Sual: Hapse girmek cihad mıdır? Cihadın dindeki yeri nedir? CEVAP Cihad, ihtilal yapmak, âmirlere karşı gelmek ve isyan etmek, dövmek, yıkmak, kırmak, ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=586
|
Cihadın önemi. Bir kimseyi ebedi felaketten kurtarıp, sonsuz nimetlere kavuşmasına sebep olmak ise hepsinden daha kıymetlidir. Bu bakımdan İslamiyet'in ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=2531
Kanunlara, emirlere karşı gelmek, cihad olmaz. Fitne çıkarmak olur. Fitnecilere aldananlar, Hac suresinin 39. âyetine yanlış mana verdikleri için, bu felakete ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=598
|
Cihadsa şartları nelerdir? CEVAP Evet, cihaddır. İslam Ahlakı kitabında deniyor ki : Bu cihadikiye ayrılır: 1- Kâfirlere İslamiyet'i tanıtmak, onları küfür felaketinden ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=4067
|
Sual: Saçlarını açıp mahremsiz Amerika'daki kiliseye giden bir kadın, (Biz cihad için, dine hizmet için saçlarımızı açıyoruz. Uzak da olsa mahremsiz yola ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=5376
Allahü teâlâ cihadı, bütün insanların sonsuz saadete kavuşması için emretmiştir. Cihadı farz kılmakla, kâfirleri Müslüman olmakla şereflendirmeyi, onlardan cizye ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=4679
|
Azgın olandan razı olunmaz. Allahü teâlânın razı olduğu nefs, razı olunmayacak bir şey yapabilir mi? Hadis-i şerifte bildirilen büyük cihad bedene, cesede karşı ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=3252
CİHÂD
|
insanların İslâmiyeti işitmeleri, Müslüman olmakla şereflenmeleri yâni İslâmiyeti yaymak, yâhut Müslümanların dînine, vatanına, nâmusuna saldıran düşmanları kovmak için yapılan harp, savaş. Lügatte söz ve fiille bir iş için bütün kuvvetini sarf etmek demektir. Cihâd edene “mücâhid”, cihaddan sağ olarak dönene “gâzî” denir. Ölen şehid olup, âhirette yüksek derecelere kavuşur. Cihâd zamâna ve şartlara göre değişir. Düşmana karşı silâhla olduğu gibi, mal, söz, fikir, gazete, dergi gibi basın-yayın ve daha başka vâsıtalarla da yapılır.
Cihâd, Kur’ân-ı kerîmde pekçok âyet-i kerîme (Nisâ 95; Enfal 72; Tevbe 19, 20, 41; Hac 78; Hucurât 15) ve hadîs-i şerîfle Müslümanlara emredilmiştir. İlk Müslümanlar (Eshâb-ı kirâm), bu emirlere uyarak ordular tertib edip Asya, Afrika ve Anadolu’ya seferlere çıktılar. Gittikleri yerlerdeki insanlara İslâm dînini tebliğ ettiler. Kabûl edenler, bozuk inançlarını bırakarak hak din olan İslâmiyete kavuştu. Kabul etmeyenler İslâm idâresi altında, cizye vermek sûretiyle, emniyet, adâlet ve huzûr içinde kendi inanç ve ibâdetleriyle başbaşa kaldılar ve hayatlarını öyle sürdürdüler. Daha sonra gelen İslâm devletleri de İslâmiyeti dünyânın dört bir tarafındaki insanlara ulaştırmak, haber vermek; kendilerine ve vatanlarına saldıran Müslüman olmayan kuvvetlere karşı koymak için cihâd yapmışlardır. Bunlar arasında bütün Kuzey Afrika’yı baştanbaşa geçtikten sonra atını önüne çıkan Okyanus sularına sürüp; “Yâ Rabbî! Eğer önüme bu deniz çıkmasaydı, senin adını daha ötelere götürürdüm!” (Abdurrahmân el-Gâfıkî) diyenler, Malazgirt Ovasında alnını secdeye koyup; “Yâ Rabbî! Senin rızân için savaşıyorum, niyetim hâlistir. Bana yardım et, niyetim hâlis değilse beni kahret!” (Alparslan Gâzi) diyerek yalvaranlar, Haçlı ordularına yaklaşık iki asır yılmadan karşı koyanlar (Selçuklular ve Eyyûbîler) ve kendilerini İslâmiyeti müdâfaa ve yaymakla vazîfelendirenler (Osmanlılar) ve daha niceleri çıkmıştır.
İslâm dîninde cihâddan maksad insanlara iyilik etmektir. Onlara Hak dîni haber vererek âhirette ebedî azaptan kurtulmalarını ve ebedî saâdetlerini temin etmektir. Yoksa onların canlarına, mallarına, mülklerine, ırz ve namuslarına ve sâhib oldukları diğer varlıklarına kasdetmek, göz dikmek değildir. İslâm dîninde cihâda ait hükümlerin hepsinde asıl maksad açıkça ifâde edilir. Bu maksadın hâsıl olması için lüzumlu hâl, şart, vâsıta ve öteki hususlar da, âyet-i kerîme, hadîs-i şerîf ve dînin diğer kaynaklarına dayandırılarak teferruatlı olarak îzâh edilir. Bunların bir kısmı cihâdın ehemmiyeti ve kıymeti, bir kısmı da uyulması şart olan hususları beyân eder.
Bu kaynaklarda belirtildiği gibi silahla cihâdı hükümet yapar. Milleti sulh zamânında cihâda hazırlamak, yetiştirmek hükümetin vazifesidir. Müslümanların cihâd yapması, cihâd sevâbına kavuşması, hükümetin cihâd yapmak veya cihâda hazırlanmak için yaptığı dâvete, çağrıya ve kumandanların emirlerine itâat etmesi, askerlik vazifesini yapması demektir. Hükümetin izni ve kumandanının emri olmadan herkesin başkasına saldırması, cihâd olmaz. Çapulculuk, eşkıyâlık olur. Bu ise İslâmiyette büyük günahtır.
Cihâda katılmak farz-ı kifâyedir. Müslümanların bir kısmı bu farzı yerine getirince diğerlerinden düşer, herkes katılmadıkları için günahkâr olmazlar. Düşman, bir İslâm beldesine (ülkesine) hücûm eder umûmî (genel) seferberlik (harp) îlan edilirse, eli silâh tutan herkesin savaşa iştirak etmesi farz-ı ayn olur. Cihâda beden ile iştirâk edemeyenlerin mal ve duâ ile iştirâk etmeleri lâzımdır. Çünkü, duâ ordusu gazâ ordusunun (savaşan askerlerin) rûhu gibidir, denilmiştir. İlimle, yazı ve her türlü neşriyatla, propagandayla cihâd etmek, yâni İslâmiyeti insanlara duyurmak ise, her zaman yapılır ve kıyâmete kadar terk edilmez.
Cihâdın cihâd olması ve cihâd yapanların vâdedilen fazîlet ve üstünlüklere kavuşabilmesi için yapılan işlerin yalnız Allahü teâlânın makbûlü olması lâzımdır. Bu ise İslâmiyetin cihâd ile ilgili hüküm ve emirlerine tam uymakla temin edilir. İslâm hukûku (fıkıh ve fetvâ) kitaplarında cihâdla ilgili hükümler, cihâdın ehemmiyeti ve fazîleti geniş olarak bildirilmiştir. Meselâ, her türlü işkence, zulüm, kadın ve çocukların, yaşlıların, savaşçı olmayan çiftçi ve köylülerin öldürülmesi, yapılan antlaşmalara aykırı hareket edilmesi yasaklanmıştır. Düşmanla karşılaşınca, önce Müslüman olmaya çağrılmaları, kabul etmezlerse cizye vermelerinin teklif edilmesi, onu da kabul etmezlerse o zaman savaşılması emredilmiştir.
Ayrıca bir de Cihâd-ı Ekber (Büyük Cihâd) vardır. Peygamber efendimiz bir harpten döndüklerinde; “Küçük cihâddan döndük, cihâd-ı ekbere (büyük cihâda) geldik.” buyurmuştur. Bu cihâd, insanın kendisi yâni anâsır-ı erbea (dört temel madde) denilen su, ateş, toprak ve havadan meydana gelen bedeninin arzu ve isteklerine uymayıp, İslâmiyetin emirlerini yerine getirmek, yasaklarından sakınmak husûsundaki gayretine denir. Bu cihâd bir ömür boyu sürer. Bu insanın, Müslüman olduktan sonra vücûdunda, bedeninde mevcut çeşitli unsurları ve bunlardan doğan şehvet, hırs, kibir, gazap (gadap) gibi hisleri ile bu hislerin değişik tezâhürlerini (görünüşlerini) İslâmiyete uydurmak ve İslâmiyetin hükmü altına sokmak için yapılır.
.rehber ans.
|
Cihadın dindeki yeri
|
Sual: Hapse girmek cihad mıdır? Cihadın dindeki yeri nedir?
CEVAP
Cihad, ihtilal yapmak, âmirlere karşı gelmek ve isyan etmek, dövmek, yıkmak, kırmak, sövmek demek değildir. Böyle şeyler yapmak, fitne çıkarmak olur. Yani bölücülük olur. Müslümanların ezilmesine, hapse girmesine ve din, iman bilgilerinin yasak edilmesine yol açar. Böyle fitne çıkarana Peygamber efendimiz lanet etmiştir. Hapse girmeyi istemek, bir müslüman için şeref değildir. Müslüman için şeref; İslam’ın güzel ahlakını edinmek, herkese iyilik etmek, İslamiyet’e uymak, her mahluka faydalı olmaktır. Hapse giren, bu şereflerden mahrum kalır. Kendini tehlikeye atmak ahmaklıktır, günahtır. Allahü teâlâ, (Kendinizi tehlikeye atmayınız!) buyuruyor. (Bekara 195)
Cihad, Allah düşmanları ile çeşitli yollarla ve çeşitli vasıtalarla mücadele etmek demektir. Nefsimiz, Allahü teâlânın en büyük düşmanıdır. Nefsle yapılan cihada "Büyük Cihad" denir.
Cihad, Allah düşmanlarının tesirsiz hale gelmesi veya imanla şereflenmesi için, bu uğurda canını, malını feda etmektir.
Cihad, Allahü teâlânın dinini Onun kullarına ulaştırmak, insanları küfürden cehaletten kurtarıp, imana, ebedi saadete kavuşturmak demektir.
Allah için hizmet
Cihad, insanları İslam dinine çağırmak demektir. Bu da çeşitli yollarla olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Kâfirlere karşı malınızla, canınızla ve dilinizle cihad ediniz!)[Redd-ül-muhtar]
Cihad, Allah için hizmettir. Bu hizmetin kolay tarafı yoktur. Bu, ihlas ister, müdara ister, kısaca, güzel ahlak ister. Memurlukla mukayese edilmez. İzin, mesai, gece-gündüz mefhumu düşünülmez. Bu hizmette sıkıntıyı nimet bilmek gerekir. Çok çalışan, çok sıkıntı çeken, çok nimete kavuşur.
Kur'an-ı kerimde cihadla ilgili âyet-i kerimelerden birkaçının meali şöyle:
(İman edenler, [yurtlarını, mallarını bırakıp] hicret edenler, Allah yolunda cihad edenler, Allah’ın rahmetini umarlar.) [Bekara 218]
(Ey iman edenler! Din düşmanlarının eziyetlerine sabredin. Onlarla olan cihadda üstün gelmek için, sabır yarışı yapın. Sınır boylarında kâfirlere karşı cihad için nöbet bekleyin ve Allah’tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz) [Al-i İmran 200]
(Hakiki müminler, Allah yolunda cihad eder, kötülenip kınanmaktan korkmaz.) [Maide 54]
(Mal ve canlarını feda ederek din düşmanları ile, Allah rızası için cihad eden müslümanlar, oturup, ibadet edenlerden üstündür. Hepsine de, Cenneti söz veriyorum.) [Nisa 95]
(Mekke’nin fethinden önce malını veren ve cihad edene, fetihten sonra malını dağıtan ve cihad edenden daha büyük derece vardır. Allah, hepsine Cenneti vaat etti.) [Hadid 10]
(Ey müminler, Allah’tan korkun, Ona, Onun rızasına kavuşmak için vesile arayın ve Allah yolunda cihad edin ki, kurtuluşa eresiniz.) [Maide 35]
(İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler ve bunları barındırıp yardım edenler, işte gerçek mümin bunlardır.) [Enfal 74]
(Hakiki müminler şunlardır ki, Allah ve Resulüne iman ettikten sonra, imanlarında şüpheye düşmeyip Allah yolunda malları ve canları ile cihad edenlerdir.) [Hucurat 15]
(Allah’a ve Resulüne iman eder, malınızla, canınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz ki bu sizin için çok hayırlıdır.) [Saf 11]
(Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, hanımlarınız, aşiretiniz [hısım, akraba ve yakınlarınız] kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret ve meskenler, size Allah’tan, Resulünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah fâsıklar güruhunu hidayete erdirmez.) [Tevbe 24]
(Hafif ve ağırlıklı olarak [Kuvvetli- zayıf, genç-yaşlı, zengin-fakir, yaya-atlı, silahlı-silahsız hepiniz] savaşa çıkın, malınızla, canınızla Allah yolunda cihad edin! İyi bilin ki bu sizin için daha hayırlıdır.)[Tevbe 41]
(Allah yolunda hakkıyla cihad edin!) [Hac 78]
(Herkes, kendisi için cihad eder, faydası kendinedir.) [Ankebut 6]
Cihad çeşitleri
Cihad, emr-i maruf ve nehy-i münker demektir. Kâfirlere İslamiyeti tanıtmak, onları küfür felaketinden kurtarmaya çalışmak, müslümanlara da ilmihallerini öğretmek, onların haram işlemelerine mani olmaktır.
Cihad üçe ayrılır:
1- Beden ile yani her türlü harp vasıtaları ile kâfirlere karşı yapılır. Silahlı cihadı, savaşı yalnız devlet yapar.
2- Her türlü yayın vasıtası ile, İslamiyet’i insanlara yaymak, duyurmak suretiyle yapılır. Bunu islam âlimleri yapar. İslam âlimleri olmadığı zaman, misyonerlerin ve bid'at ehlinin saldırısından korunmak için, müslümanların Ehl-i sünnet âlimlerinin sözlerini, yazılarını, kitaplarla, her türlü basın vasıtasıyla, radyo ve TV ile bütün dünyaya yaymaları, duyurmaları gerekir.
İslam’ın iç ve dış düşmanlarının yıkıcı, aldatıcı, propagandalarına karşı, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği hakiki müslümanlığı yaymak günümüzün en kıymetli cihadıdır. (İslam Ahlakı)
3- Dua ile yapılan cihad. Bu cihad, bütün müslümanlara farz-ı ayndır. Öteki cihadlar ise farz-ı kifayedir. Bu cihadı yapmamak büyük günah olur.
Dua askerinin önemi
Bu cihad, beden ile ve din bilgilerini yaymak suretiyle cihad eden müslümanlara dua etmekle olur. (Leşker-i gaza, leşker-i duanın yardımına muhtaçtır.) [Leşker asker demektir.]
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Müminin amelinin en efdali, Allah yolunda cihaddır.) [Taberani]
(En faziletli insan, malı ile, canı ile Allah yolunda cihad eden mümindir.) [Buhari]
(Cihad etmeden veya cihad etmeyi düşünmeden ölen, nifak üzere ölür.) [Müslim]
(Cihadı terk eden topluluk, mutlaka umumi bir belaya maruz kalır.) [Taberani]
(Fi-Sebilillah cihad eden, Cenneti hak eder.) [Taberani]
(Cihad eden, üzüntüden, sıkıntıdan kurtulur.) [Hakim]
Peygamber efendimiz, Mirac gecesi, ekin ekip bir günde biçen, bir topluluğu gördü. Biçtiği mahsül yeniden eski haline dönüyordu. Bunların kim olduğunu sorunca, Cebrail aleyhisselam dedi ki:
(Bunlar Allah yolunda cihad edenlerdir. Bunların bir iyiliğine yediyüz misli sevap verilir. Harcadıklarının yerine yenisi verilir.)[Bezzar]
En büyük düşman kim ise, onunla yapılan cihad elbette daha büyüktür. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: (Dışarıdan gelen kötü istekler şeytandan gelmiş olmakla beraber, geçici hastalıklardandır. Küçük bir ilaç ile kolayca giderilebilir. Nisa suresinin 76. âyet-i kerimesinde (Şeytanın aldatması elbette zayıftır)buyuruluyor. En büyük düşmanımız nefsimizdir.) [c.3, m.27]
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Kulun nefsi ile yaptığı cihad büyük cihaddır.) [Deylemi]
(Cihadın efdali, nefs ile yapılan cihaddır.) [İ. Neccar]
(Asıl mücahid, nefsi ile cihad edendir.) [Tirmizi]
Cihadın esas gayesi
Cihad eden mümine "Mücahid" denir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Mücahid, gündüz oruç tutan, gece ibadet eden gibidir. Evine dönünceye kadar kendine sevap yazılır.) [İ. Ahmed]
(Bir mücahidi doyurmak, ona yardım etmek, dünyadan ve içindekilerden daha kıymetlidir.) [Hakim]
(Mücahidlere eza vermekten Allah’tan korkun! Allahü teâlâ, Peygamberlere eza edenlere gadap ettiği gibi, mücahidlere eza edenlere de gadap eder. Peygamberlerin duasını kabul ettiği gibi, mücahidlerin de dualarını kabul eder.) [Deylemi]
Cihadın esas gayesi olan emr-i maruf, diğer cihadlardan daha üstündür. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Bütün ibadetlere verilen sevap, Allah yolunda gazaya [cihada]verilen sevaba göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Gazanın[cihadın] sevabı da, emr-i maruf ve nehy-i anil-münker sevabı yanında, denize göre, bir damla su gibidir.) [Deylemi]
(En faziletli cihad, farzları ifa etmektir.) [İ. Ahmed]
(Malı ve canı ile cihad eden, ortalığın karışık olduğu zaman bir kenara çekilip ibadetini yapan ve kimseye zararı olmayan insan, mümin-i kâmildir.) [Hakim]
(Kadının cihadı kocası ile iyi geçinmektir.) [Şir’a]
(Koca hakkına riayet, Allah yolunda cihad etmek gibidir.)[Taberani]
Sual: Cihad farz mıdır?
CEVAP
Kur'an-ı kerimde cihadın farz olduğu bildiriliyor. (Bekara 216)
Âlimlerin çoğu cihadın farz-ı ayn değil, cenaze namazı kılmak gibi farz-ı kifaye olduğunu bildirdi. Nitekim Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Mal ve canları ile cihad edenler, oturanlardan üstündür.) [Nisa 95]
Âlimlerin çoğu (Bu âyet-i kerime, cihadın herkese farz-ı ayn olmadığını, farz-ı kifaye olduğunu bildiriyor) dediler.
Cihad savunma savaşı mıdır?
Sual: Cihad demek sadece savunma savaşı mıdır?
CEVAP
Hayır, sadece savunma savaşı değildir. Cihad, insanların İslamiyet'i işitmelerine ve Müslüman olmalarına mani olan zâlimleri, sömürücüleri ortadan kaldırarak, insanların Müslüman olmakla şereflenmeleri, böylece iki cihanda da saadete kavuşmaları için yahut Müslümanlara saldıran kâfir, zâlim ordularına karşı Müslümanların mallarını, canlarını ve ırzlarını, namuslarını korumak için, canla, malla, yayın yoluyla yapılan savaştır.
Güç kullanarak cihadı yalnız devlet yapar. Fertlerin başkalarına saldırmalarına cihad değil, çapulculuk, barbarlık denir. Sözle, yazıyla cihad etmek, âlimlerin vazifesidir. Kalble ve duayla bunlara yardım etmek ise, her Müslümanın vazifesidir. (Hadika)
Sizin dininiz size, benim dinim bana
Sual: Kâfirun suresindeki, (Sizin dininiz size, benim dinim bana)ifadesine göre, kâfirlerin dinine karışmamak mı gerekiyor?
CEVAP
Müşrikler, Resulullah’a haber gönderip, (Bir yıl, o bizim ilâhımıza ibadet etsin. Bir yıl da, biz onun Allah’ına ibadet edelim) şeklinde teklifte bulundular. Bunun üzerine Kâfirun suresi indi. (Sizin dininiz size, benim dinim bana) denmesi, savaş emri gelmeden önceydi. Savaşı emreden âyetle, bu kısım nesh edilmiştir. Sûrenin hepsinin nesh olduğu söylendiği gibi, (Haber mahiyetinde olduğu için, nesh olmamıştır) da denildi. (Kurtubi tefsiri)
İmam-ı Muhammed hazretleri de buyuruyor ki: Cihad emri şöyle geldi:
Önce, İslamiyet’in başlangıcında müşriklerle karşılaşmamak ve onlara yumuşak davranmak emredildi.
İkinci emir geldi. (Kâfirlere yumuşak ve güzel sözlerle İslamiyet’i bildir!) denildi.
Üçüncü emir geldi. İhtiyaç hâlinde savaşmaya izin verildi.
Dördüncü emir geldi. (Kâfirler size eziyet verirse, onlarla savaşın!)denildi.
Beşinci emir geldi. Medine’de İslam devleti teşekkül edince, (Haram olan dört ayın haricinde her zaman savaşabilirsiniz) dendi.
Altıncı emir geldi. (Devlet, düşman olan kâfirlerle her zaman savaşabilir) dendi. Böylece, cihad etmek, farz-ı kifâye oldu. (Siyer-i kebir)
|
En kıymetli ibadet
|
Sual: En kıymetli ibadet hangisidir?
CEVAP
Bir şeyin kıymetli olması, hâle, zaman ve kişinin durumuna da bağlıdır. Onun için (En kıymetli amel şudur) diye kesin bir şey söylenemez.
Peygamber efendimiz, En kıymetli ameli, soranların hallerine ve içinde bulunulan şartlara göre bildirmiştir. Mesela yiyeceklerin bol bulunduğu; fakat suyun bulunmadığı yerde, susuzluktan yanan kimseye bir bardak su vermek, fırın dolusu ekmek vermekten daha makbul olur. Vahşi hayvanların veya düşmanların saldırısına veya tehlikeli bir hastalığa maruz kalan kimsenin ölümden kurtulmasına sebep olmak, ona yapılacak diğer iyiliklerden daha üstün olabilir. Aşağıdaki hadis-i şerifler, bu durum göz önüne alınarak değerlendirilmelidir.
Cihadın önemi
Bir kimseyi ebedi felaketten kurtarıp, sonsuz nimetlere kavuşmasına sebep olmak ise hepsinden daha kıymetlidir. Bu bakımdan İslamiyet’in başlangıcında amellerin en kıymetlisi cihad idi. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Müşriklere karşı, mal, can ve dilinizle cihad ediniz!) [Hakim]
(Cihadı terk eden millet, mutlaka genel bir belaya maruz kalır.)[Taberani]
(Cihad etmeden veya cihad etmeyi düşünmeden ölen, münafık olarak ölür.) [Müslim]
(En faziletli cihad, canı, malı ile müşriklerle mücadeledir.) [Nesai]
(Fi-sebilillah cihad edin, böyle cihad, Cennet kapılarını açmaktır. Cihad edenin sıkıntıları gider.) [Hakim]
(Allahü teâlâ, [savaş aleti olan] bir ok yüzünden üç kişiyi Cennete koyar. Oku yapanı, atmak için ona vereni ve Allah yolunda o oku atanı.) [Hatib]
(En üstün amel, cihaddır. En üstün cihad, farzları ifa etmektir.)[Taberani]
(En üstün cihad, nefsle yapılandır.) [İbni Neccar]
(En üstün cihad, zalim hükümdara söylenen hak sözdür.)[Beyheki]
Emr-i marufun kıymeti
Emr-i maruf cihaddan daha önemlidir. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Bütün ibadetlere verilen sevap, Allah yolunda savaşa [cihada]verilen sevaba göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Savaşın sevabı da, emr-i maruf ve nehy-i anilmünker sevabı yanında denize göre, bir damla su gibidir.) [Deylemi]
İbni Âbidin hazretleri ise, (Fıkıh âliminin müslümanlara sağladığı faydanın sevabı, cihad sevabından daha çoktur) buyurmaktadır.(Redd-ül Muhtar)
[Kur'an-ı kerime, hadis-i şeriflere ve akla uygun şeylere "Maruf", bunlara uymayan şeylere de "Münker" denir. Müctehidlerin sözbirliği ile yasak edilen şeylere de "Münker" denir.]
Günümüzde en kıymetli amel, yayın yolu ile (Emr-i maruf) ve (Nehy-i münker) yapmaktır. Ehl-i sünnet itikadını yaymalı, gayrı müslimlere ve sapıklara gerekli cevap verilmelidir! Bu yol ile cihad edenler yardımda bulunanlar, cihad sevabına ortak olur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Allah yolundaki bir mücahidi giydirip kuşatan veya onun çoluk çocuğunun ihtiyaçlarını gören harbe gitmiş gibi sevaba kavuşur.) [Hakim]
İlmin kıymeti
İslamiyet ilim dinidir. İlmin önemi büyüktür. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(İlim, öğrenmek amelden kıymetlidir.) [Hatib]
(İlim, İslam’ın hayatı, imanın direğidir.) [Ebuşşeyh]
(İlim, benim ve diğer Peygamberlerin mirasıdır. Bana mirasçı olan da, Cennette benimle beraber olur.) [Deylemi]
(En üstün ibadet, fıkıh öğrenmektir.) [Ebuşşeyh]
|
Cihad ve fitne
|
Sual: Yabancı bir yazar, (Hükümet, zulüm, haksızlık yaparsa, müslümanlar isyan etmelidir) diyor. Bu söz doğru mudur?
CEVAP
Bu söz, İslam âlimlerinin bildirdiklerine uymamaktadır. Müslümanlar isyan etmez. Fitne ve fesat çıkarmaz. Zalim olan hükümete de isyan etmek günahtır. Kanunlara, emirlere karşı gelmek, cihad olmaz. Fitne çıkarmak olur. Fitnecilere aldananlar, Hac suresinin 39. âyetine yanlış mana verdikleri için, bu felakete düşmüşlerdir. Bu âyette mealen,(Müminlere saldıran zalimlerle cihad etmeye izin verildi)buyuruldu. Mekke’de kâfirler, müslümanlara zulmedip, yaralayınca, öldürünce, bunlarla dövüşmek için, tekrar tekrar izin istediler. İzin verilmedi. Medine’ye hicret edilince, bu âyet gelerek, yeni kurulan İslam devletinin, Mekke’deki zalimlerle cihad yapmasına izin verildi. Bu âyet-i kerime, müslümanların, zalim hükümete isyan etmeleri için değil, insanların İslam dinini işitmelerine, müslüman olmalarına mani olan zalim diktatör ordular ile cihad yapması için, İslam devletine izin vermektedir.
(Siyer-i kebir)deki hadis-i şeriflerde, (Emire isyan eden kimseye Cennet haramdır) ve (Adil ve zalim, her emirin emri altında cihad ediniz) buyuruldu.
Cihadı devlet yapar
Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olan cihad, başka ülkelerdeki düşman olan kâfirlerle, devlet olarak savaşmak demektir. Korsan gösteriler yapmak, cihad cihad diye bağırmak cihad olmaz, çapulculuk olur. Dinimize zarar verir. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Bozuk bir işi düzeltemediğiniz zaman, sabrediniz! Allahü teâlâ onu düzeltir.) [Beyheki]
Bu hadis-i şerif, kanunlara karşı gelmeyi, ihtilal yapmayı değil, meşru yollardan nasihat verip sabretmeyi emretmektedir. Bir hadis-i şerifte de buyuruldu ki:
(Cihadın en kıymetlisi, zalim sultan yanında, doğru yolu gösteren bir söz söylemektir.) [Tirmizi]
Âlimlerin, gücü yettiği kadar hükümet memurlarına, emr-i maruf yapması gerekir. Fakat emr-i maruf yaparken, fitne çıkmamasına çok dikkat etmelidir!
Görülüyor ki, müslümanlar ihtilal yapmaz. Ama, zulme, haksızlığa da teslim olmaz. Meşru yollardan hakkını arar. Hükümetin meşru emirlerine uymak, her müslümana vaciptir. Hiç kimsenin haram olan emirleri yapılmaz. Fakat, buna isyan edilmez. Fitne çıkarılmaz. Zalimlere karşı gelmemeli, onlarla münakaşa etmemelidir! Mesela, namaz kılmamak, en büyük günahlardandır. Âmir, kumandan, kâfir ve zalim olup, emri altında olana (Namaz kılma derse), (Baş üstüne, kılmam) demeli, senin yanında kılmam demeyi düşünmelidir! Çünkü fitne çıkarmak, yani müslümanların ezilmelerine sebep olmak haramdır. O zalimin yanından ayrılınca, namazı hemen kılmalıdır!
Kuvvete karşı gelmek, devlete karşı isyan etmek ahmaklıktır. Kendini tehlikeye atmak olur. Bu ise, haramdır. Tarihte öyle ahmaklar çıkmış ki, fitneye sebep olan yazı ve sözlerinden dolayı kendi kellelerini kaptırdıkları gibi, binlerce, on binlerce müslümanın kanının dökülmesine sebep olmuşlardır. Kâfirlerin müslümanlara karşı daha şiddetli hareket etmelerine sebep olmuşlardır.
Kâfir ülkelerinde misafir olan müslümanın da, kâfirlerin mallarına, canlarına ve ırzlarına dokunması caiz değildir. Kâfirlerin gönüllerini hoş ederek, onlardan istifade etmek caizdir.
Âmirlerinize itaat edin
Dar-ül-islamda yaşayan zimmi kâfirlerin ve misafir gelen harbi kâfirlerin, yani turistlerin ve tüccarların haklarını gözetmek, müslümanların haklarını gözetmekten daha mühimdir. Bunlara saldırmak, hatta bunları gıybet etmek, çekiştirmek bile müslümanlara saldırmaktan daha kötüdür.
Müslümanlar, din ve fen bilgilerine çok çalışarak kuvvetlenir. Böylece, galip ve hakim olurlar.
İbni Âbidin hazretleri, (Sultan veya başka zalimler, ikrah ederek, zorlayarak, ölümle, hapis ile, işkence ile korkutarak emredince, belli günahları işlemek mubah, hatta farz olur. Emrini yapmamak günah olur) buyuruyor. Hadis-i şerifte, (Emirlerinize itaat ediniz) buyuruldu. Emir, en aşağınız olsa da, İslamiyet’e uygun olan emirlerine uymak vaciptir. Hiç kimsenin günah olan emrine itaat edilmez. Fakat, isyan etmek fesada sebep olursa, bu emrine de itaat olunur. Çünkü, büyük zarar işlememek için, küçük zarara katlanmanın caiz olacağı Eşbah’ta yazılıdır. Sultanın emrettiği mubah bir şeyi yapmak vacip olur.(Berika)
Abdülgani Nablusi hazretleri, (Sultanın, kendi aklı ile, arzusu ile verdiği emirlerine itaat etmek vacip olmaz. Fakat sultan zalim ise, eziyet ve işkence ediyorsa, onun Allahü teâlânın hükümlerine uymayan emir ve yasaklarına da uymak gerekir. Hele, itaat etmeyenleri öldürüyorsa, kendini tehlikeye atmak, kimseye caiz olmaz) buyurdu. (Hadika)
Müslümanlar, kıymetli kitaplardan naklettiğimiz yazılara dikkat etmeli, korsan gösteri yapanlara ve korsan yazı yazanlara itibar etmemelidir!
Sual: Dünyanın çeşitli yerlerinde azınlıkta olan Müslümanlara, Hıristiyanlar veya başka İslam düşmanları zulüm ediyor, canlarına, mallarına ve ırzlarına saldırıyor. Bu durumda, onların öldüreceğini bile bile onlara saldırmak fitne olur mu? İntihara teşebbüs sayılır mı?
CEVAP
Meşru savaşı devlet yapar. Muayyen grupların isyan etmesi yanlış olur. Bunlar, hicret imkanı varsa başka diyara hicret etmeli. Buna da imkan yoksa yine de fitneye karışmamalı. Onlar öldürürse Müslümanlar şehid olur. Irza tecavüz etseler Müslümana günah olmaz. Bu hususta Peygamber efendimiz buyuruyor ki:
(Kıyamet yaklaştıkça fitneler çoğalır. Sabah evinden mümin çıkan, akşam evine kâfir olarak döner. Akşam mümin iken, kâfir olarak sabaha çıkar. Böyle bir zamanda kenarda duran, ortaya atılandan, oturan ayakta olandan, ayakta olan yürüyenden, yürüyen koşandan hayırlıdır. Şu halde evinizde oturun, fitneye karışmayın!) [Ebu Davud]
(Fitne zamanı saldırganlar, evinize girdiği zaman, [Maide suresinin 28. âyetinde bildirildiği gibi] “Beni öldürmek için, sen bana elini uzatsan da, seni öldürmek için ben sana elimi uzatmam” diyen Âdem’in oğlu Habil gibi ol!) [Tirmizi, Ebu Davud]
(Fitne zamanı evlerinizden ayrılmayın! Oklarınızı kırın, yaylarınızı kesin! Âdem aleyhisselamın oğlu Habil gibi olun!) [Ebu Davud, Tirmizi]
(Olaylar, fitneler, zuhur edince, katil değil, maktul [öldürülen]olabilirsen ol!) [Ebu Nuaym]
(Ne mutlu fitneye karışmayana.) [Ebu Davud]
|
|
|
|
Emr-i maruf ve cihad
|
Sual: Emr-i maruf, cihad demek midir? Cihadsa şartları nelerdir?
CEVAP
Evet, cihaddır. İslam Ahlakı kitabında deniyor ki:
Bu cihad ikiye ayrılır:
1- Kâfirlere İslamiyet’i tanıtmak, onları küfür felaketinden kurtarmak,
2- Müslümanlara dinlerini, ilmihallerini öğretmek, onların haram işlemelerine mani olmak.
Bunların her ikisi de, üç türlü yapılır:
Birincisi: Bedenle yapılır. Bunu yalnız devlet yapar. Devletin izni olmadan şahısların saldırması caiz değildir, eşkıyalık olur.
İkincisi: Her türlü yayın organlarıyla İslamiyet’i yaymak, duyurmaktır. Bu cihadı, ancak İslam âlimleri yapar veya bunların kitaplarını yaymak suretiyle yapılır. Asrımızda İslamiyet’e karşı olanlar, misyonerler, masonlar, komünistler ve mezhepsizler, her türlü yayınlarla İslamiyet’e saldırıyorlar. Yalanlarla, iftiralarla insanları aldatarak, İslam dinini yok etmeye çalışıyorlar. Bunlar, milyonlar sarf ederek, basın yoluyla, kitaplar, dergiler çıkarıyor, internet siteleri kuruyor, radyo ve televizyonlarla bozuk inanışlarını yayıyorlar. İslamiyet’i dünyaya yanlış olarak tanıttıkları gibi, bir yandan da, Ehl-i sünnet olan hakiki Müslümanları aldatarak İslamiyet’i içerden yıkmaya çalışıyorlar. Müslüman olmak isteyen yabancılar, bu propagandalar karşısında ne yapacaklarını şaşırıp, ya Müslüman olmaktan vazgeçiyor yahut yanlış, bozuk bir yola girerek, Müslüman olduklarını sanıyorlar.
İslam’ın iç ve dış düşmanlarının yıkıcı, aldatıcı propagandalarına karşı Ehl-i sünnet âlimlerinin yolu olan hakiki Müslümanlığı, yani Muhammed aleyhisselamın ve Eshab-ı kiramın yolunu, medya yoluyla bütün dünyaya yaymak, günümüzün en kıymetli cihadıdır.
Üçüncüsü: Dua yoluyla yapılan cihaddır. Bütün Müslümanların bu cihadı yapmaları farz-ı ayndır. Bunu yapmamak, büyük günah olur. Bu cihad, cihadın birinci ve ikinci kısımlarını yapanlara dua etmekle olur.
Bu üç türlü cihadı, Allahü teâlânın yardımına güvenerek ve dinine uyarak yapanlara, Allahü teâlâ muhakkak yardım eder. Bunun için çalışmadan, birbirimizi sevmeden, oturduğumuz yerde yapılan duaları Allahü teâlâ kabul etmez. Duanın kabul olması için, önce sebeplerine yapışmak gerekir.
Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını yayan vakıflara, kuruluşlara yardım etmek, malla cihad olur. Bedenle ve parayla cihad edenlere, Allahü teâlâ Cenneti söz vermiştir. (Müftiy-yi mücahid)
İmam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:
İslamiyet’in emirlerini bildirip yaymak için, keramet sahibi olmak gerekmez. Herkesin bilgisi ve gücü nispetinde çalışması şarttır. İmkânım yoktu diyerek, bahane ileri sürmek, kıyamette insanı azaptan kurtarmaz. (Mektubat-ı Rabbani)
|
|
Kadının cihadı
|
Sual: Saçlarını açıp mahremsiz Amerika’daki kiliseye giden bir kadın,(Biz cihad için, dine hizmet için saçlarımızı açıyoruz. Uzak da olsa mahremsiz yola çıkmamız ve saçlarımızı açmamız günah olmaz) diyor. Günah olmaz demekle küfre girmiş olmuyor mu?
CEVAP
Harama helal demek, elbette küfür olur. Savaşmak, cihad etmek erkeğin görevidir. Kadına farz değildir. Kadının cihadı, evinde oturup kocasıyla iyi geçinmektir. Bir hadis-i şerif meali şöyle:
(Kadının cihadı, kocasıyla iyi geçinmektir.) [Taberani]
Kadının zaruretsiz başını açması büyük günahtır. Sadece genç kadınlara değil, yaşlı kadınlara, ninelere de saçlarını açması, kollarını, gerdanını yabancılara göstermesi günahtır. Bir âyet-i kerime meali şöyledir:
(Evlenme arzusu kalmayan [hayızdan, nifastan kesilmiş, çocuk olma durumu kalmayan] ihtiyar kadınların ziynetlerini göstermemek şartıyla, dışa giydikleri [manto gibi] elbiselerini çıkarmalarında bir vebal yoktur; ama sakınmaları [mantolarını giymeleri] daha iyi olur.) [Nur 60]
Müminlerin anneleri için bile, (Siz diğer kadınlar gibi değilsiniz,[yabancılarla] yumuşak konuşmayın, kalbinde fesat bulunanlar, kötü ümide kapılır. Evlerinizde oturun, eski cahiliye kadınları gibi açılıp saçılmayın) buyuruluyor. (Ahzab 32-33)
İkincisi, dinimizde bir ölçü vardır. Farzla haram çakışırsa, haram işlememek için farz, duruma göre tehir veya terk edilir; çünkü haramdan kaçmak, farzı yapmaktan önce gelir. Bir hadis-i şerifte, (Çok az bir günahtan kaçınmak, bütün cin ve insanların [nâfile]ibadetleri toplamından daha iyidir) buyuruluyor. Her günah, Allahü teâlâya isyan olduğundan, büyüktür; fakat bazısı, bazısına göre küçük görünür. Bir küçük günahı yapmamak bütün cihanın nafile ibadetlerinden daha sevabdır, çünkü nafile ibadet yapmak farz değildir. Günahlardan kaçınmaksa farzdır. (Rıyad-un-nasıhin)
Haramdan kaçmanın sevabı, farzları yapmanın sevabından daha fazladır. Haram işleyerek farz yapılmaz. (İslam Ahlakı)
Birkaç örnek verelim:
1- Avret yerini açmadan necaseti temizlemek mümkün olmazsa, namazı, öyle kılar. Çünkü temizlemek emirdir. Açmak yasaktır. Günahtan kurtulmak önce gelir. (İbni Abidin istinca bahsi)
2- Zengin olan bir kadının, hacca gitmesi farzdır. Hacca yalnız gitmesiyse haramdır. Mahremi bulunmadığı müddetçe, haram işleyerek, yalnız başına hacca gidemez. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Kadın, yanında bir mahremi olmadan hacca gidemez!) [Bezzar]
Bunun gibi farz olan tavafı yapabilmek için erkeklere dokunarak, haram işleyerek tavaf yapamaz. Kalabalık olmadığı zamanlarda tavaf eder. (S. Ebediyye)
Farz olan hacca gidemeyen, nasıl olur da cihad ediyorum diye Amerika’ya mahremsiz gidebilir? Hele saçlarını açması ise daha büyük günahtır. Amerika’ya gitmek farz olsa bile, haram işleyerek gidilmez.
3- Bir gayrimüslimin Müslüman olmasına sebep olmak çok büyük sevabdır. Kâfir bir kız, “Benimle dans edersen müslüman olurum” dese, müslümanın, iyi niyetle onunla dans etmesi veya başka günah işlemesi caiz olmaz. Kız gerçekten Müslüman olsa bile, kızla günah işlemesi caiz olmaz.
(Ameller niyete göredir) hadis-i şerifi, taat ve mubahlara niyete göre sevap verileceğini bildirmektedir. Günahlar, ne kadar iyi niyetle işlense de, günah olmaktan çıkmaz. (S. Ebediyye)
Günah işleyerek
Sual: S. Ebediyye’de, (Kızlardan ebe, jinekolog yetiştirmeli. Kadınları, kadın doktora göstermeli) deniyor. Kadınların erkeklere muayene olup, günah işlemelerine engel olmak için, her ne kadar çeşitli günahlar işleyerek eğitimini sürdürecek olsa da, kızımın doktor olmasında bir sakınca var mıdır?
CEVAP
Doktor olmak kıymetlidir, ne sakıncası olur ki? Kadın erkek ayrımı yapmadan herkesin okuyup bilgi sahibi olması büyük fazilettir. Fakat erkeğin de, kadının da, okurken, hattâ ibadet ederken, günah işlemesi caiz olmaz. Mesela zengin bir kadının, farz olan hacca mahremsiz gitmesi caiz olmaz, haram olur. Kadın, tesettüre riayet edemezse veya daha başka günah işlemek zorunda kalırsa, böyle günah işleyerek çalışması, hattâ ilim öğrenmesi çok yanlış olur. Başka kadınları günahtan kurtarmak niyetiyle kendisinin günah işlemesi asla caiz olmaz. (Kızlardan ebe, jinekolog yetiştirmeli) demek, günah işlemelerine sebep olmadan bu işleri yapmalı demektir.
|
|
|
|
Hak din İslam’dır
|
Sual: (Herkesin Müslüman olması dinin, Kur'anın hedefi değildir)diyenler çıkıyor. Hedef, bütün insanların Cennete gitmesi değil midir? Cennete de yalnız Müslüman gireceğine göre, bu söz yanlış değil mi? Diğer dinler de hak ise, hâşâ Allah İslamiyet'i lüzumsuz yere mi gönderdi?
CEVAP
Elbette yanlıştır. Hâşâ, Allahü teâlâ lüzumsuz iş yapmaz. Yarattığı bütün varlıkların, arıdan deveye kadar, taştan toprağa kadar, yerden göğe kadar, hepsinin bir hikmeti vardır. Faydasız ve hikmetsiz bir şey yaratmamıştır. Gönderdiği İslamiyet ise, bütün insanları iki cihan saadetine kavuşturacak en büyük nimettir.
Allahü teâlâ cihadı, bütün insanların sonsuz saadete kavuşması için emretmiştir. Cihadı farz kılmakla, kâfirleri Müslüman olmakla şereflendirmeyi, onlardan cizye alarak İslamiyet'in himayesi altına girenlerin çalışmalarına, ibadetlerine karışmayıp, canlarını, mallarını, namuslarını korumayı emrediyor.
Müslüman olmayanların, huzura, barışa kavuşmaları, ancak Müslüman olmak veya cizyeyi kabul etmekle mümkündür. Kur'an-ı kerime uyulan yerlerde huzur, barış ve adalet kendiliğinden hâsıl olur. Allahü teâlâ, zaten bunun için İslamiyet'i kullarına lütfedip, ihsanda bulunarak gönderdi. Muhammed aleyhisselamın gönderilmesi, bütün insanlara rahmet oldu.
İşte Müslümanlar, kâfirleri bu tek yoldan huzura, barışa kavuşturmak için cihad eder. Bütün insanların Müslüman olmakla şereflenmeleri için canlarını, mallarını feda ederler.
Allahü teâlâ, bütün insanları Müslüman olmaları için yarattığını bildiriyor. Bütün insanlara, Müslüman olmalarını emrediyor. Kullarını bu saadete kavuşturmak için cihad edenlere çok sevab vereceğini söz veriyor. Cihadda ölenlere şehitlik rütbesi veriyor.
Cihad, Kelime-i tevhidi, yani imanı, İslam'ı yaymak demektir. İnsanlar arasında adaleti, huzuru, barışı ve emniyeti gerçekleştirmek için tek çıkar yol, dünyanın her yerine kelime-i tevhidi yaymaktır. Dünya barışı, ancak böyle sağlanabilir.
Cihad, bütün insanları iman etmeye çağırmak, bu çağrıyı işitmelerine ve kabul etmelerine mani olan diktatörlerle devletin savaşmasıdır. Fertlerin cihadıysa, malla, fikirle ve dua etmekle, İslam ordusuna yardım etmektir. Cihad, farz-ı kifayedir. (Dürr-ül-muhtar)
Cihadı emreden âyet-i kerimelerden birkaçının meali şöyledir:
(İman edenler, [yurtlarını, mallarını bırakıp] hicret edip, Allah yolunda cihad edenler, Allah’ın rahmetini umarlar.) [Bekara 218]
(Ey müminler, Allah yolunda cihad edin ki, kurtuluşa eresiniz.)[Maide 35]
(İman edip de hicret edenlerin ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenlerin, Allah katında dereceleri daha üstündür. Kurtuluşa erenler de işte onlardır.) [Tevbe 20]
(Mal ve canlarını feda ederek din düşmanlarıyla, Allah rızası için cihad eden Müslümanlar, oturup ibadet edenlerden üstündür. Hepsine de Cenneti söz verdim.) [Nisa 95]
(Savaştan geri kalan münafıklar, mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad etmekten hoşlanmayıp, “Bu sıcakta savaşa gidilir mi?” dediler. Onlara, Cehennem ateşinin daha sıcak olduğunu söyle! Keşke bunu anlayabilselerdi.) [Tevbe 81]
(Sonradan iman eden ve hicret edip sizinle beraber cihad edenler de sizdendir.) [Enfal 75]
(Gerçek müminler, Allah yolunda cihad eder, kötülenip kınanmaktan korkmaz.) [Maide 54]
(Mekke’nin fethinden önce malını veren ve cihad edene, fetihten sonra malını dağıtan ve cihad edenden daha büyük derece vardır. Allah, hepsine Cenneti vaat etti.) [Hadid 10]
(Hafif ve ağırlıklı olarak [kuvvetli-zayıf, genç-yaşlı, zengin-fakir, yaya-atlı, silahlı-silahsız, hepiniz] savaşa çıkın, malınızla, canınızla Allah yolunda cihad edin! Bu sizin için daha iyidir.) [Tevbe 41]
(Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan, Cennete gireceğinizi mi sandınız?) [Âl-i İmran 142]
(Hakiki müminler, Allah ve Resulüne iman ettikten sonra, imanlarında şüpheye düşmeyip Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad edenlerdir.) [Hücurat 15]
(Allah’a ve Resulüne iman edip, malınızla, canınızla Allah yolunda cihad etmenizin, sizin için çok hayırlı olduğunu bilmelisiniz.) [Saf 11]
Bir hadis-i şerif de şöyledir: (Cihadla emrolundum. “La ilahe illallah” dedirtene kadar, onlarla savaşırım.) [Siyer-i kebir]
İslamiyet cihanşümul bir dindir
Hazret-i Âdem'den beri gelen dinlerde, dinin adı, gönderilen peygamberin adıyla söylenirdi. Mesela, Hazret-i Musa'nın dinineMusevilik, Hazret-i İsa'nın dinine İsevilik denirdi. Her peygamber, bir bölgeye, bir kavme gelirdi. O bölgenin, o kavmin peygamberi olurdu. O din belli bir zaman yürürlükte kalırdı. Sonra yeni bir peygamberle, yeni bir din gönderilirdi.
İslamiyet ise, cihanşümul [evrensel, üniversal, küresel] olarak geldi. Bir bölgeye, bir ırka değil, bütün insanlığa, bütün dünyaya geldi. Hükümleri de, kıyamete kadar geçerli olduğu için, gönderilen peygamberin ismiyle bildirilmedi. Yani Muhammedilik denmedi. Muhammed aleyhisselamın getirdiği dine, İslamiyet dendi. Önceki dinlerin hiçbiri bozulmamış olsaydı bile, nesh edildiği, yani yürürlükten kaldırıldığı için, artık o dinlerin hiç biriyle amel etmek caiz olmaz. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Hep birlikte Allah'ın ipine [Kur'ana, İslamiyet'e] sımsıkı sarılın!) [Âl-i İmran 103] (Herkes İslam’a sarılmalıdır.)
(Allah indinde hak din, yalnız İslam'dır.) [Al-i İmran 19] (Başka dinler hak değildir.) (Başka dinler hak değildir.)
(İslam'dan başka din arayan, bilsin ki, o din asla kabul edilmez.)[Al-i İmran 85] (İslam’dan başkası geçersizdir.)
(Müşrikler istemeseler de, İslam dinini diğer bütün dinlerden üstün kılmak için resulü Muhammed aleyhisselamı, [sebeb-i hidayet olan] Kur'an ve İslam diniyle birlikte gönderen Allah'tır.)[Saf 9]
(Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam'ı beğendim.) [Maide 3] (Allah'ın beğendiğini beğenmeyenlere ne demeli?)
Diğer dinler, belli bir bölgeye, belli bir kavme gönderilmişken, İslamiyet bütün dünyaya gönderildi. Peygamber efendimiz de bütün dünyadaki milletlere gönderildi. İki hadis-i şerif meali şöyledir:
(Her nebi kendi kavmine, ben ise, kızıl kara, her millete gönderildim.) [Buhari]
(Her nebiye üstün kılındığım altı hasletten biri, bütün insanlara gönderilmemdir.) [Müslim]
Nefs ile cihad
|
Sual: Resulullah'ın ve Eshab-ı kiramın nefisleri itminana kavuştuğuna göre, (Küçük cihattan döndük, nefsle olan büyük cihada başladık) hadisindeki nefsle olan cihad nedir?
CEVAP
İmam-ı Rabbanî hazretleri buyuruyor ki: Nefs, mutmainne olunca, kıl kadar azgınlık, taşkınlık yapmaz. İslamiyet’e tam teslim olmuş, her kötülüğü yok olmuştur. Sahibi için kendini yok etmiştir. Böyle olan nefsin İslamiyet’e uymaması imkânsızdır. Nefs Allahü teâlâdan, Allahü teâlâ da ondan razı olunca artık taşkınlık, azgınlık yapamaz. Azgın olandan razı olunmaz. Allahü teâlânın razı olduğu nefs, razı olunmayacak bir şey yapabilir mi? Hadis-i şerifte bildirilen büyük cihad bedene, cesede karşı yapılan cihaddır, çünkü insanın bedeni su, ateş, toprak ve hava gibi birbirine zıt olan dört türlü maddeden yapılmıştır. Her çeşit madde, başka şeyler istemekte ve başka şeylerden kaçmaktadır. İnsanın şehvanî istekleri, bedenden doğmaktadır. Gazap etmesi, istememesi de, bedenden ileri gelmektedir. Bu cihadın sonu olmaz. Nefsin itminana ermesiyle, kalbin vilayet makamına kavuşmasıyla, bu cihad yok olmaz. İnsanda bu cihadın bulunması, çeşitli faydalar sağlamaktadır. Böylece beden temizlenir. Âhirette yüksek derecelere kavuşulur. (2/50)
Buradaki büyük cihad, insanın huyunu, İslam ahlâkına uygun şekilde düzeltmeye çalışmasıdır. (Can çıkar huy çıkmaz) sözü doğrudur, huy tamamen yok olmaz, ama terbiye edilebilir. Yani insan İslam ahlâkıyla ahlâklanırsa, huyunu iyi yerde kullanır. Mesela sert mizaçlıysa, bunu olumlu yönde kullanır. Kötülere karşı mücadele eder. Huysuzsa, mutlaka o huysuzluk bir gün çarpar, ya bir kalb kırar veya birine bir hakaret eder, o zaman da kazandıklarının hepsi gider. Kötü huy felakettir. Mesela inat ve kibir kimde varsa çok fenadır. (Ben haklıyım, benim görüşüm doğru) demek ve kendini başkasından üstün görmek kibirdendir. Bunlar kâfirde varsa, Müslüman olmasına engeldir. Müslümanda varsa, son nefeste imansız gitmesine sebep olur.
Huy terbiyesi çok zordur. Peygamber efendimiz, (Ben güzel ahlâkı tamamlamak, anlatmak için gönderildim) buyuruyor. Yani huyunuzu düzeltmek için geldim diyor.
Peygamber efendimizin en büyük mucizelerinden biri, bütün işlerinin, hareketlerinin, huylarının, hep ortada olmasıdır. En güzel ahlâk da, aşırı uçlardan uzaklaşarak hep orta yolda olmaktır. Mesela, korkak olmak da, çok atılgan olmak da iyi değildir. En iyisi, ikisinin ortasıdır yani cesur olmak; ama gerektiğinde tehlikelerden de kaçmaktır. En güzel ahlâk, aşırı uçlardan uzaklaşarak hep orta yolda olmaktır. Her şeyin ortasını bulan, yalnız Resulullah’tır “sallallahü aleyhi ve selem.” Biz ortayı bulamayız, ama ortalamasını bulmaya çalışmalıyız. Tam ortasından olmasa da, ortalamadan giden yani mümkün olduğu kadar tam ortaya yakın hareket etmeye çalışan kurtulur.
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Reddü´l Muhtar / Cihad |
CİHÂD BAHSİ
GANİMET VE TAKSİMİNE DAİR MESELELER BEYANINDA BÂB.
GANİMETİN NASIL TAKSİM EDİLECEĞİ BEYANINDA FASIL
KÂFİRLERİN BİRBİRİNİ VEYA BİZ MÜSLÜMANLARIN MALLARINI İSTİLÂLARI BEYANINDA BÂB.
MÜSTEMİNİN HÜKÜMLERİ BÂBI
KÂFİRİN EMÂNLA İSLAM MEMLEKETİNE GİRMESİ BEYANINDA FASIL
ÖŞÜR, HARAÇ VE CİZYE BEYANINDA BÂB.
CİZYE FASLI
CİHÂD BAHSİ
METİN
Musannıf cihâdı hadd (ceza) lerden sonra zikretti. Çünkü hadler ile cihâd´dan maksad yer yüzünü fitne ve fesaddan temizlemektir, Hadlerden cihâda yükselmek, bilenler için gizli değildir.
Cihâd lügatta: "Câhede fi sebilillâhi: Allah yolunda savaştı" terkibindeki "câhede" fiilinin masdarıdır.
Şeriatta cihâd: "Hak dinine davet etmek ve daveti kabul etmeyenlerle savaşmak" tan ibarettir. Şümunnî.
İbn-i Kemâl, cihâdı: "Bir müslümanın Allah yolundaki bir harbe bedeni ile katılması yahut malı ile yardım etmesi yahut re´yi ile yardımda bulunması yahut İslâm ordusunun kalabalığını artırması yahut yaralıların tedavisine bakması yahut ordunun yiyeceklerini, içeceklerini hazırlaması gibi elinden gelen gayreti göstermesidir." diye tarif etmiştir.
Ribat da cihâddır. Ribat: Arkasında müslüman bulunmayan düşman sınırında oturup müslümanları korumaktır. Ribatın muhtar olan kavle göre tarifi budur.
Sahih hadîsde vârid olmuştur ki, düşmandan sının muhafaza; bir zâtın bir vakit namazı beş yüz vakit namaza denkdir. Bir dirhem harcaması yedi yüz dirhem harcamasına denkdir. O halde ölürse, amelinin sevabı ve rızkı kıyamete kadar devam eder. Münker ve Nekî «sualinden. kabir azabından emin olur. Kıyametin dehşet ve şiddetinden: emniyet üzere şehid olarak kabrinden kalkar. Tamamı Fetih´dedir.
İZAH
«Cihâd bahsi ilh..." İslâm hukukunda cihâda aid bahisleri ve hükümleri ihtiva eden kısma "Kitâbü´s-Siyer", "Kitâbü´l-Cihâd" veya "Kitâbü´l-Meğazi" adı verilir.
Siyer, sîretin cem´idir. Sîret ise esasen yol, haslet, hey´et ve, bir nevi hareket mânâlarını ifade eder. Bu takdirde siyerin hey´et ve haletini beyan içindir. Fakat şeriat lisanında savaşla ilgili işlerde kullanılması galibdir. Nitekim "menâsik" hac işlerinde kullanılır.
Cihâdın fazileti pek büyüktür. Nasıl büyük olmasın ki, bir müslüman bu sayede Allah´a yaklaşmak için onun uğrunda nefsine meşakkatların en ağırını yükletmekte ve en aziz varlığı olan canını feda etmektedir. Bununla beraber nefsi devam üzere ibâdet ve taatlara hasrederek onu neva ve heveslerine tâbi olmaktan men etmek cihâddan da güçtür. Bundan dolayıdır ki, bir gazadan dönerken Resûl-i Ekrem Efendimiz: "Küçük cihâddan büyük cihâda döndük." buyurmuşlardır. Nitekim İbn-i Mes´ûd (R.A.)´dan rivayet edilen bir hadîs-i şerifte Resûl-i Ekrem Efendimizin cihâdı fazilet itibariyle namazdan sonra zikretmesi de bunu gösterir.
İbn-i Mes´ûd (R.A.) şöyle diyor: "Dedim ki:
- Yâ Resûlallah, amellerin en faziletlisi hangisidir
- Vaktinde kılınan namazdır, buyurdular.
- Ondan sonra hangisidir dedim.
- Anneye, babaya itaattir, buyurdular.
- Ondan sonra hangisidir dedim.
- Allah yolunda cihâddır, buyurdular. Daha ziyade sorsaydım bana daha ziyade cevap verecekti." Bu hadîs-i şerifi Buhârî rivayet etmiştir.
Ebû Hureyre (R.A.)´den rivayet edilen bir hadîs-i şerifte: Resûl-i Ekrem Efendimiz cihâdı imândan sonra zikretmişlerdir.
Ebû Hureyre (R.A.) şöyle diyor: "Resûlullah (S.A.V.)´e:
- Amellerin hangisi efdaldir diye sordular,
- Allah´a ve Resûluna imân, buyurdu.
- Ondan sonra hangisi dediler.
- Allah yolunda cihâd, buyurdu.
- Ondan sonra da hangisi diye sordular.
- Makbul (olmuş, içine günâh ve riya karışmamış) hac, cevabını verdi,"
Bu hadîs-i şerifteki "imân" lafzıyla umum mecaz olarak "namaz" ile "zekât" tan her birinin murad edilmesi lâzımdır. Çünkü devamlı vaktinde kılınan farz namazların cihâddan efdal olduğunda şübhe yoktur. Namaz her gün tekrarlanan farz-ı ayndır. Cihâd ancak imân ve namaz için meşru kılınmıştır. Bu yüzden cihâdın güzelliği başkasından, namazın güzelliği ise kendisindendir. Cihâdın faziletine dair malûmat Fetih´de zikredilmiştir.
Es-Siyerü´l-Kebir şerhinde bildirildiğine göre, Ebû Katâde (R.A.) şöyle demiş: Resûlullah (S.A.V.) insanlara bir hutbe okuyup önce Allah-ü Teâlâ´ya hamd-ü sena ettiler, sonra cihâdı anlatıp, farzların dışında ondan daha üstün bir ibâdet ve taatın mevcud olmadığını beyan buyurdular. Ebû Katâde "farzlar" ile farz-ı ayn olarak sabit olan "İslamın beş şartı"nı murad etmiştir. Cihâd, her ne kadar farz ise de fârz-ı kifâyedir. Farz-ı ayn, farzı kifâyeden daha kuvvetlidir. Sevâb ise farzın kuvvetli olmasına göredir. Bundan dolayı Resûl-i Ekrem Efendimiz cihâdın farz-ı ayn olan ibâdetlerden üstün olmadığını beyan buyurmuşlardır.
Ebû Katâde demiş ki: O vakit bir kimse ayağa kalkıp: "Ya Resûlullah! Allah yolunda şehid olanın şahadeti günâhlarına keffaret olur mu " diye sordu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz biraz sukut buyurdular. Hatta kendilerine ilâhi vahiy indiğini anladık. Sonra: "Evet, sabır ve sebat edip sevabını Allah-ü Teâlâ´dan diler ve düşmana hücum eder de kaçmazsa» şehid edildiğinde borçlarından başka günâhlarına keffaret olur. Zira borçları ile muâhaze olunur. Nitekim Cebrail (A.S.) bana böyle bildirdi." diye buyurdular. Bu hadîs-işerifde şehidlerin derecelerinin yüksek olduğunu beyan, şehidlik rütbesinin günâhların affına sebep olduğunu ilân vardır. Yine bu hadîs-i şerifde kul hakkının pek büyük olduğu bildirilmektedir. Çünkü şehid için böyle yüksek dereceler var iken yine borç ile muâhaze olunacağını haber verip "Cebrail (A.S.) bana böyle bildirdi" ifadeleriyle de bunu vahye dayanarak söylediklerine işaret buyurmuşlardır. Tâ ki kıyamet gününde hasımları razı etmenin pek zor bir iş olduğunu herkes bitsin.
Bazı âlimler demişlerdir ki; bu hüküm İslamın ilk devrinde müslümanların malları az olup, borçlarını veremedikleri için Resûl-i Ekrem Efendimiz onları borçlanmaktan nehiy buyurdukları vakitlerde idi. Bundan dolayıdır ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz borcunu ödeyecek mal bırakmayan ölünün namazını kılmazlardı. Sonra bu hüküm :
"Her kim mal bırakırsa, o mal ölünün veresesine aiddir. Her kim de borç veya aile ağırlığı bırakırsa, bu da bana aiddir." hadîs-i şerifiyle nesholunmuştur (hükmü kaldırılmıştır). Bu hadîs-i şerifin benzer) hac bahsinde de şu şekilde vârid olmuştur: Resûl-i Ekrem Efendimiz Arafat´ta ümmetinin af ve mağfireti ipin dua ettiler, kul hakkından başka her hususta duaları kabul edildi. Sonra Müzdelife´de de sabahleyin Meş´ar-i Harâm´da dua ettiler, duaları kul hakkında da kabul edildi. Cebrail (A.S.) inerek: "Allah-ü Teâlâ bazılarının hakkını diğer bazılarından dolayı fazl-u inayetiyle ödeyecektir." diye haber verdi. Bu kerametin misli, borçlu şehid hakkında da Allah-ü Teâlâ´nın lütûflarından uzak değildir. Ebû Hureyre (R.A.)´deh rivayet edilmiştir, demiştir ki: «Bir kimse: "Ya Resulûllah! Bir şahıs Allah yolunda cihâdı kasdedip cihâdda dünya malını da murad etse sevabına mâni olur mu "» diye sordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz: "Onun için sevâb yoktur." buyurdular. Bu hadîs-i şerif iki vecihle te´vil edilir.
Birinci vecih: Cihâd için çıkmış olduğunu gösterip hakikatte maksadı mal kazanmaktır. Bu münafıkların halleridir, onlar için asla sevâb yoktur.
İkinci vecih: Cihâd kasdıyla çıkar fakat en büyük arzusu mal elde etmektir, yoksa âhirette sevaba nail olmak değildir. Resûl-i Ekrem Efendimiz, cihâd için iki dinar (altın) a kiralanan sahsa hitaben : "Senin için dünyada ve âhirette ancak iki dinar vardır." buyurmuşlardır. Ama bir kimsenin asıl maksadı Allah yolunda cihâd olup bununla birlikte ganimeti de arzu ederse yine sevaba nail olur. O; "(Hac yolunda ticaretle) Rabbınızdan rızık istemenizde bir günâh yoktur." (Bakara Sûresi, âyet: 198) âyet-i kerîmesinin hükmünde dahildir. Yani hac ehli ticaret yapmakla haccın sevabından mahrum olmadığı gibi bu mücahid de ganimet arzu etmekle cihâdın sevabından mahrum olmaz.
"Bilenler için gizli değildir ilh..." Çünkü hadler dünyayı fısk-u fücurdan temizler. Cihâd ise küfürden temizler. H.
"Câhede fiilinin masdarıdır ilh..." Cihâd elden gelen kuvvet ve kudreti sarfetmek manasınadır. Buna göre iyiliği emredip kötülükten menetmek suretiyle halkla mücahede eden herkese şâmildir. H.
"Ribat da cihâddır ilh..." "Es-Siyerü´l-Kebir şerhinde zikredilmiştir ki, hadîs-i şerifteki "Ribât" ve "Mürâbata"nın mânâsı: İslâm dinini aziz kılmak, müslümanlardan kâfirlerin şerrini defetmek için düşman sınırında oturmaktan ibarettir
"Ribat" ın aslı "at bağlamak" tan alınmıştır.
Allah-ü Teâlâ : "Siz de düşmana karşı kuvvet ve (cihâd için) bağlanıp beslenen atlar hazırlayın." (Enfal Sûresi, âyet: 60) buyurmuştur. Mücahid müslüman düşmanını korkutmak için oturduğu sınırda atını bağlar. Düşmanı da böyle yapar. Bundan dolayı bu işe "Mufâale" babından "Mürabata" denilmiştir.
İmam Mâlik´e göre; sınır vatandan değildir. İbn-i Hâcer : "Orada oturulup düşmanın şerrinin defedilmesi niyet edildiği için vatan olur." demiştir. Bundan dolayı selefden bir çokları sınırda oturmayı tercih etmişlerdir.
"Ribatın muhtar olan kavle göre tarifi budur ilh..." Sınırdan içte kalan yerlere de "Ribat" denilse beldelerinde oturan bütün müslümanlara "Mürabatin: Sınırda oturanlar" denilmesi lâzım gelir, bu ise olmaz. Tamamı Fetih´dedir.
Ben derim ki: Düşman sınırında oturanlar düşmanın şerrini defedemeyip sınır yakınında oturanlarla birlikte defederlerse, orası da "Ribât" olur.
"Sahih hadisde ilh..." Ribatın faziletine dair pek çok hadis-i şerif cardır. Bunlardan birisini Sahih-i Müslim Selman-ı Farisi (R.A.)´den rivayet etmiştir ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz : "Bir gün bir gece hudud boyunda nöbet beklemek; gündüzleri oruçla, geceleri de ibâdetle geçirilen bir aydan daha hayırlıdır. O halde ölürse, yapmakta olduğu amelinin sevabı ve (şehidlere olduğu gibi) rızkı devam eder ve kabir fitnesinden kurtulur." buyurmuşlardır.
Taberânî "kıyamet gününde şehid olarak kalkar" ziyadesini rivayet yet etmiştir. İbn-i Mâce Ebû Hureyre (R. A.) ´den sahih senedle: "Allah-ü ölürse, kıyamet gününün şiddet ve dehşetinden emin olunur." diye rivâetmiştir. Taberânî sahih senetle: "Bir kimse hududu muhafaza ederken Teâlâ hududu beklerken öleni kıyamet gününde korkulardan emin olarak diriltir." lafzını ziyade etmiştir.
Ebû Ümame (R.A.)´den; Resûl-î Ekrem (S.A.V.) :
"Sının muhafaza eden bir zâtın bir vakit namazı (sınır beklemeyen bir şahsın kılmış olduğu) beş yüz vakit namaza denkdir. Onun bir dinar (altın) veya bir dirhem harcaması başka yerde harcanan yedi yüz dinardan efdaldir." buyurmuşlardır. İbn-i Mâce.
"O halde ölürse amelinin sevabı ve rızkı kıyamete kadar devam eder ilh..." İmam-ı Serahsîbunun mânâsı: "O kimsenin ameli kıyamete kadar çoğalır." demiştir. Nitekim buna :
"Kim evinden Allah´a ve O´nun Resulüne muhacir olarak çıkıp da sonra kendisine ölüm yetişirse, muhakkak ki onun mükâfatı Allah´a aiddir." (Nisâ Sûresi, âyet: 100) âyet-i kerîmesi delâlet ettiği gibi, Resûl-i Ekrem Efendimizin : "Hac yolunda ölen bir kimse için her sene mebrûr (içine günâh ye riya karışmamış) bir hac sevabı yazılır." hadîs-i şerifi de buna delâlet etmektedir.
Bir hadis-i şerifde : "Bîr kimse cihâd ederek yahut sınır boyunda muhafız iken ölürse onun etini, kanını yerin yemesi haram olup, cesedi çürümez. Anasından doğduğu gün gibi günâhlarından çıkmadıkça, Cennetteki yerini ve hurilerden olan zevcesini görmedikçe, akrabasından yetmiş kimseye şefaat etmedikçe o kimse dünyadan çıkmaz. Sınır boyundaki muhafızlık sevabı kıyamete kadar devam eder." buyurulmuştur. Bu hadîs-i şerifden "Sınır boyunda muhafız iken ölen kimsenin kabrinde şehidler gibi diri olup kendisine rızkının devam edeceği" anlaşılmaktadır.
"Kabir azabından emin olur ilh..." Bîr çok âlimler, bu hadîs-î şerifi delil göstererek: "Şehidlere kabir suali olmadığı gibi, düşman sınırında muhafız iken ölen kimseye de kabir suali yoktur," demişlerdir.
METİN
Cihâda ilk önce müslümanların başlaması -düşman başlamasa bile- farz-ı kifâyedir. Cenaze namazı selâm alma gibi başka bir şey dolayısıyla farz kılınan her şey farz-ı kifâyedir. Müslümanların bir kısmı tarafından düşmanın şerri defedilirse cihâd farz-ı kifaye, defedilemezse farz-ı ayn olur.
Zannederim ki, farz-ı kifâyenin beyanını musannifin ilende gelecek olan "Düşman hücum ederse farz-ı ayn olur." ifadesinin üzerine takdim etmesi kifâye kısmının çok olmasındandır.
Müslümanların savaşabilmesi için, savaşın önce düşman tarafından başlatılmış olmasını gerekli kılan Allah-ü Teâlâ´nın:
"Eğer düşmanlar sizi öldürürlerse siz de onları öldürün." (Bakara Sûresi, âyet: 191) kavl-i kerîmi ve "eşhürü´l-hurum" denilen Receb, Zilkâ´de, Zilhicce ve Muharrem aylarında savaşın haram olması:
"Müşrikleri, onları nerede bulursanız öldürün." (Tevbe Sûresi, âyet: 5) gibi umum ifade eden âyet-i kerîmelerle neshedilmiş (hükmü kaldırılmış) tır.
Köle ve kadın bile olsalar müslümanların bir kısmı tarafından bu cihâd yapılırsa, diğer bütün müslümanlardan düşer. Şayet hiç bir vakitte hiç bir kimse tarafından cihâd vazifesi yapılmazsa, terk etmeleri sebebiyle mükellef kimselerin hepsi günahkâr olur. Bundan, meselâ Anadolu halkının cihâd etmesiyle Hindistan ahâlisinden farzıyyetîn düşeceğianlaşılmasın. Çünkü düşmanın şerri defedilinceye kadar sırasıyla yakın bulunan beldelerdekî müslümanlara cihâd farz olur. Müdafaa ancak bütün müslümanların savaşmasıyla olursa namaz, oruç gibi cihâd da mükellef olan bütün müslümanlara farz-ı ayn olur. Bir cenazeyi techîz ve tekfin etmek de bunun gibi sırasıyla yakın bulunan beldelerdekî müslümanların üzerine lâzımdır. Bu bahsin tamamı Dürer´dedir.
İZAH
"Farz-ı kifâyedir ilh..." Eddürü´l-Müntekâ´da zikredilmiştir ki, hükümdarın her sene bir veya iki defa dar-ı harbe seriyye göndermesi vâcibtir. Halkın da hükümdara bu hususta yardımcı olmaları lâzımdır. Hükümdar seriyye göndermezse kendisi günahkâr olur. Hükümdar üzerine seriyye göndermenin vâcib olması, gönderdiği seriyyenin düşmana üstün geleceği kanaatında bulunduğu takdirdedir. Yoksa cihâd yapılması mubah olmaz. Ama iyiliği emretmek bunun gibi olmayıp tesiri olsun veya olmasın terk edilmez.
"Müslümanların bir kısmı tarafından düşmanın şerri defedilirse ilh.." Yani hudutlardan birinde çıkan bir harbi önlemek için orada bulunan İslâm kuvveti kifayet ettiği takdirde cihâd farz-ı kifâye olup bütün müslümanların silâh altına alınmasına lüzum görülmez. Eğer harp sahasında bulunan İslâm kuvveti kifayet etmezse, harp mıntıkasında ve civarında bulunan bütün efrad harp için seferber haline getirilir ve cihâd bir farz-ı ayn olur.
"Allah-ü Teâlâ´nın... kavl-i kerimi ilh..." Cihâdı emreden âyet-i kerimeler şu tertip üzere indirilmiştir:
Peygamber Efendimizin ilk vazifesi tebliğden ve Cenab-ı Hakk´a eş koşanlardan yüz çevirmekten ibaretti. Nitekim Allah-ü Teâlâ:
"Şimdi sen ne ile emrolunuyorsan (kafalarını çatlatırcasına) apaçık bildir." (Hicr Sûresi, âyet: 94) buyurmuştur. Sonra İslâm dinine güzellikle ve tatlılıkla davet emredilmiştir. Nitekim Allah-ü Teâlâ :
"(İnsanları) Rabbinin yoluna hikmetle güzel öğütle davet et! Onlarla mücadelenin en güzelini yap." (Nahl Sûresi, âyet: 125) buyurmuştur.
Bundan sonra savaşa izin verilmiştir. Nitekim Allah-ü Teâlâ;
"Kendilerine karşı harb açılan Müslümanlara zulme uğradıkları için cihâda izin verilmiştir." (Hac Sûresi, âyet: 39) buyurmuştur.
Daha sonra düşman harb açtığında onlara karşı koymakla emrolundu. Nitekim Allah-ü Teâlâ :
"Düşmanlar sizi öldürürlerse siz de onları öldürün." (Tevbe Sûresi, âyet: 5) buyurmuştur.
Bundan sonra haram olan aylar geçmek suretiyle cihâd emredildi. Nitekim Allah-ü Teâlâ:
"(Dokunulması) haram olan aylar çıktığı zaman, artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün." (5) buyurmuştur.
En sonra bütün zamanlarda ve bütün mekân (yer) larda cihâd farz kılındı. Nitekim Allah-ü Teâlâ:
"Size harb açanlarla Allah yolunda siz de muharebe edin. Fakat aşırı gitmeyin. Şübhesiz ki Allah aşırı gidenleri sevmez." (Bakara Sûresi, âyet: 190) buyurmuştur. Bu bahsin tamamı Es-Siyerü´l-Kebîr şerhindedir.
"Müslümanların bir kısmı tarafından bu cihâd yapılırsa ilh..." Yani cihâd ölüyü yıkamak, kefenlemek, cenaze namazını kılmak ve selâm almak gibi farz-ı kifâyeler, mükelleflerin hepsine birden farz kılınmıştır. Bundan dolayı farz-ı kifâye bir kısım müslümanlar tarafından yapıldığı takdirde diğer müslümanlardan düşer. Çünkü farz-ı kifâyeden maksad yapılmasıdır. Mükelleflerden hiç biri bunu yapmazsa, bunu bilen ve mükellef olan bütün müslümanlar günahkâr olur.
Farz-ı ayın böyle değildir. Çünkü farz-ı ayın mükellef olan müslümanlardan her biri üzerine ayrı ayrı farz kılınmıştır. Bundan dolayı farz-ı ayın bir kısım müslümanlar tarafından yapıldığı takdirde diğerlerinden düşmez. Bunun için farz-ı ayın, farz-ıkifâyeden efdaldır.
METİN
Cihâd, küçük çocuğa farz değildir. Ana ve babaya itaat etmek farz olduğu için ana ve babasından her ikisi veya birisi hayatta olan mükellef kimseye de cihâd farz değildir. Resûl-i Ekrem Efendimiz, cihâda gitmek isteyen Abbâs b. Mirdâs´a: "Anandan ayrılma! Çünkü Cennet ananın ayağının altındadır." buyurmuşlardır. Sirâc. Yine Sirâc´da zikredilmiştir ki, bir kimse tehlikeli bir sefere ancak anası ve babasının izni ile çıkabilir. Ama tehlikeli olmayan bir sefere onlardan izinsiz çıkabilir, ilim tahsili için de izinsiz çıkabilir.
Efendisi ile kocasının hakları şer´an önce geldiği için köleler ile kadınlara cihâd farz değildir. Bundan anlaşılan, kocasının izin verdiği kadın ile kocası olmayan kadınlara cihâdın farz olmasıdır.
Şarih der ki: Şümunnî; "Kadınlara cihâdın farz kılınmamasının sebebi, bünyelerinin zayıf olmasıdır." demiştir. Bahır´da zikredilmiştir ki, kocasının emrettiği şeyin vâcib olması nikâh ve nikâh ile ilgili hususlardadır, yoksa her şeyde değildir.
Kör, topal, eli ve ayağı kesilmiş kimselere de cihâd farz değildir. Çünkü bunlar âcizdirler.
Borçlu kimselere de alacaklılarının hatta kendilerinin emri ile kefil olan kefillerinin -her ne kadar kefaletleri nefislerine ise de- izni bulunmaksızın cihâd farz olmaz. Tecnîs, Nehir. Borçlunun alacaklısından veya kefilinden izinsiz çıkamaması, borcu vadesiz olduğuna göredir. Eğer borcu vadeli ´Olup vadesi gelmeden önce döneceğini bilirse Cihâda çıkması caizdir. Bulundukları beldede kendilerinden daha fakîh ve âlimi bulunmayan kimselere de cihâd farz değildir. Böyle âlimler farz olmayarak cihâda gidecek olsalar kendilerine cihâd etmek caiz değildir. Çünkü o belde halkının din cihetinden zayi olma korkusu vardır. Bezzâziye sahibi: "Böyle fakîh ve âlim olan kimselerin farz olan hac seferkiden başka hiç bir sefere çıkmaları caiz değildir." demiştir. Zira bilenlere gizli değildir ki, fakîh ve âlimlere farz olan cihâd seferinin caiz olmamasından, ticaret gibi nafile seferin caiz olmaması evleviyetle sabit olur.
İZAH
"Cihâd küçük çocuğa farz değildir ilh..." Zahire´de zikredilmiştir, ki, babanın erginlik çağına yaklaşmış olan çocuğuna -her ne kadar öldürüleceğinden korksa bile- cihâda izin vermesi caizdir. Sadî: "Çocuğunun öldürülmesinden korkmadığında izin vermesi caizdir. Öldürülmesinden korkarsa izin vermesi caiz değildir." demiştir. Nehir.
"Ana ve babasından her ikisi veya birisi hayatta olan mükellef kimseye de cihâd farz değildir ilh..." Bu ifadeden "mükellef olan evlâdını cihâda göndermeyen ana ve babanın günahkâr olmayacağı" anlaşılmaktadır. Eğer günahkâr olsalar evlâdın cihâda gidip onları günâhdan kurtarması lâzım olurdu. Yani müslümanların bir kısmı tarafından düşmanın şerri defedilirse cîhâd farz-ı kifâye olur. Evlâdlarının ayrılığından sıkıntıya düşecek olan ana-babanın evlâdını böyle bîr cihâddan menetme hakkı vardır. Aynı hak her ikisi veya birisi kâfir olan ana-baba için de vardır. Ancak kâfir olan ana-baba kendi dindaşlarını, müslüman olan evladlarını öldürmesini hoş görmediği için ona mâni olmak isterlerse, onların sıkıntıya düşüp ölmelerinden korkmadıkça onlara itaat etmez. Fakir olup bakıma muhtaç olan ana-babaya -kâfir olsa bile- hizmet etmek evlâdı üzerine farz-ı ayndır. Farz-ı kifâye sevabını elde etmek için farz-ı aynı terketmek doğru değildir.
Anası babası ölen bir kimsenin babasının babası ile anasının anası kendisine cihâd için izin verip anasının babası ile babasının anası izin vermese, cihâda gitmesinde bir beis yoktur. Çünkü ana-baba öldüğünde, babanın babası ile ananın anası ana-baba yerine geçer. Ananın babası ile babanın anası yabancı hükmündedir. Ancak babanın babası ile ananın anası olmadığında ananın babası ile babanın anası ana baba yerine geçer, fakat hepsinin izniyle çıkması müstehabdır.
Anasının anası ile babasının anası bulunan bir kimsenin cihâda gidebilmesi için anneannesinin izin vermesi lâzımdır. Çünkü çocuğa bakma hususunda anneanne, babaanneden önce gelir. Babası ile babaannesi bulunan bir kimsenin cihâda gidebilmesi için babaannesinin izin vermesi lâzımdır. Çünkü babaanne anne gibidir. Zira bakma hakkı onundur.
Zevcesi, çocukları, kardeşlen, amcaları bulunan bîr kimsenin bunlardan izinsiz cihâda çıktığı takdirde zayi ve telef olacaklarından korkarsa izinsiz çıkamaz. Es-Siyerü´l-Kebîr Şerhi.
"Ama kendisinde tehlike olmayan bir sefere ilh." Yani ticaret, hac ve umre seferleri gibi kendisinde tehlike bulunmayan seferlere, anası ve babasının sıkıntıya düşmesinden korkmadıkça onlardan izinsiz çıkması caizdir.
"İlim tahsili için de izinsiz çıkabilir ilh..." Yani bir kimsenin yolda emniyet bulunup anası ve babasının da sıkıntıya düşmesinden korkmadıkça onlardan izinsiz ilim tahsili içîn çıkması caizdir.
"Çünkü bunlar âcizdirler ilh..." Nitekim Allah-u Teâlâ´nın, "Köre (cihâddan geri kalmak hususunda) vebal yok, topala vebal yok, hastaya vebal yok." (Fetih Sûresi, ayet: 17) kavl-i kerîmi özür sahiblerî hakkında nazil olmuştur. Bu âyet-i kerîmede her hangi bîr sebebden dolayı cihâda gitmekten âciz olan kimse üzerine cihâdın farz olmadığına işaret vardır Zeylaî.
"Borçlu kimselere de ilh..." Yani borçlu bîr kimsenin borcuna yetecek kadar malı bulunmadığında alacaklısından izinsiz cihâda gitmesi caiz değildir. Çünkü kendisine alacaklının hakkı teallûk etmektedir. Eğer kendisine alacaklısı cihâda gitmesi için izin verip fakat alacağından berî kılmasa, borçlunun cihâda gitmeyip borcunu ödemesi müstehabdır. Çünkü kul hakkı olan borcunu ödemesi cihâda gitmekten daha evlâdır. Şayet cihâda giderse bunda da bir beis görülmemiştir. Alacaklısı gâib olup borcuna kâfi malı mevcud olan bir borçlu vefatı halinde terekesinden borcunu ödemek üzere birini vasî teayyün ettikten sonra cihâda gidebilir. Çünkü, bu takdirde alacaklının hakkı korunmuş olur. Eğer borcuna kâfi malı bulunmazsa cihâda gitmeyip borcunu ödemesi lâzımdır.
Keza emânet sahibi gâib olup yanında emânet bulunan kimse emâneti sahibine yermek üzere bir kimseyi vasî tâyin edip emâneti bu vasîye tealim ettikten sonra cihâda çıkabilir. Tecnîs, Zahire. Bahır.
"Kefaletleri nefislerine ise de ilh..." Yani bir kimse bir şahsın nefsine kefil olsa o kimsenin o şahsı seferden menetmesi caizdir. Nehir.
"Eğer borcu vadeli olup ilh..." Yani vadeli borcu olan kimsenin vadesi gelmeden önce cihâddan döneceğini bilirse cihâda gitmesi caizdir. Fakat cihâda gitmeyip borcunu ödemesi efdaldır. Zahire.
METİN
Düşman İslâm memleketine hücum ederse cihâd farz-ı ayn olur. Artık her ne kadar izinsiz olsa bile bütün müslümanların cihâda çıkması lâzım gelir. Zevcesini cihâda çıkmaktan men eden zevç gibi kimseler günahkâr olur. Zahire.
Cihâdın farz olması için başka bir kayıd daha lazımdır ki, kuvvet ve kudrettir. Buna göre tedavi edilemiyen ağır hastalar cihâda çıkmaz. Ama çıkmaya kadir olup cihâda kudreti olmayan kimselerin ordunun kalabalığını artırmak ve düşmanı korkutmak için çıkmaları münasibdir. Fetih.
Sirâc´da zikredilmiştir ki, cihâdın vâcib olması için silâh kullanmaya kudretin bulunması şarttır, yolun emniyeti şart değildir. Savaştığı takdirde öldürüleceğini, savaşmadığı takdirde esir edileceğini bilen kimsenin savaşması lâzım gelmez.
Cihâda çıkılmasını bildiren ve hükümdar tarafından nida eden kimsenin haberleri -her ne kadar fâsık olsalar bile- kabul edilir. Çünkü bu gibi haber derhal yayılıp duyulur.
Beytülmâlde gazilere sarfedilecek gerek ganimet malı gerekse başka yerden toplanan mal var iken hükümdarın insanlardan cihâd için mal alması mekrûhdur. Dürer. Sadru´ş-Şeria. Beytülmâlde gazilere sarfolunacak mal bulunmazsa, düşmanların şerrini defetmek için hükümdarın halktan para alması mekruh değildir.
Düşmanı çember içerisine alırsak onları müslümanlığa davet ederiz. Müslüman olurlarsa ne a´lâ, olmazlarsa cizye ehlinden iseler cizye vermeye davet ederiz. Cizyeyi kabul ederlerse, bizim lehimize olan adaletle muamele onların da lehine, bizim aleyhimize olan ceza ile muamele onların da aleyhinedir.
İZAH
"Düşman İslâm memleketine hücum ederse ilh..." Yani düşman İslâm beldelerinden bir beldeye ansızın girerse, cihâd farz-ı ayn olur. Bu hale "nefîr-i âmm" denilir. "İhtiyar" adlı kitabta: "Nefîr-i âmm; bütün müslümanlara muhtaç olunmasıdır." diye tarif edilmiştir.
"Bütün müslümanların cihâda çıkması ilh..." Yani kadınlar kocalarından, köleler efendilerinden, borçlular alacaklılarından izinsiz çıkarlar, imam Serahsî: "Nefîr-i âmmede cihâd edebilecek baliğ olmayan çocukların cihâda çıkıp savaşmalarında -her ne kadar ana-babaları razı olmasa bile - bir beis yoktur." demiştir.
"Cihâdın vâcib olması için ilh..." Yani bir kimseye cihâdın vâcib olması için silâh kullanmaya kudretinin bulunması, erzaka ve gideceği yer sefer müddet kadar olursa bineğe mâlik olması şarttır. Harb olduğunu bilmesi de şarttır. Kâdîhân, Kuhistânî.
"Savaşması lâzım gelmez ilh..." Bu ifadede "öldürülünceye kadar savaşmasının caiz olduğuna" işaret vardır.
Es-Siyerü´l-Kebir Şerhinde zikredilmiştir ki, öldürme yahut yaralama yahut hezimete uğratma gibi bir şey yaptıktan sonra kendisinin öldürüleceğini bilen bir kimsenin tek başına düşmana hücum etmesinde bir beis yoktur. Nitekim Uhud Muharebesinde Peygamberimizin huzurunda ashab-ı kiramdan bir cemaat böyle yapmıştır. Peygamberimiz (SAV.) onları bu yaptıklarından dolayı medhetmiştir. Ama düşmana hiç bir suretle zarar vermeden kendisinin öldürüleceğini bilen bir kimsenin düşmana hücum etmesi caiz değildir. Çünkü bu şekilde saldırmada dine hizmet yoktur. Fakat şer´an susması için her ne kadar ruhsat var ise de kendisini öldüreceklerini bilen bir kimsenin fâsık olan müslümanları fena fiillerinden nehyetmesinde bir beis yoktur. Çünkü müslümanlar fâsık olsalar bile kendilerine emreden kimsenin emrettiği şeyin hak olduğuna inanırlar. Bu yüzden öldürdükleri kimsenin öldürülmesi içlerinde derin tesir bırakır.
"Hükümdarın insanlardan cihâd için mal alması mekrûhdur ilh..." Çünkü böyle bir şey almak ücrete benzer. Cihâdda ücret almak haramdır, ücrete benzeyen şey de mekrûhdur. Zira zaruret yoktur, Beytülmalde bulunan mal müslümanların ihtiyacı için hazırlanmıştır. Buradaki kerahat, kerahat-ı tahrimiyyedir. Çünkü Fetih´de: "Taat üzerine ücret haramdır, ücrete benzeyen şey ise mekrûhdur." denilmiştir.
"Düşmanın şerrini defetmek için ilh..." Yani beytülmalde mal bulunmazsa hükümdarın zenginlerden mal alması mekruh değildir. Çünkü umumi zararı defetmek için hususi zarar ihtiyar olunur.
TENBİH: Nefsiyle, malıyla cihâd edebilecek kimsenin gerek beytülmalden gerekse başkasından bir şey alması lâyık ve münasib değildir. Malı bulunup cihâda çıkmaktan âciz olan kimsenin kendi yerine malıyla başkasını göndermesi lâzımdır. Malı bulunmayıp harbe gidecek kudrette olan kimseye gelince: Hükümdar kendisine beytülmaldan kifayet edecek kadar verirse, başkasından bir şey alması lâyık değildir. Cihâda gitmeyen bir kimse bir şahsa hitaben: "Benim yerime cihâd etmen için şu malı al." dese caiz olmaz. Çünkü bu cihâd üzere kiralamaktır. Cihâd bir vecibe olduğundan bunun ifası için ücret alınamaz. Ama "şu malı al bununla cihâd et" dese bu caizdir. Fakir olup cihâda gitmesi için kendisine para verilen kimsenin verilen paradan bir mikdarını çoluğuna çocuğuna nafaka olarak bırakması caizdir. Çünkü çotuğunun çocuğunun nafakasını bırakmadan cihâda gitmesi doğru değildir. Bu bahsin tamamı Bahır´dadır.
"Müslüman olurlarsa ilh..." Yani Kelime-i Şehadet getirerek müslümanlığı kabul ederlerse cihâda son verilir. Düşman hristiyan veya yahudi olursa, müslüman olmaları için dinlerinden beri olmaları lâzımdır. Müslümanlık, kelime-i şahadeti söyleyerek kaville olduğu gibi, cemaatla namaz kılma, hac etme gibi fiil ile de olur. Bu bahsin tamamı Bahır´dadır.
"Cizye ehlinden iseler ilh..." Yani mürted ve arap müşriklerinden değillerse kendilerinden cizye kabul edilir. Nitekim beyanı cizye bahsinde gelecektir. Nehir´de zikredilmiştir ki, çember içine aldığımız düşman cizye ehlinden olup cizyeyi kabul ettiklerinde hükümdar onlara cizyenin mikdarını ve ne zaman üzerlerine vâcib olacağını zengin olanlarla fakir olanların verecekleri cizye mikdarını açıklar.
"Cizyeyi kabul ederlerse bizim lehimize olan ilh..." Yani biz onların can)arına, mallarına dokunursak bizim birbirimize dokunduğumuzdaki vâcib olan ceza ne ise o ceza tatbik olunur. Onlar bizim malımıza, canımıza dokunduklarında bize tatbik edilen ceza onlara da tatbik edilir.
Bahır´da zikredilmiştir ki, onların şarap ve domuz üzerine yaptıkları akidler, bizim şıra ve köyün üzerine yaptığımız akidler gibidir. Zimmî (İslâm memleketinde oturan gayr-i müslim) hadler ve kısas ile muahaze olunur. İçki haddiyle muahaze olunmaz. Nikâh bahsinde geçtiği üzere nikâhın mehirsiz yahut şâhidsiz yahut iddet içinde caiz olacağına inansalar kendi inançları üzerine bırakılırlar.
METİN
"Bizim lehimize ve aleyhimize olan muameleler" kaydı ile ibâdet ve taatları tariften çıkar. Çünkü kâfirler, biz Hanefilere göre ibâdetle muhatab değillerdir. Bunu Hz. Ali (R.A)´nin: "Kâfirler cizyeyi ancak canları canlarımız gibi, malları mallarımız gibi olması için vermişlerdir." sözü te´yid eder.
İslâm dinine davet, kendilerine erişmemiş olan kimselerle davet etmeden önce cihâd etmemiz helâl, ve meşru değildir. Zamanımızda İslâm dinine davet her ne kadar doğuda ve batıda yayılmış ise de, fakat şübhe yok ki Allah´ın beldelerindeİslâm dinine şuur ve ilmi olmayan kimseler de vardır.
Beyan edilmedik bir mesele kaldı şöyle ki: Kâfirlerden kendilerine İslâm dinine davet erişmiş fakat cizyeye davet erişmemiştir. Tatarhâniyye´de: "Böyle kimseler cizyeye davet edilmedikçe kendileriyle cihâd edilmesi lâyık değildir." diye zikredilmiştir.
İslâmiyet kendilerine ulaşmış olan kimseleri de yeniden İslama davet etmek mendûbtur. Ancak davetimiz, onların bize karşı hazırlanmaları veya kaleye girmeleri gibi bir zararı gerektirirse - bu zannı galiple olsa bile - artık böyle bir davet mendûb olmaz. Fetih.
Cihâd edeceğimiz kâfirleri önce İslâmiyete davet ederiz, kabul ederlerse ne a´lâ. Etmezlerse, cizye ehlinden iseler cizyeye davet ederiz. Cizyeyi kabul ederlerse cihâd etmeyiz. Cizyeyi de kabul etmezlerse Allah-ü Teâlâ´dan yardım dileyerek onlarla cihâd ederiz. Cihâd sırasında düşmanın kendileri, meyvalı olsa bile ağaçları, ekinleri mancınıkla, yakıcı maddeler ile, su ile ve diğer vasıtalarla tahrib ve imha edilebilir. Ancak böyle yakıcı, yıkıcı aletleri kullanmadan zafer elde edileceği bilinirse bunları kullanmak mekrûhdur.
Düşman, esir aldıkları müslümanları siper edinmiş olsa, siper edinilen müslümanları değil bilâkis onların arkasında saklanan düşman kasdedilerek harbe devam edilir. Bunun neticesinde siper edinilen müslümanlar şehid edilseler, şehid eden müslümanlara diyet ve keffâret lâzım gelmez. Çünkü farzların yerine getirilmesi ödemeyle beraber olmaz.
İçinde müslüman veya zimmî bulunan bir beldeyi hükümdar fethettiğinde o belde halkından hiç birinin öldürülmesi asla helâl değildir. Eğer o beldede bulunan müslüman veya zimmînin sayısı kadar insan çıkarılsa bu takdirde geri kalanların öldürülmesi helâldir. Çünkü çıkarılanların müslüman veya zimmî olmaları ihtimali vardır. Mushaf-ı şerif, fıkıh kitabları, hadîs kitabları ve kadın gibi kendilerine tazim etmek vâcib, hafif ve hakir görmek haram olan şeylerle cihâda çıkmak yasak edilmiştir. Esah olan kavle göre, yaralıları tedavi için olsa bile yaşlı kadınların ve cariyelerin de çıkarılmaları yasakdır. Bunların yasak olmalarına delil Müslim-i Şerif´deki: "Kur´ân-ı azimüşan ile düşman toprağına yolculuk etmeyiniz." hadîs-i şeriftir. Fakat bunların emniyet ve selâmet bulunan ceyş (ordu) ile beraber çıkarılması mekruh değildir. Bununla beraber yaşlı kadınların ve cariyelerin çıkarılması evlâdır.
Müste´men (pasaportlu) olan bir müslümanın, arada anlaşma bulunan ve ahitlerinde duran kâfir memleketine Mushaf-ı şerifle gitmesi caizdir. Çünkü bu halde onların müslümana dokunmaması gerekir. Hidâye. Kâfirlerle yaptığımız ahdi bozmak, taksim edilmeden önce ganimete hıyanetlik etmek, zafer kazanıldıktan sonra kâfirlerin burun ve kulaktan gibi azalarını kesmek şer´an yasaktır. Ama zafer kazanılmadan, harb devam ederken burun ve kulaklar gibi âzalarının kesilmesinde beis yoktur. İhtiyar.
Savaşta kadınlar, çocuklar, deliler, harbde bağırıp çağıramayacak ve çocuğu olmayacak derecede yaşlı olanlar - bunlar mürted olsa bile- körler, topallar, kötürümler, bunamışlar, insanlara karışmayan rahipler ve kilise hademesi öldürülmez. Ancak bunlardan biri kral yahut savaşabilir yahut harbde rey sahibi olur yahut mal sahibi olup malıyla savaşa yardım ederse öldürülür.
Bir müslüman mücahid bu öldürülmeyecek kâfirlerin birini öldürürse, diğer günâhlar gibi kendisine ancak tevbe ve istiğfar lâzım gelir. Çünkü kâfirin kam ancak eman (pasaport) ile değerli olur da öldürüldüğünde diyet lâzım gelir. Bunda ise eman mevcud değildir. Bu öldürülmeleri helâl olmayanları müslümanlar dar-i harbde bırakmayıp ganimeti çoğaltmak için onları İslâm memleketine getirirler. Bahsin tamamı Sirâc´dadır.
Düşmanın öfkesini artırmak için, içlerinden öldürülmüş olan ileri gelenlerin başlarını kesip, müslümanlar tarafına getirerek teşhir etmekte bir beis yoktur. Bununla o öldürülen kâfirlerin şerlerinden kurtulmuş olduğuna dair müslümanların kalblerinde bir kanaat hâsıl olarak gönüllerinin hoş olmasına sebeb olur. Nitekim Abdullah b. Mes´ûd (R.A.) Bedir Muharebesinde Ebû Cehil´in başını Resûlullah´ın huzuruna getirerek: "Yâ Resûlallah! Bu, senin düşmanın Ebû Cehil´in başıdır." demiş, bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz: "Allahüekber! İşte bu, hem benim hem de Ümmetimin firavunudur. Bunun benim ve ümmetim üzerine fer ve zararı, Firavun´un Hz. Musa (A.S.) ve ümmeti üzerine şer ve zararından daha şiddetli idi." buyurdular. Ebû Cehil´in başının kesilip huzuruna getirilmesini men ve inkâr etmediler. Zahîriyye.
Mal aramak için düşmanın kabirlerini açmakta bir beis yoktur. Tatarhâniyye. Hâniyye´de: "Kâfirlerin kabirlerinin açılmasında bir beis yoktur." diye zikredilmiştir. Bu ifade, zimmîlerin kabirlerinin açılmasına da şâmildir.
İZAH
"Çünkü kâfirler biz Hanefilere göre ibâdetle muhatab değillerdir ilh..." Menar´ın şerhinde zikredilmiştir ki, kâfirler imân ve ukubât (cezalar) ile muhatabdırlar, fakat içki haddi (cezası) ve muameleler ile muhatab değildirler.
İbâdete gelince: Semerkantlı âlimlere göre kâfirler ibâdetle gerek eda ve gerekse i´tikâd cihetinden muhatab değildirler. Buhârâlı âlimlere göre kâfirler ibâdetle yalnız eda cihetinden muhatab değildirler. Iraklı âlimlere göre kâfirler ibâdetle hem eda hem de i´tikâd cihetinden muhatabdırlar. Mu´teber olan kavil de budur.
"Sözü te´yid eder ilh..." Yani cizyeyi kabul eden kâfirlere ukubât ve muameleler hususunda biz müslümanlara tatbik edilen hükümler tatbik edilir. Fakat onlar imân edip ibâdet yapmadıktan için her ne kadar âhirette kendilerine azab edilecek ise de müslümanlar onlardan imân edip ibâdet yapmalarını isteyemez.
"Helâl ve meşru değildir ilh..." Yani İslâm dinine davet kendilerine ulaşmamış olan kimselerle müslümanlığa davet olunmadan önce harb etmek caiz değildir, İslâm dini kendilerine ulaşmayan kimselerin cihâddan önce İslâm dinine davet edilmeleri lâzımdır. Tâ ki müslümanların menfaat uğrunda harb etmediklerini bilsinler, böyle kimseler çok defa İslâm dinini kabul ederler. Müslümanlar böyle kimseleri İslama davet etmeden harbe başlarlarsa günahkâr olurlar. Bu günâhlarından dolayı kendilerine ancak tevbe ve istiğfar lâzım gelir, diyet ve keffâret lâzım gelmez. Çünkü öldürdükleri kimseler din veya İslâm memleketiyle korunmuş değildirler. Bunların öldürülmeleri, kâfir olan kadınların ve çocukların öldürülmeleri gibidir.
"Mancınıkta ilh..." Yani mancınık kurarak düşman kalelerini tahrip ve imha ederiz. Çünkü Peygamberimiz Tâif´i muhasara ettiklerinde mancınık kurarak savaşmışlardır. Mancınık, kendisiyle büyük taşlar atılan bir âlettir. Zamanımızda modern silâhlar icad edildiği için buna ihtiyaç kalmamıştır.
"Düşmanın kendileri ilh..." Yani düşmanın bizzat kendilerinin mancınık ve yakıcı maddelerle yakılması caiz olunca yurtlarının mallarının yakılması evleviyetle caiz olur. Gerek düşmanın gerekse yurtlarının ve mallarının yakılması zaferi elde etmek için bundan başka çare bulunmadığı takdirdedir. Eğer yakılmadan zafer kazanma imkânı olursa, yakmak asla caiz değildir. Çünkü yakmada kadınların, çocukların ve onların yanında bulunan müslüman esirlerin de imhası vardır.
"Ceyş (ordu) ile beraber çıkarılması ilh..." İmam-ı Azam´a göre ceyş; en az dört yüz neferden müteşekkil bir askeri kıtadır. Seriyye ise; en az yüz neferden müteşekkil bir askeri bölükdür. Hâniyye´de: "Seriyye, iki yüz neferden bir askeri koldur." diye yazılıdır. Şeyh Ekmeliddin: "İbn-i Ziyad´ın seriyye en az dört yüz neferden, ceyş ise en az dört bin neferden teşekkül eder, demesi doğru değildir." demiştir.
Fetihd´e zikredilmiştir ki, oniki bin kişi büyük bir ordu sayılır. Çünkü Peygamberimiz: "Oniki bin kişi azlıktan dolayı mağlup olmaz." buyurmuşlardır.
Ben derim ki: Oniki bin kişilik bir ordu mağlup olmaz, eğer mağlup olursa zamanımızdaki kumandanların hıyaneti yüzünden mağlup olur.
TETİMME: Hâniyye´de zikredilmiştir ki, oniki bin kişilik bir İslâm ordusunun her ne kadar düşman ordusu daha fazla olsa bile kaçması lâyık değildir. Velhasıl mağlup olacağını bilirse kaçmada bir beis yoktur. Silâhı bulunmayan bir müslümanın silâhlı olan iki düşmandan kaçmasında bir beis yoktur. İmam Muhammed´in bir kavline göre kuvvetli olan bir müslümanın iki kâfirden, yüz müslümanın iki yüz kâfirden kaçması mekrûhdur. Fakat bir müslümanın üç kâfirden, yüz müslümanın üç yüz kâfirden kaçmasında bir beis yoktur.
"Yaşlı kadınların ve cariyelerin ilh..." Fetih´de zikredilmiştir ki, yaralıları tedavi, su dağıtmak için genç kadınların değil yaşlı kadınların çıkarılması evlâdır. Cinsî yakınlık için hür kadınların değil cariyelerin çıkarılması evlâdır.
"Harb devam ederken burun ve kulaklar gibi azaların kesilmesinde beis yoktur ilh..." Fetih´de zikredilmiştir ki, harb sırasında, bir müslüman kılıcıyla bir kâfire vurup kulağını kesebilir, ikinci sefer vurup gözünü çıkarabilir, üçüncü sefer vurup elini kesebilir, dördüncü sefer vurup burnunu kesebilir. Bir müslüman, harb devam ederken bir kâfiri yakaladığında onun azalarını kesmeyip doğrudan doğruya öldürür.
TENBİH: Sahih-i Buharı ile Sahih-i Müslim´de ve diğer mu´teber hadîs kitablarında harb halinde kâfirlerin âzalarının kesilmesi yasaklanmıştır.
Bir kimse bir cemaat üzerine cinayet işleyip birinin burnunu, diğerinin kulaklarını, başka birinin ellerini, öbürünün ayaklarını, daha başka birinin de gözlerini çıkarsa, bu cani kimseden her biri için kısas alınırken bir önce yapılan kısasın yerinin iyi olması beklenir. Bir kimse bir şahsın azalarını kestikten sonra öldürse, bu cani kimsenin azaları kesilmeyip doğrudan doğruya öldürülür. Fetih.
"Rahip ilh..." Es-Siyerü´l-Kebir´de zikredilmiştir ki, insanlara karışmayan manastırdaki rahipler, kilisedeki hadameler öldürülmez. Keşişler gibi insanlara karışırlarsa öldürülürler. Bazen çıldırıp bazen ayılan deliler her ne kadar harbe katılmasalar bile ayık hallerinde öldürülürler. Cevhere´de zikredilmiştir ki; dilsizin, sağırın, sol eli kesilmiş veya ayaklarından biri kesilmiş olanların öldürülmesi caizdir. Çünkü bunların süvari olarak savaşmaları mümkündür. Keza savaşan kadınların da öldürülmeleri caizdir.
"Bunlardan biri kral ilh..." Peygamber Efendimiz Düreyd b. Sımne´nin harb işlerinde görüşünden istifade edilen bir kimse olduğu için yüzyirmi yaşında ve kör olduğu halde öldürülmesini emretmiştir. Deli, çocuk ve kadın gibi öldürülmeyenlerden birisi savaşırsa öldürülür. Çocuk ve deliler savaşırlarken öldürülür. Kadınlar, rahipler vesaire esir edildikten sonra savaştıkları takdirde öldürülürler. Hükümdar olan kadın, her ne kadar savaşmasa bile öldürülür.
Keza hükümdar olan çocuk da öldürülür. Çünkü hükümdarlarının öldürülmesinde kuvvet ve kudretlerinin kırılması vardır. Cevhere´de: "Hükümdar olan çocuk harb meydanında hâzır olduğunda öldürülür." diye zikredilmiştir.
"Bu öldürülmeleri helâl olmayanları ilh..." Yani öldürülmeleri helâl olmayan kâfirler dar-ı harbde bırakılmayıp İslâm memleketine getirilir. Çünkü onları orada bırakmak müslümanların zararına olur. Meselâ çocuklar büyüyüp harb ederler. Ama savaşamıyacak, çocukları olmayacak, görüşünden istifade edilemeyecek derecede yaşlı olanlar hususunda müslüman hükümdar muhayyer olup dilerse onları dar-ı harbde bırakır. Çünkü onların kâfirlere de faydası yoktur. Dilerse müslüman esirlerle değiştirmek için İslâm memleketine getirir. Çocuğu olmayacak derecede yaşlı olan kadınlar da yaşlı erkekler hükmündedir, insanlara karışmayan ve evlenmeyip manastırlarda yaşıyan rahipler de yaşlı erkekler hükmündedir. Bahır.
METİN
Savaş halinde bir kimsenin kâfir olan aslı (her ne kadar yukarı çıkarsa çıksın babası ve dedeleri) nı öldürmesi caiz değildir. Fakat onları bırakmayıp başkası öldürsün diye oyalar. Eğer onları öldürecek başka birisi bulunmazsa kendisi öldürür. Onları öldürecek başka birisi bulunduğu halde kendisi öldürürse, tevbe ve istiğfar eder, diyetleri lâzım gelmez. Çünkü onların şer´an korunması, lâzım değildir.
Asıl, ferî (her ne kadar aşağı inerse insin oğlu ve torunları) nı öldürmeyi kasdedip, oğlu veya torunları aslını öldürmekten başka çare bulamazsa, bu takdirde öldürmeleri caizdir. Çünkü müslüman olan baba bile oğlunu öldürmek istese, oğlunun kendi nefsinden zararı defetmek için babasını öldürmesi caizdir. Savaş meydanında kâfir olan baba, müslüman olan oğlunu öldürmek isterse, müslüman olan oğlun kendi nefsinden zararı defetmek için kâfir olan babasını öldürmesi evleviyetle caiz olur.
Bir kimsenin hükümdara isyan eden âsiler arasındaki yakın akrabasını öldürmesi caiz değildir. Müslümanların menfaati bulunursa, düşman tarafından veya müslümanlar tarafından mal karşılığında cihâd etmemek üzere sulh yapılması caizdir. Çünkü Allah-ü Teâlâ´nın:
"Eğer (düşman) barışa meylederse sen de ona yanaş." kavl-i kerimi kâfirlerle barış yapılmasının caiz olacağına delildir.
Düşmanla barış yapıldıktan sonra barışın bozulmasında müslümanların menfaati bulunursa, haram olan zulümden sakınmak için, barışı bozduğumuzu kendilerine bildiririz. Çünkü Peygamber Efendimiz Mekke ehline böyle yapmışlardır. Eğer barış yaptığımız düşman hükümdarı hainlik ederse, meselâ onun izniyle askerlerinden bazıları müslümanlara saldırırsa, barışı bozduğumuzu bildirmeksizin kendileriyle savaşırız. Eğer düşman hükümdarının izni olmadan askerlerinden bazıları müslümanlara saldırırsa yalnız onlar hakkında barış bozulmuş olur. -Allah´a sığınırız - bir kavim mürted olup, bir beldeyi elegeçirip yurtlan dar-ı harb olup, onlarla barış yapılmakta menfaat bulunursa mal almadan barış yapılır. Eğer bir ´beldeyi ele geçirmiş olmazlarsa kendileriyle barış yapılması caiz değildir. Çünkü barış yapıldığı takdirde mûrtedleri mürtedlikleri üzere bırakmak vardır. Bu ise caiz değildir.
Kendilerinden mal alınmış olursa geri verilmez. Çünkü bu alınan malın korunması lâzım olmadığından müslümanlar için ganimet olmuş olur. Fakat isyancılardan mal alındığında harb bittikten sonra alınan mal kendilerine geri verilir.
Kâfirlere savaşta kuvvet olacak demir, köle ve at gibi şeyleri satmak veya taşımak -her ne kadar barıştan sonra olsa bile- haramdır. Çünkü Peygamber Efendimiz bunların düşmana satılmasını yasaklamışlardır. Ama yenilecek maddelerin, kumaşın satılması istihsanen caizdir.
İZAH
"Kâfir olan aslını ilh..." Yani savaş meydanında oğlun, kâfir olan babasını öldürmesi caiz değildir. Çünkü yaşaması için babasına bakması oğlu üzerine vâcibtir. öldürmek ise buna zıddır. Aynı zamanda oğlun dünyaya gelmesine babası sebeb olmuştur. Müslüman olan babanın kâfir olan oğlunu öldürmesi caizdir. Keza müslüman olan bir kimsenin kâfir olan kardeşi, amcası ve dayısı gibi akrabalarını öldürmesi caizdir.
"Oğlunun kendi nefsinden zararı defetmek için ilh..." Yani müdafaayı nefis için oğlun babasını öldürmesi -her ne kadar babası müslüman olsa bile- caizdir. Hatta bir baba ile oğul bir seferde iken susuzluktan ölecek derecede susayıp oğlun yanından birisini kurtaracak kadar su bulunsa, babası susuzluktan ölse bile suyu kendisi içer. Müslüman olan bir kimsenin kâfir olan babasının Allah-ü teâlâ veya Peygamber Efendimizin aleyhinde fena söz söylediğini işitse. onu öldürmesi caizdir. Çünkü Ebû Ubeyde b. Cerrah (R.A.)´ın Peygamberimizin aleyhinde fena söz söyleyen babasını öldürdüğü, Resûl-i Ekrem Efendimizin de bunu inkâr etmediği rivayet edilmiştir.
"Düşman tarafından ilh..." Yani müslümanların menfaati bulunursa, düşmandan alınan mal karşılığında savaş yapmamak üzere düşmanla barış yapmak caizdir. Bu barış düşman sahasına varmadan önce yapılırsa onlardan alınan mal haracın ve cizyenin sarf edildiği yere sarf edilir. Ama onların sahasına vardıktan sonra yapılırsa, alınan mal ganimet olup beşte biri beytülmâl için ayrıldıktan sonra geriye kalan mal askerler arasında taksim edilir. Nehir.
"Müslümanlar tarafından ilh..." Yani müslümanlar muzdar durumda bulunurlarsa, bu takdirde mal vererek barış yapmak caizdir. Nehir.
"Barışı bozduğumuzu kendilerine bildiririz ilh..." Düşman hükümdarı barışı bozduğumuzu memleketinin her tarafına duyuracak kadar bir zaman geçmedikçe onlarla cihâd etmemiz caiz olmaz. Hatta barış yapıldığı için kalelerini yıkıp beldelerine dağılmışlar ise zulümde kaçınmak için kalelerine dönüp onları tamir edinceye kadar savaşmamız caiz değildir. Bu. tâyin edilen barış zamanı geçmediği takdirdedir. Tâyin edilen barış zamanı geçtikten sonra dahi bozduğumuzu kendilerine bildirmek lâzım değildir. Muayyen bir zaman cihâd etmemek özere mal karşılığında düşmanla barış yapıp o müddet bitmeden önce barışı bozsak, kalan müddetin hissesi düşmana geri verilir. Çünkü alınan mal harb etmemenin karşılığı olarak alınmıştır. Zeylaî.
"Yalnız onlar hakkında barış bozulmuş olur ilh..." Yani hükümdarlarından izinsiz saldıran düşman askerlerinin kuvveti bulunursa, yalnız kendileri hakkında barış bozulmuş olur, öldürülürler ve esir edilirler. Bir asker hükümdarından izinsiz saldırıp sonra vazgeçse, onun hakkında barış bozulmuş olmaz.
"Mal almadan barış yapılır ilh..." Yani mürted olan kavmin ileride tekrar müslüman olmaları ümid edilirse kendilerinden mal almaksızın barış yapılması caizdir. Çünkü alınan mal cizye mânâsında olacağı için mürtedlerden kabul edilmez. Zaruret zamanında mürtedlere mal vermek suretiyle barış yapılması caizdir. Nitekim yukarıda geçtiği üzere zaruret zamanında kâfirlere bile mal vermek suretiyle barış yapılması caizdir. Şu kadar var ki, mürtedlerle barış yapıldığında müddet tamam olmadan ahdi bozduğumuzu kendilerine bildirmemiz lâzım değildir. Çünkü bunlar tekrar müslüman olmaları için cebrolunur, ama kâfirler cebrolunmazlar.
"Demir ilh..." Yani iğne gibi küçük olsa bile harb için silâh olarak kullanılacak maddelerin düşmana satılması haramdır. Keza ipek gibi demir hükmünde olan şeylerin de satılması mekruhtur. Çünkü ipekten sancak yapılır.
"Köle ilh..." Yani kölelerin düşmana satılması da haramdır. Çünkü köleler gerek müslüman olsun gerekse kâfir olsun düşman yurdunda çoğalıp müslümanlarla harb ederler.
"Taşımak ilh..." Yani satılacak demir, köle ve at gibi şeylerin düşman memleketine götürülmesi de haramdır. Emân (pasaport) ile düşman memleketine giden bir müslüman tacirin satmak istemediği ve düşmanın da dokunmayacağını bildiği silâhını yanında götürmesinde bir beis yoktur. Eğer dokunacaklarını bilirse silâhını götürmez. Hâkimin Kâfîsi´nde zikredilmiştir ki, kılıçla İslâm memleketine gelen bir kâfir onun yerine ok yahut mızrak yahut at satın alsa, götürmesine müsaade edilmez.
Keza kılıcını kendisinden daha iyi bir kılıçla değiştirse yine götürmesi için müsaade edilmez. Eğer değiştirdiği kılıç kendi kılıcı gibi veya kendi kılıcından âdi olursa götürmesi için müsaade edilir.
"İstihsanen caizdir ilh..." Yani yenilecek ve giyilecek maddelerin düşmana satılmasının caiz olması müslümanların bunlara ihtiyacı olmadığı takdirdedir, Bunlara müslümanlar muhtaç olurlarsa satılmaları caiz değildir
METİN
Hür erkeğin veya kadının her ne kadar fâsık yahut kör yahut ihtiyar olsa bile yahut cihâd için kendilerine izin verilmiş çocuk veya köle de olsa eman (emniyete kavuştuğu hakkında düşmana verilen söz yahut yapılan işaret yahut yazılı emannâmeden ibarettir) verdiği kâfirler öldürülmezler. Müslümanlar o emanı bildikten sonra her ne kadar kâfirler o lisanı bilmeseler bile öldürülmezler. Ancak kâfirlerin bu emanı müslümanlardan işitmeleri şarttır. Kâfirler müslümanlardan uzak bir yerde oldukları için emanı işitmezlerse, bu emana itibar edilmez.
Emanın rüknü emanı bildiren şeylerdir. Bu cihetten üç nev´e ayrılır: Açık lâfızla olan eman, "sana eman verdim" yahut "sizin üzerinize bir beis yoktur" gibi. Kinaye lafzıyla olan eman, eman olduğunu zannettiğinde "gelin" denilmesi veya parmakla semaya doğru işaret edilmesi gibi. Yazıyla olan eman, emannâme gönderilmesi gibidir.
Bir kâfir "eman" diye çağırdığında müslümanların kendisine ulaşması mümkün olmayan bir yerde bulunsa bile eman sahih olur. Bir kimsenin kendi çocukları için eman istemesi sahihdir. Fakat ehli için eman istemesi sahih değildir.
Bir kâfir evlâdları hususunda eman istese, emanda oğullarının çocukları dahil olur. Fakat kızlarının çocukları dahil olmaz. Kendilerine eman verilen kâfirlerin üzerine diğer bir İslâm ordusu baskın yapıp mallarını aralarında taksim enikten sonra önceden bunlara eman verildiğini bilseler, o halde öldüren müslümanın üzerine diyet, cinsî yakınlıkta bulunanın üzerine mehr-i misil lâzım gelir. Çocuk babasına tâbi olmakla kıymetini ödemeksizin hür ve müslüman olur. Mallan ve üç hayız gördükten sonra kadınları sahihlerine verilir.
Emânın devamında müslümanların zararı bulunursa hükümdar onu bozar. Faidesiz eman veren kimse te´dîp olunur. Zimmînin, esirin, tacirin, savaştan menedilmiş olan köle ile çocuğun, delinin ve dar-ı harbde müslüman olup İslâm memleketine hicret etmemiş olan kimselerin emanları geçersizdir. Çünkü bunlar savaşmaya mâlik değildirler. Ancak bir zimmîyye eman vermesi için bir müslüman emrettiği vakitte emanı geçerlidir, imam Muhammed´e göre harbden menedilmiş kölenin emanı sahihtir.
Hâniyye´de zikredilmiştir ki, müslümanın kâfir olan mâlikine hizmet! kâfir için emandır. işin hakikatini Allah-ü Teâlâ Hz. bilir.
İZAH
"Eman verdiği kafirler öldürülmez ilh..." Yani hür olan erkek veya hür olan kadın bir kâfire yahut bir kâfir topluluğuna yahut kâfir bir kale ehline yahut kâfir bir şehir ehline eman verse sahih olur ve emandan sonra onların öldürülmesi müslümanlardan hiç bir kimseye caiz olmaz.
Fâsık olsa bile bir müslümanın Kâfirlere verdiği ahit ve emanın bütün müslümanların üzerine geçerli olmasının delili, Peygamberimizin:
"Müslümanların kanları, kısas ve diyette müsavidir. Bütün müslümanlar düşmana karşı bir el gibidir. Yani birbirine yardımcı olmaları vâcibdir. zimmetlerine ednâları da çalışır ve çalışması geçerlidir." hadîs-i şerifidir. Bu hadîs-i şerifdeki "zimmet" ile murad geçici veya devamlı olan ahiddir. Eman ve zimmet akdi de budur. Yine hadîs-i şerifdeki "ednâ" lâfzı ile eğer: "Velâ ednâ zâlike velâ ekser" (Mücadele Sûresi, âyet: 7) nazm-ı kerîminde vâki olduğu gibi çoğun mukabili olan en az mânâsınaalınırsa, bir kişinin emanının sahih olduğuna delildir ve eğer: "Fekâne kabe kavseyni ev ednâ" (Necm Sûresi, âyet: 9) kavl-i şerifinde olduğu gibi yakınlık mânâsına olan «dünüvv" den alınmışsa denaet (adilik) vasfı müslümanlardan ancak fâsıka nisbet olunmak lâyık olduğu için fâsıkın emanının sahih olduğuna delildir. Es-Siyerü´l-Kebir Şerhi.
"Müslümanlar o emanı bildikten sonra ilh..." Yani müslümanlar o lâfzın eman olduğunu bildikten sonra, kendilerine eman verilen kâfirleri öldürmeleri caiz olmaz.
Ben derim ki: Bundan anlaşılan, eman veren kimsenin kendisiyle eman verdiği lâfzın emana delâlet ettiğini bilmesi şarttır. Bir kimse hakkında eman sabit olunca, bütün müslümanlar hakkında da sabit olmuş olur.
"Emanı işitmezlerse bu emana itibar edilmez ilh..." Musannif bu ifadesiyle "düşmanın hükmen olsun, emanı işitmesinin lâzım olduğuna" işaret etmiştir. Çünkü Hindiyye´de zikredilmiştir ki, müslümanlar sesin duyulacağı bir yerde bulunan düşmana "size eman verdik" diye nida edip onlar uyku veya harble meşgul oldukları için duymasalar bu, eman sayılır.
"Gelin ilh..." Bu ifadenin eman olduğuna İmam Muhammed, Hz. Ömer (R.A.)´den:
«Müslümanlardan her hangi bir kimse, düşmandan bir şahsa, "beri gel, eğer gelirsen seni öldürürüm" deyip o da gelse, emin olur, ona dokunmak caiz olmaz.» diye nakledilen eseri delil göstermiştir. Bu eser şöyle te´vil edilir: Düşman, müslümanın: "Eğer gelirsen seni öldürürüm." ifadesini ya işitmemiş veya anlamamıştır. Eğer işitip anladıktan sonra yine gelirse ganimet olur.
"Parmakla semaya doğru işaret edilmesi ilh..." Bu işaret "Ben sana göklerin Ma´bûdu olan Allah-ü Teâlâ´nın ahdi ve emanını verdim." veya "Sen Allah hakkı için eminsin." mânâsını ifade eder.
"Bir kâfir emân diye ilh..." Yani müslümanlar tarafından ses işitilemeyecek kadar uzak bir yerde ve kendi kuvvetleri arasında bulunan bir düşman neferi müslümanların bulundukları tarafa silâhsız olarak gelip de ses işitilecek bir yerden eman dilediği takdirde emana nail olmuş olur. Artık kendisi ganimet sayılmaz. Fakat İslâm ordusunun arkasında veya sağ, sol cenahlarında silâhlı olarak dolaşmakta görülen bir düşman, eman için gelmekte olduğunu söylese de sözüne itibar olunmaz. Çünkü kendisinin bu vaziyeti, casusluğuna sû-ikastine delildir. Bu cihetle hakkında esir muamelesi yapılabilir. Es-Siyerü´l-Kebir Şerhi. Nitekim bir kimsenin evine geceleyin bir şahıs girip ev sahibi o şahsın hırsız olup olmadığını bilmese, eğer onun üzerinde hırsız alâmeti bulunursa onu öldürmesi caizdir. Bulunmazsa caiz değildir.
İslâm memleketinde bulunan bir kâfir emanla girdiğini iddia etse tasdik edilmez. Hatta kralları tarafından İslâm hükümdarına elci gönderildiğini iddia etse yine tasdik edilmez. Ancak krallarının mektubuna benzeyen bir mektup çıkarsa - her ne kadar bu mektubun kendisi tarafından yazılmış olması ihtimali bulunsa bile- emin olur. Çünkü gerek cahiliyette, gerekse İslâmiyette elciler emniyettedir.
"Çocuktan için eman istemesi sahihtir. Fakat ehil için eman istemesi sahih değildir ilh..." Bu ifade yanlıştır. Bahır´ın ibaresi şöyledir: Bir kâfir ehli için eman istese, kendisi bu eman altına girmez, fakat çocukları için eman istese, kendisi de bu eman altına girer. Bu ifadeler bir kâfirin hem ehli için hem de çocukları için eman istemesinin sahih olduğu hususunda acıktır. Şu kadar var ki, ehli için eman istediğinde kendisi bu eman altına girmez. Çocuktan için eman istediğinde kendisi de bu eman altına girer. Meselâ bir kâfir müslümanlara hitaben "ehlime eman veriniz" deyip müslümanlar da eman verseler, kendisi bu eman altına girmez. "Çocuklarıma eman veriniz" deyip müslümanlar da eman verseler, kendisi de bu eman altına girer. Eğer "bana ehlim üzerine yahut çocuklarım üzerine yahut eşyam üzerine yahut kale ehlinden on kimseye eman veriniz"dese, bu suretlerde kendisi de eman altına girmiş olur.
"Bir kâfir evlâdları hususunda eman istese ilh..." Yani bir kâfir müslümanlara hitaben "bana evlâdlarım üzerine eman veriniz" deyip, müslümanlar da kendisine eman verseler, bu emana kendi çocukları ve erkek çocuklarının çocukları girer. Kızlarının çocukları girmez. Çünkü kızlarının çotukları kendi evlâdları değildir. İmam Muhammed böyle zikretmiştir. Hassâf, imam Muhammed´den "Kızlarının çocukları da girer." diye nakletmiştir. Çünkü Peygamber Efendimiz, Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin (R.A.)´i kucaklarına aldıklarında: "Evlâdlarımız ciğerlerimizdir." buyurmuşlardır. Emanda "Kızlarının çocukları girmez." diye nakledilen birinci rivayete göre bu hadis-i şerif Allah-ü Teâlâ´nın : "Muhammed Aleyhisselâm baliğ olan erkeklerden hiç bir ferdin hakikî babası değildir." kavl-i kerîminin deliliyle mecaze hamledilmiştir. Yahut hadis-i şerifinmânâsı gereğince kızlarının çocuklarının evlâd sayılması Hz. Fâtıma (RA.)´nın çocuklarına mahsustur. Nitekim Peygamber Efendimiz : "Bütün çocuklar babalarına nisbet olunurlar. Ancak Hz. Fâtıma (R.A.)´nın çocukları bana nisbet olunur, ben onların babalarıyım." buyurmuşlardır. Fakat bu hadîs-i şerif şazdır. Zikredilen âyet-i kerîmenin mânâsına muhaliftir. Eğer "çocuklarımın çocukları üzere bana eman verin" dese, bu emanda kızının çocukları da dahil olur.
"Kendilerine eman verilen kâfirlerin üzerine ilh..." Yani kendilerine eman verilen kâfirlerin ne kendileri öldürülür, ne de çoluk çocukları esir alınabilir, ne de mallarına, namuslarına tecavüz olunabilir. Bunun aksine hareket İslâm ahkâmınca büyük bir günâh teşkil eder ve ödemeyi gerektirir. Çünkü emana nail olan bir düşmanın nefsi korunmuş, malları kıymetli olmuş olur. Müslümanlardan bir kimse bir kâfir topluluğuna eman vermiş olduğu halde bunu bilmeyen diğer bir kısım müslümanlar baskın yaparak onların mallarını alıp bazı erkeklerini öldürüp, bazı kadınlarını da esir ederek taksim ettikten sonra onlara cinsî yakınlıkta bulunacak olsalar, emanı bildiklerinde o malları ve kadınları geri vermeleri, öldürdükleri erkeklerin diyetlerini, cinsî yakınlıkta bulundukları kadınların da mehirlerini vermeleri lâzım gelir. Bu kadınlar üç hayız görünceye kadar geri verilmez. Bu müddet içinde yaşlı, emin bir kadının yanına konur. Şayet bu cinsî yakınlık neticesinde çocuklar doğacak olurlarsa, bunlar babalarına tâbi olarak kıymetini ödemeksizin hür olmuş bulunurlar.
"Te´dip olunur ilh..." Yani bir kimse düşmana faidesiz yere eman verilmenin şer´an yasak olduğunu bildiği halde eman verirse te´dip olunur. Bilmeyerek verirse, bilmezliği özür sayılacağı için te´dip olunmaz. Kuhistânî.
"Ancak bir zimmîye eman vermesi için bir müslüman ilh..." Yani bir müslüman bir zimmîye "sen kâfirlere eman ver" deyip o da kâfirlere hitaben "ben size eman verdim" yahut "fülan müslüman size eman verdi" dese, bu iki surette eman sahih olur. Ama müslüman zimmîye "sen kâfirlere fülan müslüman size eman verdi de" deyip zimmî kâfirlere hitaben "fülan müslüman size eman verdi" derse, eman sahih olmaz. Çünkü elcilik vazifesini tam olarak ifâ etmiştir. Eğer "ben size eman verdim" derse, bu eman sahih olmaz. Çünkü müslümanın emrine muhalefet edip emanı kendiliğinden vermiş olur ki, buna mâlik değildir. Ancak müslüman ona "kâfirlere eman ver" derse, zimmî bu şekilde eman vermeye mâlik olur. Zimmîye emreden müslüman gerek kumandan olsun, gerekse ordudan bir nefer olsun fark yoktur. Zimmînin emanının sahih olmaması onlara meyletme töhmetinden dolayıdır. Bir müslüman ona eman vermesini emredince bu töhmet kalkmış olur. Bu bahsin tamamı Es-Siyerü´l-Kebir Şerhindedir.
"Esirin, tacirin ilh..." Yani dar-ı harbde bulunan müslüman bir esirin veya tacirin müslümanlar nâmına eman vermesi sahih değildir. Çünkü bunlar dar-ı harbde bulundukça onların emri altında olup serbest harekete mâlik değillerdir. Aynı zamanda kâfirler bunlardan korkmaz. Eman ise korkulan yere mahsustur. Zahîre´den naklen Bahır´da zikredilmiştir ki, müslüman esir veya tacirin verdikleri eman diğer müslümanlar hakkında sahih değildir. Hatta müslümanların onların eman verdikleri kâfirler üzerine baskın yapmaları caizdir. Ama eman veren esir veya tacir hakkında verdiği eman sahih olup, emanla dar-ı harbe giren gibi olur da rızaları olmadan mallarından hiç bir şey alamaz.
Keza harbden menedilmiş kölenin vermiş olduğu eman da başkası hakkında sahih olmayıp kendi hakkında sahihtir.
Ben derim ki: Emanla dar-ı harbe giren tacirin verdiği eman da başkaları hakkında sahih olmayıp kendi hakkında sahihtir.
TENBİH: Es-Siyeür´l-Kebir şerhinde zikredilmiştir ki; esir, kâfirlere eman verip sonra geceleyin onları islâm ordusuna getirse ganimet olurlar. İstihsanen erkekleri öldürülmez. Çünkü onlar harb için değil eman istemek için gelmişlerdir. Nitekim kuşatılmış bir düşman neferi silâhını atmak suretiyle savaşı bırakarak "eman" diye nida etse emin olur, kendisine dokunulması caiz olmaz.
"Hâniyye´de zikredilmiştir ki ilh..." Hâniyye´nln ibaresi şöyledir: Bir kâfirin kâfir bir kölesi olup da köle müslüman olsa, sonra efendisine hizmet etse, bu hizmeti eman olur. Dar-ı harbde bulunan müslüman esir ve tacirin emanlarının caiz olmaması bu kölenin hizmetinin de eman olmamasını gerektirir.
Ben derim ki: "Hizmeti eman olur" ifadesi kölenin kendi hakkında eman olup, diğer müslümanlar hakkında eman olmaz mânâsına hamledilir, işin hakikatim Allah-ü Teâlâ bilir.
GANİMET VE TAKSİMİNE DAİR MESELELER BEYANINDA BÂB
METİN
Muğrîb´de zikredilmiştir ki, ganimet; kâfirlerle savaşırken onlardan zorla alınan maldır. Bu malın beşte biri beytülmâla ayrıldıktan sonra kalan kısmı gaziler arasında taksim edilir.
Fey; haraç gibi kâfirlerden harbden sonra alınan maldır. Bu fey, bütün müslümanların masraflarına sarfolunur.
İslâm hükümdarı bir beldeyi sulh yoluyla fethettiğinde hem kendisinin hem de kendisinden sonra hükümdar olacak zatların yapılan sulh şartlarına riayet etmeleri icab eder. Buna göre o belde sulh yapan kavmin elinde mülk olarak kalır.
Hükümdar bir beldeyi zorla fethedince muhayyer olup dilerse o beldeyi gaziler arasında taksim eder, dilerse o beldeyi ahalisi elinde bırakır. Kendilerinden cizye, arazilerinden de haraç alır. Gazilerin ihtiyacı bulunursa, o beldenin aralarında taksim edilmesi evlâdır. Dilerse beldenin ahalisini Çıkarır, yerlerine hariçden başkalarını getirip yerleştirir. Getirdiği kimseler kâfir iseler üzerlerine cizye ve haraç koyar, müslüman iseler üzerlerine yalnız öşür koyar.
Hükümdar esir aldığı kâfirler İslâmiyeti kabul etmezlerse muhayyer olup dilerse onları öldürür, dilerse köle olarak kullanır, dilerse müslümanlara haraç ve cizye vermek üzere kendilerin) hür ve zimmî olarak bırakır. Arap olan müşrikler İle mürtedler ehl-i zimmet olarak bırakılmaz. Nitekim yakında gelecektir.
Kâfirlere galip gelip esir edildikten sonra her ne kaçlar İslâmiyeti kabul ettikten sonra olsa bile meccanen salıverilmeleri haramdır. Çünkü gazilerin hakkı teallûk etmiştir. İmam Şafiî Allah-ü Teâlâ´nın : "Ya iyilik (karşılığında hiç bir şey almayarak âzâd) edin, yahut fidye (alın)." (Muhammed (S.A.V.) Sûresi, âyet: 4) nazm-ı celilinin gereğince esirlerin meccanen bırakılmasını caiz görmüştür.
Biz Hanefiler: İmam Şafiî´ye bu âyet-i kerîme, "Müşrikleri, nerede bulursanız öldürün." (Tevbe Sûresi, âyet: 5) âyet-i kerîmesiyle neshedilmiştir.» diye cevap veririz.
Harb bittikten sonra kâfirlerden biraz mal alıp da esirlerini salıvermek şer´an haramdır. Ama harb bitmeden önce mal karşılığında esirlerin bırakılması caizdir. Müslüman esir karşılığında caiz değildir. İmameyn´e göre caizdir, İmam-ı Azam´ın iki rivayetinden kuvvetli olanı da budur.
Kâfirlerden esir alınan kadınların ve çocukların mal karşılığında bırakılmaları caiz değildir. Kâfirlerden alınan at, kılıç da fidye karşılığında verilmez. Zaruret olursa bunların hepsinin fidye karşılığında verilmeleri caizdir.
İslâmiyeti kabul eden esir ile kâfirlerin esir aldıkları müslümanlarla değiştirilmesi caiz değildir. Ancak kendisinin müslümanlığına emniyet hâsıl olup kendi rızasıyla değiştirilmeyi kabul ederse, olur. Dürer. Şadru´ş-Şeria, Şümunni.
İZAH
"Ganimet ve taksimi babı ilh .." Musannıf cihâdı ve sulhu zikredince elde edileni beyan etmeye başladı.
"Fey ilh..." Yani harbden sonra kâfirlerden alınan maldır. Buna göre harb yapılmadan kâfirlerin İslâm hükümdarına verdikleri hediyeler fey delildir. Hindiyye´de zikredilmiştir ki, ganimet; gazilerin kuvvetiyle zorla kâfirlerden alınan maldır. Fey ise haraç ve cizye gibi harbsiz kâfirlerden alınan maldır. Ganimette beşte biri beytülmâl için ayrılır, feyde ise ayrılmaz.
Kâfirlerden hediye yahut hırsızlık yahut kapmak yahut hibe suretiyle alınan mallar ganimet olmayıp alan kimseye aid olur. Müslümanların menfaati bulunursa hükümdar kendisine verilen mal karşılığında bir sene harb yapmamak üzere kâfirlerle barış yapsa caiz olur. Hükümdarın aldığı bu mal fey ve ganimet olmaz. Fakat haraç gibi olup beytülmâla konulur. Çünkü ganimet at ve deve koşturmak suretiyle alınan malin ismidir, Fey zor yoluyla düşmandan bize gelen maldır. Anlaşma ile hükümdarın aldığı mal, rıza yoluyla alındığı için cizye ve haraç gibi beytülmâla konulur. Netice olarak savaş ve harb ile alınan mal ganimettir. Harbden sonra cizye ve haraç gibi düşmandan alınan mal feydir. Harbsiz ve zor kullanmaksızın hediye ve sulh yoluyla alınan mal ganimet ve fey değildir. Bu malın hükmü fey´in hükmü gibi olup beşte biri alınmaz. Bütün müslümanların masrafına sarfedilmek üzere beytülmâle konulur.
"İslâm hükümdarı bir beldeyi sulh yoluyla fethettiğinde ilh..." Sulhta haraç suyu ve öşür suyu nazar-ı itibare alınır. Eğer suları haraç suyu olursa haraç üzerine, eğer suları öşür suyu olursa öşür üzerine sulh yapılmış olur. Kuhistânî.
"Dilerse o beldeyi gaziler arasında taksim eder ilh..." Yani alınan ganimetin beşte biri çıkarıldıktan sonra esir edilen ahalisi köle olarak, malları da ganimet olarak gaziler arasında taksim edilir. Fetih.
"Dilerse o beldeyi ahalisi elinde bırakır ilh..." Yani canlarını bağışlar, arazilerini ve mallarını da kendilerine verir. Kendilerinden cizye alınır. Arazilerini sulayan gerek yağmur, kaynak, dere, kuyu suyu gibi öşür suyu, gerekse acemlerin (arap. olmayanlar) açtığı ırmak suyu gibi haraç suyu olsun su nazar-ı itibara alınmaksızın arazilerinden de haraç alınır. Çünkü bu haraç ilk defa kâfir üzerine konulan bir vergidir. Çanlarını ve arazilerini kendilerine karşılıksız bağışlamak mekrûhdur. Ancak arazilerinden mahsul çıkana kadar kendilerine diğer ganimet mallarından barınabilecekleri miktarda mal verilir. Esirleri mal karşılığında bırakmak caiz değildir. Çünkü harbedecek kâfirlerin para karşılığında olsa bile salıverilmesi müslümanların zararınadır. Fetih.
"Müslüman iseler üzerlerine yalnız öşür koyar ilh..." Çünkü bu, ilk defa müslümanlar üzerine konulan bir vergidir.
TENBİH: Şürunbulâlî "Et-Dürretü´l-Yetime fil´gânime" ismindeki risalesinde zikretmiştir ki, İslâm hükümdarı zorla almış olduğu bir belde hakkında muhayyerdir, demek sahabenin icma´ına muhâlifdir. Çünkü Hz. Ömer (R.A.) alınan arazileri gaziler arasında taksim etmemiş ve beşte birini beytülmâl için ayırmamıştır. Âlimlerimiz bunu nakledip ikrar etmişlerdir.
Ben derim ki: Hz. Ömer (R.A.) münasib olanı yapmıştır. Nitekim kıssadan da bilinmektedir. Yoksa muhakkak lâzım olanı yapmış değildir. Nasıl lâzım olanı yapsın ki, Peygamber Efendimiz Hayber´i fethettiğinde arazisini gaziler arasında taksim etmiştir. Bundan maltım oldu ki, İslâm hükümdarı bir yeri zorla fethettiğinde oranın arazisi hakkında muhayyer olup münasib olanı yapar.
"Dilerse onları öldürür ilh..." Yani alınan esirlerden -gerek arap olsun gerekse acem olsun- harb edenler öldürülür. Kadınlar ve çocuklar öldürülmeyip müslümanların menfaatine köle olarak kullanılır. Kuhistânî.
"Dilerse köle olarak kullanır ilh..." Esir edilmeden önce müslüman olmayan kâfirlerin esir edildikten sonra İslâmı kabul etmeleri köle olmalarına mâni olmaz.
"Meccanen salıverilmeleri haramdır ilh..." Hatta mal veya müslüman esir karşılığında bırakılmaları da caiz değildir. İhtiyaç zamanında mal karşılığında bırakılmaları caizdir. İmam Muhammed´e göre çocuğu olmayacak derecede yaşlı olursa mal karşılığında bırakılması caizdir. İmameyn´e göre müslüman esir karşılığında bırakılmaları caizdir. Diğer üç mezheb imamlarının kavilleri de böyledir. Nitekim Resûl-i Ekrem Efendimiz bir müşrikle iki müslümanı değiştirmiştir. Bir müşrik kadınla Mekkelilerin esir ettiği müslümanları değiştirmiştir. Sahih-i Müslim.
Ben derim ki: Kâfir esirlerin mal karşılığında bırakılmalarının haram olması ihtiyaç olmadığına göredir. Ama ihtiyaç olursa mal veya müslüman esir karşılığında bırakılmaları caizdir.
"Kadınların ve çocukların mal karşılığında bırakılmaları caiz değildir ilh..." Çünkü çocuklar büyüyüp müslümanlarla savaşırlar. Kadınlar ise doğurup nüfusun artmasına sebeb olurlar.
"Kendi rızasıyla değiştirilmeyi kabul ederse olur ilh..." Yani İslâmiyeti kabul eden esir kendi gönül hoşluğuyla kâfirlerin elinde bulunan bir müslümanla değiştirilmesini kabul ederse caiz olur. Çünkü başka bir insana zarar vermeksizin bir müslümanı kurtarmış olur. Fetih.
T E N B İ H :Kinye´de: "Dar-ı harbde esir bulunan erkekler, kadınlar, âlimler ve cahiller satın alınmak istendiğinde önce erkekler ile cahiller satın alınır." diye zikredilmiştir. Buna şöyle cevap verilmiştir: Bu seleften nakledilen bir delile dayanıyorsa, denilecek bir şey yoktur. Şayet bir defile dayanmıyorsa müslüman kadınların namusunu korumak için önce onların satın alınması lâzımdır.
Ben derim ki: İlme hürmeten önce âlimlerin satın alınması lâzımdır. Bezzâziye sahibi: "Faziletlerinden dolayı âlimler sonraya bırakılır. Çünkü onlar aldatılamaz, cahiller aldatılabilir." demiştir.
Bazı fukâha: "Harbde kendilerinden faydalanmak için önce erkekler satın alınır." demiştir. Önce erkeklerin alınması kendilerine muhtaç olunduğu takdirdedir. Kendilerine muhtaç olunmazsa, önce kadınların satın alınması lâzımdır. Teemmül et.
METİN
Kâfirlerden alınan esirlerin memleketlerine gönderilmesi haramdır. Bu ibare Dürer´e tâbi olarak şerhin nüshalarında sabittir. İbn-i Kemâl´e tâbi olarak metinde sabit değildir. Çünkü esirlerin bir şey alınmaksızın bırakılmaları haram olunca memleketlerine bırakılmalarının haram olması evleviyetle sabit olur. İslâm memleketine taşınması mümkün olmayan hayvanların ayaklarının kesilmesi haramdır, önce kesilir, sonra yakılır. Çünkü diri olarak yakmak ancak Allah´a mahsustur. Nitekim taşınması mümkün olmayan silâhların ve eşyaların da yakılması lâzımdır. Kâfirleri kızdırmak için demir gibi taşınması mümkün olmayan şeyleri gizli bir yere defnedilmeleri kaplarının kırılması, yağlarının dökülmesi lâzımdır.
İslâm memleketine taşınmaları mümkün olmayan çocuklar ile kadınlar açlık ve susuzluktan ölmeleri için harabe bir yerde bırakılır. Çünkü onların öldürülmesi yasaktır. Fakat onlar hayatta da bırakılmaz.
Müslümanlar dar-ı harbde kâfirlerin yüklerinde yılan veya akrep bulsalar, kendilerinden zararı defetmek için onların nesillerinin devam etmesi için akrebin kuyruğunu yılanın dişlerini çıkarırlar. Tatarhâniyye. Yine Tatarhâniyye´de zikredilmiştir ki, kâfir memleketinde müslüman kadınlar ölüp kâfirlerin kendilerine cinsî yakınlıkta bulunmalarından korkulursa ateşte yakılırlar.
Dar-ı harbde ganimet malı taksim edilmez. Ancak hükümdar ganimet malının gaziler arasında taksim edilmesinin faydalı olduğu içtihadında bulunur veya gazilerin ona ihtiyacı olursa, bu takdirde taksim sahih olur.
Hükümdarın ganimet mallarını taşıyacak vasıtası bulunmadığı takdirde bu malları gazilere sehimleri nisbetinde emanet olarak vermesi helâldir. Hükümdarın ganimet malını taşıyacak vasıtası bulunmayıp askerler de ganimet malını taşımayı kabul etmedikleri takdirde, hükümdar ganimet mallarını ücret karşılığında taşımaları için askerlere cebredebilir mi edemez mi bu hususta iki rivâyet vardır.
Ganimet malının emanet olarak taksim edilmesi mümkün olmadığı takdirde, gazilerden her biri kendi hissesini taşımaya muktedir olursa aralarında taksim edilir. Eğer her biri kendi hissesini taşımaya muktedir olmazsa, artık taşınması mümkün olmayan mallardan olmuş olur ki, bunun da hükmüyukarıda geçti.
Gerek hükümdar gerekse başkası mülk edinmek için, ganimet malını taksim edilmeden önce satamaz. Ama yenilecek şey için ganimet malından bir mikdar şey satılsa caizdir. Satılması caiz olmadığı halde ganimet malı satılmış olursa fesadı Önlemek için geri alınır. Geri alınması mümkün olmazsa ganimete konulmak üzere parası alınır. Cevhere, Haniyye.
İZAH
"Çünkü diri olarak yakmak Allah´a mahsustur ilh..." Buhâri-i Şerifde: "Şübhe yok ki, ateş ile ancak Allah-ü Teâlâ azab eder." diye vâriddir.
Osman b. Hibbân´dan rivayet edilmiştir; Demiştir ki: "Ben Ümmüdderdâ (R.A.)´nın yanında iken bir pire yakalayıp onu ateşe attım." Bunun üzerine Ümmüdderdâ dedi ki; Ben Ebudderdâ´yı şöyle derken işittim: Ben Rasûlüllah (SAV.)´ı: "Ateşle ancak ateşin sahibi (olan Allah-ü Teâlâ) azab eder." buyururken işittim. Buna, yukarıda geçtiği üzere "Savaş halinde düşmanın yakıcı maddelerle yakılması caizdir." diye itiraz edilemez. Çünkü düşmanın yakıcı maddelerle yakılmasının caiz olması başka vasıtalarla üstün gelme imkânı bulunmadığı takdirdedir.
Hayvanların kesildikten sonra yakılmasının caiz olması ölünün acı duymamasını gerektirir. Halbuki "Ölü, kemiğinin kırılmasıyla acı duyar, diye eser vardır." denilirse "Bu, insanoğluna mahsustur. Çünkü insanlar kabirlerinde ya nimetlenirler veya azab görürler. Hayvanlar ise böyle değildir. Şayet hayvanlar, kemiklerinin ve diğer âzalarının kırılma ve kesilmesiyle acı duymuş olsalar, onların kemikleri ve diğer azalarıyla faydalanılmasının caiz olmaması lâzım gelirdi." diye cevap verilir.
"Fakat onlar hayatta da bırakılmaz ilh..." Çünkü hayatta bırakıldıkları takdirde kadınlar çoğalmalarına sebeb olur. Çocuklar ise büyüyüp biz müslümanlarla harbederler. Valvalciyye. Fetih´de: "Kâfir olan esir kadınlar ile çocukların harabe bir yerde açlık ve susuzluktan ölmeleri için bırakılmaları, haklarında yasak edilmiş olan öldürülmekten daha büyük günâhtır. Ancak onları taşıyacak vasıta ve erzak bulunmadığı takdirde mecburi olarak bırakılır." diye Valvalciyye´ye itiraz edilmiştir.
Fetih sahibinin bu itirazı şaşılacak bir şeydir. Çünkü Valvalciyye: "Esir kadınlar ile çocukların açlık ve susuzluktan ölmeleri için harabe bir yerde bırakılmaları ancak İslâm memleketine taşınmaları mümkün olmadığı takdirdedir" diye açıklamıştır. Bu mesele Muhît ile Bahır´da da böyledir. Ama söz götürür. Zira Fetih sahibi esir kadınlar ile çocukların yiyeceksiz ve susuz harabe bir yerde bırakılmaları, öldürülmelerinden daha günâhtır." ifadesiyle "Onları İslâm memleketine taşımak mümkün olmadığı takdirde öldürmek için her hangi bir sebebe teşebbüs edilmeksizin oldukları yerde bırakılırlar." demek istemiştir.
"Onların nesillerinin devam etmesi için ilh..." Yani müslüman askerler dar-ı harbden döndükten sonra yılan ve akrepler çoğalıp onları soksun diye öldürülmez.
"Ateşte yakılırlar ilh..." Yani ölen müslüman kadınları kâfirlerin bulamayacağı gizli bir yere defnetmek mümkün olmadığı veya zaman uzayıp cesedleri bozulmadığı takdirde, kâfirlerin bunlara cinsî yakınlıkta bulunmalarından korkutursa cesedleri ateşte yakılır.
"Ganimet malı dar-ı harbde taksim edilmez ilh..." Hanefî mezhebinin meşhur kavline göre ganimet malı İslâm memleketine getirilmedikçe buna mücahidler mâlik olamaz. Bazı fukâhaya göre ganimet malının dar-ı harbde taksim edilmesi tahrimen mekrûhdur. Dürr-i Müntekâ.
"Gazilerin ona ihtiyacı olursa ilh..." Keza gaziler ganimet malının aralarında taksim edilmesini hükümdardan isteyip hükümdar da fitne çıkmasından korkarsa, ganimet malım dar-ı harbde gaziler arasında taksim eder. Nitekim Muhît´ten naklen Hindiyye´de de böyle zikredilmiştir.
"Bu takdirde taksim sahih olur ilh..." Dar-ı harbde ganimete gazilerin ihtiyacı bulunursa, bu takdirde ganimetin taksimi sahih olur. Yani cinsi yakınlıkta bulunma, satma, âzâd etme, miras kalma gibi hükümler sabit olur. Fakat ganimet malları, İslâm memleketine çıkarıldıktan sonra olsa bile hükümdarın içtihadı veya ihtiyaç olmaksızın taksim edilmeden önce cinsî yakınlık, satma, âzâd ve miras kalma gibi hükümler sabit olmaz. Ed-Dürrü´l-Müntekâ´da zikredilmiştir ki, ganimet malları İslâm memleketine getirildikten sonra taksim edilmeden önce hiç bir kimsenin ganimet mallarında mülkü sabit olmaz. Bundan dolayı gazilerden biri ganimet malı İslâm memleketine çıkarıldıktan sonra bir köle âzâd etse, âzâd olmaz. Ortak yoluyla olsun, mülkü olmuş olsaydı âzâd olurdu. Velhâsıl Mebsût´dan naklen Fetih´de zikredildiği gibi biz Hanefîlerce ganimet mallarım kâfirlerden almakla hak sabit olur. Bu hak islâm memleketine çıkarılmakla kuvvetlenir. Taksim edilmekle de mücahidler ganimet malına mâlik olur. Nitekim şüf´a hakkı satılmakla sabit olur. Taleb etmekle kuvvetlenir, almakla mülk tamam olur. Hak zayıf oldukça ganimet malının taksimi caiz olmaz. Bütün bu hükümler. İslâm ordusu bir beldeyi tam olarak ele geçirmediğine göredir. Eğer islâm ordusu bir beldeyi ele geçirip o belde İslâm beldesi olursa ganimet İslâm memleketine getirilmiş olur. Hak kuvvetlenir ve taksim edilmesi sahih olur.
"Emânet olarak vermesi helâldir ilh..." Yani hükümdar ganimet mallarının İslâm memleketine taşınması için gazilere sehimleri nisbetinde emânet olarak verir. Gaziler bu malları İslâm memleketine çıkardıktan sonra hükümdar onlardan alıp bir yerde toplar, sonra bu malları kendilerine kesin surette taksim eder. Cevhere.
"Bu hususta iki rivayet vardır ilh..." Fetih´de zikredilmiştir ki, dar-ı harbde hükümdar ganimeti gaziler arasında taksim ettiği- takdirde gazilerin dağılmasından korkarsa ücret karşılığında ganimet mallarını taşımaları için gazilere cebreder. Dağılmalarından korkmazsa dar-ı harbde ganimetigaziler arasında taksim eder. Çünkü ihtiyaç bulunduğu için bu taksim sahihdir. Aynı zamanda bu taksimde hem zorlamayı hem de ücreti düşürmek vardır.
"Ganimet malını taksim edilmeden önce satamaz ilh..." Yani gerek dar-ı harbde gerekse İslâm memleketine çıkarıldıktan sonra olsun satamaz. Çünkü taksim edilmeden önce ganimet malına mâlik olamaz. Fetih´de: "Taksim edilmeden önce ganimet malını gaziler satamaz, ama hükümdarın satması caizdir." diye yazılıdır.
Tahâvî´de zikredilmiştir ki, dar-ı harbde hükümdar taksim edilmeden önce ganimet malının satılmasını faydalı görürse satar. Satmada gazileri ve hayvanları yükden ve meşakkattan kurtarma vardır.
METİN
Dar-ı harbde orduya sonradan katılan yardımcı kuvvet de ganimetten, savaşanlar gibi hisse alır. Fakat dar-ı harbde savaşmayan tüccar, müslüman olan kâfir veya müslüman olan mürted ganimetten bir şey alamaz. Eğer bunlar orduyla beraber savaşırlarsa ganimetten hisse alırlar. Dar-ı harbde ganimet malı taksim edilmeden veya satılmadan önce ölen kimse için de ganimetten hisse yoktur. Ama dar-ı harbde ganimet malı taksim edildikten sonra yahut satıldıktan sonra yahut islâm memleketine ganimet malı çıkarıldıktan sonra ölürse, ganimetteki mülkü kuvvetlendiği için hissesi veresesine miras kalır. Tatarhâniyye.
Yine Tatarhâniyye´de zikredilmiştir ki, bir kimse ganimet malı taksim edildikten sonra cihâda katıldığını iddia edip şâhidle isbat etse, istihsanen ganimet malının taksimi bozulmaz. Kendisine ganimetteki hissesi mikdarı beytülmâldan mal verilir.
Bahır sahibinin: "Vakfı ganimete kıyas edip vakıfda hissesi olan bir kimse vakıf geliri toplanıp taksim edilmeden önce ölse, hakkı kuvvetlendiği için hissesi miras kalır." ifadesini Nehir sahibi reddetmiştir. Biz bunu vakıf bahsinde beyan ettik. Gaziler ganimet mallan içinde hayvan yemi, insan yiyeceği, odun, silâh ve yağ kabilinden olarak bulunan şeylerden dar-ı harbde taksim edilmeden istifade edebilirler. Fakat bunları satmaları ve kendilerine mal olmak üzere almaları caiz değildir. Musannıf Kenz sahibine tâbi olarak: "Gaziler bunlardan mutlak surette istifade ederler." dedi. Vikaye sahibi: "Silâhtan ihtiyaç halinde istifade ederler." diye kayıdladı. Hak olan da budur. Zahîriyye sahibi: "Hükümdar yasaklamadığı takdirde bunların hepsinden istifade edilir, yasakladığı takdirde istifade edilmesi mubah olmaz." demiştir. Metinleri de bununla kayıdlamak münasibdir.
Gazilerden birisi bunlardan bir şey satsa, parasını ganimete verir. Ganimet taksim edilmiş olursa, satan fakir değilse parasını tesadduk eder.
Gazilerden bir kimse av ve bal gibi kâfirlerin mâlik olmadığı bir şeyi bulsa, o şey kendisiyle diğer gaziler arasında ortak olur. Onu satması hükümdarın iznine bağlıdır. Satılan şey helâl olup veya parası daha faydalı olursa hükümdar satışa izin verir, parasını gaziler arasında taksim eder, malın kendisini almak daha faydalı ise satışı fesheder, onu ganimete katar.
Dar-ı harbden gaziler çıktıktan sonra bu gibi şeylerden hiç birisiyle faydalanmaları caiz değildir. Ancak bütün gazilerin rızalarıyla faydalanılır.
Kâfirlerden bir kimse yakalanıp esir edilmeden önce İslâm şerefiyle müşerref olsa kendi nefsini, küçük çocuklarını, yanında olan yahut müslüman veya zimmînin yanında emânet bıraktığı bütün mallarını kurtarmış olur. Eğer kendisinin İslâm şerefiyle müşerref olmadan önce küçük çocuklarıyla malı alınmış olursa, yalnız kendi nefsini kurtarmış olur. Kâfirin yanında emânet bulunan malı ganimet olur. Nitekim bir kimse dar-ı harbde İslâm şerefiyle müşerref olup sonra İslâm memleketine gelse, daha sonra müslümanlar tarafından memleketi fethedilse, küçük çocuklarından başka bütün malları ganimet olur. Küçük çocukları kendisine tâbi olduğu için ganimet olmaz. Bu müslümanın büyük çocukları, zevcesi, zevcesinin karnındaki yavrusu, gayr-i menkûl malları, müslümanlarla savaşan kölesi, cariyesi, cariyesinin karnındaki çocuğu annesine tâbi olduğu için bunların hepsi kendisine tâbi olmadığı için ganimet olur.
Emansız İslâm memleketine girip kendisini müslümanlardan birinin yakalayıp esir ettiği kâfir ve yanında bulunan mal bütün müslümanlar için ganimet olur. Gerek müslüman olmadan önce gerekse sonra yakalansın müsavidir. İmameyn´e göre yalnız yakalayanın ganimeti olur. Bundan beşte birinin beytülmâle ayrılmasında iki rivayet vardır. Kınye.
Yine Kınye´de zikredilmiştir ki, bir kimse seferde kendisine hizmet etmek için bir. şahsı kiralayıp onun atı ve silahıyla harbetse, o gazinin sehmi kiraladığı şahısla ortakdır. Ancak sehmin hepsinin kiraladığı şahsın olması için şart koşarlarsa onun olur.
İZAH
"Dar-ı harbde orduya sonradan katılan yardımcı kuvvet ilh..." Yani dar-ı harbde savaşanlara sonradan yardımcı bir kuvvet katılıp onlara yardım ederlerse, ganimette onlarla ortak olurlar. Çünkü yukarıda geçtiği üzere mücahidler taksim edilmeden önce ganimete mâlik olamazlar. Tatarhâniyye´de zikredilmiştir ki. yardımcı kuvvet üç surette ganimetten hisse alamaz.
1) Ganimet mallarının İslâm memleketine çıkarılmasıyla.
2) Ganimet mallarının dar-ı harbde taksim edilmesiyle.
3) Hükümdarın ganimet mallarını dar-ı harbde satmasıyla.
Zira yardımcı kuvvet, satılan ganimet mallarının parasında ortak olamaz.
Şürunbulâlî´de zikredilmiştir ki. İslâm ordusu dar-ı harbde bir beldeyi fethedip orayı tam ele geçirdikten sonra yardımcı kuvvet orduya katılsa, ganimette onlara ortak olamaz. Zira o belde islâm beldesi olup ganimet İslâm beldesinde korunmuş olur. İhtiyar´da da böyle zikredilmiştir.
Ben derim ki: Es-Siyerü´l-Kebir şerhinde: "Harb İslâm memleketinde olursa yardımcı kuvvete ganimetten bir şey verilmez." diye zikredilmiştir.
T E N B İ H: Bahır´da zikredilmiştir ki, bil - fiil harbe iştirak etmiş olan mücahidler ganimetten hisse alacakları gibi bunlara yardım için hazır bulunan erler ve harb sahasında bulundukları halde hastalık gibi bir sebebten dolayı harbe iştirak edememiş islâm neferleri de bundan hisse alır. Hatta ordu kumandanı dahil bunlardan hiç biri diğerinden fazla bir şey alamaz. Fetih´de de böyledir.
"İslâm memleketine ganimet malı çıkarıldıktan sonra ilh..." Ed-dürrü´l-Müntekâ´da zikredilmiştir ki, dördüncü madde olarak nefl (hükümdar tarafından harbe tergib ve teşvik için gazilere verilen fazla sehim) de ilave edilmelidir. Şöyle ki; Mücahid dar-ı harbde ölüp her ne kadar kendisi nefle mâlik olmasa bile bu nefl veresesine miras olarak kalır. Bu mesele lûgaz (bilmece) olarak sorulur: Bir kimse kendisi mâlik olmadığı halde veresesine miras olarak bıraktığı mal hangisidir
"Nehir sahibi reddetmiştir ilh..." Şöyle ki: Dürer´de zikredilmiştir ki, imam ve müezzin vakıfdan hisselerini almadan ölseler, sıla (hediye) kabilinden olduğu için ancak almakla mâlik olacakları için hisseleri düşer. Buna göre vakfı, ganimete kıyas etmek sahih olmaz. Fakat mütaahhirin ulemanın kavilleri üzere ücret olursa düşmez. Mütevellinin elinde toplansın veya toplanmasın miras olarak kalır.
"Gaziler ilh..." Yani ganimette sehmi olan veya ganimetten bir mikdar kendisine verilen kimselerdir. Şürunbulâlî´de zikredilmiştir ki, gazilerin yanlarında bulunan köle, kadın ve çocukları da kendileri hükmünde olup taksim edilmeden önce ganimet malından kendileri için almaları caiz olan şeyi bunlar için de almaları caizdir.
"İnsan yiyeceği ilh..." Bu yiyecek gerek yenilmek için hazırlanmış olsun veya olmasın gazilerin alması caizdir. Hatta koyun, sığır gibi hayvanları kesip yemeleri caizdir. Şu kadar var ki, derilerini ganimet mallarına koyarlar.
"Vikaye sahibi ilh..." Fethü´l-Kadir´de zikredilmiştir ki, dar-ı harbde mücahidlerin ganimet malı içinde bulunan silâhı, atı, katırı kullanmaları muhtaç olmaları şartıyla caizdir. Meselâ mücahidlerden birinin atı ölür veya kılıcı kırıtırsa, taksim edilmeyen ganimet malından at veya kılıç alıp kullanır. Ama kılıcını veya atını çoğaltmak isteyip taksim edilmedik ganimet malından at veya ´kılıç alıp kullanması caiz değildir. Eğer bu şekilde alıp kullanırsa günahkâr olur. Şu kadar var kî, kullandığı at veya kılıç telef olursa ödemez.
Es-Siyerü´s-Sağîr´de: "Taksim edilmedik ganimet malının içinde bulunan yenilecek maddelerden gazilerin istifade edebilmeleri için bu maddelere muhtaç olmaları şarttır." diye yazılıdır. Bu, kıyasa göredir. Es-Siyerü´l-Kebir´de: "Gazilerin taksim edilmedik ganimet malı içindeki yenilecek maddelerden istifade edebilmeleri için bunlara muhtaç olmaları şart değildir." diye zikredilmiştir. Bu ise istihsana göredir. Diğer üç mezheb imamlarının kavilleri de böyledir. Buna göre zengin ve fakir olan bütün mücahidlerin ganimet içinde bulunan yenilecek maddelerden istifade etmeleri caizdir.
Ben derim ki: Mültekâ sahibi bu kavli tercih etmiştir. Bilindiği gibi hak olan da budur. Nehir´de zikredilmiştir ki, mücahidlerin hepsi silâha ve elbiseye muhtaç olursa bu takdirde aralarında taksim edilir. Fakat kendilerine hizmet ettirmek için esirlere muhtaç olurlarsa, hizmet asıl ihtiyaçtan olmadığı için verilmez.
"Yasakladığı takdirde istifade edilmez ilh..." Velhâsıl hükümdarın taksim edilmedik ganimet malı içinde bulunan silâhdan, hayvanlardan ve ilaçtan faydalanmayı menetmesi bunlara muhtaç olunmadığı takdirdedir. Dar-ı harbde esir alınmış olan kadınlara cinsî yakınlıkta bulunmak mutlak surette yasaktır. Çünkü mücahidlere esir kadınların helâl olması mücahidlerin onlara mâlik almasıyladır. İslâm memleketine esir kadınlar getirilip taksim edilmedikçe mücahidler onlara mâlik olamazlar. Hatta bir kimse esir edilmiş cariyesini dar-ı harbde bulsa, ona cinsî yakınlıkta bulunamaz. Fakat bir kimse dar-ı harbde zevcesini yahut müdebberinî yahut ümmüveledini esir edilmiş bulup bunlara her hangi kafir cinsi yakınlıkta bulunmamış ise kendisi bunlara cinsî yakınlıkta bulunabilir. Bu mesele böylece bilinmelidir. Dürr-i Müntekâ.
Bahır´da zikredilmiştir ki, hükümdarın taksim edilmedik ganimet içinde bulunan yenilecek ve içilecek maddelerden istifade edilmesini yasakladığı takdirde bakılır: Eğer bu maddelere ihtiyaç bulunmazsa bunlardan istifade edilmesi caiz olmaz. Bu maddelere ihtiyaç hasıl olursa, hükümdarın yasağıyla amel olunmaz.
"Dar-ı harbden gaziler çıktıktan sonra ilh..." Yani taksim edilmemiş ganimet mallarının bazılarıyla dar-ı harbdeyken faydalanılması mubah iken. dar-ı harbden çıktıktan sonra faydalanılması mubah olmaz. Çünkü faydalanılmayı mubah kılan sebep ortadan kalkmıştır. Ganimet malındaki gazilerin hakkı kuvvetlenmiş olur. Hatta içlerinden ölenlerin hissesi vereselerine miras olarak intikâl eder. Dar-ı harbden çıkmadan önce almış olduğu ganimet malından elinde bir şey kalan kimse İslâm memleketine çıktıktan sonra ganimet malı taksim edilmemiş ise onu ganimet malının içine koyar. Ganimet malı taksim edilmiş ise bakılır: Eğer o kimse zengin olup kalan ganimet malı da elinde mevcud ise onu tesadduk eder. Zayi ve telef olmuşsa, onun kıymetini tesadduk eder. fakir ise onunla kendisi faydalanır. Nehir.
"Kâfirlerden bir kimse ilh..." Yani dar-ı harbde kâfirlerden bir kimse yakalanıp esir edilmeden İslâm şerefiyle müşerref olsa, küçük çocuklarındanbaşka bütün malları ganimet olur. Müste´men (pasaportlu) olarak İslâm memleketine gelen bir kâfir İslâm şerefiyle müşerref olduktan sonra memleketi müslümanlar tarafından fethedilip zaptedilse, memleketinde bırakmış olduğu küçük çocukları ve malı ganimettir. Çünkü memleketinin ayrı olması matının korunmasına, küçük çocuklarının kendisine tâbi olmasına engeldir. Bahır.
"Yakalanıp esir edilmeden ilh..." Yani dar-ı harbde bir kâfir yakalanıp esir edilmeden önce müslüman olursa kendisine, küçük çocuklarına ve mallarına dokunulmaz. Eğer yakalanıp esir edildikten sonra müslüman olursa köle olur. Çünkü bu kimse kendisinde mülk sebebi mün´akid olduktan sonra müslüman olmuştur. Bahır.
"Zevcesinin karnındaki yavrusu ilh..." Müslüman olan kâfirin zevcesinin karnındaki yavrusu da ganimet olur. Çünkü bu yavru annesinden bir parçadır. Annesinin köle olmasıyla o da köle olur. Her ne kadar bu yavru babasına tebaen müslüman ise de, annesinin karnında bulunduğu için annesine tebaen köle olur. Annesinden ayrılmış olan küçük çocuklar annesinin parçası olmaktan kurtuldukları için, babasına tebaen hür olur. Bahır.
GANİMETİN NASIL TAKSİM EDİLECEĞİ BEYANINDA FASIL
METİN
Askerlerin süvari ve piyade sehmini almalarında itibar İslâm hududundan ayrılma vaktinedir. İmam Şafiî´ye göre savaş vaktinedir. Buna göre bir kimse dar-ı harbe süvari olarak girip sonra atı ölse, iki senim alır. Bir kimse de piyade olarak girip sonra bir at satın alsa, bir sehim alır. Savaşa elverişli sağlam büyük bir attan başka at için sehim yoktur. Eğer at hasta olup ganimet malı alınmadan önce iyi olursa süvari sehmini istihsanen alır. Eğer dar-ı harbe girerken tay olup orada büyüyüp at olsa, süvari sehmini alamaz. Aralarında fark; hasta olan büyük atla düşman korkutulur, ama tayla korkutulmaz.
Bir mücahidin atı dar-ı harbe girmeden önce gasbolunup yahut başka bir kimse binip yahut firar edip kendisi piyade olarak dar-ı harbe girip sonra atını alsa kendisi için iki sehim vardır. Fakat atını satarsa, her ne kadar satması savaşın tamamından sonra olsa bile süvari sehmini alamaz. Esah olan kavle göre bu mücahidin maksadının ticaret olduğu meydana çıktığı için atın sehmi düşer. Fetih. Bunu musannif (Hidâye sahibi) da ikrar etti. Fakat Şürunbulâlî´de Cevhere ile Tebyîn´den buna muhalif ifade nakledilmiştir.
Kuhistânî´de zikredilmiştir ki, süvari bir kimse savaş devam ederken atını satarsa, esah olan kavle göre piyade sayılır, harb bittikten sonra satarsa ittifakla süvari sayılır, Bu kayıdların iyice bellenip zabt olunması lâzımdır ki, fetva ve hüküm vermede hataya düşülmesin.
"Ganimetin nasıl taksim edileceği ilh..." Musannif ganimetin hükümlerini beyan edince taksiminin beyanına başladı. Taksimi de her ne kadar ganimetin ahkâmından ise de bahisleri çok olduğundan kendisi için müstakil bir fasıl tâyin edilmiştir. Taksim etme: Ganimet malları içinde dağılmış hisseyi muayyen bir yerde kılmaktan ibarettir. Nehir.
Mültekâ´da zikredilmiştir ki; hükümdarın, ordu dar-ı harbe girerken süvariler ile piyadeleri tesbit etmek için orduyu teftiş etmesi lâzımdır.
Mültekâ şerhinde: "Hükümdarın orduya katılan neferlerin isimlerini yazması ordu üzerine harb usul ve kaidelerini bilen ve harbi idare edecek bir kumandan - isterse bu kumandan âzâd edilmiş bir köle olsun - tâyin etmesi lâzımdır. Ordunun bu kumandana itaat etmeleri vâcibtir. Çünkü kumandanın emrine karşı gelmek haramdır. Ancak kumandanın emrettiği ve yasakladığı şeyin bir günâh olduğu veya uygun olmayan bir hareket olduğu herkesçe bilinirse, o halde kendisine itaat icab etmez." diye yazılıdır.
"Müstahik olmalarında itibar ilh..." Yani gaziler ganimet malının beşte dördünü hak ederler. Ganimetten piyade olan mücahidlere birer, süvari olan mücahidlere de ikişer sehim verilir. Gazilerin piyade mi süvari mi sayılacakları İslâm hududundan dar-ı harbe girerken belli olur. Atlı olarak girmişse süvari sehmini. piyade olarak girmişse piyade sehmini alır.
Ganimet malının beşte biri fakirlere, yoksul yetimlere, parasız kalmış yolculara sarfedilmek üzere beytülmâle ayrılır.
"Bir kimse dar-ı harbe süvari olarak girip sonra atı ölse, iki sehme müstahik olur ilh..." Süvari; yanında at bulunan kimsedir, isterse atı gemide götürsün. Bu kimse at üzerinde savaşmak için hazırlanmıştır. Bir şey için hazırlanan o şeyi yapmış gibidir. Dar-ı harbe atla giren kimsenin atını bir şahıs öldürüp ondan atının kıymetini alsa bile yine süvari sehmi alır. Atını düşman alsa yine süvari sehmi alır. Ama savaştan önce atını satsa piyade sehmi alır. Süvari olanlara iki sehim verilir. Hissenin biri kendisi için, diğeri de atı içindir. Bu İmam-ı Azam´a göredir. İmameyn´e göre üç hisse verilir. Bir hisse kendisi için, iki hisse de atı içindir. Buhar-ı Şerif ve diğer hadîs kitablarında rivayet edildiği üzere Peygamberimiz böyle taksim etmiştir. İmam-ı Azam rivayetlerin arasını birleştirmek için bunu tenfîl (hükümdarın veya kumandanın fazla bir sehim vermek üzere gazileri harbe teşvikde bulunmasıdır.) üzere hamletmiştîr. Şürunbulâli, Es-Siyerü´l-Kebir Şerhi.
"Bir attan başka at için sehim yoktur ilh..." İmam Ebû Yusuf´a göre iki at için sehim verilir.
T E N B İ H : Atın ortak olmaması şarttır. Nöbetle üzerinde savaşılan ortak at için sehim yoktur. Ancak dar-ı harbe girmeden önce ortaklardan biri attaki diğer ortağının hissesini kiralarsa at için sehim verilir. Atın, mücahidin kendi mülkü olması şart değildir. Buna göre kiralanmış yahut ariyet olarak alınmış yahut gasbedilmiş at için de sehim verilir.
"Orada büyüyüp at olsa ilh. ." Yani bir mücahid tay ile dar-ı harbe girip orada uzun zaman kalması sebebiyle tayı büyüyüp üzerinde savaşsa yine süvari sehmini alamaz. Bahır.
"Aralarında fark ilh..." İmam-ı Serahsî: "Hasta olan at, üzerinde savaşılmaya elverişlidir. Ancak geçici bir arızadan dolayı üzerinde savaşmak mümkün değildir. Bu arıza geçince hiç hasta olmamış gibi olur. Tay böyle değildir. Çünkü tay, üzerinde savaşılmaya elverişli değildir. Dar-ı harbde üzerinde savaşılmaya elverişli hale gelmiştir. Buna da itibar yoktur.
Bunun benzeri: Küçük zevcenin nafakası zevci üzerine lâzım değildir. Çünkü küçük zevce, zevcinin hizmetine elverişli değildir. Ama hasta olan büyük. zevcenin nafakası kocası üzerine lâzımdır. Çünkü o hizmet etmeye elverişlidir. Fakat hizmeti geçici bir arızadan dolayı mümkün değildir." demiştir.
"Sonra atını alsa ilh..." Yani savaştan önce atını alsa kendisi için istihsanen iki sehim vardır. Çünkü evinden çıkarken atın zahmetini çekmiş ve dar-ı harbde at üzerinde savaşmıştır. Gasbedilmesi başkasının binmesi gibi arızı ve geçici bir sebebten dolayı süvari sehminden mahrum edilemez. Ama gasbeden şahıs at üzerinde savaşıp hatta ganimeti elde edip dar-ı harbden çıksalar, gasbeden kimse için süvari sehmi asıl at sahibi için piyade sehmi vardır. Çünkü gasbedilmiş at ile mülk olan at arasında fark yoktur. Eğer sahibi atını aldıktan sonra yeni ganimet elde edilirse, bu ganimetten at sahibine süvari sehmi, gasbeden şahsa da piyade sehmi verilir. Nitekim dar-ı harbe girildikten sonra bir şahıs bir kimsenin atını ğasbedip onun üzerinde harb etse, gasbedene piyade sehmi, at sahibine süvari sehmi verilir. Bu bahsin tamamı Es-Siyerü´l-Kebir şerhindedir.
"Atını satarsa her ne kadar satması savaşın tamamından sonra olsa bile ilh..." Yani atını kendi arzusu ile satarsa süvari sehmini alamaz. Ama zorla sattırılırsa süvari sehmini alır. Atını rehin verenin yahut kiraya verenin yahut hibe edenin hükmü de satan kimsenin hükmü gibidir. Bahır.
Şârih "her ne kadar satması savaşın tamamından sonra olsa bile süvari sehmini alamaz ifadesiyle" Hidâye sahibine tâbi olmuştur. Fakat bu ifadeyi Fetih´den yanlış olarak nakletmiştir. Fetih´in ibaresi şöyledir: Bir mücahid savaş tamam olduktan sonra atını satsa, ittifakla süvari sehmini alır.
Keza savaş devam ederken atını satarsa, bazı fukahaya göre yine süvari sehmini alır. Hidâye sahibi: "Esah olan kavle göre savaş devam ederken atını satan mücahid süvari sehmini alamaz. Çünkü onun maksadının ticaret olduğu anlaşılmıştır." demiştir.
METİN
Savaşan kölelere, çocuklara, kadınlara, zimmîlere, delilere, bunamışlara, mükâtebtere, hastalara hizmet ve yaralıları tedavi eden kadınlara, yol gösteren zimmîlere biz Hanefîlerce. ganimet malından beşte biri çıkarılmadan önce bir mikdar şey verilir, buna "razh" denilir. Bunun mikdarı, mücahidlerin sehimlerinden noksan olur. Ancak orduya yol gösteren zimmîye, bir mücahide verilen setlimden ziyade verilebilir. Çünkü buna verilen razh ücret gibidir. Bundan anlaşılan ihtiyaç zamanında kâfirden yardım istemenin caiz olmasıdır.
Resûl-i Ekrem Efendimiz Hayber yahudilerine gazalarında, Medine-i Münevvere yahudilerinden on kadar kimseden yardım isteyip kendilerine ganimet malından bir mikdar şey vermişlerdir.
"Berâzin" denilen acem atları, "ıtâk" denilen soylu arap atları, babası arap atı anası acem atı olup "hecin" denilen atlar, babası acem atı anası arap atı olup "mukrif" denilen atlar arasında sehim verilmesi bakımından fark yoktur.
Deve, katır ve merkep için sehim verilmez. Çünkü bunlarla düşman korkutulmaz. Ganimetten ayrılan beşte biri biz Hanefilerce yetimlere, yoksullara ve parasız kalmış yolculara verilmek üzere üç kısma ayrılır Bu üç sınıfdan yalnız bir sınıfa verilmesi de caizdir.
Münye´de zikredilmiştir: "Bu bahsi Mültekâ şerhinde tahkîk ve beyan ettik" demiştir.
Beni Haşim´den Peygamber Efendimize akrabalığı bulunan üç sınıf fakirler diğer kabilelerden olan üç sınıf fakirler üzerine takdim olunur. Çünkü başka kabileden olan fakirlerin sadaka almaları caizdir. Beni Haşim fakirlerinin sadaka almaları caiz değildir. Biz Hanefilerce Beni Haşim´in zenginleri için beşte birden hak yoktur. Musannıfın Bahır´dan Hâvî´deki: "Ganimetin beşte biri Beni Haşim´in zenginlerine sarf edilmesinin tercihini ifade eder." diye naklettiği söz götürür. Çünkü Nehir´de bu reddedilmiştir. "va´lemû ennemâ anhum min şey´in feinne lillâhi humusehû"âyet-i kerîmesinde "Ganimetin beste biri Allah´ındır." ilâhi kelâmın iptidasında Allah-ü Teâlâ´nın ism-i şerifinin zikredilmesi teberrük içindir. Yoksa hepsi Allah-ü Teâlâ´nındır. Resûl-i Ekrem Efendimizin beşte birdeki sehimleri vefatlarıyla düşmüştür. Çünkü Peygamberimizin beşte birdeki sehimlerinin kendilerine tahsisi, müştak olan risaletlerine bağlı bir hükümdür. Nitekim ganimet malı taksim edilmeden ve beşte biri çıkarılmadan önce Resûl-i Ekrem Efendimizin kendileri için seçtikleri at, kılıç, zırh gibi şeylerin kendilerinden sonra düşmesi gibi.
İZAH
"Zimmîlere ilh..." Eğer ganimet taksim edilmeden ve İslâm memleketine çıkmadan önce, zimmî müslüman. çocuk akıl baliğ ve köle âzâd olsa kendilerine sehim verilir. Es-Siyerü´l-Kebir, Nehir.
"Biz Hanefilerce ganimet malından beşte biri çıkarılmadan ilh..." Yani harbde hizmetleri görülen zimmîlere, kadınlara, kölelere, çocuklara biz Hanefilerce ganimet malından beşte biri çıkarılmadan "razh" denilen hisse verilir, imam Şafiî ile İmam Ahmed´e göre; "razh" denilen hisse ganimetten beşte biri çıkarıldıktan sonra verilir. "Razh"ın mikdarını tâyin hükümdara aiddir.
"Resûl-i Ekrem Efendimiz Hayber yahudilerine gazalarında ilh..." Fetih´de zikredilmiştir ki, Peygamber Efendimizin Hayber gazalarında yahudilerden yardım istemeleri hakkındaki hadîs-i şerifin senedinde zayıf vardır. Çünkü fukahadan birçokları:, "Cihadda kâfirden yardım istemek caiz değildir." demişlerdir. Zira Peygamber Efendimiz Bedir gazasına çıktıklarında kendilerine bir kâfir yetişip müslümanlar safında savaşmak için geldiğini söyledi. Peygamber Efendimiz kendisine: "Allah´a ve Resulüne imân ediyor musun " diye sordu, o da "hayır" dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz: "Öyle ise dön! Ben bir kâfirden asla yardım istemem." buyurdu. Bu hadîs-i şerifi Müslim rivayet etmiştir.
İmam Şafiî demiştir ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz Bedir gazasında bir veya iki kâfirin cihada katılmasını reddetmiştir. Sonra Peygamber Efendimiz Hayber gazasında Beni Kaynuka yahudilerinden yardım istemiştir. Huneyn gazasında Safvân b. Umeyye´den kâfir olduğu halde yardım istemiştir. Buna göre Peygamber Efendimiz kâfirden yardım istemek ile istememek arasında muhayyer olduğu için Bedir gazasında kâfirin yardımını reddetmiş ise iki hadîs-i şerif arasında muhalefet yoktur. Şayet Bedir gazasında o kimsenin kâfir olduğu için yardımını reddetmiş ise, sonra Hayber gazasında ve diğer gazalarda kâfirlerden yardım istemesi hakkındaki hadîs-i şerifleri Bedir gazasında kâfirden yardım istemediğine dair hadîs-i şerifin hükmünü neshetmiştir.
"Buna verilen razh ücret gibidir ilh..." Zimmînin yol göstermesinde müslümanlar için büyük fâide bulunursa kendisine hükümdar tarafından tâyin edilen mikdar -her ne kadar bu mikdar iki süvari sehimleri kadar olsa bile - verilir.
Şârih "Yol gösteren zimmîye verilen razh ücret gibidir." ifadesi ile savaşma ile yol gösterme arasında fark bulunduğuna işaret etmiştir. Şöyle ki: Bir zimmî müslümanlarla birlikte savaştığı takdirde kendisine razh olarak verilen mikdar gazilere verilen sertimden noksan olur. Ama islâm ordusuna yol gösterdiği takdirde kendisine sehimden ziyade verilmesi sahihtir. Yol göstermesinde kendisine verilen şey "razh" değil, ücrettir. Savaşmasında ise kendisine verilen şey ücret değildir. Bu yüzden kendisine sehim mikdarı verilmez. Bu zimmî her ne kadar cihâd ameli gibi amel yapmış ise de, cihâd amelinden dolayı sevâb kazanan kimse ile kendisinden cihâd ameli kabul edilmeyen kimsenin arası sertimde müsavi tutulamaz.
"Biz Hanefilerce ilh..." İmam Şafiî´ye göre ganimetten ayrılan beşte biri, beş kısma bölünür. Bir kısmı Peygamberimizin akrabalarına sarf edilir, diğer bir kısmı Peygamberimiz için ayrılıp bu zamanın hükümdarına kalır. Hükümdar da bunu müslümanların ihtiyaçlarına sarfeder. Diğer üç kısmı da âyet-i kerîmede beyan edilen fakir yetimlere, yoksullara ve parasız kalmış yolculara sarfedilir. Zeylaî.
"Bu üç sınıfdan yalnız bir sınıfa verilmesi de caizdir ilh..." Çünkü Kür´ân-ı Kerîm´de ganimet mallarından ayrılan beşte birinin sarf edileceği yerleri açıklamak için beş sınıf zikredilmiştir. Yoksa bu sınıflardan her bir sınıfa bir şey verilmesinin vâcib olduğunu açıklamak için değildir. Ancak bu sınıflardan başkasına sarfedilmesinin caiz olmayacağını tâyin etmek içindir. Bedâyı.
"Mültekâ şerhinde ilh..." Mültekâ şerhinin ibaresi şöyledir: Bulunan maden ve definelerin beşte biri muhtaç olan yetimlere, yoksullara ve parasız kalmış yolculara sarfedildiği gibi, ganimet malının beşte biri de bu üç sınıfa verilmek üzere üç sehme ayrılır. Bu sınıfların ya hepsine veya bir kısmına sarfedilir. Bu sınıflardan başkasına sarfedilemez. Bu sınıflara sarfedilmesinin sebebi, muhtaç oldukları içindir. Bu yüzden bu sınıfların zenginlerine verilmesi caiz değildir.
"Biz Hanefilerce ilh..." Beni Haşim´in zenginlerine ganimet mallarından ayrılan beşte birinden hisse verilmez, imam Şafii´ye göre Beni Haşim´in zenginleri fakirleri ganimet malının beşte birinden hisse almaları hususunda müsavi olup kadınlara birer, erkeklere ikişer hisse verilmek üzere aralarında taksim edilir. Çünkü âyet-i kerîmede zenginleri ile fakirlerinin arası ayırt edilmemiştir. Biz Hanefilerin delili: Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (R.A.) bizim dediğimiz gibi sahabelerin huzurunda ganimet malının beşte birini taksim etmişlerdir. Artık bu şekilde taksim icma olmuştur.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V.) Abdullah´ın, Abdullah Abdulmuttalib´in, Abdulmuttalib Hâşim´in. Hâşim de Abdülmenâf´ın oğludur. Abdülmenâf´ın dört oğlu vardı: Hâşim, Abdüşşems, Muttalib ve Nevfel. Resûl-i Ekrem Efendimiz Hayber ganimetini gaziler arasında taksim buyurduklarında ganimetin beşte birini hısımlarından Hâşim Oğulları ile Muttalib Oğulları orasında taksim ederek onları diğerlerinden üstün tuttuğu zaman Abdüşşems Oğullarından olan Hz. Osman İle Nevfel Oğullarından olan Cübeyir: "Yâ Resûlallah! Hâşim Oğullarının üstünlüğünü inkâr etmiyoruz. Allah-ü Teâlâ sizleri onlardan kıldı. Muttalib Oğulları kardeşlerimizin halleri nedir ki onlara da hısımlıklarından dolayı beşte birden ihsan buyurdunuz da bizleri terkettiniz. Halbuki hısımlıklarımız birdir." dediler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz: "Bizler ve Muttalib Oğullan gerek cahiliyet zamanında ve gerekse şimdi afla birbirimizden ayrılmadık, hepimiz bir şey gibi olduk." buyurdular. Çünkü Peygamberimiz Hâşim Oğullarından gönderildiğinde Kureyşliler hasedlik edip kendi aralarında: "Hâşim Oğulları, Hz. Muhammed (SAV.)´i bize teslim edip biz onu öldürmedikçe onlarla konuşmayacağız, alış - veriş yapmayacağız." diye anlaşma yaptılar. Hâşim Oğullan da kendi aralarında Resûlullah´a yardım etmek üzere anlaşma yaptılar. Nevfel Oğulları ile Abdüşşems Oğullan Kureyşlilerin tarafını tuttular. Muttalib Oğulları ise Hâşim Oğullarının tarafını tuttular. Bundan dolayı Resûl-i Ekrem Efendimiz Muttalib Oğullarına ihsanda bulundular.
"Musannıf ilh..." Hâvî´l-Kudsi´de zikredilmiştir ki, İmam Ebû Yusuf´a göre ganimetin beşte biri Peygamberimizin hısımlarına, fakir olan yetimlere, yoksullara ve parasız kalmış yolculara sarfedilir. İmam Ebû Yusuf´un bu kavli ile amel ederiz. Bahir sahibi: "Fetva, ganimetin beşte birindenPeygamberimizin hısımlarından zengin olanlarına da verilmesi üzerinedir." demiştir. Bu böyle bilinmelidir.
"Nehirde reddedilmiştir ilh..." Nehir sahibi: "Ganimetin beşte birinden Peygamberimizin fakir olan hısımlarına verileceği bilindiği için ayrıca "fakir olanlarına verilmesi şarttır" diye zikredilmemiştir." demiştir.
"Risaletlerine bağlı bir hükümdür ilh..." Yani Resul i Ekrem Efendimizin ganimetin beşte birindeki hakları risaletleri sebebiyledir. Vefatlarıyla her ne kadar risaletleri kesilmemiş ise de, fakat Resul olarak kendilerinden sonra hiç bir kimsenin kendilerinin yerine geçmesi mümkün olmadığı için sanki "Resul" kelimesinin alınmış olduğu risalet sebebi yok olmuştur.
T E M B İ H : Yukarıda beyan edildiği üzere İmam Şafiî´ye göre Resûl-i Ekrem Efendimizin ganimetin beşte birindeki sehimleri kendilerinden sonra kendi yerine kalan halifeye kalır. O da müslümanların ihtiyaçlarına sarfeder. İmam Şafiî´ye göre, Peygamberimizin ganimetin beşte birindeki sehimleri hükümdar oldukları içindir. Biz Hanefilerce Resul (Peygamber) olduğu içindir. Peygamber Efendimizden sonra resul yoktur. Bundan dolayı vefatlarıyla ganimetin beşte birindeki sehimleri düşmüştür.
"Resûl-i Ekrem Efendimizin kendileri İçin seçtikleri ilh..." Meselâ Bedir savaşında Hz. Ali (RA)´nin öldürdüğü Münebbih b. Haccac´ın "Zülfikar" adındaki kılıcını seçmiştir. Hayber ganimetinden Hz. Safiyye (R.A.)´ yi seçmiştir. Ganimet taksim edilmeden böyle kıymetli şeyleri almak Peygamber Efendimizin hasâisinden olduğu halde bu dünyadan ebedî aleme göçmekle düşmüştür. Peygamber Efendimiz sehimlerinden ziyade seçmezlerdi. Şürunbulâli.
METİN
Bir kimse hükümdarın izniyle yahut kuvvet sahibi kimseler dar-ı harbe girip baskın yapsalar, almış oldukları mallardan beşte bir alınır. Çünkü almış oldukları mallar ganimettir. Eğer kuvvet ve kudreti olmayan kimseler hükümdardan izinsiz dar-ı harbe girip birşeyler alsalar, almış oldukları şeylerden beşte biri alınmaz. Çünkü o aldığı şeyler kapma ve çalma yoluyla alınmıştır.
Münye´de zikredilmiştir ki, dört kimse dar-ı harbe girip birşeyler alsalar, aldıkları şeylerden beşte biri alınır. Üç kişi olurlarsa alınmaz.
Hükümdar bir kaç müslümana; kâfirlerden aldığınız maldan beşte bir almam dese bakılır-. Eğer kuvvet ve kudretleri varsa beşte birini düşürmesi caiz değildir. Eğer kuvvet ve kudretleri yoksa beşte birini düşürmesi caizdir
Hükümdarın savaş zamanında mücahidleri harbe tergîb ve teşvik için tenfili mendûbdur. Meselâ hükümdarın: "Kim bir kâfir öldürürse, kâfirin bütün eşyası öldürenin olacaktır." yahut "Kim kâfirlerden bir şey alırsa, o aldığı şey kendisinin olacaktır." demesi tenfildir. Tenfil, bazen mal vermekle veya istikbale tergip ve teşvik etmekle de olur.
Harbe tergip ve teşvik etmek vâcibtir. Bunun hakkında Allah-ü Teâlâ Hâbibine:
"Ey Peygamber, mü´minleri harbe teşvik et." (Enfal Süresi, âyet: 65) âyet-i kerimesiyle emretmiştir. Bu hitab her ne kadar Peygamber Efendimize ise de hükmü hilâfet makamında bulunan islâm hükümdarlarına şâmildir.
İstenileni elde etmeyi gerektiren şeyi seçmek mendûbdur. Mendûb olması Kuduri´nin "beis yoktur" diye tâbir etmesine muhalif değildir. Çünkü "beis yoktur" terkibinin terki evlâ olan şeyde kullanılması umum bir kaide değildir. Hatta musannıfın beyanına göre bunda kullanıldığı gibi mendûbda da kullanılır. Bundan dolayı Mebsût´da müstehabla tâbir edilmiştir.
İZAH
"Bir kimse hükümdarın izniyle ilh..." Hatta zimmî olan bir kimse hükümdarın izniyle dar-ı harbe girip birşeyler alsa, aldığı şeylerden beşte bir alınır. T.
"Beşte bir alınır ilh..." Yani hükümdar almış oldukları mallardan beşte birini alır, geri kalan dört kısım kendilerinin olur. Fetih´de zikredilmiştir ki, hükümdarın dar-ı harbe girmeleri için izin verdiği kimselere yardım etmesi lâzımdır. Nitekim hükümdarın, müslümanları ve dini zayıf düşürmemek için izinsiz dar-ı harbe giren kuvvet ve kudret sahibi kimselere yardım etmesi de lâzımdır. O halde hükümdarın yardımıyla dar-ı harbden mal alan kimseler hırsızlıkla almayıp zorla aldıkları için almış oldukları mallar ganimet olur.
"Eğer kuvvet ve kudreti olmayan kimseler ilh..." Yani üç kimse kuvve-i ve kudret sahibi sayılmaz. İmam Ebû Yusuf´a göre yedi kimse kuvvet ve kudret sahibi sayılmaz. On kimse kuvvet ve kudret sahibi sayılır.
"Tenfili mendûbdur itti..." Tenfil: hükümdarın süvariye sehminden fazla vermesidir. Tenfil "Nefi" den alınmıştır, Nefi, lügatta ziyade manasınadır. Farzdan ve vâcibden ziyade olan namazlara da nafile denilir. Evlâdın evlâdına da nafile denilir.
"Savaş zamanında ilh..." Kudurî sahibi: "Tenfil harb devam ederken caizdir. Harb bittikten sonra hükümdarın tenfilde bulunması caiz değildir." demiştir. Bazı fukâha: "Hükümdarın dar-ı harbde olduğu müddetçe tenfilde bulunması caizdir." demişlerdir. Bunların sözünü Peygamber Efendimizin, Huneyn muharebesi bittikten sonra:
"Her kim bir kâfiri öldürürse, eşyası öldürenin olacaktır." hadîs-i şerifleri te´yid etmektedir. Nehir.
Ben derim ki: Bu söz götürür. Çünkü Peygamber Efendimiz bu hadîs-i şeriflerini müslümanlar hezimete uğradıklarında onları tekrar savaşa tergib ve teşvik için buyurmuşlardır.
Kuhistânî´de zikredilmiştir ki, "savaş, zamanında" ifadesinde tenfilin savaşa başlamadan önce caiz olduğuna ve savaş bittikten sonra caiz olmadığına işaret vardır. Sirâc´da zikredildiğine göre, ganimet malları islâm memleketine çıkarıldıktan sonra hükümdar tenfilde bulunursa, beytülmâl için alınan beşte birden verebilir. Çünkü ganimetten alınan beşte bir mücahidlerin hakkı değildir. Düşman ordusu hezimete uğradıktan sonra hükümdarın tenfilde bulunması caiz değildir. Çünkü tenfilden maksad, mücahidleri harbe tergip ve teşvik etmektir. Düşman ordusu hezimete uğradıktan sonra buna ihtiyaç yoktur.
METİN
Hükümdar "Her kim bir kâfir öldürürse eşyası öldürenin olsun." deyip kendisi bir kâfir öldürse, öldürdüğü kâfirin eşyası istihsanen Kendisinin olur. Ama ordusuna hitaben "Sizden kim bir kâfir öldürürse eşyası onun olsun" veya "Ben bir kâfir öldürürsem eşyası benim olsun" deyip bir kâfir öldürse, öldürmüş olduğu kâfirin eşyası kendisinin olmaz. Fakat bu ifadeleri söyledikten sonra tekrar umûm olarak "Her kim bir kâfir öldürürse eşyası öldürenin olsun" deyip kendisi bir kâfir öldürdüğü takdirde, öldürdüğü kâfirin eşyası kendisinin olur. Zahîriyye.
Tenfili. ganimetten sehim ve razh alan herkes alabilir. Hata zimmî. tüccar, kadın vs köle de alabilir. Tenfil ancak öldürülmesi mubah olan kimseler hakkında caizdir. Kadın ve deli gibi öldürülmeleri caiz olmayan kimseleri öldüren kimse bunların eşyalarını alamaz.
Hükümdarın tenfil ettiği şeyi mücahidlerin hak etmeleri hususunda öldürenin, hükümdarın "Her kim bir kâfir öldürürse eşyası öldürenin olsun." sözünü işitmesi şart değildir. Çünkü hükümdar ordusunda bulunan her nefere sesini işittirme gücüne sahip değildir. Kumandan tenfilde bulunduğu takdirde ordu harbden dönmedikçe o sene içinde yapılacak savaşların hepsine o tenfil şâmil olur. Her ne kadar kumandan ölse veya azle-düşe bile ikinci kumandan tenfilden men etmedikçe birinci kumandanın tenfili devam eder. Kumandanın "Her kim bir kâfir öldürürse eşyası öldürenin olsun." sözüyle yaptığı tenfil, öldürülmesi lâzım olan her kâfire şâmildir. Çünkü "bir kâfir" kelimesi nekre (belirsiz) olarak şart mânâsına olan "her kim" kelimesinden sonra gelmiştir. Ama kumandan bir kimseye hitaben: "Sen bir kâfir öldürürsen eşyası senin olsun." deyip o da iki kâfir öldürürse, yalnız evvelkinin eşyasını alır. Kumandan: "Filan adlı kâfiri öldürürsen senin için yüz altın vardır." dese, cihâd ücretle olmadığı için bu icare akdi sahih olmaz. Kumandan: "Sen şu kâfirlerin başlarını kesersen sana şu kadar meblağ verilecektir." dese, bu akid sahih olur. Ordu kumandanı bir seriyyeye ganimetten beşte biri ayrıldıktan sonra geri kalan dördünü tenfil edip bu tenfili ordu işitip seriyye işitmese. seriyye için istihsanen bu nefil vardır.
Seriyye: Dörtten dörtyüze kadar olan askeri bir bölüktür. "Seriyyeye" lâfzı geceleyin yürüyüş demek olan "sera" dan alınmıştır. Seriyyeye ganimet mallarının hepsini veya bir kısmını tenfil vermek caizdir. Ama ordunun hepsine birden tenfilde bulunmak caiz değildir. Seriyye ile ordu arasındaki fark Dürer´de zikredilmiştir.
İZAH
"Her kim bir kâfir öldürürse eşyası öldürenin olsun ilh..." Bu ifade öldürülmeleri caiz olan kâfirlere şâmildir. Bu cihetten bu ifade altına, kâfirlerin kiraladıktan askerler, kâfir olan tacirler, efendilerine hizmet eden köleler, dar-ı harbe kaçmış olan mürtedler veya zimmîler, harb edemese bile hasta ve yaralı olan kâfirler, rey sahibi veya çocuğu olması umulan yaşlı kâfirler girer. Çünkü bunların öldürülmeleri caizdir. Bir müslüman, kâfirlerin safında savaşan müslümanı öldürse, öldürülen müslümanın eşyası öldüren müslümanın olmaz. Çünkü her ne kadar kâfirlerin safında savaşan müslümanın öldürülmesi caiz ise de eşyası ganimet olmaz. Nitekim hükümdara isyan eden müslümanların malları ganimet olmadığı gibi. Ancak kâfirlerin safında savaşan müslümanın eşyası kâfirlerin olup kâfirler o eşyayı müslümana ariyet olarak vermişler ise, bu takdirde bu müslümanın eşyası öldüren müslümanın olur. Es-Siyerü´l-Kebir Şerhi.
"O sene içinde ilh..." Es-Siyerü´l-Kebir şerhinde zikredilmiştir ki, kumandan dar-ı harbde savaştan önce tenfilde bulunsa, bu tenfilin hükmü ordu dar-ı harbden çıkıncaya kadar devam eder. Hatta bir müslüman uyuyan bir kâfiri öldürse, eşyası kendisinin olur. Nitekim savaş halinde veya düşman ordusu hezimete uğradıktan sonra öldürdüğü kâfirin eşyası kendisine kaldığı gibi. Ama ordu harb için saf olduktan sonra kumandan tenfilde bulunsa, bu tenfil yalnız bu harbe aid olmuş olur.
"Kumandan ölse ilh..." Es-Siyerü´l-Kebir şerhinde zikredilmiştir ki, yardımcı kuvvetle yeni bir kumandan gelip birinci kumandan azledilmiş olsa, onun tenfili sona ermiş olur. Çünkü azledilmekle onun velayet ve salahiyeti kalmamıştır. Ama yeni bir kumandan gelmeyip birinci kumandan ölse. askerler kendilerine başka bir kumandan tâyin etseler, ölen kumandanın tenfilinin hükmü sona ermiş olmaz. Çünkü tâyin ettikleri ikinci kumandan birinci kumandanın yerine geçmiştir. Ancak ikinci kumandan birinci kumandanın tenfilini iptal eder veya hükümdar orduya hitaben: "Kumandanınız ölürse, falan kimse kumandanınız olacaktır." derse, birinci kumandanın tenfilinin hükmü sona ermiş olur. Çünkü ikinci kumandan hükümdar tarafından tâyin edilmesiyle hükümdarın naibi olmuş olur da sanki hükümdar ilk defa ikinci kumandam tâyin etmiştir. Bu yüzden birinci kumandanın re´yinin hükmü kendisinden daha üstün bir kumandanın re´yile son bulmuştur.
"Filân adlı kâfiri öldürürsen, senin için yüz altın vardır ilh..." Ücret kelimesi söylenirse bu akid icare akdi olmuş olur. Cihâd ücretle olmadığı için bu icare akdi sahih olmaz. Eğer ücret kelimesi söylenmezse bu tenfil olmuş olur.
Es-Siyerü´l-Kebir şerhinde zikredilmiştir ki, kumandan hür olan bir müslümana veya köleye: "Sen kâfirlerden şu süvariyi öldürürsen, sana yüz dinar ücret vereyim." deyip o da onu öldürse, kendisine ücret verilmez. Çünkü ücret lâfzını açık olarak söylediği için kumandanın sözünü tenfile hamletmek mümkün değildir. O halde bu kiralamak olur. Cihâd için adam kiralamak ise caiz değildir. Ordu kumandanı bu ifadeyi bir zimmî için söylese, İmam-ı Azam ile Ebû Yusuf´a göre tâyin edilen ücreti zimmî de alamaz, İmam Muhammed´e göre alır.
İmam Muhammed´e göre harb için adam kiralamak caizdir. İmam-ı Azam ile İmam Ebû Yusuf´a göre caiz değildir. Çünkü cihâd ruhu yok etmektir. Ruhu yok etmek ise insanın işi değildir.
Öldürülecek esirler bulunup ordu kumandanı: "Kim bu esirlerin başını keserse ona on dirhem ücret verilecektir." deyip bu işi bir müslüman veya zimmi yapsa, on dirhem ücreti alır. Çünkü bu cihâd işlerinden değildir. Ordu kumandanı esirleri öldürmek isteyip onları öldürmesi için bir müslüman veya bir zimmîyi kiralasa, İmam-ı Azam ile imam Ebû Yusuf´a göre caiz değildir, İmam Muhammed´e göre caizdir.
Kumandan: "Her kim düşmandan bin dirhem ganimet getirirse, kendisine iki bin dirhem verilecektir." deyip bunun üzerine bir kimse bin dirhem ganimet getirse, kendisine getirmiş olduğu bin dirhemden fazla ganimet verilmesi lâzım gelmez. Fakat ordu kumandanı: "Her kim düşmanın bir neferini esir ederse, kendisine onunla beraber beş yüz dirhem verilecektir." dese, kumandanın bu şarta riayet etmesi lâzım gelir. Çünkü bu ifade ile düşmanın yenilmesi istenilmektedir, önceki ifade ile mal istenilmektedir.
Kumandan: "Her kim düşman hükümdarını öldürürse, kendisine on bin dinar verilecektir." deyip bunun üzerine bir müslüman nefer onu öldürse, kendisine tâyin edilen mikdar verilir. Ordu savaş için saf oldukları zaman kumandan: "Her kim bir düşman başı getirirse, kendisine yüz dinar verilecektir." dese, baş ile kâfirlerin erkeklerinin başı murad edilir. Çünkü bu halde maksud olan harbe tergib ve teşvik etmektir.
"Dürer´de zikredilmiştir ilh..." Dürer´in ibaresi şöyledir: Siyer-i Kebir´den naklen Nihâye´de zikredilmiştir ki, hükümdar bütün orduya: "Ganimet olarak elde ettiğiniz malların beşte biri alındıktan sonra geri kafan nefil olarak sizin olacaktır." dese, bu caiz olmaz. Çünkü tenfilden maksad yiğitleri harbe teşvik etmektir. Bu ise ancak bazılarına sehimlerinden ziyade bir şey vermekle olur. Ordunun hepsine tenfilde bu faide yoktur. Aynı zamanda alınan ganimet ordunun hepsine nefil olarak verilip aralarında eşit olarak taksim edildiğinde süvarilerin fazla olan sehimlerini ibtal vardır.
METİN
Ganimet malları İslâm memleketine çıkarıldıktan sonra tenfil, ancak beytülmâl için alınan beşte birden caizdir. Çünkü beşte birin bir sınıfa sarfedilmesi caizdir. Nitekim yukarıda geçmiştir. Bir kâfirin eşyası (selebi); bindiği hayvanı, elbisesi, silâhı ve bindiği hayvanın üzerinde bulunan malları değildir.
Tenfilin hükmü, ondan başkalarının hakkını kesmektir. Yoksa mülkünü kesmek değildir. Çünkü ganimet İslâm memleketine getirilmeden önce ganimette mücahidlerin hakları sabit olmaz. Hükümdar: "Her kim kâfirlerden bir cariye elde ederse, cariye onun olsun." dese de mücahidlerden biri bir cariye elde etse, cariye âdet görerek temizlense bile ona cinsî yakınlıkta bulunması veya onu satması caiz olmaz. Nitekim dar-ı harbde bir cariyeyi bir kimse hırsızlık yoluyla alıp, cariye âdet görerek temizlense bile orada cariyeye cinsî yakınlıkta bulunması icmâen helâl olmadığı gibi. Öldürülen bir kâfirin eşyası tenfil olunmadıkça ganimet olarak bütün mücahidlerin olur. Çünkü Peygamber Efendimiz, Habîb b. Seleme´ye hitaben:
"Öldürdüğün kâfirin eşyasından sana bir şey yoktur. Ancak hükümdarın gönül hoşluğu ile sana verdiği vardır." buyurmuşlardır. Buna göre Peygamber Efendimizin kâfirin eşyası hakkındaki:
"Bir kimse bir düşmanı öldürürse, ölenin eşyası öldürenindir." hadîs-i şerifini biz Hanefiler tenfile hamlederiz. Bu suretle iki hadîs-i şerifin arasını bulmuş oluruz.
Şarih der ki: Müftü Ebussûud´un Mâruzat´ında Ebussûud hazretlerine: "Bu zamanda mücahidlerin aralarında ganimet inallarının meşru bir surette taksim edilmesinde şübhe bulunduğuna göre, bunlardan satın alınan cariyelere cinsî yakınlık helâl olur mu " diye sorulmuş, Ebussûud hazretleri: "Zamanımızda meşru bir surette taksim bulunmamaktadır. Fakat 948 tarihinde sultan tarafından umum tenfil vâki olmuştur. Artık ganimet mallarından beşte biri verildikten sonra ilk baştan itibaren şübhe bakî kalmaz." diye cevap vermiştir. Bu mesele böylece bilinmelidir, işin hakikatini Allah-ü Teâlâ Hazretleri bilir.
İZAH
"Ganimet malları İslâm memleketine çıkarıldıktan sonra ilh..." Yani ganimet malları islâm memleketine çıkarıldıktan sonra tenfil caiz olmadığı gibi ganimet mallan elde edildikten sonra dar-ı harbde de tenfil caiz olmaz.
"Bir kâfirin eşyası ilh..." Yani kumandan: "Her kim bir kâfir öldürürse, ölenin eşyası öldürenin olsun." dese, mücahidlerden biri bir kâfir öldürdüğünde, öldürdüğü kâfirin atı. atının üzerindeki malları, heybesinde veya bejinde bağlı olan altını, gümüşü, yüzüğü, bileziği, kemeri, elbisesi, silâhı kendisinin olur. Nehir.
"Tenfilin hükmü, ondan başkalarının hakkını kesmektir ilh..." Yani mücahidlerin hakkını kesmektir. Bu takdirde tenfilden beşte bir alınmaz. Mücahid dar-ı harbde ölürse veresesine miras olarak intikal eder.
Ben derim ki: Tenfilin diğer bir hükmü de süvari ile piyadenin eşit olarak hak almasıdır.
"Mülkünü kesmek değildir ilh..." İmam-ı Azam ile imam Ebû Yusuf´a göre ganimet malları İslâm memleketine çıkarılmadan önce onda mücahidlerin mülkü sabit olmaz, imam Muhammed´e göre sabit olur. Hatta ganimet malını zayi ye telef eden öder.
Ben derim ki: İmam-ı Azam ile İmam Ebû Yusuf´a göre "mülk sabit olmaz" ile tam mülk sabit olmaz, mânâsını murad etmişlerdir. Yoksa dar-ı İslama çıkarılmayan ganimet malında mücahidlerin mülkleri noksan olarak sabit olur. Bu yüzden ölen mücahidlerin sehimleri vereselerine miras olarak intikal eder. Dürr-i Müntekâ.
"Öldürülen bir kâfirin eşyası ilh..." İmam Şafii´ye göre öldürülen bir kâfirin eşyası öldürenin olur.
"Sultan tarafından umum tenfil vâki olmuştur ilh..." Yani sultan: "Her kim kâfirlerden bir şey alırsa kendisinin olacaktır." demek suretiyle umum tenfilde bulunmuştur. Bu surette yapılan tenfil şahindir. Ama sultan orduya hitaben: "Kâfirlerden ganimet olarak aldığınız mallar hepinizin olacaktır," dese bu şekilde yapılan tenfil yukarıda geçtiği üzere sahih değildir.
Sultanın umum olarak tenfili caiz olduğuna göre kendisi öldükten sonra veya azledilip yerine başka sultan geçtikten sonra bu umum tenfilin devam edebilmesi için, ikinci sultanın da yeniden umum tenfilde bulunması lâzımdır.
"Ganimet mallarından beşte biri verildikten sonra ilh..." Yukarıda geçmiştir ki, hükümdar umum tenfilde bulunduğu takdirde ondan beşte birinin verilmesi lâzım gelmez. Nitekim tenfilde süvari ile piyadeler eşittir. Çünkü zamanımızda taksim edilmemekte ve beşte biri verilmemektedir. Ganimet mallarının beşte birinin verilmesinin farz olduğuna göre beşte biri verilmeyen ganimet mallarında nasıl şübhe bulunmaz!
Zamanımızdaki sultanın umum tenfilde bulunup bulunmadığını bilmediğimiz için ganimet mallarındaki şübhe bakîdir. Birisi buna "Zamanımızda ganimet mallarının taksim edilmemesi, hükümdarın umum tenfilde bulunduğunun delilidir." diye cevap veremez. Çünkü zamanımızın orduları islâm beldelerinden olsa bile zorla, yağma, kapma suretiyle alıyorlar. Hatta almış oldukları malların, müslüman sahihleri ortaya çıktıklarında malları kendilerine para ile verilmektedir. Buna göre onların hallerini iyiye yormak mümkün değildir. Keza bu zamanın hâkimleri ve ordu kumandanları tenfilde bulunmuyor, ganimeti taksim etmiyor ve beşte birini de vermiyorlar. O halde zamanımızda ganimetten alınan malın hükmü, ganimetten hainlikle alınan malın hükmü gibidir.
Es-Siyerü´l-Kebir şerhinde zikredilmiştir ki, ganimetten hıyanetlikle bir şey aşıran kimse pişman olup ordu dağıldıktan sonra aşırmış olduğu şeyi hükümdara getirse, hükümdar muhayyer olup dilerse onu tekrar getirene verip hak sahihlerine yermesini emreder. Dilerse onu ondan alıp beşte, birini hak sahiblerine verir. Geri kalan dört kısmı buluntu gibi olur. Hak sahiblerini bulamazsa onu ya tesadduk eder veya beytülmâla koyup üzerine emrini yazar. Ganimetten hainlikle bir şey aşıran kimse aşırdığı şeyi hükümdara getirmezse bakılır; eğer hak sahiblerini bulamazsa onu tesadduk etmesi müstehabdır. Eğer hak sahiblerini bulursa, onun hükmü buluntunun hükmü gibi olur. Nitekim buluntuda olduğu gibi hükümdara verilmesi evlâdır. Çünkü ondan beşte biri alınıp hak sahihlerine verilir. Bir mücahidin ganimet malı taksim edilmeden önce sehmini satması bâtıldır. Nitekim taksim edilmeden önce sehmini âzâd etmesi bâtıl olduğu gibi.
Hâvi´de zikredilmiştir ki, bir kimse kendisinden beşte bir alınmamış olan esir bir cariyeyi ordu kumandanından satın alsa, bu alım satım sahih olup bu cariye kendisine helâl olur. Cariyeden alınacak beşte bir cariyenin kendisinden değil parasından vâcib olur.
Bir kimsenin yanında emânet mal bulunup emânet bırakan kimse ölüp veresesi olmasa, emanetçi fakir olursa o malı kendisi kullanır, zengin olursa fakirlere verir. Çünkü beytülmâla vermiş olsa fakirlere sarfedilmeyip zayi olur. Bezzâziye.
Bir kimse ganimetten bir cariye satın alsa bakılır; eğer satın alan kimse ganimetten ayrılan beşte birden sehim alanlardan olursa, cariyeden alınacak olan beşte biri kendi nefsine sarfeder. Eğer beşte birden sehim alanlardan olmayıp fakat zengin olan afim gibi başka yoldan beytülmaldan sehim alanlardan olursa cariyeyi beşte birden sehim alan fakire mülk olarak vermeli, sonra ondan cariyeyi satın almalı veya cariyeden alınacak olan beşte biri fakire mülk olarak vermeli, sonra ondan cariyenin beşte birini satın almalıdır. Çünkü böyle yapmadan cariyeyi kendi nefsine sarfetse, cariyeden alınacak olan beşte bir fakirlerin hakkı olarak kalır da cariyeye cinsî yakınlıkta bulunması helâl olmaz.
Bana göre bu mesele şöyle halledilmelidir: Ganimet malı islâm memleketine getirildikten sonra mücahidler ile beşte birden sehim alanlar arasında ortak olur. Yukarıda geçtiği üzere ganimet malı islâm memleketine getirildikten sonra mücahidlerden ölenlerin sehimleri vereselerine miras olarak kalır. Fakat ganimet malından sehim alacak olanlar bilinmeyip onları bilmek umudu da kalmayınca, ganimet malı muayyen kimseler arasında ortak olmaktan çıkıp bütün müslümanların hakkı olmak üzere beytülmâldaki diğer mallar gibi beytülmâl haklarından olmuş olur. Beytülmâldaki mallarda bütün müslümanların hakkı vardır. Fakat bu ,hak mülkiyet yolu ile değildir. Çünkü beytülmâlda hakkı olan bir kimse öldüğü takdirde hakkı miras olarak vereselerine kalmaz. Ganimet malı islâm memleketine çıkarıldıktan sonra mücahidler dağılıp onları bulmak imkânı olmadığı takdirde ganimet malı beytülmâla kalır. Kendisinden beşte bir de alınmaz. Buna göre beytülmâlda hakkı olan bir kimse beşte biri alınmamış bir cariyeyi beytülmâldan satın almış olduğu takdirde cariyeden alınacak olan beşte bir sehmini kendi nefsine sarfetmesi caizdir.
Şafiî muhakkıklarından Seyyid Semhudî risalesinde zikretmiştir ki; babam bana odalık bir cariye aldı. Sonra babam zamanımızın muhakkiki AllâmeCelâl-i Mahalli ile ganimet malları ve beytülmâl vekilinden mal satın alma hususunda konuşup ona: "Beytülmâldaki alamadığımız hakkımız olan malları zafer yoluyla alıyoruz. Çünkü bu cariye şer´î surette taksim edilmeyen ganimet mallarından olduğu takdirde hak sahihleri bilinmediği için cariye beytülmâla aid olmuş olur." dedi. Bunun üzerine Celâl-i Mahalli: "Evet, sizin beytülmâlda bir çok bakımdan haklarınız vardır." dedi. Bu, Bezzâzlye ve Kınye´den nakledilene muvafıktır, işin hakikatini Allah-ü Teâlâ bilir.
KÂFİRLERİN BİRBİRİNİ VEYA BİZ MÜSLÜMANLARIN MALLARINI İSTİLÂLARI BEYANINDA BÂB
İstilâ, lügatta mutlaka gâlib ve üstün olmak manasınadır, Fıkıh ıstılahında, bir kavmin mallarını veya memleketini diğer bir kavmin üstünlük yoluyla elde etmesinden ibarettir. Dar-ı harbde bir kâfir diğer bir kâfiri esir edip malını alsa ona mâlik olur. Çünkü av gibi mubah olan malı istilâ etmiştir. Kâfirler islâm memleketinden zimmîleri esir etseler, onlara mâlik olamazlar. Çünkü zimmîler hürdürler.
Biz müslümanlar kâfirlere üstün gelip onların esir ettiklerini bulup alsak, onların mallarına kıyasla o esirlere de mâlik oluruz.
Kâfirler biz müslümanların mallarını istilâ edip -her ne kadar bu mallarımız mümin köle olursa da- memleketlerine götürseler, onlara mâlik olurlar. Mâlik olmaları mubah olan malı istilâ ettikleri için değildir. Çünkü ehl-i sünnet mezhebinden sahih olan kavle göre eşyada asıl olan tevakkufdur. Eşyada asıl olar. mubah olması, Mutezile´nin mezhebidir. Belki kâfirlerin müslümanların mallarına mâlik olmaları, bir kimsenin mülkü olan malı dokunulmaz olup başka şahısların o malı koruması şer´î hükümlerdendir. Kâfirler ise şer´î hükümler ile muhatab değildirler. Biz müslümanların malları onlar hakkında dokunulmaz mallardan değildir. Bu cihetten o mallara mâlik olurlar. Nitekim Mecmâ sahibi şerhinde bu bahsi incelemiştir. Kâfirler mallarımızı aldıkları takdirde mallarımızı kurtarmak için onların arkasına düşmek biz müslümanlara farzdır. Mallarımızı aldıktan sonra müslüman olsalar, mallarımız kendilerinden alınmaz.
Kâfirler, müslümanların mallarını memleketlerine götürdükten sonra müslüman mücahidler onlara üstün gelerek götürmüş oldukları malları onlardan alsalar, bakılır; eğer eski sahibleri mallarını müslüman mücahidler arasında taksim edilmeden önce bulurlarsa, onlara meccanen mâlik olurlar. Eğer taksim edildikten sonra bulurlarsa ve mallan da kıyemiyyât (çarşı ve pazarda benzeri bulunmayan yahut bulunsa da aralarında fazla fiat farkı bulunan mallar) dan olursa, mümkün olduğu kadar iki tarafın zararını önlemek için mücahidlere verildiği gündeki kıymetiyle alabilirler. Bu mallar misliyyât (aralarında fazla fiat farkı olmayıp, kendileri gibi pazarda bulunan mallar) dan olursa taksim edildikten sonra onları almaya yol yoktur. Zira bunları kendi misliyle almakta bir fâide yoktur. Eğer taksim edilmeden önce mallarını bulurlarsa, onları meccanen alırlar. Nitekim yukarıda geçmiştir.
Kâfirler zorla müslümanlardan almış oldukları mallan islâm memleketinden çıkarmadan müslüman mücahidler kâfirlerden o malları geri alsalar, eski sahihleri mallarını gerek taksimden önce olsun ve gerekse taksimden sonra olsun meccanen alırlar.
İZAH
"Kâfirlerin birbirini veya biz müslümanların mallarını istilâları ilh..." Musannıf biz müslümanların kâfirleri istilâ etmemizin hükmünü beyan edince kâfirlerin birbirlerini ve biz müslümanları istilâ etmelerinin hükmünü anlatmaya başladı. Fetih.
"Dar-ı harbde ilh..." Kâfirler dar-ı harbde birbirinden istilâ yoluyla aldıkları mallara, esirlere derhal yani bunları daha kendi memleketlerine götürmeden mâlik olurlar. Meselâ kâfir Türkler ile kâfir Hintliler, kâfir Rumları istilâ edip onları Hindistan´a götürseler, bu esirlere Hintli kâfirler mâlik olduğu gibi, kâfir Türkler de mâlik olurlar.
"Zimmîleri esir etseler ilh..." Kâfirler İslâm memleketinden zimmîlerin mallarını zorla alsalar, kendi memleketlerine götürmedikçe mâlik olamazlar. Bir zimmî geri dönmek üzere dar-ı harbe gittiğinde müslümanlar onun gitmiş olduğu dar-ı harbi zabdedip onu esir etseler, ona mâlik olamazlar. Çünkü onun müslümanlarla yapmış olduğu zimmet ahdi bakîdir.
"Onların mallarına kıyasla ilh..." Yani müslüman mücahitler kâfirlere üstün geldiklerinde onların mallarına mâlik oldukları gibi onlar tarafından esir edilmiş olan diğer kâfirlerin mallarına da - her ne kadar bu esir edilmiş kâfirler ile müslümanlar arasında antlaşma bulunsa bile - mâlik olurlar. Çünkü müslümanlar onların ahdini bozmamışlardır. Ancak onların mülkünden çıkan malları almışlardır.
TENBİH: Nehir´de zikredilmiştir ki, dar-ı harbde bir kâfir çocuğunu bir müslümana satsa, İmam-ı Azam´a göre caiz değildir. Ama müslümana çocuğu geri vermesi için cebir olunmaz, İmam Ebû Yusuf´a göre kâfir dâva, ettiğinde cebrolunur. Bir kâfir çocuğu ile beraber islâm memleketine emanla gelip çocuğunu satsa, ittifakla bu satış caiz değildir.
"Kâfirler biz müslümanların mallarını istilâ yoluyla memleketlerine götürseler mâlik olurlar ilh..." İmam Mâlik ile İmam Ahmed´in kavilleri de böyledir. Böyle kâfirlerden bir müslüman yenilecek bir şey veya cariye satın alsa, bunlar kendisine helâl olur. Çünkü Allah-ü Teâlâ (Haşr Sûresi, âyet: âyet-i kerîmesinde memleketlerinden ve mallarından mahrum edilerek çıkarılmış olan muhacirlere fakir ismini vermiştir. Bu âyet-i kerîme hicret eden müslümanların mallarına kâfirlerin mâlik olduğuna delâlet etmektedir.
Malına erişemeyen bir kimseye fakir denilmeyip parasız kalmış yolcu denilir. Bundan dolayı sadaka "âyetinde (Tevbe Sûresi, âyet: 60) parasız kalmış yolcular fakirler üzerine atfedilmişlerdir.
"Mâlik olmaları mubah olan malı istila ettikleri için değildir ilh..." Bu ifade Hidâye sahibini reddetmek içindir. Hidâye sahibi: «İmam Şafiî´ye göre kâfirler müslümanların mallarına mâlik olamazlar. Zira dokunulmaz olan mâlları istilada bulunmuş olmaları haklarında mâlikiyyeti ifade etmez. Biz Hanefilerce kâfirler mubah olan malı istila etmişlerdir. Günkü malın dokunulmazlığı Allah-ü Teâlâ´nın: "Yerde ne varsa hepsini sizin (faideniz) için yaratan O (Allah-ü Teâlâ) dur." (Bakara Sûresi, âyet: 29) kavl-i kerîmine münafi olarak sabit olmuştur. Zira bu âyet-i kerime bütün malların dokunulmaz değil, mubah olmasını gerektirir. Fakat malın dokunulmaz olmasının sebebi, sahibinin ondan faydalanma imkânı bulması içindir. Buna göre kâfirler istila yoluyla müslümanların mallarını memleketlerine götürüp asıl sahiblerinin onlardan faydalanma imkânı kalmayınca, mallar eski mubah olan hallerinedönerler.» demiştir.
"Ehli sünnet mezhebinden sahih olan kavle göre eşyada asıl olan tevakkuftur İlh..." Hidâye sahibinin "Eşyada asıl olan mubah olmasıdır." ifadesi Mutezile´nin görüşüdür. Ehli sünnet mezhebinden sahih olan kavle göre eşyada asıl olan tevakkufdur. Yani mubah veya haram olduğuna dair şer´î bir delil gelinceye kadar durulur ve bunlardan biriyle hüküm verilemez. Biz Hanefilerce malın dokunulmazlığı seri hitabla sabittir. Kâfirler hakkında malların dokunulmaz olması zahir değildir. Çünkü kâfirler şeriatla muhatab değildirler, imam Şafiî´ye göre kâfirler şeriatla muhatabdırlar. Bu bakımdan kâfirlerin böyle dokunulmaz mallara istilada bulunmuş olmaları, haklarında mâlikiyyeti ifade etmez. Bu, Mecma şerhi Menba´da zikredilenin hülâsasıdır
Ben derim ki: Bu, birkaç bakımdan söz götürür:
1) Hidâye sahibi "Eşyada asıl olan mubah olmasıdır." demek istememiştir. Çünkü eşyada asıl olan mubah olması mıdır, haram olması mıdır veya tevakkuf mudur Bu husustaki ihtilâf şeriat gelmeden önceye aiddir. Hidâye sahibi ise şeriat geldikten sonra delil ile eşyada asıl olan mubah olmasını isbat etmiştir. Malın dokunulmazlığı mülk sahibinin malından faydalanması gibi ârizî bir sebebten dolayı sabit olmuştur.
Usul-i Pezdevî´de: "Şeriat geldikten sonra haram olduğuna dair delil bulunmadıkça icma ile malların mubah olmasıdır. Çünkü Allah-ü Teâlâ: "hüvellezi haleka leküm mâ filardı cemîan"kavl-i kerîmi ile bütün malları mubah kılmıştır." diye zikredilmiştir.
2) Kâfirler imân ile, içki haddinden başka ukûbât (cezalar) ile ve muameleler ile muhatabdırlar ibâdetler ile muhatab olmalarında ihtilâf vardır. Nitekim bu bahis cihâd bahsinin evvelinde beyan edilmiştir.
3) "Kâfirler hakkında malların dokunulmaz olması zahir değildir." ifadesinin mânâsı "mallar onlar için mubahtır" demektir. "Bu ifadede eşyada asıl olan mubah olmasıdır." diyenlerin kavline dönüş vardır.
4) "Eşyada asıl olan mubah olmasıdır.""görüşünü Mutezile´ye nisbet etmek usûl kitablarında beyan edilene muhaliftir, İbn-i Hümâm´ın "Tahrir" isimli kitabında Hanefi ile Şafiî cumhur fukahasının muhtar olan kavline göre; "Eşyada asıl olan mubah olmasıdır." denilmiştir.
Usûl-i Pezdevî şerhinde Allâme Ekmel diyor ki: Biz Hanefilerin ve Şâfiîlerin ekseri fukâhasına göre, şeriatın mubah veya haram kılması caiz olan eşyanın şeriat gelmeden önce mubah olmasıdır ki, eşyada asıl olan budur. Hatta şeriat kendisine erişmeyen kimsenin dilediğini yemesi mubahdır. Buna İmam Muhammed İkrah Bahsinde "Laşenin yenmesi, şarabın içilmesi ancak şeriat tarafından yasak edilmekle haram olmuştur." diyerek "mubahın asıl, haramın yasak sebebiyle sonradan olduğuna" işaret etmiştir. Bu, Cübbaî, Ebû Haşim ve Zahirîlerin kavlidir.
Biz Hanefiler ile Şâfiilerin bazı fukâhasına ve Bağdat Mutezilesine göre, eşyada asıl olan haram olmasıdır.
Eşariler ile bütün hadîscilere göre eşyada asıl olan tevakkufdur. Hatta şeriat kendisine erişmeyen kimse bekleyip hiç bir şey yiyip içmez. Eğer bir şey yiyip içerse, onun fiil helâl ve haram ile vasıflanmaz.
Bağdatlı Abdülkahir bunun mânâsı, "sevaba ve günâha girmez" demektir, demiştir. Şeyh Ebû Mansûr da buna meyletmiştir.
"Onların arkasına düşmek biz müslümanlara farzdır ilh..." Yani kâfirler müslümanların mallarını elde ederek dar-ı harbe götürmek isteseler, müslüman memleketinde bulundukları müddetçe bunları onların elinden almak için arkalarına düşmek farzdır. Elde ettikleri malları dar-ı harbe götürmüş olurlarsa, artık takib etmek farz olmaz. Evlâ olan takib edilmesidir. Ama kadınlar ite çocukları dar-ı harbe götürmüş olurlarsa, onları takib etmek farzdır. Meğerki kuvvet ve imkân mevcud bulunmasın.
"Mallarını müslüman mücahidler arasında taksim edilmeden önce bulurlarsa, onlara meccanen mâlik olurlar ilh..." Bir kâfir emanla islâm memleketine girip bir müslümanın malını çalar ve memleketine götürse, sonra onu başka bir müslüman satın alıp islâm memleketine getirse, eski sahibi malını ondan meccanen alır.
Keza bir köle dar-ı harbe kaçtıktan sonra bir müslüman tacir onu satın alıp getirse, eski sahibi kölesini ondan meccanen alır. Muhit, Kuhistânî.
"Kıymetiyle olabilirler ilh..." Asıl mal sahteleri ölse, verese için mücahidin etinde bulunan malı kıymetiyle alma hakkı yoktur. Çünkü mücahidin elindeki malı kıymetiyle alıp almama arasındaki muhayyerlik miras olarak vereseye intikâl etmez.
Hâniyye´den naklen Sâihânî´de zikredilmiştir ki, bir kâfir bir müslümandan esir ettiği köleyi dar-ı harbe götürdükten sonra müslüman bir tacir o köleyi kâfirden satıp alıp islâm memleketine getirdikten sonra asıl sahibi ölse, İmam Muhammed´e göre vereselerin hepsi o köleyi alabilir. Ama vereselerinden bir kısmı alamaz, İmam Ebû Yusuf´a göre vereselerin o köleyi olma hakkı yoktur.
TENBİH: Müslüman mücahidler mağlub ettikleri bir düşmanın elinden vaktiyle müslümanlardan zorla alıp memleketlerine götürmüş okluktan köle ve mallan geri alıp islâm memleketine getirilip bu mallar mücahidler arasında taksim ettikten sonra sehmine köle düşen mücahid köleyi âzâd etse köle âzâd olur, eski sahibinin hakkı bâtıl olur. Sehmine köle düşen mücahid köleyi satmış olursa, eski sahibi köleyi parayla alabilir. Satışı bozamaz. Şürunbulâli.
"İki tarafın zararını önlemek için ilh..." Zira eski sahibi, rızası yok iken mülkünün elinden çıkmasıyla zarar görür. Hissesine düşen mücahidin elinden de meccanen alınmasıyla zarar görür. Çünkü mücahid onu ganimetteki sehmine karşılık olarak almıştır. Buna göre mümkün olduğu kadar her ikitarafın hakkına riayet etmek için bu malın eski sahibine bunu kıymetiyle almak selâhiyeti verilmiştir.
Ganimet taksim edilmeden önce o mal bütün mücahidlerin mülküdür. Bu maldan her birine elinden çıkmasıyla üzülecek mikdar hisse isabet etmez. Bu yüzden zarar görmezler. Bunun için taksim edilmeden önce eski mal sahibleri mallarını alırlar. Dürer.
METİN
Bir tacir kâfirlerin istilâ yoluyla elde etmiş olduğu müslüman mallarını onlardan satın alarak islâm memleketine getirirse, eski sahibleri bu malları o tacirin vermiş olduğu para ile diğer bir mal karşılığında satın almış ise, vermiş olduğu malın kıymetiyle eğer kâfirler tarafından kendisine hibe edilmekle veya fâsid akidle mâlik olmuşsa, mallarının kendi kıymetleriyle alabilirler.
Bahır´da zikredilmiştir ki, tacir mallan kâfirlerden şarab veya domuz karşılığı satın alsa, eski sahibleri onları ittifakla şarab ve domuzla alamayıp kendilerinin kıymetleriyle alırlar.
Keza tacir misliyattan olan malları veresiye olarak, kendilerinin misliyle yahut mikdar ve vasıf itibariyle kendilerinin misliyle sahih veya fâsid akidle satın alsa, eski sahihlerinin almalarında faide olmadığı için yine onları almazlar. Ama mikdar itibariyle az ile veya vasıf itibariyle düşük mal ile satın alsa, eski sahiblerinin almalarında fayda olduğu için mallarını alabilirler. Bu fidye olup karşılık olmadığı için bunda riba (faiz) olmaz.
Kâfirlerin istilâ yoluyla memleketlerine götürmüş oldukları bir köleyi müslüman bir tacir, onlardan satın alarak İslâm memleketine getirse de kölenin gözü çıkarılıp veya eli kesilip tacir ersi (uzvunun diyeti) ni alsa yahut kölenin gözünü, satın alan tacir çıkarmış olsa, kölenin eski sahibi muhayyer olup dilerse tacirin kâfirden satın almış olduğu paranın hepsiyle alır, ersi alamaz; dilerse köleyi hiç almaz. Tacir ile eski mal sahibi paranın mikdarında ihtilâf etseler, şâhid bulunmadığı takdirde yeminiyle tacirin sözü kabul edilir. Ama biri şâhid getirirse onun şahidi kabul edilir. Çünkü şâhid açıklayıcıdır. Eğer her ikisi de şâhid getirirse, eski sahibinin şahidi kabul edilir. İmam Ebû Yusuf´a göre, tacirin şahidi kabul edilir. Nehir.
Kâfirler bir kimsenin kölesini esir edip memleketlerine götürdükten sonra müslüman bir tacir o köleyi satın alıp islâm memleketine getirse, bundan sonra o tacirin elindeyken kâfirler o köleyi tekrar esir ederek memleketlerine götürseler, sonra başka bir müslüman tacir o köleyi satın alıp İslâm memleketine getirse, birinci tacir ikinci tacirden parasıyla alır. Çünkü köle birinci tacirin mülkünde iken ikinci defa esir edilmiştir, ikinci tacirden o köleyi iki kat parasını vererek alır. Çünkü birinci tacire köle iki fiata mal olmuştur. Birinci tacirin parası zayi olmaması için eski sahibi ikinci tacirden köleyi alamaz. Kâfirler harb neticesinde müslümanlardan hür, müdebber, ümm-i veled, mükâteb elan erkek ve kadınları esir ederek memleketlerine götürseler onlara mâük olamazlar. Çünkü onlar bir bakıma hürdürler.
Sonra müslümanlar kâfirleri yenerek bunları geri alsalar, ganimet taksini edilmeden önce eski sahibleri bunları meccanen alırlar. Ganimet taksim edildikten sonra sehimlerine düşen mücahidtere beytülmâldan kıymetleri verilir. Biz müslümanlar kâfirlere galip gelince onların her şeylerine mâlik oluruz. Çünkü şer´i şerif cinayetlerini cezalandırmak için onların dokunulmazlığını kaldırmıştır.
İslâm memleketinden bir hayvan dar-ı harbe kaçsa, istilâ gerçekleştiği için ona mâlik olurlar. Çünkü hayvanın İslâm memleketinden çıkmasında ona yardım edecek bir el yoktur, İslâm memleketinden dar-ı harbe müslüman bir köle kaçıp da kâfirler onu zorla yakalasalar, ona mâlik olamazlar. Çünkü İslâm memleketinden çakmakla kendi kendine mâlik oldu da başkasının kendisine mâlik olmasına mahal kalmadı. İmameyn´e göre, kâfirler buna mâlik olurlar. Ama -Allah´a sığınırız- köle mürted olduktan sonra dar-ı harbe kaçıp kâfirler onu yakalasalar, ittifakla ona mâlik olurlar.
Bir köle bir ot ve eşya ile birlikte dar-ı harbe kaçıp müslüman bir tacir onları kâfirlerden satın alıp islâm memleketine getirse, kölenin eski sahibi köleyi meccanen alır. Çünkü kâfirler köleye mâlik olamazlar. At ile eşyalarını para ile alır. Çünkü kâfirler bunlara mâlik olurlar.
Müstemen (pasaportlu kâfir), müslüman veya zimmî bir köleyi satın alıp memleketine götürse, bu müslüman veya zimmî köle âzâd olur. Çünkü islâm memleketiyle dar-ı harbin birbirinden ayrı olması âzâd etme yerine geçer. Nitekim kâfirler müslüman bir köleyi istilâ yoluyla kendi memleketlerine götürdükten sonra köle dar-ı harbden İslâm memleketine kaçsa âzâd olur.
