|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Sadrettin Konevi'nin insana bakışı: 'Esas olan kâmil bir insan olabilmektir'
Yaşadığı dönemde sadece Konya’ya değil tüm insanlığa bir fener tutan Sadrettin Konevi’nin tasavvufi mesajları günümüze de ışık tutmaktadır. Sadrettin Konevi Türk mutasavvıdır. Konya'da tanınmış ve kendisine Konevi lâkabı verilmiştir. H. 606 /M. 1210 da doğmuş, H.673 /M. 1274 de vefat etmiştir. Kendi hayatı hakkında an-Nafahat al- İlahiye ve Şerh Hadis al-Erbâin adlı yapıtlarında bilgi vermiştir. Tanınmış İslam Filozofu Muhyiddin b. al-Arabinin Konevinin yetişmesinde büyük etkisi olmuştur ki aynı zamanda üvey babasıdır.
Başlıca eserleri şunlardır: Miftah al-Gayb, Tefsir al-Fatiha (Icaz al-Beyan), an-Nefahat al- İlahiyye, Şerh Hadis al-Erbain, Tabsiret al-Mubtedi ve Tezkiret al-Muntehi, Şerh al-Esmail-Hüsna, Mukatabat (Nasireddin Tusi ile Mektuplaşmalar), Risale fi Hakk al-Mehdi, Mevarid Zev'il-Ihtisas ila Makas ıdi'l-İhlas.
SIK YAPTIĞI DUALARINDAN
Ömrünü Allahü teâlânın kullarına hizmet etmekle, ilim ve edep öğretmekle geçiren Sadreddîn-i Konevî hazretleri duâlarında:
-“Yâ Rabbî! Kalbimizi senden başka şeye yönelmekten ve senden başkasıyla meşgul olmaktan temizle. Bizi bizden al, bizim yerimize bizi kendinle doldur. Bizi başkalarına ve şeytana oyuncak yapma. Bize nûr bahşet. Duâlarımızı çabucak, kendi istediğin şekilde kabûl buyur. Sen işitensin. Sen bize yakınsın. Sen duâlara icâbet edensin.” buyururdu.
KONEVİ’DE ALLAH İNANCI
Konevi'ye göre, Allah'nın hakikatini ancak Allah'nın kendisi bilir. Akıl O'nu kavrayamaz. Özü ve varlığı sonsuz olan Allah'yı sonlu olan insan aklı bilip kavrayamaz, ancak düşünebilir. Sadreddin Konevi'ye göre, Allah, kainatı ve kainatta var olan her şeyi ilahi bir rahmet ve sevgi ile yaratmıştır. İlahi rahmet eseri olan bu evren, makro-kozmos yani büyük kainat, insan ·ise mikro kozmos yani küçük kainatt:ır.
Konevi'ye göre, insan, kâinat üzerinde y,aratılan en mükemmel varlık olup, Allah ile kainat arasındaki münasebetıerde bir kilit noktası hüviyetindedir. Kısacası, insan, kainatın özeti ve Allah'ın yeryüzündeki vekilidir.
KONEVİ’NİN İNSANA BAKIŞI
Konevi, insan kavramını umumu insandan olgun insana kadar ele almaktadır. En mükemmel insan insan-ı kâmil olup olgun insandır. Çünkü olgun insan, yeryüzünde Allah’a dair en isabetli delildir. Olgun insan, kendi benliğini her türlü kötü hasletlerden ve sıfatlardan temizleyen insandır. Allah'ı bilme yollarından en önemlisi, benliği temizlemekle ve her türlü kötü huylardan vazgeçerek nefsi arındırmakla mümkündür.
İNSAN KÜÇÜK BİR EVRENDİR
Koneviye göre, evren birlik halinde büyük bir olgudur, yani varlıktır. İnsan da birlik halinde küçük bir olgudur. Yani kendi başına var olan küçük bir evrendir. İnsan, güzellik ve güç sıfatıyla yansıyan Allah’ı seyredebilir. Allah insan değildir. Onun bir biçimi de yoktur. O evrenle kendini açığa çıkarmıştır. İnsan bu âlemde uyku halindedir. Uyku da düşe benzer. O halde gerçek varoluşu insan ölümden sonra görecek ve kavrayacaktır. Bu dünyada ilahi coşkuya erişen kimse olgun insandır.
OLGUN İNSAN KİMDİR?
Olgun insan, evrenin yaratılmasının amacıdır. İnsan evrenin gizlerine ulaşma yeteneğine sahiptir. İnsanlar üç bölümdür:
Birinci bölüme girenler, şuhud denen bir iç güce sahiptir. Bu iç güçle her şeyi tanıyabilirler. Özellikle varlıktan yokluğa geçişi yakalayabilirler.
İkinci bölüme girenler, Allahsal varlık aynasında her şeyin özünü bölüm bölüm algılarlar.
