|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Küfür topraklarında doğan ve İslam’ı hiç duymayan kişinin durumunun ne olduğu...İLMEDAVET
Zamanın ve mekânın insanın üzerinde, iman ve İslam noktasında negatif veya pozitif bir etkisi olmakla birlikte, zaman ve mekân unsurları, neticeyi tek başına belirleyen bir sebep de değildir. Bu ikisi, sadece imtihana avantajlı ya da dezavantajlı bir şekilde başlamamızı sağlayan iki faktördür. İslam topraklarında doğan bir kimse, imtihana avantajlı başlarken, küfür topraklarında doğan bir kimse ise bu imtihana dezavantajlı başlamış olur.
Ancak avantajlının, avantajını kaybettiği, dezavantajlının imtihanı başarıyla tamamladığına misaller o kadar çoktur ki, had ve hesaba gelmez.
Mesela Hz. Nuh’un oğlunun, babası peygamber olmasına rağmen imansız ölmesi, Hz. Lut’un eşinin, kocası peygamber olmasına rağmen imansız ölmesi buna delildir. Evet, Hz. Nuh’un oğlu ve Hz. Lut’un eşi, imtihana avantajlı hem de çok avantajlı başlamışlardı. Birisinin babası, diğerinin eşi peygamberdi. Ama onlar buna rağmen imtihanı başarıyla tamamlayamadılar.
Yine Hz. Musa, firavunun sarayında yetişmiş, firavunun evlatlığı idi. Ancak firavun, Hz. Musa’dan istifade edemedi ve imansız öldü. Bununla birlikte aynı sarayda olan, firavunun eşi Asiye validemiz, imanını kurtardı ve ettiği şu dua ile de Kur’an’a geçti: “Ey Rabbim bana, katında, cennette bir ev yap ve beni Firavun’dan ve amelinden ve zalimler kavminden kurtar.”
Demek aynı sarayda, yan yana yaşayan iki kişiden birisi, imansız ölüyor ve Allah düşmanı olarak kuranda bahsi geçiyor iken, o kişinin eşi, mümin olarak ölebiliyor.
Yine Peygamber Efendimizin amcaları olan Ebu talip ve Ebu Leheb, peygamberimizle yan yana yaşamalarına ve hakkı ondan dinlemelerine hatta birçok mucizesine şahit olmalarına rağmen imansız olarak ölürken, Peygamberimizi hiç görmeyen Veysel Karani, Efendimize ve Allah’a âşık olabiliyor ve aşkından tarihin sayfalarına geçebiliyor.
Demek mesele sadece İslam topraklarında doğmak değil. Hatta çok uzağa gitmeğe gerek bile yok, toplumumuza baksak yeterlidir. Memleketimiz bir İslam memleketi ve halkının %99’u Müslüman olmasına rağmen, meyhanelerin camilerden daha fazla olması ve az olan camiler boş iken, çok olan meyhanelerin hıncahınç dolu olması ispat eder ki, sadece Müslüman topraklarda doğmak neticeyi belirleyen bir faktör değildir.
Evet, o meyhaneleri dolduran insanlar, İslam topraklarında dünyaya gelmişler ve günde 5 defa ezanı işitmek devletine ulaşmışlardır, dahası İslam ile ilgili birçok meseleyi çocukluklarından beri dinlemişlerdir, ancak bunların hiçbirini Allah’a yakınlığa vesile yapamamışlardır. Namazsız, zikirsiz, tefekkürsüz olarak, günah ve isyan içinde bir hayat sürmektedirler.
Demek mesele imtihana avantajlı başlamakla bitmiyor. Toplumumuz, elindeki avantajı kullanamayan binlerce insanla doludur. Buraya kadar yaptığımız izah ile şunu anlatmak istedik: Müslüman olmayan bir beldede doğan bir kişide pekâlâ İslam ile tanışabilir ve çok iyi bir Müslüman olabilir. Ve tarih bunun binlerce örneğiyle doludur.
Bu izahlardan sonra şimdi meselenin fetva yönüne geldik:
İki peygamberin devirleri arasında, önceki peygamberin getirdiği dinin unutulmasından başlayarak sonraki peygamberin gelişine kadar geçen zamana “fetret devri” ve bu zamanda yaşamış ve iki peygambere yetişememiş kimseye de ehl-i fetret denilir. Kendinden önceki peygamberin dininin unutulduğu ve kendinden sonraki peygambere de yetişemediği için bu ismi almıştır. Ehl-i fetret, namaz, oruç, zekât gibi ibadetlerle ve dinin diğer emirleriyle mükellef değildir. Bu hususta ittifak vardır. Ahirette onlara bu ibadetleri yapmadıklarından dolayı hiçbir hesap ve ceza olmayacaktır. Çünkü bunların bilinmesi bir peygamberin tebliğine bağlıdır. Hâlbuki bu kişiler, bir peygambere ulaşamamışlardır. Bu yüzden ibadet ve emirlere muhatap değildirler. Fakat bu kimselerin, Allah’a iman etmekle mükellef olup olmayacakları hususunda ihtilaf vardır.
İmam Maturidiye göre; Ehl-i Fetret, ibadet ve emirler ile mükellef değil ise de, Allah’a iman ile mükelleftir. Çünkü Cenab-ı Hak, onlara aklı vermiş ve şu âlemi, varlığına ve birliğine delil olacak sayısız mahlûklarla doldurmuştur. Bir iğnenin ustasız, bir harfin katipsiz ve bir memleketin sahipsiz olamayacağını bilen insan, şu âlemdeki sanat eserlerinden sanatkarları olan Allah’a ulaşmalıdır. Ve ona iman etmelidir. Akıl, bir peygamberin davetini işitmese de bunu tek başına yapabilecek bir kabiliyettedir. Dolayısıyla fetret asrında yaşamış insanlar, eğer Allah’a iman etmeden ölürlerse, İmam Maturidiye göre bunlar kâfir olarak ölmüş sayılırlar.
İmam Eş’ari ise: Ehl-i fetretin, Allah’a imanla da mükellef olmadığı görüşündedir. Çünkü İmam Eş’ariye göre: İnsanları peygamber vasıtasıyla imana davet eden Allah-u Teâlâ, fetret ehline bir peygamber göndermemekle, onları imana davet etmemiştir. O halde sorumlu olmamaları gerekir. Zira sırf akıl ve fikir, Allah’ı bilmede yeterli değildir. Dolayısıyla İmam Eş’ariye göre: fetret devri insanları, iman etmemekten dolayı cehenneme girmeyeceklerdir.
Peygamber Efendimizin gelişinden sonraki insanların durumu hakkında ise; İmam Gazali şöyle bir tasnif yapar ki, bu tasnif, günümüzdeki Hristiyan ve Yahudilerin akıbetlerini merak edenler için de bir cevap niteliğindedir. İmam Gazali şöyle demektedir: Peygamber Efendimizin (sav) gönderilmesinden sonra, inanmayan insanlar üç sınıftır:
1. Sınıf: Peygamber Efendimizin davetini duymamış ve kendisinden haberdar olmamış kimselerdir. Bu sınıf kesin olarak cennet ehlidir.
2. Sınıf: Peygamberimizin davetini, gösterdiği mucizelerin durumunu ve güzel ahlakını duymuş olmakla birlikte iman etmemiştir. Bu sınıfta kesin olarak cehennem ehlidir.
3. Sınıf: bu iki derece arasında bulunan sınıftır. Hz. Peygamberimizin ismini duymuşlarsa da vasıf ve hususiyetlerini duymamışlardır. Daha doğrusu bunlar Hz. Peygamberi tâ küçüklüklerinden beri, ismi- Muhammed olan ve –hâşâ- peygamberlik iddiasında bulunan yalancı bir peygamber olarak tanımışlardır. Peygamber Efendimiz hakkında, menfi propagandadan başka hiçbir şey duymamışlardır. İmam Gazali bu sınıfta olanlar hakkında kesin konuşmamakla birlikte şöyle devam eder: Kanaatime göre bunların durumu, 1. grupta olanların, yani Peygamberimizi hiç duymamış olanların hali gibidir. Çünkü bunlar Peygamberimizin ismini, haiz bulunduğu vasıfların zıtlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise hakikati araştırmak için insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez.
Bugün gerek Hristiyan ve Yahudi âleminde ve gerekse başka ülkelerde İmam Gazalinin tasnifindeki üç gruba giren insanları bulmak mümkündür.
Zira teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında yaşayan ilkel kabilelerin varlığı malumdur. Bunlar ne bir televizyon görmüş, ne de bir telefon tutmuştur. Dolayısıyla bunlar İmam Gazalinin tasnifinde, efendimizin ismini hiç duymamış kimselere dahil olurlar ki, İmamı Gazali’ye göre bunlar cennet ehlidir.
Dünyanın birçok yerinde ve ülkemizde 2. gruba giren insanlar da vardır. Bunlar Efendimizin peygamberlik sıfatlarını işitmişler, ama buna rağmen iman etmemişlerdir. Hatta teknolojinin gelişimi ve bilgiye ulaşmanın kolaylığı ile, bu grup en kalabalık grup olmaktadır. Bunlar kuranın birçok ayetinin ifadesiyle cehennem ehlidir. Çünkü İslam, kendinden önce gelen bütün dinleri neshetmiş ve hükümden kaldırmıştır.
Bununla birlikte zamanımızda İmam Gazalinin tasnifinden 3. gruba giren insanlar da yok değildir. Hristiyan veya Yahudi âleminin ücra bir köşesinde, toplum hayatından uzak olarak yaşayan ve çocukluğundan beri kendisine peygamberimizin kötü tanıtıldığı insanlar olabilir. İmam Gazali hazretleri bu kimseler hakkında kesin bir hüküm söylememekle birlikte bu kimselerin cennet ehli olan 1.sınıfa benzediklerini bildirmektedir. En iyisi Allah bilir.
Bizler bu meseleyi zamanımızın büyük bir âlimi olan, Bediüzzaman Said-i Nursi hazretlerinin görüşüyle noktalıyoruz ve hakikatin kendisini, “şaşırmayan ve unutmayan” Rabbimizin ilmine havale ediyoruz:
“Ehl-i fetretin, dinin teferruatındaki hatalarından dolayı ceza görmeyecekleri hususunda bütün âlimler fikir birliği içindedir. Hatta İmam Şafi ve İmam Eş’ariye göre, bunlar iman etmeyip, küfre girse, ondan dahi mesul olmazlar. Çünkü mesuliyet ancak peygamber gönderilmesi ile tahakkuk eder. Ayrıca peygamber gönderildiğinin ve peygamberin vazifesinin mahiyeti de bilinmiş olması gerekir ki, mesuliyet mevzu bahis olabilsin. Eğer peygamberlerin irşatları, zamanın geçmesi ve gaflet gibi sebeplerden dolayı gizli kalır da anlaşılmazsa, bunlara vakıf olmayanlar, ehl-i fetret sayılırlar ve azap görmezler.”
GİRİŞ
İslami düşüncesi denilen şey, aklın vahiy yörüngesinde taakkul ettirilmesi sonucu ortaya çıkan yorumlardır. Özelliklede biz Kur’an ve hadis metinleri üzerine düşünsel nüfuz yoluyla üretilen bir takım çıkarımlara İslam düşüncesi (İslami düşünce) ve bu yorumları yapan kişilere de İslam mütefekkiri / düşünürü diyoruz. Burada dikkat edilmesi gereken şeyse bu düşünürlerin Hristiyanlıkta ki gibi “kutsal yorumcular” olarak algılanmamasıdır. Çünkü İslam’ın iki temel kaynağı olan Kur’an ve Sünnet herkese açıktır.
20. Yüzyılın önemli İslam düşünürlerinden Fazlur Rahman’ın deyimi ile; Hiçbir alimin sözü İslam adına söylenmiş son söz değildir.[1]
Biz bu çalışmamızda İslam düşüncesi bağlamında kader meselesi üzerinde duracağız. Kader meselesinin ayet ve hadislerde nasıl geçtiği ve nasıl işlendiği, kader tartışmalarının tarihsel süreç içerisindeki gelişimi üzerinde durmadan, kader münakaşalarına meydan hazırlayan etkenler üzerinden, dünden bugüne İslam düşünürlerinin kader konusundaki görüşlerine ağırlık vererek İslami düşüncede kaderin nasıl anlaşıldığı konusunda bilgi vermeye çalışacağız.
EZELİ SIR KADER
Kaza ve kader meselesi, bütün bilginlerin ve filozofların zihinlerini meşgul etmiş, yormuş, kısacası insanların yaratıldığı günden bugüne kadar devam edip gelmiştir.[2]
KADER MESELESİNİN ORTAYA ÇIKIŞI
Tarihi verilerde kader meselesinin ortaya çıkış sebebi olarak Hz. Osman dönemindeki yaşanan bir takım olumsuz gelişmeler ve özelliklede Hz. Ali dönemi siyasi olayları, müslümanlar arasında ortaya çıkan Sıffin savaşı ve hakem olayı gibi siyasi gelişmeler gösterilir.
Tarihi veriler bize göstermektedir ki Hz. Ali dönemindeki yaşanan siyasi gelişmeler savaşlarda ölen insanlar bu ölen ve öldüren insanların Müslüman oluşları, kendi ecelleriyle mi öldüler yoksa zulmemi kurban gittiler gibi tartışmaları doğurmuştur.
Tarihi kayıtlara göre kader konusunda ilk konuşan şahıs Ma’bed el Cüheni’dir. (öl.80/699)
Şimdi bu şahsın kader hususundaki görüşlerine kısa bir göz atalım.
Ma’bed, Emeviler döneminde yaşamış bir düşünür ve aksiyonerdir.
Fikirlerinin oluşumu bakımından Ebuzer (r.a) den etkilenmiştir.
Temel çıkış noktası Emevilerin resmi kader doktrinine muhalefettir.
O, kader yoktur iş o anda oluverir diyor ve Emevi sultanlarının yapmış oldukları haksızlıkları Allah’ın önceden takdir etmiş olamayacağını, herkesin yaptığının kendisine ait olduğunu ve bunların hepsinin Allah tarafından ahirette sorulacağını savunuyordu.[3]
Ma’bed El Cüheni Zehebi’ye göre “sadık bir tabii”dir.[4]
Kader konusundaki görüşleri dönemin siyasi koşullarına göre şekillenmiştir.
Haccac’ın ağır eziyetlerine maruz kalmış fakat buna rağmen fikirlerinden vazgeçmemiş işkence altında şehid edilmiştir.
O dönemlerde Ma’bed el Cüheni gibi düşünenlerce oluşturulan okula / akıma Özgür İrade Ekolü diyebiliriz. Bu ekolün içerisinde Hasan El Basri, Ca’d bin Dirhem, Amr bin El Maksus gibi isimlerde bulunmaktadır.
Örneğin Hasan El Basri’nin bir özgür irade savunması mahiyetindeki zamanın sultanına yazmış olduğu risalesi meşhurdur.
EHLİ SÜNNET OKULUNDA KADER
İmam Ebu Hanife kader konusunda Fıkhul Ekber’inde şöyle diyor;
Kulların hareket ve sükûn gibi bütün fiilleri hakikaten kendi kesbleri (kazançları)’dir. Onların yaratıcısı ise Yüce Allah’tır. Onların hepsi Allah’ın dilemesi, ilmi, hükmü ve kaderi ile olur.[5]
İmam Maturidi ise kader konusunda şöyle düşünmektedir;
İnsan aklederken, düşünürken, tefrik ederken, seçerken daima özgür iradeye sahiptir. Bu eylemlerini yaparken insan herhangi bir dış zorlama altında değildir.
