştir. Türk’ün, Cumhuriyet’le beraber bu anlamsal dönüşümü hem İslamî bir toplum özelliği taşıyan hem de çok farklı etnik yapılı Türkiye toplumunda bazı 3 sorunlara neden olmuştur. Bu hızlı dönüşümün neden olduğu birçok sorun Cumhuriyet Dönemi boyunca Türk kimdir, İslamî boyutu nedir, kimleri kapsar gibi sorulara maruz kalmış ve bu soruların cevabı, cevap veren kişilerin dünya görüşüne göre farklılıklara sebep olmuştur. Türk kimliğinin tanımlanması sürecindeki “ötekileştirici” bir kimlik tanımlamasına gidilmesi ve Türk kimliğinin kapsayıcı olamaması günümüzde “Kürt açılımı” denen sürece de neden olmuştur, denilebilir; çünkü Cumhuriyet Dönemi’ndeki Türk tanımlamaları “ulus inşa etme” ve “ulus bilinci” kazandırma amacı ile yapıldığı için tarihsel bağ ve toplumu bir arada tutan bazı unsurlar (din, kültür, vb.) göz ardı edilmiştir. Türk’ün tarihsel olarak anlamsal dönüşümünü analiz eden bu çalışma yukarıda da bahsedildiği gibi çalışmaya kimlik kavramının analizi ile beraber bu bağlamda milli kimlik, etnik kimlik ve ulusal kimlik gibi kavramaları da analiz ederek başlanmıştır. Kavramsal çerçevenin belirginleşmesi için Türk’ün tarih içindeki tanımları, kavramın ortaya çıkışı da bu bağlamda değerlendirilmiş ve kaynaklar bağlamında analizler yapılmıştır. Türk’ün anlamsal dönüşümü ve kimlik bağlamında nasıl bir anlamlandırmaya tabi tutulduğu meselesi tarihi sürecin taranması ile kendini göstermiştir. Bu çalışmada Türk’ün anlamsal dönüşümü üç önemli tarihi süreç de incelenmiştir; İslamlaşma süreci, Osmanlı Dönemi, Cumhuriyet Dönemi. Cumhuriyet Dönemi’nden sonra günümüz Türkiye’si kimlik sorunsalı bağlamında tarihi süreç de gözönünde tutularak “Kürt Açılımı”na kısaca değinilmiş ve sonuç bölümünde tüm bölümler ışığında değerlendirme yapılarak öngörülerde bulunulmuştur. 4 1. KAVRAMSAL ÇERÇEVE Bu çalışmanın içeriğinin tam anlaşılabilmesi için kavramların tam olarak tanımlanması gerekmektedir. Bu bağlamda kimlik konusu ve kimliğin türevlerinden milli kimlik, etnik kimlik ve ulusal kimlik konuları önemlilik arzetmektedir. Yine kavramların yerli yerine oturması açısından Türk’ün ortaya çıkışı ve tarihin ilk dönemlerinde bu kavramın hangi anlamlara geldiğinin bilinmesi hem günümüz Türk kimliği tartışmalarını anlamada hem de bu çalışma bağlamında yapılan analizlerin tam olarak anlaşılmasında önemlilik arzetmektedir. 1.1. KİMLİK KAVRAMI Kimlik (identity) kavramı, Latincede “aynı” anlamına gelen “idem” ve Fransızca “ayniyet” anlamına gelen “identié” kelimesinden türeyen bir kavramdır ve insanın sosyal bir varlık olmasının doğal bir sonucu olarak toplumsal bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Kimlik bireyin, toplumun veya örgütlü herhangi bir yapının ne olduğu, nasıl olduğu, niçin olduğu ile birlikte aynı zamanda ne olmadığı, nasıl olmadığı, niçin olmadığının ortaya konması ve bu olma/olmama durumları üzerinden kendilerini tanımlamalarıdır. Fransız İhtilali’nin oluşturduğu ulusçu/milliyetçi akım sonrasında kimlik, farkına varılan ve farkındalık yaratmak için kullanılan bir olgu haline gelmiştir. Bu açıklamadan Fransız İhtilali’nden önce bir kimlik bilinci ve tanımlanması yoktur, gibi algılanmamalıdır. Fransız İhtilali’nden önce daha informel olan bu tanımlama/tanımlanma biçimi Fransız İhtilali ve devamındaki birçok akımla beraber daha sistematik bir hal almıştır. Literatürde kimlik kavramının ne olduğu bağlamında birçok tanım mevcuttur. Bu bağlamda genel-kabul gören birkaç tanımın üzerinde durmak, kimlik kavramının anlaşılması için faydalı olacaktır. Kimlik, çok boyutlu ve çeşitli bir kavramdır. İnsanlar birden fazla kimliğe sahip olabilirler. Hepimiz, içimizde bağlılık için savaşan, potansiyel olarak çelişik bir dizi kimlikle yaşarız; erkek-kadın, milliyetçi-çevreci, doğulu-batılı… Dolayısıyla muhtemel aidiyetimiz de bu şekildedir; bu bağlamda kimlik, bazı insanlarla 5 nelerinizin ortak olduğuna ve sizi başkalarından neyin farklılaştırdığına ilişkin ait olma sorunudur.1 Bu ait olma ya da tanımlama/tanımlanma sorunu, insanın toplum içinde farklı aidiyetleri ile birlikte o toplumun içinde “ait” veya “öteki” olma sorunudur. Kimlik, kişinin bir insan olarak kendini tanımlayan temel nitelikleri anlaması gibi hususları gösterir ve kısmen tanınma veya tanınmama, çoğu zaman da başkalarının yanlış tanıması yoluyla biçimlendirilir. Dolayısıyla çevredeki insanların veya toplumun onlara kendileriyle ilgili aşağılanan, kerih görülen bir imaj yansıtmaları halinde, insanların veya grupların zarar görmeleri söz konusu olabileceği gibi, tanınmama yahut yanlış tanınma, insanı gerçeği yansıtmayan ve çarpıtılmış bir kimliğe hapsederek baskıya dönüşebilir.2 Bireysel kimlikler için kullanılan bu tanımlama aynı zamanda aynı aidiyeti benimsemiş toplumlar için de geçerlidir. Yanlış algılama/algılanma durumu egemen unsurlar için bir tanımlama/tanımlanma aracı olarak da kullanılabilir. “Ben”in kuvvetle içerimlediği “öteki” algısı, etnik, dinsel farklılıklar, ekonomik-sınıfsal ayrımlar, aile geleneği, cinsel ve benzeri konumlandırmalar kimliklerin şekillendirilmesinde belirleyici rollere sahiptirler; bütünleşme ve farklılık, insanın varoluşsal bir eğilimidir ve dolayısıyla kimlik bu iki unsuru beraber içinde barındırır.3 Bütünleşme bir gruba ait olmak ve kendini o grubun içinde gerçekleştirmek iken farklılık ise, “öteki” grubun içinde olmama ve onlardan farklı olunduğu üzerine kurulur. Delanty bu bağlamda şu şekilde bir kimlik analizi yapmaktadır: “Kimlik, paylaşılan yaşam dünyasından kaynaklanan aidiyet ve dayanışma duygusuyla tanımlamak yerine, “öteki”ne karşıtlık üzerine odaklanır: “Biz”; paylaşılan deneyimler, ortak hedefler ve kolektif ufuk çerçevesine referansla değil; aksine, ötekinin yadsınması esasına dayanılarak tanımlanır. Kimliklendirme, “Biz” ve “Onlar” ikili tipolojisi ile ötekiliğin empoze edilmesi yoluyla gerçekleşir. “Biz”in 1 Sibel Karaduman, “Modernizmden Postmodernizme Kimliğin Yapısal Dönüşümü” Journal of Yaşar University, 2010, 17 (5), s. 2887. 2 Selçuk Erincik, “Kimlik ve Çok Kültürlülük Sorunu”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 52:2(2011), s.222. 3 Sibel Karaduman, “Modernizmden Postmodernizme Kimliğin Yapısal Dönüşümü” s.2888. 6 saflığı ve istikrarı önce ötekiliğin adlandırılması, daha sonra kötülenmesi ve en sonunda da tamamen ortadan kaldırılması sayesinde garantilenir. “Biz onlardan farklıyız” iddiasıyla ötekiliğin empoze edilmesi… Grubun tanımlayıcı karakteristiği üyelerinin ortak olarak sahip oldukları şeyler değil, onları diğer gruplardan ayıran şeylerdir.”4 Bu tanımlama kimliklerin oluşturulması sürecinde “aidiyet” kavramından ziyade “öteki” kavramının öncelenmesi durumunun tezahürüdür. Kimlik, görünürde modernizm ve sonrası dönemin bir büyük problemi gibi görünse de insan neslinin doğumu ile ortaya çıkmıştır, dense yanlış bir tanımlama yapılmış olmaz. Kişi aşiret, kabile gibi temellere dayanan kimlikleri tayin eden terimlerin yanı sıra kolektif kimlikleri ifade eden ve bir fikir çabası neticesinde oluşan çeşitli kimlikler vardır ki bunların arasında siyasi kimlikler ön planda yer alır; siyasi kimlikleri geniş çapta aydınlar yaratmaktadır.5 Yani siyasi kimlikler doğal bir sürecin ürününden ziyade dışarıdan bir müdahale ile oluşturulmuş bir kimlik türüdür. Siyasi kimlik daha sonra üzerinde durulacağı kimlikler gibi kimliğin bir alt başlığı değil, kimlik türevlerinin siyasa üretmek amacıyla kullanılması durumunun adıdır. Siyasi kimlikler günümüzde artık çağdaş, modern kimliklerdir; çünkü bu yeni tip siyasi kimlikler Fransız İhtilali’nden sonra ortaya çıkmıştır.6 Bu bağlamda özellikle “ulus bilinci” kazanmış toplumların kendilerini ait hissettikleri ulus ile beraber gerçekleştirmeleri ve farkına vardıkları/vardırıldıkları ulusları ile ortak bir gelecek bağlamında siyasa üretmeleri ve kendi lehlerine küresel veya ülkesel siyaseti etkileme çabalarının bütünüdür. Bu açıklamalar bağlamında kimlik, insanın doğumu ile başlayan hem içinde bulunduğu toplum ve/veya çevre ile şekillenen doğal bir sürecin sonucu hem de bir fikir çabası ile oluşturulan bir durumun adıdır, denilebilir. En genel anlamıyla kimlik, kişinin kendini tanımlama biçimidir. Tanım, mantık açısından bakıldığında, özün araştırılmasıdır. Öz, tanımlananı o şey yapandır. Bu durumda tanım, içine alması gerekenleri içerir; dışta bırakılması gerekenleri dışta bırakır. Öyleyse öz, tanımın tam olduğu bir durumda açığa çıkar ve kendini tanımlamak olan kimlik, insanın özünü oluşturur. Bu tanımlama biçiminde kişi 4 Gerard Delanty, Avrupa’nın İcadı, (Çeviri: Hüsamettin İnaç), Adres Yayınları, Ankara, 2005. s.8 5 Kemal H. Karpat, Osmanlı’dan Günümüze Kimlik ve İdeoloji, Timaş Yayınları, İstanbul, 2009, s.51. 6 Kemal H. Karpat, Osmanlı’dan Günümüze Kimlik ve İdeoloji, s.58. 7 kendini, kendisi olmayanları ayırır ve öteki ile kendisi arasında bir sınır bulunduğunu düşünür. Başka bir deyişle, kendi varlığının bilincinde olmak olarak da düşünebileceğimiz kendini tanımlama, ötekini dikkate alarak kendini tanımlamak biçiminde olduğu gibi kişi, kendisinden hareketle de kendisini tanımlar ki, bu tanımlama biçimi, içine kapanık ve son derece öznel bir tanımlama biçimidir.7 Kimlik kişinin veya grubun kendini tanımlama argümanlarının ne olduğuna göre de farklılaşan bir olgu halini alır ve bu manada tanımlama biçimi, tanımlanan kimliğin kapalılığını ve açıklığını belirlemede önemli bir unsur halini almaktadır. Bu bağlamda kimlik tanımlamasında karşılaşılan iki belirgin tanımlama yöntemi karşımıza çıkmaktadır. Biri dışlayıcı, ötekileştirici bir kimlik tanımlaması iken diğeri daha çok katılım ve dayanışmayı ön plana alan8 tanımlama biçimidir. Birinci tanımlamada “öteki”ni belirleme ve “öteki” üzerinden kendini tanımlama biçimi etkin bir unsur iken ikinci tanımlamada kapsayıcı ve tanımını aidiyet üzerine kurma etkindir. Kimlik, “öteki” ile ve “öteki”ye karşı etkileşim yoluyla şekillenen sosyal bir olgu ve dinamik bir süreçtir. Kimlik edinme sürecinde birey, psikolojik ve fiziksel güvenliğini sağlamak ve toplum tarafından kabul edilmek amacıyla yaşadığı toplumun davranış modellerini, değer ve normlarını içselleştirmek ve pratiğe yansıtmak durumundadır. Bu yolla, kimlik edinmek için ya başkasına göre kendini tanımlaması ya da başkası tarafından algılandığı parametrelerle kendini özdeşleştirmesi gerekir.9 Birey için yaşadığı toplumda var olan bu durum, bir toplum için de kendini gerçekleştirme bağlamında, dünya toplumları için de aynı süreç geçerlidir, denilebilir. Kimlik bir tasvirdir, aynı zamanda varlığın ve aidiyetin de tanımıdır. Bu bağlamda insanların bazılarıyla ortak olan yönlerimize, diğer bazılarından farklılaşan niteliklerimize işaret eden bir aitlik sorunu olması bireyin kişisel konumunu belirginleştirir ve bireyselliğine sabit, öznel bir zemin kazandırır. Kimliksel 7 Ali Osman Gündoğan, “Kimlik Sorunu ve Düşünce Dünyası”, Türk Kimliği, (Editör: Çağatay Özdemir), Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2009, s.399. 8 Gerard Delanty, Avrupa’nın İcadı, s.2 9 Hüsamettin İnaç, AB’ye Entegrasyon Sürecinde Türkiye’nin Kimlik Problemleri, Adres Yayınları, Ankara, 2005, s.15. 8 belirlenim, toplumsal ve psikolojik nedenlerle bireyin, başkalarının özgün niteliklerinin farkında olmasıyla, yani, kendi kişisel ve toplumsal niteliklerinin başka kişi ve toplumların niteliklerinden farklılığının bilincine varmasıyla kendi olumsallığını üretmesine bağlıdır.10 Bu üretim sonucunda birey veya toplum kendini bir kimliğe ait hisseder ve onun argümanları ile kendini tanımlar. Yaşam, hem varoluşsal hem de aidiyet anlamında bir kimliğin sınırları içindedir ve nasıl, neden, niçin sorularının cevapları bu bağlamda cevaplanacaktır. Kimliğin tanımlanmasında ölçü olarak alınan, bu çalışmanın sınırları içerisinde milli kimlik, etnik kimlik ve ulusal kimlik önemlilik arzetmektedir. Bu kimlik biçimleri, bu çalışma bağlamında “Türk” kavramına bazı atıflar yapıp zaman zaman Avrupa kimliği tezlerine de değinilecektir. 1.1.1. Milli Kimlik Bu çalışmada millet/milli ve ulus/ulusal kavramları birbirinden ayrı ele alınmaya çalışılacaktır. Kavramların ortaya çıkışı ve kökenleri itibariyle millet ve milli kavramları kadimî bir anlam taşır iken diğeri yani ulus kavramı modern bir tanımlamadır. Bu bağlamda millet kavramı ile aynı kökten gelen milli kavramı üzerinde durulması önemlilik arzetmektedir. Farsça ve Türkçede nation ve national için de kullanılan bu kavramlar aslında eski dinsel-siyasal topluluk anlamındaki milla ya da millet sözcüklerinden “millet” ve “milli” kullanılmaya başlanmıştır.11 Yani milli; dini ve siyasi bir oluşumu, millet sözcüğü ise dini ve siyasi anlamda bir araya gelmiş insanlar topluluğunu ifade etmektedir. Milli kimlik ise bu bağlamda dini ve siyasi anlamda bir araya gelmiş insanların kendilerini tanımlama argümanları bütünüdür. Millet kelimesinin modern manasıyla “nation” karşılığı olarak (ki bu çalışmada bu kavram “nation”ın karşılığı olarak “ulus” kavramı kullanılacak ve açıklanacaktır) kullanılması oldukça yenidir. Eskiden bu kelime, İslam dinine girenlerin teşkil ettiği büyük cemaati ifade ederdi. “Millet-i İslamiye” bütün Müslümanları topladığı için, bugünkü millet kavramından tamamen farklıydı. 10 Gürsoy Akça, “Modernden Postmoderne Kültür ve Kimlik”, Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Güz 2005, Sayı: 15, s.10. 11 Bernard Lewis, İslam’ın Siyasal Söylemi, Phoenix Yayınevi, Ankara, 2007, s.61. 9 Nitekim ümmet kelimesi de bir kökten gelen insanlar demekti; Ümmet-i Muhammed, Peygamber nesli olduğu halde sonradan bu iki kelime manalarını değiştirdi; “ümmet” bütün İslam cemaati, millet de İslam cemaatinde ayrı ayrı asırlardan gelen kolları ifadeye başladı.12 Yani milli kimlik, İslamî değerleri benimsemek ve bu İslamî değerlerin merkeze alınarak siyasalar geliştirilmesi idi. Bu bağlamda oluşan millet ise İslamî değerleri merkezine almış ve bu bağlamda gerçekleştirilen siyasaları benimsemiş kişilerden oluşan topluluğa verilen isimdi. Zamanla bu kavramsal anlamsal bir kayma yaşadığı ve günümüzde de sıkça kullanıldığı gibi “nation” kavramının da karşılığı olarak kullanılmaya ve yaygınlaşmaya başladı. Modern Arapça için milla ve milli sözcükleri görünüşte ortadan kalkmışsa da günümüz Arapçasında tercih edilen, Arap ulusu anlamında kullanılan sözcük ummadır ve bu terim de eş derecede dinsel bir anlam boyutuna sahiptir.13 Yani İslam coğrafyasında nation kavramının karşılığı olarak sadece dini argümanlardan sıyrılmış bir terim değil her şeye rağmen dinle bir şekilde temas eden kavramlar kullanılmaktadır. Her ne kadar sadece etnisite ya da ulus bağlamında bir tanımlama veya bu tanımlanmaya uygun bir kavramsallaştırma çabası olsa da kadim geleneğin buna bu manada izin vermediğini görmekteyiz. Millet kavramı Türkiye toplumunda da anlamsal bir dönüşüm yaşamış, daha kültürel bir anlam içererek “bir milletin kendisine özgü düşünüş ve yaşayış biçimi, dil, töre ve gelenekleri, toplumsal değer yargıları ve kuralları ile oluşan özellikler bütünü, milli hüviyet”14 olarak tanımlanmıştır. Aslına bakılacak olursa millet kavramının içindeki din olgusu tamamen yok sayılmamış ya da tanımın dışına itilmemiştir, sadece millet kavramının asıl anlamında din esas ve belirleyici unsur iken, günümüzdeki anlamı itibariyle esas değil, kültürün bir argümanı durumundadır. Millet kavramının önceki manasından dönüşmesi sürecinde aldığı bir diğer anlam bağlamında millet, aynı dili konuşan, aynı inancı paylaşan ve ortak bir 12 Hilmi Ziya Ülken, Millet ve Tarih Şuuru, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2008, s.169-170. 13 Bernard Lewis, İslam’ın Siyasal Söylemi, s.61. 14 Nevzat Köseoğlu, “Milli Kimlik ve Tezahürleri”, Türk Kimliği, (Editör: Çağatay Özdemir), Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2009, s.9. 10 geçmişle birbirine bağlanmış insanların oluşturduğu kültürel bir varlıktır.15 Bu ve üstündeki tanımlamalar millet kavramının modern anlamda bir evrim içinde olduğunu gösterse de geleneksel anlamının esintileri bir şekilde inançsal atıflarla kendini göstermektedir. Milli kimlik kavramının veya millet kavramının bu şekildeki tanımlanması aslında milli kültürün tanımıdır.16 Bizde özellikle Cumhuriyet sonrası yaşanılan devrim ve bu devrimin her alana nüfuz süreci ile beraber kavramlarda da bu şekilde anlam kaymaları yaşanmıştır. Millet kavramın bu dönüşümü yaşadıktan sonra dar ve geniş manasıyla çeşitli şekillerde tarif edildi; fakat bu mefhumun, birbirinden esasta ayrılık gösteren, biri hukuki-siyasi, diğeri ilmî olmak üzere başlıca iki tarifi olduğu kabul edildi. Hukukisiyasi tarife göre, millet, belirli coğrafi sınırlar içinde yaşayan, bir resmi dili olan, müşterek kanunları bulunan insanların meydana getirdiği birliktir. Burada, bir insan topluluğuna millet denebilmesi için aranan hususiyet, topluluğun siyasi istiklale sahip olmasıdır.17 Bu kavramın ilmi tanımında ise millet, topluluk bütününün tamamlılık ve ahengini sağlayan, orijinal müesseselerini yaratan ve yaşatan duygu ve kültür birliğinin kaynağı milli kültür unsurları bakımından, fertleri arasında iştirak bulunan bir sosyal birliktir; bu tarifte ilk göze çarpan özellik, dilde birlik, tarihte, fikirde, ahlakta, kısaca manevi değerler şuurunda iştirak şartıdır.18 Din kavramı, manevi değerler kavramı altında alt bir unsur olarak orijinal tanımındaki asıl ve hatta tek unsur olma özelliğini kaybetmiştir. Günümüzde kullanılış anlamıyla millet tanımının en genel anlamı: herhangi bir esas etrafında toplanmış mütesanit insan kütlesi demektir.19 Bu tanımda yukarıda çeşitli yerlerde değinilen unsurlar bütünü olmak yerine o unsurlardan biri veya bir kaçı üzerine de milli bir kimlik inşa edilebilir ve bu şekilde, bir veya birkaç unsur çevresinde bir araya gelmiş insanlar topluluğuna da millet denebilmektedir. 15 Mümtaz’er Türköne, Siyaset, Lotus Yayınevi, İstanbul, 2003, s.632. 16 Nevzat Köseoğlu, “Milli Kimlik ve Tezahürleri”, s.10. 17 Hilmi Ziya Ülken, Millet ve Tarih Şuuru, s.221-222. 18 Hilmi Ziya Ülken, Millet ve Tarih Şuuru, s.223-224. 19İsmail Hami Danişmend, Türklük Meseleleri, İstanbul Kitapevi Yayınları, Fatih Yayınevi Matbaası, İstanbul, 1976, s.11. 11 Millet kavramıyla ilintili olarak milliyet kavramına değinmek hem kavramların yerli yerine oturması hem de milliyet kavramının ulusçu bir fikrin tezahürü mü yoksa milli veya millet kavramlarının kaynaklık ettiği bir olgu mu olduğunun açıklanması bağlamında önemlilik arzetmektedir. Avrupa kültür dairesi bağlamında milliyet fikrinin siyasi bir âmil kuvvetini alabilmesi ancak Napolyon seferlerinden itibaren tahakkuk etmiş bir vaziyet olduğu üzerine kanaat getirilmektedir. Bu bağlamda milliyet fikri 19. asır başlarından beri ancak bir asırdan biraz fazla bir tarihi var demektir.20 Yani milliyet fikri millet kavramının bir türevi değil kendi başına, mücerret bir kavramdır. Bu tanımlama ile beraber, daha ilk ortaya çıktığı andan itibaren siyasi haritaların tanziminde âmil olacak bir kuvvet mahiyetini alan bu yeni fikir, o kısacık tarihi içinde bütün dünyayı saracak bir yayılma kabiliyeti göstermekten de hâlî kalmış değildir.21 Milliyet kavramı aslında nationality kavramının karşılığı olarak kullanılmaktadır. İnsanların uyruğu yanında kavramın işaret ettiği nokta bağlamında da modern ulus devlet ile ortaya çıkmış bir kavramdır, denilebilir. Fakat milliyet prensibinin bütün milletler için müşterek bir tarifi yoktur. Her millet onu kendi bünyesiyle kendi menfaatine göre tefsir ve izah ettiği için, bütün dünyaya şâmil umumi bir tarifi yapılamamıştır; yani milliyetin yalnız bir tarifi yoktur; meselâ Fransızlar “kültür” ve Almanlar ırk esasiyle izah ettikleri halde, İsviçreliler “vatan”, Romanyalılar “dil” ve Alman Protestanlığına karşı mevcudiyetini muhafaza için Katolikliğe dayanan Avusturya Almanları da “mezhep” esasına istinat etmişlerdir; Amerika Birleşik Devletleri’nde “tâbiiyet”, Çin’de “kültür” ve Garbî Asya ile Şimali Afrika’daki Arap aleminde de “dil”dir.22 Görüldüğü üzere milliyet kavramının devletsel yönü ağır basmaktadır. Milliyet olan topluluklar genelde bir devlete sahip olmakta ve aynı zamanda milliyet olmanın şartının bir dini yönü, -tepkisellik bağlamında vardır- milli kavramındaki gibi esas anlamında dahi bir anlama sahip değildir. Bu bağlamda milliyet fikrinin modern bir kavram olduğunu ve modern ulus devletin ortaya çıkmasında önemli bir etkisinin olduğu söylenebilir. 20 İsmail Hami Danişmend, Türklük Meseleleri, s.3-4. 21 İsmail Hami Danişmend, Türklük Meseleleri, s.4. 22 İsmail Hami Danişmend, Türklük Meseleleri, s.4. 12 1.1.2. Etnik Kimlik Etnik kavramına tarihsel süreç içerisinde farklı anlamlar yüklenmiştir. Etnisite, Yunancada halk anlamına gelen ethnos kelimesinden türetilmiştir.23 Ethnos teriminin ortak köken, doğum yeri, kabile, kavimler veya bu insanların yaşadıkları bölgeyi tanımlamak için kullanılmakta olduğu düşünülebilir. Hutchinson ve Smith, tüm bu kullanımların ortak noktasının, bir takım kültürel veya biyolojik özelliklerin paylaşıldığı ve birlikte uyum içerisinde yaşanılıp hareket edildiği bir takım insan veya hayvanları tanımlamak için kullanılmış olmaları olduğunu belirtmektedir; ancak bu kullanımların Yunanlı olmayan periferik24 yabancı barbarlar için geçerli olduğunu, Yunanlıların kendilerini tanımlarken genos hellenon terimini kullandıklarını eklemektedirler 25. Yabancı, barbar kavimler için kullanılan ethnos kavramının Antik Yunan’da dışlayıcı bir yüklemi olduğu görülmektedir26. Fiziki olarak insanların ayrımının yapıldığı, “öteki” olma unsurunun içine kişinin fiziki özelliklerinin girdiği bir kökten gelen etnik kavramı, bugün de esas kullanımından tamamen kopmuş ve tam manasıyla yumuşamış değildir. Bu bağlamda Eski Yunan döneminde ethnos kelimesi, dinsiz (heathen) veya putperest (pagan) ayrımında da kullanılırken, 14. yüzyıl ile 19. yüzyıl arası dönemde ırksal özellikleri ifade etmek için kullanılmıştır. 2. Dünya Savaşı döneminde ırkçı27 (ki ırk kavramı da günümüzde hala tartışılmaktadır) söylemin ağırlık kazanmasıyla birlikte ikinci sınıf insan tanımlaması olarak işlenmiştir. Bu dönemde yani 19. ve 20. yüzyılda “Türk” kavramı üzerine yapılan çalışmalarda da bu eğilimi rahatlılıkla görebilmekteyiz. Etnik kimliğin etimolojik kökünü oluşturan ethnie ibaresinin tanımı, ortak ata miti, atavistik28, efsaneler, paylaşılan hatıralar ve kültürel öğeler, tarihsel bir anavatan ve dayanışma ölçütü gibi parametrelere atfen yapılır. Etnik kimlik bağlamında önemli bir yer arz eden etnisite (etniklik) kavramını ise De Vos “aynı 23 Hüsamettin İnaç, AB’ye Entegrasyon Sürecinde Türkiye’nin Kimlik Problemleri, s.30. 24 Periferik: Çevre, dış kesim anlamlarına gelmektedir. 25 Meral Öztoprak Sağır, H. Serkan Akıllı, “Etnisite Kuramları ve Eleştirisi” Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Mayıs 2004, Cilt: 28, s.2 26 Meral Öztoprak Sağır, H. Serkan Akıllı, “Etnisite Kuramları ve Eleştirisi” s.2. 27 Irk kavramı ve kavramın ortaya çıkışı hakkında daha detaylı bir bilgi edinmek için bkz: Robert Bernasconi, Irk Kavramını Kim İcat Etti? Felsefi Düşüncede Irk ve Irkçılık, (Çevirenler: Zeynep Direk, İsmail Esiner, Tendü Meriç, Nazlı Öktem), Metis Yayınları, İstanbul, 2011. 28 Atavistik: Atalara ait olan. Atavizm: Geçmişte yaşayan nesillerin usullerine dönmeyi ifade eder. 13 kültür boyutunda yer alan bir insan grubunun, sübjektif, sembolik ve amblematik amaçlarla, grup içinde dayanışma sağlamak ve öteki gruplarla farklılıkları vurgulamak için kullandığı etnik kimliğin içselleştirilmesi ve davranışa dönüştürülmesi durumudur”29 şekilde tanımlamaktadır. Yani etnik kimlik bilincinin oluşması, bu bağlamda “öteki”nin ve “beriki”nin belirlenip içselleştirilmesi ve bu durumun davranışa dönüşmesi durumudur. Etnisite kavramının temelinde, kültürel olarak farklı olmak yatmaktadır. Kültürel sembollerden faydalanan etnik grup, gruba dahil edilme ya da gruptan dışlanma kriterlerini kendi belirleyen ve öznel olarak kendi bilincini oluşturmaya çalışan bir topluluktur; fakat iki grup arasındaki kültürel farklılık, o iki grubun etnik olarak farklı olmasını gerektirmez. Diğer bir ifadeyle, kültürel farklılık tek başına etnisitenin ayırt edici özelliği değildir. Etnisitenin oluşabilmesi için grupların asgari düzeyde bile olsa birbiriyle temas etmesi ve kültürel olarak birbirilerinden farklı oldukları düşüncesine sahip olması gerekmektedir; etniklik ya da etnik kimlik öznel, bireysel bilincin yanı sıra üst grup olarak ya da en azından öteki gruplara eşitlik noktasında tanınma ilişkisiyle doğrudan ilişkilidir.30 Bu koşullar sağlanmadığı sürece etnisite oluşmaz. Etnisite olma bilincinin olmadığı bir toplulukta etnik kimlik bilinci de oluşmayacaktır. Genel anlamda kimlik oluşumunda olduğu gibi etnik kimliğin oluşumu için de “öteki” unsuru büyük önem taşımaktadır. Grupların ve toplulukların oluşumunda daima ‘öteki’ ile temas gereklidir. Smith31’e göre etnik grup, ulus oluşturmanın önceki evresi ve bir ön koşuludur. Hiçbir ulus, bir etnik kültür yaratmaksızın oluşturulamaz; bununla birlikte, ulusalcılık (yabancı kurallara kolektif direnç) ulusla birlikte ya da ulus olmaksızın var olabilir.32 Yani günümüz ulusları ve devletleri bir ulus veya bu bağlamda devleti yaratmadan önce etnik grup yaratma çabasına girmiş ve bu etnik grup oluşturma bu bağlamda etnik kimlik ve etnisite bilinci kazanıldıktan sonra ulus olma yoluna gidilmiştir. Cumhuriyet Dönemi “Türk” kavramı analiz edilirken de bir kısım bilim insanı ve devletin kurucuları tarafından bu yöntemin kullanıldığı 29 Hüsamettin İnaç, AB’ye Entegrasyon Sürecinde Türkiye’nin Kimlik Problemleri, s.31. 30 Hüsamettin İnaç, AB’ye Entegrasyon Sürecinde Türkiye’nin Kimlik Problemleri, s.31. 31 Anthony D. Smith: 1933 doğumlu, İngiliz sosyolog. Milliyetçilik ve etnik köken konuları üzerine çeşitli çalışmaları mevcuttur. 32 Hüsamettin İnaç, AB’ye Entegrasyon Sürecinde Türkiye’nin Kimlik Problemleri, s.33. 14 görülecektir. Ulusalcılığın ulus olmaksızın var olabilmesi ise ulusal kimlik bağlamında da değinileceği gibi ulus, ulusalcılığı değil; ulusalcılık, ulusu yarattığı için öncelikli olanın sonralıklı olana ihtiyaç duyması bağlamında bu şekilde bir analiz yapılmıştır. 1.1.3. Ulusal Kimlik Latince natio kelimesinden türetilmiş olan ulus (nation) kelimesi, başlangıçta “doğum yerini” ifade etmek için kullanılmış; fakat zamanla yüklendiği anlam karmaşıklaşmıştır. Günümüzde ulus kavramı ile ilgili olarak pek çok tanımlama yapılmaktadır. Natio, Antik Roma’dan gelen alışılmış bir terimdi ve ilk başta, her türlü grubun önemli bir özelliği olarak “doğum” veya “soy” anlamına geliyordu. Cicero, toplumun belli bir kesimini, yani aristokrasiyi tanımlamak için kullanıyordu bu terimi; Plinty’ye göre ise belli bir ekole ait filozoflar bir natio’ydu.33 Şimdiki anlamıyla uzak gibi görünse de bir gruba dahil olma ve o grubun özel olması (ya da insanların öyle hissetmelerinin sağlanması) bağlamında kökenine bağlı bir anlamı hala içermektedir. “Nation” (ulus) terimi uzun süredir vardır ve üstelik devlet teriminden daha eskidir; fakat çağdaş kullanımına dönecek olursak –yani tüm bir toplumu kapsadığı duruma- o zaman bir ulusu devlete gönderme yapmadan tanımlamanın hemen hemen mümkün olmadığı görülür. Bu açıdan bakılınca uluslar hâlâ çok genç kabul edilebilirler,34 “ulus bilinci” kazanma ve bu bağlamda ulus olma durumu göz önüne alındığında. Ulus kavramı günümüzde kullanılan anlamı ile belli bir grubun kendini ortak dil, din, tarih, soy, mekan gibi unsurların biri, birkaçı ya da hepsi üzerinden tanımladığı siyasi ve kültürel bir birimdir.35 Dini unsurdan kasıt yukarıda anlatılan 33 Hagen Schulze, Avrupa’da Ulus ve Devlet, (Çeviri: Timuçin Binder), Literatür Yayıncılık, İstanbul, 2005, s.99. 34 Hagen Schulze, Avrupa’da Ulus ve Devlet, s.99. 35 Elçin Aktoprak, Devletler ve Ulusları: Batı Avrupa’da Milliyetçilik ve Ulusal Azınlık Sorunları, Tan Kitapevi Yayınları, Ankara, 2010, s.19. 15 milli ve millet kelimelerinin içerdiği bir olgu değil daha çok milliyet kavramının içerdiği bir tepkiselliği ifade etmektedir. Sosyal bir inşa olan ulus, siyasi bir birim olan devletle özdeş değildir; fakat ortaya çıktığı günden günümüze dek kendi kaderini tayin ilkesi (self-determination36) ulusa içkin önemli kavramlardan biridir ve ulusa siyasi bir nitelik katmaktadır. Bu ilke mutlaka devlet kurma arzusunu içermediği gibi, elbette devlet kurma arzusuna yönelmeyi kolaylaştıran bir niteliğe sahiptir37; çünkü ulus olma, diğerlerinden farklı olduğunu fark etme, insanların öz-yönetim bağlamında kendinden farklı olan insanların oluşturduğu bir devlet içinde olmak yerine kendi yönetimlerini kurma isteğine kapı açmaktadır. Ulus her şeyden önce üyelerinin bir ulus olduklarına inanmalarını gerektirdiği için, kendi kaderini tayin ilkesi, üyelerin kendilerini tanımlamaları sürecinde de başvurdukları bir ilkedir; böylece kendini ulus olarak tanımlayan azınlık grupları da ulusal azınlık olarak kabul edilir.38 Yani ulus bilincine varmış ve bu bağlamda devlet kurmuş bir ulus devletin sınırları içerisinde kalmış başka bir ulus bilincine sahip; ancak devlet kuramamış topluluk kendini tamamen varolan devletle özdeşleştirmek yerine azınlık olduğu bilinci oluşmakta ve o topluluğa ulusal azınlık denmektedir. Bu bağlamda ulusu siyasi olarak, kendi kaderini tayin arzusuna sahip olan bir insan topluluğu olarak tanımlamak makuldür; fakat kendi kaderini tayin ilkesini sadece bağımsızlık veya özyönetim (self-administration) talebi üzerinden ele almak doğru değildir. Kendi kaderini tayin ilkesi, bağımsızlık veya özyönetim talebinden, dilsel haklara ve daha geniş kültürel haklar talebine kadar uzanan geniş bir yelpaze üzerinden, yani tam da ilkenin kelime anlamıyla ele alınmalıdır.39 Bir devlet içinde yaşayan ve kendilerini o devletin asli unsuru ya da kendilerini devletin sahipleri 36 Self determinasyon -kendi geleceğini belirleme (tayin) hakkı- ya da TDK (Türk Dil Kurumu) tarafından önerilen karşılığıyla Öz belirtim (İngilizce: Self determination), klasik anlamda ulusların kendi geleceklerini belirlemesi kavramıdır. Bir ulus ya da yabancı bir güce bağımlı olmadan ayrı bir devlet halinde örgütlenebilmesi anlaşılmaktadır. Kökü bakımından Fransız ihtilali sırasında 1795 tarihinde yayınlanan insan ve vatandaş hakları demecine karşılık gelmektedir. 37 Elçin Aktoprak, Devletler ve Ulusları: Batı Avrupa’da Milliyetçilik ve Ulusal Azınlık Sorunları, s.19. 38 Elçin Aktoprak, Devletler ve Ulusları: Batı Avrupa’da Milliyetçilik ve Ulusal Azınlık Sorunları, s.19. 39 Elçin Aktoprak, Devletler ve Ulusları: Batı Avrupa’da Milliyetçilik ve Ulusal Azınlık Sorunları, s.20. 16 olarak görmeyen veya var olan devletin kendilerinin sahip oldukları ve kendilerinin ulus olma unsurları üzerine kurulmamış bir devlet olarak algılayan insanlar sadece özyönetim talebinde bulunacak diye bir zorluluk yoktur. Bu insanlar, kendilerini ulus yaptığına inandıkları değerlerin korunması yolu ile de içinde yaşadıkları devletten bu bağlamda çeşitli haklar da talep edebilirler. Ulus inşa sürecinde kullanılan unsurların önemli bir kısmı bireyin doğduğunda kendi iradesiyle seçmediği, içine doğduğu koşulları tanımlayan unsurlardı. Ulus, bireyin seçmeden bağlı olduğu her şeye özümsenir. B. Anderson’un ifade ettiği gibi, tam da seçilmemiş oldukları için, bu bağların çevresinde bir çıkar gözetmezlik hali vardır ve bu sayede ulus her türlü sınıfsal farklılığın üzerini örten kolektif bir kimlik olarak milliyetçilik/ulusçuluk tarafından yaratılır.40 Ulusun yaratılması için, yani bir ulusu ve onu yaratan unsurlarını bütün mensuplarının savunup yaşatma arzusuna yöneltilebilmesi için öncelikle böyle bir durumun farkına varmış insanlar gerekmektedir. Bu olgunun farkına varmış kişiler de diğerlerine böyle bir durumun varlığını anlatarak, diğer insanlarında aynı ortak payda/paydalarda bir araya gelmelerini sağlamaktadırlar. Bu da ulusçusu olan bir ulusa, ulus olma bilinci ile bir ulus olma şansı vermektedir. Bir ulus, Renan’a göre maddi şartlardan yola çıkarak tatmin edici bir şekilde açıklanamaz, oluşturulamazdı. Renan şu sonuca ulaşıyordu: “ulus bir ruh, zihinsel bir ilkedir. Bu ilkeyi oluşturan aslında tek ve aynı olan iki şeydir. Biri anıların korunması, diğeriyse güncel geçerliliği olan bir anlaşma, beraber yaşama arzusudur… o zaman bir ulus, geçmişte yapılmış ve gelecekte yapılmaya hazır özverilerle desteklenen, özel bir akrabalık duygusuna sahip genişletilmiş bir topluluktur. Bir ulus bir geçmiş farz eder; ama geçmiş bir somut gerçek üzerine kurulmuştur: Anlaşma, yani hep birlikte bir yaşamı devam ettirme arzusu.”41 Ulusal bir bilincin kazanılabilmesi için gerekli en önemli unsurlar ulus olacak topluluğun bir ortak geçmişinin ve anısının olması veya yaratılması gerekliliğidir. Diğer unsur ise, bir araya gelmiş insanların yaşanılan dönemde geçerliliği olan bir anlaşmaya varmalarıdır. Diğer bir unsur ise bir arada yaşama arzusu. Bir arada yaşama arzusu 40 Elçin Aktoprak, Devletler ve Ulusları: Batı Avrupa’da Milliyetçilik ve Ulusal Azınlık Sorunları, s.23. 41 Hagen Schulze, Avrupa’da Ulus ve Devlet, s.97. 17 bütün şartlar oluştuktan sonra medya gelen ortak bir bilinç halidir. Ulus, inşa bağlamında bir süreci değil bu süreçlerin başarısı neticesi oluşmuş bir sonucu ifade etmektedir. Ulusal kimlik, oluşumu çoğu birbiriyle çelişen, farklı olgularla açıklanabilen çok karmaşık ve çok boyutlu bir analiz çevresini oluşturur. Bu nedenle, ulusal kimliği tanımlamaya ve açıklamaya çalışan her araştırmacı bu kavramın farklı boyutlarını ön plana çıkartarak irdeler. Örneğin; Breuilly, ulusal kimliğin dışlayıcı karakterinin altını çizerek, bir toplumun kendine özgü kültürü ve ulusalcılığı arasında kurulan sıkı bağ üzerinden diğer kültür ve topluluklardan farklılığın vurgulanmasında, bu kimliğin temel referans aracı olarak kullanıldığını ifade eder.42 Ulusal kimlik, kimlerin bu topluluk içinde var olacağını ifade ederken aynı zamanda kimlerin olmayacağını da söylemektedir. Ulusun üyelerini belirlemede kullanılan unsurlar “öteki”nin belirlenmesinde de önemli bir argüman olmaktadır. Öte yandan Kymlicka, Breuilly’nin aksine, yurttaşlığa dayalı bir ulusalcılığa atıfta bulunarak, kültürel farklılıkları anlayışla kucaklayan, kapsayıcı bir ulusal kimlik tanımı yapar; Gilroy ise, ulusal kimliğin vatandaşlık ve vatanseverlik kavramlarını istismar ederek farklılıkları bir potada (melting pot) yok ederek, asimilasyona yol açtığı iddiasında bulunur; Anderson, ulusal kimlikler konusunda daha kuşkucudur ve bu kimliğin birbirini ömür boyu hiç görmemiş ve belki de hiçbir zaman bir araya gelmeyecek olan insanların, kendilerini ortak bir kaderi paylaştıklarına inandırıp bu varsayımdan hareketle oluşturdukları hayali, mutasavver ve bir takım çıkarlar için sonradan kurgulanmış bir kimlik olduğunu iddia eder.43 Kurgulanmışlık, ulusçularının inşa ettiği bir olgu olması bağlamında önemli bir yöntemdir, denilebilir. Gellner, ulus, bir topluluk halinde varolmayı kendi iradeleri ile seçen gruplardır,44 demektedir. Bu bağlamda Gellner’e göre “ulusçuluk, ulusların bir ürünü değil, tam aksine ulusları meydana çıkaran ulusçuluğun kendisidir. Kabul etmek gerekir ki, ulusçuluk önceden varolan, tarihsel mirasın getirdiği çok sayıdaki 42 Hüsamettin İnaç, AB’ye Entegrasyon Sürecinde Türkiye’nin Kimlik Problemleri, s.25. 43 Hüsamettin İnaç, AB’ye Entegrasyon Sürecinde Türkiye’nin Kimlik Problemleri, s.25. 44 Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk, (Çeviri: Büşra Ersanlı Behar, Günay Göksu Özdoğan), İnsan Yayınları, İstanbul, 1992, s.102. 18 kültürün içinden bir seçim yapıyor ve onları çoğunlukla tamamen dönüştürüyor olsa bile bu kültürel zenginlikten yararlanır. Ölü diller yeniden canlandırılır, gelenek icat edilir, oldukça hayali eskiye ait olduğu sanılan bir takım saf özellikler gündeme gelir.”45 Gellner’in bu tanımı yukarıda çok kez değinilen ulus inşa etme sürecinin genel ve kapsamlı bir tanımıdır. Risorgimento46’dan sonra, 1861’de İtalya birleştiği zaman, bu birleşmenin önemli mimarlarından olan Massimo d’Azeglio47 ünlü bir sözünde şöyle der: “İtalya’yı yarattık, şimdi sıra İtalyanları yaratmada”.48 Bu söz modern “kimliklerin inşası” bağlamında önemli bir açıklama olmuştur. 1.2. TÜRK’ÜN KAVRAMSAL ÇERÇEVESİ “Türk” ne demektir? Bu kavram tarihte ilk kez ne zaman kullanılmıştır? Tarih boyunca “Türk” kavramı anlamsal olarak ne gibi değişimler yaşamıştır? Bu kavram tarih boyunca kimler için ve/veya hangi durumlar için kullanılmıştır? İşte bu başlık altında bu ve benzeri sorulara cevaplar aranacaktır. Çok sayıda tarihçi tarafından “Türk” diye adlandırılan kavimler Türk adıyla ya da değişik özel isimler veya hanedan isimleriyle çok sayıda devlet kurmuşlardır. Bazen hükümdar ailesinin idaresi altında çok farklı kavimler bir yönetim altında idare edilmiştir. Milli değerleri bütünlük oluşturan yani dini, dili, töresi çoğu zaman aynı; ancak isimleri farklı olmak üzere çok değişik isimler altında çok sayıda siyasi teşekkül oluşturmuşlardır. “Türk” milletinin, nüfusunun kalabalık olması, geniş coğrafî sahalara yayılmaları, farklı etnik özellikler taşımaları yanında farklı isimlerle bilinmeleri ve değişik isimler altında devletler kurmaları “Türk” tarihini bütün olarak öğrenmeyi ve İslamlaşmalarının bile anlaşılmasını zorlaştırmıştır. Ayrıca Türk kavimleri, eski ve yeni birçok milletle siyasi, ekonomik, dini ve kültürel yönden temasa geçmişler ve hatta çoğu komşu ya da farklı milletlerle iç içe yaşamışlardır. Bu da Türk’ün tanımlanmasının net bir şekilde yapılmasını ve bu anlamda kesin bir bilgiye ulaşmayı zorlaştırmaktadır. 45 Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk, s.105. 46 Risorgimento: 1750’den 1870’e kadar olan dönemi kapsayan, İtalya’da politik canlanma, birleşme ve özgürlük hareketi, “İtalyan Rönesanssı”nın adıdır. 47 Massimo d’Azeglio: 1798-1866 yılları arasında yaşamış, İtalyan devlet adamı, yazar ve ressam. 48 Gerard Delanty, Avrupa’nın İcadı, s.12. 19 Eski çağlardan bir tarihçinin “Türk dedikleri sonsuz bir millettir; çeşitli sınıflara ayrılır; kabilelerinin ve aşiretlerinin haddi ve hududu yoktur; bir kısmı mamurelere yakın çöllerde ve bozkırlarda otururlar”49 dediği ve İbn’i Haldun’un Türk diye adlandırılan kavimler için sayılarını yalnız Tanrı bilir50 diye ifade ettiği bir topluluğun ismi olan Türk’ün tarihini analiz etmek, anlamlarını belirlemek ve tarihi kökenlerini kesin bir dille açıklamak bu sebeplerden dolayı da oldukça güçtür. Bu durumun güçlülüğü, ileriki bölümlerde bilgilerin çeşitliliği bağlamında rahatlıkla görülecektir. Türk kavramı ve tarihi kökenleri hakkında yazılmış kaynaklarda çeşitli, birbirinden farklı bilgiler yer almaktadır. Bu bilgilerin farklı olmasının nedenleri arasında sosyal, siyasal, kültürel ve dini nedenler bulunmaktadır. Örneğin; İslamiyet’ten önce “Türk” kavramının tarihi kökenleri genellikle çeşitli mitolojik diskurlara dayanırken, Türklerin İslamiyet’i kabul etmeleri ile kökenlerini, kutsal kitapların yazdıklarına uygun izah yolarına gitmişlerdir.51 Bu durum “Türk” adının anlamı konusunda da yaşanmıştır. Bu konuda çeşitli kaynaklarda çeşitli nedenlerden dolayı bu kavramın anlamı farklılaşabilmektedir; ancak özellikle kavramın tarihi kökenleri hakkındaki dini, sosyal ve siyasal sebeplerden dolayı değişmelerin olmasına rağmen bilimsel anlamda özellikle “Türk” adının ilk kez kullanıldığı zaman ve hangi durum için kullanıldığına dair kesin kaynaklar da yok değildir. Bu başlık altındaki alt başlıklarda konuya göre önce o başlığın kapsamı dâhilindeki var olan iddialar, bu iddiaların kaynakları ve varsa karşı iddialar objektif bir biçimde ortaya konulacak ve daha sonra o konu ile ilgili ispatlanmış veya genel geçer yargılar yine kaynaklar dâhilinde verilip bu düzlemde doğru bir analiz yapılmaya çalışılacaktır. Bu bağlamda bu konuyu Türk’ün tarihi kökenleri ve Türk’ün anlam dünyası olmak üzere iki başlık altında incelemek doğru olacaktır. 49 Bekir Biçer, Türklerin İslamlaşma Süreci, Akçağ Yayınları, Ankara, 2007 s.28. 50 İbn Haldun, Mukaddime, (Çeviri: Zakir Kadiri Ugan), Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1990, s.154 51 Tuncer Başkara, Türk Kültür Tarihine Bakışlar, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara, 2009, s.31. 20 1.2.1. Türk’ün Tarihi Kökenleri Yerli ve yabancı kaynaklarda “Türk” sözcüğünü karşılayan çok fazla isim olduğu iddia edilmektedir. Bunlar Türkçe, Çince, Yunanca ve Soğdca52 gibi değişik dillerde ve türlü alfabelerle yazılmıştır. Bazen başka dillerde yazılmış kaynaklarda da aynı adı teşhis etmek mümkün olabilmektedir veya çoğu yazara göre bu değişik isimlerde “Türk” kavramının ilk yazılış biçimini veya kökenini ifade etmektedir. Yukarıda da bahsedildiği gibi “Türk” kavramının tarihi kökenleri hakkında çeşitli iddialar bulunmaktadır. Özellikle erken dönem İslam tarihçileri ve coğrafyacıları “Türk” olduğu düşünülen kavimlerin isimlerini belirlemek, bu isimlerin kökenini tespit etmek noktasında çok zorlanmışlardır; Batılı bilim adamları ise, bu bilgileri çoğu zaman saptırarak ciddi anlamda bilgi kaymalarına neden olmuştur.53 Türk’ün tarihi kökenleri yönündeki iddialar arasında en kesini Türk’ün, ilk olarak miladın 6. yüzyılın ortalarında Gök-Türkler tarafından kurulmuş olan devlet (552-744) ile ortaya çıktığı kabul edilmekte ve buna göre “Türk” adı ilk olarak Çin yıllığı Çou-şu’da, Gök-Türk birliğini göstermek üzere, 542 yılında ve Batı Wei İmparatoru T’ait-tsu tarafından Gök-Türk Kağan’ı Bumin’e elçi gönderilmesi münasebetiyle de 545 yılında görünmektedir54; ancak Çin yıllığı Çou-şu’da geçen Türk’ün yazılışı şimdiki gibi değildir. Çinliler bu yüzyılda bu adı Tü-küe biçiminde yazdıklarından, törük-türük’den geçerek Türk şeklini aldığı kabul edilmektedir ve Çincedeki “Tü-küe” şekli, Türk’ün bilinen en eski yazılışıdır55; ancak bu, konu ile ilgili başka iddiaların olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. İleriki bölümlerde de değinileceği gibi çeşitli iddialar mevcuttur. Bu iddialar şimdilik birer tez/teori aşamasındadır ve henüz kesin bir bilgi haline gelmemişlerdir. Bunların neden teori/tez aşamasında olduğu veya bu aşamada kaldığı da ilerideki bölümlerde dil 52 Soğdca ya da Soğdakça, Orta Asya’da Soğdların kullandıkları Hint-Avrupa dil ailesine bağlı, İran kökenli antik bir dildir. 53 Bekir Biçer, Türklerin İslamlaşma Süreci, s.27. 54 Bozkurt Güvenç, Türk kimliği: Kültür Tarihinin Kaynakları, Boyut Matbaacılık A.Ş., İstanbul, 2008, s.29. Tuncer Başkara, Türk Kültür Tarihine Bakışlar, s.9., Tuncer Başkara, Türk Kültürü, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2003, s.41., Cemal Anadol, Fazile Abbasova, Nazile Abbaslı, Türk Kültür ve Medeniyeti, Bilge Karınca Yayınları, İstanbul, 2008, s.63. ve Cemal Anadol, Tarihe Hükmeden Millet: Türkler, Bilge Karınca Yayınları, İstanbul,2006, s.29. 55 Tuncer Başkara, Türk Kültür Tarihine Bakışlar, s.9. ve Cemal Anadol, Fazile Abbasova, Nazile Abbaslı, Türk Kültür ve Medeniyeti, s.41. 21 bilim bağlamında açıklanacak ve bu bağlamda “Türk”ün bilinen en eski yazılış biçiminin “Tü-küe” olduğu nedenleri ile beraber tekrardan ileride değinilecektir. Hilkat efsanesine ait bir Sümer ilahisinde yerle gök yaratıldıktan sonra ikisinin arasında üçüncü bir unsur olarak “insan cinsi”nin yaratıldığından bahsedilir ve bu ilk insan cinsi Sümerlilerden ibaret gösterilir.56 Milâddan üç bin ve zamanımızdan beş bin yıl evvel insanlığın hududunu milliyetle57 tahdid eden bu çok eski telakki, bundan on iki asır evvel dikilen Orhon58 abidelerinde de aynen devam etmektedir. Bu kitabelerde: “Yukarıda mavi gök, aşağıda kara yer yaratılınca ikisinin arasında insanoğlu yaratılmıştı. İnsanoğullarının üzerine benim atalarım Bumin Hakan’la İstemi Hakan hükümdar olmuş; hükümdar olunca Türk milletinin devletini, kanununu idare edivermişler, tanzim edivermişler…”59 Burada Türk’ün yaratılışına, Hilkat efsanesine ait bir Sümer ilahisindeki gibi insanlığın yaratılışına atıf yapılmıştır. Yukarıdaki süreci anlatan İsmail Hami Danişmend şu şekilde bir analiz yapmaktadır: “Tıpkı yukarıda Sümer telakkisinde olduğu gibi, bu Gök-Türk telakkisinde de “İnsan” demek, yalnız “Türk” demektir ve yerle gök arasındaki Türklük, menşe itibariyle hilkat devirlerine dayanan bir tabiat unsurudur. Bu unsurun dört cihetteki hududu “kop yağı = hep düşman” la çevrilmiştir. Bu surette düşmanlar insanlık, yani Türklük hududu haricinde bırakılmış demektir.”60Yani ayrım, Türk olarak var olan insan ve insan olamayan düşmanlar olarak yapılmaktadır. Türk kavramının Gök-Türkler zamanında bir ırkın mı, milletin mi, yoksa bir kavmin mi ismi olarak kullanıldığı sorusu bakımından Danişmend şu çıkarsamayı yapmaktadır: “Orhun abidelerinde “budun”61 kelimesinin hem “ırk”, hem “millet” 56 İsmail Hami Danişmend, Türklük Meseleleri, s.25. 57 Bu dönemlerde millet, milliyet hatta ulus kavramları modern anlamda, bilincine varılmış olgular değildir. Bugünden bakıldığında modern bir ayrım içerisinde yerlerinin takdis edilmesi bağlamında bu tür bir kullanımları vardır. 58 Kitabelerin ismi bazı kaynaklarda Orhon bazılarında ise Orhun diye geçmektedir. Bu çalışmada alıntı yapılan kaynak ne şekilde bir isimlendirme yapmışsa alıntı yapılan kaynağın yazarına riayet edilip, kaynaktaki gibi aynen gösterilecektir. 59 İsmail Hami Danişmend, Türklük Meseleleri, s.25. 60 İsmail Hami Danişmend, Türklük Meseleleri, s.25. 61 Orhun Yazıtlarında bodun biçiminde rastlanılan sözcüğün 8. yüzılda boy ve millet/ulus anlamında kullanıldığı düşünülmektedir. Yani töre, dil ve kültür bakımından bir olup soyca birbirine bağlı olduğu düşünülen insanlar topluluğu, halk anlamlarına gelmektedir. 22 manalarında kullanılmasının sebebi nedir? Bizce bu nokta “millet” mefhumundaki “camia” fikrinin bir “hakim ırk” esasına istinat etmesiyle izah edilebilir. Zaten geçen asırlardan beri muhtelif müsteşriklerin bu sahadaki tetkikleri de hep bu neticeye varmaktadır. Mesela meşhur Leon Cahun’ü ele alırsak, bunda o zamanki Gök-Türk sosyetesinin milliyet bakımından şöyle bir tarifini görürüz: “Türk milleti bu vaziyette adedi ırkî bir karabetle mahdud olmayan ferdlerle kabilelerden mürekkep bir camia şeklinde görülür; bu camia, herkese açık bir camiadır; bunu teşkil eden ferdlerle kabileler (Kagan = Hakan) denilen bir reisin etrafında toplanmıştır ve bu reisin iyi veyahud kötü idaresine göre azalıp çoğalır…”62 Bu bağlamda burada tanımı yapılan Türk, aynı yüzyılda, aynı topluluk içinde, nüfus sabit olduğu dönemlerde bile azalıp çoğalabilen bir topluluğun adıdır. Türk kavramının linguistik incelemelerine dönülecek olunursa; Çinlilerin yazdığı “Tü-küe” imlasının Türkçedeki tam karşılığının ne olacağı bu konu üzerine çalışanların en önemli uğraşlarından olmuştur. Türküt ve Türkü gibi önerilerin yanında, Gök-Türk yazıtlarında da geçen Türük imlası daha doğru olmalıdır ve Türük ise Törük’ün daha gelişmiş şekli olup, sonraki dönemde tek heceli Türk şeklini aldığı düşünülmektedir”63. Bu bağlamda Gök-Türk Yazıtları64 esas alınacak olursa, şu ifade doğru olacaktır: Gök-Türk kitabelerinde de geçen “Türük” şekli daha doğru olsa gerekir ve “Türük”ün daha eski şeklinin “Törük” olması gerekmektedir65 ve “Türk” adı da buradan türemiştir. Yukarıda değinilen nokta Türk kavramın nereden geldiğinden ziyade, bilinen, özellikle yazılı kaynaklarda ilk olarak nerede ve ne zaman kullanılmıştır ve ne gibi bir evrimsel süreç yaşamıştırın cevabıdır. Türk adının nereden geldiğine veya Türk 62 İsmail Hami Danişmend, Türklük Meseleleri, s.27. 63 Tuncer Başkara, Türk Kültür Tarihine Bakışlar, s.9. ve Nami Cem İyigün, Türklerin Etnik Kültürel ve Tarihi Kökleri, Papillon Yayınları, İstanbul, 2012, s.22. 64 1700’li yılların ortalarından itibaren Batılı ilim insanları Orhun yazıtlarını incelemeye koyuldular. Bir Fin ilim heyetinden sonra Ruslar da Radloff önderliğinde bölgeye bir ilim heyeti yolladılar. Elde edilen bulgular sayesinde Danimarkalı Türkolog Wilhelm Thomsen 1893 yılında kitabelerin dilini çözdü. Radloff ise 1895 yılında Petersburg Üniversitesi’nde, yaptığı çalışmalar sayesinde kitabelerin tercümesini yayınladı. Bu konuda daha fazla bilgi sahibi olmak ve bu süreç konusunda daha farklı bakış açılarını görmek için bkz: Ömer Baharoğlu, Oryantalizm, İslam ve Türkler, Toker Yayınları, İstanbul, 2006. 65 Cemal Anadol, Fazile Abbasova, Nazile Abbaslı, Türk Kültür ve Medeniyeti, s.41. 23 adının ortaya çıkışına dair bilgiler yukarıdaki gibi kesin değildir. Bu konuda çeşitli tezler mevcuttur. Bu tezler arasında en yaygını kutsal kitaplara atıf yapılandır. Kutsal kitaplara göre insanlığın atası “Adem”dir. Bu bilgi veya iddia insanlığın soyu ve yaratılışı ile ilgilidir; ancak yine kutsal kitaplara göre Nuh Peygamber döneminde yaşanılan tufan nedeni ile insanlığın ikinci atası Nuh Peygamber olduğu kabul edilir. Bu bağlamda bir “millet” veya “ırk” köken iddialarında da Nuh Peygamber’in soyuna ve dönemine atıf yapma gereği duyulmuştur. İşte bu gereksinimin bir tezahürü denilebilecek şekilde şu tez ortaya atılmıştır: “Mukaddes kitaplara göre Nuh Peygamber’in oğullarının adları: Ham, Sam, Yafes66’tir ve Yafes’in de “Türk” adında bir oğlu vardır, Nuh Peygamber, dünyayı oğulları arasında taksim ederken, Türklerin atası olarak kabul edilen, bu sonuncusuna (yani Yafes’e) Ceyhun (Amu) Nehri67 ötesindeki memleketleri vermiştir ve Türklerin ilk anavatanı burası iken Türk adı da Nuh Peygamber’in torunundan gelmektedir.”68 Yani Türk sözcüğü ve Türk soyu Nuh Peygamber’in en küçük oğlu olan Yasef’in Türk adındaki oğlunun soyundan ve isminden gelmektedir. Kaşgarlı Mahmut tarafından kaleme alınan Divan-i Lugat-it Türk’te ise “Türk” e dair ilk ibare Muhammet Peygamber’e atfedilen bir hadis ile geçmektedir. Hadiste: “Türk dilini öğreniniz; çünkü onlar için uzun sürecek egemenlik vardır; yine aynı eserde “yüce Tanrı, Türk adlı ordum vardır. Onları, Doğu’da oturttum, kızdığım ulusun üzerine onları saldırtırım,”69 diyerek “Türk”ün varlığını direk Tanrının isteğine bağlamıştır; ancak bu iddianın yanında Kaşgarlı Mahmut eserinde “Türk”ün soyunu Nuh Peygamber’in oğlu Yafes’e dayandırmaktadır.70 Bu iddia ileride de 66 Hikmet Kıvılcım, Dinin Türk Toplumuna Etkileri, Diyalektik Yayınları, İstanbul, 1996, s.21. 67 Afganistan'da güney Pamir'den Pamir ve Piyanc adlarını alarak doğar. Daha kuzeyde Vahş kolunu aldıktan sonra Ceyhun adını alır. Tacikistan ve Kuzeydoğu Afganistan sınırı oluşturduktan sonra geniş bir delta ile Aral gölüne ulaşır. Eski SSCB'nin Orta Asya kesiminin en uzun ırmağı, Vahş ve Pyanc ırmaklarının birleşmesiyle oluşur. Kuzeybatı yönünde akarak Aral gölüne dökülen ırmak, Tacikistan ve Afganistan arasındaki sınırın bir bölümünü çizer. Uzunluğu 1.415 km'dir. Ama Doğu Pamirlerden doğan en uzun kolu Deya-yı Vahjır'ın kaynağından başlayarak ölçüldüğünde uzunluğu 2.540 km'ye ulaşır. 68 Tuncer Başkara, Türk Kültür Tarihine Bakışlar, s.29., Cemal Anadol, Fazile Abbasova, Nazile Abbaslı, Türk Kültür ve Medeniyeti, s.63., Cemal Anadol, Tarihe Hükmeden Millet: Türkler, s.29. ve Mehmet Dikici, İdari Sosyal Kültürel Değerleriyle Türkler, Ufuk Ötesi Yayınları, İstanbul, 2008, s.53. 69 M. Şakir Ülkütaşır, Büyük Türk Dilcisi: Kaşgarlı Mahmut, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1971, s.50. 70 M. Şakir Ülkütaşır, Büyük Türk Dilcisi: Kaşgarlı Mahmut, s.94. 24 değinileceği gibi bir etnik topluluğun dininin ne olduğu, kökeninin ne olduğu iddiasını etkilemektedir. Kaşgarlı Mahmut bu iddiasını şu şekilde ifade etmektedir: “Talih güneşinin Türklerin Burcunda doğduğunu ve Cenab-ı Hakk’ın Türk Hakanlığını göğün felekleri arasına yerleştirdiğini, onlara “Türk” dediğini ve egemenlik verdiğini, onları tüm beşeriyete memur ettiğini, doğruluğa yönelttiğini, onlara katılanları ve onlar adına çabalayanları güçlendirdiğini böylece istedikleri her şeyi elde ettiklerini ve çapulcuların rezilliğinden kurtulduklarını idrak ettim – (ve anladım ki) akıl sahibi her insan onlara katılmalıdır; aksi halde onların ok yağmuruna maruz kalır. En iyisi gönüllerini almak, kulaklarına eğilmek suretiyle onlara yanaşmak ve onlarla kendi dillerinde konuşmaktır. Hasımlarından birisi onların tarafına geçerse, onu diğerlerinin hışmından korurlar; başkaları da onunla birlikte iltica edebilir ve böylece kötülüğe maruz kalma konusundaki tüm korkular bertaraf olur.”71 Kaşgarlı Mahmut’un bu açıklaması “Türk” kavramının veya Türklerin nereden geldiği sorusuna bilimsel olmasa da söylemsel bakımdan en net açıklamadır. Kaşgarlı Mahmut linguistik veya etimolojik araştırmalar yapmak yerine dünyanın merkezine ilahi olanı kendisine atfederek bir “Türk” tanımlaması yapmaktadır. Kaşgarlı Mahmut bu tanımlamasını kendi argümanları ile şu şekilde açmakta ve hem İslami hem de tarihi bir analiz yapmaktadır: “Türk, Allahın selamı üzerine olsun Nuh’un oğlunun adı. Hel etâ ale’l-insâni hinun mine’d-dehr (“insanın üzerinden ‘henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı’ uzun bir süre geçmedi mi?”72 [k.76:1]) ayetinde Adem’in (s.a.v.) adı nasıl “insan” olarak geçiyorsa, Allah, Nuh’un oğlu Türk’ün evlatlarına seslenirken de bu adı kullanır. Bu ayette genel bir ad (isim) bir kişi (vâhid) için kullanılmıştır. Legad halagne’l-insâne fi ahseni tagvimin sümme radadnâhu esfele sâfilin ille’lezine âmenû ve amilû’s-salihât (“Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağılarının aşağısına çevirdik. Yalnız inanıp iyi iş yapanlar hariç…”73 [k.95: 4-6]) ayetindeki kullanımda bir topluluk adıdır. (ism-i cem’), zira kimse bu sözcüğün kapsamı dışında değildir. Aynı şekilde Türk, Nuh’un 71 Kaşgarlı Mahmut, Dîvânü Lugâti’t-Türk, (Çeviri, Uyarlama, Düzenleme: Seçkin Erdi, Serap Tuğba Yurteser), Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2005, s.11 72 Kaşgarlı Mahmut burada Kur’an-ı Kerim’in İnsan Suresinin 1. ayetinden bahsetmektedir. 73 Kaşgarlı Mahmut burada Kur’an-ı Kerim’in Tin Suresinin 5 ve 6. ayetlerinden bahsetmektedir. 25 oğlunun adı olduğunda bir tek kişiyi bildirir. Oğullarının adı olduğunda “insan” (elbeşer) sözcüğü gibi bir topluluğu ifade eder, çoğul veya tekil olarak kullanılır. Aynı şekilde Rûm adı İshak’ın (s.a.v.) oğlu Esav oğlu Rûm’un adıdır. Oğulları da bu adla anılmıştır.”74 Kaşgarlı Mahmut “Türk”ün dünya üzerindeki görevi bağlamında bir açıklama yaparken kökeni direk Tanrıya bağlamakta ve ismi açıklarken Nuh peygamberin nesline dayandırmaktadır. Kaşgarlı Mahmut görevsel manada iddialarından vazgeçmemekte çeşitli biçimlerde bunu dile getirmektedir: “Biz diyoruz ki, Türk, Allah’ın verdiği bir addır. Bize ehli mübarekten Şeyh ve İmâm el-Hüseyin ibn Halef el Kaşgarî dedi, ona da İbn el-Gargi demiş: İbn Ebi’d-Dünya diye tanınan Şeyh Ebû Bekr el-Mugide’lCercerânî’nin Ahir Zamana Dair (el-mûellef fî âhiri’z-zaman) adlı kitabında aktardığı ve isnat zinciri Peygambere (s.a.s.) dayanan bir hadise göre Allahü Teâlâ: “Benim bir ordum vardır. Ona Türk adını verdim. Onları doğuya yerleştirdim. Bir halka kızarsam, Türkleri o halk üzerine musallat kılarım” diyor. İşte Türklerin bütün mahlukattan üstünlüğü şudur: Cenab-ı Hak onlara isim vermeyi kendi üzerine almıştır; onları arzın en yüce ve en havadar yerine yerleştirmiştir; onlara kendi ordum demiştir. Bunun yanında onları güzellik, zariflik, incelik, terbiye, hürmet, büyüklere saygı, sadakat, tevazu, haysiyet ve cesaret gibi her biri sayısız methi mazur gösterecek erdemlerini zikretmeye gerek yoktur,”75 demektedir. Türklerin Müslüman olmadan önce de köklerini bir kardeşlik bağına atfettikleri bilinir. Bu bağlamda klasik bir görüş olan Türklerin İslamiyet’ten önceki dini-inancı Şaman’dı anlayışı ile bu mantığı analiz etmeye çalışıldığında Şaman inancının bazı özellikleri ile karşılaşıldığı görülür. Şamanlık eski kandaş toplum inancı olduğu ve gens kaynağına dayandığı bilinir, uygarlığın Güney Asya’da baş göstermesinden önce, güney coğrafyasının Şamanî kültürlerinin uygarlık dinlerinin oluşumunda etkisi de ortaya çıkmaktadır.76 Türklerin kökeninin hem İslam öncesinde hem de İslam ile beraber bir kardeşlik bağına ve insanlığın ilk kökenlerine atfedilmesi mantığının bu Şamanlık anlayışının bir parçası olduğunu söylemek pek de aykırı bir söylem olmayacaktır; çünkü alıntı yapılan çalışmanın sahibi Ümit 74 Kaşgarlı Mahmut, Dîvânü Lugâti’t-Türk, s.606. 75 Kaşgarlı Mahmut, Dîvânü Lugâti’t-Türk, s.606. 76 Ümit Hassan, Eski Türk Toplumu Üzerine İncelemeler, Alan Yayıncılık, İstanbul, 2010, s.42. 26 Hassan bu çalışmanın devamında şu şekilde bir analiz yapmıştır: “Şamani Asya’nın tarih öncesi özellikleri, uygarlaşan Hind ve Çin’e bir “ilk” ortam olmuş; uygarlık potasında gelişen yeni ve gerçek dinler söz konusu uygarlıkların genel ve özgül yapılarını yansıtır bir hüviyete bürünmüş ve zamanla kandaşlık-uygarlık ilişkileri içerisinde yeni inanç sızmaları gerçekleşmiştir. Kandaşlık-uygarlık inanç alışverişinde çoğu zaman unutulan ama hele Asya için çok daha açık biçimde izlenebilecek olan olay, uygarlığın ilk meydana gelişi sırasındaki kandaşlık inançlarının silinmemiş izleridir.”77 Bu ifade ile görülüyor ki Asya’daki dinlerin ve uygarlıkların hatta insanlığın merkezi olması mantığı Müslüman olduktan sonra Türklerin kökeninin de bir kardeşlik bağına atfedilmesinin önemli bir unsuru olmuştur. Hassan bu çalışmasının devamında El Biruni’ye atfettiği bir analizinde de Şaman olma durumunun bir temel olduğunu, yeni inançlarının kökenini oluşturduğunu ifade etmektedir. Hassan bu bağlamda şunları ifade etmektedir: “El Biruni’nin, insanların önce hep şaman oldukları, “arzın şarkî kısımlarını işgal ettikleri”, yani inanç sistemlerinin belirgin kökeninin Asya’da aranması lazım geldiği; uygarlık platformunun kandaşlığı etkilemesinden önce “asl” olarak kandaş toplulukların bulunduğu, hep Şamani olduğuna dair yargısını kesin bir dille kaleme almıştır.”78 Bu ifade de bizim konumuz bağlamında Türk’ün kökenini İslam öncesi Şamanlığa, İslam sonrasında ise Nuh Peygamber’e atfedilmesi, Türk’ün kökeninin insanlık tarihi kadar eski olduğu inancı ile bağdaştırılabilir. Bu bağlamda Türk’ün kökeninin Hz. Adem’den sonra insanlığın ikinci atası olarak bilinen Nuh Peygamber’in oğullarına yani insanlığın atasına bir kan bağı yoluyla atfedilme çabası ve toprak olarak da Asya’nın seçilmesi belli bir tarih anlayışın sonucu olduğu söylenebilir. Geçen asırlarda birçok bilim insanı Türk adının nereden geldiğine ve ilk kez kimler tarafından kullanıldığına dair çalışmalar yapmıştır. Bu bağlamda, bu çalışmaları derleyen ve bu konu üzerine çalışan İbrahim Kafesoğlu yaptığı araştırmalar sonucu elde ettiği bilgi demeti ile şöyle bir çıkarsama yapmaktadır: “Herodotos’un Doğu kavimleri arasında zikrettiği Targita’lar, “İskit” topraklarında oturdukları söylenen “Tryrkae”ler, kutsal kitap Tevrat’ta adı geçen, Yafes’in 77 Ümit Hassan, Eski Türk Toplumu Üzerine İncelemeler, s.43. 78 Ümit Hassan, Eski Türk Toplumu Üzerine İncelemeler, s.43. 27 torunu79 Togharma, eski Hind kaynaklarında tesadüf edilen Turukha (veya Turuşka)’lar, eski Ön Asya çivi yazılı metinlerinde görülen Turukku’lar, Çin kaynaklarında M.Ö. 1. bin içinde rol oynadıkları belirtilen Tik (veya Di)’ler ve hatta Troia’lar v.b. bizzat Türk adını taşıyan Türk kavimleri sanılmıştır.”80 Bu kaynakların dışında da Türk isimlerinin arandığı kaynakları araştıran Kafesoğlu: “İslam kaynaklarında ayrıntılı şekilde nakledilen, İran menşeli Zend-Avesta rivayetleri ile İsrail menşeli Tevrat rivayetlerinde “Türk” aranmış Nuh Peygamber’in torunu (Yafes’in oğlu) Türk de (Taberi, Mes’udi, İbn’ül Esir, İbn Hurdadbih, Gerdizli, Kaşgarlı Mahmud v.b.) veya İran rivayetlerindeki hükümdar Feridun (Thraetaona)’un oğlu Tûrac veya Tûr (Turan, buradan gelir) da Türk adını taşıyan ilk kavim oldukları iddia edilmiştir. Kafesoğlu çalışmasında bu bilgileri verdikten sonra bu bilgilerin bilimsel olarak doğrulanmadığını, arkeolojik çalışmalar ve kültür tarihi tetkikleri sonuçlarına aykırı düştüğünü ayrıca “linguistique” bakımından da doğruluğunun tespit edilmediğini vurgulamaktadır.81 Kafesoğlu son olarak bu bilgileri verip antitezini sunduktan sonra yukarıda da bahsedildiği gibi kökeni GökTürk’lere dayandırmaktadır. Bu bağlamda Kafesoğlu Türk adının tarihi kökeni hakkında şu sonuca varmaktadır: “Türk adının M.Ö.’ki asırlarda dahi bugünkü telaffuzu ile yani tek heceli olarak söylenmiş olması gerekirdi, hâlbuki adın tek heceli duruma Gök-Türk çağında (M.S. 6.-8. asır) geçmekte bulunduğunu Orhun Kitabeleri82 göstermektedir. Bu bağlamda Orhun abidelerinde geçen “Türk” kavramına kısaca değinilmesi ve hangi durumlar için kullanıldığının bilinmesi önemlilik arzetmektedir. Orhun Abideleri83 Kül Tigin Abidesi, Bilge Kağan Abidesi ve Tonyukuk Abidesi olmak üzere üç abideden oluşmaktadır. Orhun Abideleri’nin Kül Tigin bölümünde şöyle bir 79 Kafesoğlu burada Yafes’in torunu Togharma diye almış ancak; Türklerin atası birçok kaynakta Nuh Peygamber’in torunu, Yasef’in oğlu Türk’den geliyor diye geçmektedir. 80 İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ötüken Neşriyat A.Ş., İstanbul, 2007, s.43. 81 İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s.43. 82 Bu bağlamda Orhun Kitabeleri’nden daha fazla bilgi almak, orijinal metni, eski Türkçe ve yeni Türkçe ile okunuşunu görmek için bakınız: Muharrem Ergin, Orhun Abideleri, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 2008. 83 8. yüzyıl Gök-Türk Abidelerini keşfeden, bu yazıtlarda eski Türk runik alfabe ile yazılmış en eski Türkçe metni ilk defa çözen W. Thomsen, Türk Lehçeleri lûgatını yazan W. Radloff ve Orta Asya Türk kavimleri üzerinde en etkili eserleri yayımlayan V. Barthold’dur. Bu konuda daha detaylı bilgi sahibi olmak için bkz: Halil İnalcık, “Hermenötik, Oryantalizm, Türkoloji”, Doğu Batı, sayı:20, 2002, s.13-39. 28 ifade geçmektedir: “fakir milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım. Yoksa bu sözümde yalan var mı? Türk beyleri, milleti, bunu işitin Türk milletini toplayıp il tutacağını burada vurdum.”84 Bilge Kağan abidesinde ise “insanoğlunun üzerine ecdadım Bumin Kağan, İstemi Kağan oturmuş. Oturarak Türk milletinin ilini, töresini tutu vermiş, düzene soku vermiş. Dört taraf hep düşman imiş. Ordu sevk ederek dört taraftaki milleti hep almış, hep tabi kılmış.85 Tonyukuk Abidesinde ise “Bilge Tonyukuk ben kendim Çin ilinde kılındım Türk milleti Çine tabi idi. Türk milleti hanını bulamayıp Çin’den ayrıldı, hanlandı. Hanını bırakıp Çine tekrar teslim oldu. Tanrı şöyle demiştir: Han verdim, hanını bırakıp teslim oldun. Teslim olduğun için Tanrı öldürmüştür. Türk milleti öldü, mahvoldu, yok oldu.”86 Bu metnin devamında ise Tonyukuk’un nasıl “ölmüş millet”i dirilttiği anlatılıyor. Bu alıntılar dâhilinde Orhun Abidelerini genel manada değerlendirecek olursak, özellikle Türk milletinde bahsedildiğini, tarih içinde bu Türk milletinin başından neler geçtiği ve nasıl bir milletsel özellik taşıdıkları anlatılmaktadır. Bu kitabelerde ad “Türk”; fakat daha çok “Türük” şeklinde kaydedilmiştir. Nitekim adın Çince transkripsiyonu da iki hecelidir: Tü-küe (Çincede “r” sesi yoktur). Son araştırmalar “Türk” kelimesinin 6.-8. asırlardan önce çift heceli söylendiği, daha eskiden “Törük” şeklinde olabileceği belirtilmiştir.87 Bu dönüşüm/evrim sürecine daha önceden de değinilmişti. İslam’ın risaleti vuku bulmadan önceki Arapça eserler içinde “Türk” adının ilk geçtiği yer olarak Cahiliye Devri’nin meşhur Arap şairi Al-Nabiga al Zubyani’nin Divan’ı gösterilmiştir. Buna göre, Arapça yazılmış eserler arasında “Türk” adının ilk defa 6. yüzyılın sonlarına doğru zikredilmiş olduğu kabul edilir.88 Burada da aynı şekilde Kafesoğlu ve diğer bu konu üzerine çalışma yapan bilim insanları gibi 6. yüzyıl civarı bir tarihi belgeye atıf yapılmıştır. Bizans literatüründe ise Türklerin eski Troya’lılarla münasebete getirilmiş olması dikkat çekicidir. Bu husus İstanbul’un fethinden sonra İtalya’ya giden 84 Muharrem Ergin, Orhun Abideleri, s.7. 85 Muharrem Ergin, Orhun Abideleri, s.33. 86 Muharrem Ergin, Orhun Abideleri, s.65. 87 İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s.43. 88 Cemal Anadol, Tarihe Hükmeden Millet: Türkler, s.34. 29 Bizanslı Theodor Gazes ile İtalyan hümanisti F. Filelfo arasında teati denilen mektuplarda görülür. Bu mektuplardan anlaşılıyor ki 10. yüzyıl Türkleri eski Troyalıların89 neslinden sayılmaktadır.90 Bizans kaynaklarında “Türk” adı ilk defa Gök-Türk dolayısıyla Aghatias tarafından zikredilmiştir.91 Bazı kaynaklarda ise Osmanlı Devleti’nin “Türk” adını, göçebe Türkmenlerle Yürükler için, daha sonraları kaba-saba Türkçe konuşan Anadolu köylüleri ile taşralılar için kullandığı92 anlatılmaktadır. Bu da kavramın isimden ziyade sıfat olarak kullanılması durumuna işaret etmektedir. Türkçe konuşan Anadolu halkına, Türkiye (Turchia) adı Haçlı seferleri sırasında Batılılarca verilmiştir; Barbarrosa (Haçlı) Seferi’nin, 1090 yılına ait Ansbert Günlüğü’nde, “Turkhia” ya da “Turkhia” adına yer verilmiştir93. Buradan da anlaşıldığı gibi Türkler binli yıların başında Anadolu’da yaşamakta ve Batılılar tarafından da tanınmaktadır. 1.2.2. Türk’ün Anlam Dünyası Türk kavramının anlamı, Türk kavramının tarihsel kökenleri kadar, hatta ondan daha fazla çeşitlidir. Bu çeşitliliğin en önemli sebepleri, kullanıldığı yere göre zaman zaman faklı anlamlarda kullanılmaları, araştırma yapan kişinin araştırması sonucu elde ettiği verileri analiz biçimi ve tarihsel olarak kavramın linguistik olarak geçirdiği evrimsel süreç olarak gösterebiliriz. Türk kavramının anlamını araştırırken kesinlikle ilk bakılması gereken kaynakların başında Çin kaynakları gelmektedir; çünkü Türklerin yaşadığı bölgelerin Çinlilerin yaşadığı topraklara yakın olması, bilinen tarih içinde Türkler ve Çinlilerin sürekli etkileşim içinde olmaları önemli sebeplerdendir. Ayrıca Çinlilerin daha önceden yerleşik hayata geçmeleri, yazılı kaynaklarının çok eski tarihlere gitmesi de önemli nedenlerdendir. Bu bağlamda Çinlilerin yazdığı “Tü-küe” imlasının Türkçedeki tam karşılığının ne olacağı eskiden beri incelenmiş ve araştırılmıştır. 89 Bu konuda İbrahim Kafesoğlu’nun çalışması sunulmuş ve aksi yönde verilere ulaştığı vurgulanmıştı. 90 Cemal Anadol, Tarihe Hükmeden Millet: Türkler, s.34. 91 Cemal Anadol, Tarihe Hükmeden Millet: Türkler, s.35. 92 Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği: Kültür Tarihinin Kaynakları, s.22. 93 Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği: Kültür Tarihinin Kaynakları, s.22. 30 Türküt (P. Pelliot) ve Türkü (R. Clauson) teklifleri yanında, Gök-Türk yazıtlarında da geçen Türük imlası daha doğru olmalıdır, bu imla analizinden sonra Türük ise Törük’ün daha gelişmiş şekli olup, sonraki dönemde tek heceli Türk şeklini alacaktır. Bu bağlamda Törük >Türük şeklinde türemek fiilinden, “türemiş, var olmuş” anlamları seziliyorsa da Türk doğrudan kelime olarak, Uygur Çağı’nda güç, kuvvet, kudret anlamındadır.94 Yine burada Türk kavramının isimden çok bir sıfat olduğuna işaret edilmektedir. Büyük Gök-Türk Devleti ile “Türk” adının tarihlerde yer alışı, Çinlilerde “Tu-kiu”, Bizanslarda ise, “Turkoi” şeklinde adlandırılmıştır. Teu-kiue, Çin kaynaklarına göre Türk dilinde “miğfer” demektir.95 Cins ismi halinde çok eskiden beri Türkçede mevcut olması gereken “Türk” kelimesinin “Altaylı” (Seyhun ötesi, Tûranlı) kavimleri ifade etmek üzere 420 tarihli bir Pers metninde, daha sonra, yine cins ismi olarak, 515 yılı hadiseleri dolayısıyla “Türk-Hun” (kuvvetli Hun) tabirinde zikredildiği bildirilmektedir; fakat “Türk” kelimesini Türk devletinin resmi adı olarak ilk kullanan teşekkül Gök-Türk imparatorluğudur. Bütün bunlar “Türk” adının belirli bir topluluğa mahsus “ethuique” bir isim olmayıp, siyasi bir ad olduğunu ortaya koymaktadır96. İleride de yeri geldiğinde değinileceği gibi Türk isminin sıfatsal kullanımı mevcuttur. Hatta bu kullanımın doğru ve asıl kullanım olduğu, Türk kavramının bir sıfat olduğuna dair iddialar da mevcuttur. Bu iddialara ve hangi durumlarda kullanıldığına yukarıda değinildi ve ileride özellikle Türklerin İslam’a girdikten sonra Doğu ve Batı’da nasıl kullanıldığı hakkında analizler yapılırken de daha detaylı ve sebepleri bağlamında değinilecektir. Türk adına gerek kaynaklarda, gerek araştırmalarda türlü mânalar verilmiştir: T’u-küe (Türk)= miğfer, Trk (Türk)= terk edilmiş; Türk=olgunluk çağı; Takye= deniz kıyısına oturan adam; cezb etmek v.b. gibi. Geçen asırda A. Vambery’nin (1879) ilmi izaha doğru ilk adım olarak kabul edilen fikrine göre Türk” kelimesi “türetmek”ten çıkmıştır. J.Deny (1939)’de bu fikirdedir. Ziya Gökalp (1923), adı 94 Tuncer Başkara, Türk Kültür Tarihine Bakışlar, s.10. 95 Cemal Anadol, Tarihe Hükmeden Millet: Türkler, s.35. 96 İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s.45. 31 “türeli” (kanun ve nizam sahibi ) diye açıklamıştır. W. Barthold (1927)’un düşüncesi de buna yakındır.97 Kelimenin Törük>Türük>Türk şeklinde gelişmesini mümkün görmeyen ve bir kabile adı da olmadığını belirten G. Deorfer (1965)’e göre, Orhun Kitabesi’ndeki “Türk” tabiri daha ziyade “devletin esas halkını teşkil eden millet” (Staatsvolk) mânasına gelmektedir; fakat “türk” sözünün cins isim olarak “güç-kuvvet” (sıfat hali ile: Güçlü-kuvvetli) mânasını taşıdığı 1911’de neşredilen eski bir Türkçe vesikadan anlaşılmıştır.98 Burada geçen “türk” kelimesinin millet adı “Türk” sözü ile aynı olduğu A.V. Le Coq tarafından ileri sürülmüş (1912) ve Gök-Türk kitabesinin çözücüsü W. Thomsen99 tarafından da kabul edilen (1922) bu görüş, daha sonra G. Nemeth’in araştırmaları ile (1927) kesinlik kazanmıştır. Türk kelimesi “semantique” olarak meydana çıkmış, şekil almış100, gelişmiş, çok gelişmiş, kuvvet(li) mânalarını kazanmış olmalıdır101. Bazı Çin kaynaklarına göre “Türk” deyimi ünlü Aşına ailesine mensup olduğu kabileyi tavsif etmekte idi.102 Buradan da anlaşıldığı gibi “Türk” ün sıfat olma durumu ile ilgili de ciddi araştırmalar mevcuttur ve bu araştırmalar devam etmektedir. Köktürk103 kitabelerinde de geçen “Türük” şekli, daha doğru olduğu iddia edilir. “Türük” ün daha eski şeklinin “Törük” olması gerekir. Bu şekli ile kelime “Türemek” den gelmiş olsa ki104 türeyen, var olan, canlı yaratık anlamlarını taşımakta idi. Törük’den Türk’e doğru kelime, Türkçenin kurallarına göre gelişirken anlam bakımından da gelişmiştir. Artık “Türk”, 8. yüzyıl Uygur Türkçesinde görüldüğü gibi, kuvvet anlamında iken, Kaşgarlı çağında, olgunluk, kemâl mânasına gelmiştir.105 Burada bir ayrıntıyı gözden kaçırmamak gerekir. Bu paragrafta, var olan bir ırkın isminin anlamı veya anlamları üzerine araştırmalar ve analizler yapılmış ve 97 Nami Cem İyigün, Türklerin Etnik Kültürel ve Tarihi Kökleri, s.22. 98 Burada kastedilen vesika ya da vesikalar Uygur vesikaları ve Kutadgu-Bilig’de verilen manalardır. 99 Orhun Abidelerinin çözüm sürecini ve dünyada yarattığı yankıları daha detaylı öğrenmek için bkz: Ömer Bahar Baharoğlu, Oryantalizm, İslam ve Türkler, s.126-138. 100 İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s.44. 101 Nami Cem İyigün, Türklerin Etnik Kültürel ve Tarihi Kökleri, s.24. 102 İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s.45. 103 Bazı kaynaklarda eski Türkçede gök, kök diye yazıldığı için Gök-Türk yerine Köktürk ifadeleri kullanılmaktadır. 104 Tuncer Başkara, Türk Kültürü, s.41. 105 Tuncer Başkara, Türk Kültür Tarihine Bakışlar, s.10. ve Tuncer Başkara, Türk Kültürü, s.42. 32 bu düzlemde linguistik teoriler/tezler ortaya atılmıştır; ancak bundan önceki paragrafta ve diğerlerinde de “Türk” ün bir milletin, kavmin isminden ziyade “Türk” bir sıfattır denmektedir. Bu bağlamda bu ayrımı gözden kaçırmamak gerekmektedir. Hassan, İslam öncesi Türk tanımını yaparken anlamsal bir çerçeve yapmaktan ziyade şu şekilde bir açıklama yapmaktadır: “Türk, çok eski devirlerde bir kabile toplumu, davranış ve inanç bütünleşmesine dayanan bir örgütlenmenin adıdır; bu örgütlü yapı, eşitlikçi, dayanışmacı, hoşgörülü bir hayat tarzıdır ve kandaş kabile toplumudur”106 demektedir. Bu bağlamda Hassan, Türk’ü kandaş bir kabilenin ismi olarak algılamakta ve o soydaşların faaliyetleri bağlamında değerlendirmektedir. Türk kavramının hem sıfatsal kullanımı geliştirmek hem de daha farklı bir açı oluşturmak için Şerif Mardin’in analizini incelemek gerekmektedir. Bu konuda Mardin, önce Ali Şir Nevai’nin 6. yüzyılda Türk dilinden bahsettiğini, bunu Türkleri birleştirmek için bir vasıta olmasından dolayı gurur duyduğundan bahsederken, özellikle 13. yüzyıla kadar Batı’da ise “Germenlik” ve “İngilizlik” şuuruna hiçbir şekilde rastlanmadığından söz etmektedir. Bu bağlamda Mardin şöyle bir çıkarsama ve analiz yapmaktadır: “Türklerin bu bakımdan özel bir durumu olduğu anlaşılıyor. Bütün mesele bu özel durumun ayrıntılarına inerek onun nelerde teşekkül ettiğini tahlil etmektir. Bu inceleme yapıldığı zaman burada, bu Türklük bilincinin bir Türk milleti manasına alınamayacağı anlaşılmaktadır. Türk tabiri, Orta Asya’da, çok elastiki, büyüyüp küçülebilen, her zaman aynı etnik grupları içine almayan bir kavramdır.”107 İşte Mardin’in bu çıkarsaması “Türk” kavramının anlamının neden bu kadar çeşitli olduğunu anlatan önemli bir tespittir. Eğer “Türk” kavramı sadece özellikleri tamamen belli bir etnisite için kullanılmış olsaydı anlamsal çeşitliliği bu kadar farklı olmaması gerekirdi. Türk kavramının ne zaman, nerede kullanıldığı anlamsal içeriğini etkilemiş ve konjonktüre göre anlamlarının değiştiği gözlenmiştir. Bu da yukarıda çok kez değinilen kavramın sıfatsal kullanımının esas kullanım olduğunu destekleyen önemli analizdir. 106 Ümit Hassan, “Düşünce Bilim Tarihi: Osmanlılık Öncesinde Türklerin Kültür Köklerine Bir Bakış”, Türkiye Tarihi: Osmanlı Devletine Kadar Türkler, (Yayın Yönetmeni: Sina Akşin), Cilt: 1, Cem Yayınları, İstanbul, 1995, s.285. 107 Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi Makaleler 4, Derleyen: Mümtaz’er Türköne ve Tuncay Önder, İletişim Yayıncılık, İstanbul, 2008, s.348. 33 Aynı eserinin devamında Mardin: “Bu itibarla bu Türklük şuurunda bir ‘kan’ meselesi bahis konusu değildir. Bu devirlerde “Türk” ten, Türklere mahsus olduğu kabul edilen sosyal müesseseleri kabul ederek onlara göre ve beraberlerinde getirdikleri değerlere göre yaşamayı kabul etmiş olan kişi ve gruplar kastedilmektedir.”108 Bu görüşte yine yukarıda değinilen Orhun Abideleri’nde Türk’ten kastedilen “devlet içinde yaşayan ve devletin sistemini ve kurumlarını tamamen benimsemiş topluluğa verilen addır” görüşünü aynı şekilde desteklemektedir. Mardin, Türk olma durumunun varlığı, sayısının ise çok farklı unsurlar dâhilinde azalıp çoğalabileceğinden bahseder. Yukarıda bahsettiği müesseseler bağlamında, bu müesseselere göre yaşayanlar devlet kurmaya muvaffak oldukları zamanlar onlara katılanlar artmakta; fakat kara günlerde de “Türk”ler azalmaktadır; gerek katılanlar gerekse kendilerine katılanlar bu alışverişi kabul ederek yaşamaktadırlar.109 Mardin, burada özellikle Türklerin sayısal değerinin bu özelliğinden dolayı devletin gücü ile doğru orantılı olduğunu vurgulamıştır. Orta Asya döneminde “Türk” olma ve müesseseler hakkında bu durumdan sonra bu durumun nedenini araştıran Mardin, bu konuda da şu analize dikkat çekmektedir: “Gene bahis konusu sosyal müesseseler hakkında bir diğer bildiğimiz “Türk” sosyal müesseselerinin kolayca değişmediği, bir hayli istikrarlı olduğudur. Bunun nedeni sosyal antropologların devrimizde daha çözemedikleri sorunlar arasında yer almaktadır. Bu istikrarın yönlerinden biri Türklerin sosyal müesseselerine çok sıkı bir şekilde bağlı bulunmalarıdır. Sistemin içine girmeyi kabul edenlerden sosyal müesseseleri tamamen benimseyenler de “Türk” olarak kabul edilmektedir. Sosyal strüktürün devamlılığını sağlayan, muvazenesini kuran unsurların incelenmesiyle uğraşan strüktürel – fonksiyonel sosyologlar için burada halledilmesi gereken bir problem yatmaktadır. Bugüne kadar kimse bu konuyu modern bilimsel metotlarla açmaya çalışmamıştır.”110 Mardin son olarak genel bir çıkarsama yapıp ana bir soruna dikkat çekmektedir. Dikkat çektiği noktaya bakılacak olursa, eski zamanlarda mevcut ve istikrarlı olan bir sistemden bahsetmektedir. Bu bağlamda mevcut sistem eğer güçlü ise “Türk” sayısının arttığına, tam tersi güçsüz 108 Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi Makaleler 4, s. 348-349. 109 Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi Makaleler 4, s.349. 110 Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi Makaleler 4, s.349. 34 ise bu sayının azalma gösterdiğine işaret etmektedir. Bu bağlamda Türklüğe katılım ve Türklükten çıkma gibi günümüzde de hala devam eden bir sorun olan “sonradan Türk olunur mu ve Türklükten çıkılır mı?” sorusuna geçmişten yaptığı bir analiz ile “evet” yanıtını verdiğinin söylenmesi abes-e iştigal olmayacaktır. Yine çeşitli kaynaklara göre Türk, aynı zamanda Turan (Türk) vilayetinin adıdır. Tür veya Türeç kelimesi, Farsça’da “Türk”, Turan kelimesi de “Türk” adının çoğul şekli olan Tur(k)an’dan gelmektedir. Hunlar ve Türkler hakkındaki büyük eserini 1756-1758’de yazmış olan De Guignes’den beri Orta Asya tarihi ile meşgul olan batılı bilginlerden çoğu Türk sözünün “miğfer” demek olduğu hususundaki Çin tefsirine önem vermiş ve kendi açılarından bu kaydı izaha çalışmışlardır. J.Klaporih (1826) T’uküe’yi “takye” ile Ö. Senmidt (1824) “dugulga” (miğfer) ile Gobelentz (1837) ve Schott (1849) Farsça “targ” (miğfer) ile J.J. Hess (1918), Türklerin silah imalcisi bir kavim olduğunu ileri sürerek, keza “targ” ile, B. Munkacsi (1921) “dugulga”nın aslı olduğunu iddia ettiği “Tiu-küe” (kendisine göre doğru okunuş: Tulu-ke) sözünü yine “miğfer” ile ilgili göstermiştir.111 Bu tanımlamalar var olan bir ırkın isminin anlamının ne olduğu üzerine yapılan çalışmalardır. Ünlü tarihçi Koele’ye göre Türk adı Tur veya Tir’den gelmektedir. Bu ise çekmek, cezb etmek demektir ki, kelimenin aslı “Turku”dur.112 Türk isminin anlamının bu kadar farklılık göstermesinde kökeninin ne olduğu ve/veya hangi kavramdan türediğinin önemi büyüktür. Aynı şekilde Türk kavramının anlamının bu denli çeşitlilik göstermesinde Türklerin nereden geldiği, nasıl ortaya çıktığı ile ilgili iddialar da önemli bir rol oynamaktadır. Bu bağlamda çeşitli kaynaklarda bu anlam farklılıkları nedenleri ile beraber gösterilmiş ve gösterilmeye devam edilecektir; çünkü bu tür bir yöntem izlenmediği zaman sadece sonuç üzerine bir çalışma inşa etmek bu kadar farklılığın nedeninin anlaşılmamasına neden olacaktır. K. Fiok’a göre, “Türkü”, en eski tarih olan Hedodot Tarihi’nde sözü edilen İskitler yahut Saka Türkleri’nin dillerinde “deniz kıyısında oturan adam” anlamına gelmektedir. Türklerin denizlerden uzak yerlerde daha karsal bir iklimde yaşadıklarını düşününce bu anlam biraz ilginç gelmekte; ancak Türklerin kökeni 111 Cemal Anadol, Fazile Abbasova, Nazile Abbaslı, Türk Kültür ve Medeniyeti, s.64-65. 112 Cemal Anadol, Fazile Abbasova, Nazile Abbaslı, Türk Kültür ve Medeniyeti, s.65. 35 tarihin çok eski dönemlerinde yaşamış ve başka isimlerle anılmış topluluklardan geldiği yönündeki iddialar düşünüldüğünde bu bağlamda bir anlam kazanabilmektedir; 10. yüzyılda yaşayan ünlü İslam tarihçisi İbn Fakih el Hamadani’ye göre Türkler, efsanevi “yücec-mecuc” şeddinin arkasına “terk edilmiş” bulundukları için bu adı almışlar veya kendilerine bu ad verilmiştir; bu analizden dolayı da Türk kavramı terk edilmiş anlamına gelmiş olacaktır; 11.yüzyıl’da yaşayan İslam tarihçisi Gardizi’de, Nuh Peygamber’in oğlu Yafes’e düşen bölgenin içinde insan bulunmayan ve ıssız bir arazi olmasından dolayı, “Türk” kelimesini, “terk edilmiş” anlamında izaha çalışarak İbn Fakih’i destekler.” 113 Buradan da anlaşıldığı gibi bu konu üzerine araştırma yapan bilim insanlarını etkileyen önemli bir etkende hangi kaynaktan yararlandıkları ve hangi araştırmacıyı araştırmalarının merkezine aldıklarıdır. Vambery ve Muhkacsi gibi Türkologlara göre de “Türk” adı “türemek” kökünden gelmiştir. Buna göre, “türemiş” veya “yaratılmış” anlamına gelen bu kelimeden “mahluk” veya “insan” anlamına gelen (türük veya türk) kelimesi meydana gelmiştir. Bu hususta en kuvvetli delil bizzat Türklerin yazdığı Gök-Türk anıtlarıdır. Bu anıtlarda “Türk” adı, hem “Türk” hem de “Türük” olarak iki şekilde geçmektedir; anlaşıldığına göre önceleri çift heceli telaffuz edilen ad, Gök-Türk devrinde tek heceli şekliyle birlikte iki türlü telaffuz olunmuş, sonra da yalnız “Türk” şeklini almıştır.114 Diğer kaynaklardaki teori ve tezleri gözardı etmeden veya yok saymadan bu konu üzerine yazılmış kaynaklarda genellikle Türk’ün anlamının türemiş, yaratılmış olduğu söylense yanlış olmaz. Fransız dil bilgini Louis Bazin’e göre de “Törük” var olmuş, şekil kazanmış demektir. “Türük” olduğunda, anlamı da şekil gibi “gelişmiş, tamamen gelişmiş”, “Türk” kelimesi haline geldiğinde de “güç, kuvvet” anlamına gelmiştir. Louis Bazin’in bu analizi Türk kavramının yazınsal evriminin anlamına da sirayet ettiğini iddia etmekte ve daha sıfatsal bir duruma işaret etmektedir. Ünlü dil bilgini Kaşgarlı Mahmud’a göre bu ad Türklere yüce Tanrı tarafından verilmiştir ve “olgunluk çağı” 113 Cemal Anadol, Fazile Abbasova, Nazile Abbaslı, Türk Kültür ve Medeniyeti, s.66. 114 Cemal Anadol, Fazile Abbasova, Nazile Abbaslı, Türk Kültür ve Medeniyeti, s.66. 36 anlamına gelmektedir.115 Kaşgarlı Mahmut’un Divan-i Lugat-it Türk adlı eserinde Türk kavramı vakit, gün ortası, olgunluk, gençlik çağının ortası anlamlarına da gelmektedir. Gökalp’e göre “Türk” “töreli” yani “adaletli, gelenekli” demektir.116 Gökalp “Türk Töresi” adlı eserinde bu konuyu biraz da temkinli olarak analiz etmektedir. Bu bağlamda Gökalp, Töre kelimesinin Türk kelimesi ile aynı kökten geldiğini, Türk kelimesinin Töreli117 (töresi olan-töre sahibi) manasına gelebileceğini118 söylemektedir. Gökalp, bu durumu açıklamak için şöyle bir teknik açıklamaya gitmektedir: “K=Kaf harfi gibi K= kef harfi de karşılaştırma ve nitelik belirleme edatıdır. Bu varsayıma göre “Türk” kelimesi “Töre” kelimesinden çıkmıştır.”119 Bu bağlamda Gökalp’a göre “Türk” töresi olan, töre sahibi olacaktır. Gökalp’ın bu ve bu bağlamda yaptığı analizleri Cumhuriyet Dönemi Türk algısı başlığı altında ve verilen anlamlar çerçevesinde daha detaylı biçimde incelenmeye çalışılacaktır. Ünlü Rus tarihçisi Alman asıllı Barthold’a göre de Türk adı “Toru” kelimesiyle ilgili olup, bu kelimeye Orhun Abideleri’nde sık sık rastlanılmaktadır ki “kanun, adet, kanunla düzenlenmiş, birlik kazanmış halk” demektir.120 Aslında bu tanımlar öz itibariyle Gökalp’ın tanımlamasından pek de uzak sayılmaz. Töreli olmak ile kanun, adet sahibi olmak arasında Doğu’nun tanımlama biçimi ile Batı’nın tanımlama biçimi dışında pek fark yoktur. Yani Barthold’un tanımı Batı’da kullanılan dil bağlamında bir ayrıma varmış gibi gözükmektedir. Adet sahibi insan ya da kanun sahibi insan ile töre sahibi insan arasında pek de fark olduğu söylenemez. Alman Türkolog K. Müller, “Türk” kelimesinin Uygur metinlerinde “güçlükuvvetli” anlamına geldiğini ispatlamıştır. Ünlü Alman sanat tarihçisi A.V. La Coq ile Türkolog W. Thomsen121 de bu teze katılmışlardır. Türk tarihi üzerine çok değerli çalışmaları bulunan ünlü Macar âlimi Gyula Nemeth de “Türk” kelimesinin “güçlü- 115 Cemal Anadol, Fazile Abbasova, Nazile Abbaslı, Türk Kültür ve Medeniyeti, s.67. 116 Cemal Anadol, Fazile Abbasova, Nazile Abbaslı, Türk Kültür ve Medeniyeti, s.67. 117 Hikmet Kıvılcım, Dinin Türk Toplumuna Etkileri, s.14. 118 Ziya Gökalp, Türk Töresi, Toker Yayınları, İstanbul, 2005, s.11. 119 Ziya Gökalp, Türk Töresi, s.11. 120 Cemal Anadol, Fazile Abbasova, Nazile Abbaslı, Türk Kültür ve Medeniyeti, s.67. 121 Danimarkalı dilbilimci. Dancada Vilhelm olarak yazılmasına karşın Türkçe pek çok kitap ve çalışmada adı Wilhelm olarak geçmektedir. 37 kuvvetli” demek olduğunu ispatlamıştır.122 Burada ispattan kasıt “türk-Uygur” tabirinde kullanılan Türk kavramının hangi amaçla kullanıldığıdır. Uygur metinlerinde bir kişiye “Türk” demekteki maksat o kişinin güçlü kuvvetli olduğunu belirtmek amacıyladır. Selçuklular ile Osmanlıların Oğuzhan veya Afrasyab’ın soyundan geldikleri halde, Türk adını eski tarihlerde Samanilere, İslam kültürü zayıf olan göçebe ve köylülere verdiklerine de rastlanılmıştır. Aynı kimselerin Türk adını göçebe ve köylüler dışında “doğru”, “adil” ve “kahraman” anlamında kendileri için de kullandıkları bilinmektedir.123 Bu da kime Türk dendiğinin de bu farklılığa neden olabileceğine bir işarettir. Bu bilgiden sonra genel bir değerlendirme yapılacak olursak: “Türk” bir ırkın ismini temsil etmenin yanında tarih boyunca çok çeşitli durumları nitelemek ve belirtmek amacıyla farklı anlamlarda hatta bir isim olmaktan ziyade zaman zaman sıfat olarak kullanıldığı ve bu sıfatsal kullanımın göz ardı ezilebilecek kadar az olmadığı dikkatlerden kaçmamalıdır. “Türk” kavramının bir ırkın ismi olduğu yönündeki iddiaların çokluğu yanında “Türk olmak” ve/veya “Türklükten çıkmak” söylemlerinin bugünün söylemleri olmadığını, bunun tarihin belirli dönemlerinde de kullanıldığını görmek gerekmektedir. 122 Cemal Anadol, Fazile Abbasova, Nazile Abbaslı, Türk Kültür ve Medeniyeti, s.67. 123 Cemal Anadol, Fazile Abbasova, Nazile Abbaslı, Türk Kültür ve Medeniyeti, s.68. 38 2. TÜRK’ÜN TARİHSEL KODLARI Türk’ün tarihsel kodları bağlamında en önemli süreç Türklerin Müslüman olmalarıdır; çünkü bu süreç Türklerin tanınmasında ve tanımlanmasında kullanılan birçok unsurun değişmesine, ortadan kalkmasına veya yeni unsurların bu tanınma ve tanımlama içerisine girmesine neden olmuştur. Bu tarihsel bir süreçtir. Bu İslamlaşma sürecinin yanında Osmanlı dönemi de hem İslami kodları hem de çok fazla/farklı etnik yapıyı aynı anda içerisinde barındırması açısından önemlilik arzetmektedir. 2.1. İSLAM İLE BERABER TÜRK’ÜN KİMLİĞİ Türk kavramının kullanımı ve Türklerin tarihinin bilinmesi bağlamında esas alınan tarihi süreç Göktürkler ve Uygurlar dönemidir. Türklerin Müslüman olma sürecinde ise, Karahanlılar, Gazneliler ve Büyük Selçuklular dönemi gibi Türklerin İslamlaşmasında geçiş dönemi olarak kabul edilen zaman dilimi esas alınır. Bu zaman ve mekân124 içerisindeki Türklerin Müslüman olması ile birlikte “Türk”deki köklü değişim ortaya konulmaya çalışılacaktır. İslam, öğretileri gereği hayatın her alanına nüfuz eden bir dindir. Kendisine mensup olanların yaşamlarının her alanına dair söylemi olan ve hatta kendisinin bir yaşam biçimi olduğu iddiasında olan, yaşamsal alanda öğretileri gereği oldukça kapsayıcı olan bir kurallar manzumesidir. Her öğretisinin diğeri için terk edilemediği, tamamını yaşama geçirme iddiası olan ve bunun için mücadeleyi öngören bir olgular bütünüdür. İslam’ın hayatın içindeki giriftliğinin yanı sıra insanların etnik farklılıklarından doğan o çeşitliliği “ümmet bilinci” ile en aza indirgeyerek bir “İslam milleti” oluşturma ideası ve iddiası da gözardı edilemez bir gerçektir. Bu çalışmanın “İslam ile beraber Türk” ün dönüşümü bağlamında, Türklerin Müslüman olmaları ile hem Doğu’da hem de Batı’da “Türk” algısının nasıl bir dönüşüm yaşadığını ve bu algının oluşmasında ne gibi unsurların etkili olduğu analiz 124 Mekandan kasıt Karahanlıların, Gaznelilerin ve Selçukluların yaşadığı coğrafi alandır. 39 edilmeye çalışılacaktır. Bu çalışma içinde değinilen her konuda en çok telaffuz edilen sözlerden birisi “bu çalışma hakkında çeşitli ve farklı yaklaşımların olduğu” söylemi olmuştur; çünkü daha öncede değinildiği gibi “Türk”e yaklaşım bu konu üzerine çalışma yapan düşünürlerin, bilim insanlarının zaman, algı, kaynak ve benzeri nedenlerden dolayı sözcüğün anlamının çeşitli farklılıkları içinde barındırmış bir kavram haline gelmesine neden olmuştur. Bu bağlamda yine aynı sebeplerden dolayı; ancak diğer başlıklarda olduğundan daha az olacak şekilde algıda ve tanımlamalarda bazı farklılıklar söz konusudur. Özellikle bu başlık bağlamında Türklerin Müslüman olduktan sonra “Türk” algısının değiştiği gerçeği çeşitli yaklaşımlarla ele alınmaya çalışılacaktır. Bu değişimin çok köklü olduğuna dair iddiaların varlığı yanında tam tersi bu değişikliğin çok fazla olmadığı Türk’ün var olan bazı özellikleriyle özdeşleştiği için yumuşak bir geçişin varlığından da bahsedenler olmuştur. 2.1.1. Doğu’da İslam ile Beraber Türk’ün Kimliği Türkler Müslüman olduktan sonra Türk’ün ne gibi değişimlere uğradığıyla ilgili olarak Ziya Gökalp’ın dil konusundan bahsederken kurduğu bir cümle aslında bir nevi bu tartışmayla ilgili düşüncelerini de gözler önüne seriyor. Gökalp: “Türk dili de Türk kavmi gibi İslam medeniyet kuşağına girdikten sonra, harfleri ve terimleri ile de İslâmlaşmıştır.”125 Buradan da çıkarılabileceği gibi Gökalp de İslam ile beraber “Türk” ün bir değişim yaşadığını ve İslamlaştığını söylemektedir. Türkler Müslüman olduktan sonra Türk’ün büyük bir değişime uğramadığı zaten Türklerde mevcut olan özelliklerden dolayı değişimin yumuşak bir geçişle olduğu iddiası bağlamında İbrahim Kafesoğlu şöyle bir analiz yapmaktadır: “Daha 9. yüzyıl ortalarında Balasağun dolaylarında 10 bin hanelik Türk kitlesinin Müslüman olmasıyla başlayan Türklerin Orta-doğu’da etkili bir siyasi güç halinde belirdikleri devirde bölge kültür çevresinin en mühim unsuru şüphesiz din idi. İslam’ın yerine getirilmesi gereken vecibeleri arasında başlıcası da bu dini yaymaktı. Esasen “cihad” anlayışı Türklerin fütuhat felsefesine uygun düşüyor, fâtih ruhlarını okşuyordu. Bu 125 Ziya Gökalp, Kültür ve Medeniyet Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, Gençlik Kitapevi Yayınları, Konya, 2010, s.127. 40 sebeplerle, Kara-Hanlılar yalnız Maveraünnehir’in eski kültür merkezleri Buhara ve Semerkand’da değil, daha doğuda Kaşgar ve dolaylarında İslamiyet’i yaygınlaştıran kuruluşlar meydana getirdikleri gibi, bu uğurda mücadelelere de girişiyorlardı.”126 Kafesoğlu’nun bu tespitine göre özellikle Türk, savaşan bir milletir, Türk kavramı savaşçı bir ırkın adı idi. Bu algı bağlamında Kafesoğlu, Türk sürekli fetihler yapar ve savaşmayı severler algısı içerisinde Türklerin Müslüman olduktan sonra Türk’ün bu tanımına herhangi bir pranga vurmamış, aksine bu fütuhat algısını desteklemiştir, demektedir. İşte bu yüzden Kafesoğlu’na göre İslam Türk kavramına ciddi bir zarar vermemiş ya da büyük bir değişime sebep olmamıştır, algısından yanadır. Kafesoğlu’nun bu olumlu yaklaşımına karşın Lewis’in Türklerin İslam diniyle ilk olarak sınır boylarında karşılaştılar ve o zamandan bugüne inançları, bu sınır boyu İslam’ının kendine özgü bazı niteliklerini aldı127 gibi bir söylem ile dönüşümün, aslında ağır ve şiddetli bir şekilde gerçekleştiğine dikkat çekmektedir. Yani Lewis ileride daha da detaylandıracağı düşüncesi bağlamında İslam ile beraber Türk’ün ve niteliklerinin değiştiğini, Kafesoğlu’nun aksine ciddi dönüşümler yaşadığını ifade ve iddia etmektedir. Bu bağlamda Lewis Türk’ün dönüşümü için şu şekilde geniş bir çıkarsama ve analiz yapmaktadır: “İslam ile beraber; İslam öncesi Türk geçmişinin tamamı hafızalardan silinmişti. Hatta öyle ki; 10. yüzyılda İslamiyet’i henüz kabul etmiş Türk hanedanı olan Karahanlılar bile atalarının Türklüğünü unutarak kendilerine bir İran efsanesinden aldıkları “Âl-i Efrasiyab” (Efrasiyab Hanedanı) adını vermişlerdi. Hatta bir bakıma Türk ismi ve onun atıfta bulunduğu varlık bile İslami niteliktedir.”128 Bu çıkarsamada özellikle vurgulanan “Türk”ün Müslüman olması ile geçmişin tamamının hafızalardan silindiği iddiasıdır. Kafesoğlu ile Lewis’in bu ayrı düşüncelerine rağmen bu çalışma dâhilinde şu çıkarsamayı çok rahat yapabiliriz ki hem Lewis hem de Kafesoğlu’na göre “Türk” belli başlı özelliklere sahip bir “ırk”ın ismidir. “Türk”ün dönüşümü de bu iki kişiye 126 İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s.376. 127 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Arkadaş Yayınevi, Ankara, 2011, s.17. 128 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s.13 41 göre, belli başlı vasıfları içerisinde barındıran bu ırkın önceden sahip olduğu özelliklerden ne kadar taviz verdiği veya ne kadarını koruduğu üzerinedir. Lewis’in iddialarını destekleyen argümanların yanında anti-tez denebilecek iddialarda söz konusudur. Örneğin; “Türk”ün ortaya çıkışı ile ilgili söylemlerin Türkler Müslüman olduktan sonra Nuh Peygamber’e atfetmeleri, Kaşgarlı Mahmut’un, bir önceki başlık altında da değinildiği gibi, Hz. Muhammet’e atfederek söylediği bir hadis ile bir Türk algısı ortaya atması bu tezi destekler niteliktedir; ancak bu düşüncenin aksine Kafesoğlu’nun ve diğerlerinin savunduğu savaş özelliklerini kaybetmemeleri hatta kendi öz kültürlerini devam ettirmeleri de bir karşı iddia olarak varlığını devam ettirmektedir. Kaşgarlı Mahmut Türk ile İslam arasındaki ilişkiye dair aktardığı ve ortaya attığı açıklama aslında; Kaşgarlı Mahmut için İslam ile Türk arasındaki ilişki Türklerin Müslüman olduktan sonra nasıl bir dönüşüm içine girmiştir söylemini aşan bir yaklaşımdır. Kaşgarlı Mahmut ünlü eseri Dîvânü Lugâti’t-Türk’te şu açıklamayı yapmaktadır: “Buhârâlı imamlar arasındaki bir güvenilir kaynaktan ve Nişabur halkının bir imamından işittim: Her ikisi de aşağıdaki hadisi aktardı ve ikisinin de isnat zinciri Resûlullâh’a (Allah’ın salat ve selamı onun üzerine olsun) dayanıyordu. Kıyamet alametlerinden, ahir zaman azaplarından ve Oğuz Türklerinin ortaya çıkışından söz ediyordu. Dedi ki: “Türklerin lisanını öğrenin, çünkü onların saltanatı uzun sürecektir”. Bu hadis sahih ise –vebali boyunlarına olsun- Türkçeyi öğrenmek dini bir vecibedir.”129 Bu iddia İslam sonrası dönem içinde de Türk’e ve Türklere kutsallık atfetmektedir. Ancak bu görüş bugün çok fazla karşılık bulmamakta, en azından bu konu üzerine eğilen pek fazla bilim insanı bulunmamaktadır. Birçok aksini iddia eden görüşe rağmen Lewis’in analizlerinde ve çıkarsamalarında belki de en çok dikkat çekilmesi gereken nokta şu söyledikleridir: “İslam öncesi yazıtlarda Türk ismine rastlanmakla birlikte bununla, birbirine akraba step halklarından sadece biri kastedilmektedir. Bütün bir grubu kapsayacak şekilde bir anlamda kullanımı ve belki de böylesi bir grubu tanımlayan kavram haline gelişi İslamiyet’ten sonra olmuş ve İslamiyet ile özdeşleşmiştir. Tarihsel Türk milleti ve kültürü, hatta bir ölçüde Türk dili, son bin yıl içinde var olduğu şekliyle tamamen 129 Kaşgarlı Mahmut, Dîvânü Lugâti’t-Türk, s.11. 42 İslamiyet’in içinde doğmuştur. Bugüne kadar Türk ifadesi, putperest Çavuşalar veya Hıristiyan Gagavuzlar gibi Müslüman olmayanlar için veya İstanbullu Hıristiyanlar veya Museviler gibi Türk devletinde yaşayan gayrimüslimler için hiç kullanılmamıştır.”130 Bu aslında bir önceki başlıkta bahsedilen “Türk”ün sıfatsal niteliğinden daha çok bir milletsel yapıya döndüğünün bir açıklamasıdır; ancak işte burada “Türk” kavramının içine İslam dışı hiçbir tanımlamaların girmemeye başlaması, İslam ile beraber tabir yerinde ise “Türk” denilen olgunun ruhunu İslam’ın oluşturması söz konusu olmuştur. İslam ile beraber Türk, artık bir bütün olmaya başlamış etnik olarak Türk oldukları iddiasında olanlara bile Müslüman olmadıkları için “Türk” tanımlaması içerisinde yer almayacakları bir tanımlama halini almıştır. Yani artık Türk dendiği zaman akla ilk gelen unsur Müslüman olmaları olacaktı. Lewis, söyleminde bir adım daha ileriye gidiyor ve şöyle bir açıklamayı gerekli buluyor: “Eski Türk uygarlıkları İslamiyet ile birlikte baştan aşağıya ve eski Türk kültürünün gerçek anlamda yeniden dirilişini imkânsız kılacak şekilde silinip yutulmuştur.”131 Bu açıklama bir anlamda da bir olumsuzlama olarak da algılanabilir; çünkü Lewis’e göre İslam’dan önce Türk’ü tanımlayan bütün unsurlar sökülüp atılmış, tamamen İslam merkezli tanımlamalar yapılmış ve bu geri dönüşü olmayan bir silinme ve yutulmaya sebebiyet vermiştir. Ülken132 bu konuda önce bir analizle durumu açıp sonrada aslında bu algılamanın yersiz olduğuna dair görüşlerini şu şekilde dile getirmektedir: “Türk milleti, şu halde, etnik bakımdan Orta Asya Turanî kavimlerinden olan Anadolu ve bir kısım Rumeli’ye, din bakımından İslamiyet’e, medeniyet bakımından modern milliyetler medeniyetine bağlı olan; fakat bu unsurları yan yana getirmeye lüzum olmayacak surette, bin seneden fazla bir zamanda onların kaynaşmasından, bir vatan üzerinde kültür birliğinin kurulmasından doğmuştur.”133 Bu algı Türk’ün yaşadığı tarihsel süreçlerin ve tercihlerinin bir kopuş ya da kayboluş değil, aksine Türk’e zenginlik katmıştır diye görmektedir. Bu bağlamda Ülken sözlerine şu şekilde devam 130 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s.13-14 131 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s.16 132 Hilmi Ziya Ülken: 1901-1974 yılları arasında yaşamış felsefeci, sosyolog. 133 Hilmi Ziya Ülken, Millet ve Tarih Şuuru, s.307. 43 ediyor: “Türk milleti eski ırk köklerinden ayrılmakla, yeni bir vatan ve yeni bir kültür kurmakla şahsiyetini kaybetmiştir. Böyle bir iddia Fransız, İngiliz milletleri için ne kadar yersizse, Türk milleti için de o kadar yersiz ve yanlıştır.”134 Yani Türklerin İslam ile beraber bazı özelliklerinin kaybolması ya da İslam ile beraber bazı özellikler kazanmış olması kayıp değil tarihin doğal bir sürecidir. Lewis’in ciddi ve sert iddialarına katılmayan ve Ülken’in doğal tarihi süreç tezinin de dışına çıkan Kafesoğlu olaya bu açılardan bakmamakta ve şu şekilde bir çıkarsama yapmaktadır: “Anadolu’nun fethinde de, Bizans elindeki toprakların “küffar”dan kurtarılması lüzumu gibi bir “cihad” havasına giriş, Türk başbuğlarının vazifelerini kolaylaştırmıştır. İslamiyet-Türklük manevi birliğinin sağladığı, hem Türk’ün kudret ve şanını yükseltmek, hem İslam dinini yükseltmek gibi bir gaye ortaklığında gelişen bu yeni ruh”135 tur, diye adlandırması Kafesoğlu’nun olayı birinin diğerini dönüştürmediği ikisinin de birbirinin değerlerini yükselttiği ve yücelttiği anlayışındadır. Bu yaklaşım şu anlama gelmemektedir; İslam, Türk kavramına ve Türklere dönüştürücü hiçbir katkı yapmamıştır ya da bir şeyler eksilmemiştir demek değildir. Bu Lewis’in dediği gibi bir silinip yutulma olmadığı ve eklemeler ve çıkarsamaların önemli ve olumlu katkılar olduğuna inançtır. Aksi takdir de Türkler Müslüman olduktan sonra özellikle Lewis’inde açıklamış olduğu gibi Türk kavramının ve Türklük algısının İslam merkezli değiştiği gözardı edilemez. Lewis, İslam ile beraber Türklerin ciddi bir dönüşüm yaşadığını hatta bunun bir dönüşüm değil tamamen bir kopuş olduğunu iddia ettiği söylenmişti. Lewis bu kopuşu bir kıyasla şu şekilde açıklamaktadır: “İslamiyet’e geçmiş farklı halklardan hiçbiri, kendi ayrı kimliğini İslam ümmeti içinde eritme konusunda Türklerin eriştiği noktaya varamamıştır. Türkler kendi İslam öncesi geçmişlerinden pek az hatırayı ellerinde tutmuşlar, Türk ile Türk olmayan arasında hiçbir ırk engeli yerleştirmemişlerdir.”136 Buradan açıkça anlayabiliyoruz ki Lewis, Türk, İslam ile beraber etnik farklılıklarını yok saymış ve kendini tanımlamada ya da Türk’ü tanımlayanların gözünde ilk unsur sadece Müslümanlığı olmuş ve İslam’ın 134 Hilmi Ziya Ülken, Millet ve Tarih Şuuru, s.307. 135 İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s.377 136 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s.445 44 değerlerini en baştan itibaren kendi öz değeri gibi görüp geçmişinden vazgeçebilmiştir, demektedir. Kafesoğlu, Lewis’in baktığı pencereden bu olayı açıklamamakta, bu tezi bağlamında çeşitli argümanlar ileri sürmektedir ve bu bağlamda İslam’ın, bir töre sahibi olan Türklerin törelerine aykırı hiçbir unsura sahip olmadığını, bu yüzden bir benlik kaybından ziyade birbirini zenginleştiren iki önemli değerin buluşması olarak gördüğünü ifade etmektedir. İslam Türk’ü manevi anlamda zenginleştirmiş, Türk de mevcut fütuhat yetenekleri ile İslam’ın “cihad” felsefesine katkı yapmıştır. Kafesoğlu bu algısını şu şekilde yaptığı bir analizle açıklamaktadır: “Evvelce Budizm, Manihaizm, hatta Hıristiyanlık ve Musevilik gibi dinlere de intisap ettikleri bilinen Türkler, her halde, hiçbir dinde kendilerini İslamiyet’teki kadar bahtiyar hissetmemişleridir. Bunun başlıca sebebi olarak, İslami akideler ile eski Türk telakkileri arasındaki yakınlık zikredilebilir. Meselâ, İslamiyet’in “cihad”a verdiği yüksek değer, Türklerin fâtih ruhuna fevkalâde uygun gelmişti. İslamiyet’in ciddiyet, vekar, yardım ve saygı şiarları eski Türk ahlakına tamamen tetabuk ediyordu. Adalet ve eşitlik mevzularında bu dinin asîlâne davranışı Türk alp’lik karakterlerinin bir aynası gibi idi. Türkün manevi cephesini ikmâl eden İslamiyet’e Türklerin de hizmeti büyük olmuştur.”137 Kafesoğlu İslam ile Türk karşılaştırmalarında ya da birleştirmelerinde spesifik olarak Türklerin fütuhatı İslam’ın ise cihadını örnek olarak vermektedir. Diğer konularda ise daha genel ifadeler kullanmakta ve çok fazla detay vermemektedir. İslam ile beraber ve sonrasında Türk tanımlamalarında Türk milli kimliğine dair anlam taşıyan kanıtlara pek rastlanmaz. İslam’ı seçen ilk Türkler daha öncede belirtildiği gibi kendilerini tamamen yeni inançlarıyla özdeş görüyorlardı ve ayrı bir Türk geçmişini şaşırtıcı bir hızla hiç boşluk bırakmadan unutmuş gibiydiler.138 Lewis’in bu analizleri İslam sonrası Türk’ün tanımlamasında ana etkenin İslam olduğu, geçmişin gerçek manada her türlü tanımlamada saf dışı kaldığı, hatta bundan önceki başlıkta da belirtildiği gibi Türk’ün kökeni araştırmalarında da kaynak olarak İslamî argümanlar kullanılması bu düşünceyi bu bağlamda doğrulayan bir unsurdur; 137 İbrahim Kafesoğlu, Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1970, s.5. 138 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s.449. 45 ancak yine de geçmişin tamamen sökülmesi veya silinmesi tabirlerinin ağır olduğunu söylemekte de yarar vardır. Lewis’in bu yaklaşımından uzak olduğunu çok kez dile getirilen Kafesoğlu, İslam ile beraber Türk’ün dünyada nasıl bir mevkie sahip olduğunu şu şekilde anlatmaktadır: “Çok geniş fütuhat politikası ile eski dünyanın etnik çehresini tayin eden, Haçlı seferleri yolu ile Avrupa’da derebeylik rejiminin yıkılarak, yerine burjuva hâkimiyetinin doğmasına sebep olan ve Rönesans hareketinin teşvikçisi sıfatı ile de çağımız Batı medeniyetinin olgunlaşmasına katkıda bulunan Türkler, bilindiği üzere, denizlerden uzak, kara iklimlerinin çocukları idiler.”139 Kafesoğlu Türk kavramını belli töreleri olan, İslam öncesinde de belli bir güce sahip olan, İslam ile beraber kader birliği yapmış bir ırk olarak tanımlıyor. Bu Türk doğulu bir millet ve İslam ile beraber İslam ile özdeşleşmiş ve İslam için anlatılan tarihi serüven Türk içinde geçerlidir, diye bir bakış açısına sahiptir. Türkler Müslüman olduktan sonra Türk kavramını tanımlayan unsurlardan hangilerinin kaybolduğu veya bu kavrama ne gibi yeni eklemelerin yapıldığa dair İsmail Hami Danişmend şöyle bir analiz yapmaktadır: “Müslümanlıktan evvelki devirlerin siyasi vesikalarıyla tarihi kitabelerinde gözden geçirdiğimiz milliyet fikri, Müslümanlıktan sonra da medrese kültürünün uyuşturucu tesirlerine rağmen devam etmiş, tarihte bir takım hadiselere ve hatta muharebelere bile sebep olmuştur.”140 Danişmend Türklerin İslam ile tanışmadan önce de bir milliyet fikrine sahip olduklarını ve İslam ile birlikte İslam’ın o dönemde mevcut olan bazı kurumlarının milliyet olma fikrine zarar verme potansiyeline rağmen Türkler bu olumsuz etkiden kendilerini koruyabilmişlerdir demektedir. Danişmend bunun göstergesi olarak da “bütün bunlarda en mühim âmil olarak Türkün, Türk diline bağlılığı gösterilebilir”141 demektedir. Yani, eğer İslam ile beraber milliyet fikrini kaybetmiş olsalar idi dillerinden vazgeçerlerdi. Türklerin dillerinden vazgeçmemeleri sürekli Türkçe konuşmalarını milliyet olma bilincini koruduklarının en önemli göstergesidir, denilebilir. 139 İbrahim Kafesoğlu, Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri, s.7. 140 İsmail Hami Danişmend, Türklük Meseleleri, s.30. 141 İsmail Hami Danişmend, Türklük Meseleleri, s.30. 46 Danişmend bu düşüncelerini kanıtlamak amacı ile iki önemli tarihi analiz yapmaktadır. Bu analizlerin birincisinde: “Türkler ister galip, ister mağlup, ister hâkim, ister mahkûm olsunlar, hiçbir zaman hiçbir yerde milli dillerine karşı besledikleri imandan inhiraf etmemişler, eski soy hatıralarını unutmamışlardır. Miladın 800 tarihinden 1000 tarihine kadar iki asır içinde Türkler Şamanilikten Nesturî Hıristiyanlığına ve Nesturîlikten de Müslümanlığa geçmek suretiyle üç defa din değiştirdikleri halde dil değiştirmemişlerdir. Karayim Yahudileri de Tevratı İbranî harfleriyle; fakat Türk diliyle yazmışlardır…”142 demektedir. Yani Türkler tarih boyunca farklı inançlar içinde bulunmuşlar, bu bağlamda alfabeleri değişmiş ancak hiçbir zaman Türkçe konuşmaktan geri durmamışlar bu da Türklerin İslam sonrası veya diğer dinlere mensubiyet dönemlerinde de öz kültürlerinden taviz vermediklerinin bir göstergesidir. Danişmend’in ikinci tarihsel analizi ise: “Türk ırkının İslam tarihindeki ilk mühim rolleri, Emeviler’e karşı uyanan aksülamelden başlayıp nihayet Abbasi hilafetini tamamıyla Türk nüfuz ve hâkimiyeti altında bırakacak dereceleri bulan hadiselerde gösterilebilir. Arap hilafeti üzerinde bu Türk hâkimiyeti o kadar kahir bir nispet almıştı ki, İbnül-Kesir’e göre bu hâkimiyetin böyle bir nispet almasından evvel Abbasi hizmetindeki Türk askerleri Arap halifelerine sadakat yemini etmeye başlamışlardı. Bu vaziyet, aynı bir siyasi manzume içinde Türk milliyetinin Arap milliyetiyle mücadelesinden muzaffer çıkması demekti. Bu hali tetkik eden Hıristiyan Arap müverrihlerinden Corci Zeydân, Abbasiler devrinde Türklerin gerek lisan meselesinde, gerek Araplarla tesalüp ve ihtilat hususunda gösterdikleri milli şuuru şöyle anlatır: O asırlarda Şiî veya Sünnî olsun, herhangi devlet teessüs etmişse Türkleri hizmet-i askeriyesinde istihdam etmiş idi. Türkler Bağdad’a vesair müdün-i meşhure-i İslamiye’ye fevc getiriliyordu. Bunlar alelesker buralarda evlenmek, çoluk çocuk sahibi olmak istemezlerdi. Daima Türkçe konuşurlardı. Bâzen Arapçayı öğrenirler, fakat tekebbür sâikasiyle Arapça konuşmak arzu etmezlerdi,”143 demektedir. 142 İsmail Hami Danişmend, Türklük Meseleleri, s.31. 143 İsmail Hami Danişmend, Türklük Meseleleri, s.33. 47 Bu durum için söylediklerinin doğru olduğunu vurgulayan Danişmend: “Müslümanlıktan evvel olduğu gibi İslamiyet’ten sonra da Türk âlemindeki milliyet şuurunun kuvvetini gösteren birçok ilmî ve edebi eserlerle tarihi hadiseler vardır,”144 demektedir. Kafesoğlu, İslam ile beraber ve kapsadığı anlam itibariyle de bir ırk olan “Türk”ün öncesi ve İslam ile kader birliğine sahip olan Türk için: “bu itibarla siyasi hâkimiyet ve kültürel tesirleri daha ziyade büyük kıt’a şartlarına dayanıyordu. Bazı tarihçiler tarafından “Türk Asrı” diye anılan 16. yüzyılda bu durum en yüksek seviyeye ulaşmıştı.”145 Kafesoğlu Türk’ün İslam öncesi tarihini anlatırken İslam ile beraber olan bölümü bir sekte ya da ayrı bir tarihi süreç olarak değil, İslam öncesi Türk tarihini İslam ile beraber olan ile bir bütün olarak görmekte ve: “Çin sınırlarından Almanya’ya ve Afrika üzerinden Atlas Okyanusu’na; Ural dağlarından Habeşistan’a kadar yayılan Türk üstünlüğü bu asırdan itibaren deniz yollarının açılması ve hızla gelişen keşifler yüzünden sarsıldı; Türkler yavaş yavaş cihan hâkimiyetini kaybettiler; Osmanlı imparatorluğu kuvvetten düşerken, diğer Türk ülkeleri istilaya uğradı.146 Kafesoğlu İslam veya Osmanlı için geçerli olabilecek bir tarih okumasını hiç şerh etmeye gerek duymadan “Türk” için de aynı tarihi anlatmaktadır. 2.1.2. Batı’da İslam ile Beraber Türk’ün Kimliği Çalışmanın buraya kadar olan bölümünde İslam ile beraber Türk’ün nasıl bir dönüşüm içine girdiği analiz edilmeye çalışıldı. Bu başlık altında ise, bu dönüşümün özellikle Batılılar tarafından nasıl algılandığı ve Türk ile İslam’ın nasıl oldu da bu kadar iç içe giren bir hal aldığı anlatılmaya çalışılacaktır. İslam ile beraber Batı’da “Türk kimdir?” sorusuna verilen cevap “Müslüman”dır. “Müslüman kimdir?” sorusuna verilen cevap ise “Türk”tür olmuştur. İslam ile beraber “Türk kimdir?” sorusuna Batılılar tarafından “Müslüman”dır; “Müslüman kimdir?” sorusuna “Türk”tür cevabının verilmesinin en önemli nedenlerinden birisi İbrahim Kafesoğlu’nun İslam ile beraber Türklerin 144 İsmail Hami Danişmend, Türklük Meseleleri, s.35. 145 İbrahim Kafesoğlu, Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri, s.7. 146 İbrahim Kafesoğlu, Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri, s.7. 48 “fütuhat” anlayışı ile İslam’ın “cihad” anlayışının paralel bir anlayış olması ve İslam ile beraber bu iki önemli unsurun birleşmesi ile “İslam-Türk anlam birliği” güçlü bir yapı haline gelmiştir. Bu özelliğin Batılılar tarafından anlaşılması ise bu işin kırılma noktası olmuş ve Türk’ün tanımlanmasında baş aktör olmuştur. Bu süreci Hüsamettin İnaç şu şekilde analiz etmektedir: “Haçlı seferlerinin başlangıcıyla beraber, Türk bilimsel adıyla adlandırılan bu topluluklar, Hıristiyan dünyasının en yakın ve en tehlikeli “ötekiler”i olmuşlar, İslam’ın “temsilcilerine” ve “kılıçlarına” dönüşmüşlerdir. Böylece, Avrupalılar tarafından, Yakın Doğu’daki tüm insanlar “Türk” olarak isimlendirildiği gibi, bütün Yakın Asya da, “Türk toprakları” ve Türkiye” olarak anılmaya başlamıştır.”147 Bu açıklama Hıristiyan Batı’nın Türk tanımlaması yaparken neden ilk olarak “”Müslümanlardır” dediklerinin önemli bir delili niteliğindedir; hatta bazı kaynaklara göre Müslümanlar içinde “Türk”tür tanımının yapılmasının ana nedeni budur; çünkü Hıristiyan Batı, Türk ile ilk kez, en azından en ciddi anlamda ilk kez, Haçlı Seferleri döneminde karşılaşıyor ve daha sonraki yüzyıllarda da devam edecek o tanımlamayı yapmaya başlıyorlar: Türk Müslüman’dır, Müslüman Türk’tür. Türk’ün bu yeni tanımı gittikçe çeşitli kaynaklarda geçmeye başlayacak ve Batılı çok sayıda düşünür ve hatta devlet adamı bu tanımı kullanacaktır. Bu konuda İnaç şu tespiti yapıyor: “Türkler, doğuya ve kendi yönlendikleri tarafa doğru, Türklere ve Araplara ait semboller birbirine karıştırılmış görünür; özellikle 14. yüzyıldan sonraki rahiplerin çalışmalarında. Bu gerçeğe dayanarak, 15. yüzyıl İtalyan edebiyatında Türkler, doğuyu sembolize eden genel bir topluluk olarak algılanmış ve neredeyse Doğuyla ilgili olan bütün negatif ve pozitif görünümler Türklere atfedilmiştir.”148 Bu bağlamda Türk’ün tanımına yeni bir unsur daha girmiş olur ve Türk’ü tanımlayan önemli unsurlardan birisi de Doğulu oluşudur. Özellikle Batı’nın Türk tanımlamasının en önemli iki unsuru belirmeye başlamış ve Türk, doğulu ve Müslüman olan kimsedir haline geline gelmiştir. İnaç analizinin devamına şöyle devam etmektedir: “Aydınlanma dönemine kadar, 147 Hüsamettin İnaç, AB’ye Entegrasyon Sürecinde Türkiye’nin Kimlik Problemleri, s. 78 148 Hüsamettin İnaç, AB’ye Entegrasyon Sürecinde Türkiye’nin Kimlik Problemleri, s.79. 49 Müslüman, “Türk”le eş anlamlıdır, “İslam ‘Religio Turcica’ ile eş anlamlıdır bu anlayışın mantıksal bir uzanımı olarak, Hz. Muhammet Türk’tür anlayışı ortaya çıkmıştır. Türkler “ötekiyle” o kadar benzerdir ki, Hıristiyanların uygunsuz hareketleri ve küçük düşürücü davranışları Türklere bağlanır. Bu şekilde Geldenmunt’un resminin adı “İspanyol İnsanlarının İnanılmaz Türk Vahşiliği”dir.”149 Bu bağlamda Batı, Türk’ün tanımına yeni unsurlar eklemeye devam etmekte Türk, doğuludur, Müslüman’dır tanımın yanına Türk aynı zamanda “vahşidir” de eklenmektedir. Bunun en önemli sebebi sanırım Haçlı Seferleri sırasında yaşadıkları tecrübelerden kaynaklanıyor. Özellikle Türk’e atfedilen vahşilik yaftasına ileriki bölümlerde de daha da detaylı biçimde değinilecektir. Batının Türk, Müslüman’dır, doğuludur ve vahşidir tanımlamasının yanında aynı dönemlerde Doğu-Batı karşılaştırılması bağlamında Doğu’da nasıl bir Türk algısının var olduğunu anlayabilmek için yine İnaç’ın aynı çalışmasındaki şu analizine bakmak gerekmektedir: “Arapların gözünde ‘Türkler’ politik yapıda toplumsal birleşme noktasını dikkate almadan belirli bir dili konuşan, benzer etnisiteyi ve göçebe-bozkır kültürünü paylaşan bütün Orta Asyalılardı. Bu tanım özellikle Türklerin Müslüman olmadan önceki özelliklerine yapılan bir tanımlamaydı. Bu tanımlama Doğu’da da Türkler Müslüman olduktan sonra değişti ve Müslüman olduktan sonra bu büyük topluluk hem diğer Müslümanlar sayesinde hem de kendi algılayışlarındaki üstün özelliklerini kaybetti, aynen Rönesans öncesi ve Rönesans dönemi krallıklarında ‘biz’in Hıristiyan ve ‘ötekiler’in Hıristiyan olmayanları ifade etmesi gibi”150 oldu. Yani hangi etnik kimliğe sahip olursa olsun bu etnik kimlikler için “biz” ve “öteki” din (Hıristiyan- Müslüman) temelli bir tanımlamaya tabi tutuldu. Batılıların Türk tanımlamalarında Haçlı Seferleri’nin rolünün büyük olduğunu hatta bunun asıl ölçüt olarak alındığına dair kısaca bir giriş yapılmıştı. Gerçekten de Batı’nın Türk tanımları için Haçlı Seferleri çok önemli bir durum arz etmektedir. Bunun en önemli nedeni Batı, Türk’ü ilk kez Haçlı Seferleri ile tanıyacak ve daha sonraki süreçlerde de Türk tanım ve tasvirleri için önemli bir kaynak teşkil 149 Hüsamettin İnaç, AB’ye Entegrasyon Sürecinde Türkiye’nin Kimlik Problemleri, s.79. 150 Hüsamettin İnaç, AB’ye Entegrasyon Sürecinde Türkiye’nin Kimlik Problemleri, s.77. 50 edecektir. Bu bağlamda önemli bir çalışma yapmış olan Dellal şöyle bir analiz yapmıştır: “Kutsal Toprakların Müslümanların elinden kurtarılması gibi bir ideolojik görüşten güç alan ve dinsel duygularla beslenen Haçlı Seferleri sayesinde Almanlar Müslümanlarla ilgili birçok olumsuz imgeyi üretmişlerdir ve bu imge kayıtsız şartsız gelişigüzel Türklere uyarlanmıştır.”151 Bunun en önemli nedeni daha önceden belirtildiği gibi Batılıların Türk hakkında kesin bir bilgiye sahip olmaması ve Haçlı Seferleri sırasında tanıdığı ile yetinmesidir. Haçlı Seferleri’nin en önemli nedenlerinden biri hatta çoğu kaynağa göre en önemli nedeni, Kutsal Topraklar’ın Müslümanların elinden geri alınması isteği olduğu, tarih-bilimsel araştırmalara göre genel kabul gören bir görüştür. İşte bu anlayış ile başlatılan bu hareket Ortaçağ Avrupa’sında, Türklere (Türk’e) ilişkin derin bilgiye sahip olunmadığından, “Türk”lere ilişkin yargılar da henüz imge haline dönüşmemişti. İşte bu bilgi yoksunluğu ve ilk tecrübenin etkisi ile Müslümanlara ilişkin yerleşik yargılar gerektiğinde Türkler için de genel geçer yargılar olarak ortaya çıkıyordu.152 Bu ise günümüzdeki çoğu “Türk nedir?” tartışmalarının temelini oluşturmaktadır; çünkü Batı’nın o zamanki “Türk Müslüman’dır, Müslüman Türk’tür” algısı, bugünün tartışma konularında geçmişe bir atıf olarak kullanılmakta ve günümüzde de hala bu görüşü savunan insanlar bulunmaktadır. Batı’nın kendi toplumuna böyle bir İslam ve Türk anlatması sadece tecrübenin bir sonucu değil aynı zamanda o günkü çatışmaların da verdiği bir planlı çabanın da bir ürünüdür. Yine bu konuda Dellal şöyle bir analize gitmektedir: “nefret ve antipati uyandıracak bir İslam imgesi çizmek ve böylece de, Haçlı Seferleri’nin geçerli gerekçesini ortaya koyma çabası içindelerdi. Bu yüzden Haçlı Seferleri sırasındaki Türk imgesi, Hıristiyanlığın yok edilmesi ve Tanrıya ibadet yerlerinin yıkılması gibi oldukça olumsuz özelliklerle bezendi. Öyle ki sadece, dini153 ve her şeyi acımasızca yok eden ‘Türk’ler imgesi, Hıristiyan halklarda din elden gidiyor korkusu ile nefret duygularını yaratabildi. Bu yüzden de Müslümanlar yağma eden, 151 Nevide Akpınar Dellal, Alman Kültür Tarihi’nde Seçme Tarihi ve Yazınsal Ürünlerde Türkler: Avrupa’da Türk İmgesine Bir Katkı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2002, s.51. 152 Nevide Akpınar Dellal, Alman Kültür Tarihi’nde Seçme Tarihi ve Yazınsal Ürünlerde Türkler: Avrupa’da Türk İmgesine Bir Katkı, s.51. 153 Dinden kasıt Hıristiyanlıktır. 51 ateşe veren, insan kaçıran ve ibadet yerlerini harabeye çeviren inançsızlar, ahlaksızlar, kanlı ve putperest olarak sunulmuştur154”. Buradan şu çok rahat çıkarılabilir: Batıdaki Türk algısının ilk argümanı olan Türk Müslüman’dır algısı Haçlı Seferleri ile ilk kez karşılaşılan bir topluluğu edinilen bilgiler ile tanımlama argümanıdır; ancak “Türk barbardır, yakıp yıkar” anlayışı bir düşman yaratma ve yaratılan düşmanı, kendi toplumlarına anlatma ve hatta “ortak düşman” olma özelliği kazandırabilmek için kullanılan bir argüman da olmuştur. Özetle Haçlı Seferleri, Hıristiyanlıkla Müslümanlık arasında oluşan dinsel bir çatışmanın ürünüydü ve bu nedenle Türk imgesi Haçlı Seferleri boyunca bir “antiMüslüman” bakış açısının etkisi altında kalmıştır ve böylece ortaçağ boyunca bir “Müslüman-Türk” imgesinden söz edilebilirdi.155 İşte günümüzde de çoğu tartışmanın konusu olan “Müslüman kimliği ile Türk kimliği arasında nasıl bir bağ var, bunlar bir bütün müdür yoksa kendi şahıslarına münhasır ayrı yapılara mı sahiptir ya da ne iç içe geçmiş ne de tamamen kopuk bir durumun izahı değil aralarında etkileşimden söz edilebilir midir?” gibi soruların cevabı olarak iç içe geçmiştir, diyenlerin ellerindeki en önemli argüman Batı’nın bu tanımlaması olduğu muhakkaktır; çünkü o yüzyıllarda gerçek anlamda Batılıların zihninde Türk derken çağrışım yapan imgeler ile Müslüman derken çağrışım yapan imgeler tamamen aynı olgular idi ve bu onların çalışmalarına da ciddi bir şekilde yansımaktaydı. Bu çağrışımlarla örülü bir dünya olan Batı’da yetişmiş Protestan din adamı Luther’in156 Türklerle ilgili olarak şu sözleri önemlilik arzetmektedir: “Türklerin gücü Papa’da olsa, o Türklerin yaptıklarından daha kötüsünü yapar. Her ikisi de, Papa ve Türkler, en ağır günahları utanmazca işleyebilecek denli kördür. Papa’nın, Türk’ten terk farkı eline kılıç alamamış olmasıdır.”157 Luther’in bu tanımı kötünün ölçütü olarak Türk’ü aldığını ve burada Türk’ten kastettiği olgunun Müslüman olmaları ve onun için savaşan insanlar olduğunu gözden kaçırmamak gerekmektedir. 154 Nevide Akpınar Dellal, Alman Kültür Tarihi’nde Seçme Tarihi ve Yazınsal Ürünlerde Türkler: Avrupa’da Türk İmgesine Bir Katkı, s.51-52. 155 Nevide Akpınar Dellal, Alman Kültür Tarihi’nde Seçme Tarihi ve Yazınsal Ürünlerde Türkler: Avrupa’da Türk İmgesine Bir Katkı, s.52. 156 Martin Luther: 1483-1546 yılları arasında yaşamış, Hıristiyanlığın Protestanlık mezhebinin kurucusudur. 157 Ömer Solak, “II. Meşrutiyet Dönemi Romanında “Türk” ve Türklük”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 21/2009, s.420. 52 Dönemin Türk kimdir sorusuna cevap verenlerin en önemli argümanı kuşkusuz Haçlı Seferleri idi; ancak Haçlı Seferleri’nin yanında seyyahların günceleri de az da olsa varlığını sürdürmekte idi. Bu bağlamda yine Dellal’ın tercümesi ile Venedik’ten çıkan bir seyyahın anılarında şunları anlattığı görülüyor: “Dönemin en uzun gezilerinden biri Venedikli Marco Polo 1270 yılında gerçekleştirmiştir. Venedik’ten yola çıkarak Çin’e seyahat eden Marco Polo izlenim ve deneyimlerini 1298 ya da 1299 yılında yazdığı “Divisament dou monde” adlı yapıtında dile getirmiştir. Yapıtı daha sonra “II Millione” (Milyoner) olarak tanınmıştır. Osmanlı Beyliği de bu tarihte kurulmuştur. Marco Polo, Ortaçağ “Gezi Güncesi Yazısı”nın en önemli ürünlerinden biri olan yapıtında, sadece bir bölümü Türklere ayırmıştır. Polo, bu bölümde Türkler ile ilgili “Turcomanno” ve “Turcomania” sözlerini kullanır. “Turcomania”da üç kuşak insan yaşadığından, bunlardan birinin Muhammed’e inanan, dağlarda, ovalarda yaşayan ve hayvancılık ile geçinen Türkmenler olduğundan bahseder. Polo’ya göre onlar basit ve çok akıllı olmayan insanlardır, ayrıca çok değerli at ve büyük eşekleri vardır. “Turcomanno”lar, Ermeniler ve Yunanlılar ile birlikte yaşar. Bundan başka bu yapıtta, Semerkant ve Yerkent’in de içinde bulunduğu ve Orta Asya’yı ifade eden “Grande Turchia” (Büyük Türkiye) terimi kullanılır.”158 Polo’nun bu yazılarından şu rahatlıkla söylenebilir: Türk Müslüman’dır tabiri aslında sadece basit bir söylem değil mevcut olan durumun izahı haline gelmiştir. Aynı zamanda Türk’ün pastoral bir hayat süren bir topluluk olduğu da vurgulanır. “Büyük Türkiye” tabiri ise hala Türklerin “ana yurdu” olan yerlerde yaşayan Türk kavimlerinin olduğu ve bunların o bölgede çoğunluk olmalarından dolayı Polo tarafından da böyle bir tanımlamaya gidildiği söylenebilir. Türklere yönelik gezi yazılarından başka birinde ise Dellal şu ifadelere yer vermektedir: “İtalyan Dominik Papazı Ricaldo de Monte Croce, Arap ve İslam dünyasına ilişkin düşünme ve izlenimlerine ilişkin düşünce ve izlenimlerini “Confutatio Alcorani” yapıtı, beş mektup ve bir gezi güncesinde özetlemiştir. Ricoldo bu yapıtında temelde Kur’an’ı çürütmek ister ve bu yüzden yapıt birçok önyargının etkisi altında şekillenir. Ancak Almanların Türk imgesi onun bu yapıtından büyük ölçüde etkilenmiştir ve daha sonra Luther tarafından doğrudan 158 Nevide Akpınar Dellal, Alman Kültür Tarihi’nde Seçme Tarihi ve Yazınsal Ürünlerde Türkler: Avrupa’da Türk İmgesine Bir Katkı, s.58. 53 Türklere uyarlanmıştır.”159 Bu uyarlama yani İslam’a yönelik olumlu veya olumsuz eleştirilerin doğrudan Türk içinde kullanılması Batı için Türk ve İslam’ın ne kadar içe geçmiş bir duruma geldiğinin önemli bir göstergesidir. Hıristiyan Batı açısından iç içe geçmiş bu durumu şimdikilerin üslubundan daha naif bir şekilde açıklayan kaynaklarda ise Türk, kaba güçle değil; zarif ve ince maneviyatla Hıristiyanları Müslüman yapmak isteyen kavim160 olarak algılanıyordu. Bu tanımda da Türk, İslam ile iç içe geçmiş bir topluluk ve İslam’ın “ideolojisini” benimsemiş ve onun için savaşan insan topluluğudur. 2.2. OSMANLI DÖNEMİNDE TÜRK ALGISI Osmanlı döneminde “Türk” algısı diğer konu başlıklarına göre daha az farklılığa sahip ve belli başlı parametreler öne sürülmektedir. İlk bakışta “Türk”ün İslam ile beraber dönüşümünün bir safhası gibi görünse de Osmanlı dönemi, Osmanlı Devleti’nin etki alanı ve dünya tarihindeki yeri bağlamında ayrı bir başlık altında değerlendirilme gereği duyulmuş, dönemin ayrıca bir incelemeye tabi tutulmasına karar verilmiştir. Osmanlıların Türkleri nasıl gördüğü veya “Türk” dendiği zaman ne anladığına dair çeşitli yorumlar türetilmiş, çeşitli tezler geliştirilmiştir. Türk kavramına karşı Osmanlı dönemindeki faklı yaklaşımların en önemli sebepleri arasında, kişilerin ulaşabildikleri kaynaklar, gezi güncelerindeki tecrübeler, sahip olduğu dünya görüşü gibi durumları sayabiliriz. Geliştirilen faklı yaklaşımlar arasında iki yaklaşım ön palana çıkmaktadır:161 1. Osmanlılar, tarihin derinliklerinden ebediyete doğru varlığını ve akışını sürdüren Türk milletinin bir parçasıdır. Osmanlı tarihi Türk ulusunun tarihinde bir aşamadır. Osmanlılar Türk’tür. Kendilerinde Türk milleti bilinci vardır ve bundan gurur duyarlar. 159 Nevide Akpınar Dellal, Alman Kültür Tarihi’nde Seçme Tarihi ve Yazınsal Ürünlerde Türkler: Avrupa’da Türk İmgesine Bir Katkı, s.58. 160 Ömer Solak, “II. Meşrutiyet Dönemi Romanında “Türk” ve Türklük”, s.421. 161 Hakan Erdem, “Osmanlı Kaynaklarında Yansıyan Türk İmajları”, Dünyada Türk İmgesi, (Editör: Özlem Kumrular), Kitap Yayınevi, İstanbul, 2011, s.13. 54 2. Osmanlı hanedanı meşruiyet kaygıları ile kendini Orta Asya Türk dünyasına bağlayıp bir Oğuz geçmişi kurgulasa da, Osmanlılar kendilerini Türk görmedikleri gibi Türklerin köylülük ve kabalık atfıyla küçümsemektedirler. Bir Türk milleti bilincine sahip olmadıkları gibi Türk olmayı da kabullenmezler. Dahası Osmanlı coğrafyasındaki Türkçe konuşan insanlarda kendilerini dini aidiyet duygusu içinde “Müslüman” olarak niteler, Türk olarak görmezler. Gerek Türk milleti gerek Türk kimliği bilinci esas olarak Cumhuriyet Dönemi’nde ortaya çıkmıştır. Türk kimliği o zaman seçilmiş ve oluşturulmuş bir kimliktir. Birinci yaklaşım Osmanlıların kendilerini Türk olarak gördüklerini, Türk dendiği zaman özellikle Osmanlı Devleti’nin kurucu kadrosu olarak algılandığı iddia edilmektedir. Bu tez “Türk” kavramı bağlamında, Osmanlıları da Türk kavramının içine alacak ve böylece Türk sözcüğü tarihsel skala içinde hem gelişerek hem de genişleyerek devamını sağlamış olacaktır. İkinci yaklaşımda ise Osmanlıların kendilerine Türk demedikleri, Türk dendiği zaman Osmanlı anlaşılamayacağı, Osmanlı Devleti yıllarında bir Türk kimliği bilincinin olmadığını, Türk sözünün köylülük, kabalık anlamına geldiği vurgulanmaktadır. Bu anlayış daha sonra Osmanlının son dönemlerinde Cumhuriyet ideolojisinin ideologluğunu yapmış kişiler tarafından da eleştirilecektir. Bu eleştiri ileriki bölümlerde de görüleceği gibi “Türk”ün ve Türklüğün Osmanlı Devleti döneminde hiç itibar görmediği ve hatta aşağılandığı yönünde eleştiriler olacaktır. Bu iki yaklaşım çeşitli kaynaklarda ya birinin ispatı için ya da ikisinin nasıl, hangi durumlarda kimler için kullanıldığını belirtmek ve bu bağlamda analiz yapmak için çok kez kullanılmıştır. Bu çalışmada iki yaklaşımın hangi durumlarda, kimler tarafından, hangi durumlar için kullanıldığını ve bu bağlamda çıkarsamalar yaparak Türk kavramının ne gibi dönüşümler yaşadığını analiz etmeye çalışılacaktır. Osmanlı Devleti’nin ilk yıllarından yirminci yüzyılın başlarına kadar olan dönemde çok sayıda yazılı eserler bırakılmıştır. Bu süre zarfında bırakılan kaynaklarda “Türk” sözcüğü sürekli olarak ve çok fazla kişi tarafından kullanılmıştır. Bu kullanımın bütün kaynaklarda yeksenak bir biçimde kullanıldığını düşünmemek gerekir. Sözcüğün kullanımındaki farklılıkları görebilmek ve zaman içindeki 55 dönüşümleri yakalayabilmek için tarihsel bağlamın olabildiğince yeniden oluşturulması bir gereklilik olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu ise tarihi metinleri kullananların edindiği duruş veya takındığı tavır ile doğrudan ilintili olduğu için algıda ve yorumlamada doğal olarak farklılıklara yol açmaktadır.162 Bu farklılıkları görmezden gelmek yanlış olacağı gibi bu farklılıkların derin bir çelişki yarattığını söylemek de doğru olmayacaktır. Bu bağlamda Türk kavramını kim, niçin ve hangi durumda kullanıldığını görebilmeye çalışmak bu farklılığı doğru biçimde anlaşılması için doğru bir yaklaşım olacaktır. 18. yüzyılda yayınlanan Tableau General’in yazıları, D’Ohsson, Araplar tarafından yinelendiği üzere, Türk kelimesinin anlamının Osmanlılar için Horasan ve Türkistan’ın çöllerinde yaşayan aylak ve durgun insanlar olduğunu iddia eder.163 Bu Türk tanımı bir ırksal yaklaşımdan ziyade bir küçümseme ve Türk sözcüğünü bu bağlamda sıfatsal bir nitelikte kullanmaktır. Bu anlamlandırma hiç de Batı’nın tasvir ettiği gibi “Müslüman Türk’tür”, “Türk’te Müslüman’dır” paradigmasına benzememektedir. Bunun en önemli nedeni insanların ve toplumların yaşadığı tecrübelerdir. Batı o dönemde Türk’ü ilk olarak İslam’ın kılıcı ve savunucusu olarak gördüğü için o şekilde bir tanımlamaya gitmiştir; ancak doğal olarak Doğu’da tam olarak böyle bir algı yoktur veya insanların çoğunun zihninde böyle bir algı bölgesel nedenlerden dolayı oturmamıştır; çünkü farklı ırklardan insanların Müslüman olduğunu gören farklı ırklar bunu bir ırka hasretmiyorlardı. Özellikle İslam’ın ırka (kavmiyetçiliğe) bakışını bilen insanlar bu konu hakkında genelde bu konuya mesafeli yaklaşmışlardır. Genelde diyoruz çünkü ilerleyen bölümlerde de görülecektir ki, bazı kaynaklarda sadece bu tanımlama geçerli değildir; ancak genelde böyle olduğunu yinelemek ve unutmamak gerekir. İmparatorluğun tebaası hiçbir ayrıma maruz bırakılmadan ve organik toplum anlayışı ile “Osmanlı” olarak anılır ve “Türk” olarak adlandırılmayı aşağılama ve hakaret kabul eder ve böylece, Avrupalıların kendilerine neden ısrarla “Türk” diye adlandırdıklarını güya anlamazlardı.164 Osmanlı devletinin çok fazla ve/veya çok 162 Hakan Erdem, “Osmanlı Kaynaklarında Yansıyan Türk İmajları”, s.14. 163 Hüsamettin İnaç, AB’ye Entegrasyon Sürecinde Türkiye’nin Kimlik Problemleri, s.80. 164 Hüsamettin İnaç, AB’ye Entegrasyon Sürecinde Türkiye’nin Kimlik Problemleri, s.80. 56 farklı etnik kimlikten meydana gelmesi ve dine dayalı bir toplum yapısı olarak teşekkül etmesi bu durum için geçerli bir nedendir; çünkü “ümmet” ya da “İslam milleti” anlayışına sahip bir toplumda herhangi bir etnik kimliğin ön plana çıkarılmaması ya da bu kimliklerden olan insanların İslam dışı bir kimlikle anılması veya kendisini tanımlaması beklenemezdi. “Türk” olarak anılmanın bir aşağılama olarak kabul edilmesi ise merkezde yaşayan insanların “Türk”den anladıkları pastoral yaşam içinde olan insanlar bütünü olduğundandır. Osmanlı ideolojisinde, Türk ve Türkmen olmak eş anlamlı kullanılmaya başlanmış ve bir şekilde “öteki”ler anlamı da içinde ihtiva etmiştir;165 çünkü “Türk”, sadece Müslüman veya Osmanlı Devleti’nde yaşayan insan demek değildi. “Türk” olup Müslüman olmayan veya Osmanlı Devleti’nde yaşamayan insanlar da vardı ve bu insanlar da bir nevi “öteki” durumunda idiler. Lewis Osmanlı döneminde Türk algısına değinirken şöyle bir analiz yapmaktadır: “Anadolu’da yaşayan halk kendisine daha önceleri Türk demiş ve konuştukları dil Türkçe olarak isimlendirilmişti ama imparatorluk zamanındaki Osmanlı toplumunda etnik bir tabir olan “Türk” pek az kullanılmıştır. Başlangıçta bu sözcük Türkmen göçerler için genelde dışlayıcı, küçümseyici bir anlamda, zamanla da Türkçe konuşan cahil ve görgüsüz Anadolu köylüsü anlamında kullanıldı. Bu ifadenin bir Osmanlı beyefendisi için kullanılması ciddi bir hakaret anlamına gelirdi.”166 Türkler Müslüman olduktan sonra Haçlı Seferleri ile Hıristiyan Batı gözünde çok nadir de olsa bugün hala devam eden o Müslüman-Türk tabiri Osmanlı döneminde bir tanımlama olarak kullanılmamıştır. Müslüman-Türk tabiri “Türk”, kavramına dini ve siyasi bir anlam kazandırıyordu; çünkü Batıdaki bu algı dâhilinde Türk bir dinin en önemli savunucusu ve hatta kendisi olarak, fütuhat felsefesi ile de siyasi olarak bir idealin savunucusu oluyordu. Bu bağlamda Türk kavramı da bu unsurları içinde barındıran önemli bir düşman idi; ancak Osmanlı döneminde Türk kavramına ve Türklere böyle katı ve genel geçer bir anlam yüklememiş ve etnik unsur anlamda Türklerin yaşam tarzı hafife alınmış ve “Türk” sözcüğü bir küçümseme iması olarak kullanılmıştır. 165 Hüsamettin İnaç, AB’ye Entegrasyon Sürecinde Türkiye’nin Kimlik Problemleri, s.80. 166 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s.4 57 19. yüzyıla kadar Osmanlı Devleti içinde yaşayan Türkler kendilerini öncelikle Müslüman olarak gördüler. Farklı seviyelerde olsa da, İslamiyet’e, Osmanlı hanedanına ve devletine sadık kalmışlardı ve kişinin konuştuğu dil, üzerinde yaşadığı toprak ve bağlı olduğuna inandığı soy şahsi duygusal ya da toplumsal bir önem taşıyabilirdi; ama hiçbir siyasi geçerliliği yoktu.167 Batı’nın aynı dönemde algıladığı “Türk” kavramından belki de en belirgin farklılık noktası ise burası idi; çünkü zaten Osmanlı Devleti’nde yaşayan Türkler büyük bir çoğunlukla Müslüman’dı. “Türk”, Osmanlılar için siyasi bir düşüncenin sembolü değildi. Siyasi anlamda Osmanlı Devleti’nde “Türk”ün bir karşılığının olmaması aynı dönemde Hıristiyan Batı dünyası ile Osmanlı hâkimiyetindeki Doğu arasındaki en belirgin faklılıktı. Bu nedenlerle Türkler kendilerini İslamiyet’le öylesine ayrılmaz biçimde yekvücut görmüşlerdi ki, Türk, dinin dipdiri hayatını sürdürmesine ve teoride olmasa da uygulamada Türk devletinin varlığına karşın, Türk milleti kavramının üstü örtülü kalmıştı.168 Kendilerine Türk denenlerin aidiyet olarak kendilerini en belirgin şekilde İslam’a hasretmeleri ve ırksal/etniksel veya “Türk”ün esas alındığı üst kimlik olma bağlamında bir tanımlama içine girmemeleri onların Osmanlı Devleti’nde siyasi anlamda bir anlam yüklenmemesinin en önemli nedenleri arasındadır. Çağdaş tarihçiler tarafından Osmanlı İmparatorluğu bir Türk devleti olarak kabul edilir. Bu kabulün en önemli nedenleri Cumhuriyet sonrasında, “Türkler tarih boyunca kadim bir millet olmuş, her zaman bir devletleri olmuş ve yönetimde sürekli Türkler bulunmuştur,” anlayışının bir neticesidir. Osmanlılar ise kendi devirlerinde, kendilerini Türk olarak görmezlerdi. Hatta yerleşik köylülerden (reaya) özellikle ayrılmış olan pastoral göçebe ve yarı göçebeler için kullanılan “Türk” veya “Türkmen” adlarıyla karşılaşılabilir; Osmanlı’nın etnik kökenini ifade etmek üzere kullanılan “Türk” adı, Batı’nın oryantalist edebiyatında sıkça kullanım alanı bulmuş ve Anadolu’nun ve Trakya’nın Türkçe konuşan sakinlerini ifade edegelmiştir.169 Oryantalist edebiyatta bu şekilde olduğu kesindir; ancak Osmanlı döneminde 167 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s.4 168 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s.4 169 Hüsamettin İnaç, AB’ye Entegrasyon Sürecinde Türkiye’nin Kimlik Problemleri, s.69. 58 oryantalist ekolün çıkış yeri olan Hıristiyan Batı’da Türk kavramının, Müslümanlıkla eş değerde kullanıldığını da unutmamak gerekmektedir. Osmanlı Devleti döneminde var olan Türk algısı için İnaç’ın analizi şu şekildedir: “Yönetimde olan Osmanlı hanedanının soyluluğunu ispatı gösterme eğiliminde olan, ilk Osmanlı tarih belgelerinde, Osmanlılar soylu Oğuz boyu, Kayılarla bağlantılandırılmıştır. Türk adı bu tarih belgelerinde bulunur ve Türk ismi, diğer etnik bileşenler yanında hem Osmanlı hem de düşmanlarının ordusuna katılmış topluluk olarak bilinir. Türk adı, ünlü bir Osmanlı tarihçisi olan Aşıkpaşazade’nin Tarih-i al-i Osman’ında da oldukça sık kullanılmıştır. Bununla beraber, bu tarihçenin dikkatlice analiz edilmesiyle, Türklerin nitelemesinin çoğunlukla yabancılar ve gayrimüslimler tarafından yapıldığı açıkça görülebilir. Zamanla, Osmanlıların Türkmenler ile olan politik ve duygusal bağlantıları kopmuş ve birçok tarihçede “Türk” ve “Türkmen” okuma yazma bilmeyen, cahil, kaba, göçebe ve adi insanla eş anlamlı tutulmuştur”170 Bu duygusal bağın kopuşu -ki nedeni olarak ileriki paragraflarda Ziya Gökalp bu durumu “şehrî” sınıfına bağlayacaktır- Türk algısı bağlamında önce Türklerin tamamı Müslüman’dır algısının değişmesine neden olmuştur. Daha sonra Türkler artık bir etnik gurubu temsil etmektedir ve içlerinde Müslüman olanlarda vardır, başka dine mensup olanlarda anlayışına evirilmiştir. Osmanlıların modernleşme öncesine kadar Türk kavramına nasıl baktıkları konusu ele alındığında, genelde olumsuz bir yaklaşım var olduğu sayılır. “Etrâk-i bî-idrâk” (idraksiz, algılaması kıt Türk) kavramı ve edebi ürünlerde, bazı tarihi vb. eserlerde Türklere ve Türk’e dair söylenen olumsuz ifadeler bu düşünceyi pekiştirir. Bu konuda özellikle edebi eserler bağlamında gerek Fars edebiyatı ile olan ilişkilerin iyi analiz edilmemesi, gerekse Arap seyyahlarının ve coğrafyacılarının tanımlamalarının Osmanlı-Türk yazarları tarafından pek de değiştirilmeden tercüme edildiğine dikkat edilmemesi hususu, üzerinde durulmayı hak etmektedir. Dolayısıyla Türk kavramın hangi tür eserlerde yer aldığına, bu ve benzeri tanımlamaları kullanan şair, yazar ve düşünce adamlarının etnik, mesleki, sosyal ve 170 Hüsamettin İnaç, AB’ye Entegrasyon Sürecinde Türkiye’nin Kimlik Problemleri, s.79. 59 siyasi kimliklerine de bakmak gerekmektedir;171 çünkü bu kişilerin yaptığı yorumlar kişisel yorumlar veya ilmi olmayan çıkarsamalar mı yoksa ciddi bir ilme dayanan, kaynakları belli ve önyargıdan uzak çalışmalar mıdır, meselesi bu bağlamda önemlilik arzetmektedir. Anadolu’daki Türk tarihinin ilk büyük dini-sosyal isyanının manevi önderi Baba İlyas’ın torunlarından Derviş Ahmed Aşıkî (Aşıkpaşazade), Türk kavramını Osmanlılar için çeşitli bağlamlarda kullanır. Aşıkpaşazade, Osmanoğullarını Oğuz Han oğlu Gök Alp’e bağlar. Acem padişahlarının “Yafes neslinden göçer Türki kendülere sened edin”diklerini, bir müddet sonra da elli bin kadar göçer Türkmen ve Tatar evini Süleyman Şah Gazi önderliğinde Rum’a gazaya yönelttiklerini172 yazar. Ertuğrul’un babası Süleyman Şah’ın Caber kalesi altındaki mezarına “Mezârı Türk” dendiği, Döger’den bir tâifenin orada yurt tuttukları, Caber kalesine Aşıkpaşazade zamanında onların hâkim olduğu, o göçer evlilerin bir kısmının ayrılarak Berriyye’ye gittiği, “şimdi anlara Şam Türkman’ı” dendiği, kiminin de Rûm’a (Anadolu’ya) geldiği, bunların kiminin Türkmen kiminin Tatar olduğu, Aşıkpaşazade zamanında Rûm’da olan Tatar ve Türkmen’in o taifeden geldiği anlatılır. Böylece, Aşıkpaşazade Osmanlıların atalarına Türk denildiğini, bunların göçer evli olduklarını ve içlerinde Türkmen ve Tatarların bulunduğunu açıkça ifade etmektedir.173 Aşıkpaşazade’nin bu yaklaşımı ve açıklamaları yukarıda bahsettiğimiz iki yaklaşımdan birincisinin geçerli olduğunu düşünenlerin önemli bir argümanıdır. Bu bağlamda Osmanlı Türk kökenlidir. Kendi döneminde de önemli insanlar bununla ilgili çalışmalar yapmıştır ki bu da Osmanlıların da kendilerine Türk dediklerine ya da kendilerine Türk denmesinden çekince duymadıklarının bir göstergesi olarak algılanmakta veya bu düşünce için delil olarak kullanılmaktadır. Osmanlı devlet adamlarından Şeyhülislam İbn Kemal’in (Kemalpaşazâde’nin) Tevârih-i Âl-i Osman adlı eserinde Türk ve Türkmen kelimeleri aşağı yukarı Aşıkpaşazade ve Neşrî gibi bu konu üzerine çalışma yapmış insanlarınkiyle aynı olmakla beraber genellikle nötr bir anlatımla ama bazen açık 171 Mehmet Öz, “Bazı 15-16. Yüzyıl Osmanlı Kaynaklarında Türk ve Türkmen Kavramları”, Türk Kimliği, (Editör: Çağatay Özdemir), Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2009, s. 316-317. 172 Mehmet Öz, “Bazı 15-16. Yüzyıl Osmanlı Kaynaklarında Türk ve Türkmen Kavramları”, s.318. 173 Mehmet Öz, “Bazı 15-16. Yüzyıl Osmanlı Kaynaklarında Türk ve Türkmen Kavramları”, s.318. 60 veya zımnî takdirkâr ifadelerle de kullanılmaya devam etmiştir174. Bu da Türk kavramının çeşitli anlamlarda Osmanlı toplumunda aydın ve devlet adamı durumundaki insanlar tarafından çok kullanıldığında bir göstergesidir. İbn Kemal, eserlerinde zaman zaman gelmiş geçmiş hükümdarlardan Türk hakanları (Havâkîn-i Türk) tabirini de kullanır. Mesela, Sultan II. Bayezid’ın Boğdan zaferi üzerine gönderilen pişkeşler175 bağlamında Turan (Türkistan) hükümdarı Ebu Said’in hediyesi şöyle tarif edilir: “Biri dahi Sultan-ı Tûrân Ebû Sa’id Hânun ki, …hiyam-ı gerdun kıyamından bir hayme-i garib ü dil-ferib (öylesine gönül çelen bir çadır) geürdi ki, nâziri (benzeri) selâtin-i Arap ü Acemin hevâkin-i Türk ü Deylemün eline girmiş degüldi.176 Bu bağlamda Sultan II. Bayezid’a Türk’ü temsil etme ve dolaylı yoldan ona övgüler sunulmaktadır. Bu da Osmanlı padişahına dahi Türk dendiğine dair önemli bir kanıttır. 15. yüzyıl kaynaklarından Neşrî’de de Türk sözcüğü çeşitli bağlamlarda yoğun olarak kullanılır. Tarihinin giriş cümleleri “tevarih-i muhtarda eydür: etraki vardır, esnaf-ı kesiredir” olan Neşrî, Osmanlıların siyasi meşruiyetini Orta Asya Türk geleneklerine giderek kurmaya çalışır ve ona göre “Saltanat-ı Türk Han” diye adlandırılan bir Türk imparatorluğu kavramı vardır.177 Doğu kaynakları bağlamında Osmanlıların Türk olduğu üzerine yazılmış önemli eserlerden olan bu çalışmada özellikle Osmanlıların kökenine yönelik bir Türk atfı vardır. İlginç olan, Neşrî’nin Orta Asya siyasi meşruiyetini benimserken veya Osmanlıların Orta Asya Türk dünyası ile ilgisini kurarken İslam ve İslam öncesi dönem arasında bir ayrım yapmaksızın “Türk” sözünü kullanması, Türklerin çeşitli inançlarından, rahatlıkla söz edebilmesidir. Neşrî’nin “Bazıları dahi vardır ki, hiç din nedir bilmezler” diye nitelediği veya Yahudileri taklit eden, taşa, ağaca, öküze, ateşe tapan Türkler vardır. Krallarına “hakan” denir ve ipekler giyip, altın taçlar takarlar; “bu taife begayet bahadır olurlar.”178 Neşrî’nin Türk bağlamında tarih algısı İslam’la özdeşlemiş bir Türk olmadığı için İslam öncesi dönemlerdeki Türk’ün özelliklerinde 174 Mehmet Öz, “Bazı 15-16. Yüzyıl Osmanlı Kaynaklarında Türk ve Türkmen Kavramları”, s.328. 175 Pişkeş: Farsça'da "hediye, armağan ya da hibe" anlamına gelen sözcük Türk siyasi lügatinde "astın bağlı bulunduğu kişiye saygı ve bağlılık işareti olarak sunduğu hediye" anlamında kullanılmıştır. 176 Mehmet Öz, “Bazı 15-16. Yüzyıl Osmanlı Kaynaklarında Türk ve Türkmen Kavramları”, s.330. 177 Hakan Erdem, “Osmanlı Kaynaklarında Yansıyan Türk İmajları”, s.18 178 Hakan Erdem, “Osmanlı Kaynaklarında Yansıyan Türk İmajları”, s.18 61 İslam ile beraber Türk’te bir değişme olmadığı yönündedir. Özellikle İslam döneminden de bahsederken Türkler içinden başka dinlere tapanlar vardır ifadesi İslam-Türk birleşmiş algısından uzak olduğunu göstermektedir ki Doğu kaynaklarının çoğunda da bu şekilde pek çok kaynağa rastlamak mümkündür. Neşrî, Müslüman olmayanlara da Türk der, Müslüman olduğunu bildiğimiz guruplara da. Anadolu Selçuklu Sultanı Mesud b. Kılıç Arslan’dan bahsederken “ve bunu eyyam-ı devletinde Türk, İstanbul karşısında Üsküdar’a gelip melik-i Kostantiniyye’den dahi cizye ve haraç aldılar demektedir.179 Neşrî’nin Türk algısında, Müslim-gayrimüslim ayrımının olmadığını Müslüman olanlar da gayrimüslim olanlar da vardır, demiştik; ancak Neşrî’de Müslüman Türklere karşı çeşitli Osmanlı kaynaklarında gördüğümüz pastoral tanımlamaya pek rastlanmaz. Aksine İslam için savaşan Türklere de övgüler vardır. Neşrî İslam ile özdeşleşmiş bir “Türk”ü yüceltirken Müslüman olmayan Türkler hakkında da hafife alma, küçümseme biçiminde yaklaşımları da görmek mümkündür. Neşrî’de zaman içinde devamlılık gösteren, dini, coğrafi ve siyasi aidiyet sınırlarını aşan bir “Türk” kimliği kurgulaması vardır. Osmanlıların çağdaşları olan Aydınoğulları veya Karamanoğulları’ndan bahsederken de Türk nitelemesi kullanılır. Türkistan’ın eski tarihinden bahsederken de.180 Neşrî’nin Türk yaklaşımı, bu taifenin bu bağlamda kandaş insanlar olduğu, içlerinde çeşitli devletlerde yaşayanların bulunduğu ve farklı dinlere mensup olan insanlar olduğu bir ırksal topluluğun adıdır. Dini aidiyetleri Türk olmaları önünde bir engel oluşturmadığına inanmaktadır. En azından yazılarında Türk kavramını kimler için kullandığı bağlamında bu şekilde bir algı ortaya çıkmaktadır. Erken Osmanlı kaynaklarında “Türk” sözcüğünün bol miktarda kullanıldığını; Osmanlıların kendilerini “Türk” olarak adlandırmakta bir çekincelerinin olmadığını; Türklük aidiyetinin bazı yazarlarda dini aidiyeti aşkın bir şekilde ortaya çıktığını; bazılarında “Türk”ün “Müslüman ve/veya Sünni” ile eş anlamlı kullanıldığını, Osmanlı hanedanının üyelerinin, sultanların, şehzadelerin Türklük ile ilişkilendirildiğini; Türklere bahadır, savaşçı, kimseye muti olmayan, sert 179 Hakan Erdem, “Osmanlı Kaynaklarında Yansıyan Türk İmajları”, s.18 180 Hakan Erdem, “Osmanlı Kaynaklarında Yansıyan Türk İmajları”, s.19. 62 karakter özellikleri yüklendiğini; bazılarında ise anlayışsızlıkla, kabalıkla, basit ve bön olmakla vasıflandırıldıklarını görmekteyiz.181 Bundan önceki bölümlerde bahsedildiği ve bundan sonra da bahsedileceği gibi bu durumun en önemli nedeni kişilerin “Türk”ten ne anladıkları, ne tür kaynaklara erişebildikleri ve ne gibi tecrübeler yaşadıkları ile ilgilidir. Osmanlı döneminde Türk kavramı ile ilgili Lewis’in şu ayrıntılı analizinde ise olaya hangi açıdan yaklaştığını göstermektedir: “Osmanlı Türkleri kendilerini İslam’la özdeşleştirerek, muhtemelen başka bir Müslüman halktan çok daha büyük ölçüde kimliklerini İslamiyet’le yoğurmuşlardı. Türkiye’de Türk kelimesi hiç kullanılmazken, Avrupa’da bu kelime Müslümanlıkla eş anlamlı hale gelmişti ve Müslümanlığı seçmiş bir Batılı için –ister Fas’ta ister Isfahan’da olsun- “Türk oldu” ifadesi kullanılması adettendi.”182 Lewis’in düşüncesinde İslam ile beraber Türk kavramının tamamen bütün özelliğini kaybettiği ve bu yüzdende İslam ile beraber ve Osmanlı devleti süresince hak ettiği itibarı göremediğidir. Hatta Batılılar için Müslüman olmak Türk olmakla eş değer iken Doğu’da bunun esamesi bile okunmuyordu. Lewis analizinin devamında: “Türk sözcüğü aslında kullanılıyordu. Fakat sadece Anadolu köylüleri veya göçebeleri için kullanılıyordu. 1630’da Koçu Bey Yeniçeri birliklerinin, ocak dışında kanunsuz olarak girenler tarafından istila edildiğinden şikâyet ederken “Türkler, Çingeneler, Tatarlar, Lazlar, katırcılar, deveciler, hamallar, eşkıya ve yankesiciler” den bahseder183”. Yani Türkler diğer etnik guruplardan hiçbir farkı yoktur ve herhangi bir olumsuz bir durum içinde rahatlıkla kullanılırdı. 1803’de Paris’e giden Halet Efendi bile kendisine “Türk Büyükelçisi” dendiğini öğrendiğinde büyük bir şok yaşamış ve düşmanca bir hamleyi başarıyla savuşturduğunda kendisini tebrik ederken, bu kez karşısındakilerin onu artık istedikleri “Türk Büyükelçisi” başka deyişle, cahil köylü, olarak göremeyeceklerini vurgulamıştı184. Bu örnek Doğu-Batı “Türk” algısının farklılığı bağlamında en 181 Hakan Erdem, “Osmanlı Kaynaklarında Yansıyan Türk İmajları”, s.25. 182 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s.20 183 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s.450. 184 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s.450-451. 63 belirgin örneklerindendir; çünkü Halet Efendi’nin geldiği coğrafyada Türk algısı onun pek de övünerek bir “kimlik” olarak taşıyabileceği bir şey değildir. 1897 yılına gelindiğinde Türkiye’de uzun yıllar bulunmuş olan tecrübeli bir İngiliz seyyah hala şunları söyleyebiliyordu: “Hâlihazırda Türk ismi çok nadiren kullanılmaktadır. Kelimenin iki farklı biçimde kullanıldığını duydum. Birincisi bir ırkı ayırt etmek için ve ikinci olarak bir aşağılama olarak.”185 Bu çalışmanın ilk başlarında “Türk” kavramının tarihi kökenini ve anlamları üzerine analizler yapılırken Türk sözcüğünün toplumlar arasında bir sıfat mı yoksa ırksal bir ayrım için mi kullanıldığı meselesi tartışılmıştı. Bu İngiliz seyyah da bu olaya Osmanlı dönemi bağlamında bir açıklama getirmiş oldu; çünkü diğer kaynaklarda da rastlanıldığı gibi Türk sözcüğü salt bir ırkın tanımı ya da sadece bir sıfat olarak kalmamış, kaynaklarda ikisinin de kullanıldığı görülmektedir. İmparatorlukta Müslüman bir millet vardı ama Türk veya Arap veya Kürt milletleri yoktu.186 Bu yaklaşım din bazlı bir toplum yapısına sahip Osmanlı Devleti’nde pek de yadırganacak bir yaklaşım değildir. “Ümmet bilinci” ile meydana gelmiş bir toplumda milletin “İslam milleti” olması normaldi; çünkü Osmanlı Devleti’nde siyasal anlamda İslam hariç hiçbir etkenin bir ideali yoktu. Yani genel durumun panoramasını değerlendirmek amacıyla, herhangi bir ırkın veya İslam dışı bir kavramın ülküsü yoktu. Müslüman olanlar o ülkünün içinde birer unsur, olmayanlar ise bir nevi bu bağlamda “öteki” idi, aynı etnik guruba mensup faklı dine mensup olanlar da. Bu algılamalara rağmen yinede Osmanlı kaynaklarında bu genellemelerin aksine kaynaklar da yok değildir. 15. yüzyıl müelliflerinden Ebu’l hayr-ı Rûmî’nin Cem Sultan’ın isteği üzerine derlediği ve Sarı Saltuk menkıbelerini konu edinen Saltuk-name’de, başka anlamların yanı sıra Türk sözcüğünün Müslüman sözcüğü ile karşılıklı değiştirilebilir tarzda kullanıldığını görürüz. Bir seferinde kendi tekfurlarını gayretsizlikle suçlayan Rumlar/Bizanslılar şöyle der: Meğer sen Türk oldun, uğurlayın din tutasın, Türklere dönmezsin, tınmazsın; Mesih dinine say 185 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s.451. 186 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s.454. 64 eylemezsin.187 Burada Türk kavramı ile İslam’ın bir algılandığını görüyoruz ancak yine alıntının yapıldığı mesele gereği kaynak ne kadar Osmanlı dönemi Doğu kaynağı olsa da olay Hıristiyanların bakış açısını gösterdiği de bir gerçektir. Ancak burada Batı’nın Müslüman-Türk algısı ve Müslümanlık ile Türk kavramının eş değerliliğinden Doğuda bulunan insanların da haberdar olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Tarih anlatmak gibi bir kaygısı olmayan, gazi çevrelerinde anlatıla gelen popüler hikayeleri gaza ideolojisi ile yeniden işleyen bir eser olan Saltuk-name’de Osmanlıların kendilerine Türk demeyip “gazi” veya “Müslüman” demeleri şöyle dursun, gazi ve Müslümanlara “Türk” dendiğini, “Türk” sözcüğünün genelde ve hele karşıda “kafirler” varsa hemen her zaman “gazi” ve Müslüman” anlamında kullanıldığı söylenebilir.188 Saltuk-name’de işlenen bu mantık en önemli vurgulardan birisidir. Burada Batı algısından değil gaza ideolojisi bağlamında Doğu’da Müslümanlar arasında da bu anlayışa yatkın insanların olduğunu da göstermektedir. Osmanlılar arasında Türk sözcüğünden bunlar anlaşılırken aynı dönemlerde Batı’daki duruma da bakmak gerekmektedir. Bu bağlamda Silvio Marchetti189: “Osmanlı imparatorluğu olarak Akdeniz’e gelen Türkler, Akdeniz’in Müslüman güney ve doğu kıyılarının hâkimi oldular; öyle ki, Batı’da Osmanlı İmparatorluğu’nun uçsuz bucaksız topraklarında yaşayan tüm halklar Türklerle özdeşleştirildi”190 demektedir. Bu analizde Osmanlı İmparatorluğu’nun bir Türk devleti olduğu ve başka etnik guruptan olan Müslümanların olduğu yerlere de hâkim olduğu vurgulanmaktadır. Bu hâkim olma, Osmanlı’da yaşayan başka etnik guruptaki insanların da Osmanlı Devleti sınırları içinde bulunmaları nedeni ile Türk olarak adlandırılmalarına neden olduğu ileri sürülmektedir; ancak bu yorumun bugünden geçmişe bakarak ya da Batı algısı içinde yapılmış bir tanımlama olduğunu da unutmamak gerekmektedir. 187 Hakan Erdem, “Osmanlı Kaynaklarında Yansıyan Türk İmajları”, s.21-22. 188 Hakan Erdem, “Osmanlı Kaynaklarında Yansıyan Türk İmajları”, s.23. 189 Prof. Dr., İtalyan Kültür Merkezi Genel Direktörü. 190 Silvio Marchetti, “Avrupalıların Gözünde Türkler: Mitos ve Yanlış Anlaşılma”, Dünyada Türk İmgesi, (Editör: Özlem Kumrular), Kitap Yayınevi, İstanbul, 2011, s.9. 65 1450’lerde bulunan “basın tekniğinin” gelişmesi sayesinde Batı’da Türkleri konu edinen kısa yazınsal türler çoğalmış ve halkın birçok kesimine ulaşabilen “Türkler’e ilişkin yazın” (Türkenpublizistik) ortaya çıkmıştır. Bu yazın, Türkler’i hem tanıtır hem de onlara karşı ilgiyi artırır ve artık “Müslüman-Türk” imgesinin yerini yavaş yavaş “Düşman-Türk” imgesine bırakmaya başladığı görülür.191 Müslüman-Türk algısı ile Düşman-Türk algısı arasında aslında pek fazla bir fark bulunmamaktadır; çünkü Batı için Müslümanlar kendileri için büyük bir tehdit unsuru ve “düşman”dı. “Düşman-Türk” algısı da Batı’nın Türkleri sadece Müslüman olarak görmelerinden kaynaklanıyordu. “Müslüman-Türk” yerine “Düşman-Türk” kavramının kullanılması ise Türk ile İslam’ın Batıda özdeş algılanmasındandı. Batı’da Türk imgesi açısından vurgulanması gereken bir noktada, Bayezid için oldukça sık “thürckischer chönig” (Türk Kralı) ve onun ülkesi içinde “Thürkey” (Türkiye) sözcüklerinin de kullanılmasıdır; hatta Anadolu yakası için “di grossen Türckey” (büyük Türkiye) denirdi.192 Batılıların Osmanlı’yı Müslüman olmalarından dolayı ve zihinlerindeki Müslüman algısının Türk ile eş değerde görmelerinden dolayı da bu tür tanımlamalara gidildiği rahatlıkla söyleyebilir. Yine Dellal’ın çeviri ve analizi ile aktardığı bir gezi güncesinde Osmanlı döneminde, Osmanlı Devleti’nde yaşamış bir kişinin gözlemlerini şu şekilde aktarmaktadır: “Macaristanlı Georg adıyla tanınan Alman kökenli Transilvanyalı yazar 1438 yılında II. Murad’ın ordusu Transilvanya’yla (Türk: “Erdel” / Alman: “Siebenbürgen”) girdiğinde, Mühbach (bugün Romanya Sebeş) kentinin alınışı sırasında 15-16 yaşlarında tutsak alınmış ve bunun üzerine 20 yılını Türk tutsaklığında geçirmiştir.”193 Batılı, Batı’nın Hıristiyan merkezli ve yine Batı’nın Müslüman-Türk algısı içinde yetişmiş birinin Doğu’yu kendi kavramları ile tanıması ve Doğu’nun algısını kendi yorumuyla aktarması, Türk’ün Batı algısındaki yeri bağlamında Doğu-Batı karşılaştırılması için önemli bir kaynak olabilir. 191 Nevide Akpınar Dellal, Alman Kültür Tarihi’nde Seçme Tarihi ve Yazınsal Ürünlerde Türkler: Avrupa’da Türk İmgesine Bir Katkı, s.55. 192 Nevide Akpınar Dellal, Alman Kültür Tarihi’nde Seçme Tarihi ve Yazınsal Ürünlerde Türkler: Avrupa’da Türk İmgesine Bir Katkı, s.63. 193 Nevide Akpınar Dellal, Alman Kültür Tarihi’nde Seçme Tarihi ve Yazınsal Ürünlerde Türkler: Avrupa’da Türk İmgesine Bir Katkı, s.66. 66 Macaristanlı Georg “Türken-Tractatus” (Türklere İlişkin Deneme) adı altında da ün yapmış bir gezi güncesi, yazarın tutsaklık yaşamından dönüşünden sonra 1480 veya 1481 yılında kaleme almış ve 16. yüzyılın sonuna kadar sayısız nüshaları çıkmıştır. “Turken-Tractatus’un son baskısı “Mohametische Genealagia” başlığı altında 1596 da Berlin’de çıkmıştır.194 Birinci bölümde Türkler’in Doğu’yu (Orient) nasıl işgal edip yerleştiklerini anlatmaktadır ve burada verilen imgelerden biri Türklerin Müslüman oluşudur.195 Osmanlı Devleti içinde yaşayan Türklerin büyük bir çoğunluğunun Müslüman olduğunu daha öncede vurgulamıştık. Bu da “Türk” tanımlarken en önemli unsurlardan birinin Müslüman olması durumunun bir vurgusu niteliğindedir. Macaristanlı Georg, gezi güncesinin ikinci ve üçüncü bölümünde Hıristiyanları eleştirir ve Türkler’in dinlerinin yayılmasında Hıristiyanları suçlar. Türkler tarafına birçok Hıristiyan’ın gönüllü olarak geçtiğini, bu nedenle birçok Yunan kale ve kentinin Türk egemenliği altına girdiği, hatta gönüllü teslim oldukları için hiç zarar görmediklerini yazar. Hıristiyanların Türk egemenliği altına girmede diğer Hıristiyanlara yardım ettiklerini belirtir.196 Burada, Batı’ya giden Müslümanların yine Türk olarak kabul edildiklerini ve ele geçirilen yerlerin Türk egemenliği altına girdiği gibi bir tanımlama yapılabilir. Aynı zamanda bu analiz bağlamında Müslüman-Osmanlı içinde Türk tabirinin kullanıldığını söylemek pek de yanlış olmayacaktır. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerine yaklaşıldığında Osmanlı Devleti içindeki bazı yazarlar Türklük kavramı üzerine yoğunlaşmışlar ve bu bağlamda yeni tezler ve yaklaşımlar ortaya atmışlardır. Bu yaklaşımların büyük çoğunluğunu Cumhuriyet Dönemi’nde Türk’ün anlamsal dönüşümü incelenirken, Cumhuriyet Dönemi’nde Türk’ün dönüşümündeki alt yapısı bağlamında daha detaylı olarak ele alınacaktır; ancak yinede burada da değinilmesi gereken birkaç husus bulunmaktadır. 194 Nevide Akpınar Dellal, Alman Kültür Tarihi’nde Seçme Tarihi ve Yazınsal Ürünlerde Türkler: Avrupa’da Türk İmgesine Bir Katkı, s.67. 195 Nevide Akpınar Dellal, Alman Kültür Tarihi’nde Seçme Tarihi ve Yazınsal Ürünlerde Türkler: Avrupa’da Türk İmgesine Bir Katkı, s.69. 196 Nevide Akpınar Dellal, Alman Kültür Tarihi’nde Seçme Tarihi ve Yazınsal Ürünlerde Türkler: Avrupa’da Türk İmgesine Bir Katkı, s.70. 67 Gökalp Osmanlı Devleti’nde Türk’ün anlamının olumsuz anlamda neden bu kadar fazla kullandığıyla ilgili şu analizi önemlilik arzetmektedir: “Vaktiyle, çeşitli kavimlerden memurlar “ilkbal kâbe’si” sayıp yöneldikleri Bizans’ta kozmopolit bir sınıf oluşmuştu. Bunlar kendilerine bir sınıf aramışlar ve sonunda şehrî (şehirli) sözünde karar kılmışlardı.”197 Sürurî198’nin Reni Ahmedî’ye söylediği: “Ben ve sen, her ikimizde şehirli değiliz. Zira ben Türk’üm ve sen de Kürt’sün.” Mısralarından anlaşıldığı gibi “şehirli” ne Türk’tür, ne Kürt, ne Arap, ne Arnavut’tu; yani bütün milliyetlere düşman bir topluluktu… Bu topluluk Arap’ı beğenmez, Kürt’ü hafife alır, Laz’la eğlenir, Türk’e de hakaret ederdi.199 Gökalp’ın bu çıkarsaması, Osmanlı döneminde ve Osmanlılar tarafından nasıl bir Türk algısı olduğunu bilen biri tarafından yapılmış bir çıkarsamadır. Gökalp burada, yukarıda çeşitli kaynaklardan alıntılar ile belirtilen küçümseyici hatta aşağılayıcı Türk algısının kendi paradigması ile açıklamasını yapmaktadır. Burada şehrî diye ifade ettiği elit bir grubun taşrada yaşayan etnik grupları nasıl küçümsediğini ve tarih içinde meydana gelen bu Türk algısının nedenini kendi analizleri ile ortaya koymaktadır. Ahmet Vefik Paşa’nın Müntehebât-ı Durûb-ı Emsal (atasözlerinden seçmeler)’de özellikle şehrîlerin söylediği sözlere yer verilir. Bunlardan Türklerle ilgili olanlardan bir kaçı şunlardır: “Türk, atına binince bey oldum sanır. Türk danişmend200 olur, adam olmaz. Türk ne bilir bayramı, lâk lâk içer ayranı201” Buradaki atasözlerine bile konu olmuş ithamlar bu düşünürlere göre şehrî veya şehirli olan azınlık bir elitin düşüncelerini yansıtmaktadır. Bu ithamlar Gökalp, Ahmet Vefik gibi düşünenler için bir grup elitin yaftalamalarından başka bir şey değildir. Türk sözcüğü, seçkin Osmanlı grupları kadar, bazen İstanbul halkı arasında bile hakaret olarak kullanılırdı. Dönemin ünlü oyunu Hacivat-Karagöz’de de en sevimsiz tip olan Baba Himmet’e “Türk” denirdi202. Bu da aynı şekilde merkez-çevre 197 Ziya Gökalp, Kültür ve Medeniyet Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, Gençlik Kitabevi Yayınları, Konya, 2010, s.146. 198 18.yüzyıl divan şairi ve tarihçi. 199 Ziya Gökalp, Kültür ve Medeniyet Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, s.146. 200 Danişmend: Bilgili ilim sahibi kimse. 201 Ziya Gökalp, Kültür ve Medeniyet Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, s.146. 202 Ömer Solak, “II. Meşrutiyet Dönemi Romanında “Türk” ve Türklük”, s.422. 68 ayrımı içerisinde Gökalp ve gibi düşünenlerin iddialarını destekler nitelikte örneklerdendir. Bu ve bunun gibi Türk algıları Ziya Gökalp gibi Cumhuriyet Dönemi’nde Türk algısının değişmesinde ve yeniden bir “Türk” imgesi ve/veya Türk kimliği inşası çalışmalarında önemli bir etken olmuştur. Bu şehrîlerin tarih kitaplarında kavim isimleri daima şöyle yazılıdır: Etrâk-ı bi idrâk (anlayışsız, idraksız Türkler). Edrâd-ı bed nihâd (soyu bozuk Kürtler).203 Gökalp bu algılamaların en büyük müsebbibi olarak suçu şehrî diye ifade ettiği elit bir zümreye hasretmektedir. Bu yüzden de Gökalp Cumhuriyet Dönemi’nde bu algının yanlış olduğunu ve genelin algısını ifade etmediğini düşünerek –ki sadece bu Gökalp’in değil Cumhuriyet Dönemi’nde Türk kavramı üzerine çalışanların da asıl meseleleri olmuştur- yeni ve “doğru” bir algı için çok sayıda çalışma yapmıştır. Son tahlilde Osmanlı mı Türk’tü yoksa Türkler mi Osmanlı’ydı? Bu soruya Osmanlı’nın ilk dönemlerinde ayrı, son dönemlerinde ayrı cevaplar verilebilir. Hatta bu cevap bu çalışma çerçevesinde sorulabilecek olan “Osmanlı mı “Türk” kavramını dönüştürdü; yoksa “Türk”ün ve Türklüğün farkında olanlar mı Osmanlı’yı dönüştürdü?” sorusuna da cevap olarak verilebilir. Dünyanın Osmanlı’yı “Türk” olarak gördüğü bir çağda Osmanlı’yı “Devlet-i Aliyye” (Yüce Devlet, Devletlerin Yücesi) olarak adlandıran Osmanlı ulemasının, Türk ve Türkmenleri küçümsedikleri, hizmet ettikleri Devlet-i Aliyye ve onun kullarını –yani kendilerini- “Türk” saymadıkları aşikar bir şekilde anlaşılmaktadır204; ancak Tanzimat’ın “milli uyanış”ı tetiklediğini ve II. Meşrutiyet’e doğru yükselen Türkçülükle birlikte Türk’ün ve Türk olmanın pozitif bir anlam kutbuna doğru kaymaya başladığı görülecektir.205 1923’te kurulacak olan Türkiye Cumhuriyet’i de varlığını “Türk” ve Türklük üzerine temellendiren bir yapı kuracaktır. 203 Ziya Gökalp, Kültür ve Medeniyet Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, s.147. 204 Ömer Solak, “II. Meşrutiyet Dönemi Romanında “Türk” ve Türklük”, s.423. 205 Ömer Solak, “II. Meşrutiyet Dönemi Romanında “Türk” ve Türklük”, s.423. 69 3. CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK ALGISI Cumhuriyet dönemindeki “Türk” algısı, Osmanlı döneminde “Türk”e yeterince itibar edilmediği, Türk’ün ve Türklüğün unutulduğu ve bu yüzden bu konu üzerine daha çok eğilmek gerektiği inancı üzerine başlamıştır gibi bir çıkarsama yapılsa yanlış olmaz. Bu algının oluşmasında Osmanlı’nın bu durumunun yanında Fransız İhtilali’nin getirmiş olduğu ulusçu/milliyetçi akımların yeri de gözardı edilmemelidir. Daha önce Gökalp’ın Türk ve Türklük hakkındaki görüşlerine kısmen yer verilmişti. Bu görüş sadece Gökalp’ın tek başına iştirak ettiği bir görüş değildi. Dönemin birçok önemli insanında da bu görüş mevcuttu. Cumhuriyet Dönemi’ndeki “Türk” algısını anlamak, neden ve nasıl bir dönüşüm geçirdiğini kavrayabilmek için Osmanlı’nın son dönemlerindeki Osmanlı’daki “Türk” algısına tepkileri ve bu minvalde yeniden bir “Türk” inşa çabaları çerçevesinde üretilen tezleri analiz etmek gerekmektedir. Bu tezler bağlamında Cumhuriyet Dönemi’ndeki Türk kavramı yeni bir anlam kazanmış ve bu çerçevede ciddi bir dönüşüm yaşamıştır. 3.1. TÜRK’ÜN ULUSALCI/MİLLİYETÇİ YORUMU Günümüz Türk kimliğinin oluşmasındaki en önemli tarihi süreç Osmanlı’nın son dönemi ve erken Cumhuriyet Dönemi’dir. Bu dönemde Türk’ün ulus ve milliyet olması veya ulus ve milliyet olarak inşa edilmesi bağlamında önemli bir tarihi dilimdir. Bu tarih diliminin de neden Türk’ün ulus ve milliyet haline geldiği konusunda pek çok görüş mevcuttur. Bu görüşler arasında Türk ulusal kimliğinin sürekli bir aşağılamaya karşı bir tepki olarak oluşmasından 206, Türk’ün asli kimliğine döndüğüne kadar pek çok değişik görüş mevcuttur. Türk ulusçuluğunun ve ulusal tarihinin sorunu, Türk ulusunun yeni tarihsel kimliğinin ırka mı, kültüre mi, dile mi dayanacağının kararlaştırılması sorunuydu; ancak bu karar, imparatorluğun toplumsal ve etnik gerçekliği gözönünde bulundurulduğunda pek kolay bir iş değildi. Osmanlı sistemi çok kültürlü ve çok 206 Taner Akçam, “Türk Ulusal Kimliği Üzerine Bazı Tezler”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik, (Editör: Tanıl Bora, Murat Gültekingil), Cilt:4, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008, s.54. 70 milletli bir düzendi ve Avrupa’nın tersine dini ortaklık, etnik ya da ırksal ortaklıktan çok daha önemliydi, dolayısıyla dinin sosyal bir kategori olarak kullanılması, bir siyasi araç haline gelmesi daha kolaydı.207 Bu realitenin yanında dinin siyasi araç olma durumunun denenmişliği ve kısmen başarı elde edilmesine rağmen Osmanlı’nın son dönemlerinde çok fazla Osmanlı toprağı etnik farklılıklar nedeni ile ülke topraklarından kopması/koparılması, bu kopan/koparılan toprakların içinde Müslüman milletin ağırlıkla yaşadığı yerler olması bu bağlamda bir “Türk”çü yapıyı ileride de değinileceği gibi o dönemin çoğu ilim insanına göre elzem görmelerine neden olmuştur. İşte bu düşünce tohumuyla atılan Türkçü fikirler Türk’ün ne olduğu sorusuna verilecek cevapları değiştirecek ve içinde bulunan İslami çağrışımları ve unsurları yavaş yavaş daha farklı kavramlara ve tanımlamalara bırakacaktır. Kırımlı tanınmış Türkçü İsmail Gaspirinski, 1880’lerde modern ulusçuluk akımları henüz Rusya’ya ulaşmadığı bir dönemde Ortodoks Rusya’ya karşı Müslüman kimliğini vurgulayan mücadelesine başlamıştı. Daha sonraları Şemsettin Sami, Ahmet Mithat, Mehmet Emin ve Necip Asım’ın görüşlerinden de etkilenerek dil olgusunun belirleyici gücünü fark etti ve bu konu üzerinde durdu.208 Bu dikkat kesilmeler ve birini etkileme ve birbirinden etkilenme metotları ile Türk kavramı, artık, özellikle ırksal, dilsel ve siyasal bir anlam kazanmaya başlıyordu. Geçen yüzyılın başlarında ve çoğu yerde hâlâ, milli kimlik, yani özünün farkını vurgulamak, Cemiyet-i Akvam çerçevesinde rüştünü ispat etmek, kısacası milletin “siyasi” ismini koymak ancak ve ancak ömrünü etnik anlamda bilmekle, daha da önemlisi bildirmekle oluyordu;209 çünkü 19. ve 20. yüzyıl “ulus bilinci”nin insanlık tarihinde en üst seviyelere çıktığı ve ulus-ırk-millet gibi konular üzerine “bilimsel” anlamda en çok çalışma yapıldığı dönemdir. Bu çalışmalar Osmanlı’da yaşayan birçok aydını da etkilemiş ve bu akımdan etkilenen aydınlar da bu konular üzerine okumaya, araştırmaya ve çeşitli tezlerle bu konuya çeşitli açılardan yaklaşmaya başlamışlardır. Özellikle II. Meşrutiyet döneminde tarihçilerin çalışmalarında Türklüğün etnik köken ve dil yönünden ağırlık kazandığı bir 207 Büşra Ersanlı, İktidar ve Tarih Türkiye’de “Resmi Tarih” Tezinin Oluşumu (1929-1937), İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s.77. 208 Büşra Ersanlı, İktidar ve Tarih Türkiye’de “Resmi Tarih” Tezinin Oluşumu (1929-1937), s.79. 209 Büşra Ersanlı, “Bir Aidiyet Fermanı: Türk Tarih Tezi”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik, (Editör: Tanıl Bora, Murat Gültekingil), İletişim Yayınları, İstanbul, 2008, s.800. 71 gerçektir.210 Bu konu üzerine eğilenler için Türk sıfatsal bir tanımlanın dışına çıkmakta ve artık tarihte bir ırkın ismi olduğuna kanaat getirilmektedir. Bu bağlamda dönemin çalışmaları “Türk” denen bu ırkın ne tür özelliklere sahip olduğunun, nereden geldiğinin, konuştuğu dilin ne olduğunun ve ne gibi evrimler geçirdiğinin üzerinedir. Türkiye’de tarihçilik alanında etnik kökeni öne çıkarma eğiliminin yaygınlaşması, öncelikle Batılı müsteşriklerin ve onların Osmanlı içindeki takipçilerinin eserlerinden yararlanılarak başlamıştır.211 Bu Türkologlar arasında Fransız Joseph De Guignes (1721-1800), Macar Arminius Vambery (1869-1930), Fransız Leon Cahun (1841-1900), Alman Wilhelm Radloff (1837-1918), Rus Vasili Barthold (1869-1930)’un yanı sıra Osmanlı aydınlarından Polonya asıllı Mustafa Celaleddin Paşa (Constantin Borzecski) (1826-1875), Ahmet Vefik Paşa (1823- 1891), Süleyman Paşa (1838-1892), Ali Suavi (1838-1878) ve Şemsettin Sami (1850-1904)’yi sayabiliriz.212 Bu aydınlar kümesi Türk kavramının ırksal bir nitelik taşıdığını düşünüp bu “Türk” ırkı üzerine çalışmalar yapmışlar ve eserler yayınlamışlardır. Bu düşünceler çerçevesinde Osmanlı’nın son dönemlerinde oluşturulan bazı “Türk” tezlerine yer vermek konunun daha net bir şekilde anlaşılması açısından önemli olacaktır. Bu çalışma sahiplerinden en önemli isimlerden biri hiç kuşkusuz Ahmet Mithat Efendidir. Ahmet Mithat Efendiye göre, en yeni araştırmalar, Altaylar tarafına tarih öncesinden bu yana hiç göç olmadığını, tam aksine, Altaylardan dünyanın dört bir tarafına sürekli göçlerin gerçekleştiğini gösteriyordu. Açıkçası insanlığın “mahall-i intişar”ı Altaylar, bütün dillerin kaynağı ise Türkçeydi, işte Sitler, yani İstikler,213 diyordu. Mithat Efendi insanlığın ortaya çıkışını birçok bilim insanı gibi Altaylar’a bağlıyor ve dünyaya Altaylar’dan yayılmış olan Türklerin konuştuğu dil olan Türkçe ise bu bağlamda bütün dillerin kaynağı durumuna geliyordu. 210 Büşra Ersanlı, “Bir Aidiyet Fermanı: Türk Tarih Tezi”, s.801. 211 Büşra Ersanlı, “Bir Aidiyet Fermanı: Türk Tarih Tezi”, s.801. 212 Büşra Ersanlı, “Bir Aidiyet Fermanı: Türk Tarih Tezi”, s.801. 213 Beşir Ayvazoğlu, “Etimolojik Türkçülük: Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi’nin Ön Tarihi”, Muhafazakâr Düşünce Dergisi, Yıl:2 Sayı:5, 2009, s.32. 72 Mithat Efendi düşüncelerinin devamında bu tezini daha açarak kendince argümanları ile tezini derinleştiriyor: “Sadece Sitler mi? Eski çağlarda Anadolu’ya gelen kavimler Türk’tü, on altıncı hanedan devrinde Mısır’a hücum ederek hâkimiyet kuran Hyksoslar da… Bazı tarihçilerin Fenikeli, bazılarının Arap, bazılarını da Sit (İskit) dedikleri Hyksosların Sit’liğini kuvvetle muhtemel gören Mithat Efendi’nin sağlam delilleri de vardı: Mısır’a saldıran Hyksoslar beraberinde yüzlerce küçük ve büyük baş hayvan getirmişti; bu da çok uzun yoldan geldiklerini gösteriyordu. Öyle ya, ‘geçtikleri ormanlarda, ovalarda, sahralarda köyler, lokantalar, ekmek fırınları mı bulacaklardı?’Yiyecekleri süt, peynir gibi şeylerdi, bunun için koyunlarını ve sığırlarını yanlarında götürmek zorundaydılar. Bu sayede yıllar süren seferlere çıkabiliyorlardı. Zaten bunun için bu kavme çoban anlamına gelen “Hyksos” adı verilmişti. Daha da önemlisi Hyksosların atları vardı ve Yunanlılar gibi, Mısırlılar da hiç at görmemişlerdi. “At Sitlik şânı, Türklük şânı olduğu için bunlar dahi Türk idiler.”214 Böylece Türk, dünya üzerinde çeşitli coğrafyalara yayılmış ve gittiği yerlere dili ve ulaştığı kültür seviyesi ile medeniyet götürmüş bir kandaş insanlar topluluğunun adı oluyordu. Yüzlerce yıl Mısır’da hüküm süren Hyksoslar, on yedinci hanedanın kurucusu olan Firavun tarafından yenilip kovulmuşlardı. Aşağı yukarı iki yüz kırk bin kişilik bir Hyksos topluluğunun Mısır’dan çıktıktan sonra nereye gittiği bilinmiyordu; ancak Mithat Efendi, bu atlı kavmin peşini bırakmamaya kararlıydı; “hiç öyle cengâver, bir kavim iki yüz kırk bin nüfusla çıkar da izi nasıl belli olmaz?”215 Mithat Efendi Türk olarak nitelediği bu kavim üzerinden şuan yaşayan, ismi farklı olan kavimlerinde Türklüğünü ispatlamak için çeşitli ispat metotları üretmeye girişmektedir. Mithat Efendi’ye göre, Hyksoslar eğer Arap veya Fenikeli olsalardı, geldikleri topraklara geri dönerlerdi. Tarih böyle bir şey kaydetmediğine göre, ya asıl yurtlarına, yani Altaylara geri çekilmiş, yahut Afrika’nın içlerine doğru ilerleyerek izlerini kaybettirmişlerdi. Tam bu noktada Afrika’nın en ilgi çekici topluluklarından 214 Beşir Ayvazoğlu, “Etimolojik Türkçülük: Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi’nin Ön Tarihi”, s. 32. 215 Beşir Ayvazoğlu, “Etimolojik Türkçülük: Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi’nin Ön Tarihi”, s. 33. 73 biri olan Tuareg’leri hatırlatan Mithat Efendi’ye göre bunlar, Afrika’da izlerini kaybettiren Hyksosların torunları olabilirdi. İmohaz’lara Araplar tarafından verilen “Tuareg” ismi çoğuldu ve tekilinin “Teraki” olduğu söyleniyordu. “Türk” kelimesi t.r.k. şeklinde yazılırsa o zaman çoğulu “tevârık” olurdu, Fransızlar, Tevarık’ı Tuareg şeklinde telaffuz ediyorlardı.216 Mithat Efendi Fransızların telaffuzları üzerinden şuan Afrika’da yaşayan bir kavmin Türklüğünü ispat etmiş oluyordu. Artık Türk sözcüğü ve Türklük tanımlanırken “bilimsel” yöntemler kullanılıyor ve Cumhuriyet Dönemi’nde oluşturulacak iki büyük tez olan Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisine zemin hazırlanıyordu; çünkü Cumhuriyet Dönemi’nde de “Türk”ün tanımlanması için aynı “bilimsel” yöntemler kullanılmıştı. Burada söz konusu olan “saf bilim” değildir. İkinci Dünya Savaşı öncesi Avrupa’sında ince-ince kurulan devlet-ideoloji-bilim ilişkisine uyan bir kavrayıştır.217 Bu girişimin en önemli ayağı “kimlik değiştirmek” ya da homojen ve yukarıdan tanımlanmış bir “ulusal kimlik” içinde farklı kimlikleri eritmek için elverişli bir “bilimsel model” yaratmaktan geçmektedir. Yani kimliğin inşasında rol alacak sosyal bilimlerin nesnesi karşısında görece nötr kalabilen fen bilimlerine benzediği/benzetilmesi gerektiği, ispatsız kabulüne (postulation) dayanan pozitivizmi “rehber edinmişti.”218 Tarihe, kavimlere, milletlere pozitivist bir yöntemle yaklaşıldığında salt gerçekliğin ortaya çıkacağı ve böylece tartışılmaz bir gerçeklik ortaya konulmuş olacağı düşünülmekteydi. Bu düşünce içerisinde olan insanlar Osmanlı’nın son dönemlerinde ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türk’e ve Türklüğe bu açıdan bakmışlar ve tartışılmaz gerçeklik bulmak için çok fazla çaba sarf etmişlerdir. Türklüğün menşei, eski yurtları ve yayılma sahaları hakkında okumalar yapan, düşünen ve araştırmalar yayınlayan İsmail Hakkı Baltacıoğlu’na göre, 216 Beşir Ayvazoğlu, “Etimolojik Türkçülük: Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi’nin Ön Tarihi”, s. 33. 217 Suavi Aydın, “Cumhuriyet’in İdeolojik Şekillenmesinde Antropolojinin Rolü: Irkçı Paradigmanın Yükselişi ve Düşüşü”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Kemalizm, (Editör: Tanıl Bora, Murat Gültekingil), Cilt:2, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, s.344. 218 Suavi Aydın, “Cumhuriyet’in İdeolojik Şekillenmesinde Antropolojinin Rolü: Irkçı Paradigmanın Yükselişi ve Düşüşü”, s.344. 74 “Hazret-i İbrahim Aleyhisselam Türk’tür.”219 Baltacıoğlu bu düşüncesini kendince etimolojik ve linguistik yöntemlerle açıklamakta ve tezini çeşitli argümanlarla desteklemektedir. Baltacıoğlu, İbrahim Peygamber’in doğduğu şehir olan Ur üzerinde özellikle duruyor. Bu konuda Şemsettin Sami’ye başvuran yazar, Ur’un Türkçe’de “kale” anlamında olduğunu, Orhan isminin de “kale beyi” anlamına geldiğini söylüyor. Şemsettin Sami’nin tarifi şöyle: “Ur: Hendek, yüksek yer, toprak tabaka ki önü hendek olur”220. Baltacıoğlu, Ur’un Sümerlerin en önemli şehirlerinden biri olduğunu hatırlattıktan sonra şöyle devam ediyor: “Sümerlerin Ural-Altay akvâmından olması ve Ur lâfzının Türkçe bir kelime olması hasebiyle nebiyy-i müşârünileyh hazretlerinin mehd-âra-yı vücud oldukları şehrin bir Türk şehri olduğu taayyün eder.”221 Ur’un isminin Türkçe olması İbrahim Peygamber’in Türk olduğuna yönelik bir delil olabilir; ancak Baltacıoğlu bu bilgiyle yetinmeyip İbrahim Peygamber’in isminin de Türkçe olduğuna yönelik çalışmalar yapmaktan da geri durmamıştır. Baltacıoğlu’na göre, önceleri Abram şeklinde olan bu isim İbrahim şeklinde Arapçalaştırılmıştır. Baltacıoğlu’na göre Abram Türkçe’de muhafaza etmek, yardım etmek, gemileri limana sokmak ve gitmek gibi anlamlara gelen “barmak” fiiline bağlamaktadır.222 Bu bağlamda daha önceden de belirtildiği gibi Baltacıoğlu’na göre ismi Türkçe, yaşadığı yerin ismi Türkçe olan İbrahim Peygamber de Türk olmaktadır. Bu analizden İbrahim’in torunu Adnan’ın soyundan gelen Hazret-i Muhammed de Türk’tür. Bu bağlamda görüyoruz ki Yusuf Kemal Kutluata’nın Türk Dehası ve Dahileri (1954) adlı kitabının üst başlığı “Büyük İslam Peygamberi Hazreti Muhammed Mustafa Sall’allahü’teâlaâ aleyhi ve sellem Özü Özüne ve Südü 219 Beşir Ayvazoğlu, “Etimolojik Türkçülük: Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi’nin Ön Tarihi”, s. 34. 220 Beşir Ayvazoğlu, “Etimolojik Türkçülük: Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi’nin Ön Tarihi”, s. 35 221 Beşir Ayvazoğlu, “Etimolojik Türkçülük: Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi’nin Ön Tarihi”, s. 36. 222 Beşir Ayvazoğlu, “Etimolojik Türkçülük: Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi’nin Ön Tarihi”, s. 35 75 Südüne Türk’tür223 demektedir. Bu analizler ve araştırmalar Türk kavramın ve Türklük algısının mahiyetini tamamen değiştirmektedir. Bu çalışmanın başlarında Türk kavramının kökeni ve anlamsal farklılıklarını ortaya koymaya çalışırken Cumhuriyet Dönemi’nde bu süreç tamamen değişmekte olduğunu ve Türk’ün nereden geldiği sorusu “Türk’ten neler/kimler meydana gelmiştir”e dönüleceği söylenmişti. Bu algı insanlığın menşeine ve merkezine Türk’ü koymaktaydı. Bu bağlamda en iddialı çalışma ise Güneş Dil Teorisi olacaktır ki bu teori, bütün diller Türkçe’den türemiştir, iddiasını barındıracaktır. Rifat’ın224’ yazdığı, 1922 yılında yayımlanan “Türkçe’de Tasrif-i Huruf Kanunları ve Tekellümün Meşei” kitabında, Türklerin ari ırktan olduğunu ve Türkçenin bütün dillere kaynaklık ettiğini anlatan bu kitabın son cümlesi şöyledir: “Türk ilk edvâr-ı hikatte yaşıyordu. Müntehâ-yı haşre kadar yine yaşayacak ve asâletini muhafaza edecektir.225 Bu düşünce dönemin en popüler ve en yaygın inancının bir dışavurumudur. Bu göstermektedir ki “Türk nedir?”, aslında “kimler Türk’tür?” gibi sorular ve çalışmalar “Türk’ten kimler türemiştir?” gibi sorulara dönüşerek bu çalışma bağlamında Türk, insanlığın ortak değeri ve tüm kavimlerin ve dillerin ortaya çıktığı bir kaynak haline gelmişti. Bu düşünce dünya tarafından kabul görmediği bir gerçektir; ancak dönemin aydınları bu konuyu çok fazla ciddiye almış ve bu konu üzerine çok fazla çalışma yapmıştır. Onat’ın226 Arapçanın aslının Türkçe olduğunu 1944 yılında Türk Dil Kurumu tarafından yayımlanan “Arapçanın Türk Diliyle Kuruluşu” adlı kitabın önsözünde şu ifadeler yer almaktadır: “Biz Arapça ile Türk dili arasındaki yakınlığı aydınlatacak olan bu araştırmalarımızda bunların bir kaynaktan çıkmış iki kol olduğunu değil, Arapçanın eski çağlardan beri, ödünç alma yoluyla gelişmiş ve Türkçenin kökleriyle olduğu gibi, kendi gramer kurallarına göre işlenen üreme ve ekli kelimeleriyle de 223 Beşir Ayvazoğlu, “Etimolojik Türkçülük: Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi’nin Ön Tarihi”, s. 36. 224 Samih Rıfat: 1874-1932 yılları arasında yaşamış dil bilimci. 225 Beşir Ayvazoğlu, “Etimolojik Türkçülük: Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi’nin Ön Tarihi”, s. 39. 226 Naim Hâzım Onat: 1889-1953 yılları arasında yaşamış dil bilimci. 76 yoğrulmuş bir dil olduğunu belirtmek istiyoruz,”227 demektedir. Bu dönemde bu konu üzerine yapılmış birçok karşılaştırmalı analiz dillerin benzerlikleri üzerine değil dillerin aslı ve kökü olan Türkçeden hangi yöntemlerle türediğinin bir göstergesi Türklerin kökeni üzerine çalışmış Ahmet Vefik Paşa ve Osmanlılar’ın Özbekler ve Türkmenler gibi Türk kökeninden geldiğini iddia eden Ali Suavi gibi, sık sık Türk bağlantısını hatırlatan seçkin Osmanlılar vardı ve onların dilleri Osmanlıca yerine Türkçe’ydi.228 Türk olmanın temeli, o zamanın genel yapısına dönüşen etnik milliyetçiliğe dayanıyordu ve bu oluşum Orta Asya geçmişine odaklanan oryantalist edebiyatın çıkmasını sağlamıştı. Yukarıda söz edilen tüm bu parametrelerin etkisiyle de içinde “Türk” ve “Türkçe” ibaresi geçen pek çok kitap ve sözlük yayınlanmıştır.229 Bu çalışmalar ilk başta çoğu oryantalist yazar gibi Türklerin menşei ve Türk kavramının ne olduğu üzerine iken daha sonra Osmanlı’nın ve Cumhuriyet’in çoğu düşünürü bu araştırmalarını Türk’ü merkeze alıp Türk’ün insanlık tarihinin en önemli öznesi olduğu yönündeki ispat çalışmaları üzerine yoğunlaşmıştır. Bu çalışmalarda Türk’ü bir şeylerden türeyen bir kavram, bir ırk, bir millet, bir kavim, bir topluluk, bir sıfat olmaktan ziyade, Türk’ün üzerinden hangi ırkların, kavimlerin, dillerin türetildiği üzerine çalışmalar yapılmış ve insanlık için bir “üst kimlik” denilebilecek bir aşamaya sürüklemek istenmiştir. Lewis bu süreci şu şekilde ifade etmektedir: “Türkler nihayet “Türk” denen, Osmanlı devletinin ve İslam dininin içinde olsa da, onlardan yine de apayrı, başlı başına bir milli kimlik duygusunu geri kazanmaya başladılar.”230 Yukarıda bahsi geçen araştırmalar için kullanılan bu söylem dönemin aydınlarının köklerini Osmanlı ya da İslam ile açıklamak yerine Türk-merkez bir tarih ve dünya algısı geliştirdikleri için sarf edilmiştir. Bu paradigma dönüşümü çeşitli kaynaklardan beslenmiş ve çok farklı tezlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. 19. yüzyılın sonuna ve 20. yüzyılın başlangıcına doğru Türkçülüğe dönük hareket bir başka kaynaktan, yani Rusya Türklerinden gelen insanlarla siyasi bir 227 Beşir Ayvazoğlu, “Etimolojik Türkçülük: Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi’nin Ön Tarihi”, s. 41. 228 Hüsamettin İnaç, AB’ye Entegrasyon Sürecinde Türkiye’nin Kimlik Problemleri, s.81. 229 Hüsamettin İnaç, AB’ye Entegrasyon Sürecinde Türkiye’nin Kimlik Problemleri, s.81. 230 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s.466. 77 ivme kazandı. Volga, Orta Asya, Azerbaycan ve Kırım’dan pek çok Müslüman Tatar ve Türk Osmanlı İmparatorluğu’na yaşamak için gelmekteydi. Rusya’dan gelen bu göçmenler genellikle standardı yüksek bir eğitimden geçmiş ve bazıları Rus lise ve üniversitelerinde okumuş oluyorlardı. Rusya’da Türkoloji’nin eriştiği dikkat çekici başarılara aşinaydılar.231 Bu aşinalık geldikleri topraklara yeni yeşermeye başlayan ulusçu akımların süratini artırmış ve Cumhuriyet Dönemi’nde bu konu üzerine yapılan çalışmalara kaynaklık edecek eserler vermişlerdir. Rusya’daki Tatar entelektüeller bir çeşit Pan-Türkist hareket başlattılar. Başlangıçta genel olarak kültürel olan daha sonra siyasileşen bu hareketin fikirleri aynı zamanda Rus İmparatorluğu’ndan gelen, mesela Akçuroğlu Yusuf, Ağaoğlu Ahmed ve Hüseyinzade Ali gibi sığınmacılar vasıtasıyla Türkiye’deki Türkler arasında yayılıyordu.232 Osmanlı döneminde kültürel ve ırksal olarak ortaya çıkan Türk tanımlamaları ve araştırmaları daha sonra siyasi bir nitelik kazanacak ve Türk sözcüğüne siyasal olarak da bir anlam yüklenmek sureti ile Türk-merkez bir dünya algısının temelleri atılmış olacaktır. Bu kişiler arasında, Cumhuriyet öncesi ve özellikle Cumhuriyet sonrası Türk’ün tanımlanmasında ve dönüştürülmesinde en önemli etkiyi yapan kişi Yusuf Akçura’dır. Akçura “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı meşhur çalışmasında üçüncü siyaset olarak nitelediği ve en doğru yöntem olarak Türkçülüğü önerirken, Türk’ü kavramsal olarak sabitlemek ve siyasal anlamının önemini vurgulamak bağlamında şöyle bir cümle sarf etmektedir: “ırka dayanan siyasi bir Türk milleti teşkil etmektir.233 Artık “Türk” bu tanımlama ile ırka dayanan siyasi bir milletin adı olma durumuna gelmiştir. Bu tanım daha sonra “Orta Asya” teorisi ile insanlık için de önemli bir değer olan bir kaynağın adını da temsil edecektir. Akçura’nın Türk ve Türklük hakkındaki görüşleri Cumhuriyet ideolojisinin oluşturduğu Türk ve Türklük bağlamında önemli bir yerde durmaktadır. Bu bağlamda Akçura’yı anlamak Cumhuriyet ideolojisini, Türk kavramı bağlamında anlamak için önemli bir yer tutmaktadır. Akçura bu bağlamda: “ırk üzerine müstenit 231 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s.471. 232 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s.472. 233 Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, Kilit Yayınları, Ankara, 2012, s.8. 78 bir Türk siyasi milleti husule getirmek fikri pek yenidir. Gerek şimdiye kadar Osmanlı devletinde, gerekse gelip geçen diğer Türk devletlerinin hiç birisinde bu fikrin mevcut olduğunu zannetmiyorum. Cengiz ve Moğolların tarafını tutan müverrih Leon Kahon234, o büyük Türk hanını bütün Türkleri birleştirmek gibi yüce bir maksatla Asya’yı baştanbaşa fethettiğini yazıyorsa da, bu iddiasının tarihçe tamamen tevsik edildiği hakkında bir şey diyemem,”235 demektedir. Akçura’nın bu açıklaması tarih içinde Türk olduğunun bilincinde olan birçok milletin olduğunu ancak bunlardan hiçbiri Türk’e siyasal bir anlam yüklemeyip onun altında bir birlik oluşturma çabası içinde olmadıklarını ya da Türk-merkez bir siyaset yürütmediklerini iddia etmektedir. Akçura’ya göre, İslam’ın menfaati, Osmanlı Devleti’nin ve Türk’ün menfaatlerine tamamen uymaz. Zira, İslam’ın kuvvet kazanması, Osmanlı tebaasından bir kısmın (gayrimüslim olanları) sonunda kaybını ve bu cihetle Osmanlı Devleti’nin günümüzdeki topluluğundaki bir parçasının yok olmasını mucip olacağı gibi, Türklüğün Müslim ve gayrimüslim dini anlaşmazlığıyla bölünmesine ve binaenaleyh kuvvetsizlenmesine sebep olur. İslam birliği politikası ile Türkler arasına Müslim ve gayrimüslim farkı girecek, soydan doğma kardeşlik din ihtilafları ile bozulacaktı.236 Akçura burada Türk’ten neyi kastettiğini de açıkça söylemektedir. Akçura için Türk bir ırkın adıdır. Dini ne olursa olsun Türk soyundan olanların bir soy kardeşliği içinde olduklarını veya olmaları gerektiğini söylemektedir. Bu bağlamda İslam birliği politikaları veya İslam bazlı siyaset yapmak Akçura için soydan kardeş olan Türkler için büyük bir tehlike arzetmektedir. Akçura yukarıda da değinildiği üzere Türk-merkez bir siyaset yürütülmesinin Türkler için soy kardeşliğinin korunması bağlamında önemli olduğunu vurgulamaktadır ve böylece Türk kavramının içine siyasal bir anlamda yerleştirmektedir. Ulusal kimlik olmaya giden ve henüz etnik kimlik safhasında olan “Türk”ün bu bağlamda siyasal kimlik olarak kullanılmaya başlanması gerektiğini ve Türkler açısından bu durumun bir elzem olduğunu söylemektedir. 234 Yahudi asıllı Fransız şarkiyatçı. 1876 da yazdığı “Gök Bayrak” adlı roman ile 1896 da yazdığı "Asya Tarihine Giriş, Türkler ve Moğollar" adlı araştırma kitabi, zamanın Türkçülerine büyük esin kaynağı olmuştur. 235 Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, s.16. 236 Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, s.22 ve 31. 79 Akçura kendi dönemi kimlik tanımlaması için söylediği şu söz dönemin şartlarının anlaşılması için önemlidir: Hala Müslümanım, Türk ve İranîyim demekten evvel.237 Bu, Akçura’nın soydan gelen Türk soy kardeşliğine en çok zarar veren durumdur; çünkü bir kişi kimlik tanımlamasında ön plana hangisini koyar ise öncelediği kimliği kişinin üst kimliği konumuna gelecek, siyasal kimlik olma niteliğini kazanacak yani siyasalar bu bağlamda belirlenecek ve diğerleri bu bağlamda kısmen veya tamamen önemini yitirecektir demektedir. Akçura çalışmasında Türk gazetesini eleştirirken yaptığı bir analiz ise dönemindeki Türk kavramının kapsamı açısından açıklayıcı bir nitelik taşımaktadır: “Türk, sandığım gibi şimdi bile Hanbalık’tan Karadağ’a, Timur Yarımadasından Karalar iline kadar, Asya, Avrupa ve Afrika’nın mühim birer kısmını kaplayan büyük ırkın efradından herhangi bir Türk olmayıp, ancak Osmanlı Devleti tebaası olan bir Garp Türkü’dür. “Türk” yalnız onları görüyor onları biliyor.”238 Bu açıklama Türk’ün sadece Osmanlı ülkesinde yaşayan insanlardan ibaretmiş gibi algılanması ve Osmanlı topraklarında yaşamayan ve özellikle gayrimüslim olan Türklerin o dönemde Türk olarak algılanmamasına sitem etmekte ve daha önce de tekrar edildiği gibi ne Osmanlı ne de İslam bazlı bir Türk tanımlamasını doğru bulmuyor ve Türkler için sağlıklı olmayacağını Türk tanımlanırken esas alınması gereken unsurun soy kardeşliği olması gerektiğini söylemektedir. Akçura, Türk için Türklüğün askeri, siyasi ve medeni geçmişi yalnız Hüdavendigar’lardan, Fatih’lerden Selim’lerden, İbni Kemal’lerden, Nefî’lerden, Bakî’lerden, Evliya Çelebi’lerden teşekkül ediyor; Oğuz’lara, Cengiz’lere, Timur’lara, Ulu Bey’lere, Farabî’lere, İbni Sina’lara, Teftazani ve Nevâî’lere kadar varamıyor,239 diyordu. Bu da aynı şekilde dönemin Türk tanımlamasında Osmanlı ve İslam bazlı unsurların ne kadar etkili olduğunu ve Cumhuriyet Dönemi’nde Türk kavramının dönüşümünde etki etmiş bir düşünür olan Akçura’nın bu durumdan ne kadar rahatsız olduğunu göstermektedir. Daha sonra bu rahatsızlığını yukarıda da belirtildiği gibi dile getiren Akçura Türk kavramının anlamsal dönüşümünde bu bağlamda önemli bir isim olmuştur. 237 Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, s.35. 238 Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, s.39. 239 Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, s.40. 80 Süleyman Paşa, Talimi Edebiyatı Osmaniye adıyla bir kitap yayınlayan Recaizade Ekrem Bey’e yazdığı bir mektupta diyor ki, “Osmanlı edebiyatı demek doğru değildir, nasıl ki, lisanımıza Osmanlı lisanı ve milletimize Osmanlı milleti demek de yanlıştır; çünkü Osmanlı tabiri yalnız devletimizin adıdır, milletimizin unvanı ise yalnız Türk’tür240. Osmanlılık politikasının geçersiz olduğu Osmanlı aydınlarının kendilerini “Türk” olarak tanımlayıp “Türklük bilinci”ne vardıklarını gösteren önemli bir olaydır. Bu olay Osmanlı’nın son dönemlerinde çoğu aydın tarafından benimsenen ve kimlik tanımlaması olarak da Türk kimliğinin seçildiğinin bir delilidir. Yunan Harbi başladığı sırada Türk şairi Mehmet Emin Bey: “Ben bir Türk’üm, dinim, cinsim, uludur,” mısrası ile başlayan bir şiir yayınladı.241 Burada da aynı şekilde Mehmet Emin Bey ilk tanımlama olarak, kimlik bilinci bağlamında Türk kavramını kullanıyor. Mehmet Emin Bey’de en azından bu mısra bağlamında dine de bir atfın olduğunu görmek gerekmektedir. Mehmet Emin Bey açısından henüz din tamamıyla dışlanacak bir olgu değildir. Akçura gibi Cumhuriyet öncesi ve sonrası Türk kavramının tanımlanması ve kökeni bağlamında araştırmalar yapan diğer önemli bir düşünür ise hiç şüphesiz Gökalp’tır. Gökalp’ın Türk ve Türklük anlayışının Akçura ile benzeyen yerleri olduğu gibi çok farklı yaklaşımları da vardır. Bu bağlamda Gökalp Türk’ü ve Türklüğü şu açıklamalar ile tanımlamaktadır: “Memleketimize vaktiyle dedeleri Arnavutluktan yahut Arabistan’dan gelmiş millettaşlarımız vardır. Bunları Türk terbiyesi ile büyümüş ve Türk mefkûresine çalışmayı alışkanlık edinmiş görürsek sair millettaşlarımızdan hiç ayırmamalıyız. Yalnız saadet zamanında değil, felaket zamanında da bizden ayrılmayanları nasıl milletimizden ayrı telâkki edebiliriz. Hususiyle, bunlar arasında milletimize karşı büyük fedakârlıklar yapmış, Türklüğe büyük hizmetler ifa etmiş olanlar varsa, nasıl olur da bu fedakâr insanlara “siz Türk değilsiniz” diyebiliriz.”242 Ziya Gökalp’ın bu Türk ve Türklük anlayışının özellikle Akçura’dan ayrılan en büyük özelliği Akçura gibi direk ırka bir atfın olmamasıdır. Gökalp için bir millet toplumunun ve kültürünün ürünüdür. Bu bağlamda Gökalp de 240 Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Nilüfer Yayıncılık, Ankara, 2008, s.11. 241 Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s.12. 242 Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s.23. 81 Türk’ü veya Türklüğü bir kültürel olgu olarak tanımlamaktadır. Bu kültürel tanımlama ırksal tanımlamayı reddettiği anlamına gelmemektedir. Gökalp’a göre insanlar bulundukları toplumun ürünleridir. Bu toplumun ürünü olma durumu insanın edindiği değerler bütününün en büyük belirleyiciliğinin sonucudur. Bu bağlamda insanlar ırksal anlamda değilse bile kültürel anlamda Türk toplumunun adetleri, töreleri ile yetişmiş ve bulunduğu topluma hizmette bulunmuş ise, bu kişilere de Türk denmesinde bir sakınca görmemektedir. Gökalp aynı çalışmasında: “Türkiye’de Allah’ın kılıcı halkçıların pençesinde ve Allah’ın kalemi Türklerin elinde idi. Türk vatanı tehlikeye düşünce bu kılıçla bu kalem izdivaç ettiler. Bu izdivaçtan bir cemiyet doğdu ki, adı Türk milletidir,”243 demektedir. Bu söylem günümüz Türk-İslam sentezinin en önemli argümanlarından birisidir. Türk’ün ve İslam’ın belirli noktalarda birleştiği veya birbirini tamamladığını ileri sürüp bu bağlamda İslam’ın ve Türk’ün bir bütünün ayrılmaz iki parçası olarak görmektedirler. Bu ve benzeri argümanlardan yola çıkarak, “Türk, geçmişinde belli başlı töre, adet ve gelenekleri bulunan din olarak İslam’ı seçmiş insanlara denir” gibi tanımlamalar da yapılmaktadır. Gökalp, Türk’ü o dönemde bu şekilde tanımlarken dönemin “millet olma” anlayışını ise şu şekilde bir açıklıyordu: “İstanbullular, kendilerine “şehrî” adını verirken, taşralılara ise coğrafya bakımından bulundukları yerlere göre Arnavut, Arap, Kürt, Laz diyorlardı. Bu duruma göre, Rumeli’de oturanlar genellikle Arnavut, Karadeniz kıyılarındakiler Lâz, Doğu Anadolulular ise Kürt sayılıyordu. Coğrafya sebebiyle oluşan bu tip bir kavimciliğe ulaşamayanlar ise, kendilerinden daha parlak gördükleri kavimlerden birini gönüllü olarak kabul ediyorlardı.”244 Burada kimlik konusuna değinilirken ele alınan ulusal kimlik bağlamında uluslar ulusçularını değil ulusçular uluslarını yaratır tezini hatırlamak gerekmektedir. Burada da aynı şekilde etnik kimlik bilincinde olan insanların bu manada düşüncelerinin tutması ve diğer etnik gruba dâhil olup da henüz bu bilinci gelişmemiş insanların kendilerini gerçekleştirmek için bu tür yollar izlemesi de önemlidir. 243 Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s.158. 244 Ziya Gökalp, Kültür ve Medeniyet Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, s.149. 82 Bu dönemin Türk olma veya Türk’ün bir kimlik olarak var olmamasını yazının devamında Gökalp şu şekilde eleştirir: “Türk soyundan gelmelerine rağmen pek çok gençler, Arnavutlukla ya da Kürtlükle övünüyorlardı. Türklüğü ile övünen sanki tek bir kişi bile yoktu. Türk ismini, sanki utanç duyulacak bir sıfatmış gibi kimse üzerine almak istemiyordu. Türk, Doğu Anadolu’da “Kızılbaş”, İstanbul’da da “kaba köylü” anlamlarına geliyordu.”245 Yukarıda da ifade edildiği gibi Türklük ve Türk olma bilinci bu duyguların bir dışa vurumu ve bu algıya bir karşı çıkış olarak doğdu denilebilir. Gökalp Türk gençlerinin bir “Türk kimliği” bilincine erişememelerini veya Türk’ün bu şekilde bir aşağılama aracı olarak kullanılmasına karşı çıkıyor ve bu bağlamda bu durumun ortadan kalkması için çalışmalar yapıyordu. Türkiye Cumhuriyeti işte bu tartışmalar ve ithamlar içinde doğmuştur. Cumhuriyet’in kurucu kadrosu bu konu üzerine eğilmeyi ihmal etmemiş ve Türk kavramı ve Türklük üzerine çok kapsamlı çalışmalar yapmışlardır. Cumhuriyet kurulduktan sonra birçok Türk tanımı yapılmıştır. Bu tanımlar ilk olarak yasal düzenlemeler bağlamında bir “üst kimlik” tanımlaması çalışmaları iken, daha sonra çeşitli yeni kurumlarla etnik köken ve ırk bağlamında da çalışmalar yapılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin “resmi” düşüncesinin temel prensibi olan ve Atatürk tarafından formüle edilen Türk kimliği, iki kategoride analiz edilebilir. Birincil olarak, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkes Türk’tür; ikincil olarak, Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağı ile bağlı olan, Türk dilini, fikirlerini ve kültürünü taşıyan herkes Türk’tür246. İlk tanımlama bağlamında yeni kurulmuş bir ülke ve bu ülkenin vatandaşlarını tanımlayacak bir üst kimlik gerekmektedir; çünkü Osmanlı çok uluslu yapısının üzerine inşa edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti hem üniter devlet bağlamında hem de Osmanlı’nın çok etnikli, çok kültürlü yapısını tek ulusa veya tek kimliğe indirme çabası bağlamında vatandaş tanımlamasını bu şekilde yapmıştır. İkinci tanımlama ise yine ırksal bir tanımlamanın dışında ortak bir kültür ve değerler ile bir millet oluşturma çabasının bir tezahürüdür denilebilir. Bu 245 Ziya Gökalp, Kültür ve Medeniyet Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, s.149. 246 Hüsamettin İnaç, AB’ye Entegrasyon Sürecinde Türkiye’nin Kimlik Problemleri, s.103-104. 83 bağlamda “Türk” Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan vatandaşları tanımlayan bir kavram olarak kullanılmaya başlanmıştır. 1924 Anayasası’nın 88. maddesinde Türk ulusal kimliği şu ifadelere dayandırılıyor: “Türklük din ve ırk farkı gözetmez.”247 İşte bu tanımlama Türk kavramının ne Akçura’nın ırksal bir tanımlaması ne de daha önce değinilen ve daha sonra da değinilecek olan Türk kavramının İslami bir niteliğe sahip olması durumunun burada kullanılmadığının bir göstergesidir. Burada Türk kavramı ve Türlük tamamen ülke içinde yaşayan insanların ırksal ve/veya dinsel anlamda kendilerini dışlanmış hissetmemeleri için bir “üst kimlik” oluşturma çabasının göstergesidir; çünkü Osmanlı gibi çok kültürlü ve çok dinli yapısı üzerine kurulmuş bir üniter devlet bunlardan birini temel alırsa kapsayıcılığını yitirir ve üniter olma durumu sarsılabilirdi; ancak Cumhuriyet’in ilerleyen dönemlerinde Türk olma durumu pratik anlamda bu kapsayıcılığın dışına çıkmakta, ırksal anlamda da bir “Türk ulusu” arayışı içine girilmektedir. Bu konu üzerine ilerleyen bölümlerde bu çalışmalardan bahsedilecektir. Bu bağlamda, Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içerisinde yaşayan ve din, dil, ırk farklılığı gözetmeden kendini Türk hisseden herkes Türk vatandaşıdır,248 tanımlaması yukarıdaki birçok tanımlamadan farklı olarak Türk tanımlaması değil; bir vatandaşlık tanımıdır. Yani Türk bu anlamda bir vatandaşlık tanımlamasının ön adı durumuna gelmiştir. Anadolu ve Rumeli nüfusunu içeren nüfus anlamında Türk kavramı, ulusal mücadelenin ilk günlerinde de sıkça kullanılmıştır. Türk teriminin felsefi kökene bağlı kullanımına, 1910’lu yılların ulusal edebiyatında tanık olunmaktadır; ancak Türk terimi 1919’lara gelindiğinde, etnografik, dilsel ve tarihsel gerçekliğin ötesine geçerek, bir dayanışma duygusunu da ihtiva etmeye başlamıştır.249 Mustafa Kemal Atatürk’ün en meşhur eseri Nutuk’ta da bu manalarda sürekli Türk milleti, Türk 247 Hüsamettin İnaç, AB’ye Entegrasyon Sürecinde Türkiye’nin Kimlik Problemleri, s.104. 248 Hüsamettin İnaç, AB’ye Entegrasyon Sürecinde Türkiye’nin Kimlik Problemleri, s.104. 249 Hüsamettin İnaç, AB’ye Entegrasyon Sürecinde Türkiye’nin Kimlik Problemleri, s.106. 84 ordusu, Türk halkı, Türk genci gibi atıflara rastlamakta mümkündür.250 Bu atıflar Cumhuriyetin kurulması ve yapılan çeşitli çalışmalar sonucunda ırksal bir zemine kaymıştır. 1924’lerdeki Halifelik sisteminden sonra, dini referans, Türk ulusunun resmi tanımlanmasından çıkarılmıştır. Siyasi irade ulusal kimliği belirlemede baskın bir unsur haline gelmiştir. Türk olmanın koşulu, Türk dilini benimsemek ve Türkiye Cumhuriyeti rejiminin getirmiş olduğu kültürel ve ulusal fikirlerle uzlaşmaktan geçiyordu.251 Türk artık Cumhuriyet için İslam ile özdeş bir kavram değil; kendi başına siyasal idealleri olan bir topluluğun tanımı idi. Türk’ün ayırt edilmesinde kullanılan en önemli ölçüt artık dili ve ulusal bir fikir uzlaşısı haline gelmişti. Bu ölçütler ile “Türk kimdir?” sorusuna “Türkçe konuşan aynı ulusal idealleri paylaşan kişilere Türk denir” cevabı verilir duruma gelmiştir. Türkiye Cumhuriyeti için bu geçerli iken, yine Cumhuriyet içinde devlet ile yürütülen birçok çalışma ile de ırksal tanımlama da çok fazla gözardı edilmemiştir. Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1931 yılı programına göre ulus, “dil, kültür ve ideal birliği üzerine dayanan vatandaşlar tarafından oluşturulan politik ve sosyal yapıdır; Türkiye Cumhuriyeti’nin topraklarında Türkçe konuşan, Türk kültürü ile yetişen ve Türk ülküsünü benimseyen her yurttaş, Türk kimliğine sahiptir; Türkiye Cumhuriyetinin üst kimliği haline gelen veya getirilen Türk, dil, kültür ve ülkü birliği ile bir şemsiye olma ideasına çekilmek istenmiştir; Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı olan, Türkçe konuşan, Türk kültürüyle eğitim gören ve Türk Cumhuriyeti’nin idealine bağlı olan herkes, Türk’tür.252 Cumhuriyet Dönemi’nde bu ve buna benzer çok sayıda tanımlamaya gidilmiş ve kimlik sorununu çözmek için bu konular üzerinden ciddi eğitim çalışmaları yapılmıştır. Cumhuriyet sonrası Türk kavramının anlamını ve Türk’ün değişimi ile ilgili olarak Lewis: “Türkler Türkiye’de yaşayan ve Türkçe konuşan bir halktır,” demektedir ve daha sonra şu yorumu yapmaktadır: “ilk bakışta bu önermenin hiçbir 250 Daha detaylı bilgi edinmek için bkz: Kemal Atatürk, Nutuk, (Bugünkü dille yayına hazırlayan: Zeynep Korkmaz), Üç S Reklam Basım Tanıtım Ticaret LTD. ŞTİ., Cumhuriyet Üniversitesi Özel Baskı, Ankara, 2007. 251 Hüsamettin İnaç, AB’ye Entegrasyon Sürecinde Türkiye’nin Kimlik Problemleri, s.107. 252 Hüsamettin İnaç, AB’ye Entegrasyon Sürecinde Türkiye’nin Kimlik Problemleri, s.107-108. 85 şekilde çarpıcı bir orijinalliği, ya da ses getirecek alışılmadık bir içeriği var gibi görünmez. Ancak bu fikrin Türkiye’de ortaya çıkarılışı ve yayılışı, ardından Türk halkı tarafından ortak kimliklerin ve devletleşmelerinin niteliğinin ifadesi olarak benimsenişi, modern dönemlerin başlıca devrimlerinden biri olmuştur.”253 Lewis “Türk modernleşmesini”, Türk’ün ulus bilinci kazanmasını ve kimlik bağlamında dini tanımlamaların dışına çıkılmasını önemli bir ilerleme olarak görmektedir. Bu şekilde Türk’ün ulus bilinci kazandıktan sonra bu kimliği ile devlet kurmasını ise modern dönemlerin başlıca en önemli olaylarından biri olarak görmektedir. İlk defa resmi olarak Cumhuriyet’in çatısı altındaki halka Türk denmesi ve ülkenin de Türkiye adını alması bu zaferin simgesi olmuştur; Türk kimliği duygusunun güçlenmesi, İslami vurgulama ve geleneklerden uzaklaşarak Avrupa’ya doğru gidişle bağlantılıdır.254 Lewis’in bu analizi, ulus olama bilinci ve İslami niteliklerden “arındırılmış” bir Türk tanımlamasını zaferin simgesi olarak görmesi siyasi anlamda da bir zafer algısından gelmektedir; çünkü kurulan devlet bir ulus devletidir ve yaptığı ulus tanımlaması da dini referanslar dışında ülke içinde yaşayan insanların sahip olabileceği bir üst kimlik tanımlamasıdır. Lewis’in bu Türk tanımlaması yukarıda tarihsel süreç bağlamında anlatılan Türk tanımlamalarından “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları gibi Türk dilini, kültürünü ve ulusal fikirlerini kendine adapte etmiş olan herkes Türk’tür” tanımlamasına denk gelmektedir. Cumhuriyet Dönemi’nde bu tanımlamalar yasal anlamda da devam etmiştir; ancak ilerleyen süreçte çeşitli teoriler üretilmek suretiyle bir “üst kimlik” tanımlamasının kavramı olan “Türk”, daha sonra ırksal bir niteliğe dönüştüğünü ve bu bağlamda yapılan çalışmaları ve teorileri de gözardı etmemek gerekmektedir. Bu konuda Gökalp’ın şu sözleri Cumhuriyet Dönemi psikolojisini açıklamak için önemli bir işarettir: “bütün cihanda bugün Gazi Mustafa Kemal Paşa ismini mukaddes bir kelime sayarak her an hürmetle anmaktadır. Evvelce Türkiye’de, Türk milletinin hiçbir mevkii yoktu. Bugün, her hak Türkündür. Bu topraktaki hâkimiyet Türk hâkimiyetidir, siyasette, kültürde, iktisatta hep Türk halkı hâkimdir.”255 Gökalp için Türk artık “kaba, köylü” ya da “Kızılbaş” anlamında değil Türkiye 253 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s.3 254 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s.5. 255 Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s.17. 86 Cumhuriyeti’ne hâkim olan bir milletin adı haline gelmiştir. Lewis’in yaklaşımı bağlamında olaya ulus devlet penceresinden bakanlar için Gökalp’ın bu yaklaşımını haklı göstermektedir. Türk, Gökalp’ın tanımladığı bağlamda Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan insanlar için ülkenin elitleri ve/veya kurucuları tarafından kimliğin tek evi olarak görülmüştür. Cumhuriyet Dönemi’nde millet; dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu siyasal ve sosyal bir birlikti. Bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir,256 diye bir tanımlamaya gidiliyordu. Bu tanımlama millet diye tanımlanan kavramsal çerçeve içinde Türk dilini konuşan, Türk kültürünü ve ülküsünü benimsemiş herkes kendine yaşam alanı buluyordu. Cumhuriyet ideolojisinde, Türk kültürünün İslam öncesindeki büyük uygarlıkların beşiğinde yoğrulması nedeniyle “uygarlığın taşıyıcısı” olarak, İslamî bir “sapma” ve buna bağlı bir “duraklama”dan sonra, bu aşamada yeniden aslına dönerek özü olan uygarlıkla kucaklaştığı gerçek hattına sokulması idi.257 Cumhuriyet ideolojisinin bu aşamasında İslam bir sapma olarak algılanmakta ve Türk’ün özüne dönerek ırksal anlamda özünü araması gerektiğine inanılmaktadır. Dine gelince, devletin yayınladığı, eserlerde, açıkça reddedilen öğe odur: millet ümmete karşıdır.258 Cumhuriyetin kurulma aşamalarında değer bulan ve Türk tanımlamasında önemli bir unsur olan din yani İslam, Cumhuriyet kurulduktan sonra Türk tanımlaması içinde kendine yer bulamamaktadır. İdeologlar terimin dinsel içeriğini tamamen silip, ona bütüncül bir ulusal bir boyut atfetmişlerdir.259 Bu atıf ilk başlarda “üst-kimlik” bağlamında ülke içinde yaşayan farklı etnik unsurları ve dinleri kapsamak için yapılırken, daha sonra Türk kavramına yüklenilen ırksal anlamla beraber Türk dinler üstü bir nitelik ve ideal 256 A. Afet İnan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, (Sadeleştirerek Yayına Hazırlayanlar: Ali Sevim, Azmi Süslü ve M. Akif Tural), Başbakanlık Atatürk Araştırma Merkezi, Koza Bazım, Ankara, 2010, s.26. 257 Suavi Aydın, “Cumhuriyet’in İdeolojik Şekillenmesinde Antropolojinin Rolü: Irkçı Paradigmanın Yükselişi ve Düşüşü”, s.345. 258 Etienne Copeaux, “Türk Milliyetçiliği: Sözcükler, Tarih, İşaretler”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik, (Edit: Tanıl Bora, Murat Gültekingil), Cilt:4, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008, s.46. 259 Etienne Copeaux, “Türk Milliyetçiliği: Sözcükler, Tarih, İşaretler”, s.46. 87 kazandırılmaya çalışılmıştır. Akçura’nın tanımladığı hem ırksal anlamda Türk tanımı hem de din aracılığıyla soydan gelen kardeşliğin bozulmasına neden olan özellikle Müslim veya gayrimüslim Türk algısının yerine soy birliği sağlama ülküsü yerini almış ve bu bağlamda İslam idealleri yerine Türk’ün kendi idealleri için mücadele etmek esas alınmıştır. Afet İnan’ın Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları adlı çalışmasında Türk milleti hakkındaki şu ibare Cumhuriyet Dönemi’nde milleten ne anlaşıldığını ve dolayısıyla da Türk tanımın içine bu bağlamda neler girebileceğine nelerin dışarıda kalacağına yönelik önemli bir açıklamadır:260 Türk milletinin oluşumunda etkili olduğu görülen doğal ve tarihi olgular şunlardır: a) Siyasal varlıkta birlik, b) Dil birliği, c) Yurt birliği, d) Irk ve köken birliği, e) Tarihi yakınlık, f) Ahlaki yakınlık. 1927-1938 yılları arasında İçişleri Bakanlığı yapmış Şükrü Kaya’nın 1937 yılındaki Anayasa değişikliği sırasında yaptığı konuşmada: “Zaten insanlık tarihi Türklerle başlamıştır. Türk olmasaydı, belki tarih olmazdı ve muhakkak ki medeniyette başlamazdı.”261 Bu dönemler Türk-merkez siyasetin en üst seviyede olduğu dönemlerdir; çünkü çeşitli tezler üretilmiş ülke içinde aydınlar ve kurucu kadronun çoğu tarafından ırksal bir Türk tanımlaması kabul edilmiştir. Bu tanımlama ile yetinmeyip Türk’ün insanlığın ve medeniyetinin oluşumunda en önemli yapı taşını oluşturduğu inancı da yerleşmiştir. Türkiye’de, önceleri Anadolu hareketi denilen, daha sonra Atatürk’ün fikir babalığını yaptığı Sümerler, Truvalılar ve hepsinin ötesinde Hititlerin de Türk kökenli eski uygarlıklar olduğu hakkındaki teorilerin doğmasını sağladı.262 Bu teorideki asıl iddia 1071’de Anadolu’ya geldiği iddia edilen Türklerin Anadolu’da eskiden beri var olduğunu ve bu manada Anadolu’nun yerlisi bir topluluk olduğunun iddiasıdır. Bu anlamda Türk, tarihin ilk dönemlerinden beri Anadolu’da yaşamış hatta burada büyük medeniyetler kurmuş bir millettir, iddiasında bulunulmuştur. Bu tarih tezi ile beraber Türklerin Anadolu’ya geliş süreci tekrardan ele alınıp yeniden 260 A. Afet İnan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, s.30. 261 Cemil Koçak, “Kemalist Milliyetçiliğin Bulanık Suları”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik, (Editör: Tanıl Bora, Murat Gültekingil), Cilt:4, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008, s.38. 262 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s.6. 88 bir tarih yazılırken; insanlığın ve medeniyetin doğuşu meselesinde önemli yapı taşları olan medeniyetlerin Türk olduğunu söyleyerek de bir nevi medeniyeti Türkler ile başlatma yoluna gidilmiştir. Bu çalışma bağlamında Türk kavramına Cumhuriyet Dönemi’nde insanlığın ortak mirası, medeniyetin kurucuları ve bir nevi insanlık tarihinin olmazsa olmaz bir unsuru olma sıfatının konduğu bir süreçtir. Yani artık Türk bir ırk olmanın yanında dili ile tüm dünyaya dil sunmuş, medeniyeti ile tüm dünyanın medeniyetinin doğmasının en önemli unsuru, kökeni itibari ile de bir yerden gelen bir millet değil; milletlerin içinden doğduğu bir kaynağı sembolize etme durumuna gelmiştir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türkiye’de yaşayan insanların bir üst kimliği yapılmaya çalışılan “Türk” kavramı, daha sonraki süreçlerde insanlığı köken itibariyle bir “üst kimliği” olduğu iddiasına kadar varan bir söyleme dönüşmüştür. Cumhuriyet Dönemi’nde oluşturulan Güneş Dil Teorisi aracılığıyla dünyadaki bütün uygarlıkların Orta Asya’dan yayıldığı tartışılıyordu; bu teoriye göre Anadolu’da yaşamış bütün gruplar Türk olarak tanımlanıyordu.263 Yukarıda bahsedilen iddianın ispatı için kullanılan en önemli unsurlardan biride dil teorisi idi. Bu teoride Türkçe köken itibariyle yansıma bir dil olduğu için hiçbir dilden etkilenmediği, bu manada saf, arı ve ari bir yapıya sahip olduğu söyleniyordu. Diğer diller ise bu yansıma, arı ve ari olan dilden etkilenmiş ve bu dilin kaynaklığı ile doğmuşlardır. Özellikle dil bağlamında Anadolu’da yaşayan toplulukların Türk olduğu iddiası, linguistik, etimolojik tezler öne sürerek çok fazla kullanılmıştır. Yukarıda bazı yerlerde de değinildiği gibi bu tez, daha sonra sadece Anadolu’da yaşayan topluluklar ile sınırlı kalmamış birçok millet ve dil içinde aynı teori işletilmiştir. Böylece Türk kavramı bu tez bağlamında, dili insanlığa kaynaklık etmiş ve üzerinden çok sayıda dilin doğduğu bir kavmin adıdır, haline gelmiştir. 1930’larda, Türk tarihi ve dili üzerine geliştirilen tezlerle ortaya çıkan Anadolu Türkçülüğünün üzerine kurulan Türk kimliği ile ilgili çalışmalar yapıldı. Örneğin; 1932 yılında yapılan Türk Tarih Kongresi’nde, eski çağlarda Anadolu’da yaşamış olan Hitit ve Sümerlerin, Türk oldukları kabul edildi.264 263 Hüsamettin İnaç, AB’ye Entegrasyon Sürecinde Türkiye’nin Kimlik Problemleri, s.102. 264 Hüsamettin İnaç, AB’ye Entegrasyon Sürecinde Türkiye’nin Kimlik Problemleri, s.102. 89 Türklüğün kökeni tarihçilik içinde yukarıda anlatılan savlar bağlamında bir netliğe kavuşmamıştı; ancak eğilimin etnik köken olduğu özellikle Türk Ocakları’nın çalışmalarında açıklık kazanmıştır.265 Dönemin Türk ve Türklük çalışmaları bu tezde çok defa vurgulandığı gibi özellikle 1930 ve sonrası dönemlerde etnik köken vurgusu artmıştır. Bu dönemde yeni tarih disiplininin konusunun Yusuf Akçura tarafından, işlevinin Ziya Gökalp tarafından yapıldığı, metodunun ise Fuat Köprülü tarafından belirlendiğini söylemek mümkündür; konusu Türklerin etnik kökeni, işlevi milli duyguların sosyalizasyonu, metodu tarafsız ve güvenilir (gerçekliği bilimsel yöntemle kanıtlanmış) belgelere dayanan araştırma olarak görülebilirdi.266 Cumhuriyet’in ilk yıllarında Gökalp’ın ölümü işlevi manasında bu disiplini sekteye uğratmıştır; çünkü milli duyguların sosyalizasyonu ve kültürel bir bilinç kazanma/kazandırma süreci yerine Akçura’nın sisteminin bu manada egemen olduğu özellikle Türk’ün etnik kökeni üzerine durulan bir disiplin haline gelmiştir. Daha sonraki süreçte metot belirleme durumunda olan Köprülü’nün de bu süreçte etkisini kaybetmesi ile disiplin sadece Türk’ün etnik kökeni üzerine yoğunlaşmış ve metodun “bilimsellik” bağlamı zaman zaman gözardı edilmiştir. Birinci Türk Tarihi Kongresi zabıtlarında: Türk çocukları, biliyor, bilecektir ki onlar 400 çadırlı bir aşiretten değil, on binlerce yıllık, ari, medeni, yüksek bir ırktan gelen, yüksek kabiliyetli bir millettir.267 Bu kongre Türk tarihini Osmanlı veya Selçuklu ile başlatılmasına karşı çıkılmış, yukarıda çok kez vurgulandığı üzere ari, medeni, yüksek bir ırk vurgusu yapılmaya başlanmıştır. Köprülü birincil kaynakların yokluğunun “Türk Tarih Tezi”ni tarih öncesi devirlere götürmeyi engellediğini söylemek istiyordu; dolayısıyla, eninde sonunda yapılacak bu iş için adım adım geriye gitmek gerektiği uyarısını yapıyordu; görüldüğü gibi bu tartışma baştan sona tarihi kaynakların kullanımı yani yöntem ile ilgiliydi.268 Köprülü tarihe bakışta yöntemi önemsiyor ve yöntemin bilimsel çerçevede kalması için ısrar ediyordu; çünkü bilimsel olmayan tahminler ve iddialar 265 Büşra Ersanlı, “Bir Aidiyet Fermanı: Türk Tarih Tezi”, s.802. 266 Büşra Ersanlı, “Bir Aidiyet Fermanı: Türk Tarih Tezi”, s.802-803. 267 Büşra Ersanlı, “Bir Aidiyet Fermanı: Türk Tarih Tezi”, s.805-806. 268 Büşra Ersanlı, “Bir Aidiyet Fermanı: Türk Tarih Tezi”, s.806. 90 bu çalışmanın bilimselliğine gölge düşürecek ve Türk’ün tarihi sadece iddialar ve tahminler üzerine kurulmuş olacaktı. Köprülüye göre, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu açıklarken öncelikle din olgusu ve onun yanı sıra çokça gündeme gelen ırk olgusu üzerinde durmak hatalıdır; çünkü Osmanlı İmparatorluğu Türklerini oluşturan topluluklar içinde örneğin Hıristiyan Rumlarla Müslümanlaştırılmış Türkler vardı.269 Yani din ve ırk da belli değişimler, belli süreçler yaşamış olgulardı, ari bir dinden ya da ari bir ırktan söz etmek zordu. Gerçeğin zaten çok karmaşık olduğunu belirten Köprülü, “Osmanlı” adının esas olarak siyasi bir anlam taşıdığını vurguluyordu; demek ki Osmanlının belirleyici niteliği, özellikle başlangıcında ne dini ne de ırksaldı, siyasal varlığı her şeyin başında geliyordu; Osmanlının siyasal kuvvetini ve etkisini reddetmek isteyen tarih tezinin kuvvetlendiği bir dönemde Köprülü’nün bu görüşleri pek dikkate alınmadı.270 Bu dikkate alınmama, bu iki tezin yani Güneş Dil Teorisi ile Türk Tarih Tezi’nin bilimselliğine gölge düşürmüştü; çünkü birkaç bulgu ile herkesin Türk olduğunu iddia etmek, birkaç benzeşme ile dillerin atası olarak Türkçeyi seçmek, Anadolu gibi çok farklı kültürlerin, ırkların, dinlerin yaşadığı bir coğrafya da özellikle ırksal anlamda ari-temiz bir ırk vardır demek Köprülü’nün dediği gibi çok zordu. Gökalp’ın ölümü ile Türk üzerine yapılan çalışmalarda Türk’ü tanımlayan unsurlar içinden kültürel manalar da gözardı edilmişti. O dönemdeki Cumhuriyet aydınları ve kurucu kadronun çoğuna göre Türk, insanlığın en eski, en temiz, medeniyetin doğuşunda öncül bir rol oynayan, dili ile bütün dillere kaynaklık etmiş, kendi başına siyasal idealleri olan, bir dinin ya da kültürün alt unsuru olmayan, kendisinin tek başına bir ve en önemli “üst kimlik” olma özelliğine sahip olan ari bir ırkın adı, haline gelmişti. 3.2. TÜRK’ÜN İSLAMCI/OSMANLICI YORUMU Osmanlı’nın son dönemlerinde ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türk tanımı ve dönüşümü yukarıda anlatıldığı gibi bir süreç yaşamıştır. En sonunda ise Cumhuriyet aydınları ve kurucu kadronun da çalışmalarına öncülük ettiği iki tez oluşmuş ve bu anlamda da ırksal bir Türk tanımı ortaya çıkmıştır. Osmanlı’nın son 269 Büşra Ersanlı, “Bir Aidiyet Fermanı: Türk Tarih Tezi”, s.806. 270 Büşra Ersanlı, “Bir Aidiyet Fermanı: Türk Tarih Tezi”, s.806-807. 91 dönemlerinde ve Cumhuriyet’in başlarında Türk kavramına ve Türk’e yukarıda anlatıldığı gibi “bilimsel” yaklaşmayan daha çok İslami referanslarla yaklaşan insanlar da vardı. Özellikle Mehmet Akif Ersoy ve Said Nursi bu bağlamda eserlerinde bolca Türk ve Türklük konularını işlemişlerdir. Bu insanların görüşleri Cumhuriyet’in asıl kaynaklarına, eğitim kitaplarına girmese de toplumun ciddi bir kesimi tarafından kabul edilmiş ve taraftar toplayabilmiştir. Bu konuya eğilen dönemin iki önemli düşünürünün görüşlerinin günümüz Türk tanımlamalarında da referans alındığını düşünürsek konumuz bağlamında bu kişilere değinmeden geçmek olmayacaktır. Mehmet Akif Ersoy Türk ve Türklük olgusunu, kimlik ve hatta “üst kimlik” bağlamlarında işlemiş ve olaya İslami bir çerçeveden bakmıştır. Akif bir şiirinde:271 Şimdi kızgın günün altında pinekler, bekler, Sâde yalçın kayalar, sâde ıpıssız çöller. Yurdu baştan başâ vîrâneye dönmüş Türk’ün Dünkü şen, şâtır ocaklar yatıyor yerde bugün. Bu tanım Anadolu’da yaşayan insanlara Türk denmesi ve buranın Türk yurdu olarak adlandırılması bağlamında Cumhuriyet’in oluşturduğu Türk tanımlamasıyla bu manada çelişir bir yanı yok gibi gözükmektedir; ancak Akif’in Türk’ün ne olduğuna dair kendi zihnindeki tanımı açıktır ve bir şiirinde de açıkça belirtti gibi Türk’ten ne anladığını açıkça beyan etmektedir:272 Sıtmadan boynu bükülmüş de o dimdik Türk’ün, Düşünüp durmada öksüz gibi küskün küskün. Gövde teşrihlere dönmüş, o bacaklar değnek; Daha yaş yirmi iken eller, ayaklar titrek. Öyle seksenlik adamlar aramak pek yanlış; Kırk onun ömrüne son merhale olmuş kalmış. 271 Mehmet Akif Ersoy, Safahat, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2011, s.335. 272 Mehmet Akif Ersoy, Safahat, s.336-337. 92 Değişik sanki o arslan gibi ırkın torunu! Bense İslam’ın o gürbüz, o civan unsuru, Kocamaz, derdim, asırlarca, sorulsaydı eğer… Ne çabuk elden, ayaktan düşecekmiş o meğer!... “Türk bir ırk mıdır? Yoksa bir sıfat mıdır?” sorusu Akif’te ırktır cevabını almaktadır; ancak “Bu ırk, nasıl bir ırktır?” sorusuna Akif “İslam’ın gürbüz ve civan unsuru” olarak tanımlamaktadır. Yani Akif için Türk İslam’ın önemli bir unsuru olan bir ırkın adıdır. Cumhuriyet’te İslam’dan arındırılmış bir Türk tanımlaması yerine Akif ırksal boyutunu gözardı etmeden İslam için büyük bir unsur olarak görmektedir. Yine Akif başka mısralarında şu ifadeleri kullanmaktadır: Hocazâdem, ne sülükmüş o meğer vay canına! Diş bilermiş senelerden beri Türk’ün kanına273 . Kimse evladını cahil komak ister mi ayol? Bize lazım iki şey var: Biri mektep biri yol. Niye Türk’ün canı yangın, niye millet geridir; Anladık biz bunu, az çok, senelerden beridir274 . Mehmet Akif Ersoy o dönemdeki Türk ve Türklük konusu üzerine yapılan hem Osmanlı’da (akabinde Türkiye Cumhuriyeti’nde) hem de yurt dışındaki bilim insanlarının yaptığı çalışmalar ve ürettiği tezler üzerine de şu sözleri söylemektedir: Geldi bir başka gâvur, dedi “Cengiz”le, ayol, Bu hısımlık nereden çıktı ki, siz Türk, o Moğol275 . Akif daha sonra Cumhuriyet Dönemi’nde savunulacak olan birçok milletin de aslının Türk olduğu yönündeki fikirlere karşı çıkmaktadır. Akif bu şiiri ile Türk’ü daha dar bir çerçevede ele aldığını ve bunu genişletme çabasını da doğru bulmadığı bu mısraları ile açıklamaktadır. 273 Mehmet Akif Ersoy, Safahat, s.347 274 Mehmet Akif Ersoy, Safahat, s.354. 275 Mehmet Akif Ersoy, Safahat, s.359. 93 Mehmet Akif dönemin milliyetçi/ulusçu akımlarına karşı Müslüman olan milletlere şu serzenişde bulunuyor ve bulunduğu taraf, millet konusuna hangi penceren baktığını anlamak açısından oldukça önemli şu sözleri dile getiriyor:276 Hani milletin İslam idi… Kavmiyyet ne! Sarılıp sımsıkı dursaydın a milletine. “Arnavutluk” ne demek? Var mı Şeriat’ta yeri? Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri. Arabın Türke; Lâzın Çerkese, yâhud Kürde; Acemin Çinliye rüchânı mı varmış? Nerede! Akif yukarıda İslam’ın civan unsuru bir ırktır diye tanımladığı Türk’ü, Türkçülük yapmasının İslam’a aykırı olduğunu, Türk’ün bu manada bir üst kimlik olarak tanımlanamayacağını ve Türk üzerinden bir siyaset yapılmaması gerektiğini söylemektedir. Bunun nedenini ise şeriatta yani İslam yol ve yönteminde mevcut olmadığından dolayı olarak esbaplaştırıyor. Mehmet Akif’in son olarak şu dizeleri ise o günkü şartlarda millet, din ve bunlar üzerinden üretilen siyasetlere karşı net bir tavır belirliyor:277 Artık ey millet-i merhûme, sabâh oldu uyan! Sana az geldi ezanlar, diye ötsün mü bu çan? Ne Araplık ne de Türklük kalacak, aç gözünü! Dinle Peygamber-i Zîşân’ın ilahi sözünü. Türk Arapsız yaşayamaz. Kim ki “yaşar” der, delidir! Arabın, Türk ise hem sağ gözü, hem de sağ elidir. Veriniz baş başa… Zira sonu hüsrân-ı mübin: Ne hilafet kalıyor ortada billahi, ne din! 276 Mehmet Akif Ersoy, Safahat, s.183. 277 Mehmet Akif Ersoy, Safahat, s.184. 94 Mehmet Akif’in İslami bir millet anlayışına sahip olduğunu, bu milletin dini, siyasi ve ortak bir gelecek için mücadele edecek yegane yapı olduğunu söylemektedir. Şiirlerinin çoğu yerinde kendi tabiri ile kavmiyetlere İslami çerçevede yer vermekte; ancak her kavmin kendi başına bir ülkü sahibi olmasını ve bu bağlamda ayrı siyasal bir anlam kazanmasını ise şiddetle eleştirmektedir. Mehmet Akif’in millet, milliyet, kavmiyet konularında eleştirilerini en şiddetli hale getirip, İslam milleti anlayışını elzem gördüğünü anlattığı şu sözü son kertede çok açıktır: “Ey cemaat-i Müslimîn, siz ne Arapsınız, ne Türksünüz, ne Arnavutsunuz, ne Kürtsünüz, ne Lâzsınız, ne Çerkezsiniz! Siz ancak bir milletin efradısınız ki o millet-i muazzama da İslâm’dır. Müslümanlığa veda etmedikçe kavmiyet davasında bulunamazsınız278”. Türk ve Türklük konusunda Cumhuriyet Dönemi aydınlarının çoğunun baktığı çerçeveden bakmayan, Türk ve Türklük kavramlarına Mehmet Akif Ersoy’a benzer; ancak bazı ufak farklılıklarla yaklaşan diğer bir kişi ise Said Nursi’dir. Said Nursi Risale-i Nur adı verilen çalışmalarında çoğu kez bu konuya değinmiştir. Olaya ve olgulara İslami bir çerçeveden bakan Said Nursi Türk ve Türklük konusunda da İslami çizgisini ortaya koymuştur. Bir cümlesinde Said Nursi Türk için: “şarkın en cesur ve kuvvetli ve kesretli kavmi ve İslamiyet’in en kahraman ordusu olan Türk milleti,”279 ibaresini kullanır. Akif’in civan, gürbüz tanımlamasından pek de uzak olmayan bu tanımlama yine Akif’in İslam’ın önemli bir unsuru çerçevesi içerisindedir. Yine aynı eserinde Said Nursi: “yedi yüz sene müddetinde İslamiyet’in ve Kur’an’ın elinde şeref-şiar, barikaasa bir elmas kılınç olan Türk milleti280”, diye tarif eder. Bu tanımlama İslam ile beraber Batı’da Türk-Müslüman’dır tanımlamasının ve İbrahim Kafesoğlu’nun Türkİslam sentezi anlayışındaki fütuhat birliğine işaret ettiğini söylersek yanlış olmaz; çünkü İslam ile beraber Türk’ün İslam için savaşması ve İslam’ın ordusu olduğu tezini destekler bir açıklamadır. 278 Mehmet Akif Ersoy, Mehmet Akif’in Kurân-ı Tefsiri Mev’ıza ve Hutbeleri, ( Hazırlayan: Abdulkerim Abdulkadiroğlu, Nuran Abdulkadiroğlu), Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1991, s.78-79 279 Said Nursi, Şualar, İhlas Nur Neşriyat, Ankara, 2010, 527. 280 Said Nursi, Şualar, s.528. 95 Said Nursi bulunduğu dönemi ve Türk’ün dönüşümü bağlamında yaptığı şu analiz olaylara ve olgulara karşı bakış açısını göstermektedir: “evet, altı yüz sene, belki Abbasiler zamanından beri yani bin seneden beri Kur’an-ı hâkimin bir bayraktarı olarak bütün cihana karşı senelerden beri meydan okuyan Türk milletini, bu vatan evlatlarını, İslamiyet’ten uzaklaştırmak ve mahrum bırakmak için, Müslümanlığa ait her türlü bağların koparılmasına çalışılıyor ve bilfiil de muvaffak olunuyordu.”281 Nursi’nin bu yaklaşımı Türk tanımının Cumhuriyet’in ırksal ve İslam’dan arındırılmış Türk tanımına ve bu yönde yapılan çalışmalara bir tepki olduğunu söyleyebiliriz; çünkü Cumhuriyet’in 1930’dan sonra ürettiği Türk tanımı eğitim sisteminin içine girmiş ve topluma bu şekilde de bir Türk tanımı anlatılmakta idi. Said Nursi ise bu tanıma karşı olduğunu her fırsatta dile getirmekte ve Risale-i Nur adlı çalışmalarında İslam ile Türk’ün ayrılmaz bir bütün olduğunu vurgulamaktadır. Said Nursi’nin en meşhur ve en net Türk tanımı ve kimlere Türk dediği, Nursi için kimlere Türk denilmesi gerektiği bağlamında şu yaklaşımı çok önemlidir: “dünyada hiçbir millet dinsiz yaşamadığı gibi; Türk milleti misillü bütün asırlarda mümtaz olarak, bütün aktar-ı cihanda, nerede Türk varsa Müslüman’dır,”282 bu açıklama ile Said Nursi Türk olduğunu iddia edip de İslam’dan başka bir dine mensup olanları bu tanımının dışında tutmaktadır. Bu görüşünün nedenselliğini ifade ettiği şu cümlesi aslında neden bu açıdan baktığını açıklamaktadır: “halbuki menfi hareketle başkasının zararıyla beslenmek, ırkçılığın seciye-i fıtrisi olduğu halde; evvela başta Türk milleti dünyanın her tarafında Müslüman olduğundan onların ırkçılıkları İslamiyet’le mezcolmuş, kabil-i tefrik değil; Türk, Müslüman demektir; Hatta Müslüman olmayan kısmı, Türklükten çıkmışlar.”283 Said Nursi bu açıklaması ile Akif’in Türk tanımın bir nevi dışına çıkıp Türk olmak için İslam’ı bir elzem, bir esas unsur olarak görmektedir. Yine aynı doğrultudaki şu açıklama da önemlidir: “Türk milleti anasir-i İslamiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında Türkler ise 281 Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, İhlas Nur Neşriyat, Ankara, 2010, 152. 282 Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, s.231. 283 Said Nursi, Denizli ve Emirdağ Lahikaları, İhlas Nur Neşriyat, Ankara, 2010, 588. 96 Müslüman’dır. Sair unsurlar gibi, Müslim ve gayrimüslim olarak iki kısma inkisam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa, Müslüman’dır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi).”284 Said Nursi için Türk, kesinlikle Müslüman olan insanlar için kullanılmaktadır. Her Müslüman Türk demek değildir; ancak her Türk Müslüman’dır anlayışını savunmaktadır. Bu da Nursi için bir kişiye Türk demek için bakılacak asıl unsurun Müslümanlığı olduğunu; eğer kişi Müslüman değil ise Türk’te olamayacağını iddia etmektedir. Bu iki kişi üzerinden anlatılan Türk’ün İslamcı/Osmanlıcı yorumu genel bir değerlendirilmeye tabi tutulursa; bu görüşte İslam kesinlikle asıl unsurdur. Türk, İslam için önemli bir unsurdur; ancak İslam’ın önüne geçebilecek bir hal alması söz konusu olamaz. Ancak bu görüşte bir kişiye Türk denebilmesi içinde aranan en önemli özelliklerden birisi hatta en önemlisi Müslüman olmasıdır. Bu görüşte Türk’ün diğer önemli özelliği ise İslam için mücadele etmiş ve İslam için zaferler kazanmış olmasıdır. Bu görüş için Türk’ün en önemli özelliği de İslam için savaşmış olma özelliğidir denebilir. 3.3. ATATÜRK’TE TÜRK ALGISI Atatürk’ün Türk tanımlamaları üç ayrı kısımdan, başka bir ifadeyle, üç aşamalı bir geçişten, oluşmaktaydı. Atatürk, bu üç ayrı anlamı 1919 ve 1938 yılları arasında Türk ve Türk ulusu terimleri şeklinde açıklamaya çalıştı:285 1. Dini Tanımlama: “Anadolu ve Rumeli tarafında yaşayan bütün Müslümanlar Türk’tür.” 2. Politik Tanımlama: “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları gibi Türk dilini, kültürünü ve ulusal fikirlerini kendine adapte etmiş olan herkes Türk’tür.” 3. Etnik Tanımlama: “Orta Asya’daki nüfusun çoğunluğu Türk’tür.” İlk tanımlama, Kurtuluş Savaşı (1919-1922) sırasında; ikincisi, cumhuriyetin ilanı (1923) sırasında; üçüncüsü ise, 1932 yılındaki Tarih Kongresi’ndeki Atatürk’ün kendi yaptığı araştırmalarla şekillenip söylenmiştir ki bu çalışmalar da, Türk Tarih 284 Said Nursi, Mektubat, İhlas Nur Neşriyat, Ankara, 2010, s.325. 285 Hüsamettin İnaç, AB’ye Entegrasyon Sürecinde Türkiye’nin Kimlik Problemleri, s.104. 97 Tezi ve Güneş Dil Teorisidir.286 Türk kimliği veya Türk tanımlamasının çeşitlilik göstermesi konjonktürel tanımlamalardır. Yani kurtuluş savaşı döneminde Türk tanımlamasının ana unsurunun o coğrafyada yaşayan Müslümanlara ithaf edilmesi ve Türk tanımının ana unsurunun İslam olması veya Türk’ün İslam ile doğrudan ilişkilendirilmesi doğaldır. İkinci tanımlama ise farklı din ve etnisite üzerine kurulan bir üniter devletin vatandaşlık ve “üst kimlik” tanımlamasıdır. Bu tanımlama “üst kimlik” bağlamında Türkiye’de yaşayan etnik ve kültürel farklılıklardan birinin üzerine kurulmaması anlayışına sahiptir. Üçüncü tanımlama ise Türk’ün soya dayalı bir tanımlama olup Güneş Dil Teorisi ve Türk Tarih Tezinin temelini oluşturan bir söylemdir. Bu söylemle beraber “devlet eli” ile de Türk ırksal anlamda bir nitelik kazanmış ve bu bağlamda ciddi araştırmalar yapılmıştır. Bu araştırmalar sonucu ile de bu tez çalışması bağlamında Türk kavramının içine ırksal bir tanımla da girmiştir. Atatürk’ün bu Türk tanımlamalarının değişimi ve dönüşümü zamansaldır. Bu dönüşümü iyi bir şekilde anlayabilmek için Atatürk’ün tarih içerindeki Türk tanımlamalarından dikkat çekenleri tarihsel bir süreçte sıralamak, bu dönüşümü görebilmek için önemlidir. Atatürk’ün 1920’de mecliste kendisine ve içinde bulundukları harekete yöneltilen bir itham nedeniyle verdiği şu cevap ilk tanımlama bağlamında önemlilik arzetmektedir: “Efendiler, meselenin bir daha tekerrür etmemesi ricasiyle bir iki noktayı arz etmek isterim: burada maksut olan ve Meclisi âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkez değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Lâz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslamiyedir, samimi bir mecmuadır. Binaenaleyh bu heyeti âliyenin temsil ettiği, hukukunu, hayatını, şeref ve şanını kurtarmak için azmettiğimiz emeller, yalnız bir unsur-u islâma münhasır değildir. Anasır-ı İslamiyeden mürekkep bir kütleye aittir. Bunun böyle olduğunu hepimiz biliriz.”287 Bu açıklama o dönem için Atatürk’ün Türk-merkez bir siyaset gütmediğini, Türk’ü diğer etnik ve kültürel unsurlardan üstün tutmadığını, Türk’ün diğer etnik ve kültürel 286 Hüsamettin İnaç, AB’ye Entegrasyon Sürecinde Türkiye’nin Kimlik Problemleri, s.104-105. 287 Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1997, s.74-75. 98 unsurlarla beraber “İslam şemsiyesi” altında toplamaya çalıştığının en büyük göstergesidir. “Efendiler! Bütün cihanın bilmesi lazımdır ki: Türkiye halkı, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun hükümeti, uşak muamelesine tahammül edemez.”288 Atatürk’ün bu açıklamasında Türkiye devletinde yaşayan insanlar için kullanılan Türkiye halkı tabiri dikkat çekmektedir. O dönemde Türkiye’de yaşayan bütün etnik, kültürel ve dini gruplar için kullanılan bu kavram Türk’ün Türkiye Cumhuriyeti devletinin üst kimliği bağlamında ön planda olmadığının göstergesidir. Atatürk 1922 yılındaki bir meclis konuşmasında: “Bundan sonra makam-ı hilafetin dahi Türkiye Devleti için ve bütün âlemi İslam için ne kadar feyizkâr olacağını da istikbal bütün vuzuhiyle gösterecektir. Türk ve İslam-Türkiye Devleti iki saadettin tecelli ve tezahürüne menba ve menşe olmakla dünyanın en bahtiyar bir devleti olacaktır.”289 Atatürk için 1920’de diğer etnik unsurlarla pek farkı olmayan Türk, 1922’de diğerlerine nazaran daha ön plana çıkmış; ancak asıl anlamını İslam içinde bulan ve İslam için mücadele eden insanlar topluluğunun adı haline gelmiştir. “Efendiler! Türkiye halkı ırkan veya dinen ve harsen müttehit, yekdiğerine karşı hürmet-i mütekabile ve fedakârlık hissiyatıyla meşhun ve mukadderat ve menafii müşterek olan bir heyeti içtimaiyedir.”290 Atatürk’ün 1922 yılında mecliste yapmış olduğu bu konuşma o dönem için Atatürk’ün ırk kavramına nasıl baktığını ve toplumsal birlikteliğe çok fazla ihtiyaç duyan yeni Türkiye Devleti için “üst kimlik” olarak “Türkiye halkı” tabirini kullanması o dönem için henüz Türk’ün siyasal ve ulusal kimlik bağlamında bir karşılığının olmadığının göstergesidir. Ukrayna Büyükelçisine ithafen yaptığı bir konuşmada Atatürk: “Emperyalizmin en şedit taarruzlarına hedef olan Türkiyeliler Karadeniz’in öbür tarafında aynı ihtirasata karşı mücadele eden milletler bulunduğunu bilirlerdi.”291 288 Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, s.200. 289 Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, s.297. 290 Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, s.236. 291 Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II, s.25. 99 Atatürk’ün 1921 yılında yapmış olduğu bu konuşma o dönem için “Türk halkı” ve “Türkiyelik” tabirlerinin çok fazla kullanıldığı ve üst kimlik bağlamında Türk’ün henüz ön plana çıkmadığını ve Türkiye Devleti’nde yaşayan insanları tanımlamak için bu tanımlamaların kullanıldığını göstermektedir. Atatürk’e göre millet, geçmişte bir arada yaşamış, şimdi de bir arada yaşayan, gelecekte de bir arada yaşama inancında ve kararında olan, aynı vatana sahip çıkan, aralarında dil, kültür ve duygu birliği olan, insan topluluğudur.292 Bu tanımlama daha sonra ırksal bir unsuru da içine alarak ülke içinde yaşayan insanlar için üst kimlik niteliğinde olmanın yanında bu tanımlamanın dışına çıkılarak ırksal anlamda bir Türk’ün de peşine düşülmekte ve bu minvalde bir tanımlama da yapılmaktadır. Atatürk “Doğu milletlerinin, batı milletlerine taarruz ve hücumu, tarihin belli başlı safhasıdır; doğu milletleri arasında, Türk unsurunun başta ve en kuvvetli olduğu malûmdur; Avrupa içerisine girmişler, taarruzlar, istilalar yapmışlar,”293 demektedir. Bu açıklama da Atatürk’ün Türk’ü Doğu’nun en önemli unsuru olarak gördüğü de anlaşılmaktadır. 1923 sonrası dönemde Türk-merkez konuşmalarına çok sık rastlanan Atatürk, İslam bazlı toplum tanımlarını veya “Türkiyelilik”, “Türkiye halkı” gibi tanımlamaları bırakıp Türk’ü ön plana çıkartan tanımlamalar yapmaya başlamıştır. Türk devrimiyle ilgili büyük bir dönüşüm “uluslaşma/uluslaştırma” eksenlerinde yakalanabilir. Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığı bir konuşma bu bağlamda önemlilik arz etmektedir. Mustafa Kemal Atatürk, 20 Mart 1923’te Türk Ocağı’nda, Konyalı gençlere yaptığı konuşmasında: “Biz ulus bilicine çok geç vardık. Ulusçuluk dünyada en güçlü akımdır. Tüm çabalara karşın bu akımın hızı durdurulamamıştır. Ulusal bilinç konusunda gereken ilgiyi göstermeme yüzünden bizim ulusumuz çok çekmiştir. Osmanlı İmparatorluğu içinde yaşayan çeşitli uluslar, ulusçuluğu benimseyerek kendilerini kurtardılar. Biz kim olduğumuzu onların arasından atıldığımız zaman anladık. Gücümüz azaldıkça onlar bizi aşağıladılar. Bize hakaret ettiler. Anladık ki esas suçumuz kim olduğumuzu unutmakmış. Dünyanın 292 Etienne Copeaux, “Türk Milliyetçiliği: Sözcükler, Tarih, İşaretler”, s.46. 293 Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Atatürk Araştırma Merkezi, Semih Ofset, Ankara, 1999. s.165. 100 bize saygı göstermesini istiyorsak öncelikle düşüncelerimizle, duygularımızla, yaptıklarımızla ulusal kimliğimize, kendimiz saygı gösterelim,” 294 demektedir. “Efendiler! Bu dünya-yı beşeriyette asgari yüz milyona mütecaviz nüfustan mürekkep bir Türk millet-i azîmesi vardır ve bu milletin saha-i arzdaki vusati nispetinde saha-i tarihte de bir derinliği vardır. Efendiler! Bu umku isterseniz iki mikyasla ölçelim: birinci vahid-i kıyasi, edvar-ı kablet tarihiyeye ait mikyastır. Bu mikyasa göre Türk milletinin ceddi îlâsı olan Türk namındaki insan; ikinci, ebülbeşer Nuh Aleyhisselâmın oğlu Yasef’in oğlu olan zattır. Tarih devrinin tedarik-i vesaikte pek müsamahakâr olan ilk safhalarına biz de müsamaha edelim; fakat en barîz ve en katî ve en maddi delâil-i tarihiyeye istinaden beyan edebiliriz ki, Türkler on beş asır evvel Asya’ın göbeğinde muazzam devletler teşkil etmiş ve insanlığın her türlü kabiliyatına tecelligâh olmuş birer unsurdur. Sefirlerini Çin’e gönderen ve Bizans’ın sefirlerini kabul eden bir Türk devleti, ecdadımız olan Türk milletinin teşkil eylediği bir devlet idi.”295 Tarih içerisinde Türk tanımlarında eksen kaymasına şahit olunan Atatürk, bu tanımı ile de Türk’ü tanımlarken kökenini Nuh Peygamber’e atfetmekte ve İslam öncesi devirlerde de büyük bir medeniyete sahip olduğunu vurgulamaya başlamaktadır. Bu tanımlamada görülmesi gereken önemli bir taraf vardır. Türk tanımlamaları artmakla beraber, bu tanımlamaların içinde Türk köken ve ihtiva ettiği anlamlar bağlamında da sadece Türkiye için değil insanlığında önemli bir unsur olmaya başlamıştır. Atatürk yine bir konuşmasında: “Sözlerimin kolay anlaşılması için, yine Türk milletine bakacağım; çünkü, dünyada ondan daha büyük, ondan daha eski, ondan daha temiz bir millet yoktur ve bütün insanlık tarihinde görülmemiştir.”296 Bu tanımlama yukarıda yapılan dil, kültür ve ülkü birliği sınırları dışına çıkmakta yukarıda kategorize edilen üç aşamalı Türk tanımlamasının üçüncüsünün içine girmekteydi. Cumhuriyet’in ilerleyen dönemlerinde pratik anlamda yani Türk kavramı ve Türklük üzerine yapılan çalışmalar daha çok ırksal bir sonuç elde etmek için yapılan çalışmalar olmaya başlayacaktır. 294 Suna Kili, “Kimlik Sorunsalı” , Türk Kültürü ve Türk Kimliği, (Editör: T. Mesut Eren), İstanbul Kültür Üniversitesi Yayını, İstanbul, 2006, s. 31. 295 Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, s.288. 296 A.Afet İnan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, s.26. 101 “Türk ulusu ancak varlığını derin ve sağlam kültür sınırları ile çevreledikten sonradır ki, onun yüksek kapasitesi ve erdemi uluslar arasında tanınır. Türk ulusuna doğunsal rengini veren, bu devrimlerden her biri çok geniş tarihsel devirlerin öğünebileceği büyük işlerden sayılsa yeridir.”297 1923’te Atatürk’ün söylemlerinde artan Türk söylemi, ilerleyen zamanlarda daha da artmış ve Türk, köken itibariyle daha da eskiye götürülmeye çalışılmış ve İslam ile olan bağı dışlanmaya başlanmıştır. “Muhterem Efendiler! Türk milletinin inkişafına asırlardan beri sed çeken mânileri kaldırmak ve hayat-ı umumiyeye muasır medeniyetin kanunlarını ve vasıtalarını vermek için sarfettiğiniz mesainin, milletin tasvibi umumisine mukarin olduğu muhakkaktır.”298 Türk’ün her anlamda öneminin arttığını gösteren Atatürk’ün bu söyleminde Türk’ün ilerlemesi önündeki manilerinde kaldırılması meselesi önemli olmaya başlamıştır. Bu maniler arasında ilk kaldırılması gerekenlerin başında İslam ve/veya Osmanlı merkez Türk tanımlamaları gelecektir. Bir başka konuşmasında Atatürk Osmanlı tarihine bakış açısını yansıtan şu şekilde bir analiz yapmaktadır: “Osmanlı İmparatorluğu, biz kahraman Türkler nedeniyle bir büyük devlet oldu ve dinimiz olan İslamiyet üzerine büyük bir ruhani teşkilat yapıldı. İşte bu devlet ile ruhani teşkilat çok kuvvetli bir müessese halinde İstanbul’da birleştiler. Orada kahraman Türk, saray entrikalarına ve ruhani teşkilatın nüfuzuna mağlup oldu… Bu tablo da Türkler tarafından boyanmış ve süslenmiş iken bu cengâverler şimdi saray entrikalarından bunalarak arka zemine atılmışlardır.”299 Bu analiz aslında Gökalp’ın “şehrî” çıkarsamasına da benzemektedir. Yani Atatürk’e göre Osmanlı Devleti’nin ihtişamlı günler yaşamasını sağlayan asıl unsur Türk iken şehriler ya da saray entrikaları Türk’ün ikinci plana atılmasına hatta aşağılanıp hafife alınmasına neden olmuştur. Yine Atatürk bir başka konuşmasında; Türkler İslam dinini kabul etmeden önce de büyük bir millet idi; bu dini kabul ettikten sonra, bu din, ne Arapların ne de 297 Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, s.298. 298 Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, s.363 299 Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s.167. 102 aynı din de bulunan Acemlerin ve ne de diğerlerinin Türklerle birleşip bir millet oluşturmalarına etki yapmadı; bilakis, Türk milletinin milli bağlarını gevşetti; milli duygularını, milli heyecanını uyuşturdu.300 Bu dönemlerde Türk’ün üçüncü tanımına yönelik yapılan çalışmalar ve açıklamalarda Türk, İslam öncesinde bir milli yapı olarak siyasi, kültürel, ülküsel unsurlarını içinde barındıran büyük bir sosyal yapı olduğu vurgulanmaya başlanmıştır. Yine bu görüşe göre bu büyük yapı, İslam ile beraber bir alt unsur olmuştur ve bu alt unsur olma durumu Türk’ün lehine bir sonuç ihtiva etmemiştir. Hatta aksine İslam’ın kavmiyetçiliğe bakış açısı nedeni ile Türk milletinin milli bağlarını gevşeten ve milli heyecanını uyuşturan bir hal almıştır. Akçura’nın da daha önceden değinilen bakışının Cumhuriyet Dönemi’nde var olan bir algının tezahürüdür. Yukarıdaki ve benzeri algılar ile İslam, Müslüman-Türk, gayrimüslim-Türk ayrımı yaparak Türk olma bilincine zarar vermiştir. Atatürk’ün bu konuşmasına göre de İslam’ın en önemli söylemi olan bütün etnik yapıların “ümmet bilinci” ile bir “İslam milleti” oluşturma çabası da başarısız olmuştur ve bu yüzden Türk tanımı İslami olarak değil ırksal bağlamda yapılmalıdır; çünkü bunun dışındaki her tanımlama Türk’ün milli bağlarını gevşetmektedir. Atatürk’ün Türk’ü kendince tanımladığı bir diğer konuşmasında: “Bizim Türk milletimiz, eski ve şerefli bir millettir; zaten Orta Asya’nın Altay yaylasında yetiştiği için kartalın meziyetlerini daha gençliğinde kazanmıştır; tâ uzakları görür, hızlı bir uçuşu vardır ve ruhu barındıracak kuvvetli bir beden sahibidir,” diye tanımlamaktadır ve “biz Türkler, her çağda doğunun kılıcının keskin ağzı idik”301 diye Türk’ün en önemli meziyetlerinden birinin savaşçı özelliği olduğunu vurgulamaktadır. “Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz; Cumhuriyetimizin mesnedi Türk camiasıdır. Bu camianın efradı ne kadar Türk harsiyle meşbu olursa o camiaya istinat eden cumhuriyette kuvvetli olur.”302 Atatürk’ün bu sözü kesinlikle Türk’ün yeni devlet için asıl ve asli unsur olduğunu ve 300 A. Afet İnan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, s.29. 301 Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s.166-167. 302 Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri III, s.118. 103 Cumhuriyet’in mesnedinin yani dayanağının Türk toplumundan müteşekkil olduğunu vurgulamaktadır. 1932’de Keriman Hadis’in dünya güzel seçilmesi ile ilgili olarak Atatürk: “Türk ırkının dünyanın en güzel ırkı olduğunu tarihi olarak bildiğim için Türk kızlarından birinin dünya güzeli intihap olunmuş olmasını çok tabii buldum,”303 demektedir. Atatürk, Osmanlı’nın son dönemlerinde özellikle Ziya Gökalp’ın çıkarsamaları ve eleştirileri ile daha da belirginleşen ve öne çıkardığı analizlerine benzer, Osmanlı dönemindeki Türk algısı hakkında da şu şekilde bir analiz yapmaktadır: “Türkleri bütün dünyaya geri bir millet olarak tanıtan görüş, bizim de içimize girmiştir. Dört yüz çadırlık bedevî bir kabileden bir imparatorluk ve millet tarihini başlatmak suretiyle imparatorluk zamanında Türklerin görüşü de bu merkezdeydi. Evvelâ, millete tarihini, asil bir millete mensup olduğunu, bütün medeniyetlerin anası olan ileri bir milletin çocukları olduğunu öğretmeliyiz.”304 Bu söz, aslında, yukarıda bir alıntı vasıtasıyla Cumhuriyet’in Türk algısının, geçmişte var olan Türk algısına bir tepki olarak doğmuştur, sözünü destekler mahiyettedir; çünkü Atatürk’ün pek çok söyleminde, geçmişte Türk milletinin, milli aidiyet algısının azaldığı ve bunun yanı sıra Türk olmak aşağı bir şey ve Türk’ün tarihi de aşağıdır algısına tepkiler görülmektedir ve bu algının düzeltilmesi yönünde söylemlere sahip olduğu rahatlıkla görülebilir. “Türk milleti her gün yeniden yeniye ve çok dikkatli tetkik olunmağa değeri olan bir cevherdir… Türk milleti artık mazinin bin türlü seyyiatı eseri olarak dimağında yer tutan pası tamamen silmiştir.”305 Atatürk’ün 1925’te Balıkesir’de bir konuşmada dile getirdiği bu söz aslında Türk’ün milli duygularına zarar veren, Türk’ün tarihini basite alan ve Türk’ü aşağılayan unsurların ve görüşlerin yok edilmesi gerektiği ve bu bağlamda da yok edildiğinin göstergesidir. Türk’ün geçmişinde Cumhuriyet ideolojisine göre silinmesi gereken en büyük pas Türk’ün 303 Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri III, s.236. 304 Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s.175. 305 Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II, s.233. 104 tarih algısı ve Türk’ün milli duygularını zedeleyen din merkez toplum algısı olduğu için Türk bu alanlarda dezenfekte edilmeye çalışılmıştır. Atatürk hem “Anadolu teorisi306”ne hem de Güneş Dil Teorisi’ne zımni bir atıf yaparak beyan ettiği Türk tanımı manidardır: “Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümit edemediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine, yüksek sahne oldu. Bu sahne 7 bin senelik, en aşağı, bir Türk beşiğidir. Beşik, tabiatın rüzgarlarıyla sallandı; beşiğin içindeki çocuk, tabiatın yağmurlarıyla yıkandı; o çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvelâ korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları tabiatın babası tanıdı; onların oğlu oldu; Türk oldu. Türk budur: Yıldırımlar, kasırgalar, dünyayı aydınlatan güneştir.”307 Anadolu teorisi ya da Türk Tarih Tezi olarak isimlendirilen bu iddia Türk’ü Anadolu’nun yerlisi yapmakta ve daha önce Atatürk tarafından da dile getirilen Nuh Peygamber atfı ve Anadolu’ya geliş söylemleri gözardı edilmektedir. Mustafa Kemal’in Anadolu’nun yurt edinilmesi veya Anadolu’nun tarih boyunca her zaman Türk’ün yurdu olduğu konusunda görüşünü şu cümlesinden çok rahat anlaşılmaktadır: “Türk milleti, tarihinle övün; çünkü senin ecdadın medeniyetler kuran, devletler, imparatorluklar yaratan bir mevcudiyettir; sen Anadolu denilen bu yurda sonradan gelme değil, ilk yerleşip medeniyet kuranların çocuklarısın.”308 Bu tezi desteklemek için yapılan çalışmalardan bahseden Atatürk: “Tarih Kurumu’nun Alacahöyük’te yaptığı neticesinde meydana çıkardığı beş bin beş yüz senelik maddi Türk tarih belgeleri, cihan kültür tarihini yeni baştan tetkik ve tamik ettirecek mahiyettedir,”309 demektedir. Atatürk, Cumhuriyet kurulduktan sonra kendisinin öncülük ettiği kurtuluş hareketinden dolayı gelen övgülere verdiği cevapta hayatının merkezinde neyin olduğunu ve merkezi öneme sahip olan kavramdan ne anladığı bağlamında önemli bir işarettir: “bana, insanlar üstünde bir doğuş atfetmeye kalkışmayınız; 306 Anadolu Teorisi: Türklerin Anadolu’ya sonradan gelen bir topluluk değil, Anadolu’nun asıl yerlileri olduğunu iddia eden teoridir. Bu teori “Türk Tarih Tezi” olarak da isimlendirilmiştir. 307 Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s.200. 308 Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s.199-200. 309 Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, s.406. 105 doğuşumdaki tek fevkaladelik Türk olarak dünyaya gelmemdir.”310 Bu söz Atatürk’e göre Türk olmanın insana doğuştan bir üstünlük verdiğini ve kendisinin yaptığı olağanüstü işlerin arka planında görülmesi gereken alamet-i farikanın Türk olmak olduğunu vurgulamaktadır. “Ordumuz, Türk birliğinin Türk kudret ve kabiliyetinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir. Ordumuz; Türk topraklarının ve Türkiye idealini tahakkuk ettirmek için sarf etmekte olduğumuz sistemli çalışmaların yenilmesi imkânsız teminatıdır.”311 Bu sözle ise Atatürk şuana kadar yapılan Türk tanımlarının ve Türk-merkez siyasetin bozulmaması ve Osmanlı dönemindeki gibi bir Türk algısına dönülmemesi için kurduğu bu sistemi “Türk ordusu” ile teminat altına alındığını söylemektedir. 3.4. ÇOK PARTİLİ SİYASAL HAYATTA TÜRK’ÜN ETKİSİ “Türk” tarih içerisinde çok fazla anlam değiştirmiş ve ciddi dönüşümler yaşamıştır. Türk’ü tanımlayan unsurlar tarihin belli dönemlerinde ve farklı coğrafyalarda anlamsal olarak farklılık göstermiştir. Bu tarihsel dönüşüm içerisinde İslam, Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemi çok büyük bir öneme sahiptir. Genel bir değerlendirme yapılacak olursa “Türk” sözcüğü bilinen tarihin ilk dönemlerinde üç anlamda kullanılmıştır. Birinci kullanım, Türk sözcüğünün bir ırkın adı olduğudur. İkinci kullanımı, bir sıfat olarak kullanılmasıdır. Üçüncü kullanımı ise, var olan bir sisteme dâhil olma ile olunabilen ve bu manada da çıkılabilen bir olgu olarak kullanılmıştır. İslam ile beraber Türk’ün dönüşümündeki algılar ise; birinci olarak, İslam ile beraber Türk’ün şanına şan katılmış, Türk’ün etki alanı artmış ve bu bağlamda İslam Türk’e olumlu katkı yapmıştır. İkinci olarak, Türk, İslam ile beraber bir kimlik kayması, hatta kimlik kaybı yaşamıştır ve bu bağlamda öz değerleri silinmiş ve yok olmuştur, Türk’ün varlık evi sadece İslam olmuş ve öz benliğini yitirmiştir. Üçüncü kullanım ise ekseriyette Batı Hıristiyan dünyada var olduğunu görmek kaydıyla, “Müslüman Türk’tür, Türk Müslüman’dır” algısıdır. 310 Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s.199. 311 Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, s.421. 106 Osmanlı dönemi Türk algısına bakılacak olursa; ilk olarak, ilk dönemlerde Ertuğrul Gazi, II. Bayezid gibi padişahlara Türk denmiş ve bu bağlamda Osmanlı soyu Türk’e atfedilse de, daha sonra meydana çıkan merkezi yapı, ki Gökalp bu yapıyı “şehrî”ler diye adlandırmaktadır, Türk’ü aşağılamış ve bu bağlamda Türk’e bayağı, basit manalar yükleyerek Türk’e zarar vermiştir. İkinci olarak Osmanlı dönemi Türk algısı için, Osmanlı özü özüne Türk’tü. Bu bağlamda Türk’ün itibarını korumuş ve Türk’e halel getirmemiştir ve Osmanlı Türk’ün önemli bir tarihi sürecidir. Osmanlı dönemi Türk algısında üçüncü yaklaşım ise, Osmanlı, İslam gibi Türk’ün öz değerlerine zarar vermiştir. İslam gibi Osmanlı da Türk için duraklama ve gerileme dönemidir. Cumhuriyet Dönemi Türk algısı ise; ilk olarak, Türk diğer etnik ve kültürel unsurlar gibi İslam’ın önemli bir unsurudur; ancak İslam’ın üstünde değildir. İkinci olarak Türk Anadolu’yu vatan edinmiş, Osmanlı ve İslam ile bazı öz değerleri bağlamında zarara uğramışsa da Osmanlı ve İslam’ın Türk’e katkıları zararlarından daha çoktur. Cumhuriyet Dönemi Türk algısında üçüncü yaklaşım ise Türk İslam’dan önce büyük bir milletti, Osmanlı ve İslam Türk için tarihi birer durumun tezahürüdür; ancak bu tarihi süreç Türk’ün soy bağlılığı duygularını zayıflatmış ve tarih algısını sığ bir hale getirmiştir. Türk Anadolu’ya sonradan gelme değil, Anadolu’nun asıl sahipleri olan ari ve asil bir ırktır. Cumhuriyet Dönemi Türk algısı içerisinde yer alması gerekiyor gibi algılansa da Atatürk’te Türk algısı farklı olarak ele alınmalıdır; çünkü Atatürk, kurtuluş harekâtının ilk yıllarındaki tanımladığı Türk ile ileriki dönemlerde tanımladığı Türk aynı öğelerden bir araya gelmiş bir Türk değildir. Bu bağlamda Atatürk’te ilk dönem Türk algısı, İslam idealleri için çalışan İslam’ın önemli bir unsuru; ancak üstünlük iddiasında bulunmayan bir Türk iken ikinci dönemde Türk ise; düşmana karşı savaşan, kurtuluş savaşı veren Anadolu halkının ismidir. Atatürk’te Türk algısının üçüncü safhası veya üçüncü döneminde ise Türk, insanlığın her anlamda kökü olan, dünyaya dil, medeniyet, kültür ihraç etmiş bir asıl ve asil bir soyun ismidir. Türk olmasa tarih, medeniyet olmayacaktır, hatta diğer medeniyetlerden, milletlerden ve 107 kültürlerden üstün, kendini Türk diye ifade etmenin312 bile büyük bir mutluluk sebebi olan üstün, ari, asil, temiz bir ırkın ismidir. Bu bağlamda Türk demek bile mutluluk için yeterli iken zor durumda olan bir Türk’ün ihtiyaç duyduğu kudret ise damarlarındaki asil kanda mevcut olabiliyor, yani Türk olmak başlı başına bir kudret sahibi olmak ile eş anlama gelebiliyordu. Türk kimliğinin ne olduğu, Türk kimdir sorusunun cevabı, hem tarihsel dönüşüm bağlamında hem de Türk sözcüğünün ihtiva ettiği anlamlar bağlamında yukarıda da anlatıldığı gibi çeşitlilik arz etmektedir. Bu tarihi ve anlamsal çeşitlilik ve farklılık Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da devam etmiştir. Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki Türk algısı da kısa süre zarfı içinde de büyük farklılıklar göstermiştir. Türk’ün bu tarihsel dönüşümü ve anlamsal farklılığı Türk siyasal hayatında da ideolojilerin üretilmesinde önemli bir yere sahip olmuştur. Özellikle 1950 sonrası çok partili hayatta partilerin kurulması ve/veya siyasal hareketlerin başlatılmasında da Türk tarihine atıflar, bu bağlamda tarihi çeşitlilik içerisinde seçtikleri Türk prototipi, Cumhuriyet Dönemi ve bu bağlamda Atatürk’te Türk algılarından birine veya bir kaçına atfetme durumları önemli bir yer tutmuştur. Cumhuriyet Dönemi çok partili siyasal hayata etki eden üç tür Türk algısından bahsedilebilir. Bu üç tür Türk algısı; tarihsel Türk algısını genel çizgileriyle şu şekilde özetlenebilir: Birincisinde Türk’ün kökenini Anadolu’ya atfedilmekte ve Türk bir şeylerden türeyen bir topluluk değil; kendisinden toplumların, kültürlerin, dillerin türediği bir topluluktur. Bu birinci görüşün aksine Türk’ün kökeni ikinci görüşte birinci teoriyi reddetmemekle birlikte Türk’ün Orta Asya kökenli bir ırk olduğunu vurgulamaktadır. Üçüncü görüşte ise, Türk Orta Asya toplumlarındandır; ancak asıl kökü Nuh Peygamber’e dayanmaktadır ve Müslüman olduktan sonraki durumu asıl/temel tarihi süreç olarak alınmalıdır. Türk’ün Müslüman olması ile ilgi olarak ise, birinci görüşte İslam bir yok olma, silinme, duraklama devrileri olarak ifade edilirken ikinci görüş için Türk’ün Müslüman olması Türk’e zarar vermemiştir, Türk ve İslam’dan çok güzel bir sentez meydana gelmiştir. Üçüncü görüşte ise İslam ile beraber Türk İslam’ın en önemli 312 “Ne Mutlu Türk’üm Diye” sözünün işaret ettiği mana bağlamında bu değerlendirme yapılmıştır. 108 savunucularından biri olmuş; ancak hiçbir zaman İslam’dan daha önemli bir hal almamıştır. Osmanlı dönemi Türk algısı birinci görüşe göre İslam gibi Türk’e büyük zarar vermiştir ve İslam gibi Türk’ün soydan gelen bağlarını zayıflatmıştır. İkinci görüş ise Osmanlı bir Türk devletidir; ancak son dönemlerinde Türk yeterince itibar görmemiştir, ilk dönemlerinde Türk’e zarar vermese de daha sonraki dönemlerinde Türk’e benlik bağlamında zarar vermiştir. Üçüncü görüş için ise Osmanlı döneminde Türk, Kürt, Çerkez yoktur, millet-i İslamiye vardır; ancak Türk Osmanlı dönemi için İslam milletinin civan bir unsurudur. Cumhuriyet Dönemi Türk algısı bağlamında ise birinci görüş, Türk’ün geçmişindeki bütün olumsuz unsurlardan kurtulduğu ve asıl kimliğini bulduğu bir süreçtir ve Türk, Cumhuriyet Dönemi ile asıl kimliğini bulmuştur. İkinci görüş için Cumhuriyet Dönemi Türk’ü, Osmanlı’nın son dönemlerinde var olan olumsuz durumun bertaraf edilmesi için önemli bir süreçtir; ancak Türk’ün kadim geçmişi çok fazla gözardı edilmiştir. Üçüncü görüşte ise Cumhuriyet Dönemi’ndeki Türk, İslami ve kültürel bütün değerleri yok edilmiş, İslam’ın önemli bir unsuru olan Türk “İslamsızlaştırılmış” ve bu bağlamda Türk’e zarar verilmiştir anlayışına sahiptirler. Atatürk’te Türk algısına bakışta yukarıda tanımlanan üç dönem bağlamında birinci görüş içinde yer alanlar sadece üçüncü dönemi kabul edip ilk iki dönemi reddederken, ikinci görüşü savunanlar ilk iki dönemi kabul edip üçüncü dönemin kültürel bağları yok etmeyen söylemlerini almaktadırlar, üçüncü görüşte ise ilk dönemi olumlayıp ikinci dönemin İslam’a aykırı olmayan yanlarını alıp, üçüncü dönemin ise Türk’ün içinden İslam’ın sökülüp alındığı bir dönem olarak algılamaktadırlar. Bu üç yaklaşım Türk siyasal hayatında partileşirken ve/veya siyasal bir hareket haline gelirken yukarıdaki Türk anlam tarihine çeşitli atıflar yapmışlardır. Türk’e yapılan bu atıflar, Türk siyasal hayatında iç ve dış politikada siyasaların üretilmesinde belirleyici etkenlerin başında gelmiştir. Tarihsel bağlam içinde ortaya çıkan her değişimle birlikte Kemalistler, Türk toplumunun kültürel, tarihi ve coğrafi profilinin “ulus” tanımı Kemalist görüş için 109 diğer unsurlardan çok daha önemli bir yere sahip oldu.313 Bu Kemalist ideolojinin tarihteki Türk algısının ne olduğunun da belirlenmesinde önemli bir yere sahip oldu; çünkü Kemalist ideolojide Türk Cumhuriyet’le beraber ulus olmayı başarmış ve bu bağlamda Türk’ün korunması gereken en önemli unsurlarından birisinin “ulus” olma özelliği ve “ulus bilinci”nin varlığıdır. Kemalist ideoloji Türk bağlamında yeni bir kimlik ve yeni bir düzen iddiasındadır; buna karşı İslam ise bu kimliğin varlık bulmasını olanaksızlaştırıcı bir özelliğe sahiptir.314 Bu bağlamada Kemalist görüş Türk’ün aslında İslam öncesinde var olan; ancak İslam ile beraber zayıflayan hatta yok olan “öz değerlerini” yeniden inşa etme iddiasındadır; çünkü Kemalist düşüncede milliyetçilik seküler kolektif tasavvur olduğu için de Türk bu bağlamda dini bir mahiyet taşımayan etnik unsurlarla şekillendirilmiş bir yapıya sahiptir.315 Bu bağlamda İslam Kemalist görüşün Türk ulusu algısında hep “öteki”ni temsil etmiştir ve hatta Türk, İslam’ın dönüştürücü etkisinden korunmalıdır, algısı var olmuştur. Kemalist ideolojide Türk ait ortak siyasal varlık, ortak bir dil, ortak bir vatan, ortak bir ırk ve köken, tarihsel ve akrabalık bağları tanımlanırken Türk ulusal kimliğinin içine din girmiyordu.316 Çünkü din Türk için soydan gelen ortak bağları ve “soy bilinci”ni yok eden bir özelliğe sahipti. Kemalist düşüncede Türk seküler bir ulusa tekabül ederken; Demokrat Parti ile ortaya çıkan muhafazakar görüşte ise Kemalist reformlara rağmen kendilerini İslam ve Müslüman-Türk’ün tarihiyle özdeşleştirmeyi sürdüren gruplar ortaya çıktı.317 Bu grup için Türk, İslam için sürekli savaşmış ve İslam ile beraber asıl benliğini bulmuştur. Milliyetçi algıda ise Cumhuriyet içerisinde üretilen Türk 313 Nur Betül Çelik, “Kemalizm: Hegemonik Bir Söylem”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Kemalizm, (Editör: Tanıl Bora, Murat Gültekingil), Cilt:4, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008, s.78-79. 314 Nur Betül Çelik, “Kemalizm: Hegemonik Bir Söylem”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Kemalizm, s.86-87. 315 Ahmet Yıldız, “Kemalist Milliyetçilik” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Kemalizm, (Editör: Tanıl Bora, Murat Gültekingil), Cilt:4, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008, s. 211. 316 Nur Betül Çelik, “Kemalizm: Hegemonik Bir Söylem”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Kemalizm, s.84 317 Nur Betül Çelik, “Kemalizm: Hegemonik Bir Söylem”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Kemalizm, s.89. 110 içerinde hatırı sayılır bir “zenofobi” vardı.318 Milliyetçi algı Kemalist algı kadar olmasa da, içinde bir “yabancı düşmanlığı” barındırmaktadır. Bu “yabancı düşmanlığı” sadece ülke dışındaki, “harici” düşmanlara karşı değil; ülke içerisindeki, “dahili” düşmanlara karşı da dikkatli ve her an teyakkuzda olmayı gerektirir bir durumu ifade etmektedir. Bu Kemalist ve Milliyetçi görüşteki “zenofobi”, Türk siyasal hayatında “Kürt yoktur, kendini Kürt sananlar aslında Türk’tür”319 jargonunun da ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu algı ile beraber ülke içerisinde kendi farklılığını ön plana koyan herkes için ya Türk’e dönüştürülmesi gerektiği mantığı ortaya atılmış ya da yok sayılmıştır. Kemalist ideolojide Türk salt ırksal bir kategori değildi; çoğu kez “rıza” ve “iradi” temelinde tanımlanıyordu; ancak birliğin tehdit altında olduğu durumlarda kolayca kapsayıcı değil dışlayıcı bir hal alabiliyordu.320 Birlik Türk için ve Türk içinde bir birliği ifade ediyordu, bu bağlamda kapsayıcı bir özelliğe sahipti; ancak kendini Türk harici tanımlayan herkese karşı “Türk” dışlayıcı bir hale gelebiliyordu. Türk etnisitesi Kemalist milliyetçilik içinde giderek merkezi bir konum edinmiştir. Türk milli kimliğinin etnik-soya dayalı sınırlarını belirleme çabasında, Kemalizm ırkı kurucu bir unsur olarak kullanmıştır; ancak Kemalist milliyetçilik ırkçı değildir; etnisistir. Etnoseküler açıdan farklı kalmakta ısrar edenlere karşı açıkça ayrımcıdır; milli topluluğa etnik topluluk temelinde tanımlayarak var olan etnik farklılıkları milli farklılıklara dönüştürdüğü için reddetmiştir.321 Kemalist algı etnik ve kültürel farklılıkları ileri sürmeyen, bu farklılıkları öncelemeyen hatta kamusal alana bu farklılıkları taşımayanlara karşı dışlayıcı değil kapsayıcıdır; ancak etnik ve kültürel farklıklarını ön plana koyan ve tanımlanan Türk tanımının içine girmeyen/girmek istemeyenler için ötekileştirici bir hâl alabiliyordu. Cumhuriyet dönemi çok partili siyasal hayatta birinci görüşün belki de Türk algısı bağlamında dışlayıcı ve ötekileştirici olduğunun göstergesi kamusal dilde etnik 318 Murat Belge, “Türkiye’de Zenofobi ve Milliyetçilik” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik, (Editör: Tanıl Bora, Murat Gültekingil), Cilt:4, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008, s.192. 319 Murat Belge, “Türkiye’de Zenofobi ve Milliyetçilik” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik, s.192. 320 Nur Betül Çelik, “Kemalizm: Hegemonik Bir Söylem”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Kemalizm, s.84. 321 Ahmet Yıldız, “Kemalist Milliyetçilik” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Kemalizm, s.228. 111 farklılıkların silinmesi322 olmuştur ki bu görüşün dışlayıcı bir ulus kavramına kaydığının göstergesidir.323 İşte bu, birinci görüşün Türk algısının en belirgin özelliğidir. Üçüncü görüşte ise Türk kapsayıcı değil uzlaşmacı, İslam üst kimliği altında da etnik ve kültürel anlamda da birleştirici özelliğe sahiptir. 322 1983’de çıkarılan ve 1991 yılına kadar yürürlükte kalan 2932 sayılı yasa ile “Türk devleti tarafından tanınmış bulunan devletlerin birinci resmi dilleri dışındaki herhangi bir dille düşüncelerin açıklanması, yayılması ve yayınlanması yasaklanmıştır. 323 Nur Betül Çelik, “Kemalizm: Hegemonik Bir Söylem”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Kemalizm, s.84. 112 SONUÇ Türk’ün anlam dünyası çok eski tarihlerden günümüze kadar çok fazla farklılık ve çeşitlilik göstermiştir. Bu farklılık ve çeşitlilik Türk’e hem kimliksel manada hem de anlamsal olarak tarihi bir zenginlik katmıştır. Türk, yukarıda da açıklanmaya çalışıldığı gibi tarihin çeşitli evrelerinde, “tarihi kırılma” denilebilecek süreçlerde dönüşümlere uğramış ya da uğratılmıştır. Türk’ün bu dönüşümü, anlamının kapsayıcılığından veya dışlayıcılığından, Türk’ün ne olduğu gibi durumların tamamı üzerinde etkili olmuştur. Türk’ün “tarihi kırılma” evresi olarak tanımlanan durumun en bariz ve en etkili örneği Türk’ün İslam ile tanışması ve bu bağlamda Müslüman olup, tarihi uzun bir sürede kendini İslam dini içerisinde var etmesidir. Bu, Türk’e özellikle Hıristiyan Batı dünyasında İslam dünyasının tamamını temsil etme gibi kimliksel özellik kazandırmıştır. İslam dünyasında ise bu bağlamda Türk, İslam için mücadele eden ve kendini İslam ile özdeşleştirme bağlamında diğer etnik kimliklere göre en ileri seviyede olan bir etnik kimlik olmuştur. Türk’ün tarihi anlamda diğer önemli kırılma noktası ise “Türk modernleşmesi” diye isimlendirilen ve Türk’ün “ulus olma”, “uluslaştırılma” sürecinde yaşanmıştır. Bu süreç Osmanlı Devleti’nin son dönemleri ile erken Cumhuriyet Dönemini kapsamaktadır. Bu tarihi süreç içerisinde Türk, ilk olarak Osmanlı Devleti’nin kurtuluşu için siyasal bir “araç”, daha sonra Anadolu’da yaşayan Müslümanların kurtuluşu için bir etniksel bir “araç” ve en sonunda da Türk, Türkiye Cumhuriyeti ulus devletinde asıl ve asil bir “amaç” haline gelmiş/getirilmiştir. Türk’e Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren çeşitli anlamlar yüklenmiştir. Daha sonra Türk üzerine yapılan araştırmalarda gayet makul ve ulus olmuş/oldurulmuş bir etnisitenin tarihini ve anlam dünyasını keşfetmek için “bilimsel” çabalar sarf edilmiştir. Bu çabalar ilk başlarda tarihine kulak verme ve oradan gelen sağlıklı sonuçlar dâhilinde bir Türk tarihi yazma amacı gütse de daha 113 sonra bu süreç kısmi olarak objektifliğini yitirip tarihe kulak verme yerine, tarihe Türk’ün ne olduğu konusu üzerine söz söylemeye dönüşmüştür. Cumhuriyet Dönemi’nde üretilen Türk teorik anlamda ciddi bir kapsayıcılık iddiasındadır. En başta Anadolu halkını kapsayan Türk, daha sonra neredeyse tüm insanlığı kapsayacak bir konuma getirilmiş veya Türk’ün anlam dünyasına doğrudan müdahale eden kişiler böyle bir durumu amaç edinmişlerdir. Türk’ün teorideki bu kapsayıcılığı etnik ve kültürel farklılığını ön plana çıkaranlar için dışlayıcılığa dönüşmekten de geri durmamıştır. Türk’ün dışlayıcılık-kapsayıcılık ikileminde ya da paradoksunda yukarıda da değinilen Türk’ün Cumhuriyet dönemi çok partili siyasal hayata etki eden Türk algılarından birinci görüş devlete hâkim olması nedeniyle pratikte de Türk’ün birinci yorumunun topluma yansımasına neden olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’ndeki Türk, özellikle Cumhuriyet Dönemi Türk algısı başlığının Türk’ün ulusalcı/milliyetçi ve Atatürkçü yorumları içerisinde Türk’e kimliksel bağlamda etki eden insanlar tarafından inşa edilmiştir. Bu inşa etme süreci daha önce de tekrarlandığı gibi geçmişte aşağılanıldığı ön yargısı üzerine kurulması ve yaklaşık bin yıllık bir unsuru olan din olgusunun geri plana atılması ve bu bağlamda bir devlet politikası güdülmesi ile gerçekleştirilmiştir. Türk’ün bu birinci yorumu bağlamında inşa edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti, ülke içerisinde bulunan farklılıkları bir potada eritme adına birçok yöntem uygulamıştır. Bu yöntemlerin en başında Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılan Türk tanımları eğitim sisteminin temel meselesi olmuş ve bu bağlamda eğitim ile “resmi ideoloji” insanlara kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti bu birinci Türk algısı üzerine kurulmuş bir devlettir. Türk, Cumhuriyeti’nin kurucuları tarafından inşa edilmiş ve bu inşa edilmiş Türk, bu ülkede yaşayanların “ortak kimliği” ilan edilmiştir. Bu Türk kimliği devletin tanımlandığı ve tanımlamalarda bulunduğu anayasalarda da çok kere yerini almıştır. Bu anayasalarda tanımlanan Türk kimliği Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan vatandaşlara ortak kimlik ve ortak bir değer olarak sunulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir “resmi ideoloji” olarak kullandığı ve insanlara sunduğu bu Türk kimliği çeşitli sorunlara neden olmuştur. Teorideki 114 kapsayıcılığının yanında farklılıklarla karşı karşıya kaldığında dışlayıcı olan bu kimlik, devlet erkini elinde bulunduralar için ülkenin hem iç hem de dış politikasında merkezi bir öneme sahip olmuştur. Özellikle iç politikada genel devlet politikası hem de partilerin siyasalarını belirlerken en önemli unsur Türk kimliği meselesi olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti içerisinde yaşayan herkesin Türk olduğunu anayasa ile belirleyenler kendini etnik ve kültürel anlamda farklı olduğu söyleyen ve farklılığını ileri sürenlere karşı “ötekileştirici” bir tavır alabilmişlerdir Osmanlı Devleti din merkezli bir toplum yapısına sahipti. İnsanların kimlikleri mensup oldukları dinleriydi. Osmanlıda Türk, Arap, Kürt yoktu, Müslüman, Hıristiyan, Yahudi vardı. Cumhuriyet’le böyle bir toplumsal yapı içerisinde yaşayan insanlara “ulus oldunuz” denildi. Kavramlar, paradigmalar, tanımlamalar tamamen değişmişti. Devlet sistematik bir biçimde tarih kongreleri yaptırdı, dil üzerine teoriler üretilmesini istedi. Bu üretilen kavramlar o günün ulusçuluk akımı için ve içinde gerçekleştirildi; ancak daha sonraki süreçler Türkiye toplumu açısından pek de iç açıcı olmadı. Türk’ün ulus olması Kürdün de ulus olma ihtimalini ortaya çıkardı. Kürt, Türk ulusuna tâbi olmayınca, hatta kendi etnik kimlik farklılıklarını öne sürünce ve insanları bir arada tutan kadim değerler de Türkiye toplumunun birleştirici harcı olma özelliğini kaybedince işte bu süreç “Kürt sorunu” denilen bir olguyla tanışılmasına neden oldu. Türkiye’nin çoğu insana göre Osmanlı’dan başlayan kimilerine göre Cumhuriyet’inin kimlik politikalarının sorunu olan ve adına ekseriyetle “Kürt sorunu” denilen olgu Cumhuriyet tarihi boyunca süren önemli bir tartışmanın konusu olmuştur. İmparatorluktan ulus devlete evrilme sürecinde izlenen türdeş bir kimlik yaratma yönündeki determinist politikalar, kendi farklılığına vurgu yapan her türlü unsurun yok sayılması, bastırılması sonucunu doğurmuştur. Bu bastırma, “yok sayma” karşısında sistemin öngördüğü çerçevenin içine girmek istemeyen Kürtler bu alanda bir muhalefet dili üretmişlerdir. Kürtlerin bazen yasal bazen de yasal olmayan yollarla, ama sürekli olarak sürdükleri bu muhalefet en geniş anlamıyla Kürt sorunu olarak adlandırılmıştır. Kürt sorunu, gerek tarihsel seyri gerekse kapsamı açısından Türkiye’nin en önemli tartışma alanlarından biri olmuştur. Birçoklarına göre Osmanlı’nın son 115 dönemlerine kadar götürülebilecek bir geçmişe sahip olan bu sorun, iç politikadan dış politikaya, gündelik yaşam ilişkilerinden siyasal tutumların belirlenmesine, tarihsel bilincin hangi doğrultuda şekilleneceğinden geleceğin inşa edilme biçimine kadar pek çok alanda etkili olmuştur. Günümüzde Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı en temel sorunlardan birini ve belki de en önemlisini oluşturan “Kürt sorunu”, aynı zamanda hem devlet söyleminde hem de toplumsal düzeyde bulunduğu ya da bulanamadığı karşılık(lar) bağlamında da dramatik bir hal almıştır. Ulus devlet anlayışının giderek zayıfladığı ve çoğulcu kimlikler temelinde örgütlenen siyasal organizasyonların ön plana çıkmaya başladığı bu dönemde Kürt sorununda kendi otantik anlamıyla ele alınması ve bu doğrultuda bir çözüm arayışı içine girilmesi gerekmektedir. Hükümetin başlattığı demokratik açılım süreci, Kürt sorununun bu doğrultudaki çözümü için uygun bir başlangıç noktası oluşturabilir. Türkiye’nin farklı etnik yapılardan meydana gelmesi bağlamında Türkiye’de yaşayan insanların ortak bir kimlik altında toplanması önemlilik arz ediyor ve bu bağlamda son yıllarda üretilen en dikkat çekici kavram ise “Türkiyelilik” kavramıdır. Mustafa Kemal Atatürk’ün de birinci mecliste toplumsal birlik oluşturma ve herkesin kabul edebileceği bir üst kimlik üretme bağlamında sürekli kullandığı “Türkiye halkı” söylemine yakınlığını da görmek gerekmektedir. Hatta Atatürk tarafından da ilk mecliste “Türkiyeli” tabiri de kullanılmıştır. Atatürk tarafından Birinci Meclis’te kullanılan bu tanımlar o dönemki etnik, dini ve kültürel farklılıkların ortak bir kimlik etrafında toplanması bağlamında yararlı olmuştur. Bu kavram bağlamında önemli olan “Türkiyelilik” tanımının bir kimlik tanımlaması olarak sahiplenilmesinden çok, içinin nasıl doldurulduğu önemlidir. Genellikle etnik vurguları yok eden ve bu ülkeye ait olma duygusunu birçok payda olarak öne çıkaran bir içerikle kullanılan ya da en azından öyle kullanıldığı varsayılan “Türkiyelilik” kimliği bu bağlamda önemlilik arzetmektedir. Şuan post-modern bir dünya içerisinde yaşamakta olduğumuz söyleniyor. Bu post-modern dünyada hakikat biricik değil. Herkes kendi hakikatini kendi tanımlar hale geldi. Bu post-modern dünyada, modern dünyadan kalma birkaç problem, modern geçmişin mirası olarak bugüne sirayet etti. Bunlardan ilki biz kimiz sorusu, diğeri ise Kürt ile ortak bir ülke içerisinde sorunsuz bir şekilde nasıl yaşarız 116 sorunsalı. Bu iki sorunun da cevabı doğru bir kimlik tanımlamasından geçiyor. Bu sorunların yanı sıra post-modern dünyanın getirmiş olduğu bireyin merkezde olduğu ve hakikatin bireyin etrafında şekillendiği gerçeğini de gözardı etmemek gerekmektedir. Bugün bir üst kimlik tanımlanırken Kürt kimdir sorusu kadar Türk kimdir sorusu da önemlilik arz etmektedir; çünkü eğer “Türk” kapsayıcı bir kimlikse, bu kimlikle kapsanmak istemeyen “Kürt”e verilecek cevap ne olacaktır? Eğer Türk kapsayıcı bir kimlik değilse “Kürt”ü de kapsayacak bir kimlik nasıl üretilecektir? Bu üretim süreci nasıl olacaktır? Cumhuriyet Dönemi’nde olduğu gibi yine devlet eli ile yeni bir kimlik inşa sürecine mi girilecektir ya da eskiye atıf yapılarak Cumhuriyet öncesi bir kimlik tanımlaması mı yapılacaktır? İşte bu sorular dâhilinde son on yılda var olan “Kürt açılımı” süreci önemlilik arzetmektedir. Ak Parti hükümeti bu süreci yürütmekte ve yaptığı atıflar geçmişin kimlik tanımlamalarına işaret etmektedir. Özellikle son dönemlerde, başbakanın 1071 vurgusu ve 1920 ruhu dediği olgular bu “yeni” kimlik tanımlamasının Cumhuriyet öncesi kimlik tanımlamasına dönüleceği veya Cumhuriyet öncesi var olan kimliği bugünün şartları içerisinde yeniden yorumlanarak, yeniden bir kimlik tanımlamasına gidileceğinin bir işaretidir. Bu yeni kimlik tanımlaması “Kürt”ü ve diğer etnik ve dini unsurları kapsarken Türk’ünde dışlanmaması gerektiği ve bu bağlamda Türk’ün de kendini sistem dışı kalmış hissetmesini önlemek önemlilik arzetmektedir. Bu bağlamda tanımlanacak kimliğin bu coğrafyanın ruhuna uygun olması gerekliliği unutulmamalıdır. Türkiye Cumhuriyeti içerisinde çeşitli etnik, kültürel, dini ve mezhepsel grubun bulunmasından ötürü bir “kültürel mozaik” olarak tanımlanmaktadır. Bu “kültürel mozaik” olma durumu hem avantajlar sağlamakta hem de dezavantajlara neden olmaktadır. Türkiye’nin sahip olduğu bu zengin kültürel mirası nasıl yönettiğine veya yöneteceğine bağlı olarak bu kültürel zenginlik bir avantaj sağlayabilecek ya da dezavantaja neden olabilecektir. Türkiye artık 21. yüzyılda çağdaş yönelimlerle paralel olarak, çok kültürlülük ekseninde ve herhangi bir kültür, etnik ya da dini inanç grubuna karşı bir “ötekilik” yaratmadan, bütün gruplar arasında hem ortak bir yaşam alanı oluşturacak hem de her grubun kendi varlığını 117 koruyabileceği özel alanların oluşmasına katkı sağlayacak politikalar yürütmeli ve bu bağlamda bir üst kimlik tanımlamasına gidilmelidir. 118 KAYNAKÇA AKÇA, Gürsoy, “Modernden Postmoderne Kültür ve Kimlik”, Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Güz 2005, Sayı: 15, s.1-24. AKÇAM, Taner, “Türk Ulusal Kimliği Üzerine Bazı Tezler”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik, (Editör: Tanıl Bora, Murat Gültekingil), Cilt:4, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008, s.53-62. AKÇURA, Yusuf, Üç Tarz-ı Siyaset, Kilit Yayınları, Ankara, 2012. AKPINAR DELLAL, Nevide, Alman Kültür Tarihi’nde Seçme Tarihi ve Yazınsal Ürünlerde Türkler: Avrupa’da Türk İmgesine Bir Katkı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2002. AKTOPRAK, Elçin, Devletler ve Ulusları: Batı Avrupa’da Milliyetçilik ve Ulusal Azınlık Sorunları, Tan Kitapevi Yayınları, Ankara, 2010. ANADOL, Cemal, Fazile Abbasova, Nazile Abbaslı, Türk Kültür ve Medeniyeti, Bilge Karınca Yayınları, İstanbul, 2008. ANADOL, Cemal, Tarihe Hükmeden Millet: Türkler, Bilge Karınca Yayınları, İstanbul, 2006. ATATÜRK, Kemal, Nutuk, (Bugünkü Dille Yayına Hazırlayan: Zeynep Korkmaz), Üç S Reklam Basım Tanıtım Ticaret LTD. ŞTİ., Cumhuriyet Üniversitesi Özel Baskı, Ankara, 2007. Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1997. AYDIN, Suavi “Cumhuriyet’in İdeolojik Şekillenmesinde Antropolojinin Rolü: Irkçı Paradigmanın Yükselişi ve Düşüşü”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Kemalizm , (Editör: Tanıl Bora, Murat Gültekingil), Cilt:2, İletişim