Üçüncü bölüme girenler ise, olgun insanlardır. Allah'nın özlerde görünüşüne tanık olanlar, bunlardır. En onur verici mertebe, olgun insanın yaşantısıdır. İnsan iyi, güzel ve olgun davranışlarla bu aşamaya ulaşır.
FAKR NEDİR?
Bir defâsında Mevlânâ hazretleri Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin dergâhına gitmişti. Karşılıklı durmuşlar, hiç konuşmuyorlardı. Bu sırada Sadreddîn Konevî’nin hizmetini gören dervişlerden olan Hacı Mâruf Kâşifî içeri girdi. Bu hizmetçi defalarca yaya olarak hacca gitmişti. Pek çok velînin sohbetinde bulunmuştu. İçeri girince, Mevlânâ hazretlerine; “Fakr nedir?” diye bir suâl sordu. Fakat hiç cevap vermedi. Bunun üzerine tekrar; “Fakr nedir?” diye sordu. Yine cevap vermedi. Tekrar tekrar sorunca, Mevlânâ hazretleri kalkıp gitti. Bunun üzerine Sadreddîn-i Konevî huzursuz olup; “Ey pîr-i ham! Neden vakitsiz suâl sorarsın? Sordun cevap verdiler. Tekrar neden sordun?” deyince, derviş; “Ne cevap verdiler?” dedi. “Fakrın târifini yaptı. O; “Allahü teâlâyı tanıyınca, dil tutulur.” hadîs-i şerîfi gereğince cevab verdi. Şimdi lâyık olan şudur ki, derviş, şeyhi huzûrunda tam bir teslimiyetle bulunmalıdır
Konevî’ye göre her suretin/şeklin bir ruhu, her kelime, hatta her bir harfin belirli bir hikmet ve gayesi vardır. Buna göre, Kur’an’da ve ilâhî kelâmda tesadüf veya anlamsız bir kullanım asla söz konusu değildir. Her şey, belirli bir hikmet ve gayeye göre zikredilmiştir.
.
Senin 'kurun' kaç oğlum?
Yıllar önce Aksaray’da yaşayan âlim ve ferasetli bir hocamız vardı: Ziya Hoca(Ziya Güvenç). Sene 1979 yılı yaz aylarıydı. Babamızın sarraf dükkânında abimle birlikte oturuyoruz. Ama o kadar tedirginiz ki altın satmaya -almaya korkuyoruz. Zira o yıllar enflasyon aldı başını gidiyor. Altının onsu da hareketli sık sık değişiyor. Döviz fiyatları dersen, o zamanlar tabi ki serbest piyasa yok, yasak. Ama sık sık devalüasyon olduğu için fiyatlar yükseliyor. O zaman yeni öğrendiğim bir kelime vardı, şimdilerin “kur” dediği bizim de ilk olarak “ parite” olarak öğrendiğimiz kelime. Evet, sık sık parite değişiyor.
Şimdi ki gibi ne internet var, ne faks var hatta telefon bile doğru dürüst yok ancak santrala yazdırıp arayabiliyorsunuz. Günde iki kez anca arayabiliyorsunuz İstanbul’daki Kapalıçarşı’yı ki fiyat öğrenebilesiniz. Parite kaç olmuş, altının onsu kaç onu sorup kapatıyorsunuz. Sizde ona göre satış yapacaksınız.
İşte bizde o gün epey satış yaptık. Ama bir telefon açtık ki İstanbul’a eyvah kur yükselmiş, devalüasyon olmuş. Altın fiyatları yükselmiş, döviz fiyatları yükselmiş. Sabah 10 liraya sattığımız altını öğleden sonra 12 liraya geri almak zorunda kalmıştık. Tabi ki moraller bozuk.
Keşke satmasaydık.
Keşke altın alsaydık.
Keşke daha önce telefon açsaydık.
Kısaca keşkelerin arkası gelmiyordu. Tam o sırada ikindi namazına giden Ziya Hocamız kapının önünde geçiyordu. Her geçişinde bize uğrar başını eğerek selam verir öyle geçerdi. Babam dükkânda olsun olmasın her zaman böyle yapardı. O günde geçerken yine selam vermiş ama bizim suratımız asık, moralimiz bozuk olduğu için ne selamı aldık, ne Ziya hocamızı gördük. Heybetli bir şekilde içeri girdi tok ses tonuyla “ Ne oldu çocuklar, babanıza mı bir şey oldu? “ Yok hocam babam iyi elhamdülillah. “ Peki, ailenizde bir hasta mı var, ya da sizlerde bir hastalık mı var? “ Biz bu soruların niye sorulduğunu anlamadığımız için “ yok hocam “ diyorduk sadece. Ne olduğunu kısaca abim anlattı. Daha sonra merhum hocamız sonra sesini biraz daha yumuşatarak bakın şu güzel ve veciz konuşmayı yaptı:
“Çocuklar Allah size ahirette sizin kurunuz kaç onu soracak. Sizin İNSANLIK KURUNUZ NE KADAR OLDU ona bakacak. Dünyada iken insanlık paritenizi yükseltebildiniz mi? Diğer canlılar arasında insana akıl verildi düşünsün diye. Beceri verildi kullansın diye. Amaç insanlık paritesini, insanlık değerini, insanlık kurunu yükseltsin diye. Allah sizin dünyada iken edindiğiniz mal-mülke, evlat, araba yat kat bunlara bakmayacak. İnsanlık değerini daha da yükselttin mi ona bakacak. Bugün üzülüyorsun döviz yükseldi. Altın yükseldi ben kafayı kullanamadım diye. Peki, bu arada insanlık ayarın düşüyor fark ediyor musun? İnsanlık pariten düşüyor fark ediyor musun? Sevgili yavrularım siz siz olun ne kadar iyi satış yaptık. Ne kadar iyi kar ettik diye değil, insanlık kurumuzu bugün ne kadar yükseltebildik ona bakın. Üzülecekseniz insanlık kurumuz düştü bugün Allah yanında diye ona üzülün. “
.