Musannıf "müstemen, müslüman veya zimmî bir köleyi satın alıp memleketine götürürse âzâd olur" diye kayıdlamıştır. Çünkü müstemen olmayan bir kâfir müslüman veya zimmî bir köleyi satın alıp memleketine götürse, ittifakla bu müslüman veya zimmî köle âzâd olmaz. Çünkü buâ Nehir. Nitekim kâfirlerin bir kölesi dar-ı harbde müslüman olup sonra müslüman memleketine yahut dar-ı harbde olan ordumuza gelse yahut dar-ı harbde onu bir müslüman veya zimmî veya kâfir satın alsa veyahut onu satışa arzetse, satın alacak olan kabul etsin veya etmesin yahut müslümanlar bu kâfirlere üstün gelseler, bu dokuz surette köle âzâd edilmeksizin ve hiç bir kimsenin ona velâsı olmaksızın âzâd olmuş olur. Çünkü bu suretlerdeki azada "hükmen âzâd" denilir.
Zeylaî´de zikredilmiştir ki, bir harbî (kâfir) kendi kölesinin elinden tutup gitmesi için müsaade etmediği halde "sen hürsün" dese, İmam-ı Azam´a göre köle âzâd olmaz. Çünkü köleyi dili ile âzâd etmiş, fakat eliyle âzâd etmemiştir.
İZAH
"Onların her şeylerine mâlik oluruz ilh..." Kâfirlerin hükümdarı bir müslümana hür olan kâfirlerden bir şahsı hediye olarak verse, müslüman ona mâlik olur. Ancak vermiş okluğu şahıs müslümanın akrabası olursa müslüman ona mâlik olamaz.
Bir müslüman dar-ı harbe eman ile girip kâfirlerden birinin çocuğunu satın aldıktan sonra onu zorla İslâm memleketine^getirse, çocuğa mâlik olur. Dar-ı harbde iken çocuğa mâlik olup olmamasında ihtilâl vardır. Esah olan kavle göre mâlik olmaz. Nitekim Muhît´te de böyle zikredilmiştir. Bu ifade "kâfirlerin memleketlerinde hür olduklarını" bildirmektedir. Halbuki kâfirlere hiç bir kimse mâlik olmasa bile onlar kendi memleketlerinde köledirler. Nitekim Mûstesfâ. Kuhistânî ve Dürr-i Müntekâ gibi mu´teber kitablarda böyle zikredilmiştir.
Ben derim ki: Âzâd Bahsinde beyan edilmiş olduğu üzere "kâfirler köledirler" ifadesinin mânâsı "müslümanlar onları istilâ ettikten sonra köledirler" demektir, istilâ edilmeden önce onlar hürdürler. Zira Zahîriyye´de zikredilmiştir ki, bir kimse kölesine "senin nesebin hürdür" yahut "senin aslın hürdür" dese, eğer kölenin esir edilmiş olduğu bilinirse âzâd olmaz, bilinmezse âzâd olur. İşte bu, kâfirlerin, hür olduğuna delildir; Muhit´de zikredilen de buna delildir.
"Dar-ı harbe müslüman bir köle kaçıp da ilh..." Yani kaçan kölenin müslüman veya zimmînin kölesi olması arasında fark yoktur. Musannif "dar-ı harbe müslüman bir köle kaçıp" diye kayıdlamıştır. Çünkü kâfirler köleyi istila yoluyla islâm memleketinden alsalar, ittifakla ona mâlik olurlar.
Musannıf "müslüman bir köle kaçsa" diye kayıdladı. Çünkü - Allah´a sığınırız- köle mürted olduktan sonra dar-ı harbe kaçarsa, ona mâlik olurlar.
Zimmî bir köle dar-ı harbe kaçıp kâfirler bunu yakaladıklarında buna mâlik olup olmamaları hususunda iki kavil vardır: Bir kavle göre mâlik olurlar, diğer kavle göre mâlik olmazlar. Nitekim Fetih´de de böyledir. Şârih "kâfirler onu zorla yakalasalar" diye kayıtladı. Kâfirler onu zorla yakalamasalar ittifakla ona mâlik olamazlar. Nehir.
"Ona mâlik olamazlar ilh..." Yani o köle kâfirler tarafından bir müslümana hibe edilip yahut bir müslüman tacir tarafından satın alınıp yahut ganimet olarak islâm memleketine getirilse eski sahibi kölesini meccanen alır. Ganimet malı taksim edilip bu köle mücahidlerden birinin sehmine düştükten sonra eski sahibi kölesini alırsa, sehmine düşen mücahide beytülmâldan kölenin kıymeti verilir. Bu bahsin tamamı Fetih´dedir.
"Kendi kendine mâlik oldu da ilh..." Yani köle mükellef bir insan olup kendi kendine mâliktir. Efendi kölesinden faydalanma imkânı bulabilmesi için kölenin kendi kendine mâlik olması itibardan düşmüştür. Köle dar-ı harbe girince efendinin köle üzerindeki mâlikiyeti kalkar, köle kendi kendine mâlik olarak dokunulmaz bir insan olur da başkasının kendisine mâlik olmasına mahal olmaz. Bu bahsin tamamı Fetih´dedir.
"Müslüman veya zimmî bir köleyi satın alıp ilh..." Yani müstemen (pasaportlu) bir kâfir müslüman veya zimmî bir köleyi satın aldığı takdirde geri satması için cebrolunur. Dar-ı harbe götürmesi için müsaade edilmez. Zeylai.
"İslâm memleketiyle dar-ı harbin birbirinden ayrı olması âzâd etme yerine geçer ilh..." Yani müstemen (pasaportlu) bir kâfir müslüman bir köleyi satın alıp dar-ı harbe götürse İmam-ı Azam´a göre âzâd olur. İmameyn´e göre âzâd artmaz. İmam-ı Azam´ın delili şudur: Kâfirin zilletinden müslümanı kurtarmak vâcibdir. Birbirine zıd olan dar-ı harb ile islâm memleketi kölenin âzâd olmasına sebebdir. Nitekim dar-ı harbde karı ile kocadan birisi müslüman olunca kadının üç adet görmesi aralarının ayrılması yerine geçer.
İmameyn´in delili şudur: Bizim üzerimize vâcib olan müslüman köleyi kâfirin zilletinden kurtarmak için kâfiri satması için cebretmektir, fakat dar-ı harbe giden kâfiri satmaya zorlamamız mümkün değildir. Bu bakımdan müste´menin elinde köle olarak -kalır, âzâd olmaz. İbn-i Kemâl.
"Kâfirler müslüman bir köleyi ilh..." Yani kâfirler islâm memleketinden bir köleyi esir edip memleketlerine götürdükten sonra köle oradan islâm memleketine kaçsa köle efendisine geri verilir, bir rivayete göre âzâd olur. Ama racih olan kavle göre âzâd olmaz. Çünkü müslüman olan efendinin kölesini geri alma hakkı vardır. Bezzâziye. Tatarhâniyye.
"Kâfirlerin bir kölesi dar-ı harbde müslüman olup ilh..." Bir köle efendisine kızarak dar-ı harbden kaçıp islâm memleketine gelerek müslüman olsa âzâd olur. Ama bir kâfirin kölesi efendisinin izniyle veya emriyle bir iş için islâm memleketine gelip müslüman olsa islâm hükümdarı onu satıp parasını kâfir olan efendisi için muhafaza eder. Bahır.
"Bir harbi kendi kölesinin elinden tutup ilh..." "Harbî" ile dar-ı harbde doğup büyüyen kimse murad edilmiştir, gerek orada müslüman olsun gerekse olmasın. Bir müslüman dar-ı harbe girip harbî bir köle satın alarak âzâd etse -her ne kadar kölenin gitmesine müsaade etmese bile - istihsanen âzâd ölür. Kölenin velâsı kendisi için olur.
"İmam-ı Azam´a göre köle âzâd olmaz ilh..." Hatta köle yanında iken harbî müslüman olsa köleye mâlik olur. İmameyn´e göre âzâd olur. Çünkü âzâdın rüknü âzâd etmeye ehil olan kimse tarafından meydana gelmiştir.
"Çünkü köleyi diliyle âzâd etmiş ilh..." Yani harbi kölesini diliyle âzâd etmiş, eliyle köle edinmiştir. İmam-ı Azam´ın kavlinin izahı şöyledir: Harbî ´kölesini lisanıyla âzâd etmekle kölesi üzerindeki mülkü kalkmıştır. Fakat dar-ı harbde köleyi eliyle yakalayıp bırakmamakla onu yeni baştan istilâ etmek suretiyle kendisine köle yapmıştır. Müslüman köle böyle değildir. Çünkü müslüman köle istilâ yoluyla mülk olmaya mahal değildir. Zeylaî. İşin hakikatini Allah-ü Teâlâ Hazretleri bilir.
MÜSTEMİNİN HÜKÜMLERİ BÂBI
Müstemin: Hem emân isteyen, hem de kendisine emân verilen kimse demektir. Fıkıh ıstılahında; gerek müslüman gerek harbî (kâfir) olsun, başka bir milletin memleketine emân (pasaport) ile giren kimsedir. Bir müslüman emânla dar-ı harbe girerse kendisine onların kanlarından, mallarından, namuslarından bir şeye dokunması haramdır. Çünkü müslümanlar şartlarında sabittirler. Şayet onlardan bize izinsiz bir şey çıkarırsa ahdini bozduğu için ona haram olarak mâlik olur ve onu tasadduk etmesi vâcib olur.
Musannıf "dar-ı harbe emânla giren bir müslüman onlardan bize izinsiz bir şey çıkarırsa" diye kayıdladı. Çünkü onlardan bir şey gasbetse, onların memleketlerinde bulundukça onu onlara vermesi vâcibdir. Ama esir olan bir kimse - her ne kadar kâfirler bu esiri kendi rızalarıyla bıraksalar bile- müstemin gibi olmayıp hırsız gibi olduğundan kendisine onların mallarını alması kendilerini öldürmesi caizdir. Fakat kadınlarına dokunması meşru değildir. Kadınların helâl olması ancak mâlik olmakladır. Şu kadar var kî esir olan kimse dar-ı harbde esir olan zevcesini yahut ümmi veledini yahut müdebberesini orada bulup onlara kâfirler cinsî yakınlıkta bulunmuşlarsa, onlar kendisine mubahtır. Çünkü kâfirler onlara mâlik olmamalardır. Eğer kâfirler onlara cinsî yakınlıkta bulunmuşlarsa mülk şübhesi için iddet vâcib olur. Cariyesini dar-ı harbde bulursa ona cinsî yakınlıkta bulunması kendisine mutlak surette helâl delildir. Dar-ı harbde bir kâfir, müstemini satışla veya ödünç vermekle borçlandırsa yahut müslüman müstemin kâfiri satışla veya ödünç vermekle borçlandırsa yahut birisi diğerinin malını gasbetse, sonra islâm memleketine gelseler hiç birisine bir şeyle hüküm olunmaz. Çünkü kâfir müstemin dar-ı harbde iken İslâm hükmünü kabul etmeyip bilâkis gelecekte olacak hükümleri kabul etmiş olur. Ancak müstemin müslümana kâfirden gasb veya borç yoluyla almış olduğu şeyleri diyâneten geri vermesi için fetva verilir. Çünkü emânla onlara hainlik etmemeyi kabul etmiştir. Ama kazaen hüküm olunmaz.
İki kâfirden biri diğerine borç verse veya biri diğerinden gasb yoluyla bir şey alıp sonra bu iki kâfir müstemin olarak İslâm memleketine gelseler yine hiç birisine bir şeyle hüküm olunmaz. Dar-ı harbden bir kâfir ile bir müslüman İslâm ordusuna gelip müslüman, kâfirin kendisinin esiri olduğunu iddia edip kâfir ise "ben emanla çıktım" dese kâfirin sözü kabul edilir. Ancak esir olmasına iple veya zincirle bağlı olması gibi bir alamet bulunursa, görünüşe göre hüküm verilerek müslümanın sözü kabul edilir, iki kâfir müslüman olarak İslâm memleketine gelip muhakeme olsalar aralarında din ile hüküm olunur. Çünkü din ile hükmedil-meşine razı olmuşlardır. Ama gasp dâvalarında din ile hüküm olunmaz. Çünkü kâfirlerin istilâ etmesi bahsinde geçtiği üzere gasbeden kimse dar-ı harbte gasbetmiş olduğu şeye mâlik olur.
Emânla dar-ı harbe giren iki müslümandan biri gerek kasden gerekse hataen diğerini öldürmüş olsa -dar-ı harbde haddin düştüğü gibi kısas da düşeceği için - katilin öldürdüğü kimsenin diyetini kendi malından vermesi vâcib olur. Çünkü iki memleket birbirinden ayrı olduğu için âkilenin katili korumaları mümkün olmadığından kendilerine bir şey lâzım gelmez. Hataen öldürmede ayrıca keffâret de vâcib olur. Çünkü hataen öldürmede keffâretin vâcib olması hususundaki âyet-i kerîme mutlakdır. Dar-ı harbde iki esirden biri diğerini hataen öldürürse, kendisine ancak keffâret lâzım olur. Kasden öldürürse kendisine hiç bir şey lâzım gelmez. Çünkü esir olmasıyla kâfirlerin elinde bulunduğu için onlara tâbi otur da kendisine saldırılması vaktinde ´kıymeti gerektiren dokunulmazlığı düşmüş olur. Bu yüzden gerek hataen gerekse kasden öldürülmesinde diyet vâcib olmaz. Nitekim bir müslüman dar-ı harbde bir esiri veya orda müslüman olmuş bir kimseyi öldürse - bu öldürülen kimsenin vereseleri dar-ı harbde olurlarsa - bakılır; eğer hataen öldürmüşse kendisine yalnız kefaret lâzım gelir. Kasden öldürmüşse kendisine hiç bir şey lâzım gelmez. Çünkü öldürülen kimse İslâm memleketine gelip kendisini korumamıştır.
İZAH
"Müstemin ilh..." Bu kelime ism-i mef´ûl sigasıyla "müstemen" diye de okunabilir. Bu takdirde kendisine eman verilmiş kimse mânâsını ifade eder.
"Bir şeye dokunması haramdır ilh..." Hatta müslüman olan müstemin, kâfirler ´tarafından esir edilmiş cariyesine bile dokunamaz. Çünkü bu cariye onların mülkü olmuştur. Ama zevcesini, ümmi veledini ve müdebberesini imkanını bulursa, kurtarır. Çünkü kâfirler bunlara mâlik olmamışlardır. Keza esir edilmiş müslüman kadınları ve çocukları da imkanını bulursa onların elinden kurtarır.
TENBİH: Hâkimin Kâfî´sinde zikredilmiştir ki, dar-ı harbde müslüman bir müste´minin bir dirhemi iki dirhem ile peşin veya veresiye olarak değişmesi yahut fâsid akidler ile elde edeceği ´bir maldan istifade etmesi caizdir Çünkü dar-ı harbde müstemin bulunan bir kimsenin onların mallarını rızalarıyla alması caizdir. Bu İmam-ı Azam ile İmam Muhammed´e göredir, İmam Ebû Yusuf´a göre bu gibi muameleler dar-ı harbde de caiz değildir, İmam Ebû Yusuf´a göre bir müslüman nerede olursa olsun müslümanlığın hükümlerini kabul etmiştir, ona aykırı olan bir şeyi yapamaz.
"Müslümanlar şartlarında sabittirler ilh..." Çünkü emân ile dar-ı harbe giren bir müslüman onların haklarına tecavüz etmemeyi ´kabul etmiştir. Bu bakımdan onlara hıyanette bulunması haramdır. Ancak o memleketin hükümdarı veya hükümdarın müsaadesiyle birisi, müslümanın hakkına tecavüz ederek malını alır veya kendisini hapsederse, bu takdirde verilen ahdi bozmuş olduğundan müslüman da bazı hususlarda misliyle mukabelede bulunabilir. Bahır.
"Ve onu tasadduk etmesi vâcib olur ilh..." Çünkü hıyanet etmekle onu haram yoldan elde etmiştir. Hatta müslüman müsteminin dar-ı harb-den hıyanetle çıkarmış olduğu şey cariye olsa ona cinsî yakınlıkta bulunması helâl olmaz. Ondan o cariyeyi satın alan kimseye de helâl olmaz. Ama fâsid olarak satın alınan cariyeye cinsî yakınlıkta bulunmak yalnız satın alana haramdır. Fâsid olarak satın alan kimseden o cariyeyi başka bir şahıssatiri alsa, kendisine o cariye helâl olur. Çünkü cariye ikinci satın alan şahsa sahih olarak satılmıştır. Bu yüzden cariyeyi ilk satan kimsenin geri alma hakkı kalmamıştır. Bu bahsin tamamı Fetih´dedir.
Yine Fetih´de zikredilmiştir ki; dar-ı harbe müste´min olarak giren kimse orada bir kadınla evlense, sonra kadını zorla islâm memleketine çıkarsa ona mâlik olur. Nikâh bozulur, onu satması sahih olur. Eğer kadın kendi rızasıyla islâm memleketine gelmiş otursa, onu satması sahih olmaz. Çünkü ona mâlik olmamıştır.
"Esir olan kimse esir olan zevcesini ilh..." Bu ifadede nikâhın bozulmadığına işaret vardır. Gerek zevce zevcinden önce esir edilmiş olsun, gerekse sonra esir edilmiş olsun.
"Âyet-i kerîme mutlaktır ilh..."
"Kim bir mümini hataen (yanlışlıkla) öldürürse, mümin bir köleyi âzâd etmesi ve ölenin ailesini (mirasçılarına) teslim edilecek bir diyet vermesi lâzımdır." (Nisâ Sûresi, ayet: 92) Bu âyet-i kerîmede İslâm memleketi veya dar-ı harble kayıdlanmaksızın hataen öldürülmede diyetle beraber keffâretin de vâcib olduğu beyan buyurulmuştur.
"Kasden öldürürse kendisine hiç bir şey lâzım gelmez ilh..." Yani dar-ı harbde iki esirden biri diğerini kasden öldürürse. İmam-ı Azam´a göre kısas vâcib olmadığı gibi keffaret de vâcib olmaz. İmameyn´e göre öldürülme gerek hataen gerekse amden olsun her iki surette katile kendi malından öldürdüğü kimsenin diyeti vâcib olur. Bu bahsin tamamı Bahır´dadır.
"Çünkü esir olmasıyla ilh..." Bu ifade İmam-ı Azam´a göre dar-ı harbde bulunan müslüman müsteminler île esirler arasındaki farkı açıklamak içindir. Şöyle ki: Dar-ı harbde bulunan esirler kâfirlerin elinde bulundukları için onlara tâbi olup onların mukim olmasıyla mukim, misafir olmalarıyla misafir olurlar. Nitekim müslümanların köleleri efendilerine tâbi olurlar. Müslüman esirler kâfirlere tâbi olunca -asıl olan kâfirlerden birisinin öldürülmesiyle diyet vâcib olmadığı gibi- esirlerden birinin diğerini öldürmesiyle kendisine diyet vâcib olmaz. Ancak hataen öldürmüş olursa, kendisine yalnız kefaret lâzım gelir.
Şu halde dar-ı harbde esir bulunan müslümanlar, dar-ı harbde müslüman olup İslâm memleketine hicret etmemiş müslümanlar gibi olurlar. Nitekim metinde beyan edildiği üzere dar-ı harbde müslüman olup İslâm memleketine hicret etmemiş bir kimseyi bir müslüman orada hataen öldürse kendisine yalnız kefaret vâcib olur, kasden öldürse kendisine bir şey lâzım gelmez. Çünkü dar-ı harbde müslüman olan kimse İslâm memleketine hicret ederek kendisini korumamıştır. Orada kaldığı için onlara tâbi olmuştur. Biz Hanefilerce kısası veya diyeti gerektiren dokunulmazlık ancak İslâm memleketinde korunmakla sabit olur. Yalnız müslüman olmakla sabit olmaz. İmam Şafiî´ye göre hataen öldürülmede diyet, kasden öldürülmede kısas vâcibdir. Çünkü günahsız olan bir müslüman öldürülmüştür.
Dar-ı harbde müstemin olarak bulunan müslümanlara gelince: Bunların her zaman kendi istekleriyle oradan çıkmaları mümkün olduğu için kâfirlere tâbi olmazlar. Bu bakımdan müsteminlerden biri diğerini orada kasden veya hataen öldürürse her iki surette kendisine öldürdüğü kimsenin diyetini kendi malından vermesi vâcib olur. Hataen öldürmüş ise diyet vâcib olduğu gibi keffaret de vâcib olur.
KÂFİRİN EMÂNLA İSLAM MEMLEKETİNE GİRMESİ BEYANINDA FASIL
Müstemin bir kâfire İslâm memleketinde bir sene ikâmet etmesine müsaade edilemez. Çünkü bir sene İslâm memleketinde ikâmet eden bir kâfirin müslümanlar aleyhine hareket ederek casuslukta vesairede bulunabilmesi melhuzdur, islâm hükümdarı tarafından müstemine "Eğer müslüman memleketinde bir sene ikâmet edersen üzerine cizye konulacaktır." diye tenbih edilip, bu tenbihden sonra müstemin bir sene kalırsa zimmî olur. Bir sene ile kayıdlamak az zamana nisbetle ittifakıdır, çok zamana nisbetle değildir. Çünkü kâfir bir müste´minin İslâm memleketinde bir seneden az meselâ bir veya iki ay ikâmet etmesine müsaade etmek caizdir. Fakat çak az ikâmet etmesine izin vermek suretiyle ona zarar verilmemelidir. Metinlerden anlaşılan, İslâm hükümdarı tarafından kâfir müstemine "Bir sene ikâmet edersen üzerine cizye konulacaktır." diye tenbihde bulunulması, onun zimmî olması için şarttır., Buna göre kendisine böyle tenbihde bulunulmayan bir kâfir müste´min islâm memleketinde bir veya iki sene ikâmet etse zimmî olmaz. Attâbi bunu açıklamıştır. Bazıları "zimmî olur" demişlerdir. Dürer sahibi de "Kesin olarak zimmî olur." demiştir. Fetih´de "Zimmî olması evlâdır." diye zikredilmiştir.
Müsteminin ilk ikâmet ettiği senede kendisinden cizye alınmaz. Ancak o senenin cizyesinin kendisinden alınması şartıyla anlaşma yapılmış olursa alınır. Kâfir müstemin, zimmî olunca kendisiyle müslümanlar arasında kısas yapılır. Bir müslüman, zimmînin şarabını veya domuzunu telef etse kıymetlerini öder. Bir müslüman bir zimmîyi hataen öldürürse kendisine diyet vâcib olur. Müslüman gibi zimmîye eza etmek ve onu gıybet etmek haramdır. Fetih.
Yine Fetih´de zikredilmiştir ki, İslâm memleketinde kâfir bir müste´min ölüp veresesi dar-f harbde olsa. malı ve eşyası veresesi için bekletilir. Veresesi, ölen müste´minin veresesi olduklarını şahidle -isterse şâhidler zimmîlerden olsun- isbat ederlerse kefille malını ve eşyasını alırlar. Kendihükümdarlarının "bunlar ölen müste´minin varisleridir" diye haklarında yazmış olduğu mektup kabul edilmez.
İZAH
"Müstemin bir kâfire ilh..." Musannıf "müstemin" ile kayıdladı. Günkü bir kâfir emânsız İslâm memleketine girse kendisi ve beraberinde bulunan eşyası ganimet olur.
Emânla girdiğini iddia etse isbat etmedikçe kabul edilmez. Eğer hükümdarın elçisi olduğunu iddia edip yanında hükümdara aid mühürlü mektup bulunursa müste´min olmuş olur. Bir kâfir Haremi Şerife girmiş olsa, İmam-ı Azam´a göre ganimet olur. İmameyn´e göre yakalanmaz, fakat kendisine yiyecek, içecek verilmez, eza edilmez. Harem-i Şerîf´den çıkarılmaz.
Bir kâfir İslâm memleketinde gerek müslüman olmadan önce, gerekse müslüman olduktan sonra yakalansa, bir müslüman "ben ona emân vermiştim" dese tasdik edilmez. Ancak iki erkek şâhid emân verilmiş olduğuna şâhidlik yaparlarsa tasdik olunur. Bu, İmam-ı Azam´a göredir, imameyn´e göre kâfir yakalanmadan önce müslüman olursa hür olur. Kâfir gemileri tayfasından bazıları İslâm sahilindeki ırmaklardan su almak üzere emânsız İslâm topraklarına çıkmakla müslümanlar tarafından yakalansa İmam-ı Azam´a göre bütün müslümanların namına ganimet olmuş olurlar. Bunların beşte birinin alınmasında iki rivayet vardır.
"Casuslukta ilh..." Bu ifadede, "kâfir bir müsteminin üzerine cizye konulacağı şart koşulmaksızın İslâm memleketinde, bir sene ikamet etmesine müsaade edilmesinin haram olduğuna" işaret vardır. Remli.
"Zimmî olunca kendisiyle müslümanlar arasında kısas yapılır ilh..." Kâfir olan müstemin zimmî olmadan önce bir müslüman tarafından öldürülürse, müslüman kısas edilmez, kendisine diyet vacib olur.
Es-Siyer şerhinde zikredilmiştir ki, İslâm memleketinde bulunan kâfir olan müsteminlere hükümdarın yardım etmesi vâcibdir. Onların hükmü zimmîlerin hükmü gibidir. Ancak bir müslüman veya zimmî, kâfir olan müstemini öldürürse kısas edilmez. Kâfir olan müstemin kendi gibi kâfir olan bir müste´mini öldürüp, öldürülenin, varisi yanında bulunursa katil kısas edilir. Kâfir olan müstemin İslâm memleketinde cezayı gerektiren bir günâh işlediği takdirde bakılır; eğer işlediği günâh kısas veya kazf haddi kul hakkından olursa kendisine cezası tatbik edilir, kul hakkından olmazsa cezası tatbik edilmez, imam Ebû Yusuf´a göre kendisine bütün cezalar tatbik edilir. Yalnız zimmîlere tatbik edilmiyen içki haddi tatbik edilmez.
Kâfir olan müsteminin kölesi müslüman olsa, köleyi satması için kendisine cebrolunur ve köleyi dar-ı harbe götürmesi için müsaade edilmez.
Karı ile koca müstemin olarak islâm memleketine delip de bunlardan birisi İslâmiyeti veya zimmiliği kabul etse, yanlarında bulunan baliğ olmayan çocukları ona tâbi olurlar. Baliğ olan çocukları kız çocukları olsa bile ona tâbi olmazlar. Çünkü akıl baliğ olmakla tâbi olma sona erer. Zahir rivayete göre babası ölmüş olsa bile baliğ olmayan çocuk kardeşine, amcasına, dedesine tâbi olmaz. Hasan b. Ziyad´dan bir rivayete göre baliğ olmayan çocuk dedesinin müslüman olmasıyla müslüman kabul edilir. Fakat esah olan birinci kavildir. Çünkü baliğ olmayan çocuk en yakın dedesinin müslüman olmasıyla müslüman sayılmış olsaydı, en son dedesinin müslümanlığıyla da müslüman sayılırdı. Buna göre bütün kâfirlerin mürted olmalarıyla hükmedilmesi lâzım gelirdi. Çünkü bütün insanlar Hz. Adem ile Hz. Nuh (A.S.)´ın çocuklarıdır, islâm memleketinde bir müstemin müslüman olsa dar-ı harbde bulunan küçük çocukları kendisine tebaen islâmiyeti kabul etmiş sayılmazlar. Ancak babaları ölmeden islâm memleketine gelirlerse babalarına tebaen müslüman sayılırlar.
Müstemin, bir müslümanı öldürse -isterse amden öldürmüş olsun- yahut yol kesse, yahut casusluk yapsa, yahut müslüman veya zimmî bir kadına zorla zina etse, yahut hırsızlık yapsa kendisine verilmiş olan emân bozulmuş olmaz. Velhasıl islâm memleketinde bulunan bir müste´min zimmî olmadan önce zimmî hükmündedir. Ancak öldürülmesiyle kısas vâcib olmaz. Kul hakkı olmayan suçlar ile cezalandırılmaz.
Bir müsteminin malını islâm memleketinde fâsid akidle elinden almak helâl olmaz. Ama dar-ı harbde bulunan müslüman bir müsteminin onların mallarını kendi rızalarıyla isterse ribâ veya kumar yoluyla olsun alması caizdir. Çünkü onların malları müslümanlar için mubahdır. Ancak hıyanet etmek haramdır. Müslüman müsteminin kendilerinin rızalarıyla almış olduğu mal ise hiyanet değildir. Ama islâm memleketinde bulunan kâfir bir müstemin böyle değildir. Çünkü islâm memleketi seri hükümlerin icra edildiği bir yer olduğu için İslâm memleketinde bulunan bir müstemin temin ile bir müslüman ancak müslümanlar ile yapılması helâl olan akidleri yapabilir. Dar-ı İslâm´da alınması şer´an lâzım gelmeyen bir şeyi müsteminlerden isteyip almak caiz değildir. Beytülmakdis gibi bazı mabedleri, makamları ziyaret ettirmek için müste´minlerden para alınması bu kabildendir. İsterse bu hususta bir âdet mevcud olsun.
"Ve onu gıybet etmek haramdır ilh..." Çünkü zimmet akdi yapılmakla biz müslümanlar için vâcib olan, zimmî için de vâcib olur. Müslümanın gıybeti haram olunca, zimmînin gıybeti de haramdır. Hatta fukahâ: "Zimmîye zulmetmek daha günâhtır." demişlerdir.
"İsterse şahidler zimmîlerden olsun ilh..." Fetih´de zikredilmiştir ki; veresesi, ölen müsteminin veresesi olduklarına dair zimmîlerden şâhid getirseler istihsanen kabul edilir. Müslümanlardan şâhid getirmeleri mümkün değildir. Çünkü onların neseb (soy) leri dar-ı harbde olduğu için neseblerini müslümanlar bilemezler. Buna göre zimmîlerin şâhidlikleri, erkeklerin bakamıyacağı husustaki kadınların şâhidlikleri gibi olmuştur. Zimmîler "ölen müste´minin bunlardan başka varisini bilmiyoruz" dedikleri takdirde onlara ölen müste´minin malı ve eşyası teslim edilir, ileride veresesi çıkmasıihtimalinden dolayı kendilerinden kefil alınır.
METİN
Şart gereğince bir sene İslâm memleketinde ikâmet etmekle zimmî olan bir müste´min bir sene sonra dar-ı harbe dönmek istese -her ne kadar ticaret veya bir iş için olursa da- dönmesine müsade edilmez: Çünkü zimmet akdi bozulmaz. Bundan "bir zimmînin de dar-ı harbe dönmesine müsaade edilemiyeceği" anlaşılmaktadır. Nitekim bir müstemin İslâm memleketinde haraç arazisinden bir yer satın alıp o yerin haracını kabul etmekle üzerine haraç konulsa yahut kitabî (yahudi veya hristiyan) olan müstemine bir kadının, müslüman veya zimmî kocası olsa - her ne kadar kocası kendisine cinsî yakınlıkta bulunmamış olsa bile - dar-ı harbe dönmelerine müsaade edilmez. Çünkü arazinin haracı cizye gibidir. Zamanı geldiğinde kendisinden haraç alınır. Kitabî olan müstemine kadın ise kocasına tâbidir.
Kitabî olan bir müstemin İslâm memleketinde bir zimmîye kadınla evlense zevcesini boşaması mümkün olduğu için memleketine dönmesine mani olunamaz. Fakat evlendiği zimmîye zevcesi ondan mehrini istediğinde onu memleketine dönmekten men edebilir. Artık bir sene geçinceye kadar müste´min mehri vermezse Dürer´den: "İslâm hükümdarının: Bir sene İslâm memleketinde ikâmet edersen senin üzerine cizye konulacaktır, sözü müsteminin zimmî olmasında şart değildir." diye nakledilen kavle göre lâyık olan bu müsteminin zimmî olmasıdır. Bu mehrin hükmünden İslâm memleketinde müsteminin yapmış olduğu diğer borçların hükümleri de bilinmiş oldu. Bir müstemin kendi memleketine veya başka bir dar-ı harbe dönmüş olsa emânı bâtıl olduğu için öldürülmesi helâl olur.
Kâfir bir müsteminin bir müslüman veya zimmînin yanında emâneti yahut bunlarda alacağı olsa, o müste´min esir edilse, yahut müslümanlar kâfirlere galip gelip onu yakalayıp öldürseler alacağı, selemi kendisinden gasbolunan şey, kiraya verdiği şeyin ücreti düşer. Çünkü ellerinde bulunan kimseler diğerlerinden önce o mallara sahib olmuşlardır. Bu müste´minin yakalanıp öldürüldüğü zaman elinde bulunan malı, müslüman veya zimmîdeki emâneti, ortağı ve muzaribi yanındaki malı, İslâm memleketinde evinde bulunan mallan ganimet olur. Bu müsteminin rehninde ihtilâf vardır. Nehir´de raci´h olan kavle göre: "Rehin alacağına karşılık olarak alan kimsenin olur." diye zikredilmiştir.
Sirâc´da zikredilmiştir ki, müstemin emânetini ve alacağını alması için emanetçiye ve borçlusuna bir adam gönderse, bunların o adama müsteminin malını teslim etmeleri vâcib olur. Müsteminin emânet bırakmış olduğu malını ve alacağını vermek vâcib olunca -her ne kadar emânet malı ganimet olsa bile- müsteminin İslâm memleketinde yapmış olduğu borcu bu emânet malından veya alacağından ödenir. Müslümanlar kâfirlere üstün gelmeksizin bu müstemin öldürülse veya kendi eceliyle ölse alacağı, ödünç vermiş veya emânet bırakmış, olduğu malı veresesine kalır. Çünkü kendisi ganimet değildir ki, malı da ganimet olsun. Nitekim müslümanlar kâfirlere üstün geldiklerinde bu müstemin kaçsa malı ve alacağı kendisinin olur.
Bir kâfir emân ile İslâm memleketine gelse de dar-ı harbde zevcesi ve çocukları bulunup orada bir müslümanın yahut zimmînin yahut kâfirin yanında emânet malı bulunsa kendisi İslâm memleketinde müslüman veya zimmî olsa, bundan sonra müslümanlar o kimsenin memleketini harb neticesinde ele geçirseler, zevcesi, çocukları ve malları ganimet olur. Çünkü malı üzerinde kendi eli ve velayeti yoktur. Akıl baliğ olmayan çocuğu esir edilip İslâm memleketine getirilse müslüman köle olur.
Bir kâfir dar-ı harbde müslüman olup islâm memleketine geldikten sonra onun memleketi İslâm ordusu tarafından zabtedilse, kendisi dar-ı harbde müslümanlığı kabul ettiği için memleket bir olması dolayısıyla baliğ olmayan çocukları kendisine tebean hür ve müslüman olurlar. Müslüman veya zimmînin yanında bulunan emânet malı kendinin olur. Çünkü onların eli kendinin eli gibi muhteremdir, ama kâfirin yanında bulunan emâneti ganimettir. Bu emâneti her ne kadar bir müslüman gasbetmiş olsa bile yine ganimet olur. Çünkü gasb edenin eli sahih bir el olmadığı için sahibinin eli yerine geçemez. Fetih.
Eğer velîsi olmayan bir müslüman yahut islâm memleketinde müslüman olan müstemin yanlışlıkla öldürülürse, hükümdarın katilin âkile-sinden diyet alması lâzımdır. Çünkü o katil dokunulmaz olan bir kimseyi öldürmüştür. Eğer bunlar kasden öldürülseler hükümdarın katili ya kısas etmesi veya sulh yoluyla diyet alması lâzımdır. Ammenin hakkına riayet etmek için katili affetme hakkı yoktur.
Bir kâfir yahut mürted yahut üzerine kısas vâcib olan kimse Harem-i Şerife iltica etse öldürülmez. Ancak çıkıp öldürülmesi için kendisine yiyecek, içecek verilmez.
Cinayetler bahsinde gelecektir ki, Harem-i Şerife giren bir kimse âyet-i kerîme ile emniyet ve selâmette olduğu beyan edilmiştir.
Bir İslâm memleketinin dar-ı harb olması için İmam-ı Azam´a göre şu üç şartın gerçekleşmesine bağlıdır:
1 - İçerisinde şirk ahkâmı icra edilmelidir.
2 - Dar-ı harbe bitişik olmalıdır.
3 - İçinde evvelki emân ile nefsi üzere emin bir müslüman veya zimmî kalmış olmamalıdır.
Bir dar-ı harbin İslâm memleketi haline gelmesi için yalnız bir şart vardır: O da - ister içinde eski kâfir ahalisi ikâmet etsin, ister islâm memleketine bitişik bulunmasın- o yerde cuma ve bayram namazlarının kılınması gibi bütün islâm ahkâmının icra edilmesinden ibarettir. Dürer.
İZAH
"Zimmet akdi bozulmaz ilh..." Zira zimmî olan müsteminin dar-ı harbe dönmesi müslümanların zararınadır. Şöyle ki, dar-ı harbe dönmekle müslümanlara düşman olur. Dar-ı harbde nesli çoğalır, vermiş olduğu cizye kesilmiş olur. Zeylaî.
"Bir zimmînin de dar-ı harbe dönmesine ilh..." Yani gelmemek üzere dar-ı harbe gitmek isteyen bir zimmiye müsaade edilmez. Fakat ticaret maksadıyla müste´min olarak gitmek isterse müsaade edilir.
Es-Siyerü´l-Kebir´de zikredilmiştir ki, bir zimmî at ve silâhla beraber müstemin olarak dar-ı harbe gitmek isterse müsaade edilmez. Çünkü onun hail bunları, onlara satacağına delâlet etmektedir, Ancak gitmek istediği dar-ı harbin ahalisine düşman olduğu bilinirse, atı ve silâhıyla gitmesine müsaade edilir. Bir zimmî ticaret maksadıyla katır, merkeb ve gemiyle müstemin olarak dar-ı harbe gitmek istese müsaade edilir. Çünkü bunlar yük içindir. Yalnız bunları onlara satmayacağına dair yemin ettirilir.
"Kitabi olan müstemine bir kadının, müslüman veya zimmî kocan olsa ilh..." Bu müstemine kadın kocasına tebean zimmî olur. Bu müstemine kadının islâm memleketine geldikten sonra müslüman veya zimmî ile evlenmiş olması şart değildir, »atta kâfir olan karı ile koca müstemîn olarak islâm memleketine geldikten sonra, kocası müslüman veya zimmî olsa icadın kocasına tebean zimmî olur. Sarih "kitabî olan müstemine bir kadın" diye kayıdladı. Çünkü kadın mecûsî olup kocası müslüman olsa, kaadı kadına müslüman olmasını teklif eder. Kadın müslüman olursa ne âlâ. Şayet müslümanlığı kabul etmezse aralarını ayırır. Kadın iddetini bitirdikten sonra memleketine dönebilir. Bahır, Es-Siyer Şerhi.
"Müstemine kadın kocasına tâbi olur ilh..." Kadının kocasına tâbi olmasıyla kocasının ikâmet ettiği yerde ikâmet etmesi murad edilmiştir.
"Bu mehrin hükmünden ilh..." Yani islâm memleketinde bulunan müste´min borçlansa alacaklı olan kimsenin onu kendi memleketine dönmesinden menetme hakkı vardır. Bir sene geçip borcunu ödemezse zimmî olur.
"Müslüman veya zimmîdeki emâneti ilh..." Yani bu emâneti ganimet olur. Çünkü bu emânet malı sanki kendi elinde bulunmuştur. Emanetçinin eli kendi eli gibi ötmüş da kendisine tebean ganimet olmuştur. Malı ganimet olunca beşte bir alınmaz, ancak haraç ve cizyenin sarfedildiği yere sarfedilir. Çünkü bu mal savaşsız müslümanların kuvvetiyle alınmıştır. Ganimet ise savaş ile. zorla alınan maldır.
"Bu müsteminin rehninde ihtilâf vardır ilh..." İmam Ebû Yusuf´a göre rehin, alacağına karşılık olarak alan kimsenin olur. İmam Muhammed´e göre rehin satılır, rehin alanın alacağı bu rehin parasından ödenir. Bir şey artarsa, müslümanlar için ganimet olur. Bu kavil racih görülmüştür. Çünkü borçdan ziyade olan mikdar emânet bahsindedir. Bahır.
Nehir sahibi Bahır´da zikredileni reddederek: "Racih olan İmam Ebû Yusuf´un kavlidir." demiştir. Çünkü müste´minin emânet malı yukarıda geçtiği üzere hükmen kendi elinde bulunduğu için ganimet olur. Rehin vermiş olduğu malı emânet bırakmış olduğu malı gibi değildir. Hamevî: "Müsteminin rehin vermiş olduğu malı borcu kadar olursa İmam Ebû Yusuf´un kavli tercih edilir. Ama rehin bahsinde: "Rehin verilen mal borçdan ziyade olursa, ziyade olan kısım zayi olduğu takdirde ödenmesi lâzım olmayan emânettir." diye açıklanmıştır. O halde hak olan Bahır´da zikredilendir." diye Nehir sahibine cevap vermiştir.
"Müsteminin malını teslim etmeleri vâcib olur ilh..." Çünkü müsteminin malı ancak kendisinin esir veya öldürülmesiyle ganimet olur. Halbuki bunlardan birisi bulunmamıştır. T.
"Dar-ı harbde zevcesi ve çocuktan ilh..." Çünkü baliğ olmayan çocuklar ancak memleket bir olduğunda müslüman olan babalarına tebean müslüman sayılırlar. Bahır. Keza müslüman olan baba dar-ı harbde olup baliğ olmayan çocuklar islâm memleketinde bulunsa yine babasına tebean müslüman sayılırlar. Çünkü dar-ı harbde bulunan müslüman islâm memleketi ahalisinden sayılır.
T E N B i H: Es-Siyerü´l-Kebir şerhinde zikredilmiştir ki, kendi vaziyetini anlatabilecek baliğ olmayan bir çocuk ana ve babasını ziyaret için islâm memleketine gelmiş olsa bakılır; eğer anası, babası zimmî olurlarda memleketine dönmesine müsaade edilir. Eğer anası ve babasından her ikisi veya birisi müslüman olursa müslüman olana tâbi olarak müslüman olacağı için memleketine geri dönmesine müsaade edilmez. Çünkü kendi vaziyetini anlatabilecek baliğ olmayan çocuk ile kendi vaziyetini anlatamıyacak baliğ olmayan çocuk müslüman olan ana veya babasına tebean müslüman sayılmakta aynı hükümdedir.
Velhâsıl çocukların akıl-bâliğ olmasıyla müslüman olan ana veya babasına tâbi olmaları sona ermiş olur. Hatta çocuk mecnun olarak baliğ olsa müslüman olan ana veya babasına tâbi olması devam eder. İslâm memleketinde müslüman olan bir kimsenin oğlu baliğ olduğunu iddia edip şâhid getirse, babası da baliğ olmadığını iddia edip şâhid getirse kaadı çocuğu bilirkişiye gösterir. Ama babası müslüman olup bir müddet geçtikten sonra çocuğu böyle bir dâvada bulunacak olursa, çocuğun müslüman sayılması için Babanın şâhidleri kabul edilir.
"Hükümdarın katilin âkılesinden diyet alması lâzımdır ilh..." Hükümdar bu diyeti kendisi için almayıp beytülmâla koymak için alır.
"Hükümdarın katili ya kısas etmesi ilh..." Hükümdarın katili öldürmesinden diyet alması beytülmâl için daha faydalı ise de, fakat katili kısas etmesinde de müslümanların öldürülmesini menetme bakımından başka bir faide vardır. Bahır.
"Veya sulh yoluyla diyet alması ilh..." Yani katilin rızasıyla diyet almasıdır. Çünkü amden öldürmenin cezası kısastır. Velhâsıl velîsi olmayan birmüslüman amden öldürüldüğü takdirde hükümdar "ya katili kısas olarak öldürür veya katil razı olursa öldürülenin diyetini" alır. Çünkü hükümdar öldürülenin velîsidir. Bunun delili, Peygamber Efendimizin:
"Müslüman hükümdar velisi olmayanların velisidir." hadis-i şerifidir. "Ammenin hakkına riayet etmek için katili affetme hakkı yoktur ilh..." Çünkü hükümdarın âmme üzerindeki velayet ve selahiyeti onların hakkını korumak içindir. Katili diyet almadan affetmesi ise onların hakkını korumaktan değildir. Fetih.
Yine Fetih´de zikredilmiştir ki, amden öldürülmüş olan lâkît (ailesi tarafından sokağa atılmış çocuk) olursa İmam-ı Azam ile İmam Muhammed´e göre hükümdar, katili kısas olarak öldürür, İmam Ebû Yusuf´a göre öldürmez. Bu bahsin tamamı Fetih´dedir.
"Üzerine kısas vâcib olan ilh..." Yani bir kimse bir şahsın bir azasını kestikten sonra harem-i şerife iltica etse, ittifakla caninin harem-i şerifde kısas olarak azası kesilir. T.
"Harem-i şerife iltica etse im..." Yani bir kimse harem-i şerifin haricinde amden bir şahsı öldürdükten sonra harem-i şerife iltica etse harem-i şerifde öldürülmez. Ancak kendi rızasıyla çıktıktan sonra öldürülmesi için kendisine yiyecek, içecek verilmez. Eğer bir kimse bir şahsı amden harem-i şerifde öldürürse, ittifakla katır harem-i şerifde öldürülür. Eğer Beytullah´da öldürürse, orada öldürülmez.
Es-Siyerü´l-Kebir şerhinde zikredilmiştir ki, bir cemaat savaşmak için harem-i şerife girmiş olsalar, onlar ile savaşmakta bir beis yoktur. Çünkü Allah-ü Teâlâ:
"Onlar, Mescid-i Haram yanında sizinle savaşıncaya kadar, siz de orada kendileriyle savaşmayın. Fakat (orada) sizi öldürürlerse siz de onları öldürün." (Bakara Sûresi, âyet: 191) buyurmuşlardır.
Harem-i şerifin hürmeti onların ezalarına katlanmamızı gerektirmez. Nitekim harem-i şerifte bir av hayvanı bir insana saldırsa, ezasını defetmek için onu öldürmesi caizdir, O cemaat harem-i şerifin haricinde savaşıp hezimete uğradıktan sonra harem-i şerife girseler kendilerine dokunulmaz. Ancak onların harem-i şerifde cemiyetleri bulunup kuvvet teşkil ederlerse öldürülürler. Kâfirler hakkında zikredilen bütün hükümler hariciler ile bağlı (kendilerince doğru görülen bir delilden dolayı isyan eden kimse) ler hakkında da geçerlidir.
"Bir islâm memleketinin ilh..." Kâfirlerin islâm memleketlerinden bir memleketi mücerred ele geçirseler yahut bir şehir ahalisinin mürted olarak küfür ahkâmını icra etseler yahut zimmîlerin ahidlerini bozarak memleketlerini ele geçirseler bu üç surette islâm memleketi, dar-ı harb olmaz. Bir islam memleketinin -Allah korusun- dar-ı harb olabilmesi için metinde zikredilen üç şartın tahakkuk etmesi lâzımdır. Bu, imam-ı Azam´a göredir, imameyn´e göre, bir islâm memleketinin -Allah korusun- bir dar-ı harbe çevrilmesi için şu bir şartın gerçekleşmesine bağlıdır. O da içerisinde küfür ahkâmının icra edilmesidir. Hindiyye.
Bir islâm memleketi-Allah korusun- dar-ı harb olunca orada hadler ve kısas icra edilmez. Müslüman bir esirin kâfirlerin mâllarına ve canlarına taarruz etmesi caizdir. Kadınların namusuna dokunması caiz değildir. Bir dar-ı harbde, dar-ı islâm olunca islâm ahkâmı tatbik edilir.
Dürerü´l-Bihar´da zikredilmiştir ki, yukarıda yazılı üç şartın gerçekleşmesiyle dar-ı harbe çevrilmiş bir islâm şehrinin ahalisine emân verilip içinde İslâm ahkâmını icra edecek bir kaadı tâyin edilince tekrar islâm memleketine dönmüş olur. Eski mülk sahihleri mallarını bizzat bulurlarsa meccanen alırlar. Mallarını bir müslüman veya kâfir, bir müslümana veya zimmîye satmış veya hibe edip teslim etmiş olduktan sonra bulurlarsa, kıymetleriyle alabilirler.
"İçerisinde şirk ahkâmı icra edilmelidir ilh..." Yani İslâm hükümlerinden herhangi bir hüküm icra edilmelidir, hem islâm ahkâmı hem de şirk ahkâmı icra edilse dar-ı harb olmaz. Hindiyye.
"Evvelki emân ile nefsi üzerine emin bir müslüman ilh..." Evvelki emândan maksad, müslüman için İslâmiyeti cihetiyle zimmî için de zimmet akdi sebebiyle islâm hükümetinin kuvvetine dayanmış olarak sabit olan emniyet ve selamettir.
T E T İ M M E : Câmiu´l-Fûsuleyn´in evvelinde zikredilmiştir ki, kâfirler tarafından vali tâyin edilen her şehirde, müslümanlar üstün bulunduğu için, cuma ve bayram namazlarının kılınması haracın alınması, kadı tâyin edilmesi, yetimlerin evlendirilmesi caizdir. Kâfirlere itaat etmeye gelince; bu bir anlaşmadan ibarettir. Kâfir valiler bulunan beldelerde müslümanların, cuma ve bayram namazlarını kılmaları caizdir. Müslümanların rızalarıyla bir zat kaadı olur. Müslümanların kendi üzerlerine müslüman bir valinin tâyin edilmesini talebi etmeleri vâcibtir.
ÖŞÜR, HARAÇ VE CİZYE BEYANINDA BÂB
METİN
Şam ile Küfe hududundan Yemen´in son noktasına kadar olan arap arazisi, halkı kendi istekleriyle müslüman olan memleketlerin arazisi, harble alınıp mücahidler arasında taksim edilen memleketlerin arazisi ve ashab-ı kiramın icma ile Basra arazisi de öşriyedir. Çünkü öşür müslümanlara daha lâyıktır.
Keza bir memleket ilk fethedildiğinde hükümdar tarafından kendisine mülk olarak verilen hanesini bir müslüman bahçe veya bağ yapsa, yine öşriye olur. Dürer. Bu mesele ile ilgili bahis tam olarak Âşir babında geçmiştir. Sarih: "Biz buna dair tafsilâtı Mültekâ üzerine olan şerhimizde yazdık." demiştir.
Irak sevadi (arazisi) haraciyedir. Bu arazinin eni Uzeyb (Küfe köylerinden bir köy) den, Akâbe-î Hulvan (Bağdat ile Hemedan arasında bir köy) a, uzunluğu ise Als (Dicle´nin doğusunda alevilere vakfedilmiş bir köy) den Abba´dan (Abadan) (deniz kenarında küçük bir kale) a kadardır. "Abadan´ın gerisinde köy olmayıp Basra körfezi vardır." demek darb-ı mesel olmuştur. "Als" yerine "sa´lebe" denilmesi musannıfın Muğrib adlı lügat kitabından galet olarak nakletmiş olmasıdır.
Irak arazisinin uzunluğu yirmi iki buçuk günlük, eni ise on günlük mesafedir. Sirâc.
Mekke-i Mükerreme´den başka harb yoluyla fetholunup müslümanlar arasında taksim edilmeyip gerek kendi ahalisine, gerekse dışarıdan getirilen ve müslüman olmayan halka mülk olarak verilen arazi yahut sulh yoluyla fetholunan arazi haraciyedir. Çünkü haraç kâfirlerin hallerine daha lâyıktır.
Irak arazisi halkının mülküdür, arazilerini satmaları ve onda diledikleri gibi tasarrufda bulunmaları caizdir. Diğer üç mezheb imamlarına göre bu arazi müslümanlar için vakıftır, satmaları caiz değildir. Fetih.
Vakfın, baliğ olmayan çocuğun, delinin arazileri haraciye olursa haraç, öşriye olursa öşür vâcib olur. Ancak beytülmâldan satın alınan araziyi satın alan kimse" vakfederse, o arazide öşür ve haraç olmaz. Mültekâ şerhinde sarihin zikrettiğine göre vakfetmese de satın alan kimseye yine öşür ve haracdan bir şey lâzım gelmez.
Fukâha : "Mısır ile Şam´ın, arazisi haraciyedir." demişlerdir.
Fetih´de zikredilmiştir ki, zamanımızda Mısır arazisinden alınan meblağ ücrettir, haraç değildir. Galiba bu arazi ekip biçenlerin mülkü olmayıp, eski mülk sahihleri zamanla varissiz olarak öldükleri için beytülmâla kalmıştır. Buna göre hükümdarın bu araziden herhangi bir yeri satması veya beytülmâla vekil tâyin ettiği zattan satın alması sahih değildir. Çünkü hükümdar yetimin vekili gibidir. Bu araziden herhangi bir yeri zaruretten dolayı satması caizdir. Zamanımızda arazilerde ve beytülmâlde yersiz tasarruf ve muamelelerin fena akıbetinden Allah-ü Teâlâ´ya sığınırız.
Bahır sahibi hükümdarın zaruretten dolayı tasarrufunun caiz olması üzerine müteahhirinin müftâbih olan "Akar (gayr-i menkûl mal) da iki kat kıymet koymak suretiyle kendisine meyil ve rağbet ettirmesi caizdir." kavillerini de ziyade etmiştir.
Sarih şöyle diyor: Vasî babında gelecektir ki, baliğ olmayan çocuğun yedi yerde akarının satılması caizdir.
Şam müftüsü Fazlullahı´r-Rûmî, "Bizim arazimizin ekseri sahihleri kalmamış olup beytülmâlın olmasıyla, sultaniye arazisidir ki, ekip biçenlerin elinde ariyet gibidir." diye fetva vermiştir.
Vâkıât´dan naklen Nehir´de zikredilmiştir ki, hükümdar sultaniyye araziden bir yeri kendisi için satın almak istese, beytülmâl vekili gibi başka bir kimseye onu satmasını emreder. Sonra satın alan kimseden kendisi satın alır. Böyle sert yol ile beytülmâldan satın alınmış olduğu bilinmezse, yine asıl olan alış-verişin sahih olmasıdır. Alış-verişin sahih olmasıyla, "beytülmâldan satın alınan malların vakfedilmesinin sahih olması, vakfedenlerin şartlarının sahih olması, bu araziler üzerine haracın lâzım olmaması" bilinmiştir.
İZAH
"Öşür, haraç ve cizye ilh..." Musannıf müste´minin nasıl zimmî olacağını beyan edince, zimmî olduğuna göre arazisine mâlî vazifeden ne lâzım olduğunu beyan etmeye başladı. Arazinin vazifesini tamamlamak için haraçla beraber öşrü de zikretti, öşür de ibâdet mânâsı bulunduğu için onu önce zikretti. Sarfedilecek yerleri bir olduğu için cizyeyi de ona ilhak etti. Nehir.
"Arap arazisi ilh..." Tatvim´ül-Büldân Muhtasarında zikredilmiştir ki, Arap Yarımadası, Tîhâme, Necid, Hicaz, Uruz ve Yemen olmak üzere beş bölgeye ayrılır. Tihâme, Hicaz´ın güney bölgesidir. Necid, Hicaz ile Irak arasında bulunan bölgedir. Hicaz, Yemen dağlarından başlayıp Şam´a kadar devam eden bölgedir. Bu bölgede Medine ve Amman şehirleri vardır. Uruz, Yemame dahil olmak üzere Bahreyn´e kadar uzanan bölgedir. Hicaz´a, Necid ile Yemame arasını ayırdığı için Hicaz adı verilmiştir.
"Basra arazisi de asriyedir ilh..." İmam Ebû Yusuf´a göre, kıyas Basra arazisinin haraciyye olmasıdır. Çünkü Basra arazisi haraç arazisine yakındır. Fakat ashab-ı kiramın icma´ıyla kıyas bırakılmış ve öşür arazisi olmuştur. Dürr-i Müntekâ.
Velhâsıl ilerde gelecektir ki, bir müslüman hükümdarın müsaadesiyle boş ve sahibsiz bir araziyi ihya etse, yani ekse, biçse İmam Ebû Yusuf´a göre bu arazi haraciye arazisine yakın ise haraciye, Öşriye arazisine yakın ise Öşriye olur. İmam Muhammed´e göre kendisini sulayan suyuna itibar edilir. Haraç suyu ile sulanıyorsa haraciyye, öşür suyu ile sulanıyorsa Öşriye olur. Fakat fetva Ebû Yusuf´un kavline göredir. Basra arazisinimüslümanlar ihya etmişlerdir. Çünkü Basra şehri Hz. Ömer İbn-i Hattab zamanında yapılmıştır. Haraç arazisi olan Irak arazisine yakındır.
"Çünkü Öşür müslümanlara daha lâyıktır ilh..." öşürde ibâdet mânâsı vardır, öşür tarladan çıkandan alındığı için hafiftir. Öşür, halkı kendi istekleriyle müslüman olanların arazisinden veya harb yoluyla fethedilip müslümanlar arasında taksim edilen arazilerden alınır. Arap arazisi asriyedir. Çünkü Peygamber Efendimiz ve dört halifeden hiç birisi arap arazisinden haraç almamışlardır, Arabların kendileri köle olmadığı gibi arazileri üzerine de haraç yoktur. Çünkü arabların köle olmaları caiz değildir. Ya müslüman olurlar ya öldürülürler. Nehir. Bu bahsin tamamı Bahır´dadır.
"Mültekâ üzerine olan şerhimizde ilh..." Mültekâ şerhinin ibaresi şöyledir: Bir hane batice yapılırsa batice zimmînin olursa, mutlak surette haraciyye olur. Bu, İmam-ı Azam´a göredir, İmameyn buna muhaliftir. Müslümanın olursa, haraç suyu ile sulanıyorsa haraciyye, öşür suyu ile sulanıyorsa öşriye olur. Bir müslüman veya zimmî arazisini bazan öşür suyuyla, bazan da haraç suyu ile sulasa, müslümanın öşür zimmînin haraç vermesi lâzımdır. Nitekim Mi´râc´da böyle zikredilmiştir. Bâkânî: "Arazisini haraç suyu ile sulayan müslüman üzerine iptidaen haracın vâcib olmasını müşkül görmüş, müslüman arazisini hangi su ile sularsa sulasın üzerine öşür vâcib olur." demiştir. İmam-ı Serahsî: "Ezhar olan budur." demiştir. Gaye. Bahir sahibi buna "Müslümanın üzerine zorla haraç konulması yasaktır. Ama kendi isteğiyle konulması caizdir. Nitekim bir müslüman, hükümdarın izniyle boş ve sahibsiz olan bir araziyi ihya etse, arazi haraç suyu ile sulanırsa haraciyye olur." diye cevap vermiştir, öşür suyu ile haraç suyu hakkında ilerde malûmat gelecektir.
"Irak sevadi ilh..." Yani Irak ile Arap Irak´ı kasdedilmiştir. Acem Irak´ı kasdedilmemiştir. Dürer. Dürr-i Müntekâ´da zikredilmiştir ki, sevad; şehrin kenarındaki köy ve kasabalardır. Ağaçları yeşil, hububatı bol olduğu için bu isim verilmiştir.
Irak: Basra, Küfe, Bağdat ve bu şehirlerin etraflarının ismidir.
"Küfe köylerinden bir köy ilh..." Takvimü´l-Büldan´da zikredilmiştir ki, "Uzeyb" Ben-i Temim suyunun adı olup Küfe Kâdsiye´sinden Mekke-i Mükerreme´ye giden kimsenin çölde ilk karşılaştığı sudur. Galiba köy ile bu Kâdsiye murad edilmiştir.
"Salebe ilh..." Bazı nüshalarda "Salebiyye" şeklindedir.
"Mekke-i Mükerreme´den başka ilh..." Mekke-i Mükerreme her ne kadar harb yoluyla alınmış ise de arazisi öşriyedir. Çünkü Mekke-i Mükerreme´nin arazisi -yukarda geçtiği üzere- Arap Yarımadasındadır.
"Gerek kendi ahalisine ilh..." Yani harb yoluyla alınan arazinin haraciye olmasında kendi ahalisinin üzerinde bırakılması şart değildir. Şart olan arazinin müslümanlar arasında taksim edilmemesidir. Böyle bir arazinin haraciyye olması için haraç suyu ile sulanması da şart değildir. Böyle bir arazi gerek haraç suyu ile, gerekse öşür suyu ile sulansın haraciyye olur. Nitekim böyle bir arazi müslümanlar arasında taksim edildiği takdirde her ne kadar haraç suyu ile sulansa bile öşriye olur.
Haraç suyu ile sulanırsa haraciyye, öşür suyu ile sulanırsa öşriyye olması, bir müslümanın hükümdarın müsaadesiyle ihya ettiği boş ve sahibsiz arazi hakkındadır. Tahâvî şerhi, Bahir, Fetih.
"Haraç kafirlerin hallerine daha lâyıktır ilh..." Çünkü haracda ceza mânâsı mevcud olduğu için cizyeye benzer. Haraç her ne kadar arazı ekilmese bile vâcib olduğu için ağırdır, öşür ise tarlaya bağlı olmayıp tarladan çıkan mahsûle bağlı olduğu için hafifdir.
"Irak arazisi halkının mülküdür ilh..." Keza harb yoluyla alınıp kendi ahalisi üzerinde bırakılan yahut sulh yoluyla alınıp üzerlerine haraç konulan araziler de ahalisinin mülküdür. Dürr-i Müntekâ.
Ben derim ki: Sahih olan kavle, göre harb yoluyla alınmış olup haraç vermek üzere ahalisi üzerinde bırakılmış olan Şam ile Mısır arazisi de halkının mülküdür.
İmam Ebû Yusuf, "Kitabü´l-Harac" da: "Bu yerler taksim edildiği takdirde -hükümdar her ne kadar bu araziyi mağlub edilmiş olan ahalisinin elinde bırakmış olsa bile- öşriye olur." demiştir. İmam Ebû Yusuf´un bu kavli güzel görülmüştür. Çünkü müslümanlar Irak, Şam ve Mısır´ı fethettiklerinde araziyi müslümanlar arasında taksim edilmeyip Hz. Ömer (R.A.) bu arazi üzerine haraç koymuştur. Bu yerler ahalisinin mülküdür.
"Diledikleri gibi tasarrufta bulunmaları ilh..." Yani Irak arazisi halkının mülkü olduğu için onu satmaları, rehin vermeleri ve hibe etmeleri gibi her türlü tasarrufları caizdir. Zira islâm hükümdarı bir beldeyi harb yoluyla fethedip arazisi üzerine haraç, ahalisi üzerine cizye koyduğu takdirde arazisi ahalisinin mülkü olarak kalır. Evlâdlarına miras olarak intikâl eder, vârislerden hiç bir kimse kalmayınca beytülmâla kalır. Fetih, Dürr-i Müntekâ.
"Vakfın ilh..." Yani haraciyye olan arazi vakfedilse yine araziden haraç alınır.
"O arazide öşür ve haraç olmaz ilh..." Bahır´da "öşür" zikredilmemiştir. Bahir sahibi "Mısır arazisinden haraç kalkmıştır. Çünkü eski mülk sahihleri öldüğü için beytülmâle kalmıştır." diye inceledikten sonra şöyle devam ediyor: Bir kimse Mısır arazisinden herhangi bir yeri hükümdardan sahih olarak satın aldığı takdirde ona mâlik olur ve o yerin haracı da yoktur, kendisine haraç vermek de vâcib olmaz. Çünkü hükümdar o yerin bedelini müslümanlar nâmına almıştır. O kimse bu yeri vakfettiği takdirde bu yer üzerine haraç vâcib olmaz. Bu bahsin tamamını "Et-Tûhfetü´l-Marziyye fi´l-Arâzi´l-Mısriyye" isimli risalemizde yazdık. Bahir sahibinin sözü burada sona erer.
Ben derim ki: Bahır sahibi bu risalesinde "Böyle bir yerde öşür de vâcib olmaz. Çünkü öşür vâcib olur diye herhangi bir nakil görülmemiştir." diyezikretmiştir. Bahir sahibinin "Böyle bir yerde öşür de vâcib olmaz." sözünün zayıf olduğu bilenler için gizli değildir. Çünkü fukâhâ: "öşrün farzıyyeti kitab, sünnet, icmâ ve kıyasla sabittir, öşür, meyvelerin ve hububatın zekâtıdır, öşür haraciye olmayan arazide vâcibtir. öşür sahralar, dağlar gibi öşrî ve haracı olmayan yerlerden toplanan meyvalardan bile vâcibtir. Öşrün vücubunun sebebi, mahsul verecek kabiliyyette olan arazinin kendisidir. Öşür, baliğ olmayan çocuğun, delinin ve mükâtebin arazisinde de vâcibtir. Çünkü öşürde itibar, araziyedir, mal sahibine değildir, öşürde araziye mâlik olmak şart değildir. Şart olan, çıkan mahsule mâlik olmaktır. Buna göre vakıf arazilerde de öşür vâcibtir. Çünkü Allah-ü Teâlâ´nın:
"Ey imân edenler, kazandıklarınızın en güzellerinden ve sizin için yerden çıkardıklarımızdan infâk edin." (Bakara Sûresi, âyet: 267) Ve :
"Biçildiği günde hakkını (sadakasını) verin." (Enâm Sûresi, âyet: 141) kavl-i kerîmleri ve Peygamber Efendimizin :
"Yağmurun suladığı herşeyde öşür vardır, kova veya dolapla sulananlarda ise öşrün yarısı vardır." hadîs-i şerifi umumi olduğu içindir, öşür, arazinin kendisine değil çıkan mahsulatından vâcibtir, demişlerdir. Şübhe yok ki, hükümdardan satın alınan yerde, öşrün vücubunun sebebi olan mahsul verecek kabiliyette arazi mevcuddur. öşrün vücubunun şartı olan araziden çıkan mahsule mâlik olmak da mevcuddur. "Bu araziye öşür yoktur." diyebilmek ipin hususi delile ve açık nakle ihtiyaç vardır. Arazi ile ilgili haracın düşmesinden, araziden çıkan mahsul ile ilgili öşrün düşmesi de lâzım gelmez. Bedayi.
"Fukâhâ ilh..." Hidâye´de ve diğer mu´teber fıkıh kitablarında Şam arazisi ile Mısır arazisinin haraciyye olduğu açıklanmıştır. Velhâsıl bu arazilerin haraciyye olduğunda ittifak vardır. Fakat Mısır´ın harb yoluyla mı yoksa sulh yoluyla mı alınmış olduğu hususunda fukâhâ arasında ihtilâf vardır.
"Zamanımızda Mısır arazisinden alınan meblağ ücrettir, haraç değildir ilh..." Keza Şam arazisi de böyledir. Dürr-i Müntekâ´da zikredilmiştir ki, hükümdar Mısır arazisini kiraya verip bütün ücretini beytülmâl için alır. Nitekim bir hane beytülmâle kaldığı zaman hükümdar muhayyer olup dilerse haneyi kiraya verip kirasını alır, dilerse haneyi satıp parasını beytülmâle koyar. Buna göre Mısır ve Şam arazisinin kendi mâliki tarafından yahut hükümdar tarafından satılması sahihtir. Mâliki tarafından satılırsa, arazi yine haraciye olur. Hükümdar tarafından "satılırsa bakılır: Eğer mâliki ekip biçmekten âciz olduğu için satılmış ise yine arazi haraciye olur. Mâliki ölmüş olduğu için satılmış ise -yukarıda geçtiği üzere- beytülmâla kalmış olduğundan araziden haraç düşmüş olur. Hükümdar böyle bir araziyi sattığı takdirde satın alan üzerine haraç vâcib olmaz. Satın alan ister bu araziyi vakfetsin, isterse kendisine mülk olarak bıraksın.
Ben derim ki: Bu, üçüncü nevi arazidir. Yani bu nevi arazi, öşriye ve haraciye değildir. Buna "memleket arazisi" denilir. Bu, ya asıl mâlikleri vârissiz olarak ölüp beytülmâle kalmış veya harb yoluyla alınıp kıyamete kadar müslümanlar için bırakılmış olan topraklardır. Tatarhâniyye´de "memleket arazisi"nin hükmü şöyle beyan edilmiştir: Hükümdar bu araziyi iki yoldan biriyle çiftçilere verir. Ya ekip biçme hususunda çiftçileri mülk sahihleri yerine koyup onlardan haraç alır veya araziyi haraç mikdarıyla onlara kiraya verir. Bu araziden alman kira hükümdar hakkında haraç yerine geçer. Bu alınan kira para olarsa vazife haracı olur. Araziden çıkanın bir kısmı alınırsa mukâseme haracı olur. Bu araziden alınan kira kiracı hakkında ücret olup öşür ve haraç değildir.
Memleket arazisinde öşür ve haraç lâzım olmayınca, bu araziden alınan yalnız ücret olmuş olur.
Ben derim ki: Buna göre memleket arazisini ekip biçen çiftçiler üzerine öşür veya haraç lâzım gelmez. Şu kadar var ki, İmameyn´in kavline göre öşür kiracı üzerine lâzımdır. Ancak bu araziden alınan ücret her bakımdan ücret değildir. Hükümdar hakkında bu ücret haraç yerine geçer. Haraç ile öşür ise bir arazide toplanmaz. Teemmül et. Sonra, Hayriyye´de: "Vakıf arazisini ekip biçen çiftçi hisse ile çatıştığı için kiracı gibi olup kendisine haraç lâzım gelmez." diye zikredilmiş olduğunu gördüm.
İs´af´da zikredilmiştir ki, Mütevelli vakıf araziyi müzâraa (çıkan mahsulün bir kısmını işleyen almak şartıyla yeri ekmek için yapılan akid´dir) olarak verse, haraç veya öşür vakıf ehlinin hissesinden lâzım gelir. Çünkü müzâraa mânâ bakımından kiradır.
"Arazi beytülmâl için olup çiftçilere müzâraa olarak verildiği takdirde onlardan alman kira bedelidir, haraç değildir." diye hüküm verilir. Nitekim ´bunu Kemdi ve diğer fakihler açık olarak beyan etmişlerdir. Çiftçilerden çıkan mahsulün dörtte biri veya üçte biri kira bedeli olarak alındığı takdirde araziden çıkacak mahsulün bir kısmına arazinin kiraya verilmesinin fâsid olması lâzım gelir. Çünkü araziden ne kadar mahsul çıkacağı bilinmemektedir. Burada "Arazinin bu seklide kiraya verilmesinin caiz olmasının sebebi nedir " diye sorulursa, Dürr-i Müntekâ´da buna "Alınan kira bedeli hükümdar hakkında haraç yerine geçmektedir. Kiracılar hakkında da hakikaten ve hükmen haraç sahih olmadığı için zaruri olarak kira bedeli ücret yerine geçmektedir." diye cevap verilmiştir.
Ben derim ki: Hayriyye de geçtiği üzere bunu hakiki kira değil de, kira mânâsında müzâraa demek mümkündür. Bundan dolayı Fetih´de zikredilmiştir ki, memleket arazisinden alınan kira bedelidir. Bundan sonra bilmiş ol ki, "Memleket arazisi" denilen beytülmâl arazisi elinde bulunanlar, bu arazinin vergisini verdikleri müddetçe ellerinden alınmaz, kendileri öldüğü zaman miras olarak çocuklarına geçmez, bu araziyi satmaları sahih olmaz. Fakat Osmanlı devletinde resmî hüküm şöyledir: Bir kimse ölüp oğlu bulunursa, arazi meccanen oğluna geçer. Oğlu bulunmazsa beytülmâla kalır. Ölen kimsenin kızı veya baba bir kardeşi bulunup araziyi isterlerse, arazi kendilerine fâsid kira ile verilir.
Araziyi tasarrufunda bulunduran kimse, arazinin durumuna göre araziyi üç veya daha fazla sene boş bırakırsa, arazi kendisinden alınıpbaşkasına verilir. Arazi elinde bulunan kimselerden hiç birisi sultanın veya naibinin izni olmaksızın başkasına devretmesi sahih değildir. Nitekim Mültekâ şerhinde de böyle zikredilmiştir.
"Bu arazi ekip biçenlerin mülkü olmayıp ilh..." Ben derim ki: Şam arazisi ekip biçenlerin mülkü olup olmadığı bizim için malum değildir. Vakıf köyler ile vakıf arazinin ve beytülmâla aid bulunan arazinin ekip biçenlerin mülkü olmadığı malumdur. Bunlardan başka arazilerin nesilden nesile miras olarak geçtikleri ve satıldıkları görülmektedir.´
Fetâvay-i Hayriyye´nin şüf´a bahsinde zikredilmiştir ki; "Birkaç kardeşin ağaçlık arazisi bulunup başka bir kimsenin de bu araziye komşu olan ağaçlık bir arazisi bulunursa, bu iki arazinin yolları bir olup o kimsenin arazisi haraciye olursa, arazisini satmak istediğinde kardeşler bu araziyi şüf´a hakkıyla alabilirler mi, yani arazinin haraciye olması şüf´a hakkına mâni olur mu " diye sorulmuş, "Arazinin haraciye olması şüf´a hakkına mâni değildir. Çünkü arazinin haraciye olması araziye mâlik olmaya münâfî değildir." diye cevap verilmiştir.
Tatarhâniyye´de ve diğer mu´teber fıkıh kitablarında zikredilmiştir ki; haraç arazisi sahibinin mülküdür, öşür arazisi de sahibinin mülküdür. Bu arazilerin satılmaları, vakfedilmeleri caiz olur ve diğer mülkler gibi vârislere miras olarak kalır. Bu arazilerde şüf´a hakkı sabit olur. ama hükümdar beytülmâla tahsis etmiş olduğu araziyi halka müzâraa olarak verse, bu arazi satılmaz ve bunda şüf´a hakkı da yoktur.
Elinde arazi bulunan kimse araziye satın alma yahut kendisine miras kalma yahut mülk sebeblerinden herhangi bir sebeb ile mâlik olduğunu ve arazinin haracını verdiğini iddia etse, sözü kabul edilir. Başka bir şahıs da arazinin kendi mülkü olduğunu dâva etse, kendisinden sâhid istenir. Eğer şer´î cihetten şâhidle dâvasını isbat ederse, arazi birinci kimseden alınıp bu sahsa teslim edilir. Bu, memleketimizde çok vâki olduğundan dolayı milletin hakkını korumak için her zaman kendisine muhtaç olunan şeriatın hükmünü açıkladım, işin hakikatini Allah-ü Teâlâ bilir.
Fetâvay-ı Hayriyye´de zikredilen fıkıh kaideleri üzerine cari gazel bir söz olduğu bilenler için gizli değildir. Şöyle ki: fukâha "Bir arazinin bir kimsenin elinde olup, onda tasarrufda bulunması arazinin kendisinin mülkü olduğunu gösteren en kuvvetli delillerdendir. Bundan dolayı "bu arazi bu kimsenin mülküdür" diye şâhidlik yapmak şahindir." demişlerdir.
İmam Ebû Yusuf´un harac risalesinde zikredilmiştir ki, haraç veya harb ehlinden herhangi bir kavim helak olup onlardan hiçbir kimse kalmayıp arazileri boş kalsa, kimin elinde olduğu bilinmeyip hiçbir kimse bu arazi hakkında dâvada bulunmasa, bir kimse bu araziyi alıp ekip, biçip veya üzerinde ağaç yetiştirip haracını veya öşrünü verse, arazi kendisinin olur. Bu beyan edilen arazi sahibsiz ve boş arazidir. Hükümdarın herhangi bir kimsenin elinde bulunan arazisini alma hakkı yoktur. Meğerki bilinen sabit bir hak ile alınmış olsun, İmam Ebû Yusuf (Rh. A.)´a göre; Irak, Şam ve Mısır arazileri, harb yoluyla alınıp mağlûb olan ahalisine bırakılmış olduğu için haraciyyedir.
Es-Siyerü´l-Kebîr şerhinde zikredilmiştir ki; bir kavim kendi arazileri üzerine -meselâ Şam arazisi gibi gerek şehirleri gerekse köyleri olsun- müslümanlarla sulh oldukları takdirde müslümanların bunların hanelerinden veya arazilerinden herhangi bir yeri almaları veya onların yerlerinde konaklamaları caiz değildir. Çünkü onlar ahid ve sulh ehildir. Bu araziler ahalisinin mülküdür. "Eski ahalisinin hepsi varissiz olarak ölmüş ve bu araziler beytülmâla kalmıştır." demek ihtimal ile verilen bir hükümdür, ihtimal ile nasıl hüküm verilebilir Çünkü ihtimal sabit olan mülkü nefyedemez.
Metinde, Hidâye´ye tâbi olarak "Irak arazisi ahalisinin mülkü olup, bunu satmaları ve her türlü tasarrufda bulunmaları caizdir. Mısır ile Şam arazisi de Irak arazisi hükmündedir." diye açıklanmıştır. Bu, biz Hanefilerin mezhebine göre açıktır. "Bu araziler müslümanlara vakfedilmiştir." diyen zâta göre de acıktır, İmam-ı Sübkî: " Şam ve Mısır arazileri ya vakıf veya mülk cihetinden ellerinde bulunan müslümanların olmasında şübhe yoktur. Çünkü bir kimsenin elinde bir şey bulunup kendisine o şeyin kimden kaldığını bilmese, o şey kendinin olur O şeyin kimden kaldığına dâir kendisinden şâhid istenmez.
Bir kimsenin elinde veya mülkünde bir yer bulunsa, "Yâ ihya (hükümdarın izniyle boş ve sahibsiz bir araziyi ekip biçme) veya şer´an sahih bir yoldan elde etmiştir." diye hüküm verilir, demiştir.
İbn-i Hacer-i Mekki, Fetâvâ´sında Sübkî´nin sözünü naklettikten sonra, bu söz bizim "Mülk ve vakıf sahiblerinin arazileri olduğu gibi ellerinde bırakılır. Arazinin aslının beytülmâlin mülkü veya müslümanlara vakfedilmiş olması bize zarar vermez." diye hükmetmemiz hususunda acıktır. Çünkü vakıf veya mülk olduğu bilinmeyen bir arazinin hükümdarın izniyle boş ve sahibsiz bir yerden ihya edilmiş olması muhtemeldir. Beytülmâldan alınmış olduğunu farzetsek uzun zaman bu kimselerin ellerinde bulunup mâliklerin mülklerinde tasarruf ettikleri gibi tasarruf etmeleri bu arazinin bu kimselerin ellerinden alınamıyacağına kesin ve acık bir karinedir." demiştir.
Sübkî; "Beyyine (delil, şâhid) ile değil de istishâb (geçmişte sabit olan bir şeyin şimdi de sabit ve bakî olduğunu söylemek) ile arazi elinde bulunan kimsenin elinden alınır, diye hüküm verilecek olsa, zalimlerin insanların ellerinde bulunan arazilerin üzerine musallat edilmesi lâzım gelir." demiştir.
İbn-i Hacer uzun uzadıya izanda bulunduktan sonra şöyle devam ediyor; Mısır ve Şam arazisi kendilerine nereden intikal ettiği bilinmeyen kimselerin ellerinden alınmaz. Çünkü imamların "Küfür için yapılmış kiliseler bir sahraya yapılmış olup, sonra şehrin kiliselere kadar genişlemiş olması ihtimali ile amel ederek kiliseler yıkılmayıp olduktan gibi bırakılır" demeleri caiz olursa, "Ellerinde arazi bulunan kimselerin bu araziyi ya sahibsiz bir yerden ihya etmiş olmaları veya şer´an sahih bir yoldan kendilerine intikal etmiş olması ihtimalinden dolayı arazi ellerinden alınmaz." demeleri evleviyetle caizdir.
Mısır harb yoluyla alındığı için beytülmâla aiddir, bu arazinin vakfedilmesi sahih olmaz; diyerek vakıf olsun veya olmasın bütün Mısır topraklarını beytülmâl namına almak isteyen kimseyi İbn-i Hacer güzel bir şekilde reddetmiştir.
İbn-i Hacer´in karşı çıktığı bu zalim hükümdardan önce, bir hükümdar aynı hükmü yani Mısır harb yoluyla alınmış olduğu için beytülmâle aiddir diyerek gayr-i menkûl malı bulunan herkesin elinde bulunan malların kendisinin mülkü olduğuna dâir senet getirmesini, aksi takdirde topraklarını ellerinden alacağını ilân etti. Bunun üzerine Şeyhülİslâm İmam-ı Nevevî "Hükümdara bunun cehalet ve inattık olduğunu, bunun İslâm âlimlerinden hiçbir âlime göre helâl olmadığını, bir kimsenin elinde bulunan şeyin kendisinin mülkü olduğunu, hiç bir şahsın onun mülküne dokunamayacağını, bir kimseye elinde bulunan şeyin kendisine aid olduğuna dâir şâhidle isbat et. diye teklif edilemeyeceğini" bildirdi. Nevevî hükümdarı bu fikrinden vazgeçirinceye kadar ona va´z ve nasihatte bulunmaya devam etti.
Dört mezhebten herbirine bağlı olan bütün âlimler İmam-ı Nevevî´nin incelemesini ye üstünlüğünü itiraf ederek onun naklini ulemanın icmâi nakli gibi kabul etmiş ve "bir kimsenin elinde bulunan şeyin kendisinin mülkü olduğuna dâir senet istenmeyeceği" hususunda ittifak etmişlerdir.
Ben derim ki: Sübkî, İbn-i Hacer ve Nevevî gibi âlimlerin mezhebine göre Mısır ile Şam arazisinin aslı ya müslümanlara vakfedilmiş veya beytülmâla aiddir. Bununla beraber bu âlimler: "Bir kimse bir arazinin kendi mülkü olduğunu iddia ettiği takdirde kendisinin olduğuna dâir senet istenmez. Çünkü kendisine şer´an sahih bir yoldan intikal etmiş olması ihtimali vardır." demişlerdir.
Biz Hanefilere göre; Mısır ile Şam arazileri mağlûb edilen ahalisine bırakılmıştır. O halde nasıl olur da "Eski mâliklerinin zamanla varissiz olarak ölmeleri ihtimalinden dolayı bu araziler beytülmâla kalmış olup elinde bulunanların mülkü değildir." denilebilir Şayet "Bu araziler ellerinde bulunanların mülkü değildir." denilecek olsa, bu takdirde vakıfların ve mirasların bâtıl olması ve uzun zamandan beri ellerinde bulunan kimselerin arazilerinin üzerine zalim hükümdarların mücadelesiz musallat edilmesi lâzım gelir.
Bir arazinin üzerine öşür veya haraç konulması arazinin mülkiyetine münafi değildir. Nitekim yukarıda geçmiştir. Musannifin ve diğer fukahânın kavline göre, Irak arazisi haraciyedir, ahalisinin mülküdür. Eski ahalisinin varissiz olarak ölme ihtimali, mülkü isbat eden eli ibtal etme hususunda delil olamaz. Çünkü delilden meydana gelmeyen ihtimal, kesin olarak sabit olan şeye karşı gelemez. Arazilerde asıl olan mülkiyetin devam etmesidir. Arazinin elde bulunması araziye mâlik olmanın en kuvvetli delilidir.
Velhâsıl: Şam, Mısır ve bunlar gibi olan memleketlerin arazisinden serî bir yol ile beytülmâle aid olduğu bilinen toprakların hükmünü sarih Fetih´den naklen zikretmiştir. Bunlardan beytülmâle aid olduğu bilinmeyen topraklar ise sahiblerinin mülküdür. Bunlardan alınan haraçtır, ücret değildir. Çünkü bu memleketlerin arazileri asılda haraciyedir. Bu izahı ganimet bil. Çünkü bu, bilinmesi gerekli bir hakikattir. Bu bahse temas eden bir kimseyi görmediğim için sözü uzattım. Bu bahiste diğerleri muhakkik Kemâl´e tâbi olmuşlardır. Hak, kendisine uyulmaya daha lâyıktır. Galiba Kemâl´in ve ona tâbi olanların maksadları beytülmâla aid olduğu bilinen arazidir. İşin hakikatini Allah-ü Teâlâ Hazretleri bilir.
"Buna göre ilh..." Yani arazinin beytülmâla aid olduğuna göre hükümdarın bu araziden herhangi bir yeri satması sahih değildir.
"Beytülmâla vekil tâyin ettiği zâttan satın alması sahih değildir ilh..."
Çünkü hükümdar yetimin vasisi gibidir. Yetimin vasisinin yetimin malını satın alması sahih değildir. Bundan dolayı "Hükümdar beytülmâl vekilinden satın alamaz." diye kayıdlanmıştır.
Hâniyye ile Hülâsa´da zikredilmiştir ki; hükümdar beytülmâla aid olan herhangi bir şeyi almak istediği takdirde o şeyi başkasına satar, sonra satın alan kimseden satın alır.
Tecnis´de zikredilmiştir ki; hükümdar beytülmâla aid olan herhangi bir şeyi kendisi için almak istediği takdirde bir kimseye o şeyi bir şahsa satmasını, sonra satın alan kimseden kendi namına almasını emreder. Bu töhmetten daha uzaktır.
"Zaruretten dolayı satması caizdir ilh..." Yani beytülmâlın ihtiyacına göre beytülmâla aid olan herhangi bir şeyi hükümdarın satması câizdir. Bahır sahibi: "Hükümdarın mutlak surette beytülmâla aid olan herhangi bir şeyi satması hükümdarın umum velayeti bulunduğu için müslümanların menfaatları hususunda dilediği gibi tasarrufta bulunması caizdir." demiştir.
"Çocuğun yedi yerde akarının ilh..." Yani vasinin yedi yerde baliğ olmayan çocuğun akar (gayr-ı menkûl mal) mı başkasına kıymetinin iki katıyla satması caizdir.
1 - Çocuğun nafakası için.
2 - Ölünün borcu için.
3 - Yerine getirilmesi ancak akardan olan vasiyet-i mürselesi (vasiyet edilen şeyin mikdarı malûm olup da üçte bir, dörtte bir gibi bir kesir ile kayıdlanmış olmayan vasiyettir. Bir kimseye meselâ otuz bin lira vasiyet edilmesi gibi) için.
4 - Geliri masrafını karşılamadığı için.
5 - Harab olma korkusu için.
6 - Noksan olma korkusu için.
7 - Zorbanın elinde bulunduğu için.
Bu suretlerde yetimin akarının satılması caizdir. H.
"Ariyet gibidir ilh..." Yani elinde Şam arazisi bulunan kimseler mülk sahihleri gibi alma - satma tasarrufunda bulunamazlar. Hükümdarın kendisine arazi verdiği kimsenin o araziyi icareye vermesi caizdir.
"Alış-verişin sahih olmasıyla ilh..." Bu ifadelerin hepsi Nehir sahibinindir. Ama asılları Bahir sahibine aiddir.
Velhâsıl: Bir kimse beytülmâla aid olan bir araziyi satın alsa - her ne kadar satın alırken o yerin beytülmâla aid olduğunu bilmese bile - alım-satımın sahih olduğuna hamledilerek o araziye mâlik olur. Bu arazi üzerine haraç yoktur. Çünkü bu arazinin eski sahibleri varissiz olarak ölmüş olup, arazi beytülmâla kalmış olduğundan üzerine haraç vâcib olacak kimse bulunmadığı için haraç düşmüştür. Hükümdar, bu araziyi sattığı takdirde arazinin bedelini almış olacağı için satın alan kimse üzerine haraç vâcib değildir. Yukarda geçtiği üzere öşür de vâcib değildir. Satın almakla bu araziye mâlik olunca araziyi vakfetmesi sahih olur. Vakıf şartlarına riayet edilir.
Tuhfetü´l-Marziyye´de zikredilmiştir ki; gerek sultan, gerek kumandan ve gerekse bunlardan başkası vakfetmiş olsun vakfın şartlarına riayet edilir.
Eşbâh Haşiyesinde zikredilmiştir ki; Ebussûud: "Hükümdar ve ümerânın vakıf şartlarına riayet edilmez. Çünkü bu vakıflar beytülmâldan veya beytulmâla katacak mallardandır. Bunların şartlarına riayet edilmeyince vakıfnamede olmayan fakat beytülmâlın sarfedileceği yerlerden olmak üzere vazife (şahıslara hizmetleri karşılığı olarak vakfın gelirinden verilen ücret) veya müretteb (şahıslara ilmi, salâhı veya fakirliklerinden dolayı bir hizmet mukabili olmayarak vakfın gelirinden verilen şeydir ki, buna örfde (zevaid) denir) ihdas edilmesi caizdir." demiştir.
Ebussûud, hükümdarların vakıflarının hallerini bildirmiştir.
Sarih, Mebsûd´dan naklen vakıf bahsinde zikredecektir ki; vakıf cihetlerinin ekserisi köyler ve mezraalar (tarlalar) olduğu takdirde hükümdarın vakfın şartına muhalefet etmesi caizdir. Çünkü bu yerlerin aslı beytulmala aiddir. Yani bu yerlerin beytulmala aid olup vakfedenin buna mâlik olduğu bilinmediği takdirde bu, hakikaten vakıf olmayıp irsâd (tahsisat kabilinden) olarak caizdir. Nitekim hükümdar beytulmala aid araziden bir parçayı beytülmâlda hak sahibi olanların haklarını elde etmeye yardımcı olmak üzere meselâ âlimler ve talebelere vakfetse tahsisat kabilinden olarak caiz olur. Buna "vakf-ı ırsâdî" denilir. Bundan dolayı Mısır Sultanı Berkûk ( - 1398) vakıfların beytülmâldan alınmış olduğunu ileri sürerek vakıfları bozmak istemiş ve bunun için bir toplantı yapmıştır. Bu toplantıda Sıracûddin Bülkînî, Burhan b. Cemâa ve Hidâye sarihi Ekmelûddin hazır bulunmuşlar.
Bülkânî: "Âlimlere ve talebelere yapılan vakıflar katiyen bozulamaz. Çünkü onların beytulmala ayrılan beşte birde bundan daha çok hakları vardır." demiştir. Orada bulunanlar bunu kabul etmişlerdir. Nitekim bunu Suyûtî "En-Naklülmestûr fi-cevâz-i kabz-ı malûmi´l-vezâif bilâ huzur" isimli eserinde zikretmiştir. Sonra bunun benzerini Mültekâ şerhinde de gördüm. Bundan açık olarak anlaşılmaktadır ki; sultanların beytülmâldan yaptıkları vakıflar, hakiki Vakıf olmayıp irsâddır. Beytülmâldan yapılan vakıflar beytülmâlın sarfedileceği yerlerden olan bir cihete yapılmış İse bozulmaz. Ama sultan, çocuklarına, âzâdlılarına vakfetmiş ise bozulur. Sultanların yaptıkları vakıflar irsâd olunca vakfın şartlarına riayet edilmesi lâzım gelmez. Çünkü bu vakıflar sahih bir vakıf değildir. Vakfın sahih olabilmesi için vakfedilen malın vakfedenin mülkü olması şarttır. Sultan, beytülmâldan bir yeri satın almadan ona mâlik olamaz. Buna Ekmelûddin muvafakat etmiştir. Bu, Mebsûd´dan ve Ebussûud´dan nakledilene de muvafıktır.
Şarih, Nehir´den naklen vakıf bahsinde zikredecektir ki; İktâât (hükümdar tarafından bağışlanan topraklar) in vakfedilmesi, ancak bu topraklar mevad (sahibsiz) araziden veya hükümdarın kendi mülkü olup bir kimseye vermiş olduğu topraklardan olduğu takdirde caizdir. Bu, Allâme Kâsım´dan Et - Tûhfetü´l-Marziyye´de: "Sultanın beytülmâla aid bir araziyi vakfetmesi şahindir." diye zikredilene muhaliftir.
Ben derim ki: Galiba "Allâme Kasım bu beytülmâla aid olan arazi bütün müslümanların menfaati için vakfedildiği takdirde lâzım olup bozulmaz,"´ demek istemiştir. Nitekim Kâdîhân´dan naklen Tarsûsî: "Sultan beytülmâla aid bir araziyi bütün müslümanların menfaati için vakfetse, caiz olur." diye nakletmiştir.
İbn-i Vehbân: "Hükümdar şer´an sarfedilecek yere, bir araziyi vakfettiği takdirde zalim hükümdarların o arazinin gelirini sarfedilmeyecek yere sarfetmelerini önlemiş olur." demiştir. Yani, vakfın geliri ebedî olarak müslümanların menfaati için hükümdarın tâyin ettiği cihete sarfedilir. Yukarıda gecen "irsâd"ın mânâsı da budur, işin hakikatini Allah-ü Teâlâ Hazretleri bilir.
METİN
Bir zimmî, müslüman hükümdarın izniyle sahibsiz bir yeri ihya, yani ekse biçse yahut yukarıda geçtiği üzere ya müslümanlarla birlikte harbettiği veya yol gösterdiği için kendisine ganimetten yer verilse, bu yer haraciye olur. Çünkü bu ilk defa kâfir üzerine konulmaktadır. Kâfirin haline lâyık olan haracdır.
Bir müslüman, hükümdarın izniyle sahibsiz olan bir yeri ihya ederse, "bir şeye yakın olana o şeyin hükmü verilir" mânâsı gereğince yakınındaki haraciye olursa o da haraciye, öşriye olursa o da öşriye olur. Bu, İmam Ebû Yusuf´un kavlidir.
Bu yerin öşriye veya haraciye olmasında karayı sulayan suyuna itibar edilir. Öşür suyu ile sulanırsa ondan öşür, haraç suyu ile sulanırsa haraç alınır. Çünkü mahsulün yetişmesi suya bağlıdır. Ancak kâfirin sahibsiz yerden ihya ettiği yer, öşür suyu ile sulansa bile haraç alınır. Çünkü kâfirin üzerine ilk defa öşür konulamaz. Bu, İmam Muhammed´in kavildir.
Haraç (arazi vergisi) iki nevidir:
1 - Mukâseme haracıdır ki. araziden çıkan mahsulün beşte biri veya onda biri mikdarındaki vâcib olan vergidir. Bu haraç araziden çıkan mahsule bağlıdır.
2 - Vazife haracıdır ki, araziden faydalanma imkânına bağlı olarak zimmette vâcib olan vergidir. Nitekim Hz. Ömer (R.A.) Irak topraklarına sulanan yerlerde dönüm (her bir zirâi yedi kabza: 28 parmak olan Kisra zirâiyle uzunluğu ve eni altmış zira yer) başına buğday veya arpadan bir sâ ile bir dirhem para vergi koymuştur. Bazı fukahâ: "Dönümde muteber olan her beldenin örf ve âdetidir," demişlerdir. Mısır´da dönüm "Feddan" İle takdir edilmiştir. Fetih, Muteber olan birinci kavildir. Bahır.
Ratbenin dönümü başına beş dirhem, birbirine bitişik üzüm bağları ile hurma bahçelerinin her dönümü başına on dirhem haraç vardır. Hububat ratbe, üzüm, hurmadan başka ve kendisine Hz. Ömer (R.A.) tarafından haraç konulmamış olan zâferan ekilen ve etrafı duvarlarla çevrili bahçelerin içindeki ağaçları seyrek olup, altlarının ekilmesi mümkün olan yerlerden verimine göre haraç alınır. Yerin verimine göre en fazla yansı alınabilir. Çünkü yarısını almak insafın ta kendisidir. Binaenaleyh sahih olan- kavle göre her ne kadar yer verimli olsa bile bu gibi yerlerde çıkanın yarısı üzerine Hz. Ömer (RA)´in mukâseme ve vazife haracında koymuş olduğu mikdar üzerine haraç ziyade edilemez. Her tarafı duvarla çevrili bahçelerin içindeki ağaçlar sık olup ağaçların altını ekmek mümkün olmazsa bu yerler bağ sayılır. Eğer arazinin kendisine konulmuş olan vazife haracının iki katı mahsul vermeye tahammülü olmazsa vâcib olarak, iki. katı mahsul vermeye tahammülü olursa, caiz olarak mahsulünün yansına kadar haraç indirilir.
Mukâseme haracı, çıkan mahsulün yarısı üzerine ziyade ve beşte birinden noksan edilemez. Haddâdî. Yine Haddâdî´de zikredilmiştir ki; bir kimse, haracı olan araziye bağ veya meyve fidanı dikse, o bağ veya bahçe meyvesini verinceye kadar o araziye hububat haracı yani bir sâ´, zahire ile bir dirhem para lâzım gelir,
Keza bir bağ sökülüp yerine hububat ekilse, o yere devamlı olarak bağ haracı lâzım olur.
Haracı olan araziye dikilmiş olan bağ veya meyve fidanı meyvesini vermeye başlayınca o bağ veya bahçenin verimine göre haraç konulur. Fakat bu haraç on dirhem üzerine ziyade edilmez. Eskiden her dönüm başına konulmuş olan bir sâ, zahîre ile bir dirhem paradan da noksan edilmez.
Ağaçlık bir yerin ağaçlarının altının ekilmesi mümkün olursa böyle bir yere "bahçe", ekilmesi mümkün olmazsa böyle yere "bağ" denir. Su bendi ve arkı üzerine dikilmiş olan ağaçlardan çıkan meyvalardan öşür ve haraç alınmaz. Burada Haddâdî´nin nakli son buldu.
Hâniyye´nin zekât bahsinde zikredilmiştir ki; bir kavm, içinde bağ ve arazi bulunan bir çiftlik satın almak isteyip bunlardan bir kısmı bağları, diğer kısmı da araziyi satın alıp aralarında haracın taksimini isteseler, bağlar ile araziden her birinin haraçları bilinirse, satın almadan önce olduğu gibi bağlara bağ, araziye arazi haracı konulur. Şayet her birinin satın alınmadan önceki haraçları bilinmeyip hepsinin birden haracı alınıyorsa, bu takdirde bağ olarak bilinen yere bağ, arazi olarak bilinen yere arazi haracı hisseler mikdarınca konulup taksim edilir.
Bir köyün haraçları farklı olup köy halkından haracı çok olanlar diğerleri ile aralarında haracın müsavi olmasını isteseler, haracın ilk defa müsavi olarak konulup konulmadığı bilinmezse, olduğu hal üzere bırakılır.
İZAH
"Bu verin öşriye veya haraciye olmasında kendisini sulayan suyuna itibar edilir ilh..." Musannıf burada Dürer sahibine tâbi olmuştur. Bu, Hidâye, Tebyîn, Kâfî ve diğer fıkıh kitablarında zikredilene muhaliftir. Çünkü suya itibar edilmesi, bir müslüman hanesini bahçe yaptığı takdirdedir.
Kâfî´de zikredilmiştir ki; öşriye veya haraciye olduğuna dair delil bulunmayan bir yerin öşriye veya haraciye olmasında kendisini sulayan suyuna itibar edilir. Eğer kuyu veya kaynak suyu ile sulanırsa öşriye, arab olmayanların ırmaklarının suyuyla sulanırsa haraciye olur. Bazen haraciye bazen öşriye suyu ile sulanırsa, müslümanın haline lâyık olan öşriye olmasıdır.
Arab arazisi gibi öşriye veya Irak arazisi gibi haraciye olduğuna dâir delil bulunursa, bu yerlerde suya itibar edilmez.
Vehâsıl: Bir memleket harb yoluyla alınıp toprakları kendi ahalisine bırakıldığı takdirde her ne kadar yağmur suyu ile sulansa bile bu topraklardan yalnız haraç alınır. Harb yoluyla alınan bu topraklar müslümanlar arasında taksim edilirse, her ne kadar ırmak suyu ile sulansa bile bu topraklardan öşür alınır.
Bir müslüman, hükümdarın izniyle sahibsiz bir yeri işleyip tarla yapsa, ırmak suyu ile sulanırsa haraciye, yağmur ve kaynak sularıyla sulanırsa öşriye olur. Bu, İmam-ı Azam ile İmam Muhammed´in kavlidir. İmam Ebû Yusuf´a göre bu tarla haraciye arazisine yakın ise haraciye, öşriye arazisine yakın ise öşriye olur. Fetih.
"Öşür suyu ile sulanırsa ilh..." Yani yağmur, kuyu, kaynak sulan ile hiç bir kimsenin velayeti altında olmayan deniz suları öşür suyudur. Acem (arabolmayan) ırmaklarının Seyhun, Ceyhun, Dicle ve Fırat´ın suları haraç suyudur.
Velhâsıl, kâfirlerin elinden harb yoluyla alınan sular, haraç sularıdır. Bu suların dışında kalan sular öşür sularıdır. Bu bahsin tamamı öşür bâbında geçmiştir.
"Mükâseme haracıdır ki ilh..." Yani mukâseme haracı da vazife haracı gibi ilk defa kâfirler üzerine konulan haracdır. Bir memleket harb yoluyla alınıp topraklan ahalisine bırakıldığı takdirde toprakları üzerine mukâseme veya vazife haracı konulur. Ama bu topraklar mücahidler arasında taksim edilirse, öşür konulur.
"Fetâvây-i Hayriyye" de zikredilmiştir ki; mukâseme haracı; sarfedileceği yer bakımından vazife haracı gibi, araziden çıkan mahsulden alınma bakımından öşür gibidir. Mukâseme haracında yoncalık, tarla, bağ ve hurma bahçesi arasında fark yoktur. Toprağın verimine göre mahsulün yarısı yahut üçte biri yahut dörtte biri yahut beşte biri haraç olarak alınır. Mukâseme haracı öşür gibi araziden çıkan mahsule bağlıdır. Bundan dolayı araziden bir sene içinde kaç defa mahsul çıkarılırsa, her defasında haraç alınır. Mukâseme haracı, sarfedileceği yer bakımından öşürden ayrılır.
Kendisinden öşür veya öşrün yarısı alınan her şeyden mukâseme haracı alınır
Öşür hakkında beyan edilen hükümler uygunluk ve ayrılık bakımından mukâseme haracında da geçerlidir. Mukâseme haracının mikdarı, hükümdarın reyine bırakılmıştır.
"Vazife haracıdır ki ilh..." Bu haracda, senelik belirli bir mikdarın beytülmâl adına alınması asıldır. Bu haraç zimmete teallûk eder ve araziden bizzat faydalanmaya bağlı olmayıp faydalanma imkânına bağlıdır. Bu itibarla böyle bir araziyi sahibi kasden boş bırakacak olsa, haracını yine vermesi vâcibdir.
"Kisra zirâiyle ilh..." Bu ifade âmme zirâinden ihtirazdır. Amme zirâi altı kabza (24 parmak) dır.
"Feddan ilh..." Feddan asılda çift âleti ve ekmede kullanılan bir çift öküz demektir. Cem´i: fedâdîn´dir. Feddan: Bir çift öküz ile sürülüp ekilebilen yerdir. Burada "yer" murad edilmiştir.
Feddan: Şam örfünde "Rumâni" ve "Hattatı" olmak üzere iki kısım olup çiftçilere e mikdarı bilinen bir dönümlük yerdir.
"Bir sâ ilh..." Bu sâ Hz. Ömer (RA)´den gelen Hâşimi ölçeğidir ki, sekiz rıtl: Dört batman: 3,380 kg. dır. Bu, Resûlullah (S.A.V.)´ın sâıdır. Haccac´a nisbet edilip "Haccac sâı" denilir. Çünkü ortadan kalktıktan sonra Haccac tarafından tekrar meydana çıkarılmıştır.
"Dönüm başına buğday veya arpadan ilh..." Yani haraç sahibi, dönüm başına bir sâı buğdaydan veya arpadan verme hususunda muhayyerdir. Fetâvây-i Kâdîhân. Sahih olan kavle göre; tarlaya ekilen arpa ise arpadan, buğday ise buğdaydan bir sâ alınır. Tarlayı boş bıraktığı takdirde hükümdar muhayyer olup bir sâı dilerse buğdaydan, dilerse arpadan alır.
"Ratbenin dönümü başına ilh..." Ratbe. Yonca, kavun, karpuz, hıyar, patlıcan ve pırasa gibi şeylerdir. Bunların her dönümünden beş dirhem haraç alınır.
"Etrafı duvarlarla çevrili bahçe ilh..." Bağ ile bahçe arasındaki fark: Ağaçları sık olan yere "bağ", ağaçlan seyrek olan yere "bahçe" denilir.
Hükümdarın vazife haracını mukâseme haracına, mukâseme haracını da vazife haracına çevirmesi caiz değildir. Çünkü bunda ahdi bozmak vardır, ahdi bozmak ise haramdır.
"Bir bağ sökülüp yerine hububat «kilse, o yere devamlı olarak bağ haracı lâzım olur ilh..." Çünkü kıymet itibariyle üstün olan mahsulü elde etmeye kudreti varken kıymet itibariyle aşağı olan mahsulü elde etmeye meyil etmiştir.
Fetâvây-i Hindiyye´de zikredilmiştir ki; fukahâ: "Bir kimse arazisinde kıymetli mahsul yetiştirmeyi özürsüz olarak bırakıp onun yerine kıymeti düşük olan mahsul yetiştirse, kendisine kıymetli mahsulün haracı lâzım gelir. Meselâ zâferan yetişecek araziye zâferan ekmeyip hububat eken kimse üzerine zâferan haracı lâzımdır.
Kert bağını söküp yerine hububat eken kimse üzerine bağ haracı lâzımdır. Bu mesele öğrenilmeli, fakat zalimler, insanların mallarına tamah etmesinler diye bununla fetva verilmemelidir." demişlerdir.
METİN
Haraç arazisini su bassa yahut suyu kesilse yahut yangın veya şiddetli soğuk gibi semavi bir afet isabet etse. haraç alınmaz. Ancak seneden ikinci defa mahsul yetiştirecek kadar zaman kalırsa haraç alınır.
Eğer afet kendisinden korunulması mümkün olan fare, böcek, koyun, keçi, sığır, deve, at, katır, eşek, maymun veya yırtıcı hayvanların yemesi veya telef etmesi gibi semavi olmayan afet olursa yahut mahsul hasâddan sonra helak olursa, haraç alınır. Hasâddan önce helak olursa haraç alınmaz. Çıkan mahsulün bir kısmı helak olursa, çiftçinin sarfettiği masrafından bir mikdar şey artarsa, ondan yukarıda açıklandığı üzere her dönüm başına bir sâ zahîre ile bir dirhem para alınır. Musannıf bunu Sirâc´dan nakletmiştir. Bu bahsin tamamı Şürünbulâli´dedir
Keza kiralanan arazideki kiranın hükmü de böyledir.
Kendisine vazife haracı lâzım olan bir tarlayı sahibi boş bıraksa yahut sahibi müslüman olsa yahut bir müslüman bir zimmîden haraç arazisini satınalsa, bu suretlerin her birinde haraç vâcib olur.
Bir kimse, toprak sahibini toprağını ekmekten menetse yahut toprağın haracı mukâseme haracı olsa, toprak sahibinin toprağını boş bırakmasıyla kendisine bir şey vâcib olmaz.
Yukarıda geçtiği üzere Mısır arazisinden alınan; ücrettir, haraç değildir. Buna göre; Mısır arazisinde çiftçilerden ekmeseler bile "felâhat: Çiftçilik" adına vergi almak, onları yurtlarını mamur etmeleri ve arazilerini sürmeleri için muayyen yerde oturmaya cebretmek şübhesiz haramdır. Nehir.
Bunun gibi Bahır´a nisbet edilerek Şurünbulâli´de zikredilmiştir ki; Bahir sahibi: "Yukarıda geçtiği üzere Mısır şimdi haraciye değildir. Bilâkis kendindeki müzâraa ücretledir. Artık arazisini şeriat yoluyla kiralamayan ve ekmeyen kimseye şer´an bir şey lâzım olmaz. O halde arazisini bırakıp köyden giden bir çiftçiye geri dönmesi için cebrolunmaz. Buna göre; zalimlerin çiftçilere verdikleri zarar haramdır. Bilhassa ilim tahsil etmek isteyen kimselere mâni olup kendilerini çiftçilik yapmaya zorlamak en çirkin zulümdür." demiştir.
Fukahâ: "Bir kimse, zâferan gibi kıymetli bir mahsulü ekmeye kadir iken, kıymeti düşük bir mahsulü ekse, kendisine kıymetli mahsulün haracı lâzım gelir. Bu mesele öğrenilmeli. Fakat zâlimler insanların mallarını almaya cesaret etmesinler diye bununla fetva verilmemelidir." demişlerdir.
Bir kimse, haraç arazisini başkasına sattığı takdirde seneden mahsul yetiştirecek kadar müddet kalmışsa, haraç satın alan üzerine, kalmamışsa satıcı üzerine lâzım olur. İnâye.
İZAH
"Haraç alınmaz ilh..." Yani vazife haracı alınmaz. Böyle felaketlerde mukâseme haracı ile öşür evleviyetle alınmaz. Çünkü bunlarda vâcib, çıkan mahsulün bizzat kendisiyle ilgilidir. Fetâvây-i Hayriyye.
"Seneden ikinci defa mahsul yetiştirecek kadar zaman kalırsa ilh..." Fetva, bu zamanın üç ay olmasınadır. Nehir.
"Âfet kendisinden sakınılması mümkün olan ilh..." Bu ifadeyle "çekirge gibi kendisinden sakınılması mümkün olmayan âfetlerden" ihtiraz edilmiştir. Bezzâziyye.
"Fare, böcek ilh..." Bahır´da zikredilmiştir ki; böcek veya fare mahsulü yedikleri takdirde haraç düşmez.
Ben derim ki: Bunlar, defileri mümkün olmama hususunda çekirge gibidirler. Nehir´de: "Böceğin semâyı âfetten olmasında tereddüd yoktur. Çünkü bundan korunmak mümkün değildir." diye zikredilmiştir.
Fetâvây-i Hayriyye´de zikredilmiştir ki; böcek çok olup ilaçla defi mümkün olmazsa bununla haraç düşer, ilaçla defi mümkün olursa haraç düşmez. Doğru olan budur.
"Kiranın hükmü de böyledir ilh..." Yani bir kimse bir tarlayı kiralasa da tarlayı su bassa veya suyu kesilse kira vâcib olmaz. Ama mahsule afet isabet etse, mahsulün helakinden önceki zamanın kirası düşmez. Çünkü kira menfaat karşılığı olarak yavaş yavaş vâcib olur. Haraç ile kira arasında fark vardır: Kirada menfeatlandığı müddetin kirası vâcib olur, menfeatlanmadığı müddetin kirası vâcib olmaz. Haraç böyle değildir. Menfeatlandığı müddetin haracı da düşer.
Muhît´den naklen Bezzâziye´nin icare bahsinde zikredilmiştir ki;mahsulün helakinden sonra seneden mahsul yetişecek kadar müddet kalmamışsa kira vâcib olmaz. Şayet birinci mahsul kadar veya ondan az mahsul yetişecek kadar müddet kalmışsa kira vâcib olur, fetva bunun üzerinedir.
"Kendisine vazife haracı lâzım olan bir tarlayı sahibi boş bıraksa ilh..." Yani ekmeye elverişli olan tarlayı boş bırakırsa sahibinden haraç alınır. Dürr-i Münteka.
Hâniyye´de zikredilmiştir ki; bir kimsenin haraç arazisinde ekmeye elverişli olmayan veya kendisine su ulaşmayan bir yer bulunup o yerin ekilip biçilecek bir hale getirilmesi mümkün iken getirmezse, o kimse üzerine haraç lâzım, ekilip biçilecek hale getirilmesi mümkün olmazsa, haraç lâzım değildir.
İsafın "Kabirlerin Hükümleri Faslı"nda zikredilmiştir ki; bir kimse haraç arazisini kabristan yahut gelir için han yahut mesken yapsa, o kimseden haraç düşer. Bazı fukahâ "haraç düşmez" demişlerdir. Esah olan birinci kavildir. Haraç arazisinin sahibi arazisini ekmekten âciz olsa hükümdar o araziyi müzâraa (ortak) olarak başkasına verip, sahibinin hissesinden haracı alır, geri kalan mahsulü sahibine verir. Hükümdar dilerse o araziyi kiraya verip kira bedelinden haracı alır, dilerse bu araziyi beytülmâl namına ektirir. Hükümdar bunlardan hiç birini yaptıramazsa, bu araziyi satıp parasından haracı alır.
İmam Ebû Yusuf´a göre hükümdar, arazisini ekmekten âciz olan kimseye arazisini ekip biçmesi için beytülmâldan yetecek kadar ödünç verir. Zeylaî.
Zahîre´de zikredilmiştir ki; âciz olan sahibi arazisini tekrar ekip biçmeye muktedir olursa, hükümdar arazisini kendisine verir. Ancak hükümdar araziyi satmış ise satışı bozmaz.
METİN
Haraç arazisinden çıkan mahsulden öşür alınmaz. Çünkü öşür ile haraç bir arada toplanmaz, İmam Şafiî´ye göre haraç alınan mahsulden, öşür dealınır.
Haraç, vazife haracı olursa, bir sene içinde mahsulün tekrar çıkmasıyla tekrar haraç alınmaz. Mukâseme haracı olursa, öşür gibi çıkan mahsule bağlı olduğu için, bir sene içinde kaç defa mahsul çıkarılırsa her defasında haraç alınır.
Hükümdar veya naibi arazi sahibine haracı bıraksa yahut şefaatle olsa bile ona bağışlasa. İmam Ebû Yusuf´a göre caiz olur. Arazî sahibi haracın verildiği kimselerden olursa, onu yemesi helâl olur. Haracın verildiği kimselerden atmazsa onu tasadduk eder
Hâvî´de : "Arazi sahibi haracın kendilerine verildiği kimselerden olmasa bile onu yemesi helâldir." diye zikredilen kavi. meşhur olan kavle muhaliftir.
Hükümdar veya naibi öşrü arazi sahibine bıraksa, ittifakla caiz değildir. Arazi sahibi onu fakirlere verir. Sirâc. Bu mesele Eşbâh´ın "hükümdarın tasarrufu maslahata bağlıdır" bahsinde Bezzâziye´ye nisbet edilerek zikredilene muhaliftir.
Nehir´de zikredilmiştir ki; İmam Ebû Yusuf´un -yukarıda geçtiği üzere- "Hükümdar veya naibi arazi sahibine haracı bıraksa veya hibe etse caizdir." kavlinden beytülmâla aid arazilerden iktâat (hükümdarın toprak bağışlamasın) in hükmü bilinmiştir. Çünkü iktâatın hasılı rekabe beytülmâl için, haraç kendi için olmasıdır. Buna göre kendisine hükümdar tarafından toprak bağışlanan kimsenin bu toprağı satması, hibe etmesi ve vakfetmesi sahih değildir. Ama bu toprağı kiraya vermesi sahihtir. Nitekim bir yeri kiralayan kimsenin o yeri başka bir şahsa kiraya vermesi caizdir. Bazen vâki olan hadiselerdendir ki, hükümdar bir araziyi bir kimsenin kendisine, çocuklarına, torunlarına ve çocuklarından biri öldüğü takdirde hissesi kardeşine kalmak üzere bağışlasa, sonra hükümdar ölse, kendisine arazi bağışlanan kimse ikinci hükümdarın zamanında ölse, o arazi çocuklarına kalır mı Şarih: "Ben fukahânın buna dâir kavillerini görmedim. Ama fukahânın "talîk eden kimsenin ölmesi ile talik hükümsüz olur" kaidesi gereğinde bu araz: çocuklarına kalmaz." demiştir. Bir kimseye, hükümdar sahibi olmayan bir yeri bağışlayıp o kimse de hükümdarın izniyle o yeri işleyip tarla haline getirse yahut hükümdar sahibsiz olan bir yeri kendisi için tarla haline getirttikten sonra bir kimseye onu bağışlasa, o kimsenin o yeri vakfetmesi caiz olur.
Hükümdar tarafından yapılan "irsad" vakıf değildir. Eşbâh´da "borç hakkında kavi" bahsinden önce zikredilmiştir ki; Allâme Kasım: "Kendisine hükümdar tarafından arazi bağışlanmış kimsenin o araziyi kiraya vermesi sahihtir ve hükümdar dilediği zaman o araziyi o kimsenin elinden alabilir." diye fetva vermiştir.
İbn-i Nüceym; "O arazi beytülmâla aid arazilerden olursa onu o kimsenin elinden alabilir. Fakat o arazi boş ve sahibsiz yerden bağışlanıp o kimse o araziyi işleyip tarla haline getirmiş ise elinden alınmaz. Çünkü o kimse, işleyip tarla halîne getirdiği için o yere mâlik olmuştur." demiştir. Bu mesele ezberlenmelidir.
İZAH
"Vazife haracı olursa, tekrar haraç alınmaz ilh..." Fetih´de zikredilmiştir ki; vazife haracında, araziden faydalanma imkânına bağlı olması itibariyle; şiddet, bir senede kaç defa mahsul çıkarsa çıksın bir defa haraç alınması itibariyle; kolaylık vardır, öşürde ise, bir senede kaç defa mahsul çıkarsa çıksın her defasında alınması itibarıyla; şiddet, çıkan mahsule bağlı olması itibarıyla kolaylık vardır. Bundan dolayı sahibi, öşür arazisini boş bıraksa kendisine bir şey lâzım gelmez.
"Ona bağışlasa ilh..." Yani hükümdar veya naibi arazi sahibinden haracı aldıktan sonra kendisine bağışlasa.
"Arazi sahibi haracın verildiği kimselerden olursa onu yemesi helâl olur ilh..." Yani arazi sahibi müftî, mücâhid, Kur´ân-ı Kerîm muallimi, talebe, müzakereci ve vaiz gibi haracın kendilerine verildiği kimselerden olursa onu yemesi helâl olur. Haracın kendilerine verildiği kimselerden olmazsa onu tasadduk eder. Haraç tahsildarı, hükümdarın bilgisi olmadan haracı arazi sahibine bırakırsa aynı hüküm geçerlidir. Kınye.
"Meşhur olan kavle muhaliftir ilh..." Yani İmam Ebû Yusuf´dan âmmenin naklettiği meşhur olan kavle muhaliftir. Nehir.
"İttifakla caiz değildir ilh..." Caiz olmamasının sebebi galiba öşürün sarfedildiği yere zekâtıdır. Bir kimsenin kendisi zekâtının sarfedileceği yer olamaz. Fakat haraç çıkan mahsulün zekâtı değildir. Bundan dolayı haraç kâfirlerin arazisi üzerine konur.
"Bezzâziye´ye nisbet edilerek ilh..." Bezzâziye´de zikredilmiştir ki; hükümdar öşürü arazi sahibine bırakırsa arazi sahibi gerek zengin gerekse fakir olsun caiz olur. Şu kadar var ki, arazi sahibi fakir olursa hükümdar bıraktığı öşürün bedelini ödemez. Zengin olursa, hükümdar öşürün bedelini fakirler namına haraç beytülmâlından, sadaka beytülmâlına öder.
Ben derim ki: Kendine öşür bırakılan zengin, haraç almaya hakkı olan kimselerden olursa, hükümdar o öşürün bedelini haraç beytülmâlından öder. Şayet haraç almaya hakkı olan kimselerden olmazsa, hükümdar öşürün bedelini kendi malından öder. Mücahidlere öşürün verilmesi caizdir. Çünkü öşür onların kuvvetleriyle elde edilmiş olan maldır.
"Kaidesi gereğince bu arazi çocuklarına kalmaz ilh..." Bu arazi çocuklarına ta´lik yoluyla değil ölen hükümdar tarafından kendilerine esalet yoluyla bağışlanmıştır.
"İrsâd ilh..." irsâd, beytülmâla aid köy ve mezra (ekilecek tarla) tarlaların yine rekabesi beytülmâla aid olmak üzere menfaatlarının hükümdar tarafından kurra, imam ve müezzinler gibi beytülmâlda hakkı olan kimselere tahsis edilmesidir. Bu, caizdir fakat hakiki vakıf değildir. Çünkü vakıfancak hakiki mülk sahibinden sahihtir. Hükümdar ise bunlara mâlik değildir.
İrsâd, mahalline olursa, caiz ve meşrudur. Sonra gelen hükümdarların böyle bir irşadı değiştirmeleri ve bozmaları caiz değildir. Beytülmâl müslümanların menfeatı için kurulmuştur.
CİZYE FASLI
METİN
Cizye: Lügatta ceza manasınadır. Çünkü cizye, öldürme yerine geçmektedir. Cemi "cizâ" dır. Lihye (sakal) nin cemi lihâ olduğu gibi.
Cizye iki nevidir:
1 - Sulh yoluyla konulan cizyedir. Bunun mikdarı şeriat tarafından tâyin edilmemiştir. Bunun mikdarı sulh şartlarına bağlıdır. Bu mikdar haksızlıktan sakınmak için sonradan değiştirilemez.
2 - Bir memleket harb yoluyla zabtedilip müslüman olmayan ehalisi yurtlarında "tebea" olarak bırakıldıktan sonra kendilerine konulan cizyedir. Bu nevide cizyenin mikdarı, şahıslara göre üç derecede bulunur:
1 - Herhangi bir kazanç yoluyla para kazanmaya muktedir olan fakirlere senede oniki dirhem cizye konulur. Her ayda bir dirhem alınır. Bir kimsenin üzerine cizye konulabilmesi için, senenin ekserisinde sıhatta bulunması kâfidir. Yenâbi, Hidâye.
2 - Orta hallilere senede yirmidört dirhem cizye konulur. Her ayda iki dirhem alınır.
3 - Zengin olanlara senede kırksekiz dirhem cizye konulur. Her ayda dört dirhem alınır. Cizyenin böyle oniki ayda taksitle alınması kolaylığı beyan içindir, yoksa vâcib olduğunu beyan için değildir. Çünkü cizyenin vâcib olması senenin ibtidasındadır. Edasının vücubu, senenin sonundadır.
Onbin ve daha ziyade dirheme mâlik olan zengin, ikiyüz ve daha ziyade dirheme mâlik olan orta haili, ikiyüzden az dirheme veya hiç bir şeye mâlik olmayan fakir sayılır. Bunu, İmam-ı Kerhî söylemiştir. Bu, kavillerin en güzelidir, itimad bunun üzerinedir. İmam Ebû Cafer, bu hususta örfe itibar etmiştir. Esah olan da budur. Bu sıfatların mevcud olmasında itibar senenin sonunadır. Çünkü cizyenin edasının vücubunun vakti senenin sonudur. Bahır, Tatarhâniyye, Fetih.
İZAH
"Cizye faslı ilh..." Cizye haracın ikinci nevidir. Haraç, arazi sahihleri müslüman olsalar bile kendilerine vâcib olduğu için kuvvetli olmasından dolayı önce zikredilmiştir, cizye böyle değildir. Yani cizye veren kimse müslüman olsa cizye kendisinden düşer.
Haraç araziden alınan vergide hakikattir. Haraç denildiğinde hatıra gelen arazi haracıdır. Cizyeye haraç denilmez. Ancak kendisine bir ketime ekleyerek "haracurre´s" denilir. Cizyeye haraç denilmesi mecazdır.
"Cizye öldürme yerine geçmektedir ilh..." Yani cizyeyi kabul eden kimseden öldürme düşer. Bahir. Cizye, küfrün ukubeti (cezası) olarak vâcib olmuştur. Bundan dolayı cizye denilmiştir. Cizye ve ceza bir mânâyadır. Ceza ise hem mükâfat, hem de mücâzat: Ukubet manasınadır. Taatın sevabına ceza denildiği gibi masiyet (günâh) ın ukubetine de ceza denir.
"Bu mikdar sonradan değiştirilemez ilh..." Yani sulh yoluyla tâyin edilen mikdar sonradan ziyade ve noksan edilmek suretiyle değiştirilemez. Dürer. Nitekim Peygamber Efendimiz Yemen´e yakın hıristiyan olan Necran ahalisi ile senede ikibin kat elbise üzerine anlaşmıştır.
Hz. Ömer (R.A.), Hıristiyan olan Benî Tağlib kabilesi ile her birinden zekâtın iki katı alınmak üzere anlaşmıştır. Bunun tafsili zekât bahsinde geçmiştir. Fetih.
"Para kazanmaya muktedir olan fakirlere ilh..." Para kazanmaya muktedir olmak, üzerine cizye konulan kimselerin hepsi hakkında şarttır. Bundan dolayı kötürümlere - her ne kadar zengin olsalar bile - cizye lâzım gelmez. Keza senenin yarısında hasta olanlar da cizyeye tâbi değildirler, iş yapmaya muktedir olduğu ´hakle çalışmayan kimseden cizye alınır. Nitekim haraç arazisini boş bırakandan haraç alındığı gibi.
"Cizyenin böyle oniki ayda taksitle alınması kolaylığı beyan içindir ilh..." Muhît´ten naklen Kuhistânî´de zikredilmiştir ki; üç imamımıza göre: Cizye senenin evvelinde vâcibdir. Çünkü cizye, öldürmenin yerine geçmektedir. Zimmet akdiyle öldürme düşer, öldürmenin yerine gecen cizye derhal vâcib olur. Ancak İmam-ı Azam´a göre; kolaylık için hepsi senenin sonunda, İmam Ebû Yusuf´a göre; iki aylık taksit iki ayın sonunda, İmam Muhammed´e göre; bir aylık taksit bir ayın sonunda alınır. Velhâsıl, namaz vaktin evvelinde geniş olarak vâcib olup vaktin sonunda edası vâcib olduğu gibi, cizye de senenin evvelinde genişi olarak vâcib olup senenin sonunda edası vâcib olur..
"imam Ebû Cafer bu hususta örfe itibar etmiştir ilh..." Yani halk kendi beldelerinde, kimleri zengin, kimleri fakir, kimleri orta halli sayıyorsa, cizye konulmasında buna itibar edilir. Meselâ Belh beldesinde elli bine sahip olan kimse zenginlerden sayılır. Basra ile Bağdat´ta ise zengin sayılmaz. Kısaca her beldenin örf ve âdetine itibar edilir. Fetih.
"Bu sıfatların mevcud olmasında itibar senenin sonunadır ilh..." Bahır sahibi: "Bu sıfatların senenin evvelinde mevcud olmasına İtibar edilmesi dahalâyıktır. Çünkü cizyenin vâcib olmasının vakti senenin evvelidir." demiştir. Nehir sahibi: "Fukahâ, bu sıfatların senenin sonunda mevcud olmasına itibar etmiştir. Çünkü cizyenin ödenmesinin vâcib olmasının vakti senenin sonudur." diyerek bunu reddetmiştir. Bundan dolayı fukahâ "Senenin ekserisinde zengin olandan zengin cizyesi, fakir olandan fakir cizyesi alınır." demiştir. Eğer fakirlik, orta hallilik, zenginlik gibi sıfatlara senenin evvelinde itibar edilseydi, senenin evvelinde zengin olup senenin ekserisinde fakir olan kimseye zengin cizyesi vâcib olurdu. Halbuki zengin cizyesi vâcib olmaz. Bir şeyin çoğunun bulunması hepsinin bulunması gibidir. Yakında musannif zikredecektir ki; bir kimsenin cizyeye ehil olup olmamasından cizyenin konulduğu zaman muteberdir. Binaenaleyh sene başında cizye ile mükellef olmayanlar sene içinde mükellef olsalar bile artık o sene içinde cizyeye tâbi olmazlar.
METİN
Cizye, kitab ehli olan yahudiler ile hıristiyanlardan ve kendilerinde kitab ehli şübhesi bulunan mecusîlerden, Arap olmayan putperestlerden alınır.
Sâmire taifesi, yahudilere dahildir. Çünkü onlar, Hz. Musa (A.S.)´ın şeriatı ile amel ederler.
Frenk ile Ermeniler, hıristiyanlara dahildir.
İmam-ı Azam´a göre. Sabitlerin cizyeleri kabul edilir. İmameyn´e göre kabul edilmez. Hâniyye.
Mecûsiler, Arap ırkından olsalar bile kendilerinden cizye alınır. Çünkü Peygamber Efendimiz, Bahreyn´de Hecer denilen beldenin Mecûsilerinden cizye almışlardır. Arap olmayan putperestlerin köle olmaları caiz olduğu için, kendilerinden cizye alınması da caiz olmuştur.
Arap ırkından olan putperestlerin cizyeleri kabul edilmez. Çünkü mucize haklarında pek acık olduğu için ma´zeretleri kabul edilmez. Mürtedlerin cizyeleri de kabul edilmez. Putperest olan Araplar ile mürtedler, ya müslüman olurlar veya öldürülürler. Bunlara üstün gelirsek kadınları ve çocukları ganimet olur.
Çocuklar, kadınlar, köleler, mükâtebler, müdebberler, ümmüveledin oğulları, kötürümler, felçliler, çok yaşlılar, âmâlar, çalışamayan fakirler, insanlardan uzak bulunan rahiblerden cizye alınmaz. Çünkü savaşda bunların öldürülmeleri caiz değildir. Cizye öldürmeyi düşürmek içindir.
Haddâdi: "Cizye, kesin olarak rahiblere vâcibdir." demiştir, ibn-i Kemâl "kıyâs, vâcib olmasıdır" diye nakletmiştir. Bundan "rahiblere cizyenin istihsânen vâcib olmadığı" anlaşılmıştır.
Bir kimsenin cizyeye ehil olup olmamasında, cizyenin konulduğu zaman muteberdir. Bu bakımdan hükümdar cizyeyi koyduktan sonra deli iyi olsa yahut köle âzâd olsa yahut çocuk baliğ olsa yahut hasta iyi olsa, o sene bunlardan cizye alınmaz. Ama fakir cizye konulduktan sonra zengin olsa, üzerine cizye konulur. Senenin İhtidasında âciz olduğundan dolayı kendisine cizye konulmamıştı. Artık bu hal zail olmuştur. İhtiyar.
Cizye, mülhidlerin dediği gibi müslümanların kâfirlerin küfürlerine razı olmaları değildir. Bilâkis cizye kâfirlerin küfürleri üzerine kalmalarının cezasıdır. İmâna davet etmek için kâfirlere cizyesiz mühlet vermek câiz olduğu takdirde cizye ile mühlet vermek evleviyetle caizdir. Nitekim Allah-ü Tealânın :
"Kâfirler, zelil ve hakir olarak kendi elleriyle cizye verinceye kadar onlarla muharebe ediniz." (Tevbe Sûresi, âyet: 29) âyet-i kerîmesi ve Peygamber Efendimizin Hecer Mecûsilerinden, Necran Hıristiyanlarından cizye alıp kendilerini dinleri üzere bırakmaları da, cizyenin caiz olduğuna delildir.
İZAH
"Kitab ehli ilh..." Kitab ehli olanlar Arap ırkına mensub olsa bile kendilerinden cizye alınır. Kitab ehliyle Yahudi ve Hıristiyanlar gibi Cenâb-ı Hak tarafından indirilen bir kitaba inanan kimseler murad edilmiştir, Fetih.
"Samire İlh..." Yahudilerden bir fırkadır. Hükümlerin ekserisinde Yahudilere muhalefet ederler. Yaptığı bir buzağı heykelini tanrı diye gösteren ve ona taptıran Sâmiriy, Sâmire kabilesindendi. Misbah.
"İmam-ı Azam´a göre; Sabitlerin cizyeleri kabul edilir İlh..." İmam-ı Azam´a göre; Sabitler ya Yahudilerden veya Hıristiyanlardan oldukları için kitab ehlidirler, İmameyn´e göre; Sabitler yıldızlara taptıkları için kitab ehil olmayıp putperest gibidirler. Bu üç imamımızın kavillerinden anlaşılmıştır ki, Sabiiler Arap ırkındandır. Arap ırkından olmasalardı elbette ihtilâf etmezlerdi. Çünkü Arap ırkından olmayanlar müşrik olsalar bile kendilerinden cizye kabul edilir. Fetih. Nehir.
Bedâyı´dan naklen Sâihânî´de zikredilmiştir ki; Sabitler, Arap ırkından olmadıkları takdirde putperestler gibi olurlar ve kendilerinden cizye kabul edilir.
"Mecûsi ilh..." Ateşe tapanlardır. Fetih.
"Çünkü mucize haklarında pek açık olduğu için ilh..." Yani Kur´ân-ı Kerîm onların lisânı üzere nazil olduğu için onların küfürleri diğer milletlerin küfürlerinden daha ağır olduğundan bunlardan cizye alınmaz. Ya islâmiyeti kabul ederler veya öldürülürler.
"Bunlara üstün gelirsek kadınları ve çocukları ganimet olur ilh..."
"Çünkü Hz. Ebubekir (R.A.) mürted olan Benî Hanîfe´nin kadınlarını ve çocuklarını esir edip mücahidlerin arasında taksim etmiş, erkeklerinden de müslüman olmayanları öldürtmüştür. Hidâye.
Fetih´de zikredilmiştir ki; mürtedlerin çocukları ve kadınlarına esir edildikten sonra İslâmiyet! kabul etmeleri için cebrolunur. Ama putperestlerinçocukları ve kadınlarına İslâmiyet! kabul etmeleri için cebrolunmaz. Aralarındaki fark, mürtedlerin çocuklarının babalarına tâbi olmasıdır. Babalarının cebrolunduğu gibi çocukları da cebrolunur. Keza mürtedlerin kadınlarına da İslâmiyeti kabul etmeleri için cebrolunur. Zira onlar daha önce islâmiyeti kabul etmişlerdi. Zındık tevbe etmeden önce yakalanırsa öldürülür. Kendisinden cizye kabul edilmez.
T E N B İ H : - Fetih´de zikredilmiştir ki; fukahâ: "Zındık yakalanmadan önce gelerek kendisinin zındık olduğunu haber verip tevbe ederse, tevbesi kabul edilir. Yakalandıktan sonra tevbe ederse, tevbesi kabul edilmeyip öldürülür. Çünkü zındıklar bâtıniyye olup, batında söylediklerinin hilâfına inanırlar. Bu yüzden zındık öldürülür, kendisinden cizye kabul edilmez." demişlerdir. Mürted babında geleceği üzere bununla fetva verilmiştir.
Kuhistânî´de zikredilmiştir ki; bidatcı kâfir olsa bile köle olamayacağı için kendisinden cizye kabul edilmez. Bid´atım açıklayıp ondan dönmediği takdirde öldürülmesi mubah olur. Tevbe ederse tevbesi kabul edilir. Bazı fukahâ: "İbâhiyye, Şîa, Karâmita, felâsifeden zenadika´nın tevbesi kabul edilmez." demişlerdir. Bazı fukahâ "bidatcı, yakalanmadan ve bidatini açıklamadan önce tevbe ederse, tevbesi kabul edilir. Bid´atım açıklamış olup yakalandıktan sonra tevbe ederse, tevbesi kabul edilmez. Nitekim İmam-ı Azam´ın kavline göre kıyas da budur. Ettemhîdîs-sâlimî´de de böyle zikredilmiştir.
"Çünkü savaşta bunların öldürülmeleri caiz değildir ilh..." Cizyenin aslı öldürmeyi düşürmek içindir. Harbte öldürülmesi vâcib olmayanlardan cizye alınmaz. Ancak reyleriyle veya mallarıyla yardım ettikleri takdirde cizye vâcib olur. İhtiyar. Dürr-i Müntekâ.
"Haddâdî ilh,.." Yani çalışmaya muktedir olan rahiblerden cizye alınır. Çünkü onlarda çalışma kudreti mevcuddur. Fakat onlar çalışma kudretini zayi etmektedirler. Nitekim haraç arazisini boş bırakandan haraç alınır. Çalışmayan rahiblerden cizye alınmaz.
Hâniyye´de zikredilmiştir ki; Zahirü´r-Rivayet´e göre, rahiblerden ve keşişlerden cizye alınır. İmam Muhammed´e göre; bunlardan cizye alınmaz.
"O sene bunlardan cizye alınmaz ilh..." Çünkü cizyenin vâcib olduğu vakit, hükümdarın cizyeyi koyduğu senenin başıdır. Çocukların baliğ olması kölelerin âzâd olması gibi insanların halleri değiştiği için her sene başında hükümdar cizyeyi yeniler. Cizye konulduktan sonra çocuk baliğ olsa veya köle âzâd olsa cizyenin vâcib olduğu vakit geçmiş olduğu için o sene bunlardan cizye alınmaz. Valvaiciyye.
"Artık bu hal zail olmuştur ilh..." Yani cizye verecek duruma geldiği andan itibaren senenin ekserisi mevcud ise üzerine cizye konulur.
"Bilâkis cizye kâfirlerin küfürlerinin üzerine kalmalarının cezasıdır ilh..." Cizye İslâmiyete davet yollarının en güzelidir. Zira cizye verenler müslümanların arâsında ve İslâmın güzelliklerini görüp müslüman olurlar. Kuhistânî.
METİN
Bundan sonra musannif cizyenin küfürün cezası olduğunu açıklayarak diyor ki: Cizye ile mükellef olan kimsenin -her ne kadar sene tamam olduktan sonra olsa bile- müslüman olmasıyla yahut ölmesiyle yahut tedahül için tekrarıyla yahut âmâ yahut yatalak yahut çalışamayacak derecede fakir, yaşlı veya kötürüm olmasıyla, düşer.
Bir kimse iki senenin cizyesini peşin olarak verdikten sonra müslüman olsa, ikinci senenin cizyesi kendisine geri verilir. Hulâsa. Bundan sonra musannıf kendisiyle cizyenin düştüğü tekrarı beyan ederek der ki; bir zimmînin üzerinde iki senenin cizyesi toplanmış olsa, cizyeler tedahül eder. Yani kendisine bir cizye lâzım gelir. Esah olan kavle göre; ikinci senenin girmesiyle birinci senenin cizyesi kendisinden düşer. Zira cizye arazi haracının aksine senenin evvelinde vâcib olur. Ödemesi ise senenin sonunda vâcibtir. Sahih olan kavle göre; cizye gibi haraç da sahibinin ölmesiyle veya tedahülüyle düşer. Bazılarına göre; haraç, öşür gibi düşmez. Haraç ceza olduğu için lâyık olan birinci kavlin tercih edilmesidir, öşür ise ceza olmayıp ibâdettir. Hâniyye sahibi: "Bu kavil İmam-ı Azam´ındır." demiştir. Binaenaleyh mezheb budur. Hâniyye´de zikredilmiştir ki; arazi sahibinin haracını vermeden önce arazinin mahsûlünden yemesi helâl değildir.
Zimmî cizyesini başkasıyla gönderirse esah olan kavle göre, kabul edilmez. Bizzat kendisi getirip ayakta olduğu halde verir. Alan müslüman ise oturduğu halde alır ve zimmînin boynuna sille vurarak "ey Allah´ın düşmanı cizyeni ver" der. "Ey kâfir cizyeni ver" demez, Eğer "ey kâfir cizyeni ver" deyip bu sözle zimmî eza duyarsa, böyle söyleyen müslüman günahkâr olur ve tâzîr edilir. Kınye.
Zimmîlerin İslâm memleketinde muhtar olan kavle göre; köyde olsa bile yeni kilise, havra, manastır, ateşgede, kabristan ve put yapmaları caiz değildir. Havî. Fetih. Hükümdarın yıktığı değil kendi kendine yıkılan kilise veya havra eski binası üzerine ziyade edilmeksizin yeniden yapılmasına müsaade edilir. Eşbâh. Eski malzemesi kifayet ederse, bunun üzerine bîr şey ilave edilmez. Bu bahsin tamamı Vehbâniyye şerhindedir. Eski kilise veya havralar fetih yoluyla alınan beldelerde mesken olarak bırakılır. Sulh yoluyla alınan beldelerde yine kilise veya havra olarak bırakılır. Bahır. Kuhistânî´de zikredilen buna muhaliftir.
İZAH
"Sene tamam olduktan sonra olsa bile müslüman olmasıyla ilh..." Yani zimmi sene tamam olmadan önce müslüman olsa, müslüman olmasıyla cizye kendisinden düşer. Sene tamam olup ikinci sene girdikten sonra müslüman olsa, cizyesi müslüman olmasıyla değil ikinci senenin girmesiyle düşmüştür. Çünkü senenin tekrarıyla cizye tedahül eder.
"Bir kimse, iki senenin cizyesini peşin olarak verdikten sonra müslüman olsa ilh..." İkinci senenin cizyesini vâcib olmadan önce verdiği içinkendisine geri verilir. Birinci senenin cizyesi kendisine geri verilmez. Çünkü onu vâcib olduktan sonra vermiştir. Bu, "Cizyenin vâcib olması senenin evvelindedir." diyen zâtın kavline göredir. Fetva da bunun üzerinedir. Valvalciyye.
"Ey kâfir cizyeni ver ilh..." Bundan anlaşılmıştır ki. "Ey Allah´ın düşmanı" demek, yakasından tutup sarsmak, boynuna sille vurmak da şübhesiz ona eziyet verir. Bundan dolayı Şafiî muhakkıklarından bazıları: "Sünnette bunların aslı yoktur ve dört halifeden hiç birisi de bunu yapmamıştır." demişlerdir.
"Yapmaları caiz değildir ilh..." Havra, kilise ve manastır gibi eski tapınakların başka yere nakledilmesine de izin verilmez.
"Muhtar olan kavle göre; köyde olsa bile yeni kilise, havra ilh...". Fetva için muhtar ve sahih olan kavil zikredildikten sonra zamanımızda herhangi bir kimsenin köylerde zimmîlerin yeni kilise, havra veya manastır yapmaları hususunda fetva vermesi helâl değildir. Muhtar olan kavle muhalif olarak fetva veren kimsenin fetvasına bakılmaz. Onun fetvasıyla amel edilmez. Onun fetvası kabul edilmez. Böyle bir kimse fetvadan menedilir.
Nehir´de zikredilmiştir ki; ihtilâf Arap yarımadasının dışındadır. Arap yarımadasında kesinlikle zimmiler köylerde olsa bile yeni kilise, havra ve manastır gibi şeyleri yapmaktan men olunurlar. Çünkü bir hadîs-i şerifde:
"Arap yarımadasında İki din bir arada toplanmaz." diye buyurulmuştur. Arap yarımadasındaki kiliseler yıkılır. Kilise ehlinin orada oturmasına izin verilmez.
Ben derim ki: Söz, İslâm memleketinde zimmîlerin yeni kilise ve havra gibi tapınak yapmaları hakkındadır. Arap yarımadasında yeni kilise ve havra yapma şöyle dursun, eskiden yapılmış olan kilise ve havralar yıkılır. Çünkü biraz önce geçen hadîs-i şeriften dolayı müslüman olmayanların Arap yarımadasında oturmalarına müsaade edilmez. Nitekim gelecektir. Fetih ile Essiyerü´l- Kebîr şerhinde bu hususta geniş malûmat vardır.
Şehirlerin üç kısım olması ve bunlarda yeni kiliselerin yapılması:
T E N B İ H : Fetih´te zikredilmiştir .ki; şehirler üç kısımdır;
1 - Küfe, Basra, Bağdat ve Vâsıt gibi müslümanlar tarafından kurulmuş olan şehirlerdir. Bunlarda kilise, havra gibi tapınakların yapılması ittifakla caiz değildir.
2 - Müslümanlar tarafından harp yoluyla alınan şehirlerdir. Bunlarda da yeni kilise ve havra gibi tapınakların yapılması ittifakla caiz değildir.
3 - Müslümanlar tarafından sulh yoluyla alınan şehirlerdir ki bakılır: Eğer yurtları ve arazîleri kendi ahalisine bırakılmak şartıyla sulh yapılmış ise bu şehirlerde kilise ve havra gibi tapınakların yapılması caizdir. Eğer yurtları ve arazileri kendi ahalisine bırakılmamak şartıyla sulh yapılmış ise bu şehirlerde kilise ve havra gibi tapınakların yapılması caiz değildir. Ancak sulh yapılırken yeni kilise ve havra gibi tapınakların yapılmasını şart koşarlarsa, bu takdirde bunların yapılması caiz olur.
Ben derim ki: Yurtları ve toprakları kendilerine bırakılmak şartıyla sulh yapıldıktan sonra bu şehirler müslümanların olsa, onları yeni kilise ve havra yapmaktan men ederler. Daha sonra bu şehirlerde çok az müslüman kalsa, onların yeni kilise ve havra yapmaları caiz olur. Müslümanlar tekrar o şehirlere geri dönseler, bu arada onların yeni yapmış oldukları havra ve kiliseleri yıkmazlar. Nitekim Es-Siyerü´l-Kebîr şerhinde de böyle zikredilmiştir.
Müslümanlar bîr dar-ı harbi harb yoluyla alıp ahalisini zımmî yaptıkları takdirde onları yeni kilise yapmaktan menetmezler. Çünkü zimmîlerî yeni kilise yapmaktan menetme, içinde cuma namazlarının kılındığı ve hadlerin tatbik edildiği müslüman şehirlerine mahsustur. Şehirleri müslüman şehri olunca, zimmîler yeni kilise yapmaktan men olunurlar. Eski kiliseleri de kendilerine bırakılmaz. Nitekim harp yoluyla alınan yerler mücahidler arasında taksim edildiği takdirde, kiliseler zimmîlere bırakılmaz. Ancak kiliseler yıkılmayıp zimmîlere mesken olarak verilir. Çünkü bunlar onların mülküdür. Ama onlara üstün gelmeden önce onlarla sulh yapılırsa, eski kiliseleri kendilerine bırakılır. Şehirleri müslüman şehri olduktan sonra bu şehirlerde yeni kilise yapmalarına müsaade edilmez.
T E T İ M M E : Bir beldenin sulh veya harp yoluyla alınmış olduğunda müslümanlar i!e zimmîler ihtilâf etseler bakılır: Eğer o yerin sulh veya harp yoluyla alınmış olduğuna dâir eser bulunursa onunla amel edilir. Eğer eser bulunmazsa o yer zimmîlere bırakılır.
Zimmîlerin bir şehirde kilisesi bulunup zimmiler "yurdumuz ve arazimiz bizlere bırakılmak üzere sulh olduk" diye iddia etseler, müslümanlar "hayır sizin yeriniz harp yoluyla alınmıştır" deyip zimmîleri kilisede âyin yapmaktan men etmek isteseler, aradan uzun zaman geçtiği için o yerin sulh veya harp yoluyla alınmış olduğu bilinmese hükümdar fukahâ ve tarihçilere sorar. Eğer sulh veya harp yoluyla alınmış olduğuna dâir bir eser bulunursa, onunla amel edilir. Eser bulunmaz veya eserler değişik olursa bu hususta zimmîlerin sözü kabul edilip o yerin sulh yoluyla alınmış olduğuna hükmedilir. Çünkü o yer onların elinde bulunmaktadır ve onlar asılı iddia etmektedirler. Bu bahsin tamamı Es-Siyerü´l-Kebîr şerhindedîr.
"Hükümdarın yıktığı değil kendi kendine yıkılan kilise veya havra eski binası üzerine ziyade edilmeksizin yeniden yapılmasına müsaade edilir ilh..." Bu. müslümanlar düşmana üstün gelmeden önce onlarla eski kiliseleri bak kalmak üzere sulh yaptıklarına göredir.
Hidâye´de zikredilmiştir ki; binalar devamlı kalıcı değildir. İslâm hükümdarı gayr-ı müslimlere kendi yurtlarını bırakınca onlara yıkılan kiliselerini tamir etmelerine müsaade etmiştir. Ancak kiliseyi başka bir yere nakletmelerine müsaade edilmez. Günkü kiliseyi başka bir yere nakletme gerçekteyeniden yapmaktır.
"Eşbâh ilh..."
- Kilise haksız olarak yıkılmış olsa bile tekrar yapılması caiz değildir. -
Ben derim ki: Kilise, sebebsiz olsa bile kapatıldığı takdirde açılmaz. Nitekim bu, asrımızda Kahire´de Hâret-i Zevile kilisesinde vâki olmuştur. Bu kiliseyi Kaadu´l-Kuzât Şeyh Muhammed b. İlyas kapatmıştır. Bu zamana kadar açılmamıştır. Hatta açılmasına dâir sultanın emri geldiği halde hâkim onu açmaya cesaret edememiştir.
T E N B İ H : Zimmîlere yıkılan kiliselerini aynı şekilde tekrar yapmaları için müsaade etmemizden onlara "tekrar yapmaları için emretmemizin caiz olması" murad edilmeyip bilâkis onları kendi dinleri üzerine bırakmamız murad edilmiştir,
Şürunbulâlî kiliselerin hükmüne aid risalesinde İmam-ı Sübkî´den naklen zikretmiştir ki; fukahânın "biz zimmileri kiliselerini tamir etmekten menetmeyiz" kavilleri, bizim onlara "tamir etmeleri için emretmemizin caiz olması" mânâsına olmayıp, bilâkis "onları kendi dinleri üzerine bırakırız" manasınadır. Buna göre onların kiliseleri tamir etmeleri, şarab içmeleri gibi üzerinde devam ettikleri günâhlardandır. "Kiliseyi tamir etmeleri onlar için caizdir" demiyoruz. Hükümdarın veya hâkimin onlara "kiliseyi tamir edin" demesi ve bu hususta onlara yardım etmesi helâl değildir. Hiç bir müslümanın da onlar namına bu işte çalışması helâl değildir.
İmam-ı Sübki tarafından nakledilenin biz Hanefilerin kaidesine uygun olduğu bilenler için gizli değildir,
Sahabe-i Kiram yahudilerle sulh yapmamıştır.
Sirâc-ı Bülkînî´den: "Yahudilerin havrası hakkında ashab-ı kiram fütuhat zamanında yahudilerle asla sulh yapmamışlardır." diye nakledilmiştir.
Ben derim ki: Bu açıktır. Çünkü yahudilerin üzerine zillet ve meskenet mührü vurulmuş olduğu için bütün beldeler hıristiyanların elinde bulunmaktaydı. Sonra Rahmetî´nin haşiyesinde: "Zimmîler Tatar vakasında ahidlerini bozmuşlar ve hepsi öldürülmüşlerdir. Şimdi kiliseleri haksız olarak durmaktadır." diye yazılmış olduğunu gördüm.
- Yahudilerin terkedilmiş havrasını hıristiyanların alması hususundaki mühim fetva hadisesi -
Benim bu mevzuyu yazmama yakın bin iki yüz kırksekiz senesinde vâki olan fetva hadisesi şöyledir: Yahudilerden "Yahûdî´l-Kurrâyîn" denilen bir fırkanın çok eskiden beri kullanılmayan bir havrası vardı. Çünkü bu fırka Dımışk´da ölmüş ve nesilleri kalmamıştı. Sonra bu fırkadan Dımışk´a garip bir yahudi geldi. Hıristiyanlar o havrayı kilise yapmalarına izin vermesi için o yahudiye bir mikdar para verdiler. O da izin verdi. O vakit Hıristiyanlar kuvvetli olduğu için Yahudilerden bir cemaat bu hususta Hıristiyanlar! tasdik etti. Bu havra, Yahudilere aid bir çok binalar bulunan "Hâre" denilen yerin içinde bulunuyordu. Hıristiyanların maksadı bu "Hâre" yi satın alıp kiliseye katmaktı. Hıristiyanlar bu havranın kilise yapılması için verilmiş olan iznin sahih olduğuna dâir fetva istediler. Ben fetva vermedim ve bu "caiz değildir" diye kendilerine söyledim.
- Zamanımızda bazı düşüncesiz kimselerin bu husustaki fetvası-
Dünya malına tamah eden bazı düşüncesiz kimseler onlara bunun sahih ve caiz olduğuna dâir fetva vermişlerdir. Kendilerine verilmiş olan fetvaya dayanarak maksadlarının şeriat hükmüne uygun olduğunu beyan edip bu hususta kendilerine izin verilmesi için bu hali veliyyül emre arz ettiler. İşin nereye vardığını bilmiyorum. Benim söylediğim hususta şikayetim yalnız Allah-ü Teâlâ´yadır. İstinadgahım da ancak Cenâb-ı Hak´tır.
Yahudilerin ahidlerinde durmadıkları malûmdur. Onların eskiden kalmış havraları tapınak olarak değil mesken olarak bırakılmıştır. Artık bırakıldığı gibi devam edecektir.
Zimmi hıristiyanlar, kâfir tatarlarla beraber olup, müslümanlarla savaştıkları için onlar da ahidlerini bozmuşlardır. Artık kiliseleri hakkındaki ahidleri bakî kalmadığı için şimdi haksız olarak kiliseleri bulunmaktadır. Peygamberimizin aleyhinde söz söyleme bahsinde gelecektir ki, Şam´daki zimmîlere yeni havra ve kilise yapmamaları, hiç bir müslümana sövmemeleri ve hiç bir müslümam dövmemeleri şartı ile ahid verilmiştir. Şayet buna muhalefet ederlerse, zimmetleri kalmayacaktır. Ehalisi kalmayıp içinde küfür icra edilmeyen bir havranın içinde yeniden küfür icra edilmesi için yardım etmek caiz değildir
Şürunbulâli risalesinde İmam-ı Karâfî´nin "yıkılan kiliseler yeniden yapılmaz. Kim bunlara yardım ederse küfre razı olmuş olur. Küfre rıza ise küfürdür, diye fetva vermiş olduğunu" zikretmiştir.
Yahudilerin Hırıstiyanlara düşmanlıkları biz müslümanlara olan düşmanlıklarından daha şiddetlidir. Yahudilerin havralarının kilise yapılmasına razı olmaları ve Hıristiyanları tasdik etmeleri -yukarıda geçtiği üzere- onların kuvvetinden korktukları içindir.
Biz müslümanlarca her ne kadar küfür bir millet olsa bile bir fırkaya mahsus olan bir tapınağı, o fırkadan hiç bir kimsenin o tapınağı başka bir cihete sarfetmesi câiz değildir. Nitekim İslâmiyet bir millet olduğu halde meselâ Hanefilere vakfedilmiş olan bir medreseyi hiç bir kimse başka bir mezhebin ehline vermeye mâlik değildir. Şam´ın fethi zamanında ´hıristiyanlarla yapılan sulhta, o zaman mevcud olan kiliselerinin bakî kalması ve yeni kilise, manastır yapmamaları şart koşulmuştur. Hıristiyanların kendilerinin olmayan havrayı kiliseye çevirmeleri yeni kilise yapmaktır. Dört mezheb imamı, zimmîlerin yeni kilise, havra ve manastır yapmaktan men edilmeleri hususunda ittifak etmişlerdir. Nitekim Şürunbulâlî mezheb imamlarının delillerininaklederek bu bahsi izah etmiştir
Zimmîler kendileri için mesken olarak hazırlanmış bir haneyi kilise edinip orada toplansalar, bundan men olunurlar. Çünkü bunda müslümanlara karşı gelme ve İslâm dinini hakir görme vardır.
"Bu bahsin tamamı Vehbâniyye şerhindedir ilh,.."
- Yıkılan kiliselerin yeniden nasıl yapılacağı -
"Yıkılan kilise veya havra, eski binası üzerine ziyade edilmeksizin yeniden yapılır" ifadesinin mânâsı "kerpiçle yapılmış bir kilise yıkıldığında tuğla ile, tuğla ile yapılmış bir kilise yıkıldığında taş ile, hurma ağacı ve dalları ile yapılmış bir kilise saç ağacı île yapılamaz" demektir,
"Yıkılan bir kilise ancak eski malzemesiyle yapılır" ifadesini mutemed kitablardan hiç birisinde bulamadım. "Yıkılan kilise iade edilir" ifadesindeki "iade"nin şeriatta ve lügatta "eski malzemesiyle yapılır" mânâsına olması bence acık değildir. Çünkü İmam Muhammed´in ibaresinde "yıkılan kiliseler yapılır", Hâniyye´nin icâre bahsinde "yıkılan kiliseler tamir edilir" şeklindedir. Bu ibarelerden yıkılan kilisenin eski malzemesiyle yapılmasının şart olduğu anlaşılmamaktadır.
Yıkılan kiliselerini tamir etmeleri şartıyla sulh yapılan zımmîler, kilise veya havraları yıkıldığı takdirde eski binası üzerine ziyade edilmeksizin kerpiç ve çamurla yeniden yaparlar, taş ve tuğla ile yapamazlar:
Hükümdar yeni yapılmış veya eski binası üzerine ziyade edilmiş bir kilise gördüğü takdirde yıktırır. Bundan anlaşılmaktadır kî, eski malzemesi aynı şekilde yapılmasına kifayet ederse, bunun üzerine yeni bir şey ilave edilmez.
"Bahir ilh..." Bahır´ın ibaresi Fethü´l-Kadir´de zikredilenin aynıdır. Şöyle kî: Bilmiş ol ki, bütün rivayetlere göre köylerdeki eskiden yapılmış olan kiliseler ve havralar yıkılmaz. Şehirlerde eskiden yapılmış olan kilise ve havralar hakkında İmam Muhammed´in kavli muhteliftir, öşür ve haraç bahsinde "yıkılır", îcâre bahsinde ise "yıkılmaz" demiştir. İnsanlar "yıkılmaz" kavli ile amel etmektedirler. Bu kadar âlimler bu kadar zaman geçtiği halde îslâm memleketinde bir çok kilise ve havraların hâlâ mevcud olduğu görülmektedir. Hiç bir hükümdar bunların yıkılmasını emretmemiştir. Ashab-ı kiram zamanından beri böyle devam edegelmiştir. Kilise veya havra bulunan bir sahrada şehir kurulup bunlar surun içinde kalsalar lâyık olan yıkılmamalarıdır. Çünkü onlar sur yapılmadan önce emâna hak kazanmışlardır. Kahire´nin içinde bulunan kiliseler de bunun üzerine hamledilir. Yani bu kiliseler sahrada îdi. Kölemenler bunların etrafına sur yaptılar. Şimdiki Kahire´de bulunan kiliseler bunlardır. İslâm hükümdarının zimmîlerin aşikâr olarak yeni kilise yapmalarına müsaade etmesi mümkün değildir. Buna göre Arap yarımadasından başka İslâm memleketinde el´an mevcud olan kiliseler yıkılmaz. Çünkü bu kiliseler şehirlerde eskiden kalma ise şübhe yok ki Ashab-ı Kiram veya Tabiîn şehirleri fethettikleri zaman bunları bilerek bırakmışlardır. Bundan sonra bakılır: Eğer belde harp yoluyla alınmış ise kiliselerin tapınak olarak değil mesken olarak bırakılmış olduğuna hükmedilir de yıkılmaz. Fakat orada toplanıp âyin yapmalarına müsaade edilmez. Eğer beldenin sulh yoluyla alınmış olduğu bilinirse, kiliselerin tapınak olarak bırakılmış olduğuna hükmedilir. Orada âyin yapmalarına mâni olunmaz. Ancak âyini açıktan yapmalarına müsaade edilmez.
METİN
Zimmîler kıyafetlerinde, bineklerinde, eyerlerinde ve silâhlarında müslümanlardan ayrılırlar Ata binemezler. Ancak İslâm hükümdarı zimmîlerden düşmanı defetmek için harbe katılmalarını isterse, bu takdirde ata binmelerine müsaade edilir. Zahire.
Merkebe binmeleri caiz olduğu gibi katıra binmeleri de caizdir. Fetih´de zikredilmiştir ki; zîmmilerin harbte ata, diğer zamanlarda merkebe ve katıra binmelerine müsaade edilmesi mütekaddimîne göredir. Müteahhirîne göre; hiç bir şeye binemezler. Ancak zaruretten dolayı binmelerine müsaade edilir.
Eşbâh´ta zikredilmiştir ki; gerek merkep gerekse diğer herhangi bir hayvana binemezler. Sarık saramazlar. Zaruretten dolayı merkebe binerlerse, müslümanların toplantı yerlerine uğradıklarında inerler.
Zaruretten dolayı ata binerlerse, örtü çıkıntılı palan gibi eyere binerler. Silâh kullanamazlar. Küfür alâmeti olan yünden veya kıldan yapılmış parmak kalınlığında olan zünnarı elbiseleri üzerine bağlarlar. Zîmmilerin her alâmetle ayrılmaları lâzım mıdır Bunda ihtilâf vardır. Sahih olan şudur: Eğer bir belde harp yoluyla alınmışsa, her alâmetle ayrılmaları lâzımdır. Sulh yoluyla alınmışsa, sulh şartlarına göre hükmolunur. Doğru olan kavle göre; mavi veya sarı olsa bile sarık sarınmaktan menolunurlar. Nehir. Bahır´da da böyle zikredilmiştir. Yukarıda geçtiği üzere Eşbâh´da da bu kavle itimad edilmiştir. Zimmîler ancak siyah uzun külah giyerler. Zimmîler ipek zünnar bağlamaktan, yünden yapılmış biniş, iyi çuha, ince hırka gibi kıymetli elbiseleri, ilim ehline ve eşrafa mahsus olan elbiseleri giymekten menolunurlar. Müslümanlar yanında hürmet gören katiplik mübaşirlik gibi hizmetlerden de men olunurlar. Bu bahsin tamamı Fetih´dedir.
Hâvî´de zikredilmiştir ki; zimmîlerle müslümanlar arasındaki her muamelede zimmîler kendilerini daima zelil ve hakir görürler. Buna göre; yanlarında bir müslüman ayaktayken onlar oturmaktan men olunurlar. Bahır. Onlara tazim etmek haramdır. Onlarla musâfaha etmek de mekrûhdur. Onlara selâm verilmez. Ancak ihtiyaç olursa verilir. Eğer onlar selâm verirlerse, cevabında "aleyküm" denilir, "aleykümüsselâm" denilmez. Zimmîlere yol daraltılır, hanelerinin üzerinde alâmet bulundururlar. Bu bahsin tamamı Eşbâh´ın "zimmî ahkâm"ındadır.
Şürunbulâlî´nin Vehbâniyye şerhinde zikredilmiştir ki; zimmîlerin Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere´de oturmalarına müsaade edilmez. Çünkü bu yerler, Arap topraklarıdır. Arap toprakları hakkında Resûl-i Ekrem Efendimiz:
"Arap yarımadasında iki din bir arada toplanmaz." buyurmuşlardır. Bu yerlere ticaret için girmeleri caizdir. Fakat uzun zaman kalmalarda müsaade edilmez.
Es-Siyerü´l-Kebîr´de zikredilene göre; zimmîlerin Mescid-i Haram´a girmelerine müsaade edilmez. El-câmiü´s-Sağîr´de zikredilene göre müsaade edilir. Es-Siyerü´l-Kebîr İmam Muhammed´in son telif ettiği kitabı olduğu için onda zikredilen kavil üzerinde karar kılmış olduğu acıktır.
Hâniyye´de zikredilmiştir ki; zimmîlerin köleleri değil kadınları da bellerine zünnar bağlamakla müslüman kadınlardan ayrılırlar. Bir zimmî bir şehirde bir haneyi satın almak isterse kendisine satılmaz. Şayet satın almış olursa, onu bir müslümana satması için cebrolunur. Bazıları: "Cebrolunmaz, ancak çok satın aldıkları takdirde cebrolunur." demişlerdir. Dürer.
Müftî Ebussûud´un Ma´ruzât´ının namaz bahsinde zikredilmiştir ki;
- Zimmîlerin şehirde müslümanlarla birlikte oturmaları -
Ebussûud Hazretlerine "Bir mescidin etrafında hiç bir müslüman hanesi kalmayıp mescidi kâfirlerin haneleri kuşatmış olup yalnız vazifeleri için imam ile müezzin onda ezan okuyup namaz kılsalar kendilerine tâyin edilen ücret helâl olur mu " diye sorulmuş. O da: "Bu mescidin etrafındaki haneleri müslümanlar kıymetleriyle acele olarak cebren satın alırlar." diye cevap vermiş. Sultan da böyle yapılmasını emretmiş. Hâkimin de bu hükmü tehir etmesi asla caiz değildir.
Yine Maruzât´ın cihâd bahsinde zikredilmiştir ki; Ebussûud Hazretlerinde "Zimmîler köle veya cariyeyi hizmetçi olarak kullanmasınlar, diye padişahın fermanı sâdır olduktan sonra bir zimmî köle veya cariyeyi hizmetçi olarak kullansa kendisine ne lâzım gelir " diye sorulmuş. O da: "O zimmî şiddetti tazîr ve hapsedilir." diye cevap vermiştir.
Hâniyye´de zikredilmiştir ki; zimmîler, hor ve hakir gördükleri işleri yapmakla emrolunurlar. Hanelerini de üzerlerinde alâmet bulundurmak suretiyle müslümanların hanelerinden ayırırlar.
İZAH
"Zimmîler kıyafetlerinde ilh..." Yani zimmîler müslümanlara karışınca, müslümanlara yapılan tazim ve hürmet onlara da yapılmaması için müslümanlardan ayrı kıyafette bulunmaları lâzımdır. Ayrı ´kıyafette bulunmamış olsalar, onlardan biri yolda ansızın ölür de üzerine cenaze namazı kılınabilir. Kıyafetlerinin ayrı olması vâcib olunca, hakir ve zelil bir kıyafette bulunurlar. Tazim edilecek bir kıyafette bulunamazlar. Sebebsiz olarak eza edilmeksizin onları alçaltmak lâzımdır.
"Bineklerinde ilh..." Nehir sahibi "Zimmîler hayvana bindikleri takdirde devamlı bir taraftan binmek suretiyle binmede müslümanlardan ayrılırlar. Bunu kardeşimden işittiğimi zannediyorum." demiştir.
Ben derim ki: Bu böyledir. Allâme Kasım risalesinin kilise bahsinde zikretmiştir ki; Hz. Ömer (R.A.) ordu kumandanlarına "zimmîleri kurşunla mühürlemelerini, onlar hayvana bindikleri takdirde palan üzerine yan binmelerini" yazmıştır.
"Silâhlarında ilh..." Musannıf bunda Dürer sahibine tâbi olmuştur. Bu ise metin sahihlerinin "zimmîler silâh kullanmaz" ifadelerine münafidir. Meğer ki, "müslüman hükümdar zimmîlerin harbe katılmalarını isterse bu takdirde silâhlarını müslümanlardan ayrı takınırlar" mânâsına hamledilmiş olsun. Musannif "zimmîler silâhlarında müslümanlardan ayrılırlar" ifadesiyle "silâh kullanamazlar" mânâsını murad etmişse, bu da çok uzaktır.
"Katıra binmeleri de caizdir ilh..." Yani katıra binmede izzet ve şeref olmadığı takdirde zimmîlerin katıra binmesine müsaade edilir. Bu bahsin tamamı Vehbâniyye şerhindedir.
"Zaruretten dolayı binmelerine müsaade edilir ilh..." Yani zimmî köye giderse veya hasta olursa merkebe binmesine müsaade edilir. Fetih.
"Silâh kullanamazlar ilh..." Çünkü silâh kullanmada izzet ve şeref vardır, izzet ve şerefli olan her şeyden menolunurlar. Bu kaideden pek çok hüküm bilinir. Dürr-i Müntekâ.
"Mavi veya sarı olsa bile sarık sarmaktan menolunurlar ilh..." Bu Fetih´de zikredilene muhaliftir. Fetih´de: "Maksad zimmîlerin bir alâmetle ayrılmaları olunca her beldenin örf ve âdeti itibar edilir. Bizim memleketimizde alâmet sarıkladır. Hıristiyanlar mavi, Yahudiler sarı sarınmaktadır. Beyaz sarınmak ise müslümanlara mahsusdur." diye zikredilmiştir. Zahîriyye´de bildirilmiştir ki; zimmîlerin sarık sarınmaları, ipek zünhar bağlamaları müslümanları üzer. Zimmîler bu alâmetle ayrılmaktan men olunurlar. Tatarhâniyye´de zikredilen de bunu te´yid eder. Şöyle ki: Zimmîler küçük külah giymekten menolunurlar. Siyaha boyanmış bezden, astarlı uzun külah giymelerine müsaade edilir. Bu alâmet olarak daha lâyıktır.
Ben derim ki: Bu, İmam Ebû Yusuf´un Haraç kitabında "Zimmîler astarlı uzun külah giymeleri için cebrolunurlar. Çünkü Hz. Ömer bununla emretmiştir. Sarık sarınmaktan menolunurlar." diye zikredilene muvafıktır.
TENBİH: Fetih´de zikredilmiştir ki: zimmîye kadınlar sokaklarda kıyafetleri ile tanınmaları için yahudi kadınları çarşaflarının üzerine sarı bir bez, hıristiyan kadınları ise mavi bir bez dikerler.
Keza zimmî kadınlar hamamda da tanınmaları için boyunlarına demir halka takarlar. İhtiyar´da da böyle zikredilmiştir.
Ben derim ki: Zimmîye bir kadın müslüman bir kadına bakmada esah olan kavle göre yabancı erkek gibidir. Binaenaleyh zimmîye bir kadın müslüman bir kadına asla bakamaz.
"Yünden yapılmış biniş ilh..." Şimdi bu elbise, Kur´ân ve ilim ehline mahsus olduğu için zimmîler bu elbiseyi giymekten menolunurlar. T.
"Zimmîler kendilerini daima zelil ve hakir görürler ilh..." Bahır´da zikredilmiştir ki, zimmîler müslümanlarla beraber bulunduklarında kendilerini hakir ve zelil görmeleri lâzım olunca, müslümanların onlara tazîm etmemesi vâcibdir. Fakat Zahîre´de zikredilmiştir ki. hamama gelen bir yahudinin parasına tamah ederek bir müslümanın ona hizmet etmesinde bir beis yoktur. Kalbi İslâmiyete meyletsin diye ona tazimde bulunmasında da bir beis yoktur. Bunlardan hiç ´birine niyet etmezse ona hizmet veya tazîm etmesi mekrûhdur.
Keza kalbi İslâmiyete meyletsin diye bir müslümanın bir zimmî için. ayağa kalkmasında bir beis yoktur. Eğer kalbinin İslâmiyete meyletmesine niyet etmeksizin ayağa kalkar veya zenginliği için ona tazimde bulunursa mekrûhdur.
Tarsûsî: "Bir zimmînin zatına veya dinine tazîm için bir müslüman ayağa kalkarsa kâfir olur. Çünkü küfre rıza küfürdür. O halde küfre nasıl tazîm edilir " demiştir.
Ben derim ki: Bundan şu anlaşılmıştır: Bir müslüman bir zimmînin şerrinden korktuğu için ayağa kalkarsa, bunda bir beis yoktur. Hatta kesin olarak zarar geleceğini bilirse ayağa kalkması vâcib, zann-ı galibine göre zarar geleceğini bilirse ayağa kalkması müstehab olur.
"Zimmilere yol daraltılır ilh..." Yani müslüman ile zimmî birbirleriyle karşılaştıklarında ihanet için müslüman onu yolun en dar tarafına sevkeder.
"Hanelerinin üzerinde alâmet bulundururlar ilh..." Yani zimmîler bilinip kendilerine dua ve istiğfar edilmemesi için evlerinin üzerinde alâmet bulundururlar.
"Bu yerler Arap topraklandır ilh..." Zimmilerin yalnız Mekke ile Medine´de değil, Arap yarımadasının hiçbir yerinde oturmalarına müsaade edilmez.
Muvatta ve diğer hadîs kitablarının tahricine göre metinde geçen hadîs-i şerifi Peygamber Efendimiz vefat ettikleri hastalığında buyurmuşlardır.
"Onda zikredilen kavil üzerinde karar kılmış olduğu açıktır ilh..."
Buna göre "zimmîlerin Mescid-i Harama girmelerine müsaade edilmemesi" mezhebin mu´temed kavli olmuş olur.
Ben derim ki: Fıkıh metinlerinin Hazr ve İbâhe bahsinde "zimmîlerin Mescid-i Harama ve diğer mescidlere girmelerine müsaade edilir" diye zikredilmiştir. Sarihin burada "zimmîlerin Mescid-i Harama girmelerine müsaade edilmez" sözü İmam Muhammed, İmam Şafiî ve İmam Ahmed´in kavilleridir.
Es-Siyerü´I-Kebîr´de zikredilen İmam-ı Azam´ın değil yalnız İmam Muhammed´in kavlidir. Fıkıh metinleri İmam-ı Azam´ın kavli üzeredir. Bilinmiş olduğu üzere fıkıh metinleri mezhebi nakletmek için yazılmışlardır. Bu bakımdan metinlerde zikredilenlerden sapılmaz.
İmam-ı Serahsî Es-Siyerü´l-Kebîr şerhinde zikretmiştir ki; Ebû Süfyan imân etmeden önce Medine´ye geldiğinde Mescid-i Nebeviyye´ye girmiştir. Bu, "müşriklerin hiçbir mescide girmesine müsaade edilmez" diyen İmam Mâlik´in aleyhine biz Hanefilerin delilidir.
İmam Şafiî:
"Müşrikler ancak ve ancak necistirler. Binaenaleyh bu seneden sonra Mescid-i Haram´a yaklaşmasınlar." âyet-i kerimesinden dolayı "müşriklerin yalnız Mescid-i Haram´a girmelerine müsaade edilmez." demiştir.
Biz Hanefilere göre; kâfirler diğer mescidlerden menedilmedikleri gibi Mescid-i Haram´dan da menedilmezler.
"Bir zimmî bir şehirde bir haneyi satın almak isterse ilh..." Es-Siyerü´l-Kebîr şerhinde zikredilmiştir ki; Hz. Ömer´in Basra ile Kûfe´yi şehir yaptığı gibi, bir islâm hükümdarı zimmîlerin arazisinde müslümanlar için bir şehir kursa da zimmîler oradan haneler satın alıp müslümanlarla beraber oturmak isteseler bundan menedilmezler. Zira islâm dininin güzelliklerini görüp imân etmeleri için onların zimmî olmalarını kabul ettik. Onların müslümanlara karışmaları ve müslümanlarla birlikte oturmaları bu mânâyı gerçekleştirir.
İmam-ı Hulvanî: "Zimmîlerin İslâm şehrinde hâne satın almaları az oldukları takdirdedir. Onların sakin olmasıyla müslüman cemaat azalacak veya dağılacak olursa buna müsaade edilmez. Zimmîlere şehrin bir kenarında oturmaları emrolunur." demiştir. Bu, İmam Ebû Yusuf´un "Emâlî" ismindeki eserinde mevcuddur.
"Cebren satın alırlar, diye cevap vermiş ilh..." Bu cevap imam-ı Hulvanî´nin kavline göredir. Ebussûud Hazretleri "imam ile müezzin vazifelerini yaptıkları için tâyin edilen ücret kendilerine helâl olur." diye cevap vermesi lâzım iken sorulana cevap vermemiştir.
Ben derim ki: Bu acık olduğu için buna cevap vermeyip daha mühim olanı bildirmiştir. Buna belagatta "üslûbü´l-hakîm (hikmetli söz söyleme tarzı)" denir.
METİN
Zimmîler şehirde müslümanlar arasında oturmak için ev kiralamak isteseler, kendilerinden kira almak menfaati bizlere aid olduğu için ve müslümanların güzel muamelelerini görüp müslüman olmaları için kiralamaları caizdir. Fakat İmam-ı Hulvanî: "Onların oturmalarıyla müslümanlarınazalmaması şartıyla kiralamaları caizdir." demiştir. Onların oturmalarıyla müslümanlar azalacak olursa, müslümanlardan ayrılıp müslümanların bulunmadığı bir tarafda oturmakla emrolunurlar. Bu, Zahîfe´den naklen Bahır´da imam Ebû Yusuf´dan hıfz ve rivayet edilmiştir.
Eşbâh´ta zikredilmiştir ki; zimmîlerin şehirde müslümanlar arasında oturmalarında ihtilâf vardır. Mu´temed olan kavle göre; müstakil bir mahallede oturmaları caizdir. Bunu musannıf ve diğerleri ikrar etmiştir. Fakat Şeyhülislâm Cûyzâde, zimmîlerin müstakil bir mahallede oturmalarını reddederek: "Eşbâh sahibi yanlış anlamıştır. Galiba Zahîre´nin "nahiye" kavlini "mahalle" mânâsına anlamıştır. Halbuki böyle değildir." demiştir.
Timurtâşî, Nesefî´den naklen İmam Şafiî´nin "Zimmîlerin müstakil bir mahallesi olmaması için, müslüman şehirlerindeki hanelerini satmaları, şehirden çıkıp haricinde sakin olmaları kendilerine emrolunur." dediğini naklettikten sonra Câmiu´s-Sağîr şerhinde açıklamıştır ki; zimmîlerin müslüman şehirlerinden men olunmalarından maksad, şehirde oturdukları müstakil bir mahalleleri ve orada müslümanların kuvveti gibi kuvvet ve askerleri olmasıdır. Ama müslümanlar arasında zelil ve hakir olarak oturmaları böyle değildir. Fetâvây-ı Üskûbî´de de böyledir.
-Zimmîlerin ahdini bozup bozmayan haller -
Zimmîlerin harb için bir yeri ele geçirmeleriyle yahut dar-ı harbe gitmeleriyle, yahut cizyeyi kabulden imtina etmeleriyle yahut nefsini müşrikler için casus kılıp meselâ bir müsteminin bir sene İslâm memleketinde ikâmetiyle kendisine cizye konulup maksadı müslümanların aleyhine kâfirler için casusluk yapmak gibi müslümanların haber ve sırlarını bildirmek için gönderilmiş olmasıyla işte bu dört surette ahitleri bozulur. Casusluk için göndermiş olmazlarsa ahdi bozulmaz. Mahît´in kelâmı bu kavil üzerine hamlolunur. Bu dört surette zimmî bütün hükümlerde mürted gibidir. Şu kadar var ki, zimmî esir edilse köle olur. Mürted ise öldürülür. Tekrar zimmeti kabul etmesi için kendisine cebredilmez. Mürted ise İslâmiyeti kabul etmesi için kendisine cebrolunur. Zimmînin "ben ahdi bozdum" demesiyle ahdi bozulmuş olmaz. Ama harbî (kâfir) nin "ben emânı bozdum" demesiyle emân bozulmuş olur. Bahir. Fetih.
Zimmînin cizyeyi vermekten imtina etmesiyle ahdi bozulmuş olmaz. Yukarıda geçtiği üzere cizye konulurken kabulünden imtina etmesiyle ahdi bozulmuş olur. Aynî, "Vâkıât´tan" cizyeyi vermekten imtina edenlerin öldürülmelerinin caiz olduğunu "nakledip ´bu üç imamın kavlidir" demiştir. Fakat bu, Bahır´da zayıf görülmüştür. Bir zimmînin müslüman bir kadına tecavüz etmesiyle yahut bir müslümanı öldürmesiyle yahut bir müslümanı din cihetinden fitneye düşürmesiyle yahut yol kesmesiyle ahdi bozulmuş olmaz. Peygamber Efendimize dil uzatmasıyla da ahdi bozulmuş olmaz. Çünkü ahde yakın olan asıl küfrü ahid yapılmasına mâni olmaz. Artık asıl küfrü üzerine Peygamber Efendimiz (SAV.)´e dil uzatmasıyla zâid olan küfrü ahdini bozmaz. Bir müslüman Peygamber Efendimiz (SAV.)´e dil uzatırsa, öldürülür. Nitekim ileride gelecektir.
Bir zimmî islâm dinine yahut Kur´ân-ı Kerîm´e yahut Peygamber Efendimiz (SAV.)´e dil uzatırsa, kendisine icab eden ceza tatbik edilir. Aynî Peygamberimize dil uzatan zimmînin muhtar olan kavle göre öldürülmesidir." demiştir, ibn-i Hümam da Aynî´ye tâbi olmuştur.
Şarih der ki: Bu öldürme kavliyle ancak şeyhimiz Remli Hayrüddin fetva vermiştir, imam Şafiî´nin kavli de budur. Bundan sonra Müftî Ebus-sûud´un Maruzât´ında gördüm ki; zimmînin Peygamber Efendimize dil uzatma âdeti ise öldürülmesini söyleyen imamların kavliyle amel edilmesine dâir sultanın emri vârid olmuştur ve bununla Ebussûud Hazretleri fetva vermiştir. Bundan sonra yine Müftî Ebussûud: "Hıristiyan olan Bişr´e Peygamberiniz İsa (A.S.) veled-i zinadır." diyen Yahudi Bikr Peygamberlere dil uzattığı için öldürülür." diye fetva vermiştir.
Şarih der ki: ibn-i Kemâl´in Hadîs-i Erbain´ininin otuz dördüncü:
"Ey Âişe lanet gibi fena söz söyleme." hadîs-i şerifinde "Biz Hanefilere göre hak olan; Peygamber Efendimize alenî dil uzatan bir zimmînin öldürülmesidir." diye açıkladığı bunu teyid eder. Bu, Zahîre´nin Siyer´inde tasrih edilmiştir. Şöyle ki: imam Muhammed Peygamber Efendimize alenen dil uzatan kadının öldürülmesinin caiz olduğunu beyan için "Ömer b. Ady Mervan kızı Asma´nın Resûl-I Ekrem Efendimize dil uzatarak eza cefa ettiğini işitince onu geceleyin öldürmüş, Peygamber Efendimiz onu bu fiilinden dolayı methetmiştir." diye rivayet edilen hadîs-i şerif ile istidlal etmiştir. Bu böylece bilinmelidir.
İZAH
"Zimmîler şehirde müslümanlar arasında oturmak için ev kiralamak isteseler ilh..." Musannıf zimmîlerin hâne satın alma hakkında olan bahsi bitirince hâne kiralamaları ile ilgili bahse başlamıştır. Musannıfin kelâmından anlaşılmıştır ki, bunların arasında fark vardır. Şöyle ki: Bir zimmî müslüman şehrinde bir hâne satın aldığında satması için kendisine cebrolunur. Halbuki mu´temed olan kavle göre; kiralama ile satın alma arasında fark yoktur. Ancak asıl ibare satın alma hakkındadır.
"Orada müslümanların kuvveti gibi ilh..." Yani kendilerini müdafaa edecek bir kuvvetin bulunması ancak müstakil bir mahallede oturmalarıyla mümkün olur. Bu yüzden böyle müstakil bir mahallede oturmaktan men olunurlar. Ama müslümanlar arasında dağınık, zelîl ve hakir olarak oturmalarına mâni olunmaz.
TENBİH: -Zimmîler binalarını müslümanların binalarından yüksek yapmaktan men olunurlar -
Dürr-i Müntekâ´da zikredilmiştir ki; zimmîler binalarını müslümanların binalarından yüksek veya müsavi yapmaktan men olunurlar. Zimmîlerin yüksek olan eski binaları yıkılmaz.
Remli Hayreddin´e "Bir yahudinin bir müslümanın odası üstünde bir odası bulunsa, müslüman kendisinden yüksekte bulunduğu için onu orada oturmaktan men etmek istese men etme hakkı var mıdır " diye sorulduğunda: "Men etme hakkı yoktur. Çünkü fukahâ zimmîlerin mâlik oldukları eskiden kalma haneleri müslümanların hanelerinden yüksek olsa yıkılmadığı müddetçe yıkılmamasını ve onlarda oturmalarını caiz görmüşlerdir. Kendi-kendine yıkıldığı takdirde eskisi gibi yüksek olarak yapılmasına müsaâde edilmez.", diye cevap yermiştir. Zimmîler yüksek binalarda hırsızdan korunmak için otururlarsa buna mâni olunmaz. Çünkü onlar Dununla müslümanların yüksek olmayı değil korunmayı kasdetmişlerdir. Müslümanlardan üstün olmak istediklerinde men olunurlar.
Kaariü´l-Hidâye Fetâvâ´sında; "Zimmîler muamelelerde müslümanlar gibidir. Bir müslümanın mülkünde yapması caiz olan şeyi onların da yapması caizdir. Bir müslümanın mülkünde yapması câiz olmayan şeyi onların da yapması caiz değildir. Ancak binasını yükselttiği takdirde komşusunun ışık ve havasına mâni olma gibi bir zarar hâsıl olacak olursa buna müsaade edilmez. Bu. mezhebin zahir olan kavlidir." demiştir.
İmam Ebû Yusuf Haraç kitabında zikretmiştir ki: Kaadının zimmîleri müslümamlar arasında oturmaktan men edip, onlara ayrı olarak oturmalarını emretme hakkı vardır. Kaariü´l-Hidâye: "Ben bununla fetva veririm." demiştir. Yani kaadının zimmîlerin müslümanlar arasında oturmalarına mâni olma hakkı olunca, onları yüksek binalarda oturmaktan men etme hakkı evleviyetle vardır. Zimmîlerin binalarını müslümanların binalarından yüksek yapmaları ve müslümanlar arasında yüksek binalarda oturmaları caiz değildir. Hatta müslüman mahallelerinde oturmalarına müsaade edilmez.
Hâvî´de zikredilmiştir ki: Zimmîlerin kendileri ile müslümanlar arasındaki her muamelede zelil ve hakîr olmaları vâcibdir. Binalarının müslüman olan komşularının binalarından yüksek olması hakîr ve zelîl olmalarına muhaliftir.
Fetih´de zikredilmiştir ki: Müslümanlardan üstün olduğunu söyleyen bir zimmîyi hükümdarın öldürmesi helâldir. İmam Şafiî: "Zimmîleri üstünlükten men etmek vâcibdir. Bu Allah´ın hakkı ve dine tazimdir." demiştir. Biz Hanefilerin kaidesi de böyledir. Yukarıda geçtiği üzere zimmîye tazim etmek haramdır. Zimmînin üstünlüğüne razı olma ona tazim etmektir. Bu mahalde bana zahir olan budur, işin hakikatim Allah-ü Teâlâ Hazretleri bilir.
"Ahidleri bozulur ilh..." Yani zimmîler ahidlerinin bozulmasıyla müslümanlara karşı düşman olurlar. Zimmet akdi. onların düşmanlık şerrini def içindir.
"Zimmilerin harb için bir yeri ele geçirmeleriyle ilh..." Yani zimmîlerin İslâm beldelerinden birini zorla elde ederek harbe cür´et etmeleriyle ahidleri bozulmuş olur. Zimmîler. kendilerince doğru görülen bir delile dayanarak hükümdara karşı isyan edenlerle beraber olup savaşta onlara yardım etseler ahidleri bozulmaz. Zeylaî.
"Cizyeyi kabulden imtina etmeleriyle ilh..." Yani cizyeyi kabul etmemeleriyle ahidleri bozulmuş olur. "Cizyeyi kabul etmemek ancak cizye ilk defa konulurken mümkündür. O zaman da ise zimmet akdi yok ki bozulmuş olsun." denilirse; "Babasına tâbi olmakla zimmî olan bir çocuk, büyüyüp de sene başında kendisine cizye konulmak istenildiğinde cizyeyi kabulden imtina edecek olsa babasına tâbi olarak kendisine sabit olan zimmeti bozmuş olur." diye cevap verilir. T.
"Muhit´in kelâmı bu kavil üzerine hamlolunur ilh..." Muhît´in ibaresi şöyledir: Bir zimmî müslümanların ayıplarını ve sırlarını düşmana haber verse yahut müslümanlardan birini öldürmek istese zimmet ahdini bozmuş olmaz.
"Bütün hükümlerde mürted gibidir ilh..." Yani bir zımmi, ticaret gibi maksadla olmaksızın müsadesiz olarak dar-ı harbe çıkıp gitmekle dar-ı harbe girdiğine hüküm olunsa, zimmeti bozulmuş olup hakkında mürted ahkâmı geçerli olur; İslâm memleketinde bırakmış olduğu zimmîye zevcesi kendisinden boş olur. İslâm memleketinde bulunan malları veresesi arasında taksim edilir. Sonra pişman olarak İslâm memleketine gelirse zimmeti avdet eder. Fetih. Bu bahsin tamamı Bahır´dadır.
"Mürted ise öldürülür ilh..." Çünkü onun küfrü ağır ve şiddetlidir. Bahır.
"Ben ahdi bozdum demesiyle ahdi bozulmuş olmaz ilh..." Yani zimmet ahdi mücerred söz ile bozulmayıp fiil ile bozulur. Ama harbî (Pasaportlu kâfir) "ben emânı bozdum" dese, mücerred söz ile emân bozulmuş olur. .
Ben derim ki: Galiba bunlar arasındaki fark harbînin emânı mu-olup devamlı değildir. Bundan dolayı harbî istediği zaman memleketine dönebilir. Fakat zimmet ahdi devamlıdır. Zimmînin bundan dönmesi sahih değildir. Bundan dolayı zimmînin dar-ı harbe gitmesine müsaade edilmez. Zimmî İslâm hükümdarının kahrı altında bulunduğu müddetçe cizye vermesi için kendisine cebrolunur.
"Aynî, Vâkıât´tan ilh..." Ayni: "Hüsamüddin´in Vâkıât´ında zikredilen rivayete göre; zimmîler cizyeyi vermekten imtina ettikleri takdirde ahidleri bozulmuş olup kendileriyle savaşılır. Bu üç imamın kavlidir." demiştir. Bunun rivayet ve dirayet cihetinden zayıf olduğu bilenler için gizli değildir. Bahır.
Ben derim ki: Rivâyet cihetinden zayıf olmasının vechi, metinlerde yazılı olan mezhebin meşhur rivayetine muhalif olmasıdır, dirayet cihetinden zayıf olmasının vechi öldürmeyi defeden ahid bakî olduğu için cizyenin kendilerinden zorla alınmasıdır.
Vâkıât´taki rivayet "Zimmîler bir yeri zorla ele geçirip harbe cüret ettiklerinde kendilerinden cizyeyi almak ancak savaş ile mümkün olur." diye tevil edilebilir.
"Bir zimmînin müslüman bir kadına tecavüz etmesiyle ilh..." Zimminin ahdi bozulmaz. Fakat kendisine had tatbik edilir.
Keza bir zimmî bir müslüman kadını nikâhlasa ahdi bozulmaz. Fakat nikâhtan sonra bir müslüman olsa bile nikâh bâtıldır. Zımmı ve kadın tazir edilir. İkisinin arasını bulan kimse de ta´zîr edilir. Bahır.
-Peygamber Efendimize dil uzatan zimminin hükmü-
"Peygamber Efendimize dil uzatmasıyla ilh..." Yani bîr zimmi Peygamber Efendimize alenen dil uzatmadığı takdirde ahdi bozulmaz. Alenen dil uzatır, veya dil uzatmayı âdet edinirse, kadın olsa bile öldürülür. Bugün bununla fetva verilir. Dürr-i Müntekâ.
Remlî Hayrüddin: "Bu gibi hallerden dolayı zimmet ahdinin bozulması şart koşulmadığı takdirde ahdi bozulmaz. Zimmet ahdinin bozulması evvelce şart koşulmuş ise bu haller ile ahid bozulur." demiştir.
Ben derim ki: İmam Ebû Yusuf´un Haraç kitabında zikredilmiştir ki: Ebû Ubeyde (R.A.) Şam ahalisi île eskiden kalma kilise ve havraların bırakılması, yeni kilise ve havra yapılmaması, hiç bir müslümanın sövülüp dövülmemesi şartı ile sulh yapmıştır.
Allâme Kâsım´ın, Hilâl, Beyhâki ve diğerlerinden rivayet ettiği ahidnâmenin sonunda şu ifadeler vardır:
Ebû Ubeyde (R.A.); "Ben sulh yaptığım zımmilerle beraber Hz. Ömer (R.A.)´e ahidnâmeyi getirdiğimde Hz. Ömer (R.A,) zimmilere ilave olarak şunları yazdırdı" demiştir
Bizim ve kendi milletimizin aleyhine müslümanların lehine olarak hiç bir müslümanı dövmemek şartıyla sulh yapıp müslümanların emânını kabul ettik, Eğer müslümanların lehine ve kendi aleyhimize tekeffül ettiğimiz şartlardan herhangi birine uymayacak olursak zimmetimiz kalmayacak ve diğer kâfirler gibi kanımız helâl olacaktır.
Hilâl´in rivayetine göre. Hz. Ömer (R.A.) Ebû Ubeyde (R.A.)´a; "Onlara istediklerini ver ve kendi aleyhlerine şart koştuklarına "bizim esirlerimizden hiç birini satın almayacaklar ve bir müslümanı kasden dövdüklerinde ahidleri bozulacaktır "şartlarını da ilave et." diye yazmıştır.
Şürunbulâlî, risalesinde ahîdnâmeyî tamamiyle zikrettikten sonra "Kaadı Bedrüddin-î Karâfî´nin naklettiği gibi bütün mezheblerin fukahâsı buna itîmad etmiştir. Bundan sonra zîmmîler benim zamanımda yeni kilise yapmakla ahidlerini bozmuşlardır." demiştir. Risalesini bunun hakkında telif etmiştir. Şürunbulâlî risalesinde Hz. Ömer (R.A.)´in ilave ettiği şartları zikrettikten sonra: Bu, "zîmmiler müslümanlara karşı yükseklik taslayıp inat ettikleri için ahidleri bozulmuştur" diyen Kemâl b. Hümam´a delildir." demiştir.
"Cihâd kıyamete kadar devam edecektir." hadîs-i şerifinin gereğince her İslâm hükümdarı bir beldeyi harp yoluyla aldığı zaman Hz. Ömer (R.A.)´in şart koştuğu maddeleri şart koşmamıştır. Bundan dolayı İslâm hükümdarları Hz. Ömer (R.A.)´in Şam ve diğer fethedilen yerlerin ahalisine şart koştuğu maddeleri açık olarak zikretmeyi bırakmışlardır.
İslâm hükümdarı harp yoluyla aldığı yerin ahalisine Hz. Ömer (R.A.)´ in şart koştuğu maddeleri şart koşmuş olduğu bilinmedikçe o maddelerin hükmü o yerin ahalisine tatbik edilemez.
Velhâsıl: Bir zimmî bir müslüman kadına tecavüze yahut müslüman kadınla nikâh akdine yahut bir müslümanı dininden çıkarmaya yahut yol kesmeye yahut Resûl-i Ekrem hakkında dil uzatmaya cesaret edecek olsa bakılır: Eğer bu gibi hallerden dolayı zimmet ahdinin bozulması evvelce şart koşulmuş ise zimmet ahdi bozulmuş olur. Şart koşulmamış ise zimmet ahdi bozulmamış olur. Bununla beraber o zimmî hakkında ahdi bozulsun bozulmasın bu suçundan dolayı gereken had veya ta´zîr cezası kendisine tatbik edilir Şu kadar var ki. Peygamber Efendimize alenen dil uzatır veya dil uzatmayı âdet edinirse, kadın olsa bile öldürülür.
Hafızüddin-i Nesefî´den naklen Şilbî´de zikredilmiştir ki: Bir zimmî islâm dinine açıktan ta´n etmeye cür´et edecek olursa öldürülmesi caizdir: Çünkü İslâm dinine ta´n etmemesi üzerine ahid yapılmıştır. Ta´n ettiği takdirde ahdini bozmuş, zimmî olmaktan çıkmış olur.
TENBİH: Zahire´den naklen Ebussûud Efendinin haşiyesinde zikredilmiştir ki: Bir zimmî inandığı ve itikad ettiği fena bîr şeyi Resul-i Ekrem hakkında söyleme cür´etinde bulunursa meselâ "Hz. Muhammed (s. A.V.) Peygamber değildir" yahut "Yahudileri haksız yese öldürmüştür" yahut "yalancıdır" dese, bazı imamlara göre ahdi bozulmuş olmaz. Ama inanmadığı ve itikad etmediği fena bir şeyi Peygamber Efendimiz hakkında söyleme cür´etinde bulunsa, meselâ Peygamber Efendimizi zinaya nisbet ederse yahut neşeti hakkında ta´n ederse ahdi bozulmuş olur.
Ben derim ki: Şafiî mezhebine göre, bir zimmî bir müslüman kadına tecavüze yahut bir müslüman kadına nikâh ile cinsî yakınlığa yahut müslümanların noksanlarım kâfirlere yahut bir müslümanı dininden çıkarmaya yahut islâm veya Kur´ân-ı Kerim hakkında tana yahut Allah-ü Teâlâ´ya yahut Resûl-l Ekrem´e yahut Kur´ân-ı Kerîm´e yahut bir peygambere inanmadığı ve itikad etmediği fena bir şeyi açıktan nispet etmek cüretinde bulunacak olsa - esah olan kavle göre - bakılır: Eğer bu gibi hallerden dolayı ahdin bozulması evvelce şart koşulmuş ise şarta uymadığı için ahid bozulmuş olur. Eğer evvelce şart koşulmamış ise ahid bozulmuş olmaz. Fakat bu gibi hallerden dolayı ahdin bozulacağı şart koşulur. Eğer evvelce şart koşulup koşulmadığında şübhe edilirse evceh olan ahdin bozulmamasıdır. Çünkü bu haller akdin maksudunu ihlal etmez. Aslu´r-Ravza´da "Bu haller ile mutlak surette ahid bozulmaz." diye zikredilmiştir. Fakat bu, zayıftır. Minhâc Şerhi.
"Bir müslüman Peygamber Efendimize dil uzatsa öldürülür ilh..." Yani tevbe etmediği takdirde öldürülür. Dürer, Bezzâziye ve diğer bazı fıkıh kitablarında "tevbe etse bile hadden öldürülür" diye zikredilmiştir. Bu biz Hanefilerin mezhebi değil, Mâlikilerin mezhebidir. Nitekim ilerde gelecektir.
"Bir zimmî İslâm dinine yahut Kur´ân-ı Kerim´e yahut Peygamber Efendimize dil uzatırsa kendisine icab eden ceza tatbik edilir ilh..." Zimmi bunlardan birine açıktan dil uzatır veya dil uzatmayı âdet edinirse öldürülür. Nitekim gelecektir. Tazîr babında geçtiği üzere açıktan haksız olarak başkasının malını alan, yol kesen, gümrükçü, zalim, büyük günâh isteyen kimselerin icab ederse öldürülmeleri caizdir,
Nâsıhî: "Bozgunculuk eden, insanlara zarar veren, eza eden kimselerin öldürülmeleri caizdir." diye fetva vermiştir.
Hanbeli mezhebinden olan Şeyhülislâm İbn-i Teymiyye´nin "Es-Sarü´l-meslûl" adlı, kitabında zikredilmiştir ki: İmam-ı Azam Ebû Hanife ve onun mezhebinde olan fukahâ: "Peygamberimize dil uzatan zimmînin ahdi bozulmaz ve zimmî bu yüzden öldürülmez. Fakat açıktan dil uzatma cüretinde bulunursa tazîr edilir. Nitekim kendi kitablarım sesli okumaları gibi yapmaları caiz olmayan suçları açıktan yaptıklarında tazîr edildikleri gibi. Bunu İmam-ı Tahâvi, İmam-ı Sevrî´den nakletmiştir. Hanefi mezhebinin usûl ve kaidesine göre keskin olmayan bir aletle âdâm öldürme ve ön tarafı dışında cinsî yakınlıkta bulunma gibi fena fiilleri işleyen kimseler öldürülmez. Ama böyle fena fiilleri tekrarlıyan kimseyi hükümdarın öldürmesi caizdir.
Kezâlik: Hükümdarın lüzum görürse, tâyin edilen had üzerine ziyade etmesi de caizdir.
Hanefiler, Peygamber Efendimiz ve ashabı tarafından "Bu gibi fena fiilleri işleyen kimseler öldürülür," diye vârid olan haberleri hükümdarın lüzum görmesi üzerine hamlederler ve buna "siyaseten öldürme" adını verirler.
Velhâsıl, cinsînde öldürme meşru olan fena filleri tekrar işleyen kimseleri hükümdarın tazir cezası olarak öldürmesi caizdir. Bundan dolayı Hanefilerin ekseri fukahâsı "Resûl-i Ekrem Efendimize devamlı dil uzatan zimmînin -yakalandıktan sonra müslüman olsa bile- öldürülmesine" fetva vermişler, buna "siyaseten öldürme" demişlerdir. Bu. onların usûl ve kaidelerine göredir. İbn-i Teymiyye´nin sözü burada son bulmuştur. "Yakalandıktan sonra müslüman olsa bile öldürülür" ifadesini biz Hanefilerce açıklayan bir zatı görmedim. Fakat İbn-i Teymiyye bunu biz Hanefilerin mezhebinden naklettiği için kendisine itimad edilir.
"Ayni ilh..." Bahır sahibi, "Peygamberimize dil uzatan zimminin öldürüleceğine dâir rivayet yoktur." demiştir.
Remli Hayreddin Bahir sahibini reddetmiştir. Şöyle ki: Zimminin ahdinin bozulmamasından öldürülmemesi lâzım gelmez. Bütün fukahâ bu yüzden zimmînin tazîr ve tedip edileceğini açık olarak söylemişlerdir. Bu ise başkasını böyle fena bir fiili işlemekten menetmek için Peygamberimize dil uzatan zimmînin öldürülmesinin caiz olduğuna delâlet eder. Çünkü günâh büyük olduğu takdirde böyle bir günâhı işleyen kimsenin tazîr cezası olarak öldürülmesi caiz olur. Esah olan kavle göre Şafiî mezhebi de bizim mezhebimiz gibidir. İbn-i Sübkî: "Ahdin bozulmamasından zîmmînin öldürülmeyeceği anlaşılmamalıdır. Çünkü ahdin bozulmamasından öldürülmemesi lâzım gelmez," demiştir. Biz Hanefilerin mezhebinde açıktan açığa islâmiyeti küçümseyen, müslümanlara karşı üstünlük taslıyan ve bu hususta direnen zimmînin öldürülmeyeceğini nefyeden hiç bir delil yoktur. Makdisî: "Aynî´nin dediğini naklettikten sonra bu, bütün müslümanların isteği ve arzusudur Fakat bu metinler ve şerhlerde zikredilene muhâlifdir." demiştir
Ben derim ki: Mukaddesata dil uzatan zimmînin şiddetli tazîr edilmesi biz Hanefilerce lâzımdır. Hatta bu yüzden ölse kanı heder olur. Burada Remlî´nin sözü son bulmuştur.
Ben derim ki: Zimminin öldürülmesi inanmadığı ve itikad etmediği fena bir şeyi Peygamberimiz hakkında aleni olarak söyleme cür´etinde bulunduğu takdirdedir. Nitekim bu yukarda geçmiştir.
"İbn-i Humam da Ayni´ye tabi olmuştur ilh..." İbn i Humam ; "Bana göre bir zimmî Peygamber Efendimize dil uzatma yahut çocuk nisbet etme gibi inanıp itikad etmediği ve lâyık olmayan bir şeyi Allah´a isnad ederse bakılır. Bunları açıktan söylemeye cüret, ederse ahdi bozulmuş olur ve kendisi öldürülür. Eğer bunları gizlediği halde bilinirse ahdi bozulmaz ve öldürülmez. Zimmînîn İslâm dinîni ve müslümanları küçümsemede direnmesi, öldürülmesini önleyen zimmet akdinde geçerli değildir. Çünkü zimmet akdi zimmînin hakîr ve zelîl olmasını gerektirir. Zimmî islâm dinini küçümsemede, müslümanlara karşı çalım satmada direndiği takdirde hükümdarın onu öldürmesi yahut onu zelîl ve hakîr olmaya döndürmesi lâzımdır." demiştir.
"İmam Muhammed ilh..." Yani İmam Muhammed metinde geçen hadîs-i şerif ile Peygamberimize alenen dil uzatan kadının öldürülmesinin caiz olduğunu istidlal etmiştir. O halde bu. "düşman kadınlarını öldürmeyiniz" diye vârid olan nehyin umumundan tahsis edilmiştir. Nitekim bunu İmam Muhammed "Es-Siyerü´l-Kebîr" isimli eserinde zikretmiştir. Bu, zimmet akdiyle öldürülmesi yasak edilen zimmînin Peygamberimize alenen dil uzattığı takdirde öldürülmesinin caiz olduğuna da delâlet eder. Bu hususta Es-Siyerü´l-Kebîr şerhinde bir çok hadîs-i şerif delil gösterilmiştir. Bunlardan birisi Ebû İshâk-ı Hemedânî´nin rivayet ettiği hadîs-i şeriftir. Şöyle ki: Bir adam Resûlullah´a gelerek: "Ben yahudi bir kadının senin hakkında dil uzatma cüretinde bulunduğunu işittim. Vallahi yâ Resûlullah o kadın bana iyilik de yapmıştı. Fakat onu öldürdüm." demişi Resûl-i Ekrem Efendimiz onun kanını heder kılmıştır
METİN
Beni Tağlib kabilesinin mükellef olan erkek ve kadınlarının mallarından, biz müslümanların arasında kendisinde zekâtın vâcib olduğu bilinen mallardan alınan zekâtın iki katı, zekâtın ahkamıyla alınır. Çocuklarından ancak haraç alınır. Beni Tağlib´in âzâdlılarından. Kureyş´in âzâdhları gibi hem cizye hem haraç alınır. Ama :
"Bir kavmin âzâdlıları kendilerindendir." hadis-i şerifi icma ile sadakaların haram olmasına mahsustur. Yani "bir kavmin âzâdlıları kendilerinden sayılıp onlara da sadaka haram olur" demektir.
Cizye, harac, Ben-i Tağlib kabilesinden alınan, kâfirlerin müslüman hükümdara hediye olarak verdikleri şeyler - kâfirler bizim dünya için değil din nâmına cihâd ettiğimize inandıkları takdirde hediyeleri kabul edilir. Aksi takdirde kabul edilmez. Cevhere- kâfirlerden harbsiz alınan şeyler, vârisi bilinmeyen zimminin terikesi, âşirin kâfirlerden aldığı şeyler sınırları kapama, taştan ve ağaçtan yapılan köprüler gibi müslümanların menfaatına, âlimlerin, talebelerin, hâkimlerin, hâkimlerin kâtiplerinin memurların, vereselerin ve ortakların arasında taksim edilen mala şâhidlik yapanların, müftülerin, vaizlerin, muhtesîblerin, ücretsiz muallimlerin, valilerin, sahillerdeki yolcuları gözeten rakîblerin maaşlarına, askerlerin ve bu zikredilenlerin çocuklarının yiyeceklerine sarfolunur.
Bahır sahibi: "Beytülmâldan maaş alanlardan biri ölüp küçük çocuktan kalsa, kendisine verilen maaşı küçük çocuklarına verilir mi Buna dâir bir nakil görmedim, diyerek mutemed olan kavle göre ölen kimsenin maaşının küçük çocuklarına verilmesidir." demiştir.
Zekât bahsinden buraya kadar beytülmâlın üç masrıfı, zekât bahsinde geçtiği üzere zekât ile öşrün masrıfı, siyer bahsinde geçtiği üzere ganimetten alınan beşte bir ile rikâz (madenler ve definelerin masrıfıdır.
Beytülmâldan zikredilmeyen dördüncü sınıf bakî kalmıştır. O da buluntu, vârissiz ölenin terikesi, velisi olmayan maktulün diyetidir. Bunların masrıfı sokağa bırakılan kimsesiz çocuklar ile velîsi olmayan fakir çocuklardır. Bu beytülmâlın dört sınıfından her biri için hükümdar müstakil bir yer tâyin ve tahsis eder. Hükümdarın bu dört sınıf malın birinden ödüne alıp diğer sınıfın masrıfına sarfetmesi, sonra onda birşey hâsıl olduğunda ödüne almış olduğu şeyi oradan alıp eski sınıfına koyması caizdir.
Hükümdar masrıfın ihtiyacına, ilmine, fazlına göre beytülmâldan verir. Hükümdar masrıflarda kusur ederse, hesabını Allah-ü Teâlâ sorar.
Hâvide zikredilmiştir ki:
"Kur´ân-ı Kerim´i hıfzeden kimseye (beytülmâldan) iki yüz dirhem verilir." Hadîs-i şerifdeki "Kurân-ı Kerîm´i hıfzeden kimse" den maksad zamanımızda müftüdür. Çünkü müftüler Kur´ân-ı Kerîm´i ezberleyip ahkâmını bilmektedirler.
Zimmiye beytülmâldan bir şey verilmez. Ancak zayıf olup helak olacak olursa, helâktan kurtaracak mikdar nafaka verilir.
Beytülmâldan maaş alanlardan birisi senenin ortasında ölse, maaşdan mahrum olur. Çünkü bu bir nevi atıyye olup alınmadan önce mâlik olunmaz. Zamanımızda atıyye ehli hâkimler, müftiler ve müderrislerdir. Bunlardan birisi senenin sonunda veya sene tamam olduktan sonra ölürse maaşının akrabasına verilmesi müstehabdır. Çünkü o senenin meşakkatini çektiği için maaşının kendisine yani veresesine verilmesi mendub-dur. Bunlardan birisine maaşı peşin olarak verildikten sonra sene tamam olmadan ölse veya azledilse. bazılarına göre seneden geri kalan müddetin maaşının geri verilmesi vâcibdir. Bazılarına göre, bîr .kimsenin peşin olarak zevcesine vermiş olduğu nafaka gibi olup geri verilmesi lâzım değildir. Zeylaî.
Müezzin ile imama has bir vakıf olup vakfın gelirini almadan önce sene içinde ölseler, vakıfdaki gelirleri düşer. Çünkü bu, atıyye kabilindendir. Hâkim de böyledir. Bazıları "imamla müezzinin aldığı ücret gibi olduğu için düşmez." demişlerdir, "imam ile müezzin" den itibaren zikredilen ifadeler şerh nüshalarında sabittir, fakat metin nüshalarından düşmüştür. Bu bahsin tamamı Dürer´dedir. Vakıf bahsinde hülâsa olarak zikredilmiştir, işin hakikatim Allah-ü Teâlâ Hazretleri bilir.
İZAH
"Beni Tağlib kabilesinin ilh..." Bu kabile cahiliyette hristiyanlığı kabul etmişlerdir. Şam´a yakın bir yerde idiler. Cizye vermekten imtina ettiler. Hz. Ömer (R.A.) onlarla zekâtın iki katı üzerine anlaşma yaptı ve "Biz sadaka nâmıyla cizye alırız." dedi. Şu kadar var ki, kendisinde zekâtın ahkâmı câri olur da zelîl ve hakir olarak alınmaz. Naiblerinin ellerinden kabul edilir. Bundan dolayı zekâta ehil oldukları için Kadınlarından da alımı. Çocukları ile delilerinden alınmaz. Nehir.
"Çocuklarından ancak haraç alınır ilh..." Yani Beni Tağlib kabilesinin çocuklarıyla delilerinden yalnız haraç alınır Çünkü haraç ibâdet olmayıp yerin vazifesidir. Bahır.
"Zekâtın iki katı ilh..." Yani tahsildar, Beni Tağlib kabilesinden kırk koyunda iki koyun, yüzyirmibir koyunda dört koyun, deve ye sığırlarda müslümanlardan alınanın iki katını alır. Âşire uğradıklarında âşir onlardan müslümanlardan aldığının iki katını alır. T.
"Kureyş´in âzâdlıları gibi ilh..." Beni Tağlib kabilesinin âzâdlıları Kureyş´in âzâdlıları gibidir. Bunlardan her biri efendilerine tâbi olmazlar. Tahfif için Kureys ile Beni Tağlib üzerine cizye ve haraç konulmadığı halde âzâdlıları üzerine konulur. Zira âzâdlıları tahfifte kendilerine tâbi olmazlar. Bundandolayı bir müslümanın âzâdlı olan Hıristiyan kölesi üzerine cizye konulur. Bu bahsin tamamı Fetih´dedir.
"Hadîs-i şerifi ilh..." "Âzâdlılar tahfifte efendilerine tâbi değildir" ifadesi" "Bir kavmin âzadlıları kendilerindendir." hadîs-i şerifine muarızdır" " denilirse. "Hadîs-i şerif icmâ ile umumî üzerine câri değildir.» diye cevap verilir. Çünkü Hâşimîlerin âzâdlıları Hâşimîlerin kızlarına küfüv (denk) olmada ve hükümdar olmada Hâşimîlere tâbi değildir. Hadîs-i şerif mahsus olan umum olunca zikrettiğimiz illet ile tahsis edilmesi de sahihtir. Bu bahsin tamamı Fetih´tedir.
"Hediyeleri kabul edilir ilh..." Cevhere´de zikredilmiştir ki: Hükümdar hediye vereninin hediyesini kabul etmediği takdirde imân edeceğini umud ederse, hediyesini kabul etmez, Aksi takdirde kabul eder.
"Sınırları kapama ilh..." ötesinde islâm memleketi bulunmayan hududu muhafaza etmek için cizye, haraç ve diğer toplanan paralardan icab eden yapılır. Bunda İslâm memleketinde yolları hırsızlardan koruyan cemaate bu paralardan verilmesinin caiz olduğuna işaret vardır. Kuhistânî.
"Köprüler ilh..." Metinde zikredilen bu nevi paralardan mescid, havuz veya kervansaray yapılması, Nil ve Ceyhun gibi hiç kimsenin mülkü olmayan ırmaklardan kanallar kazılması, imam ve müezzinin nafakasının verilmesi caizdir.
"Âlimlerin ilh..." Bu ifade ile serî ilimleri okutanlar murad edilmiştir. O halde bu ifade müfessir ve muhaddislere şâmil olduğu gibi sarf ve nahiv ve diğer ilimleri okutanlara da şâmildir. Aliyyü´r-Râzî´ye "Beytülmâlda zenginlerin hakkı var mıdır " diye sorulduğunda "Hayır. Ancak tahsildar veya hâkim olursa hakkı vardır. Fukahânın hakkı yoktur. Ancak insanlara fıkıh veya ilim Öğretmek için nefsini vakfederse hakkı olur." diye cevap vermiştir.
Bahır´da zikredilmiştir ki; vakitlerin çoğunu ilim yolunda sarfeden kimsenin beytülmâldan hisse alması caizdir. Aliyyü´r-Râzî´nin maksadı, beytülmâlda yalnız tahsildarlar veya hâkimlerin hakkı olduğunu söylemek olmayıp bilâkis müslümanların işi için nefsini vakfeden herkesin hakkı olduğunu işaret etmektir. Buna göre zengin olsa bile müftü ve askerlerin yiyecek kadar beytülmâldan maaş almaları caizdir. Talebe evlenmeden önce kendi nefsi için çalışmakta ise de daha sonra müslümanlara hizmet etmek için çalışmaktadır. Bu yüzden beytülmâlda hakkı vardır,
"Buna dâir bir nakil görmedim ilh..." İmam Ebû Yusuf´un Harac kitabında zikredilmiştir ki; beytülmâlda hakkı olan kimse için muayyen bir mikdar tahsis edildiğinde kendisine tebean çocukları için de tahsis edilmiş olup ölmesiyle ´bu muayyen mikdar düşmez. Hâvî olanlar için beytülmâldan tâyin edilen mikdar çocukları için de tâyin edilmiş olması üzerinedir. Babalarının ölmeleriyle tâyin edilen mikdar düşmüş olmaz." demiştir.
Ben derim ki: Hâvî sahibinin zikrettiği, metinlerde "Beytülmâldan atıyye alan kimse sene ortasında ölürse atıyyeden mahrum olur." diye zikredilene münâfîdir. Ancak "Beytülmâldan atıyye alan kimselerin çocukları için de muayyen atıyyeler tahsis edilmesidir. Yoksa bütün vereseler arasında miras yoluyla ölünün atıyyesi değildir." denilirse başka. Havi´de zikredileni Kudsi´nin Hâvî´sinde ve Zâhidî´nin Havî´sinde göremedim. Haraç kitabının pek çok yerlerine müracaat ettim. Onda da göremedim, işin hakikatini Allah-ü Teâlâ bilir.
Hamevi risalesinde: "Âlimler için beytülmâldan tâyin edilen mikdar kendilerine tebean çocukları için de tâyin edilmiş olup çocukları ilme teşvik için babalarının ölmesiyle tâyin edilen mikdar düşmez." demiştir.
Allâme-i Makdisî: Âlimlerin çocukları babalarının yolunda gayret gösterirlerse beytülmâldan babaları için tâyin edilen tahsisatı bunlara vermek evlâdır. Çünkü bunlar babalarına verilen tahsisata muhtaçtırlar." demiştir.
- Bir kimsenin beytülmâldan tahsisatı bulunsa kendisinden sonra çocuğu alır -
Fahrü´l-İslâm´ın Mebsût´undan naklen Hizâne´de zikredilmiştir ki; şeriatın hakkını muhafaza etmesi, İslâm dinini aziz kılması için beytülmâlda imamlık veya müezzinlik ücreti gibi tahsisatı bulunan bir kimse ölüp, babası gibi şeriatın hakkını muhafaza edecek ve İslâm dinini aziz kılacak evlâdı bulunursa, hükümdarın ölen babasının tahsisatını başkalarına değil evlâdına vermesi lâzımdır. Çünkü bu sayede hem şeriata hizmet yapılmış hem de evlâdın kırılmış olan kalbi tamir edilmiş olur.
- Vazifelerin çocuğa tevcihinde mühim bir inceleme -
Allâme Beyrî: "İmamlık, müezzinlik, hatiblik ve müderrislik gibi vazifede bulunan bir âlim öldüğünde çocukları küçük olsa bile babalarının vazifesinin çocuklarına bakî bırakılması Hicaz, Mısır ve Anadolu´da güzel bir âdettir. Bunda âlimlerin haleflerini ihya ve onları ilimle meşgul olmaya teşvik vardır. Fetvalarına itimad edilen bir çok âlimler bunun caiz olduğuna fetva vermişlerdir." demiştir.
Ben derim ki: Buna göre, bu vazifenin kız çocuklarına değil erkek çocuklarına tahsis edilmesidir. Bilindiği gibi "hüküm illetiyle beraber deveran eder." Çünkü illet, âlimlerin haleflerini ihya ve onlara ilim tahsil etmeleri için yardım etmektir. Çocuk ilimle meşgul olmada babasının yolunu tuttuğu takdirde bu, açıktır. Ama ilmi ihmal edip lehviyât ile yahut dünya işleriyle meşgul olup cahil kalarak vazifeye ehil olmazsa yahut yerine ehl-i ilimden birini tahsisatın az bir mikdarı karşılığında nâib tâyin edip geri kalan kısmını istek ve arzuları yolunda harcarsa, kendisine tahsisatın verilmesi helâl değildir. Çünkü bunda âlimlerin vazifesini almak ve onları ilim tahsil edecekleri maişetten mahrum bırakmak yardır. Nitekim zamanımızda vâki olduğu gibi. Zira medrese, mescid vakıflarının ve vazifelerin çoğu dinin farzlarını bile bilmeyen cahillerin elindedir. ´Babanın ekmeği oğluna helâldir" kaidesine tutunarak bizzat kendileri iş yapmadan ve nâib tâyin etmeden tahsisatları yerler. Vazifeler babadan oğula miras olarak intikal eder. Hepsihayvanlar gibi cahildir. Bununla böbürlenirler. Meclislerde baş köşelere otururlar. Nihayet bu yüzden mescidler ve medreseler yıkılmıştır. Yıkılan mescid ve medreseler, satılan evler veya gelirlerini yedikleri bahçeler olmuştur. İlim öğrenmek isteyenler sığınacak bir yer. yiyecek bir şey bulamayıp ilmi terk ederek kazanç yoluna atılma mecburiyetinde kalmaktadırlar. Zamanımızda Dımışk´ın ekâbirinden bir kimse, okuma yazma bilmeyen kendisinden daha cahil bir çocuk bırakarak öldü. Onun vazifelerinden ´bir mescid ile bir medresenin tevliyeti Dımışk´ın en âlimlerinden iki zata tevcih edildi, ölenin oğlu gidip rüşvetle onları tevliyetten azlettirdi.
Eşbâh´ın üçüncü fenninin sonunda zikredilmiştir ki; sultan ehil Olmayan bir kimseyi müderris tâyin etse, tâyini sahih olmaz.
Bezzâziye´de zikredilmiştir ki; sultan ehil olmayana vazife verdiği takdirde ehil olanı menetmek ve ehil olanın hakkını başkasına vermekle iki cihetten zulmetmiş olur. Buna göre bu cahillerin çocuklarına vazifelerin verilmesinde ilmî ve dinî zayetmek ve bunların müslümanlara zarar vermelerine yardım etmek vardır. Artık İslâm hükümdarının ehil olmayanların elinden vazifeleri alıp ehil olanlara vermesi vâcibdir. Vazife sahihlerinden biri öldüğü takdirde vazifesi oğluna verilir. Oğlu babasının yolundan gitmezse, vazifeden azledilip vazife ehil olana verilir. Çünkü vakfedenin maksadı vakfettiği şeyin ihya edilmesidir. Vakfı zayeden her şey şeriatın ve vakıfın maksadına muhaliftir. İşte sapılmayacak yol budur.
"Sokağa bırakılan kimsesiz çocuklar ile velîsi olmayan fakir çocuklardır ilh..." Yani bu fakir çocukların nafakalarının kendisine vâcib olduğu ´kimse bulunmadığı takdirde bu çocukların nafakaları, tedavi paraları, öldüklerinde teçhiz ve tekfinleri, cinayet işledikleri zaman cinayetlerinin diyeti beytülmâldan karşılanır.
TEMBİH: Âlimler beytülmâlın birinci sınıfından zengin olsalar bile çalışmakla, ikinci sınıfından fakir olmak, üçüncü sınıfından hak sahibi
olmak, dördüncü sınıfından hasta olmak sıfatıyla müstehik olurlar.
"Hükümdar masrıfın ihtiyacına ilh..." Zeylai´de zikredilmiştir ki; hükümdarın Allah´tan korkup beytülmâlda hakkı olanlara ziyade etmeksizin ihtiyacı mikdarı vermesi lâzımdır. Eğer bu hususta kusur ederse, hesabını Allah-ü Teâlâ sorar.
Kınye´den naklen Bahır´da zikredilmiştir ki; Ebû Bekir-i Sıddık (R.A.) beytülmaldan atıyyeyi müsavi olarak verirdi. Hz. Ömer (R.A.) herkesin ihtiyacına, ilmine ve fazlına göre verirdi. Zamanımızda Hz. Ömer (R.A.)´jn yaptığı gibi ihtiyaç, ilim ve fazilet nazar-ı itibara alınarak hareket edilmesi güzeldir. Yani ihtiyaç sahihlerinin ihtiyâcına göre beytülmaldan verilir. İlim ve fazilet sahibinin ihtiyacına bakılmaksızın verilir. Hz. Ömer (R. A.) ilim veya neseb cihetinden faziletli olanlara başkalarından ziyade verirdi.
Muhit´den naklen Bahır´da zikredilmiştir ki; insanların üstün veya müsavi olmaları hükümdarın reyine bırakılmıştır. Fakat bu hususta hükümdarın doğruluktan ayrılmaması lâzımdır.
Kınye´den naklen Bahır´da zikredilmiştir ki; hükümdar verip vermemede muhayyerdir.
Ben derim ki: imam Ebû Yusuf´un Haraç kitabında da böyle zikredilmiştir. Şöyle ki: İmam Ebû Yusuf, Harun Reşid´e hitaben: "Hâkimlerin, memurların, valilerin maaşlarını artırmak veya eksiltmek sana aiddir. Valilerden, hâkimlerden münasib gördüğün kimselerin maaşlarını artırır veya eksiltirsin." demiştir.
"Zamanımızda ilh..." İnâye´de zikredilmiştir ki; ilk zamanlarda Resûl-i Ekrem Efendimizin ezvac-ı tâhiratı, muhacirler ile ensarın çocukları gibi İslâmda meziyetleri olan herkese beytülmâldan verilirdi.
"Maaşının kendisine yani veresesine ilh..." Bir sene çalıştığı için maaşını hak etmiştir. Nitekim ganimet İslâm memleketine getirildikten sonra mücahidlerden biri ölse, her ne kadar sehmi kendisi için sabit olmasa bile sehmi hak etmiş olduğu için veresesine miras olarak intikâl eder.
El-Câmiü´s-Sagîr´de zikredilmiştir ki; "senenin ortasında ölse" diye tahsis edilmiştir. Senenin sonunda ölse, maaşının veresesine verilmesi müstehabdır. Sene tamam olmadan önce ölürse, seneden çalışmış olduğu müddetin hissesi veresesine verilir.
- İmam veya müezzin ücretlerini almadan öldüklerinde -
"İmamla müezzinin aldığı, ücret gibi olduğu için düşmez ilh..." Yani miras olarak veresesine intikâl eder. Hâkimin atıyyesi düşer. Nitekim Eşbâh´da da böyledir.
Ben derim ki: Bunun vechi şudur: Sarih "imamla müezzinin aldığı ücret gibidir" ifadesiyle Dürer sahibine tâbi olduğuna işaret etmiştir, imamla müezzinin aldığında hem ücret hem de atıyye mânâsı vardır. Her bakımdan ücret değildir. Fakat ücret ciheti râcihtir. Çünkü müezzinlik, imamlık ve Kur´ân-ı Kerim okutmak için ücret alınması caizdir. Nitekim müteahhirin bununla fetva vermişlerdir. Fakat kaadılık gibi tâatlar için ücret alınması asla caiz değildir. Galiba "İmamla müezzin vakıf gelirlerini almadan önce ölseler, hisseleri düşer." kavlinde atıyye mânâsı tercih edilmiştir. Çünkü mezhebin aslına göre; tâatlardan hiç biri için ücret alınması caiz değildir. Fakat fetva müteahhirinin kavli üzerinedir. Bundan aolayı Bûye´de: "Vakıftan gelirini, almadan ölen imam veya müezzinin sehmi miras olarak .veresesine, intikâl eder. Hâkiminki intikâl etmez." diye kesin olarak zikredilmiştir.
Sadrü´l-İslâm Tâhir b. Mahmud´un Fevâid´inden naklen Dürer´de zikredilmiştir ki; mahsulü yetiştiği vakit mescidin imamına sarfedilmek üzere vakfedilmiş bir arazisi bulunan köyde, mahsul yetiştiği vakit imam mahsulü alıp köyden gitse seneden geri kalan müddetin hissesi imamdan gerialınmaz. Bu mesele peşin olarak atıyyesini alıp ölen hâkimin benzeridir, imam fakir olursa, seneden bakî kalan müddetin hissesini yemesi helâl olur. Medresede okuyan talebelerin hükmü de böyledir. İşin hakikatini Allah-ü Teâlâ bilir.
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
ASR-I SAADETTE CİHADIN SEYRİ
Mahir Şahin
MEKKE DEVRİ-1
Şimdiye kadar cihad hakkında birçok şeyin yazılıp çizildiğini biliyor ve görüyoruz. Ehemmiyetli bir mevzu olmasından dolayı ne kadar yazılıp anlatılsa o kadar faidelidir. Bizim üzerinde durup anlatacağımız konu ise tarihî seyri içerisinde Resûlullah (sav) Efendimiz'in cihad siyasetidir. Esasen konu ciltlerce kitaba yazılacak kadar geniştir. Fakat biz kısa ve öz bazı bilgiler vermek için bu çalışmamızı kaleme aldık.
Elmalılı merhum "Allah uğrunda hakkıyla cihad ediniz' (Hacc, 22/78) âyetinin tefsirinde şunları kaydeder: Cihad, düşmana müdafaa gücünü sarf etmektir ki üç kısımdır: Birisi zahirî düşman ile mücahede, birisi şeytan ile mücahede, birisi de nefs ile mücahededir. Bazıları burada, "cihaddan murad evvelkidir" demiş. Bazıları da "nefs ve şeytan ile mücahededir" demiş. Fakat evlâ olan üç kısmın üçüne de şamil olmasıdır. Zira "mukatele" kelimesi yerine "mücahede" kelimesinin kullanılması bu kelimenin daha umumî olmasındandır. 1
Kur'ân-ı Kerîm'de cihaddan bahseden âyetleri iki kısma ayırmak mümkündür.
1- Dâvet zamanında nazil olan âyetler
2- Muharebelerden evvel ve sonra nazil olan âyetler.2
Cihad, zaman ve zeminin değişik olmasına göre farklılık arzeder. Bundan dolayı da itibar edilen görüşe göre cihad ikiye ayrılır.
1- Bi'setten asıl maksat olan yüksek gayeye erişmek için bizzat Peygamber tarafından ve sahâbesinin de yardımı ile yapılmış olan: Manevî cihad.
2- Manevî cihad ile varılan yüksek gâyenin müdafaası için Resûlullah'ın ve sahâbesinin de iştiraki ile yapılan savaşlar: Maddî cihad.3
Mekke devrinde manevî cihad. Medine devrinde hem manevî hem de maddî cihad uygulanmıştır. Hem manevî cihadın hem de maddî cihadın bütün prensipleri Kur'ân-ı Kerîm'de mevcuttur. Şimdi bunları sırasıyla görelim:
Mekke'de Cihadın Seyri
Mekke devrinde yapılan mücadele Kur'ân'la yapılan bir mücâdeledir.4 Bunu Kur'ân-ı Kerîm'in şu âyeti açıkça ortaya koymaktadır:
"Öyle ise sen kafirlere boyun eğme. Bütün gücünü kullanarak Kur'ân'la onlara karşı mücadele edip büyük bir cihad aç." (Furkan, 25/52) Her türlü ahlâksızlığın, zulmün, faizin câri olduğu Mekke şehir devletinin ahalisi, din diye babalarının elleriyle yaptıkları putlara tapıyorlardı. Tâzim ve hürmetlerini bunlara arzediyor, yardımın ancak bunlardan geleceğine inanıyorlardı. İşte böylesi cehl-i mürekkep içerisinde kıvranan bir cemiyetin ıslahına Kur'ân-ı Kerîm şu emirleriyle başladı:
"Yaradan Rabbinin adıyla oku! O insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! 0 keremine nihayet olmayan Rabbindir. O kalem ile öğretti. O insana bilmediği şeyleri öğretti." (A'lâk, 96/1-5) Herşeye körü körüne inanan insanların bu haletten kurtulmalarının yolunu Kur'ân böyle gösterdi onlara.
Üç yıl süren gizli dâvet sırasında Resûlullah (sav) daha çok samimi olduğu ve akrabalık bağlarıyla bağlı olduğu insanlara dâvasını tebliğ etmekle emrolunmuştu. Bu dönemde Cenâb-ı Hakk'ın Rasûlü'ne ve O'nun şahsında mü'minlere gösterdiği yol şu idi: Afakî ve enfüsî tefekkürde bulunmak, Kur'ân okumak, zikir ve fikirle içe doğru derinleşmek. Daha öz ifadesi ile için fethini sağlamaktı. Bu şekilde içteki tekevvün vahy-i ilâhînin mâkesi olan Resûlullah (sav)'ın manevî nüfuzu sayesinde mü'minlerin îmânları kat kat ziyadeleşti.
Bi'setten sonra ikinci sûre olarak inen Kalem sûresinin âyetlerinde, Allah'ı inkâr ve kendisini tekzib edenlere uymaktan men olunan Hz. Peygamber (sav) üçüncü olarak nâzil olan5 Müzzemmil sûresinde şu şeylerle emrolunmuştu:
1- Her gece yarısı biraz evvel veya biraz sonra uyanarak kalkıp namaz kılmak,
2- Kur'ân'ı tertil ile (Kur'ân'ın kelimelerini tane tane, açık ve hususî bir ses ve eda ile) okumak,
3- Allah'ın adını anmak,
4- Kendinden başka ibadete lâyık olmayan Allah'ı her işte vekil tutmak,
5- Müşriklerin dediklerine karşı sabırlı olmak,
6- Müşriklerden tatlılıkla, fakat tamamen ayrılmak. (Müzemmil sûresi)
Rasûlullah ve sahâbesinin gece yarılarından başlayarak sabahlara kadar Kur'ân okuması. Gözyaşları içerisinde yapılan dua ve zikirler, semaya yükselen hazin sesler, böyle hâdiselere ilk defa şahid olan Mekke muhitinde infial uyandırdı. Kur'ân'ın gerek lafzındaki güzellik ve mânâsının tatlılığı, gerekse ihtiva ettiği hükümlerin doğruluğu, bütün Araplar tarafından hayretle karşılandı. O mu'cizü'l-beyân'ın karşısında birçok insan eridi. Erimeyen bir kısmı ise gizli gizli Resûlullah (sav)'ın evinin etrafında geceleri O'nun okuduğu Kur'ân'ı dinlerlerdi.
Her zaman ve zemini değerlendiren Allah Rasûlü (sav) insanların seviyesine göre hitap eder, onların akıllarını ikna, kalplerini tatmin etmeye çalışırdı. Bütün Mekke devrinde görülen, mü'minlerin îmânlarını artırmak, akideyi sağlamlaştırmak, tebşirde bulunmak bu devrin bariz özelliği idi. Müşriklere ise yaptığı şeyler daha çok inzar (korkutmaktı. (Şuârâ, 26/214)
Gizli dâvet döneminden sonra başlayan alenî dâvet hicrete kadar sürdü. Bu zamanda mü'minlerin hepsi başta Rasûlullah (sav) olmak üzere her sınıf insana gider ve dâvâlarını tebliğ ederlerdi. Hususiyle panayırlar için dışarıdan gelen tüccarlar ve haccetmek için gelen hacıların yanına sokulan Hz. Peygamber (sav) onlara İslâm'ı anlatırdı. Daha sonra memleketlerine dönen bu insanlar bu yeni dini oralarda anlattılar. Böylece hak ve hakikata iştiyakı olan insanlar Mekke'nin yolunu tuttular. Bu arada her geçen gün artan Müslümanların sayıları otuza, kırka ulaştı. Artan mü'minler göz doldurmaya başladılar. Bu potansiyeli ilk hamlede küçük göstermek ve tahrikleri üzerlerine çekmemek için Peygamberimiz (sav) onları Mekke'nin az dışında emniyetli bir yer olan ve aynı zamanda da gözden uzak bulunan 'Dâru'l-Erkâm, Erkâm b. Ebi'l-Erkâm'ın evine nakletti. Burada Kur'ân okunur, beraber ibadet edilir, ve Rasûlullah (sav)'in sohbetleri dinlenirdi. Giriş çıkışların muayyen vakitlerde ve tedbir içerisinde olduğunu bize İbni Sa'd nakletmektedir. 7
Davetin açıktan yapıldığı o devrede mü'minlerin sayıları fazla değildi. Bu yüzden de müşrikler bunlarla alay eder, Kur'ân okunurken ellerini birbirine vururlardı. Mü'minleri gördüklerinde de takılmadan edemezlerdi.
Kur'ân-ı Kerîm bu durumu şöyle anlatır: "Rahmân'ın has kulları yeryüzünde tevazu ile yürürler, cahiller kendilerine laf attıkları vakit de "selâmetle" derler." (Furkan. 25/ 63) Mü'minlerin sayılarının her geçen gün artması karşısında korkuya kapılan müşrikler alay ve istihzadan, gülmeden vazgeçerek başta zayıf mü'minlerden başlayarak hemen hepsine eza ve cefa etmeye başladılar.
Furkan sûresinden sonra tahminen Mekke devrinin ortalarında nâzil olan Mü'minûn sûresinde Cenab-ı Hak Rasûlullah (sav)'ın şahsında mü'minlere şöyle seslendi: "Sen kötülüğü en güzel şekilde iyilikle bertaraf et. Biz onların neler yakıştırmakta olduklarım daha iyi bilmekteyiz." (Mü'minûn, 23/96) Sadece eza ve cefa etmekle kalmayan müşrikler birtakım yalanlarla saf zihinleri bulandırmaya çalışıyorlardı. Mü'minlere yapılan işkenceler dayanılacak gibi değildi, her türlüsünü tadıyorlardı eza ve cefanın. İşte tam bu sıralarda inen Bürûc sûresinde Allah, îmânlarından dolayı işkenceye uğrayan mü'minlere Ashab-ı Uhdud'u misâl vererek bu yolun zorluğu ve müntesiplerinin durumunu anlattı.(Bürûc, 85/4-8)
Müslümanlara yapılan bunca bed muamelelere karşı Rasûlullah (sav) müsbet hareket ediyor, ashâbına da bunu emrediyordu. Zira kuvvet dengesinin olmadığı bir yerde mü'minin ortaya çıkıp karşı koymasının faydadan çok zarar getireceğini belirterek: Rasûlullah (sav): "Mü'minin kendini zelil etmesi layık değildir" buyurdu. "Mü'min kendisini nasıl zelil yapar?" buyurdular. "Gücü yetmeyen işlere girişir" diye cevap verdi.8
Müşriklerin işkence ettiği insanlar sadece zayıf insanlar değildi. İçlerinde güçlü kuvvetli olanlar da aynı şekilde bu kötü muamelelere maruz kalıyorlardı. Bütün bu menfî hareketlere karşı Rasûlullah (sav) müsbet hareketi emrediyordu. Abdurrahman b. Avf ve arkadaşları Rasûlullah (sav)'a gelerek şöyle dediler:
- Yâ Rasûlullah! Biz müşrik iken aziz idik; ne zaman ki iman ettik zelil olduk. (Bize izin ver de onlarla mukatele edelim.) dediler.
- Rasûlullah (sav) "ben affetmekle emrolundum" buyurdu.9 Mü'minlere yapılan bunca eza ve cefalara rağmen onların müsbet karşılık vermelerinin altında birtakım hikmetler vardı. Şimdi bunları sırasıyla görelim:
1- Müslümanların Mekke'de sayıları azdı, güç ve kuvvetleri yoktu. Şayet aralarında bir kıtal vuku bulsaydı, kâfirlere karşı koyamayacaklardı. Allah onların çoğalmalarını murad etti. Ne zaman ki Medine'ye hicret ettiler kuvvetleri sayıları, şevketleri artınca Allah onlara savaşma izni verdi.
2- Mü'minlerin nefislerini sabra, emirleri tutmaya ve tedriciliğe alıştırmaktı. Arapların cahiliyede kahramanlıkları şiddetli olduğundan, sabırsız insanlardı. Bunların sıkıntılara ve yüce emre inkiyad etmeye çalışmaları gerekiyordu. Ta ki aralarında bir muvazene olsun. Mü'minlerin kendi aralarında itaat ve hamiyet duygulan yerleşsin.
