 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
islam dergisi
Kimdir bu mealciler?
Bid’at ehli olan Mealcilerin amaçları nedir?
Mealciler; Hazreti Osman zamanında Mısır’da örgütlenen ve Hazreti Osman’ı şehid eden, Peygamber (s.a.v.)Efendimizin hadisi şeriflerini kabul etmeyip; “Bize Kur’an yeter, biz hadisleri kabul etmiyoruz.” dedikleri için Hazreti Ali bunların kafir olduklarına dair fetva verdiği için Hazreti Ali’yi de şehid eden sapık Harici Mezhebi ve Suudi Arabistan kökenli İngilizlerin Osmanlı’yı yıkmak için kurdurdukları mehepsiz Vehhabilerin Türkiye’deki uzantıları olan kimselere Mealciler denir.
Kendilerini yeni bir çığr açmış gibi gösterselerde kökenleri çok eski sapıklara dayanmaktadır. Ehl-i Sünnet alimleri aleyhindeki delilleri de, o zamanki sapık mezheplerden olan; Harici, Mutezile, Cebriye gibi Ehl-i Sünnet düşmanı mezheblere dayanmaktadır. Bu kimseler, temiz kalbli ve imanlı kimseleri ikna edip saptırmak için;
- “ DİNİNİZİ NEDEN DOĞRUDAN KUR’AN’DAN ÖĞRENMİYORSUNUZ DA, ŞU MEZHEBE, BU MEZHEBE TABİ OLUYORSUNUZ?“ gibi sözlerle yanıltmaya ve sırat-ı müstekîmden ayırmaya çalışmaktadırlar. Bunların destekçileri olan bazı ilahiyatçı hocalarıda üniversitelerde yeni gelen öğrencilere virüslerini saçmaktadırlar. Bu tür hocalar, İslamiyeti içten yıkmak isteyen dış güçler tarafından maddeten ve manen bittamam destek görmektedirler.
Doğrudan Kur’an’dan hüküm çıkararak İslamiyeti yaşamanın doğru olacağını, dört hak mezhebe uymanın yanlış olduğunu iddia eden Mealciler, birbirine uymayan yüzlerce Kur’an mealleri ile güya, müslümanları ibadet etmeye yönlendirerek, kolu kanadı kırılmış insana benzetmeye çalışıyorlar. Yani; “kaş yapıyoruz” derken, göz çıkarmaktalar. Bu şekilde telkinlerle müslümanları, ecdadımız Selçuklu ve Osmanlı’nın takip ettiği ve Kur’an-ı Kerimin sırat-ı müstekîm olarak belirttiği, ehli sünnet yolundan ayırmaya çalışıyorlar.
Bunların yaptıkları işin misali; hasta adamın, doktora gitmeyip bir eczaneden rastgele ilaç almasına benzer ki, işin içerisinde, şifa bulmak yerine zehirlenmekte vardır. Nasılki, midesi ağrıyan kimse aspirin aldığında, şifa bulacağını sandığı yerde mide kanaması ile muzdarip olacağı gibi, mealcilere uyan kimseler de işin akibetinde ne yapacağını, nasıl amel edeceğini bilemeyerek, şaşkın hale düşüp şeytanın kayığına binerek helak olmakla karşı karşıya kalmaktalar. Allahu Teala, Rasulüne tabii olmamızın önemini şu ayette, belirtiyor:
“لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِّمَن كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيراً“
- “ Lekad kâne leküm fî rasûlillâhi üsvetün Hasenetün limen kâneyercüllâhe velyevmel âhira ve zekerallâhe kesîran(râ)” Mealen:
- “ Gerçekten Allah’ı ve ahiret gününü ümit edenler ve Allah’ı çok ananlar için, Allah’ın Râsulünde sizin için çok güzel örnekler vardır. .” El-Ahzab/21
S.K. isimli bir mealcinin sorusu:
“ Peygamberler de hata yapar. Ehli sünnet alimleri masum mudur? Hatadan kusurdan münezzeh midir?
Böyle bir şey söylerseniz o zaman şiilerin imamlara masumiyet atfetmesi gibidir. Yani şia ile aynı paydada buluştunuz demektir. Ben ulemanın hangi gruptan olduğuna değil ne dediğine, görüşlerini hangi ayet ve hadislere dayandırdığına bakarım. Sadece rivayet etmem aynı zamanda riayette ederim. Üzerinde düşünür aklımıda devreye sokar görüşümü seçerim. Doğruyu kimde gördüm onunla amel ederim. Nitekim Muaz Bin Cebel de; “böyle yaparım demedi mi?”
CEVAP 1:
Mealeci “Ben ulemanın gurubuna değilde, ne dediğine ve görüşlerini hangi ayet ve hadislere dayandırdığına bakarım “diyor. Bunlara soryoruz; Eğer sözleriniz doğru ise, İmam-ı Azam hazretleri ve diğer mezheb imamlarına neden tabii olmuyorsunuz? Çünkü onların Kur’an’a ve hadisi şeriflere dayanmayan hiç bir ictihatları kesinlikle olmamıştır ve bunun aksinide asla isbat edemezsiniz.
Mealci, Ehli Sünnet alimleri masum mudur? diyor. Size kimse; “Ehli Sünnet alimleri masumdur” demedi. Siz önceki yazınız da; “Ehli Sünnetin yanlışları” dediniz. Bu söz Kur’an’a ve Rasulullah’a sataşmaktır. Çünkü, bizim ehli sünnetten anladığımız, Kur’an’a tabi olmaya ve Rasulullahın sünnetlerini yaşayış yoluna, “Ehli Sünnet“ denir. Bu sözü, hataen söylemiş olsanız bile, size bu sözünüzden dolayı, tevbe etmenizi tavsiye ederiz.
Mealci; ”Peygamberler de hata yapar“diyor. Onların yaptığı ictihat hatasını Allahu Tealanın düzelttiğini söylemiyor. Şunu iyi bilmelilerki, Onların ictihat hatalarını Allahu tealanın düzeltmesinden dolayı, Peygamberlerin mesajları hatasızdır. Kur’an farklı dillerde olmaz. Ancak farklı dillerde, Kur’an’ın meali ve tefsiri olur.
İmamı Azam da bir insandır. Onun da gayet tabiki, kişisel ve ictihat hataları olmuştur. Mealcinin de, ifade ettiği gibi onlarında, ictihat hatalarına sevab verilir. Zira onlar, Mealci kimseler gibi akla ve mantğa göre hüküm çıkarmadılar. Kur’an ve Sünnete göre ve Eshabın icmasına göre ictihat ettiler. Bundan dolayı onların hatalarına da, sevap vardır.
İslamiyet hususunda doğruyu bulabilmek için bir kriterin olması gerekir. Bu kriter, Kur’an, sünnet ve icma değilse, o sadece doğru sanılan sapmalar olur o kadar.
Mealcinin çelişkisi:
”Değerli arkadaşlar yanlış olan ehli sünnet alimlerine tabi olmak değil, tek doğruyu ehlisünnet kabul etmek ve diğerlerini sapık fırka deyip kesip atmaktır. Ehli sünnetinde birbiriyle çelişen içtihatları yokmu mesela maturidi ve eşari neden ayrılıyorlar. Maturidilerin bir çok konuda mutezileye yakın görüşleri yokmu? Aralarındaki görüş ayrılıklarının da büyük çoğunluğu kelami tartışmalardan dolayı çıkmiştır. kader, şefaat,büyük günah işleyenin durumu,kuran mahlukmu,vs. Ulemanın her görüşünü süpürüp atmayalım ama süpürüp almayalımda. Mümeyyiz akıl seçen doğruyu eğrisinden ayıran akıldır. tamam pirincin pilavını yiyelim ama taşınada dikkat edelimki dişimiz kırılmasın değilmi yani? pazardan aldığımız donumuza bile gösterdiğimiz özeni iki cihan seadetine vesile olacak dinimizi anlamak için göstermeyelimmi? bu kadar önemli bir mesele için kılı kırk yarmayıpda ne yapalım.BEN İMANIMI SOKAKTA BULMADIM.
CEVAP:
“Yanlış olan, tek doğruyu ehli sünnet kabul etmektir.” diyorsunuz. Şunu iyi bilki, dinde tek doğru yol, ehli sünnet yoludur. Zira, Kur’an Yâ Sîn Suresinde Rasulullah Efendimize;
- ” İnneke leminel-murselîn” “Alâ sıratın müstekîm.” mealen; “(Ey Muhammed) şüphesiz Sen! gönderdiğimiz peygamberlerdensin. Ve dosdoğru yol üzerindesin.” buyurmaktadır. rasulullahın en doğru yolda olduğunu bizzat Kur’an ifade ediyor. O halde Ehl-i Sünnet yolu demekte Rasulullah’ın yolu demektir. Zira, bu durumu Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) efendimiz, İbn-i Mace, Tirmizi ve Ebu Davut gibi sahih hadis kitabların da, şu mealde bir hadis-i şeriflerle teyit etmektedir:
“ Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır, biri müstesna geri kalanları cehennemlik olacaklardır.” Bunu duyan Eshab-ı Kiram (Allah Onlardan Razı olsun) sorarlar: “Ey Allah’ın Rasulü bunlardan, kurtulacak olanlar hangisidir?”Peygamberimiz (s.a.v.): “Benim ve eshabımın yolunda gidenlerdir.” diye cevap verirler.
Bu duruma göre, Ehl-i Sünnet yoluna sataşan kimse, mânen büyük bir tehlike içindedir.
İmam-ı Rabbani Hazretlerinin mektubatın da nakledilen bir hadis-i şerifte, Peygamber(salat ve selam ona olsun) şöyle buyurur, mealen: “Kur’an-ı kerimden kendi aklı ile, kendi düşüncesi ve bilgisi ile mana çıkaran( din büyüklerinin, Peygamberimizden ve Eshabından alarak, yaptıkları tefsirlere aykırı tefsir yapıp, hüküm çıkaran) kâfirdir.” Menavi ve Camiüssağır’da ki bir hadis-i şerifte ise; “Bir kimse sırf kendi aklı ile Kur’an’a, (Rasulullah’ın ve Eshabın anlayışlarına bakmaksızın) anlam veren, isabet etse dahi günaha girer.”diye buyurulmaktadır. Size şöyle bir soru sorsalar: “Siz, madem mezhebleri kabul etmiyorsunuz, o halde namazınızı, cenazenizi, abdestinizi ve sair ibadetlerinizi, hangi mealcinin mealine göre uyguluyorsunuz?” derlerse, ne cevap vereceksiniz. Zira memlekette binlerce bir birini tutmayan meal vardır. Dört mezhebten birine tabi olmaktan kaçıyorsunuz, binlerce ne olduğu belirsiz kişilerin yorumlarına itimat ediyorsunuz. Allah için doğru düşünün, sizin yaptığınız şaşkınlık değilde nedir?
Türkiye’de Kur’an tercümesi modası, Misak adında bir Ermeni tarafından başlatılmıştır. Gençlerin önüne Kur’an tercümelerini sürerek, “Öz Türkçe Kur’an okuyunuz, yabancı dil olan Arapça Kur’anı okumayınız!” demesi bu millete ihanetten başka bir şey değildir.
Türkiyedeki 1950′li yıllardan itibaren ermenilerin arabca ilimlerin matbuatını yaptığı, ilk tefsirin onlardan çıkmasıda çok ilginç! Zaten itibar edilecek tefsirde çok azdır mealesef.
Ehli sünnet alimleri ictihatlarını Kur’an, Sünnet, İcma-i ümmet üzere, yani eshabın icması üzerine yapmışlardır. Sizin savunduğunuz şahıslar da, Kur’an’a kendi akıl ve mantıklarına göre mana verip, işlerine gelmeyen bir çok hadisleri inkar etmektedirler. Kimi sapık cemaatler de (Hariciler gibi) hadis-i şerfleri tamamen yok sayarak; “Bize Kur’an yeter” demişler ve Hz.Ali’de bunların küfrüne fetva verdiğinden dolayı, onlar da, Hz.Ali’yi şehid etmişlerdir. Kimileri işlerine gelmeyen hadisleri, hadis kriterlerinin ne olduğunu bilmeden; “bu hadis değildir” diyerek, sapıklık çukuruna saplanmışlardır. Halbuki zaman ve iman bakımından Eshab-ı Kiram(radıyallahu anhum) hazretlerine daha yakın olan tabiinlerin büyük, hadis alimleri, İmam-ı Buhari hazretleri gibi, bu konuda en titiz çalışmalarını yaparak sahih hadisleri, mürsel hadisleri, mütavatür hadisleri, mevdu ve zayıf hadisleri sınıflandırarak, ayırmışlardır. Sizler onlara itimat edeceğiniz yerde, o zamanın muhaliflerinden olan Hariciler, Kaderiyeciler ve Mürcie vs. gibi sapıkların kaynaklarına itibar ederek, doğru itikadı eğrilerin yanında arıyorsunuz. Doğrular hiç, yanlış adamların yanında bulunur mu? Şeytandan müslümana iman kılavuzu olur mu?
” Ehli sünnet alimleri arasında çelişki vardır” diyerek, çok büyük bir yangılgıya düşümektesiniz. Zira çelişki vahye uymayıp, akıl ve mantıkla hareket eden felsefeciler de olur. Ehli sünnet alimleri arasında çelişki yok, ictihat farkı vardır. İctihat farkı ile, akla dayanarak ortaya çıkan çelişkiyi birbirine karıştırmayınız. Zira ictihat, Kur’an’a ve hadislere ve eshabın icmasına dayanır.
Ehli sünnet arasındaki çelişkiler diye bahsettiğiniz; “Kur’an mahluk mudur, değil midir?” ve: “Kader, şefaat, büyük günah işleyenler kafir midir” gibi konular, ehli sünnet ile sapık mezhepler arasında ki meselelerdir. Siz ise, bunun dahi bilincinde olmadığınızdan, bu meseleleri ehli sünnetin kendi içindeki çelişkiler olarak addediyorsunuz. Yoksa, sizin sözlüğünüz de, adalet ve insaf kelimesi rafa mı kalktı?
Yeri gelmişken bunlarında cevaplarını yazayım da, Hakkı batılla karıştırma basiretsizliğine düşmeyesiniz:
Ehl-i Sünnete göre, Kur’an mahluk değildir:
7- KELAM SIFATININ EZELİ OLUŞU:
Allahu Teala ezeli ve ebedidir, tek bir kelam konuşucudur. Bu kelam O’nnun zâtı ile kaim olup O’ndan ne ayrı bulunur, ne de zail olur. Allah’ın kelam sıfatı harflerden ve seslerden müteşekkül olmadığı gibi onun parçalara da ayrılması mümkün değildir. Kur’an-ı Kerim Allahu Teala’nın kelamıdır, mahluk değidir. sesler ve harfleri Allah(c.c.) yaratmış ve Cebrail ile peygamberimiz, Muhammed Mustafa (s.a.v.) efendimize göndermiştir.
Kelam-ı nefsî : Kelamın Mahiyeti(hakikatı) zât ile kaim olan ve harf ve sesler tarafından ifade edilen bir manadan ibarettir. Yüce Allah’ın haber verişi hakikatte mazi veya müstakbele ayrılamaz. (İslam dergisi ehli sünnet itikadı(maturidiye)
Şefaat vardır, büyük günahları işleyenler fasıktır, kafir değildir, kaza ve kader vardır:
23- Kaza ve Kader: Hak ehli Ulema şöyle dediler: “Yaratıkların her türlü işleri, durumları ve sözlerinin hepsi Allahu Teala’nın kaza ve kaderi ile vücud bulmaktadır. Kaza: yapmak, takdir etmek demektir. Kader: Her bir yaratığı ona ait sıfatları ile belirleyip, tesbit etmektir. (İslam dergisi itikat)
Sapık mezheplere göre Kur’an mahluktur, şefaat yoktur, büyük günah işleyenler kafirdir, kimine göre kul işlediği suçtan sorumlu değildir, (bunların hepsi itikat kategorimizdedir. okursanız öğrenirsiniz)
Ehli sünnet sandığın Mutezile, Cebriye, Kaderiye vs. sapık mezheplerdir. Sapla, buğdayı birbirine karışıtıracak kadar basiretsizlik içindesiniz . Çelişki ehli sünnet alimlerinde bulunmaz. O dediğiniz şey, akla ve kuru mantığa dayanan kimselerde mevcuttur. Vahye uymayan akıl, ışıksız oda da, iğne arayan göz gibidir. Çelişkiye ancak, onlar düşmüş olup çıkış için başlarını duvardan duvara vurmaktadırlar. Bunlar ahirette dahada şaşkın olacaklardır.
Diyorsunuz ki “Ben imanımı sokakta bulmadım.” İmanınızı nerede bulduğunuz aranmaz. Önemli olan nasıl bir imanı bulduğunuzdur. Şeytan, bugün yeryüzünde yanlış bir imanı doğru olarak gösteripte, milyonlarca insanları ineklere, böceklere taptırmıyor mu?
Doğru imanı mealcilerin yanında mı, bulacağınızı sanıyorsanız? O zaman, çıkmaz sokağa girdiniz demektir. Zira birbirni tutmayan binlerce mealci ve binlerce meal varken, siz kurtuluşu hangisinin yanında bulacaksınız?
Mealcinin SORUSU:
“Müctehit ictihatlarında isabet etsede etmesede sevap alacağı hususu bellidir. bu bile alimlerinde hata edebileceğinin kabulüdür. ehli sünnet hata etmez sözü ki peygamberlerin bile hata yapabileceği bir dünyada ne kadar ciddiye alınabilir. imamı azamın namazda kuranın farklı dillerdeki tercümelerinin okunabileceğine dair görüşünü biliyormuydunuz. şimdi imamı azamı redmi ederiz. tabiki hayır ama bazı görüşlerinde isabet etmemiş olabileceğinide kabul etmeliyiz.”
CEVAP 3:
Hanefi mezhebinde mutlak müctehid dört imam vardır. Hanefi mezhebi çoğunlukla üç imamaın ictihadına göre ve az da olsa İmam-ı Zührinin ictihadına yer verilmek suretiyle vücut bulmuştur. Bu büyük mezhebte, sadece İmam-ı Azam’ın ictihadına göre amel edilmez bunu da bilesiniz.
İmamı Azam Hazretlerinin Kur’an’ı namazda farklı dilde okunacağını söylüyorsunuz ve yanılıyorsunuz . İşte cevabınız:
“İmam Ebû Hanife’nin herhangi bir dile çevrilen Kur’ân âyetlerini o dil üzere okumanın caiz olduğuna dair bir içtihadı olmuşsa da, yapılan ciddi araştırmalarla, İmamın bu içtihadından vazgeçip İmameyn’in içtihadına döndüğü anlaşılmıştır. Nitekim Fetâvâ-yı Hindiyye’de de bu hususa dokunulmuş ve «İmamın rücu’ ettiği rivayet olunmuştur. Bu rivayete de itimat gerekir» diye kaydedilmiştir. (Fetâvâ-yi Hindiyye: I/69 – El-Mektebetü’Uslâmiyye – El-Hidâye. )
Ehli sünnetin dört hak mezhebinin imamları ilimlerini silsile ile, İmamı Azam hazretlerinden almışlardır.
İmam-ı Azam hazretleri tabiinin en büyüklerinden olup, akaid ilmini üvey babası, 12 imamlardan olan, Cafer Sadık hazretlerinden almıştır. O da, dedesi 12 İmamlardan, Zeynel Abidin hazretlerinden, O da, dedesi Hazreti Ali’den (radıyallahu anh), O da, alemlerin Efendisi Hazreti Muhammed Mustafa(s.a.v.) Efendimizden ilmini almıştır.
O halde, ya sizin mealci efendileriniz ilimlerini hangi silsileden almıştır bunu söyleyebilir misiniz? Söyleyemezsiniz. Çünkü, onlar din ilmi hususunda, akıllarına ve mantıklarına dayanırlar. Bunu için, köksüz ağaç gibidir sizin efendileriniz .
İmamı Maturidi ile İmamı Eşarinin ictihatları arasında 12 fark vardır. Bunlar arasındaki fark, ictihat farkı olduğu için rahmettir. İmamı Maturidinin ictihadının Mutezileye yakın olduğunu söylüyorsunuz . Bunda da yanıldınız. Zira, İmam-ı Maturidi hazretlerinin değil, İmamı Eşari’nin bazı ictihatları mutezileye yakındır. Zira O, önceleri o mezhepte idi ve tövbe etti.
Biz, diğer mezheblerin yüzde yüzü yanlıştır demiyoruz. Onların da doğruları vardır. Ama eğrileri, doğrularını alıp götüren türden olduğu için, onlara itibar edilmez. Zira, Rasulullahı ve Eshabını dışlayıp, akla ve mantığa tabi olarak Kur’an’a anlam verenlere, nasıl güvenebilirsiniz? Haşa, O Büyük Eshaba itimat edilmezse, bu güvensizlik Kur’an’a dayanmaz mı? Zira, KUR’AN’I onlar bize nakletti. Güvenilmeyen kimselerin nakline güven olur mu? Kur’an’a güvensizlik ise imanı silip, yok eder.
Kur’an mealini okuyupta onunla amel eden birisinin şu ifadesi çok vahimdir:
- “ Ben Kur’anı baştan sona kadar okudum, onda ne namaza, ne abdeste, ne de oruç denilen bir ibadete rastlamadım.” diyor.
Bir başka mealci de ibadetini şu şekilde yaptığını itiraf ediyor:
- “ Ben Kur’anı okudum ve namazın dua anlamına geldiğini öğrendim. Onun için ben günde beş kere kıbleye döner duamı yaparım.” demektedir.
Bir kimse kendi kendinin doktorluğunu yapıp rastgele ilaç alırsa sonuç işte bu kadar vahim olur.
---
[Süâl: İngilizlerin Arabistânda kurmuş oldukları bozuk fırkadaki vehhâbîler ve onların kitâblarını okuyanlar diyor ki, (mezhebler ikinci asrda meydâna çıkdı. Eshâb ve Tâbi’in, hangi mezhebde idi?)