. Akademik İncelemeler Cilt:2 Sayı:1 Yıl:2007 Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kimlik, Misyon ve Vizyonu Bağlamında Türk Aydını Ernur Genç _______________ernurgenc@hotmail.com; egenc@nigde.edu.tr______________ Özet Tanzimat’tan Türkiye Cumhuriyeti’ne kadarki tarihsel süreç, tarihsel kopuş üzerinden okunabileceği gibi süreklilik üzerinden okunarak da değerlendirilebilir. Bu sürekliliği gösterebilen ve açık biçimde cisimleştiren örneklerden biri kuşkusuz Türk aydınları, Türk aydının kimliği ve Türk aydınının zihniyetidir. Türk aydını Osmanlı’dan Cumhuriyet’e tarihsel sürekliliği içerisinde, misyoner, fonksiyoner, jakoben, eklektik, otoriteryen ve devlet-bağımlı olagelme özelliğiyle karakterize olunabilen ve tarihsel cisimleşmeye uğrayan bir varoluş ve kendilik (entity)’tir. Türk aydını için düşünce kendi başına bizatihi bir değer olmamış, daima eylem için araçsallaştırılmıştır. Batı’da entelektüel, kamusal alanda otonom bir kimlik olabilmişken, Türk aydını otonom bir statünün ve alanın içerisinde olamamıştır. Dolayısıyla Türk aydını üzerinden yapılacak bir tarihsellik ve kimlik okumasının önemi büyüktür ve yeniden üretilmeye gereksinim duyar. Anahtar Kelimeler: Türk Aydını, Entelektüel, Tanzimat, Türkiye Cumhuriyeti, Entelektüel Kimlik, Kamusal Alan Ernur GENÇ Abstract The historical process from the Tanzimat era to Turkish Republic can be evaluated as a historical moment that will be read as a historical continuity or break. One of the examples of that continuity is Turkish aydins (intelellectuals), their identity and mentality. Turkish aydins (intellectuals) from Otoman to Republic are an entity that are embodied historically and that can be characterised as missionnary, functionary, jacobin, eclectic, authoritarian and state-depended. The idea for the Turkish aydins (intellectuals) has always instrumentalised for action and has never been a value for itself. While the intellectual in the West could be an autonomous identity in the public sphere, Turkish intellectual could not be an autonomous status and sphere. Therefore, the studying of historicality and identity via Turkish aydins (intellectuals) is important and needs to be reproduced. Keywords: Turkish Aydin, Intellectual, Tanzimat, Turkish Republic, Intellectual Identity, Public Sphere. 134 Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kimlik, Misyon ve Vizyonu Bağlamında Türk Aydını Giriş Aydın ile entellektüel arasında epistemolojik değil ontolojik-sosyolojik bir farklılık/ayrımlaşma söz konusudur. Hem zihinsel ‘onto’ları hem de ‘tarihsel’ ve ‘toplumsal-kültürel’ düzlemleri içerisinde konumlanmış ‘onto’ları, tarihsel bir geriliğin aşılmasıyla giderilebilecek niceliksel bir ilerilik-gerilik farkını değil, niteliksel bir farklılaşmayı cisimleştirir. Türk aydını açısından, bağımlı ve zayıf tarihselliğin yanı sıra, tarihsel-kültürel zihniyet kodlarının belirleyiciliğinden de kaynaklanan bir ‘çarpıklık’ ve ‘çatallanma’nın da oluştuğu bir bilinç yapısı söz konusudur. Gerçekliğin çarpıtılmış ve bölmelenmiş algılanışı ve kendisine kutsal-aşkın misyonlar/görevler addediş bu bilinci karakterize eder ve belirler39. Türk aydını, genel olarak düşünümselliğe kapalı soliptik-dinsel-mistik bir pozitivistik ideolojik tasarımla eylemi/misyonu öncelemiş; vizyona dair kısır kalmıştır. Pseudo-düşünce eyleme tabi kılınarak aslen aydının güvenli ve iktidarlı ontolojik bir konumlanışı amaçlamıştır. Tarihsel sürekliliği içerisinde Türk aydınının serüveni izlendiğinde, o düşünceyi araçsallaştırmış, toplum araçsallaştırmış; ya hizmetinde olarak güvenli konuma kavuşmak ya da elde etmek için iktidarı amaçsallaştırmış, yüceltmiş, kendi varoluşunun yönelimi açısından merkezileştirmiştir. Siyasalın karşısında toplumsalın özerkleşememesi, siyasalın toplumsalı asimile ve manipüle etme temel eğilimi, bizde aydının zihinsel koordinatlanışını ve eylemlilik çerçevesini tayin eden temel belirlenim olmuştur. Aydın kendisine burada ontolojik bir varoluş temeli bulmuş, kendisini burada meşrulaştırabilme yoluna gitmiş ve bunu işlevselleştirebilmeye çalışmıştır. Bunu Tanzimat’tan Cumhuriyet’e uzanan tarihsel süreçte somut olarak görebilmek mümkündür. 1. Bürokrat-Aydınlar ve Yeni Osmanlılar Türk aydının kökenini, resmi tarihin şablonu içerisinde “gerileme dönemi” olarak adlandırılan 17. yüzyıl başlarına kadar götürenler vardır. Bu dönem, Osmanlının bizzat kendisinin “nizam-ı alem” adını verdiği düzenin bozulmasını travmatik bir biçimde hissettiği, ekonomik ve siyasal sistemin kökten değişime uğramaya başladığı yıllardır. 18. yüzyıl ise, Osmanlı’nın kendi üzerinde dış dinamiklerin baskısını iyice hissetmeye başladığı ve nispeten Batı ile etkileşiminin belirginleştiği yıllara tanıklık etmiştir40. Yalçın 39 Kavramsal dolayımlama için bkz (Adorno:98; Shayegan:91). 40 Örneğin Ortaylı’ya göre, 18. yüzyılın okur-yazar zümresi klasik dönemin okur-yazarından (literaty) farklıdır. Bu yüzyılda Batı kültürüyle ilişki, Batı’yı tanımak eğilimi yanında Batı dillerine karşı ilgi başlamıştır. Tanzimat’ın kalemde yetişirken katı kültürünü edinen ve Batı dilleri öğrenen bürokrasisi, 18. yüzyıldan beri göze çarpan bu gelişmenin ürünüdür ve klasik 135 Ernur GENÇ Küçük de, Türk aydınının tarihini III. Selim ile başlatır41. Buna karşın alanyazındaki genel ve hakim oydaşma, Türk aydının ayrımlaştırılabilir bir tarihsel-toplumsal kategori veya misyon sahibi bir grup olarak Tanzimat’la birlikte ortaya çıktığı ve Yeni Osmanlılar’la özdeşleştiği biçimindedir42 (Mardin, 1998; Berkes, 1965; Belge, 1985; Ortaylı, 1995; Kılıçbay, 1983; Alkan, 1992; Türköne, 1989). Gerçekten de, tarihsel-sosyolojik anlamda belirgin bir grup olarak aydınların ortaya çıktığı ve misyon üstlenmeye başladığı dönem Tanzimat dönemidir43. Osmanlı İmparatorluğu açısından 19. yüzyılın başında girişilen modernleşme süreci, yeni bir tarihsel kırılma anı olduğu kadar, Osmanlı/Türk aydını açısından da bir milat oluşturmuştur. Bu dönemin devam eden süreci içerisinde, Osmanlı İmparatorluğu’nda III. Selim ve özellikle II. Mahmut’un başlattığı bir dizi reforma tanık olunmaktadır (Göle, 1986:46). II. Mahmut dönem Osmanlı kalem efendilerinden farklı bir gruptur (Ortaylı, 1995:78-79). Lewis’e göre ise, Fransız Devrimi, Osmanlı aydınları üzerinde büyük bir etki yaratan ilk Batı hareketi olmuştur. Ancak, devrimin sloganı özgürlük, eşitlik, kardeşlik Osmanlılara aynı biçimde geçmemiştir; Bernard Lewis’in doğru olarak saptadığı gibi, özgürlük, eşitlik, ulusallık biçimini almıştır (Lewis, 1998:41). 41 Küçük kendi savını şu şekilde dile getirir: “Üçüncü Selim’i, bir Türk aydını sayıyorum...Aydın, aklıyla mücadele eden adamdır. Üçüncü Selim, aklıyla mücadele etmiştir. Aydın, mutlak bir yeni düzen peşinde koşan adamdır. Üçüncü Selim, Türk tarihinin ilk yeni düzeni, ...Nizam-ı Cedid’i kuran adamdır. Aydın inandığı yolda inatla yürüyen adamdır. Üçüncü Selim’in inadı yoktur, eksikli aydındır. Türk aydınının embriyonik biçimidir, rüşeym halindedir. Öldürülmüştür” (Küçük 1985b:116). Bir başka yerde Küçük şunları ifade eder: “Türkiye’deki tüm yeniliklerin ve Türk aydınının doğum tarihi bir Hayırlı Olay’dır. Osmanlı uleması yerini, bir geçiş türü olan Osmanlı Münevveri’ne, o da zamanla çağdaş Türk aydınına bıraktı. Bu süreci Vak’ay-i Hayriye başlattı, ancak, aydını aynı zamanda önemli sorunuyla karşı karşıya bıraktı. Türk aydını, tarihi boyunca, hep dayanak aradı. Türk aydınının düşünsel zaafiyeti, diyalektik bir zorunlulukla, dayanak ihtiyacını daha derinden duymasına yol açtı” (Küçük, 1985b:19). Yine bir başka yerde Küçük şöyle der: “1830’larda Türk aydını, kahredici yenilgiler içinde ve yalnızlık içinde doğdu. Yenilgiler ve yalnızlık içinde Mahmut, toptancı ve acımasız olmayı öğendi (Küçük, 1985a:173). 42 Bununla birlikte, Mardin’in yerinde saptamasıyla, Tanzimat hareketi içinde ‘aydın’ların yerini tayin etmekteki başlıca engel, bu kavramın Batı’da taşıdığı vurgunun Osmanlı kültüründe eksik olmasından ileri gelmektedir. Geleneksel Osmanlı topluluğunda ‘alim’ (bilgin) ya da ‘arif’ (derin ve gizli bilgileri kavrayabilmiş olan) olarak tanınan kişinin nitelikleri Batı’da ‘aydın’la birlikte telaffuz edilen, onun uzantısı sayılan ‘intellect’, ‘intellectuel’, ‘le siecle des lumieres’ (aydınlanma yüzyılı) gibi ifadelerdeki vurguyu vermemektedir (Mardin, 1993:266). 43 19. yüzyılın ortalarına kadar Türkiye, Batı Avrupa’daki entellektüel gelişmenin ana seyrinin dışında kalmıştır. Bu yüzden Osmanlı medeniyeti, Aydınlanma süresince Avrupa’da geçerlilik kazanmış olan siyasi fikirlerin ürünlerinden mahrum kalmıştır. Osmanlı sultanlarının yönetimlerinin meşrulaştırıldığı siyaset teorisi, mesela, siyasi iktidarı Tanrı’nın vekilliği ile bir tutmuştur. Diğer taraftan, 19. yüzyıl Avrupa siyasi teorisinde, seküler ve dini gücün ayrılığı kendiliğinden bir gerçekti. Bundan dolayı, Yeni Osmanlıların teşebbüs ettikleri, Osmanlı İmparatorluğu’nu ihtiyaçlarını karşılamak için Batı Avrupa’nın siyasi düşüncelerinin benimsenmesi gerektiği fikri, güçlüklerle karşılaşıp sınırlı kalmıştır (Mardin, 1998:15). 136 Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kimlik, Misyon ve Vizyonu Bağlamında Türk Aydını (1808-1839), yerel güçleri bastırarak, taşrada merkezi otoriteyi yeniden kurmuş; bu merkezileştirme politikası modernleşmeyi sağlayan ilerideki reformların da temellerini oluşturmuştur (Arai, 1994:16-17). Sultan Mahmut’un başlattığı ve bağlandığı bu reform ve yenileştirme siyaseti, Osmanlı İmparatorluğu ile Batı arasında en göze çarpan ayrılıkları gidermek amacına yönelmiştir. Onun bu siyaseti, aynı zamanda öncelikle subayların, daha sonrada dış işlerde (hariciye) görev yapan devlet memurlarının oluşturduğu yenilikçi aydınlar grubunun zaferi olarak da görülebilir (Karpat, 1996:33). Nitekim, 1839 yılı 3 Kasım’ında Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihinde yeni bir dönem açan Hatt-ı Hümayunu okuyan bürokrat gruba, “Bab-ı âli diktatörleri” denile gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nda reform o gün başlıyor değildir, fakat Bab-ı âli’nin gerçek hükümet dönemi o gün başlamaktadır. Osmanlı tarihinde sadrazamların da otorite kurduğu dönemler olmuştur, ancak Tanzimat döneminde sadece sadrazam değil, sadrazamla birlikte etrafındaki aydın-bürokrat kadro da yönetime egemen olmuştur. İmparatorluğun modernleşme tarihinin bu çarpıcı döneminde artık Bab-ı âli bürokratları yönetime hakimdir (Ortaylı, 1995:77). Bununla birlikte 19. yüzyılın başlarında ‘aydın’ ile ‘bürokrat’ arasında belirgin bir fark yoktur. Genel görünümü itibariyle, ‘devleti kurtarmak’ üzere yenileşmenin gerekliliğine inanan ve bu programı yürürlüğe koyan ‘bürokrat’larla ‘aydın’lar aynı insanlardır44. Bu insanlar, modernleşmeyi ve reformları, Batı’ya karşı hayranlıklarından değil, zorunluluk nedeniyle tercih etmişlerdir. Kendileri ‘devlet’ olan aydın-bürokrat modernleşmeciler, ünlü sadrazamları, nazırları ile 19. yüzyılın ilk yarısına damgalarını vurmuşlardır (Ortaylı, 1987:20). Ancak 19. yüzyılın ikinci elli yılı, farklı bir aydın tipini karşımıza çıkarmaktadır. Bu aydınlar, Tanzimat dönemi reformlarının yetiştirdiği kişiler olmakla birlikte, tamamıyla ‘devlet’ değildirler. Onlar, kısmen devlet aygıtının dışında olmaya özen gösteren, nesnel temelleri itibariyle de bürokratik egemenlik içinde yer almayan, fakat varlıklarının devamını ‘devlet’in varlığında gören ve hedefleri ‘devleti kurtarmak’ olan kimselerdir. Şinasi, Agâh Efendi, Namık Kemal, Ziya Paşa 44 Tanzimat’ın nesnel temelini hazırlayanlar da, Osmanlı “kalem”lerinde yetişen ve bir çeşit erken Osmanlı bürokrasisini oluşturan yenilikçilerle, “ilmiye” sınıfından bir gruptur; kendi toplumunu kritik etmeye başlayan ilk Osmanlılar işte bu “üst tabaka”nın iki temel unsuruna (Kalemiye ve İlmiye) mensupturlar. Meşrutiyet’in ilanına doğru ilerleyen bu süreçte kilit öğe haline gelen bürokratlar, çeşitli Batı ülkelerinde dış görevlerde bulunmuş veya bu ülkelerdeki yüksek öğrenim kurumlarında okumuş kişilerdir; bu bakımdan “aydın” olma işlevini de yüklenmişlerdir. Örneğin, Ali Paşa, Viyana büyükelçiliği yapmıştır; Münif Paşa, Berlin Üniversitesi’nin en parlak öğrencilerindendir (Aydın, 1993:40). 137 Ernur GENÇ gibi aydınlardan oluşan bu ikinci kuşak, kendilerini Yeni Osmanlılar45 olarak adlandırmaktadır (Aydın, 1993:130). Merkezileştirme politikasının ardından Tanzimat gelmiştir ve reformlar Tanzimat döneminde de izlenmiştir. Öncesinde, Sultan Mahmut “danışma” (meşveret) yerine merkezi otoriteyi güçlendirmeyi ön plana almıştı. Sultan Mahmut’un manevi çocukları olarak görülebilecek olan ve Küçük’ün nitelemesiyle, “Tanzimat diktatoryası”nı uygulamayı üstlenen üç paşa (Büyük Reşit Paşa, Ali ve Fuat Paşalar) da, yine danışma yerine, yeni yaratılan aydınların iktidarını artırmayı önemsemişlerdi. Buna karşın Tanzimat’ın üç asi çocuğu (Kemal Bey, Ziya Paşa ve Şinasi) ise, genel olarak İslami bir referans çerçevesine oturttukları, ancak Batı etkisinin de tetiklediği “danışma” (meşveret) kavramını ön planda tutarak söz konusu gelişmelere direnmeye çalışmışlardır46 (Küçük, 1985:131). Bu süreçte (1860’larda), Lewis’in de belirmiş olduğu gibi, öyle bir yeni evre başlamıştır ki, “artık Batılılaştırıcı reformların kabul veya reddedilip edilmemesi değil, fakat devletin otokratik iktidarının sınırlanıp sınırlanmaması –ve nasıl sınırlandırılacağı-” tartışılmaya başlanmıştır. Mevcut durumda, yeni ve önemli bir unsur olarak okul görmüş entelijansiya, dinsel bir söylem desteğini de yanlarına alarak, yüksek bürokratların ve ulemanın zırh içine girmiş oligarşisine karşı baş kaldırmaya başlamıştır. Onların tarafından okunduğunda, bu yeni reform evresi devlet kanunlarıyla ve kurumsallaşma girişimleriyle değil, edebi manifestolarla başlamış; bu anlamda Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal, düşünsel/entellektüel ve toplumsal yönelimine kaynaklık ve öncülük eden ilk liderleri politikacılar değil, ozanlar ve yazarlar olmuştur (Lewis, 1988:135). Meşruti bir yönetim sistemini amaçlayan ve Osmanlı’da kurulmuş ilk önemli siyasal yönelimli aydın örgütlenmesi olan Yeni Osmanlılar 1865 yılında kurulmuştur. Başlangıçta kendilerine “İttifak-ı Hamiyet” adını veren bu genç ihtilalcileri birleştiren şey, Avrupa medeniyeti hakkında edindikleri umumi bir bilgi ve Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılıp parçalanması karşısında duydukları ortak endişedir. “İttifak-ı Hamiyet” bir piknik 45 Avrupa’da, gerek I. Meşrutiyet için çalışan Namık Kemallerin kuşağına, gerekse II. Meşrutiyet için çalışanlara Jön Türk denildiği halde, Türkiye’de Jön Türk deyince daha çok 1889’dan sonraki dönemde, II. Meşrutiyet için çaba gösterenler anlaşılmaktadır. İlk devrimci kuşak ise Türkiye’de daha çok Yeni Osmanlılar diye tanınmaktadır (bazı yazarlar bunlara Genç Osmanlılar da demektedir). Tunaya, Yeni Osmanlılar hareketine, Avrupa’da Jön Türk denilmiş olmasından kalkarak, 1889’dan sonraki akım için, “İkinci Jön Türk hareketi” deyimini de kullanmıştır (Akşin, 1987:19). 46 Öyle ki, 1860 yıllarının sonlarına doğru Şura-yı Devlet (Danıştay) kurulduğu zaman Genç Osmanlılar bunu büyük bir zafer saymışlardır (Küçük, 1985:131). 138 Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kimlik, Misyon ve Vizyonu Bağlamında Türk Aydını organizasyonu sırasında kurulmuştur. Katılımcıların hemen hepsi Bab-ı âliTercüme Odası’nda zaman zaman çalışmış olan; bu yüzden çoğu, imparatorluğun dış işlerinin yürütülüş şekli kadar Avrupa siyasal sistemlerini de öğrenme fırsatını elde etmiş olan kimselerdir. Onlar, aynı zamanda “karşı çıktıkları birçok kişinin gayretleri sayesinde, Batı tarzında yetişmiş bir nesil”dirler (Mardin, 1998:18-19). Yine takip eden süreçte örgüt oluşum aşamasını yurt dışında (Paris’te ve Londra’da) gerçekleştirmiş ve burada faaliyet göstermek durumunda kalmıştır. Cemiyet aynı zamanda bir kısım aydınların yapılmış olan reformlar hakkında besledikleri bazı şüpheleri ifade etmektedir. Onların düşüncesine göre, reformlar hem birbiriyle uyuşmaz unsurları içinde barındırmakta hem de laik bir mahiyet taşımaktadır. Yeni Osmanlılar, reformların laik vasfını tenkit etmişler, bu yüzden İmparatorluğun şeriata gerektiği gibi riayet edilmeksizin –yani imparatorluğun dayandığı ruhi temellere aykırı olarak- idare edilmeye başladığını iddia etmişlerdir47. Bu grubun başında yer alan en önemli isimlerden birisi Namık Kemal’dir (Karpat, 1996:35). Ancak Yeni Osmanlılar tarafından politika ile ilgili hiçbir önemli teorik ya da bilimsel çalışma yayımlanmamış; onlar kendi görüş, tutum ve tepkilerini gazete ve dergi gibi süreli yayınlar içerisinde, aktüel bir tarzda dile getirmişlerdir48. Onların hareketine varlık zemini oluşturan ortam, Batı’daki entellektüelin kamusal alanda belirmesine işlevsellik ve gereksinim yaratan 47 Yeni Osmanlıların kendi aralarında müzakere ederek, Devlete ve Bab-ı âli’ye karşı muhalefetlerinde İslamiyetten yararlanmaya karar vermeleri. Onların yeni bir buluşu da değildir. Onların getirmiş olduğu yenilik, muhalefetin gazete aracılığıyla yapılmasıdır ki, bu yenilik Osmanlı aydının, hem gücünü yeni araçlarla ve daha etkin bir biçimde dile getirerek mesajını ilgili yerlere ulaştırması hem de Batı’daki gibi bir kamusal alanda zemin bulma çabası açılarından önemlidir. Türköne onların durumunu şöyle betimler: “Yaşın, tecrübenin (ağarmış sakalın) esas saygınlık unsuru sayıldığı Türk toplumunda Yeni Osmanlıların yaşları 25 civarındadır. Üstelik yabancı bir ülkeden, hürriyet için bile olsa kendi devletlerini tenkit edecekler, muhalefet yürüteceklerdir: Kolaylıkla sorumsuz, maceraperest, hatta hain olarak nitelenebilirler. İlk muhalefet denemelerini yapan aydınlar olarak halkla ilişki kurmamaları, onlara hitap edebilmeleri şarttır. Dinin toplumun bütün dokularına işlediği Osmanlı toplumunda, kurabilecekleri tek iletişim, dinin imgelerine, üslubuna, temel kabullerine dayalı iletişim olabilir. Yeni Osmanlılar bu iletişim biçimini bilinçli olarak kullanmışlar, bütün tezlerini ve taleplerini İslama dayandırmaya özen göstermişlerdir” (Türköne, 1994:78). 48 Türköne’nin ifadesiyle, “Yeni Osmanlıların tamamı gazetecidir: Gazeteci-aydın tipinin ilk örnekleridir. Bu aydınlar, fikirlerini, siyasal savaş şartları altında çıkardıkları gazetelerde yazdıkları makalelerde olgunlaştırmışlardır. Bu dönemde, yeni fikirlerin ifade edildiği, ideoloji oluşturmaya matuf yayın aracı olarak kitap henüz ortada yoktur...Bir fikir ne kadar hacimli olursa olsun (örneğin, Namık Kemal’in bazı makaleleri dört gazete sayfası tutar; adeta bir broşür hacmindedir) kitaptaki gibi uzun soluklu ve detaylı işlenemez. Ayrıca gazeteci sık sık gündelik havanın etkisi altında yazacaktır. Böyle olunca, bizim ideoloji oluşturma işlevi yüklediğimiz fikir ürünleri olarak gazete makaleleri, yaşanan sıcak ortamdan etkilenecek ve zamanla farklılıklar gösterecektir” (Türköne, 1994:95-6). 139 Ernur GENÇ ortam olmamıştır. Onlar, Batı’daki tarihsel-toplumsal biçimlenişin yarattığı ölçüde özerk bir konumdan yararlanan ve özgür bir düşünümsel etkileşim sergileyen filozoflar ya da bilim adamları değildir. Mardin’in deyişiyle, “Şinasi, Ali Suavi ve Ziya Paşa gibi kişiler siyasi teorinin devleri değil, bilakis, ‘erbab-ı kalem’ (hommes de letters) kategorisine mensup kişilerdir”. Bununla birlikte, onların düşünceleri, ilk modern Türk aydın sınıfının siyasal inançlarının anlamını kavrayabilmek açısından son derece önemlidir. Yine Mardin’in tespitiyle, “ayrıca, bu kişilerin eğitimlerinin İslami skolastik yönü, kendilerine küçümsenmemesi gereken bir zihni disiplin sağlamıştır; mesela Namık Kemal’in yazıları, yoğunluk ve açıklık bakımından, politika üzerine sonradan yazılmış pek çok yazıdan daha üstündür” (Mardin, 1998:16). Yeni Osmanlılar Türk aydını için bir prototip oluşturur ki, Osmanlı aydını, Batı entellektüelininkinden çok farklı koşullar içerisinde tarih sahnesine çıkmıştır. Bu farklılık, ancak Batı etkisi ve zayıf tarihsellikle birlikte Osmanlı’nın kendine özgü tarihselliği içerisinde kavranabilir. Kılıçbay’ın da belirtmiş olduğu gibi, Batı entellektüeli ile Osmanlı aydını (ve daha genel bir biçimde Türk aydını) arasındaki farklılığı doğuran temel olgular, Osmanlı devlet düzeni, İslami dünya görüşü ve Batılılaşma üçlü ekseni üzerine oturtulabilir (Kılıçbay;1994:206). Bu çerçevede Türk aydınını, evrensel aydın tiplemelerinin dışında, içinde yer aldığı gelenek ve ayaklarını bastığı tarihsellik içinde anlamak, onu bütün zaafları ve yüklendiği misyonla tanımayı sağlayacaktır. Bu bağlamda Türk aydını, trajik modernleşme sürecinin en rafine ürünüdür. Gelenek ile Batı modernliği arasındaki etkileşim ve çatışmada, sahnenin en önündeki kişidir (Türköne, 1995:295). Ancak her şeye rağmen ve yine de Tanzimat’ın daha önceki yenileşme hareketlerine göre taşıdığı önemli bir farklılık, Sayar’ın ifadesiyle “III. Selim’den beri sorulan ‘Bu devlet nasıl kurtarılabilir?’e aranan cevabın ‘tarzı kadim’in dışında bulunmasıdır. Bu ise, tersinden okunduğunda, paradoksal bir biçimde “asırlardır bireyin üzerine abanan devletin, bireyi sahne gerisinden kurtarma operasyonu” olarak da görülebilir. Artık devlet bu büyük süreç içerisinde kendi faaliyet alanlarından bazılarını (aydın) bireyine terk etmiş, onu somut hayatın şekillenmesine ortak etmiş, ona sorumluluk yüklemiştir (Sayar, 1989:8). Yaşadıkları tarihsel zemin ve koşullar içerisinde Yeni Osmanlılar, modern anlamıyla aydın olarak siyaset meydanına çıkmışlar, “hürriyet” talebiyle Bab- ı âli diktatörlerine karşı mücadeleye girişmişlerdir49. Ancak henüz arkalarında bir toplumsal taban 49 Kaldı ki, “Bab-ı âli’nin egemenliği bürokrasinin modernleştiği, güçlendiği, dolayısıyla Türkiye tarihinde modern merkeziyetçiliğin kurulduğu dönem demektir. Osmanlı bürokrasisi 140 Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kimlik, Misyon ve Vizyonu Bağlamında Türk Aydını yoktur; isteklerini “halk böyle istiyor” formülüyle dillendirebilecekleri, soyut bir atfetme biçiminde bile toplumsal ya da sınıfsal bir destek ve referans temeline sahip değildirler. Onların halkın yerine ikame edebilecekleri, bir başka yandan sağlayabilecekleri bir güce ya da desteğe ihtiyaçları vardır: İslamiyet. Böylelikle, “Osmanlı toplumunun oturmuş dengeleri içinde bir çıkış yolu ararken, din adına konuşanlar aynı zamanda halk adına konuşma konumunu edindiklerinden, Yeni Osmanlılar bir taşla iki kuş vurmuş olmaktadırlar” (Türköne, 1994:86). Muhalif ve alternatif bir tutumun sahibi olan Yeni Osmanlılar’ın “hürriyet” ve “meşrutiyet” ideolojisinin karşısında ise, Tanzimat ruhunu devam ettirmek isteyen devlet adamları (aydın-bürokratlar) ile onları düşünsel olarak besleyen ve destekleyen diğer bir aydın zümresi bulunmaktadır50. Onlar, Yeni Osmanlılar’ın da paylaştığı, ancak usulü ve duruşu yönünden farklı gibi duran diğer bir fikre dayanmaktadırlar: “medeniyetçilik” (Batıcılık ; modernleşme) ve “terakki” (ilerleme)51. Gerçekte ise, söz konusu kavramlar aslında, Yeni Osmanlı ideolojisi ve onun mensupları içerisinde de benimsenmiştir. Fakat Yeni Osmanlılar bunu, hararetli bir romantik devrim düşüncesi içerisinde algılarlarken; ikinciler, “düzen içerisinde ilerleme” geleneksel yapısını, ideolojisini, eğitim ve çalışma biçimini, yani kısacası toplumu kontrol etme tekniklerini ve biçimini değiştirmekteydi” (Ortaylı, 1995:78). 50 İlginçtir ki, Küçükömer’in de saptadığı gibi “bürokratlar (Tanzimatçılar olsun, Jön Türkler olsun) Batı’da bulundukları uzun süre içinde oradaki sınıfsal hareketlerin... Batı demokrasilerindeki yerini sanki hiç görmemişler (Ali Suavi hariç), böyle bir şey yokmuş gibi davranmışlardır. Onlara, yalnız bu yanlarıyla dahi, Batı’yı gerçekte anlama olanağını bulamamış bürokratlar olarak bakabiliriz (Küçükömer, 1994:68). Bu tutum bürokrat-aydınlar dışında kalan diğer aydın muhiti içinde geçerlidir. Zira Namık Kemal’in İngiltere’de sürgün olduğu yıllarda, Karl Marx’la aynı kütüphanede ve aynı saatlerde birlikte okuma mesaisinde bulunduğu, ancak ondan ve fikirlerinden hiçbir biçimde haberdar olmadığı tevatür bir rivayettir. 51 Bu çerçevede, aynı zamanda Tanzimat aydınları, Batılı oryantalist kavrayışın ‘Doğu terakki edemez’ yargısına karşın, ‘edebilir, etmelidir, etmezse yaşayamaz’ sonucuna varan kimselerdir. Kaldı ki, bu bakımdan Tanzimat dönemi aydınları diğer birçok İslam ve Doğu toplumlarının aydınlarından daha ileri bir durumdadırlar. ‘İlerleme’ kavramını almadaki bu ilericiliklerine karşın, Tanzimat aydınları, Avrupa uygarlığının özünü ya da niteliğini anlamakta büyük bir başarısızlık sergilemişlerdir. Bu yüzden, Berkes’in deyişiyle, “Tanzimat döneminde Batı uygarlığının görüntüleri üzerindeki ilk düşünceler bu uygarlığın niteliği üzerindeki yanılmalar dizisinin başlangıcı olmuştur” (Berkes, 1975:194). Tanzimat aydınlarının Batı algısı statik, normatif, hayali ve dondurulmuş bir Batı imgesinden ibarettir. Batı’nın tarihselliğine ve Batı’yı Batı yapan toplumsal dinamiklere ilişkin hiçbir anlama çabası yoktur. Bu değerlendirmeyi desteklemek bakımından Berkes’in şu ifadeleri çarpıcıdır: “Avrupa’ya ilk gönderilen öğrenciler fen öğrenimine gönderildiler; fakat bunlar geldikten sonra edindikleri fenlerden bir endüstri doğmadı. Gerçi Tanzimat bir endüstrileşme politikası da başlattı; ancak bu, devletin Avrupa’dan mühendis, usta, hatta işçi getirmesiyle olmuş bir şey olarak kaldı ve kısa zamanda söndü... Avrupa’da fen öğrenenlerin yaptığı şey, ‘aydınlatma’ işi olarak kaldı” (Berkes, 1975:196). 141 Ernur GENÇ ilkesinden hareketle, kurulu toplumsal düzenin temel teşkil ettiği bir zeminde, ağır, güvenli ve evrimsel-reformist bir yoldan, öğretim ve bilgi yollarının genişletilmesi ile elde etmek istemişlerdir. Ülken’in terimleriyle, bu düşüncenin savunucuları, “terakkici Tanzimat Avrupacıları” olarak adlandırılabilir52. Yine Ülken’in de belirttiği gibi, Yeni Osmanlı düşüncesi, kaynağını temelde bu ikinci bürokrat-ilerlemeci-Batıcı aydın kesiminden aldığı halde, onunla asla uyuşmamakta ve uzlaşmamaktadır. İkinciler (terakkici Avrupacılar) için Osmanlı siyasal bütünlüğünü korumak başlıca bir amaçtır; onlar, devrimci bir meşrutiyet fikrinin bu bütünlüğü tehlikeye düşüreceği kanaatindedirler (Ülken, 1998:63). Bir diğer ifadeyle ve daha genel bir tablo çerçevesinde, genel karakteristikleri itibariyle Tanzimat aydını, Batı’nın hızlı yükselişini seyreden, anlamaya çalışan, kendi toplumunu ve devletini mukadder görünen felaketten kurtarmak için kıvranan, mutlaka bir şeyler yapılması gerektiğine inanan, ve aklına gelen her çözüme sarılan “eklektik” bir aydın tipidir. Bu açıdan bakıldığında, Türköne’nin de yerinde vurgusuyla, dönemin aydınlarını, “modernleşme karşısındaki tavırlarıyla” değil, “siyasal mücadeleye bakış açılarıyla” sınıflandırmak daha doğrudur. Böylesi bir bakışla gözlemlendiğinde, ilk sınıfta, “siyasal eylemden önce mutlaka halkın aydınlatılması gerektiğini savunan, bütün çabalarını Batı bilimini ve düşüncesini halka aktarmaya adayan aydın tipi” yer alır. Münif Paşa, Tahsin Hoca, özellikle hayatının son devresi için Şinasi bu sınıfın içerisindedir53. İkinci grup ise, yine Türköne’nin deyişiyle, “doğrudan eyleme geçerek merkezi iktidara sahip olmak veya söz geçirecek bir mevkide bulunmak yoluyla kötü gidişe son verip, kafalarındaki projeyi uygulamak düşüncesine sahip olanlar”dan oluşmaktadır. Nitekim Yeni Osmanlılar bu ikinci gruba girerler. Birinci tipte yer alan aydınlar ise, ister istemez –Şinasi hariçiktidarla uzlaşmak yolunu tutmuşlardır54 (Türköne, 1994:91). İkinci gruba 52 Bu çizgideki aydınlar genellikle devletin maaşlı kadrolarını oluşturan ve yine kendi ontolojik durularıyla da bağlantılı olarak devletin kurtuluş ve bekasına ilişkin kaygılar besleyen bir aydın grubudur. Bu aydın grubunun belkemiği, aslında devletin maaşlı kadrolarını oluşturan memurlardan oluşmaktadır. Ortaylı’nın da isabetle belirlediği gibi, arkalarında uzun bir siyasal düşün ve örgütlenme geleneği yoktur. Söz konusu bu aydın grubu, bu dönemde artık toplumu gözleme, eleştirme ve geleceği programlama aşamasına gelmiştir (Ortaylı, 1995:234). 53 Ülken’e göre de “Aydınlanma, terakki fikirlerinin önderleri Şinasi, Münif Paşa ve Ali Suavi’dir. Fakat bu fikirler daha sonra romantik edebiyat anlayışı, devrimci ve heyecanlı bir ifade ile uzlaşarak Namık Kemal’de devam etmiş, Ahmet Mithat’ta tarafçı bulmuş ve İkinci Meşrutiyet yıllarında M. Şemseddin (Şemseddin Günaltay)’e kadar gelmiştir” (Ülken, 1998:64). 54 Türköne, Ahmet Mithat Efendi’nin Abdülhamit’le uyuşmasını birinci tipin en bariz örneklerinden biri olarak görürken, Kanun-i Esasi’nin hazırlanmasında rol alan Namık Kemal’i ve Ziya Paşa’yı ikinci tipin bir nebze de olsa başarıya ulaşmış özelliklerini sergileyen örnekleri olarak değerlendirir. Ona göre, birinci aydın tipi halkın uzağında ve ona yabancı bir kimsedir 142 Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kimlik, Misyon ve Vizyonu Bağlamında Türk Aydını giren 1860’ların devrimci Osmanlı aydını için ise İslam, hürriyet ve demokrasi davaları için yegane dayanak noktasıdır: “Muhayyel bir halk hareketinin tek yapıştırıcı unsuru odur; zira halkın konuştuğu dil odur; Kimlik sorununa getirilecek cevap odur; Babıali diktatörlerine karşı yürütülecek en etkili muhalefet aracı odur”. Bundan geriye kalansa “İslam’a dayalı bir politik mücadelenin kuramını geliştirmek”tir (Türköne, 1994:92). Bu anlamda Yeni Osmanlı hareketi, “Osmanlı yenileşme tarihinin ilk devrimci-demokrat aydın hareketi” olarak görülmüş; günümüzde düşünce hayatımızın merkezine yerleşen, modern zamanların ürünü olan çoğu fikir ve tartışmalar, haklı ve yerinde bir biçimde, başlangıç olarak Yeni Osmanlılara kadar götürülmek durumunda kalmıştır55 (Türköne, 1994:93). Söz konusu genel çizgileri içerisinde özetlenecek olunursa, Tanzimat’ın Batı’ya teslimiyetçi yönüne tepki duyan aydın muhalefeti, ilk ağızda kendine Osmanlıcı bir doğrultu seçmiştir (Berktay, 1983:29-30). 60’lardaki Yeni Osmanlılar hareketi ise, despotik bir rejim olarak değerlendirdiği yönetimi liberalleştirmeye ve sultanın yetkilerini bir anayasayla denetim altına almaya yönelmiştir (Georgeon, 1996:14). Bu bağlamda, Osmanlı özgürlükçü hareketinin -hatta 19. yüzyılın ikinci yarısındaki Osmanlı tarihinin-, en temel ve en merkezi kavramlarından biri vatanseverlik veya vatan kavramıdır. Namık Kemal ise, bu genel tarihsel manzara içerisinde, hem fikirleri, eğitimi ve siyasal tavrıyla devrin aydınlarının iyi bir temsilcisi hem de Yeni Osmanlılar ideolojisinin en tutarlı izleyicisi olma özelliğine sahip olmuş bir kimsedir (Aydın, 1993:131). Öyle ki, Osmanlı özgürlükçülüğünün (liberalizm) babası olarak kabul edilen Namık Kemal, Osmanlıları padişahın zorbalığından kurtarmak ve Osmanlı siyasal yaşamına ‘meşveret’ (demokrasi;danışma) kavramını sokmak istemekteydi. Onun özgürlükçü düşüncesi, İslam hukuku ile de beslenerek insanların eşitliği ve müsavat arayışına yöneltmiştir. O, mutlakiyetçiliğe karşı bir ki, örneğin Hoca Tahsin, “Mösyö” lakabıyla anılmaktadır. İslamcı olarak nitelenen düşüncenin izlerine ise, nedense hep ikinci aydın tipinde, yani politik mücadele içinde yer alanlarda rastlanmaktadır. Yine onun belirlemesi çerçevesinde, “salt Batıcı, modernleşmeci tavır uzlaşmacılığa, devrimcilik ise İslamcılığa yöneltmektedir” (Türköne, 1994:91-92). 55 Türköne’ye göre, “Yeni Osmanlı düşüncesinin tartışmasız vasfı ‘demokratlık’tır. Bu vasfın dışında homojen bir Yeni Osmanlı düşüncesinden bahsedilemez”. Bu aydınların geliştirdikleri tezler de, diğer hareket mensubu aydınlarla girişilen tartışmalar boyunca geliştirilmiştir. Yeni Osmanlıları temsil etme vasfına en fazla layık olan ise, Namık Kemal’dir. Ancak bu anlamda onu, Ali Suavi ve Kanipaşazade Rıfat Bey’le aynı kategoride düşünemeyeceğimiz gibi, onun Avrupa öncesi, Avrupa dönemi ve Avrupa sonrası düşüncelerinin de aynı kaldığını söyleyemeyiz (Türköne, 1994:95). Ki, bu onun hem konjonktürel duruma bağlı tutumunun ve hem de kendi entellektüel evriminin bir cisimleşmesi olarak görülebilir. 143 Ernur GENÇ vatanseverdir56 (Arai, 1994:15-16). Namık Kemal, Yeni Osmanlılar arasında, henüz milliyetçi bir içerik taşımamasına karşılık vatan kelimesini en sık kullanan kişidir. ‘Vatanseverlik’ üzerinde destekleyici bir tavırla çok durmuş olan Namık Kemal, vatan kavramını büyük bir coşkuyla işlemiş, ancak, bu kavramın odağını, Osmanlı Devleti’nin yapısal durumuna bağlı olarak belirgin hale getirememiştir. Namık Kemal’de vatan, Osmanlı, ümmet ve millet eşdeğer kavramlar olarak ele alınmıştır (Mardin, 1985:1071). Nihayetinde Yeni Osmanlılar’ın var olan durum karşısındaki çözümleri Osmanlıcılık’ta ifadesini bulmuştur. Bu Osmanlıcılık, ilk Osmanlı Anayasası’nın içerdiği yasal ilkede kendini gösterir ve hükümdar (sultan) bütün Osmanlıların birleştiricisi ve birliklerinin garantisi olarak görülür. Yeni Osmanlılar ise, halk adına iktidar ilkesini savunarak da halkın iktidarından ziyade, halkı temsil ettiklerine inandıkları merkezi yapıyı güçlendirmeyi amaçlamışlardır. Yani, Yeni Osmanlılar’ın anayasacılığı, reformist girişimlerle Osmanlı birliğini pekiştirmeye dönüktür. Bu bağlamda, Yeni Osmanlılar’ın dünya görüşünde milliyetçilik de olsa olsa Berkes’in de ifade ettiği gibi, yurtseverlik (patriotism) düzeyinde bir anlama sahiptir (Berkes, tarihsiz:269). Ancak diğer taraftan, Yeni Osmanlı hareketinin mensubu bulunduğu aydınların düşüncesi, İslamcılığa da indirgenemez. Bu aydınların hemen hepsinin düşüncesi eklektik bir karaktere sahiptir; ve ‘Osmanlıcılık’, ‘halkçılık’, ‘liberalizm’, ‘demokrasi’ ve hatta paradoksal olarak ‘laiklik’ gibi unsurları içinde barındırmaktadır (Türköne, 1994:273). 1860’larda, Şinasi örneğindeki gibi, her şeye rağmen ‘ilkeli’ ve ‘ideolojik’ bir toplum kritiğine yöneldiği söylenebilecek bir aydın tutumunun57 yanında, 56 Bu bağlamda, onun dilde sadeleşmeyi savunuşu bile vatanseverliğiyle ilişkili gösterilebilir; çünkü dil anlayışı da onun özgürlükçülüğünden doğmuştur. Kendi döneminin koşullarında aydınların yazı dili halkın günlük konuşma dilinden o kadar farklıydı ki, halk yönetici elitin dilini hiç anlamamaktaydı. Namık Kemal ise, aydınları bundan dolayı eleştiriyordu (Arai, 1994:15-16). 57 Mardin’e göre, Tanzimat’ın başlangıcında ‘aydın’ tespit etmek istenildiğinde, toplum kritiğinin üzerinde durulmalıdır. Bu açıdan, Mustafa Reşit Paşa, Sadık Rifat Paşa gibi Tanzimat önderleri arasında gerçekten ‘aydın’ nitelikli kişiler bulmamız mümkün olabilir. 19. yüzyıl boyunca bu ilk adımlar giderek daha da artacaktır. Giderek, devlet adamları içinde kendi toplumlarına kritik bakışta ‘aydın’ niteliğine erişenler, kritik söyleme katılanlar görülmüştür. Madalyonun diğer yüzü ise, ‘kritik söylem’in daha uzun zaman devlet memuriyetine muhtaç olanlarca şekillendirilmesidir. Nitekim aydın ile ‘kalem efendisi’ rollerinin yapışık kardeş olarak ömürlerini sürdürmesi 20. yüzyıl ortalarına kadar sürecektir. İbrahim Şinasi (1826-1871), kendi karakter özellikleri içinde ‘kritik söylem’ ögesine ilk, fakat en açık şekilde katılan yazarımızdır (Mardin, 1993:269). Şinasi’nin 1863’te Maliye Nezareti’nden atılmasında, daha sonra da Paris’e kaçmasında, diğer ihtimallerle birlikte kritik yaklaşımının Şinasi’nin karşısına çıkarılan engellerde önemli bir rol oynadığına şüphe yoktur. Zira, Şinasi münferit olaylar üzerinde toplanan geleneksel Osmanlı 144 Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kimlik, Misyon ve Vizyonu Bağlamında Türk Aydını aynı yıllarda ikinci bir akım oldukça farklı bir kültür birikimi yaratmıştır. Bu birikim ‘eleştirel söylem’e çok daha az önem vermiş ve farklı bir Batılılaşma stratejisi izlemiştir. Mardin bu ikinci akıma ‘ansiklopedizm’ adını vermektedir. Ona göre, bu akım içerisinde yer alanların amacı, “çok fazla ‘zülf-i yar’e dokunmadan Osmanlı İmparatorluğu’na ‘faydalı’ saydığı gelişmeleri yansıtmaktır” (Mardin, 1993:271). Ancak daha geniş bir biçimde bakıldığında, Tanzimat toplumunun aydını genel olarak ansiklopedisyen olma yönelimindedir. Ortaylı’nın da dediği gibi, “devlet adamından yazarına bu toplumun seçkinleri, tiyatrodan gazeteye, mimariden filolojiye ve doğa bilimine kadar her konuya el atma ve düzenleme çabasındadır. İlk roman yazarı olan Şemseddin Sami, ilk sözlükleri ve ansiklopediyi de ortaya koymuştur. Sadrazam Ali Paşa, Güllü Agop’un Osmanlı tiyatrosunu devletin finanse etmesini gerekli görmüş ve bazı temsilleri de teşvik için izlemiştir. Ahmet Vefik Paşa, tiyatro çevirmenliğinden sözlükçülüğe kadar her alana el atmıştır”. Ancak bu eklektik ve aktarmacı tutum kendisini daha çok tarih, iktisat ve sosyoloji alanlarında göstermektedir. Öyle ki 19. yüzyılın sonunda referans kitaplığı ve derleme kütüphane kurumu fikir ve girişim olarak Osmanlı aydınları arasında yerleşmiştir. (Ortaylı, 1995:232-3). Bu ansiklopedist ve eklektik anlayış, Tanzimat aydınıyla birlikte daha sonra genel geçer bir biçimde her dönemdeki Türk aydınlarına da sirayet etmiş ve onların bütünlüklü, uzun soluklu ve kendiliğinden doğan düşünümselliklerini sürekli bir biçimde baltalamıştır. Ancak onların bu yönelimi tesadüfi bir tercih de değildir. Zira tarihsel ve toplumsal koşullar, sürekli bir biçimde Türk aydının “toplumsal eyleme bağlı düşünce” içerisinde ontolojik temel bulmasına teşne olmuştur. İçerisinde bulundukları somut koşullar içerisinde Osmanlı aydınları, hem demokratik taleplerini temellendirmek, hem de parçalanan imparatorluğu bir arada tutmak için bir “millet” ideali (öncelikle Osmanlı milleti) geliştirmek ve milliyetçi bir ideoloji (Osmanlı milleti ideolojisi) oluşturmak ihtiyacı içerisindedirler. Özellikle ikincisi, bütün Osmanlı aydınlarının paylaştığı ortak bir endişenin ürünüdür. Aranan, “siyasal biraradalığın ya da kardeşliğin (‘uhuvvet-i siyasiye’) temin edileceği esas ve bu şekilde Osmanlı İmparatorluğu’nu meydana getiren farklı toplulukları bir arada tutacak bir ideoloji”dir. Bu ihtiyacın ürünü olarak, Tanzimat’ın politik düzeyde ifade ettiği ve oluşturmaya çalıştığı cins ve mezhep farkı olmaksızın (“bila tefrik-i cins ü mezhep”) Osmanlı milleti ideali veya eleştiri türünün yerine çok daha prensipiel bir eleştiri getirmiştir. Şinasi’nin, Şair Evlenmesi piyesi bu kritik söylemin geleneksel toplum ilişkileri kritiği şekline dönüştüğü bir nokta teşkil eder. Ancak Şinasi de, hayatının başlarında ‘siyaset’ konularını işledikten sonra, genel kültür alanlarına yönelmiştir (Mardin, 1993:270-1). 145 Ernur GENÇ “imtizac-ı akvam” ve “ittihad-ı anasır” politikaları, aydınlar tarafından milliyetçi bir ideolojiye dönüştürülecektir. Ancak bir Osmanlı milleti yaratma fikri, uzun çabaları gerektiren zahmetli bir iştir. Buna karşılık, “’uhuvvet-i siyasiye’yi geçmişte temin etmiş olan ve o gün de farklı bir vasatta ayakta duran bağlılık odağı olan ‘İslam kardeşliği’ ideali, Osmanlı aydınlarının aklını çelen bir cazibeye sahiptir. Osmanlı aydınları bir millet fikri ve buna dayalı olarak bir milliyetçilik tesisine kalkıştıkları zaman her ikisini birden yapmaya çalışmışlardır” (Türköne, 1994:256). Diğer bir deyişle, Osmanlı aydınlarının ve devlet adamlarının mevcut durum karşısındaki ilk çözüm denemesi, Osmanlılık kavramında belirmiştir. Osmanlıcılık, Osmanlı tebaasını dini gruplara ayıran millet sistemini aşarak, ‘toprak’/‘vatan’/‘devlet’ birliği esasına göre, tüm nüfusu aynı siyasal kimlik altında birleştirme politikasıdır. Tanzimat’ın açtığı çizgide gelişen Osmanlıcılık, Namık Kemal’de görüldüğü gibi bir tarafta vatanseverlik, diğer tarafta da ‘emperyal Osmanlı vatandaşlığı’ ilkesine dayanmıştır (Mardin, 1962: 326-32). Bu bağlamda, örneğin, Yeni Osmanlılar her durumda kendi ideallerini devletin acil menfaatleri için feda etmeye hazırdırlar. Onlar, birbirlerini isyana teşvik etmemişler58; aksine, despotik yönetimin idaresi altındaki mevkileri kabul etmişlerdir. Kaldı ki, “devlete sadakat ideolojisi”, Osmanlı İmparatorluğu’nda bütün sınıflara nüfuz etmiş bir ideolojidir. Yine Namık Kemal ve arkadaşları eski bürokratlardır; “millet”i uyandırma ateşiyle tutuştuklarında, Osmanlı yönetiminin bir parçasıdırlar. Bununla birlikte, yine aynı nedenle, Osmanlı İmparatorluğu’nu kurtarmaya kararlıdırlar. Bu noktada, devletin korunması ile ilgili geleneksel fikirleri, Yeni Osmanlıların başlıca inançlarından biri olan vatanseverlikle birleştiren noktayı ayırmak güçtür (Mardin, 1998:442-4). Onların, Batı’nın iktidar, yönetim ve mali tekniklerinin tümüne hakim olma ihtiyacı da, kamuoyunu aydınlatma zorunluluğu ve eğitim üzerinde önemle durmaları da devlet-bağımlı bir temele oturmaktadır (Mardin, 1998:450). 58 Kaldı ki, Yeni Osmanlıların sentez yapabilmek için kullandıkları başlıca referans ve kuramsal dayanak, bizzat İslami biat teorisi/ideolojisidir. Mardin’in deyişiyle, yüzyıllardır İslam siyaset teorisini kaplayan riayet ruhu, itaate aşırı bir değer vermiştir. İslam hukukçuları, bir yandan istibdat yönetimine göz yummazken, makul bir direnme teorisi de geliştirmemişlerdir (Mardin, 1998:442). Bu bağlamda, Yeni Osmanlılar da kralın gücünün Allah’tan geldiği teorisi ile, bu gücün halkla yapılan bir mukaveleden kaynaklandığı teorisi arasında hiçbir çelişki görmemişlerdir. Yine Yeni Osmanlıların mevcut iktidarlara meydan okumaları da, onların muhafazakar olmaları gerçeğinden ileri gelmektedir. Esasında onlar gerçekçi bir direniş teorisi geliştirmiş değildirler. Yeni Osmanlılar, örneğin, Locke gibi bir filozof tarafından savunulan siyasi kurumlarla, onların arkasında yatan bireyci kavramlar arasında organik bir bağ olduğunu asla anlayamamışlardır (Mardin, 1998:447). 146 Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kimlik, Misyon ve Vizyonu Bağlamında Türk Aydını 2. Meşrutiyet Dönemi, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki Nihayetinde Yeni Osmanlılar, başlangıçta yurt dışında sürdürmeye karar verdikleri muhalefeti örgütlemekte de pek başarılı olamamışlardır. Onlar, bir süre sonra yine iktidarı daha güçlü ve belki de daha meşru bir biçimde yeniden sağlamak ve yapılandırmak üzere karşı çıktıkları devlet ve devlet adamlarıyla uzlaşmaya girerek ülkelerine geri dönmüşlerdir. Yeni Osmanlılar’ın 1876 Anayasası’nın hazırlanmasında etkileri olmuş, ancak bundan sonra seslerini eskisi gibi yükseltememişlerdir. Bununla birlikte, belki de onların en önemli etkisi, siyasal muhalefetlerinden çok, roman gibi modern edebiyat türleri konusunda çığır açarak ‘edebiyat’ etrafında odaklanacak bir nesil yaratmış olmalarında toplanabilir (Mardin, 1993:286- 7). Ancak, her şeye rağmen Yeni Osmanlılar, “geleneksel Osmanlı yönetim aygıtına eleştirel bakan ve siyasal bir hareket olarak ortaya çıkan ilk grup” olma özelliğine sahiptir. Bu ‘anayasacı hareket’, 1860’lardan itibaren ideolojisini kurumsallaştırmış ve bir ileri aşamada İttihat ve Terakki Cemiyeti şeklinde ortaya çıkmıştır. II. Abdülhamit’in bu ilk anayasacı harekete son vermesine rağmen, bir sonraki Jön Türk hareketinde önemli figürler olmuşlardır. İttihat ve Terakki, Yeni Osmanlılar’a mensup kişilerden yararlanmış, toplumsal desteğini bir kuşak önceki bu hareketten almış ve 1860’larda olgunlaşan bu ideolojiyi benimsemiştir (Mardin, 1983:30). Dolaysıyla, Jön Türklerin Yeni Osmanlılardan tevarüs ettikleri ve pek az geliştirdikleri siyasi ve iktisadi fikirler, anayasacılık ve Osmanlıcılık yoluyla “devleti kurtarma” çabasını yansıtmaya devam etmiştir. Bundan sapmalar pek azdır ve ihmal/gözardı edilebilecek düzeydedir (Aydın, 1993:147). Örneğin, tarihsel gelişmenin belirli bir kavşak noktasında, temel tartışma konuları ve farklı toplumsal projelendirme modelleri olarak “merkeziyetçilik”-“adem-i merkeziyetçilik” arasında bir ayrımlaşmaya gidilmek ya da tercih yapılmak durumunda kalındığında, İttihat ve Terakki olarak devam eden bir çizgi içerisinde Jön Türkler’in “merkeziyetçi” yönelimi açık ara bir üstünlüğe ve belirleyici bir konuma sahip olmuştur. Bu süreçte, siyasal merkezden projelendirme anlayışına karşın, toplumsal alanı ve bu alandan kalkarak temel bir tarihsel ve toplumsal dönüşümü sağlama yönündeki anlayışı temsil eden “adem-i merkeziyetçi” Prens Sabahattin grubu tasfiyeye uğramıştır. İktidar olma imkanını elde eden İttihat ve Terakki’nin ideolojisi ise, toplumsal kökeni itibariyle ve devlet geleneğinin dışına pek çıkmamasıyla, merkeziyetçi kanadın ideolojisi olmuştur. Genel olarak bakıldığında, Jön Türkler, Fransız Devrimi’nin başlıca fikirlerinden (ulusçuluk ve ulus-devlet bağlamındaki yeni bir toplumsal totaliteryenlik bağlamında) ve yine 19. yüzyıldaki Osmanlı entellektüel duruşunun politik fikirlerinden (devleti kurtarma ve kollama bağlamında) 147 Ernur GENÇ etkilenmişler; bu bağlamda, “parlamenter bir rejim”, İmparatorluk toplumu için “anayasal bir temel” ve “politik otorite”, ve bunlara yönelik olarak da “rasyonel ve yasal bir altyapı talep eden bir oluşum”un adı olmuşlardır59. Hakim çizgileri itibariyle ‘merkeziyetçi’ ve ‘aktivist’ bir eğilime sahip olan Jön Türkler60, belli bir zaman sonra iktidarı da ele geçirme fırsatı bulmuş, partileri İttihat ve Terakki parlamentoda egemen politik güç olarak merkezi bir rol oynama imkanı elde etmiştir61 (Göle, 1986:56-60). Böyle bakıldığında onlar, “geleneksel Osmanlı ideolojisi olan ‘devlet’i koruma” ve bunu “bürokrasinin yararlarına uygun olarak geliştirme” idealini ve ideolojisini yeni bir dille (“hürriyet” diliyle) ifade eden kişiler olmuşlardır (Mardin, 1994b:6). Jön Türkler’de, “uzlaşmacı” (‘kompromici’) Yeni Osmanlılar’a göre bir değişim vardır62. Onların ‘aydın’ olarak niteliğindeki değişme, aslında “fikirleri doğrultusunda değil, eylemleri katında” ortaya çıkmıştır63. Yine 59 Onların tarihsel eylemliliği bağlamında ele alındığında, dönemin koşulları içerisinde Jön Türk çevrelerinde egemen olan düşünce, 1876 Anayasasının geri getirilmesi odağında biçimlenmiştir. Bunun sağlanması, hangi etnik grup ya da dine mensup olursa olsun, herkes için eşitlik ve özgürlük anlamına gelmekteydi. Bunun gerçekleştirilmesi halinde, imparatorluk topraklarında yaşayan milliyetlerin birliğini sağlanacak, bir ‘Osmanlı milleti’ yaratılacak ve çeşitli milliyetlerin bünyesinde yeşeren ayrılıkçı hareketlere son verilecektir. Ancak, bir ‘Osmanlı milleti yaratma/inşa etme’ noktasında, neredeyse genel bir mutabakatın olduğu ve bunu Jön Türkler’in de içselleştirdiği kavramı üstünde aynı düşünceleri paylaşan Jön Türkler, bunun nasıl yaratılacağı konusunda farklı fikirlere sahiptiler. Prens Sabahattin’e göre, merkezkaç eğilimler taşıyan milliyetler için en uygun çözüm, liberal bir ‘adem-i merkeziyet’ti. Ahmet Rıza ise, tersine, imparatorluğun parçalanmasını önleyebilecek tek çözümün ‘otoriter bir merkeziyetçilik’ olduğunu savunmaktaydı (Georgeon, 1996:22). 60 Göle’nin deyişiyle, Genç Osmanlılar birer “ideolog” iken, Jön Türkler imparatorluğun bağrında ve sınırlarında “eylemci” odakları olmuşlardır (Göle, 1986:53) 61 Berkes’e göre, Genç (Jeune) hareketinin Batı’daki anlamının üç özelliği devrimcilik, ulusçuluk ve liberalliktir. Ancak, ikinci kuşak Jön Türk aktörlerinin hiçbiri, 1908’e gelinceye dek, birinci ve ikinci nitelemeye sokulamayacağı gibi, üçüncü niteleyişe girebilecek olanları da ancak Yeni Osmanlılar düşüncesini aşabildiği ölçüde ‘liberal’dirler (Berkes, tarihsiz:382). Jön Türkler de başlangıçta, temelde ‘merkeziyetçi eğilim’leri, ‘milli ekonomi’ anlayışları ve Osmanlı toplumunun ‘birlik’ine ilişkin tutumlarıyla, esasta Türk milliyetçiliğini merkeze alan bir motifle hareket etmemişlerdir; ancak, Türk milliyetçiliğinin güç ve ivme kazandığı dönem de yine Jön Türk dönemidir. 62 Bu yenilik, Jön Türkler’in bir kısmının fikirlerini yansıtan Ahmet Rıza Bey’de belirmiştir. Ahmet Rıza’nın felsefesinin tabanı olan pozitivizm, Yeni Osmanlılar’ınkinden daha ‘radikal’ bir felsefedir. Jön Türkler arasında daha ‘dayanıklı’ aydınlar da çıkmaktadır. Ancak Jön Türkler arasında da Yeni Osmanlılar’ı yıkmış olan dedikodu-kompromi-devlet mansıbına göz dikme hala yaygındır (Mardin. 1993:287). 63 Ancak Akşin, çok yüzeysel ve kaba bir ayrımla, gerek Yeni Osmanlılar’ın, gerekse Jön Türkler’in ideolojisini burjuva ideolojisi olarak nitelendirmektedir. Ona göre, “Yeni çağlarda Avrupa’da meşrutiyet ve demokrasi nasıl burjuvazinin istekleri arasında baş köşeyi işgal ediyor idiyse, Avrupa’da gördükleri meşrutiyeti isteyen genç Türk aydın yöneticileri kendileri kapitalist olmamakla birlikte, zihniyetlerinin feodallik yerine burjuvalığa yönelik olması 148 Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kimlik, Misyon ve Vizyonu Bağlamında Türk Aydını onların “eylemci” ve bir dereceye kadar ‘ihtilalci’ kimliği, 1905’ten sonra gelişen ‘komitecilik’te toplanmıştır. Komitecilikle birlikte, imparatorlukta ‘komiteci aydın’ – ‘fikir aydını’ şeklinde iki küme belirmiştir. Daha sonradan görülebileceği üzere Atatürk’ün başarısı ise, bir bakıma bu iki grubu birleştirebilmiş olmasında yatmaktadır (Mardin, 1993:287-8). Ancak, siyasal alanda Jön Türkler arasında, bütün fraksiyonel ayrılıklara karşılık, Osmanlı birliği bilinci egemendir; bu bilincin sistematik anlamda bütünlüklü bir teorik ve ideolojik bir temeli olduğu da iddia edilemez. Zira, ‘devletin kurtarılması ve bekası’ ana hedef ve kaygı olarak belirginleşmiş, bu bağlamda her türlü farklılaşmış ideolojik yönelim, kendisini devletin bekasına ve bu noktada devletin nasıl yeniden tanımlanabileceğine göreli olarak tanımlamıştır. Ancak ‘devlet’in tanımlanmasının klasik Osmanlı yolu da daima toprak (territory) olmuştur. Toprak bütünlüğü, sınırların nereden başladığı ile somut şekilde ifade edildiği için, sınıra bağlı bir vatan kavramı, önce Yeni Osmanlılar’ın, sonra Genç Türkler’in (hatta Tanzimatçıların bile) ‘devlet-vatandaş özdeşliğini’ ve kurtarılması gereken şeyin kurtarılma yolunu (yani ideolojiyi) işaret etmiştir (Aydın, 1993:141-2). Bu anlamda, sonuçta, Jön Türkler’in Yeni Osmanlılar’dan miras aldıkları siyasi ve iktisadi fikirler de, ‘anayasacılık’ ve ‘Osmanlıcılık’ kanalıyla devleti kurtarma çabasını yansıtmaktadır. Bu bazda, en temel tartışmaların cereyan ettiği merkeziyetçilik - adem-i merkeziyetçilik konusunda Prens Sabahattin grubu tasfiye olmuş; sonradan iktidar konumunu elde eden İttihat ve Terakki’nin ideolojisi, toplumsal kökeni itibariyle ve devlet geleneğinin dışına pek çıkmamasıyla, merkeziyetçi kanadın ideolojisi olmuştur. Tanzimat döneminin ardından, Birinci Meşrutiyet’ten sonra Yıldız Sarayı, İkinci Meşrutiyet’ten sonra ise siyasi bir cemiyet olan İttihat ve Terakki otoriteyi ele almıştır. Her üç dönemde de otoriter nitelikli bir yönetim vardır ve sonunda otoriterlik neredeyse modern anlamda bir diktatörlüğe dönüşmüştür. Görünüşte, her üç dönemin siyasal seçkinleri nitelik olarak birbirlerinden farklıdır. Tanzimat döneminin yöneticileri yakın tarihin en becerikli, yaratıcı kadroları olmuşlar; geneli itibariyle bürokrasinin içinde yetişip yükselen devlet memurlarından oluşmuşlardır. İkinci dönemde ise, Osmanlı hükümdarları, imparatorluk tarihinin görmediği bir biçimde bütün erki elinde toplamış ve bunu modern bir bürokratik aygıtı ve asıl önemlisi bir ideolojiyi kullanarak gerçekleştirmiştir. Üçüncü dönemde de otorite ne dolayısıyla, bu isteği (ve öbür çağdaş isteklerini) ileri sürmek suretiyle bir burjuva düzeni istemiş oluyorlardı. Gerçi, özgürlükçülerin büyük çoğunluğunun taleplerini bu biçimde tanımlayabilecek bir bilinçte olmadıkları muhakkaktır. Ama mekteplilik sayesinde edindikleri çağdaş, Avrupai dünya görüşünün ve özlemlerinin bilimsel tanımı da bundan başka bir şey değildir” (Akşin, 1987:80). 149 Ernur GENÇ Bab-ı âli bürokratlarının ne de hükümdarın değil, siyasi bir cemiyet olan İttihat ve Terakki’nin eline geçmiştir. Ortaylı’nın da belirlemesiyle, bu cemiyetin asker-sivil üyeleri siyasal iktidarı bir diktatör partinin ve ideolojinin rehberliğinde kullanmıştır. Ancak, tarihsel koşullar bu üç dönemin ideolojilerinin farklı nitelikte (hiç değilse farklı görünümde) olmasını gerektirmişken; yönetim sistemi (bürokratik yapı) kesintisiz bir devamlılık içerisinde gelişme göstermiştir (Ortaylı, 1995:77-8). Yeni Osmanlılar’la başlayarak Jön Türkler’le devam eden aydın oluşumu içerisinde, yine bu çizgide yer alan aydınlardan kaynaklanan bir siyasal reform (meşruti idare) talebi yanında, bizzat padişah ve onun maiyetinde bulunanların yeni Osmanlılık siyasetini gerçekleştirme isteği tarihsel sürecin ana doğrultusunu çizmekte etkili olmuştur. Kaldı ki, yabancı devletlerin baskısı yanında, yine bu süreci destekleyen yeni tahta çıkmış bulunan II. Abdülhamit’in (1876-1909) 23 Aralık 1876 tarihinde ilk Osmanlı Kanun-i Esasisi’ni ilan etmesine kadar uzanan bir süreç söz konusudur (Karpat, 1996:36). Daha sonrasında aydınlar, nihayet sultanı alt etmişlerdir. Lakin ordu, sadece askeri ve teknik alanda değil, fakat siyasi alandaki yenileşme hamlesinde de başrolü oynamıştır64. İktidarı ele geçiren aydınlar zümresi, Osmanlı İmparatorluğu’nda 19. yüzyılın sonlarında meydana gelmeye başlayan alt-orta sınıftan gelmedir65 (Karpat, 1996:38). Yine tarihsel sürekliliği içerisinde bakıldığında, Tanzimatçı devlet adamlarının ilk kuşağının (Yeni Osmanlılar) pragmatik reformculuğu, bir kuşak sonra, kendince pragmatik ve pratik değeri olan (ancak kendi öncesiyle de asli göbek bağını sürdüren) siyasal bir ideolojiye; onların grup yapıları ve kişisel çekişmeleri itibariyle de programlı bir siyasal muhalefete dönüşmüştür. Mardin’in ifadeleriyle, “Mustafa Reşit Paşa’nın aydın mutlakiyetçiliğiyle 64 Berkes’in sınıflandırmasına bakacak olursak, Tanzimat döneminden sonra gelen Abdülhamit’in rejimi dört çeşit okumuş kitlesi ve geleneği yaratmıştır: “1) Kapıkulu okumuşlar; 2) toplumdan kaçan bireyci, hayalci, sanatçı okumuşlar (Edebiyat-ı Cedideciler); 3) tüm köksüzleşmiş yabancı kuklası züppe alafranga okumuş (Hüseyin Rahmi’nin anlattığı tipler); 4) polisin, hafiyelerin sürekli uyanıklığı sayesinde hiç gelişemeyen, göz açamayan, nefes alamayan ciddi aydınlar (yok denecek kadar az)”. Berkes’e göre, Meşrutiyet’in ilanında, aydınlar arasında çoğunluk hala ilk üç gruptadır. Fakat ilk kez dördüncü gruptan toplumcu diyebileceğimiz, halktan, toplumdan sözeden ufak bir aydın kitlesi ortaya çıkmış; toplumculuk görüşü aydınlar arasında ilk kez bunlar arasında belirmeye başlamıştır (Berkes, 1975:229-30). 65 Örneğin, Genç Türkler’in en meşhurlarından Talat Paşa mütevazi bir aileden gelme bir posta memurudur. Selanik’te başlatılan 1908 ihtilalinin öbür yapıcıları de aşağı sınıflardandır. İktidarı ele aldıktan sonra padişaha az buçuk bağlandılarsa da padişahın etrafındaki idareci sınıfla çatışmışlar; önceleri Sultana bağlı hakim zümreye itaati kabul etmişler, ancak sonraları bunları yerlerinden atarak kendi idarelerini kurmuşlar ve Sultanı nüfuzları altına almışlardır (Karpat, 1996:38). 150 Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kimlik, Misyon ve Vizyonu Bağlamında Türk Aydını başlayan dönem, Mithat Paşa’nın anayasacılığıyla noktalanmıştır”66 (Ortaylı, 1995:234). Bu noktada, İttihat ve Terakki’nin niteliği ve tarihsel rolü üzerinde daha ayrıntılı bir biçimde durmak gerekir. İttihat ve Terakki Cemiyeti, önce İttihad-ı Osmani adıyla Mayıs 1889’da Askeri Tıbbiye’de kurulmuş ve 1894’te İttihat ve Terakki adını almıştır. Cemiyet, 1908 Devrimi’nden bir süre sonra siyasi parti olarak hayatını sürdürmüştür. İttihat ve Terakki zaman zaman değişik ideolojiler ve personelle karşımıza çıkmaktadır, fakat bütün bu ideolojilerin arkasında Osmanlı Devleti’ni kurtarma fikri yatmaktadır. 1905’e kadar cemiyet, kendini Namık Kemal’in ‘hürriyet’ fikirlerinin varisi olarak gösterirken oldukça düzensiz bir çalışma yapmış, Avrupa’ya kaçan idarecilerinin bir kısmının 1897 yılında padişahla işbirliğini kabul etmesi örgütü zayıflatmıştır. Cemiyet, 1905’ten sonra çok daha disiplinli bir şekilde çalışan bir grup haline gelmiştir (Mardin, 1994c:88-9). Bu bağlamda, materyalist düşünce temelinin cemiyetin kurucuları üzerinde etkili olması ve Paris’te pozitivizmin kendisine tılsımlı bir kalkınma anahtarı temin ettiğine inanan Ahmet Rıza Bey’in İttihat ve Terakki’nin ilk liderlerinden biri olması çok anlamlıdır. Başlangıçta, kısa bir süre, İttihat ve Terakki Cemiyeti ulusal bir siyasal örgütleşme modeli olarak görülmüştür. Ancak, cemiyeti gerçekte, doğmakta olan bir ulusal Türk biriminin ilk siyasal görünüşü olarak görmek daha doğru bir yaklaşımdır (Berkes, tarihsiz:396). Jön Türkler, II. Abdülhamit aleyhindeki çalışmalarına ‘hürriyet’i kurtarmakta olduklarını söyleyerek başlamışlardır. Buna karşın İttihat ve Terakki’nin 1876 Anayasası’nı yeniden yürürlüğe koymanın ötesinde bir ‘hürriyet’ kuramı da yoktur. II. Abdülhamit aleyhindeki girişimlerde bir ‘hürriyet’ teorisine sahip olan, bir dereceye kadar Prens Sabahattin olmuştur (Mardin, 1994c:100-1). Yine Prens Sabahattin’in daha sonraki süreçte izole olduğunu ve tasfiyeye uğradığını görmek İttihat ve Terakki’nin karakterine ilişkin anlamlı bir gelişmedir. Daha sonra Cumhuriyet devrindeki fikirler de bu karakteristik vurguyu devam ettirmiştir. Başka bir ifadeyle, Cumhuriyetin de ana siyasal kuramı ‘devleti parçalanmaktan kurtarmak’ ve ‘kalkınmak’ olmuştur. 1908 devrimi de gene Osmanlıcılığa dayanılarak yapılmıştır; ancak, Osmanlıcılık, Tanzimat dönemindekinden daha fazla aşınmıştır ve Türkçülüğe dönüşmeye daha yatkındır. Berkes’in deyimiyle, Yeni 66 Alkan’nın da yerinde belirlemesiyle, “Meşrutiyet, şüphesiz Tanzimat’la birlikte devlete ve onun kurumlarına Batılı bir şekil ve tarz kazandırma gayretlerinin uç noktasını temsil ediyor. Cumhuriyet tarihi boyunca aynı gayretler, tesir alanını genişleterek devam etmiştir” (Alkan, 1992:1). 151 Ernur GENÇ Osmanlılar’ın ve Jön Türkler’in bir çeyrek yüzyıl içinde gerçekleştiremedikleri Türk halkı arasında ‘ulusal bir birlik’ olma bilincinin en ilkel görünüşünü, 1908 devrimi çok kısa bir süre içerisinde ortaya çıkarmıştır. Ancak, böyle olduğu halde, Türk ulusçuluğu yine de yeni dönemin üstün siyasal ideolojisine dönüşmemiş; sadece, bir imparatorluk içindeki ‘milliyet’lerden biri olarak Türk halkının ayrı varlığı duyulmaya başlanmıştır. İttihat ve Terakki ise, uzun süre bunları ‘birleşmiş (müttehit) bir Osmanlı milleti’ olarak görmekte direnmiştir67. İttihat ve Terakki Cemiyeti nihayet 1913’te resmen siyasal partiye dönüşmüş; fakat bu parti, ideolojisinde Türk milliyetçiliğine de yer vermekle birlikte, ulusçuluğu partinin temel doktrini olarak almamak gibi bir çelişki ve paradoks içine de düşmüştür (Berkes, tarihsiz:398-400). Bu arada İttihat ve Terakki’nin kendi içerisindeki bir kırılmadan da söz etmek gerekir. Zira, Aydın’ın deyişiyle, “birinci İttihat ve Terakki Cemiyeti, Fransız ve Anglosakson entellektüel etkileri arasında bocalar ve Ahmet Rıza ile Sabahattin’in yazılarında bu iki ekol çarpışırken; ikinci İttihat ve Terakki, daha çok Alman etkisiyle şekil almış askeri eğitim kurumlarında, bu etkinin teknik müdahalesi altında bulunan ordu kademelerinden kök aldığından, özünde birinci hareketten farklı olmuştur. Öte yandan ikincinin doğrudan pratik hedefler öngörüşü, onu birincinin kısır kuramsal tartışmalarla boğulmuş yapısından ayırmaktadır. Ancak bu kuramsal tartışma ortamı, ikincinin biçimlenişinde de katkı ögesi olmuştur (Aydın, 1993:162-3). Genel olarak bakıldığında, Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük Osmanlı Devleti’ni kurtarma hizmetine sunulmuş fikir akımları ya da ideolojiler olmuşlar, farklı kimlikleri beraberinde getirmişlerdir. Osmanlıcılık, dini cemaat ayrımına dayanan millet sistemini, imparatorluk vatandaşlığı 67 Bu bağlamda Sina Akşin, İttihat ve Terakki’nin Osmanlıcı görünse de gerçekte, yani başından beri gizlice Türkçü olduğunu (Akşin, 1977:465); hatta, Türkçülüğün Türk ulusçuluğuna, yani, siyasal bir akıma dönüşmesinin İttihat ve Terakki ile birlikte gerçekleştiğini (Akşin, 1987:248) iddia etmektedir. Georgeon ise, resmi politikası Osmanlıcılık olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin, Türk milliyetçiliği cereyanını el altından desteklediğini (Georgeon, 1996:68) ileri sürmektedirler. Berkes ise, aksine, İttihat ve Terakki’nin siyasal ideolojisinin hiçbir zaman kesin bir devrimci ve ulusçu biçim almadığını; koca bir İmparatorluktaki halkların temsilcisi olmak isteyen bir partinin yamalı bir ideoloji ile yetinmek zorunda kaldığını (Berkes, tarihsiz:397) iddia etmektedir. Ancak, bu son şekliyle dahi Osmanlıcılığın iflasının kesinlikle görülmesi için Balkan Harbini noktalayan 1913 yenilgisinin çeşitli unsurları bir arada tutma politikasının artık boşa çıktığının sergilenmesi gerekmiş ve kayıpları bir nevi telafi etme vaadi içinde görünen Türkçülük, yöneticiler için de bu tarihten itibaren bir politikaya dönüşmeye başlamıştır (Kaymaz, 1977:435-6). Balkan Savaşı ise, siyasal alanda ulusçuluğun etkisinin artmasına yol açmıştır (Berkes, tarihsiz:426). Yani Türkçülük hareketinin en büyük canlılığı, Osmanlı Devleti’nin en kötü günlerinin başlamasıyla doğru orantılı olarak ortaya çıkmış ve gelişmiştir (Akşin, 1987:249). 152 Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kimlik, Misyon ve Vizyonu Bağlamında Türk Aydını temelinde devlet ve toprak bütünlüğüne dayanan yeni bir siyasal kimlikle aşmaya çalışmıştır. İslamcılık ise, İmparatorluk topraklarının dışına taşarak tüm İslam ümmetini içiren bütünsel bir kimliğe dayanmıştır. İlk ikisinden farklı olarak Türkçülük ise, bir tarafta kavramsal olarak Osmanlı Devleti ile Türk ulusunu birbirinden ayırmış, diğer tarafta da genel Müslüman tanımına ve kimliğine karşılık laik ve etnik bir kimliğe yol açmıştır (GöksuÖzdoğan, 1993:60). II. Abdülhamit dönemi, yasakçılığına rağmen, milliyetçilik akımının Türkiye’de biçimlenmeye başladığı bir dönemdir (Mardin, 1994c:94). Türk ulusu fikri, Türk aydınları arasında hızla gelişmiş, fakat kendisiyle birlikte yeni bir tehlike de getirmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun ağırlık merkezi Balkanlar yitirilmiş, İslam’ın anayurdu Arap ülkeleri kendi yollarına gitmeye başlamışlardır. Ancak, İmparatorluğun kayıpları henüz yenidir ve nispeten küçük ulus-devlet’i tatminkar görmeyen bir çok kimse için Türk ulusu fikri çekici değildir68. Bu çerçevede, Pan-Türkist çevrelerde ve özellikle Tatar sürgünler arasında, çok dilli ve çok etnili Osmanlı İmparatorluğu’nu ihya etmekten ziyade, çok geniş bir coğrafi alanda Türklerin birliğini içeren romantik bir ideal amaç edinilmiştir (Lewis, 1988:355). Bu çerçevede Türkçülük öncelikle bir ‘aydın’ hareketidir ve amacı da aydınların siyasal taleplerinin kitlenin doğal talebi olmasını sağlamaktır. Türkçülük, milliyetçi hareketlerin, bilhassa imparatorluk sınırların yarattığı depremlere karşı geliştirilen bir cevaptır. Diğer bir boyutuyla da, Türkçülüğü şartlandıran problematik, Rusya Müslümanları içinde belirginleşmiş ve başka bir cevabın hazırladığı Osmanlı entellektüel evrenine ithal edilmiştir. Sonuç olarak, İkinci Meşrutiyet dönemi, 1905 sonrası Rusya’dan iltica eden Türkçü liderlerin de katkısıyla Türkçülüğün hızla yayıldığı, örgütlendiği ve özellikle bağımsız Türk Ocakları bünyesinde ‘tüm Türklüğü’ kavramaya 68 Her şeye karşın Türk milliyetçiliğinin gelişmesi, Jön Türk döneminin başta gelen fenomenlerinden biridir. Bu çerçevede milliyetçi fikri yaymakta işbirliği yapan iki grup, Osmanlı Türkleri ve Rusya’dan göçen Türkler’dir. İkinci gruptakiler, Osmanlı İmparatorluğu’na göçmeden önce Çarlık yönetiminden kurtulmaya yönelik milliyetçi hareketlere önderlik etmişlerdi (Arai, 1994:20). Emperyalistlerce desteklenen Balkan ayaklanmalarıyla Osmanlı Devleti adım adım küçülürken, köreltilmek istenen Türklük bilinci Abdülhamit’in saltanatı boyunca da alttan alta gelişmekte ve Anadolu’yu Osmanlı İmparatorluğu’nun ‘Türk çekirdeği’ olarak gören yeni bir anlayış yeşermekteydi (Georgeon, 1996:1). Baskı altındaki ‘aydınlar’ın Türkçülüğe kayışında, nispeten gelişmiş bir çevre (periferi) kapitalizmi zemini üzerinde yetişmiş, üstelik Batı üniversitelerinde okuyarak Avrupa’nın gerek genel bilim düzeyini, gerekse Türkolojisini daha iyi özümseyebilmiş Müslüman Türk ve Tatar önderlerinin Rusya’dan Türkiye’ye göçmeleri hızlandırıcı bir rol oynamıştır (Kaymaz, 1977:439). 153 Ernur GENÇ çalışan kültürel etkinliklerin yer aldığı bir dönem olmuştur69. 1912’de kurulan Türk Ocakları Osmanlı’da Türklük bilincinin yayılmasının yanı sıra Türklerin eğitim, iktisadi, toplumsal açıdan ilerlemelerini ve ‘Türk ırkı ve dilinin’ gelişmesini hedeflemiştir (Göksu-Özdoğan, 1993:63). Gerçekten de 1912 yılı Türkçü kuruluş ve yayın organlarının çoğalması ve bütünleşmesi, İslamcılarla kesin olarak yolların ayrılması bakımından büyük önem taşımaktadır. 1912 yılında Türk Derneği dağılmış, ancak, yine aynı yıl kurulan Türk Ocağı Türkçülerin kapsamlı ve resmi örgütlenişinin zemini haline gelmiştir. Bu derneğin kurulmasıyla birlikte Türk Yurdu Derneği de feshedilerek, Ocağa katılmıştır. Derneğin yayın organı Türk Yurdu ise Ocağın yayın organı haline gelmiştir. Bütün bu çalışmalarda Akçura’nın önderliği de açıkça göze batmaktadır70. Balkan Savaşı’yla birlikte İstanbul’a göçmek 69 O dönemde Osmanlı Devleti’nde bilinçli ve etnik temelde bir Türkçülüğün başlangıcı olarak, birçok yazar tarafından Yusuf Akçura’nın 1904’te yayınladığı Üç Tarz-ı Siyaset adlı makalesi gösterilmektedir. Düşünsel birikimi bakımından Akçura’nın milliyetçiliği Türk düşünce tarihi içinde bir yenilik oluşturmaktadır. Akçura milliyetçiliğini temellendirirken, idealistlik ve romantiklikten uzak gerçekçi bir yol izlemiştir. O, Türk milliyetçiliğinin doğuş ve yükselişinin, Türkik halkların ‘ekonomik’ ve ‘toplumsal’ yapısındaki köklü değişikliklerin ürünü olduğu kanısındadır. Bu maddî dönüşümler Avrupa’daki Sanayi Devriminin yarattığı bol ve ucuz emtianın Batı’dan Doğu’ya yayılmasıyla başlamış; bir dizi zincirleme etkileşim sonucu eski aristokrasi yıkıma uğrarken kendi pazar ihtiyacını ayrı bir mekân talebine dönüştüren bir burjuvazi sahneye çıkmış; özellikle Kafkasya’da ‘bir Müslüman Türk milli burjuvazisinin teşekkülü’, Rusya Türkleri arasında uyanışın zeminin oluşturmuş; Osmanlı İmparatorluğunda ise, Avrupa kapitalizminin sızmasına aracılık eden azınlıklar ile 18. yüzyıla kadar ticaret ve zanaat üretimi alanında kuvvetle mevcut olan Türk unsur arasındaki çıkar çatışması, aynı yönde daha geriden gelen bir evrime temel teşkil etmiştir (Georgeon, 1996:74). 70 Yusuf Akçura, Jön Türk devriminden dört ay sonra Kasım 1908’de İstanbul’a yerleşmiş, aynı yılın sonlarında milliyetçi harekete yeni bir güç arayışıyla, Türk Derneği adıyla bir örgüt kurmuştur. Akçura İstanbul’a geldikten hemen sonra iki ünlü Türkologu ziyaret etmiştir. Bunlar, Necip Asım ve Veled Çelebi (İzbudak)’tır. Onlara, ‘kültürel’, ‘politik olmayan’ milliyetçi bir örgüt oluşturmak isteğinden söz açmış, kendilerinden harekete önderlik etmelerini istemiştir (Akçura, 1978:210). Çalışmalar sonucunda dernek kurulmuş ve faaliyete geçmiştir. Dernek, en azından başlangıçta ve kısmen, Akçura’nın 1904 makalesindeki (Üç Tarz-ı Siyaset) ‘Türklerin birliği’ (tevhid-i Etrak) fikrini benimsemekteydi. 7 Ocak 1909’da kurulan dernek, daha başlangıcından itibaren Türkçü bir örgütlenmedir. Kurucular listesinde Ahmet Mithat, Emrullah Veled, Necip Asım, Korkmazoğlu Celal, Yusuf Akçura, Musa Akyiğitoğlu, Fuat Raif, Rıza Tevfik ve Ferit isimleri görülmektedir. Ayrıca, Halit Ziya, Mehmet Emin, İsmail Gasprinski, Agop Bayaciyan, Fuat Köprülü, Ahmet Ağaoğlu ve bazı Avrupalı Oryantalistler de üyeler arasında yer alıyordu (Akşin, 1987:249). Türk Derneği Beyannamesi Kanun-ı Esasî’yi “Osmanlıların hürriyet ve ittihadının beratı” diye niteleyerek şu noktayı vurgular: “Millet-i Osmaniye, soyu ve etnik kökeni ile haklı olarak övünç duyan çeşitli unsurlardan oluşmuş olmasına rağmen, bu ‘millet’e mensup herkes, Türklerin bir ürünü olan, memleketi ve insanları birbirine bağlayan ve birleştiren bir kuvvet olan ‘Osmanlı Türkçesi’nin bütün Osmanlılar arasında yayılması gereğini kabul eder”. Derneğin beyannamesi dahil, derneğe bağlı ve onunla aynı ismi taşıyan dergideki yazıların büyük bir kısmı, çeşitli etnik gruplardan oluşan ‘Osmanlı milleti’nin birliğini sağlamak için dilin sadeleşmesi konusu üzerinde durmaktadır. Bu çerçevede ‘Osmanlı Türkçesi’, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki 154 Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kimlik, Misyon ve Vizyonu Bağlamında Türk Aydını zorunda kalan Genç Kalemler kadrosu ve Ziya Gökalp de İstanbul’da Ocağa katılmışlar ve Türk Yurdu’nda yazmaya başlamışlardır. Bundan öncesinde, İttihat ve Terakki’ye bağlı olarak çalışan ve milliyetçi görüşü Selanik’te bütün açıklığıyla, ‘yeni bir dil politikası’yla birlikte temsil eden Genç Kalemler dergisi, Türk Yurdu öncesi ‘naiv milliyetçiliği’ temsil eden en önemli örnektir. Bu dergi ‘edebi (romantik) Türkçülük’ denen akımın da temsilcisidir. Bu ‘edebi Türkçülük’ün, Rusya’lı Türkler’in ‘siyasal Türkçülük’ü başlatmalarından önceki evreyi temsil etmekte olduğu söylenebilir (Aydın, 1993:164). Genç Kalemler’in ilk sayıları gerçekten, ‘Osmanlılık’la ilgili yazıların ağırlığını taşımaktadır. Ne var ki, dönüşüm belirtileri yavaş yavaş görünmeye başlayacaktır71. Genç Kalemler’de yazı yazanlar İttihat ve Terakki hareketine yakın olan kimselerdir. Diğer Osmanlı aydınları gibi ‘devlet’i, dolayısıyla ‘sınırları koruma’ kaygısıyla hareket eden ve Rumeli deneyimini en acı şekilleriyle yaşamış olan Ömer Seyfettin, Ali Canip Yöntem, Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul gibi aydınların Selanik’te çıkardığı Genç Kalemler, Türk Yurdu’dan önce, Osmanlı Devleti’nde milliyetçiliğin sözcülüğünü yapmıştır (Aydın, 1993:164-5). Genç Kalemler kadrosu için milliyetçilik, ağırlık olarak bir dil olayıdır ve siyasal alanda sınırları korumayı amaçlar; bu bağlamda, yine Osmanlı ülkesinde siyasal ayrılmalar yaratacak her türlü girişim reddedilir ve Osmanlılık fikri unsurları birleştirecek en etkili araç olarak görülmektedir. Yine aynı bağlamda Türk Derneği’nin bir diğer amacı da Türkoloji araştırmalarının ilerletilmesidir (Arai, 1994:41-8). Türk Derneği kendi amaçlarını gerçekleştirmek doğrultusunda bir dergi de çıkarmaya başlamıştır. Türk Derneği dergisinde ‘dil’ teması üzerindeki tartışmalar önemli bir yer tutar ve hemen göze çarpar. Derginin yazarlarından Ahmet Hikmet, dergide yayınlanan bir yazısı oldukça çarpıcı bir örnektir. O, ilgili yazısında Osmanlıca’nın ‘milliyet duygusu’ndan yoksun olduğunu belirtir. Ona göre, bu nokta can alıcı önem taşımaktadır; çünkü bu koşullar altında ‘Osmanlılık’ı oluşturan çeşitli unsurlardan bir ulus ortaya çıkmaz. Hikmet devamla, o güne kadar kaba Türkçe diye hor görülen, ama sıradan insanların anlayabildiği ‘halk Türkçesi’ni canlandırmayı önermektedir. Ayrıca, ‘kaba Türkçe’yi konuşan Anadolu köylülerine ilgisini yöneltmiştir. Ancak, milliyetçi yazar bu yazısında, dönem koşulları çerçevesinde doğal olarak beklenilebileceği gibi, ‘Osmanlı vatanseverliği’ düşüncesi ile ‘Türk milliyetçiliği’ düşüncesini bağdaşır bir tarzda ortaya koymaktadır (Arai, 1994:30). 71 Kâzım Nami’nin Türkçe mi Osmanlıca mı başlıklı yazısı, Osmanlıca’nın sadeleştirilmesini/arılaştırılmasını savunan, dilde milliyetçilik’in organı olarak tanınan Genç Kalemler’de Türk dili üzerine yayınlanan ilk yazıdır. Kazım Nami, ‘Osmanlıcılık’ın aslında Türkler tarafından oluşturulmuş politik ve toplumsal bir gerçeklik olduğunu, ama artık, kendi dilleri ve edebiyatları olan gayrı müslim unsurlar bir yana bırakılırsa, imparatorluk sınırları içindeki herkesin ortak bir özelliği haline geldiğini yazar. Ona göre, ‘Türklük’ her zaman ‘Osmanlılık’a feda edilmiştir, ama böyle bir politik görüş dil konusunda geçerli değildir (Akt. Arai, 1994:70-2). Kazım Nami Osmanlı Türklerini ‘Turan ailesi’nin bir üyesi sayıyor ve Osmanlıca’nın sadeleştirilmesini savunuyor; ancak, öte yandan, Osmanlı İmparatorluğu’na ve ‘Osmanlılık’a politik ve sosyal olarak bağlı kalıyordu. 155 Ernur GENÇ savunulur. Türklük’ten kasıt ise, ‘Anadolu halkı’dır72. Dergide, Osmanlı Devleti dışındaki Türklere ve onların sorunlarına yer verilmez (Aydın, 1993:164-5). Jön Türk, hatta Cumhuriyet dönemindeki en etkili milliyetçi örgüt, kuşkusuz Türk Ocağı’dır. Derneğin fiili kuruluş tarihi, Temmuz 1911; resmi kuruluş tarihi ise, Mart 1912’dir. Dernek, Hüseyin Fikret, Remzi Osman, Mehmet Emin, Ahmet Ferit, Yusuf Akçura, Mehmet Ali Tevfik, Emin Bülent, Fuat Sabit ve Ahmet Ağaoğlu’nun 13 Temmuz 1911’de yaptıkları toplantıda Türk Ocağı isimli bir örgüt kurmaya karar vermeleriyle ortaya çıkmıştır (Arai, 1994:111-5). Türk Ocağı, aydınlar için çıkardığı ve ideolojik/siyasal tartışmalara sahne olan Türk Yurdu’ndan başka, orta tabaka halk için Türk Sözü ve geniş halk kütleleri için Halka Doğru73 dergilerini de yayımlamıştır. Bütün bu örgütlenme ve düşünsel zenginleşme yönündeki gelişmeleri, bir anlamda ortaya çıkmakta ve gelişmekte olan ‘sivil toplum’un pırıltıları olarak görmek de mümkündür. Akçura, Türk Ocağı’nı, Orta Asya’ya açılan bir pencere, belki de Türk Yurdu74 ismi altında Osmanlı Devleti içindeki ve 72 Genç Kalemler’in kurucu üyelerinin önem verdikleri Türk milletinin uzun ve eski ‘tarih’i değil, o günkü ‘halk’tır. Ancak, ‘Anadolu Türklüğü’nün ifade edilmeye başlaması ve o günkü halka ilişkin geliştirilen duyarlılığın, ilerideki Anadolu sınırlarını esas alan modern anlamda teritoryal ve yurttaşlık temelindeki Türk ulus-devletinin oluşumunda, belirmeye başlayan bir çekirdek olacağının da saptanması gerekir. Genç Kalemler’in yazarlarından Ziya Gökalp, aynı zamanda İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin merkez-i umumi üyesidir; yani, Genç Kalemler ile Jön Türkler (İttihat ve Terakki Cemiyeti) arasındaki ilişki yalnızca resmi nitelikte değildir. Genç Kalemler’in yöneticileri, yalnızca bir dergi yayınlamanın ‘yeni lisan’ı yaygınlaştırmak için yeterli olmadığına inanmışlar; bu amaçla, Ziya Gökalp’in aracılığıyla bir heyet oluşturarak önemli saydıkları pekçok Batı eserini ‘yeni lisan’la tercüme ettirmişlerdir (Arai, 1994:75-6). Ziya Gökalp ve onu izleyen Ahmet Vefik Paşa, Süleyman Paşa, Mehmed Emin, Hüseyinzade Ali gibi isimler, o dönemde Türk milliyetçiliğinin kaynağını, önce 18. yüzyıl Avrupa’sındaki Türk sanatı (Turqueries) modasında, daha sonra da 19. yüzyılda Avrupa’da Türkoloji çalışmalarının bir ürünü olan ve Avrupa’dan Osmanlı İmparatorluğuna aktarılan bir fikir akımında görmekteydiler (Georgeon, 1996:77). 73 Halkçılık, kendisini Genç kalemler ve Türk yurdu sütunlarında belli etmekle birlikte, resmi yayın organını, yine aynı dergilerin yazar kadrolarınca Türk Ocağı’nın bir organı olarak yayımlanan Halka Doğru dergisinin kurulmasıyla bulmuştur. Yine Yusuf Akçura, Ziya Gökalp ve Fuat Köprülü solidarist bir programa sahip olan bu derginin ön saflarında görülmektedir (Aydın, 1993:174). 74 Türk Yurdu, çeşitli yerlerde yaşayan Türkler hakkında bilgi toplamaya ve sunmaya büyük önem vermiştir. Derginin sosyoloji bölümü Z.Gökalp’in etkisiyle kurulmuştur. Genç Kalemler’in en sert muhaliflerinden Fuat Köprülü’nün makaleleri de aşağı yukarı aynı zamanlarda Türk Yurdu’nda görünmeye başlar. Ağaoğlu Ahmet de, Türk Yurdu’nun ilk sayısında Türk Alemi başlıklı yazı serisine başlamış, Türk dünyasının içinde bulunduğu koşullardan, özellikle bölünmüşlüğünden yakınarak ve çözüm yolları aramıştır (Arai, 1994:90). Türk Yurdu aynı zamanda iki ayrı kutba çekilen ‘Türkçülük’ ile ‘İslamcılık’ düşüncelerinin çarpıştığı bir fikir arenasıdır. Sadece İslamcılara karşı değil, Osmanlıcılara karşı da Türkçülüğün savunusunu üstlenen bir platformdur. Bu anlamda Türk Yurdu dergisi, Yusuf Akçura ile bir grup Osmanlı ve 156 Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kimlik, Misyon ve Vizyonu Bağlamında Türk Aydını dışındaki Türkler için bir ilişki merkezi haline getirmek istemektedir. Akçura’nın arzusu, Pantürkizm havası içinde gerçekleştirilecektir. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti döneminde, yeniden kurulan Türk Ocağı Pan-Türkist niteliğini yitirmiş ve Türk toplumsal yaşamını biçimlendirmeye dönük bir yönelim göstermiştir (Arai, 1994:126). Özellikle I. Dünya Savaşı içerisinde İttihat ve Terakki muğlak siyasal görünümünden iyice sıyrılmış ve daha berrak bir biçimde Türkçülüğe doğru yönelmeye başlamıştır. Bütün bu gelişmeler içerisinde Türkçü dernekçiliğin ve dergiciliğin büyük bir katkısı ve kamçılayıcılığı vardır. Bu aşamada ‘örgütlü Türkçülük’ün, Anadolu’da artık özellikle İttihat ve Terakki şubelerinin üyelerince yaygınlaştırılmaya başlandığı görülmektedir (Tunaya, 1984:416). Ancak genel olarak meşrutiyet dönemine bakıldığında, toplum, Kongar’ın deyişiyle, “halktan kopuk bürokrasi döneminden sonra haktan kopuk ideolojiler dönemine girmiştir”. Çünkü, Osmanlı’da halk, ne burjuvazi ne de proleteryadır. Aksine halk, hala “bilinçsiz ve eylemsiz bir reaya”dır. Bilinçlenenler, ticaret ve sanayi ile uğraşan ve azınlıkta da olsalar sınıfsal bir niteliği bulunan Hıristiyanlar olmuş; bu bilinçlerini, ulusçuluk akımları içerisinde, İmparatorluktan koparak yahut ayrışarak göstermişlerdir (Kongar, 1985:25-6). Küçükömer’in terimleriyle, Batılılaşma hareketinin aktörleri, “mülkiyet-sınıf meselelerini”, “iktidar ve sınıf ilişkilerini” ve bunların kendi tarihsel-toplumsal süreç içerisindeki organik bağlamını dikkate alamamışlardır. Durum bu olunca, batıcılar, “kendileri asri yaşasalar da, gavur yaşantısının taklitçisi olmaktan ileri gidememişlerdir” (Küçükömer, 1994:69). Bu bağlamda, Berkes’in de belirttiği gibi, Batı uygarlığındaki iki önemli şey bizim için önemli ve anlamlı olmuştur: “özgürlük” ve “aydınlanma”. Ancak Osmanlı tarihsel koşulları içerisinde, zamanla bunlar ‘Kanun-ı Esasi’ (anayasacılık) ve ‘Maarif’ (eğitim) görünümünü almış; arzulanan anayasanın yürürlük kazanması ve halkın eğitim sürecinden geçirilmesi halinde çağdaşlaşmanın da gerçekleşeceğine inanılmıştır. Avrupa uygarlığının üzerinde oturduğu toplumsal sistem ise bizi ilgilendirmemiştir (Berkes, 1975:211). Özetlemek gerekirse, Osmanlı aydını/münevveri, Batı entellektüelinin tersine, belirli bir sınıfın ürünü olarak ortaya çıkmamış, Osmanlı merkezi yapısı içerisinde ‘reaya’ olup ‘birey’ ya da ‘vatandaş’a dönüşememiş Osmanlı halkı karşısında sınıflar-üstü bir konumda kalmıştır. Bu sınıflar- Rusyalı Türkçünün, Türkçülüğü ülke içinde yaygınlaştırıp güçlendirdiği ve bu ideolojinin siyasal programını hazırladıkları bir platform olmuştur (Aydın, 1993:172-4). 157 Ernur GENÇ üstü konum, onun misyonerlikçi bir kavrayış ve eylem planı dahilinde sürekli olarak kurtarıcı rolü oynamasında somutlaşmıştır. Halbuki Batı’da entellektüel 18. yüzyıldan itibaren yükselen burjuvazinin ideologluğuyla ve sözcülüğüyle ilişkili olmuş; kendi çıkarlarını yeni durumla özdeşleştirerek, göreli olarak özerk/bağımsız (otonom) bir konum ve bireysellik kazanmıştır. Yani Batı entellektüeli ortaya çıkışından itibaren mevcut iktidarlarla açık ya da örtük bir zıtlaşma içerisinde olmuş; ya da en azından iktidardan bağımsızlaşmıştır. Osmanlı münevveri ise, bütün tarihi boyunca kendini Devlet-i Aliye’nin kurtuluşunun bir parçası olarak ortaya koymuş, onun tarihi düşünce-eylem tarihi olmak yerine yalnızca bir eylem tarihi olarak ortaya çıkmıştır. Bürokrat aydın tipi, hem halktan hem de saraydan kopuk, ama sonuna kadar devlet ideali ile dolu olarak eylemlilik kazanmıştır. Aydının bizdeki, kendi varoluşunu bu biçimiyle somutlaştıran niteliği Cumhuriyet döneminde de sürekliliğini korumuş, “halka rağmen, halk için” anlayışıyla etkinlik göstermiştir. 3. Cumhuriyet Dönemi, Kemalizm, Devlet ve Aydınlar Cumhuriyet bize, Mardin’in dediği gibi, “her başlangıcın kendinden önceki bir ‘son’un devamı olduğunu” gösteren bir örnektir. Nitekim Jön Türkler’in arkasından gelen Atatürk nesli, Jön Türkler’in fikirlerinden esinlenmiş olan kimselerdir75. Devamlılığın kaynağı ise, yalnız bir önce-sonra ilişkisi değil, yüzyıllarca süren bir yaklaşımın (“devlet ideolojisi”nin) şekillendirici etkisidir. Türkiye’de bu yaklaşım/düşünce tarzı en yavaş değişen şey olmuştur76. Yine Mardin’in yerinde saptamasıyla, hem Atatürk hem de Osmanlı ideologları açısından ‘hürriyet’, “devlet kurma, koruma ve eski devlet elitini safdışı etmekle örtüşen bir ideal”dir. Osmanlı ile Cumhuriyet’in -aralarında bir köprü olmakla birlikte- ayrımlaşmaları ise, ikincisinin “vatan” ve “vatandaş” kavramlarına ilişkin yeni tanımından 75 Dahası, Cumhuriyet döneminin seçkin aydınlarını oluşturan çevre II.Meşrutiyet dönemi aydınlarının sadece bir kesimi, yani Batıcı grubun devamıdır. Bu gruptan aydınlar, büyük bir çoğunlukla, Batı tarzı eğitim kurumlarında yetişmişlerdir (Mert, 1994:60-61). 76 Kaldı ki, Türkiye örneğini inceleyenlerin çoğu, Osmanlı modernleştiricileriyle Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları arasında bir süreklilik olduğunu kabul etmişlerdir. Yine İmparatorluk elitiyle Cumhuriyetçi elit arasındaki süreklilik Osmanlı toplum yapısının temel bir özelliğine, yani büyük toprak sahiplerinin bulunmamasına (ya da bürokrasinin göreli bağımsızlığına) dayandırılmıştır. Büyük toprak sahiplerinin olmaması nedeniyle eski düzenin koruyuculuğu bürokrasinin reformcu olmayan kanadına düşmüş; milliyetçi aydınlar ciddi bir muhalefeti göğüslemek zorunda kalmamışlardır (Keyder, 1999:32). Örneğin, Belge’ye göre de, Cumhuriyet’e geçilmeden önce ve sonra devletin resmi düzeydeki ideolojisinde ve kurumsal yapısında önemli değişimler olmuş; ancak bunların yanında önemli süreklilikler de kalmıştır. Yurttaşlık kavramıyla birlikte çağdaş bir burjuva devletinin çeşitli kurumları getirilmiş; fakat devletin otoriter yapısında, merkeziyetçiliğinde, mutlakçılığında çok şey değişmemiştir (Belge, 1989:111). 158 Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kimlik, Misyon ve Vizyonu Bağlamında Türk Aydını doğar. “Vatandaş” kavramı Cumhuriyet’in bir kazanımı ve yeni bir şeydir; ancak özü itibariyle, yine de “eskinin, yeniye doğru gitmek için bir atlama tahtası olarak kullanılmasının ürünüdür”. Cumhuriyet projesi içerisinde, artık “devlet” “imparatorluk”tan ayrı bir konumda algılanmakta ve Batı’nın ulus-devlet modeli kullanılmaktadır (Mardin, 1994b:6-7). Yine tarihsel süreklilik perspektifi içerisinde bakıldığında, Meşrutiyet, Tanzimat’la birlikte devlete ve onun kurumlarına Batılı bir biçim ve tarz kazandırma çabalarının uç noktasını oluşturmuş; Cumhuriyet tarihi boyunca da aynı çabalar, etki alanını genişleterek devam etmiştir77. Meşrutiyet dönemindeki gibi, Cumhuriyet döneminde de halkın onayına gereksinim duyulmamış, tek yanlı asker-aydın iradesi fiili durum olmuştur78 (Alkan, 1992:1). Bu anlamda, Kongar’a göre, Atatürk devrimlerinin birinci niteliği, “‘devletçi-seçkinci’ bir grup tarafından geniş halk kitlelerine, tepeden inme bir biçimde uygulanmış olması”dır. Bu “devletçi-seçkinci” grup, Osmanlı geleneğinin bir ürünüdür ve Cumhuriyetin ilk yıllarında ortada görülen tek toplumsal ve siyasal güçtür. Devrimlerin ikinci niteliği ise, “Batı tipi bir toplum yaratmaya yönelmiş olması”dır (Kongar, 1985:119). Cumhuriyet devrimleri ve onun biçimlendiği süreçte ordunun sınırlayıcılığı ve belirleyiciliği sivil bürokrasininkinden fazla olmuştur. Kayalı’nın da belirttiği gibi, “sivil aydın, 1923 sonrasında iktidar mücadelesinde özne olmaktan çıkmış, askeri aydın yönetimi sağlamlaşmıştır”. Yine ona göre “1876 ve 1908’de artan ordu etkinliği 1923’te doruğa ulaşmış, bu dönem özgürlüklerin iyice sınırlandığı dönem olmuştur” (Kayalı, 1994b:43). Bir bütün olarak ele alındığında Atatürk devrimi, kaynağı bakımından 77 Ancak Mardin, Cumhuriyet ve öncesi entellektüel gelenek içerisindeki bir kırılma noktası olarak şu temelli ayrımlaşmanın da altını çizer: “Günümüz Türkiye’sindeki, Yeni Osmanlıların Türkiye Cumhuriyeti’nin doğrudan entellektüel ataları olduğu yönündeki hakim izlenim, ...kısmen doğru temellere dayanır ve Namık Kemal’i Atatürk’ün entellektüel kılavuzu olarak zikretmek, bütünüyle yanlış olmayan bir görüştür. Ancak, Yeni Osmanlıların teorilerinin kısmen İslami kaynaklı oldukları çoğunlukla unutulur. Genç Türklerin fikirlerindeki bu kaynak, Atatürk’te daha zayıf ve tamamıyla görülmez durumdadır. Şu halde, Yeni Osmanlılar, Jön Türkler ve Atatürk arasındaki bağı kurmada takip edilecek önemli çizgi, İslami muhtevanın zayıflığıdır” (Mardin, 1998:450). 78 Alkan’a göre, “hakikatte, Meşrutiyet hadiselerinin, neredeyse aslının aynı izdüşümlerini, Cumhuriyet tarihimizin hemen her yılına –ama bilhassa son yıllara- dağılmış görmek mümkündür. Meşrutiyet zamanlarını tarihçinin nazarında kritik değere ulaştıran şey, onca hadisenin topu topu beş altı yıla sıkışması ve bir nevi “konsantre Cumhuriyet tarihi” manzarası kazanmasıdır...Meşrutiyet yılları, ...kendinden sonraki zamanları anlamaya yarayacak pek çok enstrümanı sinesinde cem etmiş gibidir” (Alkan, 1992:1). 159 Ernur GENÇ “toplumsal ve ekonomik” değil79, “siyasal ve ideolojik”tir; ancak sonuçları itibariyle toplumsal ve ekonomik bir devrime dönüşebilmiştir. Atatürk, siyasal iktidara el koyduktan sonra, oluşmakta olan burjuvazinin güçlenmesine ve siyasal iktidarla bütünleşmesine yardımcı olmuştur. Bununla birlikte Kemalist ideolojinin iki ana niteliği vardır: “emperyalizm karşıtlığı” ve “Batılılık”. Kongar’ın belirttiği gibi, “aslında emperyalizm karşıtlığı, Batılılığın kaçınılmaz bir sonucudur. Çünkü, ‘Batı gibi olmak’ anlamına gelen Batılılık için ön koşul emperyalizme karşı olmaktır” (Kongar, 1985:23). Doğaldır ki, Batı’nın gelişmişlik düzeyine ulaşmanın ilk koşulu, onların ekonomik sömürüsünden ve siyasal hegemonyasından kurtulmaktır. İkincisi ise, Batı gelişme modelinin motor gücü olmuş bulunan burjuvaziyi Türkiye’de de güçlendirmektir. Ancak, Öğün’ün deyişiyle, “Cumhuriyetin kurucu entellektüelleri toplumsal düzeyde küçük burjuva ile beslenen bir ardalana sahiptir” ki, bu Türk küçük burjuvazisi, aşağı yukarı 1970’lerin ortalarına kadar Türk kültür hayatında başat rolü oynamıştır. Yine Cumhuriyetin elit devşirme süreçleri, Osmanlı elit devşirme süreçlerine göre bir düzey farklılığı ihtiva etmektedir. “Hadımlaştırma”, Osmanlı’da, Cumhuriyet’e göre daha kesin bir “belleksizleşmeyi” içerdiği için kurumsallaşmış; ancak Cumhuriyet, üstlendiği ulus-kurma süreçlerinde devşirme süreçlerini bu denli mutlak ve kesin hale getirememiştir. Bu nedenle, Cumhuriyet döneminin üstlendiği amaçları gerçekleştirmek için, kendisini toplumsallaştırmaya ihtiyacı vardır. Bunu sağlamak için de, Osmanlı devlet kadrolarından intikal eden bazı birikimler biraz daha geliştirilmiş; popülist ideolojik kanallar biraz daha genişletilmiştir (Öğün, 1995b:31-32). Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk, kuruluş ve oluşum aşamasında çok açık bir biçimde Cumhuriyet’in elit aydınlarına, Cumhuriyet’in bekçiliği görevini/işlevini vermiştir. Süreç içerisinde Türkiye Cumhuriyeti’nin laikleştirme politikası İslami bağlantılarını söküp atmış; bu nedenle de Atatürk’ten sonra devletin yeni bekçileri olan sivil-asker-bürokrat-aydınlar, eski Osmanlı yönetiminin ve devlet adamlarının “sosyal mühendislik” eğilimleri olarak görülen yaklaşım olmadan görev yapmak durumunda kalmışlardır. Cumhuriyetçi reformların Batı (yabancı) kaynaklı olması –yani taklit olması- ise, cumhuriyet için daha derin kültürel bağlantıları, yani geçmişte bir tasavvur olarak İslamiyetin sağladığı bir temeli 79 Yaşanılan an öyle bir andır ki, Mardin’in deyişiyle, “Maddi ilerlemeye yönelik hayranlığın makbul “fiili idealler” arasında yer alması için, yaklaşık olarak bir asırlık bir entellektüel gelişme gerekmiştir” (Mardin, 1998:452). 160 Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kimlik, Misyon ve Vizyonu Bağlamında Türk Aydını gerektirmektedir80 (Mardin, 1999:55). Buna karşın, yeni Türkiye Cumhuriyeti rejimi, bir siyasal ideoloji olarak devletin eski unsurlarını korurken, yeni değerler de getirmiştir. Örneğin, patrimonyal-sultancı Osmanlı düzeni, devlet yönetimini hükümdarın halka adil bir idare sağlama göreviyle tanımlarken, Türkiye Cumhuriyeti hükümet etme idealini –yalnız bir ideal olarak kalsa bile- halkın halk tarafından yönetilmesi olarak kavramlaştırmaya yönelmiştir81 (Mardin, 1999:61). Buna karşın, bilhassa Atatürk devrimlerinin ortalarına doğru, tüm Kemalist eylem, devrimleri kapsayan bir biçimde, Kemalizm ya da Atatürkçülük adı altında bir ideoloji olarak biçimlenmeye yönelmiştir. Kaldı ki, bir ideoloji olarak Kemalizm, Cumhuriyet’ten önce zaten yoktur. Cumhuriyet’ten sonra ise, özellikle Atatürk’ün söylemlerine ve eylemlerine göreli olarak oluşmaya başlamıştır. Kongar’ın deyişiyle, bu anlamda Kemalizm, “devrimlerin tutarlı çözümlemesine yönelik, başarılı uygulamaya dayanan (pragmatik) bir ideoloji” olma niteliğine sahiptir. Yine ona göre, Kemalist ideolojinin bu niteliğinin ardında yatan temel neden ise, “Atatürk İhtilalinin (Bağımsızlık Savaşı ve Devrimler), siyasal zorunluluklardan doğmuş ve dış dünya ögelerinden etkilenmiş bir devrim oluşu”dur. Kaldı ki, Mustafa Kemal Atatürk, “toplumdaki ekonomik değişmeler sonunda ortaya çıkmış olan bir toplumsal grubun, ya da sınıfın önderi değildir. Kökeni bakımından, siyasal etkinliklerde bulunan bir general olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetici seçkin sınıfının bir üyesidir” (Kongar, 1985:119). Ancak, özellikle Atatürk sonrası dönem içerisinde, Kemalist rejimin ya da “resmi devlet ideolojisi”nin tekelini eline almış olan Halk Partisi, bir baskı ve zor havası içerisinde, yavaş yavaş kendisini devlet ve milletle bir tutmaya 80 Oysa, Mardin’e göre, “Türkiye Cumhuriyeti toplumsal yaşamın bir unsuru olarak İslam’ı reddetme tutumunda diretmekle entellektüel üretim ortamında ve pratiğinde bir boşluk yaratmış”; “insanın kendi kendini tanımlayış ve karşılıklı öznellik mikro tabakalarını zayıflatmıştır”. Onun özetleyişiyle, “grup kimliği içinde güvenle yaşayan bir aydınlar sınıfının yerini, aydın olarak taşıdığı kimlik konusunda kafası karışık bir sınıf almıştır”. Ki, yine ona göre, “birçok modern Türk aydınının Osmanlı İmparatorluğu’ndaki seçkin ulemadan epey farklı olarak yeni ‘devlet’e kaba bir dalkavuklukla yaklaşmasının nedeni pekala bu olabilir. Marksizm 1960’ların aydınlarına mücadeleci bir rol vererek bu ikilemi çözen bir çerçeveydi. Ama İslamiyet kişinin bir insan ve bir aydın olarak korkularını dağıtabileceği daha doğal bir alandır” (Mardin, 1999:68). 81 Bu anlamda Mustafa Kemal, geniş halk kitleleriyle, aydınlar arasındaki uçurumu kapatmak istemiştir. Aslında, onun “halk egemenliğine” olan inancı, bu amacın ardında yatan temel ilke olarak da görülebilir. Çünkü örnek alınan model, Batı tipi toplum yapısıdır. Yine o, her türlü, salt öykünmeciliğe karşıdır. Bu nedenle, Batı’daki kurumları Türkiye’ye aktarmak yerine, Batı uygarlığının temelinde yatan ilkeleri uygulamak onun asıl niyeti olarak görülebilir. Diğer taraftan, ulusçuluk, ulusal bir ekonomi ve yaşam görüşü, bilime dayalı (pozitivist) bir yaklaşımdır (Kongar, 1985:120). 161 Ernur GENÇ başlamış; yine kendisini her türlü kontrolün dışında sayarak, Avrupa’daki totaliter hükümetlerin başarısından cesaret alarak tahakkümünü iyice genişletmiştir. Valiler, vilayet parti teşkilatlarının başına getirilmişler; bölge müfettişleri hem parti hem de hükümet işlerini kontrol etmekle görevlendirilmişler; nihayet bütün millet Halk Partisi üyesi sayılmıştır. Yine “şef, partinin esas görüşünü, iradesini ve yaratıcı kuvvetini temsil etmiş”; “kişinin hürriyetini ve fikirlerini en iyi savunan ferdiyetçilik değil, topluluk yani parti” haline gelmiştir (Karpat, 1996:79). Kadro hareketi, bu tarihsel sürecin belirli ve konjonktürel bir anında ortaya çıkan ve söz konusu totalleştirici manzarayı cisimleştiren en tipik aydın söylemini cisimleştirmiştir. Kadrocular, halkın ileri kısmını temsil eden bir grubun (aydın bir kadronun), topluma önderlik edeceğine inanan bir aydın grubudur. Onların inancına göre, -Leninist öncü partide entellektüellere tanımlanan asli rolde olduğu gibi- kendileri toplum meselelerini anlayan ve çözüm yollarını bilen kimselerdir. Bu kadro, aynı zamanda günün meselelerini anlamayan ama yumuşak başlı ve önderlerin ardından gitmeye hazır olan halk kitlelerine kılavuzluk etmekle görevlidir. Kadrocular, Türkiye’de sınıf mücadelesi ve birikmiş sermaye bulunmadığı inancındadırlar. Bunun içindir ki, devletin sınıf mücadelesinden kaçınarak sermaye biriktirebileceğini ileri sürmektedirler. Onların düşüncesine göre, “yeni bir ekonomik devlet tipi meydana gelmiştir. Bu devlet tipi ileri sosyal sınıfların bütün toplum hesabına ekonomik değerleri biriktirmesini sağlayacak ve bütün ekonomik faaliyetleri sistematik bir şekilde planlayacak ve yürütecektir”. Ancak onlar, aynı zamanda kişi için sınırlanmış bir özel mülkiyet hakkı tanımakta ve demokrasinin artık tarihe mal olduğunu da söylemektedirler. Karpat’ın deyişiyle, “Kadrocular’ın teorisi, aslında Türkiye’nin devletçiliğini izah maksadıyla ve bazı Marksist fikirleri totaliter devlet kavramı ile birleştirerek meydana getirilmiş uydurma sun’i bir teori”dir. Bu teori, Marksist toplumsal sınıf kavramından hareket eder görünmekle birlikte, daha sonra sağa saparak faşizmin, bütün sınıfları güçlü, “tarafsız” ve korporatif bir devlet içinde birleştirme fikrine ulaşmıştır (Karpat, 1996:77). Cumhuriyet dönemi Türk aydınları, kendilerini geçmişlerinden tamamen koparınca çok ciddi sorunlarla karşılaşmışlardır. Onlar, ilkin Cumhuriyet’in ilk yıllarında en temel olarak iki alan dahilinde bir yön şaşkınlığı yaşamışlardır. Bunlardan ilki, yeni “devlet”te (Türkiye Cumhuriyeti’nde) üstlendikleri rolle ilgilidir. Bununla birlikte, söz konusu alanda karşılaştıkları güçlükler aşılamaz nitelikte değildir; çünkü, yeni “devlet” daha önceki devlet ideolojisinin genel/geniş ana hatlarını koruyarak devralmıştır. Ancak ikincisinde (Osmanlı aydınından başlayarak “gündelik dünya”nın parçalanması) onlar çok daha ciddi sorunlarla karşı karşıyadırlar. 162 Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kimlik, Misyon ve Vizyonu Bağlamında Türk Aydını Bu ikinci alandaki sorunlar, Mardin’in deyişiyle, esasında “İslam kültürü evreniyle iplerin koparılması ve buna bağlı olarak kişiliğin tanımlanmasıyla ilgili sorunları kapsamaktadır”. Nitekim aydının toplumsal kimliğine ilişkin sorunlar da bu bağlamda ortaya çıkmıştır. Eski Osmanlı aydınlar sınıfı hem mekanizmayla, hem de organizmayla bütünleşmiştir. 1930 ve 40’ların geçiş sürecindeki yeni aydının da ise, bu çerçevelerden yalnız biri, yani “devlet” vardır. Zamanla yeni aydınlar bir parça güven kazanmışlar; fakat Osmanlı aydınlarının sahip olduğu, daha az göze çarpan kültürel unsurlardan mahrum olmanın sıkıntısını sürekli yaşamışlardır. Bu da kişisel tedirginliğe ve aydınların kavrayışlarında sığlığa yol açmıştır. Bu çerçevede, aydınların zaman zaman nasıl şaşkınlık geçirdiklerini, örneğin Necip Fazıl Kısakürek’in yaşamında dahi izleyebilmek mümkündür82 (Mardin, 1999:65-6). Bir diğer açıdan bakıldığında ise, Kongar’ın terimleriyle, Türk siyasal yaşamı, sınıfsal ilişkileri de teğet geçecek bir biçimde, “devletçi-seçkinci” cephe ile “gelenekçi-liberal” cephe arasındaki mücadele çizgisi çerçevesinde okunabilir Bu anlamda “devletçi-seçkinci cephe, ‘Batılılaşma’ düşüncesi ve simgesi çerçevesinde oluşmuş”; imparatorluğun ve cumhuriyetin aydın kesimini de temsil eden merkezi bürokrasi, bu cephenin yaratıcısı ve önderi niteliğini taşımıştır. Zira, bürokrasi, toplumda “kendiliğinden oluşan” başka sınıfların desteğinden yoksun olduğu için, bütün yenilikleri devletin gücüne dayanarak gerçekleştirme yolunu seçmiş; bürokratlar, Batılılaşma yolundaki devrimleri gerçekleştirmek amacıyla, toplumsal, ekonomik, kültürel ve siyasal yaşamın her düzeyinde devletin işe karışması gereğine inanmışlardır. Bu cepheyi oluşturanların “devletçiliği”, Osmanlı’da ve göreli olarak Cumhuriyet toplumunda, toplumsal-ekonomik ve siyasal değişmeye önderlik edebilecek güçlü toplumsal-ekonomik sınıfların yokluğuna bağlıdır83. Gelenekçi-liberal cephe ise, devletçi-seçkinci cepheye bir tepki olarak 82 Berkes de, belirli bir Cumhuriyet deneyimlenmişliği içerisinde bile Türk aydınlarının köksüz ve yönsüz kimliğini şu ifadelerle belirtir: “Yirmi yıllık Kemalist rejimin deneylerinden sonra ...geçmiş fikirleri bile bilmekten yoksun olan şimdikilerin sözcüleri için toplumsal değerler sadece bir politika ve kazanç aracı oldu. Kimisi dini, kimisi ırk duygularını, kimisi sınıf ve bölge ayrılıklarını, kimisi siyasal mevki sahiplerini ele alıp sömürmekten, ülke yüzeyinde ...kin yığınları tutuşturmaktan başka bir şey düşünmüyorlardı. Hiçbirinin ne din, ne milliyet, ekonomi, ne devlet alanlarında yapıcı ve olumlu bir görüşü vardı” (Berkes, 1975:143). 83 Kongar, özellikle Osmanlı tarihsel-toplumsal dairesine şamil olarak gördüğü devletçi-seçkinci cepheyi oluşturanların genel niteliklerini şöyle özetler: “Birinci olarak bunlar, baskıcı bir tutum içindeydiler. Halktan gelebilecek desteği yok sayıyorlar, hatta istemiyorlardı (Aslında pek çok düşüncelerini ‘halka karşın’ uygulamak istiyorlardı). İkinci olarak, Batı tipi bir toplum modeline inanıyorlardı. Batı’dan pek çok düşünce ve kurum almışlardı. Üçüncü olarak, ekonomik etkinlikler kadar, toplumsal ve kültürel yaşamın da devlet tarafından denetlenmesinden yanaydılar. Bütün bu nedenlerle kendilerine ‘devrimci’ ya da ‘ilerici’ gibi adlar yakıştırmışlardı. Aynı zamanda bölük pörçük yenilikler yoluyla yabancı düşünce ve 163 Ernur GENÇ doğmuştur. Bu cephenin “liberalizmi”, gerek ekonomik, gerekse siyasal eğilimleri yansıtmakta; kişilerin hak ve özgürlükleri kısıtlandığı için, devletin baskıcı bir tutumla siyasal yaşamı denetlemesine karşı çıkılmaktadır. Öte yandan, bu cephenin “gelenekçiliği” Batılılaşma yönünde topluma baskı ile benimsetilmek istenen yeniliklere karşı bir direniş olarak biçimlenmiştir84 (Kongar, 1985:144). Nihai olarak bakıldığında ise, Türk aydını tarihsel sürekliliği içerisinde Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne temel karakteristik özelliklerini devam ettire gelmiştir. Bu karakteristikleri Kılıçbay’ın terimleriyle ifade edecek olursak, bunlar “misyonerlik” ve “fonksiyonerliktir”. Türk aydını “fonksiyoner” (memur, yani devlet için ve devletin içinde) ve misyoner (yani söylemi dinsel ve mutlakçı) olarak doğmuştur. Türk aydının misyoner formasyonuyla tamamlayıcılık ilişkisi içerisinde bulunan ikinci özelliği olan “kurtarıcılık”, onun ortaya çıkışını belirleyen bir diğer kaynak unsurunu meydana getirmektedir. Osmanlı aydını devlet kökenli olduğu için, halkı Osmanlı egemen ideolojisi içinde, tanrının bir emaneti olarak görmüş ve onu kurtarma misyonunu kendine vehmetmiştir (Kılıçbay, 1995:176-7). Türk aydınının devletten bağımsızlaşamamış bir misyoner olma niteliği yanında, din yerine bu kez resmi ideolojiye göreli bir misyonerlik kimliği de yeniden yapılandırılarak Cumhuriyet döneminde de sürekliliğini korumuştur. Resmi ideolojiye dayalı bir projelendirme temelinde toplumun kurtarılarak, zapt u rapt altına alınması ve dönüşüme uğratılması şeklindeki kurtarıcılık misyonu da bu dönemde kabuk değiştirmiştir. Bu da aydının kendi içsel mantığının dayattığı bir zorunluluk olarak, tepeden inmeci olmasını gerektirmiştir. Batılı “entelektüel” devletin dışında göreli olarak özerk bir konum geliştirmeyi başarabilmişken; Osmanlı aydını devletin içinde, devlet tarafından oluşturulmuştur ve sonuna kadar devletin içinde kalmış ya da kendi kimliğini siyasal alana göreli olarak nitelendirmiştir. Cumhuriyet döneminde de aydının devletle olan kopmaz bağı devam edegelmiş; egemen resmi ideolojinin yaratılmasında olduğu kadar, bu resmi görüşün kurumları da aralarında tutarlı bir bağlantı olmadan topluma sunduklarından, Osmanlı düzeninin bir an önce çöküşüne de yardımcı oldular” (Kongar, 1985:143). 84 Kongar’a göre, bu cephenin genel nitelikleri de şöyle özetlenebilir: “İlk olarak, bürokrasinin büyük merkezi gücüne karşılık, bu cephe, yönetimin ‘yerinden yönetim’ (adem-i merkeziyet) ilkesine göre düzenlenmesinden yanaydı. İkinci olarak, kendisinin halkın gerçek temsilcisi olduğunu savunuyordu. Üçüncü olarak, cephe topluma sunulan yenilikleri engellemek için, İslam dinini, son derece etkili bir araç olarak kullanmıştı. Böylece kendisini İslam dininin koruyucusu ve Osmanlı geleneğinin sürdürücüsü ilan etmişti. Aslında gerçekten yaptığı, devletçi-seçkinci cepheye karşı sürekli ayaklanıp, sürekli ezilmekten başka bir eylem değildi” (Kongar, 1985:144). 164 Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kimlik, Misyon ve Vizyonu Bağlamında Türk Aydını projelendirilmesi, meşruiyet ve etkinlik kazanmasıyla kendini doğrudan iç içe görmüştür. Yine Osmanlı’da ve Cumhuriyet döneminde aydın, bir düşünce üreticisi olarak, kendi öz-düşünümü üzerinde yoğunlaşan, kendini, toplumunu ve iktidarı sorgulayan bir kimlik olarak görünürlük kazanmamıştır. Aksine, aydın Batılılaşma serüveni çerçevesinde hep bir aktarmacı olarak kalmış, bu aktarmacılıkla biçimlenmiş eklektik bir zihniyetle de aydınlatıcı boyutunu öne çıkarmıştır. Batı’da entellektüel, aydın öğrenme yanında düşünümselliğe ve bilgi üretmeye yönelikken, bizde aydın hep eklektik ve aktarmacı kalmış, bu çerçevede Batılılaşma olarak dile getirilen Türk aydınlanmasında hep öğretici konumda olmayı yeğlemiştir. Bunun doğal sonucu olarak aydın, kendi toplumuna ve kültürüne de yabancılaşarak, hem Batı hem de gelenek karşısında iğreti bir varoluş sergilemiştir. Yani Osmanlı aydını gibi Cumhuriyet aydını da kendi halkını dillendirmekten çok uzak, ona yabancı kalmıştır. Cumhuriyet aydını bir redd-i miras mantığı içerisinde, tarihsel süreklilikle ve gelenekle de ilişkilerini kopararak, kendini tarihsizleştirilmiş bir konuma mahkum etmiştir. Bu anlamda Osmanlı ve Cumhuriyet aydının derinde ve temelde ortak kültürel kodları ya da benzer bir zihniyet desenini paylaştıkları saptanabilir. Tanzimat’tan beri batılılaşma hep dışsal bir benzerliğe göndermede bulunmuş; ancak zihniyetlerde bir değişmezlik, yani eski geleneksel yapılar taşına gelmiştir. Bu bağlamda en başta aşamadıkları ve aşmaktan yana olmadıkları yanlılığın ideolojik ve dogmatik bir katılıkla ‘Devlet’in (Devlet-i âli) ve statükonun kutsallık ve meşruluğuna sadakat ve imanla bağlı olmak ve toplumu da buna davet etmek olduğu söylenebilir. Bu anlamda, yaşam biçimlerindeki ve yüzeysel görünümlerdeki farklılıklardan yola çıkan bir okumanın ötesinde, zihinsel ve tözsel benzerlikleri serimleyen bir çözümleme, aydının iktidar/bilgi sendromunu nasıl hep taşıyageldiğini ortaya koyacaktır. Entellektüel kavramı, anlamını kuşkusuz Aydınlanma çağının kollektif belleğinden almaktadır. Çünkü, aynı zamanda modernitenin en belirgin özelliği olan bilgi iktidar sendromu bu dönemde biçimlenmiş ve belirginlik kazanmıştır. Toplumsal sistemin önceden tasarlanmış bir düzen modeline göre biçimlendirilip yönetilmesine yönelik bir söylemin kurulup içselleştittirilmesi bizatihi modern bir yönelimdir (Bauman, 1996). Ancak, tarihe gecikmiş toplumlardaki entellektüeller, ontolojik bir kırılma ve bölünme içerisinde, tarihsellikler ve şeyler dışsal olarak değişmekteyken zihinsel tasavvurlarını ve yansıtmalarını eski tasavvurlar biçiminde kurmaya devam etmişlerdir. Farklı bilgi blokları arasındaki çelişkilerin, birbirlerini karşılıklı olarak biçimsizleştirdiği, köksüzleştirip havada bıraktığı bir çatlak vardır ve bu iki ayrı varoluş tarzı yaratıcı bir senteze 165 Ernur GENÇ dönüşmekten çok birini diğerine biçimsellik düzleminde indirgemeye çalışmaktadır (Shayegan, 1991). Bu çerçevede, özü itibariyle çeşitli ideolojik söylemlerin ortak bir noktada kesiştiğini görmek mümkündür. Bu ortak payda, milliyetçilik-öncesi süreçler ve bu süreçlerin ortaya çıkardığı kültür sorunudur: Türkiye’de resmi düzeyden gayri resmi düzeye kadar, entellektüel arayışların ortak paydası, kültürel bir bütünleşmeyi, daha doğrusu kültürel bir tektipleştirmeyi, tek-boyutlululaştırmayı sağlama endişesi olmuştur. Bu bütünleşmenin hangi temelde ve muhtevada gerçekleştirilebileceği ise farklı ideolojik tutumların tözsel modellerine göre ayrımlaşmaktadır. Ancak hem Türkçülük hem de İslamcılık milliyetçilik-öncesi bir tutumla topluluğu belirli bir değer ekseninde standartlaştırmaya ve tanımlamaya çalışmaktadır. Aslında yapılmak istenen moral bir topluluğu tanımlamaktır (Öğün, 1995a). Burada geleneksel anlamda dine düşen meşrulaştırma işlevi, bu kez dini de içeren bir tarzda bilime ya da başka bir unsura düşmektedir. Batı siyasal düşünce tarihinin çok önemli bir kapsamı, tarihsel birikimlerin ürünü olan toplumsal kesimler ve kurumları, ayrı özerk alanlar olarak dikkate almaktayken; buna karşın, Türk siyasal-toplumsal düşünüş tarihinde, topluluk ruhu ile kurumlar arasında özdeşlik kurma eğilimleri son derece yaygın bir nitelik taşımaktadır. Böylelikle topluluk ruhu kültü, bir totalleştirme işlevi görmekte ve genel/ortak yarar adına her şeyin iktidarın kudretine ve değişmezlik içerisinde sürekliliğine bağlanmasına hizmet etmektedir (Öğün, 1995a). Bu bağlamda, Şerif Mardin, Türkiye’nin geçirdiği bütün değişimlere rağmen, Türk aydınlarının “literati” vasfını kaybetmediklerini, dolayısıyla entellektüel anlamında aydın olarak nitelendirilemeyeceklerine dikkat çekmektedir (Mardin, 1993:258-9). Onun bakış açısıyla okunduğunda, mesleği bilme, geleneksel bilgi ve derin örüntüleri aktarma durumundaki kimseler olarak Türk literatisi/aydınları, topluluğun temel değerlerinin sağlanmasını ve kuşaktan kuşağa intikal ettirilmesini üstlenmişlerdir. Ağaoğlu’nun da belirttiği gibi, literatiliğini devam ettiren Türk aydını, bu çerçeve içerisinde geçmişinden bugüne kadar sivil-asker bürokratlıkla örtüştürüle gelmiştir. Onun deyişiyle bu, “belki tam da okur-yazar olmak, bunu da devletin hizmetine vermek anlamına gelmektedir” (Ağaoğlu, 1995:224). Kaldı ki devletin hizmetkarı durumundaki aydın imajı, bugün için bile köklü bir değişime uğramamıştır. 166 Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kimlik, Misyon ve Vizyonu Bağlamında Türk Aydını Kaynaklar ADORNO, Theodor W. (1998), Minima Moralia, çev.Orhan Koçak-Ahmet Doğukan, Metis Yay., İstanbul. AĞAOĞLU, Adalet (1995), “Türk Aydını ve Ben Kimim Sorusu”, iç. Sabahattin Şen (der.) (1195), Türk Aydını ve Kimlik Sorunu, Bağlam Yay., İstanbul. AKÇURA, Yusuf (1978), Türkçülük: Türkçülüğün Tarihi Gelişimi, Haz. Sakin Öner, Türk Kültür Yay., İstanbul. AKŞİN, Sina (1977), ‘Türkiye’de Tarih Eğitimi’nde sunulan tebliğ, Felsefe Kurumu Seminerleri, TTK Yay., Ankara. AKŞİN, Sina (1987), Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, Remzi Kitabevi, İstanbul. ALKAN, Ahmet Turan (1990), “Osmanlı Tarihi: ‘Bir İnançlar Alanı!’”, Türkiye Günlüğü, sayı: 11. ALKAN, Ahmet Turan (1992), İkinci Meşrutiyet Devrinde Ordu ve Siyaset, Cedit Yay., Ankara. ALKAN, Ahmet Turan (1993), “‘Bu Ülke’nin Aydınları”, Türkiye Günlüğü, sayı:22. ALKAN, Ahmet Turan (1995), “Siyaseti Aydınlardan Nasıl Koruyacağız?”, Türkiye Günlüğü, sayı: 35. ALKAN, Türker (1977), Gelişen Ülkelerde Aydınlar ve Siyaset, ODTÜ Yayınları, Ankara. ARAI, Masami (1994), Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği, çev. Tansel Demirel, İletişim Yay., İstanbul. ARON, Raymond (1979), Aydınların Afyonu, çev. İzzet Tanju, Tur Yayınları, İstanbul. ARSLAN, Hüsamettin (1992), Epistemik Cemaat, Paradigma Yayınları, İstanbul. ARSLAN, Ahmet (2002), “Aydınlar, Entellektüeller ve Müminler”, Cogito, sayı:31. AYDIN, Suavi (1993), Modernleşme ve Milliyetçilik, Gündoğan Yay., Ankara. 167 Ernur GENÇ BAŞKAYA, Fikret (1991), Paradigmanın İflası –Resmi İdeolojinin Eleştirisine Giriş-, Doz Yay., İstanbul. BATUR, Enis (1995), Alternatif: Aydın, Ark Yay., Ankara. BAUMAN, Zygmunt (1996), Yasa Koyucular İle Yorumcular, çev: Kemal Atakay, Metis Yay., İstanbul. BAUMAN, Zygmunt (1999), Sosyolojik Düşünmek, çev. Abdullah Yılmaz, 2. basım, Ayrıntı Yay., İstanbul. BAYDAR, Oya (2002), “Batıcılıkla Tutuculuk Arasında Sol Aydınlar”, Cogito, sayı: 31. BEHAR, Büşra Ersanlı (1996), İktidar ve Tarih –Türkiye’de “Resmi Tarih” Tezinin Oluşumu (1929-1937)-, 2.basım, Afa Yay., İstanbul. BELGE, Murat (1985), “Tarihi Gelişme Süreci İçinde Aydınlar”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt:I, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985. BELGE, Murat (1989), Sosyalizm, Türkiye ve Gelecek, Birikim Yay., 2.basım, İstanbul, 1989. BELGE, Murat (1995), “Osmanlı’da ve Rusya’da Aydınlar”, iç. Sabahattin Şen (der.), Türk Aydını ve Kimlik Sorunu, Bağlam Yay., İstanbul. BERKES, Niyazi (1965), “Türk Aydınının Özellikleri Üzerine Düşünceler”, Yön, sayı: 119, Temmuz. BERKES, Niyazi (Tarihsiz), Türkiye’de Çağdaşlaşma, Doğu-Batı Yay., Ankara, Tarihsiz (ilk basım: Bilgi Yay., Ankara, 1975). BERKES, Niyazi (1975), Türk Düşününde Batı Sorunu, Bilgi Yay., Ankara. BERKTAY, Halil (1983), Cumhuriyet İdeolojisi ve Fuat Köprülü, Kaynak Yay., İstanbu. CANGIZBAY, Kadir (1996), Sosyolojiler Değil Sosyoloji, Öteki Yay., Ankara. ÇELEBİ, Nilgün (2004), Sosyoloji ve Metodoloji Yazıları, 2. basım Anı Yay., Ankara. EAGLETON, Terry (1996), İdeoloji, çev.Muttalip Özcan, Ayrıntı yay., İstanbul. 168 Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kimlik, Misyon ve Vizyonu Bağlamında Türk Aydını FOUCAULT, Michel (2002), Entellektüelin Siyasi İşlevi –Seçme Yazılar 1-, Yayıma haz. Ferda Keskin, çev. Işık Ergüden-Osman Akınhay-Ferda Keskin, Ayrıntı Yayınları İstanbul. GELLNER, Ernest (1992), Uluslar ve Ulusçuluk, çev.Büşra Ersanlı Bahar - Günay Göksu Özdoğan, İnsan Yay., İstanbul. GEORGEON, François (1996), Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri: Yusuf Akçura, çev. Alev Er, Tarih Vakfı Yurt Yay., İstanbul. GÖKSU-ÖZDOĞAN, Günay (1993), ‘Türk Ulusçuluğu ve Türki Cumhuriyetler: Kuramsal ve Tarihsel Bir Yaklaşım’, Toplum ve Bilim, sayı: 62, Yaz-Güz 1993. GÖLE, Nilüfer (1986), Mühendisler ve İdeoloji, İletişim Yayınları, İstanbul. GÖLE, Nilüfer (1991, Modern Mahrem –Medeniyet ve Örtünme-, Metis Yay., İstanbul. GRAMSCİ, Antonio (1983), Aydınlar ve Toplum, çev. V.Günyol-F.EdgüB.Onaran, 2.basım, Örnek Yay., İstanbul. HEYD, Uriel (2001), Türk Milliyetçiliğinin Kökleri, çev. Adem Yalçın, Pınar Yay., İstanbul. HİLAV, Selahattin (2002), “Entellektüeller ve Eylem”, Cogito, sayı: 31. HOCAOĞLU, Durmuş (1991), “Türk Aydınında Felsefi Zaafiyetin Temelleri”, Türkiye Günlüğü, sayı: 15. HOCAOĞLU, Durmuş (1995), Laisizm’den Milli Sekülarizm’e –Laiklik Sorununun Felsefi Çözümlemesi-, Selçuk Yay., Ankara. KADIOĞLU, Ayşe (1999), Cumhuriyet İradesi Demokrasi Muhakemesi, Metis Yay., İstanbul. KARPAT, Kemal H. (1996), Türk Demokrasi Tarihi –Sosyal, Ekonomik, Kültürel Temeller-, Afa Yay., İstanbul Keywords: Clerci, Intelectual, Literatus, Jacobenism, Public Space, Eclectisism (1.basım: İstanbul Matbaası 1967). KASABA, Reşat (1999), “Eski İle Yeni Arasında Kemalizm ve Modernizm”, iç. Sibel BOZDOĞAN-Reşat KASABA (ed.), Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik, çev. Nurettin Elhüseyni, 2.basım, Tarih Vakfı Yurt Yay., İstanbul. KAYALI, Kurtuluş (1994a), Türk Düşünce Dünyası I, Ayyıldız Yay., Ankara. 169 Ernur GENÇ KAYALI, Kurtuluş (1994b), Ordu ve Siyaset –27 Mayıs-12 Mart-, İletişim Yay., İstanbul. KAYMAZ, Nejat (1977), ‘Türkiye’de Tarih Eğitimi’ adlı konferansa sunulan tebliğ, Felsefe Kurumu Seminerleri, TTK Yay., Ankara. KEYDER, Çağlar (1995), “Kimlik Bunalımı, Aydınlar ve Devlet”, iç. Sabahattin Şen (der.), Türk Aydını ve Kimlik Sorunu, Bağlam Yay., İstanbul. KEYDER, Çağlar (1999), “1990’larda Türkiye’de Modernleşmenin Doğrultusu”, iç. Sibel BOZDOĞAN-Reşat KASABA (ed.), Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik, çev. Nurettin Elhüseyni, 2.basım, Tarih Vakfı Yurt Yay., İstanbul. KEYMAN, Fuat (1999), “Kamusal Alan ‘Cumhuriyetçi Liberalizm’: Türkiye’de Demokrasi Sorunu”, Doğu Batı, sayı:5. KILIÇBAY, Mehmet Ali (1983), “Osmanlı Aydını”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, cilt: I, İletişim Yayınları, İst. KILIÇBAY, Mehmet Ali (1994), Cumhuriyet Ya Da Birey Olmak, İmge Kit., Ankara. KILIÇBAY, Mehmet Ali (1995a), “Türk Aydınının Dünyasını Anlamak”, iç. Sabahattin Şen (der.), Türk Aydını ve Kimlik Sorunu, Bağlam Yay., İstanbul. KILIÇBAY, Mehmet Ali (1995b), “Aydın(lık) Siyaset”, Türkiye Günlüğü, sayı: 35. KONGAR, Emre (1985), İmparatorluktan Günümüze Türkiye’nin Toplumsal Yapısı 1, 5.basım, Remzi Kitabevi, İstanbul. KÖKER, Levent (1993), Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, 2.basım, İletişim Yay., İstanbul. KÜÇÜK, Yalçın (1985a), “Cumhuriyet Döneminde Aydınlar ve Dergileri”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt:I, İletişim Yay., İstanbul. KÜÇÜK, Yalçın (1985b), Aydın Üzerine Tezler I, 2. basım, Tekin Yay., İst. KÜÇÜK, Yalçın (1988), Aydın Üzerine Tezler V, Tekin Yay., İst. KÜÇÜKÖMER, İdris (1994), Batılaşma –Düzenin Yabancılaşması-, Bağlam Yay., İstanbul. 170 Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kimlik, Misyon ve Vizyonu Bağlamında Türk Aydını LAROUI, Abdullah (1993a), Tarihselcilik ve Gelenek, çev. Hasan Bacanlı, Vadi Yay., Ankara. LAROUI, Abdullah (1993b), İslam ve Modernlik, çev. Ayşegül YaramanBaşbuğu, Milliyet Yay., İstanbul. LEWİS, Bernard (1988), Modern Türkiye’nin Doğuşu, çev. Metin Kıratlı, 3.basım, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara. LEWİS, Bernard (1992), İslam’ın Siyasal Dili, çev.Fatih Taşar, Rey Yay., Kayseri. MAHÇUPYAN, Etyen, (1996) Osmanlı’dan Postmoderniteye, Patika Yay., İstanbul. MAHÇUPYAN, Etyen (1998), Türkiye’de Merkeziyetçi Zihniyet, Devlet ve Din, Patika Yay., İstanbul MAHÇUPYAN, Etyen (1999), “Osmanlı’dan Günümüze Parçalı Kamusal Alan ve Siyaset”, Doğu Batı, sayı: 5. MARDİN, Şerif, (1962) The Genesis of Young Ottoman Thought, Prenceton University Press, Prenceton. MARDİN, Şerif (1983), Jön Türkler’in Siyasi Fikirleri –1895-1908-, 2. basım, İletişim Yay., İstanbul. MARDİN, Şerif (1985), “Yeni Osmanlılar ve Siyasi Fikirleri”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, cilt: VI. MARDİN, Şerif (1993), Türkiye’de Din ve Siyaset, İletişim Yayınları, 3. baskı, İstanbul. MARDİN, Şerif (1994a), Türkiye’de Toplum ve Siyaset –Makaleler 1-, 4.basım, İletişim Yay., İstanbul. MARDİN, Şerif (1994b), “Atatürk’ü Anarken”, Türkiye Günlüğü, sayı: 28. MARDİN, Şerif (1994c), Türk Modernleşmesi –Makaleler 4-, der. Mümtaz’er Türköne – Tuncay Önder, 4. basım, iletişim Yay., İstanbul. MARDİN, Şerif (1998), Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, çev. Mümtaz’er Türköne-Fahri Unan-İrfan Erdoğan, 2.basım, İletişim Yay., İst.. MARDİN, Şerif (1999), “Modern Türk Sosyal Bilimleri Üzerine Bazı Düşünceler”, iç. Sibel BOZDOĞAN-Reşat KASABA (ed.), Türkiye’de 171 Ernur GENÇ Modernleşme ve Ulusal Kimlik, çev. Nurettin Elhüseyni, 2.basım, Tarih Vakfı Yurt Yay., İstanbul. MERİÇ, Cemil (1985), “Batı’da ve Bizde Aydının Serüveni”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt: I, İletişim Yayınları, İstanbul. MERİÇ, Cemil (1993), Sosyoloji Notları ve Konferanslar, İletişim Yay., İstanbul. MERİÇ, Cemil (1997), Mağaradakiler, İletişim Yay., İstanbul. MERT, Nuray (1994), Laiklik Tartışmasına Kavramsal Bir Bakış – Cumhuriyet Kurulurken Laik Düşünce-, Bağlam Yay., İstanbul,. MERT, Nuray (1995), “Aydın: Bir Masal Kahramanı”, Türkiye Günlüğü, sayı:35, Temmuz-Ağustos. MOLNAR, Thomas (1961), The Decline of Intellectual, The World Publishing Company, Ohio. NACİ, Fethi (1995), “‘Münevver’den ‘Entel’e”, iç. Sabahattin Şen (der.), Türk Aydını ve Kimlik Sorunu, Bağlam Yay., İstanbul. OCAK, Ahmet Yaşar (2004), “Osmanlı ‘Resmi (Yahut İmparatorluk) İdeolojisi’ Meselesi’, Doğu-Batı, sayı: 29. ORAN, Baskın (1997), Azgelişmiş Ülke Milliyetçiliği –Kara Afrika Modeli-, 3.basım, Bilgi Yay., Ankara. +ORTAYLI, İlber (1985), “Bir Aydın Grubu: Yeni Osmanlılar”, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, Cilt:VI. ORTAYLI, İlber (1995), İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, 3.basım, Hil Yay., İstanbul. ORTAYLI, İlber (1987), Gelenekten Geleceğe, Hil Yayınları, İstanbul. ÖĞÜN, Süleyman Seyfi (1995a), Modernleşme, Milliyetçilik ve Türkiye, Bağlam Yay., İstanbul.. ÖĞÜN, Süleyman Seyfi (1995b), “Türk Aydınları ve Siyaset”, Türkiye Günlüğü, sayı: 35. ÖZLEM, Doğan (1995), “Felsefe Geleneği ve Aydınımız”, iç. Sabahattin Şen (der.), Türk Aydını ve Kimlik Sorunu, Bağlam Yay., İstanbul. 172 Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kimlik, Misyon ve Vizyonu Bağlamında Türk Aydını PARLA, Taha (1994), Türkiye’de Siyasal Kültürün Kaynakları –Atatürk’ün Nutuk’u-, 2.basım, İletişim Yay., İstanbul. PARLA, Taha (1999), Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, 3. basım, İletişim Yayınları, İstanbul. SAID, Edward (1995), Entellektüel -Sürgün, Marjinal, Yabancı- çev. Tuncay Birkan, Ayrıntı Yay., İstanbul. SARTRE, Jean-Paul (2000), Aydınlar Üzerine, çev. Aysel Bora, 2.basım, Can Yay., İstanbul. SAYAR, Ahmet Güner (1989), “150. Yılında Tanzimat’a Dair Düşünceler”, Türkiye Günlüğü, sayı: 8. SAYARI, Sabri (1995), “Soğuk Savaş’tan Sonra Türk Aydınları”, iç. Sabahattin Şen (der.), Türk Aydını ve Kimlik Sorunu, Bağlam Yay., İst. SAYBAŞILI, Kemali (1995), “Münevver, Entellektüel, Aydın”, iç. Sabahattin Şen (der.), Türk Aydını ve Kimlik Sorunu, Bağlam Yay., İstanbul. SHAYEGAN, Daryush (1991), Yaralı Bilinç, Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni, çev. Haldun Bayrı, Metis Yay., İstanbul. ŞERİATİ, Ali (1990), Aydın, çev. İbrahim Ağacan, Dünya Yay., İstanbul. ŞERİATİ, Ali (1991), Öze Dönüş, çev. Kerim Güney, Yedi Geve Kitapları, İstanbul. TEZEL, Yahya Sezai (1995), “Jakoben Yenileşmecilik”, iç. Sabahattin Şen (der.), Türk Aydını ve Kimlik Sorunu, Bağlam Yay., İstanbul. TİMUR, Taner (1994), Osmanlı Kimliği, 2.basım, Hil Yay., İstanbul. TİMUR, Taner (2000), Toplumsal Değişme ve Üniversiteler, İmge Yay., Ankara. TUNAYA, Tarık Zafer (1984), Türkiye’de Siyasal Partiler –İkinci Meşrutiyet Dönemi (1908-1918)-, 2. basım, cilt: II, Hürriyet Vakfı Yay., İstanbul. TÜRKÖNE, Mümtaz’er (1989), “Tanzimat’ta Millet Fikrinin Doğuşu”, Türkiye Günlüğü, sayı: 8. TÜRKÖNE, Mümtaz’er (1994), Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu, 2.basım, İletişim Yay., İsatnabul. 173 Ernur GENÇ 174 TÜRKÖNE, Mümtaz’er (1995a), “Gelenek ve Aydın”, iç. Sabahattin Şen (der.), Türk Aydını ve Kimlik Sorunu, Bağlam Yay., İstanbul. TÜRKÖNE, Mümtaz’er (1995b), “Modernitenin Son Ürünü: Müslüman Aydınlar”, Türkiye Günlüğü, sayı: 35. ÜLGENER, Sabri F. (1983), Zihniyet, Aydınlar ve İzm’ler, Mayaş Yay., İst. ÜLKEN, Hilmi Ziya (1938), “Tanzimat’a Karşı”, İnsan, cilt: 1, sayı:1. ÜLKEN, Hilmi Ziya (1998), Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, 5.baskı Ülken Yayınları, İst. (I. baskı Selçuk Yayınları, İst., 1966). WEBER, Max (1993), Sosyoloji Yazıları, İnglizce baskısını haz. H.H.Gerth ve C.W.Mills, çev.Taha Parla, 3.baskı, Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul. YAVUZ, HİLMİ (1987), Kültür Üzer
.Öz Milliyetçiliğin, etkin bir ideoloji olarak tarih sahnesinde belirişi, Batılı toplumların ulus-devlet olma süreci ile eşzamanlıdır. İki yüzyıldır toplumlararası ilişkilerde ve uluslararası sistemde varlığını hissettiren milliyetçilik, ulus-devletin kültürel ve politik bütünlüğü için önemli bir aidiyet kimliği olarak biçimlenmiş; farklı formlarıyla (nasyonal sosyalizm, faşizm, mikro milliyetçilikler, vs.) sosyo-ekonomik, kültürel ve siyasal yapıların dönüşümünde oldukça etkin bir rol üstlenmiştir. Birçok düşünür, gerek endüstrileşme, gerek küreselleşmenin tektipleştirici etkisi ve gerekse ulus-devletleri aşındırıcı uluslararası oluşumların gelişimi nedeniyle, 21. yüzyılda bir ideoloji olarak milliyetçiliğin yıldızının giderek söneceği konusunda fikir birliğine varmıştır. Ancak kendini çağlara uyarlayabilme becerisi ile milliyetçilik, “postmodern” çağda da varlığını sürdürebilmiştir. Kapitalizmin geçirdiği yapısal dönüşüm süreçlerinde, milliyetçilik birbirinden farklı ve hatta birbirine karşıt ideolojilere eklemlenerek şekillenmiş, dönüşmüş ancak yine de var olmaya devam etmiştir. Çalışmada, kaçınılmaz olarak solup gideceği düşünülen milliyetçiliğin, küreselleşme süreci ve kapitalizmin politik-ekonomik dönüşümü ile birlikte yeniden yükselişi tartışılmaktadır. Anahtar Kelimeler: Milliyetçilik, Kapitalizm, Yeniden Yapılanma, Ulus-devlet, Küreselleşme Abstract The emergence of nationalism in the scene of history as an ascendant ideology is synchronical with the western societies’ process of becoming nation-states. As an active agent of the relationships among societies and international system since two centuries, na tionalism took shape as an important identity of belonging for the cultural and political integrity of the nation-state, and took on a quite active role about the transformation of socio-economic, cultural and political structures with its different forms (such as national socialism, fascism, micro nationalism, etc.). Many of the thinkers had a consensus about the issue that nationalism as an ideology will fade away due to both industrialization, the homogenizing effect of globalization and the improvement of the international formings that are eroding the nation-states. But with the ability of adaptation to different eras, nationalism could survive in the “postmodern” era. During the structural transformation processes of capitalism, nationalism took shape and transformed by articulating to different and even opponent ideologies, but it still continued to exist. The revival of the nationalist ideology with the process of globalization and the politic-economic transformation of capitalism -although it was thought that it would inevitably wither away- is the main argument of the study. Keywords: Nationalism, Capitalism, Restructuring, Nation-state, Globalization. Dünden Bugüne Milliyetçilik: Küresel Dünyada Yükselen Sesler Nationalism Through the Ages: Rising Voices in the Global World Dr. Senem Sönmez Selçuk Dr. Senem Sönmez Selçuk, Yaşar Üniversitesi İİBF Uluslararası Ticaret ve Finansman Bölümü, senem.sonmez@yasar.edu.tr Anadolu University Journal of Social Sciences Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi 118 Dünden Bugüne Milliyetçilik: Küresel Dünyada Yükselen Sesler Giriş Milliyetçiliğin ortaya çıkışı1 , kökeni, türleri2 ve modern bir kavram olup olmadığı konusunda tartışmalar, çok farklı argümanlar ve oldukça geniş bir literatür bulunmaktadır. Peki ama milliyetçiliği tanımlamak neden böylesine zor görünmektedir? Bu soru Balibar’dan bir alıntı yapılarak yanıtlanacak olursa; “öncelikle bu kavram hiçbir zaman tek başına işlev görmez, her zaman hem en önemli hem de en zayıf halkası olduğu bir zincirin içinde yer alır. Bu zincir sürekli olarak (…) zenginleşmiştir: yurttaşlık, yurtseverlik, popülizm, etnizm, etnosantrizm, yabancı düşmanlığı, şovenizm, emperyalizm, jingoizm...” (Balibar, 2000, s.62). Milliyetçilik, kendini çağlara, siyasal rejimlere, ekonomik ve toplumsal yapılara uyarlayabilen ve bu nedenle de yer ve zamana göre farklılaşabilen oldukça 1 Milliyetçilik bir kavram olarak ilk kez 1774 yılında Johann Gottfried Herder tarafından kullanılmıştır. 17. yüzyılda İngiltere’de, 18. yüzyılda ABD ve Fransa’da, 19. yüzyılda Almanya’da halkın siyasal katılımının giderek yaygınlaşması milliyetçiliğin ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştur. Milliyetçiliğin ilk ne zaman ve nerede ortaya çıktığı araştırmacıdan araştırmacıya değişmektedir. Milliyetçilik, Greenfeld ve Hastings’e göre İngiltere’de, Alter’e göre Fransa’da, Breuilly ve Kedourie’ye göreyse Almanya’da doğmuştur. Tüm bu araştırmaları birleştiren nokta, milliyetçiliğin ilk olarak Avrupa’da ortaya çıktığı görüşüdür. Anderson ise milliyetçiliğin doğum yeri olarak Latin Amerika’daki bağımsızlık hareketlerini göstermektedir (Özkırımlı, 2008, s.193). 2 Milliyetçilik üzerine çalışanların, milliyetçilikleri çeşitli sınıflandırmalara tabi tuttukları görülmektedir. Örneğin; Louis Snyder, milliyetçilikleri dönemlere ayırmıştır. Bu dönemler, 1815-1871 ‘birleştirici’ milliyetçilik, 1817-1900 ‘dağıtıcı’ milliyetçilik, 1900- 1945 ‘saldırgan’ milliyetçilik ve 1945-? ‘modern’ milliyetçilik olarak adlandırmıştır. Carlton Hayes, milliyetçilikleri ‘hümanist’, ‘geleneksel’, ‘jakoben’, ‘liberal’, ‘birleştirici’ ve ‘iktisadi’ milliyetçilik olarak adlandırmaktadır. Hans Kohn’un geliştirdiği ikili tipoloji ise, ‘Batılı-isteğe bağlı’ milliyetçilik ve ‘Doğulu-organik’ milliyetçiliktir. Kohn’un ayrımından yaralanan Smith ise “toprağa bağlı (teritoryal) milliyetçilikler” ve “etnik milliyetçilikler”den söz etmektedir. Milliyetçiliğin ortaya çıktığı toplumsal yapı göz önüne alındığında ise, ‘azgelişmiş ülke milliyetçiliği’, ‘Batı tipi’ veya ‘modern milliyetçilik’ olarak adlandırılmaktadır (Uzun, 2003, s.140; Özkırımlı, 2008, s.60, 61). dayanıklı bir ideolojidir.3 Yapısal koşullara, yere ve zamana göre belli olguları temel alarak varlığını büyük öl çüde sürdürebilen milliyetçiliği Smith şu şekilde tanımlamaktadır: “Milliyetçilik bukalemunvaridir, rengini bağlamından alır. Bu sonsuz kere yönlendirilebilir, şekil verilmeye ziyadesiyle müsait inanç, hissiyat ve sembollerden mürekkep dokuyu anlamak yalnızca her bir özgül durum içinde mümkündür...” (Smith, 2004, s.129). Milliyetçi hareketlerin toplumsal bileşimi, tarihsel konjonktüre bağlı olarak hem son derece değişkendir ve hem de sınıfları yatay keser. Taraftarları arasında entelektüellerin, akademisyenlerin, tacir ve sanayicilerin yanı sıra, işçiler, köylüler, subaylar ve hatta aristokratlar da bulunabilir (Smith, 2004, s.186, 187). Milliyetçiliğin sınıfsal yapıları ve sınıf çatışmalarını göz ardı edebilmesinin ardında yatan temel neden, milleti aynı toprak üzerinde yaşayan içsel olarak bütünleşmiş bir topluluk olarak görmesidir. Hem toprak hem de kültür, milliyetçi ideoloji tarafından -toplumsal konumlar, sınıfsal yapılar ve ekonomik farklılıklar açısından değil de- ulusal olarak tanımlanmaktadır. Bu türden bütüncül bir anlayış, milliyetçilere, elde etmek istedikleri amaçların bütün toplumun amaçları olduğu iddiasında bulunmalarına olanak sağlamaktadır. Böylece, milliyetçilerin hedefleri, toplumun ortak çıkarı haline gelmekte; toprak sahipleri ve köylüler, sermaye sahipleri ve işçiler gibi toplumsal sınıfların belirli amaçları ulusal amaç ve hedeflerin gerçekleşmesi amacıyla önemsiz kabul edilebilmektedir. Modern çağda çeşitli gruplara hitap edebilecek söylemlerin geliştirilmesi zorunlu hale gelmiştir. Bunu en iyi yapan ideoloji de milliyetçiliktir. Bir tür el çabukluğu ile, mantıksal olarak çelişen toplulukları bir araya getirmeye çalışmaktadır. Milliyetçilik, modern çağın 3 Batı’da ilk ortaya çıktığı dönemde etnik, dini, kültürel vb. özelliklerden çok, vatandaşlığa dayanan ve ulus-devletle vatandaşı arasındaki bağı ifade eden klasik liberal milliyetçilik, 20. yüzyılda temelde ortak soy düşüncesine dayanan etnik unsurları öne çıkararak etnik milliyetçilik şeklini almıştır. Günümüzde ise, özellikle İslam ülkelerinde dinin etkin olduğu bir milliyetçilikle karşılaşılmaktadır. Diğer ideolojilerle olan ilişkileri dikkate alınacak olursa, erken dönem Batı milliyetçiliklerinin, Fransız Devrimi’nin etkisiyle liberal özlemler içinde ve ilerici bir hareket olduğu söylenebilir. Buna karşılık, 20. yüzyılın ilk yarısında milliyetçilik, çoğunlukla otoriter, anti-demokratik ve faşist eğilimler taşıyan tutucu ideolojilere eklemlenerek şekillenmiştir. Almanya’da Nasyonal Sosyalizm, İtalya’da Faşizm ve İspanya’da Frankoculuk bu durumun somut örnekleridir. Meşrulaştırdığı ulusal niteliklere ve eklemlendiği düşüncelere göre de sağcı ya da solcu, ilerici ya da gerici, ılımlı ya da aşırı milliyetçiliklerden söz edilebilir. sbd.anadolu.edu.tr 119 Cilt/Vol.: 12 - Sayı/No: 3 (117-136) Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi hemen başlangıcında “canlı bir tohum ve büyük bir yanılgı olarak apansız belirdi. Ulusal Devlet’in dini haline gelen ulusçuluk, geçen yüzyıl boyunca zehirleme gücünün en yüksek noktasına ulaştı.” (Paz, 2000, s.189). “Milliyetçilik çağı” olarak anılacak olan 19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılın ilk yarısında, milliyetçilik başta Avrupa olmak üzere, dünyanın dört bir köşesinde etkili olmuş ve pek çok bölgede haritaların yeniden çizilmesine yol açmıştır. Ancak birçok düşünür, gerek endüstrileşme, gerek küreselleşmenin tektipleştirici etkisi ve gerekse ulus-devletleri aşındırıcı uluslararası oluşumların gelişimi nedeniyle, 21. yüzyılda bir ideoloji olarak milliyetçiliğin yıldızının giderek söneceği konusunda fikir birliğine varmıştır. Ne var ki kendini çağlara uyarlayabilen milliyetçilik, bir kez daha bu becerisini göstermiş ve “postmodern” çağda da varlığını sürdürebilmiştir. Bu çalışma, solup gitmesi beklenen milliyetçiliğin, kapitalizmin politik-ekonomik dönüşümü ve küreselleşme süreciyle birlikte yeniden dirilişini tartışmayı hedeflemektedir. Bu doğrultuda öncelikle milliyetçiliğin doğuşu incelenecek ve milliyetçiliğin solup gitmesi beklentisini yaratacak nedenlere değinilecek; sonrasında ise küreselleşmenin tektipleştirici etkisine bir tepki olarak milliyetçiliğin yükselişi tartışılacaktır. Milliyetçiliğin Doğuşu Uluslararası politikada 18. yüzyılın ikinci yarısında, Fransız Devrimi sırasında gelişmiş ve yayılmış olan milliyetçilik hareketi, tarihin belli bir döneminde toplumsal ve entelektüel öğelerin ortaya çıkardığı bir olgudur ve siyasal, ekonomik, entelektüel açıdan uzun bir birikimin sonucudur. Modernist bakış açısına göre, milletler ve milliyetçilik oldukça yeni bir fenomendir; milliyetçi fikirlerin, motif ve sembollerin ilk olarak ortaya çıktığı yer, 17. yüzyıl sonu – 18. yüzyıl başları Batı Avrupası’dır (Smith, 2004, s.137) ve milliyetçilik endüstrileşme, kapitalizm, merkezi devletlerin kurulması, bürokrasi, kentleşme, kitle iletişimi ve laikleşme gibi devrimci modern güçlerin ürünüdür (Smith, 2002, s.34). Milliyetçilik, endüstrileşmenin ve sosyo-ekonomik modernitenin süreçlerinden bağımsız düşünülemez, çünkü eski çağlarda milliyetçiliğin ortaya çıkmasını sağlayacak toplumsal, siyasal ve ekonomik koşullar bulunmamaktadır. Modern çağda oluşan bu koşullar milliyetçiliği, milliyetçilik de milletleri yaratmıştır.4 Anderson’a göre milliyetçilik bilinçli olarak benimsenen siyasal ideolojilerle değil, kendisinden önce gelen geniş kültürel sistemlerle ilişkilendirilmelidir. Bu anlamda en önemli iki kültürel sistem din ve hanedanlıktır (Anderson, 2009, s.26). On altıncı yüzyıla 4 Milliyetçilik kuramları içerisinde üç farklı yaklaşımdan söz edilebilir; modernist yaklaşım, ilkçi yaklaşım ve etno-sembolcü yaklaşım. Modernist yaklaşımı benimseyen çalışmaların ortak noktası, milletler ve milliyetçiliğin modern çağa, yani son birkaç yüzyıla, ait yapılar olduğu görüşüdür. Modernistlere göre, modernleşme sürecinin yol açtığı çatışmalar ile milliyetçi duyguların uyanışı arasında bir ilişki bulunmaktadır. Esasen, “modern milletin ve onunla bağlantılı her şeyin temel karakteristiği, modernliğidir.” (Hobsbawm, 2006, s.29). Modernist yaklaşım öncüleri arasında Karl Deutsch, Tom Nairn, Eric Hobsbawm, Ernest Gellner ve Benedict Anderson sayılabilir. İlkçi yaklaşıma (primordialism) dayalı milliyetçilik kuramları ise, etnik kimliklerin ve onu oluşturan din, dil, kan bağı gibi nesnel öğelerin ‘verili’ (given) olduğu ve nesilden nesile fazla değişikliğe uğramadan aktarıldığı düşüncesini ileri sürmektedir. Primordial bağlılıkların tanımı Clifford Geertz tarafından yapılmıştır. Geertz’e göre primordial bağlılıklar; temelde birinci dereceden yakınlık ve akraba bağlantıları, ancak bunların ötesinde belirli bir dinsel topluluk içinde doğmuş olmak, belirli bir dili ve hatta bir dilin diyalektini konuşmak ve belirli sosyal uygulamaları takip etmekten kaynaklanan sosyal varoluşun “verilerinden –veya daha doğrusu kültür bu tür konularda kaçınılmaz olarak işin içine girdiği için doğruluğu kabul edilmiş “veriler”den– kaynaklanan bağlılıklar şeklinde tanımlanmıştır (Geertz, 1994, s.30). İlkçi yaklaşım içerisinde yer alan doğalcı bakış açsısı milletler ve etnik gruplar arasında bir ayrım yapmayarak, milliyetçiliği her dönemde insanlığın temel niteliği kabul etmektedir (Smith, 2002, s.29; Özkırımlı, 2008, s.85). İlkçi yaklaşım içerisinde ‘eskilcilik - kadimcilik’ (perennialism) olarak adlandırılan bir diğer bakış açısına göre ise milliyetçiliğin olmadığı bir çağ yoktur ve milliyetçiliğin ilk örnekleri antik çağlara, Eski Mısır’a ve Sümerler’e kadar geri götürülebilir (Smith, 2002, s. 339). Milliyetçilik çözümlemelerinde etnik geçmişe ağırlık veren kuramcılardan oluşan etno-sembolcü (ethno-symbolist) yaklaşım ise, modernizmin hegemonyasına bir tepki olarak doğmuş ve temel savlarını modernizm eleştirisinden yola çıkarak geliştirmiştir. İlkçiliği reddeden, modernist açıklamaları ise yetersiz bulan John Armstrong, Anthony D. Smith ve John Hutchinson gibi düşünürler, bu iki yaklaşımdan hareketle bir senteze ulaşmaya çalışmaktadır (Özkırımlı, 2008, s.209). Milliyetçilik çözümlemeleri büyük ölçüde benzerlik gösteren etno-sembolcü düşünürlere göre, milletlerin gelişim süreci, etnik geçmişleri de göz önünde bulundurularak, geniş bir zaman dilimi içinde ele alınmalıdır. Çünkü bugünün milletleri modern öncesi dönemin etnik topluluklarının devamıdır ve etnik kültürlerin gölgesi altında şekillenmektedir. 120 Dünden Bugüne Milliyetçilik: Küresel Dünyada Yükselen Sesler kadar dünyaya egemen olan bu iki sistem, on yedinci yüzyıldan itibaren gerilemeye başlamıştır. Milletin ihtiyaç duyduğu tarihsel ve coğrafi yeri sağlayan, işte bu gerilemedir. “Aydınlanma çağı, dünyevi akılcılık çağı, beraberinde, kendi modern karanlığını da” getirmiştir (2009, s.25). Milliyetçiliğin kökeninde halk egemenliği fikri yatmaktadır. Batı’da Ortaçağ sonlarına doğru, kapalı ve içine dönük ekonomik yaşamın coğrafi keşifler nedeniyle kırılması, kapitalizmin gelişmesine paralel olarak para ekonomisinin yaygınlaşması, aklın giderek özgürleşmesi, evrenin ve toplumun doğası hakkındaki fikirlerin laikleşmesi ile bir uyanış başlamış, soylulara ve rahiplere oranla geleneklerine daha az bağlı yeni bir sınıf –burjuva sınıfı– oluşmuş; bu uyanış geleneksel ekonomik ilişkilerin ve yaşantının değişimine neden olmuştur. Bu gelişmeler neticesinde 17. yüzyılda Aydınlanma Çağı5 açılmış ve hükümdarların tanrısal egemenliği tartışılmaya başlanmış; egemenliğin kaynağının tanrısal değil dünyevi olduğu, bu nedenle de bütün yurttaşların devlet gücü üzerinde hakkı olduğu yolunda görüşler belirmeye başlamıştır. Aydınlanma tarafından yayılan felsefi ve bilimsel fikirlerin etkisi altında, dinsel inancın entelektüel anlamda sürdürülmesi gitgide zorlaşmaktadır. Aşkın ve kişileştirilmiş bir Tanrı’ya olan inancın yitirilmesi6 ve mutlu bir dünyevi kader inancının kazanılması, toplumu yapısal dönüşümüne hazırlamıştır (Gellner, 2007, s.20). Batı Avrupa’da 18. yüzyıl, yalnızca “milli 5 Aydınlanma filozoflarına göre akıl insan olmanın, akılcılık da bireysel ve toplumsal ilerlemenin başlıca gereğidir. Aydınlanmanın etkili düşünürleri arasında olan Jean Jacques Rousseau “Emile” adlı eserinde Tanrı’nın algılanmasını dahi “Tanrının insanlara aklın kavrayamayacağı doğruları gösterme inancı yoktur.” diyerek açıklamaktadır. Aydınlanma filozofları, akılcılıktan hareketle bireylerin eşit ve özgür olmaları, mutlak yönetimlere ve tanrısal egemenliğin sahibi monarklara karşı çıkma hakkı, halkı özgürlüğün dayanağı olarak görme gibi çeşitli demokratik düşünceleri ileri sürmüşlerdir (Afşar, 2002, s.270-296). 6 Bu yeni fikirler, Protestan Reformu ile yakından bağlantı içinde gelişmiştir. Bunun yanı sıra, bireylerin kutsal metinleri kendi başına okuması ve üzerinde düşünmesi de, bireyin hem skolâstik, hem de seküler ilişkiler alanındaki hiyerarşiden bağımsızlaşma fikrini teşvik etmiştir. Kilise geleneğinden Protestan kopuş, kralların tanrısal hakları gibi diğer konulara karşı da bir şüphecilik doğurmuştur. Reformasyonun tetiklediği savaşlar ulusal kimliklere dönüşen kültürel farklılıkların, siyasal güçle kümelenmesine yol açmıştır. ölüm korkusuna çözüm sunmaktaydı. Dinin önemini yitirmesi ile, ölümlülüğü sürekliliğe çevirecek, rastlantıya anlam katacak başka bir çözüme gereksinim duyulmaktaydı. Hiçbir şey bu amaca milletten daha uygun değildi, çünkü milletler ezeli bir geçmişten gelmekte ve sonsuz bir geleceğe doğru ilerlemekteydi. Anderson’un ifadesi ile: “Milliyetçiliğin büyüsü, rastlantıyı yazgıya dönüştürmesidir.” (2009, s.25). Bu nedenle 18. yüzyılda ulus kavramı, “insan hayatında en yüksek birey-üstü güdü olarak, dinin yerine aday olmuştur. Ulus, otoritesini vahiyden değil, akıldan” almaktadır (Horkheimer, 2005, s.66). Tom Nairn milletleri ve milliyetçiliği toplumların gelişim sürecinde zorunlu bir aşama olarak gören görüşü eleştirerek, milliyetçiliğin köklerinin toplumların iç dinamiklerinde değil, dünyanın genel tarihsel gelişim sürecinde aranması gerektiğini dile getirmektedir (Aktaran, Özkırımlı, 2008, s.111). Nairn’e göre milliyetçilik, Fransız ve Sanayi devrimlerinden bugüne uzanan dönemde, dünyaya egemen olan politik ekonominin bazı nitelikleri tarafından belirlenmektedir (Nairn, 1981, s.320). Milliyetçilik, kapitalizmin dünyayı hızla etkisi altına almasının tarihsel-toplumsal bedelidir. Milliyetçiliği doğuran kapitalist ekonominin, 18. yüzyıldan bu yana eşit olmayan, ‘dengesiz kalkınma’sıdır. Bu ‘dengesiz kalkınma’ (uneven development), sanayileşmiş merkez (core) ülkelerin, geri kalmış çevre (periphery) ülkeler üstünde üstünlük kurmasıyla sonuçlanmıştır. Geri kalmış ülkelerdeki seçkinler, halklarının kalkınma beklentisini karşılayabilmek için, işleri kendi üstlerine almışlardır ve milliyetçilik de bu sürecin itici gücü olmuştur (1981, s.325). Gelişmiş ülkelerin yarattığı baskı geri kalmış toplumlarda tepki olarak milliyetçiliği doğururken; uzun vadede, milliyetçilik dünya siyasetinin yeni normu haline gelince, süreç diyalektik olarak gelişmiş ülkeleri de etkisi altına almaktadır (1981, s.326). “Milliyetçilik çağı”7 olarak anılacak 19. yüzyıl boyunca, milliyetçilik daha çok ahlaki ve felsefi boyutları ile 7 Kedourie’ye göre milliyetçilik 19. yüzyılın başlarında, Avrupa’da üretilmiş bir doktrindir (Kedourie, 1994, s.1). “Halk yığınlarının ortak bir siyasal forum içinde birleşmeleri süreci” (Gönlübol, 2000, s.321) olan milliyetçilik, ilk belirtilerini Fransız Devrimi ile vermiş, tüm Avrupa devletlerine yayılmış ve 19. yüzyıl Avrupasının en belirgin özelliklerinden biri olmuştur. sbd.anadolu.edu.tr 121 Cilt/Vol.: 12 - Sayı/No: 3 (117-136) Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi tartışılmıştır. Bu yüzyıl düşünürlerinin ortak özelliği, farklı iki kampta –milliyetçiliğe sempati ile bakan ‘partizan’ yaklaşım8 ve milliyetçiliğe karşı çıkan ‘eleştirel’ yaklaşım9 – yer alsalar da, genel olarak milliyetçiliğin doğallığını sorgulamadan kabullenmeleri ve onu toplumsal yaşamın vazgeçilmez bir parçası olarak algılamalarıdır (Özkırımlı, 2008, s.42). Genellikle tarihçiler “Batı’nın eski ve devamlılığı olan milletlerinin gelişimini, milletlerin Doğu Avrupa, Asya, Latin Amerika ve Afrika’daki daha düşünülmüş yaratımından” ayırmaktadırlar (Smith, 2004, s.158). Smith de bu tezi destekleyerek Batı Avrupa ve dışındaki milletlerin oluşum süreçlerini birbirinden ayırmaktadır. 18. yüzyılda Batı Avrupa’da milliyetçiliğin doğuşundan önce, milletlerin ideoloji, dil ve hissiyat olarak elverişli bir durumda olduğunu belirten Smith, Batı dışında ise milletlerin milliyetçiliğin yayılmasını takiben oluştuklarını ifade etmektedir. “Batı Avrupa’da milletlerin biçimlenmesi büyük bölümüyle planlanmamış bir gelişimdi. Batı dışında ise genellikle milliyetçi amaç ve hareketlerin sonucuydular. Batı milletleri neredeyse tesadüfen vardı; dünyanın öteki yerlerinde ise milletler tasarlanarak yaratıldılar.” (2004, s.158, 159). Bu nedenle de Smith’e göre, Batılı olmayan milletlerle karşılaştırıldıklarında, Batılı milletlerin doğuşu milliyetçilik düşüncesine çok az şey borçludur. Fransız Devrimi sonrasında Batı’da ortaya çıkan, vatandaşlığa dayanan ve siyasal yönü ağır basan milliyetçiliği Renan, “sivil milliyetçilik” olarak tanımlamaktadır. Buna karşılık, Doğu’da ortaya çıkan ve etnik unsurların belirgin olduğu milliyetçiliği ise “etnik milliyetçilik” olarak adlandırmaktadır. Söz konusu 8 Milliyetçiliğe sempati ile yaklaşanlar arasında çoğunluğu tarihçiler oluşturmaktadır. Milliyetçi tarihçiler, geçmişi tarayarak belirli bir milletin varlığını kanıtlayacak bulguları ortaya çıkarmaya çalışmışlar, gelenek ve görenek gibi milli kültürün temel öğelerini keşfetmişlerdir. Tarihçilerin dışında milliyetçiliği destekleyen düşünürler de bulunmaktadır. Örneğin, John Stuart Mill cumhuriyetçi vatandaşlık kavramı ile milliyet düşüncesini birleştirmekte ve özgür siyasal rejimler kurmanın yolunun türdeş bir ‘milli kimlik’ oluşturmaktan geçtiğini ifade etmektedir (Özkırımlı, 2008, s.43, 44). 9 Milliyetçiliğe karşı çıkan ve onu tarihsel gelişim sürecinde geçici bir evre olarak gören ‘eleştirel yaklaşım’ daha çok Marksist düşünürler tarafından benimsenmiştir. Kendi içinde bütünsel bir Marksist milliyetçilik kuramı olmamakla birlikte, farklı düşünürler farklı argümanlar geliştirmişlerdir. Örneğin, kimi düşünürler milliyetçiliği proletaryayı uluslararası devrim amacında saptıran bir tür ‘yanlış bilinç’ olarak tanımlarken; Lenin ise ezen ve ezilen ülke milliyetçiliği ayrımını gündeme getirerek, emperyalizmin baskısı altında ezilen halkların kendi kaderini tayin hakkı olduğunu iddia etmiştir (Lenin, 2006, s.127). ayrım farklı isimlendirmelerle yaygın olarak kullanılmıştır.10 Örneğin, Marx ve Engels’in “Avrupalı–Avrupalı olmayan milliyetçilik” ayrımı, Hans Kohn’un geliştirdiği “Batılı-isteğe bağlı milliyetçilik ile Doğulu-organik milliyetçilik” ayrımı, bu klasik ayrımı ifade etmektedir (Altuntaş, 2004/05, s.179; Dieckhoff ve Jaffrelot, 2010, s.13). Sivil milliyetçilik, milliyetçiliğin Avrupa’da ilk ortaya çıktığı şekli olan klasik liberal milliyetçiliği ifade eder. Bu milliyetçilik, vatandaş ile devlet arasında hak ve ödevlere dayanan bir anlaşmanın yanı sıra sadakat, bağlılık gibi duygusal boyutu da kapsamaktadır. Belirli bir toprak ve bu topraklarda yaşayanların güvenlik ve hakları temelinde tanımlanan sivil milliyetçiliğin ölçütleri arasında ortak köken, dil ya da ortak tarih yer almamaktadır. Bu nedenle de kültürel olarak nötr, siyasal olarak ise kapsayıcıdır.11 Fransız Devrimi’nden miras alınan demokratik ve evrensel değerlere bağlı olan bu milliyetçilik hareketleri, özgürlük ve kurtuluş hareketlerine katkıda bulunan ilerici bir öğreti olarak da değerlendirilmektedir. Bir milleti tanımlamanın etnik-dilsel kriteri fiilen çok geç başat hale gelmiştir. 19. yüzyılın ilk yarısında, Alman ve İtalyan liberal orta sınıflarının gözünde, dil birleşik bir ulus devletin yaratılmasında temel önemde bir argüman sağlarken12 ; bu durum henüz her yer 10 Sabbagh, klasik “sivil – siyasal” milliyetçilik ve “etnik – kültürel” milliyetçilik ayrımının aslında yanıltıcı olduğunu belirtmektedir. Çünkü her iki türde de, devlet ulusal bir kültürü ve ortak bir dili yaygınlaştırmakta aktif bir rol oynamaktadır. “Sivil milletler” ile “etnik milletleri” ayıran şey, “dile, kültüre ve milli kimliğe yönelik kayıtsızlıktan ziyade, milli kültürün içeriği; kapsamı ve kapsayıcı niteliği; kendi bünyesine entegre etme biçimidir. Başka bir deyişle topluluğa kabul koşullarıdır.” (Sabbagh, 2010, s.139). 11 “Sivil milliyetçilik paradigmasının ideal tipine daha yakın duran ülke örneği, devrim sonrası Fransa’sıdır. Aydınlanmanın özgürleşmeci felsefesinden ilham alan Fransız cumhuriyetçi geleneği, siyasal topluluğa aidiyeti tanımlarken ırk, etnisite, din veya milli köken gibi unsurlara dayanmamaktadır. Tam aksine, “bu türden farklılıkları kasten görmezden gelen ve katı biçimde sınırlandırılmış bir kamusal alan içinde, her tür yerelciliği aşma aracı olarak, atomistik bir vatandaş yorumu ön plana çıkarılır.” (Sabbagh, 2010, s.135). 12 “Almanların ve İtalyanların gözünde, kendi milli dilleri yalnızca, (…) Fransa’da olduğu gibi bir idari kolaylık ya da devlet çapındaki iletişimi birleştiren bir araç değildi; hatta, jakobenlerin gözünde olduğu gibi, eşitliğin sürekliliğini sağlayıp ancien régime’in hiyerarşisinin canlanmasını önleyerek, özgürlük, bilim ve ilerleme doğrularını herkesin önüne seren devrimci bir araç da değildi. Onların milli dilleri, seçkin bir edebiyat ve evrensel düzeyde bir entelektüel anlatım vasıtası olmaktan da öte, onları Alman ya da İtalyan yapan biricik şeydi. Sonuçta, diyelim İngilizcenin o dilde okuyup yazanlar için taşıdığı anlama kıyasla çok daha koyu bir milli kimlik anlamı taşıyordu.” (Hobsbawm, 2006, s.127). 122 Dünden Bugüne Milliyetçilik: Küresel Dünyada Yükselen Sesler de geçerli değildi. Polonya ya da Belçika’nın politik bağımsızlık iddiaları dile dayanmadığı gibi, aslında çeşitli Balkan halklarının Osmanlı İmparatorluğu’na karşı –bir takım bağımsız devletler doğuran– isyanları da dile dayanmıyordu. Aynı şekilde Britanya’daki İrlanda hareketinin de dile dayandığı söylenemezdi (Hobsbawm, 2006, s.127, 128). 20. yüzyılda en çok konuşulan milliyetçilik türü olan etnik milliyetçilik, temelde milliyetçiliğin olumsuz boyutunu belirtmekte ve bir önyargıyı ifade etmektedir. Etnik milliyetçilik, tarihsel olmayan milletlerin çoğalmasıyla ve ortak köken (soy), dil, din gibi unsurların millet olmanın giderek belirleyici ölçütleri haline gelmesiyle ortaya çıkmıştır ve ayrılıkçı bir nitelik taşımaktadır. Tarih, kültür ve ırk gibi kavramlar üzerinden otoriter ve dışlayıcı bir yapıya dönüşen; ırkçı, yabancı düşmanı ve faşist yaklaşımlarla kışkırtılabilen; ve hatta şiddetin çeşitli biçimlerine başvurabilen bu milliyetçilik hareketleri milliyetçiliğin karanlık yüzünü ortaya koymaktadır. Nairn, milliyetçiliği iyi ve kötü olmak üzere ikiye ayırmanın doğru olmadığını ifade etmektedir. Her milliyetçilik bağrında iyilik ve kötülük tohumlarını birlikte taşımaktadır; çünkü hem ilericilik, hem gericilik milliyetçiliğin genetik yapısına işlenmiştir. Bu nedenle Nairn, milliyetçiliği iki yüzü olan eski Roma tanrısı Janus’a benzetmektedir (Nairn, 1981, s.317- 351; Nairn, 1997, s.71-73). Bir yüzü ileriye, diğer yüzü geriye bakan Janus’un heykeli, geçmiş yüzyıllarda şatoların giriş kapılarını süslemekteydi. Milliyetçilik de modern çağın giriş kapısında durmakta ve bu kapıdan geçmeye, ilerlemeye çalışan insanoğlunu, umutsuzca geçmişe bakmak zorunda bırakmaktadır (Özkırımlı, 2008, s.114). 1880-1914 dönemi milliyetçilikleri, üç önemli noktada kendinden önceki dönemin milliyetçiliklerinden farklılaşmaktadır. Bu farklardan ilki, liberal çağda milliyetçiliğin temelinde yer alan “eşik ilkesi”nin13 13 Sadece yaşama şansı olan milletlerin kendi kaderini çizme hakkına sahip olmaları esasına dayanan “eşik ilkesi”ne göre, millet olma iddiasındaki her topluluğa bu hak tanınmamalıdır. Eşik ilkesini belirleyen, ulusun varlığına dair kanıtlardan ziyade siyasal güçtür. Siyasal güç ölçütü olarak da, nüfusun büyüklüğü ve kaynakların yer aldığı geniş bir toprak parçası iki temel kriter olarak ön plana çıkmaktadır. Mesela on dokuzuncu yüzyılda nüfus ve toprak açısından çok küçük bulunduğu için Belçika ve Portekiz’in bağımsız bir devlet olma iddiaları çok yersiz bulunmuştur (Hobsbawm, 2006, s.45-49). terk edilmesidir. Bundan böyle kendisini “millet” sayan her halk topluluğu, son analizde kendi topraklarında ayrı bir egemen bağımsız devlet kurma hakkı anlamına gelen “kendi kaderini tayin hakkına” sahip olduğunu iddia etmektedir. İkinci olarak ve bu “tarihsel olamayan” milletlerin çoğalmasının sonucunda, etnik köken ile dil, potansiyel millet olmanın merkezi –giderek belirleyici, hatta tek kriteri haline gelmiştir. Ama bunun yanında, sayıları gün geçtikçe artan ve iddialı hale gelen devlet dışı milli hareketlerden ziyade, yerleşik ulus devletler içindeki milli duyguları etkileyen üçüncü bir değişiklik söz konusudur: Millet ve bayrağın hızla politik sağa doğru kayması (Hobsbawm, 2006, s.126). 1880 sonrası dönemde milliyetçilik, alt orta katmanlar arasında, liberalizmle ve solla ilişkilendirilen bir kavramdan, sağcı 14–hatta radikal sağcı– bir şovenist, emperyalist ve yabancı düşmanı bir harekete doğru dönüşüm geçirmiştir. Yerli milliyetçilik belirli bölgelerde – Fransa, İtalya ve Almanya’daki gibi – sağcı hareketlerin yükselişi biçimine ya da daha genel olarak, politik yabancı düşmanlığı (ya da ifadesini antisemitizmde bulan ırkçılık 15) biçimine bürünmüştür. İlk defa kavramsal olarak Batılı olmayan bir dünyada çoğalan milliyetçi hareketlerle karşılaşılması da yine bu döneme rastlamaktadır. 1914’lere gelindiğinde 1870 yılına kıyasla, milliyetçi hareketlerin sayısında çok ciddi bir artış olduğu görülmektedir. Örneğin, Ermeniler, Gürcüler, Litvanyalılar ve diğer Baltık halkları, Yahudiler, Balkanlarda Makedonyalılar ve Arnavutlar, 14 Hobsbawm’a göre; “1914’ten önceki elli yılda ön plana çıkan milliyetçiliğin niteliği ne olursa olsun, bütün türlerinde şöyle ortak bir yan var gibiydi: Yeni proleter sosyalist hareketlerin reddedilmesi. Bunun nedeni yalnızca sosyalist hareketlerin proleter olmaları değil, aynı zamanda bilinçli ve militan biçimde enternasyonalist olmaları, en azından milliyetçi olmamalarıydı. Bu yüzden, milliyetçilik ile sosyalizmin çağrılarını karşılıklı olarak birbirlerini dışlayan çağrılar olarak görmekten ve birinin ilerlemesini diğerinin gerilemesiyle eşdeğer saymaktan daha mantıklı bir düşünce yok gibidir.” (Hobsbawm, 2006, s.148) 15 Yahudi düşmanlığı (antisemitizm), yaklaşık 1880’lere kadar “ırkçı” (dinsel-kültürel olandan ayrı) bir karakter kazanmamıştır. Irkçılık ile milliyetçilik arasındaki bağlar açıkça görülmektedir. “Ariler” ve “Samiler” örneğindeki gibi “ırk” ile dil kolayca karıştırılmaktadır. Bunun yanı sıra, ırkçılığın ırk arılığının önemini ve melezleşmenin korkunçluğunu vurgulaması ile dilsel milliyetçilik biçimlerinin pek çoğunun milli dilin yabancı öğelerden arındırılması gerektiğinde ısrar etmeleri arasında apaçık bir paralellik vardır. sbd.anadolu.edu.tr 123 Cilt/Vol.: 12 - Sayı/No: 3 (117-136) Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Basklar, Katalanlar ve Galliler arasında ve hatta Osmanlı İmparatorluğu’nda Araplar arasında milliyetçi hareketlerin yükselişine tanık olunmuştur. Bu hareketlerin çoğu artık dilsel ve/veya etnik unsuru öne çıkarmaktadır. Milliyetçiliğin, 1870’lerden 1914’e kadar hızla yükselmesi şaşırtıcı değildir; bu durum hem toplumsal hem de politik değişimlerin ürünüdür.16 İki savaş arası dönem, yani 1918-1950 yılları milliyetçiliğin zafer kazandığı ve zirveye çıktığı dönemdir. Birinci Dünya Savaşı’nın milliyetçiliğin yükselişine katkıda bulunmasının nedeni, ortaya çıkardığı ideolojik ve siyasal ihtiraslardır. Özellikle de mağlup veya savaşla güçsüzleşmiş devletlerde ve de mağlubiyetin intikamını almak isteyen vatandaşlar arasında ön plana çıkan milliyetçilik, bu ihtirasların en başta gelenidir (Hassner, 2010, s.275). Avrupa’da iki savaş arasındaki milliyetçiliğin baskın yönü, yerleşik ulus devletlerin ve onların irredenta’larının milliyetçiliğidir. Savaşan ülkelerdeki milliyetçilik, kuşkusuz savaşla birlikte iyice güçlenmiştir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Versailles Barış Antlaşması’nın ve beraberinde gelen antlaşmaların Avrupa’ya dayattığı model, Wilsoncu ilkenin, yani devlet sınırlarının milliyet ve dil sınırları ile uyumlu kılınması ilkesinin de etkisi altında, fiili ulus devletler modelidir. Hobsbawm’ın ifadesi ile; “Her halükarda, bu süreçten önce ya da ondan itibaren, Avrupa’da ya da başka bir yerde, politik haritayı milliyet doğrultusunda yeniden çizmeye yönelik aynı ölçüde sistemli bir girişim asla görülmemiştir.” (Hobsbawm, 2006, s.160). Ancak, çözüm işe yaramamıştır; halkların fiili dağılımı göz önüne alındığında, eski imparatorlukların yıkıntıları üzerinde kurulan yeni devletlerin çoğu, kaçınılmaz olarak, (Çekoslovakya, Polonya, Romanya ve Yugoslavya örneklerinde olduğu gibi) yerlerini aldıkları eski “milletler hapishaneleri” kadar çok milletli yapıdadır. “Asıl değişim, devletlerin artık ortalama olarak çok daha küçülmeleri ve devletler içindeki ‘ezilen halklar’a artık ‘ezilen azınlıklar’ denilmesi”dir (2006, s.161). Her birinde etnik köken ve dil itibariyle ayrı bir homojen halkın yaşadığı, kendi içinde 16 Toplumsal düzeyde, milliyetler olarak cemaatler icat etmenin yepyeni biçimlerinin geliştirilmesine giderek daha geniş bir zemin sunan üç gelişmeden söz edilebilir; 1) modernitenin saldırısına uğrayan geleneksel grupların direnişi, 2) gelişmiş ülkelerin şehirleşen toplumlarında hızla büyüyen yepyeni ve geleneksel olmayan sınıf ve katmanların ortaya çıkışı, 3) yeryüzünün her tarafındaki çeşitli halkların göçleri sonucu oluşan diasporalar (Hobsbawm, 2006, s.134). uyumlu teritoryal devletlere bölünmüş bir kıta yaratma çalışmasının mantıksal sonucu, azınlıkların kitle halinde kovulması ya da imha edilmesi olmuştur. Avrupa’da haritanın milli temelde yeniden çizilmesi, milliyetçiliği özgürleştirici ve birleştirici 17 içeriğinden yoksun bırakmaktadır. 1990’larda milliyetçilik yeniden ön plana çıkmıştır. 1990 sonrasında milliyetçilik, kâh dayatılan bölünmelerin ötesinde bir birlik arayışı, kâh emperyalist parçalanmaya karşı bir şiddet ya da emperyalist küreselleşmeye karşı bir tepki olarak ortaya çıkmaktadır (Hassner, 2010, s.279). Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında kurulan yeni devletler; Yugoslavya içinde Sırp, Hırvat ve Boşnaklar arasındaki kanlı savaş ve sonrasında gelen dağılma; Çekoslovakya’nın daha barışçı bir şekilde Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olarak ikiye ayrılışı; Avrupa Birliği’ne karşı Avrupa’nın çeşitli bölgesinde (Norveç’in halkoylaması ile birliğe girmeyi reddetmesi ya da ortak para birimi kullanılmasına tepki ile yaklaşan ülkeler örneğinde olduğu gibi) yükselen milliyetçi tepkiler ve daha birçok örnek 1990’lar sonrasında yaşanan gelişmelerdir. Her milletin bir devleti, aynı şekilde de her devletin bir milleti olması gerektiğine değinen milliyetçilik tanımları, millet ile devlet arasında tam bir uyum ve türdeşliği öne çıkaran mutlak bir örtüşmeyi ima etmektedir. Ancak bu türden bir örtüşme, tarihsel gerçeklik açısından mevcut olmadığına göre; millet ile devlet arasında arzu edilen o ‘mükemmel uyumu’ yaratmak üzere, tasarlanmış fiili “milletleştirme politikaları” devreye girmiştir. İnsanları ortak bir kalıba uydurmak için toplumsal farklılıkların törpülendiği veya silindiği örnekleri anlatırken, “Avrupa tarihi bir milli türdeşleştirme sürecidir.” diyor John Hall (Hall, 17 1914’ten önce karakteristik milli hareketler Habsburg ve Osmanlı İmparatorlukları gibi çok milletli ya da milletlerüstü diye değerlendirilen devletleri veya politik kümelenmeleri hedef alırken, 1919’dan sonra Avrupa’da genellikle ulus devletleri hedef almıştır. Dolayısıyla milliyetçilik, hemen hemen tanımı gereği, birleştirici olmaktan ziyade ayrılıkçı nitelik taşımaktadır. 124 Dünden Bugüne Milliyetçilik: Küresel Dünyada Yükselen Sesler 2008, s.20). Milli türdeşleştirme nadiren ılımlı bir şekilde gerçekleşirken; sıklıkla süreç, nüfus transferi ve hatta çok daha yoğun şiddet içererek, etnik temizlik gibi olgulara varabilmektedir. 18 “Milliyetçiliğin Solup Gitmesi Kaçınılmazdı!” 19. ve 20. yüzyılların önemli bir özelliği etnik duyguların belirginliğidir. Gene de, Hobsbawm’a göre, günümüzde “milliyetçilik ne kadar kaçınılmaz olursa olsun, artık Fransız Devrimi ile İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gelen emperyalist sömürgeciliğin sona erişi arası çağdaki gücüne sahip değildir.” (Hobsbawm, 2006, s.201). Yaşanan aidiyet açlığı ve “kimlik politikaları”, “milletler ile milliyetçiliğin üçüncü bin yıla hazırlanan karşı konulmaz bir güç olduğu yanılsamasını yaratırlar.” (2006, s.210). Bu yüzden de, “milletler ve milliyetçilik olduğundan daha etkili ve daha yaygın görünmektedir” (2006, s.211). Hobsbawm ve daha birçok düşünüre göre, yaklaşık 190 devlet içinde herhalde en fazla bir düzine devletin kendi yurttaşlarının gerçek anlamda tek bir dinsel ya da etnik grup duygusuyla özdeşleştiklerini iddia edebileceği günümüz dünyasında, homojenliğin sağlanmasını öngören milliyetçilik, yalnızca istenilmeyen bir şey olarak kalmamakta, aynı zamanda büyük ölçüde kendi kendini yok eden bir niteliğe bürünmektedir (Hobsbawm, 2006, s.220, 221). 19. ve 20. yüzyıl tarihi denince akla gelen ilk isimlerden biri olan Hobsbawm’a göre yirmi birinci yüzyılın tarihi; “ağırlıkla milletüstü ve milletaltı bir tarih olacak, ama milletaltı düzey bile (mini-milliyetçilik giysisini giysin giymesin) işlerlikli bir birim olarak eski ulus devletin gerilemesini yansıtacaktır. “Ulus devletler” ile “milletler” ya da etnik/dilsel gruplar, esas olarak, yeryüzünün milletlerüstü temelde yeniden yapılanmasının önünde geri çekilen, ona direnen, adapte olan, özümsenen ya da yerini kaybeden gruplar olarak görülecektir. Milletler ile milliyetçiliğin bu tarihte yeri olacaktır, ama ikincil düzeyde ve genellikle oldukça ufak rollerle.” (Hobsbawm, 2006, s.226). 18 Milliyetçilik, milletin birliği ve bölünmezliği fikrini teşvik etmiş, kültürel ve siyasal türdeşlik adına bütün farklılıkların, çoğunlukla da zor kullanılarak, ortadan kaldırılmasını haklı göstermiştir. Bunun sonucunda devlet, millet olmanın aracı haline gelmiş, heterojen bir nüfusun çeşitli etnik kültürlerinin zorunlu olarak yerini alacak türdeş bir siyasal kültürü yaratmak adına toplumsal ve siyasal bütünleştirme politikaları uygulamaya koyulmuştur. Burada milliyetçilik kavramı, etnik kökenlerine rücu etmekte ve kültürel farklılıkları, tasarlanan millet ile aşacak bir tekbiçimlilik oluşturmaya çalışmaktadır (Smith, 2004, s.125). Batılı liberal toplumsal düşünce ile Marksizm –bu noktada birleşerek– milliyetçiliğin politik gücünü azımsamışlar ve endüstrileşme ile birlikte milliyetçiliğin solup gideceğini kaçınılmaz görmüşlerdir. Gellner’ın ifadesiyle “ne kadar çok endüstrileşme, o kadar az milliyetçilik” (Gellner, 2007, s.62) her iki görüşün de gelecek beklentileri arasındadır. Milliyetçiliğin gücünü yitireceği beklentisini doğuran varsayımları şöyle sıralanabilir: Endüstri öncesi karmaşık uygarlıklar (Marksist terminoloji ile: feodal, köle ve Asya tipi toplumlar), büyük bir kültürel farklılığın eşlik ettiği ve hatta olumladığı, karmaşık bir işbölümüne sahiptirler. Dilsel, gastronomisel (yemek yeme ve pişirmeye ilişkin), ritüel ve doktriner farklılıklar çok yaygındır. İnsanlar kimliklerini sosyal durumlarının bu özgüllüğü ile ifade ederler (Gellner, 2007, s.59). Örtüşen kültürel özelliklerin tanımladığı etnik grup, kendine ayrıca politik bir sınır da istediği zaman, etnisite politikleşir ve milliyetçiliği doğurur. Bu politik birim içinde sayıları çoğalan yabancılar pek hoş karşılanmazlar, yönetici olmaları ise hiç hoş karşılanmaz. Endüstri öncesi uygarlıklar için şu hipotez öne sürülebilir: kültürel ve etnik farklılıklar bakımından zengindirler, ancak politik milliyetçiliğe pek sık rastlanmaz. Bu toplumlarda, politik birimin kültürel bakımdan homojen olması ya da her bir kültürün kendine ait bir politik birime sahip olması zorunluluğuna çok seyrek rağbet edilmiş ve bu durum çok seyrek biçimde uygulamaya geçirilmiştir. Tam tersine, o dönemin koşullarında topluluğun farklı katmanlarının kültürel ve etnik ayrışması tamamen işlevsel olup, bu ayrışmaya çok az karşı çıkılmıştır. Endüstrileşme, ifadesini ve meşruluğunu kültürel farklılıktan alan toplumsal ayrışmayı yok eder. Marx ve Engels, kapitalizmin emeği, sahibinin kimliğine ve sosyal durumuna hiçbir referans olmaksızın, sadece arz ve talep koşullarıyla alınıp satılan bir mala dönüştürdüğü gerçeğine vurgu yaparlar. 19 Emeğin, bu emeği icra eden kişinin toplumsal kimliğinden tamamen koparılması, Marksizmin ‘yabancılaşma’ nosyonunun da önemli bir öğesidir (Gellner, 2007, s.60). 19 “Marx, Friedrich Hist’in “Das Nationale System der Politischen Ekonomie” adlı eseri üzeri yazdığı bir makalede şunları söylemiştir: İşçinin milliyeti Fransız, İngiliz ya da Alman değil, emek, bedava kölelik, kendi kendini satmaktır. Onu yöneten hükümet Fransız, İngiliz, ya da Alman hükümetleri değil, sermayedir. Doğduğu yerin havası Fransız, İngiliz ya da Alman havası değil, fabrika havasıdır. Ona ait olan toprak Fransa, İngiliz ya da Alman toprağı değil, yerin bir kaç karış altıdır” (Aktaran; Özkırımlı, 2008, s.51). sbd.anadolu.edu.tr 125 Cilt/Vol.: 12 - Sayı/No: 3 (117-136) Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi “Endüstriyel toplumun iş koşulları, kültürel farklılıkları yaşatan ve barındıran sosyal yapıları çözmekte ve erozyona uğratmaktadır. Kültürel farklılıklar, endüstriyel üretimin buldozeri tarafından dümdüz edilecektir.” (Gellner, 2007, s.61). Etnisite, birbiriyle çakışan ve birbirini harekete geçiren kültürel farklılıklardan ibarettir. Öyle ki bu farklılıklar, onlara sahip olan bizlerin kültürümüzü ayırt etmemizi ve başka farklılıklara sahip olanlara, yani rakip kültürlere karşı olmamızı sağlar. Kendisini görünür kılan ve özünü teşkil eden bu kültürel farklılıklar silindikçe, etnisite de kuruyup gidecektir. Gellner’ın ifadesi ile “milliyetçiliğin solup gitmesi kaçınılmaz”dır (2007, s.62). Peki Ama Ters Giden Neydi? Neyi Gözardı Ettik? Endüstriyel toplum için tasarlanan gelecek kurgusu, 20. ve 21. yüzyılların politik gerçekliklerini yansıtmamaktadır. Solup gitmesi beklenen milliyetçilik, büyümüş ve giderek önem kazanmıştır. Peki ama ters giden ve göz ardı edilen nedir? Gelişmelere daha yakından bakıldığında görülen odur ki, küreselleşme, çok uluslu şirketler, kapitalist ulus ötesi sınıflar, bölgesel güç blokları, kitle tüketimi vb. gelişmeler soğuk savaş döneminin son bulmasıyla ortaya çıkan yeni siyasal koşullarla da birleşince milliyetçilik yeni boyutlar kazanmıştır. 19. yüzyıl bilim adamları, din ve etnisite gibi bağlılıkların modernleşme ile birlikte zamanla zayıflayacağı, sonra da ortadan kalkacağı görüşünü paylaşmıştır. Oysa, zamanla iki olgunun da özellikle milliyetçiliğin bir unsuru olarak önemi gittikçe arttırmıştır. “Modern endüstriyel dünya, insanlık tarihinde ilk kez, yüksek, yazılı ve eğitimle aktarılan kültürün bir azınlığın tekelinde olmadığı bir dünyadır. Bu kültür, toplumun ezici bir çoğunluğunun yaygın mülkiyeti haline gelmiştir.” (Gellner, 2007, s.66). Modern toplumun üyesi, kültürel kalıtımını, vatandaşlık ahlakını, iş becerisini yaygın bir eğitim sisteminden geçmesine borçludur. Bu sistem, standartlaşmış bir dilsel araç vasıtasıyla, kültürel bağlamca değil, ders kitaplarınca içerilen bilgiyi aktarır. Günümüzde modern insan, modern endüstriyel dünya için belirtilen gerekli yeteneklere ve söz konusu kültürün kendine dair imgesi ile uyumlu kişisel niteliklere sahip olduğu ölçüde sistem içinde var olabilecektir. Modern toplumun bu becerilerden yoksun bir üyesi çaresizdir ve kendini toplumsal tabakanın en alt seviyelerinde bulur. Bu koşullar altında modern insan, “yalnızca endüstrileşmez; bir Alman, bir Rus ya da bir Japon olarak endüstrileşir. (…) Modern endüstriyel (..) kültür renksiz değildir, karakterini belirleyen etnik renklere sahiptir” (2007, s.68). Milliyetçilik, yalnızca sömürü altında yaşayan az gelişmiş toplumlarda değil; bazen daha az şiddetli biçimlerde olmakla birlikte, bazı en ileri sanayi toplumlarında –Fransa, Kanada (Quebec) 20, Katalonya ve ABD’de– da hala oldukça kuvvetli ve dirençli bir biçimde gelişmeye devam etmektedir. Devrimler geleneği, gelişmiş ekonomisi, son derece merkezi devleti, profesyonel bürokrasisi ve küresel ekonominin kalbindeki tamamen modernleşmiş toplum özellikleri sergileyen iyi eğitilmiş ve varlıklı nüfusuyla Fransa’da bile, ideolojiler gelip geçici olmuştur, ama milliyetçilik ve güçlü bir milli kimlik duygusu hep sabit ve etkili olmuştur (Smith, 2002, s.43). Ticari duvarların yıkıldığı, metalar ve emeğin kıtalar arasında serbestçe hareket edebildiği yeni uluslararası işbölümü sistemine paralel olarak solması beklenen milliyetçilik, tarih sahnesindeki iniş-çıkışlarına rağmen, nasıl olup da kendini küllerinden tekrar diriltmekte ve varlığını sürdürmektedir? İkinci Dünya Savaşı sonrasında uykuya dalan milliyetçilik – metaforik bir anlatımla bir nevi uyuyan güzel gibi - nasıl olup da tekrar uyanmıştır? Kapitalizmin Politik-Ekonomik Dönüşümü Kapitalizmin 1970’lerde başlayan ve devam ettiği varsayılan yeniden yapılanması, zaman ve mekân boyutlarında yenilik ya da değişmeyi de kapsamış görünmektedir. Sözü edilen bu kapsamlı değişim –üretim, 20 Liberal demokratik devletlerin de ayrılıkçı hareketlerle karşı karşıya olduğunu göstermesi bakımından Quebec milliyetçiliği son derece önemlidir. Zengin doğal kaynakları ve kusursuz demokrasisi ile sakin ve çatışmasız bir göçmen ülkesi görünümündeki Kanada’nın dünyadaki olumu imajı ve Quebeclilerin dünyanın diğer bölgelerindeki bazı ulusal azınlıklar gibi ciddi bir asimilasyon tehdidi ile karşı karşıya olmaması, Quebec sorununun uluslararası alanda meşruiyet kazanamamasına neden olmuştur. Dünyanın en gelişmiş demokrasilerinden biri olarak kabul edilen Kanada, çokkültürcülüğü resmi bir politika olarak benimsemesine ve Fransızca konuşan Quebec eyaletine birçok ayrıcalık – özerklik tanıyan asimetrik bir federalizm uygulamasına rağmen; Quebec halkını bünyesinde barındırmakta ve özellikle referandumlarla baş gösteren milliyetçilik krizini bastırmakta zorluk çekmektedir. Quebec milliyetçiliği ile ilgili daha ayrıntılı bir okuma için bkz. (Kalaycı, 2006/07, s.9-30). 126 Dünden Bugüne Milliyetçilik: Küresel Dünyada Yükselen Sesler tüketim ve bölüşüm süreçleri ile– sadece ekonomik alanda sınırlı kalmamış; değişimin etkileri politik, jeopolitik, kültürel, vb alanlara da sıçramıştır. 21 Kapitalizmin yeniden yapılanması, refah devletinin marjinalleşmesi ya da işlev değiştirmesi 22, özelleştirme, deregülasyon, küreselleşme, ulus devletin giderek aşınması gibi öğeleri de kapsamaktadır. “Görüldüğü üzere, yeniden yapılanma süreci önemli ölçekte siyasal alanda gerçekleşmektedir.” (Şaylan, 2002, s.134, 135). Kapitalizmin yeni bir aşamaya girmesine yol açan belli değişiklikler, Jameson’a göre sermayenin yoğun biçimde uluslararasılaşması, teknolojik devrim ve siyasal güç olarak ulusal devletin aşılmasıdır. Metalaşma süreci ve kapitalist değişim, daha önce örneği görülmemiş ölçüde, yaşamın her alanını, bilgi üretim ve akışını, bilinç ve yaşam düzeylerini kökten etkilemiştir. Kapitalizmin bu yeni aşamasında, toplumsal formasyon ile birlikte birey de yeni bir oluşuma maruz kalmıştır. Ortalama insanın algılama, öğrenme ve bilme süreçleri büyük ölçüde etkinliği olağanüstü artan görsel medya ve kitle iletişim araçları tarafından belirlenmeye başlamıştır. Büyük ölçüde tekelleşen medya ise, hızla ulus ötesi hale gelen sermaye tarafından denetlenmekte; ve bu süreçte, zaman ve uzay 21 Kapitalizmin ileri aşamasını ya da endüstriyel toplumun gelişmiş aşamasını nitelemek için birçok yazar farklı kavramlaştırmalara gitmektedir: Bell ve Piore “post-endüstriyel toplum”, Urry, Lash ve Offe “örgütsüz kapitalizm”, Touraine “programlanmış toplum”, Castells “ağ toplumu” kavramını kullanırken; daha genel olarak “enformasyon toplumu”, “bilgi toplumu” ve “postmodern toplum” gibi kavramlar da farklı düşünürler tarafından kullanılabilmektedir. 22 Bunalımın nedeni olarak refah devleti uygulamaları veri alındığında yeniden yapılanma, refah devleti ve kumanda ekonomisi alanının pazar ekonomisi lehine daraltılmasını gündeme getirmektedir. Bu doğrultuda, özelleştirme ve deregülasyon (engelleyici kural ve normları ortadan kaldırma) uygulamalarının yanı sıra, ulusal devletin egemenlik alanının daraltılmasıyla karakterize olan küreselleşmenin de, yeniden yapılanma sürecinin bileşenlerinden biri olduğu söylenebilir. Sözü edilen bu bunalımın sosyo-politik yaşamdaki etkisi, “refah devletinin çöküşü” olmuştur. “Küçülen devlet” ve benzer terimlerle ifade edilen bu olgu, devletin rolü ve işlevleri alanında kapsamlı bir değişimi ortaya çıkarmıştır. Refah devletinin marjinalleşmesi ya da devletin işlev değiştirmesi, aynı zamanda toplumsal sınıflar arası güç dengesinin değişmesi anlamına gelmektedir. [1929 ekonomik krizi ve II. Dünya Savaşı sonrası kapitalizmin yeniden yapılanması, sermaye ile örgütlü emek arasındaki uzlaşmaya dayanan bir sosyo-politik yeniden yapılanma olan refah devletinin doğuşu, bunalımı ve çöküşü konusunda daha ayrıntılı bilgi için bkz. (Şaylan,1995, s.45-97; Şaylan, 2002, s.137-156; Kazgan, 2005, s.1-27)]. değişkenlerini aşan yeni bir ideolojik yorum dünya ölçeğinde egemen hale gelmektedir. İşte postmodernizm, bu oluşumun kültürel çerçevesi olarak gündeme gelmiştir (Jameson, 1990). Günümüz dünyası, teknolojik bir devrimin belirlediği ve yönlendirdiği büyük bir evrensel dönüşüm yaşamaktadır.23 Teknolojik devrimin en belirgin olarak ortaya çıktığı alan bilişim, iletişim ve ulaşım olarak nitelendirilebilir. Artık dünyanın hiçbir yeri bir başka yerine uzak ve yabancı değildir. Etkin ve merkezileşmiş iletişim ağları24 ile kültürlerarası etkileşim yoğunlaşmış; en azından tüketim ve eğlence normları açısından evrensel bir kültür ortaya çıkmıştır.25 Ulaşım alanındaki teknolojik sıçrama ise toplumlar ve toplumsal aktiviteler arasındaki fiziksel uzaklığı önemli ölçüde azaltmıştır. Bu dünya ölçeğindeki bütünleşme, “küreselleşme” terimi ile ifade edilmektedir. Kapitalizmin yeni ve evrensel bunalımı bu defa sermayenin yoğunlaşması ile aşılmaya çalışılmaktadır ve Şaylan’a göre “tüketim toplumu ve küreselleşme yoğunlaşmış sermayenin dünyayı bütünleştirme akslarıdır.” (Şaylan, 1995, s.102). 23 Teknolojik değişim işgücünün üretimde sermayeyle büyük ölçüde ikamesi olanağını getirmiş; sınai üretim maliyetinde işgücünün payı yarıdan fazla azalarak birçok alanda %15’in dahi altına düşmüştür. Bu süreç vasıfsız-yarı vasıflı işgücünü ikame ederken, aynı zamanda az sayıda ama yüksek vasıflı işgücü ihtiyacını arttırmıştır. Bu süreç, dünyanın her yanında köklü değişimlere yol açmaktadır; merkezde vasıfsız kesimde artan işsizlik oranları, özellikle kadın emeğinin istihdamının son derece daralması, vasıfsız emek ücreti ve sosyal hakları üzerindeki baskının giderek artması, yarı-zamanlı ya da geçici işçi çalıştırma, taşeronlaşma, emek pazarının esnekleşmesi, vb. bu sürecin ortaya çıkardığı toplumsal-ekonomik sorunlardan sadece bir kaçıdır. Yani yeni teknolojik gelişmeler ile hem emek-sermaye gelirinde, hem de değişik emek kategorileri arsında güçsüzler aleyhine değişim yaşanmaktadır (Kazgan, 2005, s.215-236). 24 İletişim alanında yaşanan teknolojik devrim, uluslararası iletişim düzeni, bu süreçteki pazar ilişkileri ve medya emperyalizmi gibi konular hakkında bkz. (Erdoğan, 1995). 25 Jameson’a göre kapitalizmin bu yeni aşaması, yeni bir insan psikolojisinin oluşumuna yol açmış; ortalama insanın algılama, öğrenme ve bilme süreçleri büyük oranda, etkinliği olağanüstü bir biçimde artan görsel medya tarafından belirlenmeye başlamıştır. Bu medya, hızla ulus ötesi hale gelen sermaye tarafından denetlenmekte ve bununla birlikte, zaman ve uzam değişkenlerini aşan yeni bir ideolojik yorum dünya çapında egemen hale gelmektedir. Postmodernizm, tüm bu oluşumların kültürel çerçevesi olarak gündeme gelmiştir (Şaylan, 2002, s.39). sbd.anadolu.edu.tr 127 Cilt/Vol.: 12 - Sayı/No: 3 (117-136) Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Aslında kapitalizm, Braudel ve Wallerstein’in da belirttikleri gibi, tarih sahnesine çıktığı andan itibaren bir dünya sistemidir; dünyayı bir ekonomik bütün olarak görüp algılamaktadır.26 O halde, bu açıdan bakıldığında, yerkürenin gittikçe daha fazla parçasının kapitalist pazar ağına çekilmesi olarak tanımlanabilen küreselleşme, elbette ki yeni bir olgu değildir27, sadece yeni bir terimdir28. Yeniden yapılanma süreci içinde, zaten kapitalizmin başlangıcından beri var olan küreselleşmenin hız ve derinlik kazandığı ileri 26 Kapitalizmi her şeyden önce tarihsel bir toplumsal sistem olarak gören ve dünyanın, 16. yüzyıldan beri uluslararası işbölümü ile karakterize edilen bir dünya sistemini yaşadığını savunan çalışmalar için bkz. (Wallerstein, 2002; Frank, 2003; Wallerstein, 2004). 27 Aslında, küreselleşme, dünyamıza yeni giren bir olgu değildir; beş-altı yüzyıllık birikimsel bir sürecin ürünüdür. “Bu sürecin başlangıcı olarak; düşünsel boyutta, on beşinci yüzyılın başlarında Batı’nın Ortaçağ’dan çıkışıyla birlikte birey ve insanlık düşüncesinin gelişmesi; coğrafi boyutta, on beşinci yüzyılın sonlarında Yeni Dünya’nın keşfi; maddi boyutta ise, on altıncı yüzyılda kapitalist dünya ekonomisinin kurulması alınabilir” (Özyurt, 2005, s.29, 30). 1800’lerin ortalarından 1920’lerin sonlarına kadar benzer bir küreselleşme süreci yaşanmıştır. Hatta, bugünün küreselleşmesinde sermayeye tanınan ancak emeğe tanınmayan serbesti bu ilk küreselleşme devresinde şaşırtıcı bir biçimde mevcuttur. Bu dönemdeki göç hareketleri çok fazladır. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce ülkeler, savaş zamanları hariç, seyahat için pasaport talep etmemekteydiler. Söz konusu süreç, I. Dünya Savaşı, 1917 Sovyet Devrimi ve 1929 Büyük Bunalımı ile büyük darbe yemiş ve Soğuk Savaş döneminde tamamen donmuştur (Tözüm, 2002, s.155). Ayrıca, henüz XIV. yüzyılın sonlarında uluslararası faaliyette bulunan 150 kadar İtalyan bankasının varlığı (Hirst ve Thompson, 2003, s.45), XVII. yüzyıla gelindiğinde dünyanın hemen her yerinde şubeleri bulunan Batılı büyük finans guruplarının dünyayı saran bir finansal ilişkiler ağını kurmuş olmaları, vergi toplama güç ve kapasiteleri son derece sınırlı olan birçok Avrupa ülkesinin bu finans kurumlarına borçlu oluşu sınır aşan finansal ilişkilerin çok da yeni olmadığını ortaya koyan örneklerdir. 28 Küreselleşme teriminin bilimsel literatürdeki kullanımı oldukça yenidir. 1960’larda McLuhan, iletişim alanındaki gelişmeleri değerlendirirken dünyanın “küresel bir köy”e dönüştüğünü söylemiştir; ancak 1980’lere kadar terim dağınık ve sürekli olmayan bir biçimde kullanılmış; gördüğü ilgi iletişim çalışmalarıyla sınırlı kalmıştır. 1980’lerin ikinci yarısından itibaren küreselleşme terimine ilgi artmış, 1990’larda ise “moda bir deyim” haline gelmiştir (Özyurt, 2005, s.22). sürülebilmektedir. Bu oluşum içinde ulusal devletin29 işlevini kaybettiği; hatta yeniden yapılanma için bir engel oluşturduğu ciddi bir biçimde tartışılmaktadır. “Güçlü bir küresel etken olarak “sermayenin küreselleşmesi” olarak tanımlayabileceğimiz ekonomik küreselleşme “sınırsız bir küresel pazar” yaratarak ulusdevletlerin otoritesini sarsarken; kültürel küreselleşme de “alternatif moderniteleri”30 ve kültürel kimlik tanımlamalarını beraberinde getiren yerel tepkiler doğurarak ulusal kalkınma kavramını sorunsallaştırmaktadır.” (Özbudun ve Keyman, 2003, s.303). Ulus-devlet, çok sayıda ekonomik-toplumsal-siyasal işlevi yerine getirmekte ve bu işlevleri yerine getirebildiği için de varlığını sürdürmektedir. Diğer ülke saldırıları karşısında vatandaşlarına güvenlik; içeride bireylerin, toplumsal sınıfların ya da etnik-dinsel alt grupların birbirleri karşısında hukuksal eşitlik, adalet 29 Tarihsel olarak ulus-devleti yaratan unsurlar, kentlerde gelişen orta sınıfların ekonomik faaliyet alanlarının sınırlarının çizilmesi, ortak bir siyaset, kültür ve ticaret alanının ortaya çıkması ve milletin bütün bireylerini kapsayacak bir hukuk sisteminin yaratılmasıyla ortaya çıkmışlardır. Bir toplumsal kategori olarak ulusun ve ulus-devletin tarih sahnesine çıkışı, kapitalizmin gelişimi ile eş zamanlılık göstermektedir. Eğer ulusal toplumun ve ulusal devletin tarihsel kategoriler olduğu, yani tarihsel gelişmenin belli dönemlerinde ortaya çıktığı tezi doğru olarak kabul edilecek olursa - ki Marksist toplum bilimin temel öncüllerinden biri de budur; ulusu ve devleti geçici, belli bir tarihsel döneme özgü formasyonlar olarak ele alır; yapısalcı-işlevci akımın önde gelen temsilcilerinden biri olan Gellner de aynı bakış açısına sahiptir - bu kategorilerin tarihsel gelişmenin belli bir döneminde de ortadan kalkacağı sonucuna varılacaktır (Şaylan, 1995, s.137, 138). Karşıt görüşe göre ise; ulus-devlet, vatandaşlık nosyonlarını değişim ve dönüşüme uğratarak, ekonomik faaliyetler üzerindeki devlet kontrollerini azaltarak, devletlik özelliklerini zayıflatıyor gibi görünen süreçleri, kültürel küreselleşme, ekonomik ve politik enternasyonalleşme ve sosyal transnasyonalizm fırtınalarını kısa zaman içinde savuşturacaktır (Donnan ve Wilson, 2002, s.263). 30 “Bir yandan ekonomik hayatta tüketim kalıplarının ve yaşam tarzlarının dünya ölçeğinde standartlaşması anlamında McDünyasını yaratan kültürel küreselleşme, öte yandan da geleneklerin yeniden canlanmasına, yerel kimliklerin ortaya çıkmasına ve özgünlük söyleminin yaygınlaşmasına elverişli bir platform oluşturmaktadır. Başka bir deyişle, kültürel küreselleşme hem Batı modernliğin evrenselleşmesini, hem de alternatif modernitelerin ortaya çıkmasını gözlemleyebileceğimiz süreçtir – bunun Türkiye’deki en açık örneği de İslam’ın yükselişidir.” (Özbudun ve Keyman, 2003, s.308). 128 Dünden Bugüne Milliyetçilik: Küresel Dünyada Yükselen Sesler ve güvenliğinin sağlanması; ekonomik yaşamı yürüten mübadeleleri ve hesapları kolaylaştırmak için para arzını ve para kurumlarını düzenlemek; makro-istikrarı sağlamak; gerekli hukuksal çerçeveyi yürürlükte tutmak; sosyal devlet kimliğini benimsediği ölçüde vatandaşlarının çalışma olanaklarını ve asgari refahını, eğitim-kültür ve sağlık düzeyinin yükselmesini güvence altına almak ulus-devletin küreselleşme sürecine kadar başlıca işlevleri olmuştur. Ulus-devlet, kapitalizmin meta üretiminin gerektirdiği pazarın genişlemesi ve homojen bir üretim – tüketim ortamının yaratılması gereği olarak şekillenmiştir. Millet olgusu da, bu alt yapısal dinamiğin üst yapısal meşruluğunu sağlamak üzere oluşturulmuştur. Bu anlamda bir yapıştırıcı nitelik kazanan millet olgusu, devletle birlikte kapitalizmin evriminde ve gelişiminde de etkin bir rol üstlenmiştir. Bu süreçte millet, sınıflararası denge kurma işlevi üstlenmiş, “aynı toprak üzerinde yaşayan içsel olarak bütünleşmiş bir topluluk” şeklindeki millet tanımlaması ile sınıflararası uzlaşmaz çelişkilerin varlığının göz ardı edilebilmesini sağlamış, bütüncül bir anlayış doğrultusunda sınıfsal mücadele ve kapitalizmin belli koşullarda uzlaşımını gerçekleştirmiş. Milliyetçilik ve ulusal kimlik, çok uzun bir süre kapitalist dönüşümün temel parametreleri arasında sayılmıştır. Kapitalizm ve kapitalist bütünleşik pazar için ulus-devlet ve ulusal kimlik olmazsa olmaz koşullar olarak kabul edilmiştir. Nitekim, tarıma dayalı feodal ekonomik ve toplumsal sistemin bireylerinin ulusal bilince, yurttaşlık hak ve görevlerine ulaştığı düşünülemez. O halde “modern ve ulusal yurttaşlığın, batı kapitalizminin gelişmesine paralel bir tarihi vardır” (Sarıbay, 1992, s.92). Ulus ve ulus-devlet oluşumu sürecinde tebadan yurttaşa, yerelden ulusa, dinsellikten laikliğe, feodal toplumdan kapitalist topluma doğru bir dönüşüm yaşanmaktadır. Kapitalizm çağında, beş yüz yıldır ülkeler arası mal ve sermaye hareketlerinin artışını sürükleyen, kâr güdüsüdür. O halde, küreselleşmenin itici gücü, yani onu sürükleyen de yine kâr güdüsü olacaktır. Bu güdü ile hareket eden şirketler, teknolojinin verdiği yeni imkânlardan yararlanarak ticaret ve yatırım faaliyetlerini genişletmeye ve yaymaya çalışmaktadırlar. Şirketlerin ticaret ve yatırımı azami serbesti içinde yapabilmesi için, ülkeler arasında sermaye ve mal hareketlerinin önündeki eskiden kalma tüm engellerin (kalkınmacı ve sosyal politikaların, iktisadi milliyetçilik eğilimlerinin) ortadan kalkması gerekir (Somel, 2002, s.200, 201). Bu şartlarda ulus-devletler, egemen sınırlarını aşan ekonomik, militar ve sosyal yapılara daha fazla bağlı hale gelmektedirler. Kapitalist dünya düzeninin 1970’lerde karşı karşıya kaldığı son bunalım ve buna bağlı olarak ortaya çıkan yeniden yapılanma süreci, neoliberal politikalar doğrultusunda yeni bir devlet çözümlemesini gündeme getirmiştir. Neoliberalizmin geliştirdiği bu yeni çözümlemenin temel kavramı, “minimal devlet”tir.31 Bu tanımlama, siyaset ile ekonomi arasında kesin bir ayrımın getirilmesini, yani farklı bir ifade ile ekonominin siyasetin dışına itilmesini öngörmektedir. Bunun nedeni, küresel sermayenin güçlü bir ulus-devlet istememesidir. “Bir zamanlar ulus-devletlerin yaratılmasında vazgeçilmez bir yapı malzemesi olan sermaye, şimdi ulus-devletleri zor durumda bırakarak yıkılışını hazırlamaktadır” (Latouche, 1993, s.114). Küreselleşme sürecinde ulus-devletin iktidar alanı sürekli daralırken; onun yerine uluslararası sermayenin egemenliği yoğunluk ve genişlik kazanmaktadır. Küreselleşme kuramcılarına göre, teknoloji ve iletişimdeki ilerlemeler farklı nüfuslar arasındaki temasları o kadar yoğunlaştırmıştır ki; zaman ve mekânı, yerellik algısını dönüştürerek, insan topluluklarını birbirine yaklaştırmıştır (Hutchinson, 2008, s.80). Bu düşünürlere göre, Anderson’un bahsettiği “matbaa kapitalizmi” nasıl ulusları yarattıysa, “elektronik kapitalizm” de günümüzde ulus-ötesi oluşumları doğuracak; ulusal inşaya ön ayak olmuş iletişimsel süreçlerin aynısı, yarın ulus-devletin yok oluşuna yol açacaktır (Dieckhoff ve Jaffrelot, 2010b, s.337). 31 II. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, sosyal devlet temelli Keynezyen politikaları eleştiren Frederick Hayek ve Milton Friedman tarafından gündeme getirilen ve yetmişli yılların ortalarında yaşanan ekonomik krize kadar pek itibar edilmeyen neoliberalizme göre; güçlü ve ekonomik alanda söz sahibi olan bir devlet, özgürlükler açısından en büyük tehdittir. Bu nedenle de neoliberal ideolojinin temel siyasal prensibi, iktidar gücünün dağıtıldığı küçük bir devlet düşüncesidir. Toplumsal politika ve hizmetlerde devlet tek yetkili kurum olmaktan çıkmış; toplumsal yaşamın her alanında kamu kesiminin yanı sıra, özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarının da yer alması amaçlanmıştır. Neoliberalizme dayalı ekonomik ve siyasal politikaların, küreselleşmenin derinleşerek hız kazanmasına katkıda bulunduğu söylenebilir. Neoliberalizmin bir ideoloji olarak serbest piyasa anlayışını meşrulaştıran, sınırlı ve küçük devleti savunan konumu, yetmişli yıllarda ekonomide başlayan kapsamlı dönüşümün gerektirdiği ideolojik altyapıyı doldurmuştur. sbd.anadolu.edu.tr 129 Cilt/Vol.: 12 - Sayı/No: 3 (117-136) Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Tepki: Yükselen Alt-Kimlikler Karşı Tepki: Yükselen Milliyetçilik Küreselleşme ile ulus devlet arasında bir gerilim olduğu açıktır. Günümüzde ulus devletler artık bir takım işlevlerini kaybetmektedir; buna karşılık ise özellikle de küresel düzeyde bir takım yeni işlevler üstlenmektedir. Bir anlamda küreselleşme süreci ulus devleti kendi çıkarları doğrultusunda dönüşüme uğratarak yeni işlevler yüklemektedir. Öngörüler/gelecek tahminleri ulusun ve ulus devletin ortadan kalkacağı yönünde gelişmektedir, buna karşılık bir ideoloji olarak ulusçuluğun (milliyetçiliğin) giderek güçlendiği gözlemlenebilmektedir. Küreselleşme, toplumsal ve özellikle de ekonomik alanda ulus-devleti adeta işlevsizleştirmektedir. Bu süreçte ulus-devletin işlevleri azaldıkça, farklı toplumsal kesimleri bir arada tutan yapıştırıcı işlevi de azalmaktadır. Yoksullaşma ve marjinalleşme karşısında artan dayanışma ihtiyacı, alt-kimlikleri ön plana çıkarmaktadır. Ulusal pazarın yerini uluslararası pazara bıraktığı bir ortamda, ulus-devlet vatandaşlarının refahını sağlayacak temel işlevlerini yerine getiremediği; tam aksine uluslararası sermayenin çıkarına, onun işlerini yerine getiren bir ‘büro’ya dönüştüğü ölçüde; toplum içindeki farklı etnik-dinsel kimlikler için artık bu devlete bağlı olmanın da bir nedeni kalmamaktadır. Etnik kimlik, radikalleşerek etnik milliyetçiliğe sarkıp politik argümanlar geliştirerek bölgesel ve ulusal düzeyde büyük kaoslara yol açmaktadır. Bu noktada Kurubaş, milliyetçiliğin “çelişkili çifte karakterine” ve işlevine dikkat çekmektedir. Milliyetçilik bir yandan kurulu ulus-devletin ideolojisi olarak birleştirici bir işlev üstlenirken, öte yandan ulus-devlet kurmak isteyen etnik grupların ideolojisi olarak parçalayıcı bir işlev görmektedir (Kurubaş, 2008, s.24). Günümüzde, hem merkez hem de çevredeki birçok toplumda dinsel ve etnik alt-kimlikler, kimi zaman dağılma veya ayrılma ile sonuçlanan huzursuzluk ve iç çatışmalara neden olmaktadır. 32 Bu noktada, postmodernizmin farklılıkları ve “öteki”ni yücelten tutumunun, küreselleşme üzerin32 Örneğin; Yugoslavya, SSCB ve Çekoslovakya’daki huzursuzluklar dağılma ile sonuçlanmıştır. İtalya, İspanya, Belçika ve Türkiye ise etnik-dinsel alt-kimliklerin ayrılma talepleri ile mücadele etmektedir. Kuzey İrlanda’da Katolik-Protestan çatışması, İspanya’da BASK’ların, Fransa’da Korsikalılar’ın, Belçika’da Flamanlar’ın, Türkiye’de ise Kürtler’in sisteme başkaldırısı bu durumun en güncel örnekleridir. 127 ülkede yapılan araştırmalara göre azınlıkların % 75’i politikleşmektedir. 233 etnik grup risk içinde yaşamaktadır. Bu grupların % 12’si çatışma, isyan, protesto ve siyasal örgütlenme içinde bulunmaktadır (Aktaran; Yıldırım, 2006, s.194). rindeki etkisine değinmek gerekmektedir. Bütüncül yaklaşımlara karşı olan postmodernizm, çoğulculuğu ve farklılığı önemli bir değer olarak ortaya koymaktadır. Postmodernitenin farklılıkları tektipleştirmeyi reddeden tutumu, modernitenin savunduğu homojenliğin önemli sonucu olan “ulus” esaslı toplumsal yapılanma biçimini tehdit eder boyuttadır. Bu yapısıyla, küreselleşmeci söylemlerin düşünsel altyapısını oluşturan postmodernizm, ulus fikri karşısında, etnik topluluklara, çoğulcu yapılara ve ulus-üstü kimliklere sıcak bakmaktadır. Küreselleşmeyle beraber ulusal kimliğin zayıflaması, bu toplumsal kimliğin dağılması anlamına gelmektedir. Postmodernliğin kültürel dünyasında çoğullaşan kimlikler karşısında ulusal kimliklerin geleneksel yapılandırıcı ve birleştirici güçleri tükenmektedir. Ulusal kimlikler geçmişteki bütünleştirici anlama artık sahip değildir. Nihayetinde kimlik, değişen yeni postmodern toplum koşullarında yeniden inşa olmakta, oluşmakta ve icat edilmektedir (Hall, 1998, s.63-69). Yeni küresel kamusal alan içinde ortaya çıkan yeni kimlikler, en yaygın biçimleriyle kadın, din, çevre, insan hakları ve etnisite etrafında oluşmaktadır. Alt-kimliklerin yükselişine bir karşı tepki olarak karşımıza çıkan olgu ise, yükselen milliyetçilikler, yabancı düşmanlığı ve ırkçılıktır.33 Batı’daki birçok ülkede 33 Örneğin Fransa’da Cumhurbaşkanı Sarkozy, Fransa’nın geleneksel değerlerinin altının çizilmesi hedefiyle, ulusal kimlik üzerine büyük bir tartışma başlatmıştır (Radikal, 27.10.2009). Bu tartışma sol eğilimli siyasetçiler ve aydınlarca, tartışmanın ırkçı söylemin özgürce ifade edildiği bir mecraya dönüşmesi ve göçmen kökenli Fransızlar’ı ülkelerine yabancılaştırması nedeniyle kaygı ile karşılanmaktadır. Böyle bir tartışma, Fransa’daki azınlıkları ya da göçmen kökenli vatandaşları “ötekileştirmekte” ve Fransa toprakları üzerindeki varlıklarının meşruiyetini tartışmaya açmaktadır (EurActiv, 23.12.2009). Avrupa Birliği üyesi Slovakya’da ise 1 Eylül 2009’dan itibaren yürürlüğe giren yasayla, kamusal alanda ve kamu hizmetlerinde Slovakça dışında dil kullanılmasına büyük kısıtlamalar getirilmekte ve azınlık dillerinin konuşulması yasaklanmaktadır (EurActiv, 02.09.2009). Çekoslovakya’nın bölünmesiyle 1993’te bağımsızlığını kazanıp 2004’te AB üyesi olan Slovakya’da yaşanan “milliyetçi reform”, sadece zorunlu Slovak dili uygulaması ile sınırlı kalmamıştır. Slovak dilini zorunlu kılan yasanın ardından ilkokul, ortaokul ve hatta üniversitelerde her hafta öğretime milli marş okuyarak başlanması kararlaştırılmıştır. Yeni yasaya göre; her sınıfta bayrak, milli marşın sözleri, anayasanın önsözü bulunacak ve ‘vatansever eğitim’ müfredatın bir parçası haline gelecektir. Devlet televizyonu, hükümet, milli ve bölgesel parlamentolar her toplantıdan önce milli marşı çalacak; yeni göreve alınan devlet memurları devlete bağlılık yemini edecektir. 15 yaşındakilerin ilk kez kimlik kartı aldıklarında devlete bağılık yemini etmeleri maddesi ise, son dakikada yasadan çıkarılmıştır (Radikal, 05.03.2010). 130 Dünden Bugüne Milliyetçilik: Küresel Dünyada Yükselen Sesler yaşanan toplumsal ve ekonomik değişim, farklı kültürden topluluklara karşı kuşku ile bakmayı, ve hatta daha da öteye giderek yabancı düşmanlığı ve ırkçılığı, yeniden gündeme getirmiştir. İtalya ve Avusturya’da sağ partilerin yükselişi ve iktidara gelmesi, Almanya ve Belçika’da yabancılara karşı katliamların yaşanması, ABD’de ise zenciler ve çekik gözlülerin yanı sıra Müslümanlara yönelik tepkilerin yükselmesi son derece çarpıcıdır. Bu bağlamda, klasik ulus milliyetçiliği ve etnik milliyetçilik karşılıklı bir etkileşim içinde birbirlerini tetikleyerek çeşitli sorunlara yol açmaktadır. Ulus-devlet bir yandan bireyleri geleneksel cemaat bağlarından koparmayı amaçlarken; diğer yandan da ulusun tanımında ‘geleneksel’ bir kimliğe atıfta bulunmaktadır. Ulus-devletin ortaya çıktığı ilk günden beri var olan bu temel gerilim, son yıllarda ulusal sınırları zayıflatan ve geçirgenleştiren ‘küreselleşme’ yönündeki eğilimlerle giderek daha da derinleşmektedir. Bir yandan daha önceden var olup da bu zamana dek bastırılmış azınlık kimliklerinin yeniden ortaya çıkması; öte yandan ulus-ötesi kitlesel göçler, bugüne kadar bütünlüklü oldukları öne sürülen ulusal topluluklar içinde farklı kültürel kimliklere sahip çok sayıda alt cemaatin oluşmasına yol açmıştır (Gülalp, 2007, s.12). “Her tür farklılık ve çeşitliliği içeren merkezî ulus-devletlerin güçlü kültürel kurumlarca üretilen ve korunan kültürleri ve ulusal kimlikleriyle birlikte zayıflamasının, daha küçük milliyetçiliklere eşi görülmemiş bir fırsat sunduğu aşikârdır.” (Hall, 1993, s.55). Kültürel küreselleşmenin34 “bir tüketim kültürü” yaratarak, toplumları homojenize etme etkisinin dışında ve ona tamamen ters olan ikinci etkisi, mikro-milliyetçilik akımlarını ve yerel kültürleri güçlendirme 34 Kültürlerarası etkileşim, küreselleşme ile birlikte kaçınılmaz boyutlara ulaşmıştır. Tüm dünyayı aynı yaşam biçimini paylaşan, aynı beklentilere sahip olan ve aynı tüketim kalıpları sergileyen “tek bir pazar” haline getiren kültürel küreselleşme, sermayenin küreselleşmesinin sonuçlarından biridir. Kültürlerarası etkileşim, bir kültürün –Anglo-Amerikan kültürünün– dünyanın birçok bölgesini etki altına alması şeklinde tek yönlü olarak cereyan etmektedir. Kitle iletişim araçlarının ulusal sınır tanımayan (Hall, 1998, s.47) karşı konulamaz gücü, bu süreçte farklılıkları ortadan kaldırmakta ve toplumları homojenize etmekte etkin bir rol üstlenmektedir. Merkez ülkeler, medya tekelleri ile tüm dünyayı tek bir kalıba sokma pahasına, bir örnek tüketim kültürü oluşturmaktadırlar. Küresel tüketim kültürü; giyim-kuşam, beslenme tarzı, davranış kalıpları, eğlenme biçimlerini birbirine benzeştirerek, “toplumun McDonaldlaştırılması”na hizmet etmektedir. sidir. O halde küreselleşme süreci hem kültürel homojenleşme, hem de kültürel farklılaşma süreçlerini içermektedir. Appaduari’nin de belirttiği gibi, günümüz küresel karşılıklı ilişkiler içinde temel sorunlardan biri “kültürel homojenlik ile kültürel heterojenlik arasındaki gerilim”dir (Appaduari, 1990, s.295). Toplumların türdeşleşmesi, paradoksal bir biçimde yerelleşmeyi de beraberinde getirmektedir. Türdeşleşmeye duyulan tepkinin etkisiyle, birçok toplumda batılı kültürel kodların reddedilişi ve batı tarzı hayata direniş neticesinde, yerel kültürel değerlere daha sıkı sarılma eğilimi giderek güçlenmektedir. Günümüzde milliyetçi ve dini değerlerdeki yükselişin başlıca sebebi olarak, türdeşleştirici kültürel baskılar gösterilmektedir. Özellikle Amerikan hegemonyasının, din ya da milliyetçiliğe militan bir tutumla sığınmayı arttırdığı söylenebilir (Berger, 2003, s.10, 18). Günümüzde ulus-devlet ve milli kimlik farklılıkları erozyona uğramaya başlamıştır; ancak ulus-devletlerin birdenbire tarih sahnesinden silineceğini zannetmek büyük bir yanılgı olur. “Küreselleşmeyle birlikte ulus devletler çağı geriledikçe, ulusal kimliğin saldırgan ırkçılık tarafından yönlendirilen çok savunmacı ve çok tehlikeli bir biçimine dönülmektedir” (Hall, 1998, s.47). Kültürel anlamda küreselleşme (globalization) ile yerelleşme (localization) arasında ciddi bir çekişme olduğu bir gerçektir. Küreselleşme, bir taraftan birçok kurulu topluluğun dağılmasına ve yok olmasına neden olurken; diğer taraftan yerel bağlılıkların ve kimliklerin güçlenmesine yol açmıştır. Ayrılıkçı etnik hareketler, köktendinci hareketler ya da aşırı sağın yeni hareketleri, küreselleşmeye karşı bir tepki ve yerele dönüş olarak yorumlanabilir. O halde, siyasal-sosyal hayatı dönüştürücü etkisi ile milliyetçiliği bitireceği beklentisi yaratan küreselleşme, tam aksine, hem milliyetçiliğin homojenleştrici yapısını çözerek mikro-milliyetçilere yol açmakta, hem de bütünlüğün kaybından kaygı duyan milletin milliyetçi karşıtlığını arttırmaktadır. Küreselleşmenin ulusal düşünce, değer ve kurumlar üzerinde yarattığı değişim, milliyetçiliğin küreselleşme karşıtı bir tutuma yönelmesine yol açmaktadır. Özellikle klasik modern milliyetçilik, liberal ve demokratik içeriklerini kaybederek; dar, katı, tepkici ve komplocu teorilerden beslenen bir niteliğe bürünmektedir. Küresel politik güçlerin manipülasyon tutumlarını öne sürerek siyaset üreten milliyetçi hareketler (radikal milliyetçilik) “işgal ve kurtuluş” söylemini yeniden inşa etmektedir. Tarih yeniden, hem de daha seküler ve katı milliyetçilik tonlarıyla yazılmaktadır. sbd.anadolu.edu.tr 131 Cilt/Vol.: 12 - Sayı/No: 3 (117-136) Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Değişimin hızının ve etkilerinin inanılmaz boyutlara vardığı günümüzde, bu süreci yaşayan bireyler için gelecek birçok açıdan büyük belirsizlik ve güvensizlikler içermektedir. İnsanları güvensizlik ve ümitsizliğe iten, korku ve risk yaratan gelişmelerin başında; ulusal ve evrensel düzeyde ekonomik adaletsizliğin (gelir dağılımında dengesizliğin) giderek artması, geniş kapsamlı ekonomik krizlerin görülmesi, hizmet sektörünün ön plana geçişine paralel olarak çoğu iş alanının ve mesleğin geleceğini görememesi, sosyal devlet anlayışının terk edilmesi, kültürel anlamda milli kimlik ve değerler aşınırken insanların belirsizlik ve güvensizliği yenmek için buralara sığınmaya çalışmalarının yol açtığı kimlik sorunları gösterilebilir (Koray, 2004). Değişimin hızı ve belirsizliği nedeniyle artan güvensizlik algılamasının, (otorite, aile, din ve ulus gibi) toplumsal değer ve kurumlara daha sıkı sarılma eğilimi ile birlikte muhafazakârlığın yükselişine katkıda bulunduğu söylenebilir. Milliyetçilik, toplumsal ve ekonomik nedenler yanında, bireylerin iç dünyalarının toplumsal yapı karşısındaki beklentilerine bir cevap olma potansiyeli taşımaktadır. Hızla değişen toplumsal yapı karşısında bireyin yalnızlaşması ve güçlü bir “sığınak” araması, bu ihtiyaca cevap verebilecek olan milliyetçi ideolojinin güçlenerek yayılmasının yolunu açmıştır. Milliyetçiliğin doğuşuna sahne olan 18. yüzyıl, Batı Avrupa’da dinsel düşünce çağının kapandığı, seküler/ dünyevi düşünce tarzının benimsendiği bir çağdır. Bu döneme kadar, dinsel düşüncenin içinde barındırdığı kaderci anlayış, insanların bu dünyada çektiği sıkıntılar karşısında, ‘öteki dünya’da bu sıkıntıların sona ereceği müjdesini vererek onlar için bir bakıma yatıştırıcı olmaktaydı. Bu düşüncenin ortadan kalkması ya da zayıflaması insan bilincinde bir boşluk yaratmış, ekonomik ve doğuştan gelen eşitsizlikler ile her alanda yaşanan sömürü karşısında birey, gelecek umudu için sığınacağı yeni bir güç keşfetmiştir. Bir Alman, İtalyan ya da Türk olmanın gücünü keşfeden birey, dinsel anlayışın aşınması ile bilincinde açılan bu boşluğu milliyetçilik ile doldurmuştur (Uzun, 2003, s.146). Günümüzde, “biz” olan grupları, kendilerine yabancı ve tehditkar “onlar”a karşı etnik/dilsel bir kimlik takınmaya götüren duyguların gücü yadsınamaz. Bu duygular, yabancı düşmanlığının dünyada en yaygın kitle ideolojisi haline geldiği yirminci yüzyıl sonunda özellikle çok güçlüdür.35 İster hayali ister gerçek tehditlere karşı, savunma tepkilerini körükleyen şey, yirminci yüzyılın üçüncü çeyreğinin karakteristiği olan aşırı hızlı, temel ve eşine rastlanmadık sosyo-ekonomik dönüşümler ile milletlerarası nüfus hareketlerinin çalışmasıdır (Hobsbawm, 2006, s. 202, 203). Özellikle çağımızdaki aidiyet açlığı ve kimlik politikasında ifade edilen keder ve yönsüzlük, insanları yeni arayışlara yönlendirmektedir. Günümüzde daha geniş ve daha güçlü aidiyetlere ihtiyaç duyulmaktadır. Bu durum ‘öteki’ne duyulan korku ve öfkeden kaynaklanmaktadır. Çünkü ‘öteki’ çok yakında yaşamaktadır; söz konusu yakınlık ise kitle iletişimindeki gelişmelerden ve uluslararası göçlerden kaynaklanmaktadır. Söz konusu göçler, kentlere kozmopolit bir yapı kazandırmış ve bu kozmopolit yapı kimlikler arasındaki sürtüşmeyi arttırmıştır. Etnik ve komünal grupların, eski ya da yeni sanayi ülkelerine göç etmeleri farklı sorunlar yaratmaktadır. Buralara göç edenler, güvensizlik ve nostalji duygusundan, karşılıklı yardım uğruna, kendileri gibi insanlara dışarıda gösterilen düşmanlığa tepkiden ve özellikle mümkün olduğu yerlerde güçlü bir örgütleyici niteliği olan seçim politikası aracılığıyla “memleketlileri” ya da “hemşerileri”nin olduğu gruplara yakınlaşmaktadır. Bu tür etnik kimlik hareketleri, sık sık zayıflık ve korkudan kaynaklanan tepkiler, modern dünya devletlerini kendilerinden uzak tutmaya yönelik barikatlar dikme girişimleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Madalyonun diğer yüzüne bakıldığında ise, eskiden daha türdeş olan kültürlerin göç, konuk işçiler ve mülteci dalgaları nedeniyle karışmasının, yerli halk ve kültürlerin güçlü etnik tepkilerde bulunmalarına da yol açabildiği görülmektedir. Göçmenlere yönelik savaş “Atlantik’in bir tarafında (ABD’de) ırksal, öbür tarafında (Avrupa’da) ise dinsel” bir nitelik kazanmaktadır (Özyurt, 2005, s.218). 35 Ulus üstü yapıların çoğalmasına bağlı olarak ulus-devletin kaybolan klasik statüsü karşısında, geleneksek vatandaşların geleneksel iktidar tarzlarının erimesi sonucu Habermas’ın bahsettiği “vatan cepheleri” ortaya çıkmaktadır. Vatan cephesi söylemi demokrasiyle, eşitlikle ve evrensellikle çatışan bir milliyetçiliği beslemektedir. Yabancılara karşı korku, vatan topraklarına giren her veriyi tehdit olarak algılama, yabancı işgücü ve yabancı sermayeye karşı çıkma, anti-Amerikancılık gibi olgular bu milliyetçiliğin yeni değerleri olmaya başlamaktadır. 132 Dünden Bugüne Milliyetçilik: Küresel Dünyada Yükselen Sesler İslam’ın camiler, başörtüleri ve çarşaflar ile giderek artan görünürlülüğü, batı Avrupa toplumlarındaki bazı gruplarda endişe ve hoşnutsuzluk yaratmaktadır. Bununla birlikte 11 Eylül terör saldırıları sonrasında, Müslümanların terörist olarak algılanması nedeniyle, Amerika’da da Müslümanlara karşı hoşgörüsüzlük ve ayrımcı politikalar son derece artmıştır.36 Avrupa’da birçok ülkede, yabancı düşmanlığı, ırkçılık gibi negatif milliyetçilik unsurlarını içinde barındıran aşırı sağ partilerin milliyetçi sloganlarında, ülkelerinde yaşanan birçok olumsuzluktan göçmenleri sorumlu tuttukları ve özellikle de Müslüman göçmenleri Avrupa’nın günah keçisi yaptıkları görülmektedir.37 36 11 Eylül saldırıları, Amerikalılarda çok büyük bir toplumsal travmaya neden olmuştur. Saldırılar iki yönlü psiko-sosyal bir gelişmeye neden olmuştur: Bir yandan, ABD vatandaşları olağanüstü derecede korkmuş, ürkmüş, onurları zedelenmiştir; öte yandan, bu korku ve endişe oranında (bütün büyük felaketlerde olduğu gibi) bir birine kenetlenmiş adeta ilk defa bu oranda ABD milliyetçiliği tetiklenmiştir. Hatta bu saldırı, sıkıntı, saldırganlık ve nefret güdülerini tetiklemiş, bu duygular bir anda yön değiştirerek dış gruplara –özellikle Müslümanlara– karşı ön yargılı ayırıma, yeni ve farklı bir ırkçılığa yol açmıştır. Camilere saldırılar düzenlenmesi, Müslümanların tecrit edilmesi, Ortadoğu kökenlilerin vize başvurularının ek incelemeye tabi tutulması, Ortadoğu kökenlilerin uçaklardan indirilmesi, bu sosyal tutum ve davranışların örnekleri olarak sayılabilir (Özer, 2007, s.19). Güvenlik gerekçesi ile Müslümanlara yönelik ayrımcı uygulamalarına bir yenisini daha ekleyen ABD, 4 Ocak 2010 yılı itibariyle biri hariç hepsi Müslüman 14 ülkeden gelen yolculara ‘potansiyel terörist muamelesi’ yapan bir güvenlik uygulaması başlatmıştır. Selefi Bush’u anımsatan önlemlere yönelen ABD Başkanı Barack Obama yönetimi, 14 ülkeyi ‘terörü destekleyen ülkeler’ ve ‘ilgili diğer ülkeler’ diye listelemiştir. Bu nedenle de Nijerya, Yemen, Somali, Pakistan, Suudi Arabistan, Suriye, İran, Irak, Afganistan, Sudan, Lübnan, Libya, Cezayir ve Küba’dan doğrudan-dolaylı gelenler tam vücut taraması ve kapsamlı bagaj aramasına tabi tutulacaktır. Yolcuların giysi ve çamaşırlarının altından bedenlerinin görülmesiyle silah varsa saptanan tam vücut taraması, insan hakları ihlaline yol açmakla ve insan haklarına aykırı olmakla eleştirilmektedir (Radikal, 05.01.2010). 37 Eurobarometre’nin 2000 yılında gerçekleştirdiği “Avrupa Birliği’nde Azınlık Gruplarına Karşı Tutumlar (Attitudes Towards Minority Groups in the European Union)” araştırması, Avrupa’daki Müslüman göçmenlere karşı olan tavır ve tutumu çok net bir biçimde ortaya koymaktadır. Araştırmada yöneltilen sorulardan biri “Avrupa Birliği’nde çalışmak isteyen Müslümanların kabul edilip edilmemesi”ne ilişkindir. Avrupalıların sadece % 17’si Müslümanların herhangi bir sınırlama olmaksızın kabul edilmesi yönünde görüş bildirirken, % 58’i ise Müslümanların ancak sınırlamalar ile kabul edilebileceğini düşünmektedir. Müslümanların hiç kabul edilmemesini düşünenlerin oranı ise % 18’dir (Eurobarometer, 2000, s.30). Avrupa Birliği Temel Haklar Ajansı (European Union Agency for Fundamental Rights)’nın 2008 yılında, 27 Avrupa Birliği üyesi ülkede yaptığı “AB Azınlıkları ve Ayrımcılık” araştırmasında ırkçılık, ayrımcılık, kökleşmiş dezavantajlar, ırkçı şiddet ve saldırıların Avrupa’daki birçok kişi için hayatın bir gerçeği olmaya devam ettiği kaydedilmiştir (EU-MIDIS, 2009). Küreselleşmenin, dünya ekonomisini birleştirmede gösterdiği başarıyı, farklı toplulukları homojenleştirmede, yani tektipleştirmede de yakaladığını söylemek pek de mümkün değildir (Noi, 2007, s.77). Postmodern küresel çağda, yapılan araştırmalar ve seçim sonuçları göz önüne alındığında, dünyanın birçok yerinde milliyetçiliğin ve milliyetçiliğe verilen desteğin yükselen bir eğilim içerisinde olduğu görülmektedir. Bu yeni milliyetçiliğin, ya da milliyetçiliğin aşırı şekli olarak tanımlanan yeni-ırkçılığın, tikelci ve farklılıkçı politikaların bir ürünü olduğu ileri sürülebilir. Çünkü günümüzde farklılıklar daha görünür ve daha arzulanır bir hal almakta; ancak bu farklılıklar, toplum içerisinde “öteki”lerin inşasına ve sonrasında, farklı olan bu “öteki”lerin dışlanmasına –farklılıkların ötekileştirilmesine– neden olmaktadır (Sönmez-Selçuk, 2011, s.322). Böylece, milliyetçilik 20. yüzyılda etnisitenin ortak soy düşüncesinde yoğunlaşırken, 21. yüzyılla birlikte özellikle ‘öteki’nin vurgulandığı bir kimlik düşüncesine kaymıştır. Doğu – Batı karşılaşmasında ‘öteki’, din ekseninde konumlanmaya başlamıştır. Batı medeniyetini Hıristiyanlık, Doğu medeniyetini ise İslam, Budizm ve Hinduizm oluşturmaktadır. Ancak, Batı karşısında en geniş grubu Müslümanlar oluşturmaktadır. Böylece, Batı (Hıristiyanlık) ile Doğu’nun (İslam) karşı karşıya gelmesi pratiği ile karşılaşılmıştır. Günümüzde, İslam küresel düzeyde bir milliyetçilik anlayışının aracı olma yolundadır. ‘Batı karşısında İslam’ düşüncesi, hem Batı devletlerinde hem de Müslüman devletlerde güncel bir düşünce haline gelmektedir. Ancak, İslam bir inanç sistemi, itikat ya da iman olmanın ötesine geçerek cemaat anlayışını öne çıkarmakta, bütünleştirici ve mobilize edici bir unsur olarak işlevsellik kazanıp sembolik bir sosyal kimlik aracı olarak karşımıza çıkmaktadır (Altuntaş, 2004/05, s.183). İslam ülkelerinde, Batı karşısında tepkisel olarak doğan milliyetçilik bağlamında artan terör kullanımı bir İslam korkusu yaratmakta; buna karşılık Batı’da da milliyetçilik tepkisel olarak artmaktadır. “Millet ile milliyetçiliğin çağrısı evrenseldir” diyen Smith’e göre: “İster övülsün, ister yerilsin, millet, aşılmakta olduğuna dair hiçbir emare göstermemektedir, ve milliyetçilik popüler tahrip gücünden ve öneminden bir şey kaybedecek gibi görünmüyor.” (Smith, 2004, s.260). Ulusun yerine bir meşruiyet temelinin belirmemesi; vatandaşlığın, siyasal katılmanın ve vergilendirmenin mekânının hala ulus-devlet olması; –ABD ve Avrupa da dâhil olmak üzere– dünya genelinde milliyetçiliğin yükselişi ve milliyetçi tutumların birçok ülkenin dış politikasına yansımaya başlaması, bu öngörüyü desteklemektedir. Her ne kadar ulus-devletin, eski işlevlerinin bir kısmını kaybettiği sbd.anadolu.edu.tr 133 Cilt/Vol.: 12 - Sayı/No: 3 (117-136) Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi ve eski gücünün aşındığına dair yoğun tartışmalar ve bazı emareler bulunsa da; ulus-devlet günümüzde, uluslararası olarak tanınmış tek siyasal birlik yapısı olmaya devam etmektedir. Daha uzun vadeli bir tarihsel bakış açısı ile bakan Hutchinson, ticaret ve iletişimin küreselleşmesinin aslında milliyetçilikleri teşvik ettiğini ve millet oluşumuna katkıda bulunduğunu belirterek, “küreselleşmenin etnik kimlik ve millet oluşumunu aşındırmaktansa canlandıracağını” iddia etmektedir (Hutchinson, 2008, s.78). Schnapper’in ifadesi ile “ulus, kolektif kimliğin ve tarihi sürekliliğin ayrıcalıklı mekânlardan biri olmayı sürdürüyor.” (Schnapper, 1995, s.198). “Modern çağda, doğal toplulukları parçalayan, ezen ve yapay kurallar dayatan, kapitalizmdir. Kapitalist devletlerin, bunun peşinden yurtseverlikle ilgili duyguları kendi formlarında ve çıkarlarında harekete geçirmede başarılı olmaları, acı bir ironidir.” (Hall, 1993, s.56). Sonuç Yerine 20. yüzyıl sonunda, küreselleşme ve artan yerel hareketler geriliminde ulus devlet ile birlikte milliyetçiliğin de sonunun geldiği söylemi sıkça tekrarlanarak dile getirilmiştir. Ancak milliyetçilik, kapitalizmin yaşadığı yeni süreçler, küreselleşme, medya ve iletişim teknolojisindeki gelişmelerle birlikte farklı boyutlar kazanıp varlığını sürdürmektedir. Artık, sınırları belli bir ulus devleti temel alan milliyetçilik –demokrasi, çok kültürlülük, yönetişim gibi– düşünsel gelişmelerin etkisi altında siyasal boyutta önemli değişimler yaşamaktadır. Ulus olmanın/oluşturmanın bilinci şeklinde ifade edilebilen milliyetçilik, dünya toplumlarının ulus-öncesi toplumsal oluşumlardan, ulus olma aşamasına varma sürecinin hem bir ürünü, hem de ideolojik aracıdır. Toplumlar uluslaştıktan sonra, zaman içinde yeni özellikler kazanmışlar, yapısal değişikliklere uğramışlardır. Uluslar ve ulusal devletler, hala bireylerin birer toplumsal varlık haline geldikleri (toplumsallaştıkları) ana siyasal/kültürel yapılar olma özelliğini sürdürmektedir. Bu bağlamda milliyetçilik de hem ideolojik, hem de duygusal alanda etkinliğini devam ettirmektedir. Tarih sahnesinde var olmaya başladığı andan itibaren günümüze kadar geçen süreçte, modern devletin temel söylemi, hukuksal düzenlemelerle sınıf çatışmalarını en aza indirmeye çalışmak ve bütün yurttaşların siyasal süreçlere katılımın sağlamak olmuştur. Bu söylem doğrultusunda devlet, bütün sınıfları milliyetçilik ideolojisiyle birleştirme amacını gütmektedir. Evrensel ve eşit yurttaşlık hakları ise, devletin sürekliliğini sağlamakta olan kapitalist ilişkilerin milliyetçi ideoloji ile meşrulaştırılmasını kolaylaştırmaktadır. Toplumsal güçlerin, devletin güç kullanma tekelini ayrımsız uyguladığına ve laik yasalar aracılığıyla kamu yararının ve ulusal çıkarların korunduğuna duydukları inanç, devlet ile toplum arasındaki ilişkilerin yine milliyetçilikle meşrulaştırılarak sürdürülmesini sağlamaktadır. Herkese eşit olarak uygulanan kuralların varlığı, ulusal birlik, toprak bütünlüğü ve devletin yönetsel gücüne aidiyetiyle belirlenen (dilsel, dinsel ve eğitsel birliğin gelişimi ve ortak tarih bilincinin yaratılması ile güçlenen) ulusal kimlik düşüncesini geliştirmiştir. Böylece, tarihsel gelişim sürecinde ve günümüzde, milliyetçi ideoloji ile belirlenen ulusal kimlik ve ulusal egemenlik, devletin yaptırım gücü altında kapitalist ilişkilerin yeniden üretilmesini sağlayan ve eşit yasalarla toplumda devletin meşruluğu anlayışını yerleştiren modern devletin en önemli iki temel unsurunu oluşturmaktadır. Kapitalist üretim ilişkileri ve sınıf çatışmaları var olduğu sürece de, bu gerçeklik değişime uğrayacak gibi görünmemektedir; yani ister övülsün ister yerilsin, milliyetçilik öneminden bir şey kaybetmeyecek ve kapitalist ilişkilerin yeniden üretilmesinde meşrulaştırıcı işlevini yerine getirmeye devam edecektir. Millet, aşılmakta olduğuna dair hiçbir emare göstermemektedir. Aşağılanmış halklar için bir gurur kaynağı, eşitlikçi bir motif ve demokrasi ile uygarlığa katılmanın ya da kavuşmanın kabul edilmiş tarzı olan milliyetçilik, popüler tahrip gücünden ve öneminden bir şey kaybedecek gibi görünmemektedir. Kaynakça Altuntaş, N. (2004/05).“Yıldızı Sönmeyen Bir İdeoloji: Milliyetçilik”. Doğu-Batı 30: 173-190. Anderson, B. (2009). Hayali Cemaatler – Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması. İstanbul: MetisYayınları. Appaduari, A. (1990). “Disjuncture and Difference in the Global Cultural Economy”. Global Culture. (Ed.) Mike Featherstone. London: Sage Publications, 295-310. Balibar, E. (2000). “Irkçılık ve Milliyetçilik”. Irk Ulus Sınıf – Belirsiz Kimlikler. E. Balibar – I. Wallerstein. içinde. İstanbul: Metis Yayınları, 50-87. Balibar, E. ve Wallerstein, I. (2000). Irk Ulus Sınıf – Belirsiz Kimlikler. İstanbul: Metis Yayınları. Belek, İ. (1999). “Postkapitalist” Paradigmalar. İstanbul: Sorun Yayınları. 134 Dünden Bugüne Milliyetçilik: Küresel Dünyada Yükselen Sesler Belek, İ. (2004). Esnek Üretim Derin Sömürü. İstanbul: NK Yayınları. Berger, P. L. (2003). “Küreselleşmenin Kültürel Dinamikleri”. Bir Küre Bin Bir Küreselleşme. (Der.) Peter L. Berger ve Samuel P. Huntington. içinde. İstanbul: Kitap Yayınevi, 9-26. Boztemur, R. (2006). “Tarihsel Açıdan Millet ve Milliyetçilik: Ulus-Devletin Kapitalist Üretim Tarzıyla Birlikte Gelişimi”, Doğu-Batı 38: 161-179. Dieckhoff, A. ve Jaffrelot, C. (2010). “Giriş”. Milliyetçiliği Yeniden Düşünmek – Kuramlar ve Uygulamalar. (Haz.) Alain Dieckhoff ve Christophe Jaffrelot. içinde. İstanbul: İletişim Yayınları, 9-19. Dieckhoff, A. ve Jaffrelot, C. (2010b). “Küreselleşen ve Bölgeselleşen Dünyada milliyetçiliğin Direnişi”. Milliyetçiliği Yeniden Düşünmek – Kuramlar ve Uygulamalar. (Haz.) Alain Dieckhoff ve Christophe Jaffrelot. içinde. İstanbul: İletişim Yayınları, 335-356. Donnan, H. ve Wilson, T. M. (2002). Sınırlar – Kimlik, Ulus ve Devletin Uçları. Ankara: Ütopya Yayınları. Erdoğan, İ. (1995). Dünyanın Çarpık Düzeni – Uluslararası İletişim. İstanbul: Kaynak Yayınları. EU-MIDIS (2009). “European Union Minorities and Discrimination Survey”. European Union Agency for Fundamental Rights. EurActiv. (23.12.2009). “Fransa’da ‘ulusal kimlik’ tartışması başlatan Sarkozy’e aydınlardan ırkçılık tepkisi”. EurActiv (02.09.2009). “Avrupa’nın orta yerinde dil yasağı Slovakya- Macaristan arasında krize neden oldu”. Eurobarometer (2000). “Attitudes Towards Minority Groups in the European Union”. European Monitoring Centre on Racism and Xenophobia. Frank, A. G. (2003). Dünya Sistemi. Ankara: İmge Kitabevi Yayınları. Geertz, C. (1994). “Primordial and Civic Ties”. Nationalism. (Ed.) A. Smith - J. Hutchinson, Oxford: Oxford University Press, 29-34. Gellner, E. (2007). Milliyetçiliğe Bakmak. İstanbul: İletişim Yayınları. Gönlübol, M. (2000). Uluslararası Politika (İlkeler, Kavramlar, Kurumlar). Ankara: Siyasal Kitabevi. Gülalp, H. (2007).“Giriş: Milliyete Karşı Vatandaşlık”. Vatandaşlık ve Etnik Çatışma – Ulus Devletin Sorgulanması. (Haz.) Haldun Gülalp. içinde. İstanbul: Metis Yayınları, 11-34. Hall, J. A. (2008). “Milletleri Türdeşleştirmenin Koşulları”. 21. Yüzyılda Milliyetçilik. (Der.) Umut Özkırımlı. içinde. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 15-34. Hall, S. (1993). “Melez Şahsiyetlerimiz”. Birikim. 1993 / 45-46. İstanbul: Birikim Yayınları, 54-57. Hall, S. (1998). “Yerel ve Küresel: Küreselleşme ve Etniklik”, Kültür, Küreselleşme ve Dünya Sistemi. (Der.) A. King. içinde. Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 39-63. Harvey, D. (2003). Postmodernliğin Durumu. İstanbul: Metis Yayınları. Hassner, P. (2010). “Uluslararası İlişkilerde Milliyetçilik ve Şiddet”. Milliyetçiliği Yeniden Düşünmek – Kuramlar ve Uygulamalar. (Haz.) Alain Dieckhoff ve Christophe Jaffrelot. içinde. İstanbul: İletişim Yayınları, 261-288. Hirst, P. ve Thompson, G. (2003). Küreselleşme Sorgulanıyor. Ankara: Dost Yayınevi. Hobsbawm, E. (2006). Milletler ve Milliyetçilik. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Horkheimer, M. (2005). Akıl Tutulması. İstanbul: Metis Yayınları. Hutchinson, J. (2008). “Milliyetçilik, Globalizm ve Medeniyetler Çatışması”. 21. Yüzyılda Milliyetçilik. (Der.) Umut Özkırımlı. içinde. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 77-100. Jameson, F. (1990). “Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı”. Postmodernizm - Jameson, Lyotard, Habermas. (Haz.) Necmi Zekâ. içinde. İstanbul: Kıyı Yayınları, 59-116. Kalaycı, H. (2006/07). “Batılı Demokrasilerde Ayrılıkçı Milliyetçilik: Quebec Milliyetçiliği”, Doğu-Batı 39: 9-30. Karakaş, M. (2006). “Türkçülük ve Türk Milliyetçiliği”, Doğu-Batı 38: 57-76. Kazgan, G. (2005). Küreselleşme ve Ulus-Devlet – Yeni Ekonomik Düzen. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. sbd.anadolu.edu.tr 135 Cilt/Vol.: 12 - Sayı/No: 3 (117-136) Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Kedourie, E. (1994). Nationalism. Oxford: Blackwell Publishers. Keyman, F. (2000). Küreselleşme, Devlet, Kimlik/Farklılık: Uluslararası İlişkiler Kuramını Yeniden Düşünmek. İstanbul: Alfa Yayınları. Keyman, F. (2002). “Kapitalizm-Oryantalizm Ekseninde Küreselleşmeyi Anlamak: 11 Eylül, Modernite, Kalkınma ve Öteki Sorunsalı”. Doğu-Batı 18: 27-53. Koray, M. (2004). “Küreselleşme Süreci ve Ulus-Devlet, Ekonomi, Siyaset Tartışmaları”. http://www. stratejik.yildiz.edu.tr/makale1.htm. (Erişim Tarihi: 11/11/2004). Kurubaş, E. (2008).“Etnik Sorunlar: Ulus-Devlet ve Etnik Gruplar Arasındaki İlişki”. Doğu-Batı 44: 11-41. Latouche, S. (1993). Dünyanın Batılılaşması. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Lenin, V. İ. (2006). “Sosyalist Devrim ve Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı”. Marksizm ve Ulusal Sorun. V.İ. Lenin - J.V. Stalin. içinde. İstanbul: Evrensel Basım Yayın, 127-143. Nairn, T. (1981). The Break-up of Britain. London: Verso. Nairn, T. (1997). Faces of Nationalism: Janus Revisited. London: Verso. Noi, A. Ü. (2007). Avrupa’da Yükselen Milliyetçilik. İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık. Oran, B. (1992).“Milliyetçilik Nedir, Ne Değildir, Nasıl İncelenir?”. Birikim 45/46. Özbudun, E. ve Keyman, F. (2003). “Türkiye’de Kültürel Küreselleşme”. Bir Küre Bin Bir Küreselleşme – Çağdaş Dünyada Kültürel Çeşitlilik. (Der.) P. Berger ve S. P. Huntington. içinde. İstanbul: Kitap Yayınevi, 303-326. Özer, A. (2007). “11 Eylül, Bölünen Dünya, Huntington ve Çatışma”. Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi 4 (2): 1-23. Özkırımlı, U. (2008). Milliyetçilik Kuramları: Eleştirel Bir Bakış. Ankara: Doğu Batı Yayınları. Özyurt, C. (2005). Küreselleşme Sürecinde Kimlik ve Farklılaşma. İstanbul: Açılım Kitap. Paz, O. (2000). “Şiir ve Modernite”. Modernite Versus Postmodernite. (Der.) Mehmet Küçük. içinde. Ankara: Vadi Yayınları, 184-203. Radikal. (27.10.2009). “Fransa 2.5 ay milli kimliğini tartışacak”. Radikal. (05.01.2010). “Müslüman yolcuya ayrımcılık”. Radikal. (05.03.2010). “Slovakya’da milliyetçi reform”. Sabbagh, D. (2010). “Milliyetçilik ve Çokkültürlülük”. Milliyetçiliği Yeniden Düşünmek – Kuramlar ve Uygulamalar. (Haz.) Alain Dieckhoff ve Christophe Jaffrelot. içinde. İstanbul: İletişim Yayınları, 131-147. Sarıbay, A. Y. (1992). Siyasal Sosyoloji. Ankara: Gündoğan Yayınları. Schnapper, D. (1995). Yurttaşlar Cemaati: Modern Ulus Fikrine Dair. İstanbul: Kesit Yayıncılık. Smith, A. D. (2002). Küreselleşme Çağında Milliyetçilik. İstanbul: Everest Yayınları. Smith, A. D. (2004). Milli Kimlik. İstanbul: İletişim Yayınları. Somel, C. (2002). “Az Gelişmişlik Perspektifinden Küreselleşme”. Doğu-Batı 18: 199-208 Sönmez-Selçuk, S. (2011). Küresel Dönüşümün Kimlik Boyutu: “Öteki”nin İnşası. (Yayınlanmamış Doktora Tezi). Dokuz Eylül Üniversitesi. Şaylan, G. (1995). Değişim Küreselleşme ve Devletin Yeni İşlevi. Ankara: İmge Kitabevi Yayınları. Şaylan, G. (2002). Postmodernizm. Ankara: İmge Kitabevi Yayınları. Tözüm, H. (2002). “Küreselleşme: Gerçek Mi, Seçenek Mi?”. Doğu-Batı 18: 147-167. Uzun, T. (2003). “Ulus, Milliyetçilik ve Kimlik Üzerine Bir Değerlendirme”. Doğu-Batı 23: 131-154. Wallerstein, I. (2002). Tarihsel Kapitalizm. İstanbul: Metis Yayınları. Wallerstein, I. (2004). Modern Dünya-Sistemi (Cilt I). İstanbul: Bakış Yayınları. Yıldırım, E. (2006). “Küreselleşen Dünyada Milliyetçilik”. Doğu-Batı 38: 181-199
.
Mehmet BEŞİRLİ
Türk milliyetçiliği, izafî anlamda Türklerin Avrupa emperyalizminin siyasî ve diplomatik destekçisi Rumlara karşı verdiği savaşımda etkili bir araç olarak kullanılan bir ideoloji olarak karşımıza çıkmaktadır[1]. Daha sonra özellikle Osmanlı Cihan Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nda siyasî-askerî ve diplomatik olarak çökmesinden ve saltanatın kaldırılmasından sonra ise bu ideoloji, Mustafa Kemal dönemi Türk siyasî değişiminin etkili bir disiplini olarak görünmeye başladı[2]. Bu kavram, XIX. yüzyılın son dönemlerinden itibaren ise bazı Osmanlı Türk aydınının ve aydınlanmadan taraf bürokrasinin, Osmanlı hanedanı ve halifelik makamının derinliğinde oluşan Türk-İslam kimliği dışında, daha bağımsız ve kendine özgü bir kimlik yaratma ve geleceğe dönük yeni bir millet, yeni bir ulusal devlet ve dahası Batılı moral değerlerle desteklenen bir toplumun yeni bir varoluş simgesi olarak düşünülmüştü[3]. Ancak “ümmet” esasına dayalı kozmopolit bir siyasî teşekkülden “millet” esasına sürüklenen ya da geçiş yapan homojen ulusal bir yapıyı oluşturmak yeni rejim açısından göründüğü kadar kolay değildi. Bu sürüklenişi başlatan XIX. yüzyılın ikinci çeyreğindeki iç ve dış dinamikler olmuş, 1908 Genç Türk Devrimi’nden sonra gelişen sivil ve askerî elitleşme ve sonrasında emperyalist düvel-i muazzamaya karşı verilen topyekûn uluslaşma ve kimlikleşme mücadelesi ile doruğa yükselmiştir[4]. Burada ele alınan milliyetçilik kavramının temel sınırlayıcı yahut birleştirici ve geliştirici faktörleri olarak ileri sürülen tez, Kemalist milliyetçiliğin daha önceki öncüllerinin ya da Türkiye Türklerinin yeni oluşmaya başlayan ulusal bir toplum oluşturma kimliğinde karşılaştığı tarihî, siyasî ve sosyolojik krizlerine temel teşkil eden gelişmeleri irdelemektir. Milliyetçilik kavramı birçok bilimsel araştırmada özel tarihî bir fenomen olarak, ulusal bir devlete ve topluma giden bir araç olarak kabul edilmektedir[5]. Nasyonalizm ise bu gelişmenin siyasî-sosyal unsurlarını etkileyen ve politize olmaya yönelen toplum yığınlarını yönlendirerek, modern bir kimlik oluşturma tartışmalarında baş planlayıcı olarak devreye girmektedir. Aynı zamanda milliyetçilik, bütün bir toplumun yalnızca büyük grupları arasında değil, zamanla değişim içinde olan bütün toplum yığınlarını etkileyen yeni kolektif bir kimlik arayışı olarak anlaşılmaya yöneldi. Temel parolası ise “yeni bir dünya görüşü” ve programlı “siyasî bir teşkilatlanma” idi. Milliyetçiliğin genel anlamda karakteristik olarak iki sürükleyici fonksiyonu, “Dayanışma” ve “Hareket”[6] kavramları ve bunların girift olarak aralarındaki ilişki yeni dünya görüşünü oluşturmada ideolojik belirleyicileri de etkilemiştir. Bu iki fenomen ulusal bir devlet ve millet olabilme aşamasındaki toplumlara, hem yeni ve bireysel birliktelik gücü, hem de bu genç oluşuma taze ve etkin bir dinamizm kazandırmıştır.
Osmanlı Sosyo-politik Yaşamında Milliyetçilik Kavramının İlk Belirtileri
Osmanlı Devleti’nin toplumsal yaşamında Milliyetçilik, politik bir kültür olarak XIX. yüzyılın sonlarından itibaren teorik yapılanmasını tamamlamaya başlamış ve gittikçe etkisini artırmıştır. Türk milliyetçiliğinin oluşum olgusunda yüksek bir gelişim argümanı ve değerler birikimi olarak ele alınması gereken ilişki, daha XIX. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı entelektüel yaşamında tartışılmaya başlayan Türk modernleşmesidir[7]. Siyasileşme ve kolektif yenilenme bilinci yüksek bir ölçü olarak bu modernleşme denemelerinin sonucunda[8], Osmanlı elitlerinin fikir yapısında ve siyasî yönelimlerinde kendine yer bulabilmiştir. Bir taraftan geniş sınırlara ve aynı zamanda önemli bir devir, dünya tarihi içinde büyük bir güç olarak oynanan siyasî-bürokratik ve sosyo-kültürel rolden, emperyalizm çağının zayıf siyasî otoritesine yönelen dönüşüm, genç Osmanlı elitlerini derinden etkilemiştir. Diğer taraftan Türk-İslam kimliği çerçevesinde Avrupa tarihi içinde kısmen birleşik Hristiyan Avrupa güçlerine karşı sürdürülen dinamizmin zayıflayarak, yabancı güçlerin siyasî ve ekonomik bağımlılık mekanizmasına katılma zorunluluğu ya da Avrupa siyasî sistemine entegre edilme güçlüğü, ortak oto-kontrolde tutulan bir imparatorluğun fertleri olarak etkisizleşmek, her halde Osmanlı aydınlarına yeni çareler bulmak için fırsatlar vermiş olmalıdır. Osmanlı Devleti’nin dış politikasının zayıflaması ve buna ilave olarak sosyal değişimin içe dönük yankıları, etkili bir biçimde bölgesel krizlerin yarattığı etnik kimlik bilincinin - özellikle Osmanlı azınlıkları açısından - oluşmasına giden yolu da açmıştır[9].
Osmanlı Devleti’nde iç krizlerin başlaması ve milliyetçilik bilincinin özellikle azınlıklarda başlaması, Türk modernleşmesini adeta zorunlu kılmıştır. XIX. yüzyılın 30’lu yıllarından itibaren başlayan Sırp ve Rum millî hareketleri ve bunların Avrupa Büyük Güçleri tarafından desteklenmesi, Osmanlı sultanlarını acilen reformlar yapmaya itmiştir. Aynı zamanda iç çöküntünün, imparatorluğun hem Avrupa hem de Asya topraklarında kronikleşmeye başlaması, yeni reformların geleceğinde dış baskıları da imkân dâhiline sokmuştur[10].
Tanzimat dönemine kapı aralayan II. Mahmud (1808-1839) reformlarının ortaya çıkardığı en büyük gerçek, emperyalizm devrinin en ideal kullanım aracı olan ekonomik kapitülasyonların devreye sokulması olmuştur[11]. 1838 Baltalimanı Ticaret Anlaşması sadece İngiltere’yi Osmanlı topraklarında ekonomik sömürü aracını çalıştırmaya itmemiş, aynı zamanda Osmanlı iç siyasî krizlerini ve azınlık problemlerini de dış kontrole bağımlı hale getirmiştir. Çünkü Türklerin imparatorlukta sahip olduğu sosyo-politik hakların aynı zamanda eşit bir biçimde azınlıklara da tanınması sürecinin başlaması ile[12] Hristiyanlar başta olmak üzere gayrimüslim Osmanlı yurttaşlarına ve Avrupa’daki ideolojik gelişmeleri, din ve mezhep farklarına rağmen takip etmekte hiçbir zorluk çekmeyen azınlık elitleri ve liderlerine imparatorluk sevgisi getirmemiş, bilakis anti-emperyalist bu Türk yaklaşımı yeni sosyal ve ekonomik krizlerin başlamasına öncülük etmiştir. Bundan sonraki gelişmeler, zamanla Osmanlı siyasî zayıflamasını daha da artırmış ve uluslararası büyük diplomatik gelişme ve olaylarda, Osmanlı liderlerini etkisizleştirmiştir.
Avrupa’da Osmanlı Siyasî Rolünün Etkisizleşmesi: Osmanlı Elitleri ve Yeni İdeolojik Arayışlar
Osmanlı dünya gücünün uluslararası diplomatik arenalarında etkisizleşmesi ve buna bağlantılı olarak iç karışıklık ve krizlerle birlikte dış baskıların artması, Osmanlı siyasallaşma tarihinde kolektif siyasî bilinç ya da kaygılarla hareket eden, yeni bir ideolojik ortamın başlamasını adetâ zorunlu hale getirmiştir. XIX. yüzyılın 60’lı yıllarından itibaren iç idarî mekanizmanın çökmesi ve dışarıdan gelen müdahalelerin artması sonucu, Osmanlı yönetimine karşı muhalefet gösteren elitler (güzideler) ortaya çıktılar. Bunlar daha sonraları “Genç Osmanlılar” adı altında organize olmaya başladılar. Onların muhalefeti daha sonra da reform düşüncelerinin önemli altyapısını; Osmanlı hanedanı etrafında odaklaşmakla beraber, içte güçlü ve sert, dışta ise zayıf idarî organizasyonlarla beraber yürüyen bir bürokratik yapının zafiyetlerine ciddi ve oldukça cesur bir başkaldırıyı oluşturuyordu[13]. Bunu yaparken de çok dinli ve ırklı bir imparatorluğu ortak menfaat birliği içinde sağlanan bir bütünleşme, daha doğrusu ayrılmamakla koruyabileceklerine inanıyorlardı. Ancak daha sonraki süreçte amaçlanan bu çatı tutmazsa, Türk unsurunun ön plana çıkarılarak - Türk milliyetçiliğinin ilk oluşum aşaması -, yığınların politize edilmesini öngören bir efkar-ı umumiyeye kanalize olmuşlardı. Politik yaşamlarının önemli elementi olarak da “Anayasal Düşünce” etrafında şekillenen toplum katmanlarının eşitliğini öngörüyorlardı[14]. Böylece II. Abdülhamid çağının reform denemelerine karşı - siyasî alanda kısıtlamalardan dolayı - politik dinamiğin büyümesi, aydınların ve bürokrasinin siyasî-kültürel aktivitesinin artması, Osmanlı elitleri arasında yeni bir kimlik arayışının ilk görüntülerini de gündeme getirmiştir[15]. Ancak bu dönemde Sultan II. Abdülhamid de kurumsal-kültürel ve ekonomik alanda birçok reform hareketine girişmiştir. Yönetimde re-organizasyon[16], bunun yanında altyapının düzenlenmesi, devletin ekonomik aygıtının modernleştirilmesi ve eğitim kurumlarındaki yenilenme girişimleri dönemin tipik değişikliklerindendir[17]. Siyasî gelişmeler ve parlamentarizmin etkileri olmaksızın gerçekleştirilen bu tip yenilik çabalarında örnek alınan temel yapı, Avrupa toplumunun modern altyapılarından etkilenmekle birlikte, millî yapıda modern bir modeldi[18].
Sultan II. Abdülhamid’in gerçekleştirdiği modernleşme girişimleri, Osmanlı siyasî yaşamında, Tanzimat’tın getirdiği sıkıntıları bertaraf edip, yeni bir anayasal yönetim düşüncesine sahip olan Batı’daki muhalifleri etkisizleştirmiş, hatta Sultan II. Abdulhamid’in siyasî yenileşmeler olmaksızın devlet aygıtını reforme etme eğilimi; sosyal, ekonomik ve kültürel reformları başarı ile gerçekleştirmeye yönelmesi[19]; bazı Osmanlı elitlerini, yeni bir anayasal oluşum gerçekleştirebilme hususunda demoralize etmiştir. Başarısızlıklarını gördükleri anda da Avrupa’nın önemli başkentlerindeki muhalif tavırlarını terk eden bazı muhalifler şu ya da bu şekilde Sultan’ın görev tekliflerini kabul ederek yurda dönmüşlerdir. Rejim karşıtı muhalefetlerine son vermeleri, Sultan tarafından ödüllendirilmiş, İstanbul’da önemli devlet mekanizmalarında görev üstlenmişlerdir[20].
XIX. Yüzyılın İkinci Yarısı ve Osmanlı Toplumunda Üç İdeolojinin İç içeliği
Sultan’a karşı oluşturulan siyasî muhalefetin kaynaklarını Tanzimat dönemine karşı oluşturulan elitsel mukavemetin bir uzantısı olarak “Osmanlılık” ideolojisinin teorik gelişmesinde aramak yanıltıcı olmayacaktır. Tanzimat’tan Birinci Dünya Savaşı’na uzanan süreçte yaşanan bazen iç içe bazen de temelden ayrı dinamikler olarak yükselen üç ideolojinin varlığı, Osmanlı’da, yeni bir imparatorluk kimlik arayışının fonksiyonel elementleri olarak Türk sosyo-kültürel ve siyasî yaşamında etkili olmuştur. Özellikle Hristiyan tebaanın imparatorluğun önemli bir potansiyel parçası olarak Balkan savaşlarına kadar sürdürdüğü zaman diliminde, “Osmanlı Birliği” (Pan-Osmanizm) ideolojisi hiçbir zaman pasif bir kimliğe bürünmemiştir[21]. Ancak Osmanlı Saltanatı, ortak vatan ve ortak idealler (çıkarlar) uğruna verilen mücadelenin özellikle XIX. yüzyılın 70’li yıllarından sonra, Hristiyan tebaanın isyanları sonucu gittikçe zayıflaması, Sultan Abdülhamid’le birlikte “İslam Birliği (Pan-İslamizm)”[22] ideolojisinin favori olarak yükselmesine; yani imparatorluğun geleceğinde İslamî dinamikleri ön plana çıkaran Müslümanların halifesinin aktivitesinin artmasına yol açmıştır. Pan-Osmanizm, 1878’den sonra hem Abdülhamid’in siyasî pasifleştirme hareketinin, hem de onun - çeşitli oyunlarla - 1909’da tahtan uzaklaştırılmasından sonraki süreçte uygulanmaya çalışıldığı gibi, Slav ırkından olan tebaanın milliyetler üstü bir yaklaşımla, imparatorluk sevgisi hissetmelerini sağlama çabalarının bir aracı olarak kullanılacaktır. Ancak emperyalizm çağının yükselen değerleri arasında yer alan milliyet duygusunun ve ırkî yakınlaşmaların, birlikteliklerin ya da Batı’ya sosyo-kültürel ve daha sonra da siyasî entegrasyonların artması karşısında bu birliği ya da uyumu gerçekleştirme teorik bazda gerektiği ölçüde kolay olmayacaktır. Diğer taraftan sağlanabilecek “Osmanlı Uyumu” içinde Türk ırkının yine efendi olarak kalma çabalarının yüksek düzeyde tartışıldığı bir siyasî ortamda Osmanlı birliğini koruma çabaları, bir imparatorluğu ayakta tutabilecek kadar keskin ve titiz görünmeyecektir. Hatta 1908 Genç Türk Devrimi’nden sonra yönetimde söz sahibi İttihatçıların öngördükleri entegrasyonun, bir tür “Türkleştirme” pozisyonuna kayması, bu ortamı daha da karmaşıklaştıracaktır. Çünkü bu tarz bir yaklaşım, yalnızca Hristiyan tebaayı rahatsız etmekle kalmayacak, aynı zamanda Türk olmayan, ancak ortak inançla imparatorluğa bağlı olan Arapları da etkileyecektir[23]. Diğer yandan bu tarz bir tavır, kabile bağlarının güçlü olduğu ve idarî-dinî örgütlenmenin şeyh adı verilen yerel Arap liderleri altında gerçekleşen sınıflı bir toplumu politize etmeyi daha da kolaylaştırmıştır. Nitekim bundan sonraki süreçte, Arap liderlerinin Osmanlı bürokratlarından uzaklaşması ve özellikle İngiliz kışkırtmaları sonucu Arap milliyetçiliği bilincinin oluşmaya başlaması, Devlet’in Doğu Akdeniz’den başlayarak İran Körfezi’ne kadar olan topraklarının güvenliğini bir daha onarılamayacak derecede krize sokmuştur[24]. Diğer taraftan Enver Paşa’nın Balkan Savaşlarında elden çıkan Edirne’yi 21 Temmuz 1913’de geri alması ile Türk ulusal dayanışmasının - İttihat ve Terakki Partisi’nin ve Paşa’nın popülaritesinin[25] - yükselmeye başlaması, Türk milliyetçiliği taraftarlarını daha radikal kararlar almaya itmiştir. Yani; Birinci Dünya Savaşı arifesinde Türk milliyetçilerinin daha bariz bir biçimde etkin bir ideoloji olarak dinamizminin artması, Devlet’in yönetiminde İttihatçıları ve onların ideologu milliyetçi elitleri daha aktif hareket etmeye itmiştir. Bunlar, Osmanlı Devleti’nin hem Avrupa hem de Asya topraklarında artan bir ölçüde etnik grupları baskı altında tutarak, imparatorluğa entegre etme politikasına yöneldiler. Yeni bir imparatorluk milliyeti oluşturmaktan çok, millî bir yapının oluşturulma çabaları; ancak, bunu gerçekleştirirken de, Müslüman Türkleri doğal olarak yine tek/etkin yönetici olarak kabul etme ve kabul ettirme eğilimi gittikçe güçlenmiştir.
XIX. yüzyılın 70’li yıllarından itibaren başlayarak, 1908 Genç Türk hareketinin doruğa yükselmesine kadarki evrede, Osmanlı aydınları ya da dönemin etkin siyasî teşekküllerinden olan İttihat ve Terakki Partisi önderlerinin planlı ve programlı bir sosyo-kültürel ve ekonomik politikaları mevcut değildi[26]. Onların devrim öncesi aktüel olarak iki endişeleri vardı: Birincisi, ani bir kararla Genç Türk organizasyonunun parçalanması - çünkü bu hususta endişeler mevcuttu -, diğeri de Büyük Güçler’den İngiltere ile Rusya’nın 1908’de Reval’de Osmanlı Devleti’nin geleceğini görüşmeleri ve Türk toplumunun çözülmesi üzerine birtakım ortak kararlar almaları idi.[27] Özellikle 1909’da Sultan Abdülhamid’in tahtan uzaklaştırılması ve Saray’ın bir tür tehlike olmaktan çıkarılmasından sonra,[28] daha rahat ve radikal hareket etme fırsatı yakalayan İttihatçı genç liderler, Türk milliyetçiliği için daha sistemli ve detaylı programlara yöneldiler. Osmanlı toplumunun bazen bünyesel bazen de şartlara bağlı karakteristik var olma ya da varlığını devam ettirme mücadelesinde, yeni askeri elitlerin varlığının oluşması - Enver ve Mustafa Kemal Paşalar gibi askerî/siyasî elitler - Türk milliyetçiliğine yeni bir iç siyasî-sosyal realizm ve aktivizm getirmiştir[29]. Ancak bu dinamizm yine iç ve dış krizlerin artması sebebiyle sorunların radikalleşmesine yol açmış ve kriz bilincinin toplum yığınları arasında iyice yerleşmesine zemin hazırlamıştır.
1909’dan sonra İttihatçılar, Türk milliyetçiliği konusunda program eksiklerini kapatmaya çabaladılar ve programlarındaki açıklık, demokratik yasalılık, iç sağlamlılık ve dış politika hareketliliğinin yardımı ile de imparatorluk yönetiminde siyasî güçlerini kabul ettirmeye ve idarî entegrasyon faaliyetlerini artırmaya yöneldiler. Ancak 1911 Trablusgarb Savaşı’ndan sonra Türk dış politikasının zayıflığı gittikçe arttı. İç politikada ise Abdülhamid sansürünü aratmayacak ölçülere ulaşan bürokratik baskılar başladı. Diğer taraftan özellikle gerçek anlamda hiçbir Avrupa siyasî bloğuna katılamayan Osmanlı liderlerinin, 1913 Trablusgarb Savaşı’nda Avrupa Büyük Güçleri’nin net belli olmayan dış politikaları karşısında, Türk unsurunun iç bünyesel faktörlerine dönmek istemeleri, Türk milliyetçiliğini ön plana çıkarmıştır[30].
Türk milliyetçiliğinin oluşmasında sadece siyasî, sosyal şartlar ve bağlantıların etkili olmadığı bir gerçektir. Bütün bunlardan önce Türk milliyetçiliğinin oluşmasını hazırlayan ideolojik ortam ve bütünleşme stratejilerinin etkisi de göz önünde tutulmalıdır. Batı’dan gelen fikirlerin etkileri, yani; siyasî teoriler ve liberal-sivil doktrinlerin Osmanlı toplumuna yönelmesi, Türk milliyetçiliğinin olgunlaşmasında etkili olan Türkoloji alanındaki çalışmaların gelişmesine sebep olmuştur[31]. Ancak, bu olgunlaşmanın temellerinin - yukarıda da belirtildiği üzere - XIX. yüzyılın 60’lı yıllarından itibaren Genç Osmanlılar ile başladığı, daha sonra da İttihat ve Terakki Partisi’nin kurulması ile doruğa ulaştığı bilinmektedir. Bunda Osmanlı Devleti üzerinde Batı düşüncesinin otomatik ve tabiî olarak etkide bulunmasının rolü de yadsınamaz. Yani; bunda Batı düşüncesinin zarurî aracı ve tercümanları olarak Fransa’da bulunan başlıca Türk ilticacıların (aydınlar) etkisi azımsanmayacak ölçüde idi[32]. Onlar, Batılı reformlarla bezenmiş geleneksel bir millet ve anayasayı arzuluyorlardı. Öyleyse Türk milliyetçiliği düşüncesinin teorik ön hazırlıklarının XIX. yüzyılın 60’lı yıllarından itibaren şekillenmeye başladığı görülüyor. Bu bakımdan tartışılması gereken asıl konu, Türk milliyetçiliğinin oluşum aşamasında Batı’daki gelişmelerin etkili olup olmadığı değil, ne derecede etkili olduğudur. Bu gelişmede etkili olan belli başlı teorisyenlere bakmakta da fayda vardır.
Genç Türk hareketinin Avrupa’daki en önemli temsilcileri Ahmed Rıza Bey (1859-1930) ve rakibi Prens Sebahaddin (1877-1948) idi. Ahmed Rıza’ya göre; imparatorlukta yapılması gereken idarî-siyasî reformlar, Osmanlı Devleti’nde yaşayan etnik grupların yararına ya da onların yardımına gerek duymuyordu. Onun tasarladığı imparatorluk reformlarının temel noktasında Türk ırkı duruyor ve Osmanlı vatanseverliği etrafında odaklaşıyordu. Ancak rakibi Sebahaddin’deki reform teşebbüslerinde, azınlıklara da oldukça önemli bir rol tanınıyor ve adem-i merkeziyet ile birlikte bireyin aktivitesi de önemseniyordu. Aynı zamanda Sebahaddin, gerçekleştirmeyi arzuladığı reformları Batıcı bir reçete üzerine oturtuyor ve radikal sosyal reformlarla birlikte milletler üstü federatif bir anayasal değişimi öngörüyordu[33].
Türk milliyetçiliğinin Osmanlı Türkiye’sinde gelişmesinde Rusya’dan Osmanlı ülkesine gelen aydınların da oldukça önemli etkisi söz konusudur. Kırım Türklerinden olan İsmail Gaspıralı (1851-1914), Kazan Türklerinden Yusuf Akçura (1876-1935) ve Azerbaycan Türklerinden Ahmed Ağaoğlu’nun (1869-1939) Türk milliyetçiliğinin organizasyonal teşekkülünde ve düşünce tarihinde yerleri de azımsanmayacak kadar etkilidir[34]. Ancak Batı’nın -özellikle Fransa’nın- politik kültürünün, genel düşüncelerinin ve tecrübelerinin derin bir biçimde Osmanlı Türkiye’sine intikali Sultan Abdülhamid reformları sayesinde olmuş ve 1914 öncesi Türk milliyetçiliğinin oluşmasında etkili olmuştur[35]. 1908/9 dönemini takiben ve özellikle 1913’de Enver Paşa döneminde Türk milliyetçiliğinin organize olmasında askerî temayüller ve bazen de baskılar etkili olmaya başlamıştır. Özellikle dönemin siyasî durumunun gittikçe karmaşıklaşması, savaşlar ve dış baskıların birbiri ardına etkili olması, öngörülen yenileşme, değişme ve re-organizasyonu sağlamada fırsatları basitleştirmiş ya da ortadan kaldırmıştır. Yine de bir taraftan “Türk Yurdu” ve “Türk Ocağı” gibi sosyal-kültürel ve medyatik teşkilatların kurulması, diğer taraftan eğitim ve ekonomide gerçekleştirilmesi amaçlanan ya da gerçekleştirilen reformlar[36], Genç Türk liderlerinin gerçekleştirmek istedikleri modernleşme hakkında bazı ipuçları verebilir.
Türk milliyetçiliğinin teşkilatlanmasında özellikle Balkan Savaşları’ndan sonraki aşamada Türk fikir teorisyenlerinin faaliyetleri de küçümsenemez. Özellikle toplumsal sorunları irdeleyen sosyolog-yazar Ziya Gökalp (1876-1924), 1918’e kadar İttihatçıların merkez komitesinin etkili bir üyesi olarak, Mustafa Kemal öncesi Türk milliyetçiliğinin bir şef ideoloğu olarak karşımıza çıkmaktadır[37]. Her ne kadar ilhamını Emil Durkheim’den alsa bile yine de Türk milletinin mizacını en iyi bilen bir toplum bilimci olarak, Türk milliyetçiliğinin oluşumunda ortaya koyduğu ilkeler ile önemli bir temsilci görevini üstlenmiştir[38]. Yani; İttihatçılardan Mustafa Kemal’e uzanan süreçte Ziya Gökalp’in iyi bir Türk kültür teorisyeni ve aktarıcısı olarak gündemini her zaman koruduğu bir gerçektir[39]. Gökalp, hem her iki dönemin gelişim aşamasında ve genel politikalarının tespitinde hem de bütünüyle bu dönemlerde oluşturulmaya çalışılan Türk millî kimliğinin oluşmasında etkili olmuştur[40]. 1913’den sonra Türk kültür politikalarının oluşması yanı sıra gerçekleştirilmesi öngörülen sosyo-kültürel ve psiko-sosyal reformların kabul edilmesinde de etkisi kaçınılmazdır. Otokratik üstünlüğü temel almakla birlikte, bunun yanı sıra anti-modernist bir yaklaşımla yazdırılan ya da uygulanan reformların, “Ümmet” ya da “Osmanlı” anlayışından İttihatçı “Millî” ya da “Türk” kavramlarına geçişteki uyarlanış ya da geçişteki kimlik sancıları da bu dönemin fikir zemininde uzunca tartışılma alanı bulabilmiştir[41]. Bu açıdan Cumhuriyet Türkiye’sinin şekillenmesinde Birinci Dünya Savaşı öncesi başarılı ya da başarısız uygulamaların ne derecede rolü olduğu sorusu daha açıklığa kavuşmuş değildir.
Diğer yandan yukarıda da temel alt yapısı çizildiği üzere 1914 öncesi Türk milliyetçiliğinin teoriden uygulama alanlarına aktarılmasında Enver Paşa gibi genç askerlerin rolleri hemen her zaman en üst düzeyde olmuştur. Enver Paşa’nın uygulama sahasına sokmak istediği Türk milliyetçiliği daha ekstrem bir yapıda idi. Zaten daha sonraki süreçte onun Kafkasya’dan Türkistan’a kadar uzanan coğrafyada Türklerin birleşmesi için verdiği savaşımda görüldüğü üzere Enver Paşa milliyetçiliği, daha romantik zemine oturan heyecanlı ve romantik bir Pan-Türkizm etrafında odaklaştı. Zaten Mustafa Kemal Paşa ile Enver Paşa arasındaki yabancılaşma ve çekişmenin temelinde yatan gerçeklerden birisi de Türk milliyetçiliği konusunda birincinin ikinciye göre daha kontrollü ve dar kapsamlı realist yaklaşımlar sergilemesi idi[42].
Sonuç
Osmanlı Devleti’nin son döneminde etkili olan üç ideolojik fikir yapısından en etkilisi hiç şüphesiz ki Türk milliyetçiliğidir. Özellikle Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında temel olan millî karakterli Kuvvâ-yı Milliye birlikleri de temelde Türk milliyetçiliğinin ilk nüveleri sayılmalıdır. Tanzimat okullarından yetişmekle birlikte, zamanla baskıcı bir merkeziyetçiliğe dönüşen reformcu devlet adamı ve bürokratların sarsılmaz görünen güçlerini zayıflatmak için ortaya çıkan yeni Osmanlı aydınları, devletin korunmasını ve dengesini ortak menfaatlerle mücehhez bir Osmanlı birliği sayesinde sağlayabileceklerine inanıyorlardı. Ancak bu inanç, gerek dil ve gerekse din ve mezhep bağları başta olmak üzere temelde kültür bağları ile Avrupa’ya entegre olmuş Osmanlı azınlıklarını aynı çatı altında tutmaya yetmemiştir. Çünkü XIX. yüzyılda emperyalizmin küçük toplum ve azınlıkları kullanarak siyasî ve ekonomik rant elde etme kavgası, büyük imparatorlukların - Osmanlı ve Avusturya-Macaristan gibi - yaşama şansını adeta imkansızlaştırmıştır.
Özellikle 1878 Berlin Kongresi’nden sonra, Osmanlı Birliği fikrinin imparatorluğu ayakta tutamadığını anlayan Osmanlı toplumunda, yüksek sesle İslam birliği tartışılmaya başlamıştır. Bu fikri siyasî bir araç olarak kullanma eğilimine giren Sultan II. Abdülhamid, başlarda özellikle İngiliz sömürgelerinde - Hindistan ve Mısır - oldukça önemli bir taraftar topluluğunun sempatisini kazanmıştı. Ancak İslam dünyası çeşitli cephelerden İngiliz emperyalizminin çarkları arasına öyle katılmıştı ki, bütün çabalara rağmen inanç birliği bile, İngiliz propagandalarının önünü alamamıştır. Dahası Arap milliyetçilerinin İngiliz dış politikasının diplomatik oyunları ile Türk düşmanı hislerle dolmaları, İslam birliği fikrinin de sonunu getirmiştir.
Son bir ideolojik akım olarak Türk milliyetçiliğinin devreye girmesi, modern devlete giden yolu açmıştır. Bir taraftan Batılı okullarda yetişen ya da Avrupa’da tahsil görmüş gençlerin mücadeleleri, diğer taraftan Rusya’dan Osmanlı ülkesine gelen Türklerin etkileri ve son aşama da Türkoloji alanındaki bilimsel gelişmeler, Türk milliyetçiliğinin şekillenmesi ve İttihat ve Terakki Partisi döneminde yegâne ideoloji olarak kabul edilmesini sağlamıştır. Bu anlamda Millî Mücadele öncesinde Türk milliyetçiliğinin temel dinamikleri hemen hemen hazır hale getirilmişti. Zaten Milli Mücadele’de ortaya konulan ortak dayanışma ve mücadelenin altında yatan ruh da ancak böyle bir yapının sonucunda oluşan halet-i ruhiye ile açıklanabilir. Sonuçta, XIX. yüzyıldan itibaren başlayan ve Mustafa Kemal inkılaplarıyla sonuçlanan devleti kurtarma mücadelelerinde, Türkçülük/Milliyetçilik fikrinin temel dinamiklerinin kültürel bir yapı etrafında mı yoksa etnik bir formülasyonla mı tartışıldığıdır.
[1] Salâhi Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, Cilt I, Ankara 1987, s. 65-73.
[2] Mustafa Kemal'in milliyetçilik anlayışı Cumhuriyet Halk Partisi'nin programında belirtildiği şekilde ifadesini bulmuştur: Buna göre; “Türk milleti büyük insanlık ailesinin yüksek ve şerefli bir uzvudur. Bu itibarla bütün insanlığı sever. Milli menfatlarına dokunulmadıkça başka milletlere karşı düşmanlık beslemez ve telkin etmez. Türk milliyetçiliği, bütün çağdaş milletlerle bir ahenkte yürümekle beraber, Türk İçtimai Heyetinin hususi seciyesini ve başlı başına müstakil hüviyetini korumayı esas sayar. Bu itibarla, millî olmayan cereyanların memlekete girmesini ve yayılmasını istemez”. Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam - Mustafa Kemal 1922-1938 -, 3. Cilt, İstanbul 1985, s. 444-445.
[3] Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, İstanbul 1987, s. 190-204.
[4] II. Meşrutiyet döneminde milliyetçilik tartışmaları için bakınız, Niyazi Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma, İstanbul 1978, s. 425-429. Karşılaştırınız, Uriel Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, Ankara 1979 (Çeviren: Kadir Günay), s. 123-172.
[5] Erol Güngör, Dünden Bugünden Tarih-Kültür-Milliyetçilik, İstanbul 1986, 3. Baskı, s. 152.
[6] Günter Schödl, Grenzen und Formen des Nationalen, Nürberg-Erlangen 1990, s. 190.
[7] Osmanlı Devleti'nde modernleşme ve batılılaşma için bakınız, Berkes, a.g.e., s. 331-380; Bilâl Eryılmaz, Tanzimat ve Yönetimde Modernleşme, Ankara 1992; Ayrıca Osmanlı şehirlerinde modernleşme ile ilgili makalelere bakınız. Paul Dumont, François Georgeon, (Editörler) Modernleşme Sürecinde Osmanlı Kentleri, (1992 Fransızca Villes ottomanes á la fin de l´empire baskısından çeviren Ali Berktay), 2. Baskı, İstanbul 1999.
[8] Modernleşme denemeleri ve birikimleri aslında millî bir devlete giden yolu açmış ya da kolaylaştırmıştır. Reşat Kasaba, “Eski İle Yeni Arasında Kemalizm ve Modernizm”, Türkiye'de Modernleşme ve Ulusal Kimlik, (Editörler: Sibel Bozdoğan ve Reşat Kasaba, Çev: Nurettin Elhüseyni), İstanbul 1999, s. 15 vd.
[9] Georges Castellan, Balkanların Tarihi, 14.-20. Yüzyıl, (Çev: Ayşegül Yaraman-Başbuğu), İstanbul 1995, s. 245 ve devamı.
[10] E. Güngör, Dünden Bugünden Tarih-Kültür-Milliyetçilik, Ankara 1971, s. 20-28.
[11] Şevket Pamuk, Osmanlı Ekonomisinde Bağımlılık ve Büyüme (1820-1913), İstanbul 1994, 2. Baskı, s. 17-22; Seyfettin Gürsel, “1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması”, Tanzimat'tan Cumhuriyet'e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 3, İstanbul 1985.
[12] 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanları ile Osmanı bürokratları biraz da dış baskıların etkisiyle azınlıklara oldukça önemli imtiyazlar vermekle kalmadılar, aynı zamanda eskiden daha bariz bir biçimde Osmanlı azınlıklarının reform isteklerini Büyük Güçlerin yetkisine terk ettiler. Çünkü bu fermanlardan sonraki süreçte izafî olarak azınlıkların haklarını ileri sürerek fakat gerçekte Doğu Sorunu'nu gündemde tutmaya özen gösteren Büyük Güçler'in amansız baskıları ile karşı karşıya kalan Osmanlı bürokratları, Avrupa diplomasisinde dengelerin elverdiği ölçüde hareket alanı bulabilmiştir.
[13] Roderic H. Davison, Osmanlı İmparatorluğu'nda Reform, 1856-1876, 1. Cilt, (1963 İngilizce baskısından çeviren Osman Akınhay), İstanbul 1997, s.200-201.
[14] Genç Osmanlılar'ın kendilerine özgü fikirleri Avrupa'da bir bir yayınlanırken, yine bunların ileri sürdükleri düşüncelere paralel öneriler de İstanbul'da yok değildi. 1867 yılı ilkbaharında Levant Herald'ta “Birkaç yurtsever Müslüman’ın Bâb-ı Âli nazırlarına hitaben raporu” başlıklı broşüründe isimsiz yazarlar ulusal refahın şartları olarak “bütün vatandaşların kanun önünde eşitliği, vicdan özgürlüğü, kişi özgürlüğü, mülkün dokunulmazlığı, düşüncenin dokunulmazlığı, güçler ayrımı, adlî bağımsızlık, bu ilkelerden çıkan bütün hakların kutsallığı ve son olarak da keyfi yetki kullanımına karşı zorunlu güvenceler” maddelerini ileri sürüyorlardı. R. H. Davison, a.g.e., C. I, s. 238.
[15] N. Berkes, a.g.e., s. 360.
[16] Carter V. Findley, Kalemiyyeden Mülkiyeye Osmanlı Memurlarının Toplumsal Tarihi, (İngilizce baskısından çeviren: Gül Çağalı Güven), İstanbul 1996, VI. bölüm.
[17] Bernard Lewis, Modern Türkiye'nin Doğuşu, Ankara 1988, 3. baskı (İngilizce'den çeviren: Metin Kıratlı), s. 173-185. Sultan II. Abdülhamid'in eğitim reformu üzerine bakınız, Bayram Kodaman, Abdülhamid Devri Eğitim Sistemi, İstanbul 1980.
[18] Jens Nagel, Zwischen Kapitalarmut und Kapitakexport, Berlin 1996, s. 77.
[19] Josef Matuz, Das Osmanische Reich. Grundlinien seiner Geschichte, Darmstadt 1994, 3. Baskı, s. 238-248.
[20] Stanford J. Shaw, Ezel Kural Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, II. Cilt, Reform, Devrim ve Cumhuriyet: Modern Türkiye’nin Doğuşu, 1808-1975, İstanbul 1994, ikinci baskı (İngilizce'den Çeviren: Mehmet Harmancı), s. 313.
[21] B. Lewis, a.g.e., s. 232.
[22] Şerif Mardin, Türkiye'de Din ve Siyaset, İstanbul 1995, 4. Baskı, s. 11-22.
[23] Hasan Kayalı, Jön Türkler ve Araplar, İstanbul 1998, s.94.
[24] İttihatçıların Arap politikası için bakınız, Hasan Kayalı, a.g.e., s. 91-122.
[25] Alan Palmer, Verfall und Untergang des Osmanischen Reiches, (1992 İngilizce baskısından çevirenler Maria Rosken ve Ilse Strasmann), München ve Leipzig 1992, s. 312 vd.
[26] Mehmet Beşirli, Die europäische Finanzkontrolle im Osmanischen Reich in der Zeit von 1908 bis 1914, Berlin 1999, Bölüm 2.
[27] Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki 1908-1914, İstanbul 1986, 3. baskı, s. 19; Aynı yazar, İttihatçılıktan Kemalizme, (İngilizce'den çeviren: Fatmagül Berktay), İstanbul 1986, 2. Baskı, s.10.
[28] Sultan II. Abdülhamid’ten sonra tahta çıkan yeni Sultan Mehmed Reşad, selefi ile karşılaştırılamayacak derecede son derece etkisizdi. Yani 1909’dan sonra Osmanlı Saltanatı ve Sultanı, pratikte İttihatçıların emirlerini ya da kanunlarını onaylayan bir makam durumuna getirildi. Çünkü Abdülhamid gibi güçlü ve zeki bir sultanın etkisizleştirme politikasından kurtulan genç elitler ya da idarî-askerî bürokratlar, güçlerini sınırlandırabilecek yeni bir güce izin verme niyetinde değillerdi ve bu bakımdan yeni tedbierler almaktan da geri kalmadılar. Feroz Ahmad, Modern Türkiye'nin Oluşumu, İstanbul 1995 (İngilizce'den Çeviren: Yavuz Alogan), s.52-53.
[29] Türk milliyetçiliğinin 1909’dan sonra peyderpey birinci plandaki ideoloji olarak gelişmesi, 1913’den sonra da teorisinin tamamlanarak pratik icraatlarda kullanılması, Genç İttihatçıların imparatorluğun yönetiminde etkili olmasıyla açıklanabilir. Özellikle Enver Paşa’nın 1913’den sonra popülaritesinin yükselmesinden sonraki süreçte, idarî-askerî bürokrasinin rollerinin artması, imparatorluğun 1914’deki siyasî ve diplomatik olaylara katılışını kolaylaştırmıştır. Bu süreçte Mustafa Kemal Paşa’nın Türk milliyetçiliğinin oluşmasındaki rolü, Enver Paşa ile karşılaştırılmayacak kadar etkisizdir. Mustafa Kemal, Birinci Dünya Savaşı sonrasında imparatorluğun tarihe karışmasından sonra, 1914 öncesi temelleri atılan Türk milliyetçiliği üzerine tezlerini inşa etmiştir. Ancak O'nun milliyetçi tezleri Enver Paşa'nınki gibi hayalperest değil realist idi. Bakınız, G. Schödl, aynı eser, s. 189 ve devamı.
[30] G. Schödl, a.g.e., s. 197; M. Kemal Öke, Hilafet Hareketleri, Ankara 1991, s. 16 vd.
[31] G. Schödl, a.g.e., s. 199.
[32] Şerif Mardin, Jön Türkler'in Siyasi Fikirleri 1895-1908, İstanbul 1989, s. 60-62.
[33] Ahmed Rıza ve Prens Sebahaddin'in görüşleri için bakınız, Ş. Mardin, Jön Türkler'in Siyasi Fikirleri, s. 129-134, 213-218.
[34] G. Schödl, a.g.e., s. 202.
[35] 1789 İhtilâli ile Fransa'da; siyasî, edebî ve kültürel reform hareketleri hızlı bir biçimde millileşmeye yönelmeyi sağlamıştır. Özellikle şair ve yazarların ortaya koydukları hümanist, bireysel ve anayasal fikirler, büyük imparatorluklar yerine daha millî teşekküller kurma eğilimlerini doğurmuştur. Fransız entelektüelleri arasında gelişen ve daha sonra diğer Avrupa başkentlerinden Osmanlı coğrafyasına kadar yayılan fikirler de, Osmanlı siyasî mekanizmasını etkilemiştir.
[36] B. Lewis, a.g.e., s. 226-229; S. Shaw, a.g.e., II, s. 348, 367-372.
[37] G. Schödl, aynı eser, s. 203-204.
[38] Erol Güngör, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, İstanbul 1993, (Hazırlayanlar: R. Güler, E. Kılınç), s.5
.
M Milletler ve Milliyetçilik E. J. Hobsbawm PROGRAM, MİT, GERÇEJ<LİK İ n g i l i z c e d e n Ç e v i r e n : O s m a n A k ı n h a y M AYwm 1-0 ^ -
2 E. J. Hobsbawm 1780 den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik Program, Mit, Gerçeklik MİVVNTI
3 ERIC J. HOBSBAW M 9 Haziran 1917'de M ısır ın İskenderiye kentinde doğan Hobsbawm Viyana, Berlin, Londra ve Cam bridge Üniversitelerinde öğrenim görür. H itler in iktidara yükseldiği yıllara rastlayan Berlin deki öğrencilik döneminde sosyalizme yakınlık duyar yılları arasında Cambridge deki King s College da öğretim üyeliği yapar. Avrup a ya, Akdeniz ülkelerine ve Latin A m erika ya birçok yolculuk gerçekleştirir. Hobsbawm, sık sık gittiği A BD de, Stanford Üniversitesi İktisat Bölümü ile Massachusetts İnstitute of Technology de konuk profesör olarak ders verir. Uzun süre Londra Üniversitesi ne bağlı Birkbeck College da iktisadi ve toplumsal tarih profesörü olarak çalışan Hobsbawm, halen New Y ork taki New School for Social R esearch te ders vermektedir. Hobsbawm tarih çalışm alarına üyesi olduğu İngiliz Kom ünist Partisi nin Tarihçiler Grubu nda başlam ıştır; 1956'dan sonra da çalışm alannı bu grubun yerini alan History \Vorkshop adlı grupta ve ilk sayısı 1952 Şubat ında yayım lanan P ast and Preseni (Geçmiş ve Bugün) adlı bilimsel tarih dergisinde sürdürmüştür. Past and Preseni dergisi, Marksist olan ve olmayan bilim adamlannı ortak bir temel üzerinde buluşturmayı amaçlamıştır. Hobsbavvm ve Past and Preseni dergisi etrafında toplanan tarihçiler, hem tarihin doğa bilimlerine ya da toplumsal bilimlere indirgenmesine, hem de tarihsel akıldışıcılığa ve tarihin genellemelere yatkın olmadığı görüşüne karşı çıkmışlardır. H obsbaw m ınz^aouring Men (Çalışan İnsanlar) ve Industry and Empire (Sanayi ve İmparatorluk) başlıklı kitaplan, böyle bir tarihsel bakış açısının başarılı örnekleridir. Hobsbawm, genel olarak toplumsal m ücadeleler tarihinde kaybedenler e karşı duyarlı davranan Primitive Rehels (İlkel Ayaklanm acılar) adlı yapıtında da gelişme halindeki sanayi merkezlerine yakınlıklarına karşın çağdaş kapitalizmin değerlerine yabancı kalan İspanya, İtalya ve Latin Amerika daki toplumsal hareketleri incelemiştir. Hobsbavvm, yeni emek tarihi yaklaşımının toplumsal hareketleri ve dönüşümleri, iktisadi, toplumsal, siyasal, kültürel ve yasal yönleriyle bir bütün olarak ele alması gerektiğini vurgulamaktadır. Devrim Çağı adlı kitabının özellikle Fransız Devrimi başlığını taşıyan üçüncü bölümü, bu türden başarılı bir bireşimin ürünüdür. Yazar, burada devrim Fransa sına daha geniş çaplı bir milletlerarası demokratik-siyasal olaylar zincirinin bir parçası olarak yaklaşmaktadır. H obsbaw m a göre bu çağda Avrupa, 1789 Fransız Devrimi ile İngiltere den kaynaklanan Sanayi Devrim i nin oluşturduğu ve yaşamın her alanını dönüşüme uğratan bir ikili devrim e sahne olmuştur. Bu yapıt. Batı Avrupa da sanayi kapitalizminin kök saldığı, A vrupa nın ise dünyanın geri kalan bölümü üzerinde yüzyıl sürecek egem enliğini kurduğu altmış yılın ( ) özgün bir anlatımıdır. Avrupa tarihinin 1848 ile 1875 arasındaki evresini konu edinen Sermaye Çağı, 1875 ile 1914 arasını incelediği İmparatorluk Çağı adlı kitaplan, Devrim Çağı ile birlikte üçlü bir dizi oluşturur. BAŞLICA YAPITLARI: Primitive Rebels, (1959); The Age o f Revolulion: Europe (1962) [Devrim Çağı: Avrupa , Çev. Bahadır S. Şener, Dost Kitabevi Y ayınlan, 1998]; Labouring Man: Studies in Ihe History o f Lahour, (1964); Industry and Empire: An Economic History ofbritain since 1750(1968) [Sanayi ve İm paratorluk: 1750'den Sonra İngiltere İktisat Tarihi, Çev. Yalçın Gülenman-Abdullah Ersoy, Dost Kitabevi Y ayınlan, 1998); Bandits (1969) [Haydutlar, Çev. Fatma Taşkent, Logos Yayınevi, 1990]; Captain Swing (G.Rude la birlikte, 1969); Revolutionaries: Contemporary Essays, (1973); The Age o f Capital: (1975) [Sermaye Çağı: , Çev. Bahadır S. Şener, Dost Kitabevi Y ayınlan, 1998]; The İtalian Road to Socialism (1977); The Age o f Empire: (1987) [İmparatorluk Çağı: , Çev. V edat Aslan, Dost Kitabevi Y ayınlan, 1999] ve The Age o f Extremes: (1994) [Aşırılıklar Çağı: , Çev. Yavuz Alogan, Sarmal Y ayınlan, 1997].
4 Aynntı: 74 İnceleme Dizisi: den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik Program, Mit, Gerçeklik E. J. Hobsbawm Kitabm Özgün Adı Nanons and nationalism since 1780 Programme, myth, reality İngilizce den Çeviren Osman Akmhay Yayıma Hazırlayan Bari} Yıldırım Düzelti Ayten Koçal Cambridge University Press New and Revised Edition 1992 basımından çevrilmiştir. E. J. Hobsbawm & Akçalı Ajans Bu kitabın Türkçe yayım haklan Aynntı Yayınlan na aittir. Kapak İllüstrasyonu Sevinç Akan Kapak Tasanmı Arslan Kahraman Kapak Düzeni Gökçe Alper Dizgi Esin Tapan Baskı ve Cilt Mart Matbaacılık Sanatları (0212) (Pbx) Merkez Mah. Burcu Sok. 611 IKâğıthane-İstanbul Birinci Basım 1993 Dördüncü Basım 2010 Baskı Adedi 2000 ISBN Sertifika No.; AYRINTI YAYINLARI Hobyar Mah. Cemal Nadir Sok. No: 3 Eminönü - İstanbul Tel.: (0212) Fax: (0212) & info@ayrintiyayinlari.gom.tr
5 içindekiler TÜRKÇE BASIMA ÖNSÖZ... 7 ÖNSÖZ...12 G İRİŞ...14 I. YEPYENİ BİR ŞEY OLARAK DEVLET: DEVRİMDEN LİBERALİZME...29 il p o p ü l e r ÖN-MİLLİYETÇİLİK...64 m. HÜKÜMETLERİN PERSPEKTİFİ...102
6 IV. MİLLİYETÇİLİĞİN DÖNÜŞÜMÜ, V. MİLLİYETÇİLİĞİN ZİRVESİ, VL YİRMİNCİ YÜZYILIN SONUNDA MİLLİYETÇİLİK Haritalar..
7 Türkçe Basıma Önsöz Elinizdeki kitap 1989 da bitirilip 1990 da yayımlanmıştı ve asıl olarak 1985 te verilen bir dizi konferansa dayanmaktadır. Dolayısıyla, Doğu Avrupa daki Sovyet iktidarının ve SSCB nin çöküşüyle baş göstermiş olan milli mesele nin patlayıcı gelişmeleri üzerine bir yorum olarak tasarlanmadığı -tasarlanamayacağı- açıktır. Kitabın amacı daha genel kapsamlıydı; yani, umanm güncel ilintisi de olan fikirler ve düşünceleri banndırmakla birlikte, uzun dönemli bir tarihsel perspektifteki milliyetçilikle ilgilidir. Aynı nedenlerle bu kitap özgül devletlerin özgül milli ve etnik problemlerini ayrıntılı olarak ele almak amacını da gütmüyordu. Okurlar gerek Osmanlı İmparatorluğu gerekse cumhuriyet Türki-
8 yesi hakkında bazı değinmelerle karşılaşacaklardır, ama bunlar geçerken düşülen notlardan pek öteye gitmezler. Bununla birlikte, 1980 den beri meydana gelen gelişmeler o kadar geniş kapsamlı ki, bunlann önemi hakkında muhakkak bir şeyler söylenmelidir. Şimdilerde korkunç bir politik ve etnik istikrarsızlık ve belirsizliğe sürüklenmiş olan bölgenin merkezinde yer aldığından Türkiye nin durumu hakkında da bir iki söz söylenmelidir. Sovyet iktidarının ve SSCB nin çöküşünün milliyetçi ya da etnik boyutlan hakkında dikkat çekilecek ilk nokta, yaygın inancın tersine, herhalde Yugoslavya dışında bu çöküşe milliyetçiliğin neden olmadığıdır. Sovyet iktidarı Moskova da sapasağlam durdukça, yerel Rus karşıtı milliyetçiliğin çok derin kökler salmış olduğu uydu devletler, ömeğin Polonya bile, Moskova ya başkaldıracak konumda değillerdi ve bunu ciddi şekilde denememişlerdi. Eski Sovyet egemenlik alanında milliyetçi hükümetlerin ve hareketlerin ortaya çıkması, Moskova nın geri çekilmesinin nedeni değil, sonucuydu. O ana kadar Batı Almanya da olsun Doğu Almanya da olsun, Almanlann yeniden birleşmesi ciddi biçimde akla bile gelmiyordu. Yine, Moskova da merkezi iktidarın çözülmesine kadar, çok etnik gruplu devletlerin hepsinde olduğu gibi SSCB de de, var olan milli ve etnik gerginlikler Sovyetler Birliği nin birliğini riske atmıyor ve attığına da inanılmıyordu. Baltık devletleri dışında cumhuriyetlerden herhangi birinin 1980 lerin sonlarına gelinmeden önce ayrılmayı mı istedikleri, yoksa ayrılığın pratik olabileceği bir durumu mu öngördükleri oldukça kuşkuludur. SSCB nin sırtını yere getiren milli baskı değil, 1991 de merkezi iktidann çöküşüdür. Dikkat çekilecek ikinci nokta, eski Sovyet bölgesindeki patlayıcı nitelikli milli ve etnik sorunların kaynağının özünde, Versailles, Saint-Germain, Trianon, Sevres ve Brest-Litovsk anlaşmalarının, yani Birinci Dünya Savaşı ndan sonra Avrupa ve Ortadoğu daki yerleşimin yanm kalan işlerinin yattığıdır. Avrupa yı etnik-milli doğrultuda yeniden düzenlemeye yönelik bu saçma girişimin bazı sınırlılıkları metin içerisinde tartışılmıştır. Birinci Dünya Savaşı ndan sonra çok etnik gruplu üç arkaik imparatorluktan ikisi
9 (Habsburg ve Osmanlı) dağılmıştı. Üçüncüsü olan Çarlık Rusyası ise Ekim Devrimi yle üç çeyrek yüzyıllık ek bir süre kazandı, ama şimdilerde benzer bir çözülme sürecine girmiş bulunmaktadır. Ancak, daha somut olursak, bugünkü patlayıcı nitelikli milli-etnik sorunlar, 1918 sonrası döneme aittir, çünkü bu sorunlar 1914 ten önce büyük önem taşımıyorlardı ve bazı örneklerde zaten taşıyamazlardı. Çeklerle Slovaklann, Sırplar, Hırvatlar ve Slovenlerin tek bir devlette birleşmesine kadar, hiç kimse onların potansiyel çatışma unsuru olduklanndan kaygılanmıyordu. Transilvanya konusunda Rumenlerle Macarlann, Moldavya konusunda Rumenlerle Ruslann çatışması. Birinci Dünya Savaşı ndan sonra Büyük Romanya nın kuruluşuna kadar kimsenin uykusunu kaçıran bir konu değildi. Baltık milliyetçiliği, çan kaygılandıran milli sorunların en önemsiziydi Kurucu Meclis (daha sonra Bolşevikler tarafından dağıtılmıştı) seçimlerine göre değerlendirirsek halk da fazla destek vermiyordu. Brest-Litovsk Anlaşması nın peşinden Türklerin ve Almanlann müdahalelerine kadar Transkafkasya ayrılıkçılığının sözü bile geçmiyordu. Buna karşılık, bölgede varlığı uzun süredir kabul gören ve politik bakımdan ciddi sayılan Ukrayna ve Makedonya daki gibi milli problemler, o devletlerin birliğinin başka nedenlerle çöktüğü 1991 e kadar, SSCB nin olsun Yugoslavya nın olsun istikrarsızlığa sürüklenmesinde hiçbir rol oynamamıştı. Eski milliyetçiliklerin görünüşte canlandığı durumlarda bile eski ve yeni milliyetçilikler arasında fiili tarihsel sürekliliğe çok az rastlanır. Milliyetçilik örneğinde sık sık gözlendiği üzere, geçmiş icat edilir ya da yeniden icat edilir. Bir Çek uzmanın belirttiği gibi: Nasıl on dokuzuncu yüzyıl Çek milliyetçileri Hussçu* olduklarını iddia ediyorlarsa, komünist dönem sonrası Çek milliyetçileri de on dokuzuncu yüzyıl militanlan olduklarını iddia etmektedirler. Söylenecek üçüncü şey bellidir. Muazzam büyüklükteki Avrasya bölgesinin Balkanlaşması (belki de duruma uygun düşen terim Lübnanlaşma dır), yeni devletlerin hepsinin etnik, dilsel ve kültürel homojenlik iddiasında bulunduğu sürece, ne istikrarlı ne de ka * John Huss ( ), dinsel inançlara aykın düşüncelerinden ötürü ölüme mahl<ûm edilip diri diri yakılan Bohemyalı din reformcusu, (ç.n.)
10 10 lıcı bir politik düzen yaratılmasına izin verir. Her durumda, fazla büyük olmayan, hatta minimal' boyutlu önemli sayıda devletin kuruluşu sonucunda, kendilerini savunmaktan aciz olan devletlere yönelik saldırganlığa karşı güvenceler sunan bir milletlerarası düzenin varlığı öngörülüyor. Ancak, 1991 de Sırbistan ile Hırvatistan arasında çıkan çatışmanın kanıtladığı gibi, bölgenin büyük kısmında böylesi bir milletlerarası düzen artık yürürlükte değildir den sonraki Avrupa haritasını etnik-dilsel milliyetçilik temelinde yeniden çizme denemesi, bu girişimin ancak çeşitli halklann topluca sürülmesi ve/veya katliam ve jenosid pahasına başarıya ulaşabileceğini kanıtlamıştı. Günümüzde bir kere daha görülmektedir bu. Şimdi yeni bir istikrarsızlık, insanhk dişilik ve savaş çağıyla yüz yüzeyiz. Ayrılıkçı etnik-dilsel milliyetçilik etkili bir milletlerarası düzen yaratamadığından, sonunda bunun yerini başka bir istikrar ilkesi alacaktır. Bu değişimin gerçekleşmesi uzun sürebilir. Bu arada biz de, eski Habsburg İmparatorluğu sakinlerinin geçmişe baktıklannda imparatorluğun yok oluşunu kederle hatırlamalan gibi, Doğu Avrupa ile eski SSCB de yaşayan insanların çöküşten önceki günleri kederle hatırladıklannı saptayabiliriz. Türkiye, kendi iç etnik sorunlanyia, kendi devletinin sınırlan dışına taşan hem eski hem de yeni bir Türk diasporasıyla bu istikrarsızlık alanının göbeğinde bulunuyor. Ne yazık ki bazı Türklerin, Rus Devrimi ile şimdi ortadan kalkmış bulunan SSCB nin istikrarlı dönemi arasındaki yıllarda su yüzüne çıkan panturancı emelleri canlandırarak bu istikrarsızlığı körüklemeleri tehlikesi de vardır. Asya daki eski Sovyet cumhuriyetlerinin çeşitli halklarıyla etnik ya da dilsel yakınlık iddialarına dayalı politik emeller, bu kitapta serinkanlı biçimde analiz etmeye çalıştığım milliyetçi ideolojinin mistifıkasyonlannın bir parçasıdır. Tarihçiler olacakları pek fazla etkileyemezler. Gene de, büyük küçük milli şovenizmin tehlikeleri konusunda uyanda bulunabilirler. Ayrılıkçı küçük millet şovenizmine karşı koyulmalıdır. Ancak Büyük Rus milliyetçiliği, Sırp ge- * Bağımsız Estonya, Letonya ve Slovenya nın nüfuslan 3 milyondan, Litvanya, Hırvatistan, Moldavya, Kırgızistan, Türkmenistan, Tacikistan ve Ermenistan ın nüfuslan ise 5 milyondan azdır.
11 nişlemeciliği ve Türk yayılmacılığı dahil olmak üzere aynı türde diğer fenomenlerin canlanmasına da karşı koyulmalıdır Son bölüm, kitabın ilk basımının metninin tamamlanışından sonraki gelişmeleri değerlendirmek amacıyla genişletilmiş ve büyük ölçüde yeniden kaleme alınmıştır. Londra, Mart 1992 II
12 12 Önsöz Bu kitap. Mayıs 1985 te Belfast daki Queen s University de verme onuruna eriştiğim Wiles konferanslarıma dayanmaktadır. Konferansın yeri zaten konusunu akla getiriyordu. Düzenleyicilerin katılımcılardan istedikleri dört konferans metninin oldukça yoğun olan içeriğini burada okura kolaylık sağlamak düşüncesiyle kitabın bütününe yaydım. Sonuçta, eşit olmayan uzunlukta beş bölüm, bir giriş bölümü ile bazı sonuç düşüncelerimi topladığım son bölümden oluşan bir kitap çıktı ortaya. Müsveddemi de, kısmen bazı yeni materyalleri değerlendirmek amacıyla, ama esas olarak çağrılı olan uzmanlarla yapılan tartışmalar (katılma şansına kavuşanlar açısından Wiles Konferanslan nm asıl cazip yönlerinden birisi budur) ışığında yeniden gözden geçirdim. Bu konferanslan düzenle-
13 yen ve tartışmalara katılan herkese, bilhassa Perry Anderson, John Breuilly, Judith Brown, Ronan Fanning, Miroslav Hroch, Victor Kieman, Joe Lee, Shula Marks, Terence Ranger ve Göran Therbom a, eleştirileri ve teşvik edici öğütleri, özellikle Avrupa dışı milliyetçilik konusuna daha fazla kafa yormamı sağladıklan için minnettarım. Bununla beraber, burada, konunun ağırlıkla Avrupa merkezli olduğu ya da en azından gelişmiş bölgelerde merkezlendiği on dokuzuncu yüzyıl ile yirminci yüzyıl başlarındaki dönemde yoğunlaştım. Milletler ve milliyetçilik hakkında görüş alışverişine girip soru soracak zamanı bulduğum için bana başka koşullarda edinemeyeceğim fikir, bilgi ya da kitap referansları aktaran başka pek çok kişi de vardır. Haksızlık yapma riskini göze alarak bunlar arasında, Kumari Jayavvardene ile Helsinki de bulunan World Institute for Development Economics Research teki diğer Güney Asyalı araştırmacıları ve bu çalışmalardan bir kısmını öğrenip tartışmış olan New York, New School for Social Research teki meslektaşlarımla öğrencilerimi ayırıyorum. Elinizdeki kitapla ilgili araştırmalanm büyük ölçüde Leverhulme Vakfı Emeritus Bursu sayesinde gerçekleşmiştir ve burada Leverhulme Vakfı nm sağladığı cömert yardımları büyük bir takdirle karşıladığımı ifade etmek isterim. Milli mesele pek iyi anılmayan bir tartışma konusudur. Ben konunun tartışmalı olan yönünü azaltmaya çalışmadım. Gene de bu konferans metinlerinin, basılı halleriyle, kavramayı denedikleri tarihsel olgular üzerindeki çalışmaları geliştireceğini umuyorum. Londra,
14 Giriş Nükleer bir savaştan sonraki günlerden birinde, galaksiler arası bir tarihçinin, kendi galaksisindeki alıcılann kaydettikleri uzaktaki küçük felaketin nedenini araştırmak üzere artık ölü durumdaki bir gezegene ayak bastığını düşünün. Bu tarihçi (dünya ötesi fizyolojik üreme üzerinde spekülasyon yürütmekten kaçındığımdan erkek ya da kadın demiyorum), gelişkin nükleer silah teknolojisinin eşyalardan ziyade insanları yok edecek biçimde tasarlanması nedeniyle korunmuş bulunan gezegen kütüphaneleriyle arşivlerine başvursun. Gözlemcimiz, bir süre inceleme yaptıktan sonra, yeryüzü gezegenindeki insanın tarihinin son iki yüzyılının, millet terimini ve bu terimden türetilen sözcükleri anlamadan kavranamayacağı sonucunu çıkaracaktır. Millet terimi insanlann ilişkilerinin önemli bir 14
15 boyutunu anlatır görünmektedir. Ama, tam olarak neyi? Sır burada yatar. Tarihçimiz, on dokuzuncu yüzyıl tarihini milletlerin inşasın ın tarihi olarak sunan, ama aynı zamanda, her zamanki sağduyusuyla Bize sormadığınız zaman bunun ne olduğunu bilir, ne var ki hemen açıklayamaz ya da tammlayamayız diyebilen Walter Bagehot ı okumuş olsun. Bu gözlem Bagehot açısından ve bizim açımızdan geçerli sayılabilir, ancak, millet fikrine inandıncılık kazandırır görünen insanoğlunun deneyimini yaşamayan galaksiler arası tarihçiler açısından geçerli değildir. Son on beş-yirmi yılda çıkan yayınlar sayesinde böyle bir tarihçinin eline, kendisine yardımcı olacak analizleri içeren kısa bir okuma listesi tutuşturmak ve söz konusu listeyi bugüne kadar bu alandaki en kapsamlı referansların yer aldığı A. D. Smith in Nationalism: A Trend Report and Bibliography adlı çalışmasıyla tamamlamak mümkün olacaktır sanırım.^ Bu çalışmalarda erken dönemlerde yazılmış olanlar pek tavsiye edilmeyecek ve okuma listemiz, ileride açıklığa kavuşacağını umduğumuz nedenlerden ötürü ve aynca o devirde milliyetçi ve ırkçı retoriğin dışında çok az şey yazıldığından, on dokuzuncu yüzyıl liberalizminin klasik döneminde kaleme alınmış çok az çalışmayı içerecektir. Kaldı ki, John Stuart Mill in Considerations on Representative Government'mm konuyla ilgili pasajlannda ve Emest Renan ın ünlü Millet Nedir? konferansında görüldüğü üzere, o dönemin en iyi yapıtları aslında çok özet çalışmalardı. Okuma listemiz, tarihsel açıdan gerekli bazı yapıtlann yanı sıra, konuyu hiçbir önyargıya kapılmadan analiz etmeyi hedefleyen ilk önemli çabalardan seçilecek okumaları ve İkinci Enternasyonal Marksistlerinin milli mesele dedikleri önemli, değeri bilinmemiş 1. Walter Bagehot, Physics and Politics (Londra, 1887), s A. D. Smith, Nationalism, A Trend Report and Bibliography, Current Sociology XXI/3, Lahey ve Paris, Ayrıca bkz. aynı yazarın Theories o f Nationalism (Londra, 2. basım, 1983) ve The Ethnic Origins o f Nations (Oxford, 1986) adlı kitaplanndaki kaynakçalar. Profesör Anthony Smith şu sırada Ingiliz dilindeki okurlar için bu alanın başlıca kılavuzudur. (Smith in bu alandaki son çalışması Türkçede yayımlanmıştır: M/7// Kimlil<, Çev. B. Sina Şener, iletişim Yay., ç.n.) 3. Ernest Renan, Qu'est ce que c est une nation? (Conf6rence faite en Sorbonne le 11 mars 1882) (Paris, 1882); John Stuart Mili, Considerations on Represen- 15
16 tartışmaları da kapsayacaktır. Milletlerarası sosyalist hareketin (ki bir sürü zeki kişiyi bağrında topluyordu) en iyi beyinlerinin (yalnızca birkaçını sayarsak; Kautsky, Luxemburg, Otto Bauer ve Lenin) niçin bu sorunda yoğunlaştıklannı ileride göreceğiz/ Bu listeye Kautsky nin bazı çalışmalan büyük ihtimalle, Otto Bauer in Die Nationalitâtenfrage'%\ ise kesinlikle girecektir; gelgeldim, sınırlı ama -özgün olmasa bile- görmezlikten gelinemeyecek entelektüel hasletlerinden ziyade yazılışından sonraki politik etkilerinden dolayı, Stalin in Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu'mın da listeye dahil edilmesi gerekmektedir. Bana kalırsa, Birinci Dünya Savaşı ndan sonra milliyetçiliği konu alan akademik incelemelerin ikiz kurucuları diye adlandınlan kişilerin (Carleton B. Hayes ve Hans Kohn)^ çağından bu listeye girmeyi hak eden çalışma sayısı fazla değildir. Bu konunun, Avrupa haritasının ilk (ve anlaşıldığı üzere, tek bir) defa milliyet ilkesine göre yeniden çizildiği, Avrupa milliyetçiliğinin sözcük dağarcığının, en azından Hans Kohn un üzerinde bir hayli durduğu yeni sömürge kurtuluş hareketlerince ya da Üçüncü Dünyacılığı savunanlarca benimsenmeye başladığı bir dönemde dikkatleri kendinde toplamasından daha doğal bir şey yoktu. Söz konusu dönemdeki 4. Zamanın başlıca Marksist yazariannın yazılanndan bir seçki dahil olmak üzere yararlı bir giriş olarak, Georges Haupt, Michel Lowy ve Claduie Weill, Les Marxistes et la guestion nationale (Paris, 1974). Otto Bauer in Die Nationalitâtenfrage und die Sozialdemokratie'si (Viyana, 1907; 1924 te çıkan ikinci basımında önemli bir yeni giriş bölümü bulunmaktadır) nedense İngilizceye çevrilmemiştir. Yakın zamandaki bir deneme için, Horace B. Davis, Toward a Marxist Theory o f Nationalism (New York, 1978) tarihini taşıyan bu metin, etkisi komünistlerle sınırlı kalmayan, özellikle bağımlı dünyayı kapsayacak biçimde milletlerarası düzeye yayılan bir ciltte, Mancism and the National and Colonial Question (Londra, 1936), Joseph Stalin'in diğer yazılarıyla birlikte yayımlanmıştı. [Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, Çev. M. Erdost, Sol Yay., 1990] 6. Carleton B. Hayes, The Historical Evolution o f Modem Nationalism (New York, 1931) ve Hans Kohn, The Idea o f Nationalism. A Study in its Origin and Background (New York, 1944); bu çalışmalar değerli tarihsel materyaller barındırmaktadır. Kurucular deyişinin kökeni filolojik ve kavramsal tarih alanının paha biçilmez bir incelemesidir, A. Kemilâinen, Nationalism. Problems Conceming the Word, the Concept and Classification (Jyvâskylâ, 1964). 7. Bkz. Hans Kohn, History o f Nationalism in the East (Londra, 1929); Nationalism and Imperialism in the Hither East (New York, 1932). 16
17 yazılann, bu alanın öğrencilerini bir hayli vakit alan hazırlık okumalarından kurtarabilecek biçimde, daha eski yayınlardan derlenen yığınla malzemeyi içerdiğinden de kuşku duyulamaz. Bu çalışmalann büyük bölümünün eskimesinin temel nedeni, esasen yeni bir döneme geçilmiş olduğunu (burada, Marksistlerin bu gelişmeyi tahmin etmiş olduğunu ekleyelim) milliyetçilerin dışında herkesin kabul etmesiydi. Milletlerin, Bagehot ın düşündüğü gibi, tarih kadar eski * olmadığını artık (bilhassa Hayes ile Kohn un çağındaki çabalarla) bilmekteyiz. Sözcüğün modem anlamı taş çatlasa on sekizinci yüzyıldan eskiye dayanmaz. Milliyetçilik üzerine akademik yayınlarda çoğalma görülmüş, ama sonraki on yıllarda fazla bir ilerleme kaydedilmemiştir. Birtakım insanlar önemli bir katkı diye, milletlerin oluşumunda iletişimin rolünü vurgulayan Kari Deutsch un çalışmasına işaret edeceklerdir, ne var ki bence bu yazarın vazgeçilmez bir önemi yoktur. Milletler ve milliyetçilik konulu literatürün yaklaşık yirmi yıl önce neden çok verimli bir aşamaya girdiği sorusunun net bir cevabı yoktur, zaten herkes bu fikri kabul etmiş değil. Henüz evrensel ölçüde genelgeçer bir görüş değil bu. Ben, fazla ayrıntıya girmesem bile, son bölümde bu soruna eğileceğim. Ne olursa olsun bu satırlann yazanmn kanısına göre, döneminde milletlerin ve milli hareketlerin ne olduğu, tarihsel gelişmede nasıl bir rol oynadıklan sorununa gerçekten ışık tutan çalışmalann sayısı, iki kat daha uzun bir zaman dilimini kucaklayan önceki dönemdeki çalışmalardan fazladır. Metin boyunca bu çalışmalardan hangilerini ilginç bulduğum açığa çıkacak, ancak bu noktada birkaç önemli başlığa değinmek yararlı olabilir; yalnız konuyla ilgili kendi yazılanmın birisi dışındakileri anmaktan bilerek kaçınacağım.' Aşağıdaki özet 8. Bagehot, Physics and Politics, s Kari W. Deutsch, Nationalism and Social Communication. An Enquiry into the Foundations o f Nationality {Cambriöge, 1953). 10. Bunlar, The Age o f Revolution, (1962), The Age o f Capital, (1975) ve The Age o f Empire, (1987) deki konuyla ilgili bölünnlere ek olarak kaleme alınmış şu yazılardır: The attitude of popular classes towards national movements for Independence, Commission Internationale d Histoire des Mouvements Sociaux et Structures Sociales, f^ouvements nationaux d independence et classes populaires aux XIXe et XX sidcies en Occident 17
18 18 liste bu alanı tanımayı sağlayabilir. Milli kurtuluş hareketlerinin bileşiminin çözümlenmesinde yeni bir çığır açan Hroch un çalışması dışında yazarlan alfabetik sırayla aktarıyorum: Hroch, Miroslav. Social Preconditions of National Revival in Europe (Cambridge, 1985). Bu kitap, yazann Prag da 1968 de ve 1971 de yayımladığı iki çalışmanın bulgulannı birleştirmektedir. Anderson, Benedict. Imagined Communities (Londra, 1983) [Türkçesi, Hayali Cemaatler, Çev. İ. Savaşır, Metis Yay., 1992]. Armstrong, J. Nations before Nationalism (Chapel Hili, 1982). Breuilly, J. Nationalism and the State (Manchester, 1982). ^John W. Cole ve Eric R. Wolf. The Hidden Frontier: Ecology and Ethnicity in an Alpine Valley (New York ve Londra, 1984). (Der.) J. Fishman, Language Problems o f Developing Countries (New York, 1968). Emest Geliner, Nations and Nationalism (Oxford, 1983) [Türkçesi, Uluslar ve Ulusçuluk, Çev. B. E. Behar-G. Özdoğan, İnsan Yay., 1992] (Der.) Hobsbawm, E. J. ve Ranger, Terence. The Invention of Tradition (Cambridge, 1983). Smith, A. D. Theories o f Nationalism (2. basım, Londra, 1983). Szücs, Jenö. Nation und Geschichte: Studien (Budapeşte, 1981). (Der.) Tilly, C. The Formation o f National States in Western et en Orient, 2 cilt (Paris, 1971, cilt 1, s ); Some reflections on nationalism, der. T. J. Nossiter, A. H. Hanson, Stein Rokkan, Imagination and Precision in the Social Sciences: Essays in Mennory of Peter Netti (Londra, 1972, s ); Reflections on Tlıe Break-Up of Britain {New Left Review, No: 5, 1977); VVhat is the vvorker s country?" (VVorids o f i^bouı^öm Bölüm 4, Londra 1984); VVorking-class internationalism, der. F. van Holthoon ve Marcel van der Ünden, İnternationalism in the Labour Movement (Leiden-New York- Kopenhag-Köln 1988, s. 2-16).