3- Müslümanlar Mekke'de anneleri, babaları, kardeşleri ile beraber aynı evde yaşıyorlardı. Ebeveynleri dinlerinden döndürmek için onlara eza ve cefa ediyorlardı. Şayet aralarında bir sürtüşme olsaydı kıtal vuku bulsaydı o takdirde araya düşmanlık girecek İslâm'ın güzelliği görünmeyecekti.
4- Cahiliye Araplarının özelliklerinden biri de yiğitlikleri ile övünmekti. Allah Rasûlü (sav) kendilerine yapılan şeylere karşı sabırlı olmalarını emretti. Zira onların bu sayede cahiliyeden kalma birtakım kötü hasletleri de temizlenmiş oluyordu.10
Çok değişik imtihanlara maruz kalan sahabiler bu imtihanların hepsini Allah'ın tevfik ve inayeti ile aştılar. Bir sonraki yazımızda, inşaallah, Medine Devri'nin karakteristik yapısını ortaya koymaya çalışalım.
(Devam edecek)
DİPNOTLAR
1- Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili c. 5, s. 342-3 İst. 1979.
2- İzzet Derveze, Siretü'r-Resul c. 2, s. 15.
3- İslâm Ansiklopedisi c. 3, s. 165.
4- Muhammed Şedîd el-Cihad Fi'l-İslâm s. 36.
5- Suyûtî el-İtkan fi Ulumi'l-Kur'ân c. 1, s. 14 İst. 1988.
6- Prof. Dr. Süleyman Ateş, İslâm'a İtirazlar ve Kur'ân-ı Kerîm'den Cevaplar, s. 182 vd. 4. bsk. İstanbul ts.
7- İbni Sa"d, Tabakatü'l-Kübrâ c. 4 s. 224-225 Beyrut 1960.
8- İbni Mace Fiten, c. 2 s. 1333 İst.
9-Sabunî, Revaiu'l-Beyan, c. 1, s. 229 Şam. 1980.
10- A.g.e., s. 230.
|
|
|
Bugün 209 ziyaretçi (428 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
fecir.net
Cihad; Anlam ve Mâhiyeti
Cihâd: ˜Cehd' veya ˜cühd'
kökünden türeyen ˜cihâd', Kur'an'ın anahtar kavramlarından biridir. Cihad
kelimesi Kur'an'da farklı formlarda kırk bir yerde geçmektedir.
Cehd veya cühd, kararlı ve
şuurlu bir şekilde gayret etmek, zorluklara karşı çaba göstermek, çalışmak gibi
anlamlara gelir.
Aynı kökten türeyen ˜cihad veya
mücâhede' sözlükte, düşmanın saldırısına karşı koymak üzere elinden geleni
yapmak, bütün gayreti harcamak demektir.
Bu düşmanın insanın içinde veya
dışında olması farketmez. Mü'min, kendine zarar vermek üzere saldıran
düşmanlarına karşı koymaya çalışır, onların zararlarını uzaklaştırmada gayretli
olur.
Mü'minlerin kararlı ve şuurlu
çabalarının bedenle yapılanına ˜cihad', ruhsal olanına ‘mücâhede',
fikir ve İslâmî ilimlerde yapılanına da ˜ictihad' denilir.
"Allah yolunda gayret
göstermek, çaba sarfetmek" anlamlarına gelen ˜cihad', her üç mânâyı da
içerisine almaktadır. Allah yolunda yapılan bütün çalışmalar, Allah'ın adı
yükselsin diye gösterilen gayretler, O'nun dini İslâm'ı savunmak için ortaya
konan çabalar tümüyle ˜cihad' diye nitelendirilir. Bununla birlikte;
bedeniyle, organlarıyla, malıyla cihad edene veya mânevî yönünü olgunlaştırmak
için çaba sarfedene ˜câhid' ve ˜mücâhid', İslâmî hükümleri ortaya
koymak için gayret edene de ˜müctehid' denilmektedir.
Mü'minin, Allah tarafından
kendisine emânet olarak verilen bedeni, malı ve zihinsel imkânları Allah yolunda
harcaması, İslâm yolunda kullanması cihaddır.
Kelimenin sözlük anlamından da
anlaşıldığı gibi ˜cihad' bir saldırı değil, olabilecek bir saldırıya karşı
yapılan bir savunmadır. Bu saldırıyı savabilmek üzere çaba göstermek,
çalışmaktır. O bir anlamda insanın mutluluğuna giden yoldaki engelleri
kaldırmaktır. Kur'an, "cihad" kavramı ile fiilî savaş olan "kital" kavramını
ayrı ayrı kullanmaktadır.[1]
[1]
Hüseyin K. Ece, İslam'ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 110-111. Ahmet
Kalkan, İslam Akaidi: 332-333. Ahmet Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri.
Cihad Saldırı mıdır?
İslâm'ın yanlış anlaşılan
emirlerinden biri de cihaddır. Özellikle Batılı araştırmacılar cihadın bir
saldırı olduğunu, İslâm'ın bu saldırı yoluyla yayıldığını, müslümanların saldırı
anlamındaki cihad emrine uyarak başka ülkeleri işgal ettiklerini ısrarlı bir
şekilde iddiâ ederler. Müslümanlar sözkonusu olunca, yerli-yersiz ve
doğru-yanlış tezler ileri süren Batılılar "cihad"ın müslümanlar tarafından
saldırı amacıyla kullanıldığını ve bunu da "holy war" yani "kutsal savaş"
şeklinde anladıklarını ileri sürerler.
Cihadın anlamı ve işleyiş şekli
yakından incelense, cihada izin verilen şartlara yeniden bakılsa, durumun iddiâ
edildiği gibi olmadığı görülecektir. Cihad kavramının karşılığı ‘savaş' kelimesi
değildir. Çünkü ˜cihad'la savaş sözcüğü arasında hem nitelik hem de nicelik
farkı vardır. Savaş, salt askerî harekât olup güce dayanır. â˜Cihad' ise askerî
operasyon da dâhil İlâhî hedefler uğruna gösterilen bütün çabaları içerisine
alır. Bu demektir ki cihad; kutsal bir gâye uğruna ortaya konulan her türlü
fikrî, fiilî ve kalbî çalışmanın ortak adıdır.
İslâm'a göre; "dinde zorlama
yoktur" (Bakara: 2/256). Yani insanlar diledikleri dini seçebilirler.
İnandıkları din ne kadar yanlış ve saçma olsa bile, bu konuda zorlama söz konusu
olamaz. Çünkü inanma bir gönül işidir. Bir şeyin doğruluğu ve hak oluşu ancak
akıl ve kalp ile kabul edilir; silâh zoruyla kimseye bir şey sevdirilemez.
Üstelik, Allah (c.c.) insanlara irâde hürriyeti vermiştir. Onlar, hak ile bâtıl
arasında seçim yapma hakkına sahiptirler. Bu seçimlerinin sonucu tamamen
kendilerini ilgilendirir. Herkes neticesine katlanmak şartıyla bâtılı da
seçebilir; kişilerin cehenneme gitme tercih ve özgürlüğü de vardır.
Ancak, bazı insanlar kendi
halinde bir din seçmekle kalmayıp başkalarına zorla kendi dinlerini benimsetmeye
çalışırlar. Kimileri, insanlar üzerinde hâkimiyet kurmak ister. Kimileri
İslâm'ın dâvetinin önünü kesmeye, insanların İslâm'a ulaşmasını engellemeye
çalışırlar. Kurdukları tuzak ve düzenlerle insanları kandırmaya, hak yoldan
saptırmaya, Allah'ın indirdiklerini bırakıp zulümle yönetmeye, halkın
gönüllerini işgal etmeye çaba gösterirler. Bazıları da, müslümanlara ve onların
yaşadıkları yerlere saldırıp topraklarını işgal etmek, insanlarını yönetimleri
altına almak isterler. İşte bu gibi durumlarda "cihad" gündeme gelmektedir.
Müslümanlara veya onların
yaşadıkları topraklara düşmanları saldırdığı zaman, müslümanlar sessiz mi
kalsın? Allah'ın dinine hakaret edilirken, insanlar zorla veya hile ile
İslâm'dan uzaklaştırılırken; müslümanlar hiç bir şey yapmasın mı? Birtakım
zâlimler, halka, zayıf bırakılmışlara zulmederken, müslümanlar başlarını kuma mı
gömsünler? Güçlüler ve zenginler yeryüzüne istedikleri gibi yön versinler,
fitneyi artırsınlar, insanları sömürsünler, onların zenginliklerini
yağmalasınlar ama müslümanlar aldırmasınlar mı? Allah'a kul olmak isteyen nice
iyi niyetli insanın önüne şeytanî tuzaklar kurulsun da, müslümanlar kıllarını
kıpırdatmasınlar, bu doğru olur mu?
Kaldı ki cihad yalnızca
mü'minlerin dış düşmana karşı yaptıkları bir savunma değildir. Cihad, aynı
zamanda kişinin kendi nefsinin kötü isteklerine karşı direnmesi, İblisin
kandırmalarına karşı koymasıdır. Bu ise mü'minin hayatı boyunca yapması gereken
bir ‘mücahâde'dir. Çünkü gerçek müslümanlık, ancak şeytana uymamakla, nefsin
kötü emirlerine karşı çıkmakla yerine getirilir. Müslümanların kendilerini,
dinlerini ve vatanlarını korumak için onlara farz kılınan cihad emrini yanlış
anlayanlar, cihadsız bir İslâm istiyorlar. Onlar, yeryüzünde diledikleri gibi at
koşturacaklar, istediklerini yapacaklar, hatta müslümanlara yön vermeye
kalkışacaklar, ama müslümanların bir tepkisi olmayacak. Böylesine sessiz,
tepkisiz, pısırık bir din istiyorlar.
Şeytan ve onun yardımcıları
olduğu ve bazı insanların yeryüzünü ifsat etmeleri, azıp sapmışların
çıkardıkları fitne (bozukluk, isyan, kâfirlik) devam ettiği müddetçe, cihad da
var olacak, cihada ihtiyaç duyulacaktır. Kıyâmete kadar kıyâm ve cihad ateşi
yanmaya devam edecektir.
[1]
[1]
Hüseyin K. Ece, İslam'ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 111-112. Ahmet
Kalkan, İslam Akaidi: 333-334. Ahmet Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri.
Cihadın Amacı ve
Kapsamı:
Cihadın gâyesi, toplumdaki
fitneyi kaldırmak, zulümleri önlemek, insanlara Allah'ın adını
ulaştırabilmektir. Hak bayrağını yüceltmektir. İnsanları baskılardan ve
zulümlerden kurtarmaktır. İslâm ile insanların arasındaki engelleri ortadan
kaldırmaktır. Onların rahat bir şekilde İslâm'ı tanımalarına fırsat vermektir.
İslâm savaş realitesini göz
ardı etmez. Çünkü savaşın tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Savaş bazen arzu
edilmese de kaçınılmaz olur. Müslümanlar asla mal toplamak, toprak ele geçirmek,
insanlara hükmetmek, onlara karşı büyüklük taslamak, onları öldürmek,
zenginliklerini yağmalamak, insanlardan intikam almak için cihad etmezler.
Bunların hiçbiri İslâm'da yoktur. İslâm, savaşı, ekonomik, sosyal ve siyasal
hegemonya aracı olmaktan kurtararak insanî hedeflerin gerçekleşmesinde,
gerektiği zaman başvurulacak bir metod olarak kabul eder. Burada dikkat edilmesi
gereken önemli bir nokta da şudur: Başkalarının savaşları özünde profandır. O
harpler dünyalık amaçlar uğrunda yapılırken, İslâm'ın cihadı Allah rızâsı için
yapılır ve özünde âhirete âit boyut vardır.
Bu anlamda cihad, bir
ibâdettir. Çünkü cihad İslâm'ı, yani Allah'ın insanlar için seçtiği iki dünya
saâdetini insanlara taşıma çalışmasıdır. İnsanları zulmün ve tuğyânın
karanlıklarından, İslâm'ın aydınlığına bir dâvettir. İnsanlara o nûru ulaştırma
faâliyetidir. Bu nedenle cihada bir ‘yürek fethi' gayreti de denilir. Yani
karanlıkta kalan insanların gönüllerini İslâm'a ve onun güzelliklerine açma
çabası.
İslâm dâvetinin amacı
insanlardan bazılarının diğerleri üzerinde rableşmesini önlemek, hakların
sahiplerine ulaşmasını sağlamak ve onları huzura, mutluluğa ulaştırmaktır.
Ancak bazen insanla bu mutluluk arasına maddî veya mânevî engeller girebilir. Bu
engeller kimi zaman fiziksel, kimi zaman düşünsel; bazen bireysel, bazen
toplumsal, bazen de kurumsal olabilir. Bu engeller kimi zaman resmî odaklar
tarafından tezgâhlanabilir.
Günümüzde insanlık, mesâfelerin
ve yerleşim alanlarının yakınlığına, iletişimin son derece artmasına rağmen, bir
iletişimsizliği, bir yalnızlığı yaşıyor. Aynı mahalleyi, aynı apartmanı, hatta
aynı mekânı paylaşan kişiler arasında bile bir yabancılık söz konusu. Yürekler
arasındaki bağlar ve ünsiyet azaldı. Onun yerine kalın duvarlar örüldü.
Cihad faâliyeti, saâdetin ta
kendisi olan İslâm'la insanlar arasına, giderek yürekler arasına konulan
engelleri, örülen duvarları ortadan kaldırma çalışmasıdır. İnsanları kendi
gerçekleriyle, Rablerinden gelen hakla ve bunun sonucu iki dünya mutluluğu ile
buluşturma, insanların yüreklerini İlâhî güzelliklere açma gayretidir.
Müslümanlar cihad faâliyeti ile insanlığın eskimez değerleri olan İslâm'ın
güzelliklerini insanlara, yine onun dilini kullanarak taşırlar. Onlar İslâm'ın
getirdiği mutluluğu fiilen tadarak, başka yüreklere de bu dâvâyı götürmek
isterler. Bu çalışmayı yapanlar insanı ‘Allah'ın indirdiği bir âyet-kitap'
olarak değerlendirirler. Onların da ‘vahy-i metluv -okunan vahiy-' olan
Kur'an'la buluşmaları için çalışırlar.[1]
Görüldüğü gibi cihadın kapsamı
ve hedefi bazılarının sandığı gibi ne saldırı ne de savaştır. Ancak yeri gelince
dış düşmana karşı fiilî cihad dediğimiz ‘kıtâl/savaş' gündeme gelir.
Müslümanlara yapılan saldırılara cevap vermek, zâlimlerin zararlarına engel
olmak; İslâm'a inananların hem hakkı hem de görevidir. Cihad faâliyeti aynı
zamanda insanların kendi istekleriyle müslüman olmalarını sağlayacak bir ortamı
da hazırlar.
Kur'an-ı Kerim, cihad ve savaş
kavramlarını tamamen "Allah yolunda cihad" (fî sebîlillâh) şeklinde
kullanmaktadır. Öyleyse Allah rızâsının dışına çıkan bir savaş İslâm'ın
emrettiği cihad değildir.
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in bütün
peygamberlik hayatı, bir cihad faâliyetidir. Çünkü onun görevi bir peygamber
olarak insanlara Allah'ın dinini tebliğ etmek, insanların İslâm ile iki dünya
saâdetine kavuşmalarını sağlamaktı. Onun bu uğurdaki çabası, gayreti, çektiği
sıkıntılar, hedefi ve beklentileri; cihad ibâdetinin boyutlarını gösterir.
Ancak "canla cihad/kıtâl",
İslâm tarihinde ilk defa Peygamberimizin ve müslümanların Medine'ye hicret edip
bir toplum ve devlet kurmalarından sonra farz oldu. Bilindiği gibi Mekkeliler,
müslümanları İslâm'dan döndürmek için her yolu denediler, başaramayınca onları
Mekke'den sürüp çıkardılar. Bununla da kalmayıp onları Medine'de de öldürmek,
yok etmek için ordular hazırladılar. Böyle bir ortamda müslümanlara kendilerini
savunmak için ‘kıtâl-savaş' izni verildi. Nefisle/canla cihadın müslümanlara
farz kılınış şekli, cihad anlayışını ortaya koymaktadır. Bu konuyu yanlış
anlamak isteyenlere de net bir cevap vermektedir.[2]
Müslümanlar savaş istemezler.
Ama kendilerine saldırı olursa sabırla direnirler, mallarıyla ve canlarıyla
Allah yolunda çaba gösterirler.
[3]
[1]
M. İslamoğlu, Yürek Fethi, s: 36-43.
[2]
Tevbe: 9/12-13; Bakara: 2/216; Hacc: 22/39.
[3]
Bakara; 2/190-192; Hüseyin K. Ece, İslam'ın Temel Kavramları, Beyan
Yayınları: 112-114. Ahmet Kalkan, İslam Akaidi: 334-336. Ahmet Kalkan,
Kur'an Kavram Tefsiri.
Cihadın Fazileti:
Allah, kendi yolunda cihad
etmeyi emrediyor. Bu yolda canlarıyla ve mallarıyla çalışanları övüyor.[1]
Allah yolunda mücâdele eden mücâhidelerin dereceleri, evlerinde oturanlardan
daha yücedir.[2]
Peygamberlerle beraber Allah yolunda yılmadan, gevşemeden mücâdele eden sabırlı
Rabbânîleri sever.[3]
Allah yolunda cihad edenler ‘şehid' olabilirler ama onlar ölmezler, Allah
katında diridirler.[4]
Peygamberimiz (sas.) sayısız
hadislerinde cihad etmenin, Allah yolunda çaba harcamanın çok sevap olduğunu
haber vermektedir:
"Allah yolunda cihad ediniz.
Çünkü Allah yolundaki cihad, Cennet kapılarından bir kapıdır ki, Allah (cc) onun
sebebiyle (mücahidi) hüzün ve kederden korur."[5]
Ebu Sa'id (ra) anlatıyor;
Rasûlüllah (sav)'a bir gün şöyle sordular:
"- Ey Allah'ın Rasûlü!
Insanların en faziletlisi kimdir?" Şu cevabı verdi:
"- Allah yolunda malıyla,
canıyla cihad eden mü'min kişi."
"- Sonra kim?" diye tekrar
soruldu. Bu sefer;
"- Issız köşelerden bir
tenhaya Allah korkusuyla çekilip, insanları kendi kötülüklerinden koruyan
kimsedir" şeklinde cevap verdi.[6]
"Kim ki cihad etmeden veya
cihad etme arzusunu duymadan ölürse münafıklar gibi ölmüş olur."[7]
Allah yolunda cihad edenler
‘şehid' olurlar ve onlar ölmezler, Allah katında diridirler.[8]
Dinimizin müslümanlara farz
kıldığı cihadın fazileti ve bu emri yerine getirenlerin Allah katında
ulaşacakları yücelikler Kur'an-ı Kerim'de şöyle haber verilmektedir:
"Allah Teâlâ, Cennet'e
karşılık müminlerin canlarını ve mallarını satın aldı. Onlar Allah yolunda
savaşırlar. Savaş meydanında şehît ve gazi olurlar. Allah'ın bu öyle bir vâdidir
ki, Tevrat'ta da, İncil'de de, Kur'an'da da sabittir. Kim Allah'tan daha çok
vadini yerine getirir? Yaptığınız bu hayırlı alış verişten dolayı sevinin. İşte
büyük kurtuluş budur." (et-Tevbe: 9/111)
"Ey mü'minler! Sizi çetin
bir azabdan kurtaracak bir ticaret yolu göstereyim mi? O da şudur: Allah'a ve
Rasûlüne iman eder ve Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla savaşırsınız. Bir
bilseniz bu iş sizin için ne kadar hayırlıdır. Bu takdirde Allah sizin
günahlarınızı mağfiret eder, altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn
Cennetlerindeki hoş konutlara koyar. İşte büyük kurtuluş budur." (es-Saf:
6/10-12).
Cihadın fazileti hakkında Hz.
Peygamber (s.a.s.) de şöyle buyurur:
"Rasûlullah'a:
"-hangi iş daha hayırlıdır?"
diye soruldu.
"Allah'a ve Peygamberine
iman etmektir." dedi.
"-Sonra hangisi faziletlidir,
denildi:
"Allah yolunda cihaddır"
cevabım verdi sonra
"hangisidir?" sorusuna karşı
da:
"-Makbûl olan hac'dır,"
buyurdu."[9]
Abdullah b. Mes'ud şöyle
anlatıyor: "Rasûlullah'a:
-Yâ Rasûlallah, Allah katında
hangi iş daha sevimlidir? diye sordum.
–"Vaktinde kılınan
namazdır", dedi.
-Sonra hangisidir? dedim.
"-Anne ve babana iyilik
etmendir", buyurdu.
Sonra hangisidir? sorusuna da:
"-Allah yolunda cihaddır",
cevabını verdi."[10]
Ebû Zerr (r.a.)'den
şöyle rivayet edilmiştir:
"-Ya Rasûlallah,
hangi amel daha faziletlidir?" dedim.
"Allah'a
iman etmek ve onun yolunda savaşmaktır." buyurdu.[11]
Bir adam
Peygamberimiz (s.a.s.)'e geldi ve:
"-İnsanların
hangisi efdaldir?" diye sordu. Rasûlullah:
"-Allah
yolunda malı ve canı ile cihad eden mümin kişidir."
buyurdu.[12]
Elde silâh, din ve İslâm diyarı uğrunda
hudut boylarında nöbet beklemenin asil bir görev olduğunu ve bunun Allah
Teâlâ'yı ziyadesiyle memnun ettiğini bildiren Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle
buyurmuştur:
"Hudut ve İslâm diyarının
muhafazası için bir gün, bir gece nöbet beklemek, bir ay (nafile olarak) gündüz
oruç tutup gece namaz kılmaktan daha hayırlıdır."[13]
"İki çeşit gözü, Cehennem
ateşi yakmaz: Biri Allah korkusundan ağlayan göz; diğeri Allah yolunda nöbet
beklerken uyumayan göz."[14]
[1]
Enfâl: 8/72; Tevbe: 9/41.
[2]
Nisâ: 4/95.
[3]
Âl-i İmrân: 3/146.
[4]
Bakara: 2/154; Âl-i İmrân: 3/169.
[5]
A. bin Hanbel, 5/214.
[6]
Müslim, İmâre 122, 123, 127, Hadis no: 1888, 3/1503; Ebu Davud, Cihad 5,
Hadis no: 2485, 3/5; Ibni Mace, Fiten 3, Hadis no: 3978, 2/1316; Buharí,
Cihad 2; Nesâí, Zekât74, 5/62; Tirmizí, F. Cihad.
[7]
Müslim, İmare 158, Hadis no: 1910, 3/1517; Ebu Davud, Cihad 18, Hadis no:
2502, 3/10; Nesâí, Cihad2, 6/7.
[8]
Bakara: 2/154; Âli İmran: 3/169; Hüseyin K. Ece, İslam'ın Temel Kavramları,
Beyan Yayınları: 114-115. Ahmet Kalkan, İslam Akaidi: 336-337. Ahmet Kalkan,
Kur'an Kavramları.
[9]
Buhâri, İman: 18.
[10]
Buhârî, Cihad: 1.
[11]
Riyâzü's-Sâlihîn: 2/531.
[12]
Buhârî, Cihad. 2.
[13]
Müslim, İmâre: 163; Tirmizî, Cihad: 2.
[14]
Tirmizî, Fezâilü'l-Cihad: 12. Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/310.
Neye
Karşı Cihad?
Cihad üç şeye karşı yapılır:
1- Açık bir düşman
saldırısına karşı,
2- Şeytanın hilelerine
karşı,
3- Nefsin şeriata aykırı
isteklerine karşı.
Açık bir
düşmana karşı cihadın da iki yönü vardır:
a- Mü'minlere saldıran
kâfirler ve münâfıklara karşı; Bunlarla cihadın da kolaydan zora doğru dört
aşaması vardır:
1- Gönülden râzı olmama,
2- Onların yaptıklarına
karşı çıkma, dil ile kötülüklerini önlemeye çalışma,
3- Mal ve diğer meşrû
maddî araçları kullanarak onların zararlarını savma çabası,
4- Son olarak bedenle,
el ve diğer araçlarla onların saldırılarını ve zararlarını önlemeye çalışma,
yani kıtâl/fiilî savaş.
b- Zâlimlere karşı cihad;
Zâlimin yanında hak olan şeyi söylemek, onun zulmüne engel olmaya çalışmak bir
cihaddır. Nitekim Kur'an-ı Kerim, "bizi bu zâlimlerden kurtarın diye
yalvaranlar uğruna cihad edin" (Nisâ: 4/75) diye emrediyor.
[1]
[1]
Hüseyin K. Ece, İslam'ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 115. Ahmet
Kalkan, İslam Akaidi: 337. Ahmet Kalkan, Kur'an Kavramları.
Genel Olarak Cihad:
Hz. Âdem (as)'dan itibaren
bütün peygamberler, insanları, Allahû Teâla (cc)'ya teslim olmaya ve
yüklendikleri emâneti edâ etmeye dâvet etmişlerdir. Nitekim Kur'ân-ı Kerım'de:
"Biz emâneti göklere, yere ve dağlara arz (ve teklif) ettik de, onlar bunu
yüklenmekten çekindiler, bundan endişeye düştüler. İnsan(a gelince, o tuttu)
emâneti sırtına yüklendi." (Ahzab: 33/72) hükmü beyan buyurulmuştur.
Müfessirler bu âyette geçen emanetin, Allahû Teâla (cc)'nın tekliflerinin
tamamına verilen bir isim olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.[1]
İbn-i Abbas (ra)'dan gelen rivayette de, şu noktalar üzerinde durulmuştur:
"Emânet Allahû Teâla (cc)'ya taattır, kulluktur. Hz. Âdem (as), Allah (cc)'a
emânetin ne olduğunu sormuş, O da: "İyilik edersen mükâfat , kötülük edersen
ceza görürsün" buyurmuştur. Hz. Âdem (as) kendi rızasıyla emâneti yüklenmiştir."[2]
Fıkıh usûlünde emânet Allahû Teâla (cc)'nın gerek kendi hukuku, gerek
yarattıklarının hukuku ile ilgili insanlara yüklendiği vazifelerin tamamına
verilen bir isimdir.[3]
Emanetin tabiî sonucu olan cihad, salih bir amel ve ibadettir.
Cihad Arapça bir kelime olup,
cehd veya cühd kökünden gelir. Lugatta: "Güç ve gayret sarfetmek, meşakkat,
amelde mübalağa etmek ve zahmet (eziyyet)" gibi mânâlara gelir.[4]
İslâmî ıstılâhta "Allahû Teâla (cc)'nın dini için; can, mal, dil ve diğer
vasıtalarla elden gelen güç ve gayreti sarfetmeye cihad denilir."[5]
tarifi esas alınmıştır. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Müşriklerle, malınızla,
canınızla ve dilinizle cihad ediniz."[6]
buyurduğu bilinmektedir.
Cihad kelimesi (terim olarak);
küffarla savaş sırasında gayret sarfetmek mânâsına kullanıldığı gibi, nefis,
şeytan ve fasıklarla mücadele için de kullanılır. Şimdi bu nokta üzerinde kısaca
duralım. Hz. Câbir (ra)'dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte, nefisle cihadın
önemi belirtilmiştir. Hadis-i şerif şudur: "Peygamber (sav) bir gazadan geldi
de,
`Hoş geldiniz!.. Ama küçük
cihaddan büyüğe geldiniz' buyurdular. Ashab
`Büyük cihad nedir?' diye
sordu. Rasûlullah (sav):
`Kulun hevâ ve hevesi ile
mücadelesidir.' buyurdu."[7]
Mükellefin (teklife muhatab
olan insanın) kendisini Allahû Teâla (cc)'ya ibadetten alıkoyan her şeyi
terketmesine zühd denilmiştir. Hevâ ve heveslerini bir kenara bırakıp, ihlasla
ibadet eden kimseye zâhid denilir. Abdullah İbn-i Mesûd (ra)'dan rivayet edilen
şu hadis-i şerif, Resûl-i Ekrem (sav)'in dünya hayatını nasıl değerlendirdiğinin
bir belgesidir:
"Rasulullah (sav) bir hasır
üzerinde uyumuşlardı. Uykudan kalktı, fakat hasır vücudunda iz bırakmıştı. Bunun
üzerine
`Ya Rasulallah!.. Size bir
yatak tedarik etsek olmaz mı?' dediler. Rasulullah (sav):
`Benim dünya ile ne işim
var? Ben dünyada bir ağaç altında gölgenip de bırakıp giden bir yolcu gibiyim.'
buyurdu."[8]
Zühd ve takva hayatını esas
alan her mü'minin; Resûl-i Ekrem (sav)'in sünnetine riayet etmesi ve cihadın
bütün unsurlarını edâya çalışması şarttır. Nefisle cihadı; insanın hevâ ve
hevesleriyle mücadelesi şeklinde vasıflandırmak mümkündür.'
Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey iman
edenler!.. Hep beraber sulhû selâma girin!.. (Sakın) şeytanın adımları ardına
(itaat ederek, izine) düşmeyin. Çünkü o (şeytan) sizin apaçık bir
düşmanınızdır." (Bakara; 2/208) buyurulmuştur. Dolayısıyla şeytanı açık bir
düşman bilmek ve onun ordusuyla (hizbu'ş şeytanla) cihad etmek farzdır. Gerek
nefisle, gerek şeytanla yapılacak cihad'da, kalbin ameli ön plandadır.
Muttaki bir mü'min diliyle de
cihad etmek durumundadır. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Nefsimi yed-i kudretinde
tutan Allah'a andolsun ki; siz ya iyiliği emredip, kötülükten vazgeçirmeye
çalışırsınız, ya Allah kendi katından sizin üzerinize bir azap gönderir. O zaman
dua edersiniz, fakat dualarınız kabul edilmez."[9]
buyurduğu bilinmektedir. Fukaha emr-i bi'I-ma'ruf ve nehyi ani'I-münker'in cihad
olduğu hususunda müttefiktir. İhtilâf edilen husus; "iyiliklerin emredilmesi ve
kötülüklerin yasaklanması ilim, kuvvet ve ihtisas isteyen bir konudur.
Dolayısıyla bu hizmetin her mükellef tarafından yapılıp yapılamayacağı"
meselesidir.[10]
İbn-i Abidin Reddü' l-Muhtar
isimli eserinde: "Cihadın fazileti pek büyüktür. Nasıl büyük olmasın ki; bir
müslüman bu sayede Allah'a yaklaşmak için onun uğrunda nefsine meşakkatlerin en
ağırını yüklemekte ve aziz varlığı olan canını fedâ etmektedir. Bununla beraber
nefsini devamlı olmak üzere ibâdet ve taatlara hasreder, onu hevâ ve heveslerine
tâbi olmaktan men etmek cihaddan da güçtür."[11]
diyerek, önemli bir inceliğe işaret etmiştir.
Silâhlı mücadeleye (kıtal)
gelince; muhakkak ki bu cihadın en üst şubesidir. Resûl-i Ekrem (sav) fiilen
savaşa çıkmış ve küfrün önderlerinden Ubey b. Halef'i mızrağıyla vurmuştur.
Savaş meydanlarında yiğitliğin ve cesaretin mahiyetini ortaya koymuştur.
Kelime-i Şehadet getiren her
mü'min, hakimiyetin kayıtsız ve şartsız Allahû Teâla (cc)'ya ait olduğunu ikrar
ve tasdik etmiştir. Bu ikrar ve tasdik, tabii olarak, ihlasla Allahû Teâla (cc)'ya
ibadeti beraberinde getirir. Cihad da bir ibadettir.
Kur'ân-ı Kerîmde: "Müşrikler
sizinle nasıl topyekûn harp ediyorlarsa, siz de onlarla topyekûn harp ediniz."
(Tevbe: 9/36) hükmü beyan buyurulmuştur. İslâm ûleması: "Müşriklerle ve
kâfirlerle yapılması emredilen cihad'ın sebebi, onların müslümanlara karşı savaş
açmış olmalarıdır. Dolayısıyla cihad, kâfirlerin meydana getirdiği fesadı
ortadan kaldırmak ve mukavemetlerini kırmak için meşrû kılınmıştır."[12]
hükmünde ittifak etmiştir. Müslümanlar yeryüzünde haksız yere insan kanının
dökülmesini ve fesadın yayılmasını kabul etmezler.
Şurası muhakkaktır ki; Ömer
Nasûhi Bilmen (rha)'in tâbiriyle "Din-i İslâm cihanşûmül bir dindir. Kendi
müntesiplerinin tam bir istiklâl dairesinde yaşamalarını bir gaye bilir."[13]
Mustevli kâfirlerle ve (kan içici) müstekbirlerle sürekli savaşı gündemde tutmak
ve bunun farz-ı ayn olduğunu ilân etmek zaruridir. İmam-ı Serahsi: "Cihaddan
maksad, müslümanların emniyet içerisinde bulunmaları, din ve dünya işlerini
yürütme (edâ edebilme) imkânına kavuşmalarıdır"[14]
diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir.
Allahû Teâla (cc)'nm
indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere hüküm icad eden
tâğûtî güçlerle savaşmak bir ibadettir. Bu ibadeti terketmenin vehâmeti ve azabı
ağırdır. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Herhangi bir müslüman gaza yapmadan (savaşmadan)
ve onu gönlünden geçirmeden ölürse, nifakın bir şubesi üzerine ölür."[15]
buyurduğu bilinmektedir. Emperyalist ve müstevli kâfirlere karşı cihad farz-ı
ayndır. Bu asla unutulmamalıdır.
[16]
[1]
Mecmuatu't-Tefasir, İst. 1979, c. V, sh. 142-143. Ayrıca bkz. İmam
Celâlüddin es-Suyuti, Tefsirû'l Kur'ân'il Azyim, Beyrut, ty., c. II, sh.113.
[2]
İbn-i Kesir, Tefsirû'! Kur'ân'il Azyim, Beyrut 1969, c. III, sh. 591.
[3]
Molla Hüsrev, Mer'at el-Usûl fi Şerhi'l Mirkat elVüsûl, İst.1307, c. I, sh.
590 vd.
[4]
Râğıb el-Isfahani, Müfredat fi Garibi'1 Kur'ân, İst: 1986, Kahraman Yay., sh.142.
[5]
İmam-ı Kasani, el-Bedaiû's-Senai fi Tertibi'ş-Şerai, Beyrut:1974, c. VII, sh.
97. Ayrıca bkz. Râgıb el-Isfahani, a.g.e., sh.142; İbn-i Abidin, Reddü'l-Muhtar
Ale'd-Dürri'l-Muhtar, İst.1983, c. VIII, sh. 369.
[6]
Zebidî, Sahih-i Buhari Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Ank.1978,
c. II, sh. 397.
[7]
İbn-i Abidin, a.g.e., c. I, sh. 68.
[8]
Sünen-i Tirmizi, İst:1401, Çağrı Yay., Kitabû'z-Zühd: 44, c. IV, sh. 588-589
Had. No: 2377. Aynca Muhyiddin-i Nevevi, Riyazü's-Salihin, Ank.1970, c. I,
sh. 515 Had. No: 488.
[9]
Sünen-i Tirmizi, İst.1401, c. IV, sh. 468 K. Fiten: 9 Had. No: 2169. Ayrıca
İmam Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c. V, sh. 388.
[10]
Geniş Bilgi için Yusuf Kerimoğlu, Emanet ve Ehliyet, İst.1985, c. II, sh.
306-307.
[11]
İbn-i Abidin, a.g.e., c. VIII, sh. 370.
[12]
İbn-i Hümam, Fethû'l Kadir, Beyrut: 1316, c. IV, sh. 280. Aynca İmam-ı
Kasani, a.g.e., c. VII, sh. 97.
[13]
Ömer Nasûhi Bilmen, Hukuk-u İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu,
İst.1976, c. III, sh. 357 Madde: 234.
[14]
İmam-ı Serahsi, el-Mebsut, Beyrut: ty., c. X, sh. 3.
[15]
Sahih-i Müslim, İst: 1410, Çağrı Yay. K. İmare: 47,c. II, sh. 1517, Had. No:
158. Ayrıca Sünen-i İbn-i Mace, Sünen-i Nesai, Sünen-i Darimi.
[16]
Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar, İnkılap Yayınları: 84-88.
Cihadsız Hayat,
Yaşanmamış Demektir
Arapça "cihad" kelimesi bir
amaca ulaşmak için kişinin elinden gelen çabayı sarfetmesi anlamına gelir.
"(Kutsal) Savaş" ile eş anlamlı değildir, bundan daha geniş bir anlamı vardır ve
her tür çabayı içerir. Mücâhid ise her zaman idealini elde etmeye çalışan, onu
dili ile, kalemi ile tebliğ eden ve onun yolunda tüm kalbi ve bedeni ile çalışan
kimsedir. Kısacası o, tüm gücünü ve kaynaklarını bu ideali elde etmek için
harcar ve ona karşı çıkan tüm güçlerle savaşır; o kadar ki hayatını bile bu
yolda fedâ etmekten kaçınmaz. Böyle bir kimsenin çabası ve gayreti teknik olarak
cihaddır. Buna karşı, bir müslüman tüm bunları Allah'ın ortaya koyduğu hayat
biçimini hâkim kılmak ve O'nun kelâmını yüceltmek için belli ahlâkî sınırlamalar
dâhilinde, Allah yolunda yapmak zorundadır. Müslüman cihad ederken bundan başka
bir gâyeye sahip olmamalıdır. İşte bu şekilde, müslümanın cihadının "kâfirleri
ortadan kaldırmak için açılmış genel bir savaş" olmadığı açığa kavuşur.[1]
Cihad, İslâm'ın yükselmesi, korunması ve yayılması için her türlü çalışmada
bulunmak, uğraşmak, gayret sarfetmek ve bu yolda sıcak ve soğuk savaşa
girmektir. Daha açık bir ifâde ile Allah (c.c.) tarafından kullarına verilmiş
olan bedenî, malî ve zihnî kuvvetleri Allah yolunda kullanmak, o yolda feda
etmektir. İnsanın maddî-mânevî bütün varlığını Allah yolunda ortaya koyarak
Hakk'ın düşmanlarını ortadan kaldırmak için savaşması "cihad"dır.
İslâm'da cihad farzdır. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor:
"Hoşunuza gitmese de düşmanla savaşmak üzerinize farz kılındı."
(Bakara: 2/216).
"Herhangi bir fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla
çarpışın." (Bakara: 2/193).
"Allah'a ve âhiret gününe inanmayan kişilerle savaşınız."
(Tevbe: 9/29).
"Sizinle toptan savaştıkları gibi siz de müşriklerle savaşınız. "
(Tevbe: 9/36).
Hz.
Peygamber (s.a.s.) de: "Cihad kıyâmete kadar devam edecek bir farzdır"[2]
buyurmuştur.
Yalnız, bu farz bazı hallerde farz-ı ayın; bazı hallerde ise farz-ı kifâyedir.
Müslümanlar içinden sadece bir grup cihadın gâyesini gerçekleştirebiliyor,
müslümanların yurt, mal, ırz, nâmus ve haysiyetlerini düşmanlara karşı
koruyabiliyorsa o takdirde cihad farz-ı kifâye olmuş olur ve diğer müslümanların
üzerinden sorumluluk kalkar. Şayet fert fert gücü yeten her müslümanın düşmana
karşı koyma gereği varsa o zaman farz-ı ayın olur; herkesin bizzat cihâd etmesi
icab eder.
Cihâdın gâyesi, yeryüzünden fitneyi kaldırmak ve hakkı yüceltmektir. İslâm'da
savaş, intikam, öldürme yağma, baskı ve zulüm yapmak için değil: bunları ortadan
kaldırmak için yapılır. Müslüman olmayanları zorla İslâm'a sokmak yoktur.
Cihad'dan maksat, insanları baskılardan kurtarmak, İslâm'ın yüce gerçeklerini
onlara duyurmak ve kendi rızâlarıyla müslüman olabilecekleri ortamları
hazırlamaktır.
İslâm'ın gayesi toprak ele geçirmek değildir. O yalnız bir bölge ve kıta ile
yetinmez. İslâm bütün dünyanın saâdet ve refahını düşünür. Bütün insanlığa,
kendisinin beşerî sistemlerden ve diğer dinlerden daha üstün âlemşumul/evrensel
bir din olduğunu göstermek ister. Bu yüce maksadı gerçekleştirmek için
müslümanların bütün güçlerini seferber eder. İşte bu bitmeyen cehd ve uğraşmaya,
büyük bir enerji ile çalışma işine ve meşrû bütün yollara başvurma gayretine
cihad denir. Yeryüzünde zorbalar, bâtılın ve fitnenin devamını isteyenler, şirk
ve müşrikler ile küfür sistemleri var oldukça, onların yeryüzünde yayacakları
kötülüklerine karşı bir emniyet olan cihad da devam edecektir. Bu bakımdan
cihadın İslâm'da önemli bir yeri vardır. Hz. Peygamber, kendisine hangi amelin
daha faziletli olduğu sorulduğunda, "İman ve Allah yolunda cihad"[3]
buyurarak cihadın imandan hemen sonra geldiğine, imanın cihadla varlığını
sürdüreceğine işaret etmişlerdir. Ayrıca Allah yolunda savaşanları, gâzîlik ve
şehidlik rütbesine erenleri öven ve onlar için büyük nimetler ve dereceler
bulunduğunu haber veren birçok âyet ve hadis vardır.
Müslümanlar savaşı istemezler.
Ama savaş vukû bulunca sabır ve metanetle savaşırlar. Zira Hz. Peygamber
(s.a.s.): "Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz. Fakat düşmanla karşı
karşıya gelirseniz sabrediniz, direniniz."[4]
buyurmuştur. Müslümanlar savaş anında Allah'a güvenir ve Allah'ın
kendileriyle beraber olduğunu bilirler. Onun şu buyruğunu hiç akıllarından
çıkarmazlar.
"Ey peygamber; sana da sana
tâbi olan müminlere de Allah yeter." (el-Enfâl: 8/64)
İslâmiyet'e göre cihad, bize
harp açanlara[5]
verdikleri sözü tutmayıp tekrar dinimize saldıranlara[6],
Allah'a ve ahiret gününe inanmayarak, Allah ve Peygamberin haram kıldığı şeyleri
haram kabul etmeyenlere karşı[7],
yeryüzünde fitneyi söküp atmak ve Allah'ın dinini hâkim kılmak[8]
gayesi ile meşrû kılınmıştır.
Müslümanlar savaş için düşman
memleketine girip bir şehri veya bir kaleyi muhasara ettikleri zaman, önce
onları İslâm'a davet ederler. Kabul ederlerse kendileriyle savaşmazlar. Şayet
İslâm'ı kabul etmezlerse İslâm devletine cizye vergisi vermesini isterler.
Verirlerse mal ve can güvenliğini elde ederler. Bunu da kabul etmezlerse geriye
savaşmak kalır.
Bu durumda cihad için şu
şartlar gerekir:
a- Düşman, İslam'a
girmeleri için yapılan çağrıyı yahut cizye vermeyi reddetmiş olmalıdır.
b- Müslümanlarla düşman
arasında herhangi bir anlaşma sözkonusu olmamaktır.
c- Müslümanlarda cihad
için gerekli askerî güç siyasî otorite bulunmalıdır.
Bütün bu hususlar bir araya
geldiğinde cihadın farziyeti gerçekleşir. O zaman düşmanla yapılacak savaşta
şehirler yakılabilir, insanlar öldürülebilir ve düşmanın savaş gücü her şekilde
zayıflatılmaya çalışılır. Yalnız kadın, çocuk, kötürüm, yaşlı ve körler
öldürülmez. Barış, İslam devleti için uygun olduğu zaman yapılabilir. Düşmana
hiç bir şekilde silâh vb. savunma vasıtası satılamaz. Bir müslüman topluluğu
kâfirlere emân verirse, bunlarla, yeryüzünde fesat çıkarma ve İslâm'a saldırma
durumu hariç, savaşılmaz. Cihad, bizzat sıcak bir savaş olacağı gibi normal
şartlarda mal, dil ve kalple de yapılabilir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
"Müminler Allah ve Rasûlüne
iman ederler, sonra da şüpheye düşmezler. Hak yolunda malları ve canları ile
cihad ederler. İşte sadakat sahibi kimseler bunlardır." (el-Hucûrât: 49/15)
Hz. Peygamber (s.a.s.) ise
şöyle buyurmuşlardır:
"Müşriklerle mallarınızla,
canlarınızla ve dillerinizle cihad ediniz. Allah benden evvel hiç bir
ümmete bir nebi göndermemiştir ki, ümmet içinde kendisine yardımcı olan
havârîlere, yerleştirdiği geleneklere göre hareket eden arkadaşlara ve
emirlerine itaat eden dostlara sahip olmamış olsun. Sonra bunları bir nesil
takip eder. Onlar yapmadıklarını söyler, emredilmeyen işleri yaparlar. Bunlarla
eli ile fiilen mücadele eden mümindir, dili ile mücadele eden mümindir kalbi ile
mücahede eden mümindir. Bunun dışında kalanların hardal tanesi kadar da olsa
imanları yoktur"[9]
"Şüphesiz ki mümin kılıcı ve
dili ile cihad eder."[10]
İslâmiyet'in ilk devrelerinde
müminlere İslâm düşmanlarına karşı yumuşak davranmaları, eziyetlerine
katlanmaları müdafaa kasdıyla da olsa karşılık vermemeleri; sadece öğüt vererek
İslâm'a davet yolunu takip etmeleri emredilmiştir. Bir ayet-i kerimede, "Siz,
şimdilik, Allah onlar hakkındaki emrini getirinceye kadar affedin, hoş görün.
Şüphesiz ki Allah her şeye kâdirdir." (el-Bakara: 2/109) buyurulmuştur.
Çünkü o zaman müslümanlar sayı ve imkân bakımından son derece zayıftı. Düşmana
karşı koyacak güçleri yoktu. Müslümanların adedi ve kuvveti biraz daha çoğalınca
kendilerine ve akidelerine karşı direnenlerle savaşmalarına izin verildi.
Müslümanlar büsbütün güçlenip düşmanları mağlup edecek seviyeye gelince de cihad
müsaadesi verildi. "Artık saldırıya uğrayan müminlere zulme uğratıldıkları
için cihad etme izni verildi..." (el-Hacc: 22/39). Bu izin Medine döneminde
olmuştur.
Ayrıca Allah Teâlâ'nın
"Allah uğrunda gereği gibi cihad edin." (el-Hacc: 22/79), buyruğuyla,
müslümanların nasıl davranması gerektiği belirlenmiştir. "Müminler ancak
Allah'a ve Peygamberine iman eden, sonra şüpheye düşmeyen; Allah uğrunda
mallarıyla, canlarıyla cihad edenlerdir. İşte onlar doğru olanlardır." (el
Hucurât: 49/15) ayetinden de cihadın mal ve canla yapılacağını öğreniyoruz.
Cihad konusundaki diğer ayet ve hadisler de göz önüne alındığında, cihadın
başlıca şu çeşitlere ayrıldığını görürüz[11]:
[1]
Mevdûdi, Tefhimu'l Kur'an, 2/218.
[2]
Ebû Davûd, Cihad, 33.
[3]
Tecrîd-î Sarîh Tercümesi, 7/445.
[4]
Buharî, Cihad: 112, 156, Müslim, Cihad: 19, 20; Ebû Davud, Cihad: 89.
[5]
el-Bakara: 2/190.
[6]
et-Tevbe: 9/12-13.
[7]
et-Tevbe: 9/29.
[8]
el-Bakara: 2/19.
[9]
Müslim, İman: 20.
[10]
İbn Hanbel, Müsned: 6/387.
[11]
Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/307-309.
1-
Nefs'e Karşı Cihad:
Şüphesiz en güç cihad, insanın
nefsiyle ve nefsinin arzularına karşı yaptığı cihaddır. Müslüman, gerçek cihadı
nefsine karşı verir. Nefsine karşı cihadı kazanamayan, düşmanın karşısına çıkmak
için kendisinde güç ve cesaret bulamaz. Hz. Peygamber Tebük seferinden dönüşte
ashabına şöyle buyurmuştu: "Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz."[1]
Bu hadisinde Hz. Peygamber, en kalabalık bir ordu ile katıldığı Tebük seferini
"küçük cihad" olarak vasıflandırırken; nefse karşı verilecek mücadeleyi "büyük
cihad" olarak nitelendirmektedir. "Hakiki mücahid nefsine karşı cihad açan
kimsedir."[2]
hadîsi de aynı manayı ifade etmektedir.
Aynı meâlde başka hadis-i
şerifler de vardır. Bütün bunlar bize, insanın nefsi ile, nefsinin boş ve
mânâsız, hatta gayr-ı meşrû istekleri ile mücadele etmesinin cihad olarak
değerlendirildiğini göstermektedir.[3]
Müslümanın kendi aşırı
isteklerini sınırlamak için çaba göstermesi, takva sahibi olması, nefse karşı
yapılan cihadtır.
[4]
[1]
Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ': 1/425.
[2]
Tirmizî, Cihad: 2.
[3]
Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/309.
[4]
Hüseyin K. Ece, İslam'ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 115.
İlim İle Cihad:
Cihad'ın başka bir çeşidi de ilim ile yapılan cihaddır.
Dünyadaki bütün kötülüklerin sebebi cehalettir. Hakk'a ulaşmak isteyen herkesin
cehaletten kurtulması, ondan uzaklaşması gerekir.
Bilginin ortaya koyduğu
delillerin gönüller üzerinde icra ettiği tesiri silâh gücü ile temin etmek
mümkün değildir. Onun için şöyle buyurulmuştur:
"Ey Muhammed! İnsanları
Rabbi'nin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış.
Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları
da en iyi bilir." (en-Nahl: 16/125).
Temeli ilim yoluyla tebliğ ve
davete dayanan İslâmiyette, bu tebliğ faaliyetinin adı "ilim ile cihad"dır. Bu
usûle "Kur'an ile cihad" da denilir. En güzel mücadele şekli Kur'an'ın mücadele
şeklidir. Bunun için Cenâb-ı Hak: "Sen kâfirlere uyma, uyanlara karşı Kur'an
ile büyük bir cihadla cihad et." (el-Furkan: 25/52) buyurmuştur. Ayet-i
kerimede Kur'an ile cihadın "büyük cihad" olarak belirtilmesi, Kur'an'ın ilim
ile cihad konusuna ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Hak ve hakikatı, en
tehlikeli zamanda bile, hiç bir şeyden korkmadan ve çekinmeden olduğu gibi
söylemek de bir çeşit cihaddır. Rasûlullah (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurmuştur:
"Zalim bir hükümdar
karşısında hak ve adaleti açıkça söylemek, büyük bir cihaddır."[1]
Cahillik, kötülüklerin
kaynağıdır. Hakkı ve O'nun güzel yolunu tanıyan kötülüklere düşmez. Kötü
insanlara ve zalimlere doğru bilgi ve Kur'an'ın hikmetleri, güzellikleri
ulaştırılırsa, onların kötülüğü azaltılabilir.
[2]
[1]
İbn Mâce, Fiten: 4011. Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/309.
[2]
Hüseyin K. Ece, İslam'ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 115.
Mal İle Cihad:
Mal ile cihad, Allah Teâla'nın
insana ihsan etmiş bulunduğu mal ve servetin yine Allah (c.c.) yolunda
harcanması demektir.
Bilindiği gibi dünyada her iş para ile yapılmaktadır.
Hakkın korunması ve zafere ulaşılması da yine paraya bağlıdır. Bunun için mal
ile cihadın önemi büyüktür. Müslümanların, İslâm'ın yücelmesi hakkın muzaffer
olması için her türlü mal, servet ve paralarını bu yolda fedâ etmeleri mal ile
cihaddır.
Hz. Peygamber'in, mal ile cihad
hususundaki teşvik edici sözleri ashabı kiramı harekete geçirmiş ve kendileri
yoksulluk içinde sıkıntılı bir hayat geçirirken, mal ile cihad farizasını edâ
edebilmek için elde avuçta ne varsa getirip Rasûlullah'a vermişlerdir. Bu konuda
Kur'an-ı Kerîm'de de pek çok ayeti kerîme vardır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"İman edip hicret eden,
Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad eden, (mücâhidlere) yer veren ve
yardım edenlerin hepsi birbirinin vekilidir." (el-Enfal: 8/72)
"...Allah yolunda
mallarınızla, canlarınızla savaşın. Bilseniz bu sizin hakkınızda ne kadar
hayırlıdır." (et-Tevbe: 9/41)
"Allah, mallarıyla,
canlarıyla mücadele edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır."
(en-Nisâ: 4/95)
[1]
Mü'min sahip olduğu imkanları
Allah yolunda harcayabilir, Allah yolunda çalışanlara, kötülükle savaşanlara
destek olabilir.
[2]
[1]
Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/309.
[2]
Hüseyin K. Ece, İslam'ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 115.
4- Dil İle Cihad:
Mü'min elinden geldiği kadar
günah ve kötü olan işleri ortadan kaldırmak, kötü insanları kötülüklerden vaz
geçirmek için diliyle anlatır, öğüt verir. Peygamberimiz (sav) şöyle buyuruyor:
"Müşriklere karşı
mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad edin."[1]
Umretü'l Kaza sırasında
Abdullah b. Revâha (ra)'nın Hz. Muhammed (sav) huzurunda Kureyşlileri hicveden
şiir okumasını Hz.Ömer (ra) hoş karşılamayarak engel olmuştu. Bunun üzerine
Rasûlüllah (sav) ona şöyle demişti:
"Ey Ömer, Abdullah'ı serbest
bırak, onun hicivleri Kureyş'i oktan daha çabuk etkilemekte, yaralar
açmaktadır."[2]
Dil ile cihad; her türlü ilmí
ve edebí çalışmaları, tanıtım ve bilgilendirme faaliyetlerini, karşı tez
geliştirmeyi, zararlı propagandalara cevap vermeyi, düşünsel ve bilimsel alanda
yetkin bir mücadeleyi de kapsar. Bunun metodu ve araçları zamana ve şartlara
göre değişebilir. Allah'ın diniyle mücadele edenlerin şeytaní hileleri bilinip
ona göre çalışma yapılmalı. Günümüzde çok yaygın hale gelen meşru eğitim ve
iletişim araçları insanların gönüllerini İslâma ısındırmak, onların yüreklerine
İslâmın diriltici soluğunu ulaştırmak amacıyla kullanılabilir.
[3]
[1]
Ebu Davud, Cihad: 18,
Hadis no: 2504, 3/10; Nesâí, Cihad: 1, 6/7.
[2]
Nak. Kütübü Sitte: 5/67.
[3]
Hüseyin K. Ece, İslam'ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 115-116.
5-
Beden İle Cihad:
Cihad, müslümanlara farzdır.
Her müslümanın nefsi ile, ilim ve malı ile sürekli cihad yapması, böylece dinin
korunması, Hakk'ın galip kılınması için çalışması gerekir. Bazen "İ'lây-ı
kelimetullah" yani Allah adının yüceltilmesi dinin korunup yayılması içinde elde
silâh düşmanla savaşmak icab edebilir. Bu en büyük cihaddır ve müslümanlara
farzdır. Hattâ cihad denildiği zaman ilk akla gelen husus, düşmanla sıcak savaşa
girmektir.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"Sizinle savaşanlarla; Allah
yolunda siz de savaşın. Fakat haksız yere saldırmayın." (el-Bakara: 2/190)
Bu ilâhi emir Allah yolunda,
İslâm uğrunda savaşmanın ve İslâm yurdunu düşmana karşı korumanın cihad olduğunu
bize ifade etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de bir hadis-i şeriflerinde;
ganimet elde etmek, şan ve şöhrete ulaşmak, mevki ve makam elde etmek için
yapılan savaşın cihad olmadığını, cihadın, Allah (c.c.)'ın adının yüceltilmesi (İ'lây-ı
kelimetullah) için yapılan savaş olduğunu haber vermiştir.
[1]
Mü'min gerekirse bedeniyle,
canıyla Allah yoluna çıkar, çalışır, çaba sarfeder, Allah adını yüceltmek için
gayret eder. Canını Allah yolunda vermekten çekinmez.
Mü'minler İslâma aykırı olmayan
bütün araçları kullanarak; bugün özelde müslümanları, genelde bütün insanlığı
tehdit eden, onların mutluluğuna engel olan kötülüklerle mücadele etmeli ve
insanlara İslâmın güzelliklerini ulaştırmalıdırlar. İnsanlığın gerçekten bu
çabaya, bu çalışmaya her zamankinden daha fazla ihtiyacı bulunmaktadır.
[2]
[1]
Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/309-310.
[2]
Hüseyin K. Ece, İslam'ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 116.
Savaşsız Bir Dünya Mümkün müdür?
Çağımızda bir takım gruplar her
ne kadar savaşsız bir dünyanın özlemini dile getirmekte ve bunun için açık veya
gizli savaş aleyhtarı faaliyetler sürdürmekte iseler de, bu hiç bir zaman,
binlerce yıldan beri devam eden gerçeği değiştirmeyecek ve savaşlar sürüp
gidecektir. Cenâb-ı Hak bu değişmez gerçeği aşağıdaki ayet-i kerîmede bize haber
vermiştir:
"Hoşunuza gitmediği halde,
savaş size farz kılındı. Hoşunuza gitmeyen bir Şey, hakkınızda hayırlı olabilir.
Hoşunuza giden bir şey de, hakkınızda kötü olabilir. Bunları Allah bilir, siz
bilemezsiniz." (el-Bakara: 2/216).
"Savaşan, ancak kendi öz
canı için savaşmış olur. Allah hiç bir şeye muhtaç değildir." (el-Ankebut:
29/6).
İslâm dini müslümanlara şerefli
bir hayat yaşatmayı hedef edinmiştir. Bu sebeple bu dinin emrettiği savaş,
savunma savaşı, zâlimlerden mazlumları kurtarma savaşı, her yere adalet götürme
savaşı ve müslümanların haysiyetini koruma savaşıdır. Kur'an-ı Kerîm'de:
"Kendilerine karşı savaş
ilân olunduğunda zulme uğrayanlara cihad etmeleri için izin verildi. Hak Teâlâ
onlara yardıma hakkıyla kadirdir." (el-Hac: 22/39) buyurulup meşrû savunma
savaşına izin verilirken her an savaşa hazır olmak da emredilmiştir.
Savaşın önemini ısrarla belirten İslâm dini ve onun yüce
kitabı, barışın da gereğine işaret etmekte, barış teklifi düşmandan geldiği
takdirde taviz vermeden teklifin yerine getirilmesini istemektedir:
"Eğer onlar
barış isterlerse sen de onu kabul et. Allah'a güven ve dayan. Her şeyi işiten,
herşeyi hakkıyla gören O'dur. Onlar seni aldatmak isterlerse, şunu kesin olarak
bil ki, Allah sana yeter. Seni yardımlarıyla ve müminlerle destekleyen O'dur."
(el-Enfâl: 8/63).
İslâm,
müslümanlara yapılan tecavüzlerin hiç birinin karşılıksız bırakılmamasını
istemektedir:
"O halde,
size karşı tecavüz edenlere siz de aynıyla mukabele edin."
(el-Bakara: 2/194).
Yeryüzünde
fitne kalmayıncaya kadar müslümanların cihada devam etmelerini isteyen İslâm,
savaş hukukunu da en güzel şekilde tanzim etmiştir. Allah Teâlâ'nın:
"Andlaşma
yaptığınızda Allah'ın ahdini (andlaşma hükümlerini) yerine getirin."
(en-Nahl: 16/91)
"Haddi
aşmayın, Allah haddi aşanları sevmez." (el-Bakara,
2/190) buyurması; Peygamber Efendimiz'in cephe gerisinde bulunan kadın, çocuk,
ihtiyar ve din adamlarının öldürülmemesini, savaşçılara işkence edilmemesini
çapulculuk yapılmamasını istemesi, İslâm savaş hukukunun temel kuralları
olmuştur.
[1]
[1]
Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/310.
Cihadın Gerekliliği:
Görüldüğü gibi cihad ilâhi bir
emir olup kadın erkek bütün müslümanlara farzdır. Bu farzı yerine getirenler
Cenâb-ı Hakk'ın hoşnutluğunu kazanacak ve ahirette yüce mertebelere
ulaşacaklardır.
Cenâb-ı Hak:
"Siz de düşmanlara karşı
gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve (cihad için) başlanıp beslenen atlar
hazırlayın" (el-Enfâl: 8/60) buyurarak müslümanlara her zaman cihad için
hazırlıklı olmalarını emretmiştir.
İşte bütün bu ayet ve
hadislerin ışığında cihad, dünya ve dünya malı için olmayan, Kelîme-i Tevhîd'in
kabulü ve gönüllere yerleşmesi için gösterilen cehd ile bunun neticesinde
kazanılan kardeşliğin adıdır. Cihad; insanları, kula kul olmaktan kurtarıp
Allah'a kul etmeğe davet edişin ve bu uğurda çekilen sıkıntıların adıdır. Cihad,
insanları, sınıf, zümre, parti ve bütün beşeri hegemonyalardan kurtarıp Allah'ın
hâkimiyeti altına gönül rızası ile davet etmenin adıdır. Kinsiz, kansız ve mutlu
bir İslâm toplumu oluşturmak için gösterilen ihlaslı hareketin adıdır. Cihad,
her ferdin, kendisini günahlardan arındırıp Allah'a istiğfar etmesi, Allah'a
yönelmesi, Allah'a yönelen insanlardan oluşan bir dünya kurması ve bu dünyada
kendisi ve insanlar için yalnız Allah'ın hâkimiyetini istemesi ve bunun için
devamlı hareket halinde olmasıdır. Cihad, eskiden yapılan ve pişmanlık duyulan
bütün yanlış işlerin aksini yapma gücüdür. Cihad, zimmete geçirilen bütün
hakları geri iade edebilmektir.
Cihad, terkedilen hukukullahı
telâfi etmektir. Cihad, nefis ve bedendeki her türlü taklidi terk etmektir.
Rasûlullah (s.a.s.)'ın torunu
Hz. Hasan der ki: "Adam Allah uğrunda cihad eder. Halbuki bir kılıç vurmamış
bulunur. Sonra Allah uğrunda cihadın hakkı da; hak ve ihlâsa yakın bulunması,
haksızlıktan ve kötü niyetlerden gücü yettiği oranda kusur ve ilgisizlikten uzak
bulunmasıdır."
Cihad, insanları baskı ve
zorlamadan korumak ve kurtarmaktır. Zorlama ve baskı olmayan İslâm'a, insanları
davet ederek Allah'ın adını yüceltmektir. Cihad, herkesi, mensubu olduğu
akîdeden zorla çıkarmaya çalışmayıp, hakkın kabulü ve yayılışına engel olmak
isteyen ve gücünün yettiğine baskı yapan hak düşmanlarının kovulması ve her
türlü engelin kaldırılması ile, sağlam kalp ve dosdoğru düşünen bir akıl için
belirlenmiş en güzel nizamı, yani İslâm'ı hâkim kılmaktır. Cihad, Hz. Peygamber
(s.a.s.)'in yaşayıp tebliğ ettiği İslâm'a yapışarak Allah yolunda kendini ve.
malını feda etmiş, orta yolu seçmiş, aşırılıktan sakınmış ilâh olarak Allah'ı ve
onun hâkimiyetini tanımış, İslâm'ı bütün dinlerin üstünde ve tamamlanmış tek din
kabul ederek bu dini müdafaa ve yaşanılır kılmak için çalışmak demektir. Bunun
için İslâm'da mutlak surette, öldürme, intikam, din değiştirmeye zorlama yoktur.
Düşmanı yenmek, onun kuvvet ve gücünü bertaraf edip, dinde serbest olarak
Allah'ın hükmüne tabi tutmaktır ki, işte Allah'ın adını yüceltmek için yapılan
cihad şekillerinden birisi de budur.
Cihad, ne bir savunma savaşı ne
düşmana saldırıda bulunup onu imha etme savaşıdır. Kıtal ve kan dökme değildir.
Yahut bir üstünlük ve egemenlik kurarak insanları boyunduruk altına alma savaşı
da değildir.
İnsanlarla mücadele ve insanlar
arası savaş ilişkilerini anlatan pek çok kelime varken, İslâm bu kelimeleri
cihad kavramı yerine kullanmadı. Meselâ, harp, kıtal, ezâ kelimeleri cihad
kelimesinin yerini tutmamaktadır. İslâm niçin eskiden Araplar'ın kullandığı harp
vb. gibi kelimeleri almadı da yepyeni bir ifade olan cihad tabirini aldı. Bunun
birinci sebebi, harp tabiri şahsi menfaatler, polemik oyunlar için ateşi
sönmeyen, yangını çağlar boyu milletlerin, kabilelerin içinden çıkmayan kıtal
anlamında kullanılmıştır. Harplerde genellikle, kişisel ve toplumsal kinler
hâkim olmuştur. Harplerde fikir endişesi, bir akîdeyi galip kılma çabası göze
çarpmaz.[1]
[1]
Şamil İslam Ansiklopedisi: 310-311.
Cihad
Allah İçindir ve Allah Yolundadır:
İslâm'da cihad, hedefsiz, gayesiz bir savaş değildir.
İslâm'da cihad yalnız Allah yolunda olur. Bu şart, cihaddan ayrılmaz. İslâm'ın
kendi hedeflerine varmak için niçin harp veya başka bir kelimeyi değil de; "cihad"
kelimesini seçtiğini belirtirken, cihadın diğer kelimelerden farklı olduğunu
ifade ettik. Bu farklılığı sağlayan bir hususiyet de "Allah yolunda" ifadesinin
ve kavramının cihad kelimesinin içinde bulunmasındandır. "Allah yolunda" tabiri
de İslâm'ın kendi mefkûresi için kullandığı terimler sözlüğünden bir terimdir.
Bu terimi de bir çok kişi yanlış anlamış, halkı İslâm inancına boyun eğdirip,
İslâm'ı kabul ettirip bunun için zorlamak olduğu düşüncesini "Allah yolunda
cihad" olarak düşünmüşlerdir.
Gerçekte, "Allah yolunda"
terimi, İslâm kavramları içinde onların düşündüğünden çok geniş bir anlam
belirtir. "Allah yolunda cihad" batılıların anladığı manada kutsal bir savaş
değildir. İslâm nazarında, toplumun fayda ve mutluluğu için, geçici dünya
arzusunda bulunmadan yapılan her hareket "Allah yolunda"dır.
Allah'ın sana verdiği malları
geçici dünyalık faydalar umarak sarfedersen bu "Allah yolunda" olmak değildir.
Ama sırf Allah rızası için, bildiğin muhtaçlara yardım edersen şüphesiz ki bu
"Allah yolunda" bir iştir. İşte bu "Allah yolunda" terimi, yalnız İslâm'a
mahsus; maddi menfaat ve arzulardan uzak, sırf Allah rızası umulan davranışlar
için kullanılır. Bunu yapan kimse bilir ki mümin. kardeşlerinin saadeti için
yaptığı her iş Allah rızası içindir. Müminin geçici dünya hayatında istediği tek
husus Allah Teâlâ'nın rızasını kazanmaktan başka bir şey değildir. İşte yüce
Allah, bu anlama işaret etmek için cihadı, "Allah yolunda" kaydıyla
sınırlamıştır. İslâm'ın istediği de budur. Müslüman topluluk veya fert, batıl ve
beşerî sistemleri yıkıp, yerine İslâm akîdesine dayalı bir sistemi getirirken,
harcayacakları çabaları ve yapacakları her türlü fedakârlıkları, kişisel
çıkarlardan, nefsânî arzulardan uzak tutmalıdır. Bütün çırpınmalarının karşılığı
olarak, hak ölçülerine uygun, adaletli bir sistemi getirmekten başka bir şey
gözetmemelidirler. Mümin, yaptığı şeylerin karşılığını bu dünyada beklemez.
Allah'ın kelâmını yüceltmek için, bu bitmeyen mücadelenin, dinmeyen savaşın
karşılığında; mal, mülk, şan, şeref, rütbe, geçici dünyalık elde etme düşüncesi
aklından geçmez.
"İnananlar Allah yolunda
savaşırlar, küfredenler ise tâğût yolunda savaşırlar..." (en-Nisâ: 4/76).
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki,
Allah, ancak kendi rızası için olan cihadı kabul eder. Nefsânî arzulardan,
kavmiyetçi kinlerden, kabilecilik taassubundan kopan savaşı değil...
Yeryüzündeki her canlı, hayatını devam ettirmek için çırpınıp durur. Fıtrî
gayesine ulaşmak için gece gündüz demeyip çalışır. fakat müslümanın çırpınış ve
çalışması başka gayelere yöneliktir. O, yani, İslâm'a inanıp, onun sistemine
bağlanan kimse, her şeyden önce İslâm inkılâbının gayesi olan Hakkı getirmek
için canla başla, malla Allah yolunda cihad eder. Bütün gücüyle şer güçleri
yıkmak, fitne ve fesat tohumlarının yeryüzünde yayılmasına engel olmak için
çalışır. "Fitne yok olup din ve hâkimiyet yalnız Allah'ın oluncaya kadar" cihad
eder. İşte İslâmî cihad budur.
[1]
[1]
Şamil İslam Ansiklopedisi: 311-312.
Kur'ân-ı Kerim'de
Cihad Kavramı
Cihad kelimesi Kur'an'da farklı
şekillerde kırk bir yerde geçmektedir. Bunlardan 33'ü kavram anlamındaki cihadla
ilgilidir. Mü'minler Allah yolunda, kâfirler ise tâğut yolunda savaşırlar.[1]
Allah, kendi yolunda cihad etmeyi emretmektedir.[2]
Bu yolda canlarıyla ve mallarıyla çalışanları övmektedir.[3]
Allah yolunda mücâdele eden mücâhidlerin dereceleri, evlerinde oturanlardan daha
yücedir.[4]
Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerin dereceleri çok yüksektir,
mükâfâtları boldur.[5]
Allah, peygamberlerle beraber Allah yolunda yılmadan, gevşemeden cihad eden
sabırlı Rabbânîleri sever.[6]
Mü'minler, dünyayı, içindekileri, meskenleri cihaddan çok severlerse, Allah
onlara cezâ verir.[7]
Allah (c.c.) cihad emri ile mü'minleri imtihan etmektedir.[8]
Allah yolunda cihad edenler ‘şehid' olabilirler ama onlar ölmezler, Allah
katında diridirler.[9]
Silâhlı/canla cihad, bize harp açanlara[10],
verdikleri sözü tutmayıp tekrar dinimize saldıranlara[11],
Allah'a ve âhiret gününe inanmayarak, Allah ve Peygamberin haram kıldığı şeyleri
haram kabul etmeyenlere karşı[12],
yeryüzünde fitneyi söküp atmak ve Allah'ın dinini hâkim kılmak[13]
gâyesi ile meşrû kılınmıştır.
"İman edenler ve hicret edip
Allah yolunda cihad edenler var ya, işte bunlar, Allah'ın rahmetini umabilirler.
Allah ğafûr ve rahîmdir." (Bakara: 2/218)
"Yoksa Allah içinizden cihad
edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi
sandınız?" (Âl-i İmrân: 3/142)
"Nice peygamberler vardı ki,
beraberinde Allah erleri bulunduğu halde savaştılar da, bunlar, Allah yolunda
başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler; boyun eğmediler.
Allah sabredenleri sever." (Âl-i İmrân: 3/146)
"İki ordunun karşılaştığı
gün sizin başınıza gelenler, Allah'ın dilemesiyle olmuştur ki, bu da, mü'minleri
ayırdetmesi ve münâfıkları ortaya çıkarması için idi. Bunlara: ‘Gelin, Allah
yolunda çarpışın; yahut karartınızla düşmana gözdağı olun' denildiği zaman,
‘Harbetmeyi bilseydik, elbette sizin peşinizden gelirdik' dediler. Onlar o gün,
imandan çok kâfirliğe yakın idiler. Ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı
söylüyorlardı. Halbuki Allah, onların gizledikleri niyeti çok iyi bilir.
(Evlerinde) Oturup da kardeşleri hakkında, ‘bize uysalardı öldürülmezlerdi'
diyenlere, ‘eğer doğru sözlü insanlar iseniz, canlarınızı ölümden kurtarın
bakalım!' de. Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın! Bilakis onlar
diridirler; Allah'ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli
bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek
ve henüz kendilerine katılmamış olan şehid kardeşlerine de hiçbir keder ve korku
bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar." (Âl-i İmrân: 3/166-170)
"Bir kısım insanlar
mü'minlere, ‘düşmanlarınız size karşı toplandılar; aman sakının onlardan!'
dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha artırmış ve ‘Allah bize yeter.
O ne güzel vekîldir' demişlerdir." (Âl-i İmrân: 3/173)
"Rableri, onların duâlarını
kabul etti. (Dedi ki:) Ben, erkek olsun kadın olsun -ki hep birbirinizdensiniz-
içinizden, çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım. Onlar ki,
hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, Benim yolumda eziyete uğradılar,
çarpıştılar ve öldürüldüler; andolsun, Ben de onların kötülüklerini örteceğim ve
onları içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bu mükâfat, Allah
tarafındandır. Allah, mükâfatın en güzeli kendi nezdinde olandır." (Âl-i
İmrân: 3/195)
"Ey iman edenler! İhtiyatlı
davranın; bölük bölük savaşa çıkın, yahut (gerektiğinde) topyekün savaşın."
(Nisâ: 4/71)
"O halde, dünya hayatını
âhiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda
savaşır da öldürülür veya gâlip gelirse Biz ona yakında büyük bir mükâfat
vereceğiz." (Nisâ: 4/74)
"Size ne oldu da Allah
yolunda ve ‘Rabbimiz! Bizi, halkı zâlim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından
bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla' diyen zavallı erkekler,
kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz? (Buna hakkınız yok!)" (Nisâ:
4/75)
"İman edenler Allah yolunda
savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvâlar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O
halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı
zayıftır." (Nisâ: 4/76)
"Kendilerine ‘ellerinizi
savaştan çekin, namazı kılın ve zekâtı verin' denilen kimseleri görmedin mi?
Üzerlerine savaş yazılınca içlerinden bir grup insanlardan, Allah'tan korkar
gibi, yahut daha fazla bir korku ile korkmaya başladılar da; ‘Rabbimiz! Savaşı
bize niçin yazdın! Bizi, yakın bir süreye kadar ertelesen (daha bir müddet
savaşı farz kılmasan) olmaz mıydı?' dediler. Onlara de ki: ‘Dünya menfaati
önemsizdir, Allah'tan korkanlar için âhiret daha hayırlıdır, size kıl kadar
haksızlık edilmez. Nerede olursanız olun, ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam
kalelerde olsanız bile!..." (Nisâ: 4/77-78)
"Artık Allah yolunda savaş.
Sen, kendinden başkası (sebebiyle) sorumlu tutulmazsın. Mü'minleri de teşvik et.
Umulur ki Allah kâfirlerin gücünü kırar (güçleriyle size zarar vermelerini
önler). Allah'ın gücü daha çetin ve cezâsı daha şiddetlidir." (Nisâ: 4/84)
"Ancak, kendileriyle
aranızda antlaşma bulunan bir topluma sığınanlar, ne sizinle ne de kendi
toplumlarıyla savaşmak (istemediklerin)den yürekleri sıkılarak size gelenler
müstesnâ. Allah dileseydi onları başınıza belâ ederdi de sizinle savaşırlardı.
Artık onlar sizi bırakıp bir tarafa çekilir de sizinle savaşmazlar ve barışı
size bırakırlarsa bu durumda Allah size, onların aleyhinde bir yol(a girme
hakkı) vermemiştir. Hem sizden hem de kendi toplumlarından emin olmak isteyen
başkalarını da bulacaksınız. Bunlar her ne zaman fitneye götürülseler ona baş
aşağı dalarlar(daldırılırlar). Eğer sizden uzak durmaz, sulh işini size bırakıp
ellerini çekmezlerse onları yakalayın, rastladığınız yerde öldürün. İşte onlar
üzerine sizin için apaçık yetki verdik." (Nisâ: 4/90-91)
"Ey iman edenler! Allah
yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayıp dinleyin. Size selâm verene, dünya
hayatının geçici menfaatine göz dikerek 'sen mü'min değilsin' demeyin. Çünkü
Allah'ın nezdinde sayısız ganimetler vardır. Önceden siz de böyle iken Allah
size lutfetti; o halde iyi anlayıp dinleyin. Şüphesiz Allah bütün
yaptıklarınızdan haberdardır. Mü'minlerden -özür sahibi olanlar dışında-
oturanlarla malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah,
malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün
kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vaad etmiştir; ama mücâhidleri,
oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır. Kendinden dereceler,
bağışlama ve rahmet vermiştir. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir."
(Nisâ: 4/94-96)
"Ey Mûsâ! Onlar orada
bulundukları müddetçe biz oraya asla girmeyiz; şu halde sen ve Rabbin gidin
savaşın; biz burada oturacağız' dediler. Mûsâ: ‘Rabbim, ben kendimden ve
kardeşimden başkasına hâkim olamıyorum; bizimle bu fâsık/yoldan çıkmış toplumun
arasını ayır' dedi. Allah: ‘Öyleyse orası onlara kırk yıl yasaklanmıştır; (bu
müddet içinde) yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Sen de fâsık/yoldan çıkmış
toplum için üzülme' dedi." (Mâide: 5/24-26)
"Allah ve Rasûlüne karşı
savaşanların ve yeryüzünde (hak) düzeni bozmaya çalışanların cezâsı, ancak ya
acımadan öldürülmeleri, ya asılmaları, yahut el ve ayaklarının çaprazlama
kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki
rüsvaylığıdır. Onlar için âhirette de büyük azap vardır." (Mâide: 5/33)
"Ey iman edenler! Allah'tan
ittika edin/korkun. O'na vesile/yaklaşmaya yol arayın ve O'nun yolunda cihad
edin ki kurtuluşa eresiniz." (Mâide: 5/35)
"Ey iman edenler! Sizden kim
mürted olur/dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve Kendisini seven,
mü'minlere alçakgönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum
getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın
kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah'ın,
dilediğine verdiği lutfudur. Allah'ın lutfu ve ilmi geniştir." (Mâide: 5/54)
"Yahûdiler: ‘Allah'ın eli
bağlıdır (sıkıdır)' dediler. Hay dediği yüzünden eli bağlanası ve lânet olası!
Bilakis, Allah'ın elleri açıktır, dilediği gibi verir. Andolsun ki sana
Rabbinden indirilen, onlardan çoğunun azgınlığını ve küfrünü arttırır.
Aralarına, kıyâmete kadar (sürecek) düşmanlık ve kin soktuk. Ne zaman savaş için
bir ateş yakmışlarsa (fitneyi uyandırmışlarsa) Allah onu söndürmüştür. Onlar
yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar; Allah da bozguncuları sevmez." (Mâide:
5/64)
"Hatırlayın ki, siz
Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da, 'Ben peşpeşe gelen bin melek ile size
yardım edeceğim' diyerek duânızı kabul buyurdu. Allah bunu (meleklerle yardımı)
sadece müjde olsun ve onunla kalbiniz yatışsın diye yapmıştı. Zaten yardım
yalnız Allah tarafındandır. Çünkü Allah mutlak gâliptir, yegâne hüküm ve hikmet
sahibidir. O zaman katından bir güven olmak üzere sizi hafif bir uykuya
daldırıyordu; sizi temizlemek, şeytanın pisliğini (verdiği vesveseyi) sizden
gidermek, kalplerinizi birbirine bağlamak ve savaşta sebat ettirmek için
üzerinize gökten bir su (yağmur) indiriyordu. Hani Rabbin meleklere: 'Muhakkak
Ben sizinle beraberim; haydi iman edenlere destek olun; Ben kâfirlerin yüreğine
korku salacağım; vurun boyunlarına! Vurun onların bütün parmaklarına!' diye
vahyediyordu. Bu söylenenler, onların Allah'a ve Rasûlüne karşı gelmelerinden
ötürüdür. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, bilsin ki Allah, azâbı şiddetli
olandır. İşte bu yenilgi size Allah'ın azâbı! Şimdilik onu tadın! Kâfirlere bir
de cehennem ateşinin azâbı vardır. Ey mü'minler! Toplu halde kâfirlerle
karşılaştığınız zaman onlara arkanızı dönmeyin (Korkup kaçmayın). Tekrar
savaşmak için bir tarafa çekilme veya diğer bölüğe ulaşıp mevzî tutma durumu
dışında, kim öyle bir günde onlara arka çevirirse muhakkak ki o, Allah'ın
gazabını hak etmiş olarak döner. Onun yeri de cehennemdir. Orası, varılacak ne
kötü yerdir! (Savaşta) Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları;
attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı (onu). Ve bunu, mü'minleri güzel
bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allah işitendir, bilendir. Bu
böyledir. Şüphesiz Allah, kâfirlerin tuzağını bozar." (Enfâl: 8/9-18)
"Fitne ortadan kalkıncaya ve
din tamâmen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın! (İnkâra) son verirlerse
şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür." (Enfâl: 8/39)
"Ey iman edenler! Herhangi
bir topluluk ile (savaş için) karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah'ı çok
zikredin ki başarıya erişesiniz." (Enfâl: 8/45)
"Allah katında, yürüyen
canlıların en kötüsü kâfir olanlardır. Çünkü onlar iman etmezler. Onlar,
kendileriyle antlaşma yaptığın, sonra her defasında hiç çekinmeden ahitlerini
bozan kimselerdir. Eğer savaşta onları yakalarsan, ibret almaları için onlar ile
(onlara vereceğin cezâ ile) arkalarında bulunan kimseleri de dağıt." (Enfâl:
8/55-57)
"Onlara (düşmanlara) karşı
gücünüz yettiği kadar kuvvet, cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın,
onunla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin
bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda
ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız. Eğer
onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a tevekkül et, çünkü O
işitendir, bilendir." (Enfâl: 8/60-61)
"Ey Peygamber! Mü'minleri
savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüze (kâfire)
gâlip gelirler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfir olanlardan bin kişiye gâlip
gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur. Şimdi Allah, yükünüzü
hafifletti; sizde zayıflık olduğunu bildi. O halde sizden sabırlı yüz kişi
bulunursa, (onlardan) iki yüz kişiye gâlip gelir. Ve eğer sizden bin kişi
olursa, Allah'ın izniyle (onlardan) iki bin kişiye gâlip gelirler. Allah
sabredenlerle beraberdir." (Enfâl: 8/65-66)
"İman edip de hicret
edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (muhâcirleri)
barındırıp yardım edenler var ya, işte onların bir kısmı diğer bir kısmının
velîleridirler. İman edip de hicret etmeyenler ise, onlar hicret edinceye kadar
size onların mirasından hiçbir şey yoktur. Eğer onlar din hususunda sizden
yardım isterlerse, sizinle aralarında sözleşme bulunan bir kavim aleyhine
olmaksızın (o müslümanlara) yardım etmek üzerinize borçtur. Allah
yapacaklarınızı hakkıyla görmektedir." (Enfâl: 8/72)
"İman edip de Allah yolunda
hicret ve cihad edenler; (muhâcirleri) barındıran ve yardım edenler var ya, işte
gerçek mü'minler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır." (Enfâl:
8/74)
"Eğer antlaşmalarından sonra
yeminlerini bozarlar ve dininize saldırırlarsa, küfrün önderlerine karşı
savaşın. Çünkü onların yemin (diye bir şey)leri yoktur. (Onlara karşı
savaşırsanız) umulur ki küfre son verirler. (Ey mü'minler!) Verdikleri sözü
bozan, Peygamber'i (yurdundan) çıkarmaya kalkışan ve ilk önce size karşı savaşa
başlamış olan bir kavme karşı savaşmayacak mısınız? Yoksa onlardan korkuyor
musunuz? Eğer (gerçek) mü'minler iseniz, korkmanız gereken yalnızca Allah'tır.
Onlarla savaşın ki Allah, sizin ellerinizle onlara azap etsin, onları rezil
etsin, sizi onlara gâlip kılsın ve mü'min toplumun gönüllerine şifâ versin,
kalplerini ferahlatsın. Ve onların (mü'minlerin) kalplerinden öfkeyi gidersin.
Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Çünkü Allah her şeyi bilendir, hüküm ve
hikmet sahibidir. Yoksa siz, Allah sizden cihad edenlerle Allah, Peygamber ve
mü'minlerden başkasını kendilerine sırdaş edinmeyenleri bilmeden (siz böyle bir
imtihan geçirip iyiler ve kötüler müstehakını almadan başı boş) bırakılacağınızı
mı sandınız? Allah yaptıklarınızdan haberdardır." (Tevbe: 9/12-16)
"(Ey müşrikler!) Siz
hacılara su veren ve Mescid-i Hakam'ı onaran kimseyi, Allah ve âhiret gününe
iman edip de Allah yolunda cihad edenlerle bir mi tutuyorsunuz? Halbuki onlar
Allah katında eşit değillerdir. Allah zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez.
İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad
edenler rütbe bakımından Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de
işte onlardır." (Tevbe: 9/19-20)
"De ki: ‘Eğer babalarınız,
oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabânız, kazandığınız mallar,
kesâda uğramasından korktuğunuz ticâret, hoşlandığınız meskenler (evler,
konaklar, köşkler) size Allah'tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten
daha sevimli ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin.' Allah fâsıklar
topluluğunu hidâyete erdirmez." (Tevbe: 9/24)
"Kendilerine Kitap
verilenlerden Allah'a ve âhiret gününe iman etmeyen, Allah ve Rasûlünün haram
kıldığını haram saymayan ve hak dini (kendine) din edinmeyen kimselerle,
küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın." (Tevbe: 9/29)
"...Müşrikler nasıl sizinle
topyekün savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekün savaşın ve bilin ki Allah
takvâ sahipleriyle, (din düşmanlarına karşı korkaklık göstermekten) sakınanlarla
beraberdir." (Tevbe: 9/36)
"Ey iman edenler! Size ne
oldu ki, ‘Allah yolunda savaşa çıkın!' denildiği zaman yere çakılıp
kalıyorsunuz? Âhiret (hayatına) dünya hayatını tercih mi ediyorsunuz? Fakat
dünya hayatının faydası âhiretin yanında pek azdır. Eğer (size emrolunan bu
savaşa) çıkmazsanız, (Allah) sizi pek acıklı bir azap ile cezâlandıracak ve
yerinize sizden başka (emirlerine itaat edecek) bir kavim getirecek; siz (savaşa
çıkmamakla) O'na hiçbir zarar veremeyeceksiniz. Çünkü Allah her şeye kadirdir."
(Tevbe: 9/38-39)
"(Ey mü'minler!) Gerek
hafif, gerek ağır (kolay-zor, binekli-yaya, kuvvetli-zayıf, zengin-fakir,
ihtiyar-genç) olarak hep birlikte savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla
Allah yolunda cihad edin. Eğer anlıyorsanız, bu sizin için daha hayırlıdır."
(Tevbe: 9/41)
"Allah'a ve âhiret gününe
iman edenler, mallarıyla canlarıyla savaşmaktan (geri kalmak için) senden izin
istemezler. Allah takvâ sahiplerini çok iyi bilir. Ancak Allah'a ve âhiret
gününe iman etmeyen, kalpleri şüpheye düşüp kuşkular içinde bocalayanlar
(savaştan geri kalmak için) senden izin isterler. Eğer onlar (savaşa) çıkmak
isteselerdi, elbette bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların
davranışlarını çirkin gördü ve onları (böyle cihad gibi güzel bir amelden) geri
koydu; onlara, ‘oturanlarla (kadın ve çocuklarla) beraber oturun!' denildi. Eğer
içinizde (onlar da savaşa) çıksalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları
olmazdı ve mutlaka fitne çıkarmak isteyerek aranızda koşarlardı. Halbuki
içinizde de onlara iyice kulak verecekler vardır (bunları kuşkulandırıp büyük
bir fitne çıkarabilirlerdi). Allah zâlimleri gâyet iyi bilir." (Tevbe:
9/44-47)
"De ki: Siz bize iki
güzelliğin (şehidlik veya gâziliğin) birinden başkasını mı bekliyorsunuz?
Halbuki biz size Allah'ın ya kendi katından veya bizim elimizle bir azap
eriştirmesini bekliyoruz. Haydi bekleyin durun; biz de sizinle beraber
bekleyenleriz." (Tevbe: 9/52)
"Ey Peygamber! Kâfirlere ve
münâfıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer
cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!" (Tevbe: 9/73)
"Allah'ın Rasûlüne muhâlefet
etmek için (savaştan) geri kalanlar (münâfıklar, sefere çıkmayıp) oturmaları ile
sevindiler; mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad etmeyi çirkin gördüler ve
(savaşa çıkmak isteyenlere de); ‘bu sıcakta sefere çıkmayın' dediler. De ki:
‘Cehennem ateşi daha sıcaktır (ona nasıl dayanacaksınız?)' Keşke anlasalardı!"
(Tevbe: 9/81)
"Allah'a iman edin, Rasûlü
ile beraber cihad edin' diye bir sûre indirildiği zaman, onlardan servet sahibi
olanlar, senden izin istediler ve ‘bizi bırak, oturanlarla beraber olalım'
dediler. Geride kalan kadınlarla beraber olmağa râzı oldular, çünkü onların
kalplerine mühür vuruldu (dolayısıyla cihadda olan hikmet ve gâyeyi) onlar
anlayamazlar. Fakat Peygamber ve onunla beraber iman edenler, mallarıyla
canlarıyla cihad ettiler. İşte bütün hayırlar (dünyada zafer, âhirette cennet)
onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir." (Tevbe: 9/86-88)
"Allah ve Rasûlü için
(insanlara) öğüt verdikleri takdirde; zayıflara, hastalara ve (savaşta)
harcayacak bir şey bulamayanlara (savaşa katılmamalarından ötürü) bir günah
yoktur. Zira iyilik edenlerin aleyhine (kınanmasına) bir yol yoktur. Çünkü Allah
çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. Kendilerini bindirip sevk etmen için
sana geldiklerinde, ‘sizi bindirecek bir binek bulamıyorum' deyince, harcayacak
bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözleri yaş dökerek dönen kimselere
de (sorumluluk yoktur). Sorumluluk ancak, zengin oldukları halde, senden izin
isteyenleredir. Çünkü onlar geri kalan kadınlarla beraber olmaya râzı oldular.
Allah da onların kalplerini mühürledi, artık onlar (savaştan geri kalmanın
sonucunun ne olacağını) bilemezler. (Seferden) Onlara döndüğünüz zaman size özür
beyan edecekler. De ki: ‘(Boşuna) özür dilemeyin, size asla inanmayız. Çünkü
Allah, sizin haberlerinizden (aleyhimizde çevirdiğiniz dolaplardan çoğunu) bize
bildirmiştir. (Bundan sonraki) amelinizi Allah da görecektir, Rasûlü de. Sonra
görüleni ve görülmeyeni Bilen'e döndürüleceksiniz de yapmakta olduklarınızı size
haber verecektir. Onların yanına döndüğünüz zaman size, kendilerinden (onları
cezâlandırmaktan) vazgeçmeniz için Allah adına yemin edecekler. İşte o zaman
onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır. Kazanmakta olduklarına (kötü
işlerine) karşılık cezâ olarak varacakları yer cehennemdir. Onlardan râzı
olmanız için size yemin edecekler. Şâyet onlardan râzı olsanız bile Allah
fâsıklar topluluğundan asla râzı olmaz." (Tevbe: 9/91-96)
"Allah mün'minlerden
mallarını ve canlarını onlara (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır.
Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. (Bu,)
Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha
çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış
verişten dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kurtuluştur." (Tevbe:
9/111)
"Mü'minlerin hepsinin toptan
(savaş için) sefere çıkmaları doğru değildir. Onlardan her topluluktan bir grup
dinde (dinî ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri (savaştan)
döndüklerinde (onları Allah'ın azâbı ile) korkutmak için geride kalmalıdır.
Umulur ki, dikkatli olurlar. Ey iman edenler! Kâfirlerden size yakın olanlara
karşı savaşın ve onlar (savaş ânında) sizde bir sertlik bulsunlar, (onlara karşı
şiddetli ve çetin olun, sakın gevşeklik ve korkaklık göstermeyin). Biliniz ki
Allah takvâ sahipleriyle, (korkaklıktan) sakınanlarla beraberdir." (Tevbe:
9/122-123)
"Sonra şüphesiz Rabbin,
eziyet edildikten sonra hicret edip ardından da sabrederek cihad edenlerin
yardımcısıdır. Bütün bunlardan sonra Rabbin elbette çok bağışlayan, çok merhamet
edendir." (Nahl: 16/110)
"Kendileriyle savaşılanlara
(mü'minlere) zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi.
Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak sûrette kadirdir. Onlar, başka değil;
sırf ‘Rabbimiz Allah'tır' dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış
kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defetmeseydi,
mutlak sûrette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler,
havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım
edenlere muhakkak sûrette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, gâliptir."
(Hacc: 22/39-40)
"Allah uğrunda, O'na
yaraşacak şekilde hakkıyla cihad edin. Sizi O seçti; din husûsunda üzirinize
hiçbir zorluk yüklemedi..." (Hacc: 22/78)
"Kâfirlere boyun eğme ve
bununla (Kur'an ile) onlara karşı olanca gücünle büyük cihad ile cihad et, büyük
bir savaş ver!" (Furkan: 25/52)
"Cihad eden, ancak kendisi
için cihad etmiş olur. Şüphesiz Allah, âlemlerden müstağnîdir, hiçbir şeye
muhtaç değildir." (Ankebût: 29/6)
"Bizim uğrumuzda cihad
edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah,
muhsinlerlerle/iyi ve güzel davrananlarla beraberdir." (Ankebût: 29/69)
"De ki: ‘Eğer ölümden veya
öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanın size asla faydası olmaz!' (Eceliniz
gelmemiş ise,) o takdirde de, yaşatılacağınız süre çok değildir. De ki: Allah
size bir kötülük dilerse, O'na karşı sizi kim korur, ya da size rahmet dilerse
(size kim zarar verebilir)? Onlar, kendilerine Allah'tan başka ne bir dost
bulurlar ne de bir yardımcı. Allah, içinizden (savaştan) alıkoyanları ve
dostlarına, ‘bize katılın' diyenleri gerçekten biliyor. Zaten bunların sadece
pek azı savaşa gelir." (Ahzâb: 33/16-18)
"Mü'minler, düşman
birliklerini gördüklerinde, ‘işte Allah ve Rasûlünün bize vaad ettiği! Allah ve
Rasûlü doğru söylemiştir' dediler. Bu (orduların gelişi), onların ancak
imanlarını ve Allah'a bağlılıklarını arttırmıştır. Mü'minler içinde Allah'a
verdikleri sözde duran nice erler/yiğitler var. İşte onlardan kimi, sözünü
yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehidliği) beklemektedir.
Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir." (Ahzâb: 33/22-23)
"Allah, o inkâr eden
kâfirleri hiçbir şey elde etmeden öfkeleriyle geri çevirdi. Allah('ın yardımı)
savaşta mü'minlere yetti. Allah güçlüdür, mutlak gâliptir." (Ahzâb: 33/25)
"(Savaşta) İnkâr eden
kâfirlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihayet onlara iyice vurup
sindirince bağı sıkıca bağlayın (esir alın). Savaş sona erince de artık ya
karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin. Durum şu ki, Allah dileseydi,
onlardan intikam alırdı. Fakat sizi birbirinizle denemek ister. Allah yolunda
öldürülenlere gelince, Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmaz." (Muhammed:
47/4)
"İman etmiş olanlar ‘Keşke
cihad hakkında bir sûre indirilmiş olsaydı!' derler. Ama hükmü açık bir sûre
indirilip de onda savaştan söz edilince, kalplerinde hastalık olanların, ölüm
baygınlığı geçiren kimsenin bakışı gibi sana baktıklarını görürsün. Korktukları
başlarına gelsin! (Onların vazifesi) İtaat ve güzel sözdür. İş ciddiye bindiği
zaman Allah'a sadâkat gösterselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı
olurdu." (Muhammed: 47/20-21)
"Andolsun ki içinizden cihad
edenlerle sabredenleri belirleyinceye kadar ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar
sizi imtihan edeceğiz." (Muhammed: 47/31)
"Sakın gevşemeyin. Üstün
olduğunuz halde barışa dâvet etmeyin. Allah sizinle beraberdir. O amellerinizi
asla eksiltmez." (Muhammed: 47/35)
"Köre vebâl yoktur, topala
da vebâl yoktur, hastaya da vebâl yoktur (Bunlar savaşa katılmak zorunda
değildir). Kim Allah'a ve peygamberine itaat ederse, Allah onu altından ırmaklar
akan cennetlere sokar. Kim de geri kalırsa, onu acı bir azâba uğratır."
(Fetih: 48/17)
"Eğer kâfirler sizinle
savaşsalardı, arkalarına dönüp kaçarlardı. Sonra bir dost ve yardımcı da
bulamazlardı. Allah'ın, öteden beri süregelen kanunu budur. Allah'ın kanununda
asla bir değişiklik bulamazsın." (Fetih: 48/22-23)
"Eğer mü'minlerden iki grup
birbirleriyle savaşır/vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şâyet biri ötekine
saldırırsa, Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer
dönerse artık aralarını adâletle düzeltin ve (her işte) adâletli davranın.
Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever. Mü'minler ancak kardeştirler.
Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki merhamet
olunasınız." (Hucurât: 49/9-10)
"(Gerçek) Mü'minler, ancak
Allah'a ve Rasûlüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda
mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler/savaşanlardır. İşte doğrular ancak
onlardır." (Hucurât: 49/15)
"Ne oluyor size ki, Allah
yolunda infak edip harcamıyorsunuz? Halbuki göklerin ve yerin mîrâsı
Allah'ındır. Elbette içinizden fetihten önce infak eden ve savaşanlarla, daha
sonra infak edip savaşanlar bir değildir. Onların derecesi, sonradan infak eden
ve savaşanlardan daha büyüktür. Bununla beraber Allah hepsine de en güzel olanı
vaad etmiştir. Allah'ın yaptıklarınızdan haberi vardır." (Hadîd: 57/10)
"Onların (Münâfıkların)
kalplerinde sizin korkunuz, Allah'ın korkusundan fazladır. Böyledir, çünkü onlar
anlamayan bir topluluktur. Onlar müstahkem şehirlerde veya duvarlar arkasında
bulunmaksızın sizinle toplu halde savaşamazlar. Kendi aralarındaki savaşları ise
çetindir. Sen onları derli toplu sanırsın, halbuki kalpleri darmadağınıktır.
Böyledir, çünkü onlar aklını kullanmayan bir topluluktur." (Haşr: 59/13-14)
"Allah, sizinle din uğrunda
savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve âdil
davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adâletli olanları sever. Allah, yalnız
sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız
için yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa, işte
zâlimler onlardır." (Mümtehıne: 60/8-9)
"Allah, kendi yolunda
kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak savaşanları sever." (Saff: 61/4)
"Ey iman edenler! Sizi acı
bir azaptan kurtaracak ticâreti size göstereyim mi? Allah'a ve Rasûlüne iman
eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer
bilirseniz ki, bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin
günahlarınızı bağışlar, sizi zemîninden ırmaklar akan cennetlere, Adn
cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur.
Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah'tan yardım/zafer ve yakın bir fetih.
Mü'minleri bunlarla müjdele." (Saff: 61/11-13)
"Ey Peygamber! Kâfirler ve
münâfıklarla savaş, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir.
O gidilecek yer ne de kötüdür!" (Tahrîm: 66/9)[14]
[1]
Nisâ: 4/76.
[2]
Mâide: 5/35; Tevbe: 9/41; Hacc: 22/78; Bakara: 2/190; Nisâ: 4/76 vd.
[3]
Enfâl: 8/72; Tevbe: 9/41.
[4]
Nisâ: 4/95.
[5]
Saff: 61/10-12; Mâide: 5/5.
[6]
Âl-i İmrân: 3/146.
[7]
Tevbe: 9/24.
[8]
Âl-i İmrân: 3/142; Tevbe: 9/16.
[9]
Bakara: 2/154; Âl-i İmrân: 3/169.
[10]
Bakara: 2/190.
[11]
Tevbe: 9/12-13.
[12]
Tevbe: 9/29.
[13]
Bakara: 2/193.
[14]
Ahmet Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri.
Hadis-i Şeriflerde
Cihad Kavramı
"Allah yolunda cihad ediniz.
Çünkü Allah yolundaki cihad, Cennet kapılarından bir kapıdır ki, Allah onun
sebebiyle (mücâhidi) hüzün ve kederden korur."[1]
"Müşriklere karşı
mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad edin."[2]
"Cihad
kıyâmete kadar devam edecek bir farzdır"[3]
"Bu din, dâima ayakta duracak, Kıyâmet kopuncaya kadar da mü'minlerden bir grup
onun yolunda cihad edip savaşmaktan asla vazgeçmeyecektir."[4]
"Mekke'nin fethinden sonra artık hicret yoktur, fakat cihad ve niyet vardır..."[5]
"İçinden samimi şekilde
Allah yolunda cihad etmeyi temenni eden kimse, sonra ölse de, öldürülse de şehid
sevabı kazanır."[6]
"Allah benden evvel hiç bir
ümmete bir nebi göndermemiştir ki, ümmet içinde kendisine yardımcı olan
havârîlere, yerleştirdiği geleneklere göre hareket eden arkadaşlara ve
emirlerine itaat eden dostlara sahip olmamış olsun. Sonra bunları bir nesil
takip eder. Onlar yapmadıklarını söyler, emredilmeyen işleri yaparlar. Bunlarla
eli ile fiilen mücâdele eden mü'mindir, dili ile mücâdele eden mü'mindir, kalbi
ile mücâhede eden mü'mindir. Bunun dışında kalanların hardal tanesi kadar da
olsa imanları yoktur."[7]
"Şüphesiz ki mümin kılıcı ve
dili ile cihad eder."[8]
"Gerçek mücâhid, nefsiyle
cihad edendir."[9]
"Zâlim bir hükümdar/yönetici karşısında hak ve adâleti açıkça söylemek, büyük
bir cihaddır."[10]
"Kim Allah yolunda (cihad
için) bir şey infak edip harcarsa, ona (verdiğinin) yedi yüz misli (ecir/sevap)
verilir."[11]
"Bir kul Allah yolunda (cihadda
iken) bir gün oruç tutarsa, bu oruç sebebiyle Cenâb-ı Hak onun yüzünü yetmiş
senelik mesâfeden cehennem ateşinden uzaklaştırır."[12]
"Bir kimse Allah yolunda (cihadda
iken) bir gün oruç tutarsa, Cenâb-ı Hak onunla cehennem arasında yerle gök
genişliğinde bir hendek açar."[13]
Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle dedi:
"Rasûlullah (s.a.s.)'ın ashâbından bir kişi, içinde tatlı su gözesi bulunan bir
dağ yolundan geçmişti. Burası çok hoşuna gitti ve:
‘Keşke insanlardan ayrılıp şu
dağ kısığında otursam. Ama Rasûlullah (s.a.s.)'dan izin almadan bunu asla
yapmam' dedi. Sonra arzusunu Rasûlullah'a anlattı. Peygamberimiz:
"Böyle bir şey yapma. Çünkü
sizden birinizin Allah yolunda cihad etmesi/çalışıp gayret sarfetmesi, evinde
oturup yetmiş sene namaz kılmasından daha fazîletlidir. Allah'ın sizi
bağışlamasını ve cennete koymasını istemez misiniz? O halde Allah yolunda cihada
çıkınız. Kim devenin sağılacağı kadar bir süre Allah yolunda cihad ederse,
mutlaka cennete girer." buyurdu."[14]
Rasûlullah (s.a.s.)'a:
"Yâ Rasûlallah! Allah yolunda
cihada denk hangi iş vardır?" denildi.
"Ona denk bir iş
bulamazsınız" buyurdu. İki veya üç defa aynı soruyu tekrarladılar;
Rasûlullah (s.a.s.) her defasında
"Ona denk bir iş
bulamazsınız" cevabını tekrarladı. Daha sonra şöyle buyurdu:
"Allah yolunda cihad eden
kimsenin benzeri, gündüzleri oruç tutan, geceleri namaz kılan, Allah'ın
âyetlerine hakkıyla itaat eden ve Allah yolunda cihad eden kimse, cepheden
dönünceye kadar, namaza ve oruca hiçbir şekilde ara vermeyen kimsenin
benzeridir."[15]
Buhârî'nin rivâyeti şöyledir:
Bu soru üzerine Rasûl-i Ekrem
şöyle buyurdu:
"Cihada denk olacak bir iş
bulamıyorum ki! Allah yolunda cihad eden kimse yola çıktığında, sende mescidine
girip hiç ara vermeden namaz kılmaya, hiç iftar etmeden oruç tutmaya güç
yetirebilir misin?" Soruyu soran kişi:
‘Buna kim güç yetirebilir ki?!"
dedi.[16]
"Müslümanlardan bir şahıs,
deve sağılacak kadar bir süre Allah yolunda cihad ederse, cennet onun hakkı
olur. Allah yolunda yaralanan veya bir sıkıntıya düşen kimse, kıyâmet gününde
yaralandığı gün gibi kanlar içinde Allah'ın huzuruna gelir. Kanının rengi
zâferân gibi kıpkırmızı, kokusu da misk kokusu gibidir."[17]
"Cennette yüz derece vardır
ki, Allah onları, kendi yolunda cihad edenlere hazırlamıştır. Her derece
arasında gökle yer arası kadar mesâfe bulunmaktadır."[18]
"Allah yolunda (cihad için)
ayakları tozlanan kula cehennem ateşi dokunmaz."[19]
"Allah korkusundan ağlayan
bir kimse, sağılan süt tekrar memeye girmedikçe cehenneme girmez. Allah
yolundaki cihadın tozu ile cehennem dumanı bir kulun üzerinde birleşmez."[20]
"İki göze cehennem ateşi
dokunmaz: Allah korkusundan ağlayan göz ve Allah yolunda nöbet bekleyerek
geceleyen göz."[21]
"Kim Allah yolunda cihada
gidecek bir gâziyi donatır, cihad için gerekli olan ihtiyaçlarını karşılarsa,
bizzat cihada gitmiş gibi sevap kazanır. Cihada giden gâzinin arkada bıraktığı
âilesine güzelce bakıp onların ihtiyaçlarını karşılayan da bizzat cihad yapmış
gibi sevap kazanır."[22]
"Kim Allah'a gerçekten iman
ederek ve vaadine gönülden bağlanarak O'nun yolunda cihad etmek için at
beslerse, o atın yediği, içtiği, gübresi ve bevli kıyâmet gününde o kimsenin
sevapları arasında olacaktır."[23]
"Allah yolunda cihad edenler
için Allah Taâlâ cennette yüz derece hazırlamıştır. Her derecenin arası yerle
gök arası kadardır."[24]
Ebû Zer (r.a.) şöyle dedi:
"Yâ Rasûlallah! Hangi amel daha
fazîletlidi?' diye sordum.
"Allah'a iman ve Allah
yolunda cihad etmek" buyurdular."[25]
Sahâbeden bir adam:
"Yâ Resûlallah! Seyahata çıkmam
için bana izin ver" dedi. Bunun üzerine Nebî (s.a.s.):
"Şüphesiz ki ümmetimin
seyahati Azîz ve Celîl olan Allah yolunda cihada çıkmaktır" buyurdu.[26]
"Allah yolunda cihad ve
Allah'a iman etmek, amellerin en fazîletlisidir..."[27]
Rasûlullah (s.a.s.)'e
"Hangi amel daha fazîletlidir?"
diye soruldu.
"Allah'a ve Rasûlüne iman
etmek" buyurdu.
"Sonra hangisi?" denildi.
"Allah yolunda cihad etmek"
karşılığını verdi.
"Bundan sonra hangisi?"
denilince:
"Allah katında makbul olan
hactır" buyurdular.[28]
İbn Mes'ûd radıyallahu anh
şöyle dedi:
"Yâ Rasûlallah! Hangi amel
Allah'a daha sevimlidir?" dedim,
"Vaktinde kılınan namaz"
buyurdu.
"Sonra hangisidir?" diye
sordum,
"Ana babaya iyilik etmek"
diye cevap verdi.
"Ondan sonra hangisidir?"
dedim,
"Allah yolunda cihad etmek"
buyurdular.[29]
Bir adam Rasûlullah (s.a.s.)'e
gelerek:
"İnsanların hangisi daha
üstündür?" diye sordu. Peygamberimiz:
"Allah yolunda canıyla ve
malıyla cihad eden kimse" buyurdu. Adam:
"Sonra kimdir?" diye sordu.
Efendimiz:
"Bir vâdiye çekilip Allah'a
ibâdet eden ve insanları şerrinden uzak tutan kimse" buyurdu.[30]
"Allah yolunda malını
harcayana, harcadığının yedi yüz misli ecir verilir."[31]
"İşin başı İslâm, direği
namaz, zirvesi cihaddır."[32]
"Kim Allah yolunda cihad
etmeden ve cihadı arzu etmeden, bunu konuşmadan ölürse, münâfıklığın bir bölümü
üzerinde (münâfıkların bir grubundanmış gibi) ölür."[33]
"Siz cihadı terkederseniz;
Allah üzerinize bir zillet/aşağılık verir ki, (tam bir iman ve cihad arzusuyla)
dininize dönünceye kadar o zilleti üzerinizden kaldırmaz."[34]
"Fâizi yemek için hileli
yollara saptığınız, öküzlerin kuyruklarına yapışıp ziraatla geçindiğiniz ve
cihadı terk ettiğiniz zaman Allah üzerinize zilleti (aşağılanma, horlanma, zaafa
düşmeyi) musallat kılar ve dininize dönmedikçe onu üzerinizden sıyırmaz."
[35]
"Onlara karşı bizzat
mücâdele eden mü'mindir. Onlara karşı diliyle mücâdele eden mü'mindir. Onlara
karşı kalbiyle (nefret duyup) mücâdele eden mü'mindir. Kalp ile mücâdelenin
ötesinde (cihadı terk edenlerin) hardal tanesi kadar imanı yoktur."[36]
"Allah yolunda bir gün hudut
nöbeti tutmak (ribât) dünyadan ve dünya üzerindeki şeylerden daha hayırlıdır.
Sizden birinizin kamçısının cennetteki yeri, dünyadan ve dünya üzerindeki
şeylerden daha hayırlıdır. Kulun Allah Teâlâ'nın yolunda akşamleyin veya sabah
erken vakitteki yürüyüşü de dünyadan ve dünya üzerindeki şeylerden daha
hayırlıdır."[37]
"Bir gün ve bir gece ribât
(düşman karşısında cihad halinde durma; hudut nöbeti tutmak), gündüzü oruçlu
gecesi ibâdetli geçirilen bir aydan daha hayırlıdır. Şâyet kişi bu nöbet
esnâsında vazife başında ölürse, yapmakta olduğu işin ecri ve sevâbı kıyâmete
kadar devam eder, şehid olarak rızkı da devam eder ve kabirdeki sorgu
meleklerinden güven içinde olur."[38]
"Hudutta Allah yolunda nöbet
tutanlar (murâbıtlar) dışında ölenin ameli sona erdirilir. Hudutta nöbet
tutarken ölenin yaptığı işlerin sevâbı kıyâmet gününe kadar artarak devam eder,
kabirdeki imtihanda da güvenlik içinde olur."[39]
"Allah yolunda ribât (düşman
karşısında cihad halinde durmak; hudutta bir gün nöbet tutmak) başka yerlerde
bin gün nöbet tutmaktan daha hayırlıdır."[40]
"Allah yolunda (cihad için)
yapılan bir sabah ve akşam yürüyüşü, hiç şüphesiz dünyadan ve dünya
varlıklarından daha hayırlıdır."[41]
Resûlullah (s.a.s.)'in
ashâbından bir kişi, içinde tatlı su gözesi bulunan bir dağ yolundan geçmişti.
Burası çok hoşuna gitti ve:
"Keşke insanlardan ayrılıp şu
dağ kısığında otursam. Ama Resûlullah (s.a.s.)'den izin almadan bunu asla
yapmam, dedi. Sonra arzusunu Resûlullah (s.a.s.)'e anlattı.
Peygamberimiz:
"Böyle bir şey yapma. Çünkü
sizden birinizin Allah yolunda çalışıp gayret sarfetmesi, evinde oturup yetmiş
sene namaz kılmasından daha faziletlidir. Allah'ın sizi bağışlamasını ve cennete
koymasını istemez misiniz? O halde Allah yolunda cihada çıkınız. Kim devenin
sağılacağı kadar bir süre Allah yolunda cihad ederse, mutlaka cennete girer"
buyurdu.[42]
Rasûl-i Ekrem Efendimiz'e:
"Yâ Resûlallah! Allah yolunda
cihada denk hangi iş vardır?"
"Ona denk bir iş
bulamazsınız" buyurdu. İki veya üç defa aynı soruyu tekrarladılar;
Resûlullah (s.a.s.) de her defasında
"Ona denk bir iş
bulamazsınız" cevabını tekrarladı. Daha sonra şöyle buyurdu:
"Allah yolunda cihad eden
kimsenin benzeri, gündüzleri oruç tutan, geceleri namaz kılan, Allah'ın
âyetlerine hakkıyla itâat eden ve Allah yolunda cihad eden kimse, cepheden
dönünceye kadar, namaza ve oruca hiç bir şekilde ara vermeyen kimsenin
benzeridir. "[43]
Buhârî'nin rivayeti şöyledir:
Bir adam:
"Yâ Resûlallah! Bana cihada
denk bir iş gösterseniz?" dedi. Rasûl-i Ekrem:
"Cihada denk olacak bir iş
bulamıyorum ki" buyurdu; sonra da şöyle devam etti:
"Allah yolunda cihad eden
kimse yola çıktığında, sen de mescidine girip hiç ara vermeden namaz kılmaya,
hiç iftar etmeden oruç tutmaya güç yetirebilir misin?" Soruyu soran
kişi:
"Buna kim güç yetirebilir ki?"
dedi.[44]
"Rab olarak Allah'a, din
olarak İslâm'a, resûl olarak Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'e inanıp râzı
olan kimse cenneti hak eder. " Rasûlullah'ın bu sözü Ebû Saîd'in çok hoşuna
gitti ve:
"Yâ Resûlallah! Bu sözü bana
tekrarlasanız" dedi. Peygamber Efendimiz sözünü tekrarladı; sonra da şöyle
buyurdu:
"Bir başka haslet daha
vardır ki, onun sâyesinde Allah kulunu cennette yüz derece yükseltir. Her bir
derecenin arası da yerle gök arası kadardır." Ebû Saîd:
"O haslet nedir, yâ Rasûlallah?"
diye sordu. Hz. Peygamber:
"Allah yolunda cihad, Allah
yolunda cihaddır" buyurdu.[45]
"Allah yolunda bir gün hudut
nöbeti tutmak, dünyadan ve dünya üzerindeki şeylerden daha hayırlıdır. Sizden
birinizin kamçısının cennetteki yeri, dünyadan ve dünya üzerindeki şeylerden
daha hayırlıdır. Kulun Allah Teâlâ'nın yolunda akşamleyin veya sabah erken
vakitteki yürüyüşü de dünyadan ve dünya üzerindeki şeylerden daha hayırlıdır."[46]
"Bir gün ve bir gece hudut
nöbeti tutmak, gündüzü oruçlu gecesi ibadetli geçirilen bir aydan daha
hayırlıdır. Şayet kişi bu nöbet esnasında vazife başında iken ölürse, yapmakta
olduğu işin ecri ve sevabı kıyamete kadar devam eder, şehid olarak rızkı da
devam eder ve kabirdeki sorgu meleklerinden güven içinde olur. "[47]
"Hudutta Allah yolunda nöbet
tutanlar dışında her ölenin ameli sona erdirilir. Hudutta nöbet tutarken ölenin
yaptığı işlerin sevabı kıyamet gününe kadar artarak devam eder, kabirdeki
imtihanda da güvenlik içinde olur. "[48]
"Allah yolunda hudutta bir
gün nöbet tutmak, başka yerlerde bin gün nöbet tutmaktan daha hayırlıdır. "[49]
"Allah Teâlâ kendi yolunda
cihada çıkan kimseye, onu sadece benim yolumda cihad, bana îman, benim
resullerimi tasdîk yola çıkarmıştır, buyurarak kefil olur. Allah, o kimseyi
şehid olursa cennete koymaya, gâzi olursa manevî ecre ve dünyalık ganimete
kavuşmuş olarak, evine döndürmeye kefil olmuştur. Muhammed'in canını kudretiyle
elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, Allah yolunda açılan bir yara, kıyamet
gününde açıldığı gündeki şekliyle gelir: Rengi kan rengi, kokusu misk kokusudur.
Muhammed'in canını kudretiyle elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, eğer
müslümanlara zor gelmeseydi, Allah yolunda cihada çıkan hiçbir seriyyenin
arkasında asla oturup kalmazdım. Fakat maddî güç bulamıyorum ki onları
sevkedeyim, onlar da bu gücü bulamıyorlar. Benden ayrılıp geride kalmak ise
onlara zor geliyor. Muhammed'in canını elinde tutan Allah'a yemin ederim ki,
Allah yolunda cihad edip öldürülmeyi, sonra cihad edip yine öldürülmeyi, sonra
tekrar cihad edip tekrar öldürülmeyi çok arzu ederdim."[50]
"Allah korkusundan ağlayan
bir kimse, sağılan süt tekrar memeye girmedikçe cehenneme girmez. Allah
yolundaki cihadın tozu ile cehennem dumanı bir kulun üzerinde birleşmez."[51]
"İki göze cehennem ateşi
dokunmaz: Allah korkusundan ağlayan göz ve Allah yolunda nöbet bekleyerek
geceleyen göz."[52]
"Bir kul Allah yolunda (cihad
ederken) bir gün oruç tutarsa, bu oruç sebebiyle Cenâb–ı Hak onun yüzünü yetmiş
senelik mesâfeden cehennem ateşinden uzaklaştırır."[53]
"Bir kimse Allah yolunda (cihad
ederken) bir gün oruç tutarsa, Cenâb–ı Hak onunla cehennem arasında yerle gök
genişliğinde bir hendek açar."[54]
"Allah Teâlâ, kendi yolunda
cihada çıkan kimseye, ‘onu sadece Benim yolumda cihad, Bana iman, Benim
rasullerimi tasdik yola çıkarmıştır' buyurarak kefil olur. Allah, o kimseyi
şehid olursa cennete koymaya, gâzi olursa mânevî ecre ve dünyalık ganimete
kavuşmuş olarak evine döndürmeye kefil olmuştur. Muhammed'in canını kudretiyle
elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, Allah yolunda açılan bir yara, kıyâmet
gününde açıldığı gündeki şekliyle gelir: Rengi kan rengi, kokusu misk kokusudur.
Muhammed'in canını kudretiyle elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, eğer
müslümanlara zor gelmeseydi, Allah yolunda cihada çıkan hiçbir seriyyenin
arkasında asla oturup kalmazdım. Fakat maddî güç bulamıyorum ki onları
sevkedeyim; onlar kendileri de bu gücü bulamıyorlar. Benden ayrılıp geride
kalmak ise onlara zor geliyor. Muhammed'in canını elinde tutan Allah'a yemin
ederim ki, Allah yolunda cihad edip öldürülmeyi, sonra cihad edip yine
öldürülmeyi, sonra tekrar cihad edip tekrar öldürülmeyi çok arzu ederdim."[55]
"Bir kimse gazâ (Allah için
savaş) yapmadan ve gönlünde gazâ etme arzusu taşımadan ölürse, nifaktan bir şûbe
üzere (bir tür nifak üzere) ölür."[56]
"Harp hiledir."[57]
"Allah'ın adıyla gazâ edin,
Allah yolunda gazâ edin, Allah'a küfredeni (Allah'ı inkâr edeni) öldürün;
savaşın, ahdinizi bozmayın, ganimet malına hıyânet etmeyin; kulak, burun ve pak
kesmeyin; çocukları öldürmeyin."[58]
"Rasûlullah (s.a.s.) kadınları
ve çocukları öldürmekten nehyetti."[59]
Rasûlullah (s.a.s.) düşmanla
karşılaştığı günlerden birinde güneş batıya meyledinceye kadar bekledi. Sonra
ashâbın arasında ayağa kalktı ve şöyle buyurdu:
"Ey müslümanlar! Düşmanla
karşılaşmayı temennî etmeyin; Allah'tan âfiyet dileyin. Fakat düşmanla
karşılaşınca da sabredin. Bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır."
Sonra, Allah'a şöyle duâ etti:
"Ey Kur'an'ı indiren,
bulutları gökyüzünde gezdiren ve düşman saflarını darmadağın eden Allah'ım! Şu
düşmanları perişan et ve bizi onlara karşı muzaffer kıl."[60]
"İnsanlar ‘Allah'tan başka
ilâh yoktur, Muhammed O'nun rasûlüdür' deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya
emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş
olurlar. Ancak dinî cezalar müstesnâ; iç yüzlerinin muhasebesi ise Allah'a
aittir."[61]
Peygamber (s.a.s.)'e bir kimse
geldi de:
"Bir kısım insanlar, ganîmet
malı için savaşır, bazı kimseler de insanlar arasında adının söylenip övülmesi
için savaşır, bazıları da (yiğitlikteki) mevkii, derecesi görülsün diye cihad
eder. Kimileri de ırkının üstünlüğünü göstermek için veya gazabından dolayı
savaşır. Şimdi, Allah yolunda cihad eden kimdir?" diye sordu. Peygamber (s.a.s.)
de:
"Kim, Allah'ın kelimesi
(dini, dâvâsı) daha yüce olsun diye savaşırsa, işte o, Allah yolundadır"
buyurdu.[62]
"Düşmanlarınız için
elinizden geldiği, gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayın. Dikkat edin!
Kuvvet atmaktır; kuvvet atmaktır; kuvvet atmaktır."[63]
"Kim atıcılık öğrenir de
sonra onu terkederse Bizden değildir (veya muhakkak isyan etmiştir)."[64]
"Allah Teâlâ bir ok
sebebiyle üç kimseyi cennete koyar: Hayır ve sevap umarak o oku yapan sanatkârı,
bu oku Allah yolunda atanı, oku atana yardımcı olanı. Atılıcılık ve binicilik
öğrenin. Atıcılık öğrenmeniz binicilik öğrenmenizden Bana göre daha sevimlidir.
Kim kendisine atıcılık öğretildikten sonra ondan yüzçevirirse, Allah'ın Allah'ın
kendisine ihsan ettiği nimete karşı şükrünü terketmiş veya küfrân-ı nimet etmiş
olur."[65]
"Kim Allah yolunda bir ok
atarsa, onun bu hareketi bir köleyi âzâd etme sevabına denktir."[66]
"Allah'ın ismiyle, Allah('ın
yardımıy)la, Rasûlullah'ın sünneti üzerine gidin. İhtiyarları, çocukları,
küçükleri ve kadınları öldürmeyin. Ganîmet malına hıyânet etmeyin, ganîmeti bir
araya toplayın, ıslah edin (ifsâd etmeyin; işlerinizi düzeltin) ve iyilik yapın.
'İhsân (iyilik ve güzellik) edin. Şüphesiz Allah iyilik yapanları sever."[67]
"Bir kavim, zayıf ve
yoksuldular, kuvvette ve sayıda güçlü olanlar onlarla savaştı. Allah Teâlâ, o
zayıfları onlara gâlip kıldı. Onlar da düşmanlarına (kötülük) kastederek onları
(büyük zorluklarda) kullandılar ve onlara musallat oldular. Böyle Allah Teâlâ'ya
kavuşacakları güne kadar Allah'ı kendilerine gazap ettirdiler/kızdırdılar."[68]
"Allah yolunda yaralanan bir
kimse, kıyâmet gününde yarasından kan akarak Allah'ın huzuruna gelir. Renk, kan
rengi; koku ise misk kokusudur."[69]
"Cennet kapıları, şüphesiz
kılıçların gölgeleri altındadır." Rasûlullah'ın bu sözünü duyan bir mücâhid,
kılıcının kınını kırıp attı. Sonra elinde kılıcıyla düşmanın üzerine yürüdü ve
ölünceye kadar düşmanla savaştı.[70]
"Kim Allah'ın adını, hükmünü
yüceltmek, her şeyin üstüne çıkarmak için savaşırsa, o Allah yolundadır."[71]
"Allah Teâlâ'dan bütün
kalbiyle şehidlik dileyen bir kimse, yatağında ölse bile, Allah onu şehidlik
mertebesine ulaştırır."[72]
"Şehidliği gönülden arzu
eden bir kimse, şehid olmasa bile sevabına nâil olur."[73]
Tepeden tırnağa silâhlı bir
adam Nebî (s.a.s.)'ye geldi ve:
"Yâ Rasûlallah! Sizinle
birlikte önce savaşa mı katılayım, yoksa müslüman mı olayım?" dedi. Rasûl-i
Ekrem:
"Önce müslüman ol, sonra
savaş" buyurdu. Bunun üzerine adam müslüman oldu, sonra savaştı ve neticede
şehid oldu. Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki:
"Az çalıştı, çok kazandı."[74]
İmran'ın babası Eslem
(r.a.)'den rivâyet edilmiştir: O dedi ki: "Biz (orayı feth etme kastıyla, savaş
için) Kostantîniyye'de (İstanbul'da) bulunuyorduk. Mısır ehlinin başında, Ukbe
İbn Âmir, Şam ehlinin başında da Fudâle İbn Ubeyd bulunuyordu. Rumlardan büyük
bir saf, karşımıza çıkınca, biz de onlara karşı saf tuttuk. O anda
müslümanlardan bir kişi, onlara açıkça hamlede bulunarak aralarına daldı, o
zaman insanlar, bu zat hakkında:
"Sübhânallah! Kendini tehlikeye
atıyor" diye bağırdılar. Bunun üzerine Ebû Eyyub el-Ensârî kalkarak:
"Ey insanlar! Siz bu âyeti,
yani "Kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın" (Bakara: 2/195) âyetini
böyle te'vil ediyorsunuz ama, aslında bu âyet, biz Ensâr cemaati hakkında nâzil
olmuştur. Şöyle ki: Allah Teâlâ, dinini aziz edip İslâm'ın yardımcıları
çoğalınca; Rasûlullah (s.a.s.)'ın haberi olmadan biz kendi aramızda: "Aile
fertlerimizi ve mallarımızı terk ederek bu İslâm dininin yücelmesi için bu
zamana kadar çalıştık; tâ ki İslâm yayıldı, Allah Teâlâ, Peygamberine yardım
etti, şimdi ailemize ve mallarımıza dönüp onların arasında bulunarak zâyi olan
şeylerimizi düzeltsek!" dedik. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Peygamberine bu âyeti
inzâl buyurarak bizim sözlerimizi reddetti. O halde, âyette geçen "tehlike"den
maksadın, "cihadı bırakıp mallarımızla uğraşmamız" olduğu meydana çıktı."[75]
"Cennete giren hiçbir kimse,
yeryüzündeki her şey kendisinin olsa bile dünyaya geri dönmeyi arzu etmez.
Sadece şehid, gördüğü aşırı itibar ve ikram sebebiyle tekrar dünyaya dönmeyi ve
on defa şehid olmayı ister."[76]
"Cihada çıkan bir birlik
veya seriyye savaşır, ganimet alır ve ölümden kurtulursa, ecirlerinin üçte
ikisini önceden peşinen almış olurlar. Bir birlik veya seriyye cihada çıkar,
ganimet elde edemez, şehid olur veya yaralı dönerlerse onların ecirleri âhirette
tam olarak verilir."[77]
"Şehidin kul borcu dışındaki
bütün günahlarını Allah bağışlar."[78]
"Bu gece rüyamda iki adam
gördüm. Yanıma gelip beni bir ağaca çıkardılar; sonra da bir eve götürdüler. O
ev, şimdiye kadar benzerini görmediğim güzellik ve değerde idi. Sonra o iki kişi
bana: ‘Bu eşsiz ev, şehidler sarayıdır' dedi."[79]
"Sizden biriniz karıncanın
ısırmasından ne kadar acı duyarsa, şehid olan kimse de ölümden ancak o kadar acı
duyar."[80]
Abdullah bin Amr ibn Harâm el-Ensârî,
Uhud şehidlerindendir. Oğlu Câbir şöyle diyor: Babam öldürüldüğü zaman ağlamaya
başladım, yüzündeki örtüyü açıp açıp ağlıyordum. Rasûlullah'ın ashâbı beni
bırakmak istemiyorlar, fakat Rasûlullah bana engel olmuyordu. Sonra buyurdu ki:
"Ağlasan da, ağlamasan da
fark etmezdi. O (baban) kaldırılıp defn olununcaya kadar melekler kanatlarıyla
ona gölge yapıyorlardı."[81]
Câbir İbn Abdullah (r.a.) şöyle
dedi:
"Babamın müsle yapılmış cesedi
getirilip Nebî (s.a.s.)'nin önüne konuldu. Yüzünü açmak üzere gittim, fakat
oradaki topluluk bana engel oldu. Bunun üzerine Nebî (s.a.s.) şöyle buyurdu:
"Melekler ara vermeksizin
onu kanatlarıyla gölgeliyorlar."[82]
"Kardeşleriniz Uhud'da
vurulunca Allah, onların ruhlarını yeşil kuşların içine (şekline) koydu.
Cennetin ırmaklarına gelir, meyvelerinden yer, Arşın gölgesindeki altın
kandillere gelip konarlar. Yediklerinin ve içtiklerinin güzelliğini görünce;
'Keşke kardeşlerimiz, Allah'ın bize ne yaptığını (ne ikramlarda bulunduğunu)
bilseler de savaştan geri kalmasalar!' dediler. Yüce Allah: 'Ben sizin bu
arzunuzu onlara duyururum' buyurdu ve bu âyetleri (Âl-i İmrân: 3/169-171)
indirdi."[83]
Enes (r.a.)'den rivâyet
edildiğine göre, Ümmü Hârise İbn Sürâka diye bilinen Ümmü Rübeyyi' binti Berâ,
Nebî (s.a.s.)'e geldi ve:
"Yâ Rasûlallah! Bana Hârise'den
haber verir misiniz? Eğer cennette ise sabredeceğim; böyle değilse ona ağlamaya
çalışacağım" dedi. Hârise, Bedir savaşında şehid olmuştu. Peygamber Efendimiz
şöyle buyurdu:
"Ey Ümmü Hârise! Şüphesiz
cennetin içinde cennetler vardır; senin oğlun bunların en yücesi olan Firdevs
cennetindedir."[84]
"İki duâ reddolunmaz veya
pek nâdir reddolunur. Bunlar; ezan okunurken yapılan duâ ile savaş ânında
düşmanla boğaz boğaza gelindiği sırada yapılan duâdır."[85]
Ebû Katâde (r.a.) anlatıyor:
Rasûlullah (s.a.s.) ashâb arasında ayağa kalktı ve
"Allah yolunda cihad ve
Allah'a iman etmek, amellerin en fazîletlisidir" diye hatırlattı. Bunun
üzerine bir adam ayağa kalkıp:
"Yâ Rasûlallah! Şayet Allah
yolunda öldürülürsem, bu benim günahlarıma keffâret olur mu?" diye sordu.
Rasûlallah (s.a.s.) ona:
"Evet, şayet sen sabrederek
ecrini de sadece Allah'tan bekleyerek cepheden kaçmaksızın düşmana karşı koyup
Allah yolunda öldürülürsen, günahlarına keffâret olur" buyurdu. Sonra
Rasûlullah (s.a.s.):
"Nasıl demiştin?" diye
sordu. Adam:
"Şayet ben Allah yolunda
öldürülürsem günahlarıma keffâret olur mu?" diye sözünü tekrarladı. Rasûlullah
(s.a.s.) ona:
"Evet, şayet sen sabrederek
ecrini sadece Allah'tan bekleyerek cepheden kaçmaksızın düşmana karşı koyup
Allah yolunda öldürülürsen, günahlarına keffâret olur. Ancak, borçların bunun
dışındadır. Bunu bana Cibrîl söyledi" buyurdu.[86]
Câbir (r.a.)'dan: Bir adam:
"Yâ Rasûlallah! Eğer Allah
yolunda öldürülürsem ben nerede olacağım?" dedi. Rasûl-i Ekrem:
"Cennette!" diye cevap
verdi. Bunun üzerine adam elinde bulunan hurmaları attı, sonra düşmanla savaştı
ve neticede şehid düştü.[87]
Enes (r.a.) şöyle dedi:
Rasûlullah (s.a.s.) ile ashâbı yola çıktı ve müşriklerden önce Bedir'e vardılar.
Müşrikler de geldiler. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
"Sizden hiçbiriniz, ben
başında olmadıkça herhangi bir şey yapmasın!" Sonra müşrikler yaklaştı.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.):
"Genişliği göklerle yer
arası kadar olan cennete girmek üzere ayağa kalkınız!" buyurdu.
Enes der ki: Ensar'dan Umeyr
İbn Hümâm (r.a.):
"Yâ Rasûlallah! Genişliği
göklerle yer arası kadar olan cennet mi?" diye sordu. Peygamberimiz:
"Evet" dedi. Umeyr:
"Ne iyi, ne âlâ!" dedi.
Rasûlullah (s.a.s.):
"Niye öyle söyledin?"
diye sordu. Umeyr:
"Allah'a yemin ederim ki yâ
Rasûlallah, cennet ehlinden olmayı istediğim için öyle söyledim, başka maksadım
yok" dedi. Rasûl-i Ekrem:
"Şüphesiz sen cennetliksin!"
buyurdu. Umeyr, bu söz üzerine torbasından birkaç hurma çıkartıp onları
yemeye başladı. Sonra:
"Eğer şu hurmalarımı yiyinceye
kadar yaşarsam, bu gerçekten uzun bir hayattır" diyerek elindeki hurmaları attı;
sonra şehid oluncaya kadar müşriklerle savaştı.[88]
Enes (r.a.) dedi ki: Birtakım
kimseler Peygamber (s.a.s.)'e gelerek,
"Bize Kur'an'ı ve Sünneti
öğretecek insanlar gönderseniz" dediler. Rasûl-i Ekrem, içlerinde dayım Harâm'ın
da bulunduğu, ensârdan kendilerine kurrâ denilen yetmiş kişiyi onlara gönderdi.
Bunlar Kur'an okuyor, geceleri onu aralarında müzâkere edip öğreniyorlardı.
Gündüzleri ise su getirip mescide koyuyorlar, odun toplayıp onu satıyor,
bedeliyle de Suffe ehline ve fakirlere yiyecek satın alıyorlardı. İşte Nebî
(s.a.s.) onlara bu kişileri göndermişti. Fakat gidecekleri yere varmadan
önlerine çıktılar ve onları öldürdüler. Onlar (öldürülmeden önce):
"Allah'ım! Bizim haberimizi
Peygamberimiz'e ulaştır. Bizler Sana kavuştuk ve Senden râzı olduk; Sen de
bizden râzı oldun" dediler. Bir adam, yaklaşıp Enes'in dayısı Harâm'a mızrağını
sapladı, hatta vücudunun bir tarafından öbür tarafına geçirdi. Bunun üzerine
Harâm:
"Kâbe'nin Rabbine yemin ederim
ki, cenneti kazandım gitti" dedi. Bu olay üzerine Rasûlullah (s.a.s.):
"Şüphesiz ki din
kardeşleriniz öldürüldüler. Onlar hem de şöyle dediler: ‘Allah'ım! Bizim
haberimizi Peygamberimiz'e ulaştır. Bizler Sana kavuştuk ve Senden râzı olduk;
Sen de bizden râzı oldun!" buyurdu.[89]
Enes (r.a.) şöyle dedi: Amcam
Enes İbn Nadr (r.a.) Bedir savaşına katılmamıştı. Bu ona çok ağır geldi. Bu
sebeple:
"Yâ Rasûlallah! Müşriklerle
yaptığın ilk savaşta bulunamadım. Eğer Allah Teâlâ müşriklerle yapılacak bir
savaşta beni bulundurursa, neler yapacağımı muhakkak Allah görür" dedi. Uhud
savaşında müslüman safları dağılınca, Enes İbn Nadr arkadaşlarını kastederek,
"Rabbim, bunların
yaptıklarından dolayı özür beyan ederim" dedi. Müşrikleri kastederek de,
"bunların yaptıklarından da
uzak olduğumu arzederim" deyip ilerledi. Derken Sa'd İbn Muâz ile karşılaştı ve
"Ey Sa'd İbn Muâz! İşte cennet.
Nadr'ın Rabine yemin ederim ki, Uhud'un yakınlarından ben onun kokusunu
alıyorum" dedi. Sa'd (bu olayı anlatırken):
"Ben onun yaptığını yapmaya güç
yetiremedim, yâ Rasûlallah!" dedi. Hadisin râvîsi Enes, amcasıyla ilgili olayı
şöyle anlatır: Amcamı şehid edilmiş olarak bulduk. Vücudunda seksenden fazla
kılıç darbesi, mızrak yarası ve ok izi vardı. Müşrikler ona müsle yapmış,
uzuvlarını kesmişlerdi. Bu sebeple onu hiç kimse tanıyamadı. Sadece kız kardeşi
parmak uçlarından tanıyabildi. Enes,
"biz şu âyetin amcam ve onun
gibiler hakkında inmiş olduğu görüşündeyiz" dedi:
"Mü'minler içinde öyle yiğit
erkekler vardır ki, Allah'a verdikleri sözlerinde durdular. Onlardan kimi ahdini
yerine getirdi (çarpışıp şehid oldu), kimi de sırasını bekliyor. Bunlar,
sözlerini asla değiştirmemişlerdir." (Ahzâb: 33/23)
Rasûlullah (s.a.s.)'a bir adam
geldi ve:
"Yâ Rasûlallah! Bir kişi gelip
malımı almak isterse ne yapayım?" diye sordu. Rasûl-i Ekrem:
"Ona malını verme!"
buyurdu.
"Benimle savaşmaya kalkarsa ne
dersin?" diye sordu.
"Sen de onunla savaş!"
cevabını verdi.
"Adam beni öldürürse?" dedi.
Peygamberimiz (s.a.s.):
"Sen şehid olursun"
buyurdu.
"Peki ben adamı öldürürsem?"
deyince, Efendimiz:
"O cehennemdedir"
buyurdu.[90]
"Allah yolunda yaralanan bir
kimse, kıyamet gününde yarasından kan akarak Allah'ın huzuruna gelir. Renk, kan
rengi, koku ise misk kokusudur."[91]
"Müslümanlardan bir şahıs,
deve sağılacak kadar bir süre Allah yolunda cihad ederse, cennet onun hakkı
olur. Allah yolunda yaralanan veya bir sıkıntıya düşen kimse, kıyamet gününde
yaralandığı gün gibi kanlar içinde Allah'ın huzuruna gelir. Kanının rengi
zağferân gibi kıpkırmızı, kokusu da misk kokusu gibidir. "[92]
"İnsanların en hayırlı geçim
yolu tutanlarından biri, Allah yolunda atının dizginine yapışıp, onun üzerinde
âdeta uçan kimsedir. Düşman geldiğine dair bir ses veya düşman üzerine hücum
feryadı işittiğinde, düşmanın bulunması muhtemel yerlere atının üzerinde
uçarcasına saldırıp, öldürmeyi ve ölmeyi göze alır. Bir diğeri de, bir tepenin
başında veya bir vadinin içinde koyuncuklarının arasında namazını kılan,
zekâtını veren ve kendisine ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet eden kimsedir.
İnsanlardan ancak bu şekilde yaşayan kimseler hayırdadır."[93]
Ebû Bekr İbni Ebû Mûsa
el-Eş'arî şöyle dedi: "Babam Ebû Mûsa radıyallahu anh'i düşmanın
karşısında durup:
‘Ben Rasûlullah (s.a.s.)'i:
"Şüphesiz cennet kapıları kılıçların gölgeleri altındadır" derken işittim.'
Bunun üzerine üstü başı perişan biri ayağa kalkıp:
‘Ey Ebû Mûsa! Bu sözü
Rasûlullah (s.a.s.) söylerken sen mi işittin?' diye sordu. Ebû Mûsa:
‘Evet, ben işittim' cevabını
verdi. Bunu duyan adam, arkadaşlarının yanına dönüp:
‘Sizleri selâmlıyorum' dedi ve
kılıcının kınını kırıp attı. Sonra elinde kılıcıyla düşma
nın üzerine yürüdü ve
ölünceye kadar düşmanla savaştı."[94]
"Allah yolunda ayakları
tozlanan bir kula cehennem ateşi dokunmaz."[95]
"Kim Allah yolunda cihada
gidecek bir gaziyi donatır, cihad için gerekli olan ihtiyaçlarını karşılarsa,
bizzat cihada gitmiş gibi sevap kazanır. Cihada giden gazinin arkada bıraktığı
ailesine güzelce bakıp onların ihtiyaçlarını karşılayan da bizzat cihad yapmış
gibi sevap kazanır."[96]
"Sadakaların en faziletlisi
Allah yolunda kurulan bir çadırın gölgesi, Allah yolundaki bir mücâhide verilen
hizmetçi ve Allah yolunda bağışlanmış bir erkek devedir."[97]
Enes (r.a.)'den rivâyet
edildiğine göre, Eslem kabilesinden bir delikanlı:
"Yâ Rasûlallah! Ben cihada
katılmak istiyorum, fakat savaşabilmem için gereken malzemeyi temin edecek
durumda değilim" dedi. Peygamber Efendimiz:
"Filân adama git. O, cihada
katılmak üzere hazırlanmıştı; fakat hastalandı" buyurdu. Delikanlı Hz.
Peygamber'in dediği kişiye gidip:
"Resûlullah (s.a.s.)
sana selâm ediyor ve savaşa gitmek için hazırladığın malzemeleri bana vermeni
söylüyor" dedi. Bunun üzerine adam hanımına seslenerek:
"Hanım! Savaş için hazırladığım
şeyleri bu delikanlıya ver; onlardan hiçbir şey alıkoyma. Allah hakkı için
onlardan hiçbir şey bırakma ki, berekete nâil olasın" dedi.[98]
Ebû Saîd el–Hudrî
radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.s) Benî
Lihyân üzerine asker gönderdi ve:
"İki erkekten biri cihada
gitsin; elde edilecek sevap ikisi arasında ortaktır" buyurdu.[99]
Tepeden tırnağa silâhlı bir
adam Nebî (s.a.s.)'e geldi ve:
"Yâ Rasûlallah! Sizinle
birlikte önce savaşa mı katılayım, yoksa müslüman mı olayım?" dedi. Resûl–i
Ekrem:
"Önce müslüman ol, sonra
savaş" buyurdu. Bunun üzerine adam müslüman oldu, sonra savaştı ve neticede
şehid oldu. Rasûlullah (s.a.s.):
"Az çalıştı, çok kazandı"
buyurdu.[100]
"Cennete giren hiçbir kimse,
yeryüzündeki her şey kendisinin olsa bile dünyaya geri dönmeyi arzu etmez.
Sadece şehit, gördüğü aşırı itibar ve ikram sebebiyle tekrar dünyaya dönmeyi ve
on defa şehit olmayı ister." Bir rivâyette: "Şehidliğin faziletini
gördüğü için" denilir.[101]
"Şehidin kul borcu dışındaki
bütün günahlarını Allah bağışlar."[102]
Rasûlullah (s.a.s.) ashâb
arasında ayağa kalktı ve
"Allah yolunda cihad ve
Allah'a iman etmek amellerin en faziletlisidir" diye hatırlattı. Bunun
üzerine bir adam ayağa kalkıp:
"Yâ Rasûlallah! Şayet Allah
yolunda öldürülürsem, bu benim günahlarıma keffâret olur mu? diye sordu.
Resûlullah (s.a.s.) ona:
"Evet, şayet sen sabrederek,
ecrini de sadece Allah'tan bekleyerek, cepheden kaçmaksızın düşmana karşı koyup
Allah yolunda öldürülürsen, günahlarına kefâret olur" buyurdu. Sonra
Resûlullah (s.a.s.):
"Nasıl demiştin?" diye
sordu. Adam:
"Şayet ben Allah yolunda
öldürülürsem günahlarıma keffâret olur mu?" diye sözünü tekrarladı. Rasûlullah
(s.a.s.) ona:
"Evet, şayet sen sabrederek,
ecrini sadece Allah'tan bekleyerek, cepheden kaçmaksızın düşmana karşı koyup
Allah yolunda öldürülürsen, günahlarına kefâret olur. Ancak borçların bunun
dışındadır. Bunu bana Cibrîl söyledi" buyurdu.[103]
Bir adam:
"Yâ Rasûlallah! Eğer Allah
yolunda öldürülürsem ben nerede olacağım?" dedi. Rasûl-i Ekrem:
"Cennette" diye cevap
verdi. Bunun üzerine adam elinde bulunan hurmaları attı, sonra düşmanla savaştı
ve neticede şehit düştü.[104]
Rasûlullah (s.a.s.) ile
ashabı yola çıktı ve müşriklerden önce Bedir'e vardılar. Müşrikler de geldiler.
Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Sizden hiçbiriniz, ben başında
olmadıkça herhangi bir şey yapmasın". Sonra müşrikler yaklaştı; bunun
üzerine Rasûlullah (s.a.s.): "Genişliği göklerle yer arası kadar olan cennete
girmek üzere ayağa kalkınız!" buyurdu. Ensardan Umeyr İbn Hümâm radıyallahu
anh:
"Yâ Resûlallah! Genişliği
göklerle yer arası kadar olan cennet mi?" diye sordu. Peygamberimiz:
"Evet" buyurdu. Umeyr:
"Ne iyi, ne âlâ!" dedi.
Rasûlullah (s.a.s.):
"Niye öyle söyledin?"
diye sordu. Umeyr:
"Allah'a yemin ederim ki, yâ
Rasûlallah, cennet ehlinden olmayı istediğim için öyle söyledim, başka maksadım
yok, dedi. Resûl-i Ekrem:
"Şüphesiz sen cennetliksin"
buyurdu. Umeyr, bu söz üzerine torbasından bir kaç hurma çıkartıp onları
yemeye başladı. Sonra:
"Eğer şu hurmalarımı yiyinceye
kadar yaşarsam, bu gerçekten uzun bir hayattır" diyerek elindeki hurmaları attı,
sonra şehid oluncaya kadar müşriklerle savaştı.[105]
Birtakım kimseler Peygamber
(s.a.s.)'e gelerek, bize Kur'an'ı ve Sünnet'i öğretecek insanlar gönderseniz,
dediler. Resûl–i Ekrem, içlerinde dayım Harâm'ın da bulunduğu, ensârdan
kendilerine kurrâ denilen yetmiş kişiyi onlara gönderdi. Bunlar Kur'an okuyor,
geceleri onu aralarında müzakere edip öğreniyorlardı. Gündüzleri ise su getirip
mescide koyuyorlar, odun toplayıp onu satıyor, bedeliyle de Suffe ehline ve
fakirlere yiyecek satın alıyorlardı. İşte Nebî (s.a.s.) onlara bu
kişileri göndermişti. Fakat gidecekleri yere varmadan önlerine çıktılar ve
onları öldürdüler. Onlar (öldürülmeden önce):
"Allahım! Bizim haberimizi
Peygamberimiz'e ulaştır. Bizler sana kavuştuk ve senden razı olduk; sen de
bizden râzı oldun" dediler. Bir adam, yaklaşıp Enes'in dayısı Harâm'a mızrağını
sapladı, hatta vücudunun bir tarafından öbür tarafına geçirdi. Bunun üzerine
Harâm:
"Kâbe'nin Rabbine yemin ederim
ki, cenneti kazandım gitti" dedi. Bu olay üzerine Resûlullah (s.a.s.):
"Şüphesiz ki din
kardeşleriniz öldürüldüler. Onlar hem de şöyle dediler: Allahım! Bizim
haberimizi Peygamberimiz'e ulaştır. Bizler sana kavuştuk ve senden razı olduk;
sen de bizden razı oldun" buyurdu.[106]
Amcam Enes İbni Nadr
radıyallahu anh Bedir Savaşı'na katılmamıştı. Bu ona çok ağır geldi. Bu
sebeple:
"Yâ Rasûlallah! Müşriklerle
yaptığın ilk savaşta bulunamadım. Eğer Allah Taâlâ müşriklerle yapılacak bir
savaşta beni bulundurursa, neler yapacağımı muhakkak Allah görür, dedi. Uhud
Savaşı'nda müslüman safları dağılınca, Enes İbni Nadr -arkadaşlarını
kastederek-Rabbim, bunların yaptıklarından dolayı özür beyan ederim, dedi.
-Müşrikleri kastederek de-, bunların yaptıklarından da uzak olduğumu arzederim,
deyip ilerledi. Derken Sa'd İbni Muâz ile karşılaştı ve:
"Ey Sa'd İbni Muâz! İşte
cennet. Nadr'ın Rabbine yemin ederim ki, Uhud'un yakınlarından ben onun kokusunu
alıyorum" dedi. Sa'd (bu olayı anlatırken):
"Ben onun yaptığını yapmaya güç
yetiremedim, yâ Resûlallah!" dedi. Hadisin râvîsi Enes, amcasıyla ilgili olayı
şöyle anlatır:
"Amcamı şehit edilmiş olarak
bulduk. Vücudunda seksenden fazla kılıç darbesi, mızrak yarası ve ok izi vardı.
Müşrikler ona müsle yapmış, uzuvlarını kesmişlerdi. Bu sebeple onu hiç kimse
tanıyamadı. Sadece kız kardeşi parmak uçlarından tanıyabildi." Enes, biz şu
âyetin amcam ve onun gibiler hakkında inmiş olduğu görüşündeyiz, dedi:
"Mü'minler içinde öyle yiğit
erkekler vardır ki, Allah'a verdikleri sözlerinde durdular. Onlardan kimi ahdini
yerine getirdi (çarpışıp şehit düştü), kimi de sırasını bekliyor. Bunlar
sözlerini asla değiştirmemişlerdir" [Ahzâb: 33/23][107]
"Bu gece rüyamda iki adam
gördüm. Yanıma gelip beni bir ağaca çıkardılar, sonra da bir eve götürdüler. O
ev, şimdiye kadar benzerini görmediğim güzellik ve değerde idi. Sonra o iki kişi
bana: ‘Bu eşsiz ev, şehitler sarayıdır' dedi."[108]
Enes radıyallahu anh'den
rivayet edildiğine göre, Ümmü Hârise İbni Sürâka diye bilinen Ümmü Rübeyyi'
Binti Berâ, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'e geldi ve:
"Yâ Resûlallah! Bana Hârise'den
haber verir misiniz?" –Hârise Bedir Savaşı'nda şehit düşmüştü–
"Eğer cennette ise
sabredeceğim; böyle değilse ona ağlamaya çalışacağım" dedi. Peygamber Efendimiz:
"Ey Ümmü Hârise! Şüphesiz
cennetin içinde cennetler vardır; senin oğlun bunların en yücesi olan Firdevs
cennetindedir" buyurdu.[109]
Abdullah İbni Ebû Evfâ
(r.a.)'dan rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.s.) düşmanla karşılaştığı
günlerden birinde güneş batıya meyledinceye kadar bekledi. Sonra ashâbın
arasında ayağa kalktı ve:
"Ey müslümanlar! Düşmanla
karşılaşmayı temenni etmeyiniz; Allah'tan afiyet dileyiniz. Fakat düşmanla
karşılaşınca da sabrediniz. Biliniz ki cennet kılıçların gölgesi altındadır"
buyurdu. Resûl–i Ekrem sonra sözüne devamla şöyle duâ etti:
"Ey Kur'an'ı indiren,
bulutları gökyüzünde gezdiren ve düşman saflarını darmadağın eden Allah'ım! Şu
düşmanları perişan et ve bizi onlara karşı muzaffer kıl."[110]
"İki duâ reddolunmaz veya
pek nadir reddolunur: Bunlar ezan okunurken yapılan dua ile savaş anında
düşmanla boğaz boğaza gelindiği sırada yapılan duadır."[111]
Resûlullah (s.a.s.)
gazâya çıktığı zaman şöyle dua ederdi:
"Allahümme ente adudî ve
nasîrî, bike ehûlü ve bike esûlü ve bike ukâtilü: Allah'ım! Benim dayanağım ve
yardımcım sadece sensin. Senin sayende hareket ediyorum; senin yardımın
sayesinde düşmana hücum ediyorum; senin verdiğin güç ve kuvvet sayesinde
düşmanla savaşıyorum."[112]
Nebî sallallahu aleyhi ve
sellem bir topluluktan endişe duyduğu zaman şöyle duâ ederdi:
"Allahümme innâ nec‘alüke fî
nühûrihim ve ne‘ûzü bike min şürûrihim: Allahım! Senin korumanı onlara karşı
siper ediniyoruz. Onların şerlerinden sana sığınıyoruz."[113]
"Kıyâmet gününe kadar
atların alınlarına hayır düğümlenmiştir."[114]
"Kim Allah'a gerçekten
inanarak ve vaadine gönülden bağlanarak O'nun yolunda cihad etmek için at
beslerse, o atın yediği, içtiği, gübresi ve bevli kıyâmet gününde o kimsenin
sevapları arasında olacaktır."[115]
Bir adam, Nebî (s.a.s.)'e
yularlanmış bir deve getirdi ve:
"Bunu Allah yolunda bağışladım,
dedi." Rasûlullah (s.a.s.):
"Bunun karşılığı olarak sana
kıyamet gününde hepsi yularlanmış yedi yüz deve verilecektir" buyurdu.[116]
"Düşmanlarınız için
elinizden geldiği, gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayınız. Dikkat ediniz!
Kuvvet atmaktır; kuvvet atmaktır; kuvvet atmaktır."[117]
"Yakında size bir çok
yerlerin fethi nasip olacaktır. Allah size yeter. Sizden biriniz oklarıyla tâlim
yapmaktan bıkıp usanmasın."[118]
"Kim atıcılık öğrenir de
sonra onu terkederse bizden değildir (veya muhakkak isyan etmiştir)."[119]
"Allah Teâlâ bir ok
sebebiyle üç kimseyi cennete koyar: Hayır ve sevap umarak o oku yapan sanatkârı,
bu oku Allah yolunda atanı, oku atana yardımcı olanı. Atıcılık ve binicilik
öğreniniz. Atıcılık öğrenmeniz binicilik öğrenmenizden bana göre daha
sevimlidir. Kim kendisine atıcılık öğretildikten sonra ondan yüz çevirirse,
Allah'ın kendisine ihsan ettiği nimete karşı şükrünü terketmiş veya küfrân-ı
nimet etmiş olur."[120]
"Kim Allah yolunda bir ok
atarsa, onun bu hareketi bir köleyi âzat etme sevabına denktir."[121]
"Kim gazâ etmeden ve
gönlünde gazâ etme arzusu taşımadan vefat ederse, bir tür nifak üzere ölür."[122]
Câbir radıyallahu anh
şöyle dedi: "Nebî sallallahu aleyhi ve sellem ile bir gazvede beraberdik.
Rasûl-i Ekrem şöyle buyurdu:
"Şüphesiz Medine'de birtakım
insanlar var ki, siz bir yolda yürür veya bir vadiyi geçerken sanki sizinle
beraberdirler. Onları hastalık alıkoymuştur."[123]
Bir rivayette şöyledir:
"Onları geçerli mazeretleri
alıkoymuştur."[124]
Bir
başka rivayette ise
şöyledir:
"Onlar sevapta size ortak
olurlar."[125]
Nebî (s.a.s.)' in yanına
bir bedevî geldi ve:
"Yâ Rasûlallah! Bir adam
ganimet için savaşıyor; bir başkası kendinden bahsedilsin diye savaşıyor; bir
diğeri de kahramanlıktaki yerini göstermek için savaşıyor. Bir rivâyete göre:
Kahramanlık taslamak için ve ırkının üstünlüğünü göstermek için savaşıyor. Bir
başka rivayete göre: Gazabından dolayı savaşıyor! Şimdi kim Allah yolundadır?
diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.):
"Kim Allah'ın dini daha yüce
olsun diye savaşırsa, sadece o Allah yolundadır" buyurdu.[126]
"Cihada çıkan bir birlik
veya seriyye savaşır, ganimet alır ve ölümden kurtulursa, ecirlerinin üçde
ikisini önceden peşinen almış olurlar. Bir birlik veya seriyye cihada çıkar,
ganimet elde edemez, şehit olur veya yaralı dönerlerse onların ecirleri ahirette
tam olarak verilir."[127]
"Gazve dönüşü de sevap
açısından gazveye gidiş gibidir."[128]
"Kim gazâya çıkmaz veya
gazâya çıkan bir mücâhidi techiz etmez ya da cihada çıkan gazinin aile
fertlerine hayırla muamele etmezse, Allah Teâlâ o kimseyi kıyamet gününden önce
büyük bir belâya uğratır."[129]
Ebû Hakîm de denilen Ebû Amr
Nu'mân İbni Mukarrin radıyallahu anh şöyle dedi:
"Rasûlullah (s.a.s.) ile bir
arada bulundum. Gündüzün evvelinde harbe başlamadığı zaman, savaşı güneşin
öğleden sonra batı tarafa yöneldiği, rüzgârların esip ilâhî yardımın ineceği
vakte kadar ertelerdi."[130]
"Düşmanla karşılaşmayı
temenni etmeyiniz. Karşılaştığınız zaman da sabır ve sebat gösteriniz."[131]
"Harp hileden ibarettir."[132]
[1]
Ahmed bin Hanbel, V/214.
[2]
Ebû Dâvud, Cihad 18, hadis no: 2504; Nesâî, Cihad 1, 2, 48.
[3]
Ebû Davûd, Cihad, 33.
[4]
Buhârî, Nafakaat 3; Müslim, İmâre 172; Ebû Dâvud, Sünne 16; Ahmed bin
Hanbel, II/413, 467.
[5]
Buhâri, Cihâd, 1.
[6]
Tirmizî, Fezâilü'l-Cihad 21; Ebû Dâvud, Cihad 42; Nesâî, Cihad 25.
[7]
Müslim, İman 20.
[8]
Ahmed İbn Hanbel, VI/387.
[9]
Tirmizî, Fezâilü'l-Cihad 2, hadis no: 1621.
[10]
İbn Mâce, Fiten, hadis no: 4011; Tirmizî, hadis no: 2265.
[11]
Tirmizî, Fezâilü'l-Cihad 4, hadis no: 1625; Nesâî, Cihad 45.
[12]
Buhârî, Cihad 36; Müslim, Sıyâm 167-168; Ebû Dâvud, Cenâiz 3; Tirmizî,
Fezâilü'l-Cihad 3; Nesâî, Sıyâm 44; İbn Mâce, Sıyâm 34.
[13]
Tirmizî, Fezâilü'l-Cihad 3.
[14]
Tirmizî, Fezâilu'l-Cihad 17.
[15]
Buhârî, Cihad 1; Müslim, İmâre 110; Tirmizî, Fezâilu'l-Cihad 1; Nesâî, Cihad
17.
[16]
Buhârî, Cihad 1.
[17]
Ebû Dâvud, Cihad 40; Tirmizî, Fezâilu'l-Cihad 21; Nesâî, Cihad 25.
[18]
Buhârî, Cihad 4, Tevhid 22; Nesâî, Cihad 18.
[19]
Buhârî, Cihad 16; Tirmizî, Fezâilü'l-Cihad 7; Nesâî, Cihad 9.
[20]
Tirmizî, Fezâilü'l-Cihad 8, Zühd 8; Nesâî, Cihad 8.
[21]
Tirmizî, Fezâilü'l-Cihad 12.
[22]
Buhârî, Cihad 38; Müslim, İmâre 135-136; Ebû Dâvud, Cihad 20; Tirmizî,
Fezâilü'l-Cihad 6; Nesâî, Cihad 44.
[23]
Buhârî, Cihad 45; Nesâî, Hayl 11.
[24]
Buhârî, Cihâd 4, Tevhîd 22; Nesâî, Cihâd 18.
[25]
Buhârî, Itk 2; Keffârât 6; Müslim, İman 136; İbn Mâce, Itk 4.
[26]
Ebû Dâvûd, Cihâd 6.
[27]
Müslim, İmâre 117; Tirmizî, Cihad 32.
[28]
Buhârî, İman 18, Hac 4, Tevhid 47; Müslim, İman 135; Tirmizî,
Fezâilu'l-Cihad 22; Nesâî, Hac 4, Cihad 17.
[29]
Buhârî, Mevâkît 5, Cihâd 1, Edeb 1, Tevhîd 48; Müslim, Îmân 137-139;
Tirmizî, Salât 14, Birr 2; Nesâî, Mevâkît 51.
[30]
Buhârî, Cihad 2, Rikak 34; Müslim, İmâre 122-123, 127; Ebû Dâvud, Cihad 5;
Tirmizî, Fezâilu'l-Cihad 24; Nesâî, Cihad 7, Zekât 74; İbn Mâce, Fiten 13.
[31]
Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 4; Nesâî, Cihâd 45.
[32]
Tirmizî, İman 8; İbn Mâce, Fiten 12.
[33]
Müslim, İmâre 158; Ebû Dâvud, Cihad 17; Nesâî, Cihad 2; Dârimî, Cihad 25;
Ahmed bin Hanbel, II/374.
[34]
Bülûğu'l-Merâm, Bâbu'r Ribâ, hadis no: 11.
[35]
Ebû Dâvud, Büyû' 54.
[36]
Müslim, İman 80; Ahmed bin Hanbel, I/458.
[37]
Buhârî, Cihad 6, 43, Bed'ü'l-Halk 8, Rikak 2; Müslim, İmâre 113-114;
Tirmizî, Fezâilu'l-Cihad 17, 25, Tefsîru Sûre (3) 22; İbn Mâce, Zühd 39.
[38]
Müslim, İmâre 163; Tirmizî, Fezâilu'l-Cihad 2; Nesâî, Cihad 39; İbn Mâce,
Cihad 7.
[39]
Ebû Dâvud, Cihad 15; Tirmizî, Fezâilu'l-Cihad 2.
[40]
Tirmizî, Fezâilu'l-Cihad 26; Nesâî, Cihad 39.
[41]
Buhârî, Cihad 5, Rikak 2; Müslim, İmâre 112-115; Tirmizî, Fezâilu'l-Cihad
17, 26; Nesâî, Cihad 11, 12.
[42]
Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 17.
[43]
Buhârî, Cihâd 1; Müslim, İmâre 110; Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 1; Nesâî, Cihâd
17.
[44]
Buhârî, Cihâd 1.
[45]
Müslim, İmâre 116; Nesâî, Cihâd 18.
[46]
Buhârî, Cihâd 6, 73, Bed'ü'l–halk 8, Rikâk 2; Müslim, İmâre 113-114;
Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 17, 25, Tefsîru sûre (3) 22; İbn Mâce, Zühd 39.
[47]
Müslim, İmâre 163; Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 2; Nesâî, Cihâd 39; İbn Mâce,
Cihâd 7.
[48]
Ebû Dâvûd, Cihâd 15; Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 2.
[49]
Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 26; Nesâî, Cihâd 39.
[50]
Müslim, İmâre 103; Buhârî, Cihâd 7 (Hadisin kısa bir bölümü); Nesâî, Îmân
24.
[51]
Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 8; Tirmizî, Zühd 8; Nesâî, Cihâd 8.
[52]
Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 12.
[53]
Buhârî, Cihâd 36; Müslim, Sıyâm 167-168; Ebû Dâvûd, Cenâiz 3; Tirmizî,
Fezâilü'l-Cihâd 3; Nesâî, Sıyâm 44; İbn Mâce, Sıyâm 34.
[54]
Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 3.
[55]
Müslim, İmâre 103; Buhârî, Cihad 7 (Hadisin bir bölümü); Nesâî, İman 24.
[56]
Müslim, İmâre 158; Ebû Dâvud, Cihad 1; Nesâî, Cihad 2; Dârimî, Cihad 25;
Ahmed bin Hanbel, II/374.
[57]
Buhârî, Cihad 157; Müslim, Cihad 18-19; Ebû Dâvud, Cihad 92; Tirmizî, Cihad
5; İbn Mâce, Cihad 28.
[58]
Ebû Dâvud, Cihad 82; Tirmizî, Diyât 14, Siyer 47, Fezâilu'l-Kur'an 17; İbn
Mâce, Cihad 38.
[59]
Buhârî, Cihad 147; Müslim, Cihad, 25-26; Tirmizî, Siyer 19; İbn Mâce, Cihad
30.
[60]
Buhârî, Cihad 112; Müslim, Cihad 20; Ebû Dâvud, Cihad 89.
[61]
Buhâri, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104; Tirmizî,
Tefsir 78; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10.
[62]
Buhârî, Cihad 15, İlim 45, Humus 10, Tevhid, 28; Müslim, İmâre 149-151; Ebû
Dâvud, Cihad 24; Tirmizî, Fezâilü'l-Cihad 16; Nesâî, Cihad 21; İbn Mâce,
Cihad 13.
[63]
Müslim, İmâre 167; Ebû Dâvud, Cihad 23; Tirmizî Tefsîru Sûre (8) 5; İbn
Mâce, Cihad 19.
[64]
Müslim, İmâre 169; Ebû Dâvud, Cihad 23; Nesâî, Hayl 8; İbn Mâce, Cihad 19.
[65]
Ebû Dâvud, Cihad 23; Tirmizî, Fezâilü'l-Cihad 11; Nesâî, Hayl 8.
[66]
Tirmizî, Fezâilü'l-Cihad 11; Ebû Dâvud, Itk 14; Nesâî, Cihad 26; İbn Mâce,
Cihad 19.
[67]
Ebû Dâvud, Cihad 82, hadis no: 2614.
[68]
Ahmed bin Hanbel, V/407.
[69]
Buhârî, Cihad 10, Zebâih 31; Müslim, İmâre 105; Tirmizî, Fezâilu'l-Cihad21;
Nesâî, Cihad 27.
[70]
Müslim, İmâre 146; Tirmizî, Fezâilu'l-Cihad 23.
[71]
Buhârî, İlim 45, 1/42, Cihad 15, 4/24; Müslim, İmâre 149-150, hadis no:
1904, 3/1512; İbn Mâce, Cihad 13, hadis no: 2783, 1/931; Ahmed bin Hanbel,
4/392, 397, 402, 405, 417.
[72]
Müslim, İmâre 157; Nesâî, Cihad 36; İbn Mâce, Cihad 15.
[73]
Müslim, İmâre 156.
[74]
Buhârî, Cihad 13; Müslim, İmâre 144.
[75]
Tirmizî, Tefsîr-i Sûre 2/19; Ebû Dâvud, Cihad 22.
[76]
Buhârî, Cihad 21; Müslim, İmâre 109; Tirmizî, Fezâilu'l-Cihad 13, 25.
[77]
Müslim, İmâre 154; Ebû Dâvud, Cihad12; Nesâî, Cihad 15; İbn Mâce, Cihad 13.
[78]
Müslim, İmâre 119.
[79]
Buhârî, Cihad 4, Cenâiz 93.
[80]
Tirmizî, Fezâilu'l-Cihad 26; Nesâî, Cihad 35; İbn Mâce, Cihad 16.
[81]
Buhârî, Cenâiz 34, Cihad 2; Müslim, Fezâil 26, hadis 129, 130.
[82]
Buhârî, Cenâiz 3, 35, Cihad 20, Meğâzi, 26; Müslim, Fezâilu's-Sahâbe
129-130; Nesâî, Cenâiz 12, 13.
[83]
Ebû Dâvud, Cihad, bâb fî Fadli'ş-şehâdeh.
[84]
Buhârî, Cihad 14, Meğâzi 9, Rikak 51; Tirmizî, Tefsiru sûre 23.
[85]
Ebû Dâvud, Cihad 39.
[86]
Müslim, İmâre 117; Tirmizî, Cihad 32.
[87]
Müslim, İmâre, 143; Buhârî, Meğâzî, 17; nesâî, Cihad 31.
[88]
Müslim, İmâre 145; Ahmed bin Hanbel, Müsned 3/137.
[89]
Buhârî, Cihad 9, Meğâzî 28; Müslim, İmâre 147.
[90]
Müslim, İman 225.
[91]
Buhârî, Cihâd 10, Zebâih 31; Müslim, İmâre 105; Tirmizî, Fezâilu'l-Cihâd 21;
Nesâî, Cihâd 27.
[92]
Ebû Dâvûd, Cihâd 40; Tirmizî, Fezâilu'l-Cihâd 21; Nesâî, Cihâd 25.
[93]
Müslim, İmâre 125; İbn Mâce, Fiten 13.
[94]
Müslim, İmâre 146; Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 23.
[95]
Buhârî, Cihâd 16; Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 7; Nesâî, Cihâd 9.
[96]
Buhârî, Cihâd 38; Müslim, İmâre 135-136; Ebû Dâvûd, Cihâd 20; Tirmizî,
Fezâilü'l-Cihâd 6; Nesâî, Cihâd 44.
[97]
Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 5.
[98]
Müslim, İmâre 134.
[99]
Müslim, İmâre 137.
[100]
Buhârî, Cihâd 13; Müslim, İmâre 144.
[101]
Buhârî, Cihâd 21; Müslim, İmâre 109; Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 13, 25.
[102]
Müslim, İmâre 119.
[103]
Müslim, İmâre 117; Tirmizî, Cihâd 32.
[104]
Müslim, İmâre 143; Buhârî, Meğâzî 17; Nesâî, Cihâd 31.
[105]
Müslim, İmâre 145; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, III/137.
[106]
Buhârî, Cihâd 9, Meğâzî 28; Müslim, İmâre 147.
[107]
Buhârî, Cihâd 12; Müslim, İmâre 148; Tirmizî, Tefsîr 34.
[108]
Buhârî, Cihâd 4, Cenâiz 93.
[109]
Buhârî, Cihâd 14, Meğâzî 9, Rikâk 51; Tirmizî, Tefsîru sûre -23-
[110]
Buhârî, Cihâd 112; Müslim, Cihâd 20; Ebû Dâvûd, Cihâd 89.
[111]
Ebû Dâvûd, Cihâd 39.
[112]
Ebû Dâvûd, Cihâd 90; Tirmizî, De'avât 121.
[113]
Ebû Dâvûd, Vitir 30.
[114]
Buhârî, Cihâd 43, Menâkıb 28; Müslim, İmâre 96-99, Zekât 25; Ebû Dâvûd,
Cihâd 41; İbni Mâce, Cihâd 14, Ticârât 29.
[115]
Buhârî, Cihâd 45; Nesâî, Hayl 11.
[116]
Müslim, İmâre 132; Nesâî, Cihâd 46.
[117]
Müslim, İmâre 167; Ebû Dâvûd, Cihâd 23; Tirmizî, Tefsîru sûre -8- 5; İbn
Mâce, Cihâd 19.
[118]
Müslim, İmâre 168; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, IV/157.
[119]
Müslim, İmâre 169; Ebû Dâvûd, Cihâd 23; Nesâî, Hayl 8; İbn Mâce, Cihâd 19.
[120]
Ebû Dâvûd, Cihâd 23; Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 11; Nesâî, Hayl 8.
[121]
Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 11; Ebû Dâvûd, Itk 14; Nesâî, Cihâd 26; İbn Mâce,
Cihâd 19.
[122]
Müslim, İmâre 158; Ebû Dâvûd, Cihâd 18; Nesâî, Cihâd 2.
[123]
Müslim, İmâre 159; Buhârî, Meğâzî 81; Ebû Dâvûd, Cihâd 19; İbn Mâce, Cihâd
6.
[124]
Buhârî, Cihâd 35.
[125]
Müslim, İmâre 159; İbn Mâce, Cihâd 6.
[126]
Buhârî, Cihâd 15, İlm 45, Humus 10, Tevhîd 28; Müslim, İmâre 149-151; Ebû
Dâvûd, Cihâd 24; Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 16; Nesâî, Cihâd 21; İbn Mâce,
Cihâd 13.
[127]
Müslim, İmâre 154; Ebû Dâvûd, Cihâd 12; Nesâî, Cihâd 15; İbn Mâce, Cihâd 13.
[128]
Ebû Dâvûd, Cihâd 7; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, II/174.
[129]
Ebû Dâvûd, Cihâd 17; İbn Mâce, Cihâd 5.
[130]
Ebû Dâvûd, Cihâd 111; Tirmizî, Siyer 46; Buhârî, Cizye 1.
[131]
Buhârî, Cihâd 112; Müslim, Cihâd 20; Ebû Dâvûd, Cihâd 89.
[132]
Buhârî, Cihâd 157, Menâkıb 25, İstitâbe 6; Müslim, Cihâd 17, 18; Ebû Dâvûd,
Cihâd 92, Sünnet 28; Tirmizî, Cihâd 5; İbn Mâce, Cihâd 28.
CİHÂD EMİRİ
Arapça'da "cihâd" kelimesi; bir
amaca ulaşabilmek için, kişinin elinden gelen her türlü çabayı sarfetmesi
anlamına gelir. "Kutsal savaş" ile eş anlamlı değildir. Bundan daha geniş bir
anlamı vardır ve her türlü çabayı içerir. Savaş, cihadın bir bölümü veya yerine
göre bir safhasıdır. Dille, kalemle, malla veya bizzat savaşa katılarak Allah
yolunda yapılan tüm mücadeleler, hatta kişinin; Allah'ın emirlerini yerine
getirme hususunda kendi nefsiyle mücadelesi, ıstılah olarak cihâd kavramına
girer.
"Emîr" ise, bir kavmin veya
memleketin başı, reisi, genel vali ve ordu komutanı gibi anlamlara gelir.
Buna göre "cihâd emîri"; cihâdı
başlatmak veya yönetmekle görevli kimse demektir. Duruma göre, devlet reisi bu
işi yürütebileceği gibi, kendi yerine bir başkasını görevlendirmesi de
mümkündür. Bu durumda "veliyyü'l-emr=(devlet reisi)"nin, savaşta askeri sevk ve
idare etmesi için ordunun başına tayin ettiği kimseye "cihâd emîri" denir.[1]
Savaş için tayin edilen
kumandanın makamına "İmâre ale'l-Cihâd = Cihâd Emîrliği" denir.
Cihâd emîrliği iki kısımdır; Biri "imâret-i hâssa (özel
anlamda emîrlik)"tir ki, yalnızca orduyu idareye ve harp işlerini yönetmeye
mahsustur. Diğeri, "imâret-i âmme (genel emîrlik)"tir. Savaşı idare, ganimet
mallarını taksim, barış sözleşmesi imzalama gibi bütün cihâd işlerini kapsayan
emirliktir.[2]
Harbe lüzum görülüp de bir ordu
veya bir seriyye gönderileceği zaman "veliyyü'l-emr"in ilk yapacağı iş, bunların
başlarına bir "emîr (komutan)" tayin etmektir. Çünkü askeri sevk ve idare etmek,
yönetimindekileri gözetmek, orduda birlik ve beraberliği sağlamak, gerekli
hükümleri uygulamak için bir "emîr"e ihtiyaç vardır. Zira her hâdisede devlet
başkanına müracaat edilmesi bir takım zorlukları doğurabilir.[3]
Savaş; cesaret, iyi bir sevk ve idare, ganimetleri taksim
hususunda hakkı koruma, güvenilir olma, hesap ve yazı bilme gibi hasletlere
dayanır. Bu yüzden devlet başkanı; bu iki görevi (savaşı yönetme, ganimetleri
taksim) bir şahsa verebileceği gibi, ayrı ayrı kimselere de verebilir. Bu konuda
ehliyet ve ihtisas aranır.
Şayet "veliyyü'l-emr",
ganimetlerin taksimini "emîr-i harb (savaş emîri)" ile "emîr-i kısmet (ganimeti
paylaştırma emîri)" olmak üzere, tayin edeceği iki şahsa verirse, bu hususta
bunlardan herhangi biri yalnız başına hareket edemez; taksimi birlikte yapmaları
icabeder.
"Cihâd emîrliği"ne tayin
edilecek zatın; adil, iyi bir yönetici, savaş siyasetini bilen, harb usulüne
âşinâ, helâl ve haramı tanıyan, şefkat ve cesaretle muttasıf tehlikeleri
umursamaz bir şekilde atılmaktan sakınan biri olması gerekir. Zira bu
özellikleri taşımayan bir kimsenin, "emîr" tayin edilmesiyle umulan faydalar
sağlanamaz.
Harbe kumandan tayin edilen
zat, ordu içinde bulunma ihtimali olan casusları ve askerin maneviyatını bozacak
zararlı davranışlarda bulunabilecek şahısları temizlemesi, orduyu teftiş ve
kontrol etmekle meşgul olması icabeder.
"Emîr"in soy ve fikir
bakımından kendi soy ve fikrinde olanlara kendi mezhebinde bulunanlara
meyletmemesi, soy, fikir ve mezhepte ayrı olanlara sırt çevirmemesi: ufak tefek
bazı hâdiselere gereğinden fazla önem verip işi büyütmek suretiyle ihtilaf ve
ayrılıklara yol açmaması gerekir."[4]
"Cihâd emîri", devlet
başkanının vekilidir. İslâm'da devlet başkanına itaat bir görev olduğu gibi;
onun vekiline de itaat bir görevdir. Hatta fertler, emîrin emrettiği veya
yasakladığı şeylerin faydalı olup olmadıklarına bakmaksızın ona itaat etmeleri
gerekir. Çünkü bu şekilde içtihada dayanan hususlarda devlet başkanı veya
vekiline itaat gereklidir. Meselâ: Emîr, orduyu teşkil eden su taşıyıcıları, sağ
cenah temsilcileri, sol cenah temsilcileri vb. gruplara "hiç birinin harp
halinde diğerine yardım için bulunduğu noktayı terketmemesini" tenbih edecek
olursa, bu grupların yerlerinden kımıldamamaları gerekir. İsterse bu gruplardan
birinin düşman tarafından yenilgiye uğratılmasından endişe duyulsun.[5]
"Emîr"in emrettiği veya
yasakladığı şeylerin Allah'a karşı bir masiyet yahut helâk olmayı gerektiren,
uygun olmayan bir davranış olduğu herkes tarafından kabul edilirse, bu takdirde
kendisine itaat gerekmez. Çünkü Yaratan'a karşı gelmeyi gerektiren hususlarda,
yaratılana itaat edilmesi caiz değildir. "Üstün, kanuna aykırı emirlerine
uyulmaz" kuralı mâlûmdur. Buna rağmen böyle masiyeti gerektiren bir emir veya
yasaklama durumunda sabır ve tahammül gösterilir, isyandan kaçınılır.
Yukarda anılan durumlar,
müslümanların, kendilerinden olan bir yönetici (veliyyü'l-emr) tarafından
yönetildikleri dönemlere mahsustur. Ülkeleri istilaya uğramış, başlarına
tâğutlardan biri geçmiş olan müminlerin eli kolu bağlı oturmaları kendilerine
yakışmaz. Bu durumda da bir cihad emirinin başkanlığında cihad etmeleri
üzerlerine farzdır. Cihadı terketmeleri Allah'ın emirlerine karşı gelmek
demektir. Bu cihadın mutlaka silâhla yapılması da şart değildir. Zamanı
gelinceye kadar; dille, kalemle, malla, ve akla gelebilen her türlü vasıta ile
yapılabilir. Tâ ki müminler, aralarından kendilerine önderlik yapacak birini
hazırlayıp, onun etrafında birlik olsunlar. Böyle biri görev yüklenince de ona
muhalefet etmek, yahut ona yardım etmemek cihadı terketmek demektir. Normal
zamanlarda devlet reisine itaat nasıl farz ise, bu durumda da müminlerin
çevresinde birleştikleri "lider" yani cihad emirine itaat farzdır.[6]
[1]
Maverdî, el-Ahkâmü's-Sultâniyye: 37; Ö. N. Bilmen, "Istılahatı Fıkhiyye
Kamusu ", 3/341.
[2]
Mâverdî, a.g.e., 37; Ö. N.B. a.g.e., 3/341.
[3]
Ö. N. Bilmen, a.g.e., 3/361.
[4]
Mâverdi, a.g.e., 39.
[5]
Ö. N. Bilmen, a.g.e., 3/362.
[6]
Halid Erboğa, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/312-313.
Mücâhid; Cihad Eri
Yiğit
"Mücâhid", cehd kelimesinden
türemiş bir kavramdır; cihad eden demektir. ‘Cehd veya cühd' sözlükte, güçlük ve
zorluğa katlanmak, gayret etmek demektir. Aynı kökten gelen ‘cihad ve mücâhede'
sözlükte, düşmana karşı savunma yapmak için zorluğa katlanmak demektir. Mücâhid,
işte bu zor çalışmayı yapan, cihad ve mücâhede eden insandır. Din işlerinde,
bilinmeyen birtakım meseleleri, bütün gücünü kullanarak, zorluğa katlanarak,
sabırla çözmeye çalışma, sorumluluğu yüklenme nasıl ‘ictihad' ise; iç ve dış
düşmanların zararını savmak, onların saldırılarını önlemek için gücünü ortaya
koymak, bu zor işi yapmak üzere gayret etmek, beşerî arzu ve isteklere karşı
mücâdele vermek de cihad ve mücâhededir. Mücâhid, cihad ve mücâhede yapan
insandır.
Kelimenin sözlük anlamından da
anlaşıldığı gibi cihad, başkalarına saldırmak değil, aksine başkalarından
gelebilecek bir saldırıya karşı koyabilmenin, insanın mutluluğuna giden yoldaki
engelleri kaldırmaya çalışmanın adıdır. Mücâhid, her ne sebeple olursa olsun,
başkalarına saldıran değil; insanlarla İslâm'ın getirdiği mutluluk arasında
bulunan engelleri kaldırma gayretinde olan, kendine, inancına, değerlerine ve
vatanına yapılan saldırılara karşı koyan, kendi değerlerini korumak için çalışan
insan demektir.
Cihad, aynı zamanda bir
ibâdettir. Çünkü o, bir mü'minin kendi tattığı İslâmî mutluluğu başkalarına da
taşıma işidir. Müslümanlar cihad faâliyetleriyle diğer din mensuplarının
gönüllerini İslâm'a açarlar. Savaşların kayıpları ‘ölü' olarak, cihadın kaybı
ise ‘şehid' olarak unvan kazanır. İslâm'ı ve müslümanları etkisiz hale getirmek,
müslümanları kendi yönetimleri altına almak, sahip oldukları bütün zenginlikleri
yağmalamak isteyenler, cihadsız bir din/İslâm(!) istiyorlar. Böylece
saldırılarına ve sömürge isteklerine karşı koyabilecek bir iman gücü kalmaz,
işleri daha kolay olur.
Cihad kavramı savaş (kıtal)
kavramından daha geneldir. Birçok müslümana mücâhid denilebilir. O belki de
düşmana bir kurşun bile atmamıştır. Ama onu bütün davranışlarında hak ve ihlâsa
uymuştur. Haksızlıklardan ve kötü niyetlerden uzak durmuştur. Allah'a kulluk
yolunda gevşeklik ve tembellik göstermemiştir. Allah'ın dini uğrunda çalışmış,
gayretini göstermiş, fedâkârlık yapmıştır.
Allah yolunda cehd eden
mücâhidlerin derecesi çok yüksektir. Allah (c.c.) onlara yüce bir makam
verdiğini, onlara çok büyük mükâfat hazırladığını haber vermektedir. Onların
yaptığı iş, öyle hafif bir iş değildir. Sıradan bir ibâdet de değildir. Onlar,
her türlü zorluğu, meşakkati ve tehlikeyi göze alarak Allah yolunda çalışırlar.
Zevklerinden, nefislerinin isteklerinden sırf Allah rızası için vazgeçerler.
Allah'ı sevdikleri için, iblisin nefisleri okşayan, insanın hoşuna giden
davetine uymazlar, onun kandırmalarına karşı direnirler. Allah'ın dini uğruna
mallarını harcamaktan geri kalmazlar. Bu harcamayı gönül rızası ile yaparlar.
Bundan asla bıkmazlar. Nefislerin mala karşı olan aşırı sevgisine rağmen onlar,
Allah rızasını kazanmak, diğer mücâhidlere destek olmak için mallarını verirler.
Onlar, bir insanın kurtuluşuna sebep olmanın, onun kalbini Islâma açmanın
değerini bilirler. Allah yolunda çalışmanın getirdiği zorluklara ve
mahrumiyetlere (yoksunluklara) aldırmazlar. Tehlikeleri göze alırlar. Ölümden
korkmazlar, gerekirse canlarını bile bu uğurda seve seve verirler. Onlar,
Allah'ın vaad ettiği şeye kesinlikle inanan insanlardır.
Kur'an'ın ifâdesine göre,
müşriklerin birçoğu müslümanları kendi dinlerine çevirme gayretinden asla geri
kalmazlar (2/Bakara, 217). Bu gerçek, geçmişte böyle idi, zamanımızda da
böyledir. Onlar, gelecekte de müslümanları kendi yollarına çevirme çabasından
vazgeçmeyecekler. Müslümanlar onların dinlerine dönünceye kadar onlardan
hoşlanmazlar (2/Bakara, 120). Güçleri yettiği zaman çeşitli yollarla bu
isteklerine kavuşmaya çalışırlar. Gerekirse sıcak savaşla, işgalle, katliamla,
kültürel yollarla, aşağı görmekle, medya ile, ticaret ve iktisat ile, kandırma
ve siyaset ile müslümanları mağlûp etmeye çalışırlar. Tarih ve günümüzde
gördüğümüz tecrübeler, yaşadığımız olaylar bunu bize açıkça isbat etmektedir.
Öyleyse bütün bu yanlışlara
karşı, bütün bu kötü niyetlere karşı müslümanların sessiz kalması beklenmez.
Kendilerine ve dinlerine ne yapılırsa yapılsın, ne söylenirse söylensin, onların
karşılık vermemesi düşünülemez. Herkesin kendini ve kendine ait değerlerini
koruma hakkı vardır. Ancak özellikle emperyalist amaç güden kimi topluluklar
kendilerine saldırı hakkı tanırken, başkalarına savunma hakkı bile tanımak
istememektedir. Müslümanlara ve Islâma zarar vermek isteyenler oldukça, Allah'ın
dini uğruna çalışanlar da, mücâhidler de olacaktır.
Cihad, bir başka deyişle, bir
anlamda gerek kişinin hayatında gerekse toplum hayatında İslâmî yaşamının
önündeki engellerle uğraşmak demektir. Allah'ın hidayeti olan İslâm'ı
başkalarına ulaştırmanın, yani İslâm'ı tebliğ etmenin önündeki engelleri
kaldırmaktır. Bir insanın, İslâm'ı daha iyi yaşamasına ayak bağı olan İblis ve
nefsinin kötü istekleriyle mücâdele etmesidir. Bazı insanlar, İslâm kendilerine
ulaşırsa belki müslüman olacaklar ve kurtulacaklar. Bazı insanlar da İslâm'ı
daha iyi yaşamak ister, ama içinde bulunduğu şartlar ve topluma yön veren
kişiler ve kurumlar onu günâha, isyana, kötü ahlâka götürebilir. Cihad işte bu
kötü şartlarla, kötü kişiler ve kurumlarla, insanları isyana götüren şeylerle
mücâhede etmenin yoludur.
Mücâhidlerin
Özellikleri:
Bu güzel çalışmaları mücâhid
yapar. O bir taraftan kendi hayatındaki kötülüklerle ve iblisle mücâhede
ederken, bir taraftan da insanları isyana ve tuğyana (azgınlığa) götüren şartlar
ve kişilerle mücâdele eder. İnsanların hidâyete ulaşmasının önündeki engelleri
kaldırmayı çalışır. Bu iş zor, riskli, yorucu ve biraz tehlikelidir. O yüzden
mücâhidlerin yaptıkları çalışmalar son derece değerli ve yücedir.
Allah yolunda ilk mücâhid olan
‘Muhâcir' ve ‘Ensâr' Allah tarafından övülmektedir: "Doğrusu iman edip hicret
edenler, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler ve hicret edenleri
(Muhacirleri) barındıranlar ve canlara yardım edenler (var ya) işte onlar
birbirlerinin velisidirler (dostudurlar)." (8/Enfâl, 72). Böyle olanlar
Allah'ın affına ve büyük bir rızka kavuşurlar (8/Enfâl, 74). Mücâhid, dünya
çıkarı uğruna, şöhrete kavuşmak için, adını (namını) yüceltmek için veya soyunun
adı duyulsun diye cihad etmez. O yalnızca Allah yolunda mücahâde eder (Ebû Dâvud,
Cihad 26, hadis no: 2516-2517, 3/14).
Mücâhid, kendi hayatında ve
toplum hayatında İslâm'ı yaşamanın önündeki engellerle, İslâm'ın ve İslâmî
hayatın düşmanlarıyla, onları gerçek mutluluğa kazandırma amacıyla mücâdele
eden (çalışan) mü'mindir.[1]
Mücâhid;
çaba sarfeden, tüm imkânlarını kullanarak belli bir hedefe varmak isteyen;
düşmana karşı var gücüyle savaşan, dünyevî hiç bir menfaat beklemeksizin sırf
Allah rızası için ve O'nun yolunda cihad eden kimsedir.
"Cihad"
ve "mücâhid" terimleri birer İslâmî kavramdır. Dolayısıyla, bu kavramların ne
mânâya geldiklerini, kimlerin bu kavramlarla nitelenebileceğini en iyi bilen
Allâh ve Rasûlüdür. Cihadın Allah rızâsı için ve O'nun yolunda yapılması,
İslâm'ın şart koştuğu bir husustur. Allah yolunda olmayan, O'nun rızâsını
taşımayan tüm savaşlar, harcanan paralar ve sarfedilen gayretlerin cihad
sayılamayacağı, bu tür mücâhedeye katılan kimsenin de mücâhid olamayacağı
muhakkaktır.
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun O'na yaklaşmaya yol arayın ve yolunda cihad
edin ki kurtuluşa eresiniz." (5/Mâide,
35);
"(Ey iman edenler!) Gerek hafif, gerekse ağır olarak hep birlikte savaşa çıkın,
mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer anlıyorsanız, bu
sizin için daha hayırlıdır." (9/Tevbe,
41);
"Doğrusu, inanıp hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad
edenler ve muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler (var ya) işte bunlar
birbirlerinin dostudurlar." (8/Enfâl, 72);
"Îman edip hicret edenler, Allah yolunda savaşanlar ve muhâcirleri barındırıp
onlara yardım edenler... İşte onlar gerçekten inanmış olanlardır. Onlara
mağfiret ve cömertçe verilmiş rızıklar vardır."
(8/Enfâl, 74)
Bu
ve buna benzer âyetlerin hemen hemen tamamında cihadın, Allah yolunda olması
gerektiği vurgulanıyor. Bu da, cihadın ve mücâhidin ne mânâya geldiğinin açık
bir delilidir. Hz. Peygamber (s.a.s.)'den nakledilen bazı hadisler, mücâhid
kavramına daha da bir açıklık getirmektedir. Şöyle ki; Ashâbtan biri Rasulullah
(s.a.s.)'a gelerek; "Ya Rasûlallah! Dünya menfaatlerinden bir menfaat umarak
Allah yolunda cihad etmek isteyen kişinin durumu nedir?" diye sorunca,
Rasulûllah: "Onun ecri (sevabı) yoktur" diye cevap verir. Adam aynı
soruyu iki kere daha sorar, her seferinde "Onun ecri yoktur" cevabını
alır (Ebu Dâvûd, Cihad, 24).
Başka bir hadiste şöyle rivâyet edilir: A'râbînin biri Rasûlullah (s.a.s.)'a
gelerek: "Kimisi şöhret için, kimisi öğülsün diye, kimisi ganimet elde etmek
için savaşıyor. (Bu konuda ne dersin?)" deyince, Rasulûllah: "Yalnızca
Allah'ın Kelimesi üstün olsun diye savaşan kimsenin mücâhedesi Allah yolundadır,
" diye cevap vermiştir (Ebû Dâvud, Cihad, 24). Cihadın İslâm dininde büyük
bir ehemmiyeti vardır. Bu önemine binâen Cenâb-ı Allah, cihadı, kıyâmete kadar
devam edecek bir farz kılmıştır. Bazılarının iddia ettiği gibi cihad, geçici bir
zarûretten doğmuş değildir. Şayet cihad, müslümanların hayatında geçici bir
zarûret olmuş olsaydı, Allah Teâlâ, Kitabullahın büyük bir ekseriyetini en
kuvvetli ifadeleri kullanarak bu mevzûya tahsis etmez ve aynı şekilde,
Rasulûllah'ın hadislerinde de en kuvvetli ifadeler ve en ısrarlı emirler cihad
için sarfedilmezdi. Şayet cihad, geçici bir zarûret olsaydı, Allah'ın Rasûlü,
kıyâmete kadar gelecek olan insanları ferd ferd içine alan şu hadisini irad
etmezdi: "Kim cihad etmeden ve cihada niyet de etmeden ölürse, nifaktan bir
şûbe üzerine ölmüş olur." (Mesâbîkü's-Sünne'den, Fi Zilâli'l-Kur'ân trc.,
III, 408).
Cenâb-ı Allah, öneminden dolayı cihadı farz kılmış ve gücü yeten her mü'mini
bununla mükellef tutmuştur. Yüce Rabbimiz cihadı terk edenleri tehdit etmiş,
kendi yolunda samimiyetle mücâhede eden mücâhidlere de büyük mükâfatlar
vaadetmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de, her iki gruba da yönelik vaad ve vaîdleri
görmek mümkündür:
"Allah'a inanın, Rasûlü ile beraber cihad edin diye bir sûre indirildiği zaman,
onlardan servet sahibi olanlar, senden izin istediler ve; ‘bizi bırak,
oturanlarla beraber olalım' dediler. Geride kalan kadınlarla beraber olmağa râzı
oldular. Çünkü onların kalplerine mühür vuruldu, dolayısıyla anlayamazlar."
(9/Tevbe, 86, 87).
Cenâb-ı Allah, cihaddan kaçan böyle kimselerin, yaptıklarının mutlaka
karşılığını göreceklerini şöyle dile getiriyor:
"Allah, içinizden cihad edip, Allah'tan, peygamberinden ve mü'minlerden
başkasını sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan kendi halinize bırakılacağınızı
mı zannediyordunuz? Muhakkak Allah işlediklerinizden haberdardır."
(9/Tevbe, 16).
"Allah, içinizden cihad edenleri ve sabredenleri açığa çıkarmadan cennete
gireceğinizi mi sanıyorsunuz?" (2/Bakara,
218).
"Andolsun
ki, içinizden mücâhidlerle sabredenleri belirleyinceye kadar ve herbirinizi
açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz."
(47/Muhammed, 31).
Görüldüğü gibi Rabbimiz, mücâhidlerle cihaddan kaçanları, hattâ bu arada kendini
mü'minmiş gibi göstermeye çalışan münâfıkları imtihan etmek sûretiyle ortaya
çıkaracağını söyleyerek tehdit ediyor. Tâ ki saflar netleşsin, mü'min münâfık
birbirinden ayrılsın, arada karanlık hiç bir nokta kalmasın. Zâhidlerden Fudayl
İbn Iyaz bu âyeti okuyunca ağlar ve şöyle dermiş: "Allah'ım bizi imtihan etme!
Çünkü Sen imtihan edersen biz rezil oluruz, sırlarımız ortaya çıkar ve azâba
dûçâr edersin." (Seyyid Kutub, Fî Zilâli'l-Kur'ân, XIII/402).
Cihad denilince akla ilk gelen şey savaş olmakla beraber, cihad kavramı, bundan
çok daha kapsamlı bir mânâyı ihtivâ etmektedir. Allah yolunda canla, malla, söz
ve kalemle yapılan mücâdelenin tümü cihad kapsamına girer. Bununla birlikte,
canla ve malla yapılan cihad en kutsal cihaddır. Hakiki mânâda bir mücâhid de,
böylesi bir cihadda bulunan kimsedir.
Rabbimiz, böylesi bir cihada katılan mücâhidlerle yerlerinde oturan mü'minlerin
aralarındaki farkı şöyle dile getiriyor:
"Mü'minlerden -özür sahibi olanlar dışında- oturanlarla, Allah yolunda malları
ve canlarıyla cihad edenler bir değildir. Allah, malları ve canlarıyla cihad
edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır. Bununla beraber Allah,
her ikisine de güzelliği (Cenneti) vaadetmiştir. Ama mücâhidleri, oturanlardan
çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır. Kendi katından onlara dereceler, mağfiret
ve rahmet vardır. Ve Allah, Ğafûr'dur, Rahîm'dir."
(4/Nisâ, 96).
Bu
âyetler, Allah yolunda canlarıyla ve mallarıyla cihad eden müslümanlarla,
mâzeretleri dolayısıyla cihada katılamayan müslümanları karşılaştırıyor. Malla
ve canla mücâdele eden mü'minlerle, cihadı terkeden müslümanların eşit
olamayacakları kaidesini koyuyor. Gerçi mü'min oldukları ve içlerinden cihada
katılmayı geçirdikleri için, Cenâb-ı Allah, geçerli mâzereti olanlara da mükâfât
vaadetmiştir, ama;
"Allah yolunda malları ve canları ile cihad edenlerle, yerlerinde oturanlar asla
bir değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri, derece bakımından
çok üstün kılmıştır." (4/Nisâ, 96).
Cihada katılmadıkları için kendilerinden, "yerlerinde oturanlar" diye
bahsedilen müslümanların, haddizâtında mü'min oldukları, asla münâfık
olmadıkları, âyet-i kerîmenin, "Bununla beraber Allah, her ikisine de cenneti
vaadetmiştir" kısmından açıkça anlaşılıyor. Aksi olsaydı, Rabbimizin onlara
cenneti vaadetmesi söz konusu olamazdı. Zeyd İbn Sâbit yukardaki âyetin nüzûlü
ile ilgili olarak şunları söylüyor: "Mü'minlerden, Allah yolunda cihad
edenlerle oturanlar bir değildir" âyeti nazil olduğu zaman Rasûlullah
(s.a.s.)'ın yanındaydım. Özür sahiplerini zikretmedi. Bunun üzerine İbn Ümmi
Mektûm: "Nasıl olur? Ben görmeyen bir âmâyım" dedi. Tam bu sırada Rasûlullah'a,
oturduğu yerde vahiy hali geldi. O da bacağıma dayandı nefsimi elinde tutan
Allah'a yemin ederim ki, bacağımın üzerinde öyle ağırlaştı ki onu ezeceğinden
korktum. Sonra bu hali geçti. Bana "Yaz" diyerek, "Özür sahipleri
hâriç, mü'minlerden, Allah yolunda cihad edenlerle oturanlar bir değildir"
âyetini yazdırdı." (el-Vâhidî, Esbâbü'n-Nüzül, Mısır 1968 s. 100).
Rasûlullah (s.a.s.), "mücâhid"lerin cennetteki makamlarını şöyle tasvir ediyor:
"Cennette yüz derece vardır. Allah onları, kendi yolunda mücâdele edenler
için hazırlanmıştır. Her iki derece arasındaki uzaklık, gökle yer arasındaki
uzaklık gibidir. Siz Allah'tan istediğinizde Firdevs'i isteyin. Çünkü o,
Cennetin tam ortası ve en yüce yeridir." (Buhârî, Cihad, 4). Abdullah İbn
Mes'ud yoluyla nakledilen bir hadiste de, Rasûlullah'ın şöyle buyurduğu rivâyet
edilir: "Kim Allah yolunda bir ok atarsa, onun için bir derece mükâfât
vardır." Birisi; "Ya Rasûlallah, derece nedir?" diye sorunca Rasûlullah:
"Dikkat et, o senin ananın (evinin) eşiği değildir. Her iki derece arasındaki
mesâfe yüz yıllık yoldur" diye cevap verdi. (Nesâî, Cihad 26)
Şu
hadisler de Allah yolunda cihadda bulunan "mücâhid"lerin faziletlerinden ve
üstünlüklerinden bahsetmektedir: "Allah yolunda cihad eden kimse, Allah'ın şu
garantisi altındadır: Allah, ya onu mağfiretine ve rahmetine katar (şehâdetle)
veya onu sevab ve ganimetle geri döndürür. Allah yolunda cihad eden kimsenin,
dönünceye kadarki durumu; gevşeklik etmeksizin gündüzleri oruçlu ve geceleri
ibâdete devam eden kimsenin durumu gibidir." (Buhârî, Cihâd, I; İbn Mace,
Cihâd, 1). Rasûlullah (s.a.s.)'a soruldu: "Ya Rasûlallah, insanların hangisi
daha faziletlidir?" Allah'ın Rasûlü şöyle cevap verdi: "Canıyla, malıyla
Allah yolunda cihad eden mü'mindir." (Buhârî, Cihad, 2). "Sabahleyin veya
akşamleyin herhangi bir vakitte Allah yolunda (cihad için) bir kere yürüyüş,
şüphesiz dünyadan ve dünyadaki şeylerin hepsinden hayırlıdır" (İbn Mâce,
Cihad 2). "Allah yolundaki toz ile Cehennem dumanı müslüman bir kulda
toplanmaz." (İbn Mâce, Cihad, 9)
Hadislerden de anlaşıldığı gibi, mücâhidlerin üstünlüğü maddî ölçülerle
ölçülemeyecek derecede büyüktür. Bununla beraber şu bir gerçektir ki; her
müslüman aynı derecede cihada iştirak edemez. Önemli olan, her mü'minin gücü
nisbetinde cihad etmesi ya da cihad edenlere destek sağlamasıdır. Mücâhidlerin
geride kalan aile efradını gözetmek, cihada çıkan mücâhid geri dönünceye kadar
aile efrâdının ihtiyaçlarını karşılamak da hemen hemen cihad kadar önemli bir
görevdir. Allah Rasûlü buna işaret ederek şöyle buyurur: "Kim Allah yolunda
savaşan bir gâziyi mükemmel bir şekilde teçhizatlandırırsa, o gâzi ölünceye veya
savaştan dönünceye kadar (kazandığı) sevâbın bir misli onu teçhizatlandıran
kimseye olur." (İbn Mâce, Cihad, 3). "Kim Allah yolunda bir gâziyi
teçhizatlandırır veya geride kalan aile efradına bakarsa gazâ etmiş gibi olur."
(Tirmizî, Cihad, 6); "Kişinin harcadığı dinarın/paranın en faziletlisi, onun
çoluk çocuğuna harcadığı dinar, Allah yolunda bir at için harcadığı dinar ve
kişinin Allah yolunda (savaşan) arkadaşlarına harcadığı dinardır." (İbn Mâce
Cihad 4)[2]
[1]
Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 431-434.
[2]
Halid Erboğa, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 317-319.
Mücâhede
Mücâhede; Önce
Gizli Düşmana/Nefse Karşı Cihad
Cihad ve mücâhede, düşmanın
saldırılarına karşı koymak üzere çaba göstermek demektir. İki kavram da aynı
anlama gelmekle beraber, cihad daha çok bedensel çabalar için, mücâhede ise daha
çok ruhsal çabalar için kullanılmaktadır. Cihad, bilindiği gibi, Allah yolunda,
Allah'ın adını yüceltme uğruna çaba gösterme, savaşma ve çalışmadır. Cihad, açık
bir düşmana karşı, nefse ve şeytana karşı yapılır. Bunlardan açık düşmana karşı
mücâdele etmeye (cihad), nefse ve şeytana karşı mücâdele etmeye de ‘mücâhede'
diyebiliriz.
Cihad veya mücâhede, mü'minin
İslâmî hayatını ve müslüman toplumu her açıdan korumak için gerekli bir çabadır.
Cihad, İslâm düşmanlarına karşı savunma amacıyla yapılır. Allah'ın adını
yüceltmek, insanların müslüman olmalarının önündeki engelleri kaldırmak ve
yeryüzünden fitne ve zulmü yok etmek üzere yapılır. Cihad veya mücâhede,
Allah'ın mü'minlere kesin emridir (5/Mâide, 35; 9/Tevbe, 41; 22/Hacc, 78;
2/Bakara, 190; 4/Nisâ, 76 vd). Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad
edenlerin dereceleri çok yüksektir, mükâfatları boldur (61/Saff, 10-12; 5/Mâide,
5). Mü'minler, dünyayı, içindekileri, meskenleri cihaddan çok severlerse, Allah
onlara cezâ verir (9/Tevbe, 24). Allah (c.c.) cihad emri ile mü'minleri imtihan
etmektedir (3/Âl-i İmrân, 142; 9/Tevbe, 16).
Cihad veya mücâhede Allah
(c.c.) rızâsı, O'nun adı yüce olsun için ve sevap kazanma amacıyla olursa bir
anlam ifade eder (Buhârî, Cihad 15; Müslim, İmâre 149-151; Ebû Dâvud, Cihad 26;
İbn Mâce, Cihad 13; Tirmizî, Cihad 16; Nesâî, Cihad 21)
Dünyalık bir çıkar için,
şöhret, yağma ve intikam alma uğruna mücâhede edenler Allah yolunda değillerdir
(Ebû Dâvud, Cihad 25; Nesâî, Cenâiz 61). Nefse ve şeytana karşı yapılan mücâhede,
şüphesiz mü'minin takvâ derecesine ulaşmasını sağlar. Nefsinin isteklerini
sınırlamayan kişi, azgınlığa ve sapıklığa düşer; şeytanın aldatmalarına erken
kanar. Mücâhede, mü'mine İslâm ahlâkı kazandırır.
Müslüman nefsinin haklı
isteklerini karşılar. Çünkü hayatın devamı için buna ihtiyaç vardır. Aşırı
isteklerine (şehvetine), hazlarına, hırslarına ise sınır koyar. Aslında nefsini
terbiye etmek, nefsi Allah'ın huzurunda teslim olmaya, İslâmî emir ve yasakları
yerine getirebilir bir olgunluğa ulaştırmaktır. Bu bir anlamda onu İslâmî
ilkelere, ibâdetlere, Allah için fedâkârlık yapmaya râzı etmektir. Mücâhede; bu
gayretin, bu çabanın, bu hedefin tatlı bir metodudur.[1]
Allah yolunda savaşana da mücâhid denir. Cihad, Hz. Peygamber'in ifadesiyle şu
şekilde vasıflandırılır. "Allah'a en sevimli gelen ve en faziletli amellerden
birisidir" (Bûhâri, Edeb, I, Cihâd I; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 32);
"İnsanların en faziletlisi de Allah yolunda malıyla ve canıyla mücâhede eden
mü'mindir" (Buhârî, Cihâd, 2). Allah yolunda savaşın (mücâhede) esas gâyesi,
Allah'ın dinini yaymak ve onu yüceltmektir (Buhârî, Tevhid, 28). Mücâhede;
kâfirlere, münâfıklara, din düşmanlarına ve dinden dönenlere karşı yapılır (Furkan,
25/52; Mümtehine, 60/1; Tahrim, 66/9; Mâlik b. Enes, Muvatta', Zekât, 30). Allah
yolunda mücâhedenin ilk şartı ise, mü'min olmaktır. Çünkü âyette "İman
edenler Allah yolunda savaşırlar, inkâr edenler de tâğut yolunda savaşırlar"
(4/Nisa, 76) buyurulmuştur. Allah yolunda savaşanlar ise gerçekten iman etmiş
olanlardır (bkz. 49/Hucurât, 15). Aynı zamanda onlar birbirlerinin dostudurlar (bkz.
8/Enfâl, 74-75), Allah düşmanlarını dost edinmezler (bkz. 60/Mümtehıne, 1).
Mücâhede, gerçekten inanmış olanların karakteristik özelliğidir. Gerektiğinde
Allah yolunda ölmek, onlar için bir şereftir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de "Allah,
mü'minlerden mallarını ve canlarını, Cennet kendilerinin olmak üzere satın
almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu,
Allah'ın üzerine bir borçtur. Gerek Tevrat'ta, gerek İncil'de, gerek Kur'ân'da
(Allah, yolunda çarpışanlara cennet vereceğini vadetmiştir)." (9/Tevbe, 111)
buyurulmuştur. Allah onlardan yanadır" (bkz. 16/Nahl, 110).
Allah yolunda savaş (mücâhede), insanlar için aynı zamanda bir imtihan
vesilesidir (3/Âl-i İmrân, 142-143; 47/Muhammed, 31; 9/Tevbe, 16). İnanarak
Allah yolunda mücâdele edenlerle, özürsüz olarak cihada katılmayanlar Allah
katında bir sayılmayacak; canlarıyla, mallarıyla cihad edenler mertebece daha
üstün tutulacaklardır. Onlar Allah'ın rahmetini ve dolayısıyla Cennetini de
umabilirler. Onlar doğru yoldadır. Gerçek mutluluğa erişenler de onlar olacaktır
(2/Bakara, 218; 4/Nisa,95-96; 9/Tevbe, 20, 88; 29/Ankebût, 69). Allah uğrunda
savaşanlar netice itibâriyle kendileri için savaşmış olurlar. Çünkü Allah,
âlemlerden müstağnidir (29/Ankebût, 6) ve "Şüphesiz, inkâr edenler, Allah
yolundan alıkoyanlar ve kendilerine doğru yol belli olduktan sonra Peygambere
karşı gelenler, Allah'a hiç bir zarar veremezler. O, onların işlerini boşa
çıkaracaktır." (47/Muhammed, 32).
Peygamber Efendimiz, "Mekke'nin fethinden sonra artık hicret yoktur, fakat
cihad ve niyet vardır..." (Buhâri, Cihâd, 1) buyurmak sûretiyle cihâdın her
devirde yapılması gerektiğine işaret etmiştir. Kahramanlık olsun diye, "ne cesur
adammış!" desinler diye veya gösteriş olsun diye savaşanlardan hangisi Allah
yolundadır, sorusuna cevaben de: "Kim Allah'ın şânını yüceltmek için
savaşırsa, o Allah yolundadır" (Buhârî, Tevhid, 28) buyurmuştur. Şu halde
Allah yolunda mücâhede eden kişi niyetinde samimi ve amelinde ihlâslı olmalıdır.
Aksi takdirde çabaları boşa çıkabilir.
Mü'min insanın hayatta en çok değer vereceği iki şey Allah ve Rasûlü olmalıdır.
Onlar uğrunda yapılacak mücâhedeye hiç bir şey engel olmamalıdır. Yoksa bir gün
Allah'ın azâbını beklemek muhtemel olabilir. Bu gerçek, Kur'an-ı Kerim'de şöyle
dile getirilmiştir:
"De ki; babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız, elde
ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler
sizce Allah'tan; Peygamberinden ve Allah yolunda savaşmaktan daha sevimli ise,
Allah'ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fâsık kimseleri doğru yola
eriştirmez." (9/Tevbe, 24).
Konuyla ilgili âyet ve hadislerden de anlaşılacağı gibi cihâd, canla ve malla
yapılır. Fakat en önemlisi insanın önce kendi nefsiyle mücâhede etmesidir. Çünkü
nefsine hâkim olamayan kimse, düşman karşısındaki mağlubiyeti peşinen kabul
etmiş demektir. İşte bunun içindir ki "İman edenlerden özürsüz olarak
yerlerinde oturanlar ile, mal ve canlarıyla Allah yolunda cihâd edenler
birbirine eşit değildir..." (4/Nisâ, 95) buyurulmuştur.
Tasavvufta ise, mücâhede nefsi zorluklarla yormak ve onun arzu ve isteklerine
karşı çıkmaktır. Daha geniş olarak, makam ve servete, bünyeyi semirtip ruhu
öldüren lezzetli nimetlere karşı nefsin tutku haline gelen meylini dizginleyip
yavaş yavaş ona karşı çıkmak ve onun varlığını yok etmeye çalışmaktır. Kuşeyrî:
"Hal ve makam sahibi olmak için harcanan sürekli ve düzenli çabalara mücâhade ve
rıyâzât adı verilir" demiştir.
Allah Teâlâ: "Uğrumuzda mücahede edenlere, mutlaka yollarımızı göstereceğiz"
(14/İbrahim, 12) buyurmuştur.
Rasulûllah (s.a.s.) de: "Nefsinin de senin üzerinde hakları vardır"
buyurarak mücâhadede ölçünün kaçırılmamasını istemiştir. Nefsin haklarını
çiğnemek, sebepsiz yere onu zorluklara sürüklemek mücâhade değildir. Şeyh
Tehânevî, Takrir'inde: "Nefsin istekleri ikidir. Birisi hakları, diğeri duyduğu
hazlarıdır. Vücudu ayakta tutabilmek için nefsin hakları korunmalıdır. Nefsin
hazları ise, yaşamak için gerekli olmayan fazlalıklarıdır. Mücâhedenin gâyesi
hazları yok etmek, hakları bırakmaktır" demiştir. Nefse karşı çıkmanın bir
gâyesi olmalıdır. Aksi halde zarar doğurur, mücâhede de sayılmaz. Allah için
üzüntü ve kedere tahammül, mücâhedenin yüksek derecelerindendir.
İnsan mücâhede ile huylarını kökünden söküp atamaz. Onları faydalı hale getirir.
Nitekim Rasulüllah (s.a.s.): "Birinin tamamen huyundan vazgeçtiğini
duyarsanız inanmayınız" buyurmuştur. Bununla birlikte, ruhî hayat, mücâhede
ve riyazatla elde edilir. Fakat mücâhede, varılması istenen bir gâye değil, bir
tedbir ve tesellidir.
Mücâhede ve riyazât şu maksatlarla yapılır:1- Takvâ ve verâ sahibi olarak
Cehennem'den kurtulmak, 2- Kur'an ve Sünnet ahlâkını huy haline getirerek
Cennet'e girmek ve mutlu olmak.[2]
[1]
Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 430-431.
[2]
Ahmet Güç, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 316-317.
İctihad; Cihadın
İlimle Yapılanı
‘İctihad' sözlükte, güç, tâkat
ve çaba, bir şeyi elde etmek için ya da bir şeyi yapmak için olanca çabayı
göstermek, çalışıp çabalamak anlamındadır. Fıkıh ilminde ‘ictihad', İslâm'ın
hükümlerini anlayıp öğrenmek üzere gayret göstermektir. Başka bir deyişle;
belirli bir seviyeye gelmiş bir İslâm âliminin, Kur'ân-ı Kerim ve Sünnet'in
yorumlanması gereken kısımlarını yorumlaması, sağlam metodlar uygulayarak bu
kaynaklardan dini bilmek ve yaşamak için gerekli bilgi ve hükümleri çıkarması
demektir.
İctihad yapabilen İslâm
âlimlerine (fakîhlere) ‘müctehid' adı verilmektedir. Kur'ân-ı Kerim, insan
hayatıyla ilgili bütün sorunlara açık hükümler koymamıştır. Bir kısmını
açıklamıştır, bir kısmını işaret etmiştir veya Sünnete bırakmıştır. Bazı
konularda ise birtakım ip uçları vererek, insanların bu konular üzerinde
düşünmelerini tavsiye etmiştir.
Peygamberimizin sünneti,
Kur'an'ın uygulamasıdır. Peygamberimiz hayatında, Allah'ın açık hükümlerini
uygulamış, işaret edilenleri vahiyden aldığı yetkiyle açıklamış ve bazen de
ashâbıyla istişâre edip görüşerek hükümler vermiş, uygulamalar yapmıştır. Yine
kendi zamanında birtakım konularda yapılan doğru ictihadları kabul etmiş,
‘Kur'an'da ve Sünnette bulamadığım konularda kendi ictihadımla karar vereceğim'
diyen sahâbeyi doğru görmüştür: Rasûlüllah (s.a.s.) Muaz bin Cebel (r.a.)'i
Yemen'e göndermek istediği zaman ona şöyle sordu: "Sana bir dâvâ geldiği
zaman nasıl hüküm vereceksin?" Muaz bin Cebel; "Allah'ın Kitabıyla" şeklinde
cevap verdi. Peygamberimiz (s.a.s.) bu sefer; "(Sana gelen dâvânın hükmünü)
orada bulamazsan" diye tekrar sordu. O da; "Allah'ın Rasûlünün sünnetiyle
hükmederim" dedi. Peygamberimiz; "Rasûlüllah'ın sünnetinde de Allah'ın
Kitabında da (o meseleyi) bulamazsan?" diye yine sordu. Muaz şöyle cevap
verdi: "Kendi görüşümle ictihad edeceğim ve bundan da geri
kalmayacağım." Bunun üzerine peygamberimiz eliyle onun göğsüne vurarak;
"Rasûlüllah'ın elçisini, O'nu memnun edecek şekilde başarılı kılan Allah'a
hamdolsun" buyurdu. (Ebû Dâvud, Akdiye, hadis no: 3592; Tirmizî, Ahkâm 3,
hadis no: 1327; Ahmed bin Hanbel, V/230)
İctihad'ın
İşleyişi:
İctihad, bir anlamda kapalı bir
sorunun çözülmesi, hakkında hüküm bulunmayan yeni ortaya çıkmış meselelerin dinî
hükmünün bulunabilmesi çalışmasıdır. Müslümanlar hayatlarının bütün alanlarında
dinlerine uygun yaşamak, bütün sorunlarını Kur'an'a ve Sünnet'e göre çözmek
isterler. Kur'an'da ve Sünnette o sorunun çözümü yoksa, müslümanın kendisinin,
kendi bilgisi yetersiz ise, yetkin bir alimin o sorunu Kur'an'a ve Sünnet'e göre
çözmesi gerekir.
Bir şer'î hükümde ictihad
yapılabilmesi için, o hükmün yoruma açık olması gerekir. Kesin ve açık
hükümlerde ictihada zâten ihtiyaç bulunmamaktadır.
Mecelle'nin 14. maddesinde "Mevrid-i Nass'ta ictihada mesağ yoktur"
denilmiştir. Yani Nass'ın (Kur'an ve Sünnet'in) açıkça ortaya koyduğu meselede
ictihad yapmaya müsâade yoktur. İslâmî hükümlerin bazıları ‘muhkem' yani açık ve
net değildir. Onlar üzerinde yorum yapma imkânı vardır. Hatta onları yorumlamak,
onlardan yeni hükümler çıkarmak gerekir. Bu demektir ki, ictihada ihtiyaç
vardır. Aksi halde İslâm'ı yaşamak zorlaşır ve insanlar İslâm dışında çözümler
aramaya başlarlar.
İnsanlar ve toplumlar
geliştikçe, yeni yeni problemler çıkmakta, yeni yeni olaylarla
karşılaşılmaktadır. Eğer ictihada izin verilmemiş olsaydı, belki milyonlarca
konu çözümsüz kalırdı. Müctehidlerin ictihadı, hem Kur'an'ın
anlaşılmasına yardımcı olur, hem de İslâm hukukunu sistemli bir şekilde öğrenip
yaşamamıza yol açar. Ancak müctehidlerin ictihadları dinin kesin emri
değillerdir.
Âlimler,
ictihad yapacak kimselerde bazı özelliklerin olmasını şart koşmuşlardır. Yeterli
bilgisi ve yeteneği olmayan kimseler ‘ictihad' yapmaya kalkarsa, din yara alır
ve yanlış anlaşılır. Yani her önüne gelen dinî meselelerde, ‘benim görüşüme
göre, benim anladığıma göre...' deyip, istediği fetvâyı veremez, vermemelidir.
Câhil bir kişinin görüşü, kararı, ya da fetvâsı hem kendine, hem de başkalarına
zarar verir.
İctihadlar Bağlayıcı mıdır?
İctihadlar her ne kadar dinin
kendisi değilse de, "dinin hükmü böyle olabilir, eldeki deliller böyle
olabileceğini gösteriyor, ya da dinî bir hüküm bu şekilde uygalanabilir"
demektir. Öyleyse bir müslümanın "âlimlerin yaptığı ictihadlar beni bağlamaz,
ben bildiğim gibi amel ederim", ya da "ictihadlar dine yapılmış eklemelerdir,
doğru da bağlayıcı da değillerdir" demesi kesinlikle yanlıştır. Unutmamak
gerekir ki, dinin anlaşılması ve pratikte uygulanabilmesi için yetkin
bilginlerin ilmine ihtiyaç vardır.
Mezheblerin fıkıh kitaplarına
baktığımız zaman, aynı meselede çok farklı ictihadların yapıldığını görürüz. Bu
bizi şaşırtmamalı. Çünkü bütün müctehidler ellerindeki delillere, kendilerine
ulaşan hadislere ve haberlere dayanarak fetvâ vermişlerdir. Onların iyi
niyetlileri, bütün güçlerini kullanarak cevabın en isâbetlisini bulmaya
çalışmışlardır. Müctehidler bu çabayı gösterirken hatalı kararlar verseler bile
sevap kazanırlar. Çünkü onlar hiç bir etki altında kalmadan, hiç dünyalık
kazancı düşünmeden yalnızca Allah rızâsı için, olanca güçlerini kullanarak
doğruya ulaşmaya çalışırlar. Ancak âlim olmayan, meseleleri ve delillerini
yeterince bimeyen birisi, işine geldiği gibi fetvâ vermeye kalkışırsa bırakın
sevap almayı; günah kazanır, belki de dalâlete/sapıklığa düşebilir. Bir kişinin
herhangi bir konu hakkında bilgisi yoksa hevâsına/arzularına göre fetvâ veya
karar verir. Bu câhillik de onu doğru yoldan uzaklaştırabilir.
Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle
buyurmuştur: "Hâkim (hükmeden-karar veren) ictihad eder ve isâbetli karara
ulaşırsa kendisine iki ücret (sevap) verilir. Eğer ictihad eder ve hatalı karar
verirse ona da bir ücret verilir." (Buhârî, İ'tisâm 21; Müslim, Akdiye 15,
hadis no: 1716; Ebû Dâvud, Akdiye 2, hadis no: 3574; Tirmizî, Ahkâm 2, hadis no:
1326; Nesâî, Kadâ 3)
Belli bir mezhebe göre amel
edenler, o mezheb imamlarının ictihadlarını göz önüne alırlar, ama başka
müctehidlerin ictihadlarının yanlış olduğunu düşünmezler. Çünkü müctehidler,
ellerindeki delillerden hareket ederek o sonuca ulaşmışlardır. Deliller ve o
delilleri uygulama metodu farklı olursa, farklı ictihadların olması doğaldır.
Onların pek çoğu ortaya koydukları ictihadlarda ısrarcı olmamışlar, müslümanlara
"bizim ictihadımızdan daha isâbetlisini bulursanız ona uyun"
demişlerdir.
Sahâbeler gibi, daha sonradan
gelen bazı âlimler de bir konu hakkında ortak ictihadda bulunmuşlardır. Bunlara
‘icmâ' denir. Müctehid âlimler bir konuda ortak ictihad yapmışlarsa, yani bir
meselede ‘icmâ' olmuşsa; artık o konuda ictihada ihtiyaç yoktur.
İnsanlara bırakılan yani Kur'an
ve Sünnetin bir şey söylemediği, hüküm koymadığı, fıkıh dışı konularda söz
söyleme yetkisi yalnızca müctehidlere âit değildir. Böyle konularda uzman
olanlar, mü'min ve güvenilir olmak kaydıyla; söz söyleyebilir, hüküm
verebilirler. Bunların görüşleri veya verdiği karar ise ictihad olmaz. Özellikle
İslâm tarihinde görüldüğü gibi birtakım siyasî mezheplerin ve grup görüşlerinin
-terim anlamıyla- ictihad sayılmasının imkânı yoktur. Yani ictihadın alanı
Kur'an ve Sünnetle belirlenmiştir. Bu da onlardaki yoruma açık hükümler ve yeni
karşılaşılan fıkhî sorunlardır.
Yeni ortaya çıkan meselelere
cevap verebilmek ve İslâm'ı bütün çağlara, bütün topluluklara uygulayabilmek
için ictihad yapılması gerekir. Elbette işin ehli olan insanlar tarafından.
İslâm'daki ictihad faâliyeti, İslâm hukukunun her devirde ve yerde uygulanmasını
sağladığı gibi, onu statiklikten/donukluktan kurtarır. İctihad, hem İslâm'ın
mevcut hükümlerinin uygulanabilmesi, hem de sonradan ortaya çıkmış sorunlara
İslâmî çözümler getirilebilmesi için gereklidir. İslâmî hükümler ile hayat
arasında bir kopukluk yoktur, olmamalıdır. İctihad bu kopukluğu ortadan kaldıran
çok önemli bir çabadır.
İctihad Kapısı
Kapalı mıdır?
Yakın yüzyıllarda, ictihad
kapısının kapandığı iddia edilmiştir. Hâlâ bu görüşü savunanlar da
bulunmaktadır. Halbuki, ictihadın kapısını kapamak, İslâmî hükümlerin
uygulanmasının önünü tıkayıp, müslümanları çözümsüzlük yüzünden başka
milletlerin hukuk ilkelerine yöneltmektir. Ya da İslâm'ı hayata uygulamayı
zorlaştırmaktır.
Günümüzde yetkili müctehidlerin,
veya müctehidlerin oluşturacağı konsey ve kuralların ictihadına şiddetle ihtiyaç
vardır. Bu ictihad hiçbir zaman yeni mezhebler uydurmak, yeni namaz kılma veya
hac yapma şekli icat etmek değildir. İctihadı böyle anlayanlar şüphesiz asıl
maksadın uzağına düşerler, işi zorlaştırırlar. Bugün, Batıdan kaynaklanan modern
kültürün, değişen hayat şartlarının, ortaya çıkmış sayısız hayat felsefesinin,
yoğun iletişim kültürünün etkisinde kalan, bu gerçeklerle yüzyüze olan, yığınla
ekonomik ve sosyal sorunlarla boğuşan müslümanların problemleri çözüm
beklemektedir. Müslüman hukukçuların bunca yeni meseleye İslâmî fıkıh
çerçevesinde çözüm üretmeleri, yani ictihad etmeleri gerekir.
İslâm hukukunda terim anlamıyla
ictihad, fıkıh ile sınırlıdır. İctihadı geniş anlamıyla alıp, din konusunda
söylenen her şeye, varılan her yoruma ictihad deyip, sonra da hepsini; ictihad
kapısı kapalı kabul zannedildiği için reddetmenin mantığı yoktur. İctihad
kapısını bu anlamda da kapalı tutanlar, câhil-âlim müslümanları kör bir
taklitçiliğe, önceden gelip geçmiş ataları aynen izlemeye ve yeni meseleler
karşısında ebkem (dilsiz) olmaya dâvet ediyorlar. Nitekim, İslâm âleminin son
beşyüz yıllık geriliğinde bu kafa yapısının etkili olduğu inkâr edilemez.
Her şeyin adını iyi koymak
gerekir. İlmin alanı çok geniştir. Eskiden olduğu gibi şimdi de insanla ve onun
ihtiyaçlarıyla ilgili sayısız bilim dalı gelişmiştir. Bunların bilinmesi,
öğretilmesi, uygulanması bir sorunu çözüyorsa, müslümanların bunun uzağında
olması düşünülemez. Hikmet kavramına giren, İslâmın temel ilkelerine aykırı
olmayan her şeyi, ihtiyaç kadar almak gerekir. Bu nedenle günümüzde korkunç
boyutlara ulaşan bilgiden ve iletişimden yoksun olmak, başkalarının güdümüne ve
giderek onların dünya görüşlerine girme tehlikesini beraberinde getirir.
Pozitif
bilimlerde araştırma, cehd, fikir ürteme, deney yapma, düşünce geliştirme
faydalı ve ihtiyaç olduğu gibi, İslâmî ilimler sahasında da aynı şeyleri yapmak
hem faydalıdır, hem de gereklidir. Din'in anlaşılması, her devirde yaşanabilmesi
için yeniden yorumlanması, günümüzde ulaşılan bilgi ve tecrübeleri de hesaba
katarak yeni açıklamalar yapılması zararlı değildir. Yeter ki bu işleri
yapanlar iyi niyetli olsun, İslâm'ın asıl kaynaklarına bağlı kalsın, İslâm'ı ve
onun ilkelerini çağa, siyasî düzenlere ya da birilerinin keyfine uydurmaya
kalkmasınlar. İslâm, hiç kimsenin çağına, keyfine, hevâsına, ölçüsüne, kafa
yapısına uymak durumunda değildir. Ama bütün insanlar, Allah'a kulluk için
İslâm'a teslim olmak zorundadırlar.
Tekrar edelim ki, bütün ilim
dallarında yoğun bir çabaya (ictihada) ihtiyaç olduğu gibi, yeni fıkhî
meseleleri çözmek için de -terim anlamında- ictihada ihtiyaç vardır.[1]
Lugat anlamı olarak güç, tâkat ve çaba anlamına gelen "ictihad", bir şeyi elde
etmek için olanca gücünü sarfetmek anlamında hakîkî; kıyas vb. yollarla hüküm
çıkarmak anlamında ise mecâzîdir (Zebîdi, Tâcu'l-Arûs, Mısır 1307, II, 329).
"İctihad" kelimesi, Kur'ân-ı Kerîm'de zikredilmemiş, hadis-i şeriflerde ise her
iki anlamda kullanılmıştır. Hz. Peygamber, düzgün namaz kılmayan bir sahâbiye
"namazını yeniden kıl, çünkü sen namaz kılmadın!" demiş ve bu hal üç defa
tekrar edilmiştir. Üçüncüde namaz kılan "bana doğrusunu öğret, vallahi ben
elimden geleni yaptım" derken "ictehedtü (ictihad ettim)" ifâdesini kullanmıştır
(İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, Haydarâbâd, 1966, I, 156). Şu hadislerde mecâzî
anlamında kullanılmıştır: "Hâkim hükmedip, ictihadda bulunur ve isâbet ederse
ona iki ecir vardır" (Buhârî, İ'tisâm, 21; Müslim, Akdiye, 15; Ahmed bin
Hanbel, III/187). Allah Rasûlü, Muaz bin Cebel'i Yemen'e yönetici olarak
gönderirken; "Kitap ve sünnette hüküm bulamazsan ne ile hükmedersin?"
sorusuna Muaz "Re'yimle ictihad ederim" diye cevap vermiştir (Ebû Dâvud,
Akdiye, hadis no: 3592; Tirmizî, Ahkâm 3, hadis no: 1327;
Ahmed bin Hanbel, V/230)
Bir
terim olarak ictihad en eski fıkıh usûlü kaynağı olan Şâfiî (ö. 204/819)'nin
er-Risâlesi'nde şöyle târif edilmiştir: "Her hâdise hakkında ya ona ait bir
hüküm veya hak olan hükmün yolunu gösteren bir delâlet vardır. Hâdisenin açık
hükmü varsa ona uymak gereklidir. Eğer muayyen bir hüküm yoksa, hâdisenin hak
oları hükmüne götüren yolun delili ictihad ile aranır; İctihad ise kıyastan
ibârettir" (Şâfiî, er-Risâle, thk. Ahmed M. Şakir, Mısır 1940, s. 477). En eski
fıkıh usûlü kaynağında yer alan bu târif yeterli değildir. Çünkü ictihad, kıyas
yoluyla olabileceği gibi, âyet ve hadislerde hâkim bulunan genel prensiplerden,
kelime ve cümlelerin çeşitli delâlet ve inceliklerinden kıyas dışında kalan
diğer istidlâl yollarından hüküm çıkarmak tarzında da olabilir. Bu duruma göre
kıyas her zaman ictihada muhtaçtır, fakat ictihadın tek yolu kıyas değildir (Gazzâlî,
el-Mustasfâ, Mısır 1324, II/229). Kıyas; hakkında âyet ve hadis bulunmayan bir
meselenin hükmünü, aralarındaki ortak illet dolayısıyla, hakkında âyet-hadis
bulunan meselenin hükmüne bağlamaktır (Şâfiî, el-Ümm, Mısır 1329, VII/85;
Şevkânî, İrşâdü'l Fuhûl, Mısır 1937, s. 197).
Âyet
ve hadislerden amelî (pratik) hükümleri çıkarma gücüne sahip oları fâkîh'e "müctehid"
denir. İctihad ya şer'î delillerden hüküm çıkarma tarzında olur, ya da çıkarılan
bu hükümlerin toplum hayatına uygulanmasıyla ilgili bulunur. Birinci kısma giren
ictihad; şer'î kaynaklardan hüküm çıkaran müctehidlere mahsustur. Sahâbe,
Tâbiîn, Tebe-i tabiîn ve mezhep imamları devrinde bu çeşit ictihadlarla İslâm
hukuku sistemleştirilmiştir. Ancak üçüncü hicrî yüzyıldan sonra giderek ictihad
yapanlar azalmış ve şartlarının ağırlığı sebebiyle bu kapının kapandığı kanaati
uyanmıştır. Hanbelî, Zâhirî ve Şiî mezheplerinde, ictihad kapısı sürekli açık
telâkkî edilmiştir. İkinci kısma giren ictihada gelince; hükümlerin toplum
hayatına uygulanması bu tür ictihadda sürekliliği gerekli kılmıştır. İslâm
hukukunun yürüyen ve yaşayan hayata intibâkını sağlamak, gelişen toplum
hayatının yeni problemlerini çözmek için her devirde bu yola başvurulmuştur.
Bunu yapanlara "tahrîc âlimleri" denilir. Bunlar, çıkarılmış hükümlerin
illetlerini belirleyip yeni, benzer cüz'î meselelere uygularlar. Bu, hükümleri
uygulama çalışması olup, böylece ilk müctehidlerin, üzerinde görüş beyan
etmedikleri bir kısım meselelerin hükümleri de anlaşılmış olur (Muhammed Ebû
Zehra, Usulü'l-Fıkh, Kahire, t.y., s. 379).
İslâm hukukunda, şer'î hükümler kesin delillere yani açık âyet ve hadislere veya
icmâya dayanıyorsa ictihada yer verilmez. Âyet-hadis oları yerde ictihad yoluna
gitmek câiz değildir. Ancak nass'ların sübûtu ve delâleti kat'î/kesin olur veya
bir konuda icmâ bulunursa ihtilâfa mahal kalmaz. Eğer nassların sübûtu veya
delâleti zannî olup kesinlik ifâde etmiyorsa veya bir nasstan birkaç hüküm
çıkarmak mümkün oluyorsa, ictihada başvurmak gerekir. Diğer yandan ictihad, en
çok hakkında nass bulunmayan olayların hükümlerini belirlemek için yapılır (Abdülvahhâb
Hallâf, Masâdiru't-Teşriî'l-İslâmî, s.10). Devamlı farklılaşan toplum hayatında
yeni meselelerin zuhûru tabiîdir. Çözüm bekleyen problemlere eğilmek gerekir.
Ayrıca birtakım amelî hükümlerin örf-âdet, istihsan, maslahat gibi... tâlî
derecedeki delillere dayandığı düşünülürse problemin ağırlığı daha iyi
anlaşılır.
Dayandığı Kitap, Sünnet ve icmâ delillerinden biri bilinmeksizin bir müctehidin
sözünü alıp, bununla amel etmeye "taklid" denir. Fakat deliline bakmak, öğrenmek
ve ictihadına katılmak sûretiyle bir müctehidin re'yini benimsemeye ise "ittibâ"
adı verilir. Eş-Şevkânî (ö. 1250/1832)'ye göre, sahâbe, tabiîn ve etbâü't-tâbiîn
içinden ictihad derecesine ulaşamayanlar muayyen bir müctehidi taklid etmiyor,
onlardan problemleriyle ilgili delilleri sorup öğrenerek bunlara ittibâ
ediyorlardı. Taklit bu nesillerden sonra zuhûr etmiştir (Hayreddin Karaman,
İslâm Hukukunda ictihad, Ankara 1975, s. 206). Müslümanlar arasında taklid
yerine, ittibâ ruh ve alışkanlığının geliştirilmesi toplumu giderek vahiyle,
sünnetle ve icmâ-ı ümmetle karşı karşıya getirir. Bunun sonucunda vahiy ve
sünnet, toplum üzerindeki etkisini gösterir.
İctihadın hükmü gâlip zandır. Yani bir meselenin ictihad ile sâbit olan hükmü
yanılma ihtimali ile birlikte gâlip zanna dayanır. Bir müctehidin devamlı isâbet
etmesi gerekmez. Hata etmesi de mümkün ve muhtemeldir. Bu yüzden Ebû Hanîfe, "bu
bizim ulaştığımız en iyi sonuçtur. Kim bundan daha iyisine ulaşırsa ona uysun"
derdi. İmam Şâfiî de; "bir hadis görürseniz ona sarılın ve benim görüşümü duvara
çarpın" demiştir (Ebu Zehrâ. a.g.e, s. 388, 389). Mu'tezile'ye göre, her
müctehid ictihadında isâbet etmiş sayılır. Çünkü hüküm, Allah nezdinde
müctehidin ictihadına tâbîdir. Aksi halde insanlar güç yetiremeyecekleri bir
yükümlülükle karşı karşıya gelmiş olur (Ömer Nasuhi Bilmen, lstılahat-ı Fıkhıyye
Kâmusu, I, 243).[2]
[1]
Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 287-291.
[2]
Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 86-88.
Müctehid; İlim ve
Fikirle Cihad Eden Âlim
"Müctehid", âyet ve hadislere dayanarak hüküm çıkaran İslâm bilgini; İslâm
hukukçusu; âlim, fakîh kimselere denir. Âyet ve hadislerden hüküm çıkarma gücüne
sahip olan fakîh zâta "müctehid" denir. İctihad, ya şer'î delillerden hüküm
çıkarma şeklinde olur, ya da çıkarılan bu hükümlerin toplum hayatına
uygulanmasıyla ilgili bulunur.