Fakat öte yandan Kur’an her şeyi kuşatan ilahi bir iradeden ve kudretten de bahsetmektedir. Bu durumda insanın cüz’i irdesi Allah’ın da külli iradesi söz konusu olmaktadır.[6]
İmam Maturidi özgür irade okulu ile kimi yönlerde benzeşen fikirler ileri sürdüğündendir ki, ilginçtir Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi Maturidilik hakkında “gizli mu’tezile” tabirini kullanmıştır.
İmam Eş’ari’nin de kader konusundaki düşünceleri kimi yerlerde Cebriye’ye yakın olmakla birlikte aşağı yukarı aynıdır.
SELEFİYYE OKULUNDA KADER
Selefi düşünceye sahip olan İslam düşünürleri Usulu’d Din konusunda her türlü teşbih ve te’vili reddettikleri içindir ki bu konuda da mütalaalar da bulunmayı istemezler. Kadere, Kur’an’da ve en önemlisi hadislerde bildirildiği şekliyle iman ederler. Hatta İmam Tahavi kader konusunda konuşmanın insanı küfre kadar götürebileceği endişesiyle haram bir fiil olduğunu söylemiştir.
Mesela İbn Kayyım, İblis’in ve ordusunun yaratılmasında sayısız hikmet olduğunu, onun ayrıntılarının ancak Allah tarafından bilineceğini söyledikten sonra, o hikmetlerden bazılarını açıklar[7]
TEVHİD VE ADALET OKULUNDA (MU’TEZİLE) KADER
Mu’tezile’ye göre, Cenab-ı Hak, hayrı irade eder ve yaratır ise de, şerleri ve kötülükleri irade etmez yaratmaz.[8]
Bu ekolün kurucusu sayılan Vasıl bin Ata, “Allah hak ile hükmeder ve adaleti sever. Kimseye zulmetmez.” görüşünü savunuyordu.[9]
Yine bu ekolün öncülerinden ve Hasan Basri’nin talebelerinden olan Amr bin Ubeyd’de kaderi reddederek özgür iradeyi savunmuştur. Hatta ilginçtir ismi geçen bu zat alim ve abid bir kişilik olmasına rağmen sırf “kaderi” reddediyor diye hadis alimlerince “sika” kabul edilmemiştir.[10]
Yine bu akımın temsilcilerinden Ebul Huzeyl El Allaf şöyle diyor; Allah’ın zulmetmeye gücü yetmekle birlikte bunu yapması muhaldir; insanlar için faydalı olanı terk etmesi (eslah) caiz değildir(…) Buna göre zulümden münezzeh olan Allah’ın kulların fiillerini yaratması söz konusu değildir.[11]
Mu’tezile’ni önemli temsilcilerinden Kadı Abdulcabbar ise şöyle diyor; Allah kulların fiillerini yaratmaz. Kullar Allah’ın kendilerine sağladığı güçle hareket ederler. İyi ve kötü ameller işlerler(…) Allah yapılmasını istediği her şeyin dostudur, yasakladığı herşeydende uzaktır.[12]
Görüldüğü gibi Mu’tezili düşünürlerin ekseriyeti özgür iradeyi savunmakta o dönemde olumsuz manada dillendirilen ve meşru olmayan iktidarın meşruluğu için araçsallaştırılan kader anlayışını reddetmektedirler. Sonraki tarihlerde Mu’tezili alimlerin sırf bu mesele yüzünden “sapık” ilan edildiğini görüyoruz. Halbuki meseleler dönemin şartları bağlamında değerlendirilmelidir. Kanaatimce uygun olan metod budur.
İSLAM FELSEFE OKULUNDA KADER
İbn Sina’ya göre, hayır varlığın kemalidir. Şer bu kemalin yokluğudur. Gerçek nizam sırf hayır olan zatı bari’dir. Alemin nizamı ve hayrı onun zatından sudur etmiştir. Öyleyse onun zatından sudur eden her şey, nizamdır ve hayırdır(…) Bir yerde kısmi şer varsa eğer, orada umumun hayrı vardır. Mesela ateş zatında hayırdır fakat kısmi olarak şerdir.[13]
İbn Rüşd’e göre ise Allah, hayır zatından hayırdan ötürü yaratıcısıdır. Şerrin de hayrı için, yani onunla hayra yaklaşma olduğu için yaratıcısıdır. Öyle ki Allah’ın şerri yaratması, kendisi için adalet eseridir. İbn Rüşd’de buna örnek olarak ateş misalini gösterir.[14]
Görüldüğü gibi kader meselesinde İslam filozofları (şerrinde yaratıldığını fakat bu şerrin hayır amaçlı olduğunu söylemeleri istisna) mu’tezile ile çoğu noktada birleşmektedir.
İSLAM TASAVVUF OKULUNDA KADER
Mevlana bir beyitinde kader konusuna değinir.[15]Emrullah Yüksel kitabında bu beyitleri alıntıladıktan sonra anladıklarını şöyle özetler / açıklar;
Bundaki fikri bir cümleyle açıklayacak olursak, nasıl akıl sahibi insan dünyada, iyi ile kötünün bir kefeye konulmasını uygun bulmuyorsa, şu halde hikmet sahibi Allah’ın da, iyi ile kötünün birbirinden ayrılması için hayır ve şerrin varlığı insanlara imtihan vasıtası kılması onun hikmetinin gereğidir.[16]
İbn Kayyım’ı da selefiyye okulunda örnek gösterdiğimiz gibi burada da örnek gösterebiliriz. Çünkü kendisi tasavvuf yoluyla sızan kimi bid’atlere karşı olmakla beraber Kuran ve sünnet perspektifinde bir İslam maneviyat okulu kurmak istemiş ve bunu eserlerinde sistematize etmeye çalışmıştır.[17]
Şimdi meseleyi uzatmadan son dönem İslam düşünürlerinin bu konuda neler dediklerine geçelim.
SON DÖNEM İSLAM DÜŞÜNCE OKULUNDA KADER
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ’DE KADER
Bedizzaman bu konuya meşhur “Sözler” isimli eserinin 26. Söz bölümünde bu konuya değinir ve şunları söyler;
“Kader ve cüz-ü ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir imanın cüzlerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yani, mü’min, herşeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenâb-ı Hakka vere vere, tâ nihayette teklif ve mes’uliyetten kurtulmamak için, cüz-ü ihtiyarî önüne çıkıyor; ona “Mes’ul ve mükellefsin” der. Sonra, ondan sudur eden iyilikler ve kemâlâtla mağrur olmamak için, kader karşısına geliyor; der: “Haddini bil, yapan sen değilsin.”[18]
Yani insana ilahi bir lütuf olarak “irade” etme yeteneği verilmiştir. Fakat insan kendi kendine yeter değildir tüm fiilerin gerçek faili Allah’tır.
Bedizzaman bunu kendisine has üslubuyla şöyle ifade eder;
Evet, kader, cüz-ü ihtiyarî, iman ve İslâmiyetin nihayet merâtibinde; kader, nefsi gururdan; ve cüz-ü ihtiyarî, adem-i mes’uliyetten kurtarmak içindir ki, mesâil-i imaniyeye girmişler.[19]
İşte, şu sırdandır ki, kisb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir. Nasıl ki, pek çok mesâlihi tazammun eden bir yağmurdan zarar gören tembel bir adam diyemez, “Yağmur rahmet değil.” Evet, halk ve icadda bir şerr-i cüz’î ile beraber hayr-ı kesir vardır. Bir şerr-i cüz’î için hayr-ı kesiri terk etmek, şerr-i kesir olur. Onun için, o şerr-i cüz’î, hayır hükmüne geçer. İcad-ı İlâhîde şer ve çirkinlik yoktur; belki abdin kisbine ve istidadına aittir.
Hem nasıl kader-i İlâhî, netice ve meyveler itibarıyla şerden ve çirkinlikten münezzehtir.[20]
Görüldüğü gibi Bediüzzaman bu konuda İbn Sina ve İbn Rüşd ile neredeyse aynı düşünmektedir.
Bir soruya verdiği cevapta ise görüşünü açık ve net bir şekilde belli etmektedir.
“Cebrî gibi, sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen, veyahut Mûtezile gibi, kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemaati bırakıp fırka-i dâlleye girersin. Öyle ise, biz ehl-i hak deriz ki, “Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhûl.” Cebrî der: “Atmasaydı yine ölecekti.” Mûtezile der: “Atmasaydı ölmeyecekti.”[21]
CEMALLEDİN AFGANİ’DE KADER
Cemaleddin Afgani İslam düşünce okulunda çok tartışmalı bir isimdir. Ben ona “doğunun çırpınan kartalı” diyorum. Hakkında söylenen iftiralara gelince çoğu taassupkarane yaklaşımlar olup ilmilikten uzak kitabi olmayan söylemlerdir. [22]
Afgani ve arkadaşlarının çıkardığı Urvetul Vuska dergisinde kaza ve kader başlıklı yazıda ilginç bir şekilde Müslümanların hem yeryüzünde ilerlemelerini hem de gerilemelerinin sebebi olarak bu inanç gösterilir.
Kader inancı zamanla gerçek İslami anlamından çeşitli tasavvufi, felsefi cereyanların etkisiyle uzaklaştırılmış ve müslümanlar dünyayı bir hayal, kendilerinide rüzgarın önündeki yaprak gibi gören uyuşuk bir kader inancına kaymışlar işte o zaman gerilemeye başlamışlardır.
Kader inancı yoruma göre insanları hem “korkusuz” hem de uyuşuk hale getirebilir. Alimlere düşen Müslümanları uyarmak ve doğru kader inancının, cüz’i (özgür) iradeyi, çalışmayı gayret göstermeyi engellemeyeceği, tam tersi kadere inanan birisinin hiçbir şeyden korkmaması gerektiğini halka anlatmak olmalıdır.[23]
MUHAMMED ABDUH’TA KADER
Kaza, eşyanın kendi halinde ve durumuna uygun olarak meydana gelmesi, Allah’ın önceden bilmesidir. Kader de sebeplerin oluşması halinde eşyanın Allah tarafından vücuda getirilmesidir. Allah’ın her şeyde ezeli bilmesi, insanın özgür irade sahibi olmasına engel değildir(…)
Kuran cebr düşüncesini lanetlemiştir. Ancak Kur’an’da Allah’ın mutlak kudretini vurgulayan ve sanki özgür iradeye karşıymış gibi görünen ayetler vardır. Bu ayetler, insanın iradesiyle ilgili olmayan ayetlerdir. Bunlar asıl itibarıyla “tabiat kanunları” diye bilinen ilahi sünneti vurgulamak için nazil olmuştur. Bu ayetler tabiat kanunları şeklinde ifade edilen Allah’ın değişmez sünnetini ifade ederler.[24]
MEHMET AKİF ERSOY’DA KADER
Akif’in din algılayışında kimi İslam ilahiyatı ve kelamına dair kavramlar önemli bir yer tutmaktadır.[25]
O bir şiirinde çarpık kader anlayışını şöyle eleştirir;
Kader senin yolda şer’e bühtandır
Tevekkülün hele hüsran içinde hüsrandır.
Kader feraiz-i iman dahil… Amenna
Fakat yok onda senin sapmış olduğun mana
Kader; şeraiti mevcud olup meydanda
Zuhura gelmesidir mümkinatın a’yanda
Akif ”Kader, mümkinatın zuhurudur a’yanda derken kaderi, “tabiata ve insan yaşamına konulmuş mümkün yasalar, sebep-sonuç ilişkileri toplamı” olarak anladığını açıklamış oluyor. Bu alglayış İslam düşünce tarihinde daha çok “akılcı” diye bilinen ekollerin açıklama tarzını çağrıştırmaktadır.[26]
MUHAMMED İKBAL’DE KADER
İkbal, insanın özgürlüğü sorununa sorununa kader meselesi etrafında değinir. Ona göre insanın önceden belirlenmiş bir kadere teslim olması fikri İslam’a tümden yabancıdır. Bu konuda İslam dünyasında yapılan kaderci yorumlarda İslam’a dışarıdan sokulmuştur. Nitekim batıda Hegel ve Comte’un yorumları, alemde bir determinizm olduğu fikrini çağrıştırmaktadır. İkbal’e göre insan, Allah’ın yaratıcı faaliyetine katılan, özgür irade sahibi bir varlıktır. Allah, kendi yaratıcı faaliyetine insanı katarak, alemi oluşturmak istemektedir. Bu anlamda açık bir geleceğe doğru Allah ve insan birlikte yürümektedir. Olaylar oldukça bilinmektedir. Bu anlamıyla kader Allah’ın insanla birlikte yaptığı tarihsel bir yürüyüştür.[27]
Kader konusundaki düşünsel serüvenimizi burada noktalıyoruz. Bu konuda yeni açılımlar ve yeni çözümler sunan Roger Garaudy[28], Merhum Ali Şeriati[29], Abid El Cabiri, Hasan Turabi ve ülkemizden Mustafa İslamoğlu[30]gibi birçok düşünürümüz mevcut. (Özelliklede bu konuda Mustafa İslamoğlu’nun yeni çıkan “Hasan El Basri’nin Kader Risalesi Şerhi” kitabı okunmaya değer bir çalışma)
Son olarak diyelim ki;
İnsanın kaderi seçmektir. Onun kaderini seçime bağlayan, ona iradeyi veren Allah’tır.[31]
En doğrusunu Allah bilir.
Mustafa Büyüksoy
Harran Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi / Lisans
[1]Bknz; Fazlur Rahman; İslam ve Çağdaşlık
[3]Kadı Abdulcabbar; Tabakatul Mu’tezile, 344, Bağdadi; el-Fark beynek Firak, 17, Aktaran; R.İhsan Eliaçık; İslam’ın Yenilikçileri 1 sayfa; 158
[4]Age; sayfa 159
[5]İmam Ebu Hanife; El Fıkhul Ekber, Darul Kitap Programı
[6]Maturidi; Risaletül Akaid s; 13-15 R.İhsan Eliaçık İslamın Yenilikçileri 1 s;323,324
[7]Sistematik Kelam ; Emrullah Yüksel; s. 95
[8]Sistematik Kelam ; Emrullah Yüksel; s:91
[9]İslamın Yenilikçileri 1; R. İhsan Eliaçık; s;227
[10]Age; s;237
[11]Age;s;246
[12]Şerhul Usulül Hamse; Kadı Abdulcabbar, s; 2,48,132,124-236, R.İhsan Eliaçık; Age; s, 285
[13]İbn Sina, et- Ta’likat, s.72 İbn Sina en-Necat, s.284-291 Aktaran; Emrullah Yüksel, Sistematik Kelam s, 90
[14]İbn Rüşd; Menahicü’l Edille fi Akaidi’l Mille s. 238. Aktaran; Emrullah Yüksel, Sistematik Kelam s. 91
[15]Bknz; Mevlana, Mesnevi, çev, Veled İzbudak, Altıncı basılış, İstanbul 1974, c.4, s.241-243
[16]Emrullah Yüksel, Sistematik Kelam s.96
[17]Üstad Mevdudi’nin Tasavvufa Bakışı, Mustafa Büyüksoy http://www.fikribeyan.net/yazidetay.php?Yazi_id=3685&yazar=623
[18]Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Şahdamar Yayınları s; 503
[19]Age; s. 504
[20]Age; s. 504
[21]Age; s.508
[22]Doğunun Çırpınan Şahini Cemaleddin Afgani, Mustafa Büyüksoy http://www.facebook.com/notes/mustafa-b%C3%BCy%C3%BCksoy/do%C4%9Funun-%C3%A7%C4%B1rp%C4%B1nan-%C5%9Fahini-cemaleddin-afgani/10150985365100903
[23]Urvetu’l Vuska, s. 139-153 Aktaran; İslamın Yenilikçileri 1; R. İhsan Eliaçık; s;121
[24] Abduh; Tevhid Risalesi (çev. Sabri Hizmetli), Fecr, Ankara, 1986, s.123 Aktaran; İslamın Yenilikçileri 1; R. İhsan Eliaçık; s. 179
[25]Mehmed Akif Ersoy; R.İhsan Eliaçık İlke Yayıncılık, s.66
[26]Age, s.69
[27]Muhammed İkbal; R. İhsan Eliaçık İlke Yayıncılık, s.69-70
[28]Mesela bu konuda İslam ve İnsanlığın Geleceği kitabına bakılabilir.