Kaldırımın ortasında türbe olur mu?
Mehmet Refik Bey denizcilikten emekli bir kaptandı. Yıllarını denizde geçirdikten sonra emekli olmak ona biraz zor gelmişti. O, İstanbul’un Fatih ilçesinde satın aldığı evinde günlerini İbadetle geçiriyordu. Camiye gidiyor, kaldırımlarda bulunan ağaçların bakımını yapıyordu. Bu şekilde kendisini meşgul ediyordu. Mehmet Refik Bey, bir sabah kalktığında oldukça şaşırdı, ağlamaklı oldu adeta. Camiye giderken gelip geçtiği kaldırımdaki bir ağaç fidanı yerinde yoktu. Daha doğrusu belli ki kaldırıma park eden bir araba tarafından kırılmıştı. Kırılmış ağaç fidanı kaldırımın ortasında öylece yatıyordu. Kim yapar bu vicdansızlığı diyerek epey bir söylendi. Civar esnafla konuştu, camiye gitti cemaate anlattı. Olmadı imama söyledi. Artık önüne kim gelirse kaldırımda duran genç fidanın nasıl kırıldığını, kim bunu yaptıysa çok kötü bir iş yaptığını anlatıyordu. Cami cemaatinden olan tasavvuf ehli Tahir Dede ise ona sakin olmasını, kimseye kızmak ya da beddua etmek yerine yeni bir fidan alarak yeniden dikmesini tavsiye etti.
Ertesi gün Ahmet Refik Bey, kaldırımın ortasına yeni bir fidan dikti. Fidanın etrafını da bir sıra tuğlalarla park eden arabalar zarar vermesin diye ördü. Birkaç gün sonra o civarda hiç görmediği iyi giyimli bir beyefendi geldi. Ona yaptığı işin ne kadar önemli olduğunu anlattı. “ Bir fidan deyip geçmemek lazım efendim. Bu fidan şehre enerji veriyor. Zaten ağaçlara saygı kalmadı. Böyle giderse İstanbul’da yeşil alan kalmayacak. Çocuklarımız ağaca hasret kalacak,” dedi. Ahmet Refik Bey, bu övgüyü alınca ertesi gün ağacın etrafına bir sıra tuğla daha ördükten sonra fidanın etrafına da ilave toprak koyarak çiçek tohumları ekti. Her gün geliyor suluyordu. O, iyi giyimli yabancı adam ise sanki onu bekliyormuş gibi her seferinde Ahmet Refik Bey’e övgüler diziyordu. Öyle ki Ahmet Refik Bey, fidan işini iyice abarttı. Bir sıra, iki sıra tuğla derken o kaldırımdaki fidanın olduğu yere beş sıra tuğla ile çevrildi. Ektiği çiçek tohumları da her gün sulanınca ağacın etrafı adeta bir bahçe gibi oldu. Öyle ki kaldırım daralmış, insanlar oradan geçerken tek sıra halinde geçiyordu. Ahmet Refik Bey, adeta fidanın başında nöbet tutuyor, kimseye söz söyletmiyordu. Bu yüzden civar esnaf kendisine bir şey demekten korkar hale gelmişti. Nasıl desinler ki? Ahmet Refik Bey, hemen konuşmaya başlıyor, ağaç düşmanlığı, çevreye saygı, dinimizde ağaca saygı diye diye bir konuşmaya başladığında insanlar ondan çekiniyorlardı.
Bu arada iyi giyimdi adını bilmediği ve bir türlü soramadığı o adamda her gün geliyor ona yeni akıllar veriyordu. Kaldırımdaki ağacın daha doğrusu duvarın üstüne yazı yazmasını tavsiye etti. Ahmet Refik Bey’de bunu emir olarak kabul etti ve “Lütfen ağacın etrafına sigara izmariti atmayın! Ağacı koruyun! Çiçekleri koparmayın! Gibi yazılar yazmaya başladı. Bir iki yazı derken asılan yazı sayısı yüzünden kaldırımdaki fidanın dikildiği duvarın etrafı adeta türbe gibi oldu.