19 Europe (Princeton, 1975). Bunlara, bir millet le öznel bir özdeşleşme duygusuyla yazılan, ama konuyu da ender rastlanabilecek ölçüde tarihsel bağlama oturtup çok iyi yoğuran parlak bir deneyi eklemekten kendimi alıkoyamayacağım: Gwyn A. Williams m The Welsh in their History (Londra ve Canberra, 1982) içindeki When was Wales? başlıklı denemesi. Sayılan yayınların çoğu /Bir/ millet nedir? sorusuna ayrılmıştır. Çünkü insan gruplannı bu şekilde sınıflandırmanın temel özelliği; bir millete ait olanlann, milletin bazı açılardan kendi üyelerinin toplumsal varoluşu, hatta bireysel kimliğinde asli ve temel bir yer tuttuğunu iddia etmelerine rağmen, pek çok insan topluluğundan hangisinin bu şekilde nitelenmesi gerektiğine karar vermenin tatmin edici bir kriterinin bulunamamasıdır. Bu, tek başına alındığında, şaşırtıcı değildir; çünkü millef i insanın tarihinde çok yeni bir öğe olarak düşünür, özgül -ve kaçınılmaz olarak yerel ya da bölgesel- tarihsel konjonktürlerin ürünü sayarsak, millet in dünyanın geneline dağılmış olan insanlardan ziyade, başlangıçta da görüldüğü gibi, birkaç yerleşim yerinde ortaya çıkmasını bekleriz. Gelgeldim problem, gözlemcimize bir kuşu nasıl tanıyacağını ya da bir fareyi bir kertenkeleden nasıl ayıracağını anlatabilmemiz gibi, bir milleti diğer birimlerden a priori nasıl ayıracağını anlatmanın bir yolunun var olmamasıdır. Millet izleme kuş izlemeye benzeseydi işimiz kolay olurdu. Millet olmak için nesnel kriterler saptama ya da belirli gruplar milletleşirken, belirli gruplann neden milletleşmediğini açıklama girişimleri; genellikle ya dil ve etnik köken gibi tek bir kritere ya da dil, ortak topraklar, ortak tarih, kültürel özellikler gibi bir kriterler kümesine dayanmıştır. Stalin in tanımı herhalde bunlardan en iyi bilinenidir, ama kesinlikle tek millet tanımı değildir." Böylesi tanımlara uyan geniş birimlerin yalnızca bazılannın her zaman millet olarak nitelenebileceğinden, yani istisnalarla daima karşı- 11. Millet, tarihsel olarak evrllmiş istikrarlı bir dil, toprak, ekonomik yaşam ile kendini kültür ortaklığıyla dışavuran psikolojik yapıdan oluşan bir topluluktur, Joseph Stalin, Marxism and the National and Colonial Question, s. 8. İlk olarak 1912 de yazılmıştı. 19
20 laşılması gibi açık bir nedenden dolayı, bütün nesnel tanımlar bir noktada tıkanmışlardır. Tanıma uyan örnekler açıkça milletler i ya da milli özleme sahip birimleri temsil etmedikleri (veya henüz temsil etmedikleri) gibi, millet olmanın özelliklerini taşıdığından hiçbir kuşku duyulmayan milletler de tek bir kritere veya kriterler kümesine denk düşmez. Gerçekten, tarihsel açıdan yeni olan, gelişen, değişen ve bugün dahi evrensel olmayan birimleri kalıcı ve evrensel bir çerçeveye sokmaya çalıştığımızı göz önüne getirirsek, başka ne beklenebilir ki? Üstelik, ileride göreceğimiz üzere, bu amaçla kullanılan kriterler -dil, etnik köken, vb.- bulanık, değişken ve birden çok anlamlı olup; yolcunun varmak istediği nokta açısından yol işaretleriyle kıyaslandığında bulutların şekilleri kadar yararsızdır. Dolayısıyla bu kriterler, tanımlama amacı için değil, propagandif ve programatik amaçlar için son derece yararlıdır. Böyle nesnel bir tanımın milliyetçi kullanımına Asya politikasında görülen bir örnek açıklık getirebilir: Seylan da Tamilce konuşan insanlar; millet olmanın her temel ölçütüyle, yani, birincisi adada en azından Sinhalilerin (sic) apayn bir tarihsel geçmişleri olmasıyla, İkincisi Tamil dilini bütün güncel ihtiyaçlan karşılayacak yeterliliğe ulaştıran üstün klasik miras ve modem gelişme sonucu Sinhali dilinden bütünüyle ayn bir dilsel birim oluşturmalanyla, üçüncüsü ise belli bölgelerde ikamet etmeleriyle değerlendirildiğinde, Sri Lankalılardan apayn bir millet oluştururlar.'^ Bu pasajın amacı açıktır: Tamil milliyetçiliğine dayanarak Sri Lanka adasının üçte birini aşkın diye tanımlanan bir bölgeye özerklik ya da bağımsızlık istemek. Anlaşılan bundan başka hiçbir sonuç çıkarılamaz. Ne var ki bu durum, bu yerleşim bölgesinin, farklı kökenlere sahip Tamilce konuşanlann (yerliler ile yakınlarda gelmiş Hintli göçmen işçiler) yaşadığı, coğrafi bakımdan iki ayrı alandan oluştuğu; aynca, Tamillerin sürekli yerleşim bölgelerinde, belirli yerlerde, diğerlerini saymasak bile, Sinhalilerin üçte birinin 12. Ilankai Tamil Arasu Kadehi, The case for a federal constitution for Ceylon, Colombo 1951, akt. Robert N. Keamey, Ethnic conflict and the Tamil separatist movement in Sri Lanka {Asian Sun/ey, 9, 25 Eylül 1985, s. 904). 20
21 ve kendilerini Tamil milletinden saymayıp Müslümanlarla ( Mağribiler ) özdeşleştirmeyi tercih eden Tamilce konuşanların ise yüzde 41 inin ikamet ettiği gerçeğini gözlerden saklamaktadır. Aslında, göçmen merkezi olan bölgeyi bir kenara bıraksak bile, Tamillerin büyük bölümünün sürekli olarak ikamet ettiği bölgenin (ki bu bölge, Tamillerin yoğun olduğu yerler -yüzde inin toplandığı Batticaloa, Mullaitivu ve Jaffa- ile kendilerini Tamil sayanlann yüzde 20 ya da 33 lük bir oranı temsil ettiği yerlerden -Amparal, Trincomalee- oluşmaktadır), salt haritaya bakarak karar verme dışında tek bir mekân olarak tanımlanmasını doğrulayacak hiçbir gösterge yoktur. Gerçekte 1987 de Sri Lanka iç savaşının sona ermesiyle noktalanan görüşmelerde iç savaşı bitirme kararının alınması düpedüz Tamil milliyetçilerine verilmiş bir politik ödündü. Daha önce gördüğümüz gibi dilsel birim ifadesi; yerli Tamiller, göçmen Hintliler ve Mağribilerin -şimdiye kadar- dilbilimsel anlam dışında homojen bir topluluk oluşturmadıkları, herhalde dilbilimsel anlamda bile homojen bir topluluk oluşturmadıklan yönündeki su götürmez gerçeğin üstünü örtüyor. Ayn tarihsel geçmiş e gelince, bu deyiş, kesinlikle anakronik, gevşek ya da neredeyse anlamsız ölçüde belirsiz bir deyiştir. Kuşkusuz, buna propagandist nitelikteki manifestolann, sanki sosyal bilimlere katkıymış gibi titizlikle irdelenmesi gerekmediği yolunda bir itirazda bulunulabilir; oysa önemli olan, böylesi sözde nesnel ölçütlere dayanarak herhangi bir topluluğu millet sınıfına sokan hemen her yaklaşımın, o topluluğun bir millet olması başka temellere oturtulamadıkça, benzer itirazlarla yüz yüze gelecek olmasıdır. Peki, başka temeller hangileridir? Nesnel bir tanımın alternatifi öznel bir tanımdır ve bu öznel tanım, hem kolektif (Renan m bir millet, her gün yenilenen bir plebisittir sözü doğrultusunda), hem de bireysel (AvusturyalI Marksistler gibi, milliyet in, nerede ve kimlerle yaşarlarsa yaşasınlar kişilere - o kimliği sahiplenmeyi seçtikleri takdirde- atfedilebilmesi)'^ bir kapsamda olabilir. Hem ko- 13. Kari Renner, özellikle, bireyin millet üyeliği ile onun dinsel bir mezhebe üye olmasını, yani rüştünü ispat etmiş bireyin ve reşit olmayanlar adına onlann yasal temsilcilerinin de jure' [Lat. Yasal olarak-ç.n.j özgürce seçtikleri bir statüyü karşılaştınyordu. Synopticus, Staat und Nation lyiyana, 1899), s. 7ff. 21
22 lektif hem bireysel kapsamdaki bu öznel tanımlarla, açıkça, değişik yollarla olmakla birlikte millet tanımını Fransa da ve Habsburg İmparatorluğu nda görüldüğü gibi farklı diller konuşan ya da başka nesnel kriterlere sahip insanlann bir arada yaşadıkları bölgelere uygulayarak, a priori nesnelciliğin kısıtlamalarından kurtulmaya çalışılır. Ancak öznel tanımların ikisi de, bir milleti kendi fertlerinin ona ait olma bilinciyle tanımlamanın bir totolojiden öteye gitmediği ve yalnızca bir milletin ne olduğu hakkında a posteriori yol göstermekle sınırlı kaldığı itirazına açıktır. Bundan başka, özensiz kişileri, bir millet olmak, yaratmak veya yeniden yaratmak için millet olma iradesinin yeteceği şeklindeki volontarizm kutbuna sürükleyebilir: Wight Adası sakinlerinin yeterli sayıdaki bir bölümü Wight milleti olmayı istiyorlarsa, olurlar. Bu yaklaşım, özellikle 1960 lardan itibaren bilinç yükseltme yoluyla milletin inşa edilmesi doğrultusunda bazı girişimler doğurmuş olsa da, milletlerin aynı zamanda ortak nesnel öğeleri bulunduğunu çok iyi bilen Otto Bauer ile Renan kadar bilgili gözlemcilere karşı haklı bir eleştiri sayılamaz. Öbür yandan, bilincin ya da tercihin millet olmanın temel kriteri olduğunda ısrar etmek, farkına varmadan, insanların kendilerini grup üyeleri olarak tanımlamalan ve yeniden tanımlamalannın karmaşık ve çok çeşitli yollarını tek bir seçeneğe (bir millet e ya da milliyet e ait olma seçimine) tabi kılmaktır. Politik ya da idari açıdan böyle bir seçim, günümüzde nüfus sayımlannda dille ilgili sorular soran ya da pasaport dağıtan devletlerde yaşamaktan dolayı yapılır mutlaka. Oysa, bugün bile Slough ta yaşayan birisi, kendisini, koşullara bağlı olarak -diyelim - bir Britanyalı, (farklı renkteki diğer yurttaşlar karşısında) bir Hintli, (diğer Hintliler karşısında) bir Guceratlı,' (Hindulann ya da Müslümanların karşısında) bir Jain," belirli bir kast üyesi, akrabalık bağları taşıyan birisi, evde Guceratça dan ziyade Hinduca konuşan birisi ya da başka kimliklerde düşünebilir pekâlâ. Aslında mil * Gucerat, Hindistan da Bombay eyaletinin ikiye aynimasıyla kuzeybatıda kurulan eyaletin adıdır, (ç.n.) ** MÖ VI. yüzyılda kurulan ve öğretileri Budizminkine çok benzeyen bir Hindu mezhebi üyesi, (ç.n.) 22
23 liyet i bile ister politik, ister kültürel, isterse başka temelde tek bir boyuta indirmek (tabii devletler/orce majeure ile bunu dayatmadıkça) mümkün değildir. Bir grup insan ne din, dil, kültür, gelenek, tarihsel arka plan ve kan bağı ortakhklan olduğu ne de Yahudi devletine karşı ortak tavır sergiledikleri halde, kendilerine Yahudi kimliğini biçebilirler. Ama bu tavır salt öznel temeldeki bir millet tanımı değildir. Demek ki ne nesnel ne de öznel tanımlar tatmin edicidir; her ikisi de yanıltıcıdır. Her halükârda, bu alandaki bir araştırmacının ilk benimseyeceği en iyi tutum bilinemezcilik olduğundan, elinizdeki kitapta bir milleti oluşturan şeylere ilişkin a priori hiçbir tanım öngörülmemektedir. Burada yalnızca, başvurulabilecek bir başlangıç varsayımı olarak, kendilerini bir millet in üyeleri gören yeterli büyüklükteki insan topluluklarının bu halleriyle millet sayılmasıyla yetinilecektir. Bununla beraber, bir insan topluluğunun kendisini millet olarak görüp görmemesi, basitçe ona millet statüsü atfeden politik örgütlerin sözcüleri ya da yazarlanna danışılarak tespit edilemez. Bir milli fikir adına bir grup sözcünün sahneye çıkması göz ardı edilebilir bir durum değildir, ancak millet sözcüğü günümüzde o denli yaygın ve gevşek bir biçimde kullanılıyor ki bugün milliyetçiliğin sözcük dağan gerçekten çok az şey ifade ediyor. Ne var ki milli mesele yi değerlendirirken, temsil ettiği gerçeklikten ziyade millet kavramıyla (yani milliyetçilik le) başlamak çok daha yararlıdır. Çünkü milliyetçiliğin kavramsallaştırdığı bir millet geleceğe dönük olarak tanınabilirken, gerçek millet ancak a posteriori tanınabilir. '' Elinizdeki kitabın yaklaşımı böyledir. Bu yaklaşımla, kavramın özellikle on dokuzuncu yüzyıl sonuna doğru geçirdiği değişiklik ve dönüşümlere özel bir ağırlık verilmektedir. Kuşkusuz kavramlar ayağı yere basmayan felsefi bir tür söylemin parçası değildir; kavramların toplumsal, tarihsel ve yerel kökleri vardır ve dolayısıyla bu gerçeklikler temelinde açıklanmalıdır. * (Fr.) Üstün, karşı konulmaz güç. (ç.n.) 14. E. J. Hobsbawm, Some reflections on nationalism, s
24 Bunlar dışında yazann konumu şöyle özetlenebilir: (1) Ben milliyetçilik terimini, Geliner ın tanımladığı gibi, yani esasen politik birim ile milli birimin uyumlu olması gerektiğini savunan bir ilke anlamında kullanıyorum. Bu ilkenin aynca Ruritanyalılann Ruritanya* milletini kucaklayıp temsil eden yapıya karşı politik görevlerinin diğer kamusal yükümlülüklerden, aşın örneklerde (savaşlar gibi) ise her türlü yükümlülükten önce geldiğini savunduğunu ekleyeceğim. Buna bağlı olarak modem milliyetçilik; sayfalar ilerledikçe karşımıza çıkacak olan, başka tür ve insandan daha az şey isteyen milli ya da grupsal kimliklerden ayrılır. (2) Çoğu ciddi araştırmacı gibi ben de millet i ne asli ne de değişmez bir toplumsal birim olarak görüyorum. Millet yalnızca özgül ve tarihsel bakımdan yakın bir döneme aittir. Millet ancak belli bir modem teritoryal devletle, ulus devlet le ilişkilendirildiği kadanyla bir toplumsal birimdir; bununla ilişkilendirmedikçe milleti ve milliyeti tartışmanın hiçbir yaran yoktur. Dahası, Geliner gibi ben de, milletlerin oluşumu alanına giren yapaylık, icat ve sosyal mühendislik unsurlannı vurgulayacağım. Milletlerin, insanlan sınıflandırmanın doğal, Tann vergisi bir yolu olduğu, doğuştan gelen bir... politik kader olduğu iddiası bir mittir; bazen önceden var olan kültürleri alıp onlan milletlere çeviren milliyetçilik, bazen de milletleri yoktan icat eder ve genellikle önceden var olan kültürleri tamamen yok eder: Bu bir gerçekliktir. '* Kısacası, analitik düzlemde milliyetçilik milletlerden önce gelir. Milletler devletleri ve milliyetçilikleri yaratmaz, doğm olan bunun tam tersidir. (3) Eski kuşak Marksistlerin adlandırdıklan biçimiyle milli mesele, politika, teknoloji ve toplumsal dönüşümün kesişme noktasında bulunmaktadır. Milletler, yalnızca özgül türde bir teritoryal devletin işlevleri ya da bir devlet (genel bir ifadeyle, Fransız Dev 15. Emest Geliner, Nations and Nationalism, s. 1. Esas itibarıyla politik oian bu tanım başl<a yazariarca da kabul edilmektedir, örn. John Breuilly, Nationalism and the State, s.3. * Yazar Anthony Hope un romanlanndaki, soluk kesici serüvenler, güzel kadınlar ve kılıçlı çarpışmalarla dolu, eski zamanlann hayali bir küçük Avrupa krallığına verilen ad. (ç.n.) Toprak esasına dayanan, (ç.n.) 16. Geliner, Nations and Nationalism, s
25 rimi nin yurttaş devleti) kurma özlemi olarak değil, bunun yanı sı ra, teknolojik ve ekonomik gelişmenin belirli bir aşaması bağlammda vardır. Bugün çoğu araştırmacı, konuşulan ya da yazılan standart milli dillerin bu haliyle matbaa, kitlesel okuryazarlık ve dolayısıyla kitlesel eğitimden önce ortaya çıkamayacağında hemfikir. Kaldı ki, bir yirminci yüzyıl dilinin gündelik işlerin ve yüz yüze iletişim alanı dışında kalan şeylerin tam kapsamını ifade edebilme ihtiyacını karşılayan bir dil olarak konuşulan popüler İtalyancanm, günümüzde ancak milli televizyon programcılığının ihtiyaçlarının bir fonksiyonu olarak kurgulanmakta olduğu bile ileri sürülmüştür." Dolayısıyla milletler ve çağnştırdığı olgular politik, teknik, idari, ekonomik ve diğer koşullarla ihtiyaçlar çerçevesinde analiz edilmelidir. (4) Bu nedenle millet, benim görüşümce, özünde tepeden olu turulmuş; ama aynca aşağıdan bir bakışla, yani sıradan insanların mutlaka milli olması gerekmediği gibi milliyetçiliği daha da az olan varsayımları, umutlan, ihtiyaçları, özlemleri ve çıkarları temelinde analiz edilmedikçe anlaşılamayan ikili bir olgudur. Benim Geliner ın yapıtına yönelik ciddi bir eleştirim varsa, o da, tercih ettiği tepeden modernleşme perspektifinin, aşağıdan değerlendirmeye yeterli önem verilmesini güçleştirmesidir. Bu aşağıdan değerlendirmeyi, yani, hükümetler ile milliyetçi (ya da milliyetçi olmayan) hareketlerin sözcüleri ve aktivistleri yerine, onlann eylem ve propagandalarının hedefi olan sıradan insanlann gözüyle görülen milletin nasıl bir şey olduğunu ortaya sermek olağanüstü zordur. Bereket versin ki sosyal tarihçiler yazıya dökülmemiş fikirler, kanaatler ve duygular tarihini nasıl araştıracaklarını öğrenmişlerdir; bu nedenle, tarihçilerin bir zamanlar alışkanlık edindikleri gibi, seçkin gazetelerin başyazılannı kamuoyunun görüşü ile karıştırma ihtimalimiz bugün daha azdır. Kesin olarak bildiğimiz fazla bir şey yok. Gene de üç nokta açıkça ortadadır. Birincisi, devletlerin ve hareketlerin resmi ideolojileri, en sadık yurttaşların veya yandaşlann zihinlerindeki düşüncelere bile tam 17. Antonio Sorella, "La televisione e la lingua italiana (Trimestre, Periodico di Cultura, 14, (1982), s
26 (Ii'iık düşmez. İkincisi ve daha özel olarak, çoğu insan için -eğer vııısa milli kimliğin toplumsal varlığı oluşturan kimlikler kümesındeki diğer unsurları dışladığını ya da daima veya herhangi bir zamanda onlardan üstün olduğunu varsayamayız. Aslında milli kimlik, onlardan üstün olduğunun hissedildiği zamanlarda bile başka türde kimliklerle hep birleşmiştir. Üçüncüsü, milli kimlik ile bu kimliğin içerdiği unsurlar zamanla, oldukça kısa dönemlerde bile değişime uğrayabilir. Kanımca bu da, günümüzde üzerinde düşünülüp araştırma yapılması gerekliliği en yoğun biçimde hissedilen milli araştırmalar alanına girer. (5) Milletler ile milliyetçiliğin Britanya ve Fransa gibi kökl geçmişi olan devletler içinde gelişimi, şimdilerde yeni yeni dikkat toplamaya başlamakla birlikte, çok fazla incelenmemiştir.'* Britanya da, bırakın İrlanda milliyetçiliğini, İskoç ve Gal milliyetçiliğine verilen öneme kıyasla İngiliz milliyetçiliğiyle (kulakta çok tuhaf tınlamalar bırakan bir terimdir bu) ilintili problemlerin göz ardı edilişi, yukanda değindiğimiz bu boşluğa çok iyi bir örnektir. Öbür yandan, son yıllarda, asıl olarak Hroch un Avrupa daki küçük çaplı milli hareketler hakkındaki çığır açıcı karşılaştırmalı incelemelerini takiben, devlet olma özlemi duyan milli hareketleri konu alan araştırmalarda bir patlama görülmüştür. Bu mükemmel yazann çözümlemesindeki iki nokta benim düşüncelerimi de somutlamaktadır. Birincisi, milli bilinç bir ülkedeki sosyal gruplar ve yöreler içinde eşitsiz biçimde gelişmektedir ve sözünü ettiğimiz yöresel çeşitlilik ile bu çeşitliliğin nedenleri geçmişte özellikle görmezlikten gelinmiştir. Sırası gelmişken belirtelim, çoğu araştırmacı, milli bilinç in çekim alanına ilk giren sosyal gruplann niteliği ne olursa olsun, ondan en son etkilenecek grubun halk kitleleri -işçiler, hizmethler, köylüler- olacağı görüşünü paylaşacaktır. İkincisi ve buna bağlı olarak, Hroch un milli hareketlerin tarihini üç aşamaya ayırmasını kabul etmekteyim. On dokuzuncu yüzyıl Avrupası bağla- 18. Bu tür çalışmaların kapsamı için bkz. der. Raphael Samuel, Patriotism. The Maklng and Unmaking of British National Identity (3 cilt, Londra 1989). Unda Colley in çalışmalannı özellikle teşvik edici buluyorum, örn. VVhose nation? Class and national consclousness in Britain (Past and Preseni, 133, 1986),
27 mında kullandığı A aşaması salt kültürel, edebi ve folklorik bir içeriğe sahipti. Bu durumun politik hatta milli açıdan özgül sonuçlan, ancak, Gypsy Lore Society (Çingene İlim Demeği) hakkındaki (Roman olmayanların*) araştırmalann(m), bu araştırmalara konu olan kişileri etkilediği kadardı. B aşamasında millet fikri ni savunan öncüler ve militanlar topluluğuyla, bir fikri öne çıkaran politik kampanyalann ilk adımlarıyla karşılaşın/. Hroch da çalışmasının büyük bölümünde bu aşamanın üzerinde durmakta; bu minorite agissante'm" kökenleri, bileşimi ve dağılımını çözümlemektedir. Ben ise elinizdeki kitapta daha çok, milliyetçi programlann kitlelerin desteğini aldığı, en azından milliyetçilerin daima temsil ettikleri iddiasında olduklan kitlesel desteğin bir bölümüne sahip olduğu zamanı (daha öncesini değil) gösteren C aşamasına eğiliyorum. B aşamasından C aşamasına geçiş milli hareketlerin kronolojisinde açıkça belirleyici bir momenttir. Bazen İrlanda da görüldüğü gibi bu geçiş bir ulus devletin kurulmasından önce, herhalde çoğu zaman da ondan sonra, yani milli bir devletin kurulmasının sonucu olarak ortaya çıkar. Bazen ise. Üçüncü Dünya dediğimiz yerde olduğu gibi, o zaman bile ortaya çıkmaz. Son olarak, milletler ve milliyetçilik alanındaki ciddi tarihçilerin inançlı bir politik milliyetçi olamayacaklanm eklemeden geçemeyeceğim; olsa olsa. Kitabı Mukaddes in harfi harfine doğru olduğuna inananlann, evrim kuramına katkıda bulunamazlarken, ari^eolojiye ve Sami dilbilimine katkıda bulunması gibi bir durum yaşanabilir. Milliyetçilik, açıkça öyle olmadığı bilinen bir şeye sıkı sıkıya bağlanmayı gerektirir. Kenan ın dediği gibi, Tarihi yanlış yazmak bir millet olmanın parçasıdır. '^ Tarihçiler meslekleri gereği, bir milletin tarihini yanlış yazmamak veya en azından bu doğ * Çingenelerle birlikte anılan, onlann dilini konuşan ama Çingene olmayan kişiler. (ç.n.) ** (Fr.) Etkili azınlık, (ç.n.) 19. Ernest Renan, Öu est que c est une nation?, s. 7-8: L oubli et je dirai mâme l'erreur historigue, sont un facteur essentlel de la formation d une nation et c est ainsi que le progres des âtudes historiques est souvent pour la nationalitö un danger. (Tarihin unutulması ya da yanlış yazılması bir milletin oluşumunda çok önemli bir yere sahip olduğundan, tarihsel çalışmalann sürdürülmesi milliyet açısından genellikle tehlike banndırmaktadır). (ç.n.) 27
28 rultuda çaba harcamak zorundadırlar. İrlandalı olmak ve gururla İrlanda ya bağlanmak (hatta Mandalı Katolik ya da Protestan Mandalı Ulster olmaktan gururlanmak) kendi başına Manda tarihiyle ilgili ciddi araştırmalar yapmakla bağdaşmaz bir şey değildir. Bana kalırsa, nasıl bir Siyonist olmak Yahudilerin gerçekten ciddi bir tarihini yazmaya engel değilse, bir Ferian* ya da Orangeman** olmak da ciddi bir İrlanda tarihi yazmaya engel değildir; yeter ki tarihçi kütüphaneye ya da çalışma odasına girerken inançlannı geride bıraksın. Bazı milliyetçi tarihçiler bunu başaramamışlardır. Bereket versin, ben şu anda okumakta olduğunuz kitabı yazmaya koyulurken kendi tarihsel olmayan inançlarımı kapıda bırakma ihtiyacı duymuyorum. * İrlanda yı Ingiliz egemenliğinden kurtarmayı amaçlayan gizli devrimci hareketin üyesi, (ç.n.) ** Kuzey İrlanda da 1975'te kurulan gizil bir Protestan derneğinin üyesi, (ç.n.) 28
29 I Yepyeni Bir Şey Olarak Millet: Devrimden Liberalizme Modem milletin ve onunla bağıntılı her şeyin temel karakteristiği, modernliğidir. Bugün bu olgu yeterince anlaşılmış durumdadır; ancak milli kimliğin tarihten eski olacak kadar doğal, temel ve kalıcı olduğu yönündeki zıt varsayım o denli yaygın bir kabul görmektedir ki, konuya ilişkin sözcük dağannm modernliğini irdelemek yararlı olabilir. Çeşitli basımlan bu amaçla titizlikle gözden geçirilmiş olan İspanya Kraliyet Akademisi Sözlüğü nde' 1884 basımından önce modem anlamıyla devlet, millet ve dil terminolojisi kullanılmaz. Lengua nacional'm bir ülkenin resmi ve edebi dili; o ülkede genel olarak, başka milletlerin dillerinden ve lehçelerden 1. Lluis Garcia i Sevilla, Llengua, naciö i estat al diccionario de la real academia espanyola (L Avenç, 16 Mayıs 1979, s ). 29
30 ayn biçimde konuşulan dil olduğunu ilk defa 1884 basımıyla öğreniriz. Lehçe maddesinde, lehçe ile milli dil arasında benzer bir ilişki kurar ten önce naciön sözcüğü, basitçe bir eyalet, bir ülke ya da bir kralhkta oturanlann toplamı ve aynı zamanda bir yabancı anlamına geliyordu. Oysa 1884 basımıyla birlikte, artık her şeyden üstün bir ortak yönetim merkezini tanıyan bir devlet ya da politik birim, bunun yanında bir bütün sayılan bu devletin oluşturduğu topraklar ve bu topraklarda yaşayan insanlar anlamı yüklenmekteydi. Dolayısıyla ortak ve egemen bir devlet unsuru, en azından İber dünyasında, bu tür tanımlann merkezinde yer almaktadır. Naciön, conjunto de los habitantes de un pais regido por un mismo gobierno"' olarak tanımlanmıştır (italikler benim).^ Daha yakın zamanlardaki Enciclopedia Brasileira Merito'âdt ise, naçâo, Bir devletin, aynı rejim ya da yönetimde yaşayan, ortak çıkarları olan yurttaşlar topluluğu; belirli bir toprak parçasında ortak gelenek, özlem ve çıkarları bulunan, grubun birliğini sürdürme sorumluluğunu üstlenen merkezi bir iktidara bağımlı olan insanlann oluşturduğu kolektif; yönetim güçleri dışında, bir devlete bağlı halk olarak tanımlanmaktadır (italikler benim). Bundan başka, İspanya Akademisi Sözlüğü nde millet in kesin tanımı 1925 yılma kadar yoktur; millet ancak o zaman aynı etnik kökene sahip olan, genelde aynı dili konuşan ve ortak bir geleneği paylaşan insanlann oluşturduğu kolektif olarak tarif edilir. Dolayısıyla, yönetim anlamına gelen gobierno, 1884'e kadar naciön kavramıyla özellikle ilişkilendirilmemiştir. Gerçekten, filolojinin iddia ettiği gibi, nation sözcüğünün ilk anlamı köken ya da soya işaret etmektedir: Froissart ın je fus retoumö au pays de ma nation en la conte de Haynnau (Hainault vilayetindeki doğum yerime/köklerimin bulunduğu yere geri gönderildim) sözünü aktaran bir eski Fransızca sözlüğünde naissance, extraction, rang ile * (Isp.) Aym hükümet tarafından yönetilen bir ülkede yaşayan insanlar toplamı. (ç.n.) 2. Enciclopedia Universal Ilustrada Europeo-Americana (Barcelona, ), Cilt 37, s ; Naciön maddesi. 3. (Sao Paulo-Rio-Porto Alegre, 1958,64), Cilt 13, s ** (Fr.) Doğum, soy, mevki, (ç.n.) 30
31 31 ilişkilidir nation sözcüğü."* Ve köken ya da soy belirli bir insan grubuna bağlı olduğu sürece, bunlann (eğer yönetenler ya da onlarla akrabalık bağı taşıyan söz konusu değilse) bir devlet oluşturan kişiler olduklan akla gelmez. Köken ya da soyun belli bir toprak parçasıyla bağlı olması halindeyse, bu toprak parçası yalnızca rastgele şekillenmiş ve asla çok geniş olmayan bir politik birimi oluşturmaktaydı. İspanya Akademisi Sözlüğü nün 1726 daki (ilk) basımında patrid ya da halkın daha çok kullandığı tierra, memleket, sözcüğü; bir insanın doğduğu yer, kasaba ya da toprak veya bir senyörlüğün ya da devletin bir bölge, eyalet ya da ilçesi anlamını taşıyordu. Modem İspanyolca kullanımdaki geniş anlamdan ayırt etmek için patria chica yani küçük anayurt sözüyle karşılanan bu dar anlam (antik Roma hakkında bilgisi olan klasik eğitim görmüş kişileri saymazsak), on dokuzuncu yüzyıldan önce oldukça evrensel bir kullanıma sahiptir. Tierra sözcüğü 1884 yılma kadar bir devletle ilişkilendirilmeye başlamamıştı; 1925 yılına kadar da, patria'yı yurtseverlerin severek sadakatlerini koruduklan geçmişin, günümüzün ve geleceğin maddi ve manevi unsurlannm toplamını içeren kendi milletimiz olarak tanımlayan modem yurtseverliğin duygusal tınısını işitmeyiz. Bilindiği gibi on dokuzuncu yüzyıl İspanyası kesinlikle ideolojik gelişmelerin öncüsü değildi, oysa Kastilya -v e Kastilyaca bağımsız bir dildir- ulus devlet etiketini yapıştırmanın gerçekçiliğe ters sayılmayacağı en eski Avrupa krallıklanndan biriydi. Kaldı ki on sekizinci yüzyıl İngilteresi ve Fransası nm bambaşka bir anlamda milli devlet olduğu da. Demek ki Kastilya daki konuyla ilgili sözcüklerin evrimi genel bir öneme sahiptir. Romans" dillerinde nation sözcüğü yerli bir sözcüktür. Başka dillerde ise dışarıdan alınmıştır. Bu çerçevede kullanım farklılıklarını daha net bir biçimde izleyebiliriz. Yüksek ve Aşağı Almancada Volk (halk) sözcüğü bugün, natio sözcüğünden türetilen söz 4. L. Cume de Sainte Pelaye, Dictionnaire historigue de l'ancien langage françois (Niort, tarihsiz), 8 cilt: Nation maddesi. * Vatan, (ç.n.) * Vuigar Latinceden gelen İtalyanca, İspanyolca, Fransızca, Portekizce ve Rumence gibi diller, (ç.n.)
32 cüklerle bir ölçüde açıkça aynı çağnşımlan uyandınr, yalnız aralannda oldukça karmaşık bir etkileşim vardır. Ortaçağdaki Aşağı Almancada, natie terimi, kullanıldığı kadanyla (Latince kökenli olduğunu düşünürsek, kraliyet ailesi, soylu aileler ya da diğer üst sınıf kökenliler veya eğitimli kişiler dışında pek kullanılmamış olsa gerek), açık ki henüz Volk un anlamını çağnştırmaz ve bu anlamına ancak on altıncı yüzyılda kavuşmaya başlar. Natie terimi ortaçağ Fransızcasında olduğu gibi doğum ve soy grubunu {Geschlecht) anlatmaktadır. Bu terim, başka yerlerde de görüldüğü gibi, bir arada var olduklan benzerlerinden ayırt edilmeleri gereken loncalar ya da korporasyonlar gibi daha büyük ve bütünlüklü gruplan anlatmak doğrultusunda gelişme gösterir; milletler in İspanyolcadaki gibi yabancıyla eşanlamlı kullanılmasının, yabancı tüccarlar ( bir şehirde yaşayan ve ayrıcalıklardan yararlanan yabancı topluluklar, özellikle tüccarlar ) anlamını taşımasının, alışılageldiği üzere eski üniversitelerde öğrenci milletler inden söz edilmesinin ve aynı zamanda pek sık kullanılmayan Lüksemburg milletinden bir alay ifadesinin kaynağı budur. Ancak açıkça görülmektedir ki, bu evrim, insanın kökeninin bulunduğu yer ya da toprak parçası gelişebildiği (böylece eski bir Fransızca tanımdaki pays natal' en azından daha sonraki sözlük yazarlannın zihinlerinde eyalet anlamını yüklenir)* gibi, başka bir yöne evrilerek etnisite anlamı kazanabilir; nitekim HollandalIların natie teriminin asıl anlamının aynı stam a** ait olduğu varsayılan insanlar toplamı olduğunda ısrar etmeleri bunun bir göstergesidir. Her iki evrim çizgisinde de böylesine genişlemiş, ama hâlâ yerli olarak kalan millet in devletle ilişkisi problemi şaşırtıcılığını korur, çünkü etnik, dilbilimsel ya da başka bir düzlemde, belli bü 5. Dr. E. Verwijs ve Dr. J. Verdam, Middelnederlandsch VVoordenboek, Cilt 4 (Lahey, 1988), sütun VVoordenboek der Nedeıiandsche Taal, Cilt 9 (Lahey, 1913), sütun Vervvijs ve Verdam, Middelenderlandsch VVoordenboek, Cilt 4. * (Fr.) Bir insanın doğum yeri olan memleket, (ç.n.) 8. L. Huguet, Dictionnaire de la langue française du 16e siecle. Cilt 5 (Paris, 1961), s ** Soy ve köken, (ç.n.) 32
33 yüklükteki çoğu devletin homojen olmadığı, dolayısıyla basitçe milletle eşitlenemeyeceği apaçık gözüküyordu. Hollandaca sözlükte, millet sözcüğünün aynı dili konuşmasalar bile bir devlete ait olan insanlar anlamındaki kullanımının, Fransız ve İngilizlere özgül olduğu özellikle vurgulanır. Bu bilmecenin en öğretici tartışmalarından birisi on sekizinci yüzyıl Almanyası ndan gelmiştir.'" Ansiklopedist Johann Heinrich Zedler e göre millet, 1740 ta, gerçek ve özgün anlamıyla, ortak âdetleri, ahlâki gelenekleri ve yasaları paylaşan birleşmiş bir grup Bürger (on sekizinci yüzyıl ortası Almanyası mn, belirsizliğiyle tanınan bu sözcüğünü kendi haline bırakmak en iyisi olsa gerektir) demekti. Yani milletin toprak parçasıyla ilgili hiçbir anlamı olamazdı, çünkü farklı milletlerin fertleri (birbirlerinden yaşam tarzları -Lebensarten- ve âdetlerindeki farklılıklar la aynimışlardır) aynı eyalette, hatta çok küçük bir devlette birlikte yaşayabilirlerdi. Milletlerin toprak parçasıyla özsel bir bağı olsaydı, Almanya daki Wendlere Alman demek gerekirdi, oysa Wendlerin Alman olmadıklan çok açıktır. Örneğin, Almanca konuşulan bölgedeki son kalan -ve hâlâ yaşayan- bu Slav halkını yakından tanıyan bir Sakson bilim adamı olan Zedler onlara milli azınlık gibi muğlak bir etiket yapıştırmayı düşünmez. Zedler e göre, aynı eyalet ya da devlet içinde yaşayan bütün milletler den insanların tamamını tanımlayacak tek sözcük, Volck tut. Ne yazık ki terminolojik aynmlara her zaman özen gösterilmez ve Millet terimi, pratikte genellikle Volck la aynı anlamda, bazen toplumdaki bir zümre nin (Stand, ordö) ve bazen de herhangi bir birlik ya da topluluğun {Gesellschaft, societas) eşanlamlısı olarak kullanıhr. Doğru ve özgün anlam ne olursa olsun, millet terimi hâlâ modem anlamından açıkça çok uzak bir yerdedir. Bunun için, konuyu daha fazla irdelemeden, millet kavramının modem ve esasen politik anlamıyla tarihsel açıdan çok genç bir kavram olduğunu söyleyebiliriz. Gerçekten de New English Dictionaty gibi başka bir 9.1^towöenböeÂtİ9Î3y, sütun John. Heinrich Zedler, Grosses vollstândiges Universal-Lexicon aller Wissenschaften und Kunste..., Cilt 23 (Leipzag-Halle 1740, yeniden basım. Graz 1961), sütun ^
34 önemli dilbilimsel yapıtta, 1908 de, sözcüğün eski anlammm esasen etnik birimi anlattığı, oysa son zamanlardaki kullanımında daha çok politik birlik ve bağımsızlık nosyonu na ağırlık verildiği belirtilmekteydi." Modem millet kavramının tarihsel açıdan yeniliği dikkate alındığında millet in niteliğini anlamanın en iyi yolu, bence. Devrim Çağı nda ve özellikle milliyet ilkesi adı altında 1830 lardan itibaren, politik ve toplumsal söylemlerinde bu kavramı sistemli biçimde kullanmaya başlayanlan izlemektir. Gelgelelim, kısmen -ileride göreceğimiz gibi- çağdaşlannm da bu tür sözcükleri kullanırken fazla titizlik göstermemelerinden, kısmen aynı sözcüğün aynı anda çok değişik anlamlar yüklenmiş ya da yüklenebilecek olmasından dolayı bu Begrijfsgeschichte gezintisine çıkmak kolay bir iş değildir. Millet in asıl ve literatürde en yaygın biçimde kullanılan anlamı o zamanlar politikti. Politik anlam, Amerikan ve Fransız devrimlerinde olduğu gibi millet i halk la ve devletle eşitleyen; ulus devlet, Birleşmiş Milletler ya da yirminci yüzyıl sonundaki devlet başkanlannın söylevlerindeki gibi yakından bildiğimiz bir kullanımdı. ABD nin erken dönemindeki politik söylemde, millet teriminin eyaletlerin hakları karşısında merkeziyetçi ve üniter çağnşımlar uyandırmasından kaçınmak amacıyla, halk, birlik, konfederasyon, ortak ülkemiz, kamu, kamu refahı ya da topluluk gibi deyişler tercih edilmekteydi.'^ Çünkü, Devrimler Çağı nda millet kavramının temel bir özelliği Fransızlann deyişiyle millet in tek ve bölünmez olmasıydı ya da çok geçmeden öyle olacaktı.'^ Bu biçimiyle millet, kolektif egemenlikleri kendile- 11. Oxford English Dictionary, Cilt VII (Oxford, 1933), s. 30. * (Alm.) Kavramlar tarihi, (ç.n.) 12. Der. John J. Lalor, Cyclopedia ofpolitical Science (New York, 1889), Cilt II, s. 932: Nation maddesi. Konuyla ilgili maddeler büyük oranda daha önceki Fransızca yapıtlardan aktanimış, daha doğrusu çevrilmiştir. 13. Bu tanımdan çıkacak sonuç, bir milletin kaderinin tek bir devlet oluşturmak olduğu, bölünmez bir bütün oluşturduğudur. {a.g.y, s. 923). Bu sonucun çıkanlacağı tanıma göre, aynı dili konuşan, aynı âdetleri paylaşan, kendilerini benzer nitelikteki başka gruplardan ayıran belirli ahlâki özellikler taşıyan insanlar topluluğu dur millet. Bu, milliyetçi argümanların yatkın olduğu, varsayımlarla hareket etme sanatının çeşitli örneklerinden birisidir. 34
35 rinin politik ifadesi olan bir devlette somutlaşan, bir yurttaşlar topluluğuydu. Çünkü, başka ne anlama gelirse gelsin, bir yurttaşlık ve kitlesel katılım ya da tercih unsuru millette hiçbir zaman eksik olmamıştı. John Stuart Mili, milleti, yalnızca ortak milli duygular temelinde tanımlamakla yetinmiyor, aynı zamanda, bir milliyetin fertlerinin aynı yönetim altında olmayı arzuladıklannı, bu yönetimin de yalnızca kendilerinin veya içlerinden bir kesimin yönetimi olmasını istediklerini ekliyordu.'" Mill in milliyet fikrini apayrı bir çalışmada değil, karakteristik biçimde -ve özet olarak- Temsili Hükümet i yani demokrasiyi işlediği küçük bir kitapçıkta tartışması şaşırtıcı değil. Millet=devlet=halk (özellikle egemen halk) denklemi kuşkusuz milleti belli bir toprak parçasına bağlıyordu, çünkü devletlerin yapısı ve tanımı artık esasen belli bir toprak parçasıyla ilişkiliydi. Bu pek çok ulus devletin var olacağı anlamına geliyordu; kaldı ki halklann kendi kaderini tayin etmesi ilkesinin kaçınılmaz sonucu buydu tarihli Fransız Haklar Bildirgesi nde şöyle denmekteydi: Kendisini oluşturan bireylerin sayısı ve üzerinde yaşadığı toprağın büyüklüğü ne olursa olsun, her halk bağımsız ve egemendir. Bu egemenlik başkasına devredilemez. Ne var ki bu ifade bir halk ı neyin oluşturduğu konusuna pek açıklık getirmiyordu. Özellikle, bir yanda belli bir toprak parçasındaki bir devletin yurttaşlan ile öbür yanda bir millet in grup üyeliğinin kolektif biçimde tanınmasını sağlayan etnik, dilsel ya da diğer temellerle eşitlenmesi arasında mantıksal bir bağ yoktu. Aslında tam da buna dayanarak Fransız Devrimi nin milliyet ilkesi ya da duygusuna tamamen yabancı, hatta düşman olduğu iddia edilmiştir. 14. J. S. Mili, Utilitarianism, Liberty and Representative Government {Everyman basımı, Londra, 1910), s ya da 1793 Haklar Bildirgelerinde halkların egemenlik ve bağımsızlık haklanna hiç değinilmediği gözlemlenebilir. Bkz. Lucien Jaume, Le Discours jacobin et la dâmocratie (Paris, 1989), Ek 1-3, s Bununla birlikte 1793 te aynı görüşü savunanlar da vardır, der. O. Dann ve J. Dinvviddy, Nationalisnt in theage o fth e French Revoiution (Londra, 1988), s Maurice Block, Nationalities, principle of, der. J. Lalor, Cyclopedia ofp o - litical Science, Cilt II, s
36 HollandalI sözlük yazannın da fark ettiği gibi dilin, ilkesel olarak, İngiliz ya da Fransız olmakla hiçbir ilgisi yoktu; gerçekte Fransızca uzmanlan, ileride göreceğimiz gibi, onlara göre salt Fransız yurttaşı olmakla belirlenen milliyet kriterine konuşma dilinin de eklenmesi çabalanna karşı inatla mücadele edeceklerdi. Alsaslılann ya da Gaskonlann konuştuklan dilin, Fransız halkının üyeleri olma statüleriyle hiçbir ilgisi yoktu. Gerçekten, halkçı-devrimci bakış açısıyla millet in ortak bir yanı varsa, bu, aslen etnik köken, dil ve benzeri unsurlar değildir (ama bu unsurlar da kolektif aidiyetin göstergeleri arasında yer alabilirler). Pierre Vilar ın işaret ettiği gibi, aşağıdan bir bakışla milli halkı karakterize eden şey, özel çıkarlara karşı ortak çıkan, ayncalığa karşı ortak yaran temsil etmesiydi. Amerikalılann, sözcüğün kendisini kullanmaktan kaçınırken, 1800 den önce milliliği göstermek üzere kullandıklan terim de bunu akla getirmektedir. Bu devrimci-demokratik bakış açısıyla etnik grup farklılıklan ikincil düzeyde bir anlam taşıyordu (ve daha sonra sosyalistler de böyle düşüneceklerdi). Amerikan kolonicilerini Kral George ile yandaşlanndan ayıran kriter, açıkça ne dil ne de etnik kökendi; aynı şekilde Fransız Cumhuriyeti İngiliz kökenli Amerikalı Thomas Paine i Fransa daki Milli Meclis e seçmekte sakınca görmemişti. Bu yüzden bu devrimci millet terimini; on dokuzuncu yüzyıl kuramcılan arasında hararetli tartışmalara sahne olan etnik köken, ortak dil, din, toprak parçası ve ortak tarihsel anılar gibi (John Stuart Mill in aktardığı)'* kriterler çerçevesinde tanımlanan bir topluluğa uygun ulus devletler kurmayı amaçlayan, sonraki milliyetçi programla kanştırmamalıyız. Daha önce gördüğümüz gibi, çizgileri belirlenmemiş bir toprak parçası (ve deri rengi) dışında bu kriterlerin hiçbirisi yeni Amerikan milletini birleştiren bir unsur değildi. Bundan başka, Fransızların grande nation unun* sınırlan devrim döneminde ve Napolyon savaşlanyla milli aidiyet kriterlerinin hiç 17. P. Vilar, Sobre los fundamentos de las estructuras nacionales (Historia, 16/ExtraV) (Madrid, Nisan 1978), s Jolın Stuart Mili, Utilitarianism, Liberty and Representative Government, s * (Fr.) Büyül< millet, (ç.n.) 36
37 birisine göre Fransız denilemeyecek bölgelere kadar genişlediğinde, sözü geçen kriterlerden tekinin bile büyük millet in varlığının temeli olmadığı açıkça ortaya çıkmıştı. Bununla beraber, daha ileride devlet dışı milliyet tanımlan keşfetmekte kullanılan çeşitli unsurlar kuşkusuz bu erken dönemde de mevcuttu; bunlar ya devrimci milletle ilişkiliydiler ya da devrimci milletin başına sorun çıkarıyorlardı. Devrimci milletin tek ve bölünmez olduğu iddiası ne kadar öne çıkanlırsa, içerdiği heterojenlik o kadar çok problem yaratıyordu. Çoğu jakoben açısından Fransızca konuşmayan biri Fransız sayılmazdı ve pratikte milliyetin etnik-dilsel kriteri genel bir kabul görüyordu. Barere in Kamu Selameti Komitesi ne sunduğu dillerle ilgili raporunda belirttiği gibi: Yukan Ren ve Aşağı Ren bölgelerinde sımrlanmızı işgal etsinler diye Prusya ve AvusturyalIlara çağn yapan hainlerle birlik olanlar kimlerdir? Kendilerine farklı bir dille hitap edip başka âdetleri olan Fransızlan kardeş ve yurttaş görmekten ziyade, düşmanlarımızla aynı dili konuşan ve sonuçta kendilerini onların kardeşi ve yurttaşı sayan [Alsash] bölge halkı. Fransızlar devrimden beri dilsel birlikte gerçekten çok belirgin biçimde ısrarlı olmuşlardır ve o zamanlar için bu hayli aşın bir ısrardı. Buna aşağıda geleceğiz. Ama şimdi belirtmeden geçemeyeceğimiz bir nokta, bir insanı Fransız yapan şeyin kuramsal olarak Fransızcanın anadili olması değil (bizzat devrim, Fransa da fiilen Fransızca konuşanlann Sayısının ne kadar az olduğunu kanıtlamaya büyük çaba harcarken, böyle bir şey nasıl düşünülebilirdi?),^ özgür Fransa halkının diğer özgürlük, yasa ve ortak karakteristikleri yanında bu dili de öğrenmeye istekli olmasıydı. Bir anlamıyla Fransızca öğrenmek, İngilizce öğrenmenin Amerikan yurttaşhğm- 19. Akt. M. de Certeau, D. Julia ve J. Revel, Une Politique de la langue. La R6- volution Française et les patois: L'enguĞte de l'abbâ Gregoire (Paris, 1975), s Genel olarak Fransız Devrimi ve milli dil sorunu için, aynca bkz. Renee Balibar ve Dominigue Laporte, Le Français national. Politigue et pratiçue de la langue nationale sous la Revolutlon (Paris, 1974). Alsace sorunu İçin, bkz. E. Philipps, Les Luttes lingulstiçues en Alsace jusqu'en 1945 (Strasbourg, 1975) ve P. L6vy, Histoire linguistlgue d Alsace et de Lorraine (2 cilt, Strasbourg, 1929). 20. De Certeau, Julia ve Revel, Une Politiçue de la langue, çeşitli yerler. il
38 daki önemi gibi, tam Fransız yurttaşlığma (ve dolayısıyla milliyetine) kabulün koşullanndan birisiydi. Asıl olarak dilsel temeldeki bir milliyet tanımı ile Fransızlann milliyet tanımı -hatta bunun en aşın biçimi- arasındaki farklılığı örneklemek için. Milletlerarası İstatistik Kongresi ni devlet nüfus sayımlarında dille ilgili bir soru yer alması gerekliliğine ikna eden bir Alman dilbilimciye başvuralım (bkz. s ) lardaki etkili yayınlanyla dilin milliyetin biricik yeterli göstergesi olduğunu ileri süren (Almanlar Orta ve Doğu Avrupa ya iyice yayılmış olduklarından Alman milliyetçiliğine çok uygun düşen bir sav) Richard Böckh, Yidiş in ortaçağ Almancasından türeyen tartışma götürmez bir Alman lehçesi olması nedeniyle, Aşkenaz Yahudilerini Alman olarak sınıflandırmak zorunda kalmıştı. Alman Yahudi düşmanlannm bu sonucu hoş karşılamayacaklarını da iyi biliyordu. Oysa Yahudilerin Fransız milletine entegre olmasından yana tavır koyan Fransız devrimcileri bu türden bir sava ne gerek duyar ne de böyle bir gerekliliği anlardı. Fransız devrimcilerinin bakışıyla, ortaçağ İspanyolcası konuşan Sefardik Yahudiler ile Yidiş dili konuşan Aşkenaz Yahudileri -Fransa da her iki grup da vardı- kuşkusuz Fransızca konuşmayı da kapsayan Fransız yurttaşlığının koşullannı kabul ettikten sonra herkes kadar Fransız sayılıyorlardı. Dolayısıyla, Yahudi soyundan geldiği için Dreyfus un gerçek Fransız olamayacağı savı, haklı olarak, Fransız Devrimi nin özüne ve devrimin öngördüğü Fransız milleti tanımına meydan okumak diye anlaşılmaktaydı. Barere in raporu birbirinden çok farklı iki millet anlayışını bir araya getirmekteydi: Devrimci-demokratik ve milliyetçi anlayışlar. Devlet=millet=halk denklemi her iki anlayış açısından da geçerliydi. Çünkü milliyetçilerin gözünde milleti kapsayacak politik birimlerin yaratılması, kendisini yabancılardan ayıran bir topluluğun ön varlığına bağlıyken; devrimci-demokratik bakış açısına göre temel anlayış olan, egemen yurttaşlardan kurulu halk=devlet denklemi insan ırkmın diğer kesimleri karşısında bir millet i oluşturmaktaydı.^' Dolayısıyla Devrim Çağı nda halkı yönetmenin daha fazla zorlaş 21. Yurttaşlar devlet karşısında halkı, insan ırkı karşısında ise milleti oluştururlar, J. Helie, Nation, definiton of, Lalor, Cyclopedia ofpolitical Science, Cilt II, s
39 ması nedeniyle, devletlerin, nasıl kurulurlarsa kurulsunlar artık kendi tebalannı da dikkate almak zorunda kaldıklannı unutmamalıyız. Yunan özgürlük savaşçısı Kolokotrones in belirttiği gibi, halk, kralların yeryüzüne inmiş tanrılar olduklarına ve krallann ne yaparlarsa iyi yaptıklarına artık inanmıyordu. Kutsallığın artık kapsayıcı bir özelliği yoktu. Fransa Kralı X. Charles 1825 te Rheims te eski taç giyme (gönülsüz biçimde) sihirle sağaltma törenini yeniden canlandırdığında, kralın bir dokunuşunun sıraca hastalığını iyileştireceğine inanarak gelenlerin sayısı yalnızca 120 ydi. Oysa 1774 te yapılan ondan önceki son törene bu umutla kişi gelmişti. İleride göreceğimiz gibi, 1870 ten sonra demokratikleşmeyle birlikte meşruiyet ve yurttaşları seferber etme sorunu hem acilleşecek hem de keskinleşecekti. Hükümetlerin gözünde devlet=millet=halk denklemindeki en önemli unsur açıkça devletti. Bu durumda, kendi damgasını en belirgin biçimde on dokuzuncu yüzyıl Avrupası na, özellikle milliyet ilkesi nin Avrupa haritasını en dramatik biçimde değiştirdiği döneme, yani dönemine vuran kesim olan liberal burjuvazilerle onlara bağlı entelektüellerin kuramsal söyleminde, milletin, dahası devlet=millet=halk denkleminin yeri neydi? Liberal burjuvazilerle onlara bağlı entelektüeller; Avrupa daki güçler dengesinin milliyet temelinde iki büyük devletin (Almanya ve İtalya) doğuşu, üçüncü büyük devletin (1867 Uzlaşması ndan sonraki Avusturya-Macaristan) ise aynı temelde fiilen bölünmesiyle altüst olduğu; batıda Belçika dan Güneydoğu Avrupa da Osmanlı nın yerini almaya çalışan devletlere (Yunanistan, Sırbistan, Romanya, Bulgaristan) kadar daha önemsiz politik birimlerin, milli temelde halklar olarak yeni statü ve bağımsızlıklannın tanınmasını talep ettikleri; Polonyalılann iki milli ayaklanmayla kendilerini bir ulus devlet olarak görüp bu temelde yeniden yapılanmayı istedikleri elli yıllık zaman diliminde, isteselerdi bile, bu sorun üzerinde düşünmekten kaçınamazlardı. Hem onların da bundan kaçındıklan yoktu. Walter Bagehot a göre 22. Akt. E. J. Hobsbavvm, The Age o f Revolution {Londra, 1962), s Marc Bloch, Les Rois thaumaturges (Paris, 1924), s
40 40 millet oluşturma on dokuzuncu yüzyılm evriminin temel içeriğini temsil ediyordu." Bununla beraber, on dokuzuncu yüzyılm başmda ulus devletlerin sayısı çok az olduğundan, zihinleri kurcalayan sorun, açık ki, şu ya da bu temelde bir milliyet olarak sınıflandınlabilen çeşitli Avrupa halklanndan hangilerinin bir devlet olma aşamasına ulaşacaklan (ya da alt düzey bir politik ya da idari temsiliyete kavuşacakları), bunun yanı sıra, var olan devletlerden hangilerinin millet niteliği taşıdığıydı. Potansiyel ya da mevcut bir millet olma kriterlerinin sıralanması özünde bu amaca hizmet etmekteydi. Bütün devletlerin milletlere, bütün milletlerin de devletlere denk düşmeyeceği açık gibi görünüyordu. Öbür yandan, Renan m ünlü Hollanda bir milletken, Hanover ile Büyük Parma Dükalığı niçin değildir sorusu bir dizi analitik sorunu gündeme getirmekteydi. John Stuart Mili in, bir ulus devletin kurulmasının (a) gerçekleşebilir, (b) milliyet tarafından arzulanır olmasına bağlı olduğu şeklindeki gözlemi de başka analitik sorunları gündeme getirmekteydi. Bu durum, kendi milliyetleri ya da bu milliyetin ifadesi devlet açısından her iki soruyu da hemen hemen yanıtladıklarından en ufak bir kuşku duymayan, Viktorya Dönemi ortası milliyetçiler için de geçerlilik taşıyordu. Çünkü onlar bile başka milliyetlerle devletlerin benzer iddialanna soğuk bakıyorlardı. Oysa birkaç adım daha attığımızda, on dokuzuncu yüzyıl liberal söyleminde şaşırtıcı bir entelektüel belirsizlik olduğunu görürüz. Bu belirsizliğin kaynağı, millet sorununu bütün boyutlarıyla ele alamamaktan daha çok, durum zaten çok açık olduğundan her şeyin birer birer sayılıp dökülmesinin gerekli olmadığı varsayımıydı. Bundan ötürü liberal milletler kuramı, ağırlıkla, liberal yazarlann söyleminin kenannda gösterir kendisini. Ayrıca, yine ilerideki sayfalarda göreceğimiz gibi, liberal kuramsal söylemin merkezi unsurlarından birisi millet in entelektüel boyutta ele alınmasını son derece güçleştirmekteydi. Okuduğunuz bölümün geri kalan kısmın 24. VValter Bagehot, Physics and Politics (Londra, 1887), Bölüm III, IV, Milletin oluşumu üzerine. 25. Emest Ranan, What is a natlon?, der. Afred Zimmern, Modem Political Doctrines {Ox.1orti, 1939), s. 192.
41 daki görevimiz, arkeologlann düşürülmüş sikkelerin izlerini sürerek ticaret yollannm haritasmı çizmeye çalışmalarına benzer biçimde, tutarlı bir liberal burjuva millet kuramı oluşturabilmektir. Bunu gerçekleştirmenin en iyi yolu, Adam Smith in millet sözcüğünü kendi dev yapıtının başlığında kullandığı anlamdaki, en az tatmin edici millet nosyonuyla başlamak olabilir. Çünkü Adam Smith in devrinde, millet açıkça bir teritoryal devletten başka anlam taşımaz; Smith i eleştirerek on dokuzuncu yüzyıl başındaki Kuzey Amerika yı gözden geçiren, keskin bir İskoç zekâsına sahip John Rae nin sözleriyle ise her ayn topluluk, toplum, millet, devlet ya da halk (konumuz itibariyle eşanlamlı sayılabilecek terimler) ^ demektir. Gene de Adam Smith in düşüncesi ile (John Stuart Mili gibi ekonomist ya da Walter Bagehot gibi The Economist editörü olmasalar bile) m illef e başka açılardan yaklaşan liberal orta sınıf düşünürleri arasında kesinlikle bir bağ olsa gerek. Bu durumda şöyle bir soru sorabiliriz: Serbest ticaret liberalizminin klasik çağı ile Bagehot m kendi yüzyılı açısından temel önemde gördüğü millet oluşturma nın çakışması tarihsel açıdan rastlantı mıydı? Başka bir deyişle, ulus devletin kapitalizmin gelişme sürecinde özel bir işlevi var mıydı? Daha doğrusu şöyle sorahm: Çağdaş liberal analistler bu işlevi nasıl görüyorlardı? Tarihçinin gözünde devlet sınırlan içinde işleyen ekonomilerin rolünün büyük olduğu çok açıktır. On dokuzuncu yüzyılın dünya ekonomisi, kozmopolit olmaktan ziyade milletlerarası nitelikteydi. Dünya sistemi kuramcıları, kapitalizmin, tek bir dünya imparatorluğu oluşturmayan Avrupa nın politik çoğulculuğundan dolayı, bu kıtada -başka bir yerde değil- global bir sistem olarak geliştiğini göstermeye çalışmışlardır. On altıncı-on sekizinci yüzyıllardaki ekonomik gelişme, her biri birleşmiş bir bütün olarak merkantilist politikalar izlemeye eğilimli olan teritoryal devletler temelinde yol almıştı. Hatta daha açıkçası, on dokuzuncu yüzyıldaki ve yirminci yüzyıl başındaki kapitalizmden söz ettiğimizde, gelişmiş dünyada 26. John Rae, The Sociological Theory o f Capital, being a complete reprint of The New Principles o f Political Economy by John Rae (1834), yayıma hazırlayan C, W. Mixter (New York, 1905), s
42 kapitalizmin parçasını oluşturan milli birimler (Britanya sanayisi, Amerikan ekonomisi, Fransız kapitalizmi. Alman kapitalizmi, vb.) temelinde konuşuruz. On sekizinci yüzyıldan İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar gelen uzunca dönemde, kapitalist bir dünya ekonomisinin doğuşunda büyük rol oynamış olan ve bugün yine ön plana çıkan, belli bir toprak parçasının sınırlarını aşan milletlerüstü ya da ara birimler global ekonomide kendilerine çok az yer ve alan bulabiliyor gibiydi: Ekonomik etkisi büyüklük ve kaynaklarıyla kıyaslanamayacak kadar fazla olan bağımsız mini-devletler, on dördüncü yüzyılda Lübeck ve Ghent, günümüzde Singapur ile Hong Kong bu birimlere birer örnektir. Aslında, gözümüzü geçmişe çevirip modem dünya ekonomisinin gelişmesine baktığımızda, ekonomik gelişmenin tamamen çok sayıdaki gelişmiş teritoryal devletin milli ekonomileri ne bağlı olduğu aşamanın, esas olarak iki milletlerüstü çağ arasında yer aldığını görebiliriz. On dokuzuncu yüzyıl liberal ekonomistleri için ya da beklenebileceği üzere klasik ekonomi politiğin argümanlarını kabullenen liberaller açısından güçlük, milletlerin ekonomik anlamını kuramda değil, yalnızca pratikte fark edebilmeleriydi. Klasik ekonomi politik (özellikle Adam Smith in ekonomi politiği), merkantil sistem in, yani hükümetlerin milli ekonomilere, devletin çabalan ve politikalanyla geliştirilecek bütünlükler gözüyle baktığı sistemin bir eleştirisi olarak formüle edilmişti. Serbest ticaretin ve serbest piyasanın baş düşmanı tam da Smith in üretken olmadığını kanıtladığını düşündüğü bu milli ekonomik kalkınma anlayışıydı. Bu yüzden ekonomi kuramı, yalnızca, özel bir mekânsal boyutu olmayan bir piyasada kazançlannı rasyonel biçimde azamiye çıkarıp kayıplarını en aza indiren tek tek işletme birimleri -kişiler veya fırmalartemelinde geliştirilmişti. Sınırda dünya pazarı vardı ve başka bir şey de olamazdı. Smith, hükümetin ekonomiyle ilintili belirli işlevlerine karşı çıkmazken; genel ekonomik büyüme kuramı açısından, gerek millete gerekse firmadan daha büyük bir kolektiviteye yer yoktu; kaldı ki bu konuda fazla araştırma yapma zahmetine de girilmedi. 42
43 Böylece J. E. Caimes bile, liberal çağın doruğundaki günlerde, bireyler arasındaki ticaretin dışında bir milletlerarası ticaret kuramının gereksiz olduğu önermesini ciddi olarak işlemeye on sayfa ayırmıştı.^ Caimes e göre, bir yandan milletlerarası işlemler kuşkusuz gün geçtikçe kolaylaşırken, öbür yandan devletler arasındaki ticaret probleminin ayn olarak ele almmasını haklı gösterecek kadar sürtüşme yine de vardı. Alınan liberal ekonomisti Schönberg, milli gelir kavramının bir anlamı olup olmadığından kuşku duyuyordu. Yüzeysel fikirlerle yetinmeyenler bu soruyu sormakta haklıydı, ancak (parasal temeldeki milli servet hesaplan çoğu zaman yanlış olsa bile) herhalde bu düşünceyle çok uç noktalara savruluyorlardı.^ Edwin Cannan,^ Adam Smith in millet inin yalnızca bir devletin topraklarında yaşayan bireylerden oluştuğunu düşünüyor, yüz yıl içerisinde bu insanların hepsinin ölecek olmasının millet ten sürekli var olan bir birim olarak söz etmeyi mümkün kıhp kılmayacağım tartışıyordu. Politika temelinde bakarsak, yalnızca kaynakların piyasada dağıtılmasının optimal olduğu, piyasanın işleyişine göre bireylerin çıkarlarının otomatik olarak bütünün çıkarlannı (kuramda, bütün topluluğun çıkarlan gibi bir kavrama yer kaldığı sürece) meydana getireceği inancına varıyordu bu. Buna karşılık John Rae de, 1834 te kaleme aldığı kitabını, özellikle Smith e karşı bireysel ve milli çıkarlann özdeş olmadığım, yani bireyin kişisel çıkannı gütmesine yön veren ilkelerin milletin zenginliğini en fazlaya çıkarmaya yaramadığını kanıtlamak amacıyla yazınıştı. Göreceğimiz gibi, Smith i kayıtsız şartsız kabullenmeyi reddeden kişiler yok değildi, ama onlann ekonomik kuramlan klasik okulla boy ölçüşemezdi. Milli ekonomi. Alman ekonomi kuramıyla bağlantılı olarak yalnızca Palgrave m Dictionary ofpoutical Economy sinde görülmektedir. Millet terimi 1890 lardaki '/7. J. E. Cairnes, Some Leading Principles ofpolitical Economy Nevviy Expoun- </ed (Londra, 1874), s Der. Dr. Gustav Schönberg, Handbuch der politischen Oekonomie, Cilt I (Tühingen, 1882), s Edwin Cannan, History o f the Theories o f Production and Distribution in I nglish Political Economy form 1776 to 1848 (Londra, 1894), s. 10. :I0 Rae, The Sociological Theory o f Capital. 43
44 Fransızca ekonomi politik sözlüğünden çıkanlmıştı/' Buna karşın, en saf klasik ekonomist bile milli ekonomi kavramını kullanmaktan kaçınamamıştı. Saint-Simoncu Michel Chevalier nin College de France ta ekonomi politik profesörü olarak ilk dersinde özür dilercesine ya da şaka yollu bir ifadeyle belirttiği gibi: Bize insan toplumlannın genel çıkarları için kendimizle ilgilenmemiz emredilmiştir ve içinde yaşadığımız toplumdaki özgül duruma eğilmemiz yasaklanmamıştır. ^ Ya da Lord Robbins in belirteceği gibi, yine klasik ekonomi politikçilerle ilgili olarak onların, bir politika belirleme kriteri olarak milli üstünlüğü sınamayı geride bıraktıklarına ilişkin çok az; milli bağlann çözülüşüne kafa yormaya hazırlandıklanna ilişkin ise daha da az kanıt vardır. Özetle, klasik ekonomi politikçiler millef ten ne vazgeçebilirlerdi ne de vazgeçmeyi istiyorlardı; kaldı ki Porter da bir topluluğun hangi araç sayesinde milletler arasında üstünlük sağladığını öğrenmek istediğinden, milletlerin gelişme- ' sini 1835 ten sonra olumlu kabul etmişti. Eklemeye pek gerek yok ' ki Porter ın bir topluluk la kastettiği kişinin kendi topluluğu ydu., Gerçekten de ulus devletin ekonomik işlevleri, hatta yararlan nasıl yadsınabilir? Para üzerindeki tekeli, kamu mâliyesi, dolayısıyla mali politikalan ve faaliyetleriyle devletin varlığı bir olguydu. Devletin ekonomiye zarar veren müdahalelerine son vermek isteyenler dahi bu ekonomik faaliyetlerden vazgeçemezdi. Dahası, aşırı liberterler bile, Molinari gibi insanlığın özerk milletlere bölün- 31. Der. L6on Say ve Joseph Chailley, Nouveau Dictionnaire d Economie Politique (Paris, 1892). 32. Michel Chevalier, Cours d economie politique fait au ColIĞge de France, Cilt I (Paris, 1855), s. 43. Bu ders ilk olarak 1841 de verilmişti. 33. L. Robbins, The Theory o f Economic Policy in English Classical Political Economy{2. basım, Londra, 1977), s Bununla birlikte, gerçekten global bir yaklaşımı olan Bentham istisna sayılmalıdır. 34. George Richardson Porter, The progress o f the Nation, in its various social and economic relations, from the beginning o f the nineteenth century to the present time, 2 bölüm (Londra, 1836), Önsöz. 44
45 meşinin özünde ekonomik olduğu nu kabul ediyordu. Çünkü devlet (devrim sonrası çağdaki ulus devlet) her şeyden önce mülkiyet ve sözleşme güvenliğini güvenceye alıyordu; iflah olmaz bir kamusal girişim karşıtı olan J. B. Say m belirttiği gibi, şimdiye kadar hiçbir millet düzenli bir hükümet yönetiminde olmadan bir zenginlik düzeyine ulaşmamıştır. ^* Liberal ekonomi, serbest rekabete dayanarak hükümetin işlevlerini bile akılcılaştırabilirdi. Molinari de, son derece yoğun bir ekonomik rekabet geliştirdiğini dikkate alırsak, insanlığın milletler şeklinde parçalanması yararlıdır diyordu^ ve bu görüşünü desteklemek için 1851 deki Great Exhibition* örneğini aktarmıştı. Ancak bu tür gerekçelere dayandırılmasa bile, hükümetin ekonomik gelişmeye yararlı olduğu kabul ediliyordu. Bir millet ile komşulan arasında, iki komşu eyalet arasındakinden başka bir fark göremeyen J. B. Say, Fransa yı (yani, Fransa devleti ve hükümetini) ülkenin iç kaynaklarını geliştirmeyi ihmal etmek ve bunun yerine gözünü dış fetihlere dikmekle suçlamıştı. Kısacası, en aşın liberal eğilime sahip bir ekonomist bile milli ekonomiyi görmezlikten gelemiyordu ya da dikkate almamazlık edemezdi. Ancak liberal ekonomistler bu konuda konuşmayı sevmiyorlardı, daha doğrusu neler diyeceklerini pek bilmiyorlardı. Bunun yanında, Britanya nın üstün ekonomisine karşı milli ekonomik kalkınma yolunu izleyen ülkelerde, Smithçi serbest ticaretin çekiciliği daha az görünüyordu. Bu tür ülkelerde, bir bütün olarak milli ekonomiden söz etmeye hevesli insan sıkıntısı yoktu. Daha önce, pek dikkate alınmamış olan İskoç asıllı Kanadalı Rae den bahsetmiştik. Rae, Birleşmiş Milletler Latin Amerika Ekonomi Komisyonu nun (ECLA) 1950 lerde izlediği ithal ikamesi ve teknoloji ithali öğretilerini önceleyen kuramlar geliştirmişti. Daha açık bir örnek olarak, ABD li federalist Alexander Hamilton, daha az merkeziyetçi politikacılar karşısında savunduğu güçlü mil 35. Dictionnaire d economie pohtiçue te (Paris, 1854) Molinari, yeniden basım. Lalor, Cyclopedia o f Political Science, Cilt II, s. 957: Ekonomi politikte milletler maddesi. 36. A.g.y s Ag.y., s * 1 Ağustos 1851 de Crystal Palace da (Hyde Park) açılmış olan ilk milletlerarası sanayi sergisi, (ç.n.) 45
46 li hükümeti haklı çıkarmak amacıyla millet, devlet ve ekonomiyi birbirine bağlı görmüştü. Nitekim daha sonraki bir Amerikan başvuru kaynağında millet maddesinin yazarının sıraladığı Hamilton ın büyük milli tedbirler listesi yalnızca ve yalnızca ekonomik niteliklidir: Bir milli bankanın kurulması, devlet borçlarında milli sorumluluk, bir milli borç kurumunun yaratılması, yüksek gümrük vergileriyle milli imalatın korunması ve zorunlu üretim vergisi/* Hayran yazann düşündüğü gibi, bütün bu tedbirler milliyetçilik tohumunu büyütmek amacıyla tasarlanmış olabilir; ya da Hamilton, milletin adını ağzına çok az alan, ekonomik argümandan ise çokça bahseden diğer federalistler gibi, federal hükümet ekonomik kalkınmayı kollarsa, milletin de kendi kendini kollayacağını hissetmiş olabilir: Ne olursa olsun, millet hem milli ekonomiyi hem de devletin milli ekonomiyi sistemli biçimde beslemesini içeriyordu ve bunun on dokuzuncu yüzyıldaki ifadesi korumacılıktı. On dokuzuncu yüzyılda Amerika daki kalkınmacı ekonomistler, genellikle, zavallı Carey gibi, Hamiltonculuk adına bir kuramsal sav geliştiremeyecek kadar sıradan ekonomistlerdi.^ Bununla birlikte. Alman ekonomistleri bu savı hem kolay anlaşılır hem de parlak bir biçimde ortaya koymuşlardı. Alman ekonomistlerin başını, 1820 lerde ABD deyken milli ekonomi tartışmalanna katılan ve bariz bir biçimde Hamilton dan esinlenen Friedrich List çekiyordu. List e göre, Almanlann o zamandan beri ekonomi politik demekten daha çok milli ekonomi (Nationaloekonomie) ya da halk ekonomisi (Volksvvirthschaft) demeyi tercih ettikleri iktisadın görevi, milletin ekonomik gelişmesini tamamlamak ve onu geleceğin evrensel toplumuna hazırlamak tı. " Eklemeye gerek yok ki bu gelişme süreci, dinamik bir burjuvazinin önayak olduğu kapitalist sanayileşme biçimini alacaktı. 38. A.g.y s Krş. J. Schumpeter, History o f Economic Analysis {Oxford, 1954), s üst, daha sonraki görüşlerini önceleyen Outline o f American Political Economy (Philadelphia, 1827) l<itabını yazmıştı. List ABD deneyimi üzerine bkz. W. Notz, Friedrich List in Amerii<a {Weltwirtschaftliches Archiv, 29, 1925, s ve Cilt 22,1925, s ve Frederici< List in America (American Economic Revievv, Cilt 16, 1926, s ). 41. Friedrich List, The National System of Political Economy {Londra, 1885), s
47 Gelgelelim, bizim açımızdan gerek List in, gerekse ondan esinlenen daha sonraki Alman ekonomistlerinin (İrlandalı Arthur Griffıth"'^ gibi başka ülkelerin ekonomik milliyetçileri de ondan esinlenmişlerdi) tarihsel okulu nun ilgi çeken yanı, List in açıkça, genelgeçer bir doğru olduğu varsayılan liberal millet kavramının karakteristik özelliklerinden birisini formüle etmesidir. Milletin, yaşama şansı olan bir gelişme birimi oluşturmak için yeterli bir büyüklükte olması gerekiyordu. Bu eşiği geçemeyen bir birimin hiçbir tarihsel haklılığı olamazdı. Çok açık biçimde tartışılması gereken bu konuya ender olarak eğilinmiştir te Gamier-Pages in Dictionnaire politique inde, besbelli çok küçük kaldıklarından Belçika ile Portekiz in bağımsız milletler olması gülünç karşılanıyordu. ^ John Stuart Mili, yadsınması pek mümkün olmayan İrlanda milliyetçiliğini, onların her şeyden önce, bütün etkenler hesaba katıldığında, saygın bir milliyet oluşturabilecek sayıda olmalanna bakarak haklı gösteriyordu." Oysa milliyet ilkesini savunan Mazzini ile Cavour gibi kimileri J. S. Mill le aynı görüşte değildiler. Gerçekten, New English Dictionary millet sözcüğünü, Britanya da J. S. Mill in yaygınlaştırdığı alışılmış anlamıyla değil, gerekli karakteristik özellikleri taşıyan geniş bir insanlar topluluğu olarak tanımlıyordu (italikler benim)." List açıkça şöyle yazıyordu: Çok çeşitli milli kaynaklarla donatılmış büyük bir nüfus ile geniş bir toprak parçası, milliyetin esas gerekleridir... İnsan sayısı ve toprak büyüklüğü sınırlı olan bir millet, ayn bir dili olsa bile, sanatın ve bilimin gelişmesi açısından ancak derme çatma kuramlara ve kısır bir edebiyata sahip olabilir. Küçük bir devlet kendi topraklan içinde üretimin çeşitli dallannda asla tam anlamıyla yetkinleşemez 42. Görüşlerinin iyi bir özeti için, E. Strauss, Irish Nationalism and British Democracy (Londra, 1951), s Millet maddesi, Elias Regnault, Dictionnaire politique: Garnier-Pages in bir giriş yazısı da vardır (Paris, 1842), s N y-a-t-il pas quelque chose de derisdire d'appeler la Belglgue une nation? 44. Utiliarianism, s. 365 te Considerations on Representative Government. 45. Oxford English Dictionary, VII, s A.g.y., s
48 Profesör Gustav Cohn un düşüncesine göre, büyük çaplı devletlerin (Grossstaaten) ekonomik yaran Britanya ve Fransa nın tarihiyle kanıtlanmıştı. Büyük çaplı devletlerin ekonomik üstünlükleri kuşkusuz tek bir global ekonominin üstünlüklerinden daha azdı; ama ne yazık ki dünya birliği aşamasına henüz ulaşılamamıştı. Bu ara aşamada, insanlığın bütün insan ırkı adına özlemini duyduğu her şey... insanlığın önemli bir kesimi, yani milyon insan için bu noktada zaten (zunâchst einmal) sağlanmış durumdadır ve sonuçta, uygar dünyanın geleceği daha uzunca bir zaman büyük devletlerin kurulması (Grossstaatenbildung) biçiminde sürecektir. ^ İleride yine değineceğimiz, milletler in dünyanın birliğine kıyasla ikinci en iyi gözüm olduğu varsayımına dikkat çekelim. Bu tezden çıkanlan şu iki sonuç konuyla ilgili ciddi düşünürlerin hemen hepsince, (bazı tarihsel nedenlerden dolayı Almanlar kadar açıkça söylenmese bile) evrensel ölçüde kabul edilmekteydi. Birincisi, milliyet ilkesi pratikte yalnızca belirli bir büyüklüğe sahip milliyetlere uygulanmalıydı. Bundan dolayı, milliyet ilkesinin havarisi olan Mazzini nin İrlanda ya bağımsızlık öngörmemesi pek şaşırtıcı değildi. Daha küçük milliyetlere ya da potansiyel milliyetlere (SicilyalIlar, Bretonlar, Galliler) gelince, onların taleplerinin ciddiye alınma şansı iyice düşüktü. Aslında Kleinstaaterei (mini devletler sistemi) sözcüğüne kasten aşağılayıcı bir anlam yüklenmişti. Alman milliyetçilerinin karşı çıktıkları buydu. Eskiden Türk imparatorluğunda bulunan topraklann çeşitli küçük bağımsız devletlere bölünmesinden türetilen Balkanlaşma sözcüğü hâlâ olumsuz bir çağnşım uyandırır. Aslında her iki terim de politik hakaretler sözlüğüne giriyordu. Mazzini nin 1857 de hazırladığı geleceğin Avrupa mimçtleri haritası bu eşik ilkesi nin mükem-i mel bir örneğidir: Bu haritada ancak bir düzine devlet ve federasyon yer alıyordu ve bunlardan yalnızca bir tanesi (elbette, İtalya ydı bu) sonraki kritere göre açıkça çokmilletli sınıfına girme-, yecekti."* Birinci Dünya Savaşı ndan sonraki banş anlaşmalarına' 47. Gustav Cohn, Grundlegung der Nationaloekonomie, Cilt I (Stuttgart, 1885), s Bkz. der. Deniş Mack Smitfı, II Risorgimento (Bari, 1968), s
49 egemen olan Wilsoncu formülasyondaki milliyet ilkesi, yirmi altı (kısa süreliğine kurulan Özgür İrlanda Devleti ni* de eklersek, yirmi yedi) devletlik bir Avrupa ortaya çıkarmıştı. Benim ekleyeceğim, yalnızca Batı Avrupa da yöresel hareketler üzerine yapılan yeni bir incelemede bu tür kırk iki hareket saptandığını,'* bunun da eşik ilkesi bir kere terk edilirse nasıl bir manzarayla karşılaşılabileceğini kanıtladığını söylemektir. Ancak, dikkat çeken nokta, liberal milliyetçiliğin klasik döneminde hiç kimsenin eşik ilkesini terk etmeyi hayal bile etmemiş olmasıydı. Milletlerin kendi kaderini tayin etmesi yalnızca yaşama şansına sahip olduğu düşünülen milletler için geçerliydi ve burada kastedilen yaşayabilirlik tam olarak ne anlama gelirse gelsin, kültürel açıdan ve kesinlikle ekonomik açıdan da yaşama şansına sahip milletler söz konusuydu. Bu anlamıyla Mazzini ve Mill in savunduklan milletlerin kendi kaderini tayin etmesi fikri ile Başkan Wilson un yaklaşımı arasında temel farklar vardı. Birinden ötekine geçişin nedenleri üzerinde aşağıda duracağız. Ancak burada en passant" belirtelim ki, eşik ilkesi Wilson döneminde bile bütünüyle terk edilmemişti. îki savaş arasında Lüksemburg ile Liechtenstein m varlığı, bu yapılar pul koleksiyoncularına ne kadar hoş görünürse görünsün, hâlâ ufak bir rahatsızlık yaratıyordu. Özgür Danzig Şehri nin*" varlığı, yalnızca onu kendi topraklanna katmak isteyen iki komşu devlette değil, aynca daha genel olarak hiçbir şehir-devletinin yirminci yüzyılda, ortaçağdaki Hansa Ligi " gibi yaşama şansı bulamayacağını hissedenleri de rahatsız ediyordu. Avusturya nın sakinlerinin hemen hepsi, kendileri kadar küçük bir devletin bir ekonomi olarak bağımsız biçimde yaşayabileceğine ( lebensfâhig olduğuna) inanamadıklanndan Almanya yla birleş Özgür İrlanda Devleti yılları arasında var olmuştu, (ç.n.) 49. Der. Jochen Blaschke, Handbuch der westeuropâischen Regionalbewegungen (Frankfurt, 1980). " (Fr.) Geçerken, söz arasında, (ç.n.) '** Danzig, yılları arasında Milletler Cenniyeti nin himayesinde özgür bir şehir olarak var olmuştu, (ç.n.) "** Burada, Kuzey Almanya da ve ona bitişik ülkelerde ekonomik çıkarlannı geliştirip kollamak üzere kurulan ve başlıca üyeleri Bremen, Lübeck ile Hamburg olan ortaçağdaki özgür şehirler birliğine atıf yapılıyor, (ç.n.) 49
50 meyi arzu ediyorlardı. Milletler topluluğunda Dominik, Maldiv Adaları ya da Andorra gibi birimlere yer açma durumuna gelmemiz ancak 1945 ten, hatta sömürgeciliğin bitişinden sonralara rastlar. İkinci sonuç, milletlerin inşasının kaçınılmaz biçimde bir genişleme süreci olarak görülmesiydi. İrlanda örneğinin ya da aynlıkçı milliyetçiliğin kuraldışı sayılmasının bir nedeni de buydu. Önceden gördüğümüz gibi, toplumsal evrimle birlikte insan topluluklannm oluşturduğu birimlerin aile ve kabileden başlayıp kaza ve kantona, yöreselden bölgesel, giderek milli, hatta global ölçeğe doğru genişlemesi kuramda kabul görmekteydi. Bu yüzden milletlerin, diğer etkenler aynı kalmak koşuluyla, ancak insan toplumunun ölçeğini genişlettikleri kadanyla tarihsel evrimle uyum içinde olması gibi bir fikirle karşılaşılıyordu. Öğretimizi bir önerme biçiminde özetlemeye kalkarsak söylememiz gereken herhalde şudur: Milliyet ilkesi, genelde, dağmık insan grupiannı sıkı bir bütün halinde birleştirmeye eğilimli olduğu zaman meşru, bir devleti bölmeye eğilimli olduğu zaman gayri meşrudur. Demek ki pratikte, milli hareketlerin milli birliğe ya da genişlemeye uygun hareketler olması beklenmekteydi. Bütün Almanlar ve İtalyanlar, bütün Yunanlılar gibi, tek bir devlet içinde bir araya gelmeyi ummuşlardı. Sırplar Hırvatlarla birleşerek tek bir Yugoslavya yı oluşturacaktı (ki bunun tarihte hiçbir örneği yoktu). Bununla da yetinmeyip daha da geniş bir birimin peşinde olanlar, bir Balkan Federasyonu rüyası görüyorlardı. İkinci Dünya Savaşı ndan sonraya kadar komünist hareketler bu amaca bağlı kalmışlardı. Çekler Slovaklarla birleşecek, PolonyalIlar Litvanyalılar ve Ruthenyahlarla' birlik oluşturacak (aslında bunlar, Polonya nın paylaşılmasından önce tek bir büyük devleti meydana getiriyorlardı), Moldavya daki Rumenler Eflak ve Transilvanya daki Rumenlerle kaynaşacaklardı, vb. Bu durum etnik köken, dil ya da ortak tarihe dayalı millet tanımlarıyla açıkça bağdaşmıyordu, ama bunlar da zaten önceden gördüğümüz gibi, liberal millet oluşturmanın belirleyici kri- 50. Lalor, Cyclopedia o f Political Science, Cilt II, s. 941 de Maurice Block. * Ruthenya ve Doğu Çekoslovakya da yaşayan bir grup UkraynalI, (ç.n.) 50
51 terleri değildi. Her halükârda, en eski ve en tartışmasız ulus devletlerin, yani Britanya, Fransa ve Ispanya nın fiilen çok sayıda milliyet, dil ya da etaik grup banndırdığını asla kimse reddetmemiştir. Milliyetlerin aynı topraklar üzerinde açıkça kaynaşmış olduğu, onlan salt yaşadıkları mekân yüzünden birbirine düşürmenin kesinlikle gerçekçi görünmediği Avrupa nın pek çok köşesinde ve dünyanın geri kalan bölümünde olduğu gibi, ulus devletler in milli açıdan heterojen bir nitelik taşıması artık çok daha kolay kabul ediliyordu. Millet olmayı bir toprak parçası yerine kişilere bağlayan AvusturyalI Marksizmi gibi milliyet yorumlarının temelini bu oluşturacaktı. Avusturya sosyal demokrat partisi içinde bu yöndeki inisiyatifin ağırlıklı olarak Slovenlerden gelmesi de rastlantı değildi. İç içe geçmiş küçük bölgelerde ya da belirsiz ve durmadan değişen sınır bölgelerinde bulunan Sloven ve Alman yerleşim yerlerinin birbirinden aynimalannın zor olduğu bir alanda yaşıyorlardı Slovenler. Gene de ulus devletlerin milli temelde heterojen bir nitelik taşıdığının kabul görmesinin nedeni, öncelikle, küçük, özellikle de küçük ve geri milliyetlerin daha büyük milletlerle birleşerek ve onlar aracılığıyla insanlığa kendi katkılannı yaparak çok şey kazanacaklarının düşünülmesiydi. Sağduyulu gözlemcilerin konsensüsünü dile getirme iddiasındaki Mili, Deneyim, bir milliyetin başka bir milliyetle birleşip özümsenmesinin mümkün olduğunu kanıtlar diyordu. Çünkü geri ve aşağı uluslar için çok şey kazanmak anlamına gelecekti bu: Bir Breton ya da Fransız Navarre ından bir Baskın... Fransız yurttaşlarının bütün ayncalıklanna eşit ölçüde sahip olarak Fransız milliyetini kabul etmesinin, dünyanın genel hareketine katılmadan ya da ilgi duymadan kendi dar zihinsel yörüngesinde dönerek, geçmiş zamanlann yan-vahşi kahntısı olan kendi taşma toprağına bakarak yaşamasından daha yararlı olduğunu kimse reddedemez. Aynı sözler Britanya milletinin üyeleri olarak Galli ya da Kuzey İskoçyalılar için de geçerlidir. 51. Etbin Kristan ın partisinin milli programının geliştirildiği Brünn (Bmo) Kongresi'ne katkısı için, bkz. Georges Haupt, Mlchel Löwy ve Cladule Weill, Les Marxistes et la question nationale (Paris, 1937), s Mili, Utilitarianism, Liberty and Representative Government, s
52 Bağımsız ya da gerçek bir milletin, o zaman benimsenen kriterlere göre yaşama şansına sahip bir millet olma gerektiği bir kez kabul edilince, daha küçük milliyetlerle dillerden bazılan kaybolmaya mahkûm oluyorlardı. Friedrieh Engels, Çeklerin bir halk olarak ortadan kalkacağını tahmin ettiği ve başka birkaç halkın geleceğiyle ilgili olumsuz sözler sarf ettiğinden dolayı büyük bir Alman şovenisti olduğu yolunda ağır eleştirilere uğramıştı. Engels Alman olmaktan gurur duyuyordu ve kendi halkını devrimci geleneği dışında diğer halklardan üstün görmeye eğilimliydi; aynca, en ufak bir kuşku yok ki. Çekler ve başka bazı halklar hakkında tam bir yanılgı içindeydi. Gene de Engels i, on dokuzuncu yüzyıl ortasındaki her tarafsız gözlemcinin paylaştığı özcü tutumu yüzünden eleştirmek kesinlikle anakronizm olur. Bazı küçük milliyetlerle dillerin bağımsız bir geleceği yoktu: Gerek ilkede gerekse pratikte milli kurtuluşa düşmanca yaklaşmayan insanlar bile genelikle bu görüşe yürekten katılıyorlardı. Üstelik böylesine genel bir tutumda şovenist olan hiçbir yan yoktu. İlerlemenin yasalanna (o zamanlar kesinlikle böyle adlandırılırdı) topluca kurban gidenlerin dilleri ve kültürüne karşı hiçbir düşmanlık içermiyordu bu tutum. Tam tersine, devleti elinde bulunduran milliyetin ve devlet dilinin üstünlüğünün tartışma konusu olmadığı yerlerde, sırf makro-milli paletteki renk bolluğunun kanıtı olarak, büyük millet, kendi içindeki lehçelerle dar kapsamlı dilleri, barındırdığı daha küçük topluluklann tarihsel ve folklorik geleneklerini canlı tutup besleyebilirdi. Bundan başka, daha büyük milletle bütünleşmeyi olumlu sayan (ya da istenirse, ilerlemenin yasalannı kabul eden) küçük milliyetler, hatta ulus devletler, mikro-kültür ile makro-kültür arasında uzlaşmaz aynlıklar bulunduğunu kabul etmiyor, hatta modem çağa ayak uyduramayan şeylerin elenip gitmesini anlayışla karşılıyorlardı Birliği nden sonra Kuzey Britanyalı kavrammı icat edenler Ingilizler değil, İskoçlardı. "' Çok güçlü bir dinsel ve şiirsel araç olan kendi dillerinin on 53. Krş. Roman Rosdolsky, Friedrieh Engels und das Problem der geschichtslosen Völker (Archiv für Sozialgeschicthe, 4/1964, s ). 54. Bkz. Unda Colley, VVhose nation? Class and national consciousness in Britain , Past and Present, 113,1986, s
53 dokuzuncu yüzyıl dünyasında işlek bir kültür dili olamayacağından kaygı duyanlar (yani, iki dilli olmanın zorunluluğu ve avantajlannı kabul edenler), on dokuzuncu yüzyıl Galler inde Galce konuşanlar ve bunu savunanlardı. Kuşkusuz İngilizce konuşan Galli için Britanya daki bütün kariyer olanaklarının açık olduğunun farkındaydılar, gene de eski gelenekle duygusal bağlannı koparmaya kalkışmıyorlardı. Doğal evrimin basitçe kendi haline bırakılmasını isteyen Brecknock taki Dissenting College, Rahip Griffıths gibi kendi dilinin zamanla kaybolmasına razı olanlar arasında bile bu bağlılık açıkça görülmektedir: Bırakın /Gal dili/ adil biçimde, huzur içinde ve saygıya layık olarak ölsün. Bizler ona bağlıyken çok az kişi onun ıstırapsız ölümünün ertelenmesini isteyecektir. Ama onun öldürülmesini önlemek için yapılan hiçbir fedakârlık da çok büyük sayılmayacaktır." Kırk yıl sonra başka bir küçük milliyetin ferdi, sosyalist kuramcı Kari Kautsky (Çek kökenliydi) de benzer biçimde duruma razı olan ama heyecanını da kaybetmeyen bir dille konuşuyordu: Milli diller giderek ev içine hapsolacak, hatta ev içinde bile miras kalmış eski bir aile mobilyası, pratik yaran olmasa bile saygıyla korunan bir eşya muamelesi görecektir. Ancak bağımsız bir geleceği olacağından kuşku duyulan küçük milletlerin sorunlarıydı bunlar. İngilizler, Britanya Adalan egzotizmiyle iftihar ederlerken, İskoçlann ve Gallilerin zihinlerini kurcalayan düşüncelere aldmş bile etmiyorlardı. Gerçekte de, büyük milliyetlere kafa tutmayan küçük milliyetleri hoş karşılayan, İrlandacayı kullanan yazarların kısa sürede fark ettikleri gibi, bunlar ne kadar İngilizlerden farklı davranırlarsa, İrlandalıhklan ya da İskoçluklan o kadar kalın duvarlarla örülürdü. Aynı biçimde pancermen 55. leuan Gvvynedd Jones, Language and community in nineteenth-century Wales, der. David Smith, A People and a Proletariat: Essays in the History of Wales {Londra, 1980, s , özellikle s ). 56. Inquiry on Education on VVales, Parliamentary Paper, 1847, XXVII, Kısım II (Report on the Counties of Brecknock, Cardigan ve Radnor, s. 67). 57. Haupt, Löwy ve VVeill, Les Marxistes, s
54 milliyetçileri. Yüksek Almancanm rakibi olmaktan ziyade eklentisi durumuna düşen Aşağı Almanca ya da Frizya diliyle yaym çıkanlmasmı fiilen cesaretlendiriyor; milliyetçi İtalyanlar da Belli yle, Goldoni yle, Napoliten şarkılarla gururlanıyorlardı. Hatta Fransızca konuşan Belçikalılar Flamanca konuşan Belçikalılara karşı çıkmıyordu. Aksine Flaman milliyetçileri Fransızcayı reddediyordu. Aslında önde gelen milletin yani Staatsvolk'un küçük dilleri ve kültürleri bastırmaya çalıştığı örneklere rastlanıyordu, ancak on dokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar Fransa dışında çok az görülüyordu bu tür olaylar. Demek ki bazı halklar ya da milliyetler asla eksiksiz bir millet olamamak gibi bir kaderle yüz yüzeydi. Diğerleriyse tam millet olma niteliğine kavuşmuşlardı ya da kavuşacaklardı. Ama geleceği olanlar hangisiydi, olmayanlar hangisiydi? Bir milliyetin karakteristik özelliklerini oluşturan öğelerle -toprak parçası, dil, etnik köken, vb.- ilgili tartışmaların bu soruyu yanıtlama açısından pek yaran yoktu. Eşik ilkesi, bazı küçük halklan safdışı bıraktığından doğal olarak daha yararlıydı; ama, daha önce gördüğümüz gibi, yaşayabilir ulus devlet oluşturma yetenekleri konusunda farklı düşünceler beslenen îrlandalılar gibi milli hareketleri saymazsak, oldukça mütevazı büyüklükte, niteliğinden kuşku duyulmayan milletler var olduğuna göre, bu ilke de belirleyici değildi. Kenan ın Hannover ve Büyük Parma Dükalığı yla ilgili ortaya attığı sorunun en çarpıcı yanı, öncelikle, onlan bütün milletlerle değil, yaklaşık aynı büyüklükteki diğer ulus devletlerle, Hollanda ya da İsviçre yle karşılaştırmaktı. İleride göreceğimiz gibi, ciddi bir, kitlesel desteğe sahip milli hareketlerin doğuşuyla birlikte bu yargıların yeniden gözden geçirilmesi gerekecekti; ama liberalizmin klasik çağında bu milli hareketlerden çok azı, (Osmanlı İmparatorluğu ndakiler hariç) çeşitli türdeki özerklik taleplerinin ötesinde fiilen bağımsız egemen devletler olarak tanınmayı talep ediyordu. İrlanda örneği her zamanki gibi bu konuda da kuraldışıydı; Britanya dan bağımsız olmasının dışında düşünülemeyecek bir İrlanda Cumhuriyeti kurulmasını isteyen Fenianlann ortaya çıkışından beri hep kuraldışı olmuştu İrlanda. 54
55 55 Pratikte, bir halkın, eşiği aşacak büyüklükte olması koşuluyla, kesinlikle bir millet olarak sınıflandınimasına olanak tanıyan yalnızca üç kriter vardı. Bu üç kriterden birincisi, milletin, mevcut devletle tarihsel bağı ya da oldukça eskiye dayanan ve yakın döneme uzanan geçmişle bağıydı. Bir İngiliz ya da Fransız millet-halkının, bir (Büyük) Rus halkının, PolonyalIların varlığının ve belirgin milli karakteristik özelliklere sahip bir İspanyol milletinin İspanya dışında çok az tartışılmasının nedeni buydu. *Çünkü, milletle devletin özdeşleşmesi açısından bakıldığında, yabancıların bir ülkedeki biricik halkın o devlet-halka ait olanlar olduğunu düşünmesi (İskoçları hâlâ sinirlendiren bir alışkanlık) doğaldı. İkinci kriter, yazılı bir milli edebi ve idari anadile sahip olan, yerleşik bir kültürel elitin varlığıydı. İtalyan ve Alman halklannm özdeşleşebilecekleri bir devlet olmadığı halde, millet olma iddialarının temeli buydu. Her iki örnekte de sonuç olarak milli kimliğin dille kuvvetli bağlan vardı; oysa bu milli dil her iki örnekte de son derece küçük bir azınlığın konuşma diliyken (İtalya da birliğin sağlandığı sırada İtalyanca konuşanların oranı tahminen yüzde 2.5 ti), halkın diğer kesimi çeşitli ve genellikle karşılıklı olarak anlaşılamayan diller konuşmaktaydı. Üzülerek belirtmek zorunda olduğumuz üçüncü kriter, kanıtlanmış bir fetih yeteneğiydi. Friedrich List in çok iyi bildiği gibi, bir halkın bu haliyle kolektif varlığının bilincine varması için emperyal bir halk olmaktan daha iyi bir yol yoktur. Ayrıca, on dokuzuncu yüzyıl açısından baktığımızda, bir sosyal türün evrimdeki başarısının Darvvinci kanıtını sağlıyordu fetih yeteneği. Diğer millet adaylan a priori dışlanmamıştı, ama bu adaylan haklı çıkaran a priori bir varsayım da yoktu. En emin yol, belki de, 58. Ispanya içinde Aragon ve Kastilya krallıklan halklarının kültürel, dilsel ve kurumsal farklılıkları apaçık biçimde görünmekteydi. Aragon u içermeyen Ispanya Imparatorluğu nda ise bu farklılıklar çok daha belirgindi. 59. Tulho de Mauro, Storia linguistica deli ltalia unita, (Bari, 1963), s Obwohl sie aile İn einem Reich Deutscher Nation nebeneinander lebten, darf nichts darüber hinv\/egtâuschen, dass ihnen sogar die gemeinsame Umgangssprache fehlte. [Alm. Hepsi birlikte, aynı imparatorlukta Alman milleti nde yaşadıklan halde ortak bir gündelik dilin eksikliği de apaçık ortadaydı.] Hans-UIrich VVehler, Deutsche Gesellschaftsgeschichte, Cilt I (Münih, 198^, s. 50.
56 on dokuzuncu yüzyıl liberalizminin ölçütleriyle, tarih ve ilerleme açısmdan kuraldışı ve köhne sayılıp mahkûm edilen bir politik birim içinde bulunmaktı. Osmanlı İmparatorluğu bu anlamdaki en belirgin fosildi, ama Habsburg İmparatorluğu nun kaderinin de ona benzediği giderek ortaya çıkıyordu. Burjuva liberalizminin muzaffer çağındaki (diyelim, arası) ideologlannın gözünde millet ve ulus devlet anlayışı beyleydi. Bu kavramlar iki açıdan liberal ideolojinin parçasını oluşturuyordu. Birinci neden, milletlerin gelişmesinin, insanın evrimi ya da ilerlemesinde tartışma götürmez biçimde küçük gruptan büyük gruba, aileden kabileye, bölgeye, millete ve son kertede geleceğin birleşik dünyasına uzanan süreçte bir aşama olmasıydı. G. Lowes Dickinson m yüzeysel ve bu yüzden tipik olan sözleriyle, geleceğin birleşik dünyası ırkın çocukluk devresine ait olan milliyet engellerinin bilim ve sanat güneşinin ışığında eriyip çözüleceği bir aşamaydı.^' Bu dünya dilsel açıdan da birleşik olacaktı. Gerek Başkan Ulysses Grant ın gerekse Kari Kautsky nin kafasında, yerel ve duygusal bir rol oynayan lehçeler düzeyine indirilmiş milli dillerle yan yana yaşayan, tek bir dünya dili düşüncesi vardı. Artık biliyoruz ki, bu tür öngörüler tamamen uydurma değildi lerin milletlerarası telgraf ve sinyalizasyon kodlarının ardından, 1880 lerden itibaren girişilen yapay dünya dilleri oluşturma girişimleri, biri dışında fiyaskoyla sonuçlanmıştı. Esperanto dili, dönemin sosyalist enternasyonalizminden türeyen bazı rejimlerin koruması altında, küçük gruplar arasında hâlâ varlığını sürdürmektedir. Öbür yandan Kautsky nin bu tür çabalara karşı duyarlı kuşkuculuğu ve büyük devlet dillerinden birisinin fiilen dünya diline dönüşeceği öngörüsü doğru çıkmıştı. İngilizce, milli dillerin yerini almaktan ziyade onlan tamamlamak biçiminde olsa bile, global dil haline gelmiştir. 61. B. Porter, Critics o f Empire. British Radical Attitudes to Colonialism in Africa, (Londra, 1968), s. 331, akt. G. Lowes Dickinson, A Modem Symposium, Başkan Grant ın açılış konuşmasından bununla ilintili bir alıntı için bkz. E. J. Hobsbawm, The Age o f Capital, {Londra, 1975), Bölüm 3 teki epigrafi ar. 56
57 Demek ki liberal ideolojinin perspektifiyle bakıldığında, millet (yani, yaşayabilir büyük millet) on dokuzuncu yüzyıl ortasında ula- jıian evrim aşamasını yansıtıyordu. Daha önce gördüğümüz gibi, bu doğrultuda madalyonun diğer yüzünde yer alan ilerleme olarak millet fikri ise mantıki olarak küçük topluluklarla halkların daha büyük birimlerce asimile edilmesini yansıtmaktaydı. Bundan ister istemez eski bağlılıklar ve duyguların terk edilmesi gibi bir sonuç (.ıkmazdı, ancak böyle de olabilirdi. Geçmişlerine bakmayı hiç islemeyen, coğrafi ve toplumsal bakımdan hareketli milletler eski bağlılık ve duygulannı terk etmeye pekâlâ hazır olabilirlerdi. Asimilasyonun tam eşitlik sunduğu ülkelerde yaşayan pek çok orta sınıf Yahudisi, yüzyıl sonundan itibaren, yerli millet asimile olan kişfiyi tam anlamıyla benimsemeye hazır değilse, (Paris, Kral IV. Henri den çok bir kitleye aitti) asimile edilmeye hazır olmanın yeterli olmadığını anlayana kadar bu eğilimin çarpıcı örneğini oluşturuyordu. Ayrıca, ABD nin kesinlikle katılmak isteyen herkese özgürce bir millet üyeliği sunan ve milletler e kapılarını sınıflardan daha kolay açan tek devlet olmadığı unutulmamalıdır ten <inceki kuşaklann saflan, annelerini bırakın babalannın bile konuşmadığı bir dili benimsemiş (Slav, Macarlaşmış Alman ya da Macarlaşmış Slav) büyük millet şovenistleriyle dolup taşıyordu. Asimilasyonun ödülü büyük olabilirdi. Ancak modem millet bir başka anlamda da liberal ideolojinin parçasıydı. Millet, mantıksal zorunluluktan çok, uzun süredir onlarla birlikte anıldığı için büyük liberal sloganlarla bağlantılıydı: Çünkü özgürlük ve eşitlik, kardeşlik içindi. Bir başka şekilde ifade edersek, milletin kendisi tarihsel bakımdan yeni olduğu için, muhalazakâr ve geleneksele! çevreler tarafından karşı çıkılıyor ve bu yüzden onların düşmanlarına çekici geliyordu. İki düşünce silsilesi lirasındaki etkileşim, Avusturya daki, şiddetli bir milli çatışma alanı olan Moravya da doğmuş tipik bir pancermen örneğiyle açıklanabilir den 1938 e kadar politik görüşleri durmadan değişmesine karşın kesintisiz bir bağlılıkla Viyana polisine hizmet eden Arnold Pichler bütün ömrü boyunca ateşli bir Çek karşıtı ve Ya Franz Pichler, PoHzeihofrat P. Ein treuer Diener seienes ungetreuen Staates. 57
58 hudi karşıtı olan milliyetçi bir Almandı; ama, bazı Yahudi karşıtı arkadaşlan gibi bütün Yahudileri toplama kamplanna doldurmayı düşünmemişti.^ Pichler aynı zamanda ateşli bir laikti, hatta politikada liberal eğilimli birisiydi; kaldı ki ilk cumhuriyette Viyana nın en liberal günlük gazetelerinde yazılar yazmıştı. Onun yazılarında milliyetçilik ile öjenik* fikirler, sanayi devrimine ve daha şaşırtıcı biçimde bir dünya yurttaşlan (Weltbürger) topluluğu yaratılmasına yönelik coşkuyla el ele gitmekteydi ve düşüncesi, küçük kasaba taşralılığından ve eskiden bölgesel köşelere hapsedilmiş olanlara bütün yeryüzünün kapılannı açan kilise kuleleriyle sınırlı ufukların çok uzağına düşüyordu.^ Demek ki, burjuva liberalizminin parlak devrinde (bu, aynı zamanda milliyet ilkesi nin ilk defa milletlerarası politikada ciddi bir sorun haline geldiği çağdı) liberal düşünürlerin kafasındaki millet ve milliyetçilik kavramı böyleydi. İleride göreceğimiz gibi bu anlayış, temel bir noktada Wilson un milletlerin kendi kaderini tayin etmesi ilkesinden (bu ilke ayrıca kuramsal olarak Leninist bir ilkeydi ve on dokuzuncu yüzyıl sonundan itibaren bu alandaki bütün tartışmalara damgasını vurmuştu, halen de vurmaktadır) aynhyordu. Bu anlayış kayıtsız şartsız olmadığından, yukarıda aktanlan ve eşik ilkesi ni reddeden Fransız Devrimi nin Haklar Bildirgesi nde belirtilen radikal-demokratik görüşten de aynhyordu. Pratikte ise egemenlik ve kendi kaderini tayin etme hakkı bu şekilde güvence altına alınmış olan mini halkların bu haklannı kullanmalarına, kendilerinden daha büyük ve daha açgözlü komşularınca genellikle izin verilmezdi ve üstelik bu ülkelerde 1795 ilkelerine sempatiyle yaklaşan pek az kişi vardı. Burada akla, o çağda İnsan Haklan Bildirgelerini hazırlayan Rousseau okurlannın zihinlerinde canlı bir yeri olan İsviçre nin (muhafazakâr) özgür dağ kantonlan gelmektedir. Bu tür topluluklarda solcu özerkçi ya da bağımsız hareketlerin günü henüz gelmemişti. Wiener Polizeidienst 790Î-T938 (Viyana, 1984). Bu referans için Clemens Helier a teşekkür ederim. 64. A g.y., s. 19. * İnsan ırkının soyaçekim yoluyla zihnen ve bedenen geliştirilmesine ilişkin, (ç.n.) 65. A.g.y., s
59 Liberalizm açısından (Marx ve Engels örneğinin kanıtladığı gibi, yalnız liberalizm açısından da değil) millef in gerekçesi, insan toplumunun tarihsel gelişmesinin bir aşamasını temsil etmesiydi. Belirli bir ulus devletin yerleşik düzeni açısından gerekçe ise, söz konusu milliyetin üyelerinin öznel duyguları ya da gözlemcinin kişisel sempatileri ne yönde olursa olsun, tarihsel evrime ve ilerlemeye uygun olup olmadığına ya da onları geliştirip geliştirmediğine bağlıydı. Kuzey tskoçlara karşı genel bir burjuva hayranlığı duyulmasına karşın, bildiğim kadanyla, onlar için millet olmayı talep eden bir tek yazar -asıl destekçileri Kuzey İskoç asıllı aileler olan İyi Prens Charles döneminde Stuart restorasyonunun başansızlığından yakınan duygusallardan bile- çıkmamıştı. Ancak tarihsel açıdan haklılığı olan milliyetçilik, ilerlemeye uygun düşen, yani insan ekonomisi, toplumu ve kültürünün içinde işlediği kapsamı sınırlamaktan ziyade genişleten milliyetçilik olsaydı, örneklerin ezici bir çoğunluğunda, küçük halklann, küçük dillerin, küçük geleneklerin savunusuna, tarihin kaçınılmaz ilerlemesine tutucu bir direniş olmaktan başka bir sıfat yakıştınlabilir miydi? Küçük halk, dil ya da kültürün ilerlemeye uygunluğu, yalnızca daha büyük bir birim karşısındaki aşağı statüsünü kabul ettiği ya da nostalji ve diğer duygulannı içine atarak kavgadan çekildiği -kısacası, Kautsky nin atfettiği eski aile mobilyası statüsünü kabullendiği- kadanyla söz konusuydu. Ve elbette, dünyadaki küçük topluluklarla kültürlerin önemli bölümü bu statüyü kabul eder gibi görünüyordu. Bu durumda kültürlü liberal gözlemcinin akıl yürütebileceği gibi, Keltçe konuşanlar İngilizcenin Northumberland' lehçesini konuşanlardan niçin farklı davransınlar? Onlan iki dili de konuşmaktan alıkoyan hiçbir şey yoktu. Bir İngiliz lehçesiyle yazanlar kendi dillerini standart milli dile karşı değil, her ikisinin de ayn bir 66. Krş. Friedrich Engels in Bernstein a mektubu, Şubat 1882, VVerke, Cilt 35, s. 278ff, Balkan Slavları üzerine: Bu adamlar VValter Scott ın övdüğü Kuzey Iskoçlar -başka bir sığır hırsızlan güruhu- kadar hoş insanlar olsaydı bile, en fazla yapabileceğimiz, bugünkü toplumun onlara yaklaşım tarzını mahkûm etmektir. iktidarda olsaydık biz de bu adamlann çapulculuklanyla uğraşmak zorunda kalırdık. * Ingiltere nin en kuzeyindeki kazası, (ç.n.) 59
60 değeri ve yeri olduğu bilinciyle seçmişlerdi. Ve zaman içinde yerel diller milli dilin önünden çekilir, hatta bazı marjinal Kelt dillerinde görüldüğü üzere sönüp giderse (Comish' ve Manx" on sekizinci yüzyılda artık konuşulmaz olmuştu), o zaman tabii bundan yakınılabilirdi; ama aynı zamanda bu kaçınılmaz bir süreçti. Bu diller ağlayıp sızlanmadan ölmeseler bile, folklor kavramını ve terimini bulmuş olan bir kuşak, yaşayan günümüz ile geçmişin kalıntıları arasındaki farklılığı anlatabilirdi. Dolayısıyla, klasik liberal çağın millet ini anlamak için, millet inşası nın, on dokuzuncu yüzyıl tarihinde ne kadar merkezi bir yere sahip olursa olsun, yalnızca bazı milletler açısından geçerli olduğunu akılda tutmak şarttır. Aslında milliyet ilkesi ni uygulama talebi de evrensel değildi. Gerek milletlerarası bir sorun olarak, gerekse bir iç politik sorun olarak millet olma, politikaya açıkça egemen olduğu Habsburg İmparatorluğu gibi çeşitli dillerin ve etnik grupların yer aldığı devletler içinde bile, yalnızca sınırlı sayıda insanı ya da bölgeyi etkiliyordu den sonra -yavaş yavaş dağılan Osmanlı İmparatorluğu nu daima istisna olarak görüyoruzyalnızca bir avuç insanın Avrupa haritasında ciddi değişiklikler olmasını beklediğini, süregiden Polonya sorunu dışında bu tür değişikliklere yol açabilecek çok az sayıda milli problem saptadığını söylemek pek abartı olmayacaktır. Hakikaten, Balkanlar ı saymazsak, Alman İmparatorluğu nun kuruluşu ile Birinci Dünya Savaşı arasında Avrupa haritasında gözlenen biricik değişiklik, Norveç in İsveç ten aynimasıydı. Kaldı ki, 1848 den 1867 ye kadar uzanan yıllardaki milli hezeyanlar ve askeri seferlerden sonra, Avusturya- Macaristan da bile sinirlerin gevşediğini düşünmek pek yersiz olmayacaktır. Ne olursa olsun, Habsburg İmparatorluğu nun yöneticilerinin, 1873 te St. Petersburg da düzenlenen Milletlerarası İstatistik Kongresi nde gelecek nüfus sayımlannda dille ilgili bir sorunun da yer alması önerisini (oldukça gönülsüz biçimde) kabul ettikleri, yalnız bunun uygulanmasının fikrin daha az kışkırtıcı hale gelmesi için zaman kazanmak üzere 1880 e kadar ertelenmesini öner- * Ingiltere nin güneybatı ucundaki Comwall bölgesinde konuşulan dil. (ç.n.) ** Man Adası nda konuşulan Kelt dili, (ç.n.) 60
61 diklerinde bekledikleri budur. Koyacaklan teşhiste daha ciddi bir yanılgıya düşemezlerdi oysa. Başka bir sonuç, bu dönemde genellikle milletlerle milliyetçiliğin, modem standartlara göre millet bazında ne kadar heterojen bir yapı sergilerlerse sergilesinler, ulus devlet statüsüne erişmiş olan politik birimler açısından ciddi iç sorunlar doğurmamış olmasıdır; bunun yanında, ( çok milletli olarak (anakronik biçimde) smıflan- (lıramayacağız) milli olmayan imparatorlukların başına çok ciddi ılertler açtığı da doğrudur. Ren in batısındaki Avrupa devletlerinin hiçbirisi (değişmez bir istisna olan İrlanda sıyla Britanya dışında) bu açıdan ciddi zorluklarla karşılaşmamışlardır. Bununla kastettiğimiz, politikacılann Katalanlann, Basklann, Bretonlann, Flamanların, îskoçlann ve Gallilerin farkında olmadıkları değil, bunlann esas olarak devlet genelinde etkin bir politik gücü destekleyen ya (la zayıflatan unsurlar olarak görüldüğüdür. İskoçlar ve Galliler liberalizmi, Bretonlar ve Flamanlar ise geleneksel Katolikliği güçlendirici rol oynuyorlardı. Elbette ulus devletlerin politik sistemleri, hem liberal millet kuramı ve pratiğini hem de on dokuzuncu yüzyıl liberalizminde başka pek çok şeyi zayıflatacak olan seçim demokrasisinin yokluğundan dolayı şanslıydı. Liberal çağdaki milliyetçilikle ilgili ciddi kuramsal yayınların azlığının ve bir ölçüde tesadüflere bağlı olmasının nedeni herhalde budur. Mili ve Renan gibi gözlemciler, Viktoryenlerin, ırk la -dil, din, toprak, tarih, kültür vs.- tutkulu bir biçimde ilgilenmelerine rağmen milli duygu yu -etnisite- oluşturan unsurlar hakkında oldukça rahattılar, çünkü henüz bunlardan birinin ya da ötekinin kalanlardan daha önemli görülüp görülmemesi sorun teşkil etmiyordu. Ancak 1880 lerden itibaren, milli mesele yle ilgili tartışmalar, milli sloganların potansiyel ya da fiili seçmen kitlesine veya kitlesel politik hareketlerin yandaşlarına politik açıdan çekici gelmesi artık gerçek bir pratik kaygı sorunu haline geldiğinden, özellikle sosyalistler arasında iyice ciddileşip yoğunlaşmıştı. Bunun yanm- 67. Emil Brix, Die Umgangsprachen in Altösterreich zwischen Agitation undas- Bİmilation. Die Sprachenstatistik in den zisleithanischen Volkszâhlungen /9J0 (Viyana-Köln-Graz 1982). 61
62 62 da, millet olmanın kuramsal kriterleri gibi sorunlar da giderek ateşli tartışmalara sahne oluyordu, çünkü artık her özgül yanıtın özgül bir politik strateji, mücadele ve program biçimi içerdiğine inanıhyordu. Yalnızca çeşitli türde milli ajitasyon ya da taleplerle yüz yüze gelen hükümetler açısından değil, aynı zamanda seçmenleri milli, milli olmayan ya da alternatif milli çağniarla seferber etmenin yollannı arayan politik partiler açısından da önem kazansın bir konuydu bu. Orta ve Doğu Avrupa daki sosyalistler açısından milletin ve milletin geleceğinin hangi kuramsal temelde tanımlanacağı büyük farklar gösteriyordu. Marx ile Engels, Mili ve Renan gibi, bu tür sorunlan marjinal olarak değerlendirmişlerdi. İkinci Enternasyonal de ise bu tür tartışmalar merkezi bir yere sahip olduğundan, bir dizi seçkin ya da geleceğin seçkinleri (Kautsky, Luxemburg, Bauer, Lenin ve Stalin) önemli yazılarla katkıda bulunmuşlardı. Böylesi sorunlar Marksist kuramcıları ilgilendiriyor olsa bile. Güney Slav milliyetinin şu ya da bu şekilde tanımlanması, örneğin Hırvatlar, Sırplar, Makedonlar ve Bulgarlar açısından da artık ciddi pratik önemi olan bir konuydu. Dolayısıyla, diplomatların tartıştığı ve döneminde Avrupa haritasını değiştirmiş olan milliyet ilkesi, Avrupa nın demokratikleşmesi ve kitlesel politika çağında gün geçtikçe merkezi bir yere oturan politik milliyetçilik olgusundan farklıydı. Risorgimento nun henüz gerçekleşmediği Mazzini zamanında İtalyanlann büyük çoğunluğu açısından önemli değildi; öyle ki, Massimo d Azeglio şu ünlü deyişiyle bunu itiraf etmişti: İtalya yı yarattık, şimdi de İtalyanlan yaratmalıyız. * Herhalde Lehçe konuşan çoğu köylünün (diğer dilleri konuşan 1772 den önceki eski Rzecspopolita mn nüfusunun üçte birini saymazsak) kendilerini henüz milliyetçi PolonyalI saymadıkları Polonya Sorunu nu ele alanlar için de önemli değildi. Polonya nın sonraki kurtancısı olan Albay Pilsudski kendi sözleriyle bunu kabul ediyordu: Devleti yaratan mil- 68. Krş. Ivo Banac, The National Question in Yugoslavia: Origins, History, Polltics (Ithaca ve Londra, 1984), s Yeni birliğini sağlayan İtalya krallığı parlamentosunun ilk otuaımunda söylenmiştir, E. Latham, Famous Sayings and Their Autlıors, Detroit, 1970.
63 let değil, milleti yaratan devlettir. Gelgelelim 1880 den sonra sıradan insanlann milliyet konusunda neler hissettikleri giderek «nem kazanmaya başlıyordu. Bu yüzden bu tür sanayi öncesi halklann, politik milliyetçiliğin yepyeni çağnsına dayanak teşkil edecek olan duygu ve tutumlannı ele almak önemlidir. Gelecek bölümde bu konuya eğileceğiz. ro. H. Roos, A History o f Modern Poland, Londra, 1966, s
64 64 Popüler Ö n-m illiyetçilik Milli yurtseverlik gibi çoğu insanın gerçek deneyiminden çok uzak olan bir kavram nasıl ve niçin bu kadar çabuk biçimde böylesine etkili bir politik güç haline gelebilmiştir? Bu konuda, kendilerini bir kolektif ya da topluluk olarak tanımlayan, dolayısıyla başkalarmı yabancı sayan gruplara ait olan insanlarm evrensel deneyimine başvurmak fazla yarar sağlamaz. Önümüzde duran sorunun kaynağı, ya bir devlet olarak ya da bir devlet oluşturma özlemi içindeki insanlar topluluğu olarak modem milletin, insanların tarihin çoğu bölümünde özdeşleştikleri ve değişik taleplerde bulundukları fiili topluluklardan büyüklük, ölçek ve nitelik bakımından farklı olmasıdır. Bu, Benedict Anderson ın kullanışlı deyişiyle, bir hayali cemaaf tir ve kuşkusuz gerçek insan topluluklan ve ilişkiler ağının
65 gevşemesi, çözülüşü ya da ortadan kalkışının doğurduğu duygusal boşluğu doldurabilir. Ama gene de gerçek topluluklarını kaybetmiş olan insanların niçin millet gibi özgül tipte bir ikame varlığı tahayyül ettikleri sorusu gündemden çıkmaz. Bunun nedenlerinden birisi, dünyanın pek çok köşesinde yer alan devletler ile milli hareketlerin, zaten var olan ve sanki potansiyel olarak da modem devletler ve milletlere uygun düşebilecek makro-politik ölçekte etkili olabilen kolektif aidiyet duygularının bazı biçimlerini harekete geçirebilmesi olabilir. Ben bu bağları ön-milli olarak adlandıracağım. Sözünü ettiğim ön-milli bağlar iki türlüdür. İlk olarak, insanların yaşamlarının büyük kısmını geçirdikleri gerçek mekânları tanımlayan çizgileri aşan, yerel-üstü (supra-local) popüler kimlik biçimleri vardır: Napoli halkını birçok bakımdan kolektif olarak etkileyen, şehre hastalık musallat olmaması için (ve ebediyen garantiye alınan bir mucizenin gerçekleşmesiyle) her yıl kanı akıtılması gereken Aziz Januarius Napoli yle çok daha doğrudan ilintili olduğu halde, Napolili müminleri daha geniş bir dünyaya bağlayan Bakire Meryem dir. İkincisi, devletler ve kuramlarla daha doğrudan bağlantılı olan seçkin grupların sonradan genelleştirilebilecek, genişletilebilecek ve popülerleştirilebilecek politik bağlan ve sözcük dağarları vardır. Bunlann modem millet le ortak yanlan biraz daha fazladır. Bununla birlikte ikisi de, haklı olarak, soylannm uzantısı olarak geçen modem milliyetçilikle özdeşleştirilemez; çünkü, bugün millet olarak kavradığımız birimin belirleyici kriterlerintlen olan, belli bir teritoryal politik örgütlenme birimiyle hiçbir zonmlu ilişkileri yoktu ve halen yokur. Burada yalnızca çok belirgin iki örneği alalım e ve izleriyle birlikte bugüne kadar, elit kesimleri standart yazılı kültür Almancası nı kullanan Almanca lehçelerini konuşanlar, yalnızca asıl yurtlan olan Orta Avrupa ya değil, aynı zamanda, yönetici sınıflar olarak, şehirliler olarak ve parçalar halinde köylü yerleşim bölgelennde olmak üzere, bütün Doğu ve Güneydoğu Avmpa ya (Kuzey vc Güney Amerika da genellikle dinsel bir diaspora oluşturan kü- ;iik kolonilere hiç değinmiyomz) yerleşmişlerdir. Almanca konuşun topluluklar, on birinci yüzyıldan on sekizinci yüzyıla kadar ge 65
66 66 çen sürede bir dizi fetih, göç ve kolonileşme dalgasıyla Aşağı Volga ya kadar yayılmışlardı (on dokuzuncu yüzyıldaki oldukça farklı göç olgusunu bilerek görmezlikten geliyoruz). Hepsi de kendilerini, iç içe yaşadıklan diğer gruplardan ayn olarak, bir anlamıyla kesinlikle Alman sayıyorlardı. Şimdi, bilhassa Almanların bazı kritik pozisyonlan tekellerine aldıkları yerlerde (örneğin, toprak sahibi yönetici sınıf olduklan Baltık bölgesinde) yöre Almanları ile diğer etnik gruplar arasında sık sık sürtüşmeye rastlanırken, on dokuzuncu yüzyıldan önce bu Almanlann kendilerini Alman olmayan egemenlerin yönetiminde buluvermeleri nedeniyle ciddi bir politik problemin patlak verdiği hiçbir örnek bilmiyorum. Yine, bin yıldan beri dünyanın her tarafına yayılmış bulunan Yahudiler, var olduklan yerlerde, kendilerine içlerinde yaşadıkları inançsızların çeşidi kollarına hiç benzemeyen, özel bir halkın üyeleri kimliği biçmekten asla vazgeçmemişlerken; bu kimlik, hiçbir aşamada, en azından Babil deki esaretlerinden* kurtuluşlanndan beri, on dokuzuncu yüzyılın sonunda yeni tarz Batı milliyetçiliğine benzer bir Yahudi milliyetçiliği icat edilene kadar, bırakın teritoryal bir devlet olmayı, bir Yahudi politik devletinden yana ciddi bir arzuyu dahi ima ediyor görünmez. Yahudilerin ata yadigân İsrail ülkesiyle olan bağlannı (oraya düzenli olarak hacca gitmelerinin nedeni) ya da Mesih geldiği zaman (ki Yahudilere göre çok açık biçimde gelmemişti) oraya geri dönme umudunu, bütün Yahudileri eski Kutsal Topraklar da yer alan modem bir teritoryal devlette toplama arzusuyla özdeşleştirmek bütünüyle temelsiz bir yaklaşımdır. Aynı mantığa göre, en büyük dileği Mekke ye hacca gitmek olan iyi Müslümanlann aslında hacca gitmekle kendilerini şimdiki Suudi Arabistan ın yurttaşı ilan etme niyeti taşıdıklannı varsaymak gerekebilir. Popüler ön-milliyetçiliği oluşturan tam olarak nedir? Bu son derece zor bir sorudur, çünkü yirminci yüzyıldan önce dünya nüfusunun ezici bir çoğunluğunu oluşturan okuryazar olmayan insanların duygularını bilmeyi gerektirir. Okuyup yazan kesimin (en azından bir bölümünün) fikirlerinden haberdarız, ancak, iki dünya bir * Kral Nabukadnezar Yahudileri MÖ 597 ve 586 yıllarında Babil şehrine esir olarak getinnişti. (ç.n.)
67 birinden bütünüyle ayn olmasa ve yazılı sözler, sadece konuşabilenlerin fikirlerinde bir etki bıraksa bile, elit kesimin düşüncelerini kitlelere, okuryazar olanlannkini okuryazar olmayanlara atfetmek besbelli yersiz bir girişim olur.' Herder in Volk'ldi ilgili düşüncelerinin, Westfalen köylülerinin düşüncelerini yansıttığı düşünülemez. Okuryazar olanlarla olmayanlar arasındaki bu uçurumun genişliği bir örnekle gösterilebilir. Baltık bölgesinde hem şehirlileri ve okuryazar kesimi hem de feodal lordlar sınıfını oluşturan Almanlar, haliyle, bir milli intikam duygusunun Demokles in kılıcı gibi başlarının üzerinde sallandığı nı hissediyorlardı; çünkü, Christian Kelch'in 1695 tarihli Livonia* Tarihi nde işaret ettiği gibi, Estonya ve Letonya köylülerinin onlardan nefret etmek için çok fazla nedenleri vardı ( Selbige zu hassen wohl Ursache gehabt ). Gelgelelim Estonya köylülerinin düşüncelerinin milli bir içerik taşıdığına ilişkin hiçbir kanıt yoktur. Birincisi, kendilerini etnik-dilsel bir grup olarak değerlendirmiş gibi görünmüyorlar. Estonyalı sözcüğü ancak 1860 larda gündelik dile girmişti. Ondan önce köylüler kendilerine yalnızca maarahvas yani kır halkı diyorlardı. İkincisi, saks (Sakson) sözcüğünün baskın anlamı lord ya da efendi ydi ve ancak tali olarak Alman anlamına geliyordu. Önemli bir Estonyalı tarihçi, (Alman) okuryazarlann dokümanlardaki referansları Alman olarak okuduklan yerlerde, köylülerin buna olsa olsa lord ya da efendi anlamını yüklediklerini ileri sürmüştür: On sekizinci yüzyılın bitişinden itibaren yerel yöneticiler ve memurlar, aydınlann Estonya mn fethi üzerine çalışmalarını okuyabilmişlerdi (köylüler bu tür kitaplar okumazlardı) ve köylülerin kullandıklan sözcükleri kendi düşünme tarzlarına uyan bir biçimde yorumlama eğilimindeydiler.^ 1. Bkz. Roger Chartier, The Cultural Uses o f Print in Earty Modem France (Princeton, 1987), Giriş; ayrıca popüler ve hegemonil< kültür ilişkileri için, bkz. E. J. Hobsbawm, VVoıids o f Labour (Lonöra, 1984), s Rusya da Peypus Gölü ile Baltık Denizi arasında bulunan, Birinci Dünya Savaşı ndan sonra Estonya ve Letonya olarak ikiye aynlan tarihsel bölge, (ç.n.) 2. Veriler ve alıntılar için, Juhan Kahk, Peasants movements and national mo- 67
68 Dolayısıyla söze, kamusal konulardaki düşüncelerini çok nadiren sistemli biçimde formüle eden ve bunları asla yazıya dökmeyen kişilerin düşünme tarzlarını saptamaya yönelik çok az sayıdaki denemeden birisiyle, şimdi aramızdan aynimış bulunan Mihail Çemiyavski nin Tsar and People ıyla. başlayalım.^ Bu kitapta Çemiyavski, başka konuların yanı sıra, çok az örneğini bulduğu ve en yakın örneği Kutsal İrlanda olan Kutsal Rusya ya da kutsal Rusya toprağı kavramını tartışmaktadır. İlginç bir karşılaştırma ve zıtlık olması açısından buna belki das heil'ge Land Tirol (kutsal Tirol toprağı) deyişini de ekleyebilirdi. Çemiyavski yi izlersek, bir toprak parçası, kendisini global hidayet piyasası içindeki tek kurtuluş yolu olarak sunana kadar; kutsal olmazdı; Rusya örneğinde. Roma İmparatorluğu nu sona erdiren İstanbul un düşüşü ve kiliselerin yeniden birleşme girişimi Rusya yı dünyadaki tek Ortodoks ülke, Moskova yı da Üçüncü Roma, yani insanlığın biricik kurtuluş kaynağı durumuna getirdiği on beşinci yüzyıl ortalannda bu fırsat doğmuştu. En azından çann görüşü bu yönde olacaktı. Oysa bu tür düşüncelerin yerini bulduğu pek söylenemez, çünkü kutsal terimi, çann ve devletin fiilen yok olduğu on yedinci yüzyıl başlanndaki kargaşa dönemine kadar yaygın biçimde kullanılmaya başlanmamıştı. Gerçekten de çar ile devlet güçlerini kaybetmeselerdi bile bu deyimin yayılmasını sağlayamazlardı, çünkü ne çar, ne bürokrasi ve kilise, ne de Moskova devletinin ideologlan kargaşa döneminden önce ya da sonra bu deyimi kullanmış gibi görünüyor.'' Kısacası, Kutsal Rusya, herhalde halkın fikirlerini dile getiren bir popüler terimdi. Bu deyimin kullanılmasına, Azak kuşatmasının şiirsel masalı (kuşatanlar Türklerdi) gibi Don Kazaklarının on yedinci yüzyıl ortasındaki destanlarında rastlanmaktadır. Kuşatma altındaki Kazaklar şöyle şarkı söylüyorlardı: vements in the history of Europe (Âcta Üniversitatis Stockholmensis. Studia Baltica Stockholmensia, 2, 1985: National movements in the Baltic Countries during the 19th century, s Michael Cherniavsky, Tsar and People. Studies in Russian Myths (New Haven ve Londra, 1961). Aynca bkz. Jeffrey Brooks, When Russia Learned to Read (Princeton, 1985), Bölüm VI, Nationallsm and national identity, özellikle s Cherniavsky, Tsar and People, s. 107,
69 Bir daha asla Kutsal Rusya da olamayacağız. Uğursuz ölüm bizi çöllerde buldu. Biz sizin mucize yaratan ikonlarmız uğruna, Hıristiyanlık uğruna, çar adına ve Moskova devleti topraklan adına ölüyoruz. Dolayısıyla kutsal Rusya toprağı kutsal ikonlarla, inançla, çarla, devletle tanımlanmaktadır. Güçlü bir bileşimi vardır ve bunun nedeni yalnızca ikonlann, yani bayraklar gibi gözle görülür sembollerin, tahayyül edilemez olanı tahayyül etmenin hâlâ en yaygın biçimde kullanılan yöntemleri olması değildir. Kutsal Rusya da kesinlikle halka dayah ve gayri resmi bir güçtür, tepeden yaratılmamıştır. Çemiyavski nin, hocası Emst Kantorovvicz den' kaptığı kavrayış gücü ve titizlikle üzerinde durduğu Rusya sözcüğünü ele alalım. Çarların imparatorluğu -politik birim- olan Rossiya, Büyük Petro yla birlikte resmiyet kazandığı on altmcı-on yedinci yüzyıllarda türetilen bir sözcüktü. Buna göre kutsal Rusya toprağının antik ismi ^ «i tu. Bir Rus olmak bugün bile hâlâ Russky olmaktır. Resmi Rossiya dan türetilen -o n sekizinci yüzyılda çeşitli kereler denendiği gibi- hiçbir sözcük, kendisini Rus halkının, milletinin ya da fertlerinin bir tanımı olarak kabul ettirememişti. Çemiyavski nin hatırlattığı üzere, Russky olmak, tuhaf bir ikili kimlik olan krestianin-christianin (köylü-hıristiyan) olma ve gerçek bir mümin ya da Ortodoks olma anlamında kullanılabilirdi. Kutsal Rusluğun özündeki bu popüler ve popülist anlam, modem millete denk düşebilir ya da düşmeyebilir. Bunun Rusya da hem kilisenin hem de devletin başkanı olan figürle özdeşliği, açıkça bu tür bir özdeşleştirmeyi kolaylaştırmaktaydı. Kutsal Tirol toprağında ise açıkça kolaylaştıncı bir etkisi yoktu, çünkü Trento konsilinden* sonraki toprak-ikonlar-inanç-imparator-devlet kombinasyonu, yeni türemiş bir kavram olan bir Alman, bir AvusturyalI veya başka bir millet kavramını değil, Roma Katolik Kilisesi ni ve Habsburg Kayzeri ni (ister bu vasfıyla isterse Tirol Kontu olarak olsun) güçlendirmek- 5.A.g.y.,s Bkz. bu konuda öncü bir eser: Ernst Kantorovvicz, The King s Two Bod Study in Medieval Political Theology (Pnnceton, 1957). * Kiliseler arası konsilin yıllan arasında aralıklı olarak toplandığı Kuzey İtalya daki Trento konsül, Katoliklik tarihinde karşı-reform hareketinde büyük atılımlara yol açan bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir, (ç.n.) 69
70 teydi. Tirol köylülerinin 1809 da Fransızlardan daha çok komşu Bavyeralılara karşı ayaklandıkları unutulmamalıdır. Bununla birlikte, kutsal toprağın halkı daha sonraki millet le ister özdeşleştirilebilsin ister özdeşleştirilemesin, kutsal toprak kavramının tarihinin millet ten eskiye dayandığı açıkça ortadadır. Gelgelelim, Kutsal Rusya, Kutsal Tirol ve belki Kutsal İrlanda yı oluşturan kriterlerde, bugüne kadar millet tanımlarıyla -belirleyici olmasa bile- yakından bağ kurduğumuz iki unsurun (dil ve etnik köken) atlandığını gözlemliyoruz. Nedir bu dil? Bir halkı diğerinden, biz i onlar dan, gerçek insanlan hakiki bir dil konuşamayıp yalnızca anlaşılmaz gürültüler çıkartan barbarlardan ayıran şeyin özü değil midir? Her İncil okuyan, Babil Kulesi nde, shibboleth ' sözcüğünün telaffuzuna bakılıp dostun düşmandan aynidığmı öğrenmez mi? Yunanlılar kendilerini insanlığın geri kalan bölümü, barbarlar karşısında bu şekilde, ön-milli düzeyde tanımlamadılar mı? Başka bir grubun dilinin bilinmemesi, iletişim kurmanın en kesin engeli ve buna bağlı olarak grupları ayıran çizgilerin en kesin tanımlayıcısı sayılmaz mı? (Bugün bile özel bir argonun yaratılması ve konuşulması hâlâ bir grup insanı diğer alt kültürlerden ya da genel olarak toplumdan ayrılan bir alt kültürün üyeleri olarak nitelemeye yaramaktadır.) Yan yana yaşayan ama karşılıklı olarak anlaşılmaz diller konuşan insanlann kendilerini bir dili konuşanlar olarak, diğer toplulukların üyelerini ise başka dili konuşanlar ya da en azından kendi dillerini konuşmayanlar olarak (barharoi ya da Slavlann terminolojisinde nemci gibi) tanımladığı, pek yadsınamaz. Gene de sorun bu değildir. Sorun, bu tür dilsel engellerin potansiyel milliyetler ya da milletler sayılabilecek birimleri (yalnızca birbirlerini anlamakta zorluk çeken gruplan değil) ayırdığına inanıp inanmamaktır. Bu sorun bizi anadillerin niteliğiyle ilgili araştırmalar alanına ve bunlann grup içi üyelik kriteri olarak kullanılmasına götürür. Ve biz yine, her ikisini de araştınrken, neredeyse biricik kaynağımız olan okuryazar olanlann tartışmalannı okuryazar olmayanların tartışma- * Ibranicesi sibboleth olan bu sözcük, Efraim kavminden olanları Gileaditlerden ayırnnakta kullanılır, (ç.n.) 70
71 71 lanyla kanştırmamaya ve yirminci yüzyılın kullanımını anakronik biçimde geçmişe taşımamaya dikkat etmeliyiz. Yazılı olmayan anadiller, aslında coğrafi yakınlık ya da benzerliğe bağlı olarak, değişik kolaylık ve zorluk dereceleriyle birbirleriyle iletişim kuran bir yerel ağızlar ya da lehçeler kümesidir. Bunların bazılan, özellikle aynmı kolaylaştıran dağlık bölgelerde, sanki farklı bir dil ailesine aitmişçesine anlaşılmaz olabilir. Söz konusu ülkelerde Kuzey Gallilerin Güney Gallilerin Galcesi ni, Gheg Amavutlannın Tosk lehçesini anlamakta çektikleri güçlüklerle ilgili yüzlerce şaka dinleyebilirsiniz. Filologlara göre, Katalonya nın Fransa ya Bask tan daha yakın olması belirleyici bir önem taşıyabilir, ancak kendisini Bayonne ya da Port Bou da bulan bir Normandiyalı denizci için yöresel dil ilk duyuşta aynı derecede anlaşılmaz gelecektir. Bugün bile diyelim Kielli, Almanca konuşan eğitimli kişiler, eğitimli İsviçre Almanlannın olağan sözlü iletişim araçlan olan sade Almanca lehçesini anlamakta bile çok fazla zor- I anabilmektedirler. Demek ki genel ilköğretim öncesi çağda, ya farklı lehçeleri konuşanların birbirleriyle iletişim kurabilecekleri bir lingua franca olarak ya da -herhalde bu daha yakın bir ihtimaldir- lehçelerin iç içe geçtiği sınır bölgelerindeki insanlara hitap etmek üzere sözlü kullanım alanı için, örneğin daha geniş bir kültürel alanda yaygın olarak söylenen şarkılarla şiirleri ezberleyip anlatanlar tarafından yazılan, geliştirilen veya adapte edilen edebi ya da idari deyişler dışında, gündelik hayatta konuşulan bir milli dil yoktu ve olamazdı. Potansiyel olarak iletişimi sağlayabilen bu ortak alanın boyutları yerine göre büyük değişiklikler sergileyebilir. Eylem alanı ve ufukları, diyelim, köylülerin yerel sınırlarını aşan elit kesimler ara Değişik halklar arasında iletişim kurmaya yarayan milletlerarası ticaret dili, (ç.n.) /. Bu karmaşık sorunlarla ilgili en yararlı giriş kitabı, Einar Haugen, Dialect, language, nation (American Anthropologist, 68,1966, s ). Görece yeni olan sosyo-linguistik alanı için, bkz. der. J. A. Fishman, Contributions to the Sociology o f Language, 2 Cilt (Lahey-Paris, 1972), özellikle editörün The sociology of language: an interdisciplinary social Science approach to language in society, C. 1. Dilin gelişmesi/kurulması konusunda somut bir öncü inceleme için, Heinz Kloss, D/e EntvvickIung neuer germanischer Kultursprachen von 1800 bis (950 (Münih, 1952).
72 sında bu alan hemen hemen kesinlikle daha geniş olacaktır. Kayda değer coğrafî büyüklüğe sahip bir bölgede, bir pidgin ya da lingua franca'nm (bu, zamanla çok yönlü bir dile dönüşebilir kuşkusuz) dışmda salt sözlü konuşma temelinde evrim gösteren, gerçek anlamıyla konuşulan bir milli dil hayal etmek zordur. Başka bir deyişle, fiili ya da asıl anadil, yani çocukların okuryazar olmayan annelerinden öğrenip gündelik kullanımda işlerine yarayan deyişler, kesinlikle hiçbir anlamda bir milli dil değildi. Bu çerçeve, daha önce örtük biçimde, Macarca konuşanlar örneğinde ifade ettiğim gibi, belirli bir halkın bir dille ya da bir topluluklar bütününe özgü olan, onlan komşularından ayıran ve açıkça iç içe geçmiş bir lehçeler karmaşasıyla kültürel düzeyde özdeşleşmesini dışlamaz. Ve bunun gerçekleşebildiği ölçüde, daha sonraki bir dönemin milliyetçiliğinin gerçekten popüler, dilsel anlamda ön-milli kökleri olabilir. Klasik antikite çağından beri birbirine rakip kültürel etkilerle yaşayan ve üç, hatta (İslamiyet içindeki yerli Bektaşi mezhebini da sayarsak) dört rakip dine (İslamiyet, Ortodoksluk ve Roma Katolikliği) ayrılmış Amavutlar buna bir örnek olarak gösterilebilir. Arnavutluk ta din, daha doğrusu dil dışında hemen her şey, birleştirici olmaktan ziyade ayrıştıncı bir içerik taşıdığından, Arnavut milliyetçiliğinin öncülerinin Arnavut kültürel kimliğini dilde aramaları doğaldı.* Ancak anlaşılan bu denli açık bir örnekte bile fazlasıyla okuryazar kesime dayandığımızın farkında olmalıyız. On dokuzuncu yüzyıl sonu ile yirminci yüzyıl başındaki * Milletlerarası düzeyde yardımcı dil işlevi gören karışık bir dil; örneğin pidgin İngilizcesi, Uzakdoğu da yerliler ile AvrupalIlar arasındaki konuşmalarda Çince, Malayaca, Portekizce vb. ile kanşık olarak kullanılan bir İngilizce jargonudur, (ç.n.) 8. Les grands noms de cette littğrature... ne celebrent jamais la religion dans leurs oeuvres: bien au contraire ils ne manguent aucune occasion pour stigmatiser faction hostile â l unitö nationale des difförents clerges... II semble que (la recherche de l identitö culturelle)...se soit faite essentiellement autour du probleme de la langue. [Bu edebiyatın büyük isimleri... kendi eserlerinde asla dini öv mediler; aksine çeşitli din adamlannın milli birliğe düşman hareketlerini telin et mek için hiçbir fırsatı kaçırmadılar... (Kültürel kimlik arayışının asıl olarak dil so runu etrafında kurulmak istendiği görülüyor.)) Christian Gut, Groupe de Travai surl'europe Centrale et Orientaie. Bulietin d lnformation, No; 2, Haziran 1978, s. 40 (Maison des Sciences de l Homme, Paris). 72
73 sıradan Amavutlann kendilerini hangi anlamda, hatta ne kadar Arnavut gördükleri veya birbirlerine yakın buldukları belirsizdir. Edith Durham m kılavuzluğunu yapan kuzeyli bir dağlı genç, güneydeki Amavutlann Ortodoks kiliseleri olduğu söylenince, güçlü bir kolektif kimlik duygusu olduğunu düşündürmeyen biçimde, Onlar Hıristiyan değil, Tosklardır; ilk göçmenler kendilerini Arnavut saymadıklarından ABD ye giden Amavutlann kesin sayısını bilmek mümkün değildir diyordu. Dahası, birbirleriyle kan davası güden klanlar ve toprak ağalannın ülkesinde millet olmayı isteyen öncüler bile, dile başvurmadan önce, dayanışmayı içeren daha inandıncı argümanlara sanlıyorlardı. Naim Frasheri nin ( ) belirttiği gibi: Hepimizin yalnızca tek bir kabilesi, tek bir ailesi var; biz, tek bir kan ve dilden geliyomz. ' Dil de sayılıyordu sayılmasına ama, en sonda. Dolayısıyla milli diller, hemen hemen daima yan yapay kurgular ve yer yer, modem İbranice gibi, neredeyse basbayağı icat edilmiş şeylerdir. Şöyle ki, milliyetçi mitolojinin varsayımının tersine, milli kültürün ilk temeli ve milli düşünce yapısının dayanağı olmayan milli diller, genellikle, fiilen konuşulan (ve lehçelere aynimış olan) çeşitli deyişlerden, standartlaşmış bir deyiş geliştirmeye yönelik girişimlerden hayat bulmuştur. Milli dillerin kuruluşundaki ana somn, standart ve homojenleştirilmiş dilin temeli olarak hangi lehçenin seçileceğidir. Bu seçimden sonraki, milli grameri ve imlayı standartlaştırma ve homojenleştirme, sözcük dağanna yeni unsurlar ekleme somnian tali kalmaktadır." Pratikte her Avmpa dili 9. Edith Durham, High Albania (1909, yeni basım, Londra 1985), s. 17; S. Thernstrom vd., Harvard Encyclopedia o f American Ethnic Groups (Cambridge ve Londra, 1980), s Akt. Groupe de Travail, s Bu alanla İlgili, çoğu kültür dilinin yapaylığı na işaret eden yararlı bir inceleme olarak bkz. Marinella Lörinczi Angioni, Appunti per una macrostoria delle lingue şeritte de l Europa moderna {Ouaderni Sardi di Storia, 3 Temmuz Haziran 1983, s ). Bu inceleme özellikle küçük diller açısından yararlıdır. Geleneksel ile modern Flamanca arasında 1841 den beri gelişen farklılık için bkz. E. Coornaert in Bulletin de la Societâ d'histoire Moderne, 67. yıl, 8,1968, s. 5 te R. Devleeshouvver, Donn6es historigues des problömes linguistiques belges" üzerine tartışmayla ilgili sözleri. Aynca bkz. Johathan Steinberg, The historian and the Ouestione della Hngusl', der. P. Burke ve Roy Porter, The Soda! History of Language {Cambndge, 1987), s
74 nin tarihi bölgesel temelde yükselmektedir: Yazılı Bulgarca Batı Bulgarcasına, yazılı Ukraynaca güneydoğu lehçelerine, yazılı Macarca çeşitli lehçelerin birleşmesiyle ortaya çıkan on altıncı yüzyıl Macarcasına, yazılı Letonyaca üç ağızın ortalamasına, Litvanyaca iki ağızın birine vb. dayanmaktadır. On sekizinci ya da on dokuzuncu yüzyılda yazınsal statüye kavuşmayı başaran dillerde genellikle rastlandığı üzere, dil mimarlarının isimlerinin bilindiği yerlerde bu seçim keyfi (ama çeşitli argümanlarla haklı gösterilen) bir seçimi yansıtır. Bazen bu seçim politiktir ya da açık politik içermeleri vardır. Hırvatlar üç lehçe {cakavian, kajkavian, stokavian; bunlardan birisi aynı zamanda Sırpların ana lehçesiydi) konuşuyordu ve üç lehçeden ikisi {kajkavian ve stokavian) yazınsal açıdan gelişmişti. İliryanizmin* büyük Hırvat öncüsü Ljudevit Gaj ( ), anadih olarak Kajkavian lehçesiyle konuşup yazmakla birlikte. Güney Slavlann temel birliğini vurgulamak amacıyla 1838 de kendi yazılarını bu lehçeden Stokavian lehçesine aktarmıştı. Ljudevit Gaj böylece, (1) Sırp-Hırvat dilinin (Katolik Hırvatlar tarafından Roma alfabesiyle, Ortodoks Sırplar tarafından Kril alfabesiyle yazılmakla birlikte) az çok tek bir yazın dili olarak gelişmesini sağlıyor, (2) Hırvat milliyetçiliğini elverişli bir dilsel gerekçeden mahrum bırakıyor ve (3) hem Sırplara hem de daha sonra Hırvatlara yayılmacılık için bir bahane yaratmış oluyordu.'^ Öbür yandan bazı tahminler tutmamıştır. Bemolâck 1790 dolaylannda yazınsal Slovakça tasarısının temeli olarak bir lehçeyi seçmiş, ama bunu kabul ettirememiş, birkaç onyıl sonra ise Ludovit Stur uygulanma şansı daha fazla olduğu görülen lehçeyi seçmişti. Norveç te milliyetçi Wergeland ( ), aşın Danimarkacalaşmış yazılı dilden ayn, daha an * Adriyatik Denizi nin Balkan kıyısı boyunca Frume den Durazzo ya uzanan ve bugünkü Dalmaçya, Bosna-Hersek, Karadağ ve Arnavutluk un bir bölümünü içine alan eski llirya yı canlandırmayı amaçlayan akım, (ç.n.) 12. Ivo Banac, The National Ouestion in Yugoslavia: Origins, History, Politics (Ithaca ve Londra, 1984) bu konuyu oldukça iyi bir biçimde ele almaktadır (bütün verileri bu çalışmadan aktanyorum): Hırvat lehçesinin eşsiz durumu, yani üç lehçenin kullanılması... dilin milli ruhun en derin ifadesi olduğu yolundaki romantik inançla bağdaştınlamaz. Açıkçası bir milletin üç ruhu olamayacağı gibi, iki milliyet de bir lehçeyi paylaşamaz. (s. 81). 74
75 bir Norveç Norveççesi geliştirilmesini istemiş ve hemen böyle bir (III (günümüzde Nynorsk diye bilinen Landsmâl dili) oluşturulmuştu. Ancak bu dil, Norveç in bağımsızlaşmasmdan sonraki resmi desteğe karşm, hiçbir zaman bir azmhk dilinden öte bir statüye kavuşamamıştı; 1947 den beri de facto iki yazı dilinin kullanıldığı Norveç te, Nynorsk dilini kullananlar bilhassa Batı ve Orta Norveç te bulunurlar ve Norveçlilerin yüzde 20 siyle sınırlıdırlar. ^ Kuşkusuz Fransa'da ve İngiltere de kraliyetin yönetim alanında kalan lehçelerin yazılı deyişlerin temeli haline gelmesi; ya da ticari denizcilik kullanımı, kültürel prestij ve Makedonya desteğinin bir liraya gelmesiyle, Atina lehçesinin Hellenistik koine yani yaygın (ırekçe nin temeli olması gibi, eski yazın dillerinin bazılarında sevimi yapan tarihti. Şimdilik, daha önemsiz ama aynı zamanda ivedi bir sorun olan, İMiylesine eski milli yazınsal deyişlerin Fransız Akademisi ya da Dr. Johnson tarafından öngörülmeyen çağdaş bir yaşama uydurmak i(,'in nasıl modemleştirildiği sorununu bir kenara bırakabiliriz. Filolojik milliyetçilik denebilecek yaklaşım açısından, yani Alman bilim adamlarını oksijen i Sauerstoff diye çevirmek zorunda bırakan ve günümüzde franglais" harabesine karşı yürütülen umutsuz savaşta esin kaynağı olan milli sözlük dağannın dilsel anlığında ıslar edilmesi açısından bakıldığında pek çok örnek (özellikle HollandalIlar, Almanlar, Çekler, İzlandalIlar ve diğerleri arasında) karmaşık boyutlar almakla birlikte, sorun evrenseldir. Öbür yandan, k'lli başlı kültür taşıyıcı diller arasında yer almayan, ama diyelim vdkseköğretimin ve modem tekno-ekonomik iletişimin uygun liraçlan haline gelmeyi isteyen dillerde sorun kaçınılmaz olarak daha keskindir. Bu tür sorunları küçümsemeyelim. Galliler, herhalde k'lli bir haklılık payıyla, kökleri altıncı yüzyıla kadar uzanan kendi dillerinin yaşayan en eski yazın dili olduğunu iddia etmektedir. Oysa 1847 de şöyle bir gözlemde bulunulmaktaydı: Politika ve bilim alanındaki pek çok sıradan önermeyi, anlamı İngilizi:i Einar Haugen, The Scandinavian Languages: An Introduction (Lonöra, 1976). Itıgilizce sözcüklerin alınmasıyla bozulmuş Fransızca, (ç.n.) 75
76 ceyle hiç tanışıklığı olmayan zeki bir Galli okurun dahi kavrayacağı kadar eksiksiz iletecek şekilde, Galce olarak ifade etmek imkânsızdır. Demek ki, yöneticileri ve okuryazar olanlan saymazsak, dilin millet olma kriterlerinden biri sayılamayacağı açıktır; bu kesimler için bile, ilkin, ya kutsal ya da klasik olan veya hem kutsal hem klasik olan daha prestijli diller arasından (küçük elitler açısından, son derece pratik idari ya da entelektüel iletişim, kamusal tartışma, hatta -Moğol İmparatorluğu ndaki klasik Farsçayı, Heian Japonyası ndaki klasik Çinceyi düşünürseniz- yazınsal kompozisyon araçlarıydı bunlar) bir milli dil (standart bir yazılı biçimle) seçme zorunluluğu söz konusuydu. Oysa bu seçim er ya da geç her yerde yapılıyordu. Belki bunun tek istisnası olan Çin de, klasik eğitim almış kesimin lingua franca'sı, muazzam büyüklükteki imparatorlukta başka koşullarda birbirini anlayamayacak olan lehçeler arasındaki biricik iletişim aracıydı ve şimdi bir konuşma diline doğru evrilmektedir. Öyleyse dil, belki dildeki farklılaşmanın grubun kendisini başka bir toplumdan ayırmasına yarayan bir diğer nedenle çakıştığı yerler dışında, niçin grup üyeliğinin bir kriteri olsun? Evlilik de bir kurum olarak dil birliğini varsaymaz, aksi takdirde kurumsallaşmış bir egzogami olamazdı. Yalnızca son dönem genelleştirmeler sonucu, aynı dili konuşan insanların dost, yabancı bir dil konuşan insanların ise düşman olduğu fikrinin yerleştiği ni savunan, dillerin ve halkların çok yönlülüğünü vurgulayan bilgili bir tarihçiye katılmamak için bir neden yoktur. Kulağın duyacağı mesafede başka bir dilin konuşulmadığı yerlerde, insanın kendi deyişi, olsa olsa, bütün insanların sahip olduğu bir şey (bacaklar gibi) kadar bir grup olma kriteri olabilir. Çeşitli dillerin bir arada yaşadıklan yerlerde ise, çokdillilik yalnızca bir deyiş ile özdeşleşmeyi keyfi bir seçim durumuna düşürecek kadar normal olabilir (Bu, tek bir deyiş ile öz- 14. Galler deki Eğitimin Durumu Hakl<ında Araştırma Komisyonu üyelerinin Raporlan (Parliamentary Papers, XXVII, 1847, Kısım 3, s. 853n). 15. Arno Borst, Der Turmbau von Babel: Geschichte der Meinungen über Ursprung und Vielfalt der Sprachen der Völker, 6 cilt (Stuttgart, ), Cilt IV, s
77 ıleşleşmeyi gerekli kılan nüfus sayımlannı, dille ilgili bilgiler açısından güvenilmez bir kaynak haline getirir).'^ Bu tür alanlarda dilsel istatistikler bir sayımdan ötekine büyük farklılıklar gösterebilir, (,'ünkü bir deyiş ile özdeşleşme bilgiye değil, Habsburg İmparatorluğu nda Moravya ve Slovenya nın bazı bölgelerinde görüldüğü üzere başka değişken faktörlere dayanır; yoksa insanlar hem kendi (lillerini hem de İstriya nm* bazı kesimlerindeki gibi gayri resmi bir lingua franca'yı konuşabilirler." Dahası, bu diller birbiri yerine kullanılamayabilir. Mauritius Adası ndaki insanlar Creole dili" ile kendi yerli dillerini konuşma arasında keyfi bir seçim yapmazlar, (,'ünkü farklı amaçlarla her ikisini de konuşurlar. Yukan Almanca yazıp Schvvyzerdütsch konuşan İsviçre Almanları ya da Josef Roth un sürükleyici romanı Radetzkymarsch taki, subaylığa terfi edilen oğluna anadili yerine, genç adamın beklediği gibi, bir Habsburg subayının statüsüne saygıdan dolayı ordudaki Slavlann sıraılan kaba Almancası yla'* hitap eden Sloven baba buna birer örnektir. Aslında milliyetin, bütün biçimleri ve eksik versiyonlannın arkasında yatan ve üstünde var olan bir tür platonik dil fikriyle mistik biçimde özdeşleşmesi, milliyetçi entelektüellerin (kaldı ki Her- (ler de, dili kullanan tabandaki halkın değil, bu kesimin peygamberidir) ideolojik kurgularının karakteristik bir özelliğidir. Bu, varoluşsal değil, yazınsal bir yaklaşımdır. Tabii bunlan söylemekle, dillerin, hatta dil ailelerinin, popüler gerçekliğin bir parçası olmadığını yadsımıyoruz. Almanca konuşan lıalklann çoğu açısından batı ve güneydeki yabancılann çoğu (asıl olarak Latince kökenli diller konuşanlar, ama aynı zamanda Kekler) (ialli iken. Fince ve daha sonra Slavca konuşan çoğu halklar için 16. Paul M. G. LĞvy, La Statistique des langues en Belgipue (Revue de l lnstilut de Sociologie, Brüksel, 18, 1938, s ). Adriyatil< Denizi nde bulunan, eskiden Avusturya nın Corinthia düklüğüne bağlıyken, savaşından sonra İtalya ya ve daha sonra Yugoslavya ya bağlanan dağlık yanmada, (ç.n.) 17. Emil Brix, Die Umgangsprachen in Altösterreich zwischen Agitation und As- Bİmilation. Die Sprachstatistik in den zisleithanischen Volkszâhlungen rsro (Viyana-Köln-Graz, 1982), örneğin s. 182, 214, 332. Batı Hint Adaları ve Mauritus Adası na yerleşen AvrupalI ya da zencilerin kullandıktan dil. (ç.n.) 18. Josef Rotin, The Radetzkymarch (Harmondsvvortin, 1974), s
78 doğu ve güneydoğudaki insanlar Wend* buna karşılık çoğu Slav açısından bütün Almanca konuşanlar nemci'aır. Bununla birlikte, dil ile halkın (nasıl tanımlanırlarsa tanımlansınlar) birbiriyle örtüşmediği herkesin gözünde daima apaçıktı. Sudan da yerleşik Fur halkı göçebe Baggara topluluğuyla iç içe yaşamakta, ama Fur dili konuşan Fur göçebelerinin bitişikteki bir kampına sanki Baggara topluluğundanmışlar gibi davranılmaktadır, çünkü iki topluluk arasındaki belirleyici ayrım çizgisi dile değil, işleve dayanmaktadır. Bu göçebelerin Fur diliyle konuşması süt alma, kamp yeri belirleme ya da gübre temin etmeyle ilgili standart işlemleri bir parça daha düzgün biçimde yürütme olanağı tanımaktadır. ' Daha kuramsal bir temelde bakarsak, (en azından ortaçağdaki Tekvin*' yorumcularına göre) Babil Kulesi nin yıkılmasından sonra insan ırkının bölündüğü yetmiş iki dilin her biri. Aziz Canterbury li Anselmus un öğrencisi olan Laon lu Anselmus a göre, çeşitli nationes yani kabileleri kapsamaktaydı. Bir Dominiken İngiliz olan ve on üçüncü yüzyıl ortalarında bu konuya kafa yoran Alton lu William insanlan dil gruplanna (konuşulan dil itibariyle), kuşaklara (doğum itibariyle), belirli toprak parçalarında oturanlara ve âdetleri ve konuşmalarındaki farklılıklarla tanımlanan gens'isrt göre aymyordu. Bu sınıflandırmalar her zaman örtüşmüyordu ve ortak bir yasaya boyun eğme iradesiyle tanımlanan, dolayısıyla doğal olmaktan ziyade tarihsel-politik bir topluluk olan bir populus yani halkla karıştırılmamalıydı. Alton lu William bu çözümlemesinde hayranlık uyandıran ama on dokuzuncu yüzyıl sonlanna kadar sık sık dillendirilen bir kavrayış gücü ve gerçekçilik sergilemişti. Çünkü dil, kültürel toplulukları birbirinden ayırmanın bir yoluydu, ama kesinlikle başlıca yolu değildi. Heredot, Yunanlıların coğrafi ve politik açıdan parçalanmalarına karşın tek bir halk oluşturduklarına inanıyordu, çünkü ortak bir soydan gelmekteydiler ve ortak bir dilleri, ortak tanrılan ve kutsal yerleri, kurban törenleri, ge * Doğu Almanya daki Slav kavimlerinden birisi, (ç.n.) 19. Der. Frederik Barth, Ethnic Groups and Boundaries (Boston, 1969), s. 30. ** Eski Ahit in dünyanın yaradılışıyla ilgili olan ilk bölümü, (ç.n.) 20. Borst, Der Turmbau von Babel, s
79 lenekleri, âdetleri ve yaşam biçimleri vardı.^' Dil, Heredot gibi okuryazar olanlar açısmdan kuşkusuz can alıcı bir önem taşıyacaktır. Ama, alelade Boetyalılar ya da Tesalyalılar* için de aynı derecede önemli bir Yunanlılık kriteri olacak mıydı? Bunu bilmiyoruz. Bizim bildiğimiz, dilsel grupların ortak biçimde konuştukları insanlarla politik birliği kabul etmemeleri sonucunda, modem çağda milliyetçi mücadelelerin bazen çok karmaşık biçimlere büründüğüydü. Bu tür örnekler (Alman döneminde Silezya daki Wasserpolacken, Avusturya ile Yugoslavya nın Sloven parçası arasındaki sınır bölgesindeki Windische ifadelerini düşünelim), PolonyalIlar ile Slovenlerin, bu tür kategorileri büyük-alman şovenistlerinin kendi yayılmacılıklarını haklı göstermek amacıyla icat ettikleri yolundaki sert suçlamalarına zemin hazırlamıştı ve kuşkusuz bu suçlamalarda bir haklılık payı vardı. Gene de, hangi nedenle olursa olsun kendilerini politik açıdan Alman ya da AvusturyalI saymayı tercih eden PolonyalI ve Sloven dil gruplarının varlığı bütünüyle yadsınamaz. Volk un (halkın) konuştuğu Herderci anlamındaki dil, bu yüzden, açıkça ön-milliyetçiliğin oluşumunda doğrudan yer alan merkezi bir unsur değildi, ama bu oluşumla ilgisiz de değildi. Ancak modem milliyet tanımında ve dolayısıyla halkın onu algılayışında dolaylı yoldan merkezi bir önem kazanacaktı. Çünkü elit bir yazınsal ya da idari dilin var olduğu yerde, bu dili fiilen kullananlann sayısı ne kadar az olursa olsun, B. Anderson un çok iyi biçimde ortaya koyduğu üç nedenle ön-milli birliğin önemli bir unsum haline gelebilir dil.^^ Birincisi dil, birbiriyle iletişim kuran bu elit kesimden bir toplu 21. Herodotus, Histories, VIII, s Bu sorunu tartışan Borst un işaret ettiği gibi, Grekler kesinlikle dil in halk la bağlı olduğunu ve her ikisinin de sayılabileceğini düşünürlerken, Euripides dilin konuyla ilgisi bulunmadığını düşünüyordu ve Stoacı Zeno** Fenikece ve Grekçe olmak üzere iki dil konuşmaktaydı. * Boetya: Atina nın kuzeydoğusu; Tesalya: Pindus Dağlan ile Ege Denizi arasında kalan bölge, (ç.n.) 22. Benedict Anderson, Imagined Communities: Reflections on the Origins and Spread o f Nationalism (Londra, 1983), s ; dil üzerine daha genel olarak, bkz. bölüm 5. * (M.Ö ), Kıbns doğumlu, stoik ekolün kurucusu Grek filozofu, (ç.n.) 79
80 80 luk çıkarabilir ve bu topluluk, belirli bir teritoryal devlet alanı ve anadil bölgesiyle çakışıyorsa veya çakıştınlabilirse, henüz var olmayan ama kendi arasmda iletişim kuran daha geniş millet topluluğu için bir tür model ya da pilot uygulama işlevi görebilir. Konuşulan dillerin bu anlamda gelecekteki milliyetle ilintisi vardır. Antik çağ ve modem çağ konuşma Yunancası arasmda fiili bir dilsel sürekliliğin bulunduğu Yunanistan da görüldüğü üzere, ölü klasik ya da ritüel diller ne kadar prestijli olurlarsa olsunlar milli dillere dönüşmeye uygun değillerdir. Büyük reformcu ve modem yazılı Sırp-Hırvat dilinin fiili kurucusu Vuk Karadziç ( ); antik îbraniceden bir modern İbranice yaratmaya kalkışanlar gibi kilise Slavcasmdan bir yazın dili yaratmaya yönelik girişimlerde bulunanlara karşı koymakta ve Sırp-Hırvat dilini Sırp halkının konuştuğu lehçeler üzerine inşa etmekte haklıydı kuşkusuz.^ Çünkü gerek modem konuşma İbranicesinin yaratılmasına neden olan dürtü, gerekse bunun başarıyla yerleşmesini sağlayan koşullar, genelleştirilemeyecek kadar olağandışı nitelik taşıyordu. Bununla birlikte, bir milli dilin temelini oluşturan lehçenin fiilen konuşulduğu durumlarda, bu lehçeyi konuşanların bir azınlık olması -yeterli politik ağırlığa sahip bir azınlık olduklan sürecefazla önemli değildir. Bu anlamıyla Fransızca, Fransa mefhumu açısından vazgeçilmez bir öneme sahipti da Fransızlann yüzde 50 sinin Fransızcayı hiç konuşmaması, yalnızca yüzde ünün doğru olarak konuşması, aslında merkezi bir bölge dışında, langue d ouı alanında bile genellikle Fransızca konuşma alışkanlığının bulunmaması (kasabalar buna istisnaydı, ama onlarda da Fransızca konuşulması her zaman dış mahallelere kadar uzanmıyordu) bu önemi azaltmıyordu. Kuzey ve Güney Fransa da neredeyse hiç kimse Fransızca konuşmazdı.^'* Fransızca hiç olmaz 23. Slovak diliyle bağlantılı olarak benzer bir tartışma için, bkz. Hugh-Seton Watson, Nations and States: An Enquiry into the Origins o f Nations and the Politics o f Nationalism {\jondra, 1977), s * (Fr.) Güney Fransa'da bir lehçe, (ç.n.) 24. Bu konulardaki temel kaynaklar şunlardır; Der. Ferdinand Brunot, Histoire de la langue frança/se(13 cilt, Paris, ), özellikle Cilt 9, ite M. de Certeau, D. Julia, J. Revel, Une politiçue de la lanque: La Revolution Française et les patois: l enguete de l Abbâ Grâgoire (Paris, 1975). Fransız Devrimi sırasında ve on
81 sa bir devletin milli dil i olarak görülüyordu, oysa İtalyan birliğinin biricik temeli İtalyancaydı. İtalyan dili, her ne kadar birliğin kuruluşunda (1860) halkm yalnızca yüzde 2.5 inin İtalyancayı gündelik konuşma dili olarak kullandığı tahmin edilse bile, yanmadanm eğitimli elit kesimini oluşturan okur ve yazarları birleştiren unsurdu. Çünkü bu ufak grup gerçekte herhangi bir İtalyan grubu ve dolayısıyla potansiyel olarak müstakbel İtalyan halkıydı. Bundan başka İtalyan halkı yoktu. Aynı şekilde on sekizinci yüzyılda Almanya salt kültürel içerikli bir kavramdı; Alman diliyle yönetilen dinsel ve politik düzeyde idare edilen, irili ufaklı prenslikler ve devletler dışında Almanya nın varlık bulduğu tek alan bu kültürdü. Bu Almanya, olsa olsa konuşulan dilde yazılmış yazılı yapıtların okurundan^ ve fiilen Hochsprache yani gündelik amaçlı kültür dilini konuşan kesinlikle çok daha az sayıdaki insandan,^ özellikle de, konuşulan dilin klasikleri olmuş (yeni) yapıtlan sahnede oynayan aktörlerden oluşuyordu. Bunun nedeni, Almanya da neyin doğru olduğu konusunda bir devlet standardan sonra bir azınlığın resmi dilinin kitlesel bir milli dile çevrilmesi konusunda şu mükemmel çalışmaya bakınız; Renee Balibar, L Institution du français: essaisur le co-linguisme des Carolingiens â la Râpubligue (Paris, 1985), aynca bkz. R. Balibar ve D. Laporte, Le Français national: politique et pratiçue de la langue nationale sous la Râvolution (Paris, 1974). 25. Tullio de Maure, Storla lingulstica dell ltalla unlta (Bari, 1963), s. 41.?6. On dokuzuncu yüzyıl başı na kadar, yani yılda Goethe ile Schiller in bütün yapıtlan, birlikte ya da ayn ayn, den daha az satmış görünmektedir. H. U. Wehler, Deutsche Gesellschaftsgeschlchte {Münih, 1987), İsviçre yi saymazsak anche oggi il tedesco (Hochdeutsch), ancor piû che ritaliano, 6 una vera e propria lingua artificiale di cultura, sovradialettale, sotto o insieme con la quale la maggior parte degli utenti si servono anche di una Umgangsprache locale (Lörinezi Anguioni, Appunti, s. 139n)* iddiası herhalde birnz abartılı olur, ne var ki on dokuzuncu yüzyıl başında bu kesinlikle doğruydu. / f romessl sposl ile İtalyancayı düzyazı kurmacasının bir milli dili olarak yaratan Manzoni, gündelik yaşamında İtalyanca kullanmıyor, Fransız kansıyla kansının (İllinde (belki de Italyancadan daha iyi konuşuyordu onu) ve diğer insanlarla anadili Miianocayla iletişim kuruyordu. Gerçekten, büyük romanının ilk basımında Mılanocadan hâlâ pek çok iz vardı, ama Manzoni ikinci basımda bu kusuru sis- Uımli biçimde temizlemeye çalıştı. Bu bilgiyi Profesör Conor Fahy'ye borçluyum. (İt.) Bugün de Hochdeutsch gerçekte Italyancadan daha suni bir kültür dilidir. Hu lehçenin çeşitli kullanımlanndan başka aynı zamanda bir de yerel Umgangspmche vardır, (ç.n.) 81
82 dı ( Kral İngilizcesi ) bulunmadığından, doğruluk ölçütünün tiyatrolarda saptanmasıydı. İkinci neden, ortak dilin (özellikle basılı hale gelmeye zorlandığı zaman) doğal bir evrimle ortaya çıkmayıp yaratılmış olması nedeniyle onu gerçekte olduğundan daha kalıcı ve buna bağh olarak (bir göz yanılmasıyla) daha ebedi kılan yeni bir sabitliğe kavuşmasıdır. Dolayısıyla, yalnızca bir kutsal kitabın konuşulan dille basılmış bir versiyonunun yazı dilinin temelini oluşturduğu (örnekler genellikle bu yöndedir) yerlerde, matbaanın icat edilmesinin yanında, her kültür dilinin yazın tarihinde, basılı kitabın ortaya çıkışından sonra görünen büyük düzelticilerle standartlaştmcılarm önemi buradan gelir. Bu çağ, özünde, bir avuç Avrupa dilini saymazsak, on sekizinci yüzyıl sonu ile yirminci yüzyıl başma denk düşer. Üçüncüsü, yöneticiler ile elit kesimin resmi ya da kültür dilinin, kamu eğitimi ve diğer idari mekanizmalar yoluyla modem devletlerin fiili dili olmaya başlamasıdır. Ama bütün bunlar daha sonraki gelişmeler olup, milliyetçilik öncesi ve özellikle de okuryazarlık öncesi çağda sıradan insanların dilini pek etkilemez. Kuşkusuz halklannın pek çoğunun birbirlerinin dilini anlamadığı muazzam genişlikteki Çin İmparatorluğu nu mandarinler bir arada tutuyordu, ama bu bağ doğrudan dil aracılığıyla değil, ortak işaretlerle ve elit kesime özgü bir iletişim aracıyla işleyen merkezi bir yönetim aygıtı sayesinde kendini gösteriyordu. Nasıl Hindistan da yaşayan çoğu insan açısından 1830 lu yıllarda Doğu Hindistan Şirketi nin, Moğol İmparatorluğu nun idari dili olan Farsça yerine İngilizceyi koyması hiçbir önem taşımadıysa, aynı şekilde mandarinler Latince iletişim kursalardı da çoğu Çinli açısından bunun hiçbir önemi olmazdı. Çinliler olsun, Hintliler olsun mandarinlerin konuştukları dile ve İngilizceye aynı ölçüde yabancıydılar ve o dillerde yazmadıkları, hatta okuyamadıkları için hiç ilgilenmiyorlardı. Daha sonra Belçika adını alan bölgenin Flaman sakinleri, sonraki milliyetçi tarihçileri üzüntüye boğma pahasma, devrim ve Napolyon yıllarında kamusal ve resmi yaşamın Fransızlaştınimasına karşı başkaldmnadıklan gibi, Waterloo da 82
83 Flanders da Flaman dili ya da Flaman kültürü lehine belirgin bir hareket doğurmamıştı. Niçin başkaldırsmlardı ki? Hiç Fransızca anlayamayanlar karşısında, dil fanatiklerinden oluşan bir rejim bile pratik idari tavizler vermek zorundaydı. Flanders ın kır komünlerine Fransızca konuşan yabancılann doluşmasının, dilsel ayrılıktan ziyade pazar ayinlerine katılmayı reddettikleri için öfkeyle karşılanması çok daha az şaşırtıcıdır. Kısacası özel durumlar dışında dilin, insanlann bir kolektife ait olduklannı gösteren çeşitli kriterlerden yalnızca birisi olmanın ötesinde bir önem taşıdığını düşünmek için hiçbir neden yoktur. Dilin bu aşamada politik bir potansiyel taşımadığı da kesindir. Bir Fransız, 1536 da Babil Kulesi konusunda şu tespiti yapıyordu; Şimdi LXXH den daha fazla dil var; çünkü şimdi yeryüzünde o günlerde olduğundan daha farklı milletler var. Diller devletlerle birlikte çoğalır; yoksa devletler dillerle birlikte çoğalmaz. Peki ya etnik köken? Olağan kullanımında etnik köken, hemen hemen daima, açıkça belirtilmemiş bir biçimde, etnik bir grubun üyelerinin ortak karakteristik özelliklerinin kaynağı olduğu kabul edilen ortak köken ve soyla bağıntılıdır. Bir grup üyelerini birbirine bağlayıp yabancıları dışlamak noktasında, akrabalık ile kan bariz bir avantaj sağladığından, bunlar etnik milliyetçilik açısından temel öneme sahiptir. Kültür (Kultur) eğitimle edinilemez. Kültür kandadır. Bunun günümüzdeki en iyi kanıtı, uygarlığımızı (Zivilisation) sahiplenen ama kültürümüzü asla sahiplenemeyen Yahudilerdir. Bu sözlerle, 1938 de Innsbruck ta Nasyonal Sosyalist Kre- Bugün Belçika, Fransa ve Hollanda arasında bölünmüş olan eski bir kontluk, (ç.n.) 28. Shepard B. Clough, A History o f the Flemish Movement in Belgium: A Study in Nationalism York, 1930; yeniden basım, 1968), s. 25. Dilsel bilincin gelişmesindeki yavaşlık konusunda bkz. aynca Val R. Lorwin, Belgium: religion, class and language in national politics, der. Robert A. Dahi, Political Opposition in VVestem Democracies (New Haven, 1966), s. 158ff. 29. S. B. Clough, A History o f the Flemish Movement in Beigium, s Borst, Der Turmbau von Bat>el. 83
84 isleiter olan Hans Hanak (ironik biçimde, ismi Slav kökenini ele vermektedir) kentteki Nazi kadmlan kutlar; çünkü Yahudiler erkeklerle kadmlann eşitliğini vazederek kadmlann yüksek ve saygm statü lerini yıkmaya kalkıştığı halde onlar buna kulak asmamıştı/' Ama etnik kökene genetik açıdan yaklaşmanın sağlam bir dayanağı yoktur, çünkü bir toplumsal örgütlenme biçimi olarak etnik bir grubun esas temeli biyolojik değil kültüreldir.^^ Bundan başka, modem göçü bir kenara bıraksak bile, geniş teritoryal ulus devletlerin nüfuslan, hemen hemen değişmez biçimde ortak bir etnik köken iddiasında bulunamayacak kadar heterojen yapıdadır. Avrupa nın geniş bölgelerinin demografik tarihine baktığımızda, özellikle bazı bölgelerin boşaltıldığı ve zamanla yeniden yerleşime açıldığı (Orta, Doğu ve Güneydoğu Avrupa nın muazzam genişlikteki bölgelerinde, hatta Fransa nın bazı kesimlerinde olduğu gibi) durumlarda etnik gruplann kökeninin ne kadar çeşitli olduğunu biliyoruz.^^ Güneydoğu Avrupa daki her halkın etnik yapısını oluşturan, Avarlardan Osmanlı Türklerine kadar dalga dalga gelen Orta Asyalı işgalcilerin ve çeşitli kollanyla Roma öncesi İliryalılann, Romanlann, Greklerin, göçmen Slavlann belirli kanşımı (özellikle Romanya da) bitmek tükenmek bilmeyen bir tartışma konusudur. Böylece, köken itibariyle Sırp sayılan ama şimdi bir milliyet olarak görülen ve kendilerine ait bir özerk cumhuriyete sahip olan Karadağlılar; Türk fethiyle boşalan bölgeye yerleşen Eflaklı çobanların, eski Sırp Krallığı kalmtılanmn ve Sırp köylülerinin bir bileşimi olarak görünüyordu.^ Kuşkusuz, diyelim on üçüncü yüzyıl Macarlannm kendilerini etnik bir topluluk olarak gördük * Alm. Bölge sorumlusu, (ç.n.) 31. Akt. Leopold Spira, Bemerkungen zu Jörg Haider (Wiener Tagebuch, Ekim 1988, s. 6). 32. Fredrik Barth ın Ethnic Groups and Somdar/es deki güçlü argümanına katılıyorum. 33. Theodore Zeldin, France (Oxford, 1977), Cilt I, s Ivo Banac, The National Ouestion in Yugoslavia, s. 44. Bununla birlikte, bu veriler 1970 te, Karadağlılarla Sırplann aynı olmadıklan varsayımına dayanan bir cumhuriyetin başkentinde yayımlanan, kapsamlı ve geniş bilgiler içeren lstori]a\ Cme Gore den alındığı için, okur, Balkan tarih yazımında daima rastlandığı üzere, bir kulağını bilenen baltalann sesine açık tutmalıdır. 84
85 leri, çünkü Orta Asyah göçebe istilacılann soyundan geldikleri, çevrelerindeki halklara hiç benzemeyen bir dilin ağızlarını konuştukları, genellikle belirli bir ekolojik ortamda, kendi krallıklannda yaşadıklan ve elbette geçmişe dayanan çeşitli pratikleri paylaştıklan ya da bütün bunları iddia ettikleri yadsınmayacaktır. Ama böylesi örnekler çok da yaygın değildir. Öbür yandan, Heredotçu anlamıyla etnik köken, geniş toprak parçalannda, hatta dağınık olarak yaşayan ve ortak bir yönetim yapısından yoksun olan insanları ön-millet denebilecek şekilde birbirine bağlayan bir şeydi, bir şeydir ve gelecekte de olabilir. Bu çerçeve pekâlâ Kürtleri, Somalilileri, Yahudileri, Basklan ve başkalarını kapsayabilir. Oysa etnik kökenin, modem milletin özünü oluşturan bir ulus devletin şekillenmesiyle, hatta antik Grekler örneğinin kanıtladığı gibi bir devletle hiçbir zorunlu tarihsel ilişkisi yoktur. En güçlü ve kalıcı anlamıyla kabile etnik kökeni denebilecek bir yapıya sahip halkların, yalnızca ister milli ister başka içerikte olsun modem devletin empoze edilmesine karşı direnmekle kalmadıkları, aynı zamanda çok yaygın biçimde her türlü devlete karşı koyduklan bile ileri sürülebilir: Afganistan da ve çevresinde Paştun dili konuşanlar, 1745 ten önce Kuzey İskoçlar, Atlas Dağlan Berberileri gibi örnekler bunun canlı tanıklandır. Buna zıt durumdaysa, belirli bir devletle özdeşleşen bir halk, aşağıdan bir bakışla dahi, bir dizi etnik (ve dilsel) aynmı kapsıyordu da Andreas Hofer in önderliğinde Fransızlara karşı ayaklanan kutsal Tirol toprağını savunanlar arasında hem Almanlar ve İtalyanlar hem de kuşkusuz Ladin dili* konuşanlar yer alıyordu.^ İsviçre milliyetçiliği bildiğimiz gibi birden fazla etnik grubu içerir. Hatta, Byron zamanında Türklere başkaldıran Yunan dağlılannın milliyetçi olduklannı (gerçi bunun olanaksızlığı kabul edilmektedir) varsayarsak, en korkusuz savaşçılardan bazılannın Helen değil Arnavut (Suliote) olduğuna dikkat çekmeden geçemeyiz. Bundan başka, genellikle bir kere yola koyulunca kendileri icat etmiş bile Reto-Rumenca; İsviçre'nin bazı bölgeleri, Graubünden vetirol ün bazı yerlerinde konuşulan dil. (ç.n.) 35. John W. Cole ve Eric R. Wolf, The Hidden Frontier: Ecology and Ethnicity an Alpine Ua//ey(New York ve Londra, 1974), s
86 olsalar, ırkçılık biçiminde güçlü bir etnik bilince dayanan modem milli hareketlerin sayısı çok azdır. Özetle, bu yüzden, Don Kazaklannın kendilerini kutsal Rusya toprağının oğullan yapan bağı tanımlarken etnik kökeni ya da ortak soyu saymamalarını hayretle karşılamamalıyız. İşin doğrusu, bunu yapmakla akıllıca davranmışlardı, çünkü -özgür köylü savaşçı topluluklarının çoğu gibi- kökenleri son derece karışıktı. İçlerinden pek çoğu Ukraynalı, Tatar, PolonyalI ve Litvanyalı olduğu kadar. Büyük Rus tu. Onlan birleştiren, kan değil inançtı. Öyleyse, etnik kökenin ya da ırk m modem miuiyetçilikle hiçbir ilgisi yok mudur? Belli ki vardır, çünkü vücut yapısındaki gözle görülür farklar görmezden gelinemeyecek kadar çok belirgindir ve bunlardan sık sık, milli ayrımlar değil, biz ve onlar arasındaki aynmlara işaret etmek ya da pekiştirmek amacıyla yararlanılmıştır. Bu tür farklar üzerine yalnızca üç noktaya dikkat çekmek gerekir. Birincisi, bu farklar tarihsel anlamda hem yatay hem dikey ayıncı işlevi görmüş ve modem milliyetçilik çağından önce, herhalde daha yaygın biçimde topluluklardan ziyade toplumsal katmanlan ayırmaya yaramıştır. Tarihte renk ayrımcılığının en yaygın kullanımı, ne yazık ki, aynı toplum içerisinde (ömeğin, Hindistan daki gibi) daha açık renkli insanlara daha yüksek bir toplumsal konum atfeden ayrımdır; bununla birlikte, hem kitlesel göç hem de toplumsal hareketlilik, doğru ırksal sınıflandırmanın, fiziksel görünüm ne olursa olsun, doğru toplumsal konumla el ele yürüyeceği biçimde, dummu iyice çapraşıklaştırmakta, hatta ilişkiyi tersine çevirmektedir. Ömeğin And ülkelerinde, alt orta sınıfa giren Kızılderililer otomatik biçimde yeniden sımflandmlarak, görünüşleri nasıl olursa olsun melez ya da cholos kategorisine girmektedirler.^ 36. Buna karşılık, kişinin toplumsal konumunu -herhalde büyük şehre göç etmiş olduğundan- bilmeyenler onu salt rengine bakarak değerlendirir ve buna bağlı olarak dışlarlar. Buna gösterilen öfke, 1960 lı ve 1970 li yıllarda, üst katmanlara tırmanan taşradaki Cholo ailelerin çocuklannın hızla çoğalan kitle halinde üniversitelere akın ettikleri sırada, öğrencilerin politik radikalleşmelerinin yaygın nedenlerinden birisini oluşturmaktaydı. San Marcos Üniversitesi ndeki Maocu öğrenci liderleriyle ilgili yayımlanmamış incelemesinde bu noktaya dikkat çeken Nicolas Lynch e teşekkür borçluyum. 86
87 87 İkincisi, gözle görülür etnik kökenin, bir insanın kendi grubundan ziyade öteki grubu tanımlamakta kullanıldığını göz önünde bulundurursak, negatif bir içeriği vardır. Dolayısıyla, ırkçı klişelerin ( Yahudi burnu ) bir atasözü işlevi görmesi, sömürgecilerin dünyanın her tarafında siyah sınıfına sokulan insanlar arasındaki renk farklannı pek görememesi ile çekik gözler ve san deri gibi öteki nin ortak özelliği olduğuna inanılan şeylerin karşısında ayrımcı bir toplumsal bakışa dayanan bence hepsi birbirinin aynı iddiasının kaynağı burasıdır. En yüzeysel bir incelemeyle dahi hemen kuşkuya kapılabilecek durumlarda bile, öyle iddia ediliyorsa (kesinlikle her örnekte öyle değildir oysa) bir insanın kendi milliyet inin etnik-ırksal açıdan homojen bir yapıda olduğu tartışmasız doğru sayılmaktadır. Çünkü, hepsinin belirli bir siyah saç tipi gibi belirli fiziksel özellikleri paylaştıklan durumlarda bile, bizim milliyet imizin üyelerinin çok geniş yelpazedeki büyüklük, biçim ve görünümleri kapsadığı biz ce açık görünmektedir. Yalnızca onların gözüyle biz hepimiz birbirimize benzeriz. Üçüncüsü, negatif anlamdaki bu etnik kökenin; belki, gerçekten etnik açıdan hemen hemen ya da bütünüyle homojen yapıda olan bir halktan oluşan, son derece ender rastlanan tarihsel devlet örnekleri arasında yer alan Çin, Kore ve Japonya'daki gibi bir devlet geleneği türünden bir şeyle birleştirilemediği ya da birleştirilmediği sürece, ön-milliyetçilikle hemen hiçbir zaman bir ilişkisi olmamıştır. Bu tür örneklerde etnik köken ile politik sadakat pekâlâ birbiriyle bağlı olabilir. Bildiğim kadanyla 1644 teki yıkılışından beri Ming hanedanının Çin isyanlarında oynadığı özel rol (Ming hanedanının yeniden başa geçirilmesi önemli gizli demeklerin programlannda yer alıyordu ve belki halen de yer almaktadır), kendisinden önceki Moğollar ile kendisinden sonraki Mançu hanedanından farklı olarak, saf Çinli yani Han hanedanından gelmelerine dayanır. Bu nedenle en belirgin etnik farklar dahi, modem milliyetçiliğin doğuşunda oldukça küçük bir rol oynamıştır. Latin Amerika daki 37. Japonya ile iki Kore nin yüzde 99 u homojen yapıdadır ve Çin Halk Cumhuriyeti nin yüzde 94 ü Han etnik grubundan gelmektedir. Bu ülkeler az çok tarihsel sınırlarını korumuşlardır.
88 Kızılderililer, İspanyol fethinden beri, özellikle halkı ırk esasıyla kastlara bölen İspanyol sömürge sisteminin pekişmesi ve kurumsallaşmasıyla, beyazlar ve melezler karşısında köklü bir etnik fark-1 lılık duygusu taşımışlardır/* Bununla beraber, henüz bunun bir milliyetçi harekete dönüştüğü tek bir örnek dahi bilmiyorum. Hatta bunun, kimi indigenista entelektüeller dışında, Kızılderililer arasında pan-kızılderili duygular doğurmasına bile çok ender rastlanmıştır. Yine, Sahra Altı Afrikası nda yaşayanlann açık renk derili fatihler karşısındaki ortak yönü, görece koyu renkte olmalarıdır. Negritud e yalnızca siyah entelektüeller ve elitler arasında değil, aynı zamanda koyu renkli bir insan topluluğunun daha açık renkli insanlarla her karşı karşıya gelişinde fiilen hissedilen bir duygudur. Zencilik, politik bir faktör olabilir, ama yalnızca renk bilinci temelinde, kurucuları pan-afrikacı fikirlerden esinlenen Gana ve Senegal dahil olmak üzere, tek bir Afrika devleti bile doğmamıştır. Renk bilinci, ülke içi tek birlik noktalan yirmi-otuz yıllık sömürge yönetiminden kaynaklanan eski Avrupa sömürgelerinin doğurduğu mevcut Afrika devletlerinin çekimine direnememiştir. 38. Bu konudaki standart çalışma olarak bkz. Magnus Mömer, El mestizaje en la historia de Ibero-America (Meksiko City, 1961); ayrıca bkz. Alejandro Llpschutz, El problema racial en la conguista de Amârica y el mestizaje (Santiago de Chile, 1963), özellikle Bölüm V. Gelgelelim, Leyes de Indias*** sık sık kastlara değinmekle birlikte, kavramlar ile terminoloji değişken ve çelişkili bir görünüm sunmaktadır (Sergio Sagu, Estnıctura soclal de la Colonia, (Buenos Aires, 1952), s * Yerli haklannı savunan, (ç.n.) 39. Bu konuda, bu bölümün çözümlemesini -bkz. s doğrulayan başlıca istisna, hem mitlere hem de onu yeniden kurmayı tasarlayan (yerelleşmiş) hareketlere esin kaynağı olan Penj daki Inka Imparatorluğu nun anılandır. Bkz. bir antoloji çalışması olan, der. Juan M. Ossio A., İdeologla mesianica del mundo and!- no (Lima, 1973) ve Alberto Flores Galindo, Burcando un Inca: Identldad y Uta-, pia en los Andes (Havana, 1986). Gene de Flores in Kızılderili hareketleri ve onlann yandaşlanyla ilgili mükemmel incelemesi şunlan göstermektedir: (a) mistiğe karşı Kızılderili hareketleri özünde toplumsal nitelikliydi; (b) İkinci Dünya Savaşı'na kadar And Kızılderililerinin kendilerinin Peru'da yaşadıklannı bilmiyor olmalan (s. 321) nedeniyle bile olsa, bu hareketlerin milli içeriği yoktu; (c) o dönemin indigenista entelektüelleri Kızılderililer hakkında hemen hiçbir şey bilmiyorlardı (örneğin, s. 292). ** Zencilik, (ç.n.) *** (Isp.) Yeril Yasatan, (ç.n.)
89 89 Bu yüzden elimizde, on yedinci yüzyıl Kazaklannm anladığı bibimdeki kutsal Rusya kriterleri (yani, din ve krallık ya da imparatorluk) kalıyor. Polonya ve İrlanda örneklerinin kanıtladığı gibi, din ile milli bilinç arasındaki bağlar çok sıkı olabilir. Aslında, milliyetçiliğin bir kitlesel güç haline geldiği yerlerde bu ilişki, bir azınlık ideolojisi ve aktivist hareketi aşamasında olduğu yerlerden daha yoğun görünmektedir. Siyonist militanlar Filistin y/s/imv unun kahramanca günlerinde göstere göstere jambon sandviçler yemeye, İsrailli fanatiklerin bugün yapmaya eğilimli oldukları gibi dinsel tören başlıklan giymekten daha yatkınlardı. Günümüzde Arap ülkelerinin milliyetçiliği İslamiyet le o kadar özdeşleşmiştir ki, dost düşman herkes bu durumu, Mısır da ve Suriye nin Türkçe konuşulan bölgelerinde milliyetçiliğe öncülük yapan çeşitli Arap Hıristiyan azınlıklar. Kiptiler, Maruniler ve Yunan Katoliklerle bağdaştırmakta zorlanmaktadır.'" Gerçekten, milliyetçiliğin gün geçtikçe daha fazla dinle özdeşleşmesi, İrlanda hareketinin de karakteristik bir özelliğidir ve üstelik bunda şaşırtıcı olan hiçbir yan yoktur. Din, ortak pratikle komünyon kurmanın eski ve sınanmış bir yöntemi, başka ortak yönü olamayacak insanlar arasında bir tür kardeşlik bağıdır."" Dinin Musevilik gibi bazı biçimleri özellikle belirli insan topluluklarında üyelik işareti olarak tasarlanmıştır. Gene de din, ön-milliyetçilik açısından; daha doğrusu, dini genellikle (en azından daha savaşçı aşamalarında), millet in kendi üyelerinin bağlılığı üzerinde tekel kurmasına meydan okuyabilecek bir güç olarak görüp ona ciddi bir ihtiyatla yaklaşan modem milliyetçilik açısından paradoksal bir çimentodur. Nasıl olursa olsun, hakikaten tek bir kabileye özgü dinler, normal koşullarda modem milliyetlere göre çok küçük bir alanda etkin olmakta ve dışarı açılma çabalarına karşı koymaktadırlar. Öbür yandan, MÖ altıncı yüz 40. George Antonius, The Arab Awakening (Londra, 1938), ağırlıl<la şu çalışmada da destel<lenmel<tedir: IVIaxime Rodinson, Marxisme et monde musulman (Paris, 1972), s 'de Dâveloppement et structure de l arabisme. 41. Fred R. Van der Mehden, Religion and Nationalism in Southeast Asia: Burma, Indonesia, the Philippines (Madison, 1963), çok farl<lı dinlere inanan ülkelerin ele alınışı bakımından oldukça yararlıdır.
90 9 0 yıl ile MS yedinci yüzyıl arasında ortaya çıkmış olan dünya dinleri tanım gereği evrenseldir ve bu yüzden etnik, dilsel, politik ve diğer farklardan uzak durmak gibi bir amaçlan vardır. İmparatorluk dönemindeki İspanyollar ile yerli halklar, bağımsızlıktan beri ParaguaylIlar, Brezilyalılar ve Arjantinliler, Roma nın aynı ölçüde sadık çocuklarıydı ve kendilerini dinleri nedeniyle ayn topluluklar diye göremezlerdi. Ne şans ki evrensel hakikatler genellikle birbirleriyle mücadele içerisindedirler ve bir dinin sınınndaki halklar, Rusların, UkraynalIların ve PolonyalIların Ortodoks, Uniate* ve Roma Katoliği olarak aynlabilmeleri gibi (Hıristiyanlık birbirine rakip evrensel hakikatler doğurmaya en uygun kaynak olduğunu kanıtlamıştır), bazen etnik bir işaret olarak bir başka dini seçebilirler. Herhalde Çin in büyük Konfüçyüs imparatorluğunun karadan, başka dinlere (asıl olarak Budizm e, ayrıca İslamiyet e) bağlı olan ve çok geniş bir yan daire çizen küçük halklarla kuşatılması aynı fenomenin bir parçasıdır. Ancak dikkat çekici başka bir nokta, milletlerüstü dinlerin egemenliği, modem milliyetçiliğin geliştiği ülkelerde, dinsel-etnik kimliğe bazı sınırlar dayatıyordu. Bu sınırlama evrensel değildir ve görüldüğü yerlerde bile genellikle söz konusu halkı bütün komşulanndan değil, yalnızca bir kısmından aymr; örneğin Litvanyalıları, Roma Katolik Kilisesi ne bağlı olmalan nedeniyle Ortodoks Ruslar ile Beyaz Ruslardan ve Lutherci Almanlar ile Letonyalılardan ayınr, ama aynı derecede ateşli Katolikler olan PolonyalIlardan ayırmaz. Avrupa da yalnızca diniyle tanımlanan biricik ömek, tüm komşulan Protestan olan milliyetçi İrlandalIlardır.^" Öyleyse dinsel-etnik kimlik, bulunduğu yerde, tam olarak ne anlama gelir? Açıktır ki bazı ömeklerde, etnik bir din seçilmesinin nedeni, bir halkın kendisini en başından komşu halklar veya devletlerden farklı hissetmesidir. İran, hem Zerdüşt dinine bağlı bir ülke * Papa nın yetkisini kabul etmekle birlikte kendi ayin ve âdetlerini koruyan doğu kiliseleri ve bunlara üye olanlar, (ç.n.) 42. Bununla birlikte, on dokuzuncu yüzyılda ateşli dindarlar ile kayıtsızlar ya da dinsizler arasındaki aynm, milli-dinsel işaretler taknna konusunda ek ihtimalleri gündeme getiriyordu. Bu durum, Katolik kilisesini, Bretonlar, Baskılar ve Flamanlar gibi hareketlere sempati duymaya yöneltmiştir.
91 hem de İslamiyet e geçişinden ya da her halükârda Safavilerden beri bir Şii ülke olarak kendi ilahi yolımu çizmiştir. İrlandalIlar, ancak Reformasyon a yönelen Ingilizleri izlemeyi başaramadıklan, belki de bunu reddettikleri zaman Katoliklik le özdeşleşmeye başladılar ve en iyi topraklanm ele geçiren Protestan göçmenlerin ülkelerinin bir bölümünü toptan sömürgeleştirmesi yüzünden din değiştirmeleri ihtimali ortadan kalktı/^ İngiltere ve İskoçya kiliseleri, Iskoçya kilisesi Ortodoks Kalvinizm i temsil etmekle birlikte, politik temelde tanımlanmıştır. Herhalde o zamana kadar ayn bir dinsel yol tutturmaya fazla eğilimli olmayan Galler halkı da, on dokuzuncu yüzyılın ilk yansında, son zamanlarda derin araştırmalara konu olan bir milli bilincin oluşumunun bir boyutu olarak en massc Protestan mezhebine geçmişti." Öbür yandan, farklı dinlere geçmenin iki farklı milliyet yaratmaya katiada bulunacağı da aynı derecede açıktır, çünkü, ortak bir kültür dilini paylaşan Hırvatlan ve Sırpları birbirinden ayıran kesinlikle Roma Katolikliği (yan ürünü olan Latin alfabesiyle birlikte) ile Ortodoksluk tur (yan ürünü olan Kril alfabesiyle birlikte). Oysa, Amavutlar gibi açıkça ön-mil- II bilince sahip olan ve Galler büyüklüğündeki bir toprak parçasında pek çok dinsel farkla (İslamiyet in çeşitli biçimleri, Ortodoksluk, Roma Katolikliği) böünmüş halklar da vardır. Nihayet, dinsel kimliğin ne kadar güçlü olursa olsun başlı başına milliyetçiliğe benzer bir anlam yüklenip yüklenmediği tartışmalıdır. Çeşitli dinsel topluluklann bazı açılardan özerk ve kendi kendini yöneten birimler olarak üstün bir otoritenin egemenliğinde (Osmanh İmparatorluğu nda olduğu gibi) bir arada yaşadıkları çok-birlikli devlet modeline artık rastlamıyoruz; modem eğilim din ile milliyetçiliği birleştirme yönündedir.' Pakistan ın, pekâlâ Müslümanlann özel duygulan veya ihtiyaçlannı yeterince dikkate almayan, bütün Hin 43. Antrim gibi bir kazada bir avuç toprağa dokunmanın bir adama bu toprağın geldiği yerde oturaniann Katolik mi yoksa Protestan mr olduğunu söyleteceği anlatılır. Topluca, kitle halinde, (ç.n.) 44. Krş. Gwyn Alfred VVilliams, The VVelsh in their History (Londra ve Canberra, 1982); VVhen was VVales? (Londra, 1985). 45. Osmanlı Imparatorluğu ndaki m///ef sistemi üzerine bkz. H.A.R. Gibb ve H.A. Bowen, Islamic Society in the M/esf (Oxford, 1957), Cilt 1, Kısım 2, s
92 distan çapındaki milliyetçi harekete bir tepki sayılabileceği halde, Hint İmparatorluğu ndaki Müslümanlann arasında gelişen bir milli hareketin ürünü olduğu kesinlikle doğru değildir. Aynca, (modem ulus devlet çağında toprak paylaşımı eldeki tek formül olarak göründüğü halde) Müslüman Birliği nin bile son zamanlara kadar ayn bir teritoryal devleti düşündüğü ya da Cinnah ın (Cinnah gerçekten Müslüman bir milliyetçiye benziyordu, çünkü kesinlikle dine bağlı bir mümin değildi) uzlaşmaz tutumu olmasaydı ayrı devlet kurmakta ısrar edip etmeyeceği de açık değildir. Ama sıradan Müslümanlann çok büyük kısmının milli düzey yerine komünal düzeyde düşündükleri, milletlerin kendi kaderini tayin etmesi kavramının Allah a ve O nun Peygamberi ne inanmakla bağdaştmlmasım anlamayacakları kesindir. Kuşku yok ki PakistanlIlar şimdi kendilerini (Bangladeşliler gibi) değişik dönemlerde ayn devletlerde yaşamış olan ayn bir (Müslüman) milletinin üyeleri olarak görmektedirler. Kuşkusuz Bosnalı ve Çinli Müslümanlar da, hükümetleri onlara ayn bir milliyet gibi davrandığından, eninde sonunda kendilerini bir milliyet sayacaklardır. Gelgelelim, pek çok milli olgu gibi bunlar da ex post facto bir gelişme olmuştur ya da olacaktır. Gerçekten, İslamiyet in diğer dinlerle smır olduğu çok geniş bir alanda, Müslümanlann İslamiyet le dinsel özdeşleşmelerinin gücü oramnda İran dışında, net bir biçimde İslamiyet damgası taşıyan ön-milli ya da milli hareketlere ya hiç rastlanmaz ya da çok az rastlanır. Bugün bu tür hareketlerin İsrail e karşı olarak ya da Orta Asya cumhuriyetlerinde gelişebilmesi başka bir konudur. Kısacası, din ile ön-milli veya milli kimlik arasmdaki ilişkiler, karmaşıklığını ve aşın derecede anlaşılmaz içeriğini korumaktadır. Bu ilişkiler basit genellemelere kesinlikle uygun düşmezler. Öbür yandan, Gelhıer ın işaret ettiği gibi, bir halkın genellikle dünya dinlerinden birine geçerek daha geniş kültürlerle, özellikle yazıh kültürlerle bağ kurması, bir etnik grubun daha sonra millete dönüşmekte ve buna uygun bir yapı kurmakta yardımına başvura * Sonradan ortaya çıkan, (ç.n.) 46. Geliner, Nations and Nationalism (Oxford, 1983). 92
93 bileceği avantajlar kazanmasına olanak tanır. Geliner ın ikna edici siizlerle savunduğu üzere, daha geniş kültürlerle bu şekilde bağ kutun Afrikalı gruplar milliyetçiliği geliştirmek açısından başkalanna Höre daha iyi bir konumda bulunur. Bunun örneği, hem Hıristiyan Amharalılann hem de Müslüman Somalililerin, her ikisi de ehl-i kitap tan (gerçi Geliner a göre bunlar rakip ve değişik kitaplardı) olduklan için, devlet halkı haline gelmeye aday olduğu Afrika Uumu ydu. Hıristiyanlığın kollanndan birine geçmenin modem kitle milliyetçiliğine benzeyen ve Sahra Altı Afrikası ndaki diğer ick politik fenomen olan 1967 Biafra ayrılığı ile Güney Afrika Milli Kongresi üzerinde ne kadar etkili olduğu bilinmese bile, bu yaklaşım akla uygun görünmektedir. Din ön-milliyetin zorunlu bir işareti değilse bile (gerçi hem Katolik Polonya nın hem de Müslüman Türklerle Tatarların baskısını hisseden on yedinci yüzyıl Ruslan açısından öyleydi) kutsal ikonlar modem milliyetçiliğin olduğu kadar ön-milliyetin de önemli bir parçasını oluşturur. Kutsal ikonlar, aslında hayali olan bir cemaate elle tutulur bir gerçeklik sunan sembolleri, ritüelleri ya da ortak kolektif pratikleri temsil eder. Bunlar, paylaşılan imgeler (ikonlar gihi) ya da Müslümanlann her gün beş vakit kıldıklan namaz gibi pratikler, hatta Müslümanlann Allahüekber'i, Yahudilerin Shema Yisroel i gibi ibadet sözcükleri olabildiği kadar, Meksika daki Guadalope Bakiresi ya da Katalonya daki Montserrat Bakiresi türünde bir millet oluşturacak büyüklükte toprak parçalarıyla özdeşleşen bir ad takılmış imgeler de olabilir. Kutsal ikonlar. Yunanlıların olimpiyatlan gibi, dağınık gruplan bir araya getiren yanşmalar ya (la periyodik festivaller ile Katalan Jocs Florals, Galler deki Eisteddfodau* gibi daha yeni milliyetçi buluşlar olabilir. Kutsal ikonlann öneminin bir kanıtı, basit renkli kumaş parçalannın -yani, bayraklann- evrensel düzeyde modem milletlerin sembolü olarak kullanılması ve bunlann son derece değer verilen ritüel tekrarlar ya ila tapınma eylemlerini çağnştırmasıdır. Bununla birlikte, din ömeğindeki gibi, kutsal ikonlar da biçimi ve niteliği nasıl olursa olsun bir ön-milletin sembolü işlevi gö Galler de edebiyatçılarla saz şairleri için her yıl düzenlenen yanşma. (ç.n.) 93
94 remeyecek kadar fazla geniş ya da fazla dar olabilir. Bakire Mer«yem i Katolik dünyasının sınırlı bir kesimine hapsetmek zordur; bir ön-milli sembol haline gelen her yöresel Bakire ye karşılık, sinirli topluluklann azizeleri olarak kalan onlarca ya da yüzlerce ömel^ vardır, aksi takdirde bizim amacımız açısından hiçbir işe yaramaz/- dı. Ön-milli açıdan en tatmin edici ikonlar, açık ki, özellikle, öme» ğin ön-millet aşamasında bir devletle, egemenlik alanı gelecekteki bir milletin sınırlarına denk düşen ilahi ya da ilahi güçle donatılmış bir kral veya imparatorla ilişkilendirilen ikonlardır. Konumlan gereği (ex offıcio) kiliselerinin başı olan egemenler (Rusya daki gibi) doğallıkla bu çağnşıma dayanıyorlardı, ama İngiltere ve Fransa nın yüce krallıklan da ikonların potansiyel gücünü kilise ile devletin ayn olduğu yerlerde bile kanıtlarlar." Millet oluşturma olanağım bağrında taşıyan sınırlı sayıda teokrasi bulunduğundan, salt ilahi otoritenin ne kadar yeterli olduğunu değerlendirmek zordur. Bu soru, Moğolların ve Tibetlilerin ya da Batı ya daha yakın olan ortaçağ Ermenilerinin tarihini araştıran uzmanlara bırakılmalıdır. Neo- Gelflerin* İtalya da papalık etrafında bir İtalyan milliyetçiliği inşı etmeyi denedikleri zaman anladıklan gibi, on dokuzuncu yüzyıl Avrupası nda ilahi otorite kesinlikle yeterli değildi. Papalık de fac* to bir İtalyan kurumu, 1860 tan önce ise bütün İtalya yı kucaklayan bincik kurum olduğu halde Neo-Gelfler başanlı olamamışlardı. Bununla birlikte. Kutsal Kilise nin, bilhassa Papa IX. Pius döneminde, kendisini -bırakın milliyetçi bir kuruluşa- yerelleşmiş bir milli kuruluşa dönüştürmesi beklenemezdi. On dokuzuncu yüzyılda papalık bayrağı altında birleşmiş bir İtalya nın neye benzeyeceği, üzerinde spekülasyon yürütmeye bile değmeyen bir konudur. Böylece ön-milliyetçiliğin son ve neredeyse kesinlikle en belirleyici olan kriterine, yani aidiyet ya da kalıcı bir politik birime aidiyet bilincine geliyoruz.** Bilinen en kuvvetli ön-milli çimento, 47. Bu konunun klasik ele alınışı hâlâ şu çalışmadır; Marc Bloch, Les Rois th» umaturges {Pans, 1924). * Ortaçağda papa yanlısı olup imparatora karşı çıkan bir Italyan politik grubunun üyeleri, (ç.n.) 48. Gene de bu bilincin bütün insan gruplannı aynı şekilde etkilediği ya da mo> dem millef in topraklan gibi bir şeyi kapsadığı veya modem milliyeti içerdiği düşünülmemelidir. Sanınm Bizans mirasına dayanan popüler Grek bilinci Roma lm> 94
95 kuşku yok ki, (özellikle daha sonraki millet in çerçevesini oluşturan devlet, Büyük Ruslar, İngilizler ya da Kastilyalılar gibi özel bir Staatsvolk yani devlet-halkla birlikte anıhyorduysa) on dokuzuncu yüzyıl jargonuyla tarihsel bir millet olacaktır. Gene de bu noktatla milli tarihselliğin doğrudan ve dolaylı etkileri arasında açık bir aynm yapılması gerekmektedir. Çünkü çoğu örnekte, aslında daha sonraki millet-halkm sözcük (lağannı formüle eden politik millet, bir devlette yaşayanlann kü- V ük bir kesiminden, yani ayrıcalıklı elit kesim, soyluluk ile geniry'den ibarettir. Fransız soylulan Haçlı Seferleri ni gesta Dei per francos" olarak tanımladıklan zaman, haçın zaferini, Fransa da yaşayanlann büyük kısmıyla, hatta (yalnızca kendilerini Franklann torunları olarak görenlerin çoğunun, hükmettikleri halkı Franklann fethettikleri insanlann torunlan sayacaklarından dolayı bile olsa) şimdiki Fransa nın on birinci yüzyılın sonunda bu ismi taşıyan küçük bir parçasıyla ilişkilendirme niyeti bile taşımıyorlardı. (Okul kitaplannda Fransızlann atalannın Franklar değil Galyalılar olduğunda ısrar eden cumhuriyetin demokratik amaçlan uğruna bu görüş tersyüz edilmiş ve devrim sonrasının Kont Gobineau gibi gericileri tarafından gerici ve öjenik amaçlarla onaylanmıştı.) Soyluluğun milliyetçiliği ; üç unsur olan natio, politik fidelitas ve communitas, başka bir deyişle milliyet, politik sadakat ve politik topluluk kategorileri... sosyo-politik bilinçte ve toplum içerisindeki bir grubun (einer gesellschaftlichen Gruppe) duygulannda birleştiği * ölçüde kesinlikle ön-milli olarak değerlendirilebilir. Macar veya Polonya milleti fikrinin St. Stephen ya da Polonya Birliği nin hükümranlığındaki topraklarda yaşayanlann büyük bir bölümünün modem milli tanımlar uyannca Macar ya da PolonyalI olmamasıyla en ufak bir güçlükle karşılaşmadan uyuşabildiği Polonya ve Macaristan gibi ülkelerde, daha sonraki milliyetçiliklerin doğrudan atası kesinlikle budur. Çünkü Macar ve Polonyalı olan plebler olmayan pleblerden daha değerli değildi. Bunlann tamamı, paratorluğu nun (romaiosyn^ bir parçası olmayı da içine alıyordu. Soyluluğun altındaki orta sınıf, aydın tabaka, (ç.n.) (Lat.) Tann nın Franklar aracılığı ile başardığı işler, (ç.n.) 49. Jenö Szücs, Nation und Geschichte (Budapeşte, 1981), s
96 doğası gereği politik millet sahasının dışında kalıyorlardı. Ve ne olursa olsun, bu millet modem milliyetle karıştırılmamalıdır. " Açıkçası, politik millet kavramı ve sözcük dağarı sonuçta, > milliyetçiliğin hemen hemen kesinlikle geçmişe dönük bir bakışla savunduğundan çok daha sonra gündeme gelmekle birlikte, bir ülkede yaşayanlar kitlesinin oluşturduğu varsayılan bir millete genişletilebilirdi. Dahası, ikisi arasındaki bağlar hemen hemen kesinlikle dolaylıydı, çünkü bir krallıktaki sıradan insanlann kendilerini üstün egemen, kral ya da çar aracılığıyla ülkeyle ve halka özdeşleştirebilmeleri için yeterince kanıt varken (Jeanne d Arc ın yaptığı gibi) köylülerin, kaçınılmaz olarak huzursuzluklarının başlıca hedefini temsil eden lordlar topluluğunun oluşturduğu bir ülke yle özdeşleşmeleri pek mümkün değildir. Köylüler belirli bir lorda bağlı ve sadık kalsalar bile, bu bağlılık ne gentry tabakasının kalanının çıkarlarıyla özdeşleşmeyi ne de lordun topraklanndan daha geniş bir ülkeye bağlı olmayı içerecektir. Gerçekten, millet-öncesi çağda, on beşinci ve on altıncı yüzyıl Avrupası ndaki gibi, bugün yabancı işgalcilere karşı özerk bir halkın milli savunma hareketi sınıfına sokacağımız bir durumla karşılaştığımızda, böyle bir hareketin ideolojisi milli değil, toplumsal ve dinsel bir içerik taşıyacaktır. Köylüler, bellatores yani savaşçılar olarak görevleri Türklere karşı onlan savunmak olan soylulann kendilerine ihanet ettiğini ileri sürmüş görünmektedirler. Sakın işgalcilerle gizli bir anlaşma yapmış olmasınlardı? Böylece, dinsizliğe karşı gerçek imanı bir Haçlı seferiyle savunmak sıradan insanlara kalmıştı. Bu tür hareketler belirli koşullarda, Hussçu Bohemya da -ilk Hussçu ideoloji Çek milli nitelikte değildi- ya da Hıris- 50. Soyluluk, sistemli iletişimini -bunu yapacak biricik sınıftı- İdari bölgeleriyle ve Hırvat politik milleti gibi sorunlan tartışıp kararlar aldıklan Zümreler Dlyeti nde sürdürüyordu. Bu, milliyet siz,... yani milli bilinci olmayan bir milletti... çünkü soyluluk kendisini Hırvat etnik topluluğun diğer üyeleriyle, köylüler ve kasabalılarla özdeşleştiremlyordu. Feodal yurtsever anayurdu nu seviyordu, ama anayurdu, kendisi gibi soylu olanların malikâneleri ve mülkleri ile onun krallık ıyla sınırlıydı. Feodal yurtsever in gözünde, kendisinin de bir üyesi olduğu politik millet' eski devletin topraklan ve gelenekleri demekti. Mirjana Gross, On the integration of the Croatian nation: a case study in nation-bullding, East European Ouarterly, XV, 2 Haziran 1981, s Szüsc, Nation und Geschichte, s
97 liyan devletlerin askeri sınırianndaki silahlı ve görece serbest olan köylüler arasında olduğu gibi, daha geniş kapsamlı, halka dayalı bir milli yurtseverliğin temelini yaratabilir. Daha önce gördüğümüz lizere. Kazaklar buna bir örnektir. Gelgelelim, devlet geleneğinin sağlam ve kalıcı bir çerçeve sunmadığı yerlerde, tabandan gelişen lıalk yurtseverliği genellikle doğrusal biçimde modem milli yurtseveriiğe doğru gelişen bir şey olarak görülemez.^ Eski rejim devletleri de tebadan böyle bir hareket beklemiyordu zaten. Böylesi rejimlerde tebanm görevi, askeri yükümlülükleri olanlar dışında, sadakat ya da hırs değil, kulluk ve sükûnetti. Büyük Friedrich, kendisine sadık olan Berlinlilerin, başkenti işgal etmek üzere olan Rusları yenilgiye uğratmak için yardım etme önerilerini, savaşların sivillerin değil, askerlerin işi olduğu gerekçesiyle kızgınlıkla reddetmişti. Ve hepimiz, İmparator II. Francis in kendisine bağlı Tirollülerin yürüttüğü gerilla savaşına tepkisini hatırlarız: Bugün onlar benden yana yurtseverler, ama yarın bana karşı yurtseverler haline gelebilirler. Gene de günümüzdeki ya da geçmişteki tarihsel (veya gerçek) bir devletin üyesi olmak, şu ya da bu şekilde, sıradan insanların bilincinde doğrudan ön-milliyetçilik (veya belki de, Tudor İngilteresi nde olduğu gibi, modem yurtseverliğe yakın bir şey) yaratabilir (Shakespeare in İngiliz tarihiyle ilgili propagandist oyunlarına bu sıfatı yakıştırmayı reddetmek bilgiçlik taslamak olur; ama elbette o dönemde seyircilerin bizimle aynı yommu yaptıklarını düşünmeye hakkımız yok). On dokuzuncu yüzyıl öncesi Sırpların ön-milli duygulannı yadsımak mümkün değildir ve bunun nedeni, Sırplann komşu topraklardaki Katolikler ile Müslümanlar karşısında Ortodoks olmaları değil (bu nitelik onlan Bulgarlardan ayırmazdı), Türklerin bozguna uğrattığı eski krallığın anılarının şarkılarda ve kahramanlık hikâyelerinde, belki daha doğmsu, Sırp krallarının çoğunu takdis etmiş olan Sırp kilisesinin günlük ayin kitaplarında korunmasıydı. Rusya da bir çann bulunması, Ruslann kendilerini millete benzeyen bir şey olarak görmelerine yardımcı oluyordu kuşkusuz. Bir devlet geleneğinin, amacı milleti teritoryal bir devlet 52. Ag.y., s
98 olarak yerleştirmek olan modem milliyetçiliğin gözündeki potansiyel popüler cazibesi herkesçe bilinmektedir. Bu tür hareketlerin bazdan, bundan dolayı, sonuncu önemli krallıkları MÖ birinci yüzyılda kalan Ermeniler ya da milliyetçileri kendilerini (inanılmayacak biçimde) soylu Hırvat politik milleti nin mirasçılan sayan Hırvat- 1ar örneğindeki gibi, geçmişteki uygun (ve etkileyici) bir ulus devlet arayışı içinde halklarının gerçek belleğini çok gerilere götürmeye sürüklenmişlerdir. Her zamanki gibi, on dokuzuncu yüzyıl milli propagandasının içeriği, sıradan insanların milli davaya bağlanmadan önce fiilen ne düşündükleri konusunda güvenilir bir kılavuz değildir. Bu, elbette, milliyetçiliğin üzerinde inşa edileceği önmilli kimliğin Ermeniler arasında ya da (herhalde açıkça daha dar kapsamda olmakla birlikte) on dokuzuncu yüzyıldan önce Hırvat köylülerde var olduğunu yadsımak anlamına gelmez. Oysa, ön-milliyetçilikle sürekliliğin bulunduğu ya da öyle göründüğü örneklerde bile bağlantı pekâlâ yapay olabilir. Yahudi önmilliyetçiliği ile modem Siyonizm arasında hiçbir tarihsel süreklilik yoktur. Kutsal Tirol toprağındaki Alman sakinler, bizim yüzyılımızda Alman milliyetçilerin bir alt türü, hatta Adolf Hitler in coşkulu taraftarlan haline geldiler. Ama konuyla ilgili yazında mükemmel biçimde çözümlenmiş olan bu sürecin, pancermen milliyetçiler aksini düşünseler bile, (etnik ve dilsel bakımdan Alman olan) hancı Andreas Hofer önderliğinde gerçekleştirilen 1809 Tirol halk ayaklanmasıyla özsel bir bağı yoktur. '*Hatta bazen, ikisi aynı anda ve iç içe geçmiş bir halde var olsa bile, ön-milliyetçilik ilfl milliyetçiliğin hiç çakışmadığını görürüz. On dokuzuncu yüzyıl başında Yunan milliyetçiliğinin okuryazar savunucuları ile örgütleyi* çileri tartışma götürmez biçimde, ülke dışındaki eğitimli, yani klasik eğitim almış Yunanistan hayranlannın da coşkusunu uyandıran antik Helen in şanlı geçmiş düşüncesinden esinlenmişlerdir. Ve on* 1ar tarafından ve onlar için geliştirilen milli yazı dili olan Kathare* vousa, Themistocles ile Pericles in tomniannın dilini, onu bozmu} 53. Buna yeterince yer ayırmaması, 1. Banac ın aslında mükemmel olan argü«manında Hırvatlarla İlgili yönü zayıflatmaktadır. 54. Cole ve Wolf, The Hidden Frontier, s. 53,
99 olan iki bin yıllık kölelikten kurtanp gerçek kaynağına götürmeye Valışan ağdalı bir neo-klasik dildi ve halen de öyledir. Gene de yeni bir bağımsız ulus devletin oluşumu uğruna silaha sanlan gerçek Yunanlılar, İtalyanlann Latince konuşmasından daha fazla eski Yunanca konuşmuyorlardı. Yazıp kullandıkları dil çağdaş Yunanlaydı. Pericles, Aeschylus, Euripides ve antik İsparta ile Atina devletlerinin zaferleri onlar için, bir anlam ifade ediyorsa bile, çok az ^ey anlatıyordu; bunları duydukları zaman kendi devirleriyle bir ilinti kurmuyorlardı. Paradoksal bir durum olarak, Yunanistan dan (,ok Roma yanlışıydılar (romaiosyne); şöyle ki, kendilerini Hıristiyanlaşmış Roma İmparatorluğu nun (yani, Bizans ın) mirasçıları görüyorlar; Müslüman kâfirlere karşı Hıristiyanlar, Türk köpeklere karşı Romalılar olarak savaşıyorlardı. Bununla beraber, yalnızca şimdi aktardığımız Yunan örneğine hakarak bile, ön-milliyetçiliğin, görüldüğü yerlerde, ikisi arasındaki farklılıklar ne kadar büyük olursa olsun, ön-milli topluluğun mevcut sembolleri ile duygulan modem bir davanın ya da modem bir devletin peşinden seferber edilebildiği sürece, milliyetçiliğin İ!jini kolaylaştırdığı açıkça ortadadır. Ancak bununla, ikisinin aynı ^cy olduğunu, hatta mantık açısından veya kaçınılmaz olarak birinin öbürüne zemin hazırladığını söylüyor değiliz. Çünkü tek başına ön-milliyetçiliğin, bırakın devletleri, milliyetleri ve milletleri oluşturmaya bile yetmediğini herkes görmektedir. Devletli ya da devletsiz milli hareketlerin sayısı, günümüzün potansiyel millet olma kriterleriyle bu tür hareketleri oluşturabilecek insan gmplannın sayısından açıkça çok daha az; ön-milli bağlardan ayırt edilmesi çok güç olacak bir şekilde birbirine ait olma duygusu taşıyan toplulukların sayısından ise kesinlikle daha azdır. Üstelik, (1.800 nüfuslu Falkland Adalan nın, diğer adıyla Malvinas ın kendi kaderini tayin etmesi sorununu bir kenara bıraksak bile) bajsimsiz bir Sahra milleti uğmna savaşan kişilik ya da Kıbrıs ın Türk kesimi adına fiilen bağımsızlık ilan eden yaklaşık kişilik halkların ciddi biçimde bağımsız devlet olma iddi- Hİanyla ortaya çıkmalanna karşın bu böyledir. Günümüzde milliyetçiliğin görünüşte evrensel çaplı bir ideolojik egemenliği bulun- 99
100 dudunun bir tür göz yanılması olduğunda Geliner a katılmak gerekmekledir. Bazı potansiyel milli gruplann bu statüyü iddia ettiği ve benzer iddialarla ortaya çıkan (gariptir ki pek çoğu da böyle bir iddiada bulunmaz) diğerlerini dışladığı bir dünyadan başka bir milletler dünyası var olamaz. Ön-milliyetçilik yeterli olsaydı, şimdiye kadar Mapuche ya da Aymara halklannda ciddi bir milli hareket görülürdü. Eğer bu tür hareketler yarın kendini gösterirse, bunun nedeni başka faktörlerin araya girmesi olur. İkincisi, ciddi olarak devlet özlemi duyan milli hareketler için bir ön-milli temel istenilir, belki de temel bir önem taşırken (gene de bir devlet yaratmak için başlı başına yeterli değildir), bir devletin kurulmasından sonra milli yurtseverliğin ve sadakatin şekillenmesi açısından ön-milli temelin vazgeçilmez bir önemi yoktur. Sık sık gözlemlendiği üzere, milletler, devletin temelini oluşturmaktan daha çok, bir devletin kurulmasının sonucu olarak ortaya çıkarlar. Bütün özgül milli karakteristik özellilderi ve millet olma kriterleri on sekizinci yüzyılın sonundan itibaren yerleşiklik kazanan, aslında belirli bir devletin ve ülkenin kuruluşundan önce var olamayacak olan ulus devletlerin açık örnekleri Amerika Birleşik Devletleri ile Avustralya dır. Ancak bir devletin kurulmasının kendi başına bir millet yaratmaya yetmediğini de kendimize hatırlatmamıza gerek yoktur. Son olarak ve her zaman yapıldığı gibi bir uyanda bulunmak yerinde olacaktır. Görece kendini en az ifade edebilen insanlann zihinlerinde geçmişte neler olup bittiği, hatta bugün neler döndüğü konusunda, bu insanlann sadık kaldıklarını iddia ettikleri milliyetler ile ulus devletlere karşı düşünce ve duygulan üzerine kesin konuşamayacak kadar az şey biliyoruz. Ön-milli kimlik ile daha sonraki milli ya da resmi yurtseverlik arasındaki gerçek ilişkiler bu nedenle genellikle karanlıkta kalmaktadır. Nelson un Trafalgar Savaşı ndan hemen önce donanmasına, İngiltere nin herkesten görevini yapmasını beklediğini söylediği zaman neyi kastettiğini biliyor, ama o gün Nelson un denizcilerinin (bazılanna yurtsever denebileceğini düşünmek yanlış olmasa bile) akıllanndan neler geçtiğini bilmiyoruz. Milli partiler ile hareketlerin onlara arka çıkan millet 100
101 (İyelerinin desteğini nasıl yorumladığını biliyor, ama müşterilerin, milli politika satıcılarının bir paket olarak kendilerine sunduğu çok (^eşitli mallan satın aldıktan sonra neler düşündüklerini bilmiyoruz. Yer yer millet üyelerinin istemedikleri şeyin ne olduğu konusunda -örneğin, İrlanda halkının Kelt dilinin genel kullanımını talep etmediği gibi- açık bir fikir yürütebiliriz, ama bu tür sessiz referandumlar yapmak pek mümkün değildir. Sürekli olarak, insanlara görmedikleri bir ders ve girmedikleri bir sınava göre not verme riskiyle karşı karşıyayız. Örneğin, oldukça akla uygun göründüğü ve milliyetçilerle milli hükümetler doğallıkla buna yatkın oldukları için, bir yurtseverlik kanıtı olarak vatan uğruna ölme arzusunu düşünün. Milli çağnlara herhalde daha açık olan II. Wilhelm ile Hitler in askerlerinin, muhtemelen pek motive olmayan ve prensleri tarafından paralı asker olarak kiralanan on sekizinci yüzyıl Hessenlilerinden* daha cesurca dövüştüklerini görmeyi bekleriz. Peki gerçekte böyle mi olmuştur? Diyelim, henüz milli yurtseverler diye değerlendirilemeyecek olan Birinci Dünya Savaşı ndaki Türklerden ya da çok açık biçimde ne İngiliz ne de Nepal milliyetçiliğinin harekete geçirdiği Gurkalardan daha iyi mi savaşmışlardı? Yanıt almak ya da araştırma tezi hazırlamaya teşvik etmek amacıyla değil de, özellikle modem milliyetçiliğin tartışma götürmez derecede kitlesel bir politik güç haline gelmesinden önceki dönemde sıradan insanların milli bilincinin etrafını kuşatan sisin yoğunluğunu göstermek amacıyla böyle oldukça absürd sorular formüle ediyorum. Batı Avrupa da bile çoğu millet açısından bu aşamaya on dokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar geçilmemişti. O yıllarda, ileride göreceğimiz gibi içeriğinin değilse bile en azından seçimin ne olduğu açıklığa kavuşmaktaydı. * Amerikan İç Savaşı sırasında Ingiliz hül<ümetinin kullandığı Hessenli paralı askerlere atıf yapılıyor, (ç.n.) 101
102 102 III Hükümetlerin Perspektifi Şimdi gözlerimizi tabandan, Fransız Devrimi nden sonra devletleri ve toplumlan yönetenlerin millet ve milliyet sorunları üzerine kafa yorduklan yüksek doruklara çevirelim. Pek çok açıdan on altıncı-on yedinci yüzyıllardaki büyüyen Avrupa prensliklerinin öncelediği ama sistemli olarak Fransız devrimleri çağında şekillenen karakteristik modem devlet, çoğu açıdan yeni bir olguydu. Modem devlet, yönettiği insanlann hepsini kucaklayan (tercihan sürekli ve bölünmemiş) bir toprak parçası olarak tanımlanıyor, kendisi gibi diğer toprak parçalanndan belirgin sınır çizgileriyle aynhyordu. Modem devletin politik düzlemde kendi halkı üzerinde, ara yöneticiler ve özerk kumluşlar sistemine gerek duymayan, doğrudan bir egemenliği ve yönetimi söz konusuydu ve
103 eğer mümkünse, topraklannda yaşayan herkese aynı kurumsal ve idari düzenlemeleri (ama Devrim Çağı ndan sonra artık geçmişin dinsel veya laik-ideolojik düzenlemeleri söz konusu değildi) dayatmanın yollarını anyordu. Modem devlet gün geçtikçe kendi tabasının yani yurttaşlannın düşüncelerini dikkate almak zorunluluğuyla yüz yüze geliyordu, çünkü yeni politik düzenlemelerde devlet yurttaşlanna bir söz hakkı (genellikle çeşitli türde seçilmiş temsilciler aracılığıyla kullanılan bir hak) tanımakta ve/veya başka yollarla, yani vergi mükellefleri ya da potansiyel askerler olarak onların pratik onayı veya faaliyetlerine ihtiyaç duymaktaydı. Kısacası devlet, teritoryal olarak tanımlanan bir halk ı yönetiyor ve bunu kendi topraklan üzerinde en yüce milli yönetim organı olarak (ve temsilcilerini giderek en ufak köydeki en mütevazı fertlere kadar yayarak) sürdürüyordu. Bu müdahaleler on dokuzuncu yüzyıl boyunca modem devletlerde o kadar genel ve rutin bir hal almıştı ki, hiçbir ferdinin ulus devletle ve onun temsilcileriyle (postacı, polis ya da jandarma ve nihayet okul öğretmeni, devlet demiryollarında çalışan insanlar; kışlalara ve çok daha geniş bir alana yayılan askeri birlikleri saymıyomz bile) düzenli ilişki kurmasını istemeyen bir aile, kimsenin uğramadığı bir yerde yaşamak zoranda kalırdı. Devlet, düzenli periyodik nüfus sayımlan (on dokuzuncu yüzyıl ortasına kadar genelleşmemişti), kâğıt üzerinde zomniu olan ilköğretim ve uygulanabildiği yerlerde askere alma aracılığıyla tebasınm ve yurttaşlannın tek tek sicilini tutuyordu. Bürokratik kummlara ve yeterli sayıda polise sahip devletlerde tek tek belgeleme ve sicil tutma sistemi, herkesi, özellikle bir yerden başka bir yere taşınıyorsa, egemenhk ve yönetim aygıtıyla daha da doğrudan ilişkiye geçiriyordu. İnsan hayatı için önemli ayinlerin dinsel cemaatlerce düzenlemesine sivil bir altematif sunan devletlerde -çoğu devlette böyleydi- yurttaşlar devletin temsilcileriyle bu duygu yüklü gösterilerde karşılaşabilirlerdi ve her zaman için nüfus sayımlanm tamamlayan doğum, evlilik ve ölüm kayıtlanm tutan aygıt tarafından takip edilirlerdi. Hükümet ile uymk ya da yurttaş, kaçınılmaz olarak, daha önce rastlanmayan gündelik bağlarla birbirleriyle bağlıydı. Ve on dokuzuncu 103
104 104 yüzyıl dahi, tipik örnekleri demiryolu ve telgrafta görülen ulaşım ve iletişim devrimleri, merkezi otorite ile onun en uzak kontrol noktalan arasındaki bağlan sıkılaştınp rutinleştirmekteydi. Bu değişiklik, devletler ile yönetici sınıflar açısından, merkezi hükümet ile yerel elitler arasındaki değişken ilişkiyi (federalizmin tipik olmaktan çıktığı ve giderek daha ender görüldüğü Avrupa da durmadan milli merkez lehine değişiyordu bu ilişki) bir kenara bıraksak bile, iki tür ciddi politik problem çıkarmaktaydı.' Birincisi, her yetişkin (erkek) yurttaşın, hatta yönetime bağlı olan herkesin -cinsiyeti ve yaşı ne olursa olsun- devlet yönetimiyle doğrudan bağlı olduğu yeni yönetim biçimini uygulamaya geçirmenin en iyi yoluyla ilgili teknik-idari sorunlar doğurmaktaydı. Bu sorunlar bizi burada yalnızca, çok çeşitli temsili kurumlardan oluşan ve doğallıkla, evrensel okuryazarlık özleminin politik açıdan hassas hale getirebileceği devlet içindeki yazılı, hatta sözlü iletişim dili ve dilleri sorununu gündeme getiren bir yönetim ve temsilcileri aygıtının kurulmasını içerdiği kadanyla ilgilendirmektedir. Bu devlet temsilcilerinin yüzdesi bizim standartlanmıza göre mütevazı kalırken (1910 dolaylannda olsa olsa çalışan milli nüfusun 20'de l'iydi), bazen oldukça hızlı biçimde artıyor ve çahşanlann önemli bir kesimini temsil ediyordu: Yalnızca birkaç ömek aktanrsak, Cisleithanian* Avusturyası nda yaklaşık (1910), Fransa da yanm milyonun üzerinde (1906), Almanya da yaklaşık 1.5 milyon (1907), İtalya da (1907).^ Geçerken belirtelim ki, söz konusu ülkelerde devlet herhalde çahşanlann okuryazar olması gerektiren en büyük organı oluşturmaktaydı. İkincisi, bu değişiklik devlete ve egemen sisteme sadık ve onun 1. Ayrı bir İrlanda parlamentosunun feshedilmesi, Polonya Kongresi nin özerkliğinin geri alınması, eski Federal Almanya ya baskın bir üyenin (Prusya) ve ülke çapındaki tek bir pariamentonun egemen olması, İtalya nın merkezi bir devlete dönüşmesi, Ispanya'da yerel çıkariardan bağımsız tek bir milli polis gücünün ku* rulmeısı, bu eğilimin çeşitli ömekleridir. Merkezi hükümetler, Britanya da olduğtf gibi, merkezi denetimle yerel inisiyatife oldukça geniş bir alan bırakabilirier, ancak Avrupa da 1914 ten önceki tek federal yönetim İsviçre ydi. * Avusturya-Macaristan Imparatoriuğu nun Avusturya da kalan bölümü, (ç.n.) 2. Peter Flora, State, Economy and Society in VVestem Europe , Cilt 1, Bölüm 5 (Frankfurt, Londra ve Chicago, 1983).
105 la özdeş olan yurttaşla ilgili olarak politik açıdan çok daha hassas sorunlar doğurmaktaydı. Yurttaş ile laikleşmiş milli yöneticilerin birbirleriyle doğrudan karşı karşıya gelmelerinden önceki günlerde, sıradan erkek -sıradan kadının adını bile anmıyoruz- için devlete sadakat ve onunla özdeşleşme ya gerekli değildi ya da Devrim Çağı nın parçaladığı veya gözden düşürdüğü bütün o özerk ya da ara kertelerde gerçekleşiyordu: Yani dinsel ve toplumsal hiyerarşi ( Tann beyleri ve akrabalarını korusun/ve bizi uygun mevkimizde tutsun ), hatta monarşinin erdemi ve adaleti temsil etmesine dokunmayarak uyruklar ile imparator ya da kral arasında bir paravan gibi duran kendi kendini yöneten topluluklar ve kurumlar ya da nihai egemenin astı olan özerk otoriteler aracılığıyla. Çocuklar nasıl anne babalarına sadakat gösteriyorsa, kadınlar da onların namına hareket eden erkeklerine sadık kalıyordu. Öbür yandan, ifadesini 1830 Fransız ve Belçika devrimlerinin rejimlerinde ve Britanya da 1832 den sonraki Reform Çağı nda bulan klasik liberalizm, politik haklan mülk sahibi ve eğitimli erkeklerle sınırlayarak yurttaşların politika yapması sorununda yan çizmekteydi. Gene de on dokuzuncu yüzyılın son üçte birinde, demokratikleşmeden, hatta politikanın gittikçe sınırsız bir içerik kazanan seçimlere dayanmasından kaçınılamayacağı gün geçtikçe daha açık hale geliyordu. En azından 1880 lerden itibaren, sıradan erkeğe bir yurttaş olarak politikaya kâğıt üzerinde bile olsa katılma şansının verildiği her yerde (çok ender istisnalarla sıradan kadın hâlâ dışlanıyordu), bu insanlann kendisinden daha üstün kişilere ya da devlete karşı doğal bir bağlılık duyup destek vereceğine artık güvenilemeyeceği aynı derecede aydınlığa kavuşmuştu. Bilhassa, kişinin ait olduğu sınıf tarihsel olarak yeni olduğu ve buna bağlı olarak yeni düzenlemede geleneksel bir yerden yoksun olduğu zamanlarda hiç güvenilemezdi. Bu yüzden devletin ve egemenlerin, alt tabakalann sadakatini sağlamak üzere rakipleriyle kapışmaya girme ihtiyacı iyice keskinleşmişti. Ve aynı dönemde modem savaşın örneklediği gibi, devletin çıkarları artık sıradan yurttaşın önceden hayal bile edilmeyen ölçüdeki katılımına bağlıydı. Ordular ister zorunlu askerlerden ister gölo.*»
106 nüllülerden oluşsun, erkeklerin askerlik yapma isteği artık hükümetlerin hesaplanndaki temel değişkenlerden biriydi; gerçekten, hükümetlerin sistemli biçimde araştırmaya başladıkları şey (Britanya da Boer Savaşı ndan sonra yapılan ünlü fiziksel gerileme incelemesinde görüldüğü gibi) onların askerlik alanındaki gerçek fiziksel ve zihinsel yetenekleriydi. Sivillerden ne ölçüde özveri beklenebileceği stratejistlerin planlanna dahil edilmek zorundaydı: 1914 ten önce Britanyalı uzmanlar, bu gerekçelerle, ülkenin kitlesel kara savaşına katılmasına ağırlık veriyor ve Britanya nın yiyecek ithalatının bekçisi olan donanmayı zayıflatmaya yanaşmıyorlardı. Yurttaşların, özellikle işçilerin politik tavırları, işçi hareketleriyle sosyalist hareketlerin yükselişiyle beraber yaşamsal önem taşıyan konular oluyordu. Açıkçası politikanın demokratikleşmesi, yani bir yandan (erkeklerin) oy hakkının giderek genişlemesi, öbür yandan modem, idari, yurttaşları harekete geçiren ve etkileyen devletin kurulması, hem millet sorununu hem de yurttaşlann kendi millet ine milliyet ine ya da diğer sadakat odaklanna karşı duygulannı politik gündemin en ön sıralanna yerleştirmekteydi. Demek ki egemenler açısından sorun, yalnızca yeni bir meşruiyet kazanmak değildi; gerçi zaman ve biçim olarak yeni devletlerde bu sorun da çözülmek zorundaydı ve nasıl tanımlanırsa tanımlansın bir halk ya da millet le özdeşleşme, bu sorunu çözmenin elverişli ve modaya uygun bir yolu, halkın egemenliğinde ısrarlı olan devletlerde ise tanımı gereği tek yoluydu. Yunanistan, İtalya ve Belçika gibi daha önce asla bu niteliğe sahip olmamış olan ya da varlığıyla bütün tarihsel emsallerinden ayrılan 1871 Alman İmparatorluğu gibi monarşi devletlerini başka ne meşrulaştırabilirdi? Adapte olma ihtiyacı, uzun bir geçmişi olan rejimlerde bile üç nedenden dolayı kendisini gösteriyordu ile 1815 arasında bu tür rejimlerden köklü bir değişiklik geçirmeyenlerin sayısı çok azdı (Napolyon çağı sonrası İsviçre bile önemli açılardan yeni bir politik birimdi). Hanedan meşruiyeti, ilahi buyruk, yönetimin tarihsel hak ve sürekliliği ya da dinsel birlik gibi geleneksel sadakat güvenceleri ağır yaralar almıştı. Nihayet, devlet otoritesinin buna benzer bütün geleneksel meşruiyetleri 1789 dan beri sürekli tehdit altındaydı. 106
107 107 Monarşi örneğinde açıkça görülmektedir bu. Monarşi kurumuna yeni ya da en azından tamamlayıcı bir milli temel sağlama ihtiyacı, III. George un Britanyası ve I. Nikola nın Rusyası kadar devrim tehlikesinden uzak devletlerde de hissediliyordu. Kaldı ki monarşiler de kesinlikle kendilerini adapte etmeye çalışmışlardı. Gene de monarkın millet e göre uyarlanması Devrim Çağı ndan sonraki geleneksel kurumlann ne ölçüde adapte olma ya da yok olup gitme zorunluluğuyla karşı karşıya geldiklerinin yararlı bir göstergesiyse bile, on altmcı-on yedinci yüzyıl Avrupası nda geliştiği biçimiyle prenslerin soydan gelen egemenliğinin millet le zorunlu bir ilişkisi yoktu. Aslında, 1914 te Avrupa daki monarklann çoğu (monarşi bu kıtada hâlâ hemen hemen genel bir özellik iken), kişisel milliyetleri (kendilerini bir milliyete sahip olarak hissediyorlarsa) devletin başı olma işlevleriyle hiçbir ilintisi bulunmayan, birbirleriyle bağlı bir dizi aileden geliyordu. Kraliçe Victoria nın eşi olan Prens Albert, Almanya nın kendi anayurdu olduğu duygusuyla, Prusya Kralı yla bir Alman olarak yazışırken, kararlı biçimde temsil ettiği politika çok daha net biçimde Büyük Britanya nın politikasını yansıtmaktaydı."* Yirminci yüzyılın sonundaki milletlerüstü korporasyonlar, genel müdürlerini ait olduklan ya da merkezlerinin bulunduğu milletin üyelerinden seçmeye, on dokuzuncu yüzyıl ulus devletlerinin yerel bağlara sahip krallar seçmelerinden çok daha fazla meyillidir. Öbür yandan, başında soylu bir egemen bulunsun bulunmasın, devrim sonrası devletin millet le, yani hem önceden gördüğümüz gibi yapısından ötürü hem de onu politik haklan ya da iddiaları olan, çeşitli şekillerde harekete geçirebilen bir yurttaşlar topluluğuna çeviren politik dönüşümler nedeniyle bir anlamıyla bir kolektif, bir halk olarak görülen kendi topraklarındaki insanlarla zorunlu bir organik ilişkisi vardı. Devletin henüz meşruiyetine ya da birli- 3. Linda Colley, The apotheosis of George III; loyalty, royalty and the British nation (Past and Present, 102, 1984, s ); Kont Uvarov un, çann yönetiminin yalnızca otokrasi ve Ortodoksluk ilkelerine değil, bunun yanında natsionalnost yani milliyet ilkesine de dayanması gerektiği yolundaki önerisi (1832) için bkz. Hugh Seton-VVatson, Nations and States (Londra, 1977), s Krş, Revolutionsbriefe 1848: Ungedrucktes sus dem Nachlass König Friedrich VVilhelms IV von Preussen (Leipzig, 1930).
108 ğine yönelik ciddi bir meydan okumayla yüz yüze gelmediği, hakikaten etkili olan yıkıcı güçlerle karşılaşmadığı zamanlarda bile, eski sosyo-politik bağların çözülmesi yüzünden yeni kamusal sadakat biçimlerini (Rousseau nun deyişini kullanırsak, kamusal bir din ) formüle edip aşılamak zorunluydu, çünkü başka potansiyel bağlılıklar da artık politik ifadeye kavuşabilirdi. Zira devrimler, liberalizm, milliyetçilik, demokratikleşme ve işçi sınıfı hareketlerinin yükselişi çağında hangi devlet kendisini mutlak ölçüde güvende hissedebilirdi? Yüzyılın son yirmi yılında türeyen sosyoloji esasen politik bir sosyolojiydi ve devletlerin sosyo-politik birliği sorunu ilgisinin merkezini oluşturuyordu. Ancak yurttaşlarından gün geçtikçe edilgenlikten daha fazlasını isteyen devletlerin kamusal bir dine ( yurtseverlik ) duydukları ihtiyaç iyice yoğunlaşıyordu. Nelson un denizcilerine Trafalgar Savaşı için hazırlanırken bir yurtseverlik türküsüyle anlattığı gibi, İngiltere bugün herkesten üzerine düşeni yapmasını beklemektedir. Ve eğer devlet, olur da, yurttaşlarını rakip vaizlere kulak vermeden önce yeni dine inandırmayı başaramazsa, pekâlâ varlığını kaybedebilir. Birleşik Krallık (Gladstone un fark ettiği gibi), te oy kullanma hakkının demokratikleşmesiyle, adadaki Katolik parlamento üyeliklerinin neredeyse hepsinin o andan itibaren bir İrlanda (yani, milliyetçi) partisine ait olacağı ortaya çıkar çıkmaz, İrlanda yı kaybetmişti: Gene de Birleşik Krallık olarak kalmıştı, çünkü onu oluşturan diğer milli birimler, on sekizinci yüzyılda ağırlıkla kendilerine yarar sağlayarak evrilmiş olan ve hâlâ daha ortodoks bir milliyetçiliği temsil eden kuramcıların kafasını karmakanşık eden devlet-merkezli Büyük Britanya milliyetçiliğini benimsiyorlardı.^ Habsburg İmparatorluğu -adeta bir İrlandalar topluluğuydu- o kadar şanslı değildi. AvusturyalI romancı Robert Musil in de- 5. Britanyalılık bilincinin evrimi için bl<z. genel olarak, der. Raphael Samuel, Patriotism: The Making and Unmaking o f British National Identity (3 cilt, Londra, 1989), ama özellikle ünda Colley, VVhose nation? Class and national consclousness in Britain {Past and Present, 113, Kasım 1986, s ) ve "Imperial South VVales, Gwyn A. VVilliams, The VVelsh in their History {Londra ve Canberra, 1982). Bu bilmece için, Tem Nairn, The Enchanted Glass: Britain and its Monarchy {Londra, 1988), Kısım
109 109 yişiyle Kakanya (Almanca emperyal ve kralla ilgili *sözcüklerindeki k lerin birleştirilmesiyle elde edilen bir kısaltma) ile onu izleyen Tom Naim in deyişiyle Ukanya (United Kingdom m ilk harflerinden türetilmiştir) arasmda çok önemli bir farklılık vardır. Salt devlete dayalı bir yurtseverlik etkili olamaz diye bir kural yok; çünkü modem teritoryal yurttaş-devletinin varlığı ve işlevleri, sürekli olarak bireylerin devlet işlerine katılmasını gerektirir ve kaçınılmaz olarak, benzeri düzenlemelerden farklı olan, ağırlıkla devletin belirlediği yaşam kurallan getiren bir kurumsal ya da işleyişsel düzenleme sunar. Birkaç on yıllığına (tek bir insanın ömründen kısa bir süre) var olması bile, bu tarzdaki yeni bir ulus devletle en azından pasif bir özdeşleşmeyi sağlamaya yetebilir. Eğer böyle olmasaydı, İran da devrimci Şii fundamentalizminin yükselişinin, parçalanmış Lübnan ın Şiileri arasında olduğu kadar Irak ta da ciddi yansımalara yol açmasını beklememiz gerekirdi.^ Çünkü Lübnan devletinin Kürt olmayan Müslüman nüfusunun (bu arada, mezhebin belli başlı kutsal yerlerinin bu devletin topraklannda bulunduğunu belirtelim) büyük kısmı Iranlılarla aynı inanca sahiptir. Gene de Mezopotamya da egemen, laik bir ulus devlet kurulması fikri, teritoryal bir Yahudi devleti fikrinden daha yakın zamanlara rastlamaktadır. Saf devlet-yurtseverliğinin potansiyel olarak ne kadar etkili olduğunun aşın bir örneği, Finlilerin on dokuzuncu yüzyılın büyük bölümünde, aslında 1880 lerden sonraki Ruslaştırma politikası Rus-karşıtı bir tepki doğurana kadar. Çarlık imparatorluğuna gösterdikleri sadakattir. Gerçekten de bugün Rusya da Romanov hanedanının izlerini bulmak kolay değilken, bir kurtarıcı Çar II. Alexander heykeli Helsinki nin ana meydanında hâlâ bütün azametiyle yükselmektedir. Liste daha da uzatılabilir. Orijinal (devrimci-halkçı) yurtseverlik fikri, milliyetçi kökenli olmaktan ziyade devlete dayanıyordu, çünkü bu, bizzat egemen halkla, yani onun adına iktidan yürüten * Burada Almanca kaiserlich ve königlich sözcüklerine atıf yapılıyor, (ç.n.) 6. Baskılar kuşkusuz Irak ta bu tür sempatilerin İfade edilme ortamını kaldırıyordu; öbür yandan işgalci Iran devrimi ordulannın ciddi geçici başanlan böylesi düşüncelerin dile getirilmesini cesaretlendinmişe benzemez.
110 devletle ilintili bir fikirdi. Etnik kökenin ya da tarihsel sürekliliğin diğer unsurlarının bu anlamdaki m illef le ilintisi yoktu, dilin ilintisi ise ancak ya da esas olarak pragmatik nedenlere dayanıyordu. Sözcüğün asıl anlamıyla yurtseverler, doğru ya da yanlış, benim ülkem düsturuna inananlann, yani (sözcüğün ironik kullanımını aktaran Dr. Johnson un ifadesiyle) hükümetin baş belası hizipçiler in tam karşıtı kişilerdi. Daha ciddisi, terimi, öncülüğünü Amerikalıların ve özellikle 1783 Hollanda devriminin yaptığı tarzda kullanmış görünen Fransız Devrimi,* yurtseverleri, ülkelerine duydukları sevgiyi, onu reformla ya da devrimle yenilemek isteyerek gösteren kişiler olarak düşünüyordu. Ve onlann sadakat gösterdikleri patrie; varoluşsal, önceden var olan bir birim değil, üyelerinin politik seçimiyle (bu seçimle eski bağlılıklanndan kopuyor, en azından iyice zayıflatıyorlardı) yaratılan bir milletti. 19 Kasım 1789 da Valence yakınlannda toplanan Languedoc, Dauphin6 ve Provence li Milli Muhafız, Millet, Yasa ve Kral a sadakat yemini etmişler ve o andan itibaren artık Dauphine li, Provence li ya da Languedoc lu olmadıklarını ilan etmişlerdi; artık yalnızca Fransızdılar. Daha uygun bir örnek olarak, 1790 da benzer biçimde bir araya gelen Alsace, Lorraine ve Franche Comt6 li Milli Muhafızlar da aynısını yaparak Fransa nın sadece yüzyıl önce ilhak ettiği eyaletlerde yaşayanlan gerçek Fransızlara dönüştürmüşlerdi. Lavisse in belirttiği gibi:' La Nation consentie, voulue par ellememe ' Fransa nın tarihe katkısıydı. Potansiyel yurttaşlannın bilinçli politik tercihiyle oluşturulan devrimci millet kavramı, kuşkusuz ABD de saf biçimde hâlâ varlığını korumaktadır. Kim Amerikalı olmak istiyorsa Amerikalıdır. Fransızların bir plebisite (Kenan ın deyişiyle, un pl6biscite de tous les jours )*' benzeyen mil 7. Krş. Hugh Cunningham, "The language of patriotism, " (History VVorkshop Journal, 12, 1981, s. 8-33). 8. J. Godechot, (La Grande Nation: l expansion râvolutionnaire de la Franc» dans le monde ) (Paris, 1956), Cilt I, s A.g.y., Cilt I. s Akt. der. Pierre Nora, Les Lieux de Memoire, II: La Nation, s. 363 (Paris, 1986). * (Fr.) Kendisi tarafından l<abul gören, istenen millet, (ç.n.) ** (Fr.) Her gün yinelenen bir plebisit, (ç.n.) 110
111 111 let kavramı da özsel politik karakterini kaybetmemişti. Fransız milliyeti Fransız yurttaşlığıydı: Etnik köken, tarihsel geçmiş, dil ya da evde konuşulan ağızın millet tanımıyla hiçbir ilintisi yoktu. Dahası, bu anlamıyla millet, yani genelde sahip oldukları ülkeye bağlanan ve dolayısıyla devleti bir ölçüde bizim kendi devletimiz haline getiren yurttaşlar topluluğu olarak millet, yalnızca devrimci ve demokratik rejimlere özgü bir fenomen değildi, yine de devrim karşıtı olan ve demokratikleşmeye pek yanaşmayan rejimler bunu kabullenmekte son derece ağır davranmışlardı. Bu yüzden 1914 te savaşan tarafların hükümetleri, kısa süre için bile olsa, kendi halklarının yurtseverliğe kapılarak silaha sanidıklannı görünce, hayretten şaşkına dönmüşlerdi." Politikayı demokratikleştirme (yani, tebayı yurttaşlara çevirme) adımı, bazı açılardan bakıldığında milli, hatta şovenist bir yurtseverlikten ayırmanın zor olduğu bir popülist bilinç yaratma eğilimine sahiptir (çünkü eğer ülke bir bakıma benim se, o zaman yabancıların -özellikle onlann gerçek yurttaşlık haklan ve özgürlüğünden yoksun olduğu durumlarda- ülkesi karşısında daha kolayca tercih edilebilir). E. P. Thompson ın özgür doğmuş İngiliz dediği asla kölelik yapmayacak on sekizinci yüzyıl Britanyalılar, kolayca kendilerini Fransızların karşısına koyabiliyorlardı. Ama bu ister istemez yönetici sınıflara ya da hükümetlerine karşı sempati beslemeyi içermezdi; kaldı ki yönetici sınıflar ya da hükümetler de pekâlâ alt sınıf militanlarının sadakatinden kuşkuya kapılabilirler. Çünkü alt sınıf militanlar, sıradan insanları sömüren zenginler ve aristokratlarla, en çok nefret edilen yabancılara kıyasla daha doğrudan ve sürekli biçimde yüz yüze geliyorlardı. Çeşitli ülkelerdeki işçi sınıflannın 1914 ten önceki on yıllarda edindikleri sınıf bilinci, İnsan ve Yurttaş Haklan nı ve böylece potansiyel bir yurtseverliği sahiplenmeyi de içeriyor, daha doğrusu bunu açıkça iddia ediyordu. Hem jakobenizmin hem de çartizm gibi hareketlerin tarihinin kanıtladığı üzere, kitlesel politik bilinç ya da sınıf bilincinde bir 11. Marc Ferro, La Grande Guerre (Paris, 1969), s. 23; A. Offner, "The vvorking classes, British naval plans and the coming of the Great War (Past and Present, 107, Mayıs 1985, s
112 vatan yani anayurt kavramı içkindi. Çartistlerin çoğu hem zenginlere hem de Fransızlara karşıydı. Bu halkçı-demokratik ve jakoben yurtseveruği son derece kırılganlaştıran etken, yurttaş-kitlelerin hem nesnel hem de (çalışan sınıflar söz konusuyken) öznel açıdan tabi konumda kalmasıydı. Çünkü bu tür yurtseverliğin geliştiği devletlerde, yurtseveriiğin politik gündemini hükümetler ile yönetici sınıflar formüle ediyordu. İşçiler arasında politik bilincin ve sınıf bilincinin gelişmesi onlara yurttaş haklannı talep edip kullanmayı öğretmişti. Buradaki trajik paradoks, işçilerin yurttaş haklanna sahip çıkmayı öğrendikleri yerlerde, öğrendikleri şeylerin Birinci Dünya Savaşı nın karşılıklı kıyımına gözü kapalı atılmalanna yaramış olmasıydı. Ancak savaşa giren hükümetlerin bu savaş sırasında, kör bir yurtseverlik, hatta maço bir şan, şeref ve kahramanlık temelinde değil, esas olarak sivillere ve yurttaşlara seslenen bir propaganda temelinde destek çağrısında bulunmaları kayda değer bir noktadır. Savaşın bütün büyük tarafları bunu bir savunma savaşı olarak göstermişlerdi. Hepsi de savaşı ülke dışından kendi ülkelerine ya da taraflarına özgü kamusal üstünlüklere bir tehdit olarak sunuyordu ve hepsi de kendi savaş amaçlannı (bir ölçüde tutarsızlıkla) hem böylesi tehditlere son verilmesi olarak hem de bir bakıma kahramanlar yatağı ülkelerinde yoksul yurttaşlarının yaranna toplumsal bir dönüşüm gerçekleştirilmesi olarak göstermeyi öğrenmişti. Demek ki demokratikleşme, doğal olarak, devletlerin ve rejimlerin kendi yurttaşlarının gözünde (sevilmeseler bile) meşruiyet kazanma problemlerinin çözümüne yardımcı olabilir. Demokratikleşme devlet yurtseverliğini kuvvetlendiriyor, hatta yaratabiliyordu. Ancak bunun, bilhassa, tek meşruiyet kaynağı devlet olduğu iddia edilen sadakat duygusuna alternatif -ve artık daha kolay seferber edilen- güçlerle karşı karşıya gelindiği zaman, sınırlan vardı. Bu güçlerin en görkemlisi, devletten bağımsız olarak gelişen milliyetçiliklerdi. İleride göreceğimiz gibi, milliyetçiliklerin hem sayısı hem de çekim alanı artıyordu ve on dokuzuncu yüzyılın son üçte birinde devletlere yönelik potansiyel tehditler içeren talepler formüle etmekteydiler. Bu güçleri devletlerin modernleşmesinin -ya- 112
113 ratmadıysa bile- teşvik ettiği sık sık ileri sürülen bir iddiadır. Gerçekten, milliyetçiliğin modernleşmenin bir işlevi olduğu kuramları yakın dönemdeki literatürde tamamen ön plana çıkmıştır.'^ Bununla beraber, milliyetçiliğin on dokuzuncu yüzyıl devletlerinin modernleşmesiyle nasıl bir ilişkisi olursa olsun, devlet, milliyetçiliği kendisinin dışında, devlet yurtseverliği nden tamamen ayn ve dolayısıyla uzlaşmak zorunda olduğu bir politik güç olarak karşısına alıyordu. Gelgelelim milliyetçilik, devlet yurtseverliğiyle birleştirilebilirse, merkezi duygusal öğesini oluşturmak üzere hükümetin korkunç derecede etkili bir silahı haline gelebilirdi. Bu kuşkusuz, genellikle, pays, paese, pueblo, daha doğrusu patrie (Fransız Akademisi nin 1776 gibi geç bir tarihte bile yöresel temelde tanımladığı bir sözcük) gibi sözcüklerin filolojik genişlemesinde kaydedildiği üzere, kişinin küçük memleketiyle gerçek, varoluşsal özdeşleşme duygularının büyük memlekete taşınmasıyla mümkün oluyordu. Bir Fransızın ülkesi, basitçe kendisinin doğduğu topraklardı. '^ Bir ülkenin yurttaşları bir halk haline gelerek bir tür cemaate (hayali de olsa) dönüşüyor ve dolayısıyla bu topluluğun üyeleri kendilerine ortak şeyler, yerler, pratikler, önemli şahsiyetler, anılar, işaretler ve semboller anyor, sonuçta da buluyorlardı. Öbür yandan, millet haline gelmiş olan parçanın bölümleri, bölgeleri ve yörelerinin mirası bütün millet çapında bir mirasa dönüştürülebilir, böylece çok eskiye dayalı çatışmalar bile aslında bunlann daha yüksek, daha kapsamlı bir düzeyde uzlaşmasını sembolize etmeye başlardı. Walter Scott bunun için, savaşçı Kuzey İskoçyahlar, Ovalı Iskoçyalılar, krallar ve Covenanter lann" kanıyla sulanan topraklarda tek bir İskoçya kurmuş, ama 12. Kari Deutsch un Nationalism and Socia! Communication. An Enguiry into the Foundations o f Nationality {Cambridge, 1953) adlı çalışmasından sonra Emest Geliner ın Nations and Nationalism \ (Oxford, 1983) iyi bir ömel<tir. Krş. John Breuilly, Reflections on nationalism {Philosophy and Socia! Sciences, 15/1 Mart 1985, s ). 13. J.M. Thompson, The French Revoiution (Oxford, 1944), s * Sir VValter Scott ( ), şiir ve tarihi romanlarında Iskoçya nın tarihini çok canlı biçimde anlatan Iskoç yazan, (ç.n.) ** I638 de bütün Iskoçya da Protestan dinini koruyup diğer güçlere karşı koymak amacıyla imzalanmış olan protestoyu, 1643 te Ingiltere ile İskoçya arasında karşılıklı olarak Protestan kiliseleri kurulabilmesini öngören anlaşmayı kabul eden 113
114 onların eskiye dayalı aynlıklanm vurgulamaktan da geri kalmamıştı. Daha genel bir ifadeyle, Vidal de la Blache ın 1903 tarihli görkemli Tahleau de la geographie de la France ında'" çok iyi biçimde özetlenen kuramsal sorun, pratik olarak her ulus devlet adına çözülmek (şöyle ki, yeryüzünün yüzeyindeki, ne ada ne de yanmada olan, fiziksel coğrafya açısından tek bir birim diye nitelenmesi doğru sayılamayacak bir parçasının bir politik ülke katına yükselmiş olması ve sonunda bir anayurda \patrie] dönüşmesi ) zorundaydı. Çünkü yeterli büyüklükte olsa bile, her millet kendi birliğini apaçık farklara dayanarak kurmak zorundaydı. Devletler ve rejimler, devlet yurtseverliğini, nereden ve nasıl kaynaklanırlarsa kaynaklansınlar, hayali cemaat in duygulan ve sembolleriyle güçlendirmek (eğer başarabilirlerse) ve bunlan kendi elinde toplamak için her türlü nedene sahiptiler. Öyle olmuştu ki politikanın demokratikleşmesinin efendilerimizi eğitmeyi, îtalyanlar çıkarmayı, köylüleri Fransızlara döndürmeyi ve herkesi millete ve bayrağa bağlamayı kaçınılmaz hale getirdiği dönem, aynı zamanda, popüler milliyetçiliği, ya da en azından yabancı düşmanlığı ile ırkçılığın yeni sözde biliminin vazettiği milli üstünlük duygulannı harekete geçirmenin kolaylaştığı döneme denk gelmişti. Çünkü 1880 den 1914 e uzanan dönem, aynı zamanda, devletler içinde ve arasında o güne kadar bilinen en büyük kitlesel göçlerin, emperyalizmin ve dünya savaşıyla noktalanan, gittikçe büyüyen milletlerarası rekabetlerin dönemiydi. Bütün bunlar biz ile onlar arasındaki farklan derinleştiriyordu. Kaldı ki, huzursuz bir halkın farklı kesimlerini birbirine bağlamanın, onlan yabancılara karşı birleştirmekten daha etkili bir yolu yoktur. Hükümetlerin kendi yurttaşları içinde milliyetçiliği harekete geçirmekte yabana atılamayacak bir çıkan olduğunu bilmek için mutlaka Primat der Innenpolitik'i benimsemek zorunda değiliz. Buna karşılık, her iki taraftaki milliyetçiliği milletlerarası bir çatışma kadar kışkırtan başkişiler. (ç.n.) 14. Ernest Lavisse in hazırladığı ünlü Histoire de la France m (dev bir pozltlvist bilim ve cumhuriyetçi ideoloji anıtı) ilk cildi olarak tasarlanmıştı. Bkz. J.-Yay. Gu> iomar, Le Tableua de la geographie de la France de Vidal de la Blache, der. Pierre Nora, Les Lieux de Memoire II, s. 569ff. ı * (Alm.) İç politikanın önceliği (ç.n.) 114
115 ka hiçbir şey de yoktu. Hem Fransız hem de Alman milliyetçihği klişelerinin gelişmesinde 1840 ta Ren konusunda çıkan anlaşmazhğın oynadığı rol herkesçe bilinmektedir.' Doğallıkla devletler, millet imajı ile mirasını yaymak, millet e bağlılık duygusu aşılamak ve herkesi (genellikle bu amaçla gelenekler icat ederek, hatta milletler icat ederek) ülkeye ve bayrağa bağlamak üzere, kendi halklarıyla iletişim kurmak için, gün geçtikçe güçlenen aygıtlardan, öncelikle ilkokullardan yararlanacaklardır.'^ Okuduğunuz kitabın yazan, 1920 lerin ortasında Avusturya daki bir ilkokulda, geniş Habsburg İmparatorluğu nun diğer parçası ayrıldığı ya da onlardan kopanidığı zaman, çocuklan umutsuzca geriye kalan parçanın sevgiyi ve yurtseverce bağlanmayı (biricik ortak yönlerinin ezici çoğunluklannın Almanya yla birleşmeyi istemesi işimizi kolaylaştırıyordu) hak eden bütünlüklü bir birim oluşturduğuna inandırmaya çalışan, yeni bir milli marş biçiminde böyle (başansız) bir politik icat örneğinin kabul ettirildiğini hatırlamaktadır. Alman Avusturyası, sen muhteşem (Jterrliches) ülke, biz seni seviyoruz diye başlayan bu tuhaf ve kısa ömürlü marş, tahmin edilebileceği gibi, karla kaplı dağlardan Tuna Vadisi ne ve Viyaııa ya kadar Alp akarsulannı izleyen bir gezi rehberi ya da bir coğrafya dersi gibi devam ediyor ve arta kalan yeni Avusturya nın benim memleketim (mein Heimatland) olduğu iddiasıyla bitiyordu. 15. Bu olay, Fransızlar açısından milletin doğal sınırlan (tarihsel mite aykın olarak, özünde on dokuzuncu yüzyıla ait olan bir terim) temasına evrensel bir geçerlilik kazandırmıştı. (Krş. D. Nordmann, Des Limites d 6tat aux frontiâres natlonales, der. P. Nora, Les Lieux de Mâmoire, Cilt II, s , ama özellikle s. 52). Almanlar açısından 1840 sonbahanndaki kampanya kitlesel bir olgu olarak modem Alman milliyetçiliğinin başansı yla sonuçlanmış ve neredeyse hemen - ve ilk defa olarak- prenslerle hükümetler tarafından tanınmıştı. Krş. H.-U. Wehler, Deutsche Gesellschaftsgeschichte /49 (Cilt II, Münih 1987), s. :199. Aynca 16. E. J. Hobsbavvm, Mass-producing traditions; Europe ", der. E. J. Hobsbavirm ve T. Ranger, The Invention o f Tradition (Cambridge, 1983), Bölüm f. Guy Vincent, L'Ecote primaire française: Etüde sociologigue (Lyons, 1980), Hölüm 8: L Ecole et la nation, özellikle s Bu marşın yerini daha sonra, coğrafi açıdan daha genel kapsamlı, ama -çok nz AvusturyalInın Avusturya ya inanması yüzünden- hem Almanlığını daha kesin hiçimde vurgulayan hem de Tann yı işin içine sokan (yeri gelmişken belirtelim, Habsburg marşı da Deutschland über alles de Haydn ın ezgilerini taşıyordu) 115
116 Hükümetler açıkça bilinçli ve kasıtlı ideolojik mühendisliğe kendilerini kaptınrlarken, bu uğraşlan salt yukandan gerçekleştirilen bir manipülasyon olarak anlamak yanlış olur. Aslında hükümetler bunda en çok başanyı, ister halkın yabancı düşmanlığının yani şovenizmin (bu sözcüğün kökü, jingoizm gibi, ilkin demagojik müzikhol ya da vodvilde görünmektedir)'* zaten var olan gayri resmi milliyetçi duygulan üzerinde ya da daha büyük ihtimalle orta ve alt orta sınıflar arasındaki milliyetçilik üzerinde inşa edebildikleri zaman kazanmışlardı. Böylesi duygular hükümetlerce yaratılmamış, yalnızca sonuçta sihirbazın acemi çırağı konumuna düşen hükümetler tarafından ödünç alınıp beslenmişti. Hükümetler en iyi ihtimalle, kendilerinin önünü açtıklan bu güçleri bütünüyle kontrol edemezler; en kötü ihtimalle ise onlann esirleri olurlardı. Demek ki 1914 teki Britanya hükümetinin, daha doğrusu Britanya yönetici sınıfının savaş ilanından sonra ülkeyi boydan boya saran Alman düşmanlığı çılgınlığından memnun kaldığı düşünülemez (hatta bu süreçte, Britanya kraliyet ailesi Guelph olan kutsal hanedan ismini daha az Almanca kokan Windsor a çevirmek zorunda kalmıştı). Çünkü, ileride göreceğimiz gibi, on dokuzuncu yüzyıl sonuna doğru beliren milliyetçilik tipinin devlet yurtseverliğiyle (ona eklendiği zaman bile) hiçbir temel benzerliği yoktu. Onun asıl sadakati, paradoksal bir biçimde, ülke ye değil, yalnızca bu ülkenin özgül bir versiyonuna, yani ideolojik bir kurguya yönelikti. Devlet yurtseverliğinin devlet dışı milliyetçilikle kaynaşması politik açıdan riskliydi, çünkü birinin kriterleri kapsayıcı bir nitelik taşırken (yani, Fransız Cumhuriyeti nin bütün yurttaşlannı kapsarken), diğerinin kriterleri dışlayıcı bir nitelik taşıyordu (yani, yalnızca Fransız Cumhuriyeti nin Fransızca konuşan ve aşın örneklerde sanşm ve uzun boylu yurttaşlannı içeriyordu).' Dolayısıyla, bir milliyetle özdeşleşmenin o milliyete asimile olmayı ya da o milliyet tarafından yutulmayı reddeden ötekileri dışladığı yerlerde bu iki başka bir marş almıştı. 18. Bkz. Gerard de Puymege, Le Soldat Chauvin, der. P. Nora, Les Lieux d t Mâmoire, II, özellikle s. 51 ff. Asıl Chauvin Cezayir in fethiyle gururlanmıştır her* halde. 19. Fransız milliyetçiliği üzerine tartışmalardaki güçlü ırkçı öğe için bkz. Plen"* 116
117 eğilimi bir araya getirmenin potansiyel maliyeti oldukça yüksekti. Avrupa da on dokuzuncu yüzyılm ortasmda, hatta sonlannda potansiyel olarak milliyet smıfma sokulabilecek grupların sayısı hâlâ çok fazla olmakla birlikte, diyelim Portekiz gibi gerçekten homojen yapıdaki ulus devletlerin sayısı çok azdı. Ve bu, resmen egemen olan millet ile egemen milliyetlerin ve kültür dillerinin biri ya da diğerine asimile olmak için uğraşan muazzam sayılara ulaşan bireylerin iddialanyla bağdaşmıyordu. Bununla birlikte, devletin bir milletle özdeşleşmesi bir karşımilliyetçilik yaratma riski taşıyorsa eğer, devletin modernleşmesi süreci bu riski çok daha büyük bir ihtimal haline getiriyordu, çünkü temel olarak yazılı bir milli dil vasıtasıyla o devlette yaşayanlann homojenleşmesi ve standartlaşmasını içeriyordu. Gerek modem hükümetlerin muazzam sayılara ulaşan yurttaşları doğrudan yönetmeleri gerekse teknik ve ekonomik gelişmeler bunu gerektirmekte, böylece genel okuryazarlığı istenilir, ortaöğretimin kitlesel düzeyde gelişmesini ise neredeyse zorunlu bir duruma getirmektedir. Bu, hem devletin etkili olduğu boyutları hem de sorunu yaratan yurttaşlarıyla doğrudan ilişki kurma ihtiyacını gösterir. Demek ki kitlesel eğitim pratik nedenlerle bir anadille yürütülmeliyken, sınırlı bir elit kesimin eğitimi halk topluluğunun anlamadığı veya konuşmadığı ya da Latince, klasik Farsça, klasik biçimde yazılan Çince gibi klasik dil örneklerinde kimsenin anlayıp konuşmadığı bir dille sürdürülebilir. Zirvedeki idari ya da politik işlemler (parlamenter faaliyetlerin 1840 tan önce Latince sürdürüldüğü Macar soyluları ya da -hâlâ- İngilizce yürütülen Hindistan örneklerindeki gibi) halk kitlesinin kavrayamayacağı bir dille sürdürülebilirken, demokratik oy hakkı temelindeki bir seçim kampanyası mutlaka anadille yürütülmelidir. Aslında, iktisat, teknoloji ve politikada kitlelerin konuştuğu bir iletişim dili giderek vazgeçilmez bir önem taşırken (sinema, radyo ve televizyonun parlamasıyla yoğunlaşan bir zorunluluk), esasen karşılıklı olarak anlaşılamayan anadilleri konu- Andre Taguieff, La Force du prejugâ: Essai sur te racisme et ses doubles (Paris 1987), s Bu sosyal-darvvinci ırkçılığın özgüllüğü hakkında bkz. Günter Nagel, Georges Vacher de Lapouge ( ). E n Beitrag zur Geschichte des Sozialdanvinismus in Frankreich (Freiburg im Brelsgau, 1975). 117
118 118 şan topluluklar için lingua franca laı veya eğitimli kesimin kültür dili olarak tasarlanmış olan ya da öyle işleyen diller (Mandarin Çincesi, Bahana Endonezyacası, Pilipino ) mecburen milli konuşma dili olarak medyanm hizmetine koşulurlar.^ Resmi milli dilin seçimi pragmatik faydaya bağlı olsaydı görece basit bir işlem olurdu. O zaman en fazla sayıda yurttaşın konuşma ve/veya anlama ihtimali en yüksek olan ya da onlar arasındaki iletişimi en çok kolaylaştıran dili seçmek gerekirdi. II. Joseph in çok milletli imparatorluğunun idari dili olarak Almancayı seçmesi bu anlamıyla tamamen pragmatik nedenlere dayanıyordu. Nitekim Gandhi nin (kendisi anadil olarak Guceratçayı konuşuyordu) geleceğin bağımsız Hindistan ı için Hindu dilini seçmesi ve milli iletişim aracı olarak 1947 den beri, Hindilerin en az kabul edebilecekleri İngilizcenin seçilmesi de aynı pragmatik nedenlere dayanıyordu. Çok milletli devletlerde sorun, Habsburglulann 1848 den beri çözmeye çalıştıkları gibi, ortak kullanım dili nin {Umgangsprache) uygun bir idari düzeyde resmen tanınmasıyla kuramsal olarak çözülebilir. Daha yerel ve okuryazar olmayan kesimlere yani geleneksel kırsal yaşama ne kadar yaklaşılırsa, bir dilsel düzey, bir coğrafi birim ile bir başkası arasındaki çatışma durumları o kadar azalır. Habsburg İmparatorluğu nda Almanlar ile Çekler arasındaki çatışmanın en yoğun anında bile şunlan yazabilmek hâlâ mümkündü: Çok milletli bir devlette, resmi bir mevkide bulunmayanların -yani, tüccarlar, zanaatkârlar, işçiler- bile ikinci dili öğrenme dürtüsü, daha doğrusu yükümlülüğü duyduklannı varsayabiliriz. Bu de facto zorlamadan en az etkilenenler köylülerdir. Çünkü köy yaşamınm bugüne kadar süren içine kapalılığı (Abgeschlossenheit) ve kendine yeterliliğidolayısıyla, iki milletin köylülerinin aynı ekonomik ve toplumsal statüyü paylaştığı Bohemya ve Moravya da bile, yanı başlarında farklı I * Filipin Adaları halkının konuştuğu dil. (ç.n.) 20. Örneğin Filipinler üzerine: Land of 100 tongues but not a single Ianguag8* (New York Times, 2 Aralık 1987). Genel olarak bu sorun için bkz. J. Fishman, The sociology of language: an interdisciplinary soclal science approach to lan* guage in society, der, T. Sebeok, Current Trends in Linguistics, Cilt 12, (Lahey< Paris, 1974).
119 119 dille konuşan bir köy bulunduğunun bilincine çok ender olarak vanr- 1ar. Bu tür bölgelerde dilsel sınır, bilhassa köy içi evlenmenin ve pratikte (mülk) edinmede öncelik hakkının topluluk üyelerinde bulunmasının yabancılann köye gelişlerini sınırlaması yüzünden yüzyıllarca değişmeden kalabilir. Gelen tek tük yabancılar da çok geçmeden asimilasyona uğratılıp içlerinde eritilir.^' Gene de milli dil in salt pragmatik bir konu olduğu durumlara çok ender, heyecan uyandırmayan bir konu olduğu durumlara ise çok daha ender rastlanır; tarihselleştirilerek ve adına gelenekler icat edilerek kurulmuş olduklarını kabul etmeye yanaşılmaması bunu doğrular.^^ Milli dil, bilhassa 1830 dan sonra evrilip yüzyılın sonuna doğru dönüşüme uğradıkça milliyetçilik ideologlarının gözünde pragmatik ve heyecan uyandırmayan bir konu olmaktan tamamen çıktı. Milliyetçilik ideologlanna göre, dil bir milletin ruhuydu ve ileride göreceğimiz üzere gün geçtikçe daha fazla, milliyetin can alıcı kriterini temsil ediyordu. Almanca ve Slovence dili konuşanların iç içe yaşadıklan Celje deki (Çilli) ortaokullarda hangi dil ya da dillerin kullanılacağı basitçe bir idari kolaylık konusu değildi. (Hatta bu sorun 1895 te Avusturya politikasını şiddetli biçimde sarsmıştı).^ Çok dilli ülkelerdeki en talihli hükümetlerin dışında bütün hükümetler dil sorununun ne kadar patlayıcı bir özellik sergilediğinin farkındaydı. Bir devletle özdeşleşmemiş olan bütün milliyetçiliklerin ister istemez politik bir nitelik kazandığı koşullar dil sorununa iyice patlayıcı bir içerik kazandırıyordu. Çünkü devlet eğer bir milliyet bir millet e dönüşecek, veya mevcut statüsü tarihsel erozyona ya da asimilasyona karşı kollanacaksa, manipüle edilmesi gere 21. Kari Renner, Das Selbsbestimmungsrecht der Nationen in besonderer Anwendung auf Oesterreich (Leipzig ve Viyana, 1918), s. 65. Bu, kendisi Moravyalı bir Alman köylüsünün oğlu olan Avusturyalı-Marksist yazann Der Kampf der österreichischen Nationen um den Sfaafının (1902) ikinci ve yeniden kaleme alınmış basımıdır. 22. Pek çok dil topluluğu, bağrında taşıdığı daha yeni, klasik biçimin çeşitli bileşenlerini arka plana atmak amacıyla standart biçimlerinin doğuşu ve gelişmesi hakkında mitler ve soykütükleri yaratıp bunlan geliştirir... Bir dil çeşitlemesi, büyük bir ideolojik veya milli hareket ya da gelenekle ilişkilendirilmeye başlayarak tarihsellik kazanır. J. Fishman, The Sociology of Language, s W. A. Macartney, The Habsburg Empire (Londra, 1971), s. 661.
120 ken bir aygıttı. İleride göreceğimiz gibi, dilsel milliyetçilik, kamu eğitimi ve resmi kullanım dilinde temel önem taşıyordu ve hâlâ temel önem taşımaktadır. Dilsel milliyetçilik; PolonyalIlar, Çekler ve Slovenlerin daha 1848 de bile yinelemekten asla bıkmadıkları gibi büro ve okul la;" Galler deki okulların hem İngilizce hem de Galce mi yoksa yalnızca Galce mi öğretim yapması gerektiğiyle, prenslikte Galce konuşanların oturmadığı, aslında kimsenin oturmadığı yerlere Galce isimlerin verilmesi zorunluluğuyla, yol işaretleri ve sokak isimlerinin diliyle, Galce bir televizyon kanalına devlet yardımıyla, bölge meclislerindeki tartışmalann yürütülüp bunların zabıtlarının tutulduğu dille, sürücü ehliyetlerine başvurma formunda ya da elektrik faturalarında kullanılan dille, hatta iki dilin bir arada bulunduğu formlann mı, her dilde ayrı ayn düzenlenmiş formlann mı yoksa belki bir gün yalnızca Galce formlann mı dağıtılması gerekliliğiyle ilgili bir şeydir. Çünkü, bir milliyetçi yazann söylediği gibi: Galcenin hâlâ oldukça güvenli olduğu bir zamanda, Emrys ap Iwan, eğer ülke varlığım sürdürecekse, Galceyi bir kere daha resmi dil ve eğitim dili yapma zorunluluğunu kavramıştı." Böylece devletler, şu ya da bu biçimde, kendi amaçlan doğrultusunda yararlanabilsinler yararlanamasınlar, yeni bir milliyet ilkesi yle ve onun semptomlanyla baş etmeyi öğrenmek zorunda kalmışlardı. Kitabın bu bölümünü bir sonuca bağlamanın en iyi yolu, devletlerin on dokuzuncu yüzyıl ortasında millet ve dil sorununa yaklaşımlannın evrimine kısaca göz atmaktır. Bu evrim, teknik uzmanlann, yani, yüzyıl ortasından beri bütün ileri yani modem devletlerin ihtiyaç duyduğu belgeleme aygıtının normal bir parçası haline gelen periyodik milli nüfus sayımlannı koordine edip standartlaştırmaya çalışan hükümet istatistikçilerinin tartışmalannda izlenebilir teki Birinci Milletlerarası İstatistik Kongresi nde 24. P. Burian, The State language problem in Old Austria {Austrian History Yearbook, 6-7, , s. 87). 25. Ned Thomas, The VVelsh Extremist: VVelsh Politics, Literatüre and Society Today (Talybcnt, 1973), s
121 KÜndeme gelen sorun, nüfus sayımlannda konuşma dili üzerine bir soruya yer verip vermemek konusu ve böyle bir sorunun millet ve milliyet üzerinde nasıl bir etki yapacağı konusuydu. Konuyu ilk ortaya atan kişi, hem toplumsal istatistiğin kurucusu olan hem de Fransızca ile Flamanca arasındaki ilişkinin hemen lıcmen politik bir zamanlama konusu olduğu bir devletten gelen Uelçikalı Quetelet ti ve bunda şaşırtıcı bir yan yoktu taki Milletlerarası İstatistik Kongresi nde nüfus sayımlarında dille ilgili bir sorunun tercihe bağlı olması, dille ilgili sorunun milli bir oııem taşıyıp taşımadığını her devletin kendisinin belirlemesi kaııırlaştmlmıştı. Ancak 1873 Kongresi nde bundan böyle nüfus sayımlarında dil üzerine bir sorunun yer alması gerektiği tavsiye ediliyordu. Uzmanların ilk görüşü, Fransızların sözcüğe yüklediği belirli hir devletin yurttaşlığı anlamı dışında, nüfus sayımındaki soruların bir bireyin milliyeti ni belirlemeyeceği yönündeydi. Buna göre tlilin milliyet le ilintisi yoktu; oysa pratikte, gerek Fransızlar gelekse Macarlar gibi bu tanımı kabullenen herkes, her halk kendi sınırlan içerisinde resmen tek bir dili tanıyordu. Fransızlar diğer invınlan görmezlikten gelirken, krallıklannda yaşayanların yansınılan azının Macarca konuşuyor olması nedeniyle kayıtsız kalamayacak olan Macarlar, bu insanları yasal düzeyde Macarca konuşmayan Macarlar diye tanımlama zorunluluğu hissetmişlerdi. Daha sonra. Yunanlılar da, ilhak ettikleri Makedonya nın bazı kesim- Irrinde yaşayanlan Slavca konuşan Yunanlılar diye tanımlamışlardı. Özetle, dilsel tekelcilik, dilsel olmayan bir millet tanımı kılıfiıııda dolaşıyordu. Açıkça görünüyordu ki, milliyet yalnızca dille kavranamayacak kadar karmaşık bir yapıya sahipti. Bu alanda herkesten fazla deneyimi olan Habsburg istatistikçileri, (a) milliyetin bireylerin değil, (opluluklann bir vasfı olduğu, (b) hem bir halkın durumunun, sınırların ve iklim koşullarının incelenmesi hem de gelenekleri, göıı-nekleri vb. özelliklerinin maddi, entelektüel, dışsal ve içsel kalakteristiklerinin antropolojik ve etnolojik incelemelerinin yapıl.'ii K. Renner, Staat und Nation, s
122 ması gerektiği kanısındaydılar.^ Viyana İstatistik Enstitüsü nüh eski müdürü Dr. Glatter daha da ileriye giderek, on dokuzuncu yüz-* yıhn ruhuna uygun bir yaklaşımla, milliyeti belirleyen öğenin du değil, ırk olduğuna karar vermişti. Bununla beraber milliyet, nüfus sayımım düzenleyenlerin göl ardı edemeyecekleri kadar büyük bir politik sorundu. Yalnızca di* 1in 1840 lardan beri milletlerarası teritoryal çatışmalarda önemli, bir rol oynamasından (gerçi on dokuzuncu yüzyıldan önce devletlerin toprak iddialarını desteklemek amacıyla dilsel tartışmalardao! yararlanılmamıştı,^* ama DanimarkalIlar ile Almanlar arasında an«) laşmazlığa yol açan Schlesvvig-Holstein konusunda bu oldukça çar» pıcı bir rol oynamıştı)^ dolayı bile olsa, milliyetin konuşulan dillo açıkça bir şekilde ilişkisi vardı. Oysa 1842 de Revue des Dewt Mondes şu gözlemde bulunuyordu: Gerçek milli sınırlar dağlar vo nehirlerle değil, daha çok dil, gelenekler ve anılarla, bir milleti di-«ğerinden ayıran her şeyle çiziliyordu ; bu argüman, tıpkı Nice do konuşulan dilin İtalya yla ancak uzak bir benzerlik kurmaya yaradı* ğı argümanının Cavour a Savoy krallığının o parçasını III. Napo^ leon'a bırakmasının resmi gerekçesini sağlaması gibi, aynı şekilde Fransa nın neden mutlaka Ren sınırında takılıp kalmaması gerektiğini açıklamakta kullanılıyordu. Şu gerçek değişmez: Dil artık milletlerarası diplomasinin faktörlerinden birisi olmuştu. Bazı dev< jetlerin iç politikasında zaten eskiden de bir faktördü. Dahası, Pe-> tersburg Kongresi nde belirtildiği gibi, milliyetin, nesnel anlamda sayıya vurulup grafiğe dönüştürülebilecek biricik boyutuydu.^' Kongre, dili bir milliyet göstergesi olarak kabul etmekle, yaw nızca idari yaklaşımı benimseyen bir görüşü savunmakla kalmıyor^ i 27. Emil Brix, Die Umgangspachen in Altösterreich zvvischen Agitation und >43*1 similation. Die Sprachenstatistik in den zisleithanischen Voikszâhlungen, 1880^ rsro (Viyana-Köln-Graz, 1982), s. 76. Burada aktarılan istatistik tartışmaların dft> kümü bu çalışmaya dayanmaktadır. 28. Der. P. Nora, Les Lieux de memoire, Cilt II, s. 52 de Nordmann. 29. Krş. Sarah VVambaugh, A Monograph on Plebiscites, With a Collection d Officiai Documents (Carnegie Endowment for Peace, New York, 1920), özellikli s A,g.y., s Brix, Die Umgangsprachen, s
123 hunun yanında, 1866 ve 1869 daki etkili yaymianyia, dilin milliyelin biricik yeterli göstergesi olduğunu ileri süren bir Alman istatistikçinin^^ argümanlannı izliyordu. Tek bir Alman ulus devletinin olmadığı ve farklı Alman lehçeleri konuşan, eğitim görmüş üyeleri standart Almancayla okuyup yazan toplulukların Avrupa nın dört bir tarafına dağılmış olduklan göz önüne getirilirse, bu görüş Alınan entelektüelleri ile milliyetçileri arasında uzun süreden beri kabul gören milliyet görüşünü yansıtıyordu. Tabii bu görüş, bütün Alınanları kapsayan tek bir Alman ulus devleti talebini (böyle bir talep hiç gerçekçi değildi ve hep öyle kalmıştı) içeriyor değildi. Böckh ün salt filolojik bakışının ne derece bilinç ve kültür ortaklığına işaret ettiği pek belli değildir. Çünkü, önceden gördüğümüz gibi, Böckh mantıksal olarak, dilsel gerekçelerle Almanların içine Yidiş dili konuşanlan (zamanla Doğu Yahudilerinin genel diline dönüşen ortaçağ Almanca lehçesi) da dahil ediyordu. Oysa, yine önceden gördüğümüz gibi, dilsel gerekçelerle toprak iddialannda bulunmak artık mümkündü (1840 lann Almanca kampanyasında salt bu gerekçeyle Fransızların Ren kıyısında bir sınırlan olması talebi reddedilmişti) ve dil tam olarak neyi içerirse içersin artık politik açıdan önemsenmezlik edilemezdi. Ama nüfus sayımında sayılacak şey tam olarak neydi? Bu noktada nüfus sayımlannda dil ile doğum yeri, yaş ve evlilik durumu arasında kurulan benzerlik kayboluyordu. Çünkü dil politik bir tercihi içeriyordu. AvusturyalI istatistikçi Ficker, bir bilimci olarak, devletin ya da partinin bireylerine zorla kabul ettirebileceği kamusal yaşam dilini istatistiklerde kullanmayı reddetmişti; oysa Fransız ve Macar meslektaşları açısından bu tamamen kabul edilebilir bir durumdu. Ficker aynı nedenle kilise ve okul dilini de reddetmişti. Fakat Habsburg istatistikçileri, on dokuzuncu yüzyıl liberalizminin 32, Richard Böcl<h, Die statistische Bedeutung der Volkssprache als Kennzeichen der Nationalitât, Zeitschrift für Völkerpsychologie und Sprachvvissenschaft, 4, 1866, s ; Ricliard Böckh, Der Deutschen VolkzahI und Sprachgeibet in den europâischen Staaten (Berlin, 1869). 33. Hitler bile, Reich Almanları ile onun sınırlan dışında yaşayan, ama Reich a, "yurda" dönme seçeneği tanınabilecek milli Almanlar (Volksdeutsch^ arasında ayrım yapıyordu. 123
124 ruhuna uygun olarak, yurttaşlara Muttersprache'ltnm yani annelerinden ilk öğrendikleri dili değil, aile dili ni, yani anadilden farklı olabilecek, evde genellikle konuşulan dili sorarak, dilin sürekli değişmesi için, özellikle de dilsel asimilasyon için alan açmaya çalışmışlardı.^ Dil ile milliyetin eşitlenmesi kimseyi tatmin etmemişti: Milliyetçileri tatmin etmemesinin nedeni, ülke içinde bir dili konuşan bireylerin başka bir milliyeti tercih etmelerini engellemesi, hükümetleri -bilhassa Habsburg hükümetini- tatmin etmemesinin nedeni ise bu denklemin büyük politik sorunlar doğurabilecek olmasıydı. Fakat yine de sorunun yakıcılığmı küçümsüyorlardı. Habsburglular, dil sorununu, 1860 larda gözle görülür derecede kızışan milli duygulann yatıştığım düşündükleri ana kadar ertelemişlerdi de yeniden sayıma başlayacaklardı. Kimsenin tam göremediği, böyle bir soru sormanın dilsel milliyetçilik doğuracağıydı. Her nüfus sayımı milliyetler arasında bir savaş alanına dönüşecekti. Otoritelerin rakip taraflan tatmin etmeye yönelik giderek ayrıntılı hale gelen çabalan başarısız kalmıştı. Tek yarattıklan, 1910 Avusturya ve Belçika nüfus sayımlan gibi tarihçileri tatmin eden nesnel akademisyenlik amtlanydı. Doğrusu nüfus sayımlan, dil sorusunu sorarak ilk defa her insanı yalnızca bir milliyet değil, aynı zamanda dilsel bir milliyet de seçmeye zorlamıştı.^^ Modem idari devletin teknik gereklilikleri bir kere daha milliyetçiliğin ortaya çıkışını besleyen bir etken olmuştu. Şimdi milliyetçiliğin geçirdiği dönüşümlerin izlerini sürmeye başlayabiliriz. 34. Brix, Die Umgangsprachen, s A.g.y., s
125 125 IV Milliyetçiliğin Dönüşümü, Avrupa nın gelişmesinde belirli bir dereceye ulaşıldığında, pasif duran halklar dünyasında (passiver Volkheit), yüzyıllardan beri sessiz sessiz olgunlaşmış olan dilsel ve kültürel halk topluluklan boy gösterir. Bunlar kendilerinin tarihsel geleceği olan bir güç olduklarının bilincine varırlar. Bu dilsel ve kültürel halk topluluklan, mevcut olan en yüksek iktidar aracı olarak devlet üzerinde denetim kurmayı isterler ve politik düzeyde kendi kaderlerini tayin etmenin yollarını ararlar. Politik açıdan millet fikrinin doğum günü ve bu yeni bilincin doğum yılı, Fransız Devrimi nin gerçekleştiği yıl olan 1789 dur. Fransız Devrimi nin üzerinden iki yüzyıl geçtikten sonra hiçbir tarihçi ve -öyle umulur k i- elinizdeki kitabı bu satırına kadar okuyan hiç kimse yukanda aktarılan türde açıklamalara programatik mitolojiye uygun bir parça olmaktan daha fazla değer vermeyecektir. Gene de bu alıntı, 1830 dan itibaren Avrupa nın milletlerarası politikasını baştan aşağı sarsan (pratikte uygulamaya geçirilebildiği sürece, Mazzini nin her millete bir devlet çağnsına denk düşen, ama çağnnın diğer yansı olan bütün millete yalnızca bir devlet e pek denk düşmeyen çeşitli yeni devletler yaratarak) milliyet ilkesi nin temsili bir açıklaması gibi görünmektedir.^ Bu alıntı 1. K. Renner, Staat und Nation, s A.g.y., s. 9.
126 milliyet ilkesi ni özellikle beş açıdan temsil etmektedir: On dokuzuncu yüzyıla özgü bir yenilik olan dilsel ve kültürel topluluğu vurgulayışıyla/ önceden var olan devletlerin milletler inden ziyade yeni devlet kurma ya da ele geçirme özlemi duyan milliyetçiliği vurgulayışıyla, tarihsiciliği ve tarihsel misyon duygusuyla, 1789 un pederşahiliğini sahiplenişiyle ve özellikle terminolojik belirsizliği ve retoriğiyle. Bununla birlikte, bu alıntı ilk bakışta Mazzini tarafından yazılabilecek bir pasaj gibi görünse de, aslında 1830 devrimlerinden yetmiş yıl sonra, Habsburg İmparatorluğu nun özgül sorunlan üzerinde duran bir kitapta Moravya kökenli bir Marksizan sosyalist tarafından kaleme alınmıştı. Kısacası, 1830 ile 1870 ler arasında Avrupa nın politik haritasını değiştiren milliyet ilkesi yle kanştınlabilecekken, aslında Avrupa nın tarihindeki milliyetçi gelişmenin daha sonraki ve farklı bir aşamasına aittir döneminin milliyetçiliği üç önemli noktada Mazzinici milliyetçilik aşamasmdan ayrılıyordu. Birincisi, önceden gördüğümüz gibi liberal çağdaki milliyetçiliğin temelinde yer alan eşik ilkesi terk edilmişti. Bundan böyle kendisini millet sayan her halk topluluğu, son analizde kendi topraklannda ayn bir egemen bağımsız devlet kurma hakkı anlamına gelen kendi kaderini tayin hakkına sahip olduğunu iddia ediyordu. İkinci olarak ve bu tarihsel olmayan milletlerin çoğalmasının sonucunda, etnik köken ile dil, potansiyel millet olmanın merkezi, giderek belirleyici, hatta tek kriteri haline gelmişti. Ama bunun yanında, sayılan gün geçtikçe artan ve iddialı hale gelen devlet dışı milli hareketlerden ziyade, yerleşik ulus devletler içindeki milli duygulan etkileyen üçüncü bir değişiklik de söz konusuydu: Millet ve bayrağın hızla politik sağa doğru kayması (ki sağ cenahta milliyetçilik terimi aslında on dokuzuncu yüzyılın son on yıl(lar)mda icat edilmişti). Renner in alıntısı ilk iki değişimi temsil ediyor, ama (soldan gelmesinden dolayı) üçüncü değişimi kesinlikle temsil etmiyordu. Bir milleti tanımlamanın etnik-dilsel kriterinin fiilen çok geç 3. Krş. Th. Schieder, Typologie und Erscheinungsformen des Nationalstaats", der. H. A. VVinkler, Nationalismus {Königstein im Taunus, 1985), s
127 başat hale geldiğinin genellikle fark edilmemesinin üç nedeni vardır. İlkin, on dokuzuncu yüzyılm ilk yarısındaki devlet dışı milli hareketlerin en önde gelen ikisi, özünde, yerleşik bir yüksek kültür dili ve o dildeki edebiyat sayesinde politik ve coğrafi sınırlan aşarak birleşmiş, eğitimli topluluklara dayanıyordu. Almanlann ve Italyanlann gözünde, kendi milli dilleri yalnızca, Fransızcanın Fransa da 1539 daki Villers-Cotterets buyruğundan beri olduğu gibi, bir idari kolaylık ya da devlet çapındaki iletişimi birleştiren bir araç değildi; hatta, jakobenlerin gözünde olduğu gibi, eşitliğin sürekliliğini sağlayıp ancien râf>ime'\n hiyerarşisinin canlanmasını önleyerek, özgürlük, bilim ve ilerleme doğrularını herkesin önüne leren devrimci bir araç da değildi. Onların milli dilleri, seçkin bir edebiyat ve evrensel düzeyde bir entelektüel anlatım vasıtası olmaktan da öte, onları Alman ya da İtalyan yapan biricik şeydi. Sonuçta, diyelim İngilizcenin o dilde okuyup yazanlar için taşıdığı anlama kıyasla çok daha koyu bir milli kimlik anlamı taşıyordu. Bununla beraber. Alman ve İtalyan liberal orta sınıflarının gözünde, dil böylece birleşik bir ulus devletin yaratılmasında temel önemde bir argüman sağlarken, on dokuzuncu yüzyılın ilk yansında bu durum henüz her yerde geçerli değildi. Polonya ya da Belçika nın politik bağımsızlık iddialan dile dayanmadığı gibi, aslında çeşitli Balkan halklannın Osmanlı İmparatorluğu na karşı birtakım bağımsız devletler doğuran isyanlan da dile dayanmıyordu. Aynı şekilde 4. 'Egemen (halkın) bütün üyeleri bütün (kamusal) mevkileri doldurabilir; onlann tanmsal ya da teknik işlerine geri dönmeden önce bütün mevkilerde rotasyon tasıyla görev yapmalan istenilir bir şeydir. Bu durumda aşağıdaki altematifle yüz yüze geliriz. Eğer bu mevkiler kendilerini milli dille ifade edemeyen ya da bu dille yazamayan insanlarla doldurulmuşsa, metinleri terminolojik hatalaria dolu Olan, fikirieri titizlikle geliştirilmemiş (özetle, cehaletin bütün belirtilerinin görüldü- Aü) belgelerie yurttaş haklan nasıl korunabilir? öbür yandan, bu tür bir cehalet, Viranlan kamusal görevlerden uzaklaştırmaya neden olursa, bu durumda kısa ürede, bir zamanlar küstahça alt tabakalar (/es pet/fs gen^ dedikleri insanlar- İR konuşurken, bir tür koruyucu nezaket göstergesi olarak yararianılan patois ı kullanan aristokrasinin yeniden doğuşuna tanıklık ederiz... Toplum kısa sürede y«niden dürüst insanlar [de gens comme il faut) hastalığına yakalanır....birbirtnden ayrılmış iki sınıf arasında bir tür hiyerarşi ortaya çıkar. Demek ki dilin bilinmemesi toplumsal refahı tehlikeye sokar ya da eşitliği yok eder. Abb6 Gr6go- Ire ın fîappo/f undan, akt. Ferdinand Brunot, Histoire de la langue français (PalİS ), Cilt IX, I, s
128 Britanya daki İrfanda hareketinin de dile dayandığı söylenemezdi. Öbür yandan, Çek topraklarındaki gibi dilsel hareketlerin ciddi bir politik temelinin bulunduğu yerlerde, milletlerin kendi kaderini ta«yin etmesi (kültürel tanınmanın karşısında) henüz bir sorun halini almamıştı ve ayn bir devletin kurulması üzerinde ciddi biçimde ka«fa yorulmuyordu. Gelgelelim, geç on sekizinci yüzyıldan beri (ve ağırlıkla Almail entelektüel etkisiyle) Avrupa, boydan boya saf, basit ve bozulma* mış köylülüğe yönelik romantik tutkulann etkisi altına girmişti ve halk ın folklorik temelde yeniden keşfedilmesinde, halklann konuştuğu anadiller can alıcı önem taşıyordu. Buna karşın, sözünü ettiğimiz popülist kültürel Rönesans daha sonraki pek çok milliyetçi harekete bir temel oluşturur ve dolayısıyla haklı olarak geuşmelerinin ilk aşaması ( A aşaması ) sayılırken, Hroch da bu milliyetçi hareketin henüz hiçbir anlamda söz konusu halkın bir politik hareketi olmadığını, aslında politik bir özlem ya da program bile içermediğini aydınlığa kavuşturmaktadır. Gerçekte, halkçı geleneğin keşfedilmesi ve bunun tarihin unuttuğu bazı köylü halklannın milli geleneği ne dönüşmesi genellikle, Baltık Almanlan veya Finli İsveçliler gibi (yabancı) yönetici sınıf ya da elit kesimden çıkan ateşli kişilerin eseriydi. Fin Edebiyat Demeği ni (1831 de kurulmuştu) oturtanlar İsveçlilerdi, kayıtlan İsveççe tutuluyordu ve Fin kültürel milliyetçiliğinin başlıca ideoloğu olan Sneliman m bütün yazılan İsveççe olarak çıkmıştır.^ 1780 lerden 1840 lara kadar uzanan dönemde Avrupa da yaygm biçimde görülen kültürel ve dilsel canlanma hareketlerini herhalde hiç kimse yadsıyamazken, Hroch un A aşamasını, milli fikir için politik ajitasyon yapan bir dizi aktivistin ortaya çıktığı B aşamasından ve bu milli fikir in artık kitlesel bir destek kazandığı C aşamasından ayırt etmek gerekir. Britanya Adaları örneğinde görüldüğü gibi, bu tür kültürel canlanma hareketleri ile daha sonraki politik milliyetçiliğin milli ajitasyonlan ya da hareketleri arasında zorunlu bir bağlantı bulunmazken; buna karşılık, milliyetçi hareketlerin de ilk başta kültürel canlanmayla ilgileri herhalde ya çok azdır ya da hiç yoktur. İngiltere deki Folklor Der- 5. E. Juttikala ve K. Prinen, A History o f Finland (He\s\n\<\, 1975, s. 176.) 128
129 ııeği (1878) ve İngiltere de folk şarkılannın canlanması, Çingene İlim Demeği nden daha fazla milliyetçi niteliğe sahip değildi. Üçüncü neden, dilsel kimlikten ziyade etnik kimlikle ilgilidir. Bu kendisini, milletleri genetik soyla özdeşleştiren etkili kuramların ya da sözde kuramlann yokluğuyla (yüzyılm son dönemlerine kadar) gösterir. Bu konuya tekrar döneceğiz ten önceki kırk yılda milli mesele nin öneminin artması, yalnızca eski çok milletli Avusturya-Macaristan ve Türkiye imparatorluklarında milli meselenin keskinleşmesiyle ölçülmez. Milli mesele artık hemen hemen bütün Avrupa devletlerinin iç politikasında ciddi bir sorunu oluşturuyordu. Milli mesele Birleşik Kralhk ta bile artık İrlanda sorunuyla sınırlı değildi; gerçi İrlanda milliyetçiliği bu isimle daha da büyümüştü -kendilerini milli ya da "milliyetçi diye tanımlayan gazetelerin sayısı 1871 de l den 1881 de 13 e ve 1891 de 33 e çıkmıştı-* ve Britanya politikasında politik açıdan her an patlamaya hazır bir faktör halini alıyordu. Ne var ki bu dönemin aynı zamanda, Galler milli çıkarlanmn resmen ilk defa tanındığı (Galler in 1881 tarihli Sunday Closing Act i* ilk ayn Galler Parlamento Yasası olarak nitelenmiştir) ve İskoçya nın hem mütevazı bir Home Rule * hareketine kavuşup, hükümette bir İskoç Bürosu elde ettiği, hem de Goschen Formülü yle Birleşik Krallık ın kamusal harcamalarında güvence altına alınmış bir milli paya kavuştuğu dönem olduğu sık sık görmezlikten gelinmektedir. Yerli milliyetçilik belirli bölgelerde -Fransa, İtalya ve Almanya daki gibi- milliyetçilik teriminin bulunmasına vesile oluşturan sağcı hareketlerin yükselişi biçimine ya da daha genel olarak, en berbat -am a tek olmayan- ifadesini antisemitizmde bulan politik yabancı düşmanlığı biçimine büründü. Bu çağda İsveç 6. O yılların Nevvspaper Press Directory den (Basın Yayın Kurumu) çıkarılan bu verileri, BIrkbeck College dan Mary Lou Legg in İrlanda taşra basınının dönemini kapsayan kısmıyla ilgili yayımlanmamış araştırmalanna borçluyum. Pazar günlerinin tatil olması ile ilgili yasa, (ç.n.) 7. Bkz. Report of the Commissioners appointed to inpuire into the operation of Ihe Sunday Closing (VVales) Act, 1881 {Parliamentary Papers, H.o.C., Cilt XI, 1890); K. O. Morgan, Wales, Rebirth o f a Nation {Ox1ord, 1982), s. 36. Sınırlı bir özerkliği olan yerel yönetim, (ç.n.) 129
130 kadar görece sakin bir devletin bile N orveç in m illi ayrılığıyla (1907) (1890 lara kadar ayrılmasını öneren tek bir kişi bile yoktu oysa) sarsılm ası, en azından H absburg politikasının rakip m illiyetçi ajitasyonlar yüzünden felce uğram ası kadar kayda değer bir noktadır. Dahası, eskiden bilinm eyen bölgelerde veya o zam ana kadar yalnızca folklor araştırm acılarının ilgiye değer bulduğu halklar arasında ve ilk defa kavram sal olarak Batılı olm ayan bir dünyada çoğalan m illiyetçi hareketlerle karşılaşm am ız da bu dönem e rastlar. Yeni antiem peryalist hareketlerin ne kadar m illiyetçi sayılabileceği belli değildir, am a Batılı m illiyetçi ideolojinin antiem peryalist hareketlerin sözcüleri ve eylem cileri üzerinde (İrlanda nın Hint m illiyetçiliği üzerindeki gibi) yadsınam az bir etkisi vardır. B ununla beraber, kendim izi A vrupa yla ve onun çevresiyle sınırlı tutsak bile, 1870 te pek ya da hiç görünm eyen milliyetçi hareketlerin sayısının 1914 te çok fazla olduğunu görürüz: Erm eniler, Gürcüler, Litvanyalılar ve diğer Baltık halklarıyla Y ahudiler -h em Siyonist hem de Siyonist olm ayan biçim leriyle- arasında, B alkanlar da M akedonyalilar ve A m avutlar arasında, Habsburg İm paratorluğu nda Ruthenyahlar ile Hırvatlar arasında -H ırvat m illiyetçiliği Hırvatların daha önce Yugoslav yani İlirya m illiyetçiliğine verdikleri destekle kanştırılm am ahdır-, Basklar, Katalanlar ve G alliler arasında, bilhassa radikalleşm iş Flam an hareketiyle Belçika da ve Sardunya gibi yerlerdeki yerel m illiyetçiliğin o zam ana kadar hiç beklenm e dik uzantılarında. O sm anlı İm paratorluğu nda A rap m illiyetçiliğinin ilk işaretlerinin görüldüğünü bile saptayabiliriz. Daha önce ileri sürüldüğü gibi, bu hareketlerin çoğu artık dilsel ve/veya etnik unsuru öne çıkarm aktaydı. Bunun çoğu durum da yeni bir gelişme olduğu kolayca kanıtlanabilir. Başlangıçta politik bir hedefi bulunm ayan İrlanda B irliği nin (1893) kurulm asından önce, İrlanda milli hareketinde İrlanda dili bir sorun olarak göm lm üyor du. İrlanda diliyle ilgili özel bir vurguya ne O Connell ın Repeal ajitasyonunda (buradaki Kurtarıcı her ne kadar İrlanda dilinde ko * Büyük Britanya ile Irianda arasındal<i biriiğin, O ConnelI ın önderliğinde 1830 dn ve da bozulmasına atıf yapılıyor, (ç.n.) 130
131 nuşan Kerryman adlı biri ise de) ne de Fenian programında rastlanıyordu e kadar olağan lehçeler karmaşasından tekbiçim bir İrlanda dili yaratmaya yönelik ciddi girişimlerde bile bulunulmamıştı. Fin milliyetçiliği Çarlık döneminde Grandük ün özerkliğini savunuyordu ve 1848 den sonra ortaya çıkan Finli liberaller iki dilli olan tek bir milleti temsil ettikleri görüşündeydiler. Fin milliyetçiliği kabaca 1860 lara (bir imparator fermanıyla Fin dilinin İsveç dili karşısındaki resmi konumunun düzeltildiği zamana) kadar esasen dilsel bir niteliğe kavuşmamıştı, ama dil mücadelesi de 1880 lere kadar ağırlıkla alt sınıf Finliler (dil olarak Finceyi seçen lek bir milletten yana tavır koyan Finciler in -Fennomen- temsil ettiği) ile üst sınıf İsveç azınlığı (ülkenin iki milleti, dolayısıyla iki dili içermesini savunan İsveççi lerin -Svecamen- temsil ettiği) arasındaki bir iç sınıf mücadelesi olarak kalmıştı. Ancak 1880 den sonra Çarlık Ruslaştmcı milliyetçi modele kaydıkça, özerklik mücadelesi ile dil mücadelesi birbiriyle örtüşmeye başlamıştı.* Bir (muhafazakâr) kültürel-dinsel hareket olarak Katalancılığın izleri de 1850 lerden geriye götürülemez; Gallilerin Eisteddfoılau suna* benzeyen Jocs Florals Festivali 1859 dan önceye kadar canlanmamıştı. Katalancanın kendisi yirminci yüzyıla kadar kesin biçimde standartlaşmamıştı ve Katalan bölgeciliğinin 1880 lerin Dftasma ya da daha sonraya kadar dilsel sorunla bir ilgisi yoktu.'" İddia edildiği üzere, Bask milliyetçiliğinin gelişmesi de Katalan hareketinin gelişmesinin otuz yıl kadar gerisinden gelmişti. Ama Uask özerkçiliğinin ideolojik düzlemde eski feodal ayncalıkların savunulması veya yeniden tesisinden dilsel-ırksal bir argümana kayması çok ani olmuştu: 1894 te, İkinci Karlist Savaşı nın** bitişinin üzerinden yirmi yıl bile geçmemişken, Sabino Arana Bask Miltl Juttikala ve Pirinen, A History of Finland, s * Galler de her yıl düzenlenen, özellikle edebiyatçılar, şairler ile şarkıcılann yanşiığı sanat festivali, (ç.n.) II Carles Riba, Cent anys de defensa illustraciö de l idioma a Catalunya (/ Avenç, 71, Mayıs 1984, s ). Bu, ilk olarak 1939 da verilen bir konferansın metnidir. 10. Francesc Vallverdu, El çatala al segle XIX (L Avenç, 27, Mayıs 1980), s " Ispanya tahtının gerçek sahibinin Don Carlos ve vârisleri olduğunu savunan luıreketin yürüttüğü mücadeleler. 131
132 132 li Partisi ni (PNV) kurmuş ve ülke için o zamana kadar var olmamış bir Baskça ad ( Euskadi ) bulmuştu." Avrupa nm öteki ucunda, Baltık halklannm milli hareketleri yüzyılm son üçte birlik bölümünde ilk (kültürel) aşamalannı yeni yeni aşıyordu, Makedonya sorununun 1870 ten sonra kanayan bir yara haline geldiği Balkanlar da, Makedonya da yaşayan milliyetlerin dil ilkesine göre ayırt edilmesi fikri, Makedonya için savaşan Sırbistan, Yunanistan, Bulgaristan ve Babıâli için ağır bir darbe oldu.'^ Makedonya da oturanlar dinlerine göre ayrılmışlardı, ülkenin şu ya da bu parçasına yönelik iddialar ortaçağdan antik devirlere kadar uzanan tarihe ya da ortak gelenekler ve ritüel pratiklerle ilgili etnografık argümanlara dayanmaktaydı. Makedonya 20. yüzyıl başında Slav filologlar için bir savaş alanı haline geldi; onlarla bu alanda boy ölçüşemeyen Yunanlılarsa hayali bir etnik akrabalık icat etti. Aynı zamanda -kabaca, yüzyılın ikinci yansında- etnik milliyetçilik, pratikte, halkların giderek çoğalan toplu coğrafi göçlerinden ve kuramda, on dokuzuncu yüzyıl sosyal biliminin temel kavramı olan ırk m dönüşüme uğramasından müthiş güç almıştı. Bir yandan, insanlığın eskiden beri deri rengine dayalı olarak birkaç ırk a bölünmesi artık, Ariler ve Samiler şeklinde ya da Ari- 1er arasında Kuzeyliler, Alpliler ve Akdenizliler gibi yaklaşık olarak aynı soluk deri rengindeki halklan ayıran bir dizi ırkçı ayrımlar şeklinde gelişmişti. Öbür yandan, daha sonra genetik diye bilinegelen disiplinle tamamlanan Danvinci evrimcilik, ırkçılığa, yabancıları dışlamaya, hatta tanık olduğumuz üzere ülkeden sürmeye ve öldürmeye uygun, güçlü bilimsel nedenler gibi görünen gerekçeler sağlamıştı. Bütün bunlar görece daha geç bir dönemde gündeme geliyordu. Yahudi düşmanlığı (antisemitizm) yaklaşık 1880 lere kadar ırkçı (dinsel-kültürel olandan ayn) bir karakter kazanmamıştı; Alman ve Fransız ırkçılığının başlıca peygamberle 11. H.-J. Puhle, Baskischer Nationalismus im spanischen Kontext, der. H.A. VVinkler, Nationalismus in der Welt von Heute (Göttingen, 1982), s Carnegie Endovvment for International Peace: Report o f the International Commission to Enquire into the Cause and Conduct o f the Balkan Wars (Washington, 1914), s. 27.
133 ri (Vacher de Lapouge, Houston Stewart Chamberlain) 1890 lı yıllara aitti; Kuzeyliler ifadesi yaklaşık 1900 e kadar ırkçı ya da benzer söylemlere girmemişti.'^ Irkçılık ile milliyetçilik arasındaki bağlar açıkça görülmektedir. Ariler ve Samiler örneğindeki gibi ırk ile dil kolayca kanştınlıyor ve genetik bir kavram olan ırk m, kalıtımsal olarak aktarılmayan dilden türetilemeyeceğine işaret eden Max Muller gibi titiz araştırmacılar buna öfkeyle tepki gösteriyorlardı. Bundan başka, ırkçılann ırk anlığının önemini ve melezleşmenin korkunçluğunu vurgulaması ile dilsel milliyetçilik biçimlerinin pek çoğunun (çoğunluğunun diyesim geliyor) milli dilin yabancı öğelerden anndınlması gerektiğinde ısrar etmeleri arasında apaçık bir paralellik vardır. On dokuzuncu yüzyılda İngilizler, karışık kökenleriyle (Britonlar, Anglosaksonlar, İskandinavyalIlar, Normandiyalılar, İskoç- 1ar, İrlandalIlar vb.) övünen ve dillerinin filolojik anlamda kanşık olmasıyla iftihar eden tamamen istisnai bir örnektiler. Gene de ırk ile millet i daha da yaklaştıran etken, her ikisinin de o zamanlar moda olduğu gibi ırksal / milli karakter şeklinde aynı ölçüde kabaca genelleştirilerek, fiilen eşanlamlı sözcükler olarak kullanılmasıydı. Bunun için, 1904 tarihli İngiliz-Fransız Antantı ndan önce, bir Fransız yazar, iki ülkenin anlaşmasının imkânsız görüldüğünü, çünkü iki ırk arasında kalıtımsal bir düşmanlık bulunduğunu gözlemliyordu.''' Demek ki dilsel ve etnik milliyetçilik birbirini kuvvetlendirmekteydi. Milliyetçiliğin 1870 lerden 1914 e kadar hızla mevzi kazanması şaşırtıcı değildir. Bu, hem toplumsal hem de politik değişimlerin (yabancılar aleyhinde düşmanlık manifestosu dağıtmak için bolca fırsat sunan milletlerarası durumdan söz bile etmiyoruz) ürünüydü. Toplumsal düzeyde, milliyetler olarak hayali, hatta gerçek cemaatler icat etmenin yepyeni biçimlerinin geliştirilmesine giderek da 13. J. Romein The VVatershed o f Two Eras: Europe in 1900 (Middletovvn, 1978), I Nordic (kuzeyli) ırkı bu isimle ilk kez, 1898 deki antropolojik sınıflamalar literatüründe görünmektedir (OED Supplement: nordic. Terim J. Deniker'e it gibidir (Races etpeuples de la terre, Paris 1900), ama üstün olmakla ilişkilendlrdikleri san, uzun kafalı ırkı tanımlamak açısından bu terimi uygun bulan ırkçılar tarafından sahiplenilmişti. 14. Jean Finot, Race Prejudice (Londra, 1906), s. v-vi. 133
134 ha geniş bir zemin sunan üç gelişmeden söz edebiliriz: Modemitenin saldırısına uğrayan geleneksel gruplann direnişi, gelişmiş ülkelerin şehirleşen toplumlannda hızla büyüyen yepyeni ve geleneksel olmayan sınıflarla katmanlann ortaya çıkışı ve yeryüzünün her tarafındaki çeşitli halklann (hem yerleşiklere hem de öteki göçmenlere yabancı olan gruplardı bunlar ve hiçbiri henüz bir arada yaşama alışkanlığı ve geleneklerine sahip değildi) eşine rastlanmadık göçleri ve oluşan diasporalar. Bu dönemdeki değişimin köklülüğü ve hızı; o yıllarda yoksulların ve ekonomik bakımdan zar zor idare eden ya da güvensiz durumda olanlann yaşamlarmı sık sık tepeden tırnağa sarsan Büyük Depresyon sarsıntılannı göz ardı etsek bile, böylesi koşullarda gruplar arasındaki sürtüşme nedenlerinin neden çoğaldığını açıklamaya yeter. Milliyetçiliğin politika alanına girişi için tek gerekli olan şey, kendilerini hangi şekilde olursa olsun Ruritanyalı olarak gören ya da başkalannca böyle görülen insan gruplannın şöyle bir argümana kulak vermeye hazır olmalarıydı: Ruritanyahlann huzursuzluklannın kaynağı, bir bakıma, diğer milliyetler tarafından ya da o milliyetler karşısında Ruritanyalı olmayan bir devlet veya yönetici sınıf tarafından aşağılanmalarından (genellikle yadsınamayan biçimde) kaynaklanıyordu. Her halükârda, gözlemcilerin, 1914 te milliyet temelindeki (ama her zaman milliyetçi bir programa bağlı da olmayan) çağnlara hâlâ tam anlamıyla kayıtsız görünen Avrupa halklannın tavırlannı hayretle karşılamalan yersiz değildi. ABD nin göçmen yurttaşları Federal Hükümet ten kendi milliyetlerine dilsel ya da başka ödünler talep etmiyorlar, gene de her Demokrat şehir politikacısı İrlandalIlara İrlandalI, PolonyalIlara Polonyah olarak seslenmenin işe yaradığını çok iyi biliyordu. Daha önce gördüğümüz gibi, milli çağnların potansiyel ahcısını fiili alıcıya çeviren başlıca politik değişiklikler, sayılan çoğalan devletlerde politikanın demokratikleşmesi ve modem, idari, yurttaşları harekete geçiren ve etkileyen devletin kurulmasıydı. Buna karşın kitle politikasının yükselmesi, halkın milliyetçiliği desteklemesi sorununu yanıtlamaktan ziyade yeniden formüle etmemizi kolaylaştırmaktadır. Bizim öğrenmeye ihtiyaç duyduğumuz şey, mil 134
135 li sloganlann politikada tam olarak ne anlama geldiği, farklı toplumsal kesimler için aynı anlamı taşıyıp taşımadığı, nasıl değiştiği, yurttaşları seferber edebilecek başka sloganlarla hangi koşullarda birleştiği ya da bağdaşmadığı, bu başka sloganlar karşısında nasıl baskın çıktığı ya da çıkamadığıydı. Milletin dille özdeşleştirilmesi girişimi bu tür sorulan yanıtlamamıza yardımcı olur, çünkü dilsel milliyetçilik özünde bir devletin denetimini, en azmdan dilin resmen tanınmasının sağlanmasını gerektirir. Açık ki bu, bir devlet ya da milliyet içindeki bütün katmanlar veya gruplar açısından aynı derecede önemli olmadığı gibi, her devlet ya da milliyet açısından da aynı önemde değildir. Ne olursa olsun, dildeki milliyetçiliğin özünde iletişim, hatta kültür sorunlan değil, iktidar, statü, politika ve ideoloji sorunlan yatar. Eğer temel sorun iletişim ya da kültür olsaydı, Yahudi milliyetçi (Siyonist) hareketi, henüz kimsenin konuşmadığı ve Avrupa sinagoglannda kullanılana hiç benzemeyen bir telaffuzu olan modem İbraniceyi tercih etmezdi. Onlar Avrupa nın doğusundaki Aşkenaz Yahudilerinin ve batıya giden göçmenlerin yüzde 95 inin (yani, bütün dünyadaki Yahudilerin önemli bir çoğunluğunun) konuştuğu Yidiş dilini reddetmişlerdi te o dili konuşan on milyon kişinin geliştirdiği geniş kapsamlı ve seçkin yazın göz önüne getirildiğinde, Yidişçe zamanın önde gelen yazın dillerinden birisi ydi.' İrlanda milli hareketi de 19(X) den sonra, çoğunun artık anlamadığı ve onu memleketlilerine öğretmeye çalışanlann bile yeni yeni, çok eksik biçimde öğrenmeye başladıkları İrlandacaya yeniden geçmeyi amaçlayan, baştan sonuçsuz kalmaya mahkûm kampanyaya girişmişti.'* Buna karşılık, Yidiş örneğinin gösterdiği ve lehçe yazınlanmn altın çağı olan on dokuzuncu yüzyılın doğruladığı gibi, yaygın biçimde konuşulan, hatta yazılan bir dilin varlığı mutlaka dilsel temelde milliyetçilik doğurmazdı. Bu tür dil ya da yazınlar, kendilerini, hegemonik bir genel kültür ve iletişim diliyle rekabet etmek- 15. Lewis Glinert, Vievvpoint: the recovery of Hebrew" {Times Literary Supplement, 17, Haziran 1983, s. 634). 16. Krş. Declan Kiberd, Synge and the Irish Language (Londra, 1979), özellikle s
136 ten ziyade onu tamamlıyor sayabilir ve tamamen bilinçli olarak böyle sayılabilirdi. Var olan yazılı ve kültür dillerini basitçe düzeltme ve standartlaştırmadan tutun, birbiriyle örtüşen lehçeler karmaşasından bir dil oluşturulmasına ve ölü ya da neredeyse tükenmiş dillerin diriltilmesine (fiilen yeni dillerin icat edilmesi anlamına gelir bu) kadar uzanabilecek olan dil kuruluşu sürecinde politik-ideolojik unsurun yeri açıkça ortadadır. Çünkü, milliyetçi mitin aksine, bir halkın dili, milli bilincin temeli değil, Einar Haugen in deyişiyle kültürel bir eser dir. Modem Hint dillerinin gelişmesi bunun açık bir örneğidir. On dokuzuncu yüzyılda bir kültür dili olarak beliren yazılı Bengalcenin bilinçli olarak Sanskritçeleştirilmesi, yalnızca okuryazar üst sınıflan halk kitlelerinden ayırmakla kalmıyor, aynı zamanda Bengalli Müslüman kitleleri aşağılayarak Hindulaşmış Bengalce yüksek kültüründen de ayırıyordu; buna karşılık Hindistan ın bölünmesinden itibaren Bangladeş (Doğu Bengal) dilinde de Sanskritçe sözcüklerin belli ölçüde temizlendiği dikkat çeker. Daha da öğretici bir örnek, Gandhi nin, milli hareketin birliği temelinde tek bir Hindu dilini geliştirip koruma, yani bir yandan İngilizceye milli bir alternatif çıkanrken, öbür yandan Kuzey Hindistan ın bu ortak lingua franca'sm m Hindu ve Müslüman biçimlerinin birbirinden kopmalarını önleme girişimidir. Bununla beraber, Hindu dilinin evrensel düşünceli savunuculanna karşı çıkan, güçlü biçimde Hindu yanlısı ve Müslüman karşıtı (dolayısıyla Urduca karşıtı) bir grup vardı. Bu grup 1930 larda, Milli Kongre nin dili yaymak amacıyla kurduğu örgütün denetimini ele geçirmiş ve Gandhi, Nehru ile diğer Kongre liderlerinin bu örgütten (Hindi Sahitya Samuelan! ya da HSS) aynlmalanna yol açmıştı de Gandhi geniş kapsamlı bir Hindu dili yaratma projesine geri dönmüş ama başarılı olamamıştı. Bu arada HSS, dilde ortaöğretim ve üniversite düze- 17. Einar Haugen, Language Conflicts and Language Planning: The Case o f Modem Nonvegian (Lahey, 1966); aynı yazann, The Scandinavian languages as cultural artifacts, der. Joshua A. Fishman, Charles A. Ferguson, Jyotindra Da* Ğupta, Language Problems o f Developing Nations (New York-Londra-Sidney- Toronto 1968), s
137 137 yinde diploma vermek ve derecelendirme yapmak için smav merkezleri kurarak sonunda kendi imajma uygun bir standart Hindu dili yaratmıştı; 1950 de sözcük dağarının genişletilmesi için bir Bilimsel Terminoloji Dairesi kurulduğunu ve 1956 da başlatılan Hindu Ansiklopedisi yle taçlandınidığını dikkate alırsak, eğitim amacıyla gerçekleştirilen bir standartlaşmaydı bu. Gerçekten, çeşitli hareketlerin sözcük dağarlarını yerlileştirme ye yani sahiden daha milli olma özelliğini artırmaya yönelik girişimlerinde (bunun yakın zamanlardaki en iyi bilinen örneği Fransız hükümetlerinin franglais e karşı yürüttükleri mücadeledir) tanıklık edildiği üzere, diller sembolik anlamlan fiili kullanıma baskın çıktığı ölçüde, toplumsal mühendislikte daha bilinçli uygulama alanları haline gelmektedir. Böylesi hareketleri yaratan tutkulan anlamak kolaydır, ama bunlann konuşmayla, yazmayla, anlamayla, hatta yazın anlayışıyla hiçbir ilgisi yoktur. Danimarkaca nın etkisi altında olsa da, Norveççe, Norveç edebiyatının temel aracıydı ve hep öyle kalmıştır. On dokuzuncu yüzyılda buna gösterilen tepki milliyetçi tepkiydi. Aynı şekilde, 1890 Iarda Çekçe öğrenmenin (o sıralarda Çekçe şehir nüfusunun yüzde 93 ünün konuştuğu dildi) ihanet olduğunu ilan eden Prag daki Alman Gazinocu'^ iletişimle ilgili bir açıklama yapmış olmuyordu. Şimdilerde bile bugüne kadar hiç Galce isim konmamış yerlere Galce yer isimlerinin verilmesini tasarlayan Galce uzmanlan, Birmingham ismini Galceleştirmeye, Bamako gibi bir yabancı kasabayı Galceleştirmekten daha fazla ihtiyaç olmadığını çok iyi bilirler. Gene de, dili kurma ve manipüle etme planının arkasındaki dürtüler ve tasarlanan dönüşümün derecesi ne olursa olsun, devlet gücü bu tasanda temel bir role sahiptir. 18. J. Bhattacharyya, Language, class and community in Bengal (South Asia Bulletin, VII, 1 ve 2, Sonbahar 1987, s ); S. N. Mukherjee, Bhadralok in Bengali Language and Literatüre: an essay on the language of class and status {Bengal Past and Preseni, 95, Kısım II, Temmuz-Aralık 1976, s ); J. Das Gupta ve John Gumperz, Language, communication and control in North India, der. Fishman, Ferguson, Das Gupta, Language Problems, s B. Suttner, Die Badenischen Sprachenverordnungen von 1897, 2 cilt (Graz- Köln 1960, 1965), Cilt II, s
138 138 Romanya milliyetçiliği, devlet gücü olmasa, dilini o zamana kadar alışılagelen Kril alfabesinin yerine Roma alfabesiyle yazıp basarak (1863 te) Latin kökenli olduğunda (çevrelerindeki Slavlar ile Macarlardan farklı biçimde) nasıl ısrar edebilirdi? (Mettemich dönemindeki Habsburg polis şefi Kont Seldnitzky, Habsburg İmparatorluğu ndaki Slavlar arasında panslav eğilimleri yıldırmak amacıyla Kril harfleri yerine Roma harfleriyle basılan Ortodoks din yapıtlannı destekleyerek benzer bir kültürel-dilsel politika uygulamıştı.)^" Yerli ya da kırsal diller, eğitim ve yönetim alanında tanınmalan ve kamu yetkililerinin desteklemesi dışında, milli ya da dünya kültürünün egemen dilleriyle rekabet edebilecek dillere nasıl dönüştürülecekti? (Burada fiilen var olmayan dillere bir gerçeklik kazandırılmasından söz bile etmiyoruz.) 1919 daki Britanya mandası, İbraniceyi gündelik dil olarak konuşan insanların sayısının 20.(K)0 den az olduğu bir zamanda onu Filistin in üç resmi dilinden biri olarak kabul etmeseydi, İbranicenin geleceği ne olurdu? Finlandiya da on dokuzuncu yüzyılın sonuna kadar dilsel çizgiler kalıplaşırken, İsveççe konuşan entelektüellerin oranının İsveççe konuşan sıradan insanlardan kat kat daha fazla olduğu gözlemi, yani eğitimli Finlilerin İsveççeyi kendi anadillerinden daha yararlı bulmaya devam etmeleri karşısında. Fince orta, hatta yüksek eğitimin düzenlenmesinden başka nasıl bir çare öngörülebilirdi?^' Gene de, milli özlemleri temsil etseler bile, dillerin çok sayıda pratik ve toplumsal bakımdan farklılaşmış kullanımları olduğundan, idari, eğitim ya da başka amaçlarla resmi dil(ler) olarak seçilen dil(ler)e karşı tavırlar da değişmektedir. Kendimize bir kere daha, tartışma yaratan unsurun yazılı dil, yani kamusal amaçlarla konuşulan dil olduğunu hatırlatalım. Özel iletişim alanı içerisinde konuşulan dil(ler), kamusal dillerle yan yana var olduklan durumlarda bile ciddi problemlere yol açmazlar. Çünkü her dil, her çocuğun anne babasıyla konuşmaya uygun dilden öğretmenleri ya da arkadaşlarıyla konuşmaya uygun olan dile geçerken farkında olduğu gibi, kendi mekânında iş görür. 20. J. Fishman, The sociology of language: an interdisciplinary approach, der. T. E. Sebeok, Current Trends in Linguistics, Cilt 12 (Lahey-Paris, 1974), s Juttikala ve Pirinen, A History o f Finland, s. 176.
139 Aynca, dönemin olağanüstü toplumsal ve coğrafi hareketliliği görülmedik sayıda erkeği (hatta özel alana hapsolmalanna karşm kadım) yeni diller öğrenmeye zorlar veya teşvik ederken; genelde -daha doğrusu, hep- bir dilin, farklı bir dille özdeşleştirilen daha geniş bir kültüre veya daha yüksek bir toplumsal sınıfa girme aracı olarak bile bile reddedilmesi ve yerine bir başkasının ikame edilmesi durumlan dışında, yeni dil öğrenme sürecinin illa ki ideolojik sorunlar yaratması şart değildi. Yidişçe konuşmamak, hatta anlamamakla gururlanan Orta ve Batı Avrupa daki asimile olmuş orta sınıf Aşkenaz Yahudilerinde ya da Orta Avrupa daki soyadlan açıkça Slav kökenden geldiklerini gösteren çok sayıdaki ateşli Alman milliyetçi ya da nasyonal sosyalistinin aile tarihinde görülür bu. Oysa eski ve yeni diller genellikle, her biri kendi alanında olmak üzere iç içe yaşardı. İtalyanca konuşan Venedik in eğitimli orta sınıfı açısından, evde ya da pazarda Venedik diliyle konuşmaktan vazgeçmek, Lloyd George açısından iki dillilik ne kadar anadili olan Galceye ihanet etmek anlamına geliyorsa, o kadar anlamlıydı ancak. Demek ki konuşma dili, toplumun üst katmanlarına olsun, emeğiyle çalışan halk kitlesine olsun ciddi politik problemler çıkarmıyordu. Tepedeki insanlar daha geniş kültür dillerinden birini konuşuyorlardı; eğer kendi anadilleri ya da ailelerinin konuştuğu dil bunlar arasında yer almıyorsa, üst tabakanın erkekleri (ve 19(K) lü yılların başlannda bazen de kadınlan) geniş kültür dillerinden birini ya da birkaçını öğrenmek durumunda kalıyorlardı. Doğallıkla, standart milli dilin eğitimli versiyonunu kullanacaklardı; yöresel bir aksanın ya da yöresel sözcüklerin görülüp görülmemesi önemli değildi, ancak genellikle kendilerini toplumsal katmanın diğer üyeleriyle özdeşleştiren bir tarzı tercih ediyorlardı.^ Aile kökenlerine, oturduklan yere, yetişme biçimlerine, sınıflannın geleneklerine ve elbette alt sınıflarla iletişimin ne ölçüde onlann dil(ler)ini ya da bir melez dil veya karışık yardımcı dil bilmeyi gerektirdiğine bağlı olarak, ilişkiye girdikleri alt sınıflann yerel ağzı, lehçesi veya anadili- 22. Ochs von Lerchenau lehçesini duyan Viyanalı hiçbir taksi şoförü, iconuşanı görmese dahi, o kişinin toplumsal statüsünden en ufak bir kuşku duymaz. 139
140 ni konuşabilirlerdi. Bu dillerin resmi statüsünün hiçbir önemi yoktu, çünkü resmi kullanım ve kültür dili hangisi olursa olsun ellerinin altmdaydı. Sıradan halk içindeki okuryazar olmayan kesim açısından, sözcükler dünyası tamamen konuşmayla ilgiliydi ve bu nedenle resmi dil ya da diğer yazı dillerinin, bilgisizlik ve güçsüzlüklerini hatırlatan bir etken olmasının dışında, hiçbir önemi yoktu. Arnavut milliyetçilerinin, kendi dillerinin Arap ya da Yunan alfabesiyle değil Latin alfabesiyle (Yunanlılardan da Türklerden de aşağı olmadıklarını gösterecekti bu) yazılmasını istemelerinin, hiçbir yazı okumayan kendi halklanyia açıkça bir ilişkisi yoktu. Farklı yörelerin insanlannın birbirleriyle ilişkiye geçmeleri ve köyün kendine yeterliliğinin zamanla sona ermesiyle birlikte, ortak bir iletişim dili bulma sorunu ciddileşiyordu (sınırlı bir çevreye hapsolan kadınlar için bunun önemi daha az, tahıl yetiştiren ya da çiftlik hayvanlarına bakan kadınlar içinse en az düzeydeydi) ve bu sorunu çözmenin en kolay yolu, milli dili (ya da milli dillerden birini) az çok idare edecek kadar öğrenmekti. İki büyük kitlesel eğitim kurumunu oluşturan ilkokul ile ordunun da her eve resmi dili bir ölçüde taşıması bu sorunun ciddiliğini iyice artırıyordu.^^ Salt yöresel ya da toplumsal düzeyde kısıtlı kullanıma sahip dillerin daha geniş kullanıma sahip diller karşısında mevzi kaybetmesinde şaşırtıcı bir yan yoktur. Bu çerçevedeki bir dilsel değişim ve adaptasyon sürecinin aşağıdan herhangi bir direnişle karşılaştığına ilişkin kanıt da yoktur. İki dil arasında, daha yaygın biçimde kullanılan dilin ezici ve belirgin üstünlükleri olduğu gibi, yalnızca tek bir dil konuşanların kendi anadillerini kullanması engellenmediği sürece anlaşılan hiçbir dezavantajı da yoktu. Gelgelelim, yalnızca tek bir dil konuşabilen Breton, doğduğu alanın ve geleneksel uğraşlannm dışında çaresizdi. Başka bir yere gittiğinde neredeyse dilsiz bir hayvandan farkı kalmıyordu: Suskun bir kas yığını. Modem bir dünyada kendilerine daha iyi bir yer ve iş arayan yoksulların gözüyle bakıldığında, köy- 23. Daha 1794 te bile Abbe Gregoire, herhalde farklı yörelerden gelen insanların karmakarışık biçimde yer almasından dolayı memnuniyetle taburlanmızda genelde Fransızca konuşuluyor diyordu.. 140
141 lülerin Fransızlaşmasında ya da Chicago da İngilizce öğrenen PolonyalIlarla İtalyanlann Amerikalılaşmak istemelerinde yanlış olan bir şey yoktu. Yerel olmayan bir dili bilmenin açık avantajlan olduğu gibi, daha geniş çapta kullanılan bir dille, özellikle bir dünya diliyle okuyup yazmanın avantajlan da yadsınmaz derecedeydi. Latin Amerika da yazılı dili bulunmayan Kızılderililerin anadillerinde öğretim yapılması türündeki baskılar Kızılderililerden değil, indigenista entelektüellerden gelmiştir. Yerel diliniz de facto bir dünya dili olmadıkça, tek dilli olmak eli kolu bağlanmaktır. Fransızca bilmenin öyle avantajlan vardı ki, Belçika da 1846 ile 1910 arasında yerli Flamanca konuşanlann iki dili birden konuşmalarına, Fransızca konuşanlann Flamanca öğrenme zahmetine girmelerinden daha fazla rastlanıyordu.^" Milli dil baskısı hipotezinin, büyük dillerle yan yana yaşayan yöresel ya da küçük çaplı dillerin gerilemesini açıklaması gerekmez. Tam tersine, küçük dilleri korumaya yönelik övgüye değer ve sistemli (genellikle büyük bedeller pahasına yürütülen) çabalar Wend dili, Reto-Romanca (Romanş/Ladinş) ya da İskoç Keltçesinin gerilemesini yavaşlatmaktan öte işe yaramamıştır. Derslerin İngilizce ya da Fransızca olarak yürütüldüğü sınıflarda yerel ağızlannı ya da dillerini kullanmalan (hayal gücünden yoksun pedagoglar tarafından) yasaklanmış olan entelektüellerin acı anılan bir yana bırakılırsa, velilerin yalnızca kendi dilleriyle yapılan bir eğitimi en masse tercih edeceklerini gösteren hiçbir kanıt yoktur. Kuşkusuz yalnızca sınırlı kullanım alanı olan başka bir dille dışlayıcı bir biçimde (örneğin, Bulgarca yerine Rumence) eğitim yapma zorunluluğu getirilse, bu daha fazla direnişle karşılaşabilirdi. Dolayısıyla bir uçta aristokrasi veya büyük burjuvazinin, öbür uçta işçilerle köylülerin, dilsel milliyetçiliği coşkuyla desteklemeleri için hiçbir neden yoktu. Bu haliyle büyük burjuvazi ( grande bourgeoisie ), mutlaka, on dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru ön 24. A. Zolberg, The making of Flemings and VValloons: Belgium " (Journal o f Interdisciplinary History, M12, 1974, s ). * Doğu İsviçre de Grisonlar arasında ve Güney Tirol de konuşulan Reto-Romanca lehçeleri, (ç.n.) 141
142 plana çıkan iki milliyetçilik biçiminden birine (emperyalist şovenizm ya da küçük halk milliyetçiliği) bağlanmak durumunda olmadığı gibi, küçük milletin dilsel tutkulanna karşı hiçbir bağlılık duymuyordu. Ghent ve Antvverp teki Flaman burjuvazisi bilinçli olarak Fransızca konuşuyordu ve F/am/n^anf-karşıtıydı ve bu özellikleri kısmen hâlâ taşımaktadır. Çoğu kendisini PolonyalIdan ziyade Alman ya da Yahudi sayan PolonyalI sanayiciler^ kendi ekonomik çıkarlanna en iyi hizmet etmenin yolunun bütün Rusya çapındaki ya da diğer milletlerüstü pazarlara malzeme satmak olduğunu açıkça anlamışlar; böylece Rosa Luxemburg u yanıltarak Polonya milliyetçiliğinin gücünü küçümsemesine neden olmuşlardı. İskoç işverenleri, îskoçluklarıyla ne kadar gururlanırlarsa gururlansınlar, 1707 Birliği nin* iptal edilmesini öngören her türlü imayı duygusal bir aptallık sayacaklardı. Daha önce gördüğümüz gibi, çalışan sınıfların, gruplar arasında başka bir sürtüşme türünün sembolü işlevi görebilse de dil nedeniyle heyecana kapılmaları pek olası değildi. Ghent ve Antvverp işçilerinin çoğunun Liöge ve Charleroi daki yoldaşlarıyla çevirisiz iletişim kuramamaları, onlan tek bir işçi hareketinde birleşmekten alıkoymuyordu. Çünkü dil böyle bir harekette o kadar az sorun yaratıyordu ki, örneğin 1903 te Belçika da sosyalizm üzerine çıkan standart yapıtlarda Flaman sorununa hemen hiç değinilmezdi: Bugün akla bile getirilemeyecek olan bir durum. Aslında Güney Galler de hem burjuvazinin hem de işçi sınıfının liberal çıkarlan, genç Llyod George un Galliliği dilsel Gallilikle, Liberal Parti yi (Prensliğin milli parçası) de bunu savunmakla özdeşleştiren milliyetçi Kuzey Galler liberalizmine karşı birleşmişti ve 1890 lı yıllarda bunda genellikle başanlı olmuşlardı. 25. Waclaw Dlugoborski, Das polnische Bürgertum vor 1910 in vergleichender Perspektive, der. J. Kocka, Bürgertum im 19. Jahrhundert: Deutschland im europâischen Vergleich (Münih, 1988), Cilt 1, s * Iskoç ve Ingiliz hükümdarlıklarının parlamentolannın birleşmesini öngören anlaşması. (ç.n.) 26. Jules Destree ve Emile Vandervelde, Le Socialisme en Belgique (Paris 1903, ilk olarak 1898). Kesin olmak gerekirse 48 sayfalık bibliyografyada Flaman sonjnuyla ilgili olarak tek bir başlık vardır; bir seçim broşürü. 142
143 143 Yazılı anadilin resmi kullanımını en çok önemseyen sınıflar, toplumsal bakımdan gösterişsiz ama eğitimli orta katmanlardı. Bunlar, eğitim gerektiren, kafa emeğine dayalı işleri yürütmeleri sayesinde alt orta sınıf statüsüne erişen kesimlerdi. Küçük burjuva öneki olmadan milliyetçilik sözünü ağzına almayan dönemin sosyalistleri, bu konuda haklıydı. Dilsel milliyetçiliğin cephe hattında taşra gazetecileri, öğretmenler ve gözü yüksekte olan alt rütbeli subaylar vardı. Milli sürtüşmeler nedeniyle imparatorluğun Avusturya daki yansı fiilen yönetilemez hale geldiğinde, Habsburg politikasının savaş alanları, ortaokullardaki öğretim dili ya da istasyon şefliklerinin hangi milliyete verileceği gibi konular olmuştu. Gerçekten de II. Wilhelm in imparatorluğundaki aşırı milliyetçi pancermen eylemciler, ağırlıkla eğitimli kesimden (ama öğretmenden ziyade Oberlehrer) ve giderek genişleyen, toplumsal bakımdan da hareketli olan bir toplumun yan eğitimli kesiminden geliyordu. Ben dilsel milliyetçiliği, kaba-materyalist liberallerin savaşları silah firmalannm kâr elde etmesine indirgemeleri gibi, iş kapma sorununa indirgemek istemiyorum. Bununla birlikte, anadili her şeyden önce alt sıralarda kalmış smıflann bir çıkar alanı olarak kavramadıkça dilsel milliyetçiliği tam olarak anlayamayız, hele ona karşı çıkışları hiç anlayamayız. Ayrıca, anadile özellikle bir öğretim dili olarak daha ağırlıklı bir resmi konum kazandırmaya yönelik her adım, bu çıkar alanında pay sahibi olabilecek insanlann sayısını çoğaltırdı. Bağımsızlıktan sonra Hindistan da dil esasına dayalı eyaletlerin kurulmasına ve tek bir anadilin (Hinduca) milli dil olarak dayatılmasına direniş bu durumu yansıtmaktadır: Tamilnadu da Tamilce okuyup yazan kesime devletin bütün kademelerindeki kariyerler açılırken İngilizcenin kaldmlmaması, Tamil diliyle eğitim görmüş insanlan diğer anadillerle eğitim görmüş insanlar karşısında milli açıdan dezavantajlı bir duruma sokmaz. Dolayısıyla potansiyel bir değer olarak dilin yaratılmasındaki can alıcı an, ilköğretim dili olarak kabul edilmesi (gerçi bu sayede, doğallıkla, çok sayıda ilkokul öğretmeni ve o dili aşılayan kişi yetişecektir) de * (Alm.) Başöğretmen, (ç.n.)
144 ğil, 1880 lerde Flanders da ve Finlandiya da başanyia uygulandığı üzere bir ortaöğretim dili olarak da kabul edilmesidir. Çünkü, Fin milliyetçilerin açıkça farkında olduklan gibi, toplumsal hareketliliği anadile ve ardından dilsel milliyetçiliğe bağlayan budur. Devlet ortaokullannda Flamanca eğitim görmüş yeni ve laik kuşak... Antwerp ile Ghent te yeni bir Flamingant ideolojisini oluşturup ayakta tutan pek çok birey ve grubu çıkarmıştır. ^ Gene de dilsel ilerleme, anadiliyle konuşan orta sınıflar yaratarak, alt orta katmanların karakteristik özelliklerini oluşturan ve onlara yeni milliyetçiliğin çekici gelmesinin nedeni olan aşağılık duygusu, statü güvensizliği ve kırgınlığı pekiştiriyordu. Bunun için yeni, Flamanca eğitim gören sınıf; en dinamik unsurları o dili bilmenin pratik üstünlükleri nedeniyle Fransızcaya kayan Flaman kitleler ile Fransızcadan hiç vazgeçmeyen Belçika yönetim, kültür ve iş dünyasının üst kademeleri arasında sıkışmıştı.^* Aynı görev için bir Flamanın iki dili de bilmesi zorunluyken Fransızca bilen bir yerlinin diğer dile, o da isterse, ancak baş sallayacak kadar ihtiyaç duyması, daha sonra Quebec te olacağı gibi küçük dilin aşağılığını pekiştirir. (Çünkü iki dili de bilmenin gerçek bir değer ifade ettiği ve dolayısıyla iki dili de bilenlerden küçük dili anadili olarak konuşanlann fiilen avantaj sağladıkları işler, normal olarak alt kademelerdeki işlerdi). Flamanlann, demografik göstergeler kendi lehlerine olan Quebecliler gibi, geleceğe güvenle bakmalan beklenebilir. Her şey bir yana, bu bakımdan, kendi hallerine bu-akılsa salt Danvinci anlamdaki bir diller arası varoluş mücadelesinde etkili bir rakip bile olamayacak görünen İrlandaca, Bretonca, Baskça, Frizyece, Romanş, hatta Galce gibi eski ve gittikçe gerileyen kırsal dilleri konuşanlardan daha üstün durumdaydılar. Flamanca ile Kanada Fransızcası hiçbir anlamda dilsel tehdit altında değildi, ama bu dilleri konuşanlann toplumsal-dilsel bir elit olmalan gerekmediği gibi, egemen dili konuşanlar da anadili kullanan eğitimli kesimi bir elit olarak görmüyordu. Tehdit altında olan, Flamingant ya da Quebecli orta kat- 27. Zolberg, The making of Flemings and VValloons, s A g.y., s. 209ff. 144
145 manlann dilleri değil, statüleri ve toplumsal konumlarıydı. Bunları yalnızca politik güç ayakta tutabilirdi. Öz itibariyle bu durumun, dil sorununun gerileyen bir dili (genellikle, Baskça ve Galce gibi, ülkenin yeni sanayi şehir merkezlerinde fiilen tükenme noktasına gelen diller) savunmaktan ibaret kaldığı yerlerdeki durumdan hiçbir farkı yoktu. Eski dilin savunulması, kesinlikle modemitenin tahribatları karşısında bütün bir toplumun eski usul ve geleneklerinin savunulması demekti: Bretonlar, Flamanlar, Basklar ve diğerlerinin Roma Katolik rahiplerinden aldığı desteğin kaynağı buydu. Bu anlamda basit anlamıyla orta sınıf hareketleri değillerdi. Ama Bask dili milliyetçiliği geleneksel bir kır hareketi de sayılmazdı. Çünkü kırsal kesimdeki halk hâlâ, Bask Milli Partisi nin (PNV) İspanyolca konuşan kurucusunun ve daha sonraki pek çok dil militanının orta yaşlarda öğrenmek zorunda kaldığı bir dili konuşuyordu. Bask köylüleri yeni milliyetçiliğe fazla ilgi duymuyorlardı. Bask milliyetçiliği, bir yandan çıkarlarıyla İspanyol monarşisine bağlı olan büyük Bask burjuvazisine kafa tutarken, sanayileşme tehdidine ve tannsız göçmen proleter sosyalizmine de tepki gösteren (şehir ve kıyı kesimlerindeki) muhafazakâr, Katolik, küçük burjuva çevrelerde kök salmıştı. Katalan özerkçiliğinden farklı olarak PNV, yalnızca burjuvaziden gelen geçici bir desteğe sahipti. Bask milliyetçiliğinin, benzersiz bir dil ve ırka sahip olma iddiası, her küçük burjuva radikal sağ uzmanının kulağına tanıdık gelen bir iddiadır: Basklar ırksal arılıkları nedeniyle diğer halklardan üstündü ve diğer halklarla, özellikle Araplar ve Yahudilerle karışmak istemediklerini gösteren dildeki benzersizlik bunun bir kanıtıydı. Aynı sözler, ilkin 1860 larda küçük çaph olarak kendini gösteren ( küçük burjuvazinin, asıl olarak küçük çaplı perakendeciler ile tüccarlann desteğinde ), on dokuzuncu yüzyılın Büyük Depresyon u su-asında mevzi kazanan (yine, ekonomik bakımdan güç durumdaki aynı türde alt orta sınıflar arasında) Hırvat miuiyetçiliği için özellikle söylenebilir. Hırvat milliyetçiliği, küçük burjuvazinin, varlıklı burjuvazinin ideolojisi olan Yugoslavyacılığa muhalefetini yansıtmaktaydı. Bu örnekte, seçi 29. Puhle, Baskischer Nationalismus, s
146 len halkı diğer insanlardan ne dil ne de ırk ile ayırmak mümkün olduğundan, Hırvat milletinin doğudan gelecek istilalara karşı Hıristiyanlığı savunmaya odaklanan tarihsel misyonu, özgüvenden yoksun olan katmanlara gerekli üstünlük duygusunu kazandırmaya yanyordu.^ Yüzyılın son yirmi yılında, bilhassa Almanya da (Stöcker), Avusturya da (Schönerer, Lueger) ve Fransa da (Drumont, Dreyfus olayı) görülen milliyetçiliğin bir alt çeşidi olan, politik antisemitizm hareketlerinin kaynağında aynı toplumsal katmanlar vardı. Statülerinde ve tanımlarında görülen belirsizlik, konumlan tartışma götürmeyen kol işçilerinin oğullan ve kızlan ile üst ve üst orta sınıflann üyeleri arasındaki geniş katmanlann güvenceden yoksunluğu, benzersizlik ve üstünlük iddialanyla sağlanan dengenin işçilerden, yabancı devlet ve bireylerden, göçmenlerden, aynı zamanda devrimci ajitatörler de olan Yahudilerle kolayca özdeşleştirilebilen kapitalist ve bankerlerden biri ya da diğeri tarafından tehdit edilmesi; bunlar, ılımlı orta tabaka ile böylesi tehditlere bir yanıt olarak hemen ayırt edilebilen militan milliyetçilik arasındaki bağlan kuruyordu. Sonuçta bu orta katmanlar, kendilerini savaşta ve tehlike altında saymaktaydılar lerde Fransız sağının politik sözcük dağanndaki anahtar sözcük aile, düzen, gelenek, din, ahlâk ya da buna benzer başka bir terim değil, analistlere göre tehdit ti.^' Milliyetçilik, alt orta katmanlar arasında, liberalizmle ve solla ilişkilendirilen bir kavramdan, sağcı, daha kesin konuşursak radikal sağcı bir şovenist, emperyalist ve yabancı düşmanı bir harekete doğru dönüşüm (Fransa da 1870 dolaylannda vatan ve yurtseverlik gibi terimlerin belirsiz kullanımında gözlemlenebilecek olan bir değişim) geçirmişti. ^ Milliyetçilik terimi, özellikle Fran 30. Mirjana Gross, Croatian national-integrational ideologies from the end ot liyrism to the creation of Yugoslavia (Austrian History Yearbook, 15-16, , s. 3-44, özellikle 18, 20-21, 34 (A. Suppan ın tartışması). 31. Antoine Prost, Vocabulaire des proclamations electorales de 1881, 1885 t t J859 (Paris, 1974), s Jean Dubois, Le Vocabulaire fx>litique et social en Francea de 1869 a 1872 (Paris, 1962), s. 65, madde Milliyetçilik terimi henüz geçmemektedir v* bu dönemde "milli sözcük dağarının sağa kaymasını ele alan A. Prost, Voca~ bulaire des proclamations electorales, özellikle s , 64-65'te de görünmez. 146
147 sa da, kısa süre sonra da Latince kökenli dilin bu tür bir oluşum geçirdiği İtalya da, bu eğilimin ortaya çıkışmı betimlemek üzere ortaya atılmıştı. Milliyetçilik yüzyılın sonunda oldukça yeni bir terimdi. Gene de Alman milliyetçiliğinin kitlesel jimnastik kuruluşlan olan Tumer deki gibi sürekliliğin bulunduğu yerlerde bile, 1890 lardaki sağa kayışın boyutu, Yahudi karşıtlığının Avusturya dan Alman kollarına yayılmasına, emperyal dönemin üç renginin (siyah-beyaz-kırmızı) 1848 in liberal-milli üç renginin (siyahkırmızı-altın sansı) yerini almasına ve emperyal genişlemeciliğe yönelik yeni coşkulara bakarak ölçülebilir.^ Bu tür hareketlerin, yani İtalya yı I. Dünya Savaşı na sürükleyen alt ve orta şehir burjuvazisinin düşman ve yükselen bir kesim olarak gördüğü proletaryaya karşı isyanının çekim merkezinde orta sınıfların hangi boyutta öne çıktıklan bir tartışma konusu olabilir. Ancak İtalyan ve Alman faşizminin toplumsal bileşimi üzerine yapılan çalışmalar, bu hareketlerin asıl kuvvetlerini orta katmanlardan aldıkları konusunda hiçbir kuşku bırakmazlar.^ Dahası, yerleşik ulus devletler ile iktidarlarda, ara katmanların yurtsever coşkusu, kendi türünden diğer devletlere karşı emperyal genişleme ve milli rekabet kavgasına girmiş olan hükümetleri pek memnun etse de, bu tür duyguların yerele özgü olduğunu ve bu yüzden tamamen yukarıdan manipüle edilemeyeceğini önceden görmüştük ten önce bile çok az sayıda hükümet, onlan cesaretlendiren aşın milliyetçiler kadar şovenistti. Ve o ana değin aşınlann kurduğu tek bir hükümet yoktu. 33. Fransa için Zeev Stemhell, Maurice Barrâs et le nationalisme français (Paris, 1972); İtalya için der. R. Lill ve F. Valsecchi, II nazionalismo in Italia e in Genvania fino alla Prima Guerra Mondiale (Bologna, 1983)'te S. Vaitutti ile F. Perfetti'nin yazdığı bölümler. 34. Hans-Georg John, Politik und Turnen: die deutsche Tumerschaft als nationale Bewegung im deutschen Kaisen-eich von 1871 bis 1914 (Ahrensberg bei Hamburg. 1975), s. 41 ff. 35. Jens Petersen, der. W. Schieder, Faschismus als soziale Bewegung (Göttingen, 1983), s. 122, 1923 tarihli bir kaynağı aktarmaktadır. 36. Michael Kater, The Nazi Party: a social profile ofmembers and leaders (Cambridge, 1983), özellikle s. 236; Jens Petersen, Elettorato e base sociale del fascismo negli anni venti {Studi Storici, XVI/3, 1975), s
148 Bununla beraber, hükümetler yeni milliyetçiliği bütünüyle denetleyemeseler ve yeni milliyetçilik de henüz hükümetleri denetleyemese bile, devletle özdeşleşme, milliyetçi küçük burjuvazinin ve alt orta smıflann gözünde vazgeçilmez bir önem taşıyordu. O ana kadar bir devlete sahip olamamışlarsa bile, milli bağımsızlık onlara layık olduklarını hissettikleri konumu kazandıracaktı. İrlanda nın eski diline dönmesini vazetmek, Dublin gece smıflannda temel Keltçeyi öğrenen ve yeni öğrendiklerini diğer militanlara aktaran insanlar için artık salt bir propaganda sloganı olmayacaktı. Özgür İrlanda Devleti nin tarihinin kanıtlayacağı gibi bu, en alt kademe kamu hizmetine girmek için bile herkeste aranan nitelik olacak ve bu yüzden İrlandaca sınavlardan geçmek profesyonel ve entelektüel sınıflara girmenin kriteri durumuna gelecekti. Halihazırda bir ulus devlette yaşasalar bile, milliyetçilik onlara, proleterlerin sınıf hareketlerinden kazandıkları toplumsal kimliğin dengini vermişti. Alt orta sınıfların (hem zanaatkârlar ve küçük dükkân sahipleri gibi umutsuz olan kesimler, hem de yüksek eğitim gerektiren beyaz yakalı ve profesyonel işlerin eşine rastlanmadık derecede çoğalmasıyla ortaya çıkan ve işçiler kadar yeni olan toplumsal katmanlar), kendilerini bir sınıf olmaktan ziyade, anayurdun hem en ateşli ve sadık hem de en saygın oğullanyla kızlarının oluşturduğu bir topluluk olarak tanımladıkları ileri sürülebilir pekâlâ ten önceki elli yılda ön plana çıkan milliyetçiliğin niteliği ne olursa olsun, bütün türlerinde şöyle ortak bir yan var gibiydi: Yeni proleter sosyalist hareketlerin reddedilmesi. Bunun nedeni yalnızca sosyalist hareketlerin proleter olmalan değil, aynı zamanda bilinçli ve militan biçimde enternasyonalist olmalan, en azından milliyetçi olmamalanydı.^ Bu yüzden, milliyetçilik ile sosyalizmin çağrılarını karşılıklı olarak birbirlerini dışlayan çağnlar olarak görmekten ve birinin ilerlemesini diğerinin gerilemesiyle eşdeğer saymaktan daha mantıklı bir düşünce yok gibidir. Gerçekten de tarihçiler arasında genel bir kural sayılan görüş şudur; Sosyalist enter 37. Bu konunun ele alınması için bkz. E. J. Hobsbavvm, VVorids o f Labour {Londra, 1984), Bölüm 4 ile aynı yazarın, VVorking-class intemationalism, der. F. van Holthoon ve Marcel van der ünden, İntemationalism in the Labour Movement (Leiden-New York-Kopenhag-Köln 1988), s
149 nasyonalizmin sığ olduğunun ortaya çıktığı 1914 teki savaşın ve 1918 den sonraki banş anlaşmalannda milliyet ilkesi nin ezici zaferinin kanıtladığı üzere, bu dönemde kitlesel milliyetçilik, rakip ideolojilere, bilhassa sınıf esasına dayalı sosyalizme karşı büyük zafer kazanmıştı. Ancak yaygın varsayımların tersine, kitlelere politik düzeyde seslenmenin (özellikle sosyalistlerin sımf çağnsının, dinsel mezheplerin iman çağnsının ve milliyet çağnsının) dayandığı çeşitli ilkeler karşılıklı olarak birbirlerini dışlamıyorlardı. Her iki tarafın da deyiş yerindeyse, konumlanndan dolayı (ex officio) bağdaşmaz olduğunda ısrar ettiği din ile tannsız sosyalizm örneğinde bile birini diğerinden ayıran kalın bir çizgi yoktu. İnsanlar, kolektif kimliklerini ayakkabı seçer gibi bir defada ancak bir çift giyebilecekleri bilgisiyle seçmiyorlardı. Aynı anda milliyet dahil çeşitli bağlılık ve sadakat odaklan vardı, halen vardır ve bunlar aynı anda yaşamın çeşitli yönleriyle ilgilidirler (tabii, örneklerin akla getirdiği gibi, insanların zihinlerinde bu yönlerden herhangi biri belirli bir zamanda en öne çıkabilir). Bu farklı bağlılık odaklan uzun zaman dilimlerinde bir kişiden birbiriyle bağdaşmayan taleplerde bulunmayacak, öyle ki bir insanın kendisini bir İrlandalmın oğlu, bir Alman kadının kocası, madenci topluluğunun bir üyesi, bir işçi, Bamsley futbol kulübünün bir taraftan, bir liberal, bir Metodist, yurtsever bir İngiliz, belki bir Cumhuriyetçi ve Britanya imparatorluğunun bir yandaşı olarak hissetmesi hiçbir problem doğurmayabilecekti. Bunlar arasında seçim yapma sorunu, ancak bu sadakat odaklarından birisinin diğerlerinden biri veya birkaçıyla doğrudan çelişmesi halinde gündeme geliyordu. İnançlı politik militanlar azınlığı doğallıkla bu tür bağdaşmazlıklara karşı çok daha duyarlıydı. Öyle ki Ağustos 1914 ün, Britanya, Fransa ve Almanya daki işçilerin çoğunluğundan ziyade sosyalist partilerin liderleri açısından sarsıcı bir deneyim olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz; çünkü, yukanda (özellikle 3. Bölüm, s ) kısmen tartışılan nedenlerden dolayı, sıradan işçiler savaşta kendi hükümetlerini desteklemeyi, sınıf bilinci ve işveren düşmanlığı sergilemek olarak görüyorlardı. Bayrağa sanlarak devrimci sendikalist ve entemasyonalist liderlerini 149
150 150 şoka uğratan Güney Gallerli madenciler, bunun üzerinden daha bir yıl geçmeden, yurtsever olmadıklan suçlamalanna kulak asmayarak aynı derecede kolaylıkla bir genel grevde kömür madenini kapatmışlardı. Bununla birlikte, militanlar bile kuramcılann bağdaşmaz gördükleri şeyleri seve seve birleştirebilirler. Sözgelimi, çok sayıda Fransız Komünist Partisi militanının hem Fransız milliyetçiliğine hem de SSCB ye tam bir sadakatle bağlanmalan bunun bir örneğidir. Gerçekten, yeni kitlesel politik hareketlerin (milliyetçi, sosyalist, mezhepçi vs.) genellikle aynı kitleleri yanlarına çekmek uğruna rekabete girişmeleri, bu hedef kitlenin tüm bu hareketlerin çeşitli çağnianndan etkilenmeye açık olduğunu akla getirmektedir. Özellikle İrlanda ile Polonya da milliyetçilikle dinin ittifak yaptığı açıkça ortadadır. Ama önce gelen hangisidir? Bunun yanıtı belli değildir. Lenin in, politik gerçekliklere her zamanki gibi derinlemesine nüfuz eden bakışıyla, sömürgeci dünyada komünist politikanın temellerinden birisi haline getireceği, milli ve toplumsal hoşnutsuzluk arasındaki çok yönlü örtüşme çok daha şaşırtıcıdır ve hiç dikkat çekmemiştir. Milli mesele üzerindeki iyi bilinen milletlerarası Marksist tartışmalar yalnızca, enternasyonalizm ve sınıf çağnlanndan başka bir şeye kulak vermemeleri gereken işçilere milliyetçi sloganlann cazip gelmesi hakkında değil, aynı zamanda ve herhalde daha doğrudan olarak, milliyetçi ve sosyalist talepleri aynı anda destekleyen işçi sınıfı partilerinin nasıl ele alınacağı hakkındaydı.^* Dahası, o zamanki tartışmalarda pek görünmemekle birlikte, nasıl (Hırvatistan daki gibi) özünde toplumsal düşünceli olan ama zamanla milliyetçi bir boyut geliştiren köylü partileri varsa, ilk başlarda sosyalist olan ama bir süre sonra kendi halklarının milli hareketinin temel araçları haline gelen partilerin var olduğu da şimdi apaçık ortadadır. Kısacası, Connoliy nin İrlanda da rüyasını gördüğü -am a önderlik edemediği- sosyalist ve milli kurtuluşun birliği, fiilen başka yerlerde sağlanmış oluyordu. 38. Kısa bir özet için, G. Haupt, der. Haupt, Lowy ve VVeill, Les Mandstes et la question nationale (Paris, 1974), s Polonya sorunu başlıca örnekti, ama türünün tel< örneği değildi.