[29]Anne Baba Biz Suçluyuz isimli eserindeki yanlış kader eleştirisine bakılabilir.
[30]Mesela bu konuda İman yazıları ve son çıkan kitabına bakılabilir.
[31]Mustafa İslamoğlu; Özlü Sözler s.130
*****
KUR’AN’DA KADER
Doç.Dr. H. Musa BAĞCI
Dicle Ünv. İlahiyat Fakültesi
Kader Kavramı
Kader kavramı tarihî gelişimi içinde farklı yorumlarla karşı karşıya kalmıştır. İslâm tarihinde meydana gelen siyasi ve toplumsal olaylar, bu kavramın şekillenmesinde büyük rol oynamıştır. Öyle ki anılan olaylar ve yapılan itikadi tartışmalar, Kur’an’daki kader ve türevlerinin anlamlarına da etki etmiştir. Kader ve türevleri, Kur’an’daki gerçek anlamlarından farklı bir şekilde yorumlanmıştır. Durum hadisler açısından da pek farklı değildir. Sonradan uydurulan birçok hadis, Kur’an’ın genel ilkelerine aykırı anlamları ortaya çıkarmıştır. Bu olaylardan ve tartışmalardan etkilenen İslâm bilginleri, tartışmaların ürettiği anlamları Kur’an’ın bazı ayetlerine yüklemeye çalışmışlardır. Sonuçta ekollere göre farklı kader anlayışları ortaya çıkmıştır. Bu anlamlar sonradan telif edilen sözlüklere de yansımıştır. Biz, önce kaderin sözlükteki anlamını verdikten sonra, itikadî ekollerin bu kelimeye yükledikleri terim anlamını ortaya koyacağız ve sonra da Kur’an’daki anlamına işaret edeceğiz.
1. Sözlük Anlamı
Kader kelimesi, sözlükte geniş bir anlamı ifade eden bir kavramdır. Q-d-r kökünden gelmekte olup şu manalara kullanılmıştır. Ölçme[1], güç yetirme.[2] kaza ve hüküm [3] -yani Allah’ın bir şey için takdir ettiği kaza ve onun hakkında verdiği hükmün kendisidir-[4] rızkı daraltma,[5] ölçerek ve takdir ederek tayin [6] anlamlarına gelmektedir. Bu anlamların dışında kader her şeyin olduğu gibi kılınması,[7] ezelden ebede kadar cereyan eden olaylarda ve durumlarda hakim olan külli ilahi hüküm,[8] önceden ölçüp biçip hüküm vermek [9] anlamlarını da ihtiva etmektedir.
2. Terim Anlamı
Kader kavramına itikadî ekollerin anlayışlarına göre farklı anlamlar yüklenmiştir. İslâm itikadî ekollerinden el-Maturidi ve el-Eş’arî ekolleri kaza ve kaderi birbirlerinin yerine kullanmışlardır. Mu’tezile ise bu ekollerin anlayışlarından farklı ve tamamiyle zıt bir tanım meydana getirmiştir. Hasılı ekoller arasında tam bir uyum sözkonusu değildir. Maturidiler kaderi “Allah’ın ezelden ebede kadar olmuş ve olacak şeylerin zaman ve mekanını, sıfatlarını, hususiyetlerini ve her türlü özelliklerini bilip ezelde o surette tahdit etmesidir.”[10] şeklinde tanımlarken, Eş’ariler ise kaderi “Cenab-ı Hakkın her şeyi vakti gelince ezeli ilmine uygun ve irade ettiği şekilde meydana getirmesidir.”[11] biçiminde tanımlamışlardır. Felsefecilerin tanımı Eş’arilerin kader tanımıyla paralellik arz etmektedir.[12]
Mu’tezile bu tanımları reddederek, kaderi yani, insanın davranışları konusunda önceden tespit ve tayin fikrini kabul etmemektedir. Onlar insanın fiillerini kendi hür iradesiyle yaptığını, Allah’ın buna bir katkısının bulunmadığını ve Allah’ın bilmesinin ise eşyanın ancak vukûundan sonra olduğunu iddia etmektedirler.[13]Dolayısıyla Mu’tezile insanın davranışlarıyla ilgili olan kaderi reddetmektedir.
3. Kur’an’da Kader Sözcüğünün Kullanılışı
Kur’an’daki kader ve türevlerine ilişkin kelimeler bir bütün olarak değerlendirildiğinde, bu kavramın yukarıdaki tanımlanan terim anlamlarıyla hiçbir ilişkisinin olmadığı görülmektedir. Zira tarihi süreç içerisinde diğer kavramlarda olduğu gibi kader kavramında da siyasi ve itikadî tartışmaların neticesinde anlam kaymalarının olduğu, bunun sözlüklere ve çeşitli eserlere yansıdığı müşahede edilmektedir. Bu nedenle, haklı olarak Seyyit Ahmet Han (1817/1898) : “sözlüklerde veya edebî eserlerde kaydedilmemiş anlam ve tarzda belli bir kelimenin Kur’an’da kullanılmış olabileceği, her zaman ihtimal dahilindedir.”[14]demektedir. Bir başka deyişle, siyasî ve içtimaî şartlar ortamında oluşturulmuş sözlüklerde, çeşitli tefsir ve fıkıh kitaplarındaki yorumlar, Kur’an’daki bazı kavramların içeriğini yeni anlamlarla doldurduğu ve o kavramları gerçek anlamlarından saptırdığı bir vakıadır. Nitekim Hint-Pakistan alt kıtasındaki çağdaş yazarlardan Muhammed Ebu Zeyd de aynı problemi gündeme getirerek birçok kamusun ve fıkıh alimlerinin eserlerindeki anlamı ifade eden kelimeleri Kur’an’a atfettiğini, bununla, onların Kur’an’ın kastetmediği farklı bir mana elde ettiklerini söylemektedir.[15]
Kader ve takdir kelimelerinin anlam kaymasına bir başka neden olarak da ortaçağ sonlarında Müslüman toplumlarda güçlü bir cebriye anlayışının yaygın olması, -ki böyle bir fikrin Müslümanlar arasında yayılmasına sebep Kur’an değil, dışardan gelen yabancı etkilerdir- ayrıca Panteist Sufi görüşlerin (özellikle 16.yüzyıldan sonra) yayılması ve en fazla da bilhassa Ferisiler gibi gelişmiş milletlerin kadercilik anlayışı ile yoğrulmuş dünya görüşlerinin Müslümanlar arasına girmesi olup, bu tip etkilerin tesiriyle Kur’an’daki kader anlayışı, insan davranışları da dahil her şeyin önceden ilahi olarak takdir ve tespiti şeklinde yorumlanmış olmasıdır.[16]
Gerek yukarıda söylenen tespitler, gerekse kader kavramı konusundaki araştırmalarımız, kader ve türevleri ile ilgili kelimelerin de diğer kavramlar gibi anlam kaymasına maruz kaldığını göstermektedir.
Oysa ki kader ve onun türevlerinin Kur’an’daki anlamı, Allah’ın bu kainat için koymuş olduğu sağlam bir nizam, genel yasalar ve Allah’ın sebepleri müsebbiplere bağladığı (sebep-sonuç ilişkisi kanunu) kanunlar anlamına gelmektedir. Allah, bu kainat için koymuş olduğu nizamları, kanunları ve kuralları yaratmış ve bu kainattaki varlıklar bu kanun, kural ve nizama göre cereyan etmektedirler.[17] Bu anlam, kaderin zikredildiği Kur’an ayetlerinde bu şekilde varit olmuştur.[18] İşte kainatın bir düzen ve nizam içinde yaratıldığını kabul etmek gerekir ki buna kader, yani, takdir edilmiş bir ölçü ve düzen denmektedir.[19] Kader ve türevlerinin kullanılışlarında alacağı mananın mihverini “bir ölçü dahilinde tayin etmek, her şeyi bir ölçü ve nizama göre tanzim etmek[20] teşkil etmektedir. insan da davranışlarında Allah’ın koyduğu fiziki, sosyal kanun ve nizamlara tabidir. Ve onlara göre aklını kullanarak en iyi şekilde hareket etmekle sorumludur. Bundan dolayı yaptığı iyilikten sevap, ettiği kötülükten de günah kazanır.[21] Kanaatimizce Kur’an’ın kader ve türevlerine yüklediği anlam budur. Böyle bir anlama sahip olduğunu Kur’an’da geçen ayetleri inceleyerek ispatlamaya çalışalım.
4. Kur’an’daki Kaderle İlgili Ayetleri Nasıl Anlamalıyız?
Kur’an’da kader konusunu işlerken önce kader ve türevlerinin geçtiği ayetleri gözden geçirip, daha sonra içerisinde bu kelimelerin bulunmadığı, fakat kader inancına delalet ettiği öne sürülen ayetleri ele almamız yerinde olacaktır.
Kur’an’da “kader” ve “takdir” kelimeleri birçok ayette geçmektedir. Kader kavramını izah ederken de bahsettiğimiz gibi, bu kelimeler birden çok manada kullanılmış olup miktar, ölçü, bir şeyi belli bir ölçüye göre tayin etmek ve bir nizama göre yapmak anlamlarına gelmektedir.[22] Kur’ân, Kainatta her şeyin belli bir ölçüsü olduğunu, bütün varlıkların bir nizam ve düzen içerisinde hareket ettiğini ve bu ölçünün dışına çıkamayacağını bildirmektedir. Allah’ın yaptığı işlerin bir nizamı, ölçüsü ve hikmeti vardır. Lüzumsuz ve anlamsız bir iş yapması düşünülemez. İnsan da dahil olmak üzere her şeyin belli bir nizamı ve düzeni vardır. İşte genel olarak kader ve türevlerinin geçtiği ayetlerden bu anlamı çıkarabiliriz. Şimdi bu ayetleri incelemeye çalışalım.
“Bakın, biz her şeyi gerekli ölçü ve nisbette yarattık.”[23] Bu ayet, Allah’ın yaratmasının gelişi güzel, rasgele olmadığını her şeyin bir kanun, ölçü ve oran dahilinde cereyan ettiğini[24] ve hikmetinin gerektirdiği şekle uygun bir tertip ve düzen içersinde yarattığını bildirmektedir.[25] Fakat bu ayeti her şeyin vukû’undan evvel ezelde ilm-i ilahîde takdir edilmiş bir kaderle yaratıldığı şeklinde yorumlayan Hamdi Yazır: “Bu kaderin fiilen yaratılışı, o kadere göre vaki olur. Onu başkası istediği gibi tayin edemez. Onun için mucrim kendi iradesine göre cürmün mahiyet ve mukadderatını değiştiremez. Kaderde akıbeti bedbahtlık, mes’ûliyet ve mahkumiyet ile cehenneme götürmek olan cürm-ü measî, sevap ve saadet vesilesi yapılamaz. Onun için mücrim, mucrim oldukları haysiyetten dalal ve niran içindedirler.”[26] diyerek ayetteki “bi kaderin” ifadesini önceden tayin ve tespit edilmiş alınyazısı anlamında izah etmeye çalışmıştır. Kanaatimizce ayette geçen söz konusu ifadeyi diğer kader ve türevlerinin geçtiği ayetlerle bir bütün olarak değerlendirilirse burada bir kainat nizamından bahsedilmekte olduğunu görülecektir.
“Her şeyi yaratan ve her şeyi belli bir yasalar örgüsüne göre düzene koyan O’dur.” [27] Yani yarattığı ve idame ettirdiği büyük kozmik düzen içinde her şeye ya da her olaya belli bir fonksiyon, belli bir mahiyet ve keyfiyet tayin eden O’dur.[28] Allah her şeyi belli bir ölçü ve düzen içerisinde ihdas etmiştir. İnsanı da gördüğün bu düzen ve ölçü içerisindeki şekil üzere yaratmıştır. Din ve dünya işlerinde kendisiyle ilgili teklifler ve maslahatlar için onu takdir etmiştir. Keza her canlı ve cansız, hikmet ve tedbir örnekleriyle belli bir ölçü içerisinde ve en düzgün tabiatta yaratılmıştır.[29] Dolayısıyla Allah her şeye biçim, şekil, potansiyel güç, nitelik, süre, gelişme v.b. şeyler vermiş, kendine ayrılan alanda fonksiyonunu yerine getirebilmesi için rızk ve araçlar vermiştir.[30] Bundan dolayı ayetteki takdirin anlamı, yarattığı her şeyi en güzel bir şekilde, bozukluk ve tenakuz olmaksızın yapması, hikmetine uygun olarak hazırlaması şeklinde anlaşılmalıdır.[31]
Allah’ın gücünü inkar eden Yahudiler hakkında inen: “Allah’ı gereği gibi takdir edemediler”[32] ayetindeki kadrkelimesinin anlamı, “Allah’ı layık olduğu veçhile tanımadılar, ona gereği gibi ta’zim göstermediler”[33] demektir.
“Allah dilediğine rızkı bol ve (belli) bir ölçü ile verir”[34] Allah bütün varlıkların rızk vericisidir. Varlıkların ihtiyaçlarına ve kapasitelerine göre fizikî, ahlakî ve ruhî büyüme ve gelişmeyi ihtiva eden rızkı ancak o verir.[35] Allah rızkı bol bir şekilde verirken, rasgele, gelişi güzel değil, bir hikmete ve belli bir ölçüye göre verir. İşte bunu ifade etmek için Allah “yebsutu” (yayar) kelimesinin akabine bir hikmete ve ölçüye göre verir anlamında “yakdiru” lafzını kullanmıştır.[36] ez-Zemahşerî’nin şu yorumu da bu manayı güçlendirmektedir: “Allah’ın rızkı yayması ve onu kısması da bir hikmete ve maslahata tabidir. Allah bu konuda orta yolu gözetir. Ne aşırı derecede rızkı vermekte ne de bunun aksi olan rızkı kısmada mübalağa etmez. Orta yolu takip eder.[37]
“Ey Musa bir kader üstüne geldin”[38] ayetindeki kader kelimesi klasik anlamda Allah’ın ezelî ilminde tayin ve tespit olunan kader değildir. Buradaki mana başkadır. Ayetin siyak ve sibakına baktığımızda, sibakında Hz.Musa’nın peygamberlikten önceki büyüme ve yetişme çağı anlatılıyor. Siyakında ise Hz.Musa’nın Allah tarafından peygamber seçildiğinden bahsediliyor. O zaman bu ayeti şu şekilde anlamak daha uygundur: “Senelerce Medyen halkı arasında kaldın. Ey Musa peygamberliğe tâkat getirecek çağa ulaştın. Şimde de seni (peygamber olarak) seçmiş bulunuyorum.”[39]
“O ki (bütün mevcudatın) tabiatını belirlemekte ve onu (hedefine doğru) yöneltmektedir.”[40] Yani, yarattığı ve idame ettirdiği büyük kozmik düzen içinde her şeye ya da her olaya belli bir fonksiyon, belli bir mahiyet ve keyfiyet tayin eden O’dur. Allah varlıkların hepsi için değişim planına göre kendilerine uygun ve kendilerini geliştirebileceği kanunlar ve kurallar vaz’ etmiştir. O bütün ihtiyaçları tam olarak belli bir ölçü dahilinde vermiş ve bize koyduğu kanunlara uygun olarak da fiziksel ve ruhsal kabiliyet ve yetenekler bahşetmiştir. O bize aynı şekilde doğru yolu göstermiştir. Biz bundan dolayı mekan ile kanunların oyuncağı değiliz. Aklımız ve irademiz çalışmaktadır. Ve biz insanın alın yazısını aşabiliriz.[41] Bu gerçeği şu ayette de müşahede etmek mümkündür: “Bizim Rabbimiz, (var olan) her şeye gerçek özünü ve biçimini veren ve sonrada her şeyi (kendi doğasının gerektirdiği) yola yönelten varlıktır.”[42]
Demek ki Allah bütün varlıkların içine yetenek ve kabiliyetlerini aşılamış ve kainata bırakmıştır. İnsanın içine iyiliği ve kötülüğü ilham etmiş,[43] Peygamber gönderip mesajını vahyederek desteklemiş ve evrende imtihana tabi tutmuştur. Allah’ın kanunları vaz’ edip insanı kainata bırakması, Allah’ın atıl halde bırakılması anlamına gelmemelidir. Allah gerektiği zaman tabiî kanunları bozmadan müdahale etmektedir. Ama bu müdahalenin nasıl ve ne derece olduğunu Allah bilmektedir. Dua mekanizmasının işlevi de burada yatmaktadır.