Cevâb: Mezheb imâmı demek, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmiş olan din bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan işiterek toplıyan, kitâba geçiren büyük âlim demekdir. Açıkca bildirilmemiş olan bilgileri de, açık bildirilmiş olanlara benzeterek meydâna çıkarmışdır. (Hadîka) kitâbı üçyüzonsekiz (318). ci sahîfesinde diyor ki; (Bilinen dört imâm zemânında, başka mezheb imâmları da vardı. Bunların da mezhebleri vardı. Fekat, bunların mezheblerinde olanlar azala azala bugün hiç kalmadı). Eshâb-ı kirâmın herbiri müctehid idi. Hepsi de, derin âlim, mezheb imâmı idi. Herbiri kendi mezhebinde idi. Hepsi de, mezheb imâmlarımızdan dahâ üstün, dahâ çok bilgili idi. Mezhebleri dahâ doğru, dahâ kıymetli idi. Fekat, bunların kitâbları olmadığı için, mezhebleri unutuldu. Dört mezhebden başkasına uymak imkânı kalmadı. Eshâb-ı kirâm hangi mezhebde idi demek, alay kumandanı, hangi bölükdendir? Yâhud, fizik öğretmeni, okulun hangi sınıfı öğrencisidir demeğe benzemekdedir.]
Hicretden dörtyüz [400] sene geçdikden sonra, mutlak ictihâd yapabilecek kadar derin âlim kalmadığı, kitâblarda yazılıdır. (Hadîka) kitâbının yine üçyüzonsekiz [318]. ci sahîfesindeki hadîs-i şerîfde, yalancı, sapık din adamlarının çoğalacakları bildirilmekdedir. Bunun için, Ehl-i sünnet olan her müslimânın, bilinen dört mezhebden birini seçerek (Taklîd) etmesi lâzımdır. Ya’nî, bu mezhebin (İlmihâl) kitâbını okuyup öğrenmesi, îmânını ve bütün işlerini buna uydurması lâzımdır. Böylece, bu mezhebe girmiş olur. Dört mezhebden birini taklîd etmiyen kimse, Ehl-i sünnet olamaz. Buna (Mezhebsiz ve Zındık) denir. Mezhebsiz kimse, yâ yetmişiki bozuk fırkadan birindedir. Yâhud kâfir olmuşdur. Böyle olduğu, (Bahr)de, (Hindiyye)de ve (Tahtâvî)nin Zebâyıh kısmında ve (İbn-i Âbidîn)in Bâgîler kısmında yazılıdır. (El-besâir) kitâbının elliikinci sahîfesinde ve Ahmed Sâvî “rahmetullahi teâlâ aleyh” tefsîrinde, Kehf sûresinde de böyle yazılıdır.
(Mîzân-ül kübrâ) kitâbının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” önsözünde diyor ki, (Unutulmuş olan mezheblerin ve bugün mevcûd bulunan dört mezhebin hepsi hakdır, sahîhdir. Birinin, başkası üzerine üstünlüğü yokdur. Çünki, hepsi aynı din kaynağından alınmışlardır. Bütün mezheblerde, yapılması kolay işler [Ruhsat] bulunduğu gibi, yapılması güç [Azîmet] olan işler de vardır. Azîmet olan işi yapabilecek kimsenin, kolay işi yapmağa kalkışması, din ile oynamak olur. Azîmeti yapmakdan âciz olan, özrlü olan kimsenin ruhsat olanı yapması câiz olur. Böyle kimsenin ruhsat olanı yapması, azîmet yapmış gibi çok sevâb olur. Âciz olmıyanın, kendi mezhebindeki ruhsatları yapmaması, azîmetleri yapması vâcibdir. Hattâ, kendi mezhebinde yalnız ruhsatı bulunan işin, başka mezhebde azîmeti varsa, o azîmeti yapması vâcib olur. Mezheb imâmlarından birinin sözünü beğenmemekden veyâ kendi düşüncesini onun sözünden dahâ üstün sanmakdan, çok sakınmalıdır. Çünki, başkalarının ilmleri, anlayışları, müctehidlerin, ilmleri ve anlayışları yanında, hiç gibi kalır). Özrü olmıyan kimseye kendi mezhebinde ruhsat ile amel câiz olmayınca, başka mezheblerdeki kolaylıkları araşdırmanın, ya’nî mezhebleri (Telfîk) etmenin hiç câiz olmadığı anlaşılmakdadır.
(Dürr-ül-muhtâr)ın sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” önsözünde ve bunun (Redd-ül-muhtâr) hâşiyesinde [ya’nî İbni Âbidînde] diyor ki, (Bir işi, ibâdeti yaparken mezheblerin kolaylıklarını araşdırıp, bunlara göre yapmak bâtıldır. Meselâ abdestli kimsenin derisinden kan aksa, Şâfi’î mezhebinde abdesti bozulmaz. Hanefîde bozulur. Yabancı kadının derisine, derisi değse, Şâfi’îde bozulur. Hanefî mezhebine göre bozulmaz. Abdest aldıkdan sonra derisinden kan akan ve derisi yabancı kadının derisine değen bir kimsenin bu abdestle kıldığı nemâz sahîh olmaz. Bunun gibi, bir işi bir mezhebe göre yaparken, ikinci bir mezhebe de uymak sözbirliği ile bâtıldır. Şöyle ki, Şâfi’î mezhebine uyarak, başının az bir yerini mesh eden kimseye köpek sürtünse, bu kimsenin Mâlikîyi de taklîd ederek, burasını yıkamadan kıldığı nemâz sahîh olmaz. Çünki Şâfi’îde köpek sürtünenin nemâzı sahîh olmaz. Mâlikîde, köpek necs değil ise de, başının hepsini mesh etmesi lâzımdır. Yine bunun gibi, ikrâh ile, ya’nî korkutularak yapdırılan talâk, Hanefîde sahîh olur. Diğer üç mezhebde sahîh olmaz. Bu adamın, Şâfi’î mezhebine uyarak, boşadığı kadın ile ve Hanefîyi taklîd ederek, bu kadının kız kardeşi ile, aynı zemânda evli olması câiz değildir. Çünki, bir iş yaparken mezhebleri (Telfîk) etmek ya’nî kolaylıklarını arayıp bunlara göre yapmak, sözbirliği ile sahîh değildir. Dört mezhebden, hiçbirine uymadan bir şey yapmak da câiz değildir). Nemâz vaktlerini anlatırken diyor ki, (Sefer ve matar gibi özr olunca, öğle ve ikindiyi ve akşam ile yatsıyı birlikde kılmak Şâfi’îde câizdir. [Matar, yağmur demekdir.] Hanefîde câiz değildir. Bir hanefî, seferî iken, meşakkat olmadığı hâlde, öğleyi ikindi vaktinde kılsa harâm olur. İkindiyi öğle vaktinde kılsa hiç sahîh olmaz. Şâfi’î mezhebinde ise, ikisi de sahîh olur. Kendi mezhebine göre harac, ya’nî meşakkat olduğu zemân, kendi mezhebindeki ruhsatla amel etmesi câiz olur. Ruhsat ile de yapmakda meşakkat olursa, başka mezhebi taklîd etmek câiz ise de, o mezhebde, o ibâdet için farz ve vâcib olan şeyleri de yapması lâzımdır.) Bir işi, bir ibâdeti yaparken başka bir mezhebi taklîd eden kimse, kendi mezhebinden çıkmış olmaz. Mezheb değişdirmiş olmaz. Yalnız o işi yaparken diğer mezhebin şartlarına ri’âyet etmesi lâzımdır.
İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Redd-ül-muhtâr)ın ikinci cildi, beşyüzkırkikinci sahîfesinde buyuruyor ki, (Bir Hanefî, abdest alırken niyyet etmese, bu abdest ile öğleyi kılsa, câiz olur. İkindiden sonra Şâfi’î olup ikindiyi kılsa, sahîh olmaz. Niyyet ederek tekrâr abdest alması lâzım olur). (Ta’zîr)i anlatırken diyor ki, (Bir kimse, dînî, ilmî lüzûm olmadan dünyâ işleri için mezhebini değişdirse, dînini oyuncak yapmış olur. Cezâlandırılması lâzım olur. Îmânsız ölmesinden korkulur. Bir âyet-i kerîmede meâlen, (Bilenlerden sorunuz!) buyuruldu. Bunun için, müctehide sormak, bir mezhebe uymak vâcib oldu. Bir mezhebi taklîd etmek, ya’nî bu mezhebe uymak, o mezhebde olduğunu söylemekle olur. Söylemeksizin, kalb ile niyyet ederek de olur. Mezhebe uymak, mezheb imâmının sözlerini okuyup, öğrenip yapmak demekdir. Öğrenmeden, bilmeden, ben Hanefîyim, ben Şâfi’îyim demekle, o mezhebe girmiş olmaz. Böyle olanlar, hocalara sorarak, ilmihâl kitâblarından öğrenerek ibâdet yapmalıdır). Şâhidliği anlatırken diyor ki, (Mezhebe ehemmiyyet vermiyerek veyâ kolayına geleni yapmak için mezheb değişdirenin [ve mezhebleri birleşdirenin, kolaylıklarını seçip toplıyanların] şâhidliği kabûl olmaz).
İbni Âbidîn önsözünde diyor ki, (Halîfe Hârûn-ür-reşîd, imâm-ı Mâlike dedi ki, islâm memleketlerinin her tarafına senin kitâblarını yaymak ve herkesin yalnız bu kitâblara uymalarını emr etmek istiyorum. İmâm-ı Mâlik buyurdu ki, yâ Halîfe, böyle yapma! Âlimlerin mezheblere ayrılması, Allahü teâlânın bu ümmete olan rahmetlerinden biridir. Herkes, dilediği mezhebe uyar. Mezheblerin hepsi, doğrudur).
(Mü’min) ve (Müslim) ve (Müslimân) demek, Allahü teâlâ tarafından, Muhammed aleyhisselâm vâsıtası ile, insanlara bildirilmiş ve islâm memleketlerine yayılmış din bilgilerine inanan, kabûl eden kimse demekdir. Bu bilgiler Kur’ân-ı kerîmde ve binlerce hadîs-i şerîflerde bildirilmişdir. Bu bilgileri, Eshâb-ı kirâm Peygamberimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” işitmiş, (Selef-i sâlihîn) de, ya’nî Eshâb-ı kirâmdan sonra, ikinci ve üçüncü asrlarda [yüzyıllarda] gelen islâm âlimleri de, Eshâb-ı kirâmdan işiterek veyâ bu işitenlerden işiterek kitâblarına yazmışlardır. Sonra gelen islâm âlimleri, Selef-i sâlihînin kitâblarındaki bilgileri başka başka açıklamışlar, birbirlerinden ayrılmışlar, ma’nâları açık bildirilmemiş, inanılması lâzım bilgilerde, yetmişüç ayrı fırka meydâna gelmişdir. Bunlardan yalnız bir fırkası, bu açıklamaları yaparken, kendi düşüncelerini, görüşlerini karışdırmamış, bir değişiklik ve ekleme yapmamışlardır. Bu doğru îmânlı fırkaya (Ehl-i sünnet) veyâ (Sünnî) denir. Şübheli âyetleri ve hadîsleri yanlış te’vîl ederek i’tikâdı bozulan yetmişiki fırkaya (Bid’at) veyâ (Dalâlet) fırkaları yâhud mezhebsiz denir. Bunlar da müslimândır. Fekat (Sapık) yoldadırlar.
Ma’nâları açık bildirilmiş olan, inanılacak şeylerde, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere yalnız kendi akl ve görüşleri ile ma’nâ vererek, îmânı bozulan, kâfir olan kimseye (Mülhid) denir. (Mülhid) kendini samîmî müslimân ve Muhammed aleyhisselâmın ümmeti bilir. (Münâfık) ise müslimân görünür. Fekat başka dindendir. (Zındık), dinsizdir. Hiçbir dîne inanmaz. Müslimânları dinsiz, ateist yapmak için, müslimân görünür. (Dinde reform) yapmak, islâmiyyeti değişdirerek, bozarak yok etmek çabasındadır, islâm düşmanıdır. Çok zararlıdır. Masonlar ve ingiliz câsûsları böyledir.
BÖLÜCÜLER, BOZUK MEZHEBLER
Müslimânlar iki kısmdır. Birincisi, Ehl-i sünnet fırkasıdır. Hak olan, doğru olan bu Eh-i sünnet fırkasındaki müslimânlar dört mezhebe ayrılmışlardır. Bunların i'tikâdları, îmânları birdir. Aralarında hiç ayrılık yokdur. İkincisi, Ehl-i sünnet i'tikâdında olmıyanlardır. Bunlara, bid'at ehli, ya'nî mezhebsiz denir. Şî'îler ve vehhâbîler bunlardandır. Zemânımızda, İbni Teymiyyeciler, Cemâleddîn-i Efgânî, Muhammed Abduh, Seyyid Kutb, Mevdûdîciler ve Teblîg-i Cemâ'atcılar ve Vehhâbîler, bid'at ehlidirler. Vehhâbîler, kendilerine beşinci mezheb diyorlar. Bu sözleri doğru değildir. (Beşinci mezheb) diye birşey yokdur. Bugün, din bilgilerini bu dört mezhebden birinin ilmihâl kitâblarından öğrenmekden başka çâre yokdur. Herkes, kendine kolay gelen mezhebi seçer. Onun kitâblarını okur, öğrenir. Her işini bu mezhebe uygun yapar. O mezhebi (Taklîd) etmiş olur. O mezhebden olur. Herkese, anasından babasından işitdiğini, gördüğünü öğrenmek kolay geleceği için, müslimânlar, anasının, babasının mezhebinde olmakdadır. Mezheblerin bir olmayıp, dört olması, insanlar için kolaylıkdır. Bir mezhebden çıkıp, başkasına girmek câiz ise de, yenisini öğrenmek için, senelerce çalışmak lâzım olur ve eski mezhebini öğrenmek için yapdığı çalışmaları boşuna gitmiş olur. Hem de, eski bilgileri ile yenisini karışdırarak, birçok işleri yapmakda şaşırabilir. Bir mezhebi beğenmiyerek ondan çıkmak hiç câiz olmaz. Çünki Selef-i sâlihîni techîl etmek, beğenmemek küfr olur demişlerdir.
Şimdi, Pâkistânda Mevdûdî ve Hamîdullah ve Teblîg-ı cemâ’atcılar ve Mısrda Cemâleddîn-i Efgânî ve Kâhire müftîsi Muhammed Abduh ve bunun talebeleri Seyyid Kutb ve Reşîd Rızâ gibi mezhebsiz kimseler ve bunların kitâblarını okuyarak aldananlar, mezhebleri birleşdirmeli diyorlar. Dört mezhebin kolay taraflarını seçip toplamalı, islâmiyyeti kolaylaşdırmalı diyorlar. Kısa aklları ile, noksan bilgileri ile, bu fikri savunuyorlar. Kitâblarına göz atılınca, tefsîr, hadîs, üsûl ve fıkh bilgilerinden haberleri olmadığı, çürük mantıkları ve yaldızlı yazıları ile, cehllerini ortaya koydukları hemen görülmekdedir. Çünki:
1 — Dört mezheb âlimleri (Hükm-i müleffık bâtıldır) buyuruyor. Ya’nî, birkaç mezhebe birlikde uyarak yapılan bir ibâdet, bu mezheblerin hiç birinde sahîh olmadığı zemân, mezhebleri karışdırması bâtıl olur, sahîh olmaz. Dört mezheb âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bu sözbirliğine uymıyan kimse, bu mezheblerin hiçbirinden olmaz. Mezhebsiz olur. Mezhebsiz olanın işleri, islâmiyyete uygun olmaz. Uydurma olur. Dîni oyuncak hâline getirmiş olur.
2 — Müslimânları, ibâdetleri tek bir yolda sıkışdırmak, islâm dînini güçleşdirmek olur. Allahü teâlâ ve Onun Peygamberi “sallallahü aleyhi ve sellem”, isteselerdi, herşeyi açık bildirirler, işler tek bir yola uyarak yapılırdı. Fekat, Allahü teâlâ ve Onun Resûlü “sallallahü aleyhi ve sellem” insanlara acıdıkları için, herşeyi açık bildirmediler. Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” anlayışlarına göre, çeşidli mezhebler ortaya çıkdı. Bir kimse sıkışınca, kendi mezhebinin kolay tarafına kayar. Dahâ da sıkışınca, başka mezhebi taklîd ederek, o işi kolayca yapar. Tek mezheb yapılırsa, böyle kolaylık olmaz. Mezhebsizler, kolaylıkları topladık sananlar, farkına varmadan, müslimânların işlerini güçleşdirmiş olurlar.
3 — Bir ibâdetin bir kısmını bir mezhebe göre yaparken, diğer kısmını, bu mezhebe göre yapmayıp, başka mezhebe göre yapmağa kalkışmak, birinci mezheb imâmının bilgisini beğenmemek olur. Selef-i sâlihîni “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” techîl etmenin küfr olduğu yukarıda bildirilmişdi.
İbâdetleri değişdirmek istiyenler, Ehl-i sünnet âlimlerini “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” tahkîr edenler, târîhde çok görüldü. Mezheblerin kolaylıklarını seçip, dört mezhebi kaldırmalı diyenlerin, mezheb imâmlarının kitâblarından bir sahîfeyi bile doğru okuyup anlıyamadıkları meydândadır. Çünki, mezhebleri ve mezheb imâmlarının yüksekliklerini anlıyabilmek için, âlim olmak lâzımdır. Âlim olan, câhilce, ahmakca bir çığır açıp, insanları, felâkete sürüklemez. Târîh boyunca, ortaya çıkmış olan câhillere, sapıklara aldananlar, felâkete sürüklenmişlerdir. Bindörtyüz seneden beri her asrda gelmiş olan ve hadîs-i şerîflerle övülmüş bulunan (Ehl-i sünnet) âlimlerine uyanlar, se’âdete kavuşmuşlardır. Bizler de ecdâdımızın, o sâlih, temiz müslimânların, Allah için, islâmiyyetin yayılması için, canlarını veren şehîdlerin doğru yoluna sarılmalı, türedi dinde reformcuların zehrli, zararlı yazılarına aldanmamalıyız!
Fekat ne yazık ki, Kâhire mason locası başkanı olan Abduhun zehrli fikrleri, bir yandan Mısrda (Câmi’ul-ezher) medresesine yayıldı. Böylece Mısrda, Reşîd Rızâ ve Ezher medresesi Rektörü Mustafâ Merâgî ve Kâhire müftîsi Abdülmecid Selîm ve Mahmûd Şeltüt ve Tentâvî Cevherî ve Abdürrâzık pâşa ve Zekî Mubârek ve Ferîd Vecdî ve Abbâs Akkâd ve Ahmed Emîn ve Doktor Tâhâ Hüseyn pâşa ve Kâsım Emîn ve Hasen Bennâ gibi (Dinde reformcular) türedi. Bir yandan da, üstâdları Abduha yapıldığı gibi, bunlara da ilerici islâm âlimi denilerek, kitâbları türkçeye terceme edildi. Câhil din adamlarının ve gençlerin doğru yoldan kaymalarına sebeb oldular.
Büyük islâm âlimi, ondördüncü asrın müceddidi olan seyyid Abdülhakîm Efendi “rahmetullahi aleyh”, (Kâhire müftîsi Abduh, islâm âlimlerinin büyüklüğünü anlıyamamış, islâm düşmanlarına satılmış, sonunda mason olarak islâmiyyeti içerden yıkan azılı kâfirlerden olmuşdur) buyurdu.
Abduh gibi küfre veyâ bid’ate, dalâlete sürüklenenler, kendilerinden sonra gelen genç din adamlarını da doğru yoldan çıkarmak için, âdetâ birbirleri ile yarış etmişler, (Ümmetimin felâketi, fâcir [sapık] olan din adamlarından olacakdır) hadîs-i şerîfinin haber verdiği felâketlere ön-ayak olmuşlardır.
Abduh 1323 [m. 1905] de Mısrda ölünce, yetişdirmiş olduğu çömezleri de, boş durmamış, kahr ve gadab-ı ilâhînin tecellîsine sebeb olan çok sayıda zararlı kitâblar neşr etmişlerdir. Bunlardan biri, Reşîd Rızânın (Muhâverât) kitâbıdır. Bu kitâbında, üstâdı gibi, Ehl-i sünnetin dört mezhebine saldırmış, mezhebleri fikr ayrılığı sanarak ve ictihâd üsûl ve şartlarını, te’assub ve münâkaşa şeklinde göstererek, (islâm birliğini bozmuşlardır) diyecek kadar dalâlete düşmüşdür. Dört mezhebden birini taklîd eden, bin seneden beri gelmiş milyonlarca hâlis müslimân ile âdetâ alay etmişdir. Asrın ihtiyâclarını karşılamayı, dîni, îmânı değişdirmekde arayacak kadar islâmiyyetden uzaklaşmışdır. Dinde reformcuların birleşdikleri tek nokta, kendilerini gerçek müslimân ve asrın ihtiyâclarını kavramış, geniş kültür sâhibi bir islâm âlimi olarak tanıtmaları, islâm kitâblarını okuyup, anlayıp, Resûlullahın vârisi oldukları müjdelenmiş ve (Zemânların en hayrlısı, onların zemânıdır) hadîs-i şerîfi ile övülmüş Ehl-i sünnet âlimlerinin yolunda giden hakîkî, sâlih müslimânlara da, avâm gibi düşünen taklîdciler demeleridir. İslâmiyyet ahkâmından, fıkh bilgilerinden haberleri olmadığını, ya’nî din bilgilerinden mahrûm, kara câhil olduklarını, konuşmaları ve yazıları açıkca gösteriyor. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (İnsanların en üstünü îmânı doğru olan âlimlerdir) ve (Din âlimleri, Peygamberlerin vârisleridir) ve (Kalb bilgileri, Allahın esrârından bir sırdır) ve (Âlimlerin uykusu ibâdetdir) ve (Ümmetimin âlimlerine saygılı olunuz! Onlar, yer yüzünün yıldızlarıdır) ve (Âlimler kıyâmet günü şefâ’at edeceklerdir) ve (Fıkh âlimleri kıymetlidir. Onlarla berâber bulunmak ibâdetdir) ve (Talebesi arasında âlim, ümmeti arasında olan Peygamber gibidir) hadîs-i şerîfleri ile, binüçyüz seneden beri gelmiş olan Ehl-i sünnet âlimlerini mi medh buyuruyor? Yoksa, bunlardan sonra türemiş olan Abduhu ve çömezlerini mi övüyor? Bu süâle yine Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz cevâb vermekde, (Her asr, önceki asrdan dahâ kötü olacakdır. Böylece, kıyâmete kadar bozulacakdır!) ve (Kıyâmet yaklaşdıkça, din adamları eşek leşinden dahâ bozuk, dahâ kokmuş olacaklardır) buyurmakdadır. Bu hadîs-i şerîfler, (Tezkire-i Kurtubî muhtasarı)nda yazılıdır. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” medh ve senâ buyurduğu islâm âlimlerinin hepsi ve binlerle Evliyânın hepsi, sözbirliği ile bildiriyor ki, Cehennemden kurtulacağı müjdelenen bir fırka, (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) denilen âlimlerin mezhebidir. Ehl-i sünnet olmıyanlar, Cehenneme gideceklerdir. Yine bildiriliyor ki, (Mezheblerin telfîkı) bâtıldır. Ya’nî, dört mezhebin kolaylıklarını toplayıp uydurma tek bir mezheb yapmanın bâtıl, saçma birşey olacağını da sözbirliği ile bildirmişlerdir.
Aklı olan kimse, bin seneden beri gelmiş olan islâm âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” sözbirliği ile övdükleri Ehl-i sünnet mezhebine mi uyar? Yoksa, yüz seneden beri türemiş olan kültürlü (!), ilerici din câhillerine mi inanır?
Cehenneme gidecekleri, hadîs-i şerîflerle bildirilmiş olan yetmişiki fırkanın ileri gelenleri, çenesi kuvvetli olanları, her zemân, Ehl-i sünnet âlimlerine “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” saldırmışlar, bu mubârek müslimânları lekelemeğe yeltenmişler ise de, kendilerine âyet-i kerîmelerle ve hadîs-i şerîflerle cevâb verilerek rezîl edilmişlerdir. Ehl-i sünnete karşı, ilm ile başarı sağlıyamıyacaklarını görünce, eşkiyâlığa, zorbalığa başlamışlar, her asrda binlerce müslimân kanı dökülmesine sebeb olmuşlardır. Ehl-i sünnetin dört mezhebinde bulunan hakîkî müslimânlar ise, hep birbirlerini sevmişler, kardeş olarak yaşamışlardır.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (İş hayâtında, müslimânların mezheblere ayrılması, Allahü teâlânın rahmetidir) buyuruyor. 1282 [m. 1865] senesinde doğmuş ve 1354 [m. 1935] de Kâhirede füc’eten ölmüş olan Reşîd Rızâ gibi dinde reformcular ise, mezhebleri birleşdirerek, islâm birliği kuracaklarını söylüyorlar. Hâlbuki Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, yeryüzündeki bütün müslimânların tek bir îmân yolunda, dört halîfesinin doğru yolunda, birleşmelerini emr buyurdu. İslâm âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, elele vererek, çalışıp, dört Halîfenin i’tikâd yolunu kitâblara geçirdiler. Peygamberimizin emr etdiği bu tek yola, (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) ismini verdiler. Yeryüzündeki bütün müslimânların bu tek (Ehl-i sünnet) yolunda birleşmeleri lâzımdır. İslâmda birlik istiyenler, sözlerinde samîmî iseler, mevcûd olan bu birliğe katılmalıdırlar. Fekat, ne yazıkdır ki, islâmiyyeti içerden yıkmağa çalışan masonlar, ingilizler, hep böyle yaldızlı sözlerle müslimânları aldatmışlar, (işbirliği sağlıyacağız) maskesi altında (îmân birliği)ni parçalamışlardır.
İslâm düşmanları, tâ ilk asrdan beri, islâmiyyeti yoketmek için çalışıyorlar. Şimdi de, masonlar, komünistler, yehûdîler, hıristiyanlar, çeşidli plânlarla saldırıyorlar. Cehenneme gidecekleri bildirilmiş olan sapık müslimânlar da, doğru yolda olan Ehl-i sünneti lekelemek, müslimânları doğru yoldan ayırmak için, hîle ve iftirâ yapıyorlar. Böylece, islâm düşmanları ile işbirliği yaparak, Ehl-i sünneti yıkmağa uğraşıyorlar. Bu saldırıların öncülüğünü (İngilizler) yapdı. Bütün imperatorluk kaynaklarını, hazînelerini, silahlı kuvvetlerini, donanmasını, tekniğini, politikacılarını ve yazarlarını bu alçak savaşlarında ileri sürdü. Böylece, dünyânın en büyük iki islâm devleti olan ve Ehl-i sünnetin bekçisi bulunan Hindistândaki Gürgâniyye ve üç kıt’a üzerine yayılmış bulunan Osmânlı islâm devletlerini yıkdı. Bütün memleketlerde islâmın değerli kitâblarını yok etdi. İslâm bilgilerini birçok yerlerden sildi, süpürdü. İkinci cihân harbinde, komünistler yok olmak üzere iken, bunların kuvvetlenmelerine, yayılmalarına sebeb oldu. Müslimânların mukaddes yerleri olan Filistinde yehûdî devletinin kurulması için çalışan Siyonizm (Sihyûniyye) teşkilâtını, İngiliz başvekîllerinden James Balfour, 1917 de meydâna getirdi. İngiliz hükûmeti, bu işi senelerce destekleyip, 1366 [m. 1947] da İsrâil devletinin kurulmasını sağladı. Yine İngiliz hükûmeti, Arabistân yarımadasını Osmânlılardan alıp, Sü’ûd oğullarına teslîm ederek, 1351 [m. 1932] de, sapık i’tikâdlı, vehhâbî devleti kurulmasını sağladı. Böylece islâmiyyete en büyük darbeyi vurdu. Vehhâbîlerin, ingilizlerden aldıkları emrler ile, Hicâzdaki müslimânlara yapdıkları zulm ve işkenceler, (Kıyâmet ve Âhıret) kitâbının sonunda uzun yazılıdır.
Abdürreşîd İbrâhîm efendi, 1328 [m. 1910] da İstanbulda basılan türkçe (Âlem-i islâm) kitâbının ikinci cildinde, (İngilizlerin islâm düşmanlığı) yazısının bir yerinde diyor ki, (Hilâfet-i islâmiyyenin bir ân evvel kaldırılması, ingilizlerin birinci düşüncesidir. Kırım muharebesine sebeb olmaları ve burada türklere yardım etmeleri, hilâfeti mahv etmek için bir hîle idi. Pâris muâhedesi, bu hîleyi ortaya koymakdadır. [1923 de yapılan Lozan sulhunde yapdıkları teklîflerde ingilizler, bu düşmanlıklarını açıkca göstermişlerdir.] Her zemân müslimânların başına gelen felâketler, hangi perde ile örtülürse örtülsün, hep ingilizlerden gelmişdir. İngiliz siyâsetinin temeli, islâmiyyeti yok etmekdir. Bu siyâsetin sebebi, islâmiyyetden korkmalarıdır. Müslimânları aldatmak için, satılmış vicdansızları kullanmakdadırlar. Bunları islâm âlimi, kahraman olarak tanıtırlar. Sözümüzün hülâsası, islâmiyyetin en büyük düşmanı ingilizlerdir.) Abdürreşîd efendi, 1363 [m. 1944]de Japonyada vefât etdi.
İngilizler, yüzyıllardır islâm memleketlerini kana boyamakla kalmamış, İskoç masonları, binlerce müslimânı ve din adamlarını aldatarak, mason yapmış, (insanlığa yardım, kardeşlik) gibi lâflarla, seve seve dinden çıkmalarına, mürted olmalarına sebeb olmuşdur. İslâmiyyeti büsbütün yok etmek için, bu mürted masonları maşa olarak kullanmışlardır. Böylece, Mustafâ Reşîd pâşa, Âlî pâşa, Fuâd pâşa, Midhad pâşa, Tal’at pâşa, Cemâl pâşa ve Enver pâşa gibi masonları, islâm devletlerinin yıkılmalarında kullanıldıkları gibi, Cemâleddîn-i Efgânî ve Muhammed Abduh gibi masonlar ve yetişdirdikleri çömezler de, islâm bilgilerini bozmağa, yok etmeğe âlet olmuşlardır. Bu mason din adamlarının yazdıkları yüzlerce yıkıcı, bozucu din kitâbları arasında Mısrlı Reşîd Rızânın (Muhâverât) kitâbı, arabîden çeşidli dillere terceme edilerek, islâm memleketlerine dağıtılmakda, müslimânların dinlerini ve îmânlarını bozmağa çalışmakdadırlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kitâblarını okumamış, anlıyamamış birkaç genç din adamının da bu akıntıya kapılarak felâkete sürüklendikleri ve başkalarının da felâketlerine sebeb oldukları görülmekdedir.
(Muhâverât) kitâbı, 88.ci sahîfede bildirilmişdir. Bu kitâbda, Ehl-i sünnetin dört mezhebine çatılmakda, islâm bilgilerinin dört kaynağından biri olan (İcmâ’-ı ümmet) inkâr edilmekde, herkes; Kitâbdan, Sünnetden kendi anladığına göre amel etmeli denilmekdedir. Böylece, islâm bilgilerini kökünden yıkmağa çalışmakdadır. Müslimân kardeşlerimize, bu kitâbın bozukluğunu ve zararlarını anlatmak için (Din adamı bölücü olmaz) kitâbını hâzırlıyarak, türkçe, ingilizce ve arabî dillerinde neşr eyledik. Ayrıca, büyük islâm âlimi Abdülganî Nablüsînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Hulâsat-üt-tahkîk fî-beyân-ı hükm-ittaklîd vettelfîk) ve Yûsüf-i Nebhânînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Huccetullahi alel’âlemîn) ve Muhammed Hayât Sindînin (Gâyet-üt-tahkîk) risâlesi ve Hind âlimlerinden Muhammed Abdürrahmân Silhetînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Seyf-ül-ebrâr) kitâblarının, o zararlı kitâba tam bir cevâb olduklarını görüp, bu dört kitâbı da ofset yolu ile teksîr ve neşr eyledik.
(Hulâsat-üt-tahkîk) sonunda buyuruyor ki, (müslimânlar, yâ müctehid olur, yâhud, ictihâd derecesine yükselmemişdir. Müctehid de, yâ (Mutlak müctehid) olur. Yâhud, (Mukayyed müctehid) olur. Mutlak müctehidin, başka bir müctehidi taklîd etmesi câiz değildir. Kendi ictihâdına uyması lâzımdır. Mukayyed müctehidin ise, bir mutlak müctehidin mezhebinin usûllerine uyması vâcibdir. Bu usûllere uyarak yapacağı kendi ictihâdına uyar.
Müctehid olmıyanlar, dört mezhebden dilediğine uyar. Fekat, bir işi bir mezhebe göre yaparken, bu mezhebin, bu işin sahîh olması için şart etdiği şeylerin hepsini yapması lâzımdır. Bu şartlardan birini yapmazsa, bu işi sahîh olmaz. Bu işin bâtıl olacağı sözbirliği ile bildirilmişdir. Bir mezhebin dahâ üstün olduğuna inanması şart değil ise de, herkesin, kendi mezhebinin üstün olduğuna inanması iyi olur. Bir ibâdeti veyâ bir işi yaparken, birkaç mezhebi (Telfîk etmek), ya’nî bu işi bu mezheblerin birbirlerine uymıyan sözlerine göre yapmak, dört mezhebden çıkmak ve beşinci bir mezheb meydâna getirmek olur. Bu iş, karışdırmış olduğu mezheblerin hiçbirine göre sahîh olmaz, bâtıl olur. Dîni oyuncak yapmış olur. Bunun için, (Havz-ı kebîr)den az olan ve kulleteyn denilen mikdârdan az olmıyan bir suyun içine necâset düşmüş, suyun rengi, kokusu veyâ tadı değişmemiş olup, bu su ile abdest alırken niyyet etmez ise ve abdest uzvlarını sıra ile yıkamaz ve uğmaz ve birbirleri ardı sıra çabuk yıkamazsa ve Besmele ile başlamazsa, bunun abdesti, dört mezheb imâmlarının hiçbirine göre sahîh olmaz. Buna sahîh diyen, beşinci bir mezheb uydurmuş olur. Bir müctehidin dahî, dört mezhebin sözbirliğine uymıyan beşinci bir söz söylemesi câiz değildir. [Yukarıda ismi geçen (Kulleteyn) mikdârı suyun ne demek olduğu (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbında uzun bildirilmişdir.] Sadr-üş-şerî’a, (Tavdîh) kitâbında diyor ki, (Bir işin yapılması için, Eshâb-ı kirâmdan iki dürlü haber gelmiş ise, sonradan gelenlerin, bir üçüncüsünü söylemeleri, söz birliği ile câiz değildir. Her asrın âlimleri de, Eshâb-ı kirâm gibidir diyenler oldu). Molla Husrev “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Mir’ât-ül-üsûl)de diyor ki, (Bir işin yapılmasında, birinci asrın âlimlerinden, birbirlerine benzemiyen iki haber gelmiş ise, bu iş için üçüncü bir söz söylemenin câiz olmadığı icmâ’ ile bildirilmişdir. Her asrın alimlerinin de, Eshâb-ı kirâm gibi olduğunu söylemek sahîhdir). Celâleyn tefsîrinin ilk yazarı Celâleddîn-i Mihallî, Süyûtînin (Cem’ul Cevâmi’)i şerhinde diyor ki, (İcmâ’a muhâlefet harâmdır. Âyet-i kerîme ile men’ edilmişdir. Bunun için, Selefin ihtilâf etdiği bir iş için, üçüncü bir söz söylemek harâm olur).
Bir ameli iki veyâ üç veyâ dört mezhebin birbirlerine uymıyan sözlerine göre yapmak, bu mezheblerin icmâ’ını bozar. Bu ameli bu mezheblerden hiç birine göre sahîh olmaz. Ya’nî, (Telfîk) câiz değildir. Kâsım bin Katlûbega, (Tashîh)de diyor ki, (Bir işi iki muhtelif ictihâda uyarak yapmanın sahîh olmıyacağı sözbirliği ile bildirildi. Bunun için, abdest alırken başının hepsini mesh etmiyen kimse, köpeğe değdikden sonra nemâz kılarsa, bu nemâzı sahîh olmaz. Böyle nemâzın, sözbirliği ile bâtıl olduğu Şâfi’î âlimlerinden Şihâbüddîn Ahmed bin İmâdın “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Tevkîfül-hükkâm) kitâbında da yazılıdır). Yukarıda yazılı kimse, başının hepsini mesh etmediği için, imâm-ı Mâlik “rahmetullahi teâlâ aleyh”, köpeğe süründüğü için de imâm-ı Şâfi’î “rahmetullahi teâlâ aleyh”, bunun abdesti ve nemâzı sahîh olmaz dediler.
Hanefî âlimlerinden Muhammed Bağdâdî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Taklîd) risâlesinde diyor ki, (Başka bir mezhebi taklîd edebilmek için üç şart vardır: Birinci şart, İbni Hümâm (Tahrîr)de yazıyor ki, kendi mezhebine göre başladığı bir işi, başka mezhebe uyarak temâmlıyamaz. Meselâ, Hanefîye göre aldığı abdest ile Şâfi’îye göre nemâz kılamaz. İkinci şart, İbni Hümâm, (Tahrîr) kitâbında, Ahmed bin İdrîs Karâfîden alarak diyor ki, taklîd etdiği iki mezheb de, bu (Müleffak) işe bâtıl dememelidir. Abdest alırken, Şâfi’îye uyarak a’zâlarını uğmaz ve Mâlikîye uyarak nikâh ile alması câiz olan kadına dokunursa, bu abdest ile kıldığı nemâz, bu iki mezhebe göre de sahîh olmaz. Üçüncü şart, mezheblerin kolaylıklarını toplamamalıdır. İmâm-ı Nevevî ve birçok âlimler, bu şarta çok ehemmiyyet vermekdedir. İbni Hümâm, bu şartı bildirmemişdir. Hasen Şernblâlî, (İkd-ül-ferîd)de diyor ki, (Hanefîye uyarak velîsiz veyâ Mâlikîye uyarak şâhidsiz yapılan iki nikâhdan her biri sahîh olur. Fekat hem velîsiz, hem de şâhidsiz olan bir nikâh sahîh olmaz). Avâmın bu şartı gözetmesi çok güç olduğundan, câhillerin başka mezhebi, zarûret olmadan taklîd etmeleri men’ edilmişdir. Bir âlime sorup öğrenmeden taklîd etmeleri sahîh olmaz denilmişdir.) Muhammed Bağdâdînin yazısı burada temâm oldu.
İsmâ’îl Nablüsî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Dürer) şerhini şerh ederken (İkd-ül-ferîd)den alarak diyor ki, (İnsanın bir mezhebe bağlı kalması şart değildir. Başka mezhebi taklîd ederek de işini yapabilir. Fekat, bu iş için, o mezhebde olan şartların hepsini yerine getirmesi lâzımdır. Birbirine bağlı olmıyan iki işi, başka iki mezhebe uyarak başka dürlü yapabilir). Başka mezhebi taklîd ederken, şartların hepsini yapmak lâzım demek, telfîkin sahîh olmadığını bildirmekdedir.
Hanefî âlimlerinden Abdürrahmân İmâdî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Mukaddime) kitâbında diyor ki, (Bir kimse, zarûret olunca, başka üç mezhebden birini taklîd edebilir. Fekat, o mezhebin bu iş için bildirdiği şartların hepsini de yapması lâzımdır. Meselâ, hanefî mezhebinde olan bir kimsenin, şâfi’îyi taklîd ederek necâset bulaşmış kulleteyn mikdârı sudan abdest alırken, niyyet etmesi ve tertîbi gözetmesi ve imâm arkasında Fâtiha okuması ve ta’dîl-i erkânı muhakkak yapması lâzımdır. Bunları yapmazsa, nemâzının bâtıl olacağı sözbirliği ile bildirilmişdir). Başka mezhebi taklîd için, zarûret hâlinde olmasını yazması lâzım değildi. Burada zarûret demekle, ihtiyâcı bildirmiş olmakdadır. Çünki, âlimlerin çoğuna göre, insanın dâimâ aynı bir mezhebe uyması lâzım değildir. Kendi mezhebine uyarken, harac, meşakkat hâsıl olursa, başka mezhebi taklîd edebilir. Bu yazılarımız telfîkin sahîh olmadığını göstermekdedirler.
İbni Hümâmın (Tahrîr) kitâbında, telfîkın sahîh olduğunu gösteren bir yazı yokdur. Muhammed Bağdâdî ve İmâm-ı Münâvî, İbni Hümâmın (Feth-ul-kadîr) kitâbında, (İctihâd ve burhân ile, başka mezhebe nakl etmek günâhdır. Böyle kimse ta’zîr olunur. İctihâd ve burhân olmadan nakl ise dahâ fenâdır. Nakl, işlerini, ibâdetlerini başka mezhebe göre yapmakdır. Nakl etdim demekle olmaz. Buna va’d denir. Nakl denmez. Böyle söz vermekle, o mezhebe tâbi’ olması vâcib olmaz. (Bilmediğinizi bilenlerden sorunuz!) âyet-i kerîmesi, âlim olduğu bilinen [çok zan olunan] kimseden hükm istemeği emr etmekdedir. Âlimlerin, mezheb değişdirmeği yasak etmeleri, mezheblerin kolaylıklarını toplamağı önlemek içindir. Âlimlerin çoğuna göre, her müslimân, başka başka işlerinde, kendine kolay gelen ictihâda uyabilir) dediğini bildirdiler. Bir câhil, İbni Hümâmın (Her müslimân, her işinde, kendine kolay gelen ictihâda uyabilir) sözü, telfîkın sahîh olduğunu gösteriyor derse, bu anlayışı yanlışdır. Çünki o söz, bir işin hepsini bir mezhebe göre yapmağı gösteriyor. Bir işi çeşidli mezheblere uyarak yapmağı göstermiyor. Bunu anlıyamıyan mezhebsizler ve dinde reformcular, İbni Hümâmı kendilerine yalancı şâhidi gösteriyorlar. Hâlbuki İbni Hümâm, (Tahrîr) kitâbında, telfîkın câiz olmadığını açıkca yazmakdadır.
Dinde reformcular, İbni Nüceymin “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Kâdihân fetvâsında, vakf toprak, gaben-i fâhiş ile satılırsa, Ebû Yûsüfe göre, gaben-i fâhiş olduğu için câiz olmaz. İmâm-ı a’zama göre ise, vakf görevlisinin satış için yapdığı vekîlinin gaben-i fâhiş ile satması câiz olur diyor. Ebû Yûsüfe göre vakfın istibdâl yolu ile satılması, Ebû Hanîfeye göre de, vekîlin gaben-i fâhiş ile satması câiz olup, iki ictihâd birleşdirilerek, bu satış sahîh olur) yazısını telfîkın sahîh olacağına misâl gösteriyorlar. Hâlbuki, buradaki telfîk, bir mezheb içinde olmakdadır. İkisinin de sözleri, aynı üsûlden çıkmışdır. İki mezhebin telfîkı böyle değildir. İbni Nüceymin telfîka câiz demediği, (Kenz) kitâbına yapdığı (Bahr-ür-râık) şerhindeki, (Başka mezhebdeki cemâ’ate imâm olanın, o mezhebin şartlarına da uyması lâzımdır) sözünden de anlaşılmakdadır.) (Hulâsat-üt-tahkîk) sonundan terceme temâm oldu.
Hindistân âlimlerinden Muhammed Abdürrahmân Silhetî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Seyf-ül-ebrâr-il-meslûl alel-füccâr) kitâbında, fârisî olarak buyuruyor ki, allâme hâfız Hasen bin Muhammed Tayyıbî, (Mişkat) şerhinde (Kolaylaşdırınız! Güçleşdirmeyiniz!) hadîs-i şerîfini açıklarken, (Mezheblerin kolaylıklarını toplayan zındık olur) demişdir. Tayyıbî 743 [m. 1343] de Şâmda vefât etmişdir. (Seyf-ül-ebrâr) kitâbının birinci baskısı, 1300 [m. 1882] senesinde Hindistânda yapılmışdır. Hakîkat kitâbevi tarafından 1415 [m. 1994] de yeniden tab’ edilmişdir. Demek oluyor ki:
1 — Her müslimânın, bir ibâdet, bir iş yaparken, dört mezhebden birine uyması lâzımdır. Dört mezhebin âlimlerinden başka bir âlime uymak câiz değildir.