Ve bir gün o iyi giyimli adam geldi ve ona burası galiba çok önemli bir yer. Bak sana etraf nasıl yeşillendi. Nasıl güzelleşti. Sanırım burada bir Allah dostu var. Buraya sahip çıkalım. Sen burayı boş bırakma. İnsanlar buraya zarar vermesin dedi. Ahmet Refik Bey doğru ya, neden olmasın. Zaten burayla ilgilendiğinden beri kendisini ayrı bir mutlu hissediyordu. Demek burada salih bir zat var ondandır dedi, kendi kendine. Bu işi o kadar abartmıştı ki bu sefer camiye gitmeyi de unutmuştu. Namazlarını evde kılıyor, hemen küçük iskemlesini alıp geliyor bu ağacın yanında oturuyordu. Sadece Cuma günleri gidiyordu camiye. Bir gün Cuma namazına gittiğinde Tahir Dede onu yanına çağırdı ve tatlı sert üslubuyla şu önemli konuşmayı yaptı. “ Sevgili kardeşim, günlerdir sizi izliyorum. Bir fidan diye başladınız başlangıçta niyetiniz iyiydi ama işi o kadar abarttınız ki kaldırımın ortasına yaptığınız duvarla insanların geçişini engellediniz. Yazdığınız yazılar ve orada oturmanız da oranın sanki bir türbe havasına soktu. Sonra konuştuğunuz o kişi kim biliyor musunuz? Sizi kandıran şeytandır. Evet, evet, ya şeytan! Size hep hayırdan söz etti. Hep iyilik yaptığınızı fısıldadı. Sizde bu sözlere aldandınız hem bir hurafenin oluşmasına az daha sebep oluyordunuz. Hem de beş vakit namazı camide kılmayacak kadar cemaatten uzaklaştınız. Şeytanın görevi de buydu zaten onu da gördüğünüz gibi başardı. ! “
Ahmet Refik Bey, biraz tefekkür ettikten sonra söylenenlerin ne kadar doğru olduğunu anladı. Tahir Dedeye teşekkür etti ve koşarak doğru kaldırımın ortasında duran ağacın yanına gitti. İlk işi yazıları sökmek oldu. Sonra yolun ortasını kaplayan, insanların geçişini engelleyen tuğlaları kaldırdı. Şimdi her şey normale dönmüştü. İşine bitirir bitirmez de doğru camiye koştu. Evet, şeytan ona fısıldamıştı ama o hatasını hemen fark ederek düzelmesini bilmişti. Peki, şeytan mı ne yaptı? Ne yapacak o kandıracak başka birini aramaya gitti elbette…
KISACA:
Allah şeytana lanet etti. O da: ‘Elbette senin kullarından belli bir pay edineceğim, dedi. Ve onları mutlaka saptıracağım, onları boş kuruntularla oyalayacağım ve onlara emredeceğim… Şeytan onlara vaad eder ve onları boş kuruntularla oyalar. Oysa şeytanın onlara vaadi, aldatmadan başka bir şey değildir. (Nisa Suresi, 117-120)
“Şeytan onlara amellerini güzel gösterdi…” (Neml Suresi, 24)
.
Mibzerin verdiği ders
Ferhat Bey İstanbul’da bir üniversitede akademisyendi. Uzun yıllar kendisini bilme adamış, birçok başarılı hizmetlere imza atmış değerli bir hocaydı. Ama son zamanlarda tüm hevesi, heyecanı iyice azalmıştı. İçini bir karamsarlık kaplamıştı. Bir hafta sonu eşine, çocuklarına bile haber vermeden doğdu yer olan Erzincan’a gitti. Oradan da doğduğu yer olan babasının dostlarının bulunduğu köye gidecekti. Uçakta uzun uzun düşündü. Hatta içinden kendi kendine konuştu:
“ Yıllardır kendimi bilme adadım da ne oldu. O kadar konferanslara gittim, tebliğler sundum, makaleler yazdım da ne oldu? Hiçbir ilerleme yok. İnsanlar yine bildiklerini okuyor, dünyaya daha fazla sıkı sıkı sarılıyorlardı. Sizin söylediğiniz sözler eğer karşınızdakine maddi bir karşılığı varsa sizi dinliyorlardı. Ya da bir hemen kullanılacak bir fayda varsa onlar için değerliydiniz. Yoksa yaptığınız onca bilimsel çalışmanın hiçbir değeri yoktu. “
Ferhat Bey’in en büyük bir diğer üzüntüsü ise başlangıçta eşi ve çocukları da kendisini desteklerken daha sonra artık onların da bakışı değişti. Baba neden daha fazla para kazanmıyorsun? Neden birçok kuruma danışmanlık yapmıyorsun? Şunu yapsan bunu yapsan diye onu bilimden uzaklaştırma tavsiyesi yapıyorlardı. Ferhat Bey’in en çok da bu gücüne gidiyordu “ Aman Allah’ım bilim eğer para getiriyorsa mı değerliydi? “ diye düşünüyordu.