151 Devam edilebilir. Bağımsızlığı teşvik eden bir etken olarak, toplumsal ve milli taleplerin birleşmesinin, milliyetçilikten çok daha etkili olduğu anlaşılmıştır. Milliyetçiliğin çekim alanı hoşnutsuz alt orta sınıflarla sınırlıydı; sadece bu sınıflar açısından milliyetçilik hem toplumsal hem de politik bir programın yerine geçiyordu ya da yerine geçer görünüyordu. Polonya öğretici bir örnektir. Polonya nın paylaşılmasından bir buçuk yüzyıl sonra yeniden kurulması, yalnızca bu amaca bağlı kalan politik hareketlerden birinin bayrağı altında değil, ülkesinin kurtarıcısı haline gelen Albay Pilsudski önderliğindeki Polonya Sosyalist Partisi nin bayrağı altında gerçekleşmişti. Finlandiya da, 1917 Rus Devrimi nden önceki son (serbest) seçimlerde oyların yüzde 47 sini alarak de facto Finlilerin milli partisi haline gelen Sosyalist Parti ydi. Gürcistan da bu konuma bir başka sosyalist parti olan Menşevikler yükselirken; Ermenistan da Sosyalist Enternasyonal e katılan Daşnaklar milli parti konumuna gelmişlerdi. Doğu Avrupa daki Yahudiler arasında hem Siyonist olmayan (Bund taraftan) hem de Siyonist milli örgütlere sosyalist ideoloji egemendi. Bu fenomen, gerçekten değişimi öngören hemen her örgüt ve ideolojinin kendisini ilk planda toplumsal ve politik devrimci saymak zorunda olduğu Çarlık imparatorluğuyla sınırlı da değildi. Birleşik Krallık taki Gallilerle İskoçların milli duyguları, ifadesini özel milliyetçi partilerde değil, bütün Birleşik Krallık çapındaki bellibaşlı muhalefet partilerinde (önce liberaller, sonra İşçi Partisi) buluyordu. Hollanda da (ama Almanya da değil) küçük bir halkın mütevazı ama sahici milli duygulan, esasen sol radikalizmde dile geliyordu: Frizyalıların Hollanda solunun tarihindeki ağırlığı, İskoçlarla Gallilerin Britanya solunun tarihindeki ağırlığından çok daha fazladır. İlk Hollanda Sosyalist Partisi nin en seçkin önderi olan Troelstra ( ), kariyerine, Frizya yı canlandırma- 39. Fin milliyetçiliğinin Sosyalist Parti yle bir araya gelememesi üzerine bkz. David Kirby, Rank-and-file attitudes in the Finnish Social Democratic Party ( )", {Pastand Preseni, III, Mayıs 1986), özellikle s Gürcüler ve Ermeniler üzerine bkz. der. Ronald G. Suny, Transcaucasia: Nationalism and Social Change (Ann Arbor, 1983), özellikle kısım II, R. G. Suny, Anahide Ter Minassian ve Gerard J. Libaradian ın denemeleri. 151
152 152 yı amaçlayan Genç Friesland grubunun önderi ve Frizya diliyle yazan bir şair olarak başlamıştı.' İlk başlarda 1914 ten önceki sağcı ideolojilerle (Galler, Euskadi, Flanders ve başka yerlerde olduğu gibi) ilişkilendirilen eski küçük burjuva milliyetçi partiler ile hareketlerin, moda olan toplumsal devrim ve Marksizm kılığını kuşanma eğilimiyle bir ölçüde gölgede kalmış olmakla birlikte, son on yıllarda bu fenomen belirgin hale gelmiştir. Gelgelelim, Hindistan daki Tamil milliyetinin istemlerinin başlıca sözcüsü olan DMK nin ömrü Madras'ta bölgesel bir sosyalist parti olarak başlamıştı ve ne yazık ki Sri Lanka solunda da Sri Lanka şovenizmine doğru benzer kaymalar saptanabilir.'*' Bu örnekleri sıralamanın amacı, haliyle Sosyalist Entemasyonal in gündemini işgal eden ve başına dert olan bu tür hareketler içindeki milliyetçi ve sosyalist unsurların ilişkisini değerlendirmek değil, kitlesel hareketlerin çelişkili saydığımız özlemleri birlikte dile getirebildiklerini ve işin doğrusu, esasen sosyalist-devrimci bir çağrıda bulunan bu hareketlerin, kendi halklarının ilerideki kitlesel milli hareketlerinin çatısını oluşturabildiklerini kanıtlamaktır. Gerçekten de sık sık milli çağnnın sınıfsal çağn karşısındaki üstünlüğünün kesin kanıtı olarak aktanlan örnek, aslında ikisi arasındaki ilişkilerin karmaşıklığını aydınlığa kavuşturmaktadır. Bugün, bazı mükemmel araştırmalar sayesinde, böylesi bir fikir çatışmasının çok önemli bir örneği olan çok milletli Habsburg İmparatorluğu hakkında yeterince bilgiye sahibiz."^ Peter Hanâk m, Birinci Dünya Savaşı sırasında Viyana ile Budapeşte deki askerlerle ailelerinin birbirlerine yazdıklan, sansür edilmiş ya da el konulmuş çok sayıdaki mektubun analizine dayalı ilginç bir araştırmayı özetleye- 40. A. Fejtsma, Histoire et situation actuelle de la langue frisonne (Pluriel, 29, 1982, s ) ayaklanmasının kırsal solcu gençllği ne önderlik eden JVP (Janatha VimuktI Peramuna) hareketinde aşın solculuktan Sri Lanka şovenizmine geçişin kısa bir anlatımı için bkz. Kumari Jayavvardene, Ethnic and Class Conflicts in Sri Lanfca (Dehiwala, 1985), s Bkz. Z.A. Zeman, The Break-up ofthe Habsburg Empire, (Londra, 1961): ve incelemeler derlemesi, Die Auflösung des Habsburgeıreiches, Zusammenbruch und Neuorientienjng im Donauraum (Schriftenreihe des östen"eichischen Ost- und Südosteuropainstituts, Cilt III, Viyana 1970).
153 ceğim. Sırp krallığına yoğun sempati besleyen Sırplar (özellikle BosnalI ve Voyvodinah Sırplar) ile Kutsal Rusya ya sempati duyan Slavlar ve Ortodokslar gibi bir irredenta'da bulunan kişiler bir yana İtalyanlar arasında ve Romanya nm savaşa girişinin ardından Rumenler arasında geçen ilk yıllardaki yazışmalarda milliyetçiliğe ya da monarşi karşıtlığına fazla rastlanmıyordu. Sırplann Avusturya düşmanlığının toplumsal tabam açıkça halk kesimine dayalıydı, ancak İtalyanlarla Rumenlerden gelen milliyetçi mektuplann büyük kısmı orta sınıftan ya da entelijensiyadan geliyordu. Diğer tek ciddi milli karşı çıkış (şüphesiz çok sayıda yurtsever asker kaçağını da içeren savaş esirlerinin mektuplanna bakarsak) Çeklerden geliyordu. Bununla beraber, Habsburglann faal düşmanlannın ve Rusya daki Çek birliklerindeki gönüllülerin yansından çoğu orta sınıftan ve entelijensiyadandı. (Bohemya dan esirlere giden mektuplar çok daha ihtiyatlı bir dille yazıldığından, onlardan sonuç çıkarma ihtimali daha azdı). Savaş yıllan, ama özellikle ilk Rus Devrimi, el konulan mektuplardaki politik içeriğin dramatik ölçüde yükselmesine yol açmıştı. Gerçekten, sansür görevlilerinin halkın düşüncesiyle ilgili düzenledikleri raporlarda, aynı biçimde, savaşın patlamasından beri şok dalgalan halkın en alt kesimlerine kadar ulaşan ilk politik olayın Rus Devrimi olduğu gözleniyordu. PolonyalIlar ve UkraynalIlar gibi bazı ezilen milliyetlerin eylemcileri arasında, Rus Devrimi reform (belki de bağımsızlık) umutlan uyandırmıştı. Gene de egemen ruh hali, banş ve toplumsal dönüşüm arzusuydu. O sırada emekçilerin, köylü ve işçi sınıfı kadınlannm mektuplannda bile belirmeye başlayan politik düşünceler, en iyi biçimde birbirine bağlı üç zıtlıkla analiz edilir: Ziengin-yoksul (ya da toprak beyi-köylü, patron-işçi), savaş-banş ve düzen-düzensizlik. Bunlar arasındaki bağlar en azından mektuplarda açıktır: Zenginler iyi yaşar ve askere gitmezlerken, yoksullar zengin ve güçlü olanlann, devlet ve ordu yetkililerinin vb. insafına kalmışlardır. Buradaki ye- 43. Peter Hanâk, Die Volksmeinung wâhrend des letzten Kriegsjahres in österreich-ungarn, Die Auflösung, s * (İt.) Tarihsel ya da etnik bakımdan bir politik birimle bağlantılıyken başka bir politik birimin denetimindeki toprak parçası, (ç.n.) 153
154 l.m ııilik, şikâyetlerin, yalnızca asker olan ve vatanını savunan yoksulların farklı şekillerde aynı derecede kötü davranışlara maruz kalmaları anlamında değil, aynı zamanda kaderin edilgence kabullenilınesine alternatif olarak artık temel alanlarda değişim öngören devrimci bir beklentinin bulunması anlamında da giderek sıklaşmasındadır. Yoksullann mektuplarındaki temel tema, savaşın yaşam ve çalışma düzenini bozup yok ettiği yönündeydi. Buna bağlı olarak mütevazı ve düzenli bir yaşama geri dönme arzusu, giderek daha fazla, savaşa, askerlik yapmaya, savaş ekonomisine vb. düşmanlığı ve barış isteğini içermekteydi. Burada da şikâyetin direnişe dönüşmesiyle karşılaşınz. Yüce Tann bize yeniden banş ihsan etse nin yerini, Bıktık artık ya da Sosyalistlerin barış yapacağını söylüyorlar gibi deyişler almıştır. Milli duygulann bu argümanlara ancak dolaylı yoldan girmesinin nedeni, asıl olarak, Hanâk ın sözleriyle, 1918 e kadar milli duygulann geniş halk kitleleri arasında henüz istikrarlı bir bilinç öğesi biçiminde kristalleşmemiş oluşu ya da insanların henüz devlete sadakat ile millete sadakat arasındaki farkın bilincine varmayışlan veya ikisi arasında net bir tercih yapmayışlandır. ^ Milliyet en sık biçimde, bilhassa iki kesimin farklı milliyetlerden geldikleri yerlerde, zenginler ile yoksullar arasındaki çatışmanın bir boyutu olarak görünmektedir. Ne var ki en kuvvetli milli tona rastladığımız yerlerde bile. Çeklerin, Sırplann ve İtalyanların mektuplannda olduğu gibi, ayrıca yoğun bir toplumsal dönüşüm isteğine de rastlarız yılında değişen ruh hallerine ilişkin olarak sansür görevlilerinin ayrıntılı gözlemlerine girmeyeceğim. Ancak Hanâk m Kasım 1917 ortası ile Mart 1918 ortası arasında (yani, Ekim Devrimi nden sonra) yazılmış yaklaşık mektubu seçerek yaptığı analizden bazı dersler çıkanlabilir. Kabaca monarşinin milli bileşimine denk düşen milli oranlarla, mektuplann üçte ikisi işçilerle köylüler, üçte biri entelektüeller tarafından kaleme alınmıştı. Mektupların yüzde 18 i ağırlıkla toplumsal temalan, yüzde lo u banş 44. A.g.y., s. 62.
155 arzusunu, yüzde 16 sı milli meseleyi ve monarşiye karşı tavrı; yüzde 56 sı da bunların kombinasyonlarını, yani (basitleştirirsem) yüzde 29 u ekmek ve banşı, yüzde 9 u ekmek ve milleti, yüzde 18 i banş ve milleti temsil etmektedir. Toplumsal tema mektuplann yüzde 56 sında, banş teması yüzde 57 sinde, milli tema ise yüzde 43 ünde görünmektedir. Toplumsal ve fiilen devrimci içerikteki sözlere özellikle Çekler, Macarlar, Slovaklar, Almanlar ve Hırvatlann yazdıklan mektuplarda rastlanmaktadır. Mektuplann üçte birinde Rusya dan geleceği, üçte birinde devrimin getireceği, yüzde 20 sinde ise hem Rusya nın hem devrimin birleşmesiyle geleceği umut edilen barış, doğallıkla her milliyetten mektup sahibinin duygulanna hitap etmektedir. Bunun tek sının, milli temaya değinen mektuplann yüzde 60 ının imparatorluğa düşman ve az çok bir bağımsızlık isteğine yatkın olması, yüzde 40 ının (daha doğrusu, Almanlarla Macarlan çıkarırsak, yüzde 28 inin) sadakatini korumasıdır. Milli mektuplardan yüzde 35 inde bağımsızlığın müttefik zaferinin sonucunda geleceği beklenmekte, ama yüzde 12 sinde hâlâ isteklerinin monarşi çerçevesinde yerine getirilebileceğine inanılmaktadır. Tahmin edilebileceği üzere, bilhassa Almanlar, Çekler ve Macarlar arasında barış ve toplumsal devrim isteği el ele gidiyordu. Oysa, herhalde milli bağımsızlık daha çok Müttefiklerin zaferine bağlı göründüğünden, banş arzusuyla milli özlemleri bağdaştırmak o kadar kolay değildi. Gerçekten de Brest-Litovsk görüşmeleri sırasında, milliyetçi mektuplann pek çoğunda tam da bu nedenle hemen banş yapılması onaylanmıyordu. Çek, PolonyalI, İtalyan ve Sırp elit kesimlerinin mektuplannda çok çarpıcı bir özelliktir bu. Ekim Devrimi nin ilk etkisini gösterdiği dönem, halkın ruh halindeki toplumsal öğenin en kuvvetli günlerini yaşadığı, ama aynı zamanda -Zeman ın da Hanâk m da görüş birliğine vardıkları gibidevrimi arzulayan milli ve toplumsal öğelerin birbirinden aynlmaya ve çatışmaya başladığı dönemdi in Ocak ayındaki büyük grevler bir tür dönüm noktasına işaret ediyordu. Bir anlamda, Zeman ın gözlemlediği gibi, devrimci ajitasyonu bastırmak ve kaybedilmiş bir savaşı sürdürmekle Habsburg monarşisinin yetkilileri, 155
156 bir Sovyet Avrupası ndan ziyade Wilsoncu bir Avrupa nın önünu açıyordu. Gene de 1918 yılında milli temanın halkın bilincinde nihayet baskın çıktığı zamanda bile, milli tema toplumsal temadaa ayn veya ona karşıt değildi. Monarşi çökerken, çoğu yoksul insanın gözünde iki tema el ele gidiyordu. Bu kısa gezintiden ne sonuç çıkanlabilir? Birincisi, milli bilincin, söz konusu milliyetleri oluşturan halk kiüesinin gözünde ne anlama geldiği konusunda hâlâ çok az şey biliyoruz. Bunu öğrenmek için yalnızca Hanâk m sansüre takılan mektuplara dalarak yaptığı türden pek çok araştırmaya değil, aynı zamanda, bunun işe yarayabilmesi için önce, o dönemde milli mesele yi kuşatan terminolojiye ve ideolojiye, bilhassa bunlann milliyetçi türüne soğukkanlı ve gizem çözücü (demystifying) bir gözle bakmaya da ihtiyacımız var. İkincisi, o dönemde milli bilincin oluşumu, diğer toplumsal ve politik bilinç biçimlerinin oluşumundan ayrılamaz: Hepsi el ele gider. Üçüncüsü, milli bilincin gelişmesi (entegralist ya da aşın sağcı milliyetçilikle özdeşleşen sınıflar ve örnekler dışında) ne doğrusal bir çizgide seyreder ne de toplumsal bilincin diğer öğelerine mutiaka zarar verir Ağustosu nun perspektifinden bakıldığında, millet ile ulus devletin bütün rakip toplumsal ve politik sadakat odakları karşısında zafer kazandığı sonucuna vanlabilir nin perspektifiyle bakıldığı zaman da aynı şeyler söylenebilir mi? Milliyetçilik, Avrupa nın yoksul insanlarının gerçek kaygılarını yansıtan hareketlerin 1918 de başarısızlığa düştükleri ölçüde, savaşa giren Avrupa nın eskiden bağımsız olan milliyetlerinde zafer kazanmıştı. Bu gerçekleştiği sıralarda, ezilen milliyetlerin orta ve alt orta katmanları, yeni bağımsızlaşan Wilsoncu küçük devletlerin yönetici elitleri olacak konumdaydılar. Toplumsal devrimsiz milli bağımsızlık. Müttefiklerin zaferinin şemsiyesi altında her ikisinin bir arada gerçekleşeceği rüyasını görenler açısından, geri olmakla birlikte uygulanabilir bir çözümü yansıtıyordu. Bozguna uğrayan ya da yan bozguna uğrayan büyük devletlerde başvurulabilecek başka bir yol yoktu. O devletlerde çöküş toplumsal devrim doğurmuştu. Sovyetlere, hatta kısa ömürlü Sovyet cumhuriyetlerine Çekler ve Hırvatlarda değil, Almanya da, Alman Avusturyası nda ve 156
157 Macaristan da rastlanmıştı (ve onlann gölgesi İtalya ya düşmüştü). Milliyetçilik bu ülkelerde, toplumsal devrimin yerini alan daha ılımlı bir hareket olarak değil, karşı devrimden yana olan eski subaylar, alt orta ve orta sınıf siviller takımının harekete geçmesi olarak yeniden boy göstermişti. Yani faşizmin döl yatağı olarak ortaya çıkmıştı. 157
158 V Milliyetçiliğin Zirvesi, On dokuzuncu yüzyıla ait milliyet ilkesi nin zafer kazandığı bir dönem var idiyse, bu dönem Birinci Dünya Savaşı nm sonuna denk düşüyordu; ancak bu, ne önceden kestirilebilir bir durumdu, ne de geleceğin galiplerinin niyetini yansıtmaktaydı. Aslında bu zafer istemeden ortaya çıkan iki gelişmenin ürünüydü: Bir yanda Orta ve Doğu Avrupa nın çok milletli imparatorluklannın çöküşü ile öbür yanda Müttefiklerin Bolşevik kartına karşı Wilson kartını oynamasını gerektiren Rus Devrimi. Zira, önceden gördüğümüz gibi, de kitleleri seferber eder görünen etken, milletlerin kendi kaderini tayin etmesi talebinden daha çok, toplumsal devrimdi. Bütün Avrupa da zafere ulaşmış bir devrimin kıtadaki milliyetler üzerinde nasıl etkilerde bulunabileceği üzerine spekülasyon yürütüle- 158
159 bilir, ancak bu tür spekülasyonlar boş gevezelikten öte bir anlam taşımaz. Avrupa, Sovyet Rusya dışmda, Bolşeviklerin milli mesele politikası temelinde yeniden inşa edilmiş değildi. Öz itibariyle Avrupa Kıtası, tarihinde ilk ve son defa olarak, az sayıdaki istisnalar dışında, hem ulus devlet hem de bir tür burjuva parlamenter demokrasi olarak tanımlanan devletlerden oluşan bir yapboz tahtası haline gelmişti. Ne var ki bu durum çok kısa ömürlü oldu. İki savaş arası dönemdeki Avrupa, burjuva milletin daha önceki bir bölümde tartışılan diğer boyutunun, yani bir milli ekonomi olarak milletin zaferine de tanıklık edecekti. Çoğu ekonomist, işadamı ve Batılı hükümet, rüyalarında 1913 teki dünya ekonomisine geri dönmeyi görüyordu, ama bunun gerçekleşmesinin imkânsızlığı ortaya çıkmıştı. Aslında, bu gerçekleşseydi bile, ideal sayılan, hatta Britanya nın global üstünlüğünün doruğuna çıktığı zamanlarda dünya ekonomisinin gerçekliğinin bir parçasını oluşturan serbest rekabetçi özel girişim ve serbest ticaret ekonomisine geri dönülemezdi te kapitalist ekonomiler, hükümetlerin desteklediği, koruduğu, hatta bir ölçüde yönlendirdiği geniş, merkezileşmiş şirket blokları oluşturma doğrultusunda hızla ilerlemekteydiler zaten. Savaş da devletin yönettiği, hatta devletin planladığı kapitalizme yönelişi büyük oranda hızlandırmıştı. Lenin, sosyalistlerin 1914 ten önce pratik olarak hiç kafa yormadıklan geleceğin planlı sosyalist ekonomisi tasansını ortaya attığı zaman, Almanyası ndaki planlı savaş ekonomisini model almıştı. Kuşkusuz, böylesi bir büyük sermaye artı devlet ekonomisi modeline geri dönüş dahi, savaşın bitiminde ekonomik ve politik gücün Batı dünyasında köklü biçimde yeniden bölüşüldüğü dikkate alınırsa, 1913 teki milletlerarası modelin yeniden kurulmasına yetmezdi e her türlü geri dönüş fikrinin ütopyacı bir umut olduğu açıkça görülmüştü. îki savaş arasındaki ekonomik krizler de kendine yeterli milli ekonomi yi en görkemli biçimde güçlendirmeye yaramıştı. Büyük milletlerarası göç akımları durmaya yüz tutar, yüksek döviz denetimi duvarları milletlerarası para akışını engeller, milletlerarası ticaret daralır, hatta milletlerarası yatırımlar anlık çöküş belirtileri sergiler 159
160 160 ken, dünya ekonomisi birkaç yıllığına çöküşün eşiğine gelen bir görünüm sunmuştu. İngilizler bile 193rde serbest ticareti terk ettiklerine göre, devletlerin korumacılığa çekildikleri açık gibiydi; o kadar savunmacı bir korumacılık söz konusuydu ki, iki taraflı anlaşmalarla hafifletilen bir otarşi politikasına yaklaşılmıştı. Kısacası, ekonomik kasırga global ekonomiyi peşinde sürüklerken, dünya kapitalizmi, kendisini oluşturan ulus devlet ekonomilerinin ve onlara bağlı imparatorluklarının sığınaklanna çekilmekteydi. Bu zorunlu muydu? Kuramsal düzlemde yanıtlarsak, zorunlu değildi. Örneğin, 1970 lerin ve 1980 lerin global ekonomik fırtınalan buna benzer bir çekiliş -şimdiye kadar- yaratmadı. Ancak iki savaş arasındaki dönemde olan buydu. Demek ki iki savaş arasındaki durum bize milliyetçiliğin ve ulus devletlerin sınınnı ve potansiyelini değerlendirmek açısından olağanüstü bir fırsat sunmaktadır. Gene de bunları ele almadan önce, Versailles Banş Antlaşması nm ve beraberinde gelen anlaşmalarm (hem mantık hem de kolaylık gereği 1921 Ingiliz-İrlanda Anlaşması da dahil olmak üzere) Avrupa ya dayattığı fiili ulus devletler modeline kısaca göz atalım. Bu kısa bakış, Wilsoncu ilkenin, yani devlet smırlannm milliyet ve dil sımrlanyla uyumlu kılınması ilkesinin pratikte hiçbir şekilde uygulanamayacağını hemen açığa çıkarmaktadır. Çünkü 1918 den sonraki banş antlaşması (Alman» ya nm sınırlan üzerine bazı politik-stratejik kararlar ile İtalya ve Polonya nın yayılmacılığına verilen birkaç gönülsüz ödün dışında) bu ilkeyi uygulanabildiği kadar pratiğe aktarmıştı. Her halükârda, ondan önce ya da ondan itibaren, Avrupa da ya da başka bir yerde, politik haritayı milliyet doğrultusunda yeniden çizmeye yönelik aynı ölçüde sistemli bir girişim asla görülmemiştir. Çözüm işe yaramadı. Halklann fiili dağılımı göz önüne alındığında, eski imparatorluklann yıkıntılan üzerinde kurulan yeni devletlerin çoğu, kaçınılmaz olarak, yerlerini aldıklan eski milletler hapishaneleri kadar çok milletli yapıdaydı. Çekoslovakya, Polonya, Romanya ve Yugoslavya buna örnektir. İtalya daki Alman, Sloven ve Hırvat azınlıklar, Habsburg İmparatorluğu ndaki İtalyan azınlıklann yerini almışlardı. Asıl değişim, devletlerin artık ortala
161 ma olarak çok daha küçülmeleri ve devletler içindeki ezilen halklar a artık ezilen azmlıklar denilmesiydi. Kaim çizgilerle her birinde etnik köken ve dil itibariyle ayn bir homojen halkm yaşadığı, kendi içinde uyumlu teritoryal devletiere bölünmüş bir kıta yaratma çalışmasının mantıksal sonucu, azınlıklann kitle halinde kovulması ya da imha edilmesiydi lara kadar bütün boyutlanyla ortaya çıkmamasına karşın, teritoryal milliyetçilik türünün caniyane reductio ad absurdum'u böyleydi ve halen de böyledir. Bununla beraber kitle halinde sürme, hatta jenosid ilk kez Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Avrupa nın güney ucunda, Türklerin 1915 te Ermenileri kitle halinde yok etmeye koyulmaları ve 1922 Yunan-Türk Savaşı ndan sonra, milyon Rumun Homeros devrinden beri yaşadıklan Küçük Asya dan kovulmalanyla görülmüştü.' Sonradan, bu konuda bir Wilsoncu milliyetçi olan Adolf Hitler, İtalyan Güney Tirol ündekiler gibi anayurt topraklarında yaşamayan Almanlan bizzat Almanya ya taşımaya koyulurken, Yahudilerin sürekli ortadan kaldıniması için de hazırlıklar yapıyordu. Yahudilerin îkinci Dünya Savaşı ndan sonra, Fransa dan Sovyetler Birliği nin iç bölgelerine uzanan geniş Avrupa coğrafyasından fiilen silinmesinden sonra, özellikle Polonya ve Çekoslovakya dan olmak üzere en m asse' kovulma sırası Almanlara gelmişti. Homojen teritoryal millet, artık yalnızca barbarlarca ya da en azından barbarca araçlarla gerçekleştirilebilecek bir program olarak ortaya çıkıyordu. Milliyetlerle devletlerin birbiriyle örtüşemeyeceğini keşfetmenin paradoksal sonuçlanndan birisi, Wilsoncu ölçütlere göre ne kadar saçma olursa olsun, Versailles Antlaşması yla çizilen sınırlann kalıcı olduklarının (büyük devlet çıkarlan, yani 1945 ten önce Almanya, 1945 ten sonra SSCB çıkarlan doğrultusunda değiştirilmeleri gereken yerler dışında) ortaya çıkmasıydı. Avusturya ve Türk * (Lat.) Bir önermeyi saçmalık düzeyine indirgeyerel< çürütmek, (ç.n.) 1. Bkz. C. A. Macartney, Refugees, Encyclopedia o f the Social Sciences (New York, 1934), Cilt 13, s ; Charles B. Eddy, Greece and the Greek Refugees (Londra, 1931). Haksızlık etmemek açısından Yunanistan ın da Türkü kovduğu atlanmamalıdır. ** (Fr.) Kitle halinde, (ç.n.) 161
162 imparatorluklarından doğan devletlerin sınırlanm yeniden çizmeye yönelik çeşitli kısa ömürlü girişimlere rağmen, bu sınırlar hâlâ az çok Birinci Dünya Savaşı ndan sonra çizildikleri gibidir; İtalya nın ele geçirdiği Adriyatik kıyısındaki bölgelerin 1918 den sonra Yugoslavya ya aktarılmasını saymazsak, en azından Sovyet smırlannın güneyinde ve batısındaki durum böyledir. Oysa, Wilsoncu sistem, bundan başka önemli ve hiç beklenmedik sonuçlara da yol açmıştı. Birincisi, küçük milletlerin milliyetçiliğinin şaşırtıcı olmayan bir biçimde, tıpkı Lenin in vurguladığı büyük millet şovenizmi kadar azınlıklara karşı tahammülsüzlüğüydü. Habsburg Macaristam m yakından bilenler açısından kuşkusuz yeni bir keşif değildi bu. Daha yeni ve kayda değer olan, resmi savunucularının formüle ettiği biçimiyle millet fıkri nin mutlaka söz konusu halkın fiilen kendine biçtiği kimlikle çakışması gerekmediğinin keşfedilmesiydi den sonra karışık bir milli bileşime sahip çeşitli bölgelerde yaşayan insanların rakip ulus devletlerin üyesi olup olmadığını belirlemek amacıyla düzenlenen plebisitler, bir dili konuşan, ama diğer dih konuşanlann devletine katılmayı tercih eden önemli sayıda topluluğun varlığını gözler önüne sermişti. Bu durum bazen politik baskılarla ya da seçim hileleriyle açıklanabilir, bazen de politik cehalet ve toylukla göz ardı edilebilir. İki hipotez de tamamen inandırıcılıktan yoksun değildir. Gene de Almanya da yaşamayı yeniden doğan Polonya da yaşamaya tercih eden Polonyahlann, yeni Yugoslavya devleti karşısında Avusturya'yı seçen Slovenlerin varlığı yadsınamazdı. Ne var ki, bir milliyetin üyelerinin, kendilerinin somut ifadesi olduğunu iddia ettikleri teritoryal devletle özdeşleşmesi gerektiğine inananlar bunu a priori açıklayamıyorlardı. Bunun o sırada hızla mevzi kazanan bir kuram olduğu doğrudur. Bu kuram yirmi yıl sonra Britanya hükümetini, Almanya da doğan herkesin o ülkeye her şeyin üstünde duran bir sadakat duyduğu varsayımıyla, Yahudiler ve antifaşist göçmenler dahil olmak üzere Birleşik Krallık topraklarında ikamet eden çoğu Almanı en bloc enterne etmeye götürecekti. * (Fr.) Topluca, (ç.n.) 162
163 Tanım ile gerçeklik arasındaki daha ciddi bir aynlık İrlanda da çıkmıştı. Emmet ve Wolfe Tone a* rağmen, Ulster in altı kazasındaki çoğunluk kendisini yirmi altı kazada oturanların (hatta, sınınn güneyindeki küçük Protestan azınlığın) büyük bölümü gibi İrlandalı olarak görmeyi reddediyordu. Tek bir İrlanda içinde tek bir İrlanda milletinin var olduğu, daha doğrusu adada yaşayan herkesin tek, birleşik ve bağımsız bir Fenian İrlandası özlemini paylaştığı varsayımının yanlış olduğu ortaya çıkmıştı. Özgür İrlanda Devleti nin (ve daha sonra Cumhuriyeti nin) kuruluşundan sonraki elli yılda Fenianlarla onlara sempati duyanlar, ülkenin bölünmesini Britanya nın emperyalist bir oyunu, Ulsterli Birlikçileri de Britanyalı ajanların yönlendirdiği sahtekârlar olarak gördüyse de, son yirmi yıldaki gelişmeler bölünmüş bir İrlanda nın köklerinin Londra da aranamayacağmı aydınlığa kavuşturmuştur. Yine, bir Güney Slav krallığının kurulması, orada yaşayanlann, on dokuzuncu yüzyıl başlannda İlirya fikrinin (Hırvat) öncülerinin öne sürdükleri tek Yugoslav bilincini taşımadıklannı ve Hırvatlar, Sırplar ya da Slovenler olarak, katliam doğuracak kadar güçlü sloganlarla daha kolayca harekete geçirilebileceklerini ortaya koymuştu. Gerçekten, Hırvatların kitlesel milli bilinci ancak Yugoslavya'nın kuruluşundan sonra ve yeni krallığa, daha net bir ifadeyle bu krallıkta olduğunu iddia ettikleri Sırp egemenliğine karşı gelişmiş görünmektedir.^ Yeni Çekoslovakya sınırlan içinde Slovaklar ısrarla Çeklerin kardeşçe kucak açmalarından kaçıyorlardı. Benzer gelişmeler, aynı nedenlerle milli ve sömürge kurtuluş hareketlerinin yarattığı pek çok devlette daha da açık bir hal alacaktı. İnsanlar kendi millet leriyle, liderlerinin ve sözcülerinin onlar adına öngördükleri biçimde özdeşleşmiyorlardı. Tek bir birleşik alt-kıta hedefine bağlılığını koruyan Hint Milli Kongresi 1947 de Hindistan ın bölünmesini; aynı alt kıtadaki Müslümanlan tek bir devlette toplamayı amaç edinen Pakistan ise 1971 de Pakistan ın bölünmesini kabullenmek zorunda kalmıştı. Bazı Hint komünistlerinin Bi * Theobald VVolfe Tone ( ), Birleşik iriandalılar demeğinin kurucularından olan İrlandalI devrimci, (ç.n.) 2. Mirjana Gross, On the integration of the Croatian nation: a case study in nation building (Easf European Ouarterly, 15, 2 Haziran 1981, s. 224). 163
164 164 rinci Dünya Savaşı ndan hemen önce belirttiği gibi/ Hint politikası bir kez dar ve oldukça Ingilizleşmiş ya da Batılılaşmış bir elit grubun tekelinden çıktığı andan itibaren, erken dönem milli hareketin hiç kafa yormadığı, dilsel temelde devletler kurulması taleplerinin ortaya çıkması kaçınılmazdı. Rakip dillerin temsilcileri, halkın yüzde 40 mm konuştuğu Hindu dilinin egemenliğini diğer Hintliler kabul etmeye yanaşmadıklarından, 700 milyon nüfuslu ülkede önemsiz bir kesim tarafından konuşulan İngilizceyi bugüne kadar Hindistan ın resmi dili olarak muhafaza etmiştir. Versailles Antlaşması başka bir yeni olguyu da gündeme sokmuştu: Milliyetçi hareketlerin coğrafi yayılmaları ve yeni hareketlerin Avrupa modelinden farklılığı. Galip devletlerin resmi düzeyde Wilsoncu milliyetçiliğe bağlı kaldıkları göz önünde bulundurulursa, ezilen ya da varlığı tanmmayan bir halk adına konuştuğunu iddia eden herkesin (ve bu insanlar büyük gruplar halinde, barışı yapan yüce mevkilerde lobi faaliyeti yürütüyorlardı), taleplerini millet olma ilkesi, özellikle kendi kaderini tayin etme hakkı temelinde dile getirmeleri doğaldı. Ancak bu halihazırda tartışılan argümandan fazlasını ifade ediyordu. Sömürge ve yan sömürge kurtuluş hareketlerinin liderleriyle ideologları içtenlikle, kendi durumlarına denk düşmediği zamanlarda bile, genellikle Batı dayken ya da Batı dan öğrendikleri Avrupa milliyetçiliğinin diliyle konuşuyorlardı. Ve Rus Devrimi nin radikalizmi temel global kurtuluş ideolojisi olarak Fransız Devrimi nin radikalizmini sürdürdüğünden, artık Stalin in metinlerinde somutlanan kendi kaderini tayin etme hakkı Mazzini nin ulaşamadığı insanlara da ulaşıyordu. Henüz Üçüncü Dünya adı konmamış olan bölgedeki kurtuluşa, her yerde milli kurtuluş ya da Marksistler arasında milli ve toplumsal kurtuluş olarak bakılmaktaydı artık. Ama bir kez daha pratik kurama uymamıştı. Kurtuluşun gerçek 3. Bkz. G. Adhikari, Pakistan and Indian National Unity (Londra, 1942), çeşitli yerler, ama özellikle s Böylece, Kongre nlnki gibi, tek milli dil olarak Hlndustani den* yana olan eski Komünist Partisi çizgisi de terk edilmiş oluyordu (R, Palme Dutt, India To-day, Londra 1940, s ). * Hindustani, bütün Kuzey Hindistan da ticaret dili olarak kullanılan en önemli Batı Hindu lehçesidir, (ç.n.)
165 ve giderek güçlenen kuvveti, renkleri, giyimleri ve alışkanlıklanyla yabancı olduklan görülebilen fetihçilere, egemenlere ve sömürücülere ya da onlar adma hareket ettiği belli olan kişilere karşı duyulan kızgınlıktan geliyordu. Yani antiemperyaldi. Sıradan insanlar arasında etnik, dinsel ya da başka türlü ön-milli kimlikler olduğu kadarıyla, bunlar henüz milli bilince katkıda bulunmaktan ziyade engel çıkanyorlardı ve emperyal efendiler tarafından milliyetçilere karşı kolayca harekete geçirilebilirlerdi; emperyal güçlerin, tek bir millet oluşturması gereken (ama oluşturmamış olan) halklan bölen kabileciliği, komünalizmi vb. teşvik etmesine, emperyalist böl ve yönet politikalanna durmadan saldınimasının kaynağı budur. Öte yandan, Avrupa da bulunsalardı tarihsel milletler sayılacak olan Çin, Kore, Vietnam, belki İran ve Mısır gibi birkaç görece süreklilik taşıyan politik birimin dışında; milli hareketler denen hareketlerin bağımsızlık kazanmaya çalıştığı toprak parçalan, çok büyük oranda, genellikle birkaç on yıldan daha uzun bir geçmişi olmayan emperyalist işgalin fiili ürünleriydi, yoksa başka koşullarda Avrupa da millet denebilecek birimlerden ziyade dinsel-kültürel alanlan temsil ediyorlardı. Özgürlük uğraşı verenler, yalnızca yabancı hükümetleri yıkmak için son derece elverişli bir Batı ideolojisini benimsedikleri için milliyetçi sayılıyorlar; oysa o zaman bile genellikle evolues' yerlilerin ufak bir azınlığını oluşturuyorlardı. Panarabizm, panlatin Amerikanizm ya da panafrikanizm gibi kültürel ya da jeopolitik hareketler bu sınırlı anlamıyla dahi milliyetçi değil, milletlerüstü sayılıyor; ne var ki, pancermenizm gibi milli Avrupa nın göbeğinde doğan emperyalist yayılma ideolojileri kuşkusuz milliyetçilikle bir yakınlığı akla getiriyordu. Bunlar, gerçek bir devlet ya da milletle hiçbir yakınlığı olmayan entelektüellerin kurgularından ibaretti. İlk Arap milliyetçileri, hareketlerin çok daha fazla Mısır yönelimli olduğu Mısır dan ziyade, bir ülke olma özelliğinin en zayıf olduğu Osmanlı Suriyesi nden çıkacaktı. Her halükârda bu tür hareketler, özellikle yaygın bir kültür diliyle eğitim gören insanların, dilsel açıdan o kültür alanı içinde kalan yerlerdeki entelektüel görevleri üstlenebilecek vasıflan taşıdıklan yö * (Fr.) Gelişmiş, (ç.n.) 165
166 nündeki apaçık gerçekten fazla bir şey ifade etmiyorlardı. Çoğu yaşamlannın bir kesitinde bir politik sürgün yaşayabilecek Latin Amerikalı entelektüeller ile Körfez ve Fas arasındaki her yerde kolayca iş bulabilecek Filistinli üniversite mezunlan için hâlâ böyle bir şans vardır. Öbür yandan, toprak peşindeki kurtuluş hareketleri, sömürgeci gücün ya da güçlerin kendi topraklannda oluşturduklan ortak öğeler temelinde yükselmekten kaçınamazlardı, çünkü gelecekteki ülkenin sahip olduğu tek birlik ve milli karakter genellikle buydu. Tıpkı bağımsız devletlerin varlığının bazen bir yurttaş yurtseverliği duygusu yaratması gibi, işgal ve yönetimin sağladığı birlik de bazen uzun vadede kendisini bir millet olarak gören bir halk yaratabilir. Cezayir in 1830 dan beri yaşadığı Fransız deneyimi, daha doğrusu Fransa ya karşı yürüttüğü mücadele dışında bir ülke olarak hiçbir ortak özelliği yoktur, gene de Cezayir in millet olma karakterinin günümüzde en azından Mağrip,* Tunus ve Fas ın tarihsel politik birimleri kadar köklü bir niteliğe sahip olduğu kolayca tahmin edilecektir e kadar ait olduğu Güney Suriye içinde ciddi bir bölgesel kimliği dahi bulunmayan bir toprak parçasıyla birlikte anılan Filistin milliyetçiliğini, Siyonist yerleşim ve işgalin ortak deneyiminin yarattığı çok daha açıktır. Ancak bu, sömürgeciliğin çöküşüyle, asıl olarak 1945 ten sonra ortaya çıkan devletleri millet diye ya da onların sömürgecilikten kurtulmalannı sağlayan (bunun fiili ya da muhtemel baskılara bir yanıt olduğunu varsayarak) hareketleri milliyetçi hareketler diye adlandırmaya yetmez. Aşağıda, bağımlılık altındaki dünyada daha yakın dönemde meydana gelen gelişmeler üzerinde durulacaktır. Bu arada, milliyetçiliğin ilk yurduna, Avrupa ya geri dönelim. Avrupa da haritanın milli temelde yeniden çizilmesi, milliyetçiliği özgürieştirici ve birieştirici içeriğinden yoksun bırakmaktaydı, çünkü o zamana kadar mücadele eden milletlerin çoğu açısından bu amaçlara önemli ölçüde ulaşılmıştı. Bir bakıma Avrupa nın durumu, İkinci Dünya Savaşı ndan itibaren politik açıdan sömürgecilikten kurtulan Üçüncü Dünya nm durumunu önceliyor, henüz ol * Tunus, Fas, Cezayir, bazen de Libya yı içine alan bölge, (ç.n.) 166
167 gunlaşmamış yeni sömürgecilik laboratuvan olan Latin Amerika yı andınyordu. Teritoryal devletlerin politik bağımsızlığı büyük oranda sağlanmıştı. Sonuçta, geleceğin problemlerini, açıkça anlaşıldığı üzere, bütün sorunlara çözüm getirmeyen bağımsızlığın yani kendi kaderini tayin hakkının sağlanmasından sonraya kadar ele alınmalarım erteleyerek basitleştirmek ya da gizlemek eskisi kadar kolay olmayacaktı. Eski özgürleştirici ve birleştirici milliyetçilikten geriye ne kalmıştı? Bir yandan ve çoğu milliyet açısından, Romanya daki Macarlar ve Avusturya daki Slovenler gibi kurtulamamış azınlıklar ulus devletlerinin sınırlan dışında kalırken, öbür yandan ulus devletlerin, yabancıların ya da içerideki azınlıklann zaranna genişlemesi sürüyordu. Doğallıkla gerek Doğu Avrupa da gerekse Batı Avrupa da hâlâ devletsiz bazı milliyetler (örneğin, MakedonyalIlar ve Katalanlar) vardı. Ancak, 1914 ten önce karakteristik milli hareketler Habsburg ve Osmanlı imparatorluklan gibi çok milletli ya da milletlerüstü diye değerlendirilen devletleri veya politik kümelenmeleri hedef almışken, 1919 dan sonra Avrupa da genellikle ulus devletleri hedef alıyorlardı. Dolayısıyla milliyetçilik, hemen hemen tanımı gereği, birleştirici olmaktan ziyade aynlıkçı nitelik taşıyordu; buna karşın, aynlıkçı özlemler politik gerçekçilikle yatıştınlabilir ya da Ulster Birlikçileri örneğindeki gibi başka bir ülkeye bağlılığın arkasına gizlenebilirdi. Oysa durum çoktandır zaten böyleydi. Yeni olan, bu tür özlemlerin kendisini. Batı Avrupa'nın kâğıt üzerinde milli ama fiilen çok milletli devletlerinde, esasen kültürel bir biçimden ziyade politik bir biçimde göstermesiydi. Gene de sözgelimi iki savaş arasındaki dönemde boy gösteren Gal ve İskoç milli partileri gibi yeni milliyetçi oluşumlann bir kısmı henüz kitlesel destekten yoksundu ve evrimlerinin B aşaması na -bırakın geride bırakmış olmayı- daha yeni adım atıyorlardı. Gerçekten, İrlanda milliyetçiliğini saymazsak. Batı Avrupa daki küçük milliyetçilikler 1914 ten önce arka planda kalıyorlardı ten sonra kitlesel destek kazanan ve da (Bilbao daki işçi sınıfından seçmenlerin dışında) yerel seçimleri neredeyse silme kazanan Bask Milli Partisi bir ölçüde istisnai bir ömek- 167
168 168 ti. Bu partinin genç militanlan doğrudan doğruya dönemindeki devrimci İrlanda milliyetçiliğinden esinleniyorlardı ve Primo de Rivera nın merkeziyetçi diktatörlüğü ile daha sonraki General Franco nun daha acımasız ve merkezi baskılan partinin halk tabanını iyice güçlendirmişti. Katalancılık hâlâ esasen yerel orta sınıflara, küçük kasaba eşrafına ve entelektüellere özgü bir hareketti, çünkü hem Katalanlan hem de göçmenleri kapsayan militan ve ağırlıkla anarşist işçi sınıfı, sınıf temelindeki yaklaşımıyla milliyetçiliğe karşı kuşkusunu korumuştu. Anarşist hareketin yayınlan bilinçli ve kasıtlı bir biçimde İspanyolca yayımlanıyordu. Bölgesel sol ile sağ yine ancak Primo de Rivera nın egemenliği döneminde, Katalonya ya özerklik isteyerek Madrid monarşisine karşı bir tür halk cephesi aracılığıyla bir araya gelmişlerdi. Cumhuriyet ile Franco diktatörlüğü, kitlesel Katalancılığı güçlendirecekti. Bu arada Katalancılık diktatörlüğün son yıllannda ve Franco nun ölümünden itibaren artık hem konuşma dili hem de yerleşik ve kurumsallaşmış kültür dili olan dile doğru kitlesel bir kayma sergilemiş olabilir; buna karşın 1980 de, saf Katalanca yayınlara daha çok dikkat çekici derecede büyüyen entelektüel ve orta sınıf dergilerde rastlanacaktı yılında Barcelona da dağıtılan günlük gazetelerin yalnızca %6.5 i Katalancaydı.'* Öbür yandan, Katalonya nın bütün sakinlerinin yüzde 80 i Katalan dilini ve Galiçya da oturanlann (oradaki bölgesel hareket çok daha pasiftir) yüzde 91 i yerel Gallego yu konuşurken, 1977 de Bask ülkesinde oturanların yalnızca yüzde 30 u (en son rakamlar bu oranın değişmediğini göstermektedir) yörenin dilini konuşuyordu. Bu, Bask milliyetçilerinin özerklik karşısında tam bağımsızlığa daha fazla sanlmalanyla bağıntılı olabilecek bir olgudur. Demek ki Bask ve Katalan milliyetçiliği arasındaki farklılık, ağırlıkla Katalancıhğın ancak güçlü ve bağımsız bir işçi hareketiyle bütünleşmek üzere sola kayarak kitlesel bir güç haline gelmesi ve gelebilmesinden ötürü, zamanla büyümüş olmalıyken; Bask milliyetçiliği geleneksel işçi sınıfı sosyalist hare- 4. Le Monde, 11 Ocak H.-J. Puhle, Baskischer Nationalismus im spanischen Kontext", der. H. A. VVinkler, Nationalismus in der Welt von Heufe (Göttingen, 1982), s
169 ketlerim tecrit etmeyi ve sonunda fiilen ortadan kaldırmayı başarmıştı (aynlıkçı ETA mn devrimci Marksist deyişleriyle gizlenemeyecek olan bir olgu). Katalancılığın, ağırlıkla işçi sınıfı kökenli olan göçmenleri kendi ülkesine asimile etmekte, büyük oranda yabancı düşmanlığının bir araya getirdiği Bask hareketinden olağanüstü derecede daha başanlı olması herhalde şaşırtıcı gelmemelidir. O ülke dışında doğan Katalonya sakinlerinin 1977 de yüzde 54 ü Katalanca konuşurken, Bask ülkesinde yaşayan ama o bölge dışında doğmuş olanlann yalnızca yüzde 8 i Baskça konuşuyordu (ancak bu dili öğrenmenin çok daha zor oluşu da dikkate alınmalıdır). Ciddi bir politik güce dönüşen öteki Batı Avrupa milliyetçiliğine gelince, Flaman hareketi 1914 te, içlerinden bir kısmı Belçika nın büyük bölümünü fethedip işgal etmiş olan Almanlarla işbirliği yaptığı zaman, yeni ve daha tehlikeli bir aşamaya girmişti. İkinci Dünya Savaşı nda daha da dramatik biçimde işbirliği yapmışlardı. Oysa 1945 ten sonraya kadar Flaman milliyetçiliği, Belçika nın birliğini ciddi ölçüde tehlikeye sokmuş görünmez. Diğer küçük Batı Avrupa milliyetçilikleri görmezlikten gelinebilecek boyutlardaydılar. İskoç ve Gal milliyetçi partileri iki savaş arasındaki depresyon yıllannda başlannı ancak kaldırabilecek duruma gelmişler, ne var ki ülkelerinin politikalannm dış çeperlerinde kalmışlardı: Gal- 1er Milliyetçi Partisi nin kurucusunun Charles Maurras gibi bir gerici ve üstüne üstlük bir Roma Katoliği olması bunun göstergesidir. İkinci savaştan sonraki çağa kadar ne parti ne de seçim desteği vardı. Bu türdeki diğer hareketlerin çoğu da folklorik gelenekselciliğin ve taşra öfkesinin sınırlanm pek aşmıyorlardı. Ancak bizi -v e kendisini- geleneksel sınır tartışmalan, seçimler/plebisitler ve dilsel talepler alanının dışına çıkaran 1918 sonrası milliyetçilik hakkında başka bir gözlemde daha bulunulmalıdır. 6. Katalar) ve Bask düşüncesi ile dilsel pratikleri arasındaki, örnekleme yöntemiyle yapılan araştırmalara dayanan tam bir karşılaştımia için bkz. M. Garcia Ferrando, Regionalismo y autonomias en Espana (Madrid, 1982) ve E. Löpez Aranguren, La conciencia regional en el proceso autonömico espanol (Madrid, 1983). 7. Bkz. E. Sherrington, VVelsh nationalism, the French Revolution and the influence of the French right, der. D. Smith, A People and a Proletariat: Essays in the History o f Wales {Londra, 1980), s
170 Bu çağdaki milli kimlik, kendini modem, şehirleşmiş ve yüksek teknolojili toplumlarda ifade etmek için yeni araçlara başvuruyordu. Değinilmesi gereken iki can alıcı nokta var. Birincisi çok az yorum yapmaya gerek olanı, modem kitlesel medyanın (basın, sinema ve radyo) yükselişiydi. Popüler ideolojiler bu araçlarla hem stardartlaşabilir, homojenleşebilir ve dönüştürülebilir, hem de açıkça özel çıkar sahipleri ve devletler tarafından maksatlı propaganda amacına yönelik olarak kullanılabilirdi (ilk Propaganda ve Halkı Aydınlatma bakanlığı 1933 te Almanya da yeni Adolf Hitler hükümetince kumimuştu). Oysa maksatlı propaganda, kitlesel medyanın, milli sembolleri her bireyin yaşamının bir parçasına dönüştürme ve böylece, çoğu yurttaşın yaşamının olağan bir boyutunu oluşturan özel ve yerel alanlar ile kamusal ve milli alanlar arasındaki aynmları yıkma becerisine kıyasla, neredeyse kesinlikle daha az etkiliydi. Modem kitlesel medya olmasaydı, Britanya kraliyet ailesinin, milli kimliğin hem ev içindeki hem de kamusal alandaki bir ikonuna dönüşmesi imkânsız olurdu. Bunun en incelikli ritüel ifadesi gerçekte özellikle radyo için tasarlanmıştı (daha sonra televizyona da uyarlanmıştır): 1932 de başlatılan kraliyet Yılbaşı yayınlan. Spor da özel ve kamusal dünyalar arasındaki uçurumu kapatmaya yarıyordu. İki savaş arasındaki dönemde kitlesel bir gösteri olarak spor, devlet-milletleri sembolize eden kişiler ve takımlar arasındaki bitmek tükenmek bilmeyen bir gladyatör yanşmalan dizisine dönüşmüştü (günümüzde de global yaşamın bir parçasıdır). O zamana kadar Olimpiyat Oyunlan ve milletlerarası futbol karşılaşmaları gibi olaylar esasen orta sınıftan insanlan ilgilendirirdi (gerçi Olimpiyat Oyunlan 1914 ten önce bir milli rekabet havasına bürünmeye başlamıştı) ve milletlerarası karşılaşmalar aslında çok milletli devletlerin milli parçalannı bütünleştirmek amacıyla düzenlenirdi. Spor karşılaşmalan bu tür devletlerin birliğini sembolize ederdi, çünkü milletler arasındaki dostça rekabet, sembolik sözde mücadelelerle zararsız biçimde yatıştınlacak gruplar arası gerginlikler için bir emniyet supabı olması koşuluyla, düzenli yanşmalann kurumsallaşması kardeşlik duygusunu pekiştiriyordu. Avrupa 170
171 Kıtası nda, Avusturya ile Macaristan arasında düzenlenen ilk düzenli milletlerarası futbol karşılaşmalannda bu ritüel yatıştırma unsurunun varlığını kabul etmemek güçtür.* Buna bakarak 1880 lerde milletlerarası rugbi karşılaşmalarının İngiltere ve İskoçya dan Galler ve İrlanda ya kadar yayılmasını Britanya da o dönemde milli duyguların yoğunlaşmasına bir tepki olarak görebiliriz. Gelgelelim iki savaş arasındaki dönemde milletlerarası spor, George Onvell m çok geçmeden anladığı gibi, milli mücadeleyi ifade eder olmuştu; milletleri ya da devletlerini temsil eden sporcular da hayali cemaatlerin esas temsilcileri oluyorlardı. Bu dönem, Tour da France ta milli ekiplerin ağır basmaya başladığı, Mitropa Kupası mn Orta Avrupa devletlerinin önde gelen takımlannı karşı karşıya getirdiği, Dünya Kupası mn dünya futboluna sokulduğu ve 1936 Olimpiyatı nm kanıtladığı gibi Olimpiyat Oyunlan nm yanlış yorumlamaya yer bırakmayacak biçimde rakip milletlerin kendilerini ispatlama vesilesine dönüştüğü dönemdi. Sporu erkeklere milli duyguları aşılamanın benzersiz ölçüde etkili bir aracı durumuna getiren etken, en az politikleşmiş ya da kamusallaşmış bireylerin bile kendilerini, pratikte her insanın olmasını istediği ya da ömrünün bir anında kendisinin olmak istediği kadar mükemmel olan genç insanlann sembolize ettiği milletle rahatlıkla özdeşleştirebilmeleridir. Milyonlann oluşturduğu hayali topluluk, on bir isimli bir ekipte daha gerçek görünmektedir. Birey, alkışlamakla yetinse bile, kendi milletinin bir sembolü haline gelmektedir. Elinizdeki kitabın yazan, İngiltere futbol tarihine baktığımızda çok muhtemel görünen biçimde Avusturya yı yenerse bunun intikamını kendisinden alacaklanna ant içen arkadaşlannm evinde, 1929 da Viyana da oynanan ilk İngiltere-Avusturya futbol maçının radyo yayınını, nasıl sinirle dinlediğini hatırlamaktadır. Arkadaşlanm Avusturya ydı, oradaki tek İngiliz oğlan çocuğu olan ben de İngiltere ydim (bereket versin maç berabere bitti). Bu şekilde on iki yaşındaki çocuklar takım tutma kavramını millete kadar genişletmiş oluyorlardı. Bu yüzden, Avrupa da iki savaş arasındaki milliyetçiliğin bas- 8. E. J. Hobsbawm, Mass-Producing traditions, der. E. J. Hobsbavvm ve T. Ranger, The Invention o f Tradition (Cambridge, 1983), s
172 kın yönü, yerleşik ulus devletlerin ve onlann irredenta'lannın milliyetçiliğiydi. Savaşan ülkelerdeki milliyetçilik kuşkusuz savaşla birlikte, bilhassa devrimci umut dalgası 1920 lerin başlannda geri çekildikten sonra iyice güçlenmişti. Faşist ve diğer sağcı hareketler bundan yararlanmakta vakit kaybetmediler. Faşist ve sağcı hareketler bu durumdan ilk planda, orta katmanlar ile toplumsal devrimden korkan diğer tabakaları, kolayca militan enternasyonalizmle -özellikle Bolşevik biçimiyle- ve hemen hemen aynı ölçüde, deki savaş deneyiminin pekiştirdiği bir militarizm karşıtlığıyla özdeşleştirilebilecek olan kızıl tehdide karşı seferber ederek yararlandılar. Bu tür milliyetçi propagandanın çekim gücü, başarısızlığın ve zayıflığın sorumluluğu dışarıdaki düşmanlar ile içerideki hainlerin omzuna yıkılabildiği sürece, işçiler arasında bile etkili oluyordu. Ve ortada açıklanmayı bekleyen bol sayıda başansızlık ve zayıflık vardı. Pek çok insanı Büyük Buhran sırasında Nazi partisine ve Avrupa nın diğer yerlerindeki aşın sağcı hareketlere sürükleyen şey açıkça başansızlık, hayal kırıklığı ve öfke duygulan olmakla birlikte, militan milliyetçiliğin bir umutsuzluk refleksinden ibaret olduğunu iddia etmek yanlış. Oysa Almanlann 1918 den sonraki yenilgiye tepkileri ile Batı Almanlann 1945 ten sonra yenilgiye tepkileri arasındaki fark çok önemlidir. Weimar Cumhuriyeti nde hemen hemen bütün Almanlar, komünistler dahil, Versailles Antlaşması nın dayanılmaz adaletsizliğine yürekten inanırdı ve bu antlaşmaya karşı mücadele bütün partilerde kitleleri harekete geçiren belli başh dinamiklerden birisiydi ten sonra Almanya ya dayatılan koşullar ise 1919 la kıyaslanmaz derecede daha ağır ve daha keyfiydi. Dahası Federal Almanya, bunun Nazi Almanyası nm diğer halklara reva gördüğü çok daha büyük dehşet manzaralan karşısında haklı bir ceza olduğuna inanmayan, Orta ve Doğu Avrupa dan vahşi yollarla kovulmuş milyonlarca öfkeli ve milliyetçi Almanı banndınyordu. Buna karşın intikam yanlısı politik revizyonizm Federal Almanya politikasında asla mütevazı ve hızla gerileyen bir rolden daha fazlasını oynamayacaktı ve günümüzde de kesinlikle ciddi bir faktör değildir. Weimar ile Bonn arasındaki fark 172
173 lılığın nedenini anlamak zor değildir. Federal Cumhuriyet te 1940 lann sonlarından beri işler çoğu yurttaşın gözünde son derece iyi giderken; Weimar Cumhuriyeti beş yıl boyunca yenilgi, devrim, kriz ve şaha kalkmış enflasyonla boğuşmaktan başka bir şey yapamamış ve korkunç bir bunalıma sürüklenmişti. Buna rağmen, militan milliyetçiliğin dirilmesini basit bir umutsuzluk refleksi diye görmesek bile, belli ki başka ideoloji, politik proje ve programların insanlann umutlannı gerçekleştirme yeteneksizliği, başarısızlık ve acizliğin bıraktığı boşluğu dolduran bir şeydi. Militan milliyetçilik, Aydınlanma çağının eski ütopyalarını kaybetmiş olanların ütopyası, başka programlara inançlannı kaybetmiş olanlann programı, eski politik ve toplumsal referansların desteğini kaybetmiş olanların dayanağıydı. Bu konuya aşağıda tekrar eğileceğiz. Önceki bölümde ortaya koyulmaya çalışıldığı gibi, milliyetçilik onu dışlayıcı, her şeyi tüketen, her şeyin üstünde bir politik buyruk olarak kavrayanlarla özdeş görülemez ve o dönemde de görülemezdi. Daha önce tartıştığımız gibi bu, bir milli kimlik duygusunun ya da yurttaş haklan ve görevleri çerçevesinde koyarsak, yurtseverlik duygusunun büründüğü tek biçim değildi. Kendisini bütün diğer politik ve toplumsal kimlik biçimlerinin yerine koyan devletler ya da sağcı politik hareketlerin dışlayıcı milliyetçiliği ile modem devletlerde bütün diğer politik duyguların yeşerdiği toprağı oluşmran karışım halindeki milli/yurttaşın toplumsal bilincini ayırmak önemlidir. Bu anlamıyla millet ile sınıf kolayca aynlamazdı. Sınıf bilincinin pratikte kamusal-milli bir boyutunun, kamusal-milli ya da etnik bilincin de toplumsal boyutlannın olduğunu kabul edersek, birinci savaştan sonraki Avrupa da işçi sınıflannm radikalleşmesinin, onlann potansiyel milli bilinçlerini kuvvetlendirmiş olması pekâlâ mümkündür. Yoksa solun, faşist olmayan ülkelerde antifaşist mücadele sırasında milli ve yurtsever duyguyu yeniden sahiplenmedeki olağanüstü başansını nasıl açıklanz? Bilhassa İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası na gösterilen direnişin hem milli duygulara hem de toplumsal yenilenme ve kurtuluş umutlarına seslendiği ko 173
174 lay kolay yadsınamaz. Tam da 1930 lann ortasmda komünist hareket, yurtseverlik sembollerini ( Marseillaise ^ gibi devrimci, daha doğrusu sosyalist geçmişle yakm ilişkisi olanları bile) burjuva devletlere ve küçük burjuva politikacılara bırakmış olan İkinci vc Üçüncü Enternasyonal geleneklerinden bilerek kopmuştu. Daha sonradan gündeme gelen bu sembolleri yeniden sahiplenme ve deyim yerindeyse en iyi marş ezgileri tekelini şeytanın ordularına bırakmama girişimlerinin, en azından dışardan ve geçmişe dönük olarak bakıldığında garip yönleri vardı; ABD Komünist Partisi nin (pek az gözlemciyi şaşırtan bir başansızlıkla) komünizmin yirminci yüzyılın Amerikancılığı olduğunu iddia etmesi buna örnektir. Gene de komünistlerin antifaşist direnişteki rolleri, onlann, bilhassa 1941 den sonra yurtseverliği yeniden sahiplenmelerini (General de Gaulle ü kesinlikle kaygıya boğacak bir biçimde)'" bir hayli makul kılıyordu. Dahası, komünist hareketin hem içinde hem de dışında, kızıl ve milli bayrakların bir arada bulunması gerçekten halktan destek görüyordu. Solda milli duygularda gerçekten bir kabarış mı olduğunu, yoksa bunun, solun resmi antimilliyetçiliği ve antimilitarizmiyle uzun süredir kenara itildikten sonra bir kez daha sahnenin ortasında görünmeye başlamasına izin verdiği jakoben türde bir geleneksel devrimci yurtseverliği mi yansıttığını saptamak zordur. Bu tür konular, ciddi araştırmalara elverişli olsa ve çağdaş politik belgeler bu konularda çağdaşların anılan kadar kötü bir yol göstericisi olsa bile, çok az araştırılmıştır. Açık olan, toplumsal devrim ile yurtseverlik duygusunun yeniden birleşmesinin son derece karmaşık bir fenomen olduğudur. Biz yapılacak başka incelemeleri beklerken, en azından bu karmaşık yönlerden bazılanm ana hatlanyla ortaya koyabiliriz. Birincisi, antifaşist milliyetçilik, çeşitli milli yönetici sınıfların 9. Gerek Almanya da gerekse Fransa da Enternasyonal in yerini IVIarseillaise in ainnası konusunda bkz. M. Dommanget, Eugâne Poff/er (Paris, 1971), Bölüm III. Yurtsever çağn için bkz. örneğin Maurice Thorez, France Today and th$ People s Fro/7f (Londra, 1936), XIX, s , özellikle Charles de Gaulle, Memories de Guerre, II (Paris, 1956), s ABD için EarI Brovvder, The People's Front in the United States (Londra, 1937), özellikl* s , s
175 bir bölümünün sağda bir milletlerarası politik saflaşmayı ve onunla özdeşleşen devletleri tercih ettiği milletlerarası bir ideolojik iç savaş bağlamında ortaya çıkmıştı. Böylece sağdaki geleneksel partiler, bir zamanlar kendilerine çok yararlı hizmetler görmüş yabancı düşmanı yurtseverlikten vazgeçmiş oluyorlardı. Fransız sağı bunu, Hitler, Leon Blum dan daha iyidir diyerek ifade etmişti. Bu deyişle kastedilen herhalde şuydu: Bir Yahudidense bir Alman daha iyidir. Ama çok kolayca şöyle de yorumlanabilirdi: Kendi ülkemiz yerine yabancı bir ülke. Bu, solun milh bayrağı sağın artık gevşemiş ellerinden geri almasını kolaylaştınyordu. Benzer biçimde Britanya da Hitler i yatıştırma politikasına karşı çıkmak, Hitler i tamamen haklı olarak Britanya İmparatorluğu na bir tehditten ziyade Bolşevizme karşı güçlü bir siper olarak gören muhafazakârlara kıyasla sol açısından çok daha kolaydı. Bir anlamıyla antifaşist yurtseverliğin yükselişi, yerinde bir bakışla, bir tür enternasyonalizmin zaferinin parçasıydı demek ki. İkincisi, hem işçiler hem de entelektüeller aynı zamanda milletlerarası bir tercih yapmışlar, ama bu tercih milli duygulan kuvvetlendirmişti. Son zamanlarda 1930 lardaki Britanya ve İtalyan komünizmi üzerine yapılan araştırmalar, genç işçilerle entelektüelleri komünizme çekmekte antifaşist seferberliğin oynadığı rolü, öncelikle İspanya İç Savaşı nm rolünü vurguluyordu." Gelgelelim Ispanya ya sağlanan destek, çok daha kısıtlı bir çekim gücü bulunan Hindistan ya da Fas için düzenlenen antiemperyalist kampanyalar gibi basit bir milletlerarası dayanışma eylemi değildi. Britanya da faşizme ve savaşa karşı mücadele Britanyalıları, Fransa da Fransızlan ilgilendiriyordu, oysa Temmuz 1936 dan sonra faşizme ve savaşa karşı mücadelenin asıl cephesi Madrid deydi. Her ülkede özünde yerel çerçevede kalan sorunların kavgası, tarihin tesadüfleri sonucu, ortalama bir Britanyalının zihninde mücadelenin kendisini ilgilendirmesi dışında hemen hiçbir çağnşımda bulunmayan, çok uzak ve çoğu işçinin hiç tanımadığı bir ülkenin savaş alanlarında veriliyordu. Aynca, faşizm ve savaşın belli yabancı devletlerle, 11. Hyvvel Francis, Miners against Fascism: Wa!es and the Spanish Civil War (Londra, 1984); Paolo Spriano, Storia del Partito Cominista Italiano, Cilt III (Torino, 1970), Bölüm IV. 175
176 176 Almanya ve İtalya yla özdeşleştirildiğini aklımıza getirirsek, bu mücadele yalnızca Britanya veya Fransa daki ülke içi gelişmelerin geleceğiyle veya genel savaş ve banş sorunuyla değil, aynı zamanda Britanya veya Fransız milletlerinin Almanlara karşı savunulma* lanyla ilgiliydi. Üçüncüsü, İkinci Dünya Savaşı nın bitimine doğru açıklığa kavuştuğu gibi, antifaşist milliyetçilik açıkça hem toplumsal hem de milli bir çatışmayla ilgiliydi. Britanyahlar arasında olsun, Avrupa Kıtası ndaki direniş hareketlerinde olsun, zafer ile toplumsal dönüşüm birbirinden aynimazdı. Savaşın Britanya da, Britanya yurtseverliğinin sembolü, sevilen ve hayranlık duyulan savaş önderi Winston Churchill in seçim yenilgisiyle ve İşçi Partisi nin gösterişli zaferiyle bitmesi bu noktayı tartışma götürmez biçimde ortaya koymaktadır; çünkü, başka yerlerde kurtuluşun getirdiği baş dönmesi duygusu ne olursa olsun, 1945 teki Britanya genel seçiminin kamuoyunun bilinçli bir ifadesi olduğu tartışma götürmezdi. Muhafazakârlar ile İşçi Partisi zafere aynı ölçüde inanmışlardı, ama zafere ve toplumsal dönüşüme resmen tek bir parti inanmıştı. Bunun dışında çok sayıda Britanyalı işçi açısından savaşın toplumsal bir boyutu vardı. Almanların 1941 de SSCB ye saldırmasının, üniformalı üniformasız Britanyalı işçilerde Sovyetler e karşı bir sevgi seline yol açması rastlantı değildir (gerek SSCB nin gerekse yerli komünistlerin Eylül 1939 ile Haziran 1941 arasındaki politikası bu dalgayı pek etkilememişti). Nihayet Britanya artık tek başına savaşmıyordu. Britanya ordusunun işçi birliklerindeki sıradan askerler olarak olaylann gelişimini izlemiş olan bizlerin gözünde, bu birimlerdeki politik bakımdan bilinçli, yani İşçi Partili ve sendikalist askerlerin büyük bölümünün Sovyetler Birliği ni hâlâ bir şekilde işçi devleti olarak düşündükleri son derece nettir. Ernest Bevin gibi kararlı ve boyun eğmez bir antikomünist sendika önderi dahi İkinci Dünya Savaşı ndan sonraya kadar bu kanıdan vazgeçmemişti.'^ Bu ölçüde savaş, hem sınıflar hem de devletler arasındaki bir savaşın unsurlarını banndınr görünüyordu. 12. Krş konuşması, A. Bullock, The Life and Times o f Emest Bevin, Cilt 2 (1967), s. 77. H. Pelling, The Labour Govemments (Londra, 1984), t. 120.
177 Demek ki milliyetçilik, antifaşist mücadelede güçlü biçimde solu çağnştırmaya başlamıştı ve sonradan sömürge ülkelerdeki antiemperyalist mücadele deneyimiyle kuvvetlenen bir çağrışımdı bu. Çünkü sömürge kurtuluş mücadeleleri çeşitli biçimlerde milletlerarası solla bağlıydı. Sömürge kurtuluş mücadelelerinin metropolitan ülkelerdeki politik müttefikleri hemen hemen hep bu çevrelerde bulunacaktı. Emperyalizm (yani antiemperyalizm) kuramları çoktan beri sosyalist düşünce külliyatının organik bir parçasını oluşturmuştu. Sovyet Rusya nın ağırlıkla bir Asya ülkesi olması ve dünyaya daha Avrupa dışından (iki dünya savaşı arasında esas olarak Asyalı perspektifle) bakması, henüz Üçüncü Dünya denmeyen bu bölgenin eylemcilerini etkilemezlik edemezdi. Buna karşılık, Lenin in ezilen sömürge halklannın kurtuluşunun dünya devriminin önemli bir silahı olduğunu keşfetmesinden beri, komünist devrimciler, metropolitan emperyalistlerin nefret ettiği her şeye işçilerin hoşgörüyle yaklaşması gerektiği düşüncesiyle, sömürge kurtuluş mücadeleleri için ellerinden geleni yapıyorlardı. Sol ile bağımlı ülke milliyetçiliği arasındaki ilişkiler, kuşkusuz basit bir formülle ortaya konamayacak kadar karmaşıktı. Kendi ideolojik tercihleri dışında antiemperyalist devrimciler, kuramda ne kadar entemasyonalist olurlarsa olsunlar, kendi ülkelerinin bağımsızlık kazanmasından başka bir şeyle ilgilenmiyorlardı. Amaçlarını daha geniş kapsamlı global hedefler uğruna (geleneksel bir Fenian ilkesi doğrultusunda, özellikle kazanmalanna hemen hemen kesin gözüyle bakıldığı yıllarda kendi milletlerinin müttefikleri saydıkları, oysa kendi imparatorluklanmn düşmanlan olan Nazi Almanyası ile Japonya ya karşı yürütülen savaşın kazanılması gibi) ertelemeleri ya da değiştirmeleri gerektiği önerilerine aldınş etmiyorlardı. Antifaşist sol açısından bakıldığında. Frank Ryan gibi birisini anlamak güçtü: Ryan, Milletlerarası Tugay da İspanyol Cumhuriyeti adına dövüşecek kadar solda bir İrlanda Cumhuriyetçisi savaşçısıyken; General Franco nun birlikleri tarafından ele geçirildikten soma ortaya çıktığı Berlin de, Almanlann zaferinin ardından Kuzey ve Güney İrlanda nın birleşmesine karşılık IRA nın Alman 177
178 ya ya destek vermesi için her türlü pazarlığa girişmişti.'^ Geleneksel İrlanda Cumhuriyetçiliği açısmdan bakıldığmda, Ryan m herhalde iyi düşünülmemiş olmakla birlikte tutarlı bir politika izlediği düşünülebilir. Bengal kitlelerinin kahramanı olan ve önceden Hindistan Milli Kongresi nin önemli radikal simaları arasında yer alan, savaşın ilk aylannda esir düşen Hintli askerlerden Britanya karşıtı Hint Milli Ordusu kurarak Japonlara katılan Subhas C. Bose a ( Netaji ) karşı çıkmak mümkündü. Ama bu, 1942 de Müttefiklerin Asya da savaşı kazanmaya açıkça daha yakın taraf olmasına dayandırılamazdı, çünkü Hindistan ı Japonların başanyia işgal etmesi de ihtimal dışı değildi. Burada aklımıza gelenlerden daha çok sayıda antiemperyalist hareket lideri, Almanya ile Japonya yı, bilhassa 1943 e kadar Britanya ile Fransa dan kurtulma çaresi olarak görmüşlerdi. Ancak, özellikle 1945 ten sonraki bağımsızlık ve sömürgecilikten kurtulma yanlısı hareketler, tartışma götürmez biçimde, sosyalist/komünist antiemperyalizmle özdeşleşmişti; yalnızca sosyalistlerle komünistlerin kurtuluş mücadelelerinde önemli rol oynadıklan devletlerin değil, sömürgecilikten kurtulmuş ve yeni bağımsız olan çok sayıda devletin de kendilerini bir anlamıyla sosyalist olarak ilan etmelerinin nedeni herhalde budur. Milli kurtuluş, solun sloganı haline gelmişti. Paradoksal bir durum olarak. Batı Avrupa daki yeni etnik ve ayrılıkçı hareketler, 1914 ten önceki aşın sağcı, faşizm yanlısı, hatta bazı yaşlı militanların sergiledikleri işbirlikçi tavırla hiç uyuşmayan, toplumsal devrimden yana ve Marksist söylemleri benimsemeye başlamışlardı. *' 1968 beklenen mutluluğu getiremediği zaman solun genç entelektüellerinin hemen bu tür hareketlere akın etmesi, milliyetçi retoriğin dönüşüme uğramasına ek bir itki kazandırıyordu. Doğal kendi kaderini tayin etme haklan engellenmiş olan eski halklar, böylece emperyalist sömürüden kurtu- 13. Bkz. Sean Cronin, Frank Ryan. The Search for the Republic (Dublin, 1980); ama ayrıca, der. Frank Ryan, The Book o f the XV Brigade (Nevvscastle on Tyne, 1975; ilk yayımı, Madrid, 1938). 14. Fransa da etnik eylemcilerin pek çoğunun daha önceki işbirlikçilikleri için bkz. VVillIam R. Bear, The social class of ethnic activists in contemporary Frence, der. Milton J. Esman, Ethnic Conflict in the VVestem VVorld {\thaca, 1977), s
179 lan sömürgeler olarak yeniden sınıflandmlıyordu lardan 1970 lere kadar egemen milli kurtuluş söyleminin solun kuramlanm, özellikle Komintem Marksizmi ndeki gelişmeleri yansıttığı ileri sürülebilir. Milli özlemin alternatif dilinin faşizmle birlikte anılması yüzünden bir kuşağı onu kullanmaktan tamamen vazgeçirecek kadar gözden düşmüş olması, solcu söylemin hegemonyasını daha bir belirginleştiriyordu den önce çok doğal sayılan milliyetçilikle solun ittifakı, Hitler den sonra ve sömürgeciliğin sona erişiyle yeniden kurulmuş görünüyordu. Milliyetçiliğin alternatif meşruiyet alanlan ancak 1970 li yıllarda ortaya çıkacaktı. Batı da esasen komünist rejimleri hedef alan yeni dönemin en önemli milliyetçi ajitasyonlan, egemen komünist partilerden çıkan her türlü ideolojiyi fiilen reddetmediklerinde bile, daha basit ve daha duygusal milli iddialara geri dönmüşlerdi. Üçüncü Dünya da, özellikle çeşitli İslami biçimleriyle ama aynı zamanda diğer dinsel türleriyle (örneğin, Sri Lanka da Sinhali aşırılar arasındaki Budizm) dinsel birlik hareketinin yükselişi, hem devrimci milliyetçiliğe hem de milli baskıya bir temel sağlıyordu. Geçmişe bakıldığında solun 1930 lardan sonraki ideolojik hegemonyası geçici bir durum, hatta bir yanılsama olarak görülebilir. Sorulması gereken önemli bir soru daha kalıyor: Milliyetçi duygulann ve hareketlerin, ilk ortaya çıktıkları coğrafi bölgelerin ötesine yayılması, milliyetçiliğin gelecekteki şansını nasıl etkilemiştir? 1920 lerdeki Avrupalı gözlemciler bağımlı dünyadaki (yani, pratikte Asya daki ve İslam ülkelerindeki) milliyetçiliği, belki geçmişe bakıp değerlendirdiğimizden daha fazla, ciddiye almaya başladıkları halde,'^ Avrupa çözümlemesinin değişmesi gerektiğini düşünmüyorlardı. Avrupa dışındaki en kalabalık bağımsız devletler topluluğunu oluşturan Latin Amerika cumhuriyetleri ABD dışında çok az dikkat çekiyorlar; bu bölgedeki milliyetçilik ya Ruritanyacı bir şaka sayılıyordu ya da 1930 lar ve 1940 larda belirli gruplar ko- 15. Orijinalleri Almanca olarak sırayla 1928 de ve 1930 da yayımlanan Hans Kohn'un History o f Nationalism in the East (New York, 1933) ve Nationalism and Imperialism in the Hitier East (New York, 1932) adlı çalışmalan herhalde bu konu üzerinde duran ilk ciddi incelemelerdir. Yazann bu bölgede yoğunlaşmasının nedeni belki Siyonizm e yakınlığıydı. 179
180 layca hasıraltı edilmelerine neden olacak biçimde Avrupa faşizmine sempati duymaya başlayana kadar, Kızılderili uygarlıklanyla geleneklerinin kültürel açıdan yeniden keşfedilmesi anlamına gelen indigenismo içinde erimişti. Japonya, belli ki sui generis" bir ülke olmakla birlikte, fahri bir Batılı emperyal devlet sayılabilir, böylece Batılı modelleri gibi bir ölçüde milli ve milliyetçi bir devlet gözüyle bakılabilirdi. Afganistan ve belki Siyam (Tayland) dışında, fiilen bir metropol ülkenin sahip olmadığı ve yönetmediği Afrika- Asya bölgelerinin diğer ülkeleri içinde bağımsız manevra olanağına gerçekten sahip olan tek bir devlet bulunuyordu: İmparatorluk sonrası Türkiye. Önemli sayılabilecek hemen hemen bütün antiemperyalist hareketler üç başlıktan birine sokulabilirdi ve metropollerde genellikle sokulmuştu: Avrupa nın milletlerin kendi kaderini tayin etmesi ilkesini taklit eden yerel eğitimli elit kesimler (Hindistan daki gibi), halk tabanlı Batı düşmanlığı (bilhassa Çin de, yaygın biçimde kullanılan çok yönlü bir başlık) ve savaşçı kabilelerin doğal yüksek moralleri (Fas ta ya da Arap çöllerindeki gibi). Son gruba giren örneklerde, sağlam ve genellikle apolitik erkekleri emperyal ordulara devşirme ihtimalini hep akıllannda tutan emperyal yöneticilerle entelektüeller, şehirli kışkırtıcılara, daha çok da eğitimh olanlarına gerçek düşmanlıklarını koruyarak, hoşgörülü davranma eğilimi gösteriyorlardı. Bu örneklerin hiçbirisi çok fazla kuramsal irdeleme gerektirir görünmüyordu, oysa İslam ülkelerindeki halk hareketlerinin örneği, hatta Gandhi nin Hint kitlelere cazip gelmesi, dinin harekete geçirici rolünün modem Avrupa da görülenden daha fazla olduğunu akla getirmekteydi. Herhalde Üçüncü Dünya nın -devrimci solun dışında- esinlendirdiği milliyetçilik hakkındaki akla gelebilecek en tipik durum, milli kavramının evrensel ölçüde uygulanmasına beslenen genel bir kuşkuculuktu. Emperyal ülkelerin gözlemcilerine göre, bağımlı dünyada, topluluk ve politik sadakat fikirleri, tamamen farklı olan kendi ülkelerinin insanlanyla teması kaybetmiş olan gelişmiş {evolues) azınlıklann ithal ettikleri bir entelektüel üründü genellikle. Gerçi bu, emperyal ülkelerin yönetici * Kendine özgü, (ç.n.) 180
181 lerini ya da Avrupalı göçmenleri kitlesel milli kimliğin yükselişini küçümsemeye yöneltiyordu (Siyonistlerie İsrailli Yahudilerin Filistin Araplanm küçümsemeleri gibi), ama bu tür düşünceler gene de yersiz değildi. Bağımlı dünyada iki savaş arasında milli mesele hakkında ortaya atılan en ilginç düşünce, iki savaş arasının kodlarıyla Leninist Marksizm in katı çerçevesinin dışına çıkmamakla birlikte, milletlerarası komünist hareketten gelmişti. Marksistlerin zihnini en çok kurcalayan sorun, milli ve toplumsal kurtuluşu öngören geniş kapsamlı antiemperyalist hareket içindeki sınıfların (sömürge bir ülkenin burjuvazisiyle proletaryası gibi birbirleriyle sınıf mücadelesine girişmiş olmaları gereken sınıflar dahil olmak üzere) ilişkisiydi; şöyle ki, yeru sömürge toplumlar Batı dan alman terimlerle analiz edilmeye yatkın bir sınıf yapısına sahip oldukça, Marksist analiz açısından çok daha karmaşık sorunlar yaratan bir durumla karşılaşılıyordu. Öbür yandan, özgürlükleri uğruna savaşan milletler in fiili tanımı, genel olarak, fazla araştırma yapmaya gerek duymadan var olan milliyetçi hareketlerden devralınıyordu. Böylece Hint milleti, Hint Milli Kongresi nde iddia edildiği gibi Hint alt kıtasında yaşayan nüfus, İrlanda milleti ise Feniancılann millet saydıklan topluluk oluyordu.'* Bu kitabın amacını aştığını düşündüğümüzde bu ilginç alana daha fazla girmemiz gerekmiyor. Üçüncü Dünya daki antiemperyal milli hareketlerden çok azı, emperyalistlerin gelişinden önce var olan politik ya da etnik bir birimle çakıştığı için, terimin on dokuzuncu yüzyılda Avrupa da kullanıldığı anlamıyla milliyetçiliğin gelişmesi ağırlıkla sömürgecili 16. Die nationale Frage und österreichs Kampf um seine Unabhângigkeit: Ein Sammelband, Johann Koplenig in Önsöz ü (Paris, 1939), başlıca istisna olan Avusturya için belgeler sunmaktadır. Avusturya nın Almanca konuşan sakinleri o zamana kadar Marksistler tarafından Alman milletinin üyeleri olarak görülmüşlerdi; Avusturya Sosyal Demokrat Partisi nin, Almanya Hitler in eline geçince problemlere yol açan Almanya yla birleşmeye sadık kalmasının asıl kaynağı da bu saptamaydı. Sosyal Demokratlar Kari Renner ın (sonradan ikinci Avusturya Cumhuriyeti nin ilk cumhurbaşkanı olacaktı) 1938 de Anschluss u ' fiilen selamlamasına yol açacak ölçüde tavırlannı muhafaza ederlerken, AvusturyalI komünistler bu tür güçlüklerden kurtulmak amacıyla ayn bir Avusturya milleti kuramı geliştirmişlerdi. * Almanya nın Avusturya yı egemenliği altına alması için kullanılan bir terim, (ç.n.) 181
182 ğin sona erişinden sonraya, yani esasen 1945 ten sonraya rastlıyordu. Dolayısıyla milliyetçi hareketlerin çoğu, yabancı bir emperyalist zalim devleti değil, sahip olmadıklan bir milli homojenliği iddia eden, yeni kurtulmuş devletleri hedef almıştı. Başka bir deyişle, bazen eski egemenlerin iktidarından miras kalan, modernleştirici elitlerin devraldıklan Batı kaynaklı ideolojilerin gerçekdışılığını da hedef almakla birlikte, emperyal çağın bağımlı dünyayı paylaştırdığı toprak parçalannın milli, yani etnik ya da kültürel açıdan gerçekdışılığını protesto ediyorlardı. Peki milliyetçi hareketler karşı çıkışlannı eski milliyet ilkesi ne ve kendi kaderini tayin etme talebine denk düşen bir şey adına mı yürütüyorlardı ve yürütmektedirler? Bu hareketler bazı örneklerde belli ki aynı dili konuşmaktadırlar. Bu dil ise doğrudan Mazzini den değil, dolaylı olarak, bağımlı dünyanın geniş bölgelerindeki entelektüelleri ideolojik açıdan en fazla etkileyen iki savaş arası Marksizminden gelmektedir. Sri Lanka örneğinde gerek Sinhali gerekse Tamil aşınlarda açıkça görülmektedir bu durum (gerçi Sinhali komünalizmi de Ari ırkın üstünlüğünü kanıtlamak amacıyla on dokuzuncu yüzyılın Batılı dilsel/ırkçı fikirlerine dayanmaktaydı)." Ama bütün bunlardan, Üçüncü Dünya daki komünal çatışmalar ve rekabetler ile etnik grup iddialannı en iyi bu ışıkta, yani mantıksal amacı teritoryal devletlerin kurulması olan, potansiyel devlet kurma hareketleri olarak değerlendirebileceğimiz sonucunu çıkaramayız. Afrika nın pek çok yerinde açıkça çok güçlü desteğe sahip olan kabileciliğin görece olgunlaşmamış devletierin yaptınm aygıtına karşı bile dayanamaması '* bizi biraz duraksatmalıdır. Aynı şekilde, madalyonu tersine çevirirsek, Lübnan gibi komünal parçalara aynşarak dağılan bölgelerin, asgari ölçülerde bile bir ulus devlet ya da sadece devlet diye tanımlanabilecek bir 17. Kumari Jayavvardene, B hnic and Class Conflicts in Sri Lanka (Dehiwala, 1985); aynı yazann, The national guestion and the left movement in Sri l^nl<a" {South Asia Bulietin, VII, 1 ve 2,1987, s ); Jayadeva Uyangoda, "Reinterpreting Tamil and Sinhala nationalism {a.g.y., s ); R. N. Kearney, Ethnic conflict and the Tamil separatism movement in Sri Lanka {Asian Survey, 25, 9 Eylül 1985, s ). 18. Der. Fredrik Barth, Ethnic Groups and Boundaries (Boston, 1989), s
183 durumu muhafaza edememesi de bizi düşünmeye sevk etmelidir ten beri sosyopolitik yapısı, kültürü, etnik yapısı ya da diğer politik özellikleri belirgin biçimde farklılık gösteren, ama sık sık karşılaşıldığı gibi milletlerarası durum olmasaydı böylesi kınlma hatlan boyunca parçalanabilecek bölgeleri küçülten -diyelim, yan yanya- yeni devletler kurulmuştur kuşkusuz (örneğin Doğu ve Batı Pakistan, Türk ve Yunan Kıbnsı). Sudan, Çad (Müslüman/Arap Kuzey, Hıristiyan/Animist Zenci Güney) ve Nijerya (Müslüman ve Hausa lann olduğu Kuzey, Yoruba lann olduğu Güneybatı, Ibo lann olduğu Güneydoğu) da birer örnektir. Ancak 1967 de, Ibo Biafrası mn üç egemen topluluğu parçalayarak ve ilk baştaki üç taraflı paylaşımın yerine on dokuz küçük devlet geçirerek (sırası gelmişken altını çizelim, onlann içindeki Hausa, Yoruba ve Ibo kökenliler toplam Nijerya nüfusunun yüzde 60 ından daha azını temsil ediyordu) başansız aynlma girişimiyle Nijerya daki durumun açıkça çığnndan çıkmış olması dikkat çekicidir. Ayrıca, iktidarın tek bir baskın topluluğun ellerinde olduğu (hele ki hâlâ devletin bütün topraklarında bir egemenlik kurma süreci yaşanmaktaysa) devletlerin iç durumunun istikrarsız olduğu açıktır. Etiyopya buna örnektir. Etiyopya da -Ambara dili konuşanlar, yüzde 40 Hıristiyanlar, yüzde 40 Müslümanlar ve yüzde 20 diğerleri diye bölünen bir nüfusun yüzde 25 ini temsil etmektedir- azınlık bir Hıristiyan topluluğuna dayalı imparatorluğun on dokuzuncu yüzyıldaki yükselişi kısa süreliğine bir İtalyan sömürgesi olarak kesintiye uğramıştı; onun ardından geniş bir imparatorluğun yeniden kurulması ve 1974 devrimi geldi. Buna rağmen, bu mutsuz, açlıktan ve savaştan harap olmuş ülkenin teritoryal birliğinin Eritre yi birliğe katma girişimi dışında ciddi bir riskle yüz yüze gelmesi mümkün değildir. Kaldı ki Eritre de, ilhaktan önce bir İtalyan sömürgesi olarak ve Britanya yönetiminde, milletlerarası durumu kolaylaştırmak amacıyla önceden asla parçası olmadığı Etiyopya ya eklenmeden önce, kendi ayn politik hareketlerini ve teritoryal kimliğini geliştirecek bir konumdaydı. Gerek Afrika da gerekse Asya da yeni bağımsızlaşan devletlerin çoğunda yeterince etnik, kabilesel ya da komünal gerginlik bu 183
184 lunduğu ortadadır, ama (işlerlikli ve birçok etnik yapılı bir modus vivendi'yi oturtmuş görünen ülkeleri saymazsak) onlan oluşturan halkların, hatta liderleriyle sözcülerinin zihnini ayn devlet fikrinin işgal edip etmediği belli değildir. Etnik ve komünal grupların, özellikle tarihleri boyunca hazırlanmadıktan dramatik sosyoekonomik değişikliklerle yüz yüze gelenlerinin gerçek problemi bambaşka bir yerdedir. Sorun, yeni milletler oluşturmaktan daha çok, eski (ya da yeni) sanayi ülkelerine topluca göç etme sorunu gibi görünmektedir: Etnik bakımdan çoğul bir toplumda yeni dünyaya nasıl adapte olunacaktır? Elbette buralara göç edenler, gördüğümüz kadarıyla, güvensizlik ve nostalji duygusundan, karşılıklı yardım uğruna, kendileri gibi insanlara dışanda gösterilen düşmanlığa tepkiden ve özellikle mümkün olduğu yerlerde güçlü bir örgütleyici niteliği olan seçim pohtikası aracılığıyla memleketlileri ya da hemşerileri nin olduğu gruplara yakınlaşmaktadırlar doğal olarak. Kuzey Amerika daki her hami-politikacmın bildiği gibi, bu halklann etnik çağrılara, bilhassa göçe kısmen politik ya da ideolojik nedenlerin yol açtığı durumlarda kökenlerinin bulunduğu ülkelerdeki milli davalara destek vermeye karşı güçlü bir duyarhlıklan vardır: İrlandalIlar içinde IRA ya verilen destek, Yahudiler arasında Yaser Arafat a duyulan düşmanlık, Letonyalılar arasında Baltık devletlerinin yeniden kurulması isteği bunun örneklerini oluşturur. Gene de yine her politikacının bildiği gibi, Sinn Fein, FKÖ ve Stalinizm hakkında yaygara koparmak, bu tür seçmenlerin temsilcilerinin politik görevinin (Amerikalılar ya da KanadalIlar olarak onlann çıkarlannı gözetme görevi) yalnızca ufak bir parçasıdır. Çok etnik yapılı ya da komünal bir toplumda bunun anlamı, özünde, grubun devletin mevcut kaynaklanndaki payı için diğer gruplar karşısında pazarlık yapmak, aynmcılığa karşı grubu savunmak ve genel olarak grup üyelerinin şanslarını azamiye çıkanp dezavantajlannı asgariye indirmektir. Ayn bir teritoryal devlet, hatta dilsel özerklik talebi anlamındaki milliyetçiliğin bununla bir ilgisi yoktur, gene de bir diaspora duygusu uyandırmaya yarayabilir. * (Lat.) Geçici anlaşma; birlil<te yaşama yolu veya biçimi, (ç.n.) 184
185 ABD deki zenciler örneği, bir grup olma durumlarında ırk öğesi açıkça ağır bastığı için, belirgin biçimde toplumsal ırk aynmcılığı yapılmasına ya da gettolaşmaya karşın teritoryal ayrılıkçılık, başka bir (Afrika da örneğin) ülkeye topluca göç etmek ya da ABD nin bir parçasının kendilerine ayniması biçimde olsun, pratikte uygulanamazlığı dışmda, açıkça gündem dışı olduğu için bu noktaya ışık tutmaktadır. Toplu göç zaman zaman Batı yanmküresindeki siyahlar arasında bir hayli duygusal destek toplamış, ama asla, renkli göçmenlerin kitle halinde kovulmalarım ( kendi yurtlarına dönmelerini ) öngören çılgın aşın sağcılar dışında ciddi bir program olarak düşünülmemiştir. ABD de ayn bir toprak parçası talebi ise bir zamanlar, Komünist Enternasyonal in milletlerin kendi kaderini tayin etmesi doğrultusundaki ortodoks doktriniyle uyum içinde, kısa süreliğine bir öneri olarak ortaya atılmış, ama siyahlar arasında ilgi uyandırmamıştı. Nüfus sayımının siyahlann çoğunlukta olduğunu gösterdiği güney eyaletlerindeki yerleşim yerlerinin dağılımını gösteren bir harita çizerek, kâğıt üzerinde (ülkenin içinde ve dışında uzanan parçalan halinde) az çok süreklilik taşıyan bir kuşağın var olduğu gösterilebilir ve böylece Amerikalı zenciler adına siyah bir cumhuriyete dönüşebilecek bir milli toprak parçası bulunduğu iddia edilebilir.'* Bu haritacılık fantezisinin saçmahğı, (ağırlıkla beyaz olan) ABD de yaşama probleminin, Amerikalı siyahlann yaşamından aynlıkçılık yoluyla bir şekilde çıkanlabileceği varsayımına dayanmasıdır. Kaldı ki, ülkenin blues bölgesinin bir yerlerinde siyah bir cumhuriyet kurulabilse dahi, bunun siyahlann zaten doldurmuş olduğu kuzey ve batı şehirlerindeki gettolan çok az etkileyeceği 19. Parti, zencilere eşit lıaklar ile siyah kuşak için ayrılmayı seçn^ıeye vanncaya kadar kendi kaderini tayin etme hakkının tanınması mücadelesini kuvvetlendirmişti. (D/e Kommunistische Internationale vor dem VII VVeltkongress: Materiallen. Moskova-Leningrad 1935, s. 445), 1930 yılı sonbahanndaki kararlar üzerine raporlar de yapılan VI. Enternasyonal Kongresi ndeki ilgili alt komisyon tartışmalannda ABD de zenci nüfus için siyah bir cumhuriyet kurulmasını öngören slogan hakkındaki keskin aynlıklar üzerine bkz. Kongre de Ford ile Jones un katkılan (Compte-Rendu Stenographlgue du Vle Congrös de l'lnternationale Communlste 17 juillet-1 septembre La Conespondance Internationale'öe No: 125,19 Ekim 1928, s ; No: 130, 30 Ekim 1928, s. 1418). 185
186 gün gibi ortadaydı. Güneyli olmayan siyahlann 1970 te yüzde 97 sinin yaşadığı şehirlerde yoğunlaşmak (güney siyahlanmn üçte biri hâlâ kırsal alandaydı), ABD li siyahlara önemli bir seçim avantajı sağlamış, onlar da bundan, bütün toplumun kaynaklan ve olanaklarında kendi etnik gruplan adına daha büyük pay kapmak amacıyla yararlanmışlardı. Çoğul toplumlarda gettolara dayalı bir teritoryal ayrımcılığın, gerek Belfast ın gerekse Beyrut un örneklediği gibi, etnik birlik açısından korkunç bir gücü olabilir, ama bu, çok istisnai örnekler dışında, teritoryal devletler oluşturan klasik kendi kaderini tayin etme perspektifini fiilen ortadan kaldırmaktadır. Dahası, kitlesel ve çok çeşitli hareketler, göçler ve insanlann bir yerden başka bir yere transferi temelinde yükselen şehirleşme ve sanayileşme, özünde etnik, kültürel ve dinsel bakımdan homojen bir nüfusun oturduğu bir toprak parçasına dayanan diğer temel milliyetçi varsayımı güçsüz bırakmaktadır. Yerli nüfusun, yabancılar ın kendi ülkeleri ya da bölgelerine kitle halinde akın etmesine gösterdikleri keskin yabancı düşmanlığına bağlı ya da ırkçı tepki, ne yazık ki ABD de 1890 lardan beri. Batı Avrupa da ise 1950 lerden beri yakından bilinen bir olgudur. Oysa yabancı düşmanlığı ile ırkçılık çare değil, belirtidir. Modem toplumlardaki etnik topluluklarla gruplar, kanşık olmayan bir millete geri dönme rüyasını gören retoriğe rağmen, bir arada yaşamaya mahkûmdurlar. Toplu cinayetler ve kitlesel sürgünler ( yurduna geri gönderme ) gerçekten Avrupa nın etnik haritasını ciddi ölçüde basitleştirmiştir ve diğer bölgelerde de ortaya çıkabilir. Gene de halklann göçleri, o zamandan beri barbarlığın silmeye çalıştığı etnik karmaşıklığı yeniden ortaya çıkarmıştır. Ancak bugün, göç alan çoğu ülkedeki tipik milli azınlık, kendi içinde bütünlüklü bir kıtadan ziyade, küçük adalardan oluşan bir takımadadır. Otto Bauer in söylediklerinin onlann sorunlanyla ilintisi olabilir, ancak Mazzini nin söylediklerinin yoktur. Temel yönleriyle. Üçüncü Dünya nm çok etnik ve çok komünal yapıh devletlerinde, yani küçük Karayip adalanndan daha büyük olan çoğu eski sömürge devlette, hatta birtakım mini devletlerde etnik gruplann durumu bundan ibarettir. Söz konusu devletler içinde 186
187 ki etnik ya da komünal gruplar bu nitelikleriyle (esas olarak, yeni devletlerde, de facto etnik çıkarların sözcülüğünü üstlenen politik partilerle baskı gruplan aracılığıyla) genellikle güçlü biçimde örgütlenmişlerdir. Asıl hedef, geleneksel olarak bazı azınlık topluluklarla beyazlann uyguladığı modem girişimcilik hünerlerinde ustalaşmamış olanlar için zenginliğe ve sermaye birikimine giden başlıca yol olan, devletteki ve kamu kuruluşlarındaki mevkilere yükselmektir. Bu mevkilere ulaşma eğitim yoluyla (başı subaylann çekmediği ender askeri darbeler dışında) sağlandıkça, Fredrik Barth ın meşhur keskin kavrama gücüyle gözlemlediği gibi, birbiriyle çatışan etnik gruplar... eğitim düzeyi bakımından farklılaşmışlardır ve eğitim olanaklannı denetlemeye ya da kendi tekellerine almaya çaba harcarlar. ^' Bu grup rekabeti (teritoryal) devlet aygıtındaki mevkileri kapma ya da denetleme uğruna sürdükçe, böylesi etnik çekişmelerin, Dördüncü Bölüm de tartışılan küçük burjuva milliyetçiliğinin yükselişiyle ortak bir yönü vardır. Etnik çekişmeler aşın örneklerde gerçekten ayrılıkçılığa yol açabilir. Sözgelimi Sri Lanka da, coğrafi bakımdan kısmen ayrılabilir bir azınlığı oluşturan, Britanya döneminde kamu hizmetlerinde ve herhalde yükseköğretimde aşın oranda temsil edilen ve o zamandan beri, bilhassa 1956 da tek resmi milli dil olarak Sinhali dilinin benimsenmesiyle ezici üstünlüğü ele geçiren Sinhali çoğunluğunun baskısı altında yaşayan Tamiller arasında aynhkçıhğı teşvik etmişti. Hindu dili Hindistan nüfusunun yüzde 40 ının yerine yüzde 72 sinin konuştuğu bir dil olsaydı, resmi kullanımda İngilizceyi kaldırmanın çekiciliği daha büyük olur ve Hint anakarasında Tamil aynlıkçılığıyla diğer aynlıkçılıklann doğması tehlikesi iyice artard ı.n e var ki teritoryal milliyetçilik özel ve sınırlayıcı bir örnektir. Sri Lanka da bile bağımsızlığın üs- 20. Bu tür azınlıklar elbette devlet iktidarını elinde tutanlara ulaşma ayncalığı sayesinde de etkili olurlar. 21. Bkz. der. Barth, Ethnic Groups, sy Bkz. Sunil Bastian, University admission and the national puestion ve Charles Abeysekera, Ethnic representation in the higher state services, Ethnicityand Social Change in Sri Lanka (Sosyal Bilimciler Derneği nin düzenlediği bir seminerde sunulan tebliğler, Aralık 1979), Dehivvala 1985; s , s
188 188 tünden yirmi beş yılı aşkın bir süre geçinceye kadar ayrılıkçı özlemler federalist özlemlerin yerini almamıştı. Genel durumu yansıtan, gerektiğinde çeşitli biçimlerdeki ademi merkezileşme ile özerkliğin desteklediği rekabet içinde bir arada yaşamadır. Bir toplum ne kadar şehirleşir ve sanayileşirse, geniş bir ekonomik alanda faaliyet yürüten etnik topluluklan teritoryal yurtlarına hapsetme girişimi de o kadar yapay kalır. Güney Afrika nın bu doğrultudaki girişimi, doğru bir saptamayla, Afrikalılar adına klasik bir millet inşa etme çabası diye değil, ırkçı baskıyı kalıcılaştırma projesi olarak değerlendirilir. Yine Barth m belirttiği gibi, karmaşık çok-etnik/komünal yapılı toplumlardaki grup ilişkileri, geleneksel toplumlardaki genel eğilime göre hem değişik hem de daha istikrarsızdır. Birinci olarak, modem ya da daha ileri toplumlara giren gruplann üç muhtemel (herhalde birbirinden bütünüyle kopuk olmayan) stratejileri vardır. Bu grup üyeleri asimile olmanın ya da ileri toplumun üyeleri sayılma nın yollannı arayabilirler; kaldı ki içlerinden bazıları bunda başarı kazanabilir, ama bir bütün olarak topluluk iç çeşitlilik kaynağını kaybedecek ve böylece herhalde daha geniş toplumsal sistemin alt sıralarında yer alan, kültürel bakımdan muhafazakâr... bir grup olmaktan kurtulamayacaktır. Başka bir şık olarak, azınlık statüsünü kabullenip azınlık olmanın getirdiği dezavantajlan azaltmaya çalışabilir ve bunun yanında eklemlenmemiş bölgelerde özgül karakterlerini korumakta ısrar edebilirler. Bundan ötürü sanayi toplumlarında çok etnik yapıyla örgütlenmiş bir topluma veya asimilasyona tam olarak rastlanmayacaktır. Nihayet, grup etnik kimliğini öne çıkarmayı, ondan, eskiden kendi toplumlanndaki görülmeyen ya da yeni amaçlara uygun düşecek yeterlilikte bulunmayan... yeni konumlar ve biçimler geliştirmekte yararlanmayı seçebilir. Barth ın görüşünce, sömürge dönemi sonrası etnik milliyetçiliği ya da muhtemel bir devlet kuruluşunu doğurmaya en yakın düşen strateji budur; ama bana göre bu sonuç, söz konusu stratejinin ne olağan hedefi ne de zorunlu bir uzantısıdır. Nasıl olursa 23. Der. Barth, Ethnic Groups, s
189 olsun, etnik grubun hayatta kalma biçimlerinin hepsini (yalnızca çok etnik yapılı bir örneği aktarırsak, Quebecliler, Yunan ve Ballıklı göçmenler, Algonkin Kızılderilileri, Inuitler,* UkraynalIlar ve Angloiskoçlar) aynı millet ve milliyetçilik başlığı altında toplamak analiz açısından bir işe yaramaz. İkinci olarak, etnik gruplar arasındaki geleneksel ilişkiler aynma dayalı bir toplumsal işbölümüne dönüşecek şekilde, belki de çoğu durumda, istikrara kavuşmuştu. Öyle ki şimdi yabancı nın kabul edilen bir işlevi vardır ve bu bizim yabancının topluluğuyla sürtüşmelerimizle ilgisi olmadan, biz le çelişmemekte, tersine biz i tamamlamaktadır. Kendi haline bırakılan etnik aynma dayalı emek pazarlan ve hizmet türleri; kısmen bu tür pazarlann doldurulacak özgül boşlukları olduğundan, ama esasen belirli bölgelerden gelen göçmenlerin kendi aralarındaki gayri resmi karşılıklı yardım ağlarının bu boşlukları eski memleketten gelen arkadaşlar, akrabalar ve himaye edilen kişilerle doldurması nedeniyle. Batı sanayileşmesi ve şehirleşmesinin tarihinde bile doğal bir gelişim çizgisi gösterir. Dolayısıyla bugün bile New York ta bir manav dükkânında Koreli yüzler görmeyi, gökdelenlerin çelik iskelelerinde Mohawk Kızılderililerine çok sık rastlamayı, gazete bayilerinin Londra daki gibi Hint kökenli olmasını ve Hint lokantalarındaki personelin Bangladeş in Siyhet bölgesinden gelen göçmenlerden seçilmesini olağan bulabiliriz. Geleneksel çok etnik yapılı sistemlerin belirgin biçimde ekonomik nitelikli olduğu (Barth) göz önüne getirilirse, çoğul devletlerdeki etnik kimliği vurgulayan hareketlerin bu tür bir işbölümüyle yakından ilgilenmek yerine daha çok kendi gruplarının devlet içinde herkese açık olan komünal topluluklar arası alanlardaki rekabet konumuna önem vermesi çarpıcı bir özelliktir. Sömürgecilik milliyetçiliğin deneyimlerinin çoğu, gerçek bir etnikekonomik iş ya da görev bölümü yerine, politik güç dengesine (ya da egemenliğine) dayalı grup ilişkilerinin istikrarsızlığını yansıtmaktadır. * Kuzey Amerika da Grönland ve Doğu Kanada dan Alaska ya kadar uzanan yerleşim yerlerinde yaşayan, Eskimo-Aleut dil ailesine ait bir dil kullanan ve şimdi, özellikle Kanada da Eskimo denen bir yerli grubu, (ç.n.) 189
190 Bu yüzden milliyetçiliğin asıl yurdu dışında kalan dünyada etnik ve komünal sürtüşmelerle çatışmalar gözle görülür boyutlara ulaşmıştır ve sanki milli modele uygun düşen de bunlardır. Ancak bir kere daha vurgulanmalıdır ki, bütün bunlar, Marksistlerin tartıştığı ve haritalann ona göre yeniden çizildiği milli mesele yle aynı şeyi anlatmaz. Ya da, eğer tercih edersek, milliyetçilik in doğduğu bölgenin dışına yayılması, onu milliyetçilik fenomeninin ilk baştaki çözümlemesinin ötesine taşımaktadır. Sorunu kavramak için oldukça yakın bir geçmişi olan etni ( etnik grup için veya milliyet denecek şeye karşılık olarak) gibi yeni terimlerin kendiliğinden belirmesi bunun bir göstergesidir.^ Batılı olmayan milliyetçiliğin ilk gözlemcileri, Avrupa milliyetçiliğinden tamamen farklı bir fenomenle karşı karşıya olduğumuz u çok iyi bilirken, her kesimin benimsemesine bakarak terimden uzak durmayı faydasız bulsalar bile, bu durum şimdi çok iyi anlaşılmıştır. Gene de terim ister kullanılsın ister kullanılmasın, fenomenin kendisi çeşitli bakımlardan yepyeni sorunlar çıkarmaktadır. Bölümü bitirirken bunlardan birine kısaca değinebiliriz; Dil. Etnik bir dili, resmi dil halini alması için, çok yönlü yeni bir milli yazım diline dönüştürmeyi gözeten klasik dilsel milliyetçilik modelinin ne kadar süreceği ya da sürebileceği kesinlikle belli değildir (köklü bir geçmişe sahip standart diller içinde bile, son zamanlarda, konuşulan ağız ya da lehçeleri, yani siyah İngilizcesi veya Montreal alt sınıf mahallelerinin güçlü bir İngiliz aksam taşıyan Fransızca joual lehçesini, muhtemel eğitim dilleri haline getirerek standart dili parçalama eğilimi gözlenmektedir). Pratik nedenlerle bugün çoğu devlette çokdillilikten kaçınılamaz. Bunun iki 24. TrĞsor de la Langue Française (Cilt VIII, Paris 1980), bir yandan 1896 yılı için ethnie sözcüğünü kaydederken, öbür yandan 1956 dan önce bunun hiç kullanılmadığını göstermektedir. Anthony D. Smith, The Ethnie Origins o f Nations (Oxford, 1986), terime geniş olarak yer vemıekte, ama bunu açıkça, henüz tam anlamıyla Ingilizleşmemiş, yeni uydurulmuş bir Fransızca sözcük olarak değerlendirmektedir. Ben bunun, 1960 lann sonlanndaki milliyet tartışmalannda, acayip kullanımlan dışında, görüldüğünden kuşkuluyum. 25. John H. Kautsky, An essay in the politics of development, der. John H. Kautsky, Political Change in Underdeveloped Countries: Nationaiism and Communism (New York-Londra, 1962), s. 33. IW
191 nedeni vardır: Ya göçler neredeyse bütün Batı şehirlerini etnik kolonilerle doldurmuştur ya da bugün çoğu yeni devlet karşılıklı olarak anlaşılamayan o kadar çok sayıda konuşma dilini barındırmaktadır ki, mütevazı lingua franca'lan hesaba katmazsak, milli sınırlar içerisinde -ve günümüzde milletlerarası düzeyde- iletişimi sağlayacak araçlar vazgeçilmez hale gelmektedir. (Papua Yeni Gine yaklaşık 2.5 milyonluk nüfusun konuştuğu 700 ü aşkın dille aşın bir örnek sayılabilir.) Çok sayıda birbirine benzemeyen dilin konuşulduğu ülkelerde, politik açıdan en fazla kabul edilebilecek dillerin, pidgin, Bahasa Endonezyacası ya da yabancı (tercihan, dünya kültürüne ait) diller, bilhassa hiçbir etnik gruba özel bir avantaj ya da dezavantaj yüklemeyen İngilizce gibi, yerel etnik kimliği olmayan iletişim dilleri olduğu ortadadır. EndonezyalI seçkinler arasında çarpıcı bir dilsel esneklik olarak görünen ve bir anadil e yoğun bir duygusal bağlanma yoksunluğunu ^ açıklayabilecek olan bu durum, açık ki Avrupa milliyetçi hareketlerinde yaygın bir durum değildir. Eski Habsburg İmparatorluğu ndaki sayımlarla (bkz. s ) karşılaştınrsak, Kanada daki modem çok etnik yapıyla nüfus sayımı yapma politikası da Avrupa daki duruma benzemez. Çünkü, göçmen etnik grup üyelerinin, etnik kökenlerini mi, Kanadahlığı mı seçtikleri sorulduğunda kendilerini Kanadalı sayacaklarını ve etnik baskı gruplarının İngilizcenin onlara cazip geldiğini bilerek nüfus sayımında dille ya da etnik kimlikle ilgili sorulara karşı çıktıklannı söyleyebiliriz. Son zamanlara kadar nüfus sayımında babadan gelen etnik kökenin açıklanması isteniyor, Amerika Kızılderilileri dışında verilen Kanadalı ya da Amerikan yanıtlan kabul edilmiyordu. Asıl olarak Fransız KanadalIlarının Quebec in merkez bölgesi dışında kendi sayılarını kabartmak amacıyla dayattıklan nüfus sayımının eseri olan bu etnik yapı anlayışı, etnik liderlerle göçmen liderlerinin amaçlarına da hizmet ediyordu, çünkü böylece 1971 nüfus sayımında Polonya kökenli olduğunu iddia eden kişiden yalnızca inin anadillerinin Leh 26. N. Tanner, Speech and society among the Indonesian elite, der. J. B. Pride ve J. Homes, Sociolinguistics (Harmondsvvorth, 1972), s
192 çe olduğunu ileri sürdükleri ve yalnızca inin evde fiilen Lehçe konuştuklan gizlenmektedir. Bu açıdan UkraynalIların sayılan da karşılaştmlabilir. Kısacası, etnik ve dilsel milliyetçilik ayn yollar izleyebilir ve şimdi her ikisi de ulus devlet iktidarına bağımlılıklannı kaybediyor olabilirler. On dokuzuncu yüzyıldaki resmi kültür/devlet dilleri ile tali önemdeki lehçeler ve ağızlar arasındaki ilişkiye benzer, birbiriyle çelişmeyen çokdillilik ya da iki dillilik yaygınlaşmış görünmektedir. Milli/milletlerarası kültür dilleri olan Latin Amerika da İspanyolca, Afrika nın bazı kısımlannda Fransızca ve daha genel olarak İngilizce (Filipinler de ortaöğretim dili olan İngilizce Etiyopya da da ortaöğretim dilidir veya devrime kadar öyleydi) yanında anadillere resmi statü kazandırma eğilimi bizi yanlış sonuçlara götünnemelidir. Bugünkü model artık Quebec teki gibi bir üstünlük mücadelesi yerine; şehirli elit kesimin hem İspanyolcayı hem de Garani dilini öğrenip konuştuğu, ama İspanyolcanın, belki, belles lettres' dışında bütün yazılı işlemlerde iletişim dili olduğu Paraguay daki gibi bir görev bölüşümü olabilir. Peru da 1975 ten beri eşit resmi statü kazanmış olan Keçuamn, diyelim, günlük basın ve üniversite dili olarak İspanyolcanın yerini almaya çabalaması ya da Britanya nın Afrika veya Pasifik teki eski sömürgelerinde anadillerin resmi konumu ne olursa olsun, eğitime, zenginliğe ve güce giden yolun İngilizceden geçmesi durumunun değişmesi, ihtimal dışıdır.^ 27. Robert F. Harney, So great a heritage as ours. Immigration and the survival of the Canadian polity {Daedalus, Cilt 117/4, Sonbahar 1988), s , İngilizcenin önemi üzerine bkz. François Grosjean, Life with Two Languaget (Cambridge, 1982), burada, 1974 te İngilizcenin yalnızca 38 devlette resmi bir konumunun bulunmadığı belirtilmektedir. İngilizce konuşulmayan 20 ülkede tek resmi dil iken, 36 ülkede de mahkemelerde ve okullarda başlıca öğretim dili olarak kullanılıyordu (s. 114). İngilizceyle rekabetin problemleri için bkz. L. Harries, The nationalization of Svvahili in Kenya {Language and Society, 5, 1976, s ). * (Fr.) Edebiyat, (ç.n.) 29. Okuryazar olmanın zahmetli adımlannı gerektirmeyen modern (sözel ve görsel) kitlesel medya (David Riesman, Giriş, Daniel Lerner, The Passing o f Traditional Society, New York 1958, s. 4), bazı açılardan artık daha geniş dünyayla ilgili bilgilerden uzak kalmayan, yalnızca tek bir dil konuşabilenler için, anadilde* 192
193 Bu akıl yürütme bizi milletlerin ve milliyetçiliğin geleceği üzerine bazı sonuç düşüncelerine götürmektedir. ki edebiyattan yana olan faydacı savlan zayıflatmıştır. Bu kültürel devrimin başlıca aracı transistörlü radyoydu. Örneğin bkz. Howard Handelman, Struggle in theandes: Peasant Political Mobilization in Peru (Austin, 1974), s lann başlannda dikkatimi bu devrime yoğunlaştırmamı ilk sağlayan kişi, şimdi aramızdan aynimış bulunan Jose Maria Arguedas tı. Arguedas, genellikle yalnızca emekçi Kızılderililer uyanık olduğu zaman faaliyet gösteren, Keçua dilinde Lima göçmenlerine hitap eden radyo yayınlannın çoğaldığına işaret etmişti. 193
194 VI Yirminci Yüzyılın Sonunda Milliyetçilik Elinizdeki kitabın 1990 başında ilk yayımlanışından beri, bu yüzyılın herhangi bir dönemindekinden daha fazla yeni ulus devlet kurulmuştur ya da kurulma sürecindedir. SSCB ile Yugoslavya nın dağılışı şimdiye kadar milletlerarası düzeyde tanınan egemen birimlerin sayısına on altı devlet daha eklemiştir ve yakın zamanda milli aynlıkçılığın daha fazla gelişmesini sınırlayacak hiçbir şey görünmemektedir. Bugün bütün devletler resmi olarak millet tir, bütün politik ajitasyonlar, pratikte bütün devletlerin rahat vermeyip kovmanın yollanm aradıkları yabancılan hedef almaya eğilimlidir. Dolayısıyla bu kitabı, 1830 lardan İkinci Dünya Savaşı nm bitimi 194
195 ne kadar geçen yüzyıldaki rolüyle karşılaştınidığında, tarihsel değişimin bir vektörü olarak milliyetçiliğin gerilediği saptamasıyla noktalamak, kimi okurlara gözümüzü açmamakta inat etmek gibi görünebilir. Şüphesiz, gerek Sovyetler Birliği nin gerekse bir süper güç olarak yaklaşık kırk yıldan beri onun bir dayanağını oluşturduğu bölgesel ve milletlerarası sistemin çöküşünün derin ve herhalde kalıcı bir tarihsel değişime (şu satırların yazıldığı sıralarda ne tür sonuçlar doğuracağını henüz tamamen bilemediğimiz bir değişimdir bu) işaret ettiğini yadsımak saçmalık olur. Bu durum, SSCB nin 1991 deki dağılışının Çarlık Rusyası nm deki (geçici) dağılışmı (o zaman ağırlıkla Avrupa daki ve Transkafkasya daki bölgeleriyle sınırlı kalmıştı) çok gerilerde bırakması haricinde, milliyetçiliğin tarihine unsurlar sokmamaktadır. Çünkü nin milli meseleler i özünde yeni değildir. Bu milli meseleler çok büyük çoğunlukla milli davalann geleneksel yurdu olan Avrupa ya aittir. Şu ana kadar Kuzey ve Güney Amerika'da, en azından ABD-Kanada sınınnın güneyinde ciddi politik aynlıkçılığm varlığını hatırlatan hiçbir işaret yoktur. İslam dünyasmın, hiç değilse İslamiyet içindeki yükselen fundamentalist hareketlerin devlet sımrlanm çoğaltmakla ilgilendiği yönünde de çok az işaret vardır. Onlar İslamiyet i kuranlann gerçek inancına dönmeyi istemektedirler. Aslında ayrılıkçılığın bu niteliğiyle onları ne kadar ilgilendirebileceğini anlamak zordur. Aynlıkçı ajitasyonlar (ağırlıkla terörist biçimiyle) Güney Asya nın alt kıtasının köşelerini açıkça sarsmaktadu-, ancak şimdiye kadar (Bangladeş in aynlmasım saymazsak) kurulan devletler bütünlüklerini korumuşlardır. Aslında, sömürge sonrası milli rejimlerin büyük çoğunluğu, yalnızca bu bölgeyle de sınırh kalmamak üzere, hâlâ on dokuzuncu yüzyılın hem liberal hem de devrimci-demokratik milliyetçilik geleneklerini benimsemektedir. Gandhi, Nehru lar, Mandela, Mugabe, Zülfıkar Ali 1. Buna rağmen, Türkiye nin Orta Asya dal<i panturancı emelleri (bereket versin bu emellerin peşinde koşturan Kemal Atatüri< değil, onun yenilgiye uğrattığı Enver Paşa gibi rakipleri olmuştur) ile Japonların Rusya nın Pasifik Uzakdoğu suyla ilgilenmesi, 1990 larda sık sık duyulacak olan temaları haber vermektedir. 195
196 Butto, Bandaranaike ve -kesinlikle iddia ederim ki- Birmanya nın (Myanmar) hapisteki lideri Aung-San Su Xi, Landsbergis ile Tudjman m olduğu anlamda milliyetçi değildiler ya da değildirler. Onlar, Massimo d Azeglio yla kesinlikle aynı frekanstaki insanlardır; Millet parçalayıcılar değil, millet inşa edenler (bkz. s. 63). Sömürge sonrası Afrika devletlerinin pek çoğu, umulmadık bir biçimde. Güney Afrika dahil olmak üzere, son zamanlarda bazılarının başına geldiği gibi kaosa ve kanşıklığa sürüklenebilir. Ne var ki Somali ya da Etiyopya nın çöküşünü, halklann kimseye devredilemez nitelikteki bağımsız, egemen ulus devlet kurma haklarının doğurduğu bir sonuç olarak kavramak sözcüklerin anlammı zorlayarak genişletmek olur. Etnik gruplar arasındaki sürtüşmeler ve kanlı çatışmalar milliyetçiliğin politik programından daha eskidir ve ondan daha fazla dayanacaktır. Avrupa da ayrılıkçı milliyetçiliğin patlaması yirminci yüzyılda daha da özgül tarihsel köklere sahiptir. Versailles ile Brest Litovsk un yumurtaları hâlâ civciv vermektedir. Özünde Habsburg ve Türk imparatorluklanmn kesin çöküşü ile Çarcı Rusya imparatorluğunun kısa süreli çöküşü, kitlesel cinayetler ya da mecburi toplu göçler dışında uzun vadede çözümü bulunmayan türden problemlerle uğraşan bir dizi benzer ulus devlet ortaya çıkarmıştı nin patlayıcı nitelikli sorunlan de yaratılan sorunlardı. Çekler ilk defa o zaman Slovaklann boyunduruğuna girmişler; Slovenler (eskiden Avusturya da bulunanlar) ise Hırvatlar (bir zamanlar Türklere karşı askeri sının oluşturuyordu) ve bin yıldır ayn bir tarihi olan, Ortodoks ve Osmanlı İmparatorluğu na ait Sırplarla birleşmişlerdi. Romanya nın büyüklüğünün iki katma çıkması, kendisini oluşturan milliyetler arasında sürtüşmeye yol açmıştı. Muzaffer Almanlar, tarihte hiçbir emsali bulunmayan ve -en azından Estonya ile Letonya da- dikkati çeken bir milli talebe rastlanmayan Baltık bölgesinde üç küçük devlet kurmuşlardı.^ Onlan, Bolşevik Rusya ya karşı karantina kuşağı mn bir parçası olarak 2. Bu sonuç, Kasım 1917 deki Rus Kurucu Meclis seçiminin rakamlanndan çıkmaktadır. Bu seçim sonuçlannı analiz eden, O. Radkey, Russia Goes to the Poll$ (Ithaca, 1989). 196
197 Müttefikler ayakta tutuyordu. Rusya nın en zayıf anında Alman etkisi bağımsız bir Gürcü ve Ermeni devletinin kurulmasını, Britanya etkisi ise petrol yatağı Azerbaycan ın özerkliğini cesaretlendirmişti. Transkafkas milliyetçiliği (böyle bir terim kullanmak Azeri Türklerinin Ermenilere diş bilemesi düşünüldüğünde çok güçlü görünmese bile) 1917 den önce ciddi bir politik sorun değildi; Ermeniler açık nedenlerle Moskova dan ziyade Türkiye den kaygılanıyorlar, Gürcüler milli partileri olarak kâğıt üzerinde bütün Rusya çapındaki bir Marksist partiyi (Menşevikler) destekliyorlardı. Gene de çok milletli Rus İmparatorluğu, Habsburg ve Osmanlı imparatorluklanndan farklı olarak. Ekim Devrimi ile Hitler sayesinde üç kuşak daha hayatta kalmayı başardı. İç savaşın zaferle bitmesi Ukrayna ayrılıkçılığına alan bırakmamış, Transkafkasya nm canlanması yerel milliyetçilikleri silmişti. Ama geride, kısmen Kemalist Türkiye yle yapılan görüşmelerle düzenlendiği için gelecekte milliyetçi çekişmelere zemin hazırlayacak birkaç hassas sorun da kalmıştı. Bunun bir örneği, bilhassa Azerbaycan içindeki bir Ermeni bölgesi olan Dağlık Karabağ sorunuydu.^ ta SSCB, pratik olarak, Finlandiya (Lenin tarafından banş içinde ayrılmasına izin verilmişti) ile eski Rus Polonyası dışında. Çarlık Rusyası mn kaybetmiş olduğu her yeri geri almıştı. Yani aynhkçılığm deki patlaması, en basit yolla, in yarım kalmış işi diye anlatılabilir. Buna karşılık, 1914 ten önce Avrupa kançılaryalarını fiilen tehdit eder görünen eskiye dayalı ve derin kökler salmış milli meselelerin patlayıcı nitelikli olmadığı görülmüştü. Yugoslavya'nın çöküşünü kışkırtan etken, araştırmacılann milletlerarası kongrelerde beş-altı alanda rakip uzmanlan birbirine düşüren bir sorun olarak bildikleri Makedonya Sorunu değildi. Tam tersine, Yugoslavya fiilen çökene ve 3. Ermeniler, milliyeti belli bir toprak parçasına bağlamanın çıkardığı güçlükleri örnekler. Bugünkü Ermenistan Cumhuriyeti (başkent Erivan la birlikte), 1914 ten önce bu mutsuz halk için özel bir önem taşımıyordu. Ermenistan asıl olarak Türkiye deydi. Rus Ermenileri, hem kırsal bir Transkafkas halkını hem önemli bir şehir nüfusunu (herhalde Tiflis ve Bakü deki nüfusun çoğunluğu) hem de geniş bir milli ve milletlerarası diasporayı oluşturuyordu. Denebilir ki Ermenistan", Ermeniler yok edildikleri ve her yerden kovulduklan zaman geriye kalan yerdi. 197
198 Yugoslavya yı oluşturan parçalar tam bir nefsi müdafaa eylemi olarak kendi başlannın çaresine bakmak zorunda kalana kadar, Makedonya Halklar Cumhuriyeti Sırp-Hırvat anlaşmazlığma bulaşmamak için elinden geleni yapmıştı. (Karakteristik bir durum olarak, onun resmen tanınmasını o zamana kadar sabote eden, 1913 te Makedonya topraklannın büyük kısmını ilhak eden Yunanistan olmuştur). Benzer biçimde. Çarlık Rusyası nm 1917 den önce gerçekten milli bir hareket (ayrılıkçı olmasa da) banndıran tek parçası Ukrayna ydı. Bununla beraber, Baltık ve Kafkas cumhuriyetleri ayrılmayı isterken. Komünist Parti nin yerel liderliğinin denetiminde kalan ve Ağustos 1991 deki başarısız darbe girişiminin SSCB yi ortadan kaldırmasından sonraya kadar ayrılmaya yanaşmayan Ukrayna görece sakin kalmıştı. Bundan başka, paradoksal olarak Lenin in Woodrow WiIson'la paylaştığı millet tanımı ile milli özlemlerin çerçevesi, kendiliğinden, tıpkı döneminin sömürge smırlannın -başka sınır bulunmadığından sömürge sonrası devletlerin sınırlannı çizmesi gibi, komünist devletlerin meydana getirdikleri çok milletli birimlerin dağılmasına temel oluşturan aynm çizgilerini yaratmıştı. (Bu devletlerde yaşayanlann çoğu sımrlann nerede olduğunu bilmiyor ya da aldırış etmiyorlardı). Sovyetler Birliği için daha da ileri gidebiliriz: Sovyetler Birliği, bilinçli biçimde, Asya nın Müslüman halkları, hatta Beyaz Rusyalılar arasında eskiden hiç var olmayan veya akla getirilmeyen etnik-dilsel teritoryal milli idari birimler, yani modem anlamıyla milletler yaratmaya girişmiş olan bir komünist rejimdi. Kazak, Kırgız, Özbek, Tacik ve Türkmen milletler ine dayanan Sovyet Cumhuriyetleri fikri, Orta Asya halklanndan herhangi birinin en başından beri duyduklan bir özlemi değil, daha çok, Sovyet entelektüellerinin kuramsal bir kurgusunu yansıtmaktaydı.'' Orta Asya halklarının -ister milli baskı dan isterse İslami bilinçten dolayı- Sovyet sistemini, çökmesine yol açan katlanılmaz sıkıntılara soktukları fikri, bazı Batılı gözlemcilerin Sovyet siste- 4. Krş. der. Graham Smith, The Nationalities Ouestion in the Soviet Union, Kısım 4: Müslim Central Asia (Londra ve New York, 1990), özellikle s. 215, 230,
199 minden duydukları haklı korkunun ve uzun süre yaşayamayacağı inancının başka bir ifadesi olarak görünmektedir. Aslında Orta Asya, Stalin in uzak bölgelere sürdüğü milli azınlıklara yönelik bazı pogromlar dışında, Sovyetler Birliği nin çöküşüne kadar politik atalet içinde kalmıştı. Orta Asya cumhuriyetlerinde gelişen milliyetçilik, Sovyet dönemi sonrası bir fenomendir. Demek ki 1989 da ve sonrasında meydana gelen değişiklikler, özünde, Polonya da ve Yugoslav halklan arasında olduğu gibi gerçekten var olduğu yerlerde bile, merkezi parti işlediği sürece, fiilen denetlenen milli gerginliklerden değil, asıl olarak Sovyet rejiminin reform yapma karanndan kaynaklanıyordu. Sovyet rejimi, (a) uydu rejimlerinden askeri desteği çekecek, (b) rejimin işlemesini sağlayan merkezi kumanda ve otorite yapısını zayıflatacak ve buna bağlı olarak (c) Balkan Avnıpası ndaki bağımsız komünist rejimlerin bile temellerini yıkacaktı. Milliyetçilik, bu gelişmelerden en çok yaran kendisi sağlamış, ama bu gelişmelerin ortaya çıkışında önemli rol oynamamıştı. Gerçekten, halk tabanı hiç olmayan bir rejimin kitlesel biçimde örgütlenmiş bir muhalif hareketi neredeyse on yıl boyunca denetim altında tutabilme başansını gösterdiği Polonya dahil, doğulu rejimlerin hiç beklenmeyen çöküşünün herkesi hayretler içinde bırakmasının nedeni buydu. Farkların altını çizmek için 1871 ve 1990 Alman birleşmelerini karşılaştırmak yeterlidir Alman birliğine, şu ya da bu biçimde Alman topraklarında politikayla ilgilenen herkesin, buna karşı çıkmayı isteyenlerin bile temel ilgi odağını oluşturan, uzun süredir beklenen bir hedefin gerçekleşmesi gözüyle bakılıyordu. Marx ve Engels bile Bismarck için (tut) jetzt, wie im 1866, ein Stück von unserer Arbeit in seiner Weise *demişlerdi. Oysa 1989 sonbaharına kadar. Federal Alman Cumhuriyeti ndeki başlıca partilerin hepsi de yıllarca tek bir Alman devletinin kurulmasına ancak sahte bir bağlılıkla bağlanmışlardı. Bunun nedeni, yalnızca Alman birliğinin Gorbaçov un zemin hazırlamasına kadar açıkça pratiğe geçirilemez * (Alm.) 1866'da olduğu gibi, şimdi bizim işimizin bir parçasını kendi yöntemiyle (yapıyor). (ç.n.) 5. Engels ten Marx a, 15 Ağustos 1870 (Marx-Engels, Werl<e, Cilt 33, Berlin 1966), s
200 olması değil, aynı zamanda milliyetçi örgütlerin ve ajitasyonlann politik açıdan marjinal kalmasıydı. Alman birliğini sağlama arzusu, DAC ndeki politik muhalefeti ya da kitle halinde kaçışlarıyla rejimin çöküşünü hızlandıran sıradan Doğu Almanlan da harekete geçiremiyordu. Şüphesiz ki, gelecek hakkındaki bütün kuşkulanna ve gelecekten emin olamayışlanna rağmen, Almanlann çoğu iki Almanya nın birleşmesini hoşnutlukla karşılamakta, ancak olayın aniden ve ciddi bir hazırlık olmaksızın meydana gelmesi, resmi açıklamalar ne yönde olursa olsun, bu birliğin Almanya dışındaki beklenmedik gelişmelerin yan ürünü olduğunu kanıtlamaktadır. SSCB ye gelince, bu ülke bazı Sovyetologlann tahmin ettiği gibi iç milli anlaşmazlıklar^ (gerçi bu anlaşmazlıkların varlığı yadsınamazdı) nedeniyle değil, ekonomik güçlükleri sonucunda çökmüştü. Ülkenin reformcu komünist liderlerinin perestroyka nm zorunlu bir koşulu saydıklan glasnost, tartışma ve ajitasyon özgürlüğünü yeniden sağlamış ve bunun yanında hem rejimin hem de toplumun temeli olan merkezi kumanda sistemini zayıflatmıştı. Perestroyka n\n başarısızlığı, yani sıradan yurttaşların yaşam koşullannın giderek bozulması, bundan sorumlu tutulan bütün Sovyetler Birliği hükümetine duyulan inancı yok etmiş, daha doğrusu problemlere bölgesel ve yerel çözümler bulunmasını cesaretlendirmiş, hatta zorunlu kılmıştı. Rahatlıkla söylenebilir ki, Gorbaçov dan önce Baltık devletleri dışında hiçbir Sovyet cumhuriyeti SSCB den aynimayı tasarlamamıştı. Baltık devletlerinin gözünde bile bağımsızlık açıkça bir rüyaydı. SSCB yi yalnızca korku ile baskının (gerçi bunlann, karışık bölgelerdeki etnik ve komünal anlaşmazlıkların karşılıklı şiddete dönüşmesini engellemekte kuşku götürmez bir katkısı vardı) bir arada tuttuğu da ileri sürülemez. Gerçekten, uzun süren Brejnev çağında yerel ve bölgesel özerklik kesinlikle yanılsama değildi. Dahası, Ruslann hep şikâyet ettikleri gibi, diğer cumhuriyetlerin çoğu Rusya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti nin sakinlerinden oldukça iyi durumdaydılar. SSCB nin -ve yeri gelmişken belirtelim, hemen hepsi fiilen çok milletli olan cumhuriyetlerinin 6. Helene Carrere d Encausse, L empire eclatâ (Paris, 1978); La gloire des natlons, ou La Fin de l empire sovietigue (Paris, 1990). 200
201 de- milli temelde dağılması, belli ki Moskova daki gelişmelerin nedeni olmaktan ziyade sonucudur. Paradoksal bir durum olarak, var olan rejimleri yıkma gücüne sahip milliyetçi hareketler, milli ajitasyonlann en eski ulus devletlerden bazılannm (Birleşik Krallık, İspanya, Fransa, hatta daha sınırlı bir ölçüde İsviçre; Kanada dan söz bile etmiyoruz) başına dert olduğu Batı da çok daha güçlüdür. Quebec, İskoçya ya da başka bir bölgenin tamamen aynlıp ayrılmayacağı şu anda (1992).bir spekülasyon konusudur. Eski Avro-Sovyet kızıl kuşağının dışında, İkinci Dünya Savaşı ndan bu yana başarılı aynima girişimleri aşın derecede seyrek görülmüş, barışçı aynlmalara ise hiç tanık olunmamıştır. Oysa bugün, İskoçya nm ya da Quebec in, yirmi beş yıl önce sözü bile edilmeyen aynlmalan gerçekçi bir ihtimal olarak tartışılabilir. II Gene de milliyetçilik, ne kadar kaçınılmaz olursa olsun, artık Fransız Devrimi ile İkinci Dünya Savaşı nın ardından gelen emperyalist sömürgeciliğin sona erişi arası çağdaki tarihsel gücüne sahip değildir. On dokuzuncu yüzyılın gelişmiş dünyasında, ulus devlet ile milli ekonomiyi birleştiren çeşitli milletler in inşa edilmesi, açıkça tarihsel dönüşümün temel bir olgusuydu ve öyle değerlendirilmişti. Yirminci yüzyılın ilk yansının bağımlı dünyasında ve bilinen nedenlerle özellikle sömürgeleşmiş kesiminde, milli kurtuluş ve bağımsızlık hareketleri yeryüzünün büyük bölümünün politik kurtuluşunun, yani, emperyal yönetime ve daha önemlisi emperyal devletlerin doğrudan askeri egemenliğine son verilmesinin (yanm yüzyıl önce bile neredeyse akla hayale dahi getirilemez görünen bir durum) temel unsurlanydı.^ Önceden gördüğümüz gibi. Üçüncü 7. Süper güçlerin nükleer (ve kimyasal/biyolojik) silahlar dışında her şeyi kullanarak geniş çapta sürdürdükleri savaşlar, ikinci Dünya Savaşı öncesi tarihinin düşündüreceği ölçülerle hayret uyandıracak derecede başansız olmuştur (örneğin, Kore ve Vietnam). 201
202 Dünya daki milli kurtuluş hareketleri kuramsal olarak Batı milliyetçiliğini model almışlarken, pratikte kurmaya giriştikleri devletler, yine önceden gördüğümüz gibi, genel hatlanyla Batı da standart ulus devlet biçimi olarak görülmeye başlanmış olan, etnik ve dilsel bakımdan homojen birimlerin tam zıddıydı. Oysa bu haliyle bile, de facto, liberal çağın Batı milliyetçiliğine benzeyen yönleri benzemeyen yönlerinden çok fazlaydı. Hem Üçüncü Dünya hem Batı milliyetçiliği tipik biçimde özgürleştirici olduğu kadar birleştirici özellik taşıyordu; yalnız, Batı daki milliyetçiliğe göre. Üçüncü Dünya milliyetçiliğinde gelişmeler daha sık kontrolden çıkıyordu. Özünde ayrılıkçı ve bölücü nitelik taşıyan etnik grup iddialarının bugünkü aşamasıysa; böylesi bir pozitif program ya da perspektiften yoksun. Hakiki bir tarihsel projenin olmadığı durumlarda, Mazzini ye özgü etnik ve dilsel bakımdan homojen teritoryal ulus devleti ( her millete bir devlet-her millete yalnızca bir devlet ) yeniden yaratma denemelerine kalkışılması bile bunu kanıtlayan bir örnektir. Bu iddialar gerçekçi değildir ve daha önce gördüğümüz gibi (s ), aynı zamanda, yirminci yüzyıl sonunun dilsel ve kültürel gelişmeleriyle çelişmektedir. Bu girişimin, hiçbir genel çözüm ya da -ender ve talihli rastlantılar dışında- yerel çözüm sağlayamadığı yirminci yüzyıl sonunun problemiyle en ufak bir ilgisi bulunmadığını ileride göreceğiz. Bu, güncel problemleri ele alma görevini karmaşıklaştırmaktan başka işe yaramaz. Öbür yandan, biz olan gruplan, kendilerine yabancı ve tehditkâr onlar a karşı etnik /dilsel bir kimlik takınmaya götüren duygulann gücü yadsınamaz. Bu duygular, hayali bir Britanyalı biz in sembolik bir Arjantinli onlar a karşı Güney Atlantik teki bir bataklık ve taşlı topraklar uğruna yurtsever coşkulan uyandırarak çılgınca bir savaşın yürütüldüğü ve yabancı düşmanlığının dünyada en yaygın kitle ideolojisi haline geldiği yirminci yüzyıl sonunda özellikle çok güçlüdür. Oysa ırkçılığı kolayca gizleyen ve 1990 larda Avrupa ile Kuzey Amerika da faşizm zamanından bile daha genel bir fenomen olan yabancı düşmanlığı, bir tarihsel prog 202
203 203 ram olarak Mazzinici milliyetçilikten bile geridir. İşin doğrusu, nadiren bir keder ya da öfke çığlığı olmanın ötesine geçer. Seçkin küçük halkların egemen bağımsızlığına romantik biçimde sempati duyanların bile Le Pen in Milli Cephesi nin Janus* türü özelliklerinde ısrar ettiklerine seyrek rastlanır. Onun bir yüzü vardır ve çoğumuz hiç olmamasını tercih ederiz. Bu acı ya da öfke çığlığının niteliği nedir? Bu tür etnik kimlik hareketleri, sık sık zayıflık ve korkudan kaynaklanan tepkiler, modem dünya devletlerini kendilerinden uzak tutmaya yönelik barikatlar dikme girişimleri olarak karşımıza çıkarlar ve bu bakımdan, Çeklerin ilerlemesinden ziyade göç etmesiyle köşeye sıkışan Prag Almanlannın kızgınlığına benzer özellikler sergilerler. Bu yalnızca, Galce konuşan Galler in seyrek nüfuslu tepelerle kıyılarında yaşayanlar ile Estonya da, her düzeyde modem bir dilsel kültürü koruma becerisi en düşük düzeyde kalan bir milyon dolayında Estonyaca konuşan insan gibi, oldukça sınırlı demografik değişikliklere karşı bile hassas olan küçük dilsel topluluklar için geçerli değildir. Her iki bölgede de en patlayıcı sorunu sadece İngilizce ya da Rusça konuşabilenlerin denetimsiz göçlerinin oluşturması şaşırtıcı değildir. Ama, dilsel/kültürel varlığın herhangi bir şekilde tehdit altında olmadığı ya da tehdit altında görünmediği çok daha kalabalık halklar arasında da benzer tepkilere rastlanır. Bunun en saçma örneği, 1980 lerin sonunda ABD nin bazı eyaletlerinde politik açıdan güçlenen, İngilizceyi ABD nin tek resmi dili ilan etme hareketidir. İspanyolca konuşan göçmenlerin sayısı, ABD nin bazı bölgelerinde gerçekten bu halka kendi diliyle hitap etmeyi istenilir, zaman zaman da zorunlu kılacak kadar kalabalık olsa da, ABD de İngilizcenin üstünlüğünün tehlikede olduğu ya da olabileceği fikri politik bir paranoyadır. İster gerçek ister hayali tehditlere karşı bu tür savunma tepkilerini körükleyen şey, XX. yüzyılın üçüncü çeyreğinin karakteristiği olan, aşın hızlı, temel ve eşine rastlanmadık sosyoekonomik dönüşümler ile milletlerarası nüfus hareketlerinin çalışmasıdır. Fransız Kanadası, yoğunlaşmış küçük burjuva dilsel milliyetçiliği ile ko * Eski Roma da, iki yüzü olan kapılar tanrısı, (ç.n.)
204 lektif gelecek şokunun bileşimine bir örnek oluşturabilir. Kâğıt üzerinde, Kanada nüfusunun dörtte birinin (Kanada nın İngilizce konuşan yerlilerinin yaklaşık yansı büyüklüğündeki bir topluluk) anadili olarak konuştuğu, federasyonun resmi düzeyde iki dilli olmasından güç bulan, Fransız kültürünün milletlerarası desteğini alan ve Fransızca öğretim yapılan üniversitelerdeki i aşkın öğrenciye (1988) dayanan Fransızcanın konumu yeterince emin görünmektedir. Gene de Quebec milliyetçiliğinin konumu, kendisini ezmekle tehdit eden tarihsel güçlerin önünde başı eğik geri çekilen bir halkın konumudur; bu haliyle kaydettiği ilerlemeler başarı olarak değil, potansiyel zayıflık çerçevesinde değerlendirilen bir harekettir. Gerçekten Quebec milliyetçiliği, özerk, hatta ayrılıkçı bir Quebec eyaletinde kurduğu barikatın arkasına saklanmak için, New Brunsvvick ve Ontario daki Fransızca konuşan geniş azınlıklardan de facto kopmuştur. Fransız kökenli Kanadalılann hissettikleri güvensizlik duygusu, Kanada nın artık resmi düzeyde çok kültürlü olmasının yalnızca çok kültürlülüğün politik ağırlığı altında Francophonie'nin özel ihtiyaçlanm ezme yi hedefleyen bir komplo olduğu inancında görülmektedir. Çocuklarını, Fransızca yerine, Kuzey Amerika'da çok daha geniş kariyer imkânı sunan İngilizceyle eğiten 1945 sonrası 3.5 milyon göçmenin tercihi de bu durumu pekiştirmektedir. Gene de kâğıt üzerinde, 1946 ile 1971 yıllan arasında yeni gelenlerin ancak yüzde 15 i Quebec e yerleşmiş olduğundan göç tehdidi Fransızca konuşulan Kanada dan ziyade İngilizce konuşulan Kanada da hissedilmektedir. Fransız kökenli Kanadalılann korku ve güvensizlik duygularının arkasında, açıkça, çoktandır muhafazakâr, Katolik dinine bağlı doğurgan bir toplumda hem çiftçiler arasında hem de şehirliler arasında Katolik kilisesinin dramatik ani çöküşünün işaret ettiği bir 8. Leon Dion, The mystery of Ouebec {Daedalus, Cilt 117/4, Sonbahar 1988, s ) iyi bir örnelctir: Sözgelimi, Yeni kuşak, kısmen Fransız Dili Beratı yla... korunduğunu hissettiği için... kısmen de Kanada da İngilizceyi ve başka dilleri konuşanlar Fransızcaya karşı daha hoşgörülü hale geldikleri için, Fransızcayı savunmayı yaşlı kuşaklarla aynı derecede arzulamaz (s. 310). * Fransızca konuşanlar, (ç.n.) 9. R. F. Harney, So great a heritage as ours. Immigration and the survival of the Canadian polity {Daedalus, Cilt 117/4, Sonbahar 1988), s
205 toplumsal altüst oluş yatmaktadır lar boyunca eyalette kiliseye gitme oram yüzde 80 in üzerinden yüzde 25 e düşerken, doğum oranı Quebec te Kanada nm en alt düzeyine inmiştir.'" Quebeclilerde gözlenen bu denli şaşırtıcı bir dönüşüm neye dayanırsa dayansın, çöken eski mutlakların yerine yeni mutlaklara aç olan yönelimsiz bir kuşak yaratmaması mümkün değildi. Militan ayrılıkçılığın, kaybolan geleneksel Katolikliğin yerine geçen bir şey olduğu bile ileri sürülmüştür. Bu tür bir tahmin yürütmek, inandırıcı biçimde doğrulamaya ya da yanlışlamaya açık olmadığından, Kuzey Galler in bir bölümünde genç kuşak arasında gelişen, hiçbir şekilde geleneksel olmayan, daha doğrusu pub lara ve alkole düşkünlüğüyle tamamen gelenekleri yıkıcı bir öz taşıyan Gal milliyetçi militanlığını gözlemlemiş olan bu satırların yazan gibi birisi için akılcı sayılamaz; kiliseler boşalmış olduğu için, vaizler ile amatör araştırmacılar artık topluluğun sözcüleri değildir; dolayısıyla, halkın içkiden uzak durma kararlılığının azalması, bireylerin püriten bir kültür ve topluluğun üyeleri olduklarını kanıtlayan en açık göstergeyi ortadan kaldırmıştır. Kitlesel nüfus hareketliliği, doğallıkla bir kısmı yerel milliyetçiliğin yükselişiyle de bağlantılı olan ekonomik kaymalar gibi, bu yönelimsizliği derinleştirmektedir." Yaşadığımız her kentli toplumda yabancılarla, bize kendi ailelerimizin köklerinin zayıflığını ya da kuruyup gittiğini hatırlatan, yerinden yurdundan kopmuş erkekler ve kadınlarla karşılaşırız. Batı daki eski komünist toplumlarda, halkın çoğunun tanıdığı 10. Görard Pelletier, Ouebec: different but in step with North America (Daedalus, Cilt 117/4, Sonbahar 1988, s. 271); R. F. Hamey, So great a heritage as ours, s lerdeki Ouebec milliyetçiliği, iş çevrelerinin büyük bir bölümünün, o zamana kadar hem Kanada nın en büyük şehri hem de Kanada iş dünyasının merkezi olan Montreal den Toronto ya kaçmalanna neden olmuştu. Şehir, Quebec in ve Doğu Kanada nın tralgesel merkezi olmak gibi daha mütevazı bir kaderle boğuşuyor. Buna rağmen, Montreal de azınlık dillerinin etkisinin diğer şehirlere kıyasla hayli küçük olması dilsel militanlığı azaltmış görünmez. Toronto ile Vancouver da beyaz Ingiliz Protestanlar artık nüfusun çoğunluğunu oluşturmazlarken, Montreal de Fransız Kanadalılan nüfusun yüzde 66 sını oluştururlar. Krş. Alan F. J. Artibise, Canada as an urban nation {Daedalus, Cilt 117/4, Sonbahar 1988, s ). 205
206 206 ve yaşamayı öğrendiği yaşamın çökmesi de bu toplumsal yönelimsizliği şiddetlendiren bir etki yapmıştır. Milliyetçilik ya da etnik köken (çağdaş Orta Avrupa üzerine yazan Miroslav Hroch u aktanrsak) dağılan bir toplumda bütünleşme faktörlerini ikame eden bir özelliktir. Toplum başarısız kalınca, nihai güvence olarak ortaya millet çıkar. '^ Janos Komai nin deyişiyle, özünde darlık ekonomisi yle ^ yönetilen sosyalist ve eski sosyalist ekonomilerde etnik köken -akrabalık gibi- ile diğer potansiyel karşılıklı yardım ve himaye ağlan zaten hep çok somut bir işlev görüyordu. Bu ortak özellikler kıt kaynaklar uğruna rekabette bir grubun üyelerine diğer grupların hak sahiplerine karşı bir üstünlük kazandınyor ' ve talepleri bizimkiler den sonra gelen diğerler ini tespit ediyordu. Eski SSCB gibi ülke genelinde toplum ve hükümetin tamamen dağıldığı yerlerde, yabancı nın durumu umutsuzdur. Şehirler, /idari bölgeler/, cumhuriyetler şimdi göç talebine karşı kendilerini savunmak üzere etraflarına bir çit örüyorlar ; yerel yiyecek kuponları pazarı ayn mini ekonomilere bölüyor ve kaynaklan... yabancılar dan koruyor. Ancak komünizm sonrası toplumlarda etnik ya da milli kimlik, öncelikle, bilhassa komünist rejimler artık günah keçisi işlevi göremez hale gelince, masum topluluğu tanımlamanın ve bizim berbat durumumuzdan sorumlu olan suçlulan saptamanın bir aracıdır. Birisinin Çekoslovakya hakkında söylediği gibi: Ülke ötekilerle kaynıyor. Herkesin işaret parmağı Ötekiler i işaret etmek ve onlara 12. M. Hroch, Nationale Bewegungen früher und heute. Ein europâischer Vergleich" (yayımlanmamış tebliğ, 1991), s. 14. Burada pek eklememe gerek yok ki, Hroch, Doğu-Orta Avrupa da eski milli ajitasyonlann canlanmasının (genellikle) eski bir milliyetçi geleneğin devamı değil, bir tür yeniden icat edilmiş gelenek, bir lllusion der Reprise (Alm.: Tekrann yanılsaması, -ç.n.) olduğunda ısrar etmektedir. ömeğin nasıl on dokuzuncu yüzyıl Çek yurtseverleri Hussçu savaşçılar kılığına giriyorlarsa, bugün de çağdaş Doğu Avrupa milli hareketlerinin yurtseverleri on dokuzuncu yüzyıl yurtseverlerinin kılığına giriyorlar. (s. 11). 13. J. Komai, The Economics o f Shortage (Amsterdam, 1980). 14. Katherine Verdery, Milliyetçilik ve Demokrasi Yolu başlıklı yayımlanmamış taslak, s Caroline Humphrey, Icebergs, barter and the mafia in provincial Russia" {Anthropology Today, 7 (2) 1991, s )
207 207 isim takmaktan yara oldu. Ancak bu, sadece komünizm sonrası bir durumdan ziyade evrensel bir durumu yansıtmaktadır. Çoğumuzun yazılı tarihin insan yaşamının en hızlı ve derin altüst oluşlannın yaşandığı kırk yılından sonra hissettiğimiz bütün şikâyetler, belirsizlikler ve yönelimsizliklerden onlar sorumlu tutulabilir, tutulmalıdır. Ama onlar kimdir? Belli ki ve tanımı gereği, biz olmayanlar. Yabancı olduklan için düşman olan yabancılar; Bugünkü yabancılar, geçmişteki yabancılar, hatta Yahudi düşmanlığının hiç Yahudi olmadığı zaman dahi Polonya nın hastalıklannı açıklamak için sürdürüldüğü Polonya daki gibi salt kavramsal düzeydeki yabancılar. Eğer düzenbaz numaralanyia yabancılar yoksa, onlann icat edilmesi gerekir. Oysa binyılımızm sonunda yabancılann icat edilmesi gerekliliğine ender olarak rastlanır: Yabancılar kamusal tehditler ve kirletici unsurlar olarak kendi şehirlerimiz içinde zaten vardırlar ve tanınabilirler, her tarafta smırlanmız ve denetimimiz dışında, ama bizden nefret eden ve bize karşı komplo düzenleyenler olarak evrensel düzeyde vardırlar. Mutsuz ülkelerde yabancılar komşulanmızdır ve hep öyle olmuştur, ne var ki onlar la yan yana yaşamamız, şimdi bizim halkımıza ve bizim ülkemize ait olmanın dışlayıcı mutlaklanm zayıflatmaktadır. Böylesi etnik/milliyetçi tepkilerin, yeryüzünün pek çok köşesindeki fundamentalizm in son zamanlardaki yükselişiyle ortak yönü, varsa eğer, nedir? Hemen belirtelim, fundamentalizm tesadüfi ve gelişigüzel varoluşa, nedeni açıklanmayan koşullara katlanamayan (ve böylece) genellikle en tam, kapsamlı ve abartılı dünya görüşlerini sunan kişilere yakınlaşan insanlara hitap eden bir akım olarak tanımlanmaktadır. Fundamentalizme daima tepkisel, gerici gözüyle bakılmıştır. Herhangi bir güç, eğilim ya da düşman, onun hareketini ve değer verdiği şeyleri potansiyel olarak ya da gerçekte aşındıran, çürüten ya da tehlikeye sokan bir şey olarak algılanmalıdır. Fundamentalizmin vurguladığı temel yönler, daima kendi kutsal tarihinin daha önceki, asli ve saf aşamasma da 16. Andrevv Lass, akt. Verdery, Nationalism and the Road to Democracy, s Martin E. Marty, Fundamentalism as a social phenomenon (BuHetin, The American Academy o f Arts and Science, 42/2 Kasınn 1988, s ).
208 208 yanır. Bunlar, sınırlan belirlemek, kendi türünü cazip gösterip diğer türleri dışlamak ve bir aynm yapmak için kullanılırlar. Bu konuda George Simmel in eski gözlemi çok yerindedir: Çatışma içinde yaşayan gruplar, özellikle azınlıklar... genellikle öteki tarafın yaklaşımlan ya da hoşgörüsüne sırt çevirirler. Aksi takdirde karşı çıkışlannın kapalı doğası -k i bu olmadan savaşamazlar- bulanacaktır... Hatta belirli gruplar içinde grup üyelerinin birliğinin etkili olabilmesi ve grubun bu birliğin yaşamsal öneminin bilincinde kalması için bazı düşmanların var olduğunu görmek bir politik bilgelik ürünü olabilir.'* Çeşitli yeni etnik/milliyetçi fenomenlerle benzerlikler açıkça görülmektedir. Bu benzerlikler özellikle etnik/milliyetçi fenomenlerin bir gruba özgü dinsel inançla bağlantılı olduğu ya da yeniden bağ kurmaya çalıştığı yerlerde (-M üslüman- Azeri Türklerine düşman olan -Hıristiyan- Ermeniler arasında ya da İsrail deki Likud Siyonizminin, hareketin kurucularmın aşın laisist, hatta din karşıtı ideolojilerinden çok farklı olarak yakın dönemde açıkça Eski Ahit i savunmasında görüldüğü gibi) çok belirgindir. Uzaydan gelen ziyaretçimiz muhtemelen, etnik dışlayıcılık, çatışma, yabancı düşmanlığı ve fundamentalizmin aynı genel fenomenin çeşitli yönlerini temsil ettiğini düşünecektir. Gene de önemli bir aynm noktası vardır. Fundamentalizm, hangi dinsel versiyonla kendini gösterirse göstersin, yirminci yüzyıl sonuna uygun düşüp düşmediği belli olmayan metinler ya da geleneklerden seçilmiş bile olsa, hem bireylere hem de topluma aynntılı ve somut bir program sunmaktadır. Günümüzün dejenere ve karanlık toplumu karşısına çıkanlan alternatif fazla tartışılmadan kabul edilir: Kadınlar bir kere daha kapatılır ya da evlenen kadınlann saçları kesilir; hırsızlar yine elleri ya da 18. A.g.y.,s Elbette Mesih in dönüşünden önce İsrail de bütün Yahudiler için bir devlet kurulmasına karşı olan, gerçekten geleneksel Yahudi dinsel Ortodoksluğunun Siyonizm e muhalefetini ne kadar azalttığı ya da bundan vazgeçtiği belli değildir. Her koşulda, işgal altındaki topraklarda yaşayan ve dinsel ibadetle ilgili eşyaların reklamını yapan Yahudi göçmenler, otomatik biçimde, laikleşmiş bir topluma dinsel ayinin bütün sıkıntılannı yeniden dayatmaya çalışan Yahudi fundamentalizminin diğer (ve herhalde gittikçe güçlenen) kanadıyla özdeşleştirilmemelidir.
209 bacakları kesilerek cezalandmlır; alkole ya da dinin yasakladığı hiçbir şeye izin verilmez; Kuran ya da İncil veya ezeli ve ebedi bilgeliğin güvenilir özünü oluşturan her şey, bu işi üstlenenlerin yorumuyla, her konuda eksiksiz bir pratik ve ahlâki yol göstericilik yapar. Etnik kökenin ya da dilin çağrısı, yeni devletler bu kriterlere dayanarak kurulduğu zaman bile gelecek açısından hiçbir yön göstermez. Etnik kökenin ya da dilin çağnsı, statükoyu, daha kesin bir ifadeyle, etnik temelde tanımlanan grubu tehdit eden ötekiler i protesto etmekten ibarettir. Çünkü milliyetçilik gerçekte çağrılan ne kadar dar ve sekterce olursa olsun kuvvetini kuramsal düzlemde herkese uygulanabilecek bir evrensel doğru olma iddiasından alan fundamentalizmden farklı olarak, tanımı gereği kendi millet ine ait olmayan herkesi, yani insan ırkının ezici çoğunluğunu kendi etki alanının dışında bırakır. Bundan başka, fundamentalizm hiç değilse bir ölçüde hakiki gelenek ve görenek kalıntılarına ya da dinsel pratikte somutlandığı biçimiyle geçmiş pratiğe seslenebilirken, önceden gördüğümüz gibi milliyetçilik ya geçmişin gerçek örf ve âdetlerine düşmandır ya da onlann yıkıntılan üzerinde yükselir. Öbür yandan milliyetçiliğin fundamentalizm karşısında bir üstünlüğü vardır. Milliyetçiliğin belirsizliği ve programatik içerikten yoksunluğu, ona kendi topluluğu içerisinde potansiyel bakımdan genel bir destek kazandırmaktadır. Fundamentalizm ise, modemitenin ilk etkisine tepki gösteren hakikaten geleneksel toplumlar dışında, evrensel düzeyde bir azınlık fenomeni olarak görünmektedir. Fundamentalizmin bir azınlık fenomeni olması gerçeği, ya rejimlerin halklarına istesinler istemesinler (İran daki gibi) zorla dayattıkları güçleriyle ya da fundamentalist azınlıklann İsrail de ve ABD de olduğu gibi demokratik sistemlerde stratejik öneme sahip seçmenleri etkili biçimde harekete geçirme yetenekleriyle karmaşıklaşabilir. Ancak tartışmasız doğru sayılabilecek bir nokta da şudur ki, tıpkı moral zafer in (yenilgiyi hafifletmek için kullanılan geleneksel terim) gerçek bir zafer olmaması gibi, şimdilerde moral çoğunluk da gerçek (seçime dayalı) bir çoğunluk değildir. Oysa etnik köken -çağrısının yeteri kadar belirsiz ya da ilgisiz olması koşuluyla- kendi topluluğunun büyük çoğunluğunu harekete geçtim
210 rebilir. Dünyada, İsrailli olmayan çoğu Yahudinin İsrail yanlısı olduğundan, çoğu Ermeninin Nagomo-Karabağ ın Azerbaycan dan Ermenistan a devredilmesini desteklediğinden, çoğu Flamanın da Fransızca konuşmamak için her çareye başvurduğundan pek kuşku duyulamaz. Elbette bu birlik, milli dava genel özellikler yerine, çok daha bölücü nitelikli özgüllüklerle (genel olarak İsrail yerine Begin, Şamir ya da Şaron un politikalarıyla, genel olarak Galler yerine Gal dilinin üstünlüğüyle, Fransız olmaya karşı Flaman olma yerine özgül bir Flaman milliyetçi partiyle) özdeşleştirilir özdeşleştirilmez çatırdamaya yüz tutar. Bu anlamıyla, özellikle milliyetçi bir programa -bunlann çoğu da ayrılıkçıdır- bağlanan hareketler ya da partiler, belirli bir kesimin ya da azınlığın çıkarlarmın ifadesi olabilecekleri gibi, politik bakımdan kararsız ve istikrarsız da olurlar. İskoçların, Gallilerin, Quebeclilerin ve kuşkusuz geçmiş yirmi yılın diğer milliyetçi partilerinin üye yapılarında ve seçim şanslannda görülen hızlı değişiklikler bu istikrarsızlığın örnekleridir. Bu tür partiler, her zaman olduğu gibi, kendilerini, kolektif ayrılık, onlar a karşı düşmanlık ve kendi millet lerinin hemen hemen genelinde hissedilebilecek olan hayali cemaat le eşitlemekten hoşlanırlar, gelgelelim böylesi bir milli konsensüsün biricik ifadeleri olmalan mümkün değildir. I I I Bu aidiyet açlığında ve dolayısıyla kimlik politikası nda (ama bu yalnızca milli kimlik değildir) ifadesini bulan keder ve yönelimsizlik, toplumsal dağınıklığın başka bir yönüne aynı derecede anlaşılabilir bir tepki olan kanun ve nizam açlığından daha etkili bir tarihsel itici güç değildir. Her ikisi de, bırakın tedaviyi, teşhisin bile değil, hastalığın belirtisidir. Buna karşın milletler ile milliyetçiliğin üçüncü binyıla hazırlanan karşı konulmaz bir güç olduğu ya den 1974 e kadar üç temel Belçika partisinin (Flaman versiyonlanyla) toplam oylan hiçbir zaman Flanders taki oylann yüzde 81.2 sinden aşağı düşmemişti. Bkz. A. Zolberg, der. M. Esman, Ethnic Conflict in the VVestern VVorld (Ithaca, 1977), s
211 nılsamasmı yaratırlar. Günümüzde bütün devletleri resmi düzeyde, açıkça öyle olmadıkları zaman bile, milletler e çeviren (ve Birleşmiş Milletler üyesi yapan) semantik yanılsama, bu gücün iyice abartılmasına neden olmaktadır. Sonuç olarak, teritoryal özerklik için uğraşan bütün hareketler kendilerini -durum kesinlikle böyle olmadığında bile- millet oluşturan hareketler olarak düşünürler; merkezi iktidara ve devlet bürokrasisine karşı bölgesel, yerel, hatta yöresel çıkarlan savunan bütün hareketler, eğer başarabilirlerse bir milli giysi giyerler (etnik-dilsel özellikleri çağnştıran bir giysi olması daha fazla tercih edilmektedir). Bu yüzden milletler ve milliyetçilik, olduğundan daha etkili ve daha yaygın görünmektedir. Aruba Adası,* Hollanda Batı Hint Adalan nın diğer kesiminden kopmayı planlamakta, çünkü Curaçao Adası nm** boyunduruğuna girmeyi istememektedir. Bu durum Aruba yı bir millet yapar mı? Birleşmiş Milletler e üye olan Surinam veya Curaçao, bu yüzden bir millet olurlar mı? Comish konuşanlar,*** bölgesel hoşnutsuzluklannı Kelt geleneğinin cazip renkleriyle resmedebileceklerdir ve bu nedenle, içlerinden bir kısmını 200 yıldır konuşulmayan bir dili yeniden icat etmeye götürse ve ülkenin sahici köklere sahip biricik popüler geleneği Wesleyci Metodizm* ** olsa bile, çok daha fazla yaşama şansına sahiptirler. Bu insanlar, diyelim, bir yandan aynı derecede veya daha acil yerel çıkarlarını savunmak yalnızca Beatles lan, Scouse***** komedyen kuşaklarının anısını ve rakip futbol takımlannın şanlı geleneğini yardıma çağırabilen, öte yandan kendi halkım, bölücü niteliği çok açık olan portakal ve yeşil renkleri hatırlatan her şeyden uzak tutmaya özen gösteren Merseyside dan*** * şanslıdırlar. Merseyside millet borusunu öttüremez. * Orta Amerika da Venezuela nın kuzeybatısında bulunan, Hollanda nın koruması altında olan ve 1986 ya kadar Hollanda Antillerl nln parçasını oluşturan bir ada. (ç.n.) ** Venezuela nın kuzey kıyısında bulunan, Hollanda Antillerl nln en büyük adası, (ç.n.) *** İngiltere nin güneybatı ucundaki Cornvvall da konuşulan dil. (ç.n.) **** John VVesley ile kardeşi Charles VVesley ve George VVhitefieId ın on sekizinci yüzyılda Ingiliz kiliselerinin toplumsal kayıtsızlığına tepki olarak başlattıklan, kişisel ve toplumsal sorumluluk duygusunu öne çıkaran akım, (ç.n.) ***** Liverpool ve çevresinde yaşayan yerli halka verilen ad. (ç.n.) ****** Kuzeybatı Ingiltere de Liverpool ile çevresini kapsayan idari bölge, (ç.n.) 211
212 Comvvall öttürebilir. Peki ama bir bölgedeki hoşnutsuzluklann gerçek sebepleri diğerinden farklı mıdır? Aslında, aynlıkçı ve etnik ajitasyonlann yükselişi yaygın inanışın tersine, kısmen İkinci Dünya Savaşı ndan sonraki devlet kurma ilkesinin. Birinci Dünya Savaşı sonrasından farklı olarak, Wilsoncu milletlerin kendi kaderini tayin etmesi ilkesiyle hiçbir ilişkisi olmamasından kaynaklanmaktadır. Burada üç etken öne çıkmaktadır: Sömürgeciliğin sona ermesi, devrim ve elbette dış güçlerin müdahalesi. Sömürgeciliğin sona ermesi, çoğunlukla mevcut sömürge yönetimi sınırlan içerisinde bağımsız devletlerin kurulması anlamına geliyordu. Bu sınırlar açık ki o birimde oturanlan hiç dikkate almadan, bazen ise onların bilgileri bile olmadan çiziliyor, dolayısıyla (yer yer değişken ama genellikle ufak çaplı sömürge ülkelerde eğitim görmüş ve Batılılaşmış yerli azınlıklar dışında) halklar açısından hiçbir milli, hatta ön-milli önem taşımıyordu. Öbür yandan, pek çok sömürgeleşmiş takımadada olduğu gibi bu tür bölgelerin çok küçük ve dağınık olduğu durumlarda, ya pratik yararın ya da yerel politikanın gereklerine göre sınırlar birleştiriliyor veya aynlıyordu. Yeni devletlerin liderlerinin, kabileciliği, komünalizmi ya da X Cumhuriyeti nin yeni sakinlerinin kendilerini başka bir kolektivitenin üyeleri olmaktan ziyade asıl olarak X Cumhuriyeti nin yurtsever yurttaşlan olarak hissedememelerinden sorumlu tutulan her türlü gücü aşmaya yönelik, sürekli ve eninde sonunda genellikle boşa çıkan çağrılarının kaynağı budur. Kısacası, böylesi çoğu millet in ve milli hareket in çağnsı; ortak etnik köken, dil, kültür, tarihsel geçmiş gibi temalara sahip olduğu varsayılan insanları bir araya getirmeye çalışan milliyetçiliğin tam zıddıydı; fiilen enternasyonalistti. Üçüncü Dünya da milli kurtuluş hareketlerinin liderleriyle kadrolarının enternasyonalizmi, milli kurtuluş hareketlerinin kurtuluşta önemli bir rol oynadıkları ülkelerde, sömürgecilikten kurtuluşun yukandan gerçekleştirildiği ülkelere göre daha açıktır; çünkü, eskiden birleşik bir halk hareketi olarak etkili olan ya da öyle görünen hareketlerin bağımsızlıktan sonra dağılması daha dramatiktir. Bazen, Hindistan da olduğu 212
213 gibi, hareketin birliğinin bağımsızlıktan önce çatırdadığı örneklere de rastlanır. Daha yaygın bir durum olarak, bağımsızlığın kazanılmasının üzerinden çok geçmeden, bağımsızlık hareketini oluşturan parçalar arasında (örneğin, Cezayir de Araplar ve Berberiler), bağımsızlık hareketine aktif biçimde katılanlarla katılmayanlar arasında ya da önderlerin bölgeci olmayan laisizmi ile kitlelerin duygulan arasında uzlaşmazlıklar ortaya çıkar. Bununla beraber, doğallıkla en büyük dikkati çok etnik ve çok komünal yapılı devletlerin parçalandığı veya dağılmaya yakın olduğu örnekler (1947 de Hindistan alt kıtasının bölünmesi, Pakistan ın bölünmesi, Sri Lanka daki Tamil aynlıkçılığının talepleri) çekerken, bunların, çok etnik ve çok komünal yapılı devletlerin kural olduğu bir dünyada istisna oluşturduğu da unutulmamalıdır. Hemen hemen otuz yıl önce kaleme alınmış olan şu sözler doğruluğunu önemli ölçüde korumaktadır: Çoğu Afrika ve Asya ülkesi gibi, pek çok dil ve kültür grubunu barındıran ülkeler parçalanmamışken, Arap ülkeleri ve Kuzey Afrika gibi tek bir dil grubunun parçalannı oluşturan ülkeler de birleşmemiştir. ^ Nihayet, dış güçlerin müdahalesi, rastlantılar dışında hem motivasyonu hem de etkileriyle açıkça milliyetçi olmayan bir özellik sergilemiştir. Örnek vermeyi gerektirmeyecek kadar çok açıktır bu. Ama, çok daha az olmakla birlikte toplumsal devrimin etkisi de böyledir. Toplumsal devrimciler, hem milliyetçiliğin gücünü kavramışlar hem de ideolojik açıdan milli özerkliğe bağlılıklanm korumuşlardır. (Demokratik Alman Cumhuriyeti nin onu geliştirmeye yönelik hayranlık uyandırıcı çabalanna rağmen dilleri ağır ağır unutulmakta olan Lusatian Slavlan örneğinde görüldüğü gibi, bunun fiilen istenmediği hallerde bile geçerlidir bu bağlılık). Sosyalist devletlerin 1917 den beri ciddiye aldıkları anayasal düzenlemelerin biricik biçimi, milli federasyondan ve özerklikten yana olan formüllerdir. Diğer anayasal metinler, var oldukları yerlerde, uzun 21. John H. Kautsky, An essay in the policies of development, der. John H.Kautsky, Political Change in Underdeveloped Countries: Nationalism and Communism (New York-Londra, 1962), s
214 dönem salt soyut düzeyde kalırken, milli özerklik daima belirli ölçülerde işlerliği olan bir gerçeklik olarak kalmıştır. Gene de bu tür rejimler, en azından kuramsal olarak, kendilerini oluşturan milliyetlerden biriyle özdeşleşmediklerine^^ ve bu milliyetlerden her birinin çıkarlarını daha yüksek bir ortak amaç karşısında tali planda gördüklerine göre milli olmayan bir nitelik taşırlar. Bundan dolayı, şimdi geçmişe melankolik bir gözle bakarak anlayabileceğimiz gibi, milliyetçiliğin doğurabileceği feci sonuçlara gem vurmak çok milletli ülkelerdeki komünist rejimlerin büyük başarısıydı. Yugoslav devrimi, kendi devletinin sınırlan içerisinde yer alan milliyetlerin birbirini katletmelerini, tarihte görülmediği kadar uzun bir zaman dilimi boyunca önlemeyi başarmıştı; oysa bu başan şimdi ne yazık ki geçmişe gömülmüştür. SSCB nin (İkinci Dünya Savaşı dönemi dışında) uzun süredir denetim altında tutulan milli karışıklıklara hazır potansiyeli şimdi bütün çıplaklığıyla su yüzüne çıkmıştır. Aslında, çeşitli Sovyet milliyetlerinin yurtdışındaki mensuplarının protesto ettikleri aynmcılık, hatta baskı, Sovyet iktidannm geri çekilmesinin sonucunda görülenden çok daha azdı de resmi İsrail devletinin kuruluşundan beri açıkça gözlemlenebilen resmi Sovyet Yahudi düşmanlığı, politik faaliyetlere yeniden izin verilişinden beri (gericiler de dahildir bu serbestliğe) halktaki Yahudi düşmanlığının artışına (burada. Almanlar ilerledikçe ama Almanların Yahudileri sistemli biçimde öldürmeye başlamalarından önce, Baltık devletlerinde ve Ukrayna da yerel unsurların Yahudilere karşı geniş çaplı katliamlara girişmelerinden söz bile etmiyoruz) bakarak değerlendirilmelidir.^ Gerçekten, bugünkü etnik ya da mini etnik ajitasyonlar dalgasının, yirminci yüz- 22. Çavuşesku nun Romanya sındaki bilinçli Rumenleştirme politikası ender istisnalar arasında yer alır. Komünistlerin İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra iktidan aldıklannda milli özerkliğe yönelik ayrıntılı düzenlemeler yapmalarından sapan bir uygulamaydı bu. 23. Bu açıklama, savaş sırasında bütün halkların milliyetleri nedeniyle topluca transfer edilmesine göz yummak olarak anlaşılmamalıdır. Böylesi halkları tamamen yok olmaktan kurtarmak için gerekli olan koşullar dışında böyle bir şeye göz yumulamaz. 24. Arno Mayer, Why Did The Heavens not Darken? The Final Solution" in Histo/y(New York, 1989), s
215 yıl dünyasının büyük bölümündeki ağırlıkla etnik ve milliyetçi olmayan devlet kurma ilkelerine bir tepki olduğu ileri sürülebilir. Gene de bu, etnik tepkilerin, herhangi bir anlamda yirmi birinci yüzyılda dünyanın politik olarak yeniden yapılanmasında alternatif bir proje olduğu anlamına gelmez. Bunu doğrulayan üçüncü bir gözlem vardır. Günümüzde millet, gözle görülür derecede eski işlevlerinden önemli bir kısmını, yani, en azından yeryüzünün gelişmiş bölgelerinde geniş dünya ekonomisi içinde ayn bir yapı meydana getiren, teritoryal smırlan olan bir milli ekonomi oluşturma işlevini kaybetme sürecindedir. İkinci Dünya Savaşı ndan beri, ama özellikle 1960 lardan beri temel birimleri her çaptaki milletlerüstü ya da çok milletli şirketler olan milletlerarası işbölümünde görülen köklü dönüşümler ve buna denk düşen biçimde, pratik nedenlerle hükümetlerin denetimi dışında kalan milletlerarası ekonomik işlem merkezleri ve ağlarının gelişmesi, milli ekonomilef in rolünü zayıflatmış, hatta iyice tartışılır bir hale getirmiştir. Hükümetler arası milletlerarası örgütlerin sayısı 1951 de 123 ten 1972 de 280 e ve 1984 te 365 e çıkarken, hükümet dışı milletlerarası örgütlerin sayısı 1951 de 832 den 1972 de e çıkmış ve son on iki yılda da iki kattan fazla artarak e yükselmiştir.^ Yirminci yüzyıl sonuna doğru tek işleyen milli ekonomi herhalde Japon ekonomisidir. Dünya sisteminin büyük blok yapılaşmalan olarak eski (gelişmiş) milli ekonomiler in yerini, Avrupa Ekonomik Topluluğu gibi geniş birlikler ya da ulus devlet federasyonlan ile IMF gibi kolektif biçimde denetlenen milletlerarası birimler almıştır (bunlann ortaya çıkışı milli ekonomiler dünyasının gerileyişinin bir belirtisini oluşturmaktadır). Hatta Avrupa dolar piyasası gibi milletlerarası işlemler sisteminin önemli parçalan her türlü denetimin dışında kalmaktadır. Kuşkusuz bütün bunlann gerçekleşmesini sağlayan, gerek ulaşım ve iletişim alanındaki teknolojik devrimler, gerekse İkinci Dünya Savaşı ndan beri gelişen üretim faktörlerinin yeryüzünün çok geniş bölümünde uzun süren özgürce hareketleriydi. Bu geliş- 25. David Held, Farevvell nation State {Mandsm Today, Aralık 1988), s
216 me, aynı zamanda, 1914 ten önceki on yıllardan beri görülen en kalabalık milletlerarası ve kıtalararası göç dalgasına yol açmıştır. Yeri gelmişken belirtelim, bu kitlesel göçler, bir yandan bilhassa ırkçılık biçiminde topluluklar arası sürtüşmeleri derinleştirirken, öbür yandan yalnızca, yabancıları sokmayan, yerlilere ait olan bir milli topraklar dünyası ortaya çıkarmıştır (oysa yirmi birinci yüzyıl açısından, yirminci yüzyıldan bile daha az gerçekçi bir seçenektir bu). Şu anda yirminci yüzyıl sonunun teknolojisi, on dokuzuncu yüzyıl serbest ticareti ve ortaçağdaki dünya ticaretinin karakteristik özelliği olan ara merkezlerin yeniden doğuşundan oluşan tuhaf bir bileşimde yaşamaktayız. Hong Kong ve Singapur gibi şehir devletleri canlanmakta, devletlerüstü sanayi bölgeleri, Hansa birliğine ait kontore ler* gibi, teknik anlamda egemen ulus devletlerin bağrında çoğalmakta ve normal koşullarda kimsenin değer vermediği adalarda, biricik işlevi, tam bir ifadeyle, ekonomik işlemleri ulus devletlerin denetiminden kurtarmak olan denizaşırı vergi cennetleri ortaya çıkmaktadır. Milletler ile milliyetçilik ideolojisinin bu gelişmelerle yakından uzaktan bir ilgisi yoktur. Bu demek değildir ki devletlerin ekonomik işlevleri azalmaktadır ya da sona erebilir. Tam tersine hem kapitalist hem de kapitalist olmayan devletlerde, her iki kampta da 1980 li yıllarda özel ya da diğer devlet dışı işletmeleri özendirmeye yönelik bir eğilim gözlenmekle birlikte, devletin ekonomik işlevleri daha da çoğalmıştır. Kâğıt üzerinde neoliberalizme sadık görünen ülkelerde bile devletin yönetim, planlama ve işletmedeki kalıcı önemini bir kenara bırakırsak, devletlerin ekonomilerinde kamu gelirleri ile harcamalannın ağırlığı, öncelikle de mali ve refah mekanizmaları aracılığıyla toplumsal gelirin bölüştürülmesinin birimleri olarak gittikçe büyüyen rolleri, herhalde ulus devleti dünya insanlannın yaşamlannda eskisinden daha merkezi bir faktör durumuna getirmiştir. Milli ekonomiler, milletlerüstü ekonomiden ne kadar zarar görürse görsün, onunla bir arada yaşar ve iç içe geçerler. Bununla birlikte, bir uçta * 13. yy.dan 15. yy. a kadar Avrupa nın kuzeyinde önemli bir ekonomik ve siyasal güç oluşturmuş kuzey Alman kentlerinin ve yabancı ülkelerde yaşayan Alman grupiannın çıkarlannı koruyan ticari örgütlere bağlı üsler, (ç.n.) 216
217 kendi içine en fazla kapalı ülkeleri (Birmanya bile dünyaya yeniden eklemlenmeyi düşünmeye başladıktan sonra bunlardan kaç tane kalmıştır?), öbür uçta belki Japonya yı saymazsak, eski milli ekonomi bugün artık değişmiş durumdadır lerde hâlâ kendi ekonomik problemleriyle kimseye aldınş etmeden uğraşabilecek kadar geniş ve egemen görünen ABD bile 1980 lerin sonunda şunun farkına varmıştı: ABD, kendi ekonomisini gelişmeye devam ettirecek ya da resesyona sürükleyecek güce sahip bulunan yabancı yatınmcılara, kendi ekonomisi üzerinde önemli bir denetim alanı bırakmıştı {The Wall Street Journal, 5 Aralık 1988, s.l). Bütün küçük ve orta büyüklükteki devletlere gelince, onların ekonomileri, bir zamanlar sahip olduklan kadanyla bile, özerkliğini kaybetmişti artık. Hemen bir başka gözlem akla gelmektedir. Günümüz dünyasının kaderini belirleyebilecek olan temel politik çatışmaların ulus devletlerle ilgisi çok azdır, çünkü yanm yüzyıldan beri on dokuzuncu yüzyıl Avrupası ndaki tipte bir milletlerarası devlet sistemi yoktur. Politik açıdan bakıldığında, 1945 ten sonraki dünya iki kutuplu olmuş, kocaman milletler olarak tanımlanabilecek, ama kesinlikle on dokuzuncu yüzyıl ya da 1939 öncesi tipte bir milletlerarası devlet sisteminin parçalan olarak görülemeyecek iki süper gücün etrafında örgütlenmiştir. Ya süper bir güce bağlı olan ya da bağlantısız durumdaki üçüncü grup devletler ise olsa olsa süper güçlerin eylemlerini frenleyici bir işlev görebilirdi; kaldı ki son kırk yılda bu doğrultuda fazla etkili olabildiklerini gösteren güçlü bir kanıt yoktur. Bundan başka, ABD söz konusu olduğu kadarıyla (ancak bu, zamanla küçülen boyutlarıyla, herhalde Gorbaçov öncesi SSCB için de geçerliydi), temel çatışma ideolojik boyutta sürüyordu ve sağ ideolojinin zaferi ona denk düşen süper gücün üstünlüğüyle eşitlenmekteydi ten sonraki dünya politikası temel yönleriyle devrim ve karşı devrim politikası olmuş, milli sorunlar ancak ana temayı güçlendiren ya da zayıflatan bir rol oynamıştır. Güya bu modelin 1989 da, SSCB bir süper güç olmaktan çıktığı zaman çöktüğü iddia edilmektedir; oysa Ekim Devrimi nin böldüğü bir dünya 217
218 modelinin zaten bir süreden beri yirminci yüzyıl sonunun gerçeklikleriyle fazla ilişkisi kalmamıştı. Bunun doğrudan sonucu, ayakl;ı kalan yegane süper güç kendisini tek başına çalışan global polis olarak (herhalde onun gücünü ya da tek bir devletin sahip olabileceği bütün ekonomik ve askeri gücü aşan bir rol) kabul ettirmeye çalışsa bile, dünyanın milletlerarası bir sistem ya da düzen ilkesinden yoksun kalmasıdır. Dolayısıyla, şu anda hiç sistem yoktur. Etnik-dilsel aynmlarııı yeryüzünün düzenine istikrarlı, hatta kısa vadede kabaca önceden kestirilebilecek bir teme! sunamadığı, batıda Viyana ve Trieste ile doğuda Vladivostok arasında uzanan geniş bölgeye şöyle bir göz atıldığında hemen görülecektir. Dünya yüzeyinin beşte birinin haritası kesin değildir ve geçicidir. Dünyanın gelecekteki haritası açısından açık olan tek şey, bunun, Rusya yı (ciddi bir politik birim olarak kalması muhtemeldir) saymazsak, bölgenin dışında bulunan bir avuç asli oyuncuya bağlı olacağıdır. Bunlar, tam da şimdiye kadar aynlıkçı kışkırtmalarla rahatsız edilmedikleri için asli oyuncudurlar: Almanya, Türkiye, İran, Çin, Japonya ve -uzaktaki- ABD.^" Çünkü yeni bir milletler Avrupası, hatta bir milletler dünyası bile, bir bağımsız ve egemen devletler topluluğu yaratamayacaktır. Askeri açıdan bakıldığında, küçük devletlerin bağımsızlığı, niteliği ne olursa olsun onları açgözlü daha kuvvetli komşularına karşı koruyan bir milletlerarası düzene bağlıdır; süper güç dengesinin sona erişinden hemen sonraki Ortadoğu nun durumu bunun kanıtıdır. Yeni bir milletlerarası sistem ortaya çıkana kadar, mevcut devletlerin arasında, iki buçuk milyon veya daha az nüfusu olan en azından üçte birinin bağımsızlığının fiili bir güvencesi yoktur. Yeni küçük devletlerin kurulması, güvenceden yoksun politik birimlerin sayısını artırmaktan başka işe yaramayacaktır. Yeni bir milletlerarası sistem ortaya çıktığı zaman da, küçük ve zayıf olanların rolü, Oldenburg ya da Mecklenburg-Schwerin in on dokuzuncu yüzyılda Alman Federasyonu politikasında oynadığı rol kadar küçük 26. Şu satırlann yazıldığı sırada Avrupa Ekonomik Topluluğu milletlerarası diplomaside topluca hareket etme becerisi sergileyememiş, Birleşmiş Milletler de ABD politikasının bir uzantısı olmuştur. Tabii ki bu görüntü kalıcı bir durumu yansıtmayabilir. 218
219 olacaktır. Ekonomik açıdan bakıldığında, daha önce ele aldığımız gibi, çok güçlü devletler bile üzerinde hiçbir denetim kuramadıkları ve kendi iç gelişmelerini belirleyen bir global ekonomiye bağımlıdır. Parçasını oluşturduğu daha büyük bir birimden ayn bir Letonya ya da Bask milli ekonomisi, Fransa dan ayrı bir Paris ekonomisi kadar anlamsız bir kavramdır. En fazla şu iddia edilebilir: Bugün küçük devletler, milli ekonomi nin milletlerüstü ekonomi karşısında gerilediği dikkate alındığında, ekonomik bakımdan büyük devletlerle aynı derecede yaşama şansına sahiptir. Ayrıca, bölgeler in Avrupa Ekonomik Topluluğu gibi geniş ekonomik yapıların alt birimleri olarak, topluluğun resmi üyeleri olan tarihsel devletlerden daha rasyonel olduklan da ileri sürülebilir. Benim görüşümce her iki gözlem de doğru, ancak birbiriyle mantıksal bir bağdan yoksundur. İskoç, Galler, Bask ya da Katalan milliyetçiliği gibi Batı Avrupa nın aynlıkçı milliyetçilikleri bugün, bölgeler olarak doğrudan Brüksel e başvurarak kendi hükümetlerini atlamayı tercih etmektedirler. Küçük bir devletin ipso facto büyük bir devletten (diyelim, İskoçya nın İngiltere den) daha geniş bir ekonomik bölge oluşturduğunu düşünmek için bir neden yokken, ekonomik bir bölgenin ipso facto etnik-dilsel ya da tarihsel kriterlere uygun olarak oluşturulan potansiyel bir politik birimle illa çakışması için de bir neden yoktur.^ Dahası, ayrılıkçı küçük millet hareketleri kendileri için en iyi umudu geniş bir politik-ekonomik yapının (bu örnekte, Avrupa Ekonomi Topluluğu) alt birimlerini oluşturmakta gördükleri zaman, pratikte kendi türlerindeki hareketlerin klasik hedefi olan, bağımsız ve egemen ulus devletler kurma amacından vazgeçmektedirler. Ancak bugün Kleinstaaterei'ye"' hiç değilse etnik-dilsel biçimine karşı ortaya atılan sav, bunun, günümüzün fiili sorunlarına hiçbir çözüm getirmediği gibi, kendi politikalarını uygulamaya koyacak gücü bulduğunda sorunlan daha da ağırlaştırdığı savıdır. * Salt bundan dolayı, (ç.n.) 27. Konu olarak özünde bir Avrupa bağlamındaki bölgelerden biri ni (s.vii) seçen Sdyney Pollard, Peaceful Conquest: The Industrialization o f Europe {Oxiorö, 1981), bunu açıkça ortaya koymaktadır. ** (Alm.) Mini devletler sistemi., (ç.n.) 219
220 Kendilerini çok milletli ve çok kültürlü olarak tanıyan büyük devletler şu anda kültürel özgürlük ve çoğulculuğu, etnik-dilsel ve kültürel homojenlik ideali peşinde koşturan küçük devletlere göre kesinlikle daha iyi kollamaktadırlar daki Slovak milliyetçiliğinin en acil talebinin, Slovakçayı tek resmi dil haline getirmek ve kişilik Macar kökenli nüfusu resmi otoritelerle ilişkilerinde yalnızca Slovakça konuşmaya zorlamak ^* olmasında şaşırtıcı bir yan yoktur m sonunda Arapçayı milli dil yapan ve resmi işlemlerde başka dil kullanılması halinde ağır cezalar verilmesini öngören Cezayir milliyetçi yasası bu ülkede Fransız etkisinden kurtulmayı değil, Cezayirlilerin üçte birini oluşturan Berberice konuşunlara karşı bir saldınyı temsil edecektir. Şu sözler çok yerinde bir gözlemi yansıtır: On dokuzuncu yüzyıl öncesi önyargısız yerel bağlılıklar dünyasının modem bir versiyonu kulağa hoş geliyor; ancak günümüzde ulus devleti yıkanların işaret ettiği yön bu değil... Onların hepsi de, hoşgörülü ve açık küçük ülkeler değil, halkı etnik, dinsel ya da dilsel aynılığın birleştireceği yolundaki dar görüşe dayanan devletler hedefliyorlar. Bu tür monolitik özlemler şimdiden, milliyetçi birimler içinde tehdit altında bulunan azınlıkların özerklikçi ve ayrılıkçı özlemlerine, Balkanlaşmadan daha iyi biçimde Lübnanlaşma diye tanımlanabilecek bir duruma yol açmaktadır. Türklerle Ruslar Moldavya dan aynimayı dener, Sırplar milliyetçi Hırvatistan dan bağımsızlıklannı ilan eder, diğer Kafkas halkları Gürcülerin egemenliğini reddederlerken; Vilnius ta adından Alman soyundan geldiği anlaşılan bir liderin Litvanyalıların en derin geçmiş özlemlerini doğru biçimde anlayıp anlayamayacağından kuşku duyan aşın etnik gürültüler duyulmaktadır. 180 devlet içinde herhalde en fazla bir düzine devletin kendi yurttaşlannın gerçek anlamda tek bir dinsel ya da etnik grup duygusuyla özdeşleştiklerini iddia edebileceği bir 28. Henry Kamm, Language bili vveighed as Slovak separatists rally, New York Times, 25 Ekim Algerians hit at language ban, Financial Times, 28 Aralık The State of the nation State, Economist, 22 Aralık Ocak 1991, s
221 dünyada, homojenliğin sağlanmasını öngören milliyetçilik, yalnızca istenilmeyen bir şey olarak kalmamakta, aynı zamanda büyük ölçüde kendi kendini yok eden bir niteliğe bürünmektedir. Kısacası, klasik Wilsoncu-Leninist biçimiyle, genel bir program olarak, ayrılmayı da öngören kendi kaderini tayin etme sloganı yirmi birinci yüzyıl için hiçbir çözüm öneremez. Bu, en iyi biçimde, The Economisfm. deyişiyle üst-milliyetçilik ile alt-milliyetçilik arasında kalan on dokuzuncu yüzyıl ulus devlet kavramının krizinin bir belirtisi olarak anlaşılabilir.^' Ancak büyük ulus devletin krizi aynı zamanda, eski ya da yeni küçük devletlerin de krizidir. Öyleyse kuşkulu görünen, insanlann grup kimliği (milliyet bunun bir ifadesidir, ama -İslam dünyasının örneklediği gibi- biricik ifadesi değildir) özlemlerinin kuvveti değildir. Kuşkulu görünen, devletin, ekonomik ya da kültürel gücün merkezileşmesi ve bürokratikleşmesine, yani uzaklığına ve denetlenemezliğine duyulan tepkilerin kuvveti de değildir. Üstelik, renkli bayraklara sannabilecek hemen her yerel, hatta kesimsel hoşnutsuzluğun milli hak iddia etmeyi cazip bulacağından da kuşkulanmamıza gerek yoktur. Kuşkuculann kuşkulandıkları şey, homojen ulus devletler kurma arzusunun sözümona karşı konulmazlığı, yirmi birinci yüzyılda bu kavramın ve programın yarandır. Klasik ayn ulus devlet kurma özleminin güçlü olmasının beklenebileceği bölgelerde bile, ağır kayıplar ya da bölgeselleşme bu gelişmeye set çekmiş, hatta tersine çevirmiştir. Kuzey ve Güney Amerika da, her şartta Kanada mn güneyindeki bölgede ayn devlet kurma eğilimi Amerikan İç Savaşı ndan beri gerilemiştir. İkinci Dünya Savaşı nda yenilgiye uğrayan ve muhtemelen faşist merkezileşmeye tepki olarak önemli ölçüde toprak kaybına boyun eğen devletlerde Batı Avrupa nın diğer kesimlerindeki aynlıkçı hareketlerin görülmemesi (gerçi kâğıt üze 31. A.g.y. s /Batılı hareketlerin/... eylemci önderlerinin sınıfsal bileşiminin gösterdiği gibi, bu hoşnutsuzluğun kökleri bölgesel açıdan eşitsiz ekonomik gelişmeden çok, Fransa nın her tarafında... profesyonellerle beyaz yakalı sınıflardan gelen yakınmalarda yatmaktadır. VVİlliam R. Beer, The social class of ethnic activists in contemporary France, der. Milton J. Esman, Ethnic Conflict in the Western IVor/d (Ithaca, 1977), s
222 rinde hiç değilse Bavyera ile Sicilya, aynhkçı hareket üretmede İskoçya ile Bern Jura sının Fransızca konuşan kesimleri kadar bereketli topraklardır) kayda değer bir noktadır. Aslına bakılırsa, Sicilya da 1943 ten sonra gelişen aynhkçı hareket kısa ömürlü çıkmıştı; ama günümüzde Sicilya daki aynhkçı hareketin yok olup gitmesine Sicilya milletinin sonu ^^ diyerek yas tutan tek tük insanlara hâlâ rastlanmaktadır. Sicilya daki hareketi 1946 da çıkanlan bölgesel özerklik yasası öldürmüştü. Demek ki milliyetçilik, eski Wilsoncu-Leninist ideoloji ve programın ancak yanm ağızla kabul edilen bir krizi içindedir bugün. Daha önce gördüğümüz gibi, çok sayıda eski, güçlü ve kararlı milliyetçi hareket dahi, şu anda bir parçasını oluşturduklan devletlerden tamamen aynima amacından vazgeçmeseler bile (Bask vc İskoç milliyetçileri gibi), gerçek devlet bağımsızlığına kuşkuyla yaklaşmaktadırlar. Bu belirsizliğin bir örneği, eskiye dayalı ve hâlâ yeterince yanıt bulamayan İrlanda Sorunu dur. Bir yandan, bağımsız İrlanda Cumhuriyeti, İkinci Dünya Savaşı nda tarafsız kalarak vurguladığı gibi Britanya dan tam politik özerklikte ısrar ederken, pratikte ise Birleşik Krallık la önemli ölçüde karşılıklı yardımlaşmayı kabul etmektedir. İrlanda milliyetçiliği, İrlanda yurttaşlarının, Britanya dayken, sanki ondan ayn değilmiş gibi Birleşik Krallık ta eksiksiz yurttaş haklanndan yararlandığı tuhaf duruma, yani de facto ikili milliyete uyum sağlamakta da zorlanmamıştır. Öbür yandan, klasik birleşik, bağımsız İrlanda talebine duyulan inanç hızla sönmüştür. Yani, herhalde hem Dublin deki hem de Londra daki hükümetler tek bir birleşik İrlanda nın (görece) arzu edilir olduğunda anlaşacaklardır. Oysa İrlanda Cumhuriyeti nde bile pek çok kişi, böylesi bir birliğin bir dizi kötü çözümün en az kötüsü olmaktan öte bir anlamı olmadığını görecektir. Buna karşılık, Ulster böyle bir durumda hem Britanya dan hem de İrlanda dan bağımsızlığını ilan edecek olsaydı, Ulsterli Protestanlann çoğu bunu, aynı zamanda, daha az kötü olan Papa nın nihai reddi gibi görürlerdi. Kısacası, güvenle söyleyebiliriz ki, ancak bir avuç fanatik bu mil 33. Marcello Cimino, Fine di una nazione (Palermo, 1977); G. C. Marino, Storia dei separatismo sichano (Homa, 1979). 222
223 li/komünal kendi kaderini tayin etme başansını hiç tatmin edici olmayan bir statükodan biraz daha iyi bulacaktır. Benzer nedenlerle eski milletlerde bir milli bilinç krizi yaşandığmı da saptayabiliriz. On dokuzuncu yüzyıl Avrupası nda göründüğü biçimiyle milli bilinç, Halk-Devlet-Millet-Hükümet boyutlanyla tanımlanan dört taraflı bir bilinçti. Kuramsal düzlemde bu dört öğe birbiriyle çakışmaktaydı. Hitler in deyişiyle {Volk sözcüğünü hem halk hem de millet in karşılığı olarak kullanırdı), Almanya, Ein Volk, Ein Reich, Ein Fuehrer, yani bir halk/millet, bir devlet, bir hükümetten meydana geliyordu. Pratikte devlet ve hükümet fikirleri, on sekizinci yüzyılın büyük devrimler çağından sonra gelen dönemin tipik özelliği olan politik kriterlerle daha çok belirlenmekteyken, halk ve millet fikrini belirleyen, ağırlıkla, hayal edilmiş ve zaten hayali olan cemaatin yaratılmasına katkıda bulunan politika öncesi kriterlerdi. Politika, daima bu tür politika öncesi öğeleri kendi amaçlan uğruna devralmaya ve onlara yeni bir kalıp vermeye eğilimliydi. Dört öğe arasında organik bir bağ bulunduğuna kesin gözüyle bakılıyordu. Oysa bu, tarihsel ya da köklü bir geçmişe sahip büyük ulus devletlerde artık mümkün değildir de Federal Alman Cumhuriyeti nde yapılan bir kamuoyu araştırması bunu örnekleyebilir. ^ Gerçi bu, Almanya, kuramsal olarak Hitler dönemindeki en eksiksiz pancermen politik birlik durumundan, Alman milletinin hepsini ya da bir kısmını temsil ettiğini iddia edebilecek en azından iki devletin bir arada yaşadığı bir duruma geçtiği için uç bir örnek sayılmaktadır. Oysa millet üzerine kafa yoran çoğu yurttaşın zihnindeki tereddütleri ve muğlaklıklan saptamamıza imkân tanıyan da asıl bu örnektir. Bu kamuoyu araştırmasından çıkarılacak ilk sonuç, belirsizliğin bir hayli fazla olduğudur. Batı Almanlann yüzde 83 ü kapitalizmin ne olduğunu bildiklerini, yüzde 78 i hiç kuşkusuz sosyalizm hakkında bilgi sahibi olduklarını düşünürlerken, yalnızca yüzde 71 i devlet üzerine bir düşünce belirtme cesareti gösteriyordu ve yüz- 34. Bundesministerium für innerdeutsche Beziehungen, Materialien zum Bericht zurlage der Nation, 3 cilt (Bonn, 1971, 1972, 1974), III, s , özellikle s
224 ılc 34 ünün m illef in nasıl tanımlanacağı ya da niteleneceği konusunda en ufak bir fikri yoktu. Daha eğitimsiz kesimde belirsizlik daha fazlaydı. Ortaöğretimi bitiren Almanlann yüzde 90 ı dört terimi de bildiklerini varsayarlarken, ilköğretimi bitiren (çıraklık eğitimi görmemiş, yani vasıfsız) Almanlann yüzde 54 ü devlet in, yalnızca yüzde 47 si m illef in ne olduğunu bildiklerini düşünüyorlardı. Bu emin olamayışın kaynağı ise kesinlikle halk, millet ve devlet arasındaki eski uyumun ortadan kalkışıydı. Millet ile devlet aynı mıdır, yoksa farklı şeylerden mi söz ediyoruz sorusuna, Batı Almanlann yüzde 43 ü -en eğitimli kesim arasında yüzde 81 i- iki Alman devleti yan yana yaşadığı için milletle devletin aynı olmadığı şeklinde açık bir yanıt veriyordu. Ancalc yüzde 35 i milletle devletin aynimaz olduğuna inanırken, işçilerin yüzde 31 i -kırk yaşın altındakiler için bu oran yüzde 39 a çıkıyordu- mantıklı bir biçimde Demokratik Alman Cumhuriyeti nin artık farkh bir milleti oluşturduğu, çünkü farklı bir devlet olduğu sonucunu çıkanyordu. Burada ayrıca, devletle milletin özdeşliğine en güçlü biçimde inanan grubun (yüzde 42) vasıflı işçilerden oluştuğuna, Almanya nın iki devlete bölünmüş bir milleti meydana getirdiğine en güçlü biçimde inanan grubun ise Sosyal Demokrat seçmenler olduğuna dikkat çekelim. Bu görüşe, Hıristiyan Demokratlann yüzde 36 lık bir kesiminin karşısında. Sosyal Demokrat seçmenlerin yüzde 52 si inanıyordu. Almanya nın birleşmesinden yüz yıl sonra on dokuzuncu yüzyılın geleneksel millet kavramının en güçlü biçimde işçi sınıfının zihninde yaşadığı söylenebilir. Bunun anlamı, millet fikrinin, bir kabuklu deniz hayvanı gibi, görünüşte sert olan ulus devlet kabuğundan çıkartılınca, son derece amorf olduğudur. Kuşkusuz Elbe nin doğusundaki ve batısındaki Almanlar, iki devletin birleşmesinden önce dahi kendilerini Alman olarak düşünmekten vazgeçmemişlerdir; yalnızca, herhalde 1945 ten sonraki Avusturyalılann çoğu, içlerinden çoğunluğunun 1918 ile 1945 arasındaki yıllarda gördükleri gibi, artık kendilerini daha büyük bir Almanya nın parçası saymıyorlardı. Almanca konuşan İsviçrelilerin de Alman kimliğini hatırlatan her şeyden uzak kalmaya büyük bir özen gösterdikleri kesindir. Doğu ve Batı 224
225 Almanların haklı olarak emin olamadıkları, Almanhğın politik ya da başka içerimleriydi. Ve 1990 da tek bir Federal Almanya Cumhuriyeti nin kurulmasının bu belirsizlikleri tamamen ortadan kaldmp kaldırmadığı da henüz belli değildir. Başka tarihsel ulus devletler üzerinde yapılan benzer araştırmaların da benzer biçimde kanşık yanıtlar doğuracağı düşünülebilir. Sözgelimi, Fransızlık ile francophonie (son zamanlara kadar hiç duyulmamış olan, ilk kez 1959 da kaydedilen bir terim) arasındaki ilişki nedir? General De Gaulle, neyi kastederse kastetsin, Quebec sakinlerine yurtdışındaki Fransızlar diye hitap ettiği zaman, bizim gözümüzdeki, geleneksel ve dilsel olmayan Fransız tanımıyla tamamen ters düşüyordu. Quebec milliyetçi düşüncesi de vatan (la patrie) terimini az çok terk etmiş ve millet, halk, toplum ve devlet gibi terimlerin yararlı ve yararsız yönleriyle ilgili tükenmek bilmeyen tartışmalarda her şeyi birbirine kanştırmıştır. ^ 1960 lara kadar Britanyalılık, yasal ve idari açıdan, basit bir Britanyalı anne-babadan ya da Britanya toprağında doğma, Britanya yurttaşıyla evlenme ya da Britanya uyruğuna kabul edilme sorunuydu. Bugün ise basit bir konu değildir. Bu söylenenlerin hiçbirisi, milliyetçiliğin günümüz dünyasının politikasında ön planda yer almadığı ya da bir zamanlara göre daha geride durduğu anlamına gelmez. Benim savım, daha çok, milliyetçiliğin açıkça ön planda yer almasına rağmen tarihsel bakımdan daha önemsiz hale geldiği yönündedir. Milliyetçilik artık, söz uygun düşerse, on dokuzuncu yüzyıl ile yirminci yüzyıl başında temsil ettiği söylenebilecek kadar global bir politik program değildir. Olsa olsa başka gelişmeleri karmaşıklaştıran bir faktör ya da bir katalizördür. Avrupa merkezli on dokuzuncu yüzyıl tarihini Walter Bagehot m düşündüğü gibi millet inşa etme tarihi olarak sunmak 35. Leon Dion, The mystery of Ouebec, s Temmuz 1967 de Fransız kabinesinin yaptığı bir açıklamadaki gibi, Fransız Ouebec in De Gaulle cü versiyonu şuydu: Fransa, ataian kendi halkından gelen ve kökeninin dayandığı ülkeye hayranlık uyandıracak derecede sadık kalan bir halkın şimdiki ve gelecekteki kaderiyle ilgilenmemezlik edemez ya da Kanada yı diğerleriyle aynı anlamda yabancı bir ülke sayamaz (Canadian News Facts, Cilt 1, No: 15, 14 Ağustos 1967), s
226 akla yatkın olmayan bir düşünce değildir. Eugene Weber in Peasants into Frenchmen (Köylüden Fransız a) adlı çalışmasına koyduğu başlıktaki gibi, bellibaşlı Avrupa devletlerinin 1870 ten sonraki tarihini hâlâ bu çerçevede değerlendirmekteyiz. Peki, yirminci yüzyıl sonu ile yirmi birinci yüzyıl başındaki dünya tarihini de bu çerçevede yazmak mümkün müdür? Bence hiç mümkün değildir. Tersine, bu dönemin tarihi kaçınılmaz biçimde ya politik, ya ekonomik, ya kültürel, hatta ya da dilsel temelde tanımlanageldiği için artık milletler ve ulus devletler sınırlarına hapsedilemeyecek bir dünya tarihi olarak yazılacaktır. Bu dönemin tarihi ağırlıkla milletüstü ve milletaltı bir tarih olacak, ama milletaltı düzey bile (mini-milliyetçilik giysisini giysin giymesin) işlerlikli bir birim olarak eski ulus devletin gerilemesini yansıtacaktır. Ulus devletler ile milletler ya da etnik/dilsel gruplar, esas olarak, yeryüzünün milletlerüstü temelde yeniden yapılanmasının önünde geri çekilen, ona direnen, adapte olan, özümsenen ya da yerini kaybeden gruplar olarak görülecektir. Milletler ile milliyetçiliğin bu tarihte yeri olacaktır, ama ikincil düzeyde ve genellikle oldukça ufak rollerle. Bu, milli tarih ve kültürün, belirli ülkelerin, özellikle küçük ülkelerin eğitim sistemleri ve kültürel yaşamında önemli -herhalde eskisinden daha büyük- bir rol oynamayacaklan ya da çok daha geniş bir milletüstü çerçevede yerel düzeyde gelişemeyecekleri anlamına gelmez. Örneğin Katalan kültürü bugün gelişmekte, ama bu gelişme Katalanlann dünyanın kendileri dışındaki bölümüyle İspanyolca ve İngilizce iletişim kuracakları, çünkü Katalonya da oturmayan çok az insanın yerel dille iletişim kurabileceği yolundaki örtük bir varsayıma dayanmaktadır. İleri sürmüş olduğum gibi, millet ve milliyetçilik artık, böyle tanımlanan politik birimleri, hatta bir zamanlar bu sözcüklerle tanımlanan duygulan -bırakın çözümlemeyi- tanımlamak için 36. Eugene VVeber, Peasants into Frenchmen: The Modernization o f Rural France, {Stanford, 1976). 37. Yurtdışına çıkan zaman Katalanlann üçte İkisi 1970 li yıllarda kendilerini Ispanyol" sayıyorlardı. M. Garda Ferrando, Regionalismo y autonomias en Espana (Madrid, 1982), Tablo II
227 bile uygun terimler değildir. Milliyetçiliğin ulus devletin gerilemesiyle birlikte bir gerileme içine girmesi imkânsız değildir; bu süreç gerçekleşmezse İngiliz olmak, İrlandalI olmak, Yahudi olmak ya da bütün bunlann bir kanşımı olmak insanların kimliklerini tanımlamalannın tek yolu olacaktır; halbuki insanların yeri geldiğinde bu amaçla kullandıklan birçok başka yol vardır/* O günün yakın olduğu iddia etmek saçma olur. Ama bunun en azından tasarlanabileceğini umuyorum. Her şey bir yana, tarihçilerin milletler ile milliyetçiliğin incelenip analiz edilmesinde en azmdan biraz ilerleme kaydetmeye başlamalan bu fenomenin zirve noktasını geride bıraktığını düşündürmektedir. Hegel in dediği gibi, Minerva nın bilgelik taşıyan baykuşu alacakaranlıkta uçar. Onun şimdi milletler ile milliyetçiliğin etrafında dolanması iyiye işarettir. 38. Milliyetçiliğin gücü ve egemen olmasıyla ilgili kuşkulanmı paylaşır görünen ender kuramcılardan birisi, Nationalism and the State kitabının yazarı John Breuilly dir. Breuilly, "miliyetçiliğin tartışmasız başansının, milliyetçiliğin halkın düşüncesi ya da davranışında çok sağlam kökler salması anlamına geldiğini varsayan Geliner ı da Anderson ı da eleştirmektedir ( Reflections on nationalism, Philosophy and Social Science, 15/1, Mart 1985, s. 73).38. A.g.y., s
228 Anlaşma sonrası sınırlar Alman Imparatortuğu'nun 1914'teki sınırlan.... Avusturya-Macaristan İmparalorluğu'nun 19l4'teW sınırlan I Rus imparatorluğunun 1914'ieki sınırlan I Yeni devletler Konferanslar Olaylar A Düzenlenen plebisitler. Çatışma bölgeleri ] Geçid olarak özerk ya da bağımsız bölgeler ^ ^ 3 Silahlı işgal altındaki bölgeler Milletler Cemiyeti Yüksek Komiserliği nin denetimindeki bölgeler 0 Şubat 1920 deki plebisitle Almanya ve Oaninoarka arasında paylaşılmış 0 Temmuz 1920'deki plebisitle Almanya'ya bırakılan Marienvverder ve Allenstein (D Müttefik işgali ütvanya tarafından ilhak, 1924 Özerk 0 I930 da boşaltıkfı, 1936'da yenkjen asker yerleştirildi arası Fransa işgali 0 Milletler Cemiyeti Mandası. 1935'te plebisitle Almanya'ya 0 Mart I921'd9ki plebisitle Almanya ve Polonya arasında paylaşıklı 'de Çekoslovakya ile Polonya arasında paylaşıldı 1. MİLLİ ÇATIŞMALAR VE SINIR ANLAŞMAZLIKLARI,
229 YÜZYILDA HALKLAR, DİLLER VE POLİTİK AYRIMLAR; DOĞU AVRUPA DİLLER KARMAŞASI
230 1 0 0 mil 2C IOWİt2 IKOVINA İSVİÇRE ^ UA- t> ' " ' ; mnsbaıck^ \ V., ST1CI3IA r ^ a, TIRöL'" Y ;;:::^ ^ ST.- l^^rtur. f f İTALYA AVUSTURYA M illiyetler 1.0 t ü V ' r % Spalatol^^Vi 3 y ->^. " ' t ' ' İlhak 1908 w% 3 Nüfus \ 't^. '% m ilyon <=:av^v \ /monte- 's^rvk,^ J NEGRO s^^asa^ ^»aaaaaaaaaaaaaaaas; A DA HABSBURG İMPARATORLUĞU NDA MİLLİYETLER. DAİRELER HER BİR BÖLGEDEKİ FARKLI MİLLİYETLERİN ORANINI VERMEKTEDİR Almanlar Macarlar o İtalyan lar Romonler ÇeMer o PolonyalIlar m UkraynalIlar Slovenler <» Sırp-Hırvatlar 9 SlovaKlar Sislithanya (Avusturya) I I Translithanya (Macaristan)
231 On dokuzuncu ve yirminci yüzyıl tarihi denince akla gelen ilk isimlerden biri olan E. J. Hobsbavvm, Milletler ve Milliyetçilil^te, milletin icadını, tam da yok olm aya başladığı bir tarihsel andan geriye b akarak anlatıyor. Kitap, artık milliyetçiliğin tarihin e ilişkin bir klasik haline gelm esinin y anın da, bir M arksist tarafın d an milletlerin gelişimi üzerine yazılmış en iyi çalışm alardan biri olm a özelliğini taşıyor. Hobsbavvm, milletin nesnel ya d a öznel, sabit bir tanım ının verilem eyeceğini çünkü tam am en modern bir kurgu olduğunu ve sürekli değişen bir yapısı bulunduğunu belirtiyor. Böylece milletlerin hakiki bir etnik tem ele dayanıp dayanmadığı tartışmasını bir kenara bırakıp, kavram olarak milletin politikadaki ve toplum daki değişim ve başkalaşım lannın izini iki yüzyıl boyunca sürüyor. Y azar milliyetçiliği, siyasal ve milli birimlerin örtüşmesi gereğini savunan bir hat olarak tanım layarak yola koyuluyor. Yaygın yaklaşımı izleyip İrlanda veya Polonya gibi ezilen milletlerden yola çıkm ak yerine öncelikle Fransa ve İngiltere gibi en erken ulus devletleri ele alıyor ve bu m illetlerin icadını aslında hiç d e bilm ediğim izi gösteriyor. Bu noktada dilin rolünü etraflıca tartışan Hobsbavvm, bu devletlerin kuruluş aşam a sında halkın ancak küçük bir azınlığının milli dili bildiğini ve milli/dilsel birliğin ancak bir lehçenin diğerlerine siyasal güç, zorunlu eğitim ve ekon om ik zorla hâkim gelm esiyle sağlandığını gösteriyor. Dolayısıyla m illiyetçilik karşım ızda, devlet iktidannın yanında, m atbaa ve TV gibi teknolojik ve ülke pazan gibi ekonom ik gelişm elerin bir ürünü olarak beliriyor ve tarihselleşiyor. Milletin sınırlan içindeki nüfusun farklı sınıflara aynidığını ve dolayısıyla aynı milli deneyim e sahip olmadığını savunan Hobsbavvm, bu noktada milliyetçiliğin tarihinin hep yukandan yazıldığını hatırlatarak aşağıdakilerin milliyetçilik deneyim ine de ışık tutuyor; Y a zar, devletlerin ve elitlerin milli ideolojilerine bakarak geniş halk kesimlerinin d e neyim ve duygulannı anlayam ayacağım ızı, çoğu insan için milli kimliğin diğer tüm kimliklerin üstündeki baskın kimlik olduğunu varsayam ayacağım ızı ve milli duygulann sürekli değişim içinde olduğunu unutm am ız gerektiğini vurguluyor. Hobsbavvm, İkinci D ünya S avaşı ndan sonra milli kimliğin birçok ülkedeki milli kurtuluş hareketleriyle birlikte solun cephaneliğine dahil olduğunu; ancak, günümüzdeki çeşitli milliyetçi yeniden doğuşlara rağmen artık milletleri aşan çok d a ha geniş kimliklerin zam anının geldiğini ve solun da kendisini bu yeni d önem e hazırlam ası gerektiğini söylüyor. Milletler ve Milliyetçilik önemli bir yapıt; önemini yalnız konunun güncelliğinden değil, onu tarihsel bağlamına oturtmasından alıyor. Ve bizi, ulusçuluk hakkında kapıldığımız, hızla gelişen güncel olaylann taktığı atgözlüğünün yarattığı panikten kurtanp, onu daha bir soğukkanlı değerlendirmeye çağırıyor. Aiâeddin Şenel, B irikim AYRINTI*İNCELEME ISBN; TL
31 31 ilişkilidir nation sözcüğü."* Ve köken ya da soy belirli bir insan grubuna bağlı olduğu sürece, bunlann (eğer yönetenler ya da onlarla akrabalık bağı taşıyan söz konusu değilse) bir devlet oluşturan kişiler olduklan akla gelmez. Köken ya da soyun belli bir toprak parçasıyla bağlı olması halindeyse, bu toprak parçası yalnızca rastgele şekillenmiş ve asla çok geniş olmayan bir politik birimi oluşturmaktaydı. İspanya Akademisi Sözlüğü nün 1726 daki (ilk) basımında patrid ya da halkın daha çok kullandığı tierra, memleket, sözcüğü; bir insanın doğduğu yer, kasaba ya da toprak veya bir senyörlüğün ya da devletin bir bölge, eyalet ya da ilçesi anlamını taşıyordu. Modem İspanyolca kullanımdaki geniş anlamdan ayırt etmek için patria chica yani küçük anayurt sözüyle karşılanan bu dar anlam (antik Roma hakkında bilgisi olan klasik eğitim görmüş kişileri saymazsak), on dokuzuncu yüzyıldan önce oldukça evrensel bir kullanıma sahiptir. Tierra sözcüğü 1884 yılma kadar bir devletle ilişkilendirilmeye başlamamıştı; 1925 yılına kadar da, patria'yı yurtseverlerin severek sadakatlerini koruduklan geçmişin, günümüzün ve geleceğin maddi ve manevi unsurlannm toplamını içeren kendi milletimiz olarak tanımlayan modem yurtseverliğin duygusal tınısını işitmeyiz. Bilindiği gibi on dokuzuncu yüzyıl İspanyası kesinlikle ideolojik gelişmelerin öncüsü değildi, oysa Kastilya -v e Kastilyaca bağımsız bir dildir- ulus devlet etiketini yapıştırmanın gerçekçiliğe ters sayılmayacağı en eski Avrupa krallıklanndan biriydi. Kaldı ki on sekizinci yüzyıl İngilteresi ve Fransası nm bambaşka bir anlamda milli devlet olduğu da. Demek ki Kastilya daki konuyla ilgili sözcüklerin evrimi genel bir öneme sahiptir. Romans" dillerinde nation sözcüğü yerli bir sözcüktür. Başka dillerde ise dışarıdan alınmıştır. Bu çerçevede kullanım farklılıklarını daha net bir biçimde izleyebiliriz. Yüksek ve Aşağı Almancada Volk (halk) sözcüğü bugün, natio sözcüğünden türetilen söz 4. L. Cume de Sainte Pelaye, Dictionnaire historigue de l'ancien langage françois (Niort, tarihsiz), 8 cilt: Nation maddesi. * Vatan, (ç.n.) * Vuigar Latinceden gelen İtalyanca, İspanyolca, Fransızca, Portekizce ve Rumence gibi diller, (ç.n.)
32 cüklerle bir ölçüde açıkça aynı çağnşımlan uyandınr, yalnız aralannda oldukça karmaşık bir etkileşim vardır. Ortaçağdaki Aşağı Almancada, natie terimi, kullanıldığı kadanyla (Latince kökenli olduğunu düşünürsek, kraliyet ailesi, soylu aileler ya da diğer üst sınıf kökenliler veya eğitimli kişiler dışında pek kullanılmamış olsa gerek), açık ki henüz Volk un anlamını çağnştırmaz ve bu anlamına ancak on altıncı yüzyılda kavuşmaya başlar. Natie terimi ortaçağ Fransızcasında olduğu gibi doğum ve soy grubunu {Geschlecht) anlatmaktadır. Bu terim, başka yerlerde de görüldüğü gibi, bir arada var olduklan benzerlerinden ayırt edilmeleri gereken loncalar ya da korporasyonlar gibi daha büyük ve bütünlüklü gruplan anlatmak doğrultusunda gelişme gösterir; milletler in İspanyolcadaki gibi yabancıyla eşanlamlı kullanılmasının, yabancı tüccarlar ( bir şehirde yaşayan ve ayrıcalıklardan yararlanan yabancı topluluklar, özellikle tüccarlar ) anlamını taşımasının, alışılageldiği üzere eski üniversitelerde öğrenci milletler inden söz edilmesinin ve aynı zamanda pek sık kullanılmayan Lüksemburg milletinden bir alay ifadesinin kaynağı budur. Ancak açıkça görülmektedir ki, bu evrim, insanın kökeninin bulunduğu yer ya da toprak parçası gelişebildiği (böylece eski bir Fransızca tanımdaki pays natal' en azından daha sonraki sözlük yazarlannın zihinlerinde eyalet anlamını yüklenir)* gibi, başka bir yöne evrilerek etnisite anlamı kazanabilir; nitekim HollandalIların natie teriminin asıl anlamının aynı stam a** ait olduğu varsayılan insanlar toplamı olduğunda ısrar etmeleri bunun bir göstergesidir. Her iki evrim çizgisinde de böylesine genişlemiş, ama hâlâ yerli olarak kalan millet in devletle ilişkisi problemi şaşırtıcılığını korur, çünkü etnik, dilbilimsel ya da başka bir düzlemde, belli bü 5. Dr. E. Verwijs ve Dr. J. Verdam, Middelnederlandsch VVoordenboek, Cilt 4 (Lahey, 1988), sütun 2078. 6. VVoordenboek der Nedeıiandsche Taal, Cilt 9 (Lahey, 1913), sütun 1586-90. 7. Vervvijs ve Verdam, Middelenderlandsch VVoordenboek, Cilt 4. * (Fr.) Bir insanın doğum yeri olan memleket, (ç.n.) 8. L. Huguet, Dictionnaire de la langue française du 16e siecle. Cilt 5 (Paris, 1961), s. 400. ** Soy ve köken, (ç.n.) 32
33 yüklükteki çoğu devletin homojen olmadığı, dolayısıyla basitçe milletle eşitlenemeyeceği apaçık gözüküyordu. Hollandaca sözlükte, millet sözcüğünün aynı dili konuşmasalar bile bir devlete ait olan insanlar anlamındaki kullanımının, Fransız ve İngilizlere özgül olduğu özellikle vurgulanır. Bu bilmecenin en öğretici tartışmalarından birisi on sekizinci yüzyıl Almanyası ndan gelmiştir.'" Ansiklopedist Johann Heinrich Zedler e göre millet, 1740 ta, gerçek ve özgün anlamıyla, ortak âdetleri, ahlâki gelenekleri ve yasaları paylaşan birleşmiş bir grup Bürger (on sekizinci yüzyıl ortası Almanyası mn, belirsizliğiyle tanınan bu sözcüğünü kendi haline bırakmak en iyisi olsa gerektir) demekti. Yani milletin toprak parçasıyla ilgili hiçbir anlamı olamazdı, çünkü farklı milletlerin fertleri (birbirlerinden yaşam tarzları -Lebensarten- ve âdetlerindeki farklılıklar la aynimışlardır) aynı eyalette, hatta çok küçük bir devlette birlikte yaşayabilirlerdi. Milletlerin toprak parçasıyla özsel bir bağı olsaydı, Almanya daki Wendlere Alman demek gerekirdi, oysa Wendlerin Alman olmadıklan çok açıktır. Örneğin, Almanca konuşulan bölgedeki son kalan -ve hâlâ yaşayan- bu Slav halkını yakından tanıyan bir Sakson bilim adamı olan Zedler onlara milli azınlık gibi muğlak bir etiket yapıştırmayı düşünmez. Zedler e göre, aynı eyalet ya da devlet içinde yaşayan bütün milletler den insanların tamamını tanımlayacak tek sözcük, Volck tut. Ne yazık ki terminolojik aynmlara her zaman özen gösterilmez ve Millet terimi, pratikte genellikle Volck la aynı anlamda, bazen toplumdaki bir zümre nin (Stand, ordö) ve bazen de herhangi bir birlik ya da topluluğun {Gesellschaft, societas) eşanlamlısı olarak kullanıhr. Doğru ve özgün anlam ne olursa olsun, millet terimi hâlâ modem anlamından açıkça çok uzak bir yerdedir. Bunun için, konuyu daha fazla irdelemeden, millet kavramının modem ve esasen politik anlamıyla tarihsel açıdan çok genç bir kavram olduğunu söyleyebiliriz. Gerçekten de New English Dictionaty gibi başka bir 9.1^towöenböeÂtİ9Î3y, sütun 1588. 10. John. Heinrich Zedler, Grosses vollstândiges Universal-Lexicon aller Wissenschaften und Kunste..., Cilt 23 (Leipzag-Halle 1740, yeniden basım. Graz 1961), sütun 901-3. 3.^
34 önemli dilbilimsel yapıtta, 1908 de, sözcüğün eski anlammm esasen etnik birimi anlattığı, oysa son zamanlardaki kullanımında daha çok politik birlik ve bağımsızlık nosyonu na ağırlık verildiği belirtilmekteydi." Modem millet kavramının tarihsel açıdan yeniliği dikkate alındığında millet in niteliğini anlamanın en iyi yolu, bence. Devrim Çağı nda ve özellikle milliyet ilkesi adı altında 1830 lardan itibaren, politik ve toplumsal söylemlerinde bu kavramı sistemli biçimde kullanmaya başlayanlan izlemektir. Gelgelelim, kısmen -ileride göreceğimiz gibi- çağdaşlannm da bu tür sözcükleri kullanırken fazla titizlik göstermemelerinden, kısmen aynı sözcüğün aynı anda çok değişik anlamlar yüklenmiş ya da yüklenebilecek olmasından dolayı bu Begrijfsgeschichte gezintisine çıkmak kolay bir iş değildir. Millet in asıl ve literatürde en yaygın biçimde kullanılan anlamı o zamanlar politikti. Politik anlam, Amerikan ve Fransız devrimlerinde olduğu gibi millet i halk la ve devletle eşitleyen; ulus devlet, Birleşmiş Milletler ya da yirminci yüzyıl sonundaki devlet başkanlannın söylevlerindeki gibi yakından bildiğimiz bir kullanımdı. ABD nin erken dönemindeki politik söylemde, millet teriminin eyaletlerin hakları karşısında merkeziyetçi ve üniter çağnşımlar uyandırmasından kaçınmak amacıyla, halk, birlik, konfederasyon, ortak ülkemiz, kamu, kamu refahı ya da topluluk gibi deyişler tercih edilmekteydi.'^ Çünkü, Devrimler Çağı nda millet kavramının temel bir özelliği Fransızlann deyişiyle millet in tek ve bölünmez olmasıydı ya da çok geçmeden öyle olacaktı.'^ Bu biçimiyle millet, kolektif egemenlikleri kendile- 11. Oxford English Dictionary, Cilt VII (Oxford, 1933), s. 30. * (Alm.) Kavramlar tarihi, (ç.n.) 12. Der. John J. Lalor, Cyclopedia ofpolitical Science (New York, 1889), Cilt II, s. 932: Nation maddesi. Konuyla ilgili maddeler büyük oranda daha önceki Fransızca yapıtlardan aktanimış, daha doğrusu çevrilmiştir. 13. Bu tanımdan çıkacak sonuç, bir milletin kaderinin tek bir devlet oluşturmak olduğu, bölünmez bir bütün oluşturduğudur. {a.g.y, s. 923). Bu sonucun çıkanlacağı tanıma göre, aynı dili konuşan, aynı âdetleri paylaşan, kendilerini benzer nitelikteki başka gruplardan ayıran belirli ahlâki özellikler taşıyan insanlar topluluğu dur millet. Bu, milliyetçi argümanların yatkın olduğu, varsayımlarla hareket etme sanatının çeşitli örneklerinden birisidir. 34
35 rinin politik ifadesi olan bir devlette somutlaşan, bir yurttaşlar topluluğuydu. Çünkü, başka ne anlama gelirse gelsin, bir yurttaşlık ve kitlesel katılım ya da tercih unsuru millette hiçbir zaman eksik olmamıştı. John Stuart Mili, milleti, yalnızca ortak milli duygular temelinde tanımlamakla yetinmiyor, aynı zamanda, bir milliyetin fertlerinin aynı yönetim altında olmayı arzuladıklannı, bu yönetimin de yalnızca kendilerinin veya içlerinden bir kesimin yönetimi olmasını istediklerini ekliyordu.'" Mill in milliyet fikrini apayrı bir çalışmada değil, karakteristik biçimde -ve özet olarak- Temsili Hükümet i yani demokrasiyi işlediği küçük bir kitapçıkta tartışması şaşırtıcı değil. Millet=devlet=halk (özellikle egemen halk) denklemi kuşkusuz milleti belli bir toprak parçasına bağlıyordu, çünkü devletlerin yapısı ve tanımı artık esasen belli bir toprak parçasıyla ilişkiliydi. Bu pek çok ulus devletin var olacağı anlamına geliyordu; kaldı ki halklann kendi kaderini tayin etmesi ilkesinin kaçınılmaz sonucu buydu. 1795 tarihli Fransız Haklar Bildirgesi nde şöyle denmekteydi: Kendisini oluşturan bireylerin sayısı ve üzerinde yaşadığı toprağın büyüklüğü ne olursa olsun, her halk bağımsız ve egemendir. Bu egemenlik başkasına devredilemez. Ne var ki bu ifade bir halk ı neyin oluşturduğu konusuna pek açıklık getirmiyordu. Özellikle, bir yanda belli bir toprak parçasındaki bir devletin yurttaşlan ile öbür yanda bir millet in grup üyeliğinin kolektif biçimde tanınmasını sağlayan etnik, dilsel ya da diğer temellerle eşitlenmesi arasında mantıksal bir bağ yoktu. Aslında tam da buna dayanarak Fransız Devrimi nin milliyet ilkesi ya da duygusuna tamamen yabancı, hatta düşman olduğu iddia edilmiştir. 14. J. S. Mili, Utilitarianism, Liberty and Representative Government {Everyman basımı, Londra, 1910), s. 359-66. 15. 1789 ya da 1793 Haklar Bildirgelerinde halkların egemenlik ve bağımsızlık haklanna hiç değinilmediği gözlemlenebilir. Bkz. Lucien Jaume, Le Discours jacobin et la dâmocratie (Paris, 1989), Ek 1-3, s. 407-14. Bununla birlikte 1793 te aynı görüşü savunanlar da vardır, der. O. Dann ve J. Dinvviddy, Nationalisnt in theage o fth e French Revoiution (Londra, 1988), s. 34. 16. Maurice Block, Nationalities, principle of, der. J. Lalor, Cyclopedia ofp o - litical Science, Cilt II, s. 939. 35
36 HollandalI sözlük yazannın da fark ettiği gibi dilin, ilkesel olarak, İngiliz ya da Fransız olmakla hiçbir ilgisi yoktu; gerçekte Fransızca uzmanlan, ileride göreceğimiz gibi, onlara göre salt Fransız yurttaşı olmakla belirlenen milliyet kriterine konuşma dilinin de eklenmesi çabalanna karşı inatla mücadele edeceklerdi. Alsaslılann ya da Gaskonlann konuştuklan dilin, Fransız halkının üyeleri olma statüleriyle hiçbir ilgisi yoktu. Gerçekten, halkçı-devrimci bakış açısıyla millet in ortak bir yanı varsa, bu, aslen etnik köken, dil ve benzeri unsurlar değildir (ama bu unsurlar da kolektif aidiyetin göstergeleri arasında yer alabilirler). Pierre Vilar ın işaret ettiği gibi, aşağıdan bir bakışla milli halkı karakterize eden şey, özel çıkarlara karşı ortak çıkan, ayncalığa karşı ortak yaran temsil etmesiydi. Amerikalılann, sözcüğün kendisini kullanmaktan kaçınırken, 1800 den önce milliliği göstermek üzere kullandıklan terim de bunu akla getirmektedir. Bu devrimci-demokratik bakış açısıyla etnik grup farklılıklan ikincil düzeyde bir anlam taşıyordu (ve daha sonra sosyalistler de böyle düşüneceklerdi). Amerikan kolonicilerini Kral George ile yandaşlanndan ayıran kriter, açıkça ne dil ne de etnik kökendi; aynı şekilde Fransız Cumhuriyeti İngiliz kökenli Amerikalı Thomas Paine i Fransa daki Milli Meclis e seçmekte sakınca görmemişti. Bu yüzden bu devrimci millet terimini; on dokuzuncu yüzyıl kuramcılan arasında hararetli tartışmalara sahne olan etnik köken, ortak dil, din, toprak parçası ve ortak tarihsel anılar gibi (John Stuart Mill in aktardığı)'* kriterler çerçevesinde tanımlanan bir topluluğa uygun ulus devletler kurmayı amaçlayan, sonraki milliyetçi programla kanştırmamalıyız. Daha önce gördüğümüz gibi, çizgileri belirlenmemiş bir toprak parçası (ve deri rengi) dışında bu kriterlerin hiçbirisi yeni Amerikan milletini birleştiren bir unsur değildi. Bundan başka, Fransızların grande nation unun* sınırlan devrim döneminde ve Napolyon savaşlanyla milli aidiyet kriterlerinin hiç 17. P. Vilar, Sobre los fundamentos de las estructuras nacionales (Historia, 16/ExtraV) (Madrid, Nisan 1978), s. 11. 18. Jolın Stuart Mili, Utilitarianism, Liberty and Representative Government, s. 359-66. * (Fr.) Büyül< millet, (ç.n.) 36
37 birisine göre Fransız denilemeyecek bölgelere kadar genişlediğinde, sözü geçen kriterlerden tekinin bile büyük millet in varlığının temeli olmadığı açıkça ortaya çıkmıştı. Bununla beraber, daha ileride devlet dışı milliyet tanımlan keşfetmekte kullanılan çeşitli unsurlar kuşkusuz bu erken dönemde de mevcuttu; bunlar ya devrimci milletle ilişkiliydiler ya da devrimci milletin başına sorun çıkarıyorlardı. Devrimci milletin tek ve bölünmez olduğu iddiası ne kadar öne çıkanlırsa, içerdiği heterojenlik o kadar çok problem yaratıyordu. Çoğu jakoben açısından Fransızca konuşmayan biri Fransız sayılmazdı ve pratikte milliyetin etnik-dilsel kriteri genel bir kabul görüyordu. Barere in Kamu Selameti Komitesi ne sunduğu dillerle ilgili raporunda belirttiği gibi: Yukan Ren ve Aşağı Ren bölgelerinde sımrlanmızı işgal etsinler diye Prusya ve AvusturyalIlara çağn yapan hainlerle birlik olanlar kimlerdir? Kendilerine farklı bir dille hitap edip başka âdetleri olan Fransızlan kardeş ve yurttaş görmekten ziyade, düşmanlarımızla aynı dili konuşan ve sonuçta kendilerini onların kardeşi ve yurttaşı sayan [Alsash] bölge halkı. Fransızlar devrimden beri dilsel birlikte gerçekten çok belirgin biçimde ısrarlı olmuşlardır ve o zamanlar için bu hayli aşın bir ısrardı. Buna aşağıda geleceğiz. Ama şimdi belirtmeden geçemeyeceğimiz bir nokta, bir insanı Fransız yapan şeyin kuramsal olarak Fransızcanın anadili olması değil (bizzat devrim, Fransa da fiilen Fransızca konuşanlann Sayısının ne kadar az olduğunu kanıtlamaya büyük çaba harcarken, böyle bir şey nasıl düşünülebilirdi?),^ özgür Fransa halkının diğer özgürlük, yasa ve ortak karakteristikleri yanında bu dili de öğrenmeye istekli olmasıydı. Bir anlamıyla Fransızca öğrenmek, İngilizce öğrenmenin Amerikan yurttaşhğm- 19. Akt. M. de Certeau, D. Julia ve J. Revel, Une Politique de la langue. La R6- volution Française et les patois: L'enguĞte de l'abbâ Gregoire (Paris, 1975), s. 293. Genel olarak Fransız Devrimi ve milli dil sorunu için, aynca bkz. Renee Balibar ve Dominigue Laporte, Le Français national. Politigue et pratiçue de la langue nationale sous la Revolutlon (Paris, 1974). Alsace sorunu İçin, bkz. E. Philipps, Les Luttes lingulstiçues en Alsace jusqu'en 1945 (Strasbourg, 1975) ve P. L6vy, Histoire linguistlgue d Alsace et de Lorraine (2 cilt, Strasbourg, 1929). 20. De Certeau, Julia ve Revel, Une Politiçue de la langue, çeşitli yerler. il
38 daki önemi gibi, tam Fransız yurttaşlığma (ve dolayısıyla milliyetine) kabulün koşullanndan birisiydi. Asıl olarak dilsel temeldeki bir milliyet tanımı ile Fransızlann milliyet tanımı -hatta bunun en aşın biçimi- arasındaki farklılığı örneklemek için. Milletlerarası İstatistik Kongresi ni devlet nüfus sayımlarında dille ilgili bir soru yer alması gerekliliğine ikna eden bir Alman dilbilimciye başvuralım (bkz. s 122-23). 1860 lardaki etkili yayınlanyla dilin milliyetin biricik yeterli göstergesi olduğunu ileri süren (Almanlar Orta ve Doğu Avrupa ya iyice yayılmış olduklarından Alman milliyetçiliğine çok uygun düşen bir sav) Richard Böckh, Yidiş in ortaçağ Almancasından türeyen tartışma götürmez bir Alman lehçesi olması nedeniyle, Aşkenaz Yahudilerini Alman olarak sınıflandırmak zorunda kalmıştı. Alman Yahudi düşmanlannm bu sonucu hoş karşılamayacaklarını da iyi biliyordu. Oysa Yahudilerin Fransız milletine entegre olmasından yana tavır koyan Fransız devrimcileri bu türden bir sava ne gerek duyar ne de böyle bir gerekliliği anlardı. Fransız devrimcilerinin bakışıyla, ortaçağ İspanyolcası konuşan Sefardik Yahudiler ile Yidiş dili konuşan Aşkenaz Yahudileri -Fransa da her iki grup da vardı- kuşkusuz Fransızca konuşmayı da kapsayan Fransız yurttaşlığının koşullannı kabul ettikten sonra herkes kadar Fransız sayılıyorlardı. Dolayısıyla, Yahudi soyundan geldiği için Dreyfus un gerçek Fransız olamayacağı savı, haklı olarak, Fransız Devrimi nin özüne ve devrimin öngördüğü Fransız milleti tanımına meydan okumak diye anlaşılmaktaydı. Barere in raporu birbirinden çok farklı iki millet anlayışını bir araya getirmekteydi: Devrimci-demokratik ve milliyetçi anlayışlar. Devlet=millet=halk denklemi her iki anlayış açısından da geçerliydi. Çünkü milliyetçilerin gözünde milleti kapsayacak politik birimlerin yaratılması, kendisini yabancılardan ayıran bir topluluğun ön varlığına bağlıyken; devrimci-demokratik bakış açısına göre temel anlayış olan, egemen yurttaşlardan kurulu halk=devlet denklemi insan ırkmın diğer kesimleri karşısında bir millet i oluşturmaktaydı.^' Dolayısıyla Devrim Çağı nda halkı yönetmenin daha fazla zorlaş 21. Yurttaşlar devlet karşısında halkı, insan ırkı karşısında ise milleti oluştururlar, J. Helie, Nation, definiton of, Lalor, Cyclopedia ofpolitical Science, Cilt II, s. 923. 38
39 ması nedeniyle, devletlerin, nasıl kurulurlarsa kurulsunlar artık kendi tebalannı da dikkate almak zorunda kaldıklannı unutmamalıyız. Yunan özgürlük savaşçısı Kolokotrones in belirttiği gibi, halk, kralların yeryüzüne inmiş tanrılar olduklarına ve krallann ne yaparlarsa iyi yaptıklarına artık inanmıyordu. Kutsallığın artık kapsayıcı bir özelliği yoktu. Fransa Kralı X. Charles 1825 te Rheims te eski taç giyme (gönülsüz biçimde) sihirle sağaltma törenini yeniden canlandırdığında, kralın bir dokunuşunun sıraca hastalığını iyileştireceğine inanarak gelenlerin sayısı yalnızca 120 ydi. Oysa 1774 te yapılan ondan önceki son törene bu umutla 2.400 kişi gelmişti. İleride göreceğimiz gibi, 1870 ten sonra demokratikleşmeyle birlikte meşruiyet ve yurttaşları seferber etme sorunu hem acilleşecek hem de keskinleşecekti. Hükümetlerin gözünde devlet=millet=halk denklemindeki en önemli unsur açıkça devletti. Bu durumda, kendi damgasını en belirgin biçimde on dokuzuncu yüzyıl Avrupası na, özellikle milliyet ilkesi nin Avrupa haritasını en dramatik biçimde değiştirdiği döneme, yani 1830-1880 dönemine vuran kesim olan liberal burjuvazilerle onlara bağlı entelektüellerin kuramsal söyleminde, milletin, dahası devlet=millet=halk denkleminin yeri neydi? Liberal burjuvazilerle onlara bağlı entelektüeller; Avrupa daki güçler dengesinin milliyet temelinde iki büyük devletin (Almanya ve İtalya) doğuşu, üçüncü büyük devletin (1867 Uzlaşması ndan sonraki Avusturya-Macaristan) ise aynı temelde fiilen bölünmesiyle altüst olduğu; batıda Belçika dan Güneydoğu Avrupa da Osmanlı nın yerini almaya çalışan devletlere (Yunanistan, Sırbistan, Romanya, Bulgaristan) kadar daha önemsiz politik birimlerin, milli temelde halklar olarak yeni statü ve bağımsızlıklannın tanınmasını talep ettikleri; Polonyalılann iki milli ayaklanmayla kendilerini bir ulus devlet olarak görüp bu temelde yeniden yapılanmayı istedikleri elli yıllık zaman diliminde, isteselerdi bile, bu sorun üzerinde düşünmekten kaçınamazlardı. Hem onların da bundan kaçındıklan yoktu. Walter Bagehot a göre 22. Akt. E. J. Hobsbavvm, The Age o f Revolution 1789-1849 {Londra, 1962), s. 91-92. 23. Marc Bloch, Les Rois thaumaturges (Paris, 1924), s. 402-4. 39
40 40 millet oluşturma on dokuzuncu yüzyılm evriminin temel içeriğini temsil ediyordu." Bununla beraber, on dokuzuncu yüzyılm başmda ulus devletlerin sayısı çok az olduğundan, zihinleri kurcalayan sorun, açık ki, şu ya da bu temelde bir milliyet olarak sınıflandınlabilen çeşitli Avrupa halklanndan hangilerinin bir devlet olma aşamasına ulaşacaklan (ya da alt düzey bir politik ya da idari temsiliyete kavuşacakları), bunun yanı sıra, var olan devletlerden hangilerinin millet niteliği taşıdığıydı. Potansiyel ya da mevcut bir millet olma kriterlerinin sıralanması özünde bu amaca hizmet etmekteydi. Bütün devletlerin milletlere, bütün milletlerin de devletlere denk düşmeyeceği açık gibi görünüyordu. Öbür yandan, Renan m ünlü Hollanda bir milletken, Hanover ile Büyük Parma Dükalığı niçin değildir sorusu bir dizi analitik sorunu gündeme getirmekteydi. John Stuart Mili in, bir ulus devletin kurulmasının (a) gerçekleşebilir, (b) milliyet tarafından arzulanır olmasına bağlı olduğu şeklindeki gözlemi de başka analitik sorunları gündeme getirmekteydi. Bu durum, kendi milliyetleri ya da bu milliyetin ifadesi devlet açısından her iki soruyu da hemen hemen yanıtladıklarından en ufak bir kuşku duymayan, Viktorya Dönemi ortası milliyetçiler için de geçerlilik taşıyordu. Çünkü onlar bile başka milliyetlerle devletlerin benzer iddialanna soğuk bakıyorlardı. Oysa birkaç adım daha attığımızda, on dokuzuncu yüzyıl liberal söyleminde şaşırtıcı bir entelektüel belirsizlik olduğunu görürüz. Bu belirsizliğin kaynağı, millet sorununu bütün boyutlarıyla ele alamamaktan daha çok, durum zaten çok açık olduğundan her şeyin birer birer sayılıp dökülmesinin gerekli olmadığı varsayımıydı. Bundan ötürü liberal milletler kuramı, ağırlıkla, liberal yazarlann söyleminin kenannda gösterir kendisini. Ayrıca, yine ilerideki sayfalarda göreceğimiz gibi, liberal kuramsal söylemin merkezi unsurlarından birisi millet in entelektüel boyutta ele alınmasını son derece güçleştirmekteydi. Okuduğunuz bölümün geri kalan kısmın 24. VValter Bagehot, Physics and Politics (Londra, 1887), Bölüm III, IV, Milletin oluşumu üzerine. 25. Emest Ranan, What is a natlon?, der. Afred Zimmern, Modem Political Doctrines {Ox.1orti, 1939), s. 192.
41 daki görevimiz, arkeologlann düşürülmüş sikkelerin izlerini sürerek ticaret yollannm haritasmı çizmeye çalışmalarına benzer biçimde, tutarlı bir liberal burjuva millet kuramı oluşturabilmektir. Bunu gerçekleştirmenin en iyi yolu, Adam Smith in millet sözcüğünü kendi dev yapıtının başlığında kullandığı anlamdaki, en az tatmin edici millet nosyonuyla başlamak olabilir. Çünkü Adam Smith in devrinde, millet açıkça bir teritoryal devletten başka anlam taşımaz; Smith i eleştirerek on dokuzuncu yüzyıl başındaki Kuzey Amerika yı gözden geçiren, keskin bir İskoç zekâsına sahip John Rae nin sözleriyle ise her ayn topluluk, toplum, millet, devlet ya da halk (konumuz itibariyle eşanlamlı sayılabilecek terimler) ^ demektir. Gene de Adam Smith in düşüncesi ile (John Stuart Mili gibi ekonomist ya da Walter Bagehot gibi The Economist editörü olmasalar bile) m illef e başka açılardan yaklaşan liberal orta sınıf düşünürleri arasında kesinlikle bir bağ olsa gerek. Bu durumda şöyle bir soru sorabiliriz: Serbest ticaret liberalizminin klasik çağı ile Bagehot m kendi yüzyılı açısından temel önemde gördüğü millet oluşturma nın çakışması tarihsel açıdan rastlantı mıydı? Başka bir deyişle, ulus devletin kapitalizmin gelişme sürecinde özel bir işlevi var mıydı? Daha doğrusu şöyle sorahm: Çağdaş liberal analistler bu işlevi nasıl görüyorlardı? Tarihçinin gözünde devlet sınırlan içinde işleyen ekonomilerin rolünün büyük olduğu çok açıktır. On dokuzuncu yüzyılın dünya ekonomisi, kozmopolit olmaktan ziyade milletlerarası nitelikteydi. Dünya sistemi kuramcıları, kapitalizmin, tek bir dünya imparatorluğu oluşturmayan Avrupa nın politik çoğulculuğundan dolayı, bu kıtada -başka bir yerde değil- global bir sistem olarak geliştiğini göstermeye çalışmışlardır. On altıncı-on sekizinci yüzyıllardaki ekonomik gelişme, her biri birleşmiş bir bütün olarak merkantilist politikalar izlemeye eğilimli olan teritoryal devletler temelinde yol almıştı. Hatta daha açıkçası, on dokuzuncu yüzyıldaki ve yirminci yüzyıl başındaki kapitalizmden söz ettiğimizde, gelişmiş dünyada 26. John Rae, The Sociological Theory o f Capital, being a complete reprint of The New Principles o f Political Economy by John Rae (1834), yayıma hazırlayan C, W. Mixter (New York, 1905), s. 26. 41
42 kapitalizmin parçasını oluşturan milli birimler (Britanya sanayisi, Amerikan ekonomisi, Fransız kapitalizmi. Alman kapitalizmi, vb.) temelinde konuşuruz. On sekizinci yüzyıldan İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar gelen uzunca dönemde, kapitalist bir dünya ekonomisinin doğuşunda büyük rol oynamış olan ve bugün yine ön plana çıkan, belli bir toprak parçasının sınırlarını aşan milletlerüstü ya da ara birimler global ekonomide kendilerine çok az yer ve alan bulabiliyor gibiydi: Ekonomik etkisi büyüklük ve kaynaklarıyla kıyaslanamayacak kadar fazla olan bağımsız mini-devletler, on dördüncü yüzyılda Lübeck ve Ghent, günümüzde Singapur ile Hong Kong bu birimlere birer örnektir. Aslında, gözümüzü geçmişe çevirip modem dünya ekonomisinin gelişmesine baktığımızda, ekonomik gelişmenin tamamen çok sayıdaki gelişmiş teritoryal devletin milli ekonomileri ne bağlı olduğu aşamanın, esas olarak iki milletlerüstü çağ arasında yer aldığını görebiliriz. On dokuzuncu yüzyıl liberal ekonomistleri için ya da beklenebileceği üzere klasik ekonomi politiğin argümanlarını kabullenen liberaller açısından güçlük, milletlerin ekonomik anlamını kuramda değil, yalnızca pratikte fark edebilmeleriydi. Klasik ekonomi politik (özellikle Adam Smith in ekonomi politiği), merkantil sistem in, yani hükümetlerin milli ekonomilere, devletin çabalan ve politikalanyla geliştirilecek bütünlükler gözüyle baktığı sistemin bir eleştirisi olarak formüle edilmişti. Serbest ticaretin ve serbest piyasanın baş düşmanı tam da Smith in üretken olmadığını kanıtladığını düşündüğü bu milli ekonomik kalkınma anlayışıydı. Bu yüzden ekonomi kuramı, yalnızca, özel bir mekânsal boyutu olmayan bir piyasada kazançlannı rasyonel biçimde azamiye çıkarıp kayıplarını en aza indiren tek tek işletme birimleri -kişiler veya fırmalartemelinde geliştirilmişti. Sınırda dünya pazarı vardı ve başka bir şey de olamazdı. Smith, hükümetin ekonomiyle ilintili belirli işlevlerine karşı çıkmazken; genel ekonomik büyüme kuramı açısından, gerek millete gerekse firmadan daha büyük bir kolektiviteye yer yoktu; kaldı ki bu konuda fazla araştırma yapma zahmetine de girilmedi. 42
43 Böylece J. E. Caimes bile, liberal çağın doruğundaki günlerde, bireyler arasındaki ticaretin dışında bir milletlerarası ticaret kuramının gereksiz olduğu önermesini ciddi olarak işlemeye on sayfa ayırmıştı.^ Caimes e göre, bir yandan milletlerarası işlemler kuşkusuz gün geçtikçe kolaylaşırken, öbür yandan devletler arasındaki ticaret probleminin ayn olarak ele almmasını haklı gösterecek kadar sürtüşme yine de vardı. Alınan liberal ekonomisti Schönberg, milli gelir kavramının bir anlamı olup olmadığından kuşku duyuyordu. Yüzeysel fikirlerle yetinmeyenler bu soruyu sormakta haklıydı, ancak (parasal temeldeki milli servet hesaplan çoğu zaman yanlış olsa bile) herhalde bu düşünceyle çok uç noktalara savruluyorlardı.^ Edwin Cannan,^ Adam Smith in millet inin yalnızca bir devletin topraklarında yaşayan bireylerden oluştuğunu düşünüyor, yüz yıl içerisinde bu insanların hepsinin ölecek olmasının millet ten sürekli var olan bir birim olarak söz etmeyi mümkün kıhp kılmayacağım tartışıyordu. Politika temelinde bakarsak, yalnızca kaynakların piyasada dağıtılmasının optimal olduğu, piyasanın işleyişine göre bireylerin çıkarlarının otomatik olarak bütünün çıkarlannı (kuramda, bütün topluluğun çıkarlan gibi bir kavrama yer kaldığı sürece) meydana getireceği inancına varıyordu bu. Buna karşılık John Rae de, 1834 te kaleme aldığı kitabını, özellikle Smith e karşı bireysel ve milli çıkarlann özdeş olmadığım, yani bireyin kişisel çıkannı gütmesine yön veren ilkelerin milletin zenginliğini en fazlaya çıkarmaya yaramadığını kanıtlamak amacıyla yazınıştı. Göreceğimiz gibi, Smith i kayıtsız şartsız kabullenmeyi reddeden kişiler yok değildi, ama onlann ekonomik kuramlan klasik okulla boy ölçüşemezdi. Milli ekonomi. Alman ekonomi kuramıyla bağlantılı olarak yalnızca Palgrave m Dictionary ofpoutical Economy sinde görülmektedir. Millet terimi 1890 lardaki '/7. J. E. Cairnes, Some Leading Principles ofpolitical Economy Nevviy Expoun- </ed (Londra, 1874), s. 355-65. Der. Dr. Gustav Schönberg, Handbuch der politischen Oekonomie, Cilt I (Tühingen, 1882), s. 158. Edwin Cannan, History o f the Theories o f Production and Distribution in I nglish Political Economy form 1776 to 1848 (Londra, 1894), s. 10. :I0 Rae, The Sociological Theory o f Capital. 43
44 Fransızca ekonomi politik sözlüğünden çıkanlmıştı/' Buna karşın, en saf klasik ekonomist bile milli ekonomi kavramını kullanmaktan kaçınamamıştı. Saint-Simoncu Michel Chevalier nin College de France ta ekonomi politik profesörü olarak ilk dersinde özür dilercesine ya da şaka yollu bir ifadeyle belirttiği gibi: Bize insan toplumlannın genel çıkarları için kendimizle ilgilenmemiz emredilmiştir ve içinde yaşadığımız toplumdaki özgül duruma eğilmemiz yasaklanmamıştır. ^ Ya da Lord Robbins in belirteceği gibi, yine klasik ekonomi politikçilerle ilgili olarak onların, bir politika belirleme kriteri olarak milli üstünlüğü sınamayı geride bıraktıklarına ilişkin çok az; milli bağlann çözülüşüne kafa yormaya hazırlandıklanna ilişkin ise daha da az kanıt vardır. Özetle, klasik ekonomi politikçiler millef ten ne vazgeçebilirlerdi ne de vazgeçmeyi istiyorlardı; kaldı ki Porter da bir topluluğun hangi araç sayesinde milletler arasında üstünlük sağladığını öğrenmek istediğinden, milletlerin gelişme- ' sini 1835 ten sonra olumlu kabul etmişti. Eklemeye pek gerek yok ' ki Porter ın bir topluluk la kastettiği kişinin kendi topluluğu ydu., Gerçekten de ulus devletin ekonomik işlevleri, hatta yararlan nasıl yadsınabilir? Para üzerindeki tekeli, kamu mâliyesi, dolayısıyla mali politikalan ve faaliyetleriyle devletin varlığı bir olguydu. Devletin ekonomiye zarar veren müdahalelerine son vermek isteyenler dahi bu ekonomik faaliyetlerden vazgeçemezdi. Dahası, aşırı liberterler bile, Molinari gibi insanlığın özerk milletlere bölün- 31. Der. L6on Say ve Joseph Chailley, Nouveau Dictionnaire d Economie Politique (Paris, 1892). 32. Michel Chevalier, Cours d economie politique fait au ColIĞge de France, Cilt I (Paris, 1855), s. 43. Bu ders ilk olarak 1841 de verilmişti. 33. L. Robbins, The Theory o f Economic Policy in English Classical Political Economy{2. basım, Londra, 1977), s. 9-10. Bununla birlikte, gerçekten global bir yaklaşımı olan Bentham istisna sayılmalıdır. 34. George Richardson Porter, The progress o f the Nation, in its various social and economic relations, from the beginning o f the nineteenth century to the present time, 2 bölüm (Londra, 1836), Önsöz. 44
45 meşinin özünde ekonomik olduğu nu kabul ediyordu. Çünkü devlet (devrim sonrası çağdaki ulus devlet) her şeyden önce mülkiyet ve sözleşme güvenliğini güvenceye alıyordu; iflah olmaz bir kamusal girişim karşıtı olan J. B. Say m belirttiği gibi, şimdiye kadar hiçbir millet düzenli bir hükümet yönetiminde olmadan bir zenginlik düzeyine ulaşmamıştır. ^* Liberal ekonomi, serbest rekabete dayanarak hükümetin işlevlerini bile akılcılaştırabilirdi. Molinari de, son derece yoğun bir ekonomik rekabet geliştirdiğini dikkate alırsak, insanlığın milletler şeklinde parçalanması yararlıdır diyordu^ ve bu görüşünü desteklemek için 1851 deki Great Exhibition* örneğini aktarmıştı. Ancak bu tür gerekçelere dayandırılmasa bile, hükümetin ekonomik gelişmeye yararlı olduğu kabul ediliyordu. Bir millet ile komşulan arasında, iki komşu eyalet arasındakinden başka bir fark göremeyen J. B. Say, Fransa yı (yani, Fransa devleti ve hükümetini) ülkenin iç kaynaklarını geliştirmeyi ihmal etmek ve bunun yerine gözünü dış fetihlere dikmekle suçlamıştı. Kısacası, en aşın liberal eğilime sahip bir ekonomist bile milli ekonomiyi görmezlikten gelemiyordu ya da dikkate almamazlık edemezdi. Ancak liberal ekonomistler bu konuda konuşmayı sevmiyorlardı, daha doğrusu neler diyeceklerini pek bilmiyorlardı. Bunun yanında, Britanya nın üstün ekonomisine karşı milli ekonomik kalkınma yolunu izleyen ülkelerde, Smithçi serbest ticaretin çekiciliği daha az görünüyordu. Bu tür ülkelerde, bir bütün olarak milli ekonomiden söz etmeye hevesli insan sıkıntısı yoktu. Daha önce, pek dikkate alınmamış olan İskoç asıllı Kanadalı Rae den bahsetmiştik. Rae, Birleşmiş Milletler Latin Amerika Ekonomi Komisyonu nun (ECLA) 1950 lerde izlediği ithal ikamesi ve teknoloji ithali öğretilerini önceleyen kuramlar geliştirmişti. Daha açık bir örnek olarak, ABD li federalist Alexander Hamilton, daha az merkeziyetçi politikacılar karşısında savunduğu güçlü mil 35. Dictionnaire d economie pohtiçue te (Paris, 1854) Molinari, yeniden basım. Lalor, Cyclopedia o f Political Science, Cilt II, s. 957: Ekonomi politikte milletler maddesi. 36. A.g.y s. 958-9. 37. Ag.y., s. 957. * 1 Ağustos 1851 de Crystal Palace da (Hyde Park) açılmış olan ilk milletlerarası sanayi sergisi, (ç.n.) 45
46 li hükümeti haklı çıkarmak amacıyla millet, devlet ve ekonomiyi birbirine bağlı görmüştü. Nitekim daha sonraki bir Amerikan başvuru kaynağında millet maddesinin yazarının sıraladığı Hamilton ın büyük milli tedbirler listesi yalnızca ve yalnızca ekonomik niteliklidir: Bir milli bankanın kurulması, devlet borçlarında milli sorumluluk, bir milli borç kurumunun yaratılması, yüksek gümrük vergileriyle milli imalatın korunması ve zorunlu üretim vergisi/* Hayran yazann düşündüğü gibi, bütün bu tedbirler milliyetçilik tohumunu büyütmek amacıyla tasarlanmış olabilir; ya da Hamilton, milletin adını ağzına çok az alan, ekonomik argümandan ise çokça bahseden diğer federalistler gibi, federal hükümet ekonomik kalkınmayı kollarsa, milletin de kendi kendini kollayacağını hissetmiş olabilir: Ne olursa olsun, millet hem milli ekonomiyi hem de devletin milli ekonomiyi sistemli biçimde beslemesini içeriyordu ve bunun on dokuzuncu yüzyıldaki ifadesi korumacılıktı. On dokuzuncu yüzyılda Amerika daki kalkınmacı ekonomistler, genellikle, zavallı Carey gibi, Hamiltonculuk adına bir kuramsal sav geliştiremeyecek kadar sıradan ekonomistlerdi.^ Bununla birlikte. Alman ekonomistleri bu savı hem kolay anlaşılır hem de parlak bir biçimde ortaya koymuşlardı. Alman ekonomistlerin başını, 1820 lerde ABD deyken milli ekonomi tartışmalanna katılan ve bariz bir biçimde Hamilton dan esinlenen Friedrich List çekiyordu. List e göre, Almanlann o zamandan beri ekonomi politik demekten daha çok milli ekonomi (Nationaloekonomie) ya da halk ekonomisi (Volksvvirthschaft) demeyi tercih ettikleri iktisadın görevi, milletin ekonomik gelişmesini tamamlamak ve onu geleceğin evrensel toplumuna hazırlamak tı. " Eklemeye gerek yok ki bu gelişme süreci, dinamik bir burjuvazinin önayak olduğu kapitalist sanayileşme biçimini alacaktı. 38. A.g.y s. 933. 39. Krş. J. Schumpeter, History o f Economic Analysis {Oxford, 1954), s. 515-16. 40. üst, daha sonraki görüşlerini önceleyen Outline o f American Political Economy (Philadelphia, 1827) l<itabını yazmıştı. List ABD deneyimi üzerine bkz. W. Notz, Friedrich List in Amerii<a {Weltwirtschaftliches Archiv, 29, 1925, s. 199-265 ve Cilt 22,1925, s. 154-82 ve Frederici< List in America (American Economic Revievv, Cilt 16, 1926, s. 249-65). 41. Friedrich List, The National System of Political Economy {Londra, 1885), s. 174. 46
47 Gelgelelim, bizim açımızdan gerek List in, gerekse ondan esinlenen daha sonraki Alman ekonomistlerinin (İrlandalı Arthur Griffıth"'^ gibi başka ülkelerin ekonomik milliyetçileri de ondan esinlenmişlerdi) tarihsel okulu nun ilgi çeken yanı, List in açıkça, genelgeçer bir doğru olduğu varsayılan liberal millet kavramının karakteristik özelliklerinden birisini formüle etmesidir. Milletin, yaşama şansı olan bir gelişme birimi oluşturmak için yeterli bir büyüklükte olması gerekiyordu. Bu eşiği geçemeyen bir birimin hiçbir tarihsel haklılığı olamazdı. Çok açık biçimde tartışılması gereken bu konuya ender olarak eğilinmiştir. 1843 te Gamier-Pages in Dictionnaire politique inde, besbelli çok küçük kaldıklarından Belçika ile Portekiz in bağımsız milletler olması gülünç karşılanıyordu. ^ John Stuart Mili, yadsınması pek mümkün olmayan İrlanda milliyetçiliğini, onların her şeyden önce, bütün etkenler hesaba katıldığında, saygın bir milliyet oluşturabilecek sayıda olmalanna bakarak haklı gösteriyordu." Oysa milliyet ilkesini savunan Mazzini ile Cavour gibi kimileri J. S. Mill le aynı görüşte değildiler. Gerçekten, New English Dictionary millet sözcüğünü, Britanya da J. S. Mill in yaygınlaştırdığı alışılmış anlamıyla değil, gerekli karakteristik özellikleri taşıyan geniş bir insanlar topluluğu olarak tanımlıyordu (italikler benim)." List açıkça şöyle yazıyordu: Çok çeşitli milli kaynaklarla donatılmış büyük bir nüfus ile geniş bir toprak parçası, milliyetin esas gerekleridir... İnsan sayısı ve toprak büyüklüğü sınırlı olan bir millet, ayn bir dili olsa bile, sanatın ve bilimin gelişmesi açısından ancak derme çatma kuramlara ve kısır bir edebiyata sahip olabilir. Küçük bir devlet kendi topraklan içinde üretimin çeşitli dallannda asla tam anlamıyla yetkinleşemez 42. Görüşlerinin iyi bir özeti için, E. Strauss, Irish Nationalism and British Democracy (Londra, 1951), s. 218-20. 43. Millet maddesi, Elias Regnault, Dictionnaire politique: Garnier-Pages in bir giriş yazısı da vardır (Paris, 1842), s. 623-5. N y-a-t-il pas quelque chose de derisdire d'appeler la Belglgue une nation? 44. Utiliarianism, s. 365 te Considerations on Representative Government. 45. Oxford English Dictionary, VII, s. 30. 46. A.g.y., s. 175-6. 47
48 Profesör Gustav Cohn un düşüncesine göre, büyük çaplı devletlerin (Grossstaaten) ekonomik yaran Britanya ve Fransa nın tarihiyle kanıtlanmıştı. Büyük çaplı devletlerin ekonomik üstünlükleri kuşkusuz tek bir global ekonominin üstünlüklerinden daha azdı; ama ne yazık ki dünya birliği aşamasına henüz ulaşılamamıştı. Bu ara aşamada, insanlığın bütün insan ırkı adına özlemini duyduğu her şey... insanlığın önemli bir kesimi, yani 30-60 milyon insan için bu noktada zaten (zunâchst einmal) sağlanmış durumdadır ve sonuçta, uygar dünyanın geleceği daha uzunca bir zaman büyük devletlerin kurulması (Grossstaatenbildung) biçiminde sürecektir. ^ İleride yine değineceğimiz, milletler in dünyanın birliğine kıyasla ikinci en iyi gözüm olduğu varsayımına dikkat çekelim. Bu tezden çıkanlan şu iki sonuç konuyla ilgili ciddi düşünürlerin hemen hepsince, (bazı tarihsel nedenlerden dolayı Almanlar kadar açıkça söylenmese bile) evrensel ölçüde kabul edilmekteydi. Birincisi, milliyet ilkesi pratikte yalnızca belirli bir büyüklüğe sahip milliyetlere uygulanmalıydı. Bundan dolayı, milliyet ilkesinin havarisi olan Mazzini nin İrlanda ya bağımsızlık öngörmemesi pek şaşırtıcı değildi. Daha küçük milliyetlere ya da potansiyel milliyetlere (SicilyalIlar, Bretonlar, Galliler) gelince, onların taleplerinin ciddiye alınma şansı iyice düşüktü. Aslında Kleinstaaterei (mini devletler sistemi) sözcüğüne kasten aşağılayıcı bir anlam yüklenmişti. Alman milliyetçilerinin karşı çıktıkları buydu. Eskiden Türk imparatorluğunda bulunan topraklann çeşitli küçük bağımsız devletlere bölünmesinden türetilen Balkanlaşma sözcüğü hâlâ olumsuz bir çağnşım uyandırır. Aslında her iki terim de politik hakaretler sözlüğüne giriyordu. Mazzini nin 1857 de hazırladığı geleceğin Avrupa mimçtleri haritası bu eşik ilkesi nin mükem-i mel bir örneğidir: Bu haritada ancak bir düzine devlet ve federasyon yer alıyordu ve bunlardan yalnızca bir tanesi (elbette, İtalya ydı bu) sonraki kritere göre açıkça çokmilletli sınıfına girme-, yecekti."* Birinci Dünya Savaşı ndan sonraki banş anlaşmalarına' 47. Gustav Cohn, Grundlegung der Nationaloekonomie, Cilt I (Stuttgart, 1885), s. 447-9. 48. Bkz. der. Deniş Mack Smitfı, II Risorgimento (Bari, 1968), s. 422. 48
49 egemen olan Wilsoncu formülasyondaki milliyet ilkesi, yirmi altı (kısa süreliğine kurulan Özgür İrlanda Devleti ni* de eklersek, yirmi yedi) devletlik bir Avrupa ortaya çıkarmıştı. Benim ekleyeceğim, yalnızca Batı Avrupa da yöresel hareketler üzerine yapılan yeni bir incelemede bu tür kırk iki hareket saptandığını,'* bunun da eşik ilkesi bir kere terk edilirse nasıl bir manzarayla karşılaşılabileceğini kanıtladığını söylemektir. Ancak, dikkat çeken nokta, liberal milliyetçiliğin klasik döneminde hiç kimsenin eşik ilkesini terk etmeyi hayal bile etmemiş olmasıydı. Milletlerin kendi kaderini tayin etmesi yalnızca yaşama şansına sahip olduğu düşünülen milletler için geçerliydi ve burada kastedilen yaşayabilirlik tam olarak ne anlama gelirse gelsin, kültürel açıdan ve kesinlikle ekonomik açıdan da yaşama şansına sahip milletler söz konusuydu. Bu anlamıyla Mazzini ve Mill in savunduklan milletlerin kendi kaderini tayin etmesi fikri ile Başkan Wilson un yaklaşımı arasında temel farklar vardı. Birinden ötekine geçişin nedenleri üzerinde aşağıda duracağız. Ancak burada en passant" belirtelim ki, eşik ilkesi Wilson döneminde bile bütünüyle terk edilmemişti. îki savaş arasında Lüksemburg ile Liechtenstein m varlığı, bu yapılar pul koleksiyoncularına ne kadar hoş görünürse görünsün, hâlâ ufak bir rahatsızlık yaratıyordu. Özgür Danzig Şehri nin*" varlığı, yalnızca onu kendi topraklanna katmak isteyen iki komşu devlette değil, aynca daha genel olarak hiçbir şehir-devletinin yirminci yüzyılda, ortaçağdaki Hansa Ligi " gibi yaşama şansı bulamayacağını hissedenleri de rahatsız ediyordu. Avusturya nın sakinlerinin hemen hepsi, kendileri kadar küçük bir devletin bir ekonomi olarak bağımsız biçimde yaşayabileceğine ( lebensfâhig olduğuna) inanamadıklanndan Almanya yla birleş Özgür İrlanda Devleti 1922-1937 yılları arasında var olmuştu, (ç.n.) 49. Der. Jochen Blaschke, Handbuch der westeuropâischen Regionalbewegungen (Frankfurt, 1980). " (Fr.) Geçerken, söz arasında, (ç.n.) '** Danzig, 1920-39 yılları arasında Milletler Cenniyeti nin himayesinde özgür bir şehir olarak var olmuştu, (ç.n.) "** Burada, Kuzey Almanya da ve ona bitişik ülkelerde ekonomik çıkarlannı geliştirip kollamak üzere kurulan ve başlıca üyeleri Bremen, Lübeck ile Hamburg olan ortaçağdaki özgür şehirler birliğine atıf yapılıyor, (ç.n.) 49
50 meyi arzu ediyorlardı. Milletler topluluğunda Dominik, Maldiv Adaları ya da Andorra gibi birimlere yer açma durumuna gelmemiz ancak 1945 ten, hatta sömürgeciliğin bitişinden sonralara rastlar. İkinci sonuç, milletlerin inşasının kaçınılmaz biçimde bir genişleme süreci olarak görülmesiydi. İrlanda örneğinin ya da aynlıkçı milliyetçiliğin kuraldışı sayılmasının bir nedeni de buydu. Önceden gördüğümüz gibi, toplumsal evrimle birlikte insan topluluklannm oluşturduğu birimlerin aile ve kabileden başlayıp kaza ve kantona, yöreselden bölgesel, giderek milli, hatta global ölçeğe doğru genişlemesi kuramda kabul görmekteydi. Bu yüzden milletlerin, diğer etkenler aynı kalmak koşuluyla, ancak insan toplumunun ölçeğini genişlettikleri kadanyla tarihsel evrimle uyum içinde olması gibi bir fikirle karşılaşılıyordu. Öğretimizi bir önerme biçiminde özetlemeye kalkarsak söylememiz gereken herhalde şudur: Milliyet ilkesi, genelde, dağmık insan grupiannı sıkı bir bütün halinde birleştirmeye eğilimli olduğu zaman meşru, bir devleti bölmeye eğilimli olduğu zaman gayri meşrudur. Demek ki pratikte, milli hareketlerin milli birliğe ya da genişlemeye uygun hareketler olması beklenmekteydi. Bütün Almanlar ve İtalyanlar, bütün Yunanlılar gibi, tek bir devlet içinde bir araya gelmeyi ummuşlardı. Sırplar Hırvatlarla birleşerek tek bir Yugoslavya yı oluşturacaktı (ki bunun tarihte hiçbir örneği yoktu). Bununla da yetinmeyip daha da geniş bir birimin peşinde olanlar, bir Balkan Federasyonu rüyası görüyorlardı. İkinci Dünya Savaşı ndan sonraya kadar komünist hareketler bu amaca bağlı kalmışlardı. Çekler Slovaklarla birleşecek, PolonyalIlar Litvanyalılar ve Ruthenyahlarla' birlik oluşturacak (aslında bunlar, Polonya nın paylaşılmasından önce tek bir büyük devleti meydana getiriyorlardı), Moldavya daki Rumenler Eflak ve Transilvanya daki Rumenlerle kaynaşacaklardı, vb. Bu durum etnik köken, dil ya da ortak tarihe dayalı millet tanımlarıyla açıkça bağdaşmıyordu, ama bunlar da zaten önceden gördüğümüz gibi, liberal millet oluşturmanın belirleyici kri- 50. Lalor, Cyclopedia o f Political Science, Cilt II, s. 941 de Maurice Block. * Ruthenya ve Doğu Çekoslovakya da yaşayan bir grup UkraynalI, (ç.n.) 50
51 terleri değildi. Her halükârda, en eski ve en tartışmasız ulus devletlerin, yani Britanya, Fransa ve Ispanya nın fiilen çok sayıda milliyet, dil ya da etaik grup banndırdığını asla kimse reddetmemiştir. Milliyetlerin aynı topraklar üzerinde açıkça kaynaşmış olduğu, onlan salt yaşadıkları mekân yüzünden birbirine düşürmenin kesinlikle gerçekçi görünmediği Avrupa nın pek çok köşesinde ve dünyanın geri kalan bölümünde olduğu gibi, ulus devletler in milli açıdan heterojen bir nitelik taşıması artık çok daha kolay kabul ediliyordu. Millet olmayı bir toprak parçası yerine kişilere bağlayan AvusturyalI Marksizmi gibi milliyet yorumlarının temelini bu oluşturacaktı. Avusturya sosyal demokrat partisi içinde bu yöndeki inisiyatifin ağırlıklı olarak Slovenlerden gelmesi de rastlantı değildi. İç içe geçmiş küçük bölgelerde ya da belirsiz ve durmadan değişen sınır bölgelerinde bulunan Sloven ve Alman yerleşim yerlerinin birbirinden aynimalannın zor olduğu bir alanda yaşıyorlardı Slovenler. Gene de ulus devletlerin milli temelde heterojen bir nitelik taşıdığının kabul görmesinin nedeni, öncelikle, küçük, özellikle de küçük ve geri milliyetlerin daha büyük milletlerle birleşerek ve onlar aracılığıyla insanlığa kendi katkılannı yaparak çok şey kazanacaklarının düşünülmesiydi. Sağduyulu gözlemcilerin konsensüsünü dile getirme iddiasındaki Mili, Deneyim, bir milliyetin başka bir milliyetle birleşip özümsenmesinin mümkün olduğunu kanıtlar diyordu. Çünkü geri ve aşağı uluslar için çok şey kazanmak anlamına gelecekti bu: Bir Breton ya da Fransız Navarre ından bir Baskın... Fransız yurttaşlarının bütün ayncalıklanna eşit ölçüde sahip olarak Fransız milliyetini kabul etmesinin, dünyanın genel hareketine katılmadan ya da ilgi duymadan kendi dar zihinsel yörüngesinde dönerek, geçmiş zamanlann yan-vahşi kahntısı olan kendi taşma toprağına bakarak yaşamasından daha yararlı olduğunu kimse reddedemez. Aynı sözler Britanya milletinin üyeleri olarak Galli ya da Kuzey İskoçyalılar için de geçerlidir. 51. Etbin Kristan ın partisinin milli programının geliştirildiği Brünn (Bmo) Kongresi'ne katkısı için, bkz. Georges Haupt, Mlchel Löwy ve Cladule Weill, Les Marxistes et la question nationale 1848-1914 (Paris, 1937), s. 204-7. 52. Mili, Utilitarianism, Liberty and Representative Government, s. 363-4. 51
52 Bağımsız ya da gerçek bir milletin, o zaman benimsenen kriterlere göre yaşama şansına sahip bir millet olma gerektiği bir kez kabul edilince, daha küçük milliyetlerle dillerden bazılan kaybolmaya mahkûm oluyorlardı. Friedrieh Engels, Çeklerin bir halk olarak ortadan kalkacağını tahmin ettiği ve başka birkaç halkın geleceğiyle ilgili olumsuz sözler sarf ettiğinden dolayı büyük bir Alman şovenisti olduğu yolunda ağır eleştirilere uğramıştı. Engels Alman olmaktan gurur duyuyordu ve kendi halkını devrimci geleneği dışında diğer halklardan üstün görmeye eğilimliydi; aynca, en ufak bir kuşku yok ki. Çekler ve başka bazı halklar hakkında tam bir yanılgı içindeydi. Gene de Engels i, on dokuzuncu yüzyıl ortasındaki her tarafsız gözlemcinin paylaştığı özcü tutumu yüzünden eleştirmek kesinlikle anakronizm olur. Bazı küçük milliyetlerle dillerin bağımsız bir geleceği yoktu: Gerek ilkede gerekse pratikte milli kurtuluşa düşmanca yaklaşmayan insanlar bile genelikle bu görüşe yürekten katılıyorlardı. Üstelik böylesine genel bir tutumda şovenist olan hiçbir yan yoktu. İlerlemenin yasalanna (o zamanlar kesinlikle böyle adlandırılırdı) topluca kurban gidenlerin dilleri ve kültürüne karşı hiçbir düşmanlık içermiyordu bu tutum. Tam tersine, devleti elinde bulunduran milliyetin ve devlet dilinin üstünlüğünün tartışma konusu olmadığı yerlerde, sırf makro-milli paletteki renk bolluğunun kanıtı olarak, büyük millet, kendi içindeki lehçelerle dar kapsamlı dilleri, barındırdığı daha küçük topluluklann tarihsel ve folklorik geleneklerini canlı tutup besleyebilirdi. Bundan başka, daha büyük milletle bütünleşmeyi olumlu sayan (ya da istenirse, ilerlemenin yasalannı kabul eden) küçük milliyetler, hatta ulus devletler, mikro-kültür ile makro-kültür arasında uzlaşmaz aynlıklar bulunduğunu kabul etmiyor, hatta modem çağa ayak uyduramayan şeylerin elenip gitmesini anlayışla karşılıyorlardı. 1707 Birliği nden sonra Kuzey Britanyalı kavrammı icat edenler Ingilizler değil, İskoçlardı. "' Çok güçlü bir dinsel ve şiirsel araç olan kendi dillerinin on 53. Krş. Roman Rosdolsky, Friedrieh Engels und das Problem der geschichtslosen Völker (Archiv für Sozialgeschicthe, 4/1964, s. 87-282). 54. Bkz. Unda Colley, VVhose nation? Class and national consciousness in Britain 1750-1830, Past and Present, 113,1986, s. 96-117. 52
53 dokuzuncu yüzyıl dünyasında işlek bir kültür dili olamayacağından kaygı duyanlar (yani, iki dilli olmanın zorunluluğu ve avantajlannı kabul edenler), on dokuzuncu yüzyıl Galler inde Galce konuşanlar ve bunu savunanlardı. Kuşkusuz İngilizce konuşan Galli için Britanya daki bütün kariyer olanaklarının açık olduğunun farkındaydılar, gene de eski gelenekle duygusal bağlannı koparmaya kalkışmıyorlardı. Doğal evrimin basitçe kendi haline bırakılmasını isteyen Brecknock taki Dissenting College, Rahip Griffıths gibi kendi dilinin zamanla kaybolmasına razı olanlar arasında bile bu bağlılık açıkça görülmektedir: Bırakın /Gal dili/ adil biçimde, huzur içinde ve saygıya layık olarak ölsün. Bizler ona bağlıyken çok az kişi onun ıstırapsız ölümünün ertelenmesini isteyecektir. Ama onun öldürülmesini önlemek için yapılan hiçbir fedakârlık da çok büyük sayılmayacaktır." Kırk yıl sonra başka bir küçük milliyetin ferdi, sosyalist kuramcı Kari Kautsky (Çek kökenliydi) de benzer biçimde duruma razı olan ama heyecanını da kaybetmeyen bir dille konuşuyordu: Milli diller giderek ev içine hapsolacak, hatta ev içinde bile miras kalmış eski bir aile mobilyası, pratik yaran olmasa bile saygıyla korunan bir eşya muamelesi görecektir. Ancak bağımsız bir geleceği olacağından kuşku duyulan küçük milletlerin sorunlarıydı bunlar. İngilizler, Britanya Adalan egzotizmiyle iftihar ederlerken, İskoçlann ve Gallilerin zihinlerini kurcalayan düşüncelere aldmş bile etmiyorlardı. Gerçekte de, büyük milliyetlere kafa tutmayan küçük milliyetleri hoş karşılayan, İrlandacayı kullanan yazarların kısa sürede fark ettikleri gibi, bunlar ne kadar İngilizlerden farklı davranırlarsa, İrlandalıhklan ya da İskoçluklan o kadar kalın duvarlarla örülürdü. Aynı biçimde pancermen 55. leuan Gvvynedd Jones, Language and community in nineteenth-century Wales, der. David Smith, A People and a Proletariat: Essays in the History of Wales 1780-1980 {Londra, 1980, s. 41-74, özellikle s. 59-63). 56. Inquiry on Education on VVales, Parliamentary Paper, 1847, XXVII, Kısım II (Report on the Counties of Brecknock, Cardigan ve Radnor, s. 67). 57. Haupt, Löwy ve VVeill, Les Marxistes, s. 122. 53
54 milliyetçileri. Yüksek Almancanm rakibi olmaktan ziyade eklentisi durumuna düşen Aşağı Almanca ya da Frizya diliyle yaym çıkanlmasmı fiilen cesaretlendiriyor; milliyetçi İtalyanlar da Belli yle, Goldoni yle, Napoliten şarkılarla gururlanıyorlardı. Hatta Fransızca konuşan Belçikalılar Flamanca konuşan Belçikalılara karşı çıkmıyordu. Aksine Flaman milliyetçileri Fransızcayı reddediyordu. Aslında önde gelen milletin yani Staatsvolk'un küçük dilleri ve kültürleri bastırmaya çalıştığı örneklere rastlanıyordu, ancak on dokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar Fransa dışında çok az görülüyordu bu tür olaylar. Demek ki bazı halklar ya da milliyetler asla eksiksiz bir millet olamamak gibi bir kaderle yüz yüzeydi. Diğerleriyse tam millet olma niteliğine kavuşmuşlardı ya da kavuşacaklardı. Ama geleceği olanlar hangisiydi, olmayanlar hangisiydi? Bir milliyetin karakteristik özelliklerini oluşturan öğelerle -toprak parçası, dil, etnik köken, vb.- ilgili tartışmaların bu soruyu yanıtlama açısından pek yaran yoktu. Eşik ilkesi, bazı küçük halklan safdışı bıraktığından doğal olarak daha yararlıydı; ama, daha önce gördüğümüz gibi, yaşayabilir ulus devlet oluşturma yetenekleri konusunda farklı düşünceler beslenen îrlandalılar gibi milli hareketleri saymazsak, oldukça mütevazı büyüklükte, niteliğinden kuşku duyulmayan milletler var olduğuna göre, bu ilke de belirleyici değildi. Kenan ın Hannover ve Büyük Parma Dükalığı yla ilgili ortaya attığı sorunun en çarpıcı yanı, öncelikle, onlan bütün milletlerle değil, yaklaşık aynı büyüklükteki diğer ulus devletlerle, Hollanda ya da İsviçre yle karşılaştırmaktı. İleride göreceğimiz gibi, ciddi bir, kitlesel desteğe sahip milli hareketlerin doğuşuyla birlikte bu yargıların yeniden gözden geçirilmesi gerekecekti; ama liberalizmin klasik çağında bu milli hareketlerden çok azı, (Osmanlı İmparatorluğu ndakiler hariç) çeşitli türdeki özerklik taleplerinin ötesinde fiilen bağımsız egemen devletler olarak tanınmayı talep ediyordu. İrlanda örneği her zamanki gibi bu konuda da kuraldışıydı; Britanya dan bağımsız olmasının dışında düşünülemeyecek bir İrlanda Cumhuriyeti kurulmasını isteyen Fenianlann ortaya çıkışından beri hep kuraldışı olmuştu İrlanda. 54
55 55 Pratikte, bir halkın, eşiği aşacak büyüklükte olması koşuluyla, kesinlikle bir millet olarak sınıflandınimasına olanak tanıyan yalnızca üç kriter vardı. Bu üç kriterden birincisi, milletin, mevcut devletle tarihsel bağı ya da oldukça eskiye dayanan ve yakın döneme uzanan geçmişle bağıydı. Bir İngiliz ya da Fransız millet-halkının, bir (Büyük) Rus halkının, PolonyalIların varlığının ve belirgin milli karakteristik özelliklere sahip bir İspanyol milletinin İspanya dışında çok az tartışılmasının nedeni buydu. *Çünkü, milletle devletin özdeşleşmesi açısından bakıldığında, yabancıların bir ülkedeki biricik halkın o devlet-halka ait olanlar olduğunu düşünmesi (İskoçları hâlâ sinirlendiren bir alışkanlık) doğaldı. İkinci kriter, yazılı bir milli edebi ve idari anadile sahip olan, yerleşik bir kültürel elitin varlığıydı. İtalyan ve Alman halklannm özdeşleşebilecekleri bir devlet olmadığı halde, millet olma iddialarının temeli buydu. Her iki örnekte de sonuç olarak milli kimliğin dille kuvvetli bağlan vardı; oysa bu milli dil her iki örnekte de son derece küçük bir azınlığın konuşma diliyken (İtalya da birliğin sağlandığı sırada İtalyanca konuşanların oranı tahminen yüzde 2.5 ti), halkın diğer kesimi çeşitli ve genellikle karşılıklı olarak anlaşılamayan diller konuşmaktaydı. Üzülerek belirtmek zorunda olduğumuz üçüncü kriter, kanıtlanmış bir fetih yeteneğiydi. Friedrich List in çok iyi bildiği gibi, bir halkın bu haliyle kolektif varlığının bilincine varması için emperyal bir halk olmaktan daha iyi bir yol yoktur. Ayrıca, on dokuzuncu yüzyıl açısından baktığımızda, bir sosyal türün evrimdeki başarısının Darvvinci kanıtını sağlıyordu fetih yeteneği. Diğer millet adaylan a priori dışlanmamıştı, ama bu adaylan haklı çıkaran a priori bir varsayım da yoktu. En emin yol, belki de, 58. Ispanya içinde Aragon ve Kastilya krallıklan halklarının kültürel, dilsel ve kurumsal farklılıkları apaçık biçimde görünmekteydi. Aragon u içermeyen Ispanya Imparatorluğu nda ise bu farklılıklar çok daha belirgindi. 59. Tulho de Mauro, Storia linguistica deli ltalia unita, (Bari, 1963), s. 41. 60. Obwohl sie aile İn einem Reich Deutscher Nation nebeneinander lebten, darf nichts darüber hinv\/egtâuschen, dass ihnen sogar die gemeinsame Umgangssprache fehlte. [Alm. Hepsi birlikte, aynı imparatorlukta Alman milleti nde yaşadıklan halde ortak bir gündelik dilin eksikliği de apaçık ortadaydı.] Hans-UIrich VVehler, Deutsche Gesellschaftsgeschichte, Cilt I (Münih, 198^, s. 50.
56 on dokuzuncu yüzyıl liberalizminin ölçütleriyle, tarih ve ilerleme açısmdan kuraldışı ve köhne sayılıp mahkûm edilen bir politik birim içinde bulunmaktı. Osmanlı İmparatorluğu bu anlamdaki en belirgin fosildi, ama Habsburg İmparatorluğu nun kaderinin de ona benzediği giderek ortaya çıkıyordu. Burjuva liberalizminin muzaffer çağındaki (diyelim, 1830-1880 arası) ideologlannın gözünde millet ve ulus devlet anlayışı beyleydi. Bu kavramlar iki açıdan liberal ideolojinin parçasını oluşturuyordu. Birinci neden, milletlerin gelişmesinin, insanın evrimi ya da ilerlemesinde tartışma götürmez biçimde küçük gruptan büyük gruba, aileden kabileye, bölgeye, millete ve son kertede geleceğin birleşik dünyasına uzanan süreçte bir aşama olmasıydı. G. Lowes Dickinson m yüzeysel ve bu yüzden tipik olan sözleriyle, geleceğin birleşik dünyası ırkın çocukluk devresine ait olan milliyet engellerinin bilim ve sanat güneşinin ışığında eriyip çözüleceği bir aşamaydı.^' Bu dünya dilsel açıdan da birleşik olacaktı. Gerek Başkan Ulysses Grant ın gerekse Kari Kautsky nin kafasında, yerel ve duygusal bir rol oynayan lehçeler düzeyine indirilmiş milli dillerle yan yana yaşayan, tek bir dünya dili düşüncesi vardı. Artık biliyoruz ki, bu tür öngörüler tamamen uydurma değildi. 1870 lerin milletlerarası telgraf ve sinyalizasyon kodlarının ardından, 1880 lerden itibaren girişilen yapay dünya dilleri oluşturma girişimleri, biri dışında fiyaskoyla sonuçlanmıştı. Esperanto dili, dönemin sosyalist enternasyonalizminden türeyen bazı rejimlerin koruması altında, küçük gruplar arasında hâlâ varlığını sürdürmektedir. Öbür yandan Kautsky nin bu tür çabalara karşı duyarlı kuşkuculuğu ve büyük devlet dillerinden birisinin fiilen dünya diline dönüşeceği öngörüsü doğru çıkmıştı. İngilizce, milli dillerin yerini almaktan ziyade onlan tamamlamak biçiminde olsa bile, global dil haline gelmiştir. 61. B. Porter, Critics o f Empire. British Radical Attitudes to Colonialism in Africa, 1895-1914 (Londra, 1968), s. 331, akt. G. Lowes Dickinson, A Modem Symposium, 1908. 62. Başkan Grant ın açılış konuşmasından bununla ilintili bir alıntı için bkz. E. J. Hobsbawm, The Age o f Capital, 1848-1875 {Londra, 1975), Bölüm 3 teki epigrafi ar. 56
57 Demek ki liberal ideolojinin perspektifiyle bakıldığında, millet (yani, yaşayabilir büyük millet) on dokuzuncu yüzyıl ortasında ula- jıian evrim aşamasını yansıtıyordu. Daha önce gördüğümüz gibi, bu doğrultuda madalyonun diğer yüzünde yer alan ilerleme olarak millet fikri ise mantıki olarak küçük topluluklarla halkların daha büyük birimlerce asimile edilmesini yansıtmaktaydı. Bundan ister istemez eski bağlılıklar ve duyguların terk edilmesi gibi bir sonuç (.ıkmazdı, ancak böyle de olabilirdi. Geçmişlerine bakmayı hiç islemeyen, coğrafi ve toplumsal bakımdan hareketli milletler eski bağlılık ve duygulannı terk etmeye pekâlâ hazır olabilirlerdi. Asimilasyonun tam eşitlik sunduğu ülkelerde yaşayan pek çok orta sınıf Yahudisi, yüzyıl sonundan itibaren, yerli millet asimile olan kişfiyi tam anlamıyla benimsemeye hazır değilse, (Paris, Kral IV. Henri den çok bir kitleye aitti) asimile edilmeye hazır olmanın yeterli olmadığını anlayana kadar bu eğilimin çarpıcı örneğini oluşturuyordu. Ayrıca, ABD nin kesinlikle katılmak isteyen herkese özgürce bir millet üyeliği sunan ve milletler e kapılarını sınıflardan daha kolay açan tek devlet olmadığı unutulmamalıdır. 1914 ten <inceki kuşaklann saflan, annelerini bırakın babalannın bile konuşmadığı bir dili benimsemiş (Slav, Macarlaşmış Alman ya da Macarlaşmış Slav) büyük millet şovenistleriyle dolup taşıyordu. Asimilasyonun ödülü büyük olabilirdi. Ancak modem millet bir başka anlamda da liberal ideolojinin parçasıydı. Millet, mantıksal zorunluluktan çok, uzun süredir onlarla birlikte anıldığı için büyük liberal sloganlarla bağlantılıydı: Çünkü özgürlük ve eşitlik, kardeşlik içindi. Bir başka şekilde ifade edersek, milletin kendisi tarihsel bakımdan yeni olduğu için, muhalazakâr ve geleneksele! çevreler tarafından karşı çıkılıyor ve bu yüzden onların düşmanlarına çekici geliyordu. İki düşünce silsilesi lirasındaki etkileşim, Avusturya daki, şiddetli bir milli çatışma alanı olan Moravya da doğmuş tipik bir pancermen örneğiyle açıklanabilir. 1901 den 1938 e kadar politik görüşleri durmadan değişmesine karşın kesintisiz bir bağlılıkla Viyana polisine hizmet eden Arnold Pichler bütün ömrü boyunca ateşli bir Çek karşıtı ve Ya- 113. Franz Pichler, PoHzeihofrat P. Ein treuer Diener seienes ungetreuen Staates. 57
58 hudi karşıtı olan milliyetçi bir Almandı; ama, bazı Yahudi karşıtı arkadaşlan gibi bütün Yahudileri toplama kamplanna doldurmayı düşünmemişti.^ Pichler aynı zamanda ateşli bir laikti, hatta politikada liberal eğilimli birisiydi; kaldı ki ilk cumhuriyette Viyana nın en liberal günlük gazetelerinde yazılar yazmıştı. Onun yazılarında milliyetçilik ile öjenik* fikirler, sanayi devrimine ve daha şaşırtıcı biçimde bir dünya yurttaşlan (Weltbürger) topluluğu yaratılmasına yönelik coşkuyla el ele gitmekteydi ve düşüncesi, küçük kasaba taşralılığından ve eskiden bölgesel köşelere hapsedilmiş olanlara bütün yeryüzünün kapılannı açan kilise kuleleriyle sınırlı ufukların çok uzağına düşüyordu.^ Demek ki, burjuva liberalizminin parlak devrinde (bu, aynı zamanda milliyet ilkesi nin ilk defa milletlerarası politikada ciddi bir sorun haline geldiği çağdı) liberal düşünürlerin kafasındaki millet ve milliyetçilik kavramı böyleydi. İleride göreceğimiz gibi bu anlayış, temel bir noktada Wilson un milletlerin kendi kaderini tayin etmesi ilkesinden (bu ilke ayrıca kuramsal olarak Leninist bir ilkeydi ve on dokuzuncu yüzyıl sonundan itibaren bu alandaki bütün tartışmalara damgasını vurmuştu, halen de vurmaktadır) aynhyordu. Bu anlayış kayıtsız şartsız olmadığından, yukarıda aktanlan ve eşik ilkesi ni reddeden Fransız Devrimi nin Haklar Bildirgesi nde belirtilen radikal-demokratik görüşten de aynhyordu. Pratikte ise egemenlik ve kendi kaderini tayin etme hakkı bu şekilde güvence altına alınmış olan mini halkların bu haklannı kullanmalarına, kendilerinden daha büyük ve daha açgözlü komşularınca genellikle izin verilmezdi ve üstelik bu ülkelerde 1795 ilkelerine sempatiyle yaklaşan pek az kişi vardı. Burada akla, o çağda İnsan Haklan Bildirgelerini hazırlayan Rousseau okurlannın zihinlerinde canlı bir yeri olan İsviçre nin (muhafazakâr) özgür dağ kantonlan gelmektedir. Bu tür topluluklarda solcu özerkçi ya da bağımsız hareketlerin günü henüz gelmemişti. Wiener Polizeidienst 790Î-T938 (Viyana, 1984). Bu referans için Clemens Helier a teşekkür ederim. 64. A g.y., s. 19. * İnsan ırkının soyaçekim yoluyla zihnen ve bedenen geliştirilmesine ilişkin, (ç.n.) 65. A.g.y., s. 30. 58
59 Liberalizm açısından (Marx ve Engels örneğinin kanıtladığı gibi, yalnız liberalizm açısından da değil) millef in gerekçesi, insan toplumunun tarihsel gelişmesinin bir aşamasını temsil etmesiydi. Belirli bir ulus devletin yerleşik düzeni açısından gerekçe ise, söz konusu milliyetin üyelerinin öznel duyguları ya da gözlemcinin kişisel sempatileri ne yönde olursa olsun, tarihsel evrime ve ilerlemeye uygun olup olmadığına ya da onları geliştirip geliştirmediğine bağlıydı. Kuzey tskoçlara karşı genel bir burjuva hayranlığı duyulmasına karşın, bildiğim kadanyla, onlar için millet olmayı talep eden bir tek yazar -asıl destekçileri Kuzey İskoç asıllı aileler olan İyi Prens Charles döneminde Stuart restorasyonunun başansızlığından yakınan duygusallardan bile- çıkmamıştı. Ancak tarihsel açıdan haklılığı olan milliyetçilik, ilerlemeye uygun düşen, yani insan ekonomisi, toplumu ve kültürünün içinde işlediği kapsamı sınırlamaktan ziyade genişleten milliyetçilik olsaydı, örneklerin ezici bir çoğunluğunda, küçük halklann, küçük dillerin, küçük geleneklerin savunusuna, tarihin kaçınılmaz ilerlemesine tutucu bir direniş olmaktan başka bir sıfat yakıştınlabilir miydi? Küçük halk, dil ya da kültürün ilerlemeye uygunluğu, yalnızca daha büyük bir birim karşısındaki aşağı statüsünü kabul ettiği ya da nostalji ve diğer duygulannı içine atarak kavgadan çekildiği -kısacası, Kautsky nin atfettiği eski aile mobilyası statüsünü kabullendiği- kadanyla söz konusuydu. Ve elbette, dünyadaki küçük topluluklarla kültürlerin önemli bölümü bu statüyü kabul eder gibi görünüyordu. Bu durumda kültürlü liberal gözlemcinin akıl yürütebileceği gibi, Keltçe konuşanlar İngilizcenin Northumberland' lehçesini konuşanlardan niçin farklı davransınlar? Onlan iki dili de konuşmaktan alıkoyan hiçbir şey yoktu. Bir İngiliz lehçesiyle yazanlar kendi dillerini standart milli dile karşı değil, her ikisinin de ayn bir 66. Krş. Friedrich Engels in Bernstein a mektubu, 22-25 Şubat 1882, VVerke, Cilt 35, s. 278ff, Balkan Slavları üzerine: Bu adamlar VValter Scott ın övdüğü Kuzey Iskoçlar -başka bir sığır hırsızlan güruhu- kadar hoş insanlar olsaydı bile, en fazla yapabileceğimiz, bugünkü toplumun onlara yaklaşım tarzını mahkûm etmektir. iktidarda olsaydık biz de bu adamlann çapulculuklanyla uğraşmak zorunda kalırdık. * Ingiltere nin en kuzeyindeki kazası, (ç.n.) 59
60 değeri ve yeri olduğu bilinciyle seçmişlerdi. Ve zaman içinde yerel diller milli dilin önünden çekilir, hatta bazı marjinal Kelt dillerinde görüldüğü üzere sönüp giderse (Comish' ve Manx" on sekizinci yüzyılda artık konuşulmaz olmuştu), o zaman tabii bundan yakınılabilirdi; ama aynı zamanda bu kaçınılmaz bir süreçti. Bu diller ağlayıp sızlanmadan ölmeseler bile, folklor kavramını ve terimini bulmuş olan bir kuşak, yaşayan günümüz ile geçmişin kalıntıları arasındaki farklılığı anlatabilirdi. Dolayısıyla, klasik liberal çağın millet ini anlamak için, millet inşası nın, on dokuzuncu yüzyıl tarihinde ne kadar merkezi bir yere sahip olursa olsun, yalnızca bazı milletler açısından geçerli olduğunu akılda tutmak şarttır. Aslında milliyet ilkesi ni uygulama talebi de evrensel değildi. Gerek milletlerarası bir sorun olarak, gerekse bir iç politik sorun olarak millet olma, politikaya açıkça egemen olduğu Habsburg İmparatorluğu gibi çeşitli dillerin ve etnik grupların yer aldığı devletler içinde bile, yalnızca sınırlı sayıda insanı ya da bölgeyi etkiliyordu. 1871 den sonra -yavaş yavaş dağılan Osmanlı İmparatorluğu nu daima istisna olarak görüyoruzyalnızca bir avuç insanın Avrupa haritasında ciddi değişiklikler olmasını beklediğini, süregiden Polonya sorunu dışında bu tür değişikliklere yol açabilecek çok az sayıda milli problem saptadığını söylemek pek abartı olmayacaktır. Hakikaten, Balkanlar ı saymazsak, Alman İmparatorluğu nun kuruluşu ile Birinci Dünya Savaşı arasında Avrupa haritasında gözlenen biricik değişiklik, Norveç in İsveç ten aynimasıydı. Kaldı ki, 1848 den 1867 ye kadar uzanan yıllardaki milli hezeyanlar ve askeri seferlerden sonra, Avusturya- Macaristan da bile sinirlerin gevşediğini düşünmek pek yersiz olmayacaktır. Ne olursa olsun, Habsburg İmparatorluğu nun yöneticilerinin, 1873 te St. Petersburg da düzenlenen Milletlerarası İstatistik Kongresi nde gelecek nüfus sayımlannda dille ilgili bir sorunun da yer alması önerisini (oldukça gönülsüz biçimde) kabul ettikleri, yalnız bunun uygulanmasının fikrin daha az kışkırtıcı hale gelmesi için zaman kazanmak üzere 1880 e kadar ertelenmesini öner- * Ingiltere nin güneybatı ucundaki Comwall bölgesinde konuşulan dil. (ç.n.) ** Man Adası nda konuşulan Kelt dili, (ç.n.) 60
61 diklerinde bekledikleri budur. Koyacaklan teşhiste daha ciddi bir yanılgıya düşemezlerdi oysa. Başka bir sonuç, bu dönemde genellikle milletlerle milliyetçiliğin, modem standartlara göre millet bazında ne kadar heterojen bir yapı sergilerlerse sergilesinler, ulus devlet statüsüne erişmiş olan politik birimler açısından ciddi iç sorunlar doğurmamış olmasıdır; bunun yanında, ( çok milletli olarak (anakronik biçimde) smıflan- (lıramayacağız) milli olmayan imparatorlukların başına çok ciddi ılertler açtığı da doğrudur. Ren in batısındaki Avrupa devletlerinin hiçbirisi (değişmez bir istisna olan İrlanda sıyla Britanya dışında) bu açıdan ciddi zorluklarla karşılaşmamışlardır. Bununla kastettiğimiz, politikacılann Katalanlann, Basklann, Bretonlann, Flamanların, îskoçlann ve Gallilerin farkında olmadıkları değil, bunlann esas olarak devlet genelinde etkin bir politik gücü destekleyen ya (la zayıflatan unsurlar olarak görüldüğüdür. İskoçlar ve Galliler liberalizmi, Bretonlar ve Flamanlar ise geleneksel Katolikliği güçlendirici rol oynuyorlardı. Elbette ulus devletlerin politik sistemleri, hem liberal millet kuramı ve pratiğini hem de on dokuzuncu yüzyıl liberalizminde başka pek çok şeyi zayıflatacak olan seçim demokrasisinin yokluğundan dolayı şanslıydı. Liberal çağdaki milliyetçilikle ilgili ciddi kuramsal yayınların azlığının ve bir ölçüde tesadüflere bağlı olmasının nedeni herhalde budur. Mili ve Renan gibi gözlemciler, Viktoryenlerin, ırk la -dil, din, toprak, tarih, kültür vs.- tutkulu bir biçimde ilgilenmelerine rağmen milli duygu yu -etnisite- oluşturan unsurlar hakkında oldukça rahattılar, çünkü henüz bunlardan birinin ya da ötekinin kalanlardan daha önemli görülüp görülmemesi sorun teşkil etmiyordu. Ancak 1880 lerden itibaren, milli mesele yle ilgili tartışmalar, milli sloganların potansiyel ya da fiili seçmen kitlesine veya kitlesel politik hareketlerin yandaşlarına politik açıdan çekici gelmesi artık gerçek bir pratik kaygı sorunu haline geldiğinden, özellikle sosyalistler arasında iyice ciddileşip yoğunlaşmıştı. Bunun yanm- 67. Emil Brix, Die Umgangsprachen in Altösterreich zwischen Agitation undas- Bİmilation. Die Sprachenstatistik in den zisleithanischen Volkszâhlungen 1886- /9J0 (Viyana-Köln-Graz 1982). 61
62 62 da, millet olmanın kuramsal kriterleri gibi sorunlar da giderek ateşli tartışmalara sahne oluyordu, çünkü artık her özgül yanıtın özgül bir politik strateji, mücadele ve program biçimi içerdiğine inanıhyordu. Yalnızca çeşitli türde milli ajitasyon ya da taleplerle yüz yüze gelen hükümetler açısından değil, aynı zamanda seçmenleri milli, milli olmayan ya da alternatif milli çağniarla seferber etmenin yollannı arayan politik partiler açısından da önem kazansın bir konuydu bu. Orta ve Doğu Avrupa daki sosyalistler açısından milletin ve milletin geleceğinin hangi kuramsal temelde tanımlanacağı büyük farklar gösteriyordu. Marx ile Engels, Mili ve Renan gibi, bu tür sorunlan marjinal olarak değerlendirmişlerdi. İkinci Enternasyonal de ise bu tür tartışmalar merkezi bir yere sahip olduğundan, bir dizi seçkin ya da geleceğin seçkinleri (Kautsky, Luxemburg, Bauer, Lenin ve Stalin) önemli yazılarla katkıda bulunmuşlardı. Böylesi sorunlar Marksist kuramcıları ilgilendiriyor olsa bile. Güney Slav milliyetinin şu ya da bu şekilde tanımlanması, örneğin Hırvatlar, Sırplar, Makedonlar ve Bulgarlar açısından da artık ciddi pratik önemi olan bir konuydu. Dolayısıyla, diplomatların tartıştığı ve 1830-1878 döneminde Avrupa haritasını değiştirmiş olan milliyet ilkesi, Avrupa nın demokratikleşmesi ve kitlesel politika çağında gün geçtikçe merkezi bir yere oturan politik milliyetçilik olgusundan farklıydı. Risorgimento nun henüz gerçekleşmediği Mazzini zamanında İtalyanlann büyük çoğunluğu açısından önemli değildi; öyle ki, Massimo d Azeglio şu ünlü deyişiyle bunu itiraf etmişti: İtalya yı yarattık, şimdi de İtalyanlan yaratmalıyız. * Herhalde Lehçe konuşan çoğu köylünün (diğer dilleri konuşan 1772 den önceki eski Rzecspopolita mn nüfusunun üçte birini saymazsak) kendilerini henüz milliyetçi PolonyalI saymadıkları Polonya Sorunu nu ele alanlar için de önemli değildi. Polonya nın sonraki kurtancısı olan Albay Pilsudski kendi sözleriyle bunu kabul ediyordu: Devleti yaratan mil- 68. Krş. Ivo Banac, The National Question in Yugoslavia: Origins, History, Polltics (Ithaca ve Londra, 1984), s. 76-86. 69. Yeni birliğini sağlayan İtalya krallığı parlamentosunun ilk otuaımunda söylenmiştir, E. Latham, Famous Sayings and Their Autlıors, Detroit, 1970.
63 let değil, milleti yaratan devlettir. Gelgelelim 1880 den sonra sıradan insanlann milliyet konusunda neler hissettikleri giderek «nem kazanmaya başlıyordu. Bu yüzden bu tür sanayi öncesi halklann, politik milliyetçiliğin yepyeni çağnsına dayanak teşkil edecek olan duygu ve tutumlannı ele almak önemlidir. Gelecek bölümde bu konuya eğileceğiz. ro. H. Roos, A History o f Modern Poland, Londra, 1966, s. 48. 63
64 64 Popüler Ö n-m illiyetçilik Milli yurtseverlik gibi çoğu insanın gerçek deneyiminden çok uzak olan bir kavram nasıl ve niçin bu kadar çabuk biçimde böylesine etkili bir politik güç haline gelebilmiştir? Bu konuda, kendilerini bir kolektif ya da topluluk olarak tanımlayan, dolayısıyla başkalarmı yabancı sayan gruplara ait olan insanlarm evrensel deneyimine başvurmak fazla yarar sağlamaz. Önümüzde duran sorunun kaynağı, ya bir devlet olarak ya da bir devlet oluşturma özlemi içindeki insanlar topluluğu olarak modem milletin, insanların tarihin çoğu bölümünde özdeşleştikleri ve değişik taleplerde bulundukları fiili topluluklardan büyüklük, ölçek ve nitelik bakımından farklı olmasıdır. Bu, Benedict Anderson ın kullanışlı deyişiyle, bir hayali cemaaf tir ve kuşkusuz gerçek insan topluluklan ve ilişkiler ağının
65 gevşemesi, çözülüşü ya da ortadan kalkışının doğurduğu duygusal boşluğu doldurabilir. Ama gene de gerçek topluluklarını kaybetmiş olan insanların niçin millet gibi özgül tipte bir ikame varlığı tahayyül ettikleri sorusu gündemden çıkmaz. Bunun nedenlerinden birisi, dünyanın pek çok köşesinde yer alan devletler ile milli hareketlerin, zaten var olan ve sanki potansiyel olarak da modem devletler ve milletlere uygun düşebilecek makro-politik ölçekte etkili olabilen kolektif aidiyet duygularının bazı biçimlerini harekete geçirebilmesi olabilir. Ben bu bağları ön-milli olarak adlandıracağım. Sözünü ettiğim ön-milli bağlar iki türlüdür. İlk olarak, insanların yaşamlarının büyük kısmını geçirdikleri gerçek mekânları tanımlayan çizgileri aşan, yerel-üstü (supra-local) popüler kimlik biçimleri vardır: Napoli halkını birçok bakımdan kolektif olarak etkileyen, şehre hastalık musallat olmaması için (ve ebediyen garantiye alınan bir mucizenin gerçekleşmesiyle) her yıl kanı akıtılması gereken Aziz Januarius Napoli yle çok daha doğrudan ilintili olduğu halde, Napolili müminleri daha geniş bir dünyaya bağlayan Bakire Meryem dir. İkincisi, devletler ve kuramlarla daha doğrudan bağlantılı olan seçkin grupların sonradan genelleştirilebilecek, genişletilebilecek ve popülerleştirilebilecek politik bağlan ve sözcük dağarları vardır. Bunlann modem millet le ortak yanlan biraz daha fazladır. Bununla birlikte ikisi de, haklı olarak, soylannm uzantısı olarak geçen modem milliyetçilikle özdeşleştirilemez; çünkü, bugün millet olarak kavradığımız birimin belirleyici kriterlerintlen olan, belli bir teritoryal politik örgütlenme birimiyle hiçbir zonmlu ilişkileri yoktu ve halen yokur. Burada yalnızca çok belirgin iki örneği alalım. 1945 e ve izleriyle birlikte bugüne kadar, elit kesimleri standart yazılı kültür Almancası nı kullanan Almanca lehçelerini konuşanlar, yalnızca asıl yurtlan olan Orta Avrupa ya değil, aynı zamanda, yönetici sınıflar olarak, şehirliler olarak ve parçalar halinde köylü yerleşim bölgelennde olmak üzere, bütün Doğu ve Güneydoğu Avmpa ya (Kuzey vc Güney Amerika da genellikle dinsel bir diaspora oluşturan kü- ;iik kolonilere hiç değinmiyomz) yerleşmişlerdir. Almanca konuşun topluluklar, on birinci yüzyıldan on sekizinci yüzyıla kadar ge 65
66 66 çen sürede bir dizi fetih, göç ve kolonileşme dalgasıyla Aşağı Volga ya kadar yayılmışlardı (on dokuzuncu yüzyıldaki oldukça farklı göç olgusunu bilerek görmezlikten geliyoruz). Hepsi de kendilerini, iç içe yaşadıklan diğer gruplardan ayn olarak, bir anlamıyla kesinlikle Alman sayıyorlardı. Şimdi, bilhassa Almanların bazı kritik pozisyonlan tekellerine aldıkları yerlerde (örneğin, toprak sahibi yönetici sınıf olduklan Baltık bölgesinde) yöre Almanları ile diğer etnik gruplar arasında sık sık sürtüşmeye rastlanırken, on dokuzuncu yüzyıldan önce bu Almanlann kendilerini Alman olmayan egemenlerin yönetiminde buluvermeleri nedeniyle ciddi bir politik problemin patlak verdiği hiçbir örnek bilmiyorum. Yine, bin yıldan beri dünyanın her tarafına yayılmış bulunan Yahudiler, var olduklan yerlerde, kendilerine içlerinde yaşadıkları inançsızların çeşidi kollarına hiç benzemeyen, özel bir halkın üyeleri kimliği biçmekten asla vazgeçmemişlerken; bu kimlik, hiçbir aşamada, en azından Babil deki esaretlerinden* kurtuluşlanndan beri, on dokuzuncu yüzyılın sonunda yeni tarz Batı milliyetçiliğine benzer bir Yahudi milliyetçiliği icat edilene kadar, bırakın teritoryal bir devlet olmayı, bir Yahudi politik devletinden yana ciddi bir arzuyu dahi ima ediyor görünmez. Yahudilerin ata yadigân İsrail ülkesiyle olan bağlannı (oraya düzenli olarak hacca gitmelerinin nedeni) ya da Mesih geldiği zaman (ki Yahudilere göre çok açık biçimde gelmemişti) oraya geri dönme umudunu, bütün Yahudileri eski Kutsal Topraklar da yer alan modem bir teritoryal devlette toplama arzusuyla özdeşleştirmek bütünüyle temelsiz bir yaklaşımdır. Aynı mantığa göre, en büyük dileği Mekke ye hacca gitmek olan iyi Müslümanlann aslında hacca gitmekle kendilerini şimdiki Suudi Arabistan ın yurttaşı ilan etme niyeti taşıdıklannı varsaymak gerekebilir. Popüler ön-milliyetçiliği oluşturan tam olarak nedir? Bu son derece zor bir sorudur, çünkü yirminci yüzyıldan önce dünya nüfusunun ezici bir çoğunluğunu oluşturan okuryazar olmayan insanların duygularını bilmeyi gerektirir. Okuyup yazan kesimin (en azından bir bölümünün) fikirlerinden haberdarız, ancak, iki dünya bir * Kral Nabukadnezar Yahudileri MÖ 597 ve 586 yıllarında Babil şehrine esir olarak getinnişti. (ç.n.)
67 birinden bütünüyle ayn olmasa ve yazılı sözler, sadece konuşabilenlerin fikirlerinde bir etki bıraksa bile, elit kesimin düşüncelerini kitlelere, okuryazar olanlannkini okuryazar olmayanlara atfetmek besbelli yersiz bir girişim olur.' Herder in Volk'ldi ilgili düşüncelerinin, Westfalen köylülerinin düşüncelerini yansıttığı düşünülemez. Okuryazar olanlarla olmayanlar arasındaki bu uçurumun genişliği bir örnekle gösterilebilir. Baltık bölgesinde hem şehirlileri ve okuryazar kesimi hem de feodal lordlar sınıfını oluşturan Almanlar, haliyle, bir milli intikam duygusunun Demokles in kılıcı gibi başlarının üzerinde sallandığı nı hissediyorlardı; çünkü, Christian Kelch'in 1695 tarihli Livonia* Tarihi nde işaret ettiği gibi, Estonya ve Letonya köylülerinin onlardan nefret etmek için çok fazla nedenleri vardı ( Selbige zu hassen wohl Ursache gehabt ). Gelgelelim Estonya köylülerinin düşüncelerinin milli bir içerik taşıdığına ilişkin hiçbir kanıt yoktur. Birincisi, kendilerini etnik-dilsel bir grup olarak değerlendirmiş gibi görünmüyorlar. Estonyalı sözcüğü ancak 1860 larda gündelik dile girmişti. Ondan önce köylüler kendilerine yalnızca maarahvas yani kır halkı diyorlardı. İkincisi, saks (Sakson) sözcüğünün baskın anlamı lord ya da efendi ydi ve ancak tali olarak Alman anlamına geliyordu. Önemli bir Estonyalı tarihçi, (Alman) okuryazarlann dokümanlardaki referansları Alman olarak okuduklan yerlerde, köylülerin buna olsa olsa lord ya da efendi anlamını yüklediklerini ileri sürmüştür: On sekizinci yüzyılın bitişinden itibaren yerel yöneticiler ve memurlar, aydınlann Estonya mn fethi üzerine çalışmalarını okuyabilmişlerdi (köylüler bu tür kitaplar okumazlardı) ve köylülerin kullandıklan sözcükleri kendi düşünme tarzlarına uyan bir biçimde yorumlama eğilimindeydiler.^ 1. Bkz. Roger Chartier, The Cultural Uses o f Print in Earty Modem France (Princeton, 1987), Giriş; ayrıca popüler ve hegemonil< kültür ilişkileri için, bkz. E. J. Hobsbawm, VVoıids o f Labour (Lonöra, 1984), s. 39-42. Rusya da Peypus Gölü ile Baltık Denizi arasında bulunan, Birinci Dünya Savaşı ndan sonra Estonya ve Letonya olarak ikiye aynlan tarihsel bölge, (ç.n.) 2. Veriler ve alıntılar için, Juhan Kahk, Peasants movements and national mo- 67
68 Dolayısıyla söze, kamusal konulardaki düşüncelerini çok nadiren sistemli biçimde formüle eden ve bunları asla yazıya dökmeyen kişilerin düşünme tarzlarını saptamaya yönelik çok az sayıdaki denemeden birisiyle, şimdi aramızdan aynimış bulunan Mihail Çemiyavski nin Tsar and People ıyla. başlayalım.^ Bu kitapta Çemiyavski, başka konuların yanı sıra, çok az örneğini bulduğu ve en yakın örneği Kutsal İrlanda olan Kutsal Rusya ya da kutsal Rusya toprağı kavramını tartışmaktadır. İlginç bir karşılaştırma ve zıtlık olması açısından buna belki das heil'ge Land Tirol (kutsal Tirol toprağı) deyişini de ekleyebilirdi. Çemiyavski yi izlersek, bir toprak parçası, kendisini global hidayet piyasası içindeki tek kurtuluş yolu olarak sunana kadar; kutsal olmazdı; Rusya örneğinde. Roma İmparatorluğu nu sona erdiren İstanbul un düşüşü ve kiliselerin yeniden birleşme girişimi Rusya yı dünyadaki tek Ortodoks ülke, Moskova yı da Üçüncü Roma, yani insanlığın biricik kurtuluş kaynağı durumuna getirdiği on beşinci yüzyıl ortalannda bu fırsat doğmuştu. En azından çann görüşü bu yönde olacaktı. Oysa bu tür düşüncelerin yerini bulduğu pek söylenemez, çünkü kutsal terimi, çann ve devletin fiilen yok olduğu on yedinci yüzyıl başlanndaki kargaşa dönemine kadar yaygın biçimde kullanılmaya başlanmamıştı. Gerçekten de çar ile devlet güçlerini kaybetmeselerdi bile bu deyimin yayılmasını sağlayamazlardı, çünkü ne çar, ne bürokrasi ve kilise, ne de Moskova devletinin ideologlan kargaşa döneminden önce ya da sonra bu deyimi kullanmış gibi görünüyor.'' Kısacası, Kutsal Rusya, herhalde halkın fikirlerini dile getiren bir popüler terimdi. Bu deyimin kullanılmasına, Azak kuşatmasının şiirsel masalı (kuşatanlar Türklerdi) gibi Don Kazaklarının on yedinci yüzyıl ortasındaki destanlarında rastlanmaktadır. Kuşatma altındaki Kazaklar şöyle şarkı söylüyorlardı: vements in the history of Europe (Âcta Üniversitatis Stockholmensis. Studia Baltica Stockholmensia, 2, 1985: National movements in the Baltic Countries during the 19th century, s. 15-16. 3. Michael Cherniavsky, Tsar and People. Studies in Russian Myths (New Haven ve Londra, 1961). Aynca bkz. Jeffrey Brooks, When Russia Learned to Read (Princeton, 1985), Bölüm VI, Nationallsm and national identity, özellikle s. 213-32. 4. Cherniavsky, Tsar and People, s. 107, 114. 68
69 Bir daha asla Kutsal Rusya da olamayacağız. Uğursuz ölüm bizi çöllerde buldu. Biz sizin mucize yaratan ikonlarmız uğruna, Hıristiyanlık uğruna, çar adına ve Moskova devleti topraklan adına ölüyoruz. Dolayısıyla kutsal Rusya toprağı kutsal ikonlarla, inançla, çarla, devletle tanımlanmaktadır. Güçlü bir bileşimi vardır ve bunun nedeni yalnızca ikonlann, yani bayraklar gibi gözle görülür sembollerin, tahayyül edilemez olanı tahayyül etmenin hâlâ en yaygın biçimde kullanılan yöntemleri olması değildir. Kutsal Rusya da kesinlikle halka dayah ve gayri resmi bir güçtür, tepeden yaratılmamıştır. Çemiyavski nin, hocası Emst Kantorovvicz den' kaptığı kavrayış gücü ve titizlikle üzerinde durduğu Rusya sözcüğünü ele alalım. Çarların imparatorluğu -politik birim- olan Rossiya, Büyük Petro yla birlikte resmiyet kazandığı on altmcı-on yedinci yüzyıllarda türetilen bir sözcüktü. Buna göre kutsal Rusya toprağının antik ismi ^ «i tu. Bir Rus olmak bugün bile hâlâ Russky olmaktır. Resmi Rossiya dan türetilen -o n sekizinci yüzyılda çeşitli kereler denendiği gibi- hiçbir sözcük, kendisini Rus halkının, milletinin ya da fertlerinin bir tanımı olarak kabul ettirememişti. Çemiyavski nin hatırlattığı üzere, Russky olmak, tuhaf bir ikili kimlik olan krestianin-christianin (köylü-hıristiyan) olma ve gerçek bir mümin ya da Ortodoks olma anlamında kullanılabilirdi. Kutsal Rusluğun özündeki bu popüler ve popülist anlam, modem millete denk düşebilir ya da düşmeyebilir. Bunun Rusya da hem kilisenin hem de devletin başkanı olan figürle özdeşliği, açıkça bu tür bir özdeşleştirmeyi kolaylaştırmaktaydı. Kutsal Tirol toprağında ise açıkça kolaylaştıncı bir etkisi yoktu, çünkü Trento konsilinden* sonraki toprak-ikonlar-inanç-imparator-devlet kombinasyonu, yeni türemiş bir kavram olan bir Alman, bir AvusturyalI veya başka bir millet kavramını değil, Roma Katolik Kilisesi ni ve Habsburg Kayzeri ni (ister bu vasfıyla isterse Tirol Kontu olarak olsun) güçlendirmek- 5.A.g.y.,s. 113. 6. Bkz. bu konuda öncü bir eser: Ernst Kantorovvicz, The King s Two Bod Study in Medieval Political Theology (Pnnceton, 1957). * Kiliseler arası konsilin 1545-63 yıllan arasında aralıklı olarak toplandığı Kuzey İtalya daki Trento konsül, Katoliklik tarihinde karşı-reform hareketinde büyük atılımlara yol açan bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir, (ç.n.) 69
70 teydi. Tirol köylülerinin 1809 da Fransızlardan daha çok komşu Bavyeralılara karşı ayaklandıkları unutulmamalıdır. Bununla birlikte, kutsal toprağın halkı daha sonraki millet le ister özdeşleştirilebilsin ister özdeşleştirilemesin, kutsal toprak kavramının tarihinin millet ten eskiye dayandığı açıkça ortadadır. Gelgelelim, Kutsal Rusya, Kutsal Tirol ve belki Kutsal İrlanda yı oluşturan kriterlerde, bugüne kadar millet tanımlarıyla -belirleyici olmasa bile- yakından bağ kurduğumuz iki unsurun (dil ve etnik köken) atlandığını gözlemliyoruz. Nedir bu dil? Bir halkı diğerinden, biz i onlar dan, gerçek insanlan hakiki bir dil konuşamayıp yalnızca anlaşılmaz gürültüler çıkartan barbarlardan ayıran şeyin özü değil midir? Her İncil okuyan, Babil Kulesi nde, shibboleth ' sözcüğünün telaffuzuna bakılıp dostun düşmandan aynidığmı öğrenmez mi? Yunanlılar kendilerini insanlığın geri kalan bölümü, barbarlar karşısında bu şekilde, ön-milli düzeyde tanımlamadılar mı? Başka bir grubun dilinin bilinmemesi, iletişim kurmanın en kesin engeli ve buna bağlı olarak grupları ayıran çizgilerin en kesin tanımlayıcısı sayılmaz mı? (Bugün bile özel bir argonun yaratılması ve konuşulması hâlâ bir grup insanı diğer alt kültürlerden ya da genel olarak toplumdan ayrılan bir alt kültürün üyeleri olarak nitelemeye yaramaktadır.) Yan yana yaşayan ama karşılıklı olarak anlaşılmaz diller konuşan insanlann kendilerini bir dili konuşanlar olarak, diğer toplulukların üyelerini ise başka dili konuşanlar ya da en azından kendi dillerini konuşmayanlar olarak (barharoi ya da Slavlann terminolojisinde nemci gibi) tanımladığı, pek yadsınamaz. Gene de sorun bu değildir. Sorun, bu tür dilsel engellerin potansiyel milliyetler ya da milletler sayılabilecek birimleri (yalnızca birbirlerini anlamakta zorluk çeken gruplan değil) ayırdığına inanıp inanmamaktır. Bu sorun bizi anadillerin niteliğiyle ilgili araştırmalar alanına ve bunlann grup içi üyelik kriteri olarak kullanılmasına götürür. Ve biz yine, her ikisini de araştınrken, neredeyse biricik kaynağımız olan okuryazar olanlann tartışmalannı okuryazar olmayanların tartışma- * Ibranicesi sibboleth olan bu sözcük, Efraim kavminden olanları Gileaditlerden ayırnnakta kullanılır, (ç.n.) 70
71 71 lanyla kanştırmamaya ve yirminci yüzyılın kullanımını anakronik biçimde geçmişe taşımamaya dikkat etmeliyiz. Yazılı olmayan anadiller, aslında coğrafi yakınlık ya da benzerliğe bağlı olarak, değişik kolaylık ve zorluk dereceleriyle birbirleriyle iletişim kuran bir yerel ağızlar ya da lehçeler kümesidir. Bunların bazılan, özellikle aynmı kolaylaştıran dağlık bölgelerde, sanki farklı bir dil ailesine aitmişçesine anlaşılmaz olabilir. Söz konusu ülkelerde Kuzey Gallilerin Güney Gallilerin Galcesi ni, Gheg Amavutlannın Tosk lehçesini anlamakta çektikleri güçlüklerle ilgili yüzlerce şaka dinleyebilirsiniz. Filologlara göre, Katalonya nın Fransa ya Bask tan daha yakın olması belirleyici bir önem taşıyabilir, ancak kendisini Bayonne ya da Port Bou da bulan bir Normandiyalı denizci için yöresel dil ilk duyuşta aynı derecede anlaşılmaz gelecektir. Bugün bile diyelim Kielli, Almanca konuşan eğitimli kişiler, eğitimli İsviçre Almanlannın olağan sözlü iletişim araçlan olan sade Almanca lehçesini anlamakta bile çok fazla zor- I anabilmektedirler. Demek ki genel ilköğretim öncesi çağda, ya farklı lehçeleri konuşanların birbirleriyle iletişim kurabilecekleri bir lingua franca olarak ya da -herhalde bu daha yakın bir ihtimaldir- lehçelerin iç içe geçtiği sınır bölgelerindeki insanlara hitap etmek üzere sözlü kullanım alanı için, örneğin daha geniş bir kültürel alanda yaygın olarak söylenen şarkılarla şiirleri ezberleyip anlatanlar tarafından yazılan, geliştirilen veya adapte edilen edebi ya da idari deyişler dışında, gündelik hayatta konuşulan bir milli dil yoktu ve olamazdı. Potansiyel olarak iletişimi sağlayabilen bu ortak alanın boyutları yerine göre büyük değişiklikler sergileyebilir. Eylem alanı ve ufukları, diyelim, köylülerin yerel sınırlarını aşan elit kesimler ara Değişik halklar arasında iletişim kurmaya yarayan milletlerarası ticaret dili, (ç.n.) /. Bu karmaşık sorunlarla ilgili en yararlı giriş kitabı, Einar Haugen, Dialect, language, nation (American Anthropologist, 68,1966, s. 922-35). Görece yeni olan sosyo-linguistik alanı için, bkz. der. J. A. Fishman, Contributions to the Sociology o f Language, 2 Cilt (Lahey-Paris, 1972), özellikle editörün The sociology of language: an interdisciplinary social Science approach to language in society, C. 1. Dilin gelişmesi/kurulması konusunda somut bir öncü inceleme için, Heinz Kloss, D/e EntvvickIung neuer germanischer Kultursprachen von 1800 bis (950 (Münih, 1952).
72 sında bu alan hemen hemen kesinlikle daha geniş olacaktır. Kayda değer coğrafî büyüklüğe sahip bir bölgede, bir pidgin ya da lingua franca'nm (bu, zamanla çok yönlü bir dile dönüşebilir kuşkusuz) dışmda salt sözlü konuşma temelinde evrim gösteren, gerçek anlamıyla konuşulan bir milli dil hayal etmek zordur. Başka bir deyişle, fiili ya da asıl anadil, yani çocukların okuryazar olmayan annelerinden öğrenip gündelik kullanımda işlerine yarayan deyişler, kesinlikle hiçbir anlamda bir milli dil değildi. Bu çerçeve, daha önce örtük biçimde, Macarca konuşanlar örneğinde ifade ettiğim gibi, belirli bir halkın bir dille ya da bir topluluklar bütününe özgü olan, onlan komşularından ayıran ve açıkça iç içe geçmiş bir lehçeler karmaşasıyla kültürel düzeyde özdeşleşmesini dışlamaz. Ve bunun gerçekleşebildiği ölçüde, daha sonraki bir dönemin milliyetçiliğinin gerçekten popüler, dilsel anlamda ön-milli kökleri olabilir. Klasik antikite çağından beri birbirine rakip kültürel etkilerle yaşayan ve üç, hatta (İslamiyet içindeki yerli Bektaşi mezhebini da sayarsak) dört rakip dine (İslamiyet, Ortodoksluk ve Roma Katolikliği) ayrılmış Amavutlar buna bir örnek olarak gösterilebilir. Arnavutluk ta din, daha doğrusu dil dışında hemen her şey, birleştirici olmaktan ziyade ayrıştıncı bir içerik taşıdığından, Arnavut milliyetçiliğinin öncülerinin Arnavut kültürel kimliğini dilde aramaları doğaldı.* Ancak anlaşılan bu denli açık bir örnekte bile fazlasıyla okuryazar kesime dayandığımızın farkında olmalıyız. On dokuzuncu yüzyıl sonu ile yirminci yüzyıl başındaki * Milletlerarası düzeyde yardımcı dil işlevi gören karışık bir dil; örneğin pidgin İngilizcesi, Uzakdoğu da yerliler ile AvrupalIlar arasındaki konuşmalarda Çince, Malayaca, Portekizce vb. ile kanşık olarak kullanılan bir İngilizce jargonudur, (ç.n.) 8. Les grands noms de cette littğrature... ne celebrent jamais la religion dans leurs oeuvres: bien au contraire ils ne manguent aucune occasion pour stigmatiser faction hostile â l unitö nationale des difförents clerges... II semble que (la recherche de l identitö culturelle)...se soit faite essentiellement autour du probleme de la langue. [Bu edebiyatın büyük isimleri... kendi eserlerinde asla dini öv mediler; aksine çeşitli din adamlannın milli birliğe düşman hareketlerini telin et mek için hiçbir fırsatı kaçırmadılar... (Kültürel kimlik arayışının asıl olarak dil so runu etrafında kurulmak istendiği görülüyor.)) Christian Gut, Groupe de Travai surl'europe Centrale et Orientaie. Bulietin d lnformation, No; 2, Haziran 1978, s. 40 (Maison des Sciences de l Homme, Paris). 72
73 sıradan Amavutlann kendilerini hangi anlamda, hatta ne kadar Arnavut gördükleri veya birbirlerine yakın buldukları belirsizdir. Edith Durham m kılavuzluğunu yapan kuzeyli bir dağlı genç, güneydeki Amavutlann Ortodoks kiliseleri olduğu söylenince, güçlü bir kolektif kimlik duygusu olduğunu düşündürmeyen biçimde, Onlar Hıristiyan değil, Tosklardır; ilk göçmenler kendilerini Arnavut saymadıklarından ABD ye giden Amavutlann kesin sayısını bilmek mümkün değildir diyordu. Dahası, birbirleriyle kan davası güden klanlar ve toprak ağalannın ülkesinde millet olmayı isteyen öncüler bile, dile başvurmadan önce, dayanışmayı içeren daha inandıncı argümanlara sanlıyorlardı. Naim Frasheri nin (1846-1900) belirttiği gibi: Hepimizin yalnızca tek bir kabilesi, tek bir ailesi var; biz, tek bir kan ve dilden geliyomz. ' Dil de sayılıyordu sayılmasına ama, en sonda. Dolayısıyla milli diller, hemen hemen daima yan yapay kurgular ve yer yer, modem İbranice gibi, neredeyse basbayağı icat edilmiş şeylerdir. Şöyle ki, milliyetçi mitolojinin varsayımının tersine, milli kültürün ilk temeli ve milli düşünce yapısının dayanağı olmayan milli diller, genellikle, fiilen konuşulan (ve lehçelere aynimış olan) çeşitli deyişlerden, standartlaşmış bir deyiş geliştirmeye yönelik girişimlerden hayat bulmuştur. Milli dillerin kuruluşundaki ana somn, standart ve homojenleştirilmiş dilin temeli olarak hangi lehçenin seçileceğidir. Bu seçimden sonraki, milli grameri ve imlayı standartlaştırma ve homojenleştirme, sözcük dağanna yeni unsurlar ekleme somnian tali kalmaktadır." Pratikte her Avmpa dili 9. Edith Durham, High Albania (1909, yeni basım, Londra 1985), s. 17; S. Thernstrom vd., Harvard Encyclopedia o f American Ethnic Groups (Cambridge ve Londra, 1980), s. 24. 10. Akt. Groupe de Travail, s. 52. 11. Bu alanla İlgili, çoğu kültür dilinin yapaylığı na işaret eden yararlı bir inceleme olarak bkz. Marinella Lörinczi Angioni, Appunti per una macrostoria delle lingue şeritte de l Europa moderna {Ouaderni Sardi di Storia, 3 Temmuz 1981- Haziran 1983, s. 133-56). Bu inceleme özellikle küçük diller açısından yararlıdır. Geleneksel ile modern Flamanca arasında 1841 den beri gelişen farklılık için bkz. E. Coornaert in Bulletin de la Societâ d'histoire Moderne, 67. yıl, 8,1968, s. 5 te R. Devleeshouvver, Donn6es historigues des problömes linguistiques belges" üzerine tartışmayla ilgili sözleri. Aynca bkz. Johathan Steinberg, The historian and the Ouestione della Hngusl', der. P. Burke ve Roy Porter, The Soda! History of Language {Cambndge, 1987), s. 198-209. 73
74 nin tarihi bölgesel temelde yükselmektedir: Yazılı Bulgarca Batı Bulgarcasına, yazılı Ukraynaca güneydoğu lehçelerine, yazılı Macarca çeşitli lehçelerin birleşmesiyle ortaya çıkan on altıncı yüzyıl Macarcasına, yazılı Letonyaca üç ağızın ortalamasına, Litvanyaca iki ağızın birine vb. dayanmaktadır. On sekizinci ya da on dokuzuncu yüzyılda yazınsal statüye kavuşmayı başaran dillerde genellikle rastlandığı üzere, dil mimarlarının isimlerinin bilindiği yerlerde bu seçim keyfi (ama çeşitli argümanlarla haklı gösterilen) bir seçimi yansıtır. Bazen bu seçim politiktir ya da açık politik içermeleri vardır. Hırvatlar üç lehçe {cakavian, kajkavian, stokavian; bunlardan birisi aynı zamanda Sırpların ana lehçesiydi) konuşuyordu ve üç lehçeden ikisi {kajkavian ve stokavian) yazınsal açıdan gelişmişti. İliryanizmin* büyük Hırvat öncüsü Ljudevit Gaj (1809-1872), anadih olarak Kajkavian lehçesiyle konuşup yazmakla birlikte. Güney Slavlann temel birliğini vurgulamak amacıyla 1838 de kendi yazılarını bu lehçeden Stokavian lehçesine aktarmıştı. Ljudevit Gaj böylece, (1) Sırp-Hırvat dilinin (Katolik Hırvatlar tarafından Roma alfabesiyle, Ortodoks Sırplar tarafından Kril alfabesiyle yazılmakla birlikte) az çok tek bir yazın dili olarak gelişmesini sağlıyor, (2) Hırvat milliyetçiliğini elverişli bir dilsel gerekçeden mahrum bırakıyor ve (3) hem Sırplara hem de daha sonra Hırvatlara yayılmacılık için bir bahane yaratmış oluyordu.'^ Öbür yandan bazı tahminler tutmamıştır. Bemolâck 1790 dolaylannda yazınsal Slovakça tasarısının temeli olarak bir lehçeyi seçmiş, ama bunu kabul ettirememiş, birkaç onyıl sonra ise Ludovit Stur uygulanma şansı daha fazla olduğu görülen lehçeyi seçmişti. Norveç te milliyetçi Wergeland (1808-1845), aşın Danimarkacalaşmış yazılı dilden ayn, daha an * Adriyatik Denizi nin Balkan kıyısı boyunca Frume den Durazzo ya uzanan ve bugünkü Dalmaçya, Bosna-Hersek, Karadağ ve Arnavutluk un bir bölümünü içine alan eski llirya yı canlandırmayı amaçlayan akım, (ç.n.) 12. Ivo Banac, The National Ouestion in Yugoslavia: Origins, History, Politics (Ithaca ve Londra, 1984) bu konuyu oldukça iyi bir biçimde ele almaktadır (bütün verileri bu çalışmadan aktanyorum): Hırvat lehçesinin eşsiz durumu, yani üç lehçenin kullanılması... dilin milli ruhun en derin ifadesi olduğu yolundaki romantik inançla bağdaştınlamaz. Açıkçası bir milletin üç ruhu olamayacağı gibi, iki milliyet de bir lehçeyi paylaşamaz. (s. 81). 74
75 bir Norveç Norveççesi geliştirilmesini istemiş ve hemen böyle bir (III (günümüzde Nynorsk diye bilinen Landsmâl dili) oluşturulmuştu. Ancak bu dil, Norveç in bağımsızlaşmasmdan sonraki resmi desteğe karşm, hiçbir zaman bir azmhk dilinden öte bir statüye kavuşamamıştı; 1947 den beri de facto iki yazı dilinin kullanıldığı Norveç te, Nynorsk dilini kullananlar bilhassa Batı ve Orta Norveç te bulunurlar ve Norveçlilerin yüzde 20 siyle sınırlıdırlar. ^ Kuşkusuz Fransa'da ve İngiltere de kraliyetin yönetim alanında kalan lehçelerin yazılı deyişlerin temeli haline gelmesi; ya da ticari denizcilik kullanımı, kültürel prestij ve Makedonya desteğinin bir liraya gelmesiyle, Atina lehçesinin Hellenistik koine yani yaygın (ırekçe nin temeli olması gibi, eski yazın dillerinin bazılarında sevimi yapan tarihti. Şimdilik, daha önemsiz ama aynı zamanda ivedi bir sorun olan, İMiylesine eski milli yazınsal deyişlerin Fransız Akademisi ya da Dr. Johnson tarafından öngörülmeyen çağdaş bir yaşama uydurmak i(,'in nasıl modemleştirildiği sorununu bir kenara bırakabiliriz. Filolojik milliyetçilik denebilecek yaklaşım açısından, yani Alman bilim adamlarını oksijen i Sauerstoff diye çevirmek zorunda bırakan ve günümüzde franglais" harabesine karşı yürütülen umutsuz savaşta esin kaynağı olan milli sözlük dağannın dilsel anlığında ıslar edilmesi açısından bakıldığında pek çok örnek (özellikle HollandalIlar, Almanlar, Çekler, İzlandalIlar ve diğerleri arasında) karmaşık boyutlar almakla birlikte, sorun evrenseldir. Öbür yandan, k'lli başlı kültür taşıyıcı diller arasında yer almayan, ama diyelim vdkseköğretimin ve modem tekno-ekonomik iletişimin uygun liraçlan haline gelmeyi isteyen dillerde sorun kaçınılmaz olarak daha keskindir. Bu tür sorunları küçümsemeyelim. Galliler, herhalde k'lli bir haklılık payıyla, kökleri altıncı yüzyıla kadar uzanan kendi dillerinin yaşayan en eski yazın dili olduğunu iddia etmektedir. Oysa 1847 de şöyle bir gözlemde bulunulmaktaydı: Politika ve bilim alanındaki pek çok sıradan önermeyi, anlamı İngilizi:i Einar Haugen, The Scandinavian Languages: An Introduction (Lonöra, 1976). Itıgilizce sözcüklerin alınmasıyla bozulmuş Fransızca, (ç.n.) 75
76 ceyle hiç tanışıklığı olmayan zeki bir Galli okurun dahi kavrayacağı kadar eksiksiz iletecek şekilde, Galce olarak ifade etmek imkânsızdır. Demek ki, yöneticileri ve okuryazar olanlan saymazsak, dilin millet olma kriterlerinden biri sayılamayacağı açıktır; bu kesimler için bile, ilkin, ya kutsal ya da klasik olan veya hem kutsal hem klasik olan daha prestijli diller arasından (küçük elitler açısından, son derece pratik idari ya da entelektüel iletişim, kamusal tartışma, hatta -Moğol İmparatorluğu ndaki klasik Farsçayı, Heian Japonyası ndaki klasik Çinceyi düşünürseniz- yazınsal kompozisyon araçlarıydı bunlar) bir milli dil (standart bir yazılı biçimle) seçme zorunluluğu söz konusuydu. Oysa bu seçim er ya da geç her yerde yapılıyordu. Belki bunun tek istisnası olan Çin de, klasik eğitim almış kesimin lingua franca'sı, muazzam büyüklükteki imparatorlukta başka koşullarda birbirini anlayamayacak olan lehçeler arasındaki biricik iletişim aracıydı ve şimdi bir konuşma diline doğru evrilmektedir. Öyleyse dil, belki dildeki farklılaşmanın grubun kendisini başka bir toplumdan ayırmasına yarayan bir diğer nedenle çakıştığı yerler dışında, niçin grup üyeliğinin bir kriteri olsun? Evlilik de bir kurum olarak dil birliğini varsaymaz, aksi takdirde kurumsallaşmış bir egzogami olamazdı. Yalnızca son dönem genelleştirmeler sonucu, aynı dili konuşan insanların dost, yabancı bir dil konuşan insanların ise düşman olduğu fikrinin yerleştiği ni savunan, dillerin ve halkların çok yönlülüğünü vurgulayan bilgili bir tarihçiye katılmamak için bir neden yoktur. Kulağın duyacağı mesafede başka bir dilin konuşulmadığı yerlerde, insanın kendi deyişi, olsa olsa, bütün insanların sahip olduğu bir şey (bacaklar gibi) kadar bir grup olma kriteri olabilir. Çeşitli dillerin bir arada yaşadıklan yerlerde ise, çokdillilik yalnızca bir deyiş ile özdeşleşmeyi keyfi bir seçim durumuna düşürecek kadar normal olabilir (Bu, tek bir deyiş ile öz- 14. Galler deki Eğitimin Durumu Hakl<ında Araştırma Komisyonu üyelerinin Raporlan (Parliamentary Papers, XXVII, 1847, Kısım 3, s. 853n). 15. Arno Borst, Der Turmbau von Babel: Geschichte der Meinungen über Ursprung und Vielfalt der Sprachen der Völker, 6 cilt (Stuttgart, 1957-63), Cilt IV, s. 1913. 76
77 ıleşleşmeyi gerekli kılan nüfus sayımlannı, dille ilgili bilgiler açısından güvenilmez bir kaynak haline getirir).'^ Bu tür alanlarda dilsel istatistikler bir sayımdan ötekine büyük farklılıklar gösterebilir, (,'ünkü bir deyiş ile özdeşleşme bilgiye değil, Habsburg İmparatorluğu nda Moravya ve Slovenya nın bazı bölgelerinde görüldüğü üzere başka değişken faktörlere dayanır; yoksa insanlar hem kendi (lillerini hem de İstriya nm* bazı kesimlerindeki gibi gayri resmi bir lingua franca'yı konuşabilirler." Dahası, bu diller birbiri yerine kullanılamayabilir. Mauritius Adası ndaki insanlar Creole dili" ile kendi yerli dillerini konuşma arasında keyfi bir seçim yapmazlar, (,'ünkü farklı amaçlarla her ikisini de konuşurlar. Yukan Almanca yazıp Schvvyzerdütsch konuşan İsviçre Almanları ya da Josef Roth un sürükleyici romanı Radetzkymarsch taki, subaylığa terfi edilen oğluna anadili yerine, genç adamın beklediği gibi, bir Habsburg subayının statüsüne saygıdan dolayı ordudaki Slavlann sıraılan kaba Almancası yla'* hitap eden Sloven baba buna birer örnektir. Aslında milliyetin, bütün biçimleri ve eksik versiyonlannın arkasında yatan ve üstünde var olan bir tür platonik dil fikriyle mistik biçimde özdeşleşmesi, milliyetçi entelektüellerin (kaldı ki Her- (ler de, dili kullanan tabandaki halkın değil, bu kesimin peygamberidir) ideolojik kurgularının karakteristik bir özelliğidir. Bu, varoluşsal değil, yazınsal bir yaklaşımdır. Tabii bunlan söylemekle, dillerin, hatta dil ailelerinin, popüler gerçekliğin bir parçası olmadığını yadsımıyoruz. Almanca konuşan lıalklann çoğu açısından batı ve güneydeki yabancılann çoğu (asıl olarak Latince kökenli diller konuşanlar, ama aynı zamanda Kekler) (ialli iken. Fince ve daha sonra Slavca konuşan çoğu halklar için 16. Paul M. G. LĞvy, La Statistique des langues en Belgipue (Revue de l lnstilut de Sociologie, Brüksel, 18, 1938, s. 507-70). Adriyatil< Denizi nde bulunan, eskiden Avusturya nın Corinthia düklüğüne bağlıyken, 1914-18 savaşından sonra İtalya ya ve daha sonra Yugoslavya ya bağlanan dağlık yanmada, (ç.n.) 17. Emil Brix, Die Umgangsprachen in Altösterreich zwischen Agitation und As- Bİmilation. Die Sprachstatistik in den zisleithanischen Volkszâhlungen 1880- rsro (Viyana-Köln-Graz, 1982), örneğin s. 182, 214, 332. Batı Hint Adaları ve Mauritus Adası na yerleşen AvrupalI ya da zencilerin kullandıktan dil. (ç.n.) 18. Josef Rotin, The Radetzkymarch (Harmondsvvortin, 1974), s. 5. 77
78 doğu ve güneydoğudaki insanlar Wend* buna karşılık çoğu Slav açısından bütün Almanca konuşanlar nemci'aır. Bununla birlikte, dil ile halkın (nasıl tanımlanırlarsa tanımlansınlar) birbiriyle örtüşmediği herkesin gözünde daima apaçıktı. Sudan da yerleşik Fur halkı göçebe Baggara topluluğuyla iç içe yaşamakta, ama Fur dili konuşan Fur göçebelerinin bitişikteki bir kampına sanki Baggara topluluğundanmışlar gibi davranılmaktadır, çünkü iki topluluk arasındaki belirleyici ayrım çizgisi dile değil, işleve dayanmaktadır. Bu göçebelerin Fur diliyle konuşması süt alma, kamp yeri belirleme ya da gübre temin etmeyle ilgili standart işlemleri bir parça daha düzgün biçimde yürütme olanağı tanımaktadır. ' Daha kuramsal bir temelde bakarsak, (en azından ortaçağdaki Tekvin*' yorumcularına göre) Babil Kulesi nin yıkılmasından sonra insan ırkının bölündüğü yetmiş iki dilin her biri. Aziz Canterbury li Anselmus un öğrencisi olan Laon lu Anselmus a göre, çeşitli nationes yani kabileleri kapsamaktaydı. Bir Dominiken İngiliz olan ve on üçüncü yüzyıl ortalarında bu konuya kafa yoran Alton lu William insanlan dil gruplanna (konuşulan dil itibariyle), kuşaklara (doğum itibariyle), belirli toprak parçalarında oturanlara ve âdetleri ve konuşmalarındaki farklılıklarla tanımlanan gens'isrt göre aymyordu. Bu sınıflandırmalar her zaman örtüşmüyordu ve ortak bir yasaya boyun eğme iradesiyle tanımlanan, dolayısıyla doğal olmaktan ziyade tarihsel-politik bir topluluk olan bir populus yani halkla karıştırılmamalıydı. Alton lu William bu çözümlemesinde hayranlık uyandıran ama on dokuzuncu yüzyıl sonlanna kadar sık sık dillendirilen bir kavrayış gücü ve gerçekçilik sergilemişti. Çünkü dil, kültürel toplulukları birbirinden ayırmanın bir yoluydu, ama kesinlikle başlıca yolu değildi. Heredot, Yunanlıların coğrafi ve politik açıdan parçalanmalarına karşın tek bir halk oluşturduklarına inanıyordu, çünkü ortak bir soydan gelmekteydiler ve ortak bir dilleri, ortak tanrılan ve kutsal yerleri, kurban törenleri, ge * Doğu Almanya daki Slav kavimlerinden birisi, (ç.n.) 19. Der. Frederik Barth, Ethnic Groups and Boundaries (Boston, 1969), s. 30. ** Eski Ahit in dünyanın yaradılışıyla ilgili olan ilk bölümü, (ç.n.) 20. Borst, Der Turmbau von Babel, s. 752-53. 78
79 lenekleri, âdetleri ve yaşam biçimleri vardı.^' Dil, Heredot gibi okuryazar olanlar açısmdan kuşkusuz can alıcı bir önem taşıyacaktır. Ama, alelade Boetyalılar ya da Tesalyalılar* için de aynı derecede önemli bir Yunanlılık kriteri olacak mıydı? Bunu bilmiyoruz. Bizim bildiğimiz, dilsel grupların ortak biçimde konuştukları insanlarla politik birliği kabul etmemeleri sonucunda, modem çağda milliyetçi mücadelelerin bazen çok karmaşık biçimlere büründüğüydü. Bu tür örnekler (Alman döneminde Silezya daki Wasserpolacken, Avusturya ile Yugoslavya nın Sloven parçası arasındaki sınır bölgesindeki Windische ifadelerini düşünelim), PolonyalIlar ile Slovenlerin, bu tür kategorileri büyük-alman şovenistlerinin kendi yayılmacılıklarını haklı göstermek amacıyla icat ettikleri yolundaki sert suçlamalarına zemin hazırlamıştı ve kuşkusuz bu suçlamalarda bir haklılık payı vardı. Gene de, hangi nedenle olursa olsun kendilerini politik açıdan Alman ya da AvusturyalI saymayı tercih eden PolonyalI ve Sloven dil gruplarının varlığı bütünüyle yadsınamaz. Volk un (halkın) konuştuğu Herderci anlamındaki dil, bu yüzden, açıkça ön-milliyetçiliğin oluşumunda doğrudan yer alan merkezi bir unsur değildi, ama bu oluşumla ilgisiz de değildi. Ancak modem milliyet tanımında ve dolayısıyla halkın onu algılayışında dolaylı yoldan merkezi bir önem kazanacaktı. Çünkü elit bir yazınsal ya da idari dilin var olduğu yerde, bu dili fiilen kullananlann sayısı ne kadar az olursa olsun, B. Anderson un çok iyi biçimde ortaya koyduğu üç nedenle ön-milli birliğin önemli bir unsum haline gelebilir dil.^^ Birincisi dil, birbiriyle iletişim kuran bu elit kesimden bir toplu 21. Herodotus, Histories, VIII, s. 144. Bu sorunu tartışan Borst un işaret ettiği gibi, Grekler kesinlikle dil in halk la bağlı olduğunu ve her ikisinin de sayılabileceğini düşünürlerken, Euripides dilin konuyla ilgisi bulunmadığını düşünüyordu ve Stoacı Zeno** Fenikece ve Grekçe olmak üzere iki dil konuşmaktaydı. * Boetya: Atina nın kuzeydoğusu; Tesalya: Pindus Dağlan ile Ege Denizi arasında kalan bölge, (ç.n.) 22. Benedict Anderson, Imagined Communities: Reflections on the Origins and Spread o f Nationalism (Londra, 1983), s. 46-49; dil üzerine daha genel olarak, bkz. bölüm 5. * (M.Ö. 335-263), Kıbns doğumlu, stoik ekolün kurucusu Grek filozofu, (ç.n.) 79
80 80 luk çıkarabilir ve bu topluluk, belirli bir teritoryal devlet alanı ve anadil bölgesiyle çakışıyorsa veya çakıştınlabilirse, henüz var olmayan ama kendi arasmda iletişim kuran daha geniş millet topluluğu için bir tür model ya da pilot uygulama işlevi görebilir. Konuşulan dillerin bu anlamda gelecekteki milliyetle ilintisi vardır. Antik çağ ve modem çağ konuşma Yunancası arasmda fiili bir dilsel sürekliliğin bulunduğu Yunanistan da görüldüğü üzere, ölü klasik ya da ritüel diller ne kadar prestijli olurlarsa olsunlar milli dillere dönüşmeye uygun değillerdir. Büyük reformcu ve modem yazılı Sırp-Hırvat dilinin fiili kurucusu Vuk Karadziç (1787-1864); antik îbraniceden bir modern İbranice yaratmaya kalkışanlar gibi kilise Slavcasmdan bir yazın dili yaratmaya yönelik girişimlerde bulunanlara karşı koymakta ve Sırp-Hırvat dilini Sırp halkının konuştuğu lehçeler üzerine inşa etmekte haklıydı kuşkusuz.^ Çünkü gerek modem konuşma İbranicesinin yaratılmasına neden olan dürtü, gerekse bunun başarıyla yerleşmesini sağlayan koşullar, genelleştirilemeyecek kadar olağandışı nitelik taşıyordu. Bununla birlikte, bir milli dilin temelini oluşturan lehçenin fiilen konuşulduğu durumlarda, bu lehçeyi konuşanların bir azınlık olması -yeterli politik ağırlığa sahip bir azınlık olduklan sürecefazla önemli değildir. Bu anlamıyla Fransızca, Fransa mefhumu açısından vazgeçilmez bir öneme sahipti. 1789 da Fransızlann yüzde 50 sinin Fransızcayı hiç konuşmaması, yalnızca yüzde 12-13 ünün doğru olarak konuşması, aslında merkezi bir bölge dışında, langue d ouı alanında bile genellikle Fransızca konuşma alışkanlığının bulunmaması (kasabalar buna istisnaydı, ama onlarda da Fransızca konuşulması her zaman dış mahallelere kadar uzanmıyordu) bu önemi azaltmıyordu. Kuzey ve Güney Fransa da neredeyse hiç kimse Fransızca konuşmazdı.^'* Fransızca hiç olmaz 23. Slovak diliyle bağlantılı olarak benzer bir tartışma için, bkz. Hugh-Seton Watson, Nations and States: An Enquiry into the Origins o f Nations and the Politics o f Nationalism {\jondra, 1977), s. 170-71. * (Fr.) Güney Fransa'da bir lehçe, (ç.n.) 24. Bu konulardaki temel kaynaklar şunlardır; Der. Ferdinand Brunot, Histoire de la langue frança/se(13 cilt, Paris, 1927-43), özellikle Cilt 9, ite M. de Certeau, D. Julia, J. Revel, Une politiçue de la lanque: La Revolution Française et les patois: l enguete de l Abbâ Grâgoire (Paris, 1975). Fransız Devrimi sırasında ve on
81 sa bir devletin milli dil i olarak görülüyordu, oysa İtalyan birliğinin biricik temeli İtalyancaydı. İtalyan dili, her ne kadar birliğin kuruluşunda (1860) halkm yalnızca yüzde 2.5 inin İtalyancayı gündelik konuşma dili olarak kullandığı tahmin edilse bile, yanmadanm eğitimli elit kesimini oluşturan okur ve yazarları birleştiren unsurdu. Çünkü bu ufak grup gerçekte herhangi bir İtalyan grubu ve dolayısıyla potansiyel olarak müstakbel İtalyan halkıydı. Bundan başka İtalyan halkı yoktu. Aynı şekilde on sekizinci yüzyılda Almanya salt kültürel içerikli bir kavramdı; Alman diliyle yönetilen dinsel ve politik düzeyde idare edilen, irili ufaklı prenslikler ve devletler dışında Almanya nın varlık bulduğu tek alan bu kültürdü. Bu Almanya, olsa olsa konuşulan dilde yazılmış yazılı yapıtların 300.000-500.000 okurundan^ ve fiilen Hochsprache yani gündelik amaçlı kültür dilini konuşan kesinlikle çok daha az sayıdaki insandan,^ özellikle de, konuşulan dilin klasikleri olmuş (yeni) yapıtlan sahnede oynayan aktörlerden oluşuyordu. Bunun nedeni, Almanya da neyin doğru olduğu konusunda bir devlet standardan sonra bir azınlığın resmi dilinin kitlesel bir milli dile çevrilmesi konusunda şu mükemmel çalışmaya bakınız; Renee Balibar, L Institution du français: essaisur le co-linguisme des Carolingiens â la Râpubligue (Paris, 1985), aynca bkz. R. Balibar ve D. Laporte, Le Français national: politique et pratiçue de la langue nationale sous la Râvolution (Paris, 1974). 25. Tullio de Maure, Storla lingulstica dell ltalla unlta (Bari, 1963), s. 41.?6. On dokuzuncu yüzyıl başı na kadar, yani 30-40 yılda Goethe ile Schiller in bütün yapıtlan, birlikte ya da ayn ayn, 100.000 den daha az satmış görünmektedir. H. U. Wehler, Deutsche Gesellschaftsgeschlchte 1700-1815 {Münih, 1987), 305. 27. İsviçre yi saymazsak anche oggi il tedesco (Hochdeutsch), ancor piû che ritaliano, 6 una vera e propria lingua artificiale di cultura, sovradialettale, sotto o insieme con la quale la maggior parte degli utenti si servono anche di una Umgangsprache locale (Lörinezi Anguioni, Appunti, s. 139n)* iddiası herhalde birnz abartılı olur, ne var ki on dokuzuncu yüzyıl başında bu kesinlikle doğruydu. / f romessl sposl ile İtalyancayı düzyazı kurmacasının bir milli dili olarak yaratan Manzoni, gündelik yaşamında İtalyanca kullanmıyor, Fransız kansıyla kansının (İllinde (belki de Italyancadan daha iyi konuşuyordu onu) ve diğer insanlarla anadili Miianocayla iletişim kuruyordu. Gerçekten, büyük romanının ilk basımında Mılanocadan hâlâ pek çok iz vardı, ama Manzoni ikinci basımda bu kusuru sis- Uımli biçimde temizlemeye çalıştı. Bu bilgiyi Profesör Conor Fahy'ye borçluyum. (İt.) Bugün de Hochdeutsch gerçekte Italyancadan daha suni bir kültür dilidir. Hu lehçenin çeşitli kullanımlanndan başka aynı zamanda bir de yerel Umgangspmche vardır, (ç.n.) 81
82 dı ( Kral İngilizcesi ) bulunmadığından, doğruluk ölçütünün tiyatrolarda saptanmasıydı. İkinci neden, ortak dilin (özellikle basılı hale gelmeye zorlandığı zaman) doğal bir evrimle ortaya çıkmayıp yaratılmış olması nedeniyle onu gerçekte olduğundan daha kalıcı ve buna bağh olarak (bir göz yanılmasıyla) daha ebedi kılan yeni bir sabitliğe kavuşmasıdır. Dolayısıyla, yalnızca bir kutsal kitabın konuşulan dille basılmış bir versiyonunun yazı dilinin temelini oluşturduğu (örnekler genellikle bu yöndedir) yerlerde, matbaanın icat edilmesinin yanında, her kültür dilinin yazın tarihinde, basılı kitabın ortaya çıkışından sonra görünen büyük düzelticilerle standartlaştmcılarm önemi buradan gelir. Bu çağ, özünde, bir avuç Avrupa dilini saymazsak, on sekizinci yüzyıl sonu ile yirminci yüzyıl başma denk düşer. Üçüncüsü, yöneticiler ile elit kesimin resmi ya da kültür dilinin, kamu eğitimi ve diğer idari mekanizmalar yoluyla modem devletlerin fiili dili olmaya başlamasıdır. Ama bütün bunlar daha sonraki gelişmeler olup, milliyetçilik öncesi ve özellikle de okuryazarlık öncesi çağda sıradan insanların dilini pek etkilemez. Kuşkusuz halklannın pek çoğunun birbirlerinin dilini anlamadığı muazzam genişlikteki Çin İmparatorluğu nu mandarinler bir arada tutuyordu, ama bu bağ doğrudan dil aracılığıyla değil, ortak işaretlerle ve elit kesime özgü bir iletişim aracıyla işleyen merkezi bir yönetim aygıtı sayesinde kendini gösteriyordu. Nasıl Hindistan da yaşayan çoğu insan açısından 1830 lu yıllarda Doğu Hindistan Şirketi nin, Moğol İmparatorluğu nun idari dili olan Farsça yerine İngilizceyi koyması hiçbir önem taşımadıysa, aynı şekilde mandarinler Latince iletişim kursalardı da çoğu Çinli açısından bunun hiçbir önemi olmazdı. Çinliler olsun, Hintliler olsun mandarinlerin konuştukları dile ve İngilizceye aynı ölçüde yabancıydılar ve o dillerde yazmadıkları, hatta okuyamadıkları için hiç ilgilenmiyorlardı. Daha sonra Belçika adını alan bölgenin Flaman sakinleri, sonraki milliyetçi tarihçileri üzüntüye boğma pahasma, devrim ve Napolyon yıllarında kamusal ve resmi yaşamın Fransızlaştınimasına karşı başkaldmnadıklan gibi, Waterloo da 82
83 Flanders da Flaman dili ya da Flaman kültürü lehine belirgin bir hareket doğurmamıştı. Niçin başkaldırsmlardı ki? Hiç Fransızca anlayamayanlar karşısında, dil fanatiklerinden oluşan bir rejim bile pratik idari tavizler vermek zorundaydı. Flanders ın kır komünlerine Fransızca konuşan yabancılann doluşmasının, dilsel ayrılıktan ziyade pazar ayinlerine katılmayı reddettikleri için öfkeyle karşılanması çok daha az şaşırtıcıdır. Kısacası özel durumlar dışında dilin, insanlann bir kolektife ait olduklannı gösteren çeşitli kriterlerden yalnızca birisi olmanın ötesinde bir önem taşıdığını düşünmek için hiçbir neden yoktur. Dilin bu aşamada politik bir potansiyel taşımadığı da kesindir. Bir Fransız, 1536 da Babil Kulesi konusunda şu tespiti yapıyordu; Şimdi LXXH den daha fazla dil var; çünkü şimdi yeryüzünde o günlerde olduğundan daha farklı milletler var. Diller devletlerle birlikte çoğalır; yoksa devletler dillerle birlikte çoğalmaz. Peki ya etnik köken? Olağan kullanımında etnik köken, hemen hemen daima, açıkça belirtilmemiş bir biçimde, etnik bir grubun üyelerinin ortak karakteristik özelliklerinin kaynağı olduğu kabul edilen ortak köken ve soyla bağıntılıdır. Bir grup üyelerini birbirine bağlayıp yabancıları dışlamak noktasında, akrabalık ile kan bariz bir avantaj sağladığından, bunlar etnik milliyetçilik açısından temel öneme sahiptir. Kültür (Kultur) eğitimle edinilemez. Kültür kandadır. Bunun günümüzdeki en iyi kanıtı, uygarlığımızı (Zivilisation) sahiplenen ama kültürümüzü asla sahiplenemeyen Yahudilerdir. Bu sözlerle, 1938 de Innsbruck ta Nasyonal Sosyalist Kre- Bugün Belçika, Fransa ve Hollanda arasında bölünmüş olan eski bir kontluk, (ç.n.) 28. Shepard B. Clough, A History o f the Flemish Movement in Belgium: A Study in Nationalism York, 1930; yeniden basım, 1968), s. 25. Dilsel bilincin gelişmesindeki yavaşlık konusunda bkz. aynca Val R. Lorwin, Belgium: religion, class and language in national politics, der. Robert A. Dahi, Political Opposition in VVestem Democracies (New Haven, 1966), s. 158ff. 29. S. B. Clough, A History o f the Flemish Movement in Beigium, s. 21-2. 30. Borst, Der Turmbau von Bat>el. 83
84 isleiter olan Hans Hanak (ironik biçimde, ismi Slav kökenini ele vermektedir) kentteki Nazi kadmlan kutlar; çünkü Yahudiler erkeklerle kadmlann eşitliğini vazederek kadmlann yüksek ve saygm statü lerini yıkmaya kalkıştığı halde onlar buna kulak asmamıştı/' Ama etnik kökene genetik açıdan yaklaşmanın sağlam bir dayanağı yoktur, çünkü bir toplumsal örgütlenme biçimi olarak etnik bir grubun esas temeli biyolojik değil kültüreldir.^^ Bundan başka, modem göçü bir kenara bıraksak bile, geniş teritoryal ulus devletlerin nüfuslan, hemen hemen değişmez biçimde ortak bir etnik köken iddiasında bulunamayacak kadar heterojen yapıdadır. Avrupa nın geniş bölgelerinin demografik tarihine baktığımızda, özellikle bazı bölgelerin boşaltıldığı ve zamanla yeniden yerleşime açıldığı (Orta, Doğu ve Güneydoğu Avrupa nın muazzam genişlikteki bölgelerinde, hatta Fransa nın bazı kesimlerinde olduğu gibi) durumlarda etnik gruplann kökeninin ne kadar çeşitli olduğunu biliyoruz.^^ Güneydoğu Avrupa daki her halkın etnik yapısını oluşturan, Avarlardan Osmanlı Türklerine kadar dalga dalga gelen Orta Asyalı işgalcilerin ve çeşitli kollanyla Roma öncesi İliryalılann, Romanlann, Greklerin, göçmen Slavlann belirli kanşımı (özellikle Romanya da) bitmek tükenmek bilmeyen bir tartışma konusudur. Böylece, köken itibariyle Sırp sayılan ama şimdi bir milliyet olarak görülen ve kendilerine ait bir özerk cumhuriyete sahip olan Karadağlılar; Türk fethiyle boşalan bölgeye yerleşen Eflaklı çobanların, eski Sırp Krallığı kalmtılanmn ve Sırp köylülerinin bir bileşimi olarak görünüyordu.^ Kuşkusuz, diyelim on üçüncü yüzyıl Macarlannm kendilerini etnik bir topluluk olarak gördük * Alm. Bölge sorumlusu, (ç.n.) 31. Akt. Leopold Spira, Bemerkungen zu Jörg Haider (Wiener Tagebuch, Ekim 1988, s. 6). 32. Fredrik Barth ın Ethnic Groups and Somdar/es deki güçlü argümanına katılıyorum. 33. Theodore Zeldin, France 1848-1945 (Oxford, 1977), Cilt I, s. 46-47. 34. Ivo Banac, The National Ouestion in Yugoslavia, s. 44. Bununla birlikte, bu veriler 1970 te, Karadağlılarla Sırplann aynı olmadıklan varsayımına dayanan bir cumhuriyetin başkentinde yayımlanan, kapsamlı ve geniş bilgiler içeren lstori]a\ Cme Gore den alındığı için, okur, Balkan tarih yazımında daima rastlandığı üzere, bir kulağını bilenen baltalann sesine açık tutmalıdır. 84
85 leri, çünkü Orta Asyah göçebe istilacılann soyundan geldikleri, çevrelerindeki halklara hiç benzemeyen bir dilin ağızlarını konuştukları, genellikle belirli bir ekolojik ortamda, kendi krallıklannda yaşadıklan ve elbette geçmişe dayanan çeşitli pratikleri paylaştıklan ya da bütün bunları iddia ettikleri yadsınmayacaktır. Ama böylesi örnekler çok da yaygın değildir. Öbür yandan, Heredotçu anlamıyla etnik köken, geniş toprak parçalannda, hatta dağınık olarak yaşayan ve ortak bir yönetim yapısından yoksun olan insanları ön-millet denebilecek şekilde birbirine bağlayan bir şeydi, bir şeydir ve gelecekte de olabilir. Bu çerçeve pekâlâ Kürtleri, Somalilileri, Yahudileri, Basklan ve başkalarını kapsayabilir. Oysa etnik kökenin, modem milletin özünü oluşturan bir ulus devletin şekillenmesiyle, hatta antik Grekler örneğinin kanıtladığı gibi bir devletle hiçbir zorunlu tarihsel ilişkisi yoktur. En güçlü ve kalıcı anlamıyla kabile etnik kökeni denebilecek bir yapıya sahip halkların, yalnızca ister milli ister başka içerikte olsun modem devletin empoze edilmesine karşı direnmekle kalmadıkları, aynı zamanda çok yaygın biçimde her türlü devlete karşı koyduklan bile ileri sürülebilir: Afganistan da ve çevresinde Paştun dili konuşanlar, 1745 ten önce Kuzey İskoçlar, Atlas Dağlan Berberileri gibi örnekler bunun canlı tanıklandır. Buna zıt durumdaysa, belirli bir devletle özdeşleşen bir halk, aşağıdan bir bakışla dahi, bir dizi etnik (ve dilsel) aynmı kapsıyordu. 1809 da Andreas Hofer in önderliğinde Fransızlara karşı ayaklanan kutsal Tirol toprağını savunanlar arasında hem Almanlar ve İtalyanlar hem de kuşkusuz Ladin dili* konuşanlar yer alıyordu.^ İsviçre milliyetçiliği bildiğimiz gibi birden fazla etnik grubu içerir. Hatta, Byron zamanında Türklere başkaldıran Yunan dağlılannın milliyetçi olduklannı (gerçi bunun olanaksızlığı kabul edilmektedir) varsayarsak, en korkusuz savaşçılardan bazılannın Helen değil Arnavut (Suliote) olduğuna dikkat çekmeden geçemeyiz. Bundan başka, genellikle bir kere yola koyulunca kendileri icat etmiş bile Reto-Rumenca; İsviçre'nin bazı bölgeleri, Graubünden vetirol ün bazı yerlerinde konuşulan dil. (ç.n.) 35. John W. Cole ve Eric R. Wolf, The Hidden Frontier: Ecology and Ethnicity an Alpine Ua//ey(New York ve Londra, 1974), s. 112-13. 85
86 olsalar, ırkçılık biçiminde güçlü bir etnik bilince dayanan modem milli hareketlerin sayısı çok azdır. Özetle, bu yüzden, Don Kazaklannın kendilerini kutsal Rusya toprağının oğullan yapan bağı tanımlarken etnik kökeni ya da ortak soyu saymamalarını hayretle karşılamamalıyız. İşin doğrusu, bunu yapmakla akıllıca davranmışlardı, çünkü -özgür köylü savaşçı topluluklarının çoğu gibi- kökenleri son derece karışıktı. İçlerinden pek çoğu Ukraynalı, Tatar, PolonyalI ve Litvanyalı olduğu kadar. Büyük Rus tu. Onlan birleştiren, kan değil inançtı. Öyleyse, etnik kökenin ya da ırk m modem miuiyetçilikle hiçbir ilgisi yok mudur? Belli ki vardır, çünkü vücut yapısındaki gözle görülür farklar görmezden gelinemeyecek kadar çok belirgindir ve bunlardan sık sık, milli ayrımlar değil, biz ve onlar arasındaki aynmlara işaret etmek ya da pekiştirmek amacıyla yararlanılmıştır. Bu tür farklar üzerine yalnızca üç noktaya dikkat çekmek gerekir. Birincisi, bu farklar tarihsel anlamda hem yatay hem dikey ayıncı işlevi görmüş ve modem milliyetçilik çağından önce, herhalde daha yaygın biçimde topluluklardan ziyade toplumsal katmanlan ayırmaya yaramıştır. Tarihte renk ayrımcılığının en yaygın kullanımı, ne yazık ki, aynı toplum içerisinde (ömeğin, Hindistan daki gibi) daha açık renkli insanlara daha yüksek bir toplumsal konum atfeden ayrımdır; bununla birlikte, hem kitlesel göç hem de toplumsal hareketlilik, doğru ırksal sınıflandırmanın, fiziksel görünüm ne olursa olsun, doğru toplumsal konumla el ele yürüyeceği biçimde, dummu iyice çapraşıklaştırmakta, hatta ilişkiyi tersine çevirmektedir. Ömeğin And ülkelerinde, alt orta sınıfa giren Kızılderililer otomatik biçimde yeniden sımflandmlarak, görünüşleri nasıl olursa olsun melez ya da cholos kategorisine girmektedirler.^ 36. Buna karşılık, kişinin toplumsal konumunu -herhalde büyük şehre göç etmiş olduğundan- bilmeyenler onu salt rengine bakarak değerlendirir ve buna bağlı olarak dışlarlar. Buna gösterilen öfke, 1960 lı ve 1970 li yıllarda, üst katmanlara tırmanan taşradaki Cholo ailelerin çocuklannın hızla çoğalan kitle halinde üniversitelere akın ettikleri sırada, öğrencilerin politik radikalleşmelerinin yaygın nedenlerinden birisini oluşturmaktaydı. San Marcos Üniversitesi ndeki Maocu öğrenci liderleriyle ilgili yayımlanmamış incelemesinde bu noktaya dikkat çeken Nicolas Lynch e teşekkür borçluyum. 86
87 87 İkincisi, gözle görülür etnik kökenin, bir insanın kendi grubundan ziyade öteki grubu tanımlamakta kullanıldığını göz önünde bulundurursak, negatif bir içeriği vardır. Dolayısıyla, ırkçı klişelerin ( Yahudi burnu ) bir atasözü işlevi görmesi, sömürgecilerin dünyanın her tarafında siyah sınıfına sokulan insanlar arasındaki renk farklannı pek görememesi ile çekik gözler ve san deri gibi öteki nin ortak özelliği olduğuna inanılan şeylerin karşısında ayrımcı bir toplumsal bakışa dayanan bence hepsi birbirinin aynı iddiasının kaynağı burasıdır. En yüzeysel bir incelemeyle dahi hemen kuşkuya kapılabilecek durumlarda bile, öyle iddia ediliyorsa (kesinlikle her örnekte öyle değildir oysa) bir insanın kendi milliyet inin etnik-ırksal açıdan homojen bir yapıda olduğu tartışmasız doğru sayılmaktadır. Çünkü, hepsinin belirli bir siyah saç tipi gibi belirli fiziksel özellikleri paylaştıklan durumlarda bile, bizim milliyet imizin üyelerinin çok geniş yelpazedeki büyüklük, biçim ve görünümleri kapsadığı biz ce açık görünmektedir. Yalnızca onların gözüyle biz hepimiz birbirimize benzeriz. Üçüncüsü, negatif anlamdaki bu etnik kökenin; belki, gerçekten etnik açıdan hemen hemen ya da bütünüyle homojen yapıda olan bir halktan oluşan, son derece ender rastlanan tarihsel devlet örnekleri arasında yer alan Çin, Kore ve Japonya'daki gibi bir devlet geleneği türünden bir şeyle birleştirilemediği ya da birleştirilmediği sürece, ön-milliyetçilikle hemen hiçbir zaman bir ilişkisi olmamıştır. Bu tür örneklerde etnik köken ile politik sadakat pekâlâ birbiriyle bağlı olabilir. Bildiğim kadanyla 1644 teki yıkılışından beri Ming hanedanının Çin isyanlarında oynadığı özel rol (Ming hanedanının yeniden başa geçirilmesi önemli gizli demeklerin programlannda yer alıyordu ve belki halen de yer almaktadır), kendisinden önceki Moğollar ile kendisinden sonraki Mançu hanedanından farklı olarak, saf Çinli yani Han hanedanından gelmelerine dayanır. Bu nedenle en belirgin etnik farklar dahi, modem milliyetçiliğin doğuşunda oldukça küçük bir rol oynamıştır. Latin Amerika daki 37. Japonya ile iki Kore nin yüzde 99 u homojen yapıdadır ve Çin Halk Cumhuriyeti nin yüzde 94 ü Han etnik grubundan gelmektedir. Bu ülkeler az çok tarihsel sınırlarını korumuşlardır.