“Böylece (yere ve göğe ait) sular belli bir ölçüye göre birleşti.”[44]
“Kim Allah’a güvenirse, O ona kafidir. Gerçek şu ki Allah irade ettiği işi sonucuna ulaştırır. Allah her şey için bir (vade ve) ölçü belirlemiştir.”[45] Ayette dünya düzeni çok açık bir şekilde ortaya konduğu, yani hiçbir şeyin gelişi güzel yaratılmadığı, her şeyin belli bir yere oturtulduğu “Allah her şey için bir ölçü koymuştur.” ifadesiyle sebep-sonuç münasebetleri sisteminin kabul edildiği görülmektedir.[46]
“Gökten ölçülü miktarda suyu indiren O’dur.”[47]ayeti ise yağmurun bir ölçü dahilinde evrendeki varlıkların ihtiyaçları nispetinde ve zarar görmeyecekleri şekilde ineceğini bildirmektedir.[48]
Yukarıda zikrettiğimiz ayetlerde ve kader ve türevlerinin geçtiği diğer ayetlerde ortaya çıkan anlam ile insanın yaratılmasından önce yapacağı davranışların belirlenmesi anlayışı arasında bir ilintinin bulunmadığı yaptığımız tetkikten anlaşılmaktadır. Bu ayetleri gerek siyak ve sibakına gerekse Kur’an’ın bütünlük ilkesi çerçevesinde değerlendirildiği zaman kader ve türevlerinde “önceden tayin ve tespit “anlamının söz konusu olmadığı görülmektedir.
Kur’an’da kader ve türevlerinin genel mihver anlamını bu şekilde tespit ettikten sonra önce irade hürriyetini açıkça ifade edenleri, sonra da cebir anlayışını telkin ettiği ileri sürülen ayetleri incelemeye geçebiliriz.
Kur’an’da bir kısım ayetler, insanın hareket ve davranışlarında hür irade sahibi olduğunu, onu bu fiilleri yapmaya zorlayacak hiçbir zorlayıcı gücün bulunmadığını ve bundan dolayı da yapıp-ettiklerinden sorumlu olduğunu göstermektedirler.[49]
“Herkes kendi kazancıyla değerlendirilir.” (74, Müddessir,
“Bu yaptığınızın karşılığıdır. Yoksa Allah Kullarına asla zulmetmez.” (3, Ali İmran 182).
“Kim Yararlı iş yaparsa kendi lehine, kim de kötülük işlerse, kendi aleyhinedir.” (41, Fussilet, 46).
“De ki: “Rabbiniz gerçeği göstermiştir. İsteyen iman etsin, isteyen küfretsin.” (18, Kehf, 29). Görüldüğü gibi insan Kur’an’da açıkça sorumlu bir fail olarak takdim edilir.[50]
Diğer bir kısım ayetlerde yukarıdaki ayetlerin aksine insanın hareket ve davranışlarında ihtiyar sahibi olmadığını, her şeyin belli bir çizgide cereyan ettiğini, insan için yapılacak bir şeyin bulunmadığını ifade eder görünümündedirler.[51] Bu ayetlerde ilahi hükümranlık anlayışı mevcuttur. Allah alelerin yüce Rabbi olarak takdim olunur. Onun hakimiyeti yaratma kudreti üzerine kurulmuştur.
“Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Dilediğini yaratır. O, dilediği kimseye kız evlat verir, dilediği kimseye de erkek evlat verir. Yahut da onları erkekli dişili ikizler yapar ve dilediğini de kısır yapar; çünkü O, çok iyi bilendir, her şeye kadirdir.”[52]
“İşte bu (Kur’an) bir öğüttür ve dileyen Rabbine bir yol tutar. Bununla beraber Allah dilemeyince siz dileyemezsiniz, çünkü alim ve hakim olan ancak Allah’tır.”[53]
“Eğer Rabbin dileseydi yeryüzünde kim varsa hepsi toptan iman ederdi… Allah’ın izni olmadıkça hiçbir nefsin iman etmesi mümkün değildir.”[54]
“O (Kur’an) alemler için bir öğüttür. İçinizden doğru gitmek isyetenler için; fakat O alemlerin Rabbi Allah dilemeyince siz dileyemezsiniz.”[55]
Bazı İslâm bilginleri [56] bu iki grup ayetlerin ortak bir paydada birleşmediğini, birinci grup ayetlerin hürriyete, ikinci grup ayetlerin cebre delalet ettiğini söylemişlerdir.[57] Esasında ilahî kitapta çelişki olduğunu düşünmek ve ayetlerin bir kısmını esas anlamlarından farklı bir şekilde yorumlamak manasız bir iştir. Aslında Kur’an’da te’vil etmeyi gerektiren ve birbirine zıt hiç bir ayet yoktur.[58]
Genelde Müslümanlar Kur’an’ın ne dediğini anlamaktan ziyade, kendi görüşlerini doğrulatmak için Kur’an’dan deliller aramışlar ve neticede dayanağı Kur’an olduğu iddia edilen bir birine zıt görüşler ortaya çıkmıştır.[59] Kaderi savunanlar kendi görüşlerine uygun olan ayetleri delil olarak alırken, insanın sorumluluğunu iddia edenler de kendi görüşlerine uygun düşen ayetleri delil olarak kabul etmişlerdir. Her grup Kur’an’ın konuyla ilgili ayetlerini bir bütün olarak ele almak yerine, sadece kendi fikirlerini ispat edecek ayetler üzerinde durmuşlardır. oysa Kur’ân ayetlerini hiçbir insanın kendi hevasına göre anlamaya hakkı ve yetkisi yoktur.[60] Bu şekilde davranmak Kur’an’ın ruhuna aykırı hareket olur ve çok tehlikeli sonuçlar doğurur. Nitekim sadece batılılar değil, Müslümanlar bile sık sık fikirlerini veya bağlı oldukları ekollerin fikirlerini destekleyebilmek için Kur’an’ın nasıl belli ayetlerini alıp diğerlerini gözardı etmek suretiyle parçacı bir yaklaşım sergiledikleri gayet iyi bilinmektedir.[61] Kur’an ayetlerini anlamada bir takım objektif kriterler vardır. Bunlar 1. Ayet çerçevesi 2. Siyak ve sibak 3. Kur’an’ın bütünlüğü ilkesi [62] 4. Kainattaki fizikî ve sosyal kanunlar çerçevesi 5. Akl-ı selim’dir.[63]
Kur’an ayetlerini değerlendirirken bu kriterleri göz önünde tuttuğumuz takdirde yukarıdaki iki grup ayetlerin birbiriyle çelişmediği açık biçimde söylenebilir. Birinci grup ayetler insanın özgür olduğunu söylerken, ikinci grup ayetler insanın özgür olmadığını söylememektedir. İkinci grup ayetler her şeyin Allah’ın kontrolünde olduğunu söylerken, birinci grup ayetler bunun aksini söylememektedir.[64] Farklılık insanların ayetleri anlayış şeklindedir. Bazı düşünürler ayetleri mevcut kültür, gelenek, örf ve adetlerin etkisiyle önyargılı olarak yorumlamışlar ve sahip oldukları düşüncelere Kur’an’dan referans bulmaya çalışmışlardır. Nitekim el-Eş’arî bu önyargı ve mezhep taassubundan olsa gerek ki “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz” (İnsan, 30; Tekvir, 29) “Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi.” (Bakara, 253) “Dileseydik herkese hidayet verirdik.” (secde, 13) “Her istediğini yapandır.” (Hud, 107; Buruc, 16) ayetlerini parçacı bir yaklaşımla muhalifi Kaderiyye ekolüne karşı delil olarak getirmiş, konuyla ilgili Kur’an’ın diğer ayetlerine hiç temas etmemiştir.[65] Oysaki Kur’an’a göre Allah’ın dilemesini ele alırken onun yaratıcılığını, kudretini, adaletini, hikmetini ele alan pasajlarla birlikte, insan sorumluluğu, iradesi, yapıp ettiklerinden dolayı ceza veya mükafatla karşılaşması gibi hususlardan bahseden ifadeleri de göz önüne almak gerekir.[66]
Kanatimizce insanın iradesini selbettiği ileri sürülen ayetler Allah’ın azametini, yüceliğini, engin bir kudrete ve kuvvete sahip olduğunu, hükümranlığın kendisine ait olduğunu vurgulayarak insanın bu dünyada başıboş bırakılmadığını göstermektedir. Başka bir deyişle Kur’anî bütünlük içerisinde Allah’ın dilemesiyle ilgili ayetlerde, insanın acizliğini, Allah’ın kudret ve azametini vurgulayarak kullara, Allah’a teslim olma duygusunu yerleştirmektir. Gerçekten kulların benliğinde, Allah’ın tapınmaya layık olduğu yegane varlık olduğu, onun kudretini ve azametini her zaman görüp hissetmeleri gerektiği şuurunu iyice pekiştirmek, varlık alemini yaratıp bir kenarda oturmayan kainattaki hadiseleri bütün yönleriyle takip eden bir Allah anlayışını ikame etmek noktasında fevkalade mühim rol oynar.[67] Allah’ın dilemesiyle ilgili ayetleri bu şekilde değerlendirmek gerekir. Aksine bu ayetlerden insanın iradesini selbettiği ve insanın fiillerinde mecbur olduğu anlamı çıkarılamaz. İnsanın hür olduğunu vurgulayan ayetler ise açıkça insanın yaptıklarından sorumlu olduğunu göstermektedir.
Netice itibariyle yukarıda maddeler halinde tespit ettiğimiz Kur’an’ı anlama kriterlerine göre ayetleri değerlendirirsek ve Kur’an’ı bir bütün olarak ele alırsak bu ayetler içinde insan sorumluluğunu ortadan kaldıran önceden tespit ve tayin fikrine yer olmadığı görülecektir. Bunun aksi düşünüldüğü takdirde bu dünyada imtihana tabi tutulmanın,[68] ahirette hesaba çekilmenin,[69] emir ve yasaklardan sorumlu olmanın ve cennet ve cehennemin[70] anlamını açıklamak imkan dahilinde olmaz. Bu açıdan ayetlerde bir tenakuzun olması mümkün değildir. İnsan sorumludur ve sorumluluğu oranında hürriyete sahiptir. Bu hürriyet Allah’ın çizmiş olduğu sınırlar dahilindedir. Bu mutlak ve sonsuz hürriyet değildir.
Bu noktada kader ve türevleri geçmediği halde insanın davranışlarını tayin ve tespit ettiği veya bir nevi cebir olduğu hissini veren ayetlere geçmeden önce bir kaç hususu vurgulamak gerekir.
Kur’an sürekli olarak mükemmel bir düzenden bahsetmektedir. Bunu Allah’ın varlığına delil olduğunu belirtmekte kalmayıp, aynı zamanda onun birliğinin delili olduğunu söylemektedir.[71]
Allah kainatta genel bir düzenin olduğunu, her şeyin bir nizama ve yasaya bağlı bulunduğunu ve bu yasaların değişmezliğini vurgulamaktadır. Kainatta nedensellik ilkesi hakimdir. Bu yasalardan biri de, Allah’ın insanoğlunu fiillerinde hür ve tercih sahibi olarak yaratmasıdır. İnsan hiçbir baskı ve zorlamaya boyun eğmez.[72]
Kur’an’a göre Allah bir şey yaratacağı zaman, o şeyin kabiliyetlerini ve davranış kanunlarını mahiyeti (tabiatı veya karakteri) içerisine yerleştirir. Böylece o şey bir düzen içerisine girmiş olur. Alemde etken bir duruma geçer. İşte evrendeki her şey mahiyeti içerisine yerleştirilmiş kanunlar muvacehesinde hareket ettiği için Allah’ın iradesine teslim olmuştur. Oysa ki, insan, Allah’ın emrine uyup uymamakta bir seçim yapabilme kabiliyeti kendisine verildiği için, iyi veya kötüyü seçebilmekte hürdür. Diğer bütün varlıkların mahiyetine kabiliyetleri, davranış kanunları nasıl yazılmışsa insanın tabiatına da iki alternatifi seçebilecek şekilde yazılmıştır.[73] Şu ayet bunun delilidir: “İnsan benliğini düşün ve onun nasıl (yaratılış) amacına uygun şekillendirildiğini; ve nasıl ahlakî zaaflarla olduğu kadar Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle de donatıldığını; Her kim (benliğini) arındırırsa, kesinlikle mutluluğa erişecektir. Onu (karanlığa) gömen ise hüsrandadır.[74]
İmtihanın adil olması için gerekli ilk öge, insanın kazanmaya (felah) da kaybetmeye (hüsran) de elverişli olmasıdır. Bunu izleyen ikinci öge ise, hayatın belli ölçülerde insanın önünde boyun eğecek bir tarzda bulunmasıdır.[75] Zira insanın bir görevle sorumlu tutulması, o görevi yerine getirmeye kabiliyetli olması halinde anlamlı ve adil olur. Kur’an insanlığın görevlendirilmesinde temel ilke olarak bunu kabul eder. (2, Bakara, 286) İnsanın bir şey yapmaya kabiliyetli oluşu ise, aynı zamanda o şeyi yapmama yeteneğini de beraberinde getirir. Şayet bu iç içelik söz konusu değilse kabiliyetten değil, zorunlu rolden söz etmek gerekir. Oysaki Kur’an’da insan için zorunlu bir rolden değil, çift kutuplu bir potansiyel iç içelikten söz edilmekte olduğu açıktır. (91, Şems, 7-8; 76, İnsan, 2-3)[76]
Görülüyor ki bütün tabiat Allah’a otomatik bir iradeyle itaat ettiği halde, insan eşit olarak itaat etmek veya etmemekte serbest bırakılmıştır.[77]
Bu vasıfta olan insana Allah iyi ve kötü yolu göstermek için, akıl, peygamber ve kitaplarla destekleyerek onun doğru yolu bulmasında kendisine yardım etmiştir. Ama buna rağmen bazı insanlar kendi iradeleriyle iyiyi seçerken, bazıları ise ma’siyeti tercih etmişlerdir.