Arapça'yı iyi bildikleri ve Hz. Peygamberle beraberlik sâyesinde Allah ve
Rasûlünün maksadını çok iyi anladıkları için sahâbe neslinden müctehidlerin
sayısı bir hayli çoktur. Ancak kendilerinden hüküm ve fetvâ nakledilen sahâbe
müctehidi yüz otuz kadardır. Bunlardan yedi tanesi fetvâları birer kitap olacak
kadar çoktur. Fukâhâ-i Seb'a denen bu sahâbiler şunlardır; Hz. Ömer, Ali, Âişe,
Zeyd bin Sâbit, Abdullah bin Mes'ud, Abdullah bin Abbas ve Abdullah bin Ömer (İbnü'l-Kayyim,
İ'lâmü'l-Muvakkıîn, thk. M. Muhyiddin Abdulhamid, Mısır 1955, I, 14 vd).
Hz.
Ömer, Ebû Mûsâ el-Eşârî'ye gönderdiği mektupta onu kıyas ve ictihada teşvik
etmiş, yine aynı konuda Kâdî Şurayh'a (ö. 78/697) şöyle demiştir: "Kitab'dan
açıkça anlayabildiğinle hükmet. Eğer Kitabın tamamını bilemezsen Rasûlullah'ın
hükmettiği ile hükmet. Bunun hepsini bilemezsen, doğru yolda olan âlimlerin
hükümleriyle/fetvâlarıyla hükmet. Bunların da hepsini bilemezsen, re'yinle
ictihad et, âlim ve sâlih kişilerle de istişâre et" (Şîrâzî, Tabakât, s: 7;
İbnü'l-Kayyim, a.g.e., I, 204).
Âyet
ve hadislerden hüküm çıkarmak ve ictihad gerektiren konuları çözebilmek için
birtakım şartlara ihtiyaç vardır. Bu esaslar fıkıh usulünün tedvini ile
birlikte, ilk defa Müctehid imamlar devrinde tesbit edilmiştir. Aşağıda
vereceğimiz bu şartları taşıyanlara "müctehid" denir. Bir müctehidde bulunması
gereken özellikleri şöylece ifade edebiliriz:
Müctehidde Bulunması Gereken Şartlar:
1) Arapçayı bilmek: Fıkıh usûlü bilginleri
bu noktada ittifak etmişlerdir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnet Arap dili ile
ifâde edilmiştir. Âyet ve hadislerdeki kelimeleri ve hitabı anlayacak kadar sarf
ve nahiv bilgisiyle Arapçayı bilmek gerekir (Gazzâlî, a.g.e, II/350-353). Ebû
İshak eş-Şâtibî'ye (ö. 790/1388) göre ictihad; nass'lardan hüküm çıkarma ile
ilgili ise şarttır. Fakat maslahatlar ve mefsedetler nev'inden bir mânâ ve
illete bağlı ise Arapça şart değildir. Kıyas ictihadlarının çoğu bu kabildendir
(eş-Şâtibî, el-Muvâfakât, Mısır (t y), IV/162-165).
2) Kur'an ilmine sahip olmak: Kur'ân-ı
Kerîm'in hepsini bilmek şart olmayıp, beşyüz kadar oları hüküm âyetlerinin
inceliklerini bilmek yeterlidir. Bu âyetlerin; âmm (genel anlam), hâs (özel
anlam), mutlak mukayyed, nâsih-mensûh ve sünnetle ilgili durumlarını bilmek
gerekir. Kur'an'ı ezbere bilmek gerekmez, ihtiyaç duyulan âyetlerin yerini
bulabilecek durumda olmak yeterlidir (Gazzâlî, a.g.e, II/350-353). Ebû Bekir el-Cassâs
(ö.370/980) ile İbnü'l-Arabî (ö. 543/1148) gibi bilginler "Ahkâmü'l-Kur'an" adlı
eserlerinde hüküm âyetlerini açıklamaya çalışmışlardır. es-Sâbûnî'nin "Tefsîru
Âyâti'l Ahkâm" (K. K.'in Ahkâm Tefsiri) isimli eseri de hüküm âyetleri hakkında
söylenenleri özlü bir şekilde açıklamıştır.
3) Sünneti bilmek: Bu şart üzerinde de
ittifak vardır. Hüküm hadislerini bilmek yeterli olup, mev'ıza, âhiret hükümleri
vb. hadisleri bilmek şart değildir. Ancak hadislerin âmm-hâs, mutlak mukayyed,
nâsih-mensûh gibi durumlarını, rivâyet yollarını, râvilerin derece ve hallerini,
adâlet ve zabt gibi vasıflarını bilmek gerekir. Hadisleri ezbere bilmek şart
olmayıp, ihtiyaç duyulan hadisleri yerinde bulabilecek durumda olmak yeterlidir
(M. Ebû Zehrâ, a.g.e, s. 382, 383).
4) Üzerinde icmâ veya görüş ayrılığı olan konuları bilmek:
Üzerinde ittifak (icmâ) edilen konuları bilmek
yanında, sahâbî ve onlardan sonra gelen müctehidlerin ihtilâfa düştükleri
konuları bilmek gerekir (Şafiî, er-Risâle. s. 510). Ancak bütün icmâ yerlerini
ezberlemek şart değildir. Araştırma konusu yapıları mesele hakkında icmâ veya
ihtilâf bulunup bulunmadığını bilmek yeterlidir (Ebû Zehrâ, a.g.e, s. 383 vd.).
Müctehidlerin ittifak ve ihtilâf ettikleri meseleleri, ihtilâf sebeplerini
açıklayan eserler meydana getirilmiştir. Eş-Şîrâzî (ö. 476/1083)'nin el-Mühezzeb,
İbn Kudâme (ö. 620/1223)'nin el-Muğnî, İbn Hazm (ö. 456/1063)'ın el-Muhallâ,
İbn Rüşd (ö. 595/1199)'ün Bidâyetü'l Müctehid ve Nihâyetü'l-Muktesid adlı
eserler bunlar arasında zikredilebilir.
5) Kıyası bilmek: İctihad, bütün
yönleriyle kıyası bilmeyi gerektirir. Hatta İmam Şâfiî'ye göre "ictihad kıyastan
ibarettir" (Şâfii, a.g.e, s. 383 vd.). Kıyasın metodunu bilmek, nasslardan hüküm
çıkarma esaslarını öğrenme ve ictihad yapılacak konuya en yakın olan nass'ı
seçme imkânını sağlar. Kıyası bilmek, şu üç şeyi bilmeyi gerektirir:
a) Kıyasın dayanacağı asıl hükmü bilmek;
bu dayanağın âyet, hadis veya icmâ olması, bunlarla ilgili gerekli bilgilere
sahip olunması lâzımdır.
b) Kıyâs kâide ve prensiplerini bilmek:
Meselâ, belirli ve özel bir durumu ifade ettiği sâbit olan bir nass (âyet-hadis)
üzerine kıyas yapılamaz. Hz. Peygamber'in dörtten fazla olan eş sayısına kıyas
yapılarak hüküm çıkarılamaması gibi. Çünkü bu müsâade yalnız O'na âittir.
c) Önceki müctehidlerin kıyas metotlarını
bilmek. Çünkü bu sayısız hükümlerin açıklanmasına götüren bir yoldur (İsnevî,
şerhu Minhâci'l-Usûl, İbn Emir'in Takriri kenarında, Mısır 1316, III, 310).
6) Hükümlerin amaçlarını bilmek: İslâmî
hükümlerin amaçları, belli bazı nass'ların değil; bütün nass'ların toplamından
anlaşılabilir. Böylece, cüz'î bir meseledeki maksadı anlamak, küllî hükümleri
ortaya koyan nass'ları anlamaya bağlıdır. İslâmî hükümlerin asıl amacı insanlar
için rahmet olmaktır. Âyette "Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak
gönderdik" (21/Enbiyâ, 107) buyurulur. İslâm'da güç ve sıkıntının
giderilmesi, zorluğun değil, kolaylığın tercih edilmesi bu rahmetin bir
gereğidir.
Şâtibî şöyle der: "İnsan, Allah ve Resulunün amaçlarını bütün meselelerde
anlayacak bir dereceye gelirse, o, ilim öğretme, fetvâ verme ve Allah'ın
bildirdiği hükümleri açıklamada Peygamber (s.a.s)'in vârisi olma özelliğini
kazanmış olur" (Şâtibî; a.g.e, IV, 106).
7) Doğru bir anlayış ve takdir gücüne sahip olmak:
Müctehidin gerçek ve doğru fikirleri, yanlış olanlardan ayırt etme yeteneğine
sahip olması gerekir (Ebû Zehrâ, a.g.e, s. 387, 388).
8) İyi niyetli ve sağlam inanç sahibi olmak:
Bütün büyük müctehidler fıkıhla şöhret yapmazdan önce ihlâs ve takvâlarıyla
meşhur olmuşlardır. İhlâslı kimse, gerçeği nerede bulursa bulsun kabul eder,
taassup göstermez. Büyük imamların hepsi "bizim görüşümüz doğrudur, yanlış da
olabilir. Başkalarının görüşü yanlıştır, fakat doğru da olabilir" demişlerdir.
Hâlis bir niyet, sahibini dinin özüne nüfuz ettirir ve yalnız hakka yöneltir.
İslâm dini, ancak kalbi ihlâsla aydınlanmış olanların gereği gibi idrâk edeceği
bir dindir. İtikadı bozuk olan kimse, bid'at ve nefsî arzularının peşine düşer;
selîm bir kalb ile âyet ve hadislere yönelemez. Kötü niyet, düşünceyi de
kötüleştirir.
İşte
İslâm hukukçularının ittifakla müctehidde bulunmasını kabul ettikleri şartlar
bunlardır. Bu şartları kendisinde toplayan müctehide "mutlak veya müstakil
müctehid" denir.
Fakihlerin büyük çoğunluğuna göre ictihad bölünme (tecezzî) kabul etmez. Nikâh
meselelerinde ictihad yapan kimse, ibâdet konularında başkasını taklid edemez.
Yine ibâdet konularında müctehid olan kimse, alım satım, nikâh ve talak gibi
konularda başka bir müctehidi taklid edemez. İctihadla taklid bir kimsede
birleşemez. Ancak müctehidin bütün şer'î meseleleri aynı derecede bilmesi mümkün
olmayabilir. Birçok müctehid sorulan bazı sorulara "bilmiyorum" diye cevap
vermiştir. İmam Mâlik'in otuz altı kadar soruya "bilmiyorum" diye cevap verdiği
nakledilir (Ebû Zehrâ, a.g.e, s. 400, 401).
Müctehidlerin Tabakaları:
Fıkıh usûlü bilginleri müctehidleri yedi tabakaya ayırırlar. ilk dört tabaka
müctehid, diğerleri mukallid derecesindedir.
1) Şerîatte müctehid: Bunlara "mutlak veya
müstakil müctehid" de denir. Bunlar hem müstakil usûl ve ictihad metodu ortaya
koyan, hem de bunlara göre fer'î hükümler çıkaran müctehidlerdir. Sahâbe
fakîhleri, Saîd b. el-Müseyyeb ve İbrahim en-Nehâî gibi Tâbiûn fakîhleri, Ca'fer
es-Sâdık ve babası Muhammed el-Bâkır, Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfiî, Ahmed bin Hanbel,
Evzâî, Leys b. Sa'd, Süfyan es-Sevrî ve diğerleri gibi pek çok müctehid bu
tabakaya girer.
2) Müntesip mutlak müctehidler: Bunlar,
eksiksiz olarak ictihad ehliyetine sahip, bazen usûl ve fürûda üstadlarına
muhâlif olmakla birlikte genel olarak bir müstakil müctehidin ictihad usûlünü
benimsemiş olan müctehidlerdir. Ebû Yûsuf, İmam Muhammed, İmam Züfer,
Şâfiîlerden el-Müzenî, Mâlikîlerden Abdurrahman b. Kasım ve İbn Vehb
bunlardandır.
3) Mezhepte müctehidler: Bunlar mensup
oldukları mezhep imamına muhâlefet etmezler. Ancak onun hükme bağlamadığı
meseleleri aynı usûl ve metodu kullanarak Kitap ve Sünnet delillerinden
çıkarırlar. Tahâvî, Kerhî, Serahsî, İsfereyânî ve Şîrâzî bunlar arasında
sayılabilir.
4) Tercih yapan müctehidler: Rivâyet
edilen görüşler arasında tercihlerde bulunan fakihlerdir. Bu tabaka ile önceki
tabaka arasındaki fark çok azdır.
5) İstidlâl sahibi müctehidler: Bunlar,
görüş ve rivâyetleri karşılaştırıp; "Şu görüş rivâyet bakımından daha sağlam ve
delili yönünden daha kuvvetlidir", "Bu görüş kıyasa daha uygundur" gibi
açıklamalar yapmışlardır. Aslında bu üç tabakayı "tahrîc ve tercih yapanlar"
diye ikiye ayırmak mümkündür (Ebu Zehrâ, a.g.e, 396, 397).
6) Hâfızlar tabakası: Bunlar taklid
derecesinde olup, öncekilerin tercihlerini bilmede hüccet sayılırlar. İbn Âbidin
bunlar hakkında şöyle der: "Onlar en sağlam, sağlam ve zayıf, açık rivâyet,
mezhebin zâhir görüşü ve nâdir rivâyet arasında seçme gücüne sahip kimselerdir.
el-Kenz, ed-Dürrü'l-Muhtâr, el- Vikâye ve el-Mecma' gibi eserlerin müellifleri
bu tabakaya dâhildir. Bunlar kitaplarında reddedilmiş veya zayıf rivâyetleri
nakletmemişlerdir" (Ebû Zehrâ, a.g.e, 397, 398)
7) Mukallidler tabakası: Bunlar Kitabı
anlayabilir, fakat görüş ve rivâyetler arasında tercih yapamazlar. İbn Âbidin
şöyle der: "Onlar gece odun toplayıcısı gibi ellerine geçen her şeyi bir araya
getirmişlerdir. Bunları taklid edenlere yazıklar olsun" (İbn Âbidin, Şerhu
Risâleti Resmi'l-Müftî, İstanbul, t.y. s. 5).[1]
[1]
H. Döndüren, a.g.e., c. 4, s. 322-324.
Fikrî Cihad
Bilindiği cihad, başlıca üç
kısma ayrılıyordu.
1- İslâm düşmanlarıyla
cephede çarpışmak,
2- Nefsânî arzuları
yenip rûhu güzel ahlâk ile bezemeğe çalışmak, ibâdet ve tâatle meşgul olmak,
Üçüncüsü de, fikrî cihaddır ki, herkese nasihat edip iyiyi emir, kötüden nehy
görevini yerine getirmektir. İnsanları Hakk'a dâvet edip Kitap ve Sünnet ile
amel etmeye teşvik etmek, İslâm'a saldıran mülhidler, müşrikleri delillerle
susturup insanlığın hidâyetine engel olan sebepleri kaldırmaya çalışmak,
günümüzde şuurlu bütün müslümanların mutlaka yerine getirmeleri gereken fikrî
cihaddır.
Peygamberimiz'in Mekke'de
yaptıkları cihad, bu tür cihad idi ve bu cihad, müşrikleri kudurtuyordu. Çünkü
onun geceleri namaz kılışı, Kur'an okuyuşu, çok kimseyi kalbinden yakalayıp
İslâm'a çekiyor ve bütün engellere rağmen İslâm'ın yayılışı, putperestleri
çileden çıkartıyordu. Onun için bu cihad, mal ve canla cihadın temeli olmuştur.
Günümüzde de cihadın en güzel
yollarından biri fikrî cihaddır. Kur'ân-ı Kerim, "Rabbinin yoluna hikmet ve
güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir şekilde mücâdele et" (16/Nahl,
125) buyurmaktadır. Cephedeki cihadda bile savaşa başlamadan önce Hak yoluna
dâvet, Hakkı telkîn lâzımdır. Hatta bazı âlimlere göre, dâvet şartına uyulmadan
öldürülen kimse için diyet verilmesi gerekir (el-Ahkâmu's-Sultâniye terc. s.
44). Dâvet sonunda gerçeği kabul edenlerle savaş yapılmaz.
İslâm, evvelâ müslümanlara veya
kendini müslüman kabul edenlere ulaştırılmalıdır. "Müslümanım" diyenler, İslâm'ı
hakkıyla bilmiş ve bildiklerini de hayata geçirmiş olsa dünyanın rengi çok kısa
zamanda ne kadar güzelleşecektir. O zaman müslümanlar örnek yaşayışlarıyla, hal
dilleriyle her an tebliğ yapmış, fikrî ve fiilî cihad etmiş olacaklardır.
Akılsız dost misali, bugün fikrî cihadın önünde en büyük engel, kötü örnek
olmaları ve çeşitli şekilde dâvânın önünde engel, en azından gölge olmaları
yönüyle "müslümanım" diyenler olmaktadır. Müslümanların müslümanlaşması için
öncelikle şuursuz müslümanlara fikrî cihad başlatılmalıdır. Emr-i bi'l-ma'ruf ve
nehy-i ani'l-münker de dediğimiz bu cihad faâliyeti yeterli şekilde yapılmadığı
için hergün nice insan İslâm'dan uzaklaşmaktadır.
İkinci olarak, fikrî cihadın
tâğutlara, zâlim yöneticilere, müstekbir zorbalara karşı yapılması
gerekmektedir. Bataklık kurutulmadan sivrisinekle mücâdele yapılamayacağı gibi,
emr-i bi'l-münker ve nehy-i ani'l-ma'ruf yapan gayri İslâmî düzen ve kurumlara,
medya ve etkili güçlere karşı bu cihad yapılmalıdır. "Müşriklere karşı
mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad edin." (Ebû Dâvud, Cihad
18, hadis no: 2504; Nesâî, Cihad 1, 2, 48), "Zâlim
bir hükümdar/yönetici karşısında hak ve adâleti açıkça söylemek, büyük bir
cihaddır." (İbn Mâce, Fiten, hadis no:
4011; Tirmizî, hadis no: 2265), "Allah benden evvel hiç bir
ümmete bir nebi göndermemiştir ki, ümmet içinde kendisine yardımcı olan
havârîlere, yerleştirdiği geleneklere göre hareket eden arkadaşlara ve
emirlerine itaat eden dostlara sahip olmamış olsun. Sonra bunları bir nesil
takip eder. Onlar yapmadıklarını söyler, emredilmeyen işleri yaparlar. Bunlarla
eli ile fiilen mücâdele eden mü'mindir, dili ile mücâdele eden mü'mindir, kalbi
ile mücâhede eden mü'mindir. Bunun dışında kalanların hardal tanesi kadar da
olsa imanları yoktur." (Müslim, İman 20), "Şüphesiz ki mümin kılıcı ve
dili ile cihad eder." (Ahmed İbn Hanbel, VI/387)
Câhil müslüman halk, düzenin,
medyanın, gayr-ı İslâmî çevrenin kurbanı olarak, inanç, düşünce ve yaşayış
olarak İslâm'dan gittikçe uzaklaşmaktadır. Bunlar, çeşitli ideolojilere teslim
olmuş ve birkaç formalite ve şekilsel özelliğin dışında dinlerini bırakmış
durumdadır. İşte bunlara, öncelikle akraba, komşu ve yakın çevreden başlayarak
ulaşabileceği her insana fikrî cihad yapmalıdır.
Tarihte ve günümüzde nice
olaylardan anlaşılan kesin bir gerçektir ki İslâm, gereği gibi anlatılırsa çok
insanın kalbi İslâm nûruyla aydınlanır. Tarihten günümüze fikrî cihadla İslâm'ı
kabul eden fertlerin ve ülkelerin sayısı, kılıç korkusu veya silâhlı cihadla
müslüman olanların sayısından çok çok fazladır. Maalesef, bugün Avrupa, İslâm'ı
bilmiyor, önyargılı ve istiğnâ duygusu ile, çarpıtılmış ve beylik birkaç konunun
alabildiğine çarpıtılıp itham edildiği şekliyle İslâm'ı yanlış tanıyor,
müslümanların çoğunluğu da kötü örnek olup fikrî cihadın önünde engel
oluyorlarlar. Hıristiyanlık, hele bugünkü hâliyle zâten insanları tatmin
etmekten uzak, kilisenin büyük mâlî gücüne dayanmakta. Müsteşrikler, İslâm'ı
inceleyip ters yüz ederek Avrupa'ya önyargılı bir şekilde tanıtmakta ve İslâm'a
karşı bir nefret doğurmaya çalışmaktadırlar. Son yıllardaki müslümanları
terörize eden Amerika merkezli itham ve iftiralar, müslümanları yöneten
çevrelerin "irticâ" yaygaraları da İslâm'ın önündeki diğer engeller olarak
sayılabilir.
Müslümanların yaşadığı
ülkelerde, özellikle Türkiye'de sinsice bir Hıristiyanlık propagandası
sürdürülmektedir. Bu uğurda büyük çaba gösteren kilise teşkilatlarının, güya
dini yaymak için nice şeytânî yollara başvurduklarını, ücretle kiraladıkları
fettan kadınları kapı kapı dolaştırıp Hıristiyanlık hakkında broşürler
dağıttırıp propaganda yaptıklarını biliyoruz. Adapazarı civarındaki büyük
depremle birlikte âfet bölgelerine yardım adı altında birçok misyoner faâliyet
yapmış, Diyanet İşleri Başkanının verdiği bilgiye göre 3 sene içinde resmî
olarak tesbit edildiği kadarıyla 100 civarında müslüman(!) câhili olduğu dinini
bırakıp hıristiyanlığı seçmiştir.
Bilindiği gibi Hıristiyanlık,
tahrif edilmiş bir dindir. Zâten yeryüzünde tek doğru din olarak İslâm vardır.
Diğerleri ya tahrif olup değişikliğe uğramış veya önceden beri bâtıl olan
dinlerdir. İslâm fıtrî bir dindir. Yani insan yaratılışına en uygun olandır.
Bizzat Avrupalı misyonerler itiraf ediyorlar: Yıllarca emek sarfedip para
harcayıp bir Afrika köyünü Hıristiyan yaptıklarını, fakat oraya gelen bir
Mısır'lı tüccarın bir iki konuşmasıyla bütün köyün Müslüman olduğunu söylüyorlar
ve diyorlar ki: "Acaba neden bu adamlar İslâmiyet'e böyle meyil duyuyor?
Herhalde İslâmiyet, ilkel insan anlayışına uygun da ondan."
Hayır! Bu ifâde, İslâm'a
duyulan kinin ve insafsızlığın açığa çıkışıdır. İslâmiyet fıtrî dindir ve bundan
ötürü ona karşı meyil duyulmaktadır. Yoksa, bugünkü Hıristiyanlık inancı, ilkel
insanın düşüncesine daha çok uyar. Çünkü İslâm inansının temelini teşkil eden
Allah inancı, çok mücerreddir/soyuttur. Allah, hiçbir sûretle insan kafasında
şekillendirilemez, bir şeye benzetilemez. Akla gelen her şeyden, zamandan ve
mekândan münezzehtir. Halbuki Hıristiyanlıkta Allah, üç varlıktan meydana
gelmekte, insan şeklinde düşünülmektedir. Çünkü onlara göre Allah, İsa şekline
girerek dünyaya gelmiştir. Yani İsa, Allah'tır veya oğul olarak 3'lü tanrılar
koalisyonundan biridir. Pekâlâ ilkel insan için bu, daha kolay kavranabilir.
Çünkü puta tapıcılığa yakındır, onun ancak bir derece üstünüdür. Puta tapan
insan için, insan şeklinde görünen Allah inancı mı, yoksa akla gelen her
şekilden münezzeh olan Allah inancı mı daha kolay kavranır? İslâm'ın amel yönü
de Hıristiyanlıktan çok zordur/disiplindir/ciddîdir. Çünkü İslâm'da içki
İslâm'da içki yasak, kumar yasak, domuz eti yasaktır, daha birçok yasaklar
vardır ki, bugünkü Hıristiyanlıkta bu haramlar yoktur. O halde neden bu insanlar
topluca İslâm'a koşuyorlar? Bu sorunun tek cevabı vardır: İslâm, fıtrî din,
insan tabiatına uygun din olduğu, doğru din olduğu için.
İslâmiyet, kendi enerjisiyle
yayılır. Yeter ki önüne çekilen engeller kaldırılsın, kulaklara tıkılan pamuklar
çıkarılsın. O zaman Kur'an, Hz. Peygamber (s.a.s.) devrinde olduğu gibi sesini
duyanları gönülden yakalayıp hidâyet nûruna çekecektir. İşte bu İlâhî sesi
duyurmak, gerçeği insanlığa tatlılıkla, fikirle anlatmak en önemli cihaddır ve
farzdır. Bir uluslar arası faâliyet yapacak İslâm Tebliğ teşkilâtının kurulması
ve oluşturulacak bu kurumun çeşitli bağışlar ve özellikle zekât fonundan
desteklenmesi lâzımdır. Zekâtın sarf yeri Kur'an'a göre sekizdir. Bunlardan
birisi, Allah yolunda cihad, bir diğeri de müellefetu'l-kulûbdur. Allah yolunda
cihad için zekât verilir. Kalpleri İslâm'a ısındırmak için zekât verilir. Bu
toplanan paralarla müslümanların yaşadığı ülkelerde ve yabancı memleketlerde
İslâm'ı anlatacak, oranın dil ve kültürünü iyi bilen bilginler, âlimler, hatip
ve yazarlar yetiştirilir, dünyada konuşulan belli başlı Avrupa dillerinde güzel
eserler yayınlanır, böylece gerçek yönleriyle İslâm tanıtılır.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz böyle
bir teşkilât kurmuştu. Habeşistan'a giden Müslümanlar böyle bir gâye de
taşıyorlardı. Kendi hicretlerinden önce Mus'ab bin Umeyr'i İslâm'ı öğretmek
üzere Medine'ye gönderdi. Orada iki yıl kalan Mus'ab Mekke'ye geldiği zaman
Medine'nin durumunu soran Allah Elçisi'ne durumu şöyle özetlemişti: "Yâ
Rasûlallah, Medine'de bacası tüten hiçbir ev yoktur ki sizin sevginizle
kaynaşmasın!" Rasûlullah, kabileler arasında da İslâm'ı yayacak ve öğretecek
elçiler gönderiyordu. Necran Hıristiyanlarına Ebû Ubeyde'yi göndermişlerdi. Ve
nihâyet İslâmiyet, iyice kuvvetlenince dünyanın devlet başkanlarına; Necâşi'ye,
Kayser'e, Kisra'ya ve Mukavkıs'a mektuplar yazdı. Bunları o milletlerin
dillerini bilen elçilerle gönderdi. Elçilere dedi ki: "Allah için kullarına
öğüt veriniz; zira insanların işleri bir kimseye emânet edilir de o kimse onlara
öğüt vermezse Allah o adama Cennet'i haram kılar. Gidiniz ve Meryemoğlu İsa'nın
elçileri gibi yapmayınız. Çünkü onlar yakına gittiler, uzağı bıraktılar." (İbn
Sa'd, Tabakatu'l-Kübrâ, II/29, Kahire 1358).[1]
Cihad için sarfedilen mal,
insan için en değerli şeydir. Nesâ'i'de bulunan bir hadiste Hz. Peygamber
(s.a.s.): "Allah yolunda (cihad için) bir nafaka sarf eden kimseye yedi yüz
sevâp yazılacağını" (et-Terğîb, II/253) haber vermektedir. Dille cihadı emir
ve tavsiye eden bazı hadis-i şerif mealleri verelim:
"Siz cihadı terkederseniz;
Allah üzerinize bir zillet/aşağılık verir ki, (tam bir iman ve cihad arzusuyla)
dininize dönünceye kadar o zilleti üzerinizden kaldırmaz." (Bülûğu'l-Merâm,
Bâbu'r Ribâ, hadis no: 11)
"Onlara karşı bizzat
mücâdele eden mü'mindir. Onlara karşı diliyle mücâdele eden mü'mindir. Onlara
karşı kalbiyle (nefret duyup) mücâdele eden mü'mindir. Kalp ile mücâdelenin
ötesinde (cihadı terk edenlerin) hardal tanesi kadar imanı yoktur." (Müslim,
İman 80; Ahmed bin Hanbel, I/458)
"Nefsimi yed-i kudretinde
tutan Allah'a and olsun ki, siz ya iyiliği emredersiniz, ya da Allah kendi
katından sizin üzerinize bir azap gönderir. O zaman duâ edersiniz, fakat duânız
kabul edilmez." (Ebû Dâvud, Melâhim 16; Tirmizi, Fiten 9; Ahmed bin Hanbel,
V/388)
"Sizden biriniz bir kötülük
gördüğü zaman, onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmiyorsa diliyle değiştirsin.
Buna da gücü yetmiyorsa kalbiyle değiştirsin, bu (kalple değiştirmek), imanın en
zayıfıdır." (Müslim, İman 78; Nesai, İman 17; Ebu Davud, Melâhim Hds no:
4340; İbn Mâce, Fiten 20, İkame 155; Ahmed bin Hanbel, III/20)
"Cenab-ı Hakk'ın Benden
önce, ümmetler arasında gönderdiği her peygamberin ashâbı ve havârileri vardır.
Bunlar o peygamberin sünnetine ittiba eder, emirlerine uyarlar. Fakat onlardan
sonra öyle nesiller gelir ki yapmadıklarını söyler ve emr olunmadıklarını
işlerler. Kim onlara karşı eliyle mücahede ederse mü'mindir, kim diliyle
mücahede ederse mü'mindir. Bunun ötesinde ise zerre kadar iman yoktur."
(Müslim, İman 80; Ahmed bin Hanbel, I/458, 461)
"Duâ edip de duânızın kabul
olunmadığı an gelip çatmadan önce iyiliği emredin, kötülüğü nehyedin." (İbn
Mâce, Fiten 20)
"İnsanoğlunun emr bil ma'ruf
ve nehy anil münker ve Allah'ı zikirden başka her sözü aleyhinedir." (İbn
Mâce, Fiten 12)
"Kim, bir hidâyete dâvette
bulunursa, o hidâyete uyanların nâil olduğu ecrin tamamına, çağıran da erişir;
Bu, diğerlerinin ecrini hiç eksiltmez. Kim de bir sapıklığa çağırırsa, o
sapıklığa düşenlerin tamamının günahından, dalâlet dâvetçisi de hissedar olur ve
bu, onların günahını kat'iyyen azaltmaz." (Müslim, İlm 16; Tirmizi, İlm 15;
Ebu Davud, Sünnet 6)
"Şu muhakkak ki sizin
üzerinize birtakım âmirler/yöneticiler tayin olunacak da siz onların
yaptıklarından bazısını mâruf ve güzel göreceksiniz. Kim münker işi çirkin
görürse onun günahından berî (uzak) olur. İnkâr edip ondan sakındıran, (günaha
katılmaktan) uzak olur. Ancak kim ona razı olur ve (onu işleyenlere) uyarsa
günahından kurtulamaz." (Sahabeler) dediler ki: ‘O idarecilerle savaşmayalım
mı?' Buyurdu ki: "Namaz kıldıkları müddetçe hayır!" (Müslim, İmâre 63)
"Ümmetimden öyle bir
topluluk vardır ki, ilk öncüler gibi onlara da sevap ve ecir verilir. Onlar,
münkerden sakındırırlar." (Ahmed bin Hanbel, IV/62)
"Cihâdın en faziletlisi,
zâlim sultana/yöneticilere karşı adâlet sözünü (hak ve doğruyu) söylemektir."
(Nesai, Bey'at 37; Tirmizi, Fiten 13)
Tâbiîn'in büyüklerinden meşhur
zâhid Hasan Basri şöyle der: "İnsanlara uygulamanla, fiilinle nasihat et; sadece
sözlerinle değil." (Ahmed bin Hanbel, ez-Zühd 273)
[1]
Süleyman Ateş, Yeni İslâm İlmihali, Yeni Ufuklar Neşr. s. 723-726.
Cihad Kavramını Yanlış Tanımlama:
Cihad konusunda özellikle günümüzde 4 çeşit yanlış anlayış sözkonusudur.
Bunlardan biri, kâfirlerin ve özellikle müsteşriklerin cihadı sadece savaş
olarak, hem de kan dökücülük, istilâ/işgal, vahşîlik ve barbarlık gibi gibi
İslâm'ın savaş anlayışında da olmayan özelliklerle tanımlamasıdır. Dinin kılıçla
yayıldığı da bu yanlış mantığın empozesidir. Kur'an'daki cihadla ilgili emirleri
hep bu mantıkla çarpıtmışlar ve dinin temel esaslarından birinin devamlı savaş
olduğunu iddia etmişlerdir.
İkinci yanlış, bunun tam tersi, oryantalistlerin ithâmına cevap vermeye çalışan
karşı uçtur. Bu savunmacı anlayışa göre İslâm sadece barış ve iyilik, merhamet
ve hoşgörü dinidir. Yalnız güzel söz ve tatlı dille hakikatler anlatılmalıdır.
Bu anlayış, Hıristiyan misyonerlere özenen, onların yerli versiyonlarını öne
çıkaran bir yaklaşımdır. Propaganda yapar gibi o da resmî "din görevlileri"
tarafından ve de devletin uygun gördüğü yerde, onun belirlediği kurallar içinde
dinin anlatılmasını isteyenlerdir. Bırakın mücâhid kimliğini, dâvetçi/tebliğci
kimliği bile bu anlayışta doğru değildir; hatta propaganda şeklinde bile din
anlatılmamalı, kişilere empoze etmeden, dolaylı bir yaklaşımla dinin
güzelliklerini saymakla yetinmelidir. Bu yaklaşıma göre cihad da bu demektir.
Cihada üçüncü yanlış yaklaşım da, şöyle özetlenebilir: Bugün cihad/savaş devri
geçmiştir. Cihad eskidendi, şimdiki dünyada cihadın yeri yoktur. Çok toplumlu,
farklı din ve kültürden insanlarla her konuda uzlaşarak birbirimize karışmadan
özgürce yaşamayı sürdürmeliyiz. Herkesin doğrusu kendisinedir, kimse kimsenin
görüşüne bırakın müdâhelede bulunmayı, kendi görüşlerini bile empoze etmemeli,
karışmamalıdır. Bu anlayışa göre cihad taraftarlığı irticâdır, bağnazlık ve
yobazlıktır, çağa ve çağdaşlığa uymaz.
Cihad için bir diğer yanlış
değerlendirme de, kâfir ve zâlimlere karşı mücâdelenin küçük görülmesi, savaş
anlamındaki cihadın hafife alınması ve dış düşmanlara karşı çok açık bir işgal
olmadıkça en küçük bir tavır takınılmamasıdır. Bu yaklaşım, özellikle tasavvufî
kitap ve sohbetlerde karşımıza çıkan bir hadis rivâyetinden beslenmekte, parçacı
yaklaşımla dinin bazı emirlerini dışlama ve parçalama zihniyetinden
gıdalanmaktadır. Rivâyet doğru bile olsa; küçükten büyüğe doğru gidileceği
unutulmakta, küçük-büyük cihadın tüm aşamaları birlikte ve bütüncül şekilde
kabul edilmesi gerekirken, cihadın bir şûbesi "küçük" damgasıyla
küçümsenmektedir. Halbuki Kur'an, "küçük cihad" zannedilen "kâfirlerle savaş"
için "büyük cihad" tâbirini kullanmaktadır. "Kâfirlere itaat etme ve bununla
onlara karşı büyük cihadla cihad et." (25/Furkan, 52). Dolayısıyla
Kur'an'a "büyük cihad nedir?" diye sorduğumuzda aldığımız cevap kâfirlere karşı
yapılan cihad olmaktadır. Gerçek mücâhid, hem nefsine; içindeki düşmanına karşı,
hem de kâfir ve zâlimlere; dışındaki düşmanlara karşı cihad eden kimsedir.
Birini ikmal edip diğerini ihmal etmez. Zâten bu cihad şûbelerinden biri
olmadıkça diğeri de eksiktir. Nefsiyle cihad yapmayan, hevâsına dur diyemeyen
kişi nasıl dışındaki düşmanlara karşı cihada, yani savaşa gidebilecek ve canını
fedâ edebilecektir? Yine, dışındaki düşmana karşı cihad, insanı olgunlaştıran,
nefsini terbiye eden en güzel okuldur. Bu okulda okumayan cihadla dirilmenin
yolunu bilemez; cihadla nefsini öldürmek için ha bire uğraşarak uyuşur kalır.
Cihad ölmek değil; dirilmektir, diriltmektir, ebedî yaşamanın yolunu bulup o
yola koyulmaktır. Ölümsüzler kervanına ulaşmak için cihadın canlandırıcı,
diriltici şekli olan dışımızdaki düşmanlara karşı buğzu, reddi, tavır almayı
unutmamalı, saldırganlarına karşı da kıtâl anlamındaki cihada sarılmalıdır.
Günümüzde Cihad Ne
Anlama Gelir?
Mü'min için hayat iman ve
cihaddır. İman; İslâm Dininin itikadî, sosyal, ekonomik, hukukî ve ahlâkî
düsturlarının bütününe gönülden inanmak ve bunu açıkça ikrar etmektir. Cihad;
Yüceliğine inanılan bu İlâhî nizamı ferdî, âilevî ve sosyal hayatta ve bütün
insanlığa hâkim kılma gayretidir. Cihad, kapsam yönüyle çok geniş muhtevâlı bir
ibâdettir. İnsanın tüm hayatını kuşattığı gibi, günün hemen her ânına da
yayılabilir. Kâfir, müşrik ve münâfıklara, fâsık ve zâlimlere karşı cihad olduğu
gibi, şeytana ve onun içimizdeki temsilcisi olan kötü arzulara, hevâya, klasik
deyimle nefse karşı da cihad olur. Kötü âdet ve çirkin alışkanlıklara karşı
cihad olduğu gibi, cehâlete karşı da, hak ve hakikate çağrı, iyilikleri tavsiye
olarak da cihad sözkonusudur. Hangi sebeple olursa olsun, cihad ibâdeti
mü'minler için günlük ibâdetler kadar sık sık tekrarlanabilen, sebepleri ortadan
hemen hemen hiç kalkmayan bir ibâdettir.
"Kıtâl" şeklindeki dış
düşmanlarla cihad için Kur'an'da daha çok "malla ve canla cihad"
emredilmektedir. Bu ifade, öncelikle maddî imkânlardan fedâkârlık yapmayı, para
ile cihad etmeyi emretmekte, bunun canla cihad için bir altyapı oluşturacağı
anlaşılmaktadır. Bununla birlikte geniş anlamıyla cihad için geniş anlamda
araçlar kullanılabilir, kişi meşrû/mubah her aracı Allah yolunda
değerlendirebilir. Cihad için devrin gerektirdiği ve kullanılması meşrû/câiz
olan her çeşit ve en üstün (düşmanları korkutacak) silâhlara sahip olmak
Kur'an'ın emridir (8/Enfâl, 60). Günümüzdeki savaşların sadece harp cephelerinde
olmadığını bilmek, evlere kadar yayılan savaş araçlarını iyi değerlendirmek
gerekmektedir. Çağımızdaki silâhların içinde bilim kadar filmin, silâh kadar
kalemin, bomba kadar enformasyonun, iletişimin önemli olduğunu unutmamak
gerekiyor. Mü'min, hangi imkân ve nimetlere sahipse, onları Allah yolunda
kullanarak cihad yapabilir. İlim sahibi ilmiyle, zengin parasıyla, bileği
kuvvetli olan gücüyle, alınteriyle, lisanı veya kalemi güçlü olanlar, bu
araçlarla cihad yapabilir/yapmalıdır. Savaş meydanlarında cihad yapıldığı gibi,
evlerde, işyerlerinde, okullarda, sokaklarda ve hemen her yerde de cihad
yapılabilir. Allah, verdiği nimetleri nereye kullandığımızı soracağına göre, bu
bilinçle her imkânın Allah'ın emâneti olduğunu unutmayıp, onları esas sahibinin
istediği alanda kullanmak, hâin damgası yemekten kurtulup; mücâhid ismi almak
için gereklidir. Cihad, kendini ve imkânlarını Allah'a adamak, O'nun yolunda
kullanmaktır. Allah yolunda bitmeyen mücâdele ve çabanın, soğuk ve sıcak
savaşın, meşrû her yola başvurularak yapılan çalışmanın adıdır cihad. Hakkı
tebliğin, Hakkı hâkim kılma gayretinin ve bâtılla mücâdele çabalarının ortak
kavramıdır cihad.
İslâm, bir değişim ve dönüşüm
esası, bir inkılâp mefkûresi ve hareketidir. Yeryüzündeki bütün bâtıl sistemleri
kaldırıp yerine Allah'ın hükmüne göre düzenlenmiş sistemi koymak ister. Müslüman
bu evrensel inkılâbı gerçekleştirme mücâdelesi, bu yolda yorulmak bilmeyen
sonsuz çalışma adamıdır. Her canlı, hayatını devam ettirmek için çırpınıp
çabalar dururken müslüman da, kendine hayat veren dini uğrunda çaba sarfedecek,
kendisi dâhil herşeyin sahibi yolunda canı dâhil her şeyini fedâ edebilecek, her
çeşit güçlük ve meşakkatleri göze alıp gayret edecektir. İşte bu cehdin,
adamanın, mücâdelenin, çalışmanın adı cihaddır. Mukaddes bir amaç uğruna ortaya
konulan fiilî, fikrî ve kalbî her tür çabanın ortak ismidir cihad. Bir insanın
başkalarına huzuru, mutluluğu, kurtuluşu taşıma gayretidir cihad. Dünyada dâru'l-İslâm,
âhirette dâru's-Selâma ermenin yolu, sürekli cihad üzere bulunmaktan geçmektedir.
Kur'an; birtakım mal, evlât,
kazanç ve dünya hayatı endişeleriyle cihadı terkettiklerinde mü'minlerin başına
büyük felâketlerin geleceğini haber verir. Cihad, mü'mini sürekli tetikte tutan
ve onu yere çakılıp kalmaktan alıkoyan terkedilemez bir aksiyondur. Cihaddan
kaçma veya cihad etmeme düşüncesi münâfıklık alâmetidir. Mü'minlerin toptan
cihadı terketmeleri, yavaş yavaş kendilerinden imanın da gitmesi sonucunu
doğurur. Bunun neticesinde yeryüzünde büyük bir fitne başgösterir ve bu da artık
Kıyâmet olayıdır.
Cihad, şer'î mükellefiyet
açısından farz-ı ayın ve farz-ı kifâye diye ikiye ayrılabilir. Toplu çalışma ve
çabanın gerektirdiği durumlarda, cihad her mü'mine farz-ı ayın olur. Küfrün,
şirkin ve dolayısıyla fitne ve fesâdın hâkim olduğu bir toplumda bir mü'min tek
başına da olsa cihadla yükümlüdür; çünkü, mü'minin hayatı iman ve cihaddan
ibârettir. Bu cihad, önce delille, güzel sözle, hikmetle ve öğütle anlatmayı
içine alır. Bu, toplumsal planda cihadın ilk merhalesi olduğu gibi, bir kişiyi
İslâm'a dâvet için yapılacak cihadın da ilk aşamasıdır. Belki, bunu bir basamak
olarak almaktan çok, her zaman gerekli bir yöntem olarak düşünmek daha doğru
olacaktır.
Mücâhid, her şeyden önce bir
dâvâ adamıdır. O, toplumdaki işine gücüne bakan herhangi bir kişi değildir; onun
idealleri, beklentileri, ümitleri, hayalleri, rüyaları... içinde yaşadığı
kalabalıklarınkinden farklıdır; tabii ki yaşayışı, çaba ve gayreti de. Gâyesi
için çalışmayan, dâvâsı için yaşamayı ve gerektiğinde ölmeyi bilmeyen kimse
bırakın mücâhid olmayı, dâvâ adamı bile sayılmaz. O, iman dâvâsında samimi
olduğunu, "Rabbım Allah'tır" sözüne sâdık, dosdoğru mü'min olduğunu her şeyiyle
isbat eder.
"(Gerçek) Mü'minler, ancak
Allah'a ve Rasûlüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda
mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler/savaşanlardır. İşte doğrular ancak
onlardır." (49/Hucurât, 15)
İslâm, bize anlatılamaz çileler
karşılığında ulaşan mukaddes bir emânettir. Asr-ı Saâdetten beri çok büyük
meşakkatlerle korunmuş, her türlü fedâkârlıklarla bu sancak bize ulaşmıştır.
Peygamberimiz dâvete ilk başladığı andan âhirete rıhlet edinceye kadar hep cihad
halindeydi. O'nun izinden gidenler de aynı yola baş koymuşlardı. "Âlimler,
Peygamberlerin vârisleridir." Hani günümüzde O'nun gibi cihad eden, halkı
cihada teşvik eden âlimler? Peygamber'in mirasına sahip çıkmayan kimsenin kuru
bilgisi, onu "âlim" kabul etmeye yetmeyecektir. Seven, sevdiği uğruna çile ve
fedâkârlığa seve seve katlanan kişidir. Allah'ı seven, O'nun için herşeyden
geçebilir, O'nun uğruna fedâ edilemeyecek hiçbir şeyin olmadığını, var kabul
edilirse, o şeyin daha yüce sayıldığı için putlaştırılacağını düşünür. Her türlü
putla mücâdele ettiği gibi, Allah'ın önünde engel olan ne varsa onunla da cihad
eder.
Bugün dünyanın karşılaştığı
hemen tüm bireysel, sosyal, siyasal, ekonomik problemler; gerçekte dünya barışı
için çalıştıklarını iddia eden ABD ve Avrupa ülkelerinin eseridir. Ama ne yazık
ki müslümanlar bunu yeterince anlamış değillerdir. O yüzden de cihadı tek çözüm
olarak görmemekte, müstaz'af kimliklerinden sıyrılıp onurlarını kurtarmak için
doğru çabalar sarfetmemekteler. Dünya müslümanları el ele verseler, insanlık
aleyhine işlenen bütün cinâyetlere elbirliği ile karşı dursalar, yani cihad
etseler, fesadlar salâha, ifsadlar ıslâha, şerler hayra dönüşür. Kâfirler ve
zâlimler kadar cesur olmazsak, onların bâtıl dâvâlar için çektiği zahmetler
kadar Hak dâvâ için bedel ödemekten kaçınırsak, bırakın "mücâhid" sıfatını,
"mü'min" sıfatını bile zor alırız:
"İnsanlardan bazısı
Allah'tan başkasını Allah'a endâd/eşler ve benzerler edinir de onları Allah'ı
sever gibi severler. Mü'minler ise Allah'ı her şeyden çok severler..."
(2/Bakara, 165) ve yine bkz. 49/Hucurât, 15.
İnancımızı yaşamak ve yaşatmak
anlamına cihadı ferdî, âilevî ve sosyal cihad bölümlerine de ayırabiliriz:
‹ Günümüzde Cihad . Cihad
1) Ferdî Cihad:
İlk görevimiz, inandığımız
İslâm Dininin emir ve yasaklarına göre hayatımızı düzenlemektir. Arzularını
putlaştırmak isteyen nefsimizi Allah'a ve Paygamberi'ne itaat ettirmektir. Bu
uğurdaki mücâdelemiz mukaddestir ve gerçek cihaddır. Bunun içindir ki, Yüce
Peygamberimiz; "Mücâhid, kendi nefsiyle cihad eden kimsedir" (Tirmizî,
Fezâilu'l Cihad, 2) buyurmuşlardır.
Kur'ân-ı Kerim'de kötülüklerle
emredici olduğu Yusuf Peygamber'in diliyle ifade edilen ve temize çıkarılmaması
Rabbimizin emri olan nefse Allah'ın nizamını kabul ettirme gayretini ruhunda
duymayan mü'min için, elbette ki cihadın hiçbir çeşidi olamaz. Daima
"Allah'ım! Göz açıp kapayıncaya kadar olsun beni nefsimin eline bırakma" (Câmiu's-Sağîr,
Allahumme bölümü) diyerek duâ eden Peygamberimizin, sıhhati tartışılan bir
rivâyette "Küçük cihaddan, büyük cihada döndünüz" (Bülûğu'l Merâm,
Selâmet Yolları, 4/88) şeklindeki ifadeleriyle dikkatimizi çektiği nefis
mücâdelesi, elbette ki en zor cihaddır. Biz İslâm'ı yaşamazsak, bu nizamın
uğrunda nasıl çalışabiliriz?
2) Ailevî Cihad:
Her mü'min için cihad, ikinci
derecede aile yuvasında başlar. Devrimizde eşlerlerimiz, çocuklarımız ve öz
kardeşlerimiz İslâm dışı hayatın yıkıcı tesirleri altındadır. Çünkü eğitim
yetersiz olup İslâm insanı yetiştirme gâyesinden yoksundur. Sinema, tiyatro,
radyo, televizyon ve basın gibi kurumlar ise Hakk'a yönlendirici olmak bir
tarafa, Bâtıllara yönelticidir.
Ailevî hayatımızda eşimize,
çocuklarımıza ve yakın akrabalarımıza İslâm'ı gerçekten yaşayan bir müslüman
olarak örnek olmalıyız. Onları, Hak Dinimize bağlamak için her türlü müsbet
usûlü denemeliyiz. Çocuklarımızı ve yakınlarımızı ısrarla ve gönül alıcı bir
telkin edâsıyla irşâd etmeliyiz. Özellikle beş vakit namaz kılmalarına ve
kızlarımızın müslümanca örtünmelerine itina etmeliyiz. Gerekli kitap ve
dergileri okutmaya çalışmalı, okuyacakları yerleri istişâre ile tesbit
etmeliyiz. Onlar için bol bol fiilî ve kavlî duâlar etmeliyiz. Hanımlarımızın
bilgilerini arttırmaya çalışmalı, inançlı, namazlı, örtülü, tutumlu bir anne
olarak çocuklarına örnek olmaları zarûretini anlatmaya gayret göstermeliyiz.
Bütün bunlar için evlerimizi bir okul, kurs ve mescid haline getirmeye
çalışmalıyız.
"Ey iman edenler! Kendinizi
ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun." (66/Tahrîm,
6). Elbette ki, bu koruma faâliyetiyle görevimiz olan cihadı yapmaya
çalışacağız. "Ailene ve çocuklarına namazı emret; kendin de ona sabır ile
devam et. Biz senden rızık istemiyoruz; Biz seni rızıklandırıyoruz. Güzel sonuç,
takvâ iledir." (20/Tâhâ, 132). "(Önce) En yakın akrabalarını inzâr et
(korkut ve uyar)" (26/Şuarâ, 214). Bu ve benzeri âyetlerde Peygamberimizin
aziz şahsında mü'minler zümresine mükellefiyet yükleyen emirler, bu çeşit
cihadın en mukaddes görevimiz olduğunu bildirmektedir.
3) Sosyal Cihad:
Mü'minler, İslâm Dinini öğrenip
öğretmekle görevlidir. Toplumdaki İslâm dışı kurumları, kâfirlik ve münâfıklık
akımlarını tanıyıp tanıtmakla yükümlüdür. Öz ifâdeyle Hakk'a çağırmak,
bâtıllardan sakındırmakla vazifelidir. Sosyal hayattaki cihad çalışması,
yukarıda açıklanan nefisle ve aile bünyesindeki cihadla başlayacaktır.
İçinde bulunduğumuz ortam ve
şartlara göre cihad görevlerimizi yapabilmek için de kültürlü insanlar ve İslâm
bilginleri yetiştirmeye çalışmak, çeşitli dergiler ve gazeteler çıkarmak ve
bunları yaşatmak, İslâm'ı bir hayat nizamı olarak sunan eserler yayınlamak,
kütüphaneler açmak, broşürler dağıtmak, sohbet, ders, seminer ve konferanslar
verdirtmek mecbûriyetindeyiz. Çeşitli hayır teşkilâtlarında görev almak,
çalışmalarımızla çevremizi bu çeşit faâliyetlere iştirak ettirmek, toplumda
etkinlik kazanabilmek için gerekli kurumlar kurmak ve bu kurumları maddî ve
mânevî bakımdan desteklemek zurûretindeyiz. Bu tür görevlerimizin yanı sıra, bir
ana sosyal cihad görevimiz daha vardır ki, o da şu hadisin çizdiği doğrultuda
atılımlar yapmaktır. "Sizden her kim bir münker görürse eliyle değiştirip
düzeltsin; buna gücü yetmezse diliyle, buna da gücü yetmezse kalbiyle değiştirip
düzeltsin, ki bu, imanın en zayıfıdır." (Müslim, İman 78). Yani, "sizden
biriniz çirkin bir davranış, zararlı bir iş, yıkıcı bir kurum görürse onu bizzat
ortaya çıkararak düzeltsin. Buna güç getiremezse (sözlü ve yazılı olarak)
mücâdele versin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle (nefret beslesin, güç yetireceği
zaman nasıl karşı çıkacağına dair tasarılar hazırlasın). Kişinin kalbiyle
mücâdele görevini yapması ise imanın en zayıf haline belgedir."
"İşin başı İslâm, direği
namaz, zirvesi cihaddır." (Tirmizî, İman 8; İbn Mâce, Fiten 12). "...
Sizler, cihadı terkettiğiniz zaman Allah üzerinize öyle bir zillet/aşağılık
salar ki, dininizin yüklediği cihada dönünceye kadar hiçbir güç onu gideremez."
(Bülûğu'l Merâm, Ribâ, hadis no: 11). Biz nefsimizle cihad yapmadığımız,
âilevî hayatımızı toplumun yıkıcı etkilerine açık bıraktığımız ve insanları
Hakk'a çağırıp bâtılla mücâdele etmediğimiz için zillete mahkûm olduk, bitmeyen
kriz, sıkıntı ve bunalımların muhâtabı olduk. Amellerimiz; böyle inançsız,
faziletsiz, bâtıl bir hayatı dâvet ettiği için, câhilî bir yaşayışın içine
düştük. Cihaddan uzak ve müslümana yakışmayan bir yaşayışı tercih ettiğimiz
için, bugünkü yönetim tarzına ve zâlim yöneticilere müstahak olduk!
Suçlu teşhis etmeye,
hatalarımızı sadece dinimize inanmayan zümrelere yüklemeye çalışmayalım. Esas
suçlu, inandığını yaşamak ve yaşatmakla mükellef olan bizleriz.[1]
"...Eğer sabreder ve ittika
eder, Allah'tan sakınırsanız onların hilesi size hiçbir zarar vermez..."
(3/Âl-i İmrân, 120),
"Ey iman edenler! Siz
kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca dalâlette olup sapan kimse size zarar
veremez..." (5/Mâide, 105)
"Ey iman edenler! Sizi acı
bir azaptan kurtaracak ticâreti size göstereyim mi? Allah'a ve Rasûlüne iman
iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer
bilirseniz ki bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin
günahlarınızı bağışlar, sizi zemîninden ırmaklar akan cennetlere, Adn
cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur.
Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah'tan yardım/zafer ve yakın bir fetih.
Mü'minleri bunlarla müjdele." (61/Saff, 11-13).
Demek ki cihadda birinci gâye,
âhiretimiz için bir ticaret yapmak. Cihadın bazı külfet ve meşakkatleri olsa da
bunlar insanın o acıklı azaptan kurtulması yanında hafif kalırlar. Yolumuzu
aydınlatmak için malımızı yakmak, Cehennemde yanmamak için canımızı incitmek,
birtakım zorluklara, sıkıntılara katlanmak gerek. Demek ki cihad, başkalarını
öldürüp Cehenneme göndermek için değil; nefsimizi ve diğer nefisleri Cehennemden
kurtarmak için yapılır.
Yanmaktan kurtulan hamiyetli
insanların yapacağı ilk iş, başkalarının imdâdına koşmak değil midir? Cihad, bu
yönüyle, insan kurtarma savaşının adıdır. Eğer birtakım insanların hak ve
hakikate ermesine bir başka grup engel oluyorsa, bunlarla savaş yapmak da
cihaddır. Cihadla ilgili yukarıdaki âyet ve benzerleri, savaş zamanında olduğu
gibi barış zamanında da geçerlidir. Zaten muhtaç gönüllere iman ve İslâm'ı
ulaştırmak savaşa değil; barışa bağlıdır. "... Sulh/barış daha hayırlıdır..."
(4/Nisâ, 128) buyuran Cenâb-ı Hak, insanları hidâyete dâvet etmiştir. Bu
çağrıyı insanlara durmadan ulaştıran Rasûlullah, karşı çıkanların zulüm ve
işkencelerine uzun süre sabırla karşı koymuş ve daha sonra İlâhî fermanla
kendisine savaş izni verilmiştir. Savaş yapan mü'minlere mâlî destek sağlamak
cihad olduğu gibi; sulh zamanında bir kısım malını insanlık âleminin ebedî
saâdeti için harcamak da büyük bir cihaddır. Savaşa iştirak etmek cihad olduğu
gibi, insanların iman şerefine kavuşmaları ve mü'minlerin günah ve isyandan
kurtulmaları için birşeyler yapmak, bu hususta kafa yormak, mesâi harcamak da
cihaddır. Ömürlerinden bir pay ayırıp bu kudsî gâye uğrunda harcayanlar da
canlarıyla cihad etmiş olurlar. "Allah, mallarıyla, canlarıyla mücâhede
edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır." (4/Nisâ, 95)
Her hayır gibi, caihadın da
birtakım engelleri var. Bunlardan birincisi nefsimiz, ikincisi şeytan, üçüncüsü
de düşmanlarımız. Nefsin süflî arzularına karşı çıkmak cihaddır. Şeytanın
telkinlerine kapılmayarak istikamet çizgisinde yürümek cihaddır. İman ve hidâyet
yolunu kapamaya çalışan düşmanlarla savaş yapmak da cihaddır. Her üçünde de
niyet "Allah rızâsı" olacaktır. Bir gün bütün günleri geride bırakacak ve sonu
gelmez yarına kavuşacağız. Mahşer meydanında kendimizi iki yolun kavşağında
bulacağız. Biri saâdet diyarına, diğeri azap beldesine giden iki yol. İşte cihad,
o lütuf diyarına ulaşma ve o kahır menzilinden uzak kalma çabasının ismidir.
Böyle ulvî bir gâye taşımaksızın sadece ülkeler fethetmek, insanlara hükmetmek
ve lüks içinde yaşamak gibi fânî hedeflere yönelik savaşlar "fî sebîbilillâh"
şartını taşımadıkları için cihad değildirler.
"Dinde zorlama yoktur."
(2/Bakara, 256). Ancak, Cennet yolunu zorla kapamak isteyenlerle de savaşmak
gerekir. Bunda başarı sağlandıktan sonra kişi, inancında serbest bırakılır.
Dilerse İslâm'ı kabul eder, dilerse kendi dininde yaşamaya devam eder. Cihadda
hedef, öldürmek değil; diriltmek olmalı. Ölü kalpleri diriltmek, sönük fikirleri
aydınlatmak, donuk hissiyatlara can vermek. İnsanları yurtlarından etmek değil;
onlara ebediyet yurdunu kazandırmak olmalı. Bu diriliş hareketinin önüne
çıkanlar ölümü hak etmiş olurlar. Çokların hayat bulması için, belli bir
azınlığın ölmesi gerekiyorsa buna da "evet" dememiz gerek. Aksi halde çoğunluğa
zulmetmiş oluruz.
Cihadın en büyüğü, en büyük
düşmana karşı yapılanıdır. "Senin en zararlı düşmanın nefsindir" hadis-i
şerifi bu büyük düşmanı "nefis" olarak belirler. Savaşa gitmek gibi, tebliğ
yapmak için de öncelikle nefsin mağlûp edilmesi gerikiyor. Nefisle cihad,
gerçekten en önemli cihaddır. Her ânımız bu cihadla geçer. Bir anlık gafletimiz
bize çok pahalıya mal olabilir. Maddî cihad ise, sürekli değildir. Sulh
zamanında mü'minler bu cihadla mükellef tutulmazlar. Hâricî düşmana mağlûp olmak
insana ya şehidlik, ya gâzilik kazandırır. Nefisle mücâdele ise öyle değil; bu
savaşta yara alanlar fâsık, ölenler dinsiz olurlar.
Mânevî cihad, tıptaki koruyucu
hekimliği andırır. Hastalığın vuku bulmaması için gerekli tedbirleri almak en
büyük tedâvidir. Bunda başarılı olmadığımız zaman diğer tedâvi yollarına ve en
sonunda da ameliyata sıra gelir. Koruyucu hekimlik, uzun zaman ve büyük sabır
ister. Ama, ameliyattan kurtulmak gibi büyük bir netice için bu zor yola severek
girmek gerek. Dâhildeki cihadın mânevî olması gerekir. Ciğerinizdeki mikroba
karşı kurşun sıkamazsınız. Onu ilâçla, gıdayla, temiz havayla yavaş yavaş tedâvi
etmeye mecbursunuz. Mânevî cihad, mânevî hastalıklara karşı yapılır. Meselâ
cehâlet, mânevî bir hastalık. Bunun giderilmesi ilim ile olur. Bir çocuğu
döverek ona bir şeyler anlatmanız mümkün mü? Ahlâksızlık ve nihayet imansızlık
da birer mânevî hastalık. Bunların tedâvisi de kuvvet kullanarak, zorlayarak
olmuyor.[2]
"Hepiniz çobansınız; hepiniz
güttüğünüz sürüden sorumlusunuz. Devlet reisi de bir çobandır ve sürüsünden
sorumludur. Erkek, âilesinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Kadın,
kocasının evinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Hizmetçi, efendisinin
malının çobanıdır; o da sürüsünden sorumludur. Netice itibarıyla hepiniz
çobansınız ve güttüğünüz sürüden sorumlusunuz." (Buhârî, Cum'a 11, İstikrâz
20, Itk 17, 19, Vesâyâ 9, Nikâh 81, 90, Ahkâm 1; Müslim, İmâre 20; Ebû Dâvud,
İmâre 1, 13, Tirmizî, Cihad 27)
İnsanın insana verebileceği en
güzel hediye mutluluktur. Cihad, bu hediyenin sermayesidir. İnsanın mutluluğu
için dökülen üç damla kutsaldır: Kan, gözyaşı ve alınteri. Bütün bunlar,
gönüllerin birbirine açık olduğu bir dünyanın kurulması için sarfediliyorsa
kutsallık kazanır. Gönüllerin birbirine açık olduğu bir dünya, fetih
medeniyetinin emelidir. İslâm, Orta Afrika'dan Doğu Hind adalarına, Merakeş'ten
Zengibar'a, Batı Afrika'daki Sierra Leone'den Sibirya'ya, Bosna-Hersek'ten Yeni
Gine'ye, Senegal'den Çin'e kadar savaşla değil; bu cihad ruhuyla ulaşmıştır.
İnsanla, insanın mutluluğunun
öbür adı olan İslâm arasına kimi zaman da insan girebilir. O zaman o insan ya da
insanların İslâm'la insan arasından kaldırılması insanlığın değişmez değerlerine
bağlı her kişinin boynunun borcudur. Kur'an'ın "Küfrün önderleriyle savaşın.
Çünkü onlara güvenilip de anlaşma yapılmaz. Umulur ki vazgeçerler" (9/Tevbe,
12) emri, o önderlerin sıradan insanlarla İslâm arasında engel oluşturduğu
içindir. Eğer onlar, İslâm'la insan arasına gerilmekten vazgeçerlerse İslâm'ın
onlarla bir alıp veremeyeceği yoktur. İslâm onlarla küfürlerinden dolayı değil;
insanın mutluluğuna engel oldukları için savaşılmasını emretmektedir.
İnsanla İslâm arasına gerilen
ve fizikî olmayan engellerden biri de İslâm'a karşı propaganda savaşına girerek
ürettiği yalan haberlerle İslâm'ın imajını kitlelerin gözünde lekelemeye çalışan
muzır unsurlardır. Hz. Peygamber döneminde bu işi câhiliyye şâirleri
yapıyorlardı ve Rasûlullah onları işledikleri bu insanlık cinâyetinden dolayı
Mekke fethi sırasında ilân ettiği genel affın dışında tuttu. Oysa, amcası
Hamza'nın katilini dahi bu af bağlamında bağışlamıştı. Hakkında "insana ihânet"
suçundan dolayı vur emri çıkarılan altı kişiden üçünün cezâsı infaz edilmiş, üçü
de suçunu itiraf edip İslâm'a teslim olunca affedilmiştir.[3]
Ne mutlu Allah'la ticaret
yapıp, aslında O'na ait olan imkân ve nimetleri, malı ve canı Cennet karşılığı
O'na satan, herşeyini O'nun yolunda kullanan mücâhidlere!
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
CİHAD NEDİR
Çalışmak, uğraşmak, çabalamak, gayret sarfetmek.
İslâm'ın yükselmesi, korunması ve yayılması için her türlü çalışmada bulunmak, uğraşmak, gayret sarfetmek ve bu yolda sıcak ve soğuk savaşa girmektir. Daha açık bir ifade ile Allah (c.c.) tarafından kullarına verilmiş olan bedenî, malî ve zihnî kuvvetleri Allah yolunda kullanmak, o yolda feda etmektir. İnsanın maddî-manevî bütün varlığını Allah yolunda ortaya koyarak Hakk'ın düşmanlarını ortadan kaldırmak için savaşması "cihad"dır.
İslâm'da cihad farzdır. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor: "Hoşunuza gitmese de düşmanla savaşmak üzerinize farz kılındı" (el-Bakara, 2/216). "Herhangi bir fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla çarpışın " (el-Bakara, 2/193). "Allah'a ve ahiret gününe inanmayan kişilerle savaşınız" (et-Tevbe, 9/29); "Sizinle toptan savaştıkları gibi siz de müşriklerle savaşınız. " (et-Tevbe, 9/36). Hz. Peygamber (s.a.s.)'de "Cihad kıyamete kadar devam edecek bir farzdır" (Ebû Davûd, el-Cihad, 33) buyurmuştur.
Yalnız, bu farz bazı hallerde farz-ı ayın; bazı hallerde ise farz-ı kifayedir. Müslümanlar içinden sadece bir grup cihadın gayesini gerçekleştirebiliyor, müslümanların yurt, mal, ırz, namus ve haysiyetlerini düşmanlara karşı koruyabiliyorsa o taktirde cihad farz-ı kifaye olmuş olur ve diğer müslümanların üzerinden sorumluluk kalkar. Şayet fert fert gücü yeten her müslümanın düşmana karşı koyma gereği varsa o zaman farz-ı ayın olur; herkesin bizzat cihâd etmesi icab eder.
Cihâdın gayesi, yeryüzünden fitneyi kaldırmak ve hakkı yüceltmektir. İslâm'da savaş, intikam, öldürme yağma, baskı ve zulüm yapmak için değil: bunları ortadan kaldırmak için yapılır. Müslüman olmayanları zorla İslâm'a sokmak yoktur. Cihad'dan maksat, insanları baskılardan kurtarmak, İslâm'ın yüce gerçeklerini onlara duyurmak ve kendi rızalarıyla müslüman olabilecekleri onamları hazırlamaktır.
İslâm'ın gayesi toprak ele geçirmek değildir. O yalnız bir bölge ve kıta ile yetinmez. İslâm bütün dünyanın saadet ve refahını düşünür. Bütün insanlığa, kendisinin beşeri sistemlerden ve diğer dinlerden daha üstün âlemşumül bir din olduğunu göstermek ister. Bu yüce maksadı gerçekleştirmek için müslümanların bütün güçlerini seferber eder. İşte bu bitmeyen cehd ve uğraşmaya, büyük bir enerji ile çalışma işine ve meşrû bütün yollara başvurma gayretine cihad denir. Yeryüzünde zorbalar, batılın ve fitnenin devamını isteyenler, şirk ve müşrikler ile küfür sistemleri var oldukça, onların yeryüzünde yayacakları kötülüklerine karşı bir emniyet olan cihad da devam edecektir. Bu bakımdan cihadın İslâm'da önemli bir yeri vardır. Hz. Peygamber'e, hangi amelin daha faziletli olduğu sorulduğunda, "İman ve Allah yolunda cihad'dır." (Tecrîd-î Sarîh Tercümesi, VII, 445), buyurarak cihadın imandan hemen sonra geldiğine, imanın cihadla varlığını sürdüreceğine işaret etmişlerdir. Ayrıca Allah yolunda savaşanları, gazilik ve şehitlik rütbesine erenleri öven ve onlar için büyük nimetler ve dereceler bulunduğunu haber veren birçok ayet ve hadis vardır.
Müslümanlar savaşı istemezler. Ama savaş vukû bulunca sabır ve metanetle savaşırlar. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.): "Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz. Fakat düşmanla karşı karşıya gelirseniz sabrediniz, direniniz. " (Buharî, Cihad, 112, 156, Müslim, Cihad 19, 20; Ebû Davud, Cihad, 89) buyurmuştur. Müslümanlar savaş anında Allah'a güvenir ve Allah'ın kendileriyle beraber olduğunu bilirler. Onun şu buyruğunu hiç akıllarından çıkarmazlar. "Ey peygamber; sana da sana tâbi olan müminlere de Allah yeter. " (el-Enfâl, 8/64)
İslâmiyet'e göre cihad, bize harp açanlara (el-Bakara, 2/190) verdikleri sözü tutmayıp tekrar dinimize saldıranlara (et-Tevbe, 9/12-13), Allah'a ve ahiret gününe inanmayarak, Allah ve Peygamberin haram kıldığı şeyleri haram kabul etmeyenlere karşı (et-Tevbe, 9/29), yeryüzünde fitneyi söküp atmak ve Allah'ın dinini hâkim kılmak (el-Bakara 2/19) gayesi ile meşrû kılınmıştır.
Müslümanlar savaş için düşman memleketine girip bir şehri veya bir kaleyi muhasara ettikleri zaman, önce onları İslâm'a davet ederler. Kabul ederlerse kendileriyle savaşmazlar. Şayet İslâm'ı kabul etmezlerse İslâm devletine cizye vergisi vermesini isterler. Verirlerse mal ve can güvenliğini elde ederler. Bunu da kabul etmezlerse geriye savaşmak kalır.
Bu durumda cihad için şu şartlar gerekir:
a- Düşman, İslam'a girmeleri için yapılan çağrıyı yahut cizye vermeyi reddetmiş olmalıdır.
b- Müslümanlarla düşman arasında herhangi bir anlaşma sözkonusu olmamaktır.
c- Müslümanlarda cihad için gerekli askerî güç siyasî otorite bulunmalıdır.
Bütün bu hususlar bir araya geldiğinde cihadın farziyeti gerçekleşir. O zaman düşmanla yapılacak savaşta şehirler yakılabilir, insanlar öldürülebilir ve düşmanın savaş gücü her şekilde zayıflatılmaya çalışılır. Yalnız kadın, çocuk, kötürüm, yaşlı ve körler öldürülmez. Barış, İslam devleti için uygun olduğu zaman yapılabilir. Düşmana hiç bir şekilde silâh vb. savunma vasıtası satılamaz. Bir müslüman topluluğu kâfirlere emân verirse, bunlarla, yeryüzünde fesat çıkarma ve İslâm'a saldırma durumu hariç, savaşılmaz. Cihad, bizzat sıcak bir savaş olacağı gibi normal şartlarda mal, dil ve kalple de yapılabilir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: Müminler Allah ve Rasûlüne iman ederler, sonra da şüpheye düşmezler. Hak yolunda malları ve canları ile cihad ederler. İşte sadakat sahibi kimseler bunlardır" (el-Hucûrât, 49/15)
Hz. Peygamber (s.a.s.) ise: "Müşriklerle mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad ediniz" Allah benden evvel hiç bir ümmete bir nebi göndermemiştir ki, ümmet içinde kendisine yardımcı olan havârîlere, yerleştirdiği geleneklere göre hareket eden arkadaşlara ve emirlerine itaat eden dostlara sahip olmamış olsun. Sonra bunları bir nesil takip eder. Onlar yapmadıklarını söyler, emredilmeyen işleri yaparlar. Bunlarla eli ile fiilen mücadele eden mümindir, dili ile mücadele eden mümindir kalbi ile mücahede eden mümindir. Bunun dışında kalanların hardal tanesi kadar da olsa imanları yoktur" (Müslim, İman 20); "Şüphesiz ki mümin kılıcı ve dili ile cihad eder" (İbn Hanbel, VI, 387), buyurmuşlardır.
İslâmiyet'in ilk devrelerinde müminlere İslâm düşmanlarına karşı yumuşak davranmaları, eziyetlerine katlanmaları müdafaa kasdıyla da olsa karşılık vermemeleri; sadece öğüt vererek İslâm'a davet yolunu takip etmeleri emredilmiştir. Bir ayet-i kerimede, "Siz, şimdilik, Allah onlar hakkındaki emrini getirinceye kadar affedin, hoş görün. Şüphesiz ki Allah her şeye kâdirdir" (el-Bakara, 2/109) buyurulmuştur. Çünkü o zaman müslümanlar sayı ve imkân bakımından son derece zayıftı. Düşmana karşı koyacak güçleri yoktu. Müslümanların adedi ve kuvveti biraz daha çoğalınca kendilerine ve akidelerine karşı direnenlerle savaşmalarına izin verildi. Müslümanlar büsbütün güçlenip düşmanları mağlup edecek seviyeye gelince de cihad müsaadesi verildi. " Artık saldırıya uğrayan müminlere zulme uğratıldıkları için cihad etme izni verildi... " (el-Hacc, 22/39). Bu izin Medine döneminde olmuştur.
Ayrıca Allah Teâlâ'nın " Allah uğrunda gereği gibi cihad edin" (el-Hacc, 22/79), buyruğuyla, müslümanların nasıl davranması gerektiği belirlenmiştir. " Müminler ancak Allah'a ve Peygamberine iman eden, sonra şüpheye düşmeyen; Allah uğrunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenlerdir. İşte onlar doğru olanlardır. " (el Hucurât, 49/15) ayetinden de cihadın mal ve canla yapılacağını öğreniyoruz. Cihad konusundaki diğer ayet ve hadisler de göz önüne alındığında, cihadın başlıca şu çeşitlere ayrıldığını görürüz:
1- Nefs'e Karşı Cihad Şüphesiz en güç cihad, insanın nefsiyle ve nefsinin arzularına karşı yaptığı cihaddır. Müslüman, gerçek cihadı nefsine karşı verir. Nefsine karşı cihadı kazanamayan, düşmanın karşısına çıkmak için kendisinde güç ve cesaret bulamaz. Hz. Peygamber Tebük seferinden dönüşte ashabına şöyle buyurmuştu: " Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz" (Adûnî, Keşfu'l-Hafâ', I, 425). Bu hadisinde Hz. Peygamber, en kalabalık bir ordu ile katıldığı Tebük seferini "küçük cihad" olarak vasıflandırırken; nefse karşı verilecek mücadeleyi "büyük cihad" olarak nitelendirmektedir. " Hakiki mücahid nefsine karşı cihad açan kimsedir" (Tirmizî, Cihad, 2) hadîsi de aynı manayı ifade etmektedir.
Aynı meâlde başka hadis-i şerifler de vardır. Bütün bunlar bize, insanın nefsi ile, nefsinin boş ve mânâsız, hatta gayr-ı meşrû istekleri ile mücadele etmesinin cihad olarak değerlendirildiğini göstermektedir.
2- İlim İle Cihad
Cihad'ın başka bir çeşidi de ilim ile yapılan cihaddır. Dünyadaki bütün kötülüklerin sebebi cehalettir. Hakk'a ulaşmak isteyen herkesin cehaletten kurtulması, ondan uzaklaşması gerekir.
Bilginin ortaya koyduğu delillerin gönüller üzerinde icra ettiği tesiri silâh gücü ile temin etmek mümkün değildir. Onun için şöyle buyurulmuştur:
"Ey Muhammed! İnsanları Rabbi'nin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış. Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir. " (en-Nahl 16/125).
Temeli ilim yoluyla tebliğ ve davete dayanan İslâmiyette, bu tebliğ faaliyetinin adı "ilim ile cihad"dır. Bu usûle "Kur'an ile cihad" da denilir. En güzel mücadele şekli Kur'an'ın mücadele şeklidir. Bunun için Cenâb-ı Hak:
"Sen kâfirlere uyma, uyanlara karşı Kur'an ile büyük bir cihadla cihad et" (el-Furkan, 25/52) buyurmuştur. Ayet-i kerimede Kur'an ile cihadın "büyük cihad" olarak belirtilmesi, Kur'an'ın ilim ile cihad konusuna ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Hak ve hakikatı, en tehlikeli zamanda bile, hiç bir şeyden korkmadan ve çekinmeden olduğu gibi söylemek de bir çeşit cihaddır. Rasûlullah (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurmuştur:
"Zalim bir hükümdar karşısında hak ve adaleti açıkça söylemek, büyük bir cihaddır. " (İbn Mâce, Fiten, 4011)
3- Mal İle Cihad
Mal ile cihad, Allah Teâla'nın insana ihsan etmiş bulunduğu mal ve servetin yine Allah (c.c.) yolunda harcanması demektir.
Bilindiği gibi dünyada her iş para ile yapılmaktadır. Hakkın korunması ve zafere ulaşılması da yine paraya bağlıdır. Bunun için mal ile cihadın önemi büyüktür. Müslümanların, İslâm'ın yücelmesi hakkın muzaffer olması için her türlü mal, servet ve paralarını bu yolda fedâ etmeleri mal ile cihaddır.
Hz. Peygamber'in, mal ile cihad hususundaki teşvik edici sözleri ashabı kiramı harekete geçirmiş ve kendileri yoksulluk içinde sıkıntılı bir hayat geçirirken, mal ile cihad farizasını edâ edebilmek için elde avuçta ne varsa getirip Rasûlullah'a vermişlerdir. Bu konuda Kur'an-ı Kerîm'de de pek çok ayeti kerîme vardır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"İman edip hicret eden, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad eden, (mücâhidlere) yer veren ve yardım edenlerin hepsi birbirinin vekilidir. " (el-Enfal, 8/72).
"...Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla savaşın. Bilseniz bu sizin hakkınızda ne kadar hayırlıdır. " (et-Tevbe, 9/41).
"Allah, mallarıyla, canlarıyla mücadele edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır. " (en-Nisâ, 4/95).
4- Savaşarak Cihad Yapmak
Cihad, müslümanlara farıdır. Her müslümanın nefsi ile, ilim ve malı ile sürekli cihad yapması, böylece dinin korunması, Hakk'ın galip kılınması için çalışması gerekir. Bazen "İ'lây-ı kelimetullah" yani Allah adının yüceltilmesi dinin korunup yayılması içinde elde silâh düşmanla savaşmak icab edebilir. Bu en büyük cihaddır ve müslümanlara farzdır. Hattâ cihad denildiği zaman ilk akla gelen husus, düşmanla sıcak savaşa girmektir.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"Sizinle savaşanlarla; Allah yolunda siz de savaşın. Fakat haksız yere saldırmayın." (el-Bakara, 2/190)
Bu ilâhi emir Allah yolunda, İslâm uğrunda savaşmanın ve İslâm yurdunu düşmana karşı korumanın cihad olduğunu bize ifade etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de bir hadis-i şeriflerinde; ganimet elde etmek, şan ve şöhrete ulaşmak, mevki ve makam elde etmek için yapılan savaşın cihad olmadığını, cihadın, Allah (c.c.)'ın adının yüceltilmesi (İ'lây-ı kelimetullah) için yapılan savaş olduğunu haber vermiştir.
Çağımızda bir takım gruplar her ne kadar savaşsız bir dünyanın özlemini dile getirmekte ve bunun için açık veya gizli savaş aleyhtarı faaliyetler sürdürmekte iseler de, bu hiç bir zaman, binlerce yıldan beri devam eden gerçeği değiştirmeyecek ve savaşlar sürüp gidecektir. Cenâb-ı Hak bu değişmez gerçeği aşağıdaki ayet-i kerîmede bize haber vermiştir:
"Hoşunuza gitmediği halde, savaş size farz kılındı. Hoşunuza gitmeyen bir Şey, hakkınızda hayırlı olabilir. Hoşunuza giden bir şey de, hakkınızda kötü olabilir. Bunları Allah bilir, siz bilemezsiniz. " (el-Bakara, 2/216).
"Savaşan, ancak kendi öz canı için savaşmış olur. Allah hiç bir şeye muhtaç değildir. " (el-Ankebut, 29/6).
İslâm dini müslümanlara şerefli bir hayat yaşatmayı hedef edinmiştir. Bu sebeple bu dinin emrettiği savaş, savunma savaşı, zâlimlerden mazlumları kurtarma savaşı, her yere adalet götürme savaşı ve müslümanların haysiyetini koruma savaşıdır. Kur'an-ı Kerîm'de:
"Kendilerine karşı savaş ilân olunduğunda zulme uğrayanlara cihad etmeleri için izin verildi. Hak Teâlâ onlara yardıma hakkıyla kadirdir." (el-Hac, 22/39) buyurulup meşrû savunma savaşına izin verilirken her an savaşa hazır olmak da emredilmiştir.
Savaşın önemini ısrarla belirten İslâm dini ve onun yüce kitabı, barışın da gereğine işaret etmekte, barış teklifi düşmandan geldiği takdirde taviz vermeden teklifin yerine getirilmesini istemektedir:
" Eğer onlar barış isterlerse sen de onu kabul et. Allah'a güven ve dayan."
"Her şeyi işiten, herşeyi hakkıyla gören O'dur. Onlar seni aldatmak isterlerse, şunu kesin olarak bil ki, Allah sana yeter. Seni,yardımlarıyla ve müminlerle destekleyen O'dur." (el-Enfâl, 8/63).
İslâm, müslümanlara yapılan tecavüzlerin hiç birinin karşılıksız bırakılmamasını istemektedir:
"O halde, size karşı tecavüz edenlere siz de aynıyla mukabele edin. " (el-Bakara, 2/194).
Yeryüzünde fitne kalmayıncaya kadar müslümanların cihada devam etmelerini isteyen İslâm, savaş hukukunu da en güzel şekilde tanzim etmiştir. Allah Teâlâ'nın:
" Andlaşma yaptığınızda Allah'ın ahdini (andlaşma hükümlerini) yerine getirin." (en-Nahl, 16/91)
"Haddi aşmayın, Allah haddi aşanları sevmez." (el-Bakara, 2/190) buyurması; Peygamber Efendimiz'in cephe gerisinde bulunan kadın, çocuk, ihtiyar ve din adamlarının öldürülmemesini, savaşçılara işkence edilmemesini çapulculuk yapılmamasını istemesi, İslâm savaş hukukunun temel kuralları olmuştur.
Dinimizin müslümanlara farz kıldığı cihadın fazileti ve bu emri yerine getirenlerin Allah katında ulaşacakları yücelikler Kur'an-ı Kerim'de şöyle haber verilmektedir:
"Allah Teâlâ, Cennet'e karşılık müminlerin canlarını ve mallarını satın aldı. Onlar Allah yolunda savaşırlar. Savaş meydanında şehît ve gazi olurlar. Allah'ın bu öyle bir vâdidir ki, Tevrat'ta da, İncil'de de, Kur'an'da da sabittir. Kim Allah'tan daha çok vadini yerine getirir? Yaptığınız bu hayırlı alış verişten dolayı sevinin. İşte büyük kurtuluş budur." (et-Tevbe, 9/111)
"Ey mü'minler! Sizi çetin bir azabdan kurtaracak bir ticaret yolu göstereyim mi? O da şudur: Allah'a ve Rasûlüne iman eder ve Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla savaşırsınız. Bir bilseniz bu iş sizin için ne kadar hayırlıdır. Bu takdirde Allah sizin günahlarınızı mağfiret eder, altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn Cennetlerindeki hoş konutlara koyar. İşte büyük kurtuluş budur." (es-Saf, 6/10-12). Cihadın fazileti hakkında Hz. Peygamber (s.a.s.) de şöyle buyurur:
"Rasûlullah'a: "-hangi iş daha hayırlıdır?" diye soruldu. " Allah'a ve Peygamberine iman etmektir. " dedi.
"-Sonra hangisi faziletlidir, denildi: Allah yolunda cihaddır" cevabım verdi sonra "hangisidir?" sorusuna karşı da: "-Makbûl olan hac'dır, " buyurdu" (Buhâri, İman, 18)
Abdullah b. Mes'ud şöyle anlatıyor: "Rasûlullah'a: -Yâ Rasûlallah, Allah katında hangi iş daha sevimlidir? diye sordum. -Vaktinde kılınan namazdır, dedi. -Sonra hangisidir? dedim. -Anne ve babana iyilik etmendir, buyurdu. Sonra hangisidir? sorusuna da: -Allah yolunda cihaddır, cevabını verdi." (Buhârî, Cihad, 1)
Ebû Zerr (r.a.)'den şöyle rivayet edilmiştir: "-Ya Rasûlallah, hangi amel daha faziletlidir?" dedim. "Allah'a iman etmek ve onun yolunda savaşmaktır" buyurdu. (Riyâzü's-Sâlihîn, II, 531).
Bir adam Peygamberimiz (s.a.s.)'e geldi ve: "-İnsanların hangisi efdaldir?" diye sordu. Rasûlullah: "-Allah yolunda malı ve canı ile cihad eden mümin kişidir" buyurdu (Buhârî, Cihad, 2)
Elde silâh, din ve İslâm diyarı uğrunda hudut boylarında nöbet beklemenin asil bir görev olduğunu ve bunun Allah Teâlâ'yı ziyadesiyle memnun ettiğini bildiren Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Hudut ve İslâm diyarının muhafazası için bir gün, bir gece nöbet beklemek, bir ay (nafile olarak) gündüz oruç tutup gece namaz kılmaktan daha hayırlıdır." (Müslim, İmâre,163; Tirmizî, Cihad 2)
"İki çeşit gözü, Cehennem ateşi yakmaz: Biri Allah korkusundan ağlayan göz; diğeri Allah yolunda nöbet beklerken uyumayan göz. " (Tirmizî, Fezâilü'l-Cihad, 12)
Görüldüğü gibi cihad ilâhi bir emir olup kadın erkek bütün müslümanlara farzdır. Bu farzı yerine getirenler Cenâb-ı Hakk'ın hoşnutluğunu kazanacak ve ahirette yüce mertebelere ulaşacaklardır.
Cenâb-ı Hak:
"Siz de düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve (cihad için) başlanıp beslenen atlar hazırlayın" (el-Enfâl, 8/60) buyurarak müslümanlara her zaman cihad için hazırlıklı olmalarını emretmiştir.
İşte bütün bu ayet ve hadislerin ışığında cihad, dünya ve dünya malı için olmayan, Kelîme-i Tevhîd'in kabulü ve gönüllere yerleşmesi için gösterilen cehd ile bunun neticesinde kazanılan kardeşliğin adıdır. Cihad; insanları, kula kul olmaktan kurtarıp Allah'a kul etmeğe davet edişin ve bu uğurda çekilen sıkıntıların adıdır. Cihad, insanları, sınıf, zümre, parti ve bütün beşeri hegemonyalardan kurtarıp Allah'ın hâkimiyeti altına gönül rızası ile davet etmenin adıdır. Kinsiz, kansız ve mutlu bir İslâm toplumu oluşturmak için gösterilen ihlaslı hareketin adıdır. Cihad, her ferdin, kendisini günahlardan arındırıp Allah'a istiğfar etmesi, Allah'a yönelmesi, Allah'a yönelen insanlardan oluşan bir dünya kurması ve bu dünyada kendisi ve insanlar için yalnız Allah'ın hâkimiyetini istemesi ve bunun için devamlı hareket halinde olmasıdır. Cihad, eskiden yapılan ve pişmanlık duyulan bütün yanlış işlerin aksini yapma gücüdür. Cihad, zimmete geçirilen bütün hakları geri iade edebilmektir.
Cihad, terkedilen hukukullahı telâfi etmektir. Cihad, nefis ve bedendeki her türlü taklidi terk etmektir.
Rasûlullah (s.a.s.)'ın torunu Hz. Hasan der ki: "Adam Allah uğrunda cihad eder. Halbuki bir kılıç vurmamış bulunur. Sonra Allah uğrunda cihadın hakkı da; hak ve ihlâsa yakın bulunması, haksızlıktan ve kötü niyetlerden gücü yettiği oranda kusur ve ilgisizlikten uzak bulunmasıdır."
Cihad, insanları baskı ve zorlamadan korumak ve kurtarmaktır. Zorlama ve baskı olmayan İslâm'a, insanları davet ederek Allah'ın adını yüceltmektir. Cihad, herkesi, mensubu olduğu akîdeden zorla çıkarmaya çalışmayıp, hakkın kabulü ve yayılışına engel olmak isteyen ve gücünün yettiğine baskı yapan hak düşmanlarının kovulması ve her türlü engelin kaldırılması ile, sağlam kalp ve dosdoğru düşünen bir akıl için belirlenmiş en güzel nizamı, yani İslâm'ı hâkim kılmaktır. Cihad, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in yaşayıp tebliğ ettiği İslâm'a yapışarak Allah yolunda kendini ve. malını feda etmiş, orta yolu seçmiş, aşırılıktan sakınmış ilâh olarak Allah'ı ve onun hâkimiyetini tanımış, İslâm'ı bütün dinlerin üstünde ve tamamlanmış tek din kabul ederek bu dini müdafaa ve yaşanılır kılmak için çalışmak demektir. Bunun için İslâm'da mutlak surette, öldürme, intikam, din değiştirmeye zorlama yoktur. Düşmanı yenmek, onun kuvvet ve gücünü bertaraf edip, dinde serbest olarak Allah'ın hükmüne tabi tutmaktır ki, işte Allah'ın adını yüceltmek için yapılan cihad şekillerinden birisi de budur.
Cihad, ne bir savunma savaşı ne düşmana saldırıda bulunup onu imha etme savaşıdır. Kıtal ve kan dökme değildir. Yahut bir üstünlük ve egemenlik kurarak insanları boyunduruk altına alma savaşı da değildir.
İnsanlarla mücadele ve insanlar arası savaş ilişkilerini anlatan pek çok kelime varken, İslâm bu kelimeleri cihad kavramı yerine kullanmadı. Meselâ, harp, kıtal, ezâ kelimeleri cihad kelimesinin yerini tutmamaktadır. İslâm niçin eskiden Araplar'ın kullandığı harp vb. gibi kelimeleri almadı da yepyeni bir ifade olan cihad tabirini aldı. Bunun birinci sebebi, harp tabiri şahsi menfaatler, polemik oyunlar için ateşi sönmeyen, yangını çağlar boyu milletlerin, kabilelerin içinden çıkmayan kıtal anlamında kullanılmıştır. Harplerde genellikle, kişisel ve toplumsal kinler hâkim olmuştur. Harplerde fikir endişesi, bir akîdeyi galip kılma çabası göze çarpmaz.
Cihad Allah İçindir ve Allah Yolundadır
İslâm'da cihad, hedefsiz, gayesiz bir savaş değildir. İslâm'da cihad yalnız Allah yolunda olur. Bu şart, cihaddan ayrılmaz. İslâm'ın kendi hedeflerine varmak için niçin harp veya başka bir kelimeyi değil de; "cihad" kelimesini seçtiğini belirtirken, cihadın diğer kelimelerden farklı olduğunu ifade ettik. Bu farklılığı sağlayan bir hususiyet de "Allah yolunda" ifadesinin ve kavramının cihad kelimesinin içinde bulunmasındandır. "Allah yolunda" tabiri de İslâm'ın kendi mefkûresi için kullandığı terimler sözlüğünden bir terimdir. Bu terimi de bir çok kişi yanlış anlamış, halkı İslâm inancına boyun eğdirip, İslâm'ı kabul ettirip bunun için zorlamak olduğu düşüncesini "Allah yolunda cihad" olarak düşünmüşlerdir.
Gerçekte, "Allah yolunda" terimi, İslâm kavramları içinde onların düşündüğünden çok geniş bir anlam belirtir. "Allah yolunda cihad" batılıların anladığı manada kutsal bir savaş değildir. İslâm nazarında, toplumun fayda ve mutluluğu için, geçici dünya arzusunda bulunmadan yapılan her hareket "Allah yolunda"dır.
Allah'ın sana verdiği malları geçici dünyalık faydalar umarak sarfedersen bu "Allah yolunda" olmak değildir. Ama sırf Allah rızası için, bildiğin muhtaçlara yardım edersen şüphesiz ki bu "Allah yolunda" bir iştir. İşte bu "Allah yolunda" terimi, yalnız İslâm'a mahsus; maddi menfaat ve arzulardan uzak, sırf Allah rızası umulan davranışlar için kullanılır. Bunu yapan kimse bilir ki mümin. kardeşlerinin saadeti için yaptığı her iş Allah rızası içindir. Müminin geçici dünya hayatında istediği tek husus Allah Teâlâ'nın rızasını kazanmaktan başka bir şey değildir. İşte yüce Allah, bu anlama işaret etmek için cihadı, "Allah yolunda" kaydıyla sınırlamıştır. İslâm'ın istediği de budur. Müslüman topluluk veya fert, batıl ve beşerî sistemleri yıkıp, yerine İslâm akîdesine dayalı bir sistemi getirirken, harcayacakları çabaları ve yapacakları her türlü fedakârlıkları, kişisel çıkarlardan, nefsânî arzulardan uzak tutmalıdır. Bütün çırpınmalarının karşılığı olarak, hak ölçülerine uygun, adaletli bir sistemi getirmekten başka bir şey gözetmemelidirler. Mümin, yaptığı şeylerin karşılığını bu dünyada beklemez. Allah'ın kelâmını yüceltmek için, bu bitmeyen mücadelenin, dinmeyen savaşın karşılığında; mal, mülk, şan, şeref, rütbe, geçici dünyalık elde etme düşüncesi aklından geçmez.
"İnananlar Allah yolunda savaşırlar, küfredenler ise tâğût yolunda savaşırlar..." (en-Nisâ, 4/76).
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Allah, ancak kendi rızası için olan cihadı kabul eder. Nefsânî arzulardan, kavmiyetçi kinlerden, kabilecilik taassubundan kopan savaşı değil... Yeryüzündeki her canlı, hayatını devam ettirmek için çırpınıp durur. Fıtrî gayesine ulaşmak için gece gündüz demeyip çalışır. fakat müslümanın çırpınış ve çalışması başka gayelere yöneliktir. O, yani, İslâm'a inanıp, onun sistemine bağlanan kimse, her şeyden önce İslâm inkılâbının gayesi olan Hakkı getirmek için canla başla, malla Allah yolunda cihad eder. Bütün gücüyle şer güçleri yıkmak, fitne ve fesat tohumlarının yeryüzünde yayılmasına engel olmak için çalışır. "Fitne yok olup din ve hâkimiyet yalnız Allah'ın oluncaya kadar" cihad eder. İşte İslâmî cihad budur.
Şâmil İA
-------------
Cihad Kavramı ve Muhtevası
Dr. Ahmet Yaman
1996 - Haziran, Sayı: 124, Sayfa: 014
Hukuk ilminin bir şubesi olarak, dünya hukuk tarihinde ilk defa İslâm hukukunda sistemleşen Devletler hukukunun en dakik ve en fazla spekülasyona uğrayan konusu, hasmâne ilişkiler ve savaş meselesidir. Hele İslâm Devletler hukuku sözkonusu olduğunda, kısmen yanlış ve eksik bilgilenmeden ama büyük ölçüde kasıt ve düşmanlıktan dolayı bu spekülasyonlar bir hayli artmakta ve İslâm hukukundaki "cihâd" kavramına da yanlış manalar yükleyerek, savaşçı bir din ve hukuk imajı verilmek istenmektedir.
- Burada ele almak istediğimiz mesele, İslâm'daki cihâd kavramını, bütün gayrimüslimlerle onları zorla İslâm'a sokmak için yapılması gereken kutsal savaş olarak takdim çabalarının ne derece gerçeği yansıttığıdır.
Bunun için önce cihâd terimi üzerinde durmamız gerekiyor.
Sözlükte; gayret etmek, isteğinde ısrarlı olmak, bütün gücünü sarfetmek, eziyet ve meşakkat çekmek gibi manalara gelen1 cihâd, bir teknik terim olarak "Allah yolunda can, mal, dil, kalem ve diğer bütün vasıtalarla çaba sarfetmek kullar yararına mutlak adalet ve maslahat esasına dayanan ilahi mesajı insanlara ulaştırmak, anlamlarını içermektedir.2 Daha kısa bir ifadeyle cihâd, yeryüzünde Allah'ın ve insanların haklarını hakim kılmak için hem kendi üzerinde hem de başkaları üzerinde devamlı çaba harcamaktır.
Hz. Peygamber (s. a. )in "Asıl mücahid nefsiyle cihâd edendir " şeklinde buyurması, cihâdın ferdî ve en önemli boyutuna işaret etmektedir. Zira Allah'ın iradesini kendisinde hissedip yaşamayan onu başkalarına iletemez.
Buna göre cihâd, başta nefs ile mücadele olmak üzere, iyiliği tavsiye ve kötülükten alıkoyma toplumda hayrın yayılmasına ve İslâmî esaslara riayeti temine çalışma, Kur'an'ın yöntemle uygun olarak evde, okulda, kışlada, camide, sokakta eğitim ve terbi ye ile uğraşma ve nihayet din ve vicdan hürriyetine engel olanlarla fiili mücadele etmek gibi çok geniş boyutları kapsamaktadır.
İbn Kayyım el-Cevziyye (751/1350) meşhur eseri Zâdü'l-Meâd da cihâdı belli kısımlara ayırarak şöyle derecelendirir:
1 Nefis ile yapılan cihâd bu, gerçek dini öğrenmek öğrendiğini yaşamak ve öğretmekle, bu uğurda her türlü zorluğa katlanmakla olur ki, bunların tümünü gerçekleştiren kişi, "rabbâni" diye isimlendirilir.
2 Şeytan ile yapılan cihâd: Bu, şeytanın dine yönelik vesvese ve şüpheleriyle haram işlemeye dair tavsiyelerini defetmeye çabalamaktır.
3 Kâfir ve münafıklarla yapılan cihâd. Kâfirlerle yapılanı el ve kuvvetle, münafıklarla yapılanı ise dille olur ki, bu, Kâfirlerle yapılan cihâddan daha zordur.4
Görüldüğü gibi cihâd, sadece fiilî bir savaş değildir. İslâm'ın evrensel olan mesajının insanlara ulaşması ve takib ettiği gayelerin gerçekleşmesi barışçıl yollarla temin edilecektir. Bu, Kur'an'ın açık emridir. Fakat bu görev, barışçıl yollarla yerine getirilmezse savaş alanındaki çatışmayla icra ihtimali belirecektir ki, bu da İslâm'ın gerçekçi bir din olmasının tezahürüdür. "Ama cihâdı sadece savaş olarak anlamak, Ortaçağların tarihi tecrübesiyle bağımlı olmak ve ilk müslümanların tarihî tecrübesini yanlış değerlendirmekten başka bir şey değildir."
Buna rağmen özellikle İslâmî ilimlerle uğraşan Batılı müellifler(müsteşrikler) öteden beri cihâdı, daru'1-İslâm'ın daru'1-harb aleyhine sürekli genişlemesini sağlayan, tüm dünya müslüman oluncaya kadar ve İslâm hakimiyetine boyun eğinceye kadar bunun devam etmesini temin eden bir kutsal savaş (Holy war) olarak takdim ederler7
Mesela, İslâm Devletler hukuku üzerine bir doktora tezi8 hazırlayan Hans Kruse'nin şu ifadeleri bu anlayışı çok güzel yansıtmaktadır.
"cihâd, İslâm cemiyetiyle müslüman olmayanlar arasında daimî harp durumudur. Peygamber ümmeti arasında, Allah tarafından emredildiği gibi, sulh nizamı sağlanınca ve bir müslümanın kılıç çekmesi yasak edilinceye kadar bütün harici münasebetler harp esasına dayanır. Kâfirlere karşı harp faaliyetlerine girişmek, onlara dinî bir vecibe olarak yüklenmiştir"
İşte bu anlayışın neticesinde "ne zaman cihâd sözü işitilse, Avrupalının gözünün önüne kılıcını kınından çıkarmış, içi kin ve taassup ateşiyle yanan, ruhu barbarlık ve vahşetle dolu, gözü dönmüş 'Allahu ekber', çığlıklarıyla meydanlarda at koşturan, kılıç sallayan iğrenç yüzlü barbarlar ordusu gelmiştir. Bu yabanî ruhlu herifler, bir Kâfir gördüklerinde hemen boğazına sarılırlar. Adam ya 'lâilahe illallah', deyip kurtulur yahut da bir kılıç darbesiyle gerdanı al kızıl kanlara boyanır ."10
Cihâdın kutsal savaş olarak değerlendirilmesinde, Ortaçağlarda devam eden Haçlıların İslâm dünyasına yönelik saldırılarıyla, buna karşı koyan müslümanlar arasında hüküm süren çatışmaların belirgin taibatı ve sosyal düzenler arasındaki ilişkilerin dostça olmayışı da rol oynamıştır.11 Zira Haçlılar, papaların tahrikiyle İslâm dünyasına sürekli saldırı düzenliyorlardı. Kendi kamuoylarına bu saldırıların gerekliliğini izah ederken bir gerekçe bulmak zorundaydılar ve kutsal savaş uydurmasını buldular. Eğer onlar müslümanlarla savaşıp onları yok etmezlerse, müslümanlar kendilerini zorla İslâm'a sokacak ya da öldürecekti.
Halbuki İslâm'ın ana kaynağı olan Kur'an-ı Kerim'de pek çok ayette İslâm'ın en geniş manada din hürriyetini tanıdığı gayet net bir biçimde belirtilmiş ve zorla dini benimsetmenin doğru olmayacağı açıklanmıştır.
"Dinde zorlama yoktur. Doğruluk (iman), sapıklıktan (küfürden) seçilip belli olmuştur "12 "Rabbin isteseydi yeryüzündekilerin hepsi mutlaka iman ederdi. O halde sen mi insanları mü'min olmaları için zorlayacaksın?"13 "de ki O (Kur'an) Rabbinizden gelen bir haktır Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin..."
Binaenaleyh geniş manada içinde en son çare olarak savaş da bulunan cihâd, insanları dine girmeye zorlamak için değil, Allah'ın dinini yeryüzünde yüceltip bunu benimsemek isteyenleri korkutacak hiçbir güç kalmayıncaya, Allah'ın dinine davet etmekten ve bu dinin gereklerini yerine getirmekten alıkoyan hiçbir kuvvetin korkusu kalmayıncaya kadar çaba sarfetmektir.
Başta Batılılar olmak üzere gayrimüslimlerin İslâm'a ve onun cihâd anlayışına çarpık bir görüntü vermeye çalışmalarının asıl nedeni, İslâm'ın yayılış tarihini incelediği çalışmasında Ebu'l-FazI İzzetî'nin de belirttiği gibi, İslâm'ın, tebliğ edildiği her yerde, yalın ve makul bir sistem olması sebebiyle hristiyanlığa göre çok hızlı ve kalıcı yayılmasıyla, Batılıların İslâm uygarlığı karşısında kapıldığı küçüklük kompleksidir.15
Bunun yanında şu da önemle belirtilmelidir ki cihâd, İslâm'ın korunmasını ve neşrini sağlayacak bir müessesedir. Bunun için bu mefhumun müslümanların zihinlerinden silinmesi veya yanlış tanıtılması için çok gayret sarf edilmiştir. 16 Kutsal savaş anlayışı da bu gayeye matuf bir iddiadır.
Aslında ilmî olmaktan çok uzak olan bu iddiaları insafsızca yönelten Batılıların kendi tarihleri, A. Toynbee, F. Schoun, İvor Morrish, l. Weiss ve diğer pek çok bilim adamının da tasdik ettiği gibi hiç de insancıl ve adil olmayan barbarca örneklerle doludur.17
Burada sadece İ. Morrish'ın şu sözlerini nakletmekle yetiniyoruz "İslâmdaki cihâd kavramı veya kutsal savaş üzerinde, bu dinin düşmanları tarafından gereğinden fazla durulmuştur. Kuşkusuz konumuz eğer hristiyanlık olsaydı, Hristiyan toplumların yahudilere uyguladıkları planlı katliamlar ya da İspanya engizisyonunun dinden dönenlere uyguladığı insanlık dışı eylemler üzerinde, müslüman fetihleri üzerinde yaptığımız kadar ince eleyip sık dokumazdık."18
Şu halde cihâd kavramının kutsal savaş iddiasıyla hiçbir ilgisi yoktur. Gerçekte cihâd, bütün insanların yararına din ve vicdan hürriyeti içinde yaşanacak, hiçbir baskı ve zulmün olmadığı bir dünya için kişinin canıyla, malıyla, diliyle çaba sarfetmesidır.
Dipnotlar: 1) Râgib, el-Müfradât 101; Kûnevî, Enîstü'l-Fukahâ 181, Tehânevî Keşşâf 1/197 , 2.) Kâsânî, Bedâî 7/97, Curcânî, Ta'rîfât 80, ibn Âbidîn, Reddu'l-Muhtâr 4/119 Elmalılı H.Yazır, Hak Dini 2/8635 , 3) Tirmizî, Fedâilu'l-cihâd 2, Ahmed b.Hanbel, Müsned 6/20-22 , 4) Zâdü'l-meâd 3/9-11, Benzer bir taksim için bkz. Haraşî, el-Haraşî a'la Muhtasarı Halîl 3/107, Şevkânî, Neylu l-evtar 7/236 , 5) Bakara 256 Furkan 52, NahI, 125 , 6) Ebû Süleyman Ahmed, İslâm'ın Uluslararası ilişkiler kuramı, 131 , 7) J Schacth, İslâm Hukukuna Giriş 139, m Khaddurî, War and Peace in the Law of İslâm 45 52, 53, 144, Goldziher, el-Akide ve ş-Şerîa 27, 106, 125, Mc Donald, Dâru'l-Harb maddesi l. A. Arapça yayın 9/78, Kruse İslâm Devletler Hukukunun Ortaya çıkışı 57, 65, 79, Van vloten, Araştırmalar 13-14, P.Hittı, İslâm Tarihi 1/207-8, time, 11 Şubat 1991 tarihli sayısı , İslâmıcsche Völkerrechtsıehre, Göttingen 1953 , 9) Kruse 57, 65 , 10) Mevdûdî, Allah Yolunda cihâd, 13 , 11) Ebû Süleyman, 47 , 12) Bakara, 256 , 13) Yûnus, 99 , 14) Kehf, 29 , 15) İzzetî, İslâm'ın Yayılış Tarihine Giriş, 40, 48 (m Watt, The Influence of İslâm on Medieval Europe, 1972 S 82-4'ten) Ayrıca bkz İsmail Cerrahoğlu, İslâm'ın Süratli Yayılış Sebepleri, Diyanet Dergisi, sayı 72, 1968 S. 108 vd, Tabbâra Rûhu d-Dîni l-lslamî 410-12, 16) M. Ali Hasen, el-Alâkâtu'd-Devlıyye 99 , 17) Bkz Toynbee, An Hıstorian Approach to Religion, 1955 s 203-6, 246, F Schoun, Understanding İslâm, 1.bölüm, 1.Morrish, Background of Immigrant Children. 1971 s 191, Bu referanslar ebu 1-Fazl izzeti'nin kitabından alınmıştır Bkz 22, 28, 30, Ayrıca bkz Namık Kemal, Renan Mudafaanamesi (ist 1988) s 119, M. Esed, Mekkeye Giden Yol, (ist 1988) s 11-12, Özel, 65-6, Turnagil 80 81, 125,6, 210 , 18) Background of Immigrant Children s. 191'den izzetî, 22
---------
Sorularla İslamiyet
2006-05-02
Cihat başlıca dört kısma ayrılır.
1. Cehalete Karşı Cihat: Bu cihat, insanlara hakkı, doğruyu ve güzeli öğretmektir. Kuran-ı Kerimde Cenab-ı Hakk, Peygamber Efendimize hitaben şöyle buyurur:
“Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır. Onlarla en güzel şekilde mücadele et.” (Nahl Sûresi, 125)
Bir başka ayet-i kerime:
“Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve fenalıktan men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erişenler onlardır.”( Âli İmran Sûresi, 104)
Kur’an-ı Kerim sadece bir kavmin değil, kıyamete kadar gelecek bütün insanların maddî ve manevî, ferdî ve içtimaî yaralarını tedavi etmeye kâfi İlâhî bir tiryaktır. Bu tiryakı bütün insanlığa takdim vazifesi Müslümanlara verilmiştir.
2. Nefisle Cihat: Bir ayet-i kerimede nefsin desiselerine karşı müminler şöyle ikaz edilirler: “Heva ve hevesine uyma, sonra seni Allah yolundan saptırır.” (Sad Sûresi, 26)
Peygamber Efendimiz (asm.)da “Cihadın en büyüğü nefisle cihattır,” ve “Senin en büyük düşmanın, içinde bulunan nefsindir,” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafa, Beyrut, I, 143, Hadis No: 413)
Hadis-i şerifleriyle bu cihadın önemine dikkatimizi çeker. Nitekim, bir harp dönüşünde, “Küçük cihattan büyük cihada döndük,” (Kenzu’l-Ummal, IV, 430, Hadis No: 11260 ) buyurmakla nefsi yenmenin düşmanla harp etmekten daha zor ve daha önemli olduğunu çok veciz bir şekilde dile getirir.
3. Şeytana Karşı Cihat: Kuran-ı Kerimde, “Şüphesiz ki şeytan sizin için bir düşmandır. Siz de onu düşman tutun,”( Fatır Sûresi, 6 ) ayet-i kerimesiyle insanlara en büyük düşman olarak şeytan gösterilmiş, dolayısıyla da en büyük cihadın, bu en büyük düşmanla yapılan cihat olacağına dikkat çekilmiştir.
4. Silahla Harp Etmek: Bu cihat devamlı olmadığı gibi herkese de farz değildir. Devletin yeterli gücü bulunması halinde cihat farz-ı kifayedir; yani bir gurup insanın cihat etmesiyle diğer insanlardan bu vazife düşer.
Kur'anda cihat nasıl teşvik edilmiştir?
Yazar:
Şadi Eren (Doç.Dr.)
2006-02-04
Cihadı teşvîk eden ve emreden bazı ayetler şöyledir:
1- "Yoksa siz, hacılara su dağıtmak ve Mescid-i Haramı (Kâbeyi) onarmak işini, Allah'a ve ahirete inanıp, Allah yolunda cihad eden kimsenin işi gibi mi kabul ettiniz ? Bunlar Allah katında bir değillerdir."
(Tevbe suresi, 19)
Hacılara su dağıtmak, yeryüzünde en mukaddes mekan olan Kâbeyi tamir etmek, güzel şeyler ve sevaplı işler olmakla beraber, hiç bir zaman Allah yolunda cihad etmek seviyesine yükselemezler. Kâbe komşuluğunda ibadet hoştur, ama daha da hoş olan, Allah yolunda cihaddır. Zira, birisi ferdi ibadettir, diğeri ise Allah'ın dinini yaymaktır. Risalet velayetten ne derece üstünse, risaletle alakalı olarak Allah'ın dinini yayma mücadelesi, o derece şahsî kemalatlardan, ibadetlerden üstündür.
Bu nokta tam anlaşılmadığından, hacca giden bazı müslümanlar, o mübarek mekanlarda ölmek temennisinde bulunurlar. Halbuki, oraya ölmeye değil, dirilmeye gitseler ve döndüklerinde yeni bir şevk ve heyecanla İslam'a hizmet etseler, kendileri hakkında çok daha iyi olacaktır.
2- "Mü'minlerden -özür sahipleri müstesna- oturanlarla, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olamaz. Allah, malları ve canlarıyla cihad edenleri, derece bakımından oturanlara üstün kılmıştır..."
(Nisa suresi, 95)
3-"(Düşman) topluluğunu takipte gevşeklik göstermeyin! Eğer siz acı çekiyorsanız, sizin acı çektiğiniz gibi onlar da acı çekiyorlar. Halbuki siz, onların ummadıklarını Allah'tan umuyorsunuz..."
(Nisa suresi, 104)
"Ölürsem şehidim" diyen bir mü'min, böyle bir beklentisi olmayan batıl dava mensuplarından daha da cesur olmak zorundadır.
4- "Gerek hafif, gerek ağır olarak savaşa çıkın. Mallarınız ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır."
(Tevbe suresi, 41)
"Gerek hafif, gerek ağır..." ifadeleri şöyle açıklanmıştır:
-İster severek, ister hoşlanmayarak,
-İster aile yükünüz hafif, ister ağır olsa da,
-İster hafif silahlarla, ister ağır silahlarla,
-İster yaya, ister binitli,
-İster genç, ister ihtiyar,
-İster sağlam, ister hasta her hal ü karda savaşa çıkınız. (1)
"Mallarınızla ve canlarınızla" ifadesi, cihadın iki türüne işaret eder. Bir kısım insan vardır ki, mallarını Allah yolunda sarfederler. Bir kısmı da vardır ki, hayatlarını bu yolda feda ederler.
"Allah yolunda" denilmesi ise, çok mühim bir kayıttır. Allah yolunda olmayan bir mücadele, "cihad" ismine layık değildir. Cihada ruh kazandıran husus, işte burasıdır (2). Yoksa, müslümanlardan başkaları da savaşırlar, kendi din ve ideolojilerini yaymaya çalışırlar. Hatta, bu uğurda hayatlarını verirler. Fakat onların bu mücadelesi, Allah katında değer kazanan bir mücadele değildir.
5- "Allah yolunda hakkıyla cihad ediniz."
(Hac suresi, 78)
Cihadın hakkını vererek gayret sarfetmekle, kendini mücahid zannetmek başka başka şeylerdir. Birincisi hakkıyla cihad, ikincisi ise, sadece bir oyalanmaktır.
6- "Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın." (Bakara suresi, 195)
Bu ayetle ilgili olarak, şu rivayet anlatılır: Hz. Muaviye zamanında, İslam ordusu İstanbul önlerine gelir. Savaş esnasında, muhacirden bir zat, düşman saflarına dalar. Bazıları, bu hareketi "kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın" ayetine aykırı görür. Bunun üzerine, Hz. Peygamberin sancaktarı Ebu Eyyub El-Ensarî şöyle der: "Biz bu ayeti daha iyi biliriz. Çünkü bu ayet, bizler hakkında indi. Rasulullah ile beraber yaşadık. Onunla beraber çok hallerle karşılaştık. O'na yardımcı olduk. Neticede İslam galip geldi. Ensar olarak bir araya toplandık. "Allah bize, Resulüne sahabe olmayı, O'na yardımcı olmayı nasip etti. Artık İslam galip geldi, müslümanlar çoğaldı. Biz O'nu, çoluk-çocuk ve mala tercih etmiştik. Artık savaş bittiğine göre, evlerimize, çocuklarımıza dönelim, onlarla yaşayalım" diye konuştuk. İşte bizler böyle bir halde iken, bu ayet nazil oldu. (3)
Öyle anlaşılıyor ki, tehlike ileri atılmakta değil, geri kalmaktadır. Ayetin evvelinde, "Allah yolunda infak edin" denilmesi, cihadın ekonomik boyutuna işaret eder. Maddi imkanları yerinde olanlar, bu imkanları Allah'ın dinini yayma uğrunda harcamazlarsa, kendilerini kendi elleriyle tehlikeye atmış olacaklardır.
7- "Şüphesiz Allah, kendi yolunda birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever."
(Saff suresi, 4)
8- "Ey iman edenler! Can yakıcı bir azabtan sizi kurtaracak bir ticareti size anlatayım mı? Allah'a ve Resulüne iman eder ve Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad edersiniz. Bilirseniz, bu sizin için çok büyük bir hayırdır (herşeyden daha hayırlıdır.) (Bunu yaptığınızda) Allah günahlarınızı bağışlar ve sizi altlarından nehirler akan cennetlere ve Adn Cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte bu, büyük kurtuluştur. Seveceğiniz başka bir şeyi nasib eder: Allah'dan bir zafer ve yakın bir fetih. Mü'minleri müjdele!"
(Saff suresi, 10-13)
Ayette, Allah yolunda cihad, "ticaret" olarak anlatılmıştır. Ticarette asıl olan kârdır. Bir şey verilir ve karşılığında kazanç elde edilir. İşte, mü'minler Allah yolunda mallarını-canlarını verecekler, bunun mukabilinde, çok şeyler kazanacaklardır. Bunlar, ayette şu şekilde sıralanmıştır:
a. Allah'tan mağfiret,
b. Cennet,
c. Zafer,
d. Yakın bir fetih.
Bunlardan mağfiret ve Cennet ahiretle, zafer ve fetih dünyayla alakalıdır. Demek ki, hem dünya, hem ahiret saadeti, ancak Allah yolunda cihadla mümkündür.
9- "Ey iman edenler ! Kafirlerden size yakın olanlarla savaşın. Onlar, sizde bir sertlik bulsunlar. Biliniz ki, Allah, müttakîlerle beraberdir."
(Tevbe suresi, 123)
Bu ayet, dine davet stratejisini belirleyen "önce yakınlarını uyar" (Şuara suresi, 214) ayetine benzemektedir. Yani uyarmada yakınlardan başlanması gerektiği gibi, savaşta da yakın düşmandan başlanacaktır. Nitekim Resulüllah, önce kavmiyle, sonra diğer Araplarla, daha sonra Bizansla savaşmıştır. Şüphesiz, bütün kafirlerle birden savaşmak imkansızdır. Dolayısıyla, uygun olanı yakından başlamaktır. (4)
Büyük müfessir Fahreddin Razî, üstteki ayetin "Onlar sizde bir sertlik bulsunlar" kısmıyla ilgili şu yorumu yapar: "Gılza" rikkatin zıddıdır. Cezalandırmada sertliği bildirir. Şüphesiz sertlik, sakındırmada daha tesirli, kötülükten men etmekte daha etkilidir. Fakat her zaman sert olmak uygun değildir. Zira durum bazan yumuşaklığı, bazan da sertliği gerektirir. Bu sebeple, sadece sertlik gösterilmesinin uygun olmadığına dikkat çekilerek "onlar sizde bir sertlik bulsunlar" denilmiştir. Devamlı sert olmak insanları dağıtır, birbirinden uzaklaştırır. "Onlar sizde bir sertlik bulsunlar" bu sertliğin her zaman olmamasına delalet eder. Sanki şöyle denilmiştir: "Onlar, sizin ahlak ve tabiatınızı incelediklerinde, sizde bir sertlik de bulmaları uygundur". Böyle bir kelam ise, ancak çoğu halinde şefkat, merhamet olmakla beraber, bir çeşit sertlik de kendisinde bulunanlar için sadıktır... Bu sertliğin, alış-veriş, karşılıklı oturup konuşmak, yemek-içmek gibi hususlarda olması uygun değildir. (5)
Kaynaklar
1- Razî,XVI, 69-70; Beydavî, I, 406; Ebu'l-Berekat Nesefî, Medariku't-Tenzîl, Daru'l-Fikir, II, 127
2- Kutub, 1, 187; Sabunî, Safvetu't-Tefasir, 1, 127; Kadiri, 1,50; Mevdudi, Jihad in Islam, s.,7; Afif Abdülfettah Tabbera, Ruhu'd-Dini'l-İslamî, Daru'l-İlm, Beyrut, s., 380-381, Abdulazîz Hatip, Gönüllerin Fethinde Cihad, Gençlik Yay. İst., 1994, s., 118-119; Zeydan, Usulu'd-Dave, s., 272
3- İbnu Kesîr, I, 331; Ebu Davud, Sünen, Cihad, 22; Tirmizi, Tefsîr, 2/19
4- Razî, XVI, 228-229
5- Razî, XVI, 230
Cihad ayetlerinde nasıl bir sıra gözetilmeştir?
Yazar:
Şadi Eren (Doç.Dr.)
2006-02-04
Müslümanların hem sayıca az, hem de şiddetli bir baskıyla karşı karşıya kaldıkları Mekke döneminde, doğrudan savaş emredilmemiştir. Gelen ayetler, afv ve safh'dan, namazı kılmaktan, zekatı vermekten bahsetmektedir(1). Şüphesiz bunun bazı hikmetleri vardır. Mesela:
1- Müslümanlar sayıca az idiler. Savaşa izin verilseydi, aleyhlerinde olurdu. Cenab-ı Hak, onların sayılarının artmasını diledi.
2- Eğer savaşa izin verilseydi, iç savaş meydana gelirdi. Çünkü, müslümanlar çeşitli evlere dağılmış bir haldeydi. Kendilerini kuvvet yoluyla savunma durumunda, her aileden kan akacaktı. Hicretten sonra ise, saflar ayrıldı. Bu mahzur ortadan kalktı. (2)
İşte safların ayrıldığı bu dönemde, önce şu ayetle savaş izni gelir(3):
"Kendilerine savaş açılanlara, zulmedilmelerinden dolayı (savaşa) izin verildi. Şüphesiz Allah, onlara yardıma kadirdir."
(Hacc suresi, 39)
Bu izni, daha sonra, şu gibi emirler takip eder:
"Sizinle savaşanlarla, siz de Allah yolunda savaşın. Haddi aşmayın. Allah haddi aşanları sevmez."
(Bakara suresi, 190)
"Müşrikler toptan sizinle savaştıkları gibi, siz de onlarla toptan savaşın. Biliniz ki Allah, müttakilerle beraberdir."
(Tevbe suresi, 36)
Kaynaklar
1- Mesela "ellerinizi savaştan çekin. Namazınızı kılın, zekatınızı verin..." (Nisa, 77) "Güzel bir şekilde sabret" (Mearic, 5) "Sabah akşam rızasını dileyerek Rablerine dua edenlerle beraber nefsini sabırlı tut" (Kehf, 28) gibi ayetler Mekke dönemiyle ilgilidir.
2- Seyyid Kutub, Fî Zılali'l-Kur'an, Daru'ş-Şuruk, 1980, I, 185-186; Sabunî, Revaîu'l-Beyan, I, 213-214
3- İbnu Kesîr, V, 436
Savaşla ilgili ayetlerin, sabretmekle ilgili ayetleri hükümsüz kıldığı doğrumudur?
Yazar:
Şadi Eren (Doç.Dr.)
2006-02-04
Tevbe suresi, en son nazil olan surelerdendir. Bu surede savaşla ilgili pek çok ayetler vardır. Mesela:
"Müşrikler sizinle toptan savaştıkları gibi, siz de onlarla toptan savaşın."
(Tevbe suresi, 36)
"Haram aylar çıktığında, müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün. Onları yakalayın, onları hapsedin. Onları her gözetleme yerinde bekleyin. Eğer tevbe eder, namazı dosdoğru kılar, zekatı verirlerse, onları serbest bırakın. Çünkü Allah, Gafur'dur, Rahimdir."
(Tevbe suresi, 5)
Bu iki ayet, "kıtal ayeti" veya "seyf ayeti" diye meşhurdur. Bir kısım tefsirlerde ve Kur'an meallerinde, Mekke döneminde sabrı, affı tavsiye eden ayetlerin izahında, "kıtal ayetleriyle mensuhtur", yani, savaşı emreden üstteki ayetler indikten sonra, bu ayetin hükmü lağvedilmiş, yürürlükten kaldırılmıştır, derler. Halbuki, mensuh olduğunu söyledikleri ayetler bir merhaleyi, kıtal ayetleri ise, bir başka merhaleyi gösterir. Durum şundan ibarettir:
Cenab-ı Hak, müslümanlar zayıf ve az olduklarında sabrı, kuvvetli olduklarında ise, savaşı emretmiştir. Bu ayetlerde, bir nesih (eski hükmü ortadan kaldırma) söz konusu değildir. Nesih, artık uygulanması caiz olmayacak şekilde hükmün ortadan kaldırılmasıdır. Yoksa, belli bir sebepten dolayı emredilen bir meselede, başka bir sebeple yeni bir hükme geçilmesi, nesih değildir. (1)
Müslümanların za'fa düştükleri hallerde, ezaya sabrı, affı emreden ayetler yine yürürlüktedir. Bunu, şöyle bir örnekle daha iyi anlayabiliriz: Otobüste seyahat ederken, çocuğumuza "sakın şoförle konuşma!" desek, seyahat bitiminde de "artık onunla konuş" diye söylesek, ikinci sözümüz birincinin hükmünü nesh etmez. Çünkü, iki farklı durum söz konusudur. Seyahat esnasında şoförle konuşmak, kazaya sebebiyet verebileceğinden, onunla konuşmamak muvafıktır. Seyahat bittiğinde ise, böyle bir mahzur söz konusu olmadığından, rahatlıkla onunla konuşulabilir. Yeni bir seyahate çıkıldığında ise, birici sözümüz yine aynen geçerlidir.
Kaynaklar:
1- Bkz. Süyuti, II, 703-704; Suad Yıldırım, Kur-an İlimlerine Giriş, Ensar Yay. İst., 1983, s., 103-104; Rıza, X, 199; Mahmud Şeltüt, El-Kur-an'u ve'l-Kıtal, Daru'l Feth, Beyrut, 1983, s., 85-88; Zeydan, Şeriatu‘l-İslamiyye ve'l-Kanunu'd-Düveliyyi'l-Àmm, Müessesetü Risale, Beyrut, 1988, s., 60;
Kur’an-ı Kerime göre savaşta başarılı olmanın kuralları nelerdir?
Yazar:
Şadi Eren (Doç.Dr.)
2006-02-04
1- Adetullah'a Uymak
Cenab-ı Hakk'ın insanlık alemi için koyduğu kanunlar vardır. Mesela, çalışan kazanır. Sabreden başarır… Hak davanın mensubu olmak, savaşta kazanmak için yeterli değildir. Nitekim, Allah'ın en sevgili kulu, en büyük insan Hz. Muhammed (asm.), Allah'a tevekkülle beraber, sebeplere yapışmaktan geri kalmamıştır. Mesela, Uhud'da iki zırh giymiş(1), Hendek Savaşında hendek kazmış, sipere girmiştir...
2. Sır Tutmasını Bilmek
Hz. Peygamber (asm.), Tebük Seferi dışındaki bütün savaşlarında hedefin neresi olduğunu önceden belirtmemiş, kinayeli ifadeler kullanmıştır. (2) "Sizden olmayanlardan sırdaş edinmeyin" ayeti, bu konuda bize yol göstermektedir. (Al-i İmran suresi, 118)
3. Her Şeyi Her Yerde Söylememek
Resulullah döneminde çok hareketli günler yaşanmıştır. Müslümanlar Medine'ye hicret edince, kısmen emniyete kavuşmakla beraber, bütünüyle emniyette değildiler. Her an Mekkeli'lerin saldırma ihtimali vardı. Halk arasında zaman zaman "geldiler, geliyorlar" şeklinde dedikodular yayılmaktaydı(3). İşte, şu ayet böyle durumlarda yapılması gerekeni ders verir:
"Onlara, emniyet veya korkuyla ilgili haber geldiğinde bunu hemen yaydılar. Halbuki onu, Peygamber'e ve aralarındaki ulu'l-emr olanlara (söz ve tedbir sahibi yetkililere) bildirselerdi, elbette onlar, yapılması gerekeni bilirlerdi."
(Nisa suresi, 83)
Resulullah'ın ifadesiyle, "kişinin her duyduğunu söylemesi, ona yalan olarak yeter"(4). Her duyulanın doğru olması mümkün olmadığı gibi, her duyulanı, hemen her yerde söylemek de uygun değildir.
Bediüzzaman, bunu şöyle ifade eder: "Her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı. Fakat her doğruyu demek doğru değildir." (5)
Üstte zikrettiğimiz ayette, gazetecilerin de hallerine temas eden bir ihtar vardır. (6) Devlet sırrı olabilecek bir haberi, haber olarak geçmek, gazetecilik açısından cazip olabilir. Ama, bu haberi yaymak, düşmanların işine yarayacaksa, neşredilmemesi uygundur. Ayrıca, henüz doğruluğu kesinleşmeyen bir haberi, kesinleşmiş gibi vermek, kişi haklarını ihlal olduğu gibi, bir kısım kargaşalara da sebebiyet verir. Şu ayete kulak verelim: "Ey iman edenler ! Eğer fasıkın biri size bir haber getirirse, onun doğruluğunu araştırın. Yoksa, bilmeden bir topluluğa sataşırsınız da, sonra yaptığınıza pişman olursunuz." (Hucurat suresi,6)
4. Savaşın Kurallarını İyi Bilmek
Resulullah (asm.), "savaş bir hiledir" buyurur. (7) Resulullah'ın bu sözü, bazılarınca savaşta her türlü yalan, iftira gibi şeylerin mübah olduğu şeklinde anlaşılmıştır. Halbuki, tarihen sabit olan odur ki, Resulullah, asla yalana tevessül etmemiştir(8). Ama düşmanı aldatabilecek harp oyunlarını uygulamıştır. Başka yere sefer düzenliyormuş havası verip, asıl hedefine birden yönelmesi, Mekke'nin fethi öncesi, gece onbin yerde ateş yaktırması gibi durumlar buna örnek olarak verilebilir(9). Yine, savaşlarda uygulanan, bozguna uğramış gibi yapıp, düşmanı çember içine almak, soba borularını top gibi kale mazgallarına dizmek vb... hallerin hepsi "savaş bir hiledir" sözünün örnekleridir. Savaşta yalanın caiz sayılmasını da bu meyanda zikredebiliriz. (10)
5. Eleman Yetiştirmek
Savaşlarda galip gelmenin en sağlam yolu, eleman yetiştirmektir. Kalbi imanla dolu, yüreği cesaret yüklü, fikri yüce ideallerin takipçisi, eli san'atında mahir bir topluluk, dünyanın en kuvvetli topluluğudur. Böyle bir topluluk, sayıca az da olsa, nice çok topluluklara galip gelir. "Nice az topluluklar, nice çok topluluklara Allah'ın izniyle galip gelmiştir" (Bakara suresi, 249) ayeti bu hakikati dile getirir. Bugün Amerika'yı ayakta tutan, iyi yetiştirdikleri bir azınlıktır.
Resulüllah’ın (asm.) 40 kişiyle dünyaya meydan okuması ve neticede galip gelmesi, eleman yetiştirmenin önemini gösterir.
Kaynaklar:
1-Tirmizi, Cihad, 17; Ebu Davud, Cihad, 68; İbnu Mace, Cihad, 18
2-İbnu Hişam, IV, 159
3-Bkz. Beydavi, I, 227
4-Acluni, II, 113
5-Nursi, Mektubat, s., 265
6-Yazır, II, 1403
7-Müslim, Cihad, 17; Tirmizi, Cihad, 5
8-Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 1039; Ahmet Çelebi, İslam Düşüncesinde Cihad ve Savaş Siyaseti, Ter.Abdullah Kahraman, İz Yay., İst.,1994, s.98; Zuhayli, s.,57-60
9-Azzam, s., 196
10-İbnu Hanbel, VI, 454
Kur’anda savaş hukukuyla ilgili ne gibi esaslar vardır?
Yazar:
Şadi Eren (Doç.Dr.)
2006-02-04
Savaş öncesi, savaş esnası ve savaş sonrası olmak üzere, savaşla ilgili bir takım esaslar vardır. İslam, ciddi kurallar manzumesidir. Her hak sahibine hakkı verilmiştir. Bu meyanda kafirlerin de bir takım hakları vardır. Hamdi Yazır'ın dediği gibi, "hak, kafire dahi taalluk etse yine haktır... Kafirin küfrü, hukukuna tecavüzü mübah kılmaz." (1)
a.Savaş Öncesi ile ilgili esaslar
1. Ahde Vefa ( sözleşmelere uymak) :
İslam Devleti, gayr-i müslim bir devletle ahit (sözleşme) yapmışsa, o ahde vefa gerekir. Kur'an'ın ifadesiyle,"Ahde vefa gösterin ! Çünkü, ahitten sorulacaktır."(İsra suresi, 34)
Müşriklere savaş ilanını takip eden ayette şöyle buyrulur: "Ancak kendileriyle ahit yapıp da, sonra ahde riayette kusur göstermeyen ve kimseye aleyhinizde arka çıkmayan müşrikler, bu hükümden hariçtir. Bunlara, ahitlerinin bitimine kadar ahidlerini yerine getirin. Şüphesiz Allah, müttakileri sever." (Tevbe suresi, 4) "Onlar size karşı doğru oldukça (ahitlerini bozmadıkça) siz de onlara doğru harekette bulunun." (Tevbe suresi, 7)
Bu İlahi talimatlar doğrultusunda, müslümanlar ahitlerine riayet etmişler, ahdi bozan taraf olmamışlardır. Asr-ı saadetten Huzeyfe b. Yeman'ın anlattığı şu olayı örnek olarak nakletmekte yarar görüyoruz:
"Bedir Savaşına katılmama engel şu oldu: Beni ve babamı Kureyş kafirleri yakaladılar "Muhammed'e mi gidiyorsunuz ?" dediler. "Hayır, dedik. Sadece Medine'ye gidiyoruz". Bizden ahit aldılar ve serbest bıraktılar.
Resulullah'a varıp durumu haber verdik. "Yolunuza devam edin. Onlarla yaptığımız sözleşmelere uyarız, onlara galip gelmek için de Allah'tan yardım dileriz" (2) buyurdu.
Karşı cephe ise, çoğu kere ahde vefa etmemiş, fırsatını bulunca ahdi bozmakta bir beis görmemişlerdir. Kur'an-ı Kerim, bu durumda olanları şöyle anlatır:
"Nasıl (müşriklerle ahit olabilir ki), size galip gelseler hakkınızda ne bir yemin, ne de bir sözleşme gözetmezler." (Tevbe suresi, Yani, bunlar galip gelseler, verdikleri sözde durmazlar. Faraza, "kimsenin burnu kanamayacak" derler. Fakat katliam yapmaktan çekinmezler. Nitekim, tarih boyunca bunun çok örnekleri görülmüştür. Mekke'lilerin Hudeybiye Barışını bozmaları, Yahudilerin sözleşmelere muhalif olarak Resulullah'a ve mü'minlere hıyaneti gibi olaylar, saadet asrından bazı nümunelerdir.
Bu şekilde ahde vefasızlığı adet edinenler hakkında İlahi hüküm şöyledir:
"Onları harbte yakalarsan, onlara uygulayacağın ağır ceza ile diğerlerini (arkalarındakileri) dağıt. Olur ki ibret alırlar."
(Enfal suresi, 56-57)
Hz. Peygamber (asm.), Ben-i Kureyza Yahudilerine bu hükmü tatbik etmiştir. (3)
Şu ayet de yine ahdi bozanlarla ilgilidir:
"Eğer onlar ahit yaptıktan sonra yeminlerini bozar ve dininize saldırıda bulunurlarsa, küfrün liderleriyle savaşın. Çünkü onların yeminleri yoktur. Olur ki vazgeçerler." (Tevbe suresi, 12)
Ayetin sonunda "olur ki vazgeçerler" ifadesi, harbten maksadın karşı tarafı telef etmek, onlara zarar ve eziyet vermek değil, onların zulümden vazgeçmelerini temin etmek olduğuna dikkat çeker. (4)
Bir de, karşı tarafın ahdi bozması şüpheli olabilir. Bu durumda yapılması gereken şudur:
"Eğer seninle ahit yapan bir kavimden bir hıyanetten korkarsan, savaş açmadan önce ahitlerinin sona erdiğini kendilerine ilan et. Çünkü Allah, hainleri sevmez." (Enfal suresi, 58)
Ayetten anlaşıldığına göre, karşı tarafın ahdi bozup hıyanet ettiği net olarak belli değilse, önce onlara ahdin iptal edildiğini haber vermek gerekir. Birdenbire hücum etmek, caiz değildir. (5) Anlaşmanın iptalini haber vermek, mertçe bir tavır olacaktır. Yoksa karşı taraf, "müslümanlar ahde vefasızlık gösterdi. Ahit varken bize saldırdı" diye yaygara koparacaklardır.
2. Hakka Davet
Hz. Peygamber (asm.), savaşa gönderdiği komutanlarına şu talimatı verir: "Düşmanla karşılaştığında onları şu üç şeyden birine davet et. Hangisini kabul ederlerse, sen de kabul et.
1- Onları müslüman olmaya çağır.
2- Kabul etmezlerse, cizye teklif et. (Yani, vergilerini verip İslam Devleti bünyesinde yaşamalarını iste.)
3- Onu da kabul etmezlerse, savaş!" (7)
Görüldüğü gibi, savaş en son çare olarak zikredilmiştir. Bu üç şey her zaman uygulanmayabilir. Müslümanlar, başka şartlarla da anlaşmalar yapabilirler. Hudeybiye Barışı, buna bir örnektir. (8)
b. Savaş Esnasında yapılacak işlerle ilgili esaslar:
Savaş esnası, çetin bir hengamedir. Ölmek veya öldürmek yeridir. O esnada pek çok insan, itidalini kaybeder. Akıl bir köşede kalır, hisler ön plana çıkar. İşte, böyle bir halde iken ne yapılacağını şu ayetten öğreniyoruz:
"Sizinle savaşanlarla siz de Allah yolunda savaşın ve aşırı gitmeyin. Şüphesiz Allah, aşırı gidenleri sevmez." (Bakara suresi, 190)
"Sizinle savaşanlarla" kaydı, "savaşamayacak olan yaşlı, çocuk, ruhban ve kadınlarla savaşmayın" mesajını verir. (9) Ancak, kadınlar savaşıyorsa, onlarla da savaşılır. (10)
"Aşırı gitmeyin" ifadesi ise, kulak-burun kesmek gibi taşkınlıkları, yağmalamak gibi aşırılıkları yasaklar. (11)
Savaş esnasındaki durumlardan biri de, eman isteyenlerin durumudur. "Ey iman edenler ! Allah yolunda sefere çıktığınızda araştırın. Size selam verene, dünya hayatının menfaatine göz dikerek "sen mümin değilsin !" demeyin. Allah katında çok ganimetler var. Önceden siz de öyle idiniz de, Allah size lutfetti. Onun için, iyice araştırın (öldürmede acele etmeyin). Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır." (Nisa suresi, 94)
Kaynaklar:
1-Yazır II, 1451
2-Müslim, Cihad, 98
3-Beydavi, II, 224; İbnu Kesir, VI,397-398; İbnu Hişam, III, 249-251
4-Yazır, IV, 2468
5-Azzam, s. 161
6-Kutub, III, 1542
7-Müslim, Cihad, 3; Tirmizi, Siyer, 48; İbnu Mace, Cihad, 38
8-Azzam, s.151
9-Beydavi, I, 108
10-Sabuni, Revaiu'l-Beyan, I, 217
11-İbnu Kesir, I, 328; Beydavi, I, 108; Sabuni, Revaiu'l-Beyan, I, 216-217
Kur'an' da “o müşrikleri nerde bulursanız öldürün” geçmektedir. Bu ayeti nasıl açıklarsınız ?
Yazar:
Şadi Eren (Doç.Dr.)
2006-02-04
Bilindiği üzere, Kur'an-ı Kerim bir defada bir kitap olarak indirilmemiş, olaylara göre 23 yıl zarfında gelmeye devam etmiştir. Burada söz konusu olan, Hz. Peygamberin ve ilk müslümanların müşriklerle savaş halidir. Nasıl ki, bir devlet teröristlere şöyle bir ültimatom verebilir: "Size dört ay müddet. Ya bu müddet zarfında teslim olursunuz, ya da görüldüğünüz yerde öldürülürsünüz"
Onun gibi, Tevbe Sûresinin ilk ayetlerinde belirtildiği üzere, müşriklere dört ay süre verilmiştir. Bu müddet zarfında onlara ilişilmeyecektir. Fakat eski hallerine devam ederlerse, ölüm fermanı söz konusudur. "Onları nerede bulursanız öldürün" mealindeki ayetin son kısmı "Allah Gafur ve Rahimdir'' diyerek biter. Bununla"Allah bağışlayıcıdır, merhamet edicidir. Siz de öyle olun" mesajı verilmektedir. Bir sonraki ayette ise şöyle denilir:
"Eğer müşriklerden biri eman ile sana gelirse ona eman ver. Ta ki Allah'ın kelamını dinlesin. (Müslüman olmazsa) sonra onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır. Çünkü onlar bilmeyen bir kavimdir"
Bu ayette, müşrikler hakkındaki ilahi rahmetin eserlerini açıkça görmek mümkündür. Demek ki, müşriklere bu dinin güzelliğini görmek, Allahın kelamını dinlemek fırsatı verilmelidir. Çünkü onlar, bu dini bilmeyen bir toplumdur. Onlardan bu şekilde gelenler, İslam beldesinde emniyet içerisinde yaşarlar, gezerler. Müslümanların hallerini gözlemlerler, neticede İslama girmeyebilirler. Kabul etmediğinde "Sen müşriksin" denilip öldürülmez, emniyet içinde vatanına dönmesine yardımcı olunur.
Tarihen de sabit olan budur ki, müslümanlar savaş haricinde gayr-i müslimleri öldürmemişlerdir Şayet öldüren olmuşsa, bu dinden değil, o şahsın İslamı bilmeyişinden kaynaklanmıştır. Benzeri durum, gayr-i müslim ülkeler için de geçerlidir. Sözgelimi, bir müslüman yabancı bir diyara turist olarak gidip de malından dolayı öldürülmüşse, bunu o ülke insanlarının İslama düşmanlığı şeklinde değerlendirmek doğru olmayacaktır. Günümüz hukuk sistemlerinin de kabul ettiği üzere, suçun şahsiliği esastır. Birisinin yüzünden başkalarını da cezalandırmak adalete aykırıdır. Kur'an bunu şöyle anlatır: "Hiçbir günahkar başkasının yükünü yüklenmez." (Necm Sûresi,, 38)
Konuyla ilgili detaylı bilgi almak için tıklayınız.
Dinde zorlama yoktur deniliyor. Cihad da bir tür zorlama değil midir?
Yazar:
Zafer Dergisi
2006-04-11
Bir kısım muarızlar Kur'an'daki, cihadın yerine getirilmesiyle alakalı ayet-i kerimelerin cihadın bir manada zorlama olduğu manasına geldiğini söylemeye çalışmaktadırlar.
Ama, gerçek öyle değildir. Cihat, küfür cephesine ait zorlamaları bertaraf etmek için ve düşünce hürriyetini engelleyip, iradeleri baskı altında tutmayı ahlak haline getirmiş bu küfür cephesinin zalimane tavrına mani olmak içindir. İslam, muhkem ve değişmez kaidesiyle, insanların kendi düşünce ve iradeleriyle hareket etmelerine zemin hazırlamış, bunun önüne geçmeye çalışan her tüşebbüs ve zümreye karşı da cihat ilan etmiştir. Bu mevzuda ifade edilecek tek gerçek şudur: "İradelere vurulan pranga İslam'ın cihat emriyle kaldırılmıştır." Evet düşünce adına yeryüzündeki muvazene bu emirle temin edilmiştir.(1) Böyle olmasaydı, mesela Suriye Hıristiyanları, ülkelerinin Roma imparatoru tarafından geri alınacağı endişesi karşısında, kiliselerine dolup Müslümanların zaferi için dua ederler miydi? (2) Ve yine, böyle olmasaydı, bir ucundan diğer ucuna altı ayda ulaşılamayan, alabildiğine geniş bir coğrafyada asırlar boyu emniyet ve asayişi temin ile hükümran olan İslam Devletleri kurulabilir miydi?
İslam mücahitleri, cihat emriyle cihanın dört bir yanına insanlık, mürüvvet ve huzur götürürken, fethettikleri ülke insanlarına kendi dindaş ve soydaşları gibi davranmışlardır. Onların bu tutum ve davranışları, kapısına vardıkları kale kapılarıyla birlikte gönül kapılarının da kendilerine açılmasına vesile olmuştur. O ülkelerin ilim ve sanat birikimlerini değerlendirip, sahalarındaki kıymetlere çalışma zemini hazırlayarak, çok çeşitli din ve kültürden ilim, fikir ve sanat erbabının insanlığa hizmetlerini mümkün kılmışlardır. Onları İslam toplumu içinde de onure etmişlerdir.(3)
İlave bilgi için tıklayınız.
Kaynaklar:
1. Bedaiu's-Sanai, 7/246; eş-Şerhü'l-Kebir, 9/398, 399
2. Gülen, Fethullah, Şüpheler ve Çıkış Yolları, 4/71
3. Mevlana Şibli, İslam Tarihi, 7/153
Bazıları cihadın sadece savaştan ibaret olduğunu söylüyor. Ayet ve hadislerin ışığında cihadı anlatır mısınız?
Yazar:
Şener Dilek (Prof.Dr.)
2006-05-02
Bazı batılı yazarlar cihat kavramnı, kasıtlı olarak ve yanlış biçimde, ele almakta pek çok manayı içinde toplayan cihada sadece “savaş” manasını yükleyerek diğer manalarını göz ardı etmektedirler. Halbuki, cihad kavramı, çok kapsamlıdır ve oldukça geniş anlamlıdır. Bu konuda cihad ile ilgili muhtelif ayet ve hadislerin çerçevelediği anlamlar ve bizzat Hz. Muhammed (asm.) ‘ın cihad ile ilgili uygulamaları dikkate alındığında cihadın sadece savaş anlamına gelmediği ortaya çıkmaktadır.
Mesela, Hz. Aişenin (R.A.) “Ey Allahın Resulu! Görüyoruz ki cihad amellerin en faziletlisidir; öyleyse biz de cihad etmeli değil miyiz?” diye sorması üzerine, Hz. Peygamber (asm.) “Sizin için cihadın en faziletlisi makbul hacdır” buyurmuştur. ( Buhari,”Cihad” 1) Bir başka hadis’de “Cihadın en faziletlisi zalim sultanın yanında hakkı söylemektir”(Tirmizi,”Fiten” 13; Ebu Davud,”Melahim”, 17) buyurmuştur.
Bir başka örnek : İslam ordusuna katılmak isteyen birisine, Hz. Peygamberin anne ve babasının hayatta olup olmadığını sorması ve hayatta olduklarını öğrenmesi üzerine “O halde onlara hizmet yolunda -nefsinle- cihat et” (Buhari, “Cihad”, 138; Müslim, “Birr”,5) buyurmuştur. Hz. Peygamberin, ümmetin içinde “yaşamadıkları şeyleri söyleyen ve emir olundukları yükümlülükleri yapmayan” nesillerin ortaya çıkacağını haber vererek, onlara karşı “Kim onlarla eliyle cihad ederse o mümindir, kim onlarla diliyle cihad ederse o mümindir, kim onlarla kalbiyle cihad ederse o mümindir” (Müslim, “İman”, 80) buyurmuştur.
Bu hadisler değerlendirildiğinde cihadın gerek kapsam ve gerek yöntem bakımından çok geniş bir yelpazeyi yansıttığı ortaya çıkmaktadır.
Cihad kelimesi; Arapça’da “güç ve gayret sarf etmek, bir işi başarmak için elinden gelen bütün imkanları kullanmak” manasına gelen CEHD kökünden gelmektedir.
En geniş anlamıyla cihad, Allah yolunda bir ömür boyu istikamet çizgisinde yaşamak, kulluk şuur ve görevini hakkıyla yapma hususunda ciddi gayret göstermek, nefis ve şeytanı ile çarpışmak, Allah ve resulünün koyduğu ölçüleri nefsinde yaşamak ve yansıtmak, İslam’ın güzelliğini diğer insanlara ulaştırmak için dini tebliğ etmek, ilahi mesajı bütün insanlığa duyurmak, İslam ülkesini ve Müslümanları düşmanların her türlü tehlike ve saldırılarına karşı savunmak ve gerekirse, onlarla savaşmak” demektir. Bu anlam çerçevesinde, cihad’ın bir “manevi cephesi” birde “maddi cephesi” bulunmaktadır.
Bu iki anlamda cihad ile ilgili gerekli teçhizat ve vasıtaların ne olacağı ve özellikle hangi yöntemlerin kullanılacağı konusu, günümüzde, fevkalade önem arz etmektedir. “Manevi cephe”, tamamen dinde keskin bir iman ve teslimiyet, ihlas ve samimiyet, fedakarlık ve hamiyet işidir (Bakara Sûresi, 285-286). Bu manevi cephe, müminlerin ilim ve iman ile donatılmasını, bilinçli ve basiretli olmasını, İslamı nefsinde ihlasla yaşayan örnek bir müslüman modelini gün ışığına çıkarmalarını gerektirir (Zümer Sûresi, 2-3; Bakara Sûresi,41). “Maddi cephe” ise, maddeten terakki etmek, ekonomik anlamda güçlü olmak, ilim ve teknolojide yol kat etmek ve düşmanların taarruz ve ihanetlerine karşı kültür mücadelesinde, siyasi ve askeri sahada güç ve üstünlük sağlamak ve gerektiği zamanlarda savaş üstünlüğünü sağlayacak her türlü silah ve donatımda en ileride olmak zaruretini ortaya koymaktadır.
İslam literatüründe, ayet ve hadislerin çerçevelediği anlamlarda cihad kavramı aşağıda sıralanan görev ve sorumlulukları içinde toplamaktadır:
1. Allah’ın rızasına uygun bir şekilde dini nefsinde ömür boyu yaşama çabası, Allah yolunda samimi kulluk gayret ve ciddiyeti, nefse ve şeytana karşı mücadele vermek, nefs-i emmarenin tahakkümünü kırmak,
2. Hakkın hatırını üstün tutma ve hakikati hakim kılma gayreti,
3. Dini emirleri öğrenip ona göre yaşamak ve başkalarına öğretmek,
4. İyiliği emredip kötülükten sakındırmak,
5. Güçlüklere karşı göğüs germek, kaba hareketlere karşı sabır göstermek,
6. İslam’ı tebliğ, ilahi mesajı bütün insanlığa duyurma aşk ve gayreti,
7. Düşmanlara karşı ilmi ve fikri mücadele, ilim ve teknolojide etkinlik ve üstünlük sağlama,
8. Maddeten terakki ederek ekonomi ve kültür savaşında güç ve üstünlük kurmak,
9. Devleti basiretle yönetmek, çıkarcılara, vurgunculara fırsat vermemek,
10. Başka ülkelerin siyasi, ekonomik ve askeri tahakkümleri altına girmemek için say ve gayret göstermek,
11. Düşmanın her türlü ihanet ve saldırılarına karşı önceden gereken her türlü tedbirleri almak,
12. Savaş zarureti ortaya çıktığında, düşmandan korkmamak, kaçmamak, bütün güç ve gayreti ile savaşa katılmak ve Allah’a güvenmektir.
Bu geniş çerçeveyi yanlış bir biçimde değerlendirmek veya kasti bir şekilde yanlış yorumlayarak cihad kavramını sadece “savaş” anlamına tahsis etmek gerçeği yansıtmayacağı gibi, Kur’an ve sünnette ifade edilen anlam ve kapsam bakımından da eksik, yanlış ve yetersiz olacaktır.
Manevi cihad nedir, nasıl yapılmalıdır?
Yazar:
Şener Dilek (Prof.Dr.)
2006-05-02
Manevi cihad, bütün Müslümanların kendi nefsi arzularını gemlemek amacıyla nefis ve şeytanın tuzak ve hilelerine karşı mağlup olmamak için yürüttükleri manevi bir savaştır. Manevi mücahede, yada “Cihad-ı ekber” (en büyük cihad) olarak da nitelendirilen manevi cihadın amacı, her mümin için nefis ve şeytan ile bir ömür boyu mücadele etmek, nefsini kötülüklerden arındırarak, istikamet çizgisinde halis bir kul, faydalı bir Müslüman, faziletli ve kamil bir insan olmaktır. Manevi cihad, iç dünyanın tanzimine kuvvet vermektir. İçini kirden, günahtan yıkamak ve bütün kötülüklerden arınmaya çalışmaktır. Müminin kendi iç dünyasını mamur ve müstakim kılmasını amaçlayan manevi mücahede, kulluk görev ve ciddiyeti ve insan olma sorumluluğudur.
Manevi mücahede, bütün Müslümanlar için daimî bir farzdır. Manevi mücahede, süreklilik içinde kulluk şuurunu icra etmeye çalışmaktır. Manevi cihadın önemi Kur’an-ı Kerim ve hadislerde açık bir şekilde vurgulanmıştır. Hz. Muhammed (a.s.m.) “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (Hud Sûresi, 112) ayet-i kerimesi ile ilgili olarak “Hud Sûresi beni ihtiyarlattı” ( Tirmizi, Tefsir, sure 56) buyurarak, emr-i ilahi çizgisinde istikameti muhafaza etmenin önemini ve kulluk görevi ile ilgili hassasiyetini ifade etmiştir.
Nitekim Kur’an-ı Kerimde “ Güneşe ve onun aydınlığına, güneşi takip ettiğinde Ay’a, onu açığa çıkardığında gündüze, onu örttüğünde geceye, gökyüzüne ve onu bina edene, yere ve onu yayıp döşeyene, nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” ( Şems Sûresi,1-10) beyanıyla Cenab-ı Hak kurtuluşa ermenin ancak nefsini kötülüklerden çekmek ile mümkün olacağını kasem (yemin) ile beyan buyurmaktadır.
Hz. Muhammed (a.s.m.) bir hadisinde “Mücahid nefsiyle cihat edendir” (Tirmizi, “Feza’iü’l cihad”2) buyurarak nefis ile mücadelenin önemini belirtmiş, Cenab-ı Hak da, Kur’an-ı Kerimde nefsin kötülük ve desiselerine karşı: “ Muhakkak nefis daima kötülüğe sevk eder” (Yusuf Sûresi,53), “Benim ayetlerimi, az bir dünya menfaatiyle değiştirmeyin. Ve yalnız benden korkun, yasaklarıma karşı gelmekten sakının” (Bakara Sûresi, 41) emri ile insanları ciddi bir şekilde ikaz etmiştir. Bu ikaz ile birlikte arınmanın ve temizlenmenin yollarını da göstermektedir : “Nitekim kendi içinizden, size ayetlerimizi okuyan, SİZİ TEMİZLEYEN, size kitabı ve hikmeti getirip bilmediklerinizi öğreten bir resul gönderdik.” (Bakara Sûresi,151)
Dinde muvaffakiyet, büyük ölçüde manevi cihadda muvaffakiyet demektir Gerçekten Allah’ın emirlerine uyma konusunda nefsi ile cihad edemeyenin düşmanla cihat edemeyeceği de açıktır.
Manevi mücahade yapan müminlere Yüce Allah’ın yardım ve ihsanı vardır. Nitekim bu hususu şu ayet-i kerime teyit etmektedir: “Bizim uğrumuzda gayret gösterip mücahede edenlere elbette muvaffakiyet yollarımızı gösteririz. Muhakkak ki Allah iyi davrananlarla beraberdir” (Ankebut Sûresi, 69).
Okunma Sayısı : 10221
Cihadı, başkalarını zorla İslam’a sokma şeklinde anlatıyorlar. İslam’da cihat nedir? Nasıl yapılmalıdır?
Yazar:
Mehmet Kırkıncı
2006-05-02
Cihat, cidal ve kıtal birbirine yakın gibi görünürler ama aralarında belirgin farklar vardır. Kıtalde savaşmak, katledip öldürmek esastır. Cidal, bir üstünlük kavgası, menfaat çekişmesi, galibiyet mücadelesidir. Cihat ise “gayret etmek, ceht etmek, olanca gücünü ve kuvvetini sarf etmek” demektir. Fakat, cihatta bir şart var ki onu diğerlerinden net biçimde ayırır; “fisebilillah” yani Allah yolunda olma şartı; Kur’an namına ve İslâm uğrunda olma şartı. “Savaş ve cidal” ancak bu şartın gerçekleşmesi halinde “cihat” olurlar.
Cihadı doğru değerlendirmemizi sağlayan bir İlâhî irşat:
“Ey iman edenler! Sizleri acıklı bir azaptan kurtaracak bir ticaret göstereyim mi? Allah ve Resulüne iman edip, mallarınız ve canlarınızla Allah yolunda cihat edersiniz.” (Saf Sûresi, 10-11)
Demek ki cihatta gaye, âhiretimiz için bir ticaret yapmaktır. Cihadın bazı külfet ve meşakkatleri olsa da bunlar insanın o acıklı azaptan kurtulması yanında hafif kalırlar.
O halde, cihat başkalarını öldürüp Cehenneme göndermek için değil, nefsimizi ve diğer nefisleri Cehennemden kurtarmak için yapılır.
Cihat, bu yönüyle, insan kurtarma savaşının adıdır.
“Sulh hayırdır.”(Nisa Sûresi, 128) emrini alan Allah Resulü (asm.) insanları durmadan hidayete çağırmış bu çağrıya karşı çıkanların zulüm ve işkencelerine uzun süre sabırla karşı koymuş ve daha sonra İlâhi fermanla kendisine savaş izni verilmiş.
Harp eden mü’minlere malî destek sağlamak cihat olduğu gibi, sulh zamanında bir kısım malını insanlık âleminin ebedî saadeti için harcamak da büyük bir cihattır.
Harbe iştirak etmek cihat olduğu gibi, insanların iman şerefine kavuşmaları ve müminlerin günah ve isyandan kurtulmaları için bir şeyler yapmak, bu hususta kafa yormak, mesai harcamak da cihattır.
Böyle ulvî bir gaye taşımaksızın sadece ülkeler fethetmek, insanlara hükmetmek ve lüks içinde yaşamak gibi fâni hedeflere yönelik savaşlar “fisebilllah” şartını taşımadıkları için cihat değildirler.
Harpte maksat ne olmalıdır? Bu sorunun cevabını iki maddede özetleyebiliriz: “Bize saldıran yahut saldırıya hazırlanan düşmana karşı kendimizi müdafaa etmek” ve “ Zâlim devletlerle savaşarak, insanlığa hürriyet ve hidayet yolunu açmak.”
“Dinde zorlama yoktur.” (Bakara Sûresi, 256) Ancak, Cennet yolunu zorla kapamak isteyenlerle de savaşmak gerekir. Eğer birtakım insanların hak ve hakikate ermesine bir başka grup engel oluyorlarsa bunlarla savaş etmek de cihattır. Bunda başarı sağlandıktan sonra kişi inancında serbest bırakılır. Dilerse İslâm’ı kabul eder, dilerse kendi dininde yaşamaya devam eder. İkinci yolu tercih ederse cizye verir. Bu vergi, savaşlara katılmamanın ve İslâm ülkesinde her türlü can ve mal güvenliği içinde yaşamanın bedelidir.
Elmalılı Hamdi Yazır, savaşı, “harb-i ıslâh ve harb-i ifsad” diye ikiye ayırır ve müminlere emredilen harbin “ıslâh harbi” olduğunu beyan eder. Cihada çıkan müminleri de “azaba müstehak olan bir kavme Hakk namına azab vermeye memur bir el” olarak görür.
O halde, savaşı bir ibadet anlayışıyla yapmak ve bu ibadetin kaidelerine de en ince teferruatına kadar uymak gerekiyor:
“Antlaşma yaptığınızda Allah’ın ahdini yerine getirin.” (Nahl Sûresi, 91) emrine uyulacaktır. “Size savaş açanlarla Allah yolunda çarpışın. (Allah’ın koyduğu) Sınırları aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez.” (Bakara Sûresi, 190) fermanına kulak verilecek, his ve hevese kapılmaktan, aşırı gitmekten sakınılacaktır.
Kadın, çocuk, ihtiyar gibi harbe iştirak etmeyenlere ilişilmeyecektir.
Ve böyle nice kurallara aynen uyulacaktır. Cihadın en büyüğü en büyük düşmana karşı yapılanıdır.
“Senin en zararlı düşmanın nefsindir.” hadis-i şerifi bu büyük düşmanı “nefis” olarak belirler.
Tebük seferi dönüşünde Allah Resulünün (asm.) mübarek ağzından dökülen şu hikmet çağlayanı bizim için ne büyük derstir:
“Küçük cihattan büyük cihada döndük.”
Nefisle cihat, gerçekten, büyük cihattır. Her anımız bu cihatla geçer. Bir anlık gafletimiz bize çok pahalıya mal olabilir. Maddî cihat ise sürekli değildir. Sulh zamanında müminler bu cihatla mükellef tutulmazlar.
Haricî düşmana mağlûp olmak insana ya şehitlik, ya gazilik kazandırır. Nefisle mücadele ise öyle değildir. Bu savaş mutlaka kazanılmalıdır, mağlubiyetin sonu cehennem azabıdır.
Nefis denilince akla hemen şeytan gelir.
“Şeytan, sizin için bir düşmandır. Siz de onu düşman tutunuz.” (Fatır Sûresi ,6)
“Şeytanın adımlarına uymayın (arkasından gitmeyin). Çünkü o sizin için apaçık düşmandır.” (Bakara Sûresi, 168)
Demek oluyor ki, en büyük cihat nefisle ve şeytanla yapılan cihattır. Düşmanla yapılan harpler ancak üçüncü sırada yer alır.
Cihad ne demektir? Bazı kimselerin, cihadı "kutsal savaş" olarak açıklamaları nedendir?
Yazar:
Şadi Eren (Doç.Dr.)
2006-05-02
Cihad, Allah yolundaki her türlü faaliyet ve hareketin adıdır. Hakkı üstün ve hakim kılmak için gayret sarf etmektir. Başka bir ifadeyle cihad, İslam'ın aksiyon yönüdür, onun hamle gücüdür.
"Cihad" kelimesi, Batı dillerinde genelde "kutsal savaş" (holy war) şeklinde tercüme edilmiştir.(1) Bu şekilde bir tercüme, İslamiyeti silah zoruyla yayılan bir din olarak gösterme gayretinden kaynaklanmaktadır.
Halbuki, "cihad" kelimesinin karşılığı "savaş" değildir. Allah yolunda savaşmak da bir tür cihad olmakla beraber; cihad kelimesi, Allah'ın dinini her tarafa ulaştırmak için yapılan her türlü faaliyet ve hareketi içine alır.
Müslümanlar, bu yüce gaye için cihad ederken, gayr-i müslimler ve özellikle sömürgeci ülkeler, "Kutsal olmayan savaşlar" yapmış, Asya, Afrika, Avrupa ve Amerika'yı kana bulamıştır. (2) Tarih, bunun örnekleriyle doludur. "Coğrafî keşif" adı altında Asya, Afrika ve Amerika'daki hammadde kaynaklarının keşfedilmesi ve bu verimli ülkelere seferler düzenleyip o ülke insanlarını köleleştirmeleri, bazılarının savaş felsefesini ortaya koymaktadır.
Bunlar, kendi ayıbını örtbas etmek için yoğun bir propaganda faaliyeti içindedir. Onların bu propagandalarının etkisiyle olsa gerek ki, "cihad" denildiğinde bazılarının ilk hatırına gelen, İslam'ı reddeden her kafiri boğazlamaya hazır, elinde kılıç bir "barbar Türk" veya elinde kaleşnikofu olan bir "Arap teröristi !"dir.(3)
"Cihad" konusunu bahane edip İslam'a hücum eden Batılı yazarlar, "hem suçlu hem güçlü" deyiminde ifadesini bulan bir haldedirler. Şu olay, onların durumunu net bir şekilde ortaya koyar:
Afrika'yı istila eden İngiliz askerlerinden biri, arkadaşına der: "Bunlar vahşi insanlar! Birisini öldürdüğümde beni ısırdı !"(4)
Kaynaklar
1-Ebu'l Ala Mevdudî, Jihad in Islam, Islamic Publications LTD, Lahor, s.1; Rudolph Peters, İslam ve Sömürgecilik, Ter. Süleyman Gündüz, Nehir Yay. İst.1989, s.29; M.J. Kister, "Land Property and Jihad" , Journal of the Economic and Social History of the Orient, Leiden, 1991, XXXIV, 276; W. Montgomery Watt, Islamic Political Thought, Edinburgh, s. 14; Ahmet Özel, İslam Hukukunda Milletlerarası Münasebetler ve Ülke Kavramı, Marifet Yay. İst. s. 64
2- Mevdudî, Jihad in Allah's Cause, The Journal, XIV/4 December, Mekke, 1986, s.14
3- Peters, s.30
4- Muhammed Gazali, Fıkhu's-Sîre, Daru'l-Kalem, Dımeşk, 1989, s.214
Cihadın hükmü nedir?
Yazar:
Şadi Eren (Doç.Dr.)
2006-05-02
Düşmana karşı yapılacak olan cihad, normal şartlarda farz-ı kifayedir. Olağanüstü hallerde ise, farz-ı ayn olur. (1) Yani ümmetin her ferdinin cihadla meşgul olması zor olduğundan, herkese farz değildir. Ümmet içinden bir topluluğun bu görevi ifa etmesi yeterlidir.
Şu ayet, cihadın farziyetini bildirir:
"Hoşunuza gitmese de, kıtal (savaş) size farz kılındı. Hoşunuza gitmeyen bir şey hakkınızda hayırlı olabilir. Hoşunuza giden bir şey de, hakkınızda şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz " (Bakara suresi, 216)
Savaş, arzu edilen birşey olmamakla beraber, kaçınılması mümkün olmayan bir realitedir. (2) Savaşın mahiyetinde, tahrip etmek, kan dökmek, yaralanmak, ölmek... gibi nefsin hoşuna gitmeyen şeyler vardır.
"Hoşunuza gitmese de" ifadesi bu noktaya dikkat çeker. Savaş, zatında güzel değil, ama neticeleri itibariyle güzeldir. Çünkü, Allah yolunda savaşmakta, "düşmanın fenalığını def, müslümanların yükselmesini temin..." gibi güzel neticeler vardır. (3)
Cihadın zatı itibariyle değil, neticeleri yönüyle güzel olması, şifa için acı ilacı içmeye, kazanç ümidiyle yolculuğun zorluklarına katlanmaya benzer. (4) Acı ilacı içmeyen, sıhhat gibi tatlı bir neticeye ulaşamaz.
Zorluklara katlanmayan muvaffak olamaz. Cihad etmeyen de, dünya ve ahiret mutluluğunu yakalayamaz; dünyada düşmanlarına mağlup olur, ahirette de İlahî emre muhalefetin cezasını çeker.
Cihadın herkese farz olmaması, savaşmak görevinin ordunun üzerinde olması gibidir. Düşmanla savaşa ordu yeterli geldiğinde, ümmetin diğer fertlerinden bu görev düşer. Fakat yeterli gelmediğinde, seferberlik ilan edilir ve yedisinden yetmişine herkes sefere katılır; dinini, vatanını, namusunu kurtarır.
Şu ayet, normal şartlarda cihadın farz-ı kifaye olduğuna delalet eder: (5)
"Mü'minlerin hep birden savaşa çıkmaları uygun değildir. Her fırkadan bir grup savaşa gitmeli, onlardan bir kısmı da dini anlamak ve döndüklerinde onları uyarmak için kalmalı. Olur ki, sakınırlar." (Tevbe suresi, 122)
Rivayetlere göre, bir seferden geri kalanları kınayan ayetler nazil olunca, mü'minlerin toptan sefere katılmak istemesi üzerine, üstteki ayet nazil olmuştur. (6) Resulullah, sefere gittiğinde bazılarını geride bıraktığı veya bazı küçük seferlere kendisinin katılmadığı, tarihi birer realitedir.
Şu ayet de, cihadın farz-ı ayn olmadığının delillerinden kabul edilir:
"Mü'minlerden - özür sahibleri müstesna - oturanlarla, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olamaz. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri derece bakımından oturanlara üstün kılmıştır. Bununla beraber Allah, her iki tarafa da "hüsnayı"/cenneti va'detmiştir..." (Nisa suresi, 95). Oturanlara da güzellik (cennet) va'dedilmesi, cihadın herkese farz olmadığını gösterir. (7)
Cihadın herkese farz olmamasından, bir kısım insanların tembellik göstermeleri uygun değildir. Ayetin de dikkat çektiği gibi, mallarıyla-canlarıyla cihad edenler, oturanlardan daha üstündürler. Dünyevî menfaatlerde aza razı olmayan nefislerin, cihad gibi en mukaddes bir görevde tembellik göstererek, az bir sevaba razı olmaları, elbette iyi bir hal sayılamaz.
Kaldı ki, cihadın farz-ı kifaye olması, ümmetten bir topluluğun bu göreve yeterli olduğu durumlar için söz konusudur. Belli bir topluluk cihad yükünü kaldıramadığında, bütün ümmet bu yükü omuzlamakla mükelleftir.
Kaynaklar
1- Abdullah b. Mahmud Mevsılî, İhtiyar li Ta'lîli'l-Muhtar, Çağrı Yay. İst., 1980, IV, 117; Muhammed b. İbnu Rüşd,, Bidayetü'l-Müctehid Nihayetü'l Muktesid, Daru'l-Marife, Beyrut, 1988, 1, 380-381; Kurtubî, III, 27; Ebu'l-Fadl Àlûsî, Ruhu'l-Meanî, Daru İhyai't- Türasi'l-Arabî, Beyrut, 1985, II, 106; W. Madelung, Dictionary of the Middle Ages, "Cihad" md. VII, 110
2- İbnu Haldun, Mukaddime, El-Mektebetu't-Ticariyye, Mısır, s. 270-271; Reşid Rıza, Tefsîru'l-Menar, Mektebetu'l-Kahire, Mısır, X, 364; Muhammed Hamîdullah, Hz.Peygamberin Savaşları, Ter. Salih Tuğ, Yağmur Yay., İst., 1981, s. 14
3- Halim Sabit Şibay, M.E.B. İslam Ans. "Cihad" md. III, 169; Ömer Nasuhî Bilmen, Hukuk-u İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhıye Kamusu, Bilmen Yay. İst. III, 356; Abdülhafız Abdürabbih, Felsefetü'l-Cihad fi'l-İslam, Mektebetu‘l-Medrese, Beyrut, 1982, s. 42; Özel, İslam Hukukunda Milletlerarası Münasebetler, s.48
4- Razi, VI, 27; Muhammed Ali Sabunî, Revaiu'l-Beyan, Dersaadet Yay. İst., 1, 245; Kurtubî, III, 27-28; Àlûsî, II, 106
5- Razî, XVI, 225-226; İbnu Rüşd, I, 380-381; Kurtubî, VIII, 186; Bilmen, III, 358-359; Ahmed Kadiri, El-Cihadu fî Sebilillah, Daru'l-Menare, Cidde, 1992, I, 59-60
6- Razi, XVI, 225-226
7- Age. XI, 9; Kadiri, I,60
Cihadla savaş arasında ne fark vardır?
Yazar:
Şadi Eren (Doç.Dr.)
2006-05-02
Pek çok kimse "cihad" denildiğinde savaşı hatırlar. Halbuki, cihad ve savaş kelimeleri, eş anlamlı değillerdir. Cihad, savaştan daha kapsamlıdır. Allah yolunda yapılan savaş da bir cihad olmakla beraber, her cihad savaş değildir. Kur'an-ı Kerîmde "iki grup arasında meydana gelen silahlı çatışma" anlamında, "harp" ve "kıtal" kelimeleri ve bunlardan türeyen kelimeler kullanılmıştır. (1)
Cihad-savaş farklılğına şu noktalardan bakabiliriz:
a- "Kafirler ve münafıklarla cihad et !" (Tevbe suresi, 73; Tahrîm suresi, 9) ayetinin ilk muhatabı olan Hz. Peygamber (asm), kafirlere karşı kılıçla savaşırken, münafıklara kılıç çekmemiştir. Resulullah'ın onlara karşı cihadı, "had cezalarını uygulamak, nasihat etmek, onları ikna ve ilzama çalışmak..." şeklinde olmuştur. (2)
b- "Kafirlere itaat etme ve "onunla" büyük bir cihad yap!" (Furkan suresi, 52) ayetinde de cihad-savaş farkını görmek mümkündür. Zira "onunla" ifadesiyle kasdedilen, pekçok tefsirde ifade edildiği üzere Kur'an'dır. (3) Kur'an'la yapılan cihadın, bir savaş değil, ikna veya ilzama yönelik bir mücadele olduğu aşikardır. (4)
c- Savaşın emredilmediği İslam'ın Mekke döneminde, cihaddan bahseden ayetler bulunmaktadır. Mesela: "Uğrumuzda cihad edenlere, elbette yollarımızı gösteririz..." (Ankebut suresi, 69)
"Rabbin, eziyete maruz kaldıktan sonra hicret eden, cihad yapan ve sabredenlerledir. Rabbin, bu eziyetten sonra onlara Gafur'dur, Rahîmdir" (Nahl suresi, 110). Bu ayetlerin geçtiği Ankebut ve Nahl sureleri, Mekkî surelerdendir. (5)
d- Peygamberlerden pek çoğunun fiilen savaşmamış olması da, cihad-savaş farkını gösterir. (6) Şüphesiz her peygamber cihad yapmıştır. Ama, her peygamber savaşmamıştır.
Kaynaklar
1-Özel, T.D.V. İslam Ans. "cihad" md. VII, 528; Peters, s., 28; Abdurabbih, s.28- 29; Ali Rıza Nakvî, Laws of War in Islam, Islamic Studies, XIII/1, 25; M.Saîd Ramazan Bûtî, El-Cihadu fi'l-İslam, Daru'l-Fikri'l-Muasır, Beyrut, 1995, s. 19-20; Süleyman Ateş, Kur'an-ı Kerîm Tefsîri, Milliyet Yay., İst., 1995, III, 1168, Kadiri, 1, 65; Sabunî, Kabes min Nuri'l-Kur'an'il-Kerîm, Daru'l-Kalem, Dımeşk, 1986, IV, 64
2-Razi, XVI, 135; Beydavî, 1, 412; İbnu Kesîr, Tefsîru'l-Kur'ani'l-Azîm, Kahraman Yay. İst., 1985, IV, 119; Yazır, IV, 2591; Abdurabbih, s. 29-30
3-Beydavî, II, 144; Sabunî Saffetu't-Tefasir, Ensar Yay. İst. 1987, II, 366, Yazır, V,3601, Butî, s., 21
4-Şibay, III, 164
5-Celaleddin Süyûtî, Itkan fî Ulûmi'l-Kur'an, Daru İbni Kesîr, Beyrut, 1993, I, 28; Butî, s., 21; Abdurabbih, s., 29-30
6-Topaloğlu, VII, 531
Okunma Sayısı : 4237
Hadislerde cihada teşvik var mıdır?
Yazar:
Şadi Eren (Doç.Dr.)
2006-05-02
Hz. Peygamber (a.s.m) nice sözlerinde cihada teşvik etmiştir. Nümune olarak bazılarını zikrediyoruz:
1- "İnsanların en üstünü, canıyla ve malıyla Allah yolunda cihad edendir"(1).
2- Biri gelir, "Cihada denk bir amel var mı ?" diye sorar. Rasulullah, şöyle cevap verir: "Cihada denk bir amel bilmiyorum"(2).
3- Birisi, insanlardan uzak bir yerde, tatlı bir su kaynağı bulur. "Uzlete çekilip, ömrümü burada geçirsem" diye düşünür. Bu fikrini Rasulullah`a açar. Rasulullah şöyle der: "Hayır, öyle yapma. Çünkü, sizden birinin Allah yolunda hareketi, evinde 70 sene kılacağı namazdan daha faziletlidir. Allah`ın sizi bağışlamasını ve sizleri Cennete almasını istemez misiniz? Allah yolunda gaza ediniz" (3)
4- "Ümmetimin seyahati, Allah yolunda cihaddır." (4) Bu hadis, turistik seyahatle, Allah`ın dinini yaymak uğrunda yapılan seyahatin farklılığına dikkat çeker. Şüphesiz, hiçbir ulvi gaye taşımadan sadece beldeleri, harabeleri gezmeye çıkmakla, Allah`ın dinini her tarafa ulaştırmak için yola çıkmak arasında, yerden göğe fark vardır.
5- "Kim, gaza etmeden veya "keşke gaza olsaydı da, ben de katılsaydım" demeden ölürse, nifaktan bir alametle ölmüş olur." (5)
Bu hadis, müslümanın hamle gücünü harekete geçirmektedir. Köşesinde oturup kalan bir mü`min, tehlikededir. Kişi, Allah yolunda sefere çıkmalı, veya en azından çıkma temennisinde bulunmalıdır.
6- "Nefsim elinde olan Allah`a yemin ederim! İsterim ki Allah yolunda öldürülüp sonra diriltilsem. Sonra yine öldürülüp, yine diriltilsem" (6)
7- "Allah yolunda bir gün sınırda nöbet, dünya ve üzerindekilerden daha hayırlıdır." (7)
8- "İki göz vardır ki, cehennem ateşi onlara dokunmaz: Allah korkusundan ağlayan göz ve Allah yolunda geceyi nöbette geçiren göz".(8)
9- "Allah yolunda tozlanan ayaklar, cehennem ateşine haramdır". (9) Allah`ın dinini tebliğ için seyahat edenler de hadisin şümulü içindedirler.
10- "Cennet, kılıçların gölgesindedir." (10)
Kaynaklar:
1-Buhari, Cihad, 2
2-Age. Cihad, 1
3-Tirmizi, Fedailü`l-Cihad, 17
4-Ebu Davud, Cihad, 6
5-Ebu Davud, Cihad, 17
6-Buhari, Cihad, 7; İbnu Mace, Sünen, Cihad, 1
7-Buhari, Cihad, 73; Tirmizi, Fedailu`l-Cihad, 26
8-Tirmizi, Fedailu`l-Cihad, 12
9-Tirmizi, Fedailu`l-Cihad, 7
10-Buhari, Cihad, 22
11-Nursi, Hutbe-i Şamiye, s., 88
Cihadın gayesi nedir?
Yazar:
Şadi Eren (Doç.Dr.)
2006-05-02
Her milletin ilham kaynağı olan mefkureleri vardır. Bir millet, bunlara ne kadar derinden derine inanırsa, onları gerçekleştirmek gayreti de o kadar büyük olur(1). Bir devlet kurmak, milletlerarası arenada söz sahibi olmak, aynı milletin mensuplarını biraraya toplamak... gibi mefkureler, bunlardan bazılarıdır.
Kur-an'ı Kerim, bu noktada ehl-i imanla ehl-i küfür arasında şu net ayırımı yapar: "İman edenler Allah yolunda savaşır. İnkar edenler ise "tağut" yolunda..." (Nisa suresi, 76)
"Tağut" ifadesi Allah yerine ikame edilen her şeyi içine alır. (2) Şeytan bir tağuttur. Şeytanın yolunda giden Firavun misali kişiler, birer tağuttur. Terbiye edilmemiş nefisler, birer tağuttur... Kur-an-ı Kerim, "hevasını ilah edineni gördün mü...?" (Furkan suresi, 43 ve Casiye suresi, 23) ayetiyle nefsin kötü arzularının putlaştıranlara işaret eder.
İşte inkarcılar böyle tağutların peşinde giderler. Şeytana tabi olur, nefse uyar, kötü kimselerin rehberliğinde mücadele ederler. Onların bu mücadelesi, her türlü ulviyetten mahrum, süfli bir mücadeledir. Bu mücadelenin temelinde "menfaat" duygusu vardır. Kendi hasis menfaatleri için dünyayı ateşe vermekten asla çekinmezler. Nitekim, son ikiyüzyılın savaşlarına bakıldığında, onların bu süfli isteklerini açıkça görmek mümkündür. (3)
Bazıları,
-Yeryüzünü istila,
-Ganimet elde etmek,
-Sömürgeler, pazarlar, hammadde kaynakları bulmak,
-Bir tabakanın, başka bir tabakaya, bir milletin başka bir millete hakimiyeti... gibi gayeler için savaşırlar. (4)
Elindeki inciri komutanlarına gösterip, "bunun yetiştirdiği diyarlar hala bizim değil. Haydi arkadaşlar, oralara sefer düzenleyelim, oraları ele geçirelim" diyen Romalı hükümdarla, dünyanın belli başlı hammadde kaynaklarını ele geçirmeyi hedefleyen sömürgeci devletlerin idarecileri arasında pek fark yoktur. Devletler, şahıslar değişse de, zihniyet aynı zihniyettir. Tarih, bu noktada tekerrür etmektedir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, bu hakikatin ispatıdırlar.
Müminler ise, Allah yolunda savaşırlar. Ulvi değerler uğrunda cihad ederler. Rızay-ı İlahi yolunda gayret gösterirler. Müminlerin mücadelesi, bir fazilet mücadelesidir. Kur’an-ı Kerim'de, cihad ve kıtal (savaş) ifadelerinin geçtiği yerlerde, devamlı "fi sebilillah" (Allah yolunda) kaydının bulunması, son derece dikkat çekici bir durumdur. Allah yolunda olmayan bir mücadelenin, bir savaşın, hiçbir kıymeti yoktur.
Nisa suresi 141. ayette, mü'minlerin zaferine "fetih", kafirlerin galebesine "nasib" denilmesinde, her iki tarafın savaş gayelerinin farklılığına işaret vardır. Mü'minler fethederler. Kafirler ise; dünyevi, fani şeylerden bir miktar nasiplenirler. (5)
Kur-an-ı Kerim, yapılacak mücadelenin hedef ve gayesini şu şekilde belirler:
"Hiçbir fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın." (Enfal suresi, 39)
Ayette, ehl-i imana iki hedef gösterilmiştir:
1- Fitnenin kökünü kazımak.
2-Allah'ın dinini hakim kılmak.
"Fitne" kelimesi "karışığını almak için altını ateşe koymak" anlamındadır. (6) Bundan, "mihnet ve belaya sokmak" manasında kullanılmıştır. İnsanları inancından dolayı işkenceye tabi tutmak, ibadetine müdahale etmek, inandığı gibi yaşamalarını engellemek, inancından dolayı yurdundan sürüp çıkarmak gibi durumlar hep birer fitnedir. Kur-an-ı Kerim'de, "fitne ölümden beterdir" denilir (Bakara suresi, 191). " Ölümden daha ağır ne vardır ?" dememek gerekir. Zira, ölümü temenni ettiren hal, ölümden daha ağırdır. (7)
"Hiçbir fitne kalmayıncaya kadar" ehl-i küfürle savaşmak, genel bir dünya barışını hedef olarak gösterir. Her türlü fitneye son vermek, sulh ve sükuneti sağlamak, müslümanlar için varılması gereken bir hedeftir. Öyle ki, dünyanın uzak bir köşesinde gayr-i müslim bir devlet, bir başka gayr-i müslim devlete zulmetse, müslüman devletler bu fitneye müdahale etmeli, haddi aşanlara, hadlerini bildirmelidir.
Cihadın bu ulvi gayesine, şu ayet işaret eder:
"Size ne oluyor ki, "Ya Rabbena, bizi halkı zalim olan şu memleketten çıkar. Bize, tarafından bir sahip gönder. Bize katından bir yardımcı yolla !" diyen mazlum erkek-kadın ve çocuklar uğruna Allah yolunda savaşmıyorsunuz ?" (Nisa suresi, 75)
"Dinin bütünüyle Allah'ın olması" hedefi ise, beşeri beşere kulluktan kurtarıp, sadece Allah'a kul olmasını temin gayesine yöneliktir. (8) Kur-an-ı Kerim, yahudi ve hristiyanlardan bahsederken, "Onlar, alimlerini ve rahiblerini Allah'tan başka Rab'ler edindiler" der (Tevbe suresi, 31) Şüphesiz, herhangi birini Rab edinmek için, ona "Rab" namını vermiş olmak şart değildir. (9) Üstteki ayeti açıklayan hadiste belirtildiği gibi, alim ve rahiblerin helal kıldığını helal, haram kıldığını da haram kabul etmek, onları Rab edinmek demektir. (10)
İslam hür bir ortamda tebliğ edilebilmeli, bu dine girmek isteyenlere engel olunmamalı ve bu dini yaşamak isteyen her fert, serbestçe yaşayabilmeli, kimse dininden dolayı fitneye düşürülmemeli, ezaya maruz kalmamalıdır.
İşte cihad, bu hürriyetleri sağlamak ve bu hususta ortaya çıkan engelleri aşmak içindir. Önündeki engeller kaldırıldığında, bütün insanlığın koşarak gireceği tek İlahi din, İslam olacaktır. (11)
Şüphesiz, "dinin bütünüyle Allah'ın olması", başka dinlere hayat hakkı tanımamak, o dinlerin mensublarını zorla İslam'a sokmak anlamında değildir. (12) Tatbikatta da böyle olmamıştır. Hz.Peygamber devrinden günümüze kadar, İslam devleti bünyesinde başka din mensupları da rahat bir şekilde yaşamışlardır.
Ahmet Özel'in dediği gibi, "İslam'ı tebliğ için girişilen fetih hareketleri, o ülkelerdeki insanları zorla İslam'a sokmak amacıyla değil, ferdi planda tebliğ imkanının bulunmadığı bu ülkeleri, herkesin dilediği inancı serbestçe seçebileceği şekilde tebliğe açmak gayesiyle yapılmıştır." (13)
Kur-an'ın, "hiç bir fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın" (Enfal suresi, 39) ayeti, İslam'ın hamle gücünü ortaya koyar. Müslümanlara, varmaları gereken nihai hedefi gösterir. Onları, gündelik işlerin telaşından kurtarır, yüce ideallere sevk eder. Bu yüce hedefin yeni nesle kazandırılması, onların ufkunu açacak ve onları ulvi mefkurelere sahip kişiler haline getirecektir.
Kaynaklar:
1-Hamidullah, İslam'da Devlet İdaresi, Ter. Ali Kuşçu, Ahmed Said Matbaası, İst. 1963, s. 135
2-Beydavi, I, 135
3-Abdurrahman Azzam, Ebedi Risalet, Ter. H.Hüsnü Erdem, Sönmez Neş. İst. 1962, s.165
4-Kutub, I, 187; Sabuni, Saffetu't-Tefasir, I, 127
5-Beydavi, I, 244
6-Ebu'l-Fadl İbnu Manzur, Lisanu'l-Arab, Daru Sadır, Beyrut, VI, 317
7-Yazır, II, 695
8-Kutub, III, 1433
9-Yazır, IV, 2512
10-Tirmizi, Tefsir, 9-10; Razi, XVI, 37
11-Yazır, II, 690
12-Zeydan, Şeriatu'l-İslamiye, s. 55-56; Vehbe Zuhayli, El-Alakatu'd- Düveliye fi'l- İslam, Müessesetü Risale, Beyrut, 1989, s.25; Madelung, VII, 110
13-Özel, TDV.İslam Ans. "Cihad" md. VII, 530
Kötülüğü emreden nefse, cihat gibi büyük bir hayrı kabul ettirmenin yolu nedir?
Yazar:
Şadi Eren (Doç.Dr.)
2006-05-02
İnsanın nefsi terbiyeyi kabul edecek bir tabiattadır. Bunu iki örnekle açıklamaya çalışalım:
1- Nefsin tabiatında cimrilik vardır. Bu cimriliği çocuklarda bile görebiliriz. Çocuğa bir şey verdiğinizde kabul eder. Fakat ondan bir şey almak isteseniz feryadı basar. Bu fıtri cimrilik, aşılmaz bir cimrilik değildir. Kuvvetli bir imana sahip kişi, Cenab-ı Hakk'ın zekat emrini öğrenince, malının kırkta birini kolayca verir. Hatta sadece zekatla kalmaz, ayrıca sadakalarla yardım eder. Seferberlik ilanı gibi olağanüstü hallerde, malının tamamını bile feda edebilir. Zira, inanmaktadır ki, verdiği boşa gitmeyecek, Allah daha fazlasını ona ikram edecektir. Ayetin ifadesiyle, Allah yolunda infak etmek " bire yediyüz mahsul veren habbe" misalidir. (Bakara suresi, 261) Allah dilediğine, bire yediyüzden daha fazla vereceğini, aynı ayette vaat etmektedir.
İşte, bir verip iki kazanmaya çalışan bir insan, Cenab-ı Hakk'ın en azından bire yediyüz vereceğini öğrenince, seve seve malını infak eder, cömert bir insan haline gelir.
2- Her insan, hem korkak, hem de cesur olabilir. Şu ifadeler cesaret ve korkaklığın kaynağını bildirir: "Her hakiki hasenat gibi, cesaretin dahi menbaı, imandır, ubudiyettir. Her seyyiat gibi, cebanetin dahi menbaı, dalalettir." (1) İman ve Allah'a kulluk, her türlü iyiliğin kaynağı olduğu gibi, cesaretin dahi kaynağıdır. Her türlü kötülük, küfür ve dalaletten geldiği gibi, korkaklık da aynı kaynaktan çıkmaktadır.
Mü'minlerin cesareti, kafirlerin korkaklığı, özellikle savaşlarda çok açık bir şekilde görülmektedir. Mü'mini cesur yapan, temelde şu iki esastır.
a- "Onların ecelleri geldiğinde, bir an geri kalmazlar, öne de geçmezler" (A'raf suresi, 34; Yunus suresi, 49; Nahl suresi, 61) ayetinin bildirdiği "ecel birdir, değişmez" gerçeğidir. Savaşta ön cephede olanla, arka cephedeki, ölüme aynı uzaklıktadır. Hatta cephede olanla, evinde istirahat eden arasında, ölüme uzaklık-yakınlık farkı yoktur. Niceleri vardır, pekçok savaşa girer, yatağında vefat eder. Niceleri de vardır, ilk defa savaşa katılır, hayatını kaybeder.
Halid b. Velid'in durumu, buna güzel bir örnektir. Yatağında ömrünün son dakikalarını geçirirken, etrafındakilere şöyle der: "Şu kadar savaşa katıldım. Vücudumda ok-mızrak yarası veya bir darbe izi olmayan hiçbir uzvum yok. Ama gördüğünüz gibi, yatağımda vefat ediyorum. Korkakların kulakları çınlasın!" (2)
b- Mü'min için, savaşta iki güzelden biri vardır (Tevbe suresi, 52): Ya şehitlik, ya zafer. (3) "Ölürsem şehidim, kalırsam gazi" diyen bir mü'min, böyle beklentileri olmayan bir kafirden, elbette daha cesur olacaktır.
Bu iki örnekte görüldüğü gibi, nefis terbiyeyi kabul eder. Rezil hasletlerden sıyrılıp, güzel hasletlerle donanır. Bunun neticesinde, paraya-pula kul olmaktan kurtulur, Allah'a kul olur. Menfaat peşinde değil, fazilet peşinde koşar. Arzın çekiminden kurtulur, hakikatın semasına kanat açar. Himmetini yüksek tutar. Kendi için değil, başkaları için yaşar. "Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir" hakikatine mazhar olur. (4)
Kaynaklar:
1-Nursi, Sözler, s., 18
2-İbnu Kesir, I, 441
3-İbnu Kesir, IV, 102; Nesefi, II, 130
4-Nursi, Hutbe-i Şamiye, s. 59
Savaşa hazırlık konusunda Kur’anda nelere dikkat çekilir?
Yazar:
Şadi Eren (Doç.Dr.)
2006-05-02
Savaş, bir takım ön hazırlıkları, tedbirleri gerekli kılar. "İhtiyatlı olunuz!" (Nisa suresi, 71) ayeti, bu noktada bize yol gösterir. Hamdi Yazır, ayetin açıklamasında şöyle der: Uyanık, ihtiyatlı bulununuz.
Düşmandan sakınacak maddi manevi sebeplerinizi ittihaz ediniz. Silahınızı alınız. (1)
Şu ayet, müslümanları kuvvetli olmaya çağırır:
"Onlar (düşmanlar) için, gücünüzün yettiğince kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Bununla Allah düşmanını, sizin düşmanınızı ve Allah'ın bilip de, sizin bilmediğiniz düşmanlarınızı korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, asla haksızlığa uğratılmazsınız." (Enfal suresi, 60)
Hz. Peygamber (asm.), ayetteki "kuvvet" ifadesini, "kuvvet, atmaktır" şeklinde açıklar. (2) Şüphesiz bu açıklama, kuvvetin büyük ölçüde atmaya dayanması noktasındandır (3). Resulullah devrindeki ok-mızrak, mancınık atmak, bugün yerini bombalara, füzelere bırakmıştır. Bugünün savaşlarında da, daha iyi atan savaşı kazanmaktadır.
Resulullah, "atmak" hususunda ümmetini teşvik etmiştir. Mesela, şöyle buyurur: "Şüphesiz Allah, bir tek okla, üç kişiyi cennete alır:
1- Oku yapan
2- Onu atan
3- Atan kişiye uzatan." (4)
Resulullah, kendi devrinin şartlarına göre ok-mızrak atımını teşvik etmiştir. Resulullah'ın medhine mazhar olan Fatih Sultan Mehmed, O'nun "kuvvet, atmaktır" sözünden ilhamla devrinin en ileri silahı olan "Şahi topları" döktürmüş, İstanbul'un aşılmaz sanılan surlarını bunlarla aşmıştır. Günümüzde, hedefe kilitlenmiş füzeleri, bir anda bir beldeyi mahvedebilen bombaları yapan ve kullanan Batı, Resulullah'ın hadisini ve ayette emredilen "kuvvet hazırlamayı" müslümanlardan daha iyi anlamış görülüyorlar!?
Üstteki ayet, savaş atları hazırlamamızı da emreder. Àdiyat suresinin baş kısmında, savaş atlarına kasem vardır.
Resulullah, atı şöyle medheder: "Kıyamete kadar atın alnında hayır düğümlenmiştir. (5) (Yani, atta devamlı hayır vardır). Ayette geçen savaş atları, günümüz şartlarında mekanik savaş atlarını da içine alır. Tank, uçak gibi vasıtaların hepsi, ayetin şümulünde dahildir.
Ayette "ok-mızrak hazırlayın" denilmeyip, "kuvvet hazırlayın !" denilmesi, fikri-bedeni, ilmi, maddi ve manevi her türlü kuvveti ifade eder ve her türlü silahı içine alır(6). Böyle bir kuvvet, caydırıcı bir rol oynayacaktır. Ayette, "bu kuvvetle onları imha edersiniz" denilmeyip, "bununla düşmanlarınızı korkutursunuz" denilmesi, bu noktaya işaret eder. (7)
Böyle bir kuvvet, düşmanlarımızı sindirecek, zalimleri zulmünden vazgeçirecek, Allah'ın dinini her tarafa ulaştırmamızda ve yer yüzünden her türlü fitneyi kaldırmamızda önemli rol oynayacaktır (8).
Kur'an-ı Kerim'de Hz. Davud'a demirin yumuşatıldığı anlatılır. (Sebe suresi, 10) Hz. Davud, bir mu'cize olarak demire istediği şekli vermekte, bununla silah, zırh yapmaktadır. Kur'an'ın 114 suresinden birinin "demir" anlamındaki "Hadid" olması da düşündürücüdür. Bu surede, demirle ilgili şu ayet vardır:
"Demiri indirdik. Onda kuvvetli bir sertlik ve insanlara bir takım menfaatler vardır." (Hadid suresi, 25) Dikkat edilirse, günümüz savaş sanayii demir üzerine kuruludur. Kur'an-ı Kerim'de böyle talimatlar ve böyle işaretler varken, müslümanların bu hakikatlerden gafil kalması; gayr-i müslimlerin ise bu hakikatlere sahip çıkması, ibretle düşünülmesi gereken bir olaydır. "Ben müslümanım" diyenler, okudukları Kur'an'da yer alan emirleri iyi bilmek ve ona göre yaşamak zorundadırlar. Yoksa, ehl-i hak iken, şu dünyada ehl-i batıla mağlub olmaları kaçınılmaz olacaktır. Son ikiyüz yıllık dönem, söylediklerimizin ispatıdır.
Kaynaklar:
1-Yazır, II, 1391
2-Ebu Davud, Cihad, 23; İbnu Mace, Cihad, 19
3-Ebu Bekir Cessas, Ahkamu'l-Kur'an, Daru'l-Fikr, Beyrut, 1993, III,102;Alusi, X,25
4-Ebu Davud, Cihad, 23; Tirmizi, Fedailu'-Cihad, 11
5-Buhari, Cihad, 43; Tirmizi, Cihad, 19; İbnu Mace, Cihad, 14
6-Razi, XV, 185; Cessas, III, 102; Rıza, X, 69; Tabbera, s.386; Abdülhalim Mahmud, El-Cihadu fi'l-İslam, Daru'l-Mearif, Kahire, s. 17; Kadiri, I, 516; Sabuni, Kabes, III, 161
7-Bilmen, III, 357; Tabbera, s. 386
8-Muhammed Şedid, El-Cihadu fi'l-İslam, Müessesetu Risale, Beyrut, 1985, s.119
Münafık kimdir? Münafıklarla cihad nasıl olmalıdır?
Yazar:
Şadi Eren (Doç.Dr.)
2006-05-02
Münafık gerçekte iman etmediği halde, kendini mümin gösteren kimsedir. Bu yönüyle, münafıklık, bir ‘inanç sahtekarlığıdır.’ (1)
Münafık, bukalemun gibidir; bulunduğu araziye göre renk değiştirir. (2)
Münafık kendini rüzgara göre ayarlar. Hangi taraftan kuvvetli rüzgar eserse, o doğrultuda döner. Onun din ve inanç anlayışına menfaat duygusu hakimdir. (3)
Zarar verme noktasında ise münafık, pirincin içindeki beyaz taş gibidir.
İnsanları münafıklığa iten başlıca iki sebep vardır:
1-İslam'ın nimetlerinden yararlanmak.
2-Müslümanları içten çökertmeye çalışmak.
Münafıklar, İslam toplumu içinde azınlıkta kaldıklarından, "Biz de müslümanız." deyip, vaziyeti idareye çalışırlar. Veya, Müslüman görünmek suretiyle, onların sırlarına vakıf olup, bazı yerlere haber ulaştırırlar, kaleyi içten fethe gayret ederler.
Kur'an-ı Kerim'de, münafıklardan çokça bahisler vardır. Şüphesiz, bu boşuna değildir. Çünkü, düşman tanınmadığında daha çok zarar verir. Pusuda olduğunda daha tehlikelidir. (4)
Bu zararlı zümreye karşı Cenab-ı Hak şu talimatı verir: "Kafirlerle ve münafıklarla cihad et!" (Tevbe suresi, 73; Tahrim suresi, 9) Hz. Peygamber (asm.), münafıklara kılıç çekmemiştir. Onlara karşı; delil getirmek, ikna ve ilzama çalışmak, had cezalarını uygulamak... tarzında cihad yapmıştır. (5)
Kur'an-ı Kerim, münafıkların isimlerini belirtmeden onları tarif eder. Nifakın çerçevesini çizer. Bu çerçeveye, her devirde değişik insanlar girebilir.
Hz. Peygamber (asm), münafıkları genelde tanımakla beraber, onları ismen teşhir edip rezil etmemiştir. Bir kısım fesat vardır ki, perde altında kalsa zamanla söner. Sahibi de, onu gizlemeye çalışır. Eğer perde kaldırılsa "utanmadığında dilediğini yap" denildiği gibi, " ne olursa olsun" der, çekinmeden fesadını icra eder. (6)
İmanda ve küfürde olduğu gibi, nifakta da mertebeler vardır. Bir kısım münafıklar kendi hallerindedir. Böyleleri ikaz ve irşat edilmeli, dillerindeki imanın kalplerine inmesi sağlanmalıdır. Bir kısmı ise, müslüman görünmekle birlikte İslâm aleyhine çalışır. Bunlara karşı uyanık olmalı, ayrıca başkalarını da uyarmalıdır.
Münafıklarla ilgili ayetler bir bütün olarak ele alındığında, münafıkları daha iyi tanımak mümkün olacaktır:
"Şayet dilersek, biz onları sana gösterirdik de, sen de onları simalarıyla tanırdın. Fakat sen onları, sözlerindeki edadan tanırsın.." (Muhammed suresi, 30) Yani, münafık sözlerinde açık verir. Dikkat eden, sözündeki tutarsızlıklardan münafığı tanımakta zorlanmaz. İmanın kemalini elde etmiş kimselere, münafığın hali gizli kalamaz. Öyleleri "mümin'in ferasetinden sakının. Çünkü o, Allah'ın nuruyla bakar"(7) hadisinin mazharıdırlar.
Bununla beraber, şu ayete baktığımızda, bir kısım münafıkları tanımanın zorluğu anlaşılacaktır: "Çevrenizdeki bedevilerden münafıklar var. Medine halkından da nifakta tecrübeli olanlar var. Sen onları bilmezsin. Onları biz biliriz..." (Tevbe suresi, 101)
Şehir münafıkları, münafıklıkta inatçı, tamamen kaypaklaşmış kimselerdir. Sırlarını iyi gizlemesini bilirler. Yağ gibi suyun yüzüne çıkmaya alışkındırlar. Öyle ki, bir vahiy gelmeyince, Resulullah bile, onları doğrudan tanıyamaz. (8)
Münafıkları anlatan Kur'an ayetleri, Resulullah devrinde nice münafığın samimi müslüman olmasına vesile olmuştur. Mesela, şu ayete bakalım:
"Mü'minlerden öyle er kimseler var ki, Allah'a verdikleri sözde sadık oldular. Kimi ahdini yerine getirdi (şehit oldu), kimi de bekliyor. Verdikleri sözde döneklik etmediler.
Çünkü Allah, sözlerinde sadık olanları, sadakatları dolayısıyla mükafatlandıracak ve münafıkları da, dilerse azaplandıracak veya tövbe nasib edecek. Muhakkak ki Allah, Gafur'dur, Rahim'dir (Affedicidir, Merhametlidir)" (Ahzab suresi, 23-24)
Bu ayetlerde, sözlerinde sadık olan mü'minler medhedilmek suretiyle münafıklara ve kalbinde maraz olup döneklik edenlere bir tariz vardır. (9) Ayetin devamında, "Allah dilerse onları azablandıracak veya tevbe nasib edecek" denilmesi, onlara bir kurtuluş ümidi göstermektedir. Hele, ayetin Cenab-ı Hakk'ın Gafur ve Rahim ismiyle bitirilmesi, münafıkları büsbütün ümitlendirmekte, onları tevbeye sevketmektedir.
Kaynaklar:
1-Sadık Kılıç, Kur'an'a Göre Nifak, Furkan Yay., İst.,1982, s.,27
2-İbnu Manzur, IV, 358-359
3-Kılıç, s. 54
4-Nursi, İşaratu'l-İ'caz, s., 82-83
5-Razi, XVI, 135; İbnu Kesir, IV, 119; Beydavi, I, 412; Yazır, IV, 2591
6-Nursi, İşaratu'l-İ'caz, s.,83-84
7-Acluni, I, 41-42
8-Yazır, IV, 2611
9-Beydavi, II, 243
İslàmda esas olan savaş mıdır yoksa barış mı?
Yazar:
Şadi Eren (Doç.Dr.)
2006-05-02
İslamiyet, barış dinidir. "Silm, selamet, selam..." gibi barış, güvenlik bildiren kelimeler, "İslam" kelimesiyle, aynı kökten gelmiştir. Allah'ın isimlerinden biri "Es-Selam dır". Müslümanlar, birbirleriyle karşılaştıklarında "Selamün aleyküm" derler. Mescid-i Haram'ın kapılarından biri, Babu's-Selam, Cennetin isimlerinden biri, "Daru's-Selam" dır.
İslamiyette asıl olan savaş değil, barıştır. (1) Savaş, ya saldırgan düşmana, ya da İslam'ın tebliğine engel olanlara karşı yapılır. Gayr-i müslim ülkeler, müslümanlara saldırmadığı ve ülkelerinde İslamın tebliğe izin verdikleri ve İslamı yaşamak isteyenlere engel olmadıkları müddetçe, kendileriyle savaşılmaz. Resulullah'ın şu sözü, İslam'da barışın asıl olduğunu ifade eder:
"Ey insanlar ! Düşmanla karşılaşmayı istemeyin, Allah'tan afiyet dileyin. Onlarla karşılaştığınızda ise, sabredin. Biliniz ki, Cennet kılıçların gölgesi altındadır." (2)
İslamiyet, hayatı mukaddes tanır. Bir masumu öldürmeyi bütün insanları öldürmek gibi kabul eder. Bir hayata vesile olmayı da, bütün insanların hayatına vesile olmak gibi sayar. (Maide Sûresi, 32)
İslamiyet, öldürmek için değil, yaşatmak için gelmiştir. "Ey iman edenler! Peygamber, size hayat verecek olan şeylere sizi çağırdığında, Allah'a ve Rasulü'ne icabet edin !" (Enfal Sûresi, 24) ayetinde, bu inceliği görmek mümkündür. Hudeybiye'ye 1400 kişiyle gelen Resulullah'ın, orada yapılan barıştan iki sene sonra 10.000 sahabeyle Mekke'yi fethe gitmesi, İslamiyetin barış ortamında yayıldığının güzel bir delilidir. (3)
İslamiyetin kitlelere uluşması, Hudeybiye Barışı'ndan sonra gerçekleşmiştir. Hz. Peygamber (asm.), ulaşabildiği idarecilere elçiler göndererek, onları Allah'ın dinine davet etmiştir. Bizans, İran, Habeşistan, Mısır, Umman, Bahreyn, Suriye kralları bunlardan bazılarıdır. (4)
Getirdiği esasların sağlamlığı, hakikatlerinin güzelliği ve onu tatbik eden müslümanların güzel ahlakı, ondört asır boyunca, başka din mensuplarının İslam'a girmelerine vesile olmuş ve olmaya devam etmektedir.
Kaynaklar:
1-Rıza, X, 168; Azzam, s., 144; Tabbera, s., 377-378; Şedid, s.119; Abdurabbih, s., 313; Sabuni, Kabes, III, 163
2-Müslim, Cihad, 20; Ebu Davud, Cihad, 89
3-Berki, s., 324
4-İbnu Hişam, IV, 254-255
Müslüman olmayanlarla barış nasıl ve hangi şartlarda yapılabilir?
Yazar:
Şadi Eren (Doç.Dr.)
2006-05-06
İslamiyet, cihan-şümul (evrensel) esaslar getirmiştir. Bunu, barışla ilgili ayetlerde de görmek mümkündür. Şöyle ki: "Onlar için gücünüzün yettiğince kuvvet ve savaş atları hazırlayın..." (Enfal Sûresi, 60) ayetinin peşinden şu esas emredilir:
"Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de yanaş ve Allah'a dayan..." (Enfal Sûresi, 61). Zira, asıl maksat savaş değil, barıştır. (1)
Müslümanlar, en muazzam güce sahip olmalıdırlar. Fakat bu güç, düşmanları imha için değil, onları caydırmak için kullanılmalıdır. Karşı taraf barışa meylederse, müslümanlar da meyletmelidirler. "Fırsat bu fırsat" deyip onları toptan imha etmek asla uygun görülmemiştir.
Emredilen barış, izzetli bir barıştır. Yoksa, zillet içinde barış istemek, müslümana yakışmayan bir harekettir: "Gevşeklik edip de barış istemeye mecbur kalmayın..." (Muhammed Sûresi, 35) Bu ayetten maksat, merhum Hamdi Yazır'ın da işaret ettiği gibi, barışı reddetmek değil, gevşeklik edip de, zillet ile barışa talip olmamaktır. (2)
Savaşı emreden ayetlere bakıp da, barışı teşvik eden ayetleri görmemek, İslam'ı bir bütün olarak tanımamak demektir. "İslamiyet kılıçla yayılmıştır" iddiasında olan bazı batılı araştırmacılar (müsteşrikler), bu hataya düştüğü gibi, zaman zaman bazı müslümanlar da düşmektedirler. Böyle bir hataya düşmemek için, bazı ayetler gözden uzak tutulmamalıdır. Mekke'nin fethi öncesi nazil olan Mümtehine Sûresinde, müslümanlara şu müjdeli haberler gelir:
"Olur ki Allah, sizinle düşmanlarınız arasında bir sevgi meydana getirir. Allah Kadir'dir. Ve Allah bağışlayıcıdır.
Allah, din hususunda sizinle savaşmamış, sizi yurdunuzdan çıkarmamış kimselere iyilik yapmanızı ve adaletle muamele etmenizi yasaklamaz. Allah, adil olanları sever.
Allah ancak din hususunda sizinle savaşan, sizi yurdunuzdan çıkaran ve çıkarılmanıza yardım edenlerin dostluğundan sizi meneder. Kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir." (Mümtehine Sûresi, 7-9)
Görüldüğü gibi, bu ayetlerde, din düşmanı zalimlerle, böyle olmayanlar ayırt edilmiştir. Ayrıca, birinci ayette, Mekkeli müşriklerle müslümanlar arasında bir dostluk meydana geleceğine işaret edilmiştir. (3) Zira, ayetteki "olur ki" kelimesi Cenab-ı Hakk'a nispet edildiğinde, kesinlik ifade etmektedir. (4) Va'dedilen bu sevgi, Mekke'nin fethiyle gerçekleşmiş, müşrikler İslam'a girerek müslümanlarla kardeş olmuşlardır.
Kaynaklar:
1-Yazır, IV, 2425
2-Yazır, VI, 4398
3-Beydavi, II, 486-487
4-Razi, XXIX, 303
Günümüzde cihad nasıl yapılmalıdır?
Yazar:
Şadi Eren (Doç.Dr.)
2006-05-06
İnsan, sosyal bir varlıktır; yaratılıştan medenidir. Şahsi hayatını, ancak toplum hayatıyla devam ettirebilir. Yediği ekmekte, giydiği elbisede nice insanların emeği vardır. (1) Bundan dolayı insan, topluma şükran borçludur. Herbir fert, topluma yararlı çalışmalar yapmak zorundadır.
Her insanın mahiyetinde, bitmez tükenmez arzular, kin, intikam gibi duygular olduğundan, tarihin hemen her devrinde toplumda bir takım sıkıntılar yaşanmıştır. Aklı başında olan insanlar, kötü duyguların mahkumu kimselerle mücadele ettiğinde, o toplum bir huzur toplumu olmuş, mücadeleyi terk ettiğinde, toplum bozulmuştur.
Kur'an’da Yahudilerin Allah'ın lanetine uğradıkları anlatılırken, şu özellikleri nazara verilir:
"... Bunun sebebi; isyan etmeleri ve haddi aşmalarıdır. Onlar, birbirlerini yaptıkları fenalıklardan alıkoymazlardı..."(Maide Sûresi,78-79).
Yahudilerin başına gelenin, ümmet-i Muhammed'in de başına gelmemesi için, Resulullah pek çok uyarılarda bulunur. Mesela:
" Sizden her kim bir kötülük görürse, eğer gücü yetiyorsa eliyle düzeltsin. Yetmezse, diliyle düzeltsin. Onu da yapamazsa, hiç olmazsa kalbiyle buğz etsin. Fakat bu, imanın en zayıf mertebesidir." (2)
Mesela, TV yayınlarının kontrolünde devlet eldir. Programları tenkit eden yazarlar birer dildir. Fakat, el durumunda olanlar, sadece dil mertebesinde kalıyorlarsa, vazifelerini yapmıyorlar demektir. Konuşması lazım gelenler, sadece kalben buğz etmekle yetiniyorlarsa, imanın en zayıf mertebesindedirler anlamındadır. Şu hadis, bu noktada bize yol gösterir:
Bir gün Resulullah, etrafındakilere şöyle der: "Sizden birisi kendini küçük düşürmesin!" Bunun üzerine "Ya Resulullah, derler. Bizden biri kendini nasıl küçük düşürür?" Resulullah şöyle cevap verir: "Kötü bir durum görür. Orada Allah için bir söz söylemesi lazımdır. Fakat o, bir şey demez. Allah ona kıyamet günü "şöyle şöyle demene engel olan neydi ?" der. O kimse, "insanlardan korktum" deyince, Cenab-ı Hak buyurur: "Asıl benden korkman gerekmez miydi ?" (3)
"Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" şeklindeki bir düşünce, İslami olamaz. Müslüman, toplumda meydana gelen olaylara ilgisiz kalamaz. Bu konuda Hz. Ebu Bekir'in şu ikazı, son derece anlamlıdır:
"Ey insanlar ! Sizler, "Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz hidayette olduktan sonra, başkasının dalaleti size zarar, vermez" (Maide Sûresi,105) ayetini yanlış anlıyorsunuz. Biz Resululah'ın şöyle dediğini duyduk: "İnsanlar kötülüğü görüp de, onu değiştirmeye çalışmazlarsa, Allah'ın onlara umumi bir bela vermesi yakındır." (4)
Resulullah'ın şu ifadesi de, kâmil müminin kötülüklere karşı tavrını belirlemektedir: " Cihadın en efdali, zalim sultanın yanında, hak sözü söylemektir." (5)
Ancak, şu hususun bilinmesinde yarar vardır: " Her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı. Fakat her doğruyu demek, doğru değildir." (6) Mesela, İslam'ın Mekke döneminde müslümanlara şu İlahi hatırlatma yapılır:
" Onların Allah'tan başka taptıkları şeylere sövmeyin ki, onlar da bir ilme dayanmaksızın haddi aşarak Allah'a sövmesinler..." (En'am Sûresi,108) Saldıran bir yılana karşı yapılması gerekenle, uyuyan bir yılana karşı yapılması gereken birbirine karıştırılmamalıdır. Fevri hareketler, kahramanlıktan ziyade, duygusallık alametidir.
Toplumdaki kötülerle iyilerin mücadelesini Resulullah (asm.), aynı gemide yer alan iki grup yolcu temsiliyle anlatır. Bir grup yolcu geminin güvertesinde, diğer grup yolcular ise, geminin alt katındadır. Alt kattakiler güvertedekilerden su isterler. Üstekiler ise, ne su verirler ne de onların su almak için yukarı çıkmasına müsaade ederler. Bunun üzerine, alt kattakiler, su elde etmek niyetiyle gemiyi delmeye başlarlar. Üsttekiler, buna engel olurlarsa hepsi kurtulacaklar; onları kendi hallerine bırakırlarsa, beraber boğulacaklardır. (7)
İşte toplum o gemidir. Tarihin her devrinde bu gemiyi batırmak isteyenler olmuştur. Günümüzde de, yaşadığımız toplum gemisini batırmaya çalışanlar az değildir. Bu menfi çalışanlara mukabil, müspet cephede yer alanlar, görevlerini yapmak zorundadırlar.
Kaynaklar:
1-Bkz. İbnu Haldun, s.41 - 42
2-Tirmizi, Fiten, 11; İbnu Mace, Fiten, 20; Ebu Davud, Salat, 242
3-İbnu Mace, Fiten, 20
4-İbnu Mace, Fiten,20; Ebu Davud, Melahim,17; Tirmizi, Fiten, 8
5-Ebu Davud, Melahim,17; Tirmizi, Fiten, 13; İbnu Mace,Fiten, 20
6-Nursi, Mektubat, s., 265
7-Tirmizi, Fiten,12
Bazıları “islam savaş dinidir” diyorlar, öyle midir?
Yazar:
Şadi Eren (Doç.Dr.)
2006-05-06
Savaş arzu edilen istenilen bir şey olmamakla beraber, insanlık tarih boyunca savaştan pek kurtulamamıştır. Kur’an-ı Kerimde Ademin iki oğlunun mücadelesine de yer verilir. Bunlardan biri masumdur, diğeri saldırgan. Saldırgan olan masum olanı öldürür. (Bkz. Maide Sûresi, 27-31) Masum olanın adı Habil, saldırgan olanın adı ise Kabil’dir.
Kabil’in kardeşini öldürmesiyle yer yüzünde ilk defa insan kanı akmıştır. Fakat bu kan zamanla artacak dünyanın hemen her yerini kaplayacaktır. Habil ve Kabil, masum ve saldırgan olanların temsilcisidirler. Dünyada Kabil gibiler olduğu müddetçe Habil gibilerin savunma hakkı da olacaktır.
İşte İslamiyet, zulmedenlerin zulmüne engel olmak, evrensel bir barışı sağlamak için belli şartlarda savaşa izin verir. Mesela şu ayete bakalım:
“Kendilerine savaş açılan kimselere, zulme uğramaları sebebiyle savaşmalarına izin verildi. Şüphesiz Allah onlara yardıma Kadirdir.” (Hacc Sûresi, 39)
Bu ayetin ilk muhatapları, İslam’ın ilk safında yer alan Hz. Peygamber ve ashabıdır. Mekke’de iken baskıya, hatta ölüme varan işkencelere tabi tutulmuşlardı. Bir kısmı, Hz. Peygamberin tavsiyesiyle Habeşistan’a gitti. Geriye kalanlar da daha sonra Medine’ye hicret etti. Fakat burada da rahat değillerdi. Hemen her gün “Mekkeliler saldırdı, saldırıyor” gibi haberler duyulmaktaydı. Müslümanlar böyle bir vasatta iken, kendilerine savaş izni verildi.
Savaşla ilgili bir başka ayette ise şöyle denilir:
“Sizinle savaşanlarla sizde Allah yolunda savaşın. Haddi aşmayın. Allah haddi aşanları sevmez.” ( Bakara Sûresi, 190)
Ayette şu gibi hususlara dikkat çekilmiştir.
1- “Sizinle savaşanlarla savaşın.” Yani, sizinle savaşmayanla savaşmayın. Nitekim Hz. Peygamber, komutanlarına “kadınları, çocukları, yaşlıları, mabetlerde kendini ibadete verenleri öldürmemelerini sıkı sıkıya tembih etmiştir.
2- Yapılan savaş “fi sebilillah” yani “Allah yolunda” olmalıdır. Başkaları yeni ülkeler ele geçirmek, hammadde kaynaklarına sahip olmak gibi gayelerle savaşıyor olabilirler. Fakat bir müslüman ancak Allah yolunda savaşır. Yani, yeryüzünde zulmün, fitnenin, kaosun önüne geçmek gibi gayelerle mücadele eder.
3- Savaş esnasında veya sonrasında haddi aşmak, taşkınlık yapmak caiz değildir. İslamiyet, öldürürken de güzel öldürmeyi emreder. Mesela, işkenceyle öldürmek veya kulak-burun kesmek gibi taşkınlıkları yasaklar.
Bir başka ayet-i kerimede ise şöyle buyrulur:
“Size ne oluyor ki, ‘Ey Rabbimiz, bizi halkı zalim olan şu memleketten çıkar. Bize, tarafından bir sahip gönder. Bize katından bir yardımcı gönder’ diyen erkek-kadın ve çocuklar için Allah yolunda savaşmıyorsunuz?’’ (Nisa Sûresi,75)
Bu ayet-i kerimede, bir beldede müslümanlara zulmedilmesi ve inançlarını diledikleri gibi yaşamalarına engel olunması halinde o ülke ile savaş yapılması tavsiye edilir. Savaş sonunda müslümanlar zulümden kurtulur, din ve vicdan hürriyetine kavuşurlar; o ülkenin halkı ise İslâm’ı kabul edip etmeme konusunda serbest bırakılırlar.
Netice itibariyle şunları söyleyebiliriz:
İslamda asıl olan savaş değil, barıştır. Fakat insanlara zulmedilmesi veya bir devletin başkasına saldırması gibi durumlarda savaş söz konusudur. Böyle bir durumda İslam savaşa izin verir. Yoksa, dünyada hiç savaş yokken İslam böyle bir şey ihdas etmiş değildir. İslamı savaş dini olarak görenler, kendi tarihlerine baktıklarında tarihlerinin hemen her dönemlerinde savaş olduğu realitesiyle karşı karşıya geleceklerdir. Dolayısıyla, İslamda savaş hükümlerinin olması İslam için bir eksiklik olmayıp, bilakis bir kemaldir. Zira ayetlerde ve hadislerde bildirilen hükümlerde, savaş gibi kaçınılması mümkün olmayan bir realite, bedevi-vahşi bir görüntüden çıkartılıp medeni- insani bir şekle getirilmiştir.
İnsanlığın aradığı barışın İslam'da olduğunu nasıl izah edersiniz?
Yazar:
Ahmed Şahin
2006-05-06
Postmodern Düşünceler kitabında Prof. Dr. İbrahim Özdemir, "Müslümanın İnsanlarla Kardeşliği" başlığı altında İslam'ın geçmişindeki uygulamalarından örnekler özetlemiştir. Bu çok önemli tespitlerle sizi baş başa bırakıyorum. İnsanlığın aradığı barış İslam'da mı? Birlikte düşünelim.
Kur'an'a göre insan varlıkların en şereflisidir. Allah'ın yeryüzündeki halifesidir. Bu nedenle insana çok önem verilmiş ve yüceltilmiştir. Bir insanı suçsuz yere öldürmek, tüm insanlığı katletmeye denk tutulmuştur.
Hz. Peygamber, gayr-i müslim bile olsa cenazelere saygı göstermiş ve böylece insan olma sıfatının, filan dine mensup olma sıfatından önce geldiğini göstermiştir. Müslümanların, diğer din mensuplarına karşı hoşgörü ve diyaloga dayalı bir gelenek oluşturmalarında bu anlayışın büyük payı bulunmaktadır.
Diğer yandan, Müslümanların kendi dışındakilere bakışları Kur'an'daki ilkelere dayandığından, hiçbir zaman hakimiyetleri altındaki insanları dinlerini değiştirmeye ve Müslüman olmaya zorlamamışlardır. Bu, Kur'an'ın "Dinde zorlama yoktur." ilkesinin doğal bir sonucu olarak görülmelidir.
Böylece fethedilen bölgelerdeki insanlar hiçbir zorlamaya maruz kalmamış, aksine cizye vergisi ödemek şartıyla din ve inançlarında serbest
bırakılmışlardır.
Hz. Peygamber'in şu beyanları, Müslüman idarecilere daima ışık tutmuştur: "İnsanlara azab edene Allah da azab eder. Kim bir zimmiye (gayrimüslime) zulmeder ve ona gücünün dışında iş yüklerse, kıyamet günü beni karşısında bulacaktır."
İnanç konusunda zorlama, dinin özüne aykırı olduğundan, daha İslam'ın ilk gününden itibaren böyle bir zorlamaya yer verilmemiştir. Bu nedenle Hz.
Peygamber'e (sav), "asıl görevinin tebliğ olduğu, insanları hidayete erdirme olmadığı" bir ayette açıkça belirtilmiştir.
Bu konuda Hz. Peygamber'in uygulamaları da tabii ki Kur'an'daki ilkeler çerçevesinde gerçekleşmiştir. Bilindiği gibi, Hz. Peygamber Mekke'den
Medine'ye hicretle beraber, Yahudi toplumuyla bir arada yaşamaya başlamıştır. Hz. Peygamber Yahudi toplumuyla olan ilişkilerini yazılı bir
metin şekilde ortaya koymuştur. Hz. Peygamber'in Medine ileri gelenlerini toplayıp vücuda getirdiği bu şehir-devleti nizamnamesi, dünyada bir devletin ortaya koyduğu ilk anayasa olarak kabul edilmektedir.
Elli civarında maddeden oluşan bu yazılı vesikada: "Müslümanların dinleri kendilerine, Yahudilerin dinleri de kendilerinedir." denilerek Yahudilere ve
bunların müttefiklerine tam bir din hürriyeti tanınmıştır.
Mekke'nin güneyinde kalan Necran bölgesi, Hicaz'ın Hıristiyanlık merkezi durumunda idi. Hz. Peygamber Necran'lılarla yaptığı meşhur anlaşmada, onların can, mal ve din hürriyetlerini garanti ettiği gibi, mabedlerine ve din adamlarına da tam bir dokunulmazlık tanımıştır.
Kur'an ve sünnetle belirlenen bu temel çizgi daha sonra gelen Müslüman idareciler tarafından aynen devam ettirilmiştir. Bu bağlamda Hz. Ebu
Bekir'in savaşa giden komutanlarına verdiği talimatname ve Hz. Ömer'in Kudüs'ün fethinde yaptığı anlaşma aynı ruhu yansıtmaktadır. Hatta Ebu
Bekir'in talimatnamesinde "Hurma ve diğer meyve ağaçlarını, koyun, keçi ve diğer hayvanları yemenin dışında bir amaçla kesmeyin, telef etmeyin." denilerek doğal çevre savaş durumunda bile tahrip edilmemiştir.
İslam herhangi bir milleti peşinen düşman ilan eder mi?
Yazar:
Ahmed Şahin
2006-05-06
Bu konuda Hucurat Suresi ayet 13'e bakılarak yorum yapmak gerekir. Dünyanın bir köy haline geldiği şu devrede ölçü olarak alınıp amel edilecek bir ayettir bu. Bu ayete göre:
Adem'le Havva'dan doğan kardeşlerin devletlere, milletlere, kabile ve şubelere ayrılmalarının sebebi, biribirlerine düşmanca bakıp savaş açmaları değildir. Aksine, biribirleriyle tanışıp iyi münasebet kurmaları, kendilerinde olanları onlara satmaları, onlarda olanları da kendilerine almaları, böylece biribirlerinin mutluluk ve refahına hizmet etmeleri, içindir.
Akıl da nakil de bunu tasdik ediyor, böyle anlamayı makul ve meşru görüyor. Müslümanlar peşinen hiçbir ırkı, milleti düşman olarak kabul edemez. İslam, dünyadaki bütün millet ve ırkları içine alacak genişlikte evrensel bir davete sahiptir. Peşinen düşman kabul edilenler, İslami çağrıyı kabule aday olmaktan çıkarılmış olunur. Bu ise İslam'ın evrenselliğiyle bağdaşmaz. İslam böyle bir peşin hükmü tasvip etmez.
İslam, Hucurat Suresi'ndeki zikrettiğimiz ayetle, karşılıklı münasebet açısından ırk, devlet, millet farkı gözetmeksizin iyi münasebet kurmayı, yardımlaşıp itimat sağlamayı emrederken; iddia edilenlerin tam aksine, Hıristiyan ve Musevilere Ehl-i Kitap nazarıyla bakar. Ehl-i Kitap olanları kendine daha da yakın görerek kestiklerinin yeneceğini, kızlarının nikah altına alınabileceğini ifade eder. Onlar, dinsizlerden ve müşriklerden müslümanlara daha yakın bir makama layık görülür.
Öte yandan, Ehl-i kitap olan Hıristiyanların içinde dindar ruhanileri de olabilir. Müslümanlar bunlarla Allah inancını yok etmeye çalışanlara karşı birlik meydana getirip tevhid inancını korumaya da çalışabilirler. Böyle bir yardımlaşma da mümkündür.
Bu manada İslam, düşmanlığı esas almamakta; barışçı ortak değerler etrafında birliği tavsiye etmektedir. Hucurat Suresi'ndeki ayetten bunu öğrenmekteyiz.
"Yahudi ve Nasara'yı dost edinmeyiniz" (Maide,51) mealindeki ayet-i kerimenin yasakladığı dostluk, onlara dinlerinden dolayı duyulacak dostluktur ki, böyle bir dostluk duymamıza ne gerek vardır, ne de sebep. Çünkü dinimizin içinde Hıristiyanlığın da Museviliğin de ihtiva ettiği temel doğrular mevcuttur. Bir eksiğimiz yoktur ki onlara dinlerinden dolayı yakınlık duyup da eksiğimizi tamamlayalım. Yasaklanan dostluk bu manadaki dostluktur. Yani İslamı terketmeyi netice verecek bir yahudi ve hristiyan sempatisini Kur'an yasaklamıştır.
İslam'da bombalı intihar saldırılarının hükmü nedir?
Yazar:
Ahmed Şahin
İntihar, hayata son verme olayıdır. Ancak insanın hayatına son verme hakkı var mıdır? Kendisine o hayatı ve bedeni veren, verdiği hayatı ve bedeni intihar yoluyla yok etme hakkını da vermiş midir? İnsanın elinde böyle bir imha izni mevcut mudur?
Bu sorunun cevabı mühimdir. Bu cevap düşünülmezse intihar cinayetinin İslam'da neden yasak olduğu net olarak anlaşılamaz.
Rabbimiz hassas ve şeffaf olan insan ruhunu, bir beden içine bu dünyaya göndermiştir. Gönderdiği bu bedeni insana mülk olarak mı vermiştir, yoksa emanet olarak mı? Yani insan, bedenin misafiri mi, yoksa sahibi midir?
İşte tespiti gereken temel nokta budur! Eğer insan, bu bedenin sahibi ise mesele yoktur. Sahibi olduğu bedende istediğini yapabilir. Kendi mülküdür çünkü. Şayet sahibi değilse, o takdirde emaneti korumakla görevlidir. Tahrip etme hakkına sahip olamaz...
Demek ki, bu vücut ve bu beden mülkümüz değil, ruhumuzu korumamız için bize lütfedilmiş bir misafirhanemizdir. Öyle ise emanet olarak verilmiş bu İlahi sanat harikasını yok etmeye yönelik teşebbüslerde bulunamayız. Yanlış bir ifadeyle ölüm orucu denen açlık protestosuna giderek tahribine sebep olamayız.
Ekonomik veya sosyal sıkıntılar yüzünden ümitsizliğe kapılıp da intihara yönelemeyiz. Vücudumuzu canlı bomba olarak patlatıp da havaya uçuramayız. Çünkü bu bedeni, bu organları, bu eli, ayağı, gözü, kulağı, hiçbirini biz yapmamışız, onlar bizim sanatımızın ürünü değildirler. Bu sanat harikasını yaratıp da bize ikram ve ihsan eden Zat, onu bir misafirhane olarak kullanmamızı izin vermiştir. Tamire izin var, tahribe izin yoktur.
İşte bundan dolayıdır ki, İslam'da insanın kendi malı olmayan bedenini yok etme manasına gelen intiharların her türlüsüne yasak konmuş, hatta bazı
alimler intihar ederek Allah'ın binasını yok edenin cenaze namazının kılınmayacağını dahi söylemişlerdir.
Nitekim Bediüzzaman Hazretleri de hem bedenin kendisinin hem de idaresinin bize bırakılmadığına dikkat çektiği ibretli izahında, şu düşündürücü ikazlarda bulunmuştur. (mealen):
"Ey insan! Bil ki, Cenab-ı Hakk'ın sana ikram ettiği vücudun, cismin, organların emanettir, mülk değildir! Yani Cenab-ı Hak senin istifaden için kendi mülkünü senin eline emanet olarak vermiş, istifade et diye ikram ve ihsanda bulunmuştur.
...
Madem sana verilen hayat ve hayatın gerekleri ve lazımları mülk değil, ibahadır. Yani ihtiyacını karşılaman için emanet olarak verilmiştir. Öyle ise emanetçi anlayışıyla hareket etmen lazımdır. Nasıl ki bir zat ziyafete misafirleri davet eder, onlara ziyafet meclisindeki eşyadan ve ziyafetten istifadeyi serbest kılıyor; ama mülk olarak vermiyor, ziyafetin usulü ev sahibinin rızası dahilinde tasarruf etmektir. Öyle ise israf edemez, başkasına ikram edemez, sofradan kaldırıp başkasına sadaka veremez, dökemez, zayi edemez. Eğer onun şahsına mülk olarak vermiş olsaydı, bunları yapabilirdi ve kendi arzusuyla hareket edebilirdi. Aynen bunun gibi, Cenab-ı Hak sana sadece istifaden için verdiği hayatı, bedeni intihar ile sona erdiremezsin.
Gözünü çıkaramazsın, manen gözü kör etmek demek olan gözü verenin rızası haricinde haram yerde kullanamazsın; kulağı, dili ve bunlar gibi cihazları harama sarf etmekle manen öldüremezsin. Ve hatta eti yenilmeyen hayvanları dahi lüzumsuz yere katledemezsin ve hakeza. Bu sebeple dünyada sana verilen bütün bu nimetler, bu dünya misafirhanesinin sahibi olan Mihmandar-ı Kerim-i Zülecelal'in kanunlarının işaretlediği şekilde tasarruf etmeni gerektirir." (Bediüzzaman Said Nursi, Barla Lahikası, 250. Mektub )
Nefisle cihada "büyük cihad" denilmesi nedendir?
Yazar:
Şadi Eren (Doç.Dr.)
2006-05-09
İnsan nefsi, şeytandan aldığı telkinlerle, insanı kötülüklere sevk eder. İşte, nefisle mücadele, bu telkinlerin tesirini kırar, etkisiz hale getirir. Hz. Peygamber (a.s.m), "Senin en zararlı düşmanın nefsindir." ifadesiyle, nefsin zararlarına dikkat çeker. (1) "Pehlivan, rakibinin sırtını yere getiren değil, öfke anında nefsine galip gelendir." (2) diyerek, nefisle yapılacak mücadelenin zorluğunu bildirir. "Mücahid, nefsiyle cihad edendir." (3) sözüyle de, nefis mücadelesinin bir cihad olduğunu anlatır. Tebük seferinden dönerken ashabına, "Küçük cihaddan, büyük cihada döndük." (4) demesi, nefisle yapılan cihadın büyük bir cihad olduğunu ders verir. Zaten, nefsiyle cihad etmeyen kişiden, düşmana karşı cihadda bir fedakarlık beklenemez. (5)
Sathi bir nazarla bakanlar, düşmanla savaşı daha büyük bir cihad olarak görebilirler. Halbuki, düşmana karşı cihadın başlangıcı, nefisle cihaddan geçer. Nefsiyle cihad etmeyen, düşmanla savaşamaz. Nefsine mağlup olan, düşmana da mağlup olur.
Nefisle olan cihad, bir ömür boyu devam eder. Düşmanla olan cihadda, aynı devamlılık yoktur. Düşmanla cihad esnasında, daha büyük bir cihad, insanın iç aleminde yaşanır. İnsanın nefsi, şeytandan aldığı direktiflerle, o insanı savaştan vazgeçirmeye çalışır, en azından cesaretini kırmak ister. "Geride çoluk çocuğun var. Ya yaralanıp sakat kalırsan...? Hele ölecek olursan... Hanımın, çocukların perişan olur... vs... vs..." şeklinde nefisten feryatlar gelir. Bu sesleri aşabilenler, düşman karşısındaki cihadda başarılı olabilirler.
Ayrıca, nefisle cihadda mağlup olan, cehenneme gider. Düşmanla cihadda mağlup olup, hayatını kaybeden şehid olur, cennete gider.
Kaynaklar:
1-Acluni, I,143
2-Buhari, Edeb, 102; Müslim. Birr., 106-108; Ahmed İbnu Hanbel, Müsned, Çağrı Yay. İst. 1981, I, 382
3-Tirmizi, Fedailu'l-Cihad, 2
4-Razi, XXIII, 72; Beydavi, II, 97; Bu rivayetin zayıf olduğu ifade edilmiştir. bk. Acluni, I,424.
5-Kadiri, I, 275
İslam’ın yayılması ve yerleşmesinde en etkili yöntem savaş mıdır, tebliğ midir?
Yazar:
Mehmet Kırkıncı
2006-05-13
İslâm’da cihat mefhumunu doğru değerlendirebilmek için öncelikle “Peygamber kimdir ve vazifesi nedir?” sorularına doğru cevap vermek gerekir. Cenab-ı Hakk, bütün insanları ahiret alemine doğru yol aldırırken, sonu cennete veya cehenneme varacak olan bu yolculukta onlara rehberlik yapacak kimseler göndermiştir. Bu Hak Elçilerinin görevi, insanlara öncelikle Allah’ı tanıtmak, ibadeti, helali, haramı öğretmek ve Onun sonsuz nimetlerine karşı nasıl şükredileceğini talim etmektir.
Ahir zaman peygamberi Hz. Muhammed (asm.) de bu vazifeyi en mükemmel manada yapmış, Mekke’de insanlara Allah’ı anlatmış, emir ve yasaklarını öğretmiş ve putlara tapmanın Allah’a şirk koşmak olduğunu tebliğ etmiştir. Bu tebliğine karşı çıkanların her türlü zulümlerine tam on üç sene sabretmiş ve sonunda Allah’ın izni ve emriyle Medine’ye hicret etmiş, aynı vazifeyi orada devam ettirmiştir. Onun bu ulvî vazifesine engel olmak isteyen müşrikler, kendisini Medine’de de rahat bırakmamışlar, ama İslâm’ın gönüllerde taht kurmasına da engel olamamışlardır.
Ahir zaman peygamberinin (a.s.m.), bütün semavi kitaplarda sözü edilen önemli bir özelliği “sahib-üs seyf” (kılıç sahibi) olması, yani manevî irşat yanında, gerektiğinde (tebliğine engel olunduğunda) harp etmesine de izin verilmiş bulunmasıdır. Geçmiş peygamberlerden, meselâ, Hz. Davut (a.s.) ve Hz. Süleyman (a.s.) da manevî cihatlarını, gerektiğinde, kılıçla desteklemişlerdir.
Tarih tarafsız bir gözle incelendiğinde görülür ki, İslâm’ın kalp ve ruhlara hakim olmasında temel faktör, savaş değil tebliğdir, yani Kuran hakikatlerini insanlara anlatmak ve güzelliklerini gözler önüne sermektir. Tarihçiler, İslâm’ın yayılmasında iki gurup insanın büyük payları olduğunda birleşirler. Birisi, ömürlerini İslâm’ı anlatmaya vakfeden ve gerektiğinde çok uzak beldelere hicret eden alimler ve mürşitler, diğeri ise ticaret maksadıyla gittikleri ülkelere İslâm’ın güzelliklerini de taşıyan tüccarlardır.