88 Kızılderililer, İspanyol fethinden beri, özellikle halkı ırk esasıyla kastlara bölen İspanyol sömürge sisteminin pekişmesi ve kurumsallaşmasıyla, beyazlar ve melezler karşısında köklü bir etnik fark-1 lılık duygusu taşımışlardır/* Bununla beraber, henüz bunun bir milliyetçi harekete dönüştüğü tek bir örnek dahi bilmiyorum. Hatta bunun, kimi indigenista entelektüeller dışında, Kızılderililer arasında pan-kızılderili duygular doğurmasına bile çok ender rastlanmıştır. Yine, Sahra Altı Afrikası nda yaşayanlann açık renk derili fatihler karşısındaki ortak yönü, görece koyu renkte olmalarıdır. Negritud e yalnızca siyah entelektüeller ve elitler arasında değil, aynı zamanda koyu renkli bir insan topluluğunun daha açık renkli insanlarla her karşı karşıya gelişinde fiilen hissedilen bir duygudur. Zencilik, politik bir faktör olabilir, ama yalnızca renk bilinci temelinde, kurucuları pan-afrikacı fikirlerden esinlenen Gana ve Senegal dahil olmak üzere, tek bir Afrika devleti bile doğmamıştır. Renk bilinci, ülke içi tek birlik noktalan yirmi-otuz yıllık sömürge yönetiminden kaynaklanan eski Avrupa sömürgelerinin doğurduğu mevcut Afrika devletlerinin çekimine direnememiştir. 38. Bu konudaki standart çalışma olarak bkz. Magnus Mömer, El mestizaje en la historia de Ibero-America (Meksiko City, 1961); ayrıca bkz. Alejandro Llpschutz, El problema racial en la conguista de Amârica y el mestizaje (Santiago de Chile, 1963), özellikle Bölüm V. Gelgelelim, Leyes de Indias*** sık sık kastlara değinmekle birlikte, kavramlar ile terminoloji değişken ve çelişkili bir görünüm sunmaktadır (Sergio Sagu, Estnıctura soclal de la Colonia, (Buenos Aires, 1952), s. 122. * Yerli haklannı savunan, (ç.n.) 39. Bu konuda, bu bölümün çözümlemesini -bkz. s. 191- doğrulayan başlıca istisna, hem mitlere hem de onu yeniden kurmayı tasarlayan (yerelleşmiş) hareketlere esin kaynağı olan Penj daki Inka Imparatorluğu nun anılandır. Bkz. bir antoloji çalışması olan, der. Juan M. Ossio A., İdeologla mesianica del mundo and!- no (Lima, 1973) ve Alberto Flores Galindo, Burcando un Inca: Identldad y Uta-, pia en los Andes (Havana, 1986). Gene de Flores in Kızılderili hareketleri ve onlann yandaşlanyla ilgili mükemmel incelemesi şunlan göstermektedir: (a) mistiğe karşı Kızılderili hareketleri özünde toplumsal nitelikliydi; (b) İkinci Dünya Savaşı'na kadar And Kızılderililerinin kendilerinin Peru'da yaşadıklannı bilmiyor olmalan (s. 321) nedeniyle bile olsa, bu hareketlerin milli içeriği yoktu; (c) o dönemin indigenista entelektüelleri Kızılderililer hakkında hemen hiçbir şey bilmiyorlardı (örneğin, s. 292). ** Zencilik, (ç.n.) *** (Isp.) Yeril Yasatan, (ç.n.)
89 89 Bu yüzden elimizde, on yedinci yüzyıl Kazaklannm anladığı bibimdeki kutsal Rusya kriterleri (yani, din ve krallık ya da imparatorluk) kalıyor. Polonya ve İrlanda örneklerinin kanıtladığı gibi, din ile milli bilinç arasındaki bağlar çok sıkı olabilir. Aslında, milliyetçiliğin bir kitlesel güç haline geldiği yerlerde bu ilişki, bir azınlık ideolojisi ve aktivist hareketi aşamasında olduğu yerlerden daha yoğun görünmektedir. Siyonist militanlar Filistin y/s/imv unun kahramanca günlerinde göstere göstere jambon sandviçler yemeye, İsrailli fanatiklerin bugün yapmaya eğilimli oldukları gibi dinsel tören başlıklan giymekten daha yatkınlardı. Günümüzde Arap ülkelerinin milliyetçiliği İslamiyet le o kadar özdeşleşmiştir ki, dost düşman herkes bu durumu, Mısır da ve Suriye nin Türkçe konuşulan bölgelerinde milliyetçiliğe öncülük yapan çeşitli Arap Hıristiyan azınlıklar. Kiptiler, Maruniler ve Yunan Katoliklerle bağdaştırmakta zorlanmaktadır.'" Gerçekten, milliyetçiliğin gün geçtikçe daha fazla dinle özdeşleşmesi, İrlanda hareketinin de karakteristik bir özelliğidir ve üstelik bunda şaşırtıcı olan hiçbir yan yoktur. Din, ortak pratikle komünyon kurmanın eski ve sınanmış bir yöntemi, başka ortak yönü olamayacak insanlar arasında bir tür kardeşlik bağıdır."" Dinin Musevilik gibi bazı biçimleri özellikle belirli insan topluluklarında üyelik işareti olarak tasarlanmıştır. Gene de din, ön-milliyetçilik açısından; daha doğrusu, dini genellikle (en azından daha savaşçı aşamalarında), millet in kendi üyelerinin bağlılığı üzerinde tekel kurmasına meydan okuyabilecek bir güç olarak görüp ona ciddi bir ihtiyatla yaklaşan modem milliyetçilik açısından paradoksal bir çimentodur. Nasıl olursa olsun, hakikaten tek bir kabileye özgü dinler, normal koşullarda modem milliyetlere göre çok küçük bir alanda etkin olmakta ve dışarı açılma çabalarına karşı koymaktadırlar. Öbür yandan, MÖ altıncı yüz 40. George Antonius, The Arab Awakening (Londra, 1938), ağırlıl<la şu çalışmada da destel<lenmel<tedir: IVIaxime Rodinson, Marxisme et monde musulman (Paris, 1972), s. 587-602'de Dâveloppement et structure de l arabisme. 41. Fred R. Van der Mehden, Religion and Nationalism in Southeast Asia: Burma, Indonesia, the Philippines (Madison, 1963), çok farl<lı dinlere inanan ülkelerin ele alınışı bakımından oldukça yararlıdır.
90 9 0 yıl ile MS yedinci yüzyıl arasında ortaya çıkmış olan dünya dinleri tanım gereği evrenseldir ve bu yüzden etnik, dilsel, politik ve diğer farklardan uzak durmak gibi bir amaçlan vardır. İmparatorluk dönemindeki İspanyollar ile yerli halklar, bağımsızlıktan beri ParaguaylIlar, Brezilyalılar ve Arjantinliler, Roma nın aynı ölçüde sadık çocuklarıydı ve kendilerini dinleri nedeniyle ayn topluluklar diye göremezlerdi. Ne şans ki evrensel hakikatler genellikle birbirleriyle mücadele içerisindedirler ve bir dinin sınınndaki halklar, Rusların, UkraynalIların ve PolonyalIların Ortodoks, Uniate* ve Roma Katoliği olarak aynlabilmeleri gibi (Hıristiyanlık birbirine rakip evrensel hakikatler doğurmaya en uygun kaynak olduğunu kanıtlamıştır), bazen etnik bir işaret olarak bir başka dini seçebilirler. Herhalde Çin in büyük Konfüçyüs imparatorluğunun karadan, başka dinlere (asıl olarak Budizm e, ayrıca İslamiyet e) bağlı olan ve çok geniş bir yan daire çizen küçük halklarla kuşatılması aynı fenomenin bir parçasıdır. Ancak dikkat çekici başka bir nokta, milletlerüstü dinlerin egemenliği, modem milliyetçiliğin geliştiği ülkelerde, dinsel-etnik kimliğe bazı sınırlar dayatıyordu. Bu sınırlama evrensel değildir ve görüldüğü yerlerde bile genellikle söz konusu halkı bütün komşulanndan değil, yalnızca bir kısmından aymr; örneğin Litvanyalıları, Roma Katolik Kilisesi ne bağlı olmalan nedeniyle Ortodoks Ruslar ile Beyaz Ruslardan ve Lutherci Almanlar ile Letonyalılardan ayınr, ama aynı derecede ateşli Katolikler olan PolonyalIlardan ayırmaz. Avrupa da yalnızca diniyle tanımlanan biricik ömek, tüm komşulan Protestan olan milliyetçi İrlandalIlardır.^" Öyleyse dinsel-etnik kimlik, bulunduğu yerde, tam olarak ne anlama gelir? Açıktır ki bazı ömeklerde, etnik bir din seçilmesinin nedeni, bir halkın kendisini en başından komşu halklar veya devletlerden farklı hissetmesidir. İran, hem Zerdüşt dinine bağlı bir ülke * Papa nın yetkisini kabul etmekle birlikte kendi ayin ve âdetlerini koruyan doğu kiliseleri ve bunlara üye olanlar, (ç.n.) 42. Bununla birlikte, on dokuzuncu yüzyılda ateşli dindarlar ile kayıtsızlar ya da dinsizler arasındaki aynm, milli-dinsel işaretler taknna konusunda ek ihtimalleri gündeme getiriyordu. Bu durum, Katolik kilisesini, Bretonlar, Baskılar ve Flamanlar gibi hareketlere sempati duymaya yöneltmiştir.
91 hem de İslamiyet e geçişinden ya da her halükârda Safavilerden beri bir Şii ülke olarak kendi ilahi yolımu çizmiştir. İrlandalIlar, ancak Reformasyon a yönelen Ingilizleri izlemeyi başaramadıklan, belki de bunu reddettikleri zaman Katoliklik le özdeşleşmeye başladılar ve en iyi topraklanm ele geçiren Protestan göçmenlerin ülkelerinin bir bölümünü toptan sömürgeleştirmesi yüzünden din değiştirmeleri ihtimali ortadan kalktı/^ İngiltere ve İskoçya kiliseleri, Iskoçya kilisesi Ortodoks Kalvinizm i temsil etmekle birlikte, politik temelde tanımlanmıştır. Herhalde o zamana kadar ayn bir dinsel yol tutturmaya fazla eğilimli olmayan Galler halkı da, on dokuzuncu yüzyılın ilk yansında, son zamanlarda derin araştırmalara konu olan bir milli bilincin oluşumunun bir boyutu olarak en massc Protestan mezhebine geçmişti." Öbür yandan, farklı dinlere geçmenin iki farklı milliyet yaratmaya katiada bulunacağı da aynı derecede açıktır, çünkü, ortak bir kültür dilini paylaşan Hırvatlan ve Sırpları birbirinden ayıran kesinlikle Roma Katolikliği (yan ürünü olan Latin alfabesiyle birlikte) ile Ortodoksluk tur (yan ürünü olan Kril alfabesiyle birlikte). Oysa, Amavutlar gibi açıkça ön-mil- II bilince sahip olan ve Galler büyüklüğündeki bir toprak parçasında pek çok dinsel farkla (İslamiyet in çeşitli biçimleri, Ortodoksluk, Roma Katolikliği) böünmüş halklar da vardır. Nihayet, dinsel kimliğin ne kadar güçlü olursa olsun başlı başına milliyetçiliğe benzer bir anlam yüklenip yüklenmediği tartışmalıdır. Çeşitli dinsel topluluklann bazı açılardan özerk ve kendi kendini yöneten birimler olarak üstün bir otoritenin egemenliğinde (Osmanh İmparatorluğu nda olduğu gibi) bir arada yaşadıkları çok-birlikli devlet modeline artık rastlamıyoruz; modem eğilim din ile milliyetçiliği birleştirme yönündedir.' Pakistan ın, pekâlâ Müslümanlann özel duygulan veya ihtiyaçlannı yeterince dikkate almayan, bütün Hin 43. Antrim gibi bir kazada bir avuç toprağa dokunmanın bir adama bu toprağın geldiği yerde oturaniann Katolik mi yoksa Protestan mr olduğunu söyleteceği anlatılır. Topluca, kitle halinde, (ç.n.) 44. Krş. Gwyn Alfred VVilliams, The VVelsh in their History (Londra ve Canberra, 1982); VVhen was VVales? (Londra, 1985). 45. Osmanlı Imparatorluğu ndaki m///ef sistemi üzerine bkz. H.A.R. Gibb ve H.A. Bowen, Islamic Society in the M/esf (Oxford, 1957), Cilt 1, Kısım 2, s. 219-26. 91
92 distan çapındaki milliyetçi harekete bir tepki sayılabileceği halde, Hint İmparatorluğu ndaki Müslümanlann arasında gelişen bir milli hareketin ürünü olduğu kesinlikle doğru değildir. Aynca, (modem ulus devlet çağında toprak paylaşımı eldeki tek formül olarak göründüğü halde) Müslüman Birliği nin bile son zamanlara kadar ayn bir teritoryal devleti düşündüğü ya da Cinnah ın (Cinnah gerçekten Müslüman bir milliyetçiye benziyordu, çünkü kesinlikle dine bağlı bir mümin değildi) uzlaşmaz tutumu olmasaydı ayrı devlet kurmakta ısrar edip etmeyeceği de açık değildir. Ama sıradan Müslümanlann çok büyük kısmının milli düzey yerine komünal düzeyde düşündükleri, milletlerin kendi kaderini tayin etmesi kavramının Allah a ve O nun Peygamberi ne inanmakla bağdaştmlmasım anlamayacakları kesindir. Kuşku yok ki PakistanlIlar şimdi kendilerini (Bangladeşliler gibi) değişik dönemlerde ayn devletlerde yaşamış olan ayn bir (Müslüman) milletinin üyeleri olarak görmektedirler. Kuşkusuz Bosnalı ve Çinli Müslümanlar da, hükümetleri onlara ayn bir milliyet gibi davrandığından, eninde sonunda kendilerini bir milliyet sayacaklardır. Gelgelelim, pek çok milli olgu gibi bunlar da ex post facto bir gelişme olmuştur ya da olacaktır. Gerçekten, İslamiyet in diğer dinlerle smır olduğu çok geniş bir alanda, Müslümanlann İslamiyet le dinsel özdeşleşmelerinin gücü oramnda İran dışında, net bir biçimde İslamiyet damgası taşıyan ön-milli ya da milli hareketlere ya hiç rastlanmaz ya da çok az rastlanır. Bugün bu tür hareketlerin İsrail e karşı olarak ya da Orta Asya cumhuriyetlerinde gelişebilmesi başka bir konudur. Kısacası, din ile ön-milli veya milli kimlik arasmdaki ilişkiler, karmaşıklığını ve aşın derecede anlaşılmaz içeriğini korumaktadır. Bu ilişkiler basit genellemelere kesinlikle uygun düşmezler. Öbür yandan, Gelhıer ın işaret ettiği gibi, bir halkın genellikle dünya dinlerinden birine geçerek daha geniş kültürlerle, özellikle yazıh kültürlerle bağ kurması, bir etnik grubun daha sonra millete dönüşmekte ve buna uygun bir yapı kurmakta yardımına başvura * Sonradan ortaya çıkan, (ç.n.) 46. Geliner, Nations and Nationalism (Oxford, 1983). 92
93 bileceği avantajlar kazanmasına olanak tanır. Geliner ın ikna edici siizlerle savunduğu üzere, daha geniş kültürlerle bu şekilde bağ kutun Afrikalı gruplar milliyetçiliği geliştirmek açısından başkalanna Höre daha iyi bir konumda bulunur. Bunun örneği, hem Hıristiyan Amharalılann hem de Müslüman Somalililerin, her ikisi de ehl-i kitap tan (gerçi Geliner a göre bunlar rakip ve değişik kitaplardı) olduklan için, devlet halkı haline gelmeye aday olduğu Afrika Uumu ydu. Hıristiyanlığın kollanndan birine geçmenin modem kitle milliyetçiliğine benzeyen ve Sahra Altı Afrikası ndaki diğer ick politik fenomen olan 1967 Biafra ayrılığı ile Güney Afrika Milli Kongresi üzerinde ne kadar etkili olduğu bilinmese bile, bu yaklaşım akla uygun görünmektedir. Din ön-milliyetin zorunlu bir işareti değilse bile (gerçi hem Katolik Polonya nın hem de Müslüman Türklerle Tatarların baskısını hisseden on yedinci yüzyıl Ruslan açısından öyleydi) kutsal ikonlar modem milliyetçiliğin olduğu kadar ön-milliyetin de önemli bir parçasını oluşturur. Kutsal ikonlar, aslında hayali olan bir cemaate elle tutulur bir gerçeklik sunan sembolleri, ritüelleri ya da ortak kolektif pratikleri temsil eder. Bunlar, paylaşılan imgeler (ikonlar gihi) ya da Müslümanlann her gün beş vakit kıldıklan namaz gibi pratikler, hatta Müslümanlann Allahüekber'i, Yahudilerin Shema Yisroel i gibi ibadet sözcükleri olabildiği kadar, Meksika daki Guadalope Bakiresi ya da Katalonya daki Montserrat Bakiresi türünde bir millet oluşturacak büyüklükte toprak parçalarıyla özdeşleşen bir ad takılmış imgeler de olabilir. Kutsal ikonlar. Yunanlıların olimpiyatlan gibi, dağınık gruplan bir araya getiren yanşmalar ya (la periyodik festivaller ile Katalan Jocs Florals, Galler deki Eisteddfodau* gibi daha yeni milliyetçi buluşlar olabilir. Kutsal ikonlann öneminin bir kanıtı, basit renkli kumaş parçalannın -yani, bayraklann- evrensel düzeyde modem milletlerin sembolü olarak kullanılması ve bunlann son derece değer verilen ritüel tekrarlar ya ila tapınma eylemlerini çağnştırmasıdır. Bununla birlikte, din ömeğindeki gibi, kutsal ikonlar da biçimi ve niteliği nasıl olursa olsun bir ön-milletin sembolü işlevi gö Galler de edebiyatçılarla saz şairleri için her yıl düzenlenen yanşma. (ç.n.) 93
94 remeyecek kadar fazla geniş ya da fazla dar olabilir. Bakire Mer«yem i Katolik dünyasının sınırlı bir kesimine hapsetmek zordur; bir ön-milli sembol haline gelen her yöresel Bakire ye karşılık, sinirli topluluklann azizeleri olarak kalan onlarca ya da yüzlerce ömel^ vardır, aksi takdirde bizim amacımız açısından hiçbir işe yaramaz/- dı. Ön-milli açıdan en tatmin edici ikonlar, açık ki, özellikle, öme» ğin ön-millet aşamasında bir devletle, egemenlik alanı gelecekteki bir milletin sınırlarına denk düşen ilahi ya da ilahi güçle donatılmış bir kral veya imparatorla ilişkilendirilen ikonlardır. Konumlan gereği (ex offıcio) kiliselerinin başı olan egemenler (Rusya daki gibi) doğallıkla bu çağnşıma dayanıyorlardı, ama İngiltere ve Fransa nın yüce krallıklan da ikonların potansiyel gücünü kilise ile devletin ayn olduğu yerlerde bile kanıtlarlar." Millet oluşturma olanağım bağrında taşıyan sınırlı sayıda teokrasi bulunduğundan, salt ilahi otoritenin ne kadar yeterli olduğunu değerlendirmek zordur. Bu soru, Moğolların ve Tibetlilerin ya da Batı ya daha yakın olan ortaçağ Ermenilerinin tarihini araştıran uzmanlara bırakılmalıdır. Neo- Gelflerin* İtalya da papalık etrafında bir İtalyan milliyetçiliği inşı etmeyi denedikleri zaman anladıklan gibi, on dokuzuncu yüzyıl Avrupası nda ilahi otorite kesinlikle yeterli değildi. Papalık de fac* to bir İtalyan kurumu, 1860 tan önce ise bütün İtalya yı kucaklayan bincik kurum olduğu halde Neo-Gelfler başanlı olamamışlardı. Bununla birlikte. Kutsal Kilise nin, bilhassa Papa IX. Pius döneminde, kendisini -bırakın milliyetçi bir kuruluşa- yerelleşmiş bir milli kuruluşa dönüştürmesi beklenemezdi. On dokuzuncu yüzyılda papalık bayrağı altında birleşmiş bir İtalya nın neye benzeyeceği, üzerinde spekülasyon yürütmeye bile değmeyen bir konudur. Böylece ön-milliyetçiliğin son ve neredeyse kesinlikle en belirleyici olan kriterine, yani aidiyet ya da kalıcı bir politik birime aidiyet bilincine geliyoruz.** Bilinen en kuvvetli ön-milli çimento, 47. Bu konunun klasik ele alınışı hâlâ şu çalışmadır; Marc Bloch, Les Rois th» umaturges {Pans, 1924). * Ortaçağda papa yanlısı olup imparatora karşı çıkan bir Italyan politik grubunun üyeleri, (ç.n.) 48. Gene de bu bilincin bütün insan gruplannı aynı şekilde etkilediği ya da mo> dem millef in topraklan gibi bir şeyi kapsadığı veya modem milliyeti içerdiği düşünülmemelidir. Sanınm Bizans mirasına dayanan popüler Grek bilinci Roma lm> 94
95 kuşku yok ki, (özellikle daha sonraki millet in çerçevesini oluşturan devlet, Büyük Ruslar, İngilizler ya da Kastilyalılar gibi özel bir Staatsvolk yani devlet-halkla birlikte anıhyorduysa) on dokuzuncu yüzyıl jargonuyla tarihsel bir millet olacaktır. Gene de bu noktatla milli tarihselliğin doğrudan ve dolaylı etkileri arasında açık bir aynm yapılması gerekmektedir. Çünkü çoğu örnekte, aslında daha sonraki millet-halkm sözcük (lağannı formüle eden politik millet, bir devlette yaşayanlann kü- V ük bir kesiminden, yani ayrıcalıklı elit kesim, soyluluk ile geniry'den ibarettir. Fransız soylulan Haçlı Seferleri ni gesta Dei per francos" olarak tanımladıklan zaman, haçın zaferini, Fransa da yaşayanlann büyük kısmıyla, hatta (yalnızca kendilerini Franklann torunları olarak görenlerin çoğunun, hükmettikleri halkı Franklann fethettikleri insanlann torunlan sayacaklarından dolayı bile olsa) şimdiki Fransa nın on birinci yüzyılın sonunda bu ismi taşıyan küçük bir parçasıyla ilişkilendirme niyeti bile taşımıyorlardı. (Okul kitaplannda Fransızlann atalannın Franklar değil Galyalılar olduğunda ısrar eden cumhuriyetin demokratik amaçlan uğruna bu görüş tersyüz edilmiş ve devrim sonrasının Kont Gobineau gibi gericileri tarafından gerici ve öjenik amaçlarla onaylanmıştı.) Soyluluğun milliyetçiliği ; üç unsur olan natio, politik fidelitas ve communitas, başka bir deyişle milliyet, politik sadakat ve politik topluluk kategorileri... sosyo-politik bilinçte ve toplum içerisindeki bir grubun (einer gesellschaftlichen Gruppe) duygulannda birleştiği * ölçüde kesinlikle ön-milli olarak değerlendirilebilir. Macar veya Polonya milleti fikrinin St. Stephen ya da Polonya Birliği nin hükümranlığındaki topraklarda yaşayanlann büyük bir bölümünün modem milli tanımlar uyannca Macar ya da PolonyalI olmamasıyla en ufak bir güçlükle karşılaşmadan uyuşabildiği Polonya ve Macaristan gibi ülkelerde, daha sonraki milliyetçiliklerin doğrudan atası kesinlikle budur. Çünkü Macar ve Polonyalı olan plebler olmayan pleblerden daha değerli değildi. Bunlann tamamı, paratorluğu nun (romaiosyn^ bir parçası olmayı da içine alıyordu. Soyluluğun altındaki orta sınıf, aydın tabaka, (ç.n.) (Lat.) Tann nın Franklar aracılığı ile başardığı işler, (ç.n.) 49. Jenö Szücs, Nation und Geschichte (Budapeşte, 1981), s. 84-85. 95
96 doğası gereği politik millet sahasının dışında kalıyorlardı. Ve ne olursa olsun, bu millet modem milliyetle karıştırılmamalıdır. " Açıkçası, politik millet kavramı ve sözcük dağarı sonuçta, > milliyetçiliğin hemen hemen kesinlikle geçmişe dönük bir bakışla savunduğundan çok daha sonra gündeme gelmekle birlikte, bir ülkede yaşayanlar kitlesinin oluşturduğu varsayılan bir millete genişletilebilirdi. Dahası, ikisi arasındaki bağlar hemen hemen kesinlikle dolaylıydı, çünkü bir krallıktaki sıradan insanlann kendilerini üstün egemen, kral ya da çar aracılığıyla ülkeyle ve halka özdeşleştirebilmeleri için yeterince kanıt varken (Jeanne d Arc ın yaptığı gibi) köylülerin, kaçınılmaz olarak huzursuzluklarının başlıca hedefini temsil eden lordlar topluluğunun oluşturduğu bir ülke yle özdeşleşmeleri pek mümkün değildir. Köylüler belirli bir lorda bağlı ve sadık kalsalar bile, bu bağlılık ne gentry tabakasının kalanının çıkarlarıyla özdeşleşmeyi ne de lordun topraklanndan daha geniş bir ülkeye bağlı olmayı içerecektir. Gerçekten, millet-öncesi çağda, on beşinci ve on altıncı yüzyıl Avrupası ndaki gibi, bugün yabancı işgalcilere karşı özerk bir halkın milli savunma hareketi sınıfına sokacağımız bir durumla karşılaştığımızda, böyle bir hareketin ideolojisi milli değil, toplumsal ve dinsel bir içerik taşıyacaktır. Köylüler, bellatores yani savaşçılar olarak görevleri Türklere karşı onlan savunmak olan soylulann kendilerine ihanet ettiğini ileri sürmüş görünmektedirler. Sakın işgalcilerle gizli bir anlaşma yapmış olmasınlardı? Böylece, dinsizliğe karşı gerçek imanı bir Haçlı seferiyle savunmak sıradan insanlara kalmıştı. Bu tür hareketler belirli koşullarda, Hussçu Bohemya da -ilk Hussçu ideoloji Çek milli nitelikte değildi- ya da Hıris- 50. Soyluluk, sistemli iletişimini -bunu yapacak biricik sınıftı- İdari bölgeleriyle ve Hırvat politik milleti gibi sorunlan tartışıp kararlar aldıklan Zümreler Dlyeti nde sürdürüyordu. Bu, milliyet siz,... yani milli bilinci olmayan bir milletti... çünkü soyluluk kendisini Hırvat etnik topluluğun diğer üyeleriyle, köylüler ve kasabalılarla özdeşleştiremlyordu. Feodal yurtsever anayurdu nu seviyordu, ama anayurdu, kendisi gibi soylu olanların malikâneleri ve mülkleri ile onun krallık ıyla sınırlıydı. Feodal yurtsever in gözünde, kendisinin de bir üyesi olduğu politik millet' eski devletin topraklan ve gelenekleri demekti. Mirjana Gross, On the integration of the Croatian nation: a case study in nation-bullding, East European Ouarterly, XV, 2 Haziran 1981, s. 212. 51. Szüsc, Nation und Geschichte, s. 112-25. 9 6
97 liyan devletlerin askeri sınırianndaki silahlı ve görece serbest olan köylüler arasında olduğu gibi, daha geniş kapsamlı, halka dayalı bir milli yurtseverliğin temelini yaratabilir. Daha önce gördüğümüz lizere. Kazaklar buna bir örnektir. Gelgelelim, devlet geleneğinin sağlam ve kalıcı bir çerçeve sunmadığı yerlerde, tabandan gelişen lıalk yurtseverliği genellikle doğrusal biçimde modem milli yurtseveriiğe doğru gelişen bir şey olarak görülemez.^ Eski rejim devletleri de tebadan böyle bir hareket beklemiyordu zaten. Böylesi rejimlerde tebanm görevi, askeri yükümlülükleri olanlar dışında, sadakat ya da hırs değil, kulluk ve sükûnetti. Büyük Friedrich, kendisine sadık olan Berlinlilerin, başkenti işgal etmek üzere olan Rusları yenilgiye uğratmak için yardım etme önerilerini, savaşların sivillerin değil, askerlerin işi olduğu gerekçesiyle kızgınlıkla reddetmişti. Ve hepimiz, İmparator II. Francis in kendisine bağlı Tirollülerin yürüttüğü gerilla savaşına tepkisini hatırlarız: Bugün onlar benden yana yurtseverler, ama yarın bana karşı yurtseverler haline gelebilirler. Gene de günümüzdeki ya da geçmişteki tarihsel (veya gerçek) bir devletin üyesi olmak, şu ya da bu şekilde, sıradan insanların bilincinde doğrudan ön-milliyetçilik (veya belki de, Tudor İngilteresi nde olduğu gibi, modem yurtseverliğe yakın bir şey) yaratabilir (Shakespeare in İngiliz tarihiyle ilgili propagandist oyunlarına bu sıfatı yakıştırmayı reddetmek bilgiçlik taslamak olur; ama elbette o dönemde seyircilerin bizimle aynı yommu yaptıklarını düşünmeye hakkımız yok). On dokuzuncu yüzyıl öncesi Sırpların ön-milli duygulannı yadsımak mümkün değildir ve bunun nedeni, Sırplann komşu topraklardaki Katolikler ile Müslümanlar karşısında Ortodoks olmaları değil (bu nitelik onlan Bulgarlardan ayırmazdı), Türklerin bozguna uğrattığı eski krallığın anılarının şarkılarda ve kahramanlık hikâyelerinde, belki daha doğmsu, Sırp krallarının çoğunu takdis etmiş olan Sırp kilisesinin günlük ayin kitaplarında korunmasıydı. Rusya da bir çann bulunması, Ruslann kendilerini millete benzeyen bir şey olarak görmelerine yardımcı oluyordu kuşkusuz. Bir devlet geleneğinin, amacı milleti teritoryal bir devlet 52. Ag.y., s. 125-30. 97
98 olarak yerleştirmek olan modem milliyetçiliğin gözündeki potansiyel popüler cazibesi herkesçe bilinmektedir. Bu tür hareketlerin bazdan, bundan dolayı, sonuncu önemli krallıkları MÖ birinci yüzyılda kalan Ermeniler ya da milliyetçileri kendilerini (inanılmayacak biçimde) soylu Hırvat politik milleti nin mirasçılan sayan Hırvat- 1ar örneğindeki gibi, geçmişteki uygun (ve etkileyici) bir ulus devlet arayışı içinde halklarının gerçek belleğini çok gerilere götürmeye sürüklenmişlerdir. Her zamanki gibi, on dokuzuncu yüzyıl milli propagandasının içeriği, sıradan insanların milli davaya bağlanmadan önce fiilen ne düşündükleri konusunda güvenilir bir kılavuz değildir. Bu, elbette, milliyetçiliğin üzerinde inşa edileceği önmilli kimliğin Ermeniler arasında ya da (herhalde açıkça daha dar kapsamda olmakla birlikte) on dokuzuncu yüzyıldan önce Hırvat köylülerde var olduğunu yadsımak anlamına gelmez. Oysa, ön-milliyetçilikle sürekliliğin bulunduğu ya da öyle göründüğü örneklerde bile bağlantı pekâlâ yapay olabilir. Yahudi önmilliyetçiliği ile modem Siyonizm arasında hiçbir tarihsel süreklilik yoktur. Kutsal Tirol toprağındaki Alman sakinler, bizim yüzyılımızda Alman milliyetçilerin bir alt türü, hatta Adolf Hitler in coşkulu taraftarlan haline geldiler. Ama konuyla ilgili yazında mükemmel biçimde çözümlenmiş olan bu sürecin, pancermen milliyetçiler aksini düşünseler bile, (etnik ve dilsel bakımdan Alman olan) hancı Andreas Hofer önderliğinde gerçekleştirilen 1809 Tirol halk ayaklanmasıyla özsel bir bağı yoktur. '*Hatta bazen, ikisi aynı anda ve iç içe geçmiş bir halde var olsa bile, ön-milliyetçilik ilfl milliyetçiliğin hiç çakışmadığını görürüz. On dokuzuncu yüzyıl başında Yunan milliyetçiliğinin okuryazar savunucuları ile örgütleyi* çileri tartışma götürmez biçimde, ülke dışındaki eğitimli, yani klasik eğitim almış Yunanistan hayranlannın da coşkusunu uyandıran antik Helen in şanlı geçmiş düşüncesinden esinlenmişlerdir. Ve on* 1ar tarafından ve onlar için geliştirilen milli yazı dili olan Kathare* vousa, Themistocles ile Pericles in tomniannın dilini, onu bozmu} 53. Buna yeterince yer ayırmaması, 1. Banac ın aslında mükemmel olan argü«manında Hırvatlarla İlgili yönü zayıflatmaktadır. 54. Cole ve Wolf, The Hidden Frontier, s. 53, 112-13. 98
99 olan iki bin yıllık kölelikten kurtanp gerçek kaynağına götürmeye Valışan ağdalı bir neo-klasik dildi ve halen de öyledir. Gene de yeni bir bağımsız ulus devletin oluşumu uğruna silaha sanlan gerçek Yunanlılar, İtalyanlann Latince konuşmasından daha fazla eski Yunanca konuşmuyorlardı. Yazıp kullandıkları dil çağdaş Yunanlaydı. Pericles, Aeschylus, Euripides ve antik İsparta ile Atina devletlerinin zaferleri onlar için, bir anlam ifade ediyorsa bile, çok az ^ey anlatıyordu; bunları duydukları zaman kendi devirleriyle bir ilinti kurmuyorlardı. Paradoksal bir durum olarak, Yunanistan dan (,ok Roma yanlışıydılar (romaiosyne); şöyle ki, kendilerini Hıristiyanlaşmış Roma İmparatorluğu nun (yani, Bizans ın) mirasçıları görüyorlar; Müslüman kâfirlere karşı Hıristiyanlar, Türk köpeklere karşı Romalılar olarak savaşıyorlardı. Bununla beraber, yalnızca şimdi aktardığımız Yunan örneğine hakarak bile, ön-milliyetçiliğin, görüldüğü yerlerde, ikisi arasındaki farklılıklar ne kadar büyük olursa olsun, ön-milli topluluğun mevcut sembolleri ile duygulan modem bir davanın ya da modem bir devletin peşinden seferber edilebildiği sürece, milliyetçiliğin İ!jini kolaylaştırdığı açıkça ortadadır. Ancak bununla, ikisinin aynı ^cy olduğunu, hatta mantık açısından veya kaçınılmaz olarak birinin öbürüne zemin hazırladığını söylüyor değiliz. Çünkü tek başına ön-milliyetçiliğin, bırakın devletleri, milliyetleri ve milletleri oluşturmaya bile yetmediğini herkes görmektedir. Devletli ya da devletsiz milli hareketlerin sayısı, günümüzün potansiyel millet olma kriterleriyle bu tür hareketleri oluşturabilecek insan gmplannın sayısından açıkça çok daha az; ön-milli bağlardan ayırt edilmesi çok güç olacak bir şekilde birbirine ait olma duygusu taşıyan toplulukların sayısından ise kesinlikle daha azdır. Üstelik, (1.800 nüfuslu Falkland Adalan nın, diğer adıyla Malvinas ın kendi kaderini tayin etmesi sorununu bir kenara bıraksak bile) bajsimsiz bir Sahra milleti uğmna savaşan 70.000 kişilik ya da Kıbrıs ın Türk kesimi adına fiilen bağımsızlık ilan eden yaklaşık 120.000 kişilik halkların ciddi biçimde bağımsız devlet olma iddi- Hİanyla ortaya çıkmalanna karşın bu böyledir. Günümüzde milliyetçiliğin görünüşte evrensel çaplı bir ideolojik egemenliği bulun- 99
100 dudunun bir tür göz yanılması olduğunda Geliner a katılmak gerekmekledir. Bazı potansiyel milli gruplann bu statüyü iddia ettiği ve benzer iddialarla ortaya çıkan (gariptir ki pek çoğu da böyle bir iddiada bulunmaz) diğerlerini dışladığı bir dünyadan başka bir milletler dünyası var olamaz. Ön-milliyetçilik yeterli olsaydı, şimdiye kadar Mapuche ya da Aymara halklannda ciddi bir milli hareket görülürdü. Eğer bu tür hareketler yarın kendini gösterirse, bunun nedeni başka faktörlerin araya girmesi olur. İkincisi, ciddi olarak devlet özlemi duyan milli hareketler için bir ön-milli temel istenilir, belki de temel bir önem taşırken (gene de bir devlet yaratmak için başlı başına yeterli değildir), bir devletin kurulmasından sonra milli yurtseverliğin ve sadakatin şekillenmesi açısından ön-milli temelin vazgeçilmez bir önemi yoktur. Sık sık gözlemlendiği üzere, milletler, devletin temelini oluşturmaktan daha çok, bir devletin kurulmasının sonucu olarak ortaya çıkarlar. Bütün özgül milli karakteristik özellilderi ve millet olma kriterleri on sekizinci yüzyılın sonundan itibaren yerleşiklik kazanan, aslında belirli bir devletin ve ülkenin kuruluşundan önce var olamayacak olan ulus devletlerin açık örnekleri Amerika Birleşik Devletleri ile Avustralya dır. Ancak bir devletin kurulmasının kendi başına bir millet yaratmaya yetmediğini de kendimize hatırlatmamıza gerek yoktur. Son olarak ve her zaman yapıldığı gibi bir uyanda bulunmak yerinde olacaktır. Görece kendini en az ifade edebilen insanlann zihinlerinde geçmişte neler olup bittiği, hatta bugün neler döndüğü konusunda, bu insanlann sadık kaldıklarını iddia ettikleri milliyetler ile ulus devletlere karşı düşünce ve duygulan üzerine kesin konuşamayacak kadar az şey biliyoruz. Ön-milli kimlik ile daha sonraki milli ya da resmi yurtseverlik arasındaki gerçek ilişkiler bu nedenle genellikle karanlıkta kalmaktadır. Nelson un Trafalgar Savaşı ndan hemen önce donanmasına, İngiltere nin herkesten görevini yapmasını beklediğini söylediği zaman neyi kastettiğini biliyor, ama o gün Nelson un denizcilerinin (bazılanna yurtsever denebileceğini düşünmek yanlış olmasa bile) akıllanndan neler geçtiğini bilmiyoruz. Milli partiler ile hareketlerin onlara arka çıkan millet 100
101 (İyelerinin desteğini nasıl yorumladığını biliyor, ama müşterilerin, milli politika satıcılarının bir paket olarak kendilerine sunduğu çok (^eşitli mallan satın aldıktan sonra neler düşündüklerini bilmiyoruz. Yer yer millet üyelerinin istemedikleri şeyin ne olduğu konusunda -örneğin, İrlanda halkının Kelt dilinin genel kullanımını talep etmediği gibi- açık bir fikir yürütebiliriz, ama bu tür sessiz referandumlar yapmak pek mümkün değildir. Sürekli olarak, insanlara görmedikleri bir ders ve girmedikleri bir sınava göre not verme riskiyle karşı karşıyayız. Örneğin, oldukça akla uygun göründüğü ve milliyetçilerle milli hükümetler doğallıkla buna yatkın oldukları için, bir yurtseverlik kanıtı olarak vatan uğruna ölme arzusunu düşünün. Milli çağnlara herhalde daha açık olan II. Wilhelm ile Hitler in askerlerinin, muhtemelen pek motive olmayan ve prensleri tarafından paralı asker olarak kiralanan on sekizinci yüzyıl Hessenlilerinden* daha cesurca dövüştüklerini görmeyi bekleriz. Peki gerçekte böyle mi olmuştur? Diyelim, henüz milli yurtseverler diye değerlendirilemeyecek olan Birinci Dünya Savaşı ndaki Türklerden ya da çok açık biçimde ne İngiliz ne de Nepal milliyetçiliğinin harekete geçirdiği Gurkalardan daha iyi mi savaşmışlardı? Yanıt almak ya da araştırma tezi hazırlamaya teşvik etmek amacıyla değil de, özellikle modem milliyetçiliğin tartışma götürmez derecede kitlesel bir politik güç haline gelmesinden önceki dönemde sıradan insanların milli bilincinin etrafını kuşatan sisin yoğunluğunu göstermek amacıyla böyle oldukça absürd sorular formüle ediyorum. Batı Avrupa da bile çoğu millet açısından bu aşamaya on dokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar geçilmemişti. O yıllarda, ileride göreceğimiz gibi içeriğinin değilse bile en azından seçimin ne olduğu açıklığa kavuşmaktaydı. * Amerikan İç Savaşı sırasında Ingiliz hül<ümetinin kullandığı Hessenli paralı askerlere atıf yapılıyor, (ç.n.) 101
102 102 III Hükümetlerin Perspektifi Şimdi gözlerimizi tabandan, Fransız Devrimi nden sonra devletleri ve toplumlan yönetenlerin millet ve milliyet sorunları üzerine kafa yorduklan yüksek doruklara çevirelim. Pek çok açıdan on altıncı-on yedinci yüzyıllardaki büyüyen Avrupa prensliklerinin öncelediği ama sistemli olarak Fransız devrimleri çağında şekillenen karakteristik modem devlet, çoğu açıdan yeni bir olguydu. Modem devlet, yönettiği insanlann hepsini kucaklayan (tercihan sürekli ve bölünmemiş) bir toprak parçası olarak tanımlanıyor, kendisi gibi diğer toprak parçalanndan belirgin sınır çizgileriyle aynhyordu. Modem devletin politik düzlemde kendi halkı üzerinde, ara yöneticiler ve özerk kumluşlar sistemine gerek duymayan, doğrudan bir egemenliği ve yönetimi söz konusuydu ve
103 eğer mümkünse, topraklannda yaşayan herkese aynı kurumsal ve idari düzenlemeleri (ama Devrim Çağı ndan sonra artık geçmişin dinsel veya laik-ideolojik düzenlemeleri söz konusu değildi) dayatmanın yollarını anyordu. Modem devlet gün geçtikçe kendi tabasının yani yurttaşlannın düşüncelerini dikkate almak zorunluluğuyla yüz yüze geliyordu, çünkü yeni politik düzenlemelerde devlet yurttaşlanna bir söz hakkı (genellikle çeşitli türde seçilmiş temsilciler aracılığıyla kullanılan bir hak) tanımakta ve/veya başka yollarla, yani vergi mükellefleri ya da potansiyel askerler olarak onların pratik onayı veya faaliyetlerine ihtiyaç duymaktaydı. Kısacası devlet, teritoryal olarak tanımlanan bir halk ı yönetiyor ve bunu kendi topraklan üzerinde en yüce milli yönetim organı olarak (ve temsilcilerini giderek en ufak köydeki en mütevazı fertlere kadar yayarak) sürdürüyordu. Bu müdahaleler on dokuzuncu yüzyıl boyunca modem devletlerde o kadar genel ve rutin bir hal almıştı ki, hiçbir ferdinin ulus devletle ve onun temsilcileriyle (postacı, polis ya da jandarma ve nihayet okul öğretmeni, devlet demiryollarında çalışan insanlar; kışlalara ve çok daha geniş bir alana yayılan askeri birlikleri saymıyomz bile) düzenli ilişki kurmasını istemeyen bir aile, kimsenin uğramadığı bir yerde yaşamak zoranda kalırdı. Devlet, düzenli periyodik nüfus sayımlan (on dokuzuncu yüzyıl ortasına kadar genelleşmemişti), kâğıt üzerinde zomniu olan ilköğretim ve uygulanabildiği yerlerde askere alma aracılığıyla tebasınm ve yurttaşlannın tek tek sicilini tutuyordu. Bürokratik kummlara ve yeterli sayıda polise sahip devletlerde tek tek belgeleme ve sicil tutma sistemi, herkesi, özellikle bir yerden başka bir yere taşınıyorsa, egemenhk ve yönetim aygıtıyla daha da doğrudan ilişkiye geçiriyordu. İnsan hayatı için önemli ayinlerin dinsel cemaatlerce düzenlemesine sivil bir altematif sunan devletlerde -çoğu devlette böyleydi- yurttaşlar devletin temsilcileriyle bu duygu yüklü gösterilerde karşılaşabilirlerdi ve her zaman için nüfus sayımlanm tamamlayan doğum, evlilik ve ölüm kayıtlanm tutan aygıt tarafından takip edilirlerdi. Hükümet ile uymk ya da yurttaş, kaçınılmaz olarak, daha önce rastlanmayan gündelik bağlarla birbirleriyle bağlıydı. Ve on dokuzuncu 103
104 104 yüzyıl dahi, tipik örnekleri demiryolu ve telgrafta görülen ulaşım ve iletişim devrimleri, merkezi otorite ile onun en uzak kontrol noktalan arasındaki bağlan sıkılaştınp rutinleştirmekteydi. Bu değişiklik, devletler ile yönetici sınıflar açısından, merkezi hükümet ile yerel elitler arasındaki değişken ilişkiyi (federalizmin tipik olmaktan çıktığı ve giderek daha ender görüldüğü Avrupa da durmadan milli merkez lehine değişiyordu bu ilişki) bir kenara bıraksak bile, iki tür ciddi politik problem çıkarmaktaydı.' Birincisi, her yetişkin (erkek) yurttaşın, hatta yönetime bağlı olan herkesin -cinsiyeti ve yaşı ne olursa olsun- devlet yönetimiyle doğrudan bağlı olduğu yeni yönetim biçimini uygulamaya geçirmenin en iyi yoluyla ilgili teknik-idari sorunlar doğurmaktaydı. Bu sorunlar bizi burada yalnızca, çok çeşitli temsili kurumlardan oluşan ve doğallıkla, evrensel okuryazarlık özleminin politik açıdan hassas hale getirebileceği devlet içindeki yazılı, hatta sözlü iletişim dili ve dilleri sorununu gündeme getiren bir yönetim ve temsilcileri aygıtının kurulmasını içerdiği kadanyla ilgilendirmektedir. Bu devlet temsilcilerinin yüzdesi bizim standartlanmıza göre mütevazı kalırken (1910 dolaylannda olsa olsa çalışan milli nüfusun 20'de l'iydi), bazen oldukça hızlı biçimde artıyor ve çahşanlann önemli bir kesimini temsil ediyordu: Yalnızca birkaç ömek aktanrsak, Cisleithanian* Avusturyası nda yaklaşık 700.000 (1910), Fransa da yanm milyonun üzerinde (1906), Almanya da yaklaşık 1.5 milyon (1907), İtalya da 700.000 (1907).^ Geçerken belirtelim ki, söz konusu ülkelerde devlet herhalde çahşanlann okuryazar olması gerektiren en büyük organı oluşturmaktaydı. İkincisi, bu değişiklik devlete ve egemen sisteme sadık ve onun 1. Ayrı bir İrlanda parlamentosunun feshedilmesi, Polonya Kongresi nin özerkliğinin geri alınması, eski Federal Almanya ya baskın bir üyenin (Prusya) ve ülke çapındaki tek bir pariamentonun egemen olması, İtalya nın merkezi bir devlete dönüşmesi, Ispanya'da yerel çıkariardan bağımsız tek bir milli polis gücünün ku* rulmeısı, bu eğilimin çeşitli ömekleridir. Merkezi hükümetler, Britanya da olduğtf gibi, merkezi denetimle yerel inisiyatife oldukça geniş bir alan bırakabilirier, ancak Avrupa da 1914 ten önceki tek federal yönetim İsviçre ydi. * Avusturya-Macaristan Imparatoriuğu nun Avusturya da kalan bölümü, (ç.n.) 2. Peter Flora, State, Economy and Society in VVestem Europe 1815-1975, Cilt 1, Bölüm 5 (Frankfurt, Londra ve Chicago, 1983).
105 la özdeş olan yurttaşla ilgili olarak politik açıdan çok daha hassas sorunlar doğurmaktaydı. Yurttaş ile laikleşmiş milli yöneticilerin birbirleriyle doğrudan karşı karşıya gelmelerinden önceki günlerde, sıradan erkek -sıradan kadının adını bile anmıyoruz- için devlete sadakat ve onunla özdeşleşme ya gerekli değildi ya da Devrim Çağı nın parçaladığı veya gözden düşürdüğü bütün o özerk ya da ara kertelerde gerçekleşiyordu: Yani dinsel ve toplumsal hiyerarşi ( Tann beyleri ve akrabalarını korusun/ve bizi uygun mevkimizde tutsun ), hatta monarşinin erdemi ve adaleti temsil etmesine dokunmayarak uyruklar ile imparator ya da kral arasında bir paravan gibi duran kendi kendini yöneten topluluklar ve kurumlar ya da nihai egemenin astı olan özerk otoriteler aracılığıyla. Çocuklar nasıl anne babalarına sadakat gösteriyorsa, kadınlar da onların namına hareket eden erkeklerine sadık kalıyordu. Öbür yandan, ifadesini 1830 Fransız ve Belçika devrimlerinin rejimlerinde ve Britanya da 1832 den sonraki Reform Çağı nda bulan klasik liberalizm, politik haklan mülk sahibi ve eğitimli erkeklerle sınırlayarak yurttaşların politika yapması sorununda yan çizmekteydi. Gene de on dokuzuncu yüzyılın son üçte birinde, demokratikleşmeden, hatta politikanın gittikçe sınırsız bir içerik kazanan seçimlere dayanmasından kaçınılamayacağı gün geçtikçe daha açık hale geliyordu. En azından 1880 lerden itibaren, sıradan erkeğe bir yurttaş olarak politikaya kâğıt üzerinde bile olsa katılma şansının verildiği her yerde (çok ender istisnalarla sıradan kadın hâlâ dışlanıyordu), bu insanlann kendisinden daha üstün kişilere ya da devlete karşı doğal bir bağlılık duyup destek vereceğine artık güvenilemeyeceği aynı derecede aydınlığa kavuşmuştu. Bilhassa, kişinin ait olduğu sınıf tarihsel olarak yeni olduğu ve buna bağlı olarak yeni düzenlemede geleneksel bir yerden yoksun olduğu zamanlarda hiç güvenilemezdi. Bu yüzden devletin ve egemenlerin, alt tabakalann sadakatini sağlamak üzere rakipleriyle kapışmaya girme ihtiyacı iyice keskinleşmişti. Ve aynı dönemde modem savaşın örneklediği gibi, devletin çıkarları artık sıradan yurttaşın önceden hayal bile edilmeyen ölçüdeki katılımına bağlıydı. Ordular ister zorunlu askerlerden ister gölo.*»
106 nüllülerden oluşsun, erkeklerin askerlik yapma isteği artık hükümetlerin hesaplanndaki temel değişkenlerden biriydi; gerçekten, hükümetlerin sistemli biçimde araştırmaya başladıkları şey (Britanya da Boer Savaşı ndan sonra yapılan ünlü fiziksel gerileme incelemesinde görüldüğü gibi) onların askerlik alanındaki gerçek fiziksel ve zihinsel yetenekleriydi. Sivillerden ne ölçüde özveri beklenebileceği stratejistlerin planlanna dahil edilmek zorundaydı: 1914 ten önce Britanyalı uzmanlar, bu gerekçelerle, ülkenin kitlesel kara savaşına katılmasına ağırlık veriyor ve Britanya nın yiyecek ithalatının bekçisi olan donanmayı zayıflatmaya yanaşmıyorlardı. Yurttaşların, özellikle işçilerin politik tavırları, işçi hareketleriyle sosyalist hareketlerin yükselişiyle beraber yaşamsal önem taşıyan konular oluyordu. Açıkçası politikanın demokratikleşmesi, yani bir yandan (erkeklerin) oy hakkının giderek genişlemesi, öbür yandan modem, idari, yurttaşları harekete geçiren ve etkileyen devletin kurulması, hem millet sorununu hem de yurttaşlann kendi millet ine milliyet ine ya da diğer sadakat odaklanna karşı duygulannı politik gündemin en ön sıralanna yerleştirmekteydi. Demek ki egemenler açısından sorun, yalnızca yeni bir meşruiyet kazanmak değildi; gerçi zaman ve biçim olarak yeni devletlerde bu sorun da çözülmek zorundaydı ve nasıl tanımlanırsa tanımlansın bir halk ya da millet le özdeşleşme, bu sorunu çözmenin elverişli ve modaya uygun bir yolu, halkın egemenliğinde ısrarlı olan devletlerde ise tanımı gereği tek yoluydu. Yunanistan, İtalya ve Belçika gibi daha önce asla bu niteliğe sahip olmamış olan ya da varlığıyla bütün tarihsel emsallerinden ayrılan 1871 Alman İmparatorluğu gibi monarşi devletlerini başka ne meşrulaştırabilirdi? Adapte olma ihtiyacı, uzun bir geçmişi olan rejimlerde bile üç nedenden dolayı kendisini gösteriyordu. 1789 ile 1815 arasında bu tür rejimlerden köklü bir değişiklik geçirmeyenlerin sayısı çok azdı (Napolyon çağı sonrası İsviçre bile önemli açılardan yeni bir politik birimdi). Hanedan meşruiyeti, ilahi buyruk, yönetimin tarihsel hak ve sürekliliği ya da dinsel birlik gibi geleneksel sadakat güvenceleri ağır yaralar almıştı. Nihayet, devlet otoritesinin buna benzer bütün geleneksel meşruiyetleri 1789 dan beri sürekli tehdit altındaydı. 106
107 107 Monarşi örneğinde açıkça görülmektedir bu. Monarşi kurumuna yeni ya da en azından tamamlayıcı bir milli temel sağlama ihtiyacı, III. George un Britanyası ve I. Nikola nın Rusyası kadar devrim tehlikesinden uzak devletlerde de hissediliyordu. Kaldı ki monarşiler de kesinlikle kendilerini adapte etmeye çalışmışlardı. Gene de monarkın millet e göre uyarlanması Devrim Çağı ndan sonraki geleneksel kurumlann ne ölçüde adapte olma ya da yok olup gitme zorunluluğuyla karşı karşıya geldiklerinin yararlı bir göstergesiyse bile, on altmcı-on yedinci yüzyıl Avrupası nda geliştiği biçimiyle prenslerin soydan gelen egemenliğinin millet le zorunlu bir ilişkisi yoktu. Aslında, 1914 te Avrupa daki monarklann çoğu (monarşi bu kıtada hâlâ hemen hemen genel bir özellik iken), kişisel milliyetleri (kendilerini bir milliyete sahip olarak hissediyorlarsa) devletin başı olma işlevleriyle hiçbir ilintisi bulunmayan, birbirleriyle bağlı bir dizi aileden geliyordu. Kraliçe Victoria nın eşi olan Prens Albert, Almanya nın kendi anayurdu olduğu duygusuyla, Prusya Kralı yla bir Alman olarak yazışırken, kararlı biçimde temsil ettiği politika çok daha net biçimde Büyük Britanya nın politikasını yansıtmaktaydı."* Yirminci yüzyılın sonundaki milletlerüstü korporasyonlar, genel müdürlerini ait olduklan ya da merkezlerinin bulunduğu milletin üyelerinden seçmeye, on dokuzuncu yüzyıl ulus devletlerinin yerel bağlara sahip krallar seçmelerinden çok daha fazla meyillidir. Öbür yandan, başında soylu bir egemen bulunsun bulunmasın, devrim sonrası devletin millet le, yani hem önceden gördüğümüz gibi yapısından ötürü hem de onu politik haklan ya da iddiaları olan, çeşitli şekillerde harekete geçirebilen bir yurttaşlar topluluğuna çeviren politik dönüşümler nedeniyle bir anlamıyla bir kolektif, bir halk olarak görülen kendi topraklarındaki insanlarla zorunlu bir organik ilişkisi vardı. Devletin henüz meşruiyetine ya da birli- 3. Linda Colley, The apotheosis of George III; loyalty, royalty and the British nation (Past and Present, 102, 1984, s. 94-129); Kont Uvarov un, çann yönetiminin yalnızca otokrasi ve Ortodoksluk ilkelerine değil, bunun yanında natsionalnost yani milliyet ilkesine de dayanması gerektiği yolundaki önerisi (1832) için bkz. Hugh Seton-VVatson, Nations and States (Londra, 1977), s. 84. 4. Krş, Revolutionsbriefe 1848: Ungedrucktes sus dem Nachlass König Friedrich VVilhelms IV von Preussen (Leipzig, 1930).
108 ğine yönelik ciddi bir meydan okumayla yüz yüze gelmediği, hakikaten etkili olan yıkıcı güçlerle karşılaşmadığı zamanlarda bile, eski sosyo-politik bağların çözülmesi yüzünden yeni kamusal sadakat biçimlerini (Rousseau nun deyişini kullanırsak, kamusal bir din ) formüle edip aşılamak zorunluydu, çünkü başka potansiyel bağlılıklar da artık politik ifadeye kavuşabilirdi. Zira devrimler, liberalizm, milliyetçilik, demokratikleşme ve işçi sınıfı hareketlerinin yükselişi çağında hangi devlet kendisini mutlak ölçüde güvende hissedebilirdi? Yüzyılın son yirmi yılında türeyen sosyoloji esasen politik bir sosyolojiydi ve devletlerin sosyo-politik birliği sorunu ilgisinin merkezini oluşturuyordu. Ancak yurttaşlarından gün geçtikçe edilgenlikten daha fazlasını isteyen devletlerin kamusal bir dine ( yurtseverlik ) duydukları ihtiyaç iyice yoğunlaşıyordu. Nelson un denizcilerine Trafalgar Savaşı için hazırlanırken bir yurtseverlik türküsüyle anlattığı gibi, İngiltere bugün herkesten üzerine düşeni yapmasını beklemektedir. Ve eğer devlet, olur da, yurttaşlarını rakip vaizlere kulak vermeden önce yeni dine inandırmayı başaramazsa, pekâlâ varlığını kaybedebilir. Birleşik Krallık (Gladstone un fark ettiği gibi), 1884-85 te oy kullanma hakkının demokratikleşmesiyle, adadaki Katolik parlamento üyeliklerinin neredeyse hepsinin o andan itibaren bir İrlanda (yani, milliyetçi) partisine ait olacağı ortaya çıkar çıkmaz, İrlanda yı kaybetmişti: Gene de Birleşik Krallık olarak kalmıştı, çünkü onu oluşturan diğer milli birimler, on sekizinci yüzyılda ağırlıkla kendilerine yarar sağlayarak evrilmiş olan ve hâlâ daha ortodoks bir milliyetçiliği temsil eden kuramcıların kafasını karmakanşık eden devlet-merkezli Büyük Britanya milliyetçiliğini benimsiyorlardı.^ Habsburg İmparatorluğu -adeta bir İrlandalar topluluğuydu- o kadar şanslı değildi. AvusturyalI romancı Robert Musil in de- 5. Britanyalılık bilincinin evrimi için bl<z. genel olarak, der. Raphael Samuel, Patriotism: The Making and Unmaking o f British National Identity (3 cilt, Londra, 1989), ama özellikle ünda Colley, VVhose nation? Class and national consclousness in Britain 1750-1830 {Past and Present, 113, Kasım 1986, s. 97-117) ve "Imperial South VVales, Gwyn A. VVilliams, The VVelsh in their History {Londra ve Canberra, 1982). Bu bilmece için, Tem Nairn, The Enchanted Glass: Britain and its Monarchy {Londra, 1988), Kısım 2. 108
109 109 yişiyle Kakanya (Almanca emperyal ve kralla ilgili *sözcüklerindeki k lerin birleştirilmesiyle elde edilen bir kısaltma) ile onu izleyen Tom Naim in deyişiyle Ukanya (United Kingdom m ilk harflerinden türetilmiştir) arasmda çok önemli bir farklılık vardır. Salt devlete dayalı bir yurtseverlik etkili olamaz diye bir kural yok; çünkü modem teritoryal yurttaş-devletinin varlığı ve işlevleri, sürekli olarak bireylerin devlet işlerine katılmasını gerektirir ve kaçınılmaz olarak, benzeri düzenlemelerden farklı olan, ağırlıkla devletin belirlediği yaşam kurallan getiren bir kurumsal ya da işleyişsel düzenleme sunar. Birkaç on yıllığına (tek bir insanın ömründen kısa bir süre) var olması bile, bu tarzdaki yeni bir ulus devletle en azından pasif bir özdeşleşmeyi sağlamaya yetebilir. Eğer böyle olmasaydı, İran da devrimci Şii fundamentalizminin yükselişinin, parçalanmış Lübnan ın Şiileri arasında olduğu kadar Irak ta da ciddi yansımalara yol açmasını beklememiz gerekirdi.^ Çünkü Lübnan devletinin Kürt olmayan Müslüman nüfusunun (bu arada, mezhebin belli başlı kutsal yerlerinin bu devletin topraklannda bulunduğunu belirtelim) büyük kısmı Iranlılarla aynı inanca sahiptir. Gene de Mezopotamya da egemen, laik bir ulus devlet kurulması fikri, teritoryal bir Yahudi devleti fikrinden daha yakın zamanlara rastlamaktadır. Saf devlet-yurtseverliğinin potansiyel olarak ne kadar etkili olduğunun aşın bir örneği, Finlilerin on dokuzuncu yüzyılın büyük bölümünde, aslında 1880 lerden sonraki Ruslaştırma politikası Rus-karşıtı bir tepki doğurana kadar. Çarlık imparatorluğuna gösterdikleri sadakattir. Gerçekten de bugün Rusya da Romanov hanedanının izlerini bulmak kolay değilken, bir kurtarıcı Çar II. Alexander heykeli Helsinki nin ana meydanında hâlâ bütün azametiyle yükselmektedir. Liste daha da uzatılabilir. Orijinal (devrimci-halkçı) yurtseverlik fikri, milliyetçi kökenli olmaktan ziyade devlete dayanıyordu, çünkü bu, bizzat egemen halkla, yani onun adına iktidan yürüten * Burada Almanca kaiserlich ve königlich sözcüklerine atıf yapılıyor, (ç.n.) 6. Baskılar kuşkusuz Irak ta bu tür sempatilerin İfade edilme ortamını kaldırıyordu; öbür yandan işgalci Iran devrimi ordulannın ciddi geçici başanlan böylesi düşüncelerin dile getirilmesini cesaretlendinmişe benzemez.
110 devletle ilintili bir fikirdi. Etnik kökenin ya da tarihsel sürekliliğin diğer unsurlarının bu anlamdaki m illef le ilintisi yoktu, dilin ilintisi ise ancak ya da esas olarak pragmatik nedenlere dayanıyordu. Sözcüğün asıl anlamıyla yurtseverler, doğru ya da yanlış, benim ülkem düsturuna inananlann, yani (sözcüğün ironik kullanımını aktaran Dr. Johnson un ifadesiyle) hükümetin baş belası hizipçiler in tam karşıtı kişilerdi. Daha ciddisi, terimi, öncülüğünü Amerikalıların ve özellikle 1783 Hollanda devriminin yaptığı tarzda kullanmış görünen Fransız Devrimi,* yurtseverleri, ülkelerine duydukları sevgiyi, onu reformla ya da devrimle yenilemek isteyerek gösteren kişiler olarak düşünüyordu. Ve onlann sadakat gösterdikleri patrie; varoluşsal, önceden var olan bir birim değil, üyelerinin politik seçimiyle (bu seçimle eski bağlılıklanndan kopuyor, en azından iyice zayıflatıyorlardı) yaratılan bir milletti. 19 Kasım 1789 da Valence yakınlannda toplanan Languedoc, Dauphin6 ve Provence li 1.200 Milli Muhafız, Millet, Yasa ve Kral a sadakat yemini etmişler ve o andan itibaren artık Dauphine li, Provence li ya da Languedoc lu olmadıklarını ilan etmişlerdi; artık yalnızca Fransızdılar. Daha uygun bir örnek olarak, 1790 da benzer biçimde bir araya gelen Alsace, Lorraine ve Franche Comt6 li Milli Muhafızlar da aynısını yaparak Fransa nın sadece yüzyıl önce ilhak ettiği eyaletlerde yaşayanlan gerçek Fransızlara dönüştürmüşlerdi. Lavisse in belirttiği gibi:' La Nation consentie, voulue par ellememe ' Fransa nın tarihe katkısıydı. Potansiyel yurttaşlannın bilinçli politik tercihiyle oluşturulan devrimci millet kavramı, kuşkusuz ABD de saf biçimde hâlâ varlığını korumaktadır. Kim Amerikalı olmak istiyorsa Amerikalıdır. Fransızların bir plebisite (Kenan ın deyişiyle, un pl6biscite de tous les jours )*' benzeyen mil 7. Krş. Hugh Cunningham, "The language of patriotism, 1750-1914" (History VVorkshop Journal, 12, 1981, s. 8-33). 8. J. Godechot, (La Grande Nation: l expansion râvolutionnaire de la Franc» dans le monde 1789-1799) (Paris, 1956), Cilt I, s. 254. 9. A.g.y., Cilt I. s. 73. 10. Akt. der. Pierre Nora, Les Lieux de Memoire, II: La Nation, s. 363 (Paris, 1986). * (Fr.) Kendisi tarafından l<abul gören, istenen millet, (ç.n.) ** (Fr.) Her gün yinelenen bir plebisit, (ç.n.) 110
111 111 let kavramı da özsel politik karakterini kaybetmemişti. Fransız milliyeti Fransız yurttaşlığıydı: Etnik köken, tarihsel geçmiş, dil ya da evde konuşulan ağızın millet tanımıyla hiçbir ilintisi yoktu. Dahası, bu anlamıyla millet, yani genelde sahip oldukları ülkeye bağlanan ve dolayısıyla devleti bir ölçüde bizim kendi devletimiz haline getiren yurttaşlar topluluğu olarak millet, yalnızca devrimci ve demokratik rejimlere özgü bir fenomen değildi, yine de devrim karşıtı olan ve demokratikleşmeye pek yanaşmayan rejimler bunu kabullenmekte son derece ağır davranmışlardı. Bu yüzden 1914 te savaşan tarafların hükümetleri, kısa süre için bile olsa, kendi halklarının yurtseverliğe kapılarak silaha sanidıklannı görünce, hayretten şaşkına dönmüşlerdi." Politikayı demokratikleştirme (yani, tebayı yurttaşlara çevirme) adımı, bazı açılardan bakıldığında milli, hatta şovenist bir yurtseverlikten ayırmanın zor olduğu bir popülist bilinç yaratma eğilimine sahiptir (çünkü eğer ülke bir bakıma benim se, o zaman yabancıların -özellikle onlann gerçek yurttaşlık haklan ve özgürlüğünden yoksun olduğu durumlarda- ülkesi karşısında daha kolayca tercih edilebilir). E. P. Thompson ın özgür doğmuş İngiliz dediği asla kölelik yapmayacak on sekizinci yüzyıl Britanyalılar, kolayca kendilerini Fransızların karşısına koyabiliyorlardı. Ama bu ister istemez yönetici sınıflara ya da hükümetlerine karşı sempati beslemeyi içermezdi; kaldı ki yönetici sınıflar ya da hükümetler de pekâlâ alt sınıf militanlarının sadakatinden kuşkuya kapılabilirler. Çünkü alt sınıf militanlar, sıradan insanları sömüren zenginler ve aristokratlarla, en çok nefret edilen yabancılara kıyasla daha doğrudan ve sürekli biçimde yüz yüze geliyorlardı. Çeşitli ülkelerdeki işçi sınıflannın 1914 ten önceki on yıllarda edindikleri sınıf bilinci, İnsan ve Yurttaş Haklan nı ve böylece potansiyel bir yurtseverliği sahiplenmeyi de içeriyor, daha doğrusu bunu açıkça iddia ediyordu. Hem jakobenizmin hem de çartizm gibi hareketlerin tarihinin kanıtladığı üzere, kitlesel politik bilinç ya da sınıf bilincinde bir 11. Marc Ferro, La Grande Guerre 1914-1918 (Paris, 1969), s. 23; A. Offner, "The vvorking classes, British naval plans and the coming of the Great War (Past and Present, 107, Mayıs 1985, s. 225-26.
112 vatan yani anayurt kavramı içkindi. Çartistlerin çoğu hem zenginlere hem de Fransızlara karşıydı. Bu halkçı-demokratik ve jakoben yurtseveruği son derece kırılganlaştıran etken, yurttaş-kitlelerin hem nesnel hem de (çalışan sınıflar söz konusuyken) öznel açıdan tabi konumda kalmasıydı. Çünkü bu tür yurtseverliğin geliştiği devletlerde, yurtseveriiğin politik gündemini hükümetler ile yönetici sınıflar formüle ediyordu. İşçiler arasında politik bilincin ve sınıf bilincinin gelişmesi onlara yurttaş haklannı talep edip kullanmayı öğretmişti. Buradaki trajik paradoks, işçilerin yurttaş haklanna sahip çıkmayı öğrendikleri yerlerde, öğrendikleri şeylerin Birinci Dünya Savaşı nın karşılıklı kıyımına gözü kapalı atılmalanna yaramış olmasıydı. Ancak savaşa giren hükümetlerin bu savaş sırasında, kör bir yurtseverlik, hatta maço bir şan, şeref ve kahramanlık temelinde değil, esas olarak sivillere ve yurttaşlara seslenen bir propaganda temelinde destek çağrısında bulunmaları kayda değer bir noktadır. Savaşın bütün büyük tarafları bunu bir savunma savaşı olarak göstermişlerdi. Hepsi de savaşı ülke dışından kendi ülkelerine ya da taraflarına özgü kamusal üstünlüklere bir tehdit olarak sunuyordu ve hepsi de kendi savaş amaçlannı (bir ölçüde tutarsızlıkla) hem böylesi tehditlere son verilmesi olarak hem de bir bakıma kahramanlar yatağı ülkelerinde yoksul yurttaşlarının yaranna toplumsal bir dönüşüm gerçekleştirilmesi olarak göstermeyi öğrenmişti. Demek ki demokratikleşme, doğal olarak, devletlerin ve rejimlerin kendi yurttaşlarının gözünde (sevilmeseler bile) meşruiyet kazanma problemlerinin çözümüne yardımcı olabilir. Demokratikleşme devlet yurtseverliğini kuvvetlendiriyor, hatta yaratabiliyordu. Ancak bunun, bilhassa, tek meşruiyet kaynağı devlet olduğu iddia edilen sadakat duygusuna alternatif -ve artık daha kolay seferber edilen- güçlerle karşı karşıya gelindiği zaman, sınırlan vardı. Bu güçlerin en görkemlisi, devletten bağımsız olarak gelişen milliyetçiliklerdi. İleride göreceğimiz gibi, milliyetçiliklerin hem sayısı hem de çekim alanı artıyordu ve on dokuzuncu yüzyılın son üçte birinde devletlere yönelik potansiyel tehditler içeren talepler formüle etmekteydiler. Bu güçleri devletlerin modernleşmesinin -ya- 112
113 ratmadıysa bile- teşvik ettiği sık sık ileri sürülen bir iddiadır. Gerçekten, milliyetçiliğin modernleşmenin bir işlevi olduğu kuramları yakın dönemdeki literatürde tamamen ön plana çıkmıştır.'^ Bununla beraber, milliyetçiliğin on dokuzuncu yüzyıl devletlerinin modernleşmesiyle nasıl bir ilişkisi olursa olsun, devlet, milliyetçiliği kendisinin dışında, devlet yurtseverliği nden tamamen ayn ve dolayısıyla uzlaşmak zorunda olduğu bir politik güç olarak karşısına alıyordu. Gelgelelim milliyetçilik, devlet yurtseverliğiyle birleştirilebilirse, merkezi duygusal öğesini oluşturmak üzere hükümetin korkunç derecede etkili bir silahı haline gelebilirdi. Bu kuşkusuz, genellikle, pays, paese, pueblo, daha doğrusu patrie (Fransız Akademisi nin 1776 gibi geç bir tarihte bile yöresel temelde tanımladığı bir sözcük) gibi sözcüklerin filolojik genişlemesinde kaydedildiği üzere, kişinin küçük memleketiyle gerçek, varoluşsal özdeşleşme duygularının büyük memlekete taşınmasıyla mümkün oluyordu. Bir Fransızın ülkesi, basitçe kendisinin doğduğu topraklardı. '^ Bir ülkenin yurttaşları bir halk haline gelerek bir tür cemaate (hayali de olsa) dönüşüyor ve dolayısıyla bu topluluğun üyeleri kendilerine ortak şeyler, yerler, pratikler, önemli şahsiyetler, anılar, işaretler ve semboller anyor, sonuçta da buluyorlardı. Öbür yandan, millet haline gelmiş olan parçanın bölümleri, bölgeleri ve yörelerinin mirası bütün millet çapında bir mirasa dönüştürülebilir, böylece çok eskiye dayalı çatışmalar bile aslında bunlann daha yüksek, daha kapsamlı bir düzeyde uzlaşmasını sembolize etmeye başlardı. Walter Scott bunun için, savaşçı Kuzey İskoçyahlar, Ovalı Iskoçyalılar, krallar ve Covenanter lann" kanıyla sulanan topraklarda tek bir İskoçya kurmuş, ama 12. Kari Deutsch un Nationalism and Socia! Communication. An Enguiry into the Foundations o f Nationality {Cambridge, 1953) adlı çalışmasından sonra Emest Geliner ın Nations and Nationalism \ (Oxford, 1983) iyi bir ömel<tir. Krş. John Breuilly, Reflections on nationalism {Philosophy and Socia! Sciences, 15/1 Mart 1985, s. 65-75). 13. J.M. Thompson, The French Revoiution (Oxford, 1944), s. 121. * Sir VValter Scott (1771-1832), şiir ve tarihi romanlarında Iskoçya nın tarihini çok canlı biçimde anlatan Iskoç yazan, (ç.n.) ** I638 de bütün Iskoçya da Protestan dinini koruyup diğer güçlere karşı koymak amacıyla imzalanmış olan protestoyu, 1643 te Ingiltere ile İskoçya arasında karşılıklı olarak Protestan kiliseleri kurulabilmesini öngören anlaşmayı kabul eden 113
114 onların eskiye dayalı aynlıklanm vurgulamaktan da geri kalmamıştı. Daha genel bir ifadeyle, Vidal de la Blache ın 1903 tarihli görkemli Tahleau de la geographie de la France ında'" çok iyi biçimde özetlenen kuramsal sorun, pratik olarak her ulus devlet adına çözülmek (şöyle ki, yeryüzünün yüzeyindeki, ne ada ne de yanmada olan, fiziksel coğrafya açısından tek bir birim diye nitelenmesi doğru sayılamayacak bir parçasının bir politik ülke katına yükselmiş olması ve sonunda bir anayurda \patrie] dönüşmesi ) zorundaydı. Çünkü yeterli büyüklükte olsa bile, her millet kendi birliğini apaçık farklara dayanarak kurmak zorundaydı. Devletler ve rejimler, devlet yurtseverliğini, nereden ve nasıl kaynaklanırlarsa kaynaklansınlar, hayali cemaat in duygulan ve sembolleriyle güçlendirmek (eğer başarabilirlerse) ve bunlan kendi elinde toplamak için her türlü nedene sahiptiler. Öyle olmuştu ki politikanın demokratikleşmesinin efendilerimizi eğitmeyi, îtalyanlar çıkarmayı, köylüleri Fransızlara döndürmeyi ve herkesi millete ve bayrağa bağlamayı kaçınılmaz hale getirdiği dönem, aynı zamanda, popüler milliyetçiliği, ya da en azından yabancı düşmanlığı ile ırkçılığın yeni sözde biliminin vazettiği milli üstünlük duygulannı harekete geçirmenin kolaylaştığı döneme denk gelmişti. Çünkü 1880 den 1914 e uzanan dönem, aynı zamanda, devletler içinde ve arasında o güne kadar bilinen en büyük kitlesel göçlerin, emperyalizmin ve dünya savaşıyla noktalanan, gittikçe büyüyen milletlerarası rekabetlerin dönemiydi. Bütün bunlar biz ile onlar arasındaki farklan derinleştiriyordu. Kaldı ki, huzursuz bir halkın farklı kesimlerini birbirine bağlamanın, onlan yabancılara karşı birleştirmekten daha etkili bir yolu yoktur. Hükümetlerin kendi yurttaşları içinde milliyetçiliği harekete geçirmekte yabana atılamayacak bir çıkan olduğunu bilmek için mutlaka Primat der Innenpolitik'i benimsemek zorunda değiliz. Buna karşılık, her iki taraftaki milliyetçiliği milletlerarası bir çatışma kadar kışkırtan başkişiler. (ç.n.) 14. Ernest Lavisse in hazırladığı ünlü Histoire de la France m (dev bir pozltlvist bilim ve cumhuriyetçi ideoloji anıtı) ilk cildi olarak tasarlanmıştı. Bkz. J.-Yay. Gu> iomar, Le Tableua de la geographie de la France de Vidal de la Blache, der. Pierre Nora, Les Lieux de Memoire II, s. 569ff. ı * (Alm.) İç politikanın önceliği (ç.n.) 114
115 ka hiçbir şey de yoktu. Hem Fransız hem de Alman milliyetçihği klişelerinin gelişmesinde 1840 ta Ren konusunda çıkan anlaşmazhğın oynadığı rol herkesçe bilinmektedir.' Doğallıkla devletler, millet imajı ile mirasını yaymak, millet e bağlılık duygusu aşılamak ve herkesi (genellikle bu amaçla gelenekler icat ederek, hatta milletler icat ederek) ülkeye ve bayrağa bağlamak üzere, kendi halklarıyla iletişim kurmak için, gün geçtikçe güçlenen aygıtlardan, öncelikle ilkokullardan yararlanacaklardır.'^ Okuduğunuz kitabın yazan, 1920 lerin ortasında Avusturya daki bir ilkokulda, geniş Habsburg İmparatorluğu nun diğer parçası ayrıldığı ya da onlardan kopanidığı zaman, çocuklan umutsuzca geriye kalan parçanın sevgiyi ve yurtseverce bağlanmayı (biricik ortak yönlerinin ezici çoğunluklannın Almanya yla birleşmeyi istemesi işimizi kolaylaştırıyordu) hak eden bütünlüklü bir birim oluşturduğuna inandırmaya çalışan, yeni bir milli marş biçiminde böyle (başansız) bir politik icat örneğinin kabul ettirildiğini hatırlamaktadır. Alman Avusturyası, sen muhteşem (Jterrliches) ülke, biz seni seviyoruz diye başlayan bu tuhaf ve kısa ömürlü marş, tahmin edilebileceği gibi, karla kaplı dağlardan Tuna Vadisi ne ve Viyaııa ya kadar Alp akarsulannı izleyen bir gezi rehberi ya da bir coğrafya dersi gibi devam ediyor ve arta kalan yeni Avusturya nın benim memleketim (mein Heimatland) olduğu iddiasıyla bitiyordu. 15. Bu olay, Fransızlar açısından milletin doğal sınırlan (tarihsel mite aykın olarak, özünde on dokuzuncu yüzyıla ait olan bir terim) temasına evrensel bir geçerlilik kazandırmıştı. (Krş. D. Nordmann, Des Limites d 6tat aux frontiâres natlonales, der. P. Nora, Les Lieux de Mâmoire, Cilt II, s. 35-62, ama özellikle s. 52). Almanlar açısından 1840 sonbahanndaki kampanya kitlesel bir olgu olarak modem Alman milliyetçiliğinin başansı yla sonuçlanmış ve neredeyse hemen - ve ilk defa olarak- prenslerle hükümetler tarafından tanınmıştı. Krş. H.-U. Wehler, Deutsche Gesellschaftsgeschichte 1815-1945/49 (Cilt II, Münih 1987), s. :199. Aynca 16. E. J. Hobsbavvm, Mass-producing traditions; Europe 1870-1914", der. E. J. Hobsbavirm ve T. Ranger, The Invention o f Tradition (Cambridge, 1983), Bölüm f. Guy Vincent, L'Ecote primaire française: Etüde sociologigue (Lyons, 1980), Hölüm 8: L Ecole et la nation, özellikle s. 188-93. 17. Bu marşın yerini daha sonra, coğrafi açıdan daha genel kapsamlı, ama -çok nz AvusturyalInın Avusturya ya inanması yüzünden- hem Almanlığını daha kesin hiçimde vurgulayan hem de Tann yı işin içine sokan (yeri gelmişken belirtelim, Habsburg marşı da Deutschland über alles de Haydn ın ezgilerini taşıyordu) 115
116 Hükümetler açıkça bilinçli ve kasıtlı ideolojik mühendisliğe kendilerini kaptınrlarken, bu uğraşlan salt yukandan gerçekleştirilen bir manipülasyon olarak anlamak yanlış olur. Aslında hükümetler bunda en çok başanyı, ister halkın yabancı düşmanlığının yani şovenizmin (bu sözcüğün kökü, jingoizm gibi, ilkin demagojik müzikhol ya da vodvilde görünmektedir)'* zaten var olan gayri resmi milliyetçi duygulan üzerinde ya da daha büyük ihtimalle orta ve alt orta sınıflar arasındaki milliyetçilik üzerinde inşa edebildikleri zaman kazanmışlardı. Böylesi duygular hükümetlerce yaratılmamış, yalnızca sonuçta sihirbazın acemi çırağı konumuna düşen hükümetler tarafından ödünç alınıp beslenmişti. Hükümetler en iyi ihtimalle, kendilerinin önünü açtıklan bu güçleri bütünüyle kontrol edemezler; en kötü ihtimalle ise onlann esirleri olurlardı. Demek ki 1914 teki Britanya hükümetinin, daha doğrusu Britanya yönetici sınıfının savaş ilanından sonra ülkeyi boydan boya saran Alman düşmanlığı çılgınlığından memnun kaldığı düşünülemez (hatta bu süreçte, Britanya kraliyet ailesi Guelph olan kutsal hanedan ismini daha az Almanca kokan Windsor a çevirmek zorunda kalmıştı). Çünkü, ileride göreceğimiz gibi, on dokuzuncu yüzyıl sonuna doğru beliren milliyetçilik tipinin devlet yurtseverliğiyle (ona eklendiği zaman bile) hiçbir temel benzerliği yoktu. Onun asıl sadakati, paradoksal bir biçimde, ülke ye değil, yalnızca bu ülkenin özgül bir versiyonuna, yani ideolojik bir kurguya yönelikti. Devlet yurtseverliğinin devlet dışı milliyetçilikle kaynaşması politik açıdan riskliydi, çünkü birinin kriterleri kapsayıcı bir nitelik taşırken (yani, Fransız Cumhuriyeti nin bütün yurttaşlannı kapsarken), diğerinin kriterleri dışlayıcı bir nitelik taşıyordu (yani, yalnızca Fransız Cumhuriyeti nin Fransızca konuşan ve aşın örneklerde sanşm ve uzun boylu yurttaşlannı içeriyordu).' Dolayısıyla, bir milliyetle özdeşleşmenin o milliyete asimile olmayı ya da o milliyet tarafından yutulmayı reddeden ötekileri dışladığı yerlerde bu iki başka bir marş almıştı. 18. Bkz. Gerard de Puymege, Le Soldat Chauvin, der. P. Nora, Les Lieux d t Mâmoire, II, özellikle s. 51 ff. Asıl Chauvin Cezayir in fethiyle gururlanmıştır her* halde. 19. Fransız milliyetçiliği üzerine tartışmalardaki güçlü ırkçı öğe için bkz. Plen"* 116
117 eğilimi bir araya getirmenin potansiyel maliyeti oldukça yüksekti. Avrupa da on dokuzuncu yüzyılm ortasmda, hatta sonlannda potansiyel olarak milliyet smıfma sokulabilecek grupların sayısı hâlâ çok fazla olmakla birlikte, diyelim Portekiz gibi gerçekten homojen yapıdaki ulus devletlerin sayısı çok azdı. Ve bu, resmen egemen olan millet ile egemen milliyetlerin ve kültür dillerinin biri ya da diğerine asimile olmak için uğraşan muazzam sayılara ulaşan bireylerin iddialanyla bağdaşmıyordu. Bununla birlikte, devletin bir milletle özdeşleşmesi bir karşımilliyetçilik yaratma riski taşıyorsa eğer, devletin modernleşmesi süreci bu riski çok daha büyük bir ihtimal haline getiriyordu, çünkü temel olarak yazılı bir milli dil vasıtasıyla o devlette yaşayanlann homojenleşmesi ve standartlaşmasını içeriyordu. Gerek modem hükümetlerin muazzam sayılara ulaşan yurttaşları doğrudan yönetmeleri gerekse teknik ve ekonomik gelişmeler bunu gerektirmekte, böylece genel okuryazarlığı istenilir, ortaöğretimin kitlesel düzeyde gelişmesini ise neredeyse zorunlu bir duruma getirmektedir. Bu, hem devletin etkili olduğu boyutları hem de sorunu yaratan yurttaşlarıyla doğrudan ilişki kurma ihtiyacını gösterir. Demek ki kitlesel eğitim pratik nedenlerle bir anadille yürütülmeliyken, sınırlı bir elit kesimin eğitimi halk topluluğunun anlamadığı veya konuşmadığı ya da Latince, klasik Farsça, klasik biçimde yazılan Çince gibi klasik dil örneklerinde kimsenin anlayıp konuşmadığı bir dille sürdürülebilir. Zirvedeki idari ya da politik işlemler (parlamenter faaliyetlerin 1840 tan önce Latince sürdürüldüğü Macar soyluları ya da -hâlâ- İngilizce yürütülen Hindistan örneklerindeki gibi) halk kitlesinin kavrayamayacağı bir dille sürdürülebilirken, demokratik oy hakkı temelindeki bir seçim kampanyası mutlaka anadille yürütülmelidir. Aslında, iktisat, teknoloji ve politikada kitlelerin konuştuğu bir iletişim dili giderek vazgeçilmez bir önem taşırken (sinema, radyo ve televizyonun parlamasıyla yoğunlaşan bir zorunluluk), esasen karşılıklı olarak anlaşılamayan anadilleri konu- Andre Taguieff, La Force du prejugâ: Essai sur te racisme et ses doubles (Paris 1987), s. 126-28. Bu sosyal-darvvinci ırkçılığın özgüllüğü hakkında bkz. Günter Nagel, Georges Vacher de Lapouge (1854-1936). E n Beitrag zur Geschichte des Sozialdanvinismus in Frankreich (Freiburg im Brelsgau, 1975). 117
118 118 şan topluluklar için lingua franca laı veya eğitimli kesimin kültür dili olarak tasarlanmış olan ya da öyle işleyen diller (Mandarin Çincesi, Bahana Endonezyacası, Pilipino ) mecburen milli konuşma dili olarak medyanm hizmetine koşulurlar.^ Resmi milli dilin seçimi pragmatik faydaya bağlı olsaydı görece basit bir işlem olurdu. O zaman en fazla sayıda yurttaşın konuşma ve/veya anlama ihtimali en yüksek olan ya da onlar arasındaki iletişimi en çok kolaylaştıran dili seçmek gerekirdi. II. Joseph in çok milletli imparatorluğunun idari dili olarak Almancayı seçmesi bu anlamıyla tamamen pragmatik nedenlere dayanıyordu. Nitekim Gandhi nin (kendisi anadil olarak Guceratçayı konuşuyordu) geleceğin bağımsız Hindistan ı için Hindu dilini seçmesi ve milli iletişim aracı olarak 1947 den beri, Hindilerin en az kabul edebilecekleri İngilizcenin seçilmesi de aynı pragmatik nedenlere dayanıyordu. Çok milletli devletlerde sorun, Habsburglulann 1848 den beri çözmeye çalıştıkları gibi, ortak kullanım dili nin {Umgangsprache) uygun bir idari düzeyde resmen tanınmasıyla kuramsal olarak çözülebilir. Daha yerel ve okuryazar olmayan kesimlere yani geleneksel kırsal yaşama ne kadar yaklaşılırsa, bir dilsel düzey, bir coğrafi birim ile bir başkası arasındaki çatışma durumları o kadar azalır. Habsburg İmparatorluğu nda Almanlar ile Çekler arasındaki çatışmanın en yoğun anında bile şunlan yazabilmek hâlâ mümkündü: Çok milletli bir devlette, resmi bir mevkide bulunmayanların -yani, tüccarlar, zanaatkârlar, işçiler- bile ikinci dili öğrenme dürtüsü, daha doğrusu yükümlülüğü duyduklannı varsayabiliriz. Bu de facto zorlamadan en az etkilenenler köylülerdir. Çünkü köy yaşamınm bugüne kadar süren içine kapalılığı (Abgeschlossenheit) ve kendine yeterliliğidolayısıyla, iki milletin köylülerinin aynı ekonomik ve toplumsal statüyü paylaştığı Bohemya ve Moravya da bile, yanı başlarında farklı I * Filipin Adaları halkının konuştuğu dil. (ç.n.) 20. Örneğin Filipinler üzerine: Land of 100 tongues but not a single Ianguag8* (New York Times, 2 Aralık 1987). Genel olarak bu sorun için bkz. J. Fishman, The sociology of language: an interdisciplinary soclal science approach to lan* guage in society, der, T. Sebeok, Current Trends in Linguistics, Cilt 12, (Lahey< Paris, 1974).
119 119 dille konuşan bir köy bulunduğunun bilincine çok ender olarak vanr- 1ar. Bu tür bölgelerde dilsel sınır, bilhassa köy içi evlenmenin ve pratikte (mülk) edinmede öncelik hakkının topluluk üyelerinde bulunmasının yabancılann köye gelişlerini sınırlaması yüzünden yüzyıllarca değişmeden kalabilir. Gelen tek tük yabancılar da çok geçmeden asimilasyona uğratılıp içlerinde eritilir.^' Gene de milli dil in salt pragmatik bir konu olduğu durumlara çok ender, heyecan uyandırmayan bir konu olduğu durumlara ise çok daha ender rastlanır; tarihselleştirilerek ve adına gelenekler icat edilerek kurulmuş olduklarını kabul etmeye yanaşılmaması bunu doğrular.^^ Milli dil, bilhassa 1830 dan sonra evrilip yüzyılın sonuna doğru dönüşüme uğradıkça milliyetçilik ideologlarının gözünde pragmatik ve heyecan uyandırmayan bir konu olmaktan tamamen çıktı. Milliyetçilik ideologlanna göre, dil bir milletin ruhuydu ve ileride göreceğimiz üzere gün geçtikçe daha fazla, milliyetin can alıcı kriterini temsil ediyordu. Almanca ve Slovence dili konuşanların iç içe yaşadıklan Celje deki (Çilli) ortaokullarda hangi dil ya da dillerin kullanılacağı basitçe bir idari kolaylık konusu değildi. (Hatta bu sorun 1895 te Avusturya politikasını şiddetli biçimde sarsmıştı).^ Çok dilli ülkelerdeki en talihli hükümetlerin dışında bütün hükümetler dil sorununun ne kadar patlayıcı bir özellik sergilediğinin farkındaydı. Bir devletle özdeşleşmemiş olan bütün milliyetçiliklerin ister istemez politik bir nitelik kazandığı koşullar dil sorununa iyice patlayıcı bir içerik kazandırıyordu. Çünkü devlet eğer bir milliyet bir millet e dönüşecek, veya mevcut statüsü tarihsel erozyona ya da asimilasyona karşı kollanacaksa, manipüle edilmesi gere 21. Kari Renner, Das Selbsbestimmungsrecht der Nationen in besonderer Anwendung auf Oesterreich (Leipzig ve Viyana, 1918), s. 65. Bu, kendisi Moravyalı bir Alman köylüsünün oğlu olan Avusturyalı-Marksist yazann Der Kampf der österreichischen Nationen um den Sfaafının (1902) ikinci ve yeniden kaleme alınmış basımıdır. 22. Pek çok dil topluluğu, bağrında taşıdığı daha yeni, klasik biçimin çeşitli bileşenlerini arka plana atmak amacıyla standart biçimlerinin doğuşu ve gelişmesi hakkında mitler ve soykütükleri yaratıp bunlan geliştirir... Bir dil çeşitlemesi, büyük bir ideolojik veya milli hareket ya da gelenekle ilişkilendirilmeye başlayarak tarihsellik kazanır. J. Fishman, The Sociology of Language, s. 164. 23. W. A. Macartney, The Habsburg Empire (Londra, 1971), s. 661.
120 ken bir aygıttı. İleride göreceğimiz gibi, dilsel milliyetçilik, kamu eğitimi ve resmi kullanım dilinde temel önem taşıyordu ve hâlâ temel önem taşımaktadır. Dilsel milliyetçilik; PolonyalIlar, Çekler ve Slovenlerin daha 1848 de bile yinelemekten asla bıkmadıkları gibi büro ve okul la;" Galler deki okulların hem İngilizce hem de Galce mi yoksa yalnızca Galce mi öğretim yapması gerektiğiyle, prenslikte Galce konuşanların oturmadığı, aslında kimsenin oturmadığı yerlere Galce isimlerin verilmesi zorunluluğuyla, yol işaretleri ve sokak isimlerinin diliyle, Galce bir televizyon kanalına devlet yardımıyla, bölge meclislerindeki tartışmalann yürütülüp bunların zabıtlarının tutulduğu dille, sürücü ehliyetlerine başvurma formunda ya da elektrik faturalarında kullanılan dille, hatta iki dilin bir arada bulunduğu formlann mı, her dilde ayrı ayn düzenlenmiş formlann mı yoksa belki bir gün yalnızca Galce formlann mı dağıtılması gerekliliğiyle ilgili bir şeydir. Çünkü, bir milliyetçi yazann söylediği gibi: Galcenin hâlâ oldukça güvenli olduğu bir zamanda, Emrys ap Iwan, eğer ülke varlığım sürdürecekse, Galceyi bir kere daha resmi dil ve eğitim dili yapma zorunluluğunu kavramıştı." Böylece devletler, şu ya da bu biçimde, kendi amaçlan doğrultusunda yararlanabilsinler yararlanamasınlar, yeni bir milliyet ilkesi yle ve onun semptomlanyla baş etmeyi öğrenmek zorunda kalmışlardı. Kitabın bu bölümünü bir sonuca bağlamanın en iyi yolu, devletlerin on dokuzuncu yüzyıl ortasında millet ve dil sorununa yaklaşımlannın evrimine kısaca göz atmaktır. Bu evrim, teknik uzmanlann, yani, yüzyıl ortasından beri bütün ileri yani modem devletlerin ihtiyaç duyduğu belgeleme aygıtının normal bir parçası haline gelen periyodik milli nüfus sayımlannı koordine edip standartlaştırmaya çalışan hükümet istatistikçilerinin tartışmalannda izlenebilir. 1853 teki Birinci Milletlerarası İstatistik Kongresi nde 24. P. Burian, The State language problem in Old Austria {Austrian History Yearbook, 6-7, 1970-71, s. 87). 25. Ned Thomas, The VVelsh Extremist: VVelsh Politics, Literatüre and Society Today (Talybcnt, 1973), s. 83. 120
121 KÜndeme gelen sorun, nüfus sayımlannda konuşma dili üzerine bir soruya yer verip vermemek konusu ve böyle bir sorunun millet ve milliyet üzerinde nasıl bir etki yapacağı konusuydu. Konuyu ilk ortaya atan kişi, hem toplumsal istatistiğin kurucusu olan hem de Fransızca ile Flamanca arasındaki ilişkinin hemen lıcmen politik bir zamanlama konusu olduğu bir devletten gelen Uelçikalı Quetelet ti ve bunda şaşırtıcı bir yan yoktu. 1860 taki Milletlerarası İstatistik Kongresi nde nüfus sayımlarında dille ilgili bir sorunun tercihe bağlı olması, dille ilgili sorunun milli bir oııem taşıyıp taşımadığını her devletin kendisinin belirlemesi kaııırlaştmlmıştı. Ancak 1873 Kongresi nde bundan böyle nüfus sayımlarında dil üzerine bir sorunun yer alması gerektiği tavsiye ediliyordu. Uzmanların ilk görüşü, Fransızların sözcüğe yüklediği belirli hir devletin yurttaşlığı anlamı dışında, nüfus sayımındaki soruların bir bireyin milliyeti ni belirlemeyeceği yönündeydi. Buna göre tlilin milliyet le ilintisi yoktu; oysa pratikte, gerek Fransızlar gelekse Macarlar gibi bu tanımı kabullenen herkes, her halk kendi sınırlan içerisinde resmen tek bir dili tanıyordu. Fransızlar diğer invınlan görmezlikten gelirken, krallıklannda yaşayanların yansınılan azının Macarca konuşuyor olması nedeniyle kayıtsız kalamayacak olan Macarlar, bu insanları yasal düzeyde Macarca konuşmayan Macarlar diye tanımlama zorunluluğu hissetmişlerdi. Daha sonra. Yunanlılar da, ilhak ettikleri Makedonya nın bazı kesim- Irrinde yaşayanlan Slavca konuşan Yunanlılar diye tanımlamışlardı. Özetle, dilsel tekelcilik, dilsel olmayan bir millet tanımı kılıfiıııda dolaşıyordu. Açıkça görünüyordu ki, milliyet yalnızca dille kavranamayacak kadar karmaşık bir yapıya sahipti. Bu alanda herkesten fazla deneyimi olan Habsburg istatistikçileri, (a) milliyetin bireylerin değil, (opluluklann bir vasfı olduğu, (b) hem bir halkın durumunun, sınırların ve iklim koşullarının incelenmesi hem de gelenekleri, göıı-nekleri vb. özelliklerinin maddi, entelektüel, dışsal ve içsel kalakteristiklerinin antropolojik ve etnolojik incelemelerinin yapıl.'ii K. Renner, Staat und Nation, s. 13. 121
122 ması gerektiği kanısındaydılar.^ Viyana İstatistik Enstitüsü nüh eski müdürü Dr. Glatter daha da ileriye giderek, on dokuzuncu yüz-* yıhn ruhuna uygun bir yaklaşımla, milliyeti belirleyen öğenin du değil, ırk olduğuna karar vermişti. Bununla beraber milliyet, nüfus sayımım düzenleyenlerin göl ardı edemeyecekleri kadar büyük bir politik sorundu. Yalnızca di* 1in 1840 lardan beri milletlerarası teritoryal çatışmalarda önemli, bir rol oynamasından (gerçi on dokuzuncu yüzyıldan önce devletlerin toprak iddialarını desteklemek amacıyla dilsel tartışmalardao! yararlanılmamıştı,^* ama DanimarkalIlar ile Almanlar arasında an«) laşmazlığa yol açan Schlesvvig-Holstein konusunda bu oldukça çar» pıcı bir rol oynamıştı)^ dolayı bile olsa, milliyetin konuşulan dillo açıkça bir şekilde ilişkisi vardı. Oysa 1842 de Revue des Dewt Mondes şu gözlemde bulunuyordu: Gerçek milli sınırlar dağlar vo nehirlerle değil, daha çok dil, gelenekler ve anılarla, bir milleti di-«ğerinden ayıran her şeyle çiziliyordu ; bu argüman, tıpkı Nice do konuşulan dilin İtalya yla ancak uzak bir benzerlik kurmaya yaradı* ğı argümanının Cavour a Savoy krallığının o parçasını III. Napo^ leon'a bırakmasının resmi gerekçesini sağlaması gibi, aynı şekilde Fransa nın neden mutlaka Ren sınırında takılıp kalmaması gerektiğini açıklamakta kullanılıyordu. Şu gerçek değişmez: Dil artık milletlerarası diplomasinin faktörlerinden birisi olmuştu. Bazı dev< jetlerin iç politikasında zaten eskiden de bir faktördü. Dahası, Pe-> tersburg Kongresi nde belirtildiği gibi, milliyetin, nesnel anlamda sayıya vurulup grafiğe dönüştürülebilecek biricik boyutuydu.^' Kongre, dili bir milliyet göstergesi olarak kabul etmekle, yaw nızca idari yaklaşımı benimseyen bir görüşü savunmakla kalmıyor^ i 27. Emil Brix, Die Umgangspachen in Altösterreich zvvischen Agitation und >43*1 similation. Die Sprachenstatistik in den zisleithanischen Voikszâhlungen, 1880^ rsro (Viyana-Köln-Graz, 1982), s. 76. Burada aktarılan istatistik tartışmaların dft> kümü bu çalışmaya dayanmaktadır. 28. Der. P. Nora, Les Lieux de memoire, Cilt II, s. 52 de Nordmann. 29. Krş. Sarah VVambaugh, A Monograph on Plebiscites, With a Collection d Officiai Documents (Carnegie Endowment for Peace, New York, 1920), özellikli s. 138. 30. A,g.y., s. 55-56. 31. Brix, Die Umgangsprachen, s. 90. 122
123 hunun yanında, 1866 ve 1869 daki etkili yaymianyia, dilin milliyelin biricik yeterli göstergesi olduğunu ileri süren bir Alman istatistikçinin^^ argümanlannı izliyordu. Tek bir Alman ulus devletinin olmadığı ve farklı Alman lehçeleri konuşan, eğitim görmüş üyeleri standart Almancayla okuyup yazan toplulukların Avrupa nın dört bir tarafına dağılmış olduklan göz önüne getirilirse, bu görüş Alınan entelektüelleri ile milliyetçileri arasında uzun süreden beri kabul gören milliyet görüşünü yansıtıyordu. Tabii bu görüş, bütün Alınanları kapsayan tek bir Alman ulus devleti talebini (böyle bir talep hiç gerçekçi değildi ve hep öyle kalmıştı) içeriyor değildi. Böckh ün salt filolojik bakışının ne derece bilinç ve kültür ortaklığına işaret ettiği pek belli değildir. Çünkü, önceden gördüğümüz gibi, Böckh mantıksal olarak, dilsel gerekçelerle Almanların içine Yidiş dili konuşanlan (zamanla Doğu Yahudilerinin genel diline dönüşen ortaçağ Almanca lehçesi) da dahil ediyordu. Oysa, yine önceden gördüğümüz gibi, dilsel gerekçelerle toprak iddialannda bulunmak artık mümkündü (1840 lann Almanca kampanyasında salt bu gerekçeyle Fransızların Ren kıyısında bir sınırlan olması talebi reddedilmişti) ve dil tam olarak neyi içerirse içersin artık politik açıdan önemsenmezlik edilemezdi. Ama nüfus sayımında sayılacak şey tam olarak neydi? Bu noktada nüfus sayımlannda dil ile doğum yeri, yaş ve evlilik durumu arasında kurulan benzerlik kayboluyordu. Çünkü dil politik bir tercihi içeriyordu. AvusturyalI istatistikçi Ficker, bir bilimci olarak, devletin ya da partinin bireylerine zorla kabul ettirebileceği kamusal yaşam dilini istatistiklerde kullanmayı reddetmişti; oysa Fransız ve Macar meslektaşları açısından bu tamamen kabul edilebilir bir durumdu. Ficker aynı nedenle kilise ve okul dilini de reddetmişti. Fakat Habsburg istatistikçileri, on dokuzuncu yüzyıl liberalizminin 32, Richard Böcl<h, Die statistische Bedeutung der Volkssprache als Kennzeichen der Nationalitât, Zeitschrift für Völkerpsychologie und Sprachvvissenschaft, 4, 1866, s. 259-402; Ricliard Böckh, Der Deutschen VolkzahI und Sprachgeibet in den europâischen Staaten (Berlin, 1869). 33. Hitler bile, Reich Almanları ile onun sınırlan dışında yaşayan, ama Reich a, "yurda" dönme seçeneği tanınabilecek milli Almanlar (Volksdeutsch^ arasında ayrım yapıyordu. 123
124 ruhuna uygun olarak, yurttaşlara Muttersprache'ltnm yani annelerinden ilk öğrendikleri dili değil, aile dili ni, yani anadilden farklı olabilecek, evde genellikle konuşulan dili sorarak, dilin sürekli değişmesi için, özellikle de dilsel asimilasyon için alan açmaya çalışmışlardı.^ Dil ile milliyetin eşitlenmesi kimseyi tatmin etmemişti: Milliyetçileri tatmin etmemesinin nedeni, ülke içinde bir dili konuşan bireylerin başka bir milliyeti tercih etmelerini engellemesi, hükümetleri -bilhassa Habsburg hükümetini- tatmin etmemesinin nedeni ise bu denklemin büyük politik sorunlar doğurabilecek olmasıydı. Fakat yine de sorunun yakıcılığmı küçümsüyorlardı. Habsburglular, dil sorununu, 1860 larda gözle görülür derecede kızışan milli duygulann yatıştığım düşündükleri ana kadar ertelemişlerdi. 1880 de yeniden sayıma başlayacaklardı. Kimsenin tam göremediği, böyle bir soru sormanın dilsel milliyetçilik doğuracağıydı. Her nüfus sayımı milliyetler arasında bir savaş alanına dönüşecekti. Otoritelerin rakip taraflan tatmin etmeye yönelik giderek ayrıntılı hale gelen çabalan başarısız kalmıştı. Tek yarattıklan, 1910 Avusturya ve Belçika nüfus sayımlan gibi tarihçileri tatmin eden nesnel akademisyenlik amtlanydı. Doğrusu nüfus sayımlan, dil sorusunu sorarak ilk defa her insanı yalnızca bir milliyet değil, aynı zamanda dilsel bir milliyet de seçmeye zorlamıştı.^^ Modem idari devletin teknik gereklilikleri bir kere daha milliyetçiliğin ortaya çıkışını besleyen bir etken olmuştu. Şimdi milliyetçiliğin geçirdiği dönüşümlerin izlerini sürmeye başlayabiliriz. 34. Brix, Die Umgangsprachen, s. 94. 35. A.g.y., s. 114. 124
125 125 IV Milliyetçiliğin Dönüşümü, 1870-1918 Avrupa nın gelişmesinde belirli bir dereceye ulaşıldığında, pasif duran halklar dünyasında (passiver Volkheit), yüzyıllardan beri sessiz sessiz olgunlaşmış olan dilsel ve kültürel halk topluluklan boy gösterir. Bunlar kendilerinin tarihsel geleceği olan bir güç olduklarının bilincine varırlar. Bu dilsel ve kültürel halk topluluklan, mevcut olan en yüksek iktidar aracı olarak devlet üzerinde denetim kurmayı isterler ve politik düzeyde kendi kaderlerini tayin etmenin yollarını ararlar. Politik açıdan millet fikrinin doğum günü ve bu yeni bilincin doğum yılı, Fransız Devrimi nin gerçekleştiği yıl olan 1789 dur. Fransız Devrimi nin üzerinden iki yüzyıl geçtikten sonra hiçbir tarihçi ve -öyle umulur k i- elinizdeki kitabı bu satırına kadar okuyan hiç kimse yukanda aktarılan türde açıklamalara programatik mitolojiye uygun bir parça olmaktan daha fazla değer vermeyecektir. Gene de bu alıntı, 1830 dan itibaren Avrupa nın milletlerarası politikasını baştan aşağı sarsan (pratikte uygulamaya geçirilebildiği sürece, Mazzini nin her millete bir devlet çağnsına denk düşen, ama çağnnın diğer yansı olan bütün millete yalnızca bir devlet e pek denk düşmeyen çeşitli yeni devletler yaratarak) milliyet ilkesi nin temsili bir açıklaması gibi görünmektedir.^ Bu alıntı 1. K. Renner, Staat und Nation, s. 89. 2. A.g.y., s. 9.
126 milliyet ilkesi ni özellikle beş açıdan temsil etmektedir: On dokuzuncu yüzyıla özgü bir yenilik olan dilsel ve kültürel topluluğu vurgulayışıyla/ önceden var olan devletlerin milletler inden ziyade yeni devlet kurma ya da ele geçirme özlemi duyan milliyetçiliği vurgulayışıyla, tarihsiciliği ve tarihsel misyon duygusuyla, 1789 un pederşahiliğini sahiplenişiyle ve özellikle terminolojik belirsizliği ve retoriğiyle. Bununla birlikte, bu alıntı ilk bakışta Mazzini tarafından yazılabilecek bir pasaj gibi görünse de, aslında 1830 devrimlerinden yetmiş yıl sonra, Habsburg İmparatorluğu nun özgül sorunlan üzerinde duran bir kitapta Moravya kökenli bir Marksizan sosyalist tarafından kaleme alınmıştı. Kısacası, 1830 ile 1870 ler arasında Avrupa nın politik haritasını değiştiren milliyet ilkesi yle kanştınlabilecekken, aslında Avrupa nın tarihindeki milliyetçi gelişmenin daha sonraki ve farklı bir aşamasına aittir. 1880-1914 döneminin milliyetçiliği üç önemli noktada Mazzinici milliyetçilik aşamasmdan ayrılıyordu. Birincisi, önceden gördüğümüz gibi liberal çağdaki milliyetçiliğin temelinde yer alan eşik ilkesi terk edilmişti. Bundan böyle kendisini millet sayan her halk topluluğu, son analizde kendi topraklannda ayn bir egemen bağımsız devlet kurma hakkı anlamına gelen kendi kaderini tayin hakkına sahip olduğunu iddia ediyordu. İkinci olarak ve bu tarihsel olmayan milletlerin çoğalmasının sonucunda, etnik köken ile dil, potansiyel millet olmanın merkezi, giderek belirleyici, hatta tek kriteri haline gelmişti. Ama bunun yanında, sayılan gün geçtikçe artan ve iddialı hale gelen devlet dışı milli hareketlerden ziyade, yerleşik ulus devletler içindeki milli duygulan etkileyen üçüncü bir değişiklik de söz konusuydu: Millet ve bayrağın hızla politik sağa doğru kayması (ki sağ cenahta milliyetçilik terimi aslında on dokuzuncu yüzyılın son on yıl(lar)mda icat edilmişti). Renner in alıntısı ilk iki değişimi temsil ediyor, ama (soldan gelmesinden dolayı) üçüncü değişimi kesinlikle temsil etmiyordu. Bir milleti tanımlamanın etnik-dilsel kriterinin fiilen çok geç 3. Krş. Th. Schieder, Typologie und Erscheinungsformen des Nationalstaats", der. H. A. VVinkler, Nationalismus {Königstein im Taunus, 1985), s. 128. 126
127 başat hale geldiğinin genellikle fark edilmemesinin üç nedeni vardır. İlkin, on dokuzuncu yüzyılm ilk yarısındaki devlet dışı milli hareketlerin en önde gelen ikisi, özünde, yerleşik bir yüksek kültür dili ve o dildeki edebiyat sayesinde politik ve coğrafi sınırlan aşarak birleşmiş, eğitimli topluluklara dayanıyordu. Almanlann ve Italyanlann gözünde, kendi milli dilleri yalnızca, Fransızcanın Fransa da 1539 daki Villers-Cotterets buyruğundan beri olduğu gibi, bir idari kolaylık ya da devlet çapındaki iletişimi birleştiren bir araç değildi; hatta, jakobenlerin gözünde olduğu gibi, eşitliğin sürekliliğini sağlayıp ancien râf>ime'\n hiyerarşisinin canlanmasını önleyerek, özgürlük, bilim ve ilerleme doğrularını herkesin önüne leren devrimci bir araç da değildi. Onların milli dilleri, seçkin bir edebiyat ve evrensel düzeyde bir entelektüel anlatım vasıtası olmaktan da öte, onları Alman ya da İtalyan yapan biricik şeydi. Sonuçta, diyelim İngilizcenin o dilde okuyup yazanlar için taşıdığı anlama kıyasla çok daha koyu bir milli kimlik anlamı taşıyordu. Bununla beraber. Alman ve İtalyan liberal orta sınıflarının gözünde, dil böylece birleşik bir ulus devletin yaratılmasında temel önemde bir argüman sağlarken, on dokuzuncu yüzyılın ilk yansında bu durum henüz her yerde geçerli değildi. Polonya ya da Belçika nın politik bağımsızlık iddialan dile dayanmadığı gibi, aslında çeşitli Balkan halklannın Osmanlı İmparatorluğu na karşı birtakım bağımsız devletler doğuran isyanlan da dile dayanmıyordu. Aynı şekilde 4. 'Egemen (halkın) bütün üyeleri bütün (kamusal) mevkileri doldurabilir; onlann tanmsal ya da teknik işlerine geri dönmeden önce bütün mevkilerde rotasyon tasıyla görev yapmalan istenilir bir şeydir. Bu durumda aşağıdaki altematifle yüz yüze geliriz. Eğer bu mevkiler kendilerini milli dille ifade edemeyen ya da bu dille yazamayan insanlarla doldurulmuşsa, metinleri terminolojik hatalaria dolu Olan, fikirieri titizlikle geliştirilmemiş (özetle, cehaletin bütün belirtilerinin görüldü- Aü) belgelerie yurttaş haklan nasıl korunabilir? öbür yandan, bu tür bir cehalet, Viranlan kamusal görevlerden uzaklaştırmaya neden olursa, bu durumda kısa ürede, bir zamanlar küstahça alt tabakalar (/es pet/fs gen^ dedikleri insanlar- İR konuşurken, bir tür koruyucu nezaket göstergesi olarak yararianılan patois ı kullanan aristokrasinin yeniden doğuşuna tanıklık ederiz... Toplum kısa sürede y«niden dürüst insanlar [de gens comme il faut) hastalığına yakalanır....birbirtnden ayrılmış iki sınıf arasında bir tür hiyerarşi ortaya çıkar. Demek ki dilin bilinmemesi toplumsal refahı tehlikeye sokar ya da eşitliği yok eder. Abb6 Gr6go- Ire ın fîappo/f undan, akt. Ferdinand Brunot, Histoire de la langue français (PalİS 1930-48), Cilt IX, I, s. 207-208. 127
128 Britanya daki İrfanda hareketinin de dile dayandığı söylenemezdi. Öbür yandan, Çek topraklarındaki gibi dilsel hareketlerin ciddi bir politik temelinin bulunduğu yerlerde, milletlerin kendi kaderini ta«yin etmesi (kültürel tanınmanın karşısında) henüz bir sorun halini almamıştı ve ayn bir devletin kurulması üzerinde ciddi biçimde ka«fa yorulmuyordu. Gelgelelim, geç on sekizinci yüzyıldan beri (ve ağırlıkla Almail entelektüel etkisiyle) Avrupa, boydan boya saf, basit ve bozulma* mış köylülüğe yönelik romantik tutkulann etkisi altına girmişti ve halk ın folklorik temelde yeniden keşfedilmesinde, halklann konuştuğu anadiller can alıcı önem taşıyordu. Buna karşın, sözünü ettiğimiz popülist kültürel Rönesans daha sonraki pek çok milliyetçi harekete bir temel oluşturur ve dolayısıyla haklı olarak geuşmelerinin ilk aşaması ( A aşaması ) sayılırken, Hroch da bu milliyetçi hareketin henüz hiçbir anlamda söz konusu halkın bir politik hareketi olmadığını, aslında politik bir özlem ya da program bile içermediğini aydınlığa kavuşturmaktadır. Gerçekte, halkçı geleneğin keşfedilmesi ve bunun tarihin unuttuğu bazı köylü halklannın milli geleneği ne dönüşmesi genellikle, Baltık Almanlan veya Finli İsveçliler gibi (yabancı) yönetici sınıf ya da elit kesimden çıkan ateşli kişilerin eseriydi. Fin Edebiyat Demeği ni (1831 de kurulmuştu) oturtanlar İsveçlilerdi, kayıtlan İsveççe tutuluyordu ve Fin kültürel milliyetçiliğinin başlıca ideoloğu olan Sneliman m bütün yazılan İsveççe olarak çıkmıştır.^ 1780 lerden 1840 lara kadar uzanan dönemde Avrupa da yaygm biçimde görülen kültürel ve dilsel canlanma hareketlerini herhalde hiç kimse yadsıyamazken, Hroch un A aşamasını, milli fikir için politik ajitasyon yapan bir dizi aktivistin ortaya çıktığı B aşamasından ve bu milli fikir in artık kitlesel bir destek kazandığı C aşamasından ayırt etmek gerekir. Britanya Adaları örneğinde görüldüğü gibi, bu tür kültürel canlanma hareketleri ile daha sonraki politik milliyetçiliğin milli ajitasyonlan ya da hareketleri arasında zorunlu bir bağlantı bulunmazken; buna karşılık, milliyetçi hareketlerin de ilk başta kültürel canlanmayla ilgileri herhalde ya çok azdır ya da hiç yoktur. İngiltere deki Folklor Der- 5. E. Juttikala ve K. Prinen, A History o f Finland (He\s\n\<\, 1975, s. 176.) 128
129 ııeği (1878) ve İngiltere de folk şarkılannın canlanması, Çingene İlim Demeği nden daha fazla milliyetçi niteliğe sahip değildi. Üçüncü neden, dilsel kimlikten ziyade etnik kimlikle ilgilidir. Bu kendisini, milletleri genetik soyla özdeşleştiren etkili kuramların ya da sözde kuramlann yokluğuyla (yüzyılm son dönemlerine kadar) gösterir. Bu konuya tekrar döneceğiz. 1914 ten önceki kırk yılda milli mesele nin öneminin artması, yalnızca eski çok milletli Avusturya-Macaristan ve Türkiye imparatorluklarında milli meselenin keskinleşmesiyle ölçülmez. Milli mesele artık hemen hemen bütün Avrupa devletlerinin iç politikasında ciddi bir sorunu oluşturuyordu. Milli mesele Birleşik Kralhk ta bile artık İrlanda sorunuyla sınırlı değildi; gerçi İrlanda milliyetçiliği bu isimle daha da büyümüştü -kendilerini milli ya da "milliyetçi diye tanımlayan gazetelerin sayısı 1871 de l den 1881 de 13 e ve 1891 de 33 e çıkmıştı-* ve Britanya politikasında politik açıdan her an patlamaya hazır bir faktör halini alıyordu. Ne var ki bu dönemin aynı zamanda, Galler milli çıkarlanmn resmen ilk defa tanındığı (Galler in 1881 tarihli Sunday Closing Act i* ilk ayn Galler Parlamento Yasası olarak nitelenmiştir) ve İskoçya nın hem mütevazı bir Home Rule * hareketine kavuşup, hükümette bir İskoç Bürosu elde ettiği, hem de Goschen Formülü yle Birleşik Krallık ın kamusal harcamalarında güvence altına alınmış bir milli paya kavuştuğu dönem olduğu sık sık görmezlikten gelinmektedir. Yerli milliyetçilik belirli bölgelerde -Fransa, İtalya ve Almanya daki gibi- milliyetçilik teriminin bulunmasına vesile oluşturan sağcı hareketlerin yükselişi biçimine ya da daha genel olarak, en berbat -am a tek olmayan- ifadesini antisemitizmde bulan politik yabancı düşmanlığı biçimine büründü. Bu çağda İsveç 6. O yılların Nevvspaper Press Directory den (Basın Yayın Kurumu) çıkarılan bu verileri, BIrkbeck College dan Mary Lou Legg in İrlanda taşra basınının 1852-1892 dönemini kapsayan kısmıyla ilgili yayımlanmamış araştırmalanna borçluyum. Pazar günlerinin tatil olması ile ilgili yasa, (ç.n.) 7. Bkz. Report of the Commissioners appointed to inpuire into the operation of Ihe Sunday Closing (VVales) Act, 1881 {Parliamentary Papers, H.o.C., Cilt XI, 1890); K. O. Morgan, Wales, Rebirth o f a Nation 1880-1980 {Ox1ord, 1982), s. 36. Sınırlı bir özerkliği olan yerel yönetim, (ç.n.) 129
130 kadar görece sakin bir devletin bile N orveç in m illi ayrılığıyla (1907) (1890 lara kadar ayrılmasını öneren tek bir kişi bile yoktu oysa) sarsılm ası, en azından H absburg politikasının rakip m illiyetçi ajitasyonlar yüzünden felce uğram ası kadar kayda değer bir noktadır. Dahası, eskiden bilinm eyen bölgelerde veya o zam ana kadar yalnızca folklor araştırm acılarının ilgiye değer bulduğu halklar arasında ve ilk defa kavram sal olarak Batılı olm ayan bir dünyada çoğalan m illiyetçi hareketlerle karşılaşm am ız da bu dönem e rastlar. Yeni antiem peryalist hareketlerin ne kadar m illiyetçi sayılabileceği belli değildir, am a Batılı m illiyetçi ideolojinin antiem peryalist hareketlerin sözcüleri ve eylem cileri üzerinde (İrlanda nın Hint m illiyetçiliği üzerindeki gibi) yadsınam az bir etkisi vardır. B ununla beraber, kendim izi A vrupa yla ve onun çevresiyle sınırlı tutsak bile, 1870 te pek ya da hiç görünm eyen milliyetçi hareketlerin sayısının 1914 te çok fazla olduğunu görürüz: Erm eniler, Gürcüler, Litvanyalılar ve diğer Baltık halklarıyla Y ahudiler -h em Siyonist hem de Siyonist olm ayan biçim leriyle- arasında, B alkanlar da M akedonyalilar ve A m avutlar arasında, Habsburg İm paratorluğu nda Ruthenyahlar ile Hırvatlar arasında -H ırvat m illiyetçiliği Hırvatların daha önce Yugoslav yani İlirya m illiyetçiliğine verdikleri destekle kanştırılm am ahdır-, Basklar, Katalanlar ve G alliler arasında, bilhassa radikalleşm iş Flam an hareketiyle Belçika da ve Sardunya gibi yerlerdeki yerel m illiyetçiliğin o zam ana kadar hiç beklenm e dik uzantılarında. O sm anlı İm paratorluğu nda A rap m illiyetçiliğinin ilk işaretlerinin görüldüğünü bile saptayabiliriz. Daha önce ileri sürüldüğü gibi, bu hareketlerin çoğu artık dilsel ve/veya etnik unsuru öne çıkarm aktaydı. Bunun çoğu durum da yeni bir gelişme olduğu kolayca kanıtlanabilir. Başlangıçta politik bir hedefi bulunm ayan İrlanda B irliği nin (1893) kurulm asından önce, İrlanda milli hareketinde İrlanda dili bir sorun olarak göm lm üyor du. İrlanda diliyle ilgili özel bir vurguya ne O Connell ın Repeal ajitasyonunda (buradaki Kurtarıcı her ne kadar İrlanda dilinde ko * Büyük Britanya ile Irianda arasındal<i biriiğin, O ConnelI ın önderliğinde 1830 dn ve 1841-46 da bozulmasına atıf yapılıyor, (ç.n.) 130
131 nuşan Kerryman adlı biri ise de) ne de Fenian programında rastlanıyordu. 1900 e kadar olağan lehçeler karmaşasından tekbiçim bir İrlanda dili yaratmaya yönelik ciddi girişimlerde bile bulunulmamıştı. Fin milliyetçiliği Çarlık döneminde Grandük ün özerkliğini savunuyordu ve 1848 den sonra ortaya çıkan Finli liberaller iki dilli olan tek bir milleti temsil ettikleri görüşündeydiler. Fin milliyetçiliği kabaca 1860 lara (bir imparator fermanıyla Fin dilinin İsveç dili karşısındaki resmi konumunun düzeltildiği zamana) kadar esasen dilsel bir niteliğe kavuşmamıştı, ama dil mücadelesi de 1880 lere kadar ağırlıkla alt sınıf Finliler (dil olarak Finceyi seçen lek bir milletten yana tavır koyan Finciler in -Fennomen- temsil ettiği) ile üst sınıf İsveç azınlığı (ülkenin iki milleti, dolayısıyla iki dili içermesini savunan İsveççi lerin -Svecamen- temsil ettiği) arasındaki bir iç sınıf mücadelesi olarak kalmıştı. Ancak 1880 den sonra Çarlık Ruslaştmcı milliyetçi modele kaydıkça, özerklik mücadelesi ile dil mücadelesi birbiriyle örtüşmeye başlamıştı.* Bir (muhafazakâr) kültürel-dinsel hareket olarak Katalancılığın izleri de 1850 lerden geriye götürülemez; Gallilerin Eisteddfoılau suna* benzeyen Jocs Florals Festivali 1859 dan önceye kadar canlanmamıştı. Katalancanın kendisi yirminci yüzyıla kadar kesin biçimde standartlaşmamıştı ve Katalan bölgeciliğinin 1880 lerin Dftasma ya da daha sonraya kadar dilsel sorunla bir ilgisi yoktu.'" İddia edildiği üzere, Bask milliyetçiliğinin gelişmesi de Katalan hareketinin gelişmesinin otuz yıl kadar gerisinden gelmişti. Ama Uask özerkçiliğinin ideolojik düzlemde eski feodal ayncalıkların savunulması veya yeniden tesisinden dilsel-ırksal bir argümana kayması çok ani olmuştu: 1894 te, İkinci Karlist Savaşı nın** bitişinin üzerinden yirmi yıl bile geçmemişken, Sabino Arana Bask Miltl Juttikala ve Pirinen, A History of Finland, s. 176-86. * Galler de her yıl düzenlenen, özellikle edebiyatçılar, şairler ile şarkıcılann yanşiığı sanat festivali, (ç.n.) II Carles Riba, Cent anys de defensa illustraciö de l idioma a Catalunya (/ Avenç, 71, Mayıs 1984, s. 54-62). Bu, ilk olarak 1939 da verilen bir konferansın metnidir. 10. Francesc Vallverdu, El çatala al segle XIX (L Avenç, 27, Mayıs 1980), s. 30-36. " Ispanya tahtının gerçek sahibinin Don Carlos ve vârisleri olduğunu savunan luıreketin yürüttüğü mücadeleler. 131
132 132 li Partisi ni (PNV) kurmuş ve ülke için o zamana kadar var olmamış bir Baskça ad ( Euskadi ) bulmuştu." Avrupa nm öteki ucunda, Baltık halklannm milli hareketleri yüzyılm son üçte birlik bölümünde ilk (kültürel) aşamalannı yeni yeni aşıyordu, Makedonya sorununun 1870 ten sonra kanayan bir yara haline geldiği Balkanlar da, Makedonya da yaşayan milliyetlerin dil ilkesine göre ayırt edilmesi fikri, Makedonya için savaşan Sırbistan, Yunanistan, Bulgaristan ve Babıâli için ağır bir darbe oldu.'^ Makedonya da oturanlar dinlerine göre ayrılmışlardı, ülkenin şu ya da bu parçasına yönelik iddialar ortaçağdan antik devirlere kadar uzanan tarihe ya da ortak gelenekler ve ritüel pratiklerle ilgili etnografık argümanlara dayanmaktaydı. Makedonya 20. yüzyıl başında Slav filologlar için bir savaş alanı haline geldi; onlarla bu alanda boy ölçüşemeyen Yunanlılarsa hayali bir etnik akrabalık icat etti. Aynı zamanda -kabaca, yüzyılın ikinci yansında- etnik milliyetçilik, pratikte, halkların giderek çoğalan toplu coğrafi göçlerinden ve kuramda, on dokuzuncu yüzyıl sosyal biliminin temel kavramı olan ırk m dönüşüme uğramasından müthiş güç almıştı. Bir yandan, insanlığın eskiden beri deri rengine dayalı olarak birkaç ırk a bölünmesi artık, Ariler ve Samiler şeklinde ya da Ari- 1er arasında Kuzeyliler, Alpliler ve Akdenizliler gibi yaklaşık olarak aynı soluk deri rengindeki halklan ayıran bir dizi ırkçı ayrımlar şeklinde gelişmişti. Öbür yandan, daha sonra genetik diye bilinegelen disiplinle tamamlanan Danvinci evrimcilik, ırkçılığa, yabancıları dışlamaya, hatta tanık olduğumuz üzere ülkeden sürmeye ve öldürmeye uygun, güçlü bilimsel nedenler gibi görünen gerekçeler sağlamıştı. Bütün bunlar görece daha geç bir dönemde gündeme geliyordu. Yahudi düşmanlığı (antisemitizm) yaklaşık 1880 lere kadar ırkçı (dinsel-kültürel olandan ayn) bir karakter kazanmamıştı; Alman ve Fransız ırkçılığının başlıca peygamberle 11. H.-J. Puhle, Baskischer Nationalismus im spanischen Kontext, der. H.A. VVinkler, Nationalismus in der Welt von Heute (Göttingen, 1982), s. 61. 12. Carnegie Endovvment for International Peace: Report o f the International Commission to Enquire into the Cause and Conduct o f the Balkan Wars (Washington, 1914), s. 27.
133 ri (Vacher de Lapouge, Houston Stewart Chamberlain) 1890 lı yıllara aitti; Kuzeyliler ifadesi yaklaşık 1900 e kadar ırkçı ya da benzer söylemlere girmemişti.'^ Irkçılık ile milliyetçilik arasındaki bağlar açıkça görülmektedir. Ariler ve Samiler örneğindeki gibi ırk ile dil kolayca kanştınlıyor ve genetik bir kavram olan ırk m, kalıtımsal olarak aktarılmayan dilden türetilemeyeceğine işaret eden Max Muller gibi titiz araştırmacılar buna öfkeyle tepki gösteriyorlardı. Bundan başka, ırkçılann ırk anlığının önemini ve melezleşmenin korkunçluğunu vurgulaması ile dilsel milliyetçilik biçimlerinin pek çoğunun (çoğunluğunun diyesim geliyor) milli dilin yabancı öğelerden anndınlması gerektiğinde ısrar etmeleri arasında apaçık bir paralellik vardır. On dokuzuncu yüzyılda İngilizler, karışık kökenleriyle (Britonlar, Anglosaksonlar, İskandinavyalIlar, Normandiyalılar, İskoç- 1ar, İrlandalIlar vb.) övünen ve dillerinin filolojik anlamda kanşık olmasıyla iftihar eden tamamen istisnai bir örnektiler. Gene de ırk ile millet i daha da yaklaştıran etken, her ikisinin de o zamanlar moda olduğu gibi ırksal / milli karakter şeklinde aynı ölçüde kabaca genelleştirilerek, fiilen eşanlamlı sözcükler olarak kullanılmasıydı. Bunun için, 1904 tarihli İngiliz-Fransız Antantı ndan önce, bir Fransız yazar, iki ülkenin anlaşmasının imkânsız görüldüğünü, çünkü iki ırk arasında kalıtımsal bir düşmanlık bulunduğunu gözlemliyordu.''' Demek ki dilsel ve etnik milliyetçilik birbirini kuvvetlendirmekteydi. Milliyetçiliğin 1870 lerden 1914 e kadar hızla mevzi kazanması şaşırtıcı değildir. Bu, hem toplumsal hem de politik değişimlerin (yabancılar aleyhinde düşmanlık manifestosu dağıtmak için bolca fırsat sunan milletlerarası durumdan söz bile etmiyoruz) ürünüydü. Toplumsal düzeyde, milliyetler olarak hayali, hatta gerçek cemaatler icat etmenin yepyeni biçimlerinin geliştirilmesine giderek da 13. J. Romein The VVatershed o f Two Eras: Europe in 1900 (Middletovvn, 1978), I. 108. Nordic (kuzeyli) ırkı bu isimle ilk kez, 1898 deki antropolojik sınıflamalar literatüründe görünmektedir (OED Supplement: nordic. Terim J. Deniker'e it gibidir (Races etpeuples de la terre, Paris 1900), ama üstün olmakla ilişkilendlrdikleri san, uzun kafalı ırkı tanımlamak açısından bu terimi uygun bulan ırkçılar tarafından sahiplenilmişti. 14. Jean Finot, Race Prejudice (Londra, 1906), s. v-vi. 133
134 ha geniş bir zemin sunan üç gelişmeden söz edebiliriz: Modemitenin saldırısına uğrayan geleneksel gruplann direnişi, gelişmiş ülkelerin şehirleşen toplumlannda hızla büyüyen yepyeni ve geleneksel olmayan sınıflarla katmanlann ortaya çıkışı ve yeryüzünün her tarafındaki çeşitli halklann (hem yerleşiklere hem de öteki göçmenlere yabancı olan gruplardı bunlar ve hiçbiri henüz bir arada yaşama alışkanlığı ve geleneklerine sahip değildi) eşine rastlanmadık göçleri ve oluşan diasporalar. Bu dönemdeki değişimin köklülüğü ve hızı; o yıllarda yoksulların ve ekonomik bakımdan zar zor idare eden ya da güvensiz durumda olanlann yaşamlarmı sık sık tepeden tırnağa sarsan Büyük Depresyon sarsıntılannı göz ardı etsek bile, böylesi koşullarda gruplar arasındaki sürtüşme nedenlerinin neden çoğaldığını açıklamaya yeter. Milliyetçiliğin politika alanına girişi için tek gerekli olan şey, kendilerini hangi şekilde olursa olsun Ruritanyalı olarak gören ya da başkalannca böyle görülen insan gruplannın şöyle bir argümana kulak vermeye hazır olmalarıydı: Ruritanyahlann huzursuzluklannın kaynağı, bir bakıma, diğer milliyetler tarafından ya da o milliyetler karşısında Ruritanyalı olmayan bir devlet veya yönetici sınıf tarafından aşağılanmalarından (genellikle yadsınamayan biçimde) kaynaklanıyordu. Her halükârda, gözlemcilerin, 1914 te milliyet temelindeki (ama her zaman milliyetçi bir programa bağlı da olmayan) çağnlara hâlâ tam anlamıyla kayıtsız görünen Avrupa halklannın tavırlannı hayretle karşılamalan yersiz değildi. ABD nin göçmen yurttaşları Federal Hükümet ten kendi milliyetlerine dilsel ya da başka ödünler talep etmiyorlar, gene de her Demokrat şehir politikacısı İrlandalIlara İrlandalI, PolonyalIlara Polonyah olarak seslenmenin işe yaradığını çok iyi biliyordu. Daha önce gördüğümüz gibi, milli çağnların potansiyel ahcısını fiili alıcıya çeviren başlıca politik değişiklikler, sayılan çoğalan devletlerde politikanın demokratikleşmesi ve modem, idari, yurttaşları harekete geçiren ve etkileyen devletin kurulmasıydı. Buna karşın kitle politikasının yükselmesi, halkın milliyetçiliği desteklemesi sorununu yanıtlamaktan ziyade yeniden formüle etmemizi kolaylaştırmaktadır. Bizim öğrenmeye ihtiyaç duyduğumuz şey, mil 134
135 li sloganlann politikada tam olarak ne anlama geldiği, farklı toplumsal kesimler için aynı anlamı taşıyıp taşımadığı, nasıl değiştiği, yurttaşları seferber edebilecek başka sloganlarla hangi koşullarda birleştiği ya da bağdaşmadığı, bu başka sloganlar karşısında nasıl baskın çıktığı ya da çıkamadığıydı. Milletin dille özdeşleştirilmesi girişimi bu tür sorulan yanıtlamamıza yardımcı olur, çünkü dilsel milliyetçilik özünde bir devletin denetimini, en azmdan dilin resmen tanınmasının sağlanmasını gerektirir. Açık ki bu, bir devlet ya da milliyet içindeki bütün katmanlar veya gruplar açısından aynı derecede önemli olmadığı gibi, her devlet ya da milliyet açısından da aynı önemde değildir. Ne olursa olsun, dildeki milliyetçiliğin özünde iletişim, hatta kültür sorunlan değil, iktidar, statü, politika ve ideoloji sorunlan yatar. Eğer temel sorun iletişim ya da kültür olsaydı, Yahudi milliyetçi (Siyonist) hareketi, henüz kimsenin konuşmadığı ve Avrupa sinagoglannda kullanılana hiç benzemeyen bir telaffuzu olan modem İbraniceyi tercih etmezdi. Onlar Avrupa nın doğusundaki Aşkenaz Yahudilerinin ve batıya giden göçmenlerin yüzde 95 inin (yani, bütün dünyadaki Yahudilerin önemli bir çoğunluğunun) konuştuğu Yidiş dilini reddetmişlerdi. 1935 te o dili konuşan on milyon kişinin geliştirdiği geniş kapsamlı ve seçkin yazın göz önüne getirildiğinde, Yidişçe zamanın önde gelen yazın dillerinden birisi ydi.' İrlanda milli hareketi de 19(X) den sonra, çoğunun artık anlamadığı ve onu memleketlilerine öğretmeye çalışanlann bile yeni yeni, çok eksik biçimde öğrenmeye başladıkları İrlandacaya yeniden geçmeyi amaçlayan, baştan sonuçsuz kalmaya mahkûm kampanyaya girişmişti.'* Buna karşılık, Yidiş örneğinin gösterdiği ve lehçe yazınlanmn altın çağı olan on dokuzuncu yüzyılın doğruladığı gibi, yaygın biçimde konuşulan, hatta yazılan bir dilin varlığı mutlaka dilsel temelde milliyetçilik doğurmazdı. Bu tür dil ya da yazınlar, kendilerini, hegemonik bir genel kültür ve iletişim diliyle rekabet etmek- 15. Lewis Glinert, Vievvpoint: the recovery of Hebrew" {Times Literary Supplement, 17, Haziran 1983, s. 634). 16. Krş. Declan Kiberd, Synge and the Irish Language (Londra, 1979), özellikle s. 223. 135
136 ten ziyade onu tamamlıyor sayabilir ve tamamen bilinçli olarak böyle sayılabilirdi. Var olan yazılı ve kültür dillerini basitçe düzeltme ve standartlaştırmadan tutun, birbiriyle örtüşen lehçeler karmaşasından bir dil oluşturulmasına ve ölü ya da neredeyse tükenmiş dillerin diriltilmesine (fiilen yeni dillerin icat edilmesi anlamına gelir bu) kadar uzanabilecek olan dil kuruluşu sürecinde politik-ideolojik unsurun yeri açıkça ortadadır. Çünkü, milliyetçi mitin aksine, bir halkın dili, milli bilincin temeli değil, Einar Haugen in deyişiyle kültürel bir eser dir. Modem Hint dillerinin gelişmesi bunun açık bir örneğidir. On dokuzuncu yüzyılda bir kültür dili olarak beliren yazılı Bengalcenin bilinçli olarak Sanskritçeleştirilmesi, yalnızca okuryazar üst sınıflan halk kitlelerinden ayırmakla kalmıyor, aynı zamanda Bengalli Müslüman kitleleri aşağılayarak Hindulaşmış Bengalce yüksek kültüründen de ayırıyordu; buna karşılık Hindistan ın bölünmesinden itibaren Bangladeş (Doğu Bengal) dilinde de Sanskritçe sözcüklerin belli ölçüde temizlendiği dikkat çeker. Daha da öğretici bir örnek, Gandhi nin, milli hareketin birliği temelinde tek bir Hindu dilini geliştirip koruma, yani bir yandan İngilizceye milli bir alternatif çıkanrken, öbür yandan Kuzey Hindistan ın bu ortak lingua franca'sm m Hindu ve Müslüman biçimlerinin birbirinden kopmalarını önleme girişimidir. Bununla beraber, Hindu dilinin evrensel düşünceli savunuculanna karşı çıkan, güçlü biçimde Hindu yanlısı ve Müslüman karşıtı (dolayısıyla Urduca karşıtı) bir grup vardı. Bu grup 1930 larda, Milli Kongre nin dili yaymak amacıyla kurduğu örgütün denetimini ele geçirmiş ve Gandhi, Nehru ile diğer Kongre liderlerinin bu örgütten (Hindi Sahitya Samuelan! ya da HSS) aynlmalanna yol açmıştı. 1942 de Gandhi geniş kapsamlı bir Hindu dili yaratma projesine geri dönmüş ama başarılı olamamıştı. Bu arada HSS, dilde ortaöğretim ve üniversite düze- 17. Einar Haugen, Language Conflicts and Language Planning: The Case o f Modem Nonvegian (Lahey, 1966); aynı yazann, The Scandinavian languages as cultural artifacts, der. Joshua A. Fishman, Charles A. Ferguson, Jyotindra Da* Ğupta, Language Problems o f Developing Nations (New York-Londra-Sidney- Toronto 1968), s. 267-84. 136
137 137 yinde diploma vermek ve derecelendirme yapmak için smav merkezleri kurarak sonunda kendi imajma uygun bir standart Hindu dili yaratmıştı; 1950 de sözcük dağarının genişletilmesi için bir Bilimsel Terminoloji Dairesi kurulduğunu ve 1956 da başlatılan Hindu Ansiklopedisi yle taçlandınidığını dikkate alırsak, eğitim amacıyla gerçekleştirilen bir standartlaşmaydı bu. Gerçekten, çeşitli hareketlerin sözcük dağarlarını yerlileştirme ye yani sahiden daha milli olma özelliğini artırmaya yönelik girişimlerinde (bunun yakın zamanlardaki en iyi bilinen örneği Fransız hükümetlerinin franglais e karşı yürüttükleri mücadeledir) tanıklık edildiği üzere, diller sembolik anlamlan fiili kullanıma baskın çıktığı ölçüde, toplumsal mühendislikte daha bilinçli uygulama alanları haline gelmektedir. Böylesi hareketleri yaratan tutkulan anlamak kolaydır, ama bunlann konuşmayla, yazmayla, anlamayla, hatta yazın anlayışıyla hiçbir ilgisi yoktur. Danimarkaca nın etkisi altında olsa da, Norveççe, Norveç edebiyatının temel aracıydı ve hep öyle kalmıştır. On dokuzuncu yüzyılda buna gösterilen tepki milliyetçi tepkiydi. Aynı şekilde, 1890 Iarda Çekçe öğrenmenin (o sıralarda Çekçe şehir nüfusunun yüzde 93 ünün konuştuğu dildi) ihanet olduğunu ilan eden Prag daki Alman Gazinocu'^ iletişimle ilgili bir açıklama yapmış olmuyordu. Şimdilerde bile bugüne kadar hiç Galce isim konmamış yerlere Galce yer isimlerinin verilmesini tasarlayan Galce uzmanlan, Birmingham ismini Galceleştirmeye, Bamako gibi bir yabancı kasabayı Galceleştirmekten daha fazla ihtiyaç olmadığını çok iyi bilirler. Gene de, dili kurma ve manipüle etme planının arkasındaki dürtüler ve tasarlanan dönüşümün derecesi ne olursa olsun, devlet gücü bu tasanda temel bir role sahiptir. 18. J. Bhattacharyya, Language, class and community in Bengal (South Asia Bulletin, VII, 1 ve 2, Sonbahar 1987, s. 56-63); S. N. Mukherjee, Bhadralok in Bengali Language and Literatüre: an essay on the language of class and status {Bengal Past and Preseni, 95, Kısım II, Temmuz-Aralık 1976, s. 225-37); J. Das Gupta ve John Gumperz, Language, communication and control in North India, der. Fishman, Ferguson, Das Gupta, Language Problems, s. 151-661. 19. B. Suttner, Die Badenischen Sprachenverordnungen von 1897, 2 cilt (Graz- Köln 1960, 1965), Cilt II, s. 86-88.
138 138 Romanya milliyetçiliği, devlet gücü olmasa, dilini o zamana kadar alışılagelen Kril alfabesinin yerine Roma alfabesiyle yazıp basarak (1863 te) Latin kökenli olduğunda (çevrelerindeki Slavlar ile Macarlardan farklı biçimde) nasıl ısrar edebilirdi? (Mettemich dönemindeki Habsburg polis şefi Kont Seldnitzky, Habsburg İmparatorluğu ndaki Slavlar arasında panslav eğilimleri yıldırmak amacıyla Kril harfleri yerine Roma harfleriyle basılan Ortodoks din yapıtlannı destekleyerek benzer bir kültürel-dilsel politika uygulamıştı.)^" Yerli ya da kırsal diller, eğitim ve yönetim alanında tanınmalan ve kamu yetkililerinin desteklemesi dışında, milli ya da dünya kültürünün egemen dilleriyle rekabet edebilecek dillere nasıl dönüştürülecekti? (Burada fiilen var olmayan dillere bir gerçeklik kazandırılmasından söz bile etmiyoruz.) 1919 daki Britanya mandası, İbraniceyi gündelik dil olarak konuşan insanların sayısının 20.(K)0 den az olduğu bir zamanda onu Filistin in üç resmi dilinden biri olarak kabul etmeseydi, İbranicenin geleceği ne olurdu? Finlandiya da on dokuzuncu yüzyılın sonuna kadar dilsel çizgiler kalıplaşırken, İsveççe konuşan entelektüellerin oranının İsveççe konuşan sıradan insanlardan kat kat daha fazla olduğu gözlemi, yani eğitimli Finlilerin İsveççeyi kendi anadillerinden daha yararlı bulmaya devam etmeleri karşısında. Fince orta, hatta yüksek eğitimin düzenlenmesinden başka nasıl bir çare öngörülebilirdi?^' Gene de, milli özlemleri temsil etseler bile, dillerin çok sayıda pratik ve toplumsal bakımdan farklılaşmış kullanımları olduğundan, idari, eğitim ya da başka amaçlarla resmi dil(ler) olarak seçilen dil(ler)e karşı tavırlar da değişmektedir. Kendimize bir kere daha, tartışma yaratan unsurun yazılı dil, yani kamusal amaçlarla konuşulan dil olduğunu hatırlatalım. Özel iletişim alanı içerisinde konuşulan dil(ler), kamusal dillerle yan yana var olduklan durumlarda bile ciddi problemlere yol açmazlar. Çünkü her dil, her çocuğun anne babasıyla konuşmaya uygun dilden öğretmenleri ya da arkadaşlarıyla konuşmaya uygun olan dile geçerken farkında olduğu gibi, kendi mekânında iş görür. 20. J. Fishman, The sociology of language: an interdisciplinary approach, der. T. E. Sebeok, Current Trends in Linguistics, Cilt 12 (Lahey-Paris, 1974), s. 1755. 21. Juttikala ve Pirinen, A History o f Finland, s. 176.
139 Aynca, dönemin olağanüstü toplumsal ve coğrafi hareketliliği görülmedik sayıda erkeği (hatta özel alana hapsolmalanna karşm kadım) yeni diller öğrenmeye zorlar veya teşvik ederken; genelde -daha doğrusu, hep- bir dilin, farklı bir dille özdeşleştirilen daha geniş bir kültüre veya daha yüksek bir toplumsal sınıfa girme aracı olarak bile bile reddedilmesi ve yerine bir başkasının ikame edilmesi durumlan dışında, yeni dil öğrenme sürecinin illa ki ideolojik sorunlar yaratması şart değildi. Yidişçe konuşmamak, hatta anlamamakla gururlanan Orta ve Batı Avrupa daki asimile olmuş orta sınıf Aşkenaz Yahudilerinde ya da Orta Avrupa daki soyadlan açıkça Slav kökenden geldiklerini gösteren çok sayıdaki ateşli Alman milliyetçi ya da nasyonal sosyalistinin aile tarihinde görülür bu. Oysa eski ve yeni diller genellikle, her biri kendi alanında olmak üzere iç içe yaşardı. İtalyanca konuşan Venedik in eğitimli orta sınıfı açısından, evde ya da pazarda Venedik diliyle konuşmaktan vazgeçmek, Lloyd George açısından iki dillilik ne kadar anadili olan Galceye ihanet etmek anlamına geliyorsa, o kadar anlamlıydı ancak. Demek ki konuşma dili, toplumun üst katmanlarına olsun, emeğiyle çalışan halk kitlesine olsun ciddi politik problemler çıkarmıyordu. Tepedeki insanlar daha geniş kültür dillerinden birini konuşuyorlardı; eğer kendi anadilleri ya da ailelerinin konuştuğu dil bunlar arasında yer almıyorsa, üst tabakanın erkekleri (ve 19(K) lü yılların başlannda bazen de kadınlan) geniş kültür dillerinden birini ya da birkaçını öğrenmek durumunda kalıyorlardı. Doğallıkla, standart milli dilin eğitimli versiyonunu kullanacaklardı; yöresel bir aksanın ya da yöresel sözcüklerin görülüp görülmemesi önemli değildi, ancak genellikle kendilerini toplumsal katmanın diğer üyeleriyle özdeşleştiren bir tarzı tercih ediyorlardı.^ Aile kökenlerine, oturduklan yere, yetişme biçimlerine, sınıflannın geleneklerine ve elbette alt sınıflarla iletişimin ne ölçüde onlann dil(ler)ini ya da bir melez dil veya karışık yardımcı dil bilmeyi gerektirdiğine bağlı olarak, ilişkiye girdikleri alt sınıflann yerel ağzı, lehçesi veya anadili- 22. Ochs von Lerchenau lehçesini duyan Viyanalı hiçbir taksi şoförü, iconuşanı görmese dahi, o kişinin toplumsal statüsünden en ufak bir kuşku duymaz. 139
140 ni konuşabilirlerdi. Bu dillerin resmi statüsünün hiçbir önemi yoktu, çünkü resmi kullanım ve kültür dili hangisi olursa olsun ellerinin altmdaydı. Sıradan halk içindeki okuryazar olmayan kesim açısından, sözcükler dünyası tamamen konuşmayla ilgiliydi ve bu nedenle resmi dil ya da diğer yazı dillerinin, bilgisizlik ve güçsüzlüklerini hatırlatan bir etken olmasının dışında, hiçbir önemi yoktu. Arnavut milliyetçilerinin, kendi dillerinin Arap ya da Yunan alfabesiyle değil Latin alfabesiyle (Yunanlılardan da Türklerden de aşağı olmadıklarını gösterecekti bu) yazılmasını istemelerinin, hiçbir yazı okumayan kendi halklanyia açıkça bir ilişkisi yoktu. Farklı yörelerin insanlannın birbirleriyle ilişkiye geçmeleri ve köyün kendine yeterliliğinin zamanla sona ermesiyle birlikte, ortak bir iletişim dili bulma sorunu ciddileşiyordu (sınırlı bir çevreye hapsolan kadınlar için bunun önemi daha az, tahıl yetiştiren ya da çiftlik hayvanlarına bakan kadınlar içinse en az düzeydeydi) ve bu sorunu çözmenin en kolay yolu, milli dili (ya da milli dillerden birini) az çok idare edecek kadar öğrenmekti. İki büyük kitlesel eğitim kurumunu oluşturan ilkokul ile ordunun da her eve resmi dili bir ölçüde taşıması bu sorunun ciddiliğini iyice artırıyordu.^^ Salt yöresel ya da toplumsal düzeyde kısıtlı kullanıma sahip dillerin daha geniş kullanıma sahip diller karşısında mevzi kaybetmesinde şaşırtıcı bir yan yoktur. Bu çerçevedeki bir dilsel değişim ve adaptasyon sürecinin aşağıdan herhangi bir direnişle karşılaştığına ilişkin kanıt da yoktur. İki dil arasında, daha yaygın biçimde kullanılan dilin ezici ve belirgin üstünlükleri olduğu gibi, yalnızca tek bir dil konuşanların kendi anadillerini kullanması engellenmediği sürece anlaşılan hiçbir dezavantajı da yoktu. Gelgelelim, yalnızca tek bir dil konuşabilen Breton, doğduğu alanın ve geleneksel uğraşlannm dışında çaresizdi. Başka bir yere gittiğinde neredeyse dilsiz bir hayvandan farkı kalmıyordu: Suskun bir kas yığını. Modem bir dünyada kendilerine daha iyi bir yer ve iş arayan yoksulların gözüyle bakıldığında, köy- 23. Daha 1794 te bile Abbe Gregoire, herhalde farklı yörelerden gelen insanların karmakarışık biçimde yer almasından dolayı memnuniyetle taburlanmızda genelde Fransızca konuşuluyor diyordu.. 140
141 lülerin Fransızlaşmasında ya da Chicago da İngilizce öğrenen PolonyalIlarla İtalyanlann Amerikalılaşmak istemelerinde yanlış olan bir şey yoktu. Yerel olmayan bir dili bilmenin açık avantajlan olduğu gibi, daha geniş çapta kullanılan bir dille, özellikle bir dünya diliyle okuyup yazmanın avantajlan da yadsınmaz derecedeydi. Latin Amerika da yazılı dili bulunmayan Kızılderililerin anadillerinde öğretim yapılması türündeki baskılar Kızılderililerden değil, indigenista entelektüellerden gelmiştir. Yerel diliniz de facto bir dünya dili olmadıkça, tek dilli olmak eli kolu bağlanmaktır. Fransızca bilmenin öyle avantajlan vardı ki, Belçika da 1846 ile 1910 arasında yerli Flamanca konuşanlann iki dili birden konuşmalarına, Fransızca konuşanlann Flamanca öğrenme zahmetine girmelerinden daha fazla rastlanıyordu.^" Milli dil baskısı hipotezinin, büyük dillerle yan yana yaşayan yöresel ya da küçük çaplı dillerin gerilemesini açıklaması gerekmez. Tam tersine, küçük dilleri korumaya yönelik övgüye değer ve sistemli (genellikle büyük bedeller pahasına yürütülen) çabalar Wend dili, Reto-Romanca (Romanş/Ladinş) ya da İskoç Keltçesinin gerilemesini yavaşlatmaktan öte işe yaramamıştır. Derslerin İngilizce ya da Fransızca olarak yürütüldüğü sınıflarda yerel ağızlannı ya da dillerini kullanmalan (hayal gücünden yoksun pedagoglar tarafından) yasaklanmış olan entelektüellerin acı anılan bir yana bırakılırsa, velilerin yalnızca kendi dilleriyle yapılan bir eğitimi en masse tercih edeceklerini gösteren hiçbir kanıt yoktur. Kuşkusuz yalnızca sınırlı kullanım alanı olan başka bir dille dışlayıcı bir biçimde (örneğin, Bulgarca yerine Rumence) eğitim yapma zorunluluğu getirilse, bu daha fazla direnişle karşılaşabilirdi. Dolayısıyla bir uçta aristokrasi veya büyük burjuvazinin, öbür uçta işçilerle köylülerin, dilsel milliyetçiliği coşkuyla desteklemeleri için hiçbir neden yoktu. Bu haliyle büyük burjuvazi ( grande bourgeoisie ), mutlaka, on dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru ön 24. A. Zolberg, The making of Flemings and VValloons: Belgium 1830-1914" (Journal o f Interdisciplinary History, M12, 1974, s. 210-215). * Doğu İsviçre de Grisonlar arasında ve Güney Tirol de konuşulan Reto-Romanca lehçeleri, (ç.n.) 141
142 plana çıkan iki milliyetçilik biçiminden birine (emperyalist şovenizm ya da küçük halk milliyetçiliği) bağlanmak durumunda olmadığı gibi, küçük milletin dilsel tutkulanna karşı hiçbir bağlılık duymuyordu. Ghent ve Antvverp teki Flaman burjuvazisi bilinçli olarak Fransızca konuşuyordu ve F/am/n^anf-karşıtıydı ve bu özellikleri kısmen hâlâ taşımaktadır. Çoğu kendisini PolonyalIdan ziyade Alman ya da Yahudi sayan PolonyalI sanayiciler^ kendi ekonomik çıkarlanna en iyi hizmet etmenin yolunun bütün Rusya çapındaki ya da diğer milletlerüstü pazarlara malzeme satmak olduğunu açıkça anlamışlar; böylece Rosa Luxemburg u yanıltarak Polonya milliyetçiliğinin gücünü küçümsemesine neden olmuşlardı. İskoç işverenleri, îskoçluklarıyla ne kadar gururlanırlarsa gururlansınlar, 1707 Birliği nin* iptal edilmesini öngören her türlü imayı duygusal bir aptallık sayacaklardı. Daha önce gördüğümüz gibi, çalışan sınıfların, gruplar arasında başka bir sürtüşme türünün sembolü işlevi görebilse de dil nedeniyle heyecana kapılmaları pek olası değildi. Ghent ve Antvverp işçilerinin çoğunun Liöge ve Charleroi daki yoldaşlarıyla çevirisiz iletişim kuramamaları, onlan tek bir işçi hareketinde birleşmekten alıkoymuyordu. Çünkü dil böyle bir harekette o kadar az sorun yaratıyordu ki, örneğin 1903 te Belçika da sosyalizm üzerine çıkan standart yapıtlarda Flaman sorununa hemen hiç değinilmezdi: Bugün akla bile getirilemeyecek olan bir durum. Aslında Güney Galler de hem burjuvazinin hem de işçi sınıfının liberal çıkarlan, genç Llyod George un Galliliği dilsel Gallilikle, Liberal Parti yi (Prensliğin milli parçası) de bunu savunmakla özdeşleştiren milliyetçi Kuzey Galler liberalizmine karşı birleşmişti ve 1890 lı yıllarda bunda genellikle başanlı olmuşlardı. 25. Waclaw Dlugoborski, Das polnische Bürgertum vor 1910 in vergleichender Perspektive, der. J. Kocka, Bürgertum im 19. Jahrhundert: Deutschland im europâischen Vergleich (Münih, 1988), Cilt 1, s. 266-89. * Iskoç ve Ingiliz hükümdarlıklarının parlamentolannın birleşmesini öngören anlaşması. (ç.n.) 26. Jules Destree ve Emile Vandervelde, Le Socialisme en Belgique (Paris 1903, ilk olarak 1898). Kesin olmak gerekirse 48 sayfalık bibliyografyada Flaman sonjnuyla ilgili olarak tek bir başlık vardır; bir seçim broşürü. 142
143 143 Yazılı anadilin resmi kullanımını en çok önemseyen sınıflar, toplumsal bakımdan gösterişsiz ama eğitimli orta katmanlardı. Bunlar, eğitim gerektiren, kafa emeğine dayalı işleri yürütmeleri sayesinde alt orta sınıf statüsüne erişen kesimlerdi. Küçük burjuva öneki olmadan milliyetçilik sözünü ağzına almayan dönemin sosyalistleri, bu konuda haklıydı. Dilsel milliyetçiliğin cephe hattında taşra gazetecileri, öğretmenler ve gözü yüksekte olan alt rütbeli subaylar vardı. Milli sürtüşmeler nedeniyle imparatorluğun Avusturya daki yansı fiilen yönetilemez hale geldiğinde, Habsburg politikasının savaş alanları, ortaokullardaki öğretim dili ya da istasyon şefliklerinin hangi milliyete verileceği gibi konular olmuştu. Gerçekten de II. Wilhelm in imparatorluğundaki aşırı milliyetçi pancermen eylemciler, ağırlıkla eğitimli kesimden (ama öğretmenden ziyade Oberlehrer) ve giderek genişleyen, toplumsal bakımdan da hareketli olan bir toplumun yan eğitimli kesiminden geliyordu. Ben dilsel milliyetçiliği, kaba-materyalist liberallerin savaşları silah firmalannm kâr elde etmesine indirgemeleri gibi, iş kapma sorununa indirgemek istemiyorum. Bununla birlikte, anadili her şeyden önce alt sıralarda kalmış smıflann bir çıkar alanı olarak kavramadıkça dilsel milliyetçiliği tam olarak anlayamayız, hele ona karşı çıkışları hiç anlayamayız. Ayrıca, anadile özellikle bir öğretim dili olarak daha ağırlıklı bir resmi konum kazandırmaya yönelik her adım, bu çıkar alanında pay sahibi olabilecek insanlann sayısını çoğaltırdı. Bağımsızlıktan sonra Hindistan da dil esasına dayalı eyaletlerin kurulmasına ve tek bir anadilin (Hinduca) milli dil olarak dayatılmasına direniş bu durumu yansıtmaktadır: Tamilnadu da Tamilce okuyup yazan kesime devletin bütün kademelerindeki kariyerler açılırken İngilizcenin kaldmlmaması, Tamil diliyle eğitim görmüş insanlan diğer anadillerle eğitim görmüş insanlar karşısında milli açıdan dezavantajlı bir duruma sokmaz. Dolayısıyla potansiyel bir değer olarak dilin yaratılmasındaki can alıcı an, ilköğretim dili olarak kabul edilmesi (gerçi bu sayede, doğallıkla, çok sayıda ilkokul öğretmeni ve o dili aşılayan kişi yetişecektir) de * (Alm.) Başöğretmen, (ç.n.)
144 ğil, 1880 lerde Flanders da ve Finlandiya da başanyia uygulandığı üzere bir ortaöğretim dili olarak da kabul edilmesidir. Çünkü, Fin milliyetçilerin açıkça farkında olduklan gibi, toplumsal hareketliliği anadile ve ardından dilsel milliyetçiliğe bağlayan budur. Devlet ortaokullannda Flamanca eğitim görmüş yeni ve laik kuşak... Antwerp ile Ghent te yeni bir Flamingant ideolojisini oluşturup ayakta tutan pek çok birey ve grubu çıkarmıştır. ^ Gene de dilsel ilerleme, anadiliyle konuşan orta sınıflar yaratarak, alt orta katmanların karakteristik özelliklerini oluşturan ve onlara yeni milliyetçiliğin çekici gelmesinin nedeni olan aşağılık duygusu, statü güvensizliği ve kırgınlığı pekiştiriyordu. Bunun için yeni, Flamanca eğitim gören sınıf; en dinamik unsurları o dili bilmenin pratik üstünlükleri nedeniyle Fransızcaya kayan Flaman kitleler ile Fransızcadan hiç vazgeçmeyen Belçika yönetim, kültür ve iş dünyasının üst kademeleri arasında sıkışmıştı.^* Aynı görev için bir Flamanın iki dili de bilmesi zorunluyken Fransızca bilen bir yerlinin diğer dile, o da isterse, ancak baş sallayacak kadar ihtiyaç duyması, daha sonra Quebec te olacağı gibi küçük dilin aşağılığını pekiştirir. (Çünkü iki dili de bilmenin gerçek bir değer ifade ettiği ve dolayısıyla iki dili de bilenlerden küçük dili anadili olarak konuşanlann fiilen avantaj sağladıkları işler, normal olarak alt kademelerdeki işlerdi). Flamanlann, demografik göstergeler kendi lehlerine olan Quebecliler gibi, geleceğe güvenle bakmalan beklenebilir. Her şey bir yana, bu bakımdan, kendi hallerine bu-akılsa salt Danvinci anlamdaki bir diller arası varoluş mücadelesinde etkili bir rakip bile olamayacak görünen İrlandaca, Bretonca, Baskça, Frizyece, Romanş, hatta Galce gibi eski ve gittikçe gerileyen kırsal dilleri konuşanlardan daha üstün durumdaydılar. Flamanca ile Kanada Fransızcası hiçbir anlamda dilsel tehdit altında değildi, ama bu dilleri konuşanlann toplumsal-dilsel bir elit olmalan gerekmediği gibi, egemen dili konuşanlar da anadili kullanan eğitimli kesimi bir elit olarak görmüyordu. Tehdit altında olan, Flamingant ya da Quebecli orta kat- 27. Zolberg, The making of Flemings and VValloons, s. 277. 28. A g.y., s. 209ff. 144
145 manlann dilleri değil, statüleri ve toplumsal konumlarıydı. Bunları yalnızca politik güç ayakta tutabilirdi. Öz itibariyle bu durumun, dil sorununun gerileyen bir dili (genellikle, Baskça ve Galce gibi, ülkenin yeni sanayi şehir merkezlerinde fiilen tükenme noktasına gelen diller) savunmaktan ibaret kaldığı yerlerdeki durumdan hiçbir farkı yoktu. Eski dilin savunulması, kesinlikle modemitenin tahribatları karşısında bütün bir toplumun eski usul ve geleneklerinin savunulması demekti: Bretonlar, Flamanlar, Basklar ve diğerlerinin Roma Katolik rahiplerinden aldığı desteğin kaynağı buydu. Bu anlamda basit anlamıyla orta sınıf hareketleri değillerdi. Ama Bask dili milliyetçiliği geleneksel bir kır hareketi de sayılmazdı. Çünkü kırsal kesimdeki halk hâlâ, Bask Milli Partisi nin (PNV) İspanyolca konuşan kurucusunun ve daha sonraki pek çok dil militanının orta yaşlarda öğrenmek zorunda kaldığı bir dili konuşuyordu. Bask köylüleri yeni milliyetçiliğe fazla ilgi duymuyorlardı. Bask milliyetçiliği, bir yandan çıkarlarıyla İspanyol monarşisine bağlı olan büyük Bask burjuvazisine kafa tutarken, sanayileşme tehdidine ve tannsız göçmen proleter sosyalizmine de tepki gösteren (şehir ve kıyı kesimlerindeki) muhafazakâr, Katolik, küçük burjuva çevrelerde kök salmıştı. Katalan özerkçiliğinden farklı olarak PNV, yalnızca burjuvaziden gelen geçici bir desteğe sahipti. Bask milliyetçiliğinin, benzersiz bir dil ve ırka sahip olma iddiası, her küçük burjuva radikal sağ uzmanının kulağına tanıdık gelen bir iddiadır: Basklar ırksal arılıkları nedeniyle diğer halklardan üstündü ve diğer halklarla, özellikle Araplar ve Yahudilerle karışmak istemediklerini gösteren dildeki benzersizlik bunun bir kanıtıydı. Aynı sözler, ilkin 1860 larda küçük çaph olarak kendini gösteren ( küçük burjuvazinin, asıl olarak küçük çaplı perakendeciler ile tüccarlann desteğinde ), on dokuzuncu yüzyılın Büyük Depresyon u su-asında mevzi kazanan (yine, ekonomik bakımdan güç durumdaki aynı türde alt orta sınıflar arasında) Hırvat miuiyetçiliği için özellikle söylenebilir. Hırvat milliyetçiliği, küçük burjuvazinin, varlıklı burjuvazinin ideolojisi olan Yugoslavyacılığa muhalefetini yansıtmaktaydı. Bu örnekte, seçi 29. Puhle, Baskischer Nationalismus, s. 62-65. 145
146 len halkı diğer insanlardan ne dil ne de ırk ile ayırmak mümkün olduğundan, Hırvat milletinin doğudan gelecek istilalara karşı Hıristiyanlığı savunmaya odaklanan tarihsel misyonu, özgüvenden yoksun olan katmanlara gerekli üstünlük duygusunu kazandırmaya yanyordu.^ Yüzyılın son yirmi yılında, bilhassa Almanya da (Stöcker), Avusturya da (Schönerer, Lueger) ve Fransa da (Drumont, Dreyfus olayı) görülen milliyetçiliğin bir alt çeşidi olan, politik antisemitizm hareketlerinin kaynağında aynı toplumsal katmanlar vardı. Statülerinde ve tanımlarında görülen belirsizlik, konumlan tartışma götürmeyen kol işçilerinin oğullan ve kızlan ile üst ve üst orta sınıflann üyeleri arasındaki geniş katmanlann güvenceden yoksunluğu, benzersizlik ve üstünlük iddialanyla sağlanan dengenin işçilerden, yabancı devlet ve bireylerden, göçmenlerden, aynı zamanda devrimci ajitatörler de olan Yahudilerle kolayca özdeşleştirilebilen kapitalist ve bankerlerden biri ya da diğeri tarafından tehdit edilmesi; bunlar, ılımlı orta tabaka ile böylesi tehditlere bir yanıt olarak hemen ayırt edilebilen militan milliyetçilik arasındaki bağlan kuruyordu. Sonuçta bu orta katmanlar, kendilerini savaşta ve tehlike altında saymaktaydılar. 1880 lerde Fransız sağının politik sözcük dağanndaki anahtar sözcük aile, düzen, gelenek, din, ahlâk ya da buna benzer başka bir terim değil, analistlere göre tehdit ti.^' Milliyetçilik, alt orta katmanlar arasında, liberalizmle ve solla ilişkilendirilen bir kavramdan, sağcı, daha kesin konuşursak radikal sağcı bir şovenist, emperyalist ve yabancı düşmanı bir harekete doğru dönüşüm (Fransa da 1870 dolaylannda vatan ve yurtseverlik gibi terimlerin belirsiz kullanımında gözlemlenebilecek olan bir değişim) geçirmişti. ^ Milliyetçilik terimi, özellikle Fran 30. Mirjana Gross, Croatian national-integrational ideologies from the end ot liyrism to the creation of Yugoslavia (Austrian History Yearbook, 15-16, 1979-80, s. 3-44, özellikle 18, 20-21, 34 (A. Suppan ın tartışması). 31. Antoine Prost, Vocabulaire des proclamations electorales de 1881, 1885 t t J859 (Paris, 1974), s. 37. 32. Jean Dubois, Le Vocabulaire fx>litique et social en Francea de 1869 a 1872 (Paris, 1962), s. 65, madde 3665. Milliyetçilik terimi henüz geçmemektedir v* bu dönemde "milli sözcük dağarının sağa kaymasını ele alan A. Prost, Voca~ bulaire des proclamations electorales, özellikle s. 52-53, 64-65'te de görünmez. 146
147 sa da, kısa süre sonra da Latince kökenli dilin bu tür bir oluşum geçirdiği İtalya da, bu eğilimin ortaya çıkışmı betimlemek üzere ortaya atılmıştı. Milliyetçilik yüzyılın sonunda oldukça yeni bir terimdi. Gene de Alman milliyetçiliğinin kitlesel jimnastik kuruluşlan olan Tumer deki gibi sürekliliğin bulunduğu yerlerde bile, 1890 lardaki sağa kayışın boyutu, Yahudi karşıtlığının Avusturya dan Alman kollarına yayılmasına, emperyal dönemin üç renginin (siyah-beyaz-kırmızı) 1848 in liberal-milli üç renginin (siyahkırmızı-altın sansı) yerini almasına ve emperyal genişlemeciliğe yönelik yeni coşkulara bakarak ölçülebilir.^ Bu tür hareketlerin, yani İtalya yı I. Dünya Savaşı na sürükleyen alt ve orta şehir burjuvazisinin düşman ve yükselen bir kesim olarak gördüğü proletaryaya karşı isyanının çekim merkezinde orta sınıfların hangi boyutta öne çıktıklan bir tartışma konusu olabilir. Ancak İtalyan ve Alman faşizminin toplumsal bileşimi üzerine yapılan çalışmalar, bu hareketlerin asıl kuvvetlerini orta katmanlardan aldıkları konusunda hiçbir kuşku bırakmazlar.^ Dahası, yerleşik ulus devletler ile iktidarlarda, ara katmanların yurtsever coşkusu, kendi türünden diğer devletlere karşı emperyal genişleme ve milli rekabet kavgasına girmiş olan hükümetleri pek memnun etse de, bu tür duyguların yerele özgü olduğunu ve bu yüzden tamamen yukarıdan manipüle edilemeyeceğini önceden görmüştük. 1914 ten önce bile çok az sayıda hükümet, onlan cesaretlendiren aşın milliyetçiler kadar şovenistti. Ve o ana değin aşınlann kurduğu tek bir hükümet yoktu. 33. Fransa için Zeev Stemhell, Maurice Barrâs et le nationalisme français (Paris, 1972); İtalya için der. R. Lill ve F. Valsecchi, II nazionalismo in Italia e in Genvania fino alla Prima Guerra Mondiale (Bologna, 1983)'te S. Vaitutti ile F. Perfetti'nin yazdığı bölümler. 34. Hans-Georg John, Politik und Turnen: die deutsche Tumerschaft als nationale Bewegung im deutschen Kaisen-eich von 1871 bis 1914 (Ahrensberg bei Hamburg. 1975), s. 41 ff. 35. Jens Petersen, der. W. Schieder, Faschismus als soziale Bewegung (Göttingen, 1983), s. 122, 1923 tarihli bir kaynağı aktarmaktadır. 36. Michael Kater, The Nazi Party: a social profile ofmembers and leaders 1919-1945 (Cambridge, 1983), özellikle s. 236; Jens Petersen, Elettorato e base sociale del fascismo negli anni venti {Studi Storici, XVI/3, 1975), s. 627-69. 147
148 Bununla beraber, hükümetler yeni milliyetçiliği bütünüyle denetleyemeseler ve yeni milliyetçilik de henüz hükümetleri denetleyemese bile, devletle özdeşleşme, milliyetçi küçük burjuvazinin ve alt orta smıflann gözünde vazgeçilmez bir önem taşıyordu. O ana kadar bir devlete sahip olamamışlarsa bile, milli bağımsızlık onlara layık olduklarını hissettikleri konumu kazandıracaktı. İrlanda nın eski diline dönmesini vazetmek, Dublin gece smıflannda temel Keltçeyi öğrenen ve yeni öğrendiklerini diğer militanlara aktaran insanlar için artık salt bir propaganda sloganı olmayacaktı. Özgür İrlanda Devleti nin tarihinin kanıtlayacağı gibi bu, en alt kademe kamu hizmetine girmek için bile herkeste aranan nitelik olacak ve bu yüzden İrlandaca sınavlardan geçmek profesyonel ve entelektüel sınıflara girmenin kriteri durumuna gelecekti. Halihazırda bir ulus devlette yaşasalar bile, milliyetçilik onlara, proleterlerin sınıf hareketlerinden kazandıkları toplumsal kimliğin dengini vermişti. Alt orta sınıfların (hem zanaatkârlar ve küçük dükkân sahipleri gibi umutsuz olan kesimler, hem de yüksek eğitim gerektiren beyaz yakalı ve profesyonel işlerin eşine rastlanmadık derecede çoğalmasıyla ortaya çıkan ve işçiler kadar yeni olan toplumsal katmanlar), kendilerini bir sınıf olmaktan ziyade, anayurdun hem en ateşli ve sadık hem de en saygın oğullanyla kızlarının oluşturduğu bir topluluk olarak tanımladıkları ileri sürülebilir pekâlâ. 1914 ten önceki elli yılda ön plana çıkan milliyetçiliğin niteliği ne olursa olsun, bütün türlerinde şöyle ortak bir yan var gibiydi: Yeni proleter sosyalist hareketlerin reddedilmesi. Bunun nedeni yalnızca sosyalist hareketlerin proleter olmalan değil, aynı zamanda bilinçli ve militan biçimde enternasyonalist olmalan, en azından milliyetçi olmamalanydı.^ Bu yüzden, milliyetçilik ile sosyalizmin çağrılarını karşılıklı olarak birbirlerini dışlayan çağnlar olarak görmekten ve birinin ilerlemesini diğerinin gerilemesiyle eşdeğer saymaktan daha mantıklı bir düşünce yok gibidir. Gerçekten de tarihçiler arasında genel bir kural sayılan görüş şudur; Sosyalist enter 37. Bu konunun ele alınması için bkz. E. J. Hobsbavvm, VVorids o f Labour {Londra, 1984), Bölüm 4 ile aynı yazarın, VVorking-class intemationalism, der. F. van Holthoon ve Marcel van der ünden, İntemationalism in the Labour Movement (Leiden-New York-Kopenhag-Köln 1988), s. 3-16. 148
149 nasyonalizmin sığ olduğunun ortaya çıktığı 1914 teki savaşın ve 1918 den sonraki banş anlaşmalannda milliyet ilkesi nin ezici zaferinin kanıtladığı üzere, bu dönemde kitlesel milliyetçilik, rakip ideolojilere, bilhassa sınıf esasına dayalı sosyalizme karşı büyük zafer kazanmıştı. Ancak yaygın varsayımların tersine, kitlelere politik düzeyde seslenmenin (özellikle sosyalistlerin sımf çağnsının, dinsel mezheplerin iman çağnsının ve milliyet çağnsının) dayandığı çeşitli ilkeler karşılıklı olarak birbirlerini dışlamıyorlardı. Her iki tarafın da deyiş yerindeyse, konumlanndan dolayı (ex officio) bağdaşmaz olduğunda ısrar ettiği din ile tannsız sosyalizm örneğinde bile birini diğerinden ayıran kalın bir çizgi yoktu. İnsanlar, kolektif kimliklerini ayakkabı seçer gibi bir defada ancak bir çift giyebilecekleri bilgisiyle seçmiyorlardı. Aynı anda milliyet dahil çeşitli bağlılık ve sadakat odaklan vardı, halen vardır ve bunlar aynı anda yaşamın çeşitli yönleriyle ilgilidirler (tabii, örneklerin akla getirdiği gibi, insanların zihinlerinde bu yönlerden herhangi biri belirli bir zamanda en öne çıkabilir). Bu farklı bağlılık odaklan uzun zaman dilimlerinde bir kişiden birbiriyle bağdaşmayan taleplerde bulunmayacak, öyle ki bir insanın kendisini bir İrlandalmın oğlu, bir Alman kadının kocası, madenci topluluğunun bir üyesi, bir işçi, Bamsley futbol kulübünün bir taraftan, bir liberal, bir Metodist, yurtsever bir İngiliz, belki bir Cumhuriyetçi ve Britanya imparatorluğunun bir yandaşı olarak hissetmesi hiçbir problem doğurmayabilecekti. Bunlar arasında seçim yapma sorunu, ancak bu sadakat odaklarından birisinin diğerlerinden biri veya birkaçıyla doğrudan çelişmesi halinde gündeme geliyordu. İnançlı politik militanlar azınlığı doğallıkla bu tür bağdaşmazlıklara karşı çok daha duyarlıydı. Öyle ki Ağustos 1914 ün, Britanya, Fransa ve Almanya daki işçilerin çoğunluğundan ziyade sosyalist partilerin liderleri açısından sarsıcı bir deneyim olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz; çünkü, yukanda (özellikle 3. Bölüm, s. 111-112) kısmen tartışılan nedenlerden dolayı, sıradan işçiler savaşta kendi hükümetlerini desteklemeyi, sınıf bilinci ve işveren düşmanlığı sergilemek olarak görüyorlardı. Bayrağa sanlarak devrimci sendikalist ve entemasyonalist liderlerini 149
150 150 şoka uğratan Güney Gallerli madenciler, bunun üzerinden daha bir yıl geçmeden, yurtsever olmadıklan suçlamalanna kulak asmayarak aynı derecede kolaylıkla bir genel grevde kömür madenini kapatmışlardı. Bununla birlikte, militanlar bile kuramcılann bağdaşmaz gördükleri şeyleri seve seve birleştirebilirler. Sözgelimi, çok sayıda Fransız Komünist Partisi militanının hem Fransız milliyetçiliğine hem de SSCB ye tam bir sadakatle bağlanmalan bunun bir örneğidir. Gerçekten, yeni kitlesel politik hareketlerin (milliyetçi, sosyalist, mezhepçi vs.) genellikle aynı kitleleri yanlarına çekmek uğruna rekabete girişmeleri, bu hedef kitlenin tüm bu hareketlerin çeşitli çağnianndan etkilenmeye açık olduğunu akla getirmektedir. Özellikle İrlanda ile Polonya da milliyetçilikle dinin ittifak yaptığı açıkça ortadadır. Ama önce gelen hangisidir? Bunun yanıtı belli değildir. Lenin in, politik gerçekliklere her zamanki gibi derinlemesine nüfuz eden bakışıyla, sömürgeci dünyada komünist politikanın temellerinden birisi haline getireceği, milli ve toplumsal hoşnutsuzluk arasındaki çok yönlü örtüşme çok daha şaşırtıcıdır ve hiç dikkat çekmemiştir. Milli mesele üzerindeki iyi bilinen milletlerarası Marksist tartışmalar yalnızca, enternasyonalizm ve sınıf çağnlanndan başka bir şeye kulak vermemeleri gereken işçilere milliyetçi sloganlann cazip gelmesi hakkında değil, aynı zamanda ve herhalde daha doğrudan olarak, milliyetçi ve sosyalist talepleri aynı anda destekleyen işçi sınıfı partilerinin nasıl ele alınacağı hakkındaydı.^* Dahası, o zamanki tartışmalarda pek görünmemekle birlikte, nasıl (Hırvatistan daki gibi) özünde toplumsal düşünceli olan ama zamanla milliyetçi bir boyut geliştiren köylü partileri varsa, ilk başlarda sosyalist olan ama bir süre sonra kendi halklarının milli hareketinin temel araçları haline gelen partilerin var olduğu da şimdi apaçık ortadadır. Kısacası, Connoliy nin İrlanda da rüyasını gördüğü -am a önderlik edemediği- sosyalist ve milli kurtuluşun birliği, fiilen başka yerlerde sağlanmış oluyordu. 38. Kısa bir özet için, G. Haupt, der. Haupt, Lowy ve VVeill, Les Mandstes et la question nationale (Paris, 1974), s. 39-43. Polonya sorunu başlıca örnekti, ama türünün tel< örneği değildi.
151 Devam edilebilir. Bağımsızlığı teşvik eden bir etken olarak, toplumsal ve milli taleplerin birleşmesinin, milliyetçilikten çok daha etkili olduğu anlaşılmıştır. Milliyetçiliğin çekim alanı hoşnutsuz alt orta sınıflarla sınırlıydı; sadece bu sınıflar açısından milliyetçilik hem toplumsal hem de politik bir programın yerine geçiyordu ya da yerine geçer görünüyordu. Polonya öğretici bir örnektir. Polonya nın paylaşılmasından bir buçuk yüzyıl sonra yeniden kurulması, yalnızca bu amaca bağlı kalan politik hareketlerden birinin bayrağı altında değil, ülkesinin kurtarıcısı haline gelen Albay Pilsudski önderliğindeki Polonya Sosyalist Partisi nin bayrağı altında gerçekleşmişti. Finlandiya da, 1917 Rus Devrimi nden önceki son (serbest) seçimlerde oyların yüzde 47 sini alarak de facto Finlilerin milli partisi haline gelen Sosyalist Parti ydi. Gürcistan da bu konuma bir başka sosyalist parti olan Menşevikler yükselirken; Ermenistan da Sosyalist Enternasyonal e katılan Daşnaklar milli parti konumuna gelmişlerdi. Doğu Avrupa daki Yahudiler arasında hem Siyonist olmayan (Bund taraftan) hem de Siyonist milli örgütlere sosyalist ideoloji egemendi. Bu fenomen, gerçekten değişimi öngören hemen her örgüt ve ideolojinin kendisini ilk planda toplumsal ve politik devrimci saymak zorunda olduğu Çarlık imparatorluğuyla sınırlı da değildi. Birleşik Krallık taki Gallilerle İskoçların milli duyguları, ifadesini özel milliyetçi partilerde değil, bütün Birleşik Krallık çapındaki bellibaşlı muhalefet partilerinde (önce liberaller, sonra İşçi Partisi) buluyordu. Hollanda da (ama Almanya da değil) küçük bir halkın mütevazı ama sahici milli duygulan, esasen sol radikalizmde dile geliyordu: Frizyalıların Hollanda solunun tarihindeki ağırlığı, İskoçlarla Gallilerin Britanya solunun tarihindeki ağırlığından çok daha fazladır. İlk Hollanda Sosyalist Partisi nin en seçkin önderi olan Troelstra (1860-1930), kariyerine, Frizya yı canlandırma- 39. Fin milliyetçiliğinin Sosyalist Parti yle bir araya gelememesi üzerine bkz. David Kirby, Rank-and-file attitudes in the Finnish Social Democratic Party (1905-1918)", {Pastand Preseni, III, Mayıs 1986), özellikle s. 164. Gürcüler ve Ermeniler üzerine bkz. der. Ronald G. Suny, Transcaucasia: Nationalism and Social Change (Ann Arbor, 1983), özellikle kısım II, R. G. Suny, Anahide Ter Minassian ve Gerard J. Libaradian ın denemeleri. 151
152 152 yı amaçlayan Genç Friesland grubunun önderi ve Frizya diliyle yazan bir şair olarak başlamıştı.' İlk başlarda 1914 ten önceki sağcı ideolojilerle (Galler, Euskadi, Flanders ve başka yerlerde olduğu gibi) ilişkilendirilen eski küçük burjuva milliyetçi partiler ile hareketlerin, moda olan toplumsal devrim ve Marksizm kılığını kuşanma eğilimiyle bir ölçüde gölgede kalmış olmakla birlikte, son on yıllarda bu fenomen belirgin hale gelmiştir. Gelgelelim, Hindistan daki Tamil milliyetinin istemlerinin başlıca sözcüsü olan DMK nin ömrü Madras'ta bölgesel bir sosyalist parti olarak başlamıştı ve ne yazık ki Sri Lanka solunda da Sri Lanka şovenizmine doğru benzer kaymalar saptanabilir.'*' Bu örnekleri sıralamanın amacı, haliyle Sosyalist Entemasyonal in gündemini işgal eden ve başına dert olan bu tür hareketler içindeki milliyetçi ve sosyalist unsurların ilişkisini değerlendirmek değil, kitlesel hareketlerin çelişkili saydığımız özlemleri birlikte dile getirebildiklerini ve işin doğrusu, esasen sosyalist-devrimci bir çağrıda bulunan bu hareketlerin, kendi halklarının ilerideki kitlesel milli hareketlerinin çatısını oluşturabildiklerini kanıtlamaktır. Gerçekten de sık sık milli çağnnın sınıfsal çağn karşısındaki üstünlüğünün kesin kanıtı olarak aktanlan örnek, aslında ikisi arasındaki ilişkilerin karmaşıklığını aydınlığa kavuşturmaktadır. Bugün, bazı mükemmel araştırmalar sayesinde, böylesi bir fikir çatışmasının çok önemli bir örneği olan çok milletli Habsburg İmparatorluğu hakkında yeterince bilgiye sahibiz."^ Peter Hanâk m, Birinci Dünya Savaşı sırasında Viyana ile Budapeşte deki askerlerle ailelerinin birbirlerine yazdıklan, sansür edilmiş ya da el konulmuş çok sayıdaki mektubun analizine dayalı ilginç bir araştırmayı özetleye- 40. A. Fejtsma, Histoire et situation actuelle de la langue frisonne (Pluriel, 29, 1982, s. 21-34). 41. 1971 ayaklanmasının kırsal solcu gençllği ne önderlik eden JVP (Janatha VimuktI Peramuna) hareketinde aşın solculuktan Sri Lanka şovenizmine geçişin kısa bir anlatımı için bkz. Kumari Jayavvardene, Ethnic and Class Conflicts in Sri Lanfca (Dehiwala, 1985), s. 84-90. 42. Bkz. Z.A. Zeman, The Break-up ofthe Habsburg Empire, 1914-1918 (Londra, 1961): ve incelemeler derlemesi, Die Auflösung des Habsburgeıreiches, Zusammenbruch und Neuorientienjng im Donauraum (Schriftenreihe des östen"eichischen Ost- und Südosteuropainstituts, Cilt III, Viyana 1970).
153 ceğim. Sırp krallığına yoğun sempati besleyen Sırplar (özellikle BosnalI ve Voyvodinah Sırplar) ile Kutsal Rusya ya sempati duyan Slavlar ve Ortodokslar gibi bir irredenta'da bulunan kişiler bir yana İtalyanlar arasında ve Romanya nm savaşa girişinin ardından Rumenler arasında geçen ilk yıllardaki yazışmalarda milliyetçiliğe ya da monarşi karşıtlığına fazla rastlanmıyordu. Sırplann Avusturya düşmanlığının toplumsal tabam açıkça halk kesimine dayalıydı, ancak İtalyanlarla Rumenlerden gelen milliyetçi mektuplann büyük kısmı orta sınıftan ya da entelijensiyadan geliyordu. Diğer tek ciddi milli karşı çıkış (şüphesiz çok sayıda yurtsever asker kaçağını da içeren savaş esirlerinin mektuplanna bakarsak) Çeklerden geliyordu. Bununla beraber, Habsburglann faal düşmanlannın ve Rusya daki Çek birliklerindeki gönüllülerin yansından çoğu orta sınıftan ve entelijensiyadandı. (Bohemya dan esirlere giden mektuplar çok daha ihtiyatlı bir dille yazıldığından, onlardan sonuç çıkarma ihtimali daha azdı). Savaş yıllan, ama özellikle ilk Rus Devrimi, el konulan mektuplardaki politik içeriğin dramatik ölçüde yükselmesine yol açmıştı. Gerçekten, sansür görevlilerinin halkın düşüncesiyle ilgili düzenledikleri raporlarda, aynı biçimde, savaşın patlamasından beri şok dalgalan halkın en alt kesimlerine kadar ulaşan ilk politik olayın Rus Devrimi olduğu gözleniyordu. PolonyalIlar ve UkraynalIlar gibi bazı ezilen milliyetlerin eylemcileri arasında, Rus Devrimi reform (belki de bağımsızlık) umutlan uyandırmıştı. Gene de egemen ruh hali, banş ve toplumsal dönüşüm arzusuydu. O sırada emekçilerin, köylü ve işçi sınıfı kadınlannm mektuplannda bile belirmeye başlayan politik düşünceler, en iyi biçimde birbirine bağlı üç zıtlıkla analiz edilir: Ziengin-yoksul (ya da toprak beyi-köylü, patron-işçi), savaş-banş ve düzen-düzensizlik. Bunlar arasındaki bağlar en azından mektuplarda açıktır: Zenginler iyi yaşar ve askere gitmezlerken, yoksullar zengin ve güçlü olanlann, devlet ve ordu yetkililerinin vb. insafına kalmışlardır. Buradaki ye- 43. Peter Hanâk, Die Volksmeinung wâhrend des letzten Kriegsjahres in österreich-ungarn, Die Auflösung, s. 58-66. * (İt.) Tarihsel ya da etnik bakımdan bir politik birimle bağlantılıyken başka bir politik birimin denetimindeki toprak parçası, (ç.n.) 153
154 l.m ııilik, şikâyetlerin, yalnızca asker olan ve vatanını savunan yoksulların farklı şekillerde aynı derecede kötü davranışlara maruz kalmaları anlamında değil, aynı zamanda kaderin edilgence kabullenilınesine alternatif olarak artık temel alanlarda değişim öngören devrimci bir beklentinin bulunması anlamında da giderek sıklaşmasındadır. Yoksullann mektuplarındaki temel tema, savaşın yaşam ve çalışma düzenini bozup yok ettiği yönündeydi. Buna bağlı olarak mütevazı ve düzenli bir yaşama geri dönme arzusu, giderek daha fazla, savaşa, askerlik yapmaya, savaş ekonomisine vb. düşmanlığı ve barış isteğini içermekteydi. Burada da şikâyetin direnişe dönüşmesiyle karşılaşınz. Yüce Tann bize yeniden banş ihsan etse nin yerini, Bıktık artık ya da Sosyalistlerin barış yapacağını söylüyorlar gibi deyişler almıştır. Milli duygulann bu argümanlara ancak dolaylı yoldan girmesinin nedeni, asıl olarak, Hanâk ın sözleriyle, 1918 e kadar milli duygulann geniş halk kitleleri arasında henüz istikrarlı bir bilinç öğesi biçiminde kristalleşmemiş oluşu ya da insanların henüz devlete sadakat ile millete sadakat arasındaki farkın bilincine varmayışlan veya ikisi arasında net bir tercih yapmayışlandır. ^ Milliyet en sık biçimde, bilhassa iki kesimin farklı milliyetlerden geldikleri yerlerde, zenginler ile yoksullar arasındaki çatışmanın bir boyutu olarak görünmektedir. Ne var ki en kuvvetli milli tona rastladığımız yerlerde bile. Çeklerin, Sırplann ve İtalyanların mektuplannda olduğu gibi, ayrıca yoğun bir toplumsal dönüşüm isteğine de rastlarız. 1917 yılında değişen ruh hallerine ilişkin olarak sansür görevlilerinin ayrıntılı gözlemlerine girmeyeceğim. Ancak Hanâk m Kasım 1917 ortası ile Mart 1918 ortası arasında (yani, Ekim Devrimi nden sonra) yazılmış yaklaşık 1.500 mektubu seçerek yaptığı analizden bazı dersler çıkanlabilir. Kabaca monarşinin milli bileşimine denk düşen milli oranlarla, mektuplann üçte ikisi işçilerle köylüler, üçte biri entelektüeller tarafından kaleme alınmıştı. Mektupların yüzde 18 i ağırlıkla toplumsal temalan, yüzde lo u banş 44. A.g.y., s. 62.
155 arzusunu, yüzde 16 sı milli meseleyi ve monarşiye karşı tavrı; yüzde 56 sı da bunların kombinasyonlarını, yani (basitleştirirsem) yüzde 29 u ekmek ve banşı, yüzde 9 u ekmek ve milleti, yüzde 18 i banş ve milleti temsil etmektedir. Toplumsal tema mektuplann yüzde 56 sında, banş teması yüzde 57 sinde, milli tema ise yüzde 43 ünde görünmektedir. Toplumsal ve fiilen devrimci içerikteki sözlere özellikle Çekler, Macarlar, Slovaklar, Almanlar ve Hırvatlann yazdıklan mektuplarda rastlanmaktadır. Mektuplann üçte birinde Rusya dan geleceği, üçte birinde devrimin getireceği, yüzde 20 sinde ise hem Rusya nın hem devrimin birleşmesiyle geleceği umut edilen barış, doğallıkla her milliyetten mektup sahibinin duygulanna hitap etmektedir. Bunun tek sının, milli temaya değinen mektuplann yüzde 60 ının imparatorluğa düşman ve az çok bir bağımsızlık isteğine yatkın olması, yüzde 40 ının (daha doğrusu, Almanlarla Macarlan çıkarırsak, yüzde 28 inin) sadakatini korumasıdır. Milli mektuplardan yüzde 35 inde bağımsızlığın müttefik zaferinin sonucunda geleceği beklenmekte, ama yüzde 12 sinde hâlâ isteklerinin monarşi çerçevesinde yerine getirilebileceğine inanılmaktadır. Tahmin edilebileceği üzere, bilhassa Almanlar, Çekler ve Macarlar arasında barış ve toplumsal devrim isteği el ele gidiyordu. Oysa, herhalde milli bağımsızlık daha çok Müttefiklerin zaferine bağlı göründüğünden, banş arzusuyla milli özlemleri bağdaştırmak o kadar kolay değildi. Gerçekten de Brest-Litovsk görüşmeleri sırasında, milliyetçi mektuplann pek çoğunda tam da bu nedenle hemen banş yapılması onaylanmıyordu. Çek, PolonyalI, İtalyan ve Sırp elit kesimlerinin mektuplannda çok çarpıcı bir özelliktir bu. Ekim Devrimi nin ilk etkisini gösterdiği dönem, halkın ruh halindeki toplumsal öğenin en kuvvetli günlerini yaşadığı, ama aynı zamanda -Zeman ın da Hanâk m da görüş birliğine vardıkları gibidevrimi arzulayan milli ve toplumsal öğelerin birbirinden aynlmaya ve çatışmaya başladığı dönemdi. 1918 in Ocak ayındaki büyük grevler bir tür dönüm noktasına işaret ediyordu. Bir anlamda, Zeman ın gözlemlediği gibi, devrimci ajitasyonu bastırmak ve kaybedilmiş bir savaşı sürdürmekle Habsburg monarşisinin yetkilileri, 155
156 bir Sovyet Avrupası ndan ziyade Wilsoncu bir Avrupa nın önünu açıyordu. Gene de 1918 yılında milli temanın halkın bilincinde nihayet baskın çıktığı zamanda bile, milli tema toplumsal temadaa ayn veya ona karşıt değildi. Monarşi çökerken, çoğu yoksul insanın gözünde iki tema el ele gidiyordu. Bu kısa gezintiden ne sonuç çıkanlabilir? Birincisi, milli bilincin, söz konusu milliyetleri oluşturan halk kiüesinin gözünde ne anlama geldiği konusunda hâlâ çok az şey biliyoruz. Bunu öğrenmek için yalnızca Hanâk m sansüre takılan mektuplara dalarak yaptığı türden pek çok araştırmaya değil, aynı zamanda, bunun işe yarayabilmesi için önce, o dönemde milli mesele yi kuşatan terminolojiye ve ideolojiye, bilhassa bunlann milliyetçi türüne soğukkanlı ve gizem çözücü (demystifying) bir gözle bakmaya da ihtiyacımız var. İkincisi, o dönemde milli bilincin oluşumu, diğer toplumsal ve politik bilinç biçimlerinin oluşumundan ayrılamaz: Hepsi el ele gider. Üçüncüsü, milli bilincin gelişmesi (entegralist ya da aşın sağcı milliyetçilikle özdeşleşen sınıflar ve örnekler dışında) ne doğrusal bir çizgide seyreder ne de toplumsal bilincin diğer öğelerine mutiaka zarar verir. 1914 Ağustosu nun perspektifinden bakıldığında, millet ile ulus devletin bütün rakip toplumsal ve politik sadakat odakları karşısında zafer kazandığı sonucuna vanlabilir. 1917 nin perspektifiyle bakıldığı zaman da aynı şeyler söylenebilir mi? Milliyetçilik, Avrupa nın yoksul insanlarının gerçek kaygılarını yansıtan hareketlerin 1918 de başarısızlığa düştükleri ölçüde, savaşa giren Avrupa nın eskiden bağımsız olan milliyetlerinde zafer kazanmıştı. Bu gerçekleştiği sıralarda, ezilen milliyetlerin orta ve alt orta katmanları, yeni bağımsızlaşan Wilsoncu küçük devletlerin yönetici elitleri olacak konumdaydılar. Toplumsal devrimsiz milli bağımsızlık. Müttefiklerin zaferinin şemsiyesi altında her ikisinin bir arada gerçekleşeceği rüyasını görenler açısından, geri olmakla birlikte uygulanabilir bir çözümü yansıtıyordu. Bozguna uğrayan ya da yan bozguna uğrayan büyük devletlerde başvurulabilecek başka bir yol yoktu. O devletlerde çöküş toplumsal devrim doğurmuştu. Sovyetlere, hatta kısa ömürlü Sovyet cumhuriyetlerine Çekler ve Hırvatlarda değil, Almanya da, Alman Avusturyası nda ve 156
157 Macaristan da rastlanmıştı (ve onlann gölgesi İtalya ya düşmüştü). Milliyetçilik bu ülkelerde, toplumsal devrimin yerini alan daha ılımlı bir hareket olarak değil, karşı devrimden yana olan eski subaylar, alt orta ve orta sınıf siviller takımının harekete geçmesi olarak yeniden boy göstermişti. Yani faşizmin döl yatağı olarak ortaya çıkmıştı. 157
158 V Milliyetçiliğin Zirvesi, 1918-1950 On dokuzuncu yüzyıla ait milliyet ilkesi nin zafer kazandığı bir dönem var idiyse, bu dönem Birinci Dünya Savaşı nm sonuna denk düşüyordu; ancak bu, ne önceden kestirilebilir bir durumdu, ne de geleceğin galiplerinin niyetini yansıtmaktaydı. Aslında bu zafer istemeden ortaya çıkan iki gelişmenin ürünüydü: Bir yanda Orta ve Doğu Avrupa nın çok milletli imparatorluklannın çöküşü ile öbür yanda Müttefiklerin Bolşevik kartına karşı Wilson kartını oynamasını gerektiren Rus Devrimi. Zira, önceden gördüğümüz gibi, 1917-18 de kitleleri seferber eder görünen etken, milletlerin kendi kaderini tayin etmesi talebinden daha çok, toplumsal devrimdi. Bütün Avrupa da zafere ulaşmış bir devrimin kıtadaki milliyetler üzerinde nasıl etkilerde bulunabileceği üzerine spekülasyon yürütüle- 158
159 bilir, ancak bu tür spekülasyonlar boş gevezelikten öte bir anlam taşımaz. Avrupa, Sovyet Rusya dışmda, Bolşeviklerin milli mesele politikası temelinde yeniden inşa edilmiş değildi. Öz itibariyle Avrupa Kıtası, tarihinde ilk ve son defa olarak, az sayıdaki istisnalar dışında, hem ulus devlet hem de bir tür burjuva parlamenter demokrasi olarak tanımlanan devletlerden oluşan bir yapboz tahtası haline gelmişti. Ne var ki bu durum çok kısa ömürlü oldu. İki savaş arası dönemdeki Avrupa, burjuva milletin daha önceki bir bölümde tartışılan diğer boyutunun, yani bir milli ekonomi olarak milletin zaferine de tanıklık edecekti. Çoğu ekonomist, işadamı ve Batılı hükümet, rüyalarında 1913 teki dünya ekonomisine geri dönmeyi görüyordu, ama bunun gerçekleşmesinin imkânsızlığı ortaya çıkmıştı. Aslında, bu gerçekleşseydi bile, ideal sayılan, hatta Britanya nın global üstünlüğünün doruğuna çıktığı zamanlarda dünya ekonomisinin gerçekliğinin bir parçasını oluşturan serbest rekabetçi özel girişim ve serbest ticaret ekonomisine geri dönülemezdi. 1913 te kapitalist ekonomiler, hükümetlerin desteklediği, koruduğu, hatta bir ölçüde yönlendirdiği geniş, merkezileşmiş şirket blokları oluşturma doğrultusunda hızla ilerlemekteydiler zaten. Savaş da devletin yönettiği, hatta devletin planladığı kapitalizme yönelişi büyük oranda hızlandırmıştı. Lenin, sosyalistlerin 1914 ten önce pratik olarak hiç kafa yormadıklan geleceğin planlı sosyalist ekonomisi tasansını ortaya attığı zaman, 1914-17 Almanyası ndaki planlı savaş ekonomisini model almıştı. Kuşkusuz, böylesi bir büyük sermaye artı devlet ekonomisi modeline geri dönüş dahi, savaşın bitiminde ekonomik ve politik gücün Batı dünyasında köklü biçimde yeniden bölüşüldüğü dikkate alınırsa, 1913 teki milletlerarası modelin yeniden kurulmasına yetmezdi. 1913 e her türlü geri dönüş fikrinin ütopyacı bir umut olduğu açıkça görülmüştü. îki savaş arasındaki ekonomik krizler de kendine yeterli milli ekonomi yi en görkemli biçimde güçlendirmeye yaramıştı. Büyük milletlerarası göç akımları durmaya yüz tutar, yüksek döviz denetimi duvarları milletlerarası para akışını engeller, milletlerarası ticaret daralır, hatta milletlerarası yatırımlar anlık çöküş belirtileri sergiler 159
160 160 ken, dünya ekonomisi birkaç yıllığına çöküşün eşiğine gelen bir görünüm sunmuştu. İngilizler bile 193rde serbest ticareti terk ettiklerine göre, devletlerin korumacılığa çekildikleri açık gibiydi; o kadar savunmacı bir korumacılık söz konusuydu ki, iki taraflı anlaşmalarla hafifletilen bir otarşi politikasına yaklaşılmıştı. Kısacası, ekonomik kasırga global ekonomiyi peşinde sürüklerken, dünya kapitalizmi, kendisini oluşturan ulus devlet ekonomilerinin ve onlara bağlı imparatorluklarının sığınaklanna çekilmekteydi. Bu zorunlu muydu? Kuramsal düzlemde yanıtlarsak, zorunlu değildi. Örneğin, 1970 lerin ve 1980 lerin global ekonomik fırtınalan buna benzer bir çekiliş -şimdiye kadar- yaratmadı. Ancak iki savaş arasındaki dönemde olan buydu. Demek ki iki savaş arasındaki durum bize milliyetçiliğin ve ulus devletlerin sınınnı ve potansiyelini değerlendirmek açısından olağanüstü bir fırsat sunmaktadır. Gene de bunları ele almadan önce, Versailles Banş Antlaşması nm ve beraberinde gelen anlaşmalarm (hem mantık hem de kolaylık gereği 1921 Ingiliz-İrlanda Anlaşması da dahil olmak üzere) Avrupa ya dayattığı fiili ulus devletler modeline kısaca göz atalım. Bu kısa bakış, Wilsoncu ilkenin, yani devlet smırlannm milliyet ve dil sımrlanyla uyumlu kılınması ilkesinin pratikte hiçbir şekilde uygulanamayacağını hemen açığa çıkarmaktadır. Çünkü 1918 den sonraki banş antlaşması (Alman» ya nm sınırlan üzerine bazı politik-stratejik kararlar ile İtalya ve Polonya nın yayılmacılığına verilen birkaç gönülsüz ödün dışında) bu ilkeyi uygulanabildiği kadar pratiğe aktarmıştı. Her halükârda, ondan önce ya da ondan itibaren, Avrupa da ya da başka bir yerde, politik haritayı milliyet doğrultusunda yeniden çizmeye yönelik aynı ölçüde sistemli bir girişim asla görülmemiştir. Çözüm işe yaramadı. Halklann fiili dağılımı göz önüne alındığında, eski imparatorluklann yıkıntılan üzerinde kurulan yeni devletlerin çoğu, kaçınılmaz olarak, yerlerini aldıklan eski milletler hapishaneleri kadar çok milletli yapıdaydı. Çekoslovakya, Polonya, Romanya ve Yugoslavya buna örnektir. İtalya daki Alman, Sloven ve Hırvat azınlıklar, Habsburg İmparatorluğu ndaki İtalyan azınlıklann yerini almışlardı. Asıl değişim, devletlerin artık ortala
161 ma olarak çok daha küçülmeleri ve devletler içindeki ezilen halklar a artık ezilen azmlıklar denilmesiydi. Kaim çizgilerle her birinde etnik köken ve dil itibariyle ayn bir homojen halkm yaşadığı, kendi içinde uyumlu teritoryal devletiere bölünmüş bir kıta yaratma çalışmasının mantıksal sonucu, azınlıklann kitle halinde kovulması ya da imha edilmesiydi. 1940 lara kadar bütün boyutlanyla ortaya çıkmamasına karşın, teritoryal milliyetçilik türünün caniyane reductio ad absurdum'u böyleydi ve halen de böyledir. Bununla beraber kitle halinde sürme, hatta jenosid ilk kez Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Avrupa nın güney ucunda, Türklerin 1915 te Ermenileri kitle halinde yok etmeye koyulmaları ve 1922 Yunan-Türk Savaşı ndan sonra, 1.3-1.5 milyon Rumun Homeros devrinden beri yaşadıklan Küçük Asya dan kovulmalanyla görülmüştü.' Sonradan, bu konuda bir Wilsoncu milliyetçi olan Adolf Hitler, İtalyan Güney Tirol ündekiler gibi anayurt topraklarında yaşamayan Almanlan bizzat Almanya ya taşımaya koyulurken, Yahudilerin sürekli ortadan kaldıniması için de hazırlıklar yapıyordu. Yahudilerin îkinci Dünya Savaşı ndan sonra, Fransa dan Sovyetler Birliği nin iç bölgelerine uzanan geniş Avrupa coğrafyasından fiilen silinmesinden sonra, özellikle Polonya ve Çekoslovakya dan olmak üzere en m asse' kovulma sırası Almanlara gelmişti. Homojen teritoryal millet, artık yalnızca barbarlarca ya da en azından barbarca araçlarla gerçekleştirilebilecek bir program olarak ortaya çıkıyordu. Milliyetlerle devletlerin birbiriyle örtüşemeyeceğini keşfetmenin paradoksal sonuçlanndan birisi, Wilsoncu ölçütlere göre ne kadar saçma olursa olsun, Versailles Antlaşması yla çizilen sınırlann kalıcı olduklarının (büyük devlet çıkarlan, yani 1945 ten önce Almanya, 1945 ten sonra SSCB çıkarlan doğrultusunda değiştirilmeleri gereken yerler dışında) ortaya çıkmasıydı. Avusturya ve Türk * (Lat.) Bir önermeyi saçmalık düzeyine indirgeyerel< çürütmek, (ç.n.) 1. Bkz. C. A. Macartney, Refugees, Encyclopedia o f the Social Sciences (New York, 1934), Cilt 13, s. 200-205; Charles B. Eddy, Greece and the Greek Refugees (Londra, 1931). Haksızlık etmemek açısından Yunanistan ın da 400.000 Türkü kovduğu atlanmamalıdır. ** (Fr.) Kitle halinde, (ç.n.) 161
162 imparatorluklarından doğan devletlerin sınırlanm yeniden çizmeye yönelik çeşitli kısa ömürlü girişimlere rağmen, bu sınırlar hâlâ az çok Birinci Dünya Savaşı ndan sonra çizildikleri gibidir; İtalya nın ele geçirdiği Adriyatik kıyısındaki bölgelerin 1918 den sonra Yugoslavya ya aktarılmasını saymazsak, en azından Sovyet smırlannın güneyinde ve batısındaki durum böyledir. Oysa, Wilsoncu sistem, bundan başka önemli ve hiç beklenmedik sonuçlara da yol açmıştı. Birincisi, küçük milletlerin milliyetçiliğinin şaşırtıcı olmayan bir biçimde, tıpkı Lenin in vurguladığı büyük millet şovenizmi kadar azınlıklara karşı tahammülsüzlüğüydü. Habsburg Macaristam m yakından bilenler açısından kuşkusuz yeni bir keşif değildi bu. Daha yeni ve kayda değer olan, resmi savunucularının formüle ettiği biçimiyle millet fıkri nin mutlaka söz konusu halkın fiilen kendine biçtiği kimlikle çakışması gerekmediğinin keşfedilmesiydi. 1918 den sonra karışık bir milli bileşime sahip çeşitli bölgelerde yaşayan insanların rakip ulus devletlerin üyesi olup olmadığını belirlemek amacıyla düzenlenen plebisitler, bir dili konuşan, ama diğer dih konuşanlann devletine katılmayı tercih eden önemli sayıda topluluğun varlığını gözler önüne sermişti. Bu durum bazen politik baskılarla ya da seçim hileleriyle açıklanabilir, bazen de politik cehalet ve toylukla göz ardı edilebilir. İki hipotez de tamamen inandırıcılıktan yoksun değildir. Gene de Almanya da yaşamayı yeniden doğan Polonya da yaşamaya tercih eden Polonyahlann, yeni Yugoslavya devleti karşısında Avusturya'yı seçen Slovenlerin varlığı yadsınamazdı. Ne var ki, bir milliyetin üyelerinin, kendilerinin somut ifadesi olduğunu iddia ettikleri teritoryal devletle özdeşleşmesi gerektiğine inananlar bunu a priori açıklayamıyorlardı. Bunun o sırada hızla mevzi kazanan bir kuram olduğu doğrudur. Bu kuram yirmi yıl sonra Britanya hükümetini, Almanya da doğan herkesin o ülkeye her şeyin üstünde duran bir sadakat duyduğu varsayımıyla, Yahudiler ve antifaşist göçmenler dahil olmak üzere Birleşik Krallık topraklarında ikamet eden çoğu Almanı en bloc enterne etmeye götürecekti. * (Fr.) Topluca, (ç.n.) 162
163 Tanım ile gerçeklik arasındaki daha ciddi bir aynlık İrlanda da çıkmıştı. Emmet ve Wolfe Tone a* rağmen, Ulster in altı kazasındaki çoğunluk kendisini yirmi altı kazada oturanların (hatta, sınınn güneyindeki küçük Protestan azınlığın) büyük bölümü gibi İrlandalı olarak görmeyi reddediyordu. Tek bir İrlanda içinde tek bir İrlanda milletinin var olduğu, daha doğrusu adada yaşayan herkesin tek, birleşik ve bağımsız bir Fenian İrlandası özlemini paylaştığı varsayımının yanlış olduğu ortaya çıkmıştı. Özgür İrlanda Devleti nin (ve daha sonra Cumhuriyeti nin) kuruluşundan sonraki elli yılda Fenianlarla onlara sempati duyanlar, ülkenin bölünmesini Britanya nın emperyalist bir oyunu, Ulsterli Birlikçileri de Britanyalı ajanların yönlendirdiği sahtekârlar olarak gördüyse de, son yirmi yıldaki gelişmeler bölünmüş bir İrlanda nın köklerinin Londra da aranamayacağmı aydınlığa kavuşturmuştur. Yine, bir Güney Slav krallığının kurulması, orada yaşayanlann, on dokuzuncu yüzyıl başlannda İlirya fikrinin (Hırvat) öncülerinin öne sürdükleri tek Yugoslav bilincini taşımadıklannı ve Hırvatlar, Sırplar ya da Slovenler olarak, katliam doğuracak kadar güçlü sloganlarla daha kolayca harekete geçirilebileceklerini ortaya koymuştu. Gerçekten, Hırvatların kitlesel milli bilinci ancak Yugoslavya'nın kuruluşundan sonra ve yeni krallığa, daha net bir ifadeyle bu krallıkta olduğunu iddia ettikleri Sırp egemenliğine karşı gelişmiş görünmektedir.^ Yeni Çekoslovakya sınırlan içinde Slovaklar ısrarla Çeklerin kardeşçe kucak açmalarından kaçıyorlardı. Benzer gelişmeler, aynı nedenlerle milli ve sömürge kurtuluş hareketlerinin yarattığı pek çok devlette daha da açık bir hal alacaktı. İnsanlar kendi millet leriyle, liderlerinin ve sözcülerinin onlar adına öngördükleri biçimde özdeşleşmiyorlardı. Tek bir birleşik alt-kıta hedefine bağlılığını koruyan Hint Milli Kongresi 1947 de Hindistan ın bölünmesini; aynı alt kıtadaki Müslümanlan tek bir devlette toplamayı amaç edinen Pakistan ise 1971 de Pakistan ın bölünmesini kabullenmek zorunda kalmıştı. Bazı Hint komünistlerinin Bi * Theobald VVolfe Tone (1763-1798), Birleşik iriandalılar demeğinin kurucularından olan İrlandalI devrimci, (ç.n.) 2. Mirjana Gross, On the integration of the Croatian nation: a case study in nation building (Easf European Ouarterly, 15, 2 Haziran 1981, s. 224). 163
164 164 rinci Dünya Savaşı ndan hemen önce belirttiği gibi/ Hint politikası bir kez dar ve oldukça Ingilizleşmiş ya da Batılılaşmış bir elit grubun tekelinden çıktığı andan itibaren, erken dönem milli hareketin hiç kafa yormadığı, dilsel temelde devletler kurulması taleplerinin ortaya çıkması kaçınılmazdı. Rakip dillerin temsilcileri, halkın yüzde 40 mm konuştuğu Hindu dilinin egemenliğini diğer Hintliler kabul etmeye yanaşmadıklarından, 700 milyon nüfuslu ülkede önemsiz bir kesim tarafından konuşulan İngilizceyi bugüne kadar Hindistan ın resmi dili olarak muhafaza etmiştir. Versailles Antlaşması başka bir yeni olguyu da gündeme sokmuştu: Milliyetçi hareketlerin coğrafi yayılmaları ve yeni hareketlerin Avrupa modelinden farklılığı. Galip devletlerin resmi düzeyde Wilsoncu milliyetçiliğe bağlı kaldıkları göz önünde bulundurulursa, ezilen ya da varlığı tanmmayan bir halk adına konuştuğunu iddia eden herkesin (ve bu insanlar büyük gruplar halinde, barışı yapan yüce mevkilerde lobi faaliyeti yürütüyorlardı), taleplerini millet olma ilkesi, özellikle kendi kaderini tayin etme hakkı temelinde dile getirmeleri doğaldı. Ancak bu halihazırda tartışılan argümandan fazlasını ifade ediyordu. Sömürge ve yan sömürge kurtuluş hareketlerinin liderleriyle ideologları içtenlikle, kendi durumlarına denk düşmediği zamanlarda bile, genellikle Batı dayken ya da Batı dan öğrendikleri Avrupa milliyetçiliğinin diliyle konuşuyorlardı. Ve Rus Devrimi nin radikalizmi temel global kurtuluş ideolojisi olarak Fransız Devrimi nin radikalizmini sürdürdüğünden, artık Stalin in metinlerinde somutlanan kendi kaderini tayin etme hakkı Mazzini nin ulaşamadığı insanlara da ulaşıyordu. Henüz Üçüncü Dünya adı konmamış olan bölgedeki kurtuluşa, her yerde milli kurtuluş ya da Marksistler arasında milli ve toplumsal kurtuluş olarak bakılmaktaydı artık. Ama bir kez daha pratik kurama uymamıştı. Kurtuluşun gerçek 3. Bkz. G. Adhikari, Pakistan and Indian National Unity (Londra, 1942), çeşitli yerler, ama özellikle s. 16-20. Böylece, Kongre nlnki gibi, tek milli dil olarak Hlndustani den* yana olan eski Komünist Partisi çizgisi de terk edilmiş oluyordu (R, Palme Dutt, India To-day, Londra 1940, s. 265-66). * Hindustani, bütün Kuzey Hindistan da ticaret dili olarak kullanılan en önemli Batı Hindu lehçesidir, (ç.n.)
165 ve giderek güçlenen kuvveti, renkleri, giyimleri ve alışkanlıklanyla yabancı olduklan görülebilen fetihçilere, egemenlere ve sömürücülere ya da onlar adma hareket ettiği belli olan kişilere karşı duyulan kızgınlıktan geliyordu. Yani antiemperyaldi. Sıradan insanlar arasında etnik, dinsel ya da başka türlü ön-milli kimlikler olduğu kadarıyla, bunlar henüz milli bilince katkıda bulunmaktan ziyade engel çıkanyorlardı ve emperyal efendiler tarafından milliyetçilere karşı kolayca harekete geçirilebilirlerdi; emperyal güçlerin, tek bir millet oluşturması gereken (ama oluşturmamış olan) halklan bölen kabileciliği, komünalizmi vb. teşvik etmesine, emperyalist böl ve yönet politikalanna durmadan saldınimasının kaynağı budur. Öte yandan, Avrupa da bulunsalardı tarihsel milletler sayılacak olan Çin, Kore, Vietnam, belki İran ve Mısır gibi birkaç görece süreklilik taşıyan politik birimin dışında; milli hareketler denen hareketlerin bağımsızlık kazanmaya çalıştığı toprak parçalan, çok büyük oranda, genellikle birkaç on yıldan daha uzun bir geçmişi olmayan emperyalist işgalin fiili ürünleriydi, yoksa başka koşullarda Avrupa da millet denebilecek birimlerden ziyade dinsel-kültürel alanlan temsil ediyorlardı. Özgürlük uğraşı verenler, yalnızca yabancı hükümetleri yıkmak için son derece elverişli bir Batı ideolojisini benimsedikleri için milliyetçi sayılıyorlar; oysa o zaman bile genellikle evolues' yerlilerin ufak bir azınlığını oluşturuyorlardı. Panarabizm, panlatin Amerikanizm ya da panafrikanizm gibi kültürel ya da jeopolitik hareketler bu sınırlı anlamıyla dahi milliyetçi değil, milletlerüstü sayılıyor; ne var ki, pancermenizm gibi milli Avrupa nın göbeğinde doğan emperyalist yayılma ideolojileri kuşkusuz milliyetçilikle bir yakınlığı akla getiriyordu. Bunlar, gerçek bir devlet ya da milletle hiçbir yakınlığı olmayan entelektüellerin kurgularından ibaretti. İlk Arap milliyetçileri, hareketlerin çok daha fazla Mısır yönelimli olduğu Mısır dan ziyade, bir ülke olma özelliğinin en zayıf olduğu Osmanlı Suriyesi nden çıkacaktı. Her halükârda bu tür hareketler, özellikle yaygın bir kültür diliyle eğitim gören insanların, dilsel açıdan o kültür alanı içinde kalan yerlerdeki entelektüel görevleri üstlenebilecek vasıflan taşıdıklan yö * (Fr.) Gelişmiş, (ç.n.) 165
166 nündeki apaçık gerçekten fazla bir şey ifade etmiyorlardı. Çoğu yaşamlannın bir kesitinde bir politik sürgün yaşayabilecek Latin Amerikalı entelektüeller ile Körfez ve Fas arasındaki her yerde kolayca iş bulabilecek Filistinli üniversite mezunlan için hâlâ böyle bir şans vardır. Öbür yandan, toprak peşindeki kurtuluş hareketleri, sömürgeci gücün ya da güçlerin kendi topraklannda oluşturduklan ortak öğeler temelinde yükselmekten kaçınamazlardı, çünkü gelecekteki ülkenin sahip olduğu tek birlik ve milli karakter genellikle buydu. Tıpkı bağımsız devletlerin varlığının bazen bir yurttaş yurtseverliği duygusu yaratması gibi, işgal ve yönetimin sağladığı birlik de bazen uzun vadede kendisini bir millet olarak gören bir halk yaratabilir. Cezayir in 1830 dan beri yaşadığı Fransız deneyimi, daha doğrusu Fransa ya karşı yürüttüğü mücadele dışında bir ülke olarak hiçbir ortak özelliği yoktur, gene de Cezayir in millet olma karakterinin günümüzde en azından Mağrip,* Tunus ve Fas ın tarihsel politik birimleri kadar köklü bir niteliğe sahip olduğu kolayca tahmin edilecektir. 1918 e kadar ait olduğu Güney Suriye içinde ciddi bir bölgesel kimliği dahi bulunmayan bir toprak parçasıyla birlikte anılan Filistin milliyetçiliğini, Siyonist yerleşim ve işgalin ortak deneyiminin yarattığı çok daha açıktır. Ancak bu, sömürgeciliğin çöküşüyle, asıl olarak 1945 ten sonra ortaya çıkan devletleri millet diye ya da onların sömürgecilikten kurtulmalannı sağlayan (bunun fiili ya da muhtemel baskılara bir yanıt olduğunu varsayarak) hareketleri milliyetçi hareketler diye adlandırmaya yetmez. Aşağıda, bağımlılık altındaki dünyada daha yakın dönemde meydana gelen gelişmeler üzerinde durulacaktır. Bu arada, milliyetçiliğin ilk yurduna, Avrupa ya geri dönelim. Avrupa da haritanın milli temelde yeniden çizilmesi, milliyetçiliği özgürieştirici ve birieştirici içeriğinden yoksun bırakmaktaydı, çünkü o zamana kadar mücadele eden milletlerin çoğu açısından bu amaçlara önemli ölçüde ulaşılmıştı. Bir bakıma Avrupa nın durumu, İkinci Dünya Savaşı ndan itibaren politik açıdan sömürgecilikten kurtulan Üçüncü Dünya nm durumunu önceliyor, henüz ol * Tunus, Fas, Cezayir, bazen de Libya yı içine alan bölge, (ç.n.) 166
167 gunlaşmamış yeni sömürgecilik laboratuvan olan Latin Amerika yı andınyordu. Teritoryal devletlerin politik bağımsızlığı büyük oranda sağlanmıştı. Sonuçta, geleceğin problemlerini, açıkça anlaşıldığı üzere, bütün sorunlara çözüm getirmeyen bağımsızlığın yani kendi kaderini tayin hakkının sağlanmasından sonraya kadar ele alınmalarım erteleyerek basitleştirmek ya da gizlemek eskisi kadar kolay olmayacaktı. Eski özgürleştirici ve birleştirici milliyetçilikten geriye ne kalmıştı? Bir yandan ve çoğu milliyet açısından, Romanya daki Macarlar ve Avusturya daki Slovenler gibi kurtulamamış azınlıklar ulus devletlerinin sınırlan dışında kalırken, öbür yandan ulus devletlerin, yabancıların ya da içerideki azınlıklann zaranna genişlemesi sürüyordu. Doğallıkla gerek Doğu Avrupa da gerekse Batı Avrupa da hâlâ devletsiz bazı milliyetler (örneğin, MakedonyalIlar ve Katalanlar) vardı. Ancak, 1914 ten önce karakteristik milli hareketler Habsburg ve Osmanlı imparatorluklan gibi çok milletli ya da milletlerüstü diye değerlendirilen devletleri veya politik kümelenmeleri hedef almışken, 1919 dan sonra Avrupa da genellikle ulus devletleri hedef alıyorlardı. Dolayısıyla milliyetçilik, hemen hemen tanımı gereği, birleştirici olmaktan ziyade aynlıkçı nitelik taşıyordu; buna karşın, aynlıkçı özlemler politik gerçekçilikle yatıştınlabilir ya da Ulster Birlikçileri örneğindeki gibi başka bir ülkeye bağlılığın arkasına gizlenebilirdi. Oysa durum çoktandır zaten böyleydi. Yeni olan, bu tür özlemlerin kendisini. Batı Avrupa'nın kâğıt üzerinde milli ama fiilen çok milletli devletlerinde, esasen kültürel bir biçimden ziyade politik bir biçimde göstermesiydi. Gene de sözgelimi iki savaş arasındaki dönemde boy gösteren Gal ve İskoç milli partileri gibi yeni milliyetçi oluşumlann bir kısmı henüz kitlesel destekten yoksundu ve evrimlerinin B aşaması na -bırakın geride bırakmış olmayı- daha yeni adım atıyorlardı. Gerçekten, İrlanda milliyetçiliğini saymazsak. Batı Avrupa daki küçük milliyetçilikler 1914 ten önce arka planda kalıyorlardı. 1905 ten sonra kitlesel destek kazanan ve 1917-1919 da (Bilbao daki işçi sınıfından seçmenlerin dışında) yerel seçimleri neredeyse silme kazanan Bask Milli Partisi bir ölçüde istisnai bir ömek- 167
168 168 ti. Bu partinin genç militanlan doğrudan doğruya 1916-1922 dönemindeki devrimci İrlanda milliyetçiliğinden esinleniyorlardı ve Primo de Rivera nın merkeziyetçi diktatörlüğü ile daha sonraki General Franco nun daha acımasız ve merkezi baskılan partinin halk tabanını iyice güçlendirmişti. Katalancılık hâlâ esasen yerel orta sınıflara, küçük kasaba eşrafına ve entelektüellere özgü bir hareketti, çünkü hem Katalanlan hem de göçmenleri kapsayan militan ve ağırlıkla anarşist işçi sınıfı, sınıf temelindeki yaklaşımıyla milliyetçiliğe karşı kuşkusunu korumuştu. Anarşist hareketin yayınlan bilinçli ve kasıtlı bir biçimde İspanyolca yayımlanıyordu. Bölgesel sol ile sağ yine ancak Primo de Rivera nın egemenliği döneminde, Katalonya ya özerklik isteyerek Madrid monarşisine karşı bir tür halk cephesi aracılığıyla bir araya gelmişlerdi. Cumhuriyet ile Franco diktatörlüğü, kitlesel Katalancılığı güçlendirecekti. Bu arada Katalancılık diktatörlüğün son yıllannda ve Franco nun ölümünden itibaren artık hem konuşma dili hem de yerleşik ve kurumsallaşmış kültür dili olan dile doğru kitlesel bir kayma sergilemiş olabilir; buna karşın 1980 de, saf Katalanca yayınlara daha çok dikkat çekici derecede büyüyen entelektüel ve orta sınıf dergilerde rastlanacaktı. 1980 yılında Barcelona da dağıtılan günlük gazetelerin yalnızca %6.5 i Katalancaydı.'* Öbür yandan, Katalonya nın bütün sakinlerinin yüzde 80 i Katalan dilini ve Galiçya da oturanlann (oradaki bölgesel hareket çok daha pasiftir) yüzde 91 i yerel Gallego yu konuşurken, 1977 de Bask ülkesinde oturanların yalnızca yüzde 30 u (en son rakamlar bu oranın değişmediğini göstermektedir) yörenin dilini konuşuyordu. Bu, Bask milliyetçilerinin özerklik karşısında tam bağımsızlığa daha fazla sanlmalanyla bağıntılı olabilecek bir olgudur. Demek ki Bask ve Katalan milliyetçiliği arasındaki farklılık, ağırlıkla Katalancıhğın ancak güçlü ve bağımsız bir işçi hareketiyle bütünleşmek üzere sola kayarak kitlesel bir güç haline gelmesi ve gelebilmesinden ötürü, zamanla büyümüş olmalıyken; Bask milliyetçiliği geleneksel işçi sınıfı sosyalist hare- 4. Le Monde, 11 Ocak 1981. 5. H.-J. Puhle, Baskischer Nationalismus im spanischen Kontext", der. H. A. VVinkler, Nationalismus in der Welt von Heufe (Göttingen, 1982), s. 53-54.
169 ketlerim tecrit etmeyi ve sonunda fiilen ortadan kaldırmayı başarmıştı (aynlıkçı ETA mn devrimci Marksist deyişleriyle gizlenemeyecek olan bir olgu). Katalancılığın, ağırlıkla işçi sınıfı kökenli olan göçmenleri kendi ülkesine asimile etmekte, büyük oranda yabancı düşmanlığının bir araya getirdiği Bask hareketinden olağanüstü derecede daha başanlı olması herhalde şaşırtıcı gelmemelidir. O ülke dışında doğan Katalonya sakinlerinin 1977 de yüzde 54 ü Katalanca konuşurken, Bask ülkesinde yaşayan ama o bölge dışında doğmuş olanlann yalnızca yüzde 8 i Baskça konuşuyordu (ancak bu dili öğrenmenin çok daha zor oluşu da dikkate alınmalıdır). Ciddi bir politik güce dönüşen öteki Batı Avrupa milliyetçiliğine gelince, Flaman hareketi 1914 te, içlerinden bir kısmı Belçika nın büyük bölümünü fethedip işgal etmiş olan Almanlarla işbirliği yaptığı zaman, yeni ve daha tehlikeli bir aşamaya girmişti. İkinci Dünya Savaşı nda daha da dramatik biçimde işbirliği yapmışlardı. Oysa 1945 ten sonraya kadar Flaman milliyetçiliği, Belçika nın birliğini ciddi ölçüde tehlikeye sokmuş görünmez. Diğer küçük Batı Avrupa milliyetçilikleri görmezlikten gelinebilecek boyutlardaydılar. İskoç ve Gal milliyetçi partileri iki savaş arasındaki depresyon yıllannda başlannı ancak kaldırabilecek duruma gelmişler, ne var ki ülkelerinin politikalannm dış çeperlerinde kalmışlardı: Gal- 1er Milliyetçi Partisi nin kurucusunun Charles Maurras gibi bir gerici ve üstüne üstlük bir Roma Katoliği olması bunun göstergesidir. İkinci savaştan sonraki çağa kadar ne parti ne de seçim desteği vardı. Bu türdeki diğer hareketlerin çoğu da folklorik gelenekselciliğin ve taşra öfkesinin sınırlanm pek aşmıyorlardı. Ancak bizi -v e kendisini- geleneksel sınır tartışmalan, seçimler/plebisitler ve dilsel talepler alanının dışına çıkaran 1918 sonrası milliyetçilik hakkında başka bir gözlemde daha bulunulmalıdır. 6. Katalar) ve Bask düşüncesi ile dilsel pratikleri arasındaki, örnekleme yöntemiyle yapılan araştırmalara dayanan tam bir karşılaştımia için bkz. M. Garcia Ferrando, Regionalismo y autonomias en Espana (Madrid, 1982) ve E. Löpez Aranguren, La conciencia regional en el proceso autonömico espanol (Madrid, 1983). 7. Bkz. E. Sherrington, VVelsh nationalism, the French Revolution and the influence of the French right, der. D. Smith, A People and a Proletariat: Essays in the History o f Wales 1780-1980 {Londra, 1980), s. 127-47. 169
170 Bu çağdaki milli kimlik, kendini modem, şehirleşmiş ve yüksek teknolojili toplumlarda ifade etmek için yeni araçlara başvuruyordu. Değinilmesi gereken iki can alıcı nokta var. Birincisi çok az yorum yapmaya gerek olanı, modem kitlesel medyanın (basın, sinema ve radyo) yükselişiydi. Popüler ideolojiler bu araçlarla hem stardartlaşabilir, homojenleşebilir ve dönüştürülebilir, hem de açıkça özel çıkar sahipleri ve devletler tarafından maksatlı propaganda amacına yönelik olarak kullanılabilirdi (ilk Propaganda ve Halkı Aydınlatma bakanlığı 1933 te Almanya da yeni Adolf Hitler hükümetince kumimuştu). Oysa maksatlı propaganda, kitlesel medyanın, milli sembolleri her bireyin yaşamının bir parçasına dönüştürme ve böylece, çoğu yurttaşın yaşamının olağan bir boyutunu oluşturan özel ve yerel alanlar ile kamusal ve milli alanlar arasındaki aynmları yıkma becerisine kıyasla, neredeyse kesinlikle daha az etkiliydi. Modem kitlesel medya olmasaydı, Britanya kraliyet ailesinin, milli kimliğin hem ev içindeki hem de kamusal alandaki bir ikonuna dönüşmesi imkânsız olurdu. Bunun en incelikli ritüel ifadesi gerçekte özellikle radyo için tasarlanmıştı (daha sonra televizyona da uyarlanmıştır): 1932 de başlatılan kraliyet Yılbaşı yayınlan. Spor da özel ve kamusal dünyalar arasındaki uçurumu kapatmaya yarıyordu. İki savaş arasındaki dönemde kitlesel bir gösteri olarak spor, devlet-milletleri sembolize eden kişiler ve takımlar arasındaki bitmek tükenmek bilmeyen bir gladyatör yanşmalan dizisine dönüşmüştü (günümüzde de global yaşamın bir parçasıdır). O zamana kadar Olimpiyat Oyunlan ve milletlerarası futbol karşılaşmaları gibi olaylar esasen orta sınıftan insanlan ilgilendirirdi (gerçi Olimpiyat Oyunlan 1914 ten önce bir milli rekabet havasına bürünmeye başlamıştı) ve milletlerarası karşılaşmalar aslında çok milletli devletlerin milli parçalannı bütünleştirmek amacıyla düzenlenirdi. Spor karşılaşmalan bu tür devletlerin birliğini sembolize ederdi, çünkü milletler arasındaki dostça rekabet, sembolik sözde mücadelelerle zararsız biçimde yatıştınlacak gruplar arası gerginlikler için bir emniyet supabı olması koşuluyla, düzenli yanşmalann kurumsallaşması kardeşlik duygusunu pekiştiriyordu. Avrupa 170
171 Kıtası nda, Avusturya ile Macaristan arasında düzenlenen ilk düzenli milletlerarası futbol karşılaşmalannda bu ritüel yatıştırma unsurunun varlığını kabul etmemek güçtür.* Buna bakarak 1880 lerde milletlerarası rugbi karşılaşmalarının İngiltere ve İskoçya dan Galler ve İrlanda ya kadar yayılmasını Britanya da o dönemde milli duyguların yoğunlaşmasına bir tepki olarak görebiliriz. Gelgelelim iki savaş arasındaki dönemde milletlerarası spor, George Onvell m çok geçmeden anladığı gibi, milli mücadeleyi ifade eder olmuştu; milletleri ya da devletlerini temsil eden sporcular da hayali cemaatlerin esas temsilcileri oluyorlardı. Bu dönem, Tour da France ta milli ekiplerin ağır basmaya başladığı, Mitropa Kupası mn Orta Avrupa devletlerinin önde gelen takımlannı karşı karşıya getirdiği, Dünya Kupası mn dünya futboluna sokulduğu ve 1936 Olimpiyatı nm kanıtladığı gibi Olimpiyat Oyunlan nm yanlış yorumlamaya yer bırakmayacak biçimde rakip milletlerin kendilerini ispatlama vesilesine dönüştüğü dönemdi. Sporu erkeklere milli duyguları aşılamanın benzersiz ölçüde etkili bir aracı durumuna getiren etken, en az politikleşmiş ya da kamusallaşmış bireylerin bile kendilerini, pratikte her insanın olmasını istediği ya da ömrünün bir anında kendisinin olmak istediği kadar mükemmel olan genç insanlann sembolize ettiği milletle rahatlıkla özdeşleştirebilmeleridir. Milyonlann oluşturduğu hayali topluluk, on bir isimli bir ekipte daha gerçek görünmektedir. Birey, alkışlamakla yetinse bile, kendi milletinin bir sembolü haline gelmektedir. Elinizdeki kitabın yazan, İngiltere futbol tarihine baktığımızda çok muhtemel görünen biçimde Avusturya yı yenerse bunun intikamını kendisinden alacaklanna ant içen arkadaşlannm evinde, 1929 da Viyana da oynanan ilk İngiltere-Avusturya futbol maçının radyo yayınını, nasıl sinirle dinlediğini hatırlamaktadır. Arkadaşlanm Avusturya ydı, oradaki tek İngiliz oğlan çocuğu olan ben de İngiltere ydim (bereket versin maç berabere bitti). Bu şekilde on iki yaşındaki çocuklar takım tutma kavramını millete kadar genişletmiş oluyorlardı. Bu yüzden, Avrupa da iki savaş arasındaki milliyetçiliğin bas- 8. E. J. Hobsbawm, Mass-Producing traditions, der. E. J. Hobsbavvm ve T. Ranger, The Invention o f Tradition (Cambridge, 1983), s. 300-1. 171
172 kın yönü, yerleşik ulus devletlerin ve onlann irredenta'lannın milliyetçiliğiydi. Savaşan ülkelerdeki milliyetçilik kuşkusuz savaşla birlikte, bilhassa devrimci umut dalgası 1920 lerin başlannda geri çekildikten sonra iyice güçlenmişti. Faşist ve diğer sağcı hareketler bundan yararlanmakta vakit kaybetmediler. Faşist ve sağcı hareketler bu durumdan ilk planda, orta katmanlar ile toplumsal devrimden korkan diğer tabakaları, kolayca militan enternasyonalizmle -özellikle Bolşevik biçimiyle- ve hemen hemen aynı ölçüde, 1914-1918 deki savaş deneyiminin pekiştirdiği bir militarizm karşıtlığıyla özdeşleştirilebilecek olan kızıl tehdide karşı seferber ederek yararlandılar. Bu tür milliyetçi propagandanın çekim gücü, başarısızlığın ve zayıflığın sorumluluğu dışarıdaki düşmanlar ile içerideki hainlerin omzuna yıkılabildiği sürece, işçiler arasında bile etkili oluyordu. Ve ortada açıklanmayı bekleyen bol sayıda başansızlık ve zayıflık vardı. Pek çok insanı Büyük Buhran sırasında Nazi partisine ve Avrupa nın diğer yerlerindeki aşın sağcı hareketlere sürükleyen şey açıkça başansızlık, hayal kırıklığı ve öfke duygulan olmakla birlikte, militan milliyetçiliğin bir umutsuzluk refleksinden ibaret olduğunu iddia etmek yanlış. Oysa Almanlann 1918 den sonraki yenilgiye tepkileri ile Batı Almanlann 1945 ten sonra yenilgiye tepkileri arasındaki fark çok önemlidir. Weimar Cumhuriyeti nde hemen hemen bütün Almanlar, komünistler dahil, Versailles Antlaşması nın dayanılmaz adaletsizliğine yürekten inanırdı ve bu antlaşmaya karşı mücadele bütün partilerde kitleleri harekete geçiren belli başh dinamiklerden birisiydi. 1945 ten sonra Almanya ya dayatılan koşullar ise 1919 la kıyaslanmaz derecede daha ağır ve daha keyfiydi. Dahası Federal Almanya, bunun Nazi Almanyası nm diğer halklara reva gördüğü çok daha büyük dehşet manzaralan karşısında haklı bir ceza olduğuna inanmayan, Orta ve Doğu Avrupa dan vahşi yollarla kovulmuş milyonlarca öfkeli ve milliyetçi Almanı banndınyordu. Buna karşın intikam yanlısı politik revizyonizm Federal Almanya politikasında asla mütevazı ve hızla gerileyen bir rolden daha fazlasını oynamayacaktı ve günümüzde de kesinlikle ciddi bir faktör değildir. Weimar ile Bonn arasındaki fark 172
173 lılığın nedenini anlamak zor değildir. Federal Cumhuriyet te 1940 lann sonlarından beri işler çoğu yurttaşın gözünde son derece iyi giderken; Weimar Cumhuriyeti beş yıl boyunca yenilgi, devrim, kriz ve şaha kalkmış enflasyonla boğuşmaktan başka bir şey yapamamış ve korkunç bir bunalıma sürüklenmişti. Buna rağmen, militan milliyetçiliğin dirilmesini basit bir umutsuzluk refleksi diye görmesek bile, belli ki başka ideoloji, politik proje ve programların insanlann umutlannı gerçekleştirme yeteneksizliği, başarısızlık ve acizliğin bıraktığı boşluğu dolduran bir şeydi. Militan milliyetçilik, Aydınlanma çağının eski ütopyalarını kaybetmiş olanların ütopyası, başka programlara inançlannı kaybetmiş olanlann programı, eski politik ve toplumsal referansların desteğini kaybetmiş olanların dayanağıydı. Bu konuya aşağıda tekrar eğileceğiz. Önceki bölümde ortaya koyulmaya çalışıldığı gibi, milliyetçilik onu dışlayıcı, her şeyi tüketen, her şeyin üstünde bir politik buyruk olarak kavrayanlarla özdeş görülemez ve o dönemde de görülemezdi. Daha önce tartıştığımız gibi bu, bir milli kimlik duygusunun ya da yurttaş haklan ve görevleri çerçevesinde koyarsak, yurtseverlik duygusunun büründüğü tek biçim değildi. Kendisini bütün diğer politik ve toplumsal kimlik biçimlerinin yerine koyan devletler ya da sağcı politik hareketlerin dışlayıcı milliyetçiliği ile modem devletlerde bütün diğer politik duyguların yeşerdiği toprağı oluşmran karışım halindeki milli/yurttaşın toplumsal bilincini ayırmak önemlidir. Bu anlamıyla millet ile sınıf kolayca aynlamazdı. Sınıf bilincinin pratikte kamusal-milli bir boyutunun, kamusal-milli ya da etnik bilincin de toplumsal boyutlannın olduğunu kabul edersek, birinci savaştan sonraki Avrupa da işçi sınıflannm radikalleşmesinin, onlann potansiyel milli bilinçlerini kuvvetlendirmiş olması pekâlâ mümkündür. Yoksa solun, faşist olmayan ülkelerde antifaşist mücadele sırasında milli ve yurtsever duyguyu yeniden sahiplenmedeki olağanüstü başansını nasıl açıklanz? Bilhassa İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası na gösterilen direnişin hem milli duygulara hem de toplumsal yenilenme ve kurtuluş umutlarına seslendiği ko 173
174 lay kolay yadsınamaz. Tam da 1930 lann ortasmda komünist hareket, yurtseverlik sembollerini ( Marseillaise ^ gibi devrimci, daha doğrusu sosyalist geçmişle yakm ilişkisi olanları bile) burjuva devletlere ve küçük burjuva politikacılara bırakmış olan İkinci vc Üçüncü Enternasyonal geleneklerinden bilerek kopmuştu. Daha sonradan gündeme gelen bu sembolleri yeniden sahiplenme ve deyim yerindeyse en iyi marş ezgileri tekelini şeytanın ordularına bırakmama girişimlerinin, en azından dışardan ve geçmişe dönük olarak bakıldığında garip yönleri vardı; ABD Komünist Partisi nin (pek az gözlemciyi şaşırtan bir başansızlıkla) komünizmin yirminci yüzyılın Amerikancılığı olduğunu iddia etmesi buna örnektir. Gene de komünistlerin antifaşist direnişteki rolleri, onlann, bilhassa 1941 den sonra yurtseverliği yeniden sahiplenmelerini (General de Gaulle ü kesinlikle kaygıya boğacak bir biçimde)'" bir hayli makul kılıyordu. Dahası, komünist hareketin hem içinde hem de dışında, kızıl ve milli bayrakların bir arada bulunması gerçekten halktan destek görüyordu. Solda milli duygularda gerçekten bir kabarış mı olduğunu, yoksa bunun, solun resmi antimilliyetçiliği ve antimilitarizmiyle uzun süredir kenara itildikten sonra bir kez daha sahnenin ortasında görünmeye başlamasına izin verdiği jakoben türde bir geleneksel devrimci yurtseverliği mi yansıttığını saptamak zordur. Bu tür konular, ciddi araştırmalara elverişli olsa ve çağdaş politik belgeler bu konularda çağdaşların anılan kadar kötü bir yol göstericisi olsa bile, çok az araştırılmıştır. Açık olan, toplumsal devrim ile yurtseverlik duygusunun yeniden birleşmesinin son derece karmaşık bir fenomen olduğudur. Biz yapılacak başka incelemeleri beklerken, en azından bu karmaşık yönlerden bazılanm ana hatlanyla ortaya koyabiliriz. Birincisi, antifaşist milliyetçilik, çeşitli milli yönetici sınıfların 9. Gerek Almanya da gerekse Fransa da Enternasyonal in yerini IVIarseillaise in ainnası konusunda bkz. M. Dommanget, Eugâne Poff/er (Paris, 1971), Bölüm III. Yurtsever çağn için bkz. örneğin Maurice Thorez, France Today and th$ People s Fro/7f (Londra, 1936), XIX, s. 174-85, özellikle 180-81. 10. Charles de Gaulle, Memories de Guerre, II (Paris, 1956), s. 291-92. ABD için EarI Brovvder, The People's Front in the United States (Londra, 1937), özellikl* s. 187-96, s. 249-69. 174
175 bir bölümünün sağda bir milletlerarası politik saflaşmayı ve onunla özdeşleşen devletleri tercih ettiği milletlerarası bir ideolojik iç savaş bağlamında ortaya çıkmıştı. Böylece sağdaki geleneksel partiler, bir zamanlar kendilerine çok yararlı hizmetler görmüş yabancı düşmanı yurtseverlikten vazgeçmiş oluyorlardı. Fransız sağı bunu, Hitler, Leon Blum dan daha iyidir diyerek ifade etmişti. Bu deyişle kastedilen herhalde şuydu: Bir Yahudidense bir Alman daha iyidir. Ama çok kolayca şöyle de yorumlanabilirdi: Kendi ülkemiz yerine yabancı bir ülke. Bu, solun milh bayrağı sağın artık gevşemiş ellerinden geri almasını kolaylaştınyordu. Benzer biçimde Britanya da Hitler i yatıştırma politikasına karşı çıkmak, Hitler i tamamen haklı olarak Britanya İmparatorluğu na bir tehditten ziyade Bolşevizme karşı güçlü bir siper olarak gören muhafazakârlara kıyasla sol açısından çok daha kolaydı. Bir anlamıyla antifaşist yurtseverliğin yükselişi, yerinde bir bakışla, bir tür enternasyonalizmin zaferinin parçasıydı demek ki. İkincisi, hem işçiler hem de entelektüeller aynı zamanda milletlerarası bir tercih yapmışlar, ama bu tercih milli duygulan kuvvetlendirmişti. Son zamanlarda 1930 lardaki Britanya ve İtalyan komünizmi üzerine yapılan araştırmalar, genç işçilerle entelektüelleri komünizme çekmekte antifaşist seferberliğin oynadığı rolü, öncelikle İspanya İç Savaşı nm rolünü vurguluyordu." Gelgelelim Ispanya ya sağlanan destek, çok daha kısıtlı bir çekim gücü bulunan Hindistan ya da Fas için düzenlenen antiemperyalist kampanyalar gibi basit bir milletlerarası dayanışma eylemi değildi. Britanya da faşizme ve savaşa karşı mücadele Britanyalıları, Fransa da Fransızlan ilgilendiriyordu, oysa Temmuz 1936 dan sonra faşizme ve savaşa karşı mücadelenin asıl cephesi Madrid deydi. Her ülkede özünde yerel çerçevede kalan sorunların kavgası, tarihin tesadüfleri sonucu, ortalama bir Britanyalının zihninde mücadelenin kendisini ilgilendirmesi dışında hemen hiçbir çağnşımda bulunmayan, çok uzak ve çoğu işçinin hiç tanımadığı bir ülkenin savaş alanlarında veriliyordu. Aynca, faşizm ve savaşın belli yabancı devletlerle, 11. Hyvvel Francis, Miners against Fascism: Wa!es and the Spanish Civil War (Londra, 1984); Paolo Spriano, Storia del Partito Cominista Italiano, Cilt III (Torino, 1970), Bölüm IV. 175
176 176 Almanya ve İtalya yla özdeşleştirildiğini aklımıza getirirsek, bu mücadele yalnızca Britanya veya Fransa daki ülke içi gelişmelerin geleceğiyle veya genel savaş ve banş sorunuyla değil, aynı zamanda Britanya veya Fransız milletlerinin Almanlara karşı savunulma* lanyla ilgiliydi. Üçüncüsü, İkinci Dünya Savaşı nın bitimine doğru açıklığa kavuştuğu gibi, antifaşist milliyetçilik açıkça hem toplumsal hem de milli bir çatışmayla ilgiliydi. Britanyahlar arasında olsun, Avrupa Kıtası ndaki direniş hareketlerinde olsun, zafer ile toplumsal dönüşüm birbirinden aynimazdı. Savaşın Britanya da, Britanya yurtseverliğinin sembolü, sevilen ve hayranlık duyulan savaş önderi Winston Churchill in seçim yenilgisiyle ve İşçi Partisi nin gösterişli zaferiyle bitmesi bu noktayı tartışma götürmez biçimde ortaya koymaktadır; çünkü, başka yerlerde kurtuluşun getirdiği baş dönmesi duygusu ne olursa olsun, 1945 teki Britanya genel seçiminin kamuoyunun bilinçli bir ifadesi olduğu tartışma götürmezdi. Muhafazakârlar ile İşçi Partisi zafere aynı ölçüde inanmışlardı, ama zafere ve toplumsal dönüşüme resmen tek bir parti inanmıştı. Bunun dışında çok sayıda Britanyalı işçi açısından savaşın toplumsal bir boyutu vardı. Almanların 1941 de SSCB ye saldırmasının, üniformalı üniformasız Britanyalı işçilerde Sovyetler e karşı bir sevgi seline yol açması rastlantı değildir (gerek SSCB nin gerekse yerli komünistlerin Eylül 1939 ile Haziran 1941 arasındaki politikası bu dalgayı pek etkilememişti). Nihayet Britanya artık tek başına savaşmıyordu. Britanya ordusunun işçi birliklerindeki sıradan askerler olarak olaylann gelişimini izlemiş olan bizlerin gözünde, bu birimlerdeki politik bakımdan bilinçli, yani İşçi Partili ve sendikalist askerlerin büyük bölümünün Sovyetler Birliği ni hâlâ bir şekilde işçi devleti olarak düşündükleri son derece nettir. Ernest Bevin gibi kararlı ve boyun eğmez bir antikomünist sendika önderi dahi İkinci Dünya Savaşı ndan sonraya kadar bu kanıdan vazgeçmemişti.'^ Bu ölçüde savaş, hem sınıflar hem de devletler arasındaki bir savaşın unsurlarını banndınr görünüyordu. 12. Krş. 1941 konuşması, A. Bullock, The Life and Times o f Emest Bevin, Cilt 2 (1967), s. 77. H. Pelling, The Labour Govemments 1945-51 (Londra, 1984), t. 120.
177 Demek ki milliyetçilik, antifaşist mücadelede güçlü biçimde solu çağnştırmaya başlamıştı ve sonradan sömürge ülkelerdeki antiemperyalist mücadele deneyimiyle kuvvetlenen bir çağrışımdı bu. Çünkü sömürge kurtuluş mücadeleleri çeşitli biçimlerde milletlerarası solla bağlıydı. Sömürge kurtuluş mücadelelerinin metropolitan ülkelerdeki politik müttefikleri hemen hemen hep bu çevrelerde bulunacaktı. Emperyalizm (yani antiemperyalizm) kuramları çoktan beri sosyalist düşünce külliyatının organik bir parçasını oluşturmuştu. Sovyet Rusya nın ağırlıkla bir Asya ülkesi olması ve dünyaya daha Avrupa dışından (iki dünya savaşı arasında esas olarak Asyalı perspektifle) bakması, henüz Üçüncü Dünya denmeyen bu bölgenin eylemcilerini etkilemezlik edemezdi. Buna karşılık, Lenin in ezilen sömürge halklannın kurtuluşunun dünya devriminin önemli bir silahı olduğunu keşfetmesinden beri, komünist devrimciler, metropolitan emperyalistlerin nefret ettiği her şeye işçilerin hoşgörüyle yaklaşması gerektiği düşüncesiyle, sömürge kurtuluş mücadeleleri için ellerinden geleni yapıyorlardı. Sol ile bağımlı ülke milliyetçiliği arasındaki ilişkiler, kuşkusuz basit bir formülle ortaya konamayacak kadar karmaşıktı. Kendi ideolojik tercihleri dışında antiemperyalist devrimciler, kuramda ne kadar entemasyonalist olurlarsa olsunlar, kendi ülkelerinin bağımsızlık kazanmasından başka bir şeyle ilgilenmiyorlardı. Amaçlarını daha geniş kapsamlı global hedefler uğruna (geleneksel bir Fenian ilkesi doğrultusunda, özellikle kazanmalanna hemen hemen kesin gözüyle bakıldığı yıllarda kendi milletlerinin müttefikleri saydıkları, oysa kendi imparatorluklanmn düşmanlan olan Nazi Almanyası ile Japonya ya karşı yürütülen savaşın kazanılması gibi) ertelemeleri ya da değiştirmeleri gerektiği önerilerine aldınş etmiyorlardı. Antifaşist sol açısından bakıldığında. Frank Ryan gibi birisini anlamak güçtü: Ryan, Milletlerarası Tugay da İspanyol Cumhuriyeti adına dövüşecek kadar solda bir İrlanda Cumhuriyetçisi savaşçısıyken; General Franco nun birlikleri tarafından ele geçirildikten soma ortaya çıktığı Berlin de, Almanlann zaferinin ardından Kuzey ve Güney İrlanda nın birleşmesine karşılık IRA nın Alman 177
178 ya ya destek vermesi için her türlü pazarlığa girişmişti.'^ Geleneksel İrlanda Cumhuriyetçiliği açısmdan bakıldığmda, Ryan m herhalde iyi düşünülmemiş olmakla birlikte tutarlı bir politika izlediği düşünülebilir. Bengal kitlelerinin kahramanı olan ve önceden Hindistan Milli Kongresi nin önemli radikal simaları arasında yer alan, savaşın ilk aylannda esir düşen Hintli askerlerden Britanya karşıtı Hint Milli Ordusu kurarak Japonlara katılan Subhas C. Bose a ( Netaji ) karşı çıkmak mümkündü. Ama bu, 1942 de Müttefiklerin Asya da savaşı kazanmaya açıkça daha yakın taraf olmasına dayandırılamazdı, çünkü Hindistan ı Japonların başanyia işgal etmesi de ihtimal dışı değildi. Burada aklımıza gelenlerden daha çok sayıda antiemperyalist hareket lideri, Almanya ile Japonya yı, bilhassa 1943 e kadar Britanya ile Fransa dan kurtulma çaresi olarak görmüşlerdi. Ancak, özellikle 1945 ten sonraki bağımsızlık ve sömürgecilikten kurtulma yanlısı hareketler, tartışma götürmez biçimde, sosyalist/komünist antiemperyalizmle özdeşleşmişti; yalnızca sosyalistlerle komünistlerin kurtuluş mücadelelerinde önemli rol oynadıklan devletlerin değil, sömürgecilikten kurtulmuş ve yeni bağımsız olan çok sayıda devletin de kendilerini bir anlamıyla sosyalist olarak ilan etmelerinin nedeni herhalde budur. Milli kurtuluş, solun sloganı haline gelmişti. Paradoksal bir durum olarak. Batı Avrupa daki yeni etnik ve ayrılıkçı hareketler, 1914 ten önceki aşın sağcı, faşizm yanlısı, hatta bazı yaşlı militanların sergiledikleri işbirlikçi tavırla hiç uyuşmayan, toplumsal devrimden yana ve Marksist söylemleri benimsemeye başlamışlardı. *' 1968 beklenen mutluluğu getiremediği zaman solun genç entelektüellerinin hemen bu tür hareketlere akın etmesi, milliyetçi retoriğin dönüşüme uğramasına ek bir itki kazandırıyordu. Doğal kendi kaderini tayin etme haklan engellenmiş olan eski halklar, böylece emperyalist sömürüden kurtu- 13. Bkz. Sean Cronin, Frank Ryan. The Search for the Republic (Dublin, 1980); ama ayrıca, der. Frank Ryan, The Book o f the XV Brigade (Nevvscastle on Tyne, 1975; ilk yayımı, Madrid, 1938). 14. Fransa da etnik eylemcilerin pek çoğunun daha önceki işbirlikçilikleri için bkz. VVillIam R. Bear, The social class of ethnic activists in contemporary Frence, der. Milton J. Esman, Ethnic Conflict in the VVestem VVorld {\thaca, 1977), s. 157. 178
179 lan sömürgeler olarak yeniden sınıflandmlıyordu. 1930 lardan 1970 lere kadar egemen milli kurtuluş söyleminin solun kuramlanm, özellikle Komintem Marksizmi ndeki gelişmeleri yansıttığı ileri sürülebilir. Milli özlemin alternatif dilinin faşizmle birlikte anılması yüzünden bir kuşağı onu kullanmaktan tamamen vazgeçirecek kadar gözden düşmüş olması, solcu söylemin hegemonyasını daha bir belirginleştiriyordu. 1848 den önce çok doğal sayılan milliyetçilikle solun ittifakı, Hitler den sonra ve sömürgeciliğin sona erişiyle yeniden kurulmuş görünüyordu. Milliyetçiliğin alternatif meşruiyet alanlan ancak 1970 li yıllarda ortaya çıkacaktı. Batı da esasen komünist rejimleri hedef alan yeni dönemin en önemli milliyetçi ajitasyonlan, egemen komünist partilerden çıkan her türlü ideolojiyi fiilen reddetmediklerinde bile, daha basit ve daha duygusal milli iddialara geri dönmüşlerdi. Üçüncü Dünya da, özellikle çeşitli İslami biçimleriyle ama aynı zamanda diğer dinsel türleriyle (örneğin, Sri Lanka da Sinhali aşırılar arasındaki Budizm) dinsel birlik hareketinin yükselişi, hem devrimci milliyetçiliğe hem de milli baskıya bir temel sağlıyordu. Geçmişe bakıldığında solun 1930 lardan sonraki ideolojik hegemonyası geçici bir durum, hatta bir yanılsama olarak görülebilir. Sorulması gereken önemli bir soru daha kalıyor: Milliyetçi duygulann ve hareketlerin, ilk ortaya çıktıkları coğrafi bölgelerin ötesine yayılması, milliyetçiliğin gelecekteki şansını nasıl etkilemiştir? 1920 lerdeki Avrupalı gözlemciler bağımlı dünyadaki (yani, pratikte Asya daki ve İslam ülkelerindeki) milliyetçiliği, belki geçmişe bakıp değerlendirdiğimizden daha fazla, ciddiye almaya başladıkları halde,'^ Avrupa çözümlemesinin değişmesi gerektiğini düşünmüyorlardı. Avrupa dışındaki en kalabalık bağımsız devletler topluluğunu oluşturan Latin Amerika cumhuriyetleri ABD dışında çok az dikkat çekiyorlar; bu bölgedeki milliyetçilik ya Ruritanyacı bir şaka sayılıyordu ya da 1930 lar ve 1940 larda belirli gruplar ko- 15. Orijinalleri Almanca olarak sırayla 1928 de ve 1930 da yayımlanan Hans Kohn'un History o f Nationalism in the East (New York, 1933) ve Nationalism and Imperialism in the Hitier East (New York, 1932) adlı çalışmalan herhalde bu konu üzerinde duran ilk ciddi incelemelerdir. Yazann bu bölgede yoğunlaşmasının nedeni belki Siyonizm e yakınlığıydı. 179
180 layca hasıraltı edilmelerine neden olacak biçimde Avrupa faşizmine sempati duymaya başlayana kadar, Kızılderili uygarlıklanyla geleneklerinin kültürel açıdan yeniden keşfedilmesi anlamına gelen indigenismo içinde erimişti. Japonya, belli ki sui generis" bir ülke olmakla birlikte, fahri bir Batılı emperyal devlet sayılabilir, böylece Batılı modelleri gibi bir ölçüde milli ve milliyetçi bir devlet gözüyle bakılabilirdi. Afganistan ve belki Siyam (Tayland) dışında, fiilen bir metropol ülkenin sahip olmadığı ve yönetmediği Afrika- Asya bölgelerinin diğer ülkeleri içinde bağımsız manevra olanağına gerçekten sahip olan tek bir devlet bulunuyordu: İmparatorluk sonrası Türkiye. Önemli sayılabilecek hemen hemen bütün antiemperyalist hareketler üç başlıktan birine sokulabilirdi ve metropollerde genellikle sokulmuştu: Avrupa nın milletlerin kendi kaderini tayin etmesi ilkesini taklit eden yerel eğitimli elit kesimler (Hindistan daki gibi), halk tabanlı Batı düşmanlığı (bilhassa Çin de, yaygın biçimde kullanılan çok yönlü bir başlık) ve savaşçı kabilelerin doğal yüksek moralleri (Fas ta ya da Arap çöllerindeki gibi). Son gruba giren örneklerde, sağlam ve genellikle apolitik erkekleri emperyal ordulara devşirme ihtimalini hep akıllannda tutan emperyal yöneticilerle entelektüeller, şehirli kışkırtıcılara, daha çok da eğitimh olanlarına gerçek düşmanlıklarını koruyarak, hoşgörülü davranma eğilimi gösteriyorlardı. Bu örneklerin hiçbirisi çok fazla kuramsal irdeleme gerektirir görünmüyordu, oysa İslam ülkelerindeki halk hareketlerinin örneği, hatta Gandhi nin Hint kitlelere cazip gelmesi, dinin harekete geçirici rolünün modem Avrupa da görülenden daha fazla olduğunu akla getirmekteydi. Herhalde Üçüncü Dünya nın -devrimci solun dışında- esinlendirdiği milliyetçilik hakkındaki akla gelebilecek en tipik durum, milli kavramının evrensel ölçüde uygulanmasına beslenen genel bir kuşkuculuktu. Emperyal ülkelerin gözlemcilerine göre, bağımlı dünyada, topluluk ve politik sadakat fikirleri, tamamen farklı olan kendi ülkelerinin insanlanyla teması kaybetmiş olan gelişmiş {evolues) azınlıklann ithal ettikleri bir entelektüel üründü genellikle. Gerçi bu, emperyal ülkelerin yönetici * Kendine özgü, (ç.n.) 180
181 lerini ya da Avrupalı göçmenleri kitlesel milli kimliğin yükselişini küçümsemeye yöneltiyordu (Siyonistlerie İsrailli Yahudilerin Filistin Araplanm küçümsemeleri gibi), ama bu tür düşünceler gene de yersiz değildi. Bağımlı dünyada iki savaş arasında milli mesele hakkında ortaya atılan en ilginç düşünce, iki savaş arasının kodlarıyla Leninist Marksizm in katı çerçevesinin dışına çıkmamakla birlikte, milletlerarası komünist hareketten gelmişti. Marksistlerin zihnini en çok kurcalayan sorun, milli ve toplumsal kurtuluşu öngören geniş kapsamlı antiemperyalist hareket içindeki sınıfların (sömürge bir ülkenin burjuvazisiyle proletaryası gibi birbirleriyle sınıf mücadelesine girişmiş olmaları gereken sınıflar dahil olmak üzere) ilişkisiydi; şöyle ki, yeru sömürge toplumlar Batı dan alman terimlerle analiz edilmeye yatkın bir sınıf yapısına sahip oldukça, Marksist analiz açısından çok daha karmaşık sorunlar yaratan bir durumla karşılaşılıyordu. Öbür yandan, özgürlükleri uğruna savaşan milletler in fiili tanımı, genel olarak, fazla araştırma yapmaya gerek duymadan var olan milliyetçi hareketlerden devralınıyordu. Böylece Hint milleti, Hint Milli Kongresi nde iddia edildiği gibi Hint alt kıtasında yaşayan nüfus, İrlanda milleti ise Feniancılann millet saydıklan topluluk oluyordu.'* Bu kitabın amacını aştığını düşündüğümüzde bu ilginç alana daha fazla girmemiz gerekmiyor. Üçüncü Dünya daki antiemperyal milli hareketlerden çok azı, emperyalistlerin gelişinden önce var olan politik ya da etnik bir birimle çakıştığı için, terimin on dokuzuncu yüzyılda Avrupa da kullanıldığı anlamıyla milliyetçiliğin gelişmesi ağırlıkla sömürgecili 16. Die nationale Frage und österreichs Kampf um seine Unabhângigkeit: Ein Sammelband, Johann Koplenig in Önsöz ü (Paris, 1939), başlıca istisna olan Avusturya için belgeler sunmaktadır. Avusturya nın Almanca konuşan sakinleri o zamana kadar Marksistler tarafından Alman milletinin üyeleri olarak görülmüşlerdi; Avusturya Sosyal Demokrat Partisi nin, Almanya Hitler in eline geçince problemlere yol açan Almanya yla birleşmeye sadık kalmasının asıl kaynağı da bu saptamaydı. Sosyal Demokratlar Kari Renner ın (sonradan ikinci Avusturya Cumhuriyeti nin ilk cumhurbaşkanı olacaktı) 1938 de Anschluss u ' fiilen selamlamasına yol açacak ölçüde tavırlannı muhafaza ederlerken, AvusturyalI komünistler bu tür güçlüklerden kurtulmak amacıyla ayn bir Avusturya milleti kuramı geliştirmişlerdi. * Almanya nın Avusturya yı egemenliği altına alması için kullanılan bir terim, (ç.n.) 181
182 ğin sona erişinden sonraya, yani esasen 1945 ten sonraya rastlıyordu. Dolayısıyla milliyetçi hareketlerin çoğu, yabancı bir emperyalist zalim devleti değil, sahip olmadıklan bir milli homojenliği iddia eden, yeni kurtulmuş devletleri hedef almıştı. Başka bir deyişle, bazen eski egemenlerin iktidarından miras kalan, modernleştirici elitlerin devraldıklan Batı kaynaklı ideolojilerin gerçekdışılığını da hedef almakla birlikte, emperyal çağın bağımlı dünyayı paylaştırdığı toprak parçalannın milli, yani etnik ya da kültürel açıdan gerçekdışılığını protesto ediyorlardı. Peki milliyetçi hareketler karşı çıkışlannı eski milliyet ilkesi ne ve kendi kaderini tayin etme talebine denk düşen bir şey adına mı yürütüyorlardı ve yürütmektedirler? Bu hareketler bazı örneklerde belli ki aynı dili konuşmaktadırlar. Bu dil ise doğrudan Mazzini den değil, dolaylı olarak, bağımlı dünyanın geniş bölgelerindeki entelektüelleri ideolojik açıdan en fazla etkileyen iki savaş arası Marksizminden gelmektedir. Sri Lanka örneğinde gerek Sinhali gerekse Tamil aşınlarda açıkça görülmektedir bu durum (gerçi Sinhali komünalizmi de Ari ırkın üstünlüğünü kanıtlamak amacıyla on dokuzuncu yüzyılın Batılı dilsel/ırkçı fikirlerine dayanmaktaydı)." Ama bütün bunlardan, Üçüncü Dünya daki komünal çatışmalar ve rekabetler ile etnik grup iddialannı en iyi bu ışıkta, yani mantıksal amacı teritoryal devletlerin kurulması olan, potansiyel devlet kurma hareketleri olarak değerlendirebileceğimiz sonucunu çıkaramayız. Afrika nın pek çok yerinde açıkça çok güçlü desteğe sahip olan kabileciliğin görece olgunlaşmamış devletierin yaptınm aygıtına karşı bile dayanamaması '* bizi biraz duraksatmalıdır. Aynı şekilde, madalyonu tersine çevirirsek, Lübnan gibi komünal parçalara aynşarak dağılan bölgelerin, asgari ölçülerde bile bir ulus devlet ya da sadece devlet diye tanımlanabilecek bir 17. Kumari Jayavvardene, B hnic and Class Conflicts in Sri Lanka (Dehiwala, 1985); aynı yazann, The national guestion and the left movement in Sri l^nl<a" {South Asia Bulietin, VII, 1 ve 2,1987, s. 11-22); Jayadeva Uyangoda, "Reinterpreting Tamil and Sinhala nationalism {a.g.y., s. 39-46); R. N. Kearney, Ethnic conflict and the Tamil separatism movement in Sri Lanka {Asian Survey, 25, 9 Eylül 1985, s. 898-917). 18. Der. Fredrik Barth, Ethnic Groups and Boundaries (Boston, 1989), s. 34. 182
183 durumu muhafaza edememesi de bizi düşünmeye sevk etmelidir. 1945 ten beri sosyopolitik yapısı, kültürü, etnik yapısı ya da diğer politik özellikleri belirgin biçimde farklılık gösteren, ama sık sık karşılaşıldığı gibi milletlerarası durum olmasaydı böylesi kınlma hatlan boyunca parçalanabilecek bölgeleri küçülten -diyelim, yan yanya- yeni devletler kurulmuştur kuşkusuz (örneğin Doğu ve Batı Pakistan, Türk ve Yunan Kıbnsı). Sudan, Çad (Müslüman/Arap Kuzey, Hıristiyan/Animist Zenci Güney) ve Nijerya (Müslüman ve Hausa lann olduğu Kuzey, Yoruba lann olduğu Güneybatı, Ibo lann olduğu Güneydoğu) da birer örnektir. Ancak 1967 de, Ibo Biafrası mn üç egemen topluluğu parçalayarak ve ilk baştaki üç taraflı paylaşımın yerine on dokuz küçük devlet geçirerek (sırası gelmişken altını çizelim, onlann içindeki Hausa, Yoruba ve Ibo kökenliler toplam Nijerya nüfusunun yüzde 60 ından daha azını temsil ediyordu) başansız aynlma girişimiyle Nijerya daki durumun açıkça çığnndan çıkmış olması dikkat çekicidir. Ayrıca, iktidarın tek bir baskın topluluğun ellerinde olduğu (hele ki hâlâ devletin bütün topraklarında bir egemenlik kurma süreci yaşanmaktaysa) devletlerin iç durumunun istikrarsız olduğu açıktır. Etiyopya buna örnektir. Etiyopya da -Ambara dili konuşanlar, yüzde 40 Hıristiyanlar, yüzde 40 Müslümanlar ve yüzde 20 diğerleri diye bölünen bir nüfusun yüzde 25 ini temsil etmektedir- azınlık bir Hıristiyan topluluğuna dayalı imparatorluğun on dokuzuncu yüzyıldaki yükselişi kısa süreliğine bir İtalyan sömürgesi olarak kesintiye uğramıştı; onun ardından geniş bir imparatorluğun yeniden kurulması ve 1974 devrimi geldi. Buna rağmen, bu mutsuz, açlıktan ve savaştan harap olmuş ülkenin teritoryal birliğinin Eritre yi birliğe katma girişimi dışında ciddi bir riskle yüz yüze gelmesi mümkün değildir. Kaldı ki Eritre de, ilhaktan önce bir İtalyan sömürgesi olarak ve Britanya yönetiminde, milletlerarası durumu kolaylaştırmak amacıyla önceden asla parçası olmadığı Etiyopya ya eklenmeden önce, kendi ayn politik hareketlerini ve teritoryal kimliğini geliştirecek bir konumdaydı. Gerek Afrika da gerekse Asya da yeni bağımsızlaşan devletlerin çoğunda yeterince etnik, kabilesel ya da komünal gerginlik bu 183
184 lunduğu ortadadır, ama (işlerlikli ve birçok etnik yapılı bir modus vivendi'yi oturtmuş görünen ülkeleri saymazsak) onlan oluşturan halkların, hatta liderleriyle sözcülerinin zihnini ayn devlet fikrinin işgal edip etmediği belli değildir. Etnik ve komünal grupların, özellikle tarihleri boyunca hazırlanmadıktan dramatik sosyoekonomik değişikliklerle yüz yüze gelenlerinin gerçek problemi bambaşka bir yerdedir. Sorun, yeni milletler oluşturmaktan daha çok, eski (ya da yeni) sanayi ülkelerine topluca göç etme sorunu gibi görünmektedir: Etnik bakımdan çoğul bir toplumda yeni dünyaya nasıl adapte olunacaktır? Elbette buralara göç edenler, gördüğümüz kadarıyla, güvensizlik ve nostalji duygusundan, karşılıklı yardım uğruna, kendileri gibi insanlara dışanda gösterilen düşmanlığa tepkiden ve özellikle mümkün olduğu yerlerde güçlü bir örgütleyici niteliği olan seçim pohtikası aracılığıyla memleketlileri ya da hemşerileri nin olduğu gruplara yakınlaşmaktadırlar doğal olarak. Kuzey Amerika daki her hami-politikacmın bildiği gibi, bu halklann etnik çağrılara, bilhassa göçe kısmen politik ya da ideolojik nedenlerin yol açtığı durumlarda kökenlerinin bulunduğu ülkelerdeki milli davalara destek vermeye karşı güçlü bir duyarhlıklan vardır: İrlandalIlar içinde IRA ya verilen destek, Yahudiler arasında Yaser Arafat a duyulan düşmanlık, Letonyalılar arasında Baltık devletlerinin yeniden kurulması isteği bunun örneklerini oluşturur. Gene de yine her politikacının bildiği gibi, Sinn Fein, FKÖ ve Stalinizm hakkında yaygara koparmak, bu tür seçmenlerin temsilcilerinin politik görevinin (Amerikalılar ya da KanadalIlar olarak onlann çıkarlannı gözetme görevi) yalnızca ufak bir parçasıdır. Çok etnik yapılı ya da komünal bir toplumda bunun anlamı, özünde, grubun devletin mevcut kaynaklanndaki payı için diğer gruplar karşısında pazarlık yapmak, aynmcılığa karşı grubu savunmak ve genel olarak grup üyelerinin şanslarını azamiye çıkanp dezavantajlannı asgariye indirmektir. Ayn bir teritoryal devlet, hatta dilsel özerklik talebi anlamındaki milliyetçiliğin bununla bir ilgisi yoktur, gene de bir diaspora duygusu uyandırmaya yarayabilir. * (Lat.) Geçici anlaşma; birlil<te yaşama yolu veya biçimi, (ç.n.) 184
185 ABD deki zenciler örneği, bir grup olma durumlarında ırk öğesi açıkça ağır bastığı için, belirgin biçimde toplumsal ırk aynmcılığı yapılmasına ya da gettolaşmaya karşın teritoryal ayrılıkçılık, başka bir (Afrika da örneğin) ülkeye topluca göç etmek ya da ABD nin bir parçasının kendilerine ayniması biçimde olsun, pratikte uygulanamazlığı dışmda, açıkça gündem dışı olduğu için bu noktaya ışık tutmaktadır. Toplu göç zaman zaman Batı yanmküresindeki siyahlar arasında bir hayli duygusal destek toplamış, ama asla, renkli göçmenlerin kitle halinde kovulmalarım ( kendi yurtlarına dönmelerini ) öngören çılgın aşın sağcılar dışında ciddi bir program olarak düşünülmemiştir. ABD de ayn bir toprak parçası talebi ise bir zamanlar, Komünist Enternasyonal in milletlerin kendi kaderini tayin etmesi doğrultusundaki ortodoks doktriniyle uyum içinde, kısa süreliğine bir öneri olarak ortaya atılmış, ama siyahlar arasında ilgi uyandırmamıştı. Nüfus sayımının siyahlann çoğunlukta olduğunu gösterdiği güney eyaletlerindeki yerleşim yerlerinin dağılımını gösteren bir harita çizerek, kâğıt üzerinde (ülkenin içinde ve dışında uzanan parçalan halinde) az çok süreklilik taşıyan bir kuşağın var olduğu gösterilebilir ve böylece Amerikalı zenciler adına siyah bir cumhuriyete dönüşebilecek bir milli toprak parçası bulunduğu iddia edilebilir.'* Bu haritacılık fantezisinin saçmahğı, (ağırlıkla beyaz olan) ABD de yaşama probleminin, Amerikalı siyahlann yaşamından aynlıkçılık yoluyla bir şekilde çıkanlabileceği varsayımına dayanmasıdır. Kaldı ki, ülkenin blues bölgesinin bir yerlerinde siyah bir cumhuriyet kurulabilse dahi, bunun siyahlann zaten doldurmuş olduğu kuzey ve batı şehirlerindeki gettolan çok az etkileyeceği 19. Parti, zencilere eşit lıaklar ile siyah kuşak için ayrılmayı seçn^ıeye vanncaya kadar kendi kaderini tayin etme hakkının tanınması mücadelesini kuvvetlendirmişti. (D/e Kommunistische Internationale vor dem VII VVeltkongress: Materiallen. Moskova-Leningrad 1935, s. 445), 1930 yılı sonbahanndaki kararlar üzerine raporlar. 1928 de yapılan VI. Enternasyonal Kongresi ndeki ilgili alt komisyon tartışmalannda ABD de zenci nüfus için siyah bir cumhuriyet kurulmasını öngören slogan hakkındaki keskin aynlıklar üzerine bkz. Kongre de Ford ile Jones un katkılan (Compte-Rendu Stenographlgue du Vle Congrös de l'lnternationale Communlste 17 juillet-1 septembre 1928. La Conespondance Internationale'öe No: 125,19 Ekim 1928, s. 1292-1293; No: 130, 30 Ekim 1928, s. 1418). 185
186 gün gibi ortadaydı. Güneyli olmayan siyahlann 1970 te yüzde 97 sinin yaşadığı şehirlerde yoğunlaşmak (güney siyahlanmn üçte biri hâlâ kırsal alandaydı), ABD li siyahlara önemli bir seçim avantajı sağlamış, onlar da bundan, bütün toplumun kaynaklan ve olanaklarında kendi etnik gruplan adına daha büyük pay kapmak amacıyla yararlanmışlardı. Çoğul toplumlarda gettolara dayalı bir teritoryal ayrımcılığın, gerek Belfast ın gerekse Beyrut un örneklediği gibi, etnik birlik açısından korkunç bir gücü olabilir, ama bu, çok istisnai örnekler dışında, teritoryal devletler oluşturan klasik kendi kaderini tayin etme perspektifini fiilen ortadan kaldırmaktadır. Dahası, kitlesel ve çok çeşitli hareketler, göçler ve insanlann bir yerden başka bir yere transferi temelinde yükselen şehirleşme ve sanayileşme, özünde etnik, kültürel ve dinsel bakımdan homojen bir nüfusun oturduğu bir toprak parçasına dayanan diğer temel milliyetçi varsayımı güçsüz bırakmaktadır. Yerli nüfusun, yabancılar ın kendi ülkeleri ya da bölgelerine kitle halinde akın etmesine gösterdikleri keskin yabancı düşmanlığına bağlı ya da ırkçı tepki, ne yazık ki ABD de 1890 lardan beri. Batı Avrupa da ise 1950 lerden beri yakından bilinen bir olgudur. Oysa yabancı düşmanlığı ile ırkçılık çare değil, belirtidir. Modem toplumlardaki etnik topluluklarla gruplar, kanşık olmayan bir millete geri dönme rüyasını gören retoriğe rağmen, bir arada yaşamaya mahkûmdurlar. Toplu cinayetler ve kitlesel sürgünler ( yurduna geri gönderme ) gerçekten Avrupa nın etnik haritasını ciddi ölçüde basitleştirmiştir ve diğer bölgelerde de ortaya çıkabilir. Gene de halklann göçleri, o zamandan beri barbarlığın silmeye çalıştığı etnik karmaşıklığı yeniden ortaya çıkarmıştır. Ancak bugün, göç alan çoğu ülkedeki tipik milli azınlık, kendi içinde bütünlüklü bir kıtadan ziyade, küçük adalardan oluşan bir takımadadır. Otto Bauer in söylediklerinin onlann sorunlanyla ilintisi olabilir, ancak Mazzini nin söylediklerinin yoktur. Temel yönleriyle. Üçüncü Dünya nm çok etnik ve çok komünal yapıh devletlerinde, yani küçük Karayip adalanndan daha büyük olan çoğu eski sömürge devlette, hatta birtakım mini devletlerde etnik gruplann durumu bundan ibarettir. Söz konusu devletler içinde 186
187 ki etnik ya da komünal gruplar bu nitelikleriyle (esas olarak, yeni devletlerde, de facto etnik çıkarların sözcülüğünü üstlenen politik partilerle baskı gruplan aracılığıyla) genellikle güçlü biçimde örgütlenmişlerdir. Asıl hedef, geleneksel olarak bazı azınlık topluluklarla beyazlann uyguladığı modem girişimcilik hünerlerinde ustalaşmamış olanlar için zenginliğe ve sermaye birikimine giden başlıca yol olan, devletteki ve kamu kuruluşlarındaki mevkilere yükselmektir. Bu mevkilere ulaşma eğitim yoluyla (başı subaylann çekmediği ender askeri darbeler dışında) sağlandıkça, Fredrik Barth ın meşhur keskin kavrama gücüyle gözlemlediği gibi, birbiriyle çatışan etnik gruplar... eğitim düzeyi bakımından farklılaşmışlardır ve eğitim olanaklannı denetlemeye ya da kendi tekellerine almaya çaba harcarlar. ^' Bu grup rekabeti (teritoryal) devlet aygıtındaki mevkileri kapma ya da denetleme uğruna sürdükçe, böylesi etnik çekişmelerin, Dördüncü Bölüm de tartışılan küçük burjuva milliyetçiliğinin yükselişiyle ortak bir yönü vardır. Etnik çekişmeler aşın örneklerde gerçekten ayrılıkçılığa yol açabilir. Sözgelimi Sri Lanka da, coğrafi bakımdan kısmen ayrılabilir bir azınlığı oluşturan, Britanya döneminde kamu hizmetlerinde ve herhalde yükseköğretimde aşın oranda temsil edilen ve o zamandan beri, bilhassa 1956 da tek resmi milli dil olarak Sinhali dilinin benimsenmesiyle ezici üstünlüğü ele geçiren Sinhali çoğunluğunun baskısı altında yaşayan Tamiller arasında aynhkçıhğı teşvik etmişti. Hindu dili Hindistan nüfusunun yüzde 40 ının yerine yüzde 72 sinin konuştuğu bir dil olsaydı, resmi kullanımda İngilizceyi kaldırmanın çekiciliği daha büyük olur ve Hint anakarasında Tamil aynlıkçılığıyla diğer aynlıkçılıklann doğması tehlikesi iyice artard ı.n e var ki teritoryal milliyetçilik özel ve sınırlayıcı bir örnektir. Sri Lanka da bile bağımsızlığın üs- 20. Bu tür azınlıklar elbette devlet iktidarını elinde tutanlara ulaşma ayncalığı sayesinde de etkili olurlar. 21. Bkz. der. Barth, Ethnic Groups, sy. 34-37. 22. Bkz. Sunil Bastian, University admission and the national puestion ve Charles Abeysekera, Ethnic representation in the higher state services, Ethnicityand Social Change in Sri Lanka (Sosyal Bilimciler Derneği nin düzenlediği bir seminerde sunulan tebliğler, Aralık 1979), Dehivvala 1985; s. 220-232, s. 233-249. 187
188 188 tünden yirmi beş yılı aşkın bir süre geçinceye kadar ayrılıkçı özlemler federalist özlemlerin yerini almamıştı. Genel durumu yansıtan, gerektiğinde çeşitli biçimlerdeki ademi merkezileşme ile özerkliğin desteklediği rekabet içinde bir arada yaşamadır. Bir toplum ne kadar şehirleşir ve sanayileşirse, geniş bir ekonomik alanda faaliyet yürüten etnik topluluklan teritoryal yurtlarına hapsetme girişimi de o kadar yapay kalır. Güney Afrika nın bu doğrultudaki girişimi, doğru bir saptamayla, Afrikalılar adına klasik bir millet inşa etme çabası diye değil, ırkçı baskıyı kalıcılaştırma projesi olarak değerlendirilir. Yine Barth m belirttiği gibi, karmaşık çok-etnik/komünal yapılı toplumlardaki grup ilişkileri, geleneksel toplumlardaki genel eğilime göre hem değişik hem de daha istikrarsızdır. Birinci olarak, modem ya da daha ileri toplumlara giren gruplann üç muhtemel (herhalde birbirinden bütünüyle kopuk olmayan) stratejileri vardır. Bu grup üyeleri asimile olmanın ya da ileri toplumun üyeleri sayılma nın yollannı arayabilirler; kaldı ki içlerinden bazıları bunda başarı kazanabilir, ama bir bütün olarak topluluk iç çeşitlilik kaynağını kaybedecek ve böylece herhalde daha geniş toplumsal sistemin alt sıralarında yer alan, kültürel bakımdan muhafazakâr... bir grup olmaktan kurtulamayacaktır. Başka bir şık olarak, azınlık statüsünü kabullenip azınlık olmanın getirdiği dezavantajlan azaltmaya çalışabilir ve bunun yanında eklemlenmemiş bölgelerde özgül karakterlerini korumakta ısrar edebilirler. Bundan ötürü sanayi toplumlarında çok etnik yapıyla örgütlenmiş bir topluma veya asimilasyona tam olarak rastlanmayacaktır. Nihayet, grup etnik kimliğini öne çıkarmayı, ondan, eskiden kendi toplumlanndaki görülmeyen ya da yeni amaçlara uygun düşecek yeterlilikte bulunmayan... yeni konumlar ve biçimler geliştirmekte yararlanmayı seçebilir. Barth ın görüşünce, sömürge dönemi sonrası etnik milliyetçiliği ya da muhtemel bir devlet kuruluşunu doğurmaya en yakın düşen strateji budur; ama bana göre bu sonuç, söz konusu stratejinin ne olağan hedefi ne de zorunlu bir uzantısıdır. Nasıl olursa 23. Der. Barth, Ethnic Groups, s. 33-37.
189 olsun, etnik grubun hayatta kalma biçimlerinin hepsini (yalnızca çok etnik yapılı bir örneği aktarırsak, Quebecliler, Yunan ve Ballıklı göçmenler, Algonkin Kızılderilileri, Inuitler,* UkraynalIlar ve Angloiskoçlar) aynı millet ve milliyetçilik başlığı altında toplamak analiz açısından bir işe yaramaz. İkinci olarak, etnik gruplar arasındaki geleneksel ilişkiler aynma dayalı bir toplumsal işbölümüne dönüşecek şekilde, belki de çoğu durumda, istikrara kavuşmuştu. Öyle ki şimdi yabancı nın kabul edilen bir işlevi vardır ve bu bizim yabancının topluluğuyla sürtüşmelerimizle ilgisi olmadan, biz le çelişmemekte, tersine biz i tamamlamaktadır. Kendi haline bırakılan etnik aynma dayalı emek pazarlan ve hizmet türleri; kısmen bu tür pazarlann doldurulacak özgül boşlukları olduğundan, ama esasen belirli bölgelerden gelen göçmenlerin kendi aralarındaki gayri resmi karşılıklı yardım ağlarının bu boşlukları eski memleketten gelen arkadaşlar, akrabalar ve himaye edilen kişilerle doldurması nedeniyle. Batı sanayileşmesi ve şehirleşmesinin tarihinde bile doğal bir gelişim çizgisi gösterir. Dolayısıyla bugün bile New York ta bir manav dükkânında Koreli yüzler görmeyi, gökdelenlerin çelik iskelelerinde Mohawk Kızılderililerine çok sık rastlamayı, gazete bayilerinin Londra daki gibi Hint kökenli olmasını ve Hint lokantalarındaki personelin Bangladeş in Siyhet bölgesinden gelen göçmenlerden seçilmesini olağan bulabiliriz. Geleneksel çok etnik yapılı sistemlerin belirgin biçimde ekonomik nitelikli olduğu (Barth) göz önüne getirilirse, çoğul devletlerdeki etnik kimliği vurgulayan hareketlerin bu tür bir işbölümüyle yakından ilgilenmek yerine daha çok kendi gruplarının devlet içinde herkese açık olan komünal topluluklar arası alanlardaki rekabet konumuna önem vermesi çarpıcı bir özelliktir. Sömürgecilik milliyetçiliğin deneyimlerinin çoğu, gerçek bir etnikekonomik iş ya da görev bölümü yerine, politik güç dengesine (ya da egemenliğine) dayalı grup ilişkilerinin istikrarsızlığını yansıtmaktadır. * Kuzey Amerika da Grönland ve Doğu Kanada dan Alaska ya kadar uzanan yerleşim yerlerinde yaşayan, Eskimo-Aleut dil ailesine ait bir dil kullanan ve şimdi, özellikle Kanada da Eskimo denen bir yerli grubu, (ç.n.) 189
190 Bu yüzden milliyetçiliğin asıl yurdu dışında kalan dünyada etnik ve komünal sürtüşmelerle çatışmalar gözle görülür boyutlara ulaşmıştır ve sanki milli modele uygun düşen de bunlardır. Ancak bir kere daha vurgulanmalıdır ki, bütün bunlar, Marksistlerin tartıştığı ve haritalann ona göre yeniden çizildiği milli mesele yle aynı şeyi anlatmaz. Ya da, eğer tercih edersek, milliyetçilik in doğduğu bölgenin dışına yayılması, onu milliyetçilik fenomeninin ilk baştaki çözümlemesinin ötesine taşımaktadır. Sorunu kavramak için oldukça yakın bir geçmişi olan etni ( etnik grup için veya milliyet denecek şeye karşılık olarak) gibi yeni terimlerin kendiliğinden belirmesi bunun bir göstergesidir.^ Batılı olmayan milliyetçiliğin ilk gözlemcileri, Avrupa milliyetçiliğinden tamamen farklı bir fenomenle karşı karşıya olduğumuz u çok iyi bilirken, her kesimin benimsemesine bakarak terimden uzak durmayı faydasız bulsalar bile, bu durum şimdi çok iyi anlaşılmıştır. Gene de terim ister kullanılsın ister kullanılmasın, fenomenin kendisi çeşitli bakımlardan yepyeni sorunlar çıkarmaktadır. Bölümü bitirirken bunlardan birine kısaca değinebiliriz; Dil. Etnik bir dili, resmi dil halini alması için, çok yönlü yeni bir milli yazım diline dönüştürmeyi gözeten klasik dilsel milliyetçilik modelinin ne kadar süreceği ya da sürebileceği kesinlikle belli değildir (köklü bir geçmişe sahip standart diller içinde bile, son zamanlarda, konuşulan ağız ya da lehçeleri, yani siyah İngilizcesi veya Montreal alt sınıf mahallelerinin güçlü bir İngiliz aksam taşıyan Fransızca joual lehçesini, muhtemel eğitim dilleri haline getirerek standart dili parçalama eğilimi gözlenmektedir). Pratik nedenlerle bugün çoğu devlette çokdillilikten kaçınılamaz. Bunun iki 24. TrĞsor de la Langue Française (Cilt VIII, Paris 1980), bir yandan 1896 yılı için ethnie sözcüğünü kaydederken, öbür yandan 1956 dan önce bunun hiç kullanılmadığını göstermektedir. Anthony D. Smith, The Ethnie Origins o f Nations (Oxford, 1986), terime geniş olarak yer vemıekte, ama bunu açıkça, henüz tam anlamıyla Ingilizleşmemiş, yeni uydurulmuş bir Fransızca sözcük olarak değerlendirmektedir. Ben bunun, 1960 lann sonlanndaki milliyet tartışmalannda, acayip kullanımlan dışında, görüldüğünden kuşkuluyum. 25. John H. Kautsky, An essay in the politics of development, der. John H. Kautsky, Political Change in Underdeveloped Countries: Nationaiism and Communism (New York-Londra, 1962), s. 33. IW
191 nedeni vardır: Ya göçler neredeyse bütün Batı şehirlerini etnik kolonilerle doldurmuştur ya da bugün çoğu yeni devlet karşılıklı olarak anlaşılamayan o kadar çok sayıda konuşma dilini barındırmaktadır ki, mütevazı lingua franca'lan hesaba katmazsak, milli sınırlar içerisinde -ve günümüzde milletlerarası düzeyde- iletişimi sağlayacak araçlar vazgeçilmez hale gelmektedir. (Papua Yeni Gine yaklaşık 2.5 milyonluk nüfusun konuştuğu 700 ü aşkın dille aşın bir örnek sayılabilir.) Çok sayıda birbirine benzemeyen dilin konuşulduğu ülkelerde, politik açıdan en fazla kabul edilebilecek dillerin, pidgin, Bahasa Endonezyacası ya da yabancı (tercihan, dünya kültürüne ait) diller, bilhassa hiçbir etnik gruba özel bir avantaj ya da dezavantaj yüklemeyen İngilizce gibi, yerel etnik kimliği olmayan iletişim dilleri olduğu ortadadır. EndonezyalI seçkinler arasında çarpıcı bir dilsel esneklik olarak görünen ve bir anadil e yoğun bir duygusal bağlanma yoksunluğunu ^ açıklayabilecek olan bu durum, açık ki Avrupa milliyetçi hareketlerinde yaygın bir durum değildir. Eski Habsburg İmparatorluğu ndaki sayımlarla (bkz. s. 22-123) karşılaştınrsak, Kanada daki modem çok etnik yapıyla nüfus sayımı yapma politikası da Avrupa daki duruma benzemez. Çünkü, göçmen etnik grup üyelerinin, etnik kökenlerini mi, Kanadahlığı mı seçtikleri sorulduğunda kendilerini Kanadalı sayacaklarını ve etnik baskı gruplarının İngilizcenin onlara cazip geldiğini bilerek nüfus sayımında dille ya da etnik kimlikle ilgili sorulara karşı çıktıklannı söyleyebiliriz. Son zamanlara kadar nüfus sayımında babadan gelen etnik kökenin açıklanması isteniyor, Amerika Kızılderilileri dışında verilen Kanadalı ya da Amerikan yanıtlan kabul edilmiyordu. Asıl olarak Fransız KanadalIlarının Quebec in merkez bölgesi dışında kendi sayılarını kabartmak amacıyla dayattıklan nüfus sayımının eseri olan bu etnik yapı anlayışı, etnik liderlerle göçmen liderlerinin amaçlarına da hizmet ediyordu, çünkü böylece 1971 nüfus sayımında Polonya kökenli olduğunu iddia eden 315.000 kişiden yalnızca 135.000 inin anadillerinin Leh 26. N. Tanner, Speech and society among the Indonesian elite, der. J. B. Pride ve J. Homes, Sociolinguistics (Harmondsvvorth, 1972), s. 127. 191
192 çe olduğunu ileri sürdükleri ve yalnızca 70.000 inin evde fiilen Lehçe konuştuklan gizlenmektedir. Bu açıdan UkraynalIların sayılan da karşılaştmlabilir. Kısacası, etnik ve dilsel milliyetçilik ayn yollar izleyebilir ve şimdi her ikisi de ulus devlet iktidarına bağımlılıklannı kaybediyor olabilirler. On dokuzuncu yüzyıldaki resmi kültür/devlet dilleri ile tali önemdeki lehçeler ve ağızlar arasındaki ilişkiye benzer, birbiriyle çelişmeyen çokdillilik ya da iki dillilik yaygınlaşmış görünmektedir. Milli/milletlerarası kültür dilleri olan Latin Amerika da İspanyolca, Afrika nın bazı kısımlannda Fransızca ve daha genel olarak İngilizce (Filipinler de ortaöğretim dili olan İngilizce Etiyopya da da ortaöğretim dilidir veya devrime kadar öyleydi) yanında anadillere resmi statü kazandırma eğilimi bizi yanlış sonuçlara götünnemelidir. Bugünkü model artık Quebec teki gibi bir üstünlük mücadelesi yerine; şehirli elit kesimin hem İspanyolcayı hem de Garani dilini öğrenip konuştuğu, ama İspanyolcanın, belki, belles lettres' dışında bütün yazılı işlemlerde iletişim dili olduğu Paraguay daki gibi bir görev bölüşümü olabilir. Peru da 1975 ten beri eşit resmi statü kazanmış olan Keçuamn, diyelim, günlük basın ve üniversite dili olarak İspanyolcanın yerini almaya çabalaması ya da Britanya nın Afrika veya Pasifik teki eski sömürgelerinde anadillerin resmi konumu ne olursa olsun, eğitime, zenginliğe ve güce giden yolun İngilizceden geçmesi durumunun değişmesi, ihtimal dışıdır.^ 27. Robert F. Harney, So great a heritage as ours. Immigration and the survival of the Canadian polity {Daedalus, Cilt 117/4, Sonbahar 1988), s. 68-69, 83-84. 28. İngilizcenin önemi üzerine bkz. François Grosjean, Life with Two Languaget (Cambridge, 1982), burada, 1974 te İngilizcenin yalnızca 38 devlette resmi bir konumunun bulunmadığı belirtilmektedir. İngilizce konuşulmayan 20 ülkede tek resmi dil iken, 36 ülkede de mahkemelerde ve okullarda başlıca öğretim dili olarak kullanılıyordu (s. 114). İngilizceyle rekabetin problemleri için bkz. L. Harries, The nationalization of Svvahili in Kenya {Language and Society, 5, 1976, s. 153-164). * (Fr.) Edebiyat, (ç.n.) 29. Okuryazar olmanın zahmetli adımlannı gerektirmeyen modern (sözel ve görsel) kitlesel medya (David Riesman, Giriş, Daniel Lerner, The Passing o f Traditional Society, New York 1958, s. 4), bazı açılardan artık daha geniş dünyayla ilgili bilgilerden uzak kalmayan, yalnızca tek bir dil konuşabilenler için, anadilde* 192
193 Bu akıl yürütme bizi milletlerin ve milliyetçiliğin geleceği üzerine bazı sonuç düşüncelerine götürmektedir. ki edebiyattan yana olan faydacı savlan zayıflatmıştır. Bu kültürel devrimin başlıca aracı transistörlü radyoydu. Örneğin bkz. Howard Handelman, Struggle in theandes: Peasant Political Mobilization in Peru (Austin, 1974), s. 5 8.1960 lann başlannda dikkatimi bu devrime yoğunlaştırmamı ilk sağlayan kişi, şimdi aramızdan aynimış bulunan Jose Maria Arguedas tı. Arguedas, genellikle yalnızca emekçi Kızılderililer uyanık olduğu zaman faaliyet gösteren, Keçua dilinde Lima göçmenlerine hitap eden radyo yayınlannın çoğaldığına işaret etmişti. 193
194 VI Yirminci Yüzyılın Sonunda Milliyetçilik Elinizdeki kitabın 1990 başında ilk yayımlanışından beri, bu yüzyılın herhangi bir dönemindekinden daha fazla yeni ulus devlet kurulmuştur ya da kurulma sürecindedir. SSCB ile Yugoslavya nın dağılışı şimdiye kadar milletlerarası düzeyde tanınan egemen birimlerin sayısına on altı devlet daha eklemiştir ve yakın zamanda milli aynlıkçılığın daha fazla gelişmesini sınırlayacak hiçbir şey görünmemektedir. Bugün bütün devletler resmi olarak millet tir, bütün politik ajitasyonlar, pratikte bütün devletlerin rahat vermeyip kovmanın yollanm aradıkları yabancılan hedef almaya eğilimlidir. Dolayısıyla bu kitabı, 1830 lardan İkinci Dünya Savaşı nm bitimi 194
195 ne kadar geçen yüzyıldaki rolüyle karşılaştınidığında, tarihsel değişimin bir vektörü olarak milliyetçiliğin gerilediği saptamasıyla noktalamak, kimi okurlara gözümüzü açmamakta inat etmek gibi görünebilir. Şüphesiz, gerek Sovyetler Birliği nin gerekse bir süper güç olarak yaklaşık kırk yıldan beri onun bir dayanağını oluşturduğu bölgesel ve milletlerarası sistemin çöküşünün derin ve herhalde kalıcı bir tarihsel değişime (şu satırların yazıldığı sıralarda ne tür sonuçlar doğuracağını henüz tamamen bilemediğimiz bir değişimdir bu) işaret ettiğini yadsımak saçmalık olur. Bu durum, SSCB nin 1991 deki dağılışının Çarlık Rusyası nm 1918-1920 deki (geçici) dağılışmı (o zaman ağırlıkla Avrupa daki ve Transkafkasya daki bölgeleriyle sınırlı kalmıştı) çok gerilerde bırakması haricinde, milliyetçiliğin tarihine unsurlar sokmamaktadır. Çünkü 1989-1992 nin milli meseleler i özünde yeni değildir. Bu milli meseleler çok büyük çoğunlukla milli davalann geleneksel yurdu olan Avrupa ya aittir. Şu ana kadar Kuzey ve Güney Amerika'da, en azından ABD-Kanada sınınnın güneyinde ciddi politik aynlıkçılığm varlığını hatırlatan hiçbir işaret yoktur. İslam dünyasmın, hiç değilse İslamiyet içindeki yükselen fundamentalist hareketlerin devlet sımrlanm çoğaltmakla ilgilendiği yönünde de çok az işaret vardır. Onlar İslamiyet i kuranlann gerçek inancına dönmeyi istemektedirler. Aslında ayrılıkçılığın bu niteliğiyle onları ne kadar ilgilendirebileceğini anlamak zordur. Aynlıkçı ajitasyonlar (ağırlıkla terörist biçimiyle) Güney Asya nın alt kıtasının köşelerini açıkça sarsmaktadu-, ancak şimdiye kadar (Bangladeş in aynlmasım saymazsak) kurulan devletler bütünlüklerini korumuşlardır. Aslında, sömürge sonrası milli rejimlerin büyük çoğunluğu, yalnızca bu bölgeyle de sınırh kalmamak üzere, hâlâ on dokuzuncu yüzyılın hem liberal hem de devrimci-demokratik milliyetçilik geleneklerini benimsemektedir. Gandhi, Nehru lar, Mandela, Mugabe, Zülfıkar Ali 1. Buna rağmen, Türkiye nin Orta Asya dal<i panturancı emelleri (bereket versin bu emellerin peşinde koşturan Kemal Atatüri< değil, onun yenilgiye uğrattığı Enver Paşa gibi rakipleri olmuştur) ile Japonların Rusya nın Pasifik Uzakdoğu suyla ilgilenmesi, 1990 larda sık sık duyulacak olan temaları haber vermektedir. 195
196 Butto, Bandaranaike ve -kesinlikle iddia ederim ki- Birmanya nın (Myanmar) hapisteki lideri Aung-San Su Xi, Landsbergis ile Tudjman m olduğu anlamda milliyetçi değildiler ya da değildirler. Onlar, Massimo d Azeglio yla kesinlikle aynı frekanstaki insanlardır; Millet parçalayıcılar değil, millet inşa edenler (bkz. s. 63). Sömürge sonrası Afrika devletlerinin pek çoğu, umulmadık bir biçimde. Güney Afrika dahil olmak üzere, son zamanlarda bazılarının başına geldiği gibi kaosa ve kanşıklığa sürüklenebilir. Ne var ki Somali ya da Etiyopya nın çöküşünü, halklann kimseye devredilemez nitelikteki bağımsız, egemen ulus devlet kurma haklarının doğurduğu bir sonuç olarak kavramak sözcüklerin anlammı zorlayarak genişletmek olur. Etnik gruplar arasındaki sürtüşmeler ve kanlı çatışmalar milliyetçiliğin politik programından daha eskidir ve ondan daha fazla dayanacaktır. Avrupa da ayrılıkçı milliyetçiliğin patlaması yirminci yüzyılda daha da özgül tarihsel köklere sahiptir. Versailles ile Brest Litovsk un yumurtaları hâlâ civciv vermektedir. Özünde Habsburg ve Türk imparatorluklanmn kesin çöküşü ile Çarcı Rusya imparatorluğunun kısa süreli çöküşü, kitlesel cinayetler ya da mecburi toplu göçler dışında uzun vadede çözümü bulunmayan türden problemlerle uğraşan bir dizi benzer ulus devlet ortaya çıkarmıştı. 1988-1992 nin patlayıcı nitelikli sorunlan 1918-1921 de yaratılan sorunlardı. Çekler ilk defa o zaman Slovaklann boyunduruğuna girmişler; Slovenler (eskiden Avusturya da bulunanlar) ise Hırvatlar (bir zamanlar Türklere karşı askeri sının oluşturuyordu) ve bin yıldır ayn bir tarihi olan, Ortodoks ve Osmanlı İmparatorluğu na ait Sırplarla birleşmişlerdi. Romanya nın büyüklüğünün iki katma çıkması, kendisini oluşturan milliyetler arasında sürtüşmeye yol açmıştı. Muzaffer Almanlar, tarihte hiçbir emsali bulunmayan ve -en azından Estonya ile Letonya da- dikkati çeken bir milli talebe rastlanmayan Baltık bölgesinde üç küçük devlet kurmuşlardı.^ Onlan, Bolşevik Rusya ya karşı karantina kuşağı mn bir parçası olarak 2. Bu sonuç, Kasım 1917 deki Rus Kurucu Meclis seçiminin rakamlanndan çıkmaktadır. Bu seçim sonuçlannı analiz eden, O. Radkey, Russia Goes to the Poll$ (Ithaca, 1989). 196
197 Müttefikler ayakta tutuyordu. Rusya nın en zayıf anında Alman etkisi bağımsız bir Gürcü ve Ermeni devletinin kurulmasını, Britanya etkisi ise petrol yatağı Azerbaycan ın özerkliğini cesaretlendirmişti. Transkafkas milliyetçiliği (böyle bir terim kullanmak Azeri Türklerinin Ermenilere diş bilemesi düşünüldüğünde çok güçlü görünmese bile) 1917 den önce ciddi bir politik sorun değildi; Ermeniler açık nedenlerle Moskova dan ziyade Türkiye den kaygılanıyorlar, Gürcüler milli partileri olarak kâğıt üzerinde bütün Rusya çapındaki bir Marksist partiyi (Menşevikler) destekliyorlardı. Gene de çok milletli Rus İmparatorluğu, Habsburg ve Osmanlı imparatorluklanndan farklı olarak. Ekim Devrimi ile Hitler sayesinde üç kuşak daha hayatta kalmayı başardı. İç savaşın zaferle bitmesi Ukrayna ayrılıkçılığına alan bırakmamış, Transkafkasya nm canlanması yerel milliyetçilikleri silmişti. Ama geride, kısmen Kemalist Türkiye yle yapılan görüşmelerle düzenlendiği için gelecekte milliyetçi çekişmelere zemin hazırlayacak birkaç hassas sorun da kalmıştı. Bunun bir örneği, bilhassa Azerbaycan içindeki bir Ermeni bölgesi olan Dağlık Karabağ sorunuydu.^ 1939-1940 ta SSCB, pratik olarak, Finlandiya (Lenin tarafından banş içinde ayrılmasına izin verilmişti) ile eski Rus Polonyası dışında. Çarlık Rusyası mn kaybetmiş olduğu her yeri geri almıştı. Yani aynhkçılığm 1988-1992 deki patlaması, en basit yolla, 1918-1921 in yarım kalmış işi diye anlatılabilir. Buna karşılık, 1914 ten önce Avrupa kançılaryalarını fiilen tehdit eder görünen eskiye dayalı ve derin kökler salmış milli meselelerin patlayıcı nitelikli olmadığı görülmüştü. Yugoslavya'nın çöküşünü kışkırtan etken, araştırmacılann milletlerarası kongrelerde beş-altı alanda rakip uzmanlan birbirine düşüren bir sorun olarak bildikleri Makedonya Sorunu değildi. Tam tersine, Yugoslavya fiilen çökene ve 3. Ermeniler, milliyeti belli bir toprak parçasına bağlamanın çıkardığı güçlükleri örnekler. Bugünkü Ermenistan Cumhuriyeti (başkent Erivan la birlikte), 1914 ten önce bu mutsuz halk için özel bir önem taşımıyordu. Ermenistan asıl olarak Türkiye deydi. Rus Ermenileri, hem kırsal bir Transkafkas halkını hem önemli bir şehir nüfusunu (herhalde Tiflis ve Bakü deki nüfusun çoğunluğu) hem de geniş bir milli ve milletlerarası diasporayı oluşturuyordu. Denebilir ki Ermenistan", Ermeniler yok edildikleri ve her yerden kovulduklan zaman geriye kalan yerdi. 197
198 Yugoslavya yı oluşturan parçalar tam bir nefsi müdafaa eylemi olarak kendi başlannın çaresine bakmak zorunda kalana kadar, Makedonya Halklar Cumhuriyeti Sırp-Hırvat anlaşmazlığma bulaşmamak için elinden geleni yapmıştı. (Karakteristik bir durum olarak, onun resmen tanınmasını o zamana kadar sabote eden, 1913 te Makedonya topraklannın büyük kısmını ilhak eden Yunanistan olmuştur). Benzer biçimde. Çarlık Rusyası nm 1917 den önce gerçekten milli bir hareket (ayrılıkçı olmasa da) banndıran tek parçası Ukrayna ydı. Bununla beraber, Baltık ve Kafkas cumhuriyetleri ayrılmayı isterken. Komünist Parti nin yerel liderliğinin denetiminde kalan ve Ağustos 1991 deki başarısız darbe girişiminin SSCB yi ortadan kaldırmasından sonraya kadar ayrılmaya yanaşmayan Ukrayna görece sakin kalmıştı. Bundan başka, paradoksal olarak Lenin in Woodrow WiIson'la paylaştığı millet tanımı ile milli özlemlerin çerçevesi, kendiliğinden, tıpkı 1880-1950 döneminin sömürge smırlannın -başka sınır bulunmadığından sömürge sonrası devletlerin sınırlannı çizmesi gibi, komünist devletlerin meydana getirdikleri çok milletli birimlerin dağılmasına temel oluşturan aynm çizgilerini yaratmıştı. (Bu devletlerde yaşayanlann çoğu sımrlann nerede olduğunu bilmiyor ya da aldırış etmiyorlardı). Sovyetler Birliği için daha da ileri gidebiliriz: Sovyetler Birliği, bilinçli biçimde, Asya nın Müslüman halkları, hatta Beyaz Rusyalılar arasında eskiden hiç var olmayan veya akla getirilmeyen etnik-dilsel teritoryal milli idari birimler, yani modem anlamıyla milletler yaratmaya girişmiş olan bir komünist rejimdi. Kazak, Kırgız, Özbek, Tacik ve Türkmen milletler ine dayanan Sovyet Cumhuriyetleri fikri, Orta Asya halklanndan herhangi birinin en başından beri duyduklan bir özlemi değil, daha çok, Sovyet entelektüellerinin kuramsal bir kurgusunu yansıtmaktaydı.'' Orta Asya halklarının -ister milli baskı dan isterse İslami bilinçten dolayı- Sovyet sistemini, çökmesine yol açan katlanılmaz sıkıntılara soktukları fikri, bazı Batılı gözlemcilerin Sovyet siste- 4. Krş. der. Graham Smith, The Nationalities Ouestion in the Soviet Union, Kısım 4: Müslim Central Asia (Londra ve New York, 1990), özellikle s. 215, 230, 262. 198
199 minden duydukları haklı korkunun ve uzun süre yaşayamayacağı inancının başka bir ifadesi olarak görünmektedir. Aslında Orta Asya, Stalin in uzak bölgelere sürdüğü milli azınlıklara yönelik bazı pogromlar dışında, Sovyetler Birliği nin çöküşüne kadar politik atalet içinde kalmıştı. Orta Asya cumhuriyetlerinde gelişen milliyetçilik, Sovyet dönemi sonrası bir fenomendir. Demek ki 1989 da ve sonrasında meydana gelen değişiklikler, özünde, Polonya da ve Yugoslav halklan arasında olduğu gibi gerçekten var olduğu yerlerde bile, merkezi parti işlediği sürece, fiilen denetlenen milli gerginliklerden değil, asıl olarak Sovyet rejiminin reform yapma karanndan kaynaklanıyordu. Sovyet rejimi, (a) uydu rejimlerinden askeri desteği çekecek, (b) rejimin işlemesini sağlayan merkezi kumanda ve otorite yapısını zayıflatacak ve buna bağlı olarak (c) Balkan Avnıpası ndaki bağımsız komünist rejimlerin bile temellerini yıkacaktı. Milliyetçilik, bu gelişmelerden en çok yaran kendisi sağlamış, ama bu gelişmelerin ortaya çıkışında önemli rol oynamamıştı. Gerçekten, halk tabanı hiç olmayan bir rejimin kitlesel biçimde örgütlenmiş bir muhalif hareketi neredeyse on yıl boyunca denetim altında tutabilme başansını gösterdiği Polonya dahil, doğulu rejimlerin hiç beklenmeyen çöküşünün herkesi hayretler içinde bırakmasının nedeni buydu. Farkların altını çizmek için 1871 ve 1990 Alman birleşmelerini karşılaştırmak yeterlidir. 1871 Alman birliğine, şu ya da bu biçimde Alman topraklarında politikayla ilgilenen herkesin, buna karşı çıkmayı isteyenlerin bile temel ilgi odağını oluşturan, uzun süredir beklenen bir hedefin gerçekleşmesi gözüyle bakılıyordu. Marx ve Engels bile Bismarck için (tut) jetzt, wie im 1866, ein Stück von unserer Arbeit in seiner Weise *demişlerdi. Oysa 1989 sonbaharına kadar. Federal Alman Cumhuriyeti ndeki başlıca partilerin hepsi de yıllarca tek bir Alman devletinin kurulmasına ancak sahte bir bağlılıkla bağlanmışlardı. Bunun nedeni, yalnızca Alman birliğinin Gorbaçov un zemin hazırlamasına kadar açıkça pratiğe geçirilemez * (Alm.) 1866'da olduğu gibi, şimdi bizim işimizin bir parçasını kendi yöntemiyle (yapıyor). (ç.n.) 5. Engels ten Marx a, 15 Ağustos 1870 (Marx-Engels, Werl<e, Cilt 33, Berlin 1966), s. 40. 199
200 olması değil, aynı zamanda milliyetçi örgütlerin ve ajitasyonlann politik açıdan marjinal kalmasıydı. Alman birliğini sağlama arzusu, DAC ndeki politik muhalefeti ya da kitle halinde kaçışlarıyla rejimin çöküşünü hızlandıran sıradan Doğu Almanlan da harekete geçiremiyordu. Şüphesiz ki, gelecek hakkındaki bütün kuşkulanna ve gelecekten emin olamayışlanna rağmen, Almanlann çoğu iki Almanya nın birleşmesini hoşnutlukla karşılamakta, ancak olayın aniden ve ciddi bir hazırlık olmaksızın meydana gelmesi, resmi açıklamalar ne yönde olursa olsun, bu birliğin Almanya dışındaki beklenmedik gelişmelerin yan ürünü olduğunu kanıtlamaktadır. SSCB ye gelince, bu ülke bazı Sovyetologlann tahmin ettiği gibi iç milli anlaşmazlıklar^ (gerçi bu anlaşmazlıkların varlığı yadsınamazdı) nedeniyle değil, ekonomik güçlükleri sonucunda çökmüştü. Ülkenin reformcu komünist liderlerinin perestroyka nm zorunlu bir koşulu saydıklan glasnost, tartışma ve ajitasyon özgürlüğünü yeniden sağlamış ve bunun yanında hem rejimin hem de toplumun temeli olan merkezi kumanda sistemini zayıflatmıştı. Perestroyka n\n başarısızlığı, yani sıradan yurttaşların yaşam koşullannın giderek bozulması, bundan sorumlu tutulan bütün Sovyetler Birliği hükümetine duyulan inancı yok etmiş, daha doğrusu problemlere bölgesel ve yerel çözümler bulunmasını cesaretlendirmiş, hatta zorunlu kılmıştı. Rahatlıkla söylenebilir ki, Gorbaçov dan önce Baltık devletleri dışında hiçbir Sovyet cumhuriyeti SSCB den aynimayı tasarlamamıştı. Baltık devletlerinin gözünde bile bağımsızlık açıkça bir rüyaydı. SSCB yi yalnızca korku ile baskının (gerçi bunlann, karışık bölgelerdeki etnik ve komünal anlaşmazlıkların karşılıklı şiddete dönüşmesini engellemekte kuşku götürmez bir katkısı vardı) bir arada tuttuğu da ileri sürülemez. Gerçekten, uzun süren Brejnev çağında yerel ve bölgesel özerklik kesinlikle yanılsama değildi. Dahası, Ruslann hep şikâyet ettikleri gibi, diğer cumhuriyetlerin çoğu Rusya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti nin sakinlerinden oldukça iyi durumdaydılar. SSCB nin -ve yeri gelmişken belirtelim, hemen hepsi fiilen çok milletli olan cumhuriyetlerinin 6. Helene Carrere d Encausse, L empire eclatâ (Paris, 1978); La gloire des natlons, ou La Fin de l empire sovietigue (Paris, 1990). 200
201 de- milli temelde dağılması, belli ki Moskova daki gelişmelerin nedeni olmaktan ziyade sonucudur. Paradoksal bir durum olarak, var olan rejimleri yıkma gücüne sahip milliyetçi hareketler, milli ajitasyonlann en eski ulus devletlerden bazılannm (Birleşik Krallık, İspanya, Fransa, hatta daha sınırlı bir ölçüde İsviçre; Kanada dan söz bile etmiyoruz) başına dert olduğu Batı da çok daha güçlüdür. Quebec, İskoçya ya da başka bir bölgenin tamamen aynlıp ayrılmayacağı şu anda (1992).bir spekülasyon konusudur. Eski Avro-Sovyet kızıl kuşağının dışında, İkinci Dünya Savaşı ndan bu yana başarılı aynima girişimleri aşın derecede seyrek görülmüş, barışçı aynlmalara ise hiç tanık olunmamıştır. Oysa bugün, İskoçya nm ya da Quebec in, yirmi beş yıl önce sözü bile edilmeyen aynlmalan gerçekçi bir ihtimal olarak tartışılabilir. II Gene de milliyetçilik, ne kadar kaçınılmaz olursa olsun, artık Fransız Devrimi ile İkinci Dünya Savaşı nın ardından gelen emperyalist sömürgeciliğin sona erişi arası çağdaki tarihsel gücüne sahip değildir. On dokuzuncu yüzyılın gelişmiş dünyasında, ulus devlet ile milli ekonomiyi birleştiren çeşitli milletler in inşa edilmesi, açıkça tarihsel dönüşümün temel bir olgusuydu ve öyle değerlendirilmişti. Yirminci yüzyılın ilk yansının bağımlı dünyasında ve bilinen nedenlerle özellikle sömürgeleşmiş kesiminde, milli kurtuluş ve bağımsızlık hareketleri yeryüzünün büyük bölümünün politik kurtuluşunun, yani, emperyal yönetime ve daha önemlisi emperyal devletlerin doğrudan askeri egemenliğine son verilmesinin (yanm yüzyıl önce bile neredeyse akla hayale dahi getirilemez görünen bir durum) temel unsurlanydı.^ Önceden gördüğümüz gibi. Üçüncü 7. Süper güçlerin nükleer (ve kimyasal/biyolojik) silahlar dışında her şeyi kullanarak geniş çapta sürdürdükleri savaşlar, ikinci Dünya Savaşı öncesi tarihinin düşündüreceği ölçülerle hayret uyandıracak derecede başansız olmuştur (örneğin, Kore ve Vietnam). 201
202 Dünya daki milli kurtuluş hareketleri kuramsal olarak Batı milliyetçiliğini model almışlarken, pratikte kurmaya giriştikleri devletler, yine önceden gördüğümüz gibi, genel hatlanyla Batı da standart ulus devlet biçimi olarak görülmeye başlanmış olan, etnik ve dilsel bakımdan homojen birimlerin tam zıddıydı. Oysa bu haliyle bile, de facto, liberal çağın Batı milliyetçiliğine benzeyen yönleri benzemeyen yönlerinden çok fazlaydı. Hem Üçüncü Dünya hem Batı milliyetçiliği tipik biçimde özgürleştirici olduğu kadar birleştirici özellik taşıyordu; yalnız, Batı daki milliyetçiliğe göre. Üçüncü Dünya milliyetçiliğinde gelişmeler daha sık kontrolden çıkıyordu. Özünde ayrılıkçı ve bölücü nitelik taşıyan etnik grup iddialarının bugünkü aşamasıysa; böylesi bir pozitif program ya da perspektiften yoksun. Hakiki bir tarihsel projenin olmadığı durumlarda, Mazzini ye özgü etnik ve dilsel bakımdan homojen teritoryal ulus devleti ( her millete bir devlet-her millete yalnızca bir devlet ) yeniden yaratma denemelerine kalkışılması bile bunu kanıtlayan bir örnektir. Bu iddialar gerçekçi değildir ve daha önce gördüğümüz gibi (s. 188-191), aynı zamanda, yirminci yüzyıl sonunun dilsel ve kültürel gelişmeleriyle çelişmektedir. Bu girişimin, hiçbir genel çözüm ya da -ender ve talihli rastlantılar dışında- yerel çözüm sağlayamadığı yirminci yüzyıl sonunun problemiyle en ufak bir ilgisi bulunmadığını ileride göreceğiz. Bu, güncel problemleri ele alma görevini karmaşıklaştırmaktan başka işe yaramaz. Öbür yandan, biz olan gruplan, kendilerine yabancı ve tehditkâr onlar a karşı etnik /dilsel bir kimlik takınmaya götüren duygulann gücü yadsınamaz. Bu duygular, hayali bir Britanyalı biz in sembolik bir Arjantinli onlar a karşı Güney Atlantik teki bir bataklık ve taşlı topraklar uğruna yurtsever coşkulan uyandırarak çılgınca bir savaşın yürütüldüğü ve yabancı düşmanlığının dünyada en yaygın kitle ideolojisi haline geldiği yirminci yüzyıl sonunda özellikle çok güçlüdür. Oysa ırkçılığı kolayca gizleyen ve 1990 larda Avrupa ile Kuzey Amerika da faşizm zamanından bile daha genel bir fenomen olan yabancı düşmanlığı, bir tarihsel prog 202
203 203 ram olarak Mazzinici milliyetçilikten bile geridir. İşin doğrusu, nadiren bir keder ya da öfke çığlığı olmanın ötesine geçer. Seçkin küçük halkların egemen bağımsızlığına romantik biçimde sempati duyanların bile Le Pen in Milli Cephesi nin Janus* türü özelliklerinde ısrar ettiklerine seyrek rastlanır. Onun bir yüzü vardır ve çoğumuz hiç olmamasını tercih ederiz. Bu acı ya da öfke çığlığının niteliği nedir? Bu tür etnik kimlik hareketleri, sık sık zayıflık ve korkudan kaynaklanan tepkiler, modem dünya devletlerini kendilerinden uzak tutmaya yönelik barikatlar dikme girişimleri olarak karşımıza çıkarlar ve bu bakımdan, Çeklerin ilerlemesinden ziyade göç etmesiyle köşeye sıkışan Prag Almanlannın kızgınlığına benzer özellikler sergilerler. Bu yalnızca, Galce konuşan Galler in seyrek nüfuslu tepelerle kıyılarında yaşayanlar ile Estonya da, her düzeyde modem bir dilsel kültürü koruma becerisi en düşük düzeyde kalan bir milyon dolayında Estonyaca konuşan insan gibi, oldukça sınırlı demografik değişikliklere karşı bile hassas olan küçük dilsel topluluklar için geçerli değildir. Her iki bölgede de en patlayıcı sorunu sadece İngilizce ya da Rusça konuşabilenlerin denetimsiz göçlerinin oluşturması şaşırtıcı değildir. Ama, dilsel/kültürel varlığın herhangi bir şekilde tehdit altında olmadığı ya da tehdit altında görünmediği çok daha kalabalık halklar arasında da benzer tepkilere rastlanır. Bunun en saçma örneği, 1980 lerin sonunda ABD nin bazı eyaletlerinde politik açıdan güçlenen, İngilizceyi ABD nin tek resmi dili ilan etme hareketidir. İspanyolca konuşan göçmenlerin sayısı, ABD nin bazı bölgelerinde gerçekten bu halka kendi diliyle hitap etmeyi istenilir, zaman zaman da zorunlu kılacak kadar kalabalık olsa da, ABD de İngilizcenin üstünlüğünün tehlikede olduğu ya da olabileceği fikri politik bir paranoyadır. İster gerçek ister hayali tehditlere karşı bu tür savunma tepkilerini körükleyen şey, XX. yüzyılın üçüncü çeyreğinin karakteristiği olan, aşın hızlı, temel ve eşine rastlanmadık sosyoekonomik dönüşümler ile milletlerarası nüfus hareketlerinin çalışmasıdır. Fransız Kanadası, yoğunlaşmış küçük burjuva dilsel milliyetçiliği ile ko * Eski Roma da, iki yüzü olan kapılar tanrısı, (ç.n.)
204 lektif gelecek şokunun bileşimine bir örnek oluşturabilir. Kâğıt üzerinde, Kanada nüfusunun dörtte birinin (Kanada nın İngilizce konuşan yerlilerinin yaklaşık yansı büyüklüğündeki bir topluluk) anadili olarak konuştuğu, federasyonun resmi düzeyde iki dilli olmasından güç bulan, Fransız kültürünün milletlerarası desteğini alan ve Fransızca öğretim yapılan üniversitelerdeki 130.000 i aşkın öğrenciye (1988) dayanan Fransızcanın konumu yeterince emin görünmektedir. Gene de Quebec milliyetçiliğinin konumu, kendisini ezmekle tehdit eden tarihsel güçlerin önünde başı eğik geri çekilen bir halkın konumudur; bu haliyle kaydettiği ilerlemeler başarı olarak değil, potansiyel zayıflık çerçevesinde değerlendirilen bir harekettir. Gerçekten Quebec milliyetçiliği, özerk, hatta ayrılıkçı bir Quebec eyaletinde kurduğu barikatın arkasına saklanmak için, New Brunsvvick ve Ontario daki Fransızca konuşan geniş azınlıklardan de facto kopmuştur. Fransız kökenli Kanadalılann hissettikleri güvensizlik duygusu, Kanada nın artık resmi düzeyde çok kültürlü olmasının yalnızca çok kültürlülüğün politik ağırlığı altında Francophonie'nin özel ihtiyaçlanm ezme yi hedefleyen bir komplo olduğu inancında görülmektedir. Çocuklarını, Fransızca yerine, Kuzey Amerika'da çok daha geniş kariyer imkânı sunan İngilizceyle eğiten 1945 sonrası 3.5 milyon göçmenin tercihi de bu durumu pekiştirmektedir. Gene de kâğıt üzerinde, 1946 ile 1971 yıllan arasında yeni gelenlerin ancak yüzde 15 i Quebec e yerleşmiş olduğundan göç tehdidi Fransızca konuşulan Kanada dan ziyade İngilizce konuşulan Kanada da hissedilmektedir. Fransız kökenli Kanadalılann korku ve güvensizlik duygularının arkasında, açıkça, çoktandır muhafazakâr, Katolik dinine bağlı doğurgan bir toplumda hem çiftçiler arasında hem de şehirliler arasında Katolik kilisesinin dramatik ani çöküşünün işaret ettiği bir 8. Leon Dion, The mystery of Ouebec {Daedalus, Cilt 117/4, Sonbahar 1988, s. 283-318) iyi bir örnelctir: Sözgelimi, Yeni kuşak, kısmen Fransız Dili Beratı yla... korunduğunu hissettiği için... kısmen de Kanada da İngilizceyi ve başka dilleri konuşanlar Fransızcaya karşı daha hoşgörülü hale geldikleri için, Fransızcayı savunmayı yaşlı kuşaklarla aynı derecede arzulamaz (s. 310). * Fransızca konuşanlar, (ç.n.) 9. R. F. Harney, So great a heritage as ours. Immigration and the survival of the Canadian polity {Daedalus, Cilt 117/4, Sonbahar 1988), s. 75. 2 0 4
205 toplumsal altüst oluş yatmaktadır. 1960 lar boyunca eyalette kiliseye gitme oram yüzde 80 in üzerinden yüzde 25 e düşerken, doğum oranı Quebec te Kanada nm en alt düzeyine inmiştir.'" Quebeclilerde gözlenen bu denli şaşırtıcı bir dönüşüm neye dayanırsa dayansın, çöken eski mutlakların yerine yeni mutlaklara aç olan yönelimsiz bir kuşak yaratmaması mümkün değildi. Militan ayrılıkçılığın, kaybolan geleneksel Katolikliğin yerine geçen bir şey olduğu bile ileri sürülmüştür. Bu tür bir tahmin yürütmek, inandırıcı biçimde doğrulamaya ya da yanlışlamaya açık olmadığından, Kuzey Galler in bir bölümünde genç kuşak arasında gelişen, hiçbir şekilde geleneksel olmayan, daha doğrusu pub lara ve alkole düşkünlüğüyle tamamen gelenekleri yıkıcı bir öz taşıyan Gal milliyetçi militanlığını gözlemlemiş olan bu satırların yazan gibi birisi için akılcı sayılamaz; kiliseler boşalmış olduğu için, vaizler ile amatör araştırmacılar artık topluluğun sözcüleri değildir; dolayısıyla, halkın içkiden uzak durma kararlılığının azalması, bireylerin püriten bir kültür ve topluluğun üyeleri olduklarını kanıtlayan en açık göstergeyi ortadan kaldırmıştır. Kitlesel nüfus hareketliliği, doğallıkla bir kısmı yerel milliyetçiliğin yükselişiyle de bağlantılı olan ekonomik kaymalar gibi, bu yönelimsizliği derinleştirmektedir." Yaşadığımız her kentli toplumda yabancılarla, bize kendi ailelerimizin köklerinin zayıflığını ya da kuruyup gittiğini hatırlatan, yerinden yurdundan kopmuş erkekler ve kadınlarla karşılaşırız. Batı daki eski komünist toplumlarda, halkın çoğunun tanıdığı 10. Görard Pelletier, Ouebec: different but in step with North America (Daedalus, Cilt 117/4, Sonbahar 1988, s. 271); R. F. Hamey, So great a heritage as ours, s. 62. 11.1970 lerdeki Ouebec milliyetçiliği, iş çevrelerinin büyük bir bölümünün, o zamana kadar hem Kanada nın en büyük şehri hem de Kanada iş dünyasının merkezi olan Montreal den Toronto ya kaçmalanna neden olmuştu. Şehir, Quebec in ve Doğu Kanada nın tralgesel merkezi olmak gibi daha mütevazı bir kaderle boğuşuyor. Buna rağmen, Montreal de azınlık dillerinin etkisinin diğer şehirlere kıyasla hayli küçük olması dilsel militanlığı azaltmış görünmez. Toronto ile Vancouver da beyaz Ingiliz Protestanlar artık nüfusun çoğunluğunu oluşturmazlarken, Montreal de Fransız Kanadalılan nüfusun yüzde 66 sını oluştururlar. Krş. Alan F. J. Artibise, Canada as an urban nation {Daedalus, Cilt 117/4, Sonbahar 1988, s. 237-64). 205
206 206 ve yaşamayı öğrendiği yaşamın çökmesi de bu toplumsal yönelimsizliği şiddetlendiren bir etki yapmıştır. Milliyetçilik ya da etnik köken (çağdaş Orta Avrupa üzerine yazan Miroslav Hroch u aktanrsak) dağılan bir toplumda bütünleşme faktörlerini ikame eden bir özelliktir. Toplum başarısız kalınca, nihai güvence olarak ortaya millet çıkar. '^ Janos Komai nin deyişiyle, özünde darlık ekonomisi yle ^ yönetilen sosyalist ve eski sosyalist ekonomilerde etnik köken -akrabalık gibi- ile diğer potansiyel karşılıklı yardım ve himaye ağlan zaten hep çok somut bir işlev görüyordu. Bu ortak özellikler kıt kaynaklar uğruna rekabette bir grubun üyelerine diğer grupların hak sahiplerine karşı bir üstünlük kazandınyor ' ve talepleri bizimkiler den sonra gelen diğerler ini tespit ediyordu. Eski SSCB gibi ülke genelinde toplum ve hükümetin tamamen dağıldığı yerlerde, yabancı nın durumu umutsuzdur. Şehirler, /idari bölgeler/, cumhuriyetler şimdi göç talebine karşı kendilerini savunmak üzere etraflarına bir çit örüyorlar ; yerel yiyecek kuponları pazarı ayn mini ekonomilere bölüyor ve kaynaklan... yabancılar dan koruyor. Ancak komünizm sonrası toplumlarda etnik ya da milli kimlik, öncelikle, bilhassa komünist rejimler artık günah keçisi işlevi göremez hale gelince, masum topluluğu tanımlamanın ve bizim berbat durumumuzdan sorumlu olan suçlulan saptamanın bir aracıdır. Birisinin Çekoslovakya hakkında söylediği gibi: Ülke ötekilerle kaynıyor. Herkesin işaret parmağı Ötekiler i işaret etmek ve onlara 12. M. Hroch, Nationale Bewegungen früher und heute. Ein europâischer Vergleich" (yayımlanmamış tebliğ, 1991), s. 14. Burada pek eklememe gerek yok ki, Hroch, Doğu-Orta Avrupa da eski milli ajitasyonlann canlanmasının (genellikle) eski bir milliyetçi geleneğin devamı değil, bir tür yeniden icat edilmiş gelenek, bir lllusion der Reprise (Alm.: Tekrann yanılsaması, -ç.n.) olduğunda ısrar etmektedir. ömeğin nasıl on dokuzuncu yüzyıl Çek yurtseverleri Hussçu savaşçılar kılığına giriyorlarsa, bugün de çağdaş Doğu Avrupa milli hareketlerinin yurtseverleri on dokuzuncu yüzyıl yurtseverlerinin kılığına giriyorlar. (s. 11). 13. J. Komai, The Economics o f Shortage (Amsterdam, 1980). 14. Katherine Verdery, Milliyetçilik ve Demokrasi Yolu başlıklı yayımlanmamış taslak, s. 36. 15. Caroline Humphrey, Icebergs, barter and the mafia in provincial Russia" {Anthropology Today, 7 (2) 1991, s. 8-13.)