Uçaktan iner inmez hemen kiraladığı bir araçla doğru köyüne gitti. Yıllardır tanıdığı ve her Cuma mutlaka aradığı Rıza Amcasını buldu. Onu çocukluğundan beri severdi. Kararını vermiş tası tarağı toplayıp, köyde yaşayacaktı. Bırakacaktı insanlarla uğraşmayı. Burada bir ev tutup tek başına yaşayacaktı. Her ne kadar böyle dese de buna kendisi de inanmıyordu aslında… Rıza Amcası ile uzun uzun konuştu. İçindekileri bir güzel anlattı. Rıza Amca ise dinledikten sonra: “ Hadi Ferhat Hocam gel bak sana bir alet göstereceğim, ”dedi. Onu mibzer denen bir aletin yanına götürdü. Buğday, arpa, yulaf, ayçiçeği, mercimek, nohut, fasulye ve benzeri tohumlar ile gübreyi sıraya, istenilen miktar ve derinlikte kesintisiz olarak toprağa bırakan bir aletti bu. Traktörle asılır ve çekilen bir makineydi bu. Rıza Amca : “ Bak Ferhat Hocam, bu makinenin adı mibzerdir. Bunun görevi içine ne konulursa konulsun sadece düzgün ve istenilen derinlikte, istenilen mesafede tohumu toprakla buluşturmaktır. Eskiden bilirsin belki, belimize bir bez bağlar. Elimizle tohumu, gübreyi atardık. Bazı yere düşer, bazı yere düşmez bazı yer az düşer bazı yere de çok düşerdi. Ama şimdi mibzerle tohumla toprak buluşuyor artık. Bu makine hiçbir zaman şikâyet etmez. Yahu tohum ektim bitmedi Ya da demez ki tohumları ben ektim ama bana bir teşekkür bile etmediler. Yani kısaca mibzer sadece işini yapar, şikâyet etmez. İşte Ferhat Hocam sende işini yapacaksın Allah’ın kullarını elinden geldiğince bilgilendirmeye devam edeceksin. Sakın köye yerleşeyim deme. Doğru İstanbul’a mibzeri görevini yapmaya devam. Resullah S.A.V efendimiz 13 sene Mekke’de kaldı. Bir gün dahi şikâyet etmedi. Daraldığında Allah onu hep yanındaydı hatta miraçla müjdeledi. İşte sende kendi miracını yaşa. Allah’ın sana verdiğinden sende insanlara gücün nispetinde dağıt.
.
Vavların sırrı nedir?
Bir hikayeyle başlayalım efendim. Gençlerle yaptığım İstanbul gezilerinde çok güzel hikâyeler çıkıyor ve bunları sizlere paylaşıyorum. Gençlerim İstanbul'a sahip çıktıkça inşallah bu tarihi eserler daha nice yıllar ayakta kalır. İstanbul'u seven meraklı gençlerimizle Karaköy, Tophane, Fındıklı bölgesini gezerken lise son sınıf öğrencisi bir genç heyecanlı heyecanlı yanıma gelerek şunları söyledi: “Hocam siz hep diyorsunuz ya Osmanlı medeniyeti aynı zamanda vakıf medeniyeti idi. Sadece İstanbul'da o dönemde 20 bin adet vakıf varmış. İnsanlar parayı mal istiflemek için değil kazançlarını vakıf kurarak değerlendirirlerdi diyorsunuz. Peki, sabahtan beri geziyoruz, gezdiriyorsunuz hocam. Şu ana kadar neredeyse 5 kilometre yol yürüdük hiçbir vakıf adı bize söylemediniz. Bu semtlerde hiç vakıf yok muydu? Hani nerede güvercinlere yem veren vakıf? Hani nerede hasta kuşlara yardım eden vakıf? Hani nerede hastaları ziyaret eden vakıf? Meyve ağacı diken, herkese meyve dağıtan vakıf?”
Gerçekten de Osmanlı döneminde o kadar ilginç vakıflar vardı ki bu gencimiz sadece 3-5 tanesini sayabildi. Ama o kadar çok vakfımız vardı bakın ilginç vakıfların başkaları da var. At vakfı, borcundan dolayı hapse düşenler yardım vakfı, nefes vakfı, misafirleri ağırlama vakfı, suyu soğutan vakıf. Peki, nerede bu vakıflar? İşte gencimiz de bunları soruyor bana. Bir zamanlar yardımlaşma temeline dayanan dini ve medeni bir müessese olan vakıf, sosyal dayanışmanın en eski hukuki müesseselerinden biriydi. Neden yok oldu derseniz eğer buna bir sürü cevap verilir ama Kur'an-ı Kerim buna en güzel cevabı veriyor. Ben de bu soruyu soran gencimize ve geziye katılan tüm gençlere şöyle cevap verdim.