İslâm’ın kılıçla değil, tebliğ ve davetle yayıldığını şu ayet-i kerimeler açıkça göstermektedir:
“Dinde zorlama yoktur. Artık hak ile batıl (doğru ile yanlış) birbirinden iyice ayrılmıştır.”( Bakara Sûresi, 256)
“Ey Muhammed! Sen sadece öğüt ver. Esasen sen sadece bir öğütçüsün. Onlara zor kullanacak değilsin.” (Gaşiye Sûresi, 21-22)
İslâm’ın tebliğ yoluyla yayıldığının delilleri pek çoktur. Bunlardan birkaçını nazara vermekle yetineceğiz: Peygamberimiz (a.s.m.), İslâm’ı Mekke’de tebliğe ilk başladığında hiçbir maddi gücü ve kuvveti yoktu. Bütün Müşrikler de kendisine düşman oldukları halde, sadece tebliğ ve ikna yoluyla inanların kalplerini ve akıllarını fethetti. Hz.Ebubekir’den Hz. Ömer’e kadar birçok insan bu yolla Müslüman oldular ve imanın yenilmez bir kuvvet olduğunu herkese ilan ettiler. Sahabeler isteselerdi, bir gecede, başta Ebu Cehil olmak üzere bütün Kureyş müşriklerini öldürebilirlerdi. Ama öyle yapmadılar. Teröre ve anarşiye girmeksizin, bütün sıkıntılara ve zorluklara katlanarak, İslâm’ı tebliğ etmeye devam ettiler.
Peygamberimizden önce Medine’ye hicret eden Müslümanlar da o beldede İslâm’ı yine tebliğ ve davet yoluyla insanlara kabul ettirdiler. Böylece İslâm’ın temeli, hem Mekke hem de Medine’de tebliğ üzerine atılmış oldu.
İlerleyen yıllarda İslamiyet Medine’de iyice kökleşti. Mekke müşrikleri Müslümanları artık bir güç olarak kabul etmişler ve Hudeybiye’de onlarla bir anlaşma imzalamışlardı. Anlaşma on yıllığına imzalanmışken iki yıl sürdü ve sonunda Mekke müşriklerince bozuldu. Ama bu iki yıl içerisinde İslâm’ı girenlerin sayısı, İslâm’ın ilk tebliğinden itibaren geçen yirmi yıllık sürüde Müslüman olanlardan daha fazla oldu.
Sonraki asırlarda, Moğollar, Abbasi hilafetine son verdiler, bütün İslâmî kaynakları yaktı ve yıktılar. Ama aradan çok geçmeden, kendileri Müslüman olmaya başladılar. Moğolların İslâm oluşunda kılıcın hiçbir rolü olmadığı da tarihi bir gerçektir.
İslâm’ın Endonezya, Malezya ve Afrika’da yayılması da yine kılıçla değil tebliğle gerçekleşmiştir.
Tarihe bu kısa bakıştan sonra günümüze gelelim: Müslümanlar son asırda madde planında eski güçlerini kaybetmişler, fakat mânâ planında İslâm, genişlemesini ve büyümesini aralıksız sürdürmüştür. Bugün, başta Almanya ve İngiltere olmak üzere bütün Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da İslâm’ı kabul edenler, çoğunlukla bilim adamlarıdır ve bunların büyük kısmı, kendilerine doğrudan bir tebliğ de yapılmaksızın, sadece İslâm’ı incelemek suretiyle Müslüman olmuşlardır.
Bazıları cihad ayetlerinin sadece savaş zamanına mahsus olduğunu, bugünkü savaşın da bilgiyle, kalemle yapıldığını iddia ediyor?
Yazar:
Sorularla İslamiyet
2010-01-26
İslam’da ilk savaş Bedir Savaşı'
dır. Kur’an’ın inmesinden tam ON BEŞ yıl sonra vuku bulmuştur. Savaş yeri Medine’ye yakın bir yerdedir. Yurtlarından çıkarılmış, bütün malları gasp edilmiş Muhacirler/ Müslümanlar bu mallarının karşılığında Kureyş’in Şam’dan gelen kervanını ele geçirmek üzere yola çıkmış ve savaşa hiç de hazırlıklı değillerdi. Kur’an’da ilk defa bu yılda savaşa izin verilmiştir. En büyük üç savaş olan Bedir, Uhud ve Hendeksavaşlarının üçü de Müşriklerin Medine üzerine saldırmalarından kaynaklanmıştır.
Bütün bu hususlar, İslam’da savaşın arızî bir şey olduğunu, buna sebebiyet verenlerin ise gayrimüslimler olduğunu göstermektedir.
İslam’da maddî cihad bir savunmadır. Hemen hemen bütün harplerin Medine civarında yapılmış olması bunun açık göstergesidir.
“Kendileriyle savaşılanlara (müminlere), zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak surette kadirdir.”(Hac, 22/39) mealindeki ayette bu gerçek bütün açıklığıyla ortaya konmuştur.
İslam cihadının en önemli hikmetlerinden biri de, halkın İslam’ın mesajını yakından incelemelerine ve algılamalarına engel olan üst düzey zorbaları etkisiz hale getirip, halkın kendi aklıyla, özgür iradesiyle İslam dinini kabul veya reddetmelerine zemin hazırlamaktır.
İslam alimleri; “Eğer müşriklerden biri senden aman dilerse, Allah'ın kelâmını işitip dinleyinceye kadar ona aman ver (onu güvence altına al), sonra (müslüman olmazsa) onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır. İşte bu (müsamaha), onların, bilmeyen bir kavim olmalarından dolayıdır.”(Tevbe, 9/6) mealindeki ayetin (savaş dönemine mahsus olarak inen ve müşriklerle mutlaka savaşmayı emreden) savaş ayetlerinin hükmünü nesh edip ortadan kaldırdığını söylemişlerdir.(İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri).
En son inen surelerden biri olan Tevbe Suresi'ndeki bu ayete bakıp da hâla İslam dininin savaş dini olduğunu söyleyenlerin konuya insafla bakmak için bir kez daha vicdanlarının sesine kulak vermelerini tavsiye ederiz.
“(Resûlüm!) Şayet dileseydik, elbet her ülkeye bir uyarıcı (peygamber) gönderirdik. (Fakat evrensel uyarıcılık görevini artık sana verdik..) O halde, kâfirlere boyun eğme ve onunla (Kur'an ile) onlara karşı olanca gücünle büyük bir cihat et!” (Furkan, 51-52) mealindeki ayet daha savaşa izin verilmeden önce inmiştir. Bu sebeple, İbn Abbas başta olmak üzere İslam alimleri burada söz konusu olan “Cihat”tan maksatın manevî, ilimle, irfanla olduğunu belirtirler. Çünkü, ayette -meal olarak- yer alan “onunla cihat et” emri, Kur’an’la cihat etmeyi vurgulamaktadır. Kur’an ile yapılan cihadın ancak manevî olacağı açıktır.
"Kim gaza etmeden veya kendini gazaya hazırlamaksızın vefat ederse, cahiliyet ölümü ile ölür." hadisi ne demektir? Bu zamanda kılıç-kalkan cihad etmemiz gerektiğini mi söylüyor?
Yazar:
Sorularla İslamiyet
2009-04-29
- İbn Kesir'de yer alan “cahiliye ölümü ile ölür” ifadesi hadis kaynaklarında “nifak” kavramıyla belirtilmiştir. Fakat, bu iki ifadeyi de aynı anlamda anlamak mümkündür.
- Hadis kaynaklarındaki hadisin meali şöyledir: Hz. Ebu Hureyre anlatıyor; Peygamberimiz (a.s.m) şöyle buyurdu: “Kim gaza etmeden veya kendini -niyet olarak- gazaya hazırlamaksızın vefat ederse, nifakta bir şube üzerinde (münafıklığın bir parçasını kendinde barındırmış olarak) ölür.” (Müslim, İmare, 158; Ebu Davud, Cihad, 17; Nesaî, Cihad, 2; Ahmed b. Hanbel, 2/374)
- Abdullah b. Mübarek, bu hadisin Hz. Peygamber (a.s.m)’in hayatta olduğu döneme mahsus olduğu görüşündedir. Diğer bazı alimlere göre ise, hadis her zaman için geçerlidir. Manası şudur: Cihada gitmeyen ve gitmeye yönelik içinde bir niyet taşımayan kimse, -savaştan kaçan, savaşa gitmeyen, ondan geri kalan- münafıkların bir vasfını kendisinde barındırmış olur. (Nevevî, ilgili hadisin şerhi)
- Münafıklık sıfatını/vasfını taşımak küfür anlamında değildir; Müslümana yakışmayan bir vasıf olduğu manasına gelir. Çünkü, bir müminin -gerçek mümin olması için- bütün sıfatlarının her an mümin olması lazım değildir. Örneğin; yalan da bir küfrün sıfatıdır. Fakat bir mümin yalan söylemekle kâfir olmaz. Nitekim, bir kâfir de -imanın bir vasfı olan- dürüst olmakla imana gelmiş sayılmaz. Hadiste bu üslubun tercih edilmesi, gazaya teşvik, geri kalmamak hususunda bir uyarı amacına yöneliktir. Bu sebeple, İbn Mübarek’in, bu hadisin Hz. Peygamber (a.s.m)’in hayatta olduğu devreye ait olduğu yönündeki görüşü, çok makul görünmektedir.
- Cihad kadınlara farz olmadığı için hadis onları kapsamaz.
- Bu zamanda cihad manevîdir, maddî cihadın zarardan başka Müslümanlara bir faydası olmadığı ortada olduğuna göre, bu hadisin manası, manevî cihad bakımından da değerlendirilmelidir. Çünkü, cihaddan maksat, i’la-yı kelimetullahtır. Allah’ın sözünün yücelmesi -bu çağda- ilim, fikir ve kalemle olmaktadır. Bugün, Kur’an’ın hakikatlerini öğrenmek, öğretmek, onları yaşayarak canlı bir örnek olmak ve lisan-ı haliyle İslam ahlakını göstermekten daha büyük bir cihad tasavvur edilemez.
Muarızlar tarafından adeta sloganlaştırılan "Ya İslam, ya ölüm" tarihin hiçbir döneminde pratik olarak gerçekleşmemiştir. Bundan sonra da gerçekleşmesi mümkün değildir... Zira İslam'n getirdiği cihanşümul disiplin bunun tam tersi kaideler koymuştur. Buna göre, İslam muarızlarına önce Müslüman olmaları teklif edilir; kabul etmezlerse cizye vererek Müslümanların himaye ve korumasında yaşamaları, yoksa harp edileceği tebliğ edilir. Harp edildiğinde de çoluk-çocuk, yaşlı, kadın ve din adamları öldürülmeyerek, esirlere insanca muamelede bulunularak, harbin hangi safhasında olursa olsun sulh istendiğinde de sulh yolları denenir. Bütün bunlar İslam'ın hükümleridir.
Turan Dursun'un art niyetlerle kaleme aldığı kitabında "Ya İslam, ya ölüm" diyerek, kaynak verilen ayetlerdeki siyak-sibak münasebeti gözetilmemiş, çoğu zaman da ayetin belli kısımları alınıp, maksat bütünlüğü bozulmak istenerek, kasıtlı çarpıtmalarla fikirler bulandırılmak istenmiştir. Mesela, Bakara Suresinin, 191. ayetinde; "Onları yakalayın, nerede bulursanız öldürün" demiştir. Ama ayetin siyak-sibak bütünlüğü içinde bir önceki ayetle birlikte yine 191. ayetin devamını da ekleyerek okursak şöyle olur:
"Sizinle savaşanlarla Allah (c.c.) yolunda savaşın, fakat haksız yere saldırmayın. Çünkü Allah (c.c.) haksız yere savaşanları sevmez..." (Bakara suresi, 2/190) "Onları nerde bulursanız öldürün, onların sizi çıkardıkları yerden (Mekke'den) sizde onları çıkarın. Fitne çıkarma, adam öldürmeden daha kötüdür." (Bakara suresi, 2/191).
Kaldı ki, bu ayetin esbab-ı nüzulü, Müslümanlara 13 sene kan kusturan Mekke'li putperestlerle alakalıdır.
http://www.yolumislam.com/cihat-
CİHAD NEDİR?,
Bildiğimiz gibi son günlerde dünya kamuoyunu meşgul eden kavramların başında gelmektedir Cihad!
Cihad kelimesi etrafında çok konuşuldu ve konuşulmaktadırda. Ne yazıkki aynı zamanda Cihad kelimesi istismar edilen kelimelerin başında gelmektetir. Herkes kendi kafasına göre bir yorum yapmakta, bir anlam yüklemektedir.
Cihad ne adam öldürmek ne terör yapmak nede kutsal savaştır!
Haksız yere adam öldürmek İslam dininin şiddetle yasakladığı en büyük günahlardan biridir!
Kur’an biri kişiyi haksız yere öldürmeyi tüm insanlığı öldürmekle eşdeğerde görmektedir!
“Kim bir kimseyi bir kimseye veya yeryüzünde bir bozgunculuğa (teröre) karşılık olmadan öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur…” Maide 32
Görüldüğü gibi Kuran bir kişiyi öldürmek tüm insanlığı öldürmekle eşdeğerde tutulmaktadır, bunun gibi kişinin hayatını kurtarmakta tüm insanlığın hayatını kurtarmakla eş değerde tutulmaktadır. Çünkü insan hayatını korumak İslam dinini öncelikli gayelerindendir.
Terör ise apaçık yasaklanmakta ve İslam dininin hak kitabı Kur’anda terör yapanlar en şiddetli şekilde cezalandırılması gerekenler sınıfına dahil edilmektedir. Kur’an bununlada yetinmemiş, teröristleri ve terörist faaliyetlerini Allah ve Peygamberine harb ilan edilmiş olarak algılamaktadır.
“Allah ve peygamberiyle savaşanların ve yeryüzünde terörle uğraşanların cezası öldürülmek veya asılmak yahut çapraz olarak el ve ayakları kesilmek yada yerlerinden sürülmektir…” Maide 33
Ayrıca Kuran teröristlerin Allah tarafından sevilmediğini açık olarak beyan etmektedir.
“…Doğrusu Allah teröristleri sevmez. ” Kasas 77
Allahın sevmediğini sevmemek ise mü’min için bir görev, bir ibadettir!
Cihad kutsal savaşmıdır?
Neresinden bakarsak bakalım çok saçma bir soru!
Cihadı savaşla açıklayıp onu dar bir anlama sıkıştırmak akıl karı değildir.
Savaşın kutsal olanı ve olmayanı olurmu! Yanı Cihadsa kutsal Cihad olmassa kutsal değil! Böyle saçmalık olamaz!
Şu iki konuyu biraz daha açalım:
Cihad ve Savaş kelimeleri eş anlamlı değilllerdir!
Cihad kelimesi Savaş kelimesinden çok daha geniş kapsamlıdır!
Allah yolunda yapılan savaşta bir tür Cihad olabilir ama her Cihad savaş değildir!
Cihad ve Savaş arasında fark vardır.. Çünkü Kur’an savaş için Kıtal ve Harb veya bunlardan türeyen kelimeleri kullanmıştır.
Ayrıca Heppimiz biliyoruzki İslamda savaşa izin Medinede verilmiştir ve Müslümanlardan Savaşmaları istenmiştir, o izin Kıtale verilen izindir çünkü Cihad ta Mekke de peygamber efendimize emredilmişti!
“O halde, kafirlere boyun eğme ve bununla onlara karşı olanca gücünle büyük bir Cihad ver.” Furkan 52
Bu ayet geldiğinde Peygamber efendimiz kılcını kuşanıp Kutsal bir savaş için Mekkelilerin karşısına dikilmedi!
Ayrıca yine Mekki ayetlerden olan Ankebut suresinin son ayetinde Allahu teala şöyle buyurmaktadır:
“Ama bizim uğrumuzda Cihad edenleri elbette kendi yolllarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah iyi davrananlarla beraberdir.” Ankebut 69
Bunlar ve bunlar gibi Mekkede inip Cihadı emreden veya tavsiye eden, öven ayetler Cihadın Kuranda Savaş manasında kullanılmadığının en büyük delilidir!
Kutsal savaşa gelince!
Şunu herkes iyi bilmelidirki İslam Barış, kardeşlik, insanlık ve esenlik dinidir.
İslam savaşı, sadece savaş olsun diye değil, fakat barışı tehdit edenlere karşı barışı korumak için farz kılmıştır!
Bu söylediğimize en güzel delil yine Kurandaki şu ayettir:
“Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve savaş için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allahın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allahın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.
Eğer onlar BARIŞa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allaha tevekkül et
Çünkü O işitendir, bilendir.” Enfal 60-61
Şimdi yukarıdakı ayette geçen iki kelimeye dikket edelim Çünkü bu iki kelime İslamda Cihadın gayesini açıklayan anahtar kelimelerdir:
“Korkutmak”
“Barışa yanaşmak”
Yani gaye savaş çıkarmak değil fakat gözleri savaştan başka bir şey görmeyenlerin gözlerini korkutmak ve onları barışa zorlamak için kuvvetli olmamız istenmektedir. Çünkü insanlıktan anlamayanlar ancak kaba kuvvettten anlarlar…
GERÇEKTE CİHAD NEDİR?
Peygamber efendimizin Ebu Said el- Hudriden rivayet edilen şu hadisi şerifleri konumuza ışık tutmaktadır!
Peygamber efendimiz buyurmuşlardırki:
“Cihadın en üstünü, zalim sultana karşı doğruyu söylemektir.”
Cihad her zorluğa göğüs gererek zalimin zülmüne, zorbalığına karşı çıkmaktır.
Cihad insanlığı zülümden kurtarmaktır. Zalim sultan terör estirmektedir halkına karşı ve Cihad devreye giriyor terörü durdurmak için, öyleyse Cihad terör değil bilhassa teröre baş kaldırmadır, terörün kökünü kurutmaktır.
Zalimlerin zülmünde heder olan canları kurtarmaktır Cihad!
Cihad öldürmek değil hayat vermektir!
Cihad insanlığın mutluluğu için gerekli olan her harekettir!
Bunun için Cihad’tan uzak durmak insanlıktan uzaklaşmaktır. Cihad’tan el çekmek dünyayı teröre teslim demektir!
Bize düşen Cihadı yozlaşmış manasından ve kötü maksatlı kişilerin güdümünden kurtarıp gerçek manasına kavuşturmaktır! Yoksa Cihadsız hayat düşünülemez çünkü insanların Allah rızasını gözeterek yaptıkları her iş, aktivite ve söyledikleri her söz Cihad tır!
Cihat yapmayı isteyen birine ne önerirsiniz? ,Neler cihattır.?
Cihat başlıca dört kısma ayrılır.
1. Cehalete Karşı Cihat: Bu cihat, insanlara hakkı, doğruyu ve güzeli öğretmektir. Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hak, Peygamber Efendimize (asm) hitaben şöyle buyurur:
“Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır. Onlarla en güzel şekilde mücadele et.” (Nahl, 16/125)
Bir başka ayet-i kerime:
“Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve fenalıktan men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erişenler onlardır.”(Âli İmran, 3/104)
Kur’an-ı Kerim sadece bir kavmin değil, kıyamete kadar gelecek bütün insanların maddî ve manevî, ferdî ve içtimaî yaralarını tedavi etmeye kâfi İlâhî bir tiryaktır. Bu tiryakı bütün insanlığa takdim vazifesi Müslümanlara verilmiştir.
2. Nefisle Cihat: Bir ayet-i kerimede nefsin desiselerine karşı müminler şöyle ikaz edilirler:
“Heva ve hevesine uyma, sonra seni Allah yolundan saptırır.” (Sad, 38/26)
Peygamber Efendimiz (asm.)’da,
“Cihadın en büyüğü nefisle cihattır.” ve
“Senin en büyük düşmanın, içinde bulunan nefsindir.” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafa, Beyrut, I/143, Hadis No: 413)
hadis-i şerifleriyle bu cihadın önemine dikkatimizi çeker. Nitekim, bir harp dönüşünde,
“Küçük cihattan büyük cihada döndük.” (Kenzu’l-Ummal, IV, 430, Hadis No: 11260 )
buyurmakla nefsi yenmenin düşmanla harp etmekten daha zor ve daha önemli olduğunu çok veciz bir şekilde dile getirir.
3. Şeytana Karşı Cihat: Kur’an-ı Kerim’de,
“Şüphesiz ki şeytan sizin için bir düşmandır. Siz de onu düşman tutun.”(Fatır, 35/6 )
ayet-i kerimesiyle insanlara en büyük düşman olarak şeytan gösterilmiş, dolayısıyla da en büyük cihadın, bu en büyük düşmanla yapılan cihat olacağına dikkat çekilmiştir.
4. Silahla Harp Etmek: Bu cihat devamlı olmadığı gibi herkese de farz değildir. Devletin yeterli gücü bulunması halinde cihat farz-ı kifayedir; yani bir gurup insanın cihat etmesiyle diğer insanlardan bu vazife düşer.
Manevi cihad, bütün Müslümanların kendi nefsi arzularını gemlemek amacıyla nefis ve şeytanın tuzak ve hilelerine karşı mağlup olmamak için yürüttükleri manevi bir savaştır. Manevi mücahede, ya da “Cihad-ı ekber” (en büyük cihad) olarak da nitelendirilen manevi cihadın amacı, her mümin için nefis ve şeytan ile bir ömür boyu mücadele etmek, nefsini kötülüklerden arındırarak, istikamet çizgisinde halis bir kul, faydalı bir Müslüman, faziletli ve kamil bir insan olmaktır. Manevi cihad, iç dünyanın tanzimine kuvvet vermektir. İçini kirden, günahtan yıkamak ve bütün kötülüklerden arınmaya çalışmaktır. Müminin kendi iç dünyasını mamur ve müstakim kılmasını amaçlayan manevi mücahede, kulluk görev ve ciddiyeti ve insan olma sorumluluğudur.
Manevi mücahede, bütün Müslümanlar için daimî bir farzdır. Manevi mücahede, süreklilik içinde kulluk şuurunu icra etmeye çalışmaktır. Manevi cihadın önemi Kur’an-ı Kerim ve hadislerde açık bir şekilde vurgulanmıştır. Hz. Muhammed (a.s.m.)
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hud, 11/112)
ayet-i kerimesi ile ilgili olarak,
“Hud Sûresi beni ihtiyarlattı.” (Tirmizi, Tefsir, sure 56)
buyurarak, emr-i ilahi çizgisinde istikameti muhafaza etmenin önemini ve kulluk görevi ile ilgili hassasiyetini ifade etmiştir.
Nitekim Kur’an-ı Kerim’de,
“Güneşe ve onun aydınlığına, güneşi takip ettiğinde Ay’a, onu açığa çıkardığında gündüze, onu örttüğünde geceye, gökyüzüne ve onu bina edene, yere ve onu yayıp döşeyene, nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” (Şems, 91/1-10)
beyanıyla Cenab-ı Hak kurtuluşa ermenin ancak nefsini kötülüklerden çekmek ile mümkün olacağını kasem (yemin) ile beyan buyurmaktadır.
Hz. Muhammed (a.s.m.) bir hadisinde
“Mücahid nefsiyle cihat edendir.” (Tirmizi, “Feza’iü’l cihad”2)
buyurarak nefis ile mücadelenin önemini belirtmiş, Cenab-ı Hak da, Kur’an-ı Kerim’de nefsin kötülük ve desiselerine karşı:
“ Muhakkak nefis daima kötülüğe sevk eder.” (Yusuf, 12/53),
“Benim ayetlerimi, az bir dünya menfaatiyle değiştirmeyin. Ve yalnız benden korkun, yasaklarıma karşı gelmekten sakının.” (Bakara, 2/41)
emri ile insanları ciddi bir şekilde ikaz etmiştir. Bu ikaz ile birlikte arınmanın ve temizlenmenin yollarını da göstermektedir:
“Nitekim kendi içinizden, size ayetlerimizi okuyan, SİZİ TEMİZLEYEN, size kitabı ve hikmeti getirip bilmediklerinizi öğreten bir resul gönderdik.” (Bakara, 2/151)
Dinde muvaffakiyet, büyük ölçüde manevi cihadda muvaffakiyet demektir Gerçekten Allah’ın emirlerine uyma konusunda nefsi ile cihad edemeyenin düşmanla cihat edemeyeceği de açıktır.
Manevi mücahade yapan müminlere Yüce Allah’ın yardım ve ihsanı vardır. Nitekim bu hususu şu ayet-i kerime teyit etmektedir:
“Bizim uğrumuzda gayret gösterip mücahede edenlere elbette muvaffakiyet yollarımızı gösteririz. Muhakkak ki Allah iyi davrananlarla beraberdir.” (Ankebut, 29/69).
Şener Dilek (Prof. Dr.)
Cihâdın Fazileti
“Asil mü’minler, sonradan süpheye kapilmaksizin Allâh’a (C.C.) ve O’nun Rasûlüne inananlar, mal ve canlari ile Allâh Yolu’nda cihâd edenlerdir. Iste sözlerinde saadik mü’minler, bunlardir.”
( Hucurat- 15)
Nûman Ibni Besir buyurur ki;
«Peygamber’imizin minberi yaninda bulunuyordum. Birisi «Ben, müslüman olduktan sonra hacca gelenlere su dagitmaktan baska bir sey yapmasam aldirmamm» dedi. Bir baskasi «Ben mûslüman olduktan sonra Mescid-i Harâm’i onarmadan baska bir sey yapmazsam aldirmam» dedi. Bir digeri de «Cihâd sizin bahsettiginiz amellerden daha faziletlidir» dedi.
Bu sirada Hz. Ömer «Peygamber’imizin minberi dibinde yüksek sesle konusmayin. Bu gün Cum’â’dir. Namaz bitince Peygamber’imizin yanina varir, tartistigmiz konuda O’nun ne dedigini sorarsiniz» diyerek onlari tartismaktan alakoydu. Bu arada su âyet geldi: ^^
«— Siz hacilara su tasimayi ve Mescid-î Haram’i onarip bakimini yapmayi, Allah’a ve ahiret günü’ne inanarak O’nun Yolunda cihâd edenlerin amerleri ile bir mi tutuyorsunuz? Bunlar Allah Kati’nda esit olamazlar. Allah zalimlere hidâyet vermez»
{Tevbe – 19)
Abdullah Ibni Selâm buyurur ki:
«Bizler, Peygamber’imizin sahâbilerinden bir kac kisi birarada oturuyorduk. Kendi aramizda «Keski Allah Katinda en faziletli ve sevimli amelin hangisi oldugunu bilip, isieseydik» diye konusuyorduk. O sirada Ulu Allah su âyeti indirdi:
“Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’i tesbih ve tenzih eder. O. mutlak hâkimdir. Yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.”
“Ey mü’minler! Yapmayacaginiz seyi niye söylersiniz!”
“Yapmayacaginiz seyi söylemeniz, Allah’i gazâblandiracak agir bir harekettir.”
“Hiç süphesiz Allâh, kendi yolunda, parçalari birbirine kenetlenmis bir yapi imisler gibi tek bir saf halinde Allâh yolu’nda çarpisanlari sever.”
“Hani Musa (A.S.) «Ey kavmim, benim size gönderilmis bir Allâh Rasûlü oldugumu bildiginiz halde, niye bana güçlük çikariyorsunuz» demisti. Iste onlar haktan saparak egri yola koyulunca, Allâh da onlarin kalblerini hidâyetten döndürdü. Hiç süphesiz, Allâh fâsiklar güruhunu hidâyete erdirmez.”
“Hani Meryem oglu Isa «Ey Israilogullari! Ben size Allâh tarafindan gönderilmis, önümdeki Tevrat’i tasdik eden ve benden sonra gelecek olan Muhammed (S.A.S.) adindaki Rasûlü müjdeleyen bir elçiyim» demisti.
Fakat O, kendilerine açik deliller getirince «Bu apaçik bir büyüdü» dediler.”
“Kendisi Islâm’a çagirildigi hâlde Allah’a yalan iftira edenden daha zâlim kim olabilir?! Allâh, zâlimler güruhuna hidâyet vermez.”
“Onlar, agizlari ile Allah’in Nuru’nu söndürmek isterler. Oysa, kâfirler hoslanmasa da, O, nurunun tamamlayicisidir.”
“Allah’a ortak kosanlarin hosuna gitmese de, bütün dinlere karsi onu üstün kilmak için, Peygamber’ini hidâyet ve hak din üzere gönderen O’dur.”
“Ey mü’minler! Sizleri aci bir azcbdan kurtaracak olan bir ticareti size göstereyim mi?”
“Allah’a ve O’nun Rasûlü’ne inanir, mallariniz ve canlariniz ile Allâh Yolu’nda cihâd edersiniz. Eger bilirseniz, bu sizin için en hayirli olanidir.”
“O zaman Allâh, günâhlarinizi bagislayarak sizi altindan irmaklar akan cennetlere ve Adn cennetindeki güzel konaklara yerlestirir. Iste en büyük basari budur.”
“Sizi sevindirecek diger bir nimet de, Allah’in destegi ve yakin fetîhdir. Mü’minleri bunlar ile müjdele!”
“Ey mü’minler! Meryem oglu Isâ (A.S.) havarilere «Allah Yolu’nda beni kim destekleyecek» dedigi zaman havarilerin «Allah’i destekleyenler bizleriz» dedikleri gibi siz de Allah’in tarafini tutunuz. O sirada Israilogullarindan bir gurup imân etti, diger bir gurup da kâfir oldu. Biz îmân edenleri düsmanlarina karsi destekledik de böylece baskin çiktilar»”
(Sâf Sûre-i Celilesi; 1—14)
Peygamber’imiz (S.A.S.) bu âyetleri bize okudu.
Bildirildigine göre, adamin biri Peygamberimize «Yâ Rasulallah bana cihâda denk gelecek bir amel göster» der.
Peygamberimiz
«Öyie bir amel bulamiyorum» diye cevap verir. Sonra «mücâhid, cihâddayken sen mescidine girip devamli olarak namaz kilabilir ve araliksiz oruç tutabilir misin» diye sorar. «Bunu kim yapabilir» diye cevap verir.
Ebû Hureyre buyurur ki;
«Peygamber’imizin sahabilerinden biri, suyu tatli bir pinarin bulundugu bir geçide varir. Içimden «Keski insanlardan ayrilarak bu geçitte otursam. Fakat bunu Peygamberimize danimadan yapmam.» diye geçirdi.
Varip durumu Peygamber’imize anlatti.
Peygamber´imiz ona su cevabi verdi:
«— Böyle yapma. Çünki sizden birinizin Allâh Yolu’nda cihâda katilmasi, evinde yetmis yil namaz kilmasindan daha faziletlidir. Beni dinleyin. Allah’in sizi afvedip cennete koymasini istiyor musunuz? Allâh Yolunda savasiniz. Bir ân bile Allah Yolu’nda savasa katilanlar. Cenneti kesinlikle hakkeder.»
Ibadette gayretli ve iyilige kosmasina ragmen. Peygamberimiz sahâbiye kösesine cekilmeye izin vermeyip onu cihâda tesvik ettigine göre bizim gibi ibâdeti az, günâhi
cok, helâl oldugu süpheli riziklara kosusan, karar ve niyetleri bozuk kimselere köseye çekilip cihaddan geri kalmak nasil lâyik olabilir?
Peygamber’imiz (S.A.S.) buyuruyor ki:
«— Allâh Yolu’nda cihad edenlerin misâli —ki Allah, kendi yo’unda cîhâd edenleri en iyi bilir— oruç tutan, teravih kilan, husu gösteren rükû’ ve secde edip namaz kilan gibidir.»
Peygamber’imiz bir gün
«Kim Allah’i ilâh, Islâm’i Din. Muhammedi (S.A.V.) Peygamber olarak hosnutlukta kabullenirse Cennet’e girmesi kesinlesir.» buyurdu.
Peygamber´imizin bu sözlerinden cok hoslanan Ebû Said-ül Hucrî
«Yâ Rasûlallah , söylediklerinizi bir daha tekrar ediniz» dedi.
Peygamber´imiz de söylediklerini bastan alarak tekrarladi, sonra söyle dedi;
«Bir sey daha var ki, Allah, onun sayesinde kulun derecesini her biri yerle gök arasi kadar olan yüz derece yükeltir.»
Ebû Said-ül Hudrî.
«Nedir o» diye sordu.
Peygamber’imiz «Allah yolunda cihâd etmektir.» buyurdu.
Eserin yazarı: İmam Gazali Eser: Kalplerin Keşfi
Cihadın gayesi nedir?– Dini Sohbet – islami Sohbet
Her milletin ilham kaynağı olan mefkureleri vardır. Bir millet, bunlara ne kadar derinden derine inanırsa, onları gerçekleştirmek gayreti de o kadar büyük olur(1). Bir devlet kurmak, milletlerarası arenada söz sahibi olmak, aynı milletin mensuplarını biraraya toplamak… gibi mefkureler, bunlardan bazılarıdır.
Kur-an’ı Kerim, bu noktada ehl-i imanla ehl-i küfür arasında şu net ayırımı yapar: “İman edenler Allah yolunda savaşır. İnkar edenler ise “tağut” yolunda…” (Nisa suresi, 76)
“Tağut” ifadesi Allah yerine ikame edilen her şeyi içine alır. (2) Şeytan bir tağuttur. Şeytanın yolunda giden Firavun misali kişiler, birer tağuttur. Terbiye edilmemiş nefisler, birer tağuttur… Kur-an-ı Kerim, “hevasını ilah edineni gördün mü…?” (Furkan suresi, 43 ve Casiye suresi, 23) ayetiyle nefsin kötü arzularının putlaştıranlara işaret eder.
İşte inkarcılar böyle tağutların peşinde giderler. Şeytana tabi olur, nefse uyar, kötü kimselerin rehberliğinde mücadele ederler. Onların bu mücadelesi, her türlü ulviyetten mahrum, süfli bir mücadeledir. Bu mücadelenin temelinde “menfaat” duygusu vardır. Kendi hasis menfaatleri için dünyayı ateşe vermekten asla çekinmezler. Nitekim, son ikiyüzyılın savaşlarına bakıldığında, onların bu süfli isteklerini açıkça görmek mümkündür. (3)
Bazıları,
-Yeryüzünü istila,
-Ganimet elde etmek,
-Sömürgeler, pazarlar, hammadde kaynakları bulmak,
-Bir tabakanın, başka bir tabakaya, bir milletin başka bir millete hakimiyeti… gibi gayeler için savaşırlar. (4)
Elindeki inciri komutanlarına gösterip, “bunun yetiştirdiği diyarlar hala bizim değil. Haydi arkadaşlar, oralara sefer düzenleyelim, oraları ele geçirelim” diyen Romalı hükümdarla, dünyanın belli başlı hammadde kaynaklarını ele geçirmeyi hedefleyen sömürgeci devletlerin idarecileri arasında pek fark yoktur. Devletler, şahıslar değişse de, zihniyet aynı zihniyettir. Tarih, bu noktada tekerrür etmektedir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, bu hakikatin ispatıdırlar.
Müminler ise, Allah yolunda savaşırlar. Ulvi değerler uğrunda cihad ederler. Rızay-ı İlahi yolunda gayret gösterirler. Müminlerin mücadelesi, bir fazilet mücadelesidir. Kur’an-ı Kerim’de, cihad ve kıtal (savaş) ifadelerinin geçtiği yerlerde, devamlı “fi sebilillah” (Allah yolunda) kaydının bulunması, son derece dikkat çekici bir durumdur. Allah yolunda olmayan bir mücadelenin, bir savaşın, hiçbir kıymeti yoktur.
Nisa suresi 141. ayette, mü’minlerin zaferine “fetih”, kafirlerin galebesine “nasib” denilmesinde, her iki tarafın savaş gayelerinin farklılığına işaret vardır. Mü’minler fethederler. Kafirler ise; dünyevi, fani şeylerden bir miktar nasiplenirler. (5)
Kur-an-ı Kerim, yapılacak mücadelenin hedef ve gayesini şu şekilde belirler:
“Hiçbir fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın.” (Enfal suresi, 39)
Ayette, ehl-i imana iki hedef gösterilmiştir:
1- Fitnenin kökünü kazımak.
2-Allah’ın dinini hakim kılmak.
“Fitne” kelimesi “karışığını almak için altını ateşe koymak” anlamındadır. (6) Bundan, “mihnet ve belaya sokmak” manasında kullanılmıştır. İnsanları inancından dolayı işkenceye tabi tutmak, ibadetine müdahale etmek, inandığı gibi yaşamalarını engellemek, inancından dolayı yurdundan sürüp çıkarmak gibi durumlar hep birer fitnedir. Kur-an-ı Kerim’de, “fitne ölümden beterdir” denilir (Bakara suresi, 191). ” Ölümden daha ağır ne vardır ?” dememek gerekir. Zira, ölümü temenni ettiren hal, ölümden daha ağırdır. (7)
“Hiçbir fitne kalmayıncaya kadar” ehl-i küfürle savaşmak, genel bir dünya barışını hedef olarak gösterir. Her türlü fitneye son vermek, sulh ve sükuneti sağlamak, müslümanlar için varılması gereken bir hedeftir. Öyle ki, dünyanın uzak bir köşesinde gayr-i müslim bir devlet, bir başka gayr-i müslim devlete zulmetse, müslüman devletler bu fitneye müdahale etmeli, haddi aşanlara, hadlerini bildirmelidir.
Cihadın bu ulvi gayesine, şu ayet işaret eder:
“Size ne oluyor ki, “Ya Rabbena, bizi halkı zalim olan şu memleketten çıkar. Bize, tarafından bir sahip gönder. Bize katından bir yardımcı yolla !” diyen mazlum erkek-kadın ve çocuklar uğruna Allah yolunda savaşmıyorsunuz ?” (Nisa suresi, 75)
“Dinin bütünüyle Allah’ın olması” hedefi ise, beşeri beşere kulluktan kurtarıp, sadece Allah’a kul olmasını temin gayesine yöneliktir. (8) Kur-an-ı Kerim, yahudi ve hristiyanlardan bahsederken, “Onlar, alimlerini ve rahiblerini Allah’tan başka Rab’ler edindiler” der (Tevbe suresi, 31) Şüphesiz, herhangi birini Rab edinmek için, ona “Rab” namını vermiş olmak şart değildir. (9) Üstteki ayeti açıklayan hadiste belirtildiği gibi, alim ve rahiblerin helal kıldığını helal, haram kıldığını da haram kabul etmek, onları Rab edinmek demektir. (10)
İslam hür bir ortamda tebliğ edilebilmeli, bu dine girmek isteyenlere engel olunmamalı ve bu dini yaşamak isteyen her fert, serbestçe yaşayabilmeli, kimse dininden dolayı fitneye düşürülmemeli, ezaya maruz kalmamalıdır.
İşte cihad, bu hürriyetleri sağlamak ve bu hususta ortaya çıkan engelleri aşmak içindir. Önündeki engeller kaldırıldığında, bütün insanlığın koşarak gireceği tek İlahi din, İslam olacaktır. (11)
Şüphesiz, “dinin bütünüyle Allah’ın olması”, başka dinlere hayat hakkı tanımamak, o dinlerin mensublarını zorla İslam’a sokmak anlamında değildir. (12) Tatbikatta da böyle olmamıştır. Hz.Peygamber devrinden günümüze kadar, İslam devleti bünyesinde başka din mensupları da rahat bir şekilde yaşamışlardır.
Ahmet Özel’in dediği gibi, “İslam’ı tebliğ için girişilen fetih hareketleri, o ülkelerdeki insanları zorla İslam’a sokmak amacıyla değil, ferdi planda tebliğ imkanının bulunmadığı bu ülkeleri, herkesin dilediği inancı serbestçe seçebileceği şekilde tebliğe açmak gayesiyle yapılmıştır.” (13)
Kur-an’ın, “hiç bir fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın” (Enfal suresi, 39) ayeti, İslam’ın hamle gücünü ortaya koyar. Müslümanlara, varmaları gereken nihai hedefi gösterir. Onları, gündelik işlerin telaşından kurtarır, yüce ideallere sevk eder. Bu yüce hedefin yeni nesle kazandırılması, onların ufkunu açacak ve onları ulvi mefkurelere sahip kişiler haline getirecektir.
Kaynaklar:
1-Hamidullah, İslam’da Devlet İdaresi, Ter. Ali Kuşçu, Ahmed Said Matbaası, İst. 1963, s. 135
2-Beydavi, I, 135
3-Abdurrahman Azzam, Ebedi Risalet, Ter. H.Hüsnü Erdem, Sönmez Neş. İst. 1962, s.165
4-Kutub, I, 187; Sabuni, Saffetu’t-Tefasir, I, 127
5-Beydavi, I, 244
6-Ebu’l-Fadl İbnu Manzur, Lisanu’l-Arab, Daru Sadır, Beyrut, VI, 317
7-Yazır, II, 695
8-Kutub, III, 1433
9-Yazır, IV, 2512
10-Tirmizi, Tefsir, 9-10; Razi, XVI, 37
11-Yazır, II, 690
12-Zeydan, Şeriatu’l-İslamiye, s. 55-56; Vehbe Zuhayli, El-Alakatu’d- Düveliye fi’l- İslam, Müessesetü Risale, Beyrut, 1989, s.25; Madelung, VII, 110
13-Özel, TDV.İslam Ans. “Cihad” md. VII, 530
Cihad “Ya İslam, Ya Ölüm” demek midir ?
Muarızlar tarafından adeta sloganlaştırılan “Ya İslam, ya ölüm” tarihin hiçbir döneminde pratik olarak gerçekleşmemiştir. Bundan sonra da gerçekleşmesi mümkün değildir… Zira İslam’n getirdiği cihanşümul disiplin bunun tam tersi kaideler koymuştur. Buna göre, İslam muarızlarına önce Müslüman olmaları teklif edilir; kabul etmezlerse cizye vererek Müslümanların himaye ve korumasında yaşamaları, yoksa harp edileceği tebliğ edilir. Harp edildiğinde de çoluk-çocuk, yaşlı, kadın ve din adamları öldürülmeyerek, esirlere insanca muamelede bulunularak, harbin hangi safhasında olursa olsun sulh istendiğinde de sulh yolları denenir. Bütün bunlar İslam’ın hükümleridir.
Turan Dursun’un art niyetlerle kaleme aldığı kitabında “Ya İslam, ya ölüm” diyerek, kaynak verilen ayetlerdeki siyak-sibak münasebeti gözetilmemiş, çoğu zaman da ayetin belli kısımları alınıp, maksat bütünlüğü bozulmak istenerek, kasıtlı çarpıtmalarla fikirler bulandırılmak istenmiştir. Mesela, Bakara Suresinin, 191. ayetinde;”Onları yakalayın, nerede bulursanız öldürün.” demiştir. Ama ayetin siyak-sibak bütünlüğü içinde bir önceki ayetle birlikte yine 191. ayetin devamını da ekleyerek okursak şöyle olur:
“Sizinle savaşanlarla Allah (c.c.) yolunda savaşın, fakat haksız yere saldırmayın. Çünkü Allah (c.c.) haksız yere savaşanları sevmez…” (Bakara suresi, 2/190)
“Onları nerde bulursanız öldürün, onların sizi çıkardıkları yerden (Mekke’den) sizde onları çıkarın. Fitne çıkarma, adam öldürmeden daha kötüdür.” (Bakara suresi, 2/191).
Kaldı ki, bu ayetin esbab-ı nüzulü, Müslümanlara on üç sene kan kusturan Mekke’li putperestlerle alakalıdır.
(Gerçeğe Doğru III. cilt, Zafer Yayınları)
Cihadın Çeşitleri, Dini sohbet, islami sohbet
Genel tarif kapsamına göre cihadın bazı çeşitleri vardır. Bütün müslümanlar yer ve zamana göre bütün bu cihad çeşitlerine iştirak etmelidirler. Cihadı sadece savaş anlamında algılamak hatadır. Çünkü cihad bazan savaşın bizzat kendisi olduğu gibi bazan da tebliğ, iyilikleri emrekme-kölülüklerden sakındırma olur.
Cihadın çeşitleri.
1- İslami emirleri öğretme ve tebliğ yoluyla yapılan cihad. Allah’ın bütün emirleri olan İslam’ın muhteviyatını yaymak, İslami emirleri öğrenmeyi engelleyen ya da şüpheye düşüren bütün beşeri görüşleri reddetmekle tebliğ cihadını yapmaktır. Cihadın bu çeşidi her zaman ve her yerde imkânlar dahilinde geçerlidir.
2- Mal ile yapılan cihad. İslami hükümleri yükseltmek ve Allah ile Resulü’nun emirlerini gerçekleştirmek için maddi güç vetiren kişiler için yapmaları gereken cihad.. Bu cihad türü savaşta olabildiği gibi bazan da kişilere İslam’ın gerçek ruhunu kazandırmak için maddi fedakarlıklarda bulunmaktır.
3- Savunmak için’ yapılan cihad. Müslümanların dinine ve ülkesine saldıranlara karşı harekete geçerek gerekli karşılığı vermekle yapılan cihaddır. Böyle bir durumda bütün müslümanların karşılık vermesi farzdır. Bu cihada farz-ayn olan cihad da denir.
Yüce Allah şöyle buyurur.
‘Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın ve aşırı gitmeyin. Şüphesiz Allah aşırı gidenleri sevmez.’ (Bakara: 2/190)
Cihadın vücubunun şartları yedidir:
1- Müslüman olmak,
2- Baliğ olmak,
3- Akıllı olmak,
4- Hür olmak,
5- Erkek olmak,
6- Sağlıklı olmak,
7- Savaş için güçlü olmak.
Kafirlerden esir alınanlar iki kısımdır:
1. Çocuklar ve kadınlar: Bunlar esir alınmakla köle ve cariye durumuna düşerler.
2. Baliğ olan erkekler: Bunlar köle durumuna düşmezler.
Cihadın, İslamın önemli farzlarından ve İslamın şiarlarından olduğu ayeti kerime ve hadisi şeriflerle belirtmiştik.
Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur:
‘Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için daha hayırlı olabilirken, hoşunuza giden bir şey de sizin için şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz’ (Bakara: 2/216)
Cihad, akıllı, baliğ ve güç sahibi olanlara farzdır. Abdullah bin Ömer şöyle demiştir: ‘Uhud günü ben on dört yaşında idim. Resulullah beni gözden geçirdi, bana (baliğ değildir diye savaş için) izin vermedi. Sonra Hendek günü beni gözden geçirdi. Bu defa bana (savaşa katılmak için) izin verdi. O sıralarda ben on beş yaşında idim’ [1]
İslam halifesi (savaşta esir aldığı baliğ) bu kişiler hakkında aşağıdaki dört şekilden hangisini yararlı görürse onu yapmakta serbesttir:
1. Öldürmek.
2. Köleleştirmek.
3. İyilik yaparak (onları serbest bırakmak).
4. Mal karşılığında serbest bırakmak, veya müslüman esirlerle değiştirmek.
Esir alınmadan önce müslüman olanın; malına, canına ve küçük çocuklarına dokunulmaz. Bir çocuğun müslüman olduğuna şu üç sebepten dolayı hüküm verilir:
1. Ana-babasından birinin müslüman oluşuyla.
2. (Savaş sırasında) bir müslüman tarafından ana-babasız olarak ganimet alınmasıyla.
3. İslam ülkesinde sahipsiz olarak bulunmasıyla.
Esirler, kafirlerle yapılan savaş sırasında yakalanan insanlardır. İslam Halifesi esirleri ya mal alma karşılığında bırakır ya da müslümanlardan yakalanan esirleri bırakma karşılığında onları salıverir. İslam halifesi İslamın maslahatı için uygun olanı yapar.
Yüce Allah (c.c.) şöyle buyurur:
‘(Savaşta) kafirlerle karşılaştığınızda hemen onların boyunlarını vurunuz. Nihayet onları tamamen yendiniz mi (esir edin ve) bağı sıkı tutun. Bundan sonra da (esirleri) ya bir iyilik olarak (karşılık almadan) ya da hır fidye (alarak) bırakın. Ta ki harbe katılan düşman harp silahları gibi ağırlıklarını bıraksın’ (Muhammed: 47/4)
Abdullah b. Ömer (r.anhüma) şöyle rivayet ediyor: ‘Resulullah’a karşı önce Nadiroğulları, sonra Kureyzaoğulları savaş açtılar. Bunun üzerine Resulullah. Nadiroğulları’nı yerlerinden sürüp çıkardı. Kureyzaoğullarını ise yerinde bıraktı ve onlara iyilik etti. Nihayet bunun ardından Kureyza da savaş açtı. Resulullah (s.a.v.)’da onların erkeklerinin öldürülmesini emretti. Kadınlarını, çocuklarını ve mallarını müslümanlar arasında paylaştırdı.’ [2]
Rivayete göre Hz. Peygamber. Hevazin Kabilesi’nin erkeklerini esir aldı. Bunlar taksim edildikten sonra Hevazin kabilesinden bir heyet müslüman olarak Resulullah’a geldiler. Mallarını ve esirlerini geri almak istediler. Bunun üzerine Resulullah onlara lütufta bulunup esirlerini karşılıksız olarak geri verdi. [3]
İlyas bin Seleme (r.a.)’den şöyle rivayet edilmiştir: ‘Müslümanlar bir grup esir getirdiler. Onların içinde Beni Fezare Kabilesi’nden bir kadın da vardı. Hz. Peygamber o kadını Mekke ahalisine gönderdi ve ona mukabil Mekke’de esir tutulan bir grup kadım kurtardır’ [4]
Esir olmadan önce müslüman olanların malına, kanına ve küçük çocuklarına dokunulmaz. İbni Ömer’den rivayetle Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
‘Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resulü olduğuna şehadet, namazı kıhncaya, zekatı eda edinceye kadar insanlarla savaş etmek bana emrolundu. Onlar bunları yapınca kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak islamın hakkı mukabili olmak müstesna, onların gizli hesapları da Allah’a aittir.’ [5]
Günümüzde cihad nasıl yapılmalıdır?, dini sohbet,islami sohbet
İnsan, sosyal bir varlıktır; yaratılıştan medenidir. Şahsi hayatını, ancak toplum hayatıyla devam ettirebilir. Yediği ekmekte, giydiği elbisede nice insanların emeği vardır. (1) Bundan dolayı insan, topluma şükran borçludur. Herbir fert, topluma yararlı çalışmalar yapmak zorundadır.
Her insanın mahiyetinde, bitmez tükenmez arzular, kin, intikam gibi duygular olduğundan, tarihin hemen her devrinde toplumda bir takım sıkıntılar yaşanmıştır. Aklı başında olan insanlar, kötü duyguların mahkumu kimselerle mücadele ettiğinde, o toplum bir huzur toplumu olmuş, mücadeleyi terk ettiğinde, toplum bozulmuştur.
Kur’an’da Yahudilerin Allah’ın lanetine uğradıkları anlatılırken, şu özellikleri nazara verilir:
“… Bunun sebebi; isyan etmeleri ve haddi aşmalarıdır. Onlar, birbirlerini yaptıkları fenalıklardan alıkoymazlardı…”(Maide Sûresi,78-79).
Yahudilerin başına gelenin, ümmet-i Muhammed’in de başına gelmemesi için, Resulullah pek çok uyarılarda bulunur. Mesela:
” Sizden her kim bir kötülük görürse, eğer gücü yetiyorsa eliyle düzeltsin. Yetmezse, diliyle düzeltsin. Onu da yapamazsa, hiç olmazsa kalbiyle buğz etsin. Fakat bu, imanın en zayıf mertebesidir.” (2)
Mesela, TV yayınlarının kontrolünde devlet eldir. Programları tenkit eden yazarlar birer dildir. Fakat, el durumunda olanlar, sadece dil mertebesinde kalıyorlarsa, vazifelerini yapmıyorlar demektir. Konuşması lazım gelenler, sadece kalben buğz etmekle yetiniyorlarsa, imanın en zayıf mertebesindedirler anlamındadır. Şu hadis, bu noktada bize yol gösterir:
Bir gün Resulullah, etrafındakilere şöyle der: “Sizden birisi kendini küçük düşürmesin!” Bunun üzerine “Ya Resulullah, derler. Bizden biri kendini nasıl küçük düşürür?” Resulullah şöyle cevap verir: “Kötü bir durum görür. Orada Allah için bir söz söylemesi lazımdır. Fakat o, bir şey demez. Allah ona kıyamet günü “şöyle şöyle demene engel olan neydi ?” der. O kimse, “insanlardan korktum” deyince, Cenab-ı Hak buyurur: “Asıl benden korkman gerekmez miydi ?” (3)
“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” şeklindeki bir düşünce, İslami olamaz. Müslüman, toplumda meydana gelen olaylara ilgisiz kalamaz. Bu konuda Hz. Ebu Bekir’in şu ikazı, son derece anlamlıdır:
“Ey insanlar ! Sizler, “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz hidayette olduktan sonra, başkasının dalaleti size zarar, vermez” (Maide Sûresi,105) ayetini yanlış anlıyorsunuz. Biz Resululah’ın şöyle dediğini duyduk: “İnsanlar kötülüğü görüp de, onu değiştirmeye çalışmazlarsa, Allah’ın onlara umumi bir bela vermesi yakındır.” (4)
Resulullah’ın şu ifadesi de, kâmil müminin kötülüklere karşı tavrını belirlemektedir: ” Cihadın en efdali, zalim sultanın yanında, hak sözü söylemektir.” (5)
Ancak, şu hususun bilinmesinde yarar vardır: ” Her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı. Fakat her doğruyu demek, doğru değildir.” (6) Mesela, İslam’ın Mekke döneminde müslümanlara şu İlahi hatırlatma yapılır:
” Onların Allah’tan başka taptıkları şeylere sövmeyin ki, onlar da bir ilme dayanmaksızın haddi aşarak Allah’a sövmesinler…” (En’am Sûresi,108) Saldıran bir yılana karşı yapılması gerekenle, uyuyan bir yılana karşı yapılması gereken birbirine karıştırılmamalıdır. Fevri hareketler, kahramanlıktan ziyade, duygusallık alametidir.
Toplumdaki kötülerle iyilerin mücadelesini Resulullah (asm.), aynı gemide yer alan iki grup yolcu temsiliyle anlatır. Bir grup yolcu geminin güvertesinde, diğer grup yolcular ise, geminin alt katındadır. Alt kattakiler güvertedekilerden su isterler. Üstekiler ise, ne su verirler ne de onların su almak için yukarı çıkmasına müsaade ederler. Bunun üzerine, alt kattakiler, su elde etmek niyetiyle gemiyi delmeye başlarlar. Üsttekiler, buna engel olurlarsa hepsi kurtulacaklar; onları kendi hallerine bırakırlarsa, beraber boğulacaklardır. (7)
İşte toplum o gemidir. Tarihin her devrinde bu gemiyi batırmak isteyenler olmuştur. Günümüzde de, yaşadığımız toplum gemisini batırmaya çalışanlar az değildir. Bu menfi çalışanlara mukabil, müspet cephede yer alanlar, görevlerini yapmak zorundadırlar.
Kaynaklar:
1-Bkz. İbnu Haldun, s.41 – 42
2-Tirmizi, Fiten, 11; İbnu Mace, Fiten, 20; Ebu Davud, Salat, 242
3-İbnu Mace, Fiten, 20
4-İbnu Mace, Fiten,20; Ebu Davud, Melahim,17; Tirmizi, Fiten, 8
5-Ebu Davud, Melahim,17; Tirmizi, Fiten, 13; İbnu Mace,Fiten, 20
6-Nursi, Mektubat, s., 265
7-Tirmizi, Fiten,12
http://www.huzurderyasi.com/tabii-sonucu-cihad.html
Tabii Sonucu: Cihad
Kur’an-ı Kerim’de: “Biz emâneti göklere, yere ve dağlara arz (ve teklif) ettik de; onlar bunu yüklenmekten çekindiler, bundan endişeye tüştüler. İnsan(a gelince, o tuttu) bunu sırtına yüklendi. Çünkü o zülûmkâr, çok cahildir”(1) hükmü beyan buyrulmuştur. Müfessirler bu ayet-i kerime’de geçen “Emânet’in”; Allahû Teâla (cc)’nın tekliflerinin tamamına verilen bir isim olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.(2) Hz. Abbas (ra)’dan gelen rivayette de; “Emanet, Allahû Teâla (cc)’ya taattır, kulluktur. Hz. Adem (as) Allahû Teâla (cc)’ya emanet’in ne olduğunu sormuş, Allahû Teâla (cc) “İyilik edersen mükâfat, kötülük edersen ceza görürsün” buyurmuştur. Hz. Âdem (as) kendi rızası ile emâneti yüklenmiştir.(3) Usûl-i Fıkıh’ta “Emânet”; Allahû Teâla (cc)’nın gerek kendi hukuku, gerekse yarattıklarının hukuku ile ilgili olarak insana yüklediği vazifelerin tamamına verilen bir isimdir.(4) Malûm olduğu üzere “Cihad”; Allahû Teâla (cc)’nın farz kılmış olduğu bir ibadettir.(5) Cihad; hem mal, hem nefis, hem de diğer vasıtalarla edâ edilebilen ve aynı zamanda hiçbir “Mekruh” vakti olmayan bir ibadettir. Hatta öyle ki; bir gayr-i müslim, namazını edâ etmekte olan bir mü’mine hitaben: “-Bana kelime-i şehadet’i öğretir misiniz?” teklifinde bulunsa, o mü’min’in, bu teklif sebebiyle namazını bozup, tebliği yapması caizdir.(6) Aynı namazı, tebliğden sonra edâ eder.
712 Cihad; arapça bir kelimedir. Lugatta “güç ve gayret sarfetmek, amelde mübalâğa etmek ve zahmet” gibi manalara gelen “Cehd” kökünden türemiştir. İslâmi Istılâhta: “Allahû Teâla (cc)’nın dini için; can, mal, dil ve diğer vasıtalarla eldengelen güç ve gayreti sarfetmeye cihad denir” tarifi esas alınmıştır.(7) Resûl-i Ekrem (sav)’in “Müşriklerle; malınızla, canınızla ve dilinizle cihad ediniz”(8) buyurduğu bilinmektedir. Cahiliye döneminde arap kabileleri arasında yıllarca süren kanlı harb’ler cereyan ediyordu. Dolayısıyla “Harb”mefhumuna yabancı değildiler. Bu noktada “Cihad” ile “Harb” mefhumu arasında fark var mıdır? sualine cevab arayalım. Hz. Cabir (ra)’den rivayet edilen bir hadis-i şerifte, bu iki mefhum arasında bazı farkların bulunduğu tasrih olunmuştur.(9) Cihad kavramı, “Harb” mefhumundan daha geniştir. Resûl-i Ekrem (sav)’in: “- Hakiki mücahid, nefs-i emmaresine karşı savaş açan kimsedir.” (Sünen-i Tirmizi-K.Cihad: 2) buyurduğu malumdur. Dünyevi endişelerini, heva ve hevesini bir kenara bırakan mükellefin; Allahû Teâla (cc)’nın rızasını kazanmak niyetiyle küffarla savaşması bir ibadettir.
713 Mükellif’in; kendisini Allahû Teâla (cc)’ya kulluktan alıkoyan herşeyi terketmesine “Zühd” denilmiştir. Sadece ve sadece Allahû Teâla (cc)’nın rızası için; heva ve heveslerini bir kenara bırakan mükellefe de “Zâhid” denir. Abdullah İbn-i Mes’ûd (ra)’den rivayet edilen şu hadis-i şerif; Resûl-i Ekrem (sav)’in “Dünya hayatını” nasıl değerlendirdiğini kavramamızı kolaylaştırmaktadır. Abdullah İbn-i Mes’ûd (ra): “Resûl-i Ekrem (sav) bir hasır üzerinde uyumuşlardı. Uykudan kalktı, fakat hasır vücûdunda iz bırakmıştı. Bunun üzerine: “-Ya Resûlallah!.. Size bir yatak tedarik etsek olmaz mı?” dediler. Resûlullah (sav) “Benim dünya ile ne işim var. Ben dünyada bir ağaç altında gölgelenip de (sonra onu) bırakıp giden bir yolcu gibiyim” buyurdu.(10) Zühd ve takva sahibi her mü’minin; Resûl-i Ekrem (sav)’e uyması esastır. Şimdi “Cihad” gibi bir ibadeti terketmenin vehameti üzerinde duralım. Resûl-i Ekrem (sav): “Herhangi bir müslümün gaza yapmadan (Savaşmadan) ve onu gönlünden geçirmeden ölürse, nifak’ın bir şubesi üzerine (Yani münafık olarak) ölür”(11) hükmünü beyan etmektedir. Dolayısıyla mü’minlerin; ister farz-ı kifaye, ister farz-ı ayn olsun; cihad’a niyyet etmeleri vâcibtir. “Büyük Cihad” yaptığını iddia ederek; gaza etmeyi gönlünden geçirmeyen kimse; şeytanın vesvesesine kapılmış ve nefs-i emmare’sine tabi olmuştur. Hz. Adem (as)’le başlayan tevhid mücadelesinde, Tağuti güçlerle savaşmanın farz kılınmadığı hiçbir dönem yoktur. Muteber kaynaklarda zikredildiğine göre Resûl-i Ekrem (sav); hicret’ten sonraki on yıllık dönem içerisinde (Yani Medine Döneminde) yirmi defa; zırhını giyip ve kılıcını eline alıp “Cihad’a” çıkmıştır!.. Sahabe-i Kiram’ın hayatı ise sürekli cihad’la geçmiştir. “Nefis terbiyesi” iddiasında bulunan her mü’min; bunun mahiyetini iyi tefekkür etmelidir.
Cihad ibadeti Nasil Eda Edilir
Kur’an-ı Kerim’de: “Ey iman edenler!.. Ne oldunuz ki, size “Allah yolunda topyekün cihad’a çıkın” denildiği zaman yere (mıhlanıp) ağırlaştınız. Ahiretten (vaz geçip yalnız) dünya hayatına mı razı oldunuz? Fakat bu dünya hayatının faidesi ahiretin yanında pek azdır. Eğer (emrolunduğunuz bu cihada ) topyekün çıkmazsanız, Allah sizi pek acıklı bir azaba uğratır. Siz ona hiçbir şeyle zarar veremezsiniz Allah her şeye hakkı ile kadirdir”(34) hükmü beyan buyurulmuştur.
722 Mü’minlerin; sâdece Allahû Teâla (cc)’nın rızasını esas alarak “Cihad’a” niyyet etmeleri vâciptir. Ebû Hureyre (ra)’den rivayet edilen bir Hadis-i Şerif’te Resûl-i Ekrem (sav)’e bir kimse: “Ya Resûlullah!.. Bir şahıs Allah (cc) yolunda cihad’ı kasdedip, cihad’da dünya malını da murad etse sevabına nail olur mu?” diye sordu. Resûl-i Ekrem (sav) efendimiz: “Onun için sevab yoktur” buyurdular.(35) Bu Hadis-i Şerif iki vecihle tevil edilir. Birincisi; cihad için çıkmış olduğunu gösterip hakikatte maksadı mal kazanmaktır. Bu münâfıkların halleridir, onlar için asla sevab yoktur. İkincisi; cihad kasdıyla çıkar fakat en büyük arzusu mal elde etmektir, yoksa ahirette sevaba nâil olmak değildir.
723 İslâm ordusu; kâfirlerle karşı-karşıya geldiği zaman önce “Tebliğ” görevini ifa eder. Zira İbn-i Abbas (ra)’dan rivâyet edilmiştir ki; “Resûl-i Ekrem (sav) bir kavim ile onları İslâm’a davet etmediği süre içerisinde savaşmadı.”(36) İmam-ı Ebû Yusuf (rh.a) “Resûl-i Ekrem (sav), Allah’a ve Resûlüne davet etmeden önce, hiçbir kavimle savaşmadı, Haccac bize, İbn-i Ebi Nüceyh, babası ve Abdullah b. Abbas yolundan rivayet etti ki, İbn-i Abbas şöyle dedi: “Resûlullah, İslâm’a dâvet etmeden hiçbir kavimle savaşmadı”. Ata b. Saib bize Ebû Buhteri’den şöyle nakletti: “Selman-ı Farisi, İran Putperestlerine karşı savaşa girildiğinde: “- Durunuz Resûlullah (sav)’den işittiğim gibi ilk önce onları Allah (cc)’a ve Resûlü (sav)’ne davet edeyim” dedi. Putperestlere gelerek şöyle dedi: “-Biz sizi İslâm’a davet ediyoruz. Eğer müslüman olursanız, bize tanınan haklar size de tanınacak, bize yüklenen vazifeler size de yüklenecektir. Eğer müslüman olmayı kabul etmezseniz, zelil ve hakir olarak cizye veriniz. Bunu da kabul etmezseniz, size karşı harbeder ve sizi öldürürüz.” Putperestler şöyle cevap verdiler: “-İslâm’a davet meselesine gelince, müslüman olmayız. Cizye’ye gelince: Onu da vermeyiz. Savaşa gelince; biz de size karşı savaşırız.” Selman-ı Farisi; onları üç defa tekraren davet etti. Kabul etmediklerini görünce ordusuna hücûm emrini verdi”(37) hükmünü zikretmektedir.
724 İslâm ordularının komutanı; kâfirlerin ordusuna tebliğ görevini yaptığında; eğer onlar bu tebliğe icabet ederek İsl‹m’ı kabul ederlerse, maksad hâsıl olmuştur. Onlarla kat’iyyen savaşılmaz. Zira Resûl-i Ekrem (sav): “İnsanlarla, onlar “Lâ ilâhe illallah” deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu diyenler benden mallarını ve canlarını korumuşlardır. Ta ki şer’i bir vecibe olmadıkça!.. Ancak bundan sonra (Kalblerinde gizledikleri hususlarda) hesapları Allahû Teâla (cc)’ya kalmıştır” buyurmuştur.(38)
725 Kur’an-ı Kerim’de: “Kendilerine kitap verilenlerden ne Allah’a, ne âhiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Resûlünün haram ettiği şeyleri haram tanımayan, hak dinini (İslâm’ı) din olarak kabul etmeyen kimselerle, zelil ve hakiyr olarak kendi elleriyle cizye verecekleri zamana kadar muharebe ediniz”(39) hükmü beyan buyurulmuştur. İslâm orduları’nın emiri; İslâm’ı tasdik etmeye yanaşmayan Hrıstiyan ve Yahudilere “Cizye “vermelerini teklif eder.(40) Cizye; kitap ehli şüphesi bulunan mecûsiler, samire tâifesi ve arap olmayan putperestlerden alınır. Frenk ve ermeniler de Hrıstiyanlar’a dahildir. İmam-ı Âzam (rha) Sabii’lerin cizyelerinin de kabul edileceğini beyan etmiştir. Dürri’l Muhtar’da “Cizye, bazı mülhidlerin dediği gibi müslümanların kâfirlerin küfürlerine razı olmaları değildir. Bilakis cizye kâfirlerin küfürleri üzerinde kalmalarının cezasıdır. İmana dâvet etmek için kâfirlere cizye’siz mühlet vermek caiz olduğu takdirde cizye ile mühlet vermek evleviyetle caizdir. Nitekim Allahû Teâla (cc)’nın “Zelil ve hakiyr olarak kendi elleriyle cizye verinceye kadar onlarla muharebe ediniz” Ayet-i Kerime’si ve Peygamber Efendimiz (sav)’in Hecer Mecûsilerinden, Necran Hristiyanlarından cizye alıp, kendilerini dinleri üzerine bırakmaları da cizyenin caiz olduğunun delilidir”(41) hükmü kayıtlıdır.
726 Arap ırkından olan putperestlerin (Müşriklerin) cizyeleri kabul edilmez. Zira Kur’an-ı Kerim onların lisânı üzere inzal buyurulduğu için; küfürleri, diğer ırklardan olan kimselerin küfürlerinden daha ağırdır. Ma’zeretleri yoktur. Bunlar ya İslâmiyeti kabul ederler veya öldürülürler. İmam-ı Merginani: “Kendilerinden cizye kabul edilmeyen kimseler arap ırkından olan putperestler ve İslâm’dan dönen mürtedlerdir. Bunlardan ancak “İslâm’ı tasdik etmeleri “kabul edilir. Zira Allahû Teâla (cc): “.. Onlar müslüman oluncaya kadar onlarla savaşınız” buyurmuştur.(42) hükmünü beyan etmektedir.
727 Resûl-i Ekrem (sav)’in ordu kumandanlarına hitaben: “Kâfirleri, Allahû Teâla (cc)’dan başka ibadet edilecek bir ma’budun bulunmadığına ve ibâdet’e (Kulluğa) lâyık olanın ancak Allahû Teâla (cc) olduğuna şehâdet etmeye davet ediniz” emrini esas alan Hanefi fûkuhası; “İslâm tebliğ olunmayan kâfirlerle savaşmak caiz olmaz. Zira onlar dâvet ile bilirler ki; biz kendilerinin mallarına sahip olmak, kadınlarını ve çocuklarını esir etmek için savaşmıyoruz. Cihad’ımızın tek hedefi, Allahû Teâla (cc)’ya kulluğa davet etmek ve küfürün fitnesini ortadan kaldırmaktır” hükmünde müttefiktirler.(43) Kendilerine İslâmî tebliğin ulaşmadığı kâfirlerle, (Tebliğ yapılmadan önce) savaşan kimse, bu hal nehyedildiği için günahkâr olur.(44)
728 Resûl-i Ekrem (sav) “Seriyye Kumandanlarına” karşılaştıkları kâfirler İslâm’ı kabule yanaşmazlarsa ne yapacaklarını izah ederken: “Eğer İslâm’ı kabulden uzak dururlarsa, kâfirleri “Cizye” vermeye davet ediniz!.. Buna da razı olmazlarsa, Allahû Teâla (cc)’dan yardım talebinde bulununuz ve onlarla sonuna kadar cihad ediniz”(45) emrini vermiştir. Kendilerine İslâmî tebliğ yapılmış olan kâfirlere, yeniden İslâmî tebliğ yapmak mendubtur. Bu Allahû Teâla (cc)’nın onlara hazırladığı akıbeti beyanla, inzar içindir. Ancak vâcib değildir. Çünkü Resûl-i Ekrem (sav) “Ben-i Mustalık” üzerine gece baskını düzenlemiş, onları gaafil oldukları bir sırada yakalamıştır. Ayrıca Hz. Usâme (ra)’ye “Sabah vakti Übna’ya saldırmasını ve orayı ateşe vermesini” emir buyurmuştur.(46) Zira burada mukim olan kâfirlere daha önce İslâmi tebliğ yapılmıştır.
729 İbn-i Abidin: “Çünkü hadd’ler dünyayı fısk-ü fücurdan temizler, cihad ise küfürden temizler. Cihad elden gelen kuvvet ve kudreti sarfetmek manasınadır. Buna göre; iyiliği emredip, kötülükten menetmek sûretiyle, halkla mücâhede eden herkese şamildir”(47) hükmünü zikretmektedir. Dolayısıyla cihad; yeryüzünde yalnızca Allahû Teâla (cc)’nın indirdiği hükümlerle hükmedilmesini, ihlâsla arzu eden her mü’minin, asla terkedemiyeceği bir ibadettir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: “Fitneden eser kalmayıncaya ve din de (şunun bunun değil) yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla (Tağuti güçlerle, kâfirlerle) savaşın. Vazgeçerlerse artık zaalimlerden başkasına hiçbir husûmet yoktur”(48) hükmü beyan buyurulmuştur.
Daru’l islam’in Daru’l Harbe Donusmesi
Allahû Teâla (cc)’nın indirdiği hükümlerle hükmedilen bir İslâm beldesi’ni bekleyen üç tehlike sözkonusudur: Birincisi: Kâfirler işgal veya istilâ edebilir. İkincisi: Bir şehir veya bölge halkı topluca irtidat ederek, işgal edebilirler. Üçüncüsü : Ulû’lemr’e zimmet akdi ile bağlı olan gayr-i müslimler, zimmet akdini bozarak bulundukları beldeleri istilâ edebilirler.(64) Bu üç halde de mü’minler üzerine cihad “Farz-ı Ayn” olur. Zira her üç halde de, İslâm beldesi kâfirlerin istilâsına uğramıştır.(65) Ancak istilâ ile birlikte, “Darû’l İslâm”, Darû’l Harb’e dönüşür mü? İbn-i Abidin: “Kâfirlerin elindeki beldeler İslâm beldeleridir, harb beldeleri değildir. Çünkü kâfirler orada küfrün hükmünü ortaya atamamışlardır. Belki oradaki kadı’lar, vâli’ler müslümandırlar; kâfirler onlara zarûret dolayısıyla yahud zarûretsiz itaat ederler. Müslümanlar tarafından (seçilmiş) valisi olan her şehirde Cum’a namazı ile bayramları kılmak ve kadı tayin etmek câizdir. Şayed vali’ler kâfir olursa, müslümanların (şartlara riayet ederek) vali tayin etmeleri ve cum’a namazı kılmaları câizdir. Kadı müslümanların seçimi ile kadı olur ve müslümanlara kendilerine müslüman olan bir vâli aramaları vacip olur”(66) hükmünü zikretmektedir.
Dikkat edilirse; istilâ altına düşen mü’minler; kendi içlerinden bir “Vali” ve bir “Kadı” tayin eder, islâm ahkâmını kendi aralarında tatbik ederlerse “Darû’l İslâm” hükmü devam eder. Bunu yapmazlarsa ve küfür ahkâmının icrâsı başlarsa. Hâkimiyetlerini kaybederler. Nitekim birçok İslâm beldesinde; kâfirlerin ve mürted’lerin istilâsından sonra; mü’minler kendi içlerinden”Vali”, “Kadı”, “Cum’a İmamı” ve “Âmil” tayin etmedikleri için küfür ahkâmı güç kazanmıştır.
736 İstilâ’ya uğrayan bir İslâm beldesinde; “Küfür ahkâmının icrâsı ve orada İslâm ahkâmından (Hadd-i Zina, Hadd-i Şürb, Hadd-i Kazf, Hadd-i Sirkat, Recm vs..) hiçbiriyle hükmedilmemesi, müslümanların kendi içlerinden şeçtiği Kadı’ya müracaat etmemeleri ” sonucunda Darû’l Harbe dönüşme tahakkuk eder.(67) İmameyn’in kavline göre; küfür ahkâmının icrası ile birlikte Darû’l İslâm olan bir belde, “Darû’l Harb” hâline gelir. Müftabih olan kavil de budur.(68) İmam-ı Kasani; “Şer’i şerife göre hükme bağlanmayan hiçbir kazâ (Mahkeme), kazâ hükmünde değildir”(69) hükmünü zikreder. Dolayısıyle mü’minlerin; Allahû Teâla (cc)’nın ve Resûl-i Ekrem (sav)’in emirlerini bir kenara bırakıp, ihtilâf ettikleri hususlarda Tağuti güçlere müracaat etmeleri iki şekilde tevil edilebilir. Birincisi: Hevâ ve heveslerine kapılıp küfür ahkâmına, kendi nefislerinde razı olmalarıdır!.. İkincisi: Tağut’un hükümlerine razı olmamakla beraber, mecburiyet hissetmemeleridir. Her iki halde de; o belde’de müslümanlar hakimiyet ve emniyetlerini kaybetmişler ve esarete düşmüşlerdir.
737 İmam-ı Azam Ebû Hanife (rha)’ye göre; istilâ ile birlikte üç şartın tahakkuku gerekir. Birincisi: İçerisinde şirk ahkâmı icrâ edilmelidir. İkincisi: Darû’l Harbe bitişik olmalıdır. Üçüncüsü: İçinde evvelki eman ile nefsi üzere (Yani mü’min’in “bey’at” ve zimmi’nin “zimmet akdi” sebebiyle) emin bir müslüman veya zimmi kalmış olmamalıdır.(70) İbn-i Abidin: “Kâfirler İslâm memleketlerinden bir memleketi mücerred ele geçirirseler yahut bir şehir ahâlisinin mürted olarak küfür ahkâmını icra etseler yahud zimmilerin ahidlerini bozarak memleketlerini ele geçirseler bu üç sûrette İslâm memleketi darû’l harb olmaz. Bir İslâm memleketinin -Allah korusun- bir dâr-ı harbe çevrilmesi şu bir şartın gerçekleşmesine bağlıdır. O da içerisinde küfür ahkâmının icra olunmasıdır. Bir İslâm memleketi (Darû’l İslâm) Darû’l Harb olunca orada Hadd’ler ve kısas icra edilemez. Müslüman bir esirin; kâfirlerin mallarına ve canlarına taarruz etmesi câizdir. Kadınların namusuna dokunulması caiz değildir. Bir dar-ı harb, Dar-ı İslâm olunca “İslâm ahkâmı” tatbik edilir”(71) hükmünü zikreder.
738 Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi “Kitabû’l İlm ve’l Akl ve’l Makûl” isimli eserinin mukaddimesinde: “Kanun bakımından dünya ikiye ayrılır: ÿDarû’l İslâm ve Darû’l Harb!.. Darû’l İslâm’da; İslâm fıkhı hayata hakimdir, bütün işler Allahû Teâla (cc)’nın indirdiği hükümlere göre tanzim edilir. Orada mü’minler emniyet içerisindedirler ve hâkim durumdadırlar. Darû’l Harb’te ise; İslâm ahkâmı açıktan red olunur ve müslümanlar güvenliklerini yitirirler. Türkiye’de kurulan Demokratik-Laik Cumhuriyet; medeni kanunu kabul etmek sûretiyle, İslâm fıkhını yürürlükten kaldırmış ve diğer hususlarda da Avrupa’dan getirilen kanunlarla hükmetmeye başlamıştır. Bu sebeble ikinci kısma (Darû’l Harbe) dahil olmuştur” hükmünü zikreder. Yine “Mevkıfû’l Beşer” isimli eserinde: “Müslümanların inkirazını şiddetlendiren ve onların yakalandıkları hastalıkların en sonuncusu, batıyı taklid hastalığı!.. Şiddet ve hasarda frengi hastalığı bile buna denk olamaz. İşin garip tarafı, bu hastalık tedavi etmek isteyenlere de farkına varmadan bulaştı. Mısır’daki ûlemâ bu hastalığı zararsız görüyorlar. Şurası muhakkak ki. Arap âleminde kavmiyetçilik şuuru hızla terakki eylemekte!.. Ve ben derim ki; bu kavmiyet şuuru, İslâmi şuura gâlib gelecektir. Mısırlı ûlemâ ve müelliflere; müslüman Türkiye’nin uğradığı felâketler, İslâm’dan silâhla uzaklaştırma operasyonları ve uğradıkları musibetler hiç tesir etmedi , halâ da tesir etmiyor”(72) diyerek İslâm topraklarındaki gelişmelere dikkati çekiyor. Ord. Prof. Hilmi Ziya Ülken: “İslâmcılar kanunların uygulanmasında sert kaideci görüşlerini şiddetle savunmaktaydılar. Bu hücûmun son temsilcilerinden Mustafa Sabri (Mütareke devrinin Şeyhülislâmı) Mısır’daki sürgün hayatında yazdığı Arapça bir eserin giriş kısmında şöyle diyordu…”(73) iddiasını zikretmektedir. Bahsettiği beyan; maddenin başında zikrettiğimiz husustur. Ancak eserde olmayan; “İslâm âlemi, Türklerle harp halindedir” cümlesi ilave olunmuş!.. Prof. Dr. Erol Güngör’de; Şeyhulislâm Mustafa Sabri Efendi’nin, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucularını beğenmediği için “Türkiye Darû’l Harb”tir, dediği kanaatinde!..(74) Halbuki Türkiye Cumhuriyeti “Darû’l İslâm” (Şer’i devlet) değil Demokratik-Laik Çağdaş bir devlettir. Ceza kanunun 163. maddesine göre; devlet’in temel nizamlarını dine uydurmak için tebliğ’de bulunmak (Propoganda yapmak) suçtur. Yani “İslâm Ahkâmı tatbik edilmelidir” diyen kimse, şuç işlemiş olur. (Bugün 163. madde kalkmıştır ama onun yerine yürürlüğe konulan Terörle Mücadele Kanunu’nda aynı durum sözkonusudur.) Nitekim 7 Kasım 1982′de halk oyuna sunulan ve %92 oranında “Evet” denilen Anayasa’da; hangi dinden olursa olsun (Müslüman, Yahudi, Hrıstiyan vs.) bütün vatandaşların eşit olduğu “Genel Esaslar” bölümünde yer almıştır. Ayrıca Teokrasi’ye (Teo: Latince’de “Allah” manasına kullanılır) dayanan siyasi bir hareket yasaklanmıştır.
Kazancin En Efdali ve En Temizi(Ganimet)
Category: Cihad — deryakose @ 11:55 pm
Resûl-i Ekrem (sav)’in: “Allahû Teâla (cc) kıyametin kopmasına yakın bir zamanda beni kılıçla gönderdi. Rızkımı da mızrağımın altında (Gölgesinde) kıldı. Bana muhalefet edenleri de zelil ve hakiyr eyledi. Her kim kendisini bir kavme benzetirse, o da onlardandır”(154) buyurduğu bilinmektedir. Şurası muhahkaktır ki; kazancın en efdali ve en temizi cihad yoluyla elde edilen ganimettir. Farz olan cihad ibadetinde; hem İslâmı aziz kılma, hem kazanç elde etme fiilleri birleşmiştir.(155) Ayrıca “İnsanlar üzerinden küfrün şerrini kaldırmak” gibi, mübarek bir amel sözkonusudur.
784 İmam-ı Merginani: “Zekât; Benî Haşim’e verilmez. Zira Resûl-i Ekrem (sav) şöyle buyurdu: “Ey Beni Haşim!.. Şüphesiz Allahû Teâla (cc) sizin üzerinize insanların yıkantı sularını ve kirlerini haram kıldı. Onun yerine sizi humusun humusuna bedel kıldı.” Farz olmayan nafilede ise durum böyle değildir”(156) hükmünü zikreder. Bütün muteber hadis mecmualarında, “Beni Haşim’e” zekât verilmeyeceği kayıtlıdır. Resûl-i Ekrem (sav)’in: “Şüphesiz ki bu sadakalar ancak insanların (Kazançlarının) kirleridir. Bunlar ne Muhammed’e helâl olur, ne de Al-î Muhammed’e!..”(157) buyurduğu bilinmektedir. Hanefi fûkahası; “Beni Haşim” veya “Al-î Muhammed’den” kasdın; Hz. Ali (ra)’nin, Hz. Abbas (ra)’ın, Hz. Cafer (ra)’in, Hz. Akil (ra)’in ve Hz. Haris b. Abdülmuttalib (ra)’in aileleri ve azadlı köleleri olduğu hususunda ittifak etmiştir. Dolayısıyla “Beni Haşim’e” ve “Al-i Muhammed’e”; Kazancın en efdali olarak tarif olunan “Ganimet” malının, beşte birinden pay ayrılır. Bilindiği gibi zekât; malı temizlemek için emrolunmuş bir ibadettir. Halbuki ganimet malı; tertemizdir.
785 Kur’an-ı Kerim’de: “Artık elde ettiğiniz ganimet’den helâl ve hoş olarak yeyin”(158) hükmü beyan buyurulmuştur. İmam-ı Muhammed (rh.a) “Ganimet’in sadece ümmet-i Muhammed için helâl kılındığını ve bu hususun Resûl-i Ekrem (sav)’in sünnetiyle sabit olduğunu” kaydediyor.(159) Bahsin devamında da; “Cihad’ı terkeden bir kavmin, zelil olacağı üzerinde hassasiyetle durmaktadır. Zira Cihad’ı terkeden bir kavim; Allahû Teâla (cc)’nın nusretinden mahrum olur. Nitekim İmam-ı Muhammed (rh.a) Hz. Ma’bed’den şu rivayeti kaydeder; “Bu ümmet ekin ekmeye yöneldiği zaman Allah’ın nusreti üzerinden kaldırılır ve kalblerine korku salınıverir”. Yani bu ümmet; ziraate yönelir ve onunla uğraşıp tamamen cihadı terkederse, Allah’ın nusreti ondan alınır. Ama bir kısmı ziraatle meşgul olur, bir kısmı da cihad görevini yerine getirirse, o zaman (Ziraatle uğraşmanın) sakıncası yoktur
sonsuznur.net
Cihad Nedir? Küçük ve Büyük Cihaddan Bahsediliyor, Tarif ve İzah Eder misiniz?
Son Güncelleme:
Fethullah Gülen
Cihad, Arapça bir kelime olup, her türlü meşakkat ve zorluğa göğüs gerip çalışmak, çabalamak ve gayret etmek gibi mânâlara gelir. Ancak, bu kelime İslâm'la birlikte; nefis ve şeytana, mesâvi-i ahlâk diyebileceğimiz fena huy ve fena davranışlara ve kendi şartları içinde zarurî hâle gelince de hasımlara karşı mücadele etmenin, direnmenin, tetikte olmanın, teyakkuzun ve hazırlıklı bulunmanın unvanı olmuştur.
Daha sonra da izah edileceği gibi, Efendimiz'e isnat edilen bir ifadeyle cihad, büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayrılmıştır.[1]
Fakat biz, bu taksime geçmeden evvel, bir nebze, cihadın ehemmiyeti üzerinde durmak istiyoruz. Yeryüzünde cihaddan daha büyük bir vazife yoktur. Zaten olsaydı, Allah (celle celâluhu) peygamberlerini o vazife ile vazifelendirirdi. Cenâb-ı Hakk'ın, bu vazife ile vazifelendirdiği insanlar, insanların en şereflileri ve onlara bu vazifeleri getirip intikal ettiren melekler de, meleklerin en şereflileridir. Her şeyden evvel düşünülmelidir ki, Hazreti Âdem'den bu yana, nebi olsun, veli olsun, Allah'ın en seçkin kulları, büyük ölçüde bu seçkinliğe, mücahede ve nefis muhasebesi sayesinde ulaşabilmişlerdir.
Cihad, insanın kendi özüne ermesi veya insanların özlerine erdirilmesi ameliyesidir. Bir bakıma cihad, insanın yaratılış gayesidir. Onun içindir ki, Cenâb-ı Hak katında cihad çok mühimdir, çok mübeccel ve mukaddes bir değere sahiptir.
Hiçbir mazereti olmadığı hâlde cihaddan geri duranlarla, durmadan cihad eden ve ömrünü bu uğurda bitiren insanlar arasında, kapatılması başka amellerle mümkün olmayan büyük derece farkları vardır. Bu mânâyı ifade eden âyette meal olarak şöyle denilmektedir:
"Mü'minlerden -özür sahibi olanlardan başka- oturanIar ile, malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canlarıyla cihad edenleri, derece bakımından, oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (Cennet) vaad etmiştir; ama mücahidleri oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır."[2]
Allah yolunda mücadele eden ve davasını anlatmayı kendine yol edinen, kat'iyen diğerleriyle aynı seviyede mütalâa edilemez. Bunu şöyle bir misalle basitleştirip anlatmak mümkündür:
Peygamberlik, Allah tarafından bazı müstesna insanlara verilen bir pâye, bir meslektir. Onların işleri, Allah'ın anlatılması ve getirdikleri dinin tebliğ edilmesidir.[3] Bu vazife, peygamberlik mesleğinin gereği ve icabıdır. İnsanlar arasında birçok meslek dalı ve o mesleğin gerekli kıldığı birçok vazifeler vardır. Bir berberin, bir marangozun, bir saracın veya başka bir meslek erbabının kendilerince ufuk nokta kabul ettikleri bir gaye ve hedefleri mevcuttur ve bulundukları yeri de hedefe göre değerlendirmeye tâbi tutar ve öyle kıymet verirler. Aynı zamanda, teker teker bu meslekler, varmak istedikleri neticenin değerine göre bir kıymet ifade ettiği de unutulmamalıdır; yani, bir berberin neticede elde edeceği nokta neyse kıymeti o ölçüdedir. Bir terzi veya saracın da öyledir. İsterseniz meslek gruplarını daha ileri seviyeye götürebiliriz. Eğer milletvekilliği, başbakanlık hatta cumhurbaşkanlığı birer meslekse, onlar için de verdiğimiz hüküm aynen geçerlidir. Bunlar da neticede, varılacak nokta ile değerlendirilirler.
Şimdi siz bir insanın herhangi bir şeye başlangıç ve netice itibarıyla durumunu düşünün. Üzerinize damladığında yıkamak mecburiyetinde kaldığınız pis bir su damlasından, sonra çürüyüp kokuşmaya mahkûm bir ceset.. insanın mebdei ve neticesi bu değil midir?[4] İşte, mesleği ne olursa olsun, insanların varacağı son ufuk nokta budur. Hâlbuki peygamberlik mesleği hiç de öyle değildir. Onların hedeflerinde de bir ufuk ve bir ideal nokta vardır. Ancak bu nokta diğerlerinde olduğu gibi çürüyüp kokuşan bir nokta değildir. Peygamberlik mesleğinde mukadder hedef şudur:
Allah'ın tanıtılması ve insanlığın O'nu tanımakla sonsuzluğu yakalaması, dünyaya gelirken iniş kavsiyesi çizen insanın, yeniden dönüp bir arşiye çizerek Allah'a ulaşması.. şu fâni âlemde bekâ cilveleri göstermesi.. yoktan varlığa ait renklerle oynaması ve düşünceleriyle ebediyet gamzeden bir gökkuşağı olması.. öyle zafer tâkı gibi bir gökkuşağı ki, zafer tâklarının altından bir kere geçilir ve gidilir ama onlar gökkuşağından tâklar gibi, saatler ve saatler geçilip gidilmeyecek şekilde insanın başının üstünde tüllenir durur. İşte insan böyle bir ebede namzet olarak gelmiştir ve insanda bu düşünce, bu duygu ve mahiyetindeki bu hakikati tahakkuk ettiren de ancak nübüvvetin mânâsını taşıyan ve nübüvvet vazifesini yerine getiren peygamberlerdir.
Dolayısıyla peygamberlik mesleği, Allah yanında en nezih, en kudsî bir meslektir ki, Cenâb-ı Hak, Zât-ı Ulûhiyet'inden sonra onların risaletine dikkat çekmiştir. İşte böyle kudsî bir mesleğin en kudsî vazifesi de cihaddır. Mademki her meslek neticede varacağı ve elde edeceği noktaya göre değerlendirilecek ve o mesleğe değer atfettiren husus da varacağı netice olacaktır; öyleyse bu en mukaddes mesleğin vardırmak istediği noktaya vesile ve vasıta olan hareket tarzı da aynı seviyede mukaddes bir iş olacaktır.
Ve yine cihadın ehemmiyetindendir ki, cihad için söz vermiş, biat etmiş cemaatin durumu Kur'ân-ı Kerim'de şöyle anlatılmaktadır:
"Muhakkak ki, sana biat edenler ancak Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhinde bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahde vefa gösterirse, Allah ona büyük bir mükâfat verecektir."[5]
Âyete nüzûl sebebi olarak gösterilen hâdisenin hulâsası şudur: Allah Resûlü Mekke'ye gidip Kâbe'yi tavaf edeceklerini Müslümanlara müjdelemişti. Herkes heyecan ve coşku içindeydi. Seneler vardı ki hasretten yanıp tutuşuyorlardı. Nasıl olmasın ki, bizler bile bir iki defa görmekle oraya âşık oluyor ve gidemediğimiz zamanlar da hasretten yanıp tutuşuyoruz. Çünkü orası, Nebiler Nebisi'nin maskat-ı re'si (doğum yeri) ve yeryüzünün ilk bünyadı Kâbe'nin bulunduğu yerdir.[6] O Kâbe ki, Nâbi'nin ifadesiyle "Metâf-ı Kudsiyân"dır. Yerden ta Sidretü'l-Müntehâya kadar meleklerin ve kudsîlerin tavaf yeridir. İşte Müslümanlar da doğup büyüdükleri ve kavuşmak için yanıp tutuştukları bu beldeye gelip, kudsîlerin tavaf ettiği Kâbe'yi tavaf edip tekrar Medine'ye dönmeyi önü alınmaz bir iştiyakla istiyorlardı. Ancak Hudeybiye'ye vardıklarında hiç beklemedikleri bir hâdiseyle karşılaştılar. Mekke müşrikleri, Müslümanların Kâbe'yi tavaf etmelerine izin vermeyeceklerini ve eğer diretirlerse Müslümanlarla harp edeceklerini ilân ettiler. Bu beklenmedik hâdise, Müslümanlar arasında şok tesiri yaptı. Kimse duyduğuna inanmak istemiyordu. Böyle bir hareketi, İslâm'ın onuruna vurulmuş bir darbe gibi görüyorlardı. Hisler kabarmış, heyecan doruk noktaya ulaşmış ve öfke müthiş bir gerilim hâsıl etmişti. Kimse kimseyi dinlemiyor; âdeta herkes düştüğü şokun tesiriyle ayrı bir bocalama geçiriyordu.
İşte tam bu esnada Allah Resûlü mü'minleri biata davet etti. Biat denince akan sular duruyordu. Şimdi herkes sıraya girmiş Allah Resûlü'nün elinden tutarak biat ediyordu. Ve her sahabi, hangi şartlarda olursa olsun ve hangi teklifle gelirse gelsin Allah Resûlü'ne bütünüyle bağlı kalacağına söz veriyordu. İşte bu bağlılık sözü ve bu mânâda Allah Resûlü'ne el verip yemin etme, Kur'ân'da tebcil ediliyor ve oradaki mü'minlerin bu hareketleriyle Cenâb-ı Hakk'a ne derece yakınlık kazandıkları dile getiriliyordu. Bu da yine cihada verilen değerin bir başka tezahürüydü...
Bir başka âyette mealen şöyle deniliyor:
"Allah, mü'minlerden mallarını ve canlarını onlara (verilecek) Cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürülürler ve öldürürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'ân'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O hâlde O'nunla yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kurtuluştur."[7]
Nefislerini, bedenlerini, cismanî varlıklarını Allah'a satan insanlar, bunun karşılığında Cennet'i ve Cenâb-ı Hakk'ın rızasını kazanıyorlar ve bunu ifade ederken Kur'ân-ı Kerim "alışveriş" tabirini kullanıyor. Bu öyle bir pâye ki, insan bu sayede Cenâb-ı Hakk'a muhatap olacak seviyeye yükseliyor.
Allah Resûlü de bir hadislerinde şöyle buyuruyorlar: "Ah, ne kadar arzu eder ve isterdim ki; Allah yolunda öldürüleyim, sonra diriltileyim, sonra yine öldürüleyim, sonra yine diriltileyim ve sonra yine öldürüleyim..."[8] Eğer sözün uzaması mevzuubahis olmasaydı Allah Resûlü bu ifadeyi kim bilir kaç kere tekrar edeceklerdi. Esasen bu ifadeyle kasdolunan da sonsuzluk mânâsıdır ki bu, öldürülüp diriltilmeyi arzu etmek demektir. Düşünün ki bunu talep eden, Nebiler Sultanı (aleyhisselâm) Efendimiz'dir. Cihadın kıymetini biz, ancak Allah'tan ve O'nun Resûlü'nden öğreniriz. Resûl-i Ekrem buyuruyor ki: "Allah yolunda ve Allah uğrunda gelen tehlikeleri gözetlemek üzere bir tek gün uyumayan göze sahip olmak ve bir gedikten böyle muhtemel bir tehlikeyi gözetleyen, dünya ve dünyanın içindekilerden daha hayırlı bir iş yapmış demektir."[9]
Dikkat buyurun! Bir tek gün, memleketi saran tehlikeler karşısında hangi gedikten ve delikten memlekete felaket ve helâket sızacak, işte bunu gözetlemek için orada duran ve kuracağı bir sistemle o gediği kapamaya çalışan bir insan, Kâbe'den daha hayırlı bir iş yaptığını söylese ve yemin etse yemininde yalancı değildir. Zira, "Dünyanın içinde bulunan her şeyden" tabirine Kâbe de dahildir.
Başka bir hadislerinde de şöyle buyururlar: "Her amel insanın ölmesiyle sona erer. Ancak Allah yolunda mücahede edenin ameli bundan müstesnadır. O kıyamete kadar nemalanır. Kabirde de, bir fitne ve imtihan olan kabir sualinden Allah onu emin kılar."[10]
Cihadın fazilet ve ehemmiyeti hakkında yüzlerce âyet ve hadis vardır. Ancak mevzuumuz o olmadığı için biz, zikrettiklerimizle iktifa ediyoruz.
Cihad, insanın gücünü kullanarak, kendini zorlayarak, hayat akışına ters mânilere karşı göğüs gererek kendi özüne ermeye çalışmasıdır ki, buna büyük cihad mânâsına (cihad-ı ekber) diyoruz. Bir de aynı şeyin başkalarını özleriyle bütünleşmeye alıp götürme için yapılması vardır ki bu da küçük cihad mânâsına (cihad-ı asgar)dır.
Düşmana haddini bildirdiği bir cihaddan dönerken cemaatine hitaben Allah Resûlü, "Şimdi küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz." buyurmuşlardır. Büyük cihadın ne olduğunu soran sahabeye de "Nefisle mücadele" cevabını vermişlerdir.[11]
Bu ifade aslında bir hakikatin iki ayrı yüzüdür. Her iki yönünde de, insanlığın temizlenmesi, saflığa ermesi, Allah katında matlup keyfiyeti kazanması düşünülür ki, bu durumda cihadın büyüğü de küçüğü de aynı hakikatin ayrı ayrı yüzleri sayılır.
Zaten insanların bu hâle gelmesi, peygamberlerin gönderiliş gayesi değil midir? Kur'ân-ı Kerim'de bu husus şöyle anlatılır: "Nitekim kendi içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitab'ı ve hikmeti getirip bilmediklerinizi öğreten bir Resûl gönderdik."[12]
Peygamberler, insanların, gözlerinden perdeyi aralamak ve onların, Cenâb-ı Hakk'ın âyetlerini okumalarını temin etmek için gönderilmişlerdir. Böylece onların gönül ve kalblerindeki engel ve mânialar yıkılacak; eşya ve hâdiselere bakış keyfiyetleri tamamen değişecektir. İnsanların körlük ve sağırlık hesabına geçen günleri, peygamberlerin getirdikleri nur sayesinde bir mânâ ve değer kazanacaktır. Evet, âyât-ı tekvîniyeyi okuma ve anlama ancak onlarla mümkün olmuştur.
Nebidir insanları temizleyen ve onları özlerine erdiren. Çünkü insanlar madenler gibi işlenmeye muhtaçtırlar. Belli bir potada erimelidirler ki, üzerlerindeki cürufu ve işe yaramayan kısmı atarak matlup keyfiyeti elde edebilsinler. İstenilen keyfiyet ise, hiç şüphesiz, Cenâb-ı Hakk'ın razı olduğu hüviyete kavuşmuş olmaktır. Bu hâle ermek ise, ancak nebilerin irşadıyla mümkün olabilecektir. Onların eritici ve erdirici potasına girmeden saf ve som altın veya gümüş hâline gelmek asla mümkün değildir.
Âyette dikkat çekilen bir husus da nebinin, Kitab'ı ve hikmeti öğretmesidir. Eğer 'Kitap'tan maksat Kur'ân ise -ki öyledir- hikmet Kur'ân'dan başkadır. Zira aynı şeyin kendi üzerine atfedilmesi caiz değildir. Bundan da anlıyoruz ki hikmet, Efendimiz'in Sünnet-i Seniyyeleridir.
Nebi, bunların ötesinde bir de bizlere, o güne kadar bilmediklerimizi talim edecek ve öğretecektir. Bu hitap sadece o günün insanına inhisar ettirilemez. Demek ki kıyamete kadar gelen insanların nebiden öğrenecekleri çok şey olacaktır...
Şahsî hayat adına, kalb tasfiyesine giden yolları bizler, Allah Resûlü'nden öğreniyoruz. Bizler gibi bu vesile ile, O'nun tilmizleri arasında öyleleri yetişiyor ki, Hz. Ali gibi, "Gayb perdesi kalksa yakînimde bir artış olmayacak."[13] diyebilenler.. Şah-ı Geylânî gibi yerde iken gökteki esrarı sezenler.. Fudayl İbn İyaz, İbrahim Edhem, Bişr-i Hafî gibi daha binler ve yüz binler... hep o büyük terbiyenin meyveleridirler. Eğer Efendimiz'den sonra peygamberlik mukadder olsaydı, bunların her biri İsrail peygamberleri döneminde olduğu gibi nübüvvet semasında pervaz edeceklerdi...
Peygamberimiz'in bize öğrettiği çok şey olmuştur ve olacaktır. İnsanlık, hayatın her sahasında, O'ndan bugüne kadar akıl erdiremediği birçok meseleyi öğrenmiş ve gelecekte de cehaletin zifiri karanlığından O'nun getirdiği nur sayesinde kurtulup, ışık cümbüşleri arasında birer aydınlık tufanı idrak edecek; ilim, fen ve tekniğin doruğuna bu ışıktan merdivenlerle tırmanacaktır.
Evet, peygamberlik mesleği, insanları billûrlaştırma, olgunlaştırma, özlerine ulaştırma ve Rabb'in hoşnut olacağı bir duruma kavuşturma vazifesini yüklenen ve kendinden sonra gelen dava adamlarına da aynı yükü miras olarak bırakan bir meslektir. Bu neticeyi elde edebilmek de ancak cihadla mümkündür.
Cihad vazifesi Hakk'a şahit olma vazifesiyle aynı mânâyı paylaşır. Bir mahkemede hak ve hukukun kime ait olduğunu tespit için şahitler dinlenir ve hüküm verirken onların şehadeti nazara alınır. İşte, cihad yapanlar da, gök ehline karşı, yerde, inkârda bulunan nâdânların muhâkemesinde en gür sadâlarıyla bağırarak "Allah vardır." diye şehadette bulunmaktadırlar "Allah, melekler ve adalette sebat eden ilim adamları şahitlik etmiştir ki, O'ndan başka ilâh yoktur. (Evet) güç ve hikmet sahibi Allah'tan başka ilâh yoktur."[14] âyeti bütün vuzûhuyla bize bu hakikati anlatmaktadır.
Allah (celle celâluhu) kendi varlığına şehadet eder. O'nu, vicdanında hakikate ermiş olanlar duyarlar ki, onların vicdanlarında duyduklarını kitapların beyan etmesi mümkün değildir.
Melekler de Allah'ın varlığının şahitleridir. Melekler, saf mahiyetten yaratılmışlardır. Fıtratları katışıksızdır, dupdurudur. Şeytan onların içine küfür ve dalâlet sokamamıştır. Aslî yapıları kat'iyen bozulmamıştır. Ayna gibidir onlar, bakıldığında hemen Cenâb-ı Hakk'ın tecellîleri görülür.
İlim sahipleri de Allah'ın varlığına şehadet ederler. Bütün dünya Allah'ı inkâr etse bu üç şehadet O'nun varlığını ispata kâfidir ve yeterlidir.
Evet, öyledir. Zira bizler bütün çıplaklığı ve azametiyle bu hakikati vicdanlarımızda duymaktayız. Hem de başka hiçbir delil aramamak şartıyla duymaktayız. Bu şahitlik Mele-i A'lâ'nın sakinleri için de yeterlidir. Yerdeki kör ve sağırlar kâinattaki tarrakaları duymuyorlar ve ilâhî sanatı anlamıyorlarsa buna da ilim sahipleri şahit olarak yeter.
Allah'ın şahitleri, en karanlık yerlere kadar gidecek ve Yüce Yaratıcı'nın inkâr edildiği en muzlim noktalarda dahi bütün gür âvâzlarıyla nida edecek, bağıracak ve "Biz, Allah'ın şahitleriyiz." diyeceklerdir.
Evet, işte nebiler de en yüksek keyfiyette, bu şehadet vazifesini ifa etmek için gelmişlerdir.
"Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki, insanların, peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah izzet ve hikmet sahibidir. Fakat Allah sana indirdiğine şahitlik eder, onu Kendi ilmi ile indirdi. Melekler de buna şahitlik ederler. Ve şahit olarak Allah kâfidir."[15]
Her millet içinde onların, ufuklarını aydınlatmak için bir nebi doğmuştur. Devirler, aynen dünya gibi dönüyor ve her devirde gül açar gibi bir nebi zuhur ediyor. Gelen her devir karanlık bir çağ gibi geliyor ve her nebi kendi çağını aydınlatıyor. Ve son olarak da, Efendimiz geliyor ve bütün çağları aydınlatıyor. Allah (celle celâluhu) O'na Kur'ân'ında şöyle sesleniyor: "Ey Nebi, şüphesiz Biz seni, şahit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik."[16]
Âyetteki "en-Nebi" ifadesinin başında bir lâm-ı tarif vardır. Bu bilinen ve mâruf olan demektir. Allah Resûlü, nereden bakılırsa bakılsın peygamberliği bilinen bir insandır. Cansız varlıkların (cemadatın) selâmlamasıyla[17], bitkilerin temennâsıyla[18] ve hayvanların serfürû etmesiyle[19] nebiliği malum ve meşhuddur. O, inkârı mümkün olmayan, herkesin bildiği, belli ve bilinen peygamberdir ki, Kur'ân-ı Kerim O'na hitaben "Ey bilinen malum nebi!" demektedir. Zaten taş gibi gönüllerin, O'nun karşısında eriyip gitmeleri de O'nun bilinen nebi olmasına yeterlidir.
"İnnâ erselnâke": Burada muhatap sığasıyla "Seni" deniliyor. Âdeta rahmetle diz dize gelmiş bu Rahmet ve Şefkat Peygamberi'ne bu vasıflarından dolayı telmihte bulunuluyor.
"Şahiden": Seni insanlığa bir şahit olarak gönderdik. İnsanlığa, Beni duyuracak, Benim şahidim olacaksın. Bütün cihan yalanlasa ve inkâr etse, Sen, Allah'ın varlığını ilân edeceksin. Sen böyle bir şahitsin. Arkandan gelen şahitler cemaati de var. Onlar da bütün insanlığa şahit olacaklar, Sen de onlara şahit olacak ve 'Bunlar benim.', diyecek; onların şehadetine şahitlik edeceksin. Ve hadisin ifadesiyle O'nun ümmetinin şehadeti, mahşerde nebileri mesuliyetten kurtaracaktır.[20]
O, iyi yolda müjdeleyen ve kötü yolun encâmından mü'minleri sakındıran bir insandır. Ve işte cihadın ruhu da bu hakikatte saklıdır. İşte nebiler bu ulvî vazifeyi yerine getirmek için gönderilmişlerdir. Aydınlatacak, tenvir edecek, âfâk-ı âlemde güneş gibi doğup batacaklar ve böylece insanlık karanlık yüzü görmeyecek. Hakikatin duyurulmadığı tek vicdan ve hakikate açılmadık tek kapı ve tek panjur kalmayacak. Hak ve hakikat her eve girecek ve herkes ondan istifade edecektir...
Onun içindir ki, ilk peygamberden son peygambere kadar geçen devre içinde yaşayan ve kıyamete kadar da yaşayacak olan hemen bütün insanların zihninde, düşünce dünyasında bulanık da olsa bir peygamberlik anlayışı vardır. Bu anlayışın bir kısım hüzmeleri geçmişteki peygamberlerin getirdikleri nurdan kaynaklanmaktadır. Gerçi iki devre arasında yaşayanlar, ekseriyetle doğru yoldan kaymış ve çeşitli sapık düşünce ve anlayışlara girmişlerdi; fakat müessese olarak peygamberlik ve nübüvvet mânâsının girmediği ev kalmamıştı. Bugün, bizim vicdanlarımızda, açık kapalı kendini hissettiren cihad ruhu ve düşüncesi de onların bu temiz soluklarının tesirinden başka bir şey değildir. Çünkü, ard arda gelen her peygamber, hakkı neşretme uğruna hayatını Allah yoluna vakfetti ve büyüğüyle, küçüğüyle cihadın en kusursuz temsilcisi oldu.
Cihad-ı asgar (küçük cihad), sadece cephelerde elde edilen bir cihad şekli değildir. Bu şekilde bir anlayış cihad ufkunu daraltmak olur. Hâlbuki cihadın yelpazesi şarktan garba kadar geniştir. Bazen bir kelime, bazen bir susma, bazen sadece yüzünü ekşitme, bazen bir tebessüm, bazen o meclisten ayrılma, bazen de meclise sadece dahil olma, kısacası, yaptığı her işi Allah için yapma, sevgi ve öfkeyi O'nun rızasına göre ayarlama, bütünüyle bu cihadın şümulüne girer. Böyle bir tabandan başlayarak hayatın her sahasında, cemiyetin her kesiminde onu iyileştirme adına sürdürülen her türlü gayret de yine cihad cümlesindendir. Aile, yakın ve uzak akraba, komşu ve belde, derken daire daire bütün dünyaya uzanan bir hacmiyle yapılan ve yapılacak olan cihad, cihad-ı asgardır. Bu cihad bir mânâda maddîdir. Mânevî cepheyi teşkil eden büyük cihad (cihad-ı ekber) ise insanın iç âlemiyle, nefsiyle olan cihadıdır ki, bunların ikisi birden ifa edildiği zaman denge korunmuş olur. Aksine, bunlardan biri eksik olduğu zaman hakikatteki muvazene bozulmuş olur.
Biz, her şeyi olduğu gibi, cihadı da her iki şekliyle Allah Resûlü'nden öğreniyoruz. Esasen bizler, henüz siyerin felsefesini yapabilmiş değiliz. O, hakkı neşretmiş ve bunu yaparken de sistemli bir şekilde ve kıyamete kadar tatbiki mümkün sağlam kaideler üzerine oturtarak o vazifeyi ifa etmiştir. Eğer meselelere o felsefeyle yaklaşacak olursak, Efendimiz'in hayat-ı seniyyelerinde gelişigüzel ve kendini zuhuratın akışına bırakmış tek bir hareket dahi göremeyiz. O bir plân ve program adamıydı. Belki bunları günümüzün insanının anladığı şekliyle yazıp çizip şematikleştirmiyordu; fakat hep, daha önceden hazırladığı bir çizgi, bir sistem üzerinde yürüyor gibiydi. Zaten bu da O'nun nübüvvetine delillerden biridir. Aynı zamanda Allah ahlâkıyla ahlâklanmış olmanın da en güzel örneğidir.
Allah Resûlü risaletinin ilk devrelerinde namazlarını hep Kâbe'de kılıyordu. Bu sadece orada kılınan namazın faziletinden değildi. Belki, bu hareketiyle güttüğü nice gayeler vardı. Belki de hak ve hakikati en masum şekil ve hüviyetiyle anlatmanın, o gün için tek çıkar yolu buydu.
Gençlere bir şeyler anlatacaktı. Ne var ki, onların yanlarına gidip, onlara bir şeyler anlatmak âdeta mümkün değildi. Zira hepsinin gençlik hevesatından gelen taşkın hareketleri oluyordu. Eğer Allah Resûlü onların arasına karışacak olsaydı, birçok uygunsuz davranışlarla karşılaşabilirdi. Onun için gidip Kâbe'de Rabbi'yle olan irtibatını fiilen gösteriyordu. Gençlerde O'nun bu davranışı merak uyandırıyordu. Gelip ne yaptığını soruyorlar; O da onlara davasını anlatma fırsatı buluyordu. Bundan dolayı Allah Resûlü, Kâbe'de namaz kılmayı tercih ediyordu.
Namaz kılarken çeşitli saldırılara uğradı. Hâlbuki evinin bir köşesinde namaz kılmış olsaydı bunlardan hiçbiri başına gelmezdi. Demek ki bütün sıkıntılara rağmen orada namaz kılmasının bir mânâsı vardı. Kaç defa başına işkembe konulmuş[21], kaç defa saldırıya uğramış ve öldürülmek istenmişti...
Bir defasında Ebû Cehil elinde büyük bir taşla Kâbe'ye gelmiş ve ne yapmak istediğini soranlara, "Muhammed secdeye vardığında bu taşı başına vuracak ve O'nu öldüreceğim." demişti. Allah Resûlü secdeye kapandığında Ebû Cehil elindeki taşı kaldırmış ve tam vurmak istediği anda elleri havada donup kalmıştı. Bir sıtmalı gibi titriyor ve gittikçe yüzü kireç rengini alıyordu. Etrafındakiler koşuşup ne olduğunu sordular: "Aramıza dehşetli bir canavar girdi ve neredeyse beni yutacaktı!" dedi.[22]
Başka bir seferinde Ukbe İbn Ebî Muayt, Allah Resûlü namaz kılarken gelmiş ve Resûlullah'ın sarığını boynuna dolayıp sıkmaya başlamıştı. Durumdan haberdar olan Hz. Ebû Bekir yıldırım gibi gelmiş ve bu caniyi Allah Resûlü'nün başından defetmiş ve şöyle demişti: "Rabbim Allah'tır dediği için bir adamı öldürmek mi istiyorsunuz?"[23] Esasen bu, tarihî bir sözdür. Asırlarca önce, Hz. Musa'nın başına üşüşenlere karşı, o devrin inanan bir mü'mini de aynı şeyleri söylemişti. Öyle ki daha sonra Kur'ân-ı Kerim bu şahsın sözünü âyet olma şerefine erdirmiştir.[24] Hz. Ebû Bekir öyle güçlü kuvvetli bir insan değildi. Ancak imanındaki kuvvet onu yenilmez bir insan hâline getiriyordu.
Eğer hususî himaye olmasaydı, Allah Resûlü namazında ve secdesinde uğradığı bu saldırıların birinde şehit olabilirdi. Fakat Allah O'nu korumayı kendi teminatı altına almıştı. Şu kadar var ki, İki Cihan Serveri Kâbe'de namaz kılmak için ölümü göze alıyor ve öyle namaz kılıyordu. Demek ki böyle hareket etmesinde hayatî bir önem vardı ki adına and içilen bir hayat, âdeta o uğurda istihkar ediliyordu.[25]
Hz. Ebû Bekir evinin önünde yaptırdığı cumbasında yüksek sesle Kur'ân okuyor ve onun sesini duyanlar etrafına toplanıp dinliyorlardı. Zamanla dinleyenlerin sayısı o kadar arttı ki, Mekke müşrikleri bu durumdan ciddî rahatsızlık duymaya başladılar. O da her türlü taarruzu göze alarak bu hareketini devam ettirdi. Hatta Hz. Ebû Bekir'i himayesine aldığını ilân eden ve bir insan olarak takdir eden İbn Dağinne, himayesinin devamı için Kur'ân okumadan vazgeçmesini teklif etti.. edince de Hz. Ebû Bekir hayatını ortaya atarak her şeye rağmen Kur'ân okumaktan vazgeçmeyeceğini söyledi ve mücadelesine devam etti.[26] Söz, fiil ve davranışlarla cihad mümkün olduğu sürece, cihaddan uzak kalmamak onların yegâne prensibiydi. Çünkü biliyor ve inanıyordu ki, ferdin ve cemiyetin hayatiyeti, ancak cihadla mümkündür ve cihadı terk edenler çürüyüp kokuşmaya mahkûmdur. Aynı zamanda Allah'ın himayesine girme de ancak O'nun dinine omuz vermekle mümkün olacaktır. "Siz Allah'ın dinine yardım ederseniz Allah da size yardım eder."[27] mânâsına gelen âyet veya âyetler bu hakikati ifade etmektedir.
Evet, siz Allah'ın dinine omuz verirseniz, Allah da size elini uzatır, size yardımcı ve destekçi olur; sizi kat'iyen kaydırmaz ve sizi zayi etmez.[28] Eğer hayatınızda kaymaktan emin olmak istiyorsanız, mücadele ve mücahedede bulunmayı hayatınıza gaye edinin. Yemeniz-içmeniz, yatıp-kalkmanız ve bütün hareketleriniz, hep bu gayeye hizmet için olsun. Ta ki cihadın en küçüğünü olsun yapmış olasınız.
Yine hayalen Mekke'ye dönüyor ve Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hareket tarzını takip ediyoruz.
Şartlar iyice ağırlaşmıştı. Bazı Müslümanların dayanacak takatleri kalmadığından onlara hicret izni verilmişti. Demek ki, bu durumda olanların cihadı hicretti. Zaten bir süre sonra hicret, cihadın kendisi olacak ve biat etmek isteyen herkese, ilk şart olarak hicret etmesi söylenecekti.
Habeşistan'a yapılan iki hicretten sonra Müslümanlar, bütünüyle ve en son olarak Medine'ye hicret ettiler. Medine devrinde ise cihad başka bir seyir takip etmeye başladı. Artık, Medine Site Devleti'nin temelleri atılmıştı ve şimdi bu şartlara göre bir cihad lâzımdı. Keyfiyette bir değişiklik yoktu; bütün mesele kemmî durumu şartlara uygun olarak ayarlamaktaydı. Yeri gelince hız, yeri gelince yavaşlama, bazen gaza, bazen de frene basma ve manevra kabiliyetini daima zinde tutma... bunlar işin stratejik yönleriydi... ve devrin, hâdiselerin durumuna göre değişiklik arz etmesi de gayet normaldi...
Cihada izin verileceği ana kadar Müslümanlar fiilî bir müdahalede bulunamıyorlardı. Bu bir bakıma, pasif direniş dönemiydi. Saldıran hep küfür cephesi oluyordu. Müslümanlar daima mazlum ve mağdur ediliyor; fakat, maddî cihada izin verilmediği için mukabele düşünülmüyordu. Hicretten sonra da bir müddet daha böyle geçti. Nihayet cihada izin veren âyet nazil oldu. Âyet şöyle diyordu:
"Kendileriyle savaşılanlara (mü'minler), zulme uğramış olmaları sebebiyle (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak surette kadirdir. Onlar, başka değil, sırf "Rabbimiz Allah'tır." dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defetmeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılır giderdi. Allah kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah güçlüdür, azîzdir."[29]
Dün kendilerine, "Güç ve kuvvet kullanmayın." denen insanlar, düşman kapıya dayanınca maddî cihad izni aldı ve bu izni kullanacak zemini beklemeye koyuldular.
Bir müddet sonra ise, bu bir izin olmadan çıktı ve emir oldu. Artık mü'minler kılıçlarıyla cihad etmeye mecburdular. Bedir'e giderken Müslümanlar, âdeta Cennet'ten davetiye almış gibi sevinç ve sürur içinde gidiyorlardı. Sanki biraz sonra canları tehlikeye girecek olanlar onlar değildi. Bu uğurda ölmeyi hepsi de canına minnet biliyordu. Cihada çağrılan hiç kimse bu davete icabetten geri kalmadı. Sadece münafıklardır ki ordu bozanlık ediyorlardı.. ve her zaman da öyle yaptılar. Cepheden ayrılıp gittiler.. Efendimiz'i mevzide terk ettiler.. ve bazen de hiç iştirak etmediler. Onlar, içte safvete erememiş, gönül dünyasında nifakı yenememiş, arkadaşları kavga verirken bir kenara çekilip şahsî hazlarını yaşamış bir grup sefil ruh ve bir kısım nefsin zebunu kimselerdi ki, karakterlerinin gereğini yerine getiriyorlardı...
Allah Resûlü'ne yürekten inanmış insanlara gelince, onlardan mevziini terk eden tek bir insan bile gösterilemez. Diğer bir tabirle, cihad yolunda vâsıl-ı ilallah olmuş ve Allah'a ulaşmış olanlardan hiçbiri geriye dönmemişti. Geriye dönenler yoldaki şaşkınlar, hakikati idrak edememiş ve ruhunda hakikatle bütünleşmemiş zavallılardı.
Vâkıa onlar da insandı; her insan ölümü kerih ve çirkin görebilir. Kur'ân-ı Kerim de insandaki bu duyguyu görmezlikten gelmemiş ve inananlara şöyle hitap etmiştir: "Hoşunuza gitmediği hâlde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu hâlde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, hâlbuki siz bilmezsiniz."[30]
İnsan tabiatının böyle olmasına rağmen mü'minler, kayıtsız şartsız Allah Resûlü'ne boyun eğdi ve teslim oldular. Onlardaki bu bağlılık Cenâb-ı Hakk'ın onlara ard arda lütuflarda bulunmasına sebep oldu... Ve zaferler birbirini takip etti.
Böylece her geçen gün mü'minlerin gücü artıyor ve kazandıkları zaferler en kısa zamanda civar kabileler arasında da duyuluyordu. Mü'minlerin her zaferi onları sevindirirken kâfirleri de mahzun ve mükedder ediyordu.
Cihad, birbirine bağlı zincirin halkaları gibi devam ediyor. Mü'min daima dirliğini ve diriliğini cihadda buluyor. Cihadı bıraktığı an da öleceğini biliyor. Evet, mü'min ağaç gibidir; meyve verdiği sürece canlılığını korur; meyve vermediği zaman da kurur gider.
Ne kadar, bedbîn ve karamsar insanlar varsa hepsini tetkik edin, hep karşınıza, cihadı terk etmiş insanlar çıkacaktır. Bunlar Hak ve hakikati başkalarına anlatmadıkları için, Allah içlerindeki füyûzatı çekip almış ve dolayısıyla da kapkaranlık kalmışlardır. Hâlbuki ne kadar cihad eden varsa, aşk u şevk içindedirler, içleri apaydındır ve biri bin yapma gayreti peşindedirler. Her cihad onlarda yeni bir cihad düşüncesi uyarır ve böylece salih bir daire teşekkül eder. Her hayır başka ve yeni bir hayra vesile olur. Onlar da hayırlar içinde yüzer giderler... "Amma bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah, iyi davrananlarla beraberdir."[31] âyeti bize bu hakikati anlatmaktadır.
Allah'a giden çeşitli yollar vardır ve bu yolların sayısı mahlukatın nefesleri adedincedir. Allah için cihad edenleri O, bu yollardan birine mutlak surette hidayet eder. Ne kadar hayır yolu varsa onların önüne çıkarır, ne kadar şer yol varsa öyle yollardan onları korur.[32]
Allah'ın yolu sırat-ı müstakîmdir. O yolu bulan bir insan her şeyde orta yolu tutar gider. Gazapta, akılda, şehvette orta yolu tuttuğu gibi, cihadda ve ibadetlerde de hep orta yolu takip eder. Bu, Allah'ın insanı kendi yoluna hidayet etmesi demektir.
Fedakârlık derecesi ne olursa olsun dışa karşı yapılan mücadele bütünüyle cihad-ı asgara dahildir. Ancak bunun küçük cihad olması büyük cihada nispetledir; yoksa cihadın küçük hiçbir tarafı yoktur ve kazandırdığı netice ise pek büyüktür. Nasıl olmasın ki, bu yolda gazi olup Cennet'e namzet olma, şehit olup berzah hayatını dipdiri geçirme ve her ikisinin sonunda da Allah'ın rızasına erme söz konusudur. Evet böyle bir neticeyi sonuç veren cihad nasıl küçük olabilir ki?
Cihad-ı asgar, dinin emirlerini fiilen yerine getirme ve o mevzuda kendinden bekleneni eda etmektir. Cihad-ı Ekber ise, onu ihlâslı ve şuurlu olarak yapma, daima muhasebe ve murâkabe içinde bulunmadır. Kin, nefret, haset, enaniyet, gurur, kendini beğenme, fahir, nefs-i emmare gibi varlığında ne kadar yıkıcı ve tahrip edici his ve duygu varsa bütününe birden cihad ilan etme, hakikaten zor ve çetin bir cihaddır ki, buna en büyük cihad denilmiştir.
İnsan, küçük ve maddî cihadda bulunduğu zaman çok kere kendini düşünmeye vakit bulamaz. Bu bir tehlikedir. Bir ikinci tehlike de, insan bu küçük cihadı terk ettiği zaman baş gösterir ki, o da pörsüyüp çürümedir. Bu duruma maruz kalan bir insan ise, bütün kötü düşünceler tarafından dört bir yanı sarılacak ve mânevî hayatı felce uğrayacaktır. Bu bakımdan maddî cihad yapmadan insanın kendini koruyup kollayabilmesi cidden zordur. İşte zorlardan zor bu duruma işaret için Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), gazadan dönerken büyük cihada dönüldüğünü söylemiştir. Bunun mânâsı şudur: İman ettik. Cihad da yaptık. Gaza şerefiyle şereflendik. Belki biraz da ganimet aldık. Bundan böyle üzerimize bir rahat ve rehavetin çökme ihtimali vardır. Belki bazılarının içine kendini beğenmişlik gelecektir. Belki de nefs-i emmare başka yollardan ruha girip onu ifsad edecektir. Demek ki, bizi bir sürü tehlike beklemektedir. Onun için bundan sonra verilecek kavga bir öncekinden daha çetin ve daha büyük olacaktır.
Bu sözün muhatabı, sahabeden ziyade, onlardan sonra gelenler ve bizleriz. Onun için bu ölçüye çok iyi dikkat etmemiz gerekmektedir. Eğer bir insan cihadı bütünüyle dışa karşı yapılan davranışlara bağlıyor ve bir iç murâkabesinden uzak bulunuyorsa, o, tehlike mıntıkasına girmiş sayılır.
Asr-ı Saadet'in insanı, harp meydanlarında kavga verirken aslanlar gibi dövüşür, gece olunca da hepsi birer derviş kesilir ve sabahlara kadar ibadet ve zikirle Cenâb-ı Hakk'a kullukta bulunurlardı.[33] Sanki onlar gündüzleri, gözleri hiçbir şey görmeyen o cengâverler değil de bir köşede inzivaya çekilmiş zahidlerdi. İş böyle olunca, maddî cihadı her şey sayıp cihad-ı ekberi görmezlikten gelmek veya cihad-ı ekber diye diye dinin en önemli bir müeyyidesini yıkıp onu ruhbanlığa çevirmek, onun ruhuna hıyanetten başka bir şey değildir. İşte önümüzde Allah Resûlü'nün bütün bir hayatı ve işte teker teker bütün sahabe...
Bir muharebe gecesinde iki sahabi nöbet bekliyor. Gündüz akşama kadar kılıç sallamış bu insanlar, gece de sabaha kadar nöbet tutacak ve düşmanın muhtemel saldırısını orduya haber vereceklerdi. Biri diğerine: "Sen istirahat et biraz, ben bekleyeyim, sonra da seni kaldırırım." der. İstirahata çekilen çekilir, diğeri namaza durur. Bir ara düşman işi anlar ve ayakta namaz kılmakta olan bu sahabiyi ok yağmuruna tutar. Vücudu kan revan içinde kalmıştır; ancak, o namazını bitirinceye kadar dayanır. Namazdan sonra yanındakini kaldırır. Arkadaşı onun durumunu görünce hayretten dona kalır. "Niçin, der birinci ok isabet ettiğinde haber vermedin?" Cevap verir: "Namaz kılıyor ve Kehf sûresini okuyordum. Duyduğum o derin zevki bozmak, bulandırmak istemedim."[34]
Huzur onu böyle çepeçevre kuşatıyordu. Sanki o, namazda Kur'ân okurken bizzat Kur'ân ona nazil oluyor ve sanki Cibril onun ruhuna Kur'ân solukluyor gibi okuyor ve o böyle bir vecd içinde iken bağrına saplanan oktan acı dahi duymuyordu. İşte büyük ve küçük cihadı kendinde toplayan insanların durumu ve işte cihad adına hakikatin gerçek yüzü...
Efendimiz'de, her iki cihadı da en uç ve ufuk noktada bütünleşmiş olarak görüyoruz.
O, harp meydanlarında bir cesaret âbidesi olurdu. Hatta Hz. Ali gibi şecaat örneği kahramanların itirafıyla, harp meydanında endişe ve korkuya kapılan bütün sahabe, O'nun arkasına saklanır ve kendilerini emniyete alırlardı. Meselâ, Huneyn'de öyle bir kükremişti ki, atının dizginlerini iki kişi tutmakta zorlanıyor, O ise durmadan düşman saflarına doğru atını mahmuzluyordu. Bir taraftan da en gür sadâsıyla haykırıyordu: "Ben peygamberim, bunda yalan yok. Ben Abdülmuttalib'in torunuyum, bunda yalan yok!"[35]
Bu şecaat ve kahramanlık âbidesi İnsan, ibadetlerinde de aynı şekilde, âdeta bir kulluk âbidesi hâline geliyordu. Namaz kılarken, kaynayan bir tencere gibi ses çıkarırdı[36]; ağlayıp gözyaşı döktüğü zaman O'nu görüp dinleyenleri rikkate sevk ederdi. Bazen günlerce oruç tutar "savm-ı visal" yapardı.[37] Bazen sabaha kadar namaz kılar ve ayakları şişerdi. Hatta Hz. Âişe Validemiz, bu tehâlükü çok görerek, "Gelmiş geçmiş günahları affolan sen, niçin bu kadar kendini yoruyorsun?" diye sormuş, O da: "Allah'a şükreden bir kul olmayayım mı?" cevabını vermişti.[38]
Bir insan düşünün ki mağarada yılan ve çıyanlara aldırış etmeden saklanıyor, tam o esnada müşrikler mağaranın kapısına kadar geliyorlar ve Hz. Ebû Bekir O'nun namına telaşlanıyor; fakat O, hiç aldırış etmeden, "Korkma Allah bizimledir." diyebiliyor[39] ve aynı şahıs Kur'ân dinlerken öyle rikkate geliyor, öyle gözyaşı döküyor ki, nefesi kesilecek gibi oluyordu. Meselâ, İbn Mesud'a "Bana Kur'ân oku." demişti. O ise, edep içinde "Yâ Resûlallah, Kur'ân sana nazil olurken ben sana Kur'ân mı okuyacağım?" diyor. Ancak, Allah Resûlü ısrar ediyor ve "Ben başkasından Kur'ân dinlemeyi severim." buyuruyor. Bunun üzerine İbn Mesud, Nisâ sûresinin başından okumaya başlıyor. "Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de hepsine şahit kıldığımız o gün nasıl olacak."[40] mealindeki âyete gelince, Allah Resûlü artık dayanamaz hâle geliyor ve eliyle "Yeter, yeter." diyor. Gerisini İbn Mesud'dan dinleyelim: Sustum. Döndüm baktım Allah Resûlü ağlıyor ve gözyaşları da çağlıyordu.[41] O bir kalb ve gönül insanıydı, maddî cihadda da mânevî cihadda da... O idi ki ümmetini istiğfara teşvik ediyor ve "Ben her gün yetmişten fazla istiğfar ediyorum." diyordu.[42]
Büyük cihadda muvaffak olan bir insanın ekseriyet itibarıyla, küçük cihadı da kazanması muhakkak ve mukadderdir. Fakat, büyük cihadda kaybeden insanın küçük cihadda kazandığı hiç görülmemiştir. Öyleleri, iş ve hizmeti bir kerteye kadar götürseler bile neticeye varmaları mümkün değildir.
Hz. Âişe Validemiz anlatıyor: "Allah Resûlü bir gece bana hitaben! "Yâ Âişe!" dedi, "Müsaade eder misin bu gece Rabbimle beraber olayım." (O Rabbiyle beraber olmak için bile hanımından müsaade isteyecek kadar incelerden ince bir insandı. Asalet O'nun damarlarına işlemişti.) Ben, "Yâ Resûlullah dedim, seninle olmayı isterim; fakat senin istediğini daha çok isterim."
Sonra, Anamız diyor: "Allah Resûlü abdest aldı namaza durdu ve uzun süre "İnne fî halki's-semâvâti ve'l-ardı"[43] âyetini okudu ve sabaha kadar gözyaşı döktü."[44]
Bazen de Allah Resûlû, hanımını uyandırmamak için, hiç sormadan kalkar ve ibadet ederdi. Yine Hz. Âişe Validemiz anlatıyor: Bir gece uyandığımda Allah Resûlü'nü yanımda bulamadım. Hemen kıskançlık damarım kabardı; acaba diğer hanımlarından birinin yanına mı gitti diye düşündüm. Yerimden doğrulurken elim, karanlıkta Allah Resûlü'nün ayaklarına ilişti. Baktım ki Allah Resûlü secdeye kapanmış bir şeyler okuyor. Okuduğu duaya kulak verdim, şunları söylüyordu: "Allah'ım Senin gazabından, öfkenden Senin rızana sığınıyorum. Ukûbetinden bağışlamana sığınıyorum. Allah'ım Senden yine Sana sığınıyorum. (Kahrından lütfuna; celâlinden cemaline; ceberûtiyetinden rahmâniyet ve rahîmiyetine sığınıyorum.) Sen, Seni senâ ettiğin gibisin. (Ben, Seni senâ edemem. Senin en büyük şahidin yine Sensin.)"[45]
İşte Allah Resûlü ve işte O'nun iç derinliği, büyük cihadı! O böyle olunca, ashabı daha başka türlü olabilir miydi? Öbür tarafta O'nunla beraber olabilmek için, burada O'na benzemek gerekir. Sahabe, tam anlamıyla bunun şuurundadır. Hatta onlardan bazıları, -Sevban gibi- Allah Resûlü'nden ayrı kalma düşüncesi akıllarına geldiği an, iştahtan kesilir ve ciddî rahatsız olurlardı.
Efendimiz bir cihada çıkmış, Sevban ise O'nunla bulunamamıştı. Allah Resûlü döndüğünde herkes kendisini ziyaret ediyordu. Bunlar arasında Sevban da vardı. Sararmış, solmuş ve âdeta bir iğne bir iplik kalmıştı. Şefkat Peygamberi sordu: "Sevban bu hâlin ne?" Cevap verdi: "Yâ Resûlallah! Beynimi kemiren bir düşünce var ki, işte o beni bu hâllere soktu. Kendi kendime düşündüm. Ben Allah Resûlü'nden üç günlük ayrı kalmaya dahi tahammül edemiyorum. Ebedî bir âlemde bu ayrılığa nasıl güç yetirebilirim? Çünkü O, Allah'ın Resûlü'dür. Makamı muallâdır. Gireceği Cennet de O'na göre olacaktır. Hâlbuki ben sıradan bir insanım. Cennet'e girmiş dahi olsam, Allah Resûlü'nün gireceği Cennet'e girebilmem mümkün değil. Ve O'ndan ebedî ayrı kalacağım. Bunu düşündüm ve bu hâllere düştüm."
Allah Resûlü bu dertli insanın derdine derman olarak şu ölümsüz ifadesiyle karşılık verdi: "Kişi sevdiğiyle beraberdir."[46] Kişiyi sevmek ona benzemek ve onun hayatını kendine hayat edinmekle olacaktır. İşte sahabe bu mevzuda herkesten daha hassastır.
Hz. Ömer bütün hayatı boyunca Allah Resûlü'ne, akrabalık yönünden kurbiyet kazanmanın iştiyakı içinde yandı durdu. Hz. Fatıma'yla bunu yapmak istedi; fakat o Hz. Ali'ye nasip oldu. Başka çare kalmayınca, Hz. Ali'nin kızı Ümmü Gülsüm'ü aldı.[47] Bütün derdi herhangi bir bağla Allah Resûlü'nün akrabaları arasına girmekti. Yoksa isteseydi, Bizans imparatorunun kızını, hem de isteme zahmetine katlanmadan alacak durumdaydı. Ama onun derdi evlenmek değil, Allah Resûlü ile bir bağ kurmaktı. Çünkü o, bütün soyun-sopun, hasebin-nesebin hiçbir işe yaramayacağı bir gün, işe yarayan bir nisbet, bir hasep ve nesep peşindeydi.. kızı Hafsa'yı Allah Resûlü'ne vermek istemesinde yine aynı dert ve iştiyak bahis mevzuu idi.
Allah Resûlü'ne olan mânevî bağı zaten çok kuvvetliydi. Kim bilir kaç defa, İki Cihan Güneşi onu elinden tutmuş, "Burada da, ahirette de hep böyle olacağız." demişti. Ancak o, bir de maddî bağını tahkim etmek istiyordu. İşte bu düşünceyle kendi kızını Allah Resûlü'ne vermiş ve Allah Resûlü'nün de kız torununu almıştı. Hatta böyle bir münasebette muvaffakiyet, o koca Ömer'i çocuklar gibi sevindirmişti...
Bir gün kızı Hafsa Validemiz kendisine, "Babacığım, dıştan gelen devlet elçileri oluyor. Ve daima yeni yeni heyetler kabul ediyor, görüşüyorsun. Üzerindeki elbiseyi yenilesen daha iyi olmaz mı?" diyor.
Hz. Ömer kızından bu sözleri duyunca beyninden vurulmuşa dönüyor. Allah Resûlü'nü ve Hz. Ebû Bekir'i kasdederek, "Ben bu iki dosttan nasıl ayrı kalabilirim. Vallahi dünyada onlar gibi yaşamalıyım ki, ahirette onlarla beraber olabileyim." cevabını veriyor.[48]
Biz buna, büyük cihad veya mânevî cihad diyoruz. Allah Resûlü'nün ve sahabenin yolu budur. Onlar Cenâb-ı Hak'la sıkı bir irtibat içinde hayat sürdürdüler. Onların zikir ve ibadetleri o kadar çoktu ki, onları görenler ibadetten başka hiçbir şey yapmıyorlar zannederlerdi. Hâlbuki durum tamamen aksineydi ve onlar hayatı bir bütün olarak yaşıyorlardı...
Onlar âdeta ihlâsın özü ve hulâsası hâline gelmişlerdi. Yaptıkları her işi Allah rızası ölçüsünde yapıyorlardı. Onların her işlerinde bir iç derinliği ve iç murâkabesi vardı. İşte yine, karşımızda bir ihlâs âbidesi olan Ömer! Hutbe esnasında bir ara, hiç münasebet yokken mevzuu değiştirir, "Yâ Ömer, der, daha dün baban Hattab'ın develerini güden bir çobandın." Hutbeden iner. Sorarlar: "Durup dururken seni bunu söylemeye sevk eden neydi?" Cevap verir: "Aklıma halife olduğum geldi..." Başka bir gün, sırtında bir çuval dolaşıyordu. Niçin böyle dolaştığını soranlara, cevabı yine aynı oluyordu: "İçimde bir gurur hissettim ve onu öldüreyim dedim..."
Ömer İbn Abdülaziz, bir dostuna mektup yazar. Mektup çok edebî yazılmıştır. Kalkar, mektubu yırtar. Sebebini soranlara: "İçimde bir gurur hissettim, onun için mektubu yırttım" der.
Ruhen olgunluğa ermiş, ruhuyla bütünleşmiş, paklaşmış bu temiz kimselerin cihadı, Allah rızası için olacağından, semereli olur. Hâlbuki kendi iç meselelerini halledememiş, riyadan, ucuptan, gurur ve kibirden kendini kurtaramamış, sağda solda çalım satmak için iş gören insanların cihad adına yaptıkları şeyler ise büyük ölçüde yıkım olacaktır. Böylelerinin, bir devrede belli bir seviyeye kadar ulaşmaları mümkündür; ancak neticeye varmaları, üzerine basa basa ifade ediyorum, mümkün değildir.
Büyük ve küçük cihadı bir arada mütalâa eden âyet ve hadisler vardır. Bunlardan biri de "en-Nasr" sûresidir. Bu kısa sûrede mealen şöyle denmektedir: "Allah'ın yardımı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allah'ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit, Rabbine hamdederek O'nu tesbih eyle ve O'ndan mağfiret dile, çünkü O, tevbeleri fazlaca kabul edendir."[49]
Allah'ın yardımı ve fethi geldiği zaman mü'minler fevc fevc, bölük bölük İslâm'a girecek ve dehalet edecekler. Öyle de oldu. Maddî cihad (cihad-ı asgar), emr-i bi'l-mâruf ve nehy-i ani'l-münker, Hakk'ın anlatılması sayesinde engeller bertaraf edildi ve insanlar İslâm dinine girmeye başladılar.
Bu duruma gelindiğinde, Cenâb-ı Hakk'ın emri şu oluyor: "Rabbini tesbih ve takdis et."[50] Çünkü bütün bu olanlar bir taraftan Rabbinin sana bir ihsanıdır, diğer taraftan da bütün bunları yapan ve yaratan Allah'tır. İşte bunları düşün ve Rabbini tesbih ve takdis et!
Debdebe ve ihtişam içinde kazanılan bu muzafferiyetlerin yanında insan kendi iç dünyasında nefsine karşı da bir zafer kazanmalı ki, cihad tamamlanmış ve cihad hakikati bütünleşmiş olsun. Bu çizgide Hz. Âişe Validemiz bize şunu naklediyor: Bu sûre nazil olduktan sonra Allah Resûlü durmadan "Sübhânekellâhümme innî estağfirüke ve etûbu ileyke" duasını okurdu.[51]
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde yine bu iki cihadı bir arada zikreder: "İki göz vardır ki Cehennem ateşi görmez: Harp meydanları ve cephelerde nöbet tutan askerin gözü ve bir de Allah korkusundan ağlayan göz."[52]
Sınır boylarında veya harp meydanlarında, en tehlikeli anlarda nöbet tutarak uykuyu terk eden insanın cihadı maddî cihaddır. Bu cihadı yapan insanın gözü Cehennem ateşine maruz kalmayacaktır. Bir de mânevî ve büyük cihadı yerine getiren göz vardır ki, o da Allah korkusundan ağlayan gözdür. Evet, bu iki göz de Cehennem'i ve onun azabını görmeyecektir.
Memeden çıkan sütün tekrar geriye dönmesi nasıl muhal ise, Allah korkusundan ağlayan gözün Cehennem'e girmesi o derece muhaldir. Allah yolunda üstü başı toz toprak içinde kalan bir insanın durumu da bundan farklı değildir. Çünkü Allah Resûlü, bu toz ve toprağın Cehennem ateşiyle asla bir araya gelmeyeceği mevzuunda birçok beyanda bulunmuşlardır.[53]
Allah korkusuyla ürperip ağlayan göz; düşmanın geleceği yerleri gözetleyen, nöbet bekleyen, râbıta yapan, memleketin başına gelecek felaketler karşısında göğsünü siper eden, müesseseler kuran, yaşatma zevkiyle yaşama hazzından uzak kalan insanların gözleri Cehennem ateşi görmeyecektir.
Bu itibarladır ki, sadece meseleyi, sağda-solda diyalektik yapıp, millete bir şey anlatma şeklinde cihad yapıyorum zannedenler, anlattıklarını ne ölçüde tatbik ettiklerini kontrol etmeyenler, sadece vakit öldürüyor ve bir de kendilerini aldatıyorlar demektir. İçlerini zapturapt altına alamamış, riyanın burnunu kıramamış, fahrı ayaklar altına alıp ezememiş, başkalarına iş buyurmayı ve gösteriş yapmayı omuzlarından silkip atamamış insanların yaptığı dış müdahaleler, huzursuzluk kaynağı ve gürültüden başka hiçbir yararı olmayacaktır. Meseleyi yalnız mânevî cihad şeklinde ele alan ve "Kendi nefsimle yaka paça olup onu yenmeden başkalarıyla uğraşmam doğru olmaz" deyip, bir köşeye çekilenler, çekilip nefsine derece kazandırmayı her şeyin üstünde görenler; Allah'la insanlar arasındaki engelleri kaldırma ve kulları kendi özlerine erdirme gayretlerine iştirak etmeyenler, bunlar da en hafif ifadeyle İslâm'ı yogileştirme gayretine düşmüşler demektir. Bunların bazılarında da şöyle bir düşünce hâkimdir: "Koyunu kendi ayağından, keçiyi de yine kendi ayağından asarlar. Nefsini kurtaramayan başkasını da kurtaramaz. Öyleyse insan önce kendini kurtarmaya bakmalı..."
Evvelâ, böyle düşünen kimseler bakmalıdırlar ki bir insan, kendini kurtardığını zannettiği gün girdapların en içinden çıkılmazına kendini kaptırmış sayılır. Aslında, kim kendini kurtardığını söyleyebilir ki? Kur'ân "Yakîn sana gelinceye kadar Rabbine kulluk et!"[54] demektedir. Yani perde açılıp sana öbür âlemden "Artık buyur." deninceye kadar, kulluk mânâsına dahil hiçbir fiilden uzak kalamazsın. İnsan, ömrünün son nefesini verinceye kadar kullukla mükelleftir.
Durum böyle olunca, insanın kendini kurtardığını söylemesi nasıl mümkün olabilir ki? Hâlbuki onun mükellefiyetleri devam etmektedir. Öyleyse insanın nefsiyle cedelleşmesi, içindeki fena huylarla yaka paça olması ve kendini ıslaha çalışması hayatının sonuna kadar devam edecektir.
Biz havf ve korku ağırlıklı bir hayat yaşamak mecburiyetindeyiz. Neticeden emin olma hiçbir mü'mine yakışmaz. Ümitsizlik de aynı şekilde mü'min sıfatı olamaz. Ancak havf tarafı ağır basmalıdır. Hz. Ömer gibi bir insan bile son anlarını yaşarken endişe içindeydi. Ancak İbn Abbas'ın şehadeti kabul etmesi ve "Ahirette senin iyi bir insan olduğuna ben şahidim." demesi, bir mânâda onu bu endişeden kurtarıyordu. Nasıl olmasın ki, "Rabbinin azametinden korkana Cenâb-ı Hak iki Cennet vaad etmektedir."[55] diyordu...
Durum böyle olunca, ömür boyu cehd ve gayret isteyen bir meseleyi, cihada mâni bir engel gibi değerlendirme ne derece yanlıştır ve bu iyice düşünülmesi gereken bir husustur.
Netice olarak, mevzuu şöyle hulâsa etmek mümkündür:
Küçük ve büyük cihad, teker teker ele alındığında, birisinde sadece lafazanlık, diyalektik ve anarşi, diğerinde ise, mistiklik, miskinlik, tembellik ve uyuşukluk vardır. Hakikî cihad ise her ikisini birleştirmekle olur ki, Allah Resûlü'nün ve sahabenin cihad anlayışı da budur.
İslâm'ın yetiştirdiği büyük ve hakikî mürşidlerde de hep böyle bir cihad şuuru görmekteyiz. Onlardan hiçbiri, cihadı tek yönlü ele almamışlardır. Demir parmaklıklar arkasında bile hakkı neşretme gayretinden bir an uzaklaşmamış ve gecelerini de gündüzleri kadar aydınlık geçirmişlerdir. Rableriyle olan münasebetlerini de asla gevşetmemiş, hizmetlerinin çapı ne derece geniş olursa olsun kalb dairesini ihmale uğratmamışlardır. Bu sayede duydukları her şey, onlarda yeni bir iman peteğinin oluşmasına vesile olmuş; böylece ihsan şuuruyla yaşamış; kendilerini her an Cenâb-ı Hakk'ın murâkabesinde hissetmiş ve bu amelleriyle Rablerine o derece kurbiyet ve yakınlık kazanmışlardır ki, Rab, onların gören gözü ve tutan eli olmuş ve böylece birleri bereketlenip binlere ulaşmıştır.[56]
Günümüzün insanı, Cenâb-ı Hakk'ı hoşnut edecek bir cihad yapmak istiyorsa -ki öyle yapması lâzımdır- başkalarına hak ve hakikati anlatmanın, neşretmenin yanı başında, kendisini ve arzularını da kontrol altına alıp, ciddî bir iç murâkabesine geçmelidir. Yoksa, kendi kendini aldatma ihtimali, çok kuvvetlidir ve yaptığı şeylerin de ne kendine ne de başkalarına yararı olmayacaktır.
Mücahede insanı, Allah'ı her şeye tercih edecek şekilde, ihlâslı, samimî, yürekten ve gönül adamı olmalıdır. O zaman verilen mücadele faydalı olacaktır. O, başkalarına karşı felsefe yapıp onların kafalarına faydalı faydasız bir sürü malumat yığını aktarma yerine; kalb ve kafalara, mümkün olduğunca, samimiyet, hüsnüniyet, içtenlik ve gönül adamı olma şuurunu yerleştirmeye çalışmalıdır.
Cihad, bir iç ve dış fetih dengesidir. Onda hem erme, hem de erdirme söz konusudur. İnsanın özüne ermesi, büyük cihaddır. Başkalarını erdirmesi de küçük cihaddır. Bunun biri diğerinden ayrıldığı sürece, cihad cihad olmaktan çıkar, birinden miskinlik, diğerinden anarşi doğar. Hâlbuki biz, Muhammedî bir ruhun doğmasını bekliyoruz. Bu da, her meselede olduğu gibi bu meselede de, Allah Resûlü'ne ittiba ve uymakla mümkün olacaktır.
Ne mutlu onlara ki, kendi kurtuluşları kadar başkalarının kurtuluşları için de yol ararlar. Ve yine ne mutlu onlara ki, başkalarını kurtaralım derken, kendilerini unutmazlar.
Sidretü'l-Müntehâ: Hz. Peygamber Efendimiz'e (aleyhissalâtü vesselâm) miraç gecesinde hilkatin aldığı son şekli gösteren yaratılış ağacı, kâinat ağacı.
Âyât-ı tekvîniye: Kâinatta işleyen ilâhî kanunlar.
Mele-i A'lâ: Yüce topluluk.
Muzlim: Karanlık.
Serfürû: Baş eğme, itaat etme.
Sîga: Fiil çekiminde meydana gelen hâl, kip.
Telmih: Üstü kapalı, îmâ yoluyla ifade etme.
Füyûzat: İlâhî feyizler, ihsanlar, lütuflar.
Nefs-i emmare: İnsana sürekli kötülükleri emreden nefis.
Zahid: Dünyevî lezzetlerden el etek çeken; fâni, geçici her şeye gönlünü kapamış kimse.
Rikkat: İncelik, yumuşaklık.
Havf: Korku, endişe.
Cehd: Emek, çaba.
Diyalektik: Herhangi bir meseleyi dış görünüşe göre (zâhirî sebeplerle) sadece akıl yürüterek çözmeye çalışma metodu.
[1] el-Aclûnî, Keşfu'l-hafâ, 1/511. Cihad hakkında geniş bilgi için bkz.: Gülen, M. Fethullah, İ'la-yi Kelimetullah veya Cihad, s.19-35.
[2] Nisâ sûresi, 4/95.
[3] Bkz.: Mâide sûresi, 5/67; Ahzâb sûresi, 33/39; Hâkka sûresi, 69/44-47; Cin sûresi, 72/26-28.
[4] Bkz.: Kıyamet sûresi, 75/37; Mürselât sûresi, 77/21-22; Abese sûresi, 80/18-22.
[5] Fetih sûresi, 48/10.
[6] Bk.: Âl-i İmrân sûresi, 3/96.
[7] Tevbe sûresi, 9/111.
[8] Buhârî, iman 26; Müslim, imâre 103; Nesâî, cihad 30.
[9] Buhârî, cihad 73; Tirmizî, fezâilü'l-cihad 25.
[10] Ebû Dâvûd, cihad 15; Tirmizî, fezâilü'l-cihad 2; Dârimî, cihad 32.
[11] el-Aclûnî, Keşfu'l-hafâ, 1/511.
[12] Bakara sûresi, 2/151.
[13] Aliyyü'l-Kârî, el-Esraru'l-merfûa, s. 286.
[14] Âl-i İmrân sûresi, 3/18.
[15] Nisâ sûresi, 4/165‑166.
[16] Fetih sûresi, 48/8.
[17] Müslim, fezâil 2; Tirmizî, menakıp 5, 6; Dârimî, mukaddime 4; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/89, 95, 105; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2/620.
[18] Müslim, zühd 74; İbn Mâce, taharet 23; Dârimî, mukaddime 4; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/113, 4/170, 172; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2/617; İbn Hibban, es-Sahih, 14/434, 456.
[19] Bkz.: Buhârî, büyû 34; cihad ve siyer 46; Müslim, radâ' 57; fezâil 48; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/348, 5/170-1716/113; Abdurrezzak, eMusannaf, 5/389; el-Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, 6/52, 53, 9/3-4.
[20] Buhârı, i'tisam 19; enbiyâ 3; İbn Mâce, zühd 34; Tirmizî, tefsiru'l-Kur'ân 3.
[21] Bkz.: Buhârî, vudû' 69; salât 109; Müslim, cihad 107, 108; Nesâî, taharet 191.
[22] Bkz.: Müslim, sıfâtü'l-münafıkîn 38; el-Heysemî, Mecmaü'z-zevâid, 8/227; el-Beyhakî, Delâilü'n-nübüvve, 2/190-191.
[23] Buhârî, fezâilu's-sahabe 5; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/204; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3/70; İbn Hibban, es-Sahih, 14/526.
[24] Bkz.: Mü'min sûresi, 40/28.
[25] Bkz.: Hicr sûresi, 15/72.
[26] Buhârî, menakıb 45; İbn Hişam, es-Sîretü'n-nebeviyye, 2/11-13.
[27] Muhammed sûresi, 47/7.
[28] Bkz.: Bakara sûresi, 2/143; A'raf sûresi, 7/170; Tevbe sûresi, 9/120; Hûd sûresi, 11/115; Yusuf sûresi, 12/56, 90; Kehf sûresi, 18/30.
[29] Hac sûresi, 39-40.
[30] Bakara sûresi, 2/216.
[31] Ankebût sûresi, 29/69.
[32] Bkz.: Ankebût sûresi, 29/69.
[33] Bkz.: İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim, 7/16.
[34] Ebû Dâvûd, taharet 79; el-Hâkim, el-Müstedrek, 1/258.
[35] Buhârî, cihad 52; Müslim, cihad 78.
[36] Nesâî, sihr 18; Ebû Dâvûd, salât 107; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/25-26.
[37] Buhârî, savm 49; Müslim, savm 59.
[38] Buhârî, teheccüd 6; Müslim, sıfâtü'l-münafıkîn 81. Ayrıca bkz.: Müslim, salât 223; Ebû Dâvûd, salât 148; vitr 5.
[39] Buhârî, tefsiru sûre (9) 9; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/4.
[40] Nisâ sûresi, 4/41.
[41] Buhârî, tefsiru sûre (4) 9; Müslim, salâtü'l-müsafirîn 247-248.
[42] Buhârî, daavat 3; Tirmizî, tefsiru sûre (47) 1; İbn Mâce, edep 57; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/282, 341.
[43] Âl-i İmrân sûresi, 3/190.
[44] İbn Hibban, es-Sahih, 2/386; İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-azîm, 2/164; el-Kurtubî, el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'ân, 4/197.
[45] Müslim, salât 221, 222; Tirmizî, daavat 75, 112; Nesâî, taharet 119; tatbik 47; Ebû Dâvûd, salât 148; vitr 5; İbn Mâce, dua 3.
[46] Buhârî, edep 96; Müslim, birr 165.
[47] İbn Hacer, el-İsâbe, 4/492.
[48] el-Hâkim, el-Müstedrek, 1/211; İshak İbn Rahûye, el-Müsned, 1/196; İbn Ebî Şeybe, el-Musannaf, 7/79; İbnü'l-Mübarek, ez-Zühd, 1/201; Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 1/49.
[49] Nasr sûresi, 110/1-3.
[50] Nasr sûresi, 110/3.
[51] Müslim, salât 218, 220; Ebû Dâvûd, salât 119; Tirmizî, daavat 32.
[52] Tirmizî, fezâilü'l-cihad 12; el-Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, 5/288.
[53] Tirmizî, fezâilü'l-cihad 8; Nesâî, cihad 8; İbn Mâce, cihad 9.
[54] Hicr sûresi, 15/99.
[55] Rahmân sûresi, 55/46.
[56] Bkz.: Buhârî, rikâk 38; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/256.
ilimrehberi.net
Cihad Nedir , Cihad Ne demek , Cihad hangi durumda yapılır, Cihat niçin yapılır, Cihadı nasıl anlamalıyız, İslam da cihad nasıl olmalı, En büyük cihad nedir
Cihad Arapçada cehede kökünden türemiş bir kelimedir. Kelimenin temel anlamı bir konuda ceht ve gayret göstermektir. Cihat, cidal ve kıtal birbirine yakın gibi görünen kavramlardır fakat aralarında çok belirgin farklar vardır. Kıtalde savaşmak, katledip öldürmek vardır. Cidal, bir üstünlük kavgası, menfaat çekişmesi, galibiyet mücadelesidir. Cihat ise “gayret etmek, ceht etmek, olanca gücünü ve kuvvetini sarf etmek” manasına gelir. Fakat, cihatta bir şart var ki onu cidal ve kıtaldan net biçimde ayırır; Bu fark da cihad “fisebilillah” yapılır yani cihad sadece allah için yapılır; “Savaş ve cidal” ancak bu durumda “cihad” olurlar.
Bu anlamda Kuranı Kerimde :
“Ey iman edenler! Sizleri acıklı bir azaptan kurtaracak bir ticaret göstereyim mi? Allah ve Resulüne iman edip, mallarınız ve canlarınızla Allah yolunda cihat edersiniz.” (Saf Sûresi, 10-11)
Demek ki cihadda Allah için olması onun rızasını esas alması ve bunu imanı uğruna yapmasıdır.
O zaman , cihat başkalarını öldürüp Cehenneme göndermek için yapılmaz. Bilakis nefsimizi ve diğer nefisleri Cehennemden kurtarmak için yapılır.
Bu anlamda cihad insanları kurtarmanın diğer adıdır.
O zaman cihad sadece savaş zamanıda olmaz sulh ve barış zamanında da olur. Müminlere mali destek sağlamak, insanlara iman hakikatlerini anlatmak onları ebedi helaketten kurtaracak eylemleri yapmak, Hakkı ve hakikati söylemek de cihadın en önemli unsuzlarındandır.
Harp eden mü’minlere malî destek sağlamak cihat olduğu gibi, sulh zamanında bir kısım malını insanlık âleminin ebedî saadeti için harcamak da büyük bir cihattır.
Harbe iştirak etmek cihat olduğu gibi, insanların iman şerefine kavuşmaları ve müminlerin günah ve isyandan kurtulmaları için bir şeyler yapmak, bu hususta kafa yormak, mesai harcamak da cihattır.
Cihad islam düşmanına karşı yapılır. Bir insanı islam düşmanı yapan ise nefis ve şaytandır. O zaman en büyük düşman nefis ve şeytandır. O zaman en büyük cihadda nefse ve şeytana karşı yapılan cihaddır.
“Senin en zararlı düşmanın nefsindir.” hadis-i şerifi bu büyük düşmanı “nefis” olarak belirler.
Tebük seferi dönüşünde Allah Resulünün (asm.) mübarek ağzından dökülen şu hikmet çağlayanı bizim için ne büyük derstir:
“Küçük cihattan büyük cihada döndük.”
Nefisle cihat, gerçekten, büyük cihattır. Her anımız bu cihatla geçer. Bir anlık gafletimiz bize çok pahalıya mal olabilir. Maddî cihat ise sürekli değildir. Sulh zamanında müminler bu cihatla mükellef tutulmazlar.
Haricî düşmana mağlûp olmak insana ya şehitlik, ya gazilik kazandırır. Nefisle mücadele ise öyle değildir. Bu savaş mutlaka kazanılmalıdır, mağlubiyetin sonu cehennem azabıdır.
Nefis denilince akla hemen şeytan gelir.
“Şeytan, sizin için bir düşmandır. Siz de onu düşman tutunuz.” (Fatır Sûresi ,6)
“Şeytanın adımlarına uymayın (arkasından gitmeyin). Çünkü o sizin için apaçık düşmandır.” (Bakara Sûresi, 168)
Demek oluyor ki, en büyük cihat nefisle ve şeytanla yapılan cihattır. Düşmanla yapılan harpler ancak üçüncü sırada yer alır.
yeniümitdergisi
Cihad
Ali Bulaç
İnsan, biri diğerinde içkin ikili tabiata sahiptir. Biri dünyevî tabiatı, diğeri nefha-i İlâhî olan manevî-ruhî tabiatı. Bu ikinci tabiatın yurdu kalb, dünyevî tabiatın yurdu bedenî arzular ve tutkulardır (nefs). İnsanın yaratılış amacı, manevî tabiatını dünyevî tabiatının üstüne ve önüne çıkarmasıdır. Cehd ve mücahede yoluyla elde edilecek özgürlük, dünyevî tabiatımızı bilinçle denetim altına alma kudretini elde etmek ve buna her zaman sahip olabilmektir. Çünkü Allah, insanı "elleri"yle (bizzat) yaratıp tesviye etmiş, ona ruhundan üflemiş, isimleri (varlığın bilgisi) öğretmiş ve peygamberler aracılığıyla ona yol göstermiştir. Yaratılışın amacı, Allah'a mümkün olan en iyi şekilde kulluk edebilme, bunun yolu veya sonucu da, ahlâkî ve manevî bakımdan olgunlaşmanın nihai üst derecesi olan İnsan-ı kâmil (üstün/olgun insan) olabilmektir. İnsanda varolan "İlâhî" öz, onu Allah'a ve asıl ait olduğu Cennet'e çağırır; nefsin varoluş alanı olan dünyevî tabiatı ise onu dünyaya ve toprağa çeker. İnsan, varlık ağacının meyvesidir, eşref-i mahlûkattır ve eğer isterse, Allah'ın izni, havl ve kuvvetiyle nefsinin ona telkin ettiği kötülüklere karşı mücadele ederek yaratılış amacını gerçekleştirebilir. İşte bu mücadelenin bir başka adı mücahede, yani cihaddır.
İslâm dinine göre bu en büyük ruhî ve manevî çaba, aslında en büyük cihad olarak görülür. Rivâyete göre Bedir savaşından dönen Hz. Peygamber (s.a.s.), savaşın galibi arkadaşlarına şunu söylemiştir: "Küçük cihaddan büyük cihada döndünüz." "Büyük cihad nedir?" diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir: "Nefisle cihad." (Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, l, 45.) Bir başka rivâyette şöyle denmiştir: "Asıl mücahid, nefsiyle cihad eden (kişi)dir." (Tirmizî, "Fedailu'l-Cihad", 2)
Cihadın bu iç boyutu önemlidir. Çünkü kendi içinde bazı kötülüklerle mücadele etmemiş, ruhsal ve ahlâkî yetkinleşmenin önündeki engelleri aşamamış birinin, dış dünyada başkalarını doğru yola getirmek üzere verimli çaba göstereceği beklenemez. Bu anlam çerçevesinde cihad, manevî arınma yolunda kişinin kendi içinde verdiği büyük mücadele, nefsini denetleme ve ahlâkî erdemler yönünde terbiye etmesi demektir. En zor başarılanı bu olduğundan, "Nefisle cihad, en büyük cihad" kabul edilmiştir.
Hukuk, Savaş ve Cihad
Cihadın haricî boyutu konusunda, çoğu zaman Müslümanların, başka dinden olan insanları kendi dinlerine "zorla dahil etmek istemeleri" amacıyla savaşı kutsadıkları veya cihadı siyasallaştırarak başkaları aleyhine çıkar amaçlı şiddet ve teröre başvurdukları; bunu da dinlerinden aldıkları meşrûiyetle yaptıkları yolunda yaygınlaştırılan bir kanaat vardır. Hatta batı medyası, sıradan siyasî amaçlı şiddet ve terörü de "İslâmî cihad"ın modern örnekleri olarak gösterebilmektedir.
Burada söz konusu olan karmaşa ve karışıklığı gidermenin en güvenilir yolu, başlangıçta işaret ettiğimiz üzere uluslar arası ilişkilerde cari olan devletler arası hukukun konularından biri olan savaş, yani sıcak çatışma ile savaştan çok daha geniş kapsamda bir anlam düzeyine sahip bulunan cihad arasında ayırım yapmaktır. Cihad, kuşkusuz sadece bir yönüyle savaştır. Nitekim İslâm'ın büyük mezheplerinden birine mensup Hanefî hukukçuları, ittifakla devletin klasik ve tabii dört fonksiyonunu sayarken, buna cihadı da katmışlardır. Onlara göre, "Hükümranlık ve egemenliği temsil etmek (Cuma namazının kıldırılması)", "ortak ve bölünemez hizmetler için vergi toplayıp harcamak (Fey')" ile "iç güvenlik ve yargının bağımsızlığını korumak (Hadlerin uygulanması)" yanında "ülkenin dış savunması (Cihad ilân edilmesi)" devletin dört temel görevi arasında yer alır. Hanefî hukukçuları dış savunmayı "cihad" adı altında devletin yetki alanı içinde düşünmüşlerdir. Bu, Müslümanların yaşadığı bir devletin Marksizm'deki gibi "sürekli devrim" veya Nazizm'deki gibi "bütün dünya Alman ırkının üstünlüğünü kabul edinceye kadar çatışma" politikasına dayalı olduğu anlamına gelmemekte, tam tersine, her konuyu hukuk temelinde ele almak gerektiğinin, bu çerçevede başka ülkelere savaş ilân etmenin, dolayısıyla cihad yapmanın ancak meşrû kamu otoritesinin yetkisinde olduğunu, bireylerin, sivil topluluk, cemaat veya siyasî grupların kendi başlarına başkalarına "cihad" adı altında savaş ilân edemeyeceklerinin altını çizmektedir.
Bu açık ve hukuk tarafından belirlenmiş gerçeğe rağmen Hans Kruse, "Cihad"ı "İslâm toplumuyla gayr-i müslimler arasında daimi savaş" olarak tanımlar. Bunu tarihsel örneklerden mi çıkardığı, yoksa dinin temel referanslarına mı dayandırdığı açık değildir. Oysa güvenilir kaynaklar açısından "kıtal veya savaş" anlamında "sürekli cihad" yoktur; bundan dolayı her Müslüman'ın üzerinde yerine getirmesi gereken farz bir ibadet değildir. Ülkenin sınır güvenliği askerî güç, yani silâhlı kuvvetler tarafından korunur. İlk sahabe hukukçularından Abdullah İbn Ömer, Amr İbn Dinar ve Süfyan es-Sevrî gibi bilginler, bu görüştedir. Çünkü bu hukukçu ve bilginlere göre, eğer İslâm ülkesinin sınırları güvenlik içindeyse, savaş farz olma özelliğini kaybeder. (Ebû Süleyman, 1985, s. 24)
Cihadın savaşla ilgisi, esasen savaşı manevî bir temele, kişilik olgunlaşmasına oturtması; meşrû ve âdil gerekçelere dayanan bir savaşa katılacak olan askerlerin, canlarını insanların özgürlük ve bağımsızlıkları için vereceklerinden, yaptıkları işin Allah katında güzel olması, yüce bir amaca uygun düşmesi ve elbette ödülün Allah'tan beklenmesidir. İnancını, malını, namusunu, akıl-beden sağlığını ve canını savunurken ölen kişi "şehid" kabul edilmiştir. Yoksa oryantalist Joseph Schact'ın öne sürdüğü gibi cihad, "Daru'l-İslâm'ın Daru'l-Harp aleyhine sürekli genişlemesini sağlayan, tüm dünya Müslüman oluncaya ve İslâm hakimiyetine geçinceye kadar bunun devam etmesini temin eden kutsal savaş (Holy War)" demek değildir. (Schact 1977, s. 139) Burada hemen belirtelim ki, "Kutsal Savaş" kavramı, tamamen batıya has bir kavramdır ve batılılar, çok meselede olduğu gibi, cihadı da İslâm içindeki özgün anlamı ve yeri çerçevesinde değerlendirmeleri gerekirken, kendi kavram ve anlayış çerçevelerine oturtmaya çalışmışlar, dolayısıyla Cihadı "Kutsal Savaş (Holy War)" olarak tercüme etme yoluna gitmişlerdir. Ayrıca Scahct, açık bir şekilde "Kutsal Savaş" ile devletler arasındaki ihtilâflar sonucu ortaya çıkan askerî savaşları da birbirine karıştırmaktadır. "Kutsal Savaş," biraz önce ifade edildiği gibi, Müslümanların siyaset ve savaş kültürüne yabancı bir kavramdır. Savaş arzulanmasa da, sonuçta bir başka siyaset tarzıdır. Bu anlamıyla cihad, ancak devletin yani meşrû kamu otoritesinin uhdesindedir. Böyle bir savaşın amacı da âdil ve haklı bir sonuç elde etmek, meşrûiyet çerçevesinde tahakkuk etmektir. Mevlâna Celâleddin Rumî, "Savaş, zalimlerin elindeki kılıcı almak için farz kılınmıştır." der. Kaldı ki İslâm, savaş için asla "kutsal" sıfatını kullanmaz; tam tersine, onun insanlara kötü göründüğünü ifade ederek (Bakara 2/216), onu netice açısından hayırlara yol açacak bir disiplin hâline getirir
İslâmiyet'in bütün dünyayı "Müslümanlaştırma" gibi bir iddiası yoktur. Kur'ân, açıkça "Bütün insanların (Müslümanlar gibi) inanmayacaklarını" söylemektedir (Yusuf, 12/106). Kişinin doğru yolu bulması ve kurtuluşa ermesi (hidâyet) Allah'ın dilemesi (Meşîet) ve yönlendirmesiyle mümkün olmaktadır. İnsanın çabası çok önemli ve gerekli olsa da, iman bir tür ilâhi imtiyazdır. Böyle olunca insanların zorla hidâyete, yani inanca dahil edilmesi düşünülemez. Kur'ân, Hz. Peygamber'e ve onun şahsında bütün Müslümanlara şöyle seslenir: "Sen, sadece öğüt ver ve hatırlat. Sen, yalnızca bir hatırlatıcısın. Onlara (inanmayanlara) zor ve baskı kullanacak değilsin." (Gaşiye, 88/21-22). En temel ilke şudur: "Din (seçimi)nde zor (kullanmak) yoktur" (Bakara, 2/256).
Tam aksine, hukukî anlamdaki savaşın sebeplerinden biri, din ve vicdan özgürlüğünün sağlanması, kişinin vicdanı ile Allah arasındaki engellerin kaldırılmasıdır. Bu uğurda insanî sorumluluklarımız varsa, bu kişi ile Allah arasındaki engellerin ortadan kaldırılması konusunda bize görev yüklemesi anlamına gelmektedir.
Fakat eğer bir ülkede hukukun üstünlüğü çerçevesinde devlet, din ve vicdan özgürlüğünü yasaların ve anayasanın güvencesi altına almışsa, belli bir din seçme konusunda insanlara baskı yapılmaz. Baskı rejimleri, sadece din ve vicdan özgürlüğünü, düşüncenin serbestçe ifade edilmesini engellemekle kalmazlar, bunun yanında her türlü adaletsizlik ve ahlâkî yozlaşmanın gelişmesine de sebep olurlar. Bu çerçevede teşekkül etmiş bulunan bir baskı rejimine karşı özgürlük ve adalet adına mücadele etmek, cihadın yöneldiği ahlâkî amaçlar arasında yer alır. Dahili siyasetin meşrû amaçlarına işaret etmek üzere Hz. Muhammed (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Cihadın en faziletli olanı zorba (ve zalim) bir yönetici karşısında hak(kı dile getiren doğru) söz söylemektir" (Ebu Davud, "Melâhim," 17).
Din ve vicdan özgürlüğünün hukukun güvencesi altına alınması, herkesin inandığı gibi yaşama hakkına sahip olması ve adaletin herkese dağıtılacak şekilde tesis edilmesi sadece Müslümanlara tanınmış bir imtiyaz değildir. İlke olarak, birden fazla din; dolayısıyla birden fazla inanç, düşünme ve yaşama biçiminin olması toplumsal çoğulcuğun temel çerçevesini tayin eder. Allah, bütün insanların homojen, aynı kalıptan çıkmışçasına birbirlerine benzemesini dilemez. Hangi insan topluluğunun diğerlerinden daha iyi olduğunun ortaya çıkması için ontolojik farklılık öngörülmüştür. Kuşkusuz farklı dinler arasında teolojik, epistemolojik tartışmalar olacaktır. Ancak bunlar, savaş ve çatışma sebebi olmamalıdır. İnsanlar ve toplumların üzerlerinde ihtilâf ettikleri konularda aralarındaki hükmü Allah verecektir. Bu dünyada biz iyi, doğru ve güzel olanın (hayır) elde edilmesi için birbirimizle yarışmakla yükümlüyüz.
Buna rağmen iyi hasletleri yanında tamahkâr, bencil, tahakkümcü ve tahripkâr bir tabiata sahip olan insanın her zaman ahlâki ilkelere riâyet etmeyeceği, hakkı olmayan şeylere göz dikeceği, başkalarının hukukunu ihlâl edeceği de bir gerçektir. Meşrû ve âdil bir savaşın gerekçesi ancak bu gibi durumlarda mümkün olabilir. Savunma savaşları, kötü emelleri olanlara karşı saldırı vb. savaş türlerinden başka, tamamen din ve vicdan özgürlüğünün, temel insan hak ve hürriyetlerinin sağlanması amacıyla da savaş açmak mümkündür. Silâhlardan arındırılmış ve savaş tehdidinin tamamen ortadan kalktığı bir dünya arzuya şayandır, büyük bir idealdir. Ancak tarihin ve somut hayatın gerçekleri bizim bu idealden çok uzakta olduğumuzu gösteriyor. Dolayısıyla daima bu tehditle iç içe yaşamak durumundayız. Eğer bu böyleyse, hiç değilse savaşı ahlâkî ve âdil bir temele oturtmak gerekir. İslâmiyet, aslî bir görev olarak değil, arızî ve fakat kaçınılmaz bir durum olarak savaş gerçeğini kabul etmiştir.
Din ve vicdan özgürlüğünün sağlanması, ibadethanelerin saldırılardan korunması gerektiği, yine Kur'ân'da ifade edilmiştir: "Eğer Allah'ın, insanların kimini kimiyle defetmesi (yenilgiye uğratması) olmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın isminin çokça anıldığı mescidler muhakkak yıkılır giderdi" (Hac, 22/40).
Âyette geçen "def'etme" kelimesi "de-fe-a" kökünden olup, bir anlamı savaştır. Ancak sadece sıcak çatışma veya mukatele anlamındaki cihad ile sınırlandırılması mümkün değildir. Kelime öncelikle "savmayı, def'etme"yi ifade ettiğinden, her türlü siyasî, ideolojik baskıya karşı direnci de ihtiva eder. Bir ülkede din ve vicdan özgürlüğü için siyasî ve hukukî mücadele vermek, baskı altında yaşamaya zorlanan insanların üzerindeki bu baskının kalkması için uğraşmak, entelektüel, fikrî çaba göstermek, sivil tepkiler geliştirmek, bu amaçla platformlar kurmak, bu türden platformlara katılmak veya içlerinde yer almak da "def'etme"nin türleri arasında yer alır.
Baskı altındaki gayr-i müslimlerin bile baskıdan kurtarılması için fiilî çaba göstermeyi ve gerektiğinde savaşı göze almayı teşvik eden (ve bunu cihad kabul eden) bir din, nasıl olur da Müslüman olmayan herkesi zorla İslâmiyet'e dahil etmenin veya masum insanların hayatına kasteden şiddet ve terörün meşrû gerekçesi olur?
Nitekim tarihte bunun somut örnekleri yaşanmıştır. Moğollarla giriştikleri çetin savaşın sonucunda anlaşmaya oturan Müslümanlar gayr-i müslim esirlerin de serbest bırakılmasını şart koştular. Öyle ki Moğol komutanı Kutlu Şah, Müslümanların sözcüsü ve müzakerecisi İbn Teymiye'ye: "Ne yani, siz bize Hıristiyan ve Yahudi esirleri bırakmayacak olursak savaşa devam edeceğinizi mi söylemeye çalışıyorsunuz?" diye sorduğunda, İbn Teymiye: "Evet, aynen bunu demeye çalışıyoruz." cevabını vermiştir. İbn Teymiye'ye göre, anlaşmalı gayr-i müslimlerin özgürlüklerine kavuşturulması için Müslümanlar savaşmak, Allah yolunda cihad etmek zorundadırlar.
Kuşkusuz bunun yanında "Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün." (Tevbe, 9/5) âyeti de vardır. Bu âyet, Tevbe Sûresi'nin ilk dört âyetinde açıkça belirtildiği üzere, her türlü anlaşma imkânının ortadan kalktığı ve artık bütün diplomatik ilişkilerin kesilip savaş durumunun ortaya çıktığı örnekler için söz konusudur. Nihayet 4. âyette "Anlaşmalı olduğunuz müşrikleri öldürmeyin." denmekte, ayrıca 6. âyette, savaş sırasında sığınma veya koruma (eman) talebinde bulunan müşriklerin de savaşın dışında tutulması emredilmektedir. Yani âyetler, fiilî bir savaş durumuyla ilgilidir.
Burada hem savaş teorisi hem dinin ilâhiyatı açısından savaşın hangi temel gerekçelere dayandırıldığı konusunun açıklığa kavuşturulması gerekir. Başta da işaret ettiğimiz üzere, savaş siyasî ihtilâflar sonucunda ortaya çıkan askerî bir çatışma hâlidir ve bir tür "seküler" bir nitelik taşır. Prusyalı general Clausewitz, savaşı "politikanın başka araçlarla devamı" şeklinde tanımlamıştı. Güç kullanarak politik bir amacın kabul ettirilmesi her zaman suistimale açık bir yoldur.
İslâm hukukçularının çoğunluğuna (cumhur) göre, savaşın illeti (nedensellik ilkesi) düşmanın İslâm'a ve Müslümanların ülkesine karşı saldırıda bulunulmasıdır (Serahsî, el Mebsût, 10/5). Savaşın belirgin gerekçesi şudur: "Size savaş açanlara Allah yolunda siz de savaşın, ancak (sakın) aşırı gitmeyin." (Bakara, 2/190)
Başka bir ifadeyle savaşın illeti, Müslüman olmayanların dine dahil edilmesi değildir. Eğer öyle olsaydı, kadın erkek, yaşlı çocuk, din adamı sivil ayrımı gözetilmeden, gayr-i müslim olan herkesin öldürülmesi gerekirdi ki, bu, "aşırıya gitmek" olurdu. Oysa düşmanla savaş durumu ortaya çıkmış olsa bile, kesin olarak Müslümanlar kadınları, çocukları, yaşlıları, özürlüleri, din adamlarını ve hatta savaşta aktif görev almayan sivil erkekleri öldüremezler.
Savaşta düşman tarafı, yukarıda işaret edilen genel ahlâkî norm ve hukukî kurallara riâyet etmeyecek olsalar dahi, İslâm hukuku burada "Mukabele-i bi'l-misl (aynıyla karşılık verme)" ilkesine cevaz vermez. Yani savaş sırasında Müslümanların kadınlarına tecavüz edilmişse, bu, Müslüman askerlere düşman kadınlarına tecavüz etme hakkını vermez (Ebû Zehra 1976, 42). Bu dahi, İslâmiyet'in 7. asırdan beri kadınlara tecavüzü "bir savaş suçu" kabul ettiğini göstermektedir. Oysa bu fiil, modern dünyada "savaş suçu" olarak ancak 2001 yılında kabul edildi. 1994'te Sırp askerleri yaklaşık 50 bin Müslüman kadına ve genç kıza tecavüz ettikten yedi sene sonra Lahey'de kurulan mahkeme üç Sırp askerini suçlu buldu ve onları hapse mahkum etti. Bu mahkemenin verdiği karardan sonra uluslararası camia savaş sırasında kadınlara tecavüzü "savaş suçu" saydı.
Savaşa ilişkin bu hukuki kurallar, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) tarafından açık bir şekilde konulmuş ve onlara riâyet istenmiştir. (Daha geniş bilgi için bkz. Yaman 1998, s. 57 vd.)
Meşrû bir savaşla ilgili temel hükümler ve bağlayıcı hukukî kurallar böyle iken, nasıl olur da masum insanların yaşama hakkını ortadan kaldırmayı hedefleyen ve son tahlilde bir insanlık suçu olan terör "cihad"la aynı şeymiş gibi gösterilebilir?
Yakından bakıldığında İslâmiyet'in öngördüğü çerçeveye göre dinler arasındaki ilişkinin temelini "ihtiram", yani karşılıklı saygı ve her dinin diğer dinlerin kutsal alanını, inanışını, ibadet hakkını her türlü tecavüz ve saldırıdan uzak görmesi ve öyle kabul etmesi teşkil etmektedir. Karşılıklı ihtiram ilkesi, dinler arasında "hayırlarda yarış"ı teşvik eder.
"Hayır," semantik alanı geniş ve derin bir kavramdır. Güzellik, doğruluk, haklılık ve iyilik gibi temel değerleri içerir. Bu, dinler arasında diyalog, işbirliği, karşılıklı yardımlaşma ve hoşgörünün tesisini ve bu uğurda ortak çabalar yürütülmesini öngörür. Bugün gelinen noktadaki verili durum, artık dinler arasında çatışmayı değil, ortak sorunlar karşısında ortak sorumluluk duygusunu ve ortak işbirliğine dayalı çabaları öne çıkarmayı zorunlu kılmaktadır.
Kaynaklar
(Metinde içinde zikredilenler dışında):
- Ebû Süleyman, İslâm'ın Uluslararası İlişkiler Kuramı, Çev. F. Koru, İstanbul, 1985.
- Ebû Zehra, Prof. Muhammed, İslâm'da Savaş Kavramı, Çev. C. Karaağaçlı, İstanbul, 1976.
- Peters, Rodolph, İslâm ve Sömürgecilik - Modern Zamanlarda Cihad Öğretisi, Çev. S. Gündüz, İstanbul, 1989.
- Schact, Joseph, İslâm Hukukuna Giriş, Çev. M. Dağ-A. Kadir Şener, Ankara, 1977.
- Yaman, Ahmet, İslâm Devletler Hukukunda Savaş, İstanbul, 1998.
ihvanlar.net
CİHAD HAKKINDA AYET VE HADİSLER
Cihad kelime olarak “El Cehd” veya “El Cühd” kökünden gelir. Düşmana karşı savunmada bütün gücü ile çalışmak demektir. Diğer bir manası da meşakkate tahammül ederek fazla derece çalışmaktır. İçtihad kelimesi de bu köktendir.
Cihad 3 bölüme ayrılır:
1-Nefse karşı cihad
2- Şeytana karşı cihad
3- Görünen düşmana karşı cihad
Şer’i istılah (terim) olarak cihad “Allah yolunda düşmanla savaşmaktır” Allah yolunda demek, Allah’ın sözünün en üstün olması için yapılan cihad demektir.
Allah yolunda cihad, imandan sonra amellerin ne üstünüdür. Bu bakımdan cihad, İslam’In temel kaidelerinden bir esastır. Cihad, İsalm’ı ve ehlini a’danın zararından, kötülüklerinden koruyan bir muhafız, manevi bir zırhtır.
1-NEFSE KARŞI CİHAD
Nefsi kötü meyillerinden arındırıp, bütün arzularında Cenab-ı Hakk’ın rızasına yönelmektir. Nefsi böyle kötü arzularından arıtınca, insan her işinde sadece Cenab-ı Hakk’ın rızasını, buyruğunu gözetir. Servet, şöhret veya makam, meşru olmayan hiçbir arzu, böyle bir kimsenin gönlünde yer alamaz. O insanın gayesi Cenab-ı Hakkın rızasıdır. O, Allah’ın sözünün üstün olması ve Allah’a karşı olanların sözünün de geçersiz olması için cihad eder. Kendi meyil ve isteklerini, Cenab-ı Hakk’ın hükümlerine, buyruklarına boyun eğdirir.
Bu nedenle nefis ile cihadı yapmayan bir Müslüman görünen düşmanlara karşı savaşmakta ya aciz düşer, ya da niyeti ile bu savaşı batıl kılar. Ortaya nefsani hesaplar girebileceği için şeytanın oyuncağı olabilir.
2- ŞEYTANA KARŞI CİHAD
Şeytanı düşman bilip onun isteklerine karşı koymak ve onun isteklerini reddedip ona galip gelmektir. Mücahid bir insan nefsin ve şeytanın, arkadan gelen düşmanlar olduğunu bilir ve tedbirini ona göre alır. Rabbinin buyruklarına uyar ve Alalh yolunda şeytana karşı cihad eder.
3- KAFİRLERE KARŞI CİHAD
İslam, başkalarına boyun eğmek değildir. İslam, Allah’a O’nun buyruklarına teslim olmaktır. Cihadı terk eden müslüman milletler düşman kafirlerin kuklası olmaya mahkumdurlar.
İslamiyette cihadın, düşmanla savaşmanın farz kılınmasının hikmeti; zulmü, şerri, fesadı önlemek, İslam’ı en güzel bir şekilde ve en güzel bir öğütle, ilim ve hikmetle tanıtmak, Allah sözünü en üstün tutmak, zulmü, kötülüğü; müslümanlara inkarcılar ve ehl-i küfür tarafından gelecek ararları bertaraf etmek, önlemektir. Müslümanların varlıklarının; düşmanın zararından, tahrip ve tecavüzünden korunmasıdır.
Hazreti Ebubekir (Radıyallahu nah)ın halife seçildiği zaman yaptığı konuşmada şöyle bir uyarıda bulunuyor:
“…Bir millet, Allah yolunda cihadı terk edecek olursa Allah, o kavmi zillete düşürür.”
Ayeti Kerimelerde cihad konusunun üzerinde çok durulur.
“Savaş, hoşunuza gitmediği halde size farz kılındı. İhtimal ki hoşlanmadığınız şey sizin iyiliğinizedir ve ihtimal ki sevdiğiniz bir şey sizin kötülüğünüzedir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir”(Bakara 216)
“Allah yolunda muharebe edin. Bilin ki şüphesiz Allah hakkıyla işitici, kemaliyle bilicidir.” (Bakara 244)
“(Ey müminler!) sizler gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak elbirlik (savaşa) çıkın. Allah yolunda mallarınızla,canlarınızla cihad edin. Eğer bilirseniz bu, sizin için çok hayırlıdır.”(Tevbe 41)
“Allah’a ve Peygamberine iman edip mallarınızla, canlarınızla Allah yolunda mücahede edersiniz. Bu sizin için çok hayırlıdır; eğer bilirseniz.” (Saf 11)
Kur’an-ı Kerimde cihad ile ilgili daha bir çok ayeti kerime bulunmaktadır.
Savaş hoşunuza gitmediği halde üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlıdır ve olur ki sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz. (2/216)
Şüphesiz iman edenler hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler; işte onlar Allah’ın rahmetini umabilirler. Allah bağışlayandır esirgeyendir. (2/218)
Andolsun eğer Allah yolunda öldürülür ya da ölürseniz Allah’tan olan bir bağışlanma ve rahmet, onların bütün toplamakta olduklarından daha hayırlıdır. (3/157)
Ey iman edenler sabredin ve sabırda yarışın (sınırlarda) nöbetleşin. Allah’tan korkun. Umulur ki kurtulursunuz. (3/200)
Öyleyse dünya hayatına karşılık ahireti satın alanlar Allah yolunda savaşsınlar; kim Allah yolunda savaşırken öldürülür ya da galip gelirse ona büyük bir ecir vereceğiz. (4/74)
Mü’minlerden özür olmaksızın oturanlar ile Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler eşit değildir. Allah mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır. Tümüne güzelliği (cenneti) va’detmiştir; ancak Allah cihad edenleri oturanlara göre büyük bir ecirle üstün kılmıştır. (4/95)
Ey iman edenler, toplu olarak kâfirlerle karşılaştığınız zaman onlara arka çevirmeyin (savaştan kaçmayın). (8/15)
İSLAM KILIÇ İLE Mİ YAYILDI?
Bazı İslami olarak bilinen ılımlı kesimler, cihad sevgisini mü’minlerin kalplerinden çıkarıp atmak için “İslam kılıçla değil hoşgörü ile yayılır” gibi hezeyanlarda bulunuyorlar. Bunların Ku’an-ı kerimden nasibi bu kadar…
İslam, kılıç ile yayılmak için değil, kafirleri adam etmek için cihadı emreder. Kafirlerin şerrinden korunmak için kılıcı emreder.
Bakınız Yüce Rabbimiz ne buyuruyor:
“Onlarla çarpışınız. Allah onları sizin ellerinizle (onları) azablandırsın hor ve aşağılık kılsın ve onlara karşı size zafer versin mü’minler topluluğunun göğsünü şifaya kavuştursun. “ (9/14)
“Ey Peygamber kafirlere ve münafıklara karşı cihad et ve onlara karşı ‘sert ve caydırıcı’ davran. Onların barınma yeri cehennemdir. Ne kötü bir dönüş yeridir o.” (66/9)
“Allah’a ve Resûlü’ne karşı savaş açanların ve yeryüzünde bozgunculuğa çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri, asılmaları ya da elleriyle ayaklarının çaprazca kesilmesi veya (bulundukları) yerden sürülmeleridir. Bu, dünyadaki aşağılanmalarıdır, ahirette onlar için büyük bir azab vardır.” (5/33)
Yavuz Sultan Selim’in şu meşhur kıssası da bu gerçeği izah eder.
Bir gün Venedik elçisi (Antonio Jüstiniani) İstanbul’a gelir ve huzura çıkmak için izin ister. Bunun üzerine vezirler, eskiyen elbiselerini değiştirme ihtiyacı hissederek sadrazam aracılığı ile durumu Yavuz Sultan Selim Han’a bildirirler. Yavuz Sultan Selim bu isteği münasip görür ve izin verir.
Elçinin geleceği gün, bütün vezirler yeni elbiseleriyle padişahın huzuruna varırlar. Ancak gördüklerine inanmayarak dehşet ve hayrete düşerler. Zira Sultan Selim Han’ın üzerinde yine o eski ve sade elbiseleri vardır. Tahtına oturmuş, keskin kılıcını da çekip tahtın basamağına koymuştur. Karşı pencereden vuran gün ışığı karşısında kılıç parıl parıl parlamaktadır. Bütün vezirler Sultanın sade ve eski elbiseleri karşısında kendi yeni ve görkemli kıyafetlerinden utanırlar.
Nihayet elçi gelir ve görüşme gerçekleşir. Görüşmeden sonra Sultan Selim, Sadrazam’a bakarak:
“Paşa, var elçiye sor, bizi nasıl bulmuşlar?” der.
Sadrazam, padişahın emri üzere elçiye sorunca, şu cevabı alır:
“O kılıcın parıltısı gözümü öyle aldı ki, Sultanı göremedim bile!”
Yavuz, tebessüm ederek, şahadet parmağı ile kılıcı gösterir ve:
“İşte kılıcımız küffarı kestikçe, kafirin gözü kılıcımızdan asla ayrılmaz ve bizi görmez. Ama Allah esirgesin, bir gün kesmez olur ve parlamazsa, o zaman küffar bizi hem hor görür hem de tepeden bakar.” der.
“Fitne kalmayıncaya ve dinin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir.” (8/39)
CİHADDAN KAÇMAK
Bir Cihad olsa, ılımlı geçinen insanlar nasıl cihad edecek? Dost bildiği, kardeşim dediği kafirlere karşı nasıl silah çekecek? Bu gibi insanlar cihaddan korkup kaçacaklar. Bakın cihaddan kaçan insanları neler bekliyor:
“Ey iman edenler, toplu olarak kâfirlerle karşılaştığınız zaman, onlara arka çevirmeyin (savaştan kaçmayın). (8/15)
“Allah’a ve ahiret gününe iman edenler mallarıyla ve canlarıyla cihad etmekten (kaçınmak için) senden izin istemezler. Allah takva sahiplerini bilendir.” (9/44)
Şüphesiz içinizden ağır davrananlar vardır. Şayet size bir musibet isabet edecek olsa: “Doğrusu Allah bana nimet verdi, çünkü onlarla birlikte olmadım” der. (4/72)
Eğer savaşa kuşanıp-çıkmazsanız, O sizi pek acı bir azabla azablandıracak ve yerinize bir başka topluluğu getirip değiştirecektir. Siz O’na hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Allah, herşeye güç yetirendir. (9/39)
Allah’ın elçisine muhalif olarak (savaştan) geri kalanlar oturup-kalmalarına sevindiler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmeyi çirkin görerek: “Bu sıcakta (savaşa) çıkmayın” dediler. De ki: “Cehennem ateşinin sıcaklığı daha şiddetlidir.” Bir kavrayıp-anlasalardı.” (9/81)
“Mü’minlerden özür olmaksızın oturanlar ile Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler eşit değildir. Allah mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır. Tümüne güzelliği (cenneti) va’detmiştir; ancak Allah cihad edenleri oturanlara göre büyük bir ecirle üstün kılmıştır.” (4/95)
“Eğer savaşa kuşanıp-çıkmazsanız O sizi pek acı bir azabla azablandıracak ve yerinize bir başka topluluğu getirip değiştirecektir. Siz O’na hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Allah herşeye güç yetirendir.” (9/39)
“Kim savaş için niyet etmeden ve savaşmadan ölürse, savaştan kaçan veya geri kalan münafıklar gibi ölmüş olur.” (Sünen-i Nesei, C.7 H.No: 3083)
“Kim harbe çıkmadan veya harbi nefsinde niyet edemden ölürse, münafıklıktan bir şube üzerine ölmüş olur.” (Sünen-i Ebi Davud, C.3 N:No 2502)
HADİS-İ ŞERİFLER
Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallallahu aleyhi ve sellem’e:
-Hangi amel daha faziletlidir? diye soruldu.
-”Allah’a ve Resûlüne inanmak” buyurdu.
-Sonra hangisi? denildi.
-”Allah yolunda cihad etmek” karşılığını verdi.
-Bundan sonra hangisi? denilince:
-”Allah katında makbul olan hactır” buyurdular.
Buhârî, Îmân 18, Hac 4, Tevhîd 47; Müslim, Îmân 135. Ayrıca bk. Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd 22; Nesâî, Hac 4, Cihâd 17
İbni Mes’ûd radıyallahu anh şöyle dedi:
-Yâ Resûlallah! Hangi amel Allah’a daha sevimlidir? dedim,
-”Vaktinde kılınan namaz” buyurdu.
-Sonra hangisidir? diye sordum,
-”Ana babaya iyilik etmek” diye cevap verdi.
-Ondan sonra hangisidir? dedim,
-”Allah yolunda cihad etmek” buyurdular.
Buhârî, Mevâkît 5, Cihâd 1, Edeb 1, Tevhîd 48; Müslim, Îmân 137-139. Ayrıca bk. Tirmizî, Salât 14, Birr 2; Nesâî, Mevâkît 51
Ebû Zer radıyallahu anh şöyle dedi:
-Yâ Resûlallah! Hangi amel daha faziletlidir? diye sordum,
-”Allah’a iman ve Allah yolunda cihaddır” buyurdular.
Buhârî, Itk 2, Keffârât 6; Müslim, Îmân 136. Ayrıca bk. İbni Mâce, Itk 4
Enes radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Allah yolunda yapılan bir sabah ve akşam yürüyüşü, hiç şüphesiz dünyadan ve dünya varlıklarından daha hayırlıdır. “
Buhârî, Cihâd 5, Rikâk 2; Müslim, İmâre 112-115. Ayrıca bk. Tirmizî, Fezâilu’l-cihâd 17, 26; Nesâî, Cihâd 11, 12
Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anh’ den rivayet edildiğine göre, bir adam Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’ e gelerek:
-İnsanların hangisi daha üstündür? diye sordu. Peygamberimiz:
-”Allah yolunda canıyla ve malıyla cihad eden kimse” buyurdu. Adam:
-Sonra kimdir? diye sordu. Efendimiz:
-”Bir vadiye çekilip Allah’a ibadet eden ve insanları şerrinden uzak tutan kimse” buyurdular.
Buhârî, Cihâd 2, Rikâk 34; Müslim, İmâre 122-123. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cihâd 5; Tirmizî, Fezâilu’l-cihâd 24; Nesâî, Cihâd 7; İbni Mâce, Fiten 13
Sehl İbni Sa’d radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Allah yolunda bir gün hudut nöbeti tutmak, dünyadan ve dünya üzerindeki şeylerden daha hayırlıdır. Sizden birinizin kamçısının cennetteki yeri, dünyadan ve dünya üzerindeki şeylerden daha hayırlıdır. Kulun Allah Teâlâ’nın yolunda akşamleyin veya sabah erken vakitteki yürüyüşü de dünyadan ve dünya üzerindeki şeylerden daha hayırlıdır. ”
Buhârî, Cihâd 6, 73, Bed’ü’l-halk 8, Rikâk 2; Müslim, İmâre 113-114. Ayrıca bk. Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd 17, 25, Tefsîru sûre (3) 22; İbni Mâce, Zühd 39
Selmân radıyallahu anh, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken işittim demiştir:
“Bir gün ve bir gece hudut nöbeti tutmak, gündüzü oruçlu gecesi ibadetli geçirilen bir aydan daha hayırlıdır. Şayet kişi bu nöbet esnasında vazife başında iken ölürse, yapmakta olduğu işin ecri ve sevabı kıyamete kadar devam eder, şehid olarak rızkı da devam eder ve kabirdeki sorgu meleklerinden güven içinde olur. ”
Müslim, İmâre 163. Ayrıca bk. Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd 2; Nesâî, Cihâd 39; İbni Mâce, Cihâd 7
Fadâle İbni Ubeyd radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Hudutta Allah yolunda nöbet tutanlar dışında her ölenin ameli sona erdirilir. Hudutta nöbet tutarken ölenin yaptığı işlerin sevabı kıyamet gününe kadar artarak devam eder, kabirdeki imtihanda da güvenlik içinde olur. ”
Ebû Dâvûd, Cihâd 15; Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd 2
Osman radıyallahu anh ‘den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Allah yolunda hudutta bir gün nöbet tutmak, başka yerlerde bin gün nöbet tutmaktan daha hayırlıdır. “
Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd 26. Ayrıca bk. Nesâî, Cihâd 39
Ebû Hüreyre radıyallahu anh ‘den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ kendi yolunda cihada çıkan kimseye, onu sadece benim yolumda cihad, bana îman, benim resullerimi tasdîk yola çıkarmıştır, buyurarak kefil olur. Allah, o kimseyi şehid olursa cennete koymaya, gazi olursa manevî ecre ve dünyalık ganimete kavuşmuş olarak, evine döndürmeye kefil olmuştur. Muhammed’in canını kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda açılan bir yara, kıyamet gününde açıldığı gündeki şekliyle gelir: Rengi kan rengi, kokusu misk kokusudur. Muhammed’in canını kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, eğer müslümanlara zor gelmeseydi, Allah yolunda cihada çıkan hiçbir seriyyenin arkasında asla oturup kalmazdım. Fakat maddî güç bulamıyorum ki onları sevkedeyim, onlar da bu gücü bulamıyorlar. Benden ayrılıp geride kalmak ise onlara zor geliyor. Muhammed’in canını elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda cihad edip öldürülmeyi, sonra cihad edip yine öldürülmeyi, sonra tekrar cihad edip tekrar öldürülmeyi çok arzu ederdim. ”
Müslim, İmâre 103. Ayrıca bk. Buhârî, Cihâd 7(Hadisin kısa bir bölümü); Nesâî, Îmân 24
Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh ‘den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Allah yolunda yaralanan bir kimse, kıyamet gününde yarasından kan akarak Allah’ın huzuruna gelir. Renk, kan rengi, koku ise misk kokusudur. ”
Buhârî, Cihâd 10, Zebâih 31; Müslim, İmâre 105. Ayrıca bk. Tirmizî, Fezâilu’l-cihâd 21; Nesâî, Cihâd 27
Muâz radıyallahu anh ‘den rivayet edildiğine göre, Nebiy-yi Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Müslümanlardan bir şahıs, deve sağılacak kadar bir süre Allah yolunda cihad ederse, cennet onun hakkı olur. Allah yolunda yaralanan veya bir sıkıntıya düşen kimse, kıyamet gününde yaralandığı gün gibi kanlar içinde Allah’ın huzuruna gelir. Kanının rengi zağferân gibi kıpkırmızı, kokusu da misk kokusu gibidir. ”
Ebû Dâvûd, Cihâd 40; Tirmizî, Fezâilu’l-cihâd 21. Ayrıca bk. Nesâî, Cihâd 25
Ebû Hüreyre radıyallahu anh şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashâbından bir kişi, içinde tatlı su gözesi bulunan bir dağ yolundan geçmişti. Burası çok hoşuna gitti ve:
-Keşke insanlardan ayrılıp şu dağ kısığında otursam. Ama Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den izin almadan bunu asla yapmam, dedi. Sonra arzusunu Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e anlattı. Peygamberimiz:
-”Böyle bir şey yapma. Çünkü sizden birinizin Allah yolunda çalışıp gayret sarfetmesi, evinde oturup yetmiş sene namaz kılmasından daha faziletlidir. Allah’ın sizi bağışlamasını ve cennete koymasını istemez misiniz? O halde Allah yolunda cihada çıkınız. Kim devenin sağılacağı kadar bir süre Allah yolunda cihad ederse, mutlaka cennete girer” buyurdu.
Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd 17
Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh şöyle dedi:
Resûl-i Ekrem Efendimiz’e:
-Yâ Resûlallah! Allah yolunda cihada denk hangi iş vardır? denildi.
-”Ona denk bir iş bulamazsınız” buyurdu. İki veya üç defa aynı soruyu tekrarladılar; Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de her defasında “Ona denk bir iş bulamazsınız” cevabını tekrarladı. Daha sonra şöyle buyurdu:
“Allah yolunda cihad eden kimsenin benzeri, gündüzleri oruç tutan, geceleri namaz kılan, Allah’ın âyetlerine hakkıyla itâat eden ve Allah yolunda cihad eden kimse, cepheden dönünceye kadar, namaza ve oruca hiç bir şekilde ara vermeyen kimsenin benzeridir. ”
Buhârî, Cihâd 1; Müslim, İmâre 110. Ayrıca bk. Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd 1; Nesâî, Cihâd 17
Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“İnsanların en hayırlı geçim yolu tutanlarından biri, Allah yolunda atının dizginine yapışıp, onun üzerinde âdeta uçan kimsedir. Düşman geldiğine dair bir ses veya düşman üzerine hücum feryadı işittiğinde, düşmanın bulunması muhtemel yerlere atının üzerinde uçarcasına saldırıp, öldürmeyi ve ölmeyi göze alır. Bir diğeri de, bir tepenin başında veya bir vadinin içinde koyuncuklarının arasında namazını kılan, zekâtını veren ve kendisine ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet eden kimsedir. İnsanlardan ancak bu şekilde yaşayan kimseler hayırdadır. ” Müslim, İmâre 125. Ayrıca bk. İbni Mâce, Fiten 13
Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Allah yolunda cihad edenler için Allah Taâlâ cennette yüz derece hazırlamıştır. Her derecenin arası yerle gök arası kadardır. ”
Buhârî, Cihâd 4, Tevhîd 22. Ayrıca bk. Nesâî, Cihâd 18
Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Rab olarak Allah’a, din olarak İslâm’a, resûl olarak Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e inanıp razı olan kimse cenneti hak eder. ” Bu söz Ebû Saîd’in çok hoşuna gitti ve:
-Yâ Resûlallah! Bu sözü bana tekrarlasanız, dedi. Peygamber Efendimiz sözünü tekrarladı; sonra da şöyle buyurdu:
“Bir başka haslet daha vardır ki, onun sayesinde Allah kulunu cennette yüz derece yükseltir. Her bir derecenin arası da yerle gök arası kadardır. ” Ebû Saîd:
-O haslet nedir, yâ Resûlallah? diye sordu. Hz. Peygamber:
“Allah yolunda cihad, Allah yolunda cihaddır” buyurdu.
Müslim, İmâre 116. Ayrıca bk. Nesâî, Cihâd 18
Ebû Bekr İbni Ebû Mûsa el-Eş’arî şöyle dedi:
Babam Ebû Mûsa radıyallahu anh’i düşmanın karşısında durup:
Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i: “Şüphesiz cennet kapıları kılıçların gölgeleri altındadır” derken işittim. Bunun üzerine üstü başı perişan biri ayağa kalkıp:
-Ey Ebû Mûsa! Bu sözü Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem söylerken sen mi işittin? diye sordu. Ebû Mûsa:
-Evet, ben işittim, cevabını verdi. Bunu duyan adam, arkadaşlarının yanına dönüp:
-”Sizleri selâmlıyorum” dedi ve kılıcının kınını kırıp attı. Sonra elinde kılıcıyla düşmanın üzerine yürüdü ve ölünceye kadar düşmanla savaştı.
Müslim, İmâre 146. Ayrıca bk. Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd 23
Ebû Abs Abdurrahman İbni Cebr radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Allah yolunda ayakları tozlanan bir kula cehennem ateşi dokunmaz. “
Buhârî, Cihâd 16. Ayrıca bk. Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd 7; Nesâî, Cihâd 9
Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Allah korkusundan ağlayan bir kimse, sağılan süt tekrar memeye girmedikçe cehenneme girmez. Allah yolundaki cihadın tozu ile cehennem dumanı bir kulun üzerinde birleşmez. “
Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd 8. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 8; Nesâî, Cihâd 8
İbni Abbâs radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“İki göze cehennem ateşi dokunmaz: Allah korkusundan ağlayan göz ve Allah yolunda nöbet bekleyerek geceleyen göz. “
Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd 12
Zeyd İbni Hâlid radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Kim Allah yolunda cihada gidecek bir gaziyi donatır, cihad için gerekli olan ihtiyaçlarını karşılarsa, bizzat cihada gitmiş gibi sevap kazanır. Cihada giden gazinin arkada bıraktığı ailesine güzelce bakıp onların ihtiyaçlarını karşılayan da bizzat cihad yapmış gibi sevap kazanır. ”
Buhârî, Cihâd 38; Müslim, İmâre 135-136. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cihâd 20; Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd 6; Nesâî, Cihâd 44
Ebû Ümâme radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Sadakaların en faziletlisi Allah yolunda kurulan bir çadırın gölgesi, Allah yolundaki bir mücâhide verilen hizmetçi ve Allah yolunda bağışlanmış bir erkek devedir. “
Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd 5
Enes radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Eslem kabilesinden bir delikanlı:
-Yâ Resûlallah! Ben cihada katılmak istiyorum, fakat savaşabilmem için gereken malzemeyi temin edecek durumda değilim, dedi. Peygamber Efendimiz:
-”Filân adama git. O, cihada katılmak üzere hazırlanmıştı; fakat hastalandı” buyurdu. Delikanlı Hz. Peygamber’in dediği kişiye gidip:
-Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sana selâm ediyor ve savaşa gitmek için hazırladığın malzemeleri bana vermeni söylüyor, dedi. Bunun üzerine adam hanımına seslenerek:
-Hanım! Savaş için hazırladığım şeyleri bu delikanlıya ver; onlardan hiçbir şey alıkoyma. Allah hakkı için onlardan hiçbir şey bırakma ki, berekete nail olasın, dedi.
Müslim, İmâre 134
Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Benî Lihyân üzerine asker gönderdi ve:
“İki erkekten biri cihada gitsin; elde edilecek sevap ikisi arasında ortaktır” buyurdu.
Müslim, İmâre 137
Berâ radıyallahu anh şöyle dedi:
Tepeden tırnağa silâhlı bir adam Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e geldi ve:
-Yâ Resûlallah! Sizinle birlikte önce savaşa mı katılayım, yoksa müslüman mı olayım? dedi. Resûl-i Ekrem:
-”Önce müslüman ol, sonra savaş” buyurdu. Bunun üzerine adam müslüman oldu, sonra savaştı ve neticede şehit oldu. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
-”Az çalıştı, çok kazandı” buyurdu.
Buhârî, Cihâd 13; Müslim, İmâre 144
Enes radıyallahu anh’ den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöylebuyurdu:
“Cennete giren hiçbir kimse, yeryüzündeki her şey kendisinin olsa bile dünyaya geri dönmeyi arzu etmez. Sadece şehit, gördüğü aşırı itibar ve ikram sebebiyle tekrar dünyaya dönmeyi ve on defa şehit olmayı ister. ”
Bir rivayette: “Şehitliğin faziletini gördüğü için” denilir.
Buhârî, Cihâd 21; Müslim, İmâre 109. Ayrıca bk. Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd 13, 25
Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Şehidin kul borcu dışındaki bütün günahlarını Allah bağışlar. ”
Müslim, İmâre 119
Ebû Katâde radıyallahu anh’ den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ashâb arasında ayağa kalktı ve “Allah yolunda cihad ve Allah’a iman etmek amellerin en faziletlisidir” diye hatırlattı. Bunun üzerine bir adam ayağa kalkıp:
-Yâ Resûlallah! Şayet Allah yolunda öldürülürsem, bu benim günahlarıma kefâret olur mu? diye sordu. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona:
-”Evet, şayet sen sabrederek, ecrini de sadece Allah’tan bekleyerek, cepheden kaçmaksızın düşmana karşı koyup Allah yolunda öldürülürsen, günahlarına kefâret olur” buyurdu. Sonra Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
-”Nasıl demiştin?” diye sordu. Adam:
-Şayet ben Allah yolunda öldürülürsem günahlarıma kefâret olur mu? diye sözünü tekrarladı. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona:
-”Evet, şayet sen sabrederek, ecrini sadece Allah’tan bekleyerek, cepheden kaçmaksızın düşmana karşı koyup Allah yolunda öldürülürsen, günahlarına kefâret olur. Ancak borçların bunun dışındadır. Bunu bana Cibrîl söyledi” buyurdu.
Müslim, İmâre 117. Ayrıca bk. Tirmizî, Cihâd 32
Câbir radıyallahu anh şöyle dedi:
Bir adam:
-Yâ Resûlallah! Eğer Allah yolunda öldürülürsem ben nerede olacağım, dedi. Resûl-i Ekrem:
-”Cennette” diye cevap verdi. Bunun üzerine adam elinde bulunan hurmaları attı, sonra düşmanla savaştı ve neticede şehit düştü.
Müslim, İmâre 143 . Ayrıca bk. Buhârî, Meğâzî 17; Nesâî, Cihâd 31
Yine Enes radıyallahu anh şöyle dedi:
Birtakım kimseler Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e gelerek, bize Kur’an’ı ve Sünnet’i öğretecek insanlar gönderseniz, dediler. Resûl-i Ekrem, içlerinde dayım Harâm’ın da bulunduğu, ensârdan kendilerine kurrâ denilen yetmiş kişiyi onlara gönderdi. Bunlar Kur’an okuyor, geceleri onu aralarında müzakere edip öğreniyorlardı. Gündüzleri ise su getirip mescide koyuyorlar, odun toplayıp onu satıyor, bedeliyle de Suffe ehline ve fakirlere yiyecek satın alıyorlardı. İşte Nebî sallallahu aleyhi ve sellem onlara bu kişileri göndermişti. Fakat gidecekleri yere varmadan önlerine çıktılar ve onları öldürdüler. Onlar (öldürülmeden önce):
-Allahım! Bizim haberimizi Peygamberimiz’e ulaştır. Bizler sana kavuştuk ve senden razı olduk; sen de bizden razı oldun, dediler.
Bir adam, yaklaşıp Enes’in dayısı Harâm’a mızrağını sapladı, hatta vücudunun bir tarafından öbür tarafına geçirdi. Bunun üzerine Harâm:
-Kâbe’nin Rabbine yemin ederim ki, cenneti kazandım gitti, dedi. Bu olay üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
“Şüphesiz ki din kardeşleriniz öldürüldüler. Onlar hem de şöyle dediler: Allahım! Bizim haberimizi Peygamberimiz’e ulaştır. Bizler sana kavuştuk ve senden razı olduk; sen de bizden razı oldun” buyurdu.
Buhârî, Cihâd 9, Meğâzî 28; Müslim, İmâre 147
Yine Enes radıyallahu anh şöyle dedi:
Amcam Enes İbni Nadr radıyallahu anh Bedir Savaşı’na katılmamıştı. Bu ona çok ağır geldi. Bu sebeple:
-Yâ Resûlallah! Müşriklerle yaptığın ilk savaşta bulunamadım. Eğer Allah Taâlâ müşriklerle yapılacak bir savaşta beni bulundurursa, neler yapacağımı muhakkak Allah görür, dedi.
Uhud Savaşı’nda müslüman safları dağılınca, Enes İbni Nadr -arkadaşlarını kastederek-Rabbim, bunların yaptıklarından dolayı özür beyan ederim, dedi. -Müşrikleri kestederek de-, bunların yaptıklarından da uzak olduğumu arzederim, deyip ilerledi. Derken Sa’d İbni Muâz ile karşılaştı ve:
-Ey Sa’d İbni Muâz! İşte cennet. Nadr’ın Rabbine yemin ederim ki, Uhud’un yakınlarından ben onun kokusunu alıyorum, dedi. Sa’d (bu olayı anlatırken):
-Ben onun yaptığını yapmaya güç yetiremedim, yâ Resûlallah! dedi. Hadisin ravisi Enes, amcasıyla ilgili olayı şöyle anlatır:
Amcamı şehit edilmiş olarak bulduk. Vücudunda seksenden fazla kılıç darbesi, mızrak yarası ve ok izi vardı. Müşrikler ona müsle yapmış, uzuvlarını kesmişlerdi. Bu sebeple onu hiç kimse tanıyamadı. Sadece kız kardeşi parmak uçlarından tanıyabildi.
Enes, biz şu âyetin amcam ve onun gibiler hakkında inmiş olduğu görüşündeyiz, dedi:
“Mü’minler içinde öyle yiğit erkekler vardır ki, Allah’a verdikleri sözlerinde durdular. Onlardan kimi ahdini yerine getirdi (çarpışıp şehit düştü), kimi de sırasını bekliyor. Bunlar sözlerini asla değiştirmemişlerdir” [Ahzâb sûresi (33), 23].
Buhârî, Cihâd 12; Müslim, İmâre 148. Ayrıca bk. Tirmizî, Tefsîr 34
Semüre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Bu gece rüyamda iki adam gördüm. Yanıma gelip beni bir ağaca çıkardılar, sonra da bir eve götürdüler. O ev, şimdiye kadar benzerini görmediğim güzellik ve değerde idi. Sonra o iki kişi bana:
Bu eşsiz ev, şehitler sarayıdır, dedi. ”
Buhârî, Cihâd 4, Cenâiz 93
Enes radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Ümmü Hârise İbni Sürâka diye bilinen Ümmü Rübeyyi’ Binti Berâ, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e geldi ve:
-Yâ Resûlallah! Bana Hârise’den haber verir misiniz? -Hârise Bedir Savaşı’nda şehit düşmüştü-. Eğer cennette ise sabredeceğim; böyle değilse ona ağlamaya çalışacağım, dedi. Peygamber Efendimiz:
-”Ey Ümmü Hârise! Şüphesiz cennetin içinde cennetler vardır; senin oğlun bunların en yücesi olan Firdevs cennetindedir” buyurdu.
Buhârî, Cihâd 14. Ayrıca bk. Buhârî, Meğâzî 9, Rikâk 51; Tirmizî, Tefsîru sûre(23)
Sehl İbni Huneyf radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Allah Taâlâ’dan bütün kalbiyle şehitlik dileyen bir kimse, yatağında ölse bile, Allah ona şehitlik mertebesine ulaştırır. ”
Müslim, İmâre 157. Ayrıca bk. Nesâî, Cihâd 36; İbni Mâce, Cihâd 15
Enes radıyallahu anh’ den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Şehitliği gönülden arzu eden bir kimse, şehit olmasa bile sevabına nâil olur. ”
Müslim, İmâre 156
Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Sizden biriniz karıncanın ısırmasından ne kadar acı duyarsa, şehit olan kimse de ölümden ancak o kadar acı duyar. “
Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd 26. Ayrıca bk. Nesâî, Cihâd 35; İbni Mâce, Cihâd 16
Abdullah İbni Ebû Evfâ radıyallahu anhümâ’ dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem düşmanla karşılaştığı günlerden birinde güneş batıya meyledinceye kadar bekledi. Sonra ashâbın arasında ayağa kalktı ve:
“Ey müslümanlar! Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz; Allah’tan afiyet dileyiniz. Fakat düşmanla karşılaşınca da sabrediniz. Biliniz ki cennet kılıçların gölgesi altındadır” buyurdu. Resûl-i Ekrem sonra sözüne devamla şöyle dua etti:
“Ey Kur’an’ı indiren, bulutları gökyüzünde gezdiren ve düşman saflarını darmadağın eden Allah’ım! Şu düşmanları perişan et ve bizi onlara karşı muzaffer kıl. “
Buhârî, Cihâd 112; Müslim, Cihâd 20. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cihâd 89
Sehl İbni Sa’d radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“İki dua reddolunmaz veya pek nadir reddolunur: Bunlar ezan okunurken yapılan dua ile savaş anında düşmanla boğaz boğaza gelindiği sırada yapılan duadır. ”
Ebû Dâvûd, Cihâd 39
Enes radıyallahu anh şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem gazâya çıktığı zaman şöyle dua ederdi:
“Allahümme ente adudî ve nasîrî, bike ehûlü ve bike esûlü ve bike ukâtilü: Allah’ım! Benim dayanağım ve yardımcım sadece sensin. Senin sayende hareket ediyorum; senin yardımın sayesinde düşmana hücum ediyorum; senin verdiğin güç ve kuvvet sayesinde düşmanla savaşıyorum. “
Ebû Dâvûd, Cihâd 90; Tirmizî, Da’avât 121
Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Kim Allah’a gerçekten inanarak ve va’dine gönülden bağlanarak O’nun yolunda cihad etmek için at beslerse, o atın yediği, içtiği, gübresi ve bevli kıyamet gününde o kimsenin sevapları arasında olacaktır. ”
Buhârî, Cihâd 45. Ayrıca bk. Nesâî, Hayl 11
Yine Ebû Hammâd Ukbe İbni Âmir radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ bir ok sebebiyle üç kimseyi cennete koyar: Hayır ve sevap umarak o oku yapan sanatkârı, bu oku Allah yolunda atanı, oku atana yardımcı olanı. Atıcılık ve binicilik öğreniniz. Atıcılık öğrenmeniz binicilik öğrenmenizden bana göre daha sevimlidir. Kim kendisine atıcılık öğretildikten sonra ondan yüz çevirirse, Allah’ın kendisine ihsan ettiği nimete karşı şükrünü terketmiş veya küfrân-ı nimet etmiş olur. ”
Ebû Dâvûd, Cihâd 23. Ayrıca bk. Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd 11; Nesâî, Hayl 8
Seleme İbni Ekva’ radıyallahu anh şöyle dedi:
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem atış müsabakası yapan bir topluluğa uğradı ve:
“Ey İsmâiloğulları! Atınız; çünkü babanız İsmâil de atıcı idi” buyurdu.
Buhârî, Cihâd 78, Enbiyâ 12, Menâkıb 4. Ayrıca bk. İbni Mâce, Cihâd 19
Amr İbni Abese radıyallahu anh’ den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Kim Allah yolunda bir ok atarsa, onun bu hareketi bir köleyi âzat etme sevabına denktir. ”
Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd 11; Ebû Dâvûd, Itk 14. Ayrıca bk. Nesâî, Cihâd 26; İbni Mâce, Cihâd 19
Ebû Yahyâ Hureym İbni Fâtik radıyallahu anh’ den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Allah yolunda malını harcayana, harcadığının yedi yüz misli ecir verilir. ”
Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd 4. Ayrıca bk. Nesâî, Cihâd 45
Ebû Saîd radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Bir kul Allah yolunda bir gün oruç tutarsa, bu oruç sebebiyle Cenâb-ı Hak onun yüzünü yetmiş senelik mesâfeden cehennem ateşinden uzaklaştırır. “
Buhârî, Cihâd 36; Müslim, Sıyâm 167-168. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cenâiz 3; Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd 3; Nesâî, Sıyâm 44; İbni Mâce, Sıyâm 34
Ebû Ümâme radıyallahu anh’ den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Bir kimse Allah yolunda bir gün oruç tutarsa, Cenâb-ı Hak onunla cehennem arasında yerle gök genişliğinde bir hendek açar. ”
Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd 3
Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Kim gazâ etmeden ve gönlünde gazâ etme arzusu taşımadan vefat ederse, bir tür nifak üzere ölür. “
Müslim, İmâre 158. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cihâd 18; Nesâî, Cihâd 2
Câbir radıyallahu anh şöyle dedi:
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem ile bir gazvede beraberdik. Resûl-i Ekrem şöyle buyurdu:
“Şüphesiz Medine’de birtakım insanlar var ki, siz bir yolda yürür veya bir vadiyi geçerken sanki sizinle beraberdirler. Onları hastalık alıkoymuştur. ”
Müslim, İmâre 159. Ayrıca bk. Buhârî, Meğâzî 81; Ebû Dâvûd, Cihâd 19; İbni Mâce, Cihâd 6
Ebû Mûsâ radıyallahu anh’ den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’ in yanına bir bedevî geldi ve:
-Yâ Resûlallah! Bir adam ganimet için savaşıyor; bir başkası kendinden bahsedilsin diye savaşıyor; bir diğeri de kahramanlıktaki yerini göstermek için savaşıyor.
Bir rivayete göre: Kahramanlık taslamak için ve ırkının üstünlüğünü göstermek için savaşıyor.
Bir başka rivayete göre: Gazabından dolayı savaşıyor! Şimdi kim Allah yolundadır? diye sordu. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
-”Kim Allah’ın dini daha yüce olsun diye savaşırsa, sadece o Allah yolundadır” buyurdu.
Buhârî, Cihâd 15; Müslim, İmâre 149-151. Ayrıca bk. Buhârî, İlm 45, Humus 10, Tevhîd 28; Ebû Dâvûd, Cihâd 24; Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd 16; Nesâî, Cihâd 21; İbni Mâce, Cihâd 13
Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Cihada çıkan bir birlik veya seriyye savaşır, ganimet alır ve ölümden kurtulursa, ecirlerinin üçde ikisini önceden peşinen almış olurlar. Bir birlik veya seriyye cihada çıkar, ganimet elde edemez, şehit olur veya yaralı dönerlerse onların ecirleri ahirette tam olarak verilir. “
Müslim, İmâre 154. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cihâd 12; Nesâî, Cihâd 15; İbni Mâce, Cihâd 13
Ebû Ümâme radıyallahu anh’ den rivayet edildiğine göre, sahâbeden bir adam:
-Yâ Resûlallah! Seyahata çıkmam için bana izin ver, dedi. Bunun üzerine Nebî sallallahu aleyhi ve sellem:
-”Şüphesiz ki ümmetimin seyahati Azîz ve Celîl olan Allah yolunda cihada çıkmaktır” buyurdu.
Ebû Dâvûd, Cihâd 6
Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Gazve dönüşü de sevap açısından gazveye gidiş gibidir. “
Ebû Dâvûd, Cihâd 7. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, II, 174
Sâib İbni Yezîd radıyallahu anh şöyle dedi:
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem Tebük Gazvesi’ nden dönünce, sahâbe-i kirâm kendisini karşılamaya çıkmıştı. Ben de Resûl-i Ekrem’i çocuklarla birlikte Seniyyetü’l-vedâ’da karşılamıştım.
Ebû Dâvûd, Cihâd 176. Ayrıca bk. Tirmizî, Cihâd 38
Buhârî’nin rivayeti şöyledir:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’ i karşılamak üzere çocuklarla birlikte Seniyyetü’l-vedâ’ya gittik.
Buhârî, Cihâd 196
Ebû Ümâme radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Kim gazâya çıkmaz veya gazâya çıkan bir mücâhidi techiz etmez ya da cihada çıkan gazinin aile fertlerine hayırla muamele etmezse, Allah Teâlâ o kimseyi kıyamet gününden önce büyük bir belâya uğratır. ”
Ebû Dâvûd, Cihâd 17. Ayrıca bk. İbni Mâce, Cihâd 5
Enes radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Müşriklere karşı mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad ediniz. “
Ebû Dâvûd, Cihâd 18. Ayrıca bk. Nesâî, Cihâd 2, 48
Ebû Hakîm de denilen Ebû Amr Nu’mân İbni Mukarrin radıyallahu anh şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile bir arada bulundum. Gündüzün evvelinde harbe başlamadığı zaman, savaşı güneşin öğleden sonra batı tarafa yöneldiği, rüzgârların esip ilâhî yardımın ineceği vakte kadar ertelerdi.
Ebû Dâvûd, Cihâd 111; Tirmizî, Siyer 46. Ayrıca bk. Buhârî, Cizye 1
Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz. Karşılaştığınız zaman da sabır ve sebat gösteriniz. “
Buhârî, Cihâd 112; Müslim, Cihâd 20. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cihâd 89
Ebû Hüreyre ve Câbir radıyallahu anhümâ’ dan rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Harp hileden ibarettir. ”
Buhârî, Cihâd 157, Menâkıb 25, İstitâbe 6; Müslim, Cihâd 17, 18. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cihâd 92, Sünnet 28; Tirmizî, Cihâd 5; İbni Mâce, Cihâd 28
CİHAD SEVGİSİ ALINMAK İSTENİYOR
Ilımlaştırma projesinde cihad kavramı da sulandırılmak, Müslümanların kalplerinden koparıp alınmak isteniyor.
Halbuki müslüman mücahittir. Allah yolunda malıyla, canıyla elinden geldiği gibi cihad eder.
Akın Halid bin Velid son nefeslerinde ne buyuruyor:
“Ey yakınlarım! Cihâda sarılın! Bu topraklar ancak cihâd etmekle korunabilir Yermük, Rumlarla yaptığımız ilk büyük savaştır Bundan sonra, daha nice savaşlar birbirini takip edecektir Sakin gaflete düşmeyin!”
Gaflete düşmek yok…
NASIL CİHAD EDCEĞİZ?
Şimdi kardeşlerimiz! Çeçenistan’da, ırak’ta Müslümanlar ile kafire karşı çatışmak elbette büyük bir cihattır. Ancak bu nefse çok daha sevimli gelmektedir. Cihat meydanında nara atmak, gece namaza kalkmaktan daha kolay ve nefse daha cazip gelir. Peygamberimiz “küçük cihattan büyük cihada döndük” buyurmuşlar ve gerçek cihadın önce nefis ve sonra din düşmanlarıyla olduğunu beyan etmişlerdir.
O halde öncelikle ilim yönümüzdeki eksiklikleri tamamlayarak techizatımızı yapacağız. Bu sırada Farz ve sünnetleri yaşayarak nefsi eriteceğiz. Sonra da bütün insanları dini mübin-i İslamı emredildiği gibi yaşamaya çağırıp, emri bil maruf yapacağız. Bu gün en önemli hedefimiz din düşmanlarının, reformistlerin, bidatçilerin İslam’a olan saldırılarına karşılık vermektir.
Bunlarla beraber Müslümanları din-i Mübin-i İslamı yaşamaya davet edeceğiz.
Çünkü müslümanlar başta namaz olmak üzere Allah’ın emirlerinden gafil, nasıl cihat yapsın? En iyi müslüman bile sabah namazını evde kılıyor, cihat meydanına nasıl koşsun!
Bu sebeple, önce şuur sonra dirayet gerekiyor…
www.ismailaga.info
http://www.mucahid.net/mucadele.html
CİHAD - MÜCAHİD
Bu yazıyı önyargılarınızı, kalıplaşmış düşüncelerinizi bir kenara bırakarak okumanızı ve okurken tarafsız düşünmenizi istirham ederiz. Gayemiz kimseye yaranmak veyahut sataşmak değildir. Bunun böyle bilinmesini temennii ederiz…
CİHAD nedir gerektiği gibi sıralama yaparak adım adım bakalım inşallah.
Cihad "c-h-d" kökünden türemiş, bütün gücünü kullanma mânâsına gelen Arapça bir kelimedir. Diğer bir açıdan o, insanın güç ve takatini sonuna kadar sarfederek her türlü meşakkati göğüsleyip belli bir hedefe yürümesi mânâsını ihtiva eder.
Cihad kavramı ile müslüman oluncaya kadar herkesin öldürülmesi fiilini nasıl eşitleyebiliyorlar bilinmez. Anlam yönüyle bu kadar saptırılan bir kelime yoktur galiba... İslam bir kılıç dini miydi ve müslüman oluncaya kadar insanları öldürmekten mi ibaretti? Cihad kavramı kendi nefsine yenilmiş,nefsi yada sadist duygularını tatmin etmek için başka maceralarda yer bulamayıp inançla birleştirilmiştir. Bunu yapan insanlar sosyal hayattan kopmuş olan insanlardır. En büyük mücadele örnekleri verildikten sonra yapacakları en son davranışı en öne almalarında bir soru işareti yok mudur sizce. Kılıçla yada top tüfekle cihadı sınırlandıranlara deseniz ki; gelin ölmekle öldürmekle değil de yaşatmakla alakalı hayır kurumlarında görev alın sizlere verecekleri cevap hayır olacaktır. Hatta sizi boş işlerle uğraşmakla suçlayacaklardır.
Ancak İslam dini iyiliğe ve hakikati emre büyük önem göstermiştir.Tıpkı Asr suresinde buyrulduğu gibi "1. Asra yemin ederim ki 2. İnsan gerçekten ziyan içindedir.3. Bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır." Bu suredeki imandan hemen sonra gelen iyi amel kelimesini her türlü pozitif - müsbet şey anlamında algılamalıyız. Bu iyi davranışı en basit manasıyla düşünürsek karşımızdaki insana tebessümle-güleryüzle davranmak manasını dahi içerir. İşte bu manada insanın kendini iyi işlere vakfetmesi istenir.İmam Şafii hz. Bu sure için derki: "Kur'an'da başka hiçbir sure nazil olmasaydı,şu pek kısa süre (Asr Suresi) bile (insanların dünya ve ahiret saadetlerini temine) yeterdi."Çünkü esas olan iyiliği emir kötülükten nehy etmektir.Ve aktif iyi fiillerde bulunmaktır.
Allah u Teâlâ'nın " Allah uğrunda gereği gibi cihad edin" (el-Hacc, 22/79), buyruğuyla, Müslümanların nasıl davranması gerektiği belirlenmiştir." Müminler ancak Allah'a ve Peygamberine iman eden, sonra şüpheye düşmeyen; Allah uğrunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenlerdir. İşte onlar doğru olanlardır. " (el Hucurât, 49/15) ayetinden cihadın mal ve canla yapılacağını öğreniyoruz. Cihad konusundaki diğer ayet ve hadisler de göz önüne alındığında, cihadın başlıca şu çeşitlere ayrıldığını görürüz:
İslam"ın ana kaynaklarında geçtiği şekliyle genel manada iki cihad vardır:
-Büyük cihad:nefisle olan mücadeleyi
-Küçük cihad: ise kime karşı olursa olsun zulmü önleme, meşru müdafaa, din ve vicdan özgürlüğü sağlama gerekçelerine dayalı olarak yapılan savaş anlamına gelir...
1- Nefs'e Karşı Cihad:
Şüphesiz en güç cihad, insanın nefsiyle ve nefsinin arzularına karşı yaptığı cihaddır. Müslüman, gerçek cihadı nefsine karşı verir. Nefsine karşı cihadı kazanamayan, düşmanın karşısına çıkmak için kendisinde güç ve cesaret bulamaz. Hz. Peygamber Tebük seferinden dönüşte ashabına şöyle buyurmuştu: " Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz" (Adûnî, Keşfu'l-Hafâ', I, 425). Bu hadisinde Hz. Peygamber, en kalabalık bir ordu ile katıldığı Tebük seferini "küçük cihad" olarak vasıflandırırken; nefse karşı verilecek mücadeleyi "büyük cihad" olarak nitelendirmektedir. " Hakiki mücahid nefsine karşı cihad açan kimsedir" (Tirmizî, Cihad, 2) hadisi de aynı manayı ifade etmektedir.
Bu manada başka hadis-i şerifler de vardır. Bütün bunlar bize, insanın nefsi ile, nefsinin boş ve mânâsız, hatta gayr-ı meşrû istekleri ile mücadele etmesinin cihad olarak değerlendirildiğini göstermektedir.
2- İlim İle Cihad:
Cihad'ın başka bir çeşidi de ilim ile yapılan cihaddır. Dünyadaki bütün kötülüklerin sebebi cehalettir. Hakk'a ulaşmak isteyen herkesin cehaletten kurtulması, ondan uzaklaşması gerekir.
Bilginin ortaya koyduğu delillerin gönüller üzerinde icra ettiği tesiri silâh gücü ile temin etmek mümkün değildir. Onun için şöyle buyrulmuştur:
"Ey Muhammed! İnsanları Rabbi'nin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış. Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir. " (en-Nahl 16/125).
Temeli ilim yoluyla tebliğ ve davete dayanan İslâmiyette, bu tebliğ faaliyetinin adı "ilim ile cihad"dır. Bu usûle "Kur'an ile cihad" da denilir. En güzel mücadele şekli Kur'an'ın mücadele şeklidir. Bunun için Cenâb-ı Hak:"Sen kâfirlere uyma, uyanlara karşı Kur'an ile büyük bir cihadla cihad et" (el-Furkan, 25/52) buyurmuştur. Ayet-i kerimede Kur'an ile cihadın "büyük cihad" olarak belirtilmesi, Kur'an'ın ilim ile cihad konusuna ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Hak ve hakikatı, en tehlikeli zamanda bile, hiç bir şeyden korkmadan ve çekinmeden olduğu gibi söylemek de bir çeşit cihaddır. Rasûlullah (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurmuştur:
"Zalim bir hükümdar karşısında hak ve adaleti açıkça söylemek, büyük bir cihaddır. " (İbn Mâce, Fiten, 4011)
3- Mal İle Cihad:
Mal ile cihad, Allah Teâla'nın insana ihsan etmiş bulunduğu mal ve servetin yine Allah (c.c.) yolunda harcanması demektir.
Bilindiği gibi dünyada her iş para ile yapılmaktadır. Hakkın korunması ve zafere ulaşılması içinde paraya ihtiyaç vardır. Bunun için mal ile cihadın önemi büyüktür. Müslümanların, İslâm'ın yücelmesi hakkın muzaffer olması için her türlü mal, servet ve paralarını bu yolda fedâ etmeleri mal ile cihaddır.
Hz. Peygamber'in, mal ile cihad hususundaki teşvik edici sözleri ashabı kiramı harekete geçirmiş ve kendileri yoksulluk içinde sıkıntılı bir hayat geçirirken, mal ile cihad farizasını edâ edebilmek için elde avuçta ne varsa getirip Rasûlullah'a vermişlerdir. Bu konuda Kur'an-ı Kerîm'de de pek çok ayeti kerîme vardır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"İman edip hicret eden, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad eden, (mücâhidlere) yer veren ve yardım edenlerin hepsi birbirinin vekilidir. " (el-Enfal, 8/72).
"…Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla savaşın. Bilseniz bu sizin hakkınızda ne kadar hayırlıdır. " (et-Tevbe, 9/41).
"Allah, mallarıyla, canlarıyla mücadele edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır. " (en-Nisâ, 4/95).