Böylece Kur’an, insanın eliyle oluşturduğu olayların mukadder (predetermined) bir şey olduğu anlayışına yer vermemektedir.[78] Ama tabiî ve kevnî hadiselerin önceden tespit ve tayin edilmesinde bir sakınca yoktur. İnsana gelince, o sorumlu bir varlıktır. İnsanın sorumluluğu oranında hürriyeti olması, sınırları Allah tarafından çizilmiş sahada insanın kendi kaderini kendisinin belirlemesi kadar tabiî bir şey yoktur.[79] Bu sınırlar içerisinde insanın davranışları önceden belirlenmiş olamaz. Zira Kur’an tarihi seyir içinde doğrudan doğruya etken olarak insan fiillerini kabul etmekte, bununla birlikte diğer haricî etkenlerin rolünü de tamamen inkar etmemektedir. Kur’an’a göre tarihe şekil veren insanlıktır.[80]
Kur’an insan davranışlarının belirlenmesinde gerek dahilî gerekse haricî faktörlerin rolünü inkar etmemekle birlikte, insanı etkileyen bu unsurların, bizzat insan tarafından üretildiğini söylemektedir. Böylece Kur’an’ın tarihin direksiyonunu insanın eline vermiş olduğunu söyleyebiliriz.[81]
İnsan belli bir alanda kendi kaderini kendisi tayin etmektedir. Ama insanın yaptığı bu davranışları Allah’ın önceden ezelî ilmi ile bilmesi onun yapıp-ettiklerini engeller mi? İnsanlar yaptıkları davranışları Allah öyle bildiği için mi yapıyorlar? Yoksa Allah’ın ilmi insanların davranışlarına mı bağlıdır? Bu konuda gerek kelamcılar, gerekse felsefeciler çeşitli münakaşalara girmişler ve her biri kendi dünya görüşleri ve bakış açıları doğrultusunda çözüm bulmaya çalışmışlardır. Kelamcılar “ilim maluma tabidir” kaidesini getirerek Allah’ın ilmini insan davranışlarına tabi kılarken, felsefeciler ise insan fiillerini cüziyyattan kabul edip, Allah’ın ilminin küllî olanları bilip, cüz’î olanları bilmediğini veya insan davranışlarının Allah’ın ilminin konusu olmadığını ileri sürerek bir çözüm bulmaya çalışmışlardır. Bu Allah’ın ilmi konusu başlı başına bir konu olup, bizim tez sınırlarımızı zorlayacağı için bu konunun ayrı bir çalışma olarak yapılması gerektiğini düşünüyor ve bu konuyu şimdilik şu şekilde noktalamak istiyoruz: Allah kuşatıcı ilmi sayesinde insanın hidayet ve iyiliği mi, yoksa sapıklık ve kötülüğü mü tercih edeceğini bilir. Ama bunları Allah’ın bilmesi baskı ve dikte etme anlamına gelmez.[82] Bu Allah’ın koyduğu sünnetullah çerçevesinde vuku bulan veya bulacak olanın açığa çıkmasıdır. Söz konusu sünnetullah mükellefiyet, mükafat ve cezanın üzerine bina edildiği tercih yasasıdır.[83] Fakat bu çözümünde tatmin edici olduğunu söylemek mümkün değildir.
Bu önemli noktaların altını çizdikten sonra Kur’an’da içerisinde kader kelimesi geçmediği halde cebrî bir yaklaşım sezilen ve insanın fiillerinin önceden tayin ve tespit edildiği imajını veren ayetleri incelememiz gerekir. Bunlardan ilki 57 Hadid süresinin 22. ayetidir: “Yeryüzüne ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılmış olmasın. Doğrusu bu Allah için kolaydır.”
Bu ayetteki musibetin anlamı, insana şiddetle dokunan hadise ve felakettir.[84] Arzdaki musibet, kuraklık, kıtlık, hayvanlara, binalara araziye ait afetler ziyanlar ve zelzelelerdir. Nefislerdeki musibetler ise ölüm, hastalık, açıklık, işkence susuzluk ve fakirlik gibi acılardır.[85] Musibetlerin yaş ve kuru ne varsa her şeyin bir kitapta olması,[86] bizzat onların varlıkları anlamında değil, var olmaları için tabi olacakları kanunlar ve kurallar anlamındadır.[87] Bu anlamı ez-Zemahşerî’nin şu yorumu güçlendirmektedir: “Allah musibetleri yaratmadan önce hangi durumlarda insanın başına musibetler geleceğini tesbit etmiştir.[88] Yani Allah her varlık cinsi için bir kanun vaz’ etmiştir. Olaylar bu kanunlar çerçevesinde cereyan etmektedir.
İnsanın başına kendi fiili sonucu musibet gelebileceği gibi, Allah’ın insanı imtihan etmesi için de [89] onun başına musibet gelebilir. “Başınıza gelen herhangi bir musibet ellerinizle işlediklerinizden dolayıdır.”[90] “Başlarına kendi işlediklerinden dolayı bir musibet geldiğinde…”[91] gibi ifadeler musibetlerin gelmesinin müsebbiplerinin insanlar olduğunu, ortam oluşunca, şartlar yerine gelince musibetlerin geldiğini haber vermektedir.
Bu ayete göre, şayet kulun çalışması ve tercihi olmaksızın yazılan şeylerin hepsi vuku bulmuş olsaydı, Allah’ın emir ve nehyine, imtihan etmesine, va’d ve vaîde yani itaat edenin sevaba müstehak olması, yasaklanan fiili işleyen kimsenin de îkaba müstehak olmasına gerek kalmazdı. Bilakis bu abesle iştigal olurdu. Oysa ki adalet ve hikmet sahibi olan Allah (c.c) bütün bunlardan münezzehtir.[92]
Tetkik edilmesi gereken diğer bir ayet de şudur: “Bu (mesaj) bütün insanlık için bir öğüt ve hatırlatmadan başka bir şey değildir. Doğru yolda yürümek isteyen her biriniz için. Ama Allah bütün alemlerin Rabbi, (o yolu size göstermeyi) dilemedikçe siz onu dileyemezsiniz.”[93] Bu ayet insan iradesini ve hürriyetini ortadan kaldırmaz. yani, onu isteyebilirsiniz, çünkü ancak Allah insana bağışladığı olumlu içgüdüler yoluyla ve peygamberlerine indirdiği vahiyler aracılığıyla size doğru yolu göstermek istemiştir. Bu da doğru yolu seçmenin Allah’ın evrensel rehberliğinden yararlanmak isteyen herkese açık olduğuna işarettir.[94] İnsan ancak Allah’ın iradesi ve dilemesi sınırları dahilinde dileyebilir. Beşerin dilemesi ve iradesi Allah’ın iradesinden müstakil değildir. Allah insanın iki yoldan birini, ya hidayet yolunu ya da dalâlet yolunu seçecek kabiliyette irade buyurmuştur.[95] İnsandaki bu irade ve dileme Allah’ın takdiridir. Belli sınırlar içerisinde insan seçme hakkına sahiptir. Bu hakkı ona vermeyi Allah dilemiştir. Şayet insan Allah’ın dilediği zaman dileyip, dilemediği zaman da dilememiş olsaydı, insanı sorumlu tutmanın, imtihan etmenin ve hesap sormanın bir manası kalmazdı. Belli sınırlar içinde Allah irade etmemizi dilemiştir. Aksi takdirde insan programlanmış bir robot haline gelirdi.
Hamdi Yazır bu ayeti, Allah’ın sizin dilemenizi dilemesi, iradenizi irade etmesiyle diliyorsunuz.[96] şeklinde izah etmiştir. yani biliniz ki ihtiyarınızda olan bu dileme Allah’ın size sunduğu bir lütuftur. Şayet Allah sizin için dileme hürriyetini dilememiş olsaydı, sizin herhangi bir hürriyet ve iradeniz olmazdı. Çalışmalarınızda mecbur olurdunuz. Tıpkı güneş ve ay gibi.[97] Yukarıda verdiğimiz bu ayetin sibakı bu anlamı güçlendirmektedir.
Bu ve buna benzer Kur’an ayetlerini bir bütün olarak ele almak gerekir. Kur’an’ın bütünlük ilkesini gözardı ederek tek bir ayeti ele alıp hüküm çıkarmak yanlış çıkarımlara yol açabilir. Kur’an’da “şâe” ve türevlerinin geçtiği ayetler incelediğinde bunların insanın iradesini selbetmediği görülecektir.
İnsanın iradesini ve hürriyetini selbettiği düşünülen bir başka ayette şudur: “De ki: “Bizim başımıza, asla Allah’ın bizim için yazdığından başka bir şey gelmez! O bizim yüceler yücesi efendimizdir; o halde inananlar (yalnızca) Allah’a güvensin.”[98] Bu ayet insanın davranışlarının önceden tesbit ve tayin, yani alın yazısı anlamına gelmez. Çünkü bu ayeti Kur’anî bütünlük ve siyak sibak kriterleri çerçevesinde düşündüğümüzde Allah’ın Müslümanlar için yazdığı şey, ya şehit olmaları ya da gazi olmalarıdır. [99] Bir sonraki ayette Allah: “Bize iki iyiden (gazilik ve şehitlik) başka bir şeyin gelmesini mi bekliyorsunuz?”[100] buyurmaktadır. Bu “iki iyi” sözcükleri hemen hemen çoğu tefsirlerde gazilik ve şehitlik anlamında yorumlanmıştır.
Önceden tespit ve tayinle ilgisi olduğu iddia edilen ve aynı zamanda kader kelimesinin türevinin geçtiği diğer bir ayet de 33 Ahzab süresinin 38. ayetidir: (o halde,) Allah’ın kendisi için takdir ettiği şeyi (yapmasından dolayı) Peygambere hiçbir suç isnat edilemez. (gerçekte bu) sizden önce gelip geçenler için de Allah’ın bir uygulamasıydı, ve (şunu unutma ki) Allah’ın iradesi mutlaka tecelli eder.”[101] Bu ayette geçen “ve kane emrullahı kaderan makduran” ifadesi Allah’ın daha önceden her şeyi planladığı ve ona göre olayların vuku bulduğu şeklinde yorumlanmıştır. Ayetin öncesine baktığımız zaman Hz.Peygamber’in Zeynep bt. Cahş ile evliliğinden söz etmektedir. Hz.Peygamber evlatlığı Zeyd b. Harise’yi Zeynep’le evlendirmişti. Fakat bu çift geçinemediler. Zeyd bir süre sonra Hz.Peygamber’e gelerek ayrılmak arzusunda olduğunu dile getirdi. Bunun üzerine Hz.Peygamber halkın dedikodusunu düşünerek ayrılmalarını uygun bulmasına rağmen, bunu Zeyd’in yüzüne söylemedi ve ona sadece “Aileni yanında tut. Allah’tan kork.” deyince, Allah ona şöyle buyurdu: “Allah’ın açığa vuracağı şeyi insanlardan gizliyorsun. Oysa asıl korkmana layık olan Allah’tır. Allah’ın farz kıldığını işlemek konusunda peygambere hiçbir vebal yoktur. Allah’ın emri böyle olup yerine gelecektir.”[102] Bu son cümlenin anlamı şudur: Peygamberlerin Allah’tan bir emir aldıklarında bu görevi hemen yerine getirmeleri bir kanundur. Allah Peygamberine bir şey emrettiği zaman bütün dünya karşı çıksa bile peygamber bu emri yerine getirmelidir.[103] Geleneksel bakış açısına sahip tefsir alimleri bu ayeti ezelde değişmeyen, tebdil edilemeyecek olan kesinleşmiş bir hükmün yerine gelmesidir.”[104] şeklinde yorumlamışlardır. Halbuki bu hüküm mazi ile ilgili değildir. Müslümanların gelecekte uyacakları şer’î bir hükmün ortaya konmasıdır. [105] Yani Allah’ın emri yerine getirilebilecek bir emirdir. Allah’ın meşru kıldığı şey meşrudur. Allah, Hz.Peygamber’e Zeyd’in karısıyla evlenmesini meşru kılınca veya emredince başkalarından çekinerek bunu yerine getirmemek ona yakışmaz şeklinde anlaşılmalıdır.[106]
Son olarak ele alacağımız bir başka ayet de şudur: “Allah (önceki mesajlarından) dilediğini yürürlükten kaldırır, dilediğini bırakır, pekiştirir, Çünkü vahyin kaynağı onun katındadır.”[107] Yani neshini irade ettiğini nesheder, dilediğini onun yerine koyar, yahut divan-ı hafazadan dilediğini siler, başkasını sabit bırakır, tevbe edenlerin günahlarını ve küfürlerini giderir. İyiliklerini, imanlarını ve taatlerini sabit kılar. Yahutta eceli yaklaşanı öldürür veya öldürmez.[108] Çünkü kitapların anası onun yanındadır Allah daima Yaratmayla meşgul olmaktadır.[109]O, kainatı ve insanları yarattıktan sonra, onları kendi hallerine bırakıp kendisi atıl bir vaziyette durmamaktadır. Görülüyor ki bu ayet değişmez surette alınyazısı anlamında kader manasını nefyeder.[110] Eğer her şey önceden tayin ve tespit olunmuş olsaydı, bu değişikliklerin olması lüzumsuz olurdu. Oysa ki ayet Allah’ın faal konumundan bahsetmektedir. Ayrıca Allah’ın silmesi ve tespit etmesi onun kendi koyduğu kanunlara bağlıdır.[111]
musabagci@hotmail.com
http://www.musabagci.tr.gg
[1] İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, V, 74; Ragıb el-Isfahânî, el-Müfredat s. 596; İbn Faris, Makâyîsu’l-luga V, 62; İbrahim Mustafa ve ârkadaşları, el-Mu’cemu’l-Vasît, s. 718; L. Gardet, el-Kaza ve’l-Kader mad. Encyclopedia of İslâm, IV, 365; D. B. Macdonald, Kader mad. MEB. İslâm Ansiklopedisi, VI, 41; Ayrıca 54 Kamer 49.
[2] İbn Manzur, a.g.e, V, 74; el-Isfahânî, a.g.e, s. 595,96; Macdonald, Kader, MEB. İ.A VI, 41; İbrahim Mustafa, a.g.e, s. 718; 5, Maide, 34; 16, Nahl, 175; 39, Zumer, 67; 48, Feth, 21; 57, Hadid, 21.
[3] İbn Manzur, a.g.e, V, 74; İbrahim Mustafa, a.g.e, s. 718 ; L. Gardet, el-Kaza ve’l-Kader, E.İ, IV, 365.
[4] İrfan Abdülhamit, İslâmda İtikadi Mezhepler ve Akaid Esasları, (Çev: M. Saim Yeprem), s. 267, 268.
[5] İbn Manzur, a.g.e, V, 77; el-Isfahânî, a.g.e, s. 596; İbn Farisa.g.e, V, 62; İbrahim Mustafa, a.g.e, s.718; L. Gardet, el-Kaza ve’l-Kader, E.İ. IV, 365 ; 13 Ra’d 26 ; 17, İsra, 30; 28, Kasas, 82; 42, Şura, 12, 27 ; 65, Talak, 7.
[6] İbrahim Mustafa, a.g.e, s. 718 ; İbn Hazm, Kitabu’l-Fasl fi’l-Milel ve’l-Ehvai ve’n-Nihal, III, 51,52 ; Macdonald, Kader mad. MEB. İ.A. VI, 41 ; 54, Kamer, 12; 80, Abese, 19 ; 87, A’la, 3.