207 207 isim takmaktan yara oldu. Ancak bu, sadece komünizm sonrası bir durumdan ziyade evrensel bir durumu yansıtmaktadır. Çoğumuzun yazılı tarihin insan yaşamının en hızlı ve derin altüst oluşlannın yaşandığı kırk yılından sonra hissettiğimiz bütün şikâyetler, belirsizlikler ve yönelimsizliklerden onlar sorumlu tutulabilir, tutulmalıdır. Ama onlar kimdir? Belli ki ve tanımı gereği, biz olmayanlar. Yabancı olduklan için düşman olan yabancılar; Bugünkü yabancılar, geçmişteki yabancılar, hatta Yahudi düşmanlığının hiç Yahudi olmadığı zaman dahi Polonya nın hastalıklannı açıklamak için sürdürüldüğü Polonya daki gibi salt kavramsal düzeydeki yabancılar. Eğer düzenbaz numaralanyia yabancılar yoksa, onlann icat edilmesi gerekir. Oysa binyılımızm sonunda yabancılann icat edilmesi gerekliliğine ender olarak rastlanır: Yabancılar kamusal tehditler ve kirletici unsurlar olarak kendi şehirlerimiz içinde zaten vardırlar ve tanınabilirler, her tarafta smırlanmız ve denetimimiz dışında, ama bizden nefret eden ve bize karşı komplo düzenleyenler olarak evrensel düzeyde vardırlar. Mutsuz ülkelerde yabancılar komşulanmızdır ve hep öyle olmuştur, ne var ki onlar la yan yana yaşamamız, şimdi bizim halkımıza ve bizim ülkemize ait olmanın dışlayıcı mutlaklanm zayıflatmaktadır. Böylesi etnik/milliyetçi tepkilerin, yeryüzünün pek çok köşesindeki fundamentalizm in son zamanlardaki yükselişiyle ortak yönü, varsa eğer, nedir? Hemen belirtelim, fundamentalizm tesadüfi ve gelişigüzel varoluşa, nedeni açıklanmayan koşullara katlanamayan (ve böylece) genellikle en tam, kapsamlı ve abartılı dünya görüşlerini sunan kişilere yakınlaşan insanlara hitap eden bir akım olarak tanımlanmaktadır. Fundamentalizme daima tepkisel, gerici gözüyle bakılmıştır. Herhangi bir güç, eğilim ya da düşman, onun hareketini ve değer verdiği şeyleri potansiyel olarak ya da gerçekte aşındıran, çürüten ya da tehlikeye sokan bir şey olarak algılanmalıdır. Fundamentalizmin vurguladığı temel yönler, daima kendi kutsal tarihinin daha önceki, asli ve saf aşamasma da 16. Andrevv Lass, akt. Verdery, Nationalism and the Road to Democracy, s. 52. 17. Martin E. Marty, Fundamentalism as a social phenomenon (BuHetin, The American Academy o f Arts and Science, 42/2 Kasınn 1988, s. 15-29).
208 208 yanır. Bunlar, sınırlan belirlemek, kendi türünü cazip gösterip diğer türleri dışlamak ve bir aynm yapmak için kullanılırlar. Bu konuda George Simmel in eski gözlemi çok yerindedir: Çatışma içinde yaşayan gruplar, özellikle azınlıklar... genellikle öteki tarafın yaklaşımlan ya da hoşgörüsüne sırt çevirirler. Aksi takdirde karşı çıkışlannın kapalı doğası -k i bu olmadan savaşamazlar- bulanacaktır... Hatta belirli gruplar içinde grup üyelerinin birliğinin etkili olabilmesi ve grubun bu birliğin yaşamsal öneminin bilincinde kalması için bazı düşmanların var olduğunu görmek bir politik bilgelik ürünü olabilir.'* Çeşitli yeni etnik/milliyetçi fenomenlerle benzerlikler açıkça görülmektedir. Bu benzerlikler özellikle etnik/milliyetçi fenomenlerin bir gruba özgü dinsel inançla bağlantılı olduğu ya da yeniden bağ kurmaya çalıştığı yerlerde (-M üslüman- Azeri Türklerine düşman olan -Hıristiyan- Ermeniler arasında ya da İsrail deki Likud Siyonizminin, hareketin kurucularmın aşın laisist, hatta din karşıtı ideolojilerinden çok farklı olarak yakın dönemde açıkça Eski Ahit i savunmasında görüldüğü gibi) çok belirgindir. Uzaydan gelen ziyaretçimiz muhtemelen, etnik dışlayıcılık, çatışma, yabancı düşmanlığı ve fundamentalizmin aynı genel fenomenin çeşitli yönlerini temsil ettiğini düşünecektir. Gene de önemli bir aynm noktası vardır. Fundamentalizm, hangi dinsel versiyonla kendini gösterirse göstersin, yirminci yüzyıl sonuna uygun düşüp düşmediği belli olmayan metinler ya da geleneklerden seçilmiş bile olsa, hem bireylere hem de topluma aynntılı ve somut bir program sunmaktadır. Günümüzün dejenere ve karanlık toplumu karşısına çıkanlan alternatif fazla tartışılmadan kabul edilir: Kadınlar bir kere daha kapatılır ya da evlenen kadınlann saçları kesilir; hırsızlar yine elleri ya da 18. A.g.y.,s. 20-21. 19. Elbette Mesih in dönüşünden önce İsrail de bütün Yahudiler için bir devlet kurulmasına karşı olan, gerçekten geleneksel Yahudi dinsel Ortodoksluğunun Siyonizm e muhalefetini ne kadar azalttığı ya da bundan vazgeçtiği belli değildir. Her koşulda, işgal altındaki topraklarda yaşayan ve dinsel ibadetle ilgili eşyaların reklamını yapan Yahudi göçmenler, otomatik biçimde, laikleşmiş bir topluma dinsel ayinin bütün sıkıntılannı yeniden dayatmaya çalışan Yahudi fundamentalizminin diğer (ve herhalde gittikçe güçlenen) kanadıyla özdeşleştirilmemelidir.
209 bacakları kesilerek cezalandmlır; alkole ya da dinin yasakladığı hiçbir şeye izin verilmez; Kuran ya da İncil veya ezeli ve ebedi bilgeliğin güvenilir özünü oluşturan her şey, bu işi üstlenenlerin yorumuyla, her konuda eksiksiz bir pratik ve ahlâki yol göstericilik yapar. Etnik kökenin ya da dilin çağrısı, yeni devletler bu kriterlere dayanarak kurulduğu zaman bile gelecek açısından hiçbir yön göstermez. Etnik kökenin ya da dilin çağnsı, statükoyu, daha kesin bir ifadeyle, etnik temelde tanımlanan grubu tehdit eden ötekiler i protesto etmekten ibarettir. Çünkü milliyetçilik gerçekte çağrılan ne kadar dar ve sekterce olursa olsun kuvvetini kuramsal düzlemde herkese uygulanabilecek bir evrensel doğru olma iddiasından alan fundamentalizmden farklı olarak, tanımı gereği kendi millet ine ait olmayan herkesi, yani insan ırkının ezici çoğunluğunu kendi etki alanının dışında bırakır. Bundan başka, fundamentalizm hiç değilse bir ölçüde hakiki gelenek ve görenek kalıntılarına ya da dinsel pratikte somutlandığı biçimiyle geçmiş pratiğe seslenebilirken, önceden gördüğümüz gibi milliyetçilik ya geçmişin gerçek örf ve âdetlerine düşmandır ya da onlann yıkıntılan üzerinde yükselir. Öbür yandan milliyetçiliğin fundamentalizm karşısında bir üstünlüğü vardır. Milliyetçiliğin belirsizliği ve programatik içerikten yoksunluğu, ona kendi topluluğu içerisinde potansiyel bakımdan genel bir destek kazandırmaktadır. Fundamentalizm ise, modemitenin ilk etkisine tepki gösteren hakikaten geleneksel toplumlar dışında, evrensel düzeyde bir azınlık fenomeni olarak görünmektedir. Fundamentalizmin bir azınlık fenomeni olması gerçeği, ya rejimlerin halklarına istesinler istemesinler (İran daki gibi) zorla dayattıkları güçleriyle ya da fundamentalist azınlıklann İsrail de ve ABD de olduğu gibi demokratik sistemlerde stratejik öneme sahip seçmenleri etkili biçimde harekete geçirme yetenekleriyle karmaşıklaşabilir. Ancak tartışmasız doğru sayılabilecek bir nokta da şudur ki, tıpkı moral zafer in (yenilgiyi hafifletmek için kullanılan geleneksel terim) gerçek bir zafer olmaması gibi, şimdilerde moral çoğunluk da gerçek (seçime dayalı) bir çoğunluk değildir. Oysa etnik köken -çağrısının yeteri kadar belirsiz ya da ilgisiz olması koşuluyla- kendi topluluğunun büyük çoğunluğunu harekete geçtim
210 rebilir. Dünyada, İsrailli olmayan çoğu Yahudinin İsrail yanlısı olduğundan, çoğu Ermeninin Nagomo-Karabağ ın Azerbaycan dan Ermenistan a devredilmesini desteklediğinden, çoğu Flamanın da Fransızca konuşmamak için her çareye başvurduğundan pek kuşku duyulamaz. Elbette bu birlik, milli dava genel özellikler yerine, çok daha bölücü nitelikli özgüllüklerle (genel olarak İsrail yerine Begin, Şamir ya da Şaron un politikalarıyla, genel olarak Galler yerine Gal dilinin üstünlüğüyle, Fransız olmaya karşı Flaman olma yerine özgül bir Flaman milliyetçi partiyle) özdeşleştirilir özdeşleştirilmez çatırdamaya yüz tutar. Bu anlamıyla, özellikle milliyetçi bir programa -bunlann çoğu da ayrılıkçıdır- bağlanan hareketler ya da partiler, belirli bir kesimin ya da azınlığın çıkarlarmın ifadesi olabilecekleri gibi, politik bakımdan kararsız ve istikrarsız da olurlar. İskoçların, Gallilerin, Quebeclilerin ve kuşkusuz geçmiş yirmi yılın diğer milliyetçi partilerinin üye yapılarında ve seçim şanslannda görülen hızlı değişiklikler bu istikrarsızlığın örnekleridir. Bu tür partiler, her zaman olduğu gibi, kendilerini, kolektif ayrılık, onlar a karşı düşmanlık ve kendi millet lerinin hemen hemen genelinde hissedilebilecek olan hayali cemaat le eşitlemekten hoşlanırlar, gelgelelim böylesi bir milli konsensüsün biricik ifadeleri olmalan mümkün değildir. I I I Bu aidiyet açlığında ve dolayısıyla kimlik politikası nda (ama bu yalnızca milli kimlik değildir) ifadesini bulan keder ve yönelimsizlik, toplumsal dağınıklığın başka bir yönüne aynı derecede anlaşılabilir bir tepki olan kanun ve nizam açlığından daha etkili bir tarihsel itici güç değildir. Her ikisi de, bırakın tedaviyi, teşhisin bile değil, hastalığın belirtisidir. Buna karşın milletler ile milliyetçiliğin üçüncü binyıla hazırlanan karşı konulmaz bir güç olduğu ya- 20. 1958 den 1974 e kadar üç temel Belçika partisinin (Flaman versiyonlanyla) toplam oylan hiçbir zaman Flanders taki oylann yüzde 81.2 sinden aşağı düşmemişti. Bkz. A. Zolberg, der. M. Esman, Ethnic Conflict in the VVestern VVorld (Ithaca, 1977), s. 118. 210
211 nılsamasmı yaratırlar. Günümüzde bütün devletleri resmi düzeyde, açıkça öyle olmadıkları zaman bile, milletler e çeviren (ve Birleşmiş Milletler üyesi yapan) semantik yanılsama, bu gücün iyice abartılmasına neden olmaktadır. Sonuç olarak, teritoryal özerklik için uğraşan bütün hareketler kendilerini -durum kesinlikle böyle olmadığında bile- millet oluşturan hareketler olarak düşünürler; merkezi iktidara ve devlet bürokrasisine karşı bölgesel, yerel, hatta yöresel çıkarlan savunan bütün hareketler, eğer başarabilirlerse bir milli giysi giyerler (etnik-dilsel özellikleri çağnştıran bir giysi olması daha fazla tercih edilmektedir). Bu yüzden milletler ve milliyetçilik, olduğundan daha etkili ve daha yaygın görünmektedir. Aruba Adası,* Hollanda Batı Hint Adalan nın diğer kesiminden kopmayı planlamakta, çünkü Curaçao Adası nm** boyunduruğuna girmeyi istememektedir. Bu durum Aruba yı bir millet yapar mı? Birleşmiş Milletler e üye olan Surinam veya Curaçao, bu yüzden bir millet olurlar mı? Comish konuşanlar,*** bölgesel hoşnutsuzluklannı Kelt geleneğinin cazip renkleriyle resmedebileceklerdir ve bu nedenle, içlerinden bir kısmını 200 yıldır konuşulmayan bir dili yeniden icat etmeye götürse ve ülkenin sahici köklere sahip biricik popüler geleneği Wesleyci Metodizm* ** olsa bile, çok daha fazla yaşama şansına sahiptirler. Bu insanlar, diyelim, bir yandan aynı derecede veya daha acil yerel çıkarlarını savunmak yalnızca Beatles lan, Scouse***** komedyen kuşaklarının anısını ve rakip futbol takımlannın şanlı geleneğini yardıma çağırabilen, öte yandan kendi halkım, bölücü niteliği çok açık olan portakal ve yeşil renkleri hatırlatan her şeyden uzak tutmaya özen gösteren Merseyside dan*** * şanslıdırlar. Merseyside millet borusunu öttüremez. * Orta Amerika da Venezuela nın kuzeybatısında bulunan, Hollanda nın koruması altında olan ve 1986 ya kadar Hollanda Antillerl nln parçasını oluşturan bir ada. (ç.n.) ** Venezuela nın kuzey kıyısında bulunan, Hollanda Antillerl nln en büyük adası, (ç.n.) *** İngiltere nin güneybatı ucundaki Cornvvall da konuşulan dil. (ç.n.) **** John VVesley ile kardeşi Charles VVesley ve George VVhitefieId ın on sekizinci yüzyılda Ingiliz kiliselerinin toplumsal kayıtsızlığına tepki olarak başlattıklan, kişisel ve toplumsal sorumluluk duygusunu öne çıkaran akım, (ç.n.) ***** Liverpool ve çevresinde yaşayan yerli halka verilen ad. (ç.n.) ****** Kuzeybatı Ingiltere de Liverpool ile çevresini kapsayan idari bölge, (ç.n.) 211
212 Comvvall öttürebilir. Peki ama bir bölgedeki hoşnutsuzluklann gerçek sebepleri diğerinden farklı mıdır? Aslında, aynlıkçı ve etnik ajitasyonlann yükselişi yaygın inanışın tersine, kısmen İkinci Dünya Savaşı ndan sonraki devlet kurma ilkesinin. Birinci Dünya Savaşı sonrasından farklı olarak, Wilsoncu milletlerin kendi kaderini tayin etmesi ilkesiyle hiçbir ilişkisi olmamasından kaynaklanmaktadır. Burada üç etken öne çıkmaktadır: Sömürgeciliğin sona ermesi, devrim ve elbette dış güçlerin müdahalesi. Sömürgeciliğin sona ermesi, çoğunlukla mevcut sömürge yönetimi sınırlan içerisinde bağımsız devletlerin kurulması anlamına geliyordu. Bu sınırlar açık ki o birimde oturanlan hiç dikkate almadan, bazen ise onların bilgileri bile olmadan çiziliyor, dolayısıyla (yer yer değişken ama genellikle ufak çaplı sömürge ülkelerde eğitim görmüş ve Batılılaşmış yerli azınlıklar dışında) halklar açısından hiçbir milli, hatta ön-milli önem taşımıyordu. Öbür yandan, pek çok sömürgeleşmiş takımadada olduğu gibi bu tür bölgelerin çok küçük ve dağınık olduğu durumlarda, ya pratik yararın ya da yerel politikanın gereklerine göre sınırlar birleştiriliyor veya aynlıyordu. Yeni devletlerin liderlerinin, kabileciliği, komünalizmi ya da X Cumhuriyeti nin yeni sakinlerinin kendilerini başka bir kolektivitenin üyeleri olmaktan ziyade asıl olarak X Cumhuriyeti nin yurtsever yurttaşlan olarak hissedememelerinden sorumlu tutulan her türlü gücü aşmaya yönelik, sürekli ve eninde sonunda genellikle boşa çıkan çağrılarının kaynağı budur. Kısacası, böylesi çoğu millet in ve milli hareket in çağnsı; ortak etnik köken, dil, kültür, tarihsel geçmiş gibi temalara sahip olduğu varsayılan insanları bir araya getirmeye çalışan milliyetçiliğin tam zıddıydı; fiilen enternasyonalistti. Üçüncü Dünya da milli kurtuluş hareketlerinin liderleriyle kadrolarının enternasyonalizmi, milli kurtuluş hareketlerinin kurtuluşta önemli bir rol oynadıkları ülkelerde, sömürgecilikten kurtuluşun yukandan gerçekleştirildiği ülkelere göre daha açıktır; çünkü, eskiden birleşik bir halk hareketi olarak etkili olan ya da öyle görünen hareketlerin bağımsızlıktan sonra dağılması daha dramatiktir. Bazen, Hindistan da olduğu 212
213 gibi, hareketin birliğinin bağımsızlıktan önce çatırdadığı örneklere de rastlanır. Daha yaygın bir durum olarak, bağımsızlığın kazanılmasının üzerinden çok geçmeden, bağımsızlık hareketini oluşturan parçalar arasında (örneğin, Cezayir de Araplar ve Berberiler), bağımsızlık hareketine aktif biçimde katılanlarla katılmayanlar arasında ya da önderlerin bölgeci olmayan laisizmi ile kitlelerin duygulan arasında uzlaşmazlıklar ortaya çıkar. Bununla beraber, doğallıkla en büyük dikkati çok etnik ve çok komünal yapılı devletlerin parçalandığı veya dağılmaya yakın olduğu örnekler (1947 de Hindistan alt kıtasının bölünmesi, Pakistan ın bölünmesi, Sri Lanka daki Tamil aynlıkçılığının talepleri) çekerken, bunların, çok etnik ve çok komünal yapılı devletlerin kural olduğu bir dünyada istisna oluşturduğu da unutulmamalıdır. Hemen hemen otuz yıl önce kaleme alınmış olan şu sözler doğruluğunu önemli ölçüde korumaktadır: Çoğu Afrika ve Asya ülkesi gibi, pek çok dil ve kültür grubunu barındıran ülkeler parçalanmamışken, Arap ülkeleri ve Kuzey Afrika gibi tek bir dil grubunun parçalannı oluşturan ülkeler de birleşmemiştir. ^ Nihayet, dış güçlerin müdahalesi, rastlantılar dışında hem motivasyonu hem de etkileriyle açıkça milliyetçi olmayan bir özellik sergilemiştir. Örnek vermeyi gerektirmeyecek kadar çok açıktır bu. Ama, çok daha az olmakla birlikte toplumsal devrimin etkisi de böyledir. Toplumsal devrimciler, hem milliyetçiliğin gücünü kavramışlar hem de ideolojik açıdan milli özerkliğe bağlılıklanm korumuşlardır. (Demokratik Alman Cumhuriyeti nin onu geliştirmeye yönelik hayranlık uyandırıcı çabalanna rağmen dilleri ağır ağır unutulmakta olan Lusatian Slavlan örneğinde görüldüğü gibi, bunun fiilen istenmediği hallerde bile geçerlidir bu bağlılık). Sosyalist devletlerin 1917 den beri ciddiye aldıkları anayasal düzenlemelerin biricik biçimi, milli federasyondan ve özerklikten yana olan formüllerdir. Diğer anayasal metinler, var oldukları yerlerde, uzun 21. John H. Kautsky, An essay in the policies of development, der. John H.Kautsky, Political Change in Underdeveloped Countries: Nationalism and Communism (New York-Londra, 1962), s. 35. 213
214 dönem salt soyut düzeyde kalırken, milli özerklik daima belirli ölçülerde işlerliği olan bir gerçeklik olarak kalmıştır. Gene de bu tür rejimler, en azından kuramsal olarak, kendilerini oluşturan milliyetlerden biriyle özdeşleşmediklerine^^ ve bu milliyetlerden her birinin çıkarlarını daha yüksek bir ortak amaç karşısında tali planda gördüklerine göre milli olmayan bir nitelik taşırlar. Bundan dolayı, şimdi geçmişe melankolik bir gözle bakarak anlayabileceğimiz gibi, milliyetçiliğin doğurabileceği feci sonuçlara gem vurmak çok milletli ülkelerdeki komünist rejimlerin büyük başarısıydı. Yugoslav devrimi, kendi devletinin sınırlan içerisinde yer alan milliyetlerin birbirini katletmelerini, tarihte görülmediği kadar uzun bir zaman dilimi boyunca önlemeyi başarmıştı; oysa bu başan şimdi ne yazık ki geçmişe gömülmüştür. SSCB nin (İkinci Dünya Savaşı dönemi dışında) uzun süredir denetim altında tutulan milli karışıklıklara hazır potansiyeli şimdi bütün çıplaklığıyla su yüzüne çıkmıştır. Aslında, çeşitli Sovyet milliyetlerinin yurtdışındaki mensuplarının protesto ettikleri aynmcılık, hatta baskı, Sovyet iktidannm geri çekilmesinin sonucunda görülenden çok daha azdı. 1948 de resmi İsrail devletinin kuruluşundan beri açıkça gözlemlenebilen resmi Sovyet Yahudi düşmanlığı, politik faaliyetlere yeniden izin verilişinden beri (gericiler de dahildir bu serbestliğe) halktaki Yahudi düşmanlığının artışına (burada. Almanlar ilerledikçe ama Almanların Yahudileri sistemli biçimde öldürmeye başlamalarından önce, Baltık devletlerinde ve Ukrayna da yerel unsurların Yahudilere karşı geniş çaplı katliamlara girişmelerinden söz bile etmiyoruz) bakarak değerlendirilmelidir.^ Gerçekten, bugünkü etnik ya da mini etnik ajitasyonlar dalgasının, yirminci yüz- 22. Çavuşesku nun Romanya sındaki bilinçli Rumenleştirme politikası ender istisnalar arasında yer alır. Komünistlerin İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra iktidan aldıklannda milli özerkliğe yönelik ayrıntılı düzenlemeler yapmalarından sapan bir uygulamaydı bu. 23. Bu açıklama, savaş sırasında bütün halkların milliyetleri nedeniyle topluca transfer edilmesine göz yummak olarak anlaşılmamalıdır. Böylesi halkları tamamen yok olmaktan kurtarmak için gerekli olan koşullar dışında böyle bir şeye göz yumulamaz. 24. Arno Mayer, Why Did The Heavens not Darken? The Final Solution" in Histo/y(New York, 1989), s. 257-262. 2 1 4
215 yıl dünyasının büyük bölümündeki ağırlıkla etnik ve milliyetçi olmayan devlet kurma ilkelerine bir tepki olduğu ileri sürülebilir. Gene de bu, etnik tepkilerin, herhangi bir anlamda yirmi birinci yüzyılda dünyanın politik olarak yeniden yapılanmasında alternatif bir proje olduğu anlamına gelmez. Bunu doğrulayan üçüncü bir gözlem vardır. Günümüzde millet, gözle görülür derecede eski işlevlerinden önemli bir kısmını, yani, en azından yeryüzünün gelişmiş bölgelerinde geniş dünya ekonomisi içinde ayn bir yapı meydana getiren, teritoryal smırlan olan bir milli ekonomi oluşturma işlevini kaybetme sürecindedir. İkinci Dünya Savaşı ndan beri, ama özellikle 1960 lardan beri temel birimleri her çaptaki milletlerüstü ya da çok milletli şirketler olan milletlerarası işbölümünde görülen köklü dönüşümler ve buna denk düşen biçimde, pratik nedenlerle hükümetlerin denetimi dışında kalan milletlerarası ekonomik işlem merkezleri ve ağlarının gelişmesi, milli ekonomilef in rolünü zayıflatmış, hatta iyice tartışılır bir hale getirmiştir. Hükümetler arası milletlerarası örgütlerin sayısı 1951 de 123 ten 1972 de 280 e ve 1984 te 365 e çıkarken, hükümet dışı milletlerarası örgütlerin sayısı 1951 de 832 den 1972 de 2.173 e çıkmış ve son on iki yılda da iki kattan fazla artarak 4.615 e yükselmiştir.^ Yirminci yüzyıl sonuna doğru tek işleyen milli ekonomi herhalde Japon ekonomisidir. Dünya sisteminin büyük blok yapılaşmalan olarak eski (gelişmiş) milli ekonomiler in yerini, Avrupa Ekonomik Topluluğu gibi geniş birlikler ya da ulus devlet federasyonlan ile IMF gibi kolektif biçimde denetlenen milletlerarası birimler almıştır (bunlann ortaya çıkışı milli ekonomiler dünyasının gerileyişinin bir belirtisini oluşturmaktadır). Hatta Avrupa dolar piyasası gibi milletlerarası işlemler sisteminin önemli parçalan her türlü denetimin dışında kalmaktadır. Kuşkusuz bütün bunlann gerçekleşmesini sağlayan, gerek ulaşım ve iletişim alanındaki teknolojik devrimler, gerekse İkinci Dünya Savaşı ndan beri gelişen üretim faktörlerinin yeryüzünün çok geniş bölümünde uzun süren özgürce hareketleriydi. Bu geliş- 25. David Held, Farevvell nation State {Mandsm Today, Aralık 1988), s. 15. 215
216 me, aynı zamanda, 1914 ten önceki on yıllardan beri görülen en kalabalık milletlerarası ve kıtalararası göç dalgasına yol açmıştır. Yeri gelmişken belirtelim, bu kitlesel göçler, bir yandan bilhassa ırkçılık biçiminde topluluklar arası sürtüşmeleri derinleştirirken, öbür yandan yalnızca, yabancıları sokmayan, yerlilere ait olan bir milli topraklar dünyası ortaya çıkarmıştır (oysa yirmi birinci yüzyıl açısından, yirminci yüzyıldan bile daha az gerçekçi bir seçenektir bu). Şu anda yirminci yüzyıl sonunun teknolojisi, on dokuzuncu yüzyıl serbest ticareti ve ortaçağdaki dünya ticaretinin karakteristik özelliği olan ara merkezlerin yeniden doğuşundan oluşan tuhaf bir bileşimde yaşamaktayız. Hong Kong ve Singapur gibi şehir devletleri canlanmakta, devletlerüstü sanayi bölgeleri, Hansa birliğine ait kontore ler* gibi, teknik anlamda egemen ulus devletlerin bağrında çoğalmakta ve normal koşullarda kimsenin değer vermediği adalarda, biricik işlevi, tam bir ifadeyle, ekonomik işlemleri ulus devletlerin denetiminden kurtarmak olan denizaşırı vergi cennetleri ortaya çıkmaktadır. Milletler ile milliyetçilik ideolojisinin bu gelişmelerle yakından uzaktan bir ilgisi yoktur. Bu demek değildir ki devletlerin ekonomik işlevleri azalmaktadır ya da sona erebilir. Tam tersine hem kapitalist hem de kapitalist olmayan devletlerde, her iki kampta da 1980 li yıllarda özel ya da diğer devlet dışı işletmeleri özendirmeye yönelik bir eğilim gözlenmekle birlikte, devletin ekonomik işlevleri daha da çoğalmıştır. Kâğıt üzerinde neoliberalizme sadık görünen ülkelerde bile devletin yönetim, planlama ve işletmedeki kalıcı önemini bir kenara bırakırsak, devletlerin ekonomilerinde kamu gelirleri ile harcamalannın ağırlığı, öncelikle de mali ve refah mekanizmaları aracılığıyla toplumsal gelirin bölüştürülmesinin birimleri olarak gittikçe büyüyen rolleri, herhalde ulus devleti dünya insanlannın yaşamlannda eskisinden daha merkezi bir faktör durumuna getirmiştir. Milli ekonomiler, milletlerüstü ekonomiden ne kadar zarar görürse görsün, onunla bir arada yaşar ve iç içe geçerler. Bununla birlikte, bir uçta * 13. yy.dan 15. yy. a kadar Avrupa nın kuzeyinde önemli bir ekonomik ve siyasal güç oluşturmuş kuzey Alman kentlerinin ve yabancı ülkelerde yaşayan Alman grupiannın çıkarlannı koruyan ticari örgütlere bağlı üsler, (ç.n.) 216
217 kendi içine en fazla kapalı ülkeleri (Birmanya bile dünyaya yeniden eklemlenmeyi düşünmeye başladıktan sonra bunlardan kaç tane kalmıştır?), öbür uçta belki Japonya yı saymazsak, eski milli ekonomi bugün artık değişmiş durumdadır. 1980 lerde hâlâ kendi ekonomik problemleriyle kimseye aldınş etmeden uğraşabilecek kadar geniş ve egemen görünen ABD bile 1980 lerin sonunda şunun farkına varmıştı: ABD, kendi ekonomisini gelişmeye devam ettirecek ya da resesyona sürükleyecek güce sahip bulunan yabancı yatınmcılara, kendi ekonomisi üzerinde önemli bir denetim alanı bırakmıştı {The Wall Street Journal, 5 Aralık 1988, s.l). Bütün küçük ve orta büyüklükteki devletlere gelince, onların ekonomileri, bir zamanlar sahip olduklan kadanyla bile, özerkliğini kaybetmişti artık. Hemen bir başka gözlem akla gelmektedir. Günümüz dünyasının kaderini belirleyebilecek olan temel politik çatışmaların ulus devletlerle ilgisi çok azdır, çünkü yanm yüzyıldan beri on dokuzuncu yüzyıl Avrupası ndaki tipte bir milletlerarası devlet sistemi yoktur. Politik açıdan bakıldığında, 1945 ten sonraki dünya iki kutuplu olmuş, kocaman milletler olarak tanımlanabilecek, ama kesinlikle on dokuzuncu yüzyıl ya da 1939 öncesi tipte bir milletlerarası devlet sisteminin parçalan olarak görülemeyecek iki süper gücün etrafında örgütlenmiştir. Ya süper bir güce bağlı olan ya da bağlantısız durumdaki üçüncü grup devletler ise olsa olsa süper güçlerin eylemlerini frenleyici bir işlev görebilirdi; kaldı ki son kırk yılda bu doğrultuda fazla etkili olabildiklerini gösteren güçlü bir kanıt yoktur. Bundan başka, ABD söz konusu olduğu kadarıyla (ancak bu, zamanla küçülen boyutlarıyla, herhalde Gorbaçov öncesi SSCB için de geçerliydi), temel çatışma ideolojik boyutta sürüyordu ve sağ ideolojinin zaferi ona denk düşen süper gücün üstünlüğüyle eşitlenmekteydi. 1945 ten sonraki dünya politikası temel yönleriyle devrim ve karşı devrim politikası olmuş, milli sorunlar ancak ana temayı güçlendiren ya da zayıflatan bir rol oynamıştır. Güya bu modelin 1989 da, SSCB bir süper güç olmaktan çıktığı zaman çöktüğü iddia edilmektedir; oysa Ekim Devrimi nin böldüğü bir dünya 217
218 modelinin zaten bir süreden beri yirminci yüzyıl sonunun gerçeklikleriyle fazla ilişkisi kalmamıştı. Bunun doğrudan sonucu, ayakl;ı kalan yegane süper güç kendisini tek başına çalışan global polis olarak (herhalde onun gücünü ya da tek bir devletin sahip olabileceği bütün ekonomik ve askeri gücü aşan bir rol) kabul ettirmeye çalışsa bile, dünyanın milletlerarası bir sistem ya da düzen ilkesinden yoksun kalmasıdır. Dolayısıyla, şu anda hiç sistem yoktur. Etnik-dilsel aynmlarııı yeryüzünün düzenine istikrarlı, hatta kısa vadede kabaca önceden kestirilebilecek bir teme! sunamadığı, batıda Viyana ve Trieste ile doğuda Vladivostok arasında uzanan geniş bölgeye şöyle bir göz atıldığında hemen görülecektir. Dünya yüzeyinin beşte birinin haritası kesin değildir ve geçicidir. Dünyanın gelecekteki haritası açısından açık olan tek şey, bunun, Rusya yı (ciddi bir politik birim olarak kalması muhtemeldir) saymazsak, bölgenin dışında bulunan bir avuç asli oyuncuya bağlı olacağıdır. Bunlar, tam da şimdiye kadar aynlıkçı kışkırtmalarla rahatsız edilmedikleri için asli oyuncudurlar: Almanya, Türkiye, İran, Çin, Japonya ve -uzaktaki- ABD.^" Çünkü yeni bir milletler Avrupası, hatta bir milletler dünyası bile, bir bağımsız ve egemen devletler topluluğu yaratamayacaktır. Askeri açıdan bakıldığında, küçük devletlerin bağımsızlığı, niteliği ne olursa olsun onları açgözlü daha kuvvetli komşularına karşı koruyan bir milletlerarası düzene bağlıdır; süper güç dengesinin sona erişinden hemen sonraki Ortadoğu nun durumu bunun kanıtıdır. Yeni bir milletlerarası sistem ortaya çıkana kadar, mevcut devletlerin arasında, iki buçuk milyon veya daha az nüfusu olan en azından üçte birinin bağımsızlığının fiili bir güvencesi yoktur. Yeni küçük devletlerin kurulması, güvenceden yoksun politik birimlerin sayısını artırmaktan başka işe yaramayacaktır. Yeni bir milletlerarası sistem ortaya çıktığı zaman da, küçük ve zayıf olanların rolü, Oldenburg ya da Mecklenburg-Schwerin in on dokuzuncu yüzyılda Alman Federasyonu politikasında oynadığı rol kadar küçük 26. Şu satırlann yazıldığı sırada Avrupa Ekonomik Topluluğu milletlerarası diplomaside topluca hareket etme becerisi sergileyememiş, Birleşmiş Milletler de ABD politikasının bir uzantısı olmuştur. Tabii ki bu görüntü kalıcı bir durumu yansıtmayabilir. 218
219 olacaktır. Ekonomik açıdan bakıldığında, daha önce ele aldığımız gibi, çok güçlü devletler bile üzerinde hiçbir denetim kuramadıkları ve kendi iç gelişmelerini belirleyen bir global ekonomiye bağımlıdır. Parçasını oluşturduğu daha büyük bir birimden ayn bir Letonya ya da Bask milli ekonomisi, Fransa dan ayrı bir Paris ekonomisi kadar anlamsız bir kavramdır. En fazla şu iddia edilebilir: Bugün küçük devletler, milli ekonomi nin milletlerüstü ekonomi karşısında gerilediği dikkate alındığında, ekonomik bakımdan büyük devletlerle aynı derecede yaşama şansına sahiptir. Ayrıca, bölgeler in Avrupa Ekonomik Topluluğu gibi geniş ekonomik yapıların alt birimleri olarak, topluluğun resmi üyeleri olan tarihsel devletlerden daha rasyonel olduklan da ileri sürülebilir. Benim görüşümce her iki gözlem de doğru, ancak birbiriyle mantıksal bir bağdan yoksundur. İskoç, Galler, Bask ya da Katalan milliyetçiliği gibi Batı Avrupa nın aynlıkçı milliyetçilikleri bugün, bölgeler olarak doğrudan Brüksel e başvurarak kendi hükümetlerini atlamayı tercih etmektedirler. Küçük bir devletin ipso facto büyük bir devletten (diyelim, İskoçya nın İngiltere den) daha geniş bir ekonomik bölge oluşturduğunu düşünmek için bir neden yokken, ekonomik bir bölgenin ipso facto etnik-dilsel ya da tarihsel kriterlere uygun olarak oluşturulan potansiyel bir politik birimle illa çakışması için de bir neden yoktur.^ Dahası, ayrılıkçı küçük millet hareketleri kendileri için en iyi umudu geniş bir politik-ekonomik yapının (bu örnekte, Avrupa Ekonomi Topluluğu) alt birimlerini oluşturmakta gördükleri zaman, pratikte kendi türlerindeki hareketlerin klasik hedefi olan, bağımsız ve egemen ulus devletler kurma amacından vazgeçmektedirler. Ancak bugün Kleinstaaterei'ye"' hiç değilse etnik-dilsel biçimine karşı ortaya atılan sav, bunun, günümüzün fiili sorunlarına hiçbir çözüm getirmediği gibi, kendi politikalarını uygulamaya koyacak gücü bulduğunda sorunlan daha da ağırlaştırdığı savıdır. * Salt bundan dolayı, (ç.n.) 27. Konu olarak özünde bir Avrupa bağlamındaki bölgelerden biri ni (s.vii) seçen Sdyney Pollard, Peaceful Conquest: The Industrialization o f Europe 1760-1970 {Oxiorö, 1981), bunu açıkça ortaya koymaktadır. ** (Alm.) Mini devletler sistemi., (ç.n.) 219
220 Kendilerini çok milletli ve çok kültürlü olarak tanıyan büyük devletler şu anda kültürel özgürlük ve çoğulculuğu, etnik-dilsel ve kültürel homojenlik ideali peşinde koşturan küçük devletlere göre kesinlikle daha iyi kollamaktadırlar. 1990 daki Slovak milliyetçiliğinin en acil talebinin, Slovakçayı tek resmi dil haline getirmek ve 600.000 kişilik Macar kökenli nüfusu resmi otoritelerle ilişkilerinde yalnızca Slovakça konuşmaya zorlamak ^* olmasında şaşırtıcı bir yan yoktur. 1990 m sonunda Arapçayı milli dil yapan ve resmi işlemlerde başka dil kullanılması halinde ağır cezalar verilmesini öngören Cezayir milliyetçi yasası bu ülkede Fransız etkisinden kurtulmayı değil, Cezayirlilerin üçte birini oluşturan Berberice konuşunlara karşı bir saldınyı temsil edecektir. Şu sözler çok yerinde bir gözlemi yansıtır: On dokuzuncu yüzyıl öncesi önyargısız yerel bağlılıklar dünyasının modem bir versiyonu kulağa hoş geliyor; ancak günümüzde ulus devleti yıkanların işaret ettiği yön bu değil... Onların hepsi de, hoşgörülü ve açık küçük ülkeler değil, halkı etnik, dinsel ya da dilsel aynılığın birleştireceği yolundaki dar görüşe dayanan devletler hedefliyorlar. Bu tür monolitik özlemler şimdiden, milliyetçi birimler içinde tehdit altında bulunan azınlıkların özerklikçi ve ayrılıkçı özlemlerine, Balkanlaşmadan daha iyi biçimde Lübnanlaşma diye tanımlanabilecek bir duruma yol açmaktadır. Türklerle Ruslar Moldavya dan aynimayı dener, Sırplar milliyetçi Hırvatistan dan bağımsızlıklannı ilan eder, diğer Kafkas halkları Gürcülerin egemenliğini reddederlerken; Vilnius ta adından Alman soyundan geldiği anlaşılan bir liderin Litvanyalıların en derin geçmiş özlemlerini doğru biçimde anlayıp anlayamayacağından kuşku duyan aşın etnik gürültüler duyulmaktadır. 180 devlet içinde herhalde en fazla bir düzine devletin kendi yurttaşlannın gerçek anlamda tek bir dinsel ya da etnik grup duygusuyla özdeşleştiklerini iddia edebileceği bir 28. Henry Kamm, Language bili vveighed as Slovak separatists rally, New York Times, 25 Ekim 1990. 29. Algerians hit at language ban, Financial Times, 28 Aralık 1990. 30. The State of the nation State, Economist, 22 Aralık 1990-14 Ocak 1991, s. 78. 220
221 dünyada, homojenliğin sağlanmasını öngören milliyetçilik, yalnızca istenilmeyen bir şey olarak kalmamakta, aynı zamanda büyük ölçüde kendi kendini yok eden bir niteliğe bürünmektedir. Kısacası, klasik Wilsoncu-Leninist biçimiyle, genel bir program olarak, ayrılmayı da öngören kendi kaderini tayin etme sloganı yirmi birinci yüzyıl için hiçbir çözüm öneremez. Bu, en iyi biçimde, The Economisfm. deyişiyle üst-milliyetçilik ile alt-milliyetçilik arasında kalan on dokuzuncu yüzyıl ulus devlet kavramının krizinin bir belirtisi olarak anlaşılabilir.^' Ancak büyük ulus devletin krizi aynı zamanda, eski ya da yeni küçük devletlerin de krizidir. Öyleyse kuşkulu görünen, insanlann grup kimliği (milliyet bunun bir ifadesidir, ama -İslam dünyasının örneklediği gibi- biricik ifadesi değildir) özlemlerinin kuvveti değildir. Kuşkulu görünen, devletin, ekonomik ya da kültürel gücün merkezileşmesi ve bürokratikleşmesine, yani uzaklığına ve denetlenemezliğine duyulan tepkilerin kuvveti de değildir. Üstelik, renkli bayraklara sannabilecek hemen her yerel, hatta kesimsel hoşnutsuzluğun milli hak iddia etmeyi cazip bulacağından da kuşkulanmamıza gerek yoktur. Kuşkuculann kuşkulandıkları şey, homojen ulus devletler kurma arzusunun sözümona karşı konulmazlığı, yirmi birinci yüzyılda bu kavramın ve programın yarandır. Klasik ayn ulus devlet kurma özleminin güçlü olmasının beklenebileceği bölgelerde bile, ağır kayıplar ya da bölgeselleşme bu gelişmeye set çekmiş, hatta tersine çevirmiştir. Kuzey ve Güney Amerika da, her şartta Kanada mn güneyindeki bölgede ayn devlet kurma eğilimi Amerikan İç Savaşı ndan beri gerilemiştir. İkinci Dünya Savaşı nda yenilgiye uğrayan ve muhtemelen faşist merkezileşmeye tepki olarak önemli ölçüde toprak kaybına boyun eğen devletlerde Batı Avrupa nın diğer kesimlerindeki aynlıkçı hareketlerin görülmemesi (gerçi kâğıt üze 31. A.g.y. s. 73-8. 32. /Batılı hareketlerin/... eylemci önderlerinin sınıfsal bileşiminin gösterdiği gibi, bu hoşnutsuzluğun kökleri bölgesel açıdan eşitsiz ekonomik gelişmeden çok, Fransa nın her tarafında... profesyonellerle beyaz yakalı sınıflardan gelen yakınmalarda yatmaktadır. VVİlliam R. Beer, The social class of ethnic activists in contemporary France, der. Milton J. Esman, Ethnic Conflict in the Western IVor/d (Ithaca, 1977), s. 158. 221
222 rinde hiç değilse Bavyera ile Sicilya, aynhkçı hareket üretmede İskoçya ile Bern Jura sının Fransızca konuşan kesimleri kadar bereketli topraklardır) kayda değer bir noktadır. Aslına bakılırsa, Sicilya da 1943 ten sonra gelişen aynhkçı hareket kısa ömürlü çıkmıştı; ama günümüzde Sicilya daki aynhkçı hareketin yok olup gitmesine Sicilya milletinin sonu ^^ diyerek yas tutan tek tük insanlara hâlâ rastlanmaktadır. Sicilya daki hareketi 1946 da çıkanlan bölgesel özerklik yasası öldürmüştü. Demek ki milliyetçilik, eski Wilsoncu-Leninist ideoloji ve programın ancak yanm ağızla kabul edilen bir krizi içindedir bugün. Daha önce gördüğümüz gibi, çok sayıda eski, güçlü ve kararlı milliyetçi hareket dahi, şu anda bir parçasını oluşturduklan devletlerden tamamen aynima amacından vazgeçmeseler bile (Bask vc İskoç milliyetçileri gibi), gerçek devlet bağımsızlığına kuşkuyla yaklaşmaktadırlar. Bu belirsizliğin bir örneği, eskiye dayalı ve hâlâ yeterince yanıt bulamayan İrlanda Sorunu dur. Bir yandan, bağımsız İrlanda Cumhuriyeti, İkinci Dünya Savaşı nda tarafsız kalarak vurguladığı gibi Britanya dan tam politik özerklikte ısrar ederken, pratikte ise Birleşik Krallık la önemli ölçüde karşılıklı yardımlaşmayı kabul etmektedir. İrlanda milliyetçiliği, İrlanda yurttaşlarının, Britanya dayken, sanki ondan ayn değilmiş gibi Birleşik Krallık ta eksiksiz yurttaş haklanndan yararlandığı tuhaf duruma, yani de facto ikili milliyete uyum sağlamakta da zorlanmamıştır. Öbür yandan, klasik birleşik, bağımsız İrlanda talebine duyulan inanç hızla sönmüştür. Yani, herhalde hem Dublin deki hem de Londra daki hükümetler tek bir birleşik İrlanda nın (görece) arzu edilir olduğunda anlaşacaklardır. Oysa İrlanda Cumhuriyeti nde bile pek çok kişi, böylesi bir birliğin bir dizi kötü çözümün en az kötüsü olmaktan öte bir anlamı olmadığını görecektir. Buna karşılık, Ulster böyle bir durumda hem Britanya dan hem de İrlanda dan bağımsızlığını ilan edecek olsaydı, Ulsterli Protestanlann çoğu bunu, aynı zamanda, daha az kötü olan Papa nın nihai reddi gibi görürlerdi. Kısacası, güvenle söyleyebiliriz ki, ancak bir avuç fanatik bu mil 33. Marcello Cimino, Fine di una nazione (Palermo, 1977); G. C. Marino, Storia dei separatismo sichano 1943-1947 (Homa, 1979). 222
223 li/komünal kendi kaderini tayin etme başansını hiç tatmin edici olmayan bir statükodan biraz daha iyi bulacaktır. Benzer nedenlerle eski milletlerde bir milli bilinç krizi yaşandığmı da saptayabiliriz. On dokuzuncu yüzyıl Avrupası nda göründüğü biçimiyle milli bilinç, Halk-Devlet-Millet-Hükümet boyutlanyla tanımlanan dört taraflı bir bilinçti. Kuramsal düzlemde bu dört öğe birbiriyle çakışmaktaydı. Hitler in deyişiyle {Volk sözcüğünü hem halk hem de millet in karşılığı olarak kullanırdı), Almanya, Ein Volk, Ein Reich, Ein Fuehrer, yani bir halk/millet, bir devlet, bir hükümetten meydana geliyordu. Pratikte devlet ve hükümet fikirleri, on sekizinci yüzyılın büyük devrimler çağından sonra gelen dönemin tipik özelliği olan politik kriterlerle daha çok belirlenmekteyken, halk ve millet fikrini belirleyen, ağırlıkla, hayal edilmiş ve zaten hayali olan cemaatin yaratılmasına katkıda bulunan politika öncesi kriterlerdi. Politika, daima bu tür politika öncesi öğeleri kendi amaçlan uğruna devralmaya ve onlara yeni bir kalıp vermeye eğilimliydi. Dört öğe arasında organik bir bağ bulunduğuna kesin gözüyle bakılıyordu. Oysa bu, tarihsel ya da köklü bir geçmişe sahip büyük ulus devletlerde artık mümkün değildir. 1972 de Federal Alman Cumhuriyeti nde yapılan bir kamuoyu araştırması bunu örnekleyebilir. ^ Gerçi bu, Almanya, kuramsal olarak Hitler dönemindeki en eksiksiz pancermen politik birlik durumundan, Alman milletinin hepsini ya da bir kısmını temsil ettiğini iddia edebilecek en azından iki devletin bir arada yaşadığı bir duruma geçtiği için uç bir örnek sayılmaktadır. Oysa millet üzerine kafa yoran çoğu yurttaşın zihnindeki tereddütleri ve muğlaklıklan saptamamıza imkân tanıyan da asıl bu örnektir. Bu kamuoyu araştırmasından çıkarılacak ilk sonuç, belirsizliğin bir hayli fazla olduğudur. Batı Almanlann yüzde 83 ü kapitalizmin ne olduğunu bildiklerini, yüzde 78 i hiç kuşkusuz sosyalizm hakkında bilgi sahibi olduklarını düşünürlerken, yalnızca yüzde 71 i devlet üzerine bir düşünce belirtme cesareti gösteriyordu ve yüz- 34. Bundesministerium für innerdeutsche Beziehungen, Materialien zum Bericht zurlage der Nation, 3 cilt (Bonn, 1971, 1972, 1974), III, s. 107-113, özellikle s. 112. 223
224 ılc 34 ünün m illef in nasıl tanımlanacağı ya da niteleneceği konusunda en ufak bir fikri yoktu. Daha eğitimsiz kesimde belirsizlik daha fazlaydı. Ortaöğretimi bitiren Almanlann yüzde 90 ı dört terimi de bildiklerini varsayarlarken, ilköğretimi bitiren (çıraklık eğitimi görmemiş, yani vasıfsız) Almanlann yüzde 54 ü devlet in, yalnızca yüzde 47 si m illef in ne olduğunu bildiklerini düşünüyorlardı. Bu emin olamayışın kaynağı ise kesinlikle halk, millet ve devlet arasındaki eski uyumun ortadan kalkışıydı. Millet ile devlet aynı mıdır, yoksa farklı şeylerden mi söz ediyoruz sorusuna, Batı Almanlann yüzde 43 ü -en eğitimli kesim arasında yüzde 81 i- iki Alman devleti yan yana yaşadığı için milletle devletin aynı olmadığı şeklinde açık bir yanıt veriyordu. Ancalc yüzde 35 i milletle devletin aynimaz olduğuna inanırken, işçilerin yüzde 31 i -kırk yaşın altındakiler için bu oran yüzde 39 a çıkıyordu- mantıklı bir biçimde Demokratik Alman Cumhuriyeti nin artık farkh bir milleti oluşturduğu, çünkü farklı bir devlet olduğu sonucunu çıkanyordu. Burada ayrıca, devletle milletin özdeşliğine en güçlü biçimde inanan grubun (yüzde 42) vasıflı işçilerden oluştuğuna, Almanya nın iki devlete bölünmüş bir milleti meydana getirdiğine en güçlü biçimde inanan grubun ise Sosyal Demokrat seçmenler olduğuna dikkat çekelim. Bu görüşe, Hıristiyan Demokratlann yüzde 36 lık bir kesiminin karşısında. Sosyal Demokrat seçmenlerin yüzde 52 si inanıyordu. Almanya nın birleşmesinden yüz yıl sonra on dokuzuncu yüzyılın geleneksel millet kavramının en güçlü biçimde işçi sınıfının zihninde yaşadığı söylenebilir. Bunun anlamı, millet fikrinin, bir kabuklu deniz hayvanı gibi, görünüşte sert olan ulus devlet kabuğundan çıkartılınca, son derece amorf olduğudur. Kuşkusuz Elbe nin doğusundaki ve batısındaki Almanlar, iki devletin birleşmesinden önce dahi kendilerini Alman olarak düşünmekten vazgeçmemişlerdir; yalnızca, herhalde 1945 ten sonraki Avusturyalılann çoğu, içlerinden çoğunluğunun 1918 ile 1945 arasındaki yıllarda gördükleri gibi, artık kendilerini daha büyük bir Almanya nın parçası saymıyorlardı. Almanca konuşan İsviçrelilerin de Alman kimliğini hatırlatan her şeyden uzak kalmaya büyük bir özen gösterdikleri kesindir. Doğu ve Batı 224
225 Almanların haklı olarak emin olamadıkları, Almanhğın politik ya da başka içerimleriydi. Ve 1990 da tek bir Federal Almanya Cumhuriyeti nin kurulmasının bu belirsizlikleri tamamen ortadan kaldmp kaldırmadığı da henüz belli değildir. Başka tarihsel ulus devletler üzerinde yapılan benzer araştırmaların da benzer biçimde kanşık yanıtlar doğuracağı düşünülebilir. Sözgelimi, Fransızlık ile francophonie (son zamanlara kadar hiç duyulmamış olan, ilk kez 1959 da kaydedilen bir terim) arasındaki ilişki nedir? General De Gaulle, neyi kastederse kastetsin, Quebec sakinlerine yurtdışındaki Fransızlar diye hitap ettiği zaman, bizim gözümüzdeki, geleneksel ve dilsel olmayan Fransız tanımıyla tamamen ters düşüyordu. Quebec milliyetçi düşüncesi de vatan (la patrie) terimini az çok terk etmiş ve millet, halk, toplum ve devlet gibi terimlerin yararlı ve yararsız yönleriyle ilgili tükenmek bilmeyen tartışmalarda her şeyi birbirine kanştırmıştır. ^ 1960 lara kadar Britanyalılık, yasal ve idari açıdan, basit bir Britanyalı anne-babadan ya da Britanya toprağında doğma, Britanya yurttaşıyla evlenme ya da Britanya uyruğuna kabul edilme sorunuydu. Bugün ise basit bir konu değildir. Bu söylenenlerin hiçbirisi, milliyetçiliğin günümüz dünyasının politikasında ön planda yer almadığı ya da bir zamanlara göre daha geride durduğu anlamına gelmez. Benim savım, daha çok, milliyetçiliğin açıkça ön planda yer almasına rağmen tarihsel bakımdan daha önemsiz hale geldiği yönündedir. Milliyetçilik artık, söz uygun düşerse, on dokuzuncu yüzyıl ile yirminci yüzyıl başında temsil ettiği söylenebilecek kadar global bir politik program değildir. Olsa olsa başka gelişmeleri karmaşıklaştıran bir faktör ya da bir katalizördür. Avrupa merkezli on dokuzuncu yüzyıl tarihini Walter Bagehot m düşündüğü gibi millet inşa etme tarihi olarak sunmak 35. Leon Dion, The mystery of Ouebec, s. 302. 31 Temmuz 1967 de Fransız kabinesinin yaptığı bir açıklamadaki gibi, Fransız Ouebec in De Gaulle cü versiyonu şuydu: Fransa, ataian kendi halkından gelen ve kökeninin dayandığı ülkeye hayranlık uyandıracak derecede sadık kalan bir halkın şimdiki ve gelecekteki kaderiyle ilgilenmemezlik edemez ya da Kanada yı diğerleriyle aynı anlamda yabancı bir ülke sayamaz (Canadian News Facts, Cilt 1, No: 15, 14 Ağustos 1967), s. 114. 225
226 akla yatkın olmayan bir düşünce değildir. Eugene Weber in Peasants into Frenchmen (Köylüden Fransız a) adlı çalışmasına koyduğu başlıktaki gibi, bellibaşlı Avrupa devletlerinin 1870 ten sonraki tarihini hâlâ bu çerçevede değerlendirmekteyiz. Peki, yirminci yüzyıl sonu ile yirmi birinci yüzyıl başındaki dünya tarihini de bu çerçevede yazmak mümkün müdür? Bence hiç mümkün değildir. Tersine, bu dönemin tarihi kaçınılmaz biçimde ya politik, ya ekonomik, ya kültürel, hatta ya da dilsel temelde tanımlanageldiği için artık milletler ve ulus devletler sınırlarına hapsedilemeyecek bir dünya tarihi olarak yazılacaktır. Bu dönemin tarihi ağırlıkla milletüstü ve milletaltı bir tarih olacak, ama milletaltı düzey bile (mini-milliyetçilik giysisini giysin giymesin) işlerlikli bir birim olarak eski ulus devletin gerilemesini yansıtacaktır. Ulus devletler ile milletler ya da etnik/dilsel gruplar, esas olarak, yeryüzünün milletlerüstü temelde yeniden yapılanmasının önünde geri çekilen, ona direnen, adapte olan, özümsenen ya da yerini kaybeden gruplar olarak görülecektir. Milletler ile milliyetçiliğin bu tarihte yeri olacaktır, ama ikincil düzeyde ve genellikle oldukça ufak rollerle. Bu, milli tarih ve kültürün, belirli ülkelerin, özellikle küçük ülkelerin eğitim sistemleri ve kültürel yaşamında önemli -herhalde eskisinden daha büyük- bir rol oynamayacaklan ya da çok daha geniş bir milletüstü çerçevede yerel düzeyde gelişemeyecekleri anlamına gelmez. Örneğin Katalan kültürü bugün gelişmekte, ama bu gelişme Katalanlann dünyanın kendileri dışındaki bölümüyle İspanyolca ve İngilizce iletişim kuracakları, çünkü Katalonya da oturmayan çok az insanın yerel dille iletişim kurabileceği yolundaki örtük bir varsayıma dayanmaktadır. İleri sürmüş olduğum gibi, millet ve milliyetçilik artık, böyle tanımlanan politik birimleri, hatta bir zamanlar bu sözcüklerle tanımlanan duygulan -bırakın çözümlemeyi- tanımlamak için 36. Eugene VVeber, Peasants into Frenchmen: The Modernization o f Rural France, 1870-1914 {Stanford, 1976). 37. Yurtdışına çıkan zaman Katalanlann üçte İkisi 1970 li yıllarda kendilerini Ispanyol" sayıyorlardı. M. Garda Ferrando, Regionalismo y autonomias en Espana (Madrid, 1982), Tablo II. 2 2 6
227 bile uygun terimler değildir. Milliyetçiliğin ulus devletin gerilemesiyle birlikte bir gerileme içine girmesi imkânsız değildir; bu süreç gerçekleşmezse İngiliz olmak, İrlandalI olmak, Yahudi olmak ya da bütün bunlann bir kanşımı olmak insanların kimliklerini tanımlamalannın tek yolu olacaktır; halbuki insanların yeri geldiğinde bu amaçla kullandıklan birçok başka yol vardır/* O günün yakın olduğu iddia etmek saçma olur. Ama bunun en azından tasarlanabileceğini umuyorum. Her şey bir yana, tarihçilerin milletler ile milliyetçiliğin incelenip analiz edilmesinde en azmdan biraz ilerleme kaydetmeye başlamalan bu fenomenin zirve noktasını geride bıraktığını düşündürmektedir. Hegel in dediği gibi, Minerva nın bilgelik taşıyan baykuşu alacakaranlıkta uçar. Onun şimdi milletler ile milliyetçiliğin etrafında dolanması iyiye işarettir. 38. Milliyetçiliğin gücü ve egemen olmasıyla ilgili kuşkulanmı paylaşır görünen ender kuramcılardan birisi, Nationalism and the State kitabının yazarı John Breuilly dir. Breuilly, "miliyetçiliğin tartışmasız başansının, milliyetçiliğin halkın düşüncesi ya da davranışında çok sağlam kökler salması anlamına geldiğini varsayan Geliner ı da Anderson ı da eleştirmektedir ( Reflections on nationalism, Philosophy and Social Science, 15/1, Mart 1985, s. 73).38. A.g.y., s. 933. 227
228 Anlaşma sonrası sınırlar Alman Imparatortuğu'nun 1914'teki sınırlan.... Avusturya-Macaristan İmparalorluğu'nun 19l4'teW sınırlan I Rus imparatorluğunun 1914'ieki sınırlan I Yeni devletler Konferanslar Olaylar A Düzenlenen plebisitler. Çatışma bölgeleri ] Geçid olarak özerk ya da bağımsız bölgeler ^ ^ 3 Silahlı işgal altındaki bölgeler Milletler Cemiyeti Yüksek Komiserliği nin denetimindeki bölgeler 0 Şubat 1920 deki plebisitle Almanya ve Oaninoarka arasında paylaşılmış 0 Temmuz 1920'deki plebisitle Almanya'ya bırakılan Marienvverder ve Allenstein (D 1920-23 Müttefik işgali. 1923 ütvanya tarafından ilhak, 1924 Özerk 0 I930 da boşaltıkfı, 1936'da yenkjen asker yerleştirildi 1923-5 arası Fransa işgali 0 Milletler Cemiyeti Mandası. 1935'te plebisitle Almanya'ya 0 Mart I921'd9ki plebisitle Almanya ve Polonya arasında paylaşıklı 0 1920'de Çekoslovakya ile Polonya arasında paylaşıldı 1. MİLLİ ÇATIŞMALAR VE SINIR ANLAŞMAZLIKLARI, 1919-1934
229 2. 19. YÜZYILDA HALKLAR, DİLLER VE POLİTİK AYRIMLAR; DOĞU AVRUPA DİLLER KARMAŞASI
230 1 0 0 mil 2C IOWİt2 IKOVINA İSVİÇRE ^ UA- t> ' " ' ; mnsbaıck^ \ V., ST1CI3IA r ^ a, TIRöL'" Y ;;:::^ ^ ST.- l^^rtur. f f İTALYA AVUSTURYA M illiyetler 1.0 t ü V ' r % Spalatol^^Vi 3 y ->^. " ' t ' ' İlhak 1908 w% 3 Nüfus \ 't^. '% 5 2 7.9 m ilyon <=:av^v \ /monte- 's^rvk,^ J NEGRO s^^asa^ ^»aaaaaaaaaaaaaaaas; A. 3. 1910 DA HABSBURG İMPARATORLUĞU NDA MİLLİYETLER. DAİRELER HER BİR BÖLGEDEKİ FARKLI MİLLİYETLERİN ORANINI VERMEKTEDİR Almanlar Macarlar o İtalyan lar Romonler ÇeMer o PolonyalIlar m UkraynalIlar Slovenler <» Sırp-Hırvatlar 9 SlovaKlar Sislithanya (Avusturya) I I Translithanya (Macaristan)
231 On dokuzuncu ve yirminci yüzyıl tarihi denince akla gelen ilk isimlerden biri olan E. J. Hobsbavvm, Milletler ve Milliyetçilil^te, milletin icadını, tam da yok olm aya başladığı bir tarihsel andan geriye b akarak anlatıyor. Kitap, artık milliyetçiliğin tarihin e ilişkin bir klasik haline gelm esinin y anın da, bir M arksist tarafın d an milletlerin gelişimi üzerine yazılmış en iyi çalışm alardan biri olm a özelliğini taşıyor. Hobsbavvm, milletin nesnel ya d a öznel, sabit bir tanım ının verilem eyeceğini çünkü tam am en modern bir kurgu olduğunu ve sürekli değişen bir yapısı bulunduğunu belirtiyor. Böylece milletlerin hakiki bir etnik tem ele dayanıp dayanmadığı tartışmasını bir kenara bırakıp, kavram olarak milletin politikadaki ve toplum daki değişim ve başkalaşım lannın izini iki yüzyıl boyunca sürüyor. Y azar milliyetçiliği, siyasal ve milli birimlerin örtüşmesi gereğini savunan bir hat olarak tanım layarak yola koyuluyor. Yaygın yaklaşımı izleyip İrlanda veya Polonya gibi ezilen milletlerden yola çıkm ak yerine öncelikle Fransa ve İngiltere gibi en erken ulus devletleri ele alıyor ve bu m illetlerin icadını aslında hiç d e bilm ediğim izi gösteriyor. Bu noktada dilin rolünü etraflıca tartışan Hobsbavvm, bu devletlerin kuruluş aşam a sında halkın ancak küçük bir azınlığının milli dili bildiğini ve milli/dilsel birliğin ancak bir lehçenin diğerlerine siyasal güç, zorunlu eğitim ve ekon om ik zorla hâkim gelm esiyle sağlandığını gösteriyor. Dolayısıyla m illiyetçilik karşım ızda, devlet iktidannın yanında, m atbaa ve TV gibi teknolojik ve ülke pazan gibi ekonom ik gelişm elerin bir ürünü olarak beliriyor ve tarihselleşiyor. Milletin sınırlan içindeki nüfusun farklı sınıflara aynidığını ve dolayısıyla aynı milli deneyim e sahip olmadığını savunan Hobsbavvm, bu noktada milliyetçiliğin tarihinin hep yukandan yazıldığını hatırlatarak aşağıdakilerin milliyetçilik deneyim ine de ışık tutuyor; Y a zar, devletlerin ve elitlerin milli ideolojilerine bakarak geniş halk kesimlerinin d e neyim ve duygulannı anlayam ayacağım ızı, çoğu insan için milli kimliğin diğer tüm kimliklerin üstündeki baskın kimlik olduğunu varsayam ayacağım ızı ve milli duygulann sürekli değişim içinde olduğunu unutm am ız gerektiğini vurguluyor. Hobsbavvm, İkinci D ünya S avaşı ndan sonra milli kimliğin birçok ülkedeki milli kurtuluş hareketleriyle birlikte solun cephaneliğine dahil olduğunu; ancak, günümüzdeki çeşitli milliyetçi yeniden doğuşlara rağmen artık milletleri aşan çok d a ha geniş kimliklerin zam anının geldiğini ve solun da kendisini bu yeni d önem e hazırlam ası gerektiğini söylüyor. Milletler ve Milliyetçilik önemli bir yapıt; önemini yalnız konunun güncelliğinden değil, onu tarihsel bağlamına oturtmasından alıyor. Ve bizi, ulusçuluk hakkında kapıldığımız, hızla gelişen güncel olaylann taktığı atgözlüğünün yarattığı panikten kurtanp, onu daha bir soğukkanlı değerlendirmeye çağırıyor. Aiâeddin Şenel, B irikim AYRINTI*İNCELEME ISBN; 978-975-539-033-8 9 7 8 9 7 5 5 390338 17 TL
Küreselleşme Çağında Milliyetçilik ve Ulus-Devlet Öğr. Gör. Altun ALTUN1 1Hakkari Üniverstesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Elemanı, altunaltun6@hotmail.com Öz Bu çalışmada amaçlanan, ulus kavramının unsurlarını, süreçlerini ve oluşturulma modellerini açığa çıkarmayı bu yolla milliyetçiliğin doğasını, dünyanın giderek daha fazla birleştiği ve etnik gruplarla uluslar arasında engellerin azaldığı ulus-devletle ilgili küreselleşme çağındaki gelişmeleri analiz ederek küreselleşme şartlarında da önemini koruyacağı anlaşılan milliyetçi ideolojinin ve ulusdevletin temel prensiplerini ortaya koyabilmektir. Anahtar Kelimeler: Küreselleşme, Ulus, Milliyetçilik, Ulus-Devlet, Ulus İnşası. JEL Kodları : F01, F02, G38 Nation-State and Nationalism in the Age of Globalization Abstract In this study, it has been intended to reveal the concept elements, processes and created models of nation. Thus, it has been able to demonstrate basic principles of nation-state and nationalist ideology that will also apparently retain its importance on globalization conditions,.by analyzing the nature of nationalism, decreased barriers between the ethnic groups with nations, more increasingly concentrated of the world, and developments dealing with nation-state in the age of globalization. Key Words: Globalization, Nation, Nationalism, Nation-State, Nation Building JEL Classification: F01, F02, G38 1. GİRİŞ Bir ulus nedir? Milliyetçilikten ne anlıyoruz? O ulusal kimlikten ayrılır mı? Uluslar üstülük ve toplum mühendisliği, ulus inşası dışında devlet kurmaya, yeni yöntemler arayan kurumsal mühendislik girişimleri midir? Ve nasıl kullanırsak kullanalım ulus kavramıyla ne demek istiyoruz? Milliyetçilik, milli hisse dayalı duygu, davranış tarzı ve tutumlar anlamında oldukça eskilere dayansa da tarihte modern dönemlere ait oldukça yeni bir olgudur. Ulus-devletin ortaya çıkması, milliyetçilik akımının da gelişmesine yol açtı. Bu kavram ilerleme ve özgürleşme değerleriyle, egemenlik arayışlarıyla bağlantılı olarak 19. yüzyılın siyasal tartışmalarının merkezinde yer aldı ve bağımsızlıkla sonuçlanan kurtuluş hareketlerine danışmanlık etti. Küreselleşme rozetiyle yapılan çalışmalar Neo-liberalizm ve post modernitedeki yükseliş, gelişmiş batılı ülkelerin serbest piyasa anlayışına dönüşü, doğu bloğunun çöküşüyle kutupsuz bir dünyanın boy göstermesi gibi süreçler milli sınırların önemsizleştiği savlarını güçlendirirken milliyetçiliği de adeta bir hedef tahtası haline getirip olumsuz bir anlam yüklemiştir. Ulus ve milliyetçilik Soğuk savaş’ın derin jeopolitik sarsıntılarla devrilmesinden sonra etnik temizlik görünümlü alan çatışmalarının (Kafkaslar, Bosna gibi) sorumlusu ilan ediliyor. ( Leca, Altun, A. (2016), “Küreselleşme Çağında Milliyetçilik ve Ulus-Devlet”, International Journal of Academic Value Studies, 2 (4) : 145-160. (ISSN:2149-8598). International Journal of Academic Value Studies 2016, 2 (4) : 145-160. 146 J. , 1998:7). Artçı sarsıntılar boyunca yükselen “Doğanın sonu”, Tarihin sonu”, Kalana karşı Batı” sesleri ise, 21.yüzyılda yapılacak yeni düzenlemelerin arama-kurtarma takımlarıydı. Küreselleşme rozetiyle çalışmalar daha etkin bir formda sürdürülmüş ve bir yanda dünya toplumları birleştirilmeye çalışılırken diğer tarafta yerellik ve etnikliği gündeme getirmiştir. Küreselleşme, ulus-devletlerin tahribatına yol açmış, ulus terimine meydan okumuş ve özellikle yeni etnik oluşumların körüklenmesine katkı sunmuş ve toplumları bölmüştür. Dünyanın her yerinde eski kültürler parçalanarak yeni bir biçime sokulmuştur. Belki de Marks ve Engels’in çok sayıdaki milli kültür ve edebiyattan ortak bir edebiyat ve kültür doğabileceği umudunun, nihayet gerçekleşeceği ana gelinmişti. ( Smith, 2002:16). XXI. yüzyılın başlarında ise bir geçiş süreci sonunda değişen şartlara rağmen milliyetçiliğin popülerliğini ve geçerliliğini sürdürdüğü görülmüştür. Kimi çalışmalara göre, küreselleşme süreci, milliyetçiliği ve onunla bağlantılı, ulus-devlet, ulusal egemenlik, ulusal bağımsızlık gibi kimi kavramları zayıflatıcı, hatta, anlamsızlaştırıcı bir ekti yaparken, diğer bazı yaklaşımlara göre, söz konusu olgular ve kavramlar, küreselleşme çağında, belli bir dönüşümle birlikte varlıklarını ve etkilerini sürdüreceklerdir. Bu çalışmada amaçlanan, yukarıdaki sorulara cevap ararken, ulus kavramının unsurlarını, süreçlerini ve oluşturulma modellerini açığa çıkarmayı bu yolla milliyetçiliğin doğasını, dünyanın giderek daha fazla birleştiği ve etnik gruplarla uluslar arasında engellerin azaldığı ulus-devletle ilgili küreselleşme çağındaki gelişmeleri analiz ederek küreselleşme şartlarında da önemini koruyacağı anlaşılan milliyetçi ideolojinin ve ulus-devletin temel prensiplerini ortaya koyabilmektir. 2. ULUS NEDİR Ulusu bazıları aynı etnik kökenden gelen aynı dini, dili ve kültürel değerleri paylaşan insan topluluğu olarak tanımlarken, bazıları olaya daha fazla genetik açıdan bakarak aynı etnik kökenden gelen ve aynı dili konuşan insan topluluğu olarak tanımlama eğilimi içindedir. Ulus tanımı bu şekilde yapıldığında ulusçuluk kavramının ırkçılık veya etnik ayrımcılık biçiminde anlaşılması önlenemez. Ayrıca aynı etnik kökenden gelen insanların oluşturduğu türdeş devlet sayısı da oldukça az olduğundan modern ulus-devlet kavramı bu anlamda çok az sayıda devlet için kullanılan bir kavram haline gelmektedir. Ayrıca böyle bir tanım pek çok ülkede yeni karışıkları çağrıştırdığından modern siyaset bilimciler tarafından kaçınılmaktadır. Bunun yerine ulus; ortak kültüre, ortak değerlere, ortak standartlara, ortak siyasal hedeflere sahip olan topluluk biçiminde tanımlanarak daha pragmatik bir yol tercih edilmektedir. Bununla beraber ulus kavramı gerek uluslar arası politikada gerekse siyaset biliminde kolay tanımlanabilen bir kavram değildir. Bazılarına göre ulus, bir devletin sınırları içinde yaşayan insan topluluğu iken, kimilerine göre, birbiriyle etnik, dini, kültürel ve tarihsel bakımdan ortak bağlarla bağlı olan bir sosyal topluluktur. Rupert Emerson’a göre ise ulus,”bir toplumsal mirasın en önemli unsurlarına ortaklaşa sahip olduklarına inanan ve gelecekte de kaderlerinin ortak olduğunu düşünen bir topluluktur” (Arı,2006:25). Ulus tanımlanırken işaret edilen bir diğer noktada ulus ve devlet arasındaki ilişkidir. Ernest Haas, ulusun “kendi devletlerini korumaya veya yaratmaya çabalayan” insanlardan oluştuğuna işaret ederken, F.S. Northedge’de ulus tanımında, ulusu oluşturan insan gruplarını birleştiren bağlardan birisi olarak , henüz ulaşılamamış olsa da , ilerleyen zamanda bir devlet kurma isteğinden söz etmektedir.Ulus kendini korumada ve kendi varlığını kabul ettirmede siyasal bir araç olarak kullanmak amacıyla devleti ele geçirmeye uğraşmaktadır.Emerson’un işaret ettiği gibi, modern zamanlarda insanoğlunun oluşturabildiği en büyük, en etkin örgüt devlet olduğu gibi, devlet ile ulus arasında ayniyet sağlama yolunda büyük bir mücadele yürütülmüş ve günümüzde de yürütülmektedir. ( Sönmezoğlu,1995:22). Altun, A. (2016), “Küreselleşme Çağında Milliyetçilik ve Ulus-Devlet”, International Journal of Academic Value Studies, 2 (4) : 145-160. (ISSN:2149-8598). International Journal of Academic Value Studies 2016, 2 (4) : 145-160. 147 Türkçede kavim, kabile veya belli bir topluluk anlamında kullanılan "millet" kavramı İslâm kültüründe daha farklı manalara gelmektedir. "Millet" sözlükte, tutulan ve gidilen yol demektir. Bu yol eğri de olabilir, doğru da. Bu anlamdan hareketle 'millet' kelimesi 'din ve şeriat' yerine kullanılmaktadır. Çoğulu, milel'dir. Kur'an' da ve İslâm kültüründe millet, din anlamında kullanılmıştır. Esasen din, şeriat ve millet kelimeleri birbirine yakın manada olup, her biri başka yönlerden yaklaşık aynı anlamı ifade ederler. 'Millet' kavramı, tıpkı din terimi gibidir. Yüce Allah'ın, peygamberleri aracılığı ile kulları için belirlediği hükümler manzumesidir. İnsanlar bu hükümlere uyarak O'nun rızasına kavuşurlar Millet ile din arasındaki fark; millet kavramı, gönderildiği peygamberin adıyla söylenir. "İbrahim milleti", "Musa milleti" gibi. "Allah'ın dini" denilebilir ama "Allah'ın milleti" demek yanlış olur. "Millet" kelimesi, Kur'ân-ı Kerim'de 15 yerde geçer. Bütün bu âyetlerdeki "millet" kelimesi "din" anlamında kullanılır. Din; yani inanç sistemi ve şeriat. Birkaç örnek verelim: "Kendini bilmez beyinsizden başka kim İbrahim milletinden yüz çevirir?" Şu âyet millet kavramının anlamını daha açık bir şekilde ifade etmektedir: "Sen onların milletlerine (dinlerine-inanç sistemlerine) uymadıkça, Yahûdi ve Hıristiyanlar senden kesinlikle râzı (hoşnut) olacak değillerdir…" (2/Bakara, 120). Yahudi ve Hıristiyanlar ne Peygamberi, ne de O'na inanan Müslümanları, kendi inanç sistemlerine, kendi uydukları yola, yaşama biçimlerine uymadıkça sevmezler.* Millet, İslâm kültürüne göre din anlamında kullanıldığından, "İslâm milleti", "küfür milleti" tabirleri doğrudur. Türk milleti, Yunan milleti... gibi ifadeler yanlıştır. Millet kelimesinin kavim/ulus anlamında kullanılması, 19. asırdan sonra ve özellikle 20. asırda yaygınlaştırılmıştır.(Kalkan,2007:7). Osmanlı Devleti’nin hukuki ve idari düzeni millet sistemine dayanmaktaydı. Din ve Şeriat temelinde ana milletler de İslam, Rum-Ortodoks, Ermeni ve Yahudi genel ayrımına göre tasnif edilmişti. Fransız Devrimi’nin estirdiği ulusçu düşüncelerin etkisiyle, milletin tanımından din ve şeriat kalkar ve süreç içinde millet kavramı sayısal insan topluluğunu ifade eder. Ümmet, unsur, cinsiyet, kavmiyet hatta ırk kelimeleri 19.yy sonu 20.yy başlarında ulusu karşılamak için kullanılmış diğer kavramlardır.(Yıldız,1995). Osmanlı'nın son zamanlarında, aydınlarda İslâm davası ve idealizmi kaybolduğundan, özellikle Tanzimat sonrası yeni idealler aranmaya, ülkenin içinde bulunduğu durumdan kurtuluş için İslâm'ın dışında yönelişler baş gösterdi. Tanzimat'la birlikte yazarlar, şairler, siyaset adamları, okuyup yazması olan mekteplilerin kalem ve dillerinden birkaç parlak kavram çıkıyordu: "Vatan, millet, eşitlik, özgürlük". Ziya Gökalp, 1923'te Türkçülüğün Esasları adlı kitabını yayınlar ve bu özellikle Emile Durkheim'in etkisinde kalarak oluşturduğu sosyoloji ve ideolojisiyle Türkiye Cumhuriyeti'nin fikir babası olur. Emile Durkheim'den adapte edilerek nation karşılığı olarak ulus denilmesi gerektiği halde "millet" denilerek tanımı yapılan kavram: Dil, toprak, ülkü, tarih ve din birliği ile birbirlerine bağlı topluluk. Ama insanımıza okullarda, medyada hâlâ milletin tanımı olarak Ziya Gökalp’ın Yahudi sosyologdan tercüme ettiği anlayış, bilim ve tek gerçek diye öğretiliyor. İslâm ise, milletin tanımını dinin tanımıyla eşit görüyor. O yüzden Müslüman halk, Türk olmadığı halde Müslüman olan sözgelimi İngiliz Yusuf İslâm'ı, Çeçen mücahidini veya Filistinli Arap bir Müslüman genci, Türk olduğu halde İslâm düşmanı insanlardan kendine daha yakın görüyor.(Kalkan,2007:9) Tarihsel açıdan bakıldığında ulusların, birbirinden farklılaşmasına neden olan, çok farklı süreçlerin ürünü olduğu görülür. Genel hatlarıyla, ulusları ortaya çıkaran beş tarihsel süreçten söz edilebilir: Birincisi;14–18. yy arasında Batı Avrupa’da yaşanan gelişmelerle (ticaret-aydınlanmamodernleşme-sanayileşme)yöresel ve feodal kimliklerin ulus içinde bütünleşmesi ve yerel bağlılıkların aşıldığı süreç * Millet kelimesinin geçtiği diğer âyetler için bkz. 3/Âl-i İmrân, 95; 4/ Nisâ, 125; 6/En'âm, 161; 7/A'râf, 88–89; 12/Yûsuf, 37-38; 14/İbrâhim, 13; 18/ Kehf, 20; 22/Hacc, 78; 38/Sâd, 7). Altun, A. (2016), “Küreselleşme Çağında Milliyetçilik ve Ulus-Devlet”, International Journal of Academic Value Studies, 2 (4) : 145-160. (ISSN:2149-8598). International Journal of Academic Value Studies 2016, 2 (4) : 145-160. 148 İkincisi; Brincisiyle eşzamanlı olarak ve onun bir yan ürünü olarak keşifler döneminde başlayan kolonizasyon süreci Üçüncüsü; Doğu Avrupa’da, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülme süreçleri Dördüncüsü; İkinci Dünya Savaşı sonrası sömürgelerin çözülmesi süreci Beşincisi;1990 sonrası SSCB ve Doğu Bloğu ülkelerinde yaşanan çözülme süreci Bu süreçler, temelleri birbirinden farklı uluslar doğmasına neden olmuştur. Bu açıdan Smith ulusları 4’lü bir ayrıma tabi tutmuştur; Batı Avrupa’nın “sürekli ulusları”(İngiltere, Fransa gibi) Kolon ulusçuluğundan doğan”göçmen uluslar”(ABD, Kanada, Avustralya) İmparatorlukların parçalanmasından doğan Orta ve Doğu Avrupalı “etnik temelli uluslar”(Almanya gibi) Sömürgeciliğin tasfiyesinden doğan Afrika ve Asya’daki “devlet temelli uluslar” biçiminde ayrılabilir. (Kurubaş,2006:112). 2.1. Ulus’ un Oluşumuna Dair Yaklaşımlar Ulusları doğuşu onu güçlendirmek için ortaya atılan ulusçuluk ideolojisi üzerine çok farklı görüş ve yaklaşımlar vardır. Modern ulus kavramı her ne kadar 16. yüzyılda İngiltere’de şekillendiyse de, kavramın teorileştirilmesinin temelindeki tartışmalar esas olarak Avrupa kıtasında birbirine karşıt yorumların peş peşe ortaya çıktığı 19. yüzyılda başladı. Bu tartışmalardan biri de Fransız yazarlar ile Alman yazarları karşı karşıya getiriyordu.1789’un değerlerinden yola çıkan Fransız yazarlar ulusu bireysel bağlılıkların kabul edilmesinden hareket eden evrensel bir oluşum olarak tanımlarken, Alman yazarlar ulusun ortak bir dil, hatta etnik gruba ait olmaya dayalı bir cemaat olduğunu daha çok vurguluyorlardı. Fransız-Alman tartışması, bugün özellikle milliyetin kodlarını “toprak hukuku/kan hukuku” teması etrafında yeniden değerlendirme çerçevesinde tekrar gündeme gelse de 20.yüzyılın başında ve iki dünya savaşı arasında Marksizm’in etkisiyle ortadan kalkmaya yüz tutmuştu. Geleneksel Marksist yaklaşım milliyetçiliği, emperyalizm ile sömürgecilik arasındaki mücadele bağlamında tarif etme eğilimindedir. Bu mücadelede, esas olarak araçsal bir ulusal ideoloji örtüsü altında kendi ekonomik çıkarlarının peşinde koşan kapitalist sınıfların ya da yerli burjuvazinin faaliyetine dayanır. (Leca,J. ,1998:54-55). Lenin, tarihsel olarak, ulusların doğuşunun feodalitenin çöküşü ile aynı döneme rastladığını, kapitalizmle birlikte ulus-devletlerin ortaya çıktığını ifade ediyor: "Kapitalizmin feodalizme karşı kesin zafer dönemi, tüm dünyada ulusal hareketler dönemine bağlıydı. Bu hareketlerin iktisadi temelini oluşturan şey, ticari üretimin tam zaferinin, iç pazarın burjuvazi tarafından fethini, nüfusu aynı dili konuşan toprakların aynı bir devlet içinde birleşmesini ve bu dilin gelişmesini ve bir edebiyat tarafından benimsenmesini engelleyebilecek her türlü engelin ortadan kaldırılmasını gerektirmesiydi. İnsanlar arasındaki iletişim araçlarının en önemlisini dil oluşturuyordu. Dil birliği ve bu dilin özgürce gelişmesi, gerçekten serbest, gerçekten geniş, çağdaş kapitalizme gerçekten uygun düşen bir ticaretin, nüfusun birbirinden ayrı sınıflar içinde özgür ve geniş bir kümelenmesinin ve son olarak da pazarın, büyük küçük her patronla, her satıcı ve her alıcıyla sıkı bir ilişki içine girmesinin en önemli koşulları arasında yer alıyor. Çağdaş kapitalizmin bu gereklerini en iyi karşılayan şey olan ulusal devletlerin kurulması, her ulusal hareketin ortak eğilimini oluşturuyor. En derin iktisadi etkenler, ulusal devletlerin kurulmasına katkıda bulunuyor. Öyleyse Batı Avrupa için, Altun, A. (2016), “Küreselleşme Çağında Milliyetçilik ve Ulus-Devlet”, International Journal of Academic Value Studies, 2 (4) : 145-160. (ISSN:2149-8598). International Journal of Academic Value Studies 2016, 2 (4) : 145-160. 149 daha doğrusu tüm uygar dünya için, kapitalist dönemde tipik ve normal olan devlet, ulusal devlet oluyor” (Lenin,1998:53). Bir topluluğun, ulus halinde örgütlenebilmesinin tarihsel koşulu olarak, toplumsal örgütlenme düzeyi bakımından "kapitalizmin şafağında" bulunuyor olması gerektiği, Stalin tarafından belirtilmiştir. Ulus kavramını tanımlayan diğer öğelerle birlikte, bu koşul, ulusun tarihsel bir kategori olduğunu, yani ancak tarihsel gelişmenin belli bir düzeye erişmesiyle ortaya çıkabileceğini ve gene tarihsel gelişmenin belli bir evresinde de yok olacağını belirlemesi bakımından materyalist tarih anlayışına, özetle tarihin "sınıf mücadelelerinin tarihi" olduğu şeklindeki teoriye uygundur. Stalin de, Lenin gibi, 'Marksizm ve Ulusal Sorun' başlıklı incelemesinde, ulusu, yükselen kapitalizm çağının tarihsel bir kategorisi olarak vurguluyordu. (Stalin, 1994:22). Ulusun tarih dışılığı tezini ileri sürenler, etnik grup ile ulus arasında hiçbir fark gözetmezler. Bu noktada, Wallerstein’in ırk, ulus ve etnik grup olarak belirlediği kategorilere bakabiliriz. Wallerstein bu kategorileri şöyle tanımlar: Bir ‘ırk’ın görünür fiziksel biçime sahip olan genetik bir kategori,’ulus’un bir devletin fiili ya da muhtemel sınırlarına her nasılsa bağlı olan toplumsal siyasal bir kategori, bir ‘etnik’grubun kuşaktan kuşağa geçen ve normal olarak kuramda devlet sınırlarına bağlı olmayan, bazı sürekli davranışlara sahip olduğu söylenen kültürel bir kategori olduğu varsayılır. Bu üç terimin her biri kapitalist dünya ekonomisinin temel yapısal özelliklerinin etrafında dönmektedir. ‘Irk’ kavramı dünya ekonomisindeki eksensel işbölümüyle, yani merkez-çevre zıtlığıyla ilgilidir. ‘Ulus’ kavramı bu tarihsel yapının üstyapısıyla ilgilidir. ‘Etnik grup’ kategorisi, sermaye birikiminde ücretsiz emeğin büyük payının korunmasını sağlayan hane yapılarının yaratılması ile ilgilidir. (Wallerstein, İ. , 2000:98-100). Tom Nairn’in global bir çerçeveye oturttuğu milliyetçilik teorisi, dünya ekonomisi kavramından etkilenmiştir. Bu teoride milliyetçilik sadece egemen devletlerin kendi uyrukları arasındaki dayanışmayı sağlamlaştırmaya veya onlar üzerindeki kontrolünü artırmaya yönelik ideolojik bir yöntem olarak görülür. Bu yaklaşıma göre ulus hiyerarşik bir dünya düzeni içinde kurulu devletlerin stratejik bir ürünüdür. Sosyal bilimlerde Marksist tezlerin gerilemesinin öncesinde bile, sömürgeciliğin ortadan kalkmaya başlamasıyla birlikte yeni bir milliyetçilikler kuşağının kendini gösterdiği 2.Dünya Savaşı ertesinde çok sayıda sosyolog ve siyaset bilimci ulus teorisini yenilemeye çalıştı.50’li yıllarda Anglosakson dünyada, siyaset sosyolojisinin araçlarına başvuran modeller yaygınlık kazandı. 1953 Tarihli öncü eserinde Karl Deutsch milliyetçilik ve milliyet süreçlerinin bir kavramsal modelini oluşturma kaygısını dile getiriyordu. Deutsh bir ulusal topluluğun üyeleri arasındaki karşılıklı ilişkinin yoğunluğuna dayandığı savını ileri sürer. Bu etkileşimin düzeyi şehirleşme, aktif nüfus, gazete ve kitap okuma, üniversite öğrenciliği, göçmenlikten yararlanan kişilerin verileri ile değerlendirilebilir. Bu göstergeler çok yoğun bir iletişim ağına girmenin belirtisidir. Karl Deutsch’un çözümlemesi geleneksel toplum sanayi toplumu karşıtlığına dayanır. B u model devlet ya da tezahürleri dışında herhangi bir milli duyguya atıfta bulunmaz. Dolasıyla buradan ulusal bilincin karakteri çıkarsanamaz. Benedict Anderson’un büyük ölçüde iletişim süreçleri üzerine kurulu çalışmaları Deutsch’unkileri tamamlar. Anderson’un çalışmaları yayıncılık tekniklerinin gelişmesine ve kapitalist yayıncılığın ortaya çıkmasına büyük önem verir. Basının gelişmesi, sınırları dil tarafından belirlenen bir ulusal kültürün üyeleri arasında aynı anda düşünceleri uyandırarak bir “hayali cemaate” aidiyet duygusu sağlar. (Leca, J. , 2000:56-57). Smith, ulusların biçimlenmesini, modernitenin ilerlemesini damgalayan ‘üçlü devrim’e ekonomik bütünleşme, yönetsel denetim ve kültürel eşgüdüm- bir yanıt olarak açıklar. Bu küresel yapısal değişmenin etnik çekirdek üzerindeki etkisi iki yönlüdür. Bir yandan, etnik Altun, A. (2016), “Küreselleşme Çağında Milliyetçilik ve Ulus-Devlet”, International Journal of Academic Value Studies, 2 (4) : 145-160. (ISSN:2149-8598). International Journal of Academic Value Studies 2016, 2 (4) : 145-160. 150 çekirdek, yeni toplumsal bütünleşme biçimlerine tâbi kılınır: Ulus, “bölgesel olarak merkezileşmiş, siyasileşmiş, ortak bir yurttaşlık manzarası ve ideolojisiyle bağlı olarak hukuki ve ekonomik olarak birleştirilmiş birim” haline gelir. Ulusun, önceden varolan ethnie’nin niteliklerinden bazılarını yüklenmesi ve bunların söylenlerinin, anılarının ya da sembollerinin birçoğunu özümsemesi ya da kendininkileri icat etmesi gerekir. Ulusların biçimlenmesi basitçe modernleşme sürecinin bir parçası değildir; etnik önceller tarafından belirlenmiştir ve hatta etnik önceller, daha ayırt edici modern etkenlerle çatışmaya girebilir. Solomon Bloom’a göre Uluslar ve ulus-devletler basitçe birbirleriyle etkileşimde bulunmazlar; modern koşullar altında bir dünya, yani kendi bütünleşme süreçleri ve mekanizmaları olan bir küresel bağlam oluştururlar - ya da oluşturma eğilimindedir. Böylece ulusal bütünleşme biçimi, küresel bütünleşmeyle yakın bir temas halinde ve az çok keskin bir çatışmayla gelişir ve işlev görür. Bu bizi yine gerisin geri küreselleşme teorisi ve onun araştırma programına götürür. Küreselleşme teorisinin, ulusçuluğun analizi bakımından taşıdığı önemi kavrayabilmek için, küreselleşmenin hiçbir şekilde homojenleşmeyle eşanlamlı olmadığını (ama bunun da küreselleşmenin kısmi homojenleşme süreçlerini içermediği anlamına gelmediğini) akılda tutmak zorunlu. Daha ziyade, küreselleşme, yeni bir farklılaşma çerçevesi olarak anlaşılmalı. Robertson, “küresel-insanlık durumunun başlıca çağdaş bileşenleri ya da boyutları olarak bireyleri, toplumları, toplumlar arasındaki ilişkileri ve insanlığı içerme” ihtiyacını vurgular ve tüm bir küreselleşme sürecinin bir parçasını oluşturan “tikel kimliklerin küresel değerlendirimi”ne dikkat çeker .Küresel bağlamın böylece pekiştirdiği ve yeniden yönelim kazandırdığı kimlikler arasında, medeniyet kompleksleri ve gelenekler hiç de önemsiz değildir. Bu noktada küreselleşme teorisinin ulusların ve ulusçuluğun anlaşılmasına yaptığı katkıları daha kesinlikli olarak tanımlayabiliriz. Bir yandan, küreselleşmenin farklılaştırıcı etkisi ulusal kimlikleri, cemaatleri ve tasarıları güçlendirir ya da yeniden faal hale getirir. Öte yandan, bütünleşmenin ulusal düzeyi küresel bütünleşmeyi tamamlar, koşullandırır ve küreselleşmeye karşı hareket eder. ‘Uluslardan oluşan dünya’ içinde, ulusların kendi başlarına birer dünya haline gelmeye doğru az çok belirgin bir eğilimleri vardır ve bu kapasite bakımından küresel durumun içine yerleşmiş öbür farklılaşma çizgileriyle uzlaşma göreviyle de karşı karşıyadırlar. Hem birleştirici hem de parçalayıcı eğilimler küresel-ulus durumuyla ilişkili olarak anlaşılmalıdır. (Arnason,1993) 2.2. Ulus İnşası Ulus inşası, nüfusun sadakatini kabile, bölge gibi küçük birimlerden daha büyük merkezileşmiş bir siyasal sisteme aktardığı bir süreci gerektirir. Devlet uluslaştırma araçlarıyla kendi ulusunu inşa etmeye çalışır. Batı dışı toplumlarda tarihsel geçmiş ulusal ortaklıkları inşa edemediği için genelde etnik kimlikler ulusal kimliğin merkezinde yer alabilecek kadar kapsamlı ve diğerlerini içinde eritebileceği tek temel unsur olarak görülür. Ya da bu görev genellikle devlet öncülüğünde ve ister istemez tepeden inmeci bir yaklaşımla gerçekleştirilmiştir. Ulus inşalarında başkalarından farklılık veya ötekine nefret ve düşmanlık unsurlarından en az düzeyde yararlanmak ve ortak değerlere dayalı olarak “biz” bilinci geliştirerek en uygun olandır. Aksi takdirde hem azınlıklardan dolayı ulusun bölünmesi gündeme gelir hem de vatandaş olan azınlıklara düşman nazarıyla bakılabilir ve azınlığın varsa akraba devletiyle sorunlar yaşanabilir (Kurubaş, 2006). Batı Avrupa'da millet olgusu milliyetçilik ideolojisi tarafından olgunlaştırılmıştır. Ancak azgelişmiş ülkelerdeki durum, varolmayan bir milletin resmen baştan sona "inşa" edilmesi olayıdır. Baskın Oran'a göre bu inşa sürecinin İngilizce'deki adı bu yüzden "nation building" (ulus inşası) olarak belirlenmiştir. (Çancı, 2006:244.) İnşa edilen uluslarda mühendislik harikası olarak dizayn edilen toplumlar yeni devletlerini inşa ediyor. Buna çok sayıda örnek vermek mümkün. Nazikçe “kadife devrim” diye de telâffuz edilen bu gerçek, değişimi yakalamayan ve değişime direnen rejimlerin karşısında bütün haşmeti ile durmaktadır. Amerika’nın yeni dönem stratejistyenlerinden Richard Haas’ın kaleme aldığı “Müdahale” Altun, A. (2016), “Küreselleşme Çağında Milliyetçilik ve Ulus-Devlet”, International Journal of Academic Value Studies, 2 (4) : 145-160. (ISSN:2149-8598). International Journal of Academic Value Studies 2016, 2 (4) : 145-160. 151 isimli kitabında bu durumu şöyle değerlendiriyor: “Böylesi değişiklik olasılığını artırmanın tek yolu ,ulus inşa etme gibi hayli kapsamlı müdahalelerden geçer. Bu ise önce bütün muhalefeti yok etmeyi ve sonra da bir başka toplumu temelden yeniden yapılandırmayı mümkün kılacak işgali gerektirir…”Küresel sistemin politik stratejisini oluşturan bu yaklaşımın yaşam bulması ve zora dayanılarak ulusların ve devletlerin yeniden biçimlendirilebilmesi için ,söz konusu edilen kapsamlı müdahaleler fiilen uygulanmaktadır.(Peköz.2007). Hiç şüphesiz ki sorunun esası, işgale yol açan ülkelerin veya ulusların geleceğinin inşa edilmesi değildir. Küresel kapitalist sistemin buralarda bütünlüklü olarak egemen kılınarak, küresel sömürge alanlarının geliştirilmesidir Ulus inşalarında soy, dil, kültür, tarih, toprak gibi unsurlardan yararlanma çerçevesinde iki modelden söz etmek mümkündür. Teritoryal uluslar ve etnik uluslar. Teritoryal uluslar: Fransız devrimi’nden kaynaklanan yaklaşım olup, ulusu “aynı topraklarda yaşayan ve bundan kaynaklanan ortak duyguyu paylaşan yurttaşlar bütünü “çerçevesinde ele alır. Bu tip temelini kesin coğrafi sınırların etkileşiminden almaktadır. Devlet görev ve yetkileriyle teritoryal bir bütündür. Egemen olmasına rağmen sıkı bir şekilde sınırlandırılmıştır. İçten ve dıştan sınırlayan düşünce vatandaşlar topluluğunu tanımlaması için hayatidir. (Smith, 2002:178). Bu kısmen Benedict Anderson’un ulusu “ hayali bir topluluk olarak, hem sınırlı hem egemen olarak tanımlarken demek istediği şeydir.† Bu ulus kavramının ikinci özelliği yasal yanıdır.Ulus bir yasalar ve yasal kurumlar topluluğudur.Üyeleri ortak bir yasayla bağlıdır.Ve benzer hak ve sorumluluklara sahiptir.Prensip olarak ırka,renge,yaşa,cinsiyete ya da dine dayalı istisnalar yoktur.Bu teritoryal modelin üçüncü özelliği vatandaşlıktır.Bu kuşkusuz pasaport meselesinden ,yeminden,yasal kimlikten ve hükümet yönetiminde ortak haklar ve sorumluluklardan daha fazla bir şeyi ifade eder.Başka bir deyişle resmi vatandaşlığa rağmen,yeni gelen,hiçbir zaman doğumundan itibaren orada yerleşmiş olanların oluşturduğu katı topluluğun parçası olmayabilir.Tıpkı Antik Atina’da vatandaşlığın ebeveynleri de Atinalı olanlarla sınırlandırıldığı yasaların kabul edilmesi gibi (Smith,2002:178). İnsanın Hakları” adlı eseriyle her ulusu, onun kendini temsil eden hükümet sistemiyle adlandıran Tom Paine Fransa’da ideolojik yakınlık temelinde vatandaşlığa örnek gösterilebilir. (Keane,1993). Bu daha sonra uzun süreli ikamet ve etnik atalar temeline dayanan tarihsel, hatta soy kütüksel bir topluluk anlayışının gelişmesine teslim olmuştur. Diğer özellik ortak kültürdü. Pratikte bunun anlamı teritoryal ulusların aynı zamanda, kültürel topluluklar olması gerektiğidir. Vatandaş dayanışması, paylaşılan mit, hatıra ve sembollerden çıkan ortak bir “vatandaşlığa dayalı” din’e ve eğitim kurumları tarafından standart bir dille iletişime ihtiyaç duymaktaydı. (Smith,2002:180). Amacı kültürel homojenliktir. Bununla ilgili İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar yapısalcıişlevselcilik ve asimilasyonist teorilerinin egemenliği söz konusudur. Yapısalcı-işlevselciler kuvvetle, kültürler ve toplumların bütünleştirilmesini savundu. Ve çoğunlukla dış etkileri ihmal etti. Brubaker’e göre göç sadece etnik kaynaştırmaya götürmez, göçün içeride gerçekten, bu toplumların kültürel çeşitliliğinin artışına götürüp götürmediği şüphelidir. (Davic,2002). Etnik uluslar: Alman romantik ulusçuluğundan kaynaklanır ve ulusu “tarihsel ve Etnik, organik bütünlük” çerçevesinde ele alır. Burada ise ulusun bireyleri aynı soydan gelmekle tanımlanır. Bu modelde birey zorunlu olarak doğuştan bir ulusa dahil edilmiştir. Bu tip uluslar etnik türdeşlik ister.( Smith, 1999:25-29). Etnikliğe üç büyük yaklaşım vardır; † Anderson’a göre ulus egemen olarak hayal edilir. Çünkü ulus ve ulus-devlet doğrudan egemen olmayla bağlantılıdır. Ulus-devletlerin egemenlik hakları bitince kendileri ve temsil ettikleri ulusları da biter. Bkz. Benedict Anderson, Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri Ve Yayılması, çev: İ.Savaş, İst. Metis,1993,s.21 Altun, A. (2016), “Küreselleşme Çağında Milliyetçilik ve Ulus-Devlet”, International Journal of Academic Value Studies, 2 (4) : 145-160. (ISSN:2149-8598). International Journal of Academic Value Studies 2016, 2 (4) : 145-160. 152 1)Ethnoregionalizm: Etnik gruplar için daha büyük yerel-bölgesel özerklik veya daha uzak gelecekte bağımsızlığın bir formuna doğru düzenli bakmayı talep eder. 2)Ethnonationalizm: üstün bir grup olarak tanınmayı ya da en azından diğer gruplarla eşitlik talep eder. 3)Ethnoreligiousnesst: Etnikliğin bazı diğer karakteristikleriyle dinsel bilincin bir kaplamasını ifade eder. (Ben-Dor, 1999). Etnik ulusların özelliği ortak soy, siyasi topluluk niteliği taşımayan halk, batılı modeldeki hukukun yerine geçen yerli kültür, din ve adalettir. Bu yolla etnik kavramlaştırma teritoryal ulusların kullandığı, ideal vatandaşlığa karşı bir kavram üretmiştir. Etnik ulus kavramı teritoryal olana pratikte değilse de teoride zıt bir biçimde olmuştur. Rogerler Brubaker’e göre “eğer milliyetçiliğin Fransız anlayışı asimilasyonistse, Alman anlayışı ayrılıkçıdır(differentialist)” (Bacık,2002). Batılı ulusların büyük çoğunluğu birinci modele uyarken, batı dışı uluslar genelde ikinci modele uyarlar. Ulus inşasının başlıca araçları eğitim, askerlik ve siyasi katılımdır. Ayrıca bayrak, milli marş, haritalar, heykeller, destanlar gibi simgeler önemli rol oynar. (Erözden,1997:124-125). Irk, din, kültürü tarih ve dil birliğini paylaşan topluluklar için ortaklıkları ve farklılıkları en iyi yansıtan öğe etnisite olmuştur. Etnisite kavramının sözlük anlamı “ethos”tan geliyor ve “halk”ın karşılığı olarak kullanılıyor. Burada önemli olan insanların biz duygusuna yüklediği anlamlardır. (Bostancı,2003:5) Ulusu inşa edenler kendilerinin de içinde yer aldıkları çoğunluğu oluşturan etnik kimliği esas alırlar. (Kurubaş,2006). 3. ULUS-DEVLET Ulus–devlet, modern devlettir. Modern devleti ulus–devlet haline getiren şey de, bir ulusun sembolik şekilde inşa edilmesidir. Ulus şuuru, modern hukuk biçimleri içinde inşa edilmiş olan teritoryal devlete vatandaşlar arası dayanışmayı tesis edebilecek zemini tesis etmektedir. Modern anlamda devlet, sınırları belirlenmiş bir ülke toprağı üzerinde bulunan, belli bir hükümetle yönetilen ve hukuksal bakımdan egemen olan siyasal örgütlenmedir. Bununla birlikte, kimisi devleti sosyal değerler piramidinin zirvesinde tutar. Bunlara göre, devlet en üstün değerdir ve başlı başına bir amaçtır. Hegel onu neredeyse bir yeryüzü tanrısı yapar. Kimisine göre ise devlet bir amaç değil sadece bir araçtır: toplum düzeninin ve barışın korunmasının sağlayan bir araçtır. (Arı,2001:8-9). Devlet, başlıca beş öğeden oluşan, bir toplumsal yapıdır. Uluslararası alanda bir devletten söz edilebilmesi için, günümüzde, her şeyden önce bir ulusal ülkeden, sonra, bu ülke üzerinde yaşayan bir nüfustan ve ülke üzerindeki nüfusun bir yönetime sahip olmasından, söz etmek gerekir. Ayrıca, devlet, bu sıfatla, uluslararası alanda hareket edebilmek için, bir hukuksal kişilik (tüzel kişilik) ve buna bağlı egemenlik yetkilerine sahip bulunmalıdır. (Önen,1988:33) 3.1. Ulus Devletin Tarihsel Gelişimi Tarih boyunca ortaya çıkan devlet biçimlerinden birisi olan ulus devlet Ortaçağ Avrupa’sının son dönemlerinde feodalitenin giderek çökmeye başlamasıyla yakından ilgilidir. Gücünü kaybeden aristokrasiye karşı yeni ortaya çıkmaya başlayan ticaret burjuvazisini yanlarına alan krallar, merkezi otoritelerini güçlendirmiştir. Bu dönemlerde ortaya çıkan gerçekleşen Fransız Devrimi’de ulusçuluğun moral ve ideolojik temelini güçlendiriyordu. Gerçekten de Fransız Devrimi, o dönemin çok uluslu imparatorluklarının korkulu rüyası olmuş, bunların parçalanarak birçok ulusal devletin ortaya çıkmasında önemli bir rol oynamıştır.( Sönmezoğlu, 1996:442). 1789’dan sonra ortaya çıkan uluslaşma fikirleri, Doğu Avrupa ve Balkan imparatorlukları içerisinde yer alan uluslarda olduğu gibi, hakların konumlarının bilincine varmasına yol açması bağımsızlık taleplerini artırdı ve ulusların kendi devletlerini kurmalarının yolunu açtı. İtalyan şehir devletleri ve Alman prensliklerinde de olduğu gibi, Altun, A. (2016), “Küreselleşme Çağında Milliyetçilik ve Ulus-Devlet”, International Journal of Academic Value Studies, 2 (4) : 145-160. (ISSN:2149-8598). International Journal of Academic Value Studies 2016, 2 (4) : 145-160. 153 küçük birimler halinde örgütlenerek parçalanmış olan aynı ulusun üyeleri bir araya geldiler ve merkezî devletlerini oluşturmaya başladılar. Osmanlı Devleti örneğinde olduğu gibi, XIX. yüzyıla gelindiğinde başta büyük imparatorluklar olmak üzere zaten savaşlarla yorulan devletler milliyetçilik akımlarının etkisiyle bağımsızlık talepleriyle uğraşmak durumunda kaldı, I.Dünya Savaşı’na bağımsızlık istekleri, yerel ve bölgesel ayaklanmalar ve yönetim krizleri ile girdi. I. Dünya Savaşı’nın sona ermesi ile başlayan süreçte ise yerlerini yeni ulus– devletlere bıraktılar. Ulus devletlerin ortaya çıkış süreci XX. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren ise yavaşlamıştır. Bunun çeşitli nedenleri vardır. Birincisi , ulusal devlet oluşturabilecek potansiyel toplulukların sınırına yaklaşılmıştır. İkincisi, iki büyük federal devletin öncülüğünde oluşan bloklar, savaş sonrası dönemde ulusal devletin konum ve prestijini zedelemiştir. Sömürgelerin bağımsızlıklarına kavuşmaları sonucunda ortaya çıkan yeni devletlerin genellikle ulusal devlet niteliğinde olmamaları da, klasik anlamda ulusal devletin konumunu zayıflatan üçüncü neden olmuştur. (Sönmezoğlu,1996:442). 3.2. Ulus-Devlet ve Küreselleşmeye İlişkin Bazı Tartışmalar Günümüzün en önemli sorun/tartışma alanlarının başında, “ulus devletin sınırlarının ötesinde ulusal üstü ve global düzeylerde kapitalizmin yol açtığı ekolojik, toplumsal ve kültürel tahribatın denetim altına alınmasının mümkün olup olmadığı” ve direkt olarak ulus devleti hedef alan ve daha çok siyasal düzeydeki tartışmalarda belirginlik kazanan, “ulus-devlet işlevini tamamlayıp sona erdi mi, yoksa halen oynayacağı hayati bir rol var mı?” soruları gelmektedir. Bu ve benzeri konulardaki tartışmaların hemen hepsinin kaynağı, “gerisinde bilgi işlem, iletişim, vb. alanlardaki teknolojik gelişmeler ve üretimin örgütlenmesindeki çok önemli değişmeler bulunsa da, daha çok ulus devletin aşılması sürecine işaret eden küreselleşme” olgusuna dayanmaktadır. (Esgin,2001) “Küreselleşme” parolası altında dikkatleri üzerine çeken yeni gelişim, tarihi bir terkibi köklü bir değişime uğratmaktadır. Bu terkib, kendini devlet, toplum ve iktisadın aynı milli sınırlar dahilinde bir arada gelişmesi olarak göstermiştir. Milletlerarası iktisat sisteminde, ticari münasebetleri iç ve dış ticaret diye ayıran sınırları devletler tespit ederlerdi. Pazarların küreselleşmesi ile birlikte bu milletlerarası iktisadi sistem, artık milletler üstü iktisada dönüşmeye başlamıştır. Artık devletler ve milletlerarası münasebetlerin esas yapısını, küresel münasebetler oluşturmaktadır. (Habermas, 2002:26). İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaygınlaşan, bölgesel güç blokları, küresel ekonomik şirketler ve küresel iletişim sistemlerindeki hızlı gelişmeler, karşılıklı bağlılıkları artırmıştır. İlk etapta komünist ve kapitalist (Doğu ve Batı blokları) iki büyük blok Avrupa’da ve başka bölgelerde karşı karşıya geldi. Bu kutuplaşmaya bağlı olarak Latin Amerika, Afrika ve Güneydoğu Asya’da daha zayıf bölgesel bloklar oluştu. Ancak bu yeni bloklar askeri ve ekonomik açıdan, bu iki esas blokla bağımlılıklarını sürdürdüler. Bu durum 1970’ler ve 1980’lerde, blok mensuplarının (Batı Almanya, Japonya ve Çin) ekonomik ve siyasi güçlerinden, sonrada Avrupa Birliği yönündeki ilerlemeler ile glasnost (açıklık) ve perestroyka (yeniden yapılanma) politikasının, gerek Sovyetler Birliği, gerekse Doğu Avrupa üzerindeki etkisinden dolayı yumuşamıştır. Dolayısıyla jeopolitik anlamda değişiklikler olmuş ve çok merkezliliğe doğru bir gidiş başlamıştır. Ulus-devletle ilgili tartışmalara sebep olan diğer bir gelişme de, 1970'li yıllarda yaşanan ekonomik krizdir. Devlet harcamalarının fazlalığı, üretim ve verimliliği azalttığından, sermaye birikimi olumsuz etkilenmiş, kriz küresel hale gelmiştir. Bu nedenle, özellikle 1980'li yıllardan itibaren yeniden yapılanma hareketleri hız kazanmıştır. Bu yapılanma çerçevesinde devlet, ekonomideki ağırlığının azaltılması, özelleştirme, serbestleştirme ve kural koyma yetkisinin azaltılması gibi uygulamalarla zayıflatılmaktadır. Ancak bu yeniden yapılanma ve sermayenin rahat dolaşımına imkân veren gelişmeler, küreselleşmenin ulus-devlet yapısına etkileri bağlamında zıtlıklar ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu da gelişmiş ülkelerin devlet Altun, A. (2016), “Küreselleşme Çağında Milliyetçilik ve Ulus-Devlet”, International Journal of Academic Value Studies, 2 (4) : 145-160. (ISSN:2149-8598). International Journal of Academic Value Studies 2016, 2 (4) : 145-160. 154 yapılarını güçlendirirken, gelişmekte olan ülkelerin devlet yapılarında, getirdikleri yük ve yaptırımlardan dolayı, çözücü etki yapmıştır. Küreselleşmenin, devlet egemenliği ile ekonomik, siyasal ve kültürel yaşam arasında ciddi boşluklar ve çelişkiler yaratan bir süreç olarak ortaya çıktığını savunan Held, modern egemen devlet ile 21. yüzyıla giren dünya arasında çelişkiler olduğunu belirtmektedir. Held, devletin aşınması ile ilgili olarak, beş temel çelişkiden söz etmektedir. Bunlar: 1. Dünya ekonomisi içinde sermayenin küreselleşmesi, üretim, değişim ve dağıtım süreçleriyle siyasal alan arasında boşluğun artması ve devlet egemenliğini azaltması, 2. Bağımsız ve egemen devlet ilkesi ile hegemonik güçler ve iktidar blokları (başlarda, 1945– 1989 Soğuk Savaş döneminde global politikaların ABD ve Sovyetler Birliği'ne endekslenmesi, ardından Avrupa Topluluğu ve NAFTA gibi bölgesel iktidar bloklarının belirmesi) arasında, egemen devleti giderek zayıflatan ve sınırlayan gelişmelerin olması, 3. 1945'den beri sayıları ve etkileri giderek artan IMF, Dünya Bankası gibi uluslar arası örgütler, bir yandan global bağların yoğunlaşmasına neden olurken, bir yandan da ulusdevletlerin karar alma süreçlerini etkileyebilmesi, 4. Uluslar arası hukukun devletler yanında bireyleri ve devletler dışı örgütleri özne olarak kabul etmesi, devlet egemenliğini sınırlayan başka bir oluşum olarak ortaya çıkması. 5. Global dinamiklerin giderek iç-dış politika ayrımını ortadan kaldırmasıdır. Özetle hakim devletler sistemi, şu aşındırıcı faktörlerden dolayı sorgulanmaktadır; ilk olarak devlet nükleer silahlanma ve benzeri açılardan güvenliği sağlama kapasitesini kaybetmeye başlamıştır. İkinci olarak, ozon tabakasının delinmesi, asit yağmurları, küresel ısınma gibi çevresel sorunlar karşısında, atmosfer, okyanus ve doğal hayat gibi küresel ortak alanların korunmasını devletler sağlayamamaktadır. Farklı bir ifadeyle egemen ve bağımsız devletlerden oluşan sistem, çevreyi korumada başarılı olamamaktadır. Üçüncü olarak, ekonomik verimlilik ve etkinlikler çerçevesinde devlet, elverişli bir ortam sunamamaktadır. Devletleri etkileyen ve aşınıma uğratan bu faktörler çoğunlukla küreselleşmeyi oluşturan süreçlerle ilgilidir. Devleti aşındıran faktörleri aşağıdaki gibi sıralamak mümkündür: 1. Yasa dışı (illegal) faaliyetlerin uluslar arası hale gelmesi: Uyuşturucu kaçakçılığı, terörizm, silah kaçakçılığı, korsanlık ve kara para aklama da dâhil olmak üzere, tüm suçlar gittikçe artan bir şekilde, devletlerin otoritesinden kaçabilen ve bu otoriteleri göz ardı eden, uluslar arası mafyalar tarafından kontrol edilmektedir. Aynı durum daha az, fakat büyüyen oranlarda tarihi ve sanat eserleri ile nesli tükenmekte olan hayvan ve bitki türleri içinde geçerlidir. Bu tür faaliyetler interpolün (uluslar arası polis teşkilatı) güçlenmesine, devletlerarasında bilginin ve suçluların alış-verişine ve milletler arası yaptırıma sahip mahkemelerin oluşmasına yol açmaktadır. Bir başka ifadeyle, büyüyen oranlarda ve bağlayıcı ortak çalışmaların oluşmasına katkıda bulunmaktadır. 2. Küresel sağlık problemleri: AIDS, tüberküloz, veba ve diğer bulaşıcı hastalıklar insanların gittikçe artan hareketlilikleri nedeniyle, hızla yayılış göstermektedir. Bu da, ulusal sağlık planlarını etkilemekte ve bozulmasına sebep olmaktadır. Böylece uluslar arası ilişkiler zorunlu hale gelmektedir. AIDS gibi özellikle öldürücü hastalıklar, yönetici ve toplumsal hizmetler konusunda yetersiz, hükümetleri zayıf olan ülkelerde uluslar arası yardımı zorunlu hale getirmektedir. Sağlık konularında uluslar arası yardıma ihtiyaç duyan, Afrika’daki ülkeler başta olmak üzere pek çok gelişmekte olan ülkede, hastalıklardan dolayı yaklaşık on genç insandan biri ölmektedir. 3. Küresel ekonomi: Pek çok küresel şirket, büyümekte, zengin olmakta ve bir çok devletten daha büyük ve daha bağımsız kararlar alabilmektedirler. Bu şirketlerin küresel pazarda etkili olmaları ve sermaye yatırımlarının serbest hareket edebilmesi, zamanla devletlerin kendi Altun, A. (2016), “Küreselleşme Çağında Milliyetçilik ve Ulus-Devlet”, International Journal of Academic Value Studies, 2 (4) : 145-160. (ISSN:2149-8598). International Journal of Academic Value Studies 2016, 2 (4) : 145-160. 155 ekonomileri üzerindeki kontrolünü zayıflatmaktadır. Dünya Ticaret Teşkilatı, küresel ticarette bir otorite olmayı amaçlamaktadır. Ancak bunun karşısındaki en önemli engel ulus-devlettir. Ulus-devleti aşıp, küresel pazarı ve sermaye hareketliliğini sağlamak için, iki türlü yol izlenir: Birincisi küresel şirketler oluşturmak; ikincisi ise ulus-devletlerin yetkisini kırmak için yerel birimlerin özerkliklerini sağlamak ve bu amaçla uyumlu olarak bölgesel işbirliklerini teşvik etmektir. 4. İçteki güçlerin gerileyişi: Birçok devlet, hükümet güçlerinin sorumluluğunun yerel devlet birimlerine dağıtılmasını kabul etmektedir. Etnik azınlıkların haklarının korunması, büyüyen iş dünyasının baskısı ve devlet giderlerinin artması gibi faktörler, yerel birimlere daha fazla yetki verilmesini sağlamaktadır. Bu da, ulus-devletin yetkilerini devretmesi, yani egemenliğinin sınırlanmasına neden olur. 5. Küresel kültür: Batı kültür unsurlarının hemen hemen her devlete hızlı tesiri, yerel kültürleri bozmakta, değiştirmekte ve kültürler arasındaki farkları da azaltmaktadır. Ülkeler arasında meydana gelen gönüllü veya gönülsüz büyük göçler de, kültürel ayrılıkları etki yapmaktadır. 6. Çevresel bozulma: Günümüzde ekolojik sorunlar da sınır tanımamakta, uluslar arası etki yaratmaktadır. Ozon tabakasının incelmesi, küresel ısınma gibi çevre sorunları, bütün gezegendeki şartları tamamen değiştirebilir. Mevcut sınır ötesi her türlü kirlilik ve her türlü atığın hareketliliği, sadece bir devletin başa çıkabileceğinin ötesinde, başlı başına ciddi bir problemdir. Uluslar arası çevre kanunları, sadece işbirliğini teşvik etmekle kalmayıp, kuralları ihlal edenleri de cezalandırmaktadır. 7. Devletlerin iç işlerine uluslar arası müdahaleler: Bu İkinci Dünya Savaşı’nda ülkelere empoze edilen askeri baskı ve kontrollerle başlamış ve giderek, Güney Afrika’da olduğu gibi ırk ayrımcılığının, Irak’a müdahale veya insan haklarının ihlaline varan yaptırımlar şeklini almıştır. 8. Metropollerin önem kazanması: Metropoller aracılığıyla da ulus-devlet erozyona uğratılmaktadır. Alt ve üst yapı açısından donanımları artırılan metropoller, küresel hareketliliğin mekânı olmaktadır. Küresel olarak bir dizi kararın uygulanması, sermaye ve üretim hareketliliğinin en etkin merkezleri haline gelmeleri, ulus-devleti pek çok zaman devre dışı bırakmaktadır. 9. Bilim ve teknoloji: Oldukça gelişmiş ulaşım ve iletişim, bireyler ve gruplara, hükümetlere alternatif oluşumlar meydana getirme, uluslar arası sınırları göz ardı edebilen bağımsız kuruluşlar oluşturma imkânı tanımaktadır. Denizin ve uzayın kullanımı, çok karmaşık ve pahalı hale gelmiştir. Bu nedenle, hiç bir devlet tek başına gelişmiş komplike faaliyetler yapamamaktadır. Bir devlet görevlisinden veya seçilmiş bir görevliden daha fazla etkili hale gelen bilgisayar, doğal olarak devlet yapılarında aşındırıcı etkiye sebep olmaktadır. 10. Devlet dışı organizasyonlar/gönüllü kuruluşlar (NGO) ve devletlerarası teşkilatların (IGO) gelişimi: Geçen yirmi yıl içerisinde devletsiz organizasyonların (NGO) hızla arttığı görülür. Refah, bilgi ve vakıflarla birlikte, devletsiz organizasyonların sayısı da artmıştır. Bu organizasyonlar, ulusal ve uluslar arası politikaları etkilemeye başlamış, bir bakıma devletlerin güçlerini de azaltmışlardır. Bunun yanında, devletlerarası teşkilatların sayısında da artışlar olmuştur. Pek çok devlet karar verme yetkilerini ve fonksiyonlarını devletlerarası teşkilatlara verme ihtiyacını duymuştur. 11. Uluslar arası hukukun gelişimi: Küresel bağımlılığın artması devletlerin hukuk sistemlerini de etkileyerek, devletler üzerinde yaptırımı olan uluslar arası hukuk kurallarının gelişmesine neden olmuştur. Bu da bireyler, gruplar veya toplumları dikkate alan hukuk kurallarının oluşumuna imkân vererek, devlet egemenliğini sınırlamaktadır. Altun, A. (2016), “Küreselleşme Çağında Milliyetçilik ve Ulus-Devlet”, International Journal of Academic Value Studies, 2 (4) : 145-160. (ISSN:2149-8598). International Journal of Academic Value Studies 2016, 2 (4) : 145-160. 156 Küreselleşme ekonomik, siyasi, kültürel ve çevresel süreçlerle ilgili gelişmeler ile karşılıklı etki ve bağımlılığın artışına vurgu yapar. Bu açıdan küreselleşme ulus-devlet ilişkisine bakıldığında, ulus-devlet yapısının yok olmadığı, aksine korunması gerektiği söylenebilir. Çünkü küresel yaptırımlar, ancak sınırları belirlenmiş bir alanda ve belli bir ulus üzerinde güç kullanan ve egemenliğe sahip olan ulus-devletin varlığı ile mümkündür. Küreselleşmeyle devlet birçok açıdan aşınıma uğramakla birlikte, şunu belirtmek mümkündür; küresel sistem, kuralları uygulayan, güvenliği sağlayan ve gerektiğinde yaptırım gücü olan örgütle işleyebilir. Bu da ulus-devletle mümkündür. Başka bir ifadeyle ulus-devlet yapısı korunmaktadır. Ancak küresel gelişmeler, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler açısından, farklı şekilde yansımaktadır. Gelişmiş ülkeler ulus-devlet yapısı açısından bütünlüklerini daha da kuvvetlendirirken, gelişmekte olan ülkeler bu açıdan zor durumda kalmaktadır. Zira küreselleşmenin iki eksenini oluşturan bölgesel ve yerel gelişmeler, gelişmekte olan ülkelerde, ulus-devleti zaman zaman zora sokmaktadır. Yeniden yapılanma amaçlı uygulamalar buna örnektir. Ayrıca küresel problemler karşısında gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin aynı sorumlulukla hareket etmeye zorlanmaları da, gelişmekte olan ülkelerin ekonomik, siyasi, kültürel ve ekolojik açıdan daha fazla problem yaşamalarına neden olmaktadır. (Karabağ, 2002:144) 4. MİLLİYETÇİLİK Milliyetçilik bir ideoloji olarak “Sanayi Devrimi”nden sonra Batı Avrupa’da ortaya çıkmıştır. XV. yüzyıldan beri yaşanmakta olan modernleşme hızlanmış, oluşan yeni kolektif ihtiyaçlar neticesinde sosyal ve siyasi alanda ön plana çıkan başlıca ideoloji milliyetçilik olmuştur. Kentleşmenin etkisiyle geleneksel grup aidiyetlerinin ve mevcut bütünleştirici değerlerin yavaş yavaş silinmesi toplumsal anlamda bir bütünleşme krizine yol açmış, yeni bütünleştirici kimlik ve duygular önemli bir ihtiyaç olarak kendini göstermiştir. Ulus-devletin ortaya çıkması, milliyetçilik akımının da gelişmesine yol açtı. İngilizler, milliyetçiliği daha çok milli bilinç, milli karakter anlamında kullandılar. Milliyetçilik düşüncesi daha sonra Fransa’da gelişti. Kilisenin devlet yönetimindeki etkinliğinden kurtulduktan sonra krala sadakat anlayışının bir araya getirdiği Fransızlar, ihtilalden sonra vatana bağlılık kavramını en yüce değer olarak benimsediler. Milliyetçilik akımları 1789’dan sonra tüm Avrupa’ya yayıldı.18. ve 19. yüzyıllara damgasını vuran milliyetçilik halkın sosyal, ekonomik ve kültürel özlemlerinin gerçekleştirilmesinde ulus-devleti en önemli unsur sayıyordu. Ulusdevletin ortaya çıkmasından önce kiliseye ve hanedana sadakat en önemli ölçüyken, ulusdevletten sonra devlete ve millete sadakat kavramları ön plana çıktı.(Öymen,2005:33). Toplumsal ve siyasi yapılanma ulus esaslı olarak oluşurken bütünleşmenin sağlanması noktasında milliyetçiliğin, siyasal örgüt ve usullerin kurumsallaşmasında da milliyetçilik ve demokrasinin devreye girmesiyle nihai sistem olarak ulus-devlet modeli ortaya çıkmıştır. ulus-devlet modelinin; milli egemenlik ve milli kimlik gibi “temel unsurları” ile; ülkesel bütünlük, siyasi bütünlük ve idari bütünlük gibi “yapısal özelliklerine” bakıldığında, tamamının milliyetçi ideolojinin siyasi yapılanmaya yansımaları olduğu fark edilecektir. Milliyetçi ideolojinin düşünsel temellerini “Neo-Klasik” akımda görmek mümkündür XVIII. yüzyıl ortalarında Fransa’da ortaya çıkan bu düşünce akımında; “yurt” kavramının ön plana çıkarılışı, yurtta yaşayan topluluğun üyeleri arasında “politik eşitlik” düşüncesi, egemenliğin kaynağı olarak “halk” ın işaret edilmesi, ülkesel bütünlüğe verilen önem ve bu bütünlüğü sağlayacak güçlü ve etkin bir devlet fikri ana temalar olarak göze çarpmaktadır. Neo-klasiklere göre, devletin temel görevi, insanların gönlünde yurdu ve eşitliği yüceleştirip, bu kavramlara ve kendisine güçlü bir aidiyet bağı geliştirebilmektir. 19. yüzyılda romantizm doğmuştur. Akıldan ziyade vicdan ve özellikle de duyguları önemseyen akılda değil duygudadır.Neo-Klasizmdeki halk “ulusa”, yurt “vatana dönüşmüştür. Milliyetçi düşünceye hız kazandıran bir başka gelişme de, Avrupa’da halk egemenliği düşüncesinin giderek Altun, A. (2016), “Küreselleşme Çağında Milliyetçilik ve Ulus-Devlet”, International Journal of Academic Value Studies, 2 (4) : 145-160. (ISSN:2149-8598). International Journal of Academic Value Studies 2016, 2 (4) : 145-160. 157 güçlenmesidir. XVIII. yüzyıldan itibaren popülerleşen; soyluların egemenliğine karşı çıkan yaklaşımlar milliyetçi akım ve düşünce için de de kendine yer bulmuş, liberalizm ve milliyetçiliğin bu buluşması milliyetçi ideolojinin temel kriterlerinden olan milli egemenlik ilkesine kaynaklık etmiştir. 19. yüzyıl milliyetçi ayaklanmalarda en az milli his ve gurur kadar demokratik talep ve ideallerde etkili olmuştur. Ayrıca, milliyetçiliğin, başta ulus olmak üzere, demokrasinin siyasi birimlerini temin etmiş olan tarihsel güç oluşu da son derece önemlidir. Bu bakımlardan, liberal düşüncenin kaynaklık ettiği, egemenliğin milletle buluşması sürecinde milliyetçiliğin etkinlik kazanması önemli bir dönüm noktası olarak değerlendirilebilir. (Şahin, 2007:1-4). Milliyetçi ideolojinin temel esasları toplumsal, siyasi, kültürel ve ekonomik kategoriler şeklindedir. Toplumsal: milliyetçi ideolojinin mihenk noktası “ulus”tur. Modern toplumların varlığı ve gelişmesi için büyük önem taşıyan gerek toplumsal homojenlik ve dolayısıyla bütünleşmenin, gerekse siyasal (politik ve yasal) bütünlüğün ancak ve ancak ulus temelli bir yapılanma ile sağlanacağı düşünülmektedir. Siyasi: İki esastan söz edilebilir. 1- siyasi egemenliğin sahibi ve kaynağı olarak ulusun kabul edilmesiyle, siyasal sistemin meşruiyet zeminini ulusun teşkil etmekte oluşudur. Ulusun sahibi ve kaynağı olduğu en yüksek otoriteyi içeren egemenlik ise bölünmez bir bütün olarak formüle edilmiştir 2- sınırlarını milletin yaşadığı coğrafyanın belirlediği, milli kimliğin biçimlendirdiği ve egemenliğin ulusta olduğu devlet anlayışının (ulus-devlet) varlığıdır. Kısacası, toplumsal sistemi ulus üzerine inşa eden bu ideoloji de siyasi ve idari yapılanma da buna göre dizayn edilmiştir Kültürel: ulusun kriterleri ile ilgilidir. bu kriterlerde toplumsal homojenliğin ancak milletin ortak değerleri ile sağlanabileceği düşüncesinden kaynaklanır. Bu ortak değer noktaları daha çok çekirdek etninin dili tarihi ve kültüründen kaynaklanan objektif unsurlar olmakla birlikte, kader ve amaç birliği gibi subjektif unsurlar da söz konusudur Ekonomik: Millli ekonomi düşüncesi hakimdir. milliyetçi ideoloji de; kendi ekonomik kaynaklarına sahip olabilme önemli bir ulus kriteridir.. Ekonomik manada milliyetçi ideoloji, serbest ekonomiye kapıları kapatmayan ancak devlet ve ekonomiyi birbirine bağlı gören bir ideoloji görünümündedir. Buna göre; milli kaynaklara tam olarak hâkim olma, bunları en verimli şekilde kullanma, milli rekabet gücünü arttıracak politikaları geliştirme gibi hususlarda devlet de önemli rol oynayacak bir kurumdur. (Şahin, 2007:5-7). 4.1. Milliyetçilikle İlgili Sınıflandırmalar Milliyetçilik literatüründe milliyetçiliğe dair oldukça fazla sayıda sınıflandırma yapılmıştır. Liberal milliyetçilik, gelenekselci muhafazakar milliyetçilik ,entegral milliyetçilik, sosyalist milliyetçilik, anti-sömürgeci milliyetçilik, romantik milliyetçilik bunlardan bazılarıdır. Liberal milliyetçilik, liberal öz değerleri ihtiva etmektedir ve kökleri geniş bir biçimde Aydınlanma Çağı'na uzanmaktadır. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Başkan Wilson tarafından ortaya konan ilkeler sadece sembolik bir biçimde de olsa liberal milliyetçiliğin üst bir noktasını temsil etmektedir. Bu ilkeler bağlamında her millet kendi devletine sahip olmalıdır. Fakat bunların her biri anayasal bir hükümeti, demokrasiyi ve bireysel hak ve özgürlükleri içermelidir. Mazzini, liberal milliyetçilik düşüncesini en çok etkileyen düşünürlerden biridir. Mazzini, milliyetçiliğin, geniş anlamıyla insanlık ile nihai uygunluğu doktrinini ortaya koymuştur. O'na göre milliyetçiliğin önündeki en büyük engelleri çok uluslu emperyal devletler oluşturuyordu. Örneğin Hapsburg İmparatorluğu bunlardan biriydi. Altun, A. (2016), “Küreselleşme Çağında Milliyetçilik ve Ulus-Devlet”, International Journal of Academic Value Studies, 2 (4) : 145-160. (ISSN:2149-8598). International Journal of Academic Value Studies 2016, 2 (4) : 145-160. 158 Liberal milliyetçilik temelde, ayakta kalacak kadar geniş ve büyük her milliyetin bağımsız olması gerektiğini, ancak anayasal-demokratik bir hükümet tarafından yönetilmesi lazım geldiğini vurgulamaktaydı. 1830’larda Yunanlıların Osmanlılara,Polonyalıların Ruslara karı bağımsızlık hareketlerinde bu düşünce vardır.liberal milliyetçiliğin altın çağları diyebileceğimiz dönem, 1814 yılında yapılan Viyana Kongresi'nden, Versay Antlaşması ve Wilson İlkeleri'ne kadar ki zaman dilimidir .Milletlerin self-determinasyon hakları, liberal milliyetçilikte ortaya konulan en önemli temayı oluşturuyordu. Fakat bu hakların sınırlarının nerede duracağının tespiti nasıl mümkün olacaktır. 1945 sonrası dönemde ılımlı, liberal milliyetçilik düşüncesi liberalizm ile milliyetçiliğin bütün bütün uyuşmadığı argümanı ile ortaya çıkmaktadır. Liberalizm bu anlamda kozmopolitlik ve evrenselcilik ile eşit sayılmaktadır. Bu açıdan da milliyetçilikle alakalı olamayacağı düşünülmektedir. Son döneme ait liberal milliyetçi yaklaşım milliyetçiliği, insan hayatını yaratıcı ve anlamlı kılan durumun kapsamlı bir şekilde anlaşılması için gerekli olan bir alan olarak takdim etmektedir. Aynı zamanda liberaller farklı biçimlerin ve tarzların birbirleriyle uzlaşmaya zorlanmalarına ise karşı çıkmaktadırlar.(Çancı,235-237). Gelenekselci muhafazakar milliyetçilik, Bu ekol romantik kültürel milliyetçilik ekolünün unsurlarına benzer unsurlar taşımaktadır. Romantik milliyetçilik, liberal ve entegral milliyetçilikleri de etkilemiştir. Kohn, Plamenatz ve Friedrich Meinecke'nin belirttiklerine göre gelenekselci milliyetçilik, Doğulu ve kültürel milliyetçilik düşüncesiyle yakın bir benzeşme içerisindedir. Geleneksel milliyetçilik gücünü, Fransız Devrimi'ne duyulan tepkiden almaktadır. Tarihsel süreklilik ve gelenek, akla ve devrime karşı bir set oluşturmaktadır. Millet, kanuni, siyasi ve toplumsal hayatta ifadesini bulmuş geleneksel ve organik bir topluluğun ortak kaderi ve sürekliliği adına var kılınmaktadır. Edmund Burke ve Joseph de Maistre gibi yazarların çalışmalarında millet, eşit vatandaşların oluşturduğu bir bütünden ziyade organik bir topluluğun hiyerarşik düzeni olarak telakki edilmiştir. Alman versiyonlarında, özellikle Friedrich Schlegel, Adam Müller ve Friedrich Novalis gibi yazarlarda romantizm ön plana çıkmaktadır. Bu yazarlara ait düşüncelerin birçoğu, Herder ve Fichte'nin özgün bir tarzda yorumlanmalarından ortaya çıkmıştır. Schlegel ve Novalis özellikle milleti, dilin saflığı, halk mitolojileri ve kültür ile özdeşleştirmektedirler. Bu yazarlar, eskiye ait toplumsal gelenekler olarak algıladıkları şeylerin restorasyonundan yanadırlar. Milletler öncelikle, dilde, mitlerde, kanunlarda, adetlerde ve tarihte ifadesini bulmuş ortak bir ruh ile ortaya çıkmış bir genel kültür üzerinde tesis edilirler. Dil özellikle 19. yüzyılda halk sanatları, şiirler vb. de yer alır. Gelenekselci muhafazakar düşünceye ilk ivmesini kazandıran şey, söyleminde var olan Aydınlanma karşıtlığıdır. Aydınlanma düşüncesi fazla mekanik ve materyalist bulunmaktadır. Millet, tarih tarafından şekillendirilmiş, bireylere karşı önceliği olan, biricikliği temin edilmiş, zaman zaman şahıslaştırılmış manevi bir organizma olarak görülmüştür. Romantizm hem gelenekselci-muhafazakar hem de liberal özelliklere sahiptir. Bir yandan modernleştirici demokratik eğilimleri aşırı bir şekilde desteklemekte öte yandan bu tür değişimlerin önündeki geleneksel engeli oluşturmaktadır .( Çancı, 237-239) Entegral milliyetçilik, genellikle Faşizm ile birlikte kavranmaya çalışılmaktadır. Alman Nasyonal Sosyalizmi’nde ırk teması önemli bir şekilde ön plana çıkmıştır. Bu milliyetçi tartışmanın içeriğinde aynı zamanda halk (volk) geleneği, Sosyal Darwinizm ve diğer fikri kaynakların belli bir tasnifi yer almaktadır. İtalyan Faşizmi’nde ise daha açık bir biçimde devlete (statism) vurgu yapılmaktadır. Bu düşünce aynı zamanda totaliter bir mizaca sahiptir. Her ikisi de saldırgan, yabancı düşmanı ve irrasyonalist bir milliyetçilik kavramsallaştırmasına dayanmaktadır. Her ikisi de Enternasyonalizm'e ve liberal milliyetçi düşüncelere düşmanca tavır içerisindedirler. Entegral milliyetçilik, liberal milliyetçilikten farklı olarak bilinçli bir biçimde emperyalist, anti-liberal, irrasyonalist ve militarist bir öze sahiptir. Belli bazı hakların ve milletlerin üstünlüğü anlayışı üzerine kuruludur. Başka bir deyişle, entegral milliyetçilik milletleri hiyerarşik biçimde tasnif etmiştir. (Çancı, 239-240). Altun, A. (2016), “Küreselleşme Çağında Milliyetçilik ve Ulus-Devlet”, International Journal of Academic Value Studies, 2 (4) : 145-160. (ISSN:2149-8598). International Journal of Academic Value Studies 2016, 2 (4) : 145-160. 159 5. SONUÇ Ulus düşüncesi, Batı’dan dünyaya yayılmış bir sosyopolitik örgütlenme biçimidir. Sosyal yapıyı ulus, siyasal yapıyı da ulus-devlet şeklinde örgütlenme anlayışı modern dönemde hem ulusal hem de uluslar arası meşruiyetin kaynağını oluşturmuştur. Ve tutkal olarak milliyetçilik kullanılmıştır. Ulusların üzerinde inşa edildikleri dil, toprak, etnik köken, kültür, ortak geçmiş, din gibi unsurlar vardır. Fakat tarihsel olarak bunlardan hiçbiri tek başına ulusun kurucu unsuru olmamış, bunlardan yararlanılmıştır. Küreselleşmeyle birlikte ulusal kültürlerin, ulusal ekonomilerin ve sınırların çözüldüğü, sosyal hayatın büyük bölümünün küresel süreçler tarafından belirlendiği bir çağda yaşıyoruz. Artık toplum mühendisliği aletleri kimin elindeyse eğitim, iletişim, yayın kimin kontrolündüyse, insanların aidiyet anlayışını onların belirleyebileceğini söyleyebiliriz. Bu ise devletin ulusu biçimlendirme imkânlarını azaltan bir unsur olacaktır. Bazı ülke sınırlarının ortadan kalkması ya da önemsizleşmesi veya Avrupa Topluluğu’nun kurulması gibi çabalar ulus sonrası bir geleceğin, ulus-devletin aşılmasının işaretleri gibi görünüyor. Fakat 11 Eylül’den sonra artan etnik gerginlikler şiddetli istikrarsızlığa neden olmuş ve ulusa duyulan ihtiyacı yeniden ortaya çıkarmıştır. Ulusların doğuşu üzerine tartışmalar ise kan bağı sonucu doğal bir zorunluluk mu, yoksa modernleşme ve sanayileşme döneminde ortaya çıkan bir kategorimi olduğu noktasında yoğunlaşmaktadır. Bu tartışma özellikle Küreselleşme sürecinin yaşandığı dünyada ulusların varlığının tartışılır hale geldiği göz önüne alınırsa daha da önem kazanır. Eğer uluslar tarihin doğal birimleri kabul edilirse, o zaman küreselleşmenin varlığı ulus gerçeğini değiştirmeyeceği gibi, ulus olmak için illaki sanayileşme ve modernleşme olgularının yaşanmasına gerek kalmaz. Eğer ulus modern bir olgu olarak görülüyorsa, o zaman modernleşmenin aşındığı veya kimilerince post modernleşmenin yaşandığı günümüzde ulusların da varlığının ortadan kalkabileceği kabul edilecektir. Özellikle 1980 sonrası kendini hissettiren küresel ölçekteki ekonomik ve siyasi değişikliklerin etkisiyle klasikleşmiş mutlak egemenliğe ve kamusal alandaki totaliterliğe dayalı yapılanmanın yerini ulus üstü ve ulus altı düzeyde egemenliği paylaşan, farklılıklara açık kamusal alanı olan, minimal devlet anlayışına dayalı ulus devletler almaktadır. Küreselleşmeye yönelik refah ve küresel medeniyet öngörüsüyle bunu piyasa ekonomisinin sağlayacağı şeklindeki izah çabalarına olan ilgi devamlı azalırken milliyetçi ekonomik uygulamalara doğru bir yöneliş söz konusudur. Ekonomide liberalizme dayalı aşırılıkların törpülenmesi çareleri aranırken milliyetçi kaygıları içeren korumacı yaklaşım ve esaslar gündeme oturmaktadır. Tüm göstergeler milliyetçiliğin gerek ideolojik ve gerekse his ve tutumlar anlamında varlığını güçlü bir şekilde devam ettirdiğini işaret etmektedir. KAYNAKÇA Anderson, B. (1993) , Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri Ve Yayılması, çev: İ.Savaş, İst. Metis. Arı, T. (2006). Uluslar arası İlişkiler ve Dış Politika, Alfa Yay., İstanbul. Arnason, J.P. (1993), Ulusçuluk, Küresellesme ve Modernlesme, http://www.birikimdergisi. com/birikim/dergiyaziyazdir.aspx?dyid=1470 , 12.05.2014. Bacik, G., (2002). “A Diccusion on Ethnic Identy, Alternatives: Turkish Journal Of International Relations”, Vol.1,No.1,Spring. Ben-Dor, G. (1999), Minorities İn The Middle East: Theory And Practise, Lyne Rienner Publishes. Bostancı, M.,N., (2003), “Etnisite, Modernizm ve Milliyetçilik”. Türkiye Günlüğü, Sayı:75, 5-33. Altun, A. (2016), “Küreselleşme Çağında Milliyetçilik ve Ulus-Devlet”, International Journal of Academic Value Studies, 2 (4) : 145-160. (ISSN:2149-8598). International Journal of Academic Value Studies 2016, 2 (4) : 145-160. 160 Çancı, H. ,(2006), “Kurumsal Yaklaşımlar Çerçevesinde Milliyetçiliğin Niteliksel Sabitelerine Genel Bir Bakış” , R
.Modern Milliyetçilik Kuramları Açısından 19. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu Fikir Akımları Currents of Thought in the Ottoman Empire of 19th Century in terms of Modern Nationalism Theories Yavuz Çilliler Öz Bu makalede; 19. yüzyıl sonunda çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’ndaki kötüye gidişi durdurmak ve etnik milliyetçiliklerin İmparatorluğu parçalamalarını engellemek adına geliştirilen fikir akımları modern milliyetçilik kuramları çerçevesinde incelenmiştir. Batıcılık dışındaki bu akımlar -Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük-, içerik açısından günümüz milliyetçilik literatüründeki tanımlar kapsamında değerlendirilebileceğinden, teritoryal (sivil-batı tipi) ve etnik (kültürel/doğu tipi) milliyetçilik karşıtlığı üzerinden yorumlanmıştır. İncelemenin amacı; dönemin etnik milliyetçiliklerinin insan doğasına hitap eden güçlü motiflerine karşı, rasyonel siyasal formlar vadeden teritoryal milliyetçiliklerin başarısızlıklarının açıklanmasına katkı sağlamaktır. İnceleme sonunda; teritoryal milliyetçiliklerin sivil ideallerinin etnik milliyetçilikler tarafından kullanılmasının, milliyetçilik projelerinin kitleselleşebilmelerinin -halk tarafından benimsenmelerinin-, güçlü devletlerin sömürgecilik emellerine etnik milliyetçiliklerin alet edilmelerinin ve İmparatorluğun alt kültürler açısından cazibesini yitirmesinin yanında, ayrılıkçı hareketleri durdurabilecek güce de sahip olmadığının önemi vurgulanmıştır. Anahtar Kelimeler: Osmanlı İmparatorluğu, Fikir Akımları, Teritoryal/Etnik Milliyetçilik Yrd. Doç. Dr., İstanbul Gelişim Üniversitesi, İktisadi İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü, ycilliler@gelisim.edu.tr Bu makale iThenticate sistemi tarafından taranmıştır. Makale gönderim tarihi: 09.06.2015 DOİ: 10.17550/aid.76834 46 Yavuz Çilliler AİD / JAI Cilt/Volume: 10 Sayı/Issue: 2 Ekim/October: 2015 Abstract In this article; currents of thought developed in order to stop going worse of the Ottoman Empire crumbling at the end of the 19th century and to prevent the fragmentation of the Empire by ethnic nationalisms have been investigated in the framework of modern nationalism theories. Because currents of ideas but Westernizaton -Ottomanism, Islamism and Turkismin term of its contents are evaluated to be in the scope of contemporary nationalism literature, these ideas has been interpreted through the dichotomy of territorial (civil/western type) and ethnic (cultural / eastern type) nationalisms. The purpose of the review is to contribute to the explanation of the failure of territorial nationalisms promising rational political forms against powerful patterns of ethnic nationalisms that appeal to human nature. At the end of the review; the use of civil ideals of territorial nationalism by ethnic nationalisms, popularization of nationalism projects -internalization by public-, exploiting of ethnic nationalisms by strong states for the colonial aspirations, losing charm of the Empire for subcultures and besides that the lack of power to stop the separatist movement are emphasized for their importance Keywords: Ottoman Empire, Currents of Thought, Teritorial/Ethnic Nationalism Modern Milliyetçilik Kuramları Açısından 19. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu Fikir Akımları 47 AİD / JAI Cilt/Volume: 10 Sayı/Issue: 2 Ekim/October: 2015 Giriş 19. yüzyıl sonları, Osmanlı ve Avusturya-Macaristan gibi imparatorlukların çökmekte olduğu ve ulus devlet formlarının meşru zemini erozyona uğrayan bu siyasal formları ikame ettikleri bir dönemdir. Batı’da egemenliğin kaynağı “Deo”dan “populo”ya (ilahi olandan dünyevi olana) aktarılınca, egemenliğin meşru etki alanının -ulusal sınırların- tanımlanması sorunu ortaya çıkmıştır. Bir kısım ülkelerde bu sorun kültürel sınırlar, bazılarında ise teritoryal sınırlar üzerinden tanımlanarak aşılmaya çalışılmış, milliyetçilikler daha rasyonel bir meşruiyet vaadi ile ulusları tarihin öznesi haline getirmişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu’nun da, Weberyan anlamda patrimonyal bir sistem olarak gelişmelerden etkilenmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. İmparatorluk sınırları içerisinde güçlenen ayrılıkçı etnik milliyetçilik hareketlerine karşı, yöneticiler tarafından alternatif milliyetçi projeler -Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük- devreye sokulmuş, ancak önerilen siyasal birlik formları çeşitli nedenler ile gerçekleştirilememiştir. Öngörülen başarıyı elde edemeyen son dönem Osmanlı fikir akımlarının günümüz milliyetçilik perspektifi ile değerlendirilmesinin, şimdiye kadar yoğun olarak çalışılmış bu alana katkı sağlayacağı düşünüldüğünden ilk bölüm milliyetçilik teorisine ayrılmıştır. Öncelikle üzerinde henüz akademik görüş birliği sağlanamamış olan “milliyetçilik” kavramı konusunda bir tanıma ulaşmaya çalışılmıştır. Her ne kadar milliyetçilik; ideolojiden projeye, söylemden inşaya kadar farklı kapsamlarda yorumlanmış olsa da mevcut milliyetçilik tipolojilerini açıklayabilecek kabul edilebilir bir tanımın elde edilmesi hedeflenmiştir. İkinci bölümde ise dönemin fikir akımları incelenmiş ve doğu-batı tipi milliyetçilik tipolojisi içerisinde konumlandırılmışlardır. Özellikleri ve iktidar projesi olmaları dikkate alındığında, gerçekte birbirlerinden pek de farklarının olmadığına, devletin bu fikir akımlarını siyasi bir aygıt olarak kullandığına değinilmiştir. Çalışmanın son bölümünde, “kurtuluş projesi” niteliğindeki bu fikir akımlarının Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasını engellemek konusundaki yetersizlikleri açıklanmaya çalışılmıştır. Sivil idealler ile etnik milliyetçiliklerin kaynaştırılma gayretlerinin, uluslararası yapının, merkezi devletin alt kültürler açısından cazibesinin, devletin gücünün ve halk desteğinin önemi vurgulanmıştır. 48 Yavuz Çilliler AİD / JAI Cilt/Volume: 10 Sayı/Issue: 2 Ekim/October: 2015 Günümüzde etnik milliyetçilikler, eğer asimilasyon uygulamaları, sistematik insan hakları ihlalleri ve etnisitelerin temsili sorunları yok ise uluslararası yapı tarafından en azından normatif düzeyde desteklenmemektedirler. Ancak bu paradigma İkinci Dünya Savaşı sonrası Alman milliyetçiliğine tepki olarak gelişmiştir. Vesayet, sömürge ve işgal altındaki ülkelerin bağımsızlıklarını kazanmaları ve SSCB ile Yugoslavya’nın fiilen çöküşü hariç tutulduğunda -ki bu yeni devletlerin kuruluşu etnik milliyetçilikler ile açıklanmamaktadır-, 20. yüzyılın ikinci yarısında ulus devlet oluşumu ile sonuçlanan etnik milliyetçiliklere nadiren rastlanır. İkinci Dünya Savaşı öncesi dönem ise tam tersi bir paradigmanın etkisi altındadır. Yükselen ırk ve soy birliği değerleri, Lenin ve Wilson’da ifadesini bulan “halkların kendi kaderini tayin” ilkesi, dönemin etnik milliyetçiliklerine teritoryal milliyetçilikler karşısında daha itibarlı bir konum sağlamıştır. Evrensel değerlerdeki bu değişim çalışma kapsamına dâhil edilmemekle birlikte, ifade edilmemesinin eksiklik olacağı düşünülmüştür. Milliyetçilik ve Milliyetçilik Türleri İngilizcede “nation-national-nationalism” şeklinde türetilen kelime, Türkçeye “millet-milli-millicilik” veya “ulus-ulusal-ulusalcılık” yerine milliyetçilik (nationalitism) ve ulusçuluk (nationism) olarak çevrilmiştir. Çevirideki farklılık ile akademik tanım konusundaki fikir ayrılıkları, milliyetçilikten ne anlaşıldığı ile asıl içeriği arasındaki farklılığı artırdığından, kavramı tarif ederek tanımaya başlamak faydalı olabilir. Öncelikle milliyetçilik vatanseverlik (patrie-patriotism) değildir. Milliyetçilik bir ırkın, halkın veya topluluğun üstünlüğüne duyulan inanç (racism, chauvinism) da değildir. Bu tür duygulanımlar antik çağdan itibaren gözlenebilir olgulardır. Milliyetçilik modern çağa aittir ve ulus, devlet ve ulus devletlerin kuruluşu ile ilgili bir fenomendir. Ernest Gellner’e göre milliyetçilik, “siyasal birim ile ulusal (kültürel) birimin çakışmalarını öngören siyasal bir ilkedir”1 , Anthony D. Smith’e göre ise, “bir halk adına özerklik, birlik ve kimlik edinmek ve bunu sürdürmek için oluşturulan ideolojik bir harekettir”2 . İlk tanı1 Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk, çeviren: Büşra Ersanlı, Günay Göksu Özdoğan, 2.baskı, İstanbul, Hil Yayın, 2008, s.71. 2 Anthony D. Smith, Ethno-Symbolism and Nationalism: A Cultural Approach, New York, Routledge, 2009, s.61. Modern Milliyetçilik Kuramları Açısından 19. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu Fikir Akımları 49 AİD / JAI Cilt/Volume: 10 Sayı/Issue: 2 Ekim/October: 2015 ma göre ya her etnisitenin kendi devleti olacak (etnik milliyetçilik), ya da her devlet tebaasının türdeşliği ölçüsünde meşru sayılacaktır ki bu ilke de devletlerin türdeş topluluklar ideali beslemelerine neden olacaktır (resmi milliyetçilik-homojenleştirme)3 . Bu tanımda meşruiyet, iktidarın yönetilenler ile aynı etnisiteden olmasına bağlıdır. Smith’in tanımında ise milliyetçilik, öncelikle milli birliği sağlayan bir ideoloji olmakla birlikte, millet için bir kimlik temin aracıdır ve milletin bu kimlik ile tarif edilebileceğini ima eder. Bu tanıma konu olan millet; dil, din, kültür, ırk gibi nesnellikler ile bir öze indirgenmeye çalışılabileceği (etnik milliyetçilik) gibi, siyasi birlik formu (teritoryal/sivil milliyetçilik) olarak da kabul edilebilir. Özerklik, ise milletin meşru iktidarının diğer milletlerden bağımsızlığına ve ülke toprakları ve toplum üzerindeki egemenliğine vurgu yapar. O halde sadece her iki tanım birlikte kullanıldığında, çalışmamıza konu olacak etnik, teritoryal ve resmi milliyetçilik tipolojileri açıklanabilir. Dolayısıyla, Gellner’in tanımını Smith’in tanımı ile genişletirsek, “siyasal birim ile kültürel veya teritoryal birimin çakışmasını öngören ve çakışma alanında siyasal birimin egemenliğini meşru sayan ilke” şeklinde bir milliyetçilik tanımına ulaşabiliriz4 . Muhtelif milliyetçilik tipoloji çalışmalarından5 , hiçbiri tüketici olmamakla birlikte en fazla kabul göreni, Hans Kohn’un Batı-Doğu tipi milliyetçilik ayrımıdır6 . Örneğin Fransız milliyetçiliği; belirli sınırlar içerisinde yaşayan bir topluluğu millet olarak tanımladığı ve 3 Merkezi devletin; egemenlik sınırları içerisindeki tüm etnisitelerin aslında tek bir kültürün parçası oldukları iddiası ile kültürel (dil, din, gelenek, görenek…) alanda homojen bir toplum yaratma çabası olarak tanımlanan bir milliyetçilik türüdür. Massimo d’Azeglio’nun “L’Italia è fatta. Restano da fare gli italiani, -İtalya’yı kurduk, sıra İtalyanları yaratmakta-” ifadesi ile anılır. 4 Modern milliyetçilik teorisyenleri tarafından milliyetçilik genel olarak; fenomenin birbirinden farklı yönleri öne çıkarılarak, ya ulus ve/veya devlet inşası kapsamında geleneklerin icat edilmesi ve banal sembollerin kullanılmasını içeren bir proje, ya kitleleri mobilize edebilen bir ideoloji ya da bilincimizi şekillendirerek dünyayı anlamlandırmamızı sağlayan bir söylem olarak tanımlanmıştır. Yavuz Çilliler, Etnik Sorunlar, Demokratikleşme ve Bask Milliyetçiliği, Ankara, Alter Yayıncılık, 2014, s.30-33. 5 Muhtelif tipoloji çalışmaları için bakınız Umut Özkırımlı, Milliyetçilik Kuramları: Eleştirel Bir Bakış, 3.Baskı, Ankara, Doğu Batı Yayınları, 2009, s.60,61. 6 Hans Kohn, “Western and Eastern Nationalisms”, Nationalism, John Hutchinson, Anthony D.Smith (eds.), New York, Oxford University Press, 1994, s.162-165. 50 Yavuz Çilliler AİD / JAI Cilt/Volume: 10 Sayı/Issue: 2 Ekim/October: 2015 milletin siyasal bir birlik formu olduğu, millete katılımın veya ondan ayrılmanın kişinin veya alt grupların iradesine bırakıldığı için sivil/ teritoryal/batı tipi bir milliyetçiliktir. Dolayısıyla iktidar meşruiyetini Fransız Devriminin özünde olan milli iradenin tecessümünden alır, siyasal topluluk istediği müddetçe iktidar meşrudur. Alman milliyetçiliği ise öze dayalı bir millet tanımından yola çıktığı için etnik/doğu tipi bir milliyetçiliktir. Aydınlanmanın akılcılığının aksine birey ve duyguyu vurgulayan Alman Romantizmi Alman milletini “dil” nesnel özü ile tanımlamıştır. Millete aidiyet seçime bağlı değildir, zorunludur, çünkü millet doğal bir topluluktur ve doğum ile birlikte milletin üyesi olunur. İktidar, o topluluğun içinden çıktığı ve topluluğun bir parçası olduğu için meşrudur. Greenfeld, Almanya’da ulus düşüncesinin 18. yüzyıl boyunca bilindiğini ve neredeyse sıradanlaştığını, 1806 yılında Prusya’nın Fransızlar karşısında uğradığı yenilginin Alman milliyetçiliğini dünyaya taşıdığını belirtmektedir7 . Dolayısıyla yaklaşık birbiri ile aynı dönemlerde ve etkileşim içinde gelişen doğu ve batı tipi milliyetçilik türlerinden doğu tipi (etnik) milliyetçilikte meşruiyet kendiliğinden kazanılırken, teritoryal milliyetçilikte siyasi form topluluğun üyeleri tarafından arzu ediliyor olmalıdır. Bunun için de mevcut formun alt kültürler için rasyonel bir cazibeye dayanması -Quebec ve K. İrlanda referandum sonuçlarının gösterdiği gibi- gerekir. Rasyonel çıkar ortadan kalktığında ve etnik milliyetçilikler filizlendiğinde tek millet olarak varlığını sürdürmek için devletler -Ortadoğu’daki farklı alt kültürlere sahip otoriter rejimler gibi- güce gereksinim duyarlar. Kısaca; her ne kadar milliyetçilik anlatılarında geçmişe dair altın çağlar, mitler ve semboller ile keşfedilmiş gelenekler önemli yer tutsa da, milliyetçilik öncelikle milleti tanımlar, bu tanım iktidarın meşruiyetine temel sağlamalıdır. Kültürel ve siyasi alan çakıştığı için kendiliğinden meşru etnik milliyetçilik, meşruiyeti iradi olan teritoryal milliyetçilikten tam da bu nedenle -doğal olduğu iddiası ile- daha güçlü motifler taşır. Teritoryal milliyetçiliklerin, alt etnik milliyetçilikler ile karşı karşıya kaldıklarında, alt kültürler için rasyonel çıkar sağlamıyorlar ise, varlıklarını sürdürmeleri güç ile mümkündür. 7 Liah Greenfeld, “Alman Milliyetçiliğinin Doğuşu”, Doğu Batı, çeviren: Yasemin Şahin, cilt 10, s.39, Kasım-Ocak 2006-2007, s.32. Modern Milliyetçilik Kuramları Açısından 19. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu Fikir Akımları 51 AİD / JAI Cilt/Volume: 10 Sayı/Issue: 2 Ekim/October: 2015 Osmanlı İmparatorluğu’nda Fikir Akımları “Din” gibi geleneksel meşruiyet formlarının çökmesi ile birlikte Batı devletlerindeki iktidarlar meşruiyetlerine temel kazandırmak için ulus devlet tasavvurlarının kaynağı olan milliyetçilik ideolojisine başvurmuşlardır. Günümüz Türkiye’sinin de siyasi kompozisyonunun bir parçasını oluşturan milliyetçilik ve milli kimlik ile ilgili görüşler, genellikle kökenleri Osmanlı İmparatorluğu’na uzanan sürekliliklerdir. Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük ve Batıcılık olarak adlandırılan8 ve Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde siyasi hayata yön veren bu akımlar, bugün de değişen oranlarda milliyetçi görüşlere kaynaklık etmektedir. Bu yaklaşımlar, çökmekte olan bir imparatorluğu kurtarma girişimleri olarak ifade edilebileceği gibi, günümüzdeki anlamıyla milliyetçilik kapsamında da değerlendirilebilir. Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük akımlarının her birinin içeriğinde bir “millet” tanımı ve kabulü vardır, her biri tanımladığı millete uygun egemen siyasal formu (devleti) oluşturmayı veya var olanı korumayı hedeflemekte, ayrıca dönemin iktidarları anılan milli kimlik üzerinden meşruiyet talep etmektedirler. Bu düşünce ile Osmanlı Mebusan Meclisleri’nde tüm dini toplulukların -alt kimliklerin- temsiline de imkân tanınmıştır. Diğer bir ifade ile bu fikir akımları; siyasi iktidar (siyasal birim) ile tanımladıkları milletin (kültürel ve teritoryal birimin) uyuştuğu, dolayısıyla iktidarın egemenliğinin meşru olduğu iddiasındadırlar. Bu unsurları içinde barındıran Osmanlı fikir akımlarının birer milliyetçilik projesi olduklarını söylemek mümkündür. Sadece dönemin “İçtihad” isimli dergisinde uzun süre tartışılan “Batıcılık” yaklaşımı -Abdullah Cevdet’in, Celal Nuri’nin veya diğerlerinin savunduğu-9 bir milliyetçilik projesi için yeterli unsurlardan mahrumdur. Batıcılık aslında diğer akımlar içerisinde farklı mahiyetlerde mevcut olan10 bir kalkınma-kur8 İlber Ortaylı, Taha Akyol, Osmanlı Mirası, 1. Baskı, İstanbul, Timaş Yayınları, 2010, s. 140-144. 9 Abdullah Cevdet batının sahip olduğu her şeyin, Celal Nuri ise batının sadece tekniğinin -Japonya gibi- alınmasını savunmuşlardır. Suna Başak, Kültür Olgusu Analizleri ve Üç Tarz-ı Siyaset, Ankara, Odak Yayınevi, 2004, s.58. 10 Emre Kongar Batıcılığı, Türklerin batıya göçü ve Malazgirt Savaşı ile, Halil İnalcık ise Osmanlı Devletinin doğuşu ile başlatır. Emre Kongar, Tarihimizle Yüzleşmek, İs- 52 Yavuz Çilliler AİD / JAI Cilt/Volume: 10 Sayı/Issue: 2 Ekim/October: 2015 tuluş yöntemidir. Çünkü bir millet tasavvuru, altın çağ miti veya nesnel özü yoktur, sadece bir ilerleme projesi ve kurtuluş çaresidir. Osmanlı İmparatorluğu son dönemi milliyetçiliklerinin tamamı -Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük- zaman zaman aynı taşıyıcı entelijensiyayı kullanmışlar11 ve Batı siyaset felsefesi ile etkileşim içinde gelişmişlerdir. Çökmekte olan bir İmparatorluğu ayakta tutmak, eski gücüne kavuşturmak ve Aydınlanma sayesinde Batı’nın sahip olduğu üstünlüğü tekrar elde etmek ortak amaçlarıdır ve vatansever bir içeriğe sahiptirler. Halk tabanından gelen talepler doğrultusunda olmayıp, elitist ve yukarıdan aşağıya endoktriner bir yol izleyerek gerekli halk tabanını yakalamaya çalışmışlardır. Ayrıca, filizlendikleri dönemin hâkim siyasetinin başarısız olduğu düşüncesiyle, öncel siyasete tepki olarak gelişmişlerdir. İlk kez net bir ayrım ile Yusuf Akçura’nın “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı makalesinde ifade edilen ve Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde siyasete yön veren Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük olarak adlandırılan milliyetçilik projeleri; günümüzde de milli görüş, muhafazakâr demokrat, liberal görüş, sosyal demokrat, ülkücü hareket, ulusalcılık gibi siyasi yaklaşımlara, kendilerine özgün milliyetçilik sentezlerini oluşturmaları konusunda gerekli birikimi sağlamaktadırlar. Osmanlıcılık Akçura tarafından Osmanlıcılık; “Müslim ve gayri-Müslim ahaliye tanbul, Remzi Kitabevi, 2006, s.45., Halil İnalcık, Osmanlılar: Fütühat, İmparatorluk, Avrupa ile İlişkiler, İstanbul, Timaş Yayınları,2010, s.244. Ülken’e göre ise; Batıcılık hareketi, III. Ahmet ile başlamış ve III. Selim ile ilk başarısını kazanmıştır. Tanzimatçılar içerisinde “medeniyetçilik” adıyla ifadesini bulan Batı değerleri, Osmanlıcılığın önemli bir yanını oluşturmuştur. Onlar daha çok “Osmanlı birliğini” korumak kaydıyla batılılaşma taraftarı olmuşlardır. Hatta Batıcılık, İslamcılık akımı içerisindeki “modernist” grup içerisinde dahi taraftar bulmayı başarabilmiştir. Aynı zamanda Jön Türkler arasında gelişen “Batıcılık” ise daha radikal değişim taleplerine kaynaklık etmiştir. Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, 2.Baskı, İstanbul, Ülken Yayınları, 1979, s.202. 11 “İttihatçılar arasında, İslamcılar ile birlikte Avrupacılar ve Türkçüler de vardı. Nitekim Hürriyet ve İtilaf Partisi içinde de İslamcılar ve Avrupacılar buluşmuşlardı. Fakat siyasi gerginlik arttıkça İslamcıların modernist diye tanınan kısmı İttihatçılarla birleştiği halde, kaidelere ve geleneğe bağlı kalan İslamcılar Hürriyet ve İtilaf Partisinde çoğaldılar… “ Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s.196. Modern Milliyetçilik Kuramları Açısından 19. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu Fikir Akımları 53 AİD / JAI Cilt/Volume: 10 Sayı/Issue: 2 Ekim/October: 2015 aynı siyasi hakları tanımak ve vazifeleri yüklemek, böylece aralarında tam müsavat husule getirmek, fikir ve din açısından tam serbesti vermek, bu müsavat ve serbestiden faydalanarak, söz konusu ahaliyi aralarındaki din ve soy ihtilafına rağmen yekdiğerine karıştırarak ve temsil ederek, Amerikan milleti gibi müşterek vatanla birleşmiş yeni bir milliyet meydana çıkarmak” olarak tanımlanmıştır12. Amerika ile yapılan bu özdeşleştirme, değişik kültürlerin bir arada teritoryal bir millet oluşturması düşünüldüğünde yerindedir, ancak savaşarak İngiltere’den bağımsızlıklarını kazanmaları dikkate alındığında ise sorunludur. Bu yönelişin bir zorunluluk olduğu fikri neredeyse bütün Tanzimatçıların ortak görüşüdür. Onlara göre; devletin bekası için eski sistemin değiştirilmesi ve yenilenmesini sağlayacak bir toplum modeli projesi uygulamaya konulmalıdır. İkinci Mahmud’un 1826’da ifade ettiği, “Ben tebaamın Müslüman’ını camide, Hristiyan’ını kilisede, Musevi’sini havrada fark ederim, aralarında başka bir fark yoktur” şeklindeki sözleri Osmanlıcılık kavramının ana ilkesini teşkil eder13. Bu dönemin âdem-i merkezi yönetim tarzına tepki duyan Tanzimatçılar da (Reşid Paşa, Ali ve Fuad Paşalar) bireysel bağlardan müteşekkil millet yaratmak amacıyla Osmanlıcılığı savunmuşlardır. Bu görüş taraftarlarına göre; ülkenin sahibi vatandaşlardır, “Osmanlı” olarak vatandaşlık statüsü ise dini kimliklere bakılmaksızın devlete sahip çıkılmasını gerektirmektedir. 1839 Tanzimat Fermanı ve 1856 Islahat Fermanı’nın kanun önünde eşit Osmanlı vatandaşlığı ise 1864 Tabi’yet-i Osmaniyye Kanunu ile yasal niteliğe kavuşmuştur14. Bu tanım, her ne kadar imparatorluk sınırları içerisindeki her bireyi vatandaşlık temelinde eşit bireyler yapmayı vadetse de, vatandaş hala tebaa idi ve milli iradenin temsili sorunu görmezden gelinmekteydi. Oysaki egemenliğin meşru kaynağı Fransız İhtilali ile halk olmuştu. Ali ve Fuat Paşaların kameralist-aydın despotik yönetim tarzlarına reaksiyon olarak gelişen, Namık Kemal’in “hürriyet ve vatan” 12 Yusuf Akçura, “Üç Tarz-ı Siyaset”, Üç Tarz-ı Siyaset: Yusuf Akçura, Mehmet Ali Erdem (Editör), 2.Baskı, Ankara, Lotus Yayınevi, 2005, s.35-36. 13 Azmi Özcan, “Osmanlıcılık”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, cilt 33, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2007, s.485. 14 Kemal Karpat, İslam’ın Siyasallaşması, 4.Baskı, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010, s.583. 54 Yavuz Çilliler AİD / JAI Cilt/Volume: 10 Sayı/Issue: 2 Ekim/October: 2015 vurgusuyla ideolojik temelini hazırladığı ve Mithad Paşa’nın yönettiği Genç Osmanlı Hareketi de Osmanlıcılık yaklaşımını savunmuştur15. Ancak bu kez halkın temsilinin önemi kavranmış ve meşruti bir yönetim talep edilmiştir. İttihad-ı Osmani’nin gayr-i müslimleri de kapsadığı söylemi kitleselleştirilerek, 1876 Anayasa’sı ile meşruti monarşi kurulmuş, yapılan seçimlerde 240 kişilik Osmanlı meclisi, 180 müslim 60 gayrimüslim temsilciden oluşturulmuştur16. Osmanlıcılığın cisimleştiği bu siyasal yapı ise 1877-78 Rus harbinin başlaması gerekçe gösterilerek II. Abdülhamid’in meclisi fesih etmesiyle sona ermiştir. Osmanlıcılığın bir iktidar projesi olarak 19. yüzyılda uygulanmaya başlanması rastlantı değildir. Osmanlı İmparatorluğu, Avusturya ve Rusya ile girdiği savaşlarda yenilmesinden dolayı 1699, 1718 ve 1774 tarihlerinde toprak kaybetmiştir. Ancak 1804 Sırp isyanı ve 1821 Yunan isyanı Osmanlı tebaasından bir unsurun merkezi devlete karşı mücadelesi olması nedeniyle öncekilerden farklıdır. Bu toprakların kaybedilmesinde güçlü devletlerin emperyalist politikalarına milliyetçilik duygularını alet etmelerinin katkısı büyüktür17. Bu tür ayrılıkları engellemek için geliştirilen Osmanlıcılık teritoryal bir milliyetçilik ideolojisidir. İmparatorluğun mevcut sınırlarının muhafaza edilebilmesine imkân tanımak için muhtelif dini toplulukları Osmanlı kimliği ile birleştirmek istemiş ve iktidarın egemenliğini meşrulaştırmak için 1876’dan itibaren tüm kültürlerin temsilini mümkün kılmış bir siyasal birlik projesidir. Sırp ve Yunan ayrılıkçı hareketlerini ise her etnisitenin kendi devletini kurmasına yönelik bir etnik milliyetçilik -doğu tipi milliyetçilik- daha iyi açıklamaktadır. Karpat, Balkan Hristiyanları arasındaki milliyetçi hareketlerin; bölgede vergiler dışında sömürge pazarı olmayan Osmanlı İmparatorluğu’nun “sömürgeci” yönetiminden bir kurtuluş hareketi olmadığını, çöken geleneksel düzenin sonuçlarına 15 Şerif Mardin, “19. Yüzyılda Düşünce Akımları ve Osmanlı Devleti”, Şerif Mardin: Türk Modernleşmesi, Mümtazer Türköne, Tuncay Önder (Editörler), İstanbul, İletişim Yayınları, s.86, 87. 16 Veli Yılmaz, Siyasi Tarih, İstanbul, Harp Akademileri Basımevi, 1998, s.115. 17 Alan Palmer, Verfall und Untergang des Osmanischen Reiches, çeviren: Maria Rosken, Ilse Strasmann, München, Wilhelm Heyne Verlag, 1992, s.127; Yılmaz, Siyasi Tarih, s.166, 182 Modern Milliyetçilik Kuramları Açısından 19. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu Fikir Akımları 55 AİD / JAI Cilt/Volume: 10 Sayı/Issue: 2 Ekim/October: 2015 karşı başlayan protesto hareketlerinin sonradan milliyetçi hareketlere evirildiğini ifade etmiştir18. Aslantaş’a göre Sırp isyanları; Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’da 19. Yüzyıl arifesinde yaşadığı sosyal, ekonomik ve idari sorunların bir sonucu olarak ortaya çıkmış, 1807 yılından itibaren isyan istikamet değiştirmiş, Avrupa devletleri arasındaki ilişkilere dayalı bir isyana evirilmiş, milliyetçilik duygularının ön plana çıkması ise Alman Romantik hareketinin etkileri neticesinde yüzyıl ortalarında gerçekleşmiştir19. 1877-78 Rus Savaşı ile Osmanlı İmparatorluğu Avrupa Hristiyan topraklardaki hâkimiyetini büyük oranda yitirmiş, böylece Osmanlıcılık yaklaşımının başarısı sorgulanmaya başlamış ve Balkan Savaşları ile fikir hayatından tamamen silinmiştir. Akçura, Osmanlıcılığın başarısızlığına da değindiği makalesinde, bu projenin gayri Müslimler kadar, Türkler ve diğer Müslüman tebaa tarafından da benimsenemediğine dikkat çeker20. İttihad-i Osmani alt kültürlerin tamamı için rasyonel cazibeden yoksundur. Gayri Müslimler daha refah ve güçlü olan Batı’nın parçası olmaya talip iken, Müslümanlar da millet-i hâkime rolünü eşit vatandaşlık ile değişmek niyetinde değillerdir. Diğer bir önemli etken de, Avrupa sömürgecilik arayışı ile Osmanlı İmparatorluğu’nun alt etno-milliyetçilikler ile parçalanması arasındaki yakın korelasyondur. Tunaya, çeşitli etnik unsurların Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılma savaşına girişmeleriyle beraber, on yedinci yüzyılın başından itibaren, “Devletler” ya da “Düvel-i Muazzama”nın (zamanın süper devletlerinin) bu ayrılıkları kışkırtıcı ve sağlayıcı bir güç olarak ortaya çıktıklarını ifade etmektedir. Birleşik bir cephe halinde Batılı devletler (İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya-Macaristan, Çarlık Rusya) Osmanlı ülkesinden kopma sürecini düzenlemişler, İmparatorluğun hâkimiyetini yapısal bir değişikliğe uğratmışlardır21. 18 Karpat, İslam’ın Siyasallaşması, s.592. 19 Selim Aslantaş, “Sırp İsyanları (1804-1815): Milli Bağımsızlık Hareketi mi, Burjuva Devrimi mi, Köylü Ayaklanması mı?”, Doğu Batı, s.39, Ocak 2006-7, s.83-96. 20 Yusuf Akçura, “Üç Tarz-ı Siyaset”, s.49, 50. 21 Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Gelişmeler (1876-1938), Mütareke, Cumhuriyet ve Atatürk, 3. Baskı, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2009, s.169. 56 Yavuz Çilliler AİD / JAI Cilt/Volume: 10 Sayı/Issue: 2 Ekim/October: 2015 İslamcılık İslamiyet, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan itibaren değişen oranlarda sosyal ve ekonomik hayata etki ederek siyasi bir güce sahip olmuştur. Siyasal İslam’ın iktidar elinde siyasi bir ideolojiye, milliyetçiliğe dönüşmesi ise gayri-Müslim tebaanın büyük kısmının 1877-78 Rus Savaşı sonrasında Osmanlı yönetiminden bağımsızlıklarını kazanmaları ile gerçekleşmiştir. İslamcılık, eşit vatandaşlık tesis etme çabaları nedeniyle Tanzimat döneminden itibaren ihmal edilen kavm-i necip Araplar ile siyasi birliğin devam ettirilmesine yönelik bir proje olarak uygulanmaya başlanmıştır. İslamcılık en çok; Müslümanların Batılı sömürgecilerden kurtulması gerektiğini ifade eden Cemaleddin Afgani ile anılan bir fikir akımıdır. Ona göre tüm İslam âlemi Halife’nin liderliğinde birleşmelidir. Abdülhamid’in İslamcılığı da İslam unsurlarını -evvela Osmanlı ülkelerindekileri, sonra bütün küre-i arzdakileri- soy farkına bakmaksızın dindeki ortaklıktan istifade ile tamamen birleştirmek lüzumundan22 hareket etmiştir. İslamcılık hareketi aslında bir ahlak hareketi olarak başlamış olmasına rağmen, sonradan “İttihad-ı İslam” fikrini savunmaya kadar evirilmiştir. Ancak, İslam âleminin büyük bir kısmının İngiliz, Fransız, Hollanda ve hatta Portekiz tarafından kolonileştirildiği, dolayısıyla hürriyetleri olmayan kavimlerin birleştirilmesinin hayalden ibaret olduğu gözden kaçırılmıştır23. Başlangıçta “Basiret Gazetesi” sayesinde taban bulan İslamcılık, II. Abdülhamid tarafından uygulamaya konmuştur. Ahmet Cevdet Paşa, Gazi Ahmet Muhtar Paşa gibi simalar İslamcılık taraftarları olarak Padişah çevresinde konumlanmışlardır. Mehmet Akif ise başyazarlığını yaptığı Sırat-ı Mustakim (1912’den itibaren ismi Sebil-ür- Reşat) dergisi ile bu akımı benimseyen halk tabanını genişletmeye çalışmıştır. Şeyhülislam Musa Kazım, Şemsettin Günaltay ve Sait Halim Paşa da İslamcılığın savunucusu olmuşlardır. “İslamcılık” ismi dikkate alındığında, milleti nesnel bir öze indirgediği ve bu nedenle bu akımın doğu tipi bir etnik milliyetçilik olduğu düşünülebilir. Ancak II. Abdülhamid, Balkan devletlerinin ba22 Yusuf Akçura, “Üç Tarz-ı Siyaset”, s.39. 23 Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s.199. Modern Milliyetçilik Kuramları Açısından 19. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu Fikir Akımları 57 AİD / JAI Cilt/Volume: 10 Sayı/Issue: 2 Ekim/October: 2015 ğımsızlığının arkasından Arapların da ayrılacaklarına ve bunun Anadolu’daki Ermeniler, Rumlar ve Kürtler için de model teşkil edebileceğine inanmıştır. Bu nedenle en azından kalan mevcut toprakların korunması için sınırlar içerisinde kalan tebaanın tanımlanması gerekmekte ve tebaa içerisindeki farklı dini ve kültürel topluluklar ortak bir kimlik ile birleştirilmelidir. Her ne kadar Ortodoks tebaa açısından “İslam” harcı resmi milliyetçilik uygulaması olarak kabul edilebilirse de, nüfusun çok daha büyük bölümünün -Türkmen, Arap ve Kürtlerin- Müslüman olduğu düşünüldüğünde, İslamcılığın ortak bir kimlik niteliğine daha çok haiz olduğu söylenebilir. Bu birleştirici siyasi niteliği açısından bakıldığında İslamcılık daha çok teritoryal/sivil bir milliyetçilik anlayışıdır. Araplar ile siyasi bir birlik hedeflenmiş, mevcut İslam birliğini kavmiyet -milliyet- esasına göre parçalamak suç sayılmıştır. İktidarın meşruiyetini temellendirmek için gerekli temsil müessesesinin aktif hale gelmesi ise 1908 yılında mümkün olacaktır. Birliğin tesisi için II. Abdülhamid, Arapların çıkarlarına hitap eden bir siyaset takip etmiş, Arap ileri gelenlerine merkezi yönetim içerisinde önemli görevler vermiş, ordudaki Arap subay oranı yüzde 10’a kadar yükseltilmiştir24. Bu sayede Arapların merkezi iktidara sadakatlerini devam ettirecekleri düşünülmüştür. Arap entelijensiyası ise bir süre Osmanlı merkezi bürokrasisi içinde yer almayı ve kültürel farklılıklarını sürdürebilmeyi yeterli bulmuşlardır25. Ancak zamanla Arap tebaa içerisindeki farklılık bilinci; İngiltere-Fransa’nın politikalarından ve Balkanlar’daki milliyetçi hareketlerden etkilenerek siyasallaşmaya başlamış, Birinci Dünya Savaşı yıllarında bağımsızlık talep eden bir Arap milliyetçiliğine bürünmüştür26. Osmanlıcılık gibi İslamcılık da Batılı emperyalist politikalar tarafından desteklenen etnik milliyetçilik karşısında birleştirici niteliğini koruyamamıştır. 24 Karpat, İslam’ın Siyasallaşması, s.593. 25 Avrupa devletlerinin Arap milliyetçiliğini uyandırma çabaları Napolyon’un Mısır seferine kadar geri götürülebilir. Napolyon komutanlarına verdiği emirlerde “Halkı kazanmak için elinizden geleni yapınız. Eğer halkın bağımsızlığa eğilimi varsa, bu duyguyu körükleyiniz” şeklinde ifadeler kullanmış ve gelişen Yunan milliyetçiliğinin, din taassubundan daha kuvvetli etkiler yarattığına dikkat çekmiştir. Fahir H. Armaoğlu, Siyasi Tarih 1789-1960, Ankara, Sevinç Matbaa, 1964, s.96 . 26 Recep Boztemur, “Irak Milliyetçiliği: Toplumsal Bütünleşmede Ordunun Rolü ve Devletin Meşruluk Temelleri”, Doğu Batı, s.39, Ocak 2006-7, s.62; Faruk Bozgöz, “Arap Milliyetçiliği”, Doğu Batı, s.39, Ocak 2006-7, s.105. 58 Yavuz Çilliler AİD / JAI Cilt/Volume: 10 Sayı/Issue: 2 Ekim/October: 2015 Türkçülük “Dil” gibi Türklük ile ilgili kimlik öğelerinin daha erken dönemlerde oluşmasına rağmen, Türkçülüğün başlangıcına dair tespitler genellikle 20. yüzyıl başlangıcını işaret etmektedir27. İslamcılığın, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa topraklarındaki Müslüman tebaasının dahi devlete sadakatini sağlayamadığı fikri yeni arayışları beraberinde getirmiş; II. Abdülhamid döneminde Osmanlı’nın Avrupa’daki müttefiki, ticari partneri ve modernleşme dinamiği olmaya başlayan Almanya’nın da etkisiyle Türkçülük düşüncesi Genç Türkler arasında yaygınlaşmaya başlamıştır. 1909 yılına gelindiğinde ise, II. Abdülhamid’i tahttan indiren İttihat ve Terakki Partisi (Genç Türkler), siyasi birliğin sağlanması adına halk desteğini alabilmek için ortak bir kimlik tanımının -millet tasavvurunun- acilen gerekliliğini kavramıştır28. Nihayet Türkçülük, Türk toplumunda aydınlar ve gençler arasında Balkan Savaşlarında uğranılan bozgunlarla güçlenmiştir29. Bu döneme kadar Türkçülüğün gelişmemesinin nedeni, çok uluslu imparatorluktan vazgeçmiş görünme endişesiydi, ancak Edirne gibi Türk anayurdu sayılacak bölgelerin de elden çıkmaya başlaması ile Türkçülük daha geniş bir kitle tarafından desteklenmeye başlamıştır30. Türkçülük, iki farklı bakış açısıyla yorumlanmaktaydı. Ziya Gökalp’in Türkçülüğü, “farklı etnik kategorilerden -Türkmen, Kürt, Çerkez…- oluşan” tebaayı, din ve kültür birliğine dayanan homojen bir millet haline getirmek isteyen bir proje iken (resmi milliyetçilik); Yusuf Akçura ise Osmanlı Türklerini, dünyadaki bütün Türkleri kucaklayan siyasi Türk milletinin parçası (etnik milliyetçilik) olarak gör27 Jön Türk hareketinin Abdülhamid yönetimi karşısında fırkalaşma -partileşme- eğilimi gösterdiği 1902 Paris kongresi. İdris Küçükömer, Batılılaşma ve Düzenin Yabancılaşması, İstanbul, Profil Yayıncılık, 2009, s.83. 28 Marc Herzog, “Introduction”, Turkey and the Politics of National Identity: Social, Economic and Cultural Transformation, Shane Brennan and Marc Herzog (eds.), NewYork, I.B.Tauris&Co.Ltd., s.4. 29 François Georgeon, “Türk Milliyetçiliği Üzerine Düşünceler: Suyu Arayan Adam’ı Yeniden Okurken”, Milliyetçilik, Mehmet Ö. Alkan (Editör), İstanbul, İletişim Yayınları, 2002, s.27. 30 Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, 2. Baskı, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2009, s.87. Modern Milliyetçilik Kuramları Açısından 19. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu Fikir Akımları 59 AİD / JAI Cilt/Volume: 10 Sayı/Issue: 2 Ekim/October: 2015 mekteydi31. Türklerin siyasi ve kültürel birliğini ülkü edinen bu yaklaşım pantürkist bir içerik taşıyordu. Ziya Gökalp; Ahmet Vefik Paşa’nın “Lehçe-i Osmani”, Süleyman Paşa’nın “Tarih-i Alem” isimli kitaplarından32 çok etkilenmiş ve onları Türkçülüğün babaları olarak nitelendirmiştir. Mirza Fethali Ahunzade ve Gaspıralı İsmail’in dil milliyetçiliğine katkılarını, Hüseyinzade Ali Bey’in ortaya koyduğu “Turan” ülküsünü, Leon Cahon’ın “Asya Tarihine Giriş” kitabını, Ahmet Cevdet Bey’în “İkdam” gazetesini, “Türk Yurdu” dergisini, 1908 yılında kurulan Türk Derneği ve 1912’de kurulan “Türk Ocağı” derneğini, Mehmed Fuad Köprülü’nün Türkiyat ve Türkoloji çalışmalarını, Türkçülüğün oluşumunda önemli kilometre taşları olarak görmüştür33. Ancak Türkçülüğün bu iki düşünürünün çalışmaları incelendiğinde, onların salt Türkçülük ideoloğu olmadıkları da anlaşılmaktadır. Ziya Gökalp, “Türkleşmek-İslamlaşmak-Muasırlaşmak” vurgusu ile uzlaştırıcı bir misyon edinmiş, Akçura ise, İslamcılık ve Türkçülük arasındaki karşılaştırmasında hangisinin daha uygun olacağı konusunu çözümsüz bırakmıştır. Hatta Osmanlı’nın geleceğinin, bu iki akım arasındaki gidiş-gelişler ile şekilleneceğini düşünmüştür. Gökalp’in fikirlerinden yararlanan Genç Türkler, devletin temeli olarak İslamiyet’in yerini Türk milliyetçiliğinin alması düşüncesinin savunucusu oldular ve ulusun bütün yetkilerin kaynağı olduğu tezi ile ortaya çıktılar34. Jön Türkler dönemindeki Türk milliyetçiliği, İslam’ın manevi ve hukuksal temellerine dokunmadan, devleti güçlendirmek adına din kurumunu çeşitli yönetsel ve yargısal işlevlerinden ayıran bir laiklik anlayışıyla gelişti. Antiemperyalist ekonomik boyutu vardı 31 Karpat, İslam’ın Siyasallaşması, s.653. 32 Meşrutiyet atılımı çok kısa sürse de, yine de dilde ve tarihte Türkçülük mücadelesinin ürünü bazı kazanımların Kanun-i Esasi’de yer alması önemlidir. Nitekim Osmanlı tarihinde ilk defa olarak 1876 Anayasası, devletin resmi dilinin Türkçe olduğunu açıkça belirtmiş, Meclis üyelerinin ve memurların Türkçe bilmesi şart koşulmuştu. Mehmet Ulusoy, Türk Devrimi ve Milliyetçilik, İstanbul, Kaynak Yayınları, 2014, s.94. 33 Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, 11.Baskı, İstanbul, İnkılap Kitabevi Yayın Sanayi, 2011, s.03-12. 34 Metin Heper, Türkiye’nin Siyasal Hayatı: Tarihsel, Kuramsal ve Karşılaştırmalı Açıdan, çeviren: Kadriye Göksel, İstanbul, Doğan Egmont Yayıncılık, 2011, s.342. 60 Yavuz Çilliler AİD / JAI Cilt/Volume: 10 Sayı/Issue: 2 Ekim/October: 2015 ve ulusal bir ekonominin kurulması hedeflenmişti. Pantürkizm, Türk milliyetçiliğinin bir parçası/özü olarak değil, Rusya’yı zayıflatmaya yönelik bir dış politika aracı olarak kullanılıyordu35. Diğer bir deyiş ile bu milliyetçilik projesi de statükoyu korumayı, çöküşü durdurarak toprak kayıplarını önlemeyi amaçlıyordu. Türkçülük egemenliğin kaynağı olarak ulusu işaret etmesine ve ulusun bir ferdi olmayı gönüllülük esasına bağlamasına rağmen, milletin özünü “soy” miti ile özdeşleştirmesi ve diğerlerinden farklı olarak pantürkist bir siyaset uygulaması nedeniyle etnik milliyetçilik olarak değerlendirilmektedir. Tabii Türkçülüğün, üstün ırk iddiası ile değil de, dış politika manevrası olarak benimsenmesi pantürkist yanını zayıflatmakta idi. Ayrıca, Osmanlı İmparatorluğu’ndan bağımsızlığını kazanan etnik milliyetçilikler gibi Türkçülük de Fransız İhtilalinin sivil idealleri ile güçlendirilmişti. Smith’in bu konuyla ilgili görüşüne göre; İmparatorluklar döneminde (Habsburg, Osmanlı ve Romanov) Alman Romantizminden esinlenen ayrılıkçı Doğu Avrupa milliyetçilikleri Fransız Devrimi’nden de etkilenmişlerdi, ilk kez kitleler halk egemenliği sloganı altında tarihin öznesi haline geleceklerdi. Bu nedenle, teritoryal milletin sivil idealleri ile bu ayrılıkçı milliyetçilikler sonrası kurulan etno-siyasi milletlerin şecere bağları kaynaştırılmaya çalışılmıştır36. Osmanlıcılık ve İslamcılığın başarısızlığının ardından, Türkçülük de tüm gayretlere rağmen Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasını engelleyememiştir. Ancak Türkçülük aynı zamanda, çöküş sonrası Kurtuluş Savaşı’nı ve İmparatorluk bakiyesi topraklar üzerinde kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisini besleyen en önemli birikim olma özelliğini taşımaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun birlik ve bütünlüğünü sağlayamayan bu proje, yeni Türk devletinin kuruluşunda farklı mahiyeti ile başarılı olmuştur. Bu nedenle etnik milliyetçilikler karşısında rasyonel cazibesini yitiren devletin gücü ile siyasi iktidarın milliyetçi ideolojisinin uyumlu olması gerektiğini ifade etmek mümkündür. Daha açık bir ifadeyle Osmanlı İmparatorluğu, son dönemlerindeki pantürkist politikalarını destekleyebilecek maddi güç 35 Kemal Karpat, Türk Siyasi Tarihi: Siyasal Sistemin Evrimi, 5.Baskı, İstanbul, Timaş Yayınları, 2014, s.15. 36 Anthony D. Smith, Milli Kimlik, çeviren: Bahadır Sina Şener, 5.baskı, İstanbul, İletişim Yayınları 2009, s.201. Modern Milliyetçilik Kuramları Açısından 19. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu Fikir Akımları 61 AİD / JAI Cilt/Volume: 10 Sayı/Issue: 2 Ekim/October: 2015 unsurlarına sahip değil idi. Cumhuriyet döneminde resmi milliyetçilik ile teritoryal milliyetçilik arasında dalgalı bir seyir izlemiş olan Türkçülüğün, bu dönemde ortaya çıkan ayrılıkçı etnik milliyetçiliklere rağmen başarısı, bu uyumun sağlanmasının önemini destekler niteliktedir. Sonuç Farklı milliyetçilik türlerini -etnik, resmi, teritoryal- açıklayabilecek bir milliyetçiliği, günümüz milliyetçilik kuramları ışığında “siyasal birim ile kültürel veya teritoryal birimin çakışmasını öngören ve çakışma alanında siyasal birimin egemenliğini meşru sayan ilke” olarak tanımlanmıştık. Bu tanımdan hareketle; milliyetçiliğin sadece Türkçülüğü nitelediği genel yaklaşımının aksine, Batıcılık dışındaki Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük akımlarının tamamının birer milliyetçilik projesi olduğu iddia edilebilir, çünkü bu fikir akımları; siyasi iktidar (siyasal birim) ile tanımladıkları milletin (kültürel ve teritoryal birimin) uyuştuğu, dolayısıyla iktidarın egemenliğinin meşru olduğu iddiasındadırlar. Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasını engellemek, içeride birlik tesis etmek maksadıyla geliştirilen bu son dönem milliyetçiliklerinin, etnik farklılıkları bir arada yaşatmaya çalışan teritoryal milliyetçilik projesi olduklarını söylemek genellikle mümkündür. Sadece Türkçülüğün, dış siyaset gereği de olsa pantürkist içeriği nedeniyle etnik milliyetçilik olduğu -Cumhuriyet dönemi Türkçülüğü, resmi milliyetçilikteritoryal milliyetçilik arasındaki salınımlar tarihidir-, ifade edilmekle beraber, o da dönemin ayrılıkçı etnik milliyetçilikleri gibi bazı teritoryal nitelikler taşımaktadır. Egemenliğin kaynağı olarak “ulus”u göstermesinin yanında, millete katılımın gönüllülük esasına dayandırılması bu özelliğini daha da güçlendirmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nda benimsenen Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük gibi milliyetçilikler ile tarihi gelişmelere paralel olarak son kertede elde kalan toprakları kaybetmeden siyasi birliği korumak hedeflenmiş, milletin tanımı sahip olunan topraklara göre revize edilerek, teritoryal milliyetçilik gereği tüm etnik unsurların merkezi iktidarda temsil edilmeleri sağlanmıştır. Hatta tek bir entelijensiyanın, örneğin Genç Türklerin Türkçülükten önce Osmanlıcılığı ve İslamcılı- 62 Yavuz Çilliler AİD / JAI Cilt/Volume: 10 Sayı/Issue: 2 Ekim/October: 2015 ğı da savundukları dikkate alınırsa37 iktidarların milliyetçilik konusuna pragmatist yaklaştıkları ifade edilebilir. Durgun, Türk siyasal hayatında milliyetçiliklerin devlet tarafından siyasi bir aygıt olarak kullanıldığını düşünmektedir38, yani Osmanlı son dönemlerinden itibaren iktidarların reel-politiğe en uygun milliyetçiliği kitleselleştirme çabaları, milliyetçiliğin, ayrılıkçı etnik taleplerin aşılması maksadıyla devlet tarafından araçsallaştırıldığını teyit etmektedir. Buna rağmen; Osmanlı İmparatorluğu’nu kurtarmaya yönelik genellikle teritoryal nitelikli milliyetçilikler, ayrılıkçı etnik milliyetçilikler karşısında başarısız olmuşlardır. Etnik milliyetçiliklerin Fransız İhtilali’nin sivil ideallerinden yararlanmaları, emperyalist devletlerin İmparatorluk sınırlarına yönelik çıkarları, İmparatorluğun son dönemde alt etnisiteler için rasyonel cazibesini yitirmiş olması ve devletin takip ettiği milliyetçi ideolojileri destekleyebilecek gücünün kalmaması ayrılıkçı etnik milliyetçiliklerin kendi devletlerini kurmalarında belirleyici rol oynamışlardır. Günümüz Türkiye’sinin siyasal kompozisyonuna bakıldığında ise, bu fikir akımlarının halen farklı fraksiyonların milliyetçilik yaklaşımlarına kaynaklık ettiği ve üzerinde henüz bir konsensüs oluşmadığı söylenebilir. Her ne kadar bu farklılık, siyasal iktidarların değişimiyle ülke içinde milli birliğin harcının dönemsel olarak eksen değiştirmesine, ülke dışında ise dış politikamızda kırılmalara neden olsa da; bir asırdan fazla zamandır süregelen bu görüşler arasında ulaşılan siyasal dengenin olgunlaşmış olduğunu ve aslında milli birliğin devamı için devlet aygıtına alternatif sağladığını da söylemek mümkündür. 37 İttihat ve Terakki’nin her üç milliyetçilik projesini de desteklemiş olması bugün için bir bocalama gibi gözükse de, bu durum cemiyete aynı zamanda daha rahat bir hareket alanı sağlıyordu. Kerem Ünüvar, “Ziya Gökalp”, Milliyetçilik, Mehmet Ö. Alkan (Editör), İstanbul, İletişim Yayınları, 2002, s.30. 38 Şenol Durgun, “Türk Milliyetçiliğinden Türkiye Milliyetçiliğine: Resmi Anlayıştaki Farklılaşmalar, Sorunlar”, Ulus İnşası ve Milliyetçilik, Şenol Durgun (Editör), Ankara, Binyıl Yayınevi, 2014, s.80. Modern Milliyetçilik Kuramları Açısından 19. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu Fikir Akımları 63 AİD / JAI Cilt/Volume: 10 Sayı/Issue: 2 Ekim/October: 2015 Kaynakça Akçura, Yusuf. “Üç Tarz-ı Siyaset”. Üç Tarz-ı Siyaset: Yusuf Akçura, Mehmet Ali Erdem (Editör), 2.Baskı. Ankara: Lotus Yayınevi, 2005. Akşin, Sina. Kısa Türkiye Tarihi, 2. Baskı. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2009. Armaoğlu, Fahir H.
.
.
XXXXXXXXXXXXXXXXXX
Ayhan ERCÜMENT Tez Danışmanı Doç. Dr. İhsan TOKER Ankara-2012 T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ ANABİLİM DALI DİN SOSYOLOJİSİ BİLİM DALI CUMHURİYET TÜRKİYE’SİNİN KURULUŞ SÜRECİNDE ULUS-DEVLET – DİN İLİŞKİLERİ (1920-1937) Yüksek Lisans Tezi Tez Danışmanı : Doç. Dr. İhsan TOKER Tez Jürisi Üyeleri Adı ve Soyadı İmzası Prof. Dr. Eyüp BAŞ ........................................ Doç. Dr. İhsan TOKER ........................................ Doç. Dr. İhsan ÇAPCIOĞLU ........................................ .................................................................... ......................................... .................................................................... ......................................... .................................................................... ......................................... Tez Sınavı Tarihi: 24.07.2012 TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE Bu belge ile bu tezdeki bütün bilgilerin akademik kurallara ve etik davranış ilkelerine uygun olarak toplanıp sunulduğunu beyan ederim. Bu kural ve ilkelerin gereği olarak, çalışmada bana ait olmayan tüm veri, düşünce ve sonuçları andığımı ve kaynağını gösterdiğimi ayrıca beyan ederim.(24/07/2012) Ayhan ERCÜMENT I İÇİNDEKİLER İÇİNDEKİLER I KISALTMALAR III ÖNSÖZ IV GİRİŞ 1 1. Problem Durumu …………………………………………………………………... 1 2. Tezin Konusu ……………………………………………………………………… 3 3. Tezin Amacı Ve Önemi …………………………………………………………… 4 4. Yöntem …………………………………………………………………………….. 5 I. BÖLÜM MİLLİYETÇİLİK, ULUS-DEVLET VE DİN 1. ULUS ……………………………………………………………………………… 7 1.1. Ulusu Oluşturan Öğeler ………………………………………………………. 19 1.1.1. Etnisite ……………………………………………………………….. 21 1.1.2. Dil ……………………………………………………………………. 27 1.1.3. Toprak ……………………………………………………………….. 31 1.1.4. Tarih …………………………………………………………………. 32 1.1.5. İrade ………………………………………………………………….. 33 1.2. Ulus Kuramları ………………………………………………………………... 33 1.2.1. İlkçi (Primordial) Yaklaşım ………………………………………………. 35 1.2.2. Modernist Yaklaşım ……………………………………………………… 38 1.2.2.1. Modernist Yaklaşımın Temsilcileri ………………………………….. 41 1.2.2.1.1. Ernest Gellner ……………………………………………………. 41 1.2.2.1.2. Benedict Anderson ………………………………………………. 48 1.2.2.1.3. Eric J. Hobsbawm ……………………………………………….. 52 1.2.2.1.4. John Breuilly ………………………………………………………56 1.2.2.1.5. Marksist Teoride Ulus Ve Milliyetçilik …………………………...59 1.2.3. Etno-Sembolcü Yaklaşım ………………………………………………….62 2. MODERN DEVLET ………………………………………………………………67 3. MİLLİYETÇİLİK VE DİN ……………………………………………………... 74 4. MİLLİYETÇİLİK DEVLET VE ULUS İLİŞKİLERİ ……………………….. 95 4.1. Milliyetçilik ve Ulus ……………………………………………………. 97 II 4.2. Milliyetçilik ve Devlet …………………………………………………101 4.3. Devlet ve Ulus ………………………………………………………….103 5. ULUS-DEVLET VE DİN ………………………………………………………...109 II. BÖLÜM ULUS-DEVLETE GİDEN YOLDA CUMHURİYET ÖNCESİ DÖNEM 1. Millet Sistemi ……………………………………………………………………..135 2. Merkezileşme ………………………………………………………………………146 3. Osmanlıcılık ………………………………………………………………………150 4. İslamcılık …………………………………………………………………………161 5. Türk Kimliğinin Keşfi Ve Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu ……………………….169 6. Jön Türk Dönemi Milliyetçiliği: Türkçülük ………………………………………179 III. BÖLÜM CUMHURİYET TÜRKİYE’SİNİN KURULUŞ SÜRECİNDE ULUS-DEVLET VE DİN 1. ULUS-DEVLET TÜRKİYE ……………………………………………………. 188 1.1. Ulus Ve Ulusal Kimliğin İnşası ………………………………………………188 1.2. Türk Ulusal Kimliğinde Sivil-Etnik Dikotomisi ………………………………193 1.3. Homojenleştirme Politikaları ………………………………………………….205 2. ULUS-DEVLET VE DİN İLİŞKİLERİ ………………………………………..212 2.1. Dine Dayalı Milli Kimlik Politikası …………………………………………..212 2.1.1. Pragmatist Din Politikası …………………………………………………212 2.1.2. Türklüğün Müslümanlıkla Çizilen Sınırları ………………………………222 3. MODERNİZM, LAİKLİK VE MİLLİYETÇİLİĞE DAYALI ULUSDEVLET İNŞASI …………………………………………………………………226 3.1. Cumhuriyet Türkiye’sinin Kuruluş Sürecinde Laiklik ……………………..229 3.1.1. Dinin Denetim Altına Alınması ………………………………………..245 3.1.2. Modern ve Ulusal Bir Din: Türk İslamı ………………………………..250 3.2. Türk Ulusal Kimliğinin Seküler İnşası ……………………………………..254 3.2.1. Türk Ulusal Kimliğinin Seküler İnşasının İdeolojik Aygıtları ………...261 3.2.1.1. Türk Tarih Tezi: Ulusal Kimliğin İslam’dan Soyutlanması ……….262 III 3.2.1.2. Seküler Dil İnşası ………………………………………………….269 3.2.1.3. Türk Ocakları ve Halkevleri ……………………………………….273 SONUÇ ………………………………………………………………………………278 KAYNAKÇA ………………………………………………………………………..288 ÖZET ………………………………………………………………………………...306 ABSTRACT …………………………………………………………………………307 IV KISALTMALAR ABD : Amerika Birleşik Devletleri Ank : Ankara C: : Cilt CHF : Cumhuriyet Halk Fırkası CHP : Cumhuriyet Halk Partisi Çev : Çeviren Der : Derleyen DİB : Diyanet İşleri Başkanlığı Ed : Editör Haz : Hazırlayan İBÜ : İstanbul Bilgi Üniversitesi İst : İstanbul M.Ö. : Milattan Önce M.S. : Milattan Sonra MÜİFAV : Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı S : Sayı s : Sayfa TDAK : Türk Dilini Araştırma Kurumu vb : ve benzeri vd : ve diğerleri vs : ve saire Yay : Yayınları-Yayınevi YKY : Yapı Kredi Yayınları V ÖNSÖZ Günümüz Türkiye’sinin sosyo-politik gündemini kuşatan tartışmalar büyük oranda din, milliyetçilik ve ulus-devlet konuları etrafında örülmüştür. Modernleşme kaygısıyla, dinin esas kolektif kimlik olduğu bir sosyo-politik düzenden, pozitivist, laik ve milliyetçi temeller üzerinde yükselen seküler bir ulus-devlete hızlı ve keskin geçiş günümüze kadar süren çeşitli sorunlara yol açmıştır. Dolayısıyla bugün kronikleşmiş görünen sorunların nedenini anlayabilmek ve çözüm önerilerinde bulunabilmek için Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus-devlet kimliğinin şekillendiği, bu nedenle de “kuruluş süreci” olarak tanımlanabilecek 1920-1937 tarih aralığındaki ulus-devlet - din ilişkilerinin sonraki dönemlerden ayrı olarak ve bir bütünlük içinde ele alınması gerekir. Ulus-devlet tamamen Batılı bir kavram olup Batı’nın kendi özgül koşullarında ortaya çıkmıştır. Ulus-devlet Batı Avrupa’da, genel olarak, siyasi iktidarın Kilise’den bağımsızlaşması ve onunla iktidar mücadelesine girerek egemenlik alanını Kilise aleyhine olacak şekilde genişletmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla ulus-devlet seküler bir içeriğe sahiptir. Ulus-devletin, dindevlet ilişkilerinin Batı’dan çok farklı bir seyire sahip olduğu İmparatorluk bakiyesi topraklarda bir modernleşme aygıtı olarak, gerekli entelektüel ve tolplumsal dönüşüm yaşanmadan yukarıdan bir şekilde uygulamaya konması ulus-devlet ve din arasında gerilimli bir ilişkiye yol açmıştır. Üç bölümden oluşan araştırmanın birinci bölümünde; Cumhuriyet Türkiye’sinin ulus-devlet tecrübesinin anlaşılabilmesi için ulus-devletin genel olarak teorik bağlamı ve Avrupa’daki tarihsel seyri izlenmeye çalışılmıştır. Çünkü Türkiye’de ulus-devlet, Batılılaşma ülküsü doğrultusunda bir modernleşme projesi olarak uygulamaya konmuştur. Bu doğrultuda, Türkiye örneğinde yansımaları bulunduğuna inandığımız için, bir yüksek lisans araştırmasının sınırlarını zorlamanın risklerini göze alarak, araştırmanın bu bölümünde; ulus, ulus kuramları ve milliyetçilik ile ulus-devletin dinle ilişkileri irdelenmiştir. VI İkinci bölümde Cumhuriyet Türkiye’sinin birçok yönden kendinden önceki dönemle, yani Tanzimat sonrası modernleşme hareketleriyle, süreklilik arz ettiği ve ulus-devletin entelektüel temellerinin bu dönemde atıldığını düşündüğümüz için, 19. yüzyıl başlarından itibaren Osmanlı’daki siyasi ve sosyal gelişmeler ele alınmıştır. Araştırmanın esas konusunun ele alındığı üçüncü bölümde ise ilk olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ulus-devlet olarak kuruluşu ve Türk ulusal kimliğinin inşasında esas alınan kriterler gözden geçirilmiştir. Daha sonra da ulus-devlet - din ilişkileri kapsamında laiklik ve laiklik pratiklerinin Türk ulusal kimliği inşasındaki yeri ve bunun sonuçları ele alınmıştır. Çoğu zaman konunun cazibesine kapıldığımız bu tezin hazırlanma aşamasında birçok kişinin doğrudan veya dolaylı katkısı olmuştur. Danışmanlığımı üstlenerek, araştırmanın başından sonuna kadar öneri ve eleştirileriyle bana yol gösteren Sayın Doç. Dr. İhsan TOKER’e sabrı ve samimi yaklaşımı nedeniyle, minnettarlığım bir teşekküre ifadesine sığmayacak derecededir. Aynı şekilde, eleştirileriyle konuya farklı bakış açılarından bakmama katkı sağlayan Sayın Prof. Dr. Eyüp BAŞ’a ve Sayın Doç. Dr. İhsan ÇAPCIOĞLU’na sonsuz şükranlarımı sunarım. Ayrıca bu kapsamdaki bir tezi okuma zahmetini göze alan ve tez boyunca bana önerilerde bulunan aziz dostum Mustafa GÜNERİGÖK’e teşekkür ederim. Ayhan ERCÜMENT 2012-ANKARA GİRİŞ 1. PROBLEM DURUMU Ulus-devlet Avrupa’da Batı’nın özgül dinamiklerinin sonucu olarak ortaya çıkmışken, Osmanlı bakiyesi topraklar üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde bir modernleşme projesi olarak yukardan aşağıya bir şekilde yürürlüğe konmuştur. Bilindiği üzere, Osmanlı’nın yönetim anlayışı ademimerkeziyetçi bir özelliğe sahipti. Dini esas alan millet sistemiyle gayrimüslimlere kendi iç işlerinde özerklik tanınmıştır. Bu sayede millet sistemi gayrimüslimlerin milli kimliklerini korumalarını, dolayısıyla da milliyetçi duygularının diri kalmasını sağlamıştı. Bunun farkında olan Cumhuriyet’in kurucu kadrosu, Osmanlı’nın homojen bir kültür oluşturamamasını onun geri kalmasının ve dağılmasının nedeni olarak kabul etmiş ve ulusal birliği sağlamak için millet sistemine son verilmesini zaruri görmüştür. Bu karar, doğal olarak bir yandan dinin siyasal ve toplumsal rolü üzerinde operasyonel bir çalışmayı gerekli kılarken; diğer yandan din, ulus-devletin amaçları doğrultusunda pragmatist bir şekilde araçsallaştırılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti, dinin sosyal hayata yoğun bir şekilde işlediği, hilafet kurumunu yüzyıllarca elinde bulunduran çok milletli Osmanlı İmparatorluğu’ndan farklı etnisite, dil, din ve mezheplerden mürekkep tek uluslu bir devlet olarak ortaya çıkmıştır. Din eksenli bir sosyal yapı olan Osmanlı millet sisteminden de anlaşılacağı üzere dinin hem toplumsal bütünleşmede hem de toplumsal farklılaşmada rolü vardır. Dinin bu özelliği, ulus-devletin inşa ve kurumsallaşmasında ona farklı roller biçilmesine neden olmuştur. İslam ülkelerindeki milli kimlikler üzerinde İslam’ın ve dolayısıyla ümmet düşüncesinin önemli ve belirgin bir ağırlığı olduğu (Lapidus, 1996: 382) için ulusdevlete geçiş sürecinde dinin konumu problematik bir hal almıştır. Din Osmanlı’da 19. yüzyıla kadar siyasal hayatı önemli ölçüde etkilemişken, 19. yüzyılda ve 20. yüzyıl başlarında gerçekleşen bir değişim süreci, bu etkiyi orta dereceli hale getirmiş Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra ise dinin kurucu ve denetim rolü tamamen elinden alınmıştır. Milli Mücadele, kendini din ile tanımlayan, ulusal nitelikleri 2 muğlâk bir topluluk adına başlatılmıştı. Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte, devletin sınırları içinde kalan nüfusu yeni bir siyasal topluluk haline getirmeye yönelik çabalara girişildi. Yurttaşlardan bir Türk ulusal kimliği geliştirmeleri ve yeni siyasal topluluğa bağlılık duygularını güçlendirmeleri beklenmekteydi. Bunun için de topluluk üyeliğinin, o zamana kadar dinsel nitelik taşımış olan zeminini değiştirmek gerekiyordu. Bu amacı gerçekleştirmeye yönelik olarak laikleştirme reformları yürürlüğe kondu. Türk ulusal kimliğinden dışlanan dinin bir yandan da bütünleştirici özelliğinden faydalanılmıştır. Çünkü dağılmaya ve büyük nüfus kayıplarına rağmen Osmanlı İmparatorluğu’ndaki din, mezhep, dil ve etnik çeşitlik tablosu büyük oranda varlığını korumuştu. Ayrıca etnik anlamda Türk olarak bilinen grubun büyük bir oranı bile, gerçekte soy bakımından Türk olmayıp Osmanlı-İslam kültürüyle Türkleşmiş görünen göçmenlerden oluşuyordu. Bu nedenle Cumhuriyet sınırları içindeki halk yığınlarından bir ulus oluşturma sürecinde dinin bütünleştirici işlevi tamamen görmezlikten gelinemezdi (Turan, 1993: 41-47, 50). Tanzimat döneminden Cumhuriyet’e laik kanunların artmasıyla kalmayıp toplumun kimliği hakkında da bir anlayış geliştirilmesini ifade eden bir evrim meydana gelmişti. Bu kimlik, modern bir toplum içinde her vatandaşın daha fazla sorumluluk üstlenmesini gerektiriyordu. Atatürk, bir devlet dini olarak İslam’ın vatandaşa bu özerkliği vermediğine inandığı için Türkiye’yi böylesine katı bir biçimde laikleştirmeye karar vermiştir (Mardin, 2007: 120). Bunun sonucunda, “Din devleti” görüşüne karşı “ulus-devlet” görüşü üstünlük sağlayarak çağdaşlaşma yolunda belli bir doğrultuda birbiri arkasından gelecek bir dizi laiklik reformun kapısını açmış oldu. Berkes’e göre, laikliğe yönelik bu reformların sebebi, Atatürk’ün, dinin toplumsal rolü konusunda paradokslu bir durum olduğunu görmesiydi. Buna göre, toplumsal bir felaket karşısında, adı bile olmayan bir toplumu bir ulus çabasının fedakârlıklarına itmede, dayanışma yaratmada, dinin rolü vardı; fakat din, aynı zamanda ulusal çabayı baltalayan bir güç de olabiliyordu (Berkes: 2010: 521, 541). Yukarıdaki bilgiler ışığında Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde ulus-devlet – din ilişkileri konusunu ele almaya sevkeden problem durumu maddeler halinde şu şekilde özetlenebilir: 3 1. Tanzimat sonrası yaşanan dinî, siyasi ve sosyal gelişmelerin ulus-devletin ortaya çıkması ve şekillenmesinde ne gibi rolleri olmuştur? 2. Türkiye’de ulus-devlet din ilişkisinde laiklik nasıl bir konumda bulunmaktadır? 3. Evrensellik ve yerellik nitelikleri arasında Türk laikliğinin karakteristikleri nelerdir? 4. Devletin ulus-devlet inşasında din ile ilgili politikası ne olmuştur? 5. Diyanet teşkilatlanmasının ulus-devlet formu ile ilişkisi ne olmuş, hangi sonuçlar ortaya çıkmıştır? 6. Seküler ulus-devletin dinden beklentileri ile çıkan sonuçlar arasındaki mesafe nedir? 2. TEZİN KONUSU Tezin konusu, Cumhuriyet’in ilk dönemindeki (1920-1937) ulus-devlet - din ilişkisidir. Konu, siyasal ve toplumsal reformların yoğunlaştığı Cumhuriyet’in ilk dönemi olarak görülen 1920-1937 tarih aralığında genel olarak hüviyetini kazanan yeni ulus-devletin din ile olan ilişkileridir. Konunun 1920-1937 tarih aralığıyla sınırlandırılmasının ve Cumhuriyet’in ilanı 1923 yılında olmasına rağmen 1920 ile başlanmasının nedeni, Cumhuriyet Türkiye’sinin ulus-devlet kimliğini bu tarih aralığında yapılan inkılâplar ve reformlarla kazanmış olmasıdır. Bununla birlikte Türkiye’de Batılılaşma projesi kapsamında uygulamaya konan ulus-devlet nosyonunun ve temel bileşenleri olan ulus ve devlet kavramları ile milliyetçiliğin Batı’daki seyri de izlenecektir. Ayrıca, her ne kadar kurucu kadro yeni rejim ile Osmanlı arasındaki temel bir kopuşa işaret etse de, onların da özellikle karşı çıktıkları II. Abdulhamid döneminin eğitim sistemiyle yetişmiş olduklarını paranteze alarak, imparatorluktan ulus-devlete geçiş sürecinin izlenebilmesi açısından 19. yüzyıl başından itibaren Osmanlıdaki siyasal ve sosyal durumun da bilinmesi gerekir. Çünkü din-devlet ilişkileri dâhil olmak üzere Cumhuriyet devrinde gerçekleştirilen inkılâpların ve bunların arkasında işleyen düşünce ve endişelerin yüzyıl öncesine giden fiilî ve tartışma düzeyinde kaynakları vardır (Kara, 2008: 25). Bu nedenle bağlamın oluşturulabilmesi açısından millet sistemine ve özellikle de Tanzimat’tan sonra yaşanan siyasal, sosyal gelişmelere de değinilecektir. 4 Osmanlı ile Cumhuriyet arasında, Kemalizm’in felsefi kökenlerinin Osmanlı geleneklerinden ziyade Fransız Devrimi, pozitivizm ve solidarizme dayanması ve şeriat ilkelerine dayanan İslamî dünya görüşü yerine ulusçuluğu ve laikliği yeni Türk toplumunun kültürel temeli durumuna getirmesi anlamında kesin bir kopuş vardır. Fakat bu “kopma” olgusu yapısal, düşünsel ve davranışsal devamlılıkların tamamen yok olması anlamına gelmez. Kemalizm’in düşünsel kaynaklarını oluşturan akımlar, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, toplumsal evrimler, eğitim sistemine getirilen yenilikler, vs. gibi yollarla Osmanlı dünyasına girmişlerdi (Kazancıgil, 2009: 207- 208). 3. TEZİN AMACI VE ÖNEMİ Araştırmanın temel amacı, Cumhuriyet’in kuruluş dönemindeki ulus-devlet din ilişkisini ele alarak, yeni siyasi yapının ulus-devlet biçiminde kuruluşunda ve Türk ulusal kimliğinin inşasında dinin rolünü ve konumunu değerlendirmektir. Türkiye’deki sosyal bilim araştırmalarında laiklikle ilişkili olarak, genellikle dinin olumsuz boyutları üzerinde durulmuş; Türk toplumu için kurucu ve bütünleştirici dayanıklı yeri ve önemi ise göz ardı edilmiştir (Kara, 2008: 16). Araştırmada dinin bu boyutu da göz önünde bulundurularak, ulus-devlet projesi doğrultusunda dinin kurucu ve denetleyici rolüne son verilmesinin sonuçları ortaya konmaya çalışılacaktır. Bu bağlamda araştırmanın amaçları; 1. Türkiye’de ulus-devlet - din ilişkisinde laikliğin konumunu belirlemek. 2. Türk laikliğinin özgül özeliklerini tespit etmek. 3. Devletin ulus-devlet inşasında din ile ilgili politikasını araştırmak. 4. Diyanet teşkilatının ulus-devlet ile ilişkisini incelemek. 5. Ulus-devletin amaçları doğrultusunda yürürlüğe konulan laiklik programının Türk ulusal kimliğinin yeniden şekillenmesindeki sonuçlarını değerlendirmektir. Fransız İhtilali sonrasında baş gösteren milliyetçilik akımının da etkisiyle, “millet sistemine” göre yönetilmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopmalar olmuş ve yeni ulus-devletler kurulmuştur. Geriye kalan nüfus ise Türkiye Cumhuriyeti ulusunu oluşturmuştur. Yeni devletin ulusu, farklı etnik köken, dil, din, 5 kültür ve tarih bilincine sahip topluluklardan oluşuyordu. Böyle bir bağlamda milliyetçilik ve laiklik tartışmaları da dikkate alındığında ulus-devlet inşa sürecinde din-devlet ilişkileri Din Sosyolojisinin ilgisini hak edecek bir hal almıştır. Lisansüstü düzeyinde ulus-devletle ilgili birçok çalışma bulunmasına rağmen, Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde ulus devlet-din ilişkilerini ele alan her hangi bir çalışmaya rastlanmamıştır. Literatür taramasında ulus-devlet-din ilişkilerinin genellikle Türk modernleşmesi veya laikleşmesi üzerinden ele alındığı görülmüştür. Bu çalışmalar arasında; Şerif Mardin’in Türkiye’de Din ve Siyaset, Türk Modernleşmesi, Türkiye, İslam ve Sekularizm isimli derleme çalışmaları, Feroz Ahmad’ın, Modern Türkiye’nin Oluşumu ile Bir Kimlik Peşinde Türkiye isimli kitapları, Bernard Lewis’ın Modern Türkiye’nin Doğuşu, Niyazi Berkes’in Türkiye’de Çağdaşlaşma gibi çalışmaları zikredilebilir. Yasin Aktay’ın Türk Dininin Sosyolojik İmkanı isimli çalışmasında, Cumhuriyetin ilk dönemlerindeki İslam’ı reforme etme girişimleri ele alınmıştır. Kemal H. Karpat’ın Osmanlı’da Değişim, Modernleşme ve Uluslaşma, Türkiye’de Siyasal Sistemin Evrimi, İslam’ın Siyasallaşması isimli kitapları başta olmak üzere bütün çalışmaları İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e geçişi ele alır. Bununla birlikte “ulus”, “ulus-devlet” ve “Türk Milliyetçiliği” konularını ele alan çalışmalar olmasına rağmen, ulus-devlet inşasında dine biçilen rol ve konumun yeterince işlenmediği görülmüştür. Bu bakımdan araştırma projesinin özgün bir konu olduğu düşünülmektedir. 4. YÖNTEM Giddens’ın (2000: 577) da belirttiği üzere, belirli bir sorun hakkında topladığımız malzemeyi anlamlı kılmak için sık sık bir zaman perspektifine ihtiyaç duyduğumuz için, sosyolojik araştırmalarda çoğunlukla tarihsel bir bakış esastır. Bu doğrultuda, araştırma konusunun sosyolojik olduğu kadar tarihle de ilgili olması nedeniyle, araştırma boyunca izlenen yöntemin tarihsel sosyolojik bir eğilime sahip olduğu söylenebilir. Çünkü tarihte gerçekleşmiş bir sosyo-politik dönüşüm olan, geleneksel Osmanlı yapısından Türkiye Cumhuriyeti ulus-devletine geçiş sürecini araştırma iddiasındaki bir girişim, tarihsel sosyolojinin bakış açısından olaya 6 yaklaşmalıdır. Tarihsel sosyolojik araştırmalar genel olarak şu temel karakteristiklere sahipler. İlk olarak, zamana ve mekâna somut bir şekilde yerleşmiş olan toplumsal yapılar ya da süreçlerle ilgili sorular sorarlar. İkinci olarak, süreçleri zaman içinde ele aldıkları gibi, ortaya çıkan sonuçların nedenlerini açıklamak için zamansal ardışıklığı da hesaba katarlar. Üçüncü olarak, bireysel yaşamlarda ve toplumsal dönüşümlerde niyet edilen ve edilmeyen sonuçlar için de, eylemlerin ve yapısal bağlamların etkileşimlerine de dikkat ederler. Son olarak, tarihsel sosyolojik incelemeler, özgül toplumsal değişim kalıplarının tikel ve değişik özelliklerini aydınlatmaya çalışırlar (Skocpol, 1999: 2). Kuruluş dönemi Türkiye’sindeki ulus-devlet - din ilişkilerinin ele alınacağı bu çalışmada, ulus-devlet Batılılaşma isteği doğrultusunda bir modernlik aygıtı olarak uygulamaya konduğu için ilk olarak ulus-devlet nosyonunun Batı’daki oluşum seyri ele alınacaktır. Buna bağlı olarak, ulus-devletin kuruluş dönemi Türkiye’sindeki pratiğinin daha iyi anlaşılabilmesi için; ulus, milliyetçilik ve devletle ilgili literatürde mevcut olan yaklaşımlar taranacaktır. Daha sonra ise, Cumhuriyet öncesi dönemde 19. yüzyılın başlarından itibaren meydana gelen siyasi ve sosyal gelişmeler değerlendirilecek ve Batı’da yaşanan uluslaşma hareketlerinin Osmanlı toplumundaki sosyal ve siyasi yankıları ve yol açtığı kırılmalar gözlemlenecektir. En son olarak da, kuruluş felsefesi anlamında Osmanlı’dan temel bir kopuşu ifade eden Cumhuriyetin kuruluş dönemindeki ulusal kimlik inşasına yönelik milliyetçilik ve laiklik politikalarıyla bu süreçteki dine yönelik tutum ele alınacaktır. Bu kapsamda modernleşme ve laikleşme ile ulus-devlet arasında sebep-sonuç ilişkisi kurularak bunların toplumsal dinî hayat üzerindeki yansımaları açıklanmaya çalışılacaktır. I. BÖLÜM MİLLİYETÇİLİK, ULUS-DEVLET VE DİN 1. ULUS Ulus ve milliyetçilik araştırmalarında ciddi bir kavramsallaştırma sorunu bulunmaktadır. Bu sorun genellikle terimlerin birbiriyle karıştırılmasından kaynaklanmaktadır. Örneğin Gellner’ın, ulus ve milliyetçilikle ilgili değerlendirmelerinde kavramlar arası sınırlar net değildir. Bu soruna, ulus ve milliyetçiliğin benzer kavramlarla ilişkilerindeki belirsizlik ve tanımlamada bu kavramlardan hangilerine ağırlık verilmesi gerektiği konusundaki kararsızlık yol açmıştır. Tanım sorununda genel olarak iki etken ön plana çıkar. Birincisi, ulus ve milliyetçiliğin doğal oluşumlar oldukları kabul edilerek sorgulanmadan kabullenilmesi. Buna bağlı ikinci etkense ulus ve milliyetçilik kavramlarının siyasetle olan yakın ilişkisidir. Yaşanılan ortam sosyal bilimcileri de etkilediği için siyasi inançlar genellikle üretilenlere yön verir. Bu nedenle milliyetçilikle ilgili her tanım, ulus statüsüne kavuşmaya çalışan bir grubun arayışını haklı çıkarmaya, diğer bir grubunkini geçersiz kılmaya çalışır (Özkırımlı, 2008: 75). Aynı kavram karmaşası “ulus” ve “milliyet” için de geçerlidir. Bu kavramlar farklı durumlarda eş anlamda kullanılabildiği gibi farklı anlamları ifade etmek için de kullanılabilmektedir. İngilizce ve Fransızcada “ulus” genellikle egemen bağımsız devletin nüfusunu ifade etmek için kullanılabildiği gibi bazen de herhangi bir devlete sahip olmamakla birlikte net bir şekilde teşhis edilebilen milli toplulukları ifade etmek için de kullanılabilmektedir (Nimni, 1991: 23). Ulusların modern anlamlarıyla ortay çıkışları tam olarak kestirilememekle birlikte tarihsel araştırmalar, modern ulusal kültürler ve öncelleriyle jeopolitik bölgeler ve ilişki örüntüleri arasında, kayda değer bir devamlılık olduğunu ortaya koymuştur. Milliyetçilik gücünü büyük ölçüde, sıradan insanların ulusları sanki hep valarrmış gibi bir algılamalarından alır. Ulusal kültürlerin dil gibi ayırt edici özelliklerinin çoğu, bireyler tarafından yaratılmamış; daha ziyade bireyler, kültürün şekillendirdiği toplumsal ilişkiler içinde birer şahsa dönüşmüşlerdir. Dahası aile ve 8 etnik bağlar gibi bu ilişkilerin bazıları, insanlara o denli temel gelebilir ki, onlar kendilerini bu ilişkilerin dışında düşünemezler (Calhoun, 2009: 42-43). Bu ve benzeri nedenlerle ulusların ortaya çıkış tarihlerinin net bir şekilde tespiti imkânsız hale gelebilmektedir. Ulusların doğum anları kesin bir şekilde saptanamayacağı için ulusların tarihi, bir üremeler zinciri halinde “geriden gelerek” yazılamaz (Anderson, 2004: 226). Bununla birlikte ulus kavramının Batı Avrupa’daki oluşum sürecini izlemek, kavram karmaşasını hafifletecektir. Modern Batı tarihi, siyasal bir varlık olarak ulusa ilişkin üç döneme ayrılır. Birinci dönem, Fransız Devrimi ve Napoleon savaşlarıyla sona erdi. Fransız Devrimi’nin ürünü olan ikinci dönem, temelleri her ne kadar 1870’den sonra ciddi ölçüde sarsılmış olsa da I. Dünya Savaşı’na kadar sürmüş ve 28 Haziran 1919 Versailles Antlaşması’yla noktalanmıştır. Ana özellikleri 1870’den sonra biçimlenmeye başlayan üçüncü dönem, en üst noktasına 1914 ile 1939 yılları arasında ulaştı (Carr, 2007: 11). Fransız Devrimi’nin ulusun ortaya çıkışındaki yegâne an değilse de, en önemli faktörlerden biri olduğu zımnen bütün ulus çalışmalarında kabul edilir. Bu anlayış, özellikle tarih yazımında çok yaygındır. Feodal tolplumsal düzende, kral ile orta tabakanın üst kesimlerinin ittifakıyla ulus yavaş yavaş kendi kendinin bilincine varmış, daha sonra da krala karşı koymuş ve 1789-91 yılları arasında kralın ortağı olarak ortaya çıkmıştır. 1792-93 yıllarındaysa tam olarak egemenliğini ilan etmiştir (Guiomar, 1998: 144). Ulusun bu modern anlamıyla ortaya çıkışı, eşit haklara sahip olmayan tabakalara bölünmüş bir toplumun ve kendini ilahi bir yasaya dayandıran monarşik bir iktidarın sorgulanmasına yol açmıştır. Hükümdarın tebaasından farklı olarak ulus, askeri tarihten veya hanedanlık tarihinden bağımsız bir biçimde ortaya konur: Ulus, hükümdardan önce gelir ve ondan sonra da devam eder (Thiesse, 2010: 152). Modern ulus kavramının ilk olarak Fransa’da ortaya çıktığına yönelik iddiaların yanında, onun 16. yüzyılda İngiltere’de şekillenmeye başladığına yönelik tezlere de rastlamak mümkündür. Kavramın nerede ortaya çıktığı tam olarak bilinememekle birlikte, teorileştirilmesinin temelindeki tartışmalar esas olarak, Avrupa kıtasında birbirine karşıt yorumların peş peşe ortaya çıktığı 19. yüzyılda 9 başladı (Jaffrelot, 1998: 54). Hatta 19. yüzyılda bile “ulus inşası”, ne kadar merkezi bir öneme sahip olursa olsun, yalnızca bazı uluslar açısından geçerliydi ve “milliyet ilkesi”ni uygulama talebi de evrensel değildi. Gerek uluslararası bir sorun olarak, gerekse bir iç politik sorun olarak “ulus olma”, politikaya açıkça egemen olduğu Habsburg İmparatorluğu gibi çeşitli dil ve etnik gruplardan oluşan devletlerde bile, yalnızca sınırlı sayıda insanı ya da bölgeyi etkiliyordu. 1871’den sonra sadece bazı insanların Avrupa haritasında ciddi değişiklikler olmasını beklediğini, süre giden Polonya sorunu dışında bu tür değişikliklere yol açabilecek çok az sayıda milli problem saptandığı söylenebilir (Hobsbawm, 2006: 60). Orta Çağ döneminde de ulusa benzer oluşumlar görülebilse de gerçekte, hem millî ideoloji hem de kültürel, eğitimsel, yasal, teritoryal ve ekonomik yönden, ulusların oluşumu için gerekli süreçler, modelin çok gerisine düşüyordu. Bu tür süreçlerin milli bir oluşum ve bilinç için temel oluşturacak şekilde gelişmeye başlamaları Orta Çağ’ın sonlarında mümkün olabildi. Siyasetin kültürel olarak belirlenmesi, kendini özgürleştirme, ulusun üstünlüğü ve halk egemenliği gibi fikir ve doktrinlerin milliyetçi faaliyet ve hareketlere dönüştürülerek kısa ömürlü olmaktan çıkmaları, 17. ve 18. yüzyıllarda mümkün hale gelmiştir. Antikite ve Orta Çağ’ın kolektif kültür toplulukları, ulus ideal tipine yakın olmadıkları gibi fikir ve duyguları da modern milliyetçiliğin çağrıştırdığı fikir ve inançların tipik ifadesi olmaktan uzaktı (Smith, 2009: 86-88). “Ulus” (nation) kelimesi “milliyetçilik” (nationalism) kavramına göre daha eski olmasına rağmen, modern çağdan önce küçük veya büyük gruplaşmalarla ilgili bir fikir vermediği gibi, açık siyasi çağrışımları da yoktu; sadece, aynı kültürü paylaşan ve hemşehri olan insanları tanımlamak için kullanılırdı (Calhoun, 2009: 13). Nitekim Orta Çağ üniversitelerinde öğrenciler geldikleri bölgelere göre uluslar esas alınarak sınıflandırılırdı. Hatta daha öncesinde ulusal köken, alçaltıcı yabancılık anlamında başkalarına atfediliyor, olumsuz anlamlarla milliyetler yabancılara yakıştırılıyordu (Habermas, 2001: 81). 19. yüzyılın başına kadar, ulus terimi yerel ve bölgesel anlamlarda kullanılmaya devam etti. Orta Çağ’ın ortalarından yaklaşık 18. yüzyılın sonuna kadar ulusu meydana getiren tüm nüfus değil, yönetenlerden oluşan 10 veya bir şekilde siyasette temsil edilen kesimdi. Burada halk uluslarından değil, ancak aristokratların uluslarından bahsedilebilirdi (Schulze, 2005: 103-104). Orta Çağ’ın aksine modern uluslar, sadece belli bir bölge halkı veya sınıfla sınırlı olmayıp tüm halka seslenen ve onu kapsayan “kolektif uluslar”dır. Antikite ya da Orta Çağ’la benzerlikler azdır. Kolektif ulusun, Antikite ve Orta Çağ’da genellikle “ulus” olarak görülen ve çoğunlukla sadece yüksek tabakayı içine alan küçük elit gruplarından birçok önemli açıdan farkı vardır. Modern kolektif ulusun her üyesi, bir yurttaştır ve o topluluk içindeki yurttaşların hepsi teorik olarak eşittir. Ulusun kanunları tüm yurttaşlara eşit olarak uygulanır ve teoride, yurttaşlarla ulus-devlet arasında aracı yapılar mevcut değildir. Aynı zamanda, yurttaşlar topluluğunun oluşturduğu uluslar, modern-öncesi etniler ya da şehir devletlerinin siyasal açıdan aktif üyelerinden genellikle çok daha kalabalıktır. Modern ulusun, Orta Çağ’daki ulusal yapılanmalardan diğer bir farkı da tarihsel bir kültür-topluluk olduğu kadar hukuki-siyasi bir topluluk olmasıdır. Bunun içsel ve dışsal olmak üzere iki boyutu vardır. İçsel boyutuna göre modern ulus, ortak hukuk kodları ile yönetilen bir topluluk olduğu için bu tür bir topluluğa üyelik, toplumsal olduğu kadar hukuki bir statüdür. Bu doğrultuda yurttaş, ulusun ortak kamusal kültürünü paylaşmasına bağlı olarak, belirli haklardan faydalanan ve birlikte yaşadığı diğer yurttaşlara karşı belirli ödevleri yerine getiren birisidir. Modern ulusların dışsal boyutu ise, özerklik ve egemenlik kavramlarıyla ilgilidir. Modern ulus, kendi kendini yönetmesi ve diğer uluslara karşı özerkliğiyle siyasal bir topluluktur (Smith, 2002: 56-57). Modern anlamıyla ulusların, Orta Çağ Hıristiyanlık âleminin uluslararası düzeninin bozulmasının ürünü olduğu; Rönesans’ın maceracı ve mağrur bireycilik ruhunun bütünleyici bir ulusal düzlemdeki yansımasını temsil ettikleri yaygın bir kabuldür. Ayrıca, modern anlamıyla terimin; uluslararası ilişkilerin ve savaşların yapılmaya başlandığı ve modern uluslararası hukukun ilk biçimlendiği 16. ve 17. yüzyıllara dayandığı da varsayılır (Carr, 2007: 12). Savaşlar her ne kadar ulusların ortaya çıkmasında yegâne faktör değilse de savaş, düşman işgali, yabancı bir güç tarafından yağmaya uğrama ve grup olarak aşağılanmışlık duygusu gibi unsurlar, ulusal kimliklerin oluşumunda katalizör rolü oynamıştır. Zira birçok Avrupa ulusunun ortaya çıkmasını sağlayan, güçlü yurtseverlik duygularını yeşerten, 11 Napoleon ordularının Avrupa’daki ilerleyişiydi. Fransa’nın yenilebilmesi için, Napoleon’un siyasi ve askeri zaferlerini mümkün kılan yöntemlerin, kendisine karşı kullanılması gerekiyordu (Schulze, 2005: 173). Bu nedenle ulus yapılanmaları Avrupa’nın geneline yayılmaya başladı. Savaşların her zaman ulusları yarattığı iddia edilemeyeceği gibi, mücadelelerin hepsi sadece milliyetçilik yüzünden kopmaz. Uluslar, aynı zamanda iktisadi paylaşım ve yönetimin kontrolü için girişilen mücadelelerin de bir ürünüdür. Ticaret ve kapitalist üretimden, devletin güçlendirilmesi ve dine kadar, ulusları bir arada tutan çeşitli gayeler vardır (Calhoun, 2009: 110). Dolayısıyla ulus biçimini sadece kapitalist üretim ilişkilerinden çıkarsamak da mümkün değildir. Parasal dolaşım ve ücretli emeğin sömürüsü mantıksal olarak, belirli bir devlet biçimini içermediği gibi, kapitalist dünya pazarı, iktisat dışı koşulların dayattığı ya da toplumsal sermayenin belirlenmiş kesimlerince kurumlaştırılmış olan ulusal sınırlamaları aşmak yolunda potansiyel bir eğilim taşır (Balibar, 2007c: 110). Modern ulusal kimlik söylemi birey fikriyle de yakından bağlantılı olup uluslar eşit bireyler kategorisi olarak tanımlanmaktadır. Bireyle ulus arasında doğrudan bir bağ kurulmakta ve ulusal kimliğe, bireysel kimliği oluşturan diğer kolektif kimliklere karşı özel bir üstünlük tanınmaktadır. Bir ulusa üyelik, aile, cemaat vs. gibi başka bir topluluğa üyelikten türemez. Kan bağı ya da diğer bağlarla pekişebilir, ama şekli ve düzeni onlardan farklıdır (Calhoun, 2009: 174). Sınıf, cins, ırk, din gibi diğer kolektif kimlik türleri ulusal kimlikle örtüşebilir veya terkibe girebilirler ama yönünü etkileyebilmiş olsalar da, önüne geçmekte nadiren başarılı olabilirler (Smith, 2009: 221). Ulus, doğal ya da biyolojik bir grup değildir. Bireyin sahip olduğu anlamda doğal hakları yoktur. Ulus, tanımlanabilir ya da açıkça fark edilebilir bir varlık olmadığı gibi tarihin belirli dönemleri ve dünyanın belirli bölgeleriyle sınırlı olup evrensel de değildir. Bununla birlikte ulus, gönüllü bir birlikten çok daha fazlasını ifade eder ve geleneksel süslemelerle örtülmüş olmasına rağmen, üzerinde yaşanan toprak, dil ve aileden daha geniş bir yakınlık duygusuna bağlılık gibi doğal ve evrensel unsurlar barındırır. Modern ulus tarihsel bir gruptur. İstemleri zamanın ve 12 mekânın tarihsel koşullarıyla belirlendiğinden hiçbir koşulda mutlak olamamakla birlikte reddedilemez ya da görmezden gelinemez (Carr, 2007: 59-60). Birçok tarihçi tarafından Fransız devrimini başlatıp sona erdiren adam olarak değerlendirilen Sieyès (1748 –1836), ulusu, devlet oluşumuyla açıklamıştır. Ona göre az çok hatırı sayılır miktarda olan ve birleşmek isteyen ayrı bireylerin olduğu tasarlanır ve bireyler yalnızca bu olguyla ulusu oluştururlar. Bu nedenle ulus her şeyden önce vardır ve her şeyin kökenidir. Sieyès bu şekilde, ulus, toplum ve devlet kavramları arasında bir ayrım gözetmez; bunları bireylerin içinde bütünleştikleri soyut “bir”i belirlemek için kullanır. Sieyès’e göre toplum bireysel iradelerden oluşuyorsa da kamusal amaçlarını yerine getirmesini sağlayacak siyasal ve yönetsel bir örgüte kavuşması için bir genel iradeye sahip olmalıdır. Böylece ulus, kendini oluşturan bireylerin bir toplamı olmaktan çıkıp sentezine dönüşür (Ağaoğlu, 2006: 195-200). Weber’e göre, birden fazla anlam taşıyan ve hiçbir ortak nesne barındırmayan ve esas olarak siyaset alanına ait olan ulus kavramının tanımı üyelerinin gözlemlenebilir ortak niteliklerinden bahsedilerek yapılamaz. Ulus; dil, tarih, yurttaşlık, ortak soy ile açıklanamaz. Bir insan topluluğu, çok kısa bir zaman dilimi içinde ulus olma niteliklerini elde edebilir. Ona göre, ulus kavramı şu şekilde tanımlanabilir: “Bir ulus kendini devleti içinde açıkça gösterebilecek ve bu yüzden de genellikle kendi devletini kurmak isteyecek olan bir toplumdur.” Bu bağlamda milli düşüncenin ortaya çıkmasına neden olan unsurlar oldukça çeşitlidir. Dinî inançların yanında, ortak siyasi yazgılar bu unsurların başında gelir. Bazen de gerçekte heterojen olan insanlar aynı kaderi paylaşırlar. Alsas-Loreanlilerin kendilerini Alman ulusuna ait hissetmeme nedenleri hatıralarında aranmalıdır. Siyasi kaderleri uzun zaman Alman etkisinden uzakta kalmak olmuştur; kahramanları da Fransız tarihinin kahramanlarıdır (Weber, 2006: 181-185). Calhoun, ulus için genel özellikler belirlemiştir. Ona göre bu özellikler farklı uluslarda farklı derecelerde bulunabilirler; önemli olan bu özelliklerin ağır bastığı bir dokunun bulunmasıdır. Bu özellikler: 1. Sınırları belli bir toprak ve belirli bir nüfus. 13 2. Ulusun bölünmezliği. 3. Egemenlik ya da en azından egemenlik ülküsü taşımak, böylece kendine yeterli olduğu varsayılan bir devlet olarak diğer uluslarla şekli eşitlik. 4. Ulusa dayanan meşruiyet. 5. Ulus mensubiyeti esasına göre kolektif olaylara seferber edilen bir nüfus. 6. Her bireyin, ulusun bir parçası oluşu ve bu bağlamda diğer üyelerle kategorik olarak eşit görülmesi olarak doğrudan üyelik. 7. Dil, gelenek ve paylaşılan inanç ve değerleri içeren ortak bir kültür. 8. Ulusun, geçmiş ve gelecek nesilleri içerdiği ve ortak bir tarihi olması dolayısıyla da zaman içinde var olduğu anlayışı. 9. Ortak mezhep veya ırk. 10. Belli bir toprakla tarihi ve kutsal bir bağ. Calhoun’a göre, bu özelikler sadece kavramsallaştırmaya yönelik bir “ideal tip” geliştirmeye yardımcı olabilir; yoksa operasyonel bir tanım ya da deneysel olarak sınanabilir bir tarif yapmaya yönelik değildir. Ulus kavramı, sayılan özelliklerin çoğuna sahip olan ya da olduğunu iddia eden topluluklar için kullanıldığında anlamlı olur. Hangi özelliklerin daha önemli olduğu, ulustan ulusa değişir. Ulusal ideoloji, kimi ortamlarda belirleyici özelliklerden birini ya da birkaçını taşımayabilir ya da diğerlerine daha fazla vurgu yapabilir. Dolayısıyla bir topluluğun ulus olarak tanınması, katı bir tarife değil, bu dokunun hâkimiyetine bağlıdır (Calhoun, 2009: 5-7). Hobsbawm, bir halkın ulus olarak tanımlanabilmesi için belli bir büyüklüğe erişmiş olması gerektiğini belirtir. Ona göre eşiği aşacak büyüklükte olması koşuluyla, bir ulus olarak sınıflandırılmasına olanak tanıyan yalnızca üç kriter vardır. Birincisi, ulusun, mevcut devletle tarihsel bağı ya da oldukça eskiye dayanan ve yakın döneme uzanan geçmişle bağıydı. İkinci kriter, yazılı bir milli edebi ve idari anadile sahip olan, yerleşik bir kültürel elitin varlığı. Üçüncü kriter ise, kanıtlanmış bir fetih yeteneğidir (Hobsbawm, 2006: 55). Ulus olma, ilk önceleri, yoğun ve duygusal yönü güçlü bir aidiyet duygusu ifade ederken tarihsel gelişimi içinde etnik örgünün yanı sıra, din ve dil birliği ya da kurumsal bir miras paylaşımına dayalı bir ilişki ya da tarihteki bir uygulama gibi 14 bulanık bir bağ ya da kader duygusu gibi ifadeleri içinde barındırır olmuştur. Bu nedenle, ulus olma kavramı gittikçe büyüyen topraklarda yaşayan, sayıları gittikçe artan nüfuslara atfedilebilir. Zaten ulus olma kavramı çok geçmeden, askeri başarılarla sınırları belirlenen belli bir toprak parçasını paylaşan büyük bir nüfus şeklinde genişleyecekti (Poggi, 2008: 37). Milliyetçilik çalışmalarında genellikle iki farklı ulus algısı karşı karşıya getirilir. Bunların ilki, vatandaşların hür siyasal ortaklığının akılcı ve iradeye dayalı bir inşanın ürünü olduğunu ileri süren yaklaşımdır. “Fransız tarzı ulus” olarak da bilinen, Aydınlanma filozoflarının tasarladığı ve Fransız Devrimi’nin hayata geçirdiği bu yaklaşımda ulus, sözleşmeci, seçici bir siyasal ulustur (Dieckhoff, 2010: 83). Fransız ulus anlayışı, Fransız yurttaşlığıyla bir olup etnik köken, tarihsel geçmiş ya da dilin ulus tanımında belirleyici etkisi yoktur (Hobsbawm, 2006: 111). Buna karşılık ikinci ulus yaklaşımı, “Alman tarzı ulus” olup kültürel bir cemaatin cisimleşmesi, bir kimlik duygusunun dışavurumu, doğal bir birliğin yansıması şeklinde tarif edilir. Bu yaklaşımda ulus kültürel ve organik bir bütündür (Dieckhoff, 2010: 83). Bununla birlikte Fransız ve Alman uluslarının oluşumunda her iki anlayış da rol oynadığı için bu zıtlık, daha çok suni görünmektedir. Tarihsel düzlemde değişen siyasal ve toplumsal bağlamlara göre bu iki anlayışın ağırlığı değişken olmuştur (Thiesse, 2010: 152-153). Siyasal-kültürel ikiliği, farklı tarihsel güzergâhlar veya entelektüel gelenekler ile pek tatmin edici bir şekilde bağdaştırılamadığından, varsayılan karşıtlık başlı başına bir ideal tip gibi sunuldu. Yani toplumsal gerçekliği çözümlemeye yarayan fakat onunla tam olarak örtüşmeyen bir kuramsal model olarak gösterildi. 1980’li yıllardan itibaren ise siyasal-kültürel ayrımını değil de, sivil ve etnik ayrımını çağrıştıran bir tipoloji ortaya atıldı. Kültürel milliyetçiliğin muhalifi olduğu ileri sürülen sivil milliyetçilikte ulusa aidiyet, demokratik normlara bağlılıkla eş anlamlıdır (Dieckhoff, 2010: 87, 89). Batılı ulusları nitelediği farz edilen sivil ulusun karşısına konumlandırılan ve Doğu toplumlarıyla özdeşleştirilen etnik ulus modelinin ayırt edici özelliği ise doğuştan, fıtri bir topluluk fikrini öne çıkarmasıdır. Batılı ulus kavramı bireyin, kendi seçebileceği belli bir ulusa ait olması olanağı sunarken, Doğulu ya da etnik 15 kavramlaştırma böyle bir müsamaha göstermez. Kendi topluluğunda kalsa da, başka bir yere göçse de birey kaçınılmaz biçimde, organik olarak içinde doğduğu topluluğun mensubu olarak ve sonsuza dek onunla damgalanmış olarak kalır. Başka bir ifadeyle bir ulus her şeyden önce ortak soydan gelen bir topluluktur (Smith, 2009: 28). Smith’e göre, Rusya, Etopya, Türkiye ve Japonya gibi Batı dışı toplumlarda ulus, hâkim etni etrafında şekillenir. Hâkim sınıf, nüfuzunu sağlamlaştırmak ve nüfusu homojen bir ulus haline getirmek için etnik azınlıkları büyük kurumlarla desteklenen milliyetçi bir eğitim programı yoluyla asimile etmeye çalışır. Bu amaçla herkesin uymak zorunda olduğu ve başka herhangi bir fikir, sembol ya da hayalin ortaya çıkmasını önleyen, ulusa dair resmi, yerleşik, kurumsal fikir ve imgeleri teşvik eder (Smith, 2009: 160-161). Oryantalist bir yaklaşımla Batı’daki ulus oluşumları siyasi-sivil olarak görülürken, Doğu’daki ulus yapılanmaları basitleştirici bir ifadeyle etnik olarak değerlendirilmiştir. Buna göre, Batılı sivil modeldeki hukukun yerini etnik modelde yerli kültür, genellikle de dil ve âdetin aldığı ileri sürülür (Smith, 2009: 29). Gerçekte ise ulus kavramsal olarak, her özgül durumda değişik oranlarda biri sivil ve teritoryal diğeri etnik ve soya dayalı iki boyutu birbirleriyle harmanlamıştır. Millî kimliğin modern yaşam ve siyasada böylesine esnek ve daimi bir güç haline gelmesini ve kendi özelliğini yitirmeksizin diğer güçlü ideoloji ve hareketlerle etkili birleşimlere girmesini sağlayan da bu çok boyutluluğu olmuştur (Smith, 2009: 34). Gellner, yukarıdaki sınıflandırmanın yerine iradeci-kültürel şeklinde bir ayrım yapmıştır. Bu ayrımın kültürel boyutuna göre, iki insan, ancak ve ancak aynı kültürü paylaşıyorlarsa aynı ulustan sayılırlar. İradeci boyutuna göre ise, birbirilerini aynı ulusun üyesi olarak “kabul ediyorlarsa” aynı ulusa mensup demektirler. Bir başka deyişle, ulusları insanlar yaratır; uluslar insanların kendi inanç, sadakat ve dayanışmalarının ürünüdür. Ona göre, bu iki kavramın her biri ulusçuluğun anlaşılmasında çok önemli olan bir öğeyi vurgulamakla birlikte ikisi de kendi başına yeterli değildir (Gellner, 2008: 78). Batı Avrupa toplumlarının kendi tarihsel mecralarında uluslaştıkları belirtilirken Orta ve Doğu Avrupa da dahil diğer toplumların sonradan ulus biçiminde “inşa” edildikleri genel bir kabuldür. Ulus inşası terimi, genellikle çok 16 uzun bir tarihsel süreç boyunca birbirine gevşek bağlarla bağlı olan toplulukları, bir ulus-devletin tekabül ettiği ortak bir toplum haline getiren sosyo-politik bir gelişim süreci anlamına gelir. Ulus inşasının, ancak bütünleştirici bir ideolojiden filizlenmişse ya da böyle bir ideolojiyi belli bir noktadan sonra üretirse uzun vadede başarı sağlayacağı farz edilir. Ulus inşası ön koşul olarak, bir ulusun oluşturulması gereğini varsayar; ancak bu ulus, çeşitli şekillerde kurulabilir (Hippler, 2007: 11,13). Smith, ulus inşası sürecinin şu şekilde olduğunu belirtir: 1. “Topluluğun ortak anıları, mitleri ve sembollerinin geliştirilmesi, işlenmesi ve aktarılması. 2. Topluluğun tarihsel gelenek ve ritüellerinin geliştirilmesi, seçimi ve aktarılması. 3. ‘Halk’ın ortak kültürünün (dil, âdetler, din, vb.) ‘otantik’ unsurlarının belirlenmesi, işlenmesi ve aktarılması. 4. Belirlenen nüfus içindeki ‘otantik’ değerler, bilgi ve tutumların standardize edilmiş yöntemler ve kurumlar aracılığıyla aşılanması. 5. Tarihi bir kara parçası ya da anavatanın sembol ve mitlerinin sınırlarının belirlenmesi, işlenmesi ve aktarılması. 6. Sınırları çizilen kara parçası içindeki beceri ve kaynakların seçimi ve idareli kullanımı. 7. Ve belirlenen topluluğun tüm üyeleri için geçerli ortak haklar ve ödevlerin tanımlanması” (Smith, 2002: 98-99). Ulus inşa sürecinde, ulusal kimlik düzeyi ikinci planda kalır da kimlik ve sadakat, aşirete, kabileye, etnik veya etno-dinsel bir gruba göre tanımlanırsa, ulusdevlette istikrar daha zor olacaktır. Bununla birlikte ulus inşasının temelini oluşturacak birleştirici ideolojinin her zaman ve otomatik olarak ulusal yönelimli olması şart değildir. En azından bir süreliğine, özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi ilkelere dayanan anayasal yurtseverlik, sosyalizm vb. laik ideolojiler veya aynı ya da yardımcı işlevleri üstlenebilen din gibi başka değer ve kimlik modelleri bu işlevi görebilir. Nitekim ilk önceleri dini güdülerle Hindistan Müslümanları için kurulan Pakistan ve Yahudiler için kurulan İsrail, daha sonra ulusal bir açıdan yeniden yorumlanmışlardır (Hippler, 2007: 13). 17 Milliyetçi bir ulus inşa etmek, çok farklı insanların oluşturduğu malzemeden tamamen yeni bir ortak kimlik yaratmaktır (Hall&Ikenberry, 2005: 96). Bu da ulusun farklı unsurlarının kültürel homojenleştirmeye tabi tutulmasını gerektirir. Devletler ulusal birlikleri, kültürel homojenlik yönünde tesis etmek için daha önce aile, köy ve kilise tarafında geleneksel yöntemlerle verilen eğitimi, planlanmış ve devlet tarafından denetlenen programlarla yürütülen bir eğitim sistemine dönüştürürler (Ferry, 2010: 299). Bu doğrultuda homojen bir ulus inşasının temeli olarak halk eğitimini gören çoğu hükümet, on dokuzuncu yüzyılın sonundan itibaren, etkin bir emek gücü ve sadık, homojen bir yurttaşlar topluluğu yaratmak için zorunlu, standart, hiyerarşik, akademi destekli ve diploma veren bir kitlesel halk eğitimi sistemi kurmaya karar vermiştir (Smith, 2002: 100). Eğitimin devlet eliyle standart bir şekilde planlanması ve yürütülmesinin bir nedeni de endüstriyel toplumun vatandaşlarının birbiriyle, tek dilde, iletişim kurabilmelerini sağlamaktı. Dolayısıyla ulus kurmak, modern endüstriyel çağın işlevsel ön şartlarından biri olarak görülmüştür (Hall&Ikenberry, 2005: 95-96). Toplumun bütünlüğünün sağlanması için, bireylerin kamusal düzeyde bireyselliklerinden arındırılarak yukarıdan onlara dayatılan bir irade ya da çıkar birliği içine sokulmaları gerekir. Bu da bireyin yurttaşa, topluluğun da ulusa dönüştürülmesi ile gerçekleştirilebilir (Ağaoğulları, 2006: 229-230). Bu nedenle, milliyetçi ideologlar ve akımlar, türdeşleştirme hedefi doğrultusunda otoriter ulus vizyonları üretilmesi ve bunlara zorla itaat edilmesi için genellikle baskıcı gayretlere girmişlerdir (Calhoun, 2009: 110). Gerçekte tüm uluslar, ülkelerinin bütününe ortak bir dili ve ortak siyasal değerleri yaymaya çalışmıştır (Kymlıcka, 2008: 160). Fakat farklılıkları reddederek egemen etni çevresinde homojen bir ulus yaratmaya çalışan bu uygulamalar pek çok ülkede karşıt milliyetçiliklerin doğmasına yol açarak halkları bölmüştür. Batı modernizmi tarafından şekillendirilmiş ve sömürge sonrası evrede gelişmekte olan pek çok ülkede egemen bu politik model; genellikle yalnızca sözde kalmakla beraber, yurttaşlık, halk egemenliği, mantıklı örgütlenmiş bir yönetim ve siyaset, kanun karşısında tüm bireylerin eşitliği ve müreffeh devlet sisteminde statüyü garantileyen demokrasinin modern prensipleriyle temellendirilmiştir (Hippler, 2007: 38). 18 Ulus ve ulusal iradenin oluşmasıyla birlikte vatandaş da ortaya çıkar. Birey, bütünün oluşumuna katkıda bulunarak ve onun bir üyesi olarak, bütüne özgü iradeye katılarak ve ona itaat ederek vatandaşa dönüşür. “Ulus” ve “vatandaş” gibi soyut anlamlar içeren bu kavramların ön plana çıkarılmasıyla, bireylerin birleştiği ortak bir paydanın bulunması sağlanır. Bunun sonucunda farklılıklardan arındırılmış homojen bir kamusal alan ortaya çıkar. Sieyès, vatandaşların özel birlikler kurmalarının kamusal alanın bütünlüğünü tehlikeye atacağını belirterek, hem kişisel iradeleri hem de tabakalara, birliklere, cemaatlere özgü iradeleri, ortak çıkarı ifade eden ulusal iradenin işleyişine engel teşkil edeceği gerekçesiyle mahkûm etmiştir (Ağaoğulları: 2006, 197-201). Oysa farklılıkları inkâr etmeden ortak yönleri ortaya çıkartabilen bir ulusal kimlik, onu paylaşan insanlar arasındaki iletişimi kolaylaştırarak karşılıklı etkileşim ve güven duygusunun oluşumuna zemin hazırlayabilir (Poggi, 2008: 37). Otoriter homojenleştirme politikalarına rağmen ulus, demokrasinin köprüsü olarak görülmüştür. İlk olarak, öznel tanımı ne olursa olsun ulus, eşitler topluluğu iddiasıyla ortaya çıkar. Toplumların tabakalar ve sınıflar halinde örgütlenmesine karşın ulus, bir eşitlik talebinin siyaset sahnesine çıkmasıyla doğar. Bu yeni ulusal meşruiyetin ortaya çıkışına, geleneksel, cemaatsel, dinî ve feodal bağlardan kurtularak vatandaş haline gelen bireylerin demokratik özgürleşme süreci eşlik eder. İkinci olarak, ulus, kendi kendisini yönetmeyi zorunlu gördüğü için sadece kendi varlığını idame ettirmekle yetinmez. Bu arzusunu, her türlü bağımlılığı reddeden egemen bir özgürlüğe kavuşmaya yönelik bir siyasal proje ile gösterir (Zawadzki, 2010: 215-217). Sonuç olarak ulusların oluşumunun, ekonomik, teknolojik ve sosyal modernleşmeye, üretim biçimlerinin değişmesine, piyasaların genişlemesine bağlı olduğunu söylemek mümkündür. Bununla birlikte ulus, modern yapısına rağmen modernlik fikrinin karşısında, zaman dışı bir cemaatin varlığını savunur ve bu fikrin meşruiyetini de cemaatin arkaik mirasının korunmasında bulur. Ulusa duyulan kolektif sarsılmaz inanç, ulusun modern inşa sürecinin gözlerden kaçmasına neden olabilir. Bu inanca göre ulus hariç, her şey değişebilir. Gelenek kültü, ataların mirasına duyulan bağlılık Avrupa toplumlarına, toplumsal çelişkiye düşmeden bütünüyle değişmeleri için ihtiyaç duydukları etkin ağırlık noktasını sunabilir. 19 Bununla birlikte, modernlik ve arkaizm; değişim ve hareketsizlik arasındaki bu çelişkiler sorunlara da yol açabilir. 19. yüzyılın sonunda sanayileşmiş ülkelerde çöküş ve ulusun ortadan kalkması riski üzerine söylemler geliştiği sırada, ulus ilkesi devletlerin tek meşruiyet kaynağı olarak kendini kabul ettirmiştir (Thiesse, 2010: 177). 1.1. ULUSU OLUŞTURAN ÖĞELER Ulusla ilgili birçok farklı tanım bulunmaktadır. Bu durum, genellikle her bir tanımın ulusla ilgili farklı bir öğeyi öne çıkartmasından kaynaklanır. Bir ulus oluşturmak için gerekli olan ortak dil, din, ırk, etnik kimlik, tarih ve belirli bir toprak parçası vb. niteliklere ilişkin uzun listeler hazırlanabilir. Ancak herhangi bir ulusun bu niteliklerin tümüne aynı anda sahip olmasının imkânsızlığı bir yana, bir ulus oluşturabilmek için bu niteliklerin kaçına ve hangilerine sahip olunması gerektiği de belli değildir. Bağlılık, dayanışma gibi öznel öğelerse ulus için gerekli ama yeterli olmayan koşullardır. Çünkü bireyler, ulus dışındaki topluluklara da bağlılık besleyebildikleri için bağlılık ayırt edici bir nitelik taşımaz. Bu durumda ortak olan tek nokta, her ulusun varlığını meşru kılmak ve kendini yeniden üretmek için yararlandığı milliyetçi söylemdir (Özkırımlı, 2008: 285). Ulusların oluşumu için standart bir liste hazırlanamasa da Avrupa’da ulusların, genelde benzer özellikte şekillendikleri görülür. Her ulusun, tarihi toprakları, kurucu ataları, sürekliliğini sağlayan bir tarihi, milli değerleri şahsında somutlaştıran kahramanları, bir dili, kültürel ve tarihi abideleri, anı mekanları, tipik bir manzarası, bir folklor ve giysisi, damak zevki ve sembolik hayvanlar gibi kimi pitoresk ortaklıkları vardır (Thiesse, 2010: 153-154). Batı’nın modern dünyadaki etkisi nedeniyle Batılı ulus modelinin standart oluşturucuları, Batılı olmayan milli kimlik tasavvurlarında da canlı unsurlar olarak kalmışlardır (Smith, 2009: 28). Ulus, birbirleriyle ilişkili etnik, kültürel, teritoryal, ekonomik ve hukukisiyasî pek çok unsurdan oluşan karmaşık bir yapı olması yanında, milli kimlik de çok boyutlu olup kolektif kimliğin öteki türlerine ait unsurları bünyesinde toplar (Smith, 2009: 32-3). Bununla birlikte ulusun, bireysel ya da kolektif kimliklere temel 20 oluşturan sınıf, bölge, toplumsal cinsiyet, ırk ya da dinî inanç vb. diğer öğelerden, farklı olduğu kabul edilir. Ayrıca bu öğelerin ulus oluşumundaki rolü de tartışmaya açık olmuştur. Bu noktadaki düşünce farklılıkları, ulus tanımlarına da yansımış; bazı yazarlar din, dil, ırk gibi nesnel öğeleri, bazıları da ulus olma bilinci, bağlılık gibi öznel öğeleri ön plana çıkarmıştır. Çoğunluksa nesnel ve öznel öğelerin birlikte kullanıldığı tanımları tercih etmiştir (Özkırımlı, 2008: 71). Ulus olmak için nesnel kriterler saptama ya da belirli gruplar uluslaşırken, belirli grupların neden uluslaşamadığını açıklama girişimleri; genellikle ya dil ve etnik köken gibi tek bir kritere ya da dil, ortak topraklar, ortak geçmiş, kültürel özellikler gibi bir kriterler kümesine dayanmıştır. Fakat bu kavramlar, bulanık, değişken ve birden çok anlama sahip olduğu için, genellikle nesnel bir tanımlama yapmada yetersiz kalmaktadır. Böylesi tanımlara uyan grupların sadece bazılarının her zaman ulus olarak nitelenmeye uygun olması, yani istisnalarla daima karşılaşılması nedeniyle, bütün nesnel tanımlar bir noktada tıkanmışlardır. Tanıma uyan örnekler ulusları ya da milli özleme sahip birimleri bütünüyle temsil etmedikleri gibi, ulus olmanın özelliklerini taşıyan uluslar da tek bir kritere ya da kriterler kümesine denk düşmez (Hobsbawm, 2006: 19-20). Kültürel muğlâklık, teorik açıdan ulusun ayırt edici özelliğidir. Dil, din, toprak, etnisite gibi bütün unsurlar birer işaret olarak temsil edilebilir; ama hiçbiri tek başına şu ya da bu ulusun özünü oluşturamaz (Leca, 1998: 12). Nitekim Ernest Renan, kavramların belirleyici olmayan muğlâk yapısından dolayı, milliyetin kan, ırk ya da toprak gibi her türden fiziksel temele dayandırılmasına karşı çıktığı gibi, dil ve din gibi kültürel ölçütleri de reddetmiştir. Bunun yerine ulus için salt tinsel, neredeyse mistik bir temel öne sürmüştür. Ona göre, “ulus, bir ruh, manevi bir ilkedir” ki, bu da toprakların, ırkın veya dilin tikelliğini aşan bir şeydir. Ulus daha çok, ortak tarihin ve hafızanın bir öğesi ve aynı zamanda da bu öğenin olumladığı ortak niyet ve projelerdir (Ferry, 2010: 296). Renan’a göre tüm ulusların etnik açıdan karışmış olmasından dolayı ulus ırk anlamına gelemez. Örneğin ırk bakımından Fransa Kelt, İber ve Cermen; Almanya Germen, Kelt ve Slav’dı; İtalya’da ise ırklar ayrılamayacak derecede birbirine karışmıştı. Bu nedenle ulusun birliğinin ırka dayalı olarak gerçekleşmesi imkânsızdır. Ulus dil de değildir; zira öyle olsaydı, aynı dili 21 konuşan ABD’nin Büyük Britanya’dan, Güney Amerika’nın da İspanya’dan ayrı olması ya da aksi durumdaki, birçok dilin konuşulduğu, İsviçre’nin birliği açıklanamazdı. Ulus, siyasi sınırların mezhepsel sınırlarla paralel olmamasından da anlaşılacağı gibi, dinsel inançla da açıklanamaz. Bir gümrük birliğinin bir anavatan olamayacağı düşünülürse ortak çıkarlar da ulus için geçersizdir. Coğrafyaya gelince, ulusların yaşam alanlarının sürekli değişmekte olduğu tarihten açıkça görülebildiği için, bir ulusu ‘doğal sınırlar’ içine yerleştirmeye çalışmak uygun bir yaklaşım olmayacaktır (Schulze, 2005: 97). Bir ulusu ulus yapanın ne olduğu herhangi bir nesnel yöntemle belirlenemez. Var olan göstergeler de meşru sayılan uluslar adına ortaya atılan taleplerden ve ulusların inşasına iyi gelen ya da gelmeyen siyasi süreçlerden tamamen bağımsız değildir (Calhoun, 2009: 137). Bu yüzden ulusu temellendirmek için nesnel öğeler bulmaya çalışmak, çoğu zaman boş bir çaba olmaktan öteye geçemez. Çünkü genelde, kendilerini tek bir ulusun üyesi olarak algılayan bireyler, ya Fransa ve ABD gibi göçle oluşmuş uluslarda görüldüğü üzere çeşitli coğrafi kökenlerden yola çıkarak dışarıdan toplanmışlardır ya da hepsini içeren tarihsel bir sınırın içinde birbirlerini karşılıklı olarak kabul etmeye yönelmişlerdir. Bu durumda ulus, ortak bir yasaya tâbi kılınan farklı topluluklardan hareketle inşa edilir (Balibar, 2007c: 117). Ulus genellikle belirli unsurlarla ilişkilendirilmiş ve ulusun tanımı bu kavramlar üzerinden yapılmıştır. Ulusun ilişkilendirildiği öğeler kurama göre değişse de en fazla üzerinde durulan ve tartışma yaratan, etnisite ve dil olmuştur. 1.1.1. Etnisite Milliyetçilik çalışmalarında “etnisite”, “etni”, “etnik grup” “etnik kimlik” gibi farklı kavramlar kullanılmasına rağmen genelde hepsinde aynı anlam kastedilmektedir. Wallerstein’a göre modern halkları sınıflandırmak için, uluslaşma derecesine göre “ırk”, “ulus” ve “etnik grup” kavramları kullanılmaktadır. Önceden yaygın bir şekilde kullanılan “azınlık” teriminin yerini alan etnik grup, en yenisidir. Aslında üçü de birbirinin farklı görünümleri olmakla birlikte, kötü bir üne sahip olan 22 “ırk”ın, görünür fiziksel biçime sahip olan bir genetik kategori olduğu varsayılır.1 “Etnik grup”un, kuşaktan kuşağa geçen, bazı sürekli davranışlara sahip ve devlet sınırlarına bağlı olmayan kültürel bir kategori olduğu varsayılır. “Ulus”un ise, bir devletin var olan ya da olası sınırlarına bağlı olan toplumsal-siyasal bir kategori olduğu varsayılır. Bu terimler farklı şekillerde kullanılabilmekle birlikte genelde, sürekliliği sayesinde bugünkü davranışlar üzerinde güçlü bir etkiye sahip olan ve aynı zamanda günümüzde siyasal iddialarda bulunmak için bir zemin oluşturan kalıcı bir görüngüye işaret etmek üzere kullanmaktadır. Yani, bir “halk”ın oluş ve davranış biçimi ya ayırt edici genetik özelliklerine ya toplumsal-siyasal tarihine ya da geleneksel normları ve değerlerine dayandırılır (Wallerstein, 2007a: 96-97). Ulus oluşumunda ırk esas alınırsa beraberinde diğer ırkları aşağılama, dışlama hatta yok etmeye kadar varan ırksal arılık şartını da getirerek ırkçılığın ortaya çıkmasına neden olacaktır. Çünkü bu durumda ulus, kendisi olabilmek için ırksal ya da kültürel olarak saf olmak zorundadır. Böylece ırkçılık, bulunması mümkün olmayan bir bozulmamışlık çekirdeğinin saplantılı bir arayışına girişir. Irksal-ulusal saflık bulunamadığında ve köklerinin halkların kökeninden geldiği ispat edilemediğinde, bu saflığı ulusal bir üst-insan idealine uygun olarak imal etmeye girişir (Balibar, 2007b: 80-82). Bunun nedeni, etnik kökene genetik açıdan yaklaşılmasıdır. Oysa bunun sağlam bir dayanağı yoktur; çünkü bir toplumsal örgütlenme biçimi olarak etnik grubun esas temeli biyolojikten ziyade kültüreldir (Hobsbawm, 2006: 84). Ulus kavramının çoğunlukla, ırktan farklı bir şekilde, bir etnik kimliğin, cemaat, aile, sınıf, siyasi tercih ve alternatif etnik bağlılıklar dâhil, diğer bütün kimlik biçimlerinden üstün olma iddiası gerektirdiği farz edilir. Batılı entelektüel miras, milliyetçi ideoloji ve ulus kurma deneyimleriyle yoğrulduğu için etnik grup, ırk, kabile ve dillerden nesnel birimlermiş gibi söz ederek tanımlarındaki muğlâklığı, sınırlarındaki geçirgenliği ve pratik kullanımlarındaki duruma bağlılığı çoğu zaman görmezden gelir. Etnik kimlikler belli bir gerçekliğe sahip olmakla beraber sabit 1 Irkın fiziksel özelliklerle ilgili olması ve negatif içeriğiyle ilgili ayrıca bkz. Eric J. Hobsbawm, Milletler ve Milliyetçilik, 4.b., Çev. Osman Akınhay, Ayrıntı Yay., İst., 2006, s. 87. 23 olmayıp, akışkan ve değişken yapılaşmalardır. Etnik kimlik, farklı niyetler, anlam inşaları ve çelişkiler içeren toplumsal süreçler içinde yaratılıp yaşatıldığı ve yerleştirildiği (Calhoun, 2009: 51) için, ırk gibi kalıtsal biyolojik bir kimlikten tamamen farklıdır. Etnik kimlik bazen ilksel/asli bir niteliğe sahip, zamanın dışında doğal bir kimlik olarak değerlendirilirken bazen de durumsal olarak görülür. Bir etnik gruba aidiyet, öznenin özgül durumuna göre değişiklik gösteren, zorunlu olarak gelip geçici ve kararsız tutum algı ve duygularla ilgili bir meseledir. Bu durum etnikliğin, bireysel ve kolektif çıkarlar için, özellikle de iktidar mücadelelerinde amaçlarını desteklemeleri için taraftarlarını harekete geçirme ihtiyacını duyan rekabet halindeki seçkinlerin çıkarları için araçsal olarak kullanılmasını mümkün kılar. Bu iki uç nokta arasında etnik kimliğin tarihî ve sembolik-kültürel niteliklerini öne çıkartan yaklaşımlar yer alır. Buna göre, etnik bir grup, soya ait mitlerin rolünü ve tarihî anıları vurgulayan, din, gelenek, dil ya da kurumlar gibi bir veya birden fazla kültürel farklılığa göre tanınan ve ayırt edilen tarihi bir kolektif kültürel tiptir. Yani etnik kimlik, tarihsel güçlerin bir ürünü olarak değerlendirilir (Smith, 2009: 40-41). Ulusal bilinç, bütün etnik gruplarda aynı derece ve şiddette bulunmaz. Bu durumda etnik kategori ile etnik topluluk ayrımı yapılır. Etnik kategori, çok az bir öz-bilince, ayrı bir kolektif oluşturdukları yolunda belirsiz bir bilince sahip olabilirken en azından onun dışında kalanlar tarafından ayrı bir kültürel ve tarihî grup oluşturduğu düşünülen insan nüfuslarıdır. Bu durumda da ortak kökene dair bir mit, ortak tarihî anılar, seçilmiş bir yurtta birlik ya da dayanışma duygusundan neredeyse eser yoktur. Etnik topluluk ise, kolektif bir özel ad, ortak bir soy miti ve tarihî anılar, ortak kültürü farklı kılan bir ya da daha fazla unsur, özel bir yurtla bağ ve nüfusun kesimleri arasında dayanışma duygusu gibi özelliklere sahiptir. Böyle bir topluluk, grubun zihinsel niteliklerini belirleyen benzersiz kalıtsal biyolojik özelliklere sahip olduğu savunulan bir toplumsal grup anlamında ırktan kesin olarak farklıdır. Ayıca bu özelliklerin içerikleri de tarihî ve kültürel olup son derece özneldirler (Smith, 2009: 42-43). Etnik kimlikle ilgili öznel özelliklerin en önemlisi ortak atalara dair mitlerdir. Etnik ayniyet duygusu için önemli olan hayalî bir soy, farazî bir ecdattır (Smith, 24 2009: 43). Ulusların bu şekilde doğuştan gelme ortaklıklar olarak inşası, ataların arasından kurucuların seçilip ön plana çıkarılmasıyla, 18. yüzyılın ikinci yarısında başlar. Ortak bir soy iddiası, beraberinde şu postulayı getirir: Halk, canlı bir müzedir, ulu ataların ilksel kültürünün kalıtlarının mirasçısıdır. Halk geleneği sayesinde, ilkel kalıntılar, bazı bozulmalara rağmen çağlar boyunca muhafaza edilebilmiştir. Bu yüzden, halk kültürünün araştırılması, bu mirası unutulmuşluktan kurtarabilir ve modern bir ulusal kültürün temellerinin atılmasını sağlayarak (Thiesse, 2010: 157) etnilerin hayatta kalmasını olanaklı kılabilir (Smith, 2009: 44). Diğer taraftan modern göç bir kenara bırakılsa bile, geniş teritoryal ulus devletlerin nüfusları, hemen hemen değişmez biçimde ortak bir etnik köken iddiasında bulunamayacak kadar heterojen yapıda olduğu göz önünde bulundurulduğunda; “akrabalık” ile “kan”, etnik aidiyet ortaklığına sahip grup üyelerini birbirine bağlama avantajı sağlayabilirken yabancıları dışlayıp (Hobsbawm, 2006: 83-84) ötekileştirme işlevi de görebilir. Etnik kimlik, tarihsel süreç içerisinde farklı coğrafi-kültürel birimlerin bir araya gelmesi veya bölünmesiyle oluşur. Etnilerin ayakta kalmasını, birleşmesini veya bölünmesini sağlayan güçler arasında; devlet kurmak, askeri hareketlilik ve örgütlü din, hayati öneme sahiptir (Smith, 2009: 50). Bu aygıtlardan din, Ortodoksluğun Osmanlı yönetimi altındayken kendi kendini yöneten Yunan Ortodoks ulusu için yaptığı gibi, en azından kısa bir dönem zarfında, ortak bir etniklik duygusunun teminini sağlayabilir. Ama bu dinî iskelet içindeki etnik ruhu kıpraştıracak yeni hareket ve cereyanlar olmazsa dinin muhafazakârlığı etniyi donuklaştırabilir (Smith, 2009: 64). Ayrıca uzun bir tarih aralığında her hangi bir siyasi yapıdan mahrum kalan Yahudi toplumu göz önünde bulundurulduğunda etnik kimliğin devletle de zorunlu bir ilişkisi yoktur. Tarihsel süreç içerisinde şekillenen kültürel bir oluşum olan etnik grup, kendi varlığından emin olmanın ötesinde kendine ayrıca politik bir sınır da istediği zaman, etnisite politikleşir ve milliyetçiliği doğurur. Buradaki koşul, etnisitenin sınırlarının, aynı zamanda politik birimin de sınırları olması ve yönetenlerle yönetilenlerin aynı etnik kökenden olmasıdır. Sayıları çoğalan yabancılar, politik birim içinde pek hoş karşılanmazlar, yabancıların yönetici olması ise hiç hoş karşılanmaz (Gellner, 1998: 59). Bu durum daha çok tek-etnili uluslar için geçerlidir. Tek-etnili rejim, ulusu tek 25 bir etnik kategoriden ibaret olarak kurgular ve bu ilkeyi vatandaşlık ve resmî kayıtlar başta olmak üzere kurumlar yoluyla ifade eder. Çok-etnili rejim, ulusu birçok etnik kategoriden müteşekkil bir kitle olarak kurgular ve devletin resmî kurumlarında, idari yapısında, personelinde bu çok-etnililik resmen ifade edilir. Gayri-etnik rejim ise ulusun tarifinde kan-soy bağını temel ölçüt olarak almaz ve diğer toplumsal kategorilerden bir veya birkaçını (dil, din, sınıf, vd.) veya siyasi, tarihsel, ideolojik bir öğeyi (toprak, devlet, sosyalizm, laiklik, demokrasi, vd.) ulusu tanımlayan ana eksene yerleştirir. Tek ve çok-etnili rejimlerin her ikisi de etnisiteyi nesnel bir kategori olarak tanır, fakat tek etnili rejim bunu “öteki”leri ulusun kurumlarından dışlamak için, çok etnili rejim ise etnisiteye dayanan âdil bir temsili ve yönetimi sağlamak için yapar. Gayri-etnik rejim ise etnisite dışında bir ilke ekseninde kurgulandığı için etnik bilinç resmî düzeyde bastırılır, göz ardı edilir ve etnisiteye dayanarak dile getirilen talepler siyaseten meşru kabul edilmez (Aktürk, 2006: 37). Tek etnili veya çok etnili olsun, etnik görüntülere sahip bir ulus, iktidar aygıtlarını elinde bulunduran egemen etni etrafında şekillenecektir. Bu durumda siyasi yapının üzerinde şekillendiği etninin kültürü eğitim ve bürokrasi aracılığıyla çevre etnilere benimsetilmeye çalışılır. Bu etnik homojenleştirme politikaları diğer etnilerin de ulusal bilinçlerinin yükselmesine neden olabilir. Etnik gruplar kimliklerine yönelik bir tehdit fark ettikleri zaman ulus oldukları iddiasında bulunabilirler. Etnik gruplar ulusa terfi edebilirken, uluslar da kimliklerini ortak bir etnik kökene atfen tanımlayabilirler (Bauböck,1999: 139). Balibar, ulusların etnik bir temele sahip olmadıklarını iddia etse de (Balibar, 2007b: 66; 2007c: 119) milliyetçiler açısından genellikle ulus ile etnisite arasında yakın bir ilişki kurulur. Hatta çoğu zaman ulus ile etni aynı anlamda kullanılır. Tarihsel durum göz önünde bulundurulduğunda bunun bir kavramsal zorlama olduğu ortaya çıkacaktır. Ulus da, bir etnide olduğu gibi, ortak mitleri ve anıları olan teritoryal bir topluluktur. Ancak bir ülke ile olan bağ, etnide sadece tarihî ve sembolik kalabilirken, ulusta fizikî ve fiilidir; ulusların ülkeleri vardır. Bununla birlikte uluslar, genellikle yeniden işlenen etnik unsurları her zaman gereksinirler. Ama teritoryal bir yurda dair ortak mit ve anılar olmaksızın ulusları kavramak olanaksızdır. Bu durum, ulusların etnik çekirdek temelinde oluştuğu savında belli bir 26 çevrimsellik olduğunu düşündürtüyor. Aslında etnisite ile ulus arasında tarihî ve kavramsal bakımlardan gözle görülür bir çakışma olmasına karşın farklı anlamlara sahiptirler. Etnik topluluklar, bir ulusun sahip olduğu pek çok nitelikten yoksundur. Etnilerin kendi teritoryal memleketlerinde ikamet ediyor olmaları, ortak bir iş bölümü ya da ekonomik birlik göstermeleri gerekmez. Herkes için geçerli hak ve görevler tayin eden ortak yasal kodlara da ihtiyaç duymazlar. Ulusa özgü bu nitelikler, geçmişteki etnik çekirdekler ve etnik azınlıklar üzerinde etkide bulunmuş özel toplumsal ve tarihî koşulların ürünüdürler (Smith, 2009: 71). Modern ulusların herhangi bir etnik çekirdekle olan ilişkileri sorunlu ve belirsiz olduğu halde, ulusun kökenlerinin, her modern ulusun etnik bir temel bulamayacağı modern öncesi çağlarda aranmasının üç nedeni olduğu söylenebilir. Birincisi; tarihsel bakımdan ilk uluslar, modern öncesi etnik çekirdekler temelinde oluşmuş ve kültürel açıdan etkili ve güçlü olan bu uluslar, sonraları dünyanın başka yerlerindeki ulus inşa süreçlerine örnek teşkil etmişlerdir. İkinci neden, etnik ulus modelinin dünyanın pek çok yerinde modern çağa dek varlığını korumuş olan topluluğun modern öncesi “demotik” topluluk biçimine oturtmak çok daha kolay olduğu için de giderek popüler ve yaygın bir nitelik kazanmış olmasıdır. Üçüncüsü bir ulus olmakla övünç duyabilecek derecede bir etnik evveliyatın olmadığı ve etnik bağların bulanık veya uydurma olduğu yerlerde bile eldeki malzemeden tarihi ve kültürü olan bir toplulukla ilgili tutarlı bir mitoloji ve sembolizm yaratma ihtiyacı her yerde milli beka ve birliğin koşulu olarak yüce bir iş haline gelmiştir (Smith, 2009: 73). Çünkü kurgusal da olsa, etnik bir köken olmasaydı ulus tam olarak, keyfi bir soyutlama ya da bir düşünce gibi görünmekten öteye gidemezdi. Devletin önceden var olan bir birliğin ifadesi olarak görülmesine, sürekli olarak, ulusun hizmetinde olma tarihsel misyonuyla değerlendirilmesine ve sonuçta siyasetin idealleştirilmesine olanak sağlayan kurgusal etnikliktir. Zaten toplumsal oluşumlar ulusallaştıkça, içerdikleri, paylaştıkları ya da hükmettikleri topluluklar da etnikleşir; yani sanki kendiliğinden bir ilk kimliğe, kültüre, çıkarlara sahip olan, bireyleri ve toplumsal koşulları aşan doğal bir cemaat oluştururmuşçasına geçmişte ya da gelecekte temsil edilir hale gelir (Balibar, 2007c: 119). 27 Ulusun merkezinde etnik bir tanım olması şart değildir; bazı devletler ulusu tanımlarken din, mezhep, dil, sınıf, ideoloji gibi diğer bazı kriterleri ön planda tutmuşlardır. Böyle durumlarda, bazı gruplar etnik kimlikleri yüzünden değil de; din, mezhep, dil, sınıf ve ideoloji farklarına istinaden dışlanmışlardır. Fakat etnik kategori, diğer toplumsal kategorilerle her zaman çatışma ve mücadele halinde olmamıştır. Hatta etnik farklılıkların toplumda somut bir gerçeklik olarak algılanması çoğunlukla din, mezhep, dil, ideoloji ve sınıf farklılıklarının etnik farklılıklarla örtüşmesiyle olur (Aktürk, 2006: 27-28). 1.1. 2. Dil Etnik kimlik ile birlikte ulusla ilişkilendirilen ve üzerinde en fazla değerlendirmede bulunulan diğer bir unsur da dildir. Etnik kimlik ile dil arasında ulus ve ulus-devlet inşası sürecinde yakın bir ilişki vardır. Ulus inşası sürecinde, devletin askeri, eğitim ve bürokratik aygıtları kullanılarak, standartlaştırılmış olan egemen etninin dili diğer etniler arasında yaygınlaştırılarak dilsel türdeşleştirme sağlanmaya çalışılır. Avrupa’nın devlet, ulus ve milli kimlik algıları, ırkların ve dillerin küresel kategorizasyonu ile Avrupa medeniyetinin kendine has kültürel kökenlerini saptamak amacıyla, antik çağ ile kurulmuş olan yapısal bir ilişkiye dayanır. Bu ilişkide özellikle dil en belirleyici öğe olmuştur. Dolayısıyla dil, Alman romantizminden önce de ulus olmanın bir koşulu olarak görülüyordu (Canefe, 2007: 11). Protestan Alman ülkelerinde dini eğitimde ve ilköğretimde kullanılan dil Almanca iken, ortaöğretimde Latince öne çıkıyor, saray çevresinde ve kültürel alanda ise genellikle Fransızca kullanılıyordu. Fransa’da da aynı olan durum, cumhuriyetin ilanı ve ulusal egemenlikle birlikte kökten değişti: Kralın tebaası için Fransızca konuşma toplumsal statüyle ve yaşanan bölgeyle ilgili bir meseleydi. Yurttaşlar için ise ulusal dili kullanmak artık bir ödevdir. Ancien Rigime ile özdeşleştirilen dilsel çeşitliliğin kökünün kazınması, yeni rejimin güçlendirilmesi için zorunlu görülerek (Thiesse, 2010: 160) dil standart hale getirilmeye çalışılmıştır. 28 Dilin yeniden kuruluşu sürecinde politik-ideolojik mekanizma büyük bir rol oynar (Hobsbawm, 2006:136). Birçok milliyetçinin gözünde dil, daha somut ve görünür bir kriter olması sebebiyle, kan bağının dahi yerini almıştır. Bu yüzden halk dillerini, yerel ağızları canlandırmak ve bir reforma tâbi tutmak genelde bütün milliyetçi ideolojilerin vazgeçilmez hedeflerinden biri olmuştur (Aytürk, 2006: 95). Sadece kültürel alanla sınırlı kalan bu uygulama genellikle tek dilli ulusal yapılarda geçerli olup yurttaşları arasında resmi dil haricinde farklı dillerin de konuşulduğu toplumlarda böyle bir faaliyet onların da aynı çaba içine girmelerine neden olabilir. Dille ulus arasında kutsal bir bağ olduğu tezini felsefi olarak ilk temellendiren, Alman tarihçi Johann Gottfried Herder (1744-1803)’dir. Herder’e göre dil sadece bir iletişim aracı değil, ulusların ve etnik grupların tarih ve kültürünün deposudur (Aytürk, 2006: 95). Ona göre insanı insan yapan dildir. Dilden önce insandan söz etmek anlamsızdır; çünkü dil aynı zamanda düşüncedir. Ortak bir dil konuşan insanlar, ulusun ilk aşamasını oluştururlar (Özkırımlı, 2008: 38). Alman romantikleri genel olarak aynı fikri paylaşır; dil, ulus olmanın temel ölçütü olarak değerlendirilir. Armstrong ise, bunun aksine, dilin modern çağ öncesinde rastladığımız etnik kimliklerin en önemsiz öğesi olduğunu öne sürer. Ona göre, temel ayrımlar dışında, dillerin oluşumu ya da önemini yitirmesi genelde dinî ve siyasi etkenlerin güdümü altındadır (Özkırımlı, 2008: 216). Weber de dilin ulus oluşumu için gereken kültürel unsurların en temel öğesi olduğunu kabul etmesine rağmen, zorunlu ve yeterli olmadığını dile getirir. Buna dayanak olarak da; ortak bir dil konuşmadıkları halde İsviçrelilerin bir ulus oluşturabildiklerini, buna karşılık aynı dili konuştukları halde İrlandalıların İngilizlerle ortak hiçbir milli duyarlılığa sahip olmadıklarını gösterir (Weber, 2006: 186). Schulze’ye göre (2005: 104), modern öncesi dönemde her ne kadar Avrupa’nın tamamına Kilise’nin, siyasetin ve öğretimin evrensel iletişim aracı olarak Latince hâkimdiyse de; Kilise konsüllerindeki delegeler ve üniversite öğrencileri doğum yerlerine göre değil de, konuştukları dile göre uluslara ayrıldıkları için dil 29 ulusun en belirgin öğesiydi. Schulze, Avrupa’nın kültürel topraklarında sağlam bir şekilde kök salmış ulusal dillerin büyük kısmının, on dokuzuncu yüzyılda standartlaşmaya başlayarak, konuşma dillerinin belirsiz derinliklerinden çıkartıldığını, gramer açısından standart bir edebiyat diline dönüştürüldüklerini ve bazı durumlarda yeniden icat edildiklerini belirtir (Schulze, 2005: 160). Milliyetçilik öncesi çağın dil haritası, göze çarpacak derecede farklı olmasının yanında dillerin kendi içinde de bir standart yoktu. Yazılı ve sözlü, birbirinden farklı dillerin aynı ortamda bir arada var olmaları sıradan bir olguydu. Bu dillerin kullanımı, iletişimin bağlamı tarafından olduğu kadar konuşanların toplumsal statüsüne göre de belirleniyordu. Kültür dili, seçkinlerin dili, idari dil, öğretim dili birbirinden ayrılabiliyor, nüfusun büyük bölümü ise yazılı olmayan lehçeleri konuşuyordu (Thiesse, 2010: 159). Ulusun bütün bireylerine benimsetilecek dilin çoğunluk tarafından konuşulması gerekmiyor. Elit bir edebiyat ya da idari dilin var olduğu yerde, bu dili fiilen kullananların sayısı ne kadar az olursa olsun, Anderson’ın çok iyi biçimde ortaya koyduğu üç nedenle dil, ön-milli birliğin önemli bir unsuru haline gelebilir. Birincisi dil, birbiriyle iletişim kuran bu elit kesimden bir topluluk çıkarabilir ve bu topluluk, belirli bir teritoryal devlet alanı ve anadil bölgesiyle çakışıyorsa veya çakıştırılabilirse, henüz var olmayan ama kendi arasında iletişim kuran daha geniş ulus için bir tür model ya da pilot uygulama işlevi görebilir. Konuşulan dillerin bu anlamda gelecekteki milliyetle ilintisi vardır. İkinci neden, ortak dilin (özellikle basılı hale gelmeye zorlandığı zaman) doğal bir evrimle ortaya çıkmayıp yaratılmış olması nedeniyle, onu gerçekte olduğundan daha kalıcı ve buna bağlı olarak daha “ebedi” kılan yeni bir sabitliğe kavuşmasıdır. Üçüncüsü, yöneticiler ile elit kesimin resmi ya da kültür dilinin, kamu eğitimi ve diğer idari mekanizmalar yoluyla modern devletin fiili dili olmaya başlamasıdır (Hobsbawm, 2006: 79-82). Devletlerin ulusal kuruluşlarına genelde, tek bölgesel milli dil karşısında lehçelerin sayısının giderek azalması eşlik eder. Bu süreçte ulus-devletin doğuşu merkez tarafından güdülen resmi dil politikasıyla iç içe girerken, dil politikaları her zaman için, var olan dillerden birine sağlanan avantajlara indirgenemez ve kimi zaman, çok sayıda dilin hukuki ve toplumsal eşzamanlı varlığını destekler. Bu 30 sonuncu olgu genellikle daha çok geç dönem milliyetçilikler için geçerlidir ve her biri kendi temsilcilerine, seçkinlerine, edebiyatçılarına sahip standartlaşmış birden fazla dili uyumlu kılmak gerektiği için ulus inşasını güçleştirebilir (Busekist, 2010: 181). Bu nedenle, yeni oluşan Avrupalı ulus-devletlerle birleşen daha küçük cemaatlerin dilsel ve ırksal-kültürel nitelikleri, çoğunlukla baskın dil ve lehçelerin altında ezilmiş, dahası onların düşük kaliteli ve tedavülden kalkması gereken türevleri olarak görülmüşlerdir (Canefe, 2007: 12). Milli diller, icat edilmiş veya en azından yarı yapay kurgulardır. Şöyle ki, milliyetçi mitolojinin varsayımının tersine milli kültürün ilk temeli ve milli düşünce yapısının dayanağı olmayan milli diller, genellikle, lehçelere ayrılmış fiilen konuşulan çeşitli deyişlerden, standartlaşmış bir deyiş geliştirmeye yönelik girişimlerden hayat bulmuştur. Milli dillerin kuruluşundaki ana sorun, standart ve homojenleştirilmiş dilin temeli olarak hangi lehçenin seçileceğidir. Bu seçimden sonra, milli grameri ve imlayı standartlaştırma ve homojenleştirme, sözcük dağarcığına yeni unsurlar ekleme sorunları ikinci planda gelir (Hobsbawm, 2006: 73). Tabi bu, genellikle tek dilli ulusal yapılarda geçerli olup sadece kültürel alanla sınırlı kalır. Yurttaşları arasında resmi dil haricinde farklı dillerin de konuşulduğu toplumlarda böyle bir faaliyet onların da aynı çaba içine girmelerine neden olabilir. Kurgusal oldukları için, dilleri bazı milliyetçi ideolojilerin yaptığı gibi bayraklar, ulusal giysiler, halk dansları ve diğerleri gibi ulus olmanın bir amblemi olarak ele almak mümkün değildir. Dillerin en önemli özelliği hayali cemaatler türeterek, tikel dayanışma grupları inşa edebilme yetenekleridir. Dil bir dışarıda bırakma aracı değildir; ilke olarak bir dili herkes öğrenebildiği için içericidir. Temelde milliyetçiliği icat eden belli bir dilin kendisi değil, yayın dilidir. Dolayısıyla ulus-devletin ezici norm haline geldiği bir dünyada uluslar, dilsel ortaklık olmadan da hayal edilebilirler (Anderson, 2004: 150-152). 31 1.1.3. Toprak Sınırları belli bir toprağın, ulusun ortaya çıkması açısından gerekli olmadığını ileri süren görüşler yanında, toprağın zaruri olduğunu ileri süren yaklaşımlar ağırlıktadır. Bu yaklaşımlara göre ulusun varlığından, yalnızca, bir devletin egemenliğini iddia ettiği bölge üzerinde birleşik idari erişime sahip olduğunda (Giddens, 2008:163) söz edilebileceği farz edilir. Dolayısıyla milliyetçi söylemde “yurt” veya “vatan” kavramları ile ifade edilen toprak, ulusun varlığı için temel unsur olarak kabul edilir. Toprağı ulusun varlığı için gerekli gören mantığa göre, uluslar sınırları belli topraklara sahip olmalıdırlar. Öyle ki, halk ile toprak adeta birbirlerine ait olmalıdırlar. Ama söz konusu toprak parçası herhangi bir yer değildir; o, “tarihî” bir toprak, “yurt”, halkın “beşiği”dir. O toprak soyun köklerini taşımasa bile, Türklerde olduğu gibi, bu böyledir. “Tarihî toprak”, toprak ile halkın, nesiller boyu birbirleri üzerinde karşılıklı ve yararlı etkilerde bulunduğu bir topraktır. Tarihi bellek ve çağrışımların mekânı haline gelen yurt, “bizim” bilgelerimizin, azizlerimizin ve kahramanlarımızın yaşadıkları, çalıştıkları, dua edip savaştıkları yerdir. Bütün bunlar yurdu yeryüzünde biricik kılarak onun nehirleri, denizleri, gölleri, dağları ve kentleriyle “kutsal” hale gelmesini sağlar. Buralar derin anlamları sadece ulusun özbilinçli evlatlarınca kavranabilecek mübarek ve yüce yerlerdir. Topraktaki doğal kaynaklar da sadece o halka ait olup, yabancıların kullanımına ve sömürüsüne kapalıdır (Smith, 2009: 25-26). Tarihi toprağa duyulan bağlılık, mitik ve öznel nitelikli etnik çağrışımlara sahiptir. Etnik ayniyet açısından önemli olan, bir toprak parçasında ikamet etmek veya ona sahip olmaktan ziyade bu tür sevgi ve bağlılıklardır. Orası ait olduğumuz yerdir; atalarımızın, kanun koyucularımızın, krallarımızın, azizlerimizin, şairlerimizin ve din adamlarımızın anayurdumuz haline getirdikleri, kutsal bir topraktır. O bize ait olduğu kadar biz de ona aidiz. Ayrıca yurdun kutsal mekânları, etni mensuplarını kendine çeker veya uzak diyarlarda sürgünde olduklarında bile ilham kaynakları olmayı sürdürür. Bu nedenle Yahudilerde olduğu gibi bir etni, yurdundan uzun zaman ayrı düştüğünde bile, yoğun bir nostalji ve ruhsal bağlılık yoluyla varlığını sürdürebilir (Smith, 2009: 45). Dolayısıyla bağımsız bir toprağa 32 sahip olmadıkları halde varlıklarını din gibi başka unsurlar sayesinde koruyabilen etniler ve Anderson’un ulusları “hayali cemaat” olarak nitelendirmesi göz önünde bulundurulduğunda, toprağın ulusun var olması için zaruri olmadığı da söylenebilir. 1.1.4. Tarih Ulusun, tarih birliği gerektirdiği ve ancak ortak bir tarihi geçmişe sahip unsurların bir ulus meydana getirebilecekleri farz edilir. Özellikle milliyetçi ideolojide, ulusun bir geçmişi olması gerekir (Chatterjee, 2002: 127). Milliyetçi eğitmen-entelektüellerin geçmişe yönelik ilgileri akademik olmaktan ziyade toplumsal ve siyasi olup halkı saflaştırmayı ve etkin hale getirmeyi amaçlarlar. Bunu yapmak için ise, topluluğun şanlı geçmişine dair yeniden canlandırmalar yaratmak gibi, etnik geçmişten kaynaklanan törel numunelere ihtiyaç duyarlar. Bu nedenle bir dizi mit aracılığıyla söz konusu geçmişe dönülür; köken ve soy, özgürlük ve göç, kahraman ve azizleriyle altın bir çağ ve seçilmiş halk mitleri uzun uykularından uyanır veya sürgünden dönerler. Bunun yanında, bu mitik motifler karma bir milliyetçi mitoloji ve kurtuluş draması içinde biçimlendirilebilir (Smith, 2009: 109). Dolayısıyla milliyetçi ideolojide geçmişe yönelik tasarımda mit ile tarih arasındaki çizgi net değildir. Tarih, bir ulus oluşturmak için işlevsel bir özelliğe sahip olabildiği kadar din, dil, etni ve toprak gibi diğer unsurlarla kesiştiğinde engelleyici de olabilir. Bazı durumlarda dil, din, etnik kimlik birliğine rağmen ortak tarihi geçmişin bulun(a)maması ulusal birleşmenin önünde bir engel teşkil edebilir. Aynı toprak üzerindeki farklı etnik kimlik, din ve dile sahip halklardan bir ulus oluşturmak istendiğinde ise genellikle ortak tarihi geçmiş işe koşulur. Çok-etnili çerçevelerin orta yerinde kurulmuş mono-milliyetçi rejimler bünyesinde ulus-devletin var olan formunu haklı çıkartacak tarihsel taleplerin yüceltilmesi, ulusal tarihin yeniden üretimi üzerinden gerçekleştirilir. Bu noktada milliyetçi söylemin hegemonyasının inşası ve kalıcı kılınması, mekânsal ve tarihsel ayrıntılar üzerindeki hâkimiyetin tek elde toplanmasını gerektirir. Tarih toprakla sınırdaş, tarihsellik ve kültürel kimlik bölgesellikle örtüşür hale gelir. Sonuç olarak, 33 karşı hegemonik kimlik iddialarının oluşturulması sürecinde yapılan da, tarihin yeni bir kültürel ve bölgesel şiveyle yeniden yazılmasıdır. Mevcut toplum tasarımı temelde değişmez ve egemenlik, siyasi müzakere yoluyla değil, belirli bir cemaatin varsayılan doğal vasıfları temelinde elde edilebilir bir meta olarak varsayılmaya devam eder (Canefe, 2007: 30). 1.1.5. İrade Etni, dil, din gibi öğeler, kozmopolit toplumlarda ulus inşası sürecini geciktirebilir veya tamamen engelleyebilir. Bu durumda, etnik kimlik, dil ve din birliği olmasa da ileride “birlikte yaşama arzusu”nun bir ulusun varlığı için yeterli olacağı düşünülmüştür. Ulusun varlığını irade temelinde kurgulayanlar, genelde Renan’ın düşüncesini takip etmişlerdir. Treitschke’nin militarizmi ve ırkçı milliyetçiliğine karşı liberal ilkelere sadık kalmaya çalışan Renan’ın, ulusun gönüllü kabule dayalı yönlerini abarttığı söylenebilir. Aslında kastettiği, ulusların doğuşu ve yapısında siyaset ve ortak tarihin önceliğidir (Smith, 2001: 36). Nitekim Renan, bir ulusun mevcudiyetinin günübirlik uzlaşıma bağlı olduğunu ileri sürse de, birlikte yaşama iradesinin “ulus olmaya” yetmesi anlamında salt iradeci bir ulus anlayışını savunmaz. Renan, ulusun ırk, dil, din gibi asli bağlar üzerine kurulması gerektiği fikrini reddetmekle birlikte, şanlı tarihin ulusun toplumsal temelini teşkil ettiği olgusunu da vurgular. Başka bir ifadeyle ulus, tarihsel açıdan konumlanmış siyasal bir cemaattir (Dieckhoff, 2010: 86-87). Kısacası, birçok başka şeyin de temeli olduğundan irade bir ulusun temelini oluştursa bile, ulusu sadece gönüllü kabule dayalı bir şekilde tanımlamak mümkün değildir (Gellner, 2008: 136). 1.2. ULUS KURAMLARI Ulusla ilgili geliştirilen kuramlar, ulusun etnik kimlikle olan bağına göre veya modern dönemdeki hızlı toplumsal dönüşüm sağlayan faktörlerle ilişkilendirilme biçimlerine göre şekillenir. Dolayısıyla kuramları genel olarak; ulusu etnik kimlikle 34 aynı ve “doğal” olarak gören ilkçi; ulusun etnisite ile olan bağını yadsıyan ve modern dönemin bir “icad”ı olarak gören modernist ve bu iki kuram arasında arabulucu bir niteliğe sahip olan, ulusu etnik kimliklerin modern görüntüsü olarak gören etnosembolcü olmak üzere üç başlık altında ele almak mümkündür.2 Milliyetçilik kuramları genel olarak bu başlıklar altında ele alınsa da, bu kuramlar da kendi içinde farklılaşmaktadır. Ulusla ilgili teori geliştiren kuramcılar doğal olarak milliyetçilikle de ilgilenmek zorunda kalmışlardır. Dolayısıyla bir ulus kuramı aynı zamanda bir milliyetçilik kuramıdır denilebilir. Nitekim özellikle modernist kuramda bu ikisi arasındaki sınırlar net değildir. Milliyetçilik kuramları; milliyetçiliği, modernleşme ve etni ile olan ilişkilendirme biçimlerine göre üçe ayrılır: 1. Ulus ve milliyetçiliği “veri” olarak gören kuramlar (ilkçiler ve sosyobiyolojistler). 2. Ulus ve milliyetçiliği modernleşme sürecinin ürünü kurgular olarak ya da devletin kontrolü veya yeni bir devletin kurulması için mücadele eden seçkinlerin yürürlüğe koyduğu araçsal stratejilerin sonucu olarak analiz eden kuramlar 3. Fikirlerin ve kültürün rolüne yeniden ağırlık veren ve milliyetçiliği, yerel entelijansiyanın var olan etnik mirastan yola çıkarak oluşturduğu veya Batı’dan yayılmış bir ideoloji olarak gören kuramlar (Jaffrelot, 2010: 80). Ayrıca, kimliklerin akışkan ve çoğul doğası üzerine yapılan vurgu, ulusçuluğu irdeleyen post-modern yaklaşımları ortaya çıkarmıştır. Bu gelişme ise ulusu “tasavvur”, “kurgu” ve “anlatı” olarak ele alan tartışmalara yol açmıştır. Ancak Anderson, Hobsbawm ve Gellner’ın kendi eserlerinde olduğu gibi bu tartışmalarda; ulusu ortaya çıkaran süreçleri “matbaa kapitalizmi”, “sanayileşme” ya da “devlet” gibi bir gerçekliğe bağlı olarak incelemeden; “tasavvur”, “kurgu” ve “anlatı” kendinden menkul bir tarza bürünür. Diğer tarafta ise, ister sosyo-biyolojik ister kültürel bağlamda olsun evrensel olarak, ulusların ezeli özellikler taşıdığını iddia eden savlar yer almaktadır. Başkaları da ulus ve ulusçuluğun 18. yüzyıldan önce de 2 Bu sınıflandırma için bkz. Umut Özkırımlı, Milliyetçilik Kuramları, Doğu Batı Yay., Ank., 2008. 35 var olduğunu ya da en azından modern ulus ve ulusçuluğun anlaşılması için modernöncesi etnik geçmişin önemsenmesi gerektiğini savunur (Breuilly, 2008: 64-65). 1.2.1. İLKÇİ (PRİMORDİAL) YAKLAŞIM İlkçi (Primordial)3 yaklaşıma dayalı ulus ve milliyetçilik kuramlarını, etnik gruplarla ilgili çalışmalardan bağımsız ele almak mümkün değildir. Yaklaşım ilk olarak, etnik kimliği ve bu kimliği oluşturan bağların niteliğini inceleyen çalışmalarda şekillenir (Özkırımlı, 2008: 83). 1960’lara kadar üretilen eserlerin büyük bir bölümüne egemen olan ilkçi yaklaşım, milliyetçilik literatürüne etnisite çalışmalarından ithal edilmiştir. Milliyetçilerin propaganda amaçlı çalışmalarında rastlanan ve milliyeti cinsiyet gibi doğuştan gelen bir özellik olarak gören doğalcı yaklaşımı sayılmasa, ilkçilik milliyetçilik çalışmalarında üç görünüme sahiptir. Eskilci, ulusların eski çağlardan beri var olduğunu ve geçmişten bugüne fazla değişikliğe uğramadan geldiğini savunur. Biçimsel farklılıklar gözlense bile, milli özün hep aynı kaldığını ileri sürer. Sosyo-biyolog, etnik bağlılıkların kökenini genetik özelliklerde ve içgüdülerde arar. Bu görüşe göre uluslar, geniş ölçekli ailelerdir. Kültürel ilkçiyse, etnik bağlılıklarda inancı ön plana çıkarır. Bireyleri, etnik topluluğu ya da ulusu ‘ötekilerden’ ayırdığı düşünülen din, dil, ortak geçmiş gibi öğelere sımsıkı bağlayan, bu öğelerin ilk olma niteliği taşıdığına, her şeyden önce var olduğuna duyulan inançtır. Bu inanç, söz konusu öğelere mistik bir hava, tinsel bir önem kazandırır (Özkırımlı, 2008: 93-94). Doğalcı yaklaşım, konuşma, görme ya da koklama duyularımız gibi bir etnik kimliğe de sahip olduğumuzu savunur. İlkçiliğin bu biçimi insanları, “doğaları itibariyle” bir ailenin üyesi olmalarına benzer şekilde, değişmeyen etnik toplulukların üyeleri olarak görür. Bu görüş, hepsi için geçerli olmasa da, milliyetçiler arasında yaygındır. Bu görüşte, ikisi de doğal kabul edilen ulus ile etni arasında bir ayrım 3 Primordial terimi, İngilizcede genellikle “ilk zamanlardan beri var olan”, “bir şeyin özü-temelikökeni”, “bir şeyin ilk aşaması” anlamlarında kullanılmaktadır. Türkçe çevirilerde genellikle primordial kavramı için ‘ilkçi’ sözcüğü tercih edilmiştir. 36 yapılmaz. Milliyetçilik de insanlığın doğasında bulunan bir özelliktir (Smith, 2002: 29). Ulusu oluşturan dil, din, kan bağı gibi nesnel öğelerin doğallığını savunmanın güçlüğü karşısında bazı araştırmacılar bir adım gerileyerek doğallığı söz konusu öğelere duyulan bağlılığa atfederler. Aynı şekilde, ulusu oluşturan tüm bireylerin ortak bir geçmişi paylaştığını kanıtlayamayan araştırmacılar da, ulusu tanımlamada esas olanın ortak geçmiş değil, ortak geçmişe duyulan inanç olduğunu iddia ederler (Özkırımlı, 2008: 93). Ulusların doğallığını savunan görüşe kuşkulu bakan bazı ilkçiler, ulusların ve milliyetçiliğin eski çağlardan beri var olduğu düşüncesiyle yetinir. İlki kadar radikal olmayan bu yaklaşıma Smith, “eskilcilik” (perennialism) adını verir. Smith’e göre ulusların köklerinin eski çağlara uzandığına inanmak, onların doğal düzenin bir parçası olduğunu kabul etmeyi gerektirmez. Bu anlamda eskilciler, ilkçiliğin doğalcı versiyonunu benimsemek zorunda değildir (Özkırımlı, 2008: 85). Eskilcilere göre modern uluslar, türlerine Orta Çağ’da hatta Antik Çağ’da rastlanabilen, kimsenin hatırlayamayacağı kadar eski ulusların yakın dönemdeki yansımalarından başka bir şey değildir. Ortaya çıktığı dönem ile yönetici ve askeri elitlerin kumanda ettiği teknolojiyle aygıtlar dışında modern ulusta yeni olan bir şey yoktur. Eskilcilerin, bir topluluğun kendi anavatanındaki ortak kültür, tarih ve dilin isim verilmiş hali olarak gördüğü ulus, hemen hemen hiç değişmemiştir. Bu tarz bir yaklaşım, tüm teknolojik ve ekonomik ilerlemeye karşın modernliğin insan birlikteliğinin temel yapılarını etkilemediğini, aksine her durumda bizi modernlik dediğimiz şeye götüren ya da ona neden olanın ulus ve milliyetçilik olduğunu ve her ulusun modernliği kendine göre tanımladığını ileri sürer. Böyle olunca, ulus kavramını herhangi bir çağdaki tüm büyük teritoryal ya da kültürel kimliklerle aynı anda var olacak biçimde tanımlamak elbette mümkün oluyor. Bu anlamda, ulusu etnik topluluk ya da esas olarak herhangi bir kolektif kültürel kimlik ve cemaatten ayırmak mümkün değil. Dolayısıyla, genel bir bakış açısı olarak eskilcilik kusurludur. Kültürel cemaatlerin temeldeki yapısı hakkında fazlasıyla genel bazı varsayımlar ortaya atarak modern-öncesi ile modern kültür-cemaatler arasındaki bazı önemli farkların üstünden atlar ve genellikle karmaşık olan insan birlikteliğini aşırı basitleştirir (Smith, 2002: 56). 37 İlkçi yaklaşımı savunan tüm araştırmacıların ortak iddiası, etnik kimliklerin ve onu oluşturan din, dil, kan bağı gibi nesnel öğelerin “verili” olduğu ve kuşaktan kuşağa fazla değişikliğe uğramadan aktarıldığıdır. Bu anlamda etnik bağlılıklar da doğuştan gelir ve toplumsal ilişkilerden bağımsız gelişir. Yakın tarihli çalışmalar ise, etnik ve milli kimliklerin tanımlanmasında bireysel seçimlerin rolünü ön plana çıkarmıştır. Bunlara göre etnik kimlikler, toplumsal ilişkiler çevresinde kurgulanır. Yani değişmez ya da “verili” olmak bir yana, her kuşakta yeniden tanımlanır; kimliklerin sınırları ve içeriği sürekli değişir (Özkırımlı, 2008: 94-95). Kan bağı, akrabalık gibi evrensel olması gereken ilkelere dayalı sosyobiyolojik kuramlar, neden yalnızca bazı etnik grupların öz benliklerinin bilincine vardığını ve birlikteliklerini başarıyla sürdürdüğünü, diğerlerininse tarihin karanlıklarına gömüldüğünü açıklayamamıştır. Eğer etnik gruplar aile birliğinin bir uzantısıysa, bunun tüm etnik gruplar ve uluslar için geçerli olması gerekir (Özkırımlı, 2008: 98). İlkçi yaklaşım, öznel tutumundan dolayı milliyetçilikle ilişkilendirilmiştir. Zubaida’ya göre, ilkçilerin aksine, ulus kavramı ve ulus-devlet denilen siyasi birim tarihsel açıdan oldukça yenidir. Tarihteki devlet ve imparatorlukların çoğu, bünyesinde çeşitli etnik gruplar barındıran ve tek bir yönetici ya da yönetici gruba bağlı olan adli-bürokratik-askeri yönetimlerdir. Geçmişte yaygın olan durum, tek etnik gruptan oluşan ulus-devletler değil, çok etnili siyasi yapılardı. Devletin tebaasının etnik homojenliğe sahip olması şart değildi. Ne yöneticiler, ne de emirleri altındaki bürokratik personel kendi içinde etnik olarak türdeşti. Yöneticiler, genelde toplumla aynı etnik kökeni paylaşmıyorlardı. Üstelik yöneticiyle yönetilenin aynı etnik kökene sahip olması, yönetenin koşulsuz desteklenmesine yetmiyordu. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nun devlet ve askeri kadrosu yalnızca Türklerden (hatta Müslümanlardan) oluşmuyordu. Kafkas kökenliler, Arnavutlar, Kürtler de askeri ve idari kadrolar içinde yer alabiliyordu. Etnik Türkler yönetim tarafından kayırılmıyordu. Başka bir deyişle, yönetilenler ve yönetenler ya da köylüler ve askerler etnik veya ulusal özelliklere göre ayrılmıyordu. Bu tür siyasi yapılarda, kimlik ve bağlılık etnik kökene endeksli değildi; döneme ve koşullara göre farklı öğelere ya da öğelerin bileşkesine dayanıyordu. Akrabalık ilişkileri, yaşanılan köy- 38 kasaba-kent, mensup olunan din ya da tarikat, kimliklere temel oluşturan ve bağlılıkları etkileyen öğelerin yalnızca bazılarıydı. Çatışma ve savaşlar da bugünküler gibi değildi. Bir Arap veya Türk ordusundaki Kürtlerin başka bir orduya hizmet eden Kürtlerle savaşmasında olduğu gibi, aynı etnik gruba ait olanlar birbiriyle savaşabiliyordu. Zubaida’ya göre, tarihte milli özün izlerini arayan milliyetçi ideologlar, bu gerçekleri ya görmezden geliyor ya da onları baskıcı rejimlerin uyguladığı politikalar sonucu ortaya çıkan sapmalar olarak yansıtıyorlar (Zubaida, 1978: 54-5). İlkçilere yöneltilen diğer bir eleştiri de etnik kimliğin sürekliliği ve sosyopolitik belirleyici gücüyle ilgilidir. Buna göre, etnik kategoriler kaybolabilir; bir etnik kategori bir başkası içinde eriyebilir; iki veya daha fazla kategoriye bölünebilir ve belki de en önemlisi, din, dil, mezhep, sınıf ve ideoloji gibi diğer eksenlerde yaşanan gruplaşmalar, etnik kimliğin bireyler nezdinde önemini kaybetmesine ve hatta silinmesine neden olabilir. İlkçilerin etnisiteyi her türlü sosyal ve siyasi olayda bireylerin davranışlarını birinci derecede açıklayan bir faktör olarak ileri sürmeleri de kabul edilemez. Bireyler bazen etnik kimliklerine dayanarak bazı toplumsal, ekonomik ve siyasi davranışlarda bulunabilirler ama çoğu zaman da diğer kimliklerinin ve ihtiyaçlarının dürtüsüyle hareket ederler, çünkü insan sadece etnik bir varlık değildir (Aktürk, 2006: 25). 1.2.2. MODERNİST YAKLAŞIM Modernist kuramda ulus kavramı, milliyetçilik üzerinden değerlendirilerek açıklanır. Çünkü bu yaklaşıma göre, uluslar ancak milliyetçilik çağında sosyolojik bir gereklilik haline gelir; dolayısıyla uluslar milliyetçiliği değil de milliyetçilik ulusları yaratır (Özkırımlı, 2008: 105-106). Bu yüzden modernist ulus kuramının aynı zamanda bir milliyetçilik yaklaşımı olduğu ileri sürülebilir. Modernist yaklaşım, ilkçiliğin öznel tutumuna karşıt olarak, özellikle 1970’lerden itibaren gelişmeye başlamıştır. Modernistlerle ilkçiler arasındaki tartışma uluslar üzerinedir. İlkçilere göre, uluslar eskil (perennial) ve ölümsüzdür. 39 Kökleri Orta Çağ’a ve hatta antikiteye dek uzanır. Her ne kadar kendi kaderini tayin hakkı modern çağda doğmuşsa da, ulus ve milliyetçiliğin olmadığı bir çağ asla olmamıştır. En erken antikiteden, eski Sümer ve Mısır kayıtlarının başlangıcından itibaren bakıldığında uluslar bulunabilir ve hatta o zamandan beri tüm çağlardaki siyasal yaşama egemen olan, uluslar olmuştur. Modernist bakış açısında genellikle Fransız İhtilali’nden başlatılan ve bazen Reformasyon’a dek götürülen ulus ve milliyetçilik oldukça yeni bir fenomendir ve endüstriyalizm, kapitalizm, bürokrasi, kitle iletişimi ve sekülerleşmenin devrimci modern güçlerinin ürünüdür. Bazı düşünürler bu modernizmi, kültürel bir oluşum olarak ulusun kurgulanmış, hatta icat edilmiş niteliğine yaptıkları vurgu ve ulusla milliyetçiliğin tarihsel olarak özgül ve geçici bir doğaya sahip olduğuna dair kuvvetli bir inançla birleştirirler. Onlara göre ulus ve milliyetçilik esasen, “modernliğin” Batı’da yavaş yavaş sonuna yaklaşan belirli bir dönemine sıkı sıkıya bağlı bir on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl fenomenidir ve onların oluşumu ve yaygınlaşmasında itici güç olan ekonomik ve siyasal gelişmeler, ikinci binyılın sonunda ulusları ve milliyetçiliği önemsiz kılmıştır (Smith, 2002: 26, 33-34). Modernistler, modernleşmenin farklı yönlerine vurgu yaparak farklı ulus tanımları yaparlar. Bununla birlikte ulusun Avrupa’da doğuş dönemi konusunda, bazılarının 18. yüzyıl veya öncesine, bazılarının ise kitlelerin sonunda “uluslaştırıldıkları” ve kadınlara oy hakkının tanındığı 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başına yerleştirmelerinde görüldüğü gibi, “modernistler” arasında bariz bir anlaşmazlık bulunmakla birlikte, ulusun tamamen modern bir yapı olduğu konusunda hemfikirdirler (Smith, 2009: 77). Modernistler açısından, hem ulusları hem de milliyetçilikleri, modernliğin kendine has unsurları ve modern devletin yükselişinin kaçınılmaz bileşenleri olarak görmek gerekir. Bu yaklaşımın bir versiyonuna göre uluslar ve milliyetçilik, önce erken dönem modern Batı’da, sonra da Latin Amerika, Afrika ve Asya’nın ilhak edilmiş denizaşırı topraklarında sömürgecilik yoluyla ortaya çıkmış teritoryal ve profesyonelleşmiş modern devletin yükselişi ve doğasından türemiştir. Ulusu ön plana çıkaran ve mutlakıyetçi devletleri ulus-devletler haline getiren şey, Fransız İhtilali sonrasında monarşik egemen devletlerin demokratikleşme ve halk egemenliği 40 fikrinin yayılması aracılığıyla yaşadığı dönüşümdür. Modernist yaklaşımın başka bir versiyonunda uluslar ve milliyetçilik, Avrupa’da Reformasyon’dan itibaren devletle sivil toplum arasında açılmış olan boşluk ve bunun sonucunda ortaya çıkan yabancılaşmada köprü görevi gören bir araçtır. Milliyetçilik, devlet-toplum ayrılığı sorununu, doğal ve tarihsel kültür-cemaat fikrine yaptığı sahte çağrı aracılığıyla çözmeye çalışır (Smith, 2002: 35). Modernist kurama göre uluslar, insanlığı daha kapsayıcı birimler halinde örgütleme eğilimindeki seküler bir modernleşme sürecinin ürünüdür. Etnik bir geçmişe bağlılık ifade etse de, ulus gerçekte yenidir, hatta icat edilmiştir; zira ulus eski birimlere oranla sınırları daha geniş ve belirli, ekonomik bakımdan bütünleşik ve kültürel bakımdan türdeş bir siyasal birimdir. Ulus, yeni bir akılcı ve siyasal insanlık anlayışına dayalı tek ve türdeş bir kültürün toprağa dayalı merkezî bir devlet ve sanayileşmiş bir ekonomi tarafından dünyanın dört bir yanına taşınmasını mümkün kılan, 18. yüzyılın bilimsel ve teknolojik devrimlerinin taşıyıcısıdır (Hutchinson, 2008: 88). Modernist kategorisine dâhil edilen tüm kuramcılar değişen ekonomik, siyasi ya da toplumsal koşulların etkisiyle ulusu kurgulamanın, icat ya da hayal etmenin mümkün, hatta zorunlu hale geldiğini iddia ederler. Ağırlık verdikleri dönüşüm ve bu dönüşüme yol açan etkenler birbirinden çok farklıdır: Nairn dengesiz kalkınmayı, Hechter iç sömürü sistemini, Breuilly modern devletin kurulmasını, Gellner endüstrileşmeyi, Anderson zaman anlayışındaki değişimden kapitalist yayımcılığa kadar bir dizi etkeni ön plana çıkarır. Ulusun ve milli kimliğin “gerçeklik” derecesine ilişkin görüşler de aynı değildir. Kuramlarda değişmeyen tek şey, toplumsal düzende ciddi değişikliklere yol açan gelişmeler yaşanması ve toplulukların, bilinçli ya da bilinçsiz, bu değişime ayak uydurmak zorunda kalmalarıdır. Değişen çevre ve hayat koşullarında eski siyasi örgütlenme biçimleri yetersiz kalırken yenilerini üretmek, tasarlamak olanaklı hale gelmiş (Özkırımlı, 2008: 266), ulus da böyle bir ihtiyaçtan dolayı tarih sahnesine çıkmıştır. Genel olarak modernistlerin temel iddialarını şu şekilde özetlemek mümkündür: Birincisi, uluslar ve milliyetçilik modern olgular olarak kabul edilmektedir; yani, Fransız İhtilalı’ndan sonraki iki yüzyıl içinde ortaya çıkmışlardır. 41 İkincisi, uluslar ve milliyetçilik, kapitalizm, endüstriyalizm, bürokrasi, kitle iletişimi ve sekülerizmin özgül modern koşullarının ürünleri olarak görülmektedir. Üçüncüsü, uluslar esas itibariyle yakın dönem yapılarıdır ve modernliğin gereksinimlerini karşılamak üzere tasarlanan milliyetçilik de onların modern çimentosudur. Son olarak, her ne kadar oldukça eski ve yaygın olsalar da etnik topluluklar, insanlık tarihi içinde ne doğal ne de verilidir; temelde iktidar mücadelesi içindeki elitlerin ve liderlerin kaynakları ve araçlarıdır (Smith, 2002: 27). Modernist yaklaşım, ilkçiler ve etno-sembolcüler tarafından eleştiriye tabi tutulmuştur. Buna göre; modernistler milli bilincin ortaya çıkış tarihini doğru saptayamazlar; etnik kültürlerin devamlılığını ve çağdaş uluslar üzerindeki biçimleyici etkilerini gözden kaçırırlar; dolayısıyla insanların neden ulusları uğruna canlarını vermeye hazır olduklarını açıklayamazlar ve tek bir etkeni ön plana çıkararak indirgemeci bir tutum benimserler (Özkırımlı, 2008: 152). 1.2.2.1. MODERNİST YAKLAŞIMIN TEMSİLCİLERİ Modernist yaklaşım, milliyetçilik çalışmalarında daha fazla yankı bulmuştur. Primordial (ilkçi) yaklaşım ile etno-sembolcü yaklaşım, kendi içlerinde modernist yaklaşıma göre bir bütünsellik arz etmektedir. Fakat bu kuram içinde değerlendirilebilecek yaklaşım sahipleri, ulusun modern zamanlara ait bir oluşum olduğunu kabul etmekle birlikte, her birisi ulus ve milliyetçilik kavramlarını modernliğin farklı bir boyutuyla ilişkilendirerek açıklamışlardır. Cumhuriyet’in bir modernleşme kurgusu olarak gündeme gelmiş olması dolayısıyla, modernist kuramın farklı yönlerini temsil gücüne sahip belli başlı temsilcilerinin ele alınması, ulusdevletin Türkiye örneğinin daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunacaktır. 1.2.2.1.1. Ernest Gellner Gellner (1925-1995), gerçekçi bulmadığı dört milliyetçilik kuramının reddinden hareket ederek modelini şekillendirir. Dolayısıyla Gellner, var olan bütün 42 milliyetçilik yaklaşımlarına ters düşmüştür. Bunlardan ilki, ulusları doğal yapılar olarak kabul eden milliyetçi kuramdır. Ona göre, ulusların doğallığını iddia eden görüş, modernliğin önceki çağlardan bir kopuş olduğunu anlayamıyordu. İkincisi, milliyetçiliği düşünce akımlarıyla açıklayan Elie Kedourie’nin kuramıdır. Kedourie ile ulusçuluğun modern oluşu ve ulusların milliyetçiliği değil de milliyetçiliğin ulusları yarattığı konularında anlaşmasına rağmen, bir düşünce olarak ulusçuluğun ya da bu fikre sahip entelijnsiyanın bir güç oluşturduğu konusunda aynı görüşte değildi. Milliyetçilik düşüncesi modernliğin üreticisi değil bir ürünü olup başarısı, entelektüel gücünden değil, modern toplum düzeni içindeki işlevinden ileri geliyordu. Üçüncüsü, milliyetçiliği kapitalizm içinde biçimlenen bir sınıf ideolojisi olarak gören ve sınıfların kurtuluş/özgürlük reçetesini içeren mesajın, ilâhi bir posta hatası sonucu uluslara iletildiğini iddia eden Marksistlerin “Yanlış Adres Kuramı”dır. Gellner’ın reddettiği son milliyetçilik kuramıysa milliyetçiliğin insanların içindeki içgüdüsel, akıl ve mantık dışı, karanlık tutkuların bir yansıması olduğunu iddia eden “Karanlık Tanrılar Kuramı”dır (Özkırımlı, 2008: 163-164; Breuilly, 2008: 27). Gellner, ulusların doğal olarak var oldukları şeklindeki milliyetçilik mitini kabul etmez. Ona göre milliyetçilik efsanevi, doğal ve veri olduğu iddia edilen birimlerin uyanışı ve kendini kabul ettirişi değildir. Aksine, hammadde olarak milliyetçilik öncesi dünyanın kültürel, tarihsel ve öteki miraslarını kullanmakla birlikte, aslında yeni koşullara uygun yeni birimlerin kristalleşmesidir. Ona göre gerçekte var olan, çoğunlukla belirsiz gruplar halinde yaşayan, birbirlerine karışan, örtüşen, iç içe giren kültürlerdir. Diğer tarafta, her zaman olmasa da genellikle, çeşitli biçim ve büyüklükte siyasal birimler vardır. Geçmişte kültürle siyaset, pek çakışmazdı (Gellner, 2008: 128-129). Bu çakışma ancak sanayileşme çağında mümkün hatta zorunlu olmuştur. Gellner, ulusların ancak belirli yapısal koşullar gerçekleştiği milliyetçilik çağında ortaya çıkabileceğini düşünür. Ona göre, Orta Çağ’da uluslardan söz etmek anlamsızdır. Uluslar endüstrileşmenin etkisiyle, on sekizinci yüzyılın sonlarından itibaren şekillenmeye başlamış (Özkırımlı, 2008: 206), sanayileşmeye geçiş beraberinde milliyetçilik çağını da getirmiştir (Gellner, 2008: 118). Dolayısıyla Gellner’ın kuramında, sanayileşme ile ulus ve milliyetçilik arasında yakın hatta 43 zorunlu bir ilişki vardır. Çünkü ona göre, sanayileşmenin toplumsal koşulları ulus formunda bir yapılanmayı zorunlu kılmıştır. Bu nedenle toplumun, devlet aygıtlarından özellikle eğitim aracılığıyla bir “yüksek kültür”e göre, yukardan aşağıya doğru uluslaştırılması artık bir gereklilik halini almıştır. Gellner’ın ulusçuluktan kastettiği, endüstrileşmenin dayatmasından dolayı toplumların ulus formunda yeniden inşa edilmesinin zorunluluk halini almasıdır. Bu nedenle her ne kadar kuramında genelde ulusçulukla ilgili değerlendirmede bulunmuşsa da ulus kavramı da merkezi bir yere sahiptir. Ona göre, ulusçuluk, önceden var olan ulusların dile getirdiği bir duygu değildir; daha çok, önceden var olmayan ulusları yaratır. Gellner, yazılı anadil, toprağı olan devlet, belirgin bir din gibi önceki belirli koşulların bazı ulus biçimlenmeleri üzerinde etkili olduğunu ancak bu koşulların ulusçuluk öncesi uluslar oluşturmadığını ifade eder (Breuilly, 2008: 32). Gellner’ın kuramında tarihsel ilerlemeci bir anlayış hâkimdir ve ulusçuluğu, insanlık tarihini üç evreye ayırarak inceler: Avcı-toplayıcı, tarımsal ve modernendüstriyel dönem. Avcı-toplayıcı toplumlarda merkezi bir siyasi güç olmadığından ulus ve milliyetçiliğin ortaya çıkması mümkün değildi. Çoğu merkezî siyasi yapılara sahip olan tarım toplumlarında ise güç dağılımı ve kültür, statüye göre belirleniyordu. Kültür, toplumsal sınıfları ve kastları, birbirinden ayırma işlevini görüyordu. Bunun en önemli sonucu, tarım toplumlarında nüfusun kültürel açıdan türdeş kılınmasına yönelik bir çaba gösterilmemesiydi. Kültürün geniş kitlelere yayılmasından çıkar sağlayabilecek tek sınıf olan din adamları bile kendi normlarını kabul ettirmeyi denememişlerdi. Zaten bunu mümkün kılacak kaynaklara da hiç sahip olmamışlardı (Özkırımlı, 2008: 164-165). Bu nedenle tarım toplumunun toplumsal örgütlenmesinin ulusçu ilkeye, yani siyasal ve kültürel birimlerin birbiriyle çakışmasına ve her siyasal birimin türdeş ve eğitim yoluyla aktarılan bir kültüre sahip olmasına elverişli olduğu söylenemez (Gellner, 2008: 117). Modern dönem öncesi şehir devletleri, kabileler, her türden katılımcı topluluklar, genelde aynı kültüre sahip olan insanların oluşturabileceği ulus denilen bütüne göre gayet küçük birimlerdi. Aynı zamanda, sınırları ulusun ötesine geçen hanedan devletleri ve imparatorluklar gibi büyük birimler de mevcuttu. Bu türden 44 birimlere hükmedenler, idari sınırlarının etnografik sınırların ötesine geçip geçmediği ile pek de ilgili değillerdi. Sınırları içerisindeki insanların kültürleri ile değil, getirdikleri vergi ve sahip oldukları emek potansiyeli ile ilgileniyorlardı. Politik ve kültürel sınırların birbirine denkliği, ancak modern zamanlarda bir ilgi unsuru haline gelmeye başlar ve bunun sonucunda ulusçu olmayan, yani ulusa dayanmayan bir devlet tasavvur edilemez hale gelir (Gellner, 1998: 90-91). Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişte bir entropi durumu, yani belirli bir düzenden sistemli bir rastlantısallığa kayış vardır. Tarım toplumu, nispeten yerine oturmuş uzmanlıklarla, bölge, akrabalık, meslek ve rütbelendirme açısından süreklilik kazanmış oldukça belirgin bir toplumsal yapıya sahiptir (Gellner, 2008:147). Bu geleneksel ortamda tek ve kapsayıcı bir kültürel kimlik idealinin pek bir anlamı yoktur (Gellner, 2008: 85). Kültürel ve dolayısıyla etnik farklılıkların zenginliğine rağmen politik milliyetçiliğe sık rastlanmaz. Bu toplumlarda, politik birimin kültürel bakımdan homojen olması ya da her bir kültürün kendine ait bir politik birime sahip olması zorunluluğuna çok seyrek rağbet edilmiş ve bu durum daha da seyrek biçimde uygulamaya geçirilmiştir. Topluluğun farklı katmanlarının kültürel ve etnik ayrışması tamamen işlevsel olup, bu ayrışmaya pek az karşı çıkılmış, hatta iyi gözle bakılmıştır (Gellner, 1998: 60). Tabi bu durum, sanayi öncesi dünyada genellikle kültürel şovenizme rastlanmadığı anlamına gelmez; fakat o dünyada kültürel şovenizmin modern siyasal hedef ya da istekleri yoktur. Tarım toplumunda zaman zaman modern ulusal devleti andıran birimlerin görülebildiği yadsınamaz; ancak tarım toplumunda bu tür birimler bazen ortaya çıkabilirken, modern dünya için çoğunlukla bir zorunluluk haline gelir (Gellner, 2008: 232). Diğer taraftan tarım toplumunda siyasal sınırları belirleyen etmenler kültürel sınırları belirleyenden tamamen farklıdır (Gellner, 2008: 84). Oldukça karmaşık olan kültür ve iktidar örüntüleri iç içe geçmiş olmasına rağmen ulusal-siyasal sınırlar oluşturacak şekilde birleşmemişlerdi. Sanayicilik koşulları altında ise, hem kültür hem de iktidar standartlaştırılıp birbirlerini destekleyecek şekilde birleşirler. Siyasi birimler, aynı zamanda kültürlerin de sınırları haline gelen, kesin olarak belirlenmiş sınırlara sahip olurlar. Artık her kültür kendine ait bir siyasal çatıya sahip olma ihtiyacı duyar. Devletlerse meşruiyetlerini kültürlerin koruyucusu ve ekonomik 45 büyümenin kefilleri olarak kurarlar (Gellner, 1998: 251). Dolayısıyla ulusçuluk, yani kültürle siyasal kimliğin çakışması da bir zorunluluk haline gelmiştir. Ulusçu ilkenin gerçekleşmesi, sanayileşmenin önkoşulu değil; onun yayılmasının bir sonucudur (Gellner, 2008: 202). Gellner’a göre endüstrileşmiş toplumda sosyal değişme kadar sosyal hareketlilik de sürekli ve hızlıdır. Buna bağlı olarak toplumsal yapı tamamen değişmiştir. Eski yapılar atılmış ve yerine önceki tarım toplumuyla karşılaştırıldığında gerçek alt kültürlerden pek bir şey bulunmayan rastlantısal ve akışkan bir bütünsellik gelmiştir. Toplum ile birey arasında etkili ve bağlayıcı bir örgütlenme yok gibidir. Alt-gruplaşmaların erozyona uğraması, okuryazarlığa bağımlı ortak bir kültürün öneminin artması sonucu ulus, artık son derece önemli hale gelir (Gellner, 2008: 147). Gellner’a göre ulus, sanayileşmenin dayatmasıyla, toplumun devlet tarafından eğitim aracılığıyla ortak bir kültüre göre türdeşleştirilmesidir. Fakat türdeşlik ulusçuluğun sayesinde oluşmaz; aksine nesnel kaçınılmaz bir zorunluluğun dayattığı türdeşlik, sonunda ulusçuluk olarak belirir (Gellner, 2008: 117). Endüstri toplumunda ortak bir kültürün kazanmış olduğu önem, insanları milliyetçi kimlikle donatır; kendi kültürleri ve onları saran siyasal, ekonomi ve eğitim bürokrasileri arasındaki uyum yaşamlarının biricik gerçeği haline gelir. İnsanlar bu uyumu sağlayabilmeye ve koruyabilmeye özen göstererek milliyetçi kimlikle donanırlar (Gellner, 1998: . Dolayısıyla milliyetçiliğe yöneltilen, “ulusçu ideolojiden etkilenen otoritelerin hükmüne girmiş halklara, türdeşliğin zorla benimsetilmesi” şeklinde itham doğru değildir (Gellner, 2008: 124). Endüstrileşme, dışsal ifadesini ve meşruluğunu kültürel farklılıktan alan toplumsal ayrışmayı yok eder (Gellner, 1998: 60). Çünkü sanayi toplumundaki işbölümü uzmanlaşmaya dayandığı için ortak bir kültüre ihtiyaç vardır ve bunun okuryazar, incelikli bir yüksek kültür olması gerekmektedir. Bu toplum, tüm üyelerinin her türlü konuda, yüz yüze ve kısa ömürlü olduğu gibi, soyut biçimlerde de birbirleriyle iletişim kurmasını gerektirir. Ekonomik büyüme isteğinin sanayi düzenine dayattıklarının tümü, toplumsal birimlerin de büyük, ama kültürel açıdan türdeş olmalarını gerektirmektedir. Bu tür yüksek kültürün idame ettirilmesi için bir 46 devletin, yani merkezileşmiş düzen dayatan bir aygıtlar grubunun koruyuculuğuna gerek duyulmaktadır. Çünkü yüksek kültürün devamı ve bütün nüfusa yayılabilmesi için, ihtiyaç duyulan kaynakları derlemeye ve kullanmaya sadece devlet muktedirdir (Gellner, 2008: 235-236). Kültürle devletin bu şekildeki bir işbirliğinden ulusçuluk doğar. Yani çoğu kez kendini takdim ettiği gibi ulusçuluk; eski, belirtisiz, uykuya yatmış bir gücün uyanışı değildir. Derinliğine içselleştirilmiş, devlet tarafından korunan, eğitime bağlı yüksek kültürlere dayanan yeni türden bir toplumsal örgütlenmenin sonucudur. Hepsini birden kullanması mümkün olmamakla birlikte, daha önce var olan alt kültürlerin bazılarını bu süreç içinde dönüştürerek kullanabilir (Gellner, 2008: 127). Ulusçuluk, korumak ve yeniden canlandırmak iddiasında olduğu kültürleri ya kendi icat eder ya da tanınmayacak kadar değiştirir. Yine de ulusçu ilkenin kendisi, çağımıza ait ortak koşullardan kaynaklanan çok derin köklere sahiptir ve kolayca reddedilemez. Gellner’a göre, ulusçuluk, daha önce alt kültürlerin hâkim olduğu bir toplumda, devlet gözetimindeki eğitim aracılığıyla bir yüksek kültürün dayatılmasıdır. Yani okulda okuyarak elde edilen, akademik dünyanın denetlediği, mümkün olduğunca açık bir bürokratik ve teknolojik iletişimin gereksinimlerine göre düzenlenmiş bir dilin genel topluma yayılmasıdır. Ulusçuluk daha önceleri küçük gruplar tarafından üretilen folk kültürlere dayalı yerel grupların karmaşık yapısı yerine bir ortak kültürün bir arada tuttuğu, birbirlerinin yerini alabilecek atomize bireylerin oluşturduğu anonim, kişisel olmayan bir toplumun kurulmasıdır (Gellner, 2008: 139-140). Fakat Gellner’ın milliyetçiliğin yukarıdan dayatıldığı şeklindeki görüşü, milli kültürlerle ilgili duygusallık boyutunu ihmal ettiği gerekçesiyle Anderson tarafından eleştirilmiştir (Anderson, 2001: 24). Gellner’a göre (2008: 115), toplumun ulusa dönüşmesini sağlayacak yüksek kültüre dayalı eğitim gibi büyük ve pahalı bir yükü ancak devlet kadar güçlü bir aygıt üstlenebilir ve denetleyebilir. Aynı zamanda toplumun türdeşleştirilmesini sağlayacak yüksek kültüre dayalı eğitim, dine dayanmadığı ve ihtiyaç da duymadığı için laiktir (Gellner, 2008: 237). Sanayi toplumunun dayattığı okuryazarlık, hem özgül rollerden kurtulmak hem de bağlamdan bağımsız iletişime girmek için gereklidir. Standartlaşmış bir yazı 47 dilinde olması gereken kitlesel okuryazarlık, doğrudan üstlenmese bile, sadece devletin üstesinden geleceği bir kitlesel eğitim sayesinde gerçekleştirilir. Uluslar, devletle bütünleşmiş yazılı anadile dayanan standart bir kültüre erişme yolunda yapılan bu baskı sonucunda yaratılır. Sanayi toplumunda devletin, nüfusun ve kültürün bu karşı konulamaz bir araya gelişi, ulusların doğal görünmesine neden olur (Breuilly, 2008: 31). Ama halk arasında geçerli olan inancın ve hatta bilimsel kanaatin aksine, gerçekte uluslar ve ulusçuluğun insan ruhunda hiç de derin kökleri yoktur (Gellner, 2008: 112). Onlar doğal olmayıp sanayileşme ile ortaya çıkmışlardır. Keyfi, yani rastlantısal ya da önü alınabilecek olgular da değildirler; sanayileşme ile yakın hatta zorunlu bir bağlantıları vardır. Bu bağ, ulusları ve ulusçuluğu sanayi toplumu üyelerinin gözünde doğal kılıyor ve ulusçuluğa gücünü bu doğallık veriyor (Breuilly, 2008: 29). Dolayısıyla ulusçuluk, ne ideolojik bir sapmanın ne de duygusal bir aşırılığın ürünüdür. Siyasal yönetimle kültür arasındaki ilişkinin kaçınılmaz bir biçimde köklü bir uyarlanışının dışa vurmuş bir görüntüsüdür (Gellner, 2008: 112). Gellner’ın milliyetçilik ve sanayileşme ilişkisiyle ilgili diğer bir iddiası da sanayileşmenin eşit olmayan bir biçimde yayılması sonucu geri kalan grupların sanayileşme sürecinde daha ileri geçmiş insanlarla karşılaştırıldığında elverişiz bir konumda olmaları dolayısıyla milliyetçiliğe başvurmasıdır. Gruplar arasında kültürel türdeşliğin bulunduğu; yani cilt rengi, dil veya din gibi “alâmetifarikası” olan kültürel farklılıklar inşa etme dürtüsü ve olanağının çok belirgin olmadığı durumlarda milliyetçilik ortaya çıkmaz. Böyle bir farklılık varsa, daha iyi konumda olan gruplar, kültürel farklılıkları iş, ev bulma ve okullaşma gibi kaynaklar için girilen rekabeti engellemek için kullanmaya yatkın olurken; elverişsiz konumda olan gruplar da siyasi özerklik hedeflerini haklı çıkarmak ve ilerletmek için bu farklılıklardan yararlanır (Breuilly, 2008: 31-32). Gellner, milliyetçilik ile sanayileşme arasında zorunlu bir ilişki görmesine rağmen, İsviçre’nin milliyetçiliksiz sanayileşmesini göz önünde bulundurarak milliyetçiliğin her zaman sanayileşmeye eşlik edemeyebileceğini itiraf eder (Breuilly, 2008: 32). Gerçekte de milliyetçilik çoğu yerde endüstrileşmeden önce 48 veya ondan ayrı bir şekilde doğmuştur; kimi yerlerdeyse endüstrileşme süreci beraberinde milliyetçiliği getirmemiştir (Özkırımlı, 2008: 175). 1.2.2.1. 2. Benedict Anderson Benedict Anderson, 1983’te yayımlanan Hayali Cemaatler adlı eserinde ulusları, ne ilkçiler gibi potansiyel olarak her zaman var olan, ne de Gellner gibi doğrudan sanayi toplumlarının yarattığı bir gerçeklik olarak ele alıyordu (Ersanlı, 2001: 116). Ona göre, uluslar dil, ırk veya din gibi belirli sosyolojik koşullar tarafından yaratılan ve bir daha değiştirilemeyecek şekilde biçimlendirilen ürünler değildir. Avrupa’da ve dünyanın diğer yerlerinde, tahayyül edildikleri için vücut bulmuşlardı (Chatterjee, 2002: 20). Kökleri geçmişe uzanan, yüzleri geleceğe dönük soyut varlıklardır. Basın-yayının gelişimi, sınırları dil tarafından belirlenmiş bir ulusal cemaatin üyelerinde aynı düşünceleri yaratarak “hayali bir cemaat”e aidiyet duygusunu doğurur (Jaffrelot, 2010: 33). Anderson’a göre bir kültürel yapım olan ulus ve milliyetçiliği anlayabilmek için; tarih içinde ne zaman ve nasıl doğduklarını, tarihsel süreçte uğradıkları anlam değişimini ve neden bugün böylesine güçlü bir duygusal meşruiyete sahip olduklarını çözümlemek gerekir. Buna göre, milliyetçilik on sekizinci yüzyılın sonlarına doğru, birbiriyle ilişkisi olmayan tarihsel süreçlerin kesiştiği noktada ortaya çıkar ve bir kez yaratıldıktan sonra, farklı toplumsal coğrafyalara uygulanabilir, karşıt siyasi görüşlerle uyum sağlayabilir bir modele dönüşerek “kopya edilebilir” bir nitelik kazanmıştır. Öte yandan söz konusu modelin ortaya çıkışını kolaylaştıran kültürel ve siyasi etkenleri belirlemek yeterli olmayıp bu modelin nasıl böylesine güçlü tutkular, bağlılıklar doğurabildiğinin yanıtlanması gerekir. Anderson bu yanıtı aramaya tanımlardan başlar ve herkes tarafından kabul edilebilecek ulus ve milliyetçilik tanımlarına bir türlü ulaşılamamasının nedenlerinden birinin de milliyetçiliğin bir ideoloji olarak algılanması olduğunu ifade eder. Oysa milliyetçiliği liberalizm veya faşizm gibi ideolojiler yerine din, akrabalık gibi olgularla bir arada düşünmek işleri kolaylaştıracaktır (Özkırımlı, 2008: 181). 