4- Savaşarak Cihad:
Cihad, müslümanlara farzdır. Her müslümanın nefsi ile, ilim ve malı ile sürekli cihad yapması, böylece dinin korunması, Hakk'ın galip kılınması için çalışması gerekir. Bazen "İ'lây-ı kelimetullah" yani Allah adının yüceltilmesi dinin korunup yayılması için elde silâh düşmanla savaşmak icab edebilir. Bu cihaddır ve gerektiği anda müslümanlara farzdır.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"Sizinle savaşanlarla; Allah yolunda siz de savaşın. Fakat haksız yere saldırmayın." (el-Bakara, 2/190)
http://www.zeynepder.org/forum/index.php?topic=17237.0
küçük cihad büyük cihad diye ayrım yapmak
Cihadın tarihi boyunca uğradığı en korkunç musibet, onun büyük ve küçük diye ikiye ayrılmasıdır. Eskiden .beri İslam düşmanları cihadın kendileri İçin arz ettiği tehlikeyi bilmişlerdir. Cihad baki kaldıkça kendilerinin batıllarıyla yaşayamayacaklarını, devletlerinin (güç ve kuvvetlerinin) olamayacağını bildiler. Ayrıca müslümanlar yarın tek sesle, Allah'ın adıyla ve O'nun bereketiyle cihadı ilan ettiklerinde önlerinde hiçbir engelin duramayacağını biliyorlar. Çünkü müslümanlar iki iyilikten birini istiyorlar. Allah da onların yardımcısıdir. Tüm bunları, yarım asırdan daha az bir zamanda dünya küresinin yansını fetheden bu ümmetin selefinin sahifelerinden anlıyoruz.Buradan hareketle, bu korkunç, girift problemleri çözmeyi tefekkür etmeye başladılar. Müthiş çaba gösterip çahştılar. Onun için de bir çok çözüm buldular. Onların en muhkemmeli, en başarılısı, amaçlarını en iyi bir şekilde gerçekleştireni, barışçı yollarla müslümanları cihaddan alıkoymaktı! Hakikaten problem çözüldü. Onlar da sofralarına oturur! cihaddan mustarih bir şekilde emin ve mutmain olarak yiyip içiyorlar. Ülkelere hükmedip insanları köleleştiriyorlar.Müslümanları cihaddan geri çeviren, uzun bir zamandan; günümüze dek zelil bir şekilde oturtan şey, cihadın büyük küçük diye ikiye ayrılmasıdır. Dediler ki; küçük cihad kafirlerle mücadele, büyük cihad da nefis ve şeytanla mücadeledir. Bu düşmanlar uyanık insanlardır. Biliyorlar ki insanoğlu diri kaldıkça nefis ve şeytandan kurtulamaz.Hayatı boyunca onu cihaddan alıkoyacak bir görev verdiler kendisine. Rasulullah'ın (s.a.v), müslümanların gönlündeki büyüklüğünü bildiklerinden, kendisi için Rasulullah'ın dili üzere uyrdurma bir hadis öne sürdüler. O da şudur:Küçük cihaddan büyük cihada döndük Bunuda müslümanların kitaplarına sokuşturdular.Hadis kitaplarında bu hadisin varlığı mutlak surette yoktur. Hatib-i Bağdadi (r.a) Cabir'den (r.a) olan başka bir senedle rivayet eder: "Rasulullah (s.a.v) bir gazadan dönüyordu. Rasulullah (s.a.v) onlara şöyle dedi:Hayırlı bir yerden döndünüz, küçük cihaddan büyük cihada döndünüz."Büyük cihad nedir? Ey Allah'ın Rasulü?" dediler.Kulun nefsiyle mücalesidir." dedi. [42]Senedinde. Halef b. Muhammed b. İsmail el Hayyam var. Hakim "onun hadisi sakıttır" derken, Ebul Yala el Halil'de "o karıştırmış, o çok zayıftır, bilinmeyen metinleri rivayet etmiş" demiştir.Hakim ve İbn Ebi Zer'a: "O'ndan çok yazdık, onun sorumluluğundan beriyiz. Ondan ancak itibar için rivayet ettik,[43]Hadisin senedinde Yahya b. Ala el Bahili'de var. İmam-ı Ahmed "o yalancıdır, hadis uydurur" derken, Amr b. Ali, Nesai ve Darekutni de "hadisleri metruktür" derler. İbn-i Adiy ise "hadisleri uydurmadır" demiş.[44]İmam îbn Teymiyye (Allah rahmet etsin) şöyle der:Bazılarının Tebük seferi dönüşünde Rasulullah'ın; 'küçük cihaddan büyük cihada döndük' şeklinde söylediğini rivayet ettikleri hadisin aslı yoktur. Nebi'nin (s.â.v.) söz ve fiillerini bilen hiç kimse bunu rivayet etmemiştir. Kafirlerle cihad amellerin en büyüğü, hatta insanın yapacağı en büyük iyiliklerdendir.Tüm bunlardan sonra hadisin mevzu olduğu hususunda şüphe edecek değilim.[45]Az güvenilir ve tabii olan İbrahim b. Ebi Able'den şöyle rivayet edilmiştir: "Gazadan dönenlere (Rasulullah) şöyle demiştir:Şüphesiz küçük cihaddan döndünüz, bundan sonra büyük cihada, kalp cihadına ne yapacaksınız?[46]Darekutni der ki: "İbrahim b. Ebi Able kendi nefsinde güvenilirdir. Ona giden yollar safi değildir." Derim ki, bu sözü bu imama sözün zayıflığını beyan etmeden isnad etmek caiz değildir, diye düşünüyorum. Bunun ondan geldiğinin sıhhatini varsaydığımızda dahi o bir beşerdir; doğru da yapar, yanlış da. Mücahidlere hitap etmesine rağmen masum değildir. Kafirlerle savaştıklarında kalple olan cihada ne yapacaklarını soruyor? Çünkü nefis hayatta kalabilmek için mücahidi firara yöneltebilir, yahut bunun dışında bir şeye -mesela infak etmemeye- sevkedebilir. O takdirde kafirlerle mücadele ettiği bir esnada, nefsiyle de mücadele eder. İbrahim'in görüşünde büyük ve küçük cihad kafirlerle mücadelededir. (Onlarla olan savaştadır.) Aynı anda iki cihadı bir , araya getirdiğinden dolayı büyük cihad demiş olabilir. Bunun itibara alınması ihtimali vardır. Ancak kendi ibadethanelerinde oturup, insanlardan el-etek çeken kişi aslında ne büyük ne de küçük cihad içerisindedir. Hakikatte o nefsinin arzusuna tabidir. Çünkü nefsi ona bunu sevdirmiştir. Şeytan da ona bunu süslemiştir. Sonra eğer bu büyük cihad ise, o zaman, insanlardan ayrı olarak hayatlarını ağaç yapraklarını yemekle idame eden rahipler sınıfı ile hayatlarını oruç ve kulluğa veren Budistlerin yaptıkları bu işle, dünyanın en mutlu ve bahtiyar insanları, olmaları gerekir. Halbuki bunu hiçbir akıllı söyleyemez.Tüm bunlar zayıf ve mevzu hadislerin uğursuzluğundandır. Bu hadis uydurmacısının İslam ve ehline karşı kindar oluşundan şüphem yoktur.Allah (c.c.) bizleri ve onları dosdoğru yola hidayet etsin.Allah yolunda cihada denk gelecek hiçbir şey yoktur. Söyleyeceğim delil olarak sana yeter. Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayetle Nebi'ye (s.a.v.) soruldu:Allah yolunda cihad etmeye denk ne var?"Güç yetiremezsiniz" dedi. Üçüncüsünde:Allah yolunda cihad edenin misali, Allah yolunda cihad edenin evine dönünceye kadar gündüzleri oruçla, geceleri de ibadet ve kıyamla geçiren adamın misali gibidir" dedi.[47]Yine ondan rivayetle bir adam:Ey Allah'ın Rasulü! Cihada denk gelecek bir ameli bana göster" dedi. Rasulullah (s.a.v):Bulamıyorum" dedi. Sonra:Mücahid çıktığında sen de mescidine girip, kesintisiz gece kıyam edip, (gündüzleri) oruç tutup iftar edebilir misin?" (Adam Kim bunu yapabilir?" dedi.[48]Rasulullah'm (s.a.v) ashabından bir kişi tatlı su kaynaklarının bulunduğu bir vadiden geçti. "İnsanlardan el etek çekip bu vadide kalsam? Ancak Rasulullah'tan (s.a.v.) izin almadan bu işi yapmam." diye düşündü. Bunu Rasulullah'a (s.a.v) söyleyince, Rasulullah (s.a.v.):Yapma! Şüphesiz Allah yolundaki birinizin (yaptığı cihad) fazileti, evindeki yetmiş yıl namazından daha ef-daldir. Allah'ın sizi bağışlamasını ve Cennetine koymasını istemez misiniz? Allah yolunda cihad ediniz. Devenin iki süt arası müddeti kadar Allah yolunda savaşanlara Cennet vacip olmuştur.[49]Bu son hadis te, cihadı ekber iddialarını tamamen çürütmektedir. Çünkü bu sahabe Rasulullah'tan (s.a.v.) insanlardan ayrılıp nefsiyle cihad etmek için istekte bulunmuş, Rasulullah onu bundan men etmiş ve ondan daha İyisine irşad etmiştir. Sonra bu hadiste dikkat edilmesi gereken başka bir espri de var. Rasullulah'm (s.a.v.):Kim devenin iki süt arası kadar Allah yolunda cihad ederse Cennet ona vacip olur..." sözünün genelinden hareketle, Allah yolunda cihad edenler öldürülse de, öldürülmese de Cennetle müjdelenmiştir.Hadiste geçen "Fuvaka Nakati", iki süt arası dönem veya sütün sağılıp tekrar sütün memelere dönünceye kadarki zamandır.[50]Bununla, bahsedilen o hadisin mana ve sened bakımından batıl olduğunu Öğrendin. Ondan başka ibadete layık ilah olmayan Allah'a hamd olsun. Kökeni İslam düşmanlarına dayanmaktadır. Onu bırakın, arkanıza atın. Nebiniz'in (s.a.v) nasihatına dönünüz:Cihad, şüphesiz ona hiçbir şey denk gelemez."Bu nasihatta, sizin için tüm kötülükleri isteyen bu kötülükler ona dönsün komplocu düşmanınızın ithal düşüncelerinden sizleri müstağni kılacak güzellikler var.Dolayısıyla cihad hususunda yazılmış eserlerde çağdaş bazı yazarların bu hadisten etkilenerek yaptıkları gibi 'büyük cihad' ya da 'nefisle cihad' diye isimlendirmelerinden etkilememek gerekir.Nefisle mücadeleyi inkar ettiğim veya ona değer vermediğim kesinlikle anlaşılmasın. Aksine bu konu cihada teşvik, Allah yolunda ölme sevgisine has olup, iki şey arasında zihni bulandırmaktan uzak tutmak gerekir. Ona cihadın iki nevini söylediğimizde, sanki onlardan birini seçme serbestliğini veriyoruz. Acaba birini diğerine tercih ettiğimizde durum ne olur? Bunu tasavvur edebiliyor musunuz? Dedikleri gibi, her makama bir söz vardır. Ümmet-i islam'ın hac rükünlerini öğrenmeye muhtaç olduğu, Zilhicce ayında Ramazan orucunun hükümlerinden bahsetmemiz hikmetten değildir. Halbuki iki konu da haktır ve ikisi de doğrudur.İşte burada selefi salihinin anlayışları söyledikleri ve yazdıklarındaki fıkıhları ortaya çıkıyor. Cihad ile ilgili kitaplarında; Allah yolunda cihad etmenin fazileti, Allah yolunda ölmenin fazileti, sahabe ve onlara tabi olanların kahramanlık haberlerinden başka bir şey bulamazsın. Bununla birlikte nefisle mücadele etme tarafını da ihmal etmediler. Onun için ayrı bir mevzu tahsis edip ismini 'zühd' koydular. En büyük delilimiz, cihad hususunda ilk defa telifte bulunan Abdullah b. Mübarek'in nefis ile cihad için tahsisi ettiği "zühd" adlı eseridir. Seleften bir çoğu İbn Mübarek'in aynısını yapmıştır. Bu müellifimiz de nefisle mücadele için başka bir kitap daha tahsis etmiştir. İsmini de "Tenbihu'l-Gafilun" koymuştur ki, konusunda yazılmış olan en nefis kitaptır. [42] Tarihu'l Bağdad: 13/493. '
[43] Mizanil'l-itidal: 1/662.
[44] Tehzibu't-Tenzib: 11-261-262.
[45] El Farku Beyne Evliyai-Rahman ve Evliya-i Şeytan s. 44-45.
[46] Siyer-ü Alamti'n Nübela: 6/324.
[47] Müslim İmare: 29, Tirmizi Cihad: I.
[48] Buhari Cihad: 2.
[49] Tirmizi Cihad: 17. Sahih hadis.-
[50] El-Misbahul Münir s. 484.(alıntı)
http://aliaksoy.net/2007/07/30/cihad-nedir-nasil-yapilir/
Cihad , Hakkı Yılmaz
“Cihad” sözcüğü “cehd” sözcüğünün türevlerinden olup, “Müfaale” babından mastardır. “Cühd” olarak okunuşu da söz konusu olan “cehd” sözcüğü, “ağır yük taşıyan hayvanın menziline ulaşabilmesi için gösterdiği çaba”yı anlatmak için türetilmiştir ve dolayısıyla sözcüğün esas anlamı “takat” demektir. “Müfaale” babı, “işteşlik” ifade ettiği için, konumuz olan “cihad” sözcüğü de; “karşılıklı olarak gayretleşme” anlamına gelir. Diğer bir ifadeyle “cihad”; “karşı tarafın gücüne karşı güç kullanma, güç ile mukabele etme” demektir. (Lisan ül Arab; c:2, s:239, 240 “chd” mad. ve Tac ül Arus; c:4, s:407 “chd” mad.)
“Cihad” sözcüğü gibi bu sözcüğün türediği “cehd” sözcüğü de “müçtehid”, “mücahede”, “içtihat” gibi türevleri ile Türkçeye geçmiş bir sözcüktür ve yukarıdaki açıklamalar doğrultusunda “cehd” sözcüğünü; “gayeye ulaşmak için yük altında gösterilen gayret” olarak anlamlandırmak mümkündür.
Kur’an’da 41 kez yer alan “cihad” sözcüğünün ifade ettiği kavram, İslâm dininin temel sabitelerinden biridir. Günümüz şartlarına göre de; Kur’an (bilgi) ile, mal ile, dil ile, beden ile yerine getirilir. Daha açık şekilde söylemek gerekirse “cihad”; “Allah tarafından kullarına verilmiş olan bedenî, malî ve zihnî kuvvetleri Allah yolunda kullanmak, yani Kur’an’ı anlama, anlatma, yaşama ve tanıtıp yayma için kuvvet harcamak” demektir ve bu da bilgi, beden ve mal ile yapılır.
“Cihad” sözcüğünün anlamında “adam öldürme, düşman yok etme, ortadan kaldırma” anlamı yoktur.
Ölme ve öldürme (savaş), Kur’an’da, “kıtal” ve “muharebe” ifadeleriyle yer almıştır. “Cihad”ın her zaman yapılmasını isteyen Rabbimiz savaşa ise ancak [private] şartlar oluşunca, yani fitneyi yok ermek, zulüm ve fesadı ortadan kaldırmak için izin vermiştir. İntikam, yağma, kişileri zorla İslâm’a sokma gibi amaçlarla savaş yapılamayacağı, Hacc suresinin 39. ayetinden ve diğer kıtal ve muharebe ayetlerinden açıkça anlaşılmaktadır.
“Cihad”ın en güzeli ve en muteberi, ilim ile yapılanıdır. Çünkü dünyadaki bütün kötülüklerin sebebi cehalettir. Hakk’a ulaşmak isteyen herkesin cehaletten kurtulması, ondan uzaklaşması gerekir. Bilginin kişiler ve toplumlar üzerindeki etkisi şüphesiz tartışılmaz. Onun için Rabbimiz şöyle buyurmuştur.
Furkan; 52: Öyleyse kâfirlere itaat etme ve onunla (Furkan ile) onlara karşı olanca gücünle büyük bir cihad yap!
İslâm dinin tanıtılması, Kur’an’ın tebliğ ve tebyin esasına dayanır. “İlim ile cihad” işte bu faaliyetin adıdır. Buna “Kur’an ile cihad” da denilir. Yukarıdaki ayette Kur’an ile cihadın “Büyük cihad” olarak nitelenmesi, Allah’ın “ilim ile cihad” konusuna ne kadar önem verdiğini göstermektedir.
“Mal ile yapılan cihad” ise, Allah’ın insana ihsan etmiş bulunduğu mal ve servetin, Allah yolunda harcanmasıdır. Bilindiği gibi artık dünyada her iş para ile yapılmaktadır. Hakkın korunması ve zafere ulaşılması da yine paraya bağlıdır. Bunun için mal ile yapılan cihadın önemi de çok büyüktür. Nitekim Rabbimiz de cihad ayetlerinde hep malların cihad için harcanmasından söz etmiştir:
Saff; 10–12: Ey inanmış olan kimseler! Size, sizi can yakıcı bir cezadan kurtaracak, kazançlı bir ticaret göstereyim mi?
Allah’a ve O’nun elçisine inanacaksınız; Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla çaba harcayacaksınız. İşte bu, eğer bilirseniz, sizin için daha iyidir: Sizin günahlarınızı bağışlar ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki hoş meskenlere girdirir. İşte bu, büyük kurtuluştur.
Tövbe; 24: De ki; eğer ki babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabalarınız, kabileniz, elde ettiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler, size Allah’tan, O’nun elçisinden ve O’nun yolunda cihaddan daha sevimli ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyiniz. Ve Allah fasıklar kavmine doğru yolu göstermez.
Hucurat; 15: Müminler ancak, Allah’a ve O’nun elçisine iman edenler, sonra da şüpheye düşmeyen ve malları ve canları ile Allah yolunda cihad eden kimseledir. İşte bunlar sadıkların ta kendisidir.
Tövbe; 41: Hafif teçhizatla ve ağırlıklı olarak sefere çıkın ve mallarınızla, canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.
Nisa; 95, 96: Müminlerden özür sahibi olmaksızın oturanlarla Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler eşit olamazlar. Allah, mallarıyla, canlarıyla cihad edenleri, derece itibariyle, oturanlara fazlalıklı kıldı. Ve Allah onların hepsine “En Güzel”i vaat etmiştir. Ve Allah mücahitlere, oturanların üzerine büyük bir ecir fazlalaştırmıştır: Kendi katından dereceler, bir mağfiret ve rahmet. Ve Allah, çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.
Bu konuda ayrıca şu ayetlere de bakılabilir: Âl-i Imran; 142, Tövbe; 16, 19, 20, 73, 88, Bakara; 218, Muhammed; 31, Enfal; 72, 74, 75, Nahl; 10, Ankebut; 68, Maide; 35, 43, Tahrim; 9, Hacc; 78.
http://www.hicretonline.com/Makaleler/tasavvuf%20ve%20cihad.htm
TASAVVUF VE CİHAD
Prof. Dr. İhsanan Süreyya SIRMA
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
Değerli kardeşlerim!..
Fransız şairi Lamartine'nin bir sözü var... On ciltlik bir Türkiye tarihi yazmış ve onun ön sözünde diyor ki: "Türkleri anlıyabilmek için, onlarla özdeşleşmiş olan dinlerini öğrenmek lâzım!.. Dinleri olan İslâm'ı da öğrenmek için Muhammed'i bilmek lazım. Onun için, ben eserimin birinci cildini Muhammed'e ayırdım." diyor ve ilâve ediliyor: "On senede hazırlayıp size sunduğum bu binlerce rivayet içinde, edip olan ben değilim. Konunun bizâtihi kendisi edibânedir. Yâni İslâm'ın kendisi buna lâyıktır." diyor.
Bana verilen konu biraz çetrefilli bir konu... Biraz mayınlar üzerinde oynayan bir rolü gerektiriyor. Ve tarih deyince insanın aklına mutlaka bir kronoloji geliyor. Ben de biraz tasavvufun adeta kronolojisini yapmaya çalışacağım. Çünkü dün, Akif Bey kardeşimiz "Bu Adem'den başlıyor." dedi; doğrudur. Şimdi madem ki Adem'den başlıyor biz de ondan başlıyalım. Ama bugüne kadar nasıl getireceğiz. Bu kısa dakikalar içerisinde inşaallah gayret edeceğiz.
Allah-u Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de buyuruyor ki: "Ben insanları ve cinleri sadece bana kulluk yapsınlar diye yarattım." O halde İslami yaşantının özü olan tasavvuf bunu mündemicdir, içine almıştır. Biz kulluk yapmak üzere, zahid olmak durumundayız.
Kur'an-ı Kerim'e baktığımızda, Allah-u Teâlâ insanları dört sınıfa ayırıyor. Bunların dışında yok: Mü'min, kâfir, münafık, bir de müzebzeb olanlar, yâni ne oldukları belli olmayanlar... Menfaati neredeyse, bir orada bir burada görünür, ondan sonra çeker gider. Şimdi asıl olan bu kulluk nasıl yapılacak? İşte, mesele budur.
Benim kanaatime göre ve şu ana kadar edindiğim bilgilere göre İslâmı'n özü olan bir şey vardır ki, biz müslümanlar bir kişinin vefatını duyduğumuzda onu terennüm ederiz. Ne deriz?..
(İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.)(Bakara 156) İşte bu insanlığın tarihçesidir. Biz Allah'ınız. İşte bizim Allah'a ait oluşumuz, tasavvufun özüdür. Ve cihad bunu gerçekleştirmenin kavgasıdır. Biz Allah'ınız, ne demek?.. "Hak" olan tarikatların --bunu tırnak içine alıyorum; çünkü hak olmayan, batıl olan bir sürü tarikat vardır-- hemen hepsinde bir zikir formülü var:
(Efdaluz zikri lâ ilâhe illallah.) Tasavvuf tarihin kavgasıdır. Ve cihadı bunun üzerine oturtuyoruz. Başka deyişle, tasavvuftaki cihad illâ'nın, yâni kelimeyi tevhiddeki illâ'nın tahakkuku için lâ dememizin kavgasıdır cihad...
Şimdi ben tabiî sizlere bunu anlatacak değilim. Ancak şunu söylüyorum. Peygamber Efendimiz'e kadar olan bütün peygamberler insanlara bir tek şey öğrettiler: "Lâ ilâhe illallah deyin; Allah'tan başkasına kul olmayın!" İslâm'ın birinci şartındaki kelimeyi şehadette lâ ilâhe illallah var... "Lâ ilâhe illallah" derken hangi ilâhlara karşı çıkıyoruz? Bunu hiç düşündük mü? Eğer peygamber zamanındaki Lât'a, Menat'a karşı çıkıyorsak, onlar bitti. Ama madem ki İslâm'ın ilk şartıdır; o halde, piyasada kendilerine lâ denilip karşı çıkılması gereken bir sürü ilâh vardır. İşte bu sahte ilâhlarla mücadeleye biz cihad diyoruz. Ve tasavvufun özü bu olmak lâzım!..
Pakistan'lı şair Muhammed İkbal, çok güzel söylüyor: "Bana İslâm'ın lâ kılıcını verin, insanları ezmekte olan emperyalist heykellerinin nasıl devrileceklerini ve illâ'nın nasıl hakim olacağını ben size göstereyim!"
O halde felsefedeki o negosyon dediğimiz şey budur. Siz eğer bir şeyleri inkâr etmesini bilmiyorsanız, karşı çıkmazsanız; başka bir deyişle, biz zikirde lâ ilâhe demeden illallah dersek olmaz. İllallah demek çok kolay ama önce sahte ilahlara lâ demek lazım. Ve işte bu mücadele odur.
Tasavvufdaki cihad, başka kelimelerle şeytana ve onun bütün sistemlerine karşı çıkmaktır. Ne demek; şimdi bunu birkaç kelimeyle açıklamak istiyorum, yoksa anlayamayız. Bakın bugün eğer dünya üzerinde beş milyar insan yaşıyorsa ve bunun beşte biri müslümansa; fakat en çok bunlar ölüyor, bunlar eziliyorsa, bunların dininde bir yanlışlık olması lazımdır. Ha, işte bunu anlamak lâzım! Nedir bakın, Şeytan'dan dedim. Şeytanı değerlendirirken size birşey hatırlatmak istiyorum. Şeytan biliyorsunuz Adem Aleyhisselâm yaratılıp Allah-u Teâlâ'nın emri ile bütün melekler ona secde ettiler. Şeytan, yani İblis, secde etmedi. Arkadaşlar, İblis'in şeytanın bu hareketini biz anlamazsak, bugünkü problemlerimizi çözemeyiz. Tasavvufu da anlayamayız.
Bakın şeytan Allah'a ne dedi?.. Allah'a dedi ki:
(Halaktenî min nâr) "Ya Rabbi! Sen beni ateşten yarattın!" Allahı yaratıcı olarak kabul ediyor. Peki neyi kabul etmiyor, niye şeytan kafir?.. Diyor ki; "Ya Rabbi! Sen beni yarattın, yeri göğü yarattın, cenneti yarattın; yalnız, benim işlerime sen karışma!" diyor. "Sen bir kanun yaptın. Senin yaptığın kanuna göre benim Adem'e secde etmem gerekir. Ben onu tanımıyorum ve diyorum ki: Benim kanunuma göre, ben topraktan yaratılana secde etmem ve etmiyorum!" diyor. Dolayısıyla "İlâhî güç benim işime karışmasın!" diyen felsefenin, yani laik felsefenin ilk kurucusu, böylece şeytan oluyor ve ilk laik de şeytan oluyor.
Bugün yanlış bir yola girmişiz. Bugün piyasada bir sürü adı müslüman olan insanlar var... Şeytan gibi davranıyorlar ve diyorlar ki: "Allah bizi yarattı, fakat işimize karışmasın!" Öyle diyorlar efendim. Tasavvuf, yâni İslâm, emr-i bil ma'ruf, nehy-i anil münker'dir. Yani bazı hocaların tercüme ettiklerine ben katılmıyorum. İyiliği, kötülüğü falan değil; Allah'ın emrettiği şekilde yaşamayı emreden bir kuraldır, bir müessesedir.
Onun için yine İkbal diyor ki: "Kim Allah'ın rızâsının dışında birisine kılıç çekerse, onun çektiği kılıç doğrudan doğruya kendi kalbine saplanır." O halde cihad sadece Allah içindir. Toprak için, taş için bilmem ne için; yok böyle şey ha!..
Resulullah SAS, bizim için usve-i hasenedir. Meselâ Bedir Savaşı'ndan bir sahne... Enfal Sûresi'ni okuyacak olursanız, Allah-u Teâlâ orada açıkça diyor ki: "Görünmeyen ordular müslümanlara yardım ettiler." Ancak, müslümanların hazır olması lazım!..
Şimdi bugünümüze yavaş yavaş taşımaya çalışacağım. Önce doğru tasavvufdan bir iki misal: Hazret-i Ömer zamanında İslamî fütûhat devam ediyor. Bizans kralı Kudüs'te; Şu bizim Başbakan'ın arz-ı mev'ûd deyip İsraillilere vermek istediği Kudüs var ya!.. Ama inşaallah biz bir gün onu işgalden kurtaracağız. Neden?.. Çünkü siz almaya mecbursunuz, eğer Kur'an'a inanıyorsanız. Demin burada hoca efendi Tâhâ suresini okudu. Allah-u Teâlâ, Musa'ya: "Sen Tuvâ Vadisi'ne giriyorsun, ayakkabılarını çıkar!" diyor. Mukaddestir orası, bizim için mukaddes olanları biz başkasına arz ediyoruz. Yapamayız ha!
Henüz Kudüs müslümanlar tarafından feth edilmemişti. Bizans Kralı etrafını çağırıp:
"--Bu müslümanlara ne oluyor? Düne kadar açtılar, her gün benim bir memleketimi feth ediyorlar." diyor.
"--Bilmiyoruz kralım, onlara esir düşüp gelmiş bir askerimiz var... Ona bir soralım!" diyorlar.
Çağırıyorlar ve asker geliyor. Kral soruyor:
"--Bana müslümanları anlatır mısın?"
Ve anlatıyor Bizanslı asker:
(Hüm zühhâdün fil leyl ve fursânün fin nehâr.) "Onlar gece zahiddirler; ellerinde Kur'an dedikleri bir kitap var onu öğrenirler. Sabah oldu mu, atın sırtına biner, cihad dedikleri savaşa giderler."
Kral üzülüyor ve ayaklarını yere vuruyor:
"--Eğer sen yalan söylemiyorsan, şu bastığım topraklar da onların olacak!" diyor.
Bir sene sonra onların oldu. Hazret-i Ömer RA teslim aldı. İşte gerçek tasavvuf odur. Biraz sonra size söyleyeceğim gibi, İslâm'ın kılıcını omuzlardan indirip kınına sokan bir hareket tasavvuf olamaz!..
Hz. Ömer RA zamanında İran feth edildi. Peygamber SAS Efendimiz'in dayısı sayılan Sa'd bin Ebi Vakkas İran cephesinin komutanıydı. Ona bir parola gönderiyor Hazret-i Ömer RA, diyor ki: "Siz savaşa katılan bütün askerlere emredeceksiniz, savaşırken 'lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah' diyecekler. Hem kılıç sallıyacak hem de 'lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah' diyecekler."
Biliyorsunuz tarikatta bu bir zikirdir. Yani güç, kuvvet her şey Allah'tandır. Siz buna inanacaksınız. Allah bu dediğinizi sizin bileklerinizde oynayan kılıçta tahakkuk ettirecek. İşte cihad budur. Bir başka tabirle fiilî cihadla, zikrî cihad paralel gider. Birbirinin mütemmimleridir. Değilse, İslâm Alemi'nin her tarafı kana bulaşmış... Ben şimdi diyeceğim ki, "Arkadaşlar! Cezayir kan ağlıyor, Bosna kan ağlıyor, Azerbeycan kan ağlıyor, Güneydoğu kan ağlıyor!.. Çıkarın tesbihlerinizi, tevhid çekelim!" Böyle bir şey olmaz!
--O halde nasıl olur?..
Fiilen bunun mücadelesini veririz. Ondan sonra Allah'a tevekkül eder, tesbihle devam eder, destekleriz. Hazret-i Ömer'in dediği gibi! Çünkü bu tahakkuk etmiştir.
Peygamber Efendimiz SAS'in sahabileri zamanında meşhur bir hadise vardır: Sariye hadisesi... Hazret-i Ömer RA bir gün hutbe okurken, hiç konuyla ilgisi yokken diyor ki, "Ya Sariyetû el cebel! Ey Sariye dağa tırman, dağa!.." Cemaat Hazret-i Ömer'e soruyor: "Biz anlıyamadık ya Emirel Mü'minin. Neyin nesidir bu? Sariye kimdir?" Bir İslam komutanı Irak bölgesinde savaşıyor. Bir ay sonra gelince ona soruyorlar. O diyor ki: "İran ordusu bizi saracaktı ve Emirel Mü'minîn'in sesini duydum. 'Hadi dağa tırman!' dedi. Dağa tırmandık ve galip olan bizler olduk."
Tabiî, o duruma gelebilmek için Hazret-i Ömer'in sesini Sariye'ye duyurma; Sariye'nin de Hazret-i Ömer'in sesini duyabilme derecesine ulaşabilmesi için, önce cihadı başlatmak lazım. İşte mesele odur. Biz eğer ruhumuzda ve beynimizde de cihad diye birşey oluşturmamışsak, bizi Sariye duyamaz.
Meselâ İslâm'la mücadele etmiş birisi için mevlid, yâni Peygamber Efendimiz SAS'in doğumunu vesile kılmanın hiçbir anlamını göremiyorum ve burada benim meslektaşlarım, hocalar nasıl bunu yapıyor, bunu düşünüyorum.
Şimdi bakın tasavvufta cihad nedir?.. Allah rahmet eylesin Attar, bir müridine: "Oğlum, git çarşıdan ara kendine bir dert bul. Eğer bulamazsan gel, benden ödünç al!" diyor. Sana vereyim demiyor. Çünkü onun ihtiyacı var. Bu müslümanların derdi yok, rahattırlar. İşte cihad onları rahatsız duruma getirir.
Bir sahabi Peygamber SAS'e gelip diyor ki: "Ya Rasûlallah! Bir gün şu kılıcı bırakıp rahat edeceğimiz gün gelmiyecek mi?.." SAS Efendimiz buyuruyor: "Vallahi kıyamete kadar müslümanın rahat edeceği günler çok az olacak!" Neden?.. Çünkü bunun karşılığında Cennet var... Cennet bedava değil... İşte onun içindir ki İkbal tehlikeyi ne gösteriyor biliyor musunuz: "Bir tehlikeyi seçmek imtihandır. Bu ruhla bedenin bir araya gelişinin miyarı, ölçüsüdür." Eğer siz bedeninizi ortaya koymuyorsanız, siz imtihanı kaybetmişsiniz.
Hocalarımız daha iyi bilir; ne yaptılar? Dediler ki:
"--Efendim ben İslâm için koşturur giderim, cihada giderim amma, viran olası hânede evlâd ü iyal olmasa!.."
Gençler için tercüme edelim:
"--Ben bu İslam için koşuşturur, cihad yaparım amma; yıkılası evimde çoluk çocuk olmasa, karı olmasa, apartman olmasa, mobilya olmasa, arsa olmasa, mercedes olmasa giderim."
İşte bu zihniyeti getirdiler. Bu zihniyetin İslâm'la alâkası yok!..
Şimdi doğru olan tasavvuftan bir misal: Mevlânâ'nın şeyhlerinden sayılan Necmeddin-i Kübrâ var... Harzemşahlılar zamanında Moğollar geliyor üzerine... Moğol komutanı haber gönderip Necmeddin-i Kübrâ'nın şehri terketmesini istiyor. Bu haber gelince, Şeyh hırkasını çıkarıp asıyor, "Şimdi cihad zamanıdır!" diyor. O yetmiş, seksen yaşında kılıcını çekiyor, bir moğol askeriyle boğuşurken, cihad ederken şehid oluyor.
Tabiî, Mevlânâ onu çok güzel dile getiriyor: "Biz o kimselerdeniz ki, o muhteşemlerdeniz ki, bir elimizde kadeh tutuyoruz. --Tabi bunlar teşbihlerdir.-- Biz öyle zayıf keçilerin boynundan tutan insanlardan değiliz." Ve ilâve ediyor: "Bir elde, imanın o tertemiz şarabını çekeriz; bir elde de biz kâfirin perçemini tutarız."
--Ne demek perçem?..
Moğol askeriyle boğuşurken, Necmeddin-i Kübrâ'nın elinde o Moğol askerinin saçları kalıyor. Şehid oluyor, ölüyor; ama Moğol askeri kurtulamıyor o elden. Geliyorlar, uğraşıyorlar o şehidin elini açamıyorlar. Nihayet Moğol askerinin saçlarını kesiyorlar, öyle kurtuluyor. Mevlana: "İşte, biz buyuz. Bir taraftan lâ ilâhe illallah zikrini çekeriz; ama, bir taraftan da kâfirin boynunu vururuz." diyor. İşte budur.
Tasavvuf olmayan bazı şeyler tasavvufa girmiş. Şöyle bir tabir vardır: "Tasavvuf, müslümanların cihad kılıcını omuzlarından indirip kınına sokmuş..." Bu böyle midir, değil midir?.. Şundandır bakın. Bir iki misal vereceğim. Her yerde görürsünüz: "Yaradılanı severiz Yaradan'dan ötürü..."
Bir iki sene önce Erzurum'a bir zat gelmişti; adını söylersem hepiniz tanırsınız. Hoca dedi ki: "Ben buradan ayrılır ayrılmaz Marmaris'e gidip Kenan Paşa'yı ziyaret edeceğim." "İyi misin? İyi doktor arkadaşlarım var, rahatsızsan?.." diye sordum. "Memlekette müslüman mı kalmadı?" dedim. Bunun üzerine, "Severiz yaradılanı Yaradan'dan ötürü..." dedi. "Yâni, Yaradanın düşmanını mı seviyorsun?" dedim. "Severiz..." demez mi?
Efendim bu zihniyet yanlış! Bu yanlış şeyler, bizim doğru olan tasavvufumuza sokulmuş ve insanımız köleleştirilmiş. Onun için ben piyasada çok rastlıyorum: Gündüz lâik, gece mürid... Sanki günah çıkartma müessesesi yaptılar. Böyle tasavvuf olmaz!
Ondan sonra diyorlar ki: "Vurana elsiz gerek, dövene dilsiz gerek, koyundan yavaş gerek." Burada hocamız var; hocam bunun İslâm'la alâkası var mı?.. Vurana ne gerek?.. Kısas gerek!..
Haa, bir de müslümanla gayr-i müslimi biz karıştırmışız. Bir müslüman bize bir şey yaptıysa; tamam, biz onu hoş görürüz. Yunus böyle söylüyor. Ama şimdi laikler bize vuruyor; biz diyoruz ki: "Hoş karşılayalım!.."
Bir gün bir laik bana dedi ki:
"--Ya Hoca ne karşı çıkıyorsun? Bak Yunus ne diyor: Sövene dilsiz gerek, vurana elsiz gerek..."
"--Bak arkadaş! Yetmiş senedir siz bize sövdünüz, dövdünüz. Biraz da biz dövelim!" dedim.
"--Yok yok hoca," dedi. "O sizin içindir, hep biz döveceğiz hep siz susacaksınız!"
İşte yanlış tasavvuf budur.
Bu tasavvufun müsbet olanı yok mudur?.. Sultan Abdülhamid zamanında --Allah rahmet eylesin-- bu emperyalistlere karşı tarikatlar devreye sokuldu. Bizim bildiğimiz Şeyh Şamil hareketi bir tarikat hareketidir. Kuzey Afrika'da, başka yerlerde şu anda ayrıntılarına giremiyeceğim bir çok tarikat hareketleri vardır. Onlar gece zikreder, gündüz cihad ederlerdi.
Şimdi tabiî, kendi memleketimizden de bir misal vereyim. Allah rahmet eylesin, Şeyh Abdullah vardı; benim hocamın hocası... Rus ordusu iki yönden Anadolu'ya gelecekti. Birincisi Van'dan Pervari, Siirt üzerinden; diğer taraftan Bitlis, Diyarbakır üzerinden... Pervari'nin Bidar diye bir köyü var... Rusların geldiğini anlayınca müridlerini alır ve bir dağı tutar. Bu Şeyh Abdullah ve arkadaşları öyle bir cihad sergiler ki, Rus ordusu oradan geçemez.
Haa, gerekince işte bu!..
Size modern zamanlara ait bir hatıramı anlatıp bitiriyorum. Fransa'da benim oda arkadaşım bir Fransız vardı. Adı Kristiyan'dı. Jeoloji doktorası yapıyordu. Manavgat üzerinde çalıştı. Bana dedi ki: "İhsan, ben maalesef Cezayir savaşına katıldım." Biliyorsunuz Cezayir'li kardeşlerimiz Fransızlara karşı cihad ilan edip onları dışarı atmak istediler. Maalesef o zamanki bizim hükümetimiz Cezayir'i değil, Fransa'yı destekledi; Menderes zamanında" Onu da öyle kapatıyorum, geçiyorum. O ayrı bir konferans konusu...
Arkadaşım devam etti: "Ben maalesef o savaşa katıldım. O savaş Kostantin'de, rahmetli Mâlik Bin Nebi'nin memleketinde, başladı. Orada mücahidleri kovalıyoruz." dedi. Bu arada bana sordu:
"--Mücahid nedir biliyor musun?"
"--Yok, bilmiyorum!" dedim. "Nedir?" dedim.
O dedi ki:
"--Müslümanlardan Allah için savaşanlara mücâhid derler." Cezayir'li kardeşlerimiz mücâhid kelimesini Fransız lügatlarına soktular. "Mücahidleri kovalıyoruz. Emrettim askerlerime dedim ki; ateş etmeyin gelişigüzel, birbirinizi vurursunuz. Hepsini bir camiye dolduralım, temizleyelim. Ondan sonra camiye doldurduk," dedi. (Ben 1970'te gittim; orayı ziyaret ettim.) "O cami doldu" diyor. "Ben askerleri duvarın dibine dizdim ve dedim ki, 'Ön saftan başlayacaksınız, kaçamak olmasın! Ben ateş deyince ateşleyeceksiniz.' O arada birisi kalktı. 18-19 yaşlarında sarı sakallı bir genç: 'Yâ Latîf!..' dedi."
Arkadaşlar! Bana bir kafir anlatıyor. Öyle bir kafir ki, kendi dininden de çıkmış, ateist... Lâikliği de bırakmış. O kelimeyi unutmamış, diyor ki: "'Yâ Latif!..' dedi. Onun ardından camidekilerin hepsi 'Yâ Latif!..' demeye başladı. Ya Latif!.. Ya Latif!.. Ya Latif!.. Cami gidip gelmeye başladı. Ben de, askerlerim de nasıl dışarıya kaçmışız; ben onu hâlâ anlayamadım!.." dedi.
Ben tabiî ona, "Gel müslüman ol, anlarsın!" dedim. Ama hidâyet Allah'tandır.
Şimdi kardeşlerim şunu diyorum: Allah bize diyor ki "Ben, sizi korurum!" Ancak o Cezayir'li kardeşlerimiz ne yaptı? Tüfeklerini kullandılar, kurşunları bitti, taşları bitti, sopaları bitti, ve Allah'ın evine sığınıp dediler ki: "Yâ Rabbi! Senin Latîf sıfatına sığınıyoruz. Bizim yapacağımız bu kadar, bitti." Ve Allah onları korur tabii... İşte tasavvuf da cihad da budur: Zikir ve eylem yanyana...
Eylemi ön plana çıkarmayan bir tasavvuf, sahte bir tasavvuftur ve böyle bir tasavvuf yoktur. Bizim anlattığımız tasavvuf, Resulullah'ın cihadıdır, Fatih'in cihadıdır. Ve bugün dünyanın şurasında, burasında mücâdele veren müslümanın İslamî hareketidir.
Beni dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.
711 KUR'AN-I KERİM'DE: "Biz emâneti göklere, yere ve dağlara arz (ve teklif) ettik de; onlar bunu yüklenmekten çekindiler, bundan endişeye tüştüler. İnsan(a gelince, o tuttu) bunu sırtına yüklendi. Çünkü o zülûmkâr, çok cahildir"(1) hükmü beyan buyrulmuştur. Müfessirler bu ayet-i kerime'de geçen "Emânet'in"; Allahû Teâla (cc)'nın tekliflerinin tamamına verilen bir isim olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.(2) Hz. Abbas (ra)'dan gelen rivayette de; "Emanet, Allahû Teâla (cc)'ya taattır, kulluktur. Hz. Adem (as) Allahû Teâla (cc)'ya emanet'in ne olduğunu sormuş, Allahû Teâla (cc) "İyilik edersen mükâfat, kötülük edersen ceza görürsün" buyurmuştur. Hz. Âdem (as) kendi rızası ile emâneti yüklenmiştir.(3) Usûl-i Fıkıh'ta "Emânet"; Allahû Teâla (cc)'nın gerek kendi hukuku, gerekse yarattıklarının hukuku ile ilgili olarak insana yüklediği vazifelerin tamamına verilen bir isimdir.(4) Malûm olduğu üzere "Cihad"; Allahû Teâla (cc)'nın farz kılmış olduğu bir ibadettir.(5) Cihad; hem mal, hem nefis, hem de diğer vasıtalarla edâ edilebilen ve aynı zamanda hiçbir "Mekruh" vakti olmayan bir ibadettir. Hatta öyle ki; bir gayr-i müslim, namazını edâ etmekte olan bir mü'mine hitaben: "-Bana kelime-i şehadet'i öğretir misiniz?" teklifinde bulunsa, o mü'min'in, bu teklif sebebiyle namazını bozup, tebliği yapması caizdir.(6) Aynı namazı, tebliğden sonra edâ eder.
712 Cihad; arapça bir kelimedir. Lugatta "güç ve gayret sarfetmek, amelde mübalâğa etmek ve zahmet" gibi manalara gelen "Cehd" kökünden türemiştir. İslâmi Istılâhta: "Allahû Teâla (cc)'nın dini için; can, mal, dil ve diğer vasıtalarla eldengelen güç ve gayreti sarfetmeye cihad denir" tarifi esas alınmıştır.(7) Resûl-i Ekrem (sav)'in "Müşriklerle; malınızla, canınızla ve dilinizle cihad ediniz"(8) buyurduğu bilinmektedir. Cahiliye döneminde arap kabileleri arasında yıllarca süren kanlı harb'ler cereyan ediyordu. Dolayısıyla "Harb"mefhumuna yabancı değildiler. Bu noktada "Cihad" ile "Harb" mefhumu arasında fark var mıdır? sualine cevab arayalım. Hz. Cabir (ra)'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte, bu iki mefhum arasında bazı farkların bulunduğu tasrih olunmuştur.(9) Cihad kavramı, "Harb" mefhumundan daha geniştir. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "- Hakiki mücahid, nefs-i emmaresine karşı savaş açan kimsedir." (Sünen-i Tirmizi-K.Cihad:2) buyurduğu malumdur. Dünyevi endişelerini, heva ve hevesini bir kenara bırakan mükellefin; Allahû Teâla (cc)'nın rızasını kazanmak niyetiyle küffarla savaşması bir ibadettir.
713 Mükellif'in; kendisini Allahû Teâla (cc)'ya kulluktan alıkoyan herşeyi terketmesine "Zühd" denilmiştir. Sadece ve sadece Allahû Teâla (cc)'nın rızası için; heva ve heveslerini bir kenara bırakan mükellefe de "Zâhid" denir. Abdullah İbn-i Mes'ûd (ra)'den rivayet edilen şu hadis-i şerif; Resûl-i Ekrem (sav)'in "Dünya hayatını" nasıl değerlendirdiğini kavramamızı kolaylaştırmaktadır. Abdullah İbn-i Mes'ûd (ra): "Resûl-i Ekrem (sav) bir hasır üzerinde uyumuşlardı. Uykudan kalktı, fakat hasır vücûdunda iz bırakmıştı. Bunun üzerine: "-Ya Resûlallah!.. Size bir yatak tedarik etsek olmaz mı?" dediler. Resûlullah (sav) "Benim dünya ile ne işim var. Ben dünyada bir ağaç altında gölgelenip de (sonra onu) bırakıp giden bir yolcu gibiyim" buyurdu.(10) Zühd ve takva sahibi her mü'minin; Resûl-i Ekrem (sav)'e uyması esastır. Şimdi "Cihad" gibi bir ibadeti terketmenin vehameti üzerinde duralım. Resûl-i Ekrem (sav): "Herhangi bir müslümün gaza yapmadan (Savaşmadan) ve onu gönlünden geçirmeden ölürse, nifak'ın bir şubesi üzerine (Yani münafık olarak) ölür"(11) hükmünü beyan etmektedir. Dolayısıyla mü'minlerin; ister farz-ı kifaye, ister farz-ı ayn olsun; cihad'a niyyet etmeleri vâcibtir. "Büyük Cihad" yaptığını iddia ederek; gaza etmeyi gönlünden geçirmeyen kimse; şeytanın vesvesesine kapılmış ve nefs-i emmare'sine tabi olmuştur. Hz. Adem (as)'le başlayan tevhid mücadelesinde, Tağuti güçlerle savaşmanın farz kılınmadığı hiçbir dönem yoktur. Muteber kaynaklarda zikredildiğine göre Resûl-i Ekrem (sav); hicret'ten sonraki on yıllık dönem içerisinde (Yani Medine Döneminde) yirmi defa; zırhını giyip ve kılıcını eline alıp "Cihad'a" çıkmıştır!.. Sahabe-i Kiram'ın hayatı ise sürekli cihad'la geçmiştir. "Nefis terbiyesi" iddiasında bulunan her mü'min; bunun mahiyetini iyi tefekkür etmelidir.
CİHAD'IN SEBEBİ NEDİR?
714 Kur'an-ı Kerim'de: "Müşrikler sizinle nasıl topyekün harb ediyorsa, siz de onlarla topyekün harb ediniz"(12) hükmü beyan buyurulmuştur. Hanefi fûkuhası, bu Ayet-i Kerime'yi esas alarak; müşriklerle ve kafirlerle yapılması emredilen cihad; onların İslâm'a karşı savaş açmalarının sebebiyledir.(13) hükmünde ittifak etmiştir. İmam-ı Merginani; savaşın farziyeti ile ilgili olarak bu Ayet-i Kerime'yi zikrettikten sonra: "Ve Resûl-i Ekrem (sav): "Cihad kıyamet gününe kadar devam edecektir" buyurmuştur. Bununla bâkî olan bir farzı murad etmiştir."(14) hükmünü beyan etmektedir.
715 Mü'minlerin; kendi içlerinden bir "Ulû'lemr"seçmelerinin temel sebebi; İslâm'ın emirlerini hakkı ile edâ etmektir.(15) "Ulû'lemr" yeryüzündeki bütün mü'minlerin (Herhangi bir ayırım yapmadan) haklarının takipçisi ve koruyucusudur. Nitekim İmam-ı Serahsi: "Cihad'dan maksad; müslümanların emniyet içinde bulunmaları, din ve dünya işlerini yürütme (Edâ edebilme) imkanına kavuşmalarıdır"(16) hükmünü zikreder. Darû'l İslâm'a hicret etme imkanını bulamamış, zayıf ve azınlık durumunda bulunan mü'minlere; "Tağuti rejimler" zulmetmeye kalkarlarsa, "Ulû'lemr" derhal cihad ilân edebilir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de: "İman edib hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad'da bulunanları (Muhacirleri) barındırıb, yardım edenler (yok mu?) İşte birbirlerinin velileridir. İman edib de hicret etmeyenlere ise, hicret edecekleri zamana kadar, sizin onlara hiçbir şey ile velâyetiniz yoktur. (Bununla beraber) eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse, yardım etmek üstünüze borçtur. Şu kadar ki sizinle aralarında muahede bulunan bir kavm aleyhine değil. Allah yapacaklarınızı hakkı ile görücüdür."(17) hükmü beyan buyurulmuştur. Yine diğer bir Ayet-i Kerime'de: "Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve acz-û ızdırab içinde bırakılıp: "Ey Rabbimiz, bizi ahalisi zalim olan şu memleketten (kurtarıp) çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla" diyen erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda (Muzdaz'afinler için) düşmanla çarpışmıyorsunuz?"(18) buyurulmaktadır.
716 Cihad'ın diğer bir sebebi de; kâfirlerin, mü'minlerle olan ahidlerini bozup, yeniden savaş haline geçmeleridir.(19) Nitekim Hudeybiye Andlaşmasını bozan Mekke Müşriklerine karşı, Resûl-i Ekrem (sav) "Cihad" ilân etmiştir.
İSLÂM'A DAVET ZORBALIKLA YAPILMAZ
717 Kur'an-ı Kerim'de: "Dinde zorlama yoktur. Hakikat iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Artık kim tağut'u tanımayıp da, Allah'a iman ederse, o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa yapışmıştır. Allah hakkı ile işitici ve her şeyi kemali ile bilicidir"(20) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu Ayet-i Kerime'de hem İkrah'ın, (baskı ve zorlamanın) olamıyacağı, hem de "İman" ve "küfrün" açıkca meydana çıktığı zikredilmiştir. Bir insan; ya Allahû Teâla (cc)'ya iman eder ve Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlere göre hayatını düzenler, ya da Tağut'a teslim olup, O'nun (Tağut'un) heva ve heveslerine göre yaşar!.. Bu iki halin dışında üçüncü bir hal yoktur. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de "İman edenler, Allah'ın yolunda cihad ederler, küfredenler de Tağut yolunda savaşırlar. Öyle ise o şeytan'ın dostlarıyla (Tağuti güçlerle) savaşın. Şüphesiz ki şeytan'ın hilekârlığı zayıftır"(21) hükmü beyan buyurulmuştur. Burada da; iki hal ve iki cephe'nin mahiyeti izah olunmuştur.(22) İnsanlar; bu iki hal'den birini hergangi bir baskıya maruz kalmadan seçebilirler.
718 Kur'an-ı Kerim'de: "Eğer rabbin dileseydi yeryüzündeki kimselerin (insanların) hepsi iman ederlerdi. Böyle iken sen, hepsi mü'min olsunlar diye insanları zorlayıp duracak mısın?"(23) hükmü beyan buyurulmuştur. Başta Fahrüddin-i Râzi olmak üzere müfessirler: "İlâhi iradenin aksine herhangi bir hal meydana gelemiyeceği için, bu Ayet-i Kerime'de zamir "efe'ente tûkrihû'n-nase" şeklinde varid olmuştur. Resûl-i Ekrem (sav)'in kavminin iman etmesi hususunda haris olduğundan, bu kuvvetli arzuyu izale için" nazil olduğunu beyan etmektedirler.(24) Yine bir başka Ayet-i Kerime'de: "De ki; o (Kur'an) rabbinizden (gelen bir) haktır. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin"(25) buyurulmaktadır. Hatta bir kimse kılıç zoru ve baskı ile iman etse, daha sonra bu hali beyan ederek İslâm'dan dönse, "Mürted'e" tatbik edilen ölüm cezası tatbik edilmez. Zira kılıç zoru sebebiyle "kalbî tasdik" bulunmamıştır.(26) Ancak yeryüzünde "Allahû Teâla (cc)'nın hükmü ile mi, yoksa tağutî güçlerin kanunlarıyla mı hükmedilecektir?" meselesi oldukça önemlidir!.. Bütün insanlar; ruhlar aleminde verdikleri "Mîsak sebebiyle, Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlere tabi olmak zorundadırlar. Yâni yeryüzünde İslâm'ın hakim olması esastır. İslâm'a inanmayanlar; mü'minlerin "Ulû'lemr"i ile "zimmet akdi" yaparak bütün haklarına kavuşurlar. Hatta öyle ki; zimmi'yi (Gayri Müslim'i) şiirle hicvetmek dahi haram olur.(27) Ayrıca zimmet ehli bir kimseyi (Gayr-i Müslim'i) öldüren bir müslüman; kısas edilerek öldürülür.(28) Zîmmilerin herhangi bir musibet anında korunması da şarttır. Zira Resûl-i Ekrem (sav): "Müslümanların lehine olan şeyler, onların da lehine, müslümanların aleyhine olan şeyler, onların da aleyhinedir"(29) buyurmuştur.
719 Hanefi fûkahası; "Emanet'i yüklenmek sûretiyle insanın kanının mâsum (Dokunulmaz) kılındığını, insanın ancak irtikab ettiği bir ma'siyet sebebiyle öldürüleceğini" esas almıştır. Dolayısıyla Cihad; kâfirlerin şerrini defetmek ve onların mukavemetlerini kırmak için meşru kılınmıştır.(30) Mü'minlere karşı silâh çekmeyen veya bizzat savaşmayan kimseler, harb anında dahi öldürülmez. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav) bir harp'te öldürülmüş olan bir kadını görünce müteessir olmuş ve "Bu kadın savaşmıyordu" diyerek ileri birliklerin komutanı Hz. Halid b. Velid (ra)'e haber gönderip: "Kadınları ve çocukları öldürmesinler" emrini vermiştir.(31) Mâlum olduğu üzere; öldürülmemeleri taleb edilen kadınlar da küfür üzere yaşıyorlardı. Ancak bizzat savaşmadıkları için öldürülmemeleri esas alınmıştır. Dolayısıyla savaşın sebebi mücerred küfür değildir. Kafirlerin fitne ve fesadının ortadan kaldırılması esastır.
720 İmam-ı Şafii (rha) İbn-i Abbas (rha)'dan rivayet edilen: "Bana Sa'd b. Cessame anlatmıştı: Gece baskını sonucunda, kadın ve çocukları da öldürülen müşrikler hakkında Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Bu çocuklar da, kadınlar da onlardandır" dediğini işittim" Hadis-i Şerifi ile Ka'b b. Mâlik (ra)'den rivayet edilen: "Resûl-i Ekrem (sav) İbn-i Ebi Hukeyke'yi Seriyye'nin başına geçirirken, kadın ve çocukların öldürülmesini yasakladı" Hadis-i Şerifini zikrettikten sonra: "Binaenaleyh bize göre (Allahû Alem) Resûl-i Ekrem (sav)'in buradaki nehyi, kasden öldürmeyi beyan buyuruyor. Yani bilerek, kadın ve çocuk olduğunu farkederek, kasden öldürülmezler. Müşrikler üzerine gece baskını yapmak ise sünnetle sabittir. Resûl-i Ekrem (sav) "Beni Mustalık'a" gece baskını düzenlemiştir. Mâdem ki gece baskını ve hücûm sünnetle sabittir; öyle ise hiç kimse çocuk ve kadınların öldürülmeleriyle sonuçlansa bile gece baskını ve hücûm cevazını önleyemez. Hakkında mübahlık bulunan bir hususta, hiç kimsenin kınama yetkisi de olamaz. Ancak kasden ve teammüden kadın ve çocuklar muharib olmadıkları için öldürülmezler"(32) hükmünü zikrediyor. Esâsen kadın ve çocuklar savaşırlarsa, öldürülmeleri caizdir.(33) Zira savaşla birlikte, mü'minlere karşı ma'siyet işleyen "muhârib" durumuna geçmişlerdir.
CİHAD'IN KEYFİYETİ
721 Kur'an-ı Kerim'de: "Ey iman edenler!.. Ne oldunuz ki, size "Allah yolunda topyekün cihad'a çıkın" denildiği zaman yere (mıhlanıp) ağırlaştınız. Ahiretten (vaz geçip yalnız) dünya hayatına mı razı oldunuz? Fakat bu dünya hayatının faidesi ahiretin yanında pek azdır. Eğer (emrolunduğunuz bu cihada ) topyekün çıkmazsanız, Allah sizi pek acıklı bir azaba uğratır. Siz ona hiçbir şeyle zarar veremezsiniz Allah her şeye hakkı ile kadirdir"(34) hükmü beyan buyurulmuştur.
722 Mü'minlerin; sâdece Allahû Teâla (cc)'nın rızasını esas alarak "Cihad'a" niyyet etmeleri vâciptir. Ebû Hureyre (ra)'den rivayet edilen bir Hadis-i Şerif'te Resûl-i Ekrem (sav)'e bir kimse: "Ya Resûlullah!.. Bir şahıs Allah (cc) yolunda cihad'ı kasdedip, cihad'da dünya malını da murad etse sevabına nail olur mu?" diye sordu. Resûl-i Ekrem (sav) efendimiz: "Onun için sevab yoktur" buyurdular.(35) Bu Hadis-i Şerif iki vecihle tevil edilir. Birincisi; cihad için çıkmış olduğunu gösterip hakikatte maksadı mal kazanmaktır. Bu münâfıkların halleridir, onlar için asla sevab yoktur. İkincisi; cihad kasdıyla çıkar fakat en büyük arzusu mal elde etmektir, yoksa ahirette sevaba nâil olmak değildir.
723 İslâm ordusu; kâfirlerle karşı-karşıya geldiği zaman önce "Tebliğ" görevini ifa eder. Zira İbn-i Abbas (ra)'dan rivâyet edilmiştir ki; "Resûl-i Ekrem (sav) bir kavim ile onları İslâm'a davet etmediği süre içerisinde savaşmadı."(36) İmam-ı Ebû Yusuf (rh.a) "Resûl-i Ekrem (sav), Allah'a ve Resûlüne davet etmeden önce, hiçbir kavimle savaşmadı, Haccac bize, İbn-i Ebi Nüceyh, babası ve Abdullah b. Abbas yolundan rivayet etti ki, İbn-i Abbas şöyle dedi: "Resûlullah, İslâm'a dâvet etmeden hiçbir kavimle savaşmadı". Ata b. Saib bize Ebû Buhteri'den şöyle nakletti: "Selman-ı Farisi, İran Putperestlerine karşı savaşa girildiğinde: "- Durunuz Resûlullah (sav)'den işittiğim gibi ilk önce onları Allah (cc)'a ve Resûlü (sav)'ne davet edeyim" dedi. Putperestlere gelerek şöyle dedi: "-Biz sizi İslâm'a davet ediyoruz. Eğer müslüman olursanız, bize tanınan haklar size de tanınacak, bize yüklenen vazifeler size de yüklenecektir. Eğer müslüman olmayı kabul etmezseniz, zelil ve hakir olarak cizye veriniz. Bunu da kabul etmezseniz, size karşı harbeder ve sizi öldürürüz." Putperestler şöyle cevap verdiler: "-İslâm'a davet meselesine gelince, müslüman olmayız. Cizye'ye gelince: Onu da vermeyiz. Savaşa gelince; biz de size karşı savaşırız." Selman-ı Farisi; onları üç defa tekraren davet etti. Kabul etmediklerini görünce ordusuna hücûm emrini verdi"(37) hükmünü zikretmektedir.
724 İslâm ordularının komutanı; kâfirlerin ordusuna tebliğ görevini yaptığında; eğer onlar bu tebliğe icabet ederek İslm'ı kabul ederlerse, maksad hâsıl olmuştur. Onlarla kat'iyyen savaşılmaz. Zira Resûl-i Ekrem (sav): "İnsanlarla, onlar "Lâ ilâhe illallah" deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu diyenler benden mallarını ve canlarını korumuşlardır. Ta ki şer'i bir vecibe olmadıkça!.. Ancak bundan sonra (Kalblerinde gizledikleri hususlarda) hesapları Allahû Teâla (cc)'ya kalmıştır" buyurmuştur.(38)
725 Kur'an-ı Kerim'de: "Kendilerine kitap verilenlerden ne Allah'a, ne âhiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resûlünün haram ettiği şeyleri haram tanımayan, hak dinini (İslâm'ı) din olarak kabul etmeyen kimselerle, zelil ve hakiyr olarak kendi elleriyle cizye verecekleri zamana kadar muharebe ediniz"(39) hükmü beyan buyurulmuştur. İslâm orduları'nın emiri; İslâm'ı tasdik etmeye yanaşmayan Hrıstiyan ve Yahudilere "Cizye "vermelerini teklif eder.(40) Cizye; kitap ehli şüphesi bulunan mecûsiler, samire tâifesi ve arap olmayan putperestlerden alınır. Frenk ve ermeniler de Hrıstiyanlar'a dahildir. İmam-ı Âzam (rha) Sabii'lerin cizyelerinin de kabul edileceğini beyan etmiştir. Dürri'l Muhtar'da "Cizye, bazı mülhidlerin dediği gibi müslümanların kâfirlerin küfürlerine razı olmaları değildir. Bilakis cizye kâfirlerin küfürleri üzerinde kalmalarının cezasıdır. İmana dâvet etmek için kâfirlere cizye'siz mühlet vermek caiz olduğu takdirde cizye ile mühlet vermek evleviyetle caizdir. Nitekim Allahû Teâla (cc)'nın "Zelil ve hakiyr olarak kendi elleriyle cizye verinceye kadar onlarla muharebe ediniz" Ayet-i Kerime'si ve Peygamber Efendimiz (sav)'in Hecer Mecûsilerinden, Necran Hristiyanlarından cizye alıp, kendilerini dinleri üzerine bırakmaları da cizyenin caiz olduğunun delilidir"(41) hükmü kayıtlıdır.
726 Arap ırkından olan putperestlerin (Müşriklerin) cizyeleri kabul edilmez. Zira Kur'an-ı Kerim onların lisânı üzere inzal buyurulduğu için; küfürleri, diğer ırklardan olan kimselerin küfürlerinden daha ağırdır. Ma'zeretleri yoktur. Bunlar ya İslâmiyeti kabul ederler veya öldürülürler. İmam-ı Merginani: "Kendilerinden cizye kabul edilmeyen kimseler arap ırkından olan putperestler ve İslâm'dan dönen mürtedlerdir. Bunlardan ancak "İslâm'ı tasdik etmeleri "kabul edilir. Zira Allahû Teâla (cc): ".. Onlar müslüman oluncaya kadar onlarla savaşınız" buyurmuştur.(42) hükmünü beyan etmektedir.
727 Resûl-i Ekrem (sav)'in ordu kumandanlarına hitaben: "Kâfirleri, Allahû Teâla (cc)'dan başka ibadet edilecek bir ma'budun bulunmadığına ve ibâdet'e (Kulluğa) lâyık olanın ancak Allahû Teâla (cc) olduğuna şehâdet etmeye davet ediniz" emrini esas alan Hanefi fûkuhası; "İslâm tebliğ olunmayan kâfirlerle savaşmak caiz olmaz. Zira onlar dâvet ile bilirler ki; biz kendilerinin mallarına sahip olmak, kadınlarını ve çocuklarını esir etmek için savaşmıyoruz. Cihad'ımızın tek hedefi, Allahû Teâla (cc)'ya kulluğa davet etmek ve küfürün fitnesini ortadan kaldırmaktır" hükmünde müttefiktirler.(43) Kendilerine İslâmî tebliğin ulaşmadığı kâfirlerle, (Tebliğ yapılmadan önce) savaşan kimse, bu hal nehyedildiği için günahkâr olur.(44)
728 Resûl-i Ekrem (sav) "Seriyye Kumandanlarına" karşılaştıkları kâfirler İslâm'ı kabule yanaşmazlarsa ne yapacaklarını izah ederken: "Eğer İslâm'ı kabulden uzak dururlarsa, kâfirleri "Cizye" vermeye davet ediniz!.. Buna da razı olmazlarsa, Allahû Teâla (cc)'dan yardım talebinde bulununuz ve onlarla sonuna kadar cihad ediniz"(45) emrini vermiştir. Kendilerine İslâmî tebliğ yapılmış olan kâfirlere, yeniden İslâmî tebliğ yapmak mendubtur. Bu Allahû Teâla (cc)'nın onlara hazırladığı akıbeti beyanla, inzar içindir. Ancak vâcib değildir. Çünkü Resûl-i Ekrem (sav) "Ben-i Mustalık" üzerine gece baskını düzenlemiş, onları gaafil oldukları bir sırada yakalamıştır. Ayrıca Hz. Usâme (ra)'ye "Sabah vakti Übna'ya saldırmasını ve orayı ateşe vermesini" emir buyurmuştur.(46) Zira burada mukim olan kâfirlere daha önce İslâmi tebliğ yapılmıştır.
729 İbn-i Abidin: "Çünkü hadd'ler dünyayı fısk-ü fücurdan temizler, cihad ise küfürden temizler. Cihad elden gelen kuvvet ve kudreti sarfetmek manasınadır. Buna göre; iyiliği emredip, kötülükten menetmek sûretiyle, halkla mücâhede eden herkese şamildir"(47) hükmünü zikretmektedir. Dolayısıyla cihad; yeryüzünde yalnızca Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlerle hükmedilmesini, ihlâsla arzu eden her mü'minin, asla terkedemiyeceği bir ibadettir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de: "Fitneden eser kalmayıncaya ve din de (şunun bunun değil) yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla (Tağuti güçlerle, kâfirlerle) savaşın. Vazgeçerlerse artık zaalimlerden başkasına hiçbir husûmet yoktur"(48) hükmü beyan buyurulmuştur.
CİHAD'IN TEŞRİ MERHALELERİ
741 İmam-ı Şafii (ra) Resûl-i Ekrem (sav)'in "Mekke'de" tebliğe başladığı dönemi izah ederken, değişik akaidlere sahip müşriklerin durumunu şu şekilde izah ediyor: Allahû Teâla (cc)'yı inkârda ve Allah'ın râzı olmadığı (izin vermediği) amelleri icra etmede birleşiyorlardı"(77) Hz. Cabir b. Zeyd(ra)'den rivayet edilen bir Hadis-i Şerif'te İbn-i Abbas (ra)'ın, Hicret'ten önce "Medine'nin" de "Darû'ş Şirk" mahiyetini taşıdığını beyan ediyor. İbn-i Abbas (ra) şöyle buyuruyor: "Allah'ın Resûlü (sav) , Hz. Ebû Bekir (ra) ve Hz. Ömer (ra) de muhacirlerden idiler. Zira onlar da müşriklerden hicret ettiler. Ensar'dan muhacir olanlar da vardı. Çünkü Medine "Darû'ş Şirk" idi. Onlar da Akabe gecesi Resûl-i Ekrem (sav)'e geldiler"(78) İmam-ı Serahsi "Mekke" dönemini değerlendirirken: "O dönemde Mekke; İslâm ahkâmının tatbik edilmediği bir "Darû'ş Şirk " özelliğindeydi"(79) hükmünü zikreder. Bilindiği gibi Resûl-i Ekrem (sav)'in tebliğe başladığı Mekke toplumu; kabile esasına dayanan bir "Demokrasi" ile yönetiliyordu. "Darû'n Nedve" bir şehir parlementosu hükmündeydi.(80)
742 Mekke dönemindeki sosyal yapıyı iyi kavrayabilmek için; insanın bizzat kendisini ve kendi elleriyle yaptılarını nasıl "İlah" noktasına çıkardığını bilmek mecburiyetindeyiz!.. Darû'n Nedve'de toplanan kırk yaşını doldurmuş Tağut'lar; insanlar üzerine "kânun" koymakla meşguldüler!.. Resûl-i Ekrem (sav) kendisine "Vahiy" gelmeden önce dâhi; "Darû'n Nedve'ye" dahil olmamış ve o parlemento'yu kabul etmemişti. Habeşistan Kralı Necaşi'nin huzurunda yapılan tartışmada Cafer b. Ebi Talib (ra) "Mekke Dönemindeki" durumlarını şu şekilde beyan ediyor: "-Ey Melik!.. Biz cahiliye içerisinde yüzen bir topluluktuk. Ellerimizle yaptığımız heykellere ibadet eder, fuhuş yapar, yol keser, komşuya kötülük eder ve kuvvetlilerimiz zayıf olanlarımızı ezerdi".(81) Dikkat edilirse; "Mekke toplumundaki" kabile esasına dayanan Demokrasi, cahiliyenin ayakta kalmasını sağlayan bir vasıtadır.
743 Molla Hüsrev: "Allahû Teâla (cc) Resûl-i Ekrem (sav)'e tebliğin ilk döneminde müsamaha ile davranmayı emretmiştir. Nitekim bu hususta Kur'an-ı Kerim'de: "Müşriklere karşı yumuşak ve iyi davran" (El Hicr Sûresi: 85) buyurulmuştur."(82) hükmünü zikreder. Müslümanlara yapılan çeşitli işkence ve zulümlere rağmen, "Lâ ilâhe (İlâh yoktur, tağutları reddediniz), İllâllâh, (Yalnız Allah vardır)" diye haykıran ve "Hz. Muhammed (sav)'in Allah'ın kulu ve Resûlü" olduğunu beyan eden sahabe güzel bir misaldir. Esâsen Resûl-i Ekrem (sav) ilk üç yıl, İslâmı gizli olarak tebliğ etmiştir.(83) Hevâ ve hevesleri bir kenara bırakıp; tevhid mücadelesi için herşeye katlanmak "Nefisle mücâhede'nin" en güzel örneğidir. Zühd ve takva'da bu olayın içinde gizlidir. Bilindiği gibi; kulun heva ve heveslerini bir tarafa bırakıp, Allahû Teâla (cc)'nın rızası için, bütün tağuti güçleri reddetmesi oldukça önemli bir hadisedir.
744 İbn-i Abidin: "Peygaberimiz efendimizin ilk vasifesi tebliğ'den ve Allahû Teâla (cc)'ya eş koşanlardan yüz çevirmekten ibaretti.Nitekim Allahû Teâla (cc): "Şimdi sana emrolunanı kafalarını çatlatırcasına açıkla!.. Müşriklerden gelecek şeylere aldırış etme... Allah ile birlikte başka ilâhlar tanıyan o istihzacılara (Alaycılara) karşı muhakkak ki biz sana yeteriz. Andolsun biliyoruz ki, onların söyleyip durduklarından cidden göğsün daralıyor. Sen hemen rabbını hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol!.. Sana ölüm gelinceye kadar rabbına ibadet et" (El Hicr Sûresi: 94) buyurmuştur. Sonra İslâm dinine güzellikle ve tatlılıkla dâvet emredilmiştir. Nitekim Allahû Teâla (cc): "(İnsanları) Rabbinin, yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et!.. Onlarla mücadeleni en güzel (yol) hangisi ise onunla yap" (Nahl Sûresi: 125) buyurmuştur; hükmünü zikrederek, Mekke dönemindeki ûsûlü beyan eder.(84) Bütün işkence ve eziyyetlere rağmen "Mekke Döneminde" iken Resûl-i Ekrem (sav)'e savaş izni verilmemiştir. Hicret'ten önce savaşın meşru kılınmadığı hususunda ûlema arasında ittifak vardır.(85) Burada dikkat edilecek husus; Allahû Teâla (cc)'nın dinini dosdoğru tebliğ etmek ve bu hususta sünnete uygun davranmak şarttır.
745 Mekke şehir parlementosu olan Darû'n Nedve'de toplanan Tağut'lar; Resûl-i Ekrem (sav)'in tebliğini durdurabilmek için, değişik metodlar uygulamaya karar verdiler. Bunların başında "Tehdid" geliyordu. Darû'n Nedve'de Resûl-i Ekrem (sav)'i koruyan amcası Ebû Talib'e bir heyet gönderilmesi kararlaştırıldı. Bu heyette; Ebû Cehil, Ebû Süfyan, Ebû'l Bahteri, El Velid İbn'ul Mugire, Rabia'nın iki oğlu Utbe ve Şeybe bulunuyordu. Heyet Ebû Talib'e varıp şu talebte bulundular: "Yâ Ebû Talib!.. Senin yeğenin İlâhlarımıza, putlarımıza küfretti. Dinimizi ayıpladı, atalarımıza hakaret etti. Babalarımızın delâlette olduğunu söyledi. Ya onu bu işten vazgeçirirsin veya bizimle onu başbaşa bırakırsın. Çünkü sen de bizim gibi ona inanmıyorsun!.." Ebû Talib; tatlı dille bu heyeti uzaklaştırdı. Resûl-i Ekrem (sav); İslâm'ı tebliğe devam ediyordu. İnsanları Allah'a (cc) iman etmeye ve yanlızca O'na kulluk etmeye dâvet ediyor, her türlü işkence ve eziyyete tahammül gösteriyordu. Tabii bu arada Mekke Hükümeti'nin kini ve düşmanlığı da artıyordu. Nitekim Ebû Talib'e yeniden bir heyet gönderdiler: "-Yâ Ebû Talib!.. Sen yaşlı birisi olup, aramızda şeref sahibi bir kimsesin. Biz, yeğenini söylediklerinden vazgeçirmek için sana ricada bulunduk; sen hiçbirşey yapmadın. Artık putlarımıza, atalarımıza yapılan küfürlere sabrımız kalmadı. Ya onu bu işten vazgeçirirsin veya seni de onunla birlikte mütalaâ ederiz!.. Her iki taraftan biri helâk oluncaya kadar da sizinle çarpışınız.".Ebû Talib ; heyetin kararlı olduğunu görünce Resûl-i Ekrem (sav)'e "- Fazla ileri gitmesen iyi olur!.. Çünkü bana çok ağır bir yük yüklüyorsun" tarzında serzenişte bulununca, Peygamberimiz efendimiz (sav) çok üzüldü. Amcası Ebû Talib'e cevaben: "- Ey Amcam!.. Vallahi Güneşi sağ elime, Ay'ı da sol elime verip, bu davadan vazgeçmemi isteseler, ben yine de vazgeçmem. Ta ki Allahû Teâla (cc) bana bir çıkış yolu gösterinceye kadar; ya bu işe feda olur giderdim veya ondan vazgeçmem" buyurdu. Ebâ Talib bunun üzerine: "- Git yeğenim, dilediğini yapmakta serbestsin. Vallahi ben seni onlara teslim etmem" dedi.(86) Ebu Talip, hayatının sonuna kadar Resûl-i Ekrem (sav)'i müdafaa ve koruma hususunda sözünde durmuştur.
746 Mekke Hükümeti'nin düzenlediği büyük "Panayır"lar mevcuddu!.. Buraya bütün arap yarımadasından kimseler gelir, değişik yarışmalar düzenlenirdi. Evet bu panayırları; Tağutî rejim düzenliyordu!..(87) Peygamberimiz Efendimiz (sav)'in bu panayırlar vesilesiyle "Tevhid Mücadelesi'ni" bütün diyarlara ulaştıracağından endişeye kapılmışlardı. Mekke Hükümeti'nin ileri gelenlerinden İbnû'l Mugire, Kureyş'in ağzı laf yapan tiplerini toplayarak; "- Ey Kureyş'in önde gelenleri, panayır zamanı yaklaşıyor. Her taraftan heyetler Mekke'ye gelecekler ve bu heyetler Muhammed'in durumunu duyduklarında, merak edip soracaklardır. Farklı cevaplar vererek birbirimizi yalanlar durumuna düşmeyelim. Bu durumda hepimiz güç durumda kalırız" dedi. Orada bulunanlar: "- Ey İbnû'l Mugire; sen bizim en yaşlımız, en tecrübelimizsin!.. Sen nasıl emredersen öyle hareket ederiz" cevabını verdiler. İbnû'l Mugire: "- Hayır hayır siz söyleyin" dedi. Oradakiler: "- O bir kâhindir diyelim" teklifinde bulundular. İbnû'l Mugire: "Hayır, o kahin değil! Biz çok kâhin gördük, onlardaki sırrı gizleme özelliği bunda yok" dedi. Birisi: "O bir şâirdir diyelim" teklifinde bulundu. Diğerleri: "- Hayır!.. O şair de değil. Biz şiirin herşeyini biliriz. Vurgularını, sırasını, tertibini, veznini iyi anlarız. Onun söyledikleri şiir değil" dedi. "- O halde delidir diyelim" teklifinde bulundular. İbnû'l Mugire bu teklife de karşı çıkarak: "- Hayır, üzerinde hiç delilik alâmeti yok!.. Biz çok deli gördük, delilerdeki saldırganlık, tehlike, saflık ve sayıklama mevcud değil" dedi. Heyet: "- O halde, bu bir sihirbazdır" deriz, teklifinde bulundu. İbnû'l Mugire şu karşılığı verdi: "O sihirbaz da değil!.. Biz çok sihir ve sihirbaz gördük. Bu onlar gibi ipler bağlayıp, üflemiyor." Bunun üzerine heyet: "- O halde gelen yabancılara ne diyelim, onu nasıl tanıtalım?" diye sordu. İbnû'l Mugire: "Vallahi o çok tatlı sözlüdür. Sözlerinden güzellik akıyor. Onun hakkında ne derseniz, yalan olduğu anlaşılır. Mâmâfih "Sihirbaz" diyebilirsiniz. Şunu da ilave edersiniz: "Çünkü o öyle birşey getirdi ki, evladı babadan, kardeşi kardeşten, kadını kocasından, vatandaşı toplumundan ayırdı" dedi ve öylece dağıldılar.(88) Dikkat edilirse "Tehdit" sökmeyince; Darû'n Nedve'nin (Parlemento'nun) akıllıları organize bir iftirâ ve yanlış tanıtma kampanyasını başlatıyorlar!..(89)
747 Allahû Teâla (cc) İbnû'l Mugire hakkında şu Ayet-i Kerime'yi inzal buyuruyor.(90) "(Ey Muhammed) Bir tek (Nev'i şahsına münhasır) olarak yarattığım, kendine bol bol mal ve (yanında daima) hazır bulunmak üzere oğullar verdiğim ve ni'metleri yaydıkça yaydığım adamı (İbnû'l Mugire'yi) bana bırak!.. Sonra da (bütün bunlara rağmen) hırs ile daha da artmasını ister. Hayır (asla beklemesin) Çünkü o, bizim ayetlerimize karşı alabildiğine inatçıdır!.. Onu sarp bir yokuşa sardıracağım. Çünkü o (Kur'an hakkında ne diyeceğini) uzun uzadıya düşündü (kendine göre güyâ bir) ölçü koydu. Hay kahr olası (canı çıkası) Ne biçim ölçü kurdu o? Yine kahr olası, nasıl ölçü yaptı o? Sonra baktı, sonra (ümidsizliğinden ve öfkesinden) kaşlarını çattı, suratını astı. En son arka çevirdi ve büyüklük tasladı da: "- Bu dedi (sihirbazlardan öğrenilip) rivayet edilen bir sihirden başkası değil!.. Muhakkak bu insan sözünden başkası değil". İşte bu adamı yakıcı bir ateşe (Cehenneme) yaslıyacağım."(91)
748 El Velid İbnû'l Mugire ile birlikte bu işi düzenleyenler hakkında da şu Ayet-i Kerimeler nazil oldu;
"Nitekim iş bölümü yapanlara, Kur'an'ı parçalayanlara da (öyle azab) indirmiştik. İşte Rabbine and olsun ki onlara, tamamına yapmakta oldukları şeyleri elbette soracağız."(92)
Böylece "Mekke Hükümeti"; panayıra iştirak eden bütün yabancılara, bu şekilde propaganda yaparak, Resûl-i Ekrem (sav)'i yanlış tanıttılar ve bu haberler bütün Arabistan'a yayıldı.(93)
749 Resûl-i Ekrem (sav)'e karşı; tehdit ve yanlış tanıtma yollarına başvuran müşrikler, işi daha da ileriye götürerek "Suikasta" karar verdiler. Bilhassa Ebû Cehil bu hususta kararlıydı. Nitekim bir gün: "- Ey Kureyş topluluğu!.. Görüyorsunuz ki Muhammed dînimizi yermekten, baba ve atalarımıza, tanrılarımıza dil uzatmaktan, akıllılarımızı, akılsız saymaktan geri durmuyor. Ben artık Allah'a(94) söz verdim: Yarın, kaldırabileceğim kocaman bir taşı yüklenip namazda secdeye vardığı zaman, onun başını ezeceğim. Siz de beni orada ister koruyun, ister teslim edin; bundan sonra varsın Abd-i Menaf oğulları bana istediklerini yapsınlar, razıyım" dedi. Müşrikler: "- Vallahi seni hiçbirşey için, hiçbir zaman teslim etmeyiz!..Haydi sen dilediğini yap" dediler. Ebû Cehil sabaha çıkınca anlattığı gibi kocaman bir taş alarak, Peygamberimizin oraya gelmesini bekledi. Peygamberimiz namaz kılacağı zaman; Kâbe'nin Yemen köşesi ile Hacerü'l Esved arasında dururdu ve Kâbe'yi kendisiyle Şam tarafı arasına alırdı. Peygamberimiz; o günde her zamanki gibi gelip namaza durdu.Müşrikler topluca oturmuş, Ebû Cehil'in ne yapacağını gözlüyorlardı. Peygamberimiz Efendimiz (sav) secdeye vardığı zaman, Ebû Cehil taşı yüklenip yürüdü!.. Ancak yaklaşır yaklaşmaz; korkarak, benzi sarararak, perişan bir halde hemen geri döndü. Elleri taşı tutmaz oldu. Taşı elinden yere düşürdü. Kureyş Müşrikleri, Ebû Cehil'in yanına dikildiler: "- Ne oldu sana ey Hakem'in babası" dediler. Ebû Cehil: "- Vallahi bir benzerini dâhi görmediğim; yenilmez, zabdedilmez, köpürmüş bir puğur deve gibi erkek bir canavar (bir ejderha) beni yemek için üzerime yürüdü" dedi.(95)
750 Ebû Cehil; her fırsatta Resûl-i Ekrem (sav)'e ve mü'minlere saldıran me'lûn bir tipti!.. Nitekim Bedir Muhârebesinde Hz. Abdullah b. Mes'ûd (ra) kendisini yaralı olarak bulmuş, başını kesip Resûl-i Ekrem (sav)'in huzuruna getirerek: "- Yâ Resûlullah!.. Bu senin düşmanın Ebû Cehil'in başıdır" demişti!.. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav) efendimiz: "- Allahû Ekber!.. İşte bu benim, hem de ümmetimin firavûnudur. Bunun benim ve ümmetimin üzerindeki şer ve zararı; firavunun Hz. Musa (as) ve ümmeti üzerindeki şer ve zararından daha şiddetli idi"(96) buyurmuşlardır!.. Bir gün Resûl-i Ekrem (sav) efendimiz, Safa tepesinden geçerken Ebû Cehil'le karşılaşır! Tabii bu me'lûn, derhal küfretmeye, işkence etmeye ve hakârete başlar! Bu olaya bir köle şâhid olmuştur. Resûl-i Ekrem (sav)'in amcası Hz. Hamza; aynı gün avdan dönüşünde Kâbe'ye uğrar. Olaya şâhid olan köle; Hz. Hamza'ya hitaben: "- Ey Ummare'nin babası, keşke biraz önce burada olsaydın da Ebû Cehil'in senin yeğenin olan Muhammed'e (sav) yaptıklarını görseydin. Ona her türlü hakâreti yaptı, işkence etti ve dinine küfretti" diye ihbarda bulunur. Hz. Hamza'nın beyninde şimşekler çakmıştır!.. Hiçbirşey söylemeden doğruca Ebû Cehil'in oturduğu yere yürür ve elindeki mızrakla Ebû Cehil'in kafasını yarar. Orada bulunanlar ne olup-bittiğini şaşkınlıkla izlerken Hz. Hamza: "- Sen misin Muhammed'e sövüp sayan!.. İşte ben de onun dinindeyim, onun söylediklerini söylüyorum. Haydi gücün yetiyorsa ona yaptıklarını bana da yap, göreyim" der!.. Ebû Cehil ne yapacağını şaşırmıştır.(97) Bu olaydan sonra; Hz. Hamza (ra)'nın müslüman olması, "Mekke'de bomba gibi patladı!.. Tevhid Mücadelesi; Hz. Hamza (ra) gibi güçlü ve kuvvetli bir mücahid'e sahip olmuştu.
751 Mekke Hükümeti; Hz. Hamza (ra)'nın müslüman olmasından sonra taktik değiştirme ihtiyacı hissediyor. Önce Utbe bin Rabia vasıtasıyla; davasından vazgeçmek kaydı ile "her ne isterse yapmaya hazır olduklarını" Resûl-i Ekrem (sav)'e iletiyorlar.(98) Bundan bir netice alamayınca; Ebû Süfyan, Nadr İbnû'l Haris, Ebû Bahteri, El Velid İbnû'l Mugire, Utbe bin. Rabia, Ebû Cehil ve Umeyyeti'bnû'l Halef'ten teşekkül eden bir heyet; Resûl-i Ekrem (sav)'e görüşmek için haber gönderiyorlar. Haberci: "- Yâ Muhammed!.. Biz seninle konuşmak için seni çağırttık!.. Vallahi şimdiye kadar senin gibi kavmine kötülük yapan birisi aramızdan çıkmadı. Atalarımıza küfrettin, dinimizi batıl gördün, tanrılarımıza sövdün, aramıza bölücülük soktun, bize karşı işlemediğin hiçbir kötü fiil kalmadı. Eğer getirdiğin dava ile, "Zengin olmak" istiyorsan, en zenginimiz oluncaya kadar sana mal toplarız. Devlet reisi olmak istiyorsan, seni "Devlet Reisi" olarak seçelim. Eğer bu getirdiğin dava ile "Şeref kazanmak" istiyorsan, seni efendimiz olarak seçeriz. Eğer sana cinler çarpıyor ve sen kendini tedavi ettiremiyorsan, bütün imkânlarımızı seferber ederek sana tabib arayalım!.." evet, heyet "Devlet Reisliği" de dahil, her türlü şeye hazır!.. Tek istedikleri: "Lâ İlâhe" (İlâh yoktur) "İllâllah" (Yalnız Allah vardır)" davasından vazgeçmesi!.. Peygamberimiz Efendimiz (sav) bu tekliflere karşı şu cevabı veriyor: "Dediklerinizin hiç birisiyle alâkam yok. Getirdiğim dava; mallarınızı istemek, aranızda şeref, makam sahibi olmak, kralınız olmak için değil!.. Lâkin Allah beni size peygamber olarak gönderdi..Bana bir kitap indirdi. Size müjdeci ve uyarıcı olmamı emretti. Ve ben Rabbimin risaletini size tebliğ ederek, size nasihatta bulundum. Eğer size getirdiğim bu davayı kabul ederseniz, dünyanız ve ahiretiniz için saadet bulursunuz. Reddederseniz, ben de Allah, aramızda bir hüküm verinceye kadar sabrederim."
752 Bunun üzerine Mekke Hükümetinin adamları şu teklifte bulunuyorlar; "Yâ Muhammed, sen bizden birşey kabul etmiyorsun. Biliyorsun ki, yeryüzünde bizim gibi dağlar arasına sıkışmış, susuz ve hayat şartları zor olan başka kimse yoktur. Seni gönderen Rabbine de ki; bizi sıkıştırmış olan bu dağları uzaklaştırsın, memleketimiz ovalık olsun!.. Şam ve Irak'taki gibi, burada da nehirler aksın!.. Geçmiş atalarımızı diriltip göndersin ve bunlar arasında Atamız Kusayy b. Kilab da olsun. Çünkü o doğru sözlü biriydi senin dediklerinin doğru olup olmadığını ona soralım. Eğer dediklerine o da "Doğrudur" derse, biz de senin Allah katındaki değerini anlar, sana gelenlerin gerçek olduğunu kabul ederiz. Bunu yaparsan; Allah'ın seni peygamber olarak gönderdiğinine inanırız"!.. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav) şöyle buyuruyor: "Ben bunun için gönderilmedim. Ben Allah'ın emirlerini size getirdim. Bana verilen risaleti size tebliğ ettim. Eğer dediklerimi kabul ederseniz, dünya ve ahiret saadetine kavuşursunuz. Reddederseniz Allah; siz ve benim aramda hükmedinceye kadar sabrederim"!..
753 Bu defa Mekke Hükümeti'nin heyeti, şu teklifte bulundu: "- O halde Rabbine de ki; tasdik eden bir melek göndersin!.. Rabbine de ki; senin için altın ve gümüşten saraylar ve hazineler yapsın ki görelim!.. Zira sen bizim gibi sokaklarda gezen, bizim gibi yaşayan bir insansın. Bu istediklerimiz, yap ki, senin bizden olan farkını anlayalım. İddî ettiğin gibi peygamberliğini görelim!.." Resûl-i Ekrem (sav) şu cevabı verdi: "- Ben bunları yapmak için gönderilmedim. Allah beni müjdeci ve korkutucu olarak gönderdi. Kabul ederseniz; dünya ve ahiret saadetine kavuşursunuz. Reddederseniz; Allah siz ve benim aramda hükmedinceye kadar sabrederim."(99)
754 Dikkat edilirse; "Mekke Hükümeti'nin" heyeti; Resûl-i Ekrem (sav)'den değişik taleblerde bulunuyorlar!.. "Tevhid Mücadelesi'nin" bırakılması halinde; Mekke Şehir devleti'nin liderliği ve zenginlik vadedilmekte!.. Halbuki Hz. Adem Aleyhisselâmdan itibaren bütün peygamberler insanları, "Allahû Teâla (cc)'ya ibadet etmeye ve Tağut'a kulluk etmekten kaçınmaya" davet etmişlerdir.(100) Elbette Resûl-i Ekrem (sav) "Mekke Hükümet heyetinin tekliflerini kabul edemezdi.
755 Mekke devleti; görüşmeler yoluyla Resûl-i Ekrem (sav)'den hiçbir taviz koparamayınca; yeniden işkence ve zulüme başladı. Alınan karar gereğince; herkes kendi kabilesindeki müslümanları takip edecek ve yetkililere ihbarda bulunacaktı!.. İhbar olunan müslümanlar da; hapsedilecek veya dayakla aç susuz bırakılarak işkence ettirilecekti. Bu yetmezse; güneş altında kaynayan Mekke kumlarına, çıplak olarak yatırılacaktı!.. Umeyyeti'bnûl Halef'in; Hz. Bilâl-i Habeşi'ye yaptığı işkenceyi kelimelerle izah edebilmek mümkün değil!.. Yâsir ailesinin çektikleri de, bütün kaynaklarda mevcud!.. Hz. Sümeyye (r.anha)'nın şehadeti, kısa bir süre sonra kocası Yasir'in şehadeti ve Ammar b. Yasir'in İşkence altında, adeta bir et yığını haline geldiği sırada, kelime-i küfrü söyleyip; mahçup mahçup Resûl-i Ekrem (sav)'in huzuruna gelişi!..(101) Bütün bu işkence'ler; Tağutu reddedib, yalnız ve yalnız Allah'a (cc) iman etmenin sonucu!..(102) Nihayet mü'minler; işkence'den kurtulmak için Resûl-i Ekrem (sav)'den "Hicret" için izin talebinde bulunuyorlar.
756 İşkence'nin değişik türleri de mevcud!.. Sahâbe'den Habbab İbnû'l Eret (ra) alacağını istemek için İslâm düşmanı El Ass İbn Vail'e gitmişti. El Ass İbn'i Vail ona hitaben: "- Sen Muhammed'i inkâr etmediğin müddetçe, sana paranı vermem" dedi. Habbab İbnû'l Eret (ra): "- Vallahi ben Muhammed (sav)'i inkâr etmem. Sen ölünceye ve dirilib hesab verinceye kadar beklerim" buyurdu. El Ass şaşkın: "- Ben öleceğim, sonra dirileceğim; malım ve çocuklarım olacak, o zaman senin alacağını veririm" deyip, Habbab'a (ra) borcunu ödemedi. Bunun üzerine şu ayet-i kerime nazil oldu;(103)
"(Şu) Ayetlerimizi inkâr eden ve "Bana elbette mal ve Evlâd verilecektir" diyen adamı gördün mü? O gayba mı vaakıf, yoksa Rahman katından bir ahid mi edinmiş? (söz mü almış). Hayır, öyle değil. Biz onun söylediği (sözü) yazar, azabını da uzattıkça uzatırız. Onun söyler olduğuna biz mirasçı olacağız ve o, bize tek başına gelecektir."(104)
757 Kuvvetli kabilelere dayanan mü'minler daha az işkence görüyor, fakat diğerleri işkence altında şehid oluyordu. Sahabe-i Kiram'dan bazıları işkence karşısında zaafa düşmüş Resûl-i Ekrem (sav)'e müracaatla; "Bunların bize tatbik ettikleri işkence tahammül sınırımızı aştı, bunlara beddua'da bulunmaz mısınız?" diyorlardı. Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz efendimiz (sav) sabır tavsiye ediyor ve: "Sizden önceki müslümanların vücûdlarından; kemiklerine varıncaya kadar demir taraklarla taranarak etleri koparılırdı. Bu onları dinlerinden vazgeçirmedi. Başları saç ayırımından testerelerle ikiye biçildi; onlar yine dinlerinden vazgeçmediler. Biraz daha sabredin!.. Allah öyle bir zaman getirecektir ki; bir atlı yalnız başına Allahû Teâla (cc)'dan başka hiç kimseden korkmadan, San'a'dan, Hadramut'a gidebilecek; kurtla kuzu yan yana olacaktır"(105) buyuruyordu.
758 Hz. Adem (as)'dan itibaren tevhid mücadelesini yüklenen bütün peygamberler ızdırabın en şiddetlisini tatmışlardır. Tağut'un şehevi duygularını tatmin eden bir fahişe'nin arzusu üzerine, Hz.Yahya (as) şehid edilmiş. Hz. Zekeriyya (as) bir ağaç kovuğunda ikiye biçilerek; Allahû Teâla (cc)'nın rızası için ızdırabın en şiddetlisini tatmıştı!.. Nemrud'un korkunç ateşine atılan Hz. İbrahim (as), Fir'avn'ın akla-hayale gelmez işkencelerine katlanan Hz. Musa (as)'yı ve herkesin kendisini yalanladığı (sadece iki kızının kendini tasdik ettiği) Hz. Lût (as)'u nasıl unutabiliriz!.. Allahû Teâla (cc) Resûllerinin kıssalarını Kur'an-ı Kerim'de beyan buyurmuştur.(106) Elbette bu kıssaların anlatılması boşuna değildi. Nitekim; bir ayet-i kerime'de;
"Peygamberlerin haberlerinden sana anlattığımız her şey senin gönlünü pekiştirmemizi sağlar. Sana bununla gelen hakikat, mü'minlere bir öğüt ve hatırlatmadır"(107) buyurulmuştur. Müfessirler; kıssaların tevhid mücadelesine karşı direnen kâfirlerin akıbetlerini beyan ve bununla mü'minlerin kalblerine sukûnet vermek hedefini esas aldığı hususunda müttefiktirler.(108) Kalbinde hapsedilmek korkusu duyan mü'min, Hz. Yusuf (as)'u düşünmelidir!.. İşkence ve alay edilmekten çekinen mü'minler; tevhid mücadelesine bir göz atmalıdırlar!.. İnsanlar; hangi peygamber'e "- Evet söylediklerin aynen doğrudur" deyip teslim olmuştur ki!.. Böyle bir misal yok!.. O halde; "Allah'a iman ve tağutu red" hususunda; hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmemek esastır. Bu noktada sabır ve sebat göstermeyen kimsenin imtihanı kazanması mümkün değildir.
759 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Nefsim yed-i kudretinde olan Allahû Teâla (cc)'ya yemin olsun ki; arzusunu İslâm'a tabî kılmayan kimse iman etmiş olmaz"(109) buyurduğu bilinmektedir. Zühd ve takva'ya dayanan bir hayata talib olan mü'min; İslâmı tebliğ etmek ve bu uğurda başına gelen her türlü musîbete sabretmek durumundadır. İşte İslâmî tebliğin "Mekke Dönemi'nden" çıkarılacak en büyük ders budur. Tağuti güçlere dalkavukluk edenlerin; zühd ve takva iddiasında bulunması mümkün değildir.
CİHAD'LA İLGİLİ DİĞER MESELELER
786 İmam-ı Merginani; Resûl-i Ekrem (sav)'in "Düşmanların ülkesine Kur'an-ı Kerim'le birlikte yolculuk etmeyiniz" buyurduğunu kaydettikten sonra "Kâfirler mü'minlere karşı kin ve gazablarını göstermek için Kur'an-ı Kerim'e hakaret edebilirler"(161) hükmünü zikretmektedir. Dürrü'l muhtar'da: "Mushaf-ı şerif, fıkıh kitabları, hadis kitabları ve kadın gibi kendilerine ta'zim etmek vacib, hafif ve hakir görmek haram olan şeylerle cihad'a çıkmak yasak edilmiştir. Bunların yasak olmasına delil Müslim-i Şerif'teki: "Kur'an-ı Azimüşşan ile düşman toprağına yolculuk etmeyiniz" Hadis-i Şerif'dir"(162) hükmü kayıtlıdır.
787 Bir kimse; "Ulû'lemr'in izni" ile Darû'l Harbe girip, kâfirlerin malını yağma etse, o malın beşte biri kendisinindir.(163)
788 Kur'an-ı Kerim'de "Ey Peygamber!.. Mü'minleri cihad'a teşvik et"(164) hükmü beyan buyurulmuştur. Dolayısıyla "Ulû'lemir'in" tenfil hakkı vardır. Tenfil; cihad zamanında mücahidleri harbe teşvik etmek için, ganimet hissesinden daha fazla vermesidir. Meselâ; Ulû'lemr "Her kim, bir kâfiri öldürürse, üzerinde bulunan eşya ona aittir" diyebilir. Bu tenfil; Ulû'lemr için mendub'tur.(165)
789 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Her kim dinini değiştirirse, onu öldürünüz"(166) buyurduğu bilinmektedir. Allahû Teâla (cc) muhafaza buyursun, bir mü'min irtidat ederse, şüphesi izale edilir ve kendisine üç gün mühlet verilir. Yeniden İslâm'a dönerse ne alâ!.. İrtidat'ta ısrar ederse öldürülür.(167) Mürted'ler bir beldeyi ele geçirirlerse, onlarla sonuna kadar cihad edilir. Hz. Ebû Bekir (ra)'in hilâfeti döneminde "İrtidat" vakıası ortaya çıkmış, bütün Sahabe-i Kiram; onlar için, "Ya İslâm'a yeniden dönmek veya kılıç'ın meşru" olduğu hususunda icma etmiştir.(168) Mürted'den köle edinilmez ve "cizye vermeleri" teklifinde de bulunulmaz. Ancak bir Yahudi dinini terkeder Hristiyan olur veya Hristiyan Yahudi olursa, zimmi olma hali devam eder. Zira Küfür tek bir millettir.(169)
790 İslâm devletine karşı haksız yere ayaklanan âsî ve bağyilerle cihad etmek meşrudur. Bağy kelimesi, müteaddi (geçişli) olarak kullanıldığı zaman "-Talep etmek ve talep hususunda ileri gitmek" manasına gelir.İslâmî ıstılâhta "-Cevr ve zulüm gibi yapılması helâl olmayan bir şeyi istemek" manasınadır. Bazı insanlar, İslâm dininin kendilerine verdiği hakları ve yetkileri az bularak, daha fazlasını (gayr-i meşrû olarak) talep ederler. Politik ihtirasların kaynağında hükmetme (liderlik) arzusunu görmek mümkündür. İslâm Uleması: "-Başlarında bulunan bir idarecinin çevresinde toplanıp; İslâmi hududlara tecavüz ederek ve velâyetin (İktidarın) kendilerine ait olduğunu iddia ederek, adil imama (lidere) karşı savaşan topluluğa bugat ehli denilir" tarifinde ittifak etmiştir.(170) Asi ve bağyi durumunda olan kitlelere; önce şüphe ve tevillerle ortaya attıkları tezlerinin doğru olmadığı tebliğ edilir. Eğer kıyamlarında haklılık sözkonusu ise, teklifleri dikkate alınır. Bütün gayretlere rağmen kıyamlarında ısrar ederlerse, onlarla savaşmak ve İslâmî yönetimi korumak zaruri olur. Tağuti iktidarlara veya zalim yönetimlere karşı, sadece ve sadece Allahû Teâla (cc)'nın rızasını kazanmak niyetiyle ayaklanan kimselere mücahid denilir. İslâmî hududlara riayet ederek yaptıkları bu kıyam, salih bir ameldir.
http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Yazi&YaziNo=127
İslam’da Cihad
M. Ali Kaya
Giriş
Cihad, Arapça "C-H-D" "Cehd" kökünden gelir. Lügatte cehd; gayret etmek, takat yani güç yetirmek ve meşakkat çekmek gibi anlamlara gelir. Terim manası, "Bezlü'l-mechudi fi husuli'l-maksud"dur, yani maksada ve belirlenen hedefe ulaşmak için tüm gayretini sarf etmek anlamına gelir.1 Bu da meşakkat ve sıkıntılara sabır göstererek nefisle, şeytanla, ahlaksızlık olan fısk ve sefahatle, kötülüklerle ve zulümle her nevi mücadeleyi yapmak2 demektir.
Dini ıstılah olarak cihad, ilây-ı kelimetullah için hak ve hakikat düşmanları ile mücadele etmek ve bunun için cehd ve gayret sarf etmektir.
İlimde çok cehd ve gayret göstererek içtihad yapacak dereceye gelen bilgine "müçtehit" denir. Böylece dinde cihad "Allah için, Allah yolunda gayret göstermek, dini tebliğ ve irşadda Kur'an'ın gösterdiği ve Allah Resulünün takip ettiği yolda son derece gayretli hareket ederek din-i İslam'a hizmet etmek" anlamına gelmektedir.
İlk cihad "Oku!"3 emriyle başlamıştır. Dinin temeli ve esası imandır. İman ise bir olan Allah'ın vahdaniyetine, her şeye kadir olduğuna, her yerde hazır ve nazır olduğuna, her şeyi bildiğine, gördüğüne ve her şeyi bizzat kudreti ile yarattığına iman etmek demektir. Bu iman okumak ve ilim öğrenmekle kazanılır. İmanın verdiği teslimiyet ile Allah'ın emirlerine uymak, gönderdiği peygamberine itaat etmek gelmektedir. Allah'ın dinini kabul edip, ona uyduktan sonra bunda sebat etmek, dinin düşmanları olan başta nefis ve hevası, kötü arzu ve istekleri ile mücadele etmek gerekir. Bu da mücadele ve mücahedeyi gerektirir. Bunun için cihad namaz, oruç, zekat ve hac gibi her Müslüman'a farz kılınmış bir ibadettir.
Alemlere rahmet olarak gönderilen4 Peygamberimizin (s.a.v.) getirdiği en büyük rahmet, tevhid esasına dayanan Allah'a imandır. Yine onun getirdiği inanç esaslarından olan ahirete iman gerek ailede, gerek şehirde ve gerekse memlekette huzurun, emniyet ve asayişin, hukukun ve ahlakın kaynağıdır. Bütün bunlar bizatihi rahmettir.
İman ile bu rahmet deryasına dalarak imanın ve ibadetin verdiği gönül huzuruna eren her vicdan sahibi Müslüman'ın bu nimetleri başka insanlarla paylaşmak istememesi düşünülemez. İşte imanlı bir insanın bu imandan aldığı zevk ve şevki, ilim ve irfanı diğer insanlarla paylaşması hadisesine tebliğ denir. Bunun için başa gelen sıkıntılara katlanmak, sabır ve sebat göstermek mücadeleyi gerektirir. Cihadın dayandığı temel esas işte budur. Biz bu makalemizde Kur'an'da geçen "cihad" kavramı ile savaş anlamını ifade eden "kıtal" kavramı üzerinde duracağız.
A. Genel Anlamı ile Cihad
Allah'ın emri olan cihad zamanımızda nasıl yapılmalı sorusuna cevap aramak gerekmektedir. Bediüzzaman Said Nursi, "Cihad farz-ı kifaye iken, bu zamanda farz-ı ayn olmuştur. Belki muzaaf bir farz-ı ayn hükmüne geçmiştir. Her bir mü'min ilay-ı kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi maddeten terakki etmektir. Zira ecnebiler fünûn ve sanayi silahıyla bizi istibdad-ı manevileri altında eziyorlar. Biz de cehl, fakr ve ihtilaf-ı efkara karşı cihad edeceğiz" der.5 Bu yorum yeni bir açılımdır, yeni bir paradigmadır. Cihad denince savaştan başka bir şey düşünemeyenlere Bediüzzaman, zamanın gereği olarak yeni bir açılım getirmektedir. Burada iki husus vardır. Birincisi cihadın her Müslüman'a farz olması, ikincisi de savaş dışında cihadın herkesçe yapılabilmesidir. Bediüzzaman bunu Kur'-an'a dayandırmaktadır.
Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerim'de, "Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekirse öyle cihad edin"6 emrediyor. Zamanımız silahla savaşma devri değildir. Çünkü bu zamanın insanları medenidir. Bediüzzaman Said Nursi'nin tespiti ile "Medenilere galebe çalmak ikna iledir. Söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir."7
Asrımız devletlerin "insan hak ve hürriyetleri"ne önem verdiği, "din ve vicdan hürriyeti"nin kabul edilerek anayasalara girdiği ve "hukuk devleti" kavramının esas alınarak uygulamaya çalışıldığı bir medeni dönemdir. Elbette "cihad" kavramı da bu medeni dönemde yerini alacaktır.
Bütün bunları ta asrın başında nazara alarak bizim dikkatimize sunan Bediüzzaman Said Nursi, medenilerin "laiklik" kavramını izah etmek için ele aldığı "dinde zorlama yoktur"8 ayetini de "Bu ayet 1350 tarihine manay-ı işari ile parmak basar ve der ki: 'Gerçi o tarihte dini dünyadan tefrik ile dinde ikrah ve icbara ve mücahede-i diniye ile ve din için silahla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükümetlerde bir kanun-i esasi ve bir düstur-u siyasi oluyor. Ve hükümet laik Cumhuriyete döner. Fakat ona mukabil, manevi bir cihad-ı dini, iman-ı tahkiki kılıcıyla olacaktır. Çünkü dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakikati gözlere gösterecek derecede beyan eden bir nur Kur’an'dan çıkacak"9 şeklinde yorumlayarak Kur'an'ın manevi mücahedesine dikkatleri çekmektedir.
Bediüzzaman'a göre, zamanımızda cihad şeklini değiştirmiş ve "cihad-ı manevi" adını almıştır. Artık farz olan cihad vazifesi manevi olarak hükmünü icra edecek ve her Müslüman manevi hizmetlere yönelecektir. Bunun için cihad her Müslüman'a "farz-ı ayn" olmuştur. Bu da "İman-ı tahkikiyi Kur'an'dan ders almak ve muhtaç olan insanlara iman dersi vermek" şeklindedir.
Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor: "Ehl-i kitapla en güzel şekilde mücadele edin. Güzellikle, yumuşaklıkla, delil ve ispat yoluyla onlara Yaratıcının birliğini anlatın. Ancak onlardan zulme sapanlar müstesnadır. Onlara deyin ki: 'Bize indirilene de, size indirilene de inandık. Bizim ilahımız da sizin ilahınız da birdir. Biz ancak ona boyun eğeriz.",10 "Sen onların kötülüklerini en güzel hasletlerle, şirk ve inkarlarını da en güzel tevhit delilleri ile defet. Onların yakıştırdıklarını biz daha iyi biliriz."11 Bu ayetlerde manevi cihad dersi verilmektedir. Bunun en güzel yolu da iman ve İslam hakikatlerini öğrenmek, nefsinde yaşayarak örnek almaktan geçmektedir. Peygamberimiz (sav): "Gerçek mücahit, Allah için nefsi ile cihad edendir",12 "Kıyamet günü alimlerin mürekkebi, şehitlerin kanından üstün ve ağır gelecektir",13 "İlim öğreniniz. Allah için ilim öğrenmek, Allah'tan korkmayı netice verir. İlme çalışmak ibadettir. Müzakeresi, mütalaası tesbihtir. İlmi araştırmak ise cihaddır"14 gibi hadisleri ile cihadın anlatmaya çalıştığımız ferdî ve manevi yönünü nazarlarımıza sunmaktadır.
İslam dini silah zoru ile yayılmamış, tebliğ yolu ile yayılmıştır. Silah münkir ve müşriklerin tecavüzatını def etmek için devlet eliyle kullanılmıştır. Bütün bunları göz önüne alarak, Müslümanların önüne aydınlık bir yol açan Bediüzzaman Said Nursi "Bu zamanda cihad manevidir"15 hükmünü koymuştur.
Yine Bediüzzaman, "Asrımızın cihadı iman-ı tahkiki kılıcı ile olur"16 diyerek insanlık için en önemli mesele olan imanı kazanmayı birinci plana almıştır. Bunun yolu da sevgiyi ve sevdirmeyi esas almak, "Korkutmakla değil, muhabbet ve sevdirmekle"17 İslam'a hizmet etmektir.
B. Cihadın Amacı
İnsan eşref-i mahlukattır. Kendisinden daha değersiz olan varlıklara kul ve köle olması kendisine yakışmaz. Ona kendisinden daha yüce olan ve tüm kâinatın yaratıcısı olan Allah'a kul olmak yakışır.
Cihadın amacı onun yaratıcısı olan Allah'ı tanıtarak ona kul olmasını ve dolayısıyla mahlukata kulluktan kurtarıp hür olmasını sağlamaktır. Yüce Allah bir hadis-i kutside şöyle buyurur: "Ben tüm kullarımı halis tevhit inancı üzere yarattım. Şeytan ise kendilerini bu inançtan uzaklaştırır, benim kendilerine helal kıldıklarımı haram, haram kıldığım şeyleri de helal eder. Hakkında hiçbir bilgileri olmayan şeyleri de bana ortak koşmalarını ister."18 Cihadın asıl amacı insanlara doğru ve hak olan tevhit inancını anlatarak, onları bir olan Allah'a inanmaya davet etmek ve her nevi şirk ve batıl itikattan imanlarını muhafaza etmektir.
Kur'an-ı Kerim okunmak ve içerisindeki hakikatlerin öğrenilerek hayata tatbik edilmesi için inzal edilmiştir. Her müminin görevlerinden birisi de Allah kelamı olan Kur'an-ı Kerim'i okuyup anlamak ve ondaki hakikatleri başkalarına anlatmaktır. Bunun içindir ki, İslamiyet cizye vermek şartı ile Müslüman olmayanların Müslümanlarla beraber yaşamalarına müsaade etmiştir. Bundaki gaye ve maksat, onların da Kur'an'ın hak ve hakikatlerinden istifade ederek Allah'ın dinine girmelerini sağlamaktır. Olur ki, onlar veya onların neslinden gelenler İslam ile şereflenir ve ebedi saadete nail olurlar. İnsanların Kur'an'ın hakikatlerinden haberdar etmek Kur'an-ı Kerim'i okuyup anlamaları ile mümkündür. Bu da Kur'an'ın öğrenilmesi ile olur. Bunun için Kur'an- Kerim'i okuyup öğrenmek cihadın amaçlarından birisidir.
Hayat imtihanında zor anlar vardır. Kişi mücahede ile hayatın zorluklarına karşı mücadele ruhunu geliştirmelidir. Böylece insanın düşmanları olan nefis ve şeytan ile ve İslam'ın düşmanları olan kâfir ve münafıklarla mücadele ederek manen terakki eder ve günahlarından arınır, iyi bir Müslüman ve mükemmel bir insan olur.
"Dünya darü'l-hizmet ve ahiret darü'l-ücrettir." Dünya keyif ve lezzet, oyun ve eğlence yeri değildir. Gerek nefsi ile ve gerekse İslam'ın düşmanları ile mücahede edenler pek çok sıkıntılara göğüs gererek manen terakki eder, gayret, cesaret, kahramanlık, sabır, sebat ve hamiyet gibi yüce duygulara sahip olurlar. Mücahede etmeyenler ise, korkaklık, cimrilik, bencillik, himmetsizlik ve hamiyetsizlik gibi süfli duygulardan kendilerini kurtaramazlar.
İslam'ın izzetini korumak, hakkaniyetini ispat etmek, din ve İslamiyet düşmanlarının İslam'a ve Kur'an'a olan hücumlarını önlemek cihadın en büyük gayelerinden birisidir. Yüce Allah Kur'an'da: "Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekiyorsa öyle cihad ediniz. O dinine yardım etmeniz için sizleri seçti ve dinde de sizin için hiç bir zorluk kılmadı. Sizleri Müslüman olarak isimlendiren de odur. Öyle ise namazınızı dosdoğru kılın, zekatınızı verin ve her işinizde Allah'a sarılın. Sizin hakiki dostunuz O'dur. O ne güzel dost ve ne iyi bir yardımcıdır."19 buyurmaktadır.
Bu ayette İslam'ın izzetini korumak için bulunduğumuz zaman içinde nasıl cihad etmek gerekiyorsa o şekilde mücahede etmemiz istenmekte ve bunun için de evvela namazı dosdoğru kılmamız ve İslam dininin gereklerini yerine getirmemiz emredilmektedir.
Cihad bir imtihandır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İnsanlar iman ettik demekle bırakılıp, imtihan edilmeyeceklerini mi sanıyorlar? Allah imanında sadakat gösterenlerle, yalancıları birbirinden ayırmak için imtihanlarla dener. Kötülük yapanlar da kaçıp kurtulamazlar. Kim Allah'a kavuşmayı dilerse nefsi ile cihad etsin. Nefsi ile cihad ederek arzularına karşı koyan da bilsin ki ancak kendisi için cihad etmiş olur. Böylece kendisini korumuş ve kurtarmış olur. Allah tüm alemlerden müstağnidir, hiç kimsenin ibadetine ihtiyacı yoktur. İman edip salih amel işleyenleri de biz mükafatlandıracağız. Biz insana anne - babasına karşı güzel davranmasını da emrettik. Eğer anne-babanız ve müşrikler sizi şirke ve küfre zorlayarak sizinle mücadele edecek olurlarsa siz onlara uymayınız. Biliniz ki dönüşünüz banadır."20 Peygamberimiz (sav) bir savaştan dönerken nefisle cihad konusunda şöyle buyurur: "Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz." Sahabeler sorarlar: "Büyük cihad nedir, Ya Resulullah?" Peygamberimiz (sav) cevap verir: "Kulun nefsinin hevası ve arzuları ile mücadele etmesidir."21
Tüm bu sayılanların hepsi cihad ve mücahede kavramları içerisinde mütalaa edilecek hususlardır. Nefis terbiyesi bu cihadın en büyük amacıdır. Bediüzzaman hazretlerinin "manevi cihad" kavramı ile izah etmek istediği husus budur.
1. Manevi Cihad
Bireyin, yani fert olarak her bir Müslüman'ın üzerine vazife olan cihad görevi "manevi cihad" kavramı içerisinde ifadesini bulur. Peygamberimizin (sav) Mekke dönemindeki manevi mücadelesini ifade eden tebliğ, davet ve irşad görevi ile nefis ve şeytanla kişinin manevi mücadelesine de manevi cihad diyebiliriz. Bu kavram ilk olarak Bediüzzaman Said Nursi tarafından kullanılmıştır.22 Bediüzzaman: "Dahildeki cihad-ı manevi, manevi tahribata karşı çalışmaktır ki, maddi değil, manevi hizmetler lazımdır"23 şeklinde bunu ifade etmişlerdir.
Cihadı her hal ve şartta savaş olarak anlayan, manevi cihadın önemini kavrayamayanlar ve zamanın ihtiyaçlarını bilemeyenler cihadı tek bir yönü ile ele almışlardır. Halbuki Hz. Ebu Zerr-i Gıfari (ra) buyurdular: Ebu Bekir (ra) bir gün Peygamberimize (sav) sordular ki; "Ya Resulullah müşriklerle kıtalden (savaştan) başka cihad var mıdır?" Peygamberimiz (sav) buyurdular: "Evet Ya Ebâ Bekir. Allah'ın yer yüzünde şehitlerden daha efdal kulları vardır. Hak Teala semada meleklere onlarla iftihar eder ve Cenneti onlar için süsler." Hz. Ebu Bekir (ra) sordu: "Ya Resulullah onların vasıfları nelerdir, ta biz de onlar gibi olalım?" Resûl-i Ekrem (sav) buyurdular: "Onlar ma'rufu emrederler ve münkerden nehy ederler. Salihlere muhabbet ederler, fasık ve fâcirlere buğz ederler. Allah'a yemin ederim ki Cennette onların şehitlerin köşklerinden güzel köşkleri vardır."24
Bu hadis-i şerif bize haber veriyor ki, asıl cihad iyiliği emretmek ve insanları kötülüklerden sakındırmaktır. Savaşın amacı da fitneyi ve zulmü önlemektir. Şayet savaş yapılmadan kötülük defedilecek ve zulüm önlenecekse savaşmak büyük bir cinayettir.
İslam, "silm", yani barış manasını ifade ettiği gibi, insanları toptan barışa davet eden bir dindir. Yüce Allah "Hepiniz silm'e, barışa gelin"25 ferman eder. Bunun için savaş istenmez. Peygamberimiz (sav) mütecaviz olmayanlara karşı savaş ilan etmemişlerdir. Ancak "Nefsi muhafaza, malı muhafaza, namusu muhafaza, dini muhafaza ve namusu muhafaza" için mütecaviz, hariçten hücum eden düşmanlara karşı devlet yani idareciler vasıtası ile savaş ilan etmiştir.
Bunun için Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuşlardır: "Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyiniz. Mecbur kaldığınız zaman da sabır ve sebat ediniz. Allah'tan daima barış ve esenlik dileyiniz. Ancak tüm çabalarınıza rağmen savaşa mecbur kalırsanız sabır ve sebat ediniz; şunu biliniz ki, Cennet kılıçların gölgesi altındadır."26 Hadis-i şerifin tamamı böyledir. Bu hadis-i şerif sadece "Cennet kılıçların gölgesi altındadır" cümlesinden ibaret değildir.
Manevi cihadın özelliklerini şöyle maddeler halinde gösterelim:
a. Manevi cihadda zorlama olmaz: İnsanları Müslüman olmaya zorlamak dinen doğru değildir. İslam zora muhtaç değildir. İnsanları hayra veya şerre zorlamak zulümdür; Allah da bu gibi zulmü işlemekten münezzehtir. Sevilmeyen ve beğenilmeyen bir şey sevdirilmeye zorlanır. İslam nurdur, rahmettir, zorla sevdirilmeye ve kabul ettirilmeye ihtiyacı yoktur. Ulvi ruhlar ve temiz kalpler onu severler. İslam temiz fıtratların, selim akılların, hak ve hakikat aşıklarının sevgilisidir. Bozulmamış akıllar ve selim kalpler onu arar ve bulurlar. İslam için yapılacak en güzel mücadele onu arayanlara doğru ve olduğu gibi anlatmak ve öğretmekten ibarettir.
Bütün bunlardan dolayı yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de buyurdu: "Dinde zorlama yoktur. Doğruluk sapıklıktan ve iman küfürden tamamen ayrılmıştır."27 Dinde zorlama, yani ikrah, inanmayan kâfire, "Müslüman olmazsan seni öldürürüm!" demektir. Allah bunu engellemek için "Dinde ikrah, yani zorlama yoktur" ayetini inzal buyurmuştur. Yüce Allah diğer ayetlerde şöyle buyurur: "Rabb'in dileseydi yeryüzünde herkese iman nasib ederdi. Yoksa sen insanları imana zorlayacak mısın?"28 "Dileyen iman etsin, dileyen de inkar edebilir."29 "Halbuki sen onlar inanmıyorlar diye neredeyse kendini helak edeceksin. Biz dileseydik onlara gökten mucizeler indirirdik de ister istemez boyun eğerlerdi."30
Büyük müfessir Fahreddin Razî, "Yüce Allah imanı mecbur kılmamış ve insanları zorlamaya müsaade etmemiştir. Kullarını iradeleri ile serbest bırakmış, irade ve ihtiyarlarını etkilemek için deliller göstererek akla kapı açmış, hürriyetlerini ellerinden almamıştır. Kur'an-ı Kerim de tevhid ve haşri (=Allah'ın birliğini ve öldükten sonra dirilmeyi) akli delillerle izah ederek akılları ile ve ihtiyarları dahilinde iman etmelerini istemiştir" der ve ilave eder: "Allah'ın 'dileyen iman etsin, dileyen de inkarına devam etsin' ayetinden muradı, neticesine katlanmak şartı ile herkesin inancında serbest olmasıdır. İslam diyarında yaşayan müşrikler ve ehl-i kitap olanlar, cizye vermeleri şartı ile inançlarında serbesttirler, inkar ve küfürlerinden dolayı kınanmaz ve öldürülmezler. Cizye verince de onları korumak devletin üzerine vacip olur.31 "Din ve vicdan hürriyeti"nin en geniş şekli budur.
İmanın gerçek yeri kalbdir. Dil ise kalbde olanı ifade eden bir vasıtadır. Dil kalbin tercümanıdır.32 Kalbde olmayan bir imanın dille ifadesinin hiçbir önlemi ve anlamı yoktur. Böyle kimselere dinimizde "münafık" denir. Bunların ahiretteki dereceleri ise Cehennemin en alt tabakasına düşmektir.33 Yüce Allah korkuya ve zorlamaya dayanan bir imanı kabul etmediğini, kalbin imanın halavetini ve tadını almadan inanmış sayılmayacağını ifade ile şöyle buyurur: "Bedevilerden bazıları inandık derler. Onlara de ki, 'hayır, siz inanmadınız, çünkü iman kalbinize yerleşmiş değildir"34 Bu ayet-i kerime korku ve menfaate dayalı bir imanın makbul olmayacağını ifade etmektedir.
Yaratılışın gayesi ve dünyanın en değerli hazinesi iman olduğu için onu elde etmek rastgele bir hadise değildir. Çalışarak, şuurlu ve bizzat hür iradesi ile iyiye yönlendirmekle lütfedilen bir ihsan-ı İlahi ve bir nurdur. Bu nur hem insanın değerini artırır, hem onu, hem de kâinatı ışıklandırır. Kur'an'ın istediği iman, müdellel ve müberhen, akıl ve kalbin tatmin edildiği tahkiki, sarsılmaz bir imandır.
Bunun için Kur'an pek çok ayetinde Allah'ın varlığını, birliğini ve kudretini gösteren delilleri çokça zikrederek imanı akla kabul ve kalbe yerleştirmek ister. "Deveye bakmazlar mı, nasıl yaratılmış? Dağlara bakmazlar mı nasıl dikilmiş? Yeryüzüne bakmazlar mı nasıl yayılmış? Ey Resulüm, sen onlara öğüt ver, onları doğru yola zorlayıcı değilsin."35 buyurur.
Dünya bir imtihan meydanıdır. Eğer insanlar inanmaya zorlanırlarsa imtihan olmaz. Bunun için yüce Allah buyurdu: "Hanginiz daha güzel amel işleyecek diye imtihan için sizi dünyaya gönderen, hayatı ve ölümü yaratan Allah'tır."36
Evet, "Din bir imtihandır, bir tecrübedir; ervah-ı aliyeyi, ervah-ı safileden tefrik eder."37 "İman ve teklif, ihtiyar dairesinde bir imtihan, bir tecrübe, bir müsabakadır."38 Bu ise akla kapı açmak ve ihtiyarı elden almamakla olabilir. Elmalılı Hamdi Yazır bu konuya, "Din cüz-i ihtiyarinin sarfı iledir. Daire-i dinde ikrah, yani zorlama yasaktır. Dinin şanı ikrah değil, ikrahtan korumaktır. İslam dinin bizzat hakim olduğu yerlerde kimse dine zorlanmaz. İkrah ile vaki olan iman makbul olmadığı gibi, zorla işlenen amelde de sevap bulunmaz. Zira bu dindeki niyet ve ihlasa münafidir. Rıza ve hüsn-ü niyet olmadıkça amel makbul olmaz. O amel de ibadet sayılmaz. Ameller niyetlere göredir. Vazife de zorla değil, bi'l-ihtiyar yapılmalıdır. İman ve amel-i salih cebre değil, hüsn-ü ihtiyar ve rıza-i vicdaniyeye menuttur. Bunun için din ancak tebliğ ve teklif edilir, dine girmeye zorlanmaz."39 diyerek meseleye açıklık getirmiştir.
b. Dinde Esas Olan "Tebliğ"dir: İslam'ın amacı insanları manen ihya etmek, gönlünü iman nuru ile küfrün zulmetinden kurtarmaktır. Bu da imanın ve Kur'an'ın hakikatlerini en güzel bir şekilde insanlara ulaştırmak ve tebliğ etmekle mümkün olur.
Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de, "İnsanları Allah'ın yoluna ilim ve hikmetle, güzel öğütle davet edin. Onlarla en güzel şekilde mücahede ediniz"40 buyurur. Dinde buna "tebliğ" denir. Müslüman'ın vazifesi dini tebliğ etmektir. Vazifesi tebliğ olan insan vazifesini yapacak, Allah'ın vazifesi olan kabul ettirme işine karışmayacaktır. "Tarik-ı hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifelerini düşünmek lazım gelirken, Cenab-ı Hakk'a ait vazifeyi düşünüp, harekatını ona bina ederek hataya düşerler."41 Dinin sahibi ve mübelliği olan Peygamberimiz (sav) "Peygambere düşen ancak tebliğ etmektir"42 ilahi fermanını kendisine rehber ederek büyük bir gayret ve ciddiyetle tebliğ vazifesini yapmıştır. Çünkü "Sen sevdiklerini hidayete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet verir"43 ferman-ı İlahisinin sırrı ile anlamıştır ki, insanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenab-ı Hakk'ın vazifesidir; Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmazdı.44
Bu hakikatler çerçevesinde yapılacak bir tebliğ hem Allah'ın rızasına hem de Peygamberin sünnetine uygun bir tebliğdir. Kişinin kendi heva ve hevesine göre yaptığı ve neticeyi düşünerek harekatını ona bina ettiği bir davet anlayışı Allah rızası ile te'lif edilemez. İnsanın vazifesi olan tebliğ neticeye odaklı değil, sürece odaklı olmalıdır. Netice Allah'a aittir.
Cihadın en mühim amacı ve hedefi, "ölümün idam-ı ebedisinden iman-ı tahkiki ile biçareleri kurtarmak ve bu mübarek milleti de her nevi anarşilikten muhafaza etmektir."45 İsabetli hizmet ve cihad, Allah rızasına uygun olmalıdır ki, Allah'ın rızası kazanılsın. Nefis hesabına olan ve neticesinde dünyevi bir amacı ve hedefi gaye edinen bir cihad anlayışı elbette ne Allah'ın rızasına ne de yardımına layık olamaz.
c. Tebliğde İkna Esastır: Asrımızı geçmiş asırlar ile kıyaslamamalıyız. Geçen asırlarda, yani vahşet döneminde alemde hüküm ferma vahşetin mahsulü olan cebir ve kuvvet idi. Bu medeniyet zamanında ise âlemin hükümranı ilim ve marifettir. Şimdi herkeste bir meyl-i taharri-i hakikat peyda olmuş. Bunlara karşı tasvir-i müddea tesir etmez. Ancak tesir ettirmek için isbat-ı müddea ve ikna lazımdır.46 Bediüzzaman'ın, "Biz ehl-i haliz, namzed-i istikbaliz, tasvir-i müddea zihnimizi işba etmiyor, bürhan isteriz."47 ifadeleri zamanımızda ikna metodunun geçerli olduğunu vurgulamaktadır. Artık insanlık terakki ve tekamül etmiştir. Savaş istemiyor, barış huzur ve sevgi arıyor. Bunun için insanlığa sevgi ile yaklaşan, barış huzur ve saadeti temin eden İslam hakikatlerini onlara ulaştırmada ikna metodu şarttır.
Ancak düşmanın taassubunu kırmak için eskide, vahşet devrinde zorlamaya gidilmiştir. Bu, zamanımızda geçerli değildir. Harici tecavüze karşı da devlet eliyle elbette savaş yapılacaktır. Ancak bu ferde ait bir görev değildir.
d. Din Bir Eğitim ve Öğretim Müessesesidir: Tüm kötülüklerin kaynağı cehalettir. Haka ulaşmak ve doğruyu bulmak isteyen herkes öncelikle cehaletten kurtulmalıdır. İslamiyet'ten önceki döneme "Cahiliye Dönemi" denmektedir. İman ve ibadet ilmin neticesi olduğu gibi, inkar, şirk ve küfür de cehaletin eseridir. İslam'ın amacı ilmi ihya etmek ve bununla cehalet zulmetini izale etmektir. İlmin akıllar ve kalpler üzerinde icra ettiği tesiri silah gücüyle temin etmek mümkün değildir.
Yüce Allah insanlığa peygamberler göndererek öncelikle onların cehaletten kurtulmasını murat etmiştir. Bunun için Peygamberimize (sav) ilk vahyi ve ilk emri, "Allah'ın adı ile OKU!"48 hitabı olmuştur. Peygamberimiz bu emre imtisalen ilk olarak cehalete karşı ilimle mücadeleye başladı. Temeli ilme, tebliğe ve davete dayanan İslam'ın bu yayılma metoduna "Kur'an ve ilimle cihad" adı verilmektedir. Tüm peygamberler Allah'ın kendilerine vahiy yoluyla vermiş olduğu ilahi kitapları okuyup okutarak, eğitim ve öğretim yoluyla, yani ilimle insanların kalplerine, gönüllerine ve akıllarına hükmetmiş; küfürle, cehaletle mücadele etmişlerdir. Hz. Musa (as) Sina çölünde kırk yıl Tevrat'ı okutarak yetiştirdiği genç ve bilgili bir nesille Kudüs'ü fethederek büyük bir medeniyetin temellerini atmıştır. Hz. İsa (as) İncil'i okutarak eğittiği havarileri sayesinde Hıristiyanlığı dünyaya kabul ettirdi. Hz. Muhammed (sav) Kur'an-ı Kerim'i okuyup öğreterek 50 yıl gibi kısa bir zamanda üç kıtaya İslamiyet'i yaydı ve cahil ve bedevi Arap kavmini medeni milletlere muallim ve üstad eyledi.
Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de varlık ve birliğinin kâinattaki delillerini ayetleri ile izah ettikten sonra şöyle buyurur: "Ey Resulüm! Sen kâfirlere uyma, onlara karşı Kur'an'ın delillerini ortaya koyarak büyük bir mücahede ile cihad et."49
Mekke'de nazil olan bu ayetlerde yüce Allah, delil ve hüccetlerle mücadele ederek müşrik ve sefihleri mağlup etmeye çalışmanın, kılıçla mücadele etmekten daha mühim olduğunu, bu nevi cihada da "Büyük Cihad" denildiğini ifade etmektedir.50 Elmalılı Hamdi Yazır da, " Düşünmeli ki, bu ne büyük bir emirdir. Tebliğe memur olan Hz. Muhammed'in (sav) elinde Kur'an'dan başka hiçbir silah yokken, o Kelamullah en büyük cihadı yapmaya kifayet ediyor. Mekke'de başlayan bu büyük cihad tüm dünyaya yayılıyor."51 diye tefsir ederek en büyük cihadın hak ve hakikati anlatmak ve Allah'ın varlık ve birliğini, kudret ve azametini kalplere, akıllara ve gönüllere yerleştirmek olduğunu ve bunun da ancak ilimle yapılabileceğini belirtiyor.
Biz araştırmalarımızda gördük ki, Mekke'de nazil olan ve Medine'de nazil olduğu halde içerisinde "Cihad" ve "Mücahede" ifadelerinin geçtiği tüm ayetler manevi olan ilimle, fikirle yapılan cihadı emretmektedir. Ancak Medine de nazil olan ve içinde "Kıtal" ve "Mukatele" ifadelerinin geçtiği ayetler müşriklerin hariçten gelen tecavüzlerini defetmek için "Savaş" emrini ifade etmektedir.
İslam'da öğretinin esası Kur'an ve Sünnetin öğretilmesidir. Peygamberin görevi de insanlara Kur'an'ı öğretmektir. Nitekim yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de buyurur: "Kendi içinizden bir peygamber gönderdik ki, size ayetlerimizi okusun, sizleri inkar ve günah kirlerinden korusun, temizlesin, size kâinatın ve varlıkların amaçlarını ve sırlarını ve daha bilmediğiniz nice şeyleri öğretsin."52
Peygamberin görevi Kur'an'ı ve Sünnetini inananlara öğretmek olduğu gibi, peygamberden sonra da bu görevi yapan bilginler olmalıdır. Bunu yüce Allah emrederek şöyle buyurur: "Sizler de Allah'ın kitabını okuyup okutan, öğrenip öğreten Rabbaniler ve halis kullar olun."53 Ayet-i Kerime'de ifadesini bulan "Rabbaniler"den maksadın "Allah'ı bilen, insanlara öğreten, Rablerine bağlı ilim sahipleri" olduğunu müfessirler belirtmişlerdir. Eğitim ve öğretim olmadan din olmaz. Bunun için Peygamberimiz (sav) "Alimin mürekkebi şehitlerin kanından üstündür"54 buyurdular.
Yine Peygamberimiz (sav) buyurdular ki, "İlim öğrenmek namazdan, oruçtan, hacdan ve Allah yolunda savaşmaktan daha faziletlidir."55 "İlim öğrenin, ilmin tahsili Allah korkusu verir, ilmi öğrenmeyi istemek ibadettir. İlmî müzakere Allah'ı tesbih etmektir. İlimden bahsetmek cihaddır."56
2. Maddi Cihad
Peygamberimiz (sav) Mekke döneminde müşriklerle Kur'an-ı Kerim'i okumakla iman esaslarını izah ederek, hak ve hakikate insanları davet etmek şeklinde manevi cihad vazifesini yapmakta idi.57 Medine'de ise hariçten gelen mütecaviz müşriklere karşı zulüm ve tecavüzlerini önlemek, can ve malı, din ve namusu korumak amacı ile yüce Allah tarafından savaş izni verilmiştir.58
Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de savaşın meşruiyetini ve bunun şartlarını veciz bir şekilde şöyle ifade ediyor: "Kendilerine savaş açılan müminlere, zulme uğramaları sebebiyle savaş izni verilmiştir. Ancak aşırı gitmeyin. Allah aşırı gidenleri sevmez."59
Savaş ancak harici düşmanın tecavüzünü durdurmak, fitne ve fesatlarını önlemek ve zalimlerin zulümlerini defederek, barış ve huzuru sağlamak için yapılır.
Haksız yere bir cana kıymak çok büyük zulüm ve haksızlıktır. Nitekim yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurur: "Haksız yere bir insanı öldürmek bütün insanları öldürmek gibi büyük zulümdür, bir insanı kurtarmak da bütün insanları kurtarmak gibidir."60 Hal böyle olunca haksız yere savaşmak ve savaşa sebep olmak ne derece büyük bir zulüm ve büyük günah olduğu kıyas edilsin.
Bediüzzaman, "Hariçteki cihad başka, dahildeki başkadır"61 diyerek memleket dahilinde silahla cihad olamayacağını ve bunun asayişi ihlal edip, anarşiyi netice vereceğini ifade etmiştir. Harici düşmanın tecavüzü zamanında da cihad için elinden geleni yapmış, mütecaviz düşman ordularına karşı gönüllü alay komutanı olarak savaşmış ve Rusya'ya esir düşmüştür. Bununla beraber, "Cihad-ı hariciyi şeriatın kesin delillerinin elmas kılıçlarına havale edeceğiz"62 diyerek artık hariçte de cihadın manevi yönünü nazara vermiş, "Fen ve sanat silahıyla ilay-ı kelimetullahın en müthiş düşmanı olan cehalet, fakr ve ihtilaf-ı efkara karşı cihad edeceğiz" demiştir.
Savaşın meşru olduğu halleri şöyle sıralamak mümkündür.
a. Fitne ve Fesadın Önünü Almak: Bazı kötülükler vardır ki, zor kullanmadan önlemek mümkün değildir. Kur'an-ı Kerim bu çeşit münkerata "fitne ve fesat" ismini verir. Bunlar, zayıflara zulmederek meşru haklarını ellerinden almak, evlerini talan etmek ve işkence yapmak gibi zulümler;63 halka karşı zor kullanarak insanları yanlış yollara sürüklemeye çalışmak;64 gayr-i meşru şekilde adam öldürmek ve kan akıtmak65 gibi işlerdir.
b. Bağiler ve İsyancılarla (Teröristlerle) Savaşmak: "Bağy" isteklerinde aşırıya gidenler anlamına gelir. Haddi aşmak ve sınırı geçmek anlamlarını da ifade etmektedir. Kendi hakkı ile yetinmeyerek başkasının canına, malına ve namusuna musallat olan ve bu şekilde anarşi ve kargaşaya sebep olana da "bağî" adı verilir. Toplumu karışıklığa sevk eden bağy hareketi aslında büyük bir zulümdür.
Nitekim yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de, "Allah adaleti, iyiliği, akrabayı görüp gözetmeyi emreder; çirkinliği, fenalığı, azgınlığı ve zulmü yasaklar. Tutasınız diye size öğüt verir"66 buyurmaktadır. Cuma günü her camide, hutbeden sonra hatibin sesli olarak okuduğu bu ayette yüce Allah zulmü "bağy" ifadesi ile anlatır. Bağy ise, azgınlık ve anarşi anlamında kullanılan bir ifadedir.
Bağilerle, yani teröristlerle savaşın küffardan ve mütecaviz harici düşmandan farkı, esirleri öldürülmez, malı ganimet sayılmaz, mirasçısına verilir.67
Yine bunlar fikir ve düşüncelerinde hürdürler, fikirlerinden dolayı suçlanamazlar ve onlarla savaşılmaz, ancak tecavüz ederler, kan dökerler ve mala, namusa zarar verirlerse o zaman hak ve adalet namına onlara karşı kuvvet kullanılır. Nitekim Hz. Ali (ra) Haricilerle konuştu ve onlara "İstediğiniz tarafta olun. Fikrinizde hürsünüz. Sizinle aramızda hukuk hükmedecektir. Kan dökmediğiniz, mala, namusa tecavüz etmediğiniz ve kimseye zulmetmediğiniz müddetçe istediğiniz gibi serbest dolaşabilirsiniz. Ancak bunları yaparsanız size hak namına, hukukun gereği olarak harp ilan ederim"68 diyerek serbestçe fikirleri yaymalarına müsaade etmiştir. Ancak onlar zulmettiler, kan döktüler. Hz. Ali (ra) de onlarla savaştı.
c. Harici Tecavüzü Defetmek: Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de savaşın meşruiyetini, "Kendilerine savaş açılan müminlere, zulme uğramaları sebebiyle savaş izni verilmiştir. Ancak aşırı gitmeyin. Allah aşırı gidenleri sevmez"69 ayeti ile açıklamıştır. Savaş ancak düşmanın tecavüzünü durdurmak, fitne ve fesatlarını önlemek ve zalimlerin zulümlerini defederek barış ve huzuru sağlamak için yapılır.
Savaşta haklılık çok önemlidir. Haksız yere bir cana kıymak çok büyük zulüm ve haksızlıktır. Nitekim yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurur: "Haksız yer bir insanı öldürmek bütün insanları öldürmek gibi büyük zulümdür, bir insanı kurtarmak da bütün insanları kurtarmak gibidir."70 Hal böyle olunca haksız yer savaşmak ve savaşa sebep olmak ne derece büyük bir zulüm, büyük günah olduğu kıyas edilsin.
Savaş da insanları öldürmek için yapılmaz. Zulmü ve tecavüzü önleyerek mütecavizlerin tecavüzünü def etmek; barışı, emniyeti ve adaleti sağlamak, insanların hayat hakkını korumak içindir.71 Bunun dışındaki savaş zulüm ve haksızlıktır.
İslam hukukuna göre bir kâfir, küfründen dolayı öldürülmez. Zulüm ve tecavüzünden dolayı ölümü hak ederse öldürülür.72 Aynı hüküm baği, yani isyan ve tecavüz eden, zalim Müslüman için de geçerlidir. Bir Müslüman cana ve namusa tecavüz ederse, yol keser, isyan eder anarşi çıkarırsa diğer suçlular gibi ceza görür.73
Sonuç
Cihad "i'lay-ı kelimetullah" (=Allah'ın adını yüceltmek) içindir. Yani Allah'a imanın kalplerde yerleşmesi hadisesidir. İşin içinde Allah'ın adının yücelmesi söz konusu değilse yapılan iş cihad değildir. Bu vazife tüm inananlara aittir. Bunun da iki mühim ayağı vardır. Birincisi kişinin nefsine ait vazifedir ki, imanı taklitten tahkika çıkarmak için mücadele etmektir. Bu da maddi ve manevi gayreti gerektirir. Manevi ilim, ibadet ve ahlak ile ilgili olanıdır. Maddi olanı ise, manevi mücadele için gerekli olan imkanları hazırlamaktır. Peygamberimiz (sav): "Ahirzamanda kişi dinini korumak için paraya ve maddeye muhtaç olacaktır" buyurur.74 Bediüzzaman'ın ifadesi ile "i'lay-ı kelimetullahın bu zamanda en büyük sebebi maddeten terakki etmektir."75
Dipnotlar
1. Muhammed Hayır Heykel, Cihad ve'l-Kıtal Fi Siyaseti'ş-Şeriye, C:1, Beyrut-1997, s. 38
2. Heykel, a.g.e., C:1, s. 39
3. Alak, 1/5
4. Enbiya, 21/107
5. Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, İstanbul, 1993, s.151; Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, İstanbul, 1993, s. 64
6. Hac Suresi, 22/78
7. Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, s.64
8. Bakara, 2/256
9. Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, İstanbul, 1997, s. 243
10. Ankebut, 29/46
11. Mü'minun, 23/96
12. Feyzü'l-Kadir 2/31
13. İbn. Hacer, 4/427 ; Müsnedül-Firdevs, 5/519; Feyzü'l-Kadir, 3/301
14. İmam-ı Gazali, İhyay-ı Ulum ed-Din, C:1, Beyrut, s. 11; Terğib-Terhib, C:I, Beyrut, s. 94
15. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, İstanbul, 1998, s. 455
16. Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, İstanbul, 1997, s. 243; Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, İstanbul, 1993, s. 41
17. Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai Reçeteler, C:2, İstanbul, 1990, s. 298
18. Müslim, Şerh-u Nevevi, C:17, s. 198
19. Hac, 22/78
20. Ankebut, 29/1-8
21. Kenzü'l-Ummal, C:4, s. 616 ( Hadis No: 17799 )
22. Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, s. 64; Nursi, Emirdağ Lahikası, s. 458
23. Nursi, Emirdağ Lahikası, s. 458
24. Tefsir-i Tıbyan, (Al-i İmran Suresi 104. ayetin tefsiri) s.186
25. Bakara, 2/208
26. Buhari, Cihad, 112; Müslim, Cihad, 19
27. Bakara, 2/256, (Bu ayetin nüzul sebebi: Ensardan Beni Salim bin Avf el-Huseynî isimli bir Sahabenin çocukları Hıristiyan olmuşlar ve Şam'a yerleşmişlerdi. Medine'ye yağ satmaya geldiklerinde babaları yakalarından tutarak "İslama girmedikçe sizleri bırakmam" diye Resulullah’ın (sav) huzuruna getirdi. "Ya Resülullah! Göz göre göre bunları ateşe mi atayım!" dedi. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. (İbn-i Kesir, Tefsir, 1/38 ; Tahsin Emiroğlu, Esbab-ı Nüzul, 1/257 )
28. Yunus, 10/99
29. Kehf, 18/29
30. Şuara, 26/3-4
31. Tefsir-i Kebir Tercümesi, 5/256
32. Fıkh-ı Ekber Şerhi, Aliyyü'l-Kari, s. 87-88
33. İbn-i Kesir, Tefsir, C:4, s. 234
34. Hucurat, 49/14
35. Gaşiye, 88/17-22
36. Mülk, 67/2
37. Nursi, Sözler, s. 307
38. Nursi, Şualar, s. 498
39. M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, C:1, s. 860-861
40. Nahl, 16/125
41. Bediüzzaman Said Nursi, Lem'alar, İstanbul, 2001, s.182; Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, İstanbul, 2001, s.144
42. Maide, 5/99
43. Kasas Suresi, 28/56
44. Nursi, Lem'alar, s. 183; Nursi, Mesnevi..., s. 145; Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası, İstanbul, 2001, s. 201
45. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, İstanbul, 2001, s. 27
46. Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, s. 65; Nursi, İçtimai Reçeteler, s. 70
47. Bediüzzaman Said Nursi, Muhakemat, İstanbul, 2001, s. 41
48. Alak, 96/1
49. Furkan, 25/52
50. Mehmet Vehbi Efendi, Hülasatü'l-Beyan, C:10, 3848-3849
51. Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, C:5, s. 3601
52. Bakara, 2/151
53. Al-i İmran, 3/79
54. Gazali, İhya, 1/6
55. Kenzü'l-Ummal, Hadis no: 28615
56. Gazali, İhya, C:1, s. 11
57. Taberi, Tefsir, C:20, s. 15; İbn-i Kayyum, Zad'ü-l Mead, C:2, s. 58
58. Hac, 22/39-40
59. Bakara, 2/190-191; Hac, 39-40
60. Maide, 5/34
61. Nursi, Emirdağ Lahikası, s. 456
62. Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, s. 64; Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i. Hayat, İstanbul, 1998, s.52
63. Nahl, 110; Bakara, 217
64. İsra, 73; Maide, 43-50
65. Ahzab, 14; Nisa, 91
66. Nahl, 16/90
67. İbn-i Hacer, Bülüğu'l -Meram, (Terc. Ahmet Davudoğlu), C:3, s. 358 - 361; Müslim, İmare, 59-60
68. İbn-i Hişam, Sire, 250-252
69. Bakara, 2/190-191; Hac, 39-40
70. Maide, 5/34
71. Enfal, 8/61-62 ; Nisa, 4/90; Tövbe, 9/6
72. Mevdudi, Cihad, 322
73. Reddü'l-Muhtar, 2/273
74. Camiu's-Sağir, 1/452
75. Nursi, Hutbe-i Şamiye, s. 30, 92
http://hasankamilyilmaz.com/index.php?option=com_content&task=view&id=466
Kadının Cihad’ı
Kadının Cihad'ı
Hz. Emir-ül Mû'minin Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Kadının cihadı, kocasına karşı olan görevlerini en iyi şekilde yerine getirmek (ve onu hoşnut etmesidir.)"
Bir gün Ensar kadınlarından birisi olan Esma bint-i Yezid, ashabının arasında bulunduğu bir sırada Resulullah'ın (s.a.a) huzuruna vardı ve şöyle arz etti: "Anam, babam sana feda olsun; ben kadınların bir elçisi ve temsilcisi olarak huzurunuza varmış bulunmaktayım. Canım size feda olsun, doğu veya batıda bulunup da benim huzurunuza neden vardığımı duyan her kadın mutlaka benimle aynı şeyleri paylaşacaktır. Arzım şudur ki:
Allah seni hak olarak bütün erkek ve kadınlara göndermiştir. Ve biz sana ve seni gönderen Rabb'ine iman etmiş bulunuyoruz. Biz kadınlar, siz erkeklerin evlerinde oturarak, sizlerin isteklerini yerine getirmekte ve evlatlarınızın yükünü taşımaktayız. Siz erkekler ise Cuma namazı, cemaat namazı, hasta ziyareti, cenaze merasimine katılma, haccetme ve hepsinden de önemlisi Allah yolunda cihad etme gibi amellerle biz kadınlara üstün kılınmışsınız. Sonra hacca, umreye veya sınırları korumaya çıktığınızda, elbiselerinizi dokuyan ve çocuklarınızı eğiten yine bizleriz. O halde ey Allah'ın Resulü, sevap ve mükafat açısından sizinle bir ortaklığımız var mı?"
Allah Resulü (s.a.a) o kadının bu sözlerinin ardından yüzünü asabına çevirerek şöyle buyurdu: "Acaba bu kadının dini meselelerinden bu şekilde sorması gibi güzel bir konuşma dinlediniz mi?" Ashap da "Ya Resulallah, dediler biz bir kadının böyle konuşabileceğini sanmazdık." Sonra Allah Resulü (s.a.a) kadına dönerek şöyle buyurdu: "Ey kadın, git ve seni bekleyen kadınlara söyle ki, sizden her kim eşine karşı vazifelerini en güzel şekilde yerine getirir ve onu hoşnut etmeğe çalışır ve ona itaat etmeğe çalışırsa, erkeklerin alacağı o kadar sevabın hepsi ona da verilecektir." Bunu duyan kadın sevinçli bir şekilde ve tekbir ve tehlil getirerek Allah Resulü'nün huzurundan ayrıldı.
İşte ilahi adalet buna derler. Kadın-erkek arasındaki eşitlik böyle mi sağlanır, yoksa kadınlara da erkekler gibi, yaradılışları gereği kaldıramayacakları bir takım ağır yüklerin ve sorumlulukların yüklenmesiyle mi? Evet insanların amelleri, doğuracağı sonuçlar ile ölçülür; bu açıdan ise görüldüğü gibi kadınlara da erkeklere verilen mükafatların aynısı verilecektir; elbette vazifelerini yerine getirdikleri takdirde.
Bu mevzunun daha iyi pekişmesi ve bacılarımızın vazifelerini daha iyi müdrik olabilmeleri için birkaç hadisi daha bu bölüme eklemek istiyoruz.
Resul-i Ekrem (s.a.a): "Bir kadın vefat ettiğinde kocası ondan razı ise, cennete girer."
Resul-i Ekrem (s.a.a): "Siz kadınlardan herhangi biri, evinde ev işleriyle meşgul olması vasıtasıyla (iman ve ihlas şartıyla) mücahidlerin cihad sevabını alır inşallah."
Yine şöyle buyurmuştur: "Bir kimse, hanımının kötü ahlakına sabrederse, Allah ona Hz. Eyyub'a belalara sabretmesinin sevabını verir. Bir kadın da kocasının kötü ahlakına sabrederse, Allah ona Asiye bint-i Mezahim'in sevabının aynısını verir."
Kadının Cihad'ı
Bir kişi Resulullah'ın yanına gelerek şöyle dedi: "Benim bir eşim var ki eve girdiğimde beni karşılar, evden çıktığımda uğurlar. Beni üzüntülü gördüğünde ise, nedir seni üzen? der; eğer geçim ve rızk sıkıntısı ise, buna kefil olan var (yani Allah rızka kefildir; bilahare bir çıkış yolu bulunacaktır.) Eğer seni sıkan, rahatsız eden şey, ahiret endişesi ise, Allah bu sıkıntını artırsın (yani ahiret düşüncen çok olsun ki ona kendini hazırlayasın)." Bunu dinleyen Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu: "Allah'ın bir çok (özel) elemanları vardır ki bu kadın da onlardandır. Allah ona bir şehidin yarı sevabını verecektir."
İmam Cafer-i Sadık (a.s)'dan şöyle rivayet edilmiştir: "Medine'li Müslümanlardan bir kişi bazı işleri için (yolculuğa) çıktı. Çıkarken hanımından o dönünceye kadar evden bir yere çıkmaması için söz aldı. Bu arada kadının babası hastalandı. O birisini Resulullah'a göndererek, kocasının yolculuğa çıktığını ve dönünceye kadar evden çıkmaması için söz aldığını, fakat bu arada babasının hasta olduğunu ve babasını ziyaret için izin verip vermediğini Resulullah'a sordu. Allah Resulü cevaben: "Hayır, evinde otur ve kocana itaat et." buyurdu. Bilahare babası vefat etti. Bu sefer kadın gidip de babasına namaz kılması için izin istedi. Allah Resulü yine: "Evinde otur ve kocana itaat et." buyurdu. Böylece kadının babası defnedildi. Bu sefer Allah Resulü birisini kadına yollayarak şu mesajı iletti: "Hiç şüphesiz Allah, kocana itaat ettiğin için seni de, babanı da bağışladı."
Hz. Ali (a.s): "Kadınlarınızın en hayırlısı eşlerine en çok mihriban ve çocuklarına en çok merhametli olan kimsedir."
Resul-i Ekrem (s.a.a): "Müslüman bir erkek, İslam'dan sonra, kendisine baktığında huzur bulan, emrettiğinde itaat eden ve gıyabında onun (haysiyetini) ve malını koruyan Müslüman bir eşten daha iyi bir (nimet) ve fayda elde etmemiştir."
İmam Sadık (a.s): "Saliha bir kadın, salih olmayan bin erkekten daha hayırlıdır. Hangi kadın, kendi eşine yedi gün hizmet ederse, Allah onun yüzüne cehennemin yedi kapısını kapatır ve cennetin sekiz kapısını açar; hangisinden isterse içeri girer."
Evet Allah-u Teala'nın kadınlara inayet ve lütfü bu kadar büyüktür. Elbette ki bütün bunlarda, başta iman ve ihlas şarttır. Yani Müslüman kadın bütün bunları Allah rızasını kazanma niyetiyle yaparsa tabii ki bu sevapları alır.
Kaynak: ruhullah.com
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
FECİR.NET
.GÖNÜLSOHBETLERİ.COM
Cihadın Manası
Cihad, sözlükte ; gayret etmek bir işi yapabilmek için bütün imkanları kullanmak demektir.
Kur’an-ı Kerim ve hadisi şeriflerde cihad, dini tebliği etmek (öğrenmek, öğretmek), dinin emir ve yasaklarına uymak, haram ve günahlara karşı nefisle mücadele, İslam’ın bilinmesi, tanınması, yaşanması ve yücelmesi, yeryüzüne hakim olması için çalışmak, İslam’a savaş açan düşmanlara karşı Allah yolunda savaşmak manalarına gelir.
Yaptığımız bu geniş tanımlamaya göre cihadı üç kısımda ele alabiliriz.
a) Sözle yapılan cihad,cihadın tebliğ kısmına girer. Allah Kur’an-ı Kerim’de: “Kafirlere boyun eğme, Kur’an ile onlara karşı büyük cihad et” (Furkan 25/52) buyuruyor.
Ayet-i Kerime’ye göre Kur’an’ı öğrenmek, anlamak ve herkese öğretmek bir cihaddır. Aynı şekilde Efendimiz (s.a.v.)’in sünneti seniyyesi de Kur’an’ın pratik hayata uygulanması olduğundan onu öğrenip anlamak ve insanlara tebliğ etmek de bir cihaddır.
Bu noktada, “Gönül Sohbetleri” miz, Allah izin verirse, bir cihad faaliyeti olmaktadır.
Efendimiz (s.a.v.), hadislerinde dil ile cihada işaret eder:
“ Müşriklerle mallarınız, canlarınız, ve dilleriniz ile cihad ediniz.” (Ebu Davud, Cihad,17)
“Kim (günah işleyenler, kötülük yapanlarla) eliyle cihad ederse o mü’mindir. Kim onlarla diliyle cihad ederse o mü’mindir. Kim kalbiyle cihad ederse o mü’mindir. Bunun dışında hardal tanesi kadar iman yoktur” (Müslim, İman, 80; I,70)
Efendimiz (s.a.v.) bu hadislerinde, insanları kötülükten sakındırmanın, iyiliğe teşvik etmenin , hakkı ve doğruyu söylemenin de cihad olduğunu vurguluyor.
Biz mü’minler, Hakkı tutup kaldırmak için kalbimizle niyet edeceğiz, kötülüğe kalbimizle buğz edeceğiz, dilimizle tebliğe ve eğitime, gerçekleri anlatmaya, Hakkı söylemeye devam edeceğiz, elimizle de amel edecek ve cihad edene destek olacağız.
El, dil ve kalp ile cihad için bugün elimizde çok malzeme vardır. Kağıt kalemle yazmak el ile, anlatmak dil ile, Medya yoluyla yayınlar yaparak, internet kullanarak dini tebliğ, hem el hem de dil ile cihada girer.
İslam’ı yüce tutana, Hakkı kaldırmak isteyene oy vermek, zulme destek olana oy vermemek, el ile cihadın güzel bir örneğidir.
Çocuklarımıza İslami bir terbiye verilmesi de hem el, dil ve kalp ile cihada güzel örnektir. Esasen kalben niyet olmazsa el de dil de boşa çalışır.
b) İman edip salih ameller işleyerek, kendini günah olan söz, fiil ve davranışlardan alıkoyarak, nefisle cihad. Allah (c.c.) Kur’anı Kerim’de “Kim (nefsiyle) cihad ederse , o ancak kendine cihad etmiş olur” (Ankebut 29/6)
Efendimiz (s.a.v.) hadislerinde, “Mücahit nefsiyle cihad edendir.” buyurarak bu gerçeği ifade eder.Bizi en çok kötülüğe meylettiren kendi nefsimizdir. Eğer nefsimiz (kendimiz) bozuksa diğer insanlara faydalı olmak mümkün değildir. Ancak nefsini terbiye etmiş, karakteri İslam ahlakı olmuş kişiler diğerlerine de faydalı olabilirler.
c) Mal ve can ile Allah yolunda fiili cihad, İslam’a ve Müslümanlara saldıranlara karşı malı ve canı ile savaşmak manasındadır
Günümüzde iyinin güzelin hakkın topluma hakim olması için, siyasi faaliyetlerde bulunmak veya bu faaliyetlere destek olmak cihaddır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Mekke’deki faaliyetleri, ve Medine’de bizzat devlet kurup yönetmesi siyasi faaliyetlerdir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Mekke döneminde nefsiyle ve diliyle cihad etmiş, Medine döneminde ise bunlara fiili cihad da katılmış, İslam düşmanlarıyla savaşmıştır.Bu bilgiler ışığında cihad tanımı şöyle yapılabilir:
CİHAD: Fert, cemaat ve toplum bazında, iyiliklerin yaşanır hale gelmesi, kötülüklerin kaldırılması için, bütün gücümüzle, hep beraber ve teşkilatlı bir şekilde çalışmamızı üzerimize yükleyen farzdır.
Cihad, “İnsan ile İslam’ın arasına giren engellerin kaldırılmasıdır.” denmiştir. Cihad , bütün hayatı içine alan çok geniş bir kavramdır.
Cihad Müslüman’ın iyiliği egemen kılması kötülüğü ortadan kaldırması için sarf ettiği bütün gayretlere denir.
Cihad Müslüman’ın, şuurla, inançla, fikirle yürüttüğü bütün hareketlerinin, davranışlarının, tavırlarının ve eylemlerinin adı olacak derecede geniş bir kavramdır. ( Hasan Aksay, Cihad, İst. 1990, s.16)
Cihadın Özellikleri
a) Kur’an’da en çok sayıda emredilen farzdır.“Allah yolunda hakkıyla cihad edin.” (Hac 22/78) ayeti cihadı farz kılan ayetlerden yalnız biridir. Esasen Kuranda en çok zikredilen farz cihaddır. 400 küsur yerde cihad geçer.Oysa namaz ve zekat 70 -80 arası, oruç 6 yerde, hac 5 -10 arası ayette zikredilir.
b) Bütün ibadetler bir zaman ile sınırlıdır. Cihad ibadetini ise her zaman yapacağız. Mesela; Namazlar vakitleri içinde farz kılınmıştır. Oruç Ramazanda tutulur. Hac Zilhicce’nin onuncu günü, Kurban aynı gün eda edilir. zamanları belirlenir. Oysa cihad gece gündüz, gençlikte yaşlılıkta her an yapılır.
c) Bütün ibadetler bir miktar ile sınırlıdır. Cihad ibadetini ise takatimizin sonuna kadar yapacağız. Namazların, orucun miktarı vardır. Oysa cihad için vermenin, çalışmanın, sınırı, miktarı yoktur.
d) Diğer ibadetler ferdi ilgilendirdiği halde, cihad toplumu ilgilendirir. Toplumsal bir bozukluktan dolayı o bozukluğu gidermek için çalışmayanlar en az yapanlar kadar, Allah katında sorumlu olurlar. Hz. Ömer’in (r.a.) “Fırat kıyısında bir kurt bir kuzuyu yese ben sorumlu olurum” deyişi bu konuya iyi bir örnektir.
e) Cihad ibadeti en çok sevap kazandıran ibadettir. “Hz. Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor. Resulallah (s.a.v.)’e “Ya Resulallah Allah yolunda yapılan cihada hangi amel denk olur.” diye sorduklarında (Başka bir amelle) ona güç yetiremezsiniz” buyurmuştur.
Cihadın Önemi
Cihad İslam toplumunun devamı, varlığını sürdürmesi için farz kılınmış bir ibadettir. İbadetler kişisel olduğu halde cihad bütün toplumu ilgilendirir.
Eskiden cihadı devlet yaptığı için halk bundan sorumlu tutulmamıştır. Bugün ise bütün şer güçler fitne, fesat çıkarıp, İslam’ı, Müslümanları yok etmeye, güce ve sömürüye dayalı düzenlerini dayatmaya devam edip dururken, Müslümanlar da bununla mücadele edecek bir devlete sahip değillerken cihad her Müslüman ferde farzdır. Çünkü İslam hukukuyla yönetiliyor dediğimiz Müslüman devletlerde bile güce dayalı sistem işliyor, türlü haksızlıklar yapılıyor.
Allah (c.c.), cihadın önemini ayetlerle bildirmiştir.“Yoksa Allah içinizden; cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi zannettiniz.” (Ali İmran 142)
“ De ki, babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabalarınız, kazandığınız mallar kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler, size Allah’tan Resulünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe 24) Ayette insanın dünyada sevebileceği her şey sıralandıktan sonra cihadın bunların hepsinde üstün olduğu bildiriliyor. Ve cihad etmeyenler fasık (yoldan çıkmış günahkar) olmakla tehdit ediliyor.
Nasıl namazsız bir Müslümanlık düşünemezsek cihadsız bir Müslümanlık da olmaz. Nasıl oruç tutmamayı, zekat vermemeyi, hacca gitmemeyi düşünemezsek, cihadsız bir hayat, Müslümanlık da olmaz.Cihad hayatın ta kendisidir. Cihad huzurlu bir toplum için, evlatlarımızın refah ve saadeti, gelecekte hem dünyalarının imarı, hem de ahiretlerinin kurtulması için şarttır. Namaz kılmayan, oruç tutmayan, ahiretini helak eder. Cihad etmeyen ise hem dünyasını, hem ahiretini helak eder.
Düşünün; bir kez siz çocuğunuza evde doğruluğu, iyiliği, fedakarlığı, haramı helali öğretiyorsunuz. Sokakta, okulda, televizyonda tamamen başka bir kültürle karşılaşıyor. Yalanı, dolanı, küfrü, ahlaksızca davranışları, kız-erkek arkadaşlığını öğreniyor. Toplum bozuk bir kere!
Cihad işte o toplumu düzeltmek için elinden geleni yapmaktır. Toplum düzelmezse hangimiz, kocamızın, çocuğumuzun, bir ahlaksızın, bir misyonerin ya da bir uyuşturucu çetesinin ya da bir kadın tüccarının eline düşmeyeceğinden ya da nefsine uymayacağından emin olabiliriz.
Bugün toplumu düzeltmek için yapılan çalışmaların içinde, en etkili olan cihad şekli siyasettir. Çünkü toplumu düzeltmek için ferdi olarak ne kadar çalışsak da siyasilerin aldığı bir kararla hepsi ters düz olabiliyor. Mesela, içkinin haram olduğunu herkes bilir fakat içki satışı serbest ve toplumda kınama olmadığı müddetçe herkes nefsine uyabilir. Ya da daha can yakıcı olanı zina siyasiler tarafından suç olmaktan çıkarılınca nikahsız yaşantılar aniden artabiliyor. Siyasi kararlar yüzünden kızlarımız başörtülü okuyamıyor. Yine siyasi bir kararla camii yapımına izin verilen kanunda, cami kelimesi silinip yerine ibadethane sözü geçirildiği için, birdenbire kilise sayısı bir yılda on katına çıkıyor. Irak’a atılan bombalar bizim hava limanlarımızdan kalkabiliyor.
Oysa yine siyasetle bunların hepsini tersine çevirmek mümkündür. Hatta toplumda iyinin, güzelin, hakkın hakim olması için, zulme dur demek için, çok daha etkili çalışmalar yapılabilir. Bu yüzden Müslümanlar bugün, eğitim öğretim, camii ve kurs yapımı, nefis terbiyesi, cemaat kardeşliği gibi konulara önem vermenin yanı sıra, cihad manasındaki siyasi hareketi desteklemek durumundadır. Yoksa Allah katında hesap vermek durumunda kalacaktır.Bakın bir hadisi şerif söyleyelim size!
Beşir b. Hassasiye (r.a.) yeni Müslüman olmuş genç bir sahabe; Efendimiz (s.a.v.) in yanına geliyor, biat edecek. (Devlet başkanına bağlılığını bildirecek. Bunun için bazı işleri yapacağına söz vermesi gerek) diyor ki;
“Ya Resulallah! Sana e üzerine biat edeyim?” Efendimiz (s.a.v.) elini uzatarak; “Allah’tan başka ilah olmadığına, O’nun ortak ve benzeri olmadığına, Muhammed’in Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna şahadet edersin, beş vakit namazı vaktinde kılar, farz olan zekatı verir, Ramazan orucunu tutar, Beytullah’ı ziyaret eder ve Allah yolunda cihad edersin,” dedi.
“Ya Resulallah! Bu saydıklarının hepsini yapabilirim. Ancak ikisini yapamam. Biri zekattır, zira benim sadece birkaç tane devem vardır ki, çocuklarımın geçimi ona bağlıdır. Diğeri de cihaddır, çünkü derler ki, kim savaştan kaçarsa Allah’ın gazabına uğrar. Ben korkak bir adamım. Savaş kızıştığı zaman, savaştan kaçarak Allah’ın gazabına uğramaktan korkarım” dedi. Efendimiz (s.a.v.) elini sallayarak şöyle buyurdu;
“Ya Beşir! Ne zekat verirsin, ne cihad edersin. O halde sen ne ile cennete gireceksin?”Beşir b. Hassasiye bunun üzerine zekat ve cihad için de söz verdi. (Kenzü’l-Ummal, VII,12)
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) in cihadın önemini çok güzel anlatan başka bir hadisi de şöyledir:
Hz. Ebu Hureyre (r.a.) anlattığına göre, Resulallah (s.a.v.)’e sordular:
- Ya Resulallah Allah yolunda yapılan cihada hangi amel denk olur.
- (Başka bir amelle) ona güç yetiremezsiniz. Dedi. İkinci defa soru tekrar edildi.
- Başka bir amelle ona güç yetiremezsiniz dedi. Ashab-ı kiram meraklandılar, üçüncü defa sordular. Efendimiz (s.a.v.) yine aynı şeyi buyurdu.
- Başka bir amelle ona güç yetiremezsiniz. Sonra devam etti. “Allah yolundaki mücahidin misali (gündüzleri ve geceleri hiç ona vermeden oruç tutup, namaz kılan, Allah’ın ayetlerine de itaatkar olan ve Allah yolundaki mücahit, cihaddan dönünceye kadar hiç gevşemeyen kimse gibidir.” [1]
Düşünelim hanımlar! dünya işlerinden tamamen el etek çekip böyle her şeyi yapmamız mümkün mü? Hayır! Öyleyse en önemli farz olan cihadı yerine getirmek suretiyle en büyük sevapları kazanırız; ve de hem dünyamızı hem ahiretimizi kurtarmış oluruz. En basitini bile yapsak, az sonra gelecek olan müjdelere nail olacağız.
Ya biz hanımlar nasıl yapacağız bu zor işi? Mesela; Hakkın, iyiliğin, doğrunun, güzelin hakim olması için çalışana oy versek, onların bütün cihadından aldıkları, sevap kadar sevap alırız. Haftada bir sohbet, bütün hafta Cihad etmiş gibi sevap kazandırır. Cihad edemeyecek durumda olan maddi manevi destek vererek cihad sevabını alır.
Cihad Edenlere Müjdeler
“İman edip hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler, rütbe bakımından Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler işte onlardır. ( Tevbe 20) Rableri tarafından onlara bir rahmet ve hoşnutluk ile kendileri için, içinde tükenmez nimetler olan cennetler müjdeler. (Tevbe 21) Onlar orada ebedi kalacaklardır. Şüphesiz Allah katında büyük mükafat vardır. (Tevbe 22, ayr. bknz. Tevbe 88 -89)
Ayrıca Allah (c.c.) evlerinde oturanlarla, cihad edenler arasındaki farkı şöyle açıklar. “ …özür sahibi olanlar dışında, oturanlarla, malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah malları ve canlarıyla cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah; hepsine de güzellik vaat etmiştir. Ama mücahitleri oturanlardan büyük bir ecirle üstün kılmıştır.” (Nisa, 95)
Cennetten daha güzel bir müjde olabilir mi? Üstelik cennette de üstün mertebeler vaat ediliyor. Efendimiz (s.a.v.) bir gün şöyle dedi: “Kim Rab olarak Allah’tan, din olarak İslam’dan, peygamber olarak Muhammed’den razı olursa ona cennet vacip olmuştur.”
Ebu Said (r.a.) der ki: “Bu söz hayretime gitti ve Ya Resulallah bir kez daha tekrar eder misin?” dedim. Aynen tekrar etti ve arkadaşına şöyle dedi:
“ Bir başka şey daha var ki, onun sebebiyle Allah kulun cennetteki makamını yüz derece yükseltir. Bu derecelerden ikisi arasındaki uzaklık, sema ile arz arasındaki mesafe gibidir.” Ben, “öyleyse bu nedir?” dedim.
“Allah yolunda Cihad! Allah yolunda Cihad! Allah yolunda Cihad!” buyurdular. (Müslim, İmaret, 116; Nesai, Cihad, 18)
- İbn Abbas (r.a.) rivayetine göre Efendimiz (s.a.v.) : “İki göz vardır ki, onlara ateş değmez. Biri Allah için ağlayan göz, diğeri Allah yolunda cihad, için uyanık sabahlayan göz.” (Tirmizi, Fedai’lul Cihad, 7)
Öyleyse cehennemden kurtulmak isteyen, cenneti arzulayan, dünya ve ahiret saadetini isteyen, Allah yolunda cihada devam etsin veya cihad edenin yanında olsun.
5. Cihadı Nasıl Yapacağız
Cihad yapabilmek için öncelikle, birlikte, planlı, programlı çalışan bir topluluk olmalıdır. “Sizden iyiliği emreden, kötülüğü yasaklayan bir topluluk olsun” ayeti bunun delilidir. Doğal olarak topluluğun başında bir başkan (emir) olmalıdır. Toplulukta bulunan kişiler de o emire sonuna kadar bağlı ve itaatkar (itaat) olmalıdırlar. Bu na teşkilat diyoruz. Efendimiz (s.a.v.), ilk Müslümanlar 40 kişi olunca, onları Kabe’ye namaza götürmüştür. Medine’ye hicret edince ordu toplayıp, Bedir’de müşriklerle savaşmıştır. Savaşa gelemeyecek Müslümanlara da şehirde mallarını ve ırzlarını koruma görevi vermiştir. Mali destek vermelerini emretmiştir.
Resulallah (sav) bizzat hanımlarını da savaşa götürmüş, onların cephe gerisinde hizmetlerine karşılık ganimetten pay da vermiştir. Müslüman hanımlara da cihad farzdır. Müslüman hanımların günümüzde cihadı nasıl olacaktır?
Öncelikle, güçlü bir iman sahibi olacağız. İmanın gereği olarak da sabır, sebat, azim, sadakat, ve Salih amellerle imanımızı güçlendireceğiz. İlim sahibi olacağız. Dinimizi, dünyamızla ilgili, düşmanımızla ilgili önemli bilgileri bileceğiz.
İhlas ve takva sahibi olacağız. Yalnız Allah için çalışacak cihada destek olacağız. Takva cihadımızı da güçlendirir. İnsanlara doğru örnek olmamızı sağlar. İyi ahlak sahibi, ihsan sahibi kimseler, insanlarla iyi geçinir ve daha iyi hizmet eder.
Kardeşlerimizle, teşkilatımızla ittifak içinde çalışacağız. Çalışmalarımızda istişare, başkanımıza itaat, sadakat en önemli düsturlarımız olacaktır.
Ayrıca cihad için maddi manevi elimizden gelen her türlü fedakarlığı yapacağız. Bu noktada Efendimiz (s.a.v.)’in sevgili eşleri bizim için en güzel örnektir. Hz. Hatice bütün malını Allah yolunda harcamış, Hz. Aişe, hem dini hem dünyevi ilimlerde kendini gösterdiği gibi, zamanında siyasi gidişatı oldukça etkilemiştir.
Biz hanımlar olarak eşlerimizi bu önemli vazifelere teşvik edecek ve onlara da yardımcı olacağız. Çocuklarımızı en güzel şekilde yetiştireceğiz. Aile yaşantımız ve topluma katkılarımızla örnek olacağız.
Allah (c.c.) bizi o en hayırlı topluluktan etsin. Cihadı anlamayı ve yaşamayı, cennette efendimiz (s.a.v.)’e komşu olmayı nasip etsin.
KONU İLE İLGİLİ BAZI ÂYET VE HADİSLER
يَاأَيُّهَا النَّبِيُّ جَاهِدِ الْكُفَّارَ وَالْمُنَافِقِينَ وَاغْلُظْ عَلَيْهِمْ
· “Ey peygamber! Kafirlere ve münafıklara karşı cihat et ve onlara karşı çetin ol...”[2]
Furkân suresinin, فَلَا تُطِعِ الْكَافِرِينَ وَجَاهِدْهُم بِهِ جِهَادًا كَبِيرًا Öyleyse kafirlere itaat etme, onlara karşı Kur’an’la büyük bir cihad yap!”[3]
وَقَاتِلُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ الَّذِينَ يُقَاتِلُونَكُمْ
"Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın…"[4]
و قاتلوا المشركين كافة كما يقتلونكم كافة
· "Sizinle top yekun savaştıkları gibi siz de müşriklerle top yekun savaşın"[5] anlamındaki âyetler ve benzerleri bunun delilidir.
وَجَاهِدُوا فِي اللَّهِ حَقَّ جِهَادِهِ
· "Allah uğrunda hakkıyla cihat edin…"[6] Not; Bu konuda geniş bilgi için şu âyetlere de bakılabilir: Bakara, 2/190, 193,208, 218, 244; Nisâ, 4/76,84,90, 95,96,114; Enfâl, 8/39,74,61;Tevbe, 9/ 12, 36,73; Hac, 22/39-40; Hucûrât, 49/9-10; Tahrîm, 66/9;
· المجاهد من جاهد نفسه "Mücâhid, nefsi ile mücadele eden kimsedir"[7]
· جاهدوا المشركين باموالكم و انفسكم و السنتكم "Müşrikler ile mallarınız, canlarınız ve dilleriniz ile cihat edin"[8]
· عن عائشة عنها قالت يا رسول الله نرى الجهاد افضل العمل افلا نجاهد قال لكن افضل الجهاد حج مبرور "Hz. Aişe, ey Allah'ın elçisi! Biz amellerin en fazîletlisinin cihat olduğunu görüyoruz. Biz cihat yapmayalım mı? diye sorar. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Cihâdın en fazîletlisi makbul bir hacdır" buyurur.[9]
· عن عبد الله ابن عمرو قال جاء رجل الى النبي يستأذنه في الجهاد فقال الك والدان قال نعم قال ففيهما فجاهد Abdullah ibn Amr anlatıyor: Bir sahâbî Hz. Peygambere geldi ve ondan cihâda (savaşa) katılmak için izin istedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber ona, "Annen-baban var mı" diye sordu, Adamın "evet" demesi üzerine, "Sen onlara hizmet ederek cihâd et" buyurdu.[10]
فمن جاهدهم بيده فهو مؤمن و من جاهدهم بلسانه فهو مؤمن و من جاهدهم بقلبه فهو مؤمن و ليس وراء ذالك من الايمان حبة خردل
· " … Kim, (emredilmedikleri şeyleri yapanlar ve yapmadıkları şeyleri söyleyenler ile) eliyle cihat ederse o mümindir, kim onlarla diliyle cihat ederse mümindir, kim onlarla kalbi ile cihat ederse mümindir, bunun dışında hardal tanesi kadar iman yoktur"[11] anlamındaki hadis İslam'ı tebliğ etmenin, hakkı ve doğruyu söylemenin ve anlatmanın da en büyük cihat olduğunu ifade etmektedir:
· يا ايها االناس لا تتمنوا لقاء العدوواسألوا الله العافية "Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyiniz, Allah'tan sağlık isteyiniz…"[12]anlamındaki hadis ile barış teşvik edilmektedir, çünkü İslam'da barış, esastır. Savaş; ancak barış, huzur ve güveni sağlamak, fitne, fesat ve zulmü durdurmak; iman ve ibadet etme, dini anlatma, seyahat etme, mülk edinme ve benzeri temel hakların ihlalini; vatana, mala, cana, ırza ve mukaddes değerlere yapılan saldırıları önlemek ve yok etmek için en son çare olarak meşru olur.
· امرت ان اقاتل الناس حتى يشهدوا ان لا اله الا الله و ان محمدا عبده و رسوله"Ben, Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammed Allah'ın kulu ve elçisidir diye şahadet edilinceye kadar savaşmakla emrolundum"[13] anlamındaki hadisler ve benzerleri, Müslümanlara hayat hakkı tanımayan, onlara saldıran ve savaş açan müşriklerle ilgilidir.[14] Bu noktada müşriklerle müşrik olmayan fakat aynı konumda olan kafirler arasında da bir fark yoktur.
· ان المؤمن يجاهد بسيفيه و لسانه "Mümin, kılıcı ve dili ile cihad eder" [15]
· من قاتل لتكون كلمة الله هي العليا فهو في سبيل الله "Kim Allah'ın kelimesinin yücelmesi için savaşırsa o, Allah yolundadır"[16]
· جاهدوا المشركين باموالكم و انفسكم و السنتكم"Müşrikler ile mallarınız, canlarınız ve dilleriniz ile cihat edin"[17]
· Zeyd b. Halid(r.a.)anlatıyor: “Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdular: “ Kim Allah yolunda bir askerin techizatını temin ederse, bizzat gaza etmiş olur. Kim gazaya çıkan bir askerin ailesini himaya ederse gaza etmiş olur.” (Buhari, Cihad, 38)
Fedale b. Ubeyd (r.a.) anlatıyor: Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Her ölenin ameline son verilir. Ancak Allah yolunda ölen murabıt (sınır bekçisi) müstesna. Onun ameli kıyamete kadar arttırılır.O kabir azabına da uğratılmaz.”[18]
Hz. Enes (ra) nın rivayet ettiği bir hadiste Efendimiz (sav) “Öğleden önce veya sonra bir kerecik Allah yolundan çıkış , dünya ve içindeki her şeyden daha hayırlıdır.” (Buhari , Cihad, 5-6, 73)
Ebu Hureyre (ra) nın bildirdiği bu hadiste de Efendimiz (sav) “Allah u Teala hazretleri Allah rızası için yola çıkan kimse hakkında “ bu kulum, benim yolumda cihad etmek üzere bana inanıp peygamberlerimi tasdik ederek yola çıkmıştır, artık onu ya cennetime koymak yahut da ücret veya ganimet elde etmiş olarak çıktığı evine geri çevirmek hususunda garanti veriyorum” diyerek teminat verir. ( Buhari, İman 25, Cihad 2,119) ?
Bir seferinde Resulallah (sav)’e;İnsanların en hayırlısı kimdir diye sordular. “Allah yolunda malıyla, canıyla, Cihad eden kişi buyurdu. (Buhari Cihad 2, Rikak 34)
YARARLANILABİLECEK DİĞER BAZI KAYNAKLAR
1.Ahmet Özel, Cihâd, DİA, VII, 528, İstanbul, 1993.
2.Mehmet Zihni Efendi, Nimet-i İslam, s. 939, İslam Mecmuası Yay. İstanbul, 1986.
3. Bûtî, Ramazan, el-Cihâd fî’l-İslâm,Dâru’l-Fikri, Beyrut, 1993.
4.Şibay, Halim Sabit, Cihâd, İslam Ansiklopedisi, III, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1977.
5.Kurtubî, Muhammed b.Ahmed, el-Câmi' Li Ahkâmi'l-Kur'ân, XIII, 365, Beyrut, tarihsiz.
6.Beydâvî, IV, 450; Hâzin, IV; 450.
7.Nesefî, Abdullah b. Ahmed, Medâriku't-Tenzîl ve Hakâiku't-Te'vîl, IV, 450, (Mecmûatü'n Mine't-Tefâsîr içinde) baskı yeri ve tarihi yok.
8.Altuntaş Halil, İslam'da Din Hürriyetinin Temelleri, s. 58-72, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2001.
[1] Buhari Cihad 2; Müslim İmaret 110 (1878), Tirmizi; Fedal’ül Cihad, Nesei Cihad 17(6,19), Muvatta, Cihad 1, 2443
[2] Tevbe, 9/73¸ Tahrîm, 66/9.
[3] Furkan, 25/52
[4] Bakara, 2/190.
[5]Tevbe, 9/ 36.
[6] Hac, 22/78.
[7] İbn Hıbbân bi Tertîbi İbn Belbân, Siyer, Fedâilü'l-Cihâd, X, 484, No: 4624;Tirmizî, Fedâilü'l-Cihâd, 2, IV, 165.
[8] Ebû Dâvûd, Cihâd, 17, III, 22, No: 2504; Ahmed, III, 124; Nesâî, Cihâd, 3, VI, 7.
[9] Buhârî, Cihâd, 1, III, 200. Bir başka rivayet şöyledir: "Hz. Aişe, Hz. Peygamberden cihat etmek için izin istedi. Hz. Peygamberi, ona, "Sizin cihâdınız, hacdır" buyurdu. Buhârî, Cihâd, 63, III, 270.
[10] Müslim, Birr, 5, III, 1975; Tirmizî, Fedâilü'l-Cihâd, 2, IV, 191-192, No: 1671; bk, Nesâî, Cihâd, 5, 6, VI, 10-11.
[11] Müslim, İman, 80; I, 70.
[12] Müslim, Cihâd, 20, III, 1363; bk. Buhârî, Cihâd, 112, 156; Ebû Dâvûd, Cihâd, 89.
[13] Ebû Dâvûd, Cihâd, 104, III, 101
[14] Bu konuda geniş bilgi için bk, Altuntaş Halil, İslam'da Din Hürriyetinin Temelleri, s. 58-72, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2001.
[15]Ahmed, III, 456
[16] İbn Hıbbân bi Tertîbi İbn Belbân, Siyer, Fedâilü'l-Cihâd, X, 493, No: 4636; Buhârî, Cihâd, 15, III, 206; Ebû Dâvûd, Cihâd, 26, III, 31, No: 2517; Nesâî, Cihâd, 21, VI, 23..
[17] Ebû Dâvûd, Cihâd, 17, III, 22, No: 2504; Ahmed, III, 124; Nesâî, Cihâd, 3, VI, 7.
[18] Tirmizi, Fedailul Cihad 2, (1621) Ebu Davud Cihad 16, (2500)
|
|
|
|
|
|
|
www.ilimdunyasi.com/ahkam-hadisleri/cihad-allah-icin-allah-yolunda-savas/?wap2
Cihad: Allah İçin, Allah Yolunda Savaş Cihad, cehd kökünden türetilen bir isimdir
. Allah için Allah yolunda müslüma
.Cihad: Allah İçin, Allah Yolunda Savaş
Cihad, cehd kökünden türetilen bir isimdir. Allah için Allah yolunda müslümaniarm bütün enerji ve imkanlarını ortaya koyarak savaşmaları anlamına gelir.
Cihad'm farziyeti kitap, sünnet ve icma' ile sabit olmuştur. înkârı küfür, terki büyük günahtır.
Ancak bu farz bazan farz-ı kifaye, hazanda farz-ı ayn'dır. Müslümanlardan düşmanı tenkil edecek, tesirsiz hale getirecek sayıda savaşa katılan olursa o taktirde cihad farz-ı kifaye sayılır. Eli silah tutan ve savaşma gücü olan her müslümanm çıkmasıyla ancak düşmanı defetmek mümkünse o taktirde cihad farz-ı ayn'dır. O halde düşmanı def etmeye yetmiyecek sayıda savaşa iştirak edilirse, bütün müslü-manlar günahkar olur. Bununla beraber müctehidlerin farklı tesbit ve yorumları olmuştur.
Cihad kimlere farzdır? ilim adamları kitap ve sünnetin ışığı altında bir kişiye cihanın farz olması için yedi şartın gerçekleşmesini belirlemişlerdir:
1- islâm...
O balomdan cihad gayr-i müslim vatandaşlara farz değildir.
2- Bulûğ (ergenlik)...
Cihad henüz ergen olmayan çocuklara farz değildir.
3- Akıl...
4- Hürriyet...
5- Erkek olmak...
6- Hastalık ve sakatlıktan salim bulunmak...
7- Yetecek kadar nafakanın bulunması...
Böylece cihad gayr-i müslimlere, çocuklara, delilere, kölelere, kadınlara, hasta ve sakatlara, nafaka temin edemiyecek olanlara farz değildir. [1]
Gayr-i müslim vatandaşların savaşa katılmalarının gerekli olup olmadığı da ihtilâf konusudur. Yeri gelince müctehidlerin görüşü belirtilecektir. [2]
İlgili Hadisler
Enes (r.a.) den yapılan rivayete göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Günün evvelinden zeval vaktine kadar veya zevalden akşama kadar bir süre Allah yolunda (savaşıp cihadın gereğini yerine getirmek üzere) bulunmak hem dünyadan, hem de dünyadaki şeylerden hayırlıdır." [3]
el-Hârisî'den yapılan rivayette, adı geçen diyor ki: Resûlüllah (s.a.v.) Efendimizin şöyle buyurduğunu duydum: "Kimin iki ayağı Allah yolunda (cihad ederken) tozlanırsa, Allah onu cehennem ateşine haram kılar." [4]
Eyyûb (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimizin şöyle buyurduğunu haber vermiştir: "Sabahın evvelinden zeval vaktine veyahut zeval vaktinden akşama kadar Allah yolunda (savaşmak, savaşmak için yürümek), üzerine güneş doğup batan her şeyden hayırlıdır." [5]
Ebû Hüreyre (r.a.) den yapılan rivayette, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Kim Allah yolunda iki sağım arası savaşıp vuruşursa cennet ona vâcib olur." [6]
İki sağım arası tabirinden maksat şudur: Hayvan biraz sağıldıktan sonra yavrusunun emmesine imkân verilir ve sonra tekrar sağılır. Hadîste bu "fuvak" ismiyle belirtilmiştir. Deveden iki sağım arası bir süre kasdedilmiştir.
Ebû Musa (r.a.) den yapılan rivayete göre, adı geçen, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimizin şöyle buyurduğunu haber vermiştir: "Şüphesiz ki cennet kapıları kılıçların gölgesi altındadır." [7]
İbn Ebi Evfa (r.a.) den yapılan rivayette, Resûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz ki cennet kılıçların gölgesi altındadır." [8]
Sehl b. Sa'd (r.a.) den yapılan rivayette, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz buyurdu ki: "Allah yolunda bir günlük ribat (düşmana karşı gözetlemede bulunmak) dünyadan da dünya üzerindeki şeylerden de hayırlıdır. Sizden birinin cennette kamçı koyduğu yer dünyadan ve dünya üzerindeki şeylerden hayırlıdır. Kulun ze-valdan akşama kadar veyahud sabahın evvelinden zevale kadar (Allah yolunda) yürüyüp yol alması dünyadan ve dünya üzerindeki şeylerden hayırlıdır." [9]
Müctehid ve ilim Adamlarının Görüş ve İstidlalleri
a) Hanefîlere göre, düşmanı defetmek veya mağlup etmek için müslümanlardan bir kısmının cihada katılmasıyla maksat hasıl olursa, o taktirde cihad farz-ı kifaye kabul edilir. Savaşabilecek durumda olan herkesin çıkmasıyla ancak maksad hasıl olursa o taktirde farz-ı ayn sayılır.
Cihad'm farziyeti kitap, sünnet ve icma' ile sabit olmuştur. Buna muhalefet eden olmamıştır. Ancak cihad çocuğa, kadına, köleye, a'maya, oturak olana vâcib değildir. Bunun gibi borçlu olan kimseye de alacaklısı onun cihada çıkmasına müsaade ettiği taktirde vaciptir. Uzman din âlimlerine de vâcib değildir. Bazısına göne Islâmî ilimlerde en bilgili olana vacip değildir.
Düşman bir belde veya kasaba veyahut bir bölge üzerine hücum edip saldırırsa, o taktirde o belde veya kasaba veyahut bölgede oturanlardan savaşacak durumda olan herkes için cihad farz-ı ayn kabul edilir. Artık bu durumda kadın kocasından, köle efendisinden izin almaksızın savaşa katılır. [10]
Mezhep imamlarından bir kısmı Allah yolunda savaşmayı "cihad" başlığı, bir kısmı ise "siyer" başlığı altında özel bir kitap olarak ele alıp açıklamıştır.
Hanefîlerden bir kısmı cihad» bir kısmı da siyer kavramını seçerek konuyu işlemiştir.
b) Şâfiîlere göre, cihad, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz zamanında hicretten sonra farz-ı kifaye idi. Bazısına göre, faz-ı ayn idi.
Resûlüllah (s.a.v.) Efendimizden sonra ise bu konuda kâfirlerin iki durumu söz konusudur: Biri. onlar kendi ülkelerinde olup müslüman ülkelerden bir beldeyi bir bölgeyi ele geçirmek veya saldırmak gibi fiilî bir durumları olmayanlardır. Onlara karşı cihad gerektiğinde müslü-manlardan bir kısmının iştirak etmesiyle farz yerine gelmiş olur ve, katılmayanların üzerinden o farz kalkmış sayılır. Diğeri ise kâfirlerin müslüman beldelerinden bir belde veya bölge üzerine saldırmasıyla ortaya çıkan durumdur ki, kadın ve köle de dahil olmak üzere eli silah tutup, savaşacak durumda olan herkesin düşmanı defetmek üzere savaşması gerekir. [11]
c) Hanbelîlere göre, cihad farz-ı kifayedir. Bazı ilim adamlarına göre farz-ı ayn'dır. Bunların delili aşağıdaki âyet ve hadîs olarak gösterilmiştir: "Sizler hafifliğiniz ve ağırlığınızla savaşa çıkın; Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihada devam edin. Eğer bilirseniz bu sizin için hayırlıdır." [12]
Şüphesiz bu âyet umumî seferberlik ilân edilmesiyle daha çok ilgili bulunuyor.
Rasûlüllah (s.a.v,) Efendimiz: "Kim savaşmadan ve kendini savaş için ortaya koymadan Ölürse, nifaktan bir şube üzere ölmüş olur" buyurmuştur, [13]
Oysa Tevbe sûresinin 122. âyeti birtakım istisnalar getirmekte ve savaşın her mükellefe farz olmadığını bildirmektedir. C bakımdan cihad üç yerde taayyün eder, belli ve belirli olur: Birincisi, düşman kuvvetleriyle islâm kuvvetleri karşı karşıya geldikleri zaman. Artık orada hazır olan bir kimsenin savaşa katılmaması haram olur. Zira Canâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Ey imân edenler! (Savaşmak üzere çıkan) düşman topluluğu ile karşılaştığınız vakit (korkmayın) sebat edin, Allah'ı çokça anın ki kurtuluşa (ve başarıya) erersiniz." [14] Böylece belirtilen durumda savaşıp sebat göstermek farzdır.
İkincisi, düşman ordusunun bir belde üzerine saldırdığı zaman, o belde halkı üzerine savaşıp düşmanı defetmek farz olur. Eli silah tutup savaşacak güçte olan herkes savaşa katılır.
Üçüncüsü, imam (halîfe veya hükümdar, devlet reisi) hep birlikte savaşa katılmayı emrederse, o taktirde savaşacak durumda olan herkesin katılması belirlenmiş olur. [15]
Yine bu mezhebe göre cihadın vücubu için yedi şart söz konusu-.dur: İslâm, akıl, bulûğ, hürriyet, zükuret, selâmet-i beden ve nafakanın mevcudiyeti... Böylece çocuğa, deliye, köleye, kad\na, hasta ve sakat olanlara, nafakasını te'min edemiyenlere savaş vacip değildir. [16]
d) Mâlikîler de buna yakın bir görüş ve ictihadda bulunmuşlardır. [17]
Tahliller
33 no'lu Enes hadîsi sahih olup istidlale salîhtir. Böylece farzlardan sonra cihaddan daha üstün ve daha sevaplı bir amel yoktur. Dünya va dünyadaki şeylerden maksat, cihadın çok üstün bir amel olduğunu ifade etmek içindir.
34 no'lu Ebû Abs hadîsi de sahihtir. Halis bir niyetle ilâhî rızadan başka bir maksadı olmayan kimsenin cihadı cennet kapısını açmaktadır. Elverir ki üzerinde kul hakkı bulunduğu halde ölmüş olmasın. Zira savaşta yükselen toz ve duman ile cehennem kokusu ve dumanı bir mü'minde biraraya gelmez.
35 n^Jiu Ebû Eyyûb hadîsi de sahihtir. Bu da sabahleyin veya akşamleyiiTsavaşa katılm asının son derece büyük ecirlere, ilâhi mükafatlara yol açacağına delil sayılmıştır. Anlatım tarzı, konunun ve cihad amelinin önemini belirtmeye yönelik bulunuyor.
36 no'lu Ebû Hüreyre hadîsini Tirmizî hasenlemiştir. Hadîsin şu lafızlarla da rivayet edildiği tesbit edilmiştir: "Resûlüllah'ın (s.a.v.) ashabından bir adam bir yöreye uğramıştı. Orada tatlı bir pınarın bulunduğunu gördü. Onun tatlılığı ve nefaseti adamın hayretine mucip oldu ve kendi kendine, şöyle dedi: "insanlardan kopup ayrılabilsem de bu yörede ikamet etsem (ne güzel olur)!" Sonra da şöyle ilâve etti: "Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz'den izin almadan böyle yapmayacağım. Sonra gelip durumu arzetti. Resûlüllah (s.a.v.) ona şöyle buyurdu: "Hayır öyle yapma. Çünkü sizden birinizin Allah yolunda (cihad ederken eriştiği) makam, evinde yetmiş yıl kılacağı namazdan daha üstündür. Allah'ın sizi affedip bağışlamasını ve sizi cennete koymasını arzu etmez misiniz? Artık Allah yolunda savaşın. Kim Allah yolunda iki sağım arası kadar bir süre savaşırsa cennet ona vâcib olur."
33 ve 35 no'lu hadîslerde geçen "ğadve" ve "ravhe" lafızlarını her ne kadar birini sabahın evvelinden zevale kadar, diğerini zevaldan akşama kadar diye tercüme ettikse de, gerçekte kasdedilen mana şudur: Sabahın herhangi bir saatinde ve zevalden sonra akşama kadar herhangi bir satte savaşa çıkmak üstün bir sevap ve hayreti mucip bir ameldir.
39 no'lu Sehl hadîsi de sahihtir. Cennetteki anlatılması zor üstün nimetlerin dünya nimetleriyle kıyas kabul etmiyecek evsafta olduğu belirtiliyor. Aynı zamanda Allah yolunda düşmana karşı bir gün gözetlemede ve nöbette bulunmanın açtığı üstün sevap ve mükafatın her türlü tasavvurun fevkinde olduğuna işaret ediliyor.
Yukarıdaki hadîslerde geçen "fî-sebîlillah" lafzı, Allah yolunda cihadı yansıtmakta ve ona delâlet etmektedir. Aynı zamanda Allah yolunda silah kullanmanın cennetin yolunu açtığını ve mükâfatının da münhasıran cennet ve ilâhî hoşnutluk olduğunu Ebû Musa ve İbn Ebî Evfa hadîsleri net biçimde ifade etmektedir. [18]
Konuyla İlgili Diğer Hadisler
Muâz b. Cebel (r.a.) den yapılan rivayete göre, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurdu: "Müslümanlardan bir adam Allah yolunda iki sağım arası bir süre olsun savaşırsa cennet ona vacip olur. Kim Allah yolunda cihad ederken bir yara veya bir acı ve meşakkate uğrarsa, şüphesiz ki o (o yara ve kanıyla) kıyamet gününde olduğundan daha çok gürüntüde gelir de rengi za'feran rengi, kokusu da misk kokusu (gibi) olur." [19]
Osman b: Affan (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen, Resûlül-lah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu duyduğunu belirtmiştir: "Allah yolunda bir gün düşmana karşı gözetleme ve nöbette bulunmak, o günden başka olan bin gündeki konaklardan daha hayırlıdır." [20]
Selman el-Fârisî (r.a.) den yapılan rivayete göre, adı geçen diyor ki: Resûlüllah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu duydum: "Bir gün ve bir gece gözetleme ve nöbette bulunmak bir ay oruç tutmaktan ve geceleri ibadetle geçirmekten hayırlıdır... Gözetleme ve nöbette iken Ölürse işlediği (o güzel) amel devamlı yapıyormuş gibi cari olup devam eder. (Manevî) rızkı da ona doğru durmadan akıp gelir ve fitneciden güvende kalır." [21]
Osman b. Affan (r.a.) den yapılan rivayete göre, adı geçen diyor ki: Resûlüllah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu duydum: "Allah yolunda bir gecelik gözetleme, gecesini kalkıp ibâdetle, gündüzünü oruçla geçirilen bin geceden daha üstündür." [22]
İbn Abbas (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen diyor ki: Resûlüllah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu duydum: 'İki göz vardır onlara ateş dokunmaz: Allah korkusundan ağlayan göz ve Allah yolunda gözetlemede bulunurken ölen göz..." [23]
Ebû Eyyûb (r.a.) den yapılan rivayette adı geçen şöyle demiştir: "Şu âyet biz ensa>* topluluğu hakkında inmiştir: Cenâb-ı Hak Peygamberine yardım edip İslâm'ı üstün kılınca biz ensar şöyle dedik: "Artık mallarımızla meşgul olup oturabilir miyiz ve işlerimizi düzene koyabilir miyiz?" Bunun üzerine Allah'u Teâlâ: "Allah yolunda harcamaya devam edin, kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın" âyetini indirdi. Kendi elimizle kendimizi tehlikeye atmamız, mallarımızla meşgul olup oturmamız, mallarımızı, işlerimizi düzene koymakla vakit geçirmemiz ve böylece savaşı terketmemizdir." [24]
Enes (r.a.) den yapılan rivayette, Resûliillah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Müşriklerle mallarınızla, ellerinizle ve dillerinizle savaşın..." [25]
Tahliller
Muâz hadîsini aynı zamanda îbn Mâce tahrîc etmiştir. Gerek İbn Mâce'nin gerek Tirmizî'nm isnadı sahihtir. Ebû Davud'un isnadında ise Bakıyye îbn Velîd bulunuyor ki bu zat hakkında çok şeyler söylenmiştir. Tirmizî ise Muâz hadîsini sahîhlemiştir. îbn Hibban ile Hakim de sahîhlemişlerdir.
Osman hadîsini Tirmizî tahrîc ettikten sonra "Hadîsin hasenün garîbün" kaydını koymuştur.
Selman hadîsini yine Tirmizî tahrîc etmiştir. Hadîsi, düşmana karşı gözetleme ve nöbette bulunmanın çok üstün bir amel ve büyük mükafata yol açan bir cihad olduğuna delâlet etmektedir.
İkinci Osman hadîsini Âhmed b. Hanbel tahrîc etmiş, Tirmizî de ona işarette bulunmuştur. Bu da diğer hadîsini kuvvetlendirmekte ve gerek serhatlerde, gerekse savaş günlerinde düşman saldırısına karşı tehlikede bulunmanın, nöbet bekleyip gözetleme yerinde uyanık kalmanın nafile namaz ve nafile oruçtan çok daha hayırlı ve sevabı gerektiren bir amel olduğunu ifade etmektedir.
Ebû Eyyûb hadîsini Nesâi ve Tirmizî tahrîc etmişlerdir. Tirmizî bunu hasenleyip sahîhîemiştir. îbn Hibban ile Hâkim de bunun sahîh olduğunu belirtmişlerdir.
Enes hadîsinin isnadındaki ricalin hepsi rical-i sahihtir. Aynı zamanda Nesâî bu hadîsi sahîhîemiştir.
Şüphesiz cihadın fazileti hakkında daha birçok sahîh ve hasen hadîsler bulunuyor, hepsini -kitabın hacmi müsait olmadığından- buraya almadık. Bütün bunlar islâm'ın, rahat; huzur, güven, şan ve şeref içinde ayakta durabilmek için her an güçlü ve en dikkatli şekilde müslümanların hazırlıklı olmasını emrettiğini göstermekte ve krvvetli olabilmek için de iktisadî ve ilmî yönden devamlı bir kalkınma ve gelişme içinde bulunmanın şart olduğuna işaret edilmektedir. [26]
Çıkarılan Hükümler
1. Cihad'm farziyeti kitap, sünnet ve icma' ile sabit olmuştur.
2. Cihada hazır olmak, bunun için gereken bütün tedbirleri almak ve caydırıcı bir kuvvet ve ordu meydana getirmek vaciptir.
3. Cihad, kâfirlerin azgınlık ve taşkınlıklarını önlemek, insanların din, ahlâk ve hürriyetini korumak, vatanı saldırıdan muhafaza etmek için Allah rızası gözetilerek yapılır.
4. Cihad çocuklar, deliler, hasta ve sakatlar, kadın ve köleler ve bir de yüksek seviyede olan ilim adamları dışında ergen olan her müslümana farzdır.
5. Farz ibadetlerden sonra cihaddan daha hayırlı bir amel yoktur.
6. Bir saat olsun savaşmaktan hasıl olan sevap ve mükâfatın ölçü ve sınırını belirlemek bile çok zordur. Zira Cenâb-ı Hakk'm mücahidlere ve şehidlere yönelen inayet ve rahmeti, atıfet ve ihsanı her türlü takdirin üstündedir.
7. Allah yolunda savaşırken yükselen toz ve duman ile cehennem kokusu aynı şahısta biraraya gelmez.
8. Savaşta yaralanan veya şehîd olan mü'min kıyamet gününde akan taze kanıyla birlikte kalkar ki o kanın kokusu misk kokusundan çok daha güzeldir.
9. Allah yolunda serhadîarda, düşmana karşı mevzilenen yerlerde gözetlemede bulunup nöbet bekleyenlerin gözlerine asla cehennem ateşi dokunmayacaktır.
10- Savaşı temenni etmek doğru değildir. Ama savaş kap:.sı açılınca Allah'a güvenip dayanarak sabr-u sebat göstermek farzdır. [27] |
|
|
|
|
ALTINOLUK
Cihad Nedir?..
Rabia Brodbeck
Sayı : 349 - Mart 2015
Bu modern dünyadaki milyonlarca tüketiciden de üstün bir tüketici vardır: İblis. Allah’ın yarattığı insan denen varlıkları tüketir. Bugün, daha önce hiç olmadığı kadar güçlüdür İblis. Bütün ülkeleri işgal etmiş, insanları birbirleriyle savaşmaya sürüklemiş ve birbirlerini öldürmelerine sebep olmuştur.
İnsanlığın babası olan Âdem (a.s.), şeytani tabiatın tam zıddıdır. O, sevgi, hayâ ve tevazu vasıflarını temsil ederken şeytan da haset, kibir ve inkâr vasıflarını temsil ediyor. Âdem (a.s.) kendi zaafına mukabil tam bir tanıma ve ikrar halinde bir şuura sahip olarak Yaratıcısı’nın Azamet, Kudret ve Celâl’i karşısındaki mutlak yetersizliğini hissediyordu. İşte şeytanı melekî varlığın en yükseklerinden lanetlenmiş şeytanlığa indirip ebedi hüsrana uğratan mühim nokta burasıdır. Şeytanın secde etmeye ve Allah’ın emrini tutmaya yanaşmaması tamamen kendisiyle meşgul olan kibirli ve hasedinin gözünü kör ettiği modern insana ne kadar da benziyor.
Modern insan tehlikede yaşar, kalbindeki hastalıklar manevi ölümüne yol açabilir. Yani cehalet, gaflet, şuursuzluğun karanlığı manevi bir intihara eşdeğerdir. Bu bakımdan Hz. Mevlana bu meseleden bahsederken sert bir üslup kullanır; “…Kendi ebedî hayatlarını kendi elleriyle katlediyorlar.” “Kişinin kendi nefsinin hevâ vü hevesini kovalaması Allah’tan kaçıp uzaklaşmak ve O’nun adaletinin huzurunda kendi mânevî varlığının kanını dökmek demektir.” Bu dünyada yaşarken mânen ölü bir halde olmak diri diri gömülü olmak demektir. Dr. Halûk Nurbaki şöyle der; “Mânâ ilimlerinde Allah’a sıcaklık duymadan, gönül makinesi susmuş ise, çalışmıyorsa, bu ölüdür, kesinlikle, komada filân değildir, bu ciddi bir ölüdür!”
Hz. Mevlana “İnsanın bedeni bir ormana benzer. O ilahi nefese aitsen bu bedenin farkında ol. Bedenimizde birçok kurt, domuz, dindarlık ve dindışılık, adalet ve adaletsizlik vasıfları var. Bedenimizde hangi vasıf galipse ona göre haşredileceğiz” buyuruyor.
Ebû İbrâhîm Buhârî Müstemlî, marifet nurlarının insan kalbinde parlamaya başlaması için ref’ edilmesi icab eden perdeleri anlatıyor: “Perdeler dörttür: dünya, nefis, insanlar ve şeytan. Bu dünya âhiretin perdesidir. Bu dünyayla sarmaş-dolaş olmuş her kimse âhiret ipini salmış demektir. İnsanlar kulluğun perdesidir. Kendisini insanlardan çıkarı için meşgul edip duran bir kimse kulluğu ve Rabb’e itaati terketmiştir. Şeytan dînin perdesidir; onunla iyi geçinen her kimse dînini terketmiştir. Nefs de Hakk’ın perdesidir. Nefsin hevalarına uyan her kimse Allah’ı terketmiştir. Allah Teâlâ buyuruyor ki, “Nefsinin hevâ ve hevesini kendisine ilâh edineni görmedin mi?
Bu dört perdeyi kaldıramadığı sürece insan ne âşık olabilir ne de görmeye başlayabilir. İçimizdeki ve dışımızdaki şeytanlara karşı koymak için, bu zorluklardan ve engellerden kendimiz kurtarmak için “cihat” mücadelesine girmemiz lazım. Çelik gibi bir iradeden mamul bir kılıç lazım bize bu cihatta; adam öldürmek için değil, hakikati örten engelleri kesip bertaraf eden, tıpkı Cenâb-ı Şâh-ı Velâyet Hz. Ali Efendimiz’in Zü’l-Fikâr’ı gibi bir kılıç.
Meşhur bir hadiste Allah Resûl’ü -bir gazvenin akabinde- “Küçük cihattan büyük cihada döndük” buyurmuşlardır. Efendimizin büyük cihatla kastettiği içimizdeki düşmanımız olan bizzat kendi nefsimizle olan mücadeledir. Kendi varlık zehabımızı kuvvetlendiren egomuzla yaptığımız mücadele, savaş meydanında fizikî düşmanlara verilenden çok daha çetin, çok daha kıran kırana bir mücadeledir.
Cihad, kendimizi kötülükten, şeytânî kuvvelerden, sahte tanrılardan ve kalbimizi istila edip orada hüküm süren putlardan temizlemekle olur.
Hz. Mevlânâ, “Dünya hastalıklarının ve marazlarının en son çaresi kılıçtır. Artık Cihad zamanı geldi! Kalk ey Sofi, savaşa katıl! Şehvetin başını açlıkla kes! Yahninin başında ellerini ovuşturma! Derviş, bedenini de ruhunu da verir. Bu, her cömertçe davranışın düsturudur. Onları ateşe at, çünkü ateş hamı dönüştüren bir simyadır. Bedene cömertlik seni hamlaştırır, fakat bedenin sıkıntıları seni olgunlaştırır. Dînin sıkıntılarına tahammül göstermediğin sürece îmânın talihini kazanamazsın,” buyurmuştur.
Cihad nedir? Dünyaya olan bağlılığı kesmek ve kendini feda etmek. Doğruya ulaşmak için verilen savaşta kişinin kendisini vermesi. Sevgili’ye ulaşma çabalarıyla yanması. Kalbin aynasının egoist vasıflardan temizlenip saf hale gelmesi. Varlık çölünde ab-ı hayatı aramak.
Denebilir ki cihad etmenin âfâki boyutu insan öldürmek değil, insanları Allah aşkı yoluna kazanabilmektir. İçsel savaşa girmek, yani cihat etmek bir muhabbet işidir. İnsan doğruya ulaşma yolunda muhabbet savaşı verdiğinde kendi kalbinin sahibi ve kendi kalbinin sultanı ve kendi kendini yenen bir aslan olur.
Peygamber Efendimiz s.a.v. buyurmuştur ki; “Her dinin bir ruhbanlığı vardır, benim dinimin ruhbanlığı cihaddır.” İslam dininde tüm kadın ve erkekler hayatın her alanında muazam bir sorumluk taşırlar. Hıristiyanlıkta rahiplerin birer çoban oldukları ve sürülerinden sorumlu oldukları söylenir. İslam’da, aksine, herkes kendi rahibidir, kendi çobanıdır ve kendi hayatı ve sürüsünden mesuldür. İnsanoğlu algısal melekelerine sahip çıkabilecek kabiliyete sahip. İlahi aynada kendine ait bilgiyi müşahede edebilir, görülmeyeni görebilir ve kendi varlığının aynasında Allah’ın güzelliğini müşahede edebilir. Böylece insan irfan kaynağı olur. Kendi zamanının kahramanı olur. Kendi nefsini yenerek galip olur. Kabe’nin birliğinin temelini inşa eden mimar olur. Kendi mukaddes alanını inşa eder ve kendi zamanına bir kutsiyet verir.
Önemli olan şudur; Cihad yapmadıkça Muhammed ahlakına varamayız. Kendimizi feda etmeden kurbiyet cennetine varamayız. Nemrut’un ateşinde yanmadan gül bahçesine giremeyiz.
Şems-i Tebrizi kendisi cihat hakkında şiddetli bir yorum veriyor; “Peygamber Efendimiz sav. şöyle buyurmuştur; “Küçük cihattan (savaştan) döndük – şimdi büyük savaşa başlıyoruz”. Büyük şavaş oruç değil, namaz değil! Büyük savaş toplumda bulunmaktır (toplumda bulunupta nefsimize hâkim olabilmektir).”
Bugün ki İslam coğrafyasında istesekte istemesekte hepimiz kendimizi o savaşın için buluyoruz. Bu konuda Hz. Mevlana’ya; “Cihad nedir?” diye soruyorlar. “Deliler elinden silah almaktır” diye cevap veriyor. Prof. Nevzat Tarhan bir yorum veriyor; “Sağlıklı düşünmeyen bir insanın elinde silah olursa kan akar. Silahı onun elinden almak bir cihattır. Kötülük yapacak insanın kötülüğüne engel olmak cihattır.”
.MUSTAFA ÖSELMİŞ.NET
A-CİHAD NEDİR:
Cihad, güç, takad, meşakkat, uğraşmak anlamlarına gelen cehd kelimesinden gelir.
Cihad, din için, millet için, Allah için, maddi ve manevi varlığımızı korumak için yapılan mücadelenin adıdır.
Cihad, toplumu dinamik tutmanın ve toplumun değerlerini korumanın yegane yoludur. Cihadı terk eden toplumlar, kendilerini çöküşten, sonra da yok oluştan da kurtaramazlar. Bu yüzden, cihad da hayat vardır. Toplumda ilk uyarılması gereken duygu cihad duygusu olmalıdır.toplumlar hedefsizlikten, ölülerin temsilcisi olmaktan ancak cihadla kurtarılabilir.
Yaşayabilmek, maddi ve manevi varlığımızı koruyabilmek için cihad şarttır.
Cihadın başka bir gayesi de, Allah’ın adını yüceltmek, yeryüzünde kötülük kalmayıncaya kadar kötülerle, kötülüklerle mücadele etmektir. Prof. Dr. Muhammed Hamidullah’ın ifadesiyle: “ Dünya menfaati beklemeden Allah’ın adını üstün kılmaktır.”
Bugün cihad denince, eline kılıç alıp savaşmak şeklinde anlaşılmamalıdır. Yerine ve zamanına göre cihadın şekli değişir. Ulu orta ben cihad edeceğim diye ortaya çıkılmaz. Hz. Peygamber ve Ashabı, 13 sene eziyet ve sıkıntılara katlandıktan sonra cihad izni verilmiştir.
Başka bir husus da nefisle cihadtır. İslam’ın Yüce Peygamberi: “ Gerçek mücahid, nefsiyle cihad edendir” buyurmuştur. ( Kütüb-i Site:5/988) Buna göre düşmandan önce nefisle cihad gelir. Düşmanla ve bize her vesile ile vesvese veren şeytanla cihaddan önce nefisle cihad gelir. Nefsini yenemeyen düşmanı yenemez, şeytanla baş edemez.
Cihad, Allah rızası için olan bir ibadettir. Sırf Allah rızası için yapılmayan mal can pahasına da olsa fedakarlık cihad değildir. Bunun içindir ki, gerçek Müslümanların yaptığı cihadda bencillik yoktur, gurur yoktur, menfaat düşüncesi, gasp, tecavüz, yağma, haksız yere katl görülmemiştir.
Cihad, her Müslüman’a dini bir borçtur. Her Müslüman’ın yapabileceği bir şey mutlaka vardır. El ile de, dil ile de, kalp ile de cihad yapılır. Hakikatı söylemek, iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, kötülere ve kötülüklere tepki göstermek, iyiliğe arka çıkmak, tatlı söz söylemek ve İslam’ı anlatmak cihad sayılan davranışlardır. İnsanlara rahatsızlık veren ufak bir şeyi yok etmek ibadettir.
Cihad, Allah’ın dinini yeryüzüne yaymanın ve yeryüzünde fitne fesat kalmayıncaya kadar yapılacak her türlü mücadelenin adıdır.
Cihad bir saldırı hareketi değildir. Cihadı savaşla veya terörle yan yana kullanmak doğru değildir.
Cihad, insanlığı hakka davet etmektir. Hakkı yeryüzünde hakim kılma hareketidir.
Cihad, nefse ve kötü arzularına karşı mücadele etmektir.
Cenab-ı Allah şöyle buyurur:
“Allah uğrunda gereği gibi cihad ediniz.” (Hac suresi:78)
Bazıları cihadı sadece düşmanla savaşmak olarak değerlendirirken bazıları da kendi üzerlerine cihadın düşmediğini sanırlar. Cihad, her konuda, her yaşta, her Müslüman’ın görevidir.
Dinimizde ibadet malla yapılır, bedenle yapılır veya hamalla hem bedenle yapılır. Cihad da en büyük ibadetlerdendir. Kur’an’da: “İnananlar, ancak Allah’a ve Peygamber’ine inanmış sonra şüpheye düşmemiş; Allah uğrunda mallarıyla, canlarıyla cihad etmiş olanlardır. İşte onlar doğru olanlardır” (Hücurat:15) buyurulmuştur.
Mal ile cihadın gerekli olduğunu şu ayetten anlıyoruz:
“Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla savaşın. Bilseniz bu sizin için ne kadar hayırlıdır” (Tevbe:41)
Gerekirse Allah için ölümü göze alarak, yalnız Allah’tan korkarak, canla yapılan cihadın da önemi büyüktür.
Ayrıca insanların eksikliklerini tamamlamak yanlış inanç ve düşüncelerini düzeltmek, insanları İslam’ın güzelliklerine davet ederek faydalı davranışlar kazandırmak cihadın temeli teşkil eder.
İyi düşünmek, iyiliğe çığır açmak, hak sözü söylemek, doğrularla beraber olmak, dini çekinmeden yaşamak, böylece başkalarına örnek olmak, Allah’ın emirlerini ve Peygamberin sünnetini yerine getirmek ve iyi bir Müslüman olmak; inanca ve inananlara yönelik davranışlara tepki göstermek günümüzün en büyük cihadıdır. Bir hadislerinde peygamber (A.S.):
– “Zalim sultanın yanında gerçeği söylemek en büyük cihadtır” buyurmuştur. ( K.Sitte. 1. Canan: 1-96)
B – HANGİ AMEL DAHA ÜSTÜNDÜR
Peygamber Efendimizin dilinden en hayırlı amelin hangisi olduğuna bakalım:
Ebu Hureyra (R.A.) nakleder:
“Peygambere soruldu:
– Hangi amel daha efdaldir ?
– Allah’a ve Peygamber’e iman etmek
– Sonra hangi amel efdaldir?
– Allah yolunda cihad etmek” (Riyuz üs – Salihin: 1290)
Bu ifadelere göre Allah’a ve Resulüne imandan sonra en üstün ibadet cihadtır.
Ebu Zer (R.A.) Peygambere sorar:
– Ya Resulallah ! hangi amel daha faziletlidir?
– Allah Resulü şu cevabı verir:
– Allah’a iman etmek ve Onun yolunda çalışmaktır” (Age:1292)
– Ebu Said el-Hudri şöyle der:
– Bir adam geldi Peygamber Efendimize sordu:
– İnsanların hangisi efdaldir?
– Peygamber Efendimiz cevap verdi:
– Allah yolunda malı, canı ile mü’min kimsedir.” (Age:1294)
– Bera(RA) anlatır:
– Silahlı bir adam Peygamberimize geldi ve dedi ki:
– Ya Resulullah! Size yardımcı olarak savaşayım mı? yoksa Müslüman mı olayım?
– Peygamber Efendimiz:
– Müslüman ol ondan sonra savaş” buyurdu.
– Adam Müslüman oldu, sonra savaşa katıldı. Kısa bir zaman sonra şehit oldu. Bunun üzerine Peygamberimiz:
– Az iş yaptı çok ecir kazandı.” Buyurdu. (Age:1315)
– Başka bir olay da şöyledir:
– Hayber Yahudilerinin çobanlığını yapan yaser, Peygamberimize şöyle der: Ben iman etsem, sonra da savaşıp ölsem şehit olur cennete gider miyim?
– Peygamberimiz ona:
– Evet cevabını vermiştir. Bunun üzerine yaser, Müslüman olmuş, savaşa başlar başlamaz da şehit düşmüştür. Bir vakit bile namaz kılamamış olan yaser’in Peygamber cenaze namazını kılmış ve:
– Allah yüzünü ve kokunu güzelleştirsin, sevabını çoğaltsın ey yaser! Demiştir.
– Unutmamamız gereken bir olay da şöyledir:
– Numan bin Beşir (RA) anlatıyor:
– “Ben Cuma günü Hz. Peygamberin mimberinin yanında otururken bir adam:
– Ben hacılara su dağıtmaktan başka faziletli bir amel bilmiyorum” dedi.
– Bir başka adam;
– Ben de Mescid-i Haram’ı tamir etmekten başka hayırlı bir amel bilmiyorum” dedi.
– Başka bir adam da söze karıştı:
– Allah yolunda cihad etmek, her ikinizin de dediğinden efdaldir” dedi.
– Bunun üzerine Hz. Ömer (RA) onları azarlayarak:
– Resullullah’ın minberinin yanında yüksek sesle konuşmayın. Namazı kıldıktan sonra ihtilaf ettiğinizin hangisinin efdal olduğunu soracağım” dedi.
– Resul-i Ekrem (AS) Efendimiz, mescide girince şu ayet nazil oldu:
– “Siz hacılara su dağıtma işiyle, mescid-i Haram’ın imanını Allah’a ve ahiret gününe iman edip Allah yolunda cihad eden kimsenin işi gibi mi tuttunuz? Bunlar Allah katında bir olmaz”.(Tevbe:19)
– Bir vesile ile sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmuşlardır:
– “Ben cihada denk bir amel bulamıyorum. Nasıl bulunsun ki? Mücahit yola çıktığı zaman biriniz mescide girip, ara vermeden namaz kılıp, ara vermeden oruç tutmaya takat getirebilir mi? Buna kimin gücü yeter?
– Cihadta bütün yeryüzü infak edilse yetişilemeyecek sevap vardır. Sevgili Peygamberimiz (AS) Abdullah bin Revahan’ın, bir askeri birlikle beraber sefere çıkmasını emir buyurmuştu.
– O gün Cuma günü olduğu için Hz.Abdullah, arkadaşları ile beraber yola çıkmamış, kendi kendine:
– Biraz ağır davranır. Allah’ın Resulü ile beraber Cuma namazını kılarım, sonra hızlı hareket eder onlara yetişirim” diye düşünmüştü.
– Peygamberimiz onu görünce:
– Niçin arkadaşlarınla birlikte erkenden gitmedin? Diye sordu. Abdullah şöyle cevap verdi:
– “Seninle Cuma namazını kılmak istedim, nasıl olsa onlara yetişirim diye düşündüm.”
– Bunun üzerine Allah’ın Resulü şöyle buyurdu:
– Yeryüzündeki her şeyi Allah yolunda infak etmiş olsaydın yine arkadaşlarının erken çıkmalarının sevabını elde edemezdin”
– Cihad Allah’ın en çok sevdiği bir ameldir. İlahi rıza en çok bu yolla kazanılır. Bu yüzden büyüklerimiz mal servet biriktirmemiş gece yataklarında rahat yatıp uyumamıştır. Malları ile canları ile mücadele etmişler, Allah yolunda din için, millet için, vatan için şehit olmayı en yüksek rütbe bilmişlerdir.
– Sözün özü; hayat kısa bu kısa yolculukta çok şeyde kazanılabilir, çok şey de kaybedilebilir.
– Erhadı hayatımızın her anına yayarken, cihadı dar manası ile ele alıp bütün amellerden üstündür derken, diğer amelleri de küçümsememeye dikkat edilmelidir. Müslüman olmadan dinin emri olan cihad yapılamaz.
CİHAD FARZDIR
Allah Kur’an da cihadı emretmiştir. Peygamber(SAV) de cihadın her çeşidini Müslümanlara görev olarak vermiştir. Bunun için cihad farzdır. Müslümanların malını, canını, ırzını, şerefini, korumaları için farz olmuştur. Peygamber Efendimiz de İslam’ı cihadla yaymış, Müslümanları cihadla korumuştur. Peygamber Efendimizden sonra da Müslümanlar yeryüzüne Allah’ın adını cihadla yaymış, kötülükleri, cihadla yok etmeye çalışmışlardır. Çanakkale Destanı ve Milli Mücadele, cihad ruhu ile yazılmış ve kazanılmıştır.
Cenab-ı Allah şöyle buyurur:
“Ey inanalar! Allah yolunda cihad edin ki, kurtulasınız”.(Maide:35)
“Hepiniz Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihad edin.Bilirseniz bu sizin için hayırlıdır”.(Tevbe:41)
“Savaş – hoşunuza gitmediği halde – size farz kılındı. İhtimal ki hoşlanmadığınız şey sizin iyiliğinizedir. Ve ihtimal ki sevdiğiniz bir şey sizin aleyhinizedir. Siz bilmezsiniz Allah bilir.” (Bakara:216)
Bu ayetlerde belirtildiği gibi cihad da hayat vardır. Cihad kurtuluş yoludur. İnananlar için hayırlıdır. Bunun için de farz kılınmıştır.
Bu konuda sevgili Peygamberimiz de şöyle buyurmuştur:
“Cihada çağrıldığınız zaman, cihada koşun” (Kütüb-i Sitte:17/866)
Ebu Hüreyre (RA) Resullahın şöyle buyurduğunu haber vermiştir:
Cihada iştirak etmeden ve cihad niyeti taşımadan ölen (Müslüman) bir çeşit nifak üzere ölmüştür.”(Müslim,İmare:158)
“Siz müşriklerle mallarınız canlarınız ve dilinizle cihad edin” (Riyaz-üs-Salihin:1354)
“Sizden biriniz çirkin bir iş görürse onu eliyle değiştirsin; eğer buna gücü yetmezse diliyle değiştirsin; buna da gücü yetmezse kalben nefret etsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir” (Age:183)
Peygamber Efendimizin hadislerine göre cihad, gerektiğinde cihada koşmamız mallarımızla canlarımızla cihad etmemiz emredilmiş, çirkinlikleri de ellerimizle, dilimizle değiştirmemiz gücümüz yetmez, ortam müsait olmazsa, gönülden tepki göstermemiz istenmiştir. Tepki göstermeyen cihad ruhu taşımadan ölenin ise bir çeşit nifak üzere öleceği bildirilmiştir.
Batıl dinleri için misyonerler gece gündüz, en zor şartlar altında harıl harıl çalışırken “ Müslüman’ım” diyenlerin bir kenara çekilmesi, olan biteni seyretmesi ne Kur’an a ne de Peygamberin sünnetine uygundur.
Cihad kıyamete kadar devam edecektir. Rabbimiz: “Nasıl cihad etmek gerekiyorsa öyle cihad edin” (Hac:78) buyurur.
Dünya durdukça cihad durmaz.
Kanuni Sultan Süleyman: “İstersen sulh-u Salah, hazır ol cenge” demiştir.
Müslüman vebalden kurtulmak için her an hizmete hazır ve istekli olmalıdır.
CİHAD TERK EDİLMEZ
Ne demişler? Eğer barış ve huzur istersen güçlü olacaksın, kavgaya hazır olacaksın.
Atalarımız “ su uyur düşman uyumaz” derken her an düşman tehdidine karşı hazır olmuşlar, asla gaflete dalmamışlardır.
Yakın zamana kadar bir olay olsa, insanımız o olayın şokunu kolay kolay üzerinden atamaz. Mağdur olan kardeşlerinin acısını paylaşırlardı. Her konuda son derece duyarlı davranırlardı.
Günümüzde bakıyorsunuz kıyamet kopuyor. Ardı ardına birbirini kovalıyor. İnsanlara bakıyorsunuz hissiz, duyarsız, üzerlerine ölü toprağı serpilmiş sorumlu durumda olanlara bakıyorsunuz halktan kopmuş, zevk-ü sefa sürüyor.
Kötülükler almış yürümüş, insani, ahlaki ve manevi değerler unutulmuş, şahsi menfaatler ön planda. Sultan 2.Mahmut zamanının ileri gelen alimlerini toplamış ve onlara:
Dünyanın sonunun gelip gelmediğini nasıl anlarız? Diye sormuş, herkes bir şeyler söylemiş ama padişah bir türlü tatmin olmamış, sonunda yaşlı bir alim şu cevabı vermiş:
Devletlüm; halkın ağzından “neme lazım” sözü dolaşmaya başlayınca bilin ki dünyanın sonu yaklaşmıştır demiş.
Bu cevap padişahın hoşuna gitmiştir.
“Bana ne, bana dokunmayan yılan bin yaşasın” “Gemisini kurtaran kaptan” gibi egoist düşüncenin ve hayat tarzının yayılması hayra alamet değildir. Kurtuluşun değil, felaketlerin habercisidir.
Bugün ekseriyet, kurtuluşu kişilerde, siyasi partilerde ararken bir kısım da kurtuluş ümidini kaybetmiştir. Kokmayı, kokuşmayı, bozulmayı önleyecek olan tuz ise kokmuştur.
Bütün bunlara karşılık kurtuluş için diriliş hareketlerini de gözden uzak tutmamak gerekir. Bize düşen, bu hareketi hızlandırmaktır. Nuh’un gemisi kalkarken boğulacak olanların arasında kalmamaktır.
Cenab-ı Allah şöyle buyurur:
– Ey iman edenler ! Allah’tan korkun, ona bir yol arayın ve onun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.” (Maide:35)
İşte kurtuluş yolu. Çaba sarf etmeden kimse kurtulamaz.
– “Fitne ortadan kalkıp, din yalnız Allah’ın oluncaya kadar, onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse bilin ki, düşmanlık ancak zalimlere karşıdır.” (Bakara:193)
– “Sizden öncekilerin başına gelenlerin benzeri, sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannediyorsunuz?” (Bakara: 214)
– “Yoksa, Allah içinizde mücadele edenlerle, sabredenleri hiç belli etmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız?” (Ali İmran:142)
– “İnsanlar “inandık” deyince, denenmeden bırakılacaklarını mı sanırlar?” (Ankebut: 2)
Bu ayetlerde kısaca özetlersek cihad kurtuluş yolu olarak gösterilmiş, cihad emredilmiştir. Ayrıca yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve Allah’ın dini yeryüzüne hakim oluncaya kadar küfür ehli ve zalimlerle uğraşmamız emredilmiştir. Dah sonra da cennete kolayca girilemeyeceği, “İnandık” demenin pek anlamı olmadığını, ancak Allah yolunda mücadele edenlerin cennete gireceği uyarısı yapılmıştır.
Sevgili peygamberimizin uyarısı da şöyle:
“Cennet size ayakkabınızın bağından daha yakındır. Cehennem de öyledir.”(Riya zül Salihin:105)
Allah resulünün bir ikazı da şöyle:
“Sakın zulmen öldürülen birinin yanında durma! Çünkü orada hazır bulunup da onu müdafaa etmeyenin üzerine lanet yağar. Sakın mazlum olarak dövülen bir kişinin yanında durma! Çünkü orada hazır bulunup onun müdafaasını yapmayanın üzerine lanet iner.” (İhya:5/145)
Peygamber efendimizin ifadelerine göre, bizim yaşayışımıza göre cennet de cehennem de bize çok yakındır. Ona göre hareket etmeliyiz. Haksızlık ve zulüm sayılabilecek olaylar karşısında da suskun, tepkisiz kalmamalıyız. Zira üzerine lanet yağan insanın, cennete yakın olması zordur.
Eski bir Türk atasözü vardır: “Oturak olmayasuz” diye. Destanlarımıza, mitolojimize bakacak olursak pasiflik yoktur. İslam’ın emri de hareketliliktir. Dünya durmuyor, dönüyor biz durursak asla olmaz. Unutmamak gerekir ki, mikroplar durgun suda çoğalır. Eğer akan su gibi olursak, pislik tutmayız, mikroplar bünyemizde barınamaz.
Bir başka husus da düşman her zaman fırsat kollar, asla acımaz, hele zayıf ve gafil görürse tekin durmaz. Bu demektir ki, her zaman uyanık ve hazırlıklı olmalıyız. Ancak o zaman millet olarak dünya milletleri arasında varlığımızı sürdürebiliriz.
M. Zahid Koktu Hz.leri de şöyle der:
“Cihad o kadar mühimdir ki, her Müslüman hatta kadın, erkek, çoluk, çocuğun buna hazırlanması gerekir. Zira bir mü’min gazalara gitmeden ve gazaya hazırlanması gerekir. Zira Mü’min gazalara gitmeden ve gazaya hazırlanmadan ölürse, o münafıklıktan bir şube, bir parça üzerine ölür ve yine bir insan gaza etmez veya gazaya giden bir Müslüman’ı teçhiz etmez veya bir gazinin evine bakmazsa, böyle olan kimsenin ansızın başına, öyle tehlikeler gelir ki, içinden bir daha çıkamaz.”
Sosyal, kültürel ve ahlaki bozulma karşısında herkese görev düşmektedir. “Ben bir şey yapamam” yok. Bugün yeryüzünde işe yaramayan hiçbir şey yok. İnsan mı işe yaramayacak ?
İçinde yaşadığımız toplumu her yönü ile saran, tehdit eden tehlikelere karşı hepimizi psikolojik, ekonomik ve kültürel mücadele bekliyor. Çünkü bizim ve toplumun huzuru, kurtuluşu verilecek mücadeleden sonra gelir.
Kendi yükümüzle beraber başkalarının da yükünü taşıdığımız, herkesten ve her şeyden sorumlu olduğumuz unutulmazsa, iki cihan saadetini hak ederiz.
E – CİHADI TERK CEZAYI GEREKTİRİR
Bakın şair ne güzel demiş:
“Korkma düşmanda ki ateş olsa yandırma seni!
Müstakim ol hazreti Allah utandırmaz seni!”
Cihaddan kaçmak olmaz, cihadı terk etmek, helak olmaya rıza göstermek olur.
Atalarımız, sürekli Allah rızası için cihad ettiklerinden hep barış ve huzur içinde yaşamışlardır. Cihadı terk etmedikleri için düşmandan korkmamışlar aksine düşmanlarına korku vermişlerdir.
Tarihe baktığımız zaman dünyaya meyledip, cihadı terk edenler düşmanlarının korkusunu taşımış ve düşmanlarının esaretine düşmüşlerdir.
Ayrıca ölümden korkarak cihaddan kaçmak, kurtuluş yolu değil, genellikle ölümün davetçisidir. İnancımız açısından da büyük günahtır.
Fetih suresinin 12. ayetinde ölüm korkusu, malları ve aileleri yüzünden cihadtan geri kalanların hayırsız topluluk olduğu bildirilmiştir.
Mal gerçek Müslüman’larda tevhid mücadelesinin kılıcı olurken, imanı zayıf olanlar da azgınlıklarına vesile olmuştur. Bazıları da hakim olması gereken şeylere mahkum olduğu için helak olmuşlardır.
İslam’ın hayat anlayışı, pasif, korkak ve neme lazımcı bir anlayış değildir. “Allah cezasını verir” deyip kötüleri görmeyi emreder. Yok etmemizi emreder.
Endülüs’ün fethinde Tarık bin Ziyad gemileri yakmış: “Arkanız deniz, önünüz düşman” diyerek fetih olayını gerçekleştirmiştir.
Korkmanın, kaçmanın ecele faydası yoktur. Korkaklıkta zillet, cihadta şeref vardır. İnanan ancak Allah’tan korkar, ölürse de şehitlik şerefine nail olur.
Cihadtan korkanın, cihada hazırlanmayanın kalbine düşman korkusu yerleşir. Bu da büyük bir bela olup felaketlere sebep olur.
Peygamber efendimiz (AS):
“Bir insan için herhangi bir makamda hazır bulunduğunda orada hak varsa,
hak varsa, onu söylemekten başka uygun bir durum yoktur. Çünkü hakkı müdafaa etmesi, ne onun ecelini ileriye alır, ne de onun için takdir edilen bir rızktan kendisini mahrum eder.” (İhya: 5/146)
Peygamber Aleyhisselam bir gün müşriklerin Kur’an-ı dinlemelerini istedi. “Kim açıktan Kur’an okur” diye sordu. Abdullah bin Mes’ud, ortaya atıldı. Çok zayıf olduğu için arkadaşları onun gitmesini istemediler. Buna rağmen ısrar etti: Kabenin yanına gidip Rahman Suresini okudu. Müşrikler üzerine çullanıp dövdüler. Yara bere içinde gelince Müslümanlar üzüldü.
Abdullah bin Mesut arkadaşlarına üzülmeyin Müşrikler gözüme bu kadar basit görünmemişti. İsterseniz yarın da aynı şeyi yaparım demiş.
Beşir bin Hasasiye der ki Peygambere sordum:
Sana biat edeceğim, hangi hususlarda biat edeyim?
Peygamber Aleyhisselam şöyle dedi:
Allah’tan başka tanrı olmadığına benim O’nun elçisi olduğuma şadet edeceksin, beş vakit namazını kılacaksın, zekatını vereceksin, ramazan orucunu tutacaksın, hacca gideceksin, Allah yolunda cihad edeceksin dedi. Ben:
Bunlardan zekatla, cihad benim gücümün dışındadır. Zira develerimden başka bir şeyim yok. Ailemin geçimini zor karşılıyorum. Ayrıca ben korkak bir adamım “dedim” der.
Peygamber elini tutar, kuvvetlice sarsar ve der ki:
Ey Beşir! Sadaka, zekat verilmeyecekse, savaşa gidilmeyecek ve cihad edilmeyecekse, cennete nasıl girilir?
Cihad eden cennete gider cihadı terk edende ceza görür. Peygamberimiz şöyle buyurur:
“Allah bir topluluğa azap gönderince, o topluluğun içinde bulunan (iyi-kötü) herkese isabet eder. Sonra ahirette herkes amelleri üzerine haşrolunur. İyi amellerde bulunan mükafata, kötü amellerde bulunanlar da cezaya kavuşur” (Riyaz us-Salihin:1862)
Cenab-ı Allah, Ali İmran suresinin 145. ayetinde buyurduğu gibi Allah’ın izni olmadan hiçbir nefsin ölmesi mümkün değildir.Dünya menfaatini isteyene istediği,ahiret sevabını isteyene de istediğini verilir.
Sıcağı bahane ederek cihada gitmeyenlere cehennem ateşinin daha sıcak olduğu hatırlatılmıştır. (Tevbe Suresi:81) Ayetin devamında ise “yapmadıklarının cezası olarak Allah ve Peygambere imandan sonra Allah yolunda canla, malla cihad etmek gösterilmiştir, ayetin sonunda da “bu sizin için en iyi yoldur” denmiştir.
Konumuzla ilgili Peygamber Efendimizin birkaç hadisini nakletmek istiyorum:
– “Bir kimse gaza etmezse ve bir mücahid teçhiz edip onu gazaya yollamazsa veya gazaya askere giden kimsenin aile fertlerine iyi bakmazsa daha kıyamete varmadan, o kimse bir büyük belaya uğrar. (Riyaz us-Salihin:1353)
– Peygamberimizin hanımı Zeynep(RA) anlatır:
Bir gün Peygamber yüzü sararmış halde yanıma girdi ve “yaklaşan büyük şer yüzünden insanlara yazık olacak” dedi. Ben: “içimizde iyiler olduğu halde de felaketlere uğrar mıyız?” dedim. ”fenalıklar çoğalırsa” cevabını verdi.” (Age:187)
– “İnsanlar zalimi görür de zulümlerine mani olmazsa Allah’ın bütün insanları azap etmesi pek yakındır.” (Age:187)
– “İsrailoğulları arasında bozgunculuğun nasıl başladığını Peygamberimiz şöyle anlatır:
“Biri günah işleyen birine rastlar ona: “Allah’tan kork bu işi bırak; zira bu iş sana helal değildir.” Der. Ertesi gün o kişiyi aynı durumda görür. Onunla yiyip içmek de düşüp kalkmak da sakınca görmez. Allah ta bunun üzerine kalplerini birbirine benzetti.
Siz de ya iyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız, zalimi zulmünden men edersiniz, yakut Allah kalplerinizi birbirinize benzetir. Sonra sizi de İsraili lanetlediği gibi lanetler.” (Age:194)
Bir de müjde veren hadis nakledelim:
“Allah yolunda ayağı tozlananlara cehennem ateşi dokunmaz.” (Age:1308)
Görülüyor ki, cihadı terk etmenin bedeli ağır olduğu gibi her konuda cihada koşmanın da sevabı büyüktür.
Cihadsızlık felakettir. Kur’an da:
– “Ey iman edenler! Siz ne oldu ki, “Allah yolunda cihada çıkın!” denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz. Dünya hayatını ahirete tercih ediyorsunuz.” (Tevbe:38) buyuruluyor.
Hz. Peygamber de:” eğer siz öküzlerin kuyruğuna yapışır hile-i şeriyeli alışveriş yapar ve cihadı da terk ederseniz üzerinize öyle bir zillet gelir ki cihada dönmedikçe ve tevbe etmedikçe bunlardan kurtulamazsınız” diye uyarır. (Ramuz:148/1)
İslam’ın hayat anlayışı, pasif bir hayat değildir. Hem kendisi hem de başkaları için yaşanacak aktif bir hayattır. Eğer bizden önceki inanalar cihadı terk etselerdi, küfür ehli, iman ehline hayat hakkı tanımazdı. Başta Peygamberler olmak üzere en azılı düşmanlara karşı koymuşlardır. Müslümanlar küfür ve zulme rıza gösterip “Allah onun cezasını nasıl olsa verir” diyerek pasifize olmamışlardır, çileli bir mücadele hayatı yaşamışlardır.
İslam’da haksızlığı görüp de susmak, zalimin zulmüne boyun eğmek günahtır. Çünkü zalime boyun eğildikçe zulüm artar. Artan zulüm karşısında Müslüman seyirci kalamaz. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
– “Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşinize yardım ediniz.” Ashab:
– Mazluma yardımı anladık fakat zalime nasıl yardım ederiz? Peygamber:
– Onu zulüm yapmaktan alıkoyun, ona da böyle yardım etmiş olursunuz.” buyururlar.
İyice bilelim ki, Müslüman’ım deyip de cihad etmeyen, iyilikten konuşup ta iyilik etmeyen, kötülüğü görüp de karşısına çıkmayanlar üzerine Allah’ın gazabı yakındır. Hz. Ebubekir (RA): “Bir topluluk Allah yolunda cihadı terk ederse Allah onları zelil eder.”demiştir. Zalime günah işleyene seyirci kalanların toptan helak olacağını sevgili Peygamberimiz şöyle haber vermiştir:
“İnsanlar zalimi görürüler de onun zulmetmesine mani olmazlarsa Allah’ın topyekün gazabı yakındır.Bazı insanların günah işleyip diğerlerinin de ellerinde engel olma imkanı olduğu halde bunu yapmazlarsa o toplum Allah’ın topluca vereceği cezayı hak eder” buyurmuşlardır.
1919’un Temmuzunda bir İngiliz Subayı Denizli’ye gelerek oradaki milli hareketin ileri gelenleriyle bir görüşme yapar.
İngiliz Subayı Mr. İblik, Müftü Efendi tarafından kabul edilir.Subay der ki:
“Yunanlılar İzmir’e İtilaf devletlerinin emriyle çıkmıştır. Sizin direnmeniz onlara karşı demektir. Bundan vazgeçiniz, hakkınızda iyi olmaz..” Müftü Efendi sinirli ve sert bir cevap verir.
“Bizim dinimizde “ve cahidü…” diye emir buyurur. Biz cihada mecburuz.Bu cihad kime karşı ve nerede olursa olsun mutlaktır. Biz esir olamayız. Düşmanla çarpışacağız” der.
Cihadda büyük sevap vardır. Bir hadiste:
– “İslam uğrunda başına ak düşen kimse için kıyamet gününde bu ona bir nur olur” buyrulmuştur. (B. Hadis Külliyatı: 3/6098)
Müslüman inanır ki, bütün ümitler kesilse bile Allah’tan ümit kesilmez. Güzel bir örnek vardır.
Ebrehe, Kabeyi yıkacaktır. Ama küçücük Ebabil kuşları imdada yetişir, her şeyi yerle bir ediverir.
Herkesin bir hesabı olabilir, ama Allah’ın da bir hesabı vardır.
F- CİHADDA MAKSAT NEDİR ?
Salf suresinin 8. ayetinde şöyle bildirilir:
“Ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek isterler. İnkarcılar ne kadar istemeselerde Allah nurunu (dinini) tamamlayacaktır.”
Her şeyi düzeltivermek herkesi doğru yola getirivermek inkarcıları inandırıvermek bizim elimizde ve gücümüz dahilinde olan bir şey değildir.Bize düşen, bize emredileni yapmaktır.
“Nasıl olsa Allah dinini tamamlayacaktır biz kendimize bakalım başkaları bize zarar veremez” diyerek her şeyi bırakmak tek başına kurtuluş aramak da yanlıştır.
Cennetin yolu bir tek değildir, çoktur. Sonra Allah’ın hangi amelimizden razı olacağını da bilemeyiz. Bunun için ibadet sayılan her davranışı her ameli yapmak görevimizdir.
Bir hadis de şöyle buyurulur:
“ Allah ok yüzünden üç kişiyi cennetlik eder:
1) Allah rızası için oku yapanı,
2) Allah yolunda oku kullanıp afanı,
3) Oku afana vererek yardım edeni.” (Riyan üs-Salihin :1340)
Hizmette takva yolu seçilmelidir çünkü cihaddan maksat Allah rızasıdır. Allah’ın adını dinini yaymaktır,yeryüzünde kötülükleri yok etmektir. İnsanları kötülükten sakındırmak, insanı kurtarıp kazanmaktır. Zulmü durdurmak düşman tehlikesinden korunmaktır. Düşman tehlikesine karşı varlığımızı inancımızı savunmak, hayat hakkı elde etmektir.
İki olay nakletmek istiyorum:
Mekke’de herkesi şok eden bir olay: Mukammed’ül-Emin öldürülmüştü. On yaşlarında Zübeyr bir kılıcı sürüyerek sokağa fırlar. Önüne Allah Resulü çıkıverdi ve
– Zübeyr nereye? Diye sordu. Şaşıran Zübeyr
– Seni öldüreni öldürmeye gidiyorum ya Resulullah! Dedi.
Peygamber Efendimiz:
– Beni öldüreni ne ile öldüreceksin? Deyince bir eliyle kaldıramadığı kılıcı iki eliyle kaldıran Zübeyr:
– “ İşte bu kılıçla” dedi.
Yemame savaşında Ammarb. Yasir, yaşlı olduğu halde kendini muaf saymamıştı. Savaşın en şiddetli olduğu bir sırada bir ses: “Ey Müslümanlar cennetten mi kaçıyorsunuz? Bu ses kanlar içinde olan Ammar b. Yasir’in sesi idi ve adeta ölüme koşuyordu.”
İslam davası, Allah rızası için yapılmayan hiçbir için değeri yoktur. Allah ancak kendi rızası için yapılan işleri kabul eder. Şan şöhret için riya için menfaat elde etmek için iş yapanı mükafatlandırmadığı gibi aksine rezil eder, cezalandırılır.
Peygamber Efendimiz şöyle anlatmıştır:
“Kıyamet gününde ilk önce hesaba çekilecek olanlar şunlardır:
– “Şehit olmuş kimse huzura getirilir. Allah ona olan nimetlerini anlatır ve bunların karşılığı ne yaptın ? denir. O kul:
– “Senin yolunda cihad ettim, şehit oldum” der.
Allah:
– Yalan söylüyorsun, “cesur” desinler diye savaştın, senin için de öyle denildi” der.
Sonra emir verilir, yüzü üzerine sürüklenerek cehenneme atılır.
İlim öğrenmiş, başkalarına öğretmiş, Kur’an okumuş kimsedir. Ona da kendisine verilen nimetler hatırlatılır. Ona da bu nimetlerin karşılığı ne yaptığı sorulur.
– “İlim öğrendim, başkalarına da öğrettim ve senin rızan için Kur’an okudum” der. Allah ona:
– “Sen yalan söylüyorsun. “Alim” desinler diye ilim öğrendin, öğrettin. Kur’an-ı gösteriş için okudun. İstediğin oldu…..” denir.
Emir verilir yüzü üstü sürüklenerek cehenneme atılır.
Üçüncü olarak Allah2ın kendisine bol bol nimetlendirdiği her çeşit maldan ihsan olunan biri getirilir. Kendisine bu nimetler hatırlatılır. Bunların karşılığı ne yaptığı sorulur.
– “Senin rızan için infak ettim” der.
Allah:
– “Yalan söylüyorsun sen “cömert” desinler diye bu işi yaptın. İstediğin oldu. Sana cömert dediler” buyurur.
Sonra o da yüzü üzerine sürüklenerek cehenneme atılır. “Allah rızası için olmayan işte hayır olmayacağı bildirilmiştir. (Müslim:6/152)
Sabah kalkınca o günü son gün, günün sonunda da o geceyi son gece bilip kendimize günün başında Allah rızası için ne yaptığımızı düşünmeliyiz. Bütün gayemiz Allah rızası ve Allah’ın adının yayılması olmalıdır.
Biri Peygamber Efendimize şöyle der:
– “Adam vardır mal için, kimi şöhret için, kimi cesaretini göstermek, kimi gazabından dolayı mücadele eder. Bunların hangisi Allah yolunda gayret sarf etmiş olur?”
Peygamberimiz şöyle cevap verir:
– “Allah’ın adı ve dini üstün olsun diye mücadele eden kişi, Allah yolunda mücadele etmiş olur.” (Riya zül Salihin:1348)
Nakledildiğine göre Cenab-ı Allah Yuş’a Aleyhisselam’a şöyle vahyeder:
“Kavminin iyilerini de kötülerini de helak edeceğim.”
Yuş’a Aleyhisselam:
– “Ya Rabbi şerliler tamam da, iyileri neden? Diye sorar.
Kendisine vahyedildi ki:
– “Onlar benim rızam için öfkelenmediler. Üstelik kötüleri terk etmediler, onlarla yiyip içtiler.”
Cihad, hactaki gibi görülmeyen şeytanı taşlamaya benzemez. Bilgi ister, fedakarlık ister.
Bilindiği gibi Hz. Ali (RA) öldürmek üzere olduğu hasmını, yüzüne tükürmesiyle öldürmekten vazgeçti. Sebebini soranlara:
– “Ben onu Allah için öldürecektim. O ise yüzüme tükürdü. Onu öldürmüş olsaydım şahsım için öldürmüş olacaktım.” Cevabını vererek örnek teşkil edecek davranış sergilemiştir.
Fatih Sultan Mehmet Trabzon’a giderken Sara Hatun’un:
– Bir Trabzon için bu kadar zahmete değer mi? Deyince
Fatih:
– “Allah elimize İslam’ın kılıcını vermiştir. Zahmetimiz din yolunadır. Bu zahmete katlanmazsak bize gazi demek yalan olur” cevabını vermiştir.
II. Bayezid son derece dindardı. Peygamberimizin: “Allah yolunda ayağı tozlananları, cehennem ateşi dokunmaz” hadisinden dolayı sefer sonraları elbisesindeki tozları toplamış, hayatının sonunda da kendisiyle beraber gömülmesini vasiyet etmiştir.
Milli Mücadele de analar oğullarına:
– “Bak oğlum, baban, ağabeyin şehid oldu. Eğer şu ezan susacaksa emdiğin süt haram olsun” diyerek son aile fertlerini de helalaşıp cepheye göndermişlerdir.
G – BOŞ ŞEYLERLE UĞRAŞMAK
Zaman zaman duyarız “vakit geçiriyorum.” Böyle deyip zaman öldüren anlamsız, faydasız işler yapanları sık sık görürüz. Nice eğlence vasıtaları var, zaman öldürüyor. Makam, mevki icabı deyip olmadık işler yapanlar, zaman böyle, zaman bunu gerektiriyor. Deyip ömür tüketenler, günümüzün tembel insanları…
Peygamber Efendimiz (s.a.) :
“Allah’ın kulundan vazgeçmesinin belirtisi, kulun boş şeylerle uğraşmasıdır” demiş.
Cenab-ı Allah:
“İnsanlardan özürsüz olarak yerlerinde oturanlar ile, mal ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler birbirine eşit değildir.” (Nisa:95) buyurmuştur.
Başka bir ayette de şöyle buyrulmuştur:
“Hayırlı işlere acele ediniz, iyilik hususunda yarış ederiz.” (Bakara:148)
Peygamberimiz de şunu tavsiye etmiştir:
“İyi ameller için acele ediniz; yakın zamanda karanlık geceler gibi bir takım fitneler vukua gelecektir ki, insan mü’min olarak geceler kafir olarak sabaha çıkar; mü’min olarak sabaha çıkar ve kafir olar geceler. Dünya malı mukabilinde dinini satar” (Riyaz üs Salihin:87)
İyi müslüman olmak, faydalı insan olmak hepimizin görevidir.
“Merhametten maraz doğar”, “İnsana yaranmaz”, “Ne yaparsan yap beyhudedir” deyip hizmetten kaçmak, zulme rıza gösterir derecede sabır göstermek, İslâm’i bir hayat anlayışı olamaz.
Doğru olan şudur:
“İnsanlar, ancak Allah’a Peygambere inanmış, sonra şüpheye düşmemiş; Allah uğrunda mallarıyla canlarıyla cihad etmiş olanlardır. İşte onlar doğrulardır.” (Hucurât:15)
Yangını görenle görmeyenin telaşı gibi imanı olanla olmayanın, imanı zayıf olanla kuvvetli olanın telaşı da bir olmuyor..
Sorumluluk duygusu, görev anlayışı olmayanlardan oluşan toplumlar hep çökmüştür. Başkalarının görev yapmaması, görevlerinde ihmal göstermesi, bizi asla görevimizi yapmaktan alıkoymamalıdır. Zaman zaman hele her günün sonunda o günde neler yaptığımızı, neleri yapamadığımızı düşünmeliyiz.
Tirmizi de nakledildiğine göre Ebu Hureyra (r.a.) şöyle anlatır:
“Adamın biri bir dağ yolundan geçerken bir yeşillik görür sular şırıl şırıl akmaktadır. Şöyle düşünür:
İnsanlardan uzak şurada yaşasam” der. Peygambere gelir, düşüncesini anlatır. Peygamberin cevabı şöyle olur:
– “Onu yapma, uzlete çekilme, sizden birinizin Allah yolunda çalışması, evinde yetmiş sene nafile namaz kılmasından efdaldir. Allah’ın sizi mağfiret etmesi ve cennete koymasını isterseniz Allah yolunda cihad ediniz.” işte bize uzanan bir mesaj…
Allah’ın veli kullarından bir Nil Nehrinden ağzına su alıp telaşlı telaşlı giden bir kurbağa görür:
– Nereye böyle der? Kurbağa:
– Duydum ki, Nemrut, İbrahim Peygamberi ateşe atmış, ateşi söndürüp İbrahim Peygamberi kurtarmaya gidiyorum, der.
Bunun üzerine Veli kul, gülüyor ve diyor ki:
– Sen neredesin İbrahim Peygamberin bulunduğu yer neresi? Diyelim ki vardın, ağzındaki su ile ne kadar ateş söndüreceksin? Kurbağa :
– Bunları Allah’ın veli kulundan mı duyacaktım. Diyelim ki, yetişemedim, İbrahim Peygamberi yakacak ateşi söndüremedim, hiç olmazsa bu yolda da mı ölemem, demiş.
Uhut Savaşı’nın tam kızıştığı bir sırada Hz. Peygamber eline bir kılış alıp şöyle demiştir:
– Bu kılıcın hakkını kim verecek?
Orada bulunanların çoğu:
– Ben veririm Ya Rasûlallah! Demiş.
Hz. Peygamber bu sesleri duymamış gibi tekrar sordu:
– Bu kılıcın hakkını kim verecek?
Yine birçok ses duyuldu. Hz. Peygamber, kılıcı gene kimseye vermedi. O sırada Ebu Dücâne sordu
– Bu kılıcın hakkı nedir?
Hz. Peygamber :
– Bu kılıcın hakkı eğilip bükülünceye kadar onu düşman üzerine çalmaktır. Ebu Dücâne:
– O halde kılıcın hakkını vermek üzere ben alıyorum, dedi. Tekbir getirerek düşman içlerine daldı. Gerçekten kılıcın hakkını vermiş, eğilip bükülünceye kadar düşmanla savaşmıştır.
Bizim de varlığımızın, gücümüzün, zamanımızın ve her imkânın hakkını vermemiz lâzımdır.
Cenab-ı Allah:
“Ey İman Edenler! Sabredin, düşmanlarınıza karşı sabır yarışı yapın. Hudutlarınızda nöbet bekleyin. Allah’tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz” (Al-i İmran:200) buyurmuştur.
Sevgili Peygamberimiz de:
“Şüphesiz cennetin kapıları, kılıçların gölgesi altındadır.” (Müslim:6/146) buyurarak cennetin kolay olmadığı bildirmiştir.
Cihad kolay bir iş değildir. Fedakârlık işidir. Nefsini yenen iman sahiplerin işidir. Sabırla sürekli yapılmalıdır. Zira diğer ibadetlerin kazası olur da cihadın kazası olmaz.
Cihad gençlik heyecanı ile yapılan bir iş olmadığı gibi hayatın belirli dönemlerinde belirli kişi ve kuruluşların görevi de değildir.
Peygamberimiz savaş dönüşü Ashabına hitaben şöyle buyurmuştur:
– “Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.”
Sordular:
– “Ey Allah’ın Rasûlü, nedir büyük cihad?”
Peygamber Efendimiz şöyle buyurdular:
– “Nefis ile savaşmaktır. Mücahid, Allah itaat yolunda nefsiyle cihad edendir.”
Nefsimiz bizim en büyük düşmanımızdır. Nefsin arzularını yenemezsek her şeye yenik düşeriz. Yapmamız gerekeni yaparız. Yapmamız gerekeni ihmâl ederiz. Çalışma olmaz, düşünme olmaz, anlamsız, nefsin isteği doğrultuda hayat yaşanır. Boş zaman artar, tatiller çoğalır, hergün bayram olur.
Bir adam Peygambere:
– “Ya Rasûlallah seyahat için bana izin ver” der. Peygamber ona:
– “Ümmetimin seyahati, Allah yolunda cihada gitmektir” buyurur. (Riyaz üs Salihin)
Hayatın hiçbir devresinde Cenab-ı Allah bizi unutmazken, bizim Allah’ı ve Allah’ın bize verdiği görevleri unutmamız olmaz. Birçoklarımızda tatili her şeyi bırakmak, çılgınlıklar yapmak anlamında değerlendirmektedir. Yakınen tanıdığınız birini arıyorsunuz “Seyahate çıktı” deniyor. Seyahatin sebebini soruyorsunuz, hiç… veya yazlık da, tatilde deniyor, aylarca ortada yok…
Tatil, iş yapmama, aylarca ortadan kaybolma manasına anlaşılmamalıdır. Tatil, çalışmanın şeklini değiştirmektir. Önce şunu belirtmek gerekir ki, İslâm’da ne tali vardır ne de emeklilik. İslâm her yaşta hayatın her devresinde dinamizmi emreder. Seyahat de, dinlenmek de Allah rızasına uygun olarak gerçekleşmelidir.
Cihad haçtaki şeytan taşlamaya benzemez. Bilgi ister, sabır ister, fedakârlık ister, devamlılık ister. Sonuç ise Cenab-ı Allah’a aittir. Bize çalışmak düşer.
Cenab-ı Allah:
“Onlar, ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek isterler. Kafirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır.” (Tevbe:32) buyurarak endişeye mahal olmadığını, nihai zaferin İslâm’ın olacağını vaat etmiştir.
Al-i İmran Sûresinin 139. ayetinde de:
“Gevşemeyin, üzülmeyin, inanmışsanız mutlaka en üstünsünüzdür” buyrularak zaferin, inananların olacağı müjdesi verilmiştir.
Allah’ın bu vaad ve müjdesi, bize güç kaynağı olmalı, kalbinde ve kalıbında cihad ruhu olmayanlar bile harekete geçmelidir.
Emeviler zamanında Ukbe b. Nâfi, atını denize sürer ve der ki:
– Ya Rabbi, bu deniz önümde engel olmasaydı, adını daha da ileriye götürürdüm, demiştir.
Dünyada sevabı ve faydası olmayan bir işin ahirette de faydası yoktur.
H – CİHAD SAYILAN DAVRANIŞLAR
Kur’an’da şöyle buyrulur:
– “Allah yolunda mallarınız harcayın. Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Cihad edenlere maddi manevi yardımda bulunun. Çünkü Allah iyilik yapanları ve ihsanda bulunanları sever.” (Bakara:195)
Cihad çok yönlü bir harekettir.
Bir hadiste : “Kim Allah yolunda bir harcama yaparsa, karşılığını yediyüz kat alır” buyurur. (B. Hadis Külliyatı : 3/6105)
– “Kim Allah yolunda cihad edene yardım ederse, o cihad ettiği müddetçe sevabına iştirak eder.” (İ.Canan Hadis Ans : 17/859)
Cihad, insanın sadece kılıç sallaması değildir. İnsanın nefsi için, ailesi için gösterdiği çaba cihattır. Hayırlı evlat ve iyi insan yetiştirmesi cihattır. Başkalarına muhtaç olmamak için çalışması da cihattır. (Ramuz:362/8)
Bugün ihtiyaç sahibi ailelerin ihtiyacını karşılamak da cihattır. (B. Hadis Külliyatı:3/6108)
Cihad niyeti de cihattır. Kötülüğe karşı çıkmak ve razı olmamak, hatta kalbi ile buğz etmek de yani kötüyü kötü görmek de cihattır, cihat sevabı kazandırır.
İslâm’ı güzel bir şekilde temsil etmek, dinin güzel gördüğü şeyleri tavsiye etmek, kötülükleri nehyetmek, sabır gereken yerde sabretmek cihattır.
Fitne ortamında ibadetle meşgul olup fitnelerden ve insanların şerrinden uzak kalmak da cihattır.
Bir hadislerinde Peygamber (s.a.) şöyle buyurur:
“Cihada iştirak etmeyen ya da bir gaziyi techiz etmeyen veya gazinin ailesi ve çocukların bakmayı üslenmeyenleri Allah büyük belaya uğratır.” (Ebu Davut, Cihad:17)
hayatının bir kısmını gafletle geçirenler, hayatlarının kalan kısmında daha çok çalışmalı ve diyet ödemelidir. Ebu Cehil’in oğlu İkrime öyle yapmıştır.
Müslüman gevşemeyecektir. İnanan insan her zaman üstündür. (Al-i İmran:139) Allah nasıl olsa nurunu tamamlayacaktır. (Tevbe:32) Allah inananları hiçbir zaman terk etmemiş ve yalnız da bırakmamıştır. Gösterilen gayretlerin de mükafatını zafer olarak, saadet olarak mutlaka vermiştir. Ahiretteki mükafatı da ayrıdır.
Halife Ömer (r.a.) Kumanda Amr B. As’a gönderdiği mektupta:
“Bana gönderdiğin mektubunda Rumların çok sayıda asker topladığından bahsediyorsun. Allah, Peygamberle beraberken bize sayımızın ve ordumuzun çokluğu sebebiyle zafer kazandırmadı. Biz Peygamber (s.a.) ile birlikte savaşırken, yanımızda sadece iki atımız vardı ve biz develere de nöbetleşe biniyorduk. Uhud savaşında da peygamber (s.a.) ile birlikte idik. Yanımızda sadece Allah’ın elçisinin bindiği bir tek at vardı. Allah, düşmanlarımıza karşı bize yardım ediyor ve bizi düşmanlara galip getiriyordu” diye yazarak, endişeye mahal olmadığın belirtmiştir.
Her zaman iman, Müslümanlar için güç kaynağı olmuştur. Sayılarının silahlarının üstünlüğü ile değil, iman ve ideal üstünlüğü ile akıl almaz zaferler kazanmışlardır. İnanıyoruz ki, Allah her zaman inananlarla beraberdir. Zafer inananlarındır.
H – CİHAD ETMEDEN CENNETE GİRİLMEZ
Cihad, etmeden, cihad niyeti taşımadan ölümü güzel bir ölüm olarak görmüyor peygamberimiz.
Allah bize hiçbir zorluk yüklememiş, yapamayacağımız emretmemiştir. Onun için kimsenin mazereti olamaz. Kimse hizmetten kaçmak için bahane uyduramaz.
Bir de İslâm da yapılan bir şey Allah rızası için olmadıkça hiçbir değeri yoktur. Ahirette sevap olarak karşılığı da olmayacaktır.
Bir adam Hz. Peygamber (s.a.)’a:
– “Bir kimse Allah yolunda cihad arzu ettiği halde bir de dünyalık isterse, durumu nedir?” diye sorar:
Hz. Peygamber de :
– “Hiçbir sevap yoktur.” Diye cevap verir.
Adam aynı soruyu üç defa tekrarlar. Peygamber (s.a.) da üç defa “Ona hiçbir sevap yoktur.” Cevabını verir. (İ. Canan, Hadis Ans : 4/1042)
İstiklâl savaşından sonra köy mezarlığında dolaşan bir gazi yanındaki arkadaşına bir mezar gösterip : “Bu vurdu”, başka birin gösterip : “Bu vuruldu” diğeri içinde : “Bu hem vurdu, hem vuruldu.” Cepheye değil dağa kaçanın mezarını göstererek : “Bu leş ne vurdu, ne de vuruldu” demiştir.
Cihad, her türlü endişenin, hesabın üstünde sırf Allah rızası için yapılırsa cihattır. Allah rızası için yapılmayan hiçbir amel insanı kurtarmaz. Bu konuda İslâm Tarihimizden birkaç olayı örnek olarak verelim:
Abdullah b. Zübeyr, Haccac tarafından kuşatılınca annesine:
– Herkes beni bırakıp kaçtı, düşman da teslim olmaya çağırıyor ne yapayım? Diye haber gönderir. Annesi:
– Bu işe Allah rızası için başlamış isen hak bildiğini yolda öl. Yok eğer, menfaat için başlamış isen o zaman ne yaşamanda, ne de ölmende hayır vardır” diye cevap vermiştir.
Hz. Ebubekir’in oğlu müslüman olmamıştır. Bedir savaşında baba oğul karşı karşıya geldiler. Daha sonra müslüman olan oğlu babasına:
– “Savaş boyunca karşıma geldin durdun ama kıyarak ok atıp, kılıç sıyıramadım” deyince EbuBekir (r.a.):
– “Savaş boyunca gözlerim hep seni aradı durdu ama bulamadı. Eğer bir görseydim, kafanı gövdenden ayırarak cehenneme gönderecektim.” Demiştir.
Üzerine cihad farz olup da cihad etmeyenin vay haline!
Dinimizin Allah’ın rızasını kazanmanın, cennete girmenin yollarını göstermiştir. Cenab-ı Hakk şöyle buyurur:
“Allah erkek ve kadın mü’minlere, altlarından ırmaklar akan cennetle sokmak, orada ebedi olarak bırakmak ve günahların af etmek için cihadı emretti. Bu Allah katında büyük bir kazançtır.” (Fetih Sûresi:12)
“Yoksa içinizden Allah cihad ederleri ve sabredenleri ayırt etmeden cennet gireceğiniz mi sanıyorsunuz?” (Al-i İmran Sûresi:142)
Uhut seferine çıkılacağı zaman topal olan Amr b. Cemuh atının kılıcının hazırlanmasını isteyince oğlu yaşlı ve topal olduğu için mazeretli olduğunu söyleyince Amr (r.a.) oğluna şöyle demiştir.
“Yazıklar olsun! Bedir muharebesinde cenneti kazanmama mani oldun, Uhut seferinde de mi nimetten alıkoyacaksın?”
Allah Rasûlüne sormuşlar:
– İmanda sonra en faziletli amel hangisidir? Cevap:
– Cihattır, olmuştur. (Buhari, İman:18) ve şöyle bildirmiştir.
– “Allah yolunda ayağı tozlanana cehennem ateşi değmez.” (B. Hadis Kül : 3/6091)
– “Cennet, kılıçların gölgesi altındadır” (Age:3/6095)
– “Kim Allah için, Allah yolunda, Allah’ın adını, devenin iki sağımı arasında geçen zaman kadar yer yüzüne yaymaya çalışırsa, cennet ona vacip olur.” (K.Sitte:3/990)
Buna göre cihadı terk eden cennete giremez.
SONUÇ
Cihad, günlük yapılan işler değildir. Sürekli, her zaman, her yerde ve her biçimiyle yapılmalı, topyekün bir mücadele olmalıdır. Nefsimizle, yakınlarımızla, içinde yaşadığımız toplumu saran tehlikelerle, inancımızı, milletimiz tehdit eden ideoloji ve güçlerin hepsiyle, psikolojik, ekonomik, siyasi ve kültürel her alanda yürütülmelidir. Zira mücadele bir bütün teşkil etmezse netice alınamaz.
Cihad, belirli kişilerin, belirli zümrelerin işi değildir. Ayrıca hayatın belirli dönemlerinde yapılıp diğer zamanlar terk edilemez. Yalnız ferdi kurtarma hareketi de değildir. Zira insan, kendi yükünün yanında daha nicelerinin de yükünü omuzlarında taşır. Bu bakımdan cihad, toptan, sınırsız ve kesintisiz kurtuluş hareketi değildir.
Cihadın en büyük özelliği, tavizsiz, inancını yaşamak, sabırla propaganda etmektir. İslâm tarihine bakacak olursak; Peygamberin ve ashabının def ettiklerini, yöneltilen her tehlikeye karşı ideolojik bir birlik halinde karşı koyduklarını ve ancak bu sayede zafere ulaştıkların görürüz. Taviz veren, sabır gösterilmeyen ve bir ideolojik birlik halinde olmayan hiçbir faaliyet uzun vadeli olmamış, hedefine de asla ulaşmamıştır.
Gayret… Cennet için gayret… Zillet için gayret… İnşallah muvaffak olacağız nihayet…
M. Akif’in ifadesiyle:
“ Ecdadını zannetme asırlarca uyurdu,
Nereden bulacaktın o zaman eldeki yurdu.
Üç kıtadan kaynayan izleri şahit,
Dinlenmedi birgün o nebiyi mücahit.”
YENİDÜNYADERGİSİ
MAL İLE CİHÂD ETMEK
Kendisinden başka hak ilâh olmayan, cinleri ve insanları yalnızca kendisine ibâdet etsinler diye yaratan, yarattığı kulları üzerinde yegâne hüküm sâhibi Allah (cc), muvahhid mü’min kullarından, karşılığında cennet vermek üzere canlarını ve mallarını satın almıştır. Allâh’ı Rabb, İslâm’ı dîn ve Rasûlullah Muhammed’i (sav) önder kabûl edip râzı olarak katıksız îman eden muvahhid mü’minler, bu alış-verişe cân u gönülden râzı olmuş ve gereğini yerine getirmeye bütün gayretleriyle çalışmışlardır…
Şöyle buyurur Allah Teâlâ:
“Hiç şüphesiz Allah, mü’minlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar, Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. (Bu) Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da O’nun üzerine gerçek olan bir va’ddir. Allah’dan daha çok ahdine vefâ gösterecek olan kimdir? Şu hâlde yaptığınız bu alış-verişten dolayı sevinip müjdeleşiniz. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur.”1
Allah Teâlâ ile bu alış-verişi yapan mü’min müslümanlar, ahidlerine sâdıklar olarak gereğini hakkıyla yerine getirmeye gayret etmiş, canlarını ve mallarını Allâh’ın yolunda harcamış, fedâ etmişlerdir.
Bu sâdık ve sâlih kulllarının özelliklerini şöyle beyan buyurur Allah Teâlâ: “Mü’min olanlar ancak o kimselerdir ki onlar Allâh’a ve Rasûlü’ne îman ettiler, sonra hiçbir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihâd ettiler. İşte onlar sâdık olanların ta kendileridir.”2
Rabbimiz Allah Teâlâ, mü’min müslüman kullarına emrediyor: “Hafif ve ağır savaşa kuşanıp çıkın ve Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihâd edin. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır.”3
Abdullah ibn Ömer (r. anhuma) rivayet eder.
Rasûlullâh (sav) şöyle buyurur: Allah’dan başka İlâh olmadığına ve Muhammed’in Rasûlullah olduğuna şehâdet, namazı ikaame, zekâtı edâ edinceye kadar insanlarla savaşmam bana emrolundu.
Onlar, bu işleri yapınca –İslâm’ın hakkı gereği (olan haddler) müstesnâ- İslâm hakkı olmak üzere canlarını ve mallarını benim elimden kurtarırlar. (Bâtınlarından dolayı olan) hesaplarına gelince, o (hesâbı görmek) Allâh’a âiddir.”4
İmam Kurtubî (rh. a.), meşhur Ahkâm tefsirinde şunları beyân eder: “İşte bu âyet-i kerîme ve hadîs-i şerif savaşmanın sebebinin küfür olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü yüce Allah, bu âyet-i kerimede, ‘fitne kalmayıncaya’ diye buyurmaktadır. Burada fitne, küfür demektir. Buna göre savaşın nihâî hedefi, küfrün olmaması diye gösterilmiştir. Bu da, açıkça anlaşılan bir hususdur.”
İbn Abbas, Katede, er-Rabi, ‘es-Süddî ve başkaları şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîmede fitne, şirk ve ona bağlı olarak mü’minlere (müşriklerin) verdiği eziyettir.”5
Mü’min müslümanlara farz olan cihâd, yeryüzünde küfrün ve şirkin egemenliği yok oluncaya ve Allâh’ın dîni hâkim olarak bütün yeryüzünü kuşatıncaya kadar devam edecektir.
Bu Cihâd-ı Ekber, malların ve canların Allah yolunda fedâ edilmesiyle gerçekleşip zafer ile sonuçlanır. Âlemlerin Rabbi Allah, yegâne hayat nizâmı İslâm’ın yeryüzüne egemen olmasına yardım edene, yardım edeceğini beyân buyurmuştur: “Ey îman edenler, eğer siz Allâh’a (Allah adına İslâm’a ve müslümanlara) yardım ederseniz, O da size yardım eder ve sizin ayaklarınızı sağlamlaştırır.”6
“Allah, kendi (dîni)ne yardım edenlere kesin olarak yardım eder. Şüphesiz Allah, güçlü olandır, Azîz olandır.”7
“Îman edenlere yardım etmek ise, bizim üzerimizde bir haktır.”8
Gâlibiyet ve zafer, katıksız îman edip sâlih amel işleyen Allah taraftarlarınındır!..
“Kim Allâh’ı, Rasûlü’nü ve îman edenleri velî edinirse, hiç şübhe yok, gâlib gelecek olanlar Allâh’ın taraftarlarıdır.”9
Allah taraftârı olan mü’min müslümanlardan mallarıyla ve canlarıyla cihâd edenler, yani küfür ve şirk cephesinde bulunanlarla savaşanların dereceleri çok yüksektir. Rabbimiz Allah, bu derece farkını şöyle beyan buyuruyor: “Mü’minlerden, özür olmaksızın oturanlar ile Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihâd edenler eşit değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihâd edenleri, oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır. Tümüne güzelliği (cenneti) vaadetmiştir. Ancak Allah, cihâd edenleri, oturanlara göre büyük bir ecirle üstün kılmıştır. (Onlara) kendinden dereceler, bağışlama ve rahmet (vermiştir). Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.”10
“Amma Rasul ve O’nunla birlikte olan mü’minler, mallarıyla ve canlarıyla cihâd ettiler. İşte büyük hayır onlarındır ve kurtuluşa erenler onlardır. Allah, onlar için süresiz kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur.”11
“Ey îman edenler, sizi acı bir azabdan kurtaracak bir ticareti haber vereyim mi? Allâh’a ve O’nun Rasûlü’ne îman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Bu sizin için daha hayırlı, eğer bilirseniz. O da sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir. İşte büyük mutluluk ve kurtuluş budur ve seveceğiniz bir başka (nimet) daha var. Allah’dan yardım ve zafer (nusret) ve yakın bir fetih. Mü’minleri müjdele.”12
Daha hayırlı ve büyük mutluluk ile, kurtuluş zaferiyle müjdelenen muvahhid mü’minler, işgâl edilen İslâm topraklarındaki esâretten kurtulmaları için Allah yolunda ihlâsla cihâd etmelidirler. Egemen tağutî güçler tarafından parçalanan İslâm topraklarının ve İslâm birliğinin yeniden teşekkülü için mallarıyla ve canlarıyla şer’î şartlara uygun bir cihâd hareketi başlamalıdır. İşgâl altındaki İslâm topraklarının bazı bölgelerinde işgâlci tağutî güçler ile savaşan hak cephesinin mücâhidlerine eldeki bütün imkânlarla yardım etmek gerektiği mâlumdur. Gerek cephedeki mücâhidlere, gerek gerideki ailelerine ve gerekse savaş mağduru olan muhacirlere, bütün müslümanlar imkânları ölçüsünce destek verip yardımcı olmalıdırlar. Canlarıyla savaş cephelerinde savaşan mücâhidlere, mallarıyla yardımcı olmak, onlar gibi cihâd etmek demektir. Mal ile yapılan cihâd, imkân sâhibi müslümanların kulluk vazîfesidir. Hangi çağda ve hangi bölgede olursa olsa bu vazife devam etmelidir. Canlarıyla cihâd eden mücâhidlere, mallarıyla cihâd edenlerin desteği olmazsa cihâd faaliyeti devam etmez ve netîce yenilgi ile gündeme gelir. Canlarıyla cihâd eden mücâhidlerin yemesi, içmesi, giyinmesi, barınması, savaş araç ve gereçleri, mallarıyla cihâd edenlerin üzerine ânın vâcibidir. Bunun yanısıra cephelerin giderleri, cephe gerisindeki hizmetler, yaralıların tedâvisi için hastahâneler ve personelleri, muhacirlere sığınacak beldeler, onların oralardaki geçimleri ve benzeri ihtiyaçların tamâmı da mal ile yapılacak cihâdın konusudur…
Mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda “İ’lâyı Kelimetullâh”için cihâd etmeden nasıl cennete girilecektir?..
Es-Sedusî İbnu’l-Hasâsiyye (ra) anlatıyor:
Rasûlullâh’a (sav) biat etmek için geldim. Bana:
“Allah’dan başka İlâh olmadığına ve Muhammed’in de O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet etmemi, namaz kılmamı, zekât vermemi, İslâm’ın farz kıldığı haccı edâ etmemi, Ramazan ayında oruç tutmamı ve Allah yolunda cihâd etmemi” şart koştu.
Ben de:
-Ya Rasûlallâh, vallâhi bunlardan ikisine gücüm yetmez. Onlar da, cihâd ve sadakadır. Çünkü insanlar, savaştan kaçana Allâh’ın gazâb ettiğini söylüyorlar. Ben ise savaşa katılırsam, nefsimi korku kaplar ve ölmeyi arzu etmem. Sadakaya gelince, benim malım küçük bir koyun sürüsü ve on deveden ibarettir. Bunlar da ehlimin geçim kaynağı ve bineğidir, dedim.
Rasûlullâh (sav) elimi tuttu ve salladı, sonra da şöyle buyurdu:
“Sadaka yok, cihâd yok… O hâlde cennete nasıl gireceksin?”
Bunun üzerine;
-Ya Rasûlallâh, (tamam) sana biat ediyorum, dedim ve hepsi için biat ettim.13
Hem malı, hem de canıyla cihâd eden mücâhid şahsiyet, en hayırlı bir hâl içindedir ve Allah yolunda derecelerin üstününü elde etmiştir… Yalnız malıyla cihâd faaliyetine katılan da, Rabbi Allah katında değerli olup birçok sevaplar elde etmiştir…
Rabbimiz Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Gerçek şu ki, îman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihâd edenler ile (hicret edenleri) barındıranlar ve onlara yardım edenler, işte birbirlerinin velîsi olanlar bunlardır.”14
“Îman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihâd edenlerin Allah katında büyük dereceleri vardır. İşte kurtuluşa ve mutluluğa erenler bunlardır. Rabbleri onlara katından bir rahmeti, bir hoşnutluğu ve onlar için kendisinde sürekli bir nîmet bulunan cennetleri müjdeler. Onda ebedî kalıcıdırlar. Şübhesiz Allah, büyük mükâfât kendi katında olandır.”15
“Allah yolunda infâk edin ve kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. İyilik edin. Şübhesiz Allah, iyilik edenleri sever.”6
Muvahhidlerin ve mücâhidlerin imamı Rasûlullâh’ın (sav), Allah yolunda cihâd ve mücâhid olanlar hakkında birçok hadisleri, emirleri, tavsiye ve nasihatleri vardır… Onlardan birkaç tanesini berâberce okuyalım:
- Enes b. Mâlik (r.a.)‘den,
Rasûlullâh (sav) şöyle buyurdu:
“Müşriklere karşı mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihâd edin!”17
- Abdullah b. Hubşî (r.a.)’den,
Rasûlullâh’a,
- Hangi cihâd daha efdaldır? diye soruldu.
Rasûlullâh (sav) şöyle cevap verdi:
“Malı ve canıyla müşriklerle cihâd edenin cihâdı!”18
- Ebu Said el-Hudrî (r.a.)’den,
Rasûlullâh (sav)’e:
-Yâ Rasûlallâh, insanların hangisi daha fazîletlidir? diye soruldu.
Bunun üzerine Rasûlullâh (sav):
“Canıyla, malıyla Allah yolunda cihâd eden mü’min!” buyurdu.
Sahabîler:
-Sonra kimdir? Dediler.
Rasûlullâh (sav):
“Vâdîlerden bir vâdî içinde (yalnızlığa çekilen) bir mü’mindir ki, O, Allah’tan korkar da insanları kendi şerrinden rahat bırakır.” buyurdu.19
Allah yolunda cihâd ibadeti, farz olup mü’min müslümanların bütün hayâtını kuşatıcıdır…
Yegâne Rabbimiz ve İlâhımız Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’ya, emr olunduğumuz gibi dosdoğru kulluk edip yapılan sâlih amellerin hepsi cihâdın içinde yer alır ki, her sâlih ameli yapmak için katıksız îman ile birlikte iyi niyet ve ihlâsla cehd u gayret gerekir…
Hangi türden olursa olsun İslâm düşmanlarıyla savaşmak ve onlardan gelecek tehlikeyi tamâmen yok etmek mânâsına gelen cihâd ise, ya ümmetin imamının emri ve karârıyla; yeryüzündeki kulları, kullara kul olmaktan kurtarıp Allâh’a kul etmek için fetih savaşıdır; ya İslâm’ın hâkim, mü’min müslümanların hükûmet olduğu “Dâru’l-İslâm”a saldıranlara karşı sınırlarda savunma savaşıdır ya da İslâm devletinin egemenliğindeki Dâru’l-İslâm’ın işgal edildiği ve oradaki mü’min müslümanların işgalcilere karşı mücâdele ettikleri kurtuluş savaşıdır!..
Böyle bir savaş için hazırlık yapmak ve mücâhid yetiştirmek, “mal ile yapılan cihâd” faaliyetiyle gerçekleşir… Ayrıca, insanlara İslâm’ı tebliğ edip onları Allâh’a davet edecek, irşâd ve dâvet faaliyetini yürütecek, güzel ahlâkta örnek olacak, ilim, irfân ve hikmet sâhibi muvahhid şahsiyetlerin yetişip vazîfelerini devâm ettirebilmeleri için de mal ile cihâd gereklidir…
Rabbimiz Allah şöyle buyuruyor:
“Sizden hayra çağıran, iyiliği (ma’rûfu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.”20
Yegâne önderimiz ve hayat örneğimiz Rasûlullâh (sav)’in ömür boyu cihâd konusundaki, -bu ibâdete malları ile iştirâk eden mü’min müslümanların kazandığı sevab ve yüksek dereceleri beyân eden- hadîs-i şeriflerinden bâzılarını berâberce okuyalım ve inşaallah okudularımızla amel etmeye gayret edelim!..
- Ebu Mes’ud el-Ensârî (r.a.) anlatıyor:
Bir adam, Rasûlullâh’a (sav) gelerek:
-Benim hayvanım helâk oldu. Bana bir binek hayvanı ver! dedi.
Rasûlullâh:
“Bende yok!” buyurdu.
Bunun üzerine bir adam:
-Yâ Rasûlallâh, ben ona binek hayvanı verecek kimseyi göstereyim mi? dedi.
Rasûlullâh (sav):
“Her kim bir hayra delâlet ederse, ona da hayrı yapanın ecri kadar ecir verilir!” buyurdu.21
Rasûlullâh (sav) şöyle buyurur:
“Allah yolunda savaşan bir mücâhidi techiz edene, onun ecrinin misli vardır. Mücâhidin ailesine bakana veya ona yardım edene, mücâhidin ecrinin misli vardır!”22
Dipnotlar:
- Tevbe, 9/111.
- Hucurat, 49/15.
- Tevbe, 9/41.
- Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Îman, B. 16, Hds. 18. Kitabu’s-Salât, B. 28, Hds. 44. Kitabu’l-İ’tisâm, B. 2, Hds. 16. Sahih Müslim, Kitabu’l-Îman, B. 8, Hds. 32-36. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Cihad, B. 95, Hds. 2641. Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiru’l-Kur’ân, B. 76, Hds. 3561. Sünen-i Nesâî, Kitabu’z-Zekat, B. 3, Hds. 2436. Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Fiten, B. 1, Hds. 3927-3928.
- İmamKurtubî, el-Câmiu Li Ahkâmi’l-Kur’ân, çev. M. Beşir Eryarsoy, İst. 1997, C. 3, Sh. 16.
- Muhammed, 47/7.
- Hacc, 22/40.
- Rûm, 30/47.
- Mâide, 5/56.
- Nisa, 4/95-96.
- Tevbe, 9/88-89.
- Saff, 61/10-13.
- İmam Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, çev. Rıfat Oral, Konya, 2003, C. 1, Sh. 98, Hds. 24/66.
- Enfal, 8/72.
- Tevbe, 9/20-22.
- Bakara, 2/195.
- Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Cihad, B. 17, Hds. 2504. Sünen-i Nesâî, Kitabu’l-Cihad, B. 1, Hds. 3082.
Sünen-i Dârimî, Kitabu’l-Cihad, B. 38, Hds. 2436. Ayrıca bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. 3, Sh. 124, 153, 251.
- Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Vitr, B. 12, Hds. 1449. Sünen-i Nesâî, Kitabu’z-Zekat, B. 49, Hds. 2516. Sünen-i Dârimî, Kitabu’s-Salât, B. 135, Hds. 1431.
- Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer, B. 2, Hds. 5. Kitabu’r-Rikak, B. 34, Hds. 81. Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İmâre, B.3 4, Hds. 122-123. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Cihad, B. 5, Hds. 2485. Sünen-i Tirmizî, Kitabu Fedailu’l-Cihad, B. 24, Hds. 1711.
- Âl-i İmrân, 3/104.
- Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İmâre, B. 38, Hds. 133. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Edep, B. 114-115, Hds. 5129. Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l- İlim, B. 14, Hds. 2808-2809.
- İmam Hafız el-Munzirî, Hadislerle İslâm-Terğib ve Terhib, çev. A.Muhtar Büyükçınar, Vdğ. İst. T.y. C. 3, Sh. 112, Hds. 10. Taberânî, Mu’cemu’l-Evsat’tan, Râvîleri sahih hadis râvîleridir.
KUL SADİ YÜKSEL
www.yeniumit.com.tr/konular/detay/cihad
Yakın tarihte topraklarının yüzde 80'i işgal edilen İslâm dünyasında sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşları verilirken, "c
.
Cihad
Ali Bulaç
Kavramın Modern Serüveni
Müslümanların yapıp etmeleri, eylem ve davranış biçimleriyle ilgili genel ve doğru bir düşünceye sahip olmak istediğimiz zaman, göz önünde bulundurmamız gereken üç önemli nokta söz konusudur: Bunlardan ilki, Müslüman bireyin ve nerede olursa olsun cemaat hâlinde yaşayan Müslümanların davranışlarına meşrûiyet çerçevesi teşkil eden Kur'ân ve Sünnet (Peygamberimiz in sözleri, fiilleri ve onayladıkları); ikincisi Müslümanların tarih içinde geliştirdikleri gelenek ve kültürel yapılar; üçüncüsü de onları dışarıdan gözleyen birinin bilgi ve gözlem derecesi düzeyinde onlar hakkında sahip olduğu fikir ve kanaatler. Çoğu zaman bu üç temel faktör arasında yeterince ayırım yapılmadığı için neyin sahiden dinin aslî tabiatından, neyin dinî tecrübeyi yaşayan insanın sınırlı algısından ve içinde yaşadığı tarihsel durumdan, ve son olarak neyin eksik gözlem ve bilgi sonucu teşekkül eden önyargılardan kaynaklandığını tespit etmek güç olmaktadır. Yakın tarihte topraklarının yüzde 80'i işgal edilen İslâm dünyasında sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşları verilirken, "cihad", potansiyel hâlde duran muazzam bir beşerî enerjiyi harekete geçirdi; bunun aktif sonuçlarını müşahede etmekte gecikmeyen bir çok İslâm bilgini ve siyasî lider, sömürgeciliğe karşı cihad ilân etti. Kafkasya'da, Hindistan'da ve sömürge olan Ortadoğu'da işgalci güçlere karşı savaşılırken, cihad bir tür savunma mekanizması ve savaşın meşrûiyet çerçevesi olarak kullanıldı. Doğal olarak cihad hareketinin yöneldiği işgalci özne "batılı güçler" olduğundan, öznenin negatif tanımı dinî ve siyasî kültürde kendisine karşı mücadele ve mücahede edilmesi gereken bir "öteki" figürünü ortaya çıkarmış oldu. Bu da, zaten zihinlerinde tarihsel münasebetlerin Müslümanlar hakkında belli bir fikir oluşturduğu batılılarda cihada karşı sert bir önyargının gelişip pekişmesine sebep oldu.
19. yüzyılın ilk İslâmcı nesilleri, fikrî ve siyasî bir akım olarak İslâmcılık projesini şekillendirdiklerinde, Kur'ân'a ve dinin sahih kaynaklarına dönüş ile içtihad kapısının açılması yanında cihada ve cihad ruhunun uyandırılmasına merkezî bir rol verdiler. Ancak bu dönemde yeni bir kavramsal çerçeve içinde yeniden tanımlanan cihaddan anlaşılan şey, sömürgeciliğe karşı direniş ve bunun yanında ekonomik, bilimsel ve teknolojik kalkınma için gerekli olan dinî motivasyonun sağlanması ve işe yarar bir hâlde kullanılmasıydı. Yeni bir tarif çerçevesine yerleştirilen cihaddan anlaşılan başka şey, uzun tarihsel zamanlar boyunca toplumda kök salan ataletin, durgunluğun giderilmesi, zihnî, sosyal ve maddî bir silkinme hareketinin başlatılmasıydı. Su nasıl durduğu yerde kokuşuyorsa, toplumsal hayat da hareketten kesildiği zaman atalete düşer. Cihad, harekete geçirici manevî bir kaynak, ruhsal bir enerji, yeni toplumsal hamle ve silkinmenin dönüştürücü, itici gücü olarak ele alındı ve hattâ bundan dinamik toplumsal projeler üretildi.
Bütün titiz ve emek mahsülü çalışmalarına rağmen batılı oryantalistler ve araştırmacılar, modern zamanlara özgü ve aynı zamanda cihad kavramını modernleştirici olan bu önemli gelişmeyi yeterince kaale almadılar; cihadı uygarlığı tehdit eden dinî yayılma, ağırlıklı olarak Hıristiyanlığa ait "kutsal savaş", herhangi siyasî bir amacı gerçekleştirmek üzere baş vurulan terör veya kör bir fanatizmin, dinî taassubun körüklediği bir fanatizm olarak gördüler. (Peters 1989)
Cihadın Ana İslâmî Terimler Arasındaki Yeri
Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi dinî gelenekleri kendisinden önce vahyedilmiş ilâhi mesajlar ve tebliğler kabul eden İslâmiyet'in varlık, bilgi ve ahlâka ilişkin teolojik çerçevesinde öne çıkan bazı "anahtar terimler"i vardır. Bu anahtar terimler aynı zamanda imanın dayanaklarını teşkil ederler. Tevhid (Allah'ın mutlak birliği inancı), Risalet (Allah'ın tarihte insanla bir elçi aracılığıyla konuşması), Âhiret (ölümden sonra ebedi hayat) ve bunlara bağlı başka kavramlar. Cihad, imanın dayanaklarından olmasa bile, İslâm'ın en azından ferdî ve toplumsal yanlarını anlamada anahtar terimlerden biridir.
Tarihte Müslümanların Müslüman olmayanlarla giriştikleri askerî savaş ve siyasî çekişmeler, diğer bazı kavramlarda olduğu gibi, cihad kavramında da semantik bir takım farklılıklara sebep olmuştur. Burada tarihsel durum ve iktidar şartlarının belli bir rol oynadığını söylemek mümkündür. Nasıl "sadaka" aslında "tasadduk"la ilişkili olarak aynı anda "gönüllü malî yardım" ve "mecburi devlet vergisi"ni ifade ettiği hâlde, artık daha çok gündelik hayatta zayıflara, dilencilere keyfi verilen bir kaç kuruşluk yardım veya lütuf şeklinde anlaşılır hâle gelmişse; cihad da dinin birinci derecede bağlayıcı kaynaklarında kullanıldığı ve ilk dönem Müslüman nesillerin algıladığından farklı olarak, salt inanç uğruna verilen savaş ve neticede askerî yayılma, ülkeler fethetme şeklinde bir anlam değişikliğine uğramıştır. Oysa cihad, infak gibi bazı kavram ve anlam kümelerinin altında toplandığı bir üst şemsiye hükmündedir. Sadaka (gönüllü ve mecburi yardım, yani zekât), zekât (altın, gümüş ve ticarî mallardan, koyun, sığır, deve gibi hayvanlardan, toprak gelirlerinden, madenlerden vb. Müslüman'a düşen belli oranlarda vergi ve/veya tasadduk), temelde zekât içinde yer alan öşür (ziraî ürünlerden 1/10, 1/20 oranında vergi), haraç (devlet arazisini işletenlerden alınan yıllık maktu vergi), humus (madenlerden alınan 1/5 vergi) vb. devlet vergisiyle ilgili kavramlar "infak" şemsiyesi altında toplanır ve her birinin iktisadî, sınaî, ziraî ve ticarî faaliyet alanıyla ilgili özel bir anlamı vardır. Bir açıdan bakıldığında "Cihad" da "kıtal, muharebe, isyan, cedel" vb. kavramları altında toplayan bir şemsiyedir. Bununla birlikte, Arapça'nın dil yapısı her bir eylem ve tutumu ayrı bir kelime ile ifade edecek zenginliktedir. "Kıtal" fiilî çatışma, vuruşma; "muharebe", iki topluluk arasında cereyan eden savaş durumudur. Eğer cihad, sanıldığı gibi salt öldürme ve savaş olsaydı, Kur'ân'da, Arapça'da doğrudan karşılığı olan "kıtal ve harp" gibi kelimelerin kullanılmasına gerek yoktu.
Tanımsal Çerçeve
Cihad'ı sahip olduğu hakiki anlam yapısı açısından tanımlayacak olursak şunu dememiz mümkündür: "Cihad, insan ile Allah arasındaki engellerin ortadan kaldırılması için harcanan çabadır."
Tanımda "insan, Allah ve engeller" bütünü anahtar terimlerdir. İnsan, son tahlilde somut bireyi ifade eder. Somut insan, inancın, tarihin ve sosyo-kültürel çevrenin ürünüdür. Ama isterse insan, yanlış inancın, tarihin ve çevrenin tutsağı olmaktan, kendini rüzgârın önüne kattığı bir yaprak durumundan çıkarıp özgürleşebilir; yani inancı, tarihî durumu ve çevresini değiştirebilir. İslâm, Allah tarafından Hz. Muhammed (s.a.s.) aracılığıyla tebliğ edilen son dindir. Engeller ise, iç dünyanın tutkularından din ve vicdan özgürlüğüne getirilen kısıtlamalara, siyasî baskı ve sosyal yoksunluklara kadar uzanan geniş alanlara yayılır.
Bu durumda, sonuçta "cehd" kökünden türeyen cihadın iki temel boyutundan söz etmek mümkün: Bunlardan ilki, bireyin iç dünyasında ve onun aslî tabiatından kaynaklanan limitlerin, zorlayıcı engellerin ortadan kaldırılması için harcaması gereken manevî ve ahlâkî çaba; diğeri dinî hayatın özgürce anlatımı (tebliğ) ve yaşanması için gerekli olan fizikî ve sosyal çevrenin mümkün kılınması amacıyla yürütülmesi istenen faaliyetler bütünü. Her iki durumda da, insanın iç ve dış dünyada özgürleşmesi yönünde elden gelen çabayı göstermesi söz konusudur.
Kişinin dinî hayatının ve eylemlerinin amacı olan "İslâm," kelâm (ilâhiyat) ve hukuk olarak formüle edilmiş somut çerçevesinin ötesinde, Allah'a teslimiyet, barış (silm), kurtuluş ve esenlik (selâmet) demektir. Bu anlam düzeyi, neredeyse bütün dinlerin ortak paydasıdır ve bundan dolayı Kur'ân-ı Kerim, her üç semavî dinin ortak atası olan Hz. İbrahim'i anarken, onun "Müslüman" olduğunu söyler. Müslüman, yani Allah'ın iradesine ve buyruğuna teslim olmuş, insanın iç dünyasında manevî huzuru ve dış dünyasında barışı öğreten ve toplumsal hayatın esenlik üzere sürmesinin mümkün yollarını gösteren seçkin bir peygamber. Allah'a teslimiyet, "silm" içinde yaşamayı gerekli kılar. Silm demek, Allah'la, canlı tabiatla, öteki insanlarla ve insanın kendi öz varlığıyla barış içinde yaşaması demektir.
Kur'ân, ayrıca hakikatte "dinin bir ve tek" olduğunu, ancak dinin her zaman için geçerli temel esasları çerçevesinde her tarihsel duruma göre teşekkül etmiş bulunan şeriatlerin özellikle ikinci, üçüncü derecedeki kurallarında farklılıklar olduğunu hatırlatır ki, bu, Allah'a teslimiyet temelinde varlığın, insanlığın ve tarihin birliğine önemli bir göndermedir. İşte bu temel espriye bağlı olarak ilk peygamberden Son Nebi ye kadar bütün enbiya ve mürselînin mesajlarında -tâlî konularla alakalı- hep bir değişim göze çarpmaktadır; ama bu değişimlerin hiçbiri asıl mesajın ruhuna dokunmamakta ve teferruat çerçevesini de aşmamaktadır.
Cihad'ın cehd kökünden türemiş olması, aynı kökten türeyen "içtihad"la bir akrabalık ilişkisine işaret eder. İçtihad, Kur'ân ve Sünnet'te yer alan nasslardan hüküm çıkarılması amacıyla belli ilmî yetkinliğe sahip insanın gücünü son noktasına kadar harcaması demektir. Bu durumda belli bir asl (meşrû ve muteber kaynak, yani Kur'ân ve Sünnet) ile belli bir usûl (yöntem)den hareketle sürdürülen cehd, kesintisiz ilmî ve fikrî çabaya işaret eder. Aynı kökten türeyen mücahede ise, daha çok kişinin iç dünyasıyla ilgili manevî olgunlaşma ve ahlâkî arınma yolunda harcanan enfüsî çabadır (Nefisle mücahede). İçtihadı ilmin, entelektüel faaliyetin ve özellikle hukukun (fıkıh) yolu ve boyutu kabul edecek olursak, mücahedeyi tasavvufun yolu ve boyutu kabul edebiliriz.
Terimin sahip olduğu kök zenginliği, hayata ilişkin tecrübelerimizin kendini gösterdiği insanî durumların zenginliğine iyi bir örnek sayılır. Hiç kuşkusuz hayat sadece mücadele ve çatışmadan ibaret değildir. Sahip olduğumuz kuvve-i gadabiyye veya kuvve-i şeheviyye'nin bizi hangi sözde meşrû görünen çerçevelerde suistimale uğratabileceğini her zaman göz önünde bulundurmamız ve buna karşı teyakkuz hâli içinde olmamız lâzımdır. Aslolan, kalbin nuruyla aydınlanan aklın, yani kuvve-i akliyyenin bu iki kuvveti meşrû ve faydalı amaçlarda kullanılacak şekilde denetim altında tutmasıdır. Bu ise, en büyük mücadele ve mücahadedir.
Cihadın kişinin iç dünyasıyla ilgili temel boyutu, ontolojik temeli, karanlığın kesafeti demek olan maddî dünyaya tutkunluk, öz varlığımızın dünyevî tabiatına bağımlılık; kısaca İslâmî literatürde temel bir kavram olan "nefs"in istek ve arzularına karşı mücadeleyi ifade eder. Hırs, bencillik, hazcılık, salt bedenî arzulara bağımlılık, maddî zevkler peşinde koşmak, dünyaya perestiş ve salt dünyevî değer ve arzuları fetiş hâlde yüceltmek, nefsin belli başlı özellikleridir.
--------------------
https://ebubekirsifil.com/dergi.../bugunun-cihadi-semerkand-dergisi-mayis-2009-arsiv...
1 May 2009 -
Cihad, dinimizin büyük önem verdiği ibadet ve görevlerden biri. Yeryüzünde hakkın ve adaletin sağlanması, İslâmî bir hayatın inşası ve devamı, nesillerin kötülüklerden korunması, bu görevin layıkınca yapılmasına bağlı.
Cihad kelimesi ilk bakışta savaşmayı çağrıştırsa da anlamı bununla sınırlı değil. Günümüzde cihadın anlam genişliğini fark etmek, çağımızın gerekli kıldığı cihad tarzına özel önem vermek zorundayız.
Bugün kişinin ve toplumun hangi yollarla etkilendiğini ve dönüştüğünü düşününce, konuya nereden yaklaşmak gerektiği kolayca anlaşılır.
Allah Tealâ bu ümmeti bütün insanlık içinden özel olarak seçmiştir. Bunun tabii sonucu olarak da onu birtakım mükellefiyetlere muhatap kılmış ve birtakım özelliklerle donatmıştır. Bu sorumluluk ve özellikler Ümmet-i Muhammed’den başkasında mevcut değildir.
Bunların neler olduğunu görmek için, herhangi bir Kur’an fihristini incelemek yeterlidir. Müminlerden bahseden ayetlerin topluca sunulduğu konu başlıkları altında, Yüce Kitabımız’ın bizi hangi hususiyetlerimizle andığı ve bizlere hangi sorumlulukları yüklediği kolayca görülecektir.
Ümmet-i Muhammed, “insanlık için” ortaya çıkarılmış “en hayırlı” ümmettir. Kur’an-ı Kerim bu gerçeği güçlü biçimde vurgulamaktadır: “Siz, insanlık için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Ma’rufu emreder, münkerden sakındırır ve Allah’a iman edersiniz.” (Âl-i İmran, 110)
Yukarıda tırnak içinde verdiğimiz iki husus, yani “insanlık için” ortaya çıkarılmış olmak ve “en hayırlı” ümmet olmak, hiç şüphesiz bu ümmetin insanlık alemine dönük fonksiyonunu dikkatimize sunmaktadır. Yani bu ümmet sadece bütün faziletleri kendisinde toplayan bir topluluk değildir. O, aynı zamanda diğer insanlar için en hayırlı olan yolu gösterme, temsil etme ve o yol üzerindeki engelleri temizleme görevini de üstlenmiş olmaktadır.
Bu noktayı çarpıcı biçimde ifade buyuran bir ayette şöyle buyurulur: “Allah yolunda hakkıyla cihad edin. O sizi seçti; üzerinize dinde hiçbir güçlük de kılmadı. Babanız İbrahim’in dinine uyun…” (Hacc, 78)
Cihad aslında insan nefsine en zor gelen emirlerden biri olduğu halde bu ayet-i kerimede “hakkıyla cihad” emrinden sonra “üzerinize dinde bir güçlük kılmadı” buyurulmuş olması son derece anlamlıdır. İslâm hakkında önyargılı davranan birtakım Batılıların, müslümanların bütün dünyayı müslümanlaştırana kadar savaşmakla emrolunduğu şeklindeki garazkâr propagandasının ne kadar temelsiz olduğu buradan rahatlıkla anlaşılabilir.
Cihad temel bir ibadettir
Yukarıda mealini zikrettiğimiz ayet-i kerimede yer alan cihad emri, müfessirlerin beyanına göre üç anlama gelmektedir:
1. Düşmanla cihad,
2. Şeytanla cihad,
3. Nefsle cihad.
Meşhur müfessirimiz Elmalılı merhum, tefsircilerin bu anlamlardan birisini tercih noktasında ihtilaf ettiğini belirterek şöyle der: “Evlâ olan, (ayetteki emrin) bu üç kısmın üçüne de şamil olmasıdır.” (Elmalılı, 5/532). Yani bu ayetteki “cihad edin” emri, hem düşmanla savaşmayı, hem de şeytan ve nefsle mücahedeyi kapsamına almaktadır.
Alimlerimiz, “cihad” kelimesinin bünyesindeki bu farklı boyutları anlatmak üzere, bu kelimeyi sadece düşmanla savaşmayı anlatacak şekilde kullanmış, şeytan ve nefsle mücadeleyi ise –yukarıda kullandığımız şekilde– “mücahede” kelimesiyle ifadeyi tercih etmiştir. Bu, üzerinde iyi düşünülmesi gereken bir inceliktir.
Ancak bu söylediğimiz, Kur’an’-da yer alan cihad emirlerinin tamamı için söz konusu değildir. Kâfirlerle ve münafıklarla cihadı emreden, yahut “mukatele edin” ifadeleriyle gelen ayetler, inkârcılarla fiilî bir şekilde savaşın da doğrudan doğruya emredildiğini gösteren örneklerdir.
Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnızca Allah Teâla’ya ait oluncaya kadar inkârcılarla savaşı emreden ayet-i kerimeyi (Bakara, 193) ve ilgili diğer ayet ve hadisleri dikkate alan ulema, cihadın Ümmet-i Muhammed üzerine farz-ı kifaye olduğunu söylemiştir. (İmam es-Serahsî, el-Mebsût, 6/123; İbn Abdilberr, et-Temhîd, 18/303.)
Yani Ümmet’in bir kısmı yerine getirdiğinde diğer fertler üzerinden mükellefiyetinin düştüğü, ancak herkesin ihmal etmesi halinde herkesin vebal altında kalacağı ibadetlerdendir cihad. Tıpkı emr-i ma’ruf gibi, tıpkı ilim öğrenip öğretmek gibi, tıpkı cenaze namazı gibi…
Elbette fiilî bir düşman işgali vuku bulduğunda ilan edilen seferberlik hali gibi durumlarda farz-ı kifaye, farz-ı ayn’a dönüşür ve eli silah tutan herkesin cihada katılması farz olur. Ancak bu gibi durumların devamlılık arz etmediğini, dolayısıyla cihadın farz-ı kifaye olduğu gerçeğini etkilemeyeceğini belirtelim.
Cihadın hedefi
Bu temel ibadet, birçok hayatî maslahatın elde edilmesi, inkârdan kaynaklanan şer, fitne ve bozgunculuğun da önünün alınması anlamına geldiği için hayatî önemdedir. Yeryüzünde hakkın ve adaletin sağlanması, mazlum ve kimsesizlerin korunması, haklının hakkının savunulması, her türlü sömürü ve istismarın kökünün kazınması… gibi temel insanî değerler ancak cihad sayesinde korunup geliştirilebilir. Bunlardan vaz geçilmesi ise yeryüzünü gücün ve zorbalığın eline teslim etmek demektir ki, Kur’an bu gibi durumlara fesat/bozgunculuk demektedir.
Bu temel fonksiyonun bir göstergesi olarak cihad ibadetinin faziletini ve müminler için arz ettiği önemi ifade eden ayet-i kerime ve hadis-i şerifler, mümin kişiliğinin tabii olarak cihad şuuru etrafında şekillenmesini gerekli kılmıştır.
Bu şuurun en temel yansıması şudur: Hayattan hayata fark olduğu gibi, ölümden ölüme de fark vardır. Mümin, hayatı Allah Tealâ’nın rızası ve muradı doğrultusunda yaşadığı gibi, son nefesini de aynı gaye istikametinde vermek ister. Mümin için hayatı nasıl yaşadığı kadar, son nefesini nasıl verdiği de önemlidir. Bu sebeple her mümin, “şehitlik mertebesi” dediğimiz yüce mertebeye erişerek ruhunu teslim etmek ister.
Bu şuur hali sayesinde yatakta gelen ölümde bile şehadet şerbeti içmek mümkündür mümin için. Müslim, Ebu Davud ve daha başka hadis imamlarının naklettiğine göre Efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuştur: “Allah’tan samimi bir şekilde şehitlik isteyen kimse yatağında ölse bile Allah onu şehitlik mertebesine yükseltir.”
Peygamberlik gibi bir zirve noktasında bulunan Alemlerin Efendisi s.a.v. dahi, “Nefsim kudret elinde bulunan (Allah)’a yemin ederim ki, Allah yolunda öldürülüp diriltilmek, tekrar öldürülüp diriltilmek, tekrar öldürülüp diriltilmek isterim.” (Buharî) buyurarak şehitliğin ne kadar yüce bir mertebe olduğunu dile getirmiştir.
Cihad ve kıtal
Günümüzde genellikle yanlış ya da eksik anlaşılan bir husus var: Zannedilir ki cihad emri sadece düşmanla fiilî savaş yapmaktan ibarettir; hiçbir ön şartı ve ilkesi yoktur ve sadece öldürmek amacıyla yapılır.
Oysa cihad “öldürmek” için değil, tam tersine “yaşatmak” için girişilen bir eylemdir. Toplum hayatının sağlıklı işlemesi için huzuru ve asayişi bozan birkaç suçlunun cezalandırılması nasıl kaçınılmaz ise, yeryüzünde zulüm işleyip haksız yere kan döken, gücünün yettiğini ezip sömüren, hak-hukuk tanımayan ve insanlıkla bağdaşmaz işler yapan toplum ve sistemlerle mücadele de aynı şekilde kaçınılmazdır.
En genel anlamda cihad şu iki temel hedefi gerçekleştirmek için yapılır:
1. Allah Tealâ’nın insanlığa mesajının yüceltilmesi (i’lâ-yı kelimetullah), Allah’ın mülkü olan yeryüzünde yine O’nun muradının tecelli ettirilmesi,
2. Fitne ve fesadın önlenmesi, şerrin, zulmün ve her türlü çirkinliğin ortadan kaldırılması.
Burada önemli bir noktanın altını çizmemiz gerekiyor: Fiilî cihadda başarıya ulaşmanın yolu, buna layık ve ehil olmaktan geçmektedir. Bu da hem bilgi, hem de “hal” olarak belli bir seviyede olmayı gerekli kılar.
Dolayısıyla itikadında, amelinde ve ahlâkında arıza bulunan ve yeterli bilgi birikimine sahip bulunmayan fertlerden oluşan birliklerin savaşta başarıya ulaşması mümkün olsa bile, elde edilen neticenin Allah’ın rızasına erişmekle sonuçlanması mümkün değildir.
Yukarıda zikrettiğimiz iki temel amaca ulaşabilmek için son noktada fiilî savaş kaçınılmaz olabilir. Zira “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir / Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.”
Ancak cihadın sadece “savaş ve çatışmadan ibaret olmadığını, başka birçok aşama ve çeşidinin de bulunduğunu bilmek durumundayız.
Cihad emrinin hakkıyla yerine getirilebilmesi ve sonuç getirici olması, ancak sözünü ettiğimiz aşama ve çeşitlerin dikkate alınarak yapılmasına bağlıdır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
Cihadın aşamaları
Efendimiz s.a.v.’in mübarek sîretini incelediğimizde, 23 yıllık peygamberlik hayatında fiilî savaş aşamasına gelene kadar şu süreçlerden geçildiğini tesbit ediyoruz:
1. Örneklik: Cihad eden kimse, insanlara hak ve hakikat diye anlattığı hususlara önce kendisi inanacak ve onları birer hayat düsturu olarak fiilen hayatına aktaracak. Özüyle sözü, sözüyle tavrı arasında farklılık/tutarsızlık olan kimsenin sözünün kâle alınmayacağı açıktır.
Burada sadece ferdin değil, toplumun örnekliği de son derece önemlidir. İnkârcı toplumlara anlatacağımız örnek toplumu, önce kendimiz oluşturmak durumundayız. Böylece anlattığımız hususların hayal değil, elle tutulur şeyler olduğu görülmeli.
Bu noktada gösterilebilecek en küçük bir ihmal, tebliğe de davaya da büyük zararlar verebilir. Günümüzde müslüman denince özellikle Batı toplumlarında akıllara nasıl bir insan tipinin geldiği malumdur. Evet, burada propaganda ve dezenformasyonun rolünü inkâr ediyor değiliz. Ancak, şu sorunun cevabı önemlidir: Acaba İslâm’ın evrensel ve ebedi güzelliklerini fiilen gösterebileceğimiz örnek bir toplum olabilseydik, kara propaganda bu kadar kolay yayılabilecek miydi?
2. Bilgi ve hikmet: “Tebliğ” de diyebileceğimiz bu aşamada davasını her muhatabın anlayacağı seviye ve kıvamda sunacak bilgi birikimi şarttır. Muhatabın kimliğini, içinde yaşadığı sosyal ve kültürel ortamı, inançlarını ve değer yargılarını bilmeden tebliğ yapmak mümkün değildir. Sadece bilmek yetmez, aynı zamanda bildiğini –Kur’an’ın tabiriyle– “hikmet ve güzel öğütle” anlatabilecek donanımda olmak da gerekir.
Vârisi bulunduğumuz medeniyetin özellikleri, insanlığa neler kazandırdığı ve ortadan kalkmasıyla insanlığın neler kaybettiği, bırakalım yabancıları, bizim insanımız tarafından dahi yeterince idrak edilebilmiş değildir. Dolayısıyla elimizdeki her türlü imkânı seferber ederek öncelikle kendi insanımıza ve toplumumuza, ardından da insanlığa İslâm’ın diriltici soluğunu ulaştırmak için eğitimli insan yetiştirmenin üzerimize farz olduğunu unutmamalı.
3. Organize ve sistemli çalışma: İnsanlığa hakkı ve hakikati ulaştırmak gibi temel bir amaç, örgütlü ve sistemli faaliyet olmadan gerçekleştirilemez. Ne ferdî çabalar, ne de sistemsizliğin ve karmaşanın hakim olduğu faaliyetler bu alanda sonuç getirebilir. Yetişmiş insanların örgütlü faaliyetler çerçevesinde gayret göstermesi bu noktada elzemdir.
Bütün bunların, maddi ve manevi planda fedakârlık ve feragat isteyen hususlar olduğu açıktır. Dolayısıyla bir ferdin veya topluluğun uhdesine terk edilemeyecek, ancak bütün Ümmet’in müşterek sorumluluğuyla yerine getirilebilecek büyük bir meseleden bahsettiğimizin farkında olmalıyız.
Burada bir noktanın daha altını çizelim: Bütün bu söylediklerimiz, yapay ve kurgusal faaliyetler olarak düşünülmemelidir. Asıl olan, bu faaliyetlerin hayatın tabii akışı içinde, tabii seyri içinde yapılmasıdır. İslâm ideoloji değildir; dolayısıyla İslâm adına ortaya konulacak herhangi bir faaliyetin de yapay olmaması esastır.
Cihadın türleri
Cihadla ilgili ayet ve hadisler bir bütün olarak ele alındığında, muhtevası, muhatabı ve yapılış tarzı bakımından birbirinden farklı cihad türlerinin bulunduğu görülecektir. Yazının başlarında zikrettiğimiz gibi nefs ve şeytanla yapılan cihad (mücahede) yanında, İslâm toplumu içinde emr-i ma’ruf, nehy-i münker çerçevesinde yapılan cihad da önemli bir yer tutmaktadır.
Söz gelimi Efendimiz s.a.v. ümmet içinde yapmayacakları şeyleri söyleyen ve emrolundukları şeyleri yapmayan nesillerin ortaya çıkacağını haber vererek şöyle buyurmuştur: “Kim onlarla eliyle cihad ederse, o mümindir. Kim onlarla kalbiyle cihad ederse, o mümindir.” (Müslim)
Bir keresinde, savaşa çıkmak üzere gelen bir sahabiye, anne-babasının hayatta olup olmadığını sormuş, hayatta olduğunu öğrenince de, “O halde onlara hizmet yolunda nefsinle cihad et.” (Buharî) buyurmuştur.
Keza, savaş konusunda erkeklerle kadınlar arasında fark bulup bulunmadığını merak eden ve: “Ey Allah’ın Rasulü! Görüyoruz ki cihad amellerin en faziletlisidir. Öyleyse biz de cihad etmeli değil miyiz?” diye soran Hz. Aişe r.anha validemize: “Sizin için cihadın en faziletlisi makbul hacdır.” (Buharî) diye karşılık vermiştir.
Bunlar yanında, “Mücahid, nefsiyle cihad edendir.” (Tirmizî) ve “Cihadın en faziletlisi, zalim sultanın yanında hakkı söylemektir.” (Ebu Davud) gibi hadisler de dikkate alındığında şunu söylememiz mümkündür:
Cihad, en genel anlamıyla hayatın gayesi olarak Allah’a gereği gibi kulluk etmek, Kur’an ve Sünnet ölçülerini hayata hakim kılmaya çalışmak, İslâm’ın evrensel mesajlarını diğer insan ve toplumlara tebliğ etmek, İslâm ülkesini ve müslümanları her türlü düşman tasallutuna ve tecavüzüne karşı müdafaa etmek ve fetih olarak ifade edilebilir. Bu anlamda cihadın kalple, elle, ilimle, malî ve bedenî güçle ve orduyla yapılan türleri olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
“Müşriklere karşı canlarınızla, mallarınızla ve dillerinizle cihad edin.” (Ebu Davud) hadisi, cihadın sadece fiilen savaşmak anlamında olmadığını açık biçimde ortaya koymaktadır. Malla cihad, ekonomik sektörlerde fitne ve fesada karşı yapılan mücadeleyi, dille cihad da sanat, bilgi ve medya gücünü de ihtiva eden geniş bir alanı kucaklamaktadır. Bugünün dünyasında etkili bir söylemin ve ikna edici bir dilin en az silah kadar etkili olduğu artık herkes tarafından kabul edilmektedir.
“O halde kâfirlere boyun eğme ve onlara karşı bununla (Kur’an’la) büyük bir mücadele ver.” (Furkan, 52) ayeti de bu gerçeği vurgulayan ilâhi beyanlardan biridir. Kur’an’la cihadın fiilî savaş olmadığı açıktır. Elmalılı merhumun da belirttiği gibi bu ayet Mekkî’dir (Mekke döneminde nazil olmuştur). Dolayısıyla Kur’an ile cihad emrinin ne büyük bir emir olduğuna delalet eder.
Fiilî savaşın meşru kılınmadığı bir dönemde Kur’an ile cihad, onun ihtiva ettiği ikna edici afakî ve enfüsî delillerle, belagat ve fesahatla cihad demektir. Bu da sanat, edebiyat, bilgi ve hikmet ile cihadın önemine dikkat çekmek için fazlasıyla yeterlidir.
Cihad-fetih ilişkisi
Sırası gelmişken fetih konusuna da burada bir nebze değinmekte fayda var. Günümüzde yükselen değer olarak “demokrasi”nin başka ülke ve toplumlara götürülmesi adına ve bu görüntü altında ne türlü katliamların yapıldığı herkesin malumu. Ne hikmetse demokrasi adına bu türlü manzaraların oluşmasından rahatsız olmayan bir kısım çevreler, tarih içinde gördüğümüz “fetih” uygulaması hakkında sıkılmadan “işgal” tabirini kullanmakta bir sakınca görmez!
Oysa fetihle işgal ve günümüzdeki uygulamalar arasında dağlar kadar fark vardır. Her şeyden önce şunu belirtelim ki fetih bir istila ve sömürü savaşı değildir ve temelde iki amaç için yapılır:
1. Kalbi ve aklı İslâm hakikatine açmak,
2. İnsan ile İslâm arasındaki engelleri kaldırmak.
Bu amaçla gerçekleştirilen savaşlar kesinlikle kıyım ve katliam görüntülerine sahne olmamıştır. Bu savaşların sonucunda tesis edilen adalet ve hakkaniyet anlayışı, İslâm coğrafyasında pek çok gayri müslim unsurun/toplumun günümüze kadar varlığını muhafaza edebilmiş olmasında kendisini göstermektedir.
Bugün adına “küresel sistem” denen ve Batılı devletlerin ekonomik, askerî, kültürel… üstünlüklerinin tescili anlamına gelen durum ile İslâm fütuhatı sonucunda oluşan manzarayı birbiriyle karşılaştırmak dahi mümkün değildir.
Sadece şu hususu hatırlamak yeterli olacaktır: Müslümanlar fethettikleri memleketlerde yaşayanlara kesinlikle “bize benzeyeceksiniz” gibi bir dayatmada bulunmamış, tam aksine her toplumun kendi dinî ve kültürel değerlerini, hatta kılık-kıyafetini muhafaza ederek yaşamasını esas kabul etmiştir.
Bugünün “küresel” sistemi ise insanları ve toplumları tek tip yapma esası üzerine kuruludur. Batılı ülkelerde azınlık statüsünde yaşayan dindaş ve soydaşlarımızın nasıl bir “asimilasyon” dayatması ile karşı karşıya olduğu herkesin malumudur. Günümüzde bu yöndeki baskıların giderek gözle görülür bir seviyeye çıktığı da kimsenin gizlisi değildir.
Öte yandan sadece giyim-kuşamda değil, tüketim alışkanlıklarında, değer yargılarında, inançlarında ve hatta davranış kalıplarında tektipleştirilmiş nesiller, dünyanın doğusundan batısına bütün toplumların ortak gerçeği haline gelmiş bulunmaktadır.
Sonuç
Cihad konusunda günümüzde iki eğilim dikkat çekmektedir:
Bunlardan birincisini, “müslümanların cihaddan başka kurtuluş çaresi yoktur” tesbitinden hareket ederek fiilî cihadı öne çıkaranlar oluşturmaktadır. Bunlar müslüman birey ve toplumun inşasını, maddi ve manevi eğitimini, dille, kalemle ve diğer yollarla cihad merhalelerini atlayarak fiilî savaş halinde ısrar etmektedirler.
İkinci kesim ise “cihadın devri kapanmıştır, devir bir arada yaşama devridir” tesbitini öne çıkararak, müslümanlarla gayrimüslimlerin kaynaşmasını istemektedirler.
Bu davranış şekillerinden biri ifrat ise öbürü tefrittir. Doğru olan, hikmete ve maslahata riayet ederek, hiçbir aşamasını önemsiz görmeyerek cihadı bütün çeşitleri ve safhalarıyla dikkate almaktır.
Hangi safha ve hangi metot sonuç getirici ise onu kullanarak evrensel sorumluluklarımızı yerine getirmek durumundayız. Ne kendi aramızda cihadın bir versiyonu olan emr-i ma’ruf, nehy-i münkeri, ne kalem ve kelam ile cihadı, ne de İslâm coğrafyasının herhangi bir bölgesi işgale uğradığında direnişi ve fiilî cihadı terk edebiliriz.
Akıl, tecrübe ve hikmet bunların her birinin ayrı bir yeri ve sırası bulunduğunu söyler ve bize düşen de buna titizlikle riayet etmektir.
Semerkand Dergisi – Mayıs 2009
www.ihvan.co
.
CİHAD NEDİR ?
Ey kendisine farz kılınan cihattan yüz çeviren kimse, Allaha yemin olsun ki, murada nail olmakla mesut olmaktan mahrum oldun. Savaştan kaçmanın, kahramanların savaşlarında bulunmayışın, Allah yolunda mal ve can ile cimri davranmanın sebebini keşke bilseydin!
Bunun sebebi; uzun yaşama arzusu, ecelin saldırma korkusu, mal ve ehlinden, çoluk çocuk ve hizmetçiden, kardeşten, yakından, kerim olan bir dosttan, sıcak bir arkadaştan salih amelleri çoğaltma arzusundan, güzelliği ve çekiciliği olan bir zevcenin sevgisinden, konu komşudan, yüksek mevkilerden, ihtişamlı köşklerden, huzurlu bir gölgeden, şık giyimden veya afiyetli bir yiyecekten başka bir şey midir? Seni cihaddan alıkoyan bunlardan başka bir şey değildir.
Ey benim kardeşim, bunlar senden sudur edecek güzel şeyler değildir. Allah’ın azze ve celle şu sözünü duymuyor musun?
"Ey iman edenler, ne oldu ki size Allah yolunda savaşa kuşanın denildiği zaman yerinizde ağırlaşıp kaldınız. Ahiretten cayıp dünya hayatına mı razı oldunuz? Ama ahirettekine göre bu dünya hayatının yararı pek azdır."
(Tevbe 81]
Sana sunulan apaçık burhanları dinle! Ki bilesin, seni cihattan alıkoyan sadece mahrumiyet, gecikmende ki sebep de sadece nefis ve şeytandır. Senin uzun yaşama umuduna, ecelin hucum etmesinden korkman, gelmesi kesin olan ölümden kaçman, yürünmesi gerekli olan yolda yürümekten korkmana gelince, Allah a yemin olsun ki cihad öne geçenlerin ömrünü kısaltmayacağı gibi, cihattan geri kalmakta geri kalanların ömrünü arttırmaz.
Allahu Teala buyuruyor ki:
“Müminlerden özür olmaksızın oturanlar ile Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler eşit değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır. Tümüne güzelliği vaad edmiştir. Ancak Allah cihad edenleri oturanlara göre büyük bir ecirle üstün kılmıştır. Onlara kendinden dereceler, bağışlanma ve rahmet vermiştir. Allah bağışlayan, esirgeyendir." (Nisa 95-96]
"...Bununla beraber o kafir ve müşrikler sizinle, nasıl topyekün savaşıyorlarsa, siz de Allah’tan başkalarına ilahlıkyakıştıranlarla öylece topyekün savaşın; ve bilin ki, Allah, kötülükten sakınanlarla beraberdir." (Tevbe 36]
"Ey inananlar! Gerçi hoşunuza gitmez, ama savaş size farz kılındı. Bazen sevmediğiniz, hoşunuza gitmeyen bir şey hakkınızda iyi olabilir ve yine hoşlandığınız bir şey de sizin için kötü olabilir. Allah bilir, ama siz bilmezsiniz bu gerçekleri." (Bakara 216)
"Sizin için savaş kolay da olsa, zor da olsa, gerek hafif gerek ağır olarak hangi halde bulunursanız bulunun, hep birlikte savaşa çıkın ve mallarınızla canlarınızla Allah yolunda cihad ediniz, yürekten çaba gösteriniz, eğer bilirseniz bu sizin kendi iyiliğiniz içindir." (Tevbe 41)
"Bilesiniz ki Allah, karşılığında cenneti kendilerine vererek, kendi yolunda savaşan, öldüren ve öldürülen mü’minlerden, canlarını ve mallarını satın almıştır. Bu O’nun yerine getirilmesini Tevrat'ta, İncil’de ve Kur’an'da bizzat güvence altına aldığı gerçek bir vaattir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O’nunla yaptığınız alım satımdan dolayı, müjdelenip sevinin, çünkü en büyük kazanç, kurtuluş ve bahtiyarlık budur. "(Tevbe 111)
"Ey iman edenler! Sizi hem bu dünyada, hem de öteki dünyada şiddetli bir azaptan koruyup kurtaracak bir alışveriş göstereyim mi size. Allah’a ve peygamberine inanır, Allah yolunda malınız ve canınızla gayret gösterirsiniz. Bu sizin için en iyi olan harekettir, keşke bilseydiniz. Eğer böyle yaparsanız Allah, günahlarınızı bağışlayacak ve sizi öteki dünyada, altından ırmaklar akan bahçelere ve bu sonsuz mutluluk bahçelerindeki, güzel köşklere sokacaktır. İşte bu büyük bir kurtuluştur. Allah size seveceğiniz bir iyilik daha verecektir ki, o da düşmanlarınıza karşı her zaman yardım etmesi ve yakın bir zamanda nasip olacak ülkelerin fethidir ki, Ey Muhammed mü'minlere bu fethi ve yardımı şimdiden müjdele." (Saff 10-13)
Ebu Hüreyre -Allah ondan razı olsun-'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e, "Hangi amel daha faziletlidir?" diye soruldu. "Allah’a ve Rasûlü'ne inanmak" buyurdular. "Sonra hangisi?" sorusuna, "Allah yolunda cihad etmek" buyurdu, "Daha sonra hangisi?" denilince, "Allah katında kusursuz yapılarak makbul olan haçtır." buyurdular. (Buhari, İman 18; Müslim, İman 135)
Enes -Allah ondan razı olsun-'dan bize bildirildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu: "Allah yolunda yapılan bir sabah ve akşam yürüyüşü şüphesiz dünyadan ve dünyadaki varlıklardan daha hayırlıdır." (Buhari, Cihad 5; Müslim, İmara 112)
Ebu Said el-Hudri -Allah ondan razı olsun-’den rivayet edildiğine göre bir adam Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem'e gelerek insanların hangisi daha üstündür?" diye sordu. Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem:
"Allah yolunda canıyla ve malıyla cihad eden mümindir" buyurdu. "Sonra kimdir?" diye sordu. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "Dağ aralarına çekilip Allah’a ibadet eden ve insanları şerrinden uzak tutan kimsedir" buyurdular. (Buhari, Cihad 2; Müslim, İmara 172)
Sehl ibni Sa'd -Allah ondan razı olsun-’dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdular:
"Allah yolunda, Allah'ın rızasını kazanmak için sınırda bir gece nöbet beklemek dünyadan ve dünyadaki bütün şeylerden daha hayırlıdır. Sizden birinizin kamçısının cennette işgal ettiği yer, dünyadan ve dünyadaki bütün eşyalardan daha hayırlıdır. Bir kulun Allah yolunda savaşta akşamleyin veya sabah erken vakitteki yürüyüşü de, dünyadan ve dünya üzerindeki tüm şeylerden daha hayırlıdır." (Buhari, Cihad 6; Müslim, İmara 113)
Selman -Allah ondan razı olsun- Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i şöyle buyururken işittim demiştir:
"Bir gün bir gece sınır boyunda nöbet tutmak; gündüzü oruçla gecesi ibadetle geçirilen bir aydan daha hayırlıdır. Şayet bu kişi nöbet esnasında vefat ederse, yapmakta olduğu amelin sevabı kıyamete kadar devam eder. Şehidler gibi cennette rızıklandırılması da devam eder. Her türlü fitneden bilhassa kabirdeki sorgu meleklerinden de güven içinde olur." (Müslim, İmara 163)
Fedale ibni Ubeyd -Allah ondan razı olsun-’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:
"Her ölenin amel defteri kapanır yalnız Allah rızası için, İslam memleketinin sınırlarında nöbet tutanların defteri kapanmaz. Yaptığı işlerin sevabı kıyamet gününe kadar artarak devam eder, kabir fitnesinden de güvenlik içerisinde olur." (Ebu Davud, Cihad, 15; Tirmizi, Fedailu’l-Cihad, 2)
"Kim Allah yolunda savaşırken öldürülür ya da galip gelirse ona büyük bir ecir vereceğiz." (Nisa 74)
İbn Mesud'dan -Allah ondan razı olsun- şöyle rivayet edilmişir: Rasulullah sallallahu aleyhi ve selleme;
En efdal amel hangisidir? Diye sordum: Dedi ki: "Vaktinde kılınan namazdır." Dedim ki: "Ondan sonra nedir?" Buyurdu ki: "Anaya, babaya iyiliktir.” Ben: "Bundan sonra hangisidir?" Diye sordum O: "Allah yolunda cihaddır." Dedi. (Müslim, İman 36: Tirmizi, Salat 127)
Maiz'den -Allah ondan razı olsun- rivayet edilmiştir: Nebi sallallahu aleyhi ve sellem'e: "En hayırlı amel hangisidir?” diye soruldu.
"Yalnız Allah 'a iman etmek, sonra cihad ondan sonra da makbul hacdır. Bunun diğer amellere üstünlüğü, doğu ile batı arası kadardır" buyurdu. (İsabe 3/438)
Muaz bin Cebel'den -Allah ondan razı olsun- rivayete göre: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyururken dinlemiştir;
"Kim Allah yolunda bir dişi devenin iki sağımlığı arasındaki kısacık bir süre kadar dahi çarpışırsa onun için cennet vacip olur. İçinden samimi olarak Allah'tan (yolunda) öldürülmeyi dileyipte sonra ölen ya da öldürülen bir kimseye hiç şüphesiz şehit ecri verilir." (Ebu Davud 21: Tirmizi 183)
Sehl bin Huneyfden -Allah ondan razı olsun- Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu; " Yüce Allah'dan samimiyetle şehit olmayı dileyen kimseyi Allah yatağı üzerinde ölse dahi şehitler mertebesine ulaştırır." (Müslim 3/1517)
Ebu Hüreyre -Allah ondan razı olsun-’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu: "Bir kimse Allah’a inanır, peygamberlerini tasdik eder ve sadece Allah yolunda cihad ederse Allah o kimseyi şehid olursa cennete koymak, gazi olursa manevi mükafata ve dünyalık ganimete kavuşmak olarak evine döndürmeye kefil olmuştur. Muhammed’in canını elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, Allah yolunda açılan bir yara kıyamet gününde açıldığı şekliyle gelir. Rengi kan rengi, kokusu misk kokusudur. Yine Muhammed'in canını elinde tutan Allah'a yemin ederim ki eğer müslümanlara zor gelmeseydi Allah yolunda cihada çıkan birliklerden hiçbir zaman ayrılıp geri kalmazdım. Fakat maddi güç bulamıyorum ki, onların hepsini savaşa göndereyim. Onlar da zaten bu imkandan mahrumlar. Benden ayrı kalıp geride kalmak da onlara zor geliyor. Muhammed'in canını elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda savaşıp öldürülmemi, sonra savaş edip yine öldürülmeyi, sonra tekrar savaş edip yine öldürülmeyi çok arzu ederdim.” [Müslim, İmara, 103)
Yine Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu: "Allah yolunda yara alan herhangi bir kimse kıyamet gününde yarasından kanlar aktığı halde gelir. Rengi kan rengi kokusu ise misk kokusudur." (Buhari, Cihad 10. Müslim, İmara 105)
Muaz -Allah ondan razı olsun-’dan bize bildirildiğine göre Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Allah yolunda müslümanlardan bir kişi bir deve sağılacak kadar bir süre cihad ederse cennet onun hakkı olur. Allah yolunda yaralanan veya bir sıkıntıya düşen kimse kıyamet gününde yaralandığı an gibi kanlar içinde Allah'ın huzuruna gelir, kanının rengi za'feran gibi kıpkırmızı, kokusu da misk kokusu gibidir." (Ebu Davud, Cihad 40; Tirmizi, Fezailu’l-Ci- had 21)
Ebu Hüreyre -Allah ondan razı olsun-'den şöyle bildirilmiştir. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem'e "Allah yolunda cihada denk (cihad sevabını alacak) hangi iş vardır?" diye soruldu.
"Ona denk ibadeti yapmaya güç yetiremezsiniz" buyurdu. Ashab aynı soruyu iki-üç defa tekrarladılar. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem her defasında, "Onş denk ibadete güç yetiremezsiniz” cevabını tekrarlayarak şöyle buyurdu:
"Allah yolunda cihad eden kimsenin benzeri gündüzleri oruç tutan, gecelerini namaz kılıp Kur'an okumakla geçiren ve Allah'ın ayetlerine gereği biçimde itaat eden ve Allah yolundaki mücahid dönünceye kadar ne namazdan ne de oruçtan usanmadan ara vermeyip devam eden kimse gibidir." (Müslim, İmara 118)
Ebu Katade -Allah ondan razı olsun-’den bildirildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Ashabı içinde ayakta kalkarak: "Allah yolunda cihad ve Allah'a iman etmek amellerin en faziletlisidir" diye konuştu. Ashabtan biri kalkıp:
"Ya Rasulallah, eğer Allah yoluda şehid olursam bu benim günahlarıma keffaret olur mu?" diye sorunca, Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem, "Evet sabredecek ve ecrini de sadece Allah’tan bekleyerek cepheden kaçmaksızın düşmana karşı koyup Allah yolunda şehid düşersen günahlarına keffaret olur" buyurdu. Sonra Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem, "Nasıl demiştin?" diye sordu. Adam da: "Şayet ben Allah yolunda öldürülürsem günahlarıma keffaret olur mu?” diye sözünü tekrarladı. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem de ona:
"Evet, sabrederek ecrini de sadece Allah’tan bekleyerek cepheden kaçmaksızın düşmana karşı koyup Allah yolunda öldürülürsen günahlarına keffaret olur. Ancak insanlara olan borcun bunun dışındadır. Bunu bana Cibril söyledi” buyurdu. (Müslim, İmara 117)
Enes -Allah ondan razı olsun-'den nakledilmiştir: Bir grup insan Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e gelerek bize Kur’an’ı ve Sünneti öğretecek kimseler gönderseniz" dediler. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem de içlerinde dayım Haram ibni Milhan’m da bulunduğu Ensar’dan kendilerine Kurrâ denilen yetmiş kişiyi onlara gönderdi. Bunlar Kur’an okuyor ve geceleyin onu müzakere edip öğretiyorlardı. Gündüzleri ise su getirip mescide koyarlar, odun toplayıp onu satarak parasıyla Suffe ehline ve fakirlere yiyecek satın alıyorlardı. İşte Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz onlara bu kişileri göndermişti fakat gidecekleri yere varmadan düşman saldırısına uğradılar ve öldürüldüler.
Onlar düşman tarafından kuşatılıp öldürülmeden önce "Allahım bizim haberimizi Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e ulaştır, bizler sana kavuşmak üzereyiz ve senden razıyız, sen de bizden razı ol" dediler.
Bir adam yaklaşarak, Enes'in dayısı Haram'a mızrağını sapladı, hatta vücudunun bir tarafından öbür tarafına geçirdi. Bunun üzerine Haram: “Kabe’nin Rabbine yemin ederim ki cenneti kazandım." dedi.
Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem bu olayı haber alınca ashabına:
"Şüphesiz ki din kardeşleriniz öldürüldüler ve onlar "Allah'ım bizim haberimizi Peygamberimize ulaştır. Bizler sana kavuştuk ve senden razıolduk, sen de bizden razı ol!” diye niyazda bulundular buyurdu." (Buhari, Cihad 9; Müslim, İmara 147)
Yine Enes -Allah ondan razı olsun-'den nakledilmiştir: Amcam Enes ibni Nadr -Allah ondan razı olsun- Bedir savaşına katılmamıştı. Bu ona çok ağır gelmişti.
Bu sebeple, "Ya Rasûlallah, müşriklerle yaptığın ilk savaşta bulunamadım. Eğer Allah müşriklerle yapılacak bir savaşta beni karşılaştırırsa ne yapacağımı Allah görür" dedi.
Uhud günü gelip müslümanlar düşman karşısında dağılınca Enes ibni Nadr arkadaşlarını kastederek, "Ya Rabbi, şu arkadaşlarımın yaptıklarından dolayı senden af dilerim!" dedi. Müşrikleri kastederek de bunların yaptıklarından da uzak olduğumu arzederim deyip ilerledi ve Sa’d ibni Muaz’la karşılaştı ve: Ey Sa’d ibni Muaz, işte Cennet, Nadr’in Rabbine yemin ederim ki Uhud tarafından onun kokusunu alıyorum" dedi. Sa’d bu olayı anlatırken, "Ya Rasûlallah ben onun yaptığını yapmaya güç yetiremedim."
Hadisi bize nakleden Enes amcasıyla ilgili olayı şöyle anlatır: Amcamı şehid edilmiş olarak bulduk. Vücudunda seksenden fazla kılıç, mızrak ve ok yarası vardı.
Müşrikler ona müsle yapmışlardı yani göz, kulak ve tüm uzuvlarını kopararak belirsiz bir hale getirmişlerdi de onu kimse tanıyamadı, sadece kızkardeşi parmak uçlarından tanıyabildi.
Enes: "Biz şu ayetin amcam ve onun gibi olan kimseler
hakkında inmiş olduğu kanaatindeyiz" dedi.
"Mü'minler içinde öyle kimseler vardır ki Allah’a karşı verdikleri sözde durdular, onlardan kimi verdiği sözü yerine getirerek çarpışıp şehid düştü, kimi de sırasını bekliyor. Onlar hiçbir şekilde verdikleri sözden caymadılar.”
(Ahzab 23) (Buhari, Cihad 12; Müslim, İmare 148)
Ebu Musa -Allah ondan razı olsun-'dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in yanma bir bedevi geldi ve: "Ya Rasulallah! Adam var ki ganimet için savaşır, bir başkası şöhret kazanmak için savaşır, kimi de cesaretini göstermek için savaşır.”
Başka bir rivayete göre: Kahramanlık taslamak için veya ırkının üstünlüğünü göstermek için savaşıyor.
Diğer bir rivayette: Kızgınlığı ve kini dolayısıyla savaşıyor. Bunların hangisi Allah yolunda savaşmış olur?” diye sordu. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem:
"Kim Allah'ın sözü ve dini üstün olsun diye savaşırsa sadece o Allah yolunda savaşmış olur!” buyurdular. (Buhari, Cihad 15; Müslim, İmara 149)
KADINLARIN CİHADI
Hz. Aişe'den -Allah ondan razı olsun- der ki:
"Ey Allah'ın Rasulu görüyoruz ki cihad amellerin en ef- dalidir. Cihad etmeyelim mi? Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem de: "Sizin için en efdal cihad makbul hacdır," buyurdu. (Buhari, Hac 34, Cihad 1, Caza’is-Sayd 26)
İbn Asakir'den -Allah ondan razı olsun- bir rivayetinde: Hz. Aişe’den -Allah ondan razı olsun- bir kadın şöyle dedi:
Ey Allah'ın Rasulü, ben Kur'an'da cihaddan daha hayırlı bir amel göremiyorum. Bizler seninle beraber çıkıp cihad etmeyelim mi? Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem:
"Hayır" dedi. "Sizin için en hayırlı cihad makbul hacdır." (Buhari, Cihad 1)
05.06.2015 11:59
Kategori Genel
.
www.esadcosankulliyati.com/arsiv/kitap/mzkvetasavvuf/mzkvet08.html
Şimdi bakın tasa
.TASAVVUF VE CİHAD
Prof. Dr. İhsan Süreyya SIRMA
Sakarya Ü. İlâhiyat Fakültesi
Bismillahir rahmanir rahim.
Değerli kardeşlerim!..
Fransız şairi Lamartine'nin bir sözü var... On ciltlik bir Türkiye tarihi yazmış ve onun ön sözünde diyor ki: "Türkleri anlıyabilmek için, onlarla özdeşleşmiş olan dinlerini öğrenmek lâzım!.. Dinleri olan İslâm'ı da öğrenmek için Muhammed'i bilmek lazım. Onun için, ben eserimin birinci cildini Muhammed'e ayırdım." diyor ve ilâve ediliyor: "On senede hazırlayıp size sunduğum bu binlerce rivayet içinde, edip olan ben değilim. Konunun bizâtihi kendisi edibânedir. Yâni İslâm'ın kendisi buna lâyıktır." diyor.
Bana verilen konu biraz çetrefilli bir konu... Biraz mayınlar üzerinde oynayan bir rolü gerektiriyor. Ve tarih deyince insanın aklına mutlaka bir kronoloji geliyor. Ben de biraz tasavvufun adeta kronolojisini yapmaya çalışacağım. Çünkü dün, Akif Bey kardeşimiz "Bu Adem'den başlıyor." dedi; doğrudur. Şimdi madem ki Adem'den başlıyor biz de ondan başlıyalım. Ama bugüne kadar nasıl getireceğiz. Bu kısa dakikalar içerisinde inşaallah gayret edeceğiz.
Allah-u Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de buyuruyor ki: "Ben insanları ve cinleri sadece bana kulluk yapsınlar diye yarattım." O halde İslami yaşantının özü olan tasavvuf bunu mündemicdir, içine almıştır. Biz kulluk yapmak üzere, zahid olmak durumundayız.
Kur'an-ı Kerim'e baktığımızda, Allah-u Teâlâ insanları dört sınıfa ayırıyor. Bunların dışında yok: Mü'min, kâfir, münafık, bir de müzebzeb olanlar, yâni ne oldukları belli olmayanlar... Menfaati neredeyse, bir orada bir burada görünür, ondan sonra çeker gider. Şimdi asıl olan bu kulluk nasıl yapılacak? İşte, mesele budur.
Benim kanaatime göre ve şu ana kadar edindiğim bilgilere göre İslâmı'n özü olan bir şey vardır ki, biz müslümanlar bir kişinin vefatını duyduğumuzda onu terennüm ederiz. Ne deriz?..
(İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.)(Bakara 156) İşte bu insanlığın tarihçesidir. Biz Allah'ınız. İşte bizim Allah'a ait oluşumuz, tasavvufun özüdür. Ve cihad bunu gerçekleştirmenin kavgasıdır. Biz Allah'ınız, ne demek?.. "Hak" olan tarikatların --bunu tırnak içine alıyorum; çünkü hak olmayan, batıl olan bir sürü tarikat vardır-- hemen hepsinde bir zikir formülü var:
(Efdaluz zikri lâ ilâhe illallah.) Tasavvuf tarihin kavgasıdır. Ve cihadı bunun üzerine oturtuyoruz. Başka deyişle, tasavvuftaki cihad illâ'nın, yâni kelimeyi tevhiddeki illâ'nın tahakkuku için lâ dememizin kavgasıdır cihad...
Şimdi ben tabiî sizlere bunu anlatacak değilim. Ancak şunu söylüyorum. Peygamber Efendimiz'e kadar olan bütün peygamberler insanlara bir tek şey öğrettiler: "Lâ ilâhe illallah deyin; Allah'tan başkasına kul olmayın!" İslâm'ın birinci şartındaki kelimeyi şehadette lâ ilâhe illallah var... "Lâ ilâhe illallah" derken hangi ilâhlara karşı çıkıyoruz? Bunu hiç düşündük mü? Eğer peygamber zamanındaki Lât'a, Menat'a karşı çıkıyorsak, onlar bitti. Ama madem ki İslâm'ın ilk şartıdır; o halde, piyasada kendilerine lâ denilip karşı çıkılması gereken bir sürü ilâh vardır. İşte bu sahte ilâhlarla mücadeleye biz cihad diyoruz. Ve tasavvufun özü bu olmak lâzım!..
Pakistan'lı şair Muhammed İkbal, çok güzel söylüyor: "Bana İslâm'ın lâ kılıcını verin, insanları ezmekte olan emperyalist heykellerinin nasıl devrileceklerini ve illâ'nın nasıl hakim olacağını ben size göstereyim!"
O halde felsefedeki o negosyon dediğimiz şey budur. Siz eğer bir şeyleri inkâr etmesini bilmiyorsanız, karşı çıkmazsanız; başka bir deyişle, biz zikirde lâ ilâhe demeden illallah dersek olmaz. İllallah demek çok kolay ama önce sahte ilahlara lâ demek lazım. Ve işte bu mücadele odur.
Tasavvufdaki cihad, başka kelimelerle şeytana ve onun bütün sistemlerine karşı çıkmaktır. Ne demek; şimdi bunu birkaç kelimeyle açıklamak istiyorum, yoksa anlayamayız. Bakın bugün eğer dünya üzerinde beş milyar insan yaşıyorsa ve bunun beşte biri müslümansa; fakat en çok bunlar ölüyor, bunlar eziliyorsa, bunların dininde bir yanlışlık olması lazımdır. Ha, işte bunu anlamak lâzım! Nedir bakın, Şeytan'dan dedim. Şeytanı değerlendirirken size birşey hatırlatmak istiyorum. Şeytan biliyorsunuz Adem Aleyhisselâm yaratılıp Allah-u Teâlâ'nın emri ile bütün melekler ona secde ettiler. Şeytan, yani İblis, secde etmedi. Arkadaşlar, İblis'in şeytanın bu hareketini biz anlamazsak, bugünkü problemlerimizi çözemeyiz. Tasavvufu da anlayamayız.
Bakın şeytan Allah'a ne dedi?.. Allah'a dedi ki:
(Halaktenî min nâr) "Ya Rabbi! Sen beni ateşten yarattın!" Allahı yaratıcı olarak kabul ediyor. Peki neyi kabul etmiyor, niye şeytan kafir?.. Diyor ki; "Ya Rabbi! Sen beni yarattın, yeri göğü yarattın, cenneti yarattın; yalnız, benim işlerime sen karışma!" diyor. "Sen bir kanun yaptın. Senin yaptığın kanuna göre benim Adem'e secde etmem gerekir. Ben onu tanımıyorum ve diyorum ki: Benim kanunuma göre, ben topraktan yaratılana secde etmem ve etmiyorum!" diyor. Dolayısıyla "İlâhî güç benim işime karışmasın!" diyen felsefenin, yani laik felsefenin ilk kurucusu, böylece şeytan oluyor ve ilk laik de şeytan oluyor.
Bugün yanlış bir yola girmişiz. Bugün piyasada bir sürü adı müslüman olan insanlar var... Şeytan gibi davranıyorlar ve diyorlar ki: "Allah bizi yarattı, fakat işimize karışmasın!" Öyle diyorlar efendim. Tasavvuf, yâni İslâm, emr-i bil ma'ruf, nehy-i anil münker'dir. Yani bazı hocaların tercüme ettiklerine ben katılmıyorum. İyiliği, kötülüğü falan değil; Allah'ın emrettiği şekilde yaşamayı emreden bir kuraldır, bir müessesedir.
Onun için yine İkbal diyor ki: "Kim Allah'ın rızâsının dışında birisine kılıç çekerse, onun çektiği kılıç doğrudan doğruya kendi kalbine saplanır." O halde cihad sadece Allah içindir. Toprak için, taş için bilmem ne için; yok böyle şey ha!..
Resulullah SAS, bizim için usve-i hasenedir. Meselâ Bedir Savaşı'ndan bir sahne... Enfal Sûresi'ni okuyacak olursanız, Allah-u Teâlâ orada açıkça diyor ki: "Görünmeyen ordular müslümanlara yardım ettiler." Ancak, müslümanların hazır olması lazım!..
Şimdi bugünümüze yavaş yavaş taşımaya çalışacağım. Önce doğru tasavvufdan bir iki misal: Hazret-i Ömer zamanında İslamî fütûhat devam ediyor. Bizans kralı Kudüs'teÉ Şu bizim Başbakan'ın arz-ı mev'ûd deyip İsraillilere vermek istediği Kudüs var ya!.. Ama inşaallah biz bir gün onu işgalden kurtaracağız. Neden?.. Çünkü siz almaya mecbursunuz, eğer Kur'an'a inanıyorsanız. Demin burada hoca efendi Tâhâ suresini okudu. Allah-u Teâlâ, Musa'ya: "Sen Tuvâ Vadisi'ne giriyorsun, ayakkabılarını çıkar!" diyor. Mukaddestir orası, bizim için mukaddes olanları biz başkasına arz ediyoruz. Yapamayız ha!
Henüz Kudüs müslümanlar tarafından feth edilmemişti. Bizans Kralı etrafını çağırıp:
"--Bu müslümanlara ne oluyor? Düne kadar açtılar, her gün benim bir memleketimi feth ediyorlar." diyor.
"--Bilmiyoruz kralım, onlara esir düşüp gelmiş bir askerimiz var... Ona bir soralım!" diyorlar.
Çağırıyorlar ve asker geliyor. Kral soruyor:
"--Bana müslümanları anlatır mısın?"
Ve anlatıyor Bizanslı asker:
(Hüm zühhâdün fil leyl ve fursânün fin nehâr.) "Onlar gece zahiddirler; ellerinde Kur'an dedikleri bir kitap var onu öğrenirler. Sabah oldu mu, atın sırtına biner, cihad dedikleri savaşa giderler."
Kral üzülüyor ve ayaklarını yere vuruyor:
"--Eğer sen yalan söylemiyorsan, şu bastığım topraklar da onların olacak!" diyor.
Bir sene sonra onların oldu. Hazret-i Ömer RA teslim aldı. İşte gerçek tasavvuf odur. Biraz sonra size söyleyeceğim gibi, İslâm'ın kılıcını omuzlardan indirip kınına sokan bir hareket tasavvuf olamaz!..
Hz. Ömer RA zamanında İran feth edildi. Peygamber SAS Efendimiz'in dayısı sayılan Sa'd bin Ebi Vakkas İran cephesinin komutanıydı. Ona bir parola gönderiyor Hazret-i Ömer RA, diyor ki: "Siz savaşa katılan bütün askerlere emredeceksiniz, savaşırken 'lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah' diyecekler. Hem kılıç sallıyacak hem de 'lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah' diyecekler."
Biliyorsunuz tarikatta bu bir zikirdir. Yani güç, kuvvet her şey Allah'tandır. Siz buna inanacaksınız. Allah bu dediğinizi sizin bileklerinizde oynayan kılıçta tahakkuk ettirecek. İşte cihad budur. Bir başka tabirle fiilî cihadla, zikrî cihad paralel gider. Birbirinin mütemmimleridir. Değilse, İslâm Alemi'nin her tarafı kana bulaşmış... Ben şimdi diyeceğim ki, "Arkadaşlar! Cezayir kan ağlıyor, Bosna kan ağlıyor, Azerbeycan kan ağlıyor, Güneydoğu kan ağlıyor!.. Çıkarın tesbihlerinizi, tevhid çekelim!" Böyle bir şey olmaz!
--O halde nasıl olur?..
Fiilen bunun mücadelesini veririz. Ondan sonra Allah'a tevekkül eder, tesbihle devam eder, destekleriz. Hazret-i Ömer'in dediği gibiÉ Çünkü bu tahakkuk etmiştir.
Peygamber Efendimiz SAS'in sahabileri zamanında meşhur bir hadise vardır: Sariye hadisesi... Hazret-i Ömer RA bir gün hutbe okurken, hiç konuyla ilgisi yokken diyor ki, "Ya Sariye tûlel cebel! Ey Sariye dağa tırman, dağa!.." Cemaat Hazret-i Ömer'e soruyor: "Biz anlıyamadık ya Emirel Mü'minin. Neyin nesidir bu? Sariye kimdir?" Bir İslam komutanı Irak bölgesinde savaşıyor. Bir ay sonra gelince ona soruyorlar. O diyor ki: "İran ordusu bizi saracaktı ve Emirel Mü'minîn'in sesini duydum. 'Hadi dağa tırman!' dedi. Dağa tırmandık ve galip olan bizler olduk."
Tabiî, o duruma gelebilmek için Hazret-i Ömer'in sesini Sariye'ye duyurma; Sariye'nin de Hazret-i Ömer'in sesini duyabilme derecesine ulaşabilmesi için, önce cihadı başlatmak lazım. İşte mesele odur. Biz eğer ruhumuzda ve beynimizde de cihad diye birşey oluşturmamışsak, bizi Sariye duyamaz.
Meselâ İslâm'la mücadele etmiş birisi için mevlid, yâni Peygamber Efendimiz SAS'in doğumunu vesile kılmanın hiçbir anlamını göremiyorum ve burada benim meslektaşlarım, hocalar nasıl bunu yapıyor, bunu düşünüyorum.
Şimdi bakın tasavvufta cihad nedir?.. Allah rahmet eylesin Attar, bir müridine: "Oğlum, git çarşıdan ara kendine bir dert bul. Eğer bulamazsan gel, benden ödünç al!" diyor. Sana vereyim demiyor. Çünkü onun ihtiyacı var. Bu müslümanların derdi yok, rahattırlar. İşte cihad onları rahatsız duruma getirir.
Bir sahabi Peygamber SAS'e gelip diyor ki: "Ya Rasûlallah! Bir gün şu kılıcı bırakıp rahat edeceğimiz gün gelmiyecek mi?.." SAS Efendimiz buyuruyor: "Vallahi kıyamete kadar müslümanın rahat edeceği günler çok az olacak!" Neden?.. Çünkü bunun karşılığında Cennet var... Cennet bedava değil... İşte onun içindir ki İkbal tehlikeyi ne gösteriyor biliyor musunuz: "Bir tehlikeyi seçmek imtihandır. Bu ruhla bedenin bir araya gelişinin miyarı, ölçüsüdür." Eğer siz bedeninizi ortaya koymuyorsanız, siz imtihanı kaybetmişsiniz.
Hocalarımız daha iyi bilir; ne yaptılar? Dediler ki:
"--Efendim ben İslâm için koşturur giderim, cihada giderim amma, viran olası hânede evlâd ü iyal olmasa!.."
Gençler için tercüme edelim:
"--Ben bu İslam için koşuşturur, cihad yaparım amma; yıkılası evimde çoluk çocuk olmasa, karı olmasa, apartman olmasa, mobilya olmasa, arsa olmasa, mercedes olmasa giderim."
İşte bu zihniyeti getirdiler. Bu zihniyetin İslâm'la alâkası yok!..
Şimdi doğru olan tasavvuftan bir misal: Mevlânâ'nın şeyhlerinden sayılan Necmeddin-i Kübrâ var... Harzemşahlılar zamanında Moğollar geliyor üzerine... Moğol komutanı haber gönderip Necmeddin-i Kübrâ'nın şehri terketmesini istiyor. Bu haber gelince, Şeyh hırkasını çıkarıp asıyor, "Şimdi cihad zamanıdır!" diyor. O yetmiş, seksen yaşında kılıcını çekiyor, bir moğol askeriyle boğuşurken, cihad ederken şehid oluyor.
Tabiî, Mevlânâ onu çok güzel dile getiriyor: "Biz o kimselerdeniz ki, o muhteşemlerdeniz ki, bir elimizde kadeh tutuyoruz. --Tabi bunlar teşbihlerdir.-- Biz öyle zayıf keçilerin boynundan tutan insanlardan değiliz." Ve ilâve ediyor: "Bir elde, imanın o tertemiz şarabını çekeriz; bir elde de biz kâfirin perçemini tutarız."
--Ne demek perçem?..
Moğol askeriyle boğuşurken, Necmeddin-i Kübrâ'nın elinde o Moğol askerinin saçları kalıyor. Şehid oluyor, ölüyor; ama Moğol askeri kurtulamıyor o elden. Geliyorlar, uğraşıyorlar o şehidin elini açamıyorlar. Nihayet Moğol askerinin saçlarını kesiyorlar, öyle kurtuluyor. Mevlana: "İşte, biz buyuz. Bir taraftan lâ ilâhe illallah zikrini çekeriz; ama, bir taraftan da kâfirin boynunu vururuz." diyor. İşte budur.
Tasavvuf olmayan bazı şeyler tasavvufa girmiş. Şöyle bir tabir vardır: "Tasavvuf, müslümanların cihad kılıcını omuzlarından indirip kınına sokmuş..." Bu böyle midir, değil midir?.. Şundandır bakın. Bir iki misal vereceğim. Her yerde görürsünüz: "Yaradılanı severiz Yaradan'dan ötürü..."
Bir iki sene önce Erzurum'a bir zat gelmişti; adını söylersem hepiniz tanırsınız. Hoca dedi ki: "Ben buradan ayrılır ayrılmaz Marmaris'e gidip Kenan Paşa'yı ziyaret edeceğim." "İyi misin?İyi doktor arkadaşlarım var, rahatsızsan?.." diye sordum. "Memlekette müslüman mı kalmadı?" dedim. Bunun üzerine, "Severiz yaradılanı Yaradan'dan ötürü..." dedi. "Yâni, Yaradanın düşmanını mı seviyorsun?" dedim. "Severiz..." demez mi?
Efendim bu zihniyet yanlış! Bu yanlış şeyler, bizim doğru olan tasavvufumuza sokulmuş ve insanımız köleleştirilmiş. Onun için ben piyasada çok rastlıyorum: Gündüz lâik, gece mürid... Sanki günah çıkartma müessesesi yaptılar. Böyle tasavvuf olmaz!
Ondan sonra diyorlar ki: "Vurana elsiz gerek, dövene dilsiz gerek, koyundan yavaş gerek." Burada hocamız var; hocam bunun İslâm'la alâkası var mı?.. Vurana ne gerek?.. Kısas gerek!..
Haa, bir de müslümanla gayr-i müslimi biz karıştırmışız. Bir müslüman bize bir şey yaptıysa; tamam, biz onu hoş görürüz. Yunus böyle söylüyor. Ama şimdi laikler bize vuruyor; biz diyoruz ki: "Hoş karşılayalım!.."
Bir gün bir laik bana dedi ki:
"--Ya Hoca ne karşı çıkıyorsun? Bak Yunus ne diyor: Sövene dilsiz gerek, vurana elsiz gerek..."
"--Bak arkadaş! Yetmiş senedir siz bize sövdünüz, dövdünüz. Biraz da biz dövelim!" dedim.
"--Yok yok hoca," dedi. "O sizin içindir, hep biz döveceğiz hep siz susacaksınız!"
İşte yanlış tasavvuf budur.
Bu tasavvufun müsbet olanı yok mudur?.. Sultan Abdülhamid zamanında --Allah rahmet eylesin-- bu emperyalistlere karşı tarikatlar devreye sokuldu. Bizim bildiğimiz Şeyh Şamil hareketi bir tarikat hareketidir. Kuzey Afrika'da, başka yerlerde şu anda ayrıntılarına giremiyeceğim bir çok tarikat hareketleri vardır. Onlar gece zikreder, gündüz cihad ederlerdi.
Şimdi tabiî, kendi memleketimizden de bir misal vereyim. Allah rahmet eylesin, Şeyh Abdullah vardı; benim hocamın hocası... Rus ordusu iki yönden Anadolu'ya gelecekti. Birincisi Van'dan Pervari, Siirt üzerinden; diğer taraftan Bitlis, Diyarbakır üzerinden... Pervari'nin Bidar diye bir köyü var... Rusların geldiğini anlayınca müridlerini alır ve bir dağı tutar. Bu Şeyh Abdullah ve arkadaşları öyle bir cihad sergiler ki, Rus ordusu oradan geçemez.
Haa, gerekince işte bu!..
Size modern zamanlara ait bir hatıramı anlatıp bitiriyorum. Fransa'da benim oda arkadaşım bir Fransız vardı. Adı Kristiyan'dı. Jeoloji doktorası yapıyordu. Manavgat üzerinde çalıştı. Bana dedi ki: "İhsan, ben maalesef Cezayir savaşına katıldım." Biliyorsunuz Cezayir'li kardeşlerimiz Fransızlara karşı cihad ilan edip onları dışarı atmak istediler. Maalesef o zamanki bizim hükümetimiz Cezayir'i değil, Fransa'yı destekledi; Menderes zamanındaÉ Onu da öyle kapatıyorum, geçiyorum. O ayrı bir konferans konusu...
Arkadaşım devam etti: "Ben maalesef o savaşa katıldım. O savaş Kostantin'de, rahmetli Mâlik Bin Nebi'nin memleketinde, başladı. Orada mücahidleri kovalıyoruz." dedi. Bu arada bana sordu:
"--Mücahid nedir biliyor musun?"
"--Yok, bilmiyorum!" dedim. "Nedir?" dedim.
O dedi ki:
"--Müslümanlardan Allah için savaşanlara mücâhid derler." Cezayir'li kardeşlerimiz mücâhid kelimesini Fransız lügatlarına soktular. "Mücahidleri kovalıyoruz. Emrettim askerlerime dedim ki; ateş etmeyin gelişigüzel, birbirinizi vurursunuz. Hepsini bir camiye dolduralım, temizleyelim. Ondan sonra camiye doldurduk," dedi. (Ben 1970'te gittim; orayı ziyaret ettim.) "O cami doldu" diyor. "Ben askerleri duvarın dibine dizdim ve dedim ki, 'Ön saftan başlayacaksınız, kaçamak olmasın! Ben ateş deyince ateşleyeceksiniz.' O arada birisi kalktı. 18-19 yaşlarında sarı sakallı bir genç: 'Yâ Latîf!..' dedi."
Arkadaşlar! Bana bir kafir anlatıyorÉ Öyle bir kafir ki, kendi dininden de çıkmış, ateist... Lâikliği de bırakmış. O kelimeyi unutmamış, diyor ki: "'Yâ Latif!..' dedi. Onun ardından camidekilerin hepsi 'Yâ Latif!..' demeye başladı. Ya Latif!.. Ya Latif!.. Ya Latif!.. Cami gidip gelmeye başladı. Ben de, askerlerim de nasıl dışarıya kaçmışız; ben onu hâlâ anlayamadım!.." dedi.
Ben tabiî ona, "Gel müslüman ol, anlarsın!" dedim. Ama hidâyet Allah'tandır.
Şimdi kardeşlerim şunu diyorum: Allah bize diyor ki "Ben, sizi korurum!" Ancak o Cezayir'li kardeşlerimiz ne yaptı? Tüfeklerini kullandılar, kurşunları bitti, taşları bitti, sopaları bitti, ve Allah'ın evine sığınıp dediler ki: "Yâ Rabbi! Senin Latîf sıfatına sığınıyoruz. Bizim yapacağımız bu kadar, bitti." Ve Allah onları korur tabii... İşte tasavvufta cihad da budur: Zikir ve eylem yanyana...
Eylemi ön plana çıkarmayan bir tasavvuf, sahte bir tasavvuftur ve böyle bir tasavvuf yoktur. Bizim anlattığımız tasavvuf, Resulullah'ın cihadıdır, Fatih'in cihadıdır. Ve bugün dünyanın şurasında, burasında mücâdele veren müslümanın İslamî hareketidir.
Beni dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.
13. 11. 1994 - Eskişehir
.
www.vaa
.CİHAD
AYET : SAF SURESİ – 10 – 12. AYETLER
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا هَلْ أَدُلُّكُمْ عَلَى تِجَارَةٍ تُنجِيكُم مِّنْ عَذَابٍ أَلِيم ٍ :تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَتُجَاهِدُونَفِي سَبِيلِ اللَّهِ بِأَمْوَالِكُمْ وَأَنفُسِكُمْ ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ :يَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَيُدْخِلْكُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ وَمَسَاكِنَ طَيِّبَةً فِي جَنَّاتِ عَدْنٍ ذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ:
“Ey iman edenler! Sizi elem dolu bir azaptan kurtaracak bir ticaret göstereyim mi? Allah’a ve Peygamberine inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için çok hayırlıdır. (Bunu yapınız ki) Allah, günahlarınızı bağışlasın, sizi içinden ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koysun. İşte bu büyük başarıdır.” (SAF SURESİ – 10 – 12. AYETLER)
İnsanların dünyada güven, huzur ve barış içinde yaşayabilmeleri için üç rehbere ihtiyaçları vardır: Akıl, ilâhî vahiy ve peygamber. Kur’an, bunu şöyle ifade ediyor:
وَيَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُواْ لَوْلاأُنزِلَ عَلَيْهِ آيَةٌ مِّن رَّبِّهِ إِنَّمَا أَنتَ مُنذِرٌ وَلِكُلِّ قَوْمٍ هَادٍ:
“Kâfirler diyorlar ki: Ona Rabbinden bir mucize indirilseydi ya! (Hâlbuki) sen ancak bir uyarıcısın ve her toplumun bir rehberi vardır.” (RAD SURESİ – 7. AYET)
وَكَذَلِكَ أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ رُوحاً مِّنْ أَمْرِنَا مَا كُنتَ تَدْرِي مَا الْكِتَابُ وَلَا الْإِيمَانُ وَلَكِن جَعَلْنَاهُ نُوراً نَّهْدِي بِهِ مَنْ نَّشَاء مِنْ عِبَادِنَاوَإِنَّكَ لَتَهْدِي إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ:
“İşte böylece sana da emrimizle Kur’an’ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen doğru bir yolu göstermektesin.” (ŞÛRÂ SURESİ – 52. AYET)
وَأَنَّ هَـذَا صِرَاطِي مُسْتَقِيماً فَاتَّبِعُوهُ وَلاَ تَتَّبِعُواْ السُّبُلَ فَتَفَرَّقَ بِكُمْ عَن سَبِيلِهِ ذَلِكُمْ وَصَّاكُم بِهِ لَعَلَّكُمْتَتَّقُونَ:
“Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti.”
(EN’ÂM SURESİ – 153. AYET)
Yüce Allah, kutsal kitapları ve peygamberleri insanlara rehber olsun diye göndermiştir. Bu rehberden faydalanabilmek için aklın kullanılması, ilâhî vahyin ve peygamberin doğru anlaşılması gerekir.
Akıl; doğru işlerde ve hakka uygun olarak kullanılmadığı; ilâhî vahiy ve peygamber, doğru anlaşılmadığı zaman amaca ve hedefe ulaşılamaz; güven, huzur ve barış ortamı sağlanamaz. Bu konuda Kur’an şöyle buyuruyor:
وَهَـذَا كِتَابٌ أَنزَلْنَاهُ مُبَارَكٌ فَاتَّبِعُوهُ وَاتَّقُواْ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ:
“Bu (Kur’an), bizim indirdiğimiz bereket kaynağı bir kitaptır. Artık ona uyun ve Allah’a karşı gelmekten sakının ki, size merhamet edilsin.” (EN'ÂM SURESİ – 155. AYET)
Bu ayette beyan edildiği gibi, rahmet olsun diye gönderilen Kitap ve Peygamber’in, doğru anlaşılması gerekir. Yüce Allah da, Kur’an’ın anlaşılmasını istemektedir:
قُلْ هُوَ الْقَادِرُ عَلَى أَن يَبْعَثَ عَلَيْكُمْ عَذَاباًمِّن فَوْقِكُمْ أَوْ مِن تَحْتِ أَرْجُلِكُمْ أَوْ يَلْبِسَكُمْ شِيَعاً وَيُذِيقَ بَعْضَكُم بَأْسَ بَعْضٍ انظُرْ كَيْفَ نُصَرِّفُ الآيَاتِ لَعَلَّهُمْ يَفْقَهُونَ:
“De ki: “Allah’ın size üstünüzden (gökten) veya ayaklarınızın altından (yerden) bir azap göndermeğe ya da birbirinize düşürüp kiminize kiminizin hıncını tattırmaya gücü yeter.” Bak, anlasınlar diye ayetlerimizi nasıl açıklıyoruz!” (EN’ÂM SURESİ – 65. AYET)
وَهُوَ الَّذِيَ أَنشَأَكُم مِّن نَّفْسٍ وَاحِدَةٍ فَمُسْتَقَرٌّ وَمُسْتَوْدَعٌ قَدْ فَصَّلْنَا الآيَاتِ لِقَوْمٍ يَفْقَهُونَ:
“O, kara ve denizin karanlıklarında kendileri ile yol bulasınız diye sizin için yıldızları yaratandır. Gerçekten biz, bilen bir toplum için ayetleri geniş geniş açıkladık.” (EN’ÂM SURESİ – 98. AYET)
Anlamındaki ayetler ve benzeri birçok ayet bu gerçeği dile getirmektedir. Yüce Allah, kâfir, müşrik ve münafıkları gerçekleri anlamamakla yermektedir:
أَيْنَمَاتَكُونُواْ يُدْرِككُّمُ الْمَوْتُ وَلَوْ كُنتُمْ فِي بُرُوجٍ مُّشَيَّدَةٍ وَإِن تُصِبْهُمْ حَسَنَةٌ يَقُولُواْ هَـذِهِ مِنْ عِندِ اللّهِ وَإِن تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ يَقُولُواْهَـذِهِ مِنْ عِندِكَ قُلْ كُلًّ مِّنْ عِندِ اللّهِ فَمَا لِهَـؤُلاء الْقَوْمِ لاَ يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ حَدِيثاً:
“Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa “Bu Allah’tan” derler; başlarına bir kötülük gelince de "Bu senden" derler. “Hepsi Allah'tandır” de. Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar!” (NİSA SURESİ – 78. AYET)
وَمِنْهُم مَّن يَسْتَمِعُ إِلَيْكَ وَجَعَلْنَا عَلَىقُلُوبِهِمْ أَكِنَّةً أَن يَفْقَهُوهُ وَفِي آذَانِهِمْ وَقْراً وَإِن يَرَوْاْ كُلَّ آيَةٍلاَّ يُؤْمِنُواْ بِهَا حَتَّى إِذَا جَآؤُوكَ يُجَادِلُونَكَ يَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُواْ إِنْ هَذَاإِلاَّ أَسَاطِيرُ الأَوَّلِينَ:
“Onlardan seni (okuduğun Kur’an’ı) dinleyenler de vardır. Fakat onu anlamalarına engel olmak için kalplerinin üstüne perdeler, kulaklarına da ağırlık verdik. Onlar her türlü mucizeyi görseler bile yine de ona inanmazlar. Hatta o kâfirler sana geldiklerinde: “Bu Kur’an eskilerin masallarından başka bir şey değildir” diyerek seninle tartışırlar.”
(EN’AM SURESİ – 25. AYET)
وَجَعَلْنَا عَلَى قُلُوبِهِمْ أَكِنَّةً أَن يَفْقَهُوهُ وَفِي آذَانِهِمْ وَقْراً وَإِذَا ذَكَرْتَ رَبَّكَ فِي الْقُرْآنِ وَحْدَهُ وَلَّوْاْ عَلَى أَدْبَارِهِمْ نُفُوراً:
“Ayrıca, onu anlamamaları için kalplerine bir kapalılık ve kulaklarına bir ağırlık veririz. Sen, Kur’an’da Rabbinin birliğini yâd ettiğinde onlar, canları sıkılmış bir vaziyette, gerisin geri dönüp giderler.” (İSRA SURESİ – 46. AYET)
وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّن ذُكِّرَ بِآيَاتِ رَبِّهِ فَأَعْرَضَ عَنْهَا وَنَسِيَ مَا قَدَّمَتْ يَدَاهُ إِنَّا جَعَلْنَا عَلَى قُلُوبِهِمْ أَكِنَّةً أَن يَفْقَهُوهُ وَفِي آذَانِهِمْ وَقْراً وَإِن تَدْعُهُمْ إِلَى الْهُدَى فَلَن يَهْتَدُوا إِذاً أَبَداً:
“Kendisine Rabbinin ayetleri hatırlatılıp da ona sırt çevirenden, kendi elleriyle yaptığını unutandan daha zalim kim vardır! Biz onların kalplerine, bunu anlamalarına engel olan bir ağırlık, kulaklarına da sağırlık verdik. Sen onları hidayete çağırsan da artık ebediyen hidayete eremeyeceklerdir.” (KEHF SURESİ – 57. AYET)
سَيَقُولُ الْمُخَلَّفُونَ إِذَا انطَلَقْتُمْ إِلَى مَغَانِمَ لِتَأْخُذُوهَا ذَرُونَا نَتَّبِعْكُمْ يُرِيدُونَ أَن يُبَدِّلُواكَلَامَ اللَّهِ قُل لَّن تَتَّبِعُونَا كَذَلِكُمْ قَالَ اللَّهُ مِن قَبْلُ فَسَيَقُولُونَ بَلْ تَحْسُدُونَنَا بَلْ كَانُوا لَا يَفْقَهُونَ إِلَّا قَلِيلاً:
“Siz ganimetleri almak için gittiğinizde seferden geri kalanlar: Bırakın, biz de arkanıza düşelim, diyeceklerdir. Onlar, Allah'ın sözünü değiştirmek isterler. De ki: “Siz asla bizim peşimize düşmeyeceksiniz! Allah daha önce sizin için böyle buyurmuştur.” Onlar size: Hayır, bizi kıskanıyorsunuz, diyeceklerdir. Bilakis onlar, pek az anlayan kimselerdir.” (FETİH SURESİ – 15. AYET)
لَأَنتُمْ أَشَدُّ رَهْبَةً فِي صُدُورِهِم مِّنَ اللَّهِ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَوْمٌ لَّا يَفْقَهُونَ:
“Onların içlerinde size karşı duydukları korku, Allah’a olan korkularından daha şiddetlidir. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.” (HAŞR SURESİ – 13. AYET)
Bu itibarla dinimizi, onun ana kaynakları olan Kur’an ve Sünnet’i, dinî konu ve kavramları çok iyi anlamamız ve öğrenmemiz gerekmektedir. Bu bağlamda, “Allah yolunda cihad” konusunu anlatmaya çalışacağız.
Sözlükte; gayret etmek, bir işi yapabilmek için bütün imkânları kullanmak:
وَوَصَّيْنَا الْإِنسَانَ بِوَالِدَيْهِ حُسْناً وَإِن جَاهَدَاكَ لِتُشْرِكَ بِي مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ فَلَا تُطِعْهُمَا إِلَيَّ مَرْجِعُكُمْ فَأُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ:
“Biz, insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Eğer onlar, seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Dönüşünüz ancak banadır. O zaman size yapmış olduklarınızı haber vereceğim.” (ANKEBUT SURESİ – 8. AYET)
وَإِن جَاهَدَاكَ عَلى أَن تُشْرِكَ بِي مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ فَلَا تُطِعْهُمَاوَصَاحِبْهُمَا فِي الدُّنْيَا مَعْرُوفاًوَاتَّبِعْ سَبِيلَ مَنْ أَنَابَ إِلَيَّ ثُمَّ إِلَيَّ مَرْجِعُكُمْ فَأُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ:
“Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ancak banadır. O zaman size, yapmış olduklarınızı haber veririm.” (LOKMAN SURESİ – 15. AYET)
Anlamına gelen “cihad” kavramı; Kur’an ve hadislerde; saldırı olduğunda Allah yolunda İslâm düşmanlarıyla savaşmak anlamını ifade ettiği gibi, dini öğrenmeyi, dinin emir ve yasaklarına uymayı, haram ve günahlara karşı nefis ile mücadele etmeyi, İslâm’ın bilinmesi, tanınması, yaşanması ve yücelmesi için çalışmayı da ifade eder.
Dolayısıyla cihad kavramının geniş bir anlamı vardır. Ancak bu kavram, zihinlerde daha çok savaş (kıtal) kavramı ile özdeş hâle gelmiştir.
Bu nedenle olmalı ki gerek İslâm dünyasında gerek batıda “cihad” kavramı hep savaş ve saldırı söz konusu edildiğinde gündeme gelmektedir. Daha ötesi batıda “İslâm”, terör ile birlikte düşünülmektedir.
Maalesef bazı ülkelerde bir kısım insanlar cihad adı altında terör yapabilmektedirler. Halbuki “cihad” kavramının terör ile asla ilgisi yoktur. Hatta cihad deyince ilk akla gelecek kavramın terör ve savaş değil, “İslâm’ı tebliğ ve toplumda kötülüklerle mücadele etme” olması gerekir.
“Cihad” kavramı; Mekke döneminde İslâm’ın bilinmesi, tanınması, yücelmesi ve yaşanması için gösterilen çabayı ifade etmek için kullanılmıştır:
يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ جَاهِدِ الْكُفَّارَ وَالْمُنَافِقِينَ وَاغْلُظْ عَلَيْهِمْ وَمَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ:
“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et ve onlara karşı çetin ol...”
(TEVBE SURESİ – 73. AYET)
يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ جَاهِدِ الْكُفَّارَ وَالْمُنَافِقِينَ وَاغْلُظْ عَلَيْهِمْ وَمَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ:
“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne de kötüdür!” (TAHRİM SURESİ – 9. AYET)
Anlamındaki ayette, Peygamberimize emredilen kâfir ve münafıklarla cihad, “kıtal” anlamında cihad değildir.
Çünkü münafıklarla fiili bir savaş yapılmamıştır. Dolayısıyla ayetteki cihad kavramı; münafıklarla hak uğrunda dil ile mücadele etmek, İslâm gerçeği ile ilgili delilleri anlatmak, fitne ve fesatlarına engel olmak anlamındadır.
Mekke’de ve henüz fiili savaşa izin verilmeyen bir dönemde inen:
ثُمَّ إِنَّ رَبَّكَ لِلَّذِينَ هَاجَرُواْ مِن بَعْدِ مَا فُتِنُواْ ثُمَّ جَاهَدُواْ وَصَبَرُواْ إِنَّ رَبَّكَ مِن بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَّحِيمٌ:
“Sonra şüphesiz ki Rabbin, eziyete uğratıldıktan sonra hicret eden, sonra Allah yolunda cihad edip sabreden kimselerin yanındadır. Şüphesiz Rabbin bundan sonra da çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (NAHL SURESİ – 110. AYET)
Anlamındaki ayette geçen cihad kavramı ile Furkan suresinin:
فَلَا تُطِعِ الْكَافِرِينَ وَجَاهِدْهُم بِهِ جِهَاداً كَبِيراً:
“Öyle ise kâfirlere itaat etme, onlara karşı bu Kur’an ile büyük bir cihatta bulun.” (FURKAN SURESİ – 52. AYET)
Anlamındaki ayette geçen “kâfirlere karşı büyük cihad”, fiilen savaşmayı değil, onlara karşı Kur’anî delillerle mücadele etmeyi ifade eder.
Müfessir Kâdî Beydâvî'nin dediği gibi, gerçeği göremeyen ve aklını bu yönde kullanamayan kimselere karşı deliller ortaya koyarak mücadele etmek, düşmanlara karşı fiilen savaşmaktan daha büyüktür.
Yine İslâm düşmanlarıyla fiilen savaşa izin verilmeden önce inen:
وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَإِنَّ اللَّهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ:
“Bizim uğrumuzda cihad edenler var ya, biz onları mutlaka yollarımıza ileteceğiz. Şüphesiz Allah, mutlaka yararlı işleri en güzel biçimde yapanlarla beraberdir.” (ANKEBUT SURESİ – 69. AYET)
anlamındaki ayette geçen “Allah yolunda cihad”, müfessir Ebu Süleyman ed-Darani’nin dediği gibi düşmanlarla fiilen savaşmayı değil, Allah’ın dinine yardım etmeyi, İslâm’a karşı çıkanlara karşı koymayı, zulmü önlemeyi, emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker görevini yapmayı ve Allah’a itaat edebilmek için nefisle mücadele etmeyi ifade eder.
Bu ayetler, cihadın İslâm’ın doğuşundan beri var olduğunun ve doğrudan savaş anlamına gelmediğinin delilidir. “Cihad” kavramı Kur’an’da “savaş” anlamında da kullanılmıştır. Meselâ Peygamberimizin ve ashabının savaşlarının söz konusu edildiği:
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَالَّذِينَ هَاجَرُواْ وَجَاهَدُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ أُوْلَـئِكَ يَرْجُونَ رَحْمَتَ اللّهِ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ:
“İman edenler ve hicret edip Allah yolunda cihad edenler var ya, işte bunlar, Allah'ın rahmetini umabilirler. Allah, gafur ve rahîmdir.” (BAKARA SURESİ – 218. AYET)
أَمْ حَسِبْتُمْ أَن تَدْخُلُواْ الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَعْلَمِ اللّهُ الَّذِينَ جَاهَدُواْ مِنكُمْ وَيَعْلَمَ الصَّابِرِينَ:
“Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?” (ÂLİ – İMRAN SURESİ – 142. AYET)
لاَّ يَسْتَوِي الْقَاعِدُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ غَيْرُ أُوْلِي الضَّرَرِ وَالْمُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ فَضَّلَ اللّهُ الْمُجَاهِدِينَ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ عَلَى الْقَاعِدِينَ دَرَجَةً وَكُـلاًّ وَعَدَ اللّهُ الْحُسْنَى وَفَضَّلَ اللّهُالْمُجَاهِدِينَ عَلَى الْقَاعِدِينَ أَجْراً عَظِيماً:
“Müminlerden -özür sahibi olanlar dışında- oturanlarla malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vaat etmiştir; ama mücahidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır.”
(NİSA SURESİ – 95. AYET)
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَهَاجَرُواْ وَجَاهَدُواْ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَالَّذِينَ آوَواْ وَّنَصَرُواْ أُوْلَـئِكَ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاء بَعْضٍ وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَلَمْ يُهَاجِرُواْ مَا لَكُم مِّن وَلاَيَتِهِم مِّن شَيْءٍ حَتَّى يُهَاجِرُواْوَإِنِ اسْتَنصَرُوكُمْ فِي الدِّينِ فَعَلَيْكُمُ النَّصْرُ إِلاَّ عَلَى قَوْمٍ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُم مِّيثَاقٌ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ:وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَهَاجَرُواْوَجَاهَدُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَالَّذِينَ آوَواْ وَّنَصَرُواْ أُولَـئِكَ هُمُ الْمُؤْمِنُونَ حَقّاً لَّهُم مَّغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَرِيمٌ:وَالَّذِينَ آمَنُواْ مِن بَعْدُ وَهَاجَرُواْ وَجَاهَدُواْ مَعَكُمْ فَأُوْلَـئِكَ مِنكُمْ وَأُوْلُواْ الأَرْحَامِبَعْضُهُمْ أَوْلَى بِبَعْضٍ فِي كِتَابِ اللّهِ إِنَّ اللّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ:
72-) “İman edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp yardım edenler var ya, işte onların bir kısmı diğer bir kısmının dostlarıdır. İman edip de hicret etmeyenlere gelince, onlar hicret edinceye kadar size onların mirasından hiçbir pay yoktur. Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse, sizinle aralarında sözleşme bulunan bir kavim aleyhine olmaksızın (o müslümanlara) yardım etmek üzerinize borçtur. Allah yapacaklarınızı hakkıyla görmektedir.”
74-) “İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler, (muhacirleri) barındıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek müminler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır.”
75-) “Sonradan iman eden ve hicret edip de sizinle beraber cihad edenler de sizdendir. Allah'ın kitabına göre yakın akrabalar birbirlerine (vâris olmağa) daha uygundur. Şüphesiz ki Allah her şeyi bilendir.” (ENFAL SURESİ – 72. 74. 75. AYETLER)
وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ حَتَّى نَعْلَمَ الْمُجَاهِدِينَ مِنكُمْ وَالصَّابِرِينَ وَنَبْلُوَ أَخْبَارَكُمْ:
“And olsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz.” (MUHAMMED SURESİ – 31. AYET)
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا عَدُوِّي وَعَدُوَّكُمْ أَوْلِيَاء تُلْقُونَ إِلَيْهِم بِالْمَوَدَّةِ وَقَدْ كَفَرُوا بِمَا جَاءكُم مِّنَ الْحَقِّ يُخْرِجُونَ الرَّسُولَ وَإِيَّاكُمْ أَن تُؤْمِنُوا بِاللَّهِ رَبِّكُمْ إِن كُنتُمْ خَرَجْتُمْ جِهَاداً فِي سَبِيلِي وَابْتِغَاء مَرْضَاتِي تُسِرُّونَ إِلَيْهِم بِالْمَوَدَّةِ وَأَنَا أَعْلَمُ بِمَا أَخْفَيْتُمْ وَمَا أَعْلَنتُمْ وَمَن يَفْعَلْهُ مِنكُمْ فَقَدْ ضَلَّ سَوَاء السَّبِيلِ:
“Ey iman edenler! Eğer benim yolumda savaşmak ve rızamı kazanmak için çıkmışsanız, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanlara sevgi göstererek, gizli muhabbet besleyerek onları dost edinmeyin. Oysa onlar, size gelen gerçeği inkâr etmişlerdir. Rabbiniz Allah’a inandığınızdan dolayı Peygamber’i de sizi de yurdunuzdan çıkarıyorlar. Ben, sizin saklı tuttuğunuzu da, açığa vurduğunuzu da en iyi bilenim. Sizden kim bunu yaparsa (onları dost edinirse) doğru yoldan sapmış olur.”
(MÜMTAHİNE SURESİ – 1. AYET)
Surelerinde geçen cihad kavramı savaş anlamındadır. Ancak savaş anlamındaki cihadın uygulamaya konulabilmesi için, düşman tarafından fiili bir saldırının yapılmış olması gerekir. Meselâ:
الَّذِينَ آمَنُواْ وَهَاجَرُواْ وَجَاهَدُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ أَعْظَمُ دَرَجَةً عِندَ اللّهِ وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْفَائِزُونَ:
“İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad eden kimselerin mertebeleri, Allah katında daha üstündür. İşte ancak onlar, başarıya erenlerdir.” (TEVBE SURESİ – 20. AYET)
Anlamındaki ayette sözü edilen cihad, fiili savaş anlamındadır. Bu anlamda meselâ Peygamberimiz ve ashabı, Bedir ve Uhud’da müşriklerinin saldırılarına karşı cihad etmiş ve vatanlarını korumuşlardır. Milletimiz Çanakkale ve Kurtuluş savaşlarında yurdumuza saldıran düşmanlara karşı büyük bir cihadda bulunmuşlar, vatanımızı düşman istilasından kurtarmışlardır.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْاتَّقُواْ اللّهَ وَابْتَغُواْ إِلَيهِ الْوَسِيلَةَ وَجَاهِدُواْ فِي سَبِيلِهِ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ:
“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının, O’na yaklaşmaya vesile arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.” (MAİDE SURESİ - 35. AYET)
Ve
وَجَاهِدُوا فِي اللَّهِ حَقَّ جِهَادِهِ:
“Allah uğrunda hakkıyla cihad edin…” (HACC SURESİ – 78. AYET)
Anlamındaki ayetlerde geçen “Allah yolunda cihad” emri, hem İslâm düşmanlarıyla meşru bir harp çıktığında savaş araç gereçleriyle fiilen savaşmayı, hem İslâm’ın hükümlerini bizzat uygulamayı, nefsi kötülüklerden ve haramlardan alıkoymayı, hem de İslâm’ın bilinmesi, yücelmesi ve hükümlerinin uygulanması için gösterilen sözlü, ekonomik ve her türlü çabayı ifade eder:
يَا أَيُّهَاالَّذِينَ آمَنُواْ مَن يَرْتَدَّ مِنكُمْ عَن دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لآئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللّهِ يُؤْتِيهِ مَن يَشَاءُ وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ:
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (MAİDE SURESİ – 54. AYET)
إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ آمَنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ ثُمَّ لَمْ يَرْتَابُوا وَجَاهَدُوا بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ أُوْلَئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَ:
“İman edenler ancak, Allah’a ve Peygamberine inanan, sonra şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerdir. İşte onlar doğru kimselerin ta kendileridir.” (HUCURAT SURESİ – 15. AYET)
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا هَلْ أَدُلُّكُمْ عَلَى تِجَارَةٍ تُنجِيكُم مِّنْ عَذَابٍ أَلِيمٍ:تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَتُجَاهِدُونَفِي سَبِيلِ اللَّهِ بِأَمْوَالِكُمْ وَأَنفُسِكُمْ ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ:يَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَيُدْخِلْكُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ وَمَسَاكِنَ طَيِّبَةً فِي جَنَّاتِ عَدْنٍ ذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ:
“Ey iman edenler! Sizi elem dolu bir azaptan kurtaracak bir ticaret göstereyim mi? Allah’a ve Peygamberine inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için çok hayırlıdır. (Bunu yapınız ki) Allah, günahlarınızı bağışlasın, sizi içinden ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koysun. İşte bu büyük başarıdır.” (SAF SURESİ – 10 – 12. AYETLER)
Anlamındaki ayetlerde ve benzeri birçok ayette geçen Allah yolunda cihad”, Allah sevgisine mazhar olan, kurtuluşa eren, özünde, sözünde ve işlerinde dürüst olan sadık müminlerin niteliği olarak zikredilmiştir. Allah’ın övdüğü bu kimseler; sadece Allah yolunda fiilen savaşanlar değil, İslâm’ın bilinmesi, tanınması, yücelmesi ve hükümlerinin hayatta uygulanması için çaba gösteren her Müslümanı ifade eder. Kur’an’da Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad edenler övülmekte, onlara Allah’ın rahmeti, mağfireti, mükâfatı ve cenneti va’d edilmektedir. İmanları uğrunda hicret edenler ve bunlara yardım edenler, gerçek müminler olarak nitelenmektedir:
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَالَّذِينَ هَاجَرُواْ وَجَاهَدُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ أُوْلَـئِكَ يَرْجُونَ رَحْمَتَ اللّهِ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ:
“İman edenler, hicret edenler, Allah yolunda cihad edenler; şüphesiz bunlar Allah’ın rahmetini umarlar. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (BAKARA SURESİ – 218. AYET)
لاَّ يَسْتَوِي الْقَاعِدُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ غَيْرُ أُوْلِي الضَّرَرِ وَالْمُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ فَضَّلَ اللّهُ الْمُجَاهِدِينَ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ عَلَى الْقَاعِدِينَ دَرَجَةً وَكُـلاًّ وَعَدَ اللّهُ الْحُسْنَى وَفَضَّلَ اللّهُالْمُجَاهِدِينَ عَلَى الْقَاعِدِينَ أَجْراً عَظِيماً:دَرَجَاتٍ مِّنْهُ وَمَغْفِرَةً وَرَحْمَةً وَكَانَ اللّهُ غَفُوراً رَّحِيماً:
“Müminlerden özür sahibi olmaksızın (cihattan geri kalıp) oturanlarla, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler eşit olamazlar. Allah, mallarıyla, canlarıyla cihad edenleri, derece itibariyle, cihattan geri kalanlardan üstün kılmıştır. Gerçi Allah (müminlerin) hepsine de en güzel olanı (cenneti) va’d etmiştir. Ama mücahitleri büyük bir mükafat ile kendi katından dereceler, bağışlanma ve rahmet ile cihattan geri kalanlara üstün kılmıştır. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (NİSA SURESİ – 95 – 96. AYETLER)
وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَهَاجَرُواْوَجَاهَدُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَالَّذِينَ آوَواْ وَّنَصَرُواْ أُولَـئِكَ هُمُ الْمُؤْمِنُونَ حَقّاً لَّهُم مَّغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَرِيمٌ:
“İman edip hicret eden ve Allah yolunda cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp (onlara) yardım edenler var ya; işte onlar gerçek müminlerdir. Onlar için bir bağışlanma ve bol bir rızık vardır.” (ENFAL SURESİ – 74. AYET)
Hadis kitaplarının “cihad” bölümlerine baktığımızda, bu bölümlerde cihad kavramının hem bir saldırı olduğu zaman fiili savaş yapma, savaş araç gereci hazırlama, Allah yolunda infakta bulunma ve savaş hukuku ile ilgili hadislere yer verildiğini, hem de doğrudan fiili savaş ile ilgili olmayan nefisle mücadele etmeyi, İslâm’ın bilinmesi, yücelmesi ve hükümlerine uyulması için gösterilen çabayı ifade eden hadislere yer verildiğini görüyoruz. Bu da “cihad” kavramının “harb, gazâ ve kıtal” kavramları ile özdeş olmadığını, bunları da içine alan ancak bunlarla sınırlı olmayan, İslâm’ın bütün hükümlerini öğrenme ve uygulama çabasını da kapsayan bir kavram olduğunu ifade etmektedir. Meselâ:
“Kim savaşa katılacak bir kimseyi savaş araç gereci ile donatırsa, o kimse bizzat Allah yolunda savaşmış gibi olur.”
“Kim Allah yolunda bir infakta bulunursa, o kimseye yedi yüz kat sevap yazılır.”
“Kim Allah’ın kelimesinin yücelmesi için savaşırsa o, Allah yolundadır.”
“Kimin Allah yolunda ayakları tozlanırsa, ona cehennem ateşi haram olur.”
“Allah yolunda öldürülen kimse şehittir.”
Anlamındaki doğrudan savaş ile ilgili hadisler ve benzerlerine cihad bölümünde yer verilmiştir. Aynı şekilde Allah’a itaat konusunda nefsi ile mücadele etmeyi ifade eden:
“Mücahid, nefsi ile mücadele eden kimsedir.”
Anlamındaki hadis, İslâm’ı Müslüman olmayanlara tebliğ etmeyi ifade eden:
“Müşrikler ile mallarınız, canlarınız ve dilleriniz ile cihad edin.”
Anlamındaki hadis, Oruç ibadeti ile ilgili:
“Kim Allah rızası için bir gün oruç tutarsa, Allah onu cehennemden bin (yıllık) bir mesafeye uzaklaştırır.”
Anlamındaki hadis cihad bölümlerinde zikredilmiştir.
Kadınların cihadı ile ilgili Hz. Aişe (RA)’dan rivayet edilen şu hadis, formel ibadetlerin de cihad olduğuna delalet eder:
Hz. Aişe (RA): “Ey Allah’ın elçisi! Biz amellerin en fazîletlisinin cihad olduğunu görüyoruz. Biz cihad yapmayalım mış” diye sorar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (SAV): “Cihadın en fazîletlisi makbul bir hacdır” buyurur.
Şu hadis de anne-babaya hizmetin cihad olduğunu ifade etmektedir:
Abdullah İbni Amr anlatıyor: Bir sahabi Hz. Peygamber (SAV)’e geldi ve ondan cihada (savaşa) katılmak için izin istedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (SAV) ona: “Annen-baban var mı” diye sordu. Adamın “evet” demesi üzerine: “Sen onlara hizmet ederek cihad et” buyurdu.
“Zalim devlet başkanının / yöneticilerin yanında doğru sözü söylemek en büyük cihattır.”
“Kim, (emredilmedikleri şeyleri yapanlar ve yapmadıkları şeyleri söyleyenler ile) eliyle cihad ederse o mümindir, kim onlarla diliyle cihad ederse mümindir, kim onlarla kalbi ile cihad ederse mümindir, bunun dışında hardal tanesi kadar iman yoktur.”
Anlamındaki hadisler, İslâm’ı tebliğ etmenin, hakkı ve doğruyu söylemenin ve anlatmanın en büyük cihad olduğunu ifade etmektedir.
Yukarıda zikrettiğimiz ayet ve hadisleri birlikte değerlendirdiğimizde; cihadı; iman edip salih ameller işlemek, hak dinde sebat etmek, nefsi kötülüklerden ve haramlardan alıkoymak, İslâm’ı öğrenmek ve öğretmek, İslâm’ın bilinmesi, tanınması, yücelmesi ve hükümlerine uyulması için çalışmak, Müslümanları her türlü tehlike ve saldırılara karşı savunmak, fitne ve fesadı önlemek, güven ve huzuru sağlamak ve benzeri İslâm toplumunun yararına olan kişisel ve kurumsal bazda sözlü, yazılı, görsel, bilimsel ve ekonomik olarak yapılan her türlü çabayı göstermek; Allah rızasına yönelik her türlü gayret; gerektiğinde İslâm düşmanlarıyla canı ve malı ile savaşmak ve savaş araç gereci hazırlamak ve hazırlanmasına katkı sağlamak şeklinde anlayabiliriz.
Buna göre cihadı, üç kısma ayırmak mümkündür:
A-) İslâm’ı anlatarak ve bizzat yaşayarak tebliğ etmek; Müslümanlara saldırı ve savaş açıldığında mal ve canla fiilen savaşmak
B-) Allah’a itaat konusunda nefisle mücadele etmek,
C-) Şeytanın hile ve tuzaklarına karşı koymak
أَتَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبِرِّوَتَنسَوْنَ أَنفُسَكُمْ وَأَنتُمْ تَتْلُونَ الْكِتَابَ أَفَلاَ تَعْقِلُونَ:
“Ey bilginler!) Sizler Kitab’ı (Tevrat’ı) okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?” (BAKARA SURESİ – 44. AYET)
الَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ إِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُواْ لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ إِيمَاناً وَقَالُواْ حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ:
“Bir kısım insanlar, müminlere: “Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!” dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve “Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!” dediler.” (ÂLİ – İMRAN SURESİ – 173. AYET)
يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِن رَّبِّكَ وَإِن لَّمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ وَاللّهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ إِنَّ اللّهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ:
“Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez.” (MAİDE SURESİ – 67. AYET)
قُلْ هَـذِهِ سَبِيلِي أَدْعُو إِلَى اللّهِ عَلَى بَصِيرَةٍ أَنَاْ وَمَنِ اتَّبَعَنِي وَسُبْحَانَ اللّهِ وَمَا أَنَاْ مِنَ الْمُشْرِكِينَ:
“(Resulüm!) De ki: “İşte bu, benim yolumdur. Ben Allah’a çağırıyorum, ben ve bana uyanlar aydınlık bir yol üzerindeyiz. Allah’ı (ortaklardan) tenzih ederim! Ve ben ortak koşanlardan değilim.” (YUSUF SURESİ – 108. AYET)
ادْعُ إِلِى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِوَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُم بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِمَن ضَلَّ عَن سَبِيلِهِ وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ:
“(Resulüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de çok iyi bilir.” (NAHL SURESİ – 125. AYET)
وَلَا تُجَادِلُوا أَهْلَ الْكِتَابِ إِلَّا بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ إِلَّاالَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ وَقُولُوا آمَنَّا بِالَّذِي أُنزِلَ إِلَيْنَا وَأُنزِلَ إِلَيْكُمْ وَإِلَهُنَا وَإِلَهُكُمْ وَاحِدٌ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ:
“İçlerinden zulmedenleri bir yana, ehl-i kitapla ancak en güzel yoldan mücadele edin ve deyin ki: Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim Tanrımız da sizin Tanrınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuzdur.” (ANKEBUT SURESİ – 46. AYET)
قُلْ إِنَّمَا أَعِظُكُم بِوَاحِدَةٍ أَن تَقُومُوا لِلَّهِ مَثْنَى وَفُرَادَى ثُمَّ تَتَفَكَّرُوا مَا بِصَاحِبِكُم مِّن جِنَّةٍ إِنْ هُوَ إِلَّا نَذِيرٌ لَّكُم بَيْنَ يَدَيْ عَذَابٍ شَدِيدٍ:
“(Resulüm! Onlara) de ki: Size bir tek öğüt vereceğim: Allah için ikişer ikişer ve teker teker ayağa kalkın, sonra da düşünün! Arkadaşınızda (peygamberde) hiçbir delilik yoktur! O ancak şiddetli bir azap gelip çatmadan evvel sizi uyaran bir peygamberdir.” (SEBE SURESİ – 46. AYET)
İnsanların en faziletlisi cihad eden mümin, cihad da en faziletli amellerden biridir.
Sahabeden Abdullah İbni Mes’ûd anlatıyor: “Allah’ın Elçisine, “Ey Allah’ın Elçisi! Hangi amel daha faziletlidir” diye sordum. “Vaktinde kılınan namaz” buyurdu. “Sonra hangisidir” diye sordum. “Anne-babaya iyi davranmak / iyilik etmektir” buyurdu. “Sonra hangisidir” diye sordum. “Allah yolunda cihad etmektir” buyurdu.
Sahabeden Ebu Said (RA)’in bildirdiğine göre: “Ey Allah’ın Elçisi! İnsanların en faziletlisi hangisidir” diye sorulması üzerine Hz. Peygamber (SAV): “Malı ve canı ile Allah yolunda cihad eden mümindir” buyurmuştur.
Sonuç olarak; ilk insandan beri var olan tevhid esasına dayalı hak din İslâm’ın temel amacı, yer yüzünün halifesi olan Âdem oğlunun; malının, canının, aklının, neslinin ve dininin korunmasıdır. Bunların korunabilmesi için insanların; sulh ve sükun, güven ve huzur içinde yaşamaları gerekir. Bu amaçla bütün peygamberler insanları, dünya ve âhiret mutluluğunu sağlayacak ilâhî prensiplere davet etmişlerdir. Son Peygamber Hz. Muhammed (SAV) ve ona indirilen Kur’an da, insanlığın barış ve huzurunu amaçlamıştır. Savaş; ancak saldırı olduğu zaman barışın korunması, baskının ve zulmün önlenmesi, can ve mal güvenliğinin sağlanması amacına yönelik olarak meşru olur. Dolayısıyla Kur’an’da “cihad”, “harb”, “mücadele” ve “kıtal” gibi savaşı ifade eden kavramların, bu bağlamda değerlendirilip anlaşılması gerekir. Yapılan kötü muameleye karşılık verilecekse ancak misliyle karşılık verilmesini, fakat sabredip karşılık verilmemesinin daha hayırlı olduğunu:
وَإِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُواْ بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُم بِهِ وَلَئِن صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِّلصَّابِرينَ:
“Eğer ceza verecekseniz, size yapılan işkencenin misliyle ceza verin. Ama sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır.” (NAHL SURESİ – 126. AYET),
Hatta kötülüğün iyilikle savılmasını:
وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ ادْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ:
“İyilikle kötülük bir olmaz, Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.”
(FUSSİLET SURESİ – 34. AYET)
Tavsiye eden bir din; canlara, mallara, nesillere ve ekolojik dengeye zarar veren savaşı esas alamaz. Hem savaş anlamını ifade eden kavramlar, hem de “kıtâl” kavramının geçtiği ayetler, savaş ortamı ile ilgilidir. Ayetlerde “savaşın” şeklindeki emirlerin uygulanması ancak meşru bir savaş olması hâlinde söz konusudur. Bir anlamı da “barış” olan İslâm, savaşı değil barışı, kavgayı değil uzlaşmayı, kötülüğü değil iyiliği esas alır, barışın korunmasını ister. Herkesi Allah yoluna çağırır ama zorlamaz, davette baskıyı değil sadece tebliğ yöntemini tavsiye eder. Fitne, zulüm ve baskının ortadan kalkmasını, toplumlara adalet, güven, huzur, barış ve din özgürlüğünün yerleşmesini ister. Herkesi bu yönde çaba göstermeye çağırır.
İslâm’ın barışı esas aldığı, cihadın ancak saldırı olduğunda ve meşru bir savaş çıktığında “kıtal” anlamına geleceği, “kıtâl” ile ilgili ayetlerin savaş ortamı ile ilgili olduğu, dinde zorlamanın yapılamayacağı, küfrün savaş ve öldürme gerekçesi olamayacağı şeklinde zihinlere yerleşecek bir din anlayışının, ulusal ve uluslar arası barışın varlığına ve devamına katkı sağlayacağı, akl-ı selim sahibi herkesin kabul edeceği bir gerçektir.
KAYNAK: DİYANET AYLIK DERGİ
CİHAD VE SİYERİN FAZÎLETİ BAHSİ |
SADAKAT.NET |
Fasilda Toplam 6 Hadisi Şerif |
|
Konu |
Allah Yolunda Savaş;cihat;cihâdın Fazîleti |
Başlık |
Allah Yolunda Cihâda Hiçbir İbâdet Muâdil Olmadığı Hakkında Ebû Hüreyre Hadîsi |
Ravi |
Ebû Hüreyre |
Hadis |
(Şöyle) dediği rivâyet edilmiştir: (Bir kere) Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem`e bir er kişi geldi de: - Yâ Resûla`llah! Bana cihâda muâdil bir ibâdete delâlet buyurulsa! dedi. Resûlullah: - Ben cihad değerinde bir ibâdet bulmuş değilim ki, buyurdu. (Ve devâm edip): - (Sana sorarım) gücün yetişir mi ki: mücâhid (sefere) çıktığı sıra sen (de) mescidine girip (o dönünceye kadar) namaz kılasın da hiç usanmıyasın. Ve oruç tutasın da hiç iftar etmiyesin? diye sordu. O kişi: - Buna kimin gücü yeter ki? diye cevap verdi.
|
|
Hadis No |
1176 |
|
Konu |
Allah Yolunda Savaş;cihat;cihâdın Fazîleti |
Başlık |
Caniyle, Maliyle Cihâdın Fazîleti Hakkında Ebû Saîd Hadîsi |
Ravi |
Ebû Saîd-i Hudrî |
Hadis |
Şöyle dediği rivâyet olunmuştur: (Bir kere Resûlullah`a): - Yâ Resûla`llah! İnsanların hangisi efdaldir? diye soruldu da Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem: - Caniyle, maliyle Allah yolunda cenk eden mü`min, buyurdu. - Sonra kim? diye sordular. Resûlullah: - (O da) vâdîlerden bir vâdide (ihtiyâr-ı uzlet eden) mü`mindir ki, o, Allah`dan korkar da insanları, şerrinden rahat bırakır, buyurdu.
|
|
Hadis No |
1177 |
|
Konu |
Allah Yolunda Savaş;cihat;cihâdın Fazîleti |
Başlık |
Mücâhidin Benzeri, Gündüz Oruçlu, Gece Namazlı Mü`min Olduğuna Dâir Ebû Hüreyre Hadîsi |
Ravi |
Ebû Hüreyre |
Hadis |
Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem`in şöyle buyurduğunu işittim, dediği rivâyet edilmiştir: Allah yolunda (harb eden) mücâhidin benzeri -Allah, kendi yolunda cihâd eden kimse (de ki gaye) yi çok iyi bilir ya- (gündüz) oruç tutan ve (gece) namaz kılan (mü`min) in meselidir. Allah, kendi yolunda döğüşen mücâhid için ya onun şehâdeti sûretiyle onu (sorgusuz derhal) Cennet`e koymağı, yâhut mücâhidi sevabla veya ganîmetle berâber sâlimen (meskenine) dönmesini deruhde etti.
|
|
Hadis No |
1178 |
|
Konu |
Allah Yolunda Savaş;allâh`a Îman;cennetin Makamları;cihat;namaz Kılmak;orucun Fazîleti |
Başlık |
Mücâhidin Cennet`teki Dereceleri Hakkında Ebû Hüreyre Hadîsi |
Ravi |
Ebû Hüreyre |
Hadis |
Şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: Her kim Allah`a ve O`nun Resûlüne îmân eder de namaz kılar ve Ramazan`da oruç tutarsa, onu Cennet`e koymak Allah üzerine (sanki) bir hak olur. O kimse ister Allah yolunda cihâd etsin, isterse içinde doğduğu toprağında, (evinde) otursun. Bunun üzerine Ashâb: Yâ Resûla`llah! (Bu haberi) halka müjdelemez miyiz? demişlerdi. Resûl-i Ekrem (şöyle) söyle (yerek istidrâk eyle) di: - Cennet`te yüz derece vardır ki, Allah onları Allah yolunda cihâd eden mücâhidler için hazırlamıştır. İki derece arasındaki mesâfe, gökle yer arasındaki mesâfe gibidir. Siz Allah`dan (Cennet) istemek dilediğinizde Ondan Firdevs`i isteyin!. O, Cennet`in efdalidir ve Cennet`in en yücesidir. Râvî diyor ki: Öyle zannediyorum ki, (Şeyhim Füleyh): "Firdevs`in üstünde Arş-ı Rahmân vardır" demişti. Cennet`in ırmakları da Firdevs`ten akar.
|
|
Hadis No |
1179 |
|
Konu |
Allah Yolunda Savaş;cihat;cihâdın Fazîleti |
Başlık |
Mücâhidin Sabah Veya Akşam Her Hangi Bir Zamanda Cihad İçin Yürüyüşü, Dünyâdan Ve Dünyâdaki Her Şeyden Hayırlı Olduğuna Dâir Enes İbn-i Mâlik Hadîsi |
Ravi |
Enes B. Mâlik |
Hadis |
Nebî salla`llahu aleyhi ve sellem`in şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur: Sabahleyin veya akşamleyin her hangi bir zamanda Allah yolunda bir kere (cihad için) yürüyüş, hiç şüphesiz dünyâdan ve dünyâdaki şeylerin hepsinden hayırlıdır.
|
|
Hadis No |
1180 |
|
Konu |
Allah Yolunda Savaş;cihat |
Başlık |
Mücâhidin Sabahleyin, Yâhut Akşamleyin Cihad İçin Yürüyüşü, Üzerine Güneş Doğan Ve Batan Her Şeyden Hayırlı Olduğuna Dâir Ebû Hüreyre Hadîsi |
Ravi |
Ebû Hüreyre |
Hadis |
Nebî salla`llahu aleyhi ve sellem`in şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: Cennet`te bir arşın kadar (az) bir yer (âlemde) üzerine güneş doğup batan şeylerin hepsinden muhakkak hayırlıdır. Yine Resûllulah: "Sabahleyin veya akşamleyin her hangi bir zamanda Allah yolunda (cihâda çıkıp) yürüyüş, üzerine güneş batan şeylerin hepsinden her vechile hayırlıdır". buyurmuştur.
|
|
Hadis No |
1181 |
Cihad Kavramının Kapsamı Üzerine
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Güneş
Cihad, insanın kendi özüne ermesi veya insanların özlerine erdirilmesi ameliyesidir. Bir bakıma cihad, insanın yaratılış gayesidir.
Cihad kavramının başlıca kaynaklarını Kur’ân-ı Kerîm, hadîs mecmuaları, tarih (siyer) ve megazi kitapları teşkil eder. İslâmî literatürde ise cihadın çeşitli ilim dallarında incelendiği görülür. Cihad öncelikle tasavvuf kaynaklarında yer alır. Fıkıh kaynaklarında cihadın emr-i bi’l-maruf kapsamında olduğu belirtilir.1 Bu ifade, cihadın fıkıh kapsamındakinden daha genel bir kavram olduğunu gösterir. Esasen, cihadın emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker boyutu ile fıkhî boyutunu birbirini tamamlayan bir bütün olarak değerlendirmek daha isabetlidir.
Sözlükte câhede fiilinin mastarı olarak mücahede ve cihad kelimeleri verilir. Sözlük açısından belki iki kullanım arasındaki en temel fark, mücahade kullanımının kıyasi, cihad kullanımın ise semai olmasından ibarettir. Fakat isim olarak tasavvuf literatüründe mücahade, fıkıh literatüründe cihad daha yaygın bir kullanımdır. Biz burada önce tasavvuf literatüründeki mücahede kavramını, akabinde emr-i bi’l-maruf kapsamında cihad kavramını ve son olarak fıkıh literatüründe cihad kavramınının kapsamını araştıracağız. Bu özelliğiyle makale fıkhî tahlillerden ziyade cihad kavramının kapsamıyla ilgili genel bir değerlendirme mahiyetinde olacaktır.
1. Tasavvuf Kaynaklarında Mücâhede
Mücâhede sözlük mânâsıyla insanın teşebbüslerinde ciddî olması, güç ve tâkatını tam olarak ortaya koyması anlamına gelir. Mârifet ehlinin maddî mücâhede, mânevî mücâhede; başka bir anlatımla “cihad-ı asğar”, “cihad-ı ekber” diye tahlil edegeldiği mücâhede, nefis ve şeytana karşı, kötü ahlâk diyebileceğimiz fena huy ve fena davranışlara karşı verilen mücadelenin adı olmuştur. Kendi şartları içinde zarurî hâle gelince de, düşmana karşı savaşın, direnmenin, tetikte olmanın, teyakkuzun ve hazırlıklı bulunmanın unvanı olmuştur. Nefis, şeytan ve kötü ahlâka karşı; hattâ iman, ibadet ve güzel ahlâk duygusunu yerleştirme istikametindeki gayretlerin bütünü “cihad-ı ekber”, diğerleri de “cihad-ı asğar” olarak mütalâa edilmek suretiyle konu iki ana bölüme ayrılmıştır.
Cihad-ı ekber veya mücâhede nefs-i hayvanînin çirkin ve sevimsiz isteklerine, Şeytan’ın sinsi vesveselerine, cismaniyet ve bedenin aşırı arzu ve dayatmalarına karşı birer iradeli varlık olduğumuzu ortaya koymaktır. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bir gazâdan dönerken, “Küçük cihaddan büyük cihada döndük.”2buyurarak, ashabını böyle çok önemli bir meselede irşad etmek istemiştir. Bir başka defa da; “Gerçek mücâhid, Allah rızâsı yolunda kendi nefsiyle mücâhede eden kimsedir.”3 tembihiyle, cihad-ı ekberin, şeytan ve hevâ-i nefisle mücâdele etmek olduğuna dikkatleri çekmiştir.
Cihad-ı asğarın, ara sıra farz olmasına karşılık, cihad-ı ekberde bir süreklilik söz konusudur. Dahası, cihad-ı asğardaki başarı, büyük ölçüde cihad-ı ekberdeki başarıya bağlıdır. Bu itibarla her fert önce, kendi içini temizleyip orada enfüsî âhengi tesis etmelidir ki, oturması, kalkması, düşünmesi, konuşması, işlemesi, başlaması Allah için olsun; olsun da tesirin gerçek kaynağı bulunan ilâhî meşieti yanına alabilsin. Zaten, böyle bir maiyete mazhar olmaksızın başarı elde etmek de mümkün değildir4.
2. Emr-i Bi’l-Maruf Kapsamında Cihad
Bütün peygamberlerin gönderiliş gayesi tebliğdir. Tebliğin özü iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmaktır. İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak zaten bütün dinlerde önemli bir prensiptir.5 Bu kapsamda Kur’ân’da emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker, ıslah, nasihat, inzar ve tebliğ kavramları kullanılır.6 Tebliğ hem gayrimüslimlere davet ilkesini hem de Müslümanlara yönelik irşat faaliyetlerini ihtiva eder.
Dine davet bütün peygamberlerin olduğu gibi, aynı zamanda bütün Müslümanların hayat felsefesini tanımlar. En azından bir grup Müslüman’ın bunu yapması dini bir sorumluluktur. İlgili âyette mealen şöyle buyurulur; “Sizden hayra çağıran; iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun. İşte bunlar kurtuluşa erenlerdir.”7 Müminlerin tam aksine, münafıkların iyiliği engelledikleri ve kötülüğü emrettikleri belirtilir.8 Bu görevlerini yapmayan milletlerin kötü akibetleri Kur’ân-ı Kerîm’de beyan edilir.9
İslâm dini, yaşama ve yaşatma olarak tanımlanabilir. Yaşatma faaliyeti, davet esasına dayanır. Bunu bilfiil Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) uygulamıştır. Gelen heyetler bu gayeyle ağırlanır. Devlet başkanlarına davet mektupları bu gayeyle gönderilir. Bu kapsamda kıyamete kadar i’lay-ı kelimetullah uğrunda müminlerin malla ve canla yaptıkları her türlü gayretin adı cihaddır.10
Emr-i bi’l-marufun ikinci boyutunu ise, nehy-i ani’l-münker oluşturur. Zaten âyetlerde emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker birlikte zikredilir. Münker konusunda Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem): “Kim bir kötülük görürse, onu eliyle düzeltsin, eliyle düzeltemiyorsa diliyle düzeltsin, diliyle de düzeltemiyorsa en azından kalben kabullenmesin. Bu ise imanın en zayıfıdır.”11 buyurur.
Burada nehy-i ani’l-münkerin sınırının tespiti en kritik noktayı oluşturur. Bilindiği gibi ferdin, velayeti altındaki kişileri terbiye etmesi, ahlâkî boyutla sınırlıdır. Fert, velayeti altında bulunan kişileri cezalandırma hakkına bile sahip değildir. Fert, velayeti bulunmayan kişileri ise, ahlâken te’dip etme hakkına da hukuken cezalandırma hakkına da sahip değildir.
Fert hiçbir zaman, mahkemeye, hakeme ve sulh yoluna başvurmaksızın bizzat kendisi ihkak-ı hak davasında bulunamaz. Fert, baba katilini bile cezalandıramaz. Toplumumuzun yarası olan kan davaları bu ilkenin ihlâlinin bir neticesidir. Cezalandırma ve cezaların infazı münhasıran milleti temsilen devlete, devleti temsilen de mahkemelere aittir. Bu ilkelere göre, dil ile düzeltmeye çalışma her müminin sorumluluğu, el ile düzeltmeye çalışma ise devletin sorumluluğu olarak tespit edilir. Kişinin gördüğü bir yanlışı imkân nispetinde engellemesi dinî bir görev olmakla birlikte, bu yanlışı el ile, güç ile düzeltmeye çalışması, düzen adına düzensizlik doğurur, çoğu zaman kaos ve anarşi ortamına zemin hazırlar. Bunun yegane istisnasını meşru müdafaa hakkı oluşturur. Bu sebeple dinî ve hukukî temelden yoksun şiddet ihtiva eden her türlü fiilin cihad kavramının kapsamına dâhil olduğunu söylemek mümkün değildir.
3. Fıkıh Kapsamında Cihad
Genel bir prensip olarak barış antlaşması yapma veya savaş ilân etme, kişi ve kurumların yetkisinde olan bir konu değildir. İslâm hukukçuları, temel ilke olarak bu tür konuların devlet başkanının yetkisinde olduğunda hemfikirdir.12 Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) katıldığı savaşları devlet başkanı sıfatıyla bizzat Kendisi komuta etmiş, gönderdiği seriyyeleri de yine bizzat Kendisi görevlendirmiştir.
A. Siyer ve Cihad Literatürü
Savaş hukukunu getiren tek din İslâm’dır. İslâm’da savaş hukuku erken dönemlerden itibaren sistematize edilmiş ve temel prensipleri belirlenmiştir. Fıkıh kitaplarında “siyer”, “siyer ve cihad” veya “cihad” başlıklarıyla müstakil bölümler bulunur. Genel mânâda peygamberimizin hayatını anlatan eserleri ifade eden “siyer” kavramı, fıkhî anlamda gayrimüslimlerle savaş ve barış hukukunu anlatan eserleri / bölümleri tanımlar. Fıkhî mânâsıyla müstakil “siyer” kitapları ilk dönemlerden itibaren yazılmaya başlanmıştır. Hicrî 189 yılında vefat eden İmam Muhammed’in Siyer-i Sağir ve Siyer-i Kebir adlı eserleri İslâm savaş hukukunu müstakil olarak anlatan ilk eserlerdendir. Bu yüzden İmam Muhammed, Batı dünyasında bile devletler hukukunun babası olarak tanımlanır.
Ayrıca fıkıh kitaplarından bağımsız müstakil cihad literatürü ilk dönemlerden itibaren yazılmaya başlanmıştır. Bunun ilk misâlini Hicrî 181 yılında vefat eden Abdullah b. Mübarek’in “Kitabu’l-Cihad” adlı eseri oluşturur. Tarihî süreçte genişleyerek devam eden müstakil cihad kitaplarında iki farklı muhteva görülür. Bunların bir türünde cihadın farziyeti ve fazileti, başka bir anlatımla cihad mükellefiyeti ve bu mükafatın uhrevi mükafatıyla ilgili âyet ve hadîsler konularına göre tasnif edilir. Bu tür eserlerde esir, ganimet ve zimmet hukuku gibi savaş ahkamını ilgilendiren konuların bulunmaması önem arz eder. Müstakil cihad kitaplarının diğer türünde ise hem cihadın farziyeti ve faziletiyle alâkalı konular hem de savaş ahkamıyla ilgili hükümler birlikte anlatılır.
B. Cihad Mükellefiyeti ve Mükâfatı
Âyet ve hadîslerde cihad mükellefiyetinden ve bu mükellefiyetinin uhrevi mükâfatından bahsedilir. Kur’ân-ı Kerîm’de malla ve canla yapılan gayretin büyük bir sevap olduğu, cihad edenlerle oturanların eşit olmadığı, cihad edenlerin daha faziletli olduğu ifade edilir. Allah yolunda öldürülenlere ölü denilmemesi, onların ölü zannedilmemesi âyetlerde beyan buyurulur. Özellikle hadîslerde cihad mükellefiyetinin uhrevî mükâfatından detaylı bahsedilir. Ayrıca buraya ribat, gazilik ve şehitliğin faziletine dair çok sayıdaki âyet ve hadîsler de eklenmelidir. Fakat fıkıh kitaplarında cihadın farz-ı kifaye veya farz-ı ayn olan dinî bir mükellefiyet olduğu anlatılmakla beraber, cihadın ve şehitliğin fazilet boyutunu ifade eden hususlar genellikle fıkıh kitaplarında anlatılmaz. Elbette anlatılmamasını, fıkıh sistematiğinin bir gereği olarak düşünmek daha isabetlidir.
C. Cihadın Fıkhî Niteliği
Fıkıh literatürümüzde cihad, ibadet olarak nitelenir. Cihadın ibadet niteliği Müslümanların dinî mükellefiyetini beyan eder. Bu mükellefiyet kul ile Allah arasındaki münasebeti belirtir. Bu münasebette müminin niyeti çok önemlidir. Çünkü amellerin mükâfatı niyetlere göre değişkenlik gösterir. Bu yüzden cihad Müslümanlar açısından her zaman mahviyeti gerektirir.
Fıkıh kitaplarında cihad konusu, hüsün kubuh açısından değerlendirilir. Cihadın hasen li gayrihi olduğu belirtilir. Bazen de bu ifade farz li gayrihi şeklinde ifade edilir. Ayrıca savaşın büyüklük veya küçüklüğüne göre cihadın farz-ı kifaye ve farz-ı ayn olduğu beyan edilir. Devlet başkanına itaat vurgusu yapılır. Fıkıh kapsamında cihadın farziyetinin savaş ilânıyla veya istilâ durumuyla kayıtlı olduğu özellikle vurgulanır. Buna göre fıkıh kapsamında cihadın sebebinin savaş hâliyle kayıtlı olduğunu söylemek mümkündür.
D. İslâm Savaş Hukuku
Fıkıh kapsamında harp, kıtal, cihad kavramlarının semantik olarak netleştirilmesi, bu kavramlar arasındaki münasebetin belirlenmesi, kesişen ve ayrılan noktalarının belirginleştirilmesi ve hangi boyutlarıyla fıkıh kapsamına dahil olup olmadığının metodolojik analizi cihadı anlama ve mânâlandırmada en kritik noktayı ifade eder.
Sözlük mânâsında harp kelimesinin isim olarak kullanıldığı bilinmekle beraber, kıtal kelimesinin isim mi mastar mı olduğunun netleştirilmesi hayatî önem arz eder. Buna bağlı olarak katlin kıtalle, kıtalin harple zincirleme bağı hiçbir zaman koparılmamalıdır. En önemlisi cihadın ibadet niteliği, farziyeti ile cihadın ve şehitliğin faziletinin öldürmeyle değil, öldürülmeyle ilgi olduğunu unutmamak cihad kavramının doğru anlaşılmasında bir zarurettir. Sözün özü savaş siyaseti, savaş hukuku ve cihad ruhu arasındaki fark, birbirini tamamlayan sistematik bir bütünlüğü ifade eder.
Ayrıca cihadla alâkalı âyetleri, hadîsleri ve Peygamberimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatını kronolojik değerlendirme ile sistematik değerlendirme metodolojik yaklaşımlar arasındaki en temel farkı belirtir. Bu yaklaşım tarihî savaşların gâye mi araç mı değerlendirmesinde de kendini hissettirir.
E. Terör Cihad Değildir
Günümüzde terörizm çok yönlü bir problem olması hasebiyle çözüm adına plânların da siyasî, ekonomik, sosyal ve dinî yönlerinin ele alması zorunludur. Sorunu sadece dine indirgeyen yaklaşımlar hem teröristlerin ağına düşme riski taşıyan gençlere hem de bütün insanlığa haksızlık sayılır.
Şiddete tevessül eden aşırılığın, terörizmin dini yoktur. Her devirde dinî kaynakları suistimal eden insanlar olmuş ve olacaktır. Şiddete tevessül eden radikallerin zulümlerinden dolayı İslâm dinini suçlamak insafla bağdaşmaz. Fakat, teröristler Müslüman kimliğiyle ortaya çıktıkları için Müslümanlar bu problemi inkâr edemezler ve terör kanserinin toplumda yayılmasını engellemek için ellerinden geleni yapmakla mükelleftirler. Müslümanlar olarak öncelikle, şiddeti kınamalı ve mağduriyet psikolojisinin tuzağına düşmemeliyiz. Zulme uğratılmış olmak terörü kınamamayı veya teröre tevessül etmeyi meşrulaştırmaz.
Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) savunma maksatlı meşru bir savaşta dahi savaşcı olmayan insanlara, bilhassa kadınlar, çocuklar ve din adamlarına karşı şiddeti kesin bir dille yasaklamıştır. Savaş durumunda karıncanın hukukunun gözetilmesi gerekmesine rağmen, değil savaş durumunda barış şartlarında bile masum insanları hedef alan saldırıların bazı kişiler tarafından cihad veya şehitlik operasyonları olarak isimlendirilmesi asla doğru değildir. Çünkü İslâm savaş hukuku meşruiyet kriterine göre hem gâyenin meşru olması hem de meşru gâyeye ulaştıran aracın, yani savaş metot ve yönteminin meşru olması zorunludur. İslâm savaş hukuku hükümlerine göre, meşru bir gâyede gayrimeşru bir metot asla kullanılamaz.
Zalimin yaptığı zulüm, Müslümanların zulüm yapmasını meşru kılamaz. Müslüman mazlum olsa bile, asla zalim olamaz. Mukabele-i bi’l-misil (misilleme yapma) dinin cevaz verdiği adaletin gereği hukukî bir hak olmasına rağmen, Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) misliyle cezalandırmayı bile tercih etmemiştir. Dahası, Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) döneminde gönderilen seriyyelerde, hatayla öldürülen bazı insanların diyetlerinin ödendiği siyer ve megazi kitaplarında kayıtlıdır.
İmam Muhammed’in Siyer-i Kebir’inde şu bilgiler kayıtlıdır: Savaş durumunda ateşkes anlaşması gereği, Müslümanlar ve gayrimüslimler birbirlerine karşılıklı rehineler vermeleri hâlinde, eğer gayrimüslimler Müslüman rehineleri öldürürlerse, onların bu hareketi Müslümanların misilleme olarak gayrimüslim rehineleri öldürmelerini meşru kılmaz. Çünkü Müslüman rehineleri öldürenler, Müslümanların elinde olan gayrimüslim rehineler değildir. Müslümanların elinde olan gayrimüslim rehineler masum oldukları için öldürülemezler.
Netice
İslâmî kaynaklarda mücahade ve cihad, hem tasavvuf kitaplarında hem emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker kapsamında hem de fıkıh kitaplarında yer alan bir kavramdır. Tasavvufî mânâda mücahede, cihad-ı ekber olarak nefisle yapılan gayretin adıdır. Emr-i bi’l-maruf kapsamında i’la-yı kelimetullah için malla ve canla yapılan her türlü müspet gayretin cihad kapsamına dahil olduğu söylenebilir.
Emr-i bi’l-marufun ikinci boyutunu nehy-i ani’l-münker oluşturur. Elbette kötülüğün önlenmesine çalışılması imkan nispetinde her Müslüman üzerine dinî bir vecibedir. Fakat kişilerin şiddet kullanarak, mala ve cana zarar vererek cihad yaptığını varsayması, dinî ve hukukî temelden yoksundur. Çünkü kişi velayeti altındakileri ahlâken tedip etme hakkına sahip olsa bile, hukukî mânâda cezalandırma yetkisine asla sahip değildir. Kişilerin velayeti altında bulunamayan kişileri ise, ahlâken de hukuken de cezalandırma hakkı yoktur.
Özellikle savaş ilân etme kişi ve kurumların yetkisinde değildir. Bu yetki münhasıran devlet başkanına aittir. Savaş hâlinde ise Müslümanlar İslâm savaş hukukuna riâyet etmekle mükelleftir. İslâm savaş hukukuna göre savaşın maksadının da savaşta kullanılan aracın da meşru olması gerekir. Meşru bir gâyede, gayrimeşru bir araç kullanılamaz. Bu yüzden İslâm savaş hukukuna göre hem gâyesi hem de aracı meşru olmayan hareketleri cihad adı altında yapmayı tasvip etmek mümkün değildir. Ama istilâ ve savaş hâli gibi yeri ve zamanı geldiğinde özünde aksiyoner bir kavram olan cihadın değil, ataletin, tembelliğin, oturmanın yerilmesi gerekir. Elbette Müslümanların cihad ruhunu kaybetmemesi beklenir.
Dipnotlar
1. Bkz. el-Haruni, Ahmed b. Hüseyn, Şerhu’t-tecrid fi’l-fıkhi’z-zeydiyye, San’a 2006, VI, 477-479.
2. Aclûnî, İsmail b. Muhammed, Keşfu’l-hafa ve müzilü’l-ilbas, Beyrut ts., I, 424-425, Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, XIII, 523.
3. Tirmîzî, Fedâilü’l-cihad 2; Ahmed b. Hanbel, VI, 20.
4. Bkz. Yasin, Muhammed Naim, el-Cihad meyadinuhu ve esalibuhu, Ürdün 1993, s. 9 vd.; Mer’a, İbn Abdillah b. Mer’a, Ahkamu’l-mücahid bi’n-nefs fi sebilillahi azze ve celle fi’l-fıkhi’l-İslâmi, Medine 2003, I, 28 vd.
5. Gazali, Ebu Hamid, İhyau Ulumi’d-Din, İstanbul 1985, II, 302.
6. Önkal, Ahmet, Rasulullah’ın İslâm’a Da’vet Metodu, Konya 1987, s. 5.
7. Al-i İmran, 3/104.
8. Tevbe, 9/71.
9. Maide, 5/78-79.
10. Özel, Ahmet, “Cihad”, DİA, İstanbul 1993, VII, 527; Şibay, Halim Sabit, “Cihad”, İA, İstanbul 1993, III, 270.
11. Nesai, İman, 17. Günümüzde cihad konusuyla ilgili olarak bkz. Topaloğlu, Bekir, “Cihad”, DİA, İstanbul 1993, VII, 531-534.
12. Maverdi, Ahkâm, s. 32..
İntihar Saldırıları ve İslâm
Yrd. Doç. Ergün Çapan
İslâm’ı iyi anlayamamış bazı Müslüman kişi veya kuruluşların, dünyanın değişik yerlerinde cereyan eden terör hadiselerine karışmalarının altındaki sebepleri İslâm’da değil, onların kendilerinde, onların yanlış yorumlarında ve daha başka faktörlerde aramak gerekir. Zira İslâm, terör yanlısı bir din olmadığı gibi, İslâm’ı iyi anlamış bir Müslüman’ın da terörist olması düşünülemez..
|
İntihar saldırılarına geçmeden önce mevzunun anlaşılmasına yardımcı olabilecek genel bir iki hususa işaret etmekte fayda olacağı kanaatindeyiz. İslâm'a göre insan, insan olması itibarıyla üstündür. Kur'ân bu hususu şu şekilde ifade etmiştir; "Doğrusu Biz insanoğlunu çok şerefli yarattık." (İsra sûresi, 17/70) Kadın-erkek, genç-ihtiyar, siyah-beyaz her insan muhteremdir, masûndur ve dokunulmazlığı söz konusudur. İslâm, insan hayatına çok önem vermiştir. Birçok ayet ve hadisle "zaruriyat-ı hamse" (olmazsa olmaz şartlar) denilen beş aslî değerin korunmasını emretmiştir.1 Bunlar; din, nefs, nesil, akıl ve maldır. Bu itibarla insanın hayatına kastedilemez, ırzına el uzatılamaz, malına tecavüz edilemez, yurdundan-yuvasından çıkarılamaz, hürriyeti elinden alınamaz, inançlarını yaşaması engellenemez. İslâm her bir insanı, başka varlıklara göre bir tür olarak gördüğü için tek bir insanı öldürmeyi bütün insanları öldürme, bir insanın hayatını kurtarmayı da bütün insanların hayatını kurtarma olarak kabul etmiştir. (Bkz. Mâide sûresi, 5/32) Bu değerlendirme, hiçbir din ve modern sistemde olmadığı gibi, insan haklarıyla alâkalı hiçbir komisyon ve kuruluşta da insana bu seviyede değer verilmemiştir. Hatta bir insanın kendisinin bile kendine karşı bu olumsuzlukları irtikap etmesine, Allah tarafından kendisine bahşedilmiş hayata son vermesine müsaade edilmemiştir. Bir insan başka birisini öldüremeyeceği gibi kendi hayatına da son veremez yani intihar edemez. İslâm, intihara katiyen cevaz vermemiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de intihar yasaklanmış, (Nisa sûresi, 4/29) Peygamber Efendimiz de birçok hadislerinde intihar etmenin haram olduğunu ve âhiretteki cezasının ne kadar tüyler ürpertici olduğunu bildirmiştir. (Buhâri, Cenâiz 84; Müslim, İman 175)
İslâm'da sulh esastır
İslâm, sulh güven ve esenlik demektir. O, hep sulh ve salah soluklamıştır. Onu inanarak yaşayan Müslüman da herkese hatta her şeye güven vaat eden, elinden-dilinden rahatsızlık duyulmayan kimse demektir. İslâm, yeryüzünde fitneye, fesada, çatışmaya, zulme ve teröre savaş ilan etmiştir. Birçok ayet ve hadiste bildirildiği üzere İslâm'da sulh esas, savaş arızidir. Müslüman'ın diğer insanlarla münasebetlerinde de yine sulh esastır. Emniyetin ve dünya barışının esas olduğu bir dinde, savaş ve çatışma gibi şeyler arızidir. Sağlam bir bünyeye arız olan mikropları savmak için bünyenin kendisini savunması gibi istisnaî bir durumdur. İslâm, bir insanlık realitesi ve beşer tarihinin en göze çarpan bir vakası olmasına rağmen savaşı da -ki bu da belli prensipler çerçevesinde cereyan etmektedir- hoş görmemiş, onu öncelikle müdafaa maksadına bağlamış, sonra da bizzat Kur'ân'da geçen "Fitne katilden beterdir." (Bakara, 2/191) prensibi çerçevesinde savaşları ve temelde savaşa yol açan kargaşaları, düzensizlikleri, zulmü, bozgunculuğu önlemek için meşru saymış2 ve onun için insanlık tarihinde ilk defa çok önemli sınırlamalar ve prensipler getirmiştir.3
İslâm, savaşı dengelemek için de kaideler koymuştur: "Ey iman edenler! Haktan yana olup var gücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin ve adalet numunesi şahitler olun! Bir topluluğa karşı içinizde beslediğiniz kin ve öfke, sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Âdil davranın, takvâya en uygun hareket budur. Allah'a karşı gelmekten sakının! Çünkü Allah yaptığınız her şeyden haberdardır." (Maide sûresi, 5/8) buyurarak adaleti ve cihan sulhunu esas almıştır.
Bütün bu temel esasların yanında İslâm her Müslüman'a dinini, canını, malını, neslini, ırz ve mukaddesatını koruma hakkı tanımıştır. Hatta bu uğurda gerektiğinde ölmeyi şehitlikle payelendirmiştir. (Buharî, Mezalim 32; Müslim, İman 226) Bu şekilde genel bir bakıştan sonra intihar eylemleri üzerinde durmak istiyoruz. İntihar eylemlerini barış ve savaş ortamında yapılanlar diye iki ayrı grupta ele almak gerekir.
A-Barış Ortamında İntihar Eylemleri
Öncelikle ifade etmek gerekir ki, İslâm'ın ârizî bir durum olarak kabul ettiği savaş ile ilgili nasslarını barış ve sivil ortamına alıp uygulamak doğru değildir. Savaş ile ilgili hükümler savaş durumu ve şartları ile kayıtlıdır, sivil ortamda ve barış halinde ise İslâm, her Müslüman'a imanî ve ahlakî değerleri seviyeli temsil ederek, insanlara şefkat ve merhametle muamele etmesini ve yaşadığı toplumda sulhun ve emniyetin temini için çalışmasını emreder.4 Bu yüzden barış ortamındaki herhangi bir ülkenin ister sivil isterse askeri herhangi bir yerinde bombalı intihar eylemi yaparak masum insanları hunharca katletmeyi İslâm dininin hiçbir şekilde onaylaması mümkün değildir.
İnsanlara hatta bütün varlığa şefkatle, merhametle muamele edilmesini emreden Kur'ân-ı Kerîm, "haksız yere bir insanı öldürmeyi, bütün insanlara karşı cinayet işleme" şeklinde değerlendirmiştir. (Mâide sûresi, 5/32) Evet, İslâm nazarında, bir insanın haksız yere öldürülmesi bütün insanların öldürülmesi gibi büyük bir cinayettir. Zîrâ bir insanın öldürülmesi, hem herhangi bir insanın öldürülebileceği fikrini vermekte, hem de topyekün insanlığın hayat haklarına karşı hürmetsizliği terviç etmektedir. Ve böyle bir cinayeti işleyen kimse, Allah nezdinde çok büyük değeri olan insanı, tüyler ürperten menfur bir cinayetle katletmekle çok kötü bir çığır açtığından bütün insanları öldürmüş gibi Allah'ın gazabına ve büyük bir azaba müstahak olmuş olur.
Kur'ân-ı Kerîm, bir insanın haksız ve kasıtlı olarak öldürülmesi suçuna getirdiği ağır tehdidi, diğer suçlara getirmemiştir. Gerçekten de bu ifade ve tehditler tüyler ürperticidir: "Kim bir mü'mini kasten öldürürse onun cezası, içinde ebedî kalmak üzere gireceği cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır." (Nisa sûresi, 4/93)
Kasten bir mü'mini öldüren insanın cezası, Allah affetmezse ebedî cehennemdir. Ümmetin allâmesi İbn Abbas ve bazı âlimler bu ayeti kasten bir mü'mini öldüren kimsenin tövbesinin kabul olunmayacağı ve ebedi cehennemlik olduğu şeklinde tefsir etmişlerdir.5 Kur'ân'ın tefsir ve yorumunda en önde gelen otorite bir insanın bu yaklaşımı gözden uzak tutulmamalıdır.
Ayette kasten bir mü'mini öldüren insanın cehennemle cezalandırmasının yanında Allah'ın ona gazap edeceği, onu lanetlediği ve ona büyük bir azap hazırladığı bildirilmektedir. Allah'ın hiçbir suça böylesine ağır, tüyler ürperten bir tehdidi söz konusu değildir. Ayrıca masum bir insanı öldürmek Allah'a şirk koşmakla birlikte zikredilmiştir. (Bkz. Furkan, 25/68; Enam, 6/151) Bu da meselenin dehşetini göstermesi bakımından önemlidir.
Diğer taraftan böyle bir vahşeti İslâm dininin kaynakları ile temellendirmek de söz konusu değildir. Değişik ilaçlar ve tekniklerle beyni yıkanarak veya robotlaştırılarak intihar eylemlerine sürüklenmesi dışında iman ve İslâm sıfatları olan şuuru yerinde bir Müslüman'ın böyle bir şeyi yapması düşünülemez.
B. Savaş Ortamında İntihar Eylemleri
Yukarıda kısaca İslâm'ın barış ortamına yönelik genel tavrını ifade etmeye çalıştık. Şimdi de mukaddesatını, ülkesini, varlığını koruma uğrunda savaşmak durumunda kalanların, masum insanlara ve sivil hedeflere yönelik intihar saldırılarını İslâmî kriterler açısından ele almak istiyoruz:
1. Savaş halinde iken "muharip olmayanlar" öldürülmez
Bir Müslüman'ın, iradesinin hakkını vererek hayatını Cenab-ı Allah'ın gönderdiği mesajın prensiplerine göre yaşaması, inancının gereğidir. Müslüman, ibadet hayatından muamelata, ondan öfke, nefret gibi hissî fiillerine kadar hayatının her karesini ilahî emirler çerçevesinde şekillendirmek durumundadır. O, koruması gereken haklarını savunma mücadelesi verirken de bu prensiplere uymakla yükümlüdür. Savaş süreci dahi getirilen ilke ve prensipleri ihlal etmeyi meşru kılmaz. İslâm, savaş durumunda dahi, savaşa katılmayan yaşlı, kadın, çocuk vb. kimselerin öldürülmesini onaylamamıştır. Bu gibi kimseleri "muharip" vasfını haiz kabul etmemiştir. Ve bu şekildeki bir yaklaşım, savaş hukukuna İslâm'ın getirdiği yeni ve orijinal bir ilke ve prensiptir.
Savaş durumunda genel bir prensip olarak "muharib olmayan"lar öldürülmez. Kur'ân'da; وَقَاتِلُوا فِي سَبِيل اللّٰهِ الَّذِينَ يُقَاتِلُونَكُمْ وَلاَ تَعْتَدُوا إِنَّ اللّٰهَ لاَ يُحِبُّ الْمُعْتَدِينَ "Sizinle Savaşanlarla (savaşmaya ehil ve kudreti olup da bizzat savaşanlarla) siz de Allah yolunda savaşın. Fakat haksız yere saldırmayın, haddi aşmayın. Muhakkak ki Allah haddi aşanları sevmez." (Bakara sûresi, 2/190) buyurulmaktadır.
Âyetteki "يُقَاتِلُونَكُمْ" kaydı çok önemlidir. Bu kip teknik ifadesiyle "müşareket" bildirir ki bunun mânâsı "sizinle savaş eden", "muharip statüsünde olanlar" demektir. Demek ki muharip olmayanlar yani savaşma statüsünde olmayanlarla savaşılmayacaktır.
Bu âyetten anlaşılan "muharip olmayanların öldürülmemesi" hususu Peygamber Efendimiz tarafından gerek sözlü gerekse fiili olarak izah edilmiştir: Bu konuda birçok hadis vardır.6 Biz bunlardan birkaç tanesini nakletmekle iktifa etmek istiyoruz:
Gazvelerden birinde öldürülmüş bir kadın bulunması üzerine Allah Resûlü böyle bir davranışı "Bu kadın savaşan birisi değil ki niçin öldürüldü?" buyurarak kesinlikle tasvip etmemiş (Ebu Davud, Cihad 111) ve kadınların, çocukların öldürülmesini yasaklamıştır. (Buhari, Cihad 147; Müslim, Cihad 25)
Ayrıca Allah Resûlü, gazvelere gönderdiği ordulara, komutanlara şu şekilde tenbih ediyordu: "Allah'ın adıyla yola koyulun, Allah yolunda mücadele verin, savaştığınız insanlarla aranızda bir anlaşma var ise ona riayet edin, haddi aşmayın, meşrû savaşırken öldürdüğünüz insanlara müsle yapmayın (ağzını, burnunu keserek, insanlık onurunu rencide edecek şeyler yapmayın) çocukları, kadınları, yaşlıları, ibadethanelerdeki insanları öldürmeyin." (Tehanevi, İlaü's-Sünen, 12/31-32; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/300; Ebu Davud, Cihad 82)
Hülefa-yı Râşidîn de aynı hassasiyeti göstermiştir. Günümüze kadar hemen bütün İslâm devlet başkanları cepheye gönderdikleri komutanlara, sivil insanlara ilişmemelerini, mallarına zarar vermemelerini; savaşırken kadın ve çocukları, mabetlerde yaşayan rahip ve keşişleri, tarlasında çalışan çiftçileri öldürmemelerini tenbih etmişlerdir. Ve bu prensipler de genellikle tatbik edilmiştir.
İslâm Hukuku âlimleri, (muharip olmayan) kadınların, çocukların, pîr-i fânilerin, rahiplerin, kilisede ibadet eden insanların, âmânın, kötürümün savaşta öldürülmelerinin haram olduğunda ittifak etmişlerdir. (Tahavî, Muhtasaru İhtilâfı'l-Fukahâ, 3/455-456)
Yukarıda zikredilen ayetteki (Bakara, 2/190) "haddin aşılması", Allah Resûlü tarafından iki şekilde tanımlanmıştır; "muharip olmayanları öldürmemek" ve öldürülen insanların insanlık onurunu zedeleyici davranışlarda bulunmamak. Peygamberimiz, savaş durumunda karşı taraftan öldürülen insanlara "müsle" (öldürülen insanın ağzını, burnunu, kulağını kesilmesini) yapılmasını ve "sabran" (bir canlının bağlanarak nişangah haline getirilerek ve çeşitli silahlarla atış yapılarak) öldürülmesini yasaklamıştır.7 Hatta Efendimiz bir tavuğun bile "sabran" öldürülmesini yasaklamıştır. (Ebu Davud, Cihad, 120; Darimî, Edahî, 13)
Ayrıca Peygamberimiz bir Müslüman'ın savaşırken bile kendine yaraşır bir şekilde davranması gerektiğine dikkatleri çekmiştir: "İnsanî ve ahlakî değerlere riayet ederek en güzel bir şekilde savaşan ehli imandır." (Ebu Davud, Cihad, 110) Şimdi, bu kriterler penceresinden bombalı intihar eylemlerine baktığımızda İslâm'ın genel ve etik prensipleriyle ve tarih boyu uygulamasıyla tamamen zıt olduğunu görürüz. Zîrâ bu eylemlerde "muharip" vasfını haiz olmayan masum kimseler katledilmektedir ki bu, açık olarak İslâmî nasslarla çelişmektedir.
2. Sivil hedeflere saldırılmaz
Savaş durumunda iken masum insanları katletmek dinin temel referanslarına tamamen zıttır. Asr-ı saadet ve sonraki dönemlerde buna mesned teşkil edebilecek bir davranış biçimi olmadığı gibi bu, Müslümanlar tarafından da bir mücadele metodu olarak kullanılmamıştır. Eğer "başka çare yok, ne yapılsın?" denilecek olursa Mekke'de çok ağır işkencelere, eziyetlere maruz kalan sahabe efendilerimiz ve daha sonraki dönemlerde onların çizgisinden giden Müslümanların böyle bir yola başvurmadıklarını hatırlatmak yeterli olur kanaatindeyiz.
Hemen bütün fıkıh kaynaklarında yer alan bir husus vardır; bir Müslüman savaş durumunda bir orduya veya askeri birliğe tek başına öleceğini bile bile saldırabilir mi? Bunun cevabı şu şekildedir: Eğer karşı tarafa zarar verecekse ve Müslümanların menfaatine bir şey olacaksa, mesela, Müslümanları cesaretlendirecekse bu durumda düşman ordusuna saldırarak savaşa savaşa ölünceye kadar mücadele edilebilir. Eğer bir kimse tek başına saldırdığında bunlardan biri hâsıl olmayacaksa bu durumda böyle bir şeye girişmesi caiz değildir. Aksi takdirde şu ayetin çerçevesine gireceği kabul edilir. "Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın ve hep güzel davranın. Çünkü Allah güzel hareket edenleri sever.8 (Bakara sûresi, 2/195) Nitekim, sahabeden bir cemaat Uhud gününde Allah Resûlü'nün önünde bunu yapmış ve Efendimiz'in övgüsüne mazhar olmuşlardır. Fıkıh kitaplarındaki bu meseleyi bir kimsenin üzerine bombalar bağlayarak gidip sivil hedefler içinde, masum insanlar arasında intihar eylemi yapmasına mesned göstermek doğru değildir. Her şeyden önce bu mesele savaş hâli ve askerî hedeflerle ilgilidir. İntihar saldırıları ise sivil ve masum insanlara yöneliktir. İkisi tamamen birbirinden farklıdır.
İntihar eylemlerine mesned gösterilmek istenen delillerden biri de fıkıh kitaplarında yer alan "teterrüs" yani düşmanın, elindeki esir Müslüman kadın ve çocukları kendisine siper olarak kullandığında mümkün mertebe bu insanları hedef almaksızın, Müslümanların oralara saldırıda bulunmasına cevaz verilmesidir.9
Bunu biraz açıklamak gerekmektedir. Şöyle ki: Düşman ordusu, Müslüman erkek, kadın ve çocukları kendilerine siper yaparak Müslümanlara karşı savaşıyor ve Müslümanların da bu siperlere saldırmadan savaşı kazanması mümkün değilse bu durumda düşman askerleri hedeflenmek şartıyla bu siperlere de atış yapılabilir. Eğer saldırıldığında Müslümanların zafer kazanması söz konusu değilse bu caiz değildir. Bu açıdan intihar eylemlerine bakıldığında ne askeri hedeflere yapılan bir saldırı ne oralarda Müslümanların siper edilmesi ne de karşı tarafa zarar verip mağlup etme söz konusudur. Aksine çarşıda pazarda günlük işleriyle meşgul olan masum insanlar hunharca katledilmektedir. Üstelik böyle bir hareket daha çok masum Müslüman'ın öldürülmesine zemin hazırlamaktadır. Dolayısıyla "teterrüs" kaidesi, sivil ve masum -savaş ile ilgisi olmayan- insanların bulunduğu yerde bomba ile intihar eylemi yapmaya kesinlikle delil olamaz. Tam tersine böyle bir saldırı "haksız yere bir insanı öldürmeyi, bütün insanlara karşı cinayet işleme" (Mâide sûresi, 5/32) çerçevesine girer.
3. Kur'ân'da Zikredilen "İrhab" ve Terör
Kur'ân'ı Kerîm'de sadece pozitif manada kullanılan ve kendisine övgüden başka anlam yüklenmemiş kelimeler vardır. "İrhab" kelimesi de bunlardan biridir. Kur'ân'da bu kelimenin geçtiği ayet şöyledir:
وَأَعِدُّوا لَهُمْ مَا اسْتَطَعْتُم مِنْ قُوَّةٍ وَمِنْ رِبَاطِ الْخَيْلِ تُرْهِبُونَ بِهِ عَدُوَّ اللّٰهِ وَعَدُوَّكُمْ وَآخَرِينَ مِنْ دُونِهِمْ لاَ تَعْلَمُونَهُمْ اللّٰهُ يَعْلَمُهُمْ وَمَا تُنفِقُوا مِنْ شَيْءٍ فِي سَبِيلِاللّٰهِ يُوَفَّ إِلَيْكُمْ وَأَنتُمْلاَ تُظْلَمُونَ
"Düşmanlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın! Savaş atları yetiştirin ki bu hazırlıkla Allah'ın düşmanlarını, sizin düşmanlarınızı ve onların ötesinde sizin bilemeyip de, ancak Allah'ın bildiği diğer düşmanları korkutup yıldırasınız. Allah yolunda her ne harcarsanız, onun karşılığı size eksiksiz ödenir, size asla haksızlık yapılmaz." (Enfal sûresi, 60)
Bu âyetteki "irhab"ın kelime mânâsı korkutmadır. Ama bu korkutma zarar vereceği ihtimali (caydırıcı güç) ile tabiî bir korkutmadır, yoksa zarar vererek bir korkutma değildir.10
Müfessirler ayette geçen "irhab"ı düşmanlara karşı günün şartlarına göre"caydırıcı güç" olacak silahları, savaş atlarını vs. hazırlamak olarak tefsir etmişlerdir. (Taberî, el-Câmiu'l-Beyan, 6/42; Razi, Mefâtih, 15/192; Âlûsî, 10/26)
Reşid Rıza "irhab" kelimesinin Kur'ân'da savaşı tutuşturmak için değil engellemek mânâsına olduğunu; toplumu yıkmak için değil korumak mânâsını ihtiva ettiğini söyleyerek bahsi geçen ayeti, gücünün yettiği kadar savaş adına kullanılabilecek silahlarla hazırlık yaparak, bilinen bilinmeyen düşmanları savaşa teşebbüsten, saldırmaktan engellemek şeklinde tefsir etmiştir. (Reşid Rıza, Tefsiru'l-Menâr, 10/66)
Hadislerde "irhab" kelimesi "caydırıcılık" mânâsına kullanıldığı gibi hadis şerhlerinde de aynı mânâda yorumlanmıştır.11 Hadislerdeki garib kelimeleri izah eden en-Nihaye'de "irhab" kelimesi düşmanı saldırmaktan caydıracak güçte olmak ve onu caydırmak şeklinde açıklanmıştır.12
Sahabe-i kirâm bu ayeti savaşa hazırlık yapma, caydırıcı güce sahip olma şeklinde yorumlamışlardır. Mesela Hz. Ömer döneminde birçok cephede mücadele verilirken Medine civarındaki hiç savaşa iştirak etmeyen tam kırk bin tane asil Arap atı hazır bekletiliyordu. Aynı şekilde Suriye civarında da kırk bin at besleniyor ve yedekte tutuluyordu. O günün en önemli savaş aletlerinden biri olan bu atlar ihtiyat kuvveti bulunduruluyordu.13
Ayrıca İslâm fıkıh âlimleri de "irhab" kelimesini "caydırıcı olma" manasında kullanmıştır.14 Netice itibariyle "irhab" kelimesinin hadis ve şerhlerinde, fıkıh kitaplarında, lügatlerde kullanım alanını ve kendisine yüklenilen mânâları araştırdığımız-da şu hakikatler ortaya çıkıyor:
1. Kur'ân'da zikredilen "irhab" i'dad, yani mukaddesatı savunma adına hazırlıklı olma ile bağlantılıdır. Haddi aşmayı ve zulmü engellemeye yöneliktir. Bu durum bilinen ve kabul edilen bir husustur ve insani değerlere münâfi değildir. Suçluları, zalimleri, mütecavizleri ve istilacı düşmanları korkutmanın zaruretini kim inkâr edebilir ki?
2. İslâm âlimlerinin, irhab kelimesini eserlerinde nasıl kullandıklarına baktığımızda şu anlaşılıyor; irhab, düşmanı savaştan önce veya savaş anında yıldırmak, gözünü korkutmak morallerini ve psikolojisini bozmak demektir. Geçmişte böyle bir caydırıcılık değişik şekillerde oluyordu ve bunlar o günün savaş şartlarına göre yapılıyordu.15
Ne Kur'ân'da ne sünnette ne de Kur'ân ve Sünnet kaynaklı eserlerde "irhab" kelimesinin yukarıda zikredilen iki şeklin dışında bir kullanımı söz konusu değildir. Dolayısıyla Kur'ân'da geçen "irhab"ı üzerine bombalar bağlayarak umuma açık yerlerde masum insanları öldürmek, kanını dökmek, yangın çıkarmak, malları evleri binaları tahrip etmek, ortalığa dehşet saçarak toplumu kaosa sürüklemek gibi bir mânâda yorumlamak ve böyle bir eyleme delil göstermek doğru değildir.
Ayrıca bir hususa dikkat çekmek istiyoruz: Bütün Arapça Lügatler ittifakla "irhab" kelimesine "ihâfe" (korkutma) manası vermişlerdir. Bununla birlikte 20. asrın ikinci yarısında telif edilen bazı lügatlerde "irhab" kelimesine yüklenilen mânânın değiştirildiğini görüyoruz. Özellikle gayrimüslimlerin hazırladığı lügatlerde "irhab"a terörizm manası verilmektedir.16 Oysaki caydırıcı güç ile savaşmadan korkutma manasına gelen "irhab" ile öldürme, bombalama, yangın çıkarma, ortalığa dehşet saçma, toplumu kaosa sürükleyecek şiddet eylemlerinde bulunma manasına gelen "terörizm" arasında ne kadar fark olduğu gayet açıktır.17
4. Çerçevesi belli olmayan bir hususta hüküm verilmez
İslâm Hukuk Metodolojisinin temel yaklaşımlarından birisi şudur; evvela hakkında hüküm verilecek şeyin sınırları, çerçevesi belirlenir ona göre bir hüküm verilir. Çerçevesi, sınırları belli olmayan bir şey hakkında hüküm verilemez. Çünkü sınırları belli olmadığından suiistimal edilebilir.
Bu temel kriter açısından intihar eylemlerine baktığımızda hedef ve kimin öleceği belli değildir. İnsanların günlük meşguliyeti içerisinde kadın, çocuk, yaşlı, Müslüman, gayrimüslim demeden sivil hayatın umuma açık her yerinde yapılmaktadır. Dolayısıyla hedefi belli olmayan bu tür saldırılara girişmek İslâm hukukunun genel prensiplerine terstir.
5. İslâm'da suçun ferdiliği esastır.
İslâm'da cezalar şahsîdir. Fiili kim işlemişse, o suçludur; cezayı da yalnız o çeker. Kur'ân'da bu husus defalarca belirtilir: "Hiç kimse kimsenin günahını çekmez." (En'am sûresi, 6/164; İsrâ sûresi, 17/15; Fâtır sûresi, 35/18) Hukukta suçun ve cezanın şahsiliği temel bir ilkedir. İntihar eylemlerinin hedefleri ise çoğu zaman, suçsuz sivil insanlardır. Bu temel prensip açısından masum insanlara yönelik intihar eylemleri doğru değildir ve İslâm'ın adalet anlayışına terstir.
6. Savaş ilanı devlet başkanının yetkisindedir.
İslâm'da savaş ilan etme yetkisi devlet başkanına aittir.18 Fertler, gruplar, organizasyonlar savaş ilan edemez. Aksi takdirde şahıs ve grupların kendilerince savaş ilan etmeleri kaos ve anarşiye sebebiyet verir. Böyle bir kaos ortamında aynı toplumda yaşayan Müslüman bir grup kendisinden farklı düşünen Müslümanlara karşı bile savaş ilan edebilir. Bu açıdan da intihar eylemlerine bakıldığında bunlar, herhangi bir meşru otoriteye bağlı olmaksızın kimin yaptığı ve ne zaman yapacağı belli olmayan hareketlerdir.
7. İntihar eylemleri Müslüman imajını/kimliğini karartan yanlış bir mücadele metodudur.
Hedefin meşru olması ne kadar önemli ise hedefe götüren yolların meşruiyeti de o kadar önemlidir. Daha önce de geçtiği üzere insanların kendi mukaddesatını, malını, vatanını korumak için mücadele vermesi en önemli vazifelerdendir. Hatta bu uğurda ölmek, şehitliğe giden bir yoldur. Ama böyle bir hedefe meşru olmayan bir mücadele şekli ile yürümek hem maksadın aksiyle tokat yeme gibi bir neticeye sebebiyet vermekte hem de bütün Müslümanların imajını karartarak onları zan altında bırakmaktadır. Oysaki Peygamber Efendimiz, ashabı ve onların çizgisinde giden barış ve huzurun temsilcisi olan Müslümanlar, Müslüman kimliğini barış ortamında olduğu gibi savaş durumunda da korumuş, gölge düşürmemişlerdir. Günümüzde Müslümanlar "terör" ile suçlanmak istenmektedirler. Dolayısıyla her türlü mücadelelerinde böyle bir ithama malzeme olabilecek tavır ve davranışlardan uzak durmalıdırlar.19 Bazı yerlerdeki Müslümanların bu şekilde hareket etmeleri veya hareket edenlere sahip çıkmaları yüzünden İslâm ve Terör kelimeleri birlikte zikredilmekte, İslâm'ın imajı karartılmakta ve karartmak isteyenlere malzeme verilmektedir. Bir Müslüman'ın en zor şartlar altında bile müslümanlığa
yakışır bir şekilde hareket etmesi adına 1. Dünya savaşında gönüllü alay kumandanı olarak savaşa katılarak fedakârane hizmetler yapan Bediüzzaman Said Nursî'nin şu tavrı çok önemli bir misaldir. Savaş esnasında Ermeni fedaileri bazı yerlerde çoluk-çocuğu kesiyorlardı. Buna karşı Ermenilerin çocukları da bazen öldürülüyordu. Bediüzzaman'ın bulunduğu nâhiyeye binlerce Ermeni çocuğu toplanmıştı. Bediüzzaman askerlere "Bunlara ilişmeyiniz." diye emretmiş daha sonra bu Ermeni çoluk çocuğunu serbest bırakmıştı; onlar da, Rusların içerisindeki ailelerinin yanına dönmüşlerdi. Bediüzzaman'ın bu şekildeki muamelesi Ermeniler için büyük bir ibret dersi olmuş, Müslümanların ahlâkına hayran kalmış ve "Madem Molla Said bizim çocuklarımızı kesmedi, bize teslim etti; biz de bundan sonra Müslümanların çocuklarını kesmeyeceğiz." diye söz vermişlerdir. Bediüzzaman Hazretleri'nin İslâm dininin ruhuna uygun tavır ve davranışıyla birçok Müslüman çocuk da öldürülmekten kurtarılmıştır.20
Kur'ân, Sünnet, sahabe ve onlardan sonraki dönemlerdeki uygulamalar ve fıkıh kitaplarına bakıldığında çıkan netice Fethullah Gülen Hocaefendi'nin şu ifadelerinde yerini bulmaktadır: "Hakiki bir Müslüman'ın terörist olması düşünülemez. Kimse vücuduna bombalar bağlayıp, hangi dinden olursa olsun masum insanların içine girip intihar eylemleri yapamaz, böyle bir şey yapmak caiz değildir."21
Netice
Müslüman, gerek barış ortamında gerekse savaş halinde dininin kriterlerine riayet etmek durumundadır. Ne kadar zor şartlara, sıkıntılara maruz kalırsa kalsın hislerini dininin getirdiği esaslar çerçevesinde kontrol altına almalı, dininin onaylamadığı bir hareket içinde olmamalıdır. Barış ortamında hangi şekilde olursa olsun intihar eylemleri yapmak çok büyük bir cinayettir. Ve böyle hunharca bir cinayete İslâm'ın onay vermesi mümkün değildir. Ve üzerinde iman sıfatı olan, şuuru yerinde bir Müslüman'ın böyle bir şey yapması mümkün değildir. Savaş ortamında iken sivil hedeflere yönelik intihar eylemleri ise; savaşta öldürülmesi yasaklanan kadın, çocuk, yaşlı vb.leri (muharip olmayanları) hedef almasından, masum, suçsuz insanları katletmesinden, teröre sebebiyet vermesinden, İslâm'ın imajına gölge düşürmesinden ve bütün Müslümanlara zarar vermesinden dolayı kesinlikle tecviz edilemez.
* Araştırmacı - Yazar
ecapan@yeniumit.com.tr
Kaynaklar
Azimâbâdî, Avnu'l-Ma'bud, Daru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut 1994.
Bezzar Ebu Bekir, Müsnedü'l-Bezzar, (Thk. MahfuzurRahman) Müessesetu
Ulumi'l-Kur'ân, Beyrut, 1988.
Elmalılı, Hamdi Yazır, Hak dini Kur'ân dili, Eser Yay. İstanbul, 1979.
Hans Wehr, A Dictionary of Modern, Written Arabic, Mektebetu Lübnan, Beyrut, 1960.
İbn Abidin, Muhammed Emin, Haşiyetü Reddi'l-Muhtar, Kahraman Yay. İstanbul, 1984.
El-Mehacce, sayı: 208, 15 Şubat 2004
Mevlana Şibli en-Numani, Bütün Yönleriyle Hazreti Ömer ve Devlet İdaresi (trc. Talip Yaşar Alp) Hikmet Yay., İstanbul, 1986.
Muhyiddin el-Gâzî, el-Basü'l-İslâmî, "Edvaun ala Kelimeti irhab" Müessesetü's-Sahafe ve'n-neşr, Lekne, Hindistan, Mayıs, 2003.
Seyyid Bey, el-Medhal, İstanbul, trhs.
Şatibî, İbrahim b. Musa, el-Muvâfakat fi Usûli'ş-Şerîa, (Thk. Abdullah
Dıraz), Dâru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, tsz.
Tahâvî, Ebu Cafer, Muhtasaru İhtilafı'l-Fukaha (İhtisar, Cassas)thk. Abdullah Nezir Ahmed, Daru'l-Beşairi'l-İslâmiyye, Beyrut, 1996
Şerhu Maani'l-Âsar, Daru Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, Lübnan, 1987.
Zuhaylî, Âsâru'l-Harb fi'l-fıkhi'l-İslâmî diraseten ve mukareneten, Daru'l-Fikir, Suriye, 1998.
Dipnotlar
1. Şatibî, Muvâfakat, 2/7-10.
2. Serahsî, El-Mebsût, 10/5; Zuhayli, Âsâru'l-Harb, s. 90-94.
3. M. Fethullah Gülen, İnsanın Özündeki Sevgi, s. 213; Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, 2/692.
4. Bkz. Mümtehine sûresi, 60/8; Câsiye sûresi, 45/14.
5. Taberi, Câmiu'l-Beyan, 4/295; İbn Kesir, Tefsiru Kur'âni'l-Azim, 2/332.
6. Bkz. Tahâvî, Şerhu Meani'l-Âsâr, 3/224-225; Tehanevi, İ'lâü's-Sünen, 12/29.
7. Bkz.: Müslim, Sayd 58-60; İbn Mâce Zebâih 10.
8. Serahsî, Mebsut; 10/37; Cassas, Ahkamu'l-Kur'ân, 1/327; İbn Abidin, 1984, 4/127.
9. Serahsi, Mebsut, 10/154; Tahavî, Muhtasaru İhtilafi'l- Fukahâ, 3/43
10. Bkz. İbn Manzur, Lisânu'l-Arab, "rhb" md; Rağıb, Müfredat, "rhb" md; Zebidî, Tacu'l-Arûs, "rhb" md.
11. Azimâbâdî, Avnu'l-Ma'bud, 8/159
12. İbnu'l-Esir, en-Nihâye fi Garîbi'l-Hadîs, 2/262
13. Mevlana Şibli en-Numani, Bütün yönleriyle Hazreti Ömer ve devlet
idaresi (trc. Talip Yaşar Alp) Hikmet Yayınları, İstanbul, 1986.
14. Bkz. Serahsî, Mebsut, 10/42; İbn Kudame, el-Kafi, 40264; Behutî, Keşşafu'l-Gına, 3/65; Ebu İshak, eş-Şirazî, Mühezzeb, 2/231; İbn Abidin, 6/305.
15. Muhyiddin el-Gazi, el-Ba'sü'l-İslâmî, "Edvaun ala Kelimeti irhab" 48. sayı, s.84; Bkz. İbn Abidin, 6/756.
16. Oxford Wordpower, Oxford Üniv. Pres, Nex York, 1999; Hans Wehr, A Dictionary of Modern, Written Arabic, Mektebetu Lübnan, Beyrut, 1960; English Arabic Glossary; Bkz. The Encyclopaedia
Britannica, 11/650-651
17. Bkz. Muhyiddin el-Gazi, el-Ba'sü'l-İslâmî, 48. sayı, s. 85-86; Dr. Cellul ed-Dekdak, "Hirâbiyyûn la irhâbiyyûn" El-Mehacce, s. 5-6, sayı 208.
18. Vehbe Zuhaylî, el-fıkhu'l-İslamî ve Edilletuhu, 6/419; El-Mevsuatü'l-Fıkhiyye, "cihad" md.
19. Cevdet Said, İslâmî Mücadelede Şiddet Sorunu, s. 65-67
20. Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Şahdamar Yay. s. 107
21. Nuriye Akman, Gurbette Fethullah Gülen, s.19-21.
XXXXXX
ASR-I SAADETTE CİHADIN SEYRİ
Mahir Şahin
MEKKE DEVRİ-1
Şimdiye kadar cihad hakkında birçok şeyin yazılıp çizildiğini biliyor ve görüyoruz. Ehemmiyetli bir mevzu olmasından dolayı ne kadar yazılıp anlatılsa o kadar faidelidir. Bizim üzerinde durup anlatacağımız konu ise tarihî seyri içerisinde Resûlullah (sav) Efendimiz'in cihad siyasetidir. Esasen konu ciltlerce kitaba yazılacak kadar geniştir. Fakat biz kısa ve öz bazı bilgiler vermek için bu çalışmamızı kaleme aldık.
Elmalılı merhum "Allah uğrunda hakkıyla cihad ediniz' (Hacc, 22/78) âyetinin tefsirinde şunları kaydeder: Cihad, düşmana müdafaa gücünü sarf etmektir ki üç kısımdır: Birisi zahirî düşman ile mücahede, birisi şeytan ile mücahede, birisi de nefs ile mücahededir. Bazıları burada, "cihaddan murad evvelkidir" demiş. Bazıları da "nefs ve şeytan ile mücahededir" demiş. Fakat evlâ olan üç kısmın üçüne de şamil olmasıdır. Zira "mukatele" kelimesi yerine "mücahede" kelimesinin kullanılması bu kelimenin daha umumî olmasındandır. 1
Kur'ân-ı Kerîm'de cihaddan bahseden âyetleri iki kısma ayırmak mümkündür.
1- Dâvet zamanında nazil olan âyetler
2- Muharebelerden evvel ve sonra nazil olan âyetler.2
Cihad, zaman ve zeminin değişik olmasına göre farklılık arzeder. Bundan dolayı da itibar edilen görüşe göre cihad ikiye ayrılır.
1- Bi'setten asıl maksat olan yüksek gayeye erişmek için bizzat Peygamber tarafından ve sahâbesinin de yardımı ile yapılmış olan: Manevî cihad.
2- Manevî cihad ile varılan yüksek gâyenin müdafaası için Resûlullah'ın ve sahâbesinin de iştiraki ile yapılan savaşlar: Maddî cihad.3
Mekke devrinde manevî cihad. Medine devrinde hem manevî hem de maddî cihad uygulanmıştır. Hem manevî cihadın hem de maddî cihadın bütün prensipleri Kur'ân-ı Kerîm'de mevcuttur. Şimdi bunları sırasıyla görelim:
Mekke'de Cihadın Seyri
Mekke devrinde yapılan mücadele Kur'ân'la yapılan bir mücâdeledir.4 Bunu Kur'ân-ı Kerîm'in şu âyeti açıkça ortaya koymaktadır:
"Öyle ise sen kafirlere boyun eğme. Bütün gücünü kullanarak Kur'ân'la onlara karşı mücadele edip büyük bir cihad aç." (Furkan, 25/52) Her türlü ahlâksızlığın, zulmün, faizin câri olduğu Mekke şehir devletinin ahalisi, din diye babalarının elleriyle yaptıkları putlara tapıyorlardı. Tâzim ve hürmetlerini bunlara arzediyor, yardımın ancak bunlardan geleceğine inanıyorlardı. İşte böylesi cehl-i mürekkep içerisinde kıvranan bir cemiyetin ıslahına Kur'ân-ı Kerîm şu emirleriyle başladı:
"Yaradan Rabbinin adıyla oku! O insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! 0 keremine nihayet olmayan Rabbindir. O kalem ile öğretti. O insana bilmediği şeyleri öğretti." (A'lâk, 96/1-5) Herşeye körü körüne inanan insanların bu haletten kurtulmalarının yolunu Kur'ân böyle gösterdi onlara.
Üç yıl süren gizli dâvet sırasında Resûlullah (sav) daha çok samimi olduğu ve akrabalık bağlarıyla bağlı olduğu insanlara dâvasını tebliğ etmekle emrolunmuştu. Bu dönemde Cenâb-ı Hakk'ın Rasûlü'ne ve O'nun şahsında mü'minlere gösterdiği yol şu idi: Afakî ve enfüsî tefekkürde bulunmak, Kur'ân okumak, zikir ve fikirle içe doğru derinleşmek. Daha öz ifadesi ile için fethini sağlamaktı. Bu şekilde içteki tekevvün vahy-i ilâhînin mâkesi olan Resûlullah (sav)'ın manevî nüfuzu sayesinde mü'minlerin îmânları kat kat ziyadeleşti.
Bi'setten sonra ikinci sûre olarak inen Kalem sûresinin âyetlerinde, Allah'ı inkâr ve kendisini tekzib edenlere uymaktan men olunan Hz. Peygamber (sav) üçüncü olarak nâzil olan5 Müzzemmil sûresinde şu şeylerle emrolunmuştu:
1- Her gece yarısı biraz evvel veya biraz sonra uyanarak kalkıp namaz kılmak,
2- Kur'ân'ı tertil ile (Kur'ân'ın kelimelerini tane tane, açık ve hususî bir ses ve eda ile) okumak,
3- Allah'ın adını anmak,
4- Kendinden başka ibadete lâyık olmayan Allah'ı her işte vekil tutmak,
5- Müşriklerin dediklerine karşı sabırlı olmak,
6- Müşriklerden tatlılıkla, fakat tamamen ayrılmak. (Müzemmil sûresi)
Rasûlullah ve sahâbesinin gece yarılarından başlayarak sabahlara kadar Kur'ân okuması. Gözyaşları içerisinde yapılan dua ve zikirler, semaya yükselen hazin sesler, böyle hâdiselere ilk defa şahid olan Mekke muhitinde infial uyandırdı. Kur'ân'ın gerek lafzındaki güzellik ve mânâsının tatlılığı, gerekse ihtiva ettiği hükümlerin doğruluğu, bütün Araplar tarafından hayretle karşılandı. O mu'cizü'l-beyân'ın karşısında birçok insan eridi. Erimeyen bir kısmı ise gizli gizli Resûlullah (sav)'ın evinin etrafında geceleri O'nun okuduğu Kur'ân'ı dinlerlerdi.
Her zaman ve zemini değerlendiren Allah Rasûlü (sav) insanların seviyesine göre hitap eder, onların akıllarını ikna, kalplerini tatmin etmeye çalışırdı. Bütün Mekke devrinde görülen, mü'minlerin îmânlarını artırmak, akideyi sağlamlaştırmak, tebşirde bulunmak bu devrin bariz özelliği idi. Müşriklere ise yaptığı şeyler daha çok inzar (korkutmaktı. (Şuârâ, 26/214)
Gizli dâvet döneminden sonra başlayan alenî dâvet hicrete kadar sürdü. Bu zamanda mü'minlerin hepsi başta Rasûlullah (sav) olmak üzere her sınıf insana gider ve dâvâlarını tebliğ ederlerdi. Hususiyle panayırlar için dışarıdan gelen tüccarlar ve haccetmek için gelen hacıların yanına sokulan Hz. Peygamber (sav) onlara İslâm'ı anlatırdı. Daha sonra memleketlerine dönen bu insanlar bu yeni dini oralarda anlattılar. Böylece hak ve hakikata iştiyakı olan insanlar Mekke'nin yolunu tuttular. Bu arada her geçen gün artan Müslümanların sayıları otuza, kırka ulaştı. Artan mü'minler göz doldurmaya başladılar. Bu potansiyeli ilk hamlede küçük göstermek ve tahrikleri üzerlerine çekmemek için Peygamberimiz (sav) onları Mekke'nin az dışında emniyetli bir yer olan ve aynı zamanda da gözden uzak bulunan 'Dâru'l-Erkâm, Erkâm b. Ebi'l-Erkâm'ın evine nakletti. Burada Kur'ân okunur, beraber ibadet edilir, ve Rasûlullah (sav)'in sohbetleri dinlenirdi. Giriş çıkışların muayyen vakitlerde ve tedbir içerisinde olduğunu bize İbni Sa'd nakletmektedir. 7
Davetin açıktan yapıldığı o devrede mü'minlerin sayıları fazla değildi. Bu yüzden de müşrikler bunlarla alay eder, Kur'ân okunurken ellerini birbirine vururlardı. Mü'minleri gördüklerinde de takılmadan edemezlerdi.
Kur'ân-ı Kerîm bu durumu şöyle anlatır: "Rahmân'ın has kulları yeryüzünde tevazu ile yürürler, cahiller kendilerine laf attıkları vakit de "selâmetle" derler." (Furkan. 25/ 63) Mü'minlerin sayılarının her geçen gün artması karşısında korkuya kapılan müşrikler alay ve istihzadan, gülmeden vazgeçerek başta zayıf mü'minlerden başlayarak hemen hepsine eza ve cefa etmeye başladılar.