[7] Kemaleddin Ahmed el-Beyâzî, İşaratu’l-Meram min İbarati’l-İmam, s.264 (Nesefi’den naklen)
[8] Makdonald, Kader mad. İ.A. VI,41; İbn Faris a.g.e, V,63 ; Okyanus, Ansiklopedik Sözlük, Kader mad. III, 1314 ; 33, Ahzab, 38.
[9] Macdonald, Kader mad, MEB. İ.A, VI, 41.
[10] Ebu Mansur el-Maturidî, Kitabu’t-tevhid, s. 307; Ahmed es-Savi, Haşiyetu’s-Savi ala tefsiri’l-Celaleyn, IV, 151; Halebî, el-Lum’a fi tahkîki mebâhisi’l-vucûd ve’l-hudûs ve’l-kader ve’l-ef’âli’l-ibâd, (tah: M. Zahid Kevseri) s. 35; Ali Arslan Aydın, İslâm İnançları ve Felsefesi, s. 255.
[11] el-Beyazi, a.g.e, s.265; Seyyid Şerif el-Curcânî, Şerhu’l-mevâkıf, s. 428; es-Sâvî, Haşiyetu’s-Sâvî, a.g.e, IV, 151; et-Taftazânî, Kelam İlminin Belli Başlı Meseleleri, s. 160 (Çev: Şerafettin Gölcük) ; Aydın, a.g.e, s. 255.
[12] el-Curcânî, a.g.e, s. 428; İbn Sina Kaderi “Allah’ın ilmine göre varlıkların cereyan etmesidir” şeklinde tanımlar. eş-Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, III, 135; Abdulkerim el-Hatib, el-Kaza ve’l-Kader,s. 177. Ayrıca İbn Sina ve bazı filozoflar kazanın önce geldiğini ve kaderin, kazanın Allah’ın iradesiyle ortaya çıkan şekli olduğunu ileri sürmüşlerdir. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, VII, 5206 ; Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 176
[13] el-Beyâzî, a.g.e, s. 265; es-Sâvî, Haşiyetu’s-Savi, IV, 151.
[14] J.M.S.Baljon, Kur’an Yorumunda Çağdaş Yönelimler, (Çev: Ş.Ali Düzgün) Fecir yay, Ankara, 1994, s. 35
[15] Baljon, a.g.e, s. 35
[16] Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, (Çev: Alpaslan Açıkgenç), s.80-81
[17] Seyyid Sabık, el-Akidetu’l-İslâmiyyei, s. 95 ; Ahmed Muhammed Ali Davud, Akidetu’t-tevhîd, s. 187; Muhammed Naim Yasin, el-İman erkanuhu,hakîkatuhû ve nevakıduhû s. 125
[18] Yasin, a.g.e, s. 125
[19] Hüseyin Atay, Kur’an’a Göre İslâm’ın Temel Kuralları, s. 12
[20] Hüseyin Atay, Kur’an’a Göre İman Esasları, s. 85
[21] Atay, a.g.e, s. 13
[22] İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, V, 74,78 ; İbn Faris, el-Mekayîs, V, 62,63; el-Isfahânî, a.g.e, s. 403; Atay, Kur’an’a göre İman Esasları, s. 89.
[23] 54, Kamer, 49.
[24] A. Yusuf Ali, The Holy Qur’an, 54, Kamer, 49’a ait dipnot.
[25] ez-Zemahşerî, el-Keşşaf, IV, 441.
[26] Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, VII, 4654.
[27] 25, Furkan, 2.
[28] Muhammed Esed, Kur’an Mesajı Meal-Tefsir, II, 726 3. dipnot.
[29] ez-Zemahşerî, el-Keşşaf, III, 88.
[30] Ebu’l-A’la el-Mevdudî, Tefhîmu’l-Kur’an, III, 88.
[31] Ahmed es-Sâvî, Haşiyetu’s-Sâvî, III, 151; İbn Cerîr et-Taberî,Câmiu’l-beyân, XVIII, 180.
[32] 6, En’am, 91.
[33] es-Sâvî, Haşiyetu’s-Sâvî, III, 151; Reşid Rıza, Tefsîru’l-menâr, VII, 611.
[34] 13, Ra’d, 26: The Holy Qur’an, s. 611.
[35] Yususf Ali, The Holy Qur’an, s. 611.
[36] Hüseyin Atay, Kur’an’a Göre İman Esasları, s. 90.
[37] ez-Zemahşerî, el-Keşşaf, II, 663.
[38] 20, Taha, 40.
[39] et-Taberî, Câmiu’l-beyân, XVI, 112; el-Kurtûbî, el-Câmiu li ahkâmi’l-Kur’ân, XI, 198.
[40] 87, A’la, 3.
[41] Yusuf Ali, The Holy Qur’an, s. 1723.
[42] 20, Taha, 50.
[43] 91, Şems, 8.
[44] 54, Kader, 12.
[45] 65, Talak, 3.
[46] Murtaza Mutahharî, İnsan ve Kader, (Çev: Fatma Bostan), s. 94.
[47] 43, Zuhruf, 11.
[48] Atay, Kur’an’a Göre İman Esasları, s. 90.
[49] Talat Koçyiğit, Münakaşalar, s. 146 ; Saim Yeprem, İrade Hürriyeti ve İmam Maturidî, s. 146.
[50] İnsanın sorumluluğu ile ilgili diğer ayetler için bkz: 18, Kehf, 29-31; 21, Enbiya 45, 47; 36, Yasin, 54;
[51] Koçyiğit, a.g.e, s. 147; Yeprem, a.g.e, s. 147.
[52] 42, Şura, 49-50.
[53] 76, İnsan, 29-30.
[54] 10, Yunus, 99-100.
[55] 81, Tekvir, 27, 82, 29; Krş: 76, İnsan, 29-30; 74, , 54-56.
[56] el-Gurabî, Târihu’l-Fırak, s. 24; Ebu’l-Vefa et-Taftazânî, Kelam İlminin Belli Başlı Meseleleri, (Çev: Şerafettin Gölcük) 1980 s. 158 ; Muhammed Behiy, İslâm Düşüncesinin İlahî Yönü, s. 106.
[57] Mutahharî, İnsan ve Kader, s. 31.
[58] Mutahharî, a.g.e, s. 38.
[59] Akbulut, Allah’ın Takdiri Kulun Tedbiri, AÜİF der. XXXIII, 138; et-Taftazânî, a.g.e, s. 62.
[60] Akbulut, a.g.m, AÜİF der. XXXIII, 138.
[61] Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, s. 65.
[62] Halis Albayrak, Kur’an’ın Kur’an’la Tefsiri, s. 36.
[63] Akbulut, a.g.m, XXXIII, 138.
[64] Mutahharî, İnsan ve Kader, s. 37.
[65] Ebu’l-Hasen Ali b. el-Eş’arî, Kitabu’l-İbane, s. 4.
[66] Halis Albayrak, a.g.e, s. 49.
[67] Albayrak, a.g.e, s. 102.
[68] 67, Mulk, 2.
[69] 17, İsra, 71; 69, Hakka, 19-24 ; 84, İştikak, 10-15.
[70] 67, Mulk, 6-8 ; 74, Muddessir, 26-31; 9, Tevbe, 72 ; 13, Ra’d, 23.
[71] Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, (Çev: Alpaslan Açıkgenç), s. 156; 21, Enbiya, 22; 27, Neml, 60.
[72] Mahmud Şeltut, Akaid ve Şeri’at, (Çev: Muharrem Tan), s. 60.
[73] Fazlurrahman, a.g.e, s. 81, 82 ; Mehmet Aydın, Din Felsefesi, s. 136.
[74] 91, Şems, 7-10.
[75] 22, Hacc, 65 ; 45, Casiye, 12.
[76] Ömer Özsoy, Kur’an’da Sünnetullah Kavramı, s. 113.
[77] Fazlurrahman, a.g.e, s. 153.
[78] Ömer Özsoy, a.g.e, s. 89.
[79] Akbulut, a.g.m, A.Ü.İ.F. der. XXXIII, 141.
[80] Özsoy, a.g.e, s. 91.
[81] Özsoy, a.g.e, s. 87.
[82] Şeltut, Akaid ve Şeriat, s. 61; Gazalî, Akîdetu’l-Muslim, s. 114.
[83] Şeltut, a.g.e, s. 61.
[84] Yazır, Hak Dini, VII, 4754.
[85] Yazır, a.g.e, VII, 4754 ; ez-Zemahşerî, el-Keşşaf, IV, 479.
[86] 6, En’am, 59.
[87] Akbulut, a.g.m, A.Ü.İ.F. der. XXXIII, 143; Numan Zeki Ahmed, el-Kazâ ve’l-Kader, s. 36.
[88] ez-Zemahşerî, a.g.e, VI, 85.
[89] 2, Bakara, 155, 156.
[90] 42, Şura, 30 ; 13, Ra’d, 11; 24, Nur, 63; 30, Rum, 41.
[91] 4, Nisa, 62.
[92] Ahmed, a.g.e, s. 36.
[93] 81, Tekvir, 27-29 ; 76, İnsan, 30.
[94] Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, Meal-tefsir, III, 1241.
[95] Seyyid Sabık, el-Akaidu’l-İslâmiyye, s. 105.
[96] Yazır, a.g.e, VIII, 5626.
[97] Ahmed, a.g.e, s. 24.
[98] 9, Tevbe, 51.
[99] İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-azîm, II, 322; Taberî, Câmi’u’l-beyân, XIV, 291.
[100] 9, Tevbe, 52.
[101] 33, Ahzab, 38.
[102] 33, Ahzab, 37-38.
[103] el-Mevdudî, Tefhîmu’l-Kur’an, IV, 380.
[104] Mehmed Vehbi Efendi, Hulâsatu’l-beyan, XI, 4437; Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim’im Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri,VI, 2810-1; Muhammed Ali Sabunî, Safvetu’t-tefâsir, II, 528.
[105] Hüseyin Atay, Kur’an Göre İman Esasları, s. 95.
[106] Ahmet Akbulut, İlk Devir Siyasi ve içtimai Problemleri, (Basılmamış Doktora Tezi), s. 281.
[107] 13, Ra’d, 39.
[108] el-Beydavî, Envaru’t-tenzîl ve esraru’t-te’vîl, I, 626; ez-Zemahşerî, el-Keşşaf, II, 534 ; Yazır, Hak Dini, IV, 3002.
[109] 55, Rahman, 29.
[110] Atay, a.g.e, s. 94.
[111] Atay, a.g.e, s. 94.
12.256 izlenme
8.631 izlenme
8.472 izlenme
6.102 izlenme
10.910 izlenme
6.377 izlenme
5.802 izlenme
6.414 izlenme
3.638 izlenme
6.698 izlenme
10.938 izlenme
5.253 izlenme
6.039 izlenme
2.965 izlenme
4.856 izlenme
islam dergisinden
Topics: kader, kaza, kaza ve kader, kaza ve kader anlamı, kaza ve kader hakkında bilgi, kaza ve kader ile ilgili ayetler, kaza ve kader inancı, kaza ve kader kavramları, kaza ve kader soruları
SORU: Kaderi İnkâr etmek küfür değil midir?
CEVAP: Kaderi İnkar etmek elbette küfürdür. Zira bu husus Müslüman olmanın altı şartından birisidir. Bu husus Kur’an, Hadis ve İcma ile sabittir.
Sapık Kader inkârcıları şöyle bir yazı yayınlamışlar;
“Kader deyip geçme. Bak ne diyor Sırrın Sahibi;
“BİZ HER İNSANIN KADERİNİ, KENDİ ÇABASINA BAĞLI KILDIK” (İsrâ : 13)
Bu ihanet sitesi, İsra Suresi 13. ayetin meali diye yayınladığı cümlenin, İsra Suresi 13. ayetle hiç bir ilgisi yoktur. Muteber Kur’an Melalleri ve gerekse kendi Arapça bilgimiz ile yukarıdaki meali karşılaştırdığımız da, apaçık bir çarpıtmanın olduğu bariz olarak gözükmektedir. İşte İsra Suresi 13. ayetin Elmalı Meali:
-” Her insanın amel defterini boynuna doladık, kıyamet günü açılmış bulacağı kitabı önüne çıkarırız. (İsra – 13)
Şu meali şerifte Diyanetindir:
-” Her insanın amelini (veya kaderini) boynuna bağladık. İnsan için kıyamet gününde, açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız.” (İsra-13)
Bu site imanın altı şartından biri olan Kadere İmanı inkâr ederek Müslümanların inancına hakaret etmektedir. İşte sapıkların yayınladıkları yazının devamı:
“YANLIŞ KARDER İNANCINDAN UZAK DURUN…
Kader inancı zalimlerin ve tağutların en çok sevdiği inançtır. Önce zulmederler, soyarlar asarlar-keserler sonrada “Ne yapalım ilahi taktir bizi başa geçirdi, siz buna müstehaksınız. Kader konusunda eleştirdiğimiz yönetici kainatın yöneticisi Allah değil, O’nun adını kullanarak insanları sömüren zalimler ve bu inancı İslam diye anlatan sapıklardır..”
Bu kader münkirleri, Kaderi inkar eden sapık Mutezile Mezhebinin müdavimleridir. Akıllı bir mümin, Kur’an’daki kaderle ilgili onca ayete rağmen kaderi inkâr eden bu kimselerin oyunlarına gelmemelidir.
KADER NEDİR?
Kur’an-ı Kerim’de Kaderle ilgili bir ayeti kerime, mealen;
-” De ki: “Allah’ın bize yazdığı şeyden başkası, bize asla isabet etmez. O, bizim Mevlâ’mızdır ve artık mü’minler, Allah’a tevekkül etsinler.” ( Tevbe S. 51 )
Bu ayette ifade edilen kader (alın yazısı), iki şekilde açıklanabilir.
Birincisi; kulların iradesi olmadan başlarına gelen iyi veya kötü durumlar. Bir kimsenin bu dünyaya erkek veya kadın olarak gelmesi, bedeninin şekli, anne ve babası gibi şeyler kulun seçimine bağlı olmayan kader türündendir.
İkincisi; kulların iradeleri, yani kendi seçimleri sebebiyle başlarına gelen iyi veya kötü durumlardır. Kulun kendi seçimi ile müslüman veya inançsız olması, günahkar veya salih bir mü’min olmasıda ikinci tür kaderdendir. Bunlarla ilgili açıklamaları aşağıda belirleyeceğiz.
CÜZ-İ İRADE: Kulun hayır veya şerden birini seçme hakkıdır.
Ehl-i Sünnet İtikadına göre, imanın altı şartından biriside, kadere, hayır ve şerrin Allahü Teâlâdan olduğuna, yani; Allahu Teala’nın yarattığına inanmaktır. Kaderi inkâr, dinden çıkmayı gerektirir. İnsanların bir çoğu insanın iradesinin sebep olmadığı alın yazısı ile, cüzi iradenin sebebp olduğu alınyazısını birbirine karıştırmaktadır. Bunun açıklaması aşağıda gelecektir.
Âmentünün altı şartından biri olan, (Ve bil kaderi hayrihi ve şerrihi minallahi teâlâ)ifadesi; bir kimsenin, özgür irade ile iyilikten veya kötülükten birini yapmayı tercih etmesinden sonra, o işin yaratılması işlemini Allahü Teâlânın yaratmasıdır. Kul bu işin yaratılmasını tercih etmesinden dolayı işin sorumlusu olmaktadır. Yani; işin tercih sahibi kul, yaratanı ise Allah’tır. Zira kulun yaratmaya gücü yoktur.
SORU: Kaderde bir şey alınyazımız yani, kaderimiz olduğu için mi o işi yapmak zorundayız ?