49 Anderson ulusu, “hayal edilmiş bir siyasal topluluk; kendisine aynı zamanda hem egemenlik hem de sınırlılık içkin olacak şekilde hayal edilmiş bir cemaat” şeklinde tarif eder. Hayal edilmiştir; çünkü en küçük ulusun üyeleri bile diğer üyeleri tanımadığı, onlarla tanışmadığı ve çoğu hakkında hiçbir şey işitmediği halde yine de zihinlerinde toplamlarının hayali yaşamaya devam eder. Ulus “sınırlı” olarak hayal edilir; çünkü en büyük ulusun bile, ötesinde başka uluslara mensup insanların yaşadığı, esnek de olsa sonlu sınırları vardır. Hiçbir ulus kendisini insanlığın tümünü kapsayacak şekilde hayal etmez. Ulus “egemen” olarak hayal edilir; çünkü kavram, Aydınlanma ve Devrim’in, güçlerini tanrıdan aldıklarını iddia eden hanedanlık mülklerinin meşruiyetini aşındırmakta olduğu bir çağda doğmuştu. Uluslar, evrensel dinlerin en sofu taraftarlarının bile, bu dinlerin canlı çoğulluğu ile karşılaşmaktan ve her iman öğretisinin taşıdığı ontolojik iddialar ile ülkesel kapsamı arasındaki değişen biçimlilikle yüzleşmek zorunda kaldığı bir çağda rüştlerine ermişlerdir; bu yüzden, tanrıya tabi olacaklarsa bile bu tabiiyetin doğrudan tanrıya olduğu bir özgürlüğün rüyasını görürler. Bu özgürlüğün amblemi ve mihenk taşı ise, egemen devlettir. Son olarak ulus, bir “topluluk” olarak hayal edilir; çünkü ulus daima, içinde eşitsizlik ve sömürü ilişkileri barındırdığı durumda bile, derin ve yatay bir yoldaşlık olarak tasarlanır. İnsanların birbirlerini öldürmekten çok, böylesi sınırlı hayaller (ulusları) uğruna ölmeye razı olmalarını mümkün kılan şey, bu kardeşlik duygusudur (Anderson, 2004: 20-22). Anderson, Renan’ın da, “Bir ulusun özü, tüm bireylerin ortak pek çok şeye sahip olmaları ve aynı zamanda hepsinin pek çok şeyi unutmuş olmasıdır.” ifadesiyle ulusların hayali niteliğine işaret ettiğini belirterek hayal edilmişliğin doğallığını ve gerçekliğini vurgulamak istemiştir. Gellner da, biraz daha kaba bir şekilde de olsa; “milliyetçilik, ulusların kendi öz-bilinçlerine uyanma süreci değildir; ulusların var olmadığı yerde onları icat eder” derken benzer bir şey iddia ediyordu. Ancak Anderson, milliyetçiliğin sahte maskeler takındığını kanıtlama endişesi içinde olan Gellner’ın, “icat”ı, “hayal” ve “yaratım” olarak değil de, “uydurma” ve “sahtelik” olarak düşündüğünü belirterek onu eleştirir (Anderson, 2004: 20-21). Anderson, ulusların hayal edilmişliğini açıkladıktan sonra, onların doğmasına yol açan koşulları incelemeye koyulur ve önceliği kültürel alanda yaşanan 50 gelişmelere verir. Çünkü ona göre, milliyetçilik bilinçli olarak benimsenen siyasi ideolojilerle değil, kendinden önce gelen, içinde doğduğu, bazen de karşı olduğu geniş kültürel sistemlerle ilişkilendirilerek açıklanabilir (Özkırımlı, 2008: 182). Bu doğrultuda Anderson, ulusların hayal edilmesinin, üç kültürel tasarımın etkisini yitirdiği yer ve zamanlarda mümkün olduğunu savunur. Bunlardan birincisi, kutsal yazı dillerinin, ontolojik hakikate ulaşmakta ayrıcalıklı bir konuma sahip oldukları fikriydi. Hıristiyanlığın, İslam ümmetinin ve diğer dinlerin kıtalar üstü dayanışmalarını mümkün kılan bu kutsal yazı anlayışıydı (Anderson, 2004: 51). Hıristiyanlığın kutsal dili olan Latince önemini yitirmeye başlayınca, kısa sayılabilecek bir sürede, kozmopolit bir dünya görüşüne sahip olan Avrupa entelijensiyasının dili olmaktan çıkmıştı. Bunun sonucunda yayıncılar yerel dillerde daha çok kitap üretmeye başlayınca (Özkırımlı, 2008: 183) yerel diller standartlaşarak ulusal bir özellik kazandı. Denizaşırı keşifler ve Latince’nin önemini yitirmesine paralel olarak dinin de önemini yitirmesi, ulusların ortaya çıkması açısından büyük bir öneme sahiptir. Çünkü geleneksel dinler aşılamaya çalıştıkları kader anlayışıyla hayatın anlamsızlığını, rastlantısallığını açıklıyor, ölümden sonra yaşam vaatleriyle de insanlığın ölüm korkusuna çözüm sunuyorlardı. Dinin önemini yitirmesi, bu korku ve kuşkuların ortadan kalktığı anlamına gelmiyordu. Ölümlülüğü sürekliliğe çevirecek, rastlantıya anlam katacak, laik bir çözüme gereksinim vardı. Hiçbir şey bu amaca ulustan daha uygun değildi; çünkü uluslar ezelî bir geçmişten geliyor, sonsuz bir geleceğe doğru ilerliyorlardı (Özkırımlı, 2008: 183). İkincisi, toplumların, yüksek merkezlerin -başka insanlardan ayrı ve farklı olan, kozmolojik (ilahi) bir bağış/buyruktan ötürü hükmeden kralların- altında ve etrafında örgütlendiği inancıydı. Bu inanca göre insani sadakatler, zorunlu olarak hiyerarşik ve merkeziyetçiydi. Çünkü tıpkı kutsal yazı gibi yönetici de hem varlığa içkindi, hem de ona ulaşmanın duraklarından biriydi. Üçüncüsü ise, kozmoloji ile tarihi ayırt edilmez, dünyanın ve insanların kökenlerini ise özdeş kılan zaman tasarımıydı. Bir araya geldiklerinde bu inançlar, insanların hayatlarını eşyanın tabiatına sıkı sıkıya bağlamış, varoluşun gündelik dertlerine (her şeyden önce de, 51 ölmek, yitirmek ve köleleşmek) belli bir anlam vermiş ve çeşitli biçimlerde bunlardan bir kurtuluş yolu sunmuş oluyorlardı (Anderson, 2004: 51). Ulusal toplulukların hayal edilebilirliğini mümkün kılan en önemli sebep ise, yeni bir üretim ve üretim ilişkileri sistemi (kapitalizm), bir iletişim teknolojisi (matbaa) ve insanlığın mahkûm olduğu dilsel çeşitlilik arasındaki, belki de rastlantısal ama altüst edici etkileşimdi. Bu etkileşim modern ulusların temel morfolojisini hazırlamıştır (Anderson, 2004: 58, 62). Kapitalist girişimciliğin ilk biçimlerinden biri olan kitap yayımcılığı, kapitalizmin durmak bilmeyen pazar arayışı tecrübesini yaşadı. Pazar başlangıçta, sayı açısından oldukça az olan Latince bilen okuryazar Avrupa’ydı. Ancak bu pazar yüz elli yılda doyuma ulaşmıştı. Bu durum kapitalist yayımcılığı yeni pazar arayışına sevk ederek daha geniş bir okuyucu kitlesine ulaşabilmek amacıyla halk dillerinde ucuz kitaplar basmaya yöneltti. Kapitalist yayımcılık sayesinde halk dillerinin yaygınlaşmasını sağlayan ve ulusal bilincin oluşmasına katkıda bulunan üç gelişme vardı. Bunların ilk ve en önemsiz olanı, hümanistlerin çabaları sonucu, Hıristiyanlık öncesi antik döneme ait dillerin canlandırılması ve Avrupa entelijensiyasının Latince’den uzaklaşarak bu dilleri benimsemesidir. İkinci gelişme, kendi başarısını büyük ölçüde kapitalist yayıncılığa borçlu olan Reform hareketiydi. Reform hareketi, yeni gelişmekte olan halk dillerindeki okuyucu kitlelerini kendi amaçları doğrultusunda kullanmış, siyasi ve dinî mesajlarını geniş kitlelere yaymıştı. Böylece Reform hareketi, Latince’nin ve kilisenin etkisini daha da azalttı. Üçüncü gelişmeyse, geleceğin mutlakıyetçileri olmaya aday bazı yönetimlerin, halk dillerinden idari merkezileşmenin aracı olarak yararlanmalarıydı. Anderson’a göre idari halk dillerinin doğuşu, hem kapitalist yayıncılık hem de Reform hareketinden öncesine rastladığı için diğerlerinden bağımsız bir gelişmeydi. Ama sonuçta bu üç gelişme Latince’nin siyasi ve kültürel önemini yok etmişti (Anderson, 2004: 54-56). Yayın dilleri, ulusal bilincin temelini üç şekilde attılar. Birincisi ve en önemlisi, Latince’nin altında ama konuşulan halk dillerinin üstünde bir seviyede, birleşik bir iletişim alanı yarattılar. İkincisi kapitalist yayıncılık dile yeni bir sabitlik kazandırdı. Bu sabitlik, uzun vadede ulus açısından son derece önemli olan kadimlik düşüncesinin oluşumuna katkıda bulundu. Üçüncü olarak, kapitalist yayıncılık eski 52 idari halk dillerinden farklı iktidar dilleri yarattı. Yayın diline daha yakın olan lehçeler, yayın dilinin alacağı nihai biçim üzerinde egemenlik kurarken diğerleri böyle bir imkândan uzak oldukları için itibar kaybettiler (Anderson, 2004: 59-60). Anderson’ın ulus ve milliyetçiliği genel olarak kültürel alanda meydana gelen birtakım değişmelerin bir sonucu olarak gören yaklaşımı, milliyetçiliğin oluşmasında özellikle siyaseti ön plana çıkaran araçsalcılar tarafından eleştirilmiştir. Gellner’ı milliyetçiliğin duygusal boyutunu görememekle eleştirdiği gibi kendisi de milliyetçiliğin siyasi boyutunu ihmal etmekle eleştirilmiştir. Anderson’ın kuramı, 19. yüzyıl Avrupası’nda kültürel milliyetçiliğe verilen önemi abartmakta, kültür ve siyasi yapının örtüşmediği durumları açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Örneğin Almanya’nın birleşmesi daha çok siyasi bir olay olup kurulan devlet kültürel açıdan Alman olan herkesi kapsamamaktadır (Özkırımlı, 2008: 191). Anderson’a en çok yöneltilen eleştirilerden biri de milliyetçiliğin Amerika’daki sömürgelerde doğduğu yolundaki iddiası ile ilgilidir. Milliyetçiliğin ilk ne zaman ve nerede ortaya çıktığı araştırmacıdan araştırmacıya değişir. Greenfeld ve Hastings’e göre İngiltere’de, Alter’a göre Fransa’da, Breuilly ve Kedourie’ye göreyse Almanya’da doğmuştur. Ancak hepsinin birleştiği ortak nokta, milliyetçiliğin ilk olarak Avrupa’da ortaya çıktığıdır. Anderson milliyetçiliğin doğum yeri olarak, Latin Amerika’daki bağımsızlık hareketlerini gösteren tek isimdir (Özkırımlı, 2008: 193). 1.2.2.1. 3. Eric J. Hobsbawm Gellner ve Anderson ulus ve milliyetçiliği sosyo-kültürel alanda yaşanan değişmelerle açıklarken modernist kuramın araçsalcı boyutunu temsil eden Paul R. Brass, Breuilly ve Hobsbawm bu kavramları siyasi çıkarlar çerçevesinde açıklamışlardır. Araçsalcılık, etnik kimlikleri ve milliyetçiliği seçkinlerin siyasi iktidarı ele geçirme ya da koruma mücadelelerinde kullandıkları bir “araç” olarak görür. İlkçi yaklaşımın tam tersi görüşleri savunan araçsalcılar, etnik kimliklerin oluşumunda öznel seçimleri, koşulları, seçkinlerin yönlendirmelerini ön plana 53 çıkarırlar (Özkırımlı, 2008: 139). Bununla birlikte, ulusların ve milliyetçiliğin modernliğini onlar da kabul etmişlerdir. Gellner ve Anderson gibi modernistler ulusları icat eden tarihsel ve sosyolojik süreçlerin altını çizerken, araçsalcılar, bu icadın iktidarlarını sağlamlaştırmak isteyen seçkinlerin, peşlerinden gelenleri milliyetçi ideoloji temelinde seferber ederek yürüttükleri, çoğunlukla bilinçli ve yönlendirilen bir proje olduğunu savunurlar (Calhoun, 2009: 43). Hobsbawm, kuramını, ilkçi kuram ile Gellner’ın eleştirisi üzerine inşa eder. Ona göre uluslar, tarih kadar eski olmayıp modern anlamda 18. yüzyıldan eskiye götürülemezler. Dolayısıyla modernlik, ulusun ve onunla bağıntılı her şeyin temel karakteristiğidir. Milli kimliğin tarihten eski olacak kadar doğal ve kalıcı olduğu yönündeki yaygın kabule rağmen, ulusla ilgili kavramların Orta Çağ’daki kraliyet ailesi ve üst sınıftan olanları veya doğum yerini ifade etmeye yönelik kullanımlarının modern anlamlarına göre dar kaldığını, bu nedenle ulus kavramının politik anlamıyla tarihsel açıdan çok genç olduğunu ifade eder (Hobsbawm, 2006: 17, 29-33 ). Hobsbawm’a göre ulus ve milliyetçilik tek bir faktörle açıklanamaz. Kökenleri siyaset, teknoloji ve toplumsal dönüşümün kesişme noktasında aranmalıdır. Ulus yalnızca toprağa bağlı bir devletin ya da bu tür bir devlet kurma arayışının ürünü olmayıp ancak teknolojik ve ekonomik gelişmenin belirli bir evresinde ortaya çıkabilen bir olgudur. Örneğin milli diller, matbaa keşfedilmeden önce, okuryazarlığın toplumun geniş kesimlerine yayılması, yani eğitimin kitleselleşmesi sonucu gelişti (Özkırımlı, 2008: 150). Hobsbawm ulusun yukardan oluşturulduğunu kabul etmekle birlikte, mutlaka milli olması gerekmeyen sıradan insanların; milliyetçiliği daha da az olan varsayımları, umutları, ihtiyaçları, özlemleri ve çıkarları temelinde analiz edilmedikçe anlaşılamayan ikili bir olgu olduğunu belirtir. Bu nedenle Gellner’ı, tercih ettiği tepeden modernleşme perspektifinin, aşağıdan değerlendirmeye yeterli önem verilmesini güçleştirdiğini iddia ederek eleştirmiştir. Çünkü devletlerin ve hareketlerin resmi ideolojileri, en sadık yurttaşların veya yandaşların zihinlerindeki düşüncelere bile tam denk düşmez. İkincisi ve daha özel olarak, çoğu insan açısından milli kimliğin, toplumsal varlığı oluşturan diğer kimlikleri dışladığı veya onlardan üstün olduğu şeklinde kesin bir iddiada bulunulamaz. Aslında milli kimlik, onlardan 54 üstün olduğunun farz edildiği zamanlarda bile başka türde kimliklerle hep birleşmiştir. Üçüncüsü, milli kimlik ile bu kimliğin içerdiği unsurlar, çok kısa zamanda bile değişime uğrayabilir (Hobsbawm, 2006: 25-26). Hobsbawm ulusları ve milliyetçiliği bir “toplumsal mühendislik” ürünü olarak görür (Özkırımlı, 2008:147). Bir tarihî icat olan ulusu, milliyetçilik, ulusdevlet, ulusal semboller, tarihler vb. ilintili fenomenlerle değerlendiriyor ve bunun “icat edilmiş gelenekler”le yakından ilintili olduğunu ve çoğunlukla bilinçli ve sürekli yeni sosyal mühendislik egzersizlerine dayandığını söylüyor. Ona göre, uluslar eski ve doğal olmayıp tam tersine modern ulusu oluşturan sembol ve geleneklerin çoğu sonradan icat edilmişlerdir (Smith, 2001: 51). Hobsbawm’a göre, “milli bilinç” icat edilmiş geleneklerin en somut ve en yaygın örneğidir. Modern çağda üretilmelerine karşın bugünü geçmişe bağlama işlevi gören bu gelenekler, toplumsal grupları oluşturan bireyler arasındaki birlik ve dayanışmayı arttırma amacını güder. Hobsbawm bu noktada, var olan eski geleneklerin yeni koşullara uyarlanması ile değişen gereksinimleri karşılamak amacıyla bilinçli olarak yeni geleneklerin icat edilmesi arasında ayrım yapar. İlkinin örnekleri hemen hemen bütün toplumlarda, hatta geleneksel olanlarda bile bulunur. İkincinin örnekleriyse özellikle de modern toplumlarda olmak üzere hızlı toplumsal değişim dönemlerinde görülür. Bu gibi durumlarda düzeni ve birliği sağlamak öncelikli hedeftir. Bu da bizi amacı, hızlı sanayileşmenin yol açtığı bölünme ve çözülmeler karşısında toplumsal bütünlüğü güvence altına almak olan “milli topluluk” düşüncesine götürür. Hobsbawm bunu belirli dönemlere ayırarak ele alır. Ona göre 1870-1914 arası, en çok gelenek icat edilen dönemdir. Bu dönemde, özellikle Avrupa ve Amerika’da pek çok ulus yaratıldı. Bunun nedeni de, 1870 sonrasında geniş çaplı bir siyasi hareketlenme yaşanmasıydı. Halk kitlelerinin siyasete katılımı yerleşik düzeni ve bu düzenden çıkar sağlayanları tehdit ediyordu. Yönetici seçkinler, bu tehditle başa çıkabilmek için hızlı toplumsal değişimin sonuçlarını kontrol etme arayışına girmişlerdi. En fazla rağbet ettikleri yöntemse halk yığınlarının enerjisini toplu ritüellere, belirli aralıklarla tekrarlanan törenlere kanalize etmek, alışkanlıklar yaratmak olmuştu. Hobsbawm’a göre halkı denetim altına almanın ve sistemle kaynaştırmanın üç yolu vardı: Yeni kurumlar oluşturmak 55 (festivaller, spor, sendikalar), yeni statü sistemleri ve toplumsallaştırma yöntemleri icat etmek (hiyerarşik eğitim sistemi ya da kraliyet törenleri) veya ulus gibi gerçek/yapay grupların bütünlüğünü belirleyen ve simgeleyen topluluklar yaratmak (Özkırımlı, 2008: 147-148). Hobsbawm ulus ve milliyetçiliğin icat edilmesini dönemlere ayırarak inceler. Birincisi, 1830’dan 1870’e kadarki dönemde yayılan ve Fransız İhtilali’nin yurttaşlık idealinden kaynağını alan, büyük ulusların kitlesel, demokratik, siyasal milliyetçiliğidir. İkincisi ise, 1870’den 1914’e kadar uzanan dönemin karakteristiği olan ve Osmanlı, Habsburg ve Rus imparatorluklarının eski politikalarına karşı bir küçük-ulus tepkisi olarak gelişen, genellikle geri kalmış bölgelerin çevre halklarının sığ etnik ya da dilsel milliyetçiliğidir (Smith, 2002: 5). Üçüncü olarak 1870-1914 dönemi milliyetçiliğinin üç önemli özelliği vardı. Birincisi, liberal çağdaki milliyetçiliğin temelinde yer alan “eşik ilkesi” terk edildi. Bundan böyle kendisini “ulus” sayan her topluluk, kendi topraklarında bağımsız bir egemen devlet kurma hakkı anlamına gelen “kendi kaderini tayin hakkı”na sahip olduğunu iddia ediyordu. İkincisi, “tarihsel olmayan” ulusların çoğalması sonucunda, etnik köken ile dil, potansiyel ulus olmanın belirleyici, hatta tek kriteri haline geldi. Ama bunun yanında, sayıları gün geçtikçe artan ve iddialı hale gelen devlet dışı milli hareketlerden ziyade, yerleşik ulus devletler içindeki milli duyguları etkileyen üçüncü bir değişiklik de söz konusuydu: Ulus ve bayrağın hızla politik sağa doğru kayması (Hobsbawm, 2006: 126). Eskiden bilinmeyen bölgelerde veya o zamana kadar yalnızca folklor araştırmacılarının ilgiye değer bulduğu halklar arasında ve Batılı olmayan bir dünyada çoğalan milliyetçi hareketlerle de üçüncü dönemde karşılaşılır. Hobsbawm bu dönemde ortaya çıkan doğulu milliyetçilikleri, Batılı milliyetçi ideolojilerin etkisi altında oluşmuş antiemperyalist hareketler olarak değerlendirir. Bu hareketlerin çoğu dilsel ve/veya etnik unsuru öne çıkarmaktaydı (Hobsbawm, 2006: 130). Bu nedenle, ırkçıların ırk arılığının önemini ve melezleşmenin korkunçluğunu vurgulaması ile dilsel milliyetçilik biçimlerinin pek çoğunun milli dilin yabancı öğelerden arındırılması gerektiğinde ısrar etmeleri arasında bir paralellik görülür (Hobsbawm, 2006: 133). 56 Hobsbawm’a göre, toplumsal ve politik değişimlere paralel olarak milliyetçilik 1870’lerden 1914’e kadar hızlı bir yayılma gösterdi. Toplumsal düzeyde, ulus formunda hayali veya gerçek cemaatler icat etmenin yeni biçimlerinin geliştirilmesine giderek daha geniş bir zemin sunan üç gelişme belirler: Modernitenin saldırısına uğrayan geleneksel grupların direnişi, gelişmiş ülkelerin şehirleşen toplumlarında hızla büyüyen yeni ve geleneksel olmayan sınıflarla katmanların ortaya çıkışı ve hem yerleşiklere hem de öteki göçmenlere yabancı olan ve henüz bir arada yaşama alışkanlığına ve geleneklerine sahip olmayan yeryüzünün her tarafından çeşitli halkların eşine rastlanmadık göçleri ve oluşan diasporalar (Hobsbawm, 2006: 133-134). Sonuç olarak, Hobsbawm’a göre milliyetçilik icat edilmiş bir gelenek olup ulus ve milliyetçilikle ilgili birçok görüngü toplumsal mühendislik ürünüydü: Kimi grupların, özellikle de seçkinlerin, çıkarları doğrultusunda bilinçli olarak ürettikleri, şekil verdikleri tarihsel açıdan hiç de eski olmayan belirli bir döneme ve o dönemin koşullarına ait olan olgulardı. Örneğin “Fransa” ve “Fransız” kavramları, tarihsel sürekliliğe sahipler gibi görünmelerine rağmen, “kurgulanmış”, “icat edilmiş” kavramlardı (Özkırımlı, 2008: 148-149). 1.2.2.1. 4. John Breuilly Breuilly bir siyaset biçimi olarak ele aldığı milliyetçiliği iktidar arayışıyla ilişkilendirerek, modern devletin ortaya çıkışıyla açıklar. Genel kuramlara inanmayan Breuilly, milliyetçilikleri türlerine göre kategorilere ayırıp, sonra da her kategoriyi karşılaştırmalı tarih yöntemiyle tek tek inceler (Özkırımlı, 2008: 151). Ona göre, 1918’e kadar ulusçuluk çalışmaları, ulus-devlet ve tarihçiliğin şekillenmesi ile bağlantılıydı. Ulusçuluk, ayrı bir konu olarak değil, ulusal tarihin bir parçası olarak görülüyordu. Akademik tarih yazıcılığı da ulusal çizgilerle şekillendiği için konu yeterince kuramsallaştırılamıyordu; var olan kuramlar, analitik veya sosyolojik olmaktan çok ahlaki ya da felsefiydi. Modern toplumun büyük kuramcıları olan Marx, Durkheim, Weber konuyla ilgili çok az yorumda bulunmuşlardı. Ulusal kimlik iyi de olsa kötü de olsa bir veri olarak kabul ediliyor, ancak, küçük prenslikler ve 57 hanedan imparatorlukları yerine anayasal devletler ve ilerici liberal kültürlerin şekillenmesiyle bağlantılı olduğu ölçüde genellikle iyi karşılanıyordu (Breuilly, 2008: 20-21). Breuilly, milliyetçiliği bir siyaset biçimi olarak ele alır ve bir siyasi davranış biçimi olarak en iyi şekilde modern devlet bağlamında anlaşılabileceğini belirterek milliyetçiliği; “devlet gücünü ele geçirmeye ya da kullanmaya çalışan ve bunu milliyetçi savlara dayanarak haklı gösteren siyasi hareketler” olarak tanımlar. Milliyetçi savdan kasıt, üç temel iddia üzerinde yapılanan bir siyasi doktrindir: 1. Kolaylıkla belirlenebilecek kendine özgü bir karakteri olan bir ulus vardır. 2. Bu ulusun çıkarları ve değerleri diğer tüm çıkar ve değerlerden üstündür. 3. Ulus olabildiğince bağımsız olmalıdır. Bu genellikle en azından bir siyasi egemenlik isteğini gerektirir (Breully, 1993: 1-2). Breully’e göre, uluslar partizan ideologların yeni inşaları olduğu gibi milliyetçilik de liderler ve seçkinlerin iktidar mücadelelerinde halk desteği almak için kullandığı bir meşruiyet aracıdır. Sadece milliyetçiler değil, aynı zamanda Bismarck gibi milliyetçi olmayanlar da atavistik duyguları kullanabilir ve halkın şovenist duygularına hitap edip onların kültürel farklılık anlayışlarını körükleyerek korku ve öfkelerini manipüle edebilir (Smith, 2001: 50). Bu nedenle siyasal alanı kendine göre yapılandırmak isteyen, devleti kontrol etmelidir. Milliyetçilik de siyasal seçkinlerin bu kontrolü elde etmek için kullanabilecekleri en iyi silahtır. Aynı zamanda devleti elinde tutanlara muhalefet etmenin araçlarından biridir. Milliyetçi bir hareket yürürlükteki düzene meydan okumak ve alternatif bir düzen savunmada kullanılabilir (Roger, 2008: 129). Breuilly, milliyetçi siyasetin yerine getirdiği üç temel işlev belirler: İş birliği, harekete geçirme ve meşruiyet. İş birliği, milliyetçiliğin devlete karşı çıkmak ve farklı nedenleri olan seçkinleri ortak çıkarlar etrafında birleştirmek için; harekete geçirme, milliyetçiliğin siyasi süreçten dışlanan grupların harekete destek vermesini sağlamak için; meşruiyet ise, milliyetçiliğin siyasi hareketin hedeflerini gerek karşı olunan devlet, gerekse dış güçlerin gözünde haklı kılmak için kullanılmasıdır (Özkırımlı, 2008: 139). 58 Breuilly’e göre, modern çağın ilk önemli siyasi doktrini olan liberalizm, kolektif çıkarlar ya da kamu yararı düşüncesiyle uyuşmakta her zaman zorluk çekmiştir. Üstelik soyut bir nitelik taşıyan liberalizmin, özellikle eşitsizliklerin toplum yapılarına işlediği durumlarda, her grubu kucaklayamayacağı da açıktır. Bu gibi durumlarda dışlanan gruplar, kültürel kimliği siyasi programa çeviren bir milliyetçilik akımına kapılabilirler. Ayrıca modern çağda çeşitli gruplara hitap edebilecek söylemler geliştirmek zorunlu hale gelmiştir. Bunu en iyi yapan ideoloji milliyetçiliktir. Milliyetçilik bir tür “el çabukluğuyla” mantıksal olarak çelişen, “vatandaşlar topluluğu” ve “kültürel topluluk” şeklindeki iki ulus anlayışını uygulamada bir araya getirmeye çalışır. Bu anlamda milliyetçilik seçkinlerin işlerini kolaylaştırır, kapsayıcılığı ve değişkenliğiyle onların kurtarıcısı olur (Özkırımlı, 2008: 137). Breuilly’e göre, milliyetçilik gelişmemiş ve sömürgeleştirilmiş devletlerde değil, Avrupa’da ortaya çıkmıştır. Gelişmiş ülkelerin siyasi ve ekonomik güçlerini arttırmak amacıyla denizaşırı ülkelerde sömürge imparatorlukları kurması ve uyguladıkları baskının tepki olarak anti-emperyalist milliyetçilik akımlarına yol açması daha sonraki bir gelişmedir. Dahası, ilk milliyetçilik hareketleri ekonomik sömürü ilişkileri ya da geri kalmışlıkla açıklanamaz. Milliyetçilik en gelişmiş ülkelerde yaygınlık kazanabilirken, geri kalmış ülkelerde herhangi bir öneme sahip olamamıştır (Breully, 1993: 412-413). John Breuilly, milliyetçiliğin siyasal karakterli oluşunu vurgulayarak, hem Gellner’ın milliyetçiliği sanayileşmeyle açıklayan kuramına, hem de Smith’in süreklilikçiliğine saldırdı. Ona göre Gellner, geç tarım toplumunda milliyetçiliğe fiilen nasıl geçildiğini açıklayamamıştı. Smith ise, tam olarak hangi tarihî şartlar altında ve neden bazı etnik topluluklar milliyetçi olurken diğerlerinin olmadığı sorusuna tam olarak cevap veremedi (Anderson, 2001: 25). Breuilly, bir siyaset biçimi olarak ele aldığı milliyetçiliği iktidar arayışıyla ilişkilendirip, onu modern devletin ortaya çıkışıyla açıklar. Araçsalcı yaklaşımın diğer bir temsilcisi Brass ise, kuramında seçkinlerin rolünü ön plana çıkararak gerek etnik kimliklerin canlandırılmasını, gerekse bunların milliyetçi akımlara dönüşmesini, iktidar mücadelesi veren ya da ekonomik kaynakların paylaşımında 59 aslan payını kapmak isteyen seçkinlerin yönlendirmeleriyle açıklar. Uluslar ya da etnik gruplar seçkinler arasındaki rekabette bir araçtır. Hobsbawm ise ulusları, geniş halk kitlelerinin siyasete katılmasının eski düzeni yıkacağından korkan sınıfların icat ettiği gelenekler olarak tanımlar. Amaç, kitlesel demokrasiye geçişin kontrollü yapılması ve halkın düzene olan bağlılığının korunmasıydı. Geçmişle gelecek arasında bir köprü oluşturan ulus ve diğer icat edilmiş gelenekler bu bağlılığı sağlayacak, kurulu düzenin yıkılmasını engelleyecekti (Özkırımlı, 2008: 151-152). Araçsalcıların ulus ve milliyetçilik tartışmalarında siyasete ve seçkinlere fazla yer vermeleri, onlara yöneltilen eleştirilerin odağını oluşturmuştur. Etnosembolcülere göre araçsalcı modernistler, genellikle seçkinlerin rolünü ön plana çıkaran “yukarıdan aşağıya” bir bakış açısı benimseyerek daha çok seçkinlerin halk kitlelerini yönlendirmesi üzerinde durur ve kitlesel hareketlenmenin kendi dinamiklerini araştırmazlar. Bunun sonucunda da sıradan insanların gereksinimlerini, arzularını, çıkarlarını yeterince dikkate almazlar. Bu gereksinim ve çıkarların sınıf, toplumsal cinsiyet ve etnisite farklılıklarının da etkisiyle kişiden kişiye değişiklik gösterdiğini gözden kaçırırlar (Özkırımlı, 2008: 155-156). 1.2.2.1. 5. Marksist Teoride Ulus ve Milliyetçilik Marksist yaklaşım ulus ve milliyetçiliği, kapitalizmin toplumsal koşulları ışığında açıklama girişiminden dolayı aslında modernist kuram kapsamında da değerlendirilebilir. Diğer modernistler, milliyetçiliği modernleşmenin farklı boyutlarıyla ilişkilendirirken, Marksistler kapitalizmin doğurduğu sömürü ilişkileriyle ilişkilendirmede fikir birliği etmiş gibi görünürler. Marx (1818-1883) ve Engels (1820-1895), “ulus” terimini bir devlete sahip olan topluluklar için kullanırken, henüz bir devlet kuramamış olan topluluklar içinse “milliyet” terimini tercih ederler. Buna göre, milliyetler ya kendi devletlerini kurarak ulus statüsüne geçecekler ya da “tarihsiz halklar” olarak kalacaklardı (Nimni, 1991: 23). Aynı zamanda ortak bir dil ve geleneklerin ya da coğrafi ve tarihsel türdeşliğin bir ulus oluşturmaya yetmeyeceğini düşünüyorlardı. Ulus olabilmek için belirli bir ekonomik ve toplumsal gelişme düzeyine ulaşmış olmak da gerekliydi (Özkırımlı, 60 2008: 49). Dolayısıyla onlara göre modern ulus, kapitalist üretim biçiminin feodalizmin yerine geçmesiyle sonuçlanan uzun bir tarihsel sürecin ürünüdür. Kapitalist ekonomiye geçiş, Batı Avrupa’daki pek çok toplumsal oluşumun daha türdeş ve merkezi bir yapıya kavuşmasına yol açtı. Çünkü yerel farklılıkların törpülenmesi, piyasa ekonomisinin vazgeçilmez ön koşullarından biriydi (Nimni, 1991: 18). Klasik Marksizm’in, klasik liberal teori ve büyük ölçüde de modern sosyoloji teorisiyle paylaştığı ve giderek daha ikna edici hale gelen varsayıma göre, endüstriyel toplumun iş koşulları, kültürel farklılıkları yaşatan ve barındıran sosyal yapıları çözmektedir. Kültürel farklılıklar, endüstriyel üretimin buldozeri tarafından dümdüz edilecektir. Etnisite, birbiriyle çakışan ve birbirini harekete geçiren kültürel farklılıklardan ibarettir; kendisini görünür kılan ve özünü teşkil eden bu farklılıklar silindikçe, o da ortadan kalkacaktır (Gellner, 1998: 62). Bu nedenle gelecek, sınıfsız ve dinsiz olacağı gibi ulussuz da olacaktır. Marx ve Engels’in toplumsal metafiziği, bireyci anarşizm ile evrensel ortaklaşmacılığın ilginç bir karışımıdır. Onlara göre, ulusal ayrışmalar tamamen düzmecedirler ve insanın, kendini gerçekleştireceği mecranın farkına varmasına engel oluştururlar (Gellner, 1998: 24-25). Klasik Marksist teorinin takipçilerinden Nairn hem maddeci, hem de idealist felsefenin paylaştığı, uluslar ve milliyetçiliği toplumların gelişim sürecinde zorunlu bir aşama olarak gören görüşü eleştirir. Ona göre, milliyetçiliğin kökleri toplumların iç dinamiklerinde değil, dünyanın genel tarihsel gelişim sürecinde aranmalıdır. Dolayısıyla milliyetçiliği açıklamaya çalışacak kuramsal yaklaşımlar dünya tarihini temel almalıdır. Buna göre milliyetçilik, Fransız ve Sanayi devrimlerinden bugüne uzanan dönemde dünyaya egemen olan politik ekonomi modelinin bazı nitelikleri tarafından belirlenmiştir. Öte yandan Nairn’a göre milliyetçiliğin kökenleri doğrudan siyasi dünya ekonomisinin gelişiminde yatmaz; yani milliyetçilik sanayileşme, kentleşme gibi süreçlerin ürünü değildir. Milliyetçiliği doğuran, kapitalist ekonominin on sekizinci yüzyıldan bu yana eşit olmayan, dengesiz gelişimidir. (Özkırımlı, 2008: 111-112). Klasik Marksizm ilk başlarda, tarihin ulusal mücadelelerin değil sınıf mücadelesinin tarihi olduğunu (Gellner, 1998: 25) belirterek milliyetçiliği ihmal 61 etmiştir. Aynı şekilde uzun zaman boyunca, milliyetçi hareketleri, proletaryanın kurbanı olduğu sömürüyü gizlemek için büyük sermaye tarafından yüzüne geçirilen bir maske olarak gördü (Roger, 2008: 69). Giddens, milliyetçiliği, hâkim sınıfın çıkarlarının bir çeşit maskelenmiş ifadesi olarak görmeye çalışan çeşitli Marksist yorumların hiçbirisini mantıklı bulmaz (Giddens, 2008: 279). Tabi yine Marksist kuram içinde yer alıp, bu tür akıl yürütmenin tersini yapan kuramlar da vardır: Onlar milliyetçiliği, kendilerine zulmeden burjuvaziye karşı sömürülen gruplar tarafından, kullanılan bir araç olarak görür (Roger, 2008: 71). Breuilly’e göre, Marksist kuram içinde milliyetçilikle ilgili en makul yaklaşım Karl Renner ve Otto Bauer’den geldi. Onlara göre, ulus, devlet ve toplum bir tutulamazdı ve ulusal çatışmalar, onların çokuluslu Habsburg İmparatorluğu içinde yürüttükleri sosyalist politikalarına tehdit oluşturuyordu. Klasik Marksistler ulusçuluğu yanlış bilinç, sınıf ideolojisi biçiminde ele alırken, Renner ve Bauer ulusçuluğun, dille bağlantılı gördükleri milli kültür gerçeğine dayanan bir gerçeklik değerine sahip olduğunu ileri sürdüler. Geleneksel Marksistlerle Avusturyalı Marksistler arasındaki bu belirgin fark, ulusçuluğu farklılık konusunda uydurma bir fikir olarak görenlerle, onu gerçek farkı dile getiren bir duygu olarak ele alanlar arasındaki daha geniş bir ayrımı yansıtır (Breuilly, 2008: 21). Bauer, milliyetçilik çözümlemesine ulusu tanımlayarak başlar. Ona göre ulus bir “kader topluluğu”ydu; kendine özgü bir karakteri ve kültürü vardı. Ulusun kökeni, ilkçi milliyetçilerin iddia ettiğinin aksine, koşullara bağlıydı. Bauer, bu koşullar arasında tarımsal üretim biçimlerinin değişmesini, kırsal alanların bölgesel ekonomik ilişkiler içine çekilmesini ve bunun sonucunda lehçelerin birbirine yakınlaşmasını sayar. Bauer’e göre ikinci aşama, “kültür topluluğu” aşamasıdır. Dil topluluğuyla milli kimliğe ulaşılması arasında bir köprü işlevi gören bu aşamada Bauer, “yüksek kültürlerin” gelişmesi ve yaygınlaşmasıyla bir yüksek dilin, yani değişik lehçelerin üstünde, herkesin anlayabileceği ortak bir dilin oluşmasını önemser. Kültür topluluğundan ulusa geçişte önemli olan etkense “duygu”ydu; ulusu oluşturanların ortak kaderlerine olan “inanç”larıydı. Ortak geçmiş kadar, belki de ondan daha çok ortak geleceği, kader birliğini önemseyen Bauer, bu yüzden ulusu bir “kader topluluğu” olarak tanımlar (Özkırımlı, 2008: 55). Ernest Gellner’ın 62 düşüncelerini kısmen önceden işaret edercesine ulusu, tüm eski, tecrit edilmiş cemaatleri, teorik ve yazı temelli bir yüksek kültür dayanışması gerektiren modern endüstri toplumları haline getiren Büyük Dönüşüm’ün bir ürünü olarak görüyordu (Anderson, 2001: 15). 1.2.3. ETNO-SEMBOLCÜ YAKLAŞIM Etno-sembolcülük terimi, milliyetçilik çözümlemelerinde etnik geçmişe ve kültüre ağırlık veren yaklaşımları nitelemek için kullanılır. İlkçiliği reddeden, modernist açıklamaları ise yetersiz bulan John Armstrong, Anthony D. Smith, John Hutchinson gibi etno-sembolcüler, bu iki yaklaşımdan hareketle bir senteze ulaşmaya, bir tür “orta yol” bulmaya çalışırlar (Özkırımlı, 2008: 209). Bunu da ulusların modernliğine inanmakla birlikte onları etnik kimliklerin bir devamı olarak kabul ederek yaparlar. Etno-sembolcüler, ilkçiler ya da modernistlere göre daha türdeş bir kategori oluştururlar. Milliyetçilik çözümlemeleri genelde benzer olup vurgu yaptıkları etkenler, öne sürdükleri savlar temelde aynıdır. Onlara göre ulusların gelişim süreci, geniş bir zaman dilimi içinde ele alınmalıdır. Çünkü modern ulusların doğuşunu, etnik geçmişlerini dikkate almadan açıklamak mümkün değildir. Bugünün ulusları modern dönem öncesi etnik topluluklarının devamıdır. İki yapı, tür olarak değil gelişmişlik düzeyi açısından farklıdır. Etnik kimlikler, göçler, istilâlar, etnik gruplar arası evlilikler vb. tarihin kurduğu tüm tuzaklara rağmen özlerini yüzyıllarca koruyabildikleri için uluslardan daha dayanıklıdırlar. Modern uluslar, yıllanmış etnik kültürlerin gölgesi altında şekillenir. Geçmişten gelen mitler, semboller, töreler bugünün milliyetçiliklerinin içeriğini ve altyapısını oluşturur. Etno-sembolcüler, milliyetçiliğin modern çağın ürünü olduğunu kabul ederek ilkçilerden ayrılırlar. Öte yandan milliyetçiliği kapitalizm, endüstrileşme gibi modern süreçlerle açıklayan kuramlarla yetinilmemesi gerektiğini de savunurlar. Çünkü bu tür yaklaşımlar, etnik bağlılıkların kalıcılığını göz ardı eder. Doğru bir bakış açısı, daha uzun bir tarihsel dönemi kapsamalı, bugünün uluslarını etnik atalarıyla aynı potada değerlendirmelidir (Özkırımlı, 2008: 210-211). 63 Etno-sembolcülüğün öncüsü olarak değerlendirilen Armstrong’a göre, etnik kimlikler, izlerine antik çağlarda bile, örneğin eski Mısır ve Mezopotamya’da rastlanabilecek kadar uzun bir geçmişe sahiptir. Bu açıdan modern milliyetçilikler, insanların yüzyıllardan beri geliştirdiği sosyo-politik örgütlenme biçimlerinin bütününe yön veren etnik bilincin son aşamasından başka bir şey değildir; çünkü bu bilincin en önemli özelliği devamlılığı, kalıcılığıdır. Bu nedenle etnik kimliklerin oluşumu Fransız Annales ekolünün geliştirdiği bakış açısı benimsenerek, yüzyılları kapsayan geniş bir zaman dilimi içerisinde incelenmelidir. Etnik bağlılığın sürekliliği, farklı biçimler altında tekrar tekrar gündeme gelişi ancak bu tür bir yaklaşımla anlaşılabilir (Özkırımlı, 2008: 213). Etno-sembolcülüğün en önemli temsilcisi olan Smith, kendi kuramını Armstrong’u takip ederek inşa eder. Smith’i Armstrong’dan ayıran en önemli nokta, modern ulus ile eski dünyadaki etnik nitelikli bazı toplumsal ilişkiler ve semboller arasında bir bağlantı olduğu inancını korumasına rağmen, etnik grupla ulus arasında bir nitelik farkı gözetmesi ve ulusun ortaya çıkışının ancak belli bir aşamaya gelinmesinden sonra mümkün olduğunu savunmasıdır (Erözden, 2008: 72). Onun temel tezi, modern milliyetçiliklerin geçmiş etnik topluluklar ve bağlılıklar dikkate alınmadan anlaşılmayacağıdır. Pek çok milli topluluğun formülünde bir etnik bileşene rastlanabilir. Bu, tüm modern ulusların zengin bir etnik mirasa sahip olduğu anlamına gelmez; ama yeterince derinlere inildiğinde ulusların harcının etnik öğelerle yoğrulduğu görülecektir. Bu nedenle ulusların oluşum süreci yüzyılları kapsayan geniş bir zaman dilimi içerisinde incelenmeli, Armstrong’un temellerini attığı yaklaşım geliştirilmelidir (Özkırımlı, 2008: 218). Anthony Smith’in teorisini oluştururken en çok önemsediği ve eleştirdiği milliyetçilik kuramcısı, aynı zamanda hocası olan Ernest Gellner’dır. Bu yüzden gittikçe karmaşık bir hal alan milliyetçilik ve ulus yazılarını, genelde Gellner karşıtı bir ruhla yazmıştır. Bir yandan milliyetçiliğin bazı önemli açılardan modern bir fenomen olduğunu kabul ederken, diğer yandan da işlevsel olarak ele alındığı ve yoktan (ex nihilo) ortaya çıktığı kabul edildiğinde milliyetçiliğin iyice anlaşılamayacağını savunuyordu (Anderson, 2001: 25). Avrupa deneyiminden hareket eden bu iki düşünürün ayrıldıkları nokta; Gellner milliyetçiliğin potansiyel 64 varlığından ziyade sanayileşme sürecinin üst kültürde yarattığı bir gereksinim, yani sonradan olma niteliğine ağırlık veriyordu. Smith ise milliyetçilikte gerekliliğin ve işlevselliğin yanı sıra süreklilik de görüyordu (Ersanlı, 2001: 116). Smith, ulusun tarihsel süreklilik ve kalıcılığa sahip olduğunu savunur. Ulus, kendisinden daha eski ve yaygın olan etninin modern mirasçısı ve dönüşmüş hali olduğu için, modern-öncesi etnisitenin sembol ve mitlerinin hepsini kendinde toplar (Smith, 2002: 179). Modern öncesi çağlarda ulusların, en azından son birkaç yüzyılda aldıkları kitlesel, hukuksal, kamusal ve teritoryal biçimleriyle bulunamayacağı doğrudur. Ne var ki, “ortak soy mitleri ve tarihsel anılara, paylaşılan bir kültürün unsurlarına, tarihi bir toprak parçasıyla bazı bağlara ve en azından kendi elitleri arasında belirli bir dayanışmaya sahip isimlendirilmiş insan birimleri” şeklinde tanımlanabilecek, etniler denilen birtakım daha gevşek kolektif kültürel birimler bulunabilir (Smith, 2002: 60). Smith’e göre, hangi birimlerin nasıl ve ne zaman ulus olabileceklerini tespit etmek istiyorsak, etnik bağ ve duyguların kümelenmelerine bakmamız gerekir. Genel olarak önceden mevcut olan etnik kimlik ne denli güçlü ve inatçıysa bu kimliğe dayanarak bir ulusun doğabilme ihtimali de o derece fazladır (Smith, 2009: 117-118). Eğer uluslar, en azından milliyetçi ideoloji tarafından meşrulaştırılan bir kitlesel fenomen olarak modern iseler, bugünkü biçim ve karakterlerinin çoğunu, o ulusla ilgili bölgedeki erken dönem etnilerden kaynağını alan etnik bağlara borçludurlar. Önceki dönemlere ait pek çok etni yok olmuş ya da diğerleri tarafından eritilmiş ya da ayrı parçalara bölünmüş olabilir. Diğer taraftan, bazı etnik bağlar da, modern öncesi dönemden beri hayatta kalmış ve daha sonra ortaya çıkan ulusların ve milliyetçi hareketlerin temeli haline gelmiştir (Smith, 2002: 60). Smith, etnilerin ulus formuna geçişini sağlayan etkenleri belirleyebilmek için kimliklerin gelişim sürecine yön veren ana modelleri belirlemeye çalışır. “Yatay” ve “dikey” olarak belirlediği iki etnik topluluk tipi, farklı ulus oluşum modellerine zemin hazırlar (Özkırımlı, 2008: 218). Yatay etniler, karakter itibariyle oldukça kapsamlı ve yaygındır, ancak etnik kültürleri saray ve bürokrasi, ruhban sınıfı, soylular ve zengin tüccarlardan oluşan üst sınıflarla sınırlıdır. Dolayısıyla etni de yüksek statülü bir gruptur. Dikey etniler ise teritoryal açıdan daha kapsayıcıdır. Etnik 65 kültürleri topluluğun tüm sınıflarına yayılır ve topluluğa dâhil olma bariyerleri yüksek olma eğilimindedir. Ayrıca bu dikey etnilerin üyeleri de, yenilenmeyi hedefleyen etno-dinsel hareketler ve sıklıkla sıradan insanların arasından çıkan karizmatik liderler tarafından kolaylıkla seferber edilebilir (Smith, 2002: 62). Smith’e göre etnik toplulukların uluslara dönüşmesinde iki rota izlenmiştir. Birincisi devlet destekli olup etnik bir devletin çekirdeğini oluşturan yatay bir etniden yola çıkar. Bu devlet daha merkezî ve bürokratik bir yapıya kavuştukça, askeri, ekonomik, hukuki ve idari süreçler aracılığıyla orta sınıfları ve uzak diyarları kendine dâhil etmeye çalışır. Başarısı çoğunlukla farklı olan nüfusları, egemen etnik çekirdeğin kültürel mirasına dayalı tek bir siyasi topluluk haline getirebilmesine bağlıdır (Smith, 2009: 113). Bu nedenle Smith bu modele, “bürokratik dâhil etme” adını verir. Aristokratik etnik toplulukların varlıklarını sürdürebilmeleri toplumun diğer sınıflarını kendi bünyelerine katabilmelerine bağlıydı. Bunun en başarılı örneklerinin görüldüğü yerler, etnik çekirdeklerini yatay etnik toplulukların oluşturduğu İngiltere, Fransa, İsveç ve İspanya gibi Batı Avrupa devletleriydi. Smith’in “idari devrim” adını verdiği; vatandaşlık haklarının daha fazla sayıda insana tanınması, devletin en ücra köşelerini bile merkeze ve birbirine bağlayan alt-yapının oluşturulması, vergi toplama ve askere alma gibi bir dizi gelişme sayesinde devlet, kolektif kimliği toplumun geneline yayabilmiştir. İdari devrimi, ekonomi ve kültür alanlarında yaşanan devrimler tamamlamıştır. Ekonomideki en büyük değişim piyasa ekonomisine geçilmesi ve kapitalizmin yayılması, kültürel alandaki en önemli gelişmeyse dinî otoritenin gerilemesidir. Bunda Reform hareketinin büyük etkisi olmuştu. Reformun toplumsal alanda yarattığı gelişmelere bağlı olarak, popüler iletişimde gözle görülür ilerleme sağlanmış, roman, gazete gibi kültürel ürünlerin sayısı ve çeşidinde patlama yaşanmıştı. Bu süreçte en etkin toplumsal sınıfsa aydınlardı (Özkırımlı, 2008: 223). İkinci rota ise dikey etnik toplulukları temel alıp daha popülerdi. Etno-dinî “ben” kavramlaştırmaları daha eylemci ve siyasî olanlarla değiştirilmesi gereken daha küçük, demotik topluluklardan başlamıştı. Yerliliğin seferberlik süreci bu dönüşümün anahtarını oluşturmaktaydı (Smith, 2009: 113). Bu süreçte bürokratik devletin rolü, yatay gruplara dayalı süreçtekinden daha önemsizdi; çünkü dikey etnik 66 gruplar genelde boyunduruk altında olan topluluklardı. Bu modelde anahtar öğe örgütlü dindi. Bu tür topluluklarda din, bir yaşam biçimiydi ve dinden beslenen gelenekler dikey toplulukların devamlılığını sağlayan unsurlardı. Ancak etnik topluluktan ulusa geçiş aşamasına gelindiğinde sorunlar da başlıyordu. En temel sorunsa dinle etnik kimlik arasındaki sıkı bağdı. Örgütlü din pek çok etnik grup tarafından paylaşılan bir öğeydi ve ayırt edici bir nitelik oluşturmuyordu. Ayrıca dinî kültür, vatandaşlık kavramına dayalı bir ulus yaratılmasını çoğu zaman zorlaştırıyordu. Çözüm, inananlar topluluğundan tarihsel kültür topluluğuna geçişi sağlamakta yatıyordu. Bu koşullar altında en büyük görev yine aydınlara düşüyordu (Özkırımlı, 2008: 224). Batılılaşma ve moderniteye farklı karşılıklar vermelerine rağmen küçük eğitmen-entelektüellerin niyeti, topluluğun iddia olunan etnik geçmişlerine seslenmek suretiyle halkı arındırmak ve harekete geçirmekti. Bunu yapmak için, bugünkü kuşakların önüne topluluğun geçmişindeki altın çağlardan ve şiirsel mekânlarından çıkartılmış bilişsel haritalar ile tarihsel törellikler çıkarmaları gerekmişti. Bu yolla geri kalmış geleneksel etnik topluluğu, dinamik ama yerli bir siyasî ulusa dönüştürmeyi umuyorlardı (Smith, 2009: 113). Smith, modern çağın, modernistlerin iddia ettiği gibi bir “tabula rasa” olmadığını; aksine, önceki devirlerin karmaşık toplumsal ve etnik oluşumları ile modern güçlerin dönüştürdüğü ama asla yok etmediği farklı etni türlerinden hareketle ortaya çıktığını belirtir. Bu çerçevede modern çağ, üzerine farklı devirlerin deneyim ve kimlikleri ile bir dizi etnik oluşumun kaydedildiği bir parşömene benzer. Bu deneyim ve kimlikler, ulus denilen karmaşık kolektif kültürel birim türünü üretme yolunda etnik oluşumlar üzerinde etkili olurken onlar tarafından değişime uğratılır (Smith, 2002: 63). Smith’e göre uluslar; 1. Bağımsız oldukları yerlerde yurttaşlık haklarıyla birlikte ortak hak ve ödevlere dair birleşik bir yasal kod gerektirdikleri, 2. Diğer uluslardan ayrılabilen savunmaya müsait “doğal” sınırları olan oldukça tümleşik bir toprağa/ülkeye ihtiyaç duydukları, 3. Tek bir iş bölümüne sahip birleşik bir ekonomiye, ulus-devletin her tarafında mal ve kişilerin serbest hareketliliğine dayandıkları, 67 4. Gelecek kuşakları yeni ulusun “yurttaşları” olarak toplumsallaştırmak için tek bir “siyasî kültür”, kamu, kitle eğitimi ve medya sistemine gerek duydukları ölçüde aslında moderndirler. Modern öncesi etnik devletlerde bu unsurlar ne denli güçlü boy göstermiş olsalar da, topyekûn yürürlükte oldukları bir durum nadiren mümkün olmuştur. Yine de ulus pek çok yanıyla modern görünmekle birlikte, kökleri derinlerdedir (Smith, 2009: 114). Milliyetçilik sadece görünüşte yeni olan ulusun yaratılmasına yardım eder. Bir ideoloji ve bir dil olarak 18. yüzyılın sonlarına doğru siyasî arenada ortaya çıkan milliyetçilik görece moderndir. Ama ulus ve milliyetçilik başka bir kültür, toplumsal örgütlenme ya da ideoloji türünden “icat edilmiş” değildir. Milliyetçilik çağın ruhunun bir parçası olduğu kadar daha eski motif, tahayyül ve fikirlere de bağlıdır. Zira milliyetçilik pek çok düzeyde faaliyet gösterir ve bir siyasî ideoloji ve toplumsal hareket türü olduğu kadar bir kültür biçimi olarak da görülebilir. Milliyetçiliğin canlanmasıyla yeni bir çağ açılırken, onun millî kimliğin oluşumu üzerindeki etkisini, modern öncesi etnilerin mevcudiyetine ve Batı’da ulus-devletlerin tedrici doğumuna çok şey borçlu olan toplumsal ve kültürel matrisini incelemeden kavramak olanaksızdır (Smith, 2009: 118). Dolayısıyla ulus ile milliyetçiliğin sadece bir ideoloji veya siyaset biçimi olarak değil, aynı zamanda kültürel birer görüngü olarak da ele alınmaları gerekir. Yani, bir ideoloji ve hareket olarak milliyetçiliğin çok boyutlu bir kavram olan millî kimlik ile yakından ilişkilendirilmesi ve belirli, özel bir dil, hissiyat ve sembolizmi içerecek şekilde genişletilmesi gerekir (Smith, 2009: . 2. MODERN DEVLET Devlet’in ne olduğu, ne anlama geldiği konusunda olduğu gibi, ne zaman ortaya çıktığı üzerinde de ortak bir fikir birliğine varılamamış olmakla beraber modernleşme süreciyle birlikte veya bu sürecin bir ürünü olarak ortaya çıktığı genel bir kabuldür. Öyle ki Poggi (2008: 35), “modern devlet” kavramının gereksiz olduğunu; çünkü zaten devletin kendisinin modern bir oluşum olduğunu belirtir. Bunun yanında, modern devlet, kendiliğinden büyüyerek gelişmiş bir yapı olmaktan 68 ziyade bilinçli olarak inşa edilmiş bir çerçeve ve “yapma” bir gerçekliktir (Poggi, 2009: 116). Ona göre, modern devlet, “devlet dairelerindeki memurların sürekli ve talimatlara uygun çalışmaları yoluyla yönetimi sağlamak için oluşturulmuş karmaşık kurumsal düzenlemeler” olarak tanımlanabilir. Bu dairelerin toplamı olan devlet, sınırları belirlenmiş bir toplumda yönetim işini üstlenir (Poggi, 2009: 14). Modern devlet bir veri olarak kabul edilerek devletin oluştuğu koşullar göz ardı edilebilmektedir. Oysa az bir çabayla devletin olmadığı toplumların varlığını tahmin etmek mümkündür (Gellner, 2008: 76). Hatta devletin kurulup kurulmadığı veya kim tarafından kurulduğu bile sorulabilir. Bu soru “ulusal bir toplum, yani coğrafya, dil ve etnik yapı ve kültürel açılardan başkalarından farklı olan ve bu farklılığa siyasal güvence ve ifade yolu arayan insanlar” şeklinde yanıtlanabilir. Ama birçok durumda, böyle bir topluluğun devlet kurma süreci öncesinde ve hatta sırasında var olduğu kanıtlanamaz. Örneğin Fransız ulusunun modern Fransız devletini “yarattığı” kadar mutlak krallık da Fransız ulusunu “yaratmıştır” (Poggi, 2009: 120). Devlet olgusu başta olmak üzere siyasal olaylar ilk sosyologlar arasında sadece Max Weber’in çalışmalarında önemli bir yer işgal eder. Buna rağmen Weber’in bile bu konudaki yazılarının çoğu makale ya da müsvedde şeklinde olup “devlet sosyolojisi”yle ilgili müstakil bir yapıt ortaya çıkaramamıştır. Yine de kendinden sonra gelen sosyologların devletle ilgili görüşlerinde belirleyci olmuştur. Birçok sosyolog, Weber’in “meşru tahakküm tipolojisi”ni, siyasal olayların sosyolojik açıdan incelenmesine en büyük katkısı olarak görür (Poggi, 2009: 10). Weber, modern devletin gelişme süreci ile ilgili iki hususa işaret etmiştir. Bunlardan ilki, modern devletle birlikte şiddet ve yönetim araçlarının tek elde toplanarak ulusallaştırılması; ikincisi ise, modern devletin kapitalizmin gelişmesiyle Protestanlık arasında kurduğu ilişkidir. Weber, Protestanlığın devleti tanrısal bir kurum, şiddeti de bir araç olarak meşrulaştırdığını savunur. Dolayısıyla Weber’e göre devlet, şiddet ve yönetim araçlarının denetimini elinde tutan gücün belli bir toprak üzerinde egemenlik kurmasıdır (Coşkun, 1997: 71). Dolayısıyla modern devletin ayrıcı özelliği, güç kullanmanın yegâne kaynağının devletin kendisinin olmasıdır (Pierson, 2000: 103). 69 Başta Marx ve Engels olmak üzere Marksist düşünürler ise devletin niteliği ve kökeni ile ilgilenmemiş, devletin kurumsal nitelikleri ya da siyasal süreçlerden çok, sınıf mücadelesi, sermaye birikimi ve dünya pazarlarını ele geçirme mücadelesinde devlet gücünün rolünü ele almışlardır (Poggi, 2009: 11). Marksist sistemde modern devletin doğuşu ve gelişimi, toplumun içinde bulunduğu siyasal çevrenin, kapitalist sömürü ve birikim mekanizmasının düzenli bir şekilde işleyebilmesi için yeniden yapılandırılması olarak anlaşılmıştır. Buna göre, modern devletin iki temel özelliği olan yönetimin güçlendirilmesi ve rasyonalizasyonu, burjuva sınıfının egemen konumuna dayanak olan özel sermayenin yeniden üretimi ve biriktirilmesi açısından değerlendirilmiştir (Poggi, 2008: 129). Bu doğrultuda Tilly (2001: 61-62), modern devletin hâkim yönetim biçimi haline gelmesinde, ordu ve savaş teknolojisindeki değişmelerle bunların iktisadî ve siyasî sonuçlarının önemli payı olduğunu ifade ederek modern devleti kapitalizmin bir ürünü olarak görür. Giddens (2008: 374), Marksist yaklaşımın, modern devleti kapitalist üretim ilişkilerine bağlı olarak açıklamasına karşı çıkarak, kapitalist girişimin ilk kez geleneksel devlet biçimlerinden zaten ayırt edilecek kadar farklı olan değişmiş bir devlet sistemi içerisinde öne çıktığını, dolayısıyla modern devletin kapitalizmin koşullarını sağlamaya yönelik ortaya çıkmadığını belirtir. Fakat böyle bir amacı olmamasına rağmen yine de modern devlet, kapitalizmin ilk gelişimi için hukuk çerçevelerinin oluşması, mali garantiler ve ekonomik alışverişin gelişmesine izin veren giderek pasifleşmiş toplumsal çevreyi içeren en temel ifadelerin ötekisindeki bazı önkoşulları sağlamıştır. Gellner ise, modern devletin gelişimini tarihsel ilerlemeci bir anlayışla değerlendirerek insanlığın tarih boyunca, tarım öncesi, tarım ve sanayi dönemi çizgisinde üç temel aşamadan geçtiğini belirtir. Avcı-toplayıcı topluluklar, devleti oluşturan siyasal işbölümüne yer veremeyecek derecede küçük olduklarından bu topluluklarda istikrarlı ve uzmanlaşmış düzen dayatıcı bir kurum olarak devlet sorunu yoktu. Hepsinin olmasa da ve biçimleri açısından da büyük farklılık gösterse de tarım toplumlarının devleti olmuştur. İnsanlık tarihinin tarım aşamasında devletin varlığı genelde seçime bağlıyken avcı-toplayıcı evrede bu tür bir seçme şansı yoktu. 70 Tarım sonrası sanayi döneminde de seçme şansı yoktur; fakat bu aşamada devletin yokluğu yerine varlığı kaçınılmazdır (Gellner, 2008: 75-76). Modern devlet, Batı Avrupa’nın özgül tarihsel koşullarında ortaya çıkmıştır. Bu nedenle gelişim sürecinin doğru bir şekilde izlenebilmesi ve devletin “modern”liğini ortaya çıkarabilmek için Orta Çağ’daki siyasi ortamın iyi okunması gerekir. Orta Çağ Avrupa’sı toprak egemenliği ilkesine dayanan devlet fikrine tamamen yabancıydı. Sadece lord ile vasalının -ikisinden birinin yaşamının sona ermesiyle yenilenmesi gereken- kişisel bağlılık yeminlerine dayanmaktaydı. Oysa modern devletler, kişisel bağların dışında ve sürekli kurumlara bağlıdırlar. Kişisel sadakate dayanan feodal sistemden, merkezi bürokratik otoriteye ve toprak egemenliğine dayanan devlete doğru olan geçişi izlemek hiç de kolay değildir. Bu, yüzyıllar boyunca sürmüş ve birçok küçük evreden geçmiş bir süreçtir (Schulze, 2005: 13-14). Din ve hâkimiyetin birbirinden ayrılmasıyla birlikte, Orta Çağ düzeninde egemenlik hakkı devletle eş tutulan krallara geçti. Aydınlanma dönemiyle birlikte tarihte ilk defa hükümdar ile devlet arasında ayrım yapıldığı ve Fransız İhtilali’yle de egemenliğin kraldan halka geçtiği iddia edilir. Bu andan itibaren devlet, insanların kavrayışında soyut bir büyüklük halini aldı. Bunu devletin yüceltilmesi ve idealize edilmesi takip etti (Pierson, 2000: 94). On dördüncü yüzyılın başından itibaren, modern ve merkezî yönetime sahip devletin ana özellikleri, belirmeye başlamıştı. Fakat yöneticilerin iktidar alanı çok sınırlıydı. Dolayısıyla Avrupa’da Orta Çağ’ın sonundan itibaren belirmeye başlayan devletler, tüm otoriteyi kendisinde toplamış bir kralın başında bulunduğu ve merkezi bir bürokrasi tarafından idare edilen modern anlamda siyasi yapılar olarak görülmemelidir. Siyasi iktidarı bir merkezde toplamasından dolayı Fransız Devrimi’ne kadar tüm Avrupa’da bir model olarak görülen Fransa krallığı iktidarı bile, ülkenin özerk olan bölgeleri ve sosyal grupları arasındaki farklılıkları, devletin çıkarları doğrultusunda uzlaştıran, gideren ve yargılayan bir hakemlik işlevine sahip aracı veya dolaylı bir iktidardan ibaretti. Kral, otoritesini birçok bölgede ancak dolaylı bir şekilde kullanabiliyordu. Avrupa hükümdarlarının, Orta Çağ’ın sonuna yaklaşıldıkça giderek daha da azalan temel işlevi, uyruklarına yasaların öngördüğü korumayı sağlamak, ülke içinde ve dışında onları düşmanlara karşı savunmaktı 71 (Schulze, 2005: 22-23, 31). Modern devletin doğuşu ve gelişimi büyük ölçüde, bu şartlar içinde her hükümdarın, kendi hükmetme mekanizmalarını kullanarak iktidar alanını genişletme ve güvence altına alma ve bunun yanı sıra, toplumsal kaynakları idare edip bunlara hareket kazandırma konusundaki başarısı ve yetkisini arttırmaya yönelik hararetli çabalarının sonucudur (Poggi, 2008: 137). Güç tekeli yanında, toprak, egemenlik, bürokrasi ve vergilendirme gibi özelliklere sahip monarşilerin modern devletin ilk türleri mi yoksa modern öncesi yapılanmalar mı olduğu hususunda fikir birliği yoktur (Pierson, 2000: 76-77). Teorik temelleri Locke, Hobbes, Machiavelli ve Bodin tarafından oluşturulan modern devlet, gerçekte sistemli olarak Fransız devrimleri çağında şekillenmiştir. Modern devlet, yönettiği insanların hepsini kucaklayan bir toprak parçası olarak tanımlanıyor, kendisi gibi diğer toprak parçalarından belirgin sınır çizgileriyle ayrılıyordu. Modem devletin politik düzlemde kendi halkı üzerinde, doğrudan bir egemenliği ve yönetimi söz konusuydu ve topraklarında yaşayan herkese aynı kurumsal ve idari düzenlemeleri dayatıyordu (Hobsbawm, 2006:102). Modern devletin bu uygulamalarının geçerliliği kendi düzenlediği prosedürlere dayandırılmakta, hatta bu prosedürlere kendisinin de saygı göstermesi beklenmekteydi (Poggi, 2008: 112). Breuilly’ye göre modern devlet, kamu alanıyla ilgili güçlerin parlamentolar, bürokrasiler gibi uzmanlaşmış devlet kurumlarına devredilmesi, özelle ilgili güçlerin ise piyasa, özel firmalar, aileler gibi siyasi olmayan kurumların denetiminde kalması anlamında liberal biçimde gelişmişti. Monarşi gibi kurumlar özelle ilgili güçlerini yitirirken kilise, lonca gibi kurumlar da kamu alanıyla ilgili güçlerini yönetime kaptırdı. Bu şekilde, kamu ve özel ayrımı da belirginleşmiş oluyordu (Özkırımlı, 2008: 136). Dolayısıyla modernleşen Batı toplumlarında, bir yandan bireysel alanla toplumsal alan, öte yandan kamusal alanla siyasal alan arasındaki farklılıkların kurumsallaştırılması ve bu sürecin her alan içinde giderek ileri götürülmesi, modern devletin gelişimindeki temel süreçtir (Poggi, 2009: 28-29). Bununla birlikte modern devlet kendini egemen olarak öne sürmek için kamusal olarak tarif ettiği iktidar alanı üzerinde tekelini ilan etmek zorundadır. Kamusal alanın ortaya çıkması ve genişlemesi, beraberinde özel alanın orantılı olarak küçülmesini getirmiştir. Modern 72 devlet otoriter bir tarzda kurulur; kamusal alan lehine, yerel4 ve özel alan bastırılır (Roger, 2008: 130, 143). Büyük nüfus artışı, yeni iletişim şekillerinin gelişmesi ve endüstrileşmenin, devleti rasyonel hale getirme ve yönetimde verimliliği artırma ihtiyacını dayatması, merkezi yönetim mekanizmasına sahip yeni bir devleti gerektirmiştir. Bu devlet, otoritesini ve iktidar üzerindeki tekelini, ülkenin en uzak köşelerinde ve toplumun en gizli ve ince ayrıntılarında bile, yasal standartlara uygun bir şekilde kullanabilmeliydi (Schulze, 2005: 146). Geleneksel devletlerde hâkim gruplar, kendi halklarının günlük yaşamlarını düzenli biçimde etkileyecek araçlardan yoksunken, devlet yöneticilerinin, gündelik faaliyetlerin en mahrem kısımlarını bile etkileme yetilerinin muazzam derecede genişlemesi modern devletin en önemli özelliklerinden birisidir (Giddens, 2008: 20). Modern devletin Avrupa tarihinde nispeten yeni bir olgu olduğu son zamanlarda fark edilmiş olup Orta Çağ Avrupa’sında, belli bir bölgenin tüm yaşayanlarını kapsayan siyasi yapılanmalardan oluşan modern devletten bahsedilemez (Schulze, 2005: 12). Tarihsel olarak modern devlet, iktidarın merkezileşmesi ve yönetimin tek elde toplanması, yani yerel iktidar arasında dağınık bir halde uygulanmakta olan yetki ve olanakların, merkezi yönetim etrafında toplanması ile ortaya çıkar. Bu süreci başlatan ve bundan faydalanan krallar, yerel grupların siyasal yetkilerini azaltarak daha geniş kitlelere ulaşabilmiş ve uyrukları olan bu kitlelerin kendileriyle doğrudan siyasal ilişki içine girmelerini sağlamışlardır. Böylece bu kitleler saraya karşı sorumla hale gelmiş, krala vergi ödemiş ve onun ordularında silâhaltına alınmıştır (Poggi, 2008: 105). Bu anlamda, Avrupa’da özellikle mutlak monarşi döneminde ve sonrasında ortaya çıkan devletlerin “modernliği”, idari kapasitelerini güçlendirmelerinde, topraklarını tek bir idare altında birleştirmelerinde, toprakları ve halkları üzerinde dolaylı yönetim yerine, doğrudan bir denetim ve müdahale yapabilmelerinde, halkın siyasi katılımına 4 Modern devlet ile köylülük arasında gerilim yüklü bir ilişki olmuştur. Batı Avrupa’da modern iktidar rejiminin kurumsallaşması, köylülüğün yok edilmesi ile ya eş zamanlı olarak gerçekleşmiş, ya da bu süreci takip etmiştir. Bkz. Parha Chatterjee, Ulus ve Parçaları, İletişim Yay., İst., 2002, s. 263. 73 dayanmalarında, vatandaşlarını savaş için seferber edebilmelerinde ve kesin sınırlarını belirleyebilmelerinde yatıyordu (Calhoun, 2009: 92). Modern devlet, popüler siyasi katılımın başlıca arenası olmuştur (Calhoun, 2009:153). Yeni politik düzenlemelerde yurttaşlarına temsilciler aracılığıyla bir söz hakkı tanıması ve vergi mükellefleri ya da potansiyel askerler olarak onların pratik onayı veya faaliyetlerine ihtiyaç duyması dolayısıyla gittikçe kendi yurttaşlarının düşüncelerini dikkate almak zorunluluğuyla yüz yüze geldi. Devlet, teritoryal olarak tanımlanan bir halkı yönetiyor ve temsilcilerini en ufak köydeki en mütevazı fertlere kadar yayarak iktidarını pekiştiriyordu. Politikanın demokratikleşmesi, yani ilk önce erkeklere tanınan oy hakkının giderek genişlemesi, öbür yandan modern, idari, yurttaşları harekete geçiren ve etkileyen devletin kurulması, hem “ulus” sorununu hem de yurttaşların kendi “ulus”una “milliyet”ine ya da diğer sadakat odaklarına karşı duygularını politik gündemin en ön sıralarına yerleştirmiştir (Hobsbawm, 2006: 103, 106). Modern devletin tebaası üzerindeki iktidarını sağlamlaştırması ve yurttaşlarını homojenleştirme politikaları yanında, şiddet araçlarını kendi tekeline alması, geleneksel siyasi yapılardan kopuşu ifade eder. Devletler, bir yandan devlet dışı şiddet formlarını devre dışı bırakmaya çalışırken, yeni şiddet form ve mekanizmaları yaratmaktan da geri durmadılar. Dışarıya karşı verilen savaşlar için daha iyi seferber olurken, yasal polis gücü ve diğer devlet organları sayesinde iç barışı sağlama yanında, homojen ve itaatkâr bir ulus yaratma yoluna da gittiler. Devlet organları sadece kaba kuvvet değil sembolik şiddet de uygulayarak çalışıyordu. Bunlar ulusları, eğitim sistemleri, toplumsal yardımlar, dini sınıflamalar, IQ testleri, suç kayıtları ve devlet güdümlü etnik damgalamalar vasıtasıyla terbiye ettiler. Bugün ulus denilen siyasi ve kültürel olarak bütünleşmiş topluluklar, büyük ölçüde bu tür devletlerin yükselişi sırasında onaya çıktı (Calhoun, 2009: 92). Bu nedenle ulusallık, modern devletlerin belirgin bir özelliği olarak öne çıkmaktadır. Bu ulusallığa bağlı olarak modern devletin gösterdiği özellikler, ulusa atfedilen özelliklerle açıklanarak, vatan, dil ve kültür birliğinin modern devletin temel niteliği olduğu öne sürülmüştür (Doğan, 1997: 156). 74 Ulusun üniter bir yapı olarak kabulü, modern devletin yükselişiyle birlikte gelen yapısal değişiklikler sayesinde mümkün olabildi. Daha önceki siyasi yapılar, kesin sınırlarla ayrılmadığı gibi, iç bütünleşmeyi ve homojenleşmeyi de teşvik etmiyordu. Feodalite’de olduğu gibi, imparatorluklar da, tebaalarını vergiye bağlasalar ve farklı tebaaları arasındaki etkileşimi teşvik etseler de, kültürel homojenlik sağlamaya çalışmazlardı. Modern devletler ise sınırları beklemekte, pasaport sormakta ve gümrük vergisi istemektedirler. İçeride, kendilerinden önceki siyasi yapılardan kalma yarı özerk bölgeleri, idari olarak bütünleştirdiler. Böylece bu bölgelerde sadece vergiler toplamakla kalınmamış, yollar yapılmış, okullar açılmış ve kitle iletişim sistemleri kurulmuştur. Ulaşım ve iletişim altyapılarındaki ilerlemelerle, bürokrasi ve bilgi yönetim sistemlerindeki gelişmelerin bir sonucu olarak devletin gücü, ülkenin en ücra köşesinde bile, başkentteki kadar etkin biçimde hissedilir hale geldi. Aslında bütün bunlar geniş çaplı toplumsal ilişkilerdeki genel bir gelişmenin bir parçası olup toplumsal yaşam, giderek daha fazla oranda, ilişkileri doğrudan etkileşim alanından çıkaran pazarlar, iletişim teknolojileri, bürokrasi gibi çeşitli biçimlerde aracılar üzerinden yürütülmeye başlandı (Calhoun, 2009: 93-94). Bu nedenle bürokrasi ve kapitalizm ikizi olarak modern devletin, hızlı sosyal modernleşmenin en etkin aracı olarak ortaya çıktığı (Habermas, 2001: 80) söylenebilir. 3. MİLLİYETÇİLİK VE DİN Ulus konusunda olduğu gibi milliyetçilik hakkında da bir belirsizlik ve kavram karmaşası var. Araştırmacılar milliyetçiliği farklı toplumsal kültürel olaylarla ilişkilendirdikleri veya farklı yer ve zamanlardaki milliyetçilikleri araştırdıkları için bir araya getirilmesi mümkün olmayan farklı tanımlamalarda bulunmuşlardır. Milliyetçilik, bazen bir duygu veya ideoloji bazen de kültürel veya siyasi bir olay olarak görülmüştür. İlkçiler ulusta olduğu gibi milliyetçiliği etnisiteye vurgu yaparak açıklarken, modernistler sosyo-kültürel alanda yaşanan değişimleri ön plan çıkararak milliyetçiliği açıklamaya çalışmışlardır. 75 Anderson, çok boyutluluğu ve sahip olduğu farklı anlamlardan dolayı milliyetçilik üzerinde çalışan teorisyenleri, şu üç paradoksun şaşırttığını hatta kızdıra geldiğini belirtmiştir; 1. Ulusların, sosyal bilimcilerin gözündeki nesnel modernliği karşısında milliyetçilerin gözünde sahip oldukları öznel kadimlik. 2. Sosyo-kültürel bir kavram olarak milliyetin biçimsel evrenselliği (“modern dünyada tıpkı kadının ya da erkeğin bir cinsiyete sahip olması gibi, herkes bir milliyete "sahip olabilir, olmalıdır ve olacaktır”) karşısında kavramın somut tezahürlerinin tikel olması. 3. Milliyetçiliklerin, siyasal güçleriyle karşılaştırıldığında ortaya çıkan felsefi zayıflıkları, hatta tutarsızlıkları (Anderson, 2004: 19). Milliyetçilik kuramcılarının vurguladığı bütün unsurların, milliyetçi hareketlerin oluşmasına ve milliyetçi söylemin dolaşımına katkıda bulunmuşsa da hiçbiri milliyetçiliğin açıklanmasında tek başına yeterli değildir. Bu unsurlardan herhangi birini milliyetçiliği açıklayan ana değişken olarak görmek, indirgemeci bir yorum olur ve böyle bir yorum, milliyetçiliği başka bir şeye -muhtemelen de kendisinden daha küçük bir şeye- indirgeyerek, bütün milliyetçilikler için ortak bir açıklamayı engeller. Bu faktörler milliyetçiliğin farklı içeriklerini veya milliyetçilikle ilgili çeşitli süreçleri açıklamakla birlikte, ulusun formunu veya milliyetçi söylemin kendisini açıklamakta yetersiz kalır (Calhoun, 2009: 28-29). Tarihsel güzergâhların çokluğu, kavramların çok anlamlılığı ve akademik çalışmaları bölen paradigma çeşitliliği eklenince çeşitli anlamlar kazanan milliyetçilik, o kadar çok sayıda ve çeşitlilikte fenomene göndermede bulunuyor ki hiçbir anlam ifade edememe tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Milliyetçilik hem ideolojik, hem duygusal bir olgu, hem bir zihin durumu, hem de toplumsal bütünleşmenin bir türüdür. Milliyetçilik çift görünümlüdür. Hem kendini mutlaklaştırma eğiliminde olan bir tikelciliğin egemenliğindedir hem de az çok yozlaşmış bir evrenselcilikten yana gözükür ve çoğunlukla da bu ikisi arasındaki gerilim etrafında şekillenir (Zawadzki, 2010: 210). 76 Calhoun’a göre milliyetçilik, tek bir genel kuramla açıklanamayacak kadar karmaşık bir doğaya sahiptir. Çeşitli milliyetçiliklerin içeriğini, büyük ölçüde tarihten gelen kendine özgü kültürel gelenekler, liderlerin yaratıcı eylemleri ve uluslararası düzendeki tesadüfî durumlar belirler. Milliyetçiliğin, modern dünyanın temel söylemsel oluşumu olarak sürekli ve yeniden üretimine yol açan unsurlar ise daha genel kuramsal terimlerle teşhis edilebilir. Bunlar milliyetçi söylemin tüm karakteristiklerini veya sonuçlarını açıklayamasa da, milliyetçiliğin niçin var olduğunu ve önemini koruduğunu anlamaya yardımcı olabilir (Calhoun, 2009: 171). Smith’e göre, milliyetçilik ifadesi şu anlamlarda birkaç şekilde kullanılmaktadır: 1. Ulus ve ulus-devleti kurma ve idame ettirme süreci. 2. Bir ulusa ait olma bilinci ve ulusun güvenlik ve refahıyla ilgili duygulara sahip olmak: Smith bu kullanım şekliyle ilgili olarak, millî ideoloji veya doktrine sahip olmadan yüksek düzeyde bir millî bilinç sergileyen bir nüfus bulmanın mümkün olduğunu belirtir. Bunun aksine, millî bilinç ya da hissiyatı olmayan nüfuslar arasında da milliyetçi ideolojiler ve hareketler görülebilir; nüfusun küçük bir kesiminde ortaya çıkar ama geniş kesimlerinde hiçbir yankı uyandırmazlar. 3. Ulus ve rolüne ilişkin bir dil ve sembolizm: Entelektüellerin rollerinin ağır bastığı seçkin bir görüngü olarak başlar. Ancak milliyetçi ideoloji ve millî hissiyatla aynı değildir. Bir dil ve sembolizm olarak milliyetçilik, ideolojik milliyetçilikten daha geniştir; çünkü sloganlar, fikirler, semboller ve seremoniler aracılığıyla bu ideolojiyi muhayyel bir nüfusun geniş kesimlerinin kitlesel duygularıyla bağlantılandırır. Millî semboller, gelenekler ve seremoniler milliyetçiliğin temel kavramlarını somutlaştırır, bütün topluluk mensupları için görünür kılar, bu soyut ideolojinin öğretilerini, topluluğun bütün tabakalarında derhal duygusal tepkiler uyandıran elle tutulur somut terimlerle ifade ederler. Seremoni ve sembolizm, milliyetçiliğin ideolojisi ile ulusa dair kavramları eklemleyerek ve onları elle tutulur kılarak tarihi ve kaderi olan soyut bir topluluğun devam edegelmesine yardımcı olur. 4. Uluslar ve millî iradeye ilişkin bir kültürel doktrin ile millî emellerin ve millî iradenin gerçekleşmesine dair reçeteleri içeren bir ideoloji, 5. Milletin amaçlarına ulaşmasını sağlayacak ve millî iradeyi gerçekleştirecek bir toplumsal ve siyasî hareket. 77 Smith, son iki kullanış şeklinin birbirinden ayrı alınamayacağını ama diğer yandan milliyetçi bir hareketin olmadığı yerde milliyetçi ideolojinin bulunabileceğini ve tartışılabileceğini kabul ettiğini belirtir. Milliyetçiliği, “hâl-i hazırda ya da potansiyel olarak bir ‘millet’i kuracağı bazı mensuplarınca farz edilen bir halk adına özerklik, birlik ve kimlik edinmek ve bunu sürdürmek için oluşturulan ideolojik bir hareket” olarak tanımlar (Smith, 2009: 120-127). Smith milliyetçiliğin kültürel boyutunu ön plana çıkarır. Ona göre milliyetçilik, eski dinî kültür tarzlarını ve ailevi eğitimi örten ya da onları yerinden eden tarihselci bir kültür ve eğitim biçimi olarak görülmelidir. Milliyetçilik, bir siyasî doktrin ve siyaset üslubu olmaktan ziyade tınısını yerküreye yaymış bir ideoloji, bir dil, mitoloji, sembolizm ve bilinç anlamında bir kültür biçimi olup ulus da anlam ve önceliği bu kültür biçimi tarafından önvarsayılan bir kimlik tipidir. Bu anlamda ulus ve milli kimlik, milliyetçiliğin ve taraftarlarının bir yaratısı olarak görülmelidir. Anlamı ve kutsallığı da milliyetçiler tarafından verilmiştir (Smith, 2009: 147). Gellner ise milliyetçiliğin siyasi boyutunu ön plana çıkarır. Ona göre milliyetçilik, siyasal birim ile ulusal birimin uyumunu öngören siyasal bir ilkedir. Milliyetçi duygu ya bu ilkenin çiğnenmesinin yarattığı öfkeden ya da onun gerçekleşmesinden duyulan tatminden kaynaklanır. Milliyetçi ilke çeşitli şekillerde çiğnenmiş olabilir. Bir devletin siyasal sınırı, söz konusu ulusun tüm üyelerini kapsamayabilir veya tüm ulusla birlikte bazı yabancıları da kapsayabilir ya da bu iki durumun aynı anda geçerli olması durumunda sınırlar aynı ulustan olanların tümünü içermediği gibi o ulustan olmayanları da içermiş demektir. Bununla birlikte bir ulus yabancılarla karışmadan, hiçbiri tek ulus-devlet iddiası taşıyamayan birden çok devletin içinde yaşayabilir. Buna rağmen milliyetçi duygu, genelde milliyetçi ilkenin çiğnenmesine karşı özel bir duyarlılık gösterir: Eğer siyasal birimin yöneticileri, yönetilenlerle aynı ulustan değillerse, bu durum, milliyetçiler açısından, siyasal törelerin kabullenilemeyecek bir şekilde çiğnendiği anlamına gelir. Bu durum, ya ulusal toprakların büyük bir imparatorluk tarafından yönetilmesi ya da yabancı bir grubun yerel hâkimiyet kurmasıyla gerçekleşir. Kısaca milliyetçilik, etnik sınırların siyasal sınırların ötesine taşmamasını ve özellikle bir devletin içindeki etnik sınırların iktidar sahipleriyle yönetilenleri birbirinden ayırmamasını öngören bir siyasal 78 meşruiyet kuramıdır (Gellner, 2008: 71). Gellner, ileri sürdüğü ilke doğrultusunda, var olan milliyetçiliklerden çok daha fazla potansiyel milliyetçilik olduğuna dikkat çeker. Ona göre başarılı olanların daha gerçek uluslar olduğu ve onların ulusçu fikirlerinin “yenilgiye uğramış” olanlarınkinden daha güçlü olduğu ileri sürülemez (Breuilly, 2008: 35). Gellner’ın milliyetçilik kuramında üç öğe ön plana çıkar: İlke, duygu ve hareket. Milliyetçi duygu, aynı ulustan ya da yabancıların hâkimiyetine karşı olanların tavırlarıyla nitelenir. Gellner, zımnen milliyetçiliğin bu üç veçhesinin birbirine eşlik ettiğini varsaymaktadır. Fakat bazen milliyetçi hareketler, milliyetçi duygunun yaygın bir biçimde tutunmasından önce oluşur. Bununla birlikte bir milliyetçi hareketin bulunmadığı durumda da bir ulusal kimlik anlayışı (milliyetçi duygu) mevcut olabilir. Milliyetçiliğin iki farklı görünümü olan duygular ve hareketler sadece birbirinden ayrılmakla kalmaz, birbirine ters düşüyor gibi de görünebilir. Ancak Gellner’a göre bu durumlarda milliyetçilikten söz edilemez (Breuilly, 2008: 46-47). Hroch’a göre milliyetçilik, ulusun değerlerini tüm değer ve çıkarlardan önemli gören bir bakış açısı gerektirir. Henüz ulus olamamış fakat bu çaba içerisinde olan hareketlere “milli hareketler” adını verir. Milliyetçilik de bu hareketler içerisinde gelişen milli bilinç türlerinden yalnızca biridir. Klasik bir milli hareketin programında farklı talepler dile getirilir. Bunlar oluşumunu tamamlamış uluslara göre oluşturulur. Söz konusu hedefler farklı durumlara göre değişiklik gösterse de genelde üç tane istek içerir: 1. Eğitimde, yönetimde ve ekonomik hayatta kullanılması gereken yerel dile dayalı bir milli kültürün oluşturulması. 2. Kendi eğitimli seçkinlerini ve girişimci sınıflarını da içeren bir toplumsal yapının oluşturulması. 3. Eşit sivil hakların ve kendi kendini yönetme hakkının elde edilmesi (Hroch, 1995: 65-67). Son yıllarda sosyal bilimciler arasında yaygın olan yaklaşıma göre milliyetçilik, yalnızca sıcak çatışmalarda kendini gösteren saldırgan bir ideoloji, 79 dönem dönem ortaya çıkan bir moda değildir. Milliyetçilik, her şeyden önce bilincimizi şekillendiren, dünyayı anlamlandırmamızı sağlayan bir söylem; başka bir deyişle, toplu kimliklerimizi belirleyen, günlük konuşmalarımızı, davranış ve tutumlarımızı yönlendiren bir görme ve yorumlama, bir algılama biçimidir (Özkırımlı, 2008: 15). Net bir tanımı yapılamasa da Calhoun’a göre milliyetçiliğin üç boyutu vardır. “Birincisi, bir söylem olarak milliyetçilik: Yani, dünyanın her yerinde insanları özlemlerini ulus ve ulusal kimlik bağlamında düşünmeye ve o çerçeve içine yerleştirmeye götüren kültürel anlayışın ve retoriğin üretimiyle belli ortam ve geleneklerdeki belli milliyetçi dil ve düşünce türlerinin üretimi. İkincisi, bir proje olarak milliyetçilik: Yani insanların ulus olarak algıladıkları toplulukların çıkarlarını, bir birleşim ya da tarihsel gelişme içinde, ya genellikle var olan bir devlete daha fazla katılarak ya da ulusal özerklik, bağımsızlık ve kendi kaderini tayin veya belirli toprak parçalarını birleştirme yoluyla ilerletmeye çalıştıkları, toplumsal hareketler ve devlet politikaları. Üçüncüsü, bir değerlendirme biçimi olarak milliyetçilik: Yani bir ulusun üstünlüğünü savunan siyasi ve kültürel ideolojiler, bunlar genellikle akımlarla ve devlet politikalarıyla özdeşleştirilir, ancak bu şart değildir. Bu üçüncü anlamıyla milliyetçiliğe ahlâkî bir yaptırım statüsü de verilmiş olur: Örneğin ulusal sınırlar devlet sınırları ile örtüşmelidir ya da bir ulusun üyeleri o ulusun ahlakî değerlerine uymak zorundadır, gibi. Milliyetçilik, bu ahlakî yaptırımlardan yola çıkarak sergilenen bazı davranışlar -etnik temizlik, ulusal arınma ideolojileri ve yabancı düşmanlığı gibi- vasıtasıyla bir ulusa aşırı sadakatle özdeşleştirilen bir hal alır” (Calhoun, 2009: 7-8). Milliyetçilik kavramı sürekli olarak bölünme eğilimindedir. Her zaman bir “iyi” bir de “kötü” milliyetçilik vardır; bir devlet ya da bir cemaat oluşturmaya çalışan ile boyun eğdirmeye, yok etmeye çalışan; hukuka başvuran ile kuvvete başvuran; diğer milliyetçiliklere tahammül gösteren, hatta onları onaylayıp aynı tarihsel perspektife dahil eden ile emperyalist ve ırkçı bir bakış açısıyla onları kökten dışlayan. Sevgi uyandıran ile nefret uyandıran. Özetle, milliyetçiliğin iç bölünmesini ayırmak “yurdu için ölmekten”, “vatanı için öldürmeye” geçişi ayırmak kadar zor 80 görünmektedir. Benzer terimlerin, eşanlamlıların ya da zıt anlamlıların çokluğu bunun dışavurumundan başka bir şey değildir (Balibar, 2007b: 64). Milliyetçiliğin yakın olduğu kavramlarla olan ilişki biçimini sorgulamak, anlamının biraz daha netleşmesine yardımcı olabilir. Bu bağlamda milliyetçilin en çok ilişkilendirildiği ve genellikle karıştırıldığı kavram “ırkçılık”tır. Gerçek bir toplumsal fenomen olarak ırkçılık, isim, deri rengi, dini ritüel gibi farklılık işaretlerinin etrafında eklemlenen ve korunma ya da toplumsal bünyeyi arılaştırma, “biz” kimliğini her türlü melezleşme, karışma ve istiladan koruma hayalinin zihinsel ürünleri olan söylemlerde, temsillerde ve şiddet, hor görme, hoşgörüsüzlük, aşağılama, sömürü vb. pratiklerde kayıtlıdır (Balibar, 2007a: 27-28). Milliyetçilik ve ırkçılık ilişkisinde ister zıtlaştırmak, ister birini diğerinin doğrusu kılmak için milliyetçilik, normal bir politika ve ideoloji, ırkçılık ise aşırı bir tutum ve ideoloji olarak belirir. Irkçılık, bütün milliyetçiliklerin tarihlerinin her anında belirgin değilse de, kurulabilmeleri için gerekli bir eğilimi temsil etmektedir. Milliyetçilikle ırkçılığın bu çakışma durumu, tarihsel olarak tartışmalı topraklar üzerine kurulu ulus-devletlerin nüfus hareketlerini kontrol etmeye ve hatta sınıfsal bölünmelerden üstün siyasal bir cemaat olarak “halk” kavramını üretmeye çabaladıkları durumlara bağlıdır (Balibar, 2007b: 73). Milliyetçiliğin tarihsel zemininde, milliyetçilikle ırkçılık arasında her zaman karşılıklılık vardır. Bu karşılıklılık kendini öncelikle, milliyetçiliğin gelişiminin ve devlet tarafından resmen kullanılmasının, uzlaşmazlıkları ve başka bir kökenden olana yapılan zulümleri modern anlamda ırkçılığa dönüştürmesi biçiminde gösterir. Irkçılık milliyetçiliğin bir dışavurumu olmayıp, sadece ona bir iç ektir. Milliyetçiliğe göre daha aşırı olmasına rağmen, onun inşası için her zaman gereklidir. Bununla birlikte, milliyetçiliğin ulus oluşumunun ya da toplumun ulusallaştırılması projesinin tamamlanması için hem gerekli olması hem yetersiz kalması gibi, ırkçılık da milliyetçiliğin projesini tamamlamakta her zaman yetersiz kalır (Balibar, 2007b: 73). Milliyetçiliğin etnik kimlikle ilişkisiyle ilgili olarak ise, 20. yüzyılın önde gelen milliyetçilik analizcilerinin çoğu, etnisiteyi vurgulayan önceki çalışmaları sorgulamışlardır. Kohn ve Seton-Watson etnik kimliği görmezden gelerek modern 81 siyaset, özellikle de meşruiyet kavramını ön plana çıkarırken, Hayes milliyetçiliği bir çeşit din olarak görmüştür. Kedourie, Alman Romantik iddialarının akıl dışılığını göstererek etniye dayalı milliyetçiliğin maskesini düşürmüştür. Gellner ise, modern anlamda uluslaşmaya hiç kalkışmayan ya da bu yolda çok az çaba gösteren etnik gruplar üzerinde durarak milliyetçiliğin arıziliğini göstermeye çalışmıştır. Bütün bunlar, etnisitenin uluslaşmada bir rolü olsa da, kendi başına yeterli olmadığını ima eder. Hobsbawm milliyetçiliği, oluşumunda etnisitenin etkili olduğu, ancak kökleri kültürde değil, ekonomi politikte yattığı için, yanlış bilinçlenmeye dayanan, ikinci sınıf bir siyasi hareket olarak değerlendirmiştir. Comaroff etnisitenin, milliyetçiliği açıklamak şöyle dursun, bir olgu olarak var olduğu ihtimalini bile çürütmeye çalışmıştır. Bu düşünürlerin tümü, milliyetçi ideologların ortaya attığı, etnik kimliklerin doğallığı-sürekliliği iddiasını kendi yollarından boşa çıkarmaya ve ayrıca milliyetçiliğin daha önceden var olan etnik kimlik ile açıklanabileceği fikrini de, sanayileşme, modernleşme, devletleşme, seçkinlerin siyasi çıkarları, vs. gibi alternatif açıklayıcı kavramlar geliştirerek çürütmeye çalışmışlardır. Buna karşı Smith, milliyetçilikle modern öncesi etnisite arasında, güçlü bir bağ olduğu fikrini ortaya atmıştır. Bir ideoloji ve siyasi hareket olarak milliyetçiliğin ancak geç 18. yüzyıla kadar gittiğini o da kabul eder, ama ulusların etnik köklerinin çok daha eskiye dayandığını öne sürer (Calhoun, 2009: 75-77). Walker Connor daha da ileri giderek milliyetçiliğin ortaya çıkışını etnik grubun bilinçlenmesi fenomeniyle açıklar. Ona göre etnik grup, özgüllüğünün bilincine vardığı ve kendi gelenek, âdet ve inançlarını başka grupların gösterdiği farklı gelenek, âdet ve inançlardan ayırt edebildiği ve onların karşısına yerleştirdiği zaman milliyetçi olur (Roger, 2008: 109). Calhoun’a göre, milliyetçilik, etnisite ve akrabalık, birbirinden farklı toplumsal dayanışma biçimleri olmakla birlikte, belli durumlarda değişen derecelerde örtüştükleri olur. Bazen karşılıklı olarak birbirini pekiştirirken, bazen de aralarındaki gerginlikler, birden fazla etnik gruptan oluşan toplumlarda daha geniş bir ulusal dayanışmanın ortaya çıkmasına engel oluşturur (Calhoun, 2009: 42). Milliyetçilik, küresel ölçekte zincirleme siyasi oluşumlara yol açan bir sosyotarihsel olgudur. Milliyetçilik hem ideoloji, hem hareket, hem de kurum olarak vücut bulur. Öte yandan milliyetçiliğin yayılması, bir milliyetçilikler hiyerarşisinin 82 oluşmasına yol açmıştır. Genelde milliyetçiliğin Avrupa’daki ilk tasarımlarıyla karşılaştırmalı olarak değerlendirilen yarı-Batılı, Batılı olmayan, kolonyal, postkolonyal, otoriter, totaliter, yeniden dirilişçi, fundamentalist ve faşist milliyetçilik gibi formlar bunlar arasında sıkça anılanlarıdır. Tabii bu karşılaştırmalar, Avrupa modelinin en sade ve temel paradigma olduğu varsayımına dayanmaktadır (Canefe, 2007: 7). Milliyetçiliği tanımlamaktaki zorluk ve diğer kavramlarla olan muğlâk ilişkisinden dolayı da, birçok milliyetçilik kuramcısı, milliyetçilikleri tipolojiler boyutunda ele alarak bu zorluğu aşmaya çalışmıştır. Teritoryal-etnik, siyasi-kültürel, etnik-sivil, Doğulu-Batılı sınıflandırmasına dayanan tipolojiler bunların başlıcalarıdır. Tabi bu kavramlar değişse de temelde ifade ettikleri anlam aynıdır. Bu doğrultuda Batı Avrupa milliyetçilikleri siyasi-sivil olarak nitelenirken, Doğu tarzı milliyetçilikler kültürel-etnik olarak değerlendirilmiştir. Smith’in tipolojisi teritoryal-etnik ayrımına dayanır: 1. Teritoryal milliyetçilikler: Ulus kavramı sivil ve teritoryal olan hareketlerdir. Kendi içinde bağımsızlık öncesi ve sonrası olmak üzere ikiye ayrılır. a) Bağımsızlık öncesi hareketler: Anti-sömürgeci milliyetçiliklerdir. Bunlar öncelikle yabancı yöneticileri kovmaya ve eski sömürge ülkeyi yeni bir ulus-devlet formunda ikame etmeye çalışacaklardır. b) Bağımsızlık sonrası hareketler: Entegrasyoncu/bütünleştirici milliyetçiliklerdir. Farklı etnilerden oluşan nüfusu yeni bir siyasî topluluk halinde bir araya getirmeye ve bütünleştirmeye çalışacak ve eski sömürge devletin dışında yeni bir “teritoryal ulus” yaratmaya çalışacaklardır. 2. Etnik milliyetçilikler: Ulus düşüncesi temelde etnik ve şecereci (jeneolojik) hareketlerdir. Bu milliyetçilik türü de kendi içinde bağımsızlık öncesi ve sonrası olmak üzere ikiye ayrılır. a) Bağımsızlık öncesi hareketler: Bunlar ayrılıkçı/diaspora milliyetçilikleridir. Daha büyük bir siyasî birimden ayrılmaya ve onun yerine yeni bir siyasî etno-ulus kurmaya çalışacaklardır. b) Bağımsızlık sonrası hareketler: İrredentist ve pan milliyetçiliklerdir. Etno-ulusun sınırlarının dışında bulunan etnik akrabaları ve onların yaşadıkları toprakları ilhak 83 etmek veya kültürel ve etnik bakımdan benzer etno-ulus devletlerin birliği yoluyla daha geniş bir etno-ulus devlet kurmak suretiyle genişlemeye çalışacaklardır (Smith, 2009: 133-134). Mann, milliyetçiliği, klasik bir biçimde, gerçek ya da yapay bir etnik grubun ahlaki, kültürel ve siyasi açılardan önceliğini (preeminence - primacy) savunan bir ideoloji olarak tanımlayarak bunun kültürel ve siyasi olmak üzere iki türü olduğunu belirtmiştir (Mann, 1992:137). Bu ayrım başka kuramcılarda farklı kavramlarla ifade edilmiştir. Tipolojiler arasında en fazla nüfuza sahip olan Hans Kohn’unkidir. Kohn milliyetçiliğin rasyonel ve kurumsal olan “Batılı” türünü, organik ve mistik olan “Doğulu” türünden ayırmıştır. Ona göre, ulusu aynı yönetim ve yasalar altında ortak bir ülkede yaşamakta olan insanların bir birliği olarak gören rasyonel ulus kavramı İngiltere, Fransa ve Amerika’da ortaya çıkmıştı. Bu milliyetçilik akılcı, iyimser ve çoğulcudur. 18. yüzyılın sonunda bu devletlerde iktidara gelen orta sınıfların bir ürünüydü. Doğu Avrupa’da ise önemli boyutta bir orta sınıf oluşmamıştı. Onun yerine Napolyon’a karşı direnişin ve devamındaki milliyetçiliklerin başını çeken, bir avuç entellektüel olmuştu. Bunlar iktidardan dışlanmış oldukları için milliyetçilikleri keskin ve otoriterdi. Kohn daha sonra Batılı tipi; Anglo-sakson ülkelerindekini “bireyci” ve Fransa’dakini “kolektivist” olmak üzere ikiye ayırır (Smith, 2009: 131; 2001: 42). Kohn, milliyetçiliği bir fikir ve öğreti olarak ele aldı. Entelektüeller üzerinde az durup milliyetçilik fikrini daha çok ulusal tarihlere bağladı. Milliyetçiliğin hem iyi hem kötü yanlarını ele aldı. Kohn’un bu algısı Batı ve Doğu ulusçuluğu arasında yaptığı etkili araştırmadan kaynaklanıyor. Batı ulusçuluğu ulus-devletler içinde oluştu. Bu devletleri liberalleştirmek ve demokratikleştirmek girişimi, ulusun yurttaşlardan oluşan bir topluluk olarak tanımlanmasına yol açtı. Doğu ulusçuluğu, alt-devletler ya da çok-uluslu devletler içinde oluşmuştu ve ulusal bağımsızlık dürtüsüne kapılarak, ulusa bir etnik grup ya da bir dil grubu olarak yaklaşıyordu (Breuilly,2008: 22). 84 Kohn’a göre, milliyetçilik, Batı Avrupa’da ve Avrupa haricindeki İngiliz kolonilerinde, ulus-devletin oluşumundan sonra ortaya çıkmış bir siyasi akımdır. Orta ve Doğu Avrupa ile Asya’da ise milliyetçilik, hem kronolojik açıdan Batı Avrupa’dakine göre daha geç ortaya çıkmış, hem de ortaya çıktığı andaki siyasi ve sosyal koşullar olgunlaşmamıştı. Bu yüzden kendini ilk olarak kültürel alanda ifade etmiştir. Batı Avrupa’daki ulusçuluk mevcut siyasi gerçeklik içinde ulusu yaratma çabasına yönelirken, Orta ve Doğu Avrupa’daki ulusçuluk kurgusal bir ulusa ideal bir anavatan bulma ve gelecekte bir gün bu kurgusal ulusun siyasi bağımsızlığını kazanma çabasına girişmiştir. Bu olgulara bağlı olarak, Batı’daki ulusçuluk vatandaşlığı sosyal ve siyasi bir temele oturturken, Doğu ulusçuluğu ve özellikle onun önde gelen temsilcisi olan Alman ulusçuluğu, akılcı unsurlara başvurmaksızın, vatandaşlığı doğal kabul edilen geleneksel kan ve statü bağlarıyla ilişkilendirmiştir (Kohn, 2008: 329-331). Tanımlama ve kavramsallaştırma sorununda da görüldüğü gibi milliyetçilik genel anlamda, yaygın bir yanlış bilinçlilik içindedir. Efsaneleri gerçeği alt üst etmiştir; gerçekte bir yüksek kültürü biçimlendirirken yerel halk kültürüne dayandığını iddia eder; gerçekte anonim bir kitle kültürünü inşa etmeye çalışırken eski yerel toplumu koruduğunu öne sürer. Milliyetçilik, kendini, herkesin erişebileceği belirgin ve açık bir ilke olarak görür. İnandırıcılığını ve zorlayıcı doğasını ise, ancak, şimdi bir araya getirebildiği fakat insanlığın çoğuna ve tarihe yabancı olan bir dizi özgün koşula borçludur. Sürekliliği telkin eder ve savunur; fakat varlığını, insanlık tarihindeki belirleyici bir kopuşa borçludur. Kültürel çeşitliliği telkin eder ve savunur ancak, hem içte hem de daha az da olsa siyasal birimler arasında türdeşliği zorla kabul ettirmeye çalışır. Bunlardan dolayı Gellner’a göre, kendi peygamberlerinin çalışmalarından milliyetçiliği anlamak mümkün değildir. Düşmanları üzerinde çalışarak daha fazla şey öğrenilebilir. Ancak her zaman Elie Kedourie gibi milliyetçiliğin açık bir düşmanına uyarak onu, rastlantısal olarak Avrupalı düşünürler tarafından ortaya atılmış bir ihtimal, göz ardı edilebilecek bir sapma olarak görmek de aynı derecede yanıltıcı olabilir. Milliyetçilik, ne eşyanın tabiatında, ne insanların kalplerinde ne de genel olarak toplumsal hayatın önkoşullarında yazılıdır. Süreklilik iddiası, milliyetçi öğretinin kendisini kanıt gerektirmeyen bir gerçek olarak sunmasından kaynaklanan bir yalandır. Fakat 85 milliyetçilik, milliyetçilerin ileri sürdükleri gibi bir öğreti değil, bir olgu olarak bir dizi toplumsal koşulun içinde vardır ve bu koşullar modern çağın koşullarıdır (Gellner, 2008: 217-218). Milliyetçiliği savunanlarla ona karşı çıkanların ortak yönleri de vardır. Bunların en önemlisi, her iki yaklaşımı savunanların da milliyetçiliğin doğallığını sorgulamadan kabullenmeleri, onun toplumsal hayatın vazgeçilmez bir parçası olarak algılamalarıdır. Milliyetçiliğe sempatiyle yaklaşanların çoğunluğunu tarihçiler oluşturur. Milliyetçi tarihçiler, geçmişi tarayarak belirli bir ulusun varlığını kanıtlayacak bulguları ortaya çıkarmaya çalışmış; bulamadıklarında yaratmış, milli kültürün temel öğelerini, örneğin gelenek ve görenekleri, sembolleri, törenleri keşfetmiş ya da tasarlamışlardı (Özkırımlı, 2008: 42-43). Milliyetçiliğe karşı çıkanlar tarafından ise milliyetçilik, ulusun çok yüzlü bir doğaya sahip olması nedeniyle, mantıken tutarsız ve çelişkili olmakla suçlanmıştır. Millîlik ölçütünün belirlenemezliği ile milliyetçilerin yazılarındaki bulanıklık, değişkenlik ve keyfi karakter; kültürel farklılık fikri gibi tekil milliyetçi önermelere saygıyla yaklaşıldığı yerlerde bile, ideolojinin inanılırlığını aşındırmıştır. Milliyetçiliğe yöneltilen bu entelektüel eleştiri kadar ahlaki suçlamalar da yapılmıştır. Buna göre halk, millî kimlik adına kendi özgürlüklerinden vazgeçmeyi ve başkalarının özgürlüklerini de sınırlandırmayı istemektedir; yutamadığı etnik, ırksal ve dinsel azınlıkların sivil ve dinsel haklarını çiğneme eğilimindedir. Batı’daki anayurdundan bütün dünyaya yayılan ulus ideali, özellikle de etnik ve dinî bakımdan karışıklıklar arz eden bölgelere nifak, istikrarsızlık, kavga ve terör getirmiştir. Ulusu her siyasî teşebbüsün nesnesi; millî kimliği de her insani değerin ölçütü yapan bir doktrin olarak milliyetçilik, Fransız Devrimi’nden bu yana, tek bir insanlık, tek bir dünya topluluğu ve ahlâkî birlik fikrine bütünüyle kafa tutmuştur. Milliyetçiliğe atfedilen bu kötü özelliklerin yanında; azınlıkların kültürlerini savunuyor oluşu, kayıp tarih ve edebiyatların kurtarıcısı olması, kültürel yenilenmelere ilham vermesi, kimlik krizine getirdiği çözüm, topluluğu ve toplumsal dayanışmayı meşrulaştırması, tirana karşı direnişin ilham kaynağı olması, halk egemenliği ve kolektif seferberlik ideali, hatta kendi gücüne dayalı bir ekonomik gelişmeye kaynaklık etmesi gibi olumlu etkilerinden de söz edilebilir (Smith, 2009: 36-38). 86 Bütün milliyetçilikler için kabul görebilecek genel bir tanım yapılamasa da milliyetçilik, bir toplum içerisindeki değişik kesim ve sınıflar için oldukça farklı sonuçlara sahip olan politikaların gerçekleştirilmesi için, genel ulusal toplumun desteğini seferber etmekte faydalanılabilecek bir duygu biçimi (Giddens, 2008: 288) olarak kabul edilebilir. Aynı şekilde milliyetçilik, genellikle bağımsız devlete geçiş amacı olan toplumsal hareketleri seferber etmekte de önemli bir rol oynamıştır. Ancak bu tür milliyetçilik biçimleri esas olarak sadece devlet gücünü arzulayan ve sonra da elde eden elitler tarafından beslenmeye meyilli olmuştur (Giddens, 2008: 354). Milliyetçilik, bütün siyasal çeşitliliğine rağmen kendisini tanınabilir kılan belirli özelliklere sahiptir. Milliyetçilikte her şeyden önce, bir kültürün homojenliği adına yönetmek söz konusudur. Daha özgül olan ikinci aşamada, siyasal kaynaklar kültürü daha da homojen hale getirmek için kullanılır. Milliyetçiliğin fiili bir program, hatta iktidarı fethetme ve meşrulaştırma aracı haline gelmesi işte burada başlar. Zira milliyetçiliğin en önemli vasıfları bu araçlarında ve çekim gücünde görülebilir. Bütün milliyetçilikler, bir iç veya dış düşman gösterirler, bir eylem planı geliştirebilmek için tarihi kendi işlerine geldiği gibi yorumlarlar ve propaganda aracılığıyla kitleleri seferber ederler (Delannoi, 1998: 33). Milliyetçilik homojen bir kültürel dünya inşa etmeye çalışır. Bu nedenle imparatorlukların yerel dillere, lehçelere, giyimlere, folklorlara ve giyimlere yönelik esnekliğini kozmopolitlik olarak yorumlar. Bu kozmopolitlik, milli birliği engelleyen bir karmaşa biçiminde değerlendirilir. Bu nedenle ulusal birlik amacıyla her çeşit bölgesel farklılıklar ve ayrıcalıklar reddedilerek (Yıldırım, 2006: 190) homojen bir yapı sağlanmaya çalışılır. Milliyetçiliğin doruğuna ise, “ötekileri” evlerinden zorla koparıp türdeş ulusal birimler yaratmak için başka yerlere nakletmenin aydın bir politika olarak görülmeye başlandığı zaman varılır. Bu, tarihte kaydedilen en duygusuz hareket değildir belki, ama ulusun kendi başına bir amaç olarak bireyin üstünde en kesin yüceltilmesi, insanların milliyetçilik putuna kitleler halinde feda edilmesi olduğu da muhakkaktır (Carr, 2007: 48-49). Dolayısıyla milliyetçilik farklı olan halkları birbirine bağlamanın başlıca ideolojik aracını sunduğundan, totaliter yönetimin seferber olduğu amaçlar milliyetçilikle ilgili olmak eğilimindedir. 87 Milliyetçilik totaliter doktrinlerin “total” yönünün temininde önemlidir; çünkü halkın köken efsanesini sağlayarak kendi “sembolik tarihi mahiyet”ini taşır, ama ayrıca halka, gelecekte çabalamak için ortak bir kader de sağlar (Giddens, 2008: 393). Milliyetçiliğin tanımı üzerinde olduğu gibi ilk olarak ne zaman ve nerede ortaya çıktığı üzerinde de fikir birliği sağlanamamıştır. Milliyetçiliğin doğuşunun net bir şekilde tespit edilebileceği, belirgin bir tarih, hatta sabit bir evre bile yoktur. Tarihçilerin, milliyetçiliğin, Polonya’nın ilk taksimatı sırasında (Lord Acton), Amerikan Devrimi (Benedict Anderson) veya İngiliz Devrimi (Hans Kohn) sırasında ya da Fichte’nin 1807 tarihli Alman Milletine Seslenişler’i ile (Kedourie) ortaya çıktığına ilişkin savları milliyetçiliğin doğuşu hakkında değil, sadece onların farklı milliyetçilik tanımları hakkında bir şeyler söylemektedir. Daha da önemlisi milliyetçiliğin ortaya çıkış zamanıyla ilgili tartışma, milliyetçiliğin dil ve sembolizm, bilinç ve iştiyak düzeyinde çok uzun sürmüş kuluçka dönemini ihmal etmiştir (Smith, 2009: 137). Bir ideoloji ve hareket olarak milliyetçiliğin yeni bir fenomen olduğu, başlangıcının on sekizinci yüzyıl sonu olduğu doğrudur, fakat etnik bağları aşan milli duyguların yükselişinin izlerini, birkaç Batı Avrupa devletinde, on beşinci ve on altıncı yüzyıllara dek sürmek mümkündür (Smith, 2002: 37). Milliyetçilik aslında 18. yüzyıl sonları ile daha sonrasının bir fenomenidir (Giddens, 2008: 163). Orta Çağ’ın sonlarında yükselişe geçmiş ve Westphalia anlaşmasıyla birlikte ivme kazanan milliyetçilik, 19. yüzyılda giderek artan bir hızla yayılmaya başlamıştır (Robertson, 2007a: 103). Milliyetçiliğin coğrafi sınırlarının genişlemesi, yalnız ulusların sayısının çoğalması anlamında değil, milliyetçilik düşüncesinin tohumlarının yeni ve bakir topraklarda da ekilmesi anlamındadır. Milliyetçilik, Batı Avrupa’da Hıristiyanlık, doğal hukuk ve seküler bireycilik gelenekleri ile beslenmiş topraklarda yetişmiştir (Carr, 2007: 47). 17. yüzyılda İngiltere’de, 18. yüzyılda ABD ve Fransa’da, 19. yüzyılda Almanya’da halkın siyasal katılımının giderek yaygınlaşması da milliyetçiliğin ortaya çıkmasına katkıda bulundu. 19. yüzyılda bütün Avrupa’ya egemen olan ulusların ulusal kurtuluş siyaseti, devrimci çalkantıların patlak vermesine ve kıta imparatorluklarının tarihe karışmasına yol açmıştır (Delannoi, 1998: 34). Milliyetçilik, bir zamanlar Karşı-Reformasyon’a bağlı olan, fakat artık onun 88 sürdürmediği bu çok etnili imparatorlukların çöküşüyle patlak vermiştir (Gellner, 1998: 12). Buna rağmen milliyetçilik, Avrupa içinde statüko ve barışın korunduğu 1815-1914 arasındaki uzun yüzyıl boyunca çok az kişiyi ve o da ara sıra ciddi teorik endişelere soktu (Anderson, 2001: 13). Carr, milliyetçiliğin ulusun bütün halkı kapsaması ile başladığını belirtir ve 19. yüzyılda biçimlenmeye başladığı şekliyle modern milliyetçiliğin kurucusunun, ulusun tek bir hükümdarın kişiliğinde ya da yönetici sınıfta somutlanmasını reddedip ulus ile halkı cesaretle özdeşleştiren Rousseau olduğunu iddia eder. Ona göre bu özdeşleştirme, Fransız ve Amerikan devrimlerinin her ikisinin de temel bir ilkesi oldu (Carr, 2007: 20). Hroch, on dokuzuncu yüzyılda ulus olma isteği taşıyan milli hareketlenmenin en erken başladığı ve en çok ilerleme kaydettiği bölgelerin, baskıcı rejimlerin egemenliği altında olanlar olduğunu belirterek milliyetçiliği bağımsızlık hareketleriyle değerlendirir. Bu bölgelerde etnik grup liderlerinin siyasi deneyim kazanma şansı olmamıştır. Ayrıca sorunları başka kanallardan çözme imkânları yoktur; siyasi alternatifler sınırlıdır. Bu durumda tek çareleri milliyetçi söyleme başvurmaktır (Özkırımlı, 2008: 205). Liah Greenfeld ise, milliyetçiliğin devletin yapısında meydana gelen değişmelere yanıt olarak geliştiğini düşünür. Milliyetçilik seçkinlere bu değişimi haklılaştırma ve otorite ile meşruiyetlerini sağlamlaştırma olanağı verir (Roger, 2008: 159). Anderson milliyetçiliğin iktidar ile ilişkilendirilmesini, resmi milliyetçilik olarak ifade eder ve bu milliyetçilik modelinin, devrimcilerin devlet kontrolünü başarılı bir şekilde ele geçirip, ilk kez devlet gücünü hayalleri doğrultusunda kullanabilecek bir konuma geldiklerinde önem kazandığını belirtir (Anderson, 2004: 179). Milliyetçilik 18. yüzyıldan itibaren zamana, siyasi rejimlere, iktisadi ve toplumsal yapılara göre farklılaşan bir modellenme ve uyarlanma süreci geçirdi. Bunun sonucunda, “hayali cemaat” tasavvur edilebilir bütün çağdaş toplumlara yayıldı (Anderson, 2004: 176). Milliyetçilik Avrupa’nın özgül koşullarında oluşmuş ve sömürgecilik faaliyetleriyle birlikte Doğu’ya da yayılmıştır. Hatta yakın zamana 89 kadar milliyetçilik, genellikle, Avrupa’nın dünyanın geri kalan kısmına verdiği en gösterişli hediyelerden biri olarak değerlendirilmiştir. Böyle bir değerlendirme yapılırken, 20. yüzyılda yaşanan ve dünyanın hemen her köşesini saran en büyük iki savaşın, Avrupa’nın kendi etnik milliyetçiliğini kontrol altına alamaması yüzünden çıktığı pek hatırlanmaz. Milliyetçilik, ister “iyi” ister “kötü” olsun, tamamıyla Avrupa’nın siyasi tarihinin bir ürünüdür (Chatterjee, 2002: 19). Milliyetçilikle ilgili bir diğer iddia da onun sömürgecilik faaliyetleri sonucunda ortaya çıktığıdır. Gellner milliyetçilik, sömürgeleşme, emperyalizm ve sömürgelikten kurtulma süreçleri arasında yakın bir bağ görür. Ona göre sanayileşme sonucu uluslaşan Batı Avrupa toplumu, hızlı bir sömürgecilik faaliyetine girmiştir. Buna göre, emperyalizm geçici olarak birbirine kenetlenmiş bir kabile sürüsü tarafından değil, gittikçe daha çok sanayi ve ticarete yönelen uluslar tarafından yürütülmüş ve tamamlanmıştı (Gellner, 2008: 121). Batı Avrupa toplumlarının ekonomik ve siyasi güçleri, diğer toplumlar tarafından onların ulus formunda yapılanmalarına yorulmuş, bu da Batılı milliyetçiliğin taklit edilmesine yol açmıştır. Chatterjee’ye göre sömürgeleştirilmiş toplumlarda milliyetçilik manevikültürel alanda başlar ve bu alandaki kendi egemenliğini, emperyalist güce karşı siyasi mücadelesine başlamadan çok daha önce yaratır. Ekonomi, devlet işleri, bilim ve teknolojiyle ilgili olan maddi alan, Batı’nın kendi üstünlüğünü ispatlamış ve Doğu’nun da boyun eğmiş olduğu alandır. O halde bu alandaki, Batı’nın üstünlüğü teslim edilmeli ve aynısı yapılmaya çalışılmalıdır. Çünkü sömürgeleştirilmiş halkların Batı’nın egemenliğini kırmaları için maddi hayatı düzenleyecek daha üstün teknikler öğrenmeleri ve bu teknikleri kendi kültürlerine yerleştirmeleri gerekmektedir. Ancak söz konusu proje gereği Batı, hayatın her alanında taklit edilemez; çünkü o takdirde Batı ile Doğu arasındaki temel ayrım kaybolacak ve ulusal kültürün öz varlığının kendisi tehdit edilecektir. Manevi alan, kültürel kimliğin özünü oluşturan işaretleri taşıyan bir alandır. Bu sebeple, Batı’nın maddi alandaki becerilerini taklit etmede kişi ne kadar başarılı olursa, kendi manevi kültürünün farklılığını muhafaza etme ihtiyacı da o denli fazla olmaktadır. Chatterjee’ye göre bu formül, Asya ve Afrika’daki sömürgecilik karşıtı milliyetçiliklerin temel özelliğidir. Çünkü milliyetçilik manevi alanı kendi egemenlik bölgesi olarak ilan eder ve 90 sömürgeci gücün bu alana müdahale etmesine imkân tanımaz. Milliyetçilik işte böyle bir çabadan doğar. Manevi sahada yer alan ve milliyetçiliğin kendi yolculuğu boyunca dönüştürdüğü alanların en önemlileri dil ve aileydi (Chatterjee, 2002: 22-27, 201-203). Milliyetçiliğin ortaya çıkış zamanı tam olarak tespit edilemese de modern bir olgu olduğu kesindir. O, devlet gücündeki değişim, uzun mesafeli ekonomik bağların artışı, yeni iletişim ve ulaşım imkânları ve yeni siyasi projelerle birlikte ortaya çıkmış bir kolektif kimlik oluşturma biçimidir. Bu durum, milliyetçilikle bağlantılı her şeyin yeni olduğu anlamına gelmez. Özgül milliyetçi kimlik ve projeler, uzun zamandır var olan etnik kimlikler, akrabalık ve cemaat ilişkileri ve atalara dayandırılan bir toprağa bağlılık üzerine inşa edilir. Bu tür milliyetçi kimlik ve projeler, kültürel içeriklerini, duygusal bağlılıklarını ve örgütsel güçlerini büyük ölçüde buralardan alır. Milliyetçilik yalnızca yakın tarihe ait olmakla kalmaz, aynı zamanda modern çağın belirleyici özelliklerinden biridir. Modern çağ, milliyetçilik söyleminin evrenselleşip, devletlerin somut güçleri ve idari kapasiteleriyle içice girdiği çağdır. Ancak milliyetçiliğin tutmasında, ulusal kimliklerin ve tüm milliyetçi söylemin, insanlara genellikle zaten hep varmış, çok eski ve hatta doğalmış gibi gelmesinin de payı vardır (Calhoun, 2009: 17, 41). Milliyetçiliğin modernliğine rağmen arkaik özellikler de taşımasından dolayı Nairn, hem ilericilik, hem gericiliğin milliyetçiliğin genetik yapısına işlendiğini belirtir. Bu durum milliyetçiliğin tarihsel açıdan varlık amacıydı: Toplumlar milliyetçiliği kullanarak belirli bir hedefe, örneğin sanayileşmeye, kalkınmaya yöneliyorlar, bunu ise geriye, kendi içlerine dönerek, geçmişte kalan mitleri, kahramanlık öykülerini canlandırarak yapıyorlardı (Özkırımlı, 2008: 114). Genellikle modernitenin bir ürünü olarak değerlendirilen milliyetçilik, bazen de modernitenin neden olduğu dış şoklara karşı toplumsal organizmanın gösterdiği bir bağışıklık reaksiyonu olarak görülmüştür (Roger, 2008: 48-9). Modernist işlevselci yaklaşıma egemen olan bu yargıya göre, geleneksel yapıların çöküşünün yarattığı sıkıntıları aşmak isteyen toplumlar yeni yapılar geliştirmeliydi. Toplum, kendini eskinin imajını örnek alarak yeniden oluşturmalıydı. Ancak milliyetçilik gibi kolektif ideolojiler geçiş sürecinin doğurduğu sıkıntıları, acıları azaltabilir, istikrarı 91 ve yeniden bütünleşmeyi sağlayabilirdi. Milliyetçiliğin, kriz dönemlerinde ortaya çıkmasının nedeni de buydu (Smith, 1983: 49-50). İnsanlar sadece kendi kültürlerinin sağlanmasına adanmış siyasal birimlerle yaşayabileceğinden, Batı’da liberal tüketim toplumunun oluşmasını sağlayan sosyoekonomik süreçler, aynı zamanda milliyetçiliği de doğurmuştur. Diğer bir ifadeyle Batı’da modernliğin ortaya çıkışına milliyetçilik eşlik etmiştir (Gellner, 1998: 225). Buna bağlı olarak milliyetçi paradigma kendisine ideolojik bir seleksiyon ilkesi temin etmişti. Bu ilke moderniteyi reddetmiyor, onu milliyetçi proje ile uyumlu hale getirmeye çalışıyordu (Chatterjee, 2002: 203-204). Modern dönemdeki gücü ve etkisine rağmen ideolojik sahnedeki tek aktör milliyetçilik değildir. İnsanların, milliyetçi olsunlar ya da olmasınlar, din, geleneksel kurumlar, iktisadi gelişme zorunluluğu, evrensel hakikatin olabilirliği, ya da bunun tam tersi bir şekilde, göreceli yerel hakikatlerin geçerliliği ile ilgili belirli tutumları da vardır. Bu konularda takındıkları tavır farklı biçimlerde milliyetçilik ile uyum oluşturabileceği gibi aykırı da olabilir (Gellner, 1998: 8-9). Milliyetçiliğin din ile olan ilişkisi, genellikle dinlerin milliyetçilikleri engelleyip engellemediği yönünden ele alınmıştır. Dinlerin evrenselci tabiatları nedeniyle milliyetçiliği engellediği veya en azından geciktirdiği genel bir kanıdır. Diğer yandan, etnik kimliği, daha sonra milliyetçi harekete başvurabilecek şekilde, muhafaza edici işlevi de olduğu iddia edilmiştir. Buna göre, bir halkın genellikle dünya dinlerinden birine geçerek daha geniş kültürlerle, özellikle yazılı kültürlerle bağ kurması, bir etnik grubun daha sonra ulusa dönüşmekte ve buna uygun bir yapı kurmakta yardımına başvurabileceği avantajlar kazanmasına olanak tanır (Hobsbawm, 2006: 92). Din, milliyetçiliğin bir alternatifi olarak görülebileceği gibi, milliyetçiliği şiddetlendirdiği ya da tahammül edilemeyecek düzeye çıkardığı da söylenebilir (Gellner, 1998: 11-12). Her ne kadar milliyetçilik özünde laik bir ideoloji olsa da dinî milliyetçilikler yadırganmayacak bir hal almıştır. Kitlelerin dinî duygularına sıkça seslenen milliyetçiler, Sri Lanka, Ermenistan, Polonya ve İrlanda’da olduğu gibi, dinî topluluğun etnik topluluk dairesini tanımladığı yerlerde, ulusu dinî toplulukla 92 tanımlamışlardır (Smith, 2009: 84). Bu yerlerde, din ile milli bilinç arasındaki bağlar çok sıkıdır. Özellikle, milliyetçiliğin bir kitlesel güç haline geldiği yerlerde bu ilişki, bir azınlık ideolojisi ve aktivist hareketi aşamasında olduğu yerlerden daha yoğun görünmektedir (Hobsbawm, 2006: 89). Din, ulusun kendi üyelerinin bağlılığı üzerinde tekel kurmasına meydan okuyabilecek bir güç olarak, genellikle dini görüp ona ihtiyatla yaklaşan modern milliyetçilik açısından paradoksal bir çimentodur. Tek bir kabileye özgü dinler, modern milliyetlere göre çok küçük bir alanda etkin olup dışarı açılma çabalarına genellikle karşı çıkmışlardır. MÖ altıncı yüzyıl ile MS yedinci yüzyıl arasında ortaya çıkmış olan dünya dinleri ise, tanım gereği evrensel olduklarından etnik, dilsel, politik ve diğer farklardan uzak durmaya çalışmışlardır. İmparatorluk dönemindeki İspanyollar ile yerli halklar, bağımsızlıktan beri Paraguaylılar, Brezilyalılar ve Arjantinliler, Roma’nın aynı ölçüde sadık çocuklarıydı ve din nedeniyle kendilerini ayrı topluluklar olarak göremezlerdi. Bununla birlikte aynı dinden halklar, Rusların, Ukraynalıların ve Polonyalıların Ortodoks, Uniate ve Roma Katoliği olarak ayrılabilmeleri gibi, bazen etnik bir işaret olarak bir başka dini veya mezhebi seçebilirler (Hobsbawm, 2006: 89-90). Dinler, bazen kendilerini güçlendirecek bir etnik cemaate uyarlanırken bazen de etnik farklılıkların aşınmasına hizmet edebilir. Dünya dinleri, etnik sınırları aşmaya ve kaldırmaya çalışırken, belli etnik gruplar en dindar cemaatler haline gelirler. Hatta bu ilişki daha da yakın olabilip tümüyle dinî bir cemaat olarak yola çıkmış olan bir topluluk sonunda etnik bir cemaate varabilir. Bugün bile pek çok etnik azınlık güçlü dini bağ ve simgelerini muhafaza etmektedir. Kuzey İrlanda’daki Katolik ve Protestanlar, Lehler, Sırplar ve Hırvatlar, Maruniler, Sihler, Sri Lankalılar, Karenler ve İranlı Şiiler, kimlikleri dinsel farklılık ölçütüne dayanan sayısız etnik topluluktan birkaçıdır. İnsanlık tarihinin büyük bölümünde bu dinî ve etnik çifte kimlik, özdeş olmasa bile birbirlerine son derece yakın durmuşlardır (Smith, 2009: 21-22). Dinin etnik kimliklerin korunması noktasında etkisi olmakla birlikte, uluslar üstü özelliğe sahip dinlerin egemenliği, modern milliyetçiliğin geliştiği ülkelerde, dinsel-etnik kimliğe bazı sınırlar da dayatabilir. Bununla birlikte bu sınırlama 93 evrensel olmayıp, görüldüğü yerlerde bile genellikle söz konusu halkı bütün komşularından değil, yalnızca bir kısmından ayırır. Örneğin Litvanyalıları, Roma Katolik Kilisesi’ne bağlı olmaları nedeniyle Ortodoks Ruslar ile Beyaz Ruslardan ve Protestan Almanlar ile Letonyalılardan ayırırken, aynı derecede ateşli Katolikler olan Polonyalılardan ayırmaz. Diğer yandan, farklı dinlere geçmek iki farklı milliyet veya etnik kimlik yaratmaya da katkıda bulunabilir. Çünkü ortak bir kültür dilini paylaşan Hırvatları ve Sırpları bir birinden ayıran Katoliklikle yan ürünü olan Latin alfabesi ve Ortodokslukla yan ürünü olan Kril alfabesidir. Nihayet, ne kadar güçlü olursa olsun dinsel kimliğin başlı başına milliyetçiliğe benzer bir anlam yüklenip yüklenmediği tartışmalıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi, çeşitli dinsel toplulukların bazı açılardan özerk ve kendi kendini yöneten birimler olarak üstün bir otoritenin egemenliğinde bir arada yaşadıkları, farklı etnik ve dini kimliklere sahip devlet modeline artık rastlanmaz; çünkü modern eğilim din ile milliyetçiliği birleştirme yönündedir (Hobsbawm, 2006: 90-91). Modern öncesi dönemde milliyetçiliğin yönünü din belirlerken, bu ilişki biçimi modern dönemde tersine döner. Modernleşmeye paralel bir şekilde, dinin siyasi işlevinin ortadan kalkmasının veya azalmasının milliyetçiliklerin doğması ve yaygınlaşmasının en önemli sebeplerinden birisi olduğu yaygın bir kabuldür. Özellikle Batı Avrupa milliyetçiliklerinin, kilisenin dini tekeli ve siyasi yapılar üzerindeki otoritesinin kırılması sonrasında gelişmeye başladıkları farz edilir. Kuzey-Batı Avrupa’da Protestanlık, eğitime, Kutsal’a ve mesajına erişme hakkının eşitliğine, diğer bir ifadeyle ruhban sınıfın evrenselleşmesine yaptığı vurguyla, yüksek ve aşağı kültürler arasındaki uçurumu ortadan kaldırmış; bu sayede kapitalizme ve politik milliyetçiliğin erken dönemine bir zemin hazırlamıştır (Gellner, 1998: 65). Günlük dilin Protestanlar tarafından kullanılması, okuryazarların yaygınlaşması ve bireyin Kutsal’la doğrudan ilişkiye geçmesinin, milliyetçiliğin toplumsal profiliyle açık bir ilgisi vardır. İster Tanrı’yla, ister bürokrasiyle olsun, söz konusu ilişki sık ve doğrudansa, tek tipleştirilmiş ve anlaşılır bir kanunu gerektirir. Tanrı’yla veya memurla düzenli bir sözlü ilişki, ya da dinî pozisyonların tüm topluma yayılması, imtiyazların ortadan kaldırılması, 94 milliyetçiliğin bir kültür, devlet ve toplum ideali olarak ortaya çıkmasından bağımsız olamaz (Gellner, 1998: 234). Reformasyonun okuryazarlık ve kitaba bağlılık yönünde yaptığı baskı, tekelci rahipliğe saldırısı, bireyciliği ve hareketli kentli nüfusla olan bağları, onu milliyetçi döneme yol açan toplumsal özellik ve davranışların bir tür habercisi yapmıştır (Gellner, 2008: 119). Reformasyon, paradoksal bir şekilde, mesaja simetrik ve eşit bir şekilde ulaşmaya yaptığı vurguyla, mesajın evrenselliğini bir kez daha kesinleştirirken bir yandan da parçalanmanın köklerini içinde taşıyordu. Yerel lehçe ve okuryazarlığa yaptığı vurguyla yerel kültürlerin, diğer bir deyişle milliyetçiliğin gündeme gelmesine ve hatta kaçınılmaz bir şekilde otorite kazanmasına yol açtı. Yorumun özerkliğine verdiği önem, evrenselcilik karşısında göreceliğin yeşermesi için gerekli zemini hazırladı (Gellner, 1998: 75). Gellner, reformculuğun Batı Avrupa milliyetçiliklerinde oynadığı rolün benzerinin İslam dünyası için de geçerli olduğunu belirtir. Ona göre, Arap dünyasının ve diğer İslam ülkelerinin birçoğunun son yüzyıllık kültürel tarihi, büyük ölçüde reformculuğun ilerlemesi ve zaferiyle ilgilidir. Bu, kitaba bağlılık ve her şeyin üstünde ruhani simsarlığa, yani modern İslam öncesi çok göze çarpan insanla Tanrı arasına girmiş yerel aracılara karşı beslenen düşmanlıkla öne çıkan bir tür İslam Protestanlığıdır. Modern Arap ulusçuluğu ile ve İslam dünyasındaki diğer ulusçulukların tarihi bu akımın tarihinden ayrı düşünülemez (Gellner, 2008: 119). Gellner’ın ifadelerinde görüldüğü gibi, milliyetçilik dinin Protestanlaştırılması ile ilişkili olup, modern öncesi kutsal etnik seçilmişlik mitinin, modern dönemdeki laik muadili olarak belirir (Smith, 2009: 136). Batı Avrupa’da 18. yüzyıl yalnızca milliyetçiliğin doğum çağı değil, aynı zamanda dinsel düşünce tarzlarının da günbatımıdır. Aydınlanma çağı, seküler rasyonalizm çağı, beraberinde, kendi modern karanlığını da getirdi. Dinsel inançların geri çekilmesiyle, onların kısmen de olsa yatıştırdığı ıstırap ortadan kalkmadı. O halde modern dönemde gerekli olan; mukadderatı sürekliliğe, rastlantıyı anlama, dünyevi bir tarzda dönüştürecek yeni bir şeydi. Bu işi yapmaya çok az şey ulus kavramı kadar elverişliydi. Ulus-devletlerin yeni ve tarihsel oldukları yaygın olarak kabul edilmekle birlikte, genellikle siyasal ifadesi olma iddiasında oldukları ulusun ezeli bir 95 geçmişten gelip sınırsız bir geleceğe doğru kesintisizce ilerlediğine inanılır. Milliyetçiliğin büyüsü, rastlantıyı yazgıya dönüştürmesidir. Anderson, böyle söylerken bir yandan da 18. yüzyılın sonuna doğru milliyetçiliği üreten şeyin dinsel kesinliklerin aşınması olduğunu iddia etmediğini ekler. Ayrıca milliyetçiliğin tarihsel olarak dini aştığını da iddia etmediğini belirtme gereği duyar. Onun iddiası, milliyetçiliğin bilinçli olarak benimsenmiş siyasal ideolojilerle ilişkilendirilerek değil, kendisini önceleyen ve onlardan kaynaklanmış olduğu büyük kültürel sistemlerle ilişkilendirilerek incelenmesi gerektiğidir (Anderson, 2004: 25-26). On sekizinci yüzyıl boyunca inanç ve dine yönelik kuşkuculuk ve özellikle de anti-klerikalizm, siyasal otorite ve toplumsal yapının dinsel temellerini zayıflatmışsa da, Fransız Devrimi’nden önce bu anlamda toplumsal ve siyasal bir dönüşümden söz etmek mümkün değildir. Fransız Devrimi, devletin meşruiyet temelini dinden ulusa dönüştüren kökten bir değişim olması sebebiyle ancien régime’den radikal bir kopuşu ifade eder. Devrim sonrasında, meşruiyetinin kaynağı milli irade olan bir siyaset ve toplum ortaya çıkmıştır. Yine de din ve milliyetçiliğin iki farklı toplumsal ve siyasal yapının çerçevesi olarak doğaları itibariyle birbirleriyle çatışması, yeni milliyetçi düzende dinin hiçbir yeri olamayacağı anlamına gelmiyordu. Artık toplumsal ve siyasal yapının meşruiyet kaynağı olma rolünü yitirmiş olan din, ancak milliyetçiliği güçlendiren bir unsur olarak kullanılabilirdi (Çitak, 2006: 145). 4. MİLLİYETÇİLİK DEVLET VE ULUS İLİŞKİLERİ Ulus-devletin oluşumu, temel bileşenleri olan bir devlet ve ulusun varlığını gerektirir. Fakat bir devlet ve bir ulusun varlığı ulus-devleti norm olarak gerekli kılmaz. Dolayısıyla devlet ve ulusun “ulus-devlet” şeklinde bir araya gelip bütünleşebilmesi için milliyetçilik, böyle bir rol üstlenerek, devreye girer. Milliyetçilik bir yandan devlet diğer yandan ulusla alışverişe girerek onların ulusdevlet olarak ortaya çıkmalarını sağlar. Milliyetçilik, ulus ve devlet eşzamanlı olarak ortaya çıkan olgular değildir. Ulus-devlet belli bir tarihsel aşamada belli ve bir coğrafi bölgede ortaya çıkan bazı 96 siyasi yapılanmaların evrimi sonucunda oluşmuş bir siyasi iktidar kurumu olma niteliği ve siyasi içeriğiyle genellikle ulus ve milliyetçilikten öncedir. Kurumsallaşan siyasi iktidar, ulus-devlet yapısı içinde örgütlendikten sonra, bir meşruiyet temeli olarak ulusu oluşturmuş milliyetçilik de bu temeli yaygınlaştıracak bir siyasi akım olarak ortaya çıkmıştır. Diğer bir ifadeyle bir düşünsel ve siyasi akım olarak milliyetçilik, ulus-devlet kurgusunun oluşturulmasında en önde gelen belirleyici etmendir. Ulus-devlet şeklinde örgütlenen siyasi iktidarın dayandığı meşruiyet ilkesi olan ulus kavramının içeriği, yüklendiği bu işlevi yerine getirebilecek biçimde, milliyetçilik akımı tarafından belirlenmektedir (Erözden, 2008: 44, 79). Çoğu milliyetçi hareket, ya tamamen yeni, özerk bir devlet kurma ya da devletin yabancı veya meşru olmayan güçler tarafından yönetildiği durumlarda, ulusun kendi yönetimini ele alması biçiminde, devletle ilgili talepler içerir. Devlet kurmanın mümkün olmadığı durumlarda, milliyetçiler, kurulan çok uluslu bir devlette özel bir tanınmayla da yetinebilir. Ancak milliyetçilik söylemi yalnızca ulusun devlete yönelik talepleri şeklinde ortaya çıkmayıp, aksi yönde bir ilişki de yaygındır. Nitekim 19. yüzyılda, Avrupa’da sadece her ulusun bir devleti hak ettiği değil, aynı zamanda her devletin de bir ulusu temsil etmesi gerektiği düşünülüyordu (Calhoun, 2009: 164). Her halükarda milliyetçilik gerek devlet oluşumunda, gerek bağımsızlık hareketlerinde, ulusla devlet arasında bir uyuşma sağlama çabasını zorlar (Calhoun, 2009: 172). Smith’e göre milliyetçilik, devletin değil ulusun ideolojisidir. Ulusu merkeze koyar ve dünya tarifi ile kolektif eyleme dair reçeteleri sadece ulus ve fertleriyle ilgilidir. Ulusların yalnızca kendi egemen devletlerine sahip olduklarında özgür olabilecekleri fikri ne zorunlu ne de evrenseldir. Daha sonraki kültürel milliyetçilerin yanı sıra ilk milliyetçiler de ulus için bir devlete sahip olunması meselesiyle özel olarak ilgilenmemişti. Ayrıca her milliyetçi hareket de kendi ulusunun bir devlete sahip olmasına öncelik tanımış değildir. Katalan, İskoç ve Flaman milliyetçilerinin çoğu çok-uluslu bir devlette her ne kadar aralarında tam bağımsızlık isteyen milliyetçiler olmuşsa da özerklik ve kültürel eşitlik meselesine tam bağımsızlıktan daha fazla ilgi göstermişlerdir. “Her ulusun kendi devletine sahip olması gerekir” genel geçer bir anlayış olmakla birlikte, milliyetçiliğin çekirdek doktrininden 97 çıkarsanacak bir zorunluluk değildir ve milliyetçiliğin esasında kültürel bir doktrin olduğunu veya daha doğrusu odağında kültürel bir doktrin olan siyasî bir ideoloji olduğunu anlatır. Bu kültürel doktrinin kendisi de yeni kavramların, dillerin ve sembollerin devreye sokulmasına bağlıdır. Milliyetçilik, bir ulusun özerklik, birlik, kimlik kazanmasına ve bunları idame ettirmesine yönelik ideolojik bir harekettir. Bu kavramların her biri, 17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa’da ortaya çıkan yeni felsefî, tarihî ve antropolojik dil veya söylemlerden türetilmiştir (Smith, 2009: 122). Siyasi bağımsızlığa sahip egemen bir devlet yapısının bulunduğu durumlarda, milliyetçiliğin hedefi, toplumsal türdeşlik adına, ulusu yaratmaktır. Henüz böylesi bir siyasi yapıyı kuramamış toplumlarda ise milliyetçilik, var olduğu iddia edilen bir ulus adına bağımsız ve egemen bir devleti kurmak ve ardından da bu devlet bünyesi içinde kendi ulusunu yaratmak amacına yönelir (Erözden, 2008: 101). Milliyetçiliğin ulus-devlet oluşumunda oynadığı rolü daha iyi analiz edebilmek için onun devlet ve ulusla olan ilişkisini ayrı ayrı irdelemek gerekir. 4.1. Milliyetçilik ve Ulus Milliyetçilik-ulus ilişkisi, bir gerçeklik olan ulus ile bir ideoloji olan milliyetçiliğin ilişkisidir. Ancak bu ilişki, birçok cevapsız soruyu barındırdığı için herkes tarafından çok farklı algılanır. Milliyetçi ideoloji ulusların varoluşunun zorunlu ya da koşullara bağlı bir yansıması mıdır? Yoksa uluslar mı “amaçlarına” ulaştıktan sonra dönüşmeleri pahasına milliyetçi ideolojilerden yola çıkılarak kurulur? Ulusun kendisi her şeyden önce bir “devlet” olarak mı, yoksa bir “toplum” olarak mı görülmelidir? (Balibar, 2007b: 63). Öncelikle ulus ve milliyetçilik arasında bir yoğunluk ve mizaç farkı olduğunun belirtilmesi gerekir. Bütün milliyetçilikler ulusa dayanmakla birlikte ulus, milliyetçiliği anlamada yegâne ölçüt olamaz. Milliyetçiliği tanımlamak ve tanımak, ulusu tanımlamak ve tanımaktan daha kolaydır. Tıpkı dinin ne olduğunun tanrının ne olduğundan daha iyi bilinebildiği gibi, milliyetçiliklerin ortak özellikleri ulusun evrensel biçiminden çok daha net bir şekilde görülebilir. Milliyetçilik, genellikle dinlerin ve dinsel bilgi biçimlerinin bazı özelliklerini taşıyan bir ideolojidir. Her 98 şeyden önce bir meşrulaştırma ve seferber etme aracı olan milliyetçilik, aynı zamanda kişisel ve kolektif selamete dair bazı unsurlar da taşır. Liberalizmin aksine, bazı bakımlardan kutsal olana yakındır (Delannoi, 1998: 32). Milliyetçilik ve ulus ilişkisinde basite indirgeyici iki eğilimden sakınmak gerekir: Birincisi, sadece milliyetçiliğe atıfta bulunup ulusu kavranması imkânsız olarak gören eğilimdir. Bütün milliyetçilikleri aynı düzeye yerleştirip milliyetçiliği ulusal bir kültür adına uygulanan siyasal bir egemenlik olarak gören ve Anglosakson ülkelerde yaygın olan bu eğilim, 20. yüzyılın ideoloji tarihinde çok önemli bir yer tutan milliyetçiliğin aşırı biçimlerini açıklamakta yetersiz kalır. Nitekim Ernest Gellner Faşizm ve Nazizm konusunda bu durumu kabullenir. İkincisi, milliyetçilikleri ulustan kaynaklanan patolojik türevler olarak ele alarak ulusun iyi bir tanımını yapabilmek uğruna milliyetçiliği ulusa feda eden eğilimdir. Bu da, cumhuriyetçi geleneğe atıfta bulunan, milliyetçiliğin sadece ulusun iyi niyetli, yararlı rolünü şeytani bir role çeviren aşırı öfke ve hiddet olarak değerlendirildiği Fransa’da çok yaygın olan bir eğilimdir (Delannoi, 1998: 32). Ulus ve milliyetçilik, aralarında zorunlu bir ilişki bulunmasına rağmen, farklı anlamlara sahiptirler. Ulus ve milliyetçiliği birlikte ele alan pek çok karşılaştırmalı ve hatta kuramsal eser bulunmasına rağmen, bir ulus kuramı, aynı zamanda bir milliyetçilik kuramı olamaz. Ulus, yüzü devlete dönük, kurumsal bir boyuta sahip olup “ulus-devlet” kavramı da buradan türer. Milliyetçilik ise çoğu zaman kendine bir ulus arayan, fakat bazen bir ulustan -hiç değilse bir ulus-devlet biçiminde örgütlenmiş bir ulustan- yoksun olan ve/veya kendi grubunu diğer gruplara üstün kılmaya çalışan bir ideolojidir (bir “izm”dir). Bu nedenle milliyetçilik, siyasal ve kültürel bir kimliğe yaslanır. Milliyetçilik kuramlarıyla etnisite kuramları arasındaki benzerlik, ulus ve milliyetçilik kuramları arasında var olan benzerlikten daha güçlüdür (Jaffrelot, 2010: 26-27). Bununla birlikte milliyetçiliği uluslardan, ulusları da milliyetçilikten bağımsız ele almak mümkün değildir (Özkırımlı, 2008: 71). Giddens (2008: 159)’a göre, “ulus-devlet”, “ulus” ve “ulusçuluk” terimleri toplumsal bilimler ve tarihte aynı anlamdaymış gibi kullanılmalarına rağmen durum gerçekte böyle olmayıp farklı anlamlara sahiptirler. O, “milliyetçilik” ile asıl olarak bireylerin, bir politik düzenin üyeleri arasındaki toplumsallığı vurgulayan semboller 99 ve inançlar dizisiyle ilişkisi anlamında psikolojik bir olayı kasteder. Milliyetçilik duyguları, halkların devletlerarasındaki gerçek dağılımıyla sıklıkla çakışsa ve modern devletleri yönetenler genellikle bu tür duyguları mümkün olan her yerde teşvik etse de bunlar arasında her zaman açık bir bağlantı yoktur. “Ulus” kavramıyla da hem dâhili devlet ve hem de diğer devletler tarafından tepkisel olarak gözetilen, üniter bir yönetime konu olan ve açıkça belirlenmiş bir bölge içerisinde var olan bir ortaklığı kasteder. Hem ulus hem de milliyetçilik modern devletlerin belirgin özellikleridir ve aralarında rastlantısal olmanın ötesinde bir bağ vardır. Giddens ayrıca, en azından modern biçiminde, tersine durum daha problemli ise de, uluslar oluşmadan milliyetçilik olamayacağını iddia eder. Onun bu yaklaşımı ilkçilerin tavrını yansıtır. Çünkü ilkçiler ulusun doğallığını savunarak onu milliyetçiliğe öncelemiş oluyorlardı. Modernist kurama göre ise uluslar, bir “inşa” süreci sonucunda oluşmuş olan “icat”lar olup, bu inşa işlemi milliyetçilik tarafından gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla milliyetçilik ulusların değil, tam aksine uluslar milliyetçiğin ürünüdürler. Modernistlere göre, milliyetçilik yalnız arızî ve mantıken kabul edilemeyen bir şey olmakla kalmaz; her milliyetçiliğin hedefi olan ulusun kendisi de yapay olup iktidarı elde etmeye veya siyasal mücadelenin meyvelerini toplamaya çalışan, sıfatı kendinden menkul milliyetçilerin ürünü olan bir kavram ve sosyal ve kültürel örgütlenme modelidir. Ulus sonradan icat edilen bir kategoridir; ne doğal, ne de tarihî bir köke sahiptir. Diğer taraftan, uluslar gibi ve milliyetçilik de modern olup milliyetçilerin özlem duyduğu geçmiş, efsanevîdir; güncel siyasal amaçlar için üretilmese de bu sadece milliyetçilerin ve takipçilerinin kafalarında mevcuttur. Tamamen modern bir kavram olan ulusun tarihi, milliyetçi başarı anından başlar ve bürokrasi, sekülarizasyon, devrim ve kapitalizm gibi modern süreçlerin ürünüdür (Smith, 2001: 34). Gellner’a göre, özlerinde taşıdıkları, ancak uzun süre ertelenmiş kaderlere sahip, doğal, tanrı vergisi insan sınıflamaları olarak uluslar birer mittir. Bazen önceden var olan kültürleri alıp onları ulusa dönüştüren milliyetçilik, bazen de ulusları kendi icat eder ve çoğu kez de önceden var olan kültürleri ortadan kaldırır. Milliyetçilik önceden var olan, tarihsel mirasın getirdiği çok sayıdaki kültürün 100 içinden bir seçim yapıyor ve çoğunlukla onları tamamen dönüştürüyor olsa bile bu kültürel zenginlikten yararlandığı yadsınamaz. Ölü diller yeniden canlandırılır, gelenek icat edilir, oldukça hayali, eskiye ait olduğu sanılan birtakım saf özellikler gündeme gelir. Ancak milliyetçi gayretlerin bu yaratıcı, hayalci ve olumlu anlamdaki icatçı yönü; onun, işleri oluruna bırakamayan Avrupalı düşünürler tarafından uydurulup, kendini idame edebilen siyasal toplulukların kanına zerk edilmese ortaya çıkamayacak, yapay ve ideolojik bir icat olduğu sonucuna yol açmaz. Milliyetçiliğin kullandığı kültürel parçalar ve yamalar çoğu kez gelişigüzel yaratılmış tarihsel icatlardır; ancak bundan, milliyetçilik ilkesinin kendisinin rastlantısal olduğu sonucu çıkmaz (Gellner, 2008: 128, 138). Uluslar, kısmen de olsa milliyetçilik tarafından kurulmuş oldukları için; milliyetçilik kavramı, siyasi süreçlerden önce, kültürel ya da toplumsal yapısal zeminlerde nesnelce tanımlanamaz. Uluslar, ancak, mensupları kendilerini söylemsel ulusal kimlik çerçevesi içinde anladıkları sürece var olurlar. Bunun yanı sıra, kimi üyelerinin, onun özgün ulusluğunun, özerkliğinin ve diğer haklarının başkaları nezdinde tanınması için verdiği mücadele sürecinde kalıba girerler. Uluslar ancak milliyetçilik bağlamında varlıklarını sürdürebilirler. Ulus, bir halk olmanın ne anlama geldiğini ve böyle tanımlanan insanların geniş dünya sistemi içine nasıl konumlandığını, özel bir kavrama biçimidir. Milliyetçi düşünme ve konuşma biçimi de ulusun inşasına yardımcı olur (Calhoun, 2009: 137). Aslında bir kültür doktrini, sembolik bir dil ve bilinç olarak milliyetçiliğin esas amacı kolektif kültürel kimliklerden veya kültürel uluslardan müteşekkil bir dünya yaratmaktır. Nüfusun hangi birimlerinin ve neden özellikle onların ulus haline gelmeye müsait olduğunu belirlememekle birlikte ulusların nerede ve ne zaman oluşacaklarının belirlenmesinde büyük bir rol oynar. Milliyetçilik bu noktada siyasî alana girer (Smith, 2009: 157). Milliyetçilik bir taraftan ulusu inşa ederken bir taraftan da ulusun meşruiyetini sağlar. Bunu da, dünyanın uluslara bölünmüş olduğunu, her ulusun kendi karakteri ve yazgısı olduğunu; bireyin ilk bağlılığının kendi ulusuna olduğunu; ulusun tüm siyasal iktidarın kaynağı olduğunu; bireyin özgür olmak ve kendini gerçekleştirmek için bir ulusun üyesi olmak zorunda olduğunu; her ulusun özerk 101 olmak suretiyle kendi otantik doğasını ortaya koyması gerektiğini; ve barışçıl ve adil bir dünyanın ancak özerk uluslar üzerine inşa edilebileceğini ileri sürerek yapar. Her ne kadar bazı bileşenleri 16. ve 17. yüzyıllarda boy göstermişse de, milliyetçi ideolojinin bu çekirdek doktrini 18. yüzyılda, önce Avrupa ve sonra diğer yerlerde ortaya çıkmıştır. Avrupa ya da başka bir yerde 1500’den önce milliyetçilik bilinmiyordu ve bu yüzden, milliyetçiliğin temelini oluşturduğu modern kitlesel ulusa benzeyen herhangi bir şey muhtemelen tesadüfî ve nadirdi. Modern uluslar, dolaylı olarak bu milliyetçi ideolojiye taraftar olur ve sık sık çeşitli iddia ve pratiklerini desteklemek için bu ideolojinin unsurlarına başvurur (Smith, 2002: 58). Genel olarak ulusların, Batı Avrupa’da milliyetçilikten önce; diğer yerlerde ise milliyetçilikten sonra ortaya çıktıkları söylenebilir. 18. yüzyılda ideoloji, dil ve hissiyat olarak milliyetçiliğin doğuşundan önce, Batı Avrupa’da uluslar niyet ve amaçlar açısından elverişli bir durumdaydı. Batı dışında ise uluslar, kısmen sömürgecilikle de ilişkili olarak milliyetçiliğin yayılmasını takiben oluşmuşlardı. Batı Avrupa’da ulusların biçimlenmesi, büyük ölçüde planlanmamış bir gelişimdi. Batı dışında ise genellikle milliyetçi amaç ve hareketlerin sonucuydular. Batı, uluslara neredeyse tesadüfen vardı; dünyanın öteki yerlerinde ise uluslar tasarlanarak yaratıldılar (Smith, 2009: 157-158). 4.2. Milliyetçilik ve Devlet Ulus-devlet yapılanması milliyetçilik ile devlet arasında karşılıklı ve yoğun ilişkiler gerektirir. Dolayısıyla milliyetçiliği bir devlet bünyesinden ya da devlet oluşturma projesinden ayırmak mümkün değildir. Milliyetçilik, bir devlet kurma ya da mevcut devlet yapısını ulus-devlet haline dönüştürme projesi, yani siyasi bir hedefi olmadan bu sıfata layık bir akım sayılamaz. Milliyetçilik ilk olarak, İngiltere ve Fransa somut örneklerinde gözlemlenebileceği gibi, uzun bir tarihsel süreç içinde oluşmuş bir merkezi devlet yapısı içinde ortaya çıkmıştır. Bu haliyle milliyetçilik, mevcut siyasi yapının çerçevesi içinde kalan bireyler topluluğunu ulus olarak tanımlamaktadır. Diğer bir ifadeyle, “yurttaşlardan” oluşan “halk” “devlet”le 102 bütünleştirilmekte ve bu “halk”ın insanlığın geri kalanına nazaran bir “ulus” oluşturduğu kabul edilmektedir (Erözden, 2008: 98, 100). Wallerstein, milliyetçilik ve devlet ilişkisini araçsalcı bir bakış açısıyla değerlendirir. Ona göre devletlerarası sistemde devletlerin kaynaşma sorunları vardır. Devletler, egemen olarak tanındıktan sonra kendilerini iç parçalanma ve dış saldırı tehdidi altında bulurlar. Milli duygular geliştiği ölçüde bu tehditler de azalır. Devletin içindeki her çeşit alt-grup gibi, iktidardaki hükümetlerin de bu duygunun kışkırtılmasından çıkarları vardır. Devletin yasal gücünü kullanmakta fayda gören her grubun, devletin dışındaki ya da herhangi bir bölgesindeki gruplar karşısında çıkarlarını artırmak için, taleplerinin meşruiyetini sağlayacak milliyetçi duyguları kışkırtmaktan çıkarı vardır. Dahası, politikalarının etkisini artıran idari tekbiçimlilik devletlerin yararınadır. Milliyetçilik, devlet düzeyinde tekbiçimliliklerin dışavurumunun itici gücü ve sonucudur (Wallerstein, 2007a: 102). Milliyetçilik bir yandan mevcut devletin ulus-devlet formuna bürünmesini sağlarken aynı zamanda ulus-devleti de meşrulaştırır. Milliyetçiliğin, modern ulusdevleti meşrulaştıran bir araç haline gelmesinde, ideolojik referanslarla anlam kazanması belirleyici olmuştur. Çünkü ulus-devlet, oluşumu itibariyle bir inşâ sürecidir. İdeolojiler ise insanları, dünyalarının tarihsel olarak inşâ edilmiş olduğunu unutturacak süreçlerde yaşatabilme gücüne sahiptir. Bundan dolayı milliyetçilik ideolojisi, ulus-devletlerin yaşanılan dünyanın doğal haliymiş gibi algılanmasını sağlamıştır. Esas olarak, milliyetçiliğin duygusal tepkisel ve ideolojik bir güç, yani etkin bir siyasa olarak tarih sahnesindeki belirişi, Batılı toplumların ulus-devlet olma süreciyle eş zamanlıdır (Karakaş, 2006: 57). Milliyetçilik var olan devletleri ulus-devletleştirirken henüz devletin bulunmadığı durumlardaki rolü net değildir. Hobsbawm devlet öncesi milliyetçiliği ön-milliyetçilik olarak ifade ederek bunun, devletleri, milliyetleri ve ulusları oluşturmaya yetmeyeceğini savunur. Ona göre, devletli ya da devletsiz milli hareketlerin sayısı, günümüzün potansiyel ulus olma kriterleriyle bu tür hareketleri oluşturabilecek insan gruplarının sayısından çok daha az; ön-milli bağlardan ayırt edilmesi çok güç olacak bir şekilde birbirine ait olma duygusu taşıyan toplulukların sayısından ise kesinlikle daha azdır (Hobsbawm, 2006: 99). 103 Milliyetçilik ile devlet ilişkisinde hangi kavramın diğerini öncelediği ve belirmesini sağladığı konusuyla ilgili olarak, milliyetçiliğin daha çok devletler kurulduktan sonra ön plana çıktığı ve ulusların da genelde devletler tarafından kurulduğu (Özkırımlı, 2008: 270) hâkim kanıdır. Bu görüş genelde modernist kuramda yansıma bulur. Örneğin Gellner’a göre her toplum bir devlete sahip olmadığı için, milliyetçilik sorunu da devletsiz toplumlarda ortaya çıkmaz. Milliyetçilik, yalnızca devletin varlığının zaten bir veri olarak kabul gördüğü ortamlarda meydana çıkar. Tek başına yeterli olmamakla birlikte, siyasal merkezi birimlerin ve bu tür birimlerin veri kabul edilip normatif sayıldığı bir siyasal ahlak ikliminin varlığı, milliyetçiliğin gerekli bir koşuludur. Dolayısıyla, milliyetçilik sorunu da devlet olmadan ortaya çıkmamaktadır. Bu milliyetçilik sorununun tek tek tüm devletler için geçerli olduğu anlamına gelmez. Aksine, sorun ancak bazı devletlerde ortaya çıkmaktadır (Gellner, 2008: 74-76). Milliyetçilik mi devleti yaratır yoksa devlet mi milliyetçiliği? Bu sorunun herhangi bir cevabı bütün milliyetçilikler için geçerli olamaz. Devletlerin milliyetçilik sonrasında oluştuğu kabulü, devletin ortaya çıkmasını sağlayan diğer faktörlerin göz ardı edilmesine, dolayısıyla indirgemeciliğe neden olur. Çünkü devletler, sadece milliyetçi dürtüler sonucu ortaya çıkmamıştır. Bu durumda milliyetçiliğin devlet sonrasında ortaya çıktığı hatta bizzat devletin kendisi tarafından oluşturulduğu ihtimali daha baskındır. Devletler kuruluş dönemlerini müteakiben kurumsallaşmaya başlarken aynı zamanda meşruiyetlerinin temeli olacak bir ulusa ihtiyaç duyarlar. Milliyetçilik; eğitim, askerlik ve bürokrasi aygıtları ile çeşitli milli sembol ve törenler sayesinde devletin yurttaşlarını ulusa dönüştürür. Devletin yurttaşlarının çok kültürlü olması durumunda da, milliyetçilik türdeşleştirmenin sağlanması amacıyla devreye sokulur. Böylece milliyetçilik sayesinde homojen bir ulus-devlet yaratılmaya çalışılır. 4.3. Devlet ve Ulus Milliyetçilik ve devlet arasında olan tartışmanın aynısı devlet ve ulus ilişkisinde de geçerlidir. Buna göre bazen devletin çeşitli aygıtlar sayesinde ulusu 104 inşa ettiği farz edilirken bazen de ulusların çok eskiye dayanmaları nedeniyle devleti önceledikleri ileri sürülmüştür. Birinci varsayım modernist kuramda yansıma bulmuşken, ikincisi genelde ilkçilik ve kısmen de olsa etno-sembolcü kuramda kendine yer bulmuştur. İlkçi yaklaşım benimsendiğinde doğal olarak ulusun devletten önce geldiği de kabul edilmiş olacaktır. Bu durumda, ulus-devlet şeklinde ortaya çıkan siyasi yapılanmanın ulus için doğal bir yapılanma olduğu, ulusun siyasi bilincine ererek kendine ait bir siyasi yapılanma oluşturduğu da kabul edilmiş olur. Modernist tezin benimsenmesi halinde ise, ulus-devleti ilk oluşum aşamasında bir ulus temeline bağlama zorunluluğu ortadan kalkacaktır. Hatta modernleşme dinamiği sonucunda kaçınılmaz bir siyasi form olarak ortaya çıkan ulus-devlet, bir kez yapılandıktan sonra, kendisine bir sosyolojik temel arayacak ve bu arayış içinde “ulus”u kurgulayarak yaratacağı da ileri sürülebilir (Erözden, 2008: 60). Ulus-devletlerin “yeni” ve “tarihsel” oldukları yaygın olarak kabul edilmekle birlikte, genellikle siyasal ifadesi olma iddiasında oldukları ulusun ezeli bir geçmişten kaynaklandığına ve daha da önemlisi, sınırsız bir geleceğe doğru kesintisizce ilerlediğine inanılır (Anderson, 2004: 25). Gellner de devletsiz insan düşünülebileceğini, fakat ulusu olmayan bir insan düşünmenin çağdaş hayal gücünü çok daha fazla zorlamak olacağını belirterek ulusun devletten daha eski olduğunu ima eder. Ona göre ulusu olmayan bir insan bilinen kategorilere aykırı düşmekte ve tepki uyandırmaktadır. Bir ulusun üyesi olmak insanın doğuştan sahip olduğu bir özellik değildir, fakat zamanımızda öyle bir görünüme bürünmüştür (Gellner, 2008: 77). Ulus teriminin uzun tarihsel ömrüne ve devlet teriminden daha eski olmasına rağmen; tüm toplumu kapsar hale geldiği çağdaş kullanımında bir ulusu devlete gönderme yapmadan tanımlamak artık mümkün değildir (Schulze,2005: 99). Aslında ulus da devlet gibi evrensel bir zorunluluk olmayıp, ne uluslar ne de devletler her çağda ve her türlü koşulda var olurlar. Dahası uluslarla devletlerin olumsallığı aynı değildir. Milliyetçilik, ulusla devletin birbirinin nasibi olduğunu, biri olmadan diğerinin eksik kalacağını ve bunun da bir trajedi olduğunu savunur. Ancak birbirlerine yönelmeden önce, her birinin ortaya çıkması gerekmiştir ve ortaya 105 çıkışları da birbirinden bağımsız ve olumsaldır; yani devlet kesinlikle ulusun yardımı olmadan ortaya çıkmıştır. Bazı uluslar da kesinlikle kendi devletlerinin müdahalesi ve yardımı olmadan oluşmuştur. Modern anlamıyla normatif ulus düşüncesinin, devletin daha önceden var olmasını gerektirip gerektirmediği ise çok daha tartışmalıdır (Gellner, 2008: 77-78). Hobsbawm, devlet ve ulusun tarihsel önceliğiyle ilgili olarak, ulusun özgül ve tarihsel bakımdan yakın bir döneme ait olduğunu ileri sürer. Ulus, ancak belli bir modern teritoryal devletle, “ulus devlet”le, ilişkilendirildiği kadarıyla bir toplumsal birimdir; bununla ilişkilendirilmedikçe ulus ve milliyeti tartışmanın hiçbir yararı yoktur. Ona göre milliyetçilik uluslardan önce gelip; uluslar devletleri ve milliyetçilikleri yaratmaz, doğru olan bunun tam tersidir. Uluslar, devletin temelini oluşturmaktan daha çok, bir devletin kurulmasının sonucu olarak ortaya çıkarlar. Bütün özgül milli karakteristik özellikleri ve ulus olma kriterleri 18. yüzyılın sonundan itibaren yerleşiklik kazanan, aslında belirli bir devletin ve ülkenin kuruluşundan önce var olamayacak olan ulus-devletlerin açık örnekleri ABD ile Avustralya’dır. Buna rağmen ulusların ortaya çıkması için sadece devlet yeterli değildir. Uluslar, yalnızca özgül türde bir teritoryal devletin işlevleri ya da bir devlet kurma özlemi olarak değil, bunun yanı sıra, teknolojik ve ekonomik gelişmenin belirli bir aşaması bağlamında vardır. Bugün çoğu araştırmacı, konuşulan ya da yazılan standart milli dillerin matbaa, kitlesel okuryazarlık ve dolayısıyla kitlesel eğitimden önce ortaya çıkamayacağında hemfikirdir. Dolayısıyla uluslar ve çağrıştırdığı olgular politik, teknik, idari, ekonomik ve diğer koşullarla ihtiyaçlar çerçevesinde analiz edilmelidir (Hobsbawm, 2006: 24-25, 100). Hobsbawm’a göre, ya bir devlet olarak ya da bir devlet oluşturma özlemi içindeki insanlar topluluğu olarak modern uluslar, insanların tarihin çoğu bölümünde özdeşleştikleri ve değişik taleplerde bulundukları fiili topluluklardan büyüklük ve nitelik bakımından farklıdır. Bu, Benedict Anderson’ın ifadesiyle, bir “hayali cemaat”tir ve kuşkusuz gerçek insan toplulukları ve ilişkiler ağının gevşemesi, çözülüşü ya da ortadan kalkışının doğurduğu duygusal boşluğu doldurabilir. Ama gene de gerçek topluluklarını kaybetmiş olan insanların, niçin ulus gibi özgül tipte bir ikame varlığı tahayyül ettikleri sorusu gündemden çıkmaz. Bunun nedenlerinden 106 birisi, dünyanın pek çok köşesinde yer alan devletler ile milli hareketlerin, zaten var olan ve sanki potansiyel olarak da modern devletler ve uluslara uygun düşebilecek makro politik ölçekte etkili olabilen kolektif aidiyet duygularının bazı biçimlerini harekete geçirebilmesi olabilir. Hobsbawm bu bağları, “ön-milli” olarak adlandırır ve ikiye ayırır. İlk olarak, insanların yaşamlarının büyük kısmını geçirdikleri gerçek mekânları tanımlayan çizgileri aşan, yerel-üstü popüler kimlik biçimleri vardır. İkincisi, devletler ve kurumlarla daha doğrudan bağlantılı olan seçkin grupların sonradan genelleştirilebilecek, genişletilebilecek ve popülerleştirilebilecek politik bağları ve sözcük dağarcıkları vardır. Bunların modern ulusla ortak yanları biraz daha fazladır. Bununla birlikte ikisi de, haklı olarak, soylarının uzantısı olarak geçen modern milliyetçilikle özdeşleştirilemez; çünkü modern ulusun belirleyici kriterlerinden olan, belli bir teritoryal politik örgütlenme birimiyle hiçbir zorunlu ilişkileri yoktur (Hobsbawm, 2006: 65)
Modern dünyanın tarihine sistematik bir bakışla, bu konudaki yaygın kabulün tersine, devletin hemen hemen her örnekte ulustan sonra değil, önce geldiği görülebilir. Birçok bölgede, yeni egemen devletlerin kurulmasını talep eden milliyetçi hareketler, devletlerarası sistemin işlemeye başlamasından sonra ortaya çıkmıştır ve bu hareketler bazen amaçlarına ulaşmışlardır. Bu doğrultuda bu hareketlerin, çoğunlukla, daha önce yapılmış olan idari sınırlar içinde ortaya çıktıkları göz önünde bulundurulmalıdır. Bu nedenle, her ne kadar bağımsız değilse de, bir devletin bu hareketlerden önce geldiği söylenebilir. Ayrıca, devletin fiili kuruluşundan önce, ulusun bir ortak duygu olarak ne denli köklü olduğu da tartışmaya açıktır (Wallerstein, 2007a: 101). Alman romantik düşünürlerine göre, uluslar doğal oluşumlardır. Özlerini unutmuş, bir gerileme sürecine girmiş olsalar da eski doğal, otantik hallerine dönerler. Ulusu oluşturan bireyler kendi kaderlerini tayin edebilmelidir ve bir vatandaşlar bütünü olan ulus, kendi devletini kurabilmelidir (Özkırımlı, 2008: 40). Oysa ulus-devletin Avrupa’daki klasik örnekleri olan İngiltere ve Fransa’da olduğu gibi pek çok ülkede, devlet ulustan önce yer almıştır. Eski monarşiler etnik ya da ulusal sınırlar yerine dinsel veya karizmatik meşruiyet mekanizmaları ve zor üzerine kuruluydu. Bu monarşiler, ilerleyen zamanlardaki şekillerini, o zamanlarda henüz 107 var olmayan ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı aracılığıyla değil, fetih veya diğer hanedanlarla evlilik yoluyla aldılar. Bununla birlikte güçlenen ve bürokratikleşen devlet aygıtları, yerel yöneticilerin baskı altına alınması yoluyla, toplumsal ilişkilerin ve mali sistemin herkesi etkileyecek şekilde yasalarla düzene sokulması, ortak bir din için homojenliğin baskısı ve daha sonra yurt çapında bir eğitim sistemi ile zorunlu askerlik gibi uzun tarihsel süreçlerden geçerek çeşitli gruplardan bir ulus oluşturabildiler. Çok etnili toplumlarda, toplumsal bütünleşme ve ulus-devlet kurma dürtüsüne hız kazandırmak için gerekli kuvvet, ekonomik, toplumsal hizmet istihdamı gibi maddi teşvikler; dil politikası, eğitim sistemi, politika veya din gibi kültürel gereçler veya zorlama türünden yöntemlerle bizzat devlet aygıtından gelmiştir. Bu anlamdaki ulus inşası örneklerinin çoğu, toplumun içinden doğal yolla evrilen ulus-devletten ziyade, tepeden inme şekilde hükmünü sürdürür (Hippler, 2007: 15-16). Bugün herkes kimliğini bir devletin örgütsel birliğine borçlu olan millî toplumlarda yaşamaktadır. Ancak modern devletler modern anlamda uluslar doğmadan önce de vardı. Modern devletle modern ulus 18. yüzyılın sonlarına kadar bir ulus-devlet şeklinde kaynaşmamıştı. Tabii normal olarak hukuki ve siyasi bağlamlarda “ulus” ve “halk” eşanlamlı olarak kullanılır. Fakat “ulus” terimi “halk”tan farklı olarak, hukuki ve siyasi anlamları yanında ortak soy, kültür, tarih ve çoğunlukla da ortak bir dilin şekillendirdiği toplum anlamlarını da taşır. Bir devletin üyeleri belli bir hayat tarzı açısından bir “ulus”u oluşturur. Bu nedenle “ulus” kavramının aynı anda hem bir Volksnation’a (siyasal öncesi bir ulus), hem de bir Staatsnation’a (yasal yetkileri olan vatandaşların oluşturduğu bir ulus) işaret etmesi rastlantı değildir (Habermas, 2001: 80). Batı Avrupa’da ulusu yaratan devlet olmuşken, Doğu Avrupa’da devleti doğuran, ulus olmuştu (Schulze, 2005: 224). Çünkü Batı Avrupa’da devletler bir merkezileşme sonucu oluşmuş olup, ulus daha sonra milliyetçilik aygıtlarıyla yaratılmıştır. Doğu Avrupa’da ise devletler imparatorlukların dağılması sonucu ortaya çıkmışlarıdır. Bu devletler ulus bilinci oluştuktan sonra ortaya çıkmışlardır. Dolayısıyla devletlerin ulustan önce de var olmaları ve ulusu kendilerinin yaratmaları yaygın uygulama olmakla birlikte bir norm olarak kabul edilemez. 108 Önceleri devlet kurmak, ulus kurmaktan önce gelirken daha sonraki “ulusçu” aşamada, önceden kurulmuş olan bir ulusun var oluşu, o ulusa bir devlet kurmak adına külfetli ve genellikle kanlı teşebbüslerin gerekliliğini ve meşruiyetini de beraberinde getirdi. Fakat devlet kurmayla ulus inşa etme süreçleri genellikle birbiriyle örtüşmüştür. Örneğin eğitim sisteminin geliştirilmesi gibi devlet kurma sürecinin bazı yönleri, aynı zamanda o devletin nüfusu içinde bir ulus olma duygusunu yayma amacını da taşır. Yani bu duygunun zaten var olduğu farz edilmez; önce bu duygu oluşturulur ve karşılığında devlet kurmakla ilgili diğer özelliklere yönelinmesi ve bunların desteklenmesi beklenir (Poggi, 2008: 38). Ulusal bütünleşmenin ilerlemesinde ve buna bağlı olarak ulusal kimliklerin öne çıkmasında devlet oluşum süreçlerinin önemli payı vardır. Ulaşım ve iletişim altyapılarının iyileşmesi, pazar ilişkilerinin genişlemesi ve üretim örgütlenmelerinin yayılmasına paralel olarak devletin yönetme kapasitesindeki gelişme, bir ülkenin farklı bölgeleri arasındaki karşılıklı bağlantıları büyük ölçüde artırmıştır. Ancak bütün bunları yaparken, bir taraftan yarı özerk yerel örgütlenmelerin altını oymuş, bazen de çekişme halindeki ulus adaylarını bastırmıştır. Bunlar bir ülkenin, dil birliği de dâhil olmak üzere birliğini sağlamasında, daha yüksek iç kültürel ortaklık düzeyleri demektir. Kategorik kimlikler oluşurken, kültürel benzerlikler yakalanır (Calhoun, 2009: 172). Devlet kurma, beraberinde ulusların inşasını mümkün kılan; vatandaş ordularının kurulması, idari birliğin güçlenmesi, yol inşası, dilin standartlaşması, halk eğitim sistemleri, halkın siyasi katılımına fırsat sağlayan gelişmeler ve bir bilinç olarak ulusal kimliğin oluşmasına katkıda bulunan değişiklikleri de taşıyan birçok yenilik de getirmiştir. Ama devletler tek başlarına ulusları yaratamaz (Calhoun, 2009: 14-15). Çünkü bir devlete bağlı nüfus, devlet tarafından kendi üzerinde uygulanan kontrol mekanizması dışında bazı önemli ortak değerleri paylaşır. Bunların, siyasal temellerin yanı sıra, başka nedenlerle de farklı bir topluluk yapısı oluşturması beklenir: yalnızca bir nüfus değil, bir halk ya da bir ulus olmak (Poggi, 2008: 37). Bir siyasi hareket sonucunda, mevcut devlet yapısı değiştirilerek ya da yeni bir devlet kurularak ulus-devlet oluşturulduktan sonra, uluslaştırma süreci işletilmek 109 suretiyle, ulus yaratılmaya çalışılır. Bu çerçevede uluslaştırma, türdeş olmayan bireyleri türdeş kılma ve türdeş bir bütün içinde olduklarına inandırma çabası olarak tanımlanabilir (Erözden, 2008: 126). Dolayısıyla ulus inşasının en önemli öğesi, kendi topraklarını gerçekten kontrol edebilen işlevsel bir devlet aygıtının geliştirilmesidir. Devlet inşası, başarılı ulus inşası için vazgeçilmez olup, devlet aygıtını işler hale sokacak etkin bir mali sistem için bir finansal temel yaratılmasına, aynı zamanda etkin ve ülke çapında kabul edilmiş bir polis örgütü, hukuk sistemi ve yönetim aygıtının örgütlenmesine dayanır. Devlet, öncelikle toplumsal, etnik veya dinsel kimliğinden ziyade, “devlet” ve “ulus” kavramlarıyla kendini tanımlayan sadık vatandaşlara gereksinim duyar (Hippler, 2007: 14). Bu nedenle devletlerin ulus inşa etme politikalarında, popüler bir milliyetçi coşku ile kitle iletişimi, eğitim sistemi, idari düzenlemeler ve benzeri yollarla sistematik, hatta Makyavelci bir tarzda milliyetçi ideolojinin yaygınlaştırılması genellikle yan yanadır (Anderson, 2004: 129). 5. ULUS-DEVLET VE DİN Ulus-devlet, siyasi yapılanmanın modern biçimi olmasına rağmen modern devletten farklıdır. Bununla birlikte ulus-devlet genellikle modern devletin geliştiği bölgelerde ortaya çıkar. Modern devlet daha çok idari merkezileşme ve bürokratikleşme olarak belirirken ulus-devlet daha ileri bir dönüşümü gerektirir. Ulus ve milliyetçilik modern devletin varlığı için bir ön şart değilken ulus-devlet için bir zorunluluktur. Milliyetçilik, feodal yapının üzerinde gelişen modern devletin halklarını ulusa dönüştürme rolü görür. Dolayısıyla farklılıklarına rağmen ulusdevleti modern devletten bağımsız ele almak mümkün değildir. Ulus-devlet ilk olarak, Avrupa’da, feodal nitelikteki siyasi düzenden, merkezi devlet yapısına bağlı yeni bir siyasi düzene geçişte kurgulanmıştır (Erözden, 2008: 3). İlk olarak Fransız ve Amerikan devrimleri ile ortaya çıkan ulus-devlet devlet tipi tüm dünyaya yayıldı. Ulus-devletler hem kent devletlerine, hem de eski imparatorlukların modern mirasçılarına üstünlük kurdu. Ulus-devletin bu küresel zaferi öncelikle modern devletin avantajları sayesinde mümkün olmuştur (Habermas, 110 2001: 79). Zira merkezileşen modern devlet, egemen otoritesi altında ulusal kimlik inşasını kolaylaştırmak yoluyla bir ulusal rejim kurulmasına yardımcı olur. Bu meşrulaştırma, uzun vadede ulus-devlet yapılarınca iyice pekiştirilir (Canefe, 2007: 21). Ulus-devletin bir bütün olarak kendisini meşrulaştırmada kullandığı kavram ulus olmuştur. Bu doğrultuda, ulus-devlet, erkini ulus adına kullandığını iddia eden ve yarattığı zorlamayı bu gerekçeyle haklı gösteren bir iktidar türünün hem kavramsal, hem de aygıtsal görünümüdür (Erözden, 2008: 56). Ulus, ulus-devlette sadece üyelerinin toplamı olmakla yetinmediği gibi kendisini sadece kültürel değil, aynı zamanda siyasi bir varlık olarak da görür. Halkın oluşturduğu ulus, kimliğini devlet içinde bulur ve geliştirir; halk kendisini özgür bir şekilde ulus-devlet ortamında yönetip ve yabancı bir yönetimden bağımsız olabilir (Schulze, 2005: 195). 17. yüzyıl aydınlanma düşüncesi, ulus-devletin tarih sahnesine çıkmasını sağlayan Fransız Devrimi aktörlerinin entelektüel formasyonlarının oluşumuna katkıda bulunarak, ulus-devletin ortaya çıkmasında dolaylı bir rol oynamıştır. Fakat asıl etki Montesquieu ve Rousseau’dan gelmiştir. Ulus-devletin düşünülebilir olması için feodalitenin sürdürülmesinin üstyapısal kurumu olan kral devletin yadsınması gerekir. Aydınlanma düşünürleri, feodal sömürüye, soylu-avam ayrımına, feodal yapıdan kaynaklanan adaletsizliklere ve haksızlıklara, kraliyetin keyfi uygulamalarına ve baskılarına karşı çıkarak ve Ancien Regime’nin temel dayanağı olan kiliseyi yerden yere vurarak bu yıkım işlevini gerçekleştirmişlerdir. Ayrıca insanların felsefi eşitliğini dile getirerek ve toplumdaki tüm bireylerin yasalar önünde eşit yurttaşlar olduğunun altını çizerek toplumsal tabakalar üzerinde yükselen feodal düzenin anlamsızlığını ortaya koymuşlar ve monarşinin meşruluk temelini yıkarak cumhuriyetçilik anlayışının yeşermesine yol açmışlardır (Ağaoğulları, 2009: 351- 352). Ulusun eskililiğine bağlı olarak ulus-devletin de tarihin ilk dönemlerine kadar geri götürülebileceği varsayılır. Buna karşılık Zubaida, milliyetçilerin, ulus kavramı ve ulus-devlet denilen siyasi birimin tarihsel açıdan oldukça yeni olduğunu genellikle gözden kaçırdıklarını belirtir. Tarihteki devlet ve imparatorlukların çoğu, bünyesinde çeşitli etnik gruplar barındıran ve tek bir yöneticiye ya da yönetici zümreye bağlı olan adli-bürokratik-askeri yönetimlerdir. Geçmişte norm, tek etnik gruptan oluşan 111 ulus-devletler değil, birçok etnik grup barındıran siyasi yapılardı. Devletin tebaasının etnik olarak homojen olması şart değildi. Ne yöneticiler, ne de emirleri altındaki bürokratik personel kendi içinde etnik olarak türdeşti. Yöneticiler, genelde toplumla aynı etnik kökeni paylaşmıyorlardı. Üstelik yöneticiyle yönetilenin aynı etnik kökene sahip olması bile yönetenin koşulsuz desteklenmesine yetmiyordu. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nun devlet ve askeri kadrosu yalnızca Türklerden ve Müslümanlardan oluşmuyordu. Kafkas kökenliler, Arnavutlar, Kürtler de askeri ve idari kadrolar içinde yer alabiliyordu. Etnik Türkler yönetim tarafından kayırılmıyordu. Başka bir deyişle, yönetilenler ve yönetenler ya da köylüler ve askerler etnik veya ulusal özelliklere göre ayrılmıyordu. Bu tür siyasi yapılarda, kimlik ve bağlılık, etnik kökene endeksli değildi; döneme ve koşullara göre farklı öğelere ya da öğelerin bileşkesine dayanıyordu. Akrabalık ilişkileri, yaşanılan köy-kasaba-kent, mensup olunan din ya da tarikat, kimliklere temel oluşturan ve bağlılıkları etkileyen öğelerin yalnızca bazılarıydı. Çatışma ve savaşlar da bugünküler gibi değildi. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Kürtlerde olduğu gibi aynı etnik grubun üyeleri farklı beylerin buyruğu altında birbirleriyle savaşabiliyorlardı. Zubaida’ya göre, tarihte milli özün izlerini arayan milliyetçi ideologlar, bu gerçekleri ya görmezden geliyor ya da onları baskıcı rejimlerin uyguladığı politikalar sonucu ortaya çıkan sapmalar olarak yansıtıyorlardı (Zubaida, 1978: 54-55). Calhoun da ulusları çoğunlukla verili olarak düşünmeye eğilimli olduğumuzu belirtir. Kafamızda, bazılarının doğal yurtlarının dışında yaşadığını bilmemize rağmen, her biri kendi kültürel kimliğine ve kendi ülkesine sahip, farklı halklara bölünmüş bir dünya imgesi vardır. Seyahatler bu imgeyi pekiştirir; pasaport gösterir, göç kontrol noktalarından geçer, gümrük harcı öder ve milliyetimizi soran formlar doldururuz. Evimizde otururken bile, zihnimizdeki dünya haritasının temelini uluslar oluşturur. Bununla birlikte yerküre, bugünkü dünya haritalarında görmeye alıştığımız gibi, her ülkenin farklı bir renge boyandığı kırkyamalı bir bohça değildi. Ülkelerin keskin sınırlarının olduğu, kuşbakışı haritaların çizilmesi, modern bir uygulamadır. 17. ve özellikle de 18. yüzyıllardaki haritalar, dünyayı çoğunlukla muğlâk hatlar yerine gayet kesin sınırlarla düzgün bir biçimde bölünmüş toprak parçaları halinde gösteriyordu. Bu, yalnızca Aydınlanma çağının açıklık tutkusunu değil, dünyanın git gide daha çok Avrupa sömürgesine bölünmesiyle birlikte sınır kontrollerinin ve 112 devriyelerinin başlamasının da göstergesiydi. Bu dönüşümün temelinde, dünyanın, doğal olarak farklı ve her biri kendi devletiyle irtibatlı uluslara bölünmüş olduğu düşüncesi yatıyordu. Her şeyden önce giderek güçlenen Avrupa devletleri, siyasi ve askeri güçlerini arttırıp bu gücü, hem denetimleri altındaki toprakları birleştirmekte, hem de komşu ülkelere karşı sürekli bir hasımlık yaratmakta kullandılar. Yöneticilerin paralı askerler yerine vatandaş ordularını seferber ettikleri yerlerin halklarında, daha güçlü bir ortak kimlik ve komşularından farklılık duygusu uyanmaya başladı. İçerideki bu yeni birlik ve daha kesin sınırlar, haritacılığa da, milliyetçiliğe de yansıdı (Calhoun, 2009: 17-19). Matbaacılığın gelişimi, dilin ve 19. yüzyıldaki kitlesel okur-yazarlıkla birlikte diğer ulusal özelliklerin ülke içinde standartlaşmasını hızlandırdı. Yeni baskı sistemlerinin de yardımıyla haritaların daha kolay edinilebilir hale gelmesi, kişinin hem kendi ülkesine, hem de ülkesinin ulus-devletler sistemindeki yerine ilişkin gündelik bilincinin inşasında büyük bir rol oynamıştır. Haritaların birbirinden keskin sınırlarla ayırdığı ülkeler, siyasi, toplumsal ve kültürel yaratımlar olarak var olup dünyanın fiziki doğasında yerleri yoktur. Bu gerçek, ülkeleri gösteren siyasi bir haritayla, ulus-devlet sınırları yerine renkler ve başka araçlar kullanarak bitki örtüsünü, yağışları ya da yükseltiyi gösteren fizikî bir haritayı karşılaştırarak kolayca anlaşılabilir. Siyasi haritalardaki ülkeler, sınırlarını, izi sürülebilecek tarihi olaylar sonucunda kazanmışlardır. Tarihsel süreklilikleri yoktur; çok eski zamanlardan beri var olsalar da, değişebilirler. Buna rağmen, ulus-devletleri zaten hep varlarmış gibi dünyanın verili karakterinin bir parçasıymış gibi ele almaya yatkınlık gösteririz. Oysa yerküre sadece son iki yüz yıldır sözde eşit ulus-devletlerden oluşan bir dünya sistemi olarak yapılanmıştır. Daha önce çoğu yerel topluluk, şu anda bizim ait olduklarını düşündüğümüz birimlere göbekten bağlı ya da onun siyasi meseleleriyle yakından ilgili değillerdi. Yelpazenin öbür ucunda ise, siyasi yaşamı çoğu çağdaş devletin sınırlarının çok ötesindeki bir boyutta örgütleyen imparatorluklar bulunuyordu. Bugün bile, din gibi, ulus-devlet modeline oturmayan önemli kimlik ve dayanışma temelleri vardır. Ülkeler içinde, ortak ulusal kültür kavramının tuhaf kaçmasına yol açan önemli iç farklılıklar da vardır. Özellikle uluslararası göçün kazandığı yeni boyutla, artık birkaç tane ve birbirini kesen ulusal kimliği olan birçok insan bulunmaktadır (Calhoun, 2009: 22-24). 113 Geleneksel devlet yapısından ulus-devlet formuna geçiş, tarihsel, sosyal ve ideolojik bir dönüşüm sonucunda gerçekleşmiştir. Gellner, milliyetçiliğin görülmediği küçük birimlerin ve imparatorlukların dünyasından türdeş ulus-devletler dünyasına geçişte beş evre belirler: 1. Çıkış çizgisi: Etnik farklılıkların belirgin olmadığı ve etnisiteyle siyasi meşruluk arasında hiçbir bağın bulunmadığı evre. 2. Milliyetçi başkaldırı: Bu evrede var olan siyasi yapı ve sınırlar bir önceki evreden kalmadır; tek fark etnisitenin yavaş yavaş bir siyasi ilke olarak kendini göstermeye başlamasıdır. Artık eski sınırlar etnisitenin baskısı altındadır. 3. Milliyetçi başkaldırının zaferi ve kendi kendini yok edişi: Bu evrede çok etnili imparatorluklar çöker. Onlarla birlikte hanedanlıklara ve dine dayalı meşruiyet anlayışı da tarihin karanlıklarına gömülür. Milliyetçilik tek siyasi meşruiyet kaynağı haline gelir. Özdeşleşilen etnik grubun milli kaderini gerçekleştirme iddiasıyla yeni devletler kurulur. Ancak bu yeni kurulan devletler bünyelerinde, tıpkı kendilerinden önceki imparatorluklar gibi pek çok etnik azınlık barındırdıkları için kendi sonlarını getirecek tohumları da içlerinde taşırlar. 4. Gece ve sis (Nacht und Nebel): Bu evrede ahlâki ölçüler askıya alınır ve siyasicoğrafi birimler içinde etnik türdeşlik yaratmayı hedefleyen milliyetçilik ilkesi acımasızca uygulanır. Milliyetçiliğin gerekleri, özümseme gibi kabul edilebilir yöntemlerle değil, katliamlar ya da zorunlu göçler aracılığıyla yerine getirilmeye başlanır. 5. Endüstrileşme sonrası: Milliyetçiliğin gereklerinin büyük ölçüde yerine getirilmesi, genel refah düzeyinin artışı ve kültürel yakınlaşma, milliyetçiliğin eski şiddetini yitirmesine yol açar, ama milliyetçilik tamamen ortadan kalkmaz. Gellner’a göre milliyetçiliğin gelişme süreci genelde bu evreleri içermekle birlikte söz konusu süreç her yerde aynı şekilde yaşanmaz (Özkırımlı, 2008: 168- 170). Milliyetçilik öncesi dönemlerde kültürel heterojenlik bir kuraldı. Kişilerin kimlik referansları, toplumsal statüleri, dinlerini şekillendiren, dar ama tikellikler açısından zengin, yerel bir cemaate aidiyetti. Ulusal kimliklerin şekillenmesi, bu referanslar sistemini altüst etmiştir. Uyuşmazlığın egemen olduğu yerde birlik sağlandı ve sınırlar, kimliklerin üst üste yığıldığı veya süreklilik arz eden mekânlara 114 göre çizildi. Milliyetçilikler öncesi dönemde var olan kimlikler, bu dönüşüm esnasında bütünüyle yok olmadılar; fakat ulusal kimliğe tabi ikincil özellikler olarak yeniden tanımlandılar ve biçimlendirildiler. Kimlikler haritasındaki bu radikal değişim ulus denilen hayali cemaatlerin doğuşuna zemin hazırlamıştır. Yeni kimlikleri maddi ve simgesel düzeyde şekillendirmek, nüfusları harekete geçirme ve birleştirme gücüne sahip yeni referansları üretmek için devasa bir kültürel yaratım çalışması gerçekleştirmek gerekiyordu. Ulus ilkesini, siyasal bir güç ve yeni devlet örgütlerinin temeli haline getirmek için, bu kültürel yaratım kaçınılmaz olmuştur. Bu nedenle ulus-devletlerin ortaya çıkışı, birbirine bağlı siyasal ve kültürel süreçlerin ürünüdür (Thiesse, 2010: 151-152). 19. yüzyılın sonunda Avrupa’nın büyük kara imparatorlukları olan Osmanlılar, Romanoflar ve Habsburglar baştan sona karışıktılar; farklı toprakların, farklı dilsel ve idari sistemlere sahip olduğu evliliklerin sonucuydular. Devletler çoğu zaman, özellikle de dil politikaları aracılığıyla mülklerini meşrulaştırmaya çalışıyorlardı, ancak bunu yapmakta geç kalmışlardı. Çünkü uluslar kendi dillerini sistemli hale getirebildikleri ve kendi eğitim sistemlerini kurabildikleri için kendilerini koruyabiliyordu (Hall, 2008: 21). Bu durum onların bağımsız ulus-devlet olma taleplerinin meşruiyetini sağlamıştır. Ulus-devlet, imparatorluktan temel bir kopuşu ifade eder ve bu iki yapı bazı açılardan birbirinin zıddıdır. İmparatorluk çeşitlilik iken, ulus-devletler üniformadır. Eski geleneğin imparatorlukları genişlemekte hiç zorluk çekmiyordu; tüm yeni halklar, en azından teoride vatandaş olabiliyorlardı. Ulus-devletler ise dil coğrafyası ile sınırlıdır (Cooper, 2005: 76). Ulus-devlet aynı zamanda geleneksel devletin aksine, idari sahası kesin olarak bölgesel sınırlarına tekabül eden bir güç kabıdır. Bu tür idari yeteneklerin oluşması endüstrileşme ve şehirleşmenin birleşik etkileriyle doğrudan ilgilidir (Giddens, 2008: 229). Buna göre ulus-devlet, doğmakta olan endüstriyel toplum ve bu toplumun sorun ve çatışmalarını çözmek için gerekli ortamı sağlamak amacıyla geçen yüzyıl zorunlu olmuş, demokratik anayasalar ve kurumlar için gerekli koşulları sağlamıştır (Schulze, 2005: 312). Giddens, sanayileşme ve kapitalizm ile ulus-devlet arasında zorunlu bir ilişki görür. Ona göre kapitalizmin yayılması, 16. yüzyıldan bu yana yeni bir dünya 115 sisteminin pekiştirilmesi açısından son derece önemli bir yere sahiptir. Hem kapitalizm hem de sanayicilik ulus-devletin yükselişini etkilemiştir, fakat ulus-devlet sistemi, bunların mevcudiyetine indirgenerek açıklanamaz. Modern dünya kapitalizm, sanayicilik ve ulus-devlet sisteminin kesişmesi sayesinde şekillenmiştir (Giddens, 2008: 12). Dolayısıyla aynı zamanda sanayileşmemiş ve ulus-devlet olmayan bir kapitalist toplum yoktur. Buna bağlı olarak Giddens, kapitalist toplumların ortaya çıkışını, ulus devletlerin oluşmasıyla aynı döneme, 19. yüzyıl başlangıcı veya az sonrası ile tarihlendirir (Giddens, 2008: 183). Aslında ulus-devleti kapitalist gelişme sürecinin bir türevi olarak ele almak, sosyolojik yaklaşımın belirleyici özelliğidir denilebilir (Erözden, 2008: 7). Wallerstein ve Meyer da, farklı açılardan, ulus devletin iç toplumsal koşulların doğurduğu ihtiyaçları karşılamak için ortaya çıkmadığını gözler önüne sermeye çalışmışlardır. Wallerstein, ulus devletin daha çok, dünya çapında bir kapitalist ekonominin kristalleşmesi sonucu ortaya çıktığını göstermeye çalışmıştır (Robertson, 2007b: 275). Savaşın sanayileşmesinin de ulus devletin yükselişine eşlik eden ve ulus devlet sisteminin konumlanışını şekillendiren anahtar bir süreç olduğu kabul edilir (Giddens, 2008: 12). Özellikle Tilly, makro tarihsel Avrupa analizinde, bilhassa devlet inşasının bütünüyle savaşlara dayandığını göstermeye çalışmıştır. Ona göre, ulus-devletler milliyetçilik adına savaşmalarıyla değil, fiilen “savaşların ürünü” olmalarıyla tanımlanmalıdır. Çünkü savaşların maliyeti, hükümdarları, tebaalarından giderek artan meblağlarda vergi toplamaya ve bu yüzden de bir vergi sistemi kurarak yönetimi bölgelere ayırmaya sürüklemiştir. Bu süreç, ulus-devletlerin doğuşuna yol açmıştır (Jaffrelot, 2010: 28). Dolayısıyla devletlerin ve ulusların birliklerini sağlaması, uzun ve kendiliğindenlikle alakası olmayan bir süreç içinde olmuştur. Günümüzde demokratik olarak görülen devletler, tıpkı yeni devletler gibi çatışma tabanlıydılar. Yine şimdilerde doğal gibi gözüken ulusal kimlikler, sembolik çekişmelerin yanı sıra kültürel ve somut şiddetin ürünleridir (Calhoun, 2009: 117). Ulusal otonomi arzusu taşıyan her cemaat kendi egemen ulus-devletini kuracak güce sahip olmadığı gibi, ne milliyetçilik ne de egemen ulus-devletin otoritesi, doğal bir gelişim sonucu ortaya çıkan olgular değiller. Ulus-yaratma ve 116 devlet kurma süreçleri, siyasi, ekonomik ve kültürel bir dizi talep ve amacın, ortak yaşama isteği doğrultusunda bir araya gelmesinin sonucunda gelişmişlerdir. Tarihsel olarak ulusu ve ulus-devleti yaratan unsurlar; kentlerde gelişen orta sınıfların ekonomik faaliyet alanlarının sınırlarının çizilmesi, ortak bir siyaset, kültür ve ticaret alanının ortaya çıkması ve ulusun bütün bireylerini kapsayacak bir hukuk sisteminin yaratılmasıyla ortaya çıkmışlardır (Boztemur, 2006: 165). Diğer bir ifadeyle hiçbir ulus-devlet tamamen kendi başına bir doğal süreç içinde var olmamıştır. Avrupa devletleri idarelerini bir devletlerarası rekabet ağı içinde geliştirip pekiştirdiler. Bu rekabetler, hem iktisadi, hem de askeri ve diplomatik alanlarda yaşandı. Zamanla, erken modern dönemden 19. yüzyıla ve 20. yüzyıl başlarına doğru, imparatorluklar, yarı-özerk prenslikler ve özgür şehirler gibi eski siyasi yapılar, yerini daha standart bir sisteme bıraktı. Böylece dünya, her biri egemen ve şeklen eşit devletlere bölündü. İdealde, bu devletlerin her biri ayrı bir ulusu temsil ediyordu; “ulus-devlet” ismi böyle ortaya çıkmıştır (Calhoun, 2009: 163). Bir devletin ulus-devlet halinde oluşturulabileceği gerçeği, on dokuzuncu yüzyılın başlarına kadar bariz bir gerçek olmaktan uzaktı (Schulze, 2005: 195). Ulusdevlet, esas olarak Fransız İhtilalı sonrasında Batı’da toplumlar arası ilişkilerde yaşanan gelişmelere bağlı olarak gelişti ve temel özelliklerini bu dönemin şartları içinde kazandı (Coşkun, 1997: 9). Bu sürecin öncüleri olan Fransa ve İngiltere’nin ulusal devlet olma yolundaki ilerlemeleri, Batı Avrupa’daki diğer ülkelerin de ulus devletler olarak ortaya çıkmalarını çeşitli şekillerde etkilemiştir (Schulze, 2005: 201). Özellikle Fransızların vatandaşlığa ilişkin fikirleri, etnik olmaktan ziyade ağırlıkla siyasi bir anlam taşıdığı için Fransa, modern ulus-devlet oluşumunun başarı öyküsünü yazmış kabul edilir. Dağınık dukalıklar ve diğer feodal yönetimler, uzun bir süreç içerisinde, yeni ulus-devletin illeri oldular ve tek bir başşehirde yoğunlaşmış, etkinliği giderek artan merkezi bir iktidar yapısının içinde eridiler. Eğitim, ulaşım ve diğer alanlardaki devlet girişimleriyle birlikte ekonomik ve kültürel bütünleşmeyi pekiştirdi (Calhoun, 2009: 125). Ulus-devlet kavramının iki öğesi, devlet ve ulus, yöndeş fakat farklı tarihî süreçler olan modern devletlerin oluşumu ve modern ulusların inşasına gönderme yapıyor. Batı ve Kuzey Avrupa’daki klasik ulus-devletler mevcut teritoryal devletler 117 içinde evrilirken gecikmiş uluslar İtalya ve Almanya, o zaman Orta ve Doğu Avrupa’ya özgü hale gelen bir yol izliyordu: Burada devlet oluşumu, ortak dil, kültür ve tarihler etrafında berraklaşan bir ulusal bilincin izlerini takip ediyordu. Devlet ya da ulus inşası sürecini başlatan ve yürüten aktörlerin kategorileri önemli ölçüde farklıdır. Modern devletlerin oluşumu sürecinde esasen hukukçular, diplomatlar ve memurlar etkin bir bürokrasi inşa ederken, diğer tarafta kültürel bağlamlarda birleşen bir ulus projesinin yayımında ise yazarlar, tarihçiler ve gazeteciler, devlet adamlarının diplomatik ve askerî çabalarını haber veriyordu. Her halükârda bu gelişmelerin her ikisi de bugünkü normatif anayasal devlet anlayışını yaratan bağlamı sunan bu 19. yüzyıl Avrupa ulus-devletini sonuç veriyordu (Habermas, 2001: 82). 19 ve 20. yüzyıllardaki millî oluşumların, İngiltere, Fransa, İspanya ve bir ölçüde de Hollanda ile İsveç örneklerinden derin bir biçimde etkilenmesi, genellikle Batı Avrupa’daki millî oluşumlar sırasında bu ülkelerin sahip oldukları askerî ve ekonomik güce yorulur. 17 ve 18. yüzyıllarda büyük güçler olan bu devletler, bahtı yaver gitmeyenlerin taklit edecekleri birer model olarak görüldüler ve başarılarının anahtarı millî formatlarının eseri olarak değerlendirildi. İngiltere, Fransa ve bir ölçüde de İspanya örneklerinde bu arızi bir durum değildi. Bu ulusların gösterdikleri görece erken gelişme, idarî, ekonomik ve kültürel alanlardaki art arda gelen devrimlerle çakışmıştı (Smith, 2009: 99). Bu durum Batılı ulus devlet formunun Batı dışına ihracını kolaylaştırmıştır. Batının emperyalizm ve sömürgecilikle beraber gelen ekonomik, kültürel ve siyasi hâkimiyeti, Avrupa dışındaki ulusal kimliklerin inşası üzerinde inkâr edilemez bir etki yaratmıştır. Buna rağmen, Batılı ulus-devlet modelinin yayılması, Avrupa ile Avrupalı olmayan arasındaki ilişkinin, Avrupa’dan eski kolonilerine ya da çöken imparatorluklara uzanan bir el biçiminde, tek yönlü olduğu anlamına gelmez. Tam aksine, Batılı milliyetçilik formları aslen “içeriden olan” kadar “öteki”nin açıkça tanımlanması üzerine inşa edilen ve siyasi vatandaşları bu statüye sahip olmayanlardan kesinkes ayıran yapılardır. Bununla birlikte genellikle sosyal bilimler tarihçesinde, ulus-devlet kurma süreci, ulus olmaktan devlet olmaya doğru, Avrupa kökenli ulus-devlet modelinin izinde gerçekleşen bir evrimsel hareket olarak 118 görülmüştür. Bu yörünge algılaması, Batılılaşan ya da gelişmekte olan toplumların ideal ulusal demokrasiler haline gelecekleri iddiasına dayanır. Avrupalı olmayan ulus-devlet örneklerinin; dilsel ve kültürel benzerliklerle birbirine bağlı homojen bir halk, ortak bir tarih, etno-dinsel duyarlıklar, kolektif dayanışma ve paylaşılan bir ortak menfaat fikri gibi, Avrupa’nın ulus-devlet yapısının başlıca unsurlarını kopya ettikleri düşünülmektedir. Ne var ki, sömürgecilik ve imparatorluk sonrası milliyetçilik örneklerinde, Avrupalı ulus-devlet oluşumunun yörüngesindeki, ulus olma ve devlet olma, genellikle kolonyal coğrafi sınırların tasdikine dayalı bir devrimci sıçrama noktasına yönelmektedir. Bundan dolayı, Batı dışındaki devlet oluşum süreçlerini ulus-devletten ziyade bölgesel devlet kavramı daha iyi açıklamaktadır (Canafe, 2007: 10, 16). Ulus-devlet, nerede ve hangi koşullarda ortaya çıkarsa çıksın geleneksel devletler açısından temel olan şehir/kırsal kesim ilişkilerinin çözülmesini varsayar ve sınırla ilgili yüksek yoğunlukta idari düzenlemelerin ortaya çıkmasını gerektirir. Diğer ulus-devletler kompleksi içerisinde var olan ulus-devlet, işaretlenmiş sınırları olan bir bölge üzerinde bir idari tekel sürdüren; hükmü, kanun ile iç ve dış şiddet araçlarının kontrolü ile onaylanan bir kurumsal hükümet şekilleri dizisidir. Aslında bütün devletlerin teritoryal bir yönü vardır, fakat ulus-devletin ortaya çıkışından önce, devletin idari iktidarının, belirli teritoryal sınırlarla uyuşması pek mümkün değildi. Ulus-devletin hâkim olduğu çağdaysa bu neredeyse evrensel bir olgu halini alır. Dolayısıyla devletin merkezi idari aygıtının aynı anda her yerde bulunur olması, ancak ulus devletin ortaya çıkışıyla mümkün olmuştur (Giddens, 2008: 11, 71,137, 165). Devletin iktidar aygıtının her yerde aynı oranda hissedilebilmesi, ulusdevletin iki öğesi olan devlet ve ulusun sınırlarının çakışmasıyla mümkün olabilir. Her ikisinin de tarihi bir toprağa/ülkeye atıfta bulunduğu ve demokratik devletlerde halk egemenliğine başvurduğu düşünülürse, bu iki kavram arasında kimi çakışmalar bulunduğu inkâr edilemez. Ama modern devletler kendilerini, herhangi bir ulusun devleti olarak milli ve popüler tabirlerle meşrulaştırmak zorunda kaldıklarında bile, içerikleri ve odakları son derece farklıdır. Bugün çoğul devletlerin varlığı, devlet ile ulus arasındaki bu karşılıklı uyum eksikliğini göstermektedir. Kurallara bakılırsa, tek 119 bir etnik ve kültürel halkın bir devletin sınırları içinde ikamet etmesi ve bu devletin sınırlarının söz konusu etnik ve kültürel halkın sınırlarıyla örtüşmesi durumunda bir devlete tam anlamıyla ulus-devlet denilebilir. Tabi bu kural, kendi etnik ve kültürel halkının bir kısmı komşu ya da diğer devletlerde ikamet eden etnik açıdan homojen devletleri de dışarıda bırakacak bir kriterdir. Bu çerçeveden bakıldığında çok az ulusdevlet vardır ve Birleşmiş Milletler’e üye tüm devletlerin ancak yüzde onundan azı gerçek anlamda ulus-devlet olarak kabul edilebilir. Çünkü pek çok devlet yapı itibariyle çok-etnilidir ve birçoğu ciddi biçimde etnik çizgilerle bölünmüştür; bazıları çok sayıda belirgin etnik azınlığı içinde barındırırken, diğerleri iki ya da daha fazla büyük etniye ayrılmıştır. Burma, Endonezya, Malezya, Kenya, Nijerya, Belçika, Kanada ve Britanya bunlardan bazılarıdır. Bu nedenle kuruluşu eski Batı devletleri dahil çoğu devlet, bu anlamda birer ulus-devlet olmayı arzularken meşruiyet iddialarını, kendi sınırları içinde kalan etnik toplulukların başkaldırı tehditlerine açık olan bir siyasî birlik ve halk egemenliği tesisi isteğiyle sınırlama eğilimindedirler (Smith, 2002: 94; 2009: 33). Buna bağlı olarak, pratikte görülen ve Birleşmiş Milletler mensubu ulus-devletler ile teorideki ulus-devlet modeli arasındaki bariz uyuşmazlık, çok-etnili ve çok-uluslu toplumların birlik olmuş ve homojenleşebilmiş uluslar görüntüsü sergileyecek biçimde takiyeye girişmesine ya da açık seçik totaliter uygulamalara yönelmesine yol açmıştır (Canefe, 2007: . 19. yüzyılın egemen ulus-devlet fikri aslında bir çeşit mittir; çünkü modern dönemde millî kimlikler ile emperyal, sınıfsal, bölgesel ve dinsel kimlikler arasında gidiş gelişler olmuştur. Modern uluslar ve ulus-devletler en başından itibaren imparatorluklar, büyük dinler, devrimci enternasyonaller ve kapitalizm gibi ulusötesi kurumlarla ittifak veya çatışma içinde olmuşlardır. Bunun farkında olan devletler, bu türden tehditleri aşabilmek için farklı stratejiler geliştirdiler (Hutchinson, 2008: 90-91). Homojenleştirme politikaları her zaman bu stratejilerden biri olarak gündeme gelmiştir. Bu nedenle hem Avrupalı hem de post kolonyal milliyetçilik etnisiteyi, dini ve azınlık kimliğini ulusal bir yapı kurmanın önünde, aşılması gereken engeller olarak görür ve reddeder. Hâkim milliyetçi söylem dışındaki kimlikler, aşındırılması gereken tehlikeli bölünmeler olarak kabul edilir. Oysa Avrupalı olmayan eski dünya toplumları, sahip oldukları kozmopolit durumdan dolayı, her fırsatta eski ulusal homojenleştirme idealinden bahsetmek yerine, çok- 120 etnili veya çok-uluslu devletlerin sosyo-politik dinamiklerine daha çok ilgi göstermek durumundadırlar. Çünkü milliyetçilik tarihçelerinin açıkça gözler önüne serdiği üzere, kültürel homojenlik iddiası en iyi ihtimalle katı ütopik rejimlere, en kötü ihtimalle de sayısız iç savaşa ve kitlesel katliamlara yol açar (Canefe, 2007: 22). Buna rağmen Avrupalı olmayan toplumların hemen hepsinde, milliyetçi siyaset, azınlıkları ve etno-dinsel cemaatleri ulusal yapıya zorunlu olarak katılması gereken hedefler olarak görür. Fakat bir etno-dinsel cemaat içerisinde standart tanımlamanın öngördüğünden çok daha fazla çeşitlilik mevcuttur. Aynı şekilde ulusal egemenlik ilkesinin belirlediği modele uygun düşmeyen gruplar azınlık ya da çoğunluk, hâkim veya tabi konumda olabilirler ve tarihsel olarak var oldukları mekân, ev sahibi ülkenin çizdiği bölgesel sınırlarla üst üste çakışmayabilir ve ortadan ikiye, üçe bölünebilirler. Dahası, bu cemaatler ortak ırk, kültür veya dil ya da paylaşılan bir inançlar ve dini pratikler sistemi etrafında birleşmiş olsalar dahi alt kültür, ailesel bağlar, töreler, lehçeler, dini hizipleşme ve yöresel özellikler nedeniyle iç bölünmelere tabidirler (Canefe, 2007: 26). Ulus-devlet tasarımının her zaman için kültürel bütünleşme ve türdeşleşmeyi gerektirdiği farz edilmiştir. Ancak, dünya tarihinde homojen olarak ideal bir ulusdevleti bulmak neredeyse imkânsızdır. Birçok ülkede siyasal sınırlar, etnik, kültürel, dinsel ya da dilsel sınırlarla uyuşmaz, aksine onları keser. Siyasal sınırlar aynı dili konuşan toplulukları birbirinden ayırdığı gibi, farklı dil ve din gruplarını aynı toprak üzerinde birleştirebilir. Birçok devlet, birbirinden farklı pek çok topluluğu hukuk sistemi altında bulundurur (Boztemur, 2006: 166-167). Birden fazla ulusal grubun anayasal olarak bağlayıcı bir tanımdan yoksun olarak bir arada yaşadığı durumlarda, ulus-devlet bünyesinde marjinalleşmiş sosyal ve kültürel cemaatler, sıradan vatandaşlar statüsüne indirgenirler ve çoğunluğu teşkil eden ya da ulus-devlet içinde yaşama pratiklerine ayrıcalıklı gruplarla eşit bir noktadan başlamadıkları için de, devam edegelen bir şekilde bunun ceremesini çekerler (Canefe, 2007: 9). Heterojen toplumlarda ulus-devlet, uluslaştırma araçlarıyla kendi ulusunu yaratır. Böylelikle, olgu, teoriye uydurulmaya çalışılır. Ancak, uluslaştırma araçlarının da işlevsel sınırları vardır. Toplumsal yapısı üst düzeyde heterojen olan ya da uluslaştırma araçlarını yeterince etkin biçimde işletemeyen devletlerde, ulus 121 inşası başarıya ulaşamayabilir. Ayrıca uluslaştırma projesi, her gün uygulamaya konması gereken ve ara verilmeksizin uygulanması gereken bir projedir. Projenin uygulanmasındaki bir kesinti, daha önceki kazanımları da tehlikeye sokacak ve toplumsal türdeşliğin planlandığı gibi gerçekleşmesine engel olabilecektir. Bu belirtilen nedenlerle uluslaştırma işleminde uğranabilecek başarısızlık veya aksaklık, çeşitli ölçeklerdeki kültürel özerklik taleplerinden, silahlı mücadeleye varan siyasal ayrılık hareketlerine kadar geniş bir yelpazeye yayılan, farklı yan etkiler doğuracaktır (Erözden, 2008: 129). Pek çok modern ulus-devletin potansiyel olarak iç bölünme riski taşıması, homojen(leşmiş) bir siyasi cemaat öngören egemen ulus-devlet modelinin geçerlilik temellerini sarsmaktadır. Keza etnik temizlik, zoraki göç, nüfus mübadeleleri ile yerinden edilmeler ve benzeri insani felaketler çoğunlukla ulus-devlet modelinin doğal sonuçları olarak ortaya çıkar. Çünkü yabancılar dışarıda kalmadan, sınır çizilmeden, ne ulus-devlet ne de ulus-devlet temelli vatandaşlık bir anlam ifade edebilir. Bu yüzden kitlesel nüfus hareketleri, kültürel anlamda homojen bir vatandaşlık varsayımı üzerine kurulu ulus-devlet modeli için tehdit oluştururlar (Canefe, 2007: 6, 23, 79). Üçüncü dünya ülkelerinin bir kültürel bütünleşmeye sahip olamadıkları için gerçek anlamda birer ulus-devlet olarak kabul edilemeyecekleri ileri sürülmüştür (Hall, Ikenberry, 2005: 3). Gerçekte de farklılıkların silinmesi ile birliğin vurgulanması arasındaki ikili karşıtlık bizzat Avrupa’nın öncü ulus-devlet modeline has bir şey olup üçüncü dünya milliyetçiliklerinin bir keşfi değildir. Bir yandan siyasi cemaati tanımlayan ve sözleşme temelli olduğu varsayılan üyelik ve aidiyet konularına bireyci bakış açısında ısrar eden klasik Avrupalı ulus-devlet tasavvuru, diğer yandan rıza temelli siyasette grup kimliğine ya da çoğulcu anlamda mutabakata girmeye olanak tanımaz. Bu da sık sık kendini yenileyen bir azınlık tarihselliği sorununa neden olmuştur. Avrupa milliyetçiliklerinde resmiyete dökülmüş ötekilik biçimi telaffuz ve adlandırma yoluyla belirlenirken, ulus-devlet modelinin geldiği son noktada “öteki”, sistematik olarak tanınmayan ya da isimsiz bir form içerisine sokulmuştur. Mesela resmi ulusal tarihte, merkezi devlete karşı meydana gelen direniş hikâyelerine yer verilmez. Çatışmalı geçmiş dönemlerin üstü, ulusal 122 kahramanlara atfedilen zaferler ve anma günleri ile kapatılıverir. Kutlamalar fetih veya yeniden birleşme adına yapılır, yayılmacı girişimlerin verdiği zararın ifadesinden özenle kaçınılır. Bundan dolayı milliyetçi siyaset için azınlık kimliği, varlığı nadiren açıkça tanınmış ve hep kanayan bir yara olagelmiştir. Dolayısıyla, Avrupa kaynaklı egemen ulus-devletin icadı, yalnızca demokrasi ve liberalizmle değil, aynı zamanda mutabakat ve birlik adı altında tahammülsüzlük ve dışlamayla şekillenmiş bir siyasi kimliktir. Milliyetçiliğin biri çoğulcu ve uzlaşmacı diğeri özcü ve dışlayıcı olan iki yüzü, Avrupa kökenli ulus-devlet modelinin dört bir yana yayılmış uygulamalarında ortama bağlı olarak farklı şekiller almıştır (Canefe, 2007: 15). Homojenleştirme ve azınlık politikalarından dolayı, çoğulcu demokrasi ve ulus-devlet genellikle birbirleriyle ters orantılı olarak ilişkide bulunan iki olgu olarak değerlendirilir. Diğer bir ifadeyle, rejimin çoğulculuk katsayısının artması için ulusdevletin temel ilkelerine ve örgütlenme şekline ilişkin iki bağlamda yumuşamalar gerçekleştirmesinin gerekli olduğu düşünülür. Birincisi, ulusal üstü insan hakları koruma sistemlerine dâhil olmak yoluyla ulusal egemenlik ilkesinin mutlak tezahüründen gönüllü vazgeçmeye ilişkindir. İkinci bağlam ise, ulusal devletin en sık rastlanan örgütlenme biçimi olan üniter yapılanmayla bağlantılıdır. Bu tarzda örgütlenmiş devletlerin katı üniter anlayışı terk ederek, yerel-bölgesel ölçekli dilsel, dinsel, kültürel farklılıkları tanıyan ve sisteme katan mekanizmaları devreye sokmaları gerektiği düşünülür (Erözden, 2008: 138). Her ulusun bir devleti olması gerektiği aynı şekilde her devletin de bir ulusu olması gerektiği şeklindeki “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” ilkesi milliyet ile siyaset arasında tam bir uyum, türdeşliği öne çıkaran mutlak bir örtüşmeyi zorunlu kılmıştır. Bununla birlikte bu türden bir örtüşmenin tarihsel kayıtlarla uyuşmadığı kolaylıkla fark edilebilir. Modern-öncesi toplumların çoğunda yöneticiler hâkim oldukları topluluklarla aynı normları paylaşmıyordu ve çoğu ülkede çok sayıda farklı etnik grubun bulunması nedeniyle, çeşitli norm kümeleri vardı (Hall, 2008: 16-17). Modern dönemde ise, bir ulusun devlet aygıtıyla nihai birleşmesi ve ulus-devlet idaresinde mutlaklaşması demek, aynı zamanda bir sürü cemaatin de esaslı biçimde yerinden edilmesi demekti. Ulus-devletin mutlak geçerliliği ile birlikte, kültürel 123 kimliklerin örtüşen hatları yerine mutlak sınırlar kondu ve kişinin milliyetine göre belirlenen vatandaşlığı, kurumsal bazda bireyin siyasi cemaate üyeliğinin yegane kriteri haline geldi. İşte ancak bu yeni çerçeve dâhilinde ulus, bölgesel olarak sınırları belirli ve merkezileştirilmiş bir devlet aygıtı tarafından korumaya alınan bir siyasi cemaat olarak tanımlanmaya başlanmıştır (Canefe, 2007: 13). Ulus-devlet, geleneksel devletlerin aksine totaliter (Giddens, 2008: 391) ve dışlayıcı bir görünüme sahiptir. Milliyet ve milli aidiyet kavramlarının 19. yüzyılda yeniden formüle edilmesiyle birlikte, kendini farklı ya da birden fazla kimlikle özdeşleştirenlere karşı çeşitli şekillerde tahammülsüzlük gösterilmeye başlandı (Canefe, 2007: 14). 19. yüzyıl başında böylesi bir milliyet anlayışına göre şekillenen ulus-devlet ideolojisine göre; devlet sınırları içerisindeki nüfus, aynı dili konuşan, aynı kültürel mirasa sahip, bazı örneklerde ise aynı etnik kökenden gelen ve/veya aynı dine mensup kişilerden oluşan türdeş bir kitledir. Eğer öyle değilse ki genellikle değildir, öyle ol(durul)malıdır. Dolayısıyla ulus-devlet aynı zamanda bir türdeşleştirici toplum mühendisliği projesidir (Erözden, 2008: 138). Buna göre, kendi kendini meşrulaştırma iddiasına sahip egemen ulus-devlet içerisinde bütünleşme arzusunda olmayan veya belirli milliyetçi iddiaların meşruiyetini kabul etmeyen cemaatlerin ya da grupların ya baskın milliyetçi söyleme katılmaya ikna edilmesi ya da susturulmaları gerekir (Canefe, 2007: 25). Çünkü sivil halk ve muhalefetin merkezi devlet tarafından marjinalleştirilmesi, bastırılması ya da ehlileştirilmesi, ulusal kimlik inşası sürecinin zorunlu bir parçasıdır. Bu doğrultuda milliyetçi söylem, aynı zamanda ulus-devletin teşvik ettiği ve ulusal egemenlik ilkesiyle haklı gösterilen örgütlü şiddeti de meşru kılmıştır. Diğer devletlerle savaş, Avrupa’nın ilk ulus-devletlerinin karşısına çıkan çok çeşitli meydan okuma biçimlerinden yalnızca bir tanesiydi. Düzenli ordular kadar polis gücü ve jandarma da ulus-devletin konumunu sağlamlaştırma çabaları içerisinde çok önemli bir yere sahiptir. Ek olarak, devletlerarası savaş ile iç istihbarat ve sivil halkın baskı yoluyla kontrol altında tutulması arasında belirgin bir fark vardır (Canefe, 2007: 14). Ulus-devlet kamusal alanı yeniden tanımlayıp şekillendirdiği gibi bireyin hayatına da yoğun bir şekilde müdahale eder. Bu müdahaleler o kadar genel ve rutin bir hal alır ki, hiçbir ferdinin ulus-devletle ve onun temsilcileriyle düzenli ilişki 124 kurmasını istemeyen bir aile, sosyal hayattan tamamen çekilmek zorunda kalır. Devlet, düzenli periyodik nüfus sayımları, kâğıt üzerinde zorunlu olan ilköğretim ve askere alma aracılığıyla yurttaşlarının tek tek sicilini tutar. Bürokratik kurumlara ve yeterli sayıda polise sahip devletlerde tek tek belgeleme ve sicil tutma sistemi, herkesi, özellikle bir yerden başka bir yere taşınıyorsa, egemenlik ve yönetim aygıtıyla daha da doğrudan ilişkiye geçirir. İnsan hayatı için önemli ayinlerin dinsel cemaatlerce düzenlemesine sivil bir alternatif sunan devletlerde yurttaşları devletin temsilcileriyle bu duygu yüklü gösterilerde karşılaşabilirler ve her zaman için nüfus sayımlarını tamamlayan doğum, evlilik ve ölüm kayıtlarını tutan aygıt tarafından takip edilirler. Hükümet ile yurttaş, kaçınılmaz olarak, daha önce rastlanmayan gündelik bağlarla birbirleriyle bağlıdır. 19. yüzyılda, tipik örnekleri demiryolu ve telgrafta görülen ulaşım ve iletişim devrimleri, merkezi otorite ile onun en uzak kontrol noktaları arasındaki bağları sıkılaştırıp rutinleştirdi (Hobsbawm, 2006: 103- 104). İnsan çok boyutlu ve birden fazla kimlikle tanımlanabilen bir varlıktır. Bu kimliklerden birisi diğerlerine daha baskın çıkabilir ve onları şekillendirip yönlendirebilir. Geleneksel dönemde baskın tanımlama aracı din iken modern dönemle birlikte bazen dinle çatışan bazen de dinden beslenen kimlik ve ideolojiler ortaya çıkmıştır. Ulus-devletin ideolojisi olan milliyetçilik bu kimliklerden biri olup dinle ikili bir ilişki içindedir. Bu bağlamda, özellikle evrensel söylemlere sahip dinlerin bir yandan uluslaşmayı dolayısıyla ulus-devleti engellediği -en azından geciktirdiği- ileri sürülürken, diğer yandan din temelli ayrışmalar ön plana çıkartılarak ulus-devletin oluşumunda katalizör rolü görebileceği farz edilmiştir. Din, insanoğlu ilişkilerinde bazen bölücü bir güç olabilirken bazı durumlarda da farklı etnik, ırksal ve politik çizgiden insanları yaratıcılarına ortak bir bağlılık altında birleştirebilir. Dini bağlar bir dereceye kadar karşıt etnik gruplar ya da milliyetçiler arasında ortak bir zemin sağlayabilir (Johnston, 2007: 64). Özellikle, ulus olarak tanımlanmaya çalışılan insan grubunun türdeşliğinin yoğun bir biçimde vurgulanmasının gerekli olduğu kriz dönemlerinde, din unsuru, diğer dönemlere kıyasla daha etkili olarak gündeme gelir (Erözden, 2008: 115-116). Bu bağlamda başka hiçbir kimlik ortak paydası olmadığında, din kullanılmaya hazır bir kimlik 125 kaynağı haline gelir. Çünkü din insanların hayatının temelidir ve onlara kim oldukları konusunda fikir verir, bir topluluk hissi sağlar. Bu yüzden geri çekilen imparatorluktan arta kalan iktidar boşluğuna bağlı olan grupların bir dini inanç çevresinde birleşmeleri doğaldır. Nitekim din çatışmaları, genellikle geri çekilmiş ya da zayıflamış bir imparatorluktan arta kalan bir iktidar boşluğu var olduğu durumlarda görülür (Cooper, 2005: 33). Ulus da, dine benzer bir biçimde bireyleri kolektif bir bilinç etrafında bir araya getirir, onları çevreler ve aşar. Ulus sadece farklı sınıf ve grupları tek bir bütün içerisinde toplamakla kalmaz, ayrıca onları bütün içinde sembolik olarak temsil eder. Dolayısıyla ulus, kökleri modern toplum içinde olan sembolik bir yapıdır. Bu modern yapının inşasında din bütünleştirici bir faktör olabilir de olmayabilir de. Modern sanayi toplumlarının yönetim biçimi ulus-devlet olmasına rağmen, ağırlıklı olarak dini değerler temeli üzerine inşa edilmemektedir (Ortiz, 2007: 200). Din, ilke olarak ulus düşüncesiyle doğrudan ilişkili olmayan bir kurum niteliğindedir. Düşünsel açıdan ulus, partikülarist (tikelci) nitelikte bir kavramken, din kurumu evrenselci nitelikte bir kurum olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla, bu iki kavram arasında temelde bir zıtlık mevcuttur. Diğer taraftan, ulusun modernleşme süreci içinde ortaya çıkan bir kavram oluşu din ile ulusun bağdaştırılmasını zorlaştırmaktadır. Çünkü modernleşme sürecinin dinamiklerinden birisi de laikleşme ya da sekülerleşmedir. Bu bağlamda ulus, dinsel bağlılıkların ve din temelinde tanımlanan toplulukların zayıflaması süreciyle eşzamanlı ve dinsel nitelikli topluluklara alternatif olarak kurgulanmaya başlayan bir kavramdır. Ancak, her ne kadar, teorik olarak ulus ve din kavramlarının bir araya getirilmesi mümkün değilmiş gibi görünmekteyse de, ulus olarak tanımlanmaya çalışılan bir insan topluluğunun türdeşliğinin, diğer unsurlar yanında, din unsuruna da atıf yapılarak kurgulandığını tarihsel süreçte görmek mümkündür (Erözden, 2008: 113-114). Ulusun inşasında, din ve mezhep farkları etnik farklılıklarla örtüşüp bu farklılıkları güçlendirebilir. Hatta bazı yerlerde din veya mezhep ayrılığı etnik farklılığın yerini almıştır. Etnik kategorinin din ile ilişkisinde dikkati çeken husus, her etnik gruba egemen bir dinin oluşu, dinî farklılıklara göre bölünmüş grupların, etnik kökenleri aynı olsa bile bazen farklı etnik gruplar olarak algılandıkları 126 gerçeğidir (Aktürk, 2006: 28). Bu duruma örnek olarak, aynı topraklarda yan yana yaşayan, aynı dili konuşan, aynı tarihsel geçmişi paylaşan Hırvat, Sırp ve Boşnakları birbirinden ayıran temelde dini inançlardır. Dini göz ardı ederek ulusları anlamak çoğunlukla olanaksızdır (Toprak, 2003: 52). Dinin milli kimlik üzerindeki kalıcı etkisini açıklamak için Gellner; Bosna’da yaşayan ve büyük çabalarla uzun sürede asimile edilmiş eski-Müslüman halkın, nüfus sayımında “milliyet” boşluğunu doldururken kendilerini Müslüman olarak adlandırma hakkını elde etmelerini örnek verir. Ona göre bu olay, onların hâlâ Müslümanlığa inandıkları ve bu dinin şartlarını yerine getirdikleri anlamına gelmiyordu. Aynı şekilde kendilerini diğer Müslümanlarla ya da Kosova’daki Arnavutlar gibi Yugoslavya’daki eski-Müslümanlarla aynı milliyetten insanlar olarak hiç tanımlamıyorlardı. Bunlar Slav kökenli ve Müslüman bir kültürel geçmişe sahip bulunan, Sırpça-Hırvatça konuşan kişilerdi. Kastettikleri, aynı dili konuşmalarına rağmen, kendilerini Hırvat ya da Sırp olarak adlandıramayacaklarıydı; çünkü bu tanımlamalar onların daha önce Ortodoks ya da Katolik olduklarını ima ediyordu; kendilerine Yugoslav demeleri ise çok soyut, anlamsız ve ruhsuz kalıyordu (Gellner, 2008: 156-157). Evrensel semavî dinlerin ortaya çıkışı, dağınık toplulukları büyük medeniyetler halinde bir araya getirmede kilit rol oynamıştır. Geleneksel olarak bu türden dinlerin toprağa ve kültüre yönelik etnik bağlılıkları engellediği düşünülse de, sıklıkla etnik, kimilerine göre de millî oluşumların katalizörü olmuşlardır (Hutchinson, 2008: 84). Buna göre, dünyanın birçok bölgesindeki ulusal söylemin şekillenmesinde din belirleyici bir rol oynamıştır. Bazı ulusların inşasına din görevlileri ve din kurumları doğrudan öncülük etmiştir. Yunan ve Bulgar ulusal Ortodoks kiliseleri bu ülkelerdeki ulus oluşumunun öncüleriydiler (Toprak, 2003: 123). Aynı şekilde din, ulusçuluğun temelindeki etnik farklılıkları ortadan kaldırarak ulusçuluğun önünü açabilir. Örneğin İngiltere’de Juteler, Angller ve Saksonları kaynaştıran Hıristiyanlık benzer bir işlevi Bulgarları yerli Slavlarla kaynaştırarak da görmüştür. Öte yandan Hıristiyanlık, Avrupa’da ulusların doğmasına dolaylı yoldan hizmet etmiştir. Ne var ki bu, Hıristiyanlığın doğasından, onun tinsel-ideolojik 127 içeriğinden kaynaklanmamıştır. Bu sonuç, her şeyden önce Avrupa feodalizminin çok merkezli politik yapısının bir sonucudur (Toprak, 2003: 158). Diğer taraftan bazı ulusların oluşumunda dinin merkezi bir rolü yoktur. Örneğin ABD ya da İsviçre ulusları için dinsel farklılığın fazla bir önemi olduğu söylenemez. Dahası bu uluslar din, dil ve kültür açısından çok farklı insan öbeklerinin bir araya gelmesinden oluşmuşlardır (Toprak, 2003: 52). Bazı belirli toplumsal-tarihsel koşullarda ise herhangi bir din ulusçuluğun güçlü bir engeli veya geciktiricisi bile olabilir. Hıristiyanlık olmasa Ermeniler, Kıptiler, Lehler, Sırplar, Yunanlılar çok daha önce uluslaşabilirlerdi. Benzer biçimde İslamiyet; Araplar, Türkler, Pakistanlılar için engelleyici olmuştur. Aynı durum Yahudiler, Karenler, Tibetliler, Sihler örneklerinde görüldüğü gibi diğer dinler için de geçerlidir (Toprak, 2003: 158). Milliyetçilik, ulus ve ulus-devlet ile din ilişkilerinin açıklanmasında, Reformun bir hareket noktası olarak kabul edilmesi, alan araştırmalarında bir gelenek halini almıştır. Reformasyon’un okuryazarlık ve kitaba bağlılık yönünde yaptığı baskı, tekelci rahipliğe saldırısı ya da Weber’in ifade ettiği gibi rahipliğin ortadan kalkmasından ziyade evrenselleşmesi, bireyciliği ve hareketli kentli nüfusla olan bağları; bütün bunlar, Reformasyon’u, ulusçu çağa yol açan toplumsal özellik ve davranışların bir tür habercisi yapmıştır. Buna göre reform hareketleriyle birlikte İncil’in yerel dillere çevrilmesi ve matbaa sayesinde yayılması, ulusal kiliselerin kurulması ve kilise ayinlerinin ulusal dillerde yapılması Batılı ulus-devletlerin doğuşunu hazırlamıştır. 5 Bu doğrultuda bir ulusun kendi ulusal dili olmadan var olamayacağı düşüncesi konusunda Protestan uluslar avantajlı bir konumdaydı. Çünkü bu uluslarda Tanrı’nın sözü, Reform’dan beri yerel dilde sunulmaktaydı. İncil’in farklı dillere çevrilmesi, yerel dillerin standartlaşmasında çok önemli bir rol oynamıştı (Schulze, 2005: 158). 5 Bir örnek olarak, Reformun İngiliz ulusunun oluşumu üzerindeki etkisi için bkz. Hagen Sshulze, Avrupa’da Ulus ve Devlet, Çev. Timuçin Binder, Literatür Yay., İst., 2005, s.115-120. 128 Reform ve Karşı-Reform sadece inanç, Kilise ve toplum meselelerinde ortaya çıkan laik devrimler değil, aynı zamanda Avrupa ulus-devletlerinin oluşumundaki temel unsurlardır (Schulze, 2005: 44). Reform sayesinde din, milli duyguların belirginleşmesini ve yerel kültür ve dillerin güç kazanmasını sağladı. Doğu Kilisesi’nden ayrılmakla zaten bölünmüş olan Hıristiyan birliğini parçalayan Protestan reformu, Avrupa’nın bir kısmına, Roma’nın egemenliğinden kurtulma ve böylece de ulusal kiliseler ve uluslar olarak örgütlenme imkânı tanıdı (Zawadzki, 2010: 210). Tarihsel ironiye olağanüstü bir örnek olarak Martin Luther tarafından başlatılan Reform ise, ortak bir Alman kültürünün ortaya çıkması ve muhtemelen Batı Avrupa’daki diğer örneklere benzer bir Alman ulus devletinin kurulması karşısında en önemli engeldi (Schulze, 2005: 129). Ayrıca, ulus ve ulus-devletler, Reform sonrasında oluşmaya başlamış olsa da ulus olarak tasarlanan cemaatlerin, basit bir şekilde dinsel cemaatlerin ve hanedanlık mülklerinin içinden çıkarak onların yerini aldığı iddia edilemez. Kutsal cemaatin, dil ve soyların gerilemesinin berisinde, dünyayı kavrama tarzında meydana gelen köklü bir değişim yatıyordu ve ulusun “hayal edilmesi”ne en çok katkıda bulunan da bu oldu (Anderson, 2004: 37). Gellner, İslam dünyasında da Protestanlık benzeri davranışlarla ulusçuluk arasında bariz bir ilişki bulunduğunu savunur. Ona göre, Arap dünyasının ve diğer birçok İslam ülkesinin son yüzyıllık kültürel tarihi, büyük ölçüde reformculuğun ilerlemesi ve zaferiyle ilgilidir. Bu, kitaba bağlılık ve her şeyin üstünde ruhani simsarlığa, yani modern İslam öncesi çok göze çarpan insanla Tanrı arasına girmiş yerel aracılara karşı beslenen düşmanlıkla öne çıkan bir tür İslam Protestanlığıdır. Bu akımın tarihiyle modern İslam ulusçuluklarının tarihi birbirinden pek ayrılamaz (Gellner, 2008: 119). Bir ulusa belirleyici bir kimlik sağlama rolünü yerine getirebilmek için söz konusu din, kendisini tamamıyla dönüştürmek zorunda kalabilir: örneğin 19. yüzyılda Cezayir’de kutsal soy bağlantılarına saygılı olan İslam, köy türbeleri ve evliya mezhepleriyle birlikte varlığını sürdürüyordu. Yirminci yüzyılda tüm bunları bir kenara bıraktı ve evliyaların insan-Allah ilişkisine aracılık etmesinin meşruiyetini reddederek, reformcu bir tutumla kendisini kutsal kitapla özdeşleştirdi (Gellner, 2008: 158). 129 Gellner, kendi ulus ve milliyetçilik teorisiyle tutarlı bir şekilde, İslam dünyasındaki ulus-devlet talebindeki milliyetçiliklerin modern dönemin bir ürünü olduğunu da kabul eder. Buna göre, tarım çağında İslam uygarlığı toplumları ulusçuluğa yatkın değildir. Geleneksel Müslüman dünyasına damgasını vuran ve ahlaken bu dünyaya hâkim bulunan ulemanın dağınık loncası, siyasal ve etnik sınırları aşan bir niteliğe sahipti ve herhangi bir devlete ya da ulusa bağlı bulunmuyordu. Canlı, yerel, kendini-savunan ve kendini-yöneten birimler olan kabilelere hizmet verip onları geliştiren türbelere ve kutsal soylara bağlı folk İslam ise, etnik ve siyasal sınırlar içinde bulunuyordu. Dolayısıyla, İslam içsel olarak birbirlerine geçen, iç içe yaşayan alt ve yüksek kültürlere bölünmüştü (Gellner, 2008: 161). Ulus-devletin iki öğesi olan devlet ve ulus, reform sonrasında modern dönemin birer ürünü olarak ortaya çıkmışlardır. Ulus, tarihsel bir icat olarak, teolojik-politikadan kopuş ve insan egemenliğinin bir sonucu olarak, esasen dindışı ve genellikle de ona karşı bir figür olarak ortaya çıkar (Zawadzki, 2010: 211). Modern devlet de, din gibi kutsal gelenekler üzerine değil, rasyonel temeller üzerine inşa edilmiştir. İmparatorluk iktidarı, imparatorun Tanrı tarafından atandığı bir cennet yaptırımı olarak meşrulaştırılmıştır. Ulus-devlet ise ulus tarafından meşrulaştırılır; yukarıdan yerine aşağıdan (Cooper, 2005: 32). Dolayısıyla ulusdevlet geleneksel siyasi yapıların aksine laik bir oluşumdur. Ulus öncesi toplumların odak merkezi kutsallık olup bu kutsallık anlayışı yıkılmadan ulus-devletin ortaya çıkması düşünülemezdi. Nitekim Machiavelli,6 Locke, Rousseau gibi ulus-devletin öncü kuramcılarının laik düşünürler olması bir rastlantı değildir (Toprak, 2003: 115). 20. yüzyılın başında ise ulus-devlet pratikte tamamen laik oldu. Çarpıcı bir örnek ise, Türkiye’de ortaya konmuştur. Atatürk belki de içgüdüsel olarak anladığı ulus mantığıyla, parçalanan Osmanlı İmparatorluğu’ndan yarattığı Türk devletinin laik 6 Modern ulus-devletin düşünce altyapısının hazırlayıcılarından Machiavelli, dinin siyasal eylemin hizmetine koşulacak şekilde yeniden ulusal bir tarzda formüle edilmesi gerektiğini savunmuştur. Bkz. Mehmet Ali Ağaoğulları, Levent Köker, “Rönesans ve Niccolo Machiavelli”, Tanrı Devletinden Kral Devlete, İmge Yay., Ank., 2009, 149-233, s. 210. 130 olmasında ısrar etmiştir. Laik ulus-devletle birlikte Machiavelli’nin kâhini olduğu ahlaklı olmayan devlete ulaşılmıştır (Cooper, 2005: 32). Modern devlet ve din arasındaki çatışma, din ve ulus arasındaki karşıtlık sayesinde ortaya çıkmaktadır. Ulusal bütünleşme, dinin daha önceden sahip olduğu önceliği yok ederek evrenselleştirici kapasitesini alt üst eder. Dolayısıyla dinlerin evrenselliği, her ulusun kendi alanında ortaya çıkan bir başka evrensel tarafından ortadan kaldırılır. Böylece modern ulus-devlet dinin evrensel amaçlarını sınırlandırır. Diğer taraftan geleneksel olarak, devlet ve din arasındaki karşıtlık, dinin ikinci dereceden önemli olan pozisyonunu vurgulayan bir bakış açısından analiz edilmiştir. Ulus-devletin sosyal ve kültürel bütünleşmenin öncelikli kaynağı olarak dinin yerini alması, varlığını başka bir mantık üzerine kurar. Ulus-devlet kolektif eylemin merkezi alanı olduğu için, dine daha küçük bir rol verilmiştir (Ortiz, 2007: 202-205). Ulus-devletin toplumsal bütünleşme aracı olarak dinin yerine ulusu ön plana çıkarmasına bağlı olarak çok sayıda etnik-dinsel ya da dinsel topluluk içeren ulusdevletler ya da devlet-uluslarda, seküler milliyetçiliğin hâkim grup tarafından etnikdinsel temelde reddedilmesi devletin dağılması tehlikesini doğurur (Hutchinson, 2008: 96). Ulus, prensip düzeyinde ilksel bağları ve aidiyetleri siyasal içeriğinden soyar; sonuç olarak da ulusal kimliği dinden ayrıştırır. Yasa önünde eşitliği getiren Fransız Devrimi, dinî bağları bir ayrım ölçütü olmaktan çıkartmıştır. Siyasal haklardan faydalanma artık dini bağlarla belirlenmeyecektir ki bu da örneğin grup olarak değil, birey olarak kendisine haklar tanınan Yahudilerin özgürleşmesini simgeler. Fransa örneğinde, toplumsal alanda kültürel çoğulculuğun kabullenilmesi, dini kimliğin depolitizasyonu yoluyla gerçekleşmiştir. Dini bağların ulusal bağdan ayrılmasıyla devlet tarafından ön plana çıkarılan ulus, özel alan gibi ideolojik açıdan nötr görülen bir çoğulculuk sahasına kapı aralar (Zawadzki, 2010: 219). Ulus fikri, dinsel inancın geleneksel güçlerinin bir kısmını kaybettiği bir dönemde, yabancı ve despotik bir yönetime karşı mücadeleye girmiş insanlara, onları tatmin eden, onlarda itimat hissi uyandıran ve onlara anlamlı gelen yeni bir inanç sunmakta ve yeni hedefler konusunda ilham verebilir. Bu nedenle temelde laik bir oluşum olmakla birlikte ulus fikri, dinsellik çağrıştıran tonlara da sahiptir. Şöyle ki, 131 görünür fiziksel bir gerçekliğe sahip olmadığından, bir ulusa inanmak gerekir. Ulusçuluk, endüstri çağının dünyevi inancıdır ve bu çağın yeni devleti Tanrı tarafından değil, ulus tarafından dayatılmıştır (Schulze, 2005: 155, 310). Ulus-devlet laik olmakla birlikte tamamen din dışı değildir. Özellikle dinin sosyal bünyeye yoğun bir şekilde işlediği durumlarda din, ulus-devletin amaçları doğrultusunda kullanılabilir de. Birçok etno-dini kimliğin bulunduğu uluslarda, ulusal bütünleşmenin önünde bir engel teşkil ediyorsa, din reforma tabi tutulur ve/veya bireysel alana hasredilir. Nitekim ulus ve ulus-devleti Reform’la ilişkilendiren düşünce, ulus-devletin din üzerinde operasyonel bir müdahale gerektirdiği iddiasını da barındırır. II. BÖLÜM ULUS-DEVLETE GİDEN YOLDA CUMHURİYET ÖNCESİ DÖNEM İmparatorluk bakiyesi topraklar üzerinde bir ulus-devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti ile İmparatorluk arasında, kesin bir kopuşun meydana geldiği ve büyük farklılıkların bulunduğu kabul edilir. Bununla birlikte Türkiye Cumhuriyeti’nin birçok yönden temelleri, 19. yüzyılın başlarından itibaren atılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla her ne kadar Türkiye Cumhuriyeti, geri kalmışlıkla bir tuttuğu Osmanlı geçmişini reddedip Osmanlı’dan radikal bir kopuşu temsil edecek düzenlemeler yapmışsa da iki siyasi yapı arasında büyük oranda bir devamlığılın bulunduğu ileri sürülebilir. Din-devlet ilişkileri dâhil olmak üzere Cumhuriyet devrinde gerçekleştirilen siyasî, idari, hukukî, sosyal ve kültürel vs. düzenlemelerin, inkılâpların ve bunların düşünsel arka planının bir asra kadar geri götürülebilecek fiilî veya tartışma düzeyinde temelleri vardır (Kara, 2009: 24). II. Abdülhamit döneminin eğitim sisteminde yetişen Cumhuriyet’in kurucu kadrosunun fikirlerinin kaynakları, aslında Yeni Osmanlı aydınları ile jön Türklerdir. Gelecekteki Türk ulus-devletinin kurumsal temellerinin atıldığı ve Jön Türkler ile Cumhuriyet’in elit tabakasının eğitildiği ve politize edildiği dönem, Abdülhamid dönemidir. Abdülhamit, farklı sınıflardan Türk ve/veya Müslüman çocukların ayrıcalıklı, modernize edilmiş eğitim, idare ve askerlik görevlerine ulaşabilmelerini mümkün kılmıştı. Bu anlamda, geniş grupların tek bir ulusal proje dâhilinde bürokratik işbirliğine gitmelerinin ilk kanalları Abdülhamit yönetimi altında açılmıştır (Canafe, 2007:187). Özellikle de Jön Türkler’in düşüncesiyle yakından ilişkili olan Kemalist düşünce, 19. yüzyılın ikinci yarısında görülen ideolojik akımlara çok şey borçludur. Kemalistlerin kendi doktrinlerini ve değer sistemlerini Batı’dan ithal ettikleri yaygın bir şekilde kabul edilirken onların Osmanlılı kökleri ihmal edilir. Gerçekte ise, Aydınlanma’nın, Comte’un pozitivizminin ve Durkheim’ın dayanışmacılığının onlar üzerindeki etkileri kesin olmakla birlikte, kendi fikirlerinin pek azını doğrudan yabancı kaynaklardan almışlardır. Onlar nesiller boyu Osmanlı-Türk reformcularının esinlendiği fikirlerle yollarını bulmuş ve bunları yeteri kadar özümseyerek, ulusal 133 entelektüel birikimin bir parçası olmuşlardır (Dumont, 1999: 72). Bu yüzden, Yeni Osmanlılar’ın Cumhuriyet Türkiye’sinin doğrudan entelektüel ataları olduğu yönündeki hâkim izlenim, kısmen doğru temellere dayanır ve Namık Kemal’i, Atatürk’ün entelektüel kılavuzu olarak zikretmek, tamamıyla yanlış olmayan bir görüştür. Ancak, Yeni Osmanlılar’ın teorilerinin kısmen İslâmî kaynaklı olduğu gözden kaçırılmaması gerekir. Jön Türkler’in fikirlerindeki bu kaynak, Atatürk’te daha zayıf ve tamamıyla görülmez durumdadır. Şu halde, Yeni Osmanlılar, Jön Türkler ve Atatürk arasındaki bağı kurmada takip edilecek çizgi, İslâmî muhtevanın zayıflığı olup (Mardin, 2009b: 450) Cumhuriyet’i Osmanlı’dan koparan hususları büyük ölçüde din ekseninde ele almak gerekir (Kara, 2009: 27). Yeni ulus-devletin ideolojik harcı olan milliyetçilik ve laikliğin de Osmanlı’nın 19. yüzyıldaki düşünce ortamında ve Jön Türkler tarafından işlendiğini söylemek mümkündür. Bu anlamda Kemalist reformların ilk dalgası, bir bakıma, yüzyıl önce II. Mahmut zamanında başlatılmış ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yönetimi sırasında genel olarak tamamlanmış olan, devlet, eğitim ve hukukun laikleştirilmesi sürecini sona erdirmiş olduğu ileri sürülebilir. Saltanat ve hilafetin kaldırılması, Cumhuriyet’in ve yeni anayasanın ilânı, Osmanlı’nın son dönemlerinde başlayan devletin laikleştirilmesinin son safhalarını oluşturmuştur (Zürcher, 2009b: 276-77). Gerçekte, mantıki sonucuna Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları tarafından ulaştırılan laiklik, bilinçli ama sık sık kamufle edilmiş bir ideoloji olarak Jön Türkler’in zamanından zaten harekete geçmişti (Mardin, 2007: 162). Kemalizm’in düşünce biçimi, birçok yönden Jön Türkler’in Batılılaşmadan yana olan pozitivist kanadının devamıdır. Mustafa Kemal bilime, ilericiliğe, milliyetçiliğe, laikliğe ve halkçılığa inanıyordu. Fakat genellikle Kemalizm, JönTürkler’de görülen kavramları, gerek içerik gerekse de uygulama bakımından çok ileriye götürmüştür. Örneğin, milliyetçilik alanında Kemalizm önemli bir değişiklik getirmiştir. Jön Türkler’in Pantürkizmi ve Ziya Gökalp’ın Türklük ve İslam’ı birbirine bağlayan, dolayısıyla da topraksal niteliği olmayan milliyetçiliğinin aksine, Mustafa Kemal’in milliyetçiliği teritoryal, vatanı belirli sınırlar içinde gören bir anlayıştı. (Kazancıgil, 2009: 226). Dolayısıyla Mustafa Kemal ve diğer elitler, Türk 134 milliyetçiliğini icat etmekten ziyade yeni bir şablona oturtmuşlardır (Canafe, 2007: 192). Aslında Mustafa Kemal’in yeni devleti toprağa dayalı olarak tanımlamasından önce, 18. yüzyılın sonlarından itibaren giderek daha belirgin hale gelen çeşitli tarihsel, coğrafi ve kültürel etmenler, Osmanlı Devleti’ni teritoryal bir devlet haline gelmeye zorlamıştı. Bu teritoryal devlet fikri, on dokuzuncu yüzyılda “ulusal” boyutlarda gelişmeye başlamış ve idari alanda yapılan reformlar bu görüşlerin hem doğal gelişimi ve hem de doğal sonucu olmuştur. Bu ulusal boyut, önce geleneksel dini kimliğin toprağa dayalı modern Osmanlı kimliğine dönüşmesiyle kültürel özellikler kazanmaya başlamış ve 19. yüzyılda önce linguistik özellikler içeren ve daha sonra da Cumhuriyet haline gelen yeni devlet kavramı etnik özellikler taşımaya başlamıştır. Böylece, 19. yüzyılda Osmanlı Devleti bir ulus oluşumu sürecine girmiştir (Karpat, 2006: 445-446). Cumhuriyet’in kurulması çok milletli Osmanlı Devleti’nin bir ulus-devlet olan Türkiye’ye dönüşmesi sürecine denk düşer. Ulus-devlet yapısının iki temel bileşeninden biri olan devlet, aslında büyük oranda bir devamlılık göstermişti. Gerçekten de yönetim anlayışı ve siyasal kültür değiştirilmiş olsa da Osmanlı devlet kurumları, Cumhuriyet döneminde kalıcı bir süreklilik gösterdi. “Millet” ise Osmanlı’nın dinî cemaatini, Lozan Anlaşması’yla sınırları çizilen bir teritoryal devlet içinde yaşayan Türk ulusuna dönüştürmek için laikliği kullanan Cumhuriyet eliti tarafından yeniden tarif edilmiştir. Eskinin hanedana bağlı Osmanlı tebaası 19. yüzyılda devlete bağlı Osmanlılara, 20. yüzyılda ise devlete bağlı “Türklere” dönüştü (Karpat, 2009b: 32). Sonuç olarak, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bir siyasal kimlik arayışına girilmiş ve bu arayışın bir sonucu olarak beliren Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük birleşiminden bir milli kimlik oluşmaya başlamıştı. Ayrıca ulus-devlete doğru bir eğilimden de söz edilebilir. Bu doğal gelişime müdahale eden Kemalizm, yeni bir iktidar alanı oluşturarak siyasî sistemin meşruiyet temelini köklü bir şekilde değiştirmiş (Yıldız, 2007: 103) ve daha önce tanımlanmaya başlanan milli kimliği seküler bir şekilde inşa etme çabası içine girmiştir. 135 1. MİLLET SİSTEMİ 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ilk önce gayrimüslimler arasında daha sonra ise Müslümanlar arasında ortaya çıkmaya başlayan milliyetçilik çağına kadar Osmanlı Devleti’nin sosyo-politik yapısı “millet sistemi” üzerine inşa edilmiştir. “Millet” kelimesi, kökeni Aramice’ye dayanan Arapça milla’dan geliyordu. Kur’an’da ise genellikle din anlamında kullanıldığı görülür. Daha sonraları bu anlam, dini topluluk, özellikle de İslam ümmeti anlamına gelecek şekilde genişlemiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nda ise Rum Hıristiyanlar, Ermeni Hıristiyanlar ve Yahudiler gibi yasal olarak kabul edilmiş ve teşkilatlanmış dini cemaatler için de kullanılmaya başladı (Lewis, 2009: 453). Millet sistemi, II. Mehmet (1451-1481) döneminde şekillenmiş ve tarihî süreç içerisinde üç farklı dönemden geçmiştir. İlk dönemde (1413-1839), Osmanlılar dinî kimlik ve cemaat ilkesini siyasî örgütlenmenin kurucu ilkesi olarak kabul etmiş; ikinci dönemde (1839-1865), millet sistemi, hem yapısal-konjonktürel, hem de iç ve dış tesirler altında reforme edilerek devam ettirilmiştir. Son dönem ise, Lozan Barış Antlaşması’yla noktalanmış, millet sistemi formel olarak sona ermiş ve ulusal-laik bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur (Yıldız, 2007: 50). Kuruluş döneminden itibaren Osmanlı topraklarının esas kısmı, Ortodoks Hıristiyanların yoğun olduğu Balkanlar’da bulunmaktaydı. Osmanlıların ve Balkanlar’daki ilk Müslüman yerleşimcilerin inancı, çeşitli inanışların halk seviyesinde barış içinde bir arada yaşamasına imkân tanıyan uçlara özgü serbest ve eklektik bir İslam anlayışına dayanıyordu. Bu anlayış, II. Mehmet tarafından millet sistemi şekline sokularak resmileştirildi (Karpat, 2009b: 20). Millet sistemi birleşmiş tekil bir cemaat yaratmaktan ziyade imparatorlukta bulunan Müslüman olmayan grupların cemaat haklarını ve örgütlenmelerinin varlığını garanti altına alıyordu (Baban, 2009: 72). Osmanlı İmparatorluğu, esasen askeri ve vergi toplayan bir idare olmakla birlikte, bu özelliği dolayısıyla, önemli ölçüde çok-kültürlü, etnik ve dinî farklılıklara karşı görece hoşgörülü bir imparatorluktu (Calhoun, 2009: 82). Din ve dil farkları, toplumları birbirinden ayıran en güçlü faktörler olmalarına rağmen, siyasi gücü ve karar verme yetkisini elinde tutan Osmanlı idaresi, kendi dinini ve 136 dilini, yani İslam’ı ve Türkçeyi öne çıkarmamış, böylelikle yeni oluşan toplum bu önemli farklılıklara rağmen sulh içinde yaşayabilmiştir (Karpat, 2010a: 12). Millet sistemi, eyalet gibi idari ve siyasi birimlerle karşılaştırıldığında, belirli toprak bölünmeleriyle eşdeğer tutulamaz. Onun yerine, Osmanlı topraklarındaki etno-dinsel cemaatlerin soyut bir haritalandırılması olarak tanımlanabilir (Canafe, 2007: 95). Osmanlı Devleti’nin, idaresi altındaki çeşitli dinsel-etnik grupların teşkilat yapılarını ve kültürlerini dikkate alma çabaları sonucunda, zaman içinde üretilen bir yanıt olarak ortaya çıktı. Millet sistemi, bir yandan bu cemaatler içinde dinsel, kültürel ve etnik sürekliliği sağlarken, diğer yandan bu cemaatlerin Osmanlı idarî, iktisadî ve siyasal sistemleriyle bütünleşmesini sağladığı için etnik ve dinsel bir grup, hayatın diğer alanlarında sürekli bir “Osmanlılaşmaya” tabi kalırken kendi kültür ve dinini koruyabildi. Millet sistemi, öncelikle dinsel farklılaşmaya, ardından dil farklılıklarıyla ifadesini bulan etnik farklılaşmaya dayanan bir sosyo-kültürel cemaat yapısıydı. Din, her millete, evrensel bir inanç sistemi sunarken etnik ve dil farklılıkları iki Hıristiyan milletin içindeki bölünmelerin ve alt-bölünmelerin temelini oluşturuyordu. Özetle, millet sistemi inancın evrenselliğini vurgulayarak yok etmeye gerek duymaksızın etnik ve dilsel farklılıkları geçersiz kıldı. Osmanlı yönetiminin uygulamaları, cemaatin toplumsal ve ekonomik yaşamını büyük oranda etkiledi, fakat kültürel ve dinsel hayatını değiştirmedi (Karpat, 2006: 276; 2011: 140,142). Osmanlı idaresinin hâkimiyet alanı genel olarak hukuk, düzen, vergi ve savunma konularını kapsıyordu. Gayrimüslimlerin inançlarının gereklerini yerine getirmek için kültürel ve dini kurumlarını kurma hakları, ilahi dayanağı olan bir nevi doğal hak olarak görülüyordu (Karpat, 2010a: 238). Yani millet sistemi, Osmanlı İmparatorluğu’nun din-devlet anlayışının doğal bir sonucu olarak görülebilir. Osmanlı İmparatorluğu’nda, hâkim İslâm dini anlayışı içinde din-devlet bütünleşmesi ilke olarak kabul edilince ve başka dinlerin varlıkları yadsınamayınca, yapılabilecek tek şey, o dinlerin örgütlenmesine de bazı siyasal işlevler yüklemek olmuştur (Tekeli, İlkin, 2010: 9). Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasetini ve toplumsal hayatını belirleyen İslamiyet’in kural ve gelenekleri, ülkedeki gayrimüslim tebaanın himayesini ve hoşgörü gösterilmesini öngörmüştü ve bu gruplara kendi cemaatlerini ilgilendiren içişlerinde özerklik tanınmasını sağlamıştı. Bu hoşgörü, 137 kendilerine hoşgörü gösterilen bu cemaatlerin ayrı ve ikinci sınıf olduğu varsayımına dayanıyor (Lewis, 2009: 150) gibi gözükse de Müslümanlar kendilerini devletin toprağıyla değil de otoritesiyle özdeşleştirdikleri için kendilerini bir “çoğunluk”, Hıristiyanları da bir “azınlık” olarak görmüyorlardı. Bu kavramlar, birleşik örgütlenmesi etnik hiyerarşiden çok dini cemaatlerin eşitliğine dayanan Osmanlı Devleti’ne yabancıydı (Karpat, 2010a: 239). Çünkü azınlık kavramı, ulusal bir referans çerçevesine sahip olduğu için homojenleştirici, standartlaştırıcı ilkeleri öne çıkarırken, devlet iktidarını bunun aracı kılmakta, dolayısıyla hâkim çoğunluğun niteliklerini paylaşmayan gruplar, merkeziyetçi, müdahaleci devletin temsil ettiği hâkim çoğunluk karşısında bağımlı bir konuma itilmektedir. Hatta kültürel farklılaşmanın etnikleşmesi durumunda bu konum bir tecrit duvarıyla çevrelenebilmektedir (Yıldız, 2007: 57). Millet sisteminin temel özelliği, 19. yüzyıla kadar gayrimüslimlerin Osmanlıların tanıdığı kiliselerden (Rum ve Ermeni Patrikhaneleri ile Yahudi Hahambaşılığı) birine olan bağlılıklarına göre kendi aralarında ayrılan, ancak genel anlamda Osmanlı tebaası olarak tek bir kategori altında değerlendirilmesidir (Canafe, 2007: 95-96). Bu yönüyle Osmanlı İmparatorluğu’nun millet anlayışı tamamıyla bir dini kategori olup değişik dillere sahip etnik gruplar, aynı “millet” içinde yer almaktadır. Örneğin Makedonya’da yer alan önemli etnik gruplar, Rum, Bulgar, Sırp, Ulah, Türk, Arnavut, Yahudi gibi çok sayıda olmasına karşın bunlar, “Müslüman”, “Rum-Ortodoks” ve “Yahudi” gibi, üç millet içinde yer almıştır (Tekeli; İlkin, 2010: 9). İmparatorluk’ta Müslüman bir millet de vardı, ama Türk, Arap veya Kürt milletler yoktu. Rum ve Ermeni ve Yahudi milletler de vardı, ama bunlar etnik milletler olmayıp dini cemaatlerdi. 19. yüzyılın sonlarına kadar, Rumlar ve Slavlar aynı şekilde Rum Ortodoks milletinin parçalarını oluştururken, kilise farklılığından dolayı Gregoryen ve Katolik Ermeniler ayrı milletler oluşturuyordu. Dolayısıyla geç bir tarihe kadar dinsel ayırımları aşan milli unsurlar fikrine rastlanmamakla (Lewis, 2009: 454) birlikte 1750’lerden sonra Ortodoks Hıristiyanlığı temsil eden Rum Patrikhanesi, Helenleştirmek için Slav, Ulah gibi Ortodoks gruplara Rumcayı dayatınca Ortodoks birliği parçalanmıştır. Çünkü Bulgarlar başta Osmanlı’ya değil, Rum kilisesine karşı baş kaldırarak (Karpat, 2010a: 45) kendi milli kiliselerini kurmuşlardır. 138 Millet sistemi esasen Müslüman olmayan tebaayla ilgili bir düzenlemeydi. Gayrimüslimlerin Osmanlı Devleti’ndeki resmî kimliği, kültürel bakımdan özerk olan şu üç dinî cemaat veya milletten birine üyeliğe göre belirlenmiştir: Ortodoks Kilisesi Batı Hıristiyanlarını ve özellikle Balkanlar’daki Slavları; Ermeni milleti Doğu Hıristiyanlarını temsil ederdi; Museviler de kendi milletleri içinde yer alırlardı. Ama Hıristiyanlar kendilerini, dinlerine ek olarak, etnik cemaatleriyle de bir tutarlardı (Karpat, 2009a: 575). Dini ne olursa olsun, yüksek devlet görevlisi olarak görülen cemaatlerin liderleri, devlet hiyerarşisinin bir parçasıydı. Bu cemaatler kültürel, ekonomik ve eğitim alanındaki haklardan tam olarak yararlanır, okullarını kendi kendilerine yönetir, papazlarını kendileri atar ve kendi dillerini konuşurlardı. Her millet, özellikle de Balkanlar’da Sırp Kilisesi, Bulgar Kilisesi vs. gibi daha küçük kiliselere ayrılmıştı. Bunlar tek bir Ortodoks milleti oluşturmalarına rağmen gerçekte ayrı birer etno-dinsel varlık olarak hareket etmişlerdir (Karpat, 2009b: 84- 85). Söz konusu cemaatler, Osmanlı sosyal yapısının içine alındıkları ve onunla bütünleştirilmiş oldukları halde, aynı zamanda değişikliklere karşı Osmanlı Devleti tarafından korunmuşlardı. Bu yüzden, Katolik misyonerler, Ermeni ve Ortodoks topluluklarının üyelerini kendi mezheplerine kazandırmaya başladıklarında Osmanlı Devleti duruma el koymuştur (Mardin, 2009a: 182). Müslümanlar ise, resmen bir millet halinde örgütlenmiş olmamakla birlikte, uygulamada öyleymiş gibi hareket ederlerdi. Her etnik topluluk kendi dilini konuşmayı ve adetlerini yerine getirmeyi sürdürmekle birlikte, ortak Müslüman kimliği, Müslümanların etnik, dilsel ve ırksal kimliklerini örtüyordu. Pek çok Balkan Müslümanı, bölgede hızla türemiş olan çok sayıdaki din kardeşliğinden birine (Halveti, Kadiri, Mevlevi vb.) mensuptu. Balkan Müslümanları da etnik kimliklerinin tümüyle farkındaydılar ancak, ne etnik köken ne de dil, nüfusun geri kalanı üzerinde üstünlük iddiasında bulunmalarına yol açan bir kimlik temeli oluşturmuyordu. Boşnaklar Sırpça-Hırvatça konuşmalarına rağmen kendilerini Sırplardan veya Hırvatlardan çok Müslümanlarla özdeşleştiriyorlardı. Osmanlı yönetim dili Türkçeydi ama Türkler hiçbir zaman Türk olmayan diğer Müslüman topluluklar karşısında üstünlük iddiasında bulunmadıkları (Karpat, 2010a: 239) gibi onları Türkleştirme yoluna da gitmemişlerdir. Bununla birlikte özelikle Balkan Müslümanları, Müslümanlaşarak kültürel anlamda Türkleşmişlerdir. 139 Osmanlı Devleti içinde hiçbir Müslüman etnik grup hâkim etni özelliğine sahip değildir. Bunun en önemli sebebi ise, şeriatın mümkün olduğunca tek tip uygulanmasının Müslümanlar arasında yüksek düzeyde bir kültürel homojenlik sağlamış olmasıydı. Bu durum özellikle elitler arasındaki mühtedilerin İslam kültürüne uyum sağlamalarını kolaylaştırıyordu. Mühtediler ana dillerinden vazgeçmeyip evde ve İstanbul’daki hemşehrileriyle anadillerinde konuşmaya devam edebiliyorlardı. İstanbul’un bazı mahallelerinde en az Türkçe kadar Sırpça, Hırvatça ve Arnavutça duymak mümkündü. Buna karşın, her ne kadar birçok ulema mensubu kitaplarını Arapça, şiirlerini ise Farsça yazsa da devletin ve kültürel-dinî elitin dili Türkçeydi. Bu durum herhangi bir rahatsızlık veya çekişme konusu olmuyordu. Çünkü Türkçe hâkim etnik grubun değil devletin dili olarak görülüyordu (Karpat, 2009b: 21). Müslümanlar arasında konuşulan dillerin en yaygın olanları Türkçe, Arapça ve Kürtçeydi. Kültür grubu olarak Türkler, Araplar, Çerkezler, Lazlar, Pomaklar, Tatarlar görülür. Bu grupların içinde 20. yüzyılın başlarına kadar Türklerin yalnız küçük bir üst tabaka okumuşlar azınlığı, ayrı bir tarihlerinin olduğu bilincindedir, fakat geleceklerinin Osmanlılarınkinden farklı olabileceği konusunda bir düşünce henüz gelişmemiştir (Mardin, 2010b: 182). Müslümanlar uygulamada bir millet olarak muamele görse de bu, onların birleşik bir siyasal topluluk oluşturduğu konusunda yeterli kanıt olarak düşünülmemelidir. Çünkü siyasal sadakatleri ve ümmete bağlılıkları her zaman kuşkulu görülen Şiiler ve birçoğu yıkıcı kabul edilen heteredoks mezhepler, dergâhlar, tekkeler, tarikatlar da bulunuyordu. Baskı altında tutulan bu gruplar, siyasal toplulukla bütünleşmiş değildi (Turan, 1993: 46). Diğer taraftan, Müslümanlar kendi etnik farklarını korumuşlarsa da bu farklılıklar hukuken tanınmamıştır. Müslümanlar bir ümmet olarak devletin dayanağı olmuşlardır. Günlük hayatta Türkler Türkçe, Araplar Arapça, Arnavutlar Arnavutça konuşup, kendi kavim âdetlerini ve dillerini muhafaza edebilmişlerdir. Fakat bu kavim kimliği, devlet tarafından tanınmadığı ve herhangi bir örgütlenmeye temel olmadığı için uzun vadeli siyasi sonuçları olmamıştır. Diğer taraftan ne Müslümanlar ne de Hıristiyanlar, uzun süre din dışında siyasi anlamda bir Osmanlı kimliğine sahip olamamıştır. Onlar böyle bir kimliği düşünmüş veya hayal bile etmiş değillerdi. Osmanlı olan yalnız hanedandı ve devlet onun mülküydü (Karpat, 2009b: 63). 140 Daha önce Müslüman nüfus için sadece uygulamada geçerli olan millet kavramı, Abdülhamit döneminden itibaren Müslüman toplumu tanımlamak için kullanılmaya başladı. Buna bağlı olarak “Osmanlı” ve “Türk” kavramlarının anlam kapsamı da değişmeye başladı. Böylece eskiden dinleri ve etnik kökenleri ne olursa olsun bütün Osmanlı uyrukları için kullanılan Osmanlı kimliği, bir Müslüman kimliği olarak görülmeye başladı; “Türk” sıfatı ise belirli bir etnik grubun üyelerinden ziyade devlet ve siyasi gücü elinde tutan bütün Müslümanlara uygulanmaya başladı (Karpat, 2009a: 763). Zaten pek çok batılı, bizzat Osmanlı Devleti’nin yaptığı gibi, İslamiyet’i neredeyse bir milliyet olarak değerlendirdiği için bütün Müslümanları tek bir sınıfta toplamaya hazırdı. Müslümanlar çoğu zaman “Türk” diye etiketlendirilmişlerdi, çünkü “Türk” ve “Müslüman” kavramları eşanlamlı hale gelmişti (Karpat, 2010d: 151). 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, dinsel nitelikteki millet kavramı siyasal anlamlar kazandı ve yaygınlaşan okul sistemi, modern basın ve edebiyata yerleşen entelektüel bir söylem hâline geldi (Karpat, 2009b: 46). Millet, kavim, kavmiyet ve cinsiyet gibi tabirler 1860’ların ortasından beri Müslümanlar arasında da tartışılmaktaydı. Önceleri sadece Hıristiyanlar için kullanılan millet, Müslümanlar tarafından da İslâm’ı paylaşan herkesin “millî” adı olarak kullanılmaya başlandı. Osmanlı Müslümanları için başta dinî-millî bir kimlik olarak kullanılırken daha sonra etnik bir anlamda kullanıldı; Rus Türkleri baştan beri millet tabirine millî-etnik ve teritoryal bir anlam vermişlerdi (Karpat, 2009a: 618). Dini cemaatin siyasi millet şekline dönüşmesinde, savaşların sebep olduğu toprak kayıpları, Müslüman nüfusun öldürülmesi ve Osmanlı topraklarına göçmeye zorlanmasının da payı büyüktür (Karpat, 2010a: 50). Millet sözcüğü siyasi bir anlam kazanmakla birlikte, resmi Osmanlı nüfus kayıtlarında Müslümanlar, etnisite ya da dil aidiyetine göre ayrılmamaya devam ediyordu. Sayısal üstünlüğe dayanan çeşitli milliyetçi iddiaların baskısıyla Hıristiyanların etnik sınıflara bölünmesine başlanmış olmakla birlikte, Osmanlı yetkililerinin geliştirdiği etnik ve dilsel kategoriler, hâlâ klasik millet sisteminin dağılmasından sonra ortaya çıkmış olan imanın ikrarına dayanan ayrımlara sıkı sıkıya bağlıydı. Osmanlı Devleti, tamamen dağılıncaya dek resmi düzeyde de olsa bir 141 Müslüman devlet olarak kalmaya çalıştı. Etnik ve dilsel kökene dayanan milliyetçiliğin paradoksal olarak Müslüman tebaa arasında da yükselmesiyle birlikte dağılma süreci hız kazandı (Karpat, 2010d: 151). Dolayısıyla millet sisteminin çöküşü, Müslüman ve Türkçe konuşan grupların üstün tutulmasına karşı yükselen şikâyetlerle aynı zamana denk gelmiştir (Canafe, 2007: 91). Yani Hıristiyan Slav, Arnavut, Sırp azınlıkların kalabalık olarak yaşadıkları Balkanlar’da ve daha sonra Arap Yarımadası’nda Osmanlı Türk değerleri ve milliyetçiliğinin yansımaları bütünleşme yerine direniş, isyan ve ayrılık nedeni olmuşlardır. Meşrutiyet’in sağladığı politik katılımın ürettiği temel sonuç; politik bütünleşme eğilimi ve kültürel etkileşim artışı olmuş, bu ise Osmanlı İmparatorluğu’nun çoğulcu dinsel ve etnik yapısında bağımsız ulusçuluk akımlarının güçlenerek, özellikle Balkanlar’da, dış müdahalelerin kolaylaştırdığı bir ortamda ayrı ulus-devletlerin oluşumuyla sonuçlanmıştır (Kalaycıoğlu, Sarıbay, 2009: 35). 1878’ten sonra millet tabiri artık dar anlamda dinî cemaatlere veya çeşitli gayrimüslim gruplara verilen bir isim olmaktan çıkıp, daha ziyade Müslümanlardan oluşan bir siyasi toplumu ifade etmeye başladı. Osmanlıcılar, milleti, dinî karakteri ağır basan bir siyasi toplum olarak görürken, Batıcılar ona potansiyel olarak laik ve dünyevî bir siyasi toplum gözüyle bakıyorlardı. Her iki halde de millet prototipi, klasik ümmet kavramından ayrılıyordu ve entelektüel gruplardan her biri kendisini milletle siyasi olarak din temeli üzerinde ya da son tahlilde etnik köken üzerinde özdeşleştirmeye çalışıyordu (Karpat, 2009a: 230). Osmanlı kozmopolit yapısında, etnisite, hayatı meydana getiren belli başlı öğelerden biriydi; ama resmî ideolojide etnisitenin önemi, dinin yanında ikincil kalıyordu (Belge, 2009: 180). Bu yüzden Osmanlı resmi istatistiklerinde nüfus, -etnik topluluklar 1831 sayımında olduğu gibi zaman zaman ima edilmiş olmakla birlikte1881-82 sayımına kadar yalnızca dini aidiyete göre sınıflandırılmıştı. Daha önceki dönemlerde olduğu gibi 19. ve 20. yüzyıllarda da Osmanlı nüfus sınıflandırmasının temel ölçütü dindi. İlk sayımlar nüfusu; Müslümanlar, Ortodoks (ya da Katolik) Hıristiyanlar, Gregoryen Ermeniler, Yahudiler ve Çingeneler olmak üzere beş kategoriye ayırıyordu. Bununla birlikte, 1868 yılından itibaren vilayet salnamelerinde, her vilayetin genel nüfus istatistiklerinin yanı sıra Hıristiyan 142 toplulukların etnik bileşimine ilişkin veriler de yer almaya başladı. Hıristiyanların milli kiliseler etrafında alt gruplara ayrılması sonucu, 1906-1907 sayımında ise 19 farklı nüfus kategorisi yer almıştır. Yahudiler ise her zaman Müslümanlar gibi tek bir grup olarak kayıt altına alınmıştır (Karpat, 2010a: 321; 2010d: 121). Etniklik, önce Hıristiyanlar ve daha sonra eğitimli Osmanlı Müslümanları arasında siyasi önem kazanan kimliklerin ilkiydi (Karpat, 2009a: 574). Hıristiyanlar arasında etnik bilincin oluşması sonucu, Rum Patrikhanesi’nin Balkan Ortodokslarına Rumca’yı dayatarak Helenleştirme girişimi ters teperek, etnisiteye dayalı milli kiliselerin kurulmasına yol açmıştır. Bunun sonucu olarak Sırplar, Bulgarlar ve Romenler, kendi millî kiliseleri ekseninde farklı milletler olarak ortaya çıkmışlardı. 1821-1829 döneminde, Yunanistan da İstanbul Patrikhanesi’nden tamamen bağımsız olan millî bir kilise kurdu. Sonunda Ortodoks patriğinin yönetimi Orta Doğu’da, adalarda, Kuzey ve Güney Amerika’da yalnızca bir avuç Ortodoks Hıristiyan’ı kapsayacak kadar daraldı (Karpat, 2011: 103). Dolayısıyla Balkanlar’daki milliyetçiliklerin kaynağı, resmen iddia edildiği gibi etnik dil topluluklardan çok, dini cemaatlerde bulunuyordu. Bu nedenle bölgedeki modern ulus-devletlerin doğuşuna ulusal kiliselerin kurulması eşlik etmişti. Böylece Balkan milliyetçiliği, öncelikle evrensel Ortodoks hiyerarşisinin dağılmasına yol açtı. Rumlar bile bir yandan İstanbul Patrikhanesi’yle özdeşleşmeye çalışırken diğer yandan kendi ulusal kiliselerini kurarak (Karpat, 2010a: 240) uluslaşmışlardır. Kiliselerin etnik temelli bölünmesi sonucu, 1862-1866 döneminde birkaç yeni millet daha tanındı; yüzyılın sonuna gelindiğinde dokuz millet vardı. Bundan böyle millet terimi, din ve etnik yapının iç içe geçtiği geniş bir cemaat varlığı yerine, içinde etnik yapıya daha fazla ağırlık tanınan, fakat dinin kimlik belirleyici ve en önemli unsur olduğu, başlıca inanca dayalı dar bir grubu belirten bir anlama sahip oldu. Bundan dolayı Osmanlı hükümeti, 1882’de devletin çeşitli etnik-dinsel gruplarını ayrı ayrı sınıflandırmaktaydı. Örneğin 1906-1907 nüfus sayımında Bulgarlar, Protestanlar, Rum ve Ermeni Katoliklere ek olarak Marunîler, Süryanîler, Keldanîler, Yakubîler ve hatta Samiriyeliler gibi eski etnik-dinsel grupları yeni milletler olarak tanımaktaydı; fakat Rum Ortodoks, Ermeni ve Yahudi milletler hâlâ en başta yer almaya devam ediyordu (Karpat, 2011: 103-104). 143 1877-78 savaşı ve Berlin Antlaşması, Balkan milletlerinin uluslararası alanda ulus-devlet statülerinin resmen tanınmasını sağlayarak ulus-devlet formunda birçok yeni devletin kurulmasını sağlamış veya kuruluşunu hazırlamıştır. Bu antlaşma Osmanlı Devleti’nin ilk kez Avrupa anlamında ulus-devlet kavramını uygulamasını sağlayarak ulus-devlet ilkesine işlerlik kazandırması açısından ayrı bir öneme sahiptir. Kuramsal olarak her etnik gruba kendi ulus-devletini kurma hakkı verdiğinden bu kavramın etkileri çok kapsamlı olmuştur. Balkanlar haritası ulusdevlet şeklinde yeniden çizilirken yeni bağımsızlığını kazanmış her Balkan milletinin çok sayıda azınlık grubundan oluştuğu gerçeği dikkate alınmamıştır. Baskın konumdaki etnik gruba kendi ulusal devletini kurma ve diğer etnik grupları azınlık haline getirme hakkı verilmiştir. Oysa Osmanlı İmparatorluğu’nda bütün bu azınlıklar cemaat kabul edilmiş ve kendi dini, kültürel özerkliklerini korumuşlardır. Artık bu azınlıklar yabancı unsurlar olarak görülmekte ve çoğu durumda asimilasyona ve dışlanmaya tabi tutulmaktaydı (Karpat, 2006: 432). Osmanlı İmparatorluğu’nun ardılı olan ülkelerde, millet sisteminin geride çok güçlü bir etki bıraktığı gözlenebilir (Gülalp, 2007: 19). Etnik temelli kurulmalarına rağmen pratikte etnisite ve din bu ülkelerde birbirinden ayrılmaz unsurlar olarak kaldı ve Balkanlar’a özgü bir cemaat milliyetçiliğinin temeli haline geldi (Karpat, 2010b: 87). 19. yüzyılın ikinci yarısı ile 20. yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti’nde, önce Hıristiyanlar, ardından Müslümanlar arasında görülen milletleşme süreçleri, büyük ölçüde millet sistemiyle vücuda getirilen toplumsal-etnik yapılar ve dinsel kimlikler tarafından belirlenmiştir. Ortaya çıkan ulus-devletler, kendilerini, laik yurttaşlık kavramının toprağa ilişkin bağlarıyla ve tarihsel anılarla ilişkilendirirken bu devletlerdeki ulusların kimlikleri, içsel tutarlılık ve toplumsal-siyasal değerleri çağlar boyunca içinde yaşadıkları millet sistemi tarafından belirlenmiştir. Seküler bir kavram olarak yurttaşlık, toprağa bağlılık tarafından belirlenirken etnik-millî kimlik anlamında millîlik, millet yapısı içindeki dinî cemaat deneyimine göre biçimlenmiştir. Laik devlet düşüncesi ile kökleri millet felsefesine dayanan dinî cemaat kavramı arasındaki bu uyumsuzluk, ortaya çıkışlarından itibaren Balkanlar ve Orta Doğu ulus-devletlerini sarsan siyasal, toplumsal ve kültürel bunalımlara yol açmıştır (Karpat, 2011: 139). 144 Türkiye’deki, Yunanistan’daki ve Balkanlar’daki milliyetçiliğe yön veren din üzerinden uluslaşma olgusu, millet sisteminin ve Osmanlı topraklarındaki etnik-dinî kimliklerin zamana rağmen devam ettiğine işaret etmektedir. Dolayısıyla bugün bile bu etmenler günümüz Türklüğünü ve Balkan ülkelerinde milli kimliği belirler (Çağaptay, 2009a: 257). Özetle ulusal ve dini özdeşleşme meselesi son derece karışıktır. Bulgarca konuşan bazı topluluklar, özellikle de Trakya’dakiler, İstanbul’daki Patrikhane’den ayrılmadıkları için “Bulgarca konuşan Rumlar” olarak nitelendirildiler. Rumca konuşan birkaç topluluk da Bulgar Ortodoks Kilisesi’ni seçtiği için “Rumca konuşan Bulgarlar” olarak görüldü. Romence konuşan Vlahlar ise genel olarak patrikhaneden yana oldular ve büyük ölçüde Helenleştirildiler; Bulgar Ortodoks Kilisesini seçenler ise Bulgarlaştırıldı (Karpat, 2010d: 136). Müslüman Bulgar olan Pomaklar, “Bulgar” olarak değerlendirildiler ve geniş çaplı bir Bulgarlaştırma-Hıristiyanlaştırma sürecinden geçtiler. Müslüman isimleri Hıristiyan isimlerle değiştirildi (Karpat, 2010d 132). Milliyetçilik ilk olarak on sekizinci yüzyılın ikinci yarısında Balkanlar’daki Ortodoks Hıristiyanlar arasında evrensel Rum Patrikhanesi’ne muhalefet şeklinde belirdi. Müslüman tebaa ise, 1908 Jön Türk İhtilali’ne kadar tam bir etnik milliyetçilik deneyimi yaşamadı (Karpat, 2009b: 35). Bu nedenle, Türkler açısından, millet sisteminin zararları çok büyük olmuştur. Yalnız Türkleşmenin ideallerine ve amaçlarına aykırı düşmekle kalmıyor, aynı zamanda gayrimüslimler açısından ayrı bir toplum yaşamının devamını sağlıyor ve bu topluluklarda milliyetçilik duyguları uyandırarak bağımsızlık hevesleri yaratıyordu (Kirkwood, Toynbee, 2009: 189). Osmanlı İmparatorluğu’nda milliyetçiliğin yükselişi ve dolayısıyla millet sisteminin çökerek ardından otuz kadar ulus-devletin kurulmasının birçok nedeni vardı. Dinî gruplar veya milletler arasında rekabete dayanan ve ihtilaf yaratan ilişkiler, Osmanlı siyasal yapısında gerçekleşen ilerici reform, Aydınlanma felsefesi ve ideallerinin etkisi ve son olarak Rusya, Fransa ve İngiltere gibi ülkelerin emperyal çıkarları bu nedenler arasında sayılabilir (Karpat, 2009b: 35). 18. yüzyılın sonlarına kadar, Osmanlı toplumunu meydana getiren dinler ve etnisiteler arasına “nifak” sokan şey henüz milliyetçilik değildir. 19. yüzyıl başına kadar da milliyetçilik böyle bir rol oynamaz, çünkü zaten kendisi yoktur (Belge, 145 2009: 180). 18. yüzyıl sonlarından başlayarak Osmanlı Devleti’nde milliyetçiliğin, milliyetin ve modern ulus-devletlerin ortaya çıkışı, Orta Çağ sosyo-ekonomik yapılanmasının çöküşü ve grup kimliklerindeki değişikliklerle birlikte eski etnik ve dini toplumların uluslar haline dönüşmesi şeklinde olmuştur. Bu, sosyo-ekonomik ve etnik-din bağlamında aynı anda başlayan ve zaman içinde ilerleyen bir dağılma ve yeniden yapılanma sürecidir. Böylece, Orta Çağ sosyal tabakaları zaman içinde pazarların ve şehirlerin büyümesiyle doğru orantılı olarak daha büyük sosyal gruplar veya sınıflar haline gelmiş böylece evrensel dini cemaatler zamanla ulus-devletler haline gelen etnik birimlere ayrılmıştır. Sayısal çoğunluğa sahip olan etnik grup, genellikle hâkim durumda olmuş ve farklı dil ve din gruplarını azınlıklar olarak kabul etmiştir. Hâkim etnik grup, özellikle 1913’ten sonra Sırpların Balkanlar’daki diğer Slav gruplara yönelik olarak izlediği politikada olduğu gibi, diğer grupları kendi milli kültür kavramlarına uydurarak (Karpat, 2006: 82) asimile etmeye veya yok etmeye çalışmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyıldaki modernleşmesi sırasında “millet” teriminin, bugün sahip olduğu “ulus” anlamını kazanmaya başlaması (Gülalp, 2007: 19-20) nedeniyle millet sisteminin uygulamaları, bir arada yaşayan ayrı din ve itikatlardan cemaatler arasında bir eşitlik geleneği yaratmayı amaçlayan 19. yüzyılın ateşli milliyetçiliğinin yayılmasına engel olamamıştır (Canefe, 2007: 96). Ayrıca, millet sisteminin otonom kıldığı ayrı cemaatsel ve dini kimlikler, daha sonraları imparatorluk bünyesindeki milliyetçi devrimci kadrolara tavizsiz Türkleştirmenin zorunluluğu argümanlarını sunmuşlardır (Canafe, 2007: 93). Millet sistemi, homojenleştirme ve asimilasyon yerine farklılıkları koruma amacına yöneldiği için farklı toplulukların müstakil varlıklarını süreklileştirmekteydi. Böylece gayrimüslim milletlerde ulusçu duygu ve ihtirasların uyanmasını, dolayısıyla da ayrılıkçı taleplerde bulunmalarını kolaylaştırmaktaydı. Bu durum, Türk milliyetçi reformistlerini, millet sisteminin kesin olarak kaldırılması gereğine inandırmıştı. Millet sisteminden duyulan bu hoşnutsuzluğu miras alan Kemalist ulusçu hareket, ulusal birliği sağlamak için millet sistemine son verilmesini zaruri görmüş ve bunu en azından teorik düzeyde gerçekleştirmeyi başarmıştır (Kirkwood&Toynbee, 2009: 170-171; Yıldız, 2007: 58). 146 2. MERKEZİLEŞME Ulus-devletin en belirgin niteliklerinden birisi de merkezileşmedir. Nitekim Avrupa’da ulus-devletler, iktidarın merkezileşmesi ve bürokratikleşmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Millet sistemi sayesinde gayrimüslim tebaasına ve ademimerkeziyetçi özelliği dolayısıyla da taşraya geniş serbestlik tanıyan Osmanlı yönetimi 18. yüzyılın başlarından itibaren Batılı ulus-devletler karşısındaki zayıflığını fark edince merkezileştirici reformlara girişmiştir. Batıda siyasî merkezileşme, genellikle uzun süreli bir sosyo-politik ve ekonomik değişimin sonucu oluşurken, Osmanlı toplumunda böyle bir gereksinme askerî yenilgiler, imparatorluktan kopmalar ve ekonomik çöküş nedeniyle hissedilmeye başlandı. Avrupa’da çeşitli entelektüel akımların yarattığı dinamik güçleri izleme telaşı, bu akımları tam anlamıyla içselleştirmeden hızla siyasîleştirmek gibi bir sonucu verdi. Osmanlı seçkinleri ulusçuluğu tanımlama konusunda aceleci davranmanın yanında, aynı zamanda ulusçuluğun, en dar bürokratik anlamında Osmanlılığa nasıl oturacağı konusunda da kararsızdılar. Bir bakıma ulusçuluk moda bir akım olup etnik ve ırk kimliklerinin siyasal yorumundan önce ortaya çıkmıştı. Diğer bir ifadeyle, Osmanlı seçkini “üst kültürü” açık seçik bir şekilde tanımlayamıyordu, çünkü “Osmanlı kültürü” özellikle homojen bir “ulusal kültür” için homojen bir malzeme oluşturmakta yetersiz kalıyordu (Ersanlı, 2009: 57). Yöneticilerin, Batı’da oluşan merkezi devlet modellerinin etkisinde kalarak merkezi denetimi artıracak kurumsal ve altyapısal düzenlemelere gidip, bu yolla İmparatorluğun bütünlüğünü artırmaya çalışmaları, çelişik bir durum ortaya çıkarıyordu. İmparatorluğun bütünlüğü ilkesini benimsemiş gibi görünen Avrupalı devletler, kendilerinin uyguladığı devlet modelini uygulamak isteyen Osmanlıların bu çözümüne karşı çıkmışlardır. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünlüğünün geçici olmasını diliyorlardı. Bu nedenle, Osmanlı yöneticileri Batılılaşmayı merkezileşme olarak alırken, onlara önerilen Batılılaşma, İmparatorluk içinde etnik ve dini grupların bağımsızlığını artıracak, parçalanma eğilimini sürekli olarak canlı tutacak haklar vermekten ibaret olmuştur. Böylece İmparatorluk’ta yapılan reformlarla, bir yandan İmparatorluğun merkezileştirilmesi güçlendirilmeye 147 çalışılıyor, öte yandan Avrupa’nın etkisiyle değişik gruplara verilen haklar, bu gruplar içinde ayrılıkçı milliyetçilik akımlarının yayılmasına neden oluyor ve İmparatorluğun bütünlüğünü zayıflatıyordu (Tekeli; İlkin, 2010: 86-87). Osmanlıda ilk merkezileştirme politikaları, korporatif yapıya sahip gayrimüslimlere değil ayanların faaliyetlerine karşı başlatılmıştır. Bu bağlamda kabul edilen Sened-i İttifak, Osmanlı Devleti’nin modern merkeziyetçi bir devlete dönüşmesi yönünde atılmış ilk adımlardan birisidir (Mardin, 2009b: 167). Çünkü belli dengelere dayanan Osmanlı siyasal sistemi, ayanlarla karşı karşıya gelince çözülmeye başlamış bu da yeni bir sistem ihtiyacı yaratmıştı. Sistemin bu soruna cevap bulamaması, sosyal yapının kültürel-dinsel temelde siyasal devletlerin kurulmasına yol açacak şekildeki dönüşümüyle birleşmiş ve devletin sorunun üstesinden gelmek için attığı yürekli adımlara rağmen Osmanlı Devleti’nin dağılmasına sebep olan başlıca faktörleri oluşturmuştur. Devletin bu duruma tepkisi III. Selim döneminde merkezileşme yoluyla bütünleşme girişimi şeklinde başladı ve ulus-devlet Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla sonuçlandı (Karpat, 2010b: 19). III. Selim ile başlayan, II. Mahmut ile hızlanan, II. Abdülhamid, İttihatTerakki ve Cumhuriyet dönemlerinde en üst dereceye çıkan merkezileşmenin temel özelliği, karar yetkisinin merkezi bürokrasinin elinde toplanmasıdır (Karpat, 2010a: 52). II. Mahmut devrine kadar Osmanlı Devleti’nin varlığı; hanedan ve bürokrasinin, çeşitli grupların liderleri ile yaptığı işbirliğine dayanıyordu. Yeni tip merkeziyetçilikte ise devlet ile halk arasında yüzyıllardan beri aracı rolünde olan gruplar ortadan kaldırılarak bunların vazifeleri merkezî memurlar veya merkezin kontrol ettiği yerli memurlara devredilmiştir. Böylece merkezî devlet, vatandaş ile doğrudan temas ederek etkisini toplumun her kademesinde fiilen duyurmak fırsatını bulmuştur. Bu doğrultuda, Bosna’da, Anadolu’da, Irak ve Arabistan’da görülen ayan ve derebeyi diye tanınan kimselerin, 19. yüzyılın ilk yarısında yok edilmesi ve sindirilmesi, modern merkeziyetçiliğin gerektirdiği bir hareketti. Bu kişiler merkez otoritesine karşı çıkmalarından dolayı vatan haini ilan edilerek ortadan kaldırılmıştır. Böylece modern ulus-devletin ana şartı olan toplumsal homojenlik, bir dereceye kadar yerine getirilmiş oluyordu. Siyasi anlamda bu homojenlik sayesinde mahallî farklar bir dereceye kadar azaltıldığı gibi ekonominin, bölgelere ayrılmış bir şekilde 148 çalışması önlenmiş ve bir tek birim halinde çalışması sağlanmıştır. Bu gelişmelerin arkasında ise köklü sosyal yapı değişmeleri mevcuttu (Karpat, 2009b: 65). Osmanlı merkezi devlet yönetimi, merkezileşme isteği doğrultusunda, bazı yörelerde ortaya çıkan feodal eğilimleri, yalnız askeri yollarla değil, aynı zamanda dinsel pratikleri devlet kontrolü altında tutarak bastırmaya çalışmıştır. Çünkü merkezi devletten bazı özerklikler elde etmeye çalışan yerel isyanların çoğunun başlıca referansı dinsel tema ve simgelerdi. Bu nedenle din, özellikle merkezi sisteme karşı yerel ayaklanmaların artmasıyla, merkezi devlet yönetimini emniyet altına almak için bir araç olarak kullanılmaktaydı. Çoğu zaman bu tür feodal eğilimlerin bastırılması için katı bir Sünni İslam görüşüne başvuruldu (Kadıoğlu, 2008: 40). Bu doğrultuda, Osmanlı memurları, dinî hareketlerin ortaya çıkaracağı tehlikeleri en aza indirecek, tam manasıyla hâkim bir dinî anlayışı tesis etme amacıyla, ihanet içindeki Şiîliği sürekli göz hapsinde tutup tehlikeli gördükleri heterodoks zümreleri imparatorluğun uzak köşelerine sürdüler. Ayrıca, devletin kontrolü altında olan bir dinî elit ortaya çıkarmaya ve bu elit tarafından kontrol edilen bir eğitim sistemi kurmaya çalıştılar (Mardin, 2007: 39). Merkezileşmenin diğer bir yönü de gayrimüslimleri devlete bağlı tutmaya yönelik gerçekleştirilen reformlarla ilgilidir. Osmanlı hükümetinin gayrimüslimlerden gelen sosyal değişiklik tehdidine karşı verdiği tepki, merkezi hükümetin otoritesini güçlendirmeye yönelik bir dizi reform başlatmak şeklinde olmuştur. Bu amaçla, ortak laik bir politik aidiyet duygusu geliştirmeye çalışmıştır. 1839 Tanzimat reformlarından sonra, Osmanlıcılık kavramını benimsemek suretiyle inançları ve dilleri ne olursa olsun Osmanlı topraklarında yaşayan herkesin Osmanlı vatandaşı kabul edildiği fikrini uygulamaya koymuştur. 1856 Islahat Fermanı ile de daha fazla bütünlük sağlamak amacıyla Müslüman olmayanları resmen tanımış, belediye ve vilayet yasalarını çıkarmış ve yeni kurulan idari meclislerde onlara temsil hakkı vermiştir. Böylece, 1850’den itibaren millet mensupları Osmanlı vatandaşı olarak kabul edilmeye başlanmış, fakat resmi milliyet yasası 1869’a kadar kabul edilememiştir. Osmanlı vatandaşlarına yeni ve modern bir statü veren bu kanun, zaten yerleşik durumda olan bir kavramı teknik açıdan yasallaştırmış ve ona açıklık kazandırmıştır (Karpat, 2006: 312). 149 1839’dan sonra uygulanan merkeziyetçi politikalar birleştirici olacağı yerde, Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasındaki sosyal ve dini farklılıkları daha da artırarak onları çoğunluklar ve azınlıklar olarak değişime uğrattı. Bu durum, Osmanlı hükümetinin Müslümanlarla özdeşleşmesine zemin hazırlayarak gayrimüslimlerin ulusal uyanışlarının başlamasına ve zaman içinde ulus haline gelmelerine neden oldu. Aslında, Tanzimat reformlarıyla izlenen merkezileştirme politikası tek ve birleşik bir Osmanlı ulusu yaratma amacıyla başlatılmıştı, fakat Türkler ve Araplar da dâhil olmak üzere bütün etnik ve dini grupların ulusal uyanışının başlamasıyla sona erdi (Karpat, 2006: 179,216). Bunun yanında, Tanzimat özellikle de Islahat Fermanı’nın devletin eski korporatif örgütlenmesi yerine kişi ve vatandaşlık üzerine kurulacak bir devlet yapısını kabul etmeye başlaması, siyasi kimliğin din üzerine kurulmasına yol açmıştır (Karpat, 2010c: 37). Tanzimat reformları, amaçlanan düzeyde bir Osmanlı milleti ortaya çıkarmada başarılı olamamakla birlikte, devletin merkezileşmesi noktasında önemli sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması, yeni tımar yasası ve din adamlarının etkinliğinin sınırlandırılması gibi uygulamalar, merkezileşmeye katkıda bulunan önemli unsurlardır (Oğuz, 2006: 112). Ayrıca, 19. yüzyıla kadar Osmanlı idaresi bazı hizmetleri yerel gruplara, dinî cemaatlere, vakıflara bırakmıştı. Fakat Tanzimatçılar bu gibi hizmetleri de olabildiğince merkezî hükümet örgütüne devrettiler (Ortaylı, 2008: 183). Dolayısıyla 1839 tarihli Tanzimat Fermanı, Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezileşme ve bürokratikleşmesi sürecine ivme kazandıran önemli bir adım olmuştur (Karpat, 2010b: 37). Reformlar sonucu milletler giderek daha fazla hükümet kontrolüne girdiler. 1880’de din adamlarının itirazlarını dikkate almayan hükümet, milletlerin dini mahkemelerini laikleştirerek, milletlere mensup bireylere, dini mahkemelerinin yetki alanına giren miras ve vasiyetname ile ilgili davaların devlet mahkemelerinde bakılması hakkını tanıdı. Ayrıca hükümet, bazı patriklere rağmen ders kitaplarını ve müfredatlarını 1869 tarihli eğitim yasasına göre incelemeye tabi tutarak millet okullarını kontrolü altına aldı. Millet reformlarının, din adamlarının yetkilerini dini alanla sınırlaması, hükümetin cemaatin dinle ilgili olmayan konularını yetki alanına 150 almasına imkân vermiştir. Böylece reformlar, milletleri, dini konular dışında hiçbir işleri olmayan basit inanç grupları haline getirmiş oldu (Karpat, 2006: 316). Özetle söylemek gerekirse, idarî-siyasî ve iktidar açısından olmak üzere iki türlü ele alınması gereken merkeziyetçilik çabalarında Osmanlılar, dengesiz bir başarı kaydettiler. İmparatorluk açısından merkezileşme en tepedeki siyasî iktidarın merkezileşmesi olarak algılandığı için hükümdar güçlü ve muzaffer olduğu sürece merkezî iktidar da kuvvetli kabul ediliyor ve toplum oldukça istikrarlı görülüyordu. Fakat idari açıdan modern merkezileşme, toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel tüm alanları içine alan ve girift bir birlikteliğe dayanan bir ilişkiler ağı olmak zorundaydı. Düzen ancak bu şekilde sağlanıp kopmalar azaltılabilirdi. Bu sayede siyasî hayat istikrarsız da olsa bu ilişkiler ağını kırmak gittikçe zorlaşacaktı. Siyasî seçkinlerin amacı da -ilke olarak- bu yeni siyasî iktidarı, kısmen laikleşme ve modernleşme, yani Batılılaşma esasına oturtmaktı. Yakında kurulacak olan ulusdevletin temel gücünü oluşturacak iki anahtar kavram ise laiklik ve modernleşme olacaktır (Ersanlı, 2009: 55). 3. OSMANLICILIK Osmanlı Devleti, 19. yüzyılın başlarından itibaren, ulus-devlet formundaki Batılı modern devletler karşısında tutunabilmek için bir siyasi ideoloji arayışına girmiştir. Kendisi de modern bir ulus-devlet olma çabası içine girmekle birlikte farklı etnik ve dini unsurlardan oluştuğu için bu ideolojinin kapsayıcı olması gerekiyordu. Osmanlı Devleti’nde modern ulus haline geçiş süreci, 19. yüzyılın başlarında, bekası açısından daha geniş bir sosyal tabana ihtiyacı olan bir devlet mekanizması olarak başlamıştır. Daha kapsamlı sosyal temeller bulma arayışına giren devlet, karşılıklı anlayış yaratmak ve Osmanlı halkı arasında sosyal bir standartlaşma, bütünlük ve homojenlik sağlamaya çalışmıştır. İşte bu amaçla devlet, mevcut cemaatlerin, yani dini cemaatlerin mensuplarını devletin bireyleri, vatandaşları haline getirecek olan Osmanlıcılık politikası izlemeye başlamıştır. Böylece, o ana kadar padişahın tebaası olan fertler artık devletin vatandaşı olmuşlardır. Bu bağlamda eşit vatandaşlığı sağlamak için, Müslümanlar ile gayrimüslimler arasında ayrıma neden 151 olan bazı düzenlemeler kaldırılmıştır (Karpat, 2006: 429-430; 2011: 185-186). Bununla birlikte, Batı milliyetçiliğinin ideolojik olarak benimsenmesi azınlıkların görüşünün ve laik, partikülarist devlet felsefesinin kabul edilmesi anlamına geleceğinden Osmanlıcılar, Batı milliyetçiliğinin ideolojik içeriğini kasıtlı olarak görmezden geldiler. Bu yüzden, vatan, Osmanlı yönetimi altındaki topraklar ve millet de sadece Müslüman tebaayı içine aldığı için Osmanlı milliyetçileri tarafından kullanılan millet ve vatan sözcükleri birbiriyle çakışmıyordu (Karpat, 2010b: 212). Genellikle Osmanlı İmparatorluğu’nda bir Osmanlı milletinin var olduğu farz edilse de “Osmanlı milleti” ve “Osmanlı anavatanı” gibi kavramlar, Avrupa etkisindeki 19. yüzyıla ait buluşlardır (Lewis, 2009: 4). Dolayısıyla bir Osmanlı milleti yaratmayı hedefleyen Osmanlıcılık da 19. yüzyılda, iktidardaki Osmanlı siyasal seçkinlerin, halkı modern bir millete dönüştürmek ve halkın devletle özdeşleşmesini ve böylece sadakat ve bağlılığını sağlamak için, devleti daha geniş bir insani temele oturtmak kararını verdikleri zaman ortaya çıktı. Çünkü Fransız ve Sanayi Devrimlerinin yol açtığı, nasyonalizm ve kapitalizm yönündeki köklü siyasî ve iktisadî dönüşümler, doğal olarak yönetenlerin yönetilenler üzerinde kontrolünü öngören elit politikasının geçerli olduğu Osmanlı gibi geleneksel, çok-uluslu imparatorlukları derinden etkilemeye başlayarak hükümet ile tebaa arasındaki geleneksel politik bağın aşınmasına neden olmuştu (Gencer, 2008: 57). Bu ortamda Tanzimatçıların Osmanlıcılığı, geleneksel millet sisteminin çözülme sürecinde doğan boşluğu doldurmak için bir acil eylem planı olarak geliştirildi (Yıldız, 2007: 54). Osmanlı İmparatorluğu bir merkezî değerler sistemine sahip değildi. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu organik dayanışma içinde bulunan bir toplum değil; tersine, dağınık bir yapıya sahipti. Bu parçalanmışlık, önce dinî cephede olup nüfus etnisite ve din temelinde farklı kompartımanlara ayrılmıştı. Ayrıca bölgeler dil engeliyle birbirinden ayrılmışlardı ve bir millî ekonomik sistem mevcut değildi. Bu şartlarda, 19. yüzyılın ortalarında Osmanlı reformcuları bütün bu parçacıkların altında bir yer bulabileceği bir ortak şemsiye yaratmaya çalışmışlar ve en sonunda da Osmanlıcılık’ta karar kılmışlardır. Bu kavram, o zamana kadar sadece bir grup kimliği kaynağı olarak mensup oldukları, tüzel kişiliği olmayan milletin üyesi olan bütün insanlara ortak bir Osmanlı vatandaşlığı ve buna dayalı haklar verilmesi ilkesi 152 üzerine inşa edilmişti (Mardin, 2007: 91). Osmanlıların Türk milliyetçiliği yerine Osmanlıcılığı benimsemelerinin nedeni, yönettikleri kozmopolit sistemin devamını sağlamak istemelerindendir. Öyle ki Türk milliyetçiliğinin öncüsü olarak görülen İTK bile kendisine “Osmanlı İttihat ve Terakki Komitesi” diyordu (Ahmad, 1995: 114). Osmanlıcılık, Osmanlı hükümetinin imparatorluk dahilinde yaşayan farklı etnik dini unsurlar arasında eşitlik ve birliği sağlamak, yani inanç, ırk ve dil farklılıklarının üstesinden gelmek için ortak bir siyasal kimlik olarak, tek bir vatandaşlık kavramını kullanma çabasıdır (Karpat, 2005: 25; Somel, 2009: 88). Diğer bir ifadeyle 1856’dan sonra tam yürürlüğe sokulan Osmanlıcılık siyaseti, tüm Osmanlı vatandaşlarını; din, dil ve mezhep farklılıklarının üstünde yeni siyasi bir kimlik olan Osmanlı kimliği altında birleştirmek gayesini gütmüştür (Karpat, 2009b: 66). Bu şekilde Osmanlıcılık, farklı dinî-etnik grupları yönetmenin yeni bir tekniği ya da kültürel çoğulculuğun modern bir biçimi olarak, Osmanlılık bilincinin oluşacağı bir zemin yaratmaya çalıştı. Osmanlı reformcuları için Osmanlıcılık, modern vatandaşlık anlayışı oluşturmak suretiyle muhtelif grupları bir potada eritmeye yardımcı olacaktı (Çolak, 2006: 130). Tanımından ve amacından da anlaşılacağı üzere Osmanlıcılık gerçekte, gayrimüslimlerin imparatorluktan kopmalarını engellemeye yönelik olarak geliştirilmiştir. İmparatorluk çeşitli dil, din ve ırklardan oluşan bir devlet olup millet sistemi bunları birbirlerinden ayrı tutarak barış sağlanmıştı. Ancak 19. yüzyılın başlarından itibaren milletlerin pek çoğu milliyetçilik hareketlerinden etkilenmeye başlamışlardı. Bu nedenle Tanzimatçılar, eski millet sistemini iç düzenlemeye tabi tutarak milliyetçiliğin toplumsal dengeyi bozup imparatorluğu çökertmesini önleme yolunda yeterli hukuksal eşitlik sağlamaya çalıştılar (Shaw&Shaw, 2010: 170). Bu, azınlıkları imparatorluğa bağlamak ve onların bağımsızlık emellerini yatıştırmak gayesiyle gerçekleştirildi. Başarılırsa, Osmanlı İmparatorluğu’nun doğuşundan beri yürütülen millet sistemi sona ermiş olacaktı. Osmanlıcılık, 1876 Kanun-i Esasisi’nde kabul olundu ve kuramsal olarak 1918 yılına kadar yürürlükte kaldı. Gerçekte ise 153 azınlıklar arasında baş gösteren milliyetçilik akımları daha sonra Türkler7 tarafından da benimsendi ve Osmanlı vatandaşlığının fikri anlamı kayboldu (Karpat, 2010c: 97- 98). Osmanlıcılığın resmi bir politika olarak kabul görmesi, geleneksel devlet düşüncesinde nitel bir değişimi gerektirmekteydi. Geleneksel Osmanlı devlet ve toplum anlayışı, bireyleri bir taraftan yöneten-yönetilen kompartımanlarına ayırmakta, öte taraftan ise nüfusu dinsel kategorilere göre sınıflandırmaktaydı. Ne var ki Osmanlıcılıkla beliren, dinsel bölümlemelerin olmadığı bir toplum anlayışı, çok daha farklı bir siyasal tasavvuru zorunlu kılmaklaydı. Dinsel ve etnik farklılıkları olduğu gibi kabul ederek toplumu eşit bir bütün olarak kavrayan bir siyasal tasavvurun üç olası referans noktası olabilirdi. Birincisi, devlete veya hükümdara bir kutsallık atfederek dinsel ve etnik farklılıklar üstü bir sadakat odağı oluşturmak. İkincisi, üzerinde yaşanılan ortak toprak parçasına bir kutsallık atfetmek suretiyle toplumu ortak bir paydada birleştirebilecek bir vatanseverlik duygusu yaratmak. Üçüncüsü, dinsel ve etnik farklılıkları aşan bir üst kimlik aracılığıyla laik bir ulus tasarımını gündeme getirmek. Bu üç referans noktası olan devlet, vatan ve ulus göz önünde tutularak, 1830 sonrasından başlayarak 1913’e kadar, Osmanlı uygulamalarının ağırlıklı olarak ilkinde yoğunlaştığı görülür. Zaten devletmerkeziyetçilik Osmanlı siyaset geleneklerine yabancı olmayıp yeni olan husus, gayrimüslimlerin Müslümanlardan ayrı bir kesim olarak görülmeyip siyasal ve idari çabaların onlara da yöneltilmesiydi. Ortak toprak veya vatan anlayışı ise oldukça yeni bir görüşün Osmanlı siyasal yaşamına girmesi anlamına geliyordu. Bu yeni referans noktası resmi söylemde pek rağbet görmemiş, buna karşın Yeni Osmanlı ve Jön Türk muhalif aydınları tarafından kuvvetle dikkate alınmıştır. 8 Ulus anlayışı ise, 7 Lewis, Türkler arasında milliyetçiliğin yayılmasını Osmanlıcılık siyasetinin iflasının bir sonucu değil sebebi olarak görür. Bkz, Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Arkadaş Yay., Ank. 2009, s. 295. Karpat ise Türk milliyetçiliğinin Osmanlıcılığın antitezi değil bir sonucu olduğunu savunur. Bkz. Kemal H. Karpat, İslam’ın Siyasallaşması, İBÜ Yay., , İst., 2009, s. 604. 8 Vatan fikri gayrimüslimler arasında kabul görmemiştir. “Osmanlı milliyetçileri tarafından çerçevesi çizilen “vatan” fikri duygusal olarak Müslümanlara hitap ediyor olabilirdi, ama Hıristiyan tebaa üzerinde bir etkisi yoktu. Osmanlı milliyetçileri ülkeyi İslam aracılığıyla tanımlıyor ve onun 154 I. Meşrutiyet dönemi hariç 1908 öncesinde doğrudan doğruya herhangi bir biçimde söz konusu olmamıştır (Somel, 2009: 91-92). Tanzimat ve Islahat Fermanları, halkı dini kategoriler üzerinden gruplara bölen klasik İslamî ayırımın yerine, Avrupa’dan ithal edilen ve en çok Hıristiyanların işine yarayan eşit vatandaşlık kavramını getirdiler (Karpat, 2008: 159). Biraz muğlâk bir şekilde ifade edilmiş de olsa, Tanzimat Fermanı, bütün yurttaşlara eşit haklar, mal ve can emniyeti vaat ediyor, mali (iltizam sisteminin kaldırılıp düzenli vergi sisteminin getirilmesi), askeri (zorunlu askerlik) ve adli (laik mahkemeler) sahalarda bazı reformlar ileri sürüyordu (Karpat, 2010c: 97; Zürcher, 2009b: 84-85). Reşid Paşa’nın söz konusu fermanın hazırlanmasındaki gayelerinden birisi, bütün tebaanın aynı medenî haklardan faydalandığı, vatandaşlığı otomatik olarak veren ve dinî ilişkilere dayanmayan bir Osmanlı milleti meydana getirmenin temelini inşa etmekti (Mardin, 2009b: 21). Gayrimüslimlerin özerklik ya da bağımsızlık taleplerini önlemeye yönelik olan (Shaw&Shaw, 2010: 162) Islahat Fermanı, gayrimüslimlere tanınan hakları daha da somutlaştırıp genişletmiştir. Bu durum Müslümanların tepkisini çekerek milliyetçiliğin onların arasında da yayılmasına neden oldu. Berkes (2010: 217, 218) 1839 bildirisinin Müslümanlar için, 1856 bildirisinin ise Hıristiyanlar için yayımlanmış bir belge sayılabileceğini bununla birlikte, 1839 fermanı Müslüman halka bir anayasa veremediği halde, 1856 fermanının genel olarak Hıristiyan milletlerin anayasal gelişmesinin başlangıcı, dolayısıyla ulusal bağımsızlık isteklerinin bir manifestosu olduğunu belirtir. Ayrıca, Islahat, cemaatler üzerindeki yetkileri ve çıkarları kısıtlandığı için Müslüman ulemayı memnun etmediği gibi, Kilise ruhanîlerini de sevindirmedi. Hıristiyan halkın bir kısmı sağlanan haklardan memnun olmakla birlikte, zorunlu askerlik hizmeti ya da bunun yerine bedel ödenmesinden memnun değillerdi. Dolayısıyla, zorunlu askerlik Osmanlı ulusdevleti inşasının bir aracı olarak başarısız oldu. Bu nedenle ordu, sonuna kadar Anadolu’dan gelen Müslüman köylülerden oluşan bir ordu olarak kaldı ve I. Dünya savunulmasını dini bir görev olarak vatandaşa yüklüyordu.” Kemal H. Karpat, Osmanlı’dan Günümüze Etnik Yapılanma ve Göçler, 2010, Timaş Yay., İst., s. 212. 155 Savaşı’ndan sonra Anadolu’da kurulan Türk ulus-devletinin habercisi oldu (Zürcher, 2009a: 172). Müslüman olmayanlar, karşılığında hiçbir bedel ödemeyecekleri bir “eşitlik” istiyorlardı. Örneğin askere alınıp imparatorluğa hizmet etmek yerine, vergilerini ödeyip kendi mesleklerinde kalmayı tercih ediyorlardı. Ayrıca reformlar yabancı baskılarıyla yapıldığından, gayrimüslim milletler her güçlükle karşılaştıklarında dış müdahale istiyor, dış güçler de bu sayede Osmanlı içişlerine daha çok karışma fırsatı buluyorlardı. Bu nedenle pek çok Müslüman, azınlıkları düşman saldırılarına neden olmakla, hatta ihanetle suçladı. Reformların dış güçlerin desteğiyle Hıristiyanların bulundukları bölgelerde uygulanınca Müslümanlar da Tanzimat’ın gayrimüslimleri İmparatorluk’ta üstün mevkie getirmek amacında olduğunu ve onlara karşı özel davranışlar gösterildiğini ileri sürdü. Sonuçta Osmanlı milleti yaratmaya yönelik reformlar, kimseyi mutlu kılmadığı gibi milletlerin içindeki dini ve seküler çatışmaları da önleyememişti. Ancak zaman geçtikçe Tanzimat’ın genel seküler programlarının etkisi kendini göstermeye başlayarak dini kuruluşların Müslümanlar ve Müslüman olmayanlar üzerindeki egemenliklerini kaybetmelerine yol açtı (Shaw&Shaw, 2010: 165). Tanzimat Osmanlıcılığı, Fransız Devrimi’nden etkilenerek biçimlendirilmiş olmaktan ziyade, ona tepki olarak düşünülüp geliştirilmeye çalışılan bir düşüncedir (Ortaylı, 2008: 128). Fransız Devrimi’nden sonra, geleneksel yapı içinde evrensel dinî aidiyetler üzerinden tanımlanan kimlikler yerini, özellikle Hıristiyan cemaatler arasında, etno-kültürel ve coğrafi referanslarla ilişkilendirilen ulusal kimliklere bırakmaya başlayınca, gayrimüslim azınlık milliyetçiliği, imparatorluk siyasi gündemini yoğun şekilde meşgul eder olmuştur (Soner, 2009: 364). Osmanlı’nın klasik ve çok kültürlü yapısının milliyetçilikle yüzleşmeye başladığı bu durumda başvurulan tedbir, milli kimlik taleplerini bir aşkın politik kimlik ile aşmaya çalışmak olmuştur. O günlere kadar sadece bir hanedan kimliği olarak muhafaza edilen Osmanlı kimliği Tanzimatçılar tarafından bu kez yukarıdan aşağıya doğru seferber edilmekte, çok etnili yapıları bir arada tutabilecek bir sosyo-politik bağ olarak istihdam edilmeye çalışılmaktadır (Öğün, 2009: 33). Çünkü imparatorluklar çağının yerini milletler çağına bıraktığı bir dönemde, Osmanlı Devleti’nin 156 yaşayabilmek için farklı dini ve etnik cemaatlerden meydana gelen halklarını bir “millet” haline getirmekten başka çaresi yoktu. Neticede hikmet-i hükümet gereği icat edilen millet, Osmanlı milleti olmuştur (Türköne, 2009: 462). Osmanlı Devleti’nin cemaat üzerine kurulmuş yapısını terk ederek üniter bir devlet halini almasında, millet bilincinin artmasında ve dışarıdan gelen göçmenlerin Osmanlı-Müslüman ve sonra Türk milletinin bir parçası olmalarında, 1864 Vatandaşlık Kanunu’nun büyük etkisi olmuştur. Vatandaşlık Kanunu’nun temel amacı, dini cemaatler üzerinde ortak vatandaşlığa dayanan ortak bir Osmanlılık kimliği yaratmaktı. Amaç din, dil, ırk ve etnik köken farkı gözetmeksizin herkesin eşit haklara sahip vatandaşlar olmasıydı. Bu sayede, Osmanlı vatandaşlığı, tüm kimliklerin üzerinde insanları birbirine eşit şekilde bağlayacak ve devlete sadakati sağlayacaktı. Vatandaşlık Kanunu halkın padişaha olan eski, kişisel, somut, siyasi bağını soyutlaştırıp kişiyi devlete bağlayarak bürokrasinin emrine vermiştir. Böylece devletin temeli dini cemaatler değil birey olmuştur ki bu çarpıcı bir devrimdir (Karpat, 2010a: 54-55). 1864 Vatandaşlık Kanunu’nun kabul edilmesiyle somutluk kazanan Osmanlıcılık, üniter bir devletin kurulması için gerekli olan laik bir kavram olup (Karpat, 2009b: 22-23) millet sisteminin dinî tabakalaştırması yerine Müslümanlarla gayrimüslimleri eşit kılmakta ve hâkim millet anlayışına, en azından söylem düzeyinde, son vermekteydi (Yıldız, 2007: 55). Bununla birlikte eşit vatandaşlığa dayalı Osmanlıcılık fikri, aslında çeşitli azınlık gruplarının etnik ve dini sadakatlerini kontrol altında tutmak için hükümet tarafından kullanılan yasal bir araç olmaktan öteye geçememiştir (Karpat, 2006: 37, 2010b: 41). Dolayısıyla milli birliği sağlayacak kültürel ve dilsel temeller tarafından desteklenmediği (Karpat, 2010b: 212) ve kişilerin din, etnik, dil gibi temel kimliklerini bir yana bıraktığı için benimsenmemiştir (Karpat, 2009b: 66). Bu nedenle kısmi bir başarı elde etmekle beraber sadece yönetici kadrosuyla sınırlı kalmıştır (Ortaylı, 2008: 128). 1864’te Vatandaşlık Kanunu’nun kabulünden sonra “vatandaşlar” resmen Osmanlı olarak tarif edilseler de halkın ezici çoğunluğu, millet sisteminin devam eden etkisiyle kendilerini Müslüman, Yahudi, Hıristiyan olarak görmeye devam etmişlerdir. Müslümanlar eskiden olduğu gibi devleti “Müslüman” görmeye devam 157 ettiği ve “eşitliği” devletin temel özelliği olan Müslümanlığı ve onun üstünlüğünü yok eden bir kavram olarak gördükleri için Osmanlılık birleşme yerine ayrılık yaratmıştır. Her ne kadar 19. yüzyılın ikinci yarısında vatandaşların eşit olduğu esasından hareket edilerek Ermenilere, Rumlara ve başka Hıristiyan azınlıklara devlet memuriyeti verilmişse de devlet, nüfus çoğunluğu ve idare bakımından Müslüman kalmaya devam etmiştir. Osmanlılık, vatandaşların din esasına göre ayrılmalarında ve uluslaşmalarında itici güç olmuştur. Müslümanlar, bütün eksikliklerine ve hizmet vermemesine rağmen devleti Müslüman olarak görmüş ve ona kendi devleti olarak sarılmıştır. Gayrimüslimler de genellikle, Müslüman olduğu için devlete yabancı olarak bakmış, bu nedenle de etnik ve dil farklılıklarına dayanan kendi milliyetçilik anlayışlarını ve ulus-devletlerini kurma yollarını aramışlardır. Gayrimüslimler arasında gelişen bu milliyetçiliğin, hızla gelişmesinde Osmanlı hükümetinin 1862-1865 arasında Avrupa’nın baskısı ile millet sistemine son vermesinin de etkisi büyük olmuştur. Balkan milliyetçiliğinin gelişmesinde ve Balkan ulus-devletlerin kurulmasında milli kiliselerin kimlik tayini bakımından büyük rolü olmuştur. Örneğin, Sırp kilisesi 1834’te Bulgar kilisesi 1870’te, yani devlet olmalarından önce kurulmuştur. Böylelikle din, etnik kimlikten ayrılmaz hale gelmiştir (Karpat, 2010a: 56, 107). Osmanlı Hıristiyanlarının çoğunluğu, Osmanlıcılığı, devletin Osmanlı niteliğini korumayı ve Müslümanların davasını savunmayı amaçlayan bir ideoloji ve dahası kendilerinin asimilasyonunu hedef alan ideolojik bir tuzak olarak gördükleri için, Osmanlı olmayı hiçbir zaman gerçek anlamda kabul etmemişlerdir. Bu nedenle, Osmanlıcılığın kaderi en büyük dinî grup olan Müslümanlarla ve en sonunda da, Jön Türklerin son yıllarında, arta kalan Müslüman nüfus içindeki en büyük etnik grup olan Türklerle özdeşleşmek oldu (Karpat, 2009a: 17; 2010a: 121). Aslında, Hıristiyan milletlerin, 19. yüzyılın başından itibaren birer birer Osmanlı’dan ayrılarak uluslaşma sürecine girmeye başlamış olmaları nedeniyle, Tanzimat’ın benimsediği Osmanlı vatandaşlığı, gittikçe yükselen ulus-devlet çağında zaten ölü doğmuş bir ideolojiydi (Gencer, 2008: 73). Hıristiyanlar, Osmanlıcılığı Müslüman iktidarının yayılması ve idamesi için bir araç olarak görürken, Müslümanlar da laik içeriği dolayısıyla, kendi geleneksel ve 158 kültürel özerklikleri için bir tehdit olarak algılamışlardır. Hıristiyanlar, Osmanlıcılığın hayali erdemlerini, uzun süredir bastırılmış etnik-ulusal kültür ve bağımsızlıklarını geliştirmek için bir tür fırsat olarak görerek, yarım ağızla kabul ettiler. Müslümanlar ise, kendi hükümetlerinin İslâmî değerleri konusunda kuşkuya kapıldı ve bu süreç, II. Abdülhamid onları inandırmak için İslamcılığı geliştirene dek devam etti (Karpat, 2005: 27). Nüfusun tümü tarafından paylaşılan organik, psikolojik ve kültürel temellere dayanmayan Osmanlıcılık, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında mevcut etnik, dinî ve ekonomik farkları daha yüksek bir bilinç seviyesine taşımıştır. Birleştirici olmaya çalışırken niyetinin tam aksine, bölgecilik, etnik bilinç ve grup çıkarı gibi çeşitli merkezkaç etkileri harekete geçirdi. Bu kimlik parçalanması, Osmanlıcılığın içine sinmiş bireyselci bir felsefeden olduğu kadar, etnik ve bölgesel bilincin uyanmasına yol açan kültürel, sosyal ve idarî değişikliklerden kaynaklanmıştır. Buna ek olarak Tanzimat hükümetinin gerçekleştirdiği merkeziyetçilik ve ortak vatandaşlık, toplumda bir ölçüde homojenliği sağlamak için daha başka tedbirler almıştı, fakat Osmanlı tebaasının dinî, etnik, dilsel ve mahallî kimliklerine karışmamıştı. Bu kimlikler ortak bir Osmanlı kimliği içinde erimek bir yana daha da pekişmişti (Karpat, 2009a: 585, 592). 19. yüzyılda sosyo-politik örgütlenme için yeni bir egemenlik ve meşruiyet kaynağı öneren milliyetçilik, hanedana dayalı siyasî sistemler için büyük bir tehdit oluşturmaktaydı. Liberal-seküler karakteri ve meşruiyetini halka dayandırması nedeniyle, hem bir doktrin hem de bir siyasî akım olarak ulusçuluk, hanedanlar tarafından yönetilen etnik-dinî cemaatlerin yeniden yapılanmasını zorunlu kılmaktaydı. Ulusçuluğun etnik ve teritoryal ulusçuluk önermeleri karşısında, Osmanlı Devleti, vatana ve devlete bağlılık ile etnik ve dinî kimliklerden bağımsız olarak vatandaşların eşitliğine dayalı teritoryal bir ulusçuluk olan Osmanlıcılığı benimsemekle birlikte, ulusal ilkeyi benimseme ve telif etmedeki yetersizliği, önüne geçilmeye çalışılan dağılma sürecini engelleyememiştir. Etnik ulusçuluğun cazibesi karşısında resmî ulusçuluk olan Osmanlıcılık, devlete sadakati sağlamada ve toplumsal birliği oluşturmada başarılı olamamıştır. Ulusçuluk özellikle gayrimüslim 159 toplulukları cezp etmiş ve Avrupalı güçlerin himayesinde etnik ayrılıkçılığa teşvik etmiştir (Yıldız, 2007: 58-59). Hıristiyan grupların kendi milliyetçiliklerinin sahip olduğu duygusal cazibeden yoksun olması nedeniyle, Hıristiyan tebaanın büyük kısmı açısından başarısız olmakla birlikte, 19. yüzyılın ortalarından sonra Müslüman-Türk aydınlar Osmanlıcılığı kendi milliyetçi ideolojileri olarak sahiplendiler ve içeriğini kendi kültürel-sosyal altyapılarına ve tarih anlayışlarına göre tanımladılar (Karpat, 2010b: 41). Bu bağlamda Yeni Osmanlılar (1865-1876), siyasal ve kültürel birliğin, temsili kurumlar aracılığıyla ve toplumun kültürel ve sosyal özelliklerini yansıtan bir Osmanlı-Müslüman milliyetçiliğinin benimsenmesi yoluyla sağlanmasını savunmuşlardır (Karpat, 2010e: 61). Böylece Müslümanlar dışındaki etnik ve dinî unsurlar göz ardı edilmiş oluyor ve Osmanlıcılık İslamî bir renge bürünüyordu. Osmanlıcılık resmî varlığını sürdürmesine rağmen II. Abdulhamid dönemi (1876-1909) ile birlikte İttihad-ı İslâm politikası karşısında ikinci planda kalmış, buna karşılık Jön Türkler’in Abdulhamid yönetimine karşı muhalefetinin çekirdeğini oluşturmuştur (Yıldız, 2007: 63). Dolayısıyla 1908-1913 devresi entelektüel Osmanlıcılığında Osmanlılık, imparatorluğu bir arada tutabilecek bir üst kimlik olarak ele alınmaya devam etmiştir. Türkçülük Osmanlıcılar tarafından bu üst kimliği bozabilecek ve imparatorluğu parçalayabilecek bir tehlike olarak algılanmıştır (Somel, 2009: 114). Gayrimüslimleri Müslüman devletle bütünleştirmek için gerektiğinde geleneksel değerlerinden bile taviz vermeyi9 göze alan Osmanlı yönetimi Tanzimat Fermanı’yla onlara eşitlik Islahat Fermanı’yla da ayrıcalıklar tanımıştır. Bu ayrıcalıklar Avrupalı devletler korumasındaki gayrimüslimlerin ekonomik yönden gelişerek bir burjuva sınıfının oluşmasına yol açmıştır. Bu durum ulusal bilincin artmasına yol açan kültürel ve siyasal değişiklikleri beraberinde getirdi (Karpat, 2010d: 78-79). Aynı zamanda cemaat liderliğinin din adamlarından, Fransız Aydınlanmacılığı’ndan etkilenmiş olan burjuva sınıfına geçmesine neden olmuştur. Devlet bürokrasinin bir parçası ve idare ile cemaat arasında bir köprü olan Hıristiyan 9 Bkz. K. H. Karpat, Osmanlı’dan Günümüze Kimlik ve İdeoloji, Timaş Yay., İst., 2009, s. 23, 312. 160 din adamları Fransız Devrimi’nden yoğun bir şekilde etkilenmemişlerdir. Çünkü bu durum onların liderlik konumlarını sarsabilirdi.10 Osmanlı idaresinin Müslüman olması, Müslümanlar arasında ulusal bilincin oluşmasını engellemiştir. Oysa pro-milliyetçi evrede millet sistemi, gayrimüslimlerin din, dil ve etnik kimliklerini korumalarına olanak tanımış, reformlar da bu farklılıklar sayesinde ulusal kimliğin çok hızlı bir şekilde inşasını sağlamıştır. Osmanlı toprakları üzerinde kurulan yeni Balkan devletleri, Fener Rum Patrikhanesinden ayrılarak kurulan milli kiliseleri etrafında şekillenmiştir. Yani devletlerin oluşumu kiliselerin kurulmasından sonra olmuştur. Batı Avrupa’da ulus-devletlerin temel özelliklerinden birisi de, kralların kiliseye başkaldırması iken Balkanlar’da ulusdevletler kiliseler ekseninde oluşmuştur. Dolayısıyla etnik kimlik ve din temel kriter olmuştur. Yeni kurulan devletler tarihsel topraklarına tekrar sahip olduklarını belirterek dil, din ve etnik köken türdeşliği iddiasında bulunmuşlardır. Yerel lehçelerden biri ulusal dil ilan edilmiş ve genellikle sayısal çoğunluğa sahip etnik grup hakim kabul edilerek farklılıklar asimile edilmeye, başarısız kalındığı durumlarda da yok edilmeye çalışılmıştır. Kendileriyle aynı etnik kökene sahip Müslümanlar bile öteki kabul edilerek kendi ulusal varlıkları için bir engel olarak görülmüşlerdir.11 Sonuç olarak Osmanlıcılık, gayrimüslimlerin ayrılıkçı politikalarına engel olamamış, bu nedenle önce Müslümanlarla, ulusçuluğun Müslümanlara da sirayet etmesiyle birlikte de Türklerle sınırlı kalmış ve modern Türkiye ulus-devletinin temellerini oluşturmuştur. 10 Bkz. Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 88. 11 Bkz. K. H. Karpat, Osmanlı’dan Günümüze Etnik Yapılanma ve Göçler, s. 149-150, 174-175. Ayrıca bkz. K. H. Karpat, Osmanlı’dan Günümüze Kimlik ve İdeoloji, s. 40-42. 161 İSLAMCILIK Millet sistemi, Osmanlı idaresindeki dil, din ve etnik farklılıkların devamını mümkün kılarak onları milliyetçiliğin cazibesine hazır bir halde tutmuştu. Milliyetçilik tehdidine karşı, farklı etnik ve dini unsurlardan oluşan sosyal yapıyı bir arada tutmak için bir modern ulus-devlet ideolojisi olarak geliştirilen Osmanlıcılık, bu amacında başarılı olamamış ve gayrimüslimler ulus-devlet talebiyle imparatorluktan kopmaya başlamışlardır. Kopmalar genellikle bir büyük gücün desteğiyle ve tarihsel topraklara tekrar hakim olma iddiasıyla gerçekleşmiştir. Geri kalanlar, böyle bir desteğe ve bağımsızlık talep edebilecekleri tarihsel topraklara sahip değillerdi. Ayrıca onların sadakatlerinden de emin olunamazdı artık. Bu nedenle Osmanlıcılık reformları nedeniyle gücendirilen Müslümanların devlete sadakatini sağlamak için İslamcılık siyaseti geliştirilmiştir. Bununla birlikte İslamcılığın Osmanlıcılığa bir tepki olarak ve onun yerine yürürlüğe konduğu söylenemez. Etkili olmamakla birlikte Osmanlıcılık siyaseti de yürürlükte kalmaya devam etmiştir.12 Mardin, Abdulhamid devri hakkında yazılan eserlerde “Panislamizm” politikasından bahsedildiğini ancak böyle bir politikanın 1890’dan önce varlığından söz edilemeyeceği gibi, 1890’dan sonra da etkili bir Panislamizm politikası izlendiğinin ispatlanamayacağını belirtir. “Abdülhamid’in, tahta çıktığı zaman Osmanlı İmparatorluğunda ‘Osmanlılık’ ilkesini egemen kılmak istediği ve ‘bila tefrik-i ırk ve din’ bir millet kurma yolunda ‘Tanzimat’ adamlarının giriştikleri çabayı devam ettirmek niyetinde olduğu, ilham ettiği Üss-i Înkılap’tan ve izlediği ‘hiçbir milleti gücendirmeme’ politikasından anlaşılır. Abdülhamid’in politikasının, bu devri hakkında yazı yazanlarca, ‘panislâmizm’e bağlanışının nedeni Gabriel Charmes’ın Le Panislamisme adıyla yazdığı kitaptır. 1880’de çıkan bu kitabın tezi Abdülhamid’in ergeç panislâmizm politikasına sapmak zorunluluğunda kalacağıydı. 12 Türköne’ye göre İslamcılık, eski itibarlı konumlarını yitiren imparatorluğun asli unsurlarının eski dönemlere özlemlerinin bir ifadesi, yani Osmanlıcılığa bir tepkidir. Fakat İmparatorluğun değişik etnik coğrafyasını bir arada tutmak için Osmanlıcılık bir zaruret olup Osmanlıcılığı reddedip, yerine İslamcılığı bütünüyle yerleştirmek 1870’lerin Osmanlı toplumunda bir aydının cesaret edeceği bir şey değildir. Bkz. Mümtazer Türköne, İslamcılığın Doğuşu, Lotus Yay., Ank., 2003, s. 209. 162 Eser mevcut bir politikayı tahlil etmekten çok, ilerde panislâmizmden başka Osmanlı İmparatorluğu için çıkar yol olmadığını ileri sürüyordu. Gerçekten de Yeni Osmanlılar faaliyetlerinin son yıllarına doğru böyle bir fikir kabul etmeye zorlanmışlardı. Fakat Abdülhamid’in tahta geçmesi daha önce izlenen Osmanlılık politikasının yeniden canlandırılması demekti” (Mardin, 2010a: 75). Osmanlı Devleti, şeriata uygun Müslüman bireyi yaratmaya uğraşırken, millet sistemiyle de gayrimüslimlerin kendi inanç ve kimliklerini korumalarına olanak sağlamaktaydı. İslam’a adanmış olmasına rağmen yönetsel bürokrasi, 19. yüzyılın ikinci yarısına dek kendini hiçbir şekilde -Müslümanlar da dahil olmak üzereherhangi özel bir etnik ya da dinsel grupla tanımlamamıştır. 19. yüzyılda, Avrupalıların telkiniyle uygulamaya konan modern reformlar, bu durumu köklü bir şekilde değiştirmiş ve Osmanlı hükümetinin bileşik yapısını dönüştürmeye ve Müslümanların, devleti ya da ondan geriye kalanları doğal olarak Müslüman bir yapı haline dönüştürmeye çalıştıkları tek ve bölünmez bir devlet haline gelmeye zorladı. Böylece Müslümanlar, Avrupalılar tarafından geçmişte bilmedikleri bir siyasal kimliği benimsemeye zorlandılar ve ortaya çıkmakta olan Müslüman aydın sınıfı, bütün Osmanlı Müslümanlarının tek bir millet oldukları düşüncesini yaymaya başladı. 1860’larda Sultan Abdülaziz’in saltanatı sırasında başlayan bu süreç, genişleyen bir halk tabanı buldu. Sultan II. Abdulhamid (1876-1909) bu düşünceyi, ulema ile her milletten İslamcı aydınların yardımıyla devletin Müslümanları arasında siyasal bir milliyet duygusu yaratmak amacıyla etkin bir biçimde kullanarak siyasal bir ideoloji haline getirdi (Karpat, 2011: 222-223). Osmanlı Devleti, Müslüman nüfus sayısal çoğunluğa sahip olmakla beraber yoğun bir gayrimüslim nüfus da barındırmaktaydı. Fakat Hıristiyan etnik grupların birer birer imparatorluktan kopması ve kurdukları yeni teritoryal devletlerdeki Müslümanları göçe zorlamaları arta kalan Osmanlı topraklarındaki Müslüman nüfusun yoğunluğunu arttırmıştır. Bu durum, inanç ve etnik köken ne olursa olsun herkesi bir arada tutacak ortak bir vatandaşlık yaratmak için hükümetin dini farklılıkları işe karıştırmama çabalarına rağmen, Osmanlıcılık ile Müslümanlık kimliklerinin birbirine karışmasına ve tek kavram haline gelmesine yol açmıştır (Karpat, 2006: 431). 163 18. yüzyılda göçler, ulus-devlet felsefesini ve devlete hâkim etnik grubun siyasi görüşünü gerçekleştirme aracı olmuştur. Siyasileşmiş, millileşmiş ve devlete hâkim olan etnik grup kendinden saymadığı diğer grupları yok etme, sınır dışı etme veya asimile etme yoluna başvurmuştur (Karpat, 2010a: 12). Bu bağlamda, 19. yüzyılda Sırplar, Rumlar, Bulgarlar gibi Ortodoks Hıristiyan gruplar, kurmak istedikleri ulus-devletleri etnik köken ve din birleşiminden gelen yeni siyasi bir kimliğe dayandırdıkları ve Müslümanları da Osmanlı Devleti’nin siyasi dayanağı olarak gördükleri için; kendileriyle aynı etnik kökene ve dile sahip olmalarına rağmen onları yerinden söküp atmayı siyasi güvencelerinin ve ülkede çoğunluğu sağlamanın baş koşulu kabul etmişlerdir. Türkler ve Balkanların yerli halkı olan Müslümanlaşmış Boşnaklar, Karadağlılar, Arnavutlar, Rumlar vs. de “öteki” olarak görülmüştür. Balkanlarda “Türk” ismi, etnik kökenleri ve dilleri ne olursa olsun tüm Müslümanlara verilmiş olup “Türkler”i kapsadığı gibi Müslümanlaşmış tüm Slavları, Rumca konuşanları ve Arnavutları da kapsıyordu (Karpat, 2009a: 631; 2010a: 91). Osmanlı İmparatorluğu yedi yüzyıllık uzun tarihinde birçok göçlere ve yerleşmelere sahne olmakla birlikte, 19. yüzyıl göçleri öncekilerin hepsini gölgede bırakmıştır. Başlıca göçler 1856’da Kırım’da başlamış ve bunları 1862’den 1878’e kadar Kafkaslar’dan ve 1912’den 1916’ya kadar Balkanlar’dan gelen ve günümüze kadar devam eden göç dalgaları izlemiştir. Çeşitli kaynaklarda belirtilmiş olan sayısal veriler bu dönem içinde Kırım’dan, Kafkaslar’dan, Balkanlar’dan ve Akdeniz adalarından aşağı yukarı yedi milyon kadar göçmenin Anadolu’ya yerleşmiş olduğunu gösterir. Bu göçmenlerin büyük çoğunluğu Müslüman olup 19. yüzyılın sonunda göçmenler ve torunları toplam Anadolu nüfusunun yüzde kırkını oluşturmuştur (Karpat, 2009a: 633-634). Genelde ise, 1878 Berlin Antlaşması’yla, Hıristiyan nüfusun çoğunluğunun Osmanlı denetiminden çıkmış olması nedeniyle, topraklarının esası Anadolu ve Orta Doğu’da olan Osmanlı Devleti, ağırlıklı olarak Müslüman bir ülke haline gelmişti (Karpat, 2010d: 90-91). 1880’li yıllara gelindiğinde Anadolu’nun Müslüman nüfusu çoktan % 80’i bulmuştu ve bu oran bu tarihten sonra da artmaya devam etti (Karpat, 2010d: 153). Göçmenler toplumsal, etnik, dilsel ve tarihsel olarak birbirinden çok farlı oluşumlardan gelmekle birlikte (Karpat, 2010a: 333) Müslüman oldukları için 164 kendilerini Osmanlı-Müslüman camiasının bir parçası olarak görmekte idiler. Üstelik sökülüp atıldıkları ve ana vatan saydıkları toprakların büyük bir bölümü göç anına kadar Osmanlı idaresinde olduğu için bu göç, bir bakıma bir Osmanlı bölgesinden diğerine gitmek veya anavatana dönüş demekti (Karpat, 2010a: 20, 56). 19. yüzyıla kadar Anadolu, görece türdeş bir yapıya sahipti, ama Müslümanların bölgeye göç etmesinden sonra son derece karmaşık bir etnik ve dilsel görünüme büründü (Karpat, 2010d: 157). Hükümet, Müslümanların ortak özellik ve özlemlerine dayanan bir siyasi kültür yaratarak bu etnik çeşitliliğin üstesinden gelmeye çalıştı. 1889’den sonra modern okul sisteminin hızla yayılması ve Osmanlı Müslüman geçmişini göklere çıkaran ders kitaplarının kullanılması, iç birliği güçlendirmeyi ve ortak bir geçmiş duygusunu kuvvetlendirmeyi amaçlıyordu. Bütün bunların Araplardan çok Anadolu ve Rumeli Müslümanlarının hoşuna gitmesi kimliklerinin ayrı bir etno-kültürel bütün olarak biçimlenmesini sağladı (Karpat, 2009a: 340). Müslüman göçü toplumun bileşimini değiştirdi ve Anadolu’daki geleneksel toplumun etnik ve milli kimliğini yeniden şekillendirdi. Böylece Müslümanların Kafkaslar ve Balkanlar’dan göçünü tetikleyen siyasal olaylar, Anadolu’nun hem Müslümanlaşmasını hem de Türkleşmesini sağladı. Bu nedenle, Türk ulusal bilincinin, her ne kadar kısmen etnik kimlik duygusuyla canlanmış olsa da başta Osmanlı siyasal ve sivil kültürünün biçimlendirdiği güçlü etkenler sayesinde uyandığını söylemek mümkündür. Çünkü Osmanlı Devleti, merkezi iktidar tarafından doğrudan ve sıkı bir biçimde yönetilen Rumeli ve Anadolu’da, hâkimiyeti altında tuttuğu çeşitli Müslüman etnik topluluklar arasında, güçlü bir kültürel birlik oluşturmuştu. Bunun yanı sıra dönüşüm geçiren eğitim sistemi ve yeni elitlerin ve çağın ötesine geçen modern tasavvurların yükselişi Cumhuriyet Türkiye’sinin temelini oluşturdu (Karpat, 2010b: 93; 2010d: 159). Göç olayı hem gelen çeşitli etnik kökenli Türklerde hem de içine girdikleri toplumda yeni bir etnik karışım ve köklü bir kimlik değişimi yarattı. Göçmenlerinin kaynaşmasının etnik ve lengüistik çekirdeğini, hem dil hem etnik kültür bakımından temelde “Türk” olan Anadolu toplumu oluşturdu. Göçlerden sonra, Rumeli ve Kafkaslar’dan gelen Osmanlı Müslümanları Anadolu Müslümanlarıyla yeni bir 165 sosyo-kültürel sentez halinde kaynaşarak çeşitli etnik kökenlere mensup Müslüman gruplarını birden çok etnik kökenli ve çok dilli bir içeriği olan “Türk” adı verilen yeni bir grup içinde birleştirdi (Karpat, 2009a: 633). Yeni gelenlerin yerel halkla kaynaşmaları, başta ortak din olmak üzere, ortak Osmanlı siyasi kültürü ve II. Abdülhamid’in asimilasyoncu bir işleve sahip İslamcı politikaları sayesinde gerçekleşti (Karpat, 2008: 136). Çünkü geniş ölçekli sosyal adetlere ve yerel düzenlemelere rağmen İslâm, farklı etnik kimlikler arasında büyük benzerlikler yaratmaktadır. İslâmiyet’in inanç kardeşliğini vurgulaması, etnik topluluklar arasındaki farkı asgariye indiren bir etki yaratmıştır (Türköne, 2003: 220). İslam, farklılıkları inkâr etmemekle birlikte, bütün inananları Müslüman ümmetin bir parçası olarak inanç kardeşi kabul eder. Bu durum etnik kimliklerin ayrı bir siyasi görünüme bürünmesini engelleyerek Müslümanlar arasında milliyetçiliğin gelişimini geciktirmiştir. Osmanlı yönetimindeki Müslümanlar; Türk, Boşnak, Arap, Kürt, Laz, Gürcü, Pomak ve Vlaklar gibi çeşitli etnik gruplara bölünmekle birlikte Osmanlı Devleti, Müslümanları tek bir grup olarak görüyordu. Hıristiyan toplulukların aksine, bu grupların hiçbiri Osmanlı Devleti’ne katılmadan önce ayrı bir ulusal politik varlığa sahip değillerdi. Bir Müslüman etnik grup tarihsel bir siyasi varlık iddiasında bulunacak olsa, İslam’dan sonra reddettiği bir Hıristiyan geçmişle ilişkisini kabul etmek zorunda kalırdı (Karpat, 2009b: 42-43). 19. yüzyıldaki nüfus hareketleri, Osmanlı Devleti’nin yapısını değiştirmiş ve modern Türkiye ulus-devletinin ortaya çıkması için dolaylı olarak zemin hazırlamıştı. Müslümanların Osmanlı topraklarına göçü dolayısıyla Müslüman nüfus oranının yavaş fakat devamlı olarak yükselişi, II. Abdülhamit’in bir İslam politikası benimseme kararlılığında etkili olmuştur. İslamcılık politikasının benimsenmesinin gerekçeleri ideolojik olmaktan çok uygulamaya yönelikti. 1878 yılından itibaren hükümetin, gayrimüslimlerin ayrılması ve Müslümanların göçü sayesinde çoğunluğu elde etmiş olan Müslüman nüfusun ideolojik ve kültürel hedeflerine hizmet edeceği açıklık kazandı. Dolayısıyla İslamiyet ve geleneksel Osmanlı siyasal kültürü, artık bir arada yaşamak zorunda olan Türkler, Çerkezler, Boşnaklar, Pomaklar, Araplar vs. 166 gibi dilsel ve etnik bakımından karışık bir nüfusu, yeni bir siyasal birlik içinde birleştiren bağ oldu (Karpat, 2010a: 185). Abdulhamid, İslâm’ı, modern anlamda Müslüman bir millet kurmak için kullanıyordu. Bu bağlamda 1878’den sonra, halife ve diğer yetkililer İslâm’ı, ortaya çıkmakta olan Osmanlı-Müslüman ve daha sonra ortaya çıkacak olan Türk ulus devletine uygun siyasi terimlerle tarif etmişlerdir (Karpat, 2009a: 345-346). Abdulhamid’in amacı dini esas alan teokratik bir rejim olmayıp, ortak kültür ve değerleri paylaşan bir Müslüman millet yaratmaktı. Böylece Osmanlı Devleti tarihinde ilk olarak modern anlamıyla ulus fikrini, İslam kültürüne dayanan bir siyasi ideoloji, yani İslamcılık aracılığıyla gerçekleştirmenin yollarını aramıştır. Bu gayeyi gerçekleştirmek için de Müslümanlar arasında birliği sağlamak için hilafet kurumunun siyasi rolünü ön plana çıkarıp Müslümanların paylaştıkları inançlara, değerlere ve geleneklere öncelik vererek dil, köken, sosyal farkları dikkate almamıştır (Karpat, 2006: 355). İslamcılık politikası, göçmenlerin yerel halkla ortak inanç kardeşliği çerçevesinde bütünleşmelerini hedeflemenin yanında diğer bir amacı da Müslüman topraklarının -özellikle Arap bölgelerin olmak üzere- bütünlüğünü korumaktı. Bununla birlikte bu bir Panislâmcılık değildi. Çünkü Osmanlı yönetiminde olmayan Müslümanlara yönelik herhangi bir iddiaya sahip değildi. Bunun yanında “hilafet” ve dolayısıyla da “cihat” başta İngilizler olmak üzere Rusya ve Fransa’ya karşı bir tehdit olarak kullanıldı.13 Çünkü bu devletlerin sömürge alanında kalabalık bir Müslüman nüfus buluyordu ve halifenin ilan edeceği bir cihat çağrısıyla Müslümanların kendilerine karşı ayaklanmalarından çekiniyorlardı.14 Abdulhamid, 1880-1900 döneminde Arapları kazanmak amacıyla onlara yakınlaşmak için elinden geleni yapmışsa da 1900’den sonra daha çok Türklüğe önem vermiş ve kendisinin, hanedanın ve hatta devlet kurucularının da Türk 13 Bkz. Stanford J. Shaw, Ezel Kural Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye II, e Yay., İst., 2010, s. 314. 14 İslamcılığın iç ve dış politikaya yönelik amaçlarıyla ilgili ayrıca bkz. Kemal H. Karpat, Osmanlı’dan Günümüze Etnik Yapılanma ve Göçler, Timaş Yay., İst., 2010, s. 109., Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlama, YKY, İst., 2010, ,s. 361. 167 olduğunu ileri sürmüştür. Onun bu çelişik tutumunu belirleyen esas etken, devletin temelini oluşturan Rumeli ve Anadolu vatandaşlarının adını “Türk” olarak belirledikleri kendilerine mahsus yeni bir kimliğe kavuşmalarıdır. Bu “Türk” kimliği ırki olmayıp, Osmanlı tarihi, siyasi kültürü ve toplum tercümesinin bir ürünüydü (Karpat, 2010a: 110). Shaw ve Shaw’a (2010: 312-313) göre ise Abdulhamid, İslamcılığın yanında Jön Türkler’in çalışmalarına tepki olarak Türkçülüğü de himaye etti. Abdulhamid’in son dönemlerine doğru biraz da Jön Türkler’in faaliyetlerine muhalefet açısından savunduğu Türklük, ırki olmayıp kültüreldir. Nitekim etnik kimliği ve vatan sevgisini İslam’a ve Osmanlı Devleti’ne yönelmiş en büyük tehditler olarak görüp reddetmişti. Çünkü bu fikirlerin, Müslümanların inancını zayıflatmak için İngilizler tarafından yayıldığını düşünüyordu. Bununla birlikte saltanatı sırasında etnisite ve anavatan toprağına bağlılık, Osmanlı Müslümanlarının siyasi kimliğini yeniden biçimlendirmekte başat rol oynayacak kadar mesafe kaydetti (Karpat, 2009a: 325, 562, 572; 2009b: 27). Daha önce de Islahat Fermanı Müslümanların devletle özdeşlemelerini tedricen azaltarak, etnik şuura benzer bir şuurun uyanmaya başlamasına neden olmuştu15 (Türköne, 2003: 59). Ayrıca Osmanlı temsilcileri ve dolayısıyla halife, Berlin Antlaşması’nı imzalamakla ulus-devletin yasallığını kabul etmiş oluyorlardı. Bu şekilde, İslâm’ın temel ilkelerinden olan ümmet ve tevhid, ulus-devlet vizyonunun ve altında yatan etnisite ilkesinin merkezkaç gücüne açık bırakılmıştı (Karpat, 2009a: 338). İslamcılık, kesin bir kuramsal biçime dönüşmeyip ya da örgütsel bir altyapı oluşturmayıp sadece inanca duyulan bağlılığı artırmak ve inananların dini bilincini keskinleştirmekle yetindi (Karpat, 2005: 36). Böylece eşit vatandaşlık idealiyle gayrimüslimlerin devlete sadakatlerinin devamını sağlamaya çalışan Osmanlıcılık siyaseti başarılı olamadığı gibi, inanç kardeşliği etrafından Müslümanların siyasi birliğini korumaya çalışan İslamcılık politikası da milliyetçiliğin çekim gücü karşısında yetersiz kalmıştır. 15 Osmanlıcılığın Müslümanlarda etnik bilinci uyarmasıyla ilgili ayrıca bkz. Kemal H. Karpat, İslam’ın Siyasallaşması, s. 582. 168 Osmanlılık ve onu gerçekleştirmek için uygulanan merkeziyetçilik ve vatandaşlık siyaseti, modern manada bir ulusun ortaya çıkabilmesi için gereken hukuki, siyasi ve idari yani maddi çerçeveyi hazırlamakla birlikte kişileri birbirine bağlayacak temel kimliklere ve değerlere, yani milliyetin sübjektif yönlerine hitap etmediği için gerçek anlamda toplumsal birlik ve dayanışma yaratamamıştır. Sultan Abdulhamid’in İslam’ı bir ideoloji olarak kullanması Osmanlılık ideolojisini, psikolojik ve kültürel bakımdan tamamlamıştır (Karpat, 2009b: 71). Fakat İslamcılık, yükselen kültürel ve dil bilincini kapsamak ya da, Osmanlıcılığın istemeyerek dirilttiği Müslüman etnik duygusunu tatmin etmek için yeterli olamadı (Karpat, 2005: 38). Çünkü din, modern milletlerin ileriye dönük ve bu dünyada gerçekleşecek isteklerine çok az yer verdiği için, din esasına dayanarak kurulan birlikler içindeki insanlar, eninde sonunda bir çıkmaza düşmek tehlikesindedirler. Onlar dinî kimliği; dil, tarih, gelenek, vs. ile bağdaştırmak zorundadırlar veya dini inkâr ederek yalnız dil, kavim üzerine kurulmuş gruplaşmalara doğru gidebilirler. Nitekim Abdulhamid devrinde ortaya çıkan ve Türkler, Araplar, Arnavutlar gibi Müslüman kavimleri içeren İslam milleti içinde tarihsel, kültürel, vs. özelliklere sahip grupların, dini ve Osmanlı birliğini inkâr etmemekle birlikte din ötesinde bazı yeni gruplaşmalara gittikleri görülmüştür (Karpat, 2009b: 71-72). Osmanlıcılığın, ulusal birliği akılcı ve merkezi bir siyasal doktrin olarak ortaya koyması, beklenmedik yerel dilsel ve etnik tepkiler doğurdu. Geleneksel Osmanlı Devleti, yerel kültürlere veya dillere özerklik tanımış ve büyük çeşitlilikte İslâmi ve gayri İslâmi inançları içinde barındırmıştı. Bu şartlarda Osmanlıcılığın ulusal birlik ve tek bir siyasî kültür oluşturmaya çalışması, popüler dini tarikatlar ve etnik lehçeler biçiminde ifadesini bulan yerel etnik kültürler için, bir tehdit oluşturdu. Osmanlı İmparatorluğu içinde, kendilerine geniş kapsamlı, dini ve kültürel haklar tanınan Hıristiyanlar ve Yahudilerden farklı olarak, Müslümanların, devletin kabul ettiği tek bir inancı benimsemesi beklenmekteydi. Etnik-dil farklılıklarının büyük bölümü dini mezhepler içinde barınmakta olduğundan, Abdulhamid yönetimindeki Osmanlı hükümeti, Yezidiler, Nusayriler, Dürziler ve diğer marjinal İslâmi gruplarla beraber İran’ın Şiilerini, Sünnilik çatısı altında toplamaya çalıştı. Sünnilerin çoğu İslamcılığı, Sünniliğin evrensel davasına hizmet ettiği sürece desteklediler. 1913’ten sonra İttihad ve Terakki hâkimiyeti döneminde, pek çok Müslüman, İslamcılığın 169 devlete hizmet etmesini ve devletin Türk kimliği ile özdeşleşmesini kabullenemedi. Sonunda, devlet ideolojisi olarak İslamcılık, Müslümanların dini kimliğini siyasallaştırmaya yardım etti, ama kendilerini açıkça Türk olarak tanımlayan ve Osmanlı Devleti’ni bir Türk devlerine dönüştürmek isteyenler hariç, Müslümanları devletten soğuttu (Karpat, 2005: 38). TÜRK KİMLİĞİNİN KEŞFİ VE TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN DOĞUŞU İmparatorluk sınırları içine giren milliyetçiliğin saldırılarına karşı koyabilmek amacıyla geliştirilen Osmanlıcılık, Hıristiyan kavimlerin devlete bağlılığının devamını sağlayamamıştı. Bunun üzerine Müslüman nüfusun yoğunluğunun artmasıyla birlikte İslamcılık, kurtarıcı ideoloji olarak formüle edilmiştir. Abdulhamid döneminde İslamcılık resmi politika olmakla birlikte Müslüman milleti içinde milliyetçilik de etkisini hissettirmeye başlamıştır. 1908 Jön Türk Devrimi’ne kadar süren bu evrede Türk kimliği keşfedilmiş ve Türk milliyetçiliğinin temelleri atılmıştır. Osmanlı insanının kimliğini yüzyıllarca İslam şekillendirmiş ve uzun süre Batı’da doğan milliyetçi akımlardan etkilenmemişti. Milliyetçiliğin ilk etkilerini Müslüman olmayan ve bu yüzden yönetici kadronun dünya görüşü ile özdeşleşmeyen Osmanlı halkları arasında göstermesi son derece doğaldır. Bununla beraber Osmanlılar için de böyle bir akımın etkisi dışında kalmak söz konusu olamazdı. 19. yüzyılın ulusal akımlarının “ırk” ve “etni” kavramları çerçevesinde başlattıkları araştırmalar, Sinoloji ve Türkoloji çalışmaları çerçevesinde, ancak 19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlılara ulaşmaya başladı. Fakat Osmanlılar’ın İslamcı kimlikten ulusal kimliğe geçişleri, imparatorluğun özel koşullarından doğan güçlüklerle doluydu (Timur, 2010: 164). Türklerin Müslüman olmaları radikal dönüşümlere yol açmıştı. Sosyal hayatın hemen her alanı değişim yaşarken şahsî kimlikler de tamamen dini bir nitelik kazandı. Türk etnik kimliği İslam’la yoğun bir şekilde kaynaşmış olup, İslâm öncesi gelenek ve efsaneler köylüler ve aşiret mensupları arasında korunsa bile, 15. yüzyılın 170 ikinci yarısından itibaren Osmanlı saray kültürü, İslam öncesi etnik hatıralardan hemen hemen tamamıyla arındırılmıştı (Yıldız, 2007: 68). 19. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde, karşılıklı olarak etkileşen sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi gelişmeler, din esasına dayanan eski toplum yapısını değiştirerek, etnik siyasi millet şekline dönüştürmüş ve böylece Anadolu Müslümanlarını Türkleştirmiştir (Karpat, 2010a: 49). Bunun sonucunda, 1890’lardan itibaren milliyetçiler, devleti Türk olarak görmeye başlamışlardı. Ama bu “Türk” ne Avrupa ne de Orta Asya Türk’ü olmayıp eski isimli yeni bir Türk’tü. Daha çok Osmanlı’nın millileşmiş Müslümanı idi.16 Devletle özdeşleşen entelektüeller, etnik kökenleri ne olursa olsun üst kimlik itibarıyla kendilerini Türk olarak görüyorlardı. Dolayısıyla entelektüellerin bir kısmı arasındaki din birliği, Türk milli kimliğinin temeli haline gelerek, siyasileşmiştir. Sonuçta milliyetçilik dinden üstün duruma geçmeye başlamıştır (Karpat, 2010a: 24). Modern Türklerin sahip olduğu ortak kimlik, etnik olmaktan çok, ortak bir tarih ve kültürün ürünüdür. Önceleri padişaha-halifeye, 1880’lerden sonra da Osmanlı Devleti’ne sadakat biçiminde tezahür eden Osmanlı-İslâm kimliği, yerel veya etnik kimliğin yerine geçmişti (Karpat, 2005: 12). 1880’lerde “Osmanlı”, “Türk”, ve “Müslüman” kavramları eşanlamlı gibi görülüyordu. Tatar, Boşnak veya Kürt olmak yeni anlamda Türk olmaya engel değildi. “Türklük” ortaya çıkmakta olan toplumun kimliğini gösteriyor ve bütün eski kimliklerle birlikte etnik Türk kimliğinin yerine de geçiyordu. Türklüğün Türk olmayanlar tarafından bu gönüllü benimsenişi, ortak din, tarih ve kültürün etkisiyle kolaylaştırılmıştır (Karpat, 2009a: 636). Modern Türk kimliği Müslüman milletinin temelleri üzerine inşa edilmiştir. 19. yüzyılda Batı’da yaygınlaşan milliyetçi ideolojiler, bazen kilisenin desteğini de arkalarına almaya çalışmalarına rağmen laik ideolojilerdir. Batı’da milliyetçilik laik bir ideoloji olarak gelişip yayılırken Osmanlı toplumunda din milliyetçi bir ideolojiye dönüşmüştür. Bu durum Osmanlı aydınlarının, toplumun Aydınlanma düşüncesini yaşamadan milliyetçi bir ideoloji oluşturmaya teşebbüs etmelerinden kaynaklanmıştır. Osmanlı aydınları fazla zorlanmadan keşfettikleri İslam milletinde, 16 “Türk”, tabirinin “Osmanlı” ve “Müslüman” tabirleri ile eşanlamda kullanılması ile ilgili bkz. Kemal H. Karpat, İslam’ın Siyasallaşması, s. 729. 171 hem Batıda Aydınlanma’nın işgal ettiği yeri İslam düşüncesinden devşirmek, hem de aradıkları toplumsal tabanı, Osmanlı toplumunda derin kökleri bulunan İslâm kardeşliği geleneğinden sağlamak avantajlarını bulmuşlardır (Türköne, 2003: 236- 37). Türkçülüğün siyasî bir ideoloji olarak gelişmediği dönemlerde bile çok-uluslu Osmanlı Devleti’ni bir arada tutmak için geliştirilen kozmopolit ideolojiler, hâkim etnik grubun egemenliği olarak anlaşılmıştır. Bu nedenle Osmanlıcılık, İslamcılık egemen etnik grubun milliyetçiliği, yani Türk egemenliği olarak anlaşılmışlardır (Akçam, 2009: 56). Gerçekte ise, İslamcılık ve Osmanlıcılık Türklerle birlikte Araplar, Arnavutlar için de yararlı bir çatı oluşturdu. Bunlar, İslamcılık ve Osmanlıcılık barınağının arkasında ve çoğunlukla İslâm yaftası altında kendi ulusçuluklarının temelini geliştirdiler. Bunların etnik-dil temelinde ifadesini bulan ulusal kimlikleri, doktrin olarak rengi ne olursa olsun, İslâmi bir öze sahipti. Müslümanlar arasında belirginleşmeye başlayan yeni siyasal-ulusal kimliklerden her biri, kuşkusuz, her grubun kendi sosyal yapısı, tarihsel deneyimi ve çağdaş beklentileri ile farklılaşıyordu. Örneğin Türkler, milyonlarca Kafkas ve Rumeli mültecisini, Anadolu’da oluşmaya başlayan yeni Türk toplumuna entegre etmek ve özümsetmek için, İslamcılığı bir çatı olarak kullandılar. Bugünkü Türkiye’nin demografik temeli olan bu toplum, İslâm ve Türk olmanın yanı sıra, Avrupa uygarlığına karşı eğiliminde de yenilikçiydi (Karpat, 2005: 39). Modern anlamda Türk milliyeti düşüncesi, ilk olarak 19. yüzyılın ortalarında ortaya çıkmaya başlar. Birçok etken bunun gelişimine katkıda bulunmuştur: Türkiye’deki Avrupalı sürgünler ve Avrupa’da yaşayan Türk sürgünleri; Avrupa’daki Türkoloji araştırmaları ve bunun sonucunda Türk halkının İslam öncesi tarihi ve medeniyetiyle ilgili ortaya çıkan yeni bilgiler; Rus kaynaklı Panslavizm ile karşılaşan Rusya Türklerinin ve Tatarların gitgide artan bir milli bilinçle gösterdikleri tepkiler ve paradoksal bir şekilde Rus Türkologların bu tepkileri besleyen keşifleri; Osmanlı İmparatorluğu’nun Hıristiyan tebaası ve onların Batı dünyasından gelen milli düşüncelere daha açık olmaları ve bu enfeksiyonun Osmanlı yöneticilerine bulaşmasına yardım etmeleri (Lewis, 2009: 5). 172 Tarih yazımı, ansiklopedi ve sözlüklerin yanı sıra, bilim ve sanata katkıda bulunan Türklerin biyografilerinin yayımlanması da modern Türk milletinin fikrî temellerinin atılmasında katkıda bulunmuştur. Bununla birlikte bu dönemde “Türklük” etnik kökenle değil, Osmanlıcılık ve İslamcılık tarafından biçimlendirilmiştir. Osmanlıcılık toprağa dayalı teritoryal millet kavramını yarattı. Vatan kavramı, toplum ile dini, millet içinde bütünleştirdi. İslâm ve daha sonra İslamcılık ise, bireyleri dinlerine bağlamış olan bağların birçoğunu millete kaydırarak inananları yeni bir siyasallaştırılmış grup içinde kaynaştıran ve dinî cemaati bir proto-millete dönüştüren psikolojik ve ideolojik gücü sağladı. Osmanlıcılık sonunda öyle bir tarihî bağlam geliştirdi ki, Türkler devletin kurucuları ve temeli oldular ve dilleriyle etnik kültürleri Anadolu ve Balkanlar’ın belirgin özellikleri olarak görülmeye başladı (Karpat, 2009a: 770). Namık Kemal başta olmak üzere Yeni Osmanlılar; vatan, siyasi kimlik ve Osmanlı-Müslüman kültürü çerçevesinde devlete bağlılık kavramı geliştirdiler. Bunlar, gelişmeye başlayan Türk milliyetçiliğinin psikolojik temellerini ve yeni ortaya çıkan aydınların siyasi kültürünü oluşturdu (Karpat, 2006: 66). Ancak Yeni Osmanlılar, Osmanlı İmparatorluğu gibi değişik etnik ve dinî gruplardan oluşan bir alanda “vatan”ın neresi olduğuyla ilgili tespit problemiyle karşılaşmışlardır. Ayrıca sınırlar içinde paylaşılan bir kimlik oluşturmak zordu. Bundan dolayı Yeni Osmanlılar’da, “Osmanlı”, “Türk” ve “Müslüman” kimliği etrafında devamlı gidip gelmeler olmuştur (Mardin, 2009c: 49). Bunun yanında Namık Kemal ve Yeni Osmanlılar için “vatan”, geleneksel Osmanlı “mülk-devlet” anlayışının olduğu gibi korunması demek olup modern bir ulusa temel teşkil edecek bir coğrafya alanı değildi (Timur, 2010: 16). Dolayısıyla da Namık Kemal’in Osmanlı vatanperverliği bugün sanıldığı gibi Türk milliyetçiliği değildi (Mardin, 2009c: 50). Yeni Osmanlılar “Türk”, “Millet-i Osmaniye” ve “Millet-i İslamiye” ifadelerini, aralarında herhangi bir ayrım yapmadan kullanmışlardı. Fakat “Osmanlı” kavramını diğerlerine tercih ediyorlardı. Yeni Osmanlılar siyaset sahasını terk ettikten sonra şekillenmeye başlayan Türkçülük akımıysa, baştan itibaren yönetim tarafından sempatiyle karşılanmamıştı. 1880’lerde Türkçülük yapmanın tehlikeleri, Türkçülüğün lengüistik görünüme bürünmesini ve dilbilim üzerinden siyaset 173 yapılmasını zorunlu kılmıştı (Mardin, 2010a: 118). Böylece Türk milliyetçiliğinin doğuşu dil ve tarih gibi kültürel sahalardaki araştırmaların gelişmesiyle başlamış oldu (Sarınay, 2005: 73). Osmanlı toplumunda din, etnik kimliklerin üzerini örtmüştür. Türkler söz konusu olduğunda bu örtü daha da kalınlaşıyordu. 19. yüzyıla kadar Türkler, kendilerini her şeyden çok Müslüman olarak gördüler. Kişinin konuştuğu dil, üzerinde yaşadığı toprak ve bağlı olduğuna inandığı soy; şahsi, duygusal ya da toplumsal bir önem taşıyabilirdi, ama hiçbir siyasi belirleyiciliği yoktu. Bundan dolayı Türkler İslamiyet’le öylesine ayrılmaz bir biçimde bütünleşmişlerdi ki, Türk dilinin dipdiri hayatını sürdürmesine ve teoride olmasa da uygulamada Türk devletinin varlığına karşın, Türk etnik kimliğinin üstü örtülü kalmıştı (Lewis, 2009: 4). Buna rağmen İmparatorluk’ta konuşulan dilden farklı bir dil olarak Türkçe, Osmanlı tarihi boyunca bir “Türk- lük” etnik bilincinin canlı bir şekilde korunmasını sağlamış, Osmanlı entelektüelleri de 19. yüzyılda bu bilinci gün yüzüne çıkartmışlardır. 20. yüzyıla gelindiği zaman, Türkiye Cumhuriyeti bu dirilişe daha ideolojik bir çerçeve sağlayacaktır (Mardin, 2011: 121). Türklerin İslamiyet öncesi geçmişi, kolektif bellekten silinmiş, unutulmuştu. Bu geçmişin kalıntıları, resmi çevrelerin dışında, Türk köylüsünün geleneklerinde, özellikle de Anadolu göçebeleri arasında yaşıyordu. Türk öğesi olarak bilinen tek özellik, dildi. Ancak yazı ile konuşma dili arasında büyük bir farklılık vardı. Sarayın, bürokrasinin ve Osmanlı yönetici sınıfının dili olan Osmanlıcada Farsça ve Arapçadan ödünç birçok sözcük yer alırken, geniş halk yığınlarının dili büyük ölçüde saflığını korumuştu. Kültürel açıdan, Osmanlıca Türk olmaktan çok Müslüman’dı (Georgeon, 2005: 9). Osmanlı İmparatorluğu ırklar, dinler ve kültürler toplamı bir imparatorluk olduğundan Türkçe, ancak “reaya dili” olarak varlığını sürdürüyordu. Temeli Türkçe olmakla birlikte, içine Türk dilinin köken ve yapı bakımından bağlı olmadığı dil ailelerinden, yalnız sözcükler değil kurallar da sokulduğu için Osmanlıca, konuşma dili olarak değilse bile yazı dili olarak, halkın konuşma dili olan Türkçeden uçurumla ayrılan bir dil olmuştu (Berkes, 2010: 255). Bu duruma bir tepki olarak Osmanlı seçkinleri halk diline yakın, yani daha Türkçe bir dil benimsenmesini savundular. Yazılarında öne çıkardıkları noktalar, Türk dilinin 174 eskiliği ve Osmanlı Türklerinin Orta Asyalı geçmişiydi. Türkler artık kendilerini sadece Müslüman olarak görmüyor, kendilerine ait bir etnik kimliği ve tarihi keşfediyorlardı. Böylece Türk milliyetçiliğinin “arkeolojisi” oluşturulmuş oluyordu (Georgeon, 2006: 23-24). Gerek okulların çoğu gerekse basın ve edebiyatın Türkçe konuşma dilini kullanmaya başlaması, hem Türkçenin kullanımını arttırdı hem de kapsamını genişletti. (Karpat, 2009b: 46). Bu durum, “dilde Türkçülük” şeklinde yorumlanmış ve Türk milliyetçiliğinin başlangıcı kabul edilmiştir. Bununla birlikte Türkçenin sadeleştirilmesi ve halk dilinin yaygınlaşması ilk olarak, iletişimi kolaylaştırmak amacından, yani pratik amaçlardan doğmuştur (Karpat, 2009b: 75). Bu amaç, Türkçeye uygun yeni bir alfabe arayışı, yani Latin alfabesini gündeme getirdi. Yeni bir alfabe ve sadeleştirilmiş bir dil kullanma fikri, etnik bir biçime bürünen yeni tip bir popülizmin ayrılmaz parçasıydı ve sadeleştirme, yazı dilini aşağı sınıf etnik Türkler tarafından konuşulan Türkçeye yaklaştıracaktı (Karpat, 2009a: 665) Arapça ve Farsçadan birçok kelime almasına rağmen Osmanlıcanın esası Türkçeydi. 1876 Anayasası’nda devletin resmî dili Türkçe olarak tanımlanmış ve bu hüküm, İttihat ve Terakki’nin iktidarında da muhafaza edilmiştir. Türk dilinin etnikmillî bir çağrışımı var idiyse bile çok azdı. Araplar ve diğer Müslümanlar, Osmanlı resmî makamları tarafından kullanılan dili, esas itibariyle devletin bir iletişim aracı ve belki de yöneticilerin sosyal statüsünün bir göstergesi olarak görmüşler, ama hiçbir zaman bir etnik veya millî üstünlük işareti saymamışlardır. Dil üzerinde böyle bir milli damganın bulunmayışı çeşitli Müslüman Arapları, Çerkezleri, Arnavutları ve Gürcüleri Türkçeyi, devletin ve çağdaşlığın dili olduğu için, ana dilleri olarak benimsemeye teşvik etmiştir. Ama bunun gizli bir tehlikesi vardı; yönetici grup, dili devletin etnik ve millî kimliğinin işareti haline getirebilir ve böylece Türkçe konuşanları devletin efendileri olarak ilân edebilirdi (Karpat, 2009a: 626). Özellikle 19. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı seçkinleri, bu endişeyi doğrular şekilde, devleti Türklerle özdeşleştirmeye başladılar. İletişim aracı olarak Türkçenin kullanıldığı yeni görevler oluşturularak, devletin efendisi olarak “Türk” daha belirgin bir konuma getirildi (Karpat, 2005: 28). Jön Türk döneminde korkulan olmuş ve diğer 175 Müslümanların Anadolu Müslümanlarından ayrı bir kimlik talebinde bulunmalarına neden olmuştur. Türk milliyetçiliğinin hazırlık aşamasında yaşanan diğer bir gelişme de, “Türk” kavramının geçirdiği anlam dönüşümü ve “Türkiye” kavramının kullanılmaya başlaması ile ilgilidir. Daha önceleri halkın tanımlanmasında “Millet-i İslamiye” ve “Millet-i Osmaniye” ifadeleri kullanılmış; “Türk” kelimesi ise “kaba”, “cahil”, “görgüsüz”, “idraksiz gibi sıfatlarla birlikte sadece Anadolu köylüleri ve Türkmen göçebeleri için kullanılıyordu. Abdulhamid’in bütün önlemlerine karşı Türk ifadesi, gazete ve dergilerde yaygın bir şekilde kullanılmaya başlandı. Vatan topraklarını tanımlamak için Yeni Osmanlılar önce “Türkistan”ı tercih etmiş, fakat daha sonra Avrupalıların Anadolu topraklarını tanımlamak için kullandıkları “Türkiye” ismini benimsemişlerdir. Böylece 19. yüzyılın ortalarına kadar pek de izafe edilmek istenmeyen bir kimlik olan “Türklük” bir gurur vesilesi haline gelmeye başlamıştır.17 Gayrimüslimlerin ayrılıkçı faaliyetleri ve idarenin bunların önüne geçmek için yürürlüğe koyduğu reformlar da Türk milliyetçiliğinin filizlenmesine etki etmiştir. Yani İslamcılığı ortaya çıkartan unsurların pek çoğu, henüz başlangıç halinde olan bir Türk milliyetçiliğinin doğmasına da yol açmıştır. 19. yüzyıl Avrupası’nda gelişen ve Osmanlı azınlık milliyetçileri tarafından savunulan ulus fikri, Osmanlı aydınları arasında da etnik kökenleriyle ilgili bir süreç başlatmıştı. Azınlık milliyetçilerinin Osmanlıcılığın sunduğu eşit vatandaşlık fikrini kabul etmek istememeleri, Almanya ve İtalya’daki milliyetçi hareketlerin başarısı ve İmparatorluk içindeki Türk olmayan Müslüman grupların milliyetçi emelleri, bir Türk kimliği bilincinin doğmasına yol açmış ve Türk milliyetçiliğinin neredeyse zorla yeşermesini sağlamıştır (Shaw&Shaw, 2010: 314-315; Timur, 2010: 220). Ayrıca, ulus-devletlerini kuran Hıristiyanların baskı ve katliamları Kırım, Kafkas ve Balkan Müslümanlarının Anadolu’ya göç etmelerine ve Türk kimliğini 17 “Türk” ve “Türkiye” ifadelerinin kullanılmaya başlanması ile ilgili bkz. Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 4, 450, 478-79, Stanford J. Shaw & Ezel Kural Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye II, s. 317, Taner Timur, Osmanlı Kimliği, s. 166-67. 176 benimsemenin de ötesinde milliyetçi bir refleks geliştirmelerine yol açmıştır.18 Gerçekten de gerek dilsel uyanış gerekse bir bütün olarak Osmanlı milliyetçiliği Tatarların ve Kırım, Kafkas ve Kazan Türklerinin milliyetçi düşüncelerinden yoğun bir şekilde etkilenmiştir (Karpat, 2010b: 215). Türk milliyetçiliğinin oluşumunu hazırlayan bir etken de, Batı’da eğitim gören ve Batılı fikirlerden etkilenen aydınların çalışmalarıdır. 19. yüzyılın sonlarında güçlü bir Türklük bilinci, her ne kadar “Müslümanların kardeşliği” ve “Osmanlı Birliği” gibi sözlerin altına gömülü olsa da, geniş bir aydın grubu tarafından yaygın olarak paylaşılıyordu. Bu safhada Türklük, Türklerin orijinal dil ve kültürlerinde derin köklere sahip olmasına karşın, siyasal olarak nispeten kalabalık bir aydın ve bürokrat grupla sınırlı olup halk seviyesinde bir yansıması yoktu. 1908’de Jön Türk Devrimi gerçekleştiğinde bu Türk milliyetçileri sağlam bir grup oluşturmaktaydı (Karpat, 2009b: 47). Türk milliyetçiliğinin oluşum safhası (1865-1908), planlanmış bir süreç olmayıp artan iletişim ve okuryazarlığın ve yeni elitlerin yükselişinin bir yan ürünüydü. Kimlik değişimi süreci bu elitler arasında başlamıştır. Oluşmakta olan yeni toplumun siyasi bağları, Osmanlıcılık ve İslamcılık çerçevesi içerisinde ortaya çıkmış olmasına rağmen elitler, toplumun birden çok kimliğini yansıtan uygun bir kimlik arayacak yerde, yeni Türk milletinin tek kimliği olarak etnisiteye yönelmişlerdi (Karpat, 2009a: 744-745). Aslında bu durum biraz da yaşanan siyasi gelişmelerinin doğal bir sonucuydu. Osmanlı aydınları ve politik liderleri, devletlerinin varlığını sürdürmesinde, Türk etnik kimliğine sarılarak bunu grup dayanışması, gurur ve dayanak kaynağı olarak kullanmak istemiyorlardı. Ancak siyasal zorunluluklar onlara, kültürlerinin etnik özelliğini vurgulamaktan başka seçenekleri olmadığını göstermiş (Tachau, 2010: 276) 19. yüzyılın sonuna doğru da Osmanlı tarihi, ders kitaplarında “Türk” tarihi olarak ele alınmaya başlamıştır. Bu durum Abdulhamid’in bile Türkçülüğe karşı olmakla birlikte Türklüğü yücelten eylemlere sesini çıkarmamasını sağlamıştır (Karpat, 2009a: 674, 677). 18 Bkz. Kemal H.Karpat, Osmanlı’dan Günümüze Kimlik ve İdeoloji, s. 47. 177 Şarkiyatçılığın bir dalı olarak gelişen Türkoloji de Osmanlı Devleti’nin son döneminde, Müslüman-Türk halkta etnik kimliğe dayalı ulusal bilincin gelişmesine etki eden en önemli etkenlerden birisidir (Timur, 2010: 213). Türk halklarının geçmişi konusunda Avrupa’da yapılmış çalışmalar, 19. yüzyılda Osmanlı aydınları tarafından hızlı bir şekilde öğrenildi. Türk halklarının tarihi ve diliyle ilişkili olan Türkoloji, hem Türk kültürünün eskiliğini, hem de Türk-dil halklar arasındaki kültür beraberliğini gözler önüne serdi. Türkoloji’nin Türk halklarının tarihindeki İslam öncesi dönemin önemini ortaya koyması, önemli bir sonuca da yol açtı. Türklerin tarihi içinde, İslam artık diğerlerinden farklı olmayan bir gelenek ya da bir dönem olarak görülüyordu. Böylece Türkoloji, Türklüğü İslam’dan ayırmış ve Türk halklarının geçmişine yönelik tarihsel bakışı laikleştirmiştir (Georgeon, 2006: 3-4). Arapça ve Farsçanın etkilememiş olduğu bir Türk dilinin ve İslam’dan ayrı bir Türk tarihinin var olduğu yönündeki iddiaları destekleyen akademik kanıtlar, Leon Cahun ve Arminius Vambery gibi Batılı yazarlardan ve Mahmut Celaleddin Paşa gibi mühtedilerden geldi. Aydınlar bu ve benzeri tarih ve dil çalışmaları sayesinde, Orta Asya’daki zengin İslam öncesi Türk tarihini keşfettiler. Artık İslam’ın dışında bir Türk varlığı tahayyül edilmeye başlanmıştı. Bununla birlikte Türklerin İslam’la ilişkisi o kadar yakın ve güçlüydü ki duygusal olarak başka bir mevcudiyeti benimseme konusunda üstesinden gelinemeyecek zorluklar yaratıyordu (Karpat, 2010b: 215). Osmanlılığın kavimleşmesi, yani kültür ve dil bakımından Türkleşmesi, din anlayışının daha akılcı ve hatta milli bir şekil almasıyla paralel yürümüştür (Karpat, 2010e: 13). Daha önce, İslam’ın Türk etnik kimliğini örttüğü ve Türk milliyetçiliğinin doğuşunu geciktirdiği belirtilmişti. Bu savın tersten okunması; etnik kimliğe dayalı Türk ulusal bilincinin gelişiminin laikleşmenin, daha doğrusu İslam’ın sosyo-politik tayin edici rolünün gittikçe azalmasının bir sonucu olduğu şeklindedir. Nitekim İslamî uygulama ve geleneklerden uzaklaşarak Avrupa’ya doğru gidiş etnik Türk kimliği duygusunun daha da güçlenmesini sağlamıştır (Lewis, 2009: 5). Timur’un (2010: 196) ifadesiyle özetleyecek olursak, Osmanlı Devleti’nin iktisadi ve siyasi bağımsızlıkla beraber, kültürel bağımsızlığını da kaybetmesi, kendi 178 kimliğimizle ilgili düşünce ve duygularımızın, Batı kültürünün yarattığı disiplinler ve ideolojiler ortamında şekillenmesine yol açmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nda 19. yüzyılda varlığını kabul ettiren “değişme” sorunu, tüm değerleri itibariyle Müslüman bir kültür tabanı üzerinde ortaya çıktı. Bir uygarlık değişimi biçimini alan bu çaba, çağın zorunlu kıldığı fikir çerçevesi içinde, iki yönlü bir kimlik sorunu halini aldı. Yeni düzenin insanı “modern” ve “Türk” olacaktı. Çağın sosyo-ekonomik gereksinimleri Batılı modernizmi, ulusal sorunun gelişimi de Türklüğü gündeme getirmişti. Bu arada çok köklü geleneklere dayanan İslamî değerler de terk edilmeyeceklerdi. Böylece ortaya çıkan üç seçenekli gelişimde tayin edici unsur, Batılı reformlar yoluyla çağdaş bir düzen kurmak olarak beliriyordu. Çünkü bu yapılmazsa Osmanlılar için Müslüman ve Türk olarak varlığını sürdürmek de olanaksız hale geliyordu. Bu yüzden İslamcı ve Türkçü değerleri de köklü reformlara yol açacak modernist bir görüşle uyum haline sokmak gerekiyordu. Oysa gelişme öyle olmadı. Modernist akım giderek artan bir şekilde İslam’ı küçümsedi ve onu bir yobazlık ve uygarlığa engel olarak görmeye başladı. Böyle yaparken İslam uygarlığını bir tarihi dönem olarak değerlendirmediğinin ve İslam’ın son dönemdeki yozlaşmış biçimine baktığının farkında değildi. Asıl bağnazlığa, tarihiyle ilgili koyu bir bilgisizlik içinde, kendisinin sürüklendiğini bilmiyordu. Bu durum yeni doğan ulusçuluğun da gelişme biçimini tayin etti. Bir kısım Batılı yazarların da çeşitli nedenlere dayanan katkılarıyla, Türkçülük, etkili bir çevrede İslam dışı bir devinim kazandı. Türk tarih yazımına damgasını vuran meşrutiyet tarihçiliği İslam dışı Türk tarihi araştırmalarını ön plana getirdi” (Timur, 2010: 297-98). Türklüğün filizlenmesi, yapısal dönüşümün ve bir dizi siyaset dışı modernleşme çabalarının sonucu olup Türklerle birlikte başka grupların da etnik bilincini uyandırmaya katkıda bulundu. Türklük daha sonra “Türkçülüğe” dönüşmüştür. Benzeşen bu iki terim farklı anlamlara sahip olup Türklük bir etnik kimlik, Türkçülük ise Türk siyasi milliyetçiliğinin ifadesidir. Milliyetçilik ise Cumhuriyet döneminde bu iki terimin de yerini alacaktır (Karpat, 2009a: 659). Osmanlı toplumunda kimliğin, tüm Orta Çağ uygarlıklarında olduğu gibi, din üzerine inşa edilmesi ve etnik boyutunun ancak küçültücü bir şekilde varlığını 179 sürdürmesi, 19. yüzyıla kadar devam etmiştir. 19. yüzyılda dini duyguların tüm uluslarda zayıflamakta olduğu ve Osmanlıların ırk bakımından son derece karışmış bir topluluk teşkil etmeleri dolayısıyla, ulusal hareketin Osmanlılarda ırk ve etni temelleri dışında, kültürel bir dayanak araması gerekirdi diye düşünülebilir. Bununla beraber yeni kimlik arayışları, tamamen etnik temellere dayanmış ve “Türkçülük” şeklinde, tarihteki saf Türk uygarlıklarının keşfedilmesine çalışılmıştır (Timur, 2010: 168). JÖN TÜRK DÖNEMİ MİLLİYETÇİLİĞİ: TÜRKÇÜLÜK Jön Türk döneminde gelişen Türk milliyetçiliği, hem biçim hem de içerik olarak, Osmanlı Devleti’nin siyasal, kültürel ve demografik mirası ile kimliğini içermektedir. Osmanlı geçmişini reddeden ve Cumhuriyet’in yeni bir toplum ve devlet yarattığını iddia eden Cumhuriyet Türkiyesi bile aslında Osmanlı Devleti’yle bir süreklilik ilişkisi içindedir (Karpat, 2009b: 49). Bu durumda, Jön Türk dönemi, Osmanlı Devleti ile Türkiye Cumhuriyeti arasında bir geçiş evresi olup her iki dönemin özelliklerini barındırmaktadır. Bu dönemde bazen Osmanlıcı bazen de İslamcı bir politika güdülse de hâkim politika Türkçülük olmuştur. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kültürel anlamda keşfedilen Türk kimliği siyasileşmiş ve Türk etnisitesi hâkim etni haline getirilmeye çalışılmıştır. Ayrıca birçok laik-pozitivist modernleşme politikaları açısından da Cumhuriyet Türkiye’sinin ideolojik temelleri atılmıştır. İttihat ve Terakki ile Kemalist iktidar döneminin en belirleyici düşünsel akımı Türkçülük olup her iki dönemin Türkçülüğü hem dönemsel hem de siyasal olarak birbirinin devamı ya da biri sonrakinin hazırlayıcısı olarak kabul edilir. Bununla birlikte, Osmanlı Devleti’nin beka kaygısına çare olarak üretilen Türkçülük politikaları ile ulus-devletin inşa sürecinde faaliyete geçirilen Türk milliyetçiliği arasında devamlılıktan çok farklılıklar söz konusudur (Ünüvar, 2009: 132). Jön Türk devri Türkçülüğünde Pantürkist idealler baskınken Türkiye Cumhuriyeti’ndeki yeni milliyetçilik, Anadolu Türklerini kurtarmaya ve yükseltmeye yönelikti. Yine de Jön Türk devri milliyetçiliği, Osmanlı Türklerinin uzun zamandır kaybettikleri ulusal bilinci ve Türklük gururunu kazandırmak için verdiği uğraşla Cumhuriyet devri 180 milliyetçiliğinin önünü açmıştır (Arai, 2008: 146). Dolayısıyla Mustafa Kemal’in önderlik ettiği Milli Mücadele ve Cumhuriyet, Jön Türkler döneminde oluşturulan sosyo-politik temel üzerine kurulmuştur (Karpat, 2007: 20). Jön Türkler devrindeki milliyetçilik akımı kendi içinde bir bütünlüğe sahip olmayıp birkaç evreye ayrılabilir. Muhalefet yılları olan 1889-1908 döneminde, Türk milliyetçiliği açıkça ortaya konmuyordu. Çünkü azınlıklar, padişaha karşı kazanılacak zafer neticesinde bağımsızlık elde edecekleri ümidiyle Jön Türkler’i destekliyor, Jön Türkler de Türk milliyetçiliğini açıkça savunarak azınlıkları kendilerinden uzaklaştırmak istemiyorlardı. İktidarı ele geçirmeleriyle birlikte 1908- 1913 döneminde Jön Türkler’in milliyetçilik anlayışı daha belirgin bir hal alarak Türk ulusal özelliklerine göre düzenlendi ve Türklerin hâkim etni oldukları merkeziyetçi bir Osmanlı Devleti meydana getirme siyasetinde ifadesini buldu. Bu siyaset, nüfusunun çoğunluğu Hıristiyan olan Balkanlar’da ve Müslümanların yaşadığı Arnavutluk ile Yakın Doğu topraklarında zor kullanılarak uygulandı. Türkleştirme siyaseti, Arnavutluk ile Suriye’de isyanlara sebep oldu ve Balkan Savaşı’nın (1913) patlak vermesini körükledi. Savaş sonrasında elde kalan son Balkan topraklarının da kaybedilmesi İttihatçıların şevkini kırmamıştır. Aksine İmparatorluk’taki Müslümanları Türkleştirmek ve sınırlar dışındaki bütün Türkleri Turancılık idealine göre tek bir ülke halinde birleştirmek gayretlerini hızlandırmıştır. Fakat daha, milli bir kültür oluşmadan ve pürüzsüz bir Türkçe oluşturulmadan Müslüman azınlıkları Türkleştirmeye çalışmak sonuçsuz kalmaya ve tepkisel milliyetçilikleri yaratmaya mahkûm bir hareketti (Karpat, 2010c: 110-111). İttihat ve Terakki’nin 1908-1911 yılları arasında izlediği siyasetin, laiklik ve etnik milliyetçiliğe karşı biraz yakınlık göstermesi bir yana bırakılırsa, Abdülhamid devrinde yürütülen Osmanlılık ve İslamcılık siyasetini davam ettirdiğini söylemek mümkündür (Karpat, 2009b: 77). Gerçekte Jön Türkler Abdülhamid’in İslamcı politikasına karşı çıkmış ve uzun zaman Osmanlılık politikasını tercih etmişlerdir. Jön Türkler’e atfedilen “Panislamizm” Osmanlılık politikasının yanında İslam’a da önem vermek zorunda kalmalarından ileri gelmiştir (Mardin, 2010a: 76). Türkçülüğün Osmanlıcılık karşısında giderek galebe çalması, pozitivist bir sekülerleşme anlayışı ile birlikte gelişmiştir (Kadıoğlu, 2009a: 293). 181 Türk Derneği Beyannamesi’ nden de19 anlaşılacağı üzere Jön Türkler siyasal anlamda Osmanlıcı ideolojiye bağlı kalmakla birlikte kültürel alanda özellikle de dil konusunda Türkçü bir yaklaşımı benimsiyorlardı (Üstel, 2004: 25). Asılında İttihat ve Terakki iktidarı döneminde İslamcılık, Osmanlıcılık ve Türkçülük fikir akımları arasında yoğun bir ilişki mevcut olup aralarındaki sınırlar net değildir. Akçura, Gökalp ve bir ölçüde Köprülü, başlangıçta Osmanlıcılığı, İslamcılığı ve Türklüğü bağdaştırmaya çalışmışlardır. Çünkü Türk milliyetçiliğinin psikolojik çimentosu, tarihin derinliklerine uzanan ve Türklerin kişiliğine işlemiş olan Müslüman-Osmanlı kimliğiydi. Jön Türkler, bu kültürel-tarihsel milliyetçiliğin ulusal bir devletin gereklerine uyarlanması göreviyle karşı karşıya kaldılar. Gökalp Türklüğün, İslam’ın ve modernizmin modern Türk kimliğinin ayrılmaz parçaları olduğunu kesin bir şekilde kabul etmiş, fakat Osmanlıcılığı tümüyle reddetmiş ve sadece laik İslâm’ı millî kültürün bir parçası olarak kabul etmiştir. Akçura Osmanlıcılığı ve İslamcılığı kabul veya reddetmek için faydayı kriter olarak almış ve Türkçülüğe öncelik tanımakla beraber, ilk iki kimliği 1912-13’e, yani imparatorluğun Balkanlar’daki topraklarının sonuncusu da elden çıkıncaya kadar reddetmemiştir. Üç ayrı Türk milliyetçiliği ideolojisini tek bir ideolojide birleştirmek amacıyla Jön Türklerce başlatılan girişim, meyvelerini Cumhuriyet döneminde verdi (Karpat, 2007: 15-16; 2009a: 750). Osmanlıcılık ve İslamcılık oluşumlarında meydana gelen kimlik değişimlerini Osmanlı Devleti başlatmasına karşın, Türklük, yani etnik kimlik arayışı, çeşitli sosyal, kültürel ve siyasal gelişmeler sonucunda, doğal bir biçimde başladı. Daha 19 1908’de kurulan Türk Derneği’nin amacı Türk diye anılan kavimlerin geçmişini ve tarihte sergiledikleri başarıları öğrenmekti. Bunun için kendi ismiyle bir dergi çıkarmıştır. Bu derginin ismi daha sonra Türk Yurdu oldu. Günümüze kadar çıkmaya devam eden bu dergi genellikle muhafazakâr milliyetçi fikirleri savundu. 22 Mart 1912’de Türk Yurdu Cemiyetinin yerini alan Türk Ocağı’nın amacı ise, milliyetçi fikirleri yaygınlaştırmak ve eğitim faaliyetleri, konferanslar, dil, edebiyat ve tiyatro üzerine pratik kurslar ve sosyal yardım faaliyetleri aracılığıyla kültür düzeyini yükseltmekti. Bkz. Kemal H. Karpat, Osmanlı’dan Günümüze Asker ve Siyaset, s. 219., Ortadoğu’da Millet, Milliyet, Milliyetçilik, s. 38., Shaw&Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye II, s.369-70. Türk Ocakları hakkında daha ayrıntılı bilgi için ayrıca bkz. Yusuf Sarınay, Türk Milliyetçiliğinin Tarihi Gelişimi ve Türk Ocakları ve Füsun Üstel, İmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliği: Türk Ocakları (1912-1931). 182 sonra Türklük, Osmanlıcılık ve İslamcılık ile kısmen uyum içinde ve çağdaş Türk kimliğinin daha geniş bütüncül parçalarından biri olarak gelişti. Üç kimliğin, görece dengeli bir biçimdeki birlikteliği, 1912-13’ten sonra, devletin bir kez daha müdahalesiyle bozuldu. Devlet Osmanlıcılık ve İslamcılık ideolojilerine de bağlı olmakla birlikte, Türkçülüğü, devletin resmi ideolojisi olarak kabul etti ve bu noktadan itibaren, çağdaş Türklerin üç kimliği arasındaki ilişkiler, tartışma konusu haline geldi. Gökalp, Üç Cereyan isimli klasik eserinde, Türk kimliğinin, kısmen modern, kısmen Türk olma ve kısmen de Müslüman olma öğelerinden oluştuğunu ileri sürdü (Karpat, 2005: 48). Türkçüler, “din” konusunda İslamcıların, “devlet” konusunda da Osmanlıcıların muhalefetiyle karşılaşmışlardır. İslamcılara göre milliyetçilik bir “kanser”di. Osmanlıcılar ise milliyetçiliğin devleti zayıflattığını düşünüyorlardı (Georgeon, 2006: 30). İslamcılar, Türkçülüğü İslam birliği önünde bir engel ve Arnavutların, Kürtlerin, Arapların da kavmiyet davasına düşmelerine yol açacak bir virüs olarak görüyorlardı (Berkes, 2010: 437). Jön Türkler, Türk unsuru lehindeki siyaseti sürdürürken, biraz da İslamcıların muhalefetlerine karşı koyabilmek amacıyla İslamî boyutu da ihmal etmediler. Hatta İslamcıların iddialarını çürütebilmek için, Kur’an’a ve hadislere atıfta bulunarak, milliyetçiliğin İslamiyet’te yeri olduğunu kanıtlamaya çalıştılar. Bununla birlikte onlar İslam’ı bir araç olarak görüyorlardı. Çünkü İslam, hem Osmanlı Devleti’nin Türkleri arasında bir dayanışma unsuru, hem de İmparatorluğun iki büyük halkı olan Türklerle Arapları kaynaştıran bir harçtı (Georgeon, 2005: 47; 2006: 33). Türkçülerin büyük çoğunluğu, yerleşik bir değer olarak İslam’ın kültürel düzeyde ve zihniyetteki aşılmaz gücünün üzerlerinde yarattığı baskı ve pek çoğunun kendi sosyalleşmelerinin sonucu olarak ve samimiyetle, dini dışlamak istememeleri nedeniyle bir topluluk değeri olarak İslam’ı vazgeçilmez görmekteydi. Böylece din ve milliyetçilik arasında sıkı bir bağ oluşmuştur (Öğün, 2004: 280). İttihatçılar kısmen pozitivist olsalar da İslam’ın kitleler nezdindeki itibarının farkındaydılar ve uygun ana kadar gerçek duygu ve niyetlerini gizlediler. Ancak İslam’ı bir inanç olarak değil Osmanlı geçmişine işlemiş seküler bir kültür olarak görmekteydiler (Karpat, 2010b: 167). Onlar İslam’a bağlılıklarını açıklasalar da 183 İslam’ın modernleşmiş ve Türkleşmiş olmasını ve dinin günlük yaşantıya karışmamasını istiyorlardı (Dumont, 1999: 66). Ama İslam’ın toplumu seferber edebilme gücünden yararlanmayı da ihmal etmemişlerdir. Bir yandan Osmanlı ülkesi içindeki ve dışındaki Müslümanların desteğini sağlamaya çalışmışlar, diğer yandan militarist bir amaçla, vatan, millet, devlet gibi milliyetçiliğin değerlerini cihat, gazilik ve şehitlik gibi İslâmi değerlerle meşrulaştırmışlardır. Böylece askerliğin kutsallığı vurgulanarak, erkeklerin askere gitmesini kolaylaştırmak, komutana itaati sağlamak ve askerden kaçmayı azaltmak amaçlanmıştır. Bu doğrultuda ulusçu eğilimlerine rağmen İttihatçılar, Birinci Dünya Savaşı’nda bir Türk-İslam sentezi vitrini oluşturmaya çalışmışlardır. Cihat ilan edilmesi bunun en tipik göstergelerinden biridir (Alkan, 2005: 201; 2009: 400). II. Abdulhamid dönemindeki “İslâm-Türk Sentezi” yaklaşımında Türklük, İslam potası içinde eritilen ve anlamlandırılan ikincil bir kimlik olarak sunulmuş, dönemin ikinci yarısından sonra ise Türklük vurgusu daha da azalarak İslâm vurgusu hâkim bir nitelik kazanmıştır. Jön Türkler, II. Abdulhamid dönemindeki “İslâm-Türk Sentezi”ni, “Türk-İslâm Sentezi”ne dönüştürmüş, böylece Türklük ve Türk milliyetçiliği vurgusu hâkimiyet kazanmıştır.20 Türklüğü ön plana çıkarmakla beraber İslam’a da vurgu yapmayı ihmal etmeyen bu bireşimin gücü ve faydasından ulus devlete geçişi simgeleyen Kurtuluş Savaşı sırasında da yararlanılmıştır (Alkan, 2005: 81-82). Balkan Savaşı, Arnavutluk İsyanı ve 1913 darbesiyle Jön Türkler’in daha güçlü bir şekilde tekrar iktidarı ele geçirmeleri din ve milli kimlik politikalarında büyük bir dönüşüme yol açtı. İslam’ın Osmanlı geçmişine sinmiş olması ve Müslümanları birleştirici özelliği dolayısıyla erteledikleri laik reformlarını ve etnisiteye dayalı Türkçülük politikalarını daha cesur bir şekilde yürürlüğe koymaya başlamışlardır. Bunları modernleşme, dolayısıyla devletin bekası amacıyla yapıyorlardı. Nitekim onların nazarında milliyetçilik ve pozitivist laiklik modernleşmenin bir gereğiydi. 20 Ahmad, Balkan Savaşı’ndan sonra Türklerin sayısal çoğunluğu oluşturmalarına rağmen en çok ulusalcılığı değil İslam vurguladıklarını belirtir. Ona göre Türk ulusalcılığını sadece başkentteki bazı aydınlar ciddiye alıyorlardı. Bkz. Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, s. 61. 184 Potansiyel olarak dine karşı olan pozitivizm ve sosyal-Darvinizm gibi Batılı ideolojilerden etkilenmiş olan Jön Türkler ilk dönemlerinde, İslam’ın akılcı ve böylece ilerlemeyle bağdaşır olduğunu, yayınlarında tartışarak ispatlamaya çalışmıştır (Mango, 1995: 135). Jön Türk dönemini yakından inceleyen Arai (2008: 142, 147) muhtemelen bu görüntü dolayısıyla, onların mutlak bir laikleşme veya Batılılaşma siyaseti izlemeyip daha çok İslamlaşmadan ve muasırlaşmadan yana olduklarını ve İslam’ın asli hakikatini yeniden ele geçirmenin yolunu ve Batılılaşmadan farklı bir modernleşme biçimi aradıklarını savunmuştur. Jön Türkler’in geneli arasında seküler ve pozitivist fikirler rağbet gördüğü (Lewis, 2009: 543) için İslâmi müesseseleri ve halkın geleneksel dindarlığını Batılılaşmanın önünde engel olarak görüyorlardı. Aldıkları pozitivist ve Batılı eğitim onları toplumun dini değerlerine yabancılaştırmıştı. Azınlık milliyetçilikleri sonucunda İmparatorluğun sürekli toprak kaybetmesi, Jön Türkler arasında Türk milliyetçiliği ve merkezi devletçiliğin cazibesini artırıyordu. Bu şartlar altında Jön Türklerin çoğu, otoriter politikalarla Batıcı reformları gerçekleştirmeyi amaçlıyorlardı (Kuru, 2011: 211). İttihat ve Terakki, 1913 sonrası dönemdeki iktidarını, Cumhuriyet dönemi reformlarının habercisi olan laiklik ve modernleşme reformlarını uygulamak için kullanmıştır (Zürcher, 2009a: 143). Bu dönemde Türkçülerin; halkçılık, iktisat, kadın hakları, çağdaşlaşma, laiklik, dil ve tarih gibi konularda ortaya koydukları fikirler, Cumhuriyet dönemindeki reformlardan farklı olmalarına rağmen, Türk toplumunun imparatorluktan ulusa, Doğu medeniyetinden Batı medeniyetine, dini hayattan laikliğe geçişte önemli bir merhale teşkil etmiştir. Bu fikirler Cumhuriyet döneminde gerçekleştirilen inkılâplara zemin hazırladığı gibi, bu çevrede işlenen milliyetçilik fikri yeni Türk devletinin ideolojik temelini oluşturmuştur (Sarınay, 2005: 376). İTC yönetimi 1913 sonrasında, Ziya Gökalp’ın tavsiyeleriyle, Atatürk reformlarının öncüleri sayılabilecek birçok laikleşme reformu gerçekleştirmiştir. Cumhuriyet devrinde Jön Türkler’in laiklik ve modernleşme siyaseti değişikliğe uğrayarak devam ettirilmekle birlikte, onların bu öncü hizmetinden söz edilmemiştir. 1913’te ulema ve dini mahkemeler devlet denetimi altına sokularak dini olmayan 185 temyiz mahkemelerinin otoritesine uymak zorunda bırakıldılar. Adli sorunlarda bütün yetki Adliye Nezaretine tanındı. Daha sonra, devlet dini eğitime karışmaya başlayarak, İstanbul’da devletin idaresinde bir medrese açtı. Medreseler Maarif Nezareti denetimi altına alınarak medreselerin müfredat programında ve öğretim kadrosunda reformlar yapmak üzere idareciler yollandı. Laik okullar ulemanın etkisinden çıkarıldı. Şeyhülislam, Bakanlar Kurulundan çıkarılarak bakanlığı küçük bir bölüme dönüştürüldü. Tekke ve zaviyeleri denetleyecek bir Meclis-i Meşayih kuruldu. Vakıfların yönetimi de Maliye Bakanlığına verilerek tamamen sekülerize oldu. Kur’an ve bazı dualar Türkçeye çevrildi (Arai, 2008: 141; Dumont, 1999: 67; Karpat, 2010c: 116). Jön Türklerin dine karışma siyaseti, onlara göre laikleştirme değil İslâmlaştırma olup, İslâm’ı yeniden canlandırmaya yönelik bir girişim, hurafelerin yerini hakiki dinin alması için bir yoldu (Arai, 2008: 142). Bununla birlikte sonuç dinin kamusal alandaki düzenleyici gücünün azalması olmuştur (Yeğen, 2011: 52). Gerçekte Türkçü olmasına rağmen, Balkan Savaşı’na kadar resmi düzeyde Osmanlıcılık politikasına bağlı kalmayı yeğleyen ittihatçılar, bu savaştan sonra aktif Türkçülüğe yönelmişlerdir (Yıldız, 2007: 77). Jön Türklerin, azınlıkların işbirliğine yanaşmamaları üzerine uğradıkları düş kırıklığı, kendilerini Türklerin temsilcisi olarak görmelerini ve Türkçülük politikalarını açıkça uygulamalarını sağlamıştır (Georgeon, 2006: 32; Shaw&Shaw, 2010: 361). 19. yüzyılın sonundan itibaren kültürel milliyetçilik şeklinde ortaya çıkan Türkçü hareket, Balkan Savaşı ile birlikte etnik öğelere ağırlık veren siyasal bir akıma dönüşmüştür (Göçek, 2009: 70; Karpat, 2011: 37-38; 2010c: 109; Üstel, 2009: 263). Jön Türkler, Balkan yenilgisi ve Arnavutluk’un kaybından sonra etnik Türkleri devletin temelini oluşturan ve ayakta kalmasını sağlayacak olan çekirdek etni olarak görmeye başladılar. Onlar, İmparatorluğu üniter bir Türk ulus-devletine dönüştürerek ayakta tutmak istiyorlardı (Karpat, 2010b: 140). Türklerin imparatorluktaki etnik gruplardan herhangi biri olmak durumundan çıkıp devletin efendileri olan hâkim etni olmaları iki önemli sorun doğuruyordu. Birincisi, kendini korumak için bu kimlikleri yaratmış olan devlet, artık tarafsız kalamazdı ve bu etnik gruplardan biri, yani Türkler lehinde tavır almak zorundaydı. İkincisi, Türklerin 186 dilini, kültürünü ve törelerini benimsemeye ve desteklemeye karar vermiş olduğuna göre milleti bu doğrultuda kültürel bakımdan homojenleştirmesi ve sekülerleştirmesi gerekirdi (Karpat, 2009a: 750). Esasen Jön Türkler iktidara geldiklerinden beri devletin bekasının devletin modernleştirilmesi ve Müslüman-Osmanlı milletinin Türkleştirilmesinden geçtiğine inanıyorlardı. Bu bağlamda etnik kökenine bakılmaksızın Türklükle özdeşleşmiş bir Türk çekirdek grubu oluşturulmasına karar verildi. İttihat ve Terakki bunu devlet aygıtını kullanarak başarmaya çalıştı. Bu amaç doğrultusunda dili bir asimilasyon aracı olarak kullanarak (Karpat, 2006: 212, 439; 2009a: 645, 745-46; 2010b: 123; 2011: 194) hem Rumeli’de hem de Anadolu’da, Türkleştirme siyaseti izlediler ve Araplara, Arnavutlara ve diğer Türk olmayan Müslümanlara Türk dilini kabul ettirmeye çalıştılar21 (Lewis, 2009: 296-297). Jön Türkler’in devlet gücünü kullanarak Türkçeyi dayatmaya çalışmasında da görüldüğü gibi, Türkçü görüşlerinin keskinleşmesi laik görüşleriyle birleşince muhalif Arap gruplarının milliyetçiliğe kaymalarına ve halifenin cihat çağrısına rağmen Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’ya karşı İngiltere’yi desteklemelerine neden olmuştur.22 Bu durum milliyetçiliğin dönem itibariyle dinden daha güçlü olduğunu göstermiş (Karpat, 2010c: 111) ve İslamcılığı tamamen devre dışı bırakmıştır. Çünkü geriye kalan Çerkezler, Gürcüler, Boşnaklar ve Kürtler gibi Müslüman etnik gruplar, Türklüğe özümsenmesi mümkün olan topluluklar olarak görüldüğü için, artık siyasi bütünleşmenin asli çerçevesinin İslam’la şekillenmesi zorunluluğu ortadan kalkmıştı. Böylece, Birinci Dünya Savaşı sırasında İslam’ın sınırlı ve faydacı kullanımını benimseyen Türk ulusçuluğu hâkim politika haline getirildi (Yıldız, 2007: 72-73). Bununla birlikte Jön Türkler’in Osmanlı Devleti’ni Birinci Dünya Savaşı’na sokma sebeplerinden birisi de her ne kadar etnisitenin siyasal kimliğin ve ulus-devletin temel belirleyicisi olarak ortaya çıkması olsa da 21 Georgeon, bunu yapmalarındaki maksatlarının milliyetçilik değil de merkezileştirme olduğunu belirtir. Bkz. François Georgeon, Osmanlı-Türk Modernleşmesi (1900-1930), s. 32. 22 Jön Türklerin laik ve Türkçü politikalarının Arap milliyetçiliğini körüklemesiyle ilgili ayrıca bkz. Kemal H. Karpat, Osmanlı’da Değişim, Modernleşme ve Uluslaşma,s. 389, 439-40., Osmanlı’dan Günümüze Kimlik ve İdeoloji, s. 48., Ortadoğu’da Millet, Milliyet, Milliyetçilik s. 194. 187 savaş, Anadolu’nun çok etnili Müslüman toplumunun ve Rumeli’den arta kalanların bir Türk milletine dönüşme sürecine katkıda bulundu (Karpat, 2010b: 123). Etnik Türk milliyetçiliği daha çok Rusya hakimiyeti altındaki topraklardan göç eden aydınların düşünceleri ile gelişmiştir. Bunların millet, milliyet, kültür ve modernizme ilişkin fikirleri doğup yetiştikleri Rusya’daki hakim ideolojilerden etkilenmişti (Karpat, 2009b: 31). Rusya Müslümanlarından Hüseyinzade Ali, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu ve diğerleri beraberlerinde etnisite ve ırka dayalı kavramsal bir Türkçülük getirmişlerdir (Karpat, 2009a: 566). Fakat bunların etnik milliyetçiliği saldırgan bir biçimde savunmaları, muhafazakâr milliyetçilerle İslamcıların şiddetli misillemelerine yol açtı. Çünkü onlar için millî ve dini kimlik aynı şeydi. Babanzade Ahmet Naim, milliyetçilik veya kavmiyetçiliğin Müslümanların birliğini ve kardeşliğini bozacağını iddia etti. Ahmet Ağaoğlu cevap olarak İslâm’ın etnisiteyi değil, kabileciliği reddettiğini savundu (Karpat, 2009a: 731-732). Arai (2008: 20), Türk milliyetçiliği çalışmalarının milliyetçi fikri yaymakta işbirliği yapan iki grup olan Osmanlı Türkleri ile Rusya’dan göç eden Türkler arasındaki farkı yakalayamadıklarını belirtir. İkinci gruptakiler, Osmanlı İmparatorluğu’na göçmeden önce Çarlık yönetiminden kurtulmaya yönelik milliyetçi hareketlere önderlik etmişlerken, Osmanlı aydınları arasında, çok-uluslu imparatorluğun çeşitli uyruklarından bir sözde ulus-devlet kurmayı amaçlayan çekici bir Osmanlı ulusu fikri vardı. Bunun en somut örneği, Türk kimliğinin tanımlanmasında dine ve kavmiyete verilecek yer üzerine Yusuf Akçura ile Ziya Gökalp arasındaki fikir ayrılığıdır. Yusuf Akçura, dini kamusal alanın dışında bırakmak yönünden, laik bir zihniyete sahipti. Buna bağlı olarak da milli kimliğin temelinin ırk, soy veya kavmiyet olduğunu savundu ve dine ikinci dereceden bir rol atfetti. Başlangıçta Pantürkizm’i savunan Ziya Gökalp ise, 1916’da Pantürkizm’le arasına bir mesafe koydu ve Anadolu ve Rumeli Türklerinin kültürüne dayanan bir Türk milliyetçiliğini savunmaya başladı (Karpat, 2009b: 49). III. BÖLÜM CUMHURİYET TÜRKİYE’SİNİN KURULUŞ SÜRECİNDE ULUS-DEVLET VE DİN 1. ULUS-DEVLET TÜRKİYE 1.1. ULUS VE ULUSAL KİMLİĞİN İNŞASI Osmanlı döneminde, 19. yüzyılın başlarından itibaren modern devleti etkin kılma çabaları görülür. Bu çabalar daha çok, Avrupa karşısında daha açık bir şekilde görülmeye başlanan askeri ve ekonomik geriliğin neticesinde başlamıştır. Bu doğrultuda, özellikle II. Mahmut döneminden başlayarak merkezileşme politikaları yürütülmüştür. Diğer taraftan Osmanlı’nın savaş alanlarında mağlup olduğu devletler, milliyetçilik ideolojisi temelinde şekillenen ulus-devletlerdi. Bunun yanında milliyetçililiğin tebaasını etkilemeye başlaması Osmanlı’ya kendi siyasi yapısını değiştirmesi zorunluluğunu dayatmıştır. Bu çerçevede özellikle de gayrimüslimlerin siyasal bağlılığının devamını sağlamak için eşit vatandaşlılığa dayalı Osmanlılık politikası yürürlüğe konmuş, Balkanların İmparatorluk’tan kopması ve Müslüman nüfusun çoğunluğu oluşturması üzerine ise İslamcılık siyaseti yürütülmüştür. Jön Türk iktidarında laiklik ve Türkçü politikaların uygulanması henüz sistematik bir ideoloji haline gelememiş olan İslamcılığın sonunu getirmiştir. I. Dünya Savaşı sonunda İmparatorluk tamamen dağılmış ve Kurtuluş Savaşı’nın elde kalmasını sağladığı topraklarda Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Yeni devletin kurucu kadrosunca “güçlü olma”nın yolunun Batı gibi modernleşmekten geçtiği düşünülmüştür. Modernleşmenin de ancak, devleti, Batı’da olduğu gibi milliyetçilik ve laiklik temelinde ulus-devlet formunda inşa etmekten geçtiği yargısı hâkim olmuştur. Türkiye, Osmanlı’yla birçok yönden devamlılık sergilemesine rağmen Kemalist seçkinlere göre modern bir cumhuriyet olarak yaratılmıştı. Bu “yaratılma” süreci içinde Kemalist seçkinlerin birincil amacı, “çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak” için bağımsız bir ulus-devletin yaratılması, sanayileşmenin hızlanması ve laik ve modern bir ulusal kimliğin yaratılması gibi 189 siyasal, ekonomik ve ideolojik gereklilikleri inşa etmekti. Bu nedenle Kemalist seçkinler, Batı modernitesinin evrensel geçerliliğini modern bir Türkiye kurmanın; “uygarlık seviyesine ulaşma” çabalarını da bir modern ulus inşa etme süreci olarak kabul ettiler (Keyman; İçduygu, 2009: 6). Modernleşme paradigması, Kemalist çağdaşlaşma projesini Gemeinschaff’tan (cemaat) Gesellschaff’a (toplum) geçiş olarak teleolojik ve tipolojik bir tarihsel kalkınma anlayışının içinde konumlandırmaktadır. Siyasal modernleşme bu geçişi, ulus-devletin modernleşmenin açıklayıcı özü olarak alındığı bir ulus inşa süreci olarak görmektedir. Dolayısıyla modern Türkiye’nin kuruluşu, geri kalmış, geleneksel bir toplumu temsil eden Osmanlı geçmişi karşısında, ulus-devlet inşası yoluyla modern bir ulus yaratmayı amaçlayan siyasal bir modernleşme sürecine işaret etmektedir (Keyman, 2009: 336). Milli Mücadele, kendine özgü nitelikleri açık biçimde belirtilmemiş olan bir siyasal topluluk adına başlatılmıştı. Temel amaç, dış düşmanın yenilmesi olup savaşın zaferle sonuçlanması ve ardından Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte, devletin sınırları içinde kalan nüfusu yeni bir siyasal topluluk haline getirme yolunda çabalara girişildi (Turan, 1993: 47). Bu doğrultuda Türkiye’de ulus-devletin inşa sürecine, ulus ve devlet olgularının ortaya çıkışındaki sıralama açısından bakıldığında; ne Fransa’daki gibi milliyetçilik ve ulus-devlet olgularının eşzamanlı olarak çıkması ne de Almanya’da olduğu gibi milliyetçiliğin ulus-devletten önce ortaya çıkması gibi bir durum söz konusu değildir. Türkiye’de, Almanya örneğindeki gibi “devletini arayan bir ulus” değil, aksine “ulusunu arayan bir devlet”ten söz edilebilir. Yani imparatorluktan artakalan nüfus kendiliğinden örgütlenip bir devlet kurmamış, ulus-devlet kurulduktan sonra Türk kimliğinin içeriği doldurulmaya çalışılmıştır. Resmi Türk ulusal kimliği, merkezi devletin tayin ettiği yörüngede gelişmiş ve bu kimliğin dışında kendisini algılayan unsurlar ulus-devletin bekasına bir tehdit olarak görülmüşlerdir (Kadıoğlu, 2009a: 287). Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ulus-devlet olarak tarih sahnesine çıkmaya hazırlandığı 1920’lerde, ulusal sınırlarla tanımlanacak olan Türkiye coğrafyası içerisinde “milliyet”, esas kolektif kimlik olmaktan uzaktı. Bu durum, yönetici ekibin önüne ikili bir görev koymuştu: millî bir kimlik inşa etmek ve bu kimliği kitlelere benimsetmek. Bu ikili görev, dönemin siyasî enerjisinin önemli bir bölümünün, dinî 190 bir kolektif kimlik yerine millî bir kolektif kimlik oluşturulması işine hasredilmesini gerektiriyordu (Yeğen, 2011: 173-74). Her şeyiyle yeni olması istenen devletin, Misak-ı Millî ile belirlenmiş mülkî sınırlarının tanımlanmasında tam bir mutabakat bulunmakla birlikte ulusal kimliğin sınırlarının belirlenmesi problemli bir konuydu (Yıldız, 2007: 119). Çünkü imparatorluk yapısı dağılmasına rağmen nüfus hala farklı etnik kimlik, dil ve inanç grupları barındırmaktaydı. Bu durum Türk ulusal kimliğinin tanımlanmasında sürekli bir zihin karmaşasının yaşanmasına neden olmuştur. Türk ulusal kimliğinin inşa sürecinde dini, hukukî, siyasî ve kültürel-etnik şeklinde bir takım bileşen ayırt edilebilir. Bu kimliğin hâkim rengi konjonktürel olarak değişim göstermekle birlikte, bu kurucu bileşenler Türk ulusal kimliğinin inşasının yapısal unsurlarıdır (Yıldız, 2007: 16). Türk milliyetçiliğince işaret edilen Türklüğün hudutları sabit olmayıp coğrafi ve zamansal sınırları gibi, dini, etnik, kültürel ve siyasi sınırları da hep belirsiz olagelmiştir. Türklüğün sınırları, aynı dönemdeki farklı konumlar için olduğu kadar, farklı dönemler arasında da hep bir rekabetin ve çatışmanın konusu olmuştur (Yeğen, 2009a: 89). Resmi ideolojide, 1920’ler ve 1930’larda Türk ulusuna dair, birbiriyle harmanlanmış fakat kesin çizgilerle ayrılmayacak üç tanım sunuluyordu. Bu tanımların en kapsayıcı olanı toprağa dayalı olup Türkiye’nin bütün sakinlerinin Türk olduğunu belirten 1924 Anayasası’nda somutlaşmış bir fikirdi. 1924 Anayasası, bütün Türkiye halkının Cumhuriyet’in eşit vatandaşları olacağı vaadinde bulunuyordu. Bunun kadar kapsayıcı olmayan ikinci tanımsa dinseldi. Kemalistler laikliğe rağmen, nominal İslam’ı (cemaatlerin ortak Müslüman kimliği ve kültürü) Türklüğe giden bir yol olarak görüyor, buna bağlı olarak da Türkiye’deki bütün Müslümanları millet sisteminin bir mirası olarak Türk kabul ediyordu. Bu kavrayışın en iyi göstergesi, Balkanlardaki Osmanlı Müslümanlarının göçünün kolaylaştırılması ve Türklüğe doğrudan kabul edilmeleridir. Fakat din üzerinden yapılan bu tanım bir takım ihtilaflara yol açtı. Öncelikle gayrimüslimleri ulusun dışında tuttuğundan Türklüğün teritoryal tanımıyla çelişiyordu. Ayrıca, bütün Türkler Müslüman olsalar da Müslümanların tamamı etnik olarak Türk olmadıkları için bu tanım her zaman tutarlı değildi (Çağaptay, 2007: 109; 2009a: 253-254). 191 Türklüğün en az kapsayıcı olan tanımı etnik-dinî olanıydı. Bu tanım en fazla pratikte, yani devletin günlük muamelelerinde gözlenmekteydi. Buna göre, sadece etnik Türkler, anadilleri nedeniyle gerçek anlmada Türk olarak kabul ediliyordu. Türk olmayanlar ise dine başvurularak Müslümanlar ve gayrimüslimler diye iki hiyerarşik kategoriye ayrılıp ilk grup ikincisine tercih ediliyordu. Millet sistemi, Kemalistlere Balkan, Anadolu ve Karadeniz Müslümanlarını Türklerle tek bir cemaat olarak görme imkânı tanımaktaydı. Etnik Türkler, Türkiye’de mutlak anlamda hâkim durumda değildi. Türk olmayan Müslümanların asimile edilmeleri halinde Türk nüfusu güçlenecekti. Bu yüzden, millet sistemi mirasının da katkısıyla Kemalistler, Türk dilini benimsemeleri kaydıyla, aslında etnik bakımdan Türk olmadıklarını unutmaksızın onları Türk olarak kabul etmeye gönüllüydü. Yine de yönetim, başta en büyük ve en az asimile olmuş topluluk olan Kürtler olmak üzere, gayri Türklere karşı ihtiyatlıydı. Kürtlerin ve diğer Müslüman toplulukların ayrı bir milli kimlikleri olduğunu reddediyor ve sayılarının artmasının önüne geçmek için bunları elemeye tabi tutuyordu. Bu cemaatleri asimile etme çabalarında, planlı bir yerleşim politikası yoluyla ülkenin etnik haritası yeniden şekillendirilmeye çalışılmıştır. Türk nüfusuna entegrasyonlarını hızlandırmak için Müslüman azınlıklar Türklerin arasına yerleştirildi (Çağaptay, 2007: 109-110; 2009a: 254). Türk ulusal kimliği resmi söylemde, teritoryal ve hukuki bir esasa dayanmasına rağmen, uygulamada dönemsel olarak din ve etnisite gibi öğelerin belirleyici olduğu siyasi bir nitelik kazandığı görülür. Türk ulusal kimliğinin inşasının ideolojik temelleri uzun bir tarihî arka plana sahip olmakla birlikte, esas itibariyle Millî Mücadele ve onu takip eden devrim yıllarında biçimlenmiştir. 1924 yılıyla ivme kazanan bu biçimleniş, 1930’lu yılların sonunda tamamlanmıştır. 1919- 1938 yılları arasındaki Mustafa Kemal’in siyasî söyleminde, Türklüğe, vurgu derecesi değişen üç ayrı anlam yüklenmiştir. Bu bağlamda, Türk ulusal kimliğinin Kemalist inşa süreci, belirleyici olan öğeye göre, dini olandan etnik olana doğru birbirini izleyen ve 1919-1938 yıllarını kapsayan üç dönem içinde incelenebilir (Yıldız, 2007: 16, 125). Birinci dönemi oluşturan Millî Mücadele (1919-1923) yıllarında Türk ulusal kimliği, baskın bir dini karaktere sahip olmuş, “Türklük” Müslümanlık kimliği 192 üzerinden tanımlanmış ve reel politiğin bir yansıması olarak, resmi politik söylem etnik çoğulculuğu veri olarak almıştır. Bu dönemde Türklük mülki açıdan sınırlandırılmış Müslümanlıkla özdeştir. 1924’ten sonra, Türklük siyasi bir tanım kazanmaya başlamıştır. 1924-1929 döneminde laiklik reformlarına koşut olarak dini tanımdan radikal bir kopuş yaşanmış, çoğulcu söylem terk edilmiş, Türk ulusal kimliğinin cumhuriyetçi karakteri temel tanımlayıcı olmuştur. Dinin siyasi alandan dışlanmasıyla yetinmeyerek sosyal görünürlüğünün de yok edilerek yalnızca “vicdanlarda ve mabetlerde” yaşanmasını öngören jakoben bir sekülerizm, cumhuriyetçi tanıma asıl rengini vermiştir. Bu tanımın şiarını, “dilde, kültürde ve ülküde birlik” oluşturmuştur. Hukukî-siyasî bir mahiyet arz eden cumhuriyetçi tanımın siyasi uygulaması, hukuki muhtevasına kıyasla çok daha belirleyici bir öneme sahip olmuştur. Buna göre, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan ve Türkçe konuşan, Türk kültürüyle yetişmiş, Cumhuriyet ülküsüne sadık ve Kemalist ulusal akideyi kabul eden herkes, Türk olarak kabul edilmekteydi. Türk ulusal kimliğini inşa sürecinin üçüncü safhası olan 1929-1938 tarih aralığında, ulusal topluluğu etniklik ekseninde tanımlayan ve ortak köken duygusunu temel alan ırki-soya dayalı motiflerin, cumhuriyetçi tanıma eklemlenmesi çabaları görülür. Bunun sembolik yansıması, “dilde, kültürde, kanda birlik”in yeni ulusal şiarı oluşturmasıdır. Cumhuriyetçi ülkünün cazibesinin zayıflığı, ortak payda olarak ortak köken duygusunu alan, mitik ve bilimsellik atfedilen ırk/soya dayalı ulusal süreklilik tezinin Türk ulusal kimliği içinde yapısal bir değer kazanmasına yol açmıştır (Yıldız, 2007: 16-17, 125-126). Türk milliyetçiliği 1919-1938 arasında, Türklüğün yoğunlaştığı eşmerkezli üç halka yarattı: En dışta toprağa dayalı hukuki halka vardı; ortada dinsel halka, merkezde etnik halka yer alıyordu. Dinsel halkada yer alan grupların nihayetinde içteki, etnik merkeze kaymaları beklenirken, toprağa dayalı halkada yer alan gruplar katı bir biçimde Türk toplumunun kıyısına sıkıştırılmışlardı. Bu şemaya göre, sadece en içteki etnik halkada yer alan grup Türk devletine yakın olmanın avantajlarından, Türk devletinin tam korumasından yararlanabiliyor “Gerçek Türk” kabul ediliyordu. Diğer bir ifadeyle, bir grup merkezden ne kadar uzaksa, Türk devletinin ona kucak açma ihtimali o kadar azalıyordu (Çağaptay, 2007: 110). 193 Türk ulusal kimliğinin farklı dönemlerde baskın hale gelen bileşenleri arasında tam bir uyumdan bahsedilemez. Şöyle ki soya dayalı Türklük tanımı siyasîhukukî nitelik arz eden cumhuriyetçi Türklük tanımıyla bağdaşmaz. Bu ikisinin de, Millî Mücadele dönemine esas oluşturan dinî tanıma dayalı şemsiye Türklük tanımıyla uyuşmayacağı açıktır. Bunun yanında dil, kültür ya da ülkü açısından aidiyetleri şüpheli olan Türk vatandaşlarının Türk kavramı içinde mütalaa edilmesi mümkün değildir. Bu bakımdan, Kemalist ideolojiye bağlılık da Türklüğün ön şartları içine girmektedir. Soy bakımından Türk olduğu düşünülen birisi bile, eğer cumhuriyetçi ülküye sadık değilse Türklüğünü yitirme durumunda kalacağı gibi, vatandaşlık haklarının askıya alınmasıyla da karşılaşabilir (Yıldız, 2007: 300-301). 1.2. TÜRK ULUSAL KİMLİĞİNDE SİVİL-ETNİK DİKOTOMİSİ Osmanlı bakiyesi topraklarda bir ulus-devlet projesi olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti, ilk yıllardan itibaren resmi ideolojisini şekillendirmeye başlamıştır. Modernleşme ideali doğrultusunda laiklik ve milliyetçilik bu ideolojinin omurgasını oluşturmuştur. Dinin sosyo-politik alandaki kurucu rolünü ortadan kaldırmaya yönelik olarak, laiklik politikasında görece bir istikrar gözlemlenebilir. Fakat aynı şeyi milliyetçilik için söylemek mümkün değildir. Türk milliyetçiliğine içkin olan müphemlik, ulus inşa sürecinde, Türk ulusal kimliğinin tanımının ve sınırlarının net bir şekilde yapılamamasına yol açmıştır. Türk milliyetçiliği dönemsel olarak dini, sivil ve etnik özelliklere sahip olmuştur. Bu durumun, Cumhuriyet’in devraldığı Osmanlı bakiyesi nüfusun, çeşitli etnik ve dini gruplardan oluşup homojen olmamasından kaynaklandığını söylemek mümkündür. Bu nedenle resmi ideolojinin milliyetçilik söylemi, bir istikrara sahip olamamış ve pragmatist amaçlar doğrultusunda şekil alabilmiştir. Ulusal kimliğin inşa edilmeye çalışıldığı dönemde, gayrimüslimler ve Türk olmayan Müslümanlar bir milli politika geliştirme sürecinde göz ardı edilmeyecek derecede nüfusun önemli bir bölümünü oluşturmaktaydı. Hatta Türk olarak bilinen grubun büyük bir oranı bile soy/ırk anlamında Türk olmayıp Osmanlı-İslam kültürü sayesinde Türkleşmiş Balkanlar ve Kafkas göçmenlerinden oluşmaktaydı. Bu durum, Türk milliyetçiliğinin 194 resmi söylemde teritoryal-hukuki, dolayısıyla da sivil bir milliyetçilik olarak tanımlanmasını sağlamıştır. Bununla birlikte pratikte, Türk milliyetçiliğinde din ve etnisite belirleyici olmaya devam etmiştir. Din, gayrimüslimlerine yönelik politikanın belirlenmesinde etkili olup Türk ulusal kimliğinden dışlanmalarına yol açmış, etnisite de Türk olmayan Müslümanları ötekileştirici bir fonksiyon görmüştür. Modern Batılı devletlerde olduğu gibi bir ulus yaratmak isteyen cumhuriyetçi seçkinlerin önündeki örnekler seçimli, hukuksal ve evrenselci Fransız modeliyle kalıtımsal, tarihsel ve kültüralist Alman modeliydi (Aktar, 2009: 78). Modernleşme sürecinde entelektüel düzeyde Fransa’dan etkilenme daha yoğun olarak yaşanmış olmakla birlikte gelişen şartlar ve Türkçülüğün siyasal anlam ifade etmeye başlaması, Almanya’yı da ön plana çıkarmıştır (Karakaş, 2007: 210). Bu nedenle milliyetçiliğin modern bir Janus olmasına uygun olarak Türkiye’deki versiyonunun da iki yüzü olmuştur. Türk milliyetçiliğinin daha ziyade Fransız milliyetçiliğine benzediğini söylemek mümkün olmakla birlikte, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında zaman zaman Alman milliyetçiliğine benzeyen, organik ve etnik yüzünün öne çıktığı da görülebilir (Kadıoğlu, 2009b: 118). Bu doğrultuda, yeni Türk ulusal kimliğinin bir yüzü, sadece dini değil her türlü köken ve kimlik unsurunu dışlayıcı bir şekilde vatandaşlık ve hukuki-siyasi bağı öne çıkartırken; 1930’larla birlikte fiilen baskınlaşan diğer yüzü, Türk Tarih Tezi ve Güneş-Dil Teorisi ışığında köken ve kimlik unsuru olarak ırkçı bir dil-tarih kurgusuna yaslandı. İdeolojik muhtevası muğlak olduğu için, isteğe göre, ırkî, etnisist ya da tarihsel-kültürel kimlikle tarif edilen bu milliyetçilik yorumundan doğan faşist etki, ırkçı ayrımcılığa cevaz vermesinden çok, hayatın her alanında boğucu bir teftiş rüzgarı estirmesiyle ortaya çıkar (Bora, 2003: 118; 2007: 152). Türk milliyetçiliğindeki ikililik, vatandaşlık anlayışına da yansımıştır. Buna göre, Türk vatandaşlığı tarihsel olarak, Fransız milliyetçiliğinin siyasal olarak dahil edici modeli olan “sözleşmeci siyasal vatandaşlıkla”, Alman milliyetçilik geleneğinin dışlayıcı özellikler taşıyan “etnik vatandaşlığın” bir birleşimidir (Vardar, 2009: 97). Cumhuriyetin ilk yıllarında vatandaşlığın yasal tanımı eşitlikçi olup; “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” hükmüyle, ilk bakışta, toprağa dayalı Fransız vatandaşlık modeline yakın görünmektedir. Ancak 1930’ların başından 195 itibaren, soyu ve kültür birliğini esas alan Alman tipi vatandaşlığa doğru bir yönelme görülür. Bu değişim, azınlıklarla ilgili tutumda, antik Türk kültürünün benimsenmesine verilen önemde ve göçmen olarak Türk kültürüne ve vatandaşlığına yakın olarak görülen halkların kabul edilmesinde görülebilir. Bunun yanında, devletin üstünlüğünü ve vatandaşın vazifelerini vurgulayan cumhuriyetçi vatandaşlık anlayışına bağlılık da söz konusudur. Nitekim erken cumhuriyet dönemindeki vatandaşlaştırma sürecinin birincil amacı, kendini Kemalist devrimin yaşatılmasına adamış bir vatandaş oluşturmaktı (Soyarık-Şentürk, 2009: 142; 155). Fransız geleneğinde devlet, özel alanın, siyasal ilişkilerin gidişatına etki yapmasını engellemek amacıyla, aile ve dini içeren özel alana müdahale ederek eşitlikçiliği aşırılığa iter. Türkiye’de vatandaşlık kavramının Fransa örneğinden ayrıldığı nokta, yukarıdan tanımlanması ve dolayısıyla edilgen olmasıdır. Türkiye’de vatandaşlık; bireyi boğan, aile ve dinin yer aldığı özel alanı işgal eden abartılı bir kamusal alan içerisinde tanımlandığı için Fransız; edilgen olduğu, yani yukarıdan tanımlandığı için de Alman vatandaşlık anlayışını çağrıştırır (Kadıoğlu, 2009b: 124). Türkiye’de resmî ideolojinin omurgasını oluşturan milliyetçilik, vatandaşlık bağı temelinde sivil-siyasi bir ulus tanımıyla kültürel-etnisist bir öze göre tarif edilmiş özcü-fundamentalist bir ulus tanımı arasında salına gelmiştir (Bora, 2007: 152). Dolayısıyla Türk milliyetçiliği etno-sembolizm tarafından çizilen çerçeveye kolaylıkla oturmaktadır. Başlarda resmi ideoloji olarak, yurttaşlığa dayalı ve hibrid özellikler gösteren toprak temelli ve sivil bir milliyetçilik benimsendi. 1923’te Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte devletin ulus-devlet doğrultusunda modernizasyonu, ilkesel düzeyde Fransız İhtilali’nin ilkelerine göre gerçekleşecekti. Buna göre, cumhuriyetçi kadro, çağdaş Türkiye’nin kutsanmış sınırları dâhilindeki bütün etnik grupların, din ve mezheplerin tarafsızlaştırılarak Türk ulusal vatandaşlığı bünyesinde eşitliği ve kardeşliği vaadinde bulunmuştur. Fakat toplumsal, ekonomik ve siyasi dönüşümler gerçekte, İttihat ve Terakki yıllarından başlayarak, romantik Alman milliyetçiliğinin etkisi altında şekillenmişti. Ayrıca Cumhuriyet döneminde, kurucu Türk milli tarih anlatımları Türk-ulus devleti himayesinde etkili biçimde kurumsallaştırılmış, yaygınlaştırılmış ve kutsanarak sabitleştirilmiştir. Bunun yanında önde gelen Türk milliyetçisi kadrolar, Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Türk 196 olarak adlandırılan halkın tarih boyunca kaydettiği kültürel ve medeni başarılarından bahsederken, ırksal ve etnik faktörlere belirgin derecede vurgu yapmışlardır (Canafe, 2007: 178-179; 212). Güneş Dil Teorisi, Antik Helen’i paranteze alarak Helen öncesi Anadolu uygarlıklarıyla kurulan yapay bağ, yüceltilmiş bir efsaneyi çağrıştıran yeni bir tarih tezi ve ulusal gurur yaratma amacıyla sarf edilmiş bir dizi özlü söz, Alman dışlayıcı ulus modelinin benimsetilmeye çalışıldığının işaretleridir. Ama böylesi zengin bir kozmopolitliği, Türklük dışında kalan bu kadar farklı din, dil, kültür ve âdeti tek tek dışlayarak yepyeni bir ulusal kimlik altında toplamanın neredeyse fizikî imkânsızlığından dolayı, sonuçta -resmi söylemde- Alman ulus modeline karşı Fransız ulus modeli benimsenmiştir (Aktar, 2009: 78). Türkiye’de, pratikte aksi uygulamalar yaygın bir şekilde görülebilmekle birlikte, gayri-etnik bir ulus tanımı kurumsallaştırılmıştır. Bu tanım bazı yönleriyle Osmanlı’nın millet sistemiyle süreklilik arz ederken, başka yönleriyle cumhuriyetçilaik ve dil merkezli Fransız modelini andırır. Türkiye’de devletin resmi söyleminde etnik azınlık yoktur; yalnızca dini azınlık olarak Rum, Ermeni ve Yahudi cemaatleri vardır ki en çok da bu yönüyle Cumhuriyet’in ulus anlayışı, Osmanlı’nın din temelli İslam milletiyle devamlılık sergiler. Lozan Antlaşması’nda Tüm Müslümanları Türk kabul eden anlayış, devletin resmî görüşü olarak kabul edilmesi dolayısıyla, Müslümanlar arasındaki etnik farklılıkların devlet nezdinde kurumsal bir ifadesi bulunmamaktadır. Lozan sonrasında, Türk ulusu tanımını ve sınırlarını genişleterek gayrimüslimleri de bu tanıma dahil etmek için bir çabaya girişilmiş, anayasaya giren “Türkiye’de yaşayan herkes vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur” ifadesi kurumsallaştırılmak istenmiştir. Bunun yanında Türkçe konuşan gayrimüslimleri kapsayacak şekilde dil-merkezli, laik-cumhuriyetçi ulus kavramı Türkiye’de de denenmiş ve özellikle Yahudi cemaatinin Türkçe öğrenerek Türklük sınırlarına dâhil olmak için çaba göstermesine rağmen, askerlik başta olmak üzere kamu görevlerinde gayrimüslimler dışlanmıştır. Ulus tanımı, Osmanlı’dan kalma İslâm milletiyle Fransa’dan ithal “Türkçe konuşanlar topluluğu” arasında, din ve dil ekseninde kurumsallaşmış ve Türkçe konuşan Müslüman çoğunluk içinde etnik köken 197 kodlanmadığından, teorik düzlemde etnik temelli olmama niteliğini sürdürmüştür (Aktürk, 2006: 51). Modern Türk ulus-devletinin siyaset geleneği bir yandan devlet-sivil toplum ilişkileri semantiğinde etnisiteyi aşındırmaya çabalarken, bir yandan da devlet düzeyinde karar alma ve siyaset oluşturma mekanizmaları onu mümkün olduğu kadar canlı tutmaya çalışmıştır (Canafe, 2007: 211). Bunun yanında laikleşme programına hız verilmesi ve İslam’dan kopuk bir milli kimlik ve kültür inşa etmeye yönelik Türk Tarih Tezi, Güneş-Dil Teorisi ve Halkevleri vb. uygulamalar da Kemalist ulus anlayışının sivil yönünü giderek kaybetmesine ve ırkçılığa varacak derecede etnik özellik kazanmasına yol açmıştır. 1920’ler boyunca laikliği mihenk taşı alan Kemalizm, İslam’a ve Pantürkizm’e sırt çevirerek, Türk ulusuna ilişkin olarak toprağa dayalı, teritoryal bir tanımı teşvik etti (Çağaptay, 2007: 88). Bu yaklaşım, 1924 Anayasası’nın 88. maddesinde dile getirilen; “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla Türk ıtlak olunur” (Gözübüyük, Kili, 2000: 138) ifadesinde açıkça görülebilir. Madde, ilk bakışta, Türklüğün, Fransız tipi, siyasi topluluğa bağlılık ekseninde tarif edilen ve dolayısıyla etnik olmayan bir kimlik durumunu gösterdiği kanaati uyandırmaktadır. Din ve ırk farkı gözetilmeksizin Türkiye ahalisi Türk kabul edildiğine göre, Türklüğün Türk soyundan gelenlerle birlikte, Türkiye’de ikamet eden ve soyca Türk-olmayanları da kapsadığı ve dolayısıyla etnik değil siyasi bir kimliği işaret ettiği iddia edilebilir. Fakat 88. madde, daha sahici bir Türklüğü göstererek siyasi birliğe dayalı bir Türklük fikrine işaret etmektedir. Diğer bir deyişle, 88. madde birini telaffuz edip, diğerini işaret ederek tek bir ifadeyle, iki farklı Türklük fikrini anayasal hüküm haline getirmiştir (Yeğen, 2009a: 99-103). 1924 Anayasası’nın 88. maddesi Türk ulusal kimliğini hukuki temele oturtmakla birlikte, 1931’de yapılan; “Millet; dil, kültür ve mefkûre birliği ile birbirine bağlı vatandaşların teşkil ettiği siyasi ve içtimaî bir heyettir” (Afetinan, 1988: şeklindeki ulus tanımına göre, vatandaşlık yoluyla Türkiye’ye bağlı olmak Türk ulusal kimliğinin sınırlarına dahil olmak için yeterli değildir. Dolayısıyla Türk ulusal kimliğinin Kemalist inşasında, “vatandaşlık yoluyla Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlı olan ve Türk dilini, kültürünü ve millî idealini benimseyen herkes Türk’tür” 198 şeklindeki, kısmen hukuki fakat büyük ölçüde siyasî tanıma dayanan tekilci Türklük anlayışı, cumhuriyetçi tanımın hâkim veçhesini oluşturur. Yani Türk ulusal kimliğinin cumhuriyetçi sınırlarının, hukuki ve siyasi olmak üzere iki veçhesi vardır ve Kemalist milliyetçi akideyi temsil eden siyasi veçhe belirleyici vasfa sahiptir. Türklüğün hukuki veçhesi ise, bir bakıma zorunlu bir durumun sonucu olup günlük hayata yansıması son derece sınırlı kalmıştır (Yıldız, 2007: 139). Türklük, hem kurucu metinlerde hem de vatandaşlık pratiklerinde kararsız bir kategoridir. Devletin kurucu hukuki metinlerinde Türklük, siyasi-kültürel bir hal olarak sunulmakla birlikte, kimi vatandaşlık pratikleri devletin aslında etnik bir Türklük fikrine sahip olduğunu göstermektedir (Yeğen, 2009a: 98, 109). Zira Kemalist uygulama ve literatürde hukuki veçhe, Türk olmak için yeterli bir temel olarak görülmemiş, dolayısıyla da siyasi tanım belirleyici olmuştur. Bu doğrultuda, çocuklara saf Türkçe isim koyma zorunluluğu getirilmiş ve anadili Türkçe olmayan vatandaşlar hem özel hem de kamusal alanda Türkçe konuşmaya zorlanmıştır. 1927’de resmi destekle, başta Yahudi vatandaşlar olmak üzere, gayrimüslimler ve Türk olmayan Müslümanlara yönelik olarak başlatılan “Vatandaş! Türkçe Konuş” vb. kampanyalar bunun örneğidir. 1920’lerin sonlarına doğru dil aracılığıyla Türkleştirme politikası şiddetlenmiş ve Türkçenin bütün vatandaşlar tarafından anadil olarak benimsenmesi ve her zaman ve zeminde bu dilin kullanılması, hükümet için önemli bir mesele haline gelmiş, kamusal mekânlarda Türkçe konuşmayanlar taciz edilmeye başlanmıştır (Yıldız, 2007: 140). Kemalist elit, bu şekilde dil ve kültür öğelerini vurgulayarak, Türk ulusu içinde henüz tam olarak asimile olmamış etnik grupların etkin bir Türkleştirme politikası güdülerek toplum içinde kaynaşacaklarını umuyordu (Dumont, 1999: 55). Türk ulusunu, Türkler ve diğer Anadolu Müslümanlarından oluşan bir toplum olarak gören Ziya Gökalp, ikinci grubun asimile edildiği takdirde Türk olacağını iddia etmişti. Bunun başarılabilmesi için Türk kültürünün özümsetilmesi ve Türkçenin öğretilmesi gerekiyordu. Buradan hareketle, Kemalist yönetim tarafından Türk olmayan Müslümanların Türk ulusu içinde asimilasyonunu hızlandırmak için 1920’ler boyunca, aralarında Türkçeyi yegâne eğitim dili haline getirmek ve etnik kimlikleri yasaklamak gibi belirli politikalar izlendi. Hükümet, “Vatandaş Türkçe 199 Konuş Kampanyası”ndan da anlaşılacağı üzere Türklüğün işareti olarak Türk diline odaklanmıştı. Böylece dil de milliyetçiliğin bir bileşeni haline gelmiş oluyordu. Bu, Türk etnisitesi dışındaki Müslümanları ve Yahudileri, Türkçeyi benimsemek üzerinden ulusun kalanıyla bir bütün haline getirmeyi amaç edinmiş asimilasyon programının bir parçasıydı. 1930’lu yıllara gelindiğinde ise, Türk Tarih Tezi ışığında etnisite ve ırk, Türklüğün belirleyicileri olarak din ve dile katıldılar (Çağaptay, 2009a: 29, 250; 2009b: 259). Turancılık veya Türkçülük dolayısıyla da ırkçılık hiçbir zaman Kemalist rejimin resmî ideolojisi olmamakla birlikte (Arslan, 2009: 411) Türkçeyi benimsettirme çabaları ve iskân politikası gibi uygulamalar, diğer etnik kimliklerin varlığının tanınmaması, dolayısıyla da ırkçılık olarak anlaşılmasına yol açmıştır. Ayrıca Türklerin saf kökenlerini ortaya koymaya yönelik çabalar da Kemalist milliyetçiliğin ırkçılıktan tamamen uzak duramadığını gösterir. Atatürk’ün de sıkça kullandığı, Türklerin bir kavim olarak eskiliğini ve katışıksızlığını vurgulayan “öz Türk” ya da “hakiki Türk” tanımlaması, gayrimüslim azınlıklar ile etnik köken açısından Türk olmayan Müslüman etnik toplulukları, Türklük tanımının dışında bırakır. Zira Kemalist ideolojide gerçek Türk; dil, kültür, ülkü ve kan bakımından Türk olandır (Yıldız, 2007: 210). Cumhuriyet, Nazizm ve Faşizm’in etkilerinin Türkiye’de yoğun olarak hissedildiği 1930’larda bile sistematik ırkçılığa kaymamış, imparatorluğun ırkçılıktan uzak durma geleneğini önemli ölçüde devam ettirmiştir. Bununla birlikte Kemalist ulusçuluk sistematik ırkçılığı hiçbir zaman bir devlet politikası haline getirmemiş olsa da devlet politikaları, ırkçılık akımının etkilerini hem objektif hem de sübjektif kültürel işaretlerde değişen ölçülerde yansıtmıştır. Fakat bu etki kendisini etnisizm olarak ortaya koymuş ve etnisist politikalara Türkleştirme politikaları eşlik etmiştir. Etnisizm ve Türkleştirme aynı madalyonun eşzamanlı iki yüzünü oluşturmuş ve bu politikaların nesnesi olanlara da “ya biri, ya da diğeri” seçeneği sunulmuştur (Yıldız, 2007: 156, 228). Irkî-etnik görüşler, en azından ırkın arılığı ve sıhhati bağlamında, Cumhuriyet’in en başından itibaren dillendirilmiş olmakla birlikte; Kemalist kamusal söylemde Türklüğün hâkim belirleyici haline gelmesi, siyasî ve etnik sınırları 200 birbiriyle telif etme çabaları içinde, 1930’larda gerçekleşmiştir. Bu yıllarda Türk Tarih Tezi aracılığıyla Türk ırkının yüceliği, Türk ırkının kök ırk olduğu savı ve Türklükle övünme; ulusal gurur ve ulusal özgüvenle açıklanamayacak boyuttadır. Ayrıca, CHP’nin ırk ve irsiyetin önemine ilişkin düzenlediği konferanslar, Halkevlerinin yayın organı olan Ülkü’de ırkın arılığı ve kuvveti üzerine yayımlanan çeviri makaleler, ırk teorisinin Kemalist seçkinler üzerindeki nüfuzunun göstergeleridir. Hatta millî ırk ıslahı (eugenics) teorisi, Kemalist seçkinler arasında yankı bulmuş, bu doğrultuda sağlıklı ve yüksek kaliteli bir Türk nüfusuna sahip olmak için millî ırk ıslahı politikaları geliştirmek amacıyla çok sayıda kitap ve makale yayımlanmış ve bilimsel konferanslar düzenlenmiştir (Yıldız, 2007: 126, 168, 229). Kemalist milliyetçiliğin ırk, kan ve soy kavramları etrafında ifadesini bulan ırki/etnisist boyutunu ifşa eden bir metin de 10 Haziran 1934 tarihli ve 2510 sayılı İskân Kanunu’dur. Kanunun amacı, dil, kültür ve kan birliğini sağlamaktır. Böylece İskân Kanunu’yla bir bakıma, Kemalist ulusçuluğun “dil, kültür, ülkü” üçlüsünün yerini “dil, kültür ve kan” üçlüsü almıştır (Yıldız, 2007: 248). Bu kanunun ırki yönü, göçmenlere yardımı düzenleyen 7. maddesinden anlaşılabilir. Bu maddeye göre, Türk soyundan (ırk, köken) gelen göçmenler, eğer hükümetten maddi yardım istememişlerse istedikleri yere yerleşebilirlerdi. Fakat Türk soyundan olmayan göçmenlerin hükümetten yardım talepleri olsun veya olmasın, hükümetin istediği yerlere yerleşmeleri gerekiyordu. Kanunun meclisteki müzakereleri sırasında İçişleri Bakanı Şükrü Kaya (1883-1959), tarafından kanundaki “soy” teriminin “ırk” anlamına geldiği açıkça dile getirilmişti (Çağaptay, 2007: 103). Böylece 1934 tarihli İskân Kanunu “Türk vatandaşı olmayan Türkler” ve “Türk olmayan Türk vatandaşları” ayırımını netleştirerek farklı politika uygulamalarına zemin hazırlamıştır. Kanunda, Türkiye’ye göç edecekler arasında vatandaşlığa alınma açısından, Türk ırkından olanlar ile olmayanlar arasında ayırım gözetilmiştir. Bu durum, Türk vatandaşlığı ile Türk ulusal kimliğinin örtüşmemesine yol açmış; bu nedenle de Türk vatandaşlığı kurumu, şemsiye bir ulusal kimlik için sağlam bir zemin oluşturamamıştır (Yıldız, 2007: 140-41). 201 1930’larda milliyetçiliğin yükselişi, göçmenlere yönelik Kemalist politikaları da etkilemiştir. 1920’ler ve 1930’lar boyunca Türkiye’ye gelen yüz binlerce Türk ve Türk olmayan Müslüman, 1312 Sayılı Kanun’un 6. maddesi uyarınca vatandaşlık kazandı. Bu örneklerde hükümet, vatandaş olmak için, bir Osmanlı Müslümanı olmayı yeterli kabul ederek, Türklüğü vatandaşlık için bir önkoşul olarak gerekli görmemişti. Fakat laik politikaların daha vurgulu bir şekilde uygulandığı Geç Dönem Kemalizmi’nin yükselişe geçmeye başlamasıyla birlikte, en azından vatandaşlığa kabul siyasetinin metinlerinde, Türk etnisitesi üzerindeki vurgu da kendisini göstermeye başladı. Türk ve Müslüman göçmenleri vatandaşlığa kabul etmeye devam etmekle birlikte onları tanımlama şekli değişti. 1931’e kadar vatandaşlığa kabul kararlarında göçmenlerden “Türk” değil “Müslüman” olarak bahsedilmekteyken 1931 yılındaki metinlerde bunları tanımlamak için “Türk” kelimesi kullanılıyordu (Çağaptay, 2009a: 125). Türk olmayan Müslümanların ülkeye göçü kabul edilse de, iskân politikaları nüfusun Türk karakterini pekiştirmek için kullanılıyordu. Örneğin 15 Ekim 1925’te İskân Umum Müdürlüğü, “sakinleri çeşitli unsurlardan oluşan” Maraş vilayetinin “Türk göçmenlere” ihtiyacı olduğuna karar vermişti. Başka bir örnek de, İskân Umum Müdürlüğünün 26 Aralık 1926’da, Rusya’dan gelen Türk göçmenlerin ağırlıklı olarak Kürtlerin yaşadığı Van’a ve Van ovasındaki civar köylere iskânını talep etmesiydi. Diğer yandan 31 Mayıs 1926 tarihli ve 885 sayılı İskân Kanunu hükümetin Kürtleri yurtlarından ayırmasına ve başka yerlerde Türklerin arasına yerleştirmesine izin vererek kademeli bir asimilasyona zemin hazırlıyordu (Çağaptay, 2007: 95-96). Aynı şekilde 1934 tarihli İskân Kanunu’yla da, Türk olmayan Müslüman unsurların etnik Türk kimliği içinde asimile edilmesi hedefleniyordu. Diğer bir ifadeyle, demografik kompozisyonun etnik mülahazalar uyarınca yeniden düzenlenmesi ve Türk olmayan unsurların ikili bir operasyon aracılığıyla Türkleştirilmesi planlanıyordu. Türkleştirme, başta Kürtler olmak üzere Türk-olmayanların Türk bölgelerine, Türklerin de Türk-olmayan bölgelere yerleştirilmesi yoluyla gerçekleştirilecekti. Her iki durumda da, amaç Türk olmayan unsurların Türk kültürü içinde eritilmesiydi (Yeğen, 2009a: 64, 107). Kemalistler, Kürtlerin Türklerle ortak bir dini kimliğe sahip olmaları dolayısıyla, Türklerle kaynaştırılarak asimile edilebileceği kanısındaydı. Bu nedenle İskân Kanunu’nda, 202 iskân edilen insanların yeni yurtlarında en az 10 yıl kalması şart koşuluyordu (Çağaptay, 2007: 102). Türk kültürüne sadakati ve Türkçeyi anadil olarak konuşmayı merkezine alarak özellikle Türk olmayan Müslüman etnileri -başta Kürtler ve Araplar olmak üzere- hedef alan İskân Kanunu, temelde bir asimilasyon yasasıdır. Etnik olarak Türk olmayanların Türkler arasında asimile olmalarını sağlamak amacıyla, yerli Türk nüfusunun artırılması için göçmen kabulüne başlanmıştır. Türk soylu göçmen kabulü ve bunların iskânı yoluyla Türk ırkının güçlendirilmesi, kanunun gerekçesinde özellikle vurgulanan noktalar olarak öne çıkarılmıştır. Kanunda vurgulanan diğer bir nokta da, göçmenlerin Türkiye’ye kabul şartları belirlenirken, göçmenlik tanımı için “Türk soylu olma” ve “Türk kültürüne bağlılık” gibi kriterlerin öngörülmesidir (Yıldız, 2007: 248-250). Türk kültürüne bağlı olmak ifadesiyle, Türk soyundan olmamakla birlikte Osmanlı-İslam kültürünü benimsemiş Balkan ve Kafkas göçmenleri kastediliyordu. Hükümet, kendi etnik kimliklerine dayalı bir ulusal bilince sahip olmayan bu göçmenlerin de milliyetçi taleplerde bulunmaları muhtemel Kürt ve Arap nüfusun yoğun olduğu bölgelere yerleştirilerek asimile programında kullanılabileceğini düşünüyordu. 1934’te yürürlüğe giren bir idari düzenleme olan İskan Muafiyetleri Nizamnamesi’nde “Türk ırkına ve Türk kültürüne bağlı olan” ve “başka ülkelerde yaşayıp da Türk vatandaşlıklarını koruyan” insanların Türkiye’ye göçmen olarak kabul edileceği belirtiliyordu (Çağaptay, 2007: 103). 1930’lardaki bir başka idari düzenleme olan İskân ve Nüfus İşlerinin Süratle İkmali Hakkında Tamim isimli genelgede de ırk ve etnisite, Türk vatandaşlığı adaylarını değerlendirmeye yarayan bir mercek gibi kullanılmıştır. Bu belgenin 4. maddesinde, “Türk ırkından olanların ya da Türk kültürüne bağlı olup da Türkçe konuşan ve Türkçeden başka dil bilmeyenlerin” teftiş görmeksizin vatandaşlık belgesi alacağı belirtiliyordu. Bu özelliklere uyan Pomaklar, Boşnaklar, Kırım Tatarları ve Karapapaklar bu muameleyi göreceklerdi. Müslüman Gürcüler, Lezgiler, Çeçenler, Çerkezler ve Abhazlara gelince; bu insanlar ancak İçişleri Bakanlığı’nın teftişinden geçtikten sonra vatandaşlık belgesi alabileceklerdi. Bununla birlikte temel amacın, Türk veya Türk kültürüne bağlı göçmenlerin etnik Türk olmayan Müslümanların arasına 203 serpiştirilerek Türkleştirilmesi yani asimilasyon olması dolayısıyla, göçü istenmeyen topluluklar arasında; Hıristiyan ve Yahudilerin yanı sıra Arnavutlar, Araplar, Romanlar, Kürtler ve Türkçe konuşmayan diğer Müslüman halklar da vardı. Yönetim bunları asimile edilmesi zor topluluklar, dolayısıyla da potansiyel bir tehdit olarak görüyordu. Bunların arasında Arnavutlar ve Araplar bağımsız devletlere ve güçlü ulusal hareketlere sahip oldukları için asimilasyonları kolay olmayacaktı. Bunun yanında yönetim Kürtlere karşı özellikle dikkatliydi. Ülkedeki en büyük ve en az asimile edilebilmiş gayri Türk Müslüman topluluk olan kendi Kürt cemaatinin büyümesini kontrol altında tutmak için Kürtlerin göçünü yasaklamıştı (Çağaptay, 2007: 107-108; 2009a: 157-158). Kemalist milliyetçiliğin 1930’lu yıllardaki uygulamaları biyolojik ırkçılıktan tamamen muaf değilse de genelde dil aracılığıyla Türkleştirme politikalarında da görüldüğü üzere kültürel ırkçılığa daha yakındır. Ankara’nın 1930’lu yıllardaki uygulamalarından görüleceği üzere, Kemalizm’in tercih ettiği ırk mefhumu, ırkın ulus ile eş anlamlı olduğu 19. yüzyıldaki geleneksel tavrı hatırlatıyordu. 20. yüzyılın başlarında Nazizm ve diğer ırkçı ideolojiler ırk terimini, biyoloji, genetik, kan bağı ve fiziksel özellikler gibi anlamlar yüklenecek şekilde dönüştürdüler. Bu ırk fikri, ırk ve milliyetin eşanlamlı olarak kullanıldığı Türk Tarih Tezi ve Güneş Dili Teorisi’nde görülebilir. Ancak ırk kavramı her ne kadar 1930’lu yılların Türk milliyetçiliğinin ideolojisinde önemli bir role sahip olsa da, Ankara’nın bütün uygulamalarında merkezi bir rol oynamamıştır. “Türkçe Konuş” kampanyası gibi günlük uygulamalar hesaba katıldığında, ırk terimiyle kastedilenin, bu terimin 20. yüzyıldakinden çok 19. yüzyıldaki anlamlarına yakın olduğu görülür. Dolayısıyla 1930’larda Kemalist belge ve uygulamalarda sıklıkla görülebilen ırk, genellikle biyolojik değil de dil tarafından belirlenen ulusal bir topluluğa göndermede bulunuyordu. Bu durumda Türk ulusuna dolayısıyla Türk ırkına dâhil olduğu düşünülen tüm nüfusun Türkçe konuşması arzulanmakta ve gerekli görülmekteydi. Böylece “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyasının da işaret ettiği üzere, dil temelli ulus fikri, otuzlu yıllarda Türklüğün temel paydalarından birisi olarak ortaya çıkmıştır. Bu durum devletin, Türk dilini benimseyerek asimile olmalarını arzuladığı ülkedeki Türkçe konuşmayan gruplar açısından sorun arz etmekteydi. İşte bu nedenle, dil-üzerinden-ulus tanımı ve ayrıca Türk ırkı ile Türk dilinin örtüşmesinin ülkenin demografik çeşitliliğiyle çatışması 204 kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkmıştır (Çağaptay, 2007: 103; 2009a: 101: 2009b: 260-261). Kemalist milliyetçilik, aslında ırkçı değil etnisist olup ulusun etnik topluluk ekseninde tanımlanması, Kemalist ulusçuluğun etnisist kavranışına temel oluşturmaktadır. Ulus tasavvurunun sınırları, Cumhuriyet’i kuran en büyük etnik grup olan Türk kavmine atıfla oluşturulan etno-seküler bir niteliğe sahiptir ve etnoseküler açıdan farklı kalmakta ısrar edenlere karşı ayırımcıdır. Buna bağlı olarak, anadili Türkçe olmayan Müslüman unsurlar ve gayrimüslim azınlıklar kadar dindar Türkler de Kemalist milliyetçiliğin “öteki” tanımı içinde yer almışlardır. Kemalist dönemde (1924-1938), Türklüğün söz konusu edilen sınırlarının evirilmesi sonucunda; “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olup Cumhuriyet ülküsünü benimsemiş, Batılılaştırılmış Türk kültürüne bağlı, Türkçe konuşan ve köken itibariyle Türk olan herkes, kâmil, hakiki ya da öz Türk’tür” tanımı ortaya çıkmıştır. Bu kriterlere tam sahip olmayanlar, ırkî bakımdan güçlenmek ve arılık kazanmak, Türkçeyi anadili olarak benimsemek, Batılılaştırılmış Türk kültürünü Cumhuriyet ülküsü ile birlikte benimsemek ve dinî değerlerden arınmış olmak gibi telafi edici araçlara başvurmak zorundadırlar (Yıldız, 2007: 17-18). Kemalist kimlik anlayışı başlarda kapsayıcı ve yurtseverlik üzerine kurulmuş olup ırk-etni temelli milliyetçi ve dışlayıcı değildi. Bu durum Mustafa Kemal’in 8-9 Temmuz 1919 ve 1 Mayıs 1920 tarihlerinde yaptığı konuşmalardan anlaşılabilir. Mustafa Kemal “yeni devletin sınırları içinde, tıpkı mecliste olduğu gibi, Türkler ve Kürtler, Çerkezler ve Lazlar bulunduğunu” ifade ediyordu. Bunun yanında, “Türk devleti” veya “Türk Cumhuriyeti” yerine “Türkiye Devleti” ve “Türkiye Cumhuriyeti”nden bahsediliyordu. “Türkiyeli” sözü, etnik köken ayırt etmeksizin Anadolu’nun tüm halklarını tanımlamak için kullanılmaktaydı. Bu durum 1925 yılındaki Şeyh Sait İsyanı ile birlikte değişti ve bu tarihten sonra tek tip bir kimlik yaratılmaya girişildi (Ahmad&Landau, 2004: 295). Bundaki önceki dönem, etnikçoğulluğa dayanan hukuki rejimin, kendisini tasfiye edecek kadrolar tarafından tanınmış olduğu yıllardır
r. Bu dönem içerisinde siyasi-askeri kadrolar, memleketin çok-etnili toplumsal kompozisyonunu, peşinde olunan siyasî birliğin zemini halen 205 İslam olduğu için, önce hukuki düzeyde tanımışlar, ardındansa tanımaktan vazgeçmişlerdir (Yeğen, 2011: 112-113). Kemalist milliyetçilik, ulusal topluluğu etnik topluluk olarak Türklük temelinde tanımlayarak, etnik farklılıkları tanımamayı, yok saymayı tercih etmiştir. Ulusal kimliğin meşruiyet zeminini, etnik, dini ve kültürel farklılıklardan ve bunlara dayalı taleplerden bağımsız olarak inşa etmeye çalışmıştır. Kemalist ulus inşa pratiği, Türk etnik kimliği ekseninde ulusal türdeşliği sağlamaya yönelen bir siyasî mühendislik projesinin yansımasıdır. Millî Mücadele döneminde, bütün Müslüman etnik unsurları, etnik kimliklerinin farklılığını onaylayarak barındıran şemsiye bir kavram olarak kullanılan Türklük, Cumhuriyet’ten sonra giderek bu kapsayıcılığını yitirmiş, sonunda söylem düzeyinde, gayri Türk etnik unsurların varlığını reddeden, gayrimüslim azınlıkları, asimilasyon yoluyla Türklük akidesine bağlanmaları şartıyla kapsamı içine alan bir niteliğe bürünmüştür. Bu yüzden, Kemalist ulusal bütünleşme sürecinin muharrik gücünü asimilasyon, tehcir, vs. gibi etnik yönetim stratejileri oluşturmuştur (Yıldız, 2007: 18, 299-300). Bununla birlikte homojen bir ulus yaratma projesinin Türk olmayan Müslüman unsurlarla ilgili kısmını halletmek için uygun bulunan asimilasyon her durumda aynı neticeyi vermemiştir. Asimilasyon, özellikle Balkanlar ve Kafkasya kökenli Müslüman göçmenlerin sebep olması muhtemel bir etno-politik sıkıntıyı neredeyse tümüyle bertaraf etmiş görünürken, Kürtlerde aynı sonuç alınamadı. Kürtlerin dışındaki Müslüman grupların neredeyse tamamı Türkleşmeye rıza göstermişken, önemli sayıda Kürt, Türklük dairesinin dışında kaldı (Yeğen, 2009a: 11). 1.3. HOMOJENLEŞTİRME POLİTİKALARI Milliyetçilik homojen bir kültürel dünya inşa etmeye çalışır. Bu nedenle imparatorlukların yerel dillere, lehçelere, giyimlere, folklorlara ve giyimlere yönelik esnekliğini kozmopolitlik olarak yorumlar. Bu kozmopolitlik, milli birliği engelleyen bir karmaşa biçiminde değerlendirilir. Hâkim milliyetçi söylem dışındaki kimlikler, aşındırılması gereken tehlikeli bölünmeler olarak kabul edilir. Bu nedenle ulusal birlik amacıyla her çeşit bölgesel farklılıklar ve ayrıcalıklar reddedilerek homojen bir 206 yapı sağlanmaya çalışılır (Canefe, 2007: 22; Yıldırım, 2006: 190). Bu doğrultuda Türkiye Cumhuriyeti de bir ulus-devlet olarak kurulunca, ulus-devletin en önemli özelliklerinden olan merkeziyetçilik ve homojenleştirmeye yönelik politikaları hayata geçirmiştir. Modernleşme ülküsü doğrultusunda, Osmanlı’nın ademimerkeziyetçi yönetimi sayesinde özerkliğini yüzyıllardır büyük ölçüde korumuş olan taşranın bu otonomluğuna son verilmiştir. Merkezileşme aynı zamanda beraberinde Osmanlı döneminde görülen farklılığın ve çeşitliliğin reddini yani homojenleştirme politikalarını da getirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti milliyetçilik ve laiklik eksenli olarak merkezi bir ulus devlet olarak kurulduğu için bütün dini, etnik ve dilsel çeşitlik reddedilmiştir. Daha önceden başlamış olan ademimerkeziyetçilik düşüncesine karşı merkeziyetçilik siyaseti mücadelesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla sonuçlandı. Merkezileşme projesinin bu politik zaferi sonrasında Cumhuriyet’in ilk yıllarında, taşra üzerinde uygulanan kapsamlı bir disiplin süreci yaşandı ve toplumsal yaşam bütün boyutlarıyla merkezî idarenin ve siyasetin denetimi altına alınmaya çalışıldı. Cumhuriyet devletinin bu teşebbüsü, kaçınılmaz olarak etnik, dinî ve kültürel dışlamacılığın önünü açan bir siyasetin uygulanması anlamına geliyordu. Çünkü ademimerkeziyetçi bir siyasal dirence toplumsal zemin oluşturan etnik, dinî ve kültürel çoğulluk, çözülmesine rağmen, henüz tümüyle yok olmamıştı. Bu nedenle, etnik, dinî ve kültürel çoğulluğun ve ademimerkeziyetçi bir siyasal direncin toplumsal uzamı olarak taşra, Cumhuriyet’in kurucu partisi CHF tarafından kötülüğün kaynağı olarak algılanmıştır. Bu algının bir sonucu olarak da taşranın iki temel kategorisi olarak İslâm ve Kürtler, merkez tarafından dışlandı (Yeğen, 2011: 74-75). Taşra kültürünün taşıyıcıları olarak kabul edilen İslam ve Kürtlerin dışlanması, ironik bir biçimde bunların bir muhalefet odağı haline gelerek siyasileşmelerine yol açmıştır. Cumhuriyetin resmi tutumu, karanlık çağlardan kalan gereksiz bir kalıntı olarak gördüğü Anadolu’nun dama tahtasına benzeyen, çeşitli yerel, dini ve etnik gruplardan oluşan kozmopolit yapısını, reddetmek olmuştur (Mardin, 2010b: 65). Fakat çeşitli etnik ve dini gruplardan homojen bir ulus meydana getirme girişiminde, devlet sosyal hayatın her alanına nüfuz ettikçe, tarikatlar ve Kürt 207 aşiretleri gibi çevresel grupları birer mukavemet ve alternatif anlam üretmenin kaynakları haline getirdi. Diğer bir ifadeyle, kendilerini ifade ediş biçimlerini, yani kendiliklerinden benimsedikleri kimliklerini reddederek vatandaşlara yeni bir kimlik empoze etme girişimleri, onları, özel alana ait kimliklerini şahıs, aşiret, mahalle ve bölgeye dayalı aidiyetlerine dönüştürmeye zorladı. Dolayısıyla Kemalist reformlar toplumu birleştirmek yerine Kürt etnik kimliği ve Sünni-Alevi İslam gibi yeni oluşan kimliklerin siyasallaşmasına yol açtı (Yavuz, 2005: 78-79). Cumhuriyet’in, kalıntıları üzerinde kurulduğu Osmanlı İmparatorluğu, farklı kültürlerin toplamıydı. Hatta modern Türkiye’nin ana topraklarını oluşturan Anadolu yarımadası bile kültürel açıdan homojen değildi. Bu yüzden kültürel homojenlik yaratılmalıydı (Özdalga, 2007: 54). Çünkü Cumhuriyet’in yönetici elit kadrosu, Osmanlı’nın, barındırdığı bütün etnik dilsel ve dini çeşitliliği kapsayacak homojen bir kültür oluşturamamasını onun geri kalmasının nedeni olarak görüyordu. 23 İmparatorluk döneminde, birincil toplumsallıklar, soyut bir ulus kavramı çerçevesinde değil de, dinler, tarikatlar ve etnik kökenler gibi somut ikincil toplumsallıklar aracılığıyla birbirlerine eklemlenmişlerdi. Padişah, tüm tebaanın dünyevî varoluş sorununu bir tek ifadede eritmek çabasında olmadığı için, Osmanlı tebaası olmak, Müslüman, Ortodoks, Katolik, Rufai, Bektaşi, Çerkez, Arap, Kürt, Ermeni veya Boşnak olmamayı gerektirmiyordu (İnsel, 2009: 27-28). Millet sistemi gereği, gayrimüslimlere her türlü dinsel, dilsel, etnik vb. gruplar için kültürel haklar tanınmış olup devlet, cemaatlerin hukuk, din ve kültürel işlerine karışmazdı. Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte bütün bu karışmama olayı bitti. Çünkü devlet cemaatleri aradan çıkartarak doğrudan bireyle muhatap oldu ve onu milliyetçilik ideolojisi gereğince çok yakından denetlemeye başladı. Bütün ulusdevletlerde olduğu gibi tek dil ve tek kültür, yani asimilasyon süreci başladı (Oran, 2010: 109-110). Fakat Cumhuriyet, İmparatorluk’ta var olan cemaatler şeklindeki örgütlenmeyi ve kozmopolit kültürü tasfiye etmesine rağmen, alt yapı, kitle iletişim, 23 Osmanlının heterojen toplumsal yapısının geri kalmanın sebebi olarak görülmesiyle ilgili olarak ayrıca bkz. Feyzi Baban, “Türkiye’de Cemaat, Vatandaşlık, Kimlik”, Küreselleşme, Avrupalılaşma ve Türkiye’de Vatandaşlık, Der. E. Fuat Keyman-Ahmet İçduydu, İBÜ Yay., İst., 2009, 59-84., s. 60. 208 entelektüel donanım gibi ülkenin maddi şartlarının yetersiz olması ve öncü kadronun benimsediği Batılılaşma misyonu dolayısıyla homojen bir kültür oluşturamadı (Bostancı, 2002: 86; 2008: 110). Türkiye Cumhuriyeti bir ulus-devlet olarak kurulunca, gayrimüslimlerin dinsel kurumlarına tüzel kişilik tanınmadığı gibi, Müslüman çoğunluk için de cemaatler devreden çıkartılmıştır. Sonuçta, bütün ulus-devletlerde olduğu gibi, devlet vatandaşını sıkı bir denetim altında tutmuş ve her bireye ulusal bir üniforma giydirmiştir. Bu yeni durumda gayrimüslimler tehcir, göç, mübadele gibi nedenlerle sayıca çok azalmakla birlikte, alt-kimliklerinin çeşitlilik tablosu aynı kalmıştır. Üstkimlik olarak, alt-kimliklerden en önemlisi olan “Türk” kimliği ulusal kimlik olarak tercih edilmiştir. Bu durum, diğer alt-kimliklerin ve özellikle de Müslüman olmamak nedeniyle çok farklı bir alt-kimlik taşıyan gayrimüslimleri ve Müslüman olup da farklı alt-kimliğini kuvvetle vurgulayan Kürtleri dışlayıcı bir tablo yaratmıştır (Oran, 2010: 156). Kemalist laikliğin anti-klerikalizm eğilimlerine genelde olumlu yaklaşan Aleviler de (Davison, 2006: 276) Kemalistler tarafından, ulus-devlet projesi doğrultusunda homojen bir inanç alanı oluşturmaya daha uygun görülen İslam’la Sünni Müslümanlardan farklı bir ilişki kurdukları için, Türk ulusal kimliğinin ötekileri olarak görülmüştür. Gayrimüslim gruplara yönelik politikalar genellikle tehcir ve mübadele yoluyla dışlama ağırlıklı olmuş, ancak asimilasyona itirazı olmayanlar da Türkleştirme sürecine katılmışlardır. Aynı şekilde Türk olmayan Müslüman gruplara yönelik politikalarda da son derece baskın bir Türkleştirme eğilimi tespit edilebilir (Kadıoğlu, 2008: 39). Cumhuriyetçi rejim, cemaate dayalı toplumsal yapıyı çözüp bireyleri modern ulusal toplumun eşit üyeleri haline getirerek geleneksel akrabalık, etnik ve dinî bağlarından ayırmayı hedeflerken, ortak iyiyi hayata geçirmek için çeşitlilik ve çoğulculuğun sınırlandırıldığı başka bir cemaatçi proje yarattı (Baban, 2009: 61). Oysa millet sistemi ve 1924’te lağvedilen halifelik, etnik ve dinsel çeşitliliği ona herhangi bir siyasal rol atfetmeden tanımıştı. Müslümanlar açısından hilafet, etnik çoğulculuğun ve otoritenin sembolüydü; bir yandan inanç temelli bir topluluk olarak Müslümanların birliğini simgelerken, diğer yandan da farklı bağlılıklar ve çevre için yerel özerkliğe imkân veriyordu (Yavuz, 2005: 79). Hilâfetin ortadan kaldırılmasıyla 209 birlikte, İslam’ın farklı etnik gruplar üzerindeki birleştirici etkisi yitirilmiş ve hilâfet ayaktayken, memleketin hukuken tanınan çok etnili kompozisyonu, hukuken reddedilerek Türkleştirme politikaları ağırlıklı olarak ortaya çıkmıştır. Türkleştirme politikalarıyla bu grupların kendi dillerini, isimlerini ve geleneksel kıyafetlerini kullanmaları engellenmeye çalışılmıştır (Kadıoğlu, 2008: 39; Yeğen, 2011: 241). Hilafetin kaldırılmasıyla birlikte, Kemalist seçkinler, homojen bir ulus inşa etme çabasının din ayağında, hem dinin kamusal alandaki görünürlüğünü hem de dini heterojenliği ortadan kaldırmaya yönelik olarak laiklik politikalarını yürürlüğe koymuşlardır. Onlar Türkiye’nin dini çeşitliliğini, dinle devleti ayırmayı gerektiren nedenlerden biri olarak görmüş (Davison, 2006: 276) ve ulusun homojen olması gerektiği gibi ve en az o kadar önemli olarak, inancının da yekpare bir görünüm sergilemesi gerektiği kanaatine vardı. İnanç alanında ikinci bir varoluşa gereksinimi olmayan devlet, nüfusun çoğunluğunun Sünni İslam’ı benimsemiş olmasından, Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla laik hedeflere uygun bir rasyonalite ile kontrol altına alıp resmileştirdiği İslam’ın Sünni yorumu esas almıştır (Küçük, 2009: 903). Buna rağmen bu durum, nüfusun önemli bir kesimini oluşturan Alevilerin tepkisine yol açmamış ve Kemalist rejimi sahiplenmelerine engel olamamıştır. Zira rejimin Sünni İslam tercihi dini değil politik bir tercihti. Çünkü nüfusun çoğunluğunu oluşturması yanında sistemli kurumsal yapısı itibariyle ulus-devlet amaçları doğrultusunda işe koşulmaya daha müsaitti. Heterojen bir dini yapının bulunduğu bir ortamda homojen bir ulusal alan yaratma açısından laiklik gerekli bir söylem (Abel, 1995: 30) olmakla birlikte, Türkiye’deki laiklik pratiği, var olan inanç biçimlerinden herhangi birisinin kamusal alanı şekillendirmesine müsaade etmeyerek hepsine eşit yaklaşmaktan ibaret olmamıştır. Hepsinin eşit koşullarda kamusal alanda bulunabilmelerine olanak tanımaktan ziyade hepsini kamusal alandan kovmuş ve bir bakıma dinsel homojenliği bu şekilde sağlamıştır. Yoksa çoğu zaman sanıldığı gibi Diyanet aracılığıyla temsil edilen Sünni İslam’ı kitlelere benimsetme misyoner tutumu içinde olmamıştır. Sünni İslam’a daha çok pragmatist açıdan yaklaşılmış ve ortodoks yapısı ve geleneksel izdüşümü dolayısıyla “hak”tan ziyade “vazife”yle yüklü bir vatandaş profili için daha uygun görüldüğü için tercih edilmiştir. 210 Türk modernitesinin her alanda gözlenebilen tepeden inmeciliği ve buyurganlığı, kendini ulusal kimlik ve vatandaşlık ilişkilerinde de belli ettirir. Ulusal kimlik inşa edilirken vatandaşlığın da ulusal kimliğe bağlı olarak tanımlanması günümüze kadar devam eden sorunlara yol açmıştır. Modern Türkiye’nin bir ulusdevlet olarak yaratılması, kitlelerin vatandaşlara dönüştürülmesini gerektirmiş, fakat “haklar” dilinin laik ulusal kimliğin inşası sürecine dâhil olmasını engellemiştir. Kemalist kadro için vatandaşlık, haklar diliyle çerçevelenmiş liberal bir kategoriyi değil de, modernite projesi ile uyumlu, rasyonel ve laik bir ulusal kimlik yaratma amaçlı kurulmuş ahlâk yüklü bir kategoriyi ifade etmiştir. Çünkü devlet merkezli Türk modernitesinin toplumsal temeli, toplumu sınıf ya da birey gibi kategorilere referanstan ziyade, farklı grupların devlete karşı vazife ve hizmetleri temelinde tanımlayan organik bir toplum görüşü ile kurulmuştur. Dolayısıyla, Kemalist seçkinler topluma bireysel haklar ve özgürlükler açısından yaklaşmamış ve toplumun bireycilik, çoğulculuk, katılım ve farklılık talepleri içerdiğini görmemişlerdir. Bunun yerine, toplumun organik olmasına ve toplumsal ilişkilerin homojen ve yekpare bir biçimde, Türkiye’yi modern ve medeni bir ulus haline getirme hedefine yönelik ulusal çıkara hizmet edecek şekilde düzenlenmesi gerektiğine inanmışlardır (İçduygu; Keyman, 2009: 8-9). Türk modernitesi, etnik ve dini bağlılıklarla tanımlanmış cemaati, modern ulusal bir toplum yaratma yolunda en büyük engellerden biri olarak görmüş ve heterojen bir toplumsal yapıdan homojen bir ulusal toplum yaratmak için bütün etnik ve dinî grupları evrensel vatandaşlık şemsiyesi altında toplamıştır. Cumhuriyetçi geleneğin etkilerini taşıyan bu vatandaşlık anlayışı, genellikle farklılığın ulusal birliğe ve toplumsal uyuma zararlı olduğunu savunduğu için kamusal alanda farklılık düşüncesine açık değildir. Farklılık karşısında birlik ve uyum üzerine yapılan vurgu, Osmanlı toplumunun heterodoks ve otonom cemaatler etrafında organize olmuş toplumsal yapısını modernleştirmenin tek alternatifi olarak ortaya çıkmıştır. Bu özerk cemaatler farklı yargı yetkileri ve iç yönetimleriyle, aynı haklar ve vazifeler etrafında örgütlenmiş tek bir siyasal cemaat fikrine büyük ölçüde direnmişlerdi. Bu nedenle, cumhuriyetçi kadrolar, imparatorluğun heterodoks doğasını onun dağılışının ana nedeni olarak tanımladılar ve homojen bir toplum oluşturmaya yardımcı olacak 211 koşulları yerine getirmek için Osmanlı yöneticilerinin yeterince radikal olmadıklarını düşündüler (Baban, 2009: 60-65). Türkiye’de vatandaşlık, ulusal kimliğe bağlı olarak tanımlandığından, vatandaşlığa kabul edilen kişileri Türkleştirmeye yönelik politikalar uygulanmıştır. Türkiye’de vatandaşlığın millileşmesi, dinsel, etnik ve dilsel farklılıkların reddine yol açmıştır. Hatta çeşitli dışlayıcı ve asimilasyoncu homojenleştirme politikalarının sonucunda Türkiye Cumhuriyeti zaman zaman, Türklerin Cumhuriyeti olarak anlaşılmıştır. Bu durumda, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan, ancak kendilerini Türk olmanın ötesinde “farklı” dinsel ya da dile ilişkin bağlarla tanımlayan unsurlar, siyasal katılım haklarına sahip olsalar da, anadillerini kullanmak, geleneksel kıyafetlerini ve gündelik dinsel pratiklerini özgürce yapma gibi “farklı” olmaya dair haklardan mahrum olmaktadırlar. Türkiye’de vatandaşlığın ulustan arındırılması, oy vermeye ilişkin bir siyasal katılımı garantiye almak için ille de vatandaşlığa kabulün kolaylaştırılmasıyla ilgili yasal düzenleme yerine, zaten yasal olarak “vatandaş” olan, ancak farklı dinsel bağlılıkları olan ve farklı dilleri konuşan unsurların farklılıklarını korumaya yönelik azınlık haklarını içerir (Kadıoğlu, 2008: 45-46). Ulusal kimlik vatandaşlığın temelini oluşturduğunda, ırksal, etnik, cinsiyet, din ve dil temelli farklılıkların kamusal alandaki varlığı krize girme tehlikesi içindedir. Ulus-devletin ruhuna uygun olarak Türkiye’de de ulusal kimlik farklı kültürel ve etnik grupları içinde eriterek kendisini kurar. Türkiye’deki vatandaşlık modeli, ulusal kimliği yegane meşru kimlik olarak tanıyarak farklı kimliklerinin kamusal alana kendi benlikleriyle katılabilme olanağını bertaraf etmektedir. Vatandaşlar yalnızca özel kimliklerini özel alanda bıraktıkları takdirde kamusal alana dâhil olabilirler. Dolayısıyla kamusal alan tarafsız olmaktan ziyade ulusal söylemin gerekli bir parçası olarak işlev görür. Ulusal söylem ve kamusal alan arasındaki bu yakın ilişki, kaçınılmaz olarak, değerleri ulusal söylemle çatışan, kamusal alandan genellikle dışlanmış olan grupların vatandaşlığını etkilemektedir. Bu durum Türkiye’deki vatandaşlık rejiminin, tarafsızlık iddiasına rağmen neden cemaatçi bir yönelimi olduğunu açıklamaktadır: Vatandaşlık pratiklerinin alanları ulusal kimlik için tahsis edilmiştir ve onun dışında kalan farklılıklar kolaylıkla düşman olarak görülebilir (Baban, 2009: 67-68, 78). 212 2. ULUS-DEVLET VE DİN İLİŞKİLERİ Dinlerin evrenselci tabiatları gereği milliyetçiliğe aykırı oldukları için ulusdevletleşmeyi engelledikleri veya en azından geciktirdiği genel bir kanıdır. Bu doğrultuda Batı Avrupalı ulus-devletlerin tarih sahnesine ortaya çıkışı Reformasyon’dan sonraki dönemlere denk getirilir. Diğer yandan, birçok inanç grubunu barındıran imparatorluklar sınırlarında ortaya çıkan ulus-devler örneğinden hareketle, dinin etnik kimliği, daha sonra milliyetçi harekete başvurabilecek şekilde, muhafaza edici işlevi de olduğu iddia edilmiştir. Din-devlet ilişkilerinin Batı’daki Kilise ile feodal idari birimler arasındaki ilişkilerden çok farklı seyrettiği Osmanlı İmparatorluğu’ndan ulus-devlet yapısına geçiş sürecinde, dinin ulus-devletle ilişkileri çok yönlü olmuştur. 2.1. DİNE DAYALI MİLLİ KİMLİK POLİTİKASI 2.1.1. PRAGMATİST DİN POLİTİKASI Kurtuluş Savaşı’nın başlamasıyla birlikte, Jön Türk döneminde başlayan laikleşme hareketleri sekteye uğramış ve bu durum 1924 yılına kadar devam etmiştir. 1919-1924 yılları arasındaki bu dönemde, Jön Türk orjinli Milli Mücadele önderleri temel meşrulaştırıcı, birleştirici ve motive edici güç olarak İslamî referanslara müracaatta bulunmuşlardır. Zira bu dönemde aydınlar arasında milliyetçilik yayılmış olmasına rağmen halk katında ulusal bilinçten henüz eser yoktu. Halkı bir arada tutan bağ, hala İslam ümmeti fikri etrafında cisimleşen dini bağdı. Ayrıca, hem Pantürkist, hem de İslamcı muhalefeti geriletmek ve halk tarafından “dinsiz” anlamında kullanılan “farmason” nitelemesine maruz kalmamak için Mustafa Kemal ve kadrosunca dinin araçsal kullanımı daha “rasyonel” bir seçenekti. Millî Mücadele’nin muharrik gücünü oluşturan İslam, Türk, Kürt, Arap, Çerkez ve Lazların oluşturduğu etnisite üstü Müslüman koalisyonunun ideolojik temelini oluşturuyordu (Yıldız, 2007: 101). Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmesi ve Arap topraklarının kaybedilmesi ile Türkiye için bütün pratik gayeler, bundan böyle 213 Anadolu yarımadasıyla sınırlı hale geldi. Bu durum nedeniyle, İslam’ın Türklerle Araplar arasında gördüğü birleştirici fonksiyon artık bir kenara atılabilirdi. Bununla birlikte Mustafa Kemal’in, Kurtuluş Savaşı’nı örgütlediği sırada, İslamî formülü hemen göz ardı etmediği görülür. O, direniş hareketini yönettiği 1919-1922 yılları arasında, Türkiye dışındaki Müslümanların yakınlıklarına ihtiyaç duyduğu için sıklıkla İslamcı ideolojinin bir argümanı olan “İttihad-ı İslam” temasını kullandı. Aynı zamanda, işgalcilerin fiili bir hapishanesi durumundaki İstanbul’da görevine devam eden Osmanlı hükümetine karşı, Anadolu Müslüman eşrafının hislerini harekete geçirmek için de İslam temasını kullandı. O, paradoksal olarak, gelecekte hayalini kurduğu Türkiye’nin ne şekilde olacağına dair kararını çok önceden vermiş olmasına rağmen, ortadan kaldırmak üzere bulunduğu bir sırada bile, Hilafet’in prestijinden faydalandı (Mardin, 2007: 60-61). 28 Ocak 1920’de kabul edilen Millî Misak’ta, Milli Direniş Hareketi’nin Türkiye’nin devlet şeklinin değiştirilmesine yönelik bir amacı bulunduğuna ilişkin herhangi bir açıklama henüz yoktu (Kirkwood&Toynbee, 2009: 200). Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nın yeni Türk devleti doğrultusunda bilinçli bir gelişme olduğunu daha sonraki demeçlerinde belirtmiştir. Koşullar altında sadece parça parça açıklayabilmiş olduğu plan, bir “millî sır” çerçevesinde çalıştığı izlenimi veriyor. Nutuk’ta, plan doğrultusunda saltanatın kaldırılması, cumhuriyetin ilanı, Ankara’nın başkent olması, halifeliğin kaldırılması gibi devrimleri gerçekleştirdikçe, dar görüşlü yandaşlarının saf değiştirmeye başladıklarını belirtiyor. Bununla birlikte, Millî Mücadele’nin İstanbul’un işgal altında olduğu bir dönemde oluştuğunun ve Osmanlı’nın devamı amacını güttüğünün göz ardı edilmesi, bir yanıltmaca olduğu şüphesinin doğmasına neden olmuştur. Nitekim kurtuluş hareketi üyelerinin büyük bir çoğunluğu, “Allah”, “padişah” ve “vatan” için çarpıştıklarını düşünüyordu. Sakarya zaferi ertesinde dağıtılan savaş madalyalarının Osmanlı madalyaları olmaları ve padişahın doğum gününün tüm Kurtuluş Savaşı süresince Ankara’da kutlanması bu bağlamda çok anlamlıdır. Atatürk’ün daha işin başında yeni bir devlet kurmayı hedeflediğine dair elimizde hiçbir kanıt bulunmayıp (Zürcher, 2009a: 11-12) bu doğrultuda bir planı olduğuna dair demeçler, saltanatın ve hilafetin kaldırılıp iktidarı tamamen eline geçirdiği döneme rastlar. 214 Halifenin İslam’ın koruyucusu ve İslam birliğinin temsilcisi olarak Anadolu ve dışarıdaki Müslümanların gözündeki değerinin farkında olan Milli Mücadele liderleri, bu konuda çok dikkatli davranmak zorunda kalmışlardır. Özellikle Mustafa Kemal, İslam’ı devrimci bir yönde kullanan büyük bir taktisyen olarak, savaşın bir amacının da hilafet ve saltanatın kurtarılması olduğunu belirtmiştir (Kirkwood&Toynbee, 2009: 199-200; Timur, 2008: 31). İslam tarihinden örnekler veren Mustafa Kemal (Timur, 2008: 304), bu amaç için çalıştığından emin olmaları için 1 Mart 1920’de, kâfirlere karşı tüm İslam dünyasına yardım çağrısında bulundu (Shaw&Shaw, 2010: 413). Erzurum ve Sivas kongrelerindeki kararlardan (Kirkwood&Toynbee, 2009: 200; Shaw&Shaw, 2010: 408) ve 1920 yılında verdiği bir demeçten (Akt. Parla, 2008b: 62-63) anlaşılacağı üzere Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı sırasında halife-sulatanın kurtuluşu için savaştığını söyleyerek padişaha saygı duyan herkesin milli hareketi desteklemelerini sağlamıştır. Büyük Millet Meclisi24 kurulduktan sonra bile bunun, padişahın düşman elinde olduğu ve Türk milletini kurtarmak için önderliği alamayacağı için yapıldığını söylemiş (Shaw&Shaw, 2010: 443) 1921 Anayasası dolayısıyla yaptığı açıklamada da, “bir prensip olarak makamı hilafet ve saltanatı kabul ediyoruz” ifadesini kullanmıştır (Akt. Timur, 2008: 304). Ayrıca, Mustafa Kemal’in 8 Nisan 1923’te yayımladığı dokuz maddelik programda, Millet Meclisine bağlı bir durumda bulunan halifeliğin Müslümanlığın yüksek bir müessesesi olduğu ifade ediliyordu (Karpat, 2010c: 128-129). 14 Nisan 1920’de, Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi, Milli Mücadele liderlerinin, her sadık Müslümanın katletmesi zorunlu olan bir asiler çetesi olduklarını ilan eden bir fetva yayınladı. Rustow’a göre, bu durum padişahın halk katındaki itibarını düşürdü ve resmi İslam’ın Türk toplumundaki yerinin sarsılmasına neden oldu. Büyük Millet Meclisi de bu fetvadan hemen on iki gün sonra açıldı.25 En yüksek dinî makam tarafından aforoz edilenler Ankara’da Hacı Bayram Camii’nde 24 Büyük Millet Meclisi, 2 sayılı kanunda amaç olarak “Hilâfet ve Saltanatı yabancıların elinden kurtarmayı” gösteriyordu. Bkz. Gotthard Jashke, Yeni Türkiye’de İslamlık, Ank., 1972, s. 20. 25 Karpat, Büyük Millet Meclisinin, Mustafa Kemal’in sultan-halifenin selameti için vakur bir şekilde dua edip vilayetlere bu mealde bir genelge göndermesinden iki gün sonra, 23 Nisan 1920'de onun başkanlığında toplandığını belirtir. Bkz. Kemal H.Karpat, Osmanlı’dan Günümüze Asker ve Siyaset, Timaş Yay., İst., 2010, s. 182. 215 yapılan bir dua ile çalışmaya başladılar. Toplantıda ilk olarak sultana olan sarsılmaz bağlılıklarını bildirdiler. Ankara müftüsünün ve Anadolu’dan 152 müftünün desteklediği, Müslüman halkı “Halifeyi esaretten kurtarmak için her şeyin yapılmasına” davet eden bir karşı fetva yayımlandı (Karpat, 2010c: 123; Rustow, 1995: 63). Şeyhülislamın fetvasına karşı fetva ile cevap vererek bir bakıma milli mücadele hareketinin dini meşruiyeti sağlanmış oluyordu. 1918 ve 1919 yılları içinde doğan birçok parti ve cemiyetin program ve tüzüklerine bakıldığında ister İslamcı, ister Batıcı, ister ulusçu olsun, hepsinin kurtuluş sorununu hâlâ ve yalnız saltanat ve hilâfetin kurtuluşu sorunu olarak gördüğü anlaşılır (Berkes, 2010: 441). 24 Nisan 1920’de Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu’nu hazırlamak üzere görevlendirilen komisyon, 18 Ağustos 1920’de, yani Sevr Antlaşması’nın imzalanışından sekiz gün sonra, sunduğu raporunda, meclis ve hükümeti, ancak saltanat ve hilâfetin kurtuluşu zamanına kadar yasal meşruluğu olabilecek geçici bir meclis ve hükümet olarak kabul ediyordu (Berkes, 2010: 499). Devlet başkanı olarak, önce bir süre için daha “düşmanların elinde esir bulunan halife-padişah” tanınmış olmakla birlikte, 20 Ocak 1920’de kabul edilen anayasada hâkimiyetin kayıtsız şartsız millete ait olduğu ilan ediliyor ve padişahtan söz edilmiyordu. Anayasanın, Büyük Millet Meclisine şeriatı uygulama ve yürütmek yetkisini de tanımasıyla fiiliyatta Millet Meclisi, halifeliğin yerini almış oluyordu (Karpat, 2010c: 124-125). Bununla birlikte saltanat ve hilafetin resmi olarak kaldırıldığının ilan edilebilmesi için “uygun zaman ve zemin” henüz oluşmamıştı. Büyük Millet Meclisinin 2 Sayılı Kanunu’nda amaç olarak, “hilâfet ve saltanatın yabancıların elinden kurtarılması” gösteriliyordu (Jashke, 1972: 20). Kasım 1922’de saltanat kaldırıldığı halde hilafet sürdürülmüştür. Bunun nedeni ise, reel politik şartların henüz bu meselenin kesin bir yolda çözümlenmesi için gereği gibi olgunlaşmamış olmasından başka, Mustafa Kemal, önemli İslam devletlerinden mali ve manevi yardımların devam edeceğini umuyor olabilirdi (Jashke, 1972: 119). Atatürk, hilafetin kaldırılmasında zaman-zemin gözetimini saltanatın kaldırılmasında olduğundan daha uzun süre sürdürmüş; bunu bir “millî sır” olarak vicdanında daha uzun süre saklamıştır. Çünkü bu, daha hassas bir konuydu (Parla, 216 2008a: 101). Hilafetin şartlar gereği sürdürüldüğünü Mustafa Kemal şu şekilde ifade etmiştir: Hakikat, Osmanlı saltanatının ve hilâfetin münkariz ve mülga olduğunu düşünerek yeni esaslara müstenit, yeni bir devlet kurmaktan ibaret idi. Fakat vaziyeti olduğu gibi telâffuz etmek, maksadın büsbütün ziyaını mucib olabilirdi. Çünkü efkâr ve temayülâtı umumiye, henüz padişah ve halifenin mazur mevkiinde bulunduğu merkezinde idi. Hattâ Mecliste, ilk anda makamı hilâfet ve saltanatla irtibat ve hükümeti merkeziye ile itilâf aramak cereyanı baş göstermişti...(Akt. Parla, 2008a: 73). Bir ulus-devlet projesi olarak ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti, önünde önemli bir engel teşkil eden imparatorluk mantığını, saltanatı ilga ederek tasfiye ederken, öteki engel olan İslamî mantığa ve bu mantığı temsil eden hilafet kurumuna bir süre daha ilişmemişti. Yeni Cumhuriyet’in bu tasarrufu, pragmatik bir tercihe dayanıyordu. Birinci Dünya Savaşı’nın sonuyla birlikle, kurulan ulus-devletin egemenlik iddia ettiği topraklar üzerinde, siyasî birlikteliği saltanat makamı vasıtasıyla temsil olunacak Rum ve Ermeni gibi “Osmanlı milletleri” olgusu tarihe karışmış olduğu halde, siyasi ve dinî birliktelikleri hilafet makamınca temsil olunan Kürt, Çerkez, Laz vb. Müslüman milletler olgusu varlığını devam ettirmekleydi. Dolayısıyla, saltanatla temsil olunan birlik mefhumunun işlevsizleştiği bir anda, hilafet makamının temsil ettiği Müslümanların birliği mefhumu biraz daha iş görebilirdi. En azından, siyasi iktidarın yegâne kaynağının, devlete hukuk yoluyla bağlı yurttaş-bireylerden mürekkep Türk ulusu olduğunu ilan edecek olan 1924 Anayasası’na kadar. Diğer bir ifadeyle, misak-ı millî sınırları içerisinde kalan Müslüman etnik unsurların siyasî birlikteliğinin devam ettirilmesinde hilafet makamı, saltanatın çöküşünden sonra, özellikle de taşranın Müslüman etnik unsurları için bir müddet daha önemini devam ettirdi (Yeğen, 2011: 239-40). Saygınlığından istifade etmek düşüncesiyle bir süre daha bir dini makam olarak alıkonulan halifelik, on beş aylık bir deneme sürecinden sonra tamamen kaldırılmıştır (Kirkwood&Toynbee, 2009: 228). Saltanatın kaldırılması ve altı ay içinde cumhuriyetin ilanı ile halifeliğin kaldırılması, Mustafa Kemal’in 1919-1921 yıllarında şartlar gereği savunmak zorunda kaldığı İslamcı-monarşik devlet 217 anlayışından kesin bir ayrılışı ve belirli bir şekilde laikliğe doğru yönelişi ifade ediyordu (Karpat, 2010c: 132). Hilafet ve saltanatı kaldırma isteği, aslında Kurtuluş Savaşı sırasında “egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu” ilkesinin26 kabul edilmesinden anlaşılabilir. Bu ilkenin benimsenmesi, dinsel egemenlik anlayışını bir sarsıntıya uğratmış olsa da, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasında kâfirlere karşı din adına savaşma duygusu önemli bir rol oynadı (Narlı, 2010: 26). Lider kadrosunun savaş sonrasıyla ilgili, laik milliyetçiğe dayalı bir ulus-devlet ideali olabilirdi.27 Fakat köylerden, kasabalardan ve kentlerin kenar mahallelerinden bir araya gelip Yunanlar ve onları destekleyenlerle savaşan insanlar, bir Türk ulusu ya da Batılı bir sosyopolitik sistem üzerine kurulmuş laik bir cumhuriyet adına değil de28 sultan ve halifenin özgürlüğü için Frenk, Rum ve kâfirlerle savaştıklarını düşünüyorlardı (Stirling, 2010: 50). Halkın Kurtuluş Savaşı’na ulusçu duygulardan ziyade dini duygularla katılmasından anlaşılacağı üzere, milli mücadelenin örgütlenmesi ve sürdürülmesinin, genellikle üzerinde durulmayan bir İslamî dayanağı vardır. İstanbul dışındaki yörelerde, Türkiye’nin toplumsal yapısını oluşturan kurumlar içinde vilayet idaresine paralel, fakat halk tabakalarına daha yakın olan İslamî kurumlar bu noktada önemli bir rol oynamıştır. Anadolu’da işgale karşı örgütlenme, birçok yerde imam, müftü, şeyh ve müderris gibi din adamları tarafından yürütülmüştür. Bu şekilde 26 Millet kavramıyla kastedilen ulustur. Millet kavramının dini içeriğinden olsa gerek, Ankara’da toplanan ve içinde güçlü bir dinî temsilciler zümresinin yer aldığı Büyük Millet Meclisi, 1920’de teklif edilen hâkimiyetin kayıtsız şartsız millete âit olduğunu bildiren Geçici Anayasa’nın 1. maddesini itirazsız kabul ve tasdik etti (20 Ocak 1920). Kavramın müphemliği, din adamlarının, yardımlarının istenildiği şeyin cemaatin hakları olduğuna inanmalarına imkân veriyordu. Oysa Atatürk için bu, milletin hâkimiyetine yol açılmasında bir hazırlıktı. Bkz. Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset, İletişim Yay., İst. 2007, s. 63. 27 Atatürk’ün iktidarını pekiştirmesinden sonra verdiği demeçler bunun bir kanıtı olarak görülebilir. 28 Bu dönemdeki milliyetçilik anlayışı için ayrıca bkz. Eren Deniz Göktürk Tol, “1919-1923 Dönemi Türk Milliyetçilikleri”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, C. IV, İletişim Yay., İst., 2009, 103-116. 218 kendilerini gösteren kişilerin aynı zamanda Birinci29 ve İkinci Meclislere aktif bir şekilde temsilci olarak katıldıkları görülür. Bununla birlikte Cumhuriyet’in laiklik reformlarıyla birlikte bu kimselerin kamu işlerindeki rolü azal(tıl)dı (Mardin, 2007: 28). İdealini kurdukları devlet biçimini destekleyecek toplumun kimliği konusunda farklı görüşlere sahip olmuşlarsa da, lider kadrosunun, Kurtuluş Savaşı’nı başlattıklarında halkın desteğini alabilmek için, kitlelerin duygusal olarak bağlı oldukları cemaat kimliğiyle uyum sağlamaktan başka seçenekleri yoktu (Zürcher, 2004: 261). Çünkü halkın dini sadakati daha önce Hıristiyan düşmanlara karşı yapılmış olan savaşlarla iyice keskinleşmiş ve yoğunluk kazanmıştı. Alman yapısı cihadıyla ve İngiliz yapısı Arap isyanıyla Birinci Dünya Savaşı, dinsel kimliğin çizgilerini bulanıklaştırmış olsa da Anadolu’yu Hıristiyan düşmanlara karşı savunmak için yapılan Milli Mücadele, dinsel kimliğe ve bağlılığa yeni bir yoğunluk getirmişti (Lewis, 2009: 544). Bunun yanında Milli Mücadele’nin İslamî söylemi dinî hissiyatı canlandırmış, dini yayınların kalitesi artmış, medreseler toparlanmış, meclis başta olmak üzere maarifte, adliyede ve vakıflarda müderris ve tarikat mensuplarının sayısı ve itibarı yükselmişti (Kara, 2009: 24). Oluşan dini atmosfer dolayısıyla, Mustafa Kemal Paşa’nın bu dönemdeki konuşmaları dinî temalarla doludur. Öyle ki, Kurtuluş Savaşı yıllarında, din açısından daha önce başlayan laikleşmenin kesintiye uğradığı, din bağının alabildiğine vurgulandığı görülür. Birinci Mecliste hiç gayrimüslim üye yoktu. Ayrıca ekonomik zararı göze alarak, salt dinsel nedenlerle, Men-i Müskirat Kanunu’nu (İçki Yasağı Yasası) çıkartan, yine bu meclistir. İslam milliyetçiliğiyle siyasal toplumun tutunum öğesi olarak dinden yararlanma, Kürt, Çerkez, Lâz ve Arap gibi geri kalan gayri Türk Müslüman azınlıkların, işbirliğini sağlama gereğine de hizmet etmekteydi (Tunçay, 2010: 215; Yıldız, 2007: 101). 29 Birinci Meclisin beşte biri din alimiydi. Bunlardan 14’ü müftü, 8’i de çeşitli tarikatların önde gelen kişileriydi. Bunlar Mecliste kurulan hükümetlere seçiliyor, komisyonlarda görev yapıyor ve hararetle tartışmalara katılıyorlardı. Bkz. Dankwart A. Rustow, “Türkiye’de İslam ve Politika”, Türkiye’de İslam ve Laiklik, İnsan Yay. İst., 1995, 57-90., s. 60. 219 Halkın mili mücadeleye katılımının sağlanması için İslamî çağrı ve semboller kullanılmıştır (Turan, 2009: 523). İstanbul’un işgal edilmesi, kurtuluş hareketi önderlerinin bu doğrultudaki işlerini kolaylaştırdı ve bu sayede sultan-halifeyi, Hıristiyan güçlerin kurtarılmayı bekleyen tutsağı olarak betimleyebildiler. Onlar İslamî söylemin; Çerkez, Laz, Arap, Kürt ve Türklerden oluşan karma bir nüfus içinde, kendi davaları için seferber etmek istedikleri cemaatler arasında azami birlik sağlamak bakımından ne kadar değerli olduğunu farkındaydılar. Bu nedenle “ulus”, “ulusal” ve “ulusalcılık”ı betimlemek için kullandıkları terimler, dini bir çağrışıma ve anlam geçmişine sahip “millet” sözcüğünden türetildi. Bu şekilde ikili bir dil kullanılarak, “milli” kelimesinin hem “dini” hem de “ulusal”; “millet” kelimesinin de hem “Müslüman cemaati” hem de “nation” kelimesinin karşılığı olarak “ulus” şeklindeki çift anlamlığından yararlanılmak istenmiştir.30 Eğer seküler bir imaj tasarlanmak istenseydi, yurt (patria) anlamına gelen vatan sözcüğünden kolayca başka terimler türetilebilirdi. Ancak İslamî söylem, sadece İstanbul’un propagandasını etkisizleştirmekle kalmayıp, en azından bir süre için İslamcıların bile desteğini sağlayarak ulusalcılara da hizmet etti (Ahmad, 1995: 73; Akgün, Çalış, 2009: 594; Mardin, 2007: 63; Rustow, 1995: 59; Yıldız; 2007: 128). Cumhuriyet’in ilk yıllarıyla birlikte kabul edilen yeni anayasa, saltanat ile hilafetin ilgası ve dinî kurumların bir kısmının tasfiyesi, bir kısmının ise yeniden düzenlenmesi, millet mefhumunun dinî bir topluluğa işaret ediyor oluşundan vazgeçişe işaret ediyordu. Artık “Müslüman milleti” değil, “Türk ulusu” söz konusu (Yeğen, 2011: 90-91) olup Türk kimliğinde ulusçuluk ve ulusallık, İslamcılığın önüne geçmiştir (Timur, 2008: 302). Ulusçuluğun kültürel bir sistem olarak yerini almayı hedeflediği dinîhanedanlık sisteminin referanslarından yardım istemek zorunda kalmasının sebebi 30 1918-1923 arası dönemde Müslüman milliyetçiliğinin hakim durumda oluşu ve millet ve milli terimlerinin henüz dini anlamdan soyutlanmamış içerikleri hakkında ayrıca bkz. Erik Jan Zürcher, Savaş, Devrim ve Uluslaşma: Türkiye Tarihinde Geçiş Dönemi (1908-1928), İBÜ Yay., İst., 2009,s. 227-240. 220 yeni sistemin referanslarını henüz hayali olmasıydı.31 Oysa eski sistemin referansları, özellikle de din, hayatiyetini sürdürmekteydi (Yıldız, 2007: 135). Bu nedenle, Kemalizm, 1921 ile 1924 arasında atılan adımlarla yavaş yavaş ortaya çıkan yeni içerikli meşruiyet kavramını tartışmasız kabul ettirinceye kadar, eski rejimin geleneksel meşruiyet sembollerinden bir kısmını kullanmıştır (Kazancıgil, 2009: 223). Bu doğrultuda Cumhuriyeti önceleyen dönemde, özellikle İstiklal Savaşı sürecinde, ulus-devletin temel ilkeleri olan milliyetçilik ve laiklik vurgulanmamış, örneğin Büyük Millet Meclisinin başına “Türk” ibaresi getirilmemiş, mücadele için geniş kitlelerin seferber edilmesinde kullanılan dil, sonradan hayli farklı yorumlara konu olsa da manevi değerler üzerine yoğunlaşmıştır (Bostancı, 2002: 51). Milli Mücadele’nin başlatılması ve sürdürülmesinde öncü rol oynayan Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyetinin isimlendirilmesinde etnik değil, coğrafi bir kavram tercih edilmiştir. Meclisin isimlendirilmesinde de Osmanlı siyasi terminolojisinde, ülkenin dine dayalı üst-aidiyetlerini tanımlamada kullanılan ve bu özgül durumda Osmanlı ülkesindeki Müslümanları ima eden millet terimi tercih edilmiştir. Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti, siyasî birliğin zemini olarak coğrafi bir bütünlüğü, Millet Meclisi ise etnik, toplumsal ve yöresel farklılıkları aşan İslam dinini göstermekteydi (Yeğen, 2011: 90-91, 113-14). Bu doğrultuda Mustafa Kemal Paşa, Meclisin Üçüncü Açılış Yılı münasebetiyle yaptığı konuşmada milliyetin dinî temelinin altını çizmiş ve etnik heterojenliğe saygıyı vurgulamıştır (Yıldız, 2007: 128). Atatürk’e göre, toplumsal bir felaket karşısında, adı bile olmayan bir toplumu bir ulus çabasının fedakârlıklarına itmede, dayanışma yaratmada, dinin rolü vardı. Bu düşünce doğrultusunda, saltanat ve hilafetin henüz kaldırılmamış olduğu yıllarda, moral ve maddi olanaklardan yoksunluk duygusu altında halkın kurtuluş için dualar ettiği günlerdeki gezilerinde camiye giderek minbere çıktığı ve halka seslendiği olmuştur.32 Fakat Kurutuluş Savaşı’ndan sonra, şeriat ya da tarikat giysisi altında 31 Atatürk, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet döneminde reformları hayata geçirirken onları geleneksel argümanlarla meşrulaştırmaya çalışmıştır. Bkz. Kemal H. Karpat, Osmanlı’dan Günümüze Kimlik ve İdeoloji, Timaş Yay., İst., 2009, s. 237. 32 Berkes, bunu pragmatist bir amaçla değil de halkla orada buluşabileceğini bildiği için yaptığını belirtir. Bkz. Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, YKY, İst., 2010, s. 542. 221 dinin, ulusal çabayı baltalayan bir güç olduğunu düşünmüştür (Berkes, 2010: 541- 542). Atatürk’ün dinle ilgili savaş öncesi ve sonrasına yönelik ikili tutumu, dine pragmatist açıdan yaklaştığını gösterir. Ayrıca din temasını, Kurtuluş Savaşı’nı örgütlemek, eşrafı ve halkı seferber edebilmek, onlardan erken ve sert tepki görmemek için en az 4-5 yıl ustaca kullanmış ve manipüle etmiştir. Bu yaklaşımı, Büyük Millet Meclisinin açılışını ilan eden 21 Nisan 1920 tarihli tebligattaki çok koyu ve yoğun dinsel temalar ve sembolizmlerden, mecliste din hakkında yaptığı çeşitli bilimsel açıklamalardan ve halka hitaben yaptığı çok sayıda konuşmadan anlaşılabilir. Buna karşılık dini siyasete karıştıran muhalif tutumlara karşı son derece serttir. Laiklik, cumhuriyetçilikle birlikte, belki de Atatürk’ün en çok önem verdiği konu olmakla birlikte, bu konuda çok temkinli davranmış, uygun zamanın gelmesini beklemiştir (Parla, 2008a: 101). Atatürk’ün halifeliğin kaldırılmasına kadar olan dinle ilgili tutumunun pragmatist olarak görülmesinin nedeni, iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra gerçekleştirdiği reformların dinin siyasi ve sosyal belirleyiciliğini yok etmesi ve özellikle 1921 ve 1924 Anayasası’ndaki dinle ilgili ifadelerin, gereksiz ve Cumhuriyet’in modern karakteriyle bağdaşmayan o zaman için verilmiş tavizler olduğunu söylemesidir. 1921 anayasasının 7. ve 1924 anayasasının 26. maddesindeki “şer’i hükümlerin uygulanması” ve yine 1924 anayasasının 2. maddesinin “Türkiye, Devletinin dini, din-i İslam’dır” ifadelerinin kendisi için bir ukde olduğunu ve milletin bu fazlalıkları anayasadan en yakın zamanda kaldırması gerektiğini belirtmiştir (Jashke, 1972: 25; Parla, 2008a: 102-103; Rustow, 1995: 64). Bu durumu Atatürk 1927’deki nutkunda şu şekilde dile getirmiştir: “Kanunun, gerek 2'nci ve gerek 26'ncı maddelerinde, zait görünen ve yeni Türkiye Devletinin ve idarei cumhuriyetimizin asri karakteriyle kabili telif olmıyan tâbirat, inkılâp ve cumhuriyetimizin o zaman için beis görmediği tâvizlerdir” (akt. Parla, 2008: 102). Görüldüğü üzere, Kemalizm’in kuruluş söyleminde dinin işlevselliğine duyulan ihtiyaçta bir geçiciliğin hâkim olduğu görülür. Çünkü dine ilişkin söylem ve 222 ritüellerin Kemalist reformasyon ve devrim sayesinde kısa sürede biteceğine olan güven neredeyse tamdır (Subaşı, 2007: 49). Atatürk’ün 1924’e kadar devam eden İslam’ı yücelten demeçlerinde ve Türkiye Büyük Millet Meclisinin bütün faaliyetlerinde görüldüğü üzere, Milli Mücadele’yi İslamcı ideolojiyi kullanarak sürdüren yönetici kadro, savaş kazanıldıktan sonra kökten Batılılaşmacı yeni rejimi, Osmanlı İmparatorluğunun klasik hâkimiyet alanında yerleştirdi (Ocak, 2011: 117). Bununla birlikte, dinin araçsal kullanımı milli mücadele dönemiyle sınırlı kalmamış Türk modernleşmesinin bir yolu olarak görülen ulus-devlet projesinde din, yeni bir ulus yaratmak için seferber edilmiştir (Subaşı, 2004: 137). Fakat Kemalist ulus inşa sürecinde, dinin ulusal amaçları pekiştirmek için kullanılması hiçbir zaman resmi-hukuki bir nitelik kazanmayıp pratik mülahazaların bir türevi olarak tezahür etmiştir (Yıldız, 2007: 135). 2.1.2. TÜRKLÜĞÜN MÜSLÜMANLIKLA ÇİZİLEN SINIRLARI Dine dayalı bir milli kimlik politikasının yürütüldüğü, milli mücadelenin başlangıcından hilafetin kaldırılmasıyla başlayan laiklik reformlarına kadar olan dönemde, Türklük Müslümanlıkla kesin ve net bir şekilde örtüşüyordu. Daha önce de görüldüğü gibi, resmi belge ve tebligatlarda etnik bir Türklük ön plana çıkarılmıyor daha çok anasır-ı İslam’ın ortak kimliği olarak Müslümanlık kavramı telaffuz ediliyordu. Türk kavramı kullanıldığında da bütün Müslümanları kapsayıcı bir anlamda kullanılıyor ve soy bakımından Türk olmayan diğer Müslüman unsurların varlıklarını inkâr veya asimilasyon gibi bir amaç taşımıyordu. Millî Mücadele’nin öznesi, daha sonraki siyasi söylemde yalnızca bir retoriğe dönüşse de, Anadolu ve Trakya’nın Müslüman halkıydı. Millî Mücadele dönemi, ulusal kimliğin sınırlarını din ekseninde tanımlayan, etnik farklılıkları tabii-verili farklılıklar kapsamında değerlendiren bir dönemdir (Yıldız, 2007: 126). Cumhuriyet tarihinin başlangıcında esas alınan toplumsal tanımlama da millet sistemine uygun düşmekteydi (Aydın, 2009: 116). Savaş sırasında ve sonrasında kullanılan millet ve 223 milli kavramları, millet sisteminin de süregelen etkisiyle Türkleri, Kürtleri, Çerkezleri, Arapları, Lazları vb. Anadolu’nun tüm İslamî unsurlarını kendi benlikleriyle kapsıyordu. Nitekim son Osmanlı meclisinde 17 Şubat 1920’de kabul edilen Milli Misak’ın hiçbir yerinde Türk kelimesi geçmiyordu. Belge Türklerden değil, Osmanlı Müslümanlarından bahsetmekteydi. Misak-ı Milli’nin kabulünden iki gün sonra, Türk ve millet kavramları tartışıldığında da Türk kavramının tüm Müslüman unsurları kapsadığına karar verilmişti (Ahmad, 2010: 98-100). Mustafa Kemal’in savaş döneminde, devletin esası olarak Türklüğü ön plana çıkarmadığı, bütün Müslüman unsurları kuşatıcı bir millet anlayışına sahip olduğu 1 Mayıs 1920’de Büyük Millet Meclisinde yaptığı konuşmadan anlaşılabilir: Efendiler, meselenin bir daha tekerrür etmemesi ricasile bir iki nokta arzetmek isterim: Burada maksud olan ve Meclisi âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkeş değildir, yalnız Kürd değildir, yalnız Lâz değildir. Fakat hepsinden mürekkeb anasırı îslâmiyedir, samimî bir mecmuadır. Binaenaleyh bu heyeti âliyenin temsil ettiği, hukukunu, hayatını, şeref ve şanını kurtarmak için azmettiğimiz emeller, yalnız bir unsuru Islama münhasır değildir. Anasırı îslâmiyeden mürekkeb bir kitleye aiddir. Bunun böyle olduğunu hepimiz biliriz- Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki birincisi olan, hudud meselesi tayin ve tesbit edilirken, hududu millîmiz Iskenderunun cenubundan geçer, şarka doğru uzanarak Musulu, Süleymaniyeyi, Kerkükü ihtiva eder. îşte hududu millîmiz budur dedik! Halbuki Kerkük şimalinde Türk olduğu gibi Kürd de vardır. Biz onları tefrik etmedik. Binaenaleyh muhafaza ve müdafaasile iştigâl ettiğimiz millet bittabi bir unsurdan ibaret değildir. Muhtelif anasırı îslâmiyeden mürekkebtir (Akt. Köker, 2010: 151). Birinci Dünya Savaşı, dönemin Türk milliyetçiliğini bir süre için de olsa iktidarı terk etmek zorunda bırakmıştı (Yeğen, 2009b: 882). Millî Mücadele dönemindeki İslamî-millî kamusal söylem de, “Türk” teriminin 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kazanmaya başladığı etnografik, lengüistik ve tarihî bir olgu olmaktan çıkarak İslamî sadakate dayalı ortak bir kimlik ve dayanışma ifadesi haline dönüşmesini sağlamıştır (Yıldız, 2007: 129). Ayrıca Osmanlıcılık politikasında ifade 224 bulan ittihad-ı anasır idealinin terk edilmesi, etnik Türkçü bir projeden çok ittihad-ı anasır-ı Îslâmiye (Müslüman unsurların birliği) ve Anadolu’nun Türk-Müslüman unsurları üzerinden tanımlanan bir millet yönelimiyle ikame edilmiştir. Bu anlamda Müslümanlık ortak kimliği, Türk ulusal kimliğinin kavramsal temeline yerleşmiş, ulusal sınırlar dâhilinde yerleşik olan Müslüman nüfusun tarihsel ve kültürel birliği, Cumhuriyet Türkiye’sinin çoğunluk kategorisini tanımlar hale gelmiştir (Soner, 2009: 371). Misak-ı Milli sınırları içinde kalan nüfus son derecede farklı kültürel kökenlere ait, ama hâkim milletten olma, yani Müslüman olmak şuuruna ya da sezgilerine sahipti. Cumhuriyet, Müslümanlık bağı etrafında gelişen bir kolektif şuur devraldığı için, İmparatorluğun bakiyesi olan hakim milletin mensubu Müslüman toplulukları Türk kimliği etrafında bir araya getirmekteydi. 1922’deki nüfus mübadeleleri bunun bir göstergesidir (Öğün, 2009: 351). 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması’nda azınlık tanımının ve Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan mübadele protokolünün dine göre yapılması, dinin milliyeti belirlemede yegane kriter33 olduğunu gösterir. Lozan Anlaşması’nda milliyetin dine göre belirlenmiş olması nedeniyle, farklı etnik kökene sahip Müslümanlar Türkçe bilmeseler dahi Türk kabul edilmişken, gayrimüslimler Türkçe konuşsalar dahi azınlık kabul edilmiştir. Yine Yunanistan ile Türkiye arasında imzalanan mübadele protokolü uyarınca Girit ve Kuzeybatı Yunanistan’dan Türkçe bilmeyen Müslümanlar Türkiye’ye getirilirken, anadili Türkçe olan Karamanlı Türkler, Hıristiyan olmaları dolayısıyla, bütün itirazlarına rağmen Rum kökenli sayılarak gönderilmişti. Diğer bir ifadeyle, Türkçe konuşan Hıristiyanlar, Rumca konuşan Müslümanlarla mübadele edilmiştir. Ayrıca, Türkçe konuşan Gagavuz Türklerinin ülkeye göç isteği de Hıristiyan oldukları için reddedilmiştir. Aynı şekilde Türkçe konuşan Anadolu Ermenileri, Ermeni azınlığa mensup kabul edilirken, Ermenice konuşan Müslüman Hemşinliler Türk kabul edilmiştir. Dinin bu belirleyiciliğinin arka planında Osmanlı geleneği ve Hıristiyan işgalcilere karşı 33 Din, daha sonra laikleşme hareketiyle birlikte milliyetin belirleyicilerinden sadece biri haline gelecektir. 225 yürütülen Kurtuluş Savaşı vardır (Balçık, 2009: 782-783; Benlisoy, 2009: 931-32; Bora, 2009: 912; Karpat, 2010a: 27; Yıldız, 2007: 137). Mübadeleye tabi tutulacak nüfuslar, kısaca Ortodoks dinine mensup “Yunanlar” ve “Müslümanlar” olarak tanımlanmıştır. Bu adlandırma, ırk ve dil kriterlerine karşı dinin daha güvenli bir kriter olarak görüldüğüne işaret etmektedir. Mübadele edilen Müslümanların büyük çoğunluğu Yunanca konuşmaktaydı ve etnik bakımdan Türkiye Müslümanları ile hiçbir şey paylaşmamaktaydı. Buna karşılık, Türkiye’nin birçok yerindeki Rumlar çeşitli etnik kökenlere bağlı olup Türkçe konuşmaktaydı. Örneğin Karaman Rumları Hıristiyan olmakla birlikte, çoğu Rumca bilmiyordu ve Grek alfabesiyle Türkçeyi kullanıyorlardı. Bu durum, mübadelenin bir Rum-Türk mübadelesi değil, daha ziyade Rum Ortodoks Hıristiyanlarla Osmanlı Müslümanlarının mübadelesi olduğunu gösterir (Lewis, 2009: 480; Yıldız, 2007: 132-133). Azınlık tanımında ve mübadeleye tabi tutulacak nüfusu belirlemede dinin temel kriter olarak kullanılması, söz konusu dönemde, yeni ulusal kimliğin inşasında, hem pratik bir zorunluluğun, hem de Müslüman etnik azınlık oluşturmama ve ulusdevletin teşekkülünde homojen bir ulus yaratma isteğinin bir sonucudur. Amaçlanan ulusal kimliğin teşekkülüne kadar, dinin araçsallaştırılarak kullanılmasında, kurucu kadro bir sakınca görmemekteydi (Aydın, 2000: 223; Yıldız, 2007: 133). Çünkü çoğunluk haline gelen Türkler, yeni devletin siyasal yapısının bir şekilde farkında olmakla birlikte kültürel kimliklerini oluşturan şeyin ne olduğu konusunda henüz o kadar emin değillerdi. Türk dili, resmi olarak ayırt edici bir milli özellik olarak görülse de pek heyecan yaratamıyordu. İslam hala sadakat hissedilen ve ülke içindeki birliği sağlayan en önemli unsurdu (Karpat, 2010b: 223-224). Nüfus değişiklikleri, savaşlar öncesinde Anadolu’nun %80 olan Müslüman nüfus oranının yaklaşık %98’e yükselmesini sağladı (Zürcher, 2009b: 244). Anadolu’nun artık daha Türk ve çok daha Müslüman bir sosyal kompozisyon haline gelmesi, yeniden tesis edilecek siyasî birliğin mahiyetini de etkileyecekti. Öte yandan, iktidardan uzaklaştırılmış ve elit figürlerinin bir kısmı tasfiye edilmiş olsa da, modernist-Türkçü ideal halen en canlı siyasî kadroya sahipti. Bu durum siyasî 226 birliğin yeniden tesisinde milliyetçilik fikrini epey avantajlı kıldı (Yeğen, 2009b: 882-883). Müslüman nüfus çeşitli etnik gruplardan oluşmakla birlikte, Ziya Gökalp’ın harsi-içtimai ırk tanımıyla katıştırdığı Türk-İslam kimliği çerçevesinde, Müslüman topluluklar önsel olarak, “zaten”, Türk kimliğine dâhil sayılıyordu. Türk ve İslam kimlikleri arasındaki geçirgenlik ve tamamlayıcılığın, Türk milliyetçiliğinin Müslüman toplulukları adapte etmesine ve Türk kimliğinin onlara bir üst-kimlik olarak giydirilmesine kolaylık sağlayacağı varsayılıyordu. “İslamcılık” siyasetinin iflâs ettiğine dair Cumhuriyet’in kurucu kadroları arasında var olan mutabakat, İslam’ın müstakil bir kimlik değil, sadece bir kimlik unsuru olarak görülmesini getirmekteydi. Boşnak, Arnavut, Çerkez, Lâz, Kürt, Arap vb. Müslüman etnik topluluklar Türk harsına girmiş veya girmeye müsait kabul ediliyordu. 1924-25 ayaklanmalarıyla ortaya çıkan Kürt meselesi bu iyimserliği sarstı (Bora, 2007: 86; 2009: 912). Bu durum 1925’ten sonra, Osmanlı döneminde mevcut olan çoklu kimliklerin, resmî olarak laik Türk milliyetçiliği içinde bütünleştirilmesi faaliyetine girişilmesine neden oldu (Yavuz, 2005: 72). 3. MODERNİZM, LAİKLİK VE MİLLİYETÇİLİĞE DAYALI ULUSDEVLET İNŞASI Milli Mücadele dönemi boyunca dini bir söylem kullanılması, sonrasında da Lozan’da azınlık tanımının ve mübadelenin dine göre yapılmış olması, Türk ulusal kimliğinin bütün Müslümanları aynı derecede eşit olarak kapsayacak şekilde din temelinde inşa edileceği izlenimi veriyordu. Bununla birlikte meşruiyetini, halkın dini argümanlarla katıldığı Kurtuluş Savaşı’nda elde ettiği zaferle sağlayan kurucu kadro, saltanat ve hilafetin kaldırılmasıyla iktidarını daha da pekiştirmiştir. Bu durum onlara devleti ve toplumu yeniden dizayn etme imkânı tanımıştır. Kurucu kadronun lideri Mustafa Kemal’in hedefi, çağdaş Avrupa medeniyetini yakalamaktı. Bunun için de devletin ulus-devlet, toplumun da ulus formunda yeniden inşa edilmesi gerekiyordu. Bir modernleşme projesi olarak tasarlanan ulus-devletin aygıtları ise laiklik ve milliyetçilik olmuştur. İslam ise, modernleşmenin önünde bir engel olduğu 227 düşüncesiyle ulusal kimliğin belirleyicisi olmaktan çıkarılmış ve ayrıca onu kamusal hayatın da dışına itecek inkılâplar yürürlüğe konmuştur. Türk ulusal kimliği, başlangıçta gerçekten de din üzerine temellenmişti. Ulusal kimliğin dinî sınırının oluşumu, azınlık tanımının dinî kritere göre yapılması, Türkiye ve Yunanistan arasında yapılan nüfus mübadelesinin yine dinî tanımlamayı esas alması, süreç içinde hukukî, siyasî ve kültürel açıdan laikleştirici reformların dinî kimliği arka plana iterek devlet katında meşruluğunu elinden alması ve onu ulusal kimliğin belirleyicisi olmaktan çıkarması, medenîleşmenin ferdî, sosyal ve siyasi alanlarda laiklikle eşlenmesinin karakterize ettiği cumhuriyetçi Türk tanımının oluşumu, Türk ulusal kimliğinin Kemalist inşasındaki temel adımları oluşturmuştur (Yıldız, 2007: 115). Kemalist milliyetçiliğin Kurtuluş Savaşı süresince ile savaş sonrası süreçte dine karşı takındığı tavır arasında büyük farklar bulunmaktadır. Mustafa Kemal’in dini referanslı konuşmaları, içki yasağı, gayrimüslimlerin seçime katılmasını engelleyici düzenlemeler, düşmanın tutsağı durumundaki halife-sultanın kurtarılması söylemi ve Birinci Meclisteki yerel din adamlarıyla kurulan bağlar, Kemalist milliyetçiliğin başlangıçta İslam’ı dışlamayan, aksine onun desteğiyle güçlenen bir politika olduğunu göstermektedir. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Cumhuriyet kurulunca, dine karşı radikal denilebilecek jakoben bir tavır geliştirilmiştir (Karakaş, 2006: 68). Ayrıca Kurtuluş Savaşı, kendine özgü nitelikleri açık biçimde belirtilmemiş olan bir siyasal topluluk adına başlatılmıştı. Başlıca amaç, dış düşmanın yenilmesi olup savaşın zaferle sonuçlanması ve ardından Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte, devletin sınırları içinde kalan nüfusu yeni bir siyasal topluluk haline getirme yolunda çabalara girişildi. Bu amaçla yurttaşlardan bir Türk ulusal kimliği geliştirerek siyasal topluluğa bağlılık duygularını güçlendirmeleri beklenmekteydi. Bunun için de topluluk üyeliğinin, o zamana dek dinsel nitelik taşımış olan zeminini değiştirmek gerekiyordu. Atatürk’ün laikleşmeye dönük reformları da bu amacı gerçekleştirmeye yönelik olarak uygulamaya kondu (Turan, 1993: 47). Savaş sonrasında Milli Mücadele hareketi öncülerinin kullandığı terminolojinin politik, toprağa dayalı ve dini unsurları birlikte içeren bir bileşimi 228 vardır. Burada bir Müslüman milliyetçiliği olarak anlaşılmaya müsait Osmanlı Müslüman kimliği egemen konumdadır. Bununla birlikte hareketin amaçları net bir şekilde siyasal olup dini bir hareket değildir. Ancak, dini terimlerle tanımlanmış bir grup kimliği üzerinde temellenmiştir. Yeni Cumhuriyet’in kurucu kadrosu 1920’lerin sonlarından itibaren, laiklik ile birlikte kültürel ve etnik karakterde bir Türk milliyetçiliğinden oluşan resmi ideolojiyi dayatmıştır. 1930’larda her iki özellik en uçlara götürülmüş, laiklik, devletle dinin ayrılmasının ötesinde, dinin kamusal hayattan çıkarılması ve din kurumları üstünde devletin tam denetiminin kurulması olarak yorumlanmıştır. Tarihsel efsanelerin yaratılmasına eşlik eden aşırı bir milliyetçilik biçimi, yeni bir ulusal kimliğin oluşturulmasında başlıca araç olarak kullanılmış ve böylece birçok hususta dinin yerine geçmesi amaçlanmış ve Milli Mücadele’nin ilk evrelerine özgü İslamî görüntü tamamen ortadan kalkmıştır (Zürcher, 2005: 288; 2009a: 240; 2009b: 269). Mustafa Kemal ve taraftarları, İslamî devlet nosyonunu, statükonun ve Türkiye’nin geriliğinin devamı olarak gördükleri için Türkiye’nin modern bir ulusdevlete dönüştürülmesini istiyorlardı. Bunun için de şimdiye kadar dinin kavramlarla tanımlanan halk, modern bir sanayileşmiş ekonomi yaratmak için, bilime ve modern eğitime önem veren laik ve akılcı bir ulus olarak inşa edilmeliydi. Ancak Türkiye, Kemalist imaja uygun biçimde yeniden tasarlanmadan önce, siyasal iktidarın gericilerin ve tutucuların elinden alınması gerekiyordu (Ahmad, 1995: 80). Bu bağlamda hilefet lağvedilmiş, saltanat kaldırılmış ve Milli Mücadelenin örgütlenmesinde önemli roller üstlenip halk katında güçlü bir sempatiye sahip olan dini kesitler tasfiye edilmiştir. Hilafetin ve saltanatın ilgasıyla birlikte kurucu kadronun yeni politik birliği, ulus-devlet biçiminde inşa etme hedefleri belirginlik kazandı. Böylesi bir devletin kurumsal düzeydeki inşası yıllar önce başlamış olduğu için zor olmayacaktı. Ancak dinin yüzlerce yıl esas kollektif kimlik olduğu bir toplumsal yapıda milliyeti temel kollektif kimlik haline getirmek zor bir süreçti. Çünkü milliyetin esas kollektif kimlik olarak dayatılması, popüler kültürün kurucu unsuru olan İslam’ın sembolik evreninin daraltılması, yani kurucu rolünün elinden alınması anlamına geliyordu. Bu ise milletin tarihsel olarak oluşmuş kollektif bilincine yönelik bir kültürel taarruz 229 demekti. Millî eğitim sistemi, parti-devlet tarafından oluşturulan kültür kurumları, medreselerin, tekkelerin ve bazı siyasî parti ve cemiyetlerin kapatılması, bu taarruzun aygıtları işlevi gördüler (Yeğen, 2011: 91). 1924’ten sonra, geniş kapsamlı bir laikleşme ve milliyetçilik gütmeye başlayan Cumhuriyet’in Kemalist önderleri, önceki on yılda güçlenmiş olan dini dayanışma bağlarını kopardılar. Ancak bu, Osmanlı Müslüman milliyetçiliğinin yerine geçecek yeni bir Türk milliyetçiliği oluşturmak için, laik ve kurumsal bir siyasal kimlik aramak üzere bilinçli olarak verilmiş bir karardı. Bu kaçınılmaz değildi; zaten değişim de herhangi bir sosyo-ekonomik süreç yaşanmadan ani bir şekilde oldu. Bu kopuşun nedeni, devleti tutacak bütünlüklü bir siyasi kimlik bulma sorunu ve “Avrupa’yı yakalama” fikridir. Onların gözünde, Türkiye’nin yapmak zorunda olduğu modernleşme atağının temelini, sadece pozitivizm oluşturabilirdi. Türkiye’ye, Avrupa’nın ulus-devletleriyle rekabet edebilmek için gereken birlik ruhunu da sadece bir ulus-devlet sağlayabilirdi. Oysa dinin egemen olduğu bir milliyetçilik de, ulus-devlet için uygun olabilirdi. Bununla birlikte, modernleşme konusunda laikliğe yapılan vurgu nedeniyle, dinin şekillendirdiği bir milletin bu ulus-devlete uygun olamayacağını düşünmüşler ve bu nedenle de modernleşme için düşündükleri ideal koşulları yaratabilmek için laik Türk milliyetçiliğini seçtiler (Zürcher, 2004: 262; 2005: 288-289). 3.1. CUMHURİYET TÜRKİYE’SİNİN KURULUŞ SÜRECİNDE LAİKLİK Laiklik politikası Türkiye’de, hem bir modernleşme projesi hem de milliyetçiliğin bir aracı olarak modern bir ulus inşa etmek için devreye sokulmuştur. Kemalist kadro, belki de sahip olduğu pozitivist düşünceden dolayı İslam’ın modernleşme projesinin önünde bir engel ya da en azından bir geciktirici olduğunu düşünmüştür. Diğer taraftan modernleşmenin sağlanabilmesi için halkın bir ulus şeklinde inşa edilmesi gerektiği kanaatine varmış ve bu amaca uygun olarak laikliği homojen bir ulus yaratmak için uygulamaya koymuştur. 230 Ulus-devlet ideolojisinin bir bütünleştirici ilkesi olarak laiklik, kalıp yargıların bulunmadığı, kati ve değişmez doğruya kimsenin sahip olmadığı; yani, alternatif dünya görüşlerinin olduğu ve bunlara müsamaha gösterilmesi gerektiğinin kabulüdür. Laiklik bu anlamıyla alındığında, etnik farklılık ve çoğulculuk problemlerinin çözümü ulus-devlette yatmaktadır (Vatikiotis, 1998: 124). Farklı etnisite ve inanç grupları barındıran Türkiye’de de laikleşme, bu doğrultuda ulusdevlete doğru tarihi akışın kaçınılmaz sonucu olarak gerçekleşmiştir (Gencer, 2008: 782). Dinle ilgili hükümlerin anayasadan çıkarılarak laikliğin anayasaya girmesi (Shaw&Shaw, 2010: 447) ve İslam’ın yerine Türk toplumunun sosyal pekiştirici ilkesi olarak laikliğin benimsenmesi (Mardin, 2007: 65) Müslümanlarla eşit kılmış olması nedeniyle Gayrimüslimlerin; Sünnilerle eşit kılmış olması nedeniyle de başta Aleviler olmak üzere heteredoks inanç gruplarının Kemalist ideolojiye yakınlaşmalarını sağlamıştır (Çağaptay, 2009a: 172; Vergin, 2000: 81). Laikliğin Sünniliğe daha fazla hasar vermiş olması dolayısıyla Cumhuriyet rejimini sahiplenmiş olan Aleviler, Cumhuriyet kurumlarına sahip çıkmak ve bu kurumların savunuculuğunu yapmak gibi bir rolü gönüllü olarak üstlenmiş ve bu kurumların bastırdığı toplumsal unsurlara karşı iktidarın tarafında olmuşlardır (Aktay, 2000: 38, 68). Diğer taraftan bu durum ortodoks İslam’ın temsilcisi Sünnilerin muhalif tavır sergilemesine ve İslam’ın siyasileşmesine neden olmuştur. Laiklik, ulus-devletin gelişmesi ve herhangi bir dini himaye etmemesiyle ilişkilidir. Laiklik din hürriyetini güvence altına alma görevini yerine getirir ve bir dinin ideolojik üstünlük kurmasına engel olur (Baubéerot, 2008: 95). Çünkü ulusdevlette homojen bir alan, homojen bir ulusal dayanışma yaratmak için, laiklik gerekli bir söylemdir (Abel, 1995: 30). Bununla birlikte kamusal alanın bütün farlılıklar karşısında gerçekten “nötr” olması imkansızdır. Ulus-devletin homojenliğinin kökeninde ortak hayatın, takvimin ve adı konmamış kuralların hâkim grubun kendi tarih ve kültürüne göre düzenlenmesi34 olup bu durumda genel bir eğilim olarak, kamusal-özel ayrımına saygı göstermemekle suçlanacak olanlar, azınlık din ya da kültürlerinin mensuplarıdır (Baubérot, 2009: 249). Bu durum, 34 Türkiye örneğinde genelde İslam’ın, özelde ise Sünni İslam’ın heteredoks unsurlara tercih edildiği yaygın bir kanıdır. 231 devletin resmi dininin olmaması ve homojenleştirici ilke olarak laikliğin benimsenmiş olmasına rağmen ulus-devletin gerçekte Sünni İslam’ı devlet dini olarak “kolladığının” düşünülmesine yol açmıştır. Laiklik politikalarının en fazla tahribatı Sünni İslam üzerinde yapmış olmasına rağmen bu algının nedeni büyük ihtimalle Sünnilerin nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu gerçeğidir.35 Laiklik fikri hem farklı unsurları bir araya getiren bir karma, hem de iki ilke arasında bir uzlaşmadır. Birinci ilke, kamu alanına girildiğinde çeşitli dinsel aidiyetleri dışarıda bırakarak homojen bir zemin yaratmaya çalışan cumhuriyetçi bir ilkedir. İkinci ilke ise toplumsal süreçlerin işlemesinden yana olan, daha demokratik bir ilkedir; kendiliğinden dinden bağımsızlaşmak, sekülerleşmektir. Aidiyetlerin kendileri de bu vesileyle farklılaşır, özelleşir, öznelleşir ve çoğullaşır (Abel, 1995: 30). Türkiye’de yeni rejimin temel ilkelerinden biri olarak laiklik, başta demokratik ilke kapsamında, vicdan özgürlüğünün, dil, din, ırk ve sınıf ayrımı yapılmaksızın herkesin kanun önünde eşitliğinin ve bu çerçevede ulusal egemenliğin güvencesi olarak sunulmuştur (Köker, 2010: 166). Fakat pratikte cumhuriyetçi ilke geçerlik kazanarak homojenleştirme adına dinsel görünürlükler kamusal alandan dışlanmıştır. Laiklik, bu uygulamayla, çeşitliliği ulusal birliğe indirgediğini öne sürerek, laikliğin üzerine oturabileceği dalı, yani çoğulculuğu kesmiştir. Böylece laikçilik bir yandan rakip aldığı dinin toplumsal işlevini yüklenerek ideolojik bir devlet aygıtına dönüşmüş ve kendi kafasında dini koyduğu yere kendisi oturmuştur (Abel, 1995: 38). Batı modernitesinin hâkim rol oynadığı tarihsel sürecin bir sonucu (Baubéerot, 2008: 21) olan laikliğin Avrupa’daki toplumsal ve entelektüel doğuş sürecinin göz ardı edilerek36 devlet eliyle yukardan topluma empoze edilmeye çalışılması, günümüze kadar devam eden sorunlara yol açmıştır. Bu durum sürekli 35 Gayrimüslim vatandaşlar açısından da “halkı %99 Müslüman ülke” ifadesi aynı izlenimi uyandırmıştır. 36 Tarihsel arka plan hatırlandığında bile, laiklik sadece bir din ile devlet ayrımından ibaret olarak görülür. Buna göre, laik batı ülkelerinde din kurumu; artık kamusal alandan çekilmiş, devleti ve toplumu ilgilendiren konular siyasal iktidarlara bırakılmış, siyasal hayatla hiç bir ilişkisi kalmamış; din tamamen bireyselleşmiş ve yalnız inananların ayin ve ibadetleri ile meşgul olmaktadırlar. M. Emin Köktaş, Din ve Siyaset, Vadi Yay., Ank., 1997, s. 8. 232 olarak laiklik kavramının etimolojik ve semantik tahlillerinin yapılarak ve laikliğin Avrupa’daki pratiklerinin Türkiye örneğiyle kıyaslanarak Türkiye’deki laiklik pratiğinin haklılığı veya yanlışlığının ispatlanmaya çalışılmasına neden olmuştur. Vergin’in (2000: 122) ifadesiyle; Türk bilim adamları, düşünürler ve ideologları çoğunlukla kelimenin etimolojik kökenini belirtmekten hiç usanmazlar. Böylelikle, on yıllar boyunca laiklik tartışmaları ile çalkalanan Türkiye, sanki bu bilgi konumuz itibariyle çok anlamlı ve sorunu halletmeye yardımcı olacakmış gibi sık sık ‘laios’un Yunanca bir kelime olup, ‘halk’ anlamına geldiği konusunda bilgisini tazeleme fırsatına sahiptir. Türkiye, ‘laik’ kelimesinin ‘ruhban sınıfına’ mensup olmamak anlamına geldiği konusunda da bilgilendirilir (ve herhalde bu bilgileri çok aydınlatıcı bulur!). Ama Türkiye, kelimenin zaman içerisinde semantik kaymaya uğrayarak, esas olarak, dinle ve din kurumuyla alakası olmayan sistem veya kişi anlamına geldiğini de görür. Bunu böyle görür çünkü mesele ona böyle takdim edilir. Kelimenin geçmişini anlatırken kimse ona Hıristiyanlık dünyasında laik kişinin Kilise görevlisi olmayan ve fakat mümin ve dindar bir Hıristiyan olduğunu söylemez. Laikliğin incelenmesi, genellikle birbirinin yerine kullanılan sekülerlik ve laiklik kavramlarının birbirinden ayırt edilmesini gerektirir. “Lay” kavramı, “seküler” kavramıyla tam olarak eşanlamlı değildir. “Lay” kavram din adamları sınıfının dışında kalan “halk”a karşılık gelir. Bu doğrultuda “lay” biri, yani halktan bir insan dindar da olabilir. Ama seküler, dindışı, hatta din karşıtı anlamlarına gelebilir. Sekülarizm genellikle dinî ahlâk doktrinlerine karşı dindışı ahlâk doktrinleriyle birlikte anılır. Anayasal bir kavram olarak sekülarizm terimi, din ile devlet arasındaki ayrılmaya karşılık gelebilirken; laisizm, devlet üzerindeki din görevlisi olmayan kesimlerin egemenliği anlamına gelebilir. Ayrıca, seküler siyasî pratikler, anayasal anlayıştan ayrı olarak, bütünüyle din karşıtı olabilirken laik pratikler bazı anlamlarda klerikalizm karşıtı ve din karşıtı olabilir, ama seküler pratikler gibi ille de din karşıtı olmaları gerekmez (Davison, 2006: 291). Laik görüşe sahip bir insanın bir dinsel inanca sahip olup olmaması kendi tercihi doğrultusunda belirlenir. Bu durumda birey din otoritesini ne zaman, nasıl ve hangi durumda kabul 233 edeceğine kendisi karar verir (Michel, 2010: 104). Dolayısıyla laik bir insanın dindar olması da mümkündür fakat bu dindarlığı kamusal alana taşıyamaz. Laiklik, dinin toplumsal konumunun ortak kültür karşısında bir kayba uğramasını içerir. Laikleşme, toplumsal bir kurum olarak dinin rolü ve yeriyle ilgili olup, dinin ulus-devletle ilişkilerini teşhir eder. Dolayısıyla laiklik, doğrudan siyasal eylemle ilişkilidir (Baubéerot, 2008: 65). Dinselliği hukuksal ve otoriter biçimde tanımlayan siyasal bir tercih olup kamusal alanı düzenleyen devlet tarafından uygulanır. Yalnız devlet, özel alanda zorlama yoluyla dinselliği reddetmekle kalmaz; kamusal alanda da onu bütün yönleriyle tanımlar ve kısıtlar. Sekülerleşme ise, hiçbir siyasal içeriği olmayan bir toplumsal fenomendir. Sekülerleşme başlayıp dinsellik insan hayatının merkezi olmaktan çıkınca, hayat pratikleri, insanların dünyaya verdikleri bir anlam olarak dinin ve aşkınlığın iradesine tabi olmamaya başlar. Sekülerleşmenin, din karşıtı olduğu söylenemezse de dinin yumuşak bir geçişle ortadan kalkması sekülerleşmenin doruk noktasıdır (Roy, 2010: 10). Sekülerleşme süreci sonucunda, sivil toplumda insan yaşamının çeşitli yönlerinin din tarafından yönlendirilmesi süreci sona erer. Bu durumlar, politik ya da ekonomik düzenin dinsel kurumlardan bağımsızlığını, dinsel inanç açısından bilimin özgürlüğünü ve ahlâki değerlerin dini öğretilerden ayrılmasını kapsar (Michel, 2010: 103). Sekülerliğe göre daha yaygın olarak kullanılan laiklik, siyasal ve toplumsal sistemin din ve devlet ayrılığı ilkesine dayanması olarak tanımlanabilir. Devletin din işlerine, dinin de devlet ve siyaset işlerine karışmaması, dinsel ve dünyasal otoritelerin birbirinden ayrılması, devletin bütün dinsel inançlar karşısında tarafsız ve hoşgörülü davranması, din ve vicdan özgürlüğünün korunması gibi ilkeler laikliğin özünü oluşturur (Narlı, 2010: 23). Siyasal yönetimin dayandığı meşruiyet zemininin dinden bağımız hale gelmesi laik siyasal örgütlenme biçiminin esasıdır. Sekülerleşme ise, geleneksel toplumdan sanayi toplumuna geçişle birlikte, dünyevi şeklinde tanımlanabilecek modern dünya görüşünün dinsel öğretinin yerini alması sürecidir. Terminolojik açıdan devletin laikliği, toplumun ise sekülerliğinden bahsetmek gerekir. Türkiye’de sekülerleşme Batılılaşma ile başlatılabilir. İkinci Meşrutiyet dönemindeki bazı siyasal adımlar da laikliğin başlangıcı olarak kabul edilebilirlerse de, bu dönemde Batılı modern seküler kavramlar daha çok pratik 234 önemleri açısından değerlendiriliyor ve Kemalist dönemde olduğu gibi halka zorla kabul ettirilmeye çalışılmıyordu. Bu dönemde söz konusu olan laiklik, Avrupalı yöntemlerin benimsenmesi yoluyla Osmanlı Devleti’nin güçlenmesini hedefleyen politikaların bir yan ürünü idi. Özellikle siyasal meşruiyet kaynağının ne olduğu kriteri göz önünde bulundurulduğunda laik devlet yapısı ancak Cumhuriyet’in ilanından sonra gündeme gelmiştir (Akural, 1999: 170; Mert, 1994: 17, 55, 57; Zürcher, 2009a: 103). İlk ifadesini Mustafa Kemal’in 1 Mart 1924 tarihli sözlerinde bulan laiklik (Jashke, 1972: 96), Cumhuriyet Halk Fırkası’nın 10 Mayıs 1931 tarihli kongresinde Kemalist ilkelerden biri olarak kabul edilmiştir (Köker, 2010: 133-35). Bu kongrede laiklik şu şekilde tanımlanmıştır: Türkiye Cumhuriyetinin resmî dinî yoktur. Devlet idaresinde bütün kanunlar, nizamlar ilmin muasır medeniyete temin ettiği esas ve şekillere, dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve tatbik edilir. Din telâkkisi vicdanî olduğundan, Cumhuriyet, din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milletimizin muasır terakkisinde başlıca muvaffakiyet âmili görür (Afetinan, 1988: 56). Bu tanım, Atatürk’ün ileride iyice belirginleşecek laiklik anlayışının her üç alanına ilişkin ipuçları taşımaktadır. Birincisi din ve devlet ilişkisinin ayrı olması olarak siyasal laiklik. İkincisi dinsel kurumların toplum yaşamındaki varlıklarına son verilmesi anlamında toplumsal laiklik. Son olarak, dinsel düşünüşün yerini giderek bilimsel düşüncenin alması olarak kültürel laiklik. Yani Atatürk, dar anlamda laikliğin ötesinde daha geniş bir sekülarizasyon ve rasyonelleşme süreci hedefliyordu (Parla, 2008a: 159). Laiklik ilkesi, 1937 Anayasası’na konularak resmi bir güvence kazanmıştır. Bununla birlikte, devleti laikleştirmeye ve toplumu dönüştürmeye yönelik düzenlemeler, anayasada laiklik ifadesi yer almadan önce gerçekleştirilmiş, laiklik ifadesi bir sonuç olarak yer almıştır. Laiklik ilkesinin anayasada yer almasından sonra bu çerçevede kayda değer yeni bir hukuki düzenleme yapılmamış, daha çok 235 yapılan laikleştirmeye yönelik düzenlemeler yerleştirilmeye çalışılmıştır (Köktaş, 1997: 181). Laikleşme, Cumhuriyet’in ilanından sonra laikliğin bir devlet politikası olarak yukarıdan bir şekilde uygulamaya konmasından önce başlamış olup Cumhuriyet döneminde yapılan Kemalist laikleşme reformları daha önce var olan sürecin hızlandırılması ve radikalleştirilmesinden başka bir şey değildir (Dumont, 1999: 67). Cumhuriyet öncesinde din kurumu, görünüşteki bütün gücüne karşın 19. yüzyılda Osmanlı yönetim düzeninde küçük bir alanla sınırlanmıştı. Yalnızca ekonomik temeli yıkılmakla kalmamış, eğitim sisteminden uzaklaştırılmış ve zamanla ekonomik ve toplumsal hizmetleri üstlenen modern bir yönetim örgütü kurulmuştu. Dindeki bu kurumsal çöküşe ve devrimci değişmeye çok zayıf bir tepki gelmişti ve Mustafa Kemal zamanına gelinceye kadar işin büyük bir bölümü tamamlanmıştı (Dodd, 2010: 110). Bu nedenle, 1924’te hilâfetin ilgasından başlayarak, 1928’de anayasadan devletin resmi dininin İslam olduğu kaydının kaldırılmasına varan, 1937’de de temel bir ilke olarak anayasada yer alan Cumhuriyet laikliği bir bakıma, Osmanlı İmparatorluğu’nun aksine, yapısal gereği kalmamış bir hareketti. Ayrıca, Cumhuriyet’in nüfusu, Osmanlı tebaasından çok daha türdeş olduğu için, laikliğin salt kültürel planda, Batı öykünmeciliğinden kaynaklandığı düşünülebilir; hatta bu devrim, Batı’ya karşın Batı’ya yaranma gayreti diye de yorumlanabilir (Tunçay, 2010: 215-216). Türk laikliği Avrupa’yı kendi özel uyarlama modeli olarak aldığından, bilinçli bir biçimde taklitçiydi (Turner, 1997: 287). Bununla birlikte Batı toplumlarında laiklik, dinle devletin birbirine karşı bağımsızlığını sağlayarak, toplumsal barışın ve özgürlüklerin bir platformu olmuşken; Türkiye’de devlet, laiklik uygulamalarıyla siyasal alanı dinin aleyhine olabildiğince güçlendiren bir sistem inşâ etmiş, bunu da kapalı ve dogmatik bir ideolojiye dayandırmıştır. Ayrıca Müslümanlar, dinî görevlerini devletten bağımsız olarak yürüten Katolik Kilisesi gibi bir dinî kurum ve ruhban sınıfına sahip olmadıkları için de laiklik, Türkiye’de dinin resmî bir kurum halinden çıkarılmasından öte bir anlam taşıyordu. Nitekim bu ilkeye dayanılarak dinin siyasi meşrulaştırıcı gücü elinden alınmakla yetinilmemiş etki 236 sahasını daraltmaya yönelik de müdahalelerde bulunulmuştur (Cangızbay, 2006: 69; Çaha, 2001: 84; Mardin, 2007: 33). Laiklik, Türkiye’de modernleşmeyi sağlamanın birincil yolu olarak görülmüştür.37 Çünkü kendisini geri kalmış hissettiği Batı toplumları laikti. Oysa Batılı devletlerde laiklik modernleşme sürecinin bir ürünü, daha doğrusu modernleşmeye koşut olarak ortaya çıkmıştı. Türkiye’de ise laiklik modernleşmenin bir öncülü olarak görülmüş ve devlet eliyle jakoben bir şekilde, gerekli uzun entelektüel ve kültürel hazırlık olmadan, özellikle de modern ve eleştirel değerlerin taşıyıcısı olan bir toplumsal sınıf oluşmadan devreye sokulmuştur (Arkoun, 1995: 21). Ayrıca, laikliğin modernleşmenin bir aracı olarak kabul edilmesi, laiklikle modernlik arasında bir ayniyetin var olduğu kanısına yol açmıştır. Bu durum laiklik eleştirisinin modernlik/çağdaşlaşma/ilerleme karşıtlığı olarak algılanmasına neden olmuştur. Böylece modernlik laikliğin meşruiyet kaynağını oluşturmuştur. Modernlik, genellikle laikleşme sürecinin bir sonucu olarak görülür. Buna göre modern yaşam, bireysel ve toplumsal hayatı etkileyen kararların dinsel öğretilere değinilmeden verildiği yaşam biçimidir. Modernlikte dinsel inanç bazı kişilerin yaşama biçimini etkileyebilir, ancak toplumların örgütlenmesinde hiçbir şekilde etkili olamaz (Michel, 2010: 106). 19. yüzyılda başlayan ve Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra ivme kazanan Türkiye’deki modernleşme çabaları da bu doğrultuda, devlet ve toplum üzerinde geriletici bir güç olarak görülen İslam’ın etkisini ortadan kaldırma hedefi taşımaktaydı (Heper. 2006b: 35). Tanzimat’tan sonra Osmanlı bürokrasi ve aydın çevrelerinde belirginleşen, gerilemeden İslâm’ı sorumlu tutan eğilimlerin karşı çıktıkları İslâm aslında, onların pek farkında olmadıkları, Osmanlı merkezi iktidarı ile özdeşleşmiş ve bu sebeple de siyasallaşmış ve muhafazakârlaşmış geleneksel İslâm, yani klasik Osmanlı İslamı idi. Bu tutumu devralan Kemalist kurucu kadro da İslam’ı sorgularken, teorik islam ile klasik 37 Laikliğin ilerlemenin bir yolu olarak görülmesiyle ilgili ayrıca bkz. A. Davison, Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik, İletişim Yay., İst., 2006, s. 136, 276-77. 237 Osmanlı İslam’ını birbirinden ayırmıyor,38 bu iki olguyu tek bir hadise gibi görüyordu (Ocak, 2011: 93-94). Çünkü rasyonalist/pozitivist düşünceden etkilenmiş olan Kemalistler, laikliği modernleşmenin ön şartı olarak görüyorlardı. Aslında hukuk, eğitim ve yönetimde laikliğin uygulanması, Tanzimat reformlarından beri, özellikle de II. Meşrutiyet döneminde büyük ilerlemeler kaydetmişti. Kemalistler ise, toplum ve kültürün laikleştirilmesi girişimlerinde, kendilerinden önceki reformculardan çok daha ileri giderek (Zürcher, 2009a: 303) Türkiye’yi modern devlet haline getirme planının uygulanabilmesi için, İslam’ın kamu hayatından bütünüyle çıkarılması gerektiğine karar vermişlerdir (Jashke, 1972: 95-96). Modernliğin yolunun laiklikten geçtiğini düşünen Kemalist kadro, modernleşme ve ilerleme olgularına ekonomik, sosyal ve politik ilerleme olarak değil, kültürel bir değişim hareketi olarak bakıyordu. Bu seçkinler Avrupa modeli uygarlığı ilerlemenin son durağı olarak görüyor ve Avrupa uygarlığının sembollerini benimseyerek modernleşebileceklerini düşünüyorlardı (Karpat, 2007: 43). Dolayısıyla laikleştirme yönelişi, kısmen sembolik bir düzeyde yürütülmüş ve bu doğrultuda 1925 yılında Kıyafet Kanunu’yla fes yasaklanmış, yerine şapka getirilmiş ve kadınların çarşaf giymesi -yasaklanmamakla birlikte- engellenmeye çalışılmıştır. 1926’da Avrupa takvim ve saatinin kabulü, 1928’de Latin alfabesinin ve 1931’de Batı ağırlık ve uzunluk ölçülerinin kabulü, 1932’de Ezan ve Kamet’in Türkçeleştirilmesi, 1934’te Soyadı Kanunu’yla hoca, hafız, ağa, şeyh, molla gibi unvan, lakap ve kisvelerin yasaklanması, 1935’te hafta tatilinin cumadan pazara alınması gibi bazı değişikliklerin de aynı şekilde sembolik anlamları vardır (Çaha, 2001: 83; Çolak, 2009: 298; Zürcher, 2009a: 303; 2009b: 277-78). Yapılan inkılâplar, tamamen Batılılaşmaya yönelik olması nedeniyle, aynı zamanda ilerlemeye engel olarak görülen İslam’ın etkisini siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel her alandan kaldırmaya yönelik olmuştur. Çünkü Mustafa Kemal 1924 yılında aksini söylemekle birlikte, ibadetlerin Türkçeleştirilmesi gibi bazı fikirlerini 38 Georgeon, bunun aksine, laiklik hareketinin gerçek İslam’a değil de Osmanlı İslamı’na karşı çıktığını belirtir. Bkz. François Georgeon, Osmanlı-Türk Modernleşmesi (1900-1930), YKY, İst., 2006, s. 12. 238 uygulamaya koyduğu Ziya Gökalp’ın aksine olarak, İslam’ın modern uygarlıkla uyuşabileceğine inanmamaktaydı (Jashke, 1972: 97). Onun laikleşme hareketinin arkasındaki gerçek dürtü, İslam’ın Osmanlı İmparatorluğu’nun geriliğinin en önde gelen sebeplerinden biri olduğu yolundaki inancıydı. Bu tutumuyla, sosyal hayatın özde millî, biçimde ise İslamî olması gerektiğine inanan Ziya Gökalp’ın39 tavrının ötesine geçerek (Mardin, 2007: 96) çağdaş bir ulusun kökten yaratılabilmesi için, tüm insanların ortak hedeflerine uygun bir tarihi gelişime rehber olabilecek tek medeniyetin Batı medeniyeti olduğunu savunan pozitivist prensibe inanmıştı. Ayrıca Onun pozitivist bakış açısında, tüm kötülüğün kaynağı, din ve devletin birlikteliği prensibiydi ve sadece laik bir çözüm buna son verebilirdi (Arkoun, 2010: 57). Bununla birlikte, aydınlanmanın ve ilerlemenin önkoşulu saydığı laikliği, sadece dar anlamında din ve devlet işlerinin ayrılması olarak anlamakla kalmayıp, dinin toplum yaşamındaki kültürel ve moral etkisinin kırılmasını da inkılâpların en önemli parçalarından biri saydığını Nutuk’tan okumak mümkündür (Parla, 2008a: 142). Kemalistlerin modernlik düşüncesinde ilerlemeye giden yol, dinden etkilenmeyen bir rasyonalitenin geliştirilmesini gerektiriyordu. Pozitivist bir rasyonaliteye sahip vatandaşlar yaratmak, laiklik politikalarının en temel amaçlarından biriydi (Davison, 2006: 136). Öyle ki Atatürk’ün karizması sayesinde bilim, soyut bir kavram ve ilke olarak, belli bir kutsallık kazanmış ve bu haliyle dine rakip statüde algılanmıştır (Timur, 2010: 34-35). Fakat Anadolu insanının evrenle bağlantılı en yüksek meşruiyet kaynağını oluşturan dinin yerine bilimi geçirme, Kemalist sistemin önünde duran önemli ve zor bir sorundu. Atatürk dini toplumsal bir olgu saymış ve bilimi, dinin bu toplumsal işlevinin yerine koymak istemiştir. Atatürk’ün doğa yasalarını, Cumhuriyet’in temel felsefesi niteliğine getirme çabası, bilimi bir “sivil din” olarak gördüğünü kanıtlar (Mardin, 2010b: 231). Bilimi dinin yerine yerleştirme çabası nedeniyle Kemalist pozitivizm, İslamcıların boy hedefi haline gelmiş ve ağır hücumlara uğramıştır (Timur, 2010: 35). İbadetlere “hoşgörü” 39 Berkes, Atatürk’ün başlangıçta din sorununu ele alışının Gökalp’ın sosyolojik açısından çok, Tevfik Fikret’in temsil ettiği deist din görüşünün etkisi altında olduğunu, Dinin toplumsal rolü hakkında edindiği bilgilerin halk ve askerle olan ampirik gözlemlerine dayandığını ve Atatürk’ün başlangıç noktasının, Meşrutiyet döneminde hakim olan “İslam dini aklî ve tabii bir dindir” görüşü olduğunu belirtir. Bkz. N. Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s.541. 239 gösterilmekle birlikte İslamî düşünceye hiçbir ödün vermeyen pozitivizm o kadar coşkulu bir şekilde benimsedi ki Adıvar (1995: 20) bu durumu “resmi dinsizlik dogması” olarak adlandırır ve çocukların okullarda hiçbir din eğitimi almaksızın pozitivizm empoze edilerek yetiştirildiğini belirtir. Dinin devlet karşısındaki konumunu belirleyen hukuki düzenlemeler 1928 yılında tamamlanmıştır. 1928’den 1938’e kadarki aşama, daha önce yapılan laiklik inkılâplarını tamamlayan, öteki alanlara genişleten, gerek toplumsal, gerekse bireysel alanda bu değişiklikleri kökleştiren yasamalar, girişimler ve kuruluşlar olmuştur (Berkes, 2010: 521). Resmi dinin İslam olduğunu ve şeriatın hükümlerinin uygulanmasının Büyük Millet Meclisinin görevi olduğunu belirten maddeler 10 Nisan 1928 tarihinde 1222 sayılı kanunla kaldırılmıştır. Aynı kanuna göre milletvekillerinin ve cumhurbaşkanının anayasaya yeminleri de (Madde 16 ve 38) dünyevî bir şekil alıyordu. Buna göre artık “Allah adına” değil, “şeref üzerine” yemin edilecekti (Jashke, 1972: 25). Böylece İslam’ın devletten kopartılması süreci tamamlanmış ve Türkiye artık hukuken ve anayasal olarak dindışı-laik ve modern bir devlet haline gelmiş oluyordu (Lewis, 2009: 371). Laiklik uygulamasında üç faaliyet alanı ayırt edilebilir. Birincisi, devleti, eğitimi ve hukuku laikleştirmek, yani ulemaya, kurumsal İslam’ın geleneksel kalelerine saldırmaktı. İkincisi, dinsel simgelerin yerine Avrupa uygarlığının simgelerini koymaktı. Üçüncüsü, toplumsal yaşamı laikleştirmek ve gerektiğinde halk İslam’ının üstüne gitmekti. Tarikatların kaldırılması, tekke zaviye ve türbelerin kapatılmasının da gösterdiği üzere popüler din, Kemalistlerin özel bir hedefi olmuştur (Zürcher, 2009a: 276, 303). Resmi söylemde laiklik politikalarının halk İslam’ına yönelik düzenlemeleri, İslam’ın kendisine değil de; aksine dini tekrar özüne kavuşturma iddiasıyla hurafelerin, batıl itikatların şekillendirdiği ve eski rejimle özdeşleşmiş olan, kişisel çıkar ve siyasi amaçla kullanılan bir İslam’a karşı yapıldı (Georgeon, 2006: 12; Timur, 2010: 20; Tunçay, 2010: 216, 221; Ünüvar, 2009: 139). Bu durum Mustafa Kemal’in kendi ağzından şu şeklide ifade edilmiştir: 240 Türkiye Cumhuriyetinde, her reşit dinini intihapta hür olduğu gibi, muayyen bir dinin merasimi de serbesttir; yani âyin hürriyeti masundur. Tabiatiyle, ayinler asayiş ve umumî adaba mugayir olamaz, siyasî nümayiş şeklinde de yapılamaz. Mazide çok görülmüş olan bu gibi hallere, artık, Türkiye Cumhuriyeti asla tahammül edemez. Bir de, Türkiye Cumhuriyeti dahilinde bilûmum tekkeler ve zaviyeler ve türbeler kanunla kapatılmışlardır. Tarikatler lâğvolunmuştur. Şeyhlik, dervişlik, çelebilik, halifelik, falcılık, büyücülük, türbedarlık v.s. memnudur. Çünkü bunlar irtica membaları ve cehalet damgalarıdır. Türk milleti böyle müesseselere ve onların mensuplarına tahammül edemezdi ve etmedi (Afetinan, 1988: 56). Tarikatların yasaklanması, türbelerin kapatılması ve geleneksel giysilerin yasadışı ilan edilmesiyle, halk İslam’ının gündelik hayattaki görünür kurumsal temelinin çökertilmesi amaçlanmıştır (Subaşı, 2004: 50). Böylece, toplumun periferisine sıkıştırılmış, siyasetten men edilmiş, kamu hayatının dışına sürülmüş ve çoğu zaman da bastırılmış olan İslam, geleneksel din örgütleri çerçevesinde gelişme imkânından da yoksun bırakılmış oluyordu (Vergin, 2000: 36). Kemalistlerin, laikleştirme hamlesini resmi, kurumlaşmış İslam’ın ötesine yaymak suretiyle, popüler dinin unsurlarına el atmalarının yol açtığı öfke ve bu tedbirlere gösterilen direniş, resmi yüksek din için önem taşıyan hilafetin, şeyhülislamlığın ya da medreselerin kaldırılmasına duyulan öfke ve direnişten çok daha büyük olmuştur. Popüler dinin çoğu dışavurumunun bastırılmasında, kentlerde büyük oranda başarılı olunmasına rağmen, popüler din yok olmamış, tarikatlar büyük ölçüde yeraltına kaymıştır. Ayrıca Kemalistlerin popüler dine sırt çevirmekle, kendileriyle halk kitlesi arasındaki bağları kestikleri de söylenebilir (Zürcher, 2009b: 284). Bu sebepten dolayı, halkçılık-köycülük düşüncesi resmi ideolojiye dahil ederek kitlelerin sempatisini kazanmaya çalıştılar (Öztan, 2006: 81). Laikliğin halk İslam’ının temsillerine yönelik pratiklerinin esas sebebi, aslında, resmi İslam’a göre muhalefet gösterme potansiyellerinin daha büyük olmasıdır. 1924’ün laikleşme reformları tarikatlara değil, zaten zayıflamış durumda bulunan ulema sınıfına yönelikti. Bununla birlikte laikliğe karşı en tehlikeli direniş ulemadan değil, tarikatlardan geldi. Devletin otoritesini uzun süredir elinde tutmaya 241 alışkın olan ulema sınıfı, bu otoriteye karşı çıkma konusunda tecrübesizdi. Tarikatlar ise bağımsızlığa ve muhalefete alışkındı. Hala halkın güvenine ve bağlılığına sahiptiler. Halk tarafından desteklenmeleri, köklü gelenekleri ve yerleşmiş güçlü teşkilatları dikkate alındığında bunların devlet kontrolüne alınabilecek kadar uysal olmadıkları görülüyordu. Öte yandan hiyerarşisi, okulları ve entelektüel-idarî disiplin alışkanlıklarıyla ulema sınıfı, devletin İslam dininin üstünde olduğu bir sistemin denenmesine daha yatkındı (Lewis, 2009: 552-553, 556). Laiklik siyasalı dinselden ayırt etmek daha sonra da bu her iki alanın özerkliğini korumak (Texier, 2001: 16) olduğu halde, Kemalist laiklik, dinin özerkliğini tanımamış, popüler İslam’a yönelik uygulamalarında da görüldüğü gibi, laikliği din-devlet ayrımının ötesine götürerek dinin toplumsal, kültürel ve gündelik hayattaki izlerini de yok edici uygulamalarda bulunmuştur. Bunu da dinin yerinin kişilerin vicdanı olduğu ve sadece ibadet yerleriyle sınırlı kalması gerektiği iddiasıyla gerçekleştirmiştir. Din ile devleti ayırmak için Kemalist rejimin yaptığı ilk girişim, dini uygulamaları ibadet yerlerinin duvarlarıyla sınırlamaya çalışmak oldu (Feroze, 1995: 26). Bu bağlamda 3 Mart 1924 tarih ve 429 sayılı kanunla din, zımnen sadece inanç konularıyla sınırlandırılmıştır (Jashke, 1972: 96). Bu kanunun 1. maddesinde şöyle deniyordu: Türkiye Cumhuriyetinde muamelâttı nasa dair olan ahkâmın teşri ve infazı (kanunlarının yapılması ve uygulanması) Türkiye Büyük Millet Meclisi ile onun teşkil ettiği Hükümete ait olup din-i mübin-i îslâmın bundan maada itikadat (inanışlar) ve ibadata (ibadetlere) dair bütün ahkâm ve mesalihin tedviri (yasa ve yönetmeliklerle işlerin yönetilmesi) ve müessesat-ı diniyenin (dinsel kurumların) idaresi için Cumhuriyetin makamında (merkezinde) bir «Diyanet İşleri Reisliği» makamı tesis edilmiştir (Akt. Jashke, 1972: 57). Din işlerinin yürütülmesi amacıyla devlete bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulmasının sonucu, dinin devlete bağımlı kılınması olmuştur. Bunun yanında Kemalist ekip, laiklik uygulamalarıyla sadece ulemanın politik ve toplumsal etkisini ortadan kaldırmakla kalmadı; aynı zamanda dini Türk halkının politik, toplumsal ve 242 kültürel yaşamından tamamen soyutlayarak (Feroze, 1995: 27) kamusal alanın dışına itti ve onu yalnızca halkın inancında saklı bir kült olarak sınırlamaya çalıştı.40 Bunun sonucunda Kemalist Müslümanlık şeklinde ifade edilebilecek, İslam’ın yalnızca inanç ve ibadet yönlerini alıp onu da kişisel vicdana hapsederek bir çeşit kült Müslümanlığına indirgenmiş bir biçimi doğdu (Ocak, 2011: 133). Kemalist reformcuların devlet aygıtını modernleşmenin ötesine götürerek, halkın yaşam tarzını, davranışlarını ve günlük alışkanlıklarını etkilemeye çalışmış olmaları (Göle, 2010: 86), bu dönemdeki laikliğin, Batılı anlamda devletin din karşısındaki tutumunu belirleyen bir hukuki düzenleme olmaktan çok genel bir dünya görüşü ve ideoloji olarak anlaşıldığını gösterir. Nitekim amaç sadece devleti laikleştirmek olsaydı o zaman kamu düzeninin dışında kalan bireysel alana müdahale edilmemesi gerekirdi. Oysa yapılan düzenlemelerin bir kısmı doğrudan bireysel alana ilişkin olup (Köktaş, 1997: 182) sadece devlet aygıtlarından dinin etkisini temizlemek için değil, aynı zamanda bir inanç sistemi olarak dinin etkisini sınırlandırmak için de uğraş verildiğini (Özdalga, 2007: 54-55) gösterir. Bu çaba doğrultusunda, Türkiye’deki laikleşme hareketinin toplumu sekülerleştirme yönündeki baskısı, 1930’larda son derece şiddetli bir hal aldı. Rejim aleni bir şekilde İslam karşıtı bir politika benimsemiş olmasa da, kurumsal dinin gücünü sona erdirme ve İslam’ın Türk halkının kalbindeki ve zihnindeki gücünü kırma konusundaki arzusu son derece açıktı. Dinsel eğitimin yasaklanması, camilerin laik amaçlara döndürülmesi hukukî ve toplumsal reformların etkisini pekiştiriyordu. Hızla büyüyen yeni başkentte hiçbir yeni cami yapılmaması (Lewis, 2009: 561) da laikleşme hareketinin dini sadece ibadet yerleriyle sınırlamakla yetinmediğini gösterir. Laiklik hareketinin camilerde ibadete yapılmasını yasaklamaması, onun din karşıtı olmadığına yönelik yeterli bir kanıt kabul edilmiş,41 laik liderler de sürekli olarak, reformlarının İslam’a karşı olmadığını sadece gerici hareketlerinin sorumlusu olan ulemanın güç ve etkisine son vermeyi istediklerini açıklamaya çalışmışlardır (Feroze, 1995: 27). Bununla birlikte, bin yıla yakın bir süredir insanların tüm siyasi, 40 Ayrıca bkz. N. Vergin, Din, Toplum ve Siyasal Sistem, Bağlam Yay. İst., 2000, s. 36. 41 Bkz. S. J. Shaw & E.K. Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye II, e Yay. .İst., 2010, s. 457. 243 hukuki, zihinsel ve duygusal hayatını şekillendirmiş bir dinin, sadece kişisel vicdanla sınırlı hale getirilmesi, pek çok dindar tarafından dinin kendisine açık bir saldırı olarak algılandı (Rustow, 1995: 71). Çünkü dinin özel alana indirgenemeyeceği düşüncesi, vahiyle gelen tek tanrılı bütün dinlerde ortak bir görüş olup insanın eylem ve davranışlarının bütünü hakkında dinin söyleyecekleri vardır (Roy, 2010: 54-55). İslam da bu doğrultuda, din ve devlet işlerini ayırmayıp insanların iç dünyaları kadar devlet içindeki davranışlarını da ilahi kurallara bağlamak, yani hayatın bütün kompartımanlarını kuşatmak amacını güden bir dindir (Gözaydın, 2009: 301). Heyd (1995: 170), Atatürk’ün, laikleştirici reformları uygulamaya koyarken pek fazla dirençle karşılaşmadığını belirtir. Ona göre bu durum, dine olan bağlılığın azalmasının bir sonucu olmayıp, önceki yüzyılda yüksek tabakanın geniş kesimlerinde seküler bir dünya görüşü yaratmış olan uzun modernleşme ve Batılılaşma sürecinin mantıksal ve nihai sonucudur. Bununla birlikte laiklik eleştirisi, tabiatı gereği dinsel bir söylem gerektirir. Kemalist kadro ise, laiklik reformlarının dinsel eleştirisinin daha baştan önüne geçmek için, sınırları müphem olan “dinin kötüye kullanılması” ibaresini Hıyanet-i Vataniye kanununa koymuştu. 1926 tarihli Ceza Kanunu’nun 163. maddesi dinden hareketle herhangi bir muhalif tavır sergilenmesinin ve her türlü din orjinli siyasi oluşumun önüne geçiyordu (Jashke, 1972: 33). Böylece anayasayla bütün dernek ve kuruluşların özgürlüğünü garantilemiş olan devlet, çelişkili bir şekilde dinsel derneklerin her çeşidini yasakladı (Rustow, 1995: 72). Şiddetli laikleştirme programına karşı çıkmayı mümkün kılacak hukuki ve siyasi bir ortam bulamayan ulema ve tarikat şeyhleri kendi kabuklarına çekildiler (Narlı, 2010: 26). Bu durum, görünüşte laik politikanın hâkimiyetini tanımak zorunda kalan İslam’ın yeraltına inerek (Ocak, 2011: 123) siyasallaşmasına ve bir muhalefet aracına dönüşmesine (Zürcher, 2009b: 284), İslamî grupların da devlet ve toplum tarafından yoksunluk ve yabancılaşmayla karşı karşıya bırakılan marjinal kişiler için bir sığınma alanı sağlamasına yol açtı (Tapper, 1993: 20). Anayasa ile koruma altına alınan laikleşme politikaları, baskıcı politikalarla halka benimsetilmeye çalışılmasına rağmen toplumda, özellikle de taşrada, yansıma bulamamıştır. Kemalist seçkinler, devrimleri geniş kitlelere anlatıp mal edememiş ve 244 geleneksel topluma yeterince nüfuz edip dönüştürememişlerdir. Laiklik, ülkenin kırsal nüfusu için alternatif bir değerler sistemi ve toplumsal hayat geliştirmede başarı sağlayamamış, buna karşın İslam, gündelik hayatı düzenlemek ve tesis etme yönündeki kural koyucu rolünü42 korumuştur (Narlı, 2010: 26; Yavuz, 2005: 14, 51). Türkiye nüfusunun dörtte üçünü oluşturan kırsal kesimde yaşayan köylüler dindar Müslüman olarak kaldığı gibi, İslam, şehirlerdeki işçi sınıfı ve küçük esnaf üzerinde de etkili olmaya devam etti. Tarikatlar, hükümet tarafından işlevlerine getirilen bütün yasaklamalara rağmen, yeraltı etkinliklerini sürdürdüler. Gerçekte laiklik, CHP’nin resmî inancında kalmış, ancak Batılılaşmış küçük bir elit tabaka tarafından anlaşılıp izlenebilmiş, büyük kasaba ve şehirlerdeki eğitim görmüş insanlarda bile laikliğin etkisi hiç bir zaman baskın olmamıştı (Feroze, 1995: 29; Vatikiotis, 1998: 76-77). Laikleşme uygulamaları taşrayı da kapsayacak şekilde genişletilmeye çalışılınca, özellikle kırsalda yaşayan kitlelerin yerel düzlemde irili ufaklı direnişleriyle karşılaşılmıştır. Başta Şeyh Sait İsyanı olmak üzere, 1920’li yıllar boyunca taşranın memnuniyetsizliğini ifade eden siyasal ve sosyal olaylar, 1930 Serbest Cumhuriyet Fırkası tecrübesi ve nihayetinde Menemen hadisesi, Cumhuriyet seçkinlerini endişelendirmiş ve sert tedbirler almaya sevk etmiştir. Diğer taraftan isyanlara karşı alınan sert tedbirler, halkçı söylemle yumuşatılmaya, hafifletilmeye ve kitlelerin sempatisini kazanmaya gayret edilmiştir (Öztan, 2006: 81). Bununla birlikte devlet ideolojisi, dinsel bir çerçeve içinde başlayan popülist hamlelerden daima kuşku duymaya devam etmiştir (Mardin, 1995: 9). Laiklik programı, toplumsal tabanda yankı bulamamakla beraber, geniş halk kesimlerinin zorla uymaya alıştırıldığı laikleşmenin, bir süre sonra nispeten ve zımnen kabul gördüğünü, özellikle de baskı politikasının gevşediği dönemlerde bunun gözlemlenebildiğini söylemek mümkündür. Halkın toplumsal ve nihai gerçeklik algılamalarını yansıtmayan ve hızlı bir şeklide uygulamaya geçirilerek 42 Mardin bunun aksine, hilafetin kaldırılmasıyla, ulemanın hizmetlerini gerekli kılan doğum, eğitim, kültür, evlilik, ölüm, miras gibi gündelik hayatın en küçük noktasına kadar nüfuz etmekte olan dinin, bu bölgelerle ilişkisi kesildiğini ve dolayısıyla gündelik hayatın sekülerize edildiğini belirtir. Bkz. Ş.Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset, İletişim Yay., İst., 2007, s. 96. 245 zorla kabul ettirilen reformlar halkı üç alanda etkiledi: Birincisi, halkın dünya görüşü ve siyasal ve toplumsal gerçeklik anlayışı köklü bir meydan okumayla karşılaştı. İkincisi bazı gündelik kişisel alışkanlıklar ve görenekleri değişmeye zorladı. Üçüncüsü halkın gündelik siyasi ve ekonomik toplumsal ilişkilerini değiştirdi (Stirling, 2010: 46-47, 54). 3.1.1. DİNİN DENETİM ALTINA ALINMASI Laiklik, din ve devlet işlerinin ayrıldıktan sonra her birisinin özerkliğinin garanti altına alınması olduğu halde Türkiye örneğinde durum bu şekilde olmamış devleti dinden tamamen soyutlayan kurucu kadro, laikliğin anlamına aykırı bir şekilde, dini sürekli bir denetim altında tutma ihtiyacı hissetmiştir. Rejimin yönetim, eğitim, hukuk ve kamusal alandan dışlamış olduğu dini kontrol altında tutmasının nedeni, laiklik politikalarını siyasi, sosyal ve gündelik hayatını yüzyıllardır İslam’ın şekillendirdiği bir toplumda uygulamasından kaynaklanan endişedir. Bu doğrultuda Kemalist rejim, modernliğe aykırı gördüğü İslam’ın modernleşme projesine ayak bağı olmaması, kendisine yönelik muhalefette kullanılmaması ve ulus-devlet projesi doğrultusunda vatandaşları din açısından da türdeşleştirmek için, dini Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla kontrol altına almıştır. Dinin yeni rejim tarafından tehlikeli görülmesinin esas nedeni, İslam’ın politik ve toplumsal yapıya nüfuz edici özelliğe sahip olması dolayısıyla onu kişisel vicdanlara hapsetmenin zorluğudur. Bu durum onun, Kemalist milliyetçiliğin; ulusdevlete ve onun amaçlarına meşruiyet sağlayacak bir ideolojinin benimsenmesi, toplumdaki bireylerin ve etnik, dinsel ya da başka grupların üzerinde devlet otoritesinin sağlanması ve kitleleri mobilize etmek amacıyla ulusal bilincin yaratılması şeklinde özetlenebilecek amaçlarına bir engel olarak görülmesine neden oluyordu (Toprak, 2009: 447). Bu bağlamda, Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntıları üzerinde bir ulus-devlet kurulabilmesi için İslam’ın rolünün ve niteliğinin önemli ölçüde değiştirilmesi zorunlu kabul edilmiştir (Lindisfarne, 2002: 279). 246 İlk Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda yeni devletin resmi dini olarak kayda geçen İslam’ın 1928’de anayasadan çıkarılmasıyla birlikte, Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi kimliğiyle bağlantısı kesilmiş oluyordu. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile medreselerin ilgası ise, İslam’ı geleneksel eğitim kurumlarından yoksun bırakarak onun artık bilimsel alanda kendini yeniden üretme yolunu kapatıyordu. 1925 yılında tekke, zaviyelerin ve türbelerin kapatılmasıyla, Türk tarihinde popüler İslam’ın temelini oluşturan tasavvuf kurumu ortadan kaldırılmış; dolayısıyla İslam mistik boyutundan da soyutlanmış oluyordu. Böylece İslam’ın kamusal alanın dışına çıkarılması süreci tamamlanmış oluyordu (Ocak, 2011: 118-119). Buna rağmen Kemalist elit, dinin dünyevi işlerden tamamen uzaklaştırılarak (Rustow, 1995: 72) laik uygulamaların yerleşmesini sağlamak için, devrimlerin önünde bir tehdit olarak gördükleri dini (Çaha, 2001: 84; Gözaydın, 2009: 47; Kara, 2009: 77), 3 Mart 1924’te ilga edilen Şeriyye ve Evkaf Vekâleti’nin yerine kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla denetleme gereği duydular. Böylece din devletleştirilmiş oluyordu (İnsel, 2009: 118). Dinle ilgili yönetim ve denetim alanı; inanç ve ibadetle ilgili işlerin yürütülmesi, din görevlilerinin atanması ve denetlenmesi ile halkı din hakkında bilgilendirmeyle belirlenen Diyanet İşleri Başkanlığı dışında, Kemalist kadro, rejime karşı gelebileceklerini düşünerek tam bağımsız dini kurumların kurulmasına da izin vermedi (Dumont, 1999: 67). Ayrıca, bir tek kurumun kontrolü ele geçirmesine engel olmak için, dinle ilgili işlerin sorumluluğu, Diyanet İşleri Başkanlılığıyla birlikte kurulan Vakıflar Genel Müdürlüğü ve din eğitiminden sorumlu olan Milli Eğitim Bakanlığı arasında paylaştırılmıştır (Reed, 1995a: 93; 1995b: 146-47). Diyanet İşleri Başkanlığı’na biçilen başat rol, Türkiye’nin modernleşmesinin ve ulus inşasının hizmetinde ilerici bir İslam oluşturmaktı. Bu doğrultuda 1930’lu yıllar boyunca camiler milli ekonomi fikrini ve ulusal ideolojiyi yaymak için kullanıldı (Ahmad&Landau, 2004: 294). Diyanet İşleri Başkanlığı’nın amacı, İslam dininin inanç, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu bilgilendirmek ve ibadet yerlerini yönetmektir. Dolayısıyla görevi, iyi Müslümanlar yetiştirmek ya da Müslüman bilincini yükseltmek olmayıp, devlete karşı vatandaşlık sorumluluğuyla donanmış iyi vatandaşlar meydana getirmekti. 247 Diğer bir ifadeyle, Diyanet İşleri Başkanlığı, vatandaşları ulus-devletin ihtiyaçlarına göre yetiştirmek ve sosyalleştirmek için var olan bir devlet aygıtıdır. Bu doğrultuda, vatan sevgisini, askeri ve sivil hizmetin kutsallığını, hukuk ve düzene saygıyı ve Türkiye’nin gelişmesi için sıkı sıkıya çalışmayı teşvik eder (Yavuz, 2005: 75). Böylece din, toplumdan olumlu siyasal davranışlar elde etmede kullanılan bir simgeler, düşünceler ve anlamlar kaynağı haline gelir. Örneğin dini bir kavram olan şehitlik, dinsel söz dağarcığından aktarılarak kamu görevi sırasında ölen her türlü devlet görevlisini nitelemede kullanılmaktadır; böylelikle devlete hizmet, Allah’a hizmet katına yükseltilerek kutsallaştırılmış olur. Benzer bir biçimde, yurttaşlar cuma vaazlarında ulus-devletin gereklerini yerine getirmeye davet edilir. Böylece din dışı işler, dinin istediği şeyler olarak tanıtılarak onlara bir dinsel meşruiyet kazandırılır. Dolayısıyla devlet, dinin kendi politika ve eylemlerine yön vermesine izin vermemekle birlikte, yararlı ya da gerekli görüldüğünde devlet amaçları için harekete geçirebilecek bir kaynak gözüyle ona müracaat etmekten de kaçınmamaktadır (Turan, 1993: 52-53). Osmanlı’nın, resmi İslam’ı devlet maslahatı yolunda bir meşrulaştırıcı güç olarak kullandığı gibi, Kemalizm de benzer olarak modernist devlet maslahatlarında, etkisi altında bulundurduğu Diyanet’i (Öğün, 2004: 284) kendi millileştirme ve laikleştirme hedefleri için kullanmıştır (Yavuz, 2005: 75). Bu durum, Diyanet teşkilatının, kendisine biçilen yere ve sınırlara sadık kalarak, Müslümanların din işlerine bakmaktan çok devletin din işlerine bakan, devletin felsefî ve siyasî ilkeleri, zaman zaman baskıları doğrultusunda dini yorumlar yapan, halkın din anlayışını, dini yaşama biçimini dönüştürmeyi amaçlayan bir kurum haline gelmesine yol açmıştır (Kara, 2009: 78). Cumhuriyet’in din üzerindeki denetim aygıtı olan Diyanet’in rolü, toplumsal ve siyasal değişimi İslamî açıdan meşrulaştırmak ve laikliği halk tarafından kabul edilebilir bir şekilde sunmaktır. Bu amaç doğrultusunda devlet, sıradan vatandaşlara, dinlerinin emin ellerde olduğu ve hem modern ve laik hem de Müslüman kalabilecekleri güvencesini vermek için Diyanet’i İslam’ın resmi sözcüsü ve yorumlayıcısı haline getirmiş (Karpat, 2010e: 216, 217) ve herhangi bir toplumsal grubun İslam’ın farklı bir yorumunu geliştirmesine izin vermemiştir (Zürcher, 2004: 248 272). Böylece politik bir talepkârlığa dönüşebileceği kaygısıyla, dinsel eğilim ve güçlerin devletin denetim mekanizmasının içine çekilerek (Subaşı, 2004: 114) resmi söylemin sınırlarını sarsabilecek muhtemel alternatif dini çıkışların önü kesilmeye çalışılmıştır (Subaşı, 2007: 59). İlmiye sınıfının birçok mensubu laik reformlara muhalefeti dolayısıyla tasfiye edilmiş, Diyanet’te görev almayı kabul edenler ise rejimin isteği doğrultusunda laiklikle İslam’ı uzlaştırmaya çalışmış ve Türkiye’de bugün geçerli olan resmi İslam anlayışının yaratılmasında kritik roller oynamıştır. Örneğin Ahmet Hamdi Akseki (1887-1951) İslam’ın sürekliliğiyle Kemalist rejim arasında bir uzlaşma sağlamış, M. Şemsettin Günaltay da Cumhuriyet’in katı laikliğinin İslam’la uzlaşmaya yönelecek şekilde dönüşmesinde etkili olmuştur (Karpat, 2010e: 232-33). Kemalizm’in destekçileri arasında, İslam’ın siyasetteki yerine ilişkin yorumunu kabul eden din adamları da vardı. Devlet, dini konularda önceliği Kemalist din anlayışına inananlara vermiş (Davison, 2006: 246) ve sıradan insanların yaşadığı İslam üzerinde sıkı bir denetim uygularken, modernist düşünceli bu dinsel elitleri, İslam’a kendi görüşlerini aşılamak üzere desteklemiştir (Karpat, 2010e: 266). Kemalist ilkeleri meşrulaştıran bu tür din adamları, “aydın din adamı” olarak kabul müştür (Öğün, 2004: 284). Laikliği katı bir şekilde uygulamaya koymasına rağmen Kemalist kadro, ulusdevlet ideolojisi doğrultusunda homojen bir dinsel alan oluşturma amacını gütmüştür. Onlara göre reforme edilmiş bir İslam toplumun homojenleşmesine katkı sağlayabilirdi (Kuru, 2011: 221). Bu amaç doğrultusunda Diyanet’e biçilen rollerden biri de İslam’ın tek, standart ve modern bir resmi yorumunu geliştirmekti. Çünkü devletin türdeş ve millileştirilmiş bir kamu alanı oluşturma hedefi, milli bir dinsel yapı gerektiriyor, bu da kamusal alanda çoğulculuğun kaynağı olan İslam’ın çeşitli biçimlerinin ortadan kaldırılmasını gerektiriyordu (Yavuz, 2005: 75). Buna bağlı olarak Cumhuriyet Türkiye’si, teorik düzeyde din-devlet ayrılığını benimsemiş olmasına ve tekkelerin kapatıldığı, tarikatların yasaklandığı 1925 yılından itibaren herhangi bir mezhep, tarikat veya dini akımı meşru sayıp ona özel muamele yapmamış olmasına (Kara, 2009: 98, 311) rağmen, gerçekte, Osmanlı Devleti’nin Sünni İslam’ı topluma hâkim kılan tutumunu devam ettirmiştir. Bu nedenle 249 Diyanet’in görevi, toplumun sadece Sünni İslam’a dair meselelerini düzenlemekten ibaret görülmüştür. Dolayısıyla Sünni olmayan bir mezhebe hukuki varlık statüsü tanımayan Osmanlı Devleti’nde olduğu gibi, Kemalist devlet de Alevi toplulukları göz ardı edebilmiştir (Vergin, 2000: 81). Çünkü ulus gibi inancını da homojenleştirme amacında olan devletin, laik hedeflere uygun bir rasyonalite ile kontrol altına alıp resmileştirdiği Sünni İslam’ın dışında, inanç alanında ikinci varoluşa ihtiyacı yoktu (Küçük, 2009: 903). Buna rağmen gerek Cumhuriyet devrimine önayak olmuş nüfusun önemli bir kısmının Bektaşi-Alevi olması, gerekse de devrimin ideolojisinin ve icraatlarının Alevilerin tarihsel taleplerine karşılık gelmiş olmasından dolayı Cumhuriyet rejimini büyük bir imanla sahiplenmişlerdir (Aktay, 2000: 38). Laik devlet, heterodoks İslamî eğilimlere karşı, ulus-devletin merkeziyetçi talepleri doğrultusunda daha kolay manipüle edilebileceği beklentisiyle ortodoks Sünniliği tercih etmiştir. Bunun yanında, Sünniliğin, gerek halk nezdindeki yaygın nüfuzu gerekse ulema sayesinde tevarüs edilmiş örgütlülüğünün, teşekkül etmekte olan yeni rejimin korunma ve meşrulaşma isteğine daha olumlu cevap vermesi, geçici bir strateji olarak bu tercihe yol açmıştır. Ayrıca, halk katındaki dinsel eğilimleri ulus-devletin ideolojik tercihleri doğrultusunda harekete geçirmeye elverişli yapının Sünnilik olduğu da düşünülmüştür. Bu düşüncede, Sünniliğin Kitap aracılığıyla okur-yazarlık vurgusu, şeriat dolayısıyla da siyasal otoriteye itaat vurgusunun Cumhuriyet’in ulus inşasına manevi bir harç malzemesi sunacağı beklentisi yatmıştır. Nitekim hem Milli Eğitim hem de Diyanet söylemlerinde, Sünni İslamî değerler Türk ulusal kimliğinin inşasında yoğun olarak istihdam edilmişlerdir (Aktay, 2000: 37, 173). Bununla birlikte, vurgulu ve ısrarlı bir şekilde ifade edilmese de, bazı dönemlerde Aleviliğin laikliğe, modernleşmeye ve Türk ulusal kimliğine daha uygun olduğu da iddia edilmiştir (Kuru, 2011: 222). Ulusu bir arada tutacak bütünleştirici ortak inanç olarak Sünniliğin güçlendirilmesine özen gösterilmiş olmakla birlikte (Gencer, 2008: 786), Sünnilik ancak kendisiyle çelişki içerisine düşürülerek ulus-devletin pratikleriyle uzlaştırılabilirdi. Laikliğe karşı ilk dinsel muhalefetlerin kırılması çabaları sırasında Sünni ulemadan birçoğunun idam edilmiş veya bir şekilde susturulmuş olmasına 250 rağmen devletin bir meşruiyet unsuru olarak Sünniliğin bazı değerlerine başvurmuş olması, yeni rejime karşı Sünni tavrın vurgulu bir biçimde açığa çıkmasını zorlaştırmıştır. Aslında klasik Sünni ulema sınıfının tasfiyesinden sonra Diyanet aracılığıyla temsil edilen Sünni görüş ve tutumun fiili varlığının da ortadan kalkmış olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü Sünni değerler diye sunulan şeyler, Sünni insanların görüş ve tercihlerini yansıtmaktan uzak bir şekilde var olabilmiş, daha ziyade yeni rejimin gereksinimlerini karşılamak üzere başvurulmuş ideolojik malzemeler olarak işlem görmüştür. Nitekim laik iktidarın böylesi bir dinsel ideolojiyle eklemlenişinin sonucunda ortaya çıkan din, kendi iddialarından vazgeçmiş ve belirleyici potansiyelini yitirmiş, süre giden siyasi iradenin taleplerine uygun işlevsel bir ideolojik malzemeye dönüşmüştür. Böylece, iktidarına hiç kimseyi ortak etmeme iddiasına sahip ulus devlet, aynı şekilde iktidarı kimseyle paylaşmama ilkesiyle tutarlılığını koruyabilen bir dini kendi iktidarı açısından işlevsel bir birime indirgemiş (Aktay, 2000: 174-75) ve paradoksal bir şekilde dine ve sosyo-politik alandaki muhtemel nüfuzuna karşı Diyanet’i kullanmıştır (Gözaydın, 2009: 246). 3.1.2. MODERN VE ULUSAL BİR DİN: TÜRK İSLAMI Türk laikliği, İslam’ın hayatın her alanına ilişkin bir iddiaya sahip olması ve siyasi sosyal kimliğe işlemiş olması dolayısıyla dinin özerkliğini tanımamış, aksine onu kontrol altına almış ve kendi millileştirme, modernleştirme ve laikleştirme hedefleri için kullanmıştır (Yavuz, 2005: 75). Kurucu kadro, İslam’ı eski rejim ile ilişkilendiriyor ve onu geri kalmışlığın dolayısıyla da modernleşememenin sebebi olarak görüyordu. Yapılan devrimler sayesinde dinin siyaset, eğitim, ekonomi ve kültür gibi alanlarla ilişkisi kesilmişti. Buna rağmen İslam, geniş halk kitleleri açısından hala yegâne kimlik ve gündelik hayatın belirleyici öğesi olmaya devam etmiştir. Büyük ihtimalle bu nedenle olsa gerek, dinin laik ulus-devlet projesi doğrultusunda yeniden tasarlanmasına karar verildi. Yani, madem İslam’ın sosyal kimliği belirleyici rolüne son verilemiyordu o halde ulusal bir toplum yaratma çabasına uygun olarak dinin millileştirilmesi gerekiyordu. Bu karar doğrultusunda, Protestanlığın Avrupa’da oynadığı rolü İslam’ın Türkiye’de oynayabilmesi için reforme edilerek modernleştirilip millileştirilmesi işine girişildi. 251 Yeni bir ulusal kimlik inşa etme, modernleşme ve laikleşme sürecine engel olmayacak şekilde, dini ehlileştirme hedefine yönelik bu Hıristiyanlığa benzetme arayışıyla dinin; hayata müdahale edici özeliğinden sıyrılması, politik ve toplumsal gelişmelere meşrulaştırıcı ve uyumcu bir rol takınarak ayak uydurması amaçlanıyordu. İnsana siyasal-toplumsal eylemlerinde sınırsız bir serbestlik alanı bırakan, varlığıyla yokluğu bir olan böylesi bir din, ulusal kimliğin teşekkülünü engellediği düşünülen bazı rakip kimlik ve farklılık sembollerini, toplumsal ve siyasal hayattan kaldırabilmek açısından özellikle Türkiye’de gerekli ve elverişli tek çare olarak görülüyordu. Her ne kadar malzemeler Hıristiyanlıkta veya Protestanlıkta aranıyorduysa da aslında, Hıristiyanlığın, hiçbir biçiminde dinin bu kadar pasifize edilmesi söz konusu değildi. Dolayısıyla Hıristiyanlığın hiçbir versiyonu bütün bileşenleriyle araştırılıp taklit edilmeye çalışılmıyor, aksine yeni Türk kimliği için gerekli din nasıl olması gerekiyorsa ona uygun malzemenin temin edileceği kaynaklar uygun hammaddelerle doldurulup yeniden kurgulanıyordu. Şaman dininin kalıntıları, Hıristiyanlık ve Anadolu Aleviliği, yeni dine geniş bir malzeme olanağı sunuyordu (Aktay, 2000: 170-171). Protestanlık örneği, daha önce Osmanlı aydınlarının da İslam’ı modernleştirme meselesinde dikkatini çekmiş (Bora, 2003: 118) olup; ezanın ve hutbenin Türkçeleştirilmesi, Kur’an’ın çevirisi, camilerde enstrüman çalınması, dini kitapların zamanın ruhuna uygun biçimde Türkçe olarak yayınlanması gibi öneriler hep savaş öncesi mevcut yayınlardan alınmıştı. Jön Türkler döneminde Yusuf Akçura, Celal Nuri ve özellikle Ziya Gökalp gibi ideologlar tarafından geliştirilmiş olan bu fikirleri Abdülaziz zamanındaki Genç Osmanlılar’ın yazılarında bile bulmak mümkündür (Dumont, 1999: 68). Gökalp’ın İslam’ı modernleştirmek için getirdiği öneriler incelendiğinde dini genel olarak hukuksal ve siyasal kurallarından arındırılmış bir ahlak sistemi olarak değerlendirdiği görülmektedir (Parla, 2009: 91). Gökalp ilahilerin, mevlidlerin, namazlardan sonra okunan dua ve tesbihatın, hutbelerin Türkçeleştirilmesini istediği gibi, ezanla birlikte namaz dışında okunan Kur’an’ın da Türkçeleştirilmesini istiyordu (Jashke, 1972: 40). Cumhuriyet devri aydınları, bir yandan Batı kültürünün ana kaynaklarının Hıristiyanlıktan önceki Yunan medeniyetinde olduğunu, Batı kültürünün ancak 252 kilisenin tahakkümünden kurtulduktan sonra büyük bir kültür olabildiğini belirtmeye çalışmışlar, bir yandan da Batı’nın ekonomik alandaki gelişmesini Hıristiyanlığın ekonomik gelişmelere uygun olarak değişip yeni şekiller almış olmasına yordular. Oysa İslam eski halinde kalmış, maddi ilerleyişe önem vermemişti (Karpat, 2010c: 143). Böyle bir düşünce doğrultusunda, Türkiye’de ilk etapta İslâm’ın modernleştirilmesi yönünde resmî bir talep olarak gündeme gelmiş olan protestanlık, iki yönlü olmuştur: Bir yandan İslâm’ın siyasi iddialarından, hayatın her anına ve alanına müdahale edici talebinden sıyrılarak siyasetin emrinde bir din haline gelmesi yönündeki siyasi arzuları temsil etmiştir. Diğer taraftan ulusal kimlik harcına, kalkınmada motive edici bir unsur olarak katılmak istenmiştir. Cumhuriyet’in ilk döneminde yeni bir milli dine ulaşma yönündeki arayışların önünde İslâm’ın protestan bir versiyonunun üretilmesi seçeneği, böyle bir imkân olarak gözükmüştür (Aktay, 2000: 118). Çünkü modernleşmenin temel vasfı olarak ulusallaşma ve ulusallaştırma kabul edildiği için İslâm’ın da buna uygun olarak ulusallaştırılması gerekiyordu. Bu gayenin ilham kaynağı da Protestanlık ile Batı modernitesi arasında kurulan doğrusal ilişkiydi (Bora, 2003: 118). Protestanlığın kalkınmada pozitif varsayılan rolü, Avrupalı olmayan ulus devletlerde, özellikle dinle ilgili ulusal siyasete büyük ölçüde yön vermiş, bu doğrultuda Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren Türkiye’de de, Hıristiyanlığın Avrupa’daki misyonunu gerçekleştirecek bir İslâm arayışı, devletin din politikasını belirleyen temel motif olmuştur. Böylece Türkiye Cumhuriyeti, yerleştirdiği diğer kurumlarda olduğu gibi din konusunda da Batıyı taklide dayalı bir politika gütmüştür. Bu politikanın uygulayıcıları, Avrupa’nın kalkınmasında dinin oynamış olduğu varsayılan rolü, toplumsal yaşamı belirleme iddiasından vazgeçerek veya en azından toplumsal yaşamın arkasından giderek, gelişmelere ideolojik bir meşrulaştırma dayanağı olmak suretiyle oynamış olduğunu düşünmüş, aynısından Türkiye’de de istemişlerdi (Aktay, 2000: 169). Bu nedenle uluslaşma ve modernleşme sürecinde Reformasyon’u zorunlu bir basamak olarak gören Türk aydınlatmacıları, Reformasyon’a ve onun icracısı Luther’inkine muadil ritüeller ve sembolik revizyonlar peşine düştüler (Bora, 2003: 119). İslam’ı Hıristiyanlaştırma hedefindeki bu çaba, 1928 yılında Köprülüzade Mehmet Fuat başkanlığında 253 Darülfünun İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden oluşan bir kurulun hazırladığı dinde reform paketinde açıkça görülebilir. 20 Haziran 1928’de yayımlanan reform programının 1. maddesine göre, bütün sosyal kurumların bilimselleştirilip millileştirilmesi gerekir. 2. maddede dinin de bir toplumsal kurum olup diğer kurumlar gibi toplumsal ihtiyaçlara cevap verecek şekilde değişime ayak uydurması gerektiği belirtiliyordu. 3. maddeye göre, dinin diğer kurumlarla uyum içinde olabilmesi için, ahlaki ve ekonomik hayat gibi bilimsel düşünce ve yöntemlerle ıslah edilmelidir. Bu amacın başarılabilmesi için kurul dört başlık altında önerilerde bulunmuştur. İbadetin şekliyle ilgili birinci başlıkta; camilere oturma sıraları ve elbise dolaplarının konulması ile camilere ayakkabıyla girilmesini desteklemenin gerekliliğinden bahsedilir. İbadetin diliyle ilgili olan ikinci başlıkta; ibadet dilinin Türkçe olması, dua ve hutbelerin Türkçe ile yazılıp kullanılması gerektiği belirtilir. İbadetin niteliğine dair olan üçüncü başlıkta; ibadetin güzel, ilham verici ve ruhani bir şekilde yapılabilmesi için, müziğe yetenekli imam ve müezzinlerin yetiştirilmesi, camilere müzik aletleri konulması ve ilahi niteliğinde enstrümantal çağdaş müzik icra edilmesinin gerekliliğinden bahsediliyordu (Jashke, 1972: 40-41). Caminin çağdaş bir İslamî kiliseye çevrilmesi projesinin uygulanabilirliliği yoktu ve önerilen din reformu hakkındaki rapor, namazlarda Kur’an’ın Türkçe okunmasına yönelik başarısız bir girişim43 dışında ölü bir proje olarak kaldı. Din reformu uygulanabilseydi, ortaya ulusalcılık, felsefe ve bilime dayalı çağdaş bir İslâm çıkacaktı. Peygamber Muhammed’in getirdiği kendine has, dinamik bir felsefesi olan, bilim ve akla karşı olmayan İslâm’dan daha başka bir İslâm olacaktı. İslam’ın evrensel olarak kabul edilmiş bu nitelikleri din reformunun yandaşları tarafından görmezden gelinmiştir (Feroze, 1995: 27). 43 Gökalp’ın aksine olarak Mustafa Kemal’in, Kur’an surelerinin Türkçe okunarak namaz kılınabileceğine inandığı anlaşılmaktadır. Hatta Bursa’da Türkçe ezanın protesto edilmesinden sonra, İstanbul’daki camilerin, ibadette yalnız Türkçe Kur’an okunması emrini almış oldukları öne sürülmektedir. Ama o sırada yalnız ezanın Türkçeleştirilmesiyle yetinilmiş ve Kur’an’ın Arapça olarak okunmasına müsaade edilmiştir. Bkz. Gotthard Jashke, Yeni Türkiye’de İslamlık, Bilgi Yay., Ank., 1972, s. 48-49. 254 Cumhuriyet Türkiye’sinde yeni bir din anlayışı ve İslamiyet’in iç yapısındaki değişiklikler, düşünce ve hayat tarzı bakımından zaten laik olan üst tabakayla sınırlı kalmış ve bu değişikliklerin etkisi geniş halk kitlelerinde karşılık bulmamıştır (Karpat, 2010c: 365; Zürcher, 2009a: 303; 2009b: 284). Bir süre sonra da Türkçe ezan haricinde, halkın güçlü bir muhalefeti karşısında ve muhtemelen din adamlarına yeniden güç kazandırıp onları laik iktidara rakip bir muhalefet odağı haline getirmekten çekinildiği için bundan vazgeçilmiştir (Tunçay, 2010: 221-223). Hükümetin Kur’an’a müdahale girişimi halkın diğer laik düzenlemelerden daha çok ve yaygın bir nefretine sebep olmuştu. Zira laik olan bir devletin Kur’an’la ilgili bir tasarrufu inanca dayanıyor olamazdı (Rustow, 1995: 70, 72). Bunun üzerine, siyasal ve toplumsal yaşamda gerçekleştirilen laikleştirme sürecinin bir parçası olan, dinin bireyle Tanrı arasında bir mesele olduğunu öne sürmek suretiyle vicdanlarla sınırlandırılması siyasası güdülmeye başlanmıştır (Gözaydın, 2009: 236). 3.2. TÜRK ULUSAL KİMLİĞİNİN SEKÜLER İNŞASI Cumhuriyet dönemine gelinceye kadar milli kimlik din etrafında örülmüştür. Millet sisteminde görüldüğü üzere, insanları bir araya getirip farklı bir cemaat oluşturmalarını sağlayan etken, dil veya etnik kimlik değil, dindi. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren çeşitli siyasi akımlar ortaya çıkmış, fakat hepsi de dinin, kimliğin oluşmasındaki birincil rolünü teslim etmek zorunda kalmış ve dinin yerini başka bir ideolojiyle doldurmaya çalışmamıştır. Cumhuriyet dönemiyle birlikte, modern bir ulus-devlet oluşturma idealine bağlı olarak dinin milli kimliği belirleyici rolü elinden alınmış ve yeri de laiklik üzerinde inşa edilen milliyetçilikle doldurulmaya çalışılmıştır. Türk milliyetçiliği, Kemalist döneme gelinceye kadar kendisini din ile bir çatışma içinde görmemiş ya da en azından görmek istememiştir. Kemalist milliyetçilik ise dine karşı radikal bir tutum içinde olmuş ve milli mücadele yıllarında dini milliyetin bir parçası kabul etmişken 1930’dan sonra dini milliliğin dışında bırakmıştır. Bir Batıcı modernist olarak Mustafa Kemal’in, dine bakışı tam anlamı ile jakoben bir bakış olup dinin bir topluluk değeri olarak varlığını 255 sürdürmesine baştan karşı çıkıyordu. Onun din hakkındaki bu tutumu, milliyetçiliğinin de rengini belirliyor ve milliyetçilik öğretisini sistematik olarak ilk işleyen Ziya Gökalp’ın görüşlerinden ayrılıyordu. Ziya Gökalp’ın dine, tarihe ve geleneksel topluma dayandırdığı milliyetçiliğin yerini akılcı, materyalist ve son derece laik bir milliyetçilik aldı. Bu şekilde milliyetçiliği dinden soyutlaması nedeniyle, Mustafa Kemal’in radikal modernizmini bir yere kadar tolere edebilen, hatta destek de veren Akçura gibi “nispeten pozitivist” olan Türkçüler bile, bir noktadan sonra hiç değilse politik hayattan çekilerek tepki göstermişlerdir (Karpat, 2009b: 321; 2010c: 136; Öğün, 2004: 283). Osmanlı’da millet kimliğinin temelini din oluşturuyordu. Osmanlı’nın son döneminde bir Müslüman-Osmanlı milleti meydana gelmiş ve zamanla bu millet kendi değişme çerçevesi içinde ve kendi kurallarına uygun olarak Türkleşme yolunu tutmuştu. Fakat bu modern millet olma süreci Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren devlet müdahalesiyle olağan yolundan saptırılmıştır (Karpat, 2011: 13-14). Cumhuriyet’in ilk yıllarıyla birlikte kabul edilen yeni anayasa, saltanat ile hilafetin ilgası ve dinî kurumların bir kısmının tasfiyesi, bir kısmının ise yeniden düzenlenmesiyle, millet mefhumu dinî bir topluluğa işaret ediyor olmaktan çıkmıştır. Artık Müslüman milleti değil, Türk milleti söz konusu olup (Yeğen, 2011: 90-91) Türk kimliğinde ulusçuluk ve ulusallık, İslamî öğenin önüne geçmiştir (Timur, 2008: 302). Ulusalcılığın ön plana çıkmasıyla dinin toplumsal kimliği oluşturma rolü doğal olarak önemini kaybetmiştir. Böylece Gökalp’ın düşüncesinde dinin yeri toplumsal hayatın manevi alanı iken, daha sonra Türk sekülarist düşüncesinde bu yerin ulusal kimlikle dolmasıyla bireyin manevi hayatına dönüşmüştür (Mert, 1994: 80, 87). Milliyetçilik daha önce dine ayrılmış olan ruh varlığını koparıp alabilmişse de Atatürk’ün kültürel yöneliminin iki ana sütunu olan Türk milliyetçiliği ve Batı uygarlığı İslam’ın saf dışı bırakılmasıyla oluşan manevî boşluğu dolduramamış ve İslam’ın sağladığı gönül huzurunu ve filozofça görüşü verememiştir (Heyd, 1995: 181; Shaw&Shaw, 2010: 458). Dinî bir toplumun ulusal topluma dönüştürülmesi, ümmet tahayyülünün yerini ulus tahayyülünün alması, sadakat merciinin din ve ümmetten, milliyetçilik ve 256 ulusa yönelmesi, Kemalist toplum projesinin temelidir (Yıldız, 2007: 297). Bu projeye göre milliyetçilik, bir tür sivil din olarak yeni toplumu bir arada tutan çimento görevi üstlenecekti (Özdalga, 2007: 53). Bununla birlikte dinin yüzlerce yıl esas kolektif kimlik olduğu bir toplumsal yapıda, milliyeti temel kolektif kimlik haline getirmek, yeni rejimin bu teşebbüsünün önünde duran önemli bir engeldi. Milliyetin esas kolektif kimlik olarak dayatılması, popüler kültürün kurucu unsuru olan İslâmi sembolik evrenin daraltılması ve bu kurucu rolünün elinden alınması anlamına geliyordu. Bu ise milletin tarihsel olarak oluşmuş kolektif bilincine yönelik bir kültürel taarruz demekti (Yeğen, 2011: 91). Ulusun, insanların özdeşleştiği hâkim kolektif kimlik olarak kabul görmeye başlaması, siyasal topluluğun yapısının yeniden tanımlanmasına katkıda bulunma açısından Kemalist reformların başarı kazanmış olabileceğini düşündürmektedir. Bütün müminleri, aynı zamanda hem toplumsal hem de siyasal nitelikte kolektif bir birim olan ümmetin bir parçası olarak gören ve ümmetin, ulus gibi dinsel temelden yoksun siyasal topluluklara ayrılmasını reddeden İslamî anlayışın aksine, siyasal topluluğun üstüne kurulacağı birim olarak ulusu gören Cumhuriyet ideolojisi, Türk toplumuna yayılmış görünmektedir. Şöyle ki, Türklerin çoğu, Orta Doğu’nun çeşitli halklarıyla aynı dini paylaştıklarının bilincinde olmakla birlikte, artık bu ortaklığın aynı yönetim ya da siyasal sistem altında birleşmelerini gerektirmediği görüşündedir (Turan, 1993: 48). Ümmet’in yerine kolektif kimlik olarak ulusu geçiren Cumhuriyet ideolojisi, aslında bir yandan da ümmet strüktürünün devamını sağlamıştır. Okullarda bütünlük, birlik, beraberliğe ve vatanperverliğe verilen önem, ümmet fikrinin bir şekilde varlığını devam ettirdiğini gösterir. Bayrak ve kahramanlığa yapılan vurgu ise Battal Gazi menkıbelerinden uzak değildir (Mardin, 2001: 150). Bunun yanında kutsal gün fikri, Kemalist milliyetçiliğe aktarılmış ve milli bayramlar bir dini ritüel havasında kutlanmıştır. Bir kamu ideolojisi olarak Kemalist milliyetçilik, kamu içinde de çeşitli ritüellerle desteklenmiş ve muhtemelen İslam’ın Osmanlı yönetiminde asla başaramadığı ölçüde bir devlet dini oluşturmaya başlamış ve bu yeni devlet dini, İslam’a özgü bazı işlevleri, biçimleri ve temel değerleri devam ettirmiştir (Tapper, 1993: 14). Yani Kemalizm, bir yandan Osmanlı’dan devraldığı kutsal evreni 257 laikleştirerek ulusallaştırmaya çalışırken, bir yandan da inşasına çalıştığı ulusal evreni kutsallaştırmaya çalışmıştır (Yörük, 2009: 316). 1923’ten önceki milliyetçilik, bir Müslüman milliyetçiliği olup kitlelerin harekete geçirilmesini sağlayan, içten gelen gerçek ve popüler bir hareketti. Bununla birlikte dinî yapısı dolayısıyla, laiklik ve pozitivizm temelinde modernize edilen bir toplumu bir arada tutmaya yeterli değildi (Zürcher, 2005: 292). Bu nedenle Kemalist devrim, hem politik topluluğun sembollerini değiştirmiş hem de ortaklık sınırlarını yeniden tanımlamıştır. Toplum İslam çerçevesinden çıkarılarak Türk ulusu çerçevesine çekilmiştir. Bu süreç, her ne kadar Avrupa ulus-devletleri tarafından izlenen yola benzer görünüyorsa da, gerçekte Avrupa’dan farklı olarak evrensel bir olgu olan İslam reddedilerek (Eissenstadt, 1999: 27-28), Ziya Gökalp’ın “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” formülünden “İslamlaşmak”ı dışarıda bırakan pozitivist bir Batılılaşma projesi uygulamaya koyuldu. Yönetici elitin baskısıyla empoze edilen bu proje, yüzyıllarca siyasal, toplumsal ve kültürel alanlarda hâkimiyetini sürdüren İslâm’ı bu sektörlerin dışına çıkarıyordu. Siyasal literatürde Kemalizm olarak adlandırılmış olan bu proje o zamanlar, yeni Türkiye’nin bir anlamda resmî ideolojisi sıfatıyla laikliği İslâm’ın yerine koyan bir kültürel kimlik ve yaşam biçimi olarak algılanıyordu (Ocak, 2011: 113-114). Kurucu Kemalist kadro, modernleşmenin ancak Batılı ulus-devletler gibi laik milliyetçiliğe dayalı bir ulus inşa etmekle mümkün olabileceğini düşünmüş ve Batı’da bir süreç olarak yaşanan Aydınlanmayı, Türkiye bağlamında bir proje olarak uygulamaya koymuştur. Dolayısıyla Türkiye’de ulus-devletleşme süreci Batılılaşma misyonunun gölgesinde yaşanmış olup (Kadıoğlu, 2009a: 285) Kemalist ulusçuluk, Batı ilerlemeciliği karşısında hissedilen bir medeniyetçilik iradesidir. Bu iradenin temelini, dine karşıt laiklik anlayışı oluşturmuş, milliyetçilik bu sürecin gereklerine göre şekillenmiş ve hem bireysel hem de kolektif aidiyet bağı olarak dine alternatif eksende konumlanmıştır. Yeni Türk ulusal bilinci, Kemalizm’in pozitivist akidesine uygun olarak, hem dindışı hem de dine karşı olarak kurgulanmıştır. Bilimi hayatın bütün alanları için kılavuz kabul eden bu kaba bilimcilik, kolektif bilinç düzeyinde çok yoğun bir duygu ve heyecan açığı meydana getirmiş, bu açıktan kaynaklanan 258 “rasyonel” olanı “nasyonel” hale getirme ihtiyacı, etnik temaların Kemalist ulusçuluğun yapısal bir parçası haline gelmesine yol açmıştır (Yıldız, 2007: 298-99). Yönetici grup ulusu, devletin gerçek temeli olarak düşünmesine rağmen modern anlamda bir Türk ulusu henüz ortada yoktu. Ortalama birey ya içinde yaşadığı yerel topluluğa ya da evrensel İslam ümmetine bağlılık duyuyor ve ulusdevletin gereklerine kayıtsız kalıyordu. Dolayısıyla, yerel topluluğa duyulan bağlılığın kapsamını genişletirken evrensel İslam ümmetine ve devletine beslenen sadakati zayıflatmak, modern ve laik bir ulus yaratma isteğinde olan merkezi otoritenin karşı karşıya olduğu önemli bir sorundu (Karpat, 2007: 212). Bu amaç doğrultusunda işe koşulan laikleşme hareketleri Türk milliyetçiliğinin terkibinde İslamî dozun oranını da derin bir biçimde etkilemiştir (Akgün; Çalış, 2009: 592). Laiklik ve milliyetçilik yeni rejimin üzerinde yükseleceği ilkelerdi. Rejimin temeli milliyetçilik olup, laiklik de milliyetçiliğin gayesi sayılan Türkiye Cumhuriyeti’ni modern bir ulus-devlet şeklinde inşa etmenin yegâne yolu olarak gözüküyordu. Yani laiklik, milliyetçiliğin yeniden tanımlanmasında destekleyici bir öğe olarak düşünülmüştü. Buna göre laiklik ilkesi, milliyetçiliğin İslamî ve Osmanlılı tarihsel içeriğinden kurtarılması ve yeni hedeflere doğru yöneltilmesi girişiminde kullanılacaktı. Laikliği milli amaçları gerçekleştirmenin aracı olarak kabul eden Kemalist milliyetçilerin düşüncesine göre İslam, Araplar arasında doğmuş bir dindi; dili Arapça idi ve gelenekçi özü, Cumhuriyet’in devrimci milliyetçi amaçlarına aykırıydı. Büyük bir kısmı, İslam’ı Osmanlı İmparatorluğu’nun milli bir kültür oluşturamamasının ve dolayısıyla ulus-devlet haline gelememesinin başlıca nedenini olarak görüyordu (Karpat, 2007: 67; 2010c: 135-136). Onlara göre, modern bir toplum oluşturmak için milleti dinsel içeriğinden soyutlayarak siyasal bir topluluk haline getirmek gerekiyordu ve laiklik bu amaç için mükemmel bir araçtı (Karpat, 2010e: 241). Kemalist milliyetçilik ilkesi ile laikliğin bu şekilde birbirlerini pekiştirici bir biçimde formüle edilmeleri, Kemalist kadronun arzuladığı, toplumsal değişiklikleri gerçekleştirmek için gereksindiği siyasal iktidar açısından da değerlendirilebilir (Köker, 2010: 162). Yani dindar halkın laiklik politikalarına muhalefet etmesinin haklı bir tarafı olabilirdi, fakat milliyetçi olmamaları ve bunu açıkça ifade etmeleri 259 beklenemeyeceği için laiklik milliyetçiliğe enjekte edilmiş ve laiklik karşıtlığı daha meşru bir konuma sahip bulunan milliyetçilik karşıtlığıyla bir tutulmuştur. Laiklikle milliyetçilik arasında kurulan bu sıkı bağ nedeniyle kamuya açık bir ortamda Kemalizm’in bir takım değerlerini reddetmek milliyetçiliği inkâr anlamına geleceği gibi, milliyetçi olmamak yurdu sevmemek hatta bölücülükle aynı anlama gelebilir (Copeaux, 2009: 45). Osmanlı millet sisteminde olduğu gibi Kurtuluş Savaşı sürecinde de dinsel özelliklerle tanımlanan millet kavramı, 1930’larda oluşan Kemalist ideoloji içine laiklik ilkesinin bir sonucu olarak, din öğesinden arındırılmış bir biçimde girmiştir (Köker, 2010: 151). Medeni Bilgiler’de yer alan ve 1931’de yapılan tanıma göre, “Millet; dil, kültür ve mefkûre birliği ile birbirine bağlı vatandaşların teşkil ettiği siyasi ve ictimaî bir heyettir” (Afetinan, 1988: . Bu şekilde, dil, kültür ve ülkü birliği terimleriyle tanımlanan millet kavramında, özellikle kültür terimi içinde düşünülebilecek olan din öğesi dışlanmış oluyordu (Köker, 2010: 152). Çünkü Mustafa Kemal’e göre din ulusal kimliğin önünde bir engeldi. Bu durum Medeni Bilgiler’de şu şekilde ifade edilmiştir: Din birliğinin de bir millet teşkilinde müessir olduğunu söyliyenler vardır. Fakat biz, bizim gözümüz önündeki Türk milleti tablosunda bunun aksini görmekteyiz. Türkler İslâm dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Bu dini kabul ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de sairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine tesir etmedi. Bilâkis, Türk milletinin millî bağlarını gevşetti; millî hislerini, millî heyecanını uyuşturdu. Bu pek tabiî idi. Çünkü Muhammed’in kurduğu dinin gayesi, bütün milliyetlerin fevkinde, şamil bir ümmet siyaseti idi (Afetinan, 1988: 21). Mustafa Kemal’e göre; “Türk milletinin teessüsünde müessir olduğu görülen tabiî ve tarihî vakıalar şunlardır: a) Siyasî varlıkta birlik. b) Dil birliği. 260 c) Yurt birliği. d) Irk ve menşe birliği. e) Tarihî karabet. f) Ahlâkî karabet” (Afetinan, 1988: 22). Bununla birlikte pratikte, bu öğelerin hepsinin aynı anda gerçekleşmesinin mümkün olmaması nedeniyle, işlevsel faydası bakımından bu öğelerden biri veya bir kaçının daha fazla vurgulandığı görülür.44 Bu doğrultuda dil, ırk ve köken birliği olmakla birlikte siyasi birlik şartını karşılamayan Türk toplulukları Türk ulusunun dışından tutulurken; farklı bir milli kimlik talep etmelerinin önüne geçmek için, Türklerle ortak geçmişe, tarihe, ahlaka ve hukuka sahip olmaları dolayısıyla Kürt, Çerkez, Laz ve Boşnaklar; ırk, köken birliği hatta çoğu zaman dil birliği şartını karşılamamalarına rağmen Türk ulusunun içinde kabul edilir. Hatta ortak gelecek idealine sahip olan gayrimüslimler de Türk ulusu içine dâhil edilir (Afetinan, 1988: 23). Türkiye nüfusunun kozmopolit yapısı nedeniyle yukarıdaki öğelerin hepsinin aynı anda mevcut olamayacağının farkından olan Mustafa Kemal, daha evrensel bir millet tarifi yapmaya çalışır. Buna göre: “Zengin bir hâtıra mirasına sahip bulunan; Beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvafakatte samimî olan; Ve sahip olunan mirasın muhafazasına beraber devam hususunda iradeleri müşterek olan insanların birleşmesinden vücuda gelen cemiyete millet namı verilir.” (Afetinan, 1988: 24). Bu tanım dolayısıyla, Türk milliyetçiliğinin hiçbir şekilde ırk ya da din üzerine kurulmadığı ve Türk ulusuna mensup olmayı kişinin kendi kabulüne bağlaması dolayısıyla herhangi bir kişinin bu millete girmekte özgür olduğu 44 Alkan, cumhuriyetin Türk milliyetçiliğinin hukuksal, kültürel ve ırksal bir pragmatik bileşim üzerine kurulu olup dönemsel olarak bu bileşimdeki bir öğenin diğerlerine göre daha ağır bastığını belirtir. Bkz. Mehmet Ö. Alkan, “İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e Modernleşme ve Ulusçuluk Sürecinde Eğitim”, Osmanlı Geçmişi ve Bugünün Türkiye’si, Der. Kemal H. Karpat, 2.b., İBÜ Yay., İst., 2005, 73-242, s. 235. 261 vurgulanır (Zürcher, 2004: 264). Bununla birlikte 1930’lu yıllarda tamamen dindışı bir içerikle tanımlanan millet, milliyet ve milliyetçilik kavramları, teritoryal ya da sivil milliyetçilik tanımlarının sınırlarını zorlayarak, zaman zaman ırkçılık şeklini alırken artık İslam’ın etkisi hissedilmez (Akgün; Çalış, 2009: 594). Mustafa Kemal’in Türk milletinin oluşmasında etkisi olan öğeleri saymasında ve millet tarifinden da anlaşılacağı üzere, Kemalist milliyetçilik ilkesine yansıyan millet kavramı, her halükarda dinsel içeriğinden soyutlanmış bir kavramdır. Kemalist milliyetçilik, millet kavramını dinsel olmayan öğelerle tanımlamanın ötesinde, İslâm dininden ayrı bir değerler sistemi olarak ortaya koyma amacında olmuştur. Diğer bir ifadeyle, Kemalizm, Türk toplumunda yaşayan insanların kendi kimliklerini tanımlayış biçimlerini değiştirmek amacıyla, onlara yeni bir alternatif kimlik sunmak istemiştir (Köker, 2010: 153). Bu doğrultuda, Osmanlı bağlarını yok ederek ve ülkede yaşayan çeşitli Müslüman grupları dil bakımından Türkleştirerek modern bir millet yapmaya karar vermiştir. Böylece dini temelde gelişmiş tarihî millet ve milliyet anlayışına son verilmiş ve modernleşmeye yatkın laiklik üzerine kurulacak yeni modern bir ulus yaratma çabası başlamıştır. Bu amaç için, hars üzerine kurulu Türk Ocakları 1931’de kaldırılarak, onların yerine 1932’de Anadolu halkının dilini, folklorunu, yaşayışını esas alacak, gerçek bir Türk kültürü yaratacak Halkevleri kurulmuştur. Aynı sene toplanan Tarih Kongresi, Türklerin Müslümanlık dönemini atlayıp Orta Asyalı kökenlerini ön plana koymuş ve Türklerin Anadolu’ya gelişlerini Hititler ve Sümerleri Türk ilan edecek şekilde çok eskilere götürerek yeni bir tarih tezi ileri sürmüştür (Karpat, 2011: 48). 3.2.1. TÜRK ULUSAL KİMLİĞİNİN SEKÜLER İNŞASININ İDEOLOJİK AYGITLARI Türkiye Cumhuriyeti’ni, Avrupa ulus-devletleri modeline göre biçimlendirme isteği, Türk kimliği temelinde yoğun bir ulus inşası çabasını gündeme getirmiştir. Bu çaba, Osmanlı-Müslüman kimliği yerine Türk kimliğinin yerleştirilmesi ve bu kimlik ile ülkedeki dilsel, etnik ve dinsel farklılıkların üzerlerinin örtülmesi anlamına gelir. Yeni Türk kimliğinin oluşturulmasında, tarihin milliyetçi bir yeniden yorumlanması 262 veya kurgulanması önemli bir işlev görür. Bu yeniden yorumlamada, Türklerin İslâm öncesi tarihi ön plana çıkarılır. Çünkü Türklerde milliyetçiliği yerleştirmek için gereken imajlar, İslâm öncesi başarılarının imajlarıydı ve Orta Asya en eski Türk başarılarının beşiği olarak seçilmişti. Bunun yanında, Türk kültürünün odağını İslâm’dan uzaklaştırma girişiminin bir diğer yüzü olan, İslam aracılığıyla Türkçeye giren Arapça ve Farsça sözcükleri, Türk kökenli kelimelerle değiştirmeyi hedefleyen, dilde arılaşma çabası da görülür. Bu çabalar doğrultusunda, 1931 yılında Türk Tarih Kurumu, 1932 yılında da Türk Dil Kurumu kurulmuş ve bu kurumlar, hükümetin bu alanlardaki projesini hayata geçirmişlerdir. Dolayısıyla Türk milliyetçiliği 1930’larda tamamen laik hale geldi (Mardin, 2007: 231; Zürcher, 2009a: 304). 3.2.1.1. Türk Tarih Tezi: Ulusal Kimliğin İslam’dan Soyutlanması Kemalist kurucu kadro, toplumu laikleştirme ve Batılılaşma isteği doğrultusunda modern bir ulus inşa etmek için, tarihin yeniden kurgulanarak toplumsal hafızayı yeniden kodlamanın zorunluluğuna inanmıştır. Bu inanç doğrultusunda, paradoksal bir şekilde, İslam’ın şekillendirdiği yakın geçmişi unutturmak isterken, İslam öncesi uzak geçmişi laik ulus-devlet projesine uygun olarak yeniden yorumlayarak hatırlatmaya çalışmıştır. Türk Tarih Tezi aracılığıyla Türklerin Müslümanlık tecrübesi atlanarak İslam öncesi Türk tarihi ön plana çıkarılmıştır. Böylece seküler bir tarih inşa edilmeye çalışılmış ve gerçek Türk ulusal kimliğinin ancak bu sayede ortaya çıkabileceği düşünülmüştür. Türk ulusçuluğu birçok bakımdan Avrupa ulusçuluğunda görülen romantik akımlara karşı dayarlı olup (Dodd, 2010: 103) Almanların tarihlerini çok gerilere götürerek bir mitolojik geçmiş yaratma yolundaki girişimleri Türk tarih yazımı üzerinde etkili olmuştur. Özellikle 1930’lu yıllrın ikinci yarısında cumhuriyetçi liderler, devlet gücüne destansı bir nitelik kazandırma gereksinimi duydukları zaman, Alman ulusçu tarihçilerinin yaklaşımından etkilendikleri görülür. Alman tarih yazıcılığı ve romantizmle birlikte, pozitivizm de Cumhuriyet tarih yazımının ilk on yıllarının esin kaynağı olmuştur. Romantizm, tarihçilerin ulusal ülkülerini geliştirmeleri için bir moral güç yaratırken Alman tarih yazıcılığı ideal-devlet-iktidar 263 özdeşliğini yaratmak için çok uygundu. Pozitivizm ise kısa vadeli siyasetin pragmatik ve laik hedefleri için gerekliydi (Ersanlı, 2009: 25-26). Siyasal iktidarların radikal değişimi, kendilerini meşrulaştırmaya yönelik kurgusal bir tarih yaratır (Alkan, 2009: 75). Cumhuriyet rejimi de kendi görüşüne uygun resmi bir tarih yapmaya karar verince, tarihi değiştirme yolunu tutmuştur. Yeni bir devlet, toplum ve yaşam biçimi oluşturma isteği doğrultusunda, görünüşte her şeyiyle yeni olan, yani tarihinden ve kültüründen arınmış “yeni” bir insan yetiştirmek düşüncesi, CHP elitleri arasında daha 1924’lerde görünmeye başlar. 1925’te Terakkiperver ve 1930’da Serbest Fırka’nın halkın büyük desteğini görmesi, CHP liderleri tarafından gerici şeriatçıların ve eski rejim taraftarlarının ayaklanması şeklinde görülerek, bunların eğilimlerini besleyen eski kültüre, yani dine ve tarihe yeni şekil verilmesi kararlaştırılmıştır (Karpat, 2009b: 323, 324). Böylece CHP’nin Üçüncü Genel Kurultayını topladığı 1931’de Türk Tarih Tezi ortaya atılmış, 1932’de de ilk Türk Tarih Kurumu Kongresi toplanmıştır. Kemalist yönetimin, yeni bir ulusal kimlik ve güçlü bir ulusal birlik kurmaya çalışırken kullandığı araçlardan biri olan Türk Tarih Tezi ilk olarak, Türklerin medeniyet kurmaya muktedir olmadıkları görüşüne karşı çıkıyor ve İslam’ın milli nitelikleri yok edici etkilerine maruz kalmadıkları zamanlarda medeniyete katkıda bulundukları fikrini ileri sürüyordu. Avrupalı çağdaş ve egemen uluslarla eşitler ilişkisi içine girebilmek için, bugünkü dünya uygarlığının yaratıcıları arasına Türkleri de koyacak olan Orta Asya merkezli bir kültürel yayılma tezini ortaya atarak, pek çok medeniyetin yayılmış olduğu Orta Asya’da bir şehir medeniyeti yarattıklarını savunuyordu. Türklere kendi geçmişleri ve kendi ulusal kimlikleri için yakın geçmişten yani Osmanlı döneminden bağımsız bir övünç duygusu vermeyi amaçlayan Türk Tarih Tezi ikinci olarak, Türk tarihinin Osmanlı tarihinden ibaret olmadığını göstermek amacıyla Türklerin eski çağlardan beri varoluşuna vurgu yapıyordu. Üçüncü olarak, modern Türklerin Orta Asyalı köklerine vurgu yapılıyordu. Tez dördüncü olarak da Türklerin Anadolu’da ırksal ve tarihsel devamlılığını ileri sürmekte; Anadolu’da, bronz çağından ve Hititlerden başlayıp Selçuklulara uzanan kesintisiz bir Türk uygarlığı yaşandığını iddia etmekteydi. Hititlerin Türk oldukları ileri sürülerek, Anadolu’nun çok eski zamandan beri bir 264 Türk ülkesi olduğunu iddia ederek, Cumhuriyet yurttaşlarının köklerini yaşadıkları topraklara da uzandırmış oluyordu. Tez ayrıca, Türklerin sarı ırka veya Mongol ırkına ait olduğu savını da reddediyor ve Orta Asya kökenli olmalarına rağmen Türklerin aslında, beyaz ve brakisefal bir ırk olduklarını ileri sürüyordu (Aydın, 2000: 222; Çağaptay, 2009b: 248; Karpat, 2010c: 142; Mardin, 2007: 66; Zürcher, 2009b: 282). Türklerin Anadolu’nun en eski halkı oldukları savını temellendirme çabası olarak Türk Tarih Tezi, aynı coğrafya üzerindeki tarihsel kıdem iddiasının ispatına yönelik olmuştur. Türk Tarih Teziyle Anadolu’da bilinen en eski uygarlıkların bile Türk olduğu öne sürülerek Türkiye Cumhuriyeti’nin Anadolu’daki varlığı meşrulaştırılıyordu. İslâm-öncesi Türk tarihine uzanmak suretiyle de yeni Türk ulusal kimliği İslam’ın dışına taşınarak seküler bir geçmiş üzerine kuruluyordu (Aydın, 2000: 72, 221-22). Böylece Müslüman ve özellikle de Osmanlılı boyutlardan sıyrılmış bir kimlik yaratmak için, Türk Tarih Tezi aracılığıyla bir yandan Türklerin Asyalı kökleri övülürken -çelişkili bir şekilde- bir yandan da Yunan ve Ermeni milliyetçiliklerine karşı Anadolulu atalar bulmaya çalışılmıştır (Copeaux 2006: 51). Türk milliyetçiliğiyle birçok ortak yöne sahip olan Doğu Avrupa milliyetçilikleri, daha esnek bir bakış açısıyla, tarih içerisinde ulusal değerlerde devamlılık ararlarken, Kemalist milliyetçilerin ileri sürdüğü Türk Tarih Tezinin ve Güneş-Dil Teorisi’nin dayandığı devamlılık, neolitik uygarlık ile laik Cumhuriyet’in kültür devrimi arasında kurulan köprüden ibaret olmuştur. Yakın geçmiş atlanarak uzak geçmişle köprü kurmak sayesinde, İslam dininin Anadolu Türkleri üzerindeki etkisi ve 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasal egemenliğinin yarattığı kimlik yok sayılmış oluyordu. Türk Tarih Tezi, Osmanlı ve İslam dönemlerinin tarihsel gerçekliğini inkâr ederek romantikleştirilen İslam-öncesi ve tarih-öncesi anlayışının laikliği ile bir altın çağ yaratmaya çalışmıştır. Jakoben laik politikacılar, Orta Asya’da ya da Anadolu’da yapılacak arkeolojik kazılar sayesinde İslam öncesi geçmişin çıkartılması sonucunda, dünyevi köklerin birçok açıdan kanıtlanabileceğine inanmışlardır (Ersanlı, 2009: 234, 239). Kemalist tarih tezleri unutmaktan ve unutturmaktan yana olup asla hatırlamanın mümkün olamayacağı bağlantılar üzerinden yürümektedir. Kemalizm 265 özellikle topluluğun hâkim inancı olan İslamî ve Osmanlılı bağların unutulmasında ısrarlı olmuştur (Öğün, 2009: 349). Cumhuriyet dönemine kadar Türk etnik kimliği Osmanlı ve İslam kimliğiyle uyum içinde gelişip olgunlaşmış 1930’lu yıllardan itibaren ise dar anlam taşıyan Türk etnik milliyetçiliğiyle uyuşmayan daha geniş kapsamlı diğer iki kimlik reddedilmiştir (Karpat, 2005: 19-20). Çünkü Türk milliyetçilerinin bazılarının gözünde, doğuştan modernist demokratik eğilimlere ve saf bir etnik kültüre sahip olduklarını düşündükleri Türklerin, çağdaş medeniyete ayak uydurmalarını önleyen hanedan ile cehaletin karanlık güçleri, yani dini düzen ve hatta dinin kendisi idi (Karpat, 2009a: 653-654). Osmanlı ile İslâm kimliğinin birlikteliği, laisizmin başarısı için İslam öncesi Türk ve Anadolu tarihlerinin öne çıkarılması ve Osmanlı kültürünün tasfiye edilmesi gereğini birinci plana getirmiştir (Aydın, 2000: 221). Kemalist ideoloji, Osmanlı ve İslam’ın yerine milli kimliğin cevheri olarak halkın bağrında yaşayan İslam öncesi kültür unsurlarını ön plana çıkarmıştır (Bora, Canefe, 2007: 147). Çünkü Atatürk ve arkadaşları, İslam’ın Türk milliyetçiliğiyle uyuşmazlığına inanıyor (Heyd, 2001: 116) ve İslamî kültürel cilanın kazındığında altından gerçek Türklüğün çıkacağını düşünüyorlardı (Georgeon, 2006: 10). Bu nedenle tarih, Türklerin İslam öncesi geçmişlerini yücelten bir bakış açısıyla yeniden yazılıp yorumlandı (Karpat, 2010b: 225). Bununla birlikte Mustafa Kemal’in zaman zaman ırkçı çağrışımlar yaratan boyutlara varan politikaları ya da milliyetçiliği abartılı tarihsel temellere oturtma gayretleri, milliyetçi saiklerle Türklere yeni aidiyet bağları kazandırmaktan çok, dinin sosyal etkilerini gidermeye dönüktü (Öğün, 2004: 283). Türklerin, başta Osmanlı dönemi olmak üzere, Müslümanlık tecrübesinin atlanarak Türk ulusal kimliği için İslam öncesi dönemden malzemenin aranması aslında yersiz bir çaba değildi. Çünkü Osmanlı’da Türklerin İslam öncesi geçmişi, Orta Asyalı kökenleri ve oradan göç edişleri kolektif bellekten silinmiş, unutulmuştu. Gerçekten de İslam’ı benimsemiş halkların hiçbiri, kendi ayrı kimliğini İslam ümmeti içinde eritme konusunda Türklerin eriştiği noktaya varamamıştı. Araplar, İranlılar ve Mısırlılarda bulunan İslam öncesi destansı geçmişe Türklerde rastlanmaz. Türklüğe dair bazı izler devam etmiş olsa da, Türkler kendi İslam öncesi geçmişlerinden pek az hatırayı ellerinde tutmuştur. Bu geçmişin, kalıntıları da resmi 266 çevrelerin dışında, Türk köylüsünün geleneklerinde, özellikle de Anadolu göçebeleri arasında yaşıyordu. Türk öğesi olarak bilinen tek özellik dil kalmış, buna rağmen geniş halk yığınlarının dili büyük ölçüde saflığını korumakla birlikte sarayın, bürokrasinin ve Osmanlı yönetici sınıfının dilinde Farsça ve Arapçadan ödünç birçok sözcük bulunuyordu. Bu nedenle kültürel açıdan, Osmanlı dili Türk olmaktan çok Müslümandı (Georgeon, 2005: 9; Lewis, 2009: 12-13, 445). Cumhuriyet’in kurucuları, geçmişten kopmak için sürekli çaba göstermişlerdir. Atatürk, yeni rejimin, Osmanlı Devleti’yle hiçbir ortak özellik taşımadığını ve çürümüş geçmişten tam bir kopuşu ifade ettiğini vurguladı (Ahmad, 1995: 10). Laik bir modern ulus inşa etmek isteyen Kemalist kadro, esasen İslam’la ve İslam’ın evrenselci amaçlarıyla ilişkili olmasından dolayı, Osmanlı’nın kültürel mirasını görmezden geldi ve küçümsedi. Buna karşılık hükümet siyasal menfaatleri gereği Osmanlı’nın maddi ve manevi kültürüne bağımlılığını sürdürmüş ve ondan miras kalan devlete sadakat ve otoriteye saygı geleneklerini devam ettirmiştir (Karpat, 2005: 49; 2009b: 240). Osmanlı’nın geri kalmışlığın nedeni olarak görülmesi ve İslam’ın Türk ulusal bilincini körelttiği iddiası dolayısıyla Cumhuriyet’in ilk yıllarında benimsenen çeşitli reformlar, Osmanlı-Müslüman geçmişinden koparak yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzünü Batı’ya çevirmeyi hedefliyordu. Din ve gelenek, geri kalmışlıkla özdeşleştirilen geçmişin simgeleri olarak kavramsallaştırıldı ve Batılılaşma teşebbüsü ile çatışan varlıklar olarak görüldü. Batılılaşma daha önce Osmanlı elitleri arasında da tartışılmış, fakat bu tartışmalar sadece düzenin devamını mümkün kılmak için yapılmış, Cumhuriyet Türkiye’sindeki gibi topyekûn bir Batılılaşma hedeflenmemiştir. Cumhuriyet Türkiye’sinde Batılılaşma, devletin bekasını mümkün kılan bir araç olmaktan çıkıp bizatihi bir amaç haline gelmiştir. Bundan dolayıdır ki, ülkede geçmişi hatırlatan her şey gericilik simgesi olarak, olumsuzlanarak algılanmıştır. Din ve geleneği geçmişin simgeleri olarak algılayan yeni rejimin gerçekleştirdiği ilk işler arasında, geleneğin en önemli taşıyıcıları olarak algılanan saltanatın ve hilafetin ilgası yer alıyordu. Bunu takiben, hukukun sekülerleştirilmesi ve eğitimin seküler devlet tarafından tekelleştirilmesi süreçleri tamamlandı. Ülkenin geri kalmış olmasının nedeni olarak İslam’ın görülmesinden güç alan Batılılaşma 267 eğilimi, özellikle laikliğe ilişkin politikalarda, harf ve şapka devrimlerinde izlenebilir. Unutmak, Türkiye Cumhuriyeti’nde amaçlanan Batılılaşmanın bir tezahürü olup Batılı olmaya engel oluşturan özellikleri unutma eylemi, eğitim sisteminde her gün yeniden üretilir. Geçmişi unutmanın zirveye çıktığı anlardan biri de 1928’de yapılan harf devrimi olup Türkiye’de insanlar özel bir çabayla Osmanlıca öğrenmedikçe, geçmişlerine ilişkin hiçbir literatürü okuyamazlar. Cumhuriyet öncesi neredeyse bir tür cahiliye devri olarak görülüp hatırlanmaya değer görülmez. Bu çabaların en temel sonucu, dinin, kamusal ve özel alandaki kurucu rolünün uğramış olduğu erozyonun hızlanmasıydı (Kadıoğlu, 2008: 41-42; Yeğen, 2011: 53-54). Batılılaşma, Batının uzun bir tarih süreci içinde derin sancılarla yaşadığı laik varoluş sorunsalını ve bunun bunalımlarını beraberinde getirmiştir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında iki üç şehirde sıkışmış bir aydın grubunun sorunsalı olarak kalarak toplumsal bir olay halinde tezahür etmeyen kimlik bunalımı, iktidar meşruiyetinin geleneksel simgelerinin emirle bir anda silinip atılmasıyla geniş halk kitleleri tarafından da hissedilmeye başlandı. Geleneksel simgeler tarih sahnesinden çok kısa bir zaman dilimi içinde silinmiş fakat yeni meşruiyet simgeseli, geleneksel simgeselin kozmik varoluş sorunsalına getirdiği güçlü ve bütünsel anlamın yerini alabilmekten uzak kalmıştır. Toplumun büyük çoğunluğu, Batı toplumlarından farklı bir şekilde, çağdaşlaşma sürecini bir tarih sentezi olarak değil de bir boşluk yaratıp, onu yeterince doldurmaktan aciz kalan devletin empoze ettiği bir tarihî kopuş olarak yaşamak zorunda bırakılmıştır (İnsel, 2009: 22-23). İslamî uygulama ve geleneklerden uzaklaşarak Avrupa’ya doğru gidiş, etnik Türk kimliği duygusunu güçlendirmiştir (Lewis, 2009: 5). Ayrıca 1930’lu yıllarda İslam öncesi dönemin ön plana çıkarılması nedeniyle, Türk Tarih Tezi ışığında etnisite ve ırk, Türklüğün belirleyicileri olarak din ve dile katıldılar (Çağaptay, 2009a: 250). 1924-30 yılları arasındaki cumhuriyetçi ulusçuluk döneminde, Mustafa Kemal’in ulusal kimlik sınırları tanımlaması, Gökalp’ın ortak kültür tanımına yakın görünüyordu. Ancak Kemalist milliyetçi tanımdan ortak kültürün bir kaynağı olarak İslam çıkarılarak, yerine İslam dışı geçmiş ikame edilince (Yıldız, 2007: 119) dil ve etnik bağlılıklara öncelik veren laik Türk milliyetçiliği, etnik ve linguistik 268 milliyetçiliğin doğuşunu hızlandırarak Müslümanlar arasındaki birliği bozan bir tepkime sürecine yol açmıştır (Karpat, 2006: 218). Kemalist seçkinler, dinin vicdanlar ve mabetlere sürgününden sonra ulusal kimlik içinde geride bıraktığı boşluğu tarih tezi ile doldurmayı amaçlamaktaydı (Yıldız, 2007: 182). Bununla birlikte İslam’dan soyutlanmış bir Türk milliyetçiliği, dinin ulusal kimlikten dışlanmasıyla oluşan manevi boşluğu dolduramamıştır (Heyd, 1995: 181). Avrupa monarşilerinden farklı olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun geçmişinden artakalan kültürel ve etnik farklılıklar nedeniyle Türk ulusal kimliğinin tanımlanması, İslâm gerçeğinden ayrı yapılamazdı. Türk Tarih Tezi bunun aksini kanıtlamaya çok çalışmasına rağmen başaramadı (Ersanlı, 2009: 234). Nitekim bir gerçeğin aranmasından ziyade Kemalist milliyetçiliğin amaçlarını gerçekleştirmek için ortaya atılan ve hedefe varıldıktan sonra büyük oranda terk edilen (Shaw&Shaw, 2010: 445) tarih tezlerinin, milliyetçiliğin kitlesel ölçekte tutunabilmesini sağlayacak olan toplumsal realite ile ilişkisi daima zayıf kalmıştır (Öğün, 2009: 345). Toplum canlı bir organizma olarak kendi evrim çizgisini izlemiş ve çoğu zaman devlet politikalarına ters düşerek, devlet tarafından tanımlanan ve askerler tarafından korunan ve desteklenen resmi kimlikten farklı olarak, Osmanlı tarihini ve İslâm’ı milli kimlik ve özelliklerinin bir parçası olarak korumaya devam etmiştir (Karpat, 2009a: 751). İslam öncesi dil, folklor ve ayakta kalmış Türk gelenekleri gibi dinsel olmayan kaynaklardan derlenen millî kültürün laik öğeleri, küçük bir azınlık dışında kabul görmemiş, halkın bir özelliği haline geldiğinde ise dinsel bir boyut kazanmıştır (Karpat, 2011: 109). Tarih teziyle kökenler üzerinde yeniden düşünmek, ulusa çok eski bir geçmişi olduğu duygusunu kazandırmayı amaçlamakta olup herkese yüce atalarının anısından kaynaklanan bir övünç, uzun bir tarihsel sürekliliğe ait olma duygusuna bağlı bir gururu yeniden kazandırma temel kaygısı ile kolektif belleği değiştirmeyi hedef alan bir girişimdi (Ansart, 2010: 76). Milli gurur, İslam tarihinde değil, Türklerin milli bir grup olarak daha net ayırt edici özelliklere sahip oldukları İslam öncesi dönemde aranmaktaydı (Karpat, 2009b: 240). Bununla birlikte İslam öncesi Türk uygarlığına ait kalıntılar ulusal gurur, kültürel ilham ve tarihsel devamlılık duygusunun ana kaynağı olamayacak kadar yetersiz veya Anadolu’da ortaya çıkarılan Hitit 269 kalıntılarında olduğu gibi uzaktır (Heyd, 1995: 181). Yine de tarih tezi, bu yöndeki amacını sınırlı ölçüde başarmış, böylece Türkler, elli yıl öncesine kadar Türk terimi, göçebe veya köylü ile eşanlamlı olarak kullanılmasına rağmen Türk olarak başarılarından kaynaklanan yeni bir duygu hissetmeye ve dünyaya bir Türk olarak gelmiş olmakla gurur duymaya başladılar (Mardin, 2007: 66). Bazen üstünlük duygusuna yaklaşacak şekilde tarih tezi tarafından aşılanan güçlü bir ulusal kimlik ve ulusal övünç duygusu bir bakıma Avrupa’yı izleme ihtiyacını psikolojik olarak dengeliyordu (Zürcher, 2009b: 283). Gerçek Türklüğün işaretleri İslam öncesi dönemde aranarak, Türk etnik kimliğini ümmet yapısının içinde silikleştiren İslam’ın bir yandan da Türklüğü şekillendirme ve koruma rolü de gördüğü gözden kaçırılmıştır. Hatta Türk ismi ve onun atıfta bulunduğu varlık bile bir bakıma İslamî bir niteliğe sahiptir. İslam öncesi yazıtlarda rastlanan Türk ismiyle, birbirine akraba step halklarından sadece biri kastedilmekteydi. Bütün bir grubu kapsayacak şekilde genelleştirilmiş bir anlamda kullanımı, İslam’dan sonra olmuş ve İslam’la kaynaşmıştır. Tarihsel Türk milleti ve kültürü, hatta bir ölçüde son bin yıl içinde var olduğu şekliyle Türk dili, tamamen İslamiyet’in içinde doğmuştur. Türk ifadesinin, putperest Çuvaşlar veya Hıristiyan Gagavuzlar gibi Müslüman olmayan Türkler için veya İstanbullu Hıristiyanlar ve Museviler gibi bir Türk devletinde yaşayan gayrimüslimler için kullanılmamış olması Türk kimliğinin İslamîliğinin bir göstergesidir (Lewis, 2009: 13). 3.2.1.2. Seküler Dil İnşası Dilin Türkleştirme yoluyla sekülerleştirilmesi, Kemalist milliyetçiliğin önemli çabalarından birini oluşturmuştur. Arap harfleri yerine Latin alfabesinin ikamesi, ezan dâhil olmak üzere ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi ve Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin geriliği ve şarklılığı temsil ettikleri gerekçesiyle dilden ayıklanması, “millî ülkü”nün gereği doğrultusunda meşrulaştırılan bu dil reformunun önemli unsurlarıdır (Yıldız, 2007: 191). 270 Osmanlı dili, Georgeon’ın da (2005: 9) belirttiği gibi Türk olmaktan ziyade Müslüman bir dil olup Arapça ve Farsçadan birçok kelime barındırmaktaydı. Yeni rejim, Türk Tarih Tezi’nde olduğuna benzer bir şekilde, dilin Osmanlı-İslam kültürünün etkilerinden arındırılması için, modernleşme ve laikleşme projesine uygun olarak milliyetçi saiklerle dilde reform yapmıştır. Bu doğrultuda 1 Kasım 1928’de harf inkılâbını gerçekleştirerek Arap alfabesinin yerine Latin alfabesini kabul etmiş, daha sonra dilde arılaştırma hareketi başlatarak Arapça-Farsça sözcüklerin yerine yenilerini türetmiş veya Avrupa dillerinden ithal etmiş ve GüneşDil Teorisi’ni ortaya atarak Türkçenin bütün dillerin anası olduğunu iddia etmiştir. Osmanlı Devleti’nin birçok dinsel ve etnik grup içermesi gibi, devletin resmi dili Osmanlıca da Türkçeyle birlikte birçok Arapça ve Farsça kelime barındıran, Arap alfabesiyle yazılan, milli olmaktan uzak bir dildi. Osmanlı Devleti’nin çöküşü ve Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşu sürecinde bazı milliyetçilerin gözünde artık istenmeyen bir geçmişi temsil eden Osmanlıca çeşitli eleştirilerin odağı olmuştur (Aytürk, 2006: 93). Bu eleştiriler, Osmanlıcanın saray ve bürokrasinin süslü dili olarak halk dilinden kopuk, dolayısıyla da anlaşılmaz olması, Türklerin mili özelliklerini yansıtmaktan uzak olması, Arap alfabesiyle yazılmasından dolayı okuma-yazmayı zorlaştırması gibi argümanlar etrafında şekillenmiştir. Bu eleştiriler ışığında bir laiklik ve milliyetçilik devrimi olarak45 1928 yılında Latin alfabesine geçildi. 12 Temmuz 1932’de daha sonra Türk Dil Kurumuna dönüşecek Türk Dili Tetkik Cemiyetinin kurulmasıyla Arapça-Farsça sözcüklerin Türkçeden temizlenmesine ve onların yerini alacak sözcüklerin üretimine başlandı (Aytürk, 2006: 93). Alfabe değişikliği, dil devrimi ve Türkçeleştirme politikaları, ideolojik açıdan iki yönden Kemalist projeyle uyumluydu. Bu uyumun birinci yönü, Osmanlı alfabesinin kaldırılmasıyla, zaten lanetlenen Osmanlı geçmişi, artık yeni yazıyı 45 Akural, harf inkılâbının Atatürk’ün dil reformu programının sadece bir yüzü olduğunu dolayısıyla da laiklik ilkesi değil milliyetçilik ilkesi kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini belirtir. Bkz. Sabri M. Akural, “Toplumsal Değişim Üzerine Kemalist Görüşler”, Atatürk ve Türkiye’nin Modernleşmesi, Haz. Jacop M. Landau, Sarmal Yay., İst., 1999, 167-200., s. 180. 271 öğrenerek büyüyen kuşak için erişilebilir olmaktan çıktı. Aynı zamanda dil politikaları, Doğu ve İslâm kültürü etkisini her fırsatta reddeden ve Türklerin, antik zamanlardan beri medeniyetin yaratıcısı ve taşıyıcısı olduğunu iddia eden Türk Tarih Teziyle uyumlu olarak, hem kelime dağarcığı hem de yazı olarak “Şarklılık”tan ve İslâm kültüründen kopuşu simgeliyordu. Böylece Kemalist milliyetçi söylemin en önemli bileşenlerinden biri olarak tarihin unutturulması, dilde yapılan devrimlerle en yetkin biçimine ulaşmıştır (Balçık, 2009: 784). Türkçeye uygun yeni bir alfabe arayışı Latin alfabesini, bu alfabenin resmen kabul edildiği 1 Kasım 1928’den çok önce (ilk somut öneri 1863’te Ahundzade Mirza Fethali’den geldi) gündeme getirmiş olmakla birlikte (Karpat, 2009a: 665) bu arayış sadece pratikteki faydası bakımından yapılıyordu ve Cumhuriyet dönemindeki gibi ideolojik bir amaca sahip değildi. Türkiye’yi kuran Kemalist ekip, Osmanlı kimliğinin yerine geçecek Türk kimliğini yaratabilmek için Osmanlıcanın yerini Türkçenin alması gerektiğine inanmıştı. Bu sürecin bir parçası olarak Arap harfleri yerine Latin harflerine geçilmiş (Ahmad&Landau, 2004: 294) daha sonra da dilde sadeleşme adı altında İslam kültürüyle Türkçeye girmiş bulunan Arapça ve Farsça kelimeler ayıklanmıştır. Bunların yerine halk dilinden Türkçe kökenli sözcükler kullanıldı; bu mümkün olmadığı durumlarda da Türkçe dil kurallarına uygun olarak yenileri türetildi. Alfabe ve dil devrimlerinin, sembolik anlamları ve yeni Türk kimliği üzerindeki etkileri görmezden gelinmiş ve kendi dönemlerinde faydacı bir söylemle savunularak daha çok pratik sonuçlarına dikkat çekilmiştir. Örneğin harf devrimi; Türk dili için Latin alfabesinin Arap alfabesine göre daha uygun olması ve Latin alfabesiyle okuma yazma öğrenmenin daha kolay olduğu gibi savlarla açıklanmıştır. Aynı şekilde dil devrimi de; elit dili-avam dili ayrımını ortadan kaldırarak toplumu ve yönetimi demokratikleştirmek ile halkın siyasal karar alma mekanizmalarına katılımını kolaylaştırmak gibi sebeplere dayandırılmıştır (Aytürk, 2006: 94). Bununla birlikte bu değişikliklerin asıl amacı, Osmanlı-İslam geleneklerinden kurtularak çağdaşlaşmayı hızlandırmaktı (Tunçay, 2010: 232). Harf ve dil devrimleriyle Osmanlı-İslam kimliğinden sıyrılıp, laik ve milli bir kimliğe geçiş hedefleniyordu. Harf devrimiyle Türkiye’yi Batı’dan ayıran en görünür sembollerden biri bertaraf 272 ediliyor, dil devrimiyle de Türkçenin millileşmesi sağlanmış oluyordu (Aytürk, 2006: 94). Kemalist ideolojinin daha fazla yerelleştirme ve Türkçeleştirme yönündeki girişimlerinin amacı, modern Türkiye’nin İslam kültürüyle sıkı bağlarını koparmak ve bir milli benlik yaratmaktı (Mardin, 2011: 127). Türk milli bilincini, daha geniş bir İslamî kimlik aleyhine yükseltmek için Mustafa Kemal, Latin alfabesini zorunlu olarak dayattı. Bu yolla Türk milliyetçiliğini, Latin alfabesini benimsemiş Batı Avrupa’nın modern medeniyetiyle ilişkilendirmeyi umuyordu (Anderson, 2004: 61). Dolayısıyla harf değişikliğin makul gerekçeleri olmakla birlikte, Mustafa Kemal’in bu değişimi çok hızlı bir şekilde ve zorla gerçekleştirmiş olmasının sebebi, Türk toplumunu Osmanlı’nın ve Orta Doğu’nun İslâmi geleneklerinden kopartmak ve Batı’ya doğru yönlendirme amacına yönelik olduğu için ideolojikti (Zürcher, 2009b: 279). Aslında Atatürk’ün laikleştirme alanında yaptığı çok sayıda reform, harf inkılâbıyla büyük ölçüde uyum içinde olup Atatürk bu reformları, milliyetçiliği ve Batılılaşmayı geliştirmek için kullanmayı tasarlıyordu (Akural, 1999: 198). Toplumu İslamî kültürden kopartıp Batı’ya yönlendirme düşüncesi, dilde sadeleştirmenin uygulanma biçiminden ve Güneş-Dil Teorisinden daha net görülebilir. 1933-34 yıllarında kapsamlı laikleşme ve Batılılaşma hareketiyle aynı zamana denk gelince, yabancı kelimelerin dilden temizlenmesi hareketi zirve noktasına ulaştı. Bununla birlikte bu temizlik hareketi sadece İslam kültürüyle birlikte Türkçeye geçmiş olan Arapça ve Farsça kelimelerle sınırlı tutulmuş ve en az bunlar kadar yabancı olan Avrupa kaynaklı kelimeler muaf tutulmuş, hatta gidenlerin yerini doldurmak üzere bu dillerden yenileri Türkçeye dâhil edilmişti (Lewis, 2009: 585-586). Bu yanlı tasarrufun nedeni, Tür Dili Araştırma Kurumu’nun 18-23 Ağustos 1934 tarihlerinde düzenlediği İkinci Türk Dili Kurultayında açık bir şekilde ifade edilmiştir. Bu kurultayda Türkçenin bir medeniyet dili olduğu ve bütün dünya uygarlıklarına ilham verdiği görüşü dillendirildi. Konuşmacılar, İslam’ın Türkçeyi yabacı kelimelerle örttüğünü, İslam öncesi şanlı geçmişlerine ait hatıraları Türklerin zihninden silip attığını ve onlara yabancı bir kültür empoze ettiğini, bu nedenle de İslamî geçmişin kalıntılarının Türk dilinden çıkarılması gerektiğini belirtti. Türk Dili Araştırma Kurumu, Mayıs 1935’te çok çeşitli Arapça ve Farsça kelimelerin 273 ikamelerini listeleyen Osmanlıca-Türkçe Cep Kılavuzu isminde bir sözlük yayımladı. Sözlük, Türkçe ile Arapça ve Farsça arasında dilbilimsel bir kopuş gerçekleştiriyordu. Ancak paradoksal olarak, bir kısmı neredeyse bin yıldır Türkçenin içerisinde bulunan Arapça ve Farsça kökenli sözcükler tasfiye edilirken Atatürk’ün Türkiye’yi Avrupalılaştırma andını yansıtır biçimde, Avrupa dillerinden gelen kelimeler Türkçeden temizlenmedi. Hatta TDAK’ın türettiği yeni Türkçe kelimelerin bir kısmı bile Avrupa dillerindeki, özellikle de Fransızcadaki kelimelere benziyordu (Çağaptay, 2009b: 254). 1935’te, kullanılması zorunlu olan Arapça ve Farsça sözcüklerin, dilden çıkarılmaması kararlaştırıldı. Bu politika değişikliği, bütün uygarlıkların Türklerden ve bütün dillerin Türkçeden kaynaklandığını kanıtlamak için ortaya atılan Güneş-Dil Teorisi’yle savunuldu ve bu sözcüklerin yabancı kökenli olduğu, fakat gerçekte bunların yabancı dillere Türkçeden geçerek yerleştiği belirtildi (Feroze, 1995: 34). Harf İnkılâbı, yeni harflerin Türkçeye uygunluğu ve öğrenme kolaylığı nedeniyle, okur-yazarlık oranını hızla arttıracağı umuduna dayandırılmış olmakla birlikte (Akural, 1999: 180; Tunçay, 2010: 232) paradoksal bir şekilde okur-yazar nüfusu, birden bire okuyamaz-yazamaz hale getirmiştir. Ayrıca dilin sadeleştirilmesi, çok azı haricinde sonraki kuşakların Mustafa Kemal’in 1927’deki nutkunu kendi dilinde okuyamamalarına yol açmıştır (Ahmad&Landau, 2004: 294). Dolayısıyla dil devriminin asıl amacı pratik fayda olmayıp İslam’ın etkilerinden arındırılarak seküler bir dil inşa etmektir. Zira harf inkılâbı, dinin entelektüel güzergâhlarını tıkamış, yüzlerce yıldır oluşmuş bilgi birikimine ulaşmayı engellemiştir. 3.2.1.3. Türk Ocakları ve Halkevleri Kemalist elit, laiklik inkılâpların yapılmış olmasını modern ve seküler bir ulus inşa etmek için yeterli görmüyor aynı zamanda laikliğin yerleşmesi, mili kültürün dindışı öğelerinin bulunması ve laik milliyetçi değerleri geniş halk kitlelerine ulaştıracak yardımcı kurumlara ihtiyaç duyuyordu. Bunun için ilk önce, 1911’de kurulan Türk Ocakları görevlendirilmiş fakat daha sonra ocakların bağımsız 274 hareket etmesi ve laik bir Türk ulusal kimliği yaratmak hedefinden uzak görülmeleri nedeniyle Cumhuriyet Halk Fırkası’na bağlı bir organ olarak Halkevleri kurulmuştur. Türk Ocakları, Kemalist devrimin bütün ilkelerine tamamen katılmış ve Kemalist devrimlerin kitlelere yayılması konusunda kendilerine çok önemli bir rol düştüğünü düşünerek laiklik reformlarının kitlelere aktarılması görevini gönüllü olarak üstlenmişlerdir (Georgeon, 2006: 64). Cumhuriyet döneminde, bir yandan milliyetçiliğin devlet politikasının temel ekseni haline gelmesi, öte yandan da iktidardaki Cumhuriyet Halk Fırkası’nın ilkeleri arasında yer alması, özellikle devlethükümet özdeşliğinin bulunduğu bir dönemde Türk Ocaklarının siyasal ve ideolojik amaçlara uygun faaliyetlerde bulunmasına yol açmıştır. Böylece önceleri, hilafetin kaldırılması ve harf inkılâbı gibi konularda bazı tereddütleri olmasına rağmen, Atatürk tarafından gerçekleştirilen radikal inkılâpları benimseyen, sahiplenen ve hatta bekçiliğini üstlenen bir kuruluş olması, Cumhuriyet dönemi Türk Ocaklarının en belirgin özelliği olmuştur. Kemalist devrimlerin kitlelere benimsetilmesi ve çağdaşlaşmacı temaların vurgulanması sürecinde Türk Ocakları önemli bir işleve sahip olmuş; bu anlayış doğrultusunda inkılâplar konusunda halkı aydınlatmak ve yeni rejimin ilkelerini ülkede yerleştirmek amacıyla sosyal ve kültürel faaliyetlere büyük önem vermiştir. Bu tavrıyla adeta yönetim tarafından alınan karar ve inkılâpların halk arasında uygulanmasını üzerine alan bir kuruluş görünümünde, yönetim ile halk arasında aracı rol oynamaya çalışmıştır. İnkılâpların ülkede yerleştirilmesi çalışmaları yanında, en çok üzerinde durdukları konulardan biri de Türkiye’de millî birlik ve beraberliğin sağlanması için gösterdiği hassasiyettir. Özellikle Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra, irticaya karşı tavır alınması yönünde, yönetimin de desteği ile Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde şubelerini yaygınlaştıran Türk Ocakları, ırkçı anlayıştan uzak, zorlayıcı tedbirlere başvurmadan ülkede Türkçenin yaygınlaştırılması için belediyeler ve devlet ile koordineli bir şekilde çalışılması şeklinde bir yaklaşım içinde olmuştur (Sarınay, 2005: 377-78; Üstel, 2004: 402). İttihat ve Terakki döneminden beri, Türk milliyetçiliğinin bazen resmî, bazen de gayrı resmi sözcüsü olan Türk Ocakları Kemalist reformların yılmaz bekçisi rolüne bürünmekle birlikte rejim tarafından tam bir kabul görmemiştir. Cumhuriyet 275 Halk Fırkası’nın bu kuruluşları kendisine bağımlı kılma isteğinin bir sonucu olarak, 1928’den itibaren hükümet yanlıları tarafından, milliyetçiliğin bir devlet ve hükümet politikası haline gelmesi nedeniyle Türk Ocaklarının işlevini yitirdiği, halkla bütünleşemediği, seçkinci bir yaklaşıma sahip olduğu yönünde eleştirilmiştir. Bu nedenle tek parti yönetiminin genel mantığıyla tutarlı bir şekilde, bir yandan tüm güçleri tek bir merkezde toplama ve olası muhalefet odaklarını ortadan kaldırma çabasının, öte yandan da kültürel hayatı partinin ideolojisi doğrultusunda yönlendirme isteğinin bir sonucu olarak Türk Ocakları 1931’de kapatılmıştır (Koçak, 2009b: 601; Üstel, 2004: 403-404). Ayrıca Türk Ocakları içinde savunulan milliyetçilik anlayışının ırkçı ve Turancı bir temele dayandığı (Sarınay, 2005: 367), inkılâpları yeterince benimsemediği ve halka aktarılması konusunda yeterince istekli çalışmadığı ve bir muhalefet odağı haline gelmesi endişesi, kapatılma sebepleri arasında bulunan iddialardır. Türk Ocakları, tarihsel Türk kimliği ve kültürü kavramına dayalı, vatanseverliğe varan bir milliyetçilik anlayışını yaymaya çalıştı. Bunun yanında, sözü edilen Türk kimliğinin İslamî kökleri korunmakla birlikte geniş, çok iyi tanımlanmamış modernizm ve laiklik kavramları içinde sulandırılıyordu. Buna rağmen CHP, Türk Ocaklarının benimsediği tarihsel, dinsel anlamlı millet kavramının kendi laik ulus anlayışına karşı olduğunu fark edince Halkevlerini kurmaya ve bu kurumları Türkiye’nin kavranabilir, somut, ülke coğrafyasının ve halkının yaşayan gerçekleri üzerine kurulu yeni Türk ulusal bilincini ve kimliğini oluşturmakla görevlendirmeye karar verdi. Böylece 1930-31 yılında Halk Partisi, “hars” üzerine kurulan Türk Ocaklarını yeni bir kimlik ve kültür, yani devletin model olarak çizdiği yeni bir Türk yaratmak üzere Halkevleri haline getirmeyi kararlaştırdı ve kurumların faaliyet programlarını başlıca kültür alanlarını içine alacak biçimde genişletti. Halkevlerine şehir ve köy halklarını cumhuriyetçilik ve milliyetçilik esaslarına göre eğitmek görevi verilmişti (Karpat, 2007: 66; 2009b: 325; 2010c: 141- 142). Halkevleri, cumhuriyet rejiminin milliyetçi, laik ve halkçı görüşlerini kitlelere aşılamak için oluşturulmuş kültürel ve siyasal merkezler olarak 1932 yılında kuruldu. Halkevlerine, özel olarak Türk folkloruna, yaşamı ve göreneklerine dayanan bir 276 ulusal kültür kurmak ve laik bir Türk ulusal kimliği yaratmak, halka cumhuriyet prensiplerini öğretmek, cehaleti ortadan kaldırmak ve insanların hayat standartlarını yükseltecek araçlar geliştirmek gibi görevler yüklendi. Bu yüzden Halkevlerinin amacı, kültürel ve siyasal olmak üzere iki kategoride değerlendirilebilir. Kültürel amaç, folklora ve otantik Türk hayat tarzına dayanan bir ulusal kültürün yaratılması olup, etnik Türk kültürünün bozulmadan korunmuş olduğu varsayılan köylerde yoğun bir sosyolojik ve folklorik araştırmayı gerektiriyordu. Bu nedenle, daha sonra, folklor, örf ve âdetler, halk gelenekleri gibi mahalli olanı ulusal olana bağlayan bütün unsurları içeren yeni bir Türk kültürü yaratmak üzere, kırsal bölgelerde Köy Odaları adında benzer kurumlar oluşturuldu. Halkevlerinin görevi, otantik Türk kültürünü keşfetmek, halk masallarını, hikâyelerini ve şiirlerini toplamak, sonra da bütün ülkenin kullanımına sunmaktı. Tarih, edebiyat, güzel sanatlar gibi dallara ayrılmış Halkevlerine bağlı dokuz branş, Cumhuriyet’in fikirlerini ve dini içerikten yoksun laik bir kültür ve kimliği kitlelere yayıyordu. Bir etnik grup olarak Türklerin göreneklerinin tarihsel köklerinin peşine düşen Halkevleri, aynı zamanda laikliğin ateşli savunucusu olmuştur (Karpat, 2009b: 241, 333; 2010b: 224; 2010e: 271). Halkevleri, bir yandan ulusçu kültürü yayarken, bir yandan da Kemalizm’in Batılılaşma idealine hizmet etmiş (Arslan, 2009: 411) hatta topyekûn Batılılaşma isteği doğrultusunda halkın içerisinde yaşamakta olan kültürü açığa çıkartmaktan daha çok Batılı seküler kültürü topluma yayma amacını gütmüştür (Çetinkaya, 2009: 100). Bu durum ırkçı-Türkçülükle Kemalizm arasında gerilimli bir ilişkiye yol açmıştır (Arslan, 2009: 411). Halkevlerinin siyasal amacı ise, laik milliyetçi idealleri kırsal kesimde yaymaktı (Karpat, 2009b: 333-334; 2010b: 224). Şehirlerde genel olarak laiklik uygulamalarına uyum yönünde bir eğilim gözlemlenebilirken, kırsal kesimde değişim yavaş olup bu süreci hızlandırmak için laik ve Batılı kültürün merkezleri olarak Halkevleri ve Köy Odaları kuruldu (Mango, 1995: 136). İnkılâp projesine göstermiş olduğu pasif dirence ilave olarak kırsal kesim, ulusal birliğin kültürel düzeydeki kuruluşunda da sorunlu alan olmuştu. Merkezi idare ve ulusal pazar ile olan bağlardaki geleneksel kopukluğa ilave olarak İslâmî sembolik rejimin taşradaki süregelen etkisi, ulusal bütünleşmenin kültürel düzeyde gerçekleşmesini epey 277 güçleştirmekteydi. Buna ek olarak, rejimin önderleri, inkılâp projesine gösterilen toplumsal direnci çözmeye çalışırken, bu direnci mümkün kılan toplumsal kategorilerin başında dinin geldiğini keşfetmişlerdi. Milli kimliğin cılızlığına karşı İslamî kimliğin güçlü bir şekilde varlığını koruması, inkılâp hareketinin başarısızlığındaki temel nedenlerden birisi olarak algılanmaktaydı. Millî kimliğin cılızlığı ile inkılâp projesinin başarısızlığı arasındaki ilişkinin keşfi, Halkevlerinin takip edeceği faaliyet programını şekillendirmiştir. Rejimin kurucu partisi CHP, 1930’ların başında, ulusal birliğin sağlanması için resmi ulusal eğitimin yeterli olmayacağını anladı. Bu nedenle, rejimin uluslaşma sürecini tamamlamak için gerekli gördüğü, kültürel bir atağın başlatılmasına ilişkin karar doğrultusunda Halkevleri aracılığıyla yaygın bir halk eğitimine başlamış (Yeğen, 2011: 181-82) ve ulus-devlet ideolojisinin bir gereği olarak, toplumu homojenleştirmeye çalışmıştır (Öztan, 2006: 83). SONUÇ İmparatorluk bakiyesi topraklar üzerinde, modernleşme isteği doğrultusunda bir ulus-devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile imparatorluğun geleneksel siyasi yapısından kesin bir kopuşun meydana geldiği ve ikisi arasında, büyük farklılıkların bulunduğu kabul edilir. Bununla birlikte Türkiye Cumhuriyeti’nin birçok yönden temelleri, 19. yüzyılın başlarından itibaren atılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla her ne kadar Türkiye Cumhuriyeti, geri kalmışlıkla bir tuttuğu Osmanlı geçmişini reddedip Osmanlı’dan radikal bir kopuşu temsil edecek düzenlemeler yapmışsa da tam bir kopuşun gerçekleştiği söylenemez. Çünkü ulusdevlet Türkiye Cumhuriyeti’nin milliyetçilik, modernizm ve laikliğe dayalı temellerinin düşünsel kökleri Osmanlı’nın son yüzyılı içinde atılmıştı. Fakat bu dönemdeki milliyetçilik dışlayıcı değildi. Modernleşme ise topyekun bir Batılılaşma ülküsü doğrultusunda gerçekleşmeyip Cumhuriyet dönemindeki gibi “halka rağmen halk için” anlayışıyla yapılmıyordu. Aynı şekilde laikleşme örneklerine de rastlanmasına rağmen, laiklik dinin etki alanını sınırlamaya yönelik değildi. Milliyetçilik tehdidine karşı, farklı etnik ve dini unsurlardan oluşan sosyal yapıyı bir arada tutmak için bir modern ulus-devlet ideolojisi olarak geliştirilen Osmanlıcılık, bu amacında başarılı olamamış ve gayrimüslimler kendi ulusdevletlerini kurma talebiyle İmparatorluk’tan kopmaya başlamışlardır. Osmanlıcılık gayrimüslimlerin ayrılıkçı taleplerine engel olamamış, fakat modern Türkiye ulusdevletinin temellerini oluşturmuştur. Osmanlıcığın iflası üzerine Müslümanların birliğini sağlamaya yönelik olarak geliştirilen İslamcılık politikasında da İslam, ortaya çıkmakta olan Osmanlı-Müslüman ve daha sonra ortaya çıkacak olan Türk ulus-devletine uygun siyasi terimlerle tarif edilmiştir. Dolayısıyla Cumhuriyet’ten önce uluslaşma ve ulus-devlet bir ivme kazanmıştı. Kemalizm, bu doğal gelişime müdahale ederek siyasal sistemin meşruiyet temelini köklü bir şekilde değiştirmiş ve daha önce tanımlanmaya başlanan ve Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük bireşiminin oluşturduğu milli kimliği seküler bir şekilde inşa etme çabası içine girmiştir. Osmanlı toplumunda din, etnik kimliklerin üzerini örtmüştür. Türkler söz konusu olduğunda bu örtü daha da kalınlaşıyordu. İslam’ın Türk etnik kimliğini 279 örtmesi Türk milliyetçiliğinin doğuşunu geciktirmiştir. Bu nedenle etnik kimliğe dayalı Türk ulusal bilinci, laikleşme hareketlerine paralel bir şekilde gelişmiştir. Modern Türk kimliği, oluştuğu ilk dönemlerde etnik bir anlama sahip olmayıp bütün Müslümanları içeren bir kapsama sahipti. Jön Türk döneminde bu kültürel Türk kimliği siyasileşmiş ve Türklük hâkim etni haline getirilmiş ve bu çerçevede işlenen milliyetçilik, Türk ulus-devletinin ideolojik temelini oluşturmuştur. Ayrıca, İttihat ve Terakki iktidarında birçok laik-pozitivist modernleşme politikaları açısından da Cumhuriyet Türkiye’sinin ideolojik temelleri atılmıştır. Kemalist kadronun başarısı bir bakıma, Jön Türk devrinde yapılan modernleşme ve laikleşme politikalarını daha etkili, kapsamlı ve kapsayıcı bir şekilde tekrar yürürlüğe koymaktan ibaret olmuştur. Ulus-devlet ile din arasında çok yönlü bir ilişki vardır. Bazen pragmatist bir bakış açısıyla dinin bütünleştirici özelliği göz önünde bulundurulurken bazen de kontrol altında tutulması gereği görülmüştür. I. Dünya Savaşı sonucunda İmparatorluk tamamen dağılmış ve Kurtuluş Savaşı’nın elde kalmasını sağladığı topraklarda Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Yeni devletin kurucu kadrosunca “güçlü olma”nın yolunun Batı gibi modernleşmekten geçtiği düşünülmüştür. Modernleşmenin de ancak, devleti, Batı’da olduğu gibi milliyetçilik ve laiklik temelinde ulus-devlet formunda inşa etmekten geçtiği düşünülmüştür. Onlara göre, “çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak” için, bağımsız bir ulus-devletin yaratılması ve laik ve modern bir ulusal kimliğin inşa edilmesi gerekiyordu. Devlet tarafından tanımlanan ulusun sınırları hiçbir zaman net olmayıp işlevsel faydası bakımından dönemsel olarak farklı tanımlar ön plana çıkarılmıştır. Milli Mücadele’nin başlangıcından hilafetin kaldırılmasına kadar olan ilk dönemde ulusun sınırları dine göre belirlenmiştir. Türk ulusal kimliğinin, baskın bir dini karaktere sahip olduğu bu dönemde etnik kimliklerine bakılmaksızın bütün Müslümanlar Türk ulusunun asli ve eşit bir parçası olarak kabul ediliyordu. Bu dönemde, Türklük Müslümanlıkla örtüşüyordu. 280 1924’ten 1929’a kadar uzanan ikinci dönemde, toprağa dayalı bir hukuki tanımlama belirleyici olmuştur. 1924 Anayasası’nda somutlaşan bu tanım din ve etnisite ayrımı yapmaksızın, Türkçe konuşmaları ve Kemalist çağdaşlaşma ülküsünü benimsemeleri şartıyla, bütün vatandaşları Türk kabul ediyordu. Bu dönemde teoride hukuki tanımlama geçerli olmakla birlikte, pratikte siyasi tanımlama belirleyici olmuştur. Dinin siyasi alandan dışlanmasıyla yetinmeyerek sosyal görünürlüğünün de yok edilerek yalnızca “vicdanlarda ve mabetlerde” yaşanmasını öngören jakoben bir sekülerizm bu dönemin temel özelliğidir. 1924-1929 arası dönemde laiklik reformlarıyla birlikte dini tanımdan radikal bir kopuş yaşanmış, çoğulcu söylem terk edilmiş, Türk ulusal kimliğinin homojenleştirici yönü belirginlik kazanmıştır. Türk ulusal kimliğini inşa sürecinin üçüncü dönemi olan 1929-1938 tarih aralığında, ulusal topluluk etniklik ekseninde tanımlanmış ve ırkî-soya dayalı motifler ön plana çıkmıştır. Bu tanım en fazla pratikte, yani devletin günlük muamelelerinde gözlenmekteydi. Buna göre, sadece etnik Türkler, “Türk” olarak kabul ediliyordu. Fakat etnik Türkler, Türkiye’de mutlak anlamda hâkim durumda değildi ve Türk olmayan Müslümanların asimile edilmeleri halinde Türk nüfusu güçlenecekti. Bu yüzden Kemalist ideoloji, Türkçeyi benimseyerek asimile olmaları şartıyla, Türk olmayan Müslümanları –gerçek anlamda olmasa da- Türk olarak kabullenmeye razıydı. Bununla birlikte yönetim, başta en büyük ve en az asimile edilmiş topluluk olan Kürtler olmak üzere, gayri Türklere karşı her zaman ihtiyatlı olmuştur. Diğer Müslüman toplulukların ayrı bir milli kimlikleri olduğunu reddetmiş ve bu cemaatleri asimile etmeye yönelik politikalar geliştirmiştir. Kemalistler, Türk olmayanların Türklerle ortak bir dini kimliğe sahip olmaları dolayısıyla, Türklerle kaynaştırılarak asimile edilebileceğine inanıyordu. Türk milliyetçiliği dönemsel olarak dini, sivil ve etnik özelliklere sahip olmuştur. Türk milliyetçiliğinde, resmi söylemde teritoryal-hukuki dolayısıyla da sivil bir milliyetçilik olmakla birlikte pratikte, din ve etnisite belirleyici olmaya devam etmiştir. Din, gayrimüslimlerine yönelik politikanın belirlenmesinde etkili olup Türk ulusal kimliğinden dışlanmalarına yol açmış, etnisite de Türk olmayan Müslümanları ötekileştirici bir fonksiyon görmüştür. 281 Türkiye Cumhuriyeti, milliyetçilik ve laiklik ekseninde merkezi bir ulusdevlet olarak kurulduğu için bütün dini, etnik ve dilsel çeşitlik reddedilmiştir. Taşra kültürünün taşıyıcıları olarak kabul edilen İslam ve Kürtlerin dışlanması, ironik bir biçimde bunların bir muhalefet odağı haline gelerek siyasileşmelerine yol açmıştır. Kemalist seçkinler, homojen bir ulus inşa etme çabasının din ayağında, hem dinin kamusal alandaki görünürlüğünü hem de dini heterojenliği ortadan kaldırmaya yönelik olarak laiklik politikalarını yürürlüğe koymuşlardır. Ulusun homojen olması gerektiği kadar inancının da türdeş olmasına karar verilmiştir. Kemalist kadro bu amaç doğrultusunda, nüfusun çoğunluğunun Sünni İslam’ı benimsemiş olması ve ortodoksi özelliği nedeniyle denetim altında tutulmaya daha elverişli olmasından dolayı, Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla laik hedeflere uygun bir şekilde kontrol altına alıp resmileştirdiği İslam’ın Sünni yorumunu esas almıştır. Ayrıca Sünni İslam, sistemli kurumsal yapısı itibariyle ulus-devletin amaçları doğrultusunda manipüle edilmeye daha müsaitti. Bu durum, devletin resmi dininin olmaması ve homojenleştirici ilke olarak laikliğin benimsenmiş olmasına rağmen, ulus-devletin gerçekte Sünni İslam’ı devlet dini olarak “kolladığı” şeklinde bir algıya yol açmıştır. Laiklik politikalarının en fazla tahribatı Sünni İslam üzerinde yapmış olmasına rağmen bu algının nedeni büyük ihtimalle Sünnilerin nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu gerçeğidir. Gerçekte ise Sünni İslam’ın resmileştirilmesi, teolojik bir tercih olmayıp samimi bir inanca dayanmaktan ziyade tamamen politik bir karardı. Yoksa çoğu zaman sanıldığı gibi Diyanet aracılığıyla temsil edilen Sünni İslam’ı kitlelere benimsetme misyoner tutumu içinde olmamıştır. Sünni İslam’a daha çok pragmatist açıdan yaklaşılmış ve ortodoks yapısı ve geleneksel izdüşümü dolayısıyla “hak”tan ziyade “vazife”yle yüklü bir vatandaş profili için daha uygun görüldüğü için tercih edilmiştir. Sünni İslam’ın temsilcisi ulema tasfiye edilmiş ve Sünni İslam temel iddialarından vazgeçirilerek kendisiyle çelişkiye düşürülecek derecede dönüştürülmüştür. Bu yüzden rejimin bu tasarrufu Alevilerin tepkisine yol açmamış ve Kemalist rejimi sahiplenmelerine engel olamamıştır. Dinin ulus-devletle olan ilişkilerinde, ilk dönemde dine karşı pragmatist bir tutum hâkimdir. Milli Mücadele döneminde halkı bir arada tutan bağ, hala İslam ümmeti fikri etrafında cisimleşen dini bağ olup ulusal bilinç henüz oluşmamıştı. Bu 282 nedenle, temel meşrulaştırıcı, birleştirici ve motive edici güç olarak İslamî referanslara müracaatta bulunulmuş; halkın mücadeleye sevk edilmesinde İslamî sembollerden yararlanılmıştır. Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından, uygun şartlar oluşuncaya kadar dinin araçsal kullanımı daha işlevsel bir seçenek olarak görülmüştür. Mustafa Kemal, modern bir ulus inşasında dinin engelleyici olduğuna inanmasına rağmen, dinin esas kolektif kimlik olduğu dönemde, halkı kurtuluş mücadelesine sevk etmek ve farklı etnik gruplar arasında güçlü bir dayanışma sağlamak için dinden yararlanmıştır. Atatürk’ün dinle ilgili tutumunun pragmatist olarak değerlendirilmesinin nedeni, onun savaştan sonra, özellikle de hilafetin ilga edilip iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra, dine karşı olumsuzlayıcı bir tavır takınmış olması ve dinin siyasi, sosyal ve kültürel görünürlüklerini ortadan kaldırmaya yönelik jakoben laiklik inkılaplarını uygulamaya koymasıdır. Dinin araçsal kullanımı Milli Mücadele dönemiyle sınırlı kalmamış, DİB aracılığıyla standartlaştırılarak ve millileştirilerek denetim altına alınan dine, modernleşmenin bir gereği olarak görülen ulus-devlet projesinde, yeni bir ulus inşa sürecinde her zaman müracaat etmeye devam edilmiştir. Milli Mücadele dönemi boyunca dini bir söylem kullanılması, Türk ulusal kimliğinin bütün Müslümanları aynı derecede eşit olarak kapsayacak şekilde din temelinde inşa edileceği izlenimi veriyordu. Bununla birlikte meşruiyetini, halkın dini argümanlarla katıldığı kurtuluş savaşında elde ettiği zaferle sağlayan kurucu kadro, saltanat ve hilafetin kaldırılmasıyla iktidarını daha da pekiştirince devleti ve toplumu yeniden dizayn etme işine girişmiştir. Mustafa Kemal’in hedefi, çağdaş Avrupa medeniyetini yakalamaktı. Bunun için de devletin ulus-devlet, toplumun da ulus formunda yeniden inşa edilmesi gerekiyordu. Bir modernleşme projesi olarak tasarlanan ulus-devletin aygıtları ise laiklik ve milliyetçilik olmuştur. İslam ise, modernleşmenin önünde bir engel olduğu düşüncesiyle ulusal kimliğin belirleyicisi olmaktan çıkarılmış ve ayrıca onu kamusal hayatın da dışına itecek inkılâplar yürürlüğe konmuştur. Türk ulusal kimliği oluşturulmaya başlandığı zaman din hala birincil kolektif kimlikti. Bu durum, ulusa dayalı bir kolektif kimliğin inşa edilerek dini kolektif 283 kimlik yerine geçirilmesi ve kitlelere benimsetilmesini gerektirmiştir. Bu amaçla laiklik politikaları yürürlüğe konmuş ve dinin ulusal kimliği belirleyici rolüne son verilmiştir. Fakat bu durum, farklı etnik kimlikleri bir arada tutan birleştiricibütünleştirici İslam bağının da çözülmesine yol açmıştır. Türk ulusal kimliği seküler bir şekilde tanımlanarak İslam’ın milli kimliği inşa edici rolüne son verilince, İslam’ın farklı etnik gruplar üzerindeki birleştirici etkisi yitirilmiş ve ilk dönemde memleketin hukuken tanınan etnik çeşitliliği reddedilerek Türkleştirme politikaları yürürlüğe konmuştur. Üst-kimlik olarak, alt-kimliklerden sadece biri olan “Türk” kimliğinin ulusal kimlik olarak tercih edilmesi, etnik kökene atıfta bulunması dolayısıyla, diğer altkimliklerin ve özellikle de Müslüman olmamak nedeniyle çok farklı bir alt-kimlik taşıyan gayrimüslimleri ve Müslüman olup da farklı alt-kimliğini vurgulayan Kürtlerin ötekileştirilmesine yol açmıştır. Kemalist kimlik anlayışı başlarda ırk-etni temelli milliyetçi ve dışlayıcı değildi. Kurucu kadro, memleketin çok-etnili toplumsal kompozisyonunu, kolektif kimlik hala İslam tarafından belirlendiği için, önce hukuki düzeyde tanımışsa da, daha sonra tanımaktan vazgeçmiştir. Laikleşme programına hız verilmesi ve İslam’dan kopuk bir milli kimlik ve kültür inşa etmeye yönelik Türk Tarih Tezi, Güneş-Dil Teorisi ve Halkevleri vb. uygulamalar Kemalist ulus anlayışının sivil yönünü giderek kaybetmesine ve ırkçılığa varacak derecede etnik özellik kazanmasına yol açmıştır. Kemalist kurucu kadro, toplumu laikleştirme ve Batılılaşma isteği doğrultusunda modern bir ulus inşa etmek için tarihin yeniden kurgulanarak toplumsal hafızayı yeniden kodlamanın zorunluluğuna inanmıştır. Bu inanç doğrultusunda, paradoksal bir şekilde, İslam’ın şekillendirdiği yakın geçmişi unutturmak isterken, İslam öncesi uzak geçmişi laik ulus devlet projesine uygun olarak yeniden yorumlayarak hatırlatmaya çalışmıştır. Türk Tarih Tezi aracılığıyla Türklerin Müslümanlık tecrübesi atlanarak İslam öncesi Türk tarihi ön plana çıkarılmıştır. Böylece seküler bir tarih inşa edilmeye çalışılmış ve gerçek Türk ulusal kimliğinin ancak bu sayede ortaya çıkabileceği düşünülmüştür. Gerçek Türklüğün işaretleri İslam öncesi dönemde aranarak, Türk etnik kimliğini ümmet yapısının 284 içinde silikleştiren İslam’ın bir yandan da Türklüğü şekillendirme ve koruma rolü de gördüğü gözden kaçırılmıştır. Ayrıca İslam dışı geçmişi ön plana çıkararak dil ve etnik bağlılıklara öncelik veren laik Türk milliyetçiliği, Müslümanlar arasındaki birliği bozan bir tepkiselliğe yol açmıştır. Yeni rejim, dili Osmanlı-İslam kültürünün etkilerinden arındırmak için modernleşme ve laikleşme projesine uygun olarak milliyetçi saiklerle dilde reform yapmıştır. Dil devriminin asıl amacı pratik fayda olmayıp İslam’ın etkilerinden arındırılarak seküler bir dil inşa etmektir. Zira harf inkılâbı dinin entelektüel güzergâhlarını tıkamış, yüzlerce yıldır oluşmuş bilgi birikimine ulaşmayı engellemiştir. Vatandaşlığın ulusal kimlikle bağlantılı bir şekilde tanımlanmış olması, etnik, dini ve dilsel çeşitliğin ulusal birliğin önünde bir engel olarak görülerek reddine yol açmıştır. Bu nedenle bütün etnik ve inanç gruplarının kamusal alanda eşit bir şekilde var olabilmelerinin sağlanabilmesi için vatandaşlığın ulusal kimlikten bağımsız bir şekilde tanımlanması gerekir. Laiklik politikası Türkiye’de, hem bir modernleşme projesi hem de milliyetçiliğin bir aracı olarak modern bir ulus inşa etmek için devreye sokulmuştur. Kemalist kadro, belki de sahip olduğu pozitivist düşünceden dolayı İslam’ın modernleşme projesinin önünde bir engel olduğunu düşünmüştür. Diğer taraftan modernleşmenin sağlanabilmesi için halkın bir ulus şeklinde inşa edilmesi gerektiği kanaatine varmış ve bu amaca uygun olarak laikliği homojen bir ulus yaratmak için uygulamaya koymuştur. İslam’ın yerine Türk toplumunun sosyal pekiştirici ilkesi olarak laikliğin benimsenmesi Müslümanlarla eşit kılmış olması nedeniyle gayrimüslimlerin; Sünnilerle eşit kılmış olması nedeniyle de, başta Aleviler olmak üzere, heteredoks inanç gruplarının Kemalist ideolojiyi benimsemelerini sağlamıştır. Diğer taraftan Sünniliğe daha fazla hasar vermiş olması dolayısıyla laiklik, ortodoks İslam’ın temsilcisi Sünnilerin muhalif tavır sergilemesine ve İslam’ın siyasileşmesine neden olmuştur. Türkiye’de yeni rejimin temel ilkelerinden biri olarak laiklik, başta demokratik ilke kapsamında, din ve vicdan özgürlüğünün güvencesi olarak 285 sunulmuştur. Fakat pratikte cumhuriyetçi ilke geçerlik kazanarak homojenleştirme adına dinsel görünürlükler kamusal alandan dışlanmıştır. Türkiye’deki laiklik pratiği, var olan inanç biçimlerinden herhangi birisinin kamusal alanı şekillendirmesine müsaade etmeyip hepsine eşit yaklaşmaktan ibaret olmamıştır. Hepsinin eşit koşullarda kamusal alanda bulunabilmelerine olanak tanımaktan ziyade hepsini kamusal alanın dışına itmiş ve bir bakıma dinsel homojenliği bu şekilde sağlamıştır. Çünkü dinsel çeşitlilik, modern ulusal bir toplum yaratma yolunda en büyük engellerden biri olarak görülmüştür. Laiklik, Türkiye’de modernleşmeyi sağlamanın birincil yolu olarak görülmüştür. Çünkü kendisini geri kalmış hissettiği Batı toplumları laikti. Oysa Batı’da din-devlet ilişkileri İslam toplumlarından tamamen farklı bir şekilde seyretmiştir. Türk modernlik paradigmasında, Batı’nın özgül tarihsel, toplumsal, siyasal ve bunların din kurumuyla ilişkileri göz ardı edilerek, Batı ilerlemeciliği laikliğin bir sonucu olarak görülmüştür. Bu doğrultuda Türkiye’de laiklik modernleşmenin bir öncülü olarak görülmüş ve devlet eliyle jakoben bir şekilde, gerekli entelektüel ve kültürel hazırlık olmadan devreye sokulmuştur. Ayrıca, laikliğin modernleşmenin bir aracı olarak kabul edilmesi, laiklikle modernlik arasında bir ayniyetin var olduğu kanısına yol açmıştır. Bu durum laiklik eleştirisinin modernlik karşıtlığı olarak algılanmasına neden olmuştur. Böylece modernlik laikliğin meşruiyet kaynağını oluşturmuştur. Laiklik, dinle devleti ayırt edip daha sonra da bu her iki alanın özerkliğini korumak olduğu halde, Kemalist laiklik, dinin özerkliğini tanımamış, laikliği dindevlet ayrımının ötesine götürerek dinin toplumsal, kültürel ve gündelik hayattaki izlerini de yok edici uygulamalarda bulunmuştur. Bunu da dinin yerinin kişilerin vicdanı olduğu ve sadece ibadet yerleriyle sınırlı kalması gerektiği iddiasıyla gerçekleştirmiştir. Bununla birlikte dinin özüne müdahale etmeye çalışılması ve yeni ibadet yeri inşa etmeyip var olanların bir kısmının da bir şekilde ibadet yeri olmaktan çıkarılması bu iddiayı geçersiz kılmaktadır. Devleti dinden tamamen soyutlayan kurucu kadro, laikliğin anlamına aykırı bir şekilde, dini sürekli bir denetim altında tutma ihtiyacı hissetmiştir. Rejimin yönetim, eğitim, hukuk ve kamusal alandan dışlamış olduğu dini kontrol altında 286 tutma gereği duymasını nedeni, laiklik politikalarını siyasi, sosyal ve gündelik hayatı yüzyıllardır İslam’ın şekillendirdiği bir toplumda uygulamaya koymasından kaynaklanan endişedir. Bu doğrultuda Kemalist rejim, modernliğe aykırı gördüğü İslam’ın modernleşme projesine ayak bağı olmaması, kendisine yönelik muhalefette kullanılmaması ve ulus-devlet projesi doğrultusunda vatandaşları din açısından da türdeşleştirmek için, dini Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla kontrol altına almıştır. Kemalizm, modernist devlet projesinde, denetimi altına aldığı Diyanet’i kendi millileştirme ve laikleştirme hedefleri için kullanmıştır. Diyanet kurumuna biçilen rol, Türkiye’nin modernleşmesinin ve ulus inşasının hizmetinde İslam’ın ilerici, standart ve modern bir resmi yorumunu geliştirmekti. Cumhuriyet’in din üzerindeki denetim aygıtı olan Diyanet’e biçilen diğer bir rol de, toplumsal ve siyasal değişimi İslamî açıdan meşrulaştırmak ve laikliği halk tarafından kabul edilebilir bir şekilde sunmaktır. Görevi, Müslümanların din bilgisini ve bilincini arttırıp dindar bireyler yetiştirmekten ziyade, bireyleri ulus-devletin ihtiyaçlarına göre, devlete karşı vatandaşlık sorumluluğuyla donanmış iyi vatandaşlar haline getirmekti. Resmi ideoloji, dinin siyasete müdahale etmesine ve kamusal alana girmesine vermesine izin vermemekle birlikte, yararlı ya da gerekli gördüğünde devlet amaçları için harekete geçirebilecek bir kaynak gözüyle ona müracaat etmekten de kaçınmamıştır. Yapılan devrimler sayesinde dinin siyaset, eğitim, ekonomi ve kültür gibi alanlarla ilişkisi kesildiği halde İslam, geniş halk kitleleri açısından yegâne kimlik ve gündelik hayatın belirleyici öğesi olmaya devam etmiştir. Büyük ihtimalle bu nedenle olsa gerek, dinin laik ulus-devlet projesi doğrultusunda yeniden tasarlanmasına karar verildi. İslam’ın gündelik sosyal hayatı belirleyici rolüne tamamen son verilemediği için ulusal bir toplum yaratma çabasına uygun olarak dinin millileştirilmesine karar verilmiştir. Bu karar doğrultusunda, Protestanlığın Avrupa’da oynadığı rolü İslam’ın Türkiye’de oynayabilmesi için reforme edilerek modernleştirilip millileştirilmesi işine girişildi. Cumhuriyet dönemine gelinceye kadar milli kimlik din etrafında örülmüştür. Cumhuriyet dönemiyle birlikte, modern bir ulus-devlet oluşturma idealine bağlı olarak dinin milli kimliği belirleyici rolü elinden alınmış ve yeri de laiklik üzerinde inşa edilen milliyetçilikle doldurulmaya çalışılmıştır. Fakat milliyetçilik dinin 287 bütünleştirici rolünü yerine getiremediği gibi onun dışlanmasıyla oluşan manevi boşluğu da dolduramamıştır. Bundan dolayı Kemalist milliyetçilik dinsel bir renge bürünmüştür. Mustafa Kemal’in kişiliği etrafında bir kült oluşturulmuş, dini semboller milliyetçiliğe aktarılmış, milli bayramlar bir kutsal gün olarak dini ritüel havası içinde kutlanmıştır. Kemalist kadro, arzuladığı toplumsal değişiklikleri gerçekleştirmek için gerekli olan siyasal iktidarın meşruiyetini sağlamak için milliyetçilik ilkesi ile laikliği birbirlerini pekiştirici bir biçimde formüle etmiştir. Laiklikle milliyetçilik arasında kurulan bu sıkı bağ nedeniyle Kemalizm’in bir takım değerlerini reddetmek milliyetçiliği inkâr anlamına gelecektir. Yani dindar halkın laiklik politikalarına muhalefet etmesinin haklı bir tarafı olabilirdi, fakat milliyetçi olmamaları ve bunu açıkça ifade etmeleri beklenemeyeceği için laiklik milliyetçiliğe enjekte edilmiş ve laiklik karşıtlığı daha meşru bir konuma sahip bulunan milliyetçilik karşıtlığıyla bir tutulmuştur. Aynı şekilde dinsel muhalefet de milliyetçiğin resmi ideolojideki daha meşru konumu nedeniyle laiklik politikalarına milliyetçi bir söylem üzerinden muhalefet etmiştir. 288 KAYNAKÇA ABEL, Oliver. (1995). Dinlerin Etiği Olarak Laiklik. Avrupa’da Etik, Din ve Laiklik. (s. 27-40). İstanbul: Metis. ADIVAR, A. Adnan
|