Furkan sûresinden sonra tahminen Mekke devrinin ortalarında nâzil olan Mü'minûn sûresinde Cenab-ı Hak Rasûlullah (sav)'ın şahsında mü'minlere şöyle seslendi: "Sen kötülüğü en güzel şekilde iyilikle bertaraf et. Biz onların neler yakıştırmakta olduklarım daha iyi bilmekteyiz." (Mü'minûn, 23/96) Sadece eza ve cefa etmekle kalmayan müşrikler birtakım yalanlarla saf zihinleri bulandırmaya çalışıyorlardı. Mü'minlere yapılan işkenceler dayanılacak gibi değildi, her türlüsünü tadıyorlardı eza ve cefanın. İşte tam bu sıralarda inen Bürûc sûresinde Allah, îmânlarından dolayı işkenceye uğrayan mü'minlere Ashab-ı Uhdud'u misâl vererek bu yolun zorluğu ve müntesiplerinin durumunu anlattı.(Bürûc, 85/4-8)
Müslümanlara yapılan bunca bed muamelelere karşı Rasûlullah (sav) müsbet hareket ediyor, ashâbına da bunu emrediyordu. Zira kuvvet dengesinin olmadığı bir yerde mü'minin ortaya çıkıp karşı koymasının faydadan çok zarar getireceğini belirterek: Rasûlullah (sav): "Mü'minin kendini zelil etmesi layık değildir" buyurdu. "Mü'min kendisini nasıl zelil yapar?" buyurdular. "Gücü yetmeyen işlere girişir" diye cevap verdi.8
Müşriklerin işkence ettiği insanlar sadece zayıf insanlar değildi. İçlerinde güçlü kuvvetli olanlar da aynı şekilde bu kötü muamelelere maruz kalıyorlardı. Bütün bu menfî hareketlere karşı Rasûlullah (sav) müsbet hareketi emrediyordu. Abdurrahman b. Avf ve arkadaşları Rasûlullah (sav)'a gelerek şöyle dediler:
- Yâ Rasûlullah! Biz müşrik iken aziz idik; ne zaman ki iman ettik zelil olduk. (Bize izin ver de onlarla mukatele edelim.) dediler.
- Rasûlullah (sav) "ben affetmekle emrolundum" buyurdu.9 Mü'minlere yapılan bunca eza ve cefalara rağmen onların müsbet karşılık vermelerinin altında birtakım hikmetler vardı. Şimdi bunları sırasıyla görelim:
1- Müslümanların Mekke'de sayıları azdı, güç ve kuvvetleri yoktu. Şayet aralarında bir kıtal vuku bulsaydı, kâfirlere karşı koyamayacaklardı. Allah onların çoğalmalarını murad etti. Ne zaman ki Medine'ye hicret ettiler kuvvetleri sayıları, şevketleri artınca Allah onlara savaşma izni verdi.
2- Mü'minlerin nefislerini sabra, emirleri tutmaya ve tedriciliğe alıştırmaktı. Arapların cahiliyede kahramanlıkları şiddetli olduğundan, sabırsız insanlardı. Bunların sıkıntılara ve yüce emre inkiyad etmeye çalışmaları gerekiyordu. Ta ki aralarında bir muvazene olsun. Mü'minlerin kendi aralarında itaat ve hamiyet duygulan yerleşsin.
3- Müslümanlar Mekke'de anneleri, babaları, kardeşleri ile beraber aynı evde yaşıyorlardı. Ebeveynleri dinlerinden döndürmek için onlara eza ve cefa ediyorlardı. Şayet aralarında bir sürtüşme olsaydı kıtal vuku bulsaydı o takdirde araya düşmanlık girecek İslâm'ın güzelliği görünmeyecekti.
4- Cahiliye Araplarının özelliklerinden biri de yiğitlikleri ile övünmekti. Allah Rasûlü (sav) kendilerine yapılan şeylere karşı sabırlı olmalarını emretti. Zira onların bu sayede cahiliyeden kalma birtakım kötü hasletleri de temizlenmiş oluyordu.10
Çok değişik imtihanlara maruz kalan sahabiler bu imtihanların hepsini Allah'ın tevfik ve inayeti ile aştılar. Bir sonraki yazımızda, inşaallah, Medine Devri'nin karakteristik yapısını ortaya koymaya çalışalım.
(Devam edecek)
DİPNOTLAR
1- Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili c. 5, s. 342-3 İst. 1979.
2- İzzet Derveze, Siretü'r-Resul c. 2, s. 15.
3- İslâm Ansiklopedisi c. 3, s. 165.
4- Muhammed Şedîd el-Cihad Fi'l-İslâm s. 36.
5- Suyûtî el-İtkan fi Ulumi'l-Kur'ân c. 1, s. 14 İst. 1988.
6- Prof. Dr. Süleyman Ateş, İslâm'a İtirazlar ve Kur'ân-ı Kerîm'den Cevaplar, s. 182 vd. 4. bsk. İstanbul ts.
7- İbni Sa"d, Tabakatü'l-Kübrâ c. 4 s. 224-225 Beyrut 1960.
8- İbni Mace Fiten, c. 2 s. 1333 İst.
9-Sabunî, Revaiu'l-Beyan, c. 1, s. 229 Şam. 1980.
10- A.g.e., s. 230.
.
ASR-I SAADETTE CİHADIN SEYRİ
Mahir Şahin
MEKKE DEVRİ-1
Şimdiye kadar cihad hakkında birçok şeyin yazılıp çizildiğini biliyor ve görüyoruz. Ehemmiyetli bir mevzu olmasından dolayı ne kadar yazılıp anlatılsa o kadar faidelidir. Bizim üzerinde durup anlatacağımız konu ise tarihî seyri içerisinde Resûlullah (sav) Efendimiz'in cihad siyasetidir. Esasen konu ciltlerce kitaba yazılacak kadar geniştir. Fakat biz kısa ve öz bazı bilgiler vermek için bu çalışmamızı kaleme aldık.
Elmalılı merhum "Allah uğrunda hakkıyla cihad ediniz' (Hacc, 22/78) âyetinin tefsirinde şunları kaydeder: Cihad, düşmana müdafaa gücünü sarf etmektir ki üç kısımdır: Birisi zahirî düşman ile mücahede, birisi şeytan ile mücahede, birisi de nefs ile mücahededir. Bazıları burada, "cihaddan murad evvelkidir" demiş. Bazıları da "nefs ve şeytan ile mücahededir" demiş. Fakat evlâ olan üç kısmın üçüne de şamil olmasıdır. Zira "mukatele" kelimesi yerine "mücahede" kelimesinin kullanılması bu kelimenin daha umumî olmasındandır. 1
Kur'ân-ı Kerîm'de cihaddan bahseden âyetleri iki kısma ayırmak mümkündür.
1- Dâvet zamanında nazil olan âyetler
2- Muharebelerden evvel ve sonra nazil olan âyetler.2
Cihad, zaman ve zeminin değişik olmasına göre farklılık arzeder. Bundan dolayı da itibar edilen görüşe göre cihad ikiye ayrılır.
1- Bi'setten asıl maksat olan yüksek gayeye erişmek için bizzat Peygamber tarafından ve sahâbesinin de yardımı ile yapılmış olan: Manevî cihad.
2- Manevî cihad ile varılan yüksek gâyenin müdafaası için Resûlullah'ın ve sahâbesinin de iştiraki ile yapılan savaşlar: Maddî cihad.3
Mekke devrinde manevî cihad. Medine devrinde hem manevî hem de maddî cihad uygulanmıştır. Hem manevî cihadın hem de maddî cihadın bütün prensipleri Kur'ân-ı Kerîm'de mevcuttur. Şimdi bunları sırasıyla görelim:
Mekke'de Cihadın Seyri
Mekke devrinde yapılan mücadele Kur'ân'la yapılan bir mücâdeledir.4 Bunu Kur'ân-ı Kerîm'in şu âyeti açıkça ortaya koymaktadır:
"Öyle ise sen kafirlere boyun eğme. Bütün gücünü kullanarak Kur'ân'la onlara karşı mücadele edip büyük bir cihad aç." (Furkan, 25/52) Her türlü ahlâksızlığın, zulmün, faizin câri olduğu Mekke şehir devletinin ahalisi, din diye babalarının elleriyle yaptıkları putlara tapıyorlardı. Tâzim ve hürmetlerini bunlara arzediyor, yardımın ancak bunlardan geleceğine inanıyorlardı. İşte böylesi cehl-i mürekkep içerisinde kıvranan bir cemiyetin ıslahına Kur'ân-ı Kerîm şu emirleriyle başladı:
"Yaradan Rabbinin adıyla oku! O insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! 0 keremine nihayet olmayan Rabbindir. O kalem ile öğretti. O insana bilmediği şeyleri öğretti." (A'lâk, 96/1-5) Herşeye körü körüne inanan insanların bu haletten kurtulmalarının yolunu Kur'ân böyle gösterdi onlara.
Üç yıl süren gizli dâvet sırasında Resûlullah (sav) daha çok samimi olduğu ve akrabalık bağlarıyla bağlı olduğu insanlara dâvasını tebliğ etmekle emrolunmuştu. Bu dönemde Cenâb-ı Hakk'ın Rasûlü'ne ve O'nun şahsında mü'minlere gösterdiği yol şu idi: Afakî ve enfüsî tefekkürde bulunmak, Kur'ân okumak, zikir ve fikirle içe doğru derinleşmek. Daha öz ifadesi ile için fethini sağlamaktı. Bu şekilde içteki tekevvün vahy-i ilâhînin mâkesi olan Resûlullah (sav)'ın manevî nüfuzu sayesinde mü'minlerin îmânları kat kat ziyadeleşti.
Bi'setten sonra ikinci sûre olarak inen Kalem sûresinin âyetlerinde, Allah'ı inkâr ve kendisini tekzib edenlere uymaktan men olunan Hz. Peygamber (sav) üçüncü olarak nâzil olan5 Müzzemmil sûresinde şu şeylerle emrolunmuştu:
1- Her gece yarısı biraz evvel veya biraz sonra uyanarak kalkıp namaz kılmak,
2- Kur'ân'ı tertil ile (Kur'ân'ın kelimelerini tane tane, açık ve hususî bir ses ve eda ile) okumak,
3- Allah'ın adını anmak,
4- Kendinden başka ibadete lâyık olmayan Allah'ı her işte vekil tutmak,
5- Müşriklerin dediklerine karşı sabırlı olmak,
6- Müşriklerden tatlılıkla, fakat tamamen ayrılmak. (Müzemmil sûresi)
Rasûlullah ve sahâbesinin gece yarılarından başlayarak sabahlara kadar Kur'ân okuması. Gözyaşları içerisinde yapılan dua ve zikirler, semaya yükselen hazin sesler, böyle hâdiselere ilk defa şahid olan Mekke muhitinde infial uyandırdı. Kur'ân'ın gerek lafzındaki güzellik ve mânâsının tatlılığı, gerekse ihtiva ettiği hükümlerin doğruluğu, bütün Araplar tarafından hayretle karşılandı. O mu'cizü'l-beyân'ın karşısında birçok insan eridi. Erimeyen bir kısmı ise gizli gizli Resûlullah (sav)'ın evinin etrafında geceleri O'nun okuduğu Kur'ân'ı dinlerlerdi.
Her zaman ve zemini değerlendiren Allah Rasûlü (sav) insanların seviyesine göre hitap eder, onların akıllarını ikna, kalplerini tatmin etmeye çalışırdı. Bütün Mekke devrinde görülen, mü'minlerin îmânlarını artırmak, akideyi sağlamlaştırmak, tebşirde bulunmak bu devrin bariz özelliği idi. Müşriklere ise yaptığı şeyler daha çok inzar (korkutmaktı. (Şuârâ, 26/214)
Gizli dâvet döneminden sonra başlayan alenî dâvet hicrete kadar sürdü. Bu zamanda mü'minlerin hepsi başta Rasûlullah (sav) olmak üzere her sınıf insana gider ve dâvâlarını tebliğ ederlerdi. Hususiyle panayırlar için dışarıdan gelen tüccarlar ve haccetmek için gelen hacıların yanına sokulan Hz. Peygamber (sav) onlara İslâm'ı anlatırdı. Daha sonra memleketlerine dönen bu insanlar bu yeni dini oralarda anlattılar. Böylece hak ve hakikata iştiyakı olan insanlar Mekke'nin yolunu tuttular. Bu arada her geçen gün artan Müslümanların sayıları otuza, kırka ulaştı. Artan mü'minler göz doldurmaya başladılar. Bu potansiyeli ilk hamlede küçük göstermek ve tahrikleri üzerlerine çekmemek için Peygamberimiz (sav) onları Mekke'nin az dışında emniyetli bir yer olan ve aynı zamanda da gözden uzak bulunan 'Dâru'l-Erkâm, Erkâm b. Ebi'l-Erkâm'ın evine nakletti. Burada Kur'ân okunur, beraber ibadet edilir, ve Rasûlullah (sav)'in sohbetleri dinlenirdi. Giriş çıkışların muayyen vakitlerde ve tedbir içerisinde olduğunu bize İbni Sa'd nakletmektedir. 7
Davetin açıktan yapıldığı o devrede mü'minlerin sayıları fazla değildi. Bu yüzden de müşrikler bunlarla alay eder, Kur'ân okunurken ellerini birbirine vururlardı. Mü'minleri gördüklerinde de takılmadan edemezlerdi.
Kur'ân-ı Kerîm bu durumu şöyle anlatır: "Rahmân'ın has kulları yeryüzünde tevazu ile yürürler, cahiller kendilerine laf attıkları vakit de "selâmetle" derler." (Furkan. 25/ 63) Mü'minlerin sayılarının her geçen gün artması karşısında korkuya kapılan müşrikler alay ve istihzadan, gülmeden vazgeçerek başta zayıf mü'minlerden başlayarak hemen hepsine eza ve cefa etmeye başladılar.
Furkan sûresinden sonra tahminen Mekke devrinin ortalarında nâzil olan Mü'minûn sûresinde Cenab-ı Hak Rasûlullah (sav)'ın şahsında mü'minlere şöyle seslendi: "Sen kötülüğü en güzel şekilde iyilikle bertaraf et. Biz onların neler yakıştırmakta olduklarım daha iyi bilmekteyiz." (Mü'minûn, 23/96) Sadece eza ve cefa etmekle kalmayan müşrikler birtakım yalanlarla saf zihinleri bulandırmaya çalışıyorlardı. Mü'minlere yapılan işkenceler dayanılacak gibi değildi, her türlüsünü tadıyorlardı eza ve cefanın. İşte tam bu sıralarda inen Bürûc sûresinde Allah, îmânlarından dolayı işkenceye uğrayan mü'minlere Ashab-ı Uhdud'u misâl vererek bu yolun zorluğu ve müntesiplerinin durumunu anlattı.(Bürûc, 85/4-8)
Müslümanlara yapılan bunca bed muamelelere karşı Rasûlullah (sav) müsbet hareket ediyor, ashâbına da bunu emrediyordu. Zira kuvvet dengesinin olmadığı bir yerde mü'minin ortaya çıkıp karşı koymasının faydadan çok zarar getireceğini belirterek: Rasûlullah (sav): "Mü'minin kendini zelil etmesi layık değildir" buyurdu. "Mü'min kendisini nasıl zelil yapar?" buyurdular. "Gücü yetmeyen işlere girişir" diye cevap verdi.8
Müşriklerin işkence ettiği insanlar sadece zayıf insanlar değildi. İçlerinde güçlü kuvvetli olanlar da aynı şekilde bu kötü muamelelere maruz kalıyorlardı. Bütün bu menfî hareketlere karşı Rasûlullah (sav) müsbet hareketi emrediyordu. Abdurrahman b. Avf ve arkadaşları Rasûlullah (sav)'a gelerek şöyle dediler:
- Yâ Rasûlullah! Biz müşrik iken aziz idik; ne zaman ki iman ettik zelil olduk. (Bize izin ver de onlarla mukatele edelim.) dediler.
- Rasûlullah (sav) "ben affetmekle emrolundum" buyurdu.9 Mü'minlere yapılan bunca eza ve cefalara rağmen onların müsbet karşılık vermelerinin altında birtakım hikmetler vardı. Şimdi bunları sırasıyla görelim:
1- Müslümanların Mekke'de sayıları azdı, güç ve kuvvetleri yoktu. Şayet aralarında bir kıtal vuku bulsaydı, kâfirlere karşı koyamayacaklardı. Allah onların çoğalmalarını murad etti. Ne zaman ki Medine'ye hicret ettiler kuvvetleri sayıları, şevketleri artınca Allah onlara savaşma izni verdi.
2- Mü'minlerin nefislerini sabra, emirleri tutmaya ve tedriciliğe alıştırmaktı. Arapların cahiliyede kahramanlıkları şiddetli olduğundan, sabırsız insanlardı. Bunların sıkıntılara ve yüce emre inkiyad etmeye çalışmaları gerekiyordu. Ta ki aralarında bir muvazene olsun. Mü'minlerin kendi aralarında itaat ve hamiyet duygulan yerleşsin.
3- Müslümanlar Mekke'de anneleri, babaları, kardeşleri ile beraber aynı evde yaşıyorlardı. Ebeveynleri dinlerinden döndürmek için onlara eza ve cefa ediyorlardı. Şayet aralarında bir sürtüşme olsaydı kıtal vuku bulsaydı o takdirde araya düşmanlık girecek İslâm'ın güzelliği görünmeyecekti.
4- Cahiliye Araplarının özelliklerinden biri de yiğitlikleri ile övünmekti. Allah Rasûlü (sav) kendilerine yapılan şeylere karşı sabırlı olmalarını emretti. Zira onların bu sayede cahiliyeden kalma birtakım kötü hasletleri de temizlenmiş oluyordu.10
Çok değişik imtihanlara maruz kalan sahabiler bu imtihanların hepsini Allah'ın tevfik ve inayeti ile aştılar. Bir sonraki yazımızda, inşaallah, Medine Devri'nin karakteristik yapısını ortaya koymaya çalışalım.
(Devam edecek)
DİPNOTLAR
1- Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili c. 5, s. 342-3 İst. 1979.
2- İzzet Derveze, Siretü'r-Resul c. 2, s. 15.
3- İslâm Ansiklopedisi c. 3, s. 165.
4- Muhammed Şedîd el-Cihad Fi'l-İslâm s. 36.
5- Suyûtî el-İtkan fi Ulumi'l-Kur'ân c. 1, s. 14 İst. 1988.
6- Prof. Dr. Süleyman Ateş, İslâm'a İtirazlar ve Kur'ân-ı Kerîm'den Cevaplar, s. 182 vd. 4. bsk. İstanbul ts.
7- İbni Sa"d, Tabakatü'l-Kübrâ c. 4 s. 224-225 Beyrut 1960.
8- İbni Mace Fiten, c. 2 s. 1333 İst.
9-Sabunî, Revaiu'l-Beyan, c. 1, s. 229 Şam. 1980.
10- A.g.e., s. 230.
Müspet Hareket veya Cihad
Mehmet Şeker
Cihad ın Manâsı
Cihad, kelime olarak ج ه د köküünden gelen Arapça bir kelimedir. Çalışmak, çabalamak, gayret etmek gibi anlamları vardır. Bu manâda cehdetmek şeklinde Türkçe de de kullanılır.
Aynı kökten gelen الاجتهاد, kelimesi meşakkati yüklenme adına olanca takatı göstermektir.
الجهاد ve المجاهدة kelimeleri ise düşmana karşı yapılan müdafaada bütün gücü harcamaktır ki, bu müdafaa, zahirdeki düşmana, şeytana ve nefse karşı yapılır. (Ragıb, Müfredat, c-h-d mad.)
İslam adına yapılan her türlü aktivite cihaddır. Her gün düzenli olarak namaz kılmak, bazen sıcak günlerde oruç tutmak da cihad kapsamı içine girer. Bütün bir hayatı içine alacak şekilde nefsimiz ile ruhumuz arasında verdiğimiz sürekli mücadelenin adı cihaddır. (Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm, 96)
Hz Peygamber (s.a.s.), bir büyük savaştan dönüşte arkadaşlarına: Küçük cihaddan büyük cihada döndük demişti. Arkadaşlarından birisi büyük cihadın ne olduğunu sorunca Hz Peygamber (s.a.s.): Kişinin heva ve hevesine karşı gerçekleştirdiği savaştır ki, bu cihadın en büyüğüdür buyurdu. (Feyzü l-Kadir, 4/511; Keşfü l-Hafâ, 1/511)
Bu sebeple cihad, Bizi Allah tan uzaklaştıracak her şeye karşı uyanık ve tetikte olmak; Allah ın bizim şahıslarımızda ve İslâm toplumunda murad ettiği uyumu gerçekleştirmek adına verilen gayrettir. (Nasr, İslâm, 97) Cihad, öze erme ve erdirme adına yapılan niyet ve aksiyonun adıdır. Onun büyük olanı; insanın gücünü kullanarak, kendini zorlayarak, hayatın akışına ters manilere göğüs gererek kendi özüne ermeye çalışmasıdır. Bir de, aynı şeyin başkalarını özleriyle bütünleştirmek için yapılanı vardır ki, onun adı da küçük cihaddır. (Fethullah Gülen, Cihad, 13) Cihad, kulları ile Allah (c.c.) arasındaki engelleri ortadan kaldırıp, insanları Allah (c.c.) ile buluşturmanın adıdır ve Peygamber mesleğidir. (Gülen, a.g.e, 13) Cihad, çok geniş bir yelpazeye sahiptir. Bazen bir söz söyleme veya susma, bazen sadece yüz ekşitme veya bir tebessüm atfetme, bazen bir meclisi terketme ya da bir yerde bulunma, kısacası yapılan her işi Allah için yapma, sevgi ve öfkeyi O nun rızasına göre ayarlama, bütünüyle cihadın şümûlüne girer. Bu şekilde hayatın her sahasında, cemiyetin her kesiminde toplumu ıslah adına sürdürülen her türlü gayret, cihad cümlesindedir. (Gülen, a.g.e.,19)
Cihad, nefse, şeytana, inançsızlara ve münafıklara karşı verilen mücadeledir. Nefis planında cihad, dini öğrenmek, bildiğini hayata geçirmek, başkalarına anlatmak, Allah ı ve dinini insanlara anlatırken başa gelen zorluklara sabretmek suretiyle olur. Şeytana karşı yapılan cihad, onun itikat ve amel noktalarında kalbe verdiği vesveselerin önünü almaya çalışmak ve onun telkin ettiği bayağı arzulara karşı direnmek şeklinde kendini gösterir. İnançsızlara ve münafıklara karşı cihad ise dil, mal, can ve gerektiğinde de kuvvet ile olur. (İ. Kayyim el-Cevziyye, Zadü l-Mead, 3/24-25)
Modern ilimlerle donanıp, terakkinin en müthiş düşmanı olan cehalet, fakirlik ve fikri ihtilafa karşı verilen mücadelenin adı da yine cihaddır. (Nursi, Divân-ı Harb-i Örfî, 57)
Kur ân da Cihad Kelimesi
Kur ân da cihad kelimesi bir çok yerde zikredilir:
Her kim cihad ederse, kendi hesabına cihad eder. Şüphe yok ki Allah, alemlerden müstağnidir; hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. (Ankebut, 29/6); Peygamber ile beraberindeki mü minler hem mallarıyla, hem de canlarıyla cihad ettiler. Hayırların her türlüsü onlarındır. Felaha erenler de onlardır. (Tevbe, 9/88); Bizim uğrumuzda mücahede edenleri Biz elbette hidayet eder, onlara doğru yolları gösteririz. Muhakkak ki Allah, her türlü işini iyi yapanlarla beraberdir. (Ankebut, 29/69); Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak, üstelik çok kârlı bir ticareti size göstereyim mi? Allah a ve Rasûlüne inanır, mallarınız ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz bu sizin için hayırlı olandır. (Saff, 61/10-11) bu yerlerden bir kaçıdır.
Kur ân-ı Kerim de cihad kelimesi değişik versiyonlarıyla 35 defa geçer. Kur an, cihad ile savaş manâsına gelen kıtal kelimesini birbirinden ayırır. Bu hususu belirginleştirmek için savaş ile alâkalı ayetlerden bazılarını zikretmemiz yerinde olabilir:
Saldırıya uğrayan mü minlere savaşma izni verilmiştir. Çünkü onlar zulme uğramışlardır. Hiç kuşkusuz Allah ın onlara yardım etmeye gücü yeter. (Hacc, 22/39); Hoşlanmasanız da size savaş farz kılındı. Sizin hoşlanmadığınız bazı şeyler vardır, oysa ki onlar hakkınızda hayırlıdır. Hoşunuza giden öyle şeyler de vardır ki, sizin için bir şerden ibarettir. İşin hakikatini Allah bilir, siz bilemezsiniz. (Bakara, 2/216); Nice peygamberle birlikte birçok Rabbaniler savaşa girdiler de, Allah yolunda kendilerine isabet eden (güçlük ve mihnet)den dolayı ne gevşeklik gösterdiler, ne de boyun eğdiler. Allah, sabredenleri sever. (Âl-i İmran, 3/146)
Hadislerde Cihad Kelimesi
Allah Rasûlü (s.a.s.) de, yeri geldiğinde cihaddan bahisler açmış, onu nazara vermiş, pek çok amellere olan üstünlüğünü ifade etmiştir:
â Hz Peygamber (s.a.s.) e Allah yolunda yapılan cihada hangi amelin denk olduğunu sordular. Rasulüllah: (Başka bir amelle) dedi, ona güç getiremezsiniz ! Soruyu soranlar ikinci ve hattâ üçüncü sefer tekrar sordular. Rasulüllah her seferinde aynı cevabı verip: (Bir başka amelle) ona güç getiremezsiniz! dedi. (Buharî, Cihad , 2; Müslim, İmâret , 110)
â Hz Peygamber e, en faziletli insanın kim olduğu sorulduğunda: Canıyla ve malıyla Allah yolunda cihad eden kimsedir buyurdu. (Buhari, Cihad , 2; Müslim, İmaret , 122)
â Mücahid, Allah Tealâ nın dediklerini yapma hususunda nefsiyle cihad edendir. (Tirmizi, Zühd , 164)
â Müşriklere karşı mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad edin. (Ebu Davud, Cihad , 18; Nesai, Cihad, 1)
â Cihad, kıyamete kadar devam edecektir. (Ebu Davud, Cihad, 33; Heysemi, Mecmeu z-Zevaid, 5/106)
Yukarıda zikredilen hadislerde bizzat cihad kelimesi geçmektedir. Bu hadislerinde Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), bu kelimeyi bazen zahirdeki düşmana karşı yapılan mücadele manâsında, bazen de nefse ve şeytana karşı verilen mücadele manâsında kullanmış, kısaca hem büyük hem küçük cihadı ifade buyurmuşlardır.
Bizzat cihad kelimesinin geçmediği, fakat o manâyı ihtiva eden birçok hadis-i şerif de vardır. İmam Nevevi, bu hadisleri Riyazü s- Salihin adlı eserinin Mücahede babı adı altında bir araya getirmiştir.
â Hz Peygamber (s.a.s.) bir kudsi hadiste Cenab-ı Hakk ın şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir: Bir kimse Benim dostlarımdan birine düşmanlık ederse, Ben ona harp ilan ederim. Hiçbir kulum, farzlardan daha sevimli bir başka şeyle Bana yakınlık kazanmamıştır. Nafile ibadetlerle de durmadan kulum Bana yakınlaşır, nihayet Ben onu severim. Sevince de onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden bir talebi olursa onu yerine getirir, Bana sığınırsa onu korurum.
â Hz. Aişe (r.anhâ) anlatıyor: Hz Peygamber (s.a.s.) in geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kıldığı olurdu. O na: âEy Allah ın Rasulü, Allah Tealâ, sizin geçmiş ve gelecek günahlarınızı bağışlamış olmasına rağmen niçin böyle yapıyorsunuz? dedim. O: âŞükreden bir kul olmayayım mı? buyurdu. (Buhari, Teheccüd , 6; Müslim, Sıfatu l-Munafikin , 81)
â Yine Hz Aişe den: Ramazan ayının son on günü girince Hz Peygamber (s.a.s.) gecelerini ibadetle geçirir, ailesini uyandırır, kendisini ibadete verir, başka işe bakmazdı. (Buhari, Leyletü l-Kadr, Müslim, İ tikâf , 7.)
â Suffe ehlinden olan Ebu Firas (r.a.), bazı geceler Hz Peygamber in evinde kalır, abdest suyunu ve diğer eşyalarını O na getirirdi. Bir gün yaptığı bu güzel hizmetlerinden ötürü Allah Rasulü ona, Benden bir şey iste. dedi. O: Cennet te seninle beraber olmayı istiyorum. dedi. Resul-ü Ekrem, Başka bir şey istesen deyince o, en büyük arzusunun bu olduğunu ifade etti. Bunun üzerine Allah Rasulü, O halde çok secde etmek suretiyle bana yardım et. buyurdu. (Müslim, Salât , 226; Ebû Davud, Tatavvu, 22.)
Cihad konusunda Allah ın ve Rasulüllah ın ifadelerinden çıkan ana fikir ve manâ şudur: Allah yolunda cihad etmek, bir ömrü bütünüyle Yüce Allah ın emrettiği istikamette geçirmek, yaratılış gayesine uygun yaşamak, Allah a lâyık bir kul olmak, Allah Tealâ yı ve Hz. Rasulüllah ı insanlara tanıtmak, O nun dinine sahip çıkmak, bu gibi hususlarda cehd ve gayret sarfetmek, bunlarda başarılı olabilmek için mücadele etmek demektir. Savaş, cihadın gerektiğinde ve yeri geldiğinde yapılması gereken bir boyutudur
Saadet Asrı nın Cihadı
Allah Tealâ, Hz peygamber (s.a.s.) e: Ey örtüye bürünen! Kalk ve insanları uyar! Rabbinin büyüklüğünü an! (Müddessir, 74/1-3) diyerek bizzat vazifesini bildirmişti. Artık, O (s.a.s.) hiç boş durmayacak, vazifeden dur olmayacaktı.
Yine o erken dönemlerde Cenab-ı Hak: Sakın kafirlere itaat etme ve Kur ân a dayanarak onlara karşı olanca gücünle büyük bir cihad gerçekleştir (Fürkan, 25/52) emrini verdi. Savaş izninin bu âyetten 12-13 sene sonra geldiğini düşünürsek, buradaki cihadın ne manâya geldiğini anlayabiliriz. Bu âyet, bir yandan âdil ve âhâl ile cihadın, yani İslâm ı ve Allah ın kelimesini ilmen, aklen ve fikir planında yüceltmenin, anlatmanın ve pratikte örneğini sergilemenin önemini ve diğer taraftan, cihadın şartlara uygunluk içerisinde, içinde bulunulan durumun gereklerini karşılayacak bir tarzda yapılmasının lüzumunu göstermesi bakımından önemlidir.
Peygamberliğinin ilk üç yılında Allah Rasulü (s.a.s.), insanları gizliden gizliye İslâm a davet etti. Bu süre içerisinde sadece çok güvendiği insanlara İslâm ı anlattı. Hz. Hatice, Hz. Ali ve Hz. Ebu Bekir (r.anhüm) bu zaman diliminde Müslüman oldular. Hz. Ebu Bekir in gayretleriyle Hz. Osman, Abdurrahman ibn Avf, Sa d ibn Ebi Vakkas ve Talha ibn Ubeydullah (r.anhüm) gibi zatlar İslâmiyet i seçtiler. (İbn Hişam, 1/280) Hz. Ebu Bekir (r.a.) ın bu ilk dönemde verdiği gayretin adı da cihad idi.
Önce en yakın akrabanı azapla korkut (Şuara, 26/214) ayeti nazil olunca, Hz. Peygamber Safa tepesinde bütün akrabasını topladı ve onları İslam a davet etti. (İbn Esir, el-Kâmil, 2/60-61) Zira tebliğ, ayn-ı cihad idi.
Peygamberliğinin dördüncü yılında Allah Rasulü ne: Sana emrolunan şeyi açıkça ortaya koy, müşriklere aldırma (Hicr, 15/94) ayeti nazil oldu. Bu, İslâm ı açıktan tebliğ etme emriydi. Artık Hz. Peygamber (s.a.s.), halkı açıktan İslam a çağıracaktı. Hz. Erkam ın evini, İslâm a davette kullanmaya başladı. O dönemdeki cihad şekli, insanları bir şekilde Darü l-Erkam a getirip Rasulüllah ile buluşturmaktı.
Görmezlikten gelen, alay eden, bunlar fayda vermeyince de hakarete ve işkenceye başlayan Mekkeli müşriklere karşı yapılacak o dönemdeki cihad tarzı, onların eziyet ve baskılarına dayanmak ve tebliği durdurmamaktı. Öyle zor bir dönem idi ki, Allah Rasulü, eziyete maruz kalan mü minlerin yanından geçiyor, ama dua etmekten başka elinden bir şey gelmiyordu. İşkenceden vefat edecek olan Yasir ailesini sadece Cennet i müjdeleyerek teselli edebiliyordu. (İ. Cevzî, Zadü l-Mead, 2/116; Ö. R. Doğrul, Asr-ı Saadet, 1/254)
Bir kısım Müslümanlar, Allah Rasulü nün tavsiyesiyle Habeşistan a hicret ettiler. Necaşi Ashame önünde direnen ve gerçekleri haykıran Hz Cafer, dinini Ashame ye tanıtırken cihad vazifesini de yerine getirmiş oluyordu. (İbn Hişâm, 1/359-360)
Müşrikler işi iyice azıtmışlar, Müslümanları yok etmek için boykot kararı almışlardı. Üç yıl sürecek olan bu abluka döneminde kıtlık had safhaya varmıştı. Ebu Talip Müslümanlara epeyce maddi yardımda bulunmuş, Hz Hatice bu dönemde servetini tüketmişti. Bu zaman aralığında da İslam ı tebliğden dur olmayan ve sıkıntılara göğüs geren müminler, gerçek mücahidler idiler.
Yine o zor dönemlerde Hz Ebu Bekir (r.a.) evinde Kur ân tilavet ediyordu. Fakat o, Kur ân ını evinin iç odalarından birinde değil, cumbasında, dışa açılan bir bölümünde okuyordu. Sokaktan gelen geçenler Kur ân ı, Hz Ebu Bekir den (r.a.) dinliyor, onun o mahzun okuyuşundan etkileniyorlardı. Ebu Bekir (r.a.), o sıkıntılı dönemde bu işi yapmak suretiyle gönüllere Allah ın Kelâmını duyurmaya çalışıyor, çok güzel cihad ediyordu.
Akabe biatlarında Allah Rasulü nü tasdik eden Medineli Müslümanlar, dinlerini öğrenmek için bir hoca istediler. Hz. Peygamber onlara Hz. Musab ibn Umeyr i (r.a.) gönderdi. O, dinini anlatma heyecanıyla dopdolu idi. Bir sene Medine de kalmış, dönerken yetmiş tane yeni Müslümanı peşine takıp getirmişti. (İbn Hişam, Sire, 2/76; İbn Sad, Tabakat, 1/220) Allah ın dinine hizmet davasını güttüğü için, onun Medine deki bu gayretlerinin adı yine cihaddı.
Ve bir gün cihad hicretle özdeşleşti. Mekke de bunalan Müslümanlar, Medine ye doğru yola çıktılar. Onlar, bu emri yerine getirirken aynı zamanda İman edenler, hicret edip Allah yolunda cihad edenler.. işte onlar Allah ın merhametini umarlar. Allah pek affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur. (Bakara, 2/218) ayetine tam mazhariyet yolundaydılar.
Medine ye yerleşildi. Aradan iki yıla yakın bir süre geçti. Bedir denilen yerde müşriklerle karşı karşıya gelindi. Ciddi manâda ilk kılıçla cihad, o zaman gündeme geldi.
13 yıl Mekke ve 2 sene Medine hayatında Müslümanlar, müşriklerin karşısına kılıçla çıkmadılar. 23 senelik peygamberlik döneminin ilk 15 yılında Hz. Peygamber (s.a.s.) ve arkadaşları cihadlarını, dinlerini anlamak ve anlatmak, yaşamak ve başkalarını da yaşatmak yolunda yaptılar. Tahammül sınırlarını zorlayan eziyet ve işkencelere yıllarca sabrettiler. Kendi memleketlerinde yaşama hakkı tanınmayınca kalkıp başka bir yeri kendilerine yurt edindiler. Müşrikler onları orada da rahat bırakmadılar. Neden sonra artık savaş yapma izni çıktı: Saldırıya uğrayan mü minlere savaşma izni verilmiştir. Çünkü onlar zulme uğramışlardır. Hiç kuşkusuz Allah ın onlara yardım etmeye gücü yeter (Hacc, 22/39). Bu, bir izindi.
Günümüzde Cihad
Yukarıda anlatılanlardan hareketle biz, günümüz cihadını ikiye ayırmayı düşünüyoruz. Bu düşünceye bizi sevkeden şey, cihadın genel ve geniş ifadesidir. O, bir mü minin hem kendi şahsi hayatında, hem de sosyal hayat içerisinde Cenab-ı Hakk ın muradını takip etme, O nun hoşnutluğunu arama cehd ve gayretidir.
1- Şahıs Planında Cihad
Günümüzde cihad adına mü minler, ilk önce kendi özlerine erme adına mücadele etmelidirler ki bu, tasavvufi ifadesiyle hem tahliye (arıtma) التخلية ve hem de tahliye (süsleme) التحلية şeklinde olur. Dünyaya gelirken bir takım özellikleri de beraberimizde getiririz. Bu özelliklerden bazıları olumlu iken, bazıları da olumsuz görünür. İşte bu negatif özelliklerden kurtulma, daha doğrusu onları hayırlara kanalize etme gerekir. İşte bunu yapmaya çalışma, bunun mücadelesini verme, işin tahliye التخلية yanıdır. Bu, nefsi, kin, nefret, öfke, inat, bencillik, kıskançlık, hased ve hatta gaflet, sorumsuzluk ve şerre temayül gibi olumsuz özelliklerden arındırmak, bir başka ifadeyle bu özellikleri hayırlara kanalize etmek, en azından devamlı baskı altında tutmak demektir.
Bir de ruha güzellikler katma, onu süsleme, zinetli hale getirme azim ve gayreti vardır ki, buna da tahliye التحلية denir. Ona, Kur ân ın salıkladığı ve Rasulüllah ın bizzat yaşayarak gösterdiği yüksek ahlâki değerlerle ruhu yüceleştirme çabası da diyebiliriz.
İşte, insanın kendi şahşında gerçekleştireceği cihadın büyügü budur. Yani o Allah ın rızasına uyarlanmış bir hayatı yaşayabilme mücadelesi, hayrı işleyip, şerden kaçınma cehd ve gayretidir.
Kur ân, kamil mü minin portresini şöyle çizer: Gerçek mü minler ancak o kimselerdir ki, yanlarında Allah zikredilince kalbleri ürperir, kendilerine O nun âyetleri okununca bu, onların imanlarını artırır ve yalnız Rabbilerine güvenip dayanırlar. (Enfal, 8/2) Bunun gibi Kur ân da mü minleri tarif ve tavsif eden daha pek çok âyet vardır. İşte, cihadın büyüğü veya ferdî planda cihad, bu mü minlerden olabilme gayretidir.
2- Toplum Planında Cihad
Biz, toplum planında cihad derken, güzel bir toplumun meydana gelmesini, meydana gelebilmesi için de yapılması gerekenleri yapmayı anlıyoruz. Müslümanların problemlerini teşhis etmek, bu problemleri çözmek veya çözüm üretmek, alternatif teklifler getirmek ve elden geldiğinde onları hayata taşıyabilmek, bizim toplum planındaki cihad anlayışımızın özlü ifadeleridir.
Evet, cihad düşmana karşı yapılır. Öyleyse en önemli husus, düşmanın tespit edilmesi ve ona galip gelebilmek için çareler aranmasıdır.
Biz, işte bu noktada, yani günümüzde Müslümanların takip etmesi gereken cihadı iyi anlayabilme noktasında, 1876-1960 yılları arasında Türkiye de yaşamış, Türkiye nin ve aslında bütünüyle İslâm âleminin ortak yaralarına parmak basmış Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin konuyla alâkalı görüşleri üzerinde durmak istiyoruz.
Bediüzzaman ın Fikrî Altyapısı
Bediüzzaman Said Nursi nin Müslüman toplumlarla alâkalı fikirlerinin temelinde yatan en önemli unsurlardan biri, İslam âlemini terakkiye sevkedecek uyanışı sağlamak gerektiğidir. Müslümanlarda terakki meylini uyandırmak işin başıdır. (Nursi, Asar-ı Bediiye, 372)
İslâm âleminin içtimaî rahatsızlıkları ve bunların çözümü adına Bediüzzaman ın ilk tespiti ilimle alâkalıdır. Ona göre bundan böyle insanoğlu, bütün kuvvetini ilimden alacak, hüküm ve kuvvet, ilmin eline geçecektir. (Nursi, Sözler, 272) Bilim ve teknolojideki gelişmeler, insanın terakki etmesi ve bunların sonucu olarak kitle iletişim çağının ortaya çıkmasıyla birlikte insanlar kendi fikirlerini, belâğat ve ikna yoluyla kabul ettirmeye çalışacaklar. Artık cihad maddi olanından ziyade ilim, kültür ve ekonomi sahalarında kendini gösterecektir.
Onun cihad anlayışını şekillendiren ikinci faktör, İslam âleminin Batı daki bilimsel ilerleme seviyesi ile aynı çizgide bir ilerleme gerçekleştirememesi, terakki edemeyip geri kalışı idi.
Bediüzzaman ilim üzerinde durmuş ve kendisini bu yeni mücahede şekli istikametinde hazırlamıştır. Kur ân ı, ona ârız olan tehdit ve saldırılara karşı savunma niyeti, İngiliz müstemlekeler bakanı Gladstone tarafından Kur ân a yöneltilen açık tehditleri öğrendiğinde billurlaşacaktır. Bu olay, onun için bir tür dönüm noktası olacak, onun hayatını ve ilmini Kur ân ı savunmaya adamasına sebebiyet verecektir. (Nursî, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 76)
Bu açıdan Bediüzzaman, erken dönemlerinden itibaren kendisini ilme verdi. O, İslamî ilimlerin temel kaynaklarını yoğun bir şekilde çalışırken aynı zamanda İslam hakkındaki şüphe ve desiselere cevap vermek niyetini de besliyordu. (Nursî, Tarihçe, 43) Onun çabaları, yalnız ilim tahsil etmekle sınırlı kalmadı. O en faal biçimde, an anavî ve modern ilimleri mezcedecek olan Doğu Üniversitesi, Medresetü z-Zehra kurulması için çalıştı.
Bu ilim tutkusu ve Medresetü z- Zehra projesiyle Bediüzzaman, İslâm ın bütün güzelliklerin kaynağı olduğunu ispat etmek istiyordu. O, İslam, terakkiyi teşvik eder ve medeniyetin tüm gereklerini ihtiva eder. (Nursi, Asar-ı Bedi iye, 373); Şimdiye kadar Müslümanlar dinlerine sarıldıkları derecede medeniyet noktasında mesafe katetmiş ve terakki etmiş; dinlerinde gevşeklik gösterdikleri her zamanda, gerilemiş ve mağlubiyete düçar olmuşlardır (Nursi, Münâzarat, 38; Sünûhat, 36) diyordu.
Müslümanların Hastalıkları
Bediüzzaman, 1911 yılında Şam alimleri tarafından Şam a davet edilmiş, 35 yaşında iken yüz kadar ilim ehli insanın da bulunduğu on bin kadar Müslümana Emevi camiinde Arapça bir hutbe irad etmiş, bu hutbesinde Müslümanların problemlerine temas etmişti. İşte bu hutbesinde Bediüzzaman, Batı nın maddi açıdan terakki edip yükselirken, Müslümanların altı çeşit hastalığa maruz kaldığını, bu durumun da onları orta çağlara hapsedip, ilerlemelerine engel olduğunu ifade etmiştir.
Hastalıklar ve tedavi yolları adına Bediüzzaman ın söyledikleri kısaca şunlardır:
Ümitsizlik manâsına gelen yeis, Müslümanların içerisinde hayat bulup dirilmiş; sıdk ve doğruluk, siyasi ve içtimaî hayatta ölmüş; düşmanlık, sevilir hale gelmiş; mü minler, birbirlerini bağlayan nurani bağları unutmuş; istibdat, bulaşıcı hastalık gibi ortalığı sarmış ve Müslümanlar, başkalarından ziyade kendilerini düşünür olmuşlardır.
Halbuki Kur ân, Allah ın rahmetinden ümidinizi kesip, meyus olmayınız (Zümer, 39/53) ümit bahşeden ayetiyle mü minin yeisten uzak olması gerektiğini açıkça ifade eder. Yeis, mükemmelliğe sıçramaya mani dehşetli bir hastalık olup İslam ın izzetine bütün bütün zıttır.
Sıdk ve doğruluk, toplum hayatının esası, İslam a ait ulvi özelliklerin en önde gelenlerindendir. Kaybettiğimiz bu seciyeyi de içimizde ihya edip manevi hastalıklarımız tedavi edilmelidir.
Müslümanların bir başka problemi, sevgiden uzak kalmalarıdır. Halbuki, muhabbete en lâyık şey yine muhabbettir. Toplum hayatını bitiren husumet ve düşmanlık, her şeyden ziyade nefrete müstehak ve zararlı bir sıfattır.
Bediüzzaman a göre mahzursuz milliyetçiliğin ruhu ve esası İslâamiyet tir. Bu itibarla hangi ırktan ve milletten olursa olsun Müslümanlar, bir aşiretin mensupları gibidirler. Öyle bir kardeşlik ile birbirleriyle alâkadar ve nurani bağlar ile birbirlerine bağlıdırlar.
Bir insanın kıymeti, himmeti nispetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o tek başına küçük bir millettir. Bu doğrularla hareket eden milletler, terakki edip yükselmişler. Buna mukabil, kendi malları olan bu hakikatten uzaklaşan Müslümanlar, perişaniyete maruz kalmışlardır.
İslâm ın öngördüğü sosyal yapı, çok çarkları olan bir fabrika gibidir. Çarklardan birisindeki gerilik sistemi bozar, fabrikayı atalete uğratır. Onun için, Müslümanlar ittifak etmeli, şahsi kusurları görmezlikten gelmelidirler.
Bediüzaman, i lâ-yı Kelimetullahın yani Allah ın yüce adını her tarafa duyurmanın, O nun yüce adı ile gönülleri diriltmenin, hakiki medeniyete girmekle mümkün olabileceğine; istikbalde, silah, kılınç yerine, hakiki medeniyet, maddî terakki ve hak ve hakkaniyetin manevî kılınçlarının, düşmanları mağlup edip dağıtacağına da çok iyi inanmıştır. (Nursi, Hutbe-i Şâmiye den)
Üç Büyük Düşman
Yukarıda anlatılanların da ötesinde, Bediüzzaman ın nazarında, günümüz Müslümanlarının düşmanı, hariçteki düşman değildir. Asıl düşman ve aslında asrın düşmanı, cehalet, zaruret, ihtilaf üçlüsüdür. İslâm dünyasının çökmesine sebep olan, Müslümanları i lâ-yı Kelimetullah görevini ifadan alıkoyan, bu amansız düşmanlar ve onların sonuçlarıdır. (Nursi, Asâr-ı Bedi iye, 38l; Hutbe-i Şâmiye, 86) Bu açıdan gelişmiş ülkelerin terakki vasıtaları olan modern ilimlerle donanıp, terakkinin bu üç müthiş düşmanı ile cihad edilmelidir. (Divân-ı Harb-i Örfî, 57)
1- Cehalet
Cehalet, bu üç büyük problemin birincisi, diğer problemlerin de kaynağıdır. Cehalet, bilmeme manâsına gelir ki asıl olan budur. Bununla beraber bir şeyi hakikatinin tersine bilmek de cehalet; bir Müslüman ın bile bile namaz kılmaması gibi, yapılması gerekli olan şey hususunda inat etmek de cehalettir. (Ragıb, Müfredat, c-h-l mad)
Ahir zamanda hakimiyet ve kuvvet, ilmin eline geçeceğinden sadece kuvvete dayanan hükümetler çabucak ihtiyarlayacak, buna mukabil, ilme dayanan devletler ise hızırvari bir hayata mazhar olacaklardır. Bu sebeple devlet, muhakkak ilme yönelmelidir. (Nursi, Münazarat, 134)
Cahillikten kurtulmanın mühim bir şekli, Allah bilgisi de denilen marifetullah ile donanmaktan geçer. Her mümin, Allah (c.c.) ı çok iyi bilebilmek için gayret sarfetmeli, imanını sağlam temellere oturtabilmenin mücadelesini vermelidir. Müslümanlar, Allah ın muradını ihtiva eden Kur ân-ı Kerim i iyi bildiği nispette kendilerini bu tür cehaletten kurtarmış olacaklardır.
Cehaletin bir diğer yüzü ise, Allah ın, kâinata yerleştirmiş olduğu kanun ve esrarı bilmemektir. Müslüman, bir taraftan Kur ân ı okuyup, anlamaya gayret ederken, diğer taraftan da kâinat kitabını iyi okumaya çalışmalı, Cenab-ı Hakk ın yeryüzüne koyduğu kanunlara hem uymalı, hem de onları keşfe çokça vakit ayırmalıdır.
Mesela, bir Müslüman fizikçi, bir taraftan Rabbisi ile olan münasebetini kavi tutmaya özen gösterirken, diğer taraftan da fizik adına Cenab-ı Hakk ın kâinata yerleştirdiği muammayı çözmeye çalışmalı, kendi branşında sözü dinlenir bir makama ulaşmalıdır. Hz Peygamber in (s.a.s.) Kuvvetli mü min, zayıf müminden hem daha hayırlı, hem de Allah katında daha sevimlidir (Tirmizi, Mukaddime ) ifadesini bu çerçevede de değerlendirmeye bir mani yoktur.
.
Cihad ve Kıtal
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Maddî ve manevî cihad, İslâmî hayatın en büyük müeyyidi ve müeyyidesidir. Mü'minlerin hayatında cihad ruhu söndüğü zaman, yavaş yavaş iman ve İslâm aşkı da söner.Bu makalemizde Kur'an-ı Kerim'e göre cihad ve savaş kavramı ile bunların Asr-ı saadetteki uygulamasını özetlemeye çalışacağız. Bu kavramlar çoğu defa birbiriyle karıştırıldığı ve ve bu karışıklıktan ötürü İslâm hakkında yanlış birtakım hükümlere varıldığı için, bilhassa günümüzde bu konu üzerinde durmaya ihtiyaç görüyoruz. Peygamber Efendimiz'in (aleyhis salât-ü ves-selâm) bi'setinin ilk döneminde dine davet güzel söz, makul üslûp ile Allah'ın (celle celâluhu) birliği ve ahiret hayatı üzerinde yoğunlaşan bir tebliğ olmuştur. Hakarete, baskıya maruz kalan bazı müminlerin mukabelede bulunma tavırları karşısında Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onları teskin edip sabretmelerini istemiştir. İslâm'ı benimseyenlerin sayısı artınca, dinden döndürmek için işkence uygulanmaya, dönmeyince de ölüm cezası verilmeye başlandı. Bu sırada gelen bir âyet "kalbi imanla dolu olarak dini inkâr etmeye mecbur bırakılanlara, dilleriyle inkâr sözünü söylemeye" ruhsat veriyordu1. Kureyş, İslâm'dan dönmeyen Yasir ile Sümeyye'yi oğulları Ammar'ın gözü önünde vahşice parçalatınca o, diliyle inkâr etmesinden sonra üzgün olarak Hz. Peygamber'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) geldiği sırada bu âyet nâzil olmuştu.Şu âyet de o dönemi dile getiren âyetlerden biridir: "Kimi insanlar vardır ki "Allah'a iman ettim." der; fakat Allah yolunda olduğu için işkence edilince, halkın bu baskısını Allah'ın azabı gibi sayar."2 İlklerden olan Habbab İbn Eret (ra) şöyle nakleder: Müşriklerden gördüğümüz işkenceye dayanmamız zorlaştığı bir sırada Kabe'nin gölgesinde oturan Hz. Peygamber'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) varıp: "Bizim için Allah'tan yardım istemez misiniz?" deyince, O, şöyle demişti: "Sizden önceki ümmetlerde iman eden bir çukura gömülür, testere ile ikiye biçilir, demir tırmıklarla eti kemiğinden sıyrılırdı da, bu işkenceler onları dinlerinden döndürmezdi. Allah adına yemin ederim ki Allah bu dini başa çıkaracaktır; fakat siz acele ediyorsunuz."3Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), İlâhî irşada mazhar olarak hâdiseye kuşatıcı baktığından sünnetullaha -yani Allah'ın (celle celâluhu) insan toplumlarına koyduğu eğitim sistemine göre- ilk Müslümanları olgunlaştırmayı, bir kıvama eriştirmeyi hedefliyordu. Çünkü çoğu zaman, bir mazlumun masum ve mütevekkil duruşu, maddî kuvvet kullanmanın çok çok ötesinde olumlu tesiri olabilirdi. Bütün Arap kıtasının merkezi Kâbe'ye ev sahipliği yapan Kureyş önderleri, menfaatçi hassasiyeti ile bu çağrıdan kuşkulanmaya başlamışlardı. Bunu sadece dinî bir tehlike değil, aynı zamanda ekonomik, siyasî ve sosyal bir tehdit olarak da algılamaya yönelmişlerdi. Baskılar artınca Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve selem), Müslümanlardan bir kısmının Habeşistan'a hicret etmesini tavsiye etti. Sırf işkenceden kurtulmak için vatanlarından hicret eden bu küçük masum grubun Kureyş'in hâkimiyetine tehdit oluşturma ihtimali Şeytan'ın bile aklına gelmeyeceği hâlde, ehl-i dünya refleksi, konuyu uluslararası bir skandal düzeyine çıkararak onları sınır dışı ettirebilmek için o uzak diyara elçiler gönderdi.Kureyş'in tepkileri İslâm'ın yayılmasını durduramayıp daha da gelişmesine vesile olunca, onlar da şiddetin dozunu artırdılar. Peygamberimiz amcası Ebû Talib'in himayesi altında barış yoluyla, asayişi ihlâl etmeksizin, yasal çerçevede ilgi duyanlara dini anlatıyordu. O, Müslüman olmamıştı; fakat evinde büyümesi itibariyle akrabalık duygusunun ötesinde ayrıca şahsiyetine de güvendiği yeğenine sahip çıkıyor, Kureyş önderlerinin tenkit ve tehditlerini savuşturuyordu. Onun şahsında, mensup olduğu Haşimoğulları da akrabalık hissiyle onun arkasında duruyorlardı. Haşimoğulları dışındaki Kureyş önderleri, kendi aralarında şöyle bir karar aldılar: Haşimoğulları mensuplarını bir toplama kampına alarak onlara ambargo uygulanacak, onlarla her türlü münasebet kesilerek, onlara "su bile" verilmeyecekti. Mekke'nin kuzeyinde Kabe'ye üç kilometre mesafede Şi'b-i Ebû Talib denilen yere taşındılar.4 Bu, bütün bir sülaleyi, kavurucu sıcak altında, sadece erkekleri ile değil, yaşlıları, kadınları, çocukları ile kıtlığa, hastalıklara, ölüme mahkûm etmekti. Bu sülaleden olup da dışarıda kalan tek kişi, İslâm'a düşmanlıkta onlarla beraber olan Ebû Leheb idi. İşin dehşetini şu tek misalden anlamaya çalışalım: Günlerce aç kalan Sa'd İbn Ebi Vakkas gecenin birinde tabiî ihtiyaç için çıktığı yerde bir deri parçası bulunca onu temizlemiş ateşe tutup onu sıyırarak açlık hissini gidermişti. Bi'setin yedinci yılında başlayan bu ambargo üç yıl gibi uzun bir dönem (Miladi 617–619) sürmüştü. Unutulması kolay olmayan bu işkenceyi Mekke'nin fethi sırasında Mina'dan Mekke'ye ineceği zaman Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): "Yarın inşallah varacağımız yer Kinaneoğullarının yurdu, yani Muhasseb olacaktır ki, burada Kureyş ve Kinaneoğulları küfür ve inkâr üzere söz birliği etmişlerdi." diyerek o acı yılları, o boykotu ashabına hatırlatmıştı.Ambargodan sonra Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) iki büyük üzüntü yaşadı. Himayesi sayesinde tebliğine devam ettiği, bir kalkan gibi kendisine siper olan amcası Ebû Talib'i, üç gün sonra da vefalı, fedakâr hanımı ve en yakın destekçisi Hz. Hatice'yi (r.anha) kaybetti. Bu seneye "hüzün yılı" denmiştir. Mekke'de risalet hizmeti tıkanınca Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) Taif'e gitti. Fakat orada daha şiddetli bir tepki ile karşılaştı ve taşlanarak şehirden çıkarıldı. Yaralı, bitkin vaziyette Mekke'ye dönerken, bundan sonra risaletini nasıl devam ettirebileceğini derin derin düşünüyordu. O dönem Mekke aristokrasisinde eşraftan birinin himayesi çok önemli idi. Günümüz dünyasında yabancı bir ülkede ikamet edebilmek için oranın emniyet teşkilatından oturum belgesi alma şartı ne ise, orada da bahsedilen himaye o derece bir ehemniyete sahipti. Döndüğünde Hira'da durdu. Kureyş'in kendisini Mekke'de barındırmayacağını bildiğinden himaye edecek bir merci düşündü. Eşraftan Mut'im İbn Adiy hatırına geldi. Müşrik olduğu hâlde hakperest, asil olan bu şahsın Hz. Peygamber'i (sallallâhu aleyhi ve sellem) himayesine alacağını bildirmesi, onu son derecede rahatlattı. O oğullarını yanına alarak silahlı vaziyette Hz. Peygamber'i Hira'dan alarak Mekke'ye götürüp himayesini ilân etti.5 "Nâçâr kalacak yerde/Nâgâh açar ol perde" kabilinden, Allah Teâlâ daha sonra tebliğ için yeni bir kapı açtı. Hac için Yesrib'den (daha sonraki adı ile Medine) gelen altı kişiyi Mekke yakınında Akabe'de İslâm'a kazandırdı. Ertesi yıl aynı yerde onlarla buluşup bu sefer on iki kişi olarak gelmiş olan Medinelilerden biat aldı. İslâm'ı öğretmesi için Mus'ab İbn Umeyr'i (radıyallahu anh) onlarla birlikte gönderdi. Sonraki yıl yetmiş üç Medineliden biat ve Medine daveti aldı.6 Medine'ye hicret dönemi başladı. Dikkat çekmeksizin Müslümanları birer ikişer yavaş yavaş hicrete yönlendirdi. Bununla beraber Allah'tan açık bir emir gelmediğinden kendisi hicrete teşebbüs etmedi. Kendisiyle beraber hicret etmeyen sadece Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ali kalmıştı. Kendilerine karşı kuvvet kullanmama konusunda sabırlarını çatlatmasına rağmen, yine de İslâm'ın durmadan ilerlemesinden çılgına dönen Kureyş önderleri, Ebû Cehil'in önerisi ile sığınacakları son çare olarak Efendimiz'i (sallallâhu aleyhi ve sellem) ansızın öldürme plânı uygulayacakları gece Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh) ile Medine yolculuğuna başladı. Hz. Ali'yi (radıyallahu anh) vekil bırakıp yanındaki emanetleri sahiplerine iade etmekle görevlendirmişti. Suikast için gelenler Peygamberimizi bulamayınca ağızları açık kaldı.Medine şehir devletinin başına geçtikten sonra Müslümanlardan bazıları artık Mekke eşrafının düşmanlığına karşı kendini gösterme temayülüne rağmen onlardan intikam almaya teşebbüs etmedi. Hicreti izleyen iki yıl esnasında mescidi bina edip ibadet hayatını merkeze alma, muâhât (Muhacirlerle Medineli Ensar'ı kardeşleştirme), ezân, Ramazan orucu, zekât gibi Müslümanlara keyfiyet kazandırmaya matuf düzenlemeler gerçekleştirdi. Savunma ve dış politikanın ilkeleri belirlendi. Çok ağır sorumluluklar için bir sosyal sigorta (akile) sistemi oluşturuldu.7 Mizaç olarak Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)'in başlıca özelliği yumuşak huylu, şefkatli ve merhametli olmasıydı. "Size kendi içinizden öyle bir peygamber geldi ki, zahmete uğramanıza üzülür. Kalbi üstünüze titrer, müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir."8 "İnsanlara yumuşak davranman da Allah'ın merhametinin eseridir. Eğer kaba, katı yürekli biri olsaydın insanlar senin etrafından dağılıverirlerdi. Öyleyse onların kusurlarını affet, onlar için mağfiret dile ve işleri onlarla istişare et!"9 gibi mealen birçok âyet onun bu ahlâkını belirtmektedir. Fakat hicret karşısında Mekke önderlerinin boş durmadıklarını, Müslümanları barındırmalarından ötürü Medinelileri tehdit edip cezalandırma hazırlıkları içerisinde olduklarını biliyoruz.10 Diğer taraftan Mekke'de İslâm tebliği kalmadığı hâlde orada daha önce atılan tohumların toprak altında yeşerip kendisini göstermeye başladığına da şahit oluyoruz. İman ortaya çıkınca müminlerin zulümle karşılaştıklarını da görüyoruz. "Size ne oluyor ki Allah yolunda ve "Yâ Rabbenâ, ahalisi zalim olan şu memleketten bizi çıkarıp kurtar. Tarafından bize bir sahip ve katından bir yardımcı yolla!" diye yalvarıp yakaran erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda düşmanla çarpışmıyorsunuz?"11 mealindeki âyet bu merhaleye işaret eder.Mekke cephesinin hazırlıklarını öğrenmek önemliydi. Bedir Savaşı'ndan bir süre önce Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem), Abdullah İbn Cahş başkanlığında sekiz kişilik bir seriyyeyi Mekke ile Taif arasında Nahle tarafına göndermiş, ona Kureyş'in haberlerini öğrenmeye çalışıp bize getirin talimatı vermişti.12 Bakara 217. âyeti bu vesile ile indirilmiştir. Mekke'den hicret eden Müslümanlar evlerini, işlerini, ticaretlerini, aile ve akrabalarını her şeylerini bırakarak çıkmışlardı. Müşrikler onların mallarına el koymuş olduklarından onlardan haklarını alma, tazmin ettirme hakları vardı. Bu, dünyanın her tarafında teslim edilmesi gereken bir haktı. İşte bu ortamda on beş yıl kadar süren bir sabır döneminden sonra Allah, mazlum Müslümanlara, kendileriyle savaşa hazırlanan düşmanlara karşı savaşla karşılık verme izni verdi. "Kendilerine savaş açılan müminlere savaşmaları için izin verildi. Çünkü onlar zulme maruz kaldılar. Allah onlara zafer vermeye elbette kadirdir. O müminler ki tamamen haksız yere ve sırf ‘Rabbimiz Allah'tır.' dediklerinden ötürü yerlerinden yurtlarından kovulmuşlardı (…)"13Batı'da genellikle Müslümanların gerek dinlerini kabul ettirmek ve gerekse onu kabul etmeyenleri yok etmek için silâh kullanma hakkına sahip oldukları ve hattâ bizzat mukaddes kitaplarına göre böyle hareket etmeye de mecbur bulundukları kanaati hâkimdir. Onlara göre, bu mefhuma "kutsal savaş" adı verilmektedir ki, Kur'ân-ı Kerîm'de bunun karşılığı olarak "cihad" kelimesi gösterilmek istenmiştir. Ancak gerçek şudur ki, "gayret sarfetme" mânâsına gelen bu kelime "savaş" mânâsına gelmez ve Kur'ân'da "kutsal savaş" diye bir kavram yoktur.14 İşbu "guerre sainte" Avrupa terminolojisinde bulunan bir kavramdır. Cihad kavramı cok geniştir. Cihadın bazen savaş şeklinde olacağını bildiren ayetler de mevcuttur: "Allah'a iman edin ve Resulü ile birlikte cihada gidin" diye bir sure indiği zaman onlardan imkân sahibi kimseler senden sefere katılmamak için izin istediler ve "bırak biz de evlerinde oturanlarla (kadınlar ve özürlüler) birlikte oturalım" dediler"15 ayeti bunlardandır. İbn Kayyim el-Cevziyye'nin sınıflandırmasına göre cihadın mertebeleri şu şekilde ifade edilebilir:(Zadu'l-Mead, Beyrut, 1985, 3/9-11, Terc. 3/1011-1012, Cantaş yayınları.)1. Nefisle Cihada) Hak dini öğrenme hususundab) Öğrendiklerini uygulamac) Başkalarına anlatmad) Tebliğ sebebiyle ezâlara sabretme2. Şeytana Karşı Olan Cihada) Onun şüphelerini uzaklaştırmab) Çağırdığı süflî arzulardan vazgeçme3. Kâfirlere Karşı Cihada) Kalb ileb) Dil ilec) Mal iled) Can ile cihad4. Munafıklarla Olan Cihada) Kalb ileb) Dil ilec) İkna yolu ile cihadMekkî sûrelerde de, "cihad" irşad veya barışçı bir şekilde ikna etmek için gayret sarfetme anlamında kullanılmaktadır: "Öyleyse sen asla kâfirlere itaat etme ve Kur'ân'a dayanarak onlarla büyük bir mücahede gerçekleştir (cahidhum bihi)."16 Yahut ferdi mahiyette mânevî bir gayret gösterme mânâsını ifade eder: "Bizim uğrumuzda mücahede edip gayret gösterenlere (cahedu fina) elbette muvaffakiyet yollarını gösteririz. Muhakkak ki Allah iyi davrananlarla beraberdir."17Kur'ân-ı Kerîm'de savaş kelimesinin karşılığı olarak "kıtal" kullanılmıştır. Mesela Bakara 190, 192, 193, 216; Nisa 75,90; Enfal 39; Tevbe 29;Hac 39; Saf 4; Müzzemmil 20 ayetlerinde böyledir. İslâm'da savaşın hangi maksatlarla yapılacağını şu âyetler belirlemektedir: "Sizinle savaşanlarla siz de Allah yolunda savaşın. Fakat haksız yere saldırmayın! Muhakkak ki Allah haddi aşanları sevmez."18 "Şayet onlar savaştan vazgeçerlerse (siz de vazgeçin) Zîrâ Allah çok affedicidir, merhametlidir."19 "(…) O hâlde onlar sizden uzak durur, sizinle savaşmaz ve size barış teklif ederlerse, o takdirde Allah onlara saldırmanıza yol vermez."20 Yine bir başka yerde aynı ayrımın yapıldığını görmekteyiz: "Dininizden ötürü sizinle savaşmayan, sizi yerinizden yurdunuzdan etmeyen kâfirlere gelince, Allah sizi, onlara iyilik etmeden, adalet ve insaf gözetmeden menetmez. Çünkü Allah adil olanları sever. Allah sadece dininizden ötürü sizinle savaşan, sizi yerinizden yurdunuzdan kovan ve kovulmanıza destek veren kâfirleri dost edinmenizi meneder. Her kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin tâ kendileridir."21 Hattâ kafirlere, münafıklara ve savaştan kaçanlara karşı en sert çıkışta bulunan ve müşriklerle bütün münasebetlerin kesildiğini açıkça bildiren bir ültimatom ile başlayan Tevbe Sûresi'nde bile, Kur'ân-ı Kerîm'in, antlaşmalarını bozmayan müşrikleri bu ültimatomdan istisna ettiğini görmekteyiz. Allah Teâlâ bu sûrenin 4. âyetinde mealen şöyle buyurmaktadır: "Ancak kendileriyle antlaşma yapmanızdan sonra, şartları hiçbir şey eksiltmeksizin yerine getiren ve sizin aleyhinizde hiçbir kimseye destek vermeyen müşrikler bu hükmün dışındadırlar. Bunlarla sözleşmenin müddeti tamamlanıncaya kadar antlaşma şartlarına riâyet edin. Allah kendisine karşı gelmekten, özellikle ahdi bozmaktan sakınanları sever."22Kur'ân'da şiddet uygulamasını meşru gösteren hiçbir metin yer almaz. Mesele sadece düşmanın durumuna uygun bir şekilde karşı koyarak âdil davranmayı sağlamaktır. Hattâ Kur'ân, Müslümanlarla aralarında herhangi bir antlaşma bulunmayan müşriklerden himaye isteyenlere bile bu korumanın verilmesini emretmektedir: "Eğer müşriklerden biri senden sığınma hakkı isteyip yanına gelmek isterse, sen ona güvence ver, tâ ki Allah'ın kelâmını dinlesin, düşünsün. Sonra şâyet Müslümanlığı benimsemezse onu, kendisini güvenlikte hissedeceği yere (vatanına) ulaştır (…)"23 Müminlerden yapmaları istenen savaşın gayesi aynı surenin şu âyetinde meâlen şöyle belirtilmiştir: "Ahitlerini ve yeminlerini bozup Peygamber'i vatanından sürmeye teşebbüs eden bir toplulukla savaşmayacak mısınız ki, aslında savaşı size karşı ilk başlatanlar da onlar olmuşlardı (…)"24 Demek savaşın sorumluluğu, onu ilkin başlatan tarafa ait olacaktır. Düşman tarafın da bütün fertleri değil fiilen savaşanlar cezalandırılacaklardır. Bu cümleden olarak kadınlar, çocuklar, yaşlılar, engelliler, görmeyenler, akıl hastaları, tarlalarında çalışan işçi ve köylüler, özellikle ibadet yerlerinde bulunan din adamları her türlü şiddet uygulamasından masun olacaklardır. Bilhassa son grup şu yönden dikkat çekmektedir: İslâm din yönünden bir taassup gütseydi şiddeti önce din adamlarına uygulardı. Kur'ân'ın, savaşı bırakan düşmanın affedilmesi emrini uygulayan Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem), kaçan düşmanın takip edilmesini bile yasaklamıştır.Demek bu düzenlemenin gayesi, tehlikeyi ortadan kaldırmaktır. Savaş insanları İslâm'a girmeye zorlamak için yapılmaz. İnsanların dinî tercihlerinde zorlama ve işkence uygulamasını engellemek için yapılır. İradeleriyle din seçmelerinde hür olmaları için yapılır. İşte din hürriyetine engel teşkil eden güçleri ortadan kaldırmak gibi yüce bir fikir, İslâm mücahitlerinin yegâne ilham kaynağı olmuştur:25 "Bu fitne (işkence) ortadan kalkıp din ve itaat yalnız Allah'a ait oluncaya kadar onlarla savaşın! Eğer tecavüzden vazgeçerlerse bilin ki zalimlerden başkasına (üdvan) güç kullanma olmaz."26 Bu âyet ile benzeri Enfal, 39 âyetindeki "fitne", müfessirlerin ekserisi tarafından "şirk" olarak tefsir edilir. Fakat Bakara,191'de de "ve'l-fitnetu eşeddü mine'l-katl"deki "fitne"yi, ekseriyet "dinden döndürmeye sebep olan işkence" diye açıklar (Zemahşeri,İbn Atiyye, F.Razi, Beyzavi, İbn Cüzey, Sealibi, Hatib Şirbini, Ebu's-suud, Şevkani, Kasımi, M.Reşid Rıda ve Meraği bunlardandır). Enfal 39 ve Bakara, 193'teki "fitne"yi açıklarken selef müfessirlerinden İbn İshak, Urve b. Zübeyr, İbn Abbas (bir rivâyette), er-Rebi',Hasan el-Basri tarafından "işkence, yani baskı" tefsiri nakledilir (İbn Atiyye, Razi, Hazin, Şirbini, M.S. Hasan Han tefsirlerinde). Dünyanın tamamında şirkin ortadan kalkmadığı, asırlarca yaşanan bir vakıadır.27 Böyle olunca, mezkûr tefsirlere ve haleften M. Abduh, Kasımî, Muhammed Draz, Merağî gibi zevatın Bakara, 193 tefsirinde açıklamaları gibi "dinden döndürme için baskı, işkence" diye açıklamanın mümkün olduğunu düşünebiliriz.Kur'ân-ı Kerîm mealen şu âyetinde dinde zorlama olmayacağını bildirmektedir: "Dinde zorlama yoktur. Doğru yol sapıklıktan, hak bâtıldan ayrılıp belli olmuştur. Artık kim tağutu reddedip Allah'a iman ederse işte o, kopması mümkün olmayan en sağlam tutamağa yapışmıştır. Allah her şeyi işitir, bilir."28 "Eğer Rabbin dileseydi dünyada ne kadar insan varsa hepsi imana gelirdi. Şimdi sen mi imana gelsinler diye insanları zorlayacaksın?"29 Bu âyetlerin ifade ettiği üzere, İlâhî takdir gereğince, insanlar arasında farklı inançlar, bir vakıa olarak bulunacaktır: "Eğer Rabbin dileseydi bütün insanları hakta ittifak eden bir tek ümmet yapardı. Fakat O, bunu irade etmediğinden ittifak etmemişlerdir ve işte böylece ihtilâf eder vaziyette devam edeceklerdir. Ancak Rabbinin lutfederek hakta birleşmeyi nasip ettiği kimseler bunun dışındadır (…)"30Burada insanların aklına haklı olarak şöyle bir soru gelebilir: Kur'ân, Müslümanlara inandıkları hakikati diğer insanlara ulaştırma görevi vermiyor mu? İslâm insanlara dünya ve Âhiret mutluluğunu vermek için gelmedi mi? Bu hidâyetten habersiz olanlara dini tebliğ etmek gerekmez mi? Bu elbette Müslümanların yükümlü oldukları bir görevdir ve bunu açıkça bildiren çok sayıda âyet bulunmaktadır. "Siz insanların iyiliği için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz: iyilikleri yayar, kötülükleri önlersiniz; çünkü Allah'a inanırsınız."31 "Zaman hakkı için: insanlar hüsrandadır. Ancak iman edip yararlı işler yapanlar, bir de birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler bundan müstesnadır."32, "Siz haktan uzaklaşmada aşırı giden bir topluluksunuz diye sizi Kur'ân ile uyarmaktan vaz mı geçeceğiz!"33 mealindeki âyetler, bunlardan bazılarıdır.Müslümanlar, Kur'an hidâyetinden haberdar olmayanlara dini tebliğ etmekle görevlidirler. Kur'ân bu tebliğin hikmetli, ikna edici ve yumuşak bir üslûpla yapılmasını tasrih etmiştir: "Sen insanları Allah yoluna hikmetle, güzel ve makul öğütlerle davet et, gerektiği zaman da onlarla en güzel tarzda mücadele et! Rabbin elbette yolundan sapanları en iyi bildiği gibi kimlerin doğru yola geleceğini de pekiyi bilir."34 Bu âyet tebliğin esas metodunu vermektedir. İnsanlar başlıca üç kısımdır: Birinci kısım aklını kullanmayı bilenler olup bunlara gerçeği anlatmak delilleri bildirmekle, hikmetle olur. İkinci kısım, daha geniş kitle olup bunlar akli delillerden çok selim fıtratlarını koruyan, fayda ve zararını düşünen kimselerdir. Bu gruba güzel öğüt vererek, hakka uymakla sağlayacakları faydaları, uymamakla maruz kalacakları zararları anlatmak gerekir. Bu ikisinden anlamayıp muhalif olan kâfirlere ise, şartlara göre tartışmanın en verimli şekli ile gerçeği anlatıp savunmak gerekir. Davet edilen kişi kabul edip etmeme hususunda tamamen özgürdür. Fakat karşı tarafın da Müslümanlara inançlarını hiç çekinmeden anlatabilmeleri hususunda aynı hürriyeti tanımaları şarttır.İslâm'ı kabul etmeyenlerin müminlere zulmettikleri ve dini ortadan kaldırmak için hücum ettikleri bir konumda Müslümanların, en önemli değerlerini, yani dinlerini savunmak için harekete geçmemeleri elbette beklenemez. Kendi ülkeleri dışında bile olsa, oralarda da inananların haklarını korumak, inanmak isteyenlerin önündeki engelleri gidermek için, kısacası din hürriyetini gerçekleştirmek için çare aramaları gerekir. İslâm inanç tarihi şu durumu göstermiştir: Din tebliği savaştan ziyade barış ve diyalog ortamında daha verimli olmuştur. İlk dönemden misâl verecek olursak, şu gerçeği hatırlamamız yeterli olur. Hudeybiye Antlaşması'ndan sonraki iki yıl içinde İslâm'a girenlerin sayısı, ondan önceki on sekiz senede Müslüman olanlar kadar, hattâ ondan da fazla olmuştur.35 Fetih Sûresi'nin birinci âyetinde bildirilen "feth, yani zafer" Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından Hudeybiye Zaferi olarak tefsir edilmiştir.Sonuç olarak: 1- En önemli mesele Allah'a (celle celâluhu) ve O'nun bildirdiği din esaslarına inanmaktır; 2- İslâm ebedî hayat ve dünya mutluluğunu hedefler; 3- Din zorla kabul ettirilmez; 4- Dini tebliğ için hicret ve cihad gereklidir; 5- Savaş, İslâm ile insan arasına giren engelleri, inanmayı yasaklayan baskıyı, işkenceyi gidermek, mazlumları korumak için yapılır.
DİPNOTLAR1. Nahl 16/106.2. Ankebut 29/10.3. Buhari, Menâkıbu'l-Ensâr , 29.4. İbn Hişam, Sire, ı,375; İbn Sa'd, Tabakat, I,209'dan naklen Salih Suruç, Peygamberimiz'in Hayatı, I, 240.5. Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu kişiye olan takdirini şu olaydan anlayabiliriz: Bedir Savaşı'nda onun oğlu Cübeyr İbn Mut'im esir alınmıştı. Peygamberimiz onu görünce. "Eğer baban sağ olsa ve bütün esirlerin serbest bırakılmasını isteseydi, onun hatırına serbest bırakırdım." demiştir Buhari, IV,83'ten Salih Suruc, I,265).6. Muhammed Hamidullah, İslâm'a Giriş, s.16; İbn Hişam, II, 84; Tabakat, I,222'den Salih Suruç, I,288.7. M.Hamidullah, a.g.e, s.18.8. Tevbe 9/128.9. Al-i İmran 3/159.10. Muhammed Hamidullah, İslâm'a Giriş, trc. Cemal Aydın, Ankara, 2005, s.19.11. Nisa 4/75.12. Taberi, Seyyid Kutub, Zılal.13. Hac 22/39-40.14. Muhammed Draz, Kur'ân'ın Anlaşılmasına Doğru, s.60.15. Tevbe 86. Keza Tevbe 41 ve 81'de de bu anlamdadır.16. Furkan 25/5217. Ankebut 29/69.18. Bakara 2/190.19. Bakara 2/192.20. Nisa 4/90.21. Mümtahine 60/8-9.22. Tevbe 9/4.23. Tevbe 9/6.24. Tevbe 9/13.25. Muhammed Draz, Kur'an'ın Anlaşılmasına Doğru, s.64.26. Bakara 2/193.27. Bu müşkilin farkında olan müfessir F.Razi'dir. Ama buna getirdiği iki açıklama pek tutarlı değildir. O büyük dimağ zamanımızda yaşasaydı, daha tutarlı bir tefsir yapacağını düşünebiliriz.28. Bakara 2/256.29. Yunus 10/99.30. Hud 11/118-119.31. Al-i İmran, 3/11032. Asr 103/1-4.33. Zuhruf 43/5.34. Nahl 16/125.35. Bu tespit tabiin devri imamlarından İbn Şihab ez-Zühri'ye aittir (İbn Hişam, Sire; Buhari şerhi. Fethu'l-Bari
.***************
Cihad nedir? Küçük ve büyük cihaddan bahsediliyor, tarif ve izah eder misiniz?
Cihad nedir? Küçük ve büyük cihaddan bahsediliyor, tarif ve izah eder misiniz?
Cihâd, arapça bir kelime olup, her türlü meşakkat ve zorluğa göğüs gerip, çalışmak, çabalamak ve gayret etmek gibi ma'nâlara gelir. Ancak, bu kelime İslâmla birlikte,"Allah yolunda kavga vermenin"adı almıştur. Bugün cihad denince akla gelen tek manâ budur.
Daha sonra da izâh edileceği gibi, Efendimiz'e isnâd edilen bir ifâdeyle cihâd, büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Fakat biz, bu taksime geçmeden evvel, bir nebze, cihâdın ehemmiyeti üzerinde durmak istiyoruz.
Yeryüzünde cihâddan daha büyük bir vazife yoktur. Zaten olsaydı, Allah (c.c.) peygamberlerini o vazife ile vazifelendirirdi. Cenâb-ı Hakk'ın, bu vazife ile vazifelendirdiği insanlar, insanların en şereflileri ve onlara bu vazifeleri getirip intikal ettiren melekler de, meleklerin en şereflileridir. Herşeyden evvel düşünülmelidir ki, Hazreti Âdem'den bu yana, Nebî olsun, Velî olsun, Allah'ın en seçkin kulları, büyük ölçüde bu seçkinliğe, kılıçların gölgesi altında ve nefis muhâsebesi sâyesinde ulaşabilmişlerdir.
Cihâd, insanın kendi özüne ermesi veya insanların özle, rine erdirilmesi ameliyesidir. Bir bakıma cihâd, insanın yaratılış gâyesidir. Onun içindir ki, Cenâb-ı Hakk katında cihâd çok mühimdir, çok mübeccel ve mukaddes bir değere sâhiptir.
Hiçbir mazereti olmadığı halde cihâddan geri duranlarla, durmadan cihâd eden ve ömrünü bu uğurda bitiren insanlar arasında kapatılması, başka amellerle mümkün olmayan büyük derece farkları vardır. Bu ma'nâyı ifade eden âyette meâl olarak şöyle denilmektedir:
"Mü’minlerden-özür sahibi olanlardan başka-oturanIar ile, malları ve canlarıyla Allah yolunda cihâd edenler bir olmaz. Allah, malları ve canlarıyla cihâd edenleri, derece bakımından, oturanlardan üstün kıldr. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vâdetmiştir; ama mücâhidleri oturanIardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır " (Nisâ, 95).
Allah yolunda mücâdele eden ve da'vâsını anlatmayı kendine yol edinen kat'iyyen diğerleriyle aynı seviyede mütâlâa edilemez. Bunu şöyle bir misâlle basitleştirip anlatmak mümkündür.
Peygamberlik, Allah tarafından bazı müstesnâ insanlara verilen bir pâye, bir meslektir. Onların işleri, Allah'ın anlatılması ve getirdikleri dinin tebliğ edilmesidir. Bu vazife, peygamberlik mesleğinin gereği ve icâbıdır. İnsanlar arasında birçok meslek dalı ve o mesleğin gerekli kıldığı bir çok vazifeler vardır. Bir berberin, bir marangozun, bir saracın veya başka bir meslek erbâbının kendilerince ufuk-nokta kabul ettikleri bir gâye ve hedefleri mevcuttur; ve bulundukları yeri de hedefe göre değerlendirmeye tâbi tutar ve öyle kıymet verirler. Aynı zamanda, teker teker bu meslekler, varmak istedikleri neticenin değerine göre bir kiymet ifade ettiği de unutulmamalıdır. yani, bir berberin neticede elde edeceği nokta neyse kıymeti o ölçüdedir. Bir terzi veya saracın da öyledir. İsterseniz meslek gruplarını daha ileri seviyeye götürebiliriz. Eğer milletvekilliği, başbakanlık hatta cumhurbaşkanlığı birer meslekse, onlar için de verdiğimiz hüküm aynen geçerlidir. Bunlar da neticede varılacak nokta ile değerlendirilirler. Şimdi, siz bir insanın her hangi bir şeye başlangıç ve netice itibâriyle durumunu düşünün. Üzerinize damladığında yıkamak mecburiyetinde kaldığınız pis bir su damlasından sonra, çürüyüp kokuşmaya mahkûm bir cesed. İnsanın mebdei ve neticesi bu değil midir? İşte, mesleği ne olursa olsun, insanların varacağı son ufuk-nokta budur. Halbuki peygamberlik mesleği hiç de öyle değildir. Onların hedeflerinde de bir ufuk ve bir ideal nokta vardır. Ancak, bu nokta diğerlerinde olduğu gibi çürüyüp kokuşan bir nokta değildir. Peygamberlik mesleğinde mukadder hedef şudur: Allah'ın tanıtılması ve insanlığın O'nu tanımakla sonsuzluğu yakalaması, dünyaya gelirken iniş kavsiyesi çizen insanın, yeniden dönüp bir arşiye çizerek Allah'a ulaşması.. şu fâni âlemde beka cilveleri göstermesi... yoktan varlığa âit renklerle oynaması ve düşünceleriyle ebediyet gamzeden bir gökkuşağı olması... öyle zafer takı gibi bir gökkuşağı ki, zafer taklarının altından bir kere geçilir ve gidilir. Ama, onlar gökkuşağından taklar gibi, saatler ve saatler geçilip gidilmeyecek şekilde insanın başının üstünde tüllenir durur. İşte insan böyle bir ebede namzet olarak gelmiştir ve insanda bu düşünce bu duygu ve mahiyetindeki bu hakikati tahakkuk ettiren de ancak nübüvvetin ma'nâsını taşıyan ve nübüvvet vazifesini yerine getiren peygamberlerdir.
Dolayısıyla peygamberlik mesleği, Allah yanında en nezih, en kudsî bir meslektir ki, Cenâb-ı Hakk, Zâtı Ulûhiyetinden sonra onların risâletine dikkat çekmiştir. İşte böyle kudsî bir mesleğin en kudsî vazifesi de cihâddır. Mademki her meslek neticede vâracağı ve elde edeceği noktaya göre değerlendirilecek ve o mesleğe değer atfettiren husus da varacağı netice olacaktır; öyleyse bu en mukaddes mesleğin vardırmak istediği noktaya vesîle ve vaısıta olan hareket tarzı da aynı seviyede mukaddes bir iş olacaktır.
Ve yine cihadın ehemmiyetindendir ki, cihâd için söz vermiş biat etmiş cemâatın durumu Kur'ân-ı Kerim'de şöyle anlatılmaktadır:
"Muhakkak ki, sana bîat edenler ancak Allah'a bîat etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhinde bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahde vefâ gösterirse AlIah ona büyük bir mükâfat verecektir " (Fetih, 10).
Âyete nüzul sebebi olarak gösterilen hâdisenin hülasası şudur: Allah Rasulü Mekke'ye gidip Kâbe'yi tavaf edeceklerini müslümanlara müjdelemişti. Herkes heyecan ve coşku içindeydi. Seneler vardı ki hasretten yanıp tutuşuyorlardı. Nasıl olmasın ki, bizler bile bir iki defa görmekle oraya âşık oluyor ve gidemediğimiz zamanlar da hasretten yanıp tutuşuyoruz. Çünkü orası, Nebîler Nebîsi'nin maskat-ı re'si (doğum yeri) ve yeryüzünün ilk bünyadı Kâbe'nin bulunduğu yerdir. O Kâbe ki, Nâbî'nin ifadesiyle "Metâf-ı Kudsiyân"dır. Yerden tâ sidret'ül-müntehâya kadar meleklerin ve kudsîlerin tavaf yeridir. İşte müslümanlar da doğup büyüdükleri ve kavuşmak için yanıp tutuşdukları bu beldeye gelip, kudsîlerin tavaf ettiği Kâbe'yi tavaf edip, tekrar Medîne'ye dönmeyi önü alınmaz bir iştiyakla istiyorlardı. Ancak Hudeybiye'ye vardıklarında hiç beklemedikleri bir hâdiseyle karşılaştılar. Mekke müşrikleri, müslümanların Kâbe'yi tavaf etmelerine izin vermeyeceklerini ve eğer diretirlerse müslümanlarla harb edeceklerini ilân ettiler. Bu beklenmedik hâdise, müslümanlar arasında şok tesiri yaptı. Kimse duyduğuna inanmak istemiyordu. Böyle bir hareketi, İslâm'ın onuruna vurulmuş bir darbe gibi görüyorlardı. Hisler kabarmış, heyecan doruk noktaya ulaşmış ve öfke müthiş bir gerilim hâsıl etmişti. Kimse kimseyi dinlemiyor; âdetâ herkes düştüğü şokun tesiriyle ayrı bir bocalama geçiriyordu: İşte tam bu esnâda Allah Rasûlü mü'minleri bîata dâvet etti. Bîat denince akan sular duruyordu. Şimdi herkes sıraya girmiş Allah Rasûlü'nün elinden tutarak bîat ediyordu. Ve her sahâbî, hangi şartlarda olursa olsun ve hangi teklifle gelirse gelsin Allah Rasûlü'ne bütünüyle bağlı kalacağına söz veriyordu. İşte bu bağlılık sözü ve bu ma'nâda Allah Rasulüne el verip yemin etme, Kur'an'da tebcîl ediliyor ve oradaki mü'minlerin bu hareketleriyle Cenâb-ı Hakk'ane derece yakınlık kazandıkları dile getiriliyordu. Bu da yine cihâda verilen değerin bir başka tezahürüydü...
Bir başka âyette meâlen şöyle deniliyor:
"Allah, mü'minlerden mallarını ve canlarını onlara (verilecek) Cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürülürler ve öldürürler. (Bu), Tevratta, İncîl'deve Kur'ân'da Allah üzerine hak bir vaaddir. AIlah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış-verişten dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kurtuluştur " (Tevbe, 111).
Nefislerini, bedenlerini, cismânî varlıklarını Allah'a satan insanlar, bunun karşılığında Cenneti ve Cenâb-ı Hakk'ın rızasını kazanıyorlar ve bunu ifâde ederken Kur'ân-ı Kerîm alışveriş tabirini kullanıyor. Bu böyle bir pâye ki,insan bu sâyede Cenâb-ı Hakk'a muhatap olacak seviyeye yükseliyor.
Allah Rasûlü de bir hadîslerinde şöyle buyuruyorlar: "Ali ne kadar arzu eder ve isterdim ki; Allah yolunda öldürüleyim, sonra diriltileyim, sonra yine öldürüleyim, sonra yine diriltileyim ve sonra yine öldürüleyim..." Eğer sözün uzaması mevzûbahis olmasaydı Allah Rasûlü bu ifâdeyi kimbilir kaç kere tekrar edeceklerdi. Esasen bu ifâdeyle kasdolunan da sonsuzluk mahâsıdır ki bu, öldürülüp diriltilmeyi arzu etmek, demektir. Düşünün ki bunu talep eden, Nebîler sultanı Aleyhisselâm Efendimizdir. Cihâdın kıymetini biz ancak Allah'tan ve O'nun Rasûlünden öğreniriz. ResQlü Ekrem buyuruyor ki: "Bir tek gün, Allah yolunda ve Allah uğrunda gelen tehlikeleri gözetlemek üzere uyumayan göze sâhip olmak ve bir gedikten böyle muhtemel bir tehlikeyi gözetleyen, dünya ve dünya içindekilerden daha hayırlı bir iş yapmış demektir."
Dikkat buyurun! Bir tek gün, memleketi saran tehlikeler karşısında hangi gedikten ve delikten memlekete felâket ve helâket sızacak, işte bunu gözetlemek için orada duran ve kuracağı bir sistemle o gediği kapamaya çalışan bir insan, Kâbe'den daha hayırlı bir iş yaptığını söylese ve yemin etse yemininde yalancı değildir. Zira, "Dünyanın içinde bulunan herşeyden" tabirine Kâbe de dâhildir.
Başka bir hadîslerinde de şöyle buyururlar: "Her amel insanın ölmesiyle sona erer. Ancak Allah yolunda mücâhede edenin ameli bundan müstesnâdır. O kıyâmete kadar nemâlanır. Kabirde de, bir fitne ve imtihan olan kabir suâlinden, Allah onu emîn kılar."
Cihâdın fazilet ve ehemmiyeti hakkında yüzlerce âyet ve hadîs vardır. Ancak mevzûmuz olmadığı için biz, zikrettiklerimizle iktifâ ediyoruz.
Cihâd, insanın gücünü kullanarak, kendini zorlayarak, hayat akışına ters mânilere karşı göğüs gererek kendi özüne ermeye çalışmasıdır ki, buna büyük cihâd ma'nâsına (Cihâd-ı Ekber) diyoruz. Bir de aynı şeyin başkalarını özleriyle bütünleşmeye alıp götürme için yapılması vardır ki bu da küçük cihâd ma'nâsına (Cihâd-ı asgar) dır.
Düşmana haddini bildirmiş ve kılıçlan düşman kanıyla kıpkızıl kesilmiş bir cihâddan dönerken cemâatına hitaben Allah Rasûlü, "Şimdi küçük cihâddan büyük cihâda dönüyoruz." buyurmuşlardır. Büyük cihâdın ne olduğunu soran sahabeye de "Nefisle mücâdele" cevabını vermişlerdir.
Bu ifâde aslında bir hakikatın iki ayrı yüzüdür. Her iki yönünde de,insanlığın temizlenmesi, saflığa ermesi, Allah katında matlup keyfiyeti kazanması düşünülür ki, bu durumda cihâdın büyüğü de küçüğü de aynı hakikatın ayrı ayrı yüzleri sayılır.
Zaten insanların bu hâle gelmesi, peygamberlerin gönderiliş gâyesi değil midir? Kur'ân-ı Kerim'de bu husus şöyle anlatılır: "Nitekim kendi içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitab'ı ve hikmeti getirip bilmediklerinizi öğreten bir Rasûl gönderdik "(Bakara, 151) .
Peygamberler, insanların, gözlerinden perdeyi aralamak ve onların, Cenâb-ı Hakk'ın âyetlerini okumalarını temin etmek için gönderilmişlerdir. Böylece onların gönül ve kalblerindeki engel ve mânialar yıkılacak; eşya ve hâdiselere bakış keyfiyetleri tamamen değişecektir. İnsanların körlük ve sağırlık hesabına geçen günleri, peygamberlerin getirdikleri nur sayesinde bir ma'nâ ve değer kazanacaktır. Evet, âyâtı tekvîniyeyi okuma ve anlama ancak onlarla mümkün olmuştur.
Nebîdir insanları temizleyen ve onları özlerine erdiren. Çünkü insanlar madenler gibi işlenmeye muhtaçtırlar. Belli bir potada erimelidirler ki, üzerlerindeki curûfu ve işe yaramayan kısmı atarak matlub keyfiyeti elde edebilsinler. İstenilen keyfiyet ise, hiç şüphesiz, Cenâb-ı Hakk'ın râzı olduğu hüviyete kavuşmuş olmaktır. Bu hâle ermek ise, ancak nebîlerin irşâdıyla mümkün olabilecektir. Onların eritici ve erdirici potasına girmeden saf ve som altın veya gümüş hâline gelmek aslâ mümkün değildir.
Âyette dikkat çekilen bir husus da Nebî'nin Kitâb'ı ve hikmeti öğretmesidir. Eğer Kitab'tan maksat Kur'ân ise -ki öyledir- hikmet Kur'ân'dan başkasıdır. Zira aynı şeyin kendi üzerine atfedilmesi câiz değildir. Bundan da anlıyoruz ki hikmet, Efendimiz'in Sünnet-i Seniyyeleridir.
Nebi, bunların ötesinde bir de bizlere, o güne kadar bilmediklerimizi tâlim edecek ve öğretecektir. Bu hitap sadece o günün insanına inhisar ettirilemez. Demek ki kıyâmete kadar gelen insanların Nebîden öğrenecekleri çok şey olacaktır...
Şahsî hayat adına, kalb tasfiyesine giden yolları bizler, Allah Rasûlünden öğreniyoruz. Bizler gibi bu vesîle ile, O'nun tilmizleri arasında öyleleri yetişiyor ki, Hz. Ali gibi, "gayb perdesi kalksa yakînimde bir artış olmayacak" diyebilenler... Şah-ı Geylânî gibi yerde iken gökteki esrarı sezenler.. Fudayl b. İyaz, İbrahim Edhem,Bişr-i Hafî gibi daha binler ve yüzbinler... hep o büyük terbiyenin meyveleridirler. Eğer Efendimizden sonra peygamberlik mukadder olsaydı, bunların her biri israil Peygamberleri döneminde olduğu gibi nübüvvet semâsında pervâz edeceklerdi...
Peygamberimizin bize öğrettiği çok şey olmuştur ve olacaktır. İnsanlık, hayatın her sahasında, O'ndan bugüne kadar akıl erdiremediği birçok mes'eleyi öğrenmiş ve gelecekte de cehâletin zifiri karanlığından O'nun getirdiği nur sayesinde kurtulup, ışık cümbüşleri arasında birer aydınlık tûfânı idrak edecek; ilim fen ve tekniğin doruğuna bu ışıktan merdivenlerle tırmanacaktır.
Evet, peygamberlik mesleği, insanları billurlaştırma, olgunlaştırma, özlerine ulaştırma ve Rabb'in hoşnut oIacağı bir duruma kavuşturma vazifesini yüklenen ve kendinden sonra gelen da'vâ adamlarına da aynı yükü mîrâs olarak bırakan bir meslektir. Bu neticeyi elde edebilmek de ancak cihâdla mümkündür.
Cihâd vazifesi Hakk'a şâhid olma vazifesiyle aynı manâyı paylaşır. Bir mahkemede hak ve hukukun kime ait olduğunu tesbit için şâhidler dinlenir ve hüküm verirken onların şehâdeti nazara alınır. İşte, cihâd yapanlar da, gök ehline karşı, yerde, inkârda bulunan nâdânların muhâkemesinde en gür sâdâlarıyla bağırarak "Allah vardır" diye şehâdette bulunmaktadırlar "Allah, melekler ve adalette sebat eden ilim adamları şâhidlik etmiştir ki, O'ndan başka ilâh yoktur. (Evet) güç ve hikmet sahibi Allah'tan başka ilah yoktur." Âli İmran,18) âyeti bütün vüzûhuyla bize bu hakikatı anlatmaktadır.
Allah (c.c.) kendi varlığına şehâdet eder. O'nu, vicdanında hakikata ermiş olanlar duyarlar ki, onların vicdanlarında duyduklarını kitapların beyan etmesi mümkün değildir.
Melekler de Allah'ın varlığının şâhidleridir. Melekler, saf mâhiyetten yaratılmışlardır. Fıtratları katışıksızdır, dupdurudur. Şeytan onların içine küfür ve dalâlet sokamamıştır. Aslî yapıları kat'iyyen bozulmamıştır. Ayna gibidir onlar. bakıldığında hemen Cenâb-ı Hakk'ın tecellileri görülür. ,
İlim sahipleri de Allah'ın varlığına şehâdet ederler. Bütün dünya Allah'ı inkâr etse bu üç şehâdet O'nun varlığını isbâta kâfidir ve yeterlidir.
Evet, öyledir. Zira bizler bütün çıplaklığı ve azametiyle bu hakikatı vicdanlarımızda duymaktayız. Hem de başka hiçbir delil aramamak şartıyla duymaktayız. Bu şâhidlik mele-i âlânın sâkinleri için de yeterlidir. Yerdeki kör ve sağırlar kâinattaki tarrakaları duymuyorIar ve ilâhî san'atı anlamıyorlarsa buna da ilim sahipleri şâhid olarak yeter.
Allah'ın şâhidleri, en karanlık yerlere kadar gidecekler ve Allah'ı inkâr hesabına kurulan mahkemelerde bütün gür âvâzlarıyla nîda edecek, bağıracak ve "Biz Allah'ın şâhidleriyiz" diyeceklerdir.
Evet, işte Nebîler de en yüksek keyfiyette, bu şehadet vazifesini îfâ etmek için gelmişlerdir.
"Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki, insanIarın, peygamberlerden sonra AlIah'a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah izzet ve hikmet sahibidir. Fakat AIlah sana indirdiğine şâhidlik eder, onu Kendi ilmi ile indirdi. Melekler de buna şâhidlik ederler. Ve şâhid olarak Allah kâfidir " (Nisâ, 165-166).
Her millet içinde onların, ufuklarını aydınlatmak için bir nebf doğmuştur. Devirler, aynen dünya gibi dönüyor ve her devirde gül açar gibi bir nebî zuhur ediyor. Gelen her devir karanlık bir çağ gibi geliyor ve her nebî kendi çağını aydınlatıyor. Ve son olarak da, Efendimiz geliyor ve bütün çağları aydınlatıyor. Allah (c.c.) O'na Kur'ân'ında şöyle sesleniyor: "Ey Nebî, şüphesiz biz seni, şâhid, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik " (Fetih, .
En-Nebî, ifadesinin başında bir lâm-ı târif vardır. Bu bilinen ve marûf olan, demektir. Allah Rasûlü nereden bakılırsa bakılsın peygamberliği bilinen bir insandır. Cansız varlıkların (cemâdâtın) selâmlamasıyla, bitkilerin temennâsıyla ve hayvanların serfurû etmesiyle nebîliği malûm ve meşhûddur. O inkârı mümkün olmayan herkesin bildiği, belli ve bilinen peygamberdir ki, Kur'ân-ı Kerîm O'na hitaben "Ey bilinen mâlı&127;m nebî!" demektedir. Zaten taş gibi gönüllerin, O'nun karşısında eriyip gitmeleri de O'nun bilinen Nebî olmasına yeterlidir.
"İnnâ erselnâke " Burada muhatap sığasıyla "Seni" deniliyor. Âdetâ rahmetle diz dize gelmiş bu rahmet ve şefkat peygamberine bu vasıflarından dolayı telmîhte bulunuluyor.
"Şâhiden" Seni insanlığa bir şâhid olarak gönderdik: İnsanlığa, Beni duyuracak, Benim şâhidim olacaksın. Bütün cihan yalanlasa ve inkâr etse, Sen Allah'ın varlığını îlân edeceksin. Sen böyle bir şâhidsin. Arkandan gelen şâhidler cemâati de var. Onlar da bütün insanlığa şâhid olacaklar, Sen de onlara şâhid olacak ve bunlar benim, diyecek; onların şehâdetine şâhidlik edeceksin. Ve hadîsin ifadesiyle O'nun ümmetinin şehadeti, mahşerde nebîleri mesuliyetten kurtaracaktır .
O, iyi yolda müjdeleyen ve kötü yolun encâmından mü'minleri sakındıran bir insandır. Ve işte cihâdın rûhu da bu hakikatta saklıdır. İşte nebîler bu ulvî vazifeyi yerine getirmek için gönderilmişlerdir. Aydınlatacak, tenvîr edecek, âfâk-ı âlemde güneş gibi doğup batacaklar, ve böylece insanlık karanlık yüzü görmeyecek. Hakikatın duyurulmadığı tek vicdan ve hakikata açılmadık tek kapı ve tek panjur kalmayacak. Hak ve hakikat her eve girecek ve herkes ondan istifade edecektir:..
Onun içindir ki, ilk peygamberden son peygambere kadar geçen devre içinde yaşayan ve kıyamete kadar da yaşayacak olan hemen bütün insanlann zihninde, düşünce dünyasında bulanık da oIsa bir peygamberIik anlayışı vardır.Bu anlayışın bir kısım hüzmeleri geçmişteki peygamberlerin getirdikleri nûrdan kaynaklanmaktadır. Gerçi iki devre arasında yaşayanIar, ekseriyetle doğru yoIdan kaymış ve çeşitli sapık düşünce ve anlayışlara girmişlerdi; fakat müessese olarak Peygamberlik ve nübüvvet mâ'nâsının girmediği ev kalmamıştı. Bugün, bizim vicdanlarımızda, açık kapalı kendini hissettiren cihâd rûhu ve düşüncesi de onların bu temiz soluklarının tesirinden başka birşey değildir. Çünkü, ardarda gelen her peygamber, hakkı neşretme uğruna hayatını Allah yoluna vakfetti ve büyüğüyle, küçüğüyle cihâdın en kusursuz temsilcisi oldu.
Cihâd-ı Asgar (Küçük cihâd), sadece cephelerde elde edilen bir cihâd şekli değildir. Bu şekilde bir anlayış cihâd ufkunu daraltmak olur. Halbuki cihâdın yelpazesi şarktan garba kadar geniştir. Bazan bir kelime, bazan bir susma, bazan sâdece yüzünü ekşitme, bazan bir tebessüm, bazan o meclisten ayrılma, bazan da meclise sâdece dâhil olma, kısacası, yaptığı her işi Allah için yapma sevgi ve öfkeyi O'nun rızasına göre ayarlama, bütünüyle bu cihâdın şümûlüne girer. Böyle bir tabandan başlayarak hayâtın her sahasında, cemiyetin her kesiminde onu iyileştirme adına sürdürülen her türlü gayret de yine cihad cümlesindendir. Aile, yakın ve uzak akraba, komşu ve belde, derken dâire dâire bütün dünyaya uzanan bir hacmiyle yapılan ve yapılacak olan cihâd, cihâd-ı asgardır.
Bu cihâd bir mâ'nâda maddîdir. Mânevî cepheyi teşkil eden büyük cihâd (Cihâd-ı Ekber) O da insanın iç alemiyle, nefsiyle olan cihâdıdır ki, bunların ikisi birden îfâ edildiği zaman denge korunmuş olur. Aksine, bunlardan biri eksik olduğu zaman hakikattaki muvâzene bozulmuş olur.
Biz, herşeyi olduğu gibi, cihâdı da her iki şekliyle Allah Rasûlünden öğreniyoruz. Esasen bizler, henüz siyerin felsefesini yapabilmiş değiliz. O hakkı neşretmiş ve bunu yaparken de sistemli bir şekilde ve kıyâmete kadar tatbîki mümkün sağlam kâideler üzerine oturtarak o vazifeyi îfâ etmiştir. Eğer meselelere o felsefeyle yaklaşacak olursak, Efendimizin hayat-ı seniyyelerinde, gelişi güzel ve kendini zuhûrâtın akışına bırakmış tek bir hareket dahi göremeyiz. O bir plân ve proğram adamıydı. Belki bunları günümüzün insanının anladığı şekliyle yazıp çizip şematikleştirmiyordu; fakat hep, daha önceden hazırladığı bir çizgi, bir. sistem üzerjnde yürüyor gibiydi. Zaten bu da O'nun nübüvvetine delillerden biridir. Aynı zamanda Allah ahlâkıyla ahlâklanmış olmanın da en güzel örneğidir.
Allah Rasûlü risâletinin ilk devrelerinde namazlarını hep Kâbe'de kılıyordu. Bu sadece orada kılınan namazın faziletinden değildi. Belki, bu hareketiyle güttüğü nice gâyeler vardı. Belki de hak ve hakikatı en mâsûm şekil ve hüviyetiyle anlatmanın, o gün için tek çıkar yolu buydu.
Gençlere birşeyler anlatacaktı. Ne var ki, onların yanlarına gidip, onlara birşeyler anlatmak âdetâ mümkün değildi. Zira hepsinin gençlik hevesatından gelen taşkın hareketleri oluyordu. Eğer Allah Rasûlü onların arasına kanşacak olsaydı, birçok uygunsuz davranışlarla karşılaşabilirdi. Onun için gidip Kâbe'de Rabbi'yle olan irtibatını fiilen gösteriyordu. Gençlerde, O'nun bu davranışı merak uyandırıyordu. Gelip ne yaptığını soruyorlar; O da onlara davâsını anlatma fırsatı buluyordu. Bundan dolayı Allah Rasûlü, Kâbe'de namaz kılmayı tercih ediyordu.
Namaz kılarken çeşitli saldırılara uğradı. Halbuki evinin bir köşesinde namaz kılmış olsaydı bunlardan hiçbiri başına gelmezdi. Demek ki bütün sıkıntılara rağmen orada namaz kılmasının bir manâsı vardı. Kaç defa başına işkembe konulmuş, kaç defa saldırıya uğramış ve öldürülmek istenmişti...
Bir defasında Ebu, Cehil elinde büyük bir taşla Kâbe'ye gelmiş ve ne yapmak istediğini soranlara "Muhammed secdeye vardığında bu taşı başına vuracak ve onu öldüreceğim" demişti. Allah Rasûlü secdeye kapandığında Ebû Cehil elindeki taşı kaldırmış ve tam vurmak istediği anda elleri havada donup kalmıştı. Bir sıtmalı gibi titriyor ve gittikçe yüzü kireç rengini alıyordu. Etrafındakiler koşuşup ne olduğunu sordular: "Aramıza dehşetli bir canavar girdi ve neredeyse beni yutacaktı"dedi.
Başka bir seferinde Ukbe b. Ebî Muayt, Allah Rasûlü namaz kılarken gelmiş ve Resûlullah'ın sarığını boynuna dolayıp sıkmaya başlamıştı. Durumdan haberdar olan Hz. Ebû Bekir yıldırım gibi gelmiş ve bu câniyi Allah Rasulünün başından defetmiş ve şöyle demişdi: "Rabbim Allah'tır dediği için bir adamı öldürmek mi istiyorsunuz?" Esasen bu, târihî bir sözdür. Asırlarca önce, Hz. Musâ'nın başına üşüşenlere karşı, o devrin inanan bir mü'mini de aynı şeyleri söylemişti. Öyleki daha sonra Kur'ân-ı Kerîm bu şahsın sözünü âyet olma şerefine erdirmiştir. Hz. Ebu Bekir öyle güçlü kuvvetli bir insan değildi. Ancak îmânındaki kuvvet onu yenilmez bir insan haline getiriyordu.
Eğer husûsî himâye olmasaydı, Allah Rasûlü namazında ve secdesinde uğradığı bu saldırıların birinde şetıîd olabilirdi. Fakat Allah O'nu korumayı kendi teminatı altına almıştı. Şu kadar var ki, İki Cihan Serveri Kâbe'de namaz kılmak için ölümü göze alıyor ve öyle namaz kılıyordu. Demek ki böyle hareket etmesinde hayâtî bir önem vardı ki adına ant içilen bir hayat, âdetâ o uğurda istihkâr ediliyordu.
Hz. Ebu Bekir evinin önünde yaptırdığı cumbasında yüksek sesle Kuı'ân okuyor ve onun sesini duyanlar etrafına toplanıp dinliyorlardı. Zamanla dinleyenlerin sayısı o kadar arttı ki, Mekke müşrikleri bu durumdan ciddî rahatsızlık duymaya başladılar. O da hertürlü taarruzu göze alarak bu haraketini devam ettirdi. Hatta Hz. Ebu Bekir'i himayesine aldığını ilân eden ve bir insan olarak takdir eden İbn Düğünne, himayesinin devamı için Kuı'ân okumadan vaz geçmesini teklif etti.. edince de Hz. Ebu Bekir hayatını ortaya atarak her şeye rağmen Kur'ân okumaktan vazgeçmeyeceğini söyledi ve mücâdelesine, devam etti. Söz, fiil ve davranışlarla cihâd mümkün olduğu sürece, cihâddan uzak kalmamak onların yegâne prensibiydi. Çünkü biliyor ve inanıyordu ki, ferdin ve cemiyetin hayâtiyeti, ancak cihâdla mümkündür ve cihâdı terkedenler çürüyüp kokuşmaya mahkümdur. Aynı zamanda Allah'ın himâyesine girme de ancak O'nun dinine omuz vermekle mümkün olacaktır. "Siz Allah'ın dinine yardım ederseniz Allah da size yardım eder" manâsına gelen âyet veya âyetler bu hakikatı ifâde etmektedir (MuhammedSûresi, 7).
Evet, siz Allah'ın dinine omuz verirseniz, Allah da size elini uzatır, size yardımcı ve destekci olur; sizi katiyyen kaydırmaz ve sizi zâyi etmez. Eğer hayatınızda kaymaktan emîn olmak istiyorsanız, mücâdele ve mücâhedede bulunmayı hayâtınıza gâye edinin. Yemeniz-içmeniz, yatıp-kalkmanız ve bütün hareketleriniz, hep bu gâyeye hizmet için olsun. Tâki cihâdın en küçüğünü olsun yapmış olasınız.
Yine hayâlen Mekke'ye dönüyor ve Efendimiz (s.a.v)'in hareket tarzını takip ediyoruz:
Şartlar iyice ağırlaşmıştı. Bazı müslümanların dayanacak tâkatleri kalmadığından onlara hicret izni verilmişti. Demek ki, bu durumda olanların cihâdı hicretti. Zaten bir süre sonra hicret, cihâdın kendisi olacak ve biât etırrıek isteyen herkese, ilk şart olarak hicret etmesi söylenecekti.
Habeşistan'a yapılan iki hicretten sonra müslümanlar, bütünüyle ve en son olarak Medîne'ye hicret ettiler. Medîne devrinde ise cihâd başka bir seyir takip etmeye başladı. Artık, İslâm Site Devleti'nin temelleri atılmıştı ve şimdi bu şartlara göre bir cihâd lâzımdı. Keyfiyette bir değişiklik yoktu; bütün mes'ele kemmî durumu şartlara uygun olarak ayarlamaktaydı. Yeri gelince hız, yeri gelince yavaşlama, bazan gaza, bazan da firene basma ve manevra kabiIiyetini dâima zinde tutma... bunlar işin stratejik yönleriydi... ve devrin, hâdiselerin durumund göre değişiklik arzetmesi de gayet normaldi...
Cihâda izin verileceği âna kadar müslümanlar fiilî bir müdâhalede bulunamıyorlardı. Bu bir bakıma, pasif direniş dönemiydi. Saldıran hep küfür cephesi oluyordu. Müslümanlar dâima mazlûm ve mağdûr ediliyor; fakat, maddî cihâda izin verilmediği için mukâbele düşünülmüyordu. Hicretten sonra da bir müddet daha böyle geçti. Nihayet cihâda izinveren âyet nâzil oldu. Âyet şöyle diyordu:
"Kendileriyle savaşılanlara (mü'minler) zulme uğramış olmaları sebebiyle (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak surette kâdirdir. Onlar, başka değil, sırf "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile def'etmeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan, manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah güçlüdür, Azızdir "(Hac Sûresi, 39-40).
Dün kendilerine, kılıç kullanmıyacaksınız denen insanlar, bugün kılıç kullanma izni alınca şahlandılar ve bu izni kullanacak zemini sabırsızlıkla beklemeye başladılar.
Bir müddet sonra ise, bu bir izin olmadan çıktı ve emir ol'du. Artık mü'minler kılıçlarıyla cihâd etmeye mecburdular. Bedir'e giderken müslümanlar,âdetâ Cennetten dâvetiye almış gibi sevinç ve sürûr içinde gidiyorlardı. Sanki biraz sonra canları tehlikeye girecek onlar değildi. Bu uğurda ölmeyi hepsi de canına minnet biliyordu. Cihâda çağırılan hiç kimse bu dâvete icâbetten geri kalmadı. Sadece münafıklardır ki ordu bozanlık ediyorlardı.. ve her zamanda öyle yaptılar. Cepheden ayrılıp gittiler.. Efendimizi mevzide terkettiler.. ve bazan da hiç iştirak etmediler. Onlar, içte saffete erememiş, gönül dünyasında nifâkı yenememiş, arkadaşları kavga verirken bir kenara çekilip şahsî hazlarını yaşamış bir grup sefîl ruh ve bir kısım nefsin zebûnu kimselerdi ki, karekterlerinin gereğini yerine getiriyorlardı...
Allah Rasûlü'ne yürekten inanmış insanlara gelince, onlardan mevziini terkeden tek bir insan bile gösterilemez. Diğer bir tabirle, cihâd yolunda vâsıl-ı ilallah olmuş ve Allah'a ulaşmış olanlardan hiçbiri geriye dönmemişti. Geriye dönenler yoldaki şaşkınlar, hakikatı idrak edememiş ve rûhunda hakikatla bütünleşmemiş zavallılardı.
Vâkıa onlar da insandı; her insan ölümü kerih ve çirkin görebilir. Kur'ân-ı Kerîm de insandaki bu duyguyu görmezlikten gelmemiş ve inananlara şöyle hitap etmiştir:"Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, halbuki siz bilmezsiniz " (Bakara, 216).
İnsan tabiatının böyle oImasına rağmen mü'minler, kayıtsız şartsız Allah Rasûlü'ne boyun eğdi ve teslîm oldular. Onlardaki bu bağlılık Cenâb-ı Hakk'ın onlara ard arda lütuflarda bulunmasına sebep oldu... Ve zaferler birbirini takip etti.
Böylece her geçen gün mü'minlerin gücü artıyor ve kazandıkları zaferler en kısa zamanda civar kabileler arasında da duyuluyordu. Mü'minlerin her zaferi onları sevindirirken kâfirleri de mahzûn ve mükedder ediyordu. (Günümüzde de bu durum değişmiş değildir.)
Cihâd, birbirine bağlı zincirin halkaları gibi devam ediyor. Mü'min daima dirliğini ve diriliğini cihâdda buluyor. Cihadı bıraktığı an da öleceğini biliyor. Evet, mü'min ağaç gibidir; meyve verdiği sürece canlılığını korur; meyve vermediği zaman da kurur gider.
Ne kadar, bedbîn ve karamsar insanlar varsa hepsini tedkîk edin, hep karşınıza, cihâdı terketmiş insanlar çıkacaktır. Bunlar Hak ve hakikatı başkaIarına anlatmadıkları için, Allah içlerindeki füyûzâtı çekip almış ve dolayısıyla da kapkaranlık kalmışlardır. Halbuki ne kadar cihâd eden varsa, aşku şevk içindedirler, içleri apaydındır ve biri, bin yapma gayreti peşindedirler. Her cihâd onlarda yeni bir cihâd düşüncesi uyarır ve böylece sâlih bir dâire teşekkül eder. Her hayır başka ve yeni bir hayra vesîle olur. Onlar da hayırlar içinde yüzer giderler.. "Amma bizim uğrumuzda cihâd edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah, iyi davrananlarla beraberdir. " (Ankebût, 69) âyeti bize bu hakikatı anlatmaktadır.
Allah'a çeşitli yollar vardır ve Allah'a giden yolların sayısı mahlûkatın nefesleri adedincedir. Allah için cihâd edenleri O, bu yollardan birine mutlak surette hidâyet eder. Ne kadar hayır yolu varsa onların önüne çıkarır ne kadar şer yol varsa öyle yollardan onları korur.
Allah'ın yolu Sırât-ı Müstakîmdir. O yolu bulan bir insan her şeyde orta yolu tutar gider. Gazap da, akılda, şehvette orta yolu tuttuğu gibi, cihâdda ve ibâdetlerde de hep orta yolu takib eder. Bu, Allah'ın insanı kendi yoluna hidayet etmesi demektir..
Fedakârlık derecesi ne olursa olsun dışa karşı veriIen bu kavga bütünüyle Cihâd-ı asgara dâhildir. Ancak bunun küçük cihâd olması büyük cihâda nisbetledir; yoksa cihâdın küçük hiçbir tarafı yoktur ve kazandırdığı netice ise pek büyüktür. Nasıl olmasın ki, bu yolda gazi olup Cennete namzet olma, şehîd olup berzah hayatını dipdiri geçirme ve her ikisinin sonunda da Allah'ın rızasına erme söz konusudur. Evet böyle bir neticeyi sonuç veren cihâd nasıl küçük olabilir ki..?
Cihâd-ı asgar, dinin emirlerini fiîlen yerine getirme ve o mevzûda kendinden bekleneni edâ etmektir. Cihâd-ı Ekber ise, onu ihlâslı ve şuurlu olarak yapma ve dâima kendi kendiyle kavga içinde bulunmadır. Kin, nefret, hased, enâniyet, gurur, kendini beğenme, fâhir, nefs-i emmâre gibi varlığında ne kadar yıkıcı ve tahrip edici his ve duygu varsa bütününe birden cihâd ilan etme, hakikaten zor ve çetin bir cihâddır ki, buna en büyük cihâd denilmiştir.
İnsan, küçük ve maddî cihâdda bulunduğu zaman çok kere kendini düşünmeye vakit bulamaz. Bu bir tehlikedir. Bir ikinci tehlike de, insan bu küçük cihadı terk ettiği zaman baş gösterir ki o da pörsüyüp çürümedir. Bu duruma marûz kalan bir insan ise, bütün kötü düşünceler tarafından dört bir yanı sarılacak ve ma'nevî hayatı felce uğrayacaktır. Bu bakımdan maddî cihâd yapmadan insanın kendini koruyup kollayabilmesi cidden zordur. İşte zorlardan zor bu duruma işaret için Efendimiz, gazâdân dönerken büyük cihâda dönüldüğünü söylemiştir. Bunun manâsı şudur: İmân ettik. Cihâd da yaptık. Gazâ şerefiyle şereflendik. Belki biraz da ganimet aldık. Bundan böyle üzerimize bir rahat ve rehavetin çökme ihtimali vardır. Belki bazılarının içine kendini beğenmişlik gelecektir. Belki de nefs-i emmâre başka yollardan rûha girip onu ifsâd edecektir. Demek ki, bizi bir sürü tehlike beklemektedir. Onun için bundan sonra verilecek kavga bir öncekinden daha çetin ve daha büyük olacaktır.
Bu sözün muhatabı sahâbîden ziyâde, onlardan sonra gelenler ve bizleriz. Onun için bu ölçüye çok iyi dikkat etmemiz gerekmektedir. Eğer bir insan cihâdı bütünüyle dışa karşı yapılan davranışlara bağlıyor ve bir iç murâkebesinden uzak bulunuyorsa, o tehlike mıntıkasına girmiş sayılır.
Asr-ı saâdetin insanı, harp meydanlarında kavga veı-irken arslanlar gibi dövüşür, gece olunca da hepsi birer derviş kesilir ve sabahlara kadar ibâdet ve zikirle Cenâb-ı Hakk'a kullukta bulunurlardı. Sanki onlar gündüzleri, gözleri hiçbirşey görmeyen o cengâverler değil de bir köşede inzivaya çekilmiş zâhidlerdi. İş böyle olunca, maddî cihâd herşey sayıp cihâd-ı ekberi görmemezlikten gelmek veya cihâd-ı ekber diye diye dinin en önemli bir müeyyidesini yıkıp onu ruhbanlığa çevirmek onun rûhuna hiyânetten başka birşey değildir. İşte önümüzde Allah Rasûlü'nün bütün bir hayatı ve işte teker teker bütün sahâbî..!
Bir muhârebe gecesinde iki sahâbî nöbet bekliyor. Gündüz akşama kadar kılıç sallamış bu insanlar, gece de sabaha kadar nöbet tutacak ve düşmanın muhtemel saldırısını orduya haber vereceklerdi. Biri diğerine: "Sen istirahat et biraz ben bekleyeyim, sonra da seni kaldırırım'; der. İstirahata çekilen çekilir, diğeri namaza durur. Bir ara düşman işi anlar ve ayakta namaz kılmakta olan bu sahabiyi ok yağmuruna tutar. Vücudu kan revan içinde kalmıştır; ancak, o namazını bitirinceye kadar dayanır. Namazdan sonra yanındakini kaldırır. Arkadaşı onun durumunu görünce hayretten dona kalır. "Niçin, der birinci ok isabet ettiğinde haber vermedin?" Cevap verir: "Namaz kılıyor ve Kehf sûresini okuyordum. Duyduğum o derin zevki bozmak, bulandırmak istemedim.."
Huzur onu böyle çepeçevre kuşatıyordu. Sanki o, namazda, Kur'ân okurken bizzat Kur'ân ona nâzil oluyor ve sanki Cibril onun rûhuna Kur'ân solukluyor gibi okuyor ve o böyle bir vecd içinde iken bağrına saplanan oktan acı dahi duymuyordu. İşte büyük ve küçük cihâdı kendinde toplayan insanların durumu ve işte cihâd adına hakikatın gerçek yüzü...
Efendimizde, her iki cihâdı da en uç ve ufuk noktada bütünleşmiş olarak görüyoruz.
O, harp meydanlarında bir cesaret âbidesi olurdu. Hatta Hz. Ali gibi şecaat örneği kahramanların itirafıyIa, haıp meydanında endişe ve korkuya kapılan bütün sahâbî O'nun arkasına saklanır ve kendilerini emniyete alırlardı. Meselâ, Huneyn'de öyle bir kükremişti ki, atının dizginlerini iki kişi tutmakta zorlanıyor, O ise durmadan düşman saflarına doğru atını mahmuzluyordu. Bir taraftan da en gür sâdâsıyle haykırıyordu "Ben Peygamberim bunda yalan yok. Ben Abdülmuttalib'in torunuyum bunda yalan yok!"
Bu şecaat ve kahramanlık âbidesi İnsan, ibadetlerinde de aynı şekilde, âdetâ bir kulluk âbidesi haline geliyordu. Namaz kılarken, kaynayan bir tencere gibi ses çıkârırdı; ağlayıp göz yaşı dökdüğü zaman O'nu görüp dinleyenleri rikkata sevkederdi. Bazen günlerce oruç tutar "savm-ı visâl" yapardı. Bazen sabaha kadar namaz kılar ve ayakları şişerdi. Hatta Hz. Âişe vâlidemiz,bu tehâlükü çok görerek, gelmiş geçmiş günahları affolan Sen, niçin bu kadar kendini yoruyorsun? diye sormuş, O da: "Allah'a şükreden bir kul olmayayım mı?" cevabını vermişti.
Bir insan düşünün ki mağarada yılan ve çiyanlara aldırış etmeden saklanıyor, tam o esnada müşrikler mağaranın kapısına kadar geliyorIar ve Hz. Ebu Bekir O'nun namına telaşlanıyor; fakat O, hiç aldırış etmeden, "Korkma Allah bizimledir" diyebiliyor ve aynı şahıs Kur'ân dinlerken öyle rikkate geliyor öyle göz yaşı döküyor ki, nefesi kesilecek gibi oluyordu. Meselâ, İbni Mesûd'a "Bana Kur'an oku" demişti. O ise, edep içinde "Ya Rasûlallah, Kur'ân Sana nâzil olurken ben Sana Kur'ân mı okuyacağım?" diyor. Ancak, Allah Rasûlü ısrar ediyor ve "Ben başkasından Kur'ân dinlemeyi severim" buyuruyor. Bunun üzerine İbni Mesûd, Nisâ Sûresi'nin başından okumaya başlıyor. "Her ümmetten bir şâhid getirdiğimiz ve seni de hepsine şâhid kıldığımız o gün nasıl olacak" (Nisâ Sûresi, 41) meâlindeki âyete gelince, Allah Rasûlü artık dayanamaz hale geliyor ve eliyle yeter, yeter, diyor. Gerisini İbni Mesûd'dan dinleyelim: Sustum. Döndüm baktım Allah Rasûlü ağlıyor ve göz yaşları da çağlıyordu. O bir kalb ve gönül insanıydı. Maddî cihâdda da manevî cihâdda da... O idi ki ümmetini istiğfara teşvik ediyor ve "Ben her gün yetmişten fazla istiğfar ediyorum" diyordu.
Büyük cihâdda muvaffak olan bir insanın ekseriyet itibariyle, küçük cihâdı da kazanması muhakkak ve mukadderdir. Fakat, büyük cihâdda kaybeden insanın küçük cihâdda kazandığı hiç görülmemiştir. Öyleleri, iş ve hizmeti bir kerteye kadar götürseler bile neticeye varmaları mümkün değildir.
Hz. Âişe vâlidemiz anlatıyor: "Allah Rasûlü bir gece bana hitaben! "Ya Âişe, dedi, müsâade eder misin bu gece Rabbimle beraber olayım." (O Rabbiyle beraber olmak için bile hanımından müsaade isteyecek kadar incelerden ince bir insandı. Asâlet O'nun damarlarına işlemişti.)" Ben, Yâ Rasulullah, dedim, seninle olmayı isterim; fakat senin istediğini dahi çok isterim."
Sonra, anamız diyor: "Allah Rasûlü abdest aldı namaza durdu ve uzun süre "İnne fî halkissemâvâtf ve'l-erdı" âyetini okudu ve sabaha kadar göz yaşı döktü."
Bazan da Allah Rasûlû, hanımını uyandırmamak için, hiç sormadan kalkar ve ibadet ederdi. Yine Hz. Âişe vâlidemiz anlatıyor: Bir gece uyandığımda Allah Rasûlü'nü yanımda bulamadım. Hemen kıskançlık damarım kabardı; acaba diğer hanımlarından birinin yanına mı gitti, diye düşündüm,. Yerimden doğrulurken elim, karanlıkta Allah Rasûlu nün ayaklarına ilişdi. Baktım ki Allah Rasûlü secdeye kapanmış bir şeyler okuyor. Okuduğu duaya kulak verdim, şunları söylüyordu: (Meâlen) "Allah'ım senin gadabından, öfkenden senin rızana sığınıyorum. Ukubetinden bağışlamana sığınıyorum. Allah'ım Senden yine Sana sığınıyorum. (Kahrından lütfuna; celâlinden cemâline; ceberûtiyetinden Rahmâniyet ve Rahîmiyetine sığınıyorum.) Sen Seni sena etiğin gibisin. (Ben Seni sena edemem. Senin en büyük şâhidin yine Sensin.)" '
İşte Allah Rasûlü ve işte onun iç derinliği, büyük cihâdı! O böyle olunca, ashâbı daha başka türlü ölabilir miydi? Öbür tarafta O'nunla beraber olabilmek için, burada O'na benze'mek gerekir. Sahâbî, tam anlamıyla bunun şuurundadır. Hatta onlardan bazıları, Sevbân gibi, Allah RasûlüncTen ayrı kalma düşüncesi akıllarına geldiği an, iştahtan-kesilir ve ciddî rahatsız oluriardı.
Efendimiz bir cihâda çıkmış, Sevbân ise O'nunla bulunamamıştı. Allah Rasûlü döndüğünde herkes kendisini ziyaret ediyordu. Bunlar arasında Sevbân da vardı. Sararmış, solmuş ve âdetâ bir iğne bir iplik kâlmıştı. Şefkat Peygamberi sordu: "Sevbân bu halin ne?" Cevap verdi: "Ya Râsûlallah! Beynimi kemiren bir düşünce varki, işte o beni bu hallere soktu. Kendi kendime düşündüm. Ben Allah Rasûlünden üç. günlük ayrı kalmaya dahi tahammül edemiyorum. Ebedî bir âlemde bu ayrılığa nasıl güç yetirebilirim? Çünkü O, Allah'ın Rasûlüdür. Makamı muallâdır. Gireceği cennet de ona göre olacaktır. Halbuki ben sıradan bir insanım. Cennet'e girmiş dahi olsam, Allah Rasûlü'nün gireceği Cennet'e girebilmem mümkün değil. Ve O'ndan ebedî ayrı kalacağım. Bunu düşündüm ve bu hallere düştüm."
Allah Rasûlü bu dertli insanın derdine derman olarak şu ölümsüz ifâdesiyle karşılık verdi: "Kişi sevdiğiyle beraberdir." Kişiyi sevmek ona benzemek ve onun hayatını kendine hayat edinmekle olacaktır. İşte sahâbî bu mevzûda herkesten daha hassastır.
Hz. Ömer bütün hayatı boyunca Allah Rasûlüne, akrabalık yönünden kurbiyet kazanmanın iştiyâkı içinde yandı durdu. Hz. Fâtıma'yla bunu yapmak istedi; fakat o Hz. Ali'ye nasib oldu. Başka çare kalmayınca, Hz. Ali'nin kızı Ümmü Gülsüm'ü aldı. Bütün derdi herhangi bir bağla Allah Rasûlü'nün akrabaları arasına girmekti. Yoksa isteseydi, Bizans İmparatorunun kızını, hem de isteme zahmetine katlanmadan alacak durumdaydı. Ama O'nun derdi evlenmek değil, Allah Rasûlü ile bir bağ kurmaktı. Çünkü O, bütün soyunsopun, hasebin-nesebin hiçbir işe yaramıyacağı birgün, işe yarıyan bir nisbet, bir haseb ve neseb peşindeydi.. Kızı Hafsa'yı Allah Rasûlüne vermek istemesinde yine aynı dert ve iştiyak bahis mevzûu idi.
Allah Rasûlüne olan ma'nevî bağı zaten çok kuvvetliydi. Kimbilir kaç defa, İki Cihan Güneşi onu elinden tutmuş, "Burada da âhirette de hep böyle olacağız" demişti. Ancak O, bir de maddî bağını tahkim etmek istiyordu. İşte bu düşünceyle kendi kızını Allah Rasûlüne vermiş ve Allah Rasûlünün de kız torununu almıştı. Hatta böyle bir münâsebette muvaffakiyet, o koca Ömer'i çocuklar gibi sevindirmişti...
Birgün kızı Hafsa vâlidemiz kendisine, "Babacığım, dıştan gelen devlet elçileri oluyor. Ve dâima yeni yeni heyetler kabul ediyor, görüşüyorsun. Üzerindeki elbiseyi yenilesen daha iyi olmaz mı?" diyor.
Hz. Ömer kızından bu sözleri duyunca beyninden vurulmuşa dönüyor. Allah Rasûlü'nü ve Hz.Ebu Bekr'i kasdederek, "Ben bu iki dosttan nasıl ayrı kalabilirim. VaIIahi dünyada onlar gibi yaşamalıyim ki, âhirette onlarla beraber olabileyim" cevabını veriyor.
Biz buna, büyük cihâd veya manevî cihâd diyoruz. Allah Rasulünün ve sahâbînin yolu budur. Onlar Cenâb-ı Hakk'la sıkı bir irtibat içinde hayat sürdürdüler. Onların zikir ve ibâdetleri o kadar çoktu ki, onları görenler ibâdetten başka hiçbirşey yapmıyarlar zannederlerdi. Halbuki durum tamamen aksineydi ve onlar hayatı bir bütün olarak yaşıyorlardı...
Onlar âdeta ihlâsın özü ve hülâsası haline gelmişlerdi. Yaptıkları her işi Allah'rızası ölçüsünde yapıyorlardı. Onların her işlerinde bir iç derinliği ve iç murâkabesi vardı. İşte yine, karşımızda bir ihlâs âbidesi olan Ömer: Hutbe esnasında bir ara, hiç münâsebet yokken mevzûu değiştirir: "Ya Ömer, der, daha dün baban. Hattab'ın develerini güden bir çobandın Hutbeden iner. Sorarlar: Durup dururken bunu söylemeye sevkeden neydi? Cevap verir: Aklıma halife olduğum geldi..."Başka bir gün, sırtında bir çuval dolaşıyordu. Niçin böyle dolaştığını soranlara, cevabı yine aynı oluyordu: "İçimde bir gurur hissettim ve onu öldüreyim dedim.. "
Ömer b. Abdülaziz, bir dostuna mektup yazar. Mektup çok edebî yazılmıştır. Kalkar, mektubu yırtar. Sebebini soranlara: "İçimde bir gurur hissettim, onun için mektubu yırttım" der.
Rûhen olgunluğa ermiş, rûhuyla bütünleşmiş, pâklaşmış bu temiz kimselerin cihâdı Allah rızası için olacağından semereli olur. Halbuki kendi iç mes'elelerini halledememiş, riyâdan, ucubtan, gurur ve kibirden kendini kurtaramamış, sağda solda çalım satmak için iş gören insanların cihâd adına yaptıkları şeyler ise büyük ölçüde yıkım olacaktır. Böylelerin, bir devrede belli bir seviyeye kadar ulaşmaları mümkündür; ancak neticeye varmaları, üzerine basa basa ifâde ediyorum, mümkün değildir.
Büyük ve küçük cihâdı bir arada mütâlâa eden âyet ve hadîsler vardır. Bunlardan biri de "En-Nasr" sûresidir. Bu kısa sûrede meâlen şöyle denmektedir: "Allah'ın yardımı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allah'ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit, Rabbine hamdederek O'nu tesbih eyle ve O'ndan mağfiret dile, çünkü o tevbeleri fazlaca kabul edendir."
Allah'ın yardımı ve fethi geldiği zaman mü'minler fevc fevc, bölük bölük İslâm'a girecek ve dehâlet edecekler. 'Öylede oldu. Maddî cihad, "cihâd-ı asgar"emr-i bi'l-ma'rûf nehy-i ani'l-münker, Hakk'ın anlatılması sayesinde engeller bertaraf edildi ve insanlar İslâm dinine girmeye başladılar.
Bu duruma gelindiğinde, Cenab-ı Hakk'ın emri şu oluyor: "Rabbini tesbîh ve takdîs et'.' Çünkü bütün bu olanlar bir taraftan Rabb'inin sana bir ihsanıdır, diğer taraftan da bütün bunlan yapan ve yaratan Allah'tır. İşte bunları düşün ve Rabb'ini tesbîh ve takdîs et!
Debdebe ve ihtişam içinde kazanılan bu muzafferiyetlerin yanında insan kendi iç dünyasında nefsine karşı da bir zafer kazanmalı ki, cihâd tamamlanmış ve cihâd hakikatı bütünleşmiş olsun. Bu çizgide Hz. Âişe vâlidemiz bize şunu naklediyor: Bu sûre nâzil olduktan sonra Allah Rasûlü durmadan "Sübhâneke Allahümme innî estağfirüke ve etûbu ileyke" duâsını okurdu.
Efendimiz (sav) bir hadislerinde yine bu iki cihâdı bir arada zikreder: "İki göz vardır ki Cehennern ateşi görmez: Harp meydanları ve cephelerde nöbet tutan askerin gözü ve bir de Allah korkusundan ağlayan göz."
Sınır boylarında veya harp meydanlarında, en tehlikeli anlarda nöbet tutarak uykuyu terkeden insanın cihâdı maddî cihaddır. Bu cihâdı yapan insanın gözü cehennem ateşine maruz kalmayacaktır. Bir de ma'nevî ve büyük cihadı yerine getiren göz vardır ki, o da Allah korkusundan ağlayan gözdür. Evet,bu iki göz de Cehennemi ve O'nun azabını görmeyecektir.
Memeden çıkan sütün tekrar geriye dönmesi nasıl muhal ise, Allah korkusundan ağlayan gözün Cehenneme girmesi o derece muhaldir. Allah yolunda üstü başı toz toprak içinde kalan bir insanın durumu da bundan farklı değildir. Çünkü Allah Rasûlü, bu toz ve toprağın cehennem ateşiyle asla bir araya gelmeyeceği mevzûunda bir çok beyânda bulunmuşlardır.
Allah korkusuyla ürperip ağlayan göz; düşmanın geleceği yerleri gözetleyen, nöbet bekleyen, râbıta yapan, memleketin başına gelecek felâketler karşısında göğsünü siper eden, müesseseler kuran, yaşatma zevkiyle yaşama hazzından uzak kalan insanların gözleri cehennem ateşi görmeyecektir.
Bu itibarladır ki, sadece mes'eleyi, sağda-solda diyalektik yapıp, millete birşey anlatma şeklinde cihâd yapıyorum zannedenler, anlattıklarını ne ölçüde tatbîk ettiklerini kontrol etmeyenler, sadece vakit öldürüyor ve bir de kendilerini aldatıyorlar, demektir. İçlerini zabt u rabt altına alamamış, riyânın burnunu kıramamış, fahrı ayaklar altına alıp ezememiş, başkalarına iş buyurmayı ve gösteriş yapmayı omuzlarından silkip atamamış insanların yaptığı dış müdâhaleler huzursuzluk kaynağı ve gürültüden başka hiçbir yararı olmaya caktıı: Mes'eleyi yalnız manevî cihâd şeklinde ele alan ve kendi kavgamı vermeden başkalarıyla uğraşmam doğru olmaz deyip, bir köşeye çekilenler, çekilip nefsine derece kazandırmayı herşeyin üstünde görenler ve dışa karşı verilen kavgaya iştirak etmeyenler, bunlar da en hafif ifâdeyle İslâm'ı yogileştirme gayretine düşmüşler, demektir. Bunlann bazılarında da şöyle bir düşünce hâkimdir: Koyunu kendi ayağından, keçiyi de yine kendi ayağından asarlar. Nefsini kurtaramayan başkasını da kurtaramaz. Öyleyse insan önce kendini kurtarmaya bakmalı...
Evvelâ böyle düşünen kimseler bakmalıdırlar ki bir insan, kendini kurtardığını zannettiği gün girdapların en içinden çıkılmazına kendini kapdırmış sayılır. Aslında, kim kendini kurtardığını söyleyebilirki? Kur'ân "Yakîn sana gelinceye kadar Rabbine kulluk et" (Hicr Sûresi, 15/99) demektedir. Yani perde açılıp sana öbür âlemden artık buyur, deninceye kadar, kulluk manâsına dâhil hiçbir fülden uzak kalamazsın. İnsan ömrünün son nefesini verinceye kadar kullukla mükelleftir.
Durum böyle olunca, insanın kendini kurtardığını söylemesi nasıl müinkün olabilirki..! Halbuki onun mükellefiyetleri devam etmektedir. Öyleyse insanın nefsiyle cedelleşmesi.. içindeki fenâ huylarla yaka paça olması ve kendini islâha çalışması hayatının sonuna kadar devam edecektir.
Biz havf ve korku ağırlıklı bir hayat yaşamak mecburiyetindeyiz. Neticeden emîn olma hiçbir mü'mine yakrşmaz. Ümitsizlik de aynı şekilde mü'min sıfatı olamaz. Ancak havf tarafı ağır basmalıdır. Hz. Ömer gibi bir insan bile son anlarını yaşarken endişe içindeydi. Ancak İbn-i Abbas'ın şehâdeti kabul etmesi ve âhirette senin iyi bir insan olduğuna ben şâhidim, demesi bir ma'nâda,onu bu endişeden kurtarıyordu. Nasıl olmasın ki "Rabbinin azametinden korkana Cenâb-ı Hakk iki Cennet vadetmektedir." (Rahman, 46) diyordu...
Durum böyle olunca, ömür boyu cehd ve gayret isteyen bir mes'eleyi, cihâda mâni bir engel gibi değerlendirme ne derece yanlıştır ve bu iyice düşünülmesi gereken bir husustur.
Netice olarak, mevzûu şöyle hülâsa etmek mümkündür:
Küçük ve büyük cihâd, teker teker ele alındığında, birisinde sadece lafazanlık, diyalektik ve anarşi, diğerinde ise, mistiklik, miskinlik, tembellik ve uyuşukluk vardır. Hakiki cihâd ise her ikisini birleştirmekle olur ki, Allah Rasulünün ve sahâbenin cihâd anlayışı da budur.
İslâm'ın yetiştirdiği büyük ve hakiki mürşidlerde de hep böyle bir cihâd şuuru görmekteyiz. Onlardan hiç biri, cihâdı tek yönlü ele almamışlardır. Demir parmaklıklar arkasında bile hakkı neşretme gayretinden bir an uzaklaşmamış ve gecelerini de gündüzleri kadar aydınlık geçirmişlerdir. Rableriyle olan münasebetlerini de asla gevşetmemiş,hizmetlerinin çapı ne derece geniş olursa olsun kalb dâiresini ihmâle uğratmamışIardır. Bu sâyede duydukları her şey,onlarda yeni bir imân peteğinin oluşmasına vesîle olmuş; böylece ihsân şuuruyla yaşamış; kendilerini her an Cenâb-ı Hakk'ın murâkabesinde hissetmiş ve bu amelleriyle Rabb'lerine o derece kurbiyet ve yakınlık kazanmışIardır ki, Rabb, onların gören gözü ve tutan eli olmuş ve böylece birleri bereketlenip binlere ulaşmıştır.
Günümüzün insanı. Cenâb-ı Hakk'ı hoşnûd edecek bir cihad yapmak isfiyorsa -ki öyle yapması lazımdır- başkalanna hak ve hakikatı anlatmanın, neşretmenin yanıbaşında, kendisini ve arzularını da kontrol altına atıp, ciddi bir iç murakabesine geçmelidir. Yoksa, kendi kendini aldatma ihtimâli, çok kuvvetlidir ve yaptığı şeylerin de ne kendine ne de başkalarına yararı olmayacaktır.
Cihâd eri, Allah'ı herşeye tercih edecek şekilde, ihlâslı, samimi, yürekten ve gönül insanı olmalıdır. O zaman verilen mücâdele faydalı olacaktır. O, başkalarına karşı felsefe yapıp onların kafalarına faydalı faydasız bir sürü mâlûmat yığını aktarma yerine; kalb ve kafalara, mümkün olduğunca, samimiyet, hüsnüniyet, içtenIik ve gönül adamı olma şuurunu yerleştirrneye çalışmalıdır.
Cihâd, bir iç ve dış fetih dengesidir. Onda hem erme hem de erdirme söz konusudur. İnsanın özüne ermesi, bu,büyük cihaddır. Başkalarını erdirmesi bu da küçük cihaddır. Bunun biri diğerinden ayrıldığı sürece, cihad, cihâd oImaktan çıkar. Birinden miskinlik diğerinden anarşi doğar. Halbuki biz Muhammedî bir ruhun doğmasını bekliyoruz. Bu da her mes'elede olduğu gibi bu mes'elede de, Allah Rasulüne ittiba ve uymakla mümkün olacaktır.
Ne mutlu onlara ki, kendi kurtuluşları kadar başkalarının kurtuluşları için de yol ararlar. Ve yine ne mutlu onlara ki, başkalarını kurtaralım derken, kendilerini unutmazlar!.
MEDİNE VEB
XXXXXXXXXXX
CİHAD
الجهاد
Nefisle mücadele, İslâm’ı tebliğ ve düşmanla savaşma anlamında kullanılan terim.
Arapça’da “güç ve gayret sarfetmek, bir işi başarmak için elinden gelen bütün imkânları kullanmak” mânasındaki cehd kökünden türeyen cihad, İslâmî literatürde “dinî emirleri öğrenip ona göre yaşamak ve başkalarına öğretmek, iyiliği emredip kötülükten sakındırmaya çalışmak, İslâm’ı tebliğ, nefse ve dış düşmanlara karşı mücadele vermek” şeklindeki genel ve kapsamlı anlamı yanında fıkıh terimi olarak daha çok müslüman olmayanlarla savaş, tasavvufta ise nefs-i emmâreyi yenme çabası için kullanılmıştır (bk. MÜCAHEDE).
Cihad Kur’ân-ı Kerîm’de isim olarak dört, bundan türeyen fiil şeklinde yirmi dört yerde geçmektedir; “cihad eden” anlamındaki mücahid ise iki âyette zikredilmiştir (bk. M. F. Abdülbâkī, MuǾcem, “chd” md.). Bu âyetlerin bir kısmında (meselâ bk. et-Tevbe 9/41, 44, 81, 86) cihad kelimesinden doğrudan savaşın kastedildiği anlaşılmakta, bir kısmında da cihad “Allah’ın rızâsına uygun bir şekilde yaşama çabası” şeklinde özetlenebilecek olan genel anlamıyla geçmektedir. Cihadla ilgili birçok hadis mevcut olup (bk. Wensinck, MuǾcem, “chd” md.) bunlar bazı
.müstakil eserlere konu olduğu gibi hadis mecmualarında da “kitâbü’l-cihâd” veya “fezâilü’l-cihâd” başlıkları altında toplanmıştır. Genel anlamda cihaddan ve faziletinden bahseden hadisler yanında kime karşı ve nasıl cihad yapılacağına dair çeşitli hadisler de vardır. “Mücahid nefsiyle cihad edendir” (Tirmizî, “Feżâǿilü’l-cihâd”, 2); “Mümin kılıcı ve diliyle cihad eder” (Müsned, III, 456); “Müşriklere karşı mallarınız, nefisleriniz ve dillerinizle cihad edin” (Müsned, III, 124; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 17); “Cihadın en faziletlisi zalim sultanın yanında hakkı söylemektir” (Ebû Dâvûd, “Melâhim”, 17; Tirmizî, “Fiten”, 13) meâlindeki hadislerle Hz. Peygamber’in, ümmetin içinde yapmayacakları şeyleri söyleyen ve emrolundukları şeyleri yapmayan nesiller ortaya çıkacağını haber vererek, “Kim onlarla eliyle cihad ederse o mümindir, kim onlarla diliyle cihad ederse o mümindir, kim onlarla kalbiyle cihad ederse o mümindir” (Müslim, “Îmân”, 80) demesi, savaşa çıkmakta olan İslâm ordusuna katılmak için gelen birine annesinin ve babasının hayatta olup olmadığını sorarak hayatta olduklarını öğrenmesi üzerine, “O halde onlara hizmet yolunda -nefsinle- cihad et” (Buhârî, “Cihâd”, 138; Müslim, “Birr”, 5) buyurması ve Hz. Âişe’nin, “Ey Allah’ın resulü! Görüyoruz ki cihad amellerin en faziletlisidir; öyleyse biz de cihad etmeli değil miyiz?” diye sorması üzerine, “Sizin için cihadın en faziletlisi makbul hacdır” (Buhârî, “Cihâd”, 1) şeklinde cevap vermesi, cihadın gerek kapsamını gerekse yöntemlerini göstermesi bakımından önemlidir. Buna göre cihad, hayatın gayesi olarak Allah’a kulluk etmek, Allah ve Resulü’nün koyduğu ölçülerin fert ve toplum hayatına uygulanmasına çalışmaktan İslâm’ı diğer insanlara tebliğe, İslâm ülkesini ve müslümanları her türlü tehlike ve saldırılara karşı savunma ve bu konuda gerektiğinde savaşmaya kadar kapsamlı bir anlam taşımakta; kalp, dil, el ve silâh gibi beşerî aksiyonun ortaya konulduğu her vasıta ile yapılabilmektedir.
Hukukçular, ilgili âyet ve hadislerden hareketle cihadı bu en geniş anlamıyla ele alıp yorumlamaları ve nefse, şeytana, fâsıklara ve inanmayanlara karşı olmak üzere kısımlara ayırmaları yanında (meselâ bk. İbn Rüşd, I, 259; İbn Kayyim, Zâdü’l-meǾâd, II, 39-40; Şevkânî, VII, 236), genel olarak “gayri müslimlerle savaş” şeklindeki özel mânasını ön plana çıkararak “Allah yolunda can, mal, dil ve diğer vasıtalarla savaşta elden gelen güç ve gayreti sarfetmek” şeklinde tarif etmişler (Kâsânî, VII, 97; İbn Âbidîn, IV, 121), bu anlamdaki cihadla ilgili hükümler üzerinde geniş olarak durmuşlardır.
Normal şartlarda cihadın farz-ı kifâye, umumi seferberliği (nefîr-i âm) gerektiren bir tehlike ve saldırı halinde ise farz-ı ayın olduğu konusunda müslüman hukukçular görüş birliği içindedirler. Ancak Şîa’dan Ca‘feriyye mezhebine göre İslâm’ı tebliğ için düşman ülkesine yönelik olarak yapılan cihad, ancak mâsum imamın veya onun özellikle bu konuda yetkili kıldığı nâibinin iznine bağlıdır. Gaybet* zamanında bu anlamda cihad söz konusu değildir. Düşmanın İslâm ülkesine saldırması halinde ise herhangi bir izne bağlı olmaksızın karşı konulur. Diğer taraftan Hz. Peygamber’in bir savaş dönüşünde söylediği belirtilen ve daha çok tasavvuf ehlince önem atfedilen, “Küçük cihaddan (savaş) büyük cihada (nefisle mücahede) döndük” sözünün zayıf (Ali el-Karî, s. 206-207), hatta uydurma olduğu (İbn Teymiyye, MecmûǾu fetâvâ, XI, 198) ileri sürülmekle birlikte İbn Kayyim el-Cevziyye, “Mücahid nefsiyle cihad edendir” (Tirmizî, “Feżâǿilü’l-cihâd”, 2) meâlindeki hadise dayanarak kulun nefsiyle olan cihadının dış düşmanlara karşı gerçekleştirilen cihada nisbetle asıl olduğunu, Allah’ın emirlerine uyma konusunda nefsiyle cihad edemeyen kimsenin düşmanla cihad edemeyeceğini belirtir (Zâdü’l-meǾâd, II, 38). Bu kapsam genişliğine rağmen İslâm hukukçularının daha çok “müslüman olmayanlarla savaş” anlamındaki cihada ağırlık vermeleri, bu tür cihadın hukukî bir mahiyet arzetmesi ve birtakım hukukî sonuçlar doğurması sebebiyledir. Nitekim fıkıh kitaplarında, başta savaş ve barış münasebetleri olmak üzere devletler hukukuyla ilgili konuların ele alındığı bölümler “kitâbü’l-cihâd” (veya kitâbü’s-siyer) şeklinde adlandırılmıştır. Bunun yanında nefisle mücahede şeklindeki cihadla daha çok tasavvuf ehli ilgilenmiştir. Bu sebeple cihadın savaştan ibaret olduğunu düşünmek gerçeği yansıtmadığı gibi cihada yalnız savaş anlamının verilmesi, Kur’an ve Sünnet’te ifade edilen anlam ve kapsamı bakımından eksik ve yanlış sayılır. Yukarıda işaret edilen hadisler yanında, kâfirlere boyun eğmeyip kendilerine karşı Kur’an’la güçlü bir cihadın yapılmasını emreden âyet ile (el-Furkān 25/52) Allah’ın rızâsını elde etmek için cihad edenlere O’na ulaştıracak yolların gösterileceğini vaad eden âyette (el-Ankebût 29/69) cihad kelimesinin savaş anlamına gelmediği açıktır. Ayrıca münafıklarla savaşı gerektiren herhangi bir hükmün bulunmamasını ve fiilen de onlara karşı hiçbir zaman savaşa başvurulmamasını göz önüne alan müfessirler, “Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihad et” (et-Tevbe 9/73) meâlindeki âyette geçen cihadın hem kâfirlere karşı gerektiğinde savaş yapmayı, hem de münafıklara karşı kendilerini İslâm’a kazanmak için delil serdetme, sertlik gösterme, onları azarlama gibi silâhlı savaş dışında bazı yollara başvurmayı ifade ettiğini bildirmişlerdir (bk. Fahreddin er-Râzî, XVI, 135). Esasen Kur’ân-ı Kerîm’de, “iki grup arasında meydana gelen silâhlı çatışma” anlamındaki savaş karşılığında harb (el-Mâide 5/64; el-Enfâl 8/57; Muhammed 47/4) ve kıtâl kelimeleriyle bunların türevleri kullanılmıştır (meselâ bk. el-Bakara 2/190-191, 193; en-Nisâ 4/74-76; et-Tevbe 9/12-13).
Müslüman hukukçular, genel olarak cihadın anlamı ve hükmü yanında kâfirlere karşı cihadın hukuken meşrû olmasının sebepleri üzerinde de etraflıca durmuşlardır. Konunun ele alındığı Batı kaynaklarının hemen hepsinde (meselâ bk. Khadduri, War and Peace, s. 52-53, 144, 251; Tyan, II, 302; Fattal, s. 71; Kruse, s. 57, 65, 79; Lammens, s. 8; Massignon, s. 80-81; Lewis, s. 175; Lambton, s. 201) cihadın, bütün dünya müslüman oluncaya veya İslâm hâkimiyetine boyun eğinceye kadar müslüman olmayanlarla savaşmayı ifade ettiği ileri sürülmüştür. Fakihlerin bazı ifadelerinden (aş.bk.) hareketle bu iddiayı ileri süren Batılı araştırmacılardan hiçbirinin İslâm’da savaşın meşrûluğu ile ilgili olarak İslâm hukuk literatüründe ortaya konan görüşlere yer vermemesi ve bunlara ait tartışmaları görmezlikten gelmeleri dikkat çekicidir. İslâm hukukçuları, Kur’an ve Sünnet’te belirtilen esaslara göre gerek savaş öncesi ve savaş esnasında, gerekse sonrasında uyulması gereken kuralları kendi zamanlarındaki şartlar çerçevesinde en ince ayrıntılarına kadar inceleyip tesbit ettikleri gibi (bk. SAVAŞ) harbin meşrûluğu meselesini de tartışmışlardır. Hanefîler ile birlikte Hanbelî ve Mâlikî mezheplerine mensup hukukçuların oluşturduğu çoğunluğa göre İslâm’da savaşın sebebi, inanmayanların müslümanlara savaş açmaları ve tecavüzkâr olmalarıdır. Şâfiîler ise onların kâfir olmalarını başlı başına bir savaş sebebi saymışlar, Zâhirîler’le bazı Hanbelî ve Mâlikî hukukçuları da bu görüşü benimsemişlerdir (bk. Özel, s. 80). Buna göre İslâm hukukçularının çoğunluğu, savaşın meşrûiyet sebebinin düşmanın
.tecavüzü olduğunu, müslümanlara karşı savaşmayanlarla savaşmanın ve sadece Müslümanlığı benimsemediği için bir insanı öldürmenin câiz olmadığını belirtmiştir.
Şâfiîler’le onları destekleyen bazı fakihlere göre müslümanlardan veya antlaşmalı kimselerden başkası kalmayıncaya kadar mümkün oldukça savaşın sürdürülmesi gereklidir. Bu hukukçuların dayandığı başlıca deliller şunlardır: 1. “Haram aylar çıktığı zaman artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları yakalayın, hapsedin, bütün geçit yerlerini tutun” (et-Tevbe 9/5) meâlindeki âyet müslüman olmayanlarla savaşmayı, herhangi bir tecavüze karşılık verme şartına bağlamaksızın mutlak şekilde emretmekte ve harp sebebinin küfür olduğunu göstermektedir. Bu görüşü benimsemiş olanlar, müslümanlara kendileriyle savaşanlarla savaşmalarını emreden âyetin (el-Bakara 2/190) harbi mutlak olarak emreden âyetlerle neshedildiğini ileri sürerler. 2. Hz. Peygamber’in, “İnsanlarla, ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ demelerine kadar savaşmakla emrolundum” (Buhârî, “Îmân”, 18; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 104) meâlindeki hadisi de gayri müslimlerle savaş sebebinin onların küfrü olduğunu göstermektedir. Çünkü burada ancak onların müslüman olmaları ile savaştan vazgeçileceği belirtilmiştir. 3. Küfür büyük bir suç ve aynı zamanda “münker”in en kötüsüdür. Bu sebeple onun devam etmesine izin vermek câiz değildir. Zira “mefsedet”in ortadan kaldırılması vâciptir; Allah’ı inkâr ise mefsedetin en büyüğüdür.
Savaşın mubah olmasını, inanmayanların müslümanlara karşı harp açmalarına, düşmanlık ve tecavüzde bulunmalarına bağlayan Hanefî hukukçularının dayandıkları deliller de şunlardır: 1. “Müşrikler sizinle nasıl topyekün savaşıyorlarsa siz de onlarla topyekün savaşın” (et-Tevbe 9/36); “Fitne kalmayıncaya ve din de yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Vazgeçerlerse artık zulmedenlerden başkasına hiçbir düşmanlık yoktur” (el-Bakara 2/193) meâlindeki âyetlerin ilkinde İbnü’l-Hümâm’a göre müşriklere karşı girişilen savaş onların müslümanlara savaş açmaları sebebine dayandırılmış, ikincisinde ise savaş, gayri müslimlerin güç ve hâkimiyetlerini zayıflatarak müslümanları dinleri hususunda fitneye düşürmelerine engel olmak maksadıyla emredilmiştir (Fethu’l-kadîr, V, 189). Esasen savaşı ilk emreden, “Size savaş açanlarla Allah yolunda siz de savaşın, ancak aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez” (el-Bakara 2/190) meâlindeki âyet de savaş sebebinin yine savaş olduğunu göstermektedir (Debûsî, vr. 454b; İbn Teymiyye, s. 123). 2. Hz. Peygamber savaş sırasında bir kadının öldürülmüş olduğunu görünce, “Bu kadın savaşmıyordu” diyerek hoşnutsuzluğunu ifade etmiş, öncü birliklerin başında bulunan Hâlid b. Velîd’e haber göndererek kadın ve çocukların öldürülmemesini emretmiştir (İbn Mâce, “Cihâd”, 30; Hâkim, II, 122; Beyhakī, IX, 91). Bu olay, yalnız kâfirlerin kötülüklerini ve müslümanlar üzerindeki her türlü olumsuz tesirlerini önlemek için savaşılacağını gösterir (Serahsî, X, 5). Eğer savaşın sebebi küfür olsaydı kâfir kadınların da öldürülmesi gerekirdi. Kadın fiilen savaşmadığı için öldürülmesinin haram olduğu anlaşılmaktadır. Bunun gibi, dinden dönen kadının öldürülmemesiyle ilgili hüküm de kadının muharip sayılmamasıyla izah edilmiştir (Debûsî, vr. 202ª-b; Radıyyüddin es-Serahsî, vr. 408b). Aynı sebebe bağlı olarak savaşta çocuk, yaşlı, kör ve hastalarla din adamları ve çiftçiler gibi savaşamayan veya fiilen muharip olmayanların da öldürülmeyeceği hükme bağlanmıştır. 3. Kalple ilgili bir durum olan inanmamanın zararı başkasına dokunmadığı için cezasının da dünyada değil âhirette verilmesi gerekir. Ancak inanmayan kimse müminlere savaş açtığı takdirde küfrünün zararı mâsum insanlara dokunmuş olacağından kendisine karşılık vermek vâcip olur (Debûsî, vr. 454ª; Radıyyüddin es-Serahsî, vr. 381b; Kâsânî, IV, 3; Zeylaî, VI, 104). 4. “Fitne kalmayıncaya ve din de yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Vazgeçerlerse artık zulmedenlerden başkasına hiçbir düşmanlık yoktur” (el-Bakara 2/193) meâlindeki âyet, harbin meşrû kılınmasındaki maksadın kulların Allah tarafından imtihan edilmeleri değil düşmanın şerrini müslümanlardan defetmeleri olduğunu göstermektedir (İbnü’l-Hümâm, V, 190). Buna göre savaş, ilâhî teklife muhatap ve onu yüklenmeye uygun bulunan insanın yok olmasına veya bünyesinin tahrip edilmesine yol açtığından İslâm hukukunda “li-aynihî hasen” değil “li-gayrihî hasen” kabul edilmiş, düşmanın üstünlük ve mukavemetini kırmak, bu suretle şerrini defetmek için meşrû kılınmıştır (Debûsî, vr. 200b; Radıyyüddin es-Serahsî, vr. 381b; Kâsânî, VII, 100). 5. İslâm’a göre prensip olarak insan mâsumdur (İbn Kayyim, Ahkâmü ehli’z-zimme, I, 11). Allah mahlûkatın yok edilmesini murat etmediği gibi onları öldürülmeleri için de yaratmamıştır. Debûsî bu hususta şöyle der: “Allah, emanetini yüklenecek olan insanı kanı mâsum olarak yaratmıştır; insan bu mâsumiyetle yaşar ve ilâhî emaneti bunun sayesinde yüklenip ifa edebilir. Dinin temel esasları konusunda sorumluluğun hem kâfir hem de müslüman için sabit olduğu hususunda hukukçular arasında görüş birliği mevcuttur. İnsan ancak işlediği bir suç sebebiyle öldürülebilir” (Debûsî, vr. 454ª). 6. Kur’ân-ı Kerîm’de, kendileriyle savaşılan Ehl-i kitabın cizye vermesi halinde onlarla savaştan vazgeçilmesi emredilmiştir (et-Tevbe 9/29). Savaş onların küfrüne ceza olarak meşrû kılınmış değildir; maksat onların müslümanlarla barış içinde yaşamalarını sağlamaktır (a.g.e., vr. 203ª). Bundan dolayı muharip kâfir (harbî), zimmî statüsüne girmeyi kabul edip fiilen savaşı terkettiği takdirde katlini gerektiren sebep ortadan kalktığı için öldürülmemektedir (a.g.e., vr. 209ª; Radıyyüddin es-Serahsî, vr. 70b). Eğer müslüman olmayanlarla savaşın sebebi küfür olsaydı savaşın son bulması için âyette onların zimmî olmalarıyla yetinilmez, İslâmiyet’i kabul etmeleri şart koşulurdu.
Savaşın meşrûluğuyla ilgili bu iki farklı görüşü savunanlardan harp sebebinin küfür olduğunu ileri süren hukukçuların delil gösterdiği âyetler, gayri müslimlerle girişilen savaş sırasında veya bunu sonuçlandırmak için takip edilecek hususları açıklamakta, savaşın niçin yapıldığını değil nasıl yapılacağını göstermektedir. İlk nâzil olan âyetlerde savaşın meşrû sayılmasının sebebinin kâfirlerin saldırı ve zulümleri olduğu açıkça belirtilmiştir (el-Hac 22/39-40; el-Bakara 2/190; en-Nisâ 4/75; et-Tevbe 9/13). Son âyetlerde ise sebebi bir kere daha tekrar etmeye gerek görülmeyip savaşta uygulanacak stratejiden söz edilmektedir. Bu âyetlerin ilk nâzil olan âyetleri neshettiği yolundaki iddianın ilmî bir mesnedi yoktur. Söz konusu âyetlerin uygulama alan ve şartları farklı olup aralarında çelişki bulunmadığı gibi ilk âyetlerde tecavüze karşı savaşmanın vâcip olduğu belirtildiğinden bu tür âyetlerin neshedilmiş olduğunu söylemek de mümkün değildir.
Küfrün savaş sebebi olduğunu savunanların delil olarak gösterdikleri hadiste geçen “insanlar”dan maksat özellikle Arap müşrikleridir (Debûsî, vr. 209ª). Çünkü Arap olmayan müşriklerle Ehl-i kitabın tâbi olduğu hükümler bu hadiste belirtilenden farklıdır. Ehl-i kitap’la yapılan savaş onların cizye vermesiyle sona erer, müslüman olmaları şart
.değildir (bk. et-Tevbe 9/29). Arap müşrikleri ise baştan beri İslâm’a ve müslümanlara karşı düşmanlık ve tecavüzlerini sürdürdükleri, yapılan antlaşmaları her defasında bozdukları için bunlarla müslüman oluncaya kadar savaşılması emredilmiştir.
İslâmiyet dinde baskıyı kesinlikle yasaklamış, zor ve baskı altında gerçekleşecek imanın geçersiz olduğunu hükme bağlamıştır. Kin ve nefrete yol açan savaşı bir tebliğ vasıtası olarak düşünmek mümkün değildir. Ayrıca inanmayan kimselerin hayatlarının sonuna kadar her an iman etmeleri ihtimali vardır. İmana gelmeleri için onlarla savaşmak, savaş sırasında öldürülenler için bu imkânı ortadan kaldırmaktadır. Şu halde müslümanlara silâhlı saldırıda bulunmayan gayri müslimlere karşı öncelikle yapılması gereken şey onlarla savaşmak değil barışçı davet yollarına başvurmaktır (bk. DA‘VET).
Savaş sebebinin küfür olduğunu ileri süren hukukçular bu hükme varırken kendi zamanlarındaki milletlerarası şartlardan, müslümanların devamlı olarak kâfirlerin tecavüzlerine uğramış olması vâkıasından etkilenmiş olmalıdırlar. Gayri müslimlerin müslümanlara karşı savaş açmalarını cihadın sebebi sayan Hanefî hukukçuların aynı zamanda cihadın farz-ı kifâye olduğunu, gayri müslimler kendileriyle bilfiil savaşmasalar bile onlarla savaşmanın müslümanlar için bir vecîbe teşkil ettiğini belirtmeleri (Zeylaî, III, 241; İbnü’l-Hümâm, V, 193; İbn Âbidîn, IV, 123) bir çelişki olmayıp kendi zamanlarında müslümanlarla gayri müslimler arasında sürekli savaş halinin mevcut olduğunu, düşmanın güçlenmesini ve saldırılarını önlemek için karşı saldırıların sürdürüldüğünü gösterir. Aynı ifadeleri eserinde kaydeden Serahsî’nin buna karşılık bir yerde, “Küfrün fitnesini ve kâfirlerin şerrini müslümanlardan defetmek için savaşılır” (el-Mebsût, X, 2-3, 5; ayrıca bk. Zeylaî, III, 245; İbnü’l-Hümâm, V, 204; İbn Nüceym, V, 85); bir başka yerde de, “Cihaddan maksat müslümanların emniyet içinde olmaları, din ve dünya işlerini yürütmeye imkân bulmalarıdır” (el-Mebsût, X, 3) demesi bunun açık delillerinden biridir. Nitekim Debûsî Ehl-i kitap’la savaşı emreden âyeti (et-Tevbe 9/29) yorumlarken bu savaşın gayesini onların müslümanlarla barış içinde yaşamalarını sağlamak şeklinde izah etmiş (el-Esrâr, vr. 203ª), diğer bazı Hanefî âlimleri de gayri müslimlerle cizye karşılığında yapılan antlaşmadan (zimmet akdi) güdülen gayenin müslümanlara karşı açılan savaşın şerrini defetmek, düşmanın savaşı terkederek müslümanlarla barış içine girmesini sağlamak olduğunu söylemişlerdir (Radıyyüddin es-Serahsî, vr. 411b; İbn Nüceym, V, 125).
Bütün bunlardan, müslüman hukukçuların kendi zamanlarındaki milletlerarası şartlar çerçevesinde gayri müslim dünyaya karşı tam bir güvensizlik duydukları anlaşılmaktadır. Birçok âyette de işaret edildiği gibi (meselâ bk. el-Enfâl 8/26; el-Ahzâb 33/10-13; et-Tevbe 9/8, 10, 13; en-Nisâ 4/75), gerek Hz. Peygamber’in sağlığında gerekse sonraki devirler boyunca müslümanların mâruz kaldıkları düşmanlık ve saldırılar bu güvensizliğin temelini teşkil etmiş, İslâm dünyası ile gayri müslim dünya arasındaki ilişkilerin düzenlenmesinde büyük ölçüde bu tarihî tecrübe rol oynamıştır. Bu hususu göz önüne almadan müslümanların inanmayanlara karşı tutumunu ve bazı hukukçuların cihada dair bir kısım âyetlerle ilgili aşırı sayılabilecek nesih iddiaları ve yorumlarını sağlıklı bir şekilde değerlendirmek mümkün değildir. İslâm hukukçularının, gayri müslimlerle ilişkiler konusunda hüküm verirken içinde bulundukları tarihî ve siyasî şartlar Batılı araştırmacılar tarafından dikkate alınmadığı gibi bu araştırmacılar hemen hemen bütün güçlü ülkelerin birbirleriyle çatışma halinde olduğu Ortaçağ boyunca devletler arasında hüküm süren ilişki biçimini de yalnız müslümanların eseri olarak göstermeye çalışmışlardır (bk. Ebû Süleyman, s. 46-67). Gerçekte özellikle Hanefîler’in cihada dair görüşleri milletlerarası ilişkilerde barışı ve devletlerin eşitliğini esas almakla birlikte mevcut şartlar bu anlayışın gelişip yerleşmesine imkân vermemiştir. Cihadın meşrûiyetiyle ilgili olarak teoride birbirinden farklı görüşler ileri sürmelerine rağmen Hanefî ve Şâfiî kaynaklarında benzer görüş ve ifadelerin yer alması, tamamen pratikteki şartların aynı ilişki biçimini gerektirmiş olmasıyla izah edilebilir. Bir başka ifadeyle cihadın meşrûluğu konusunda nazarî olarak bir grup küfrü, bir grup da müslümanlara savaş açılmasını esas almakla birlikte özellikle kilisenin etkisiyle daima canlı tutulan düşmanlık ve saldırılardan kaynaklanan şartlar, uygulamada hem Şâfiîler’in hem de Hanefîler’in aynı ilişki biçiminde karar kılmalarına yol açmıştır. Tarih boyunca müslüman devletlerin gayri müslim ülkelerle yaptıkları savaşlarda her biri ayrı ayrı ele alınmak durumunda olan tarihî, siyasî, dinî birtakım sebepler bulunmakla birlikte, İslâm’ı tebliğ için girişilen fetih hareketleri de söz konusu ülkelerdeki insanları zorla İslâm’a sokmak amacıyla değil ferdî planda tebliğ imkânının bulunmadığı bu ülkeleri herkesin dilediği inancı serbestçe seçebileceği şekilde tebliğe açmak gayesiyle yapılmıştır. Nitekim İslâm’da meşrû kabul edilen savaş için cihad kelimesi kullanıldığı gibi bu hareketleri istilâ ve sömürü savaşlarından ayırmak için de özellikle fetih (açmak) tabiri kullanılmıştır.
Batılı araştırmacıların, cihadın meşrûluğunu küfür sebebine bağlayan bazı ulemâya ait görüş ve sözleri ele alarak genellemede bulunmaları ve bu ifadeleri maksatlarını aşacak şekilde yorumlarken gayri müslim ülkelerin tarih boyunca müslümanlara karşı sergilediği saldırgan tavır konusunda sessizliği tercih etmeleri ibret vericidir. Halbuki Kur’an’ın, müslümanlara karşı düşmanlık beslemeyen gayri müslimlerle iyi ilişkiler kurma yönündeki açık tavsiyelerine (el-Ankebût 29/46; el-Mümtehine 60/8-9) ve İslâm tarihi boyunca gayri müslimlerin İslâm ülkelerinde güven içinde yaşamış olmalarına karşılık hıristiyan âlemi asırlar boyunca papalığın da etkisiyle İslâm dünyasıyla düşmanca ilişkiler içinde bulunmuştur. Bütün hıristiyan Batı dünyasının katıldığı Haçlı seferleri ve bunun İslâm dünyasında yol açtığı yıkımlar yanında Sicilya ve Endülüs’te insanlığın en ihtişamlı medeniyetlerinden birini kurmuş olan bir devleti ve milleti kökünden yok edecek ölçüdeki müslüman kıyımını doğuran bu düşmanlığın günümüz şartları, metotları ve vasıtalarıyla halen sürdürüldüğü yönünde hemen bütün müslüman milletlerde genel bir kaygı vardır. Bugün (1993) başta Bosna-Hersek’te olmak üzere dünyanın birçok yerinde müslümanların mal, can, namus, tarihî eserler ve dinî kurumlar gibi bütün değerlerine karşı sürdürülen tecavüzler, tarihte olduğu gibi günümüzde de müslüman milletlerin onlarla ilgili kaygı ve kuşkularını haklı gösterecek niteliktedir. Ayrıca son birkaç asırdan beri Batı’nın İslâm dünyasına yönelik sömürgeci politikaları ve bunun doğurduğu sonuçlar, tarih boyunca İslâm dünyasında yaşayan gayri müslimlere can ve mal güvenliği sağlamanın da ötesinde dinî ve millî kimliklerini koruma konusunda tanınan imkân ve hoşgörü ile karşılaştırıldığında, iki din ve medeniyetten (İslâm-Hıristiyanlık) hangisinin diğer din mensuplarına karşı daha saygılı ve müsamahalı davrandığını açık bir biçimde görmek mümkündür.
Cihad, müslümanın Allah’a kulluk ve onun rızâsını temin için İslâm esaslarını
.öğrenme, öğretme, ferdî ve içtimaî planda yaşama, yaşanmasına çalışma, İslâm’ı tebliğ ve bu hususlarda içte ve dışta karşılaşacağı engelleri aşma konusunda içinde bulunması gereken şuurlu ve sürekli gayret ve aksiyon halini ifade eder. “Bizim -rızâmıza ulaşmak için- uğrumuzda cihad edenlere elbette -bize ulaştıracak- yollarımızı göstereceğiz” (el-Ankebût 29/69) ve, “Allah uğrunda -Allah’ın rızâsına ulaşmak uğrunda- hakkıyla cihad edin” (el-Hac 22/78) meâlindeki âyetler cihadın bu kapsamlı anlamını içermektedir. Müslümanların bütün hayat ve faaliyetinin Allah rızâsını kazanmaya yönelik olması gerektiği ve bu anlamdaki bütün gayretler cihad kavramı içinde mütalaa edildiğinden Allah rızâsına ulaşmak için başvurulan bir savaş da cihad sayılır. Esasen istilâ, sömürü ve tecavüz için yapılan savaşları tanımayan İslâm dini (bk. el-Bakara 2/205; en-Nisâ 4/94; el-Kasas 28/83; eş-Şûrâ 42/41-42), savaşa ancak müslümanların can ve mal güvenliğini sağlamak, hak ve hürriyetlerini korumak, İslâm’a ve İslâm ülkelerine yönelik saldırıları önlemek amacıyla başvurulacağını hükme bağlamış ve meşrû gördüğü bu savaşı diğerlerinden ayırmak için de ona cihad adını vermiştir. Bunun yanında Kur’ân-ı Kerîm’in, müslümanların sadece en güzel şekilde tebliğ yapmakla mükellef olduklarını (el-Mâide 5/67; en-Nahl 16/125; el-Ankebût 29/46), birine dini kabul ettirmek için baskı yapılamayacağını ve baskı altında gerçekleşecek imanın geçersiz olduğunu açıkça belirten hükümlerini (el-Bakara 2/256; Yûnus 10/99; el-Kehf 18/29; el-Hucurât 49/14) göz ardı ederek cihadı gayri müslimleri zorla müslüman yapmanın bir vasıtası olarak takdim etmek ve, “Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin, Allah’tan âfiyet (esenlik ve barış) dileyin. Fakat düşmanla karşılaşınca da sabredin ve bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır” (Buhârî, “Cihâd”, 112, 156; Müslim, “Cihâd”, 19-20; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 89) diyen rahmet peygamberini dünyaya savaş ilân etmiş gibi göstermek ilmî gerçekler yanında ahlâkî ölçülerle de bağdaşmaz.
Batılı araştırmacıların cihadın anlam ve mahiyetiyle ilgili olarak gerçeği yansıtmayan görüşleri yanında cihadı “mukaddes savaş” (holy war, guerre sainte) şeklinde tercüme etmeleri de doğru değildir. Cihad kelimesi her zaman savaş anlamını ifade etmediği gibi pratikte savaşın mukaddes sayılması da hayat anlayışından kaynaklanmaktadır. Müslüman, Batı hayat anlayışına göre mukaddes sayılabilecek belki tek şey olan ibadeti bile gösteriş veya maddî menfaat maksadıyla yapar da Allah’ın rızâsını gözetmezse dince makbul sayılan bir iş yapmış olmaz, hatta bu durum onu şirke kadar götürebilir. Buna karşılık onlarca mukaddes sayılmayan yeme, içme gibi tabii şeyleri, ilâhî bir emanet olan hayatın sürdürülmesi, sağlığın korunması ve dolayısıyla yaratanın rızâsına vesile olacak davranışlarda bulunmak amacıyla yaparsa bu bir ibadet olur. Savaş da böyledir ve yalnız Allah rızâsı için yapılır (M. Hamîdullah, s. 93-94). İslâm’ın bu hayat anlayışı Kur’ân-ı Kerîm’de, “De ki, şüphesiz benim namazım da ibadetlerim de hayatım da ölümüm de âlemlerin rabbi Allah içindir” (el-En‘âm 6/162) şeklinde dile getirildiği gibi bir başka âyette de, “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, inkâr edenler ise şeytanın (tâgūt) yolunda savaşırlar” (en-Nisâ 4/76) denilmiştir.
BİBLİYOGRAFYA:
Lisânü’l-ǾArab, “chd” md.; et-TaǾrîfât, “cihâd” md.; Tâcü’l-Ǿârûs, “chd” md.; Tehânevî, Keşşâf, “cihâd” md.; M. F. Abdülbâkī, MuǾcem, “chd” md.; Wensinck, MuǾcem, “chd” md.; Müsned, III, 124, 456; VI, 120, 121; Buhârî, “Cihâd”, 1, 2, 112, 138, 156; “Îmân”, 18; Müslim, “Cihâd”, 19-20, “Îmân”, 80, “İmâre”, 108, 122, “Birr”, 5; İbn Mâce, “Cihâd”, 30; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 17, 89, 104, “Melâhim”, 17; Tirmizî, “Fezâǿilü’l-cihâd”, 2, “Fiten”, 13; Hâkim, el-Müstedrek, II, 78, 122; Abdullah b. Mübarek, Kitâbü’l-Cihâd, Beyrut 1409/1988; İbn Ebû Âsım, Kitâbü’l-Cihâd (nşr. Müsâid b. Süleyman), I-II, Medine 1409/1989; Debûsî, el-Esrâr, Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 102, vr. 192ª-209ª, 454ª-b; Beyhakī, es-Sünenü’l-kübrâ, IX, 91; Serahsî, el-Mebsût, X, 2-5; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, Ahkâmü’l-Kurǿân, Beyrut 1392/1972, I, 109-110; II, 894; Radıyyüddin es-Serahsî, el-Muhît, Kayseri Râşid Efendi Ktp., nr. 394, vr. 70b, 381b, 411b; Kâsânî, BedâǿiǾ, IV, 3; VII, 97, 100; İbn Rüşd, el-Mukaddimât, Kahire 1325, I, 259; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-ġayb, V, 214-218; XVI, 135; Muhakkık el-Hillî, ŞerâǿiǾu’l-İslâm (nşr. Abdülhüseyin Muhammed Ali), Beyrut 1403/1983, I, 307-313; İbn Teymiyye, es-Siyâsetü’ş-şerǾiyye, Kahire 1374/1955, s. 123; a.mlf, MecmûǾu fetâvâ, XI, 198; Zeylaî, Tebyînü’l-hakāǿik, Bulak 1313, III, 241, 245; VI, 104; İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü’l-meǾâd, Kahire 1369/1950, II, 3840; a.mlf., Ahkâmü ehli’z-zimme (nşr. Subhî es-Sâlih), Dımaşk 1381/1961, I, 11, 17; İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-kadîr (Kahire), V, 189-193, 204; İbnü’n-Nehhâs ed-Dimyâtî, MeşâriǾu’l-eşvâk ilâ mesâriǾi’l-Ǿuşşâķ (nşr. İdrîs Muhammed Ali – Muhammed Hâlid İstanbulî), I-II, Beyrut 1410/1990; İbn Nüceym, el-Bahr, V, 84-85, 125; İbn Hacer el-Heytemî, Tuhfetü’l-muhtâc, Kahire 1315, IX, 212-213; Hatîb eş-Şirbînî, Muġni’l-muhtâc, Kahire 1378/1958, IV, 210; Ali el-Karî, el-Esrârü’l-merfûǾa (nşr. Muhammed es-Sabbağ), Beyrut 1391/1971, s. 206-207; Şevkânî, Neylü’l-evtâr, VII, 236; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr (Kahire), IV, 121, 123; L. Massignon, La Crise de l’autorité religieuse et le Califat en Islam, Paris 1925, s. 80-81; Abdülvehhâb Hallâf, es-Siyâsetü’ş-şerǿiyye, Kahire 1350, s. 64-65, 77-78, 90; H. Lammens, L’Islam, Beyrouth 1943, s. 8; Majid Khadduri, War and Peace in the law of Islam, Baltimore 1955, tür.yer.; a.mlf., “International Law”, Law in the Middle East (ed. M. Khadduri – H. J. Liebesny), Washington 1955, I, 349-372; E. Tyan, Institutions du Droit Public Musulman, Paris 1956, II, 302; a.mlf., “Djihad”, EI² (İng.), II, 538-540; A. Fattal, Le Statut légal des non-musulmans en pays d’Islam, Beyrut 1958, s. 71; Abdurrahman Azzâm, Ebedî Risâlet (trc. Hasan Hüsnü Erdem), İstanbul 1961, s. 113-163; Muhammed Hamîdullah, İslâm’ın Hukuk İlmine Yardımları (haz. Salih Tuğ), İstanbul 1962, s. 93-94; a.mlf., İslâm’da Devlet İdaresi (trc. Kemal Kuşcu), İstanbul 1963, s. 130-137 ve tür.yer.; Mustafa Vehbe ez-Zühaylî, Âsârü’l-harb fi’l-fıkhi’l-İslâmî, Dımaşk 1385/1965, tür.yer.; Kâmil Selâme ed-Daks, el-ǾAlâkatü’d-devliyye fi’l-İslâm, Cidde 1396/1976, tür.yer.; Ahmed Reşid Turnagil, İslâmiyet ve Milletler Hukuku, İstanbul 1977, s. 80-81, 107-108, 125-126, 210; Zafîr el-Kāsımî, el-Cihâd ve’l-hukuku’d-devliyyetü’l-Ǿâmme fi’l-İslâm, Beyrut 1402/1982; Seyyid Abdülhâfız Abdürabbih, Felsefetü’l-cihâd fi’l-İslâm, Beyrut 1402/1982; Abdülhamîd Ahmed Ebû Süleyman, İslâm’ın Uluslararası İlişkiler Kuramı (trc. Fehmi Koru), İstanbul 1985; Ann K. S. Lambton, State and Government in Medieval Islam, Oxford 1985, s. 201-219; Ali b. Nüfey‘ el-Ulyânî, Ehemmiyyetü’l-cihâd fî neşri’d-daǾveti’l-İslâmiyye ve’r-red Ǿale’t-tavâǿifi’d-dâlle fih, Riyad 1405/1985; Ahmet Özel, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı: Darülislâm-Darülharb, İstanbul 1991, s. 23-26, 32, 59-105; M. Hasan en-Necefî, Cevâhirü’l-kelâm, Beyrut, ts. (Dâru İhyâi’t-türâsi’l-Arabî), XXI, 3-52; Bursalı M. Tahir, “Fezâi’l-i Cihâd Hakkında Müellefât-ı Osmâniyye”, SM, IX/46 (1331), s. 347-348; Cl. Huart, “Le Droit de la Guerre”, RMM, XI (1907), s. 331-347; M. Snouck Hurgronje, “La Propagation de l’Islam, Particulièrement dans l’Archipel des Indes Orientales”, a.e., XIV (1981), s. 381-449; Edward J. Jurji, “The Islamic Theory of War”, MW, XXX (1940), s. 332-342; Hans Kruse, “İslâm Devletler Hukukunun Ortaya Çıkışı” (trc. Y. Ziya Kavakçı), İTED, IV/3-4 (1971), s. 54-82; S. Abdullah Schleifer, “Jihad and Traditional Islamic Consciousness”, IQ, XXVII/4 (1983), s. 173-203; Bernard Lewis, “Politics and War”, The Legacy of Islam (ed. J. Schacht – C. E. Bosworth), Oxford 1974, s. 156-210; Rudolph Peters, “Jihad”, ER, VIII, 8891.
Ahmet Özel
Günümüzde Cihad. Cihadın sözlük ve terim mânaları, muhtelif âyet ve hadislerin çerçevelediği boyutları, ayrıca Hz. Peygamber’in cihadla ilgili uygulamaları dikkate alındığında bu faaliyetin sadece müslüman olmayan unsurlarla savaşmaktan ibaret olmadığı görülür. Ahd-i Atîk, Ahd-i Cedîd ve Kur’ân-ı Kerîm’de mücadelelerine yer verilen, kısas-ı enbiyâ türündeki eserlerde hayat hikâyeleri
.anlatılan geçmiş peygamberlerin birçoğunun fiilen savaşmadığı bilinmektedir. Buna rağmen onların, “hakkı üstün ve hâkim kılmak için gayret sarfetme” anlamına gelen cihad görevini yerine getirdiklerinde şüphe yoktur. Kur’an’da savaşa izin verildiğini ifade eden ilk âyet Medine’de nâzil olan sûreler arasında yer almaktadır (el-Hac 22/39). Halbuki Mekkî sûreler içinde de gerek Hz. Peygamber’e gerekse diğer müslümanlara Allah yolunda gayret göstermelerini, güçlüklere göğüs germelerini, kâfirlere boyun eğmeden Kur’an’a dayanarak onlara karşı “büyük bir mücadele” (cihâd-ı kebîr) vermelerini emreden âyetler mevcuttur (bk. en-Nahl 16/110; el-Furkān 25/52; el-Ankebût 29/69). Cihadın savaş şekline izin veren âyetin Hz. Peygamber’in hicreti sırasında veya bundan kısa bir müddet sonra indiği genel kabul gören bir görüş olduğu halde (bk. Taberî, XVII, 122-124) İbn Hişâm bu tarihi biraz daha eskiye, İkinci Akabe Biatı’na kadar götürmekte, bundan önce Hz. Peygamber’e ve müslümanlara, maruz kalacakları bütün olumsuz davranışlar karşısında Allah’a dua etmeleri, işkencelere sabır göstermeleri ve kaba hareketlere müsamaha ile mukabele etmeleri yönünde tavsiyelerde bulunulduğunu kaydetmektedir (es-Sîre, I, 468). Şüphe yok ki Resûlullah’ın ve ilk müslümanların bu davranışları da cihad niteliği taşıyordu. Hac sûresinin 39. âyeti, müslümanların zulme maruz kalmış, haksız yere yurtlarından çıkarılmış ve tevhid inancını terketmeleri için işkenceye tâbi tutulmuş olmaları halinde savaşa izin vermektedir. Nitekim fitne ortadan kalkıncaya kadar müslüman olmayan unsurlarla savaşmayı emreden âyetteki (el-Bakara 2/193) “fitne” kelimesi de “mümini tevhid inancından vazgeçirme eylemi” olarak tefsir edilmiştir (İbn Hişâm, I, 468; Taberî, II, 112-113). Cihadın terkedilmesi halinde yeryüzünde bir fitne, büyük bir fesad başgöstereceğini ifade eden âyetteki (el-Enfâl 8/73) fitne ve fesaddan maksat da başta tevhid inancı olmak üzere ilâhî hükümlerin ve insan haklarının çiğnenmesi olmalıdır.
Çeşitli âyetler müslümanları, peygamberler tarihinde önemli bir yeri olan Hz. İbrâhim’in yolunu takip eden “seçkin ve en hayırlı ümmet” olarak niteler. Çünkü onlar bütün güçlüklere rağmen iman yolundan ayrılmazlar; dinî tutum açısından aşırılıktan kaçınırlar; iyiliğe çağırıp kötülüğü önlemeye çalışırlar (bk. el-Bakara 2/43; Âl-i İmrân 3/110; el-Hac 22/78). Kur’ân-ı Kerîm’in müslüman milletler için belirlediği bu statü ve onlara yüklediği bu görev, vahiy ve peygamberler tarihinin seyriyle de paralellik arzetmektedir. Çünkü Hz. Îsâ hariç Hz. Muhammed’den önceki peygamberlerin tebliğleri hem sınırlı bir zamana, mekâna ve insan topluluğuna münhasır kalmış, hem de bu tebliğler gereği gibi korunamamıştır. Belli (seçkin) bir ırkın dini şeklinde telakki edilen Yahudilik’le birlikte Hıristiyanlığın da orijinal vahiyleri eksiksiz ve yanlışsız olarak sonraki zamanlara intikal etmemiştir. Müslümanlık’ta ise son ilâhî vahiy ilk günden itibaren hem yazıya geçirilmiş hem de hâfızalarda korunmuş ve böylece günümüze aktarılmıştır. Buna göre son vahiy Kur’an, son din de İslâm’dır ve bu dinde nihaî ifadesini bulan ilâhî gerçekleri insanlığa duyurmak, tarihteki bütün peygamberlerin mücadelelerini sürdüren bir çaba yani bir cihaddır. Nitekim geniş boyutları ile cihad faaliyetlerinde bulunan müslümanlar bu görevi, Hz. Muhammed başta olmak üzere bütün peygamberlerin bir misyonu olarak ifa ettiklerine inanırlar. Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Muhammed’in vahyi ile geçmiş peygamberlerin vahiyleri, onun mücadelesiyle eskilerin mücadeleleri arasında sık sık bağlantı kurulması da bu gerçeğin açık bir delilini oluşturur (M. Fâris Berekât, s. 219-359).
İslâm’da ifadesini bulan bütün cepheleriyle ilâhî mesajı insanlığa duyurma amacını güden, bu sebeple de her devirde canlı tutulması zorunlu olan cihad faaliyetinin günümüz şartlarında hangi metotlarla yürütülmesi icap ettiği, üzerinde durulması gereken bir konudur. Cihadın tabii ve kalıcı yöntemlerini mânevî ve maddî olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür. Her iki yöntemi de bir arada zikreden Nahl sûresindeki davet âyeti (16/125) önce mânevî nitelikteki hikmeti ve güzel öğüdü, sonra da en güzel metotla olmak şartıyla maddî ve bedenî mücadele faktörünü önerir. “De ki, işte benim yolum; ben de bana bağlı olanlar da bilinçle ve basiretle Allah’a davet etmekteyiz” (Yûsuf 12/108) ve, “De ki, ben size tek şeyi öğütlemekteyim: Topluluk veya fert halinde Allah’ın huzurunda durup derin derin düşünmenizi...” (Sebe’ 34/46; Râzî, XXV, 269) meâlindeki âyetler mânevî yöntemi hem açıklamakta hem de desteklemektedir. Silâhlı savaşın da dahil olduğu ve ilgili âyetlerde olabildiğince güzel bir şekilde yürütülmesi istenen maddî nitelikteki yöntemin örnek sayılabilecek ilk uygulamaları Asr-ı saâdet’in daha çok Medine döneminde göze çarpar.
Geniş anlamıyla cihada ve davete ilişkin âyet ve hadislerle İslâm düşünce hareketlerinin tarihî gelişimi dikkate alındığında günümüz inanç ve fikir akımları, ideolojileri ve hâkimiyet emelleri karşısında cihadı yürütecek kişi ve zümrelerin öncelikle ilim ve imanla donanmaları gerektiği ortaya çıkar. Kur’ân-ı Kerîm okumayı, Allah adına okuyup yazmayı ve bilinmesi gereken şeyleri öğrenmeyi emreden âyetlerle nâzil olmaya başlamıştır (bk. el-Alak 96/1-5). Sade bir müslüman ve mümin olabilmek için İslâm’ın temel hükümlerini öğrenmekle yetinilebileceği halde İslâm’a davet görevini yürütecek mücahid bilinçli ve basiretli olmak (bk. Yûsuf 12/108), yani davasının dayandığı açık seçik delillere, doğrularla yanlışları kesin olarak ayırıp ortaya koyma imkânı veren bilgilere vâkıf olmak ve bunlara dayanarak faaliyetini sürdürmek zorundadır (bk. Şevkânî, III, 68). Kur’ân-ı Kerîm’de Ehl-i kitabın bilerek ve şuurlu olarak doğrularla yanlışları birbirine karıştırdıklarını ifade eden âyetler (el-Bakara 2/42; Âl-i İmrân 3/71), bir yandan Ehl-i kitabı bu haksız tutumundan dolayı itham ederken öte yandan müslüman davetçilerin doğrular ve yanlışlar hakkında gerektiği şekilde bilgilenmelerini, bu suretle Ehl-i kitabın belirtilen taktikleri karşısında ilmî olarak hazırlıklı bulunmalarını isteyen bir uyarı niteliği taşımaktadır. Burada ayrıca dinin bir bütün olarak alınması gerektiği de vurgulanmaktadır. Zira ferdin, ailenin ve bütün kurumlarıyla toplumun hayatına yön verecek düzenlemeler getiren İslâm’ın bu düzenlemelerinde ayırım yapıldığı takdirde Müslümanlığın özelliğini kaybedeceği ve tahrife uğramış eski dinlerin durumuna düşeceği açıktır. Halbuki İslâmiyet bir daha yenilenmeyecek olan son ilâhî dindir. Kur’ân-ı Kerîm’de, başta tahrifçi Ehl-i kitap bilginleri olmak üzere dini yozlaştırmaya taraftar olan gruplara şöyle hitap edilir: “Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Şunu bilin ki içinizde böyle yapanların âkıbeti dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde ise onlar azabın en şiddetlisine maruz kalacaklardır” (el-Bakara 2/85).
İ‘lâ-yı kelimetullah* için yapılan cihada katkıda bulunmanın diğer bir şartı dinin ortaya koyduğu inanç esaslarına
.iman etmek, İslâmiyet’in bütün dünyaya huzur ve mutluluk getirecek, bütün insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkaracak yegâne ve en mükemmel din olduğuna samimiyetle inanmaktır. Kur’ân-ı Kerîm’in, Hz. Muhammed ile ilk mücahidler olan diğer müslümanların Allah’ın indirdiği gerçeklere, Allah’a ve diğer inanç esaslarına iman ettiklerini, “duyduk ve itaat ettik” diyerek samimi inanç ve teslimiyetlerini gösterdiklerini bildiren âyeti (el-Bakara 2/285) dikkat çekicidir. Bu âyet, Hz. Peygamber ve arkadaşlarının davasını yürüttükleri dine önce kendilerinin inanıp bağlandıklarını, böylece davaları ile inançları arasında bir çelişki bulunmadığını göstermektedir. Öte yandan münafıkların pek çok âyette ağır ifadelerle suçlanmalarının sebebi de içine düştükleri bu çelişkidir. Kur’ân-ı Kerîm, samimi bir dindarlık halini alarak kişinin bütün benliğini saran imanın cihad azmini ve iradesini güçlendireceğine de işaret eder (Âl-i İmrân 3/173). Ayrıca ilk dönem münafıklarının cihad hareketlerinde daima gevşeklik gösterdiklerine ilişkin âyetler (meselâ bk. Âl-i İmrân 3/167; et-Tevbe 9/81) imanla ilgili tereddüt ve çelişkilerin cihad iradesini sarstığını ortaya koymaktadır. Din insanları dünya ve âhiret iyiliğine davet eden ilâhî bir kurum olduğuna göre (bk. Tehânevî, Keşşâf, “chd” md.) din davetçilerinin davet ettikleri ilkelerle yaşayışlarının uyumlu olması, iyinin canlı temsilcileri durumunda bulunmaları kaçınılmaz bir zarurettir. Kur’an’da yahudi bilginlerinin insanlara iyiliği emrederken kendilerini unutmaları sorgulayıcı ve kınayıcı bir üslûpla dile getirilmekte ve böyle bir davranışın selim akılla bağdaşamayacağı ifade edilmektedir (el-Bakara 2/44).
Günümüz şartları içinde takip edilmesi gereken cihad yöntemlerini ekonomi, kültür ve son olarak savaşla ilgili olmak üzere üç noktada toplamak mümkündür.
1. Ekonomi Savaşı. Kur’ân-ı Kerîm’de, dış görünüşü itibariyle inançlı ve samimi görünen, fakat içinde müslümanlara karşı şiddetli husumet duyguları besleyen bir tipten söz edilirken bu tip insanların yetki ve imkânlara sahip olduklarında yeryüzünde ekini ve nesli bozmak için çaba gösterecekleri ifade edilmektedir (el-Bakara 2/204-205). Bazı müfessirler bu âyetleri, nüzûl sebeplerini oluşturan Asr-ı saâdet’te cereyan etmiş olaylarla sınırlamak istemişlerse de müfessirlerin çoğunluğuna göre âyetlerin mâna ve muhtevası mutlak olup her dönem ve mekânın hak-bâtıl mücadelesini kapsamaktadır (Râzî, V, 214-218). Ekonomik savaş konusunda İslâmiyet bir taraftan faiz, ihtikâr, rüşvet ve hırsızlık gibi haksız yollarla kazanç elde etmeyi yasaklamak, israfa karşı tedbirler getirip kanaatkârlığı teşvik etmek suretiyle müslüman toplumu meşrû bir ekonomik düzen içinde güçlendirmeyi amaçlamış, diğer taraftan askerî güç yanında ekonomik güce sahip olmanın da önemini çeşitli vesilelerle vurgulamıştır. Cihadla ilgili âyetlerin çokça yer aldığı Enfâl sûresinde, müslümanların ancak bir kısmından haberdar olabildiği, fakat Allah katında mâlum olan düşmanlar için caydırıcı nitelik taşıyacak kadar güç kazanma yolunda gayret sarfedilmesi emredilmiş ve Allah yolunda harcanacak şeylerin hiçbirinin zayi olmayacağı hatırlatılmıştır (8/60). Hz. Peygamber’in, “Veren el alan elden hayırlıdır” (Buhârî, “Zekât”, 18) meâlindeki sözü de ekonomik gücün önemini vurgulayan hakîmâne bir ifadedir.
2. Kültür Savaşı. İslâm dinindeki bütün emir ve tavsiyeler yeryüzünün halifesi kabul edilen insanın korunması, geliştirilmesi ve yüceltilmesini hedef almıştır. Bu sebeple İslâmiyet’in bâtıla karşı hakkı ayakta tutma ve güçlendirme savaşında insan neslinin korunması ve sağlıklı geliştirilmesine çok önem verdiği görülür. Kur’ân-ı Kerîm’de bozguncu güçlerin nesli tahrip etmeye yönelik faaliyetlerine dikkat çekilmiş (el-Bakara 2/205; Muhammed 47/22), gençlerin bu tahriplerden korunmasına yönelik emir ve tavsiyeler, çocuğun ana rahminde teşekkülünden itibaren insanın ölümüne kadar uzanan bütün safhaları kapsamıştır. Kur’an’da fiilî savaş için kullanılan “nefr” (hücum etmek) kelimesi, din ilimlerinde uzmanlaşmak ve ülke insanının kültürel gelişmesine katkıda bulunmak amacıyla sürdürülecek ilmî çalışmalar için de kullanılmış ve her eli kılıç tutanın cephe savaşına çıkmayıp bazılarının kendilerini kültür savaşına vakfetmelerinin gereği üzerinde önemle durulmuştur (et-Tevbe 9/122). Çağımızın kitleler arası etkileşim ve mücadele metotları içinde kültürün ilk sırada yer aldığı muhakkaktır. Bundan dolayı günümüzde cihadın, geçmişte olduğundan daha fazla cephe savaşından ekonomi ve kültür mücadelesi alanlarına kaydırılması zarureti doğmuştur.
3. Silâhlı Savaş. Hak ile bâtıl arasındaki mücadelenin kıyamete kadar süreceğini ifade eden Hz. Peygamber (Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 33), “Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin, fakat buna mecbur kaldığınız takdirde tahammül gösterin, Allah’tan daima esenlik ve barış dileyin” (Buhârî, “Cihâd”, 112; Müslim, “Cihâd”, 19) meâlindeki hadisiyle hem sulh ve sükûnun değerini, hem de gerektiğinde bâtıla karşı fiilî mücadelede sabır ve sebatın gerekliliğini göstermiştir. Bütün temennilere rağmen savaşa engel olunamaması, bu arada semavî dinlerin ve ilâhî vahiylerin kalıcı değerlerini içeren İslâm dini ile mensuplarına yönelik hareketlerin daima potansiyel bir saldırı ve tahrip riski taşıması, müslümanların her zaman silâhlı savaşa hazırlıklı bulunmaları zaruretini doğurmakta ve bu bakımdan Kur’ân-ı Kerîm’in, “Onlara karşı elinizden geldiğince kuvvet ve -cihad için- bağlanıp beslenen atlar -savaş araç ve gereçleri- hazırlayınız ki bununla Allah’ın düşmanını ve sizin düşmanınızı, bunlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutup cesaretlerini kırasınız” (el-Enfâl 8/60) meâlindeki âyeti bugün de önemini korumaktadır.
Ehl-i kitap’tan, onlara gönderilen Tevrat ile İncil’den sıkça söz edilen Mâide sûresinde hak-bâtıl mücadelesinin hakkın yozlaştırılması biçimine değinilmekte, Hz. Peygamber’den Ehl-i kitabın bozulmuş din anlayışına uymaması istenmekte, onların son vahiyden saptırma gayesi güden faaliyetleri karşısında dikkatli olması gerektiği vurgulanmaktadır (5/48-49). Bakara sûresinde de yahudilerle hıristiyanların, kendi dinlerini benimsemedikçe Hz. Peygamber’den, dolayısıyla müslümanlardan memnun olmayacakları hatırlatıldıktan sonra şöyle denilmektedir: “Gerçekte yegâne doğru yol Allah’ın gösterdiği yoldur. Eğer sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan Allah’a karşı hiçbir dostun ve hiçbir yardımcın olamaz” (2/120). Esasen geçmişte ve bugün müslümanlara karşı vuku bulan saldırılar, çoğunlukla müslümanların temsil ettiği İslâmiyet’e ve müslümanlarca orijinalitesi korunmuş olan vahye karşı açılmış savaşlardır. Dolayısıyla böyle bir savaşa karşı gerek moral değerler yönünden gerekse ilmî, ekonomik ve teknik yönlerden hazırlıklı olmak ve nihayet savaşa savaşla karşılık vermek de cihad faaliyetlerinden biridir.
Cihadın fazileti konusu İslâm telif tarihinde önemli bir yer tutar. Kur’ân-ı Kerîm’deki
.birçok emir ve tavsiye geniş anlamda cihadla ilgilidir. Özel olarak cihadı konu edinen âyetlerde “iman, hicret, Allah yolunda malla ve canla cihad” unsurları zikredilmekte ve bu hasletlere sahip bulunanların Allah ile olan dostluklarına sadık kaldıkları, ebedî mutluluğa ve her şeyin üstünde Allah rızâsına ulaşacakları ifade edilmektedir (meselâ bk. en-Nisâ 4/95-96; et-Tevbe 9/20-21; el-Hucurât 49/15). Kütüb-i Sitte başta olmak üzere birçok hadis mecmuasında cihadla ilgili hadisler “el-cihâd”, “fezâilü’l-cihâd”, “el-cihâd ve’s-siyer”, “es-siyer”, “el-megazî” gibi özel bölümler halinde toplanmış, diğer bölümlerde de yeri geldikçe aynı konudaki rivayetler zikredilmiştir. Bu tür hadislerin bir kısmında Hz. Peygamber, muhatabının durumuna göre, bazan anne ve babaya hizmet etmeyi, bazan da hac ibadetini yerine getirmeyi cihad saymıştır. Ancak cihada ilişkin hadislerin çoğunda Allah yolunda malı ile, canı ile veya her ikisiyle cihad edenin, insanlığın mutluluğunu sağlama ve Allah rızâsına ulaşma yolunda elde edeceği mânevî dereceler özendirici anlatımlarla dile getirilmiştir. Cihad, emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker* çerçevesinde kelâm ve mezhepler tarihinde, ayrıca ahlâk ilminde de ele alınıp işlenmekte, fıkıhta ise savaş hükümleri açısından söz konusu edilmektedir. Abdullah b. Mübârek’in Kitâbü’l-Cihâd’ı bu konunun ilk eseri olarak bilinmektedir. İbn Ebû Âsım’ın Kitâbü’l-Cihâd’ı ile İbnü’n-Nehhâs’ın MeşâriǾu’l-eşvâķ’ının tahkikli neşirlerinin mukaddimelerinde, Osmanlıca eserler için de Sebîlürreşâd mecmuasında (IX/228, 347-348) cihadla ilgili bibliyografik bilgiler mevcuttur.
BİBLİYOGRAFYA:
Tehânevî, Keşşâf, “chd” md.; Buhârî, “Zekât”, 18, “Cihâd”, 112, 156; Müslim, “Cihâd”, 19, 20; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 33, 89; İbn Hişâm, es-Sîre, I, 468; Taberî, CâmiǾu’l-beyân, II, 112-113; XVII, 122-124; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-ġayb, V, 214-218; XXV, 269; İbnü’n-Nehhâs ed-Dimyâtî, MeşâriǾu’l-eşvâk ilâ mesâriǾi’l-Ǿuşşâķ (nşr. İdrîs Muhammed Ali – Muhammed Hâlid İstanbulî), Beyrut 1410/1990, Mukaddime, s. 39-47; Şevkânî, Fethu’l-kadîr, Beyrut-Dımaşk 1412/1991, III, 68; Muhammed Fâris Berekât, el-CâmiǾ li-mevâdıǾi âyâti’l-Kurǿâni’l-Kerîm, Dımaşk 1379/1959, s. 187-199, 217, 219-359; Bursalı Mehmed Tahir, “Fezâil-i Cihâd Hakkında Müellefât-ı Osmâniyye”, SR, IX/228 (1328), s. 347-348; Muhammed H. el-Butah, “el-Cihâd ve devruhû fî teblîġi’d-daǾveti’l-İslâmiyye”, Havliyyetü Külliyyeti Usûli’d-dîn bi’l-Kahire, sy. 9, Kahire 1412/1992, s. 215-230, 238-242.
Bekir Topaloğlu
CİHAD NEDİR
|
Çalışmak, uğraşmak, çabalamak, gayret sarfetmek.
İslâm'ın yükselmesi, korunması ve yayılması için her türlü çalışmada bulunmak, uğraşmak, gayret sarfetmek ve bu yolda sıcak ve soğuk savaşa girmektir. Daha açık bir ifade ile Allah (c.c.) tarafından kullarına verilmiş olan bedenî, malî ve zihnî kuvvetleri Allah yolunda kullanmak, o yolda feda etmektir. İnsanın maddî-manevî bütün varlığını Allah yolunda ortaya koyarak Hakk'ın düşmanlarını ortadan kaldırmak için savaşması "cihad"dır.
İslâm'da cihad farzdır. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor: "Hoşunuza gitmese de düşmanla savaşmak üzerinize farz kılındı" (el-Bakara, 2/216). "Herhangi bir fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla çarpışın " (el-Bakara, 2/193). "Allah'a ve ahiret gününe inanmayan kişilerle savaşınız" (et-Tevbe, 9/29); "Sizinle toptan savaştıkları gibi siz de müşriklerle savaşınız. " (et-Tevbe, 9/36). Hz. Peygamber (s.a.s.)'de "Cihad kıyamete kadar devam edecek bir farzdır" (Ebû Davûd, el-Cihad, 33) buyurmuştur.
Yalnız, bu farz bazı hallerde farz-ı ayın; bazı hallerde ise farz-ı kifayedir. Müslümanlar içinden sadece bir grup cihadın gayesini gerçekleştirebiliyor, müslümanların yurt, mal, ırz, namus ve haysiyetlerini düşmanlara karşı koruyabiliyorsa o taktirde cihad farz-ı kifaye olmuş olur ve diğer müslümanların üzerinden sorumluluk kalkar. Şayet fert fert gücü yeten her müslümanın düşmana karşı koyma gereği varsa o zaman farz-ı ayın olur; herkesin bizzat cihâd etmesi icab eder.
Cihâdın gayesi, yeryüzünden fitneyi kaldırmak ve hakkı yüceltmektir. İslâm'da savaş, intikam, öldürme yağma, baskı ve zulüm yapmak için değil: bunları ortadan kaldırmak için yapılır. Müslüman olmayanları zorla İslâm'a sokmak yoktur. Cihad'dan maksat, insanları baskılardan kurtarmak, İslâm'ın yüce gerçeklerini onlara duyurmak ve kendi rızalarıyla müslüman olabilecekleri onamları hazırlamaktır.
İslâm'ın gayesi toprak ele geçirmek değildir. O yalnız bir bölge ve kıta ile yetinmez. İslâm bütün dünyanın saadet ve refahını düşünür. Bütün insanlığa, kendisinin beşeri sistemlerden ve diğer dinlerden daha üstün âlemşumül bir din olduğunu göstermek ister. Bu yüce maksadı gerçekleştirmek için müslümanların bütün güçlerini seferber eder. İşte bu bitmeyen cehd ve uğraşmaya, büyük bir enerji ile çalışma işine ve meşrû bütün yollara başvurma gayretine cihad denir. Yeryüzünde zorbalar, batılın ve fitnenin devamını isteyenler, şirk ve müşrikler ile küfür sistemleri var oldukça, onların yeryüzünde yayacakları kötülüklerine karşı bir emniyet olan cihad da devam edecektir. Bu bakımdan cihadın İslâm'da önemli bir yeri vardır. Hz. Peygamber'e, hangi amelin daha faziletli olduğu sorulduğunda, "İman ve Allah yolunda cihad'dır." (Tecrîd-î Sarîh Tercümesi, VII, 445), buyurarak cihadın imandan hemen sonra geldiğine, imanın cihadla varlığını sürdüreceğine işaret etmişlerdir. Ayrıca Allah yolunda savaşanları, gazilik ve şehitlik rütbesine erenleri öven ve onlar için büyük nimetler ve dereceler bulunduğunu haber veren birçok ayet ve hadis vardır.
Müslümanlar savaşı istemezler. Ama savaş vukû bulunca sabır ve metanetle savaşırlar. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.): "Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz. Fakat düşmanla karşı karşıya gelirseniz sabrediniz, direniniz. " (Buharî, Cihad, 112, 156, Müslim, Cihad 19, 20; Ebû Davud, Cihad, 89) buyurmuştur. Müslümanlar savaş anında Allah'a güvenir ve Allah'ın kendileriyle beraber olduğunu bilirler. Onun şu buyruğunu hiç akıllarından çıkarmazlar. "Ey peygamber; sana da sana tâbi olan müminlere de Allah yeter. " (el-Enfâl, 8/64)
İslâmiyet'e göre cihad, bize harp açanlara (el-Bakara, 2/190) verdikleri sözü tutmayıp tekrar dinimize saldıranlara (et-Tevbe, 9/12-13), Allah'a ve ahiret gününe inanmayarak, Allah ve Peygamberin haram kıldığı şeyleri haram kabul etmeyenlere karşı (et-Tevbe, 9/29), yeryüzünde fitneyi söküp atmak ve Allah'ın dinini hâkim kılmak (el-Bakara 2/19) gayesi ile meşrû kılınmıştır.
Müslümanlar savaş için düşman memleketine girip bir şehri veya bir kaleyi muhasara ettikleri zaman, önce onları İslâm'a davet ederler. Kabul ederlerse kendileriyle savaşmazlar. Şayet İslâm'ı kabul etmezlerse İslâm devletine cizye vergisi vermesini isterler. Verirlerse mal ve can güvenliğini elde ederler. Bunu da kabul etmezlerse geriye savaşmak kalır.
Bu durumda cihad için şu şartlar gerekir:
a- Düşman, İslam'a girmeleri için yapılan çağrıyı yahut cizye vermeyi reddetmiş olmalıdır.
b- Müslümanlarla düşman arasında herhangi bir anlaşma sözkonusu olmamaktır.
c- Müslümanlarda cihad için gerekli askerî güç siyasî otorite bulunmalıdır.
Bütün bu hususlar bir araya geldiğinde cihadın farziyeti gerçekleşir. O zaman düşmanla yapılacak savaşta şehirler yakılabilir, insanlar öldürülebilir ve düşmanın savaş gücü her şekilde zayıflatılmaya çalışılır. Yalnız kadın, çocuk, kötürüm, yaşlı ve körler öldürülmez. Barış, İslam devleti için uygun olduğu zaman yapılabilir. Düşmana hiç bir şekilde silâh vb. savunma vasıtası satılamaz. Bir müslüman topluluğu kâfirlere emân verirse, bunlarla, yeryüzünde fesat çıkarma ve İslâm'a saldırma durumu hariç, savaşılmaz. Cihad, bizzat sıcak bir savaş olacağı gibi normal şartlarda mal, dil ve kalple de yapılabilir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: Müminler Allah ve Rasûlüne iman ederler, sonra da şüpheye düşmezler. Hak yolunda malları ve canları ile cihad ederler. İşte sadakat sahibi kimseler bunlardır" (el-Hucûrât, 49/15)
Hz. Peygamber (s.a.s.) ise: "Müşriklerle mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad ediniz" Allah benden evvel hiç bir ümmete bir nebi göndermemiştir ki, ümmet içinde kendisine yardımcı olan havârîlere, yerleştirdiği geleneklere göre hareket eden arkadaşlara ve emirlerine itaat eden dostlara sahip olmamış olsun. Sonra bunları bir nesil takip eder. Onlar yapmadıklarını söyler, emredilmeyen işleri yaparlar. Bunlarla eli ile fiilen mücadele eden mümindir, dili ile mücadele eden mümindir kalbi ile mücahede eden mümindir. Bunun dışında kalanların hardal tanesi kadar da olsa imanları yoktur" (Müslim, İman 20); "Şüphesiz ki mümin kılıcı ve dili ile cihad eder" (İbn Hanbel, VI, 387), buyurmuşlardır.
İslâmiyet'in ilk devrelerinde müminlere İslâm düşmanlarına karşı yumuşak davranmaları, eziyetlerine katlanmaları müdafaa kasdıyla da olsa karşılık vermemeleri; sadece öğüt vererek İslâm'a davet yolunu takip etmeleri emredilmiştir. Bir ayet-i kerimede, "Siz, şimdilik, Allah onlar hakkındaki emrini getirinceye kadar affedin, hoş görün. Şüphesiz ki Allah her şeye kâdirdir" (el-Bakara, 2/109) buyurulmuştur. Çünkü o zaman müslümanlar sayı ve imkân bakımından son derece zayıftı. Düşmana karşı koyacak güçleri yoktu. Müslümanların adedi ve kuvveti biraz daha çoğalınca kendilerine ve akidelerine karşı direnenlerle savaşmalarına izin verildi. Müslümanlar büsbütün güçlenip düşmanları mağlup edecek seviyeye gelince de cihad müsaadesi verildi. " Artık saldırıya uğrayan müminlere zulme uğratıldıkları için cihad etme izni verildi... " (el-Hacc, 22/39). Bu izin Medine döneminde olmuştur.
Ayrıca Allah Teâlâ'nın " Allah uğrunda gereği gibi cihad edin" (el-Hacc, 22/79), buyruğuyla, müslümanların nasıl davranması gerektiği belirlenmiştir. " Müminler ancak Allah'a ve Peygamberine iman eden, sonra şüpheye düşmeyen; Allah uğrunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenlerdir. İşte onlar doğru olanlardır. " (el Hucurât, 49/15) ayetinden de cihadın mal ve canla yapılacağını öğreniyoruz. Cihad konusundaki diğer ayet ve hadisler de göz önüne alındığında, cihadın başlıca şu çeşitlere ayrıldığını görürüz:
1- Nefs'e Karşı Cihad Şüphesiz en güç cihad, insanın nefsiyle ve nefsinin arzularına karşı yaptığı cihaddır. Müslüman, gerçek cihadı nefsine karşı verir. Nefsine karşı cihadı kazanamayan, düşmanın karşısına çıkmak için kendisinde güç ve cesaret bulamaz. Hz. Peygamber Tebük seferinden dönüşte ashabına şöyle buyurmuştu: " Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz" (Adûnî, Keşfu'l-Hafâ', I, 425). Bu hadisinde Hz. Peygamber, en kalabalık bir ordu ile katıldığı Tebük seferini "küçük cihad" olarak vasıflandırırken; nefse karşı verilecek mücadeleyi "büyük cihad" olarak nitelendirmektedir. " Hakiki mücahid nefsine karşı cihad açan kimsedir" (Tirmizî, Cihad, 2) hadîsi de aynı manayı ifade etmektedir.
Aynı meâlde başka hadis-i şerifler de vardır. Bütün bunlar bize, insanın nefsi ile, nefsinin boş ve mânâsız, hatta gayr-ı meşrû istekleri ile mücadele etmesinin cihad olarak değerlendirildiğini göstermektedir.
2- İlim İle Cihad
Cihad'ın başka bir çeşidi de ilim ile yapılan cihaddır. Dünyadaki bütün kötülüklerin sebebi cehalettir. Hakk'a ulaşmak isteyen herkesin cehaletten kurtulması, ondan uzaklaşması gerekir.
Bilginin ortaya koyduğu delillerin gönüller üzerinde icra ettiği tesiri silâh gücü ile temin etmek mümkün değildir. Onun için şöyle buyurulmuştur:
"Ey Muhammed! İnsanları Rabbi'nin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış. Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir. " (en-Nahl 16/125).
Temeli ilim yoluyla tebliğ ve davete dayanan İslâmiyette, bu tebliğ faaliyetinin adı "ilim ile cihad"dır. Bu usûle "Kur'an ile cihad" da denilir. En güzel mücadele şekli Kur'an'ın mücadele şeklidir. Bunun için Cenâb-ı Hak:
"Sen kâfirlere uyma, uyanlara karşı Kur'an ile büyük bir cihadla cihad et" (el-Furkan, 25/52) buyurmuştur. Ayet-i kerimede Kur'an ile cihadın "büyük cihad" olarak belirtilmesi, Kur'an'ın ilim ile cihad konusuna ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Hak ve hakikatı, en tehlikeli zamanda bile, hiç bir şeyden korkmadan ve çekinmeden olduğu gibi söylemek de bir çeşit cihaddır. Rasûlullah (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurmuştur:
"Zalim bir hükümdar karşısında hak ve adaleti açıkça söylemek, büyük bir cihaddır. " (İbn Mâce, Fiten, 4011)
3- Mal İle Cihad
Mal ile cihad, Allah Teâla'nın insana ihsan etmiş bulunduğu mal ve servetin yine Allah (c.c.) yolunda harcanması demektir.
Bilindiği gibi dünyada her iş para ile yapılmaktadır. Hakkın korunması ve zafere ulaşılması da yine paraya bağlıdır. Bunun için mal ile cihadın önemi büyüktür. Müslümanların, İslâm'ın yücelmesi hakkın muzaffer olması için her türlü mal, servet ve paralarını bu yolda fedâ etmeleri mal ile cihaddır.
Hz. Peygamber'in, mal ile cihad hususundaki teşvik edici sözleri ashabı kiramı harekete geçirmiş ve kendileri yoksulluk içinde sıkıntılı bir hayat geçirirken, mal ile cihad farizasını edâ edebilmek için elde avuçta ne varsa getirip Rasûlullah'a vermişlerdir. Bu konuda Kur'an-ı Kerîm'de de pek çok ayeti kerîme vardır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"İman edip hicret eden, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad eden, (mücâhidlere) yer veren ve yardım edenlerin hepsi birbirinin vekilidir. " (el-Enfal, 8/72).
"...Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla savaşın. Bilseniz bu sizin hakkınızda ne kadar hayırlıdır. " (et-Tevbe, 9/41).
"Allah, mallarıyla, canlarıyla mücadele edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır. " (en-Nisâ, 4/95).
4- Savaşarak Cihad Yapmak
Cihad, müslümanlara farıdır. Her müslümanın nefsi ile, ilim ve malı ile sürekli cihad yapması, böylece dinin korunması, Hakk'ın galip kılınması için çalışması gerekir. Bazen "İ'lây-ı kelimetullah" yani Allah adının yüceltilmesi dinin korunup yayılması içinde elde silâh düşmanla savaşmak icab edebilir. Bu en büyük cihaddır ve müslümanlara farzdır. Hattâ cihad denildiği zaman ilk akla gelen husus, düşmanla sıcak savaşa girmektir.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"Sizinle savaşanlarla; Allah yolunda siz de savaşın. Fakat haksız yere saldırmayın." (el-Bakara, 2/190)
Bu ilâhi emir Allah yolunda, İslâm uğrunda savaşmanın ve İslâm yurdunu düşmana karşı korumanın cihad olduğunu bize ifade etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de bir hadis-i şeriflerinde; ganimet elde etmek, şan ve şöhrete ulaşmak, mevki ve makam elde etmek için yapılan savaşın cihad olmadığını, cihadın, Allah (c.c.)'ın adının yüceltilmesi (İ'lây-ı kelimetullah) için yapılan savaş olduğunu haber vermiştir.
Çağımızda bir takım gruplar her ne kadar savaşsız bir dünyanın özlemini dile getirmekte ve bunun için açık veya gizli savaş aleyhtarı faaliyetler sürdürmekte iseler de, bu hiç bir zaman, binlerce yıldan beri devam eden gerçeği değiştirmeyecek ve savaşlar sürüp gidecektir. Cenâb-ı Hak bu değişmez gerçeği aşağıdaki ayet-i kerîmede bize haber vermiştir:
"Hoşunuza gitmediği halde, savaş size farz kılındı. Hoşunuza gitmeyen bir Şey, hakkınızda hayırlı olabilir. Hoşunuza giden bir şey de, hakkınızda kötü olabilir. Bunları Allah bilir, siz bilemezsiniz. " (el-Bakara, 2/216).
"Savaşan, ancak kendi öz canı için savaşmış olur. Allah hiç bir şeye muhtaç değildir. " (el-Ankebut, 29/6).
İslâm dini müslümanlara şerefli bir hayat yaşatmayı hedef edinmiştir. Bu sebeple bu dinin emrettiği savaş, savunma savaşı, zâlimlerden mazlumları kurtarma savaşı, her yere adalet götürme savaşı ve müslümanların haysiyetini koruma savaşıdır. Kur'an-ı Kerîm'de:
"Kendilerine karşı savaş ilân olunduğunda zulme uğrayanlara cihad etmeleri için izin verildi. Hak Teâlâ onlara yardıma hakkıyla kadirdir." (el-Hac, 22/39) buyurulup meşrû savunma savaşına izin verilirken her an savaşa hazır olmak da emredilmiştir.
Savaşın önemini ısrarla belirten İslâm dini ve onun yüce kitabı, barışın da gereğine işaret etmekte, barış teklifi düşmandan geldiği takdirde taviz vermeden teklifin yerine getirilmesini istemektedir:
" Eğer onlar barış isterlerse sen de onu kabul et. Allah'a güven ve dayan."
"Her şeyi işiten, herşeyi hakkıyla gören O'dur. Onlar seni aldatmak isterlerse, şunu kesin olarak bil ki, Allah sana yeter. Seni,yardımlarıyla ve müminlerle destekleyen O'dur." (el-Enfâl, 8/63).
İslâm, müslümanlara yapılan tecavüzlerin hiç birinin karşılıksız bırakılmamasını istemektedir:
"O halde, size karşı tecavüz edenlere siz de aynıyla mukabele edin. " (el-Bakara, 2/194).
Yeryüzünde fitne kalmayıncaya kadar müslümanların cihada devam etmelerini isteyen İslâm, savaş hukukunu da en güzel şekilde tanzim etmiştir. Allah Teâlâ'nın:
" Andlaşma yaptığınızda Allah'ın ahdini (andlaşma hükümlerini) yerine getirin." (en-Nahl, 16/91)
"Haddi aşmayın, Allah haddi aşanları sevmez." (el-Bakara, 2/190) buyurması; Peygamber Efendimiz'in cephe gerisinde bulunan kadın, çocuk, ihtiyar ve din adamlarının öldürülmemesini, savaşçılara işkence edilmemesini çapulculuk yapılmamasını istemesi, İslâm savaş hukukunun temel kuralları olmuştur.
Dinimizin müslümanlara farz kıldığı cihadın fazileti ve bu emri yerine getirenlerin Allah katında ulaşacakları yücelikler Kur'an-ı Kerim'de şöyle haber verilmektedir:
"Allah Teâlâ, Cennet'e karşılık müminlerin canlarını ve mallarını satın aldı. Onlar Allah yolunda savaşırlar. Savaş meydanında şehît ve gazi olurlar. Allah'ın bu öyle bir vâdidir ki, Tevrat'ta da, İncil'de de, Kur'an'da da sabittir. Kim Allah'tan daha çok vadini yerine getirir? Yaptığınız bu hayırlı alış verişten dolayı sevinin. İşte büyük kurtuluş budur." (et-Tevbe, 9/111)
"Ey mü'minler! Sizi çetin bir azabdan kurtaracak bir ticaret yolu göstereyim mi? O da şudur: Allah'a ve Rasûlüne iman eder ve Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla savaşırsınız. Bir bilseniz bu iş sizin için ne kadar hayırlıdır. Bu takdirde Allah sizin günahlarınızı mağfiret eder, altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn Cennetlerindeki hoş konutlara koyar. İşte büyük kurtuluş budur." (es-Saf, 6/10-12). Cihadın fazileti hakkında Hz. Peygamber (s.a.s.) de şöyle buyurur:
"Rasûlullah'a: "-hangi iş daha hayırlıdır?" diye soruldu. " Allah'a ve Peygamberine iman etmektir. " dedi.
"-Sonra hangisi faziletlidir, denildi: Allah yolunda cihaddır" cevabım verdi sonra "hangisidir?" sorusuna karşı da: "-Makbûl olan hac'dır, " buyurdu" (Buhâri, İman, 18)
Abdullah b. Mes'ud şöyle anlatıyor: "Rasûlullah'a: -Yâ Rasûlallah, Allah katında hangi iş daha sevimlidir? diye sordum. -Vaktinde kılınan namazdır, dedi. -Sonra hangisidir? dedim. -Anne ve babana iyilik etmendir, buyurdu. Sonra hangisidir? sorusuna da: -Allah yolunda cihaddır, cevabını verdi." (Buhârî, Cihad, 1)
Ebû Zerr (r.a.)'den şöyle rivayet edilmiştir: "-Ya Rasûlallah, hangi amel daha faziletlidir?" dedim. "Allah'a iman etmek ve onun yolunda savaşmaktır" buyurdu. (Riyâzü's-Sâlihîn, II, 531).
Bir adam Peygamberimiz (s.a.s.)'e geldi ve: "-İnsanların hangisi efdaldir?" diye sordu. Rasûlullah: "-Allah yolunda malı ve canı ile cihad eden mümin kişidir" buyurdu (Buhârî, Cihad, 2)
Elde silâh, din ve İslâm diyarı uğrunda hudut boylarında nöbet beklemenin asil bir görev olduğunu ve bunun Allah Teâlâ'yı ziyadesiyle memnun ettiğini bildiren Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Hudut ve İslâm diyarının muhafazası için bir gün, bir gece nöbet beklemek, bir ay (nafile olarak) gündüz oruç tutup gece namaz kılmaktan daha hayırlıdır." (Müslim, İmâre,163; Tirmizî, Cihad 2)
"İki çeşit gözü, Cehennem ateşi yakmaz: Biri Allah korkusundan ağlayan göz; diğeri Allah yolunda nöbet beklerken uyumayan göz. " (Tirmizî, Fezâilü'l-Cihad, 12)
Görüldüğü gibi cihad ilâhi bir emir olup kadın erkek bütün müslümanlara farzdır. Bu farzı yerine getirenler Cenâb-ı Hakk'ın hoşnutluğunu kazanacak ve ahirette yüce mertebelere ulaşacaklardır.
Cenâb-ı Hak:
"Siz de düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve (cihad için) başlanıp beslenen atlar hazırlayın" (el-Enfâl, 8/60) buyurarak müslümanlara her zaman cihad için hazırlıklı olmalarını emretmiştir.
İşte bütün bu ayet ve hadislerin ışığında cihad, dünya ve dünya malı için olmayan, Kelîme-i Tevhîd'in kabulü ve gönüllere yerleşmesi için gösterilen cehd ile bunun neticesinde kazanılan kardeşliğin adıdır. Cihad; insanları, kula kul olmaktan kurtarıp Allah'a kul etmeğe davet edişin ve bu uğurda çekilen sıkıntıların adıdır. Cihad, insanları, sınıf, zümre, parti ve bütün beşeri hegemonyalardan kurtarıp Allah'ın hâkimiyeti altına gönül rızası ile davet etmenin adıdır. Kinsiz, kansız ve mutlu bir İslâm toplumu oluşturmak için gösterilen ihlaslı hareketin adıdır. Cihad, her ferdin, kendisini günahlardan arındırıp Allah'a istiğfar etmesi, Allah'a yönelmesi, Allah'a yönelen insanlardan oluşan bir dünya kurması ve bu dünyada kendisi ve insanlar için yalnız Allah'ın hâkimiyetini istemesi ve bunun için devamlı hareket halinde olmasıdır. Cihad, eskiden yapılan ve pişmanlık duyulan bütün yanlış işlerin aksini yapma gücüdür. Cihad, zimmete geçirilen bütün hakları geri iade edebilmektir.
Cihad, terkedilen hukukullahı telâfi etmektir. Cihad, nefis ve bedendeki her türlü taklidi terk etmektir.
Rasûlullah (s.a.s.)'ın torunu Hz. Hasan der ki: "Adam Allah uğrunda cihad eder. Halbuki bir kılıç vurmamış bulunur. Sonra Allah uğrunda cihadın hakkı da; hak ve ihlâsa yakın bulunması, haksızlıktan ve kötü niyetlerden gücü yettiği oranda kusur ve ilgisizlikten uzak bulunmasıdır."
Cihad, insanları baskı ve zorlamadan korumak ve kurtarmaktır. Zorlama ve baskı olmayan İslâm'a, insanları davet ederek Allah'ın adını yüceltmektir. Cihad, herkesi, mensubu olduğu akîdeden zorla çıkarmaya çalışmayıp, hakkın kabulü ve yayılışına engel olmak isteyen ve gücünün yettiğine baskı yapan hak düşmanlarının kovulması ve her türlü engelin kaldırılması ile, sağlam kalp ve dosdoğru düşünen bir akıl için belirlenmiş en güzel nizamı, yani İslâm'ı hâkim kılmaktır. Cihad, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in yaşayıp tebliğ ettiği İslâm'a yapışarak Allah yolunda kendini ve. malını feda etmiş, orta yolu seçmiş, aşırılıktan sakınmış ilâh olarak Allah'ı ve onun hâkimiyetini tanımış, İslâm'ı bütün dinlerin üstünde ve tamamlanmış tek din kabul ederek bu dini müdafaa ve yaşanılır kılmak için çalışmak demektir. Bunun için İslâm'da mutlak surette, öldürme, intikam, din değiştirmeye zorlama yoktur. Düşmanı yenmek, onun kuvvet ve gücünü bertaraf edip, dinde serbest olarak Allah'ın hükmüne tabi tutmaktır ki, işte Allah'ın adını yüceltmek için yapılan cihad şekillerinden birisi de budur.
Cihad, ne bir savunma savaşı ne düşmana saldırıda bulunup onu imha etme savaşıdır. Kıtal ve kan dökme değildir. Yahut bir üstünlük ve egemenlik kurarak insanları boyunduruk altına alma savaşı da değildir.
İnsanlarla mücadele ve insanlar arası savaş ilişkilerini anlatan pek çok kelime varken, İslâm bu kelimeleri cihad kavramı yerine kullanmadı. Meselâ, harp, kıtal, ezâ kelimeleri cihad kelimesinin yerini tutmamaktadır. İslâm niçin eskiden Araplar'ın kullandığı harp vb. gibi kelimeleri almadı da yepyeni bir ifade olan cihad tabirini aldı. Bunun birinci sebebi, harp tabiri şahsi menfaatler, polemik oyunlar için ateşi sönmeyen, yangını çağlar boyu milletlerin, kabilelerin içinden çıkmayan kıtal anlamında kullanılmıştır. Harplerde genellikle, kişisel ve toplumsal kinler hâkim olmuştur. Harplerde fikir endişesi, bir akîdeyi galip kılma çabası göze çarpmaz.
Cihad Allah İçindir ve Allah Yolundadır
İslâm'da cihad, hedefsiz, gayesiz bir savaş değildir. İslâm'da cihad yalnız Allah yolunda olur. Bu şart, cihaddan ayrılmaz. İslâm'ın kendi hedeflerine varmak için niçin harp veya başka bir kelimeyi değil de; "cihad" kelimesini seçtiğini belirtirken, cihadın diğer kelimelerden farklı olduğunu ifade ettik. Bu farklılığı sağlayan bir hususiyet de "Allah yolunda" ifadesinin ve kavramının cihad kelimesinin içinde bulunmasındandır. "Allah yolunda" tabiri de İslâm'ın kendi mefkûresi için kullandığı terimler sözlüğünden bir terimdir. Bu terimi de bir çok kişi yanlış anlamış, halkı İslâm inancına boyun eğdirip, İslâm'ı kabul ettirip bunun için zorlamak olduğu düşüncesini "Allah yolunda cihad" olarak düşünmüşlerdir.
Gerçekte, "Allah yolunda" terimi, İslâm kavramları içinde onların düşündüğünden çok geniş bir anlam belirtir. "Allah yolunda cihad" batılıların anladığı manada kutsal bir savaş değildir. İslâm nazarında, toplumun fayda ve mutluluğu için, geçici dünya arzusunda bulunmadan yapılan her hareket "Allah yolunda"dır.
Allah'ın sana verdiği malları geçici dünyalık faydalar umarak sarfedersen bu "Allah yolunda" olmak değildir. Ama sırf Allah rızası için, bildiğin muhtaçlara yardım edersen şüphesiz ki bu "Allah yolunda" bir iştir. İşte bu "Allah yolunda" terimi, yalnız İslâm'a mahsus; maddi menfaat ve arzulardan uzak, sırf Allah rızası umulan davranışlar için kullanılır. Bunu yapan kimse bilir ki mümin. kardeşlerinin saadeti için yaptığı her iş Allah rızası içindir. Müminin geçici dünya hayatında istediği tek husus Allah Teâlâ'nın rızasını kazanmaktan başka bir şey değildir. İşte yüce Allah, bu anlama işaret etmek için cihadı, "Allah yolunda" kaydıyla sınırlamıştır. İslâm'ın istediği de budur. Müslüman topluluk veya fert, batıl ve beşerî sistemleri yıkıp, yerine İslâm akîdesine dayalı bir sistemi getirirken, harcayacakları çabaları ve yapacakları her türlü fedakârlıkları, kişisel çıkarlardan, nefsânî arzulardan uzak tutmalıdır. Bütün çırpınmalarının karşılığı olarak, hak ölçülerine uygun, adaletli bir sistemi getirmekten başka bir şey gözetmemelidirler. Mümin, yaptığı şeylerin karşılığını bu dünyada beklemez. Allah'ın kelâmını yüceltmek için, bu bitmeyen mücadelenin, dinmeyen savaşın karşılığında; mal, mülk, şan, şeref, rütbe, geçici dünyalık elde etme düşüncesi aklından geçmez.
"İnananlar Allah yolunda savaşırlar, küfredenler ise tâğût yolunda savaşırlar..." (en-Nisâ, 4/76).
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Allah, ancak kendi rızası için olan cihadı kabul eder. Nefsânî arzulardan, kavmiyetçi kinlerden, kabilecilik taassubundan kopan savaşı değil... Yeryüzündeki her canlı, hayatını devam ettirmek için çırpınıp durur. Fıtrî gayesine ulaşmak için gece gündüz demeyip çalışır. fakat müslümanın çırpınış ve çalışması başka gayelere yöneliktir. O, yani, İslâm'a inanıp, onun sistemine bağlanan kimse, her şeyden önce İslâm inkılâbının gayesi olan Hakkı getirmek için canla başla, malla Allah yolunda cihad eder. Bütün gücüyle şer güçleri yıkmak, fitne ve fesat tohumlarının yeryüzünde yayılmasına engel olmak için çalışır. "Fitne yok olup din ve hâkimiyet yalnız Allah'ın oluncaya kadar" cihad eder. İşte İslâmî cihad budur.
Şâmil İA
|
|
|