2 — Her müslimân, kendine kolay gelen, dilediği bir mezhebe uyabilir. Bir işini bir mezhebe, başka işini başka mezhebe göre yapabilir.
3 — Bir işi çeşidli mezheblere uyarak yapmağa gelince, o mezheblerden birinde, bu işin sıhhati için şart olan şeylerin hepsini yapmak lâzımdır. Bu iş, bu mezhebe göre sahîh olur. Buna (Takvâ) denir, çok iyi olur. Bu mezhebi (Taklîd) etmiş, diğer mezhebleri de gözetmiş olur. Bir mezhebi taklîd etmek, bunun bütün şartlarını yerine getirmekle câiz olur. Bir ibâdeti, bir işi uyduğu mezheblerin hiçbirine göre sahîh olmaz ise, buna (Telfîk) denir. Telfîk, hiçbir sûretle câiz değildir.
4 — İnsan, seçdiği mezhebe her zemân bağlı kalmağa mecbûr değildir. Dilediği zemân başka mezhebe nakl edebilir. Bir mezhebe tâbi’ olmak için, bu mezhebin fıkh bilgilerini iyi öğrenmek lâzımdır. Bu da ilmihâl kitâblarından öğrenilir. Bunun için, hep bir mezhebe bağlı kalmak kolay olur. Bir mezhebden ayrılıp, başka mezhebe intikâl etmek veyâ her hangi bir işde başka mezhebi taklîd etmek güçdür. Başka mezheb, ancak ihtiyâc hâlinde, ya’nî harac bulununca ve bütün şartlarına uyarak taklîd edilebilir.
Başka mezhebin de fıkh bilgilerini öğrenmek güç olduğu için, câhillerin, ya’nî fıkh bilgisi olmıyanların başka mezhebi taklîd etmelerini fıkh âlimleri men’ etmişlerdir. Meselâ (Bahr-ül-fetâvâ)da, (Hanefî mezhebinde olanın yarası durmadan aksa, her nemâz vaktinde abdest alması güç olsa, Şâfi’î mezhebine uyarak nemâz kılması câiz olmaz) denilmekdedir. Çünki, Şâfi’î mezhebinin şartlarına da uymayınca, nemâzı sahîh olmaz. İbni Âbidîn ta’zîr bahsinde bunu geniş anlatmakdadır. Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, câhillerin ibâdetlerini fesâddan korumak için, harac, ya’nî meşakkat olmadıkça, mezheb taklîd etmelerine izn vermemişlerdir.
Tahtâvî, (Dürr-ül-muhtâr hâşiyesinde), Zebâyıh kısmında diyor ki, (Tefsîr âlimlerinden ba’zısı buyurdu ki, (Âl-i İmrân) sûresinin yüzüçüncü (Allahın ipine sarılınız!) âyet-i kerîmesi, fıkh âlimlerinin bildirdiklerine sarılınız demekdir. Fıkh kitâblarına uymıyanlar, dalâlete düşer ve Allahü teâlânın yardımından mahrûm kalır ve Cehennem ateşinde yanar. Ey îmân sâhibleri! Bu âyet-i kerîmeyi düşünerek, Cehennemden kurtulacağı müjdelenmiş olan (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) fırkasına sarılınız! Çünki, Allahü teâlânın rızâsı, yardımı, bu fırkadan olanlaradır. Bu fırkadan olmayanlara, Allahü teâlâ gadab edecek. Cehennemde azâb yapacakdır. Ehl-i sünnet olmak için, dört mezhebden birini taklîd etmek lâzımdır. Bu dört mezhebden birine uymıyan kimse, Ehl-i sünnet değildir. Yetmişüç fırkadan yalnız biri Ehl-i sünnetdir. Diğer yetmişiki fırka bid’at sâhibidir. Cehenneme gidecekdir. Bunlara (Dinde reformcu) denir. Zındık olmakdan kurtulmak için, bir mezhebe girmek, ya’nî Ehl-i sünnet olmak lâzımdır). Dört mezhebin kolaylıklarını toplıyan kimse, dört mezhebden hiçbirine uymamış, Ehl-i sünnetden ayrılmış olur. Mezhebsiz olur. Görülüyor ki, dört mezhebden hiçbirine uymıyan kimse, mezhebsizdir. Dört mezhebi telfîk eden, ya’nî dört mezhebi karışdıran, mezhebsizdir. Dört mezhebden yalnız birini taklîd ediyor ise de, bir inanışı, Ehl-i sünnet i’tikâdına uymıyor ise, bu kimse de mezhebsizdir. Bu üç kimse, Ehl-i sünnet değildir. Bid’at sâhibidirler. Dalâlet yolunu taklîd etmekdedirler. Hakîkî müslimânlar ise, dört mezhebden birini, ya’nî hak yolu taklîd ederek, Ehl-i sünnet olmakdadır. Dört mezhebin îmân bilgileri aynıdır. İbâdetlerinde ufak ayrılıklar var ise de, bu farklar, Allahü teâlânın rahmetidir. Herkes dört mezhebden, kendine kolay geleni seçer.
İlm olmazsa, din, sıyrılıp kalkar aradan,
öyleyse, cehâlet denilen, yüz karasından,
kurtulmaya çalışmalı, başdan başa millet,
kâfi değil mi yoksa, bu son ders-i felâket?
Bu felâket dersi, neye mal oldu, düşünsen,
beynin eriyip, yaş gibi, damlardı gözünden.
Son olaylar, ne demekdir, bilsen ne demekdir:
Gelmezse eğer, kendine millet, gidecekdir.
Zîrâ, yeni bir sarsıntıya pek dayanılmaz,
zîrâ, bu sefer, uyku ölümdür uyanılmaz.
Ahlâkı düzeltip, fenne çok çalışmak lâzım,
dîne bağlı, atomla silâhlı er olmak lâzım!
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Subhânallâhi ve bi hamdih. Vesselam.
---------------
Topics: abdulaziz bayındır, abdulaziz bayındır'a reddiye, cübbeli ahmet hoca, dört müçtehid,hak mezhepler, islamda mezhep vardır, islamda mezhepler, islamda mezhepsizler, mezhep,mezhep alimleri, mezhep nedir, mezhepler, mezhepler arasındaki farklılıklar, mezhepsizler,müçtehidler
Bu makale, hak mezhepleri ele almakla birlikte, hak mezheplerin ortaya çıkışı, mezheplerin gerekliliği, hak mezhepler arasındaki teferruat farklılıkları ve mezhepsizlerin hak mezheplere karşı yanlış tutumları gibi önemli konuları ele almaktadır. İki farklı yazarımızın kaleminden çıkmıştır. Birinci bölüm, Fatma Ulusoy tarafından; İkinci bölüm ise Nurullah Osmanoğlu tarafından kaleme alınmıştır.
BİRİNCİ BÖLÜM
(Fatma Ulusoy)
Cemaat-ı Müslimin ve Mü’minin olarak hepimiz biliyoruz ki; Kur’an-ı Kerim dinimizin gereklerini bildiren yüce bir ders kitabıdır ve bu kitabın muallimi ve mütercimi Hz. Muhammed (S.A.V)’ dir. Nitekim mealen incelediğimizde birçok hususun efendimizin bizzat açıklaması ile bugünkü şeklini aldığını göreceğiz. İnceleme fırsatı olmayanlar için birkaç hususla meseleyi aydınlatalım. Kur’an-ı kerim’de bizlere “namaz kılın” emri buyrulmakta ve namazın farzlarıyla ilgili ayetler bulunmaktadır. Fakat bu emrin uygulanış şekliyle ilgili detaylı bir açıklama yoktur. Efendimiz namazın nasıl kılınacağını bizzat kendi anlatarak ve uygulayarak müminlere öğretmiştir. Yine “Hac” emri de bu şekildedir.
Peygamberimizin bizzat anlatıp göstermesi haricinde, sünnet ve hadisleri de mü’minlerin faydalandığı diğer rehberler olmuştur. Peygamberimizin ahirete irtihali ve “Allah’ın Kitabı’ndan size ne verildiyse onunla amel gerekir. Onun terki konusunda hiçbiriniz için mazeret yoktur. Eğer Allah’ın Kitabında yoksa o zaman benim bir sünnetim geçmiştir. Şayet benim geçmiş bir sünnetim yoksa bu defa ashabımın dedikleri vardır. Çünkü ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine sarılsanız hidayete erersiniz. Ashabımın ihtilafı ise sizin için rahmettir.” (Beyhaki, el-Medhal, s. 162-3, no: 152. tah. M. Ziyaurrahman el-A’zami Daru’l-Hulefa-Kuveyt, t.y.)hadisinin sırrınca müminler meselelerinini efendimizin ashabına danışmıştır. Çünkü onlar efendimizin bizzat huzurunda bulunmuş, onun yaşayışına şahit olmuş, ondan elzem olan bilgileri öğrenmişler ve ayrıca kur’an ve sünnetten hüküm çıkarabilme anlayışına sahip olmuşlardır. İşte bizzat kaynağından beslenen Ashab-ı Kiram, kendisinden sonra gelen Tabiin’e ve onlar da kendisinden sonra gelen Tebe-i Tabiin’e öğrendiklerini öğretmişlerdir. Bahsi geçen mezhep imamları efendimizin “İnsanların en iyisi benim asrımda bulunan Müslümanlardır (Eshab-ı Kiram). Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir (Tabiin). Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir (Tebe-i Tabiin). Onlardan sonra gelenlerde yalan yayılır. Bunların sözlerine ve işlerine inanmayınız” hadis-i şerifindeki zamanının en iyi insanlarıdır.
Bir anlamda Kur’an ve hadisleri yorumlama şekli olan mezhep peygamberimizin ahirete irtihalinden sonra ortaya çıkmıştır. Bunun nedeni efendimiz aramızdayken meselelerin bizzat O’na danışılmasıydı. Fakat aramızdan ayrılışıyla daha önce karşılaşılmayan konular hakkında kıyas ve ictihad yolu açılmıştır.[1] Kıyas ve ictihadın Kur’an ve sünnete aykırı olduğunu ve bunun dinde ayrılığa ve bölünmelere sebep olacağını düşünmek yanlıştır. Nitekim efendimiz “Ümmetim dalâlet üzerinde ittifak etmez.”( İbni Mâce, Fiten:8) ve “Müslümanların güzel gördüğü bir şey, Allah katında da güzeldir.” (Müsned, 1:379) buyurmaktadır. İmamlarımızın farklı yorumlamasıyla oluşan dört mezhep haktır ve efendimizin mezhep imamlarından biri olan İmam-ı Azam Ebu Hanife’yi “İman, süreyya yıldızına çıksa Fâris oğullarından biri elbette alıp gelir” hadis-i şerifleriyle işaret etmesi bunun kanıtı olarak gösterilebilir; Fâris, İran’ın Fers denilen memleketindeki insanlar demektir. İmamların en büyüğü olan Tabiin’den İmam-ı Azam’ın dedesi buradandır. Bu hadis-i şerifin İmam-ı Azam’ı gösterdiği açıktır.
Mezhep çeşitliliği müminlere sunulan bir genişlik ve kolaylıktır. Örneğin; Şâfiî’de, oruca imsak vaktinden önce niyet etmek şarttır. Uyumak, unutmak gibi herhangi bir sebeple bunu yapamayan bir Şâfiî, orucunu kurtarmak için, (Bu orucumu Hanefî’ye uyarak tutuyorum) derse oruç sahih olur. Bozulmaktan kurtulmuş olur. Din konusunda söz hakkı olan bu âlimlere uymamız gerektiğini “Ey iman edenler, Allah’a itâat edin, Peygamber’e ve sizden buyruk sahibi olanlara (ulû’l-emr’e) itâat edin.” (en-Nisâ 4/59)” hadis-i şerifinden de kolaylıkla çıkarabiliriz.
Yazacaklarımı burada bitirip sözü Nurullah Hocamıza bırakıyorum.
İKİNCİ BÖLÜM
(Nurullah Osmanoğlu)
Bazı kesimler tarafından mezhepler bir ayrılık unsuru gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Oysaki bu tamamen yanlış bir kanıdır. Ehl-i Sünnet İmamları arasındaki farklılıklar, kesinlikle ihtilaf unsuru değil; aksine ihtiyaçtan doğan ve ufak tefek farklı değerlendirmelerden kaynaklanan ayrıntılardır. Bu ayrıntılar genellikle ibadetler, medeni ilişkiler ve ceza gibi konuların, Kur’an’da açık bir şekilde geçmeyen ancak Resulullah’ın yaşayış şeklinde görülen teferruatlarla ilgilidir. Diğer bir deyişle, hak mezhepler arasındaki farklılıklar asıl meselelerde değil, uygulanışla ilgili teferruatlardadır. Kaldı ki imanla ilgili konularda bu dört İmamımız arasında herhangi bir görüş farklılığı zaten yoktur.
Peki fer’i konulardaki farklılıkların sebepleri nelerdir? Bazı ayetlerde yer alan kelimelerin mecazi veya hakiki manada kullanılıp kullanılmadığı farklı yorumlanmıştır; bazen de bir ayetteki kelimenin birden fazla manaya gelmesi gibi sebepler, yine, müçtehitlerimizin farklı yorumlamasının sebeplerindendir. Diğer taraftan bazı hadislerin, Hz. Muhammed’in kelimesi kelimesine söylediği gibi değil, mana itibariyle rivayet edilmesi de bazen tek bir kelimenin bile farklı şekilde yorumlanmasına sebep olmuştur. Benzer şekilde bazı hadislerin birden fazla manaya gelmesi de görüş farklılıklarının sebepleridir. Hadislerin sahihliği konusunda dört müçtehidimiz de farklı yöntemler kullanmıştır; bu da içtihatların belirlenmesinde farklılıklara sebep olmuştur. Ancak bu farklılıklar, işin teferruatında sınırlı kalmıştır. Bu durum, Ehl-i Sünnet alimleri tarafından asla bir ayrılık unsuru olarak görülmemiş, aksine İslam’ın bir zenginliği olarak görülmüştür.
Hz. Muhammed bir hadisinde buyuruyor ki: “İnsanların en hayırlısı benim asrım(daki ashabım)dır. Sonra onlara yakın olan (Tabiîn)lerdir. Sonra da onlara yakın olan (Tebe-i Tabiîn)lerdir.” (Tirmizi)
Hz. Muhammed’e en yakın dönemlerde yaşamış olan dört büyük müçtehit (İmam-ı Azam Ebu Hanife, İmam-ı Hanbel, İmam-ı Malik, İmam-ı Şafi) eskiden olduğu gibi günümüz İslam dünyasında da en sağlam ve güvenilir kaynaklardır. Her Müslüman’ın bu dört İmam’dan birini izlemesi, dünya ve ahiret için en doğru seçim olacaktır. İşte, adı geçen bu dört müçtehitten İmam-ı Azam Ebu Hanife, dört mezhep imamları içinde, Eshab-ı Kiram’a en yakın dönemde yaşamış, Eshab-ı Kiram’ın ve Tabiîn’in yaşayışlarını görmüş, her sözü kitaba ve sünnete dayalı bir ilim adamıdır. Yaşamı boyunca asla Kur’an ve sünnet dışına çıkmamış ve din adına kendi düşüncesi ile hiçbir şey söylememiştir. Nitekim bu büyük alimin geleceğini Hz. Muhammed, şu hadis ile önceden bildirmiş ve onunla övünmüştür: “Âdem aleyhisselam, benimle övündüğü gibi, ben de ümmetimden ismi Numan, künyesi Ebu Hanife olan bir zât ile övünürüm. O ümmetimin ışığıdır.” (Dürr-ül-muhtâr, İbni Abidin) İmam-ı Azam, rivayet edilen hadisleri derlemiş, tahlil etmiş ve Müslümanların ihtiyacı üzerine bazı içtihatlarda bulunmuştur. Yine İmam-ı Hanbel, İmam-ı Malik ve İmam-ı Şafi de Tebe-i Tabiîn döneminde yaşamış ve Ashab-ı Kiram’ı görmüş kişilerin yetiştirdiği din adamlarıdır. Hz. Muhammed’e yakın dönemlerde yaşadıkları için bu dört İmam’a uymak en doğru seçimdir.
Eğer mealcilerin yaptığı gibi her birey, az bir din bilgisiyle ayetleri ve hadisleri kendisi yorumlayacak olsaydı, günümüzde insan sayısı kadar mezhep olurdu. Bu da dinde bir bütünlük değil, her bireyin ibadetlerini farklı şekillerde ifa ettiği başıbozuk bir Müslüman topluluğunun oluşmasına sebep olurdu. Tam da İslam düşmanlarının istediği gibi, değil mi?
Dolayısıyla o dönemde dini konularda ittifak etmiş Ehl-i Sünnet İmamlarının izinden gitmek her Müslüman’ın izleyeceği yol olmalıdır. Hz. Muhammed, “Ümmetim yanlış bir iş üzerinde, söz birliği yapmaz!” buyurmaktadır. İmam-ı Azam Ebu Hanife de o devrin ve sonraki dönemlerin büyük alimleri tarafından saygıyla anılmış, onaylanmış ve içtihatlarının izinden gidilmiş bir alimdir. Ehl-i Sünnet Müçtehitleri arasındaki görüş farklılıkları veya tezatlıklar, kişiyi dinden çıkarmaz veya ibadetini geçersiz saymaz. Nitekim bu farklılıklar sadece görüş açılarının farklı olmasından kaynaklanmakta ve kimi zaman her görüşün de haklılık payı bulunmaktadır. Birbirinden farklı gibi görünen teferruatların her biri incelendiğinde, değinilen hususların dayanaklarının hak olduğu görülmektedir.
Bir örnek vermek gerekirse, abdest alırken başı meshetme konusunda bütün imamlar ittifak etmişlerdir. Nitekim Maide Suresi 6. ayette namaz için abdest almayı emretmekte ve abdestin farzları belirtilmektedir. Ancak meshin nasıl yapılacağı konusunda müçtehitlerimiz farklı görüşlerde bulunmuşlardır. Bunun nedeni de ayette geçen “Vemsehû bi-ruûsikum” (Başınızı meshedin) ifadesinin farklı yorumlanmasından kaynaklanmaktadır. Arapça’da çeşitli sözcüklerin başında kullanılan “bi-” harfi, bazen “güzelleştirmek”, bazen “biraz” anlamını vermekte, bazen de “bitiştirmek” manasında kullanılmaktadır. Mezhep imamları bu ifadeyi anladıkları şekilde yorumladıkları için farklı uygulama çıkmıştır.
İmam-ı Ebu Hanife, “bi” ifadesini “biraz” manasında ele almış ve başın bir kısmının meshedilmesinin yeterli olacağı konusunda içtihat etmiştir. İmam-ı Şafii, “bi” harfini “bitiştirmek” anlamında ele almış ve elin başa değmesinin yeterli olacağını belirtmiştir. İmam-ı Malik ise ayetteki “bi” harifinin “güzelleştirmek” anlamında kullanıldığına inanmış ve dolayısıyla başın tamamının mesh edilmesi gerektiğine içtihat etmiştir.
Ancak bu sadece bir teferruat olduğu için bunu bir ayrılık noktası gibi göstermek yanlış olur. Nitekim burada görüldüğü gibi her İmam’ın içtihadında haklılık payı vardır. Teferruatta ayrılık gibi görünen bu hükümlerin, geçerli dayanaklarının olduğu görülmektedir. Bu durumda teferruattaki farklılıkları bir ayrılıkmış gibi gösteren zatların iddiası ise geçersiz kalmaktadır.
Diğer bir örnek, Hz. Muhammed, namaz kılarken mübarek alnına taş batar ve alnı kanar. Hz. Ayşe, taşı Resulullah’ın alnından alarak yere atar. Hz. Muhammed, yeniden abdest alarak namazlarını kılar. Hanefi Mezhebi İmamı, İmam-ı Azam Ebu Hanife ile Şafii Mezhebi İmamı Şafii hazretleri abdesti bozan meseleleri ele alırken bu meseleyi farklı şekillerde değerlendirmişlerdir. İmam-ı Azam, “Resulullah, alnına batan taş kan çıkardığı için abdest almıştır” hükmüne varırken; İmam-ı Şafii ise abdestin bozulmasını Hz. Ayşe’nin Resulullah’ın alnına dokunmasına bağlamıştır. Hanefi mezhebinde az bir kan abdesti bozan sebeplerden biri olurken, Şafii mezhebinde kadının dokunması abdesti bozan sebeplerden biri olarak görülmüştür. Bu örnekte olduğu gibi her iki hüküm de haklı bir gerekçeye bağlıdır. Bu gibi belirsiz durumlarda içtihat farklılıklarının olması gayet doğaldır. Bunun gibi ayrıntıdaki farklılıklar, Müslümanlar arasında kesinlikle bir ayrımcılık sebebi olarak görülmemelidir.
İslam Büyüklerinden İmam-ı Rabbani Mektubat kitabında müçtehitlere hata ihtimalleri bile olsa uymanın caiz ve hatta vacib olduğunu belirtiyor:
“Müctehidlere uyanlara, onların mezhebinde bulunanlara da, hatâlı işlerde sevâb verilir. Evliyânın yanlış keşflerine uyanlara, sevâb verilmez. Çünkü ilhâm ve keşf, ancak sâhibi için seneddir. Başkalarına sened olamaz. Müctehidlerin sözü ise, mezhebinde bulunan herkes için seneddir. O hâlde, Evliyânın yanlış ilhâmlarına, keşflerine uymak câiz değildir. Müctehidlerin “rahmetullahi aleyhim ecma’în” hatâ ihtimâli olan sözlerine uymak ise câiz ve hattâ vâcibdir.” (Mektubat, 55)
Hak mezhepler arasındaki farklılıklar, İslam dünyasında asla karışıklıklara ve ayrılıklara yol açmamıştır. Dört hak mezhebin imamları da birbirlerine karşı saygıyı eksik etmemişler ve Müslümanların gereksinimleri üzerine içtihatta bulunmuşlardır.
İslam’ın yayılmasıyla birlikte İslam coğrafyası genişlemiş ve farklı milletler İslam’ı kabul etmeye başlamıştır. Bu sırada insanların dini konularda ihtiyaçları artmış ve Eshab-ı Kiram’ın yaşayış şeklini gören Tebiîn ve Tebe-i Tebiîn dönemi müçtehitlerinin ilimlerinden yararlanılmıştır.
Tebiîn dönemiyle birlikte hadislerin ve fıkıh kaidelerinin derlenmesini sağlayan müçtehitlerimiz, insanoğlunun dini konulardaki ihtiyaçlarına cevap vermeye çalışmıştır. Hz. Muhammed, Ashabın anlamadığı noktalarda Kur’an’ı yorumlamış ve dini yaşayış şekliyle Müslümanlara örnek olmuştur; o yaşayış şeklini takip edenlere de Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat diyoruz. Resulullah döneminde yaşamış olan Eshab-ı Kiram, Hz. Muhammed’in dini yaşayış ve ibadet şeklini, sonraki nesillere aktarmıştır. Eshab-ı Kiram’ın rivayetlerini ve yaşayışlarını bize aktaran o dönemin Ehl-i Sünnet Müçtehitlerinden birine uymak en mantıklı seçim olacaktır.
Nitekim dinle ilgili bir konuda tereddüde düşüldüğünde bir müçtehidin içtihadından yararlanmak, Allah’a ve Resulullah’a itaat etmenin göstergesidir.
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere itaat edin ve sizden olan ulu-l emre itaat edin. Eğer Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah ve Resulüne götürün. Bu daha iyidir ve sonuç bakımından daha güzeldir.” (Nisa 59)
Bu ayette geçen “sizden olan ulu-l emre itaat edin” tabiriyle alimler vurgulanmaktadır. Ayetin devamında yer alan “herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah ve Resulüne götürün” kısmı da kıyasa delildir. Kur’an ve hadislerde hükmü açıkça bildirilmeyen meselelere kıyas ederek hüküm çıkarılması gerekir. Bu da içtihadı gerektirir. Hz. Muhammed’den sonraki dönemlerde içtihadı müçtehitler, yani “ulu’l emr” yapar.
Nitekim Resulullah, Kur’an’da belirtilen farzların nasıl yerine getirileceğini, ayrıntılarıyla yaşamış ve fıkıh kurallarını dini yaşayış şekliyle ortaya koymuştur. Elbetteki Kur’an’da emredildiği üzere Hz. Muhammed’e itaat edip, onun yaşayış şeklini örnek almamız, emredildiği üzere farzdır.
“…Peygamber size neyi verirse, onu alın; neden sizi nehyederse, ondan da sakının…”(Haşr, 7)
İşte ayette de apaçık bir şekilde görüldüğü üzere, her Müslüman’ın Hz. Muhammed’i örnek alması gerekir. Bu noktada Mezhepsizler, Hz. Muhammed’in ve onu örnek alan Eshab-ı Kiram’ın yaşayış şeklini göz ardı edip, sadece ayetlerden yola çıkarak İslam’da ayrılıklara yol açacak cahilane fetvalarda bulunmaktadırlar. Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat çatısı altında yer alan dört hak mezhebin teferruattaki içtihat farklılıklarını, sanki bir ayrılık noktasıymış gibi göstererek Müslümanların zihnini bulandırmaya çalışmaktadırlar.
Tam da bu noktada Mezhepsizler, İslam dünyasını ayrıştırmak ve karıştırmak için tasarlanan entrikaların maşası olarak kullanılmaktadır. Çünkü bu kişiler, her zaman mezhepleri bir ayrılık unsuru gibi yansıtmaya çalışmaktadır. Açıkça görülmektedir ki Mezhepsizler, Müslümanlar’ın kafasını bulandırmak amacıyla “Hz. Muhammed’i ve O’nu örnek alan hak müçtehitleri boş verin, Kur’an’ı kendiniz okuyun, kendiniz yorumlayın ve kendiniz yaşayın” şeklinde insanları yanlış yola sevk etmeye çalışmaktadırlar. Bu noktada her Müslüman’ı, bu gibi tehlikeli kişilerin ayrılıkçı fikirlerine karşı tedbirli olmaya davet ediyorum.
Her Müslüman, dini öğrenirken Ehl-i Sünnet alimlerinin eserlerinden faydalanmalıdır. Nitekim bu husus İmam-ı Rabbani tarafından da vurgulanmıştır:
“Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi inanmak, farzları, sünnetleri yapmak ve harâmlardan, şüphelilerden kaçınmak elbette lâzımdır. Bunları Ehl-i sünnet âlimlerinden ve bunların kitaplarından öğrenmelidir.” (Mektubat, 227)
NOTLAR
Kıyas; Bir şeyi başka şeye benzetmek demektir. Fıkıhta, Kur’an ve Hadisten anlaşılmayan bir şeyin hükmünü, bu şeye benzeyen başka şeyin hükmünden anlamak demektir. Haşr suresinin,(Ey ilim sahipleri itibâr edin) manasındaki 2. âyet-i kerimesi, (Bilmediklerinizi, bildiklerinize kıyas edin) demektir. İtibâr, benzetmek demektir. (Menâr şerhi)
İctihad; Âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden, manaları açıkça anlaşılmayanları, açıkça bildirilen diğer hükümlere kıyas ederek, benzeterek, bunlardan çıkarılan yeni hükümlere ictihad denir. Kıyas, yani ictihad yapabilecek derin âlimlere “Müctehid” denir. Bu benzetme işine “İctihad” denir. Bir müctehidin ictihad ederek elde ettiği bilgilerin hepsine, o müctehidin “Mezheb”i denir. İctihad, gücü, kuvveti yettiği kadar, zahmet çekerek, uğraşarak çalışmak demektir. İctihadda yanılmak da günah değildir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Âlim, ictihadında hata ederse bir, isabet ederse iki sevap alır.) [Buhari]
|
Topics: mealciler, mezhep, mezhepler, mezhepsizler

Ehl-i Bid’at olan Mealcilerin Amaçları Nedir?
Mealciler; Hazreti Osman zamanında Mısır’da örgütlenen ve Hazreti Osman’ı şehid eden, Peygamber (s.a.v.)Efendimizin hadisi şeriflerini kabul etmeyip; “Bize Kur’an yeter, biz hadisleri kabul etmiyoruz.” dedikleri için Hazreti Ali bunların kafir olduklarına dair fetva verdiği için Hazreti Ali’yi de şehid eden sapık Harici Mezhebinin Türkiye’deki uzantıları olan kimselere Mealciler denir.
Kendilerini yeni bir çığr açmış gibi gösterselerde kökenleri çok eski sapıklara dayanmaktadır. Ehl-i Sünnet alimleri aleyhindeki delilleri de, o zamanki sapık mezheplerden olan; Harici, Mutezile, Cebriye gibi Ehl-i Sünnet düşmanı mezheblere dayanmaktadır. Bu kimseler, temiz kalbli ve imanlı kimseleri ikna edip saptırmak için;
- “ DİNİNİZİ NEDEN DOĞRUDAN KUR’AN’DAN ÖĞRENMİYORSUNUZ DA, ŞU MEZHEBE, BU MEZHEBE TABİ OLUYORSUNUZ?“ gibi sözlerle yanıltmaya ve sırat-ı müstekîmden ayırmaya çalışmaktadırlar. Bunların destekçileri olan bazı ilahiyatçı hocalarda, ilahiyat fakültelerinde okuyan bir kısım öğrencilere virüslerini saçmaktadırlar.
Doğrudan Kur’an’dan hüküm çıkararak İslamiyeti yaşamanın doğru olacağını, dört hak mezhebe uymanın yanlış olduğunu iddia eden Mealciler, birbirine uymayan yüzlerce Kur’an mealleri ile güya, müslümanları doğru ibadet etmeye yönlendirerek, kolu kanadı kırılmış insana benzetmeye çalışıyorlar. Yani; “kaş yapıyoruz” derken, göz çıkarmaktalar. Bu şekilde telkinlerle müslümanları, ecdadımız Selçuklu ve Osmanlı’nın takip ettiği ve Kur’an-ı Kerimin sırat-ı müstekîm olarak belirttiği, ehli sünnet yolundan ayırmaya çalışıyorlar.
Bunların yaptıkları işin misali; hasta adamın, doktora gitmeyip bir eczaneden rastgele ilaç almasına benzer ki, işin içerisinde, şifa bulmak yerine zehirlenmekte vardır. Nasılki, midesi ağrıyan kimsenin aspirin aldığında, şifa bulacağını sandığı yerde mide kanaması geçirip ölümle karşı karşıya kalması gibi, mealcilere uyan kimseler de işin akibetinde ne yapacağını, nasıl amel edeceğini bilemeyerek, şaşkın bir halde şeytanın kayığına binerek helak olmakla karşı karşıya kalmaktalar.
Allahu Teala, Rasulüne tabii olmamızın önemini şu ayette, belirtiyor:
“لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِّمَن كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيراً“
– “ Lekad kâne leküm fî rasûlillâhi üsvetün Hasenetün limen kâne yercüllâhe velyevmel âhira ve zekerallâhe kesîran” Mealen:
- “ Gerçekten Allah’ı ve ahiret gününü ümit edenler ve Allah’ı çok ananlar için, Allah’ın Râsulünde sizin için çok güzel örnekler vardır. .” El-Ahzab/21
S.K. isimli bir mealcinin sorusu:
“ Peygamberler de hata yapar. Ehli sünnet alimleri masum mudur? Hatadan kusurdan münezzeh midir?
Böyle bir şey söylerseniz o zaman şiilerin imamlara masumiyet atfetmesi gibidir. Yani şia ile aynı paydada buluştunuz demektir. Ben ulemanın hangi gruptan olduğuna değil ne dediğine, görüşlerini hangi ayet ve hadislere dayandırdığına bakarım. Sadece rivayet etmem aynı zamanda riayette ederim. Üzerinde düşünür aklımıda devreye sokar görüşümü seçerim. Doğruyu kimde gördüm onunla amel ederim. Nitekim Muaz Bin Cebel de; “böyle yaparım demedi mi?”
CEVAP 1:
Mealeci “Ben ulemanın gurubuna değilde, ne dediğine ve görüşlerini hangi ayet ve hadislere dayandırdığına bakarım “diyor. Bunlara soruyoruz; Eğer sözleriniz doğru ise, İmam-ı Azam hazretleri ve diğer mezheb imamlarına neden tabii olmuyorsunuz? Çünkü onların Kur’an’a ve hadisi şeriflere dayanmayan hiç bir ictihatları kesinlikle olmamıştır ve bunun aksinide asla isbat edemezsiniz.
Mealci, “Ehli Sünnet alimleri masum mudur?” diyor. Rasulullah hariç, Ehli Sünnet alimleri ismet sıfatına sahip değiller ancak; onlar fasıkda değiller. Bay mealci, önceki yazınız da; “Ehli Sünnetin yanlışları” dediniz. Bu söz Kur’an’a ve Rasulullah’a sataşmak değil midir? Çünkü, bizim ehli sünnetten anladığımız, Kur’an’a tabi olmaya ve Rasulullahın sünnetlerini yaşayış yoluna, “Ehli Sünnet“ denir. Bu sözü, hataen söylemiş olsanız bile, size bu sözünüzden dolayı, tevbe etmeniz icab etmektedir.
Mealci; ”Peygamberler de hata yapar“diyor ama, enbiyanın yaptığı ictihat hatalarını Allahu Tealanın düzelttiğini söylemiyor. Şunu iyi bilmelilerki, Onların ictihat hatalarını Allahu tealanın düzeltmesinden dolayı, Peygamberlerin mesajları hatasızdır. Kur’an farklı dillerde olmaz. Ancak farklı dillerde, Kur’an’ın meali ve tefsiri olur.
İmamı Azam da bir insandır. Onun da gayet tabiki, kişisel ve ictihat hataları olmuştur ama, O büyük alim salih bir mü’mindir. Mealcinin de, ifade ettiği gibi onlarında, ictihat hatalarına sevab verilir. Zira onlar, Mealci kimseler gibi akla ve mantğa göre hüküm çıkarmadılar. Kur’an ve Sünnete göre ve Eshabın icmasına göre ictihat ettiler. Bundan dolayı onların hatalarına da, sevap vardır.
İslamiyet hususunda elbette doğruyu bulabilmek için bir kriterin olması gerekir. Bu kriter, Kur’an, sünnet ve icma değilse, o sadece doğru sanılan sapmalar olur o kadar.
Mealcinin çelişkisi:
“Değerli arkadaşlar yanlış olan ehli sünnet alimlerine tabi olmak değil, tek doğruyu ehlisünnet kabul etmek ve diğerlerini sapık fırka deyip kesip atmaktır. Ehli sünnetinde birbiriyle çelişen içtihatları yokmu mesela maturidi ve eşari neden ayrılıyorlar. Maturidilerin bir çok konuda mutezileye yakın görüşleri yokmu? Aralarındaki görüş ayrılıklarının da büyük çoğunluğu kelami tartışmalardan dolayı çıkmiştır. kader, şefaat,büyük günah işleyenin durumu,kuran mahlukmu,vs. Ulemanın her görüşünü süpürüp atmayalım ama süpürüp almayalımda. Mümeyyiz akıl seçen doğruyu eğrisinden ayıran akıldır. tamam pirincin pilavını yiyelim ama taşınada dikkat edelimki dişimiz kırılmasın değilmi yani? pazardan aldığımız donumuza bile gösterdiğimiz özeni iki cihan seadetine vesile olacak dinimizi anlamak için göstermeyelimmi? bu kadar önemli bir mesele için kılı kırk yarmayıpda ne yapalım.BEN İMANIMI SOKAKTA BULMADIM.
CEVAP:
“Yanlış olan, tek doğruyu ehli sünnet kabul etmektir.” diyorsunuz. Şunu iyi bilki, dinde tek doğru yol, ehli sünnet yoludur. Zira, Kur’an Yâ Sîn Suresinde Rasulullah Efendimize;
– ” İnneke leminel-murselîn” “Alâ sıratın müstekîm.” mealen; “(Ey Muhammed) şüphesiz Sen! gönderdiğimiz peygamberlerdensin. Ve dosdoğru yol üzerindesin.” buyurmaktadır. rasulullahın en doğru yolda olduğunu bizzat Kur’an ifade ediyor. O halde Ehl-i Sünnet yolu demekte Rasulullah’ın yolu demektir. Zira, bu durumu Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) efendimiz, İbn-i Mace, Tirmizi ve Ebu Davut gibi sahih hadis kitabların da, şu mealde bir hadis-i şeriflerle teyit etmektedir:
“ Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır, biri müstesna geri kalanları cehennemlik olacaklardır.” Bunu duyan Eshab-ı Kiram (Allah Onlardan Razı olsun) sorarlar: “Ey Allah’ın Rasulü bunlardan, kurtulacak olanlar hangisidir?” Peygamberimiz (s.a.v.): “Benim ve eshabımın yolunda gidenlerdir.” diye cevap verirler.
Bu duruma göre, Ehl-i Sünnet yoluna sataşan kimse, mânen büyük bir tehlike içindedir.
İmam-ı Rabbani Hazretlerinin mektubatın da nakledilen bir hadis-i şerifte, Peygamber(salat ve selam ona olsun) şöyle buyurur, mealen:
- “Kur’an-ı kerimden kendi aklı ile, kendi düşüncesi ve bilgisi ile mana çıkaran( din büyüklerinin, Peygamberimizden ve Eshabından alarak, yaptıkları tefsirlere aykırı tefsir yapıp, hüküm çıkaran) kâfirdir.” Menavi ve Camiüssağır’da ki bir hadis-i şerifte ise;
- “Bir kimse sırf kendi aklı ile Kur’an’a, (Rasulullah’ın ve Eshabın anlayışlarına bakmaksızın) anlam veren, isabet etse dahi günaha girer.”diye buyurulmaktadır.
Size şöyle bir soru sorsalar: “Siz, madem mezhebleri kabul etmiyorsunuz, o halde namazınızı, cenazenizi, abdestinizi ve sair ibadetlerinizi, hangi mealcinin mealine göre uyguluyorsunuz?”derlerse, ne cevap vereceksiniz? Zira, memlekette binlerce bir birini tutmayan Kur’an meali vardır. Kur’an’da, beş vakit namazın ve cuma namazının farz olduğunu bulabilirsiniz ama, bunların kaç rekat olduğunu ve nasıl kılınacağını bulamazsınız. Cenaze namazının farz ve kaç rekat olduğunu ve bayram namazlarının nasıl kılnacağını bulamazsınız. Yoksa sizler cenaze namazı kılmıyor musunuz?
Sizler, dört mezhebten birine tabi olmaktan kaçıyorsunuz ancak, binlerce ne olduğu belirsiz kişilerin Kur’an tercümelerinin doğruluğuna nasıl itimat ediyorsunuz?
Allah için doğru düşünün, sizin yaptığınız şaşkınlık ve sapkınlık değilde nedir?
Türkiye’de Kur’an tercümesi modası, Misak adında bir Ermeni tarafından başlatılmıştır. Gençlerin önüne Kur’an tercümelerini sürerek, “Öz Türkçe Kur’an okuyunuz, yabancı dil olan Arapça Kur’anı okumayınız!”demesi bu millete ihanetten başka bir şey değilde nedir?
Türkiyedeki 1950′li yıllardan itibaren ermenilerin arabca ilimlerin matbuatını yaptığı, ilk tefsirin onlardan çıkmasıda çok ilginç! Zaten itibar edilecek tefsirde çok azdır mealesef.
Ehli sünnet alimleri ictihatlarını Kur’an, Sünnet, İcma-i ümmet üzere, yani eshabın icması üzerine yapmışlardır. Sizin savunduğunuz şahıslar da, Kur’an’a kendi akıl ve mantıklarına göre mana verip, işlerine gelmeyen bir çok hadisleri inkar etmektedirler. Kimi sapık cemaatler de (Hariciler gibi) hadis-i şerfleri tamamen yok sayarak; “Bize Kur’an yeter” demişler ve Hz.Ali’de bunların küfrüne fetva verdiğinden dolayı, onlar da, Hz.Ali’yi şehid etmişlerdir. Kimileri işlerine gelmeyen hadisleri, hadis kriterlerinin ne olduğunu bilmeden; “bu hadis değildir” diyerek, sapıklık çukuruna saplanmışlardır. Halbuki zaman ve iman bakımından Eshab-ı Kiram(radıyallahu anhum) hazretlerine daha yakın olan tabiinlerin büyük, hadis alimleri, İmam-ı Buhari hazretleri gibi, bu konuda en titiz çalışmalarını yaparak sahih hadisleri, mürsel hadisleri, mütavatür hadisleri, mevdu ve zayıf hadisleri sınıflandırarak, ayırmışlardır. Sizler onlara itimat edeceğiniz yerde, o zamanın muhaliflerinden olan Hariciler, Kaderiyeciler ve Mürcie vs. gibi sapıkların kaynaklarına itibar ederek, doğru itikadı eğrilerin yanında arıyorsunuz. Doğrular, hiç yanlış adamların yanında bulunur mu? Şeytandan müslümana iman kılavuzu olur mu?
” Ehli sünnet alimleri arasında çelişki vardır” diyerek, çok büyük bir yangılgıya düşümektesiniz. Zira çelişki vahye uymayıp, akıl ve mantıkla hareket eden felsefeciler de olur. Ehli sünnet alimleri arasında çelişki yok, ictihat farkı vardır. İctihat farkı ile, akla dayanarak ortaya çıkan çelişkiyi birbirine karıştırmakta olduğunuzun farkında mısınız? Zira ictihat, Kur’an’a ve hadislere ve eshabın icmasına dayanır.
Ehli sünnet arasındaki çelişkiler diye bahsettiğiniz; “Kur’an mahluk mudur, değil midir?” ve: “Kader, şefaat, büyük günah işleyenler kafir midir” gibi konular, ehli sünnet ile sapık mezhepler arasında ki meselelerdir. Siz ise, bunun dahi bilincinde olmadığınızdan, bu meseleleri ehli sünnetin kendi içindeki çelişkiler olarak addediyorsunuz. Yoksa, sizin sözlüğünüz de, adalet ve insaf kelimesi rafa mı kalktı?
Yeri gelmişken bunlarında cevaplarını yazalımda, Hakkı batılla karıştırma basiretsizliğine düşmeyesiniz:
Ehl-i Sünnete göre, Kur’an mahluk değildir:
7- KELAM SIFATININ EZELİ OLUŞU:
Allahu Teala ezeli ve ebedidir, tek bir kelam konuşucudur. Bu kelam O’nnun zâtı ile kaim olup O’ndan ne ayrı bulunur, ne de zail olur. Allah’ın kelam sıfatı harflerden ve seslerden müteşekkül olmadığı gibi onun parçalara da ayrılması mümkün değildir. Kur’an-ı Kerim Allahu Teala’nın kelamıdır, mahluk değidir. sesler ve harfleri Allah(c.c.) yaratmış ve Cebrail ile peygamberimiz, Muhammed Mustafa (s.a.v.) efendimize göndermiştir.
Kelam-ı nefsî : Kelamın Mahiyeti(hakikatı) zât ile kaim olan ve harf ve sesler tarafından ifade edilen bir manadan ibarettir. Yüce Allah’ın haber verişi hakikatte mazi veya müstakbele ayrılamaz. (İslam dergisi ehli sünnet itikadı(maturidiye)
Şefaat vardır, büyük günahları işleyenler fasıktır, kafir değildir, kaza ve kader vardır:
23- Kaza ve Kader: Hak ehli Ulema şöyle dediler: “Yaratıkların her türlü işleri, durumları ve sözlerinin hepsi Allahu Teala’nın kaza ve kaderi ile vücud bulmaktadır. Kaza: yapmak, takdir etmek demektir. Kader: Her bir yaratığı ona ait sıfatları ile belirleyip, tesbit etmektir. (İslam dergisi itikat)
Sapık mezheplere göre Kur’an mahluktur, şefaat yoktur, büyük günah işleyenler kafirdir, kimine göre kul işlediği suçtan sorumlu değildir, (bunların hepsi itikat kategorimizdedir. okursanız öğrenirsiniz)
Ehli sünnet sandığın Mutezile, Cebriye, Kaderiye vs. sapık mezheplerdir. Sapla, buğdayı birbirine karışıtıracak kadar basiretsizlik içindesiniz . Çelişki ehli sünnet alimlerinde bulunmaz. O dediğiniz şey, akla ve kuru mantığa dayanan kimselerde mevcuttur. Vahye uymayan akıl, ışıksız oda da, iğne arayan göz gibidir. Çelişkiye ancak, onlar düşmüş olup çıkış için başlarını duvardan duvara vurmaktadırlar. Bunlar ahirette dahada şaşkın olacaklardır.
Diyorsunuz ki “Ben imanımı sokakta bulmadım.” İmanınızı nerede bulduğunuz aranmaz. Önemli olan nasıl bir imanı bulduğunuzdur. Şeytan, bugün yeryüzünde yanlış bir imanı doğru olarak göstererek, milyarlarca insanları ineklere, böceklere taptırmıyor mu?
Doğru imanı mealcilerin yanında mı, bulacağınızı sanıyorsanız? O zaman, çıkmaz sokağa girdiniz demektir. Zira, sözleri ile işleri birbirini tutmayan binlerce mealci ve binlerce birbiri ile çelişen Kur’an mealleri varken, siz kurtuluşu hangisinin yanında bulacaksınız?
Mealcinin SORUSU:
“Müctehit ictihatlarında isabet etsede etmesede sevap alacağı hususu bellidir. bu bile alimlerinde hata edebileceğinin kabulüdür. ehli sünnet hata etmez sözü ki peygamberlerin bile hata yapabileceği bir dünyada ne kadar ciddiye alınabilir. imamı azamın namazda kuranın farklı dillerdeki tercümelerinin okunabileceğine dair görüşünü biliyormuydunuz. şimdi imamı azamı redmi ederiz. tabiki hayır ama bazı görüşlerinde isabet etmemiş olabileceğinide kabul etmeliyiz.”
CEVAP 3:
Hanefi mezhebinde mutlak müctehid dört imam vardır. Hanefi mezhebi çoğunlukla üç imamaın ictihadına göre ve az da olsa İmam-ı Zühri’nin ictihadına yer verilmek suretiyle vücut bulmuştur. Bu büyük mezhebte, sadece İmam-ı Azam’ın ictihadına göre amel edilmez bunu da bilesiniz.
İmamı Azam hazretlerinin Kur’an’ın, namazda farklı dillerde okunacağını söylediğini söylüyor ve yanılıyorsunuz . İşte cevabımız:
“İmam Ebû Hanife’nin herhangi bir dile çevrilen Kur’ân âyetlerini o dil üzere okumanın caiz olduğuna dair bir içtihadı olmuşsa da, yapılan ciddi araştırmalarla, İmamın bu içtihadından vazgeçip İmameyn’in içtihadına döndüğü anlaşılmıştır. Nitekim Fetâvâ-yı Hindiyye’de de bu hususa dokunulmuş ve «İmamın rücu’ ettiği rivayet olunmuştur. Bu rivayete de itimat gerekir» diye kaydedilmiştir. (Fetâvâ-yi Hindiyye: I/69 – El-Mektebetü’Uslâmiyye – El-Hidâye. )
Ehli sünnetin dört hak mezhebinin imamları ilimlerini silsile ile, İmamı Azam hazretlerinden almışlardır.
İmam-ı Azam hazretleri tabiinin en büyüklerinden olup, akaid ilmini üvey babası, 12 imamlardan olan, Cafer Sadık hazretlerinden almıştır. O da, dedesi 12 İmamlardan, Zeynel Abidin hazretlerinden, O da, dedesi Hazreti Ali’den (radıyallahu anh), O da, alemlerin Efendisi Hazreti Muhammed Mustafa(s.a.v.) Efendimizden ilmini almıştır.
O halde, ya sizin mealci efendileriniz ilimlerini hangi silsileden almıştır bunu söyleyebilir misiniz? Söyleyemezsiniz. Çünkü, onlar din ilmi hususunda, akıllarına ve mantıklarına dayanırlar. Bunu için, köksüz ağaç gibidir sizin efendileriniz .
İmamı Maturidi ile İmamı Eşarinin ictihatları arasında 12 fark vardır. Bunlar arasındaki fark, ictihat farkı olduğu için rahmettir. İmamı Maturidinin ictihadının Mutezileye yakın olduğunu söylüyorsunuz . Bunda da yanıldınız. Zira, İmam-ı Maturidi hazretlerinin değil, İmamı Eşari’nin bazı ictihatları mutezileye yakındır. Zira O, önceleri o mezhepte idi ve tövbe etti.
Biz, diğer mezheblerin yüzde yüzü yanlıştır demiyoruz. Onların da doğruları vardır.Ama eğrileri, doğrularını alıp götüren türden olduğu için, onlara itibar edilmez. Zira, Rasulullahı ve Eshabını dışlayıp, akla ve mantığa tabi olarak Kur’an’a anlam verenlere, nasıl güvenebilirsiniz? Haşa, O Büyük Eshaba itimat edilmezse, bu güvensizlik Kur’an’a dayanmaz mı? Zira, KUR’AN’I onlar bize nakletti. Güvenilmeyen kimselerin nakline güven olur mu? Kur’an’a güvensizlik ise imanı silip, yok eder.
Kur’an mealini okuyupta onunla amel eden birisinin şu ifadesi çok vahimdir:
- “ Ben Kur’anı baştan sona kadar okudum, onda ne namaza, ne abdeste, ne de oruç denilen bir ibadete rastlamadım.” diyor.
Bir başka mealci de ibadetini şu şekilde yaptığını itiraf ediyor:
- “ Ben Kur’anı okudum ve namazın dua anlamına geldiğini öğrendim. Onun için ben günde beş kere kıbleye döner duamı yaparım.” demektedir.
Bir kimse kendi kendinin doktorluğunu yapıp rastgele ilaç alırsa sonuç işte bu kadar vahim olur.
Subhânallâhi ve bi hamdih. Vesselam.
Allahu Teala Kur’an-ı Kerim’de müminleri ayrılmamaya, sımsıkı birlikte olmaya çağırır:

- “Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmran-102)
- “Hep birlikte Allah’ın ipine (kitabına ve Rasulüne tabi olarak) sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın.” (Âl-i İmran-103)
- İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır. (Âl-i İmran-104)
Ayette murad olunan birliği ulemadan İmam-ı Sübkî şöyle açıklar; “Asıllarla ilgili konularda ihtilaf şüphesiz dalalettir ve bu Kur’an’ında işaret ettiği gibi her fesadın sebebidir.” der.
Ulemadan İmam Hattabi ise ayrılık hususunu şöyle izah eder: “Ahkamla (amelle) ilgili çeşitli manalara gelebilen esasa dair olmayan konulardaki ihtilaf ise, Allah bu ihtilafı alimler için bir rahmet ve ikram kılmıştır. “Ümmetimin (alimlerinin) ihtilafı rahmettir” hadisinde kastedilen de budur.” der. (İmam Nevevi, Şerhi Müslim, c, 11, s, 92,)
Keza bu konuda bazı alimlerde hadisi şerifteki; “ümmetim” lafzıyla kastedilenin bütün ümmet olmayıp, müctehid alimlerin ihtilafı” olduğunu söylemişlerdir. (Abdurrauf El-Münavi, Feyzül Kadir Şerhi Camiüssagir, c, 1, s )
Mezheplerin farklı olmaları asli konularda değil, teferruattaki konulardadır. Bu tür bir farklılık ise, mezhepsizlerin anladıkları gibi parçalanmak değil, bilakis rahmet olmuştur.
Müslümanları tek bir amelî mezhepte toplamaya günümüzün ulemaları ne ilmen ne de takvası yönü ile yeterli değildir. Ancak sağlam kaynaklara göre, Peygamber Efendimizin âhir zamanda geleceğini müjdelediği İmam Mehdi’nin (a.s.) içtihat edip Hanefi mezhebine benzer bir mezhep kuracağı ve Müslümanların onun mezhebine tabi olacakları haberi vardır.
TEK TİP MÜSLÜMAN MI?
Zihinleri tek tiplilik felsefesi ile bulanmış kimseler istiyorlar ki mezhepler kalksın da Müslümanlar tek tip olsun. Aslında bu bir hile ve yalandır. Zira Müslümanların mezhepsiz kalmalarını isteyenler, Müslüman kimliği altında, Müslümanları parçalamak isteyen sinsi, İslam düşmanlarıdır. Müslümanlar mezhepleri terk ettikleri zaman birbirini tutmayan yüzlerce MEAL MEZHEPLERİ ORTAYA ÇIKACAK ve Müslümanlar bölük pörçük olacaklardır. İşte o zaman sinsi İslam düşmanları hedeflerine varmış olup fitnenin en büyüğü çıkacaktır.
Bu tek tiplilik felsefesi ise, bu sinsi İslam düşmanlarının bir alt gurubu olan piyonların, sosyalizmden kalma bir saplantısıdır. Zira onlarda insanları tek tip yapmak için halklara az zulüm etmediler. Din de tek tipçilere Peygamber (s.a.v.) Efendimizin şu hadisi şerifleri en mükemmel bir cevaptır:
-“Ümmetimin alimlerinin ihtilafı rahmettir.” (Hadis-i Nevevi, Müslim)
Bu alimler yine ehli sünnet alimlerinin sözbirliği ile müçtehit alimlerdir. Yani mezhep imamlarımızdır. (Allah Onların Mekanlarını Cennet eylesin)
Alimlerin ihtilafını cahillerin ihtilafı gibi nefsani sananlar asla bu gerçeği anlayamaz. Kendisini aklı başında, tüm ehli sünnet camia (Hanefi, Şafi, Hanbeli, Maliki) mensuplarını anlayışsız sanan bu kimseler kendilerini ne sanıyorlar acaba? Bunlar kendilerini, İmamı Azam, İmamı Şafi, İmamı Ahmet Hanbeli ve İmamı Maliki’den daha mı alim ve takva sanıyorlar? Zira bu mezhepleri onlar kurdular, bu haksız ve densiz suçlamalarda onlara atıftır.
Bu kimselere denilir ki:
Kur’an mealinden insanlar dinlerini nasıl öğrenecek? Herkesin müçtehid alim olabilmesi mümkün mü? Zira okuma yazmayı bilmeyen ümmiler hiç de az değil. Okuduğunu anlayamayanları da hesaba katarsak bu Müslümanların hali ne olacak? Bunların Müslümanlara ; “Dininizi Kur’an’dan öğrenin“ demeleri, hastalara; “Doktora gitmeyin, işte orada tıp kitabı var, alın okuyun ve kendi kendinizin doktor olup kendi kendinizi tedavi edin” demekten başka ne anlama geliyor? Herkesin doktor olması mümkün değilken, her Müslümanın içtihat derecesinde alim olması nasıl mümkün olacaktır?
MEALCİLERE 5 SORU:
1- 1400 küsur yıldır İslam alimleri hep yanıldı da, sizler mi doğruyu keşfettiniz? Sizler (hâşa) onlardan daha mı iyi müslümanlarsınız?
2- 1400 yıldır hak mezhep mensupları arasında hiç bir olumsuz olay olmadığı halde sizler mezheplerin sayısından niçin ürküyorsunuz?
Cuma namazı Kur’an’da kaç rekattır ve nasıl kılınacaktır?
3- Cenaze namazını Kur’an’da bulabilirler misiniz? Bulamayacaksınız belli, o zaman ölülerinizi yıkayıp kefenlemeden, mevtalarınızın cenaze namazlarını kılmadan mı ölülerinizi defin edeceksiniz?
4- Beş vakit Namazın Kur’an’da nasıl kılınacağını ve kaç rekat kılınacağını söyleyebilirler misiniz?
5- Allahu Teala Kur’an’da Rasulüne tabi olmamızı emrederken, sizler niçin akıl ve hevai nefislerinize tabi olmaktasınız?
Mezhep münkirlerinin kimileri imanın şartlarından kaderi inkar ediyor, kimileri şefaati inkar ediyor, kimileri de Allah’ın, geleceği bilemeyeceğini söyleyerek dinden çıkıyor ve insanları da arkalarından cehenneme çekmek istiyorlar.
Bu mudur bu sapkınların birliğe beraberliğe çağrıları? Bunlar kendi aralarında dahi, yüzlerce mezhebe bölünüp tek mezhep olamazken, bir de kalkıp inançta tek yol olan ehli sünnet mezhebini eleştirmeye kalkıyorlar. Bunların maksatları Kur’an’da birleştirmek adı altında Müslümanları parçalayıp, yok etmek değil de nedir?
Cenâb-ı Hak, hepimizi müctehid İmâmlar vasıtası ile Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem efendimize uyan bahtiyar kullarından eylesin. Selef-i sâlihin düşmanı selefiyecilerden, ehl-i sünneti kâfir bilen vehhâbilerden, telfık yaparak hak mezhepleri ortadan kaldırmak isteyen mezhepsizlerden, kendilerini dîne değil de, dîni kendilerine uydurmak isteyen reformculardan, müctehid İmâmları beğenmeyip, kendi kafalarına göre ictihad yapmak isteyen naylon müctehidlerden, eshâb-ı kirâma saldıran rafızî meşrepli mezhepsiz tufeylîlerden muhafaza buyursun. Hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak, sevdiklerini dost, sevmediklerini de düşman olarak tanıtsın.
Âmin.
Meal ile din tahribatı
8 Haziran 2018 02:00
Metin Aykutlu
985 senesinde Eynesil İmam Hatip Lisesine meslek dersleri öğretmeni olarak tayin olundum. Eynesil Giresun’un şirin bir ilçesidir. Fahri vaizlik da yaptığımdan halkı ile unutulmaz hatıralarımız oluştu. Birini mevzumuz ile alakası sebebi ile sizlerle paylaşıyorum…
Stajyer olarak vazifeye başladığımdan, bağlı olduğum bir rehber öğretmenim vardı. Meal yazma çalışması yapan heyecanlı birisi idi. İlçede alaka duyanlarla meal dersleri yapıyor, beni de dersine davet ediyordu. Davetine “Sizin tercihiniz mealden din öğrenip-öğreterek dine hizmet etmek. Benimkisi ise Müslümanlara ilmihal öğrenip-öğreterek hizmet etmektir. Beni mazur görün” diye cevaplardım. Cevabımı hazmedemedi.
Bir gün İblisin melek olmadığını cin olduğunu anlattığımda sınıfta ciddi bir itiraz oldu. İtirazlarının sebebini sorduğumda, “Tefsir dersinde İblis’in inkâra düşmeden önce melek olduğunu öğrendik. Bakara süresi 34. ayetinde böyle yazıyor” dediler. Öğreten rehber öğretmenimdi. Hâl böyle olunca karşı karşıya geldik. Bu ise bardağı taşıran son damla olmuştu. Rehber öğretmen, stajyerliğimin kaldırılmaması için çalışma başlatmış. Bu durum onaydan önce açığa çıkınca haddimi bildirmek için rehber öğretmenim meal dersine katılanlarla evinde bir toplantı ayarladı ve beni de davet etti. Aralarında ilahiyatçılar, müftülük görevlileri ve imam hatip hocaları da bulunuyordu. Orada rehber öğretmenim âdeta beni meslekten tart edeceklerini yüzüme haykırırcasına: “Artık yettin. Gelenek ve Emevi kültürü anlatımınla Kur’ân’a aykırı şeyler söylüyorsun. Mesela İblis’in kâfir olmadan önce melek olduğunu inkâr ederek öğrencilerin itikatlarını ifsat ediyorsun. Senin stajyerliğini kaldırmayacağız. Ancak seni tövbeye, iman ve nikâh tazelemeye davet ediyoruz” dediğinde mesele vuzuha kavuştu.
Meallerin yanıltması ile melek inancı bozulmuş bu tefsir dersi meslektaşım, meleklerin masum olduğu inancını inkâr ediyordu. Diğerleri de onu tasdik ediyorlardı. Onlara, “Gelenek ve Emevi kültürü anlatımı ithamı ile naklî ‘Ehl-i sünnet bilgilerini’ kastetmek bedbahtlık olarak yeter. Ben elhamdülillah Ehl-i sünnetim. İlmihal bilgilerini naklediyorum. Bundan da şeref duyuyorum. İblis meselesindeki ithamınızı size iade ediyor ve size soruyorum. Sizler Kur’ân-ı kerimin tamamına mı, yoksa bir kısmına mı inanıyorsunuz?” dediğimde hiddetle kükrediler. Onlara birer Kur’ân-ı kerim dağıttım. “Kehf süresi 50. ayet-i kerimeyi açar mısınız? İsteyeniniz istediği meale bakabilir” dedim. İblis’ten bahseden “ve kane minel cinni” kısmını sesli okumalarını istedim.
Dağıttığım meallerde de “İblis cin idi” diye yazıyordu. Meseleye vâkıf olanın yüzü kızarıp-bozardı. Bir müddet sessizlikten sonra oklar rehber öğretmenime dönmüştü. “Sen bizim itikadımızı bozdun. İman ve nikâh tazelemek asıl bize gerek” sesleri yükseldi. Bu hadiseden sonra rehber öğretmen tayin isteyip gitti. Meslekten ihracına ramak kalan benim ise; öğretmenliğim, hocalığım, vaizliğim tescil edilmiş oldu…
HHH
Mevzu ile alakalı âyeti kerimelerin mealini herkesin kolayca ulaşacağı Elmalılı Mealinden vereyim. Malum-u âlileriniz yurdumuzda senede 3 milyon civarında meal dağıtılıyor. Dağıtılan meallerin çoğu Elmalılı Meali oluyor. Mevzu bahis Bakara suresi 34. âyeti kerimenin orijinal meali: “Ve o vakit melâikeye ‘Âdem için secde edin’ dedik, derhal secde ettiler, ancak İblis dayattı, kibrine yediremedi, zaten kâfirlerden idi.”
“Zaten (İblis) kâfirlerden idi” meali ne büyük hata! İlmihal kitabından melek inancını sağlam öğrenmeyen bir Müslüman Elmalılı’nın mealinden bu âyet mealini okursa; kuvvetle muhtemeldir ki İblis’in zaten kâfir olduğuna inanacak. Demek meleklerden kâfir olan da varmış diyecek. Allahü teâlâ kâfir olan İblis’e neden secdeyi emretti diye şaşacak. Çünkü kâfirden secde etmesi değil, iman etmesi istenir.
Elmalılı sadeleştirilmiş mealinde ise;
Ve o zaman meleklere: “Âdem’e secde edin!” dedik, hemen secde ettiler. Yalnız İblis dayattı, kibrine yediremedi, inkârcılardan oldu.
Sadeleştirenler “Zaten kâfirlerden idi” hatasını düzeltmişler. Sözde sadeleştirilerek düzeltilen mealini de okusa büyük ihtimalle; “İblis melekti, kâfir oldu” şeklinde inanarak melek inancını kaybedecek.
Yukarıdaki misallerden anlaşılacağı üzere, meal meselesi bu kadar ciddidir. İlmihal yerine meal vererek, kaş yapalım derken göz çıkarıldığının farkında olmayanların dine hizmeti vahim bir hâl almaktadır.
“Ve kane minel kâfirin” ibaresi İblis’in kibirlenip secde etmeyi kendine münasip görmemesi sebebi ile “kâfirlerden olduğunu” bildiriyor. Ancak “…ve kâfirlerden oldu” kısmı Muhammed Esed’in mealinde “hakkı inkâr edenlerden oldu”, E. Edib’in mealinde “nankörlük etti”, Yaşar Nuri Öztürk’ün mealinde “nankörlerden olmuştu” ve İsmail Hakkı Baltacıoğlu’un mealinde ise “Allah’ı tanımaz oldu” şeklinde farklı farklı ifade ediliyor. Meallerde görülen bu kadar farklılık, aslında meallerin açmazıdır. Meal yazanların kafa karışıklığıdır. Zanlarını Allahü teâlânın kelamı olarak sunma bedbahtlığıdır...
İBLİS MELEKLERİN
HOCASI VE REİSİ İDİ
Nakli esas alan eserlerde İblis’in lanetlenmeden önce meleklerin hocası ve reisi olduğu ittifakla bildiriliyor. İmam-ı Salebi hazretlerinin, İbni Abbas hazretlerinden rivayet ettiğine göre; İblis, meleklerle beraber idi. Ateşten yaratılan cinler taifesinden idi. Melekler ise nurdan yaratıldı. İblis’in önceki adı “Azazil” idi. Cennetin bekçilerindendi. Meleklerden ilimde üstün idi. Bu hâli onu Allah’a isyana sürükledi. Allahü teâlâ da onu, rahmetinden uzaklaştırdı. (Camiul Ahkâm)
Yaşadığım hadise bir ilçenin dinî eğitim görmüş meslekleri din hizmeti olan insanların melek inancı gibi bir mevzuda mealle nasıl savrulduklarının ibretlik hikâyesidir. Hâlbuki murad-ı İlahiyi anlama gayreti ve hassasiyet ile yazılan naklî eserlerden öğrenilse idi, İblis’in melek değil cin olduğunda zerre kadar tereddüde mahal olamazdı.
Mealler çoğaldıkça, mealler ilmihallere tercih edilip mealden din öğrenip-öğretmeye kalkışıldıkça nice hatalar yapılıyor. Mesela; İbrahim aleyhisselâm babasının Taruh olduğu hakikati örtülüyor. Üvey babası Azer’in İbrahim aleyhisselâm babası olduğu yanlış inancı yaygınlaşıyor. Maalesef mealler peygamberlerin temiz neseplerine küfür isnadına vesile olmaktadır. Elbette meallerin sebep olduğu zarar inancın ifsadına sebep olmakla hudutlu kalmıyor. Cihat âyetlerini hayat prensibi edindiği iddiasıyla hareket ettiklerini zannedenlerin Müslümanların oluk oluk kanını akıtmalarına da şahit oluyoruz.
Meallerin zararlı olmasının baş sebebi nakli esas almayan, bidate bulaşmış, çelinmiş, sakim bir akıl ve bilişim cehaleti ile oluşan Kur’ân-ı kerim anladım zannıdır. Zannın “muradi İlahi” gibi sunulması İslam’ın ifsadına sebep oluyor. Nitekim bir hadis-i şerifte, “Kur’ân-ı kerimden kendi aklı, düşüncesi ve bilgisi ile mana çıkaran kâfirdir!” diye geçmektedir. Bu hadis-i şerifi İmam-ı Rabbanî hazretleri şöyle açıklıyor: “Yani kendiliğinden verdiği mana doğru olsa bile meşru yoldan çıkarmadığı için suç olur. Verdiği mana yanlış ise imanı gider.”
Prof. Dr. M. Sait Yazıcıoğlu, Diyanet İşleri Başkanı iken, 8 Ocak 1989 gün ve 01/924/008 sayılı açıklamasında “Sadece başkanlığımızca yayınlanmış olan Kur’ân-ı kerim mealinde değil diğer meallerde de, bazı hatalar bulunmaktadır” demişti.
Diyanet’in hazırladığı “Kur’ân-ı kerim ve Türkçe Anlamı” isimli tercümenin önsözünde deniyor ki: “Kur’ân-ı kerim, Türkçeye değil, hiçbir dile hakkıyla çevrilemez. Kur’ân-ı kerimde muhtelif manalara gelen lafızlar vardır. Böyle bir lafzı tercüme etmek, çeşitli manalarını bire indirmek olur ki, verilen tek mananın ‘murad-ı İlahi’ olduğu bilinemez. Dinde reformcuların, ‘Allah’ın muradı şudur’ demeleri cehaletlerini gösterir. Eğer murad-ı İlahi tek olarak anlaşılsaydı, birbirinden farklı mealler olmazdı. Mealcilerin amansız tartışmaları ve birbirlerinin meallerini hatalarla dolu olmakla ithamları bunun en bariz ispatıdır. Tartışılan meal gibi gözükse de aslında Allahü teâlâ olmaktadır. Sadece zararı bu olsa ürkütücü olmak için yeter sebeptir. “Dini öğrenmek için meal yeter” diyenlerin yazdıkları bunca din kitapları kendilerini yalanlıyor. “Mealim yeterli değil, yazdığım bu kitaplarımı okuyun” deme zavallılığıdır.
Kur’ân-ı kerimin tefsiri ve tevili ehli olan âlimler tarafından yapılır. Fakat kelime kelime tercümesi mümkün olmaz. Tercüme ile murad-ı İlahi anlaşılamaz. İslâmî ilimler; Kur’ân’ı Allahü teâlânın muradına uygun tarzda anlama çabasıdır. İslâm âlimlerinin nakli esas alan sayısı tahmin edilemeyen bunca kitapları hep kelam-ı İlahinin açıklamasıdır...
HHH
On dört asırdır, dinimizi meallerden öğrenme kültürümüz yok iken, son yıllarda niçin bu yola yönelindi, bunda maksat neydi?
Sebilürreşad Mecmuası’nın 18 Safer 1924 tarihli ve 618 numaralı sayısındaki, “Yeni Kur’ân Tercümesi” başlıklı yazıda, bu sorunun cevabı özetle şöyle veriliyor:
Kur’ân-ı kerimi tercüme etmek, basıp yaymak bir müddetten beri moda oldu. Ne gariptir ki, ilk defa bu işe teşebbüs eden Zeki Megamiz isminde Arap asıllı bir Hristiyan’dır. Fakat isminin duyulması üzerine, tercümeyi neşirden vazgeçti. Daha sonra Cihan Kütüphanesi (yayınevi) sahibi Ermeni Mihran Efendi acele olarak, diğer bir tercümenin basımına başladı ve az zamanda sona erdirerek, “Türkçe Kur’an” ismiyle yayınladı.
Asırlardır, bütün ömürlerini dini yaymakla geçiren, bu uğurda hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan İslâm âlimlerinin, Kur’ân-ı kerimin tercümesini, meallerini hazırlamayıp da, gayrimüslimlerin böyle bir çalışma yapması düşündürücü olsa gerektir... Tercüme ve meal, gerçekten dine faydalı olsaydı, İslâm büyükleri bu faaliyeti gayrimüslimlere bırakırlar mıydı?
Âhir zaman, Ehl-i sünnet itikadını doğru öğrenip, iman hırsızlarına karşı imanı koruma zamanıdır. Başka şey çalınsa o kadar önemli olmaz; ama Allah korusun, imanı çalınan sonsuz olarak Cehenneme gider. İlmihalini bilmeyen, imanını koruyamaz.
İslam âlimleri buyuruyor ki: Lüzumlu bilgileri ilmihalden öğrenmemiz gerekir. Kur’ân-ı kerimin hakiki manasını anlamak, öğrenmek isteyen, din âlimlerinin kelam, fıkıh ve ahlak kitaplarından hazırladığı bir ilmihal okumalıdır. Böyle bir ilmihal, Kur’ân-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden alınmış demektir. Kur’ân tercümesi diye yazılan kitaplar, doğru mana veremez. Okuyanları, bunları yazanların düşüncelerine ve maksatlarına esir edip, dinden ayrılmalarına sebep olur...
Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Asırlardır din, meallerden, Kur’ân tercümelerinden değil, ilmihâl kitaplarından öğrenilmiştir. Dinimizi doğru olarak öğrenebilmek için bu sağlam yolu devam ettirmemiz, çıkmaz yollara sapmamamız şarttır. Zira çıkmaz yollara sapan, kurda kuşa yem olmaya mahkûmdur
.
Meallerimizle biz bize - 1
Allah Teâla Kur'ân-ı Kerimi, dünyanın sonuna kadar gelecek, çeşitli dillerden bütün insanlara rehber olarak göndermiştir. Kur'ân'ın dili olan Arapça; Kur'ân'ın nazil oluşundan önce, evrensel Kur'ân mesajının ifade vasıtası olmaya âdeta hazırlanmıştı. Gerçekten, hele o zamanki şartlarda, dört milyon kilometrekareden fazla olan Arap yarımadası gibi çok geniş bir coğrafyaya rağmen bütün Araplar arasında müşterek bir edebî dilin teşekkül etmesi, başlı başına bir harikadır. Bu dilin ihtiva ettiği kelimelerin sadece kökleri göz önünde bulundurulursa yüz binin üzerinde olması, türemiş kelimeler itibarıyla milyonun çok üzerinde bulunması, muazzam bir iştikak (kelime türetme) kabiliyeti ve imkânı ihtiva etmesi, dilin çok işlenmiş olup Arapça olarak söylenen şiirlerin yüzbinlerce beyitlik bir şiir mirası teşkil etmesi gibi durumlar, bu dili mümtaz kılan başlıca özelliklerdendir.
Tarihen de sabit olduğu üzere, İslâm öncesi Araplarının fuarlarda teşhir ettikleri başlıca malları, edebî ürünler oluyordu. Arap toplumunda edebî tenkit çok gelişmişti. Panayırlarda şair ve edipler yeni eserlerini sunar, jüriler, hakemler önünde eleştiriye tâbi tutulur, sonra ona göre ülkede tutunur, yahut aksine rağbet görmez, unutulur giderdi.
Geçmiş tarihî dönemlerde, çeşitli milletlerin muayyen alanlarda uzmanlaşıp maharet kazandıklarını görmekteyiz. Babil'de astroloji (gök bilimi, nücum ilmi), Yunanlılarda heykeltıraşlık, Romalılarda hukuk ve siyaset, Mısırlılarda sihir, Türklerde askerlik, Filistin'de tıp alanları gibi. Arapların da başlıca maharetleri şiir ve belagat idi. Öyle ki kelime olarak dahi Arap, meramını kolay ve akıcı bir şekilde düzgün ifade ile beyân eden mânâsına geliyordu. Arapçada, arap olmayan herkese Acem (a'cemî) deniyor ve bu kelime dilinde tutukluk olan, meramını düzgün bir şekilde anlatamayan kimseyi nitelendiriyordu. Gerçekten Arapların lisanı bir yaratılışları vardı. Hayatlarında en ön sırayı alan kavram, beliğ ifade idi. Onun içindir ki Kur'ân nazil olduğunda Arapça, çok zengin üsluplara sahip, oldukça işlenmiş bir dil ve edebiyat sergiliyordu.
Arapçanın müstesna bir dil olmasının en çarpıcı delili şudur: Yirmi birinci yüzyıla girmek üzere olduğumuz bu sıralarda Kuveyt'ten Fas'a kadar bütün Arap dünyasının dili olan edebî Arapça, on beş asır öncesinin Arapçasıdır. Kur'ân'ın kullandığı Arapçadır. Arap edebiyatı çok geliştiği için, diğer dillerin bin küsur senede kazanacağı mesafeyi kazandığından gelişen dil ve edebiyat asırlarca ihtiyacını karşılayacak bir hazine biriktirmiştir. Halbuki diğer dillerin gelişme süreçleri daha farklıdır. Meselâ Kur'ân'ın nazil oluşundan yüz küsur sene sonradan (8. asırdan) kalma Orhun ve Yenisey Yazıtlarının Türkçesinden, şimdi uzmanların dışındaki Türkler fazla bir şey anlayamazlar. Diğer diller için de durum farklı değildir. Avrupa dillerinin, durumu da böyledir. Meselâ 12. asır Fransızcası 20. asırdakinden hayli farklıdır. Arapça da, bir dil olarak elbette diller hakkındaki genel kuralların dışına çıkamaz. Diller hakkındaki ilahî âdet onun hakkında da geçerlidir. Ne var ki, biz realitede gördüğümüz ve tarihen müşahede edilen bir özelliğine işaret etmek istedik. Zaten i'cazın, yani belagat yönünden Kur'ân ifadesinin eşsiz olmasının, Kur'ân'ın bütün ediplere, benzer bir eser getirmeleri konusunda meydan okumasının başlıca hikmeti de bu olsa gerektir. Zira Allah'ın hikmeti, peygamberlerin mucizelerinin, muhatap milletlerin en fazla ileri gittikleri alandan olmasını dilemiştir. Böylece en ileri gittikleri sanatta bile mu'cizeye nazire getirilememesinin, gösterilen mu'cizenin beşer eseri olmadığını, daha açık bir şekilde ispatlaması murad edilmiştir.
Kur'ân Araplara mahsus olmayıp bütün insanlığa gönderildiğine göre, Arap olmayanlara bu ilâhî mesaj nasıl ulaştırılacaktır? Belli ki o dillere tercüme edilmesi düşünülecektir. Fakat harfî tercümesi mümkün olmadığından tefsirler yazılmıştır. Ayrıca mealler hazırlanmıştır.
Mealler, bellidir ki Kur'ân'ın başka dillere tercümesi değildir. Zira, kelimenin tam anlamıyla harfî tercüme, beşerin edebî ürünleri için bile mümkün değildir. Ama tefsirî tercüme mümkündür, hatta lâzımdır. Çünkü, "Kendilerine apaçık anlatabilsin diye her peygamberi kendi milletinin diliyle gönderdik" (İbrahim, 14:4) âyeti gibi bazı naslar, Kur'ân'ın mânâlarının, öteki dillere de nakledilmesini gerektirmektedir. Âlimlerimizin çoğu tefsîrî tercümeyi men'etmemişlerdir. Onun içindir ki mealler ortaya çıkmıştır. Unutmayalım ki meal, tercüme gibi kısa olsa da, ister istemez bir nevi kısa bir tefsir durumundadır. Zira birçok durumda, birden fazla ihtimal söz konusu olmakta, bunlardan birini tercih edip mealin yazıldığı dilde ifadeyi ona göre formüle etmek gerekmektedir.
İşte bu da meallerin müşkillerinden biridir. Muhtemel tefsirlerden birini tercih etmekten ileri gelen farklar, ifade ve üsluplardaki çeşitlilik, mealleri farklılaştırmaktadır. Ama muteber tefsirlere dayandığı müddetçe, meallerin bu farklı tercihlerinden her biri geçerli sayılmalıdır. Mealleri eksik bulan, bundan dolayı onlara soğuk duran bazı Müslümanlar vardır. Mealin, Kur'ân-ı Kerim'in mânâlarının tamamını naklettiğini iddia etmek çok güçtür. Yüzlerce cildi bulan tefsirlerin ihata etmediği mânâları kısa bir mealden beklemek elbette doğru olmaz.
İmdi, meâllerdeki eksik noktaların tesbit edilmesi de zor bir iş değildir. Şahsî kanaatime göre, hazırlanmış Türkçe meallerin büyük ekseriyeti makbul eserlerdir. Okuyucu ciddi ve samimi bir şekilde yönelerek okur, düşünerek okur, dikkatli olursa bu mealler vasıtası ile Kur'ân'ın temel mânâlarına ulaşabilir. Onları okumaktan istifade eder, feyiz alabilir. Kur'ân meali okumakla İslâmiyeti tanıyan ve birçok durumda da kabul edip benimseyen her dil ve milletten binlerce insan olduğu da meydandadır.
Mu'ciz olan, demin işaret ettiğimiz i'caz özelliği bulunan Kur'ân'ın i'cazını nakletmek mümkün olmadığından, meallerin istisnasız olarak her biri, eksik olmaya daha başından mahkûmdur. Ne var ki, gerekli şartları haiz olma nisbetinin yüksekliği nisbetinde meallerin başarıdaki nasibi de yükselebilir. Arap edebiyatına ve üsluplarına, mealin hazırlandığı dildeki beyan ve ifade imkânlarına vâkıf olma, tefsirlerden yararlanma, büyük emek sarfetme nisbetinde, beşer ölçüsündeki mükemmele yaklaşan mealler hazırlanabilir.
Biz bu makalemizde Türkçe meallerimizde rastlanan bazı önemli veya önemsiz zorluklardan bahsedeceğiz.
Bundan maksadımız, meal hazırlarken daha fazla dikkat gösterilmesine katkıda bulunmaktır. Demin işaret ettiğimiz gibi, genel mânâlar elbette mahfuz ve makbuldür.
Gaye Türkçede daha okunaklı, daha açık ve munis gelen, daha bir ilmî titizlikle hazırlanmış, üslûp çilesi çekilmiş meallere vesile olmaktır.
Meallerimizde rastladığım bazı noktalar üzerinde düşünmek, daha iyisini bulmaya çalışmak istiyorum. İnşaallah ortaya çıkacak birçok teşvik edici çalışma ile ülkemizde Kur'ân-ı Kerim'in mânâları üzerinde düşünme, mealleri arzu edilen tarzda okuyup değerlendirme işi, daha bir canlılık kazanır.
Meallerin okunup karşılaştırılması ile, tefsir, dil ve ifade hataları en aza indirilebilir. Yoksa sırf tenkit etmek, kendini göstermek, başkasının yanlışını söylemek, kendisini mükemmel ve kusursuz görmek gibi bir niyetimiz yoktur, olamaz ve olmamalıdır. Başlıca maksadımız, Kur'ân'ın daha çok okunması, Kur'ân'ın mânâları üzerinde daha fazla düşünülerek ondan en iyi bir şekilde etkilenmemiz ve faydalanmamızda.
Meallerde tesbit ettiğimiz eksikler çeşitli cihetlerde olmuştur. Onlardan biri, zamirlerin mercilerini belirlemekten ileri gelmektedir.
1- Zamirlerin mercilerini belirlemedeki eksikler.
Bazen zamirlerin mercilerini, kime ve neye ait olduklarını belirlemek zorlaşır. Bu da kimin ne söylediğini ve yaptığını takip etmeyi zorlaştırır. Neticede mânâyı anlamakta sorunlar ortaya çıkar. Böylesi durumlarda tefsirleri inceleyerek onların yardımı ile önce meseleyi etraflıca anlamak ve meali verirken ona göre yazmak uygun olur. Meselâ Kasas sûresi 62-64. âyetlerini ele alalım. 62. âyette, kıyamet günü müşriklere yöneltilen bir hitap vardır. Müteakip 63. âyette söz konusu olanlar ise o müşriklerin putlaştırdıkları kimselerdir. Ama her iki âyette geçen "onlar" zamirinin her ikisini de müşriklere ait kabul edince, bir karışıklık, bir mânâ kargaşası ortaya çıkmaktadır.
Halbuki Ebu's-Sûud Efendi'nin Tefsirine bakılsaydı, 63. âyette geçen “Ellezîne hakka aleyhimü’l-kavlü” (Yani haklarında azap hükmü kesinleşmiş olanlar)ın putlar olduğu anlaşılırdı.
Aşağıda, Türkçede en yaygın meallerimizden onikisinden bu bölümün mealini nakledeceğiz. Şunu söylemek gerekir ki, üç âyetlik iş bu Kasas 62-64 âyetlerinin meallerinde, bu eserlerden hiçbirinden net bir anlam çıkarmak mümkün değildir. Zira az önce işaret ettiğimiz gibi zamirlerin mercileri belirtilmemekte ve önemli bir yanlış yapılarak, "putların sözü", "müşriklerin sözü" şeklinde gösterilmektedir. Halbuki 62. âyetin sonunda yer alan “mâ kânû iyyânâ ya’büdûn” "Onlar bize tapmazlardı" kısmının bu soruyu sordurması, yazarı netlik arayışına itmesi gerekirdi. Meal ve tercüme hazırlayanın hiçbir zaman unutmaması gereken prensibi şu olmalı: Yazdığını kendisi okuduğunda açık, net bir mânâ çıkıp çıkmadığını kontrol etme prensibi. Meallerde genellikle, her üç âyette geçen "onlar" zamiri, müşriklere ait sayılınca, mânâyı takip edip açık ve doğru bir şekilde anlamak, neredeyse imkânsız hâle gelmektedir. Halbuki 63. âyetteki söz onlara ait olmayıp, tam aksine onların putlarına aittir. Meal verirken, konuyu iyice anlayıp, zamir yerine sarih isim kullanmak uygun olur. Böyle yapmayınca 62. âyetteki kimseler ile 63. âyetteki kimseler aynı sanılmakta, iş karışmaktadır.
VERİLEN MEALLER:
1) Elmalılı Hamdı Yazır:
62-63. Hele onlara haykırıp da "Nerede o zu'mettiğiniz şeriklerim" diyeceği gün, aleyhlerinde söz hak olmuş (söylenen başlarına gelmiş) olanlar şöyle demektedir: "Ey bizim yegâne Rabbimiz! Daha işte şunlar, o azdırdığımız kimseler! Biz onları kendi azdığımız gibi azdırdık, Sana teberri (iltica) ettik, onlar bizlere tapmıyorlardı." 64. Bir de "Haydin yalvarın bakalım şeriklerinize" denilmiştir. Binaenaleyh yalvarmışlardır, fakat kendilerine icabet etmemişler ve azabı görmüşlerdir. Vaktiyle hakkı görselerdi ya!
2) Hasan Basri Çantay:
62. O günde ki (Allah) onlara nida edip: "Hani bâtıl zan ile iddia edip durduğunuz ortaklarım nerede?" diyecektir.
63. (O gün) aleyhlerinde söz hak olanlar (şöyle) demiştir (diyecektir): "Ey Rabbimiz, işte bunlar bizim azdırdığımız kimselerdir. Kendimiz nasıl azmışsak onları da öylece azdırdık. Uzaklaştık, sana (döndük. Zaten) onlar bize tapmıyorlardı. "
64. (O gün onlara): "Çağırın ortaklarınızı" denilmiştir (denilecektir) de onları çağırmışlardır. Fakat bunlar kendilerine icabet etmemişlerdir ve (onların uğradıkları) azabı görmüşlerdir. N'olurdu (o müşrikler) hidayeti kabul etmiş olsalardı.
3) Ömer Rıza Doğrul- Tanrı Buyruğu:
62. Hak Teâla o gün nida eder de der ki: "Hani Bana ortak olarak ileri sürdüğünüz (mabutlarınız) nerede?"
63. Azaba lâyık olanlar: "Rabbimiz! Biz nasıl azmışsak azdırdıklarımızı da öylece azdırdık! Onlarla her ilişiği kestiğimizi Sana arz ederiz! Onlar bize tapmazlar, (kendi heva ve heveslerine taparlardı!)" diyecekler.
64. Onlara o gün denir ki: "Allah'a ortak tuttuğunuz mâbutlarınızı çağırın!" Onlar da çağırırlar: (Fakat) bunlar onlara cevap vermeyecek, onlar da azap görecekler; keşke hidayete erselerdi!
4) A. Fikri Yavuz:
62. Kıyamet gününde (Allah o müşriklere) nida edip şöyle buyuracaktır: "Nerede kendilerini ortaklarım diye zannettikleriniz?"
63. Üzerlerine azab vacip olanlar şöyle diyecektir: "Ey Rabbimiz! İşte şu düşükler, azdırdığımız kimseler. Biz nasıl azmışsak onları da öyle azdırdık, (hak yoldan çıkardık). Onların seçtiği küfürden beri olup Sana döndük. Aslında onlar bize tapmıyorlardı (ancak hevalarına uyuyorlardı)."
64. Müşriklere şöyle denecek: "(Azaptan kurtulmanız için) yalvarın bakalım ortaklarınıza (putlarınıza)." Onlar da yalvaracaklar, fakat kendilerine karşılık vermeyecekler, (hiçbir yardımda bulunamayacaklardır. Öncüler ve düşükler hepsi) azabı göreceklerdir. Önceden onlar hakkı kabul edip hidayete ereydiler ya!..
5) Diyanet İşleri Başkanlığı:
62. Allah o gün onlara seslenir: "Benim ortağım olduklarını iddia ettikleriniz nerededirler?" der.
63. Hükmün aleyhlerine gerçekleştiği kimseler: "Rabbimiz! İşte bunlar bizim azdırdığımız kimselerdir. Kendimiz azdığımız gibi onları da azdırdık Onlardan uzaklaşıp Sana geldik. Zaten aslında bize tapmıyorlardı." derler.
64. "Koştuğunuz ortaklarınızı çağırın" denir. Onlar da çağırırlar ama, kendilerine cevap veremezler. Cehennem azabını görünce doğru yolda olmadıklarına yanarlar.
6) Prof. Dr. Süleyman Ateş:
62. O gün (Allah) onlara seslenerek: "Benim ortaklarım (olduklarını) sandığınız şeyler nerede?" der.
63. (Azab) söz(ü) üzerlerine hak olanlar: "Rabbimiz, azdırdıklarımız şunlar. Kendimiz azdığımız gibi onları da azdırdık. (Biz azdık onlar da bize uydular. Onların yaptıklarından) uzak olduğumuzu, (bu hususta bizim suçumuz olmadığını) sana arz ederiz. Zaten onlar bize tapmıyorlardı.( kendi arzularına tapıyorlardı)." derler.
64. (Allah tarafından) onlara: "(Bana) koştuğunuz ortaklan çağınn!" denir. Onları çağırırlar. Fakat (çağırılanlar) bunların çağrısına cevap vermezler ve (bunlar), karşılarında azabı görürler (sanki çağırdıkları şey azabın kendisi olmuştur). Ne olurdu (sanki dünyada) yola gelselerdi!
7) İslâm Araştırmaları Vakfı:
62. O gün Allah onları çağırarak, "Benim ortaklarım olduklarını iddia ettikleriniz hani nerede?" diyecektir.
63. (O gün) haklarında azaba itilme hükmü (sözü) gerçekleşen kimseler, "Rabbimiz! Biz nasıl azmışsak işte bu azmışları da öylece azdırdık (yoksa onları zorlayan bir gücümüz yoktu). (Onların suçlarından) beri olduğumuzu Sana arz ederiz. Zaten onlar aslında bize tapmıyorlardı (kendi arzularına tapıyorlardı)." derler.
64- "(Allah'a koştuğunuz) ortaklarınızı çağırın!" denir, Onlar da çağırırlar: fakat kendilerine cevap vermezler ve (karşılarında) azabı görürler. Ne olurdu (dünyada iken) doğru yola girselerdi.
8) Bekir Sadak:
62. O gün Allah onlara seslenecek: "Nerede o iddia edip durduğunuz ortaklarım?"
63. Hüküm giymiş olanlar: "Ey bizim Rabbimiz! Bu azdırdığımız kimseleri, kendimiz nasıl azıp sapıttı isek, onları da öylece azdırıp saptırdık. Onların suçlarıyla bir ilgimiz olmadığını arz ederiz. Aslında onlar bize tapınmıyorlardı (kendi ihtiraslarına tapıyorlardı)," diyecekler.
64. Denilecek onlara: "Çağırın o ortak koştuklarınızı!" Çağıracaklar ama onlar bunlara cevap vermeyecek, ve göreceklerdir azabı; keşke doğru yolu bulmuş olsalardı.
9) Bahaeddin Sağlam:
62. Bir gün Allah onlara seslenecek: "Ortaklarım olduğunu iddia ettiğiniz şeyler nerede?" diyecektir.
63. O gün, kendileri için azabın tahakkuk ettiği kişiler: "Ey Rabbimiz! İşte aldattığımız bunlar! Kendimiz aldandığımız gibi onları da aldattık. (Onlardan) Sana sığınıyoruz. Zaten onlar bize ibadet etmiyorlardı (kendi hevalarına tapıyorlardı)."
64. Ve: "Allah'a eş koştuklarınızı çağırın" denilir. Onlar, o eş koştuklarını çağırırlar. Fakat o putlar kendilerine cevap vermezler. İşte o zaman azabı görürler. Keşke daha önce doğru yola gelmiş olsalardı!
10) M. Esed:
62. Çünkü o gün böylelerine seslenilip: "Tanrılıkta Bana ortak olduğunu sandığınız (varlıklar ya da güçler) şimdi neredeler?" diye sorulacak.
63. (Bunun üzerine vaktiyle yapılan) uyarının apaçık aleyhlerine tecelli ettiğini gören kimseler: "Ey Rabbimiz!" diyecekler, "Bunlar bizim azdırdığımız kimselerdir; (evet) biz kendimiz azdığımız gibi onları da azdırdık. (Ama şimdi) onları Senin hükmüne bırakıyoruz; zaten onların tapındığı gerçekte biz değildik."
64. Sonra onlara: "Çağırın bakalım" denecek tanrısal nitelikler yakıştırarak (Allah'a) ortak koştuğunuz (varlıkları ya da güçleri)! Ve onlar da bu sözü geçen (varlıkları ya da güçleri) yardıma çağıracaklar, ama berikiler kendilerine herhangi bir karşılık vermeyecekler; ve sonunda, göre göre sadece azabı görecekler karşılarında; (oysa, bu umutsuz, çaresiz duruma düşeceklerine) vaktiyle doğru yolu tutsalardı ya!
11) Celal Yıldırım:
62. O gün (Allah) onlara seslenir de, "iddia edip durduğunuz ortaklarım nerede?" der.
63. Aleyhlerine söz (ilahî hüküm) sabit olanlar derler ki: "Ey Rabbimiz! İşte bunlar bizim azdırıp saptırdığımız kimselerdir; biz nasıl azdıysak onları da öylece azdırıp saptırdık. Onlarla ilgimizi kesip sana yöneldik aslında onlar bize tapıyor değillerdi".
64. Onlara, "ortak koşup durduğunuz şeyleri (o sahte tanrıları) çağırın!" denilir. Çağırırlar ama onlara cevap vermezler. Derken azabı görürler; keşke doğru yolu bulmuş olsalardı.
12) Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk:
62. O gün onlara seslenerek şöyle diyecek: "O kendilerini bir şey sandığınız ortaklarım nerede?"
63. Üzerlerine hüküm hak olanlar şöyle diyecekler: "Rabbimiz, azdırdıklarımız işte şunlar. Kendimiz azdığımız gibi onları da azdırdık. Onlardan uzak olduğumuzu Sana arz ediyoruz. Zaten onlar bize kulluk/ibadet etmiyorlardı."
64. Şöyle denilir: "Çağırın ortak, koştuklarınızı!" Onlar da çağırırlar. Fakat ötekiler bunlara cevap vermezler; azabı görmüşlerdir. Önceden yola gelselerdi ne olurdu.
13) Biz ise şöyle meal vermeyi uygun bulduk:
62. O gün Allah müşriklere: "Nerede Benim ortakların olduğunu iddia ettiğiniz şerikler?" diye seslenir.
63. (Şeytanlardan ve insanlardan olup putlaştırılmış oldukları için) kendileri hakkında azap hükmü kesinleşmiş olanlar: "Ulu Rabbimiz! İşimiz meydanda, azdırdığımız kimseler işte karşımızda, inkâr edemeyiz. Ama onları, sırf kötülük yapmak için azdırmadık; kendimiz azdığımız gibi onları da azdırdık. Onları zorlamadık Onların hakkımızdaki iddiaları ile, onların bizi putlaştırmaları ile hiçbir ilişiğimiz olmadığını ilan ile Sana arz ediyoruz, Sana sığınıyoruz. Zaten aslında onlar bize tapmıyorlardı (kendi hevalarına tapıyorlardı)."
64. Bu defa onları putlaştıranlara hitaben: "Haydin, şeriklerinize yalvarın da onlardan yardım isteyin!" denir. Yalvarırlar, ama onlar bunlara cevap vermezler. Fakat cevap olarak karşılarına çıkan azabı görürler. Ne olurdu yani dünyada iken bu gerçeği anlayıp hakkı kabul etselerdi! Vallahu a'lem.
.
Meallerimizle biz bize - 2
Bir önceki makalemizde Kur'ân-ı Kerîm meâllerinde karşılaşılan bazı güçlükleri ele almış, zamirlerin mercilerini belirlemeye dikkat etmemenin veya bu husustaki isabetsizliğin, mânâ kargaşasına sebep olduğunu, ortaya çıkardığı müphemlikten ötürü yanlışlara yol açabildiğini arzetmiştik. Bu makalemizde, Kur'ân-ı Kerîm meâli hazırlarken umumî hükümden yapılan istisna durumlarında meydana çıkan bazı zorlukları ele alacağız.
Misal olarak Sâffât Sûresi'nin 38-41 âyetlerini ele alalım.
إِنَّكُمْ لَذَائِقُو الْعَذَابِ الأَلِيمِ * وَمَا تُجْزَوْنَ إِلاَّ مَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ * إِلاَّ عِبَادَ اللهِ الْمُخْلَصِينَ * أُولَئِكَ لَهُمْ رِزْقٌ مَعْلُومٌ
Hemen önceki ayetlerde, şirk inançlarında ısrarla devam edip, Hz. Peygamber'e (s.a.s) hakaret eden, Allah'ın birliğine ve imana karşı koyan mücrimlerden bahsedilmekte, 38. âyette kendilerine hitaben: "Elbette acı azâbı tadacaksınız!" denilmektedir. 39. âyette de bu acı azaba maruz kalmalarının sebebi bildirilmektedir: Bu can yakan azâba durup dururken değil, ömür boyunca yapageldikleri inkâr ve isyanlar sebebiyle duçâr oldukları, sırf yaptıklarının karşılığını aldıkları vurgulanmaktadır. Onlara yapılan azâpların anlatımı böylece bitirildikten sonra 40. âyette sıra, Allah Teâla'nın makbul kullarına gelmekte, onların ise mükâfatlarını kat kat alacakları, kendilerine mükemmel ve tarife hâcet olmayan nasipler verileceği beyân buyurulmaktadır. Bu âyette, Arapçada “illâ” edatıyla yapılan bir istisna üslûbu kullanılmıştır.
İstisna bazen muttasıl, bazen munkatı' olur. Munkatı' olduğunda, lâkin mânâsına gelir, artık gerçek bir istisna anlamı kalmaz. Dolayısıyla “illâ”dan sonra gelen kısmın, tamamen başka bir kategoriden bahsettiği “illâ”dan öncekilerle ilişkisi olmadığı anlaşılır. İşte buna dikkat edilmediği takdirde, hitabın “illâ”dan sonrakileri de kapsadığı bu sözün onlara da yöneltildiği, fakat sonra hariç tutuldukları anlamı çıkar. Halbuki "O mücrimlerin durumu budur. Onlar o azâbı tadacaklardır. Onları bir tarafa bırakalım. Gelelim Allah'ın makbul kullarına, işte bunlar mükâfatlarını kat kat alarak, mükemmel bir nasipten yararlanacaklardır." denilse, elbette daha iyi olur ve böylece mü'minlerin o hitabın kapsamında olmadıkları açıkça ortaya çıkar.
Bu parçada önemli diğer bir husus da “illâ” edatının ilişkili olduğu yerdir. Ebu's-Suûd Efendi şöyle diyor: "Burası “zâiku”daki zamirden istisnayı munkatı'dır. İkisinin arasındaki kısım (yani 39. âyet) ise itirazî (parantez içi) bir cümleciktir. (...) Burayı istisnayı muttasıl zannederek “tüczevne” hitabındaki zamirden istisna edilmiş sayıp bütün insanlara teşmil etmek en küçük bir ihtimal dahilinde bile değildir." Mânâ şudur: "Siz bu acı azâbı tadacaksınız, Allah'ın hâlis ve muvahhid kulları ise böyle olmayacaklar."1
Şimdi gelecek bölümde mezkûr âyetlerin meâllerini çeşitli eserlerden iktibas ederek, her birini değerlendirme imkânı bulacağız.
1. Elmalılı Hamdi Yazır:
38-40- Elbette siz o elîm (gayet acı) azâbı tadacaksınız. Mâmafih başka değil, hep yaptığınız amellerinizle cezâlanacaksınız; müstesnâ ancak Allah'ın ihlâs verilmiş kulları.
41-42- Onlar için bir malum rızık var, meyveler (var) ve onlara hep ikrâm olunurlar, Naîm Cennetlerinde,
2. Hasan Basri Çantay:
38- Elbette siz o acıklı azâbı tadacaksınız.
39- Yapmakta idiğiniz şeylerden başkasıyla da cezâlandırılmayacaksınız.
40- Allah'ın ihlâsa (ve samimiyete) erdirilmiş kulları müstesnâ.
41- Onlar böyle. Onlar için (hassaları) ma'lûm rızık vardır.
3. Ömer Rıza Doğrul:
38- Siz muhakkak ki, acıklı azabı tadacaksınız.
39- Gördüğünüz (cezâ) yaptıklarınızın karşılığından başka bir şey değildir.
40- Allah'ın hâlis kulları (ise) başkadır.
41- Onların malûm bir rızkı vardır.
4. A. Fikri Yavuz:
38- Elbette siz (ey Mekke halkı, tekzip etmekle) o acıklı azâbı tadacaksınız.
39- Ve (dünyada) yapmış olduğunuz şeylerden başkasıyla cezâlandırılmayacaksınız.
40- Şu kadar ki, Allah'ın ihlâs sahibi kulları müstesnâdır.
41- İşte bunlar için, (özellikleri) belli bir rızık vardır.
5. Diyanet İşleri Başkanlığı:
38- Şüphesiz siz can yakıcı azâbı tadacaksınız.
39- Yaptığınızdan başka bir şeyle cezalanmayacaksınız.
40- Ancak Allah'a içten bağlı kullar bunun dışındadır.
41-42- İşte bildirilen rızık ve meyveler onlaradır...
6. Prof. Dr. Süleyman Ateş:
38- Siz acı azâbı tadacaksınız.
39- Sadece yaptığınız (işler)le cezâlanıyorsunuz.
40- Ancak Allah'ın hâlis kulları bu cezânın dışındadır.
41- Onlar için bilinen bir rızık vardır.
7. İSAV- Medine:
38- Kuşkusuz siz acı azâbı tadacaksınız.
39- Çekeceğiniz cezâ, yapmakta olduğunuzdan başka bir şeyin cezâsı değildir.
40- (Bu azâptan) ancak Allah'ın hâlis kulları istisna edilecek.
41,42- Bunlar için bilinen bir rızık, türlü meyveler vardır....
8. Bekir Sadak:
38- Siz, gerçekten acı azâbı tadacaksınız.
39- Yaptıklarınızdan başkasıyla da cezalandırılmayacaksınız!
40- Allah'ın hâlis kulları ise,
41- Bunlar için özel rızık hazırlanmıştır.
9. Bahattin Sağlam:
38- İşte hiç şüphesiz, siz elim bir azâbı tadacaksınız.
39- Ve yaptıklarınızdan başka bir şey ile cezâlandırılmayacaksınız.
40- Allah'ın ihlâsa muvaffak olan kulları hariç.
41- İşte onlar için belli bir rızık vardır.
10. Muhammed Esed:
38- Bakın siz, (öteki dünyada) acıklı azâbı tadacaksınız.
39- Ama yapmış olduğunuzdan başka bir şeyle cezâlandırılmayacaksınız.
40- Ancak Allah'ın hâlis kullarına böyle davranılmayacak.
41- (Öteki dünyada) onlar için, yabancısı olmadıkları bir rızık hazırlanacaktır.
11. Celal Yıldırım:
38- Ve sizler, elbette elem verici azâbı tadacaksınız.
39- Ve ancak siz yaptıklarınızla cezalandırılacaksınız.
40- Ancak Allah'ın (imân temeli üzerinde gelişip) İyi niyetli, gösterişten uzak, samimî kulları müstesna..
41- İşte bunlar için bilinen, belirlenen bir rızık vardır.
12. Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk:
38-Yemin olsun, siz o acıklı azâbı mutlaka tadacaksınız.
39- Ve yalnız yapıp ettiklerinizin karşılığıyla cezâlandırılacaksınız.
40- Allah'ın ihlâsa erdirilmiş temiz kulları başkadır.
41- Onlar için belirlenmiş bir rızık vardır.
13. Ali Bulaç:
38- Şüphesiz, siz, acı azâbı tadıcılarsınız.
39- Yaptıklarınızdan başkasıyla cezâlandırılmayacaksınız.
40- Ancak muhlis olan kullar başka.
41- İşte onlar, onlar için bilinen bir rızık vardır.
14. Yeni Asya Yay.:
38- O pek acı azâbı muhakkak tadacaksınız.
39- Ve ancak kendi yaptıklarınızın cezasını çekeceksiniz.
40- Allah'ın ihlâslı kulları bundan müstesnadır.
41- Onlar için bilinen rızıklar, türlü türlü meyveler vardır.
Meallerin çoğunda "rizkun ma’lûm - bilinen malûm rızık" olarak tercüme edilmiştir. Bu sathî bir tercümedir. Birçok kimse burayı: "Bilinen, yani sıradan bir rızık" diye anlar. Halbuki ma'lûm burada, "tarife hacet kalmayacak derecede belli, yani mükemmel" anlamındadır. Bekir Sadak: "Özel bir rızık", A. F. Yavuz: "Özellikleri belli rızık" demekle isabet edip, bunu telafi etmişlerdir.
Demek ki Sâffât, 38-41 bölümünde meâl verilirken şu hususlara dikkat etmek ekseri meâl sahiplerinin dikkatinden kaçmış bulunuyor:
1- İstisna edatının ilişkili olduğu âyet 38. âyet olduğu halde, 39. âyet zannedilmiş.
2- İstisna-yı munkatı' olduğu gözden kaçarak, "ancak" denerek istisnayı muttasıl mânâsı verilmiş.
3- "ma’lûm", kelimesi "bilinen" diye tercüme edilerek "sıradan bir rızık" zannına yol açılmış. Yanımızda bulunan eserlerden Bekir Sadak'ınki: "Allah'ın hâlis kulları ise", İSAV'ın eseri ise; "Bu azâptan" kaydını koyarak isabetli anlam vermişlerdir.
Biz şöyle bir meâl vermeyi teklif ediyoruz:
38,39- "Siz (yarın âhirette) elbette o acı azâbı tadacaksınız. Ama aslında siz, sadece yaptıklarınızın karşılığını göreceksiniz, yoksa size bundan fazla bir azap verilmeyecek.
40- Lâkin Allah'ın ihlâsa erdirdiği kulları, yaptıklarının mükâfatını kat kat fazlasıyla alacaklardır.
41,42- Onların, tarife hâcet olmayan, her yönden mükemmel bir nasipleri vardır, onlara meyveler vardır. Ve onlar hep izzet ve ikramla ağırlanırlar."
İstisnanın müphem ve muğlak bırakılmasına bir başka misal Zuhruf, 86. âyetine verilen anlamlardır. Meallerin ekserisinde ya istisnanın konusu, yahut istisna edilenlerin durumu müphem kalmakta, mânâyı kesin ve net bir şekilde elde etmek zor olmaktadır. Oysa burada beyân buyurulmak istenen şudur: "Sahte tanrıların Allah katında şefâat yetkileri yoktur. Şefaat, hak dine inanan makbul kullara ait bir özelliktir."
وَلاَ يَمْلِكُ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ الشَّفَاعَةَ إِلاَّ مَنْ شَهِدَ بِالْحَقِّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
Şimdi bu âyetin meâlini, çeşitli eserlerden iktibas edelim;
1. Elmalılı Hamdı Yazır:
86- O'ndan başka yalvarıp durdukları şeyler şefâat de edemezler, ancak bilerek hakka şehâdet eden kimseler müstesna!
2. Hasan Basri Çantay:
86-Allah'ı bırakıp da tapar oldukları (putlar hiçbir kimseye) şefâat etmek (salâhiyetine) malik değildir. Hakka, bizzat (kalbleriyle) bilerek şehâdet edenler müstesna.
3. Ömer Rıza Doğrul:
86-Allah'ı bırakıp ondan başkasına tapanlar, taptıklarının şefâatine nâil olamazlar. Ancak hakka şehâdet edenler ve hakkı bilenler müstesnadırlar.
4. A. Fikri Yavuz:
86- O'ndan başka ibadet edip durdukları şeyler (putlar), şefâat de edemezler; ancak hakka şehâdet eden (dili ve kalbi ile "Lâ ilâhe illallah" diyen) kimseler müstesnâ... Onlar (Allah'ın, rableri olduğunu gerçek olarak) bilirler.
5. Diyanet İşleri Başkanlığı:
86- Allah'ı bırakıp yalvardıkları şeyler şefâat edemezler, ancak gerçeği bilip şahitlik edenler bunun dışındadır.
6. Prof. Dr. Süleyman Ateş;
86- O'ndan başka (tanrı diye) yalvardıkları şeyler şefâat yetkisine sahip değillerdir. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler (bildiklerini doğru anlatanlar) bunun dışındadır.
7. İSAV- Medine:
86- Allah'ı bırakıp da taptıkları putlar, şefâat etmeye mâlik değillerdi. Ancak bilerek hak dine inanıp ona şâhitlik edenler müstesnâdır.
8. Bekir Sadak:
86- Allah'tan başka taptıkları tanrılar kimseye şefâat edemeyecektir; ancak bilerek gerçeğe şahitlik yapmış olanlar bunu yapabilecektir.
9. Bahattin Sağlam:
86- Allah'tan başka yalvardıkları zatlar, şefâat etmeye malik değiller. Hakka şahit olup da (Allah'ın mutlak hakimiyetini) bilenler müstesnâ...(Hz. İsa ve melekler gibi.)
10. Muhammed Esed:
86- Bazılarının Allah'tan başka sığınıp yalvardıkları bu (varlık)lar, (hayatlarında) hakikate şahitlik yapmış ve (Allah'ın tek ve benzersiz olduğunun) farkına varmış olanlar dışında (Hesap Günü) hiç kimseye şefâat etme gücüne sahip değiller.
11. Celal Yıldırım:
86- Allah'tan başkasına duâ edip yalvaranlar, yalvardıkları şeyin şefâatine eremezler Ancak bilerek hak ile (hak adına) şehâdet edenler müstesnâ...
12. Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk:
86- O'nu bırakıp da yakardıkları, şefâat edemezler. Bilerek hakka tanıklık edenler başka...
13. Ali Bulaç:
86- O'nun dışında tapmakta oldukları şefâatte bulunmaya mâlik değildirler. Ancak kendileri bilerek hakka şahitlik edenler başka.
14. Yeni Asya Yay.:
86- Müşriklerin O'nu bırakıp da kulluk ettikleri şeyler ise bir şefâatte bulunamazlar. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler o gün şefâat edebilirler.
Bu âyete mânâ verirken yukarıda naklettiğimiz bazı eserlerdeki (meselâ; İSAV-Medine, H. Basri Çantay, Yeni Asya, Diyanet, Ömer Rıza Doğrul, Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk), "Allah'ı bırakıp da taptıkları" tarzında meâller isabetli değildir. Müşrikler Allah'ı bırakmış, O'nu terketmiş, O'na inanmaktan vazgeçmiş değiller. Şirke düşmelerinin sebebi O'nun dışında, O'nun dûnunda (altında) olarak bazı putlardan şefâat ummalarıdır.
Biz şöyle bir meâl vermeyi teklif ediyoruz: "Müşriklerin O'ndan başka yalvardıkları sahte tanrıların şefâat yetkileri yoktur; Ancak bilerek hakka ve gerçeğe şahitlik edenler bunu yapabileceklerdir." Vallahu Â'lem.
Dipnot :
1- Ebu's-Suûd Efendi, Irşadü'l-Akli's-Selim, Sâffât Sûresi, 38. âyetin tefsirinde
|
Bugün 286 ziyaretçi (1033 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|