CEVAP: Kaderi yaratan Allahü teâlâdır. Allahu Teala hadis-i kudside şöyle buyurdu, mealen:
-“ Ben âlemlerin Rabbiyim, hayrı da, şerri de ancak ben tayin ederim. Hakkında şer yazdığıma yazıklar olsun, hakkında hayır yazdığıma ise ne mutlu.” (İ.Neccar)
Bu hadis-i kudsinin Ehl-i Sünnete göre açıklaması şöyledir: Allahü teâlâ, kullarının iyilik mi, kötülük mü işleyeceklerini, Cennetlik mi Cehennemlik mi, olacaklarını ezelî ilmi ile bildiği için yazar. Bunları yazdığı için kul öyle yapmak zorunda değildir.
Sapık Cebriye Mezhebi konuyu yanlış anladığı için: “Allah yazdığı için yapmak zorundayız” der.
Sapık Mutezile Mezhebi ise, Allah’ın kaderini inkâr ederek:”Kul kendi kaderini yaratır.”demektedir.
Ama bir insanın erkek mi, kadın mı olacağı, ne zaman öleceği, nasibinin(yiyeceği ve içeceğinin) ne kadar olacağı, anne babasının, ırkının ne olacağını Allahu Teala takdir etmiştir. Ama bir kimse bir kimseyi kasden öldürürse, öldüren asla masum değildir. Fakat kasıt ve ihmal olmadan bir kimsenin ölümüne sebep olunursa, buna da kaza denilir. Çünkü bu işte kulun iradesi yoktur. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz buyurdular ki:
-“ Bütün işler Allahü teâlâdandır; hayır olanı da şer olanı da.” Yani; hayrın ve şerrin yaratıcısı O’dur. (Taberani)
Bir misal:
İnsanlar at yarışlarında tahminler yapıyorlar ve bu hususta kumar oynuyorlar. Bu kimseler tahminlerini tahmin kağıtlarına; ”Şu at bu yarışı kaybedecektir.”diye yazarak tahminlerde bulunuyorlar. O at, o yarışı kaybettiğinde, “bu adam bu tahminini yazmasaydı, bu at bu yarışı kaybetmeyecekti.” denilebilir mi? İnsanların bu yaptıkları, bir tahminden ibarettir. Ya tutar, ya tutmaz. Ama Hazreti Allah’ın kulun yapacaklarını ezelde bilmesi, bir tahmin değil kesin bir ilimdir. Onların gelecekte ne yapacaklarını önceden bilip yazması, kulu bu işi yapmaya zorlamaz.
Peygamber(s.a.v.) Efendimize alınyazısı hakkında Eshabtan birisi:
-“Ya Resulallah, yaptığımız ve yapacağımız işler önceden takdir edilip yazıldığına göre, iş yapmanın ne önemi vardır?” diye sorduğunda, Rasulullah:
-“Herkes, kendi işine hazırlanır” ve “Herkes önceden takdir edilmiş olan işlere hazırlanır” buyurdu.(Müslim, Tirmizi)
Aynı suali soran, başka birine de, Şems suresini okudu. İlgili kısmın meali şöyle:
-“Cenab-ı Hak, hayrı ve şerri (taat ve günahı) ve bu ikisinin hallerini öğretip bunlardan birini yapabilmesi için, insana seçme hakkı(irade) verdi. Nefsini kötülüklerden temizleyip faziletlerle dolduran kurtuldu. Nefsini günahta, cehalette, dalalette bırakan, ziyan etti.” (Şems 8-10)
K A Z A ve K A D E R
İnsanlara gelen hayır ve şer, fayda ve zarar, kazanç ve ziyanların hepsi, Allahü teâlânın takdir etmesi iledir.
Kader,lügatte, bir çokluğu ölçmek, hüküm ve emir demektir. Allahü teâlânın ezelde, bir şeyin varlığını dilemesine kader denilir.
Kaza: Kaderin, yani varlığı dilenilen şeyin var olmasına Kaza denir. Kaza ve kader kelimeleri, birbirinin yerine de kullanılır. Buna göre kaza demek, ezelden ebede kadar yaratılacak şeyleri, Allahü teâlânın ezelde dilemesidir. Bütün bu eşyanın, kazaya uygun olarak, daha az ve daha çok olmayarak yaratılmasına kader denir. Allahü teâlâ, olacak her şeyi ezelde, sonsuz öncelerde bilmesi ilmine kaza ve kader denir.
Kadere iman farzdır. Bu husus Kur’an-ı kerim ve hadis-i şerifler ile bildirilmiştir. Allahü teâlâ, ezeli ilmiyle, insanların ve diğer mahlûkatın, ne zaman doğacağını, ne zaman öleceğini ve ne yapacaklarını bilir. İlahın her şeyi bilmesi, her şeye gücü yetmesi gerekir. Bilmeyen, gücü yetmeyen, muhtaç olan, ölümlü olan ilah olamaz. Allahü teâlâ, herkesin ne yapacağını bilir.
İnsanların başına gelecek olaylar, doğacakları, ölecekleri ve ne iş yapacakları gibi bütün bilgiler, levh-i mahfuz denilen bir kitaptadır. Bu kitaptaki bilgilere kader denilir.
Allahu Teala, Kur’an-ı kerimde kader hususunda buyurduki, mealen:
-“Biz, her şeyi kader ile [bir ölçüye göre] yarattık.” (Kamer 49)
-“Allah, onların işlediklerini ve işleyeceklerini bilir” (Bekara 255)
-“Yeryüzünde vuku bulan ve başınıza gelen bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitaba (levh-i mahfuza) yazmış olmayalım. Elbette bu, Allah’a kolaydır.”(Hadid 22)
-“Yaptıkları küçük büyük her şey, satır satır kitaplarda yazılmıştır.” (Kamer 52, 53)
-”Sonra o kederin ardından (Allah) üzerinize öyle bir eminlik, öyle bir uyku indirdi ki, o, içinizden bir zümreyi örtüp bürüyordu. Bir zümre de canları sevdasına düşmüştü. Allah’a karşı, cahiliyet zannı gibi, hakka aykırı bir zan besliyorlar ve “Bu işten bize ne?” diyorlardı. De ki: ”Bütün iş Allah’ındır”. Onlar sana açıklamayacaklarını içlerinde saklıyorlar (ve) diyorlar ki: “Bize bu işten bir şey olsaydı burada öldürülmezdik”. Onlara şöyle söyle: “Eğer siz evlerinizde olsaydınız bile, üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar yine muhakkak yatacakları (öldürülecekleri) yerlere çıkıp gidecekti. Allah (bunu) göğüslerinizin içindekini denemek ve yüreklerinizdekini temizlemek için yaptı. Allah göğüslerin içinde olanı bilir.” (Al-i imran: 154)
-”Her ümmetin bir eceli vardır. O ecel geldiğinde, ne bir ân erteleyebilirler, ne de öne alabilirler.” ( A’raf: 34)
-”De ki: “Hiçbir zaman bize Allah’ın bizim için takdir ettiğinden başkası dokunmaz. O bizim mevlamızdır. Müminler yalnızca Allah’a tevekkül etsinler.” (Tevbe: 51)
-”De ki, “Ben, Allah’ın dilediğinin dışında kendi kendime ne bir zarar ne bir fayda verebilirim”. Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince artık ne bir an geri, ne bir an ileri gidebilirler.” (Yunus: 49)
-”Yeryüzünde rızkı Allah’a ait olmayan hiçbir canlı yoktur. O, onların karar kıldıkları yerleri de, emaneten durdukları yerleri de bilir. Onların hepsi apaçık bir kitaptadır.” (Hûd:6)
-”Gökte ve yerde gizli hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Lehv-i mahfuzda) bulunmasın.”(Neml:75)
-”Peygambere Allah’ın takdir ettiği, mübah kıldığı şeyde bir darlık yoktur. Bundan önce geçen bütün peygamberler hakkında Allah’ın sünneti böyledir. Allah’ın emri ise biçilmiş bir kaderdir.”(Ahzab: 38)
-”Hem Allah sizi bir topraktan, sonra bir damla sudan yarattı. Sonra sizi çiftler kıldı. O’nun bilgisi olmadan ne bir dişi hamile olur, ne doğurur. Kendisine ömür verilenin de ömrünün uzatılması da, ömründen kısaltılması da mutlaka bir kitapta yazılıdır. Şüphe yok ki bu, Allah’a göre kolaydır.” (Fâtır:11)
- “Allah’ın izni olmayınca hiç bir musibet isabet etmez. Kim Allah’a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür. Allah her şeyi bilendir.” (Teğabun:11)
-“Göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey, Ondan gizli kalmaz. Bundan daha küçük ve daha büyüğü de, apaçık kitaptadır.” (Sebe 3)
KADER HAKKINDAKİ HADİS-İ ŞERİFLER:
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz buyurdular ki:
-“Ahir zamanda fala inanıp, kaderi inkâr edenler çıkacaktır” (Tirmizi)
-“Kaderi inkâr edenin İslam’dan nasibi yoktur.” (Buhari)
-“Ahir zamanda, şu üç şeyden korkuyorum: Müneccimlere (falcılara) inanmak, kaderi inkâr ve idarecilerin zulmü.” (Taberani, İbni Asakir,)
-“Ümmetim kaderi inkâr etmedikçe, dinde sabittir. Kaderi yalanlayınca helak olurlar.”(Taberani)
Peygamber(s.a.v.)Efendimiz buyurdular ki:
-“Şu üç şeyden korkuyorum: Âlimin sürçmesi, Münafıkların Kur’an böyle diyor diyerek tartışmaya girişmesi, Kaderin inkâr edilmesi.” (Taberani)
-“Kaderden bahsedilince dilinizi tutunuz!”(Taberani) Yani; herkes kendi aklına ve mantığına göre değil de, ehl-i sünnet ulemasının KUR’AN VE SÜNNETE GÖRE YAPTIKLARI açıklamalarına göre kaderden söz etmelidir. Aksi durumda bilmeden sonsuz bir çıkmaza düşmüş olabiliriz.
-“Kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna iman etmedikçe, başa gelenin asla şaşmayacağına, başa gelmemesi mukadder olanın da asla gelmeyeceğine inanmadıkça, hiç kimse iman etmiş sayılmaz.” (Tirmizi)
-“Allahü teâlâ, ilk önce Kalemi yaratıp, “Kaderi, olanı ve sonsuza kadar olacak olanı yaz” buyurdu.”(Tirmizi, Ebu Davud)
Rasulullah(s.a.v.) Efendimiz buyurdular ki:
“Bütün Peygamberler şunlara lanet etmiştir:
1) Allah’ın kitabında olmayan şeyi ona ekleyen (Kur’anda böyle yazıyor diye yalan söyleyen, Kur’anı kendi görüşüne göre tevil eden),
2) Allah’ın kaderini inkâr eden,
3) Allah’ın zelil ettiğini aziz, aziz ettiğini de zelil eden zalim idareci.” (Taberani)
Yani; fâsık bir kimseye değer vermek, onu itibarlı bir yere getirmek, salih bir kimseye değer vermemek, onu itibarsız, aşağı bir yere getirmek gibi.
Yine bir başka sahih hadiste Rasul-i Ekrem şöyle buyurur:
-“Kaderiyenin İslam’dan nasibi yoktur. Bunlar, Şer takdir edilmedi derler.” (Beyheki) (Kaderiye, Mutezile demektir.)
-“Denge, Rahman Allahü Teâlânın kudret elindedir. Kimini yükseltir, kimini alçaltır.”(Bezzar)
-“Allahü teâlâ, hayır murat ettiğinin maişetini kolaylıkla verir. Şer murat ettiğinin ise, maişetini zorlukla karşılaştırır.” (Beyheki)
-“Ümmetimin helaki üç şeydedir: Irkçılık, kaderi inkâr ve nakle itibar etmemek .” Yani; kendi görüşünü din gibi anlatmak. (Taberani)
-“Her şey ezelde yazıldı. Kalem kurudu.” (Tirmizi)Yani; kader, takdir son buldu ve kaleme yazacak bir şey kalmadı.
-“Bütün insanlar toplanıp sana fayda vermek için çalışsalar, ancak Allahü teâlânın senin için takdir ettiğinden fazlasını yapamazlar. Eğer bütün insanlar, sana zarar vermeye kalksalar, ancak Allahü teâlânın senin hakkında takdir ettiği zarardan fazlasını veremezler. Çünkü artık kaderi yazan kalem kurudu, yazıları değişmeyecek şekilde kesinleşti.” (Tirmizi)
SORU: Bazı kimseler kader hakkındaki hadisi şerifler;” Emeviler dönemindede insanların başlarına gelen bir çok olumsuzluğu kadere bağlayarak zalim hükümdarların sorgulanmasını önlemek için kullanılmış ve bu yönde bir kader inancı oluşturulmuş ve bunu destekler mahiyette bir çok hadiste uydurulmuştur.”diyorlar. Bunu nasıl izah edebilirsiniz?
CEVAP: Yukarıda KADER HAKKINDA yazılı hadisi şerifler en sahih hadislerdir. Bunların hadis olmadığını iddia etmek ÇOK BÜYÜK BİR İFTİRADIR. İftiradan ve iftiracıların şerrlerinden Allah’a sığınırız. Muhaddislerden önce İmam-ı Azam ve O’nun halifeleri bu hadisi şeriflerle içtihat ettiler ve değerli eserlerinde bunlar mevcuttur.
İmamı Azam hazretleri, ilmini Ehl-i Beytin oniki İmamlarından olan Cafer-i Sadık hz.lerinden aldı. Caferi Sadık hz.leri de ilmini dedeleri hz. Zeynel Abidin, hz. Hüseyin ve hz. Ali’den aldı. O’da Peygamber(s.a.v.) Efendimizden aldı. Aklı ve vicdanı olan bir kimsenin Ehl-i Beyte düşmanlıkları bariz olan Emevilerden, Caferi Sadık hazretlerinin ve İmamı Azamın uyduruk hadisler nakledeceğini nasıl iddia edebilir? Bu mel’unlar iftiracılar bu hadisi şeriflere “uyduruk” deyip, Allah’tan korkup bu iftiraların hesabını vermeyeceklerini mi sanıyorlar? İmamı Azam hazretlerini Emevi hükümdarları hapsettiler ve hapiste işkence yaptılar. Abbasi halifeleri ise O’nu katlettiler. Emevi ve Abbasi halifelerinin gazabına ve zulmüne maruz kalmış büyük imam, İmamı Azam ve O’nun değerli halifeleri, Emevilerin ve Abbasilerin uydurduğu hadisleri, hadis olarak nakledeceğini hangi akıl ve vicdan kabul edebilir?
İnsanların, meleklerin, cinlerin ve hayvanların, bitkilerin, özet olarak canlı ve cansız varlıkların her bir şeyin olup olmaması, kulların iyi ve kötü işleri, dünyada ve ahirette, bunların cezasını görmeleri ve her şey, ezelde, Allahü teâlânın ilminde var idi. Bunların hepsini ezelde biliyordu. Ezelden ebede kadar olacak, eşyayı, özellikleri, hareketleri, olayları, ezelde bildiğine uygun olarak yaratmaktadır. İnsanların iyi ve kötü bütün işlerini, Müslüman olmalarını, küfürlerini, istekli ve isteksiz bütün işlerini, Allahü teâlâ yaratmaktadır. Yaratan, yapan yalnız Odur. Sebeplerin oluşumuna vesile olduğu her şeyi yaratan Allahu Tealadır.. Her şeyi bir sebep ile yaratmaktadır.
Allahü teâlâ dileseydi, her şeyi sebepsiz yaratırdı. Ateşsiz yakardı. Yemek yemeden doymak hissi verirdi. Kuşları kanatsız, insanları ayaksız yürütürdü. Ancak; lütfedip, kullarına iyilik ederek, her şeyi yaratmasını bir sebebe bağladı. Belirli şeyleri, belli sebeplerle yaratmayı diledi. İşlerini, sebeplerin altına gizledi. Kudretini sebeplerle perdeledi. Onun bir şeyi yaratmasını isteyen, o şeyin sebebine yapışır, o şeye kavuşur. Evi aydınlatmak isteyen elektrik teşkilatını eve kurdurup lambanın düğmesine basar. Cennete gidip, sonsuz nimetlere kavuşmak isteyense, İslamiyet’e uyar. Zehir içen ölür, ilaç kullanan şifa bulur. Günah işleyen, imanın gitmesine sebep iş ve sözleri kullananın imanı gider ve Cehenneme girer. Herkes, hangi sebebe başvurursa, o sebebin vasıta kılındığı şeye kavuşur. Müslüman kitaplarını okuyan, Müslümanlığı öğrenir, sever, Müslüman olur. Dinsizlerin arasında yaşayan, onların sözlerini dinleyen, din cahili olur. Din cahillerinin çoğu kâfir olur. İnsan hangi yerin vasıtasına binerse, oraya gider.
İyilik isteyene iyilik, kötülük yapmak isteyene kötülük yaratılır. Kul bunu tercih etmesi sebebi ile sorumlu olur.
Kaza ve Kader Hakkında İmam-ı Rabbani hazretleri 1. Cild 217. Mektubunda şöyle bir açıklama yapmaktadır:
Cebrâîl (aleyhisselâm), bir gün, Peygamberimize (aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât) gelip, bir gencin, yarın sabâh, erkenden öleceğini haber verir. Peygamber efendimiz (aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm), bu gence acıyıp, huzûr-i se’âdetlerine çağırır. Ne isteği olduğunu sorar. (Bir kız ile evlenmek ve bir de, tatlı isterim) der. Emr buyurup, ikisini de hemen hâzırlarlar. Genç, o gece, odasında âilesi ile oturmuş, tatlı yanlarında iken, kapıya bir fakîr gelip, -“Açım, Allah rızâsı için bir şey verin!” der.
Genç, tatlının hepsini, fakîre sadaka verir. Sabâh olunca, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), gencin ölüm haberini bekler. Uzun zemân, haber gelmeyince, birini gönderip sorar. Gencin sağ ve keyf yapmakda olduğunu söylerler. Hayret eder. O sırada, Cebrâîl (aleyhisselâm) gelir. Ona sorar. Cebrâîl (aleyhisselâm):
-“Gencin tatlıyı sadaka vermesi, gelmekde olan belâyı geri çevirdi.” der ve gencin yasdığı altında, büyük bir yılanı ölü olarak bulurlar.
Bu haberi, Cebrâîl’in (aleyhisselâm) yanılması olarak câiz görmiyorum. Yâhud, Cebrâîl aleyhisselâmın ma’sûm olması, emîn olması ve hiç yanılmaması, vahy şeklinde getirdiği şeylerdedir. Ya’nî, Allahü teâlâ tarafından indirdiği şeylerde, yanlışlık ihtimâli yokdur. Bu genç için getirdiği haber ise vahy değildir. Levh-i mahfûzda görüp öğrendiği birşeyi haber vermişdir. Levh-i mahfûzda yazılı şeyler, silinip değişdirilebildiğinden, buradan öğrenilen haberler yanlış olabilir. Allahü teâlâ tarafından getirilen şeylerin ise, yanlış olmak ihtimâli yokdur. Şehâdet ile ihbâr arasında fark vardır. İslâmiyyetde, şâhid olmak kabûl olunur. Haber vermeğe ise güvenilmez.
Kazâ, ya’nî Allahü teâlânın yaratacağı şeyler, iki kısmdır: (Kazâ-i mu’allak), (Kazâ-i mübrem). Birincisi, şarta bağlı olarak, yaratılacak şeyler demekdir ki, bunların yaratılma şekli değişebilir veyâ hiç yaratılmaz. İkincisi, şartsız, muhakkak yaratılacak demek olup, hiçbir sûretle değişmez, muhakkak yaratılır. Kaf sûresinin yirmidokuzuncu âyetinde meâlen,“Sözümüz değişdirilmez” buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, kazâ-i mübremi bildirmekdedir. Kazâ-i mu’allak için de, Ra’d sûresinde, “Allahü teâlâ, dilediğini siler, dilediğini yazar” meâlindeki, yirmidokuzuncu âyet-i kerîme vardır.
Hocam, Muhammed Bâkî-billah (kuddise sirruh) buyurdu ki, seyyid Abdülkâdir-i Geylânî (kuddise sirruh), ba’zı kitâblarında buyurmuş ki:
-“Kazâ-i mübremi kimse değişdiremez. Fekat ben, istersem, onu da değişdirebilirim”.
Bu söze şaşar ve olacak şey değildir derdi. Hocamın bu sözü, uzun zemândan beri, zihnimi kurcalamışdı. Nihâyet, Allahü teâlâ, bu fakîri de, bu ni’meti ihsân etmekle şereflendirdi. Bir gün, sevdiklerimden birine, bir belâ geleceği, ilhâm olundu. Bu belânın geri döndürülmesi için, cenâb-ı Hakka çok yalvardım. Bütün varlığım ile, Ona sığındım. Korkarak, sızlıyarak, çok uğraşdım. Bu belânın, Levh-i mahfûzda kazâ-i mu’allak olmadığını, bir şarta bağlı olmadığını gösterdiler. Çok üzüldüm, ümmîdim kırıldı. Abdülkâdir-i Geylânînin (kuddise sirruh) sözü hâtırıma geldi. İkinci def’a olarak, tekrâr sığındım, çok yalvardım. Aczimi, zevallılığımı göstererek niyâz etdim. Lutf ve ihsân ederek kazâ-i mu’allakın iki dürlü olduğunu bildirdiler: Birisinin şarta bağlı olduğu, levh-i mahfûzda gösterilmiş, meleklere bildirilmişdir. İkincisinin şarta bağlı olduğunu, yalnız Allahü teâlâ bilir. Levh-i mahfûzda, kazâ-i mübrem gibi görülmekdedir ki, bu kazâ-i mu’allak da, birincisi gibi değişdirilebilir. Bunu anlayınca, Abdülkâdir-i Geylânînin (kuddise sirruh) sözündeki, kazâ-i mübremin, bu ikinci kısm kazâ-i mu’allak olduğunu ve kazâ-i mübrem şeklinde görüldüğünü, yoksa, “hakîkî kazâ-i mübremi değişdiririm” demediğini anladım. Böyle kazâ-i mu’allakı, pekaz kimseye tanıtmışlardır. Yâ, bunu değişdirebilecek kim bulunabilir? O sevdiğim kimseye, gelmekde olan belânın, bu son kısm kazâdan olduğunu anladım ve Hak “sübhânehu ve teâlâ”nın bu belâyı geri çevirdiği ma’lûm oldu. Allahü teâlâya, bunun için çok şükr olsun! Ona sevdiği ve beğendiği gibi şükrler olsun ve bütün insanların en üstünü ve Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed Mustafâya (aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât) ve Ona yakın olanların ve Eshâbının hepsine (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în) salât ve selâm ve tehıyyetler olsun! Allahü teâlâ, Onu âlemlere rahmet olarak gönderdi. Yâ Rabbî! Kalblerimizi Onun sevgisi ile doldur. Hepimizi Onun yolunda bulundur! Bu düâya âmîn diyenlere, Allahü teâlâ merhamet etsin!”
İmam-ı Rabbani hazretlerinin bu açıklamalarından da anlaşıldığı gibi; hadis-i şeriflerde sadakanın, sıla-i rahmin ve yapılan iyiliklerin ömrü uzattığı ve birçok belaların uzaklaşmasına sebep olduğunun belirtilmesi, kaza-i mübremin değişmesi değilde, kaza-i muallakın değişeceği söz konusu olmasıdır. Kaza-i Muallakta yazılı olan bela ve ölümler şarta bağlıdır. Bir kimse bir sadaka verirse, veya bir iyilik yaparsa veya bir kötülüğü terk ederse, o durumda Kaza-i Muallakta yazılı olan belalar kaldırılıyor veya azaltılıyor, o kimsenin ömrü uzatılıyor olmasıdır.
HERKESE RAHMET VE HİDAYET ALLAH’TANDIR.
Vesselam.
EK: 1:
Şaban K. İsimli bir okuyucunun 18 Aralık 2012 – 19:48 Tarihli İtirazı:
Kuran da Bakara 177 , 284-285 ve Nisa 136 olmak üzere üç yerde iman umdeleri sayılır. Allaha peygamberlerine kitaplara meleklere ve ahiret gününe iman etmeye çağırılır. Ve bunların hiç birinde kadere imandan bahsedilmez. Meraklıları açsınlar baksınlar. Yukarıda kadere imanı ispat sadedinde yazdığınız ayetlerin biri hariç hiçbirisinde kader kelimesi dahi geçmemektedir. sadece 33.38 de kader kullanılır oda “ölçü” anlamındadır.
CEVAP: Şaban Bey,“Kuran da Bakara 177 , 284-285 ve Nisa 136 olmak üzere üç yerde iman umdeleri sayılır. Allaha peygamberlerine, kitaplarına, meleklerine ve ahiret gününe iman etmeye çağırılır. Bunların hiç birisinde kadere imandan bahsedilmez.” diyorsunuz. Kur’an’da KADER kelimesinin, iman konularının içinde geçmediğini ifade ediyorsunuz. Kadere iman orada geçmiyorsa, Ahzab Suresi 38. ayetteki kader kelimesi nedir?
Bu kelimenin “ölçü” anlamında olduğunu söylüyorsunuz.
Kaderin Arapça kelime anlamı: ”Gücü yetmek; planlamak” demektir. Ölçü de, plan dahilindedir. Zaten “kader” kelimesi lügatte, bir çokluğu ölçmek, hüküm ve emir demektir. Allahü teâlânın ezelde, bir şeyin varlığını dilemesine kader denilir. Kaza: Kaderin, yani varlığı dilenilen şeyin var olmasına Kaza denir. Kaza ve kader kelimeleri, birbirinin yerine de kullanılır. Buna göre kaza demek, ezelden ebede kadar yaratılacak şeyleri, Allahü teâlânın ezelde dilemesidir. Bütün bu eşyanın, kazaya uygun olarak, daha az ve daha çok olmayarak yaratılmasına kader denir. Allahü teâlâ, olacak her şeyi ezelde, sonsuz öncelerde bilmesi ilmine kaza ve kader denir.
Kadere iman farzdır. Bu husus Kur’an-ı kerim ve hadis-i şerifler ile bildirilmiştir. Allahü teâlâ, ezeli ilmiyle, insanların ve diğer mahlûkatın, ne zaman doğacağını, ne zaman öleceğini ve ne yapacaklarını bilir. Ahzap Suresi 38. ayetinde geçen “kader” kelimesini “ölçü” deyip geçmişsiniz. Belli ki, ayetin nuzül sebebini bilmeden mana vermektesiniz. Zira, Peygamberimizin evlatlığı Zeyd’in boşadığı Zeynep hanımla, Efendimiz nikah yapmak hususunda tereddüt edince bu ayet nazil olmuştu. Allahu Teala 38. ayette mealen;
”Allah’ın emri ise biçilmiş bir kaderdir.” buyurarak, bu nikahın Allah’ın takdir ettiği bir kader olduğunu belirterek Rasulullah’ın Zeynep validemizle evlenmesinde bir sakıncanın olmadığını belirtiyor. İşte o ayetin meali:
-” Peygambere Allah’ın takdir ettiği, mübah kıldığı şeyde bir darlık yoktur. Bundan önce geçen bütün peygamberler hakkında Allah’ın sünneti böyledir. Allah’ın emri ise biçilmiş bir kaderdir.” (Ahzab: 38)
- “Allah’ın izni olmayınca hiç bir musibet isabet etmez. Kim Allah’a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür. Allah her şeyi bilendir.” (Teğabun:11)
-“ Göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey, Ondan gizli kalmaz. Bundan daha küçük ve daha büyüğü de, apaçık kitaptadır.” (Sebe 3)
-” Gökte ve yerde gizli hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Lehv-i mahfuzda) bulunmasın.” (Neml:75)
-” Her ümmetin bir eceli vardır. O ecel geldiğinde, ne bir ân erteleyebilirler, ne de öne alabilirler.” ( A’raf: 34)
-”De ki: “Hiçbir zaman bize Allah’ın bizim için takdir ettiğinden başkası dokunmaz. O bizim mevlamızdır. Müminler yalnızca Allah’a tevekkül etsinler.” (Tevbe: 51)
AYRICA HER ŞEY KUR’AN’DA AÇIK OLARAK GEÇMEZ. CENAZE NAMAZI ve ONUN NASIL KILNACAĞI, NAMAZLARIN KAÇ REKAT OLUŞU VE NASIL KILNACAĞI, CUMA NAMAZININ KAÇ REKAT OLUŞU VE NASIL KILNACAĞI gibi…
Kader Hakkındaki Hadisler:
-“Ahir zamanda fala inanıp, kaderi inkâr edenler çıkacaktır” (Tirmizi)
-“Kaderi inkâr edenin İslam’dan nasibi yoktur.” (Buhari)
-“Ahir zamanda, şu üç şeyden korkuyorum: Müneccimlere (falcılara) inanmak, kaderi inkâr ve idarecilerin zulmü.” (Taberani, İbni Asakir,)
-“Ümmetim kaderi inkâr etmedikçe, dinde sabittir. Kaderi yalanlayınca helak olurlar.” (Taberani) Peygamber(s.a.v.)Efendimiz buyurdular ki:
-“Şu üç şeyden korkuyorum: Âlimin sürçmesi, Münafıkların Kur’an böyle diyor diyerek tartışmaya girişmesi, Kaderin inkâr edilmesi.” (Taberani)
-“Kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna iman etmedikçe, başa gelenin asla şaşmayacağına, başa gelmemesi mukadder olanın da asla gelmeyeceğine inanmadıkça, hiç kimse iman etmiş sayılmaz.” (Tirmizi)
Yukarıda yazılı hadisi şerifler en sahih hadislerdir. Bunların hadis olmadığını iddia etmek iftiradır. İftiradan ve iftiracıların şerrinden Allah’a sığınırız. Bu hadisleri İmam-ı Azam ve Onun talebeleri bizlere naklettiler. İmamı Azam hazretleri ise, ilmini Ehl-i Beytin oniki İmamlarından Cafer-i Sadık hz.lerinden aldı. İmamı Azamı Emevi hükümdarları hapsettiler ve hapiste işkence yaptılar. Abbasi halifeleri ise O’nu katlettiler.
Sayın Şaban Bey, Emevi ve Abbasi halifelerinin gazabına ve zulmüne maruz kalmış büyük imam, İmamı Azam ve O’nun değerli halifeleri, Emevilerin ve Abbasilerin uydurduğu hadisleri, hadis olarak nakledeceğini aklınız ve vicdanınız kabul ediyor mu? Yukarıdaki yazımızı lütfen, daha dikkatle okumanızı tavsiye ederiz.
HERKESE RAHMET VE HİDAYET ALLAH’TANDIR
|
|
Bugün 40 ziyaretçi (100 klik) kişi burdaydı!
|
|
|
|
|
Bugün 240 ziyaretçi (295 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|