Kur'an-ı Kerimde hatırlarsınız Salih Aleyhisselam'ın devesi anlatılır. Allah Salih Aleyhisselam'a Semud kavmine elçi olarak göndermişti. Kavmi ondan mucize istedi. Allah Celle Celaluhu bir dişi deve gönderdi. Ve Allah Salih Aleyhisselam vasıtasıyla kullarını şöyle uyardı: “Ey kavmim Allah'a kulluk edin, sizin ondan başka bir ilahınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi. İşte şu Allah'ın devesi size bir mucizedir, bırakın onu Allah'ın yeryüzüne yesin içsin, sakın ona bir kötülük etmeyin. Yoksa sizi acı bir azap yakalar.” Fakat Semud kavmi Kur'an ifadeyle söylersek, dişi deveyi boğazladılar ve Rablerinin buyruğundan dışarı çıktılar. Bazı tefsirlerde burada geçen Salih Aleyhisselam devesinin vakıf malı kamu malı olarak açıklamak getirirler sevgili dinleyiciler. Yani nasıl ki o deve topluma faydalı idi, onun sütünden istifade ediliyordu, işte vakıf malları da tıpkı Salih Aleyhisselam'ın devesi gibi artık kamu malıdır. Ona zarar verdiğimiz zaman tıpkı Salih Aleyhisselam'ın devesini kesenler gibi oluruz. Bir zamanlarda sadece İstanbul'da 20.000'den fazla vakıf varken şimdi sadece tüm Türkiye'de 4-5.000 vakıf var. Diğerleri nerede, bu vakıfların mülkü nerede derseniz eğer, sanırım onları Salih Aleyhisselam'ın devesi gibi kestik. Dileğimiz bu vakıfları ve vakıf mallarını tekrar iade edecek şuurun neslinin tekrar yetişmesi.
Muhterem Osman Nuri Topbaş hocamız diyor ki, vavlardan sakının, dört vavdan sakının. Bu vavlar nedir? Bir defa, vallahi diyerek lüzumsuz yere yemin etmekten sakının. Çünkü Allah'a şahit gösteriyorsunuz. Allah adına vallahi diyerek bir yemin etmekten sakının. İkincisi, mesuliyet şuuru ve hassasiyeti taşımayan bir vali olmaktan sakının. Bu da vavlı başlıyor, vali. Mesuliyet şuuru ve hassasiyeti taşımayan bir vali olmaktan sakın. Üçüncüsü, hakkını ifade edemediğin bir vasi olmaktan sakın. Dördüncüsü ise vakıf. Vakıf mallının mesuliyetinden korkun, onu gereği gibi muhafaza edin. Tabi bu vakıf hizmetlerinden uzak durun demek değildir. Liyakat sahibi kişilerin vakıf hizmetlerinde bulunmaları zaruri. Sevgili dinciler, vakıf malları, kamu mallarının hepsi Salih Aleyhisselam'ın devesi gibidir. Nasıl o deve kesilince Allah-u Teala azap verdi, sıkıntı verdiyse, bizler de dikkatli olalım. Kamu mallarına, vakıf mallarına zarar vermeyelim. Bakın ayet-i kerime ne diyor. “ Ey kavmim işte şu Allah'ın dişi devesi size mucizedir. Bırakın onu Allah'ın yeryüzünde otlasın ve ona bir kötü maksatla el sürmeyin. Yoksa sizi yakın bir azap yakalar.” Evet, Allah bizi tüm azaptan, kötülüklerden korusun inşallah. Allah'a emanet olunuz.
.
Hazinenin üstünde oturup hazineyi görememek
En şanslı insan kimdir derseniz eğer, çocukluğunu ve gençliğini tecrübeli ve bilgili insanların yanında geçiren kimsedir, derim. Çocukluğum işte böyle insanların yanında geçti. Saatçi Osman Amca tasavvuf erbabı bir amcamızdı. Görünüşte saat tamirciliği yapardı ama aslında insanın gönül saatinin çalışması için uğraşan bir mutasavvıftı. Dükkânına bir gün bir köylü gelir. Elinde bir masa saati vardı bozuk olduğu için tamir için getirmişti. Ramazan ayı yaklaşıyor eski masa saatini yaptıracak ve sahura kalkacaktı. Söz dönüp dolaşıp fakirliğe geldi. Köylü amcamız sahip olduğu tarlasının kıraç olduğundan yani sulanmadığı için bereketinin az olduğundan bahsederek şunları söyledi: “ Ustam, tarlamızı zaten iki yılda bir ekiyoruz, fakirlik diz boyu. Rabbim de bize böyle nasip etmiş ne yapalım. Bizde tevekkül ediyoruz. Şikâyet etmemeye çalışıyoruz”.
Saatçi Osman Amca, birden tamir ettiği saatten gözünü ayırarak ayağa kalktı ve adama bakarak şunları söyledi: “ Be adam hem hazinenin üzerinde oturuyorsun. Hem de bire yedi bire on verecek tarlanı ekmiyorsun. Bir de Allah’a tevekkül ediyorum, diyorsun. Tevekkül bu değil. Git çalış Allah’ın sana verdiği hazineyi çıkart. Kulluk Hakkın var. Allah’ın kul olduğun için sana verdiği haklar var git onu kullansana .”
Adam şaşırdı ama saatçi Osman Amcayı tanıdığı için sustu. Saygı ve edeple peki efendim. O hazineyi çıkartacağım dedi ve çıktı gitti.
Ben yanındaydım, şaşırdım. İki kelimeye takılmıştım: “Kulluk Hakkı”. Ne demek kulluk hakkını kullansana? Osman Amcaya önce bu sözün hikmetini sordum ve gülerek sakin sakin anlatmaya başladı.
“Bak evladım sen devlet memurusun diyelim. Devlet sana ne veriyor çocuk parası veriyor. Yakacak parası veriyor. Hastalandığın zaman ilacını veriyor. Evi olmayana lojman veriyor. Yani devlet memuru olduğun için birçok sosyal hakkın var. Sosyal devletin gereği budur zaten. Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşı isen vatandaş olduğun için bazı hakların var senin. Ama sen bu haklarını bilmezsen, bilmediğin için de kullanamazsın. Kullanamayınca da kendini değil başkasını suçlarsın. İşte kul olmanın getirdiği bazı haklar vardır evladım. Allah aklını kullanan her kula vermiştir bu hakkı. En büyük sosyal devlet Allah'tır. Hepimize çaba sarf etmeksizin, seçilmişlik ve öncelik olmadan Evren'in sahibinin verdiği bir haktır. Allah diyor ki Rum Suresi 47.ayette Müminlere yardım etmek, onları desteklemek bizim üzerimizdeki bir haktır. Kul olarak biz doğuştan bunu kazanırız. Farkına varıp kullandıkça ve bu hakları vereni takdis yani teşbih ve şükür ettikçe ilave olarak Rabbimiz bize ikramiyeler de veriyor. Tıpkı memurun, işçinin yılda iki defa ikramiye alması gibidir. Kur-an'da bunun en güzel ayeti korkma ve üzülme ayetleridir. La tahzen ayeti de bunu ayrıca tesciller. Kulluk hakkımızı kullandıkça evrenin sahibi bize yeni açılımları da ikram eder. Çünkü aç olan kimse tekâmül eder. En büyük kulluk hakkı hür bir şekilde düşünebilmektir. Aklını kullanmaktır. Allah c.c düşünme iradesine hiçbir şekilde müdahale etmez. Toplum kanaatine göre yaşam hakkı kulluk hakkı olarak görülür ama esasında verilen tüm özgürlükler kul hukukuna aittir. Hak ve hukuklarının farkında olan insan daha verimli ilerler. Tekâmül etmek en temel kulluk hakkıdır mesela. Farkında olduğumuz andan itibaren kulluk haklarımız da hep devrede olacaktır. Bu bize yani bakış açıları kazandırır.”
Evet, bunu dinlediğimde açıkça anlamamıştım. Aslında güzel sözler söylemişti. Bunlar tasavvufi manaları olan özlü sözlerdi. Ama bir hafta sonra yanına gittiğimde ne demek istediğini daha açık anladım. Osman amcanın dükkânında geçen hafta gelen o köylü amcayı gördüm. Yüzü gülüyordu. Daha ben sormadan Osman Amca anlatmaya başladı: “İşte Fahri oğlum, bu kardeşimiz sahip olduğu tarladan şikâyet ediyordu. Kıraç yani susuz diyordu. Fakat altında bir hazine olduğundan habersizdi. Gitmiş tarlasına artezyen kuyusu açtırmış şimdi tarlasından adeta altın çıkıyor. Su altın gibi hazinedir. Su o kadar bereketliymiş ki adeta tarlanın altında göl var. Yanındaki komşularının tarlalarına da bu suyu belli bir ücretle satıyor. Hem tarlasını suluyor. Hem de sudan para kazanıyor. . İşte Allah’ın ona verdiği akıl nimetini güzelce değerlendirdi. Çalıştı, kazandı ve şükretti. Şükrederse Allah daha da artırır. İşte kulluk hakkı budur. “
KISACA:
Şâyet Allah'a (gerçekten) inandıysanız ve O'na teslim olmuş iseniz, artık ancak O'na güvenip dayanın...." {Yunus Suresi Ayet - 84}
“Kuşkusuz Rabbimiz çok bağışlayan ve şükrün karşılığını verendir..." {Fatır Suresi Ayet - 34}
" Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de. " Yunus 22
“Size kendi içinizden ayetlerimi anlatacak peygamberler gelir de kim (onlara karşı gelmekten) sakınır ve kendini ıslah ederse, onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. " A'raf 35
.
Etiketlemeyi bırakalım
Toplumumuzda neden birbirimizle aramızda mesafe var, neden hemen daha bir kişiyi görür görmez hemen etiketlemeye başlıyoruz? Bir insanla tanışır tanışmaz ilk işimiz nerelisin oluyor, acaba hem şehri mi? Ya da hangi gazeteyi okuyor, hangi partiye ilgi duyuyor gibi sorularımız alabildiğince uzuyor… Neden? Bir an önce onun hakkında yargıya varmak ya da onu etiketlemek için de ondan…
Dr. Zülfikar Özkan, Bilincin Gücü adlı kitabında bakın şöyle söylüyor: “ Sağlıklı insan her anı yaşar… Geçmişte kalan veya henüz olmamış olayları düşünüp kaygılanmaz. Yalnızca yaşar… Andaki olaylarla meşgul olur. Şimdinin gücüne erişir ve şimdiye odaklanır… Beynimiz birçok gereksiz bilgiyle dolu, Karşılaştığımız olayların çoğuna etiket yapıştırıyoruz… Bu etiketler yüzünden mutlu olamıyoruz… Ayrıca bilinçaltına giderek sıkıntı veriyor… Etiketlemeyi bırakalım…” Evet, eğer başarılı olmak istiyorsak, mutlu olmak istiyorsak her alanda adeta kendimizi mecbur tuttuğumuz bu etiketleme hastalığından kurtulmamız gerekiyor…
Nasıl mı? Kendimiz olarak. Evet, evet kendimiz olarak bu etiketlemeden kurtulacağız. Yine Bilal Sambur’un Bireyselleşme Yolu adlı kitabında şu önemli noktaya dikkat çekiyor: “Bireyselleşme süreci kendimiz olabilmek için kendimizle çok açık olarak yüzleşmek cesaretini göstermeyi gerekli kılmaktadır. Kişiliğimizin beğenmediğimiz karanlık yönlerinden kaçmak, onları dışa yansıtmak ya da onları değişik meşruluk maskelerinin arkasına saklamak hiçbir şekilde bireyselleşme sürecinin gelişimine katkı sağlamamaktadır. Bilakis böyle bir tavır bizi kendimize yabancılaştırmakta ve kişiliğimizin tek boyutlu ve çocuksu düzeyde kalmasına neden olmaktadır. “
Değişmek zorundayız !!!
J.Krishnamurti diyor ki kişi neden kendi olamaz çünkü sorunlar yumağı ile iç içe olduğu için. Yani sorun yaptığı için. Herhangi bir şey bir sorun olduğu zaman, onun çözümüne yakalanırız; sorun, bir kafes olur; daha ileri araştırma yapmamıza, anlamamıza engel olur. Bu yüzden, bütün hayatı geniş ve karmaşık bir soruna indirgemeyelim… O zaman değişmek zorundayız. Artık etiketlerle yaşamak yerine, kendimiz olmak için değişmeliyiz.
Martı Jonathan adlı bir kitabı okurlarıma tavsiye edeceğim gerçi birçoğunuz okumuştur ama yine de tekrar edeyim çok güzel bir kitap. Bu dünyada öğrendiklerimizin yardımıyla gelecekteki dünyamızı da kurabiliriz. Bir şeyler öğrenmezsek, gelecekteki dünyamız da şimdikinin bir eşi olur. Hep durağan, sınırlı, tekdüze bir yaşam; kurşun ağırlığındaki anlamsız sorumluluklar... Hep aynı.
Rahibe Terasa’ya “Dünyayı daha yaşanılacak bir yer kılmak için yapmamız gereken en önemli şey nedir” diye sorduklarında…
Cevabı çok kısa “Birbirimizi bulmalıyız
Soru devam ediyor:”Birbirimizi nasıl bulacağız?
Cevap yine kısa “Birer birer iyilik yaparak
Maslow’da diyor ki insanlar
Fizyolojik ihtiyaçların yüzde 85’ini
Güvenlik ihtiyaçlarının yüzde 70’ini
Sosyal ihtiyaçlar yüzde 50’sini
Saygınlık yüzde 40’ını
Kendini GERÇEKLEŞTİRME İHTİYACININ İSE YÜZDE 10’NU KARŞILAYABİLİYOR.
Haydi, o zaman etiketlemeyi bırak
.
Başkalarının işine burnunu sokmak
Ağzımızla kulağımız arasındaki bağlantıyı kopardığımız için başkalarının içine sık sık karışmayı kendimize bir vazife addediyoruz. Bir gün oluyor çok iyi bir doktor, bir gün oluyor çok iyi bir psikiyatri ya da psikolog edasıyla karşımızdakine şöyle yap böyle yap diye hüküm vermeye çalışıyoruz… Hatta eğer bizi dinlemedi mi de, -ben dememiş miydim…-beni dinleseydin böyle olmazdı… Diyerek kendimizde üstün bir özellik olduğunu ima ediyoruz. Aslında çaktırmadan kerameti kendinden menkul bir evliya olduğumuzu söyleyeceğiz de etrafta destek gelmediği ya da belki çekindiğimiz için şimdilik kenarda duruyoruz. Yoksa fırsatını bulsak hemen meydana çıkıp mangalda kül bırakmayacağız
Niye böyleyiz, yani insan neden başkalarının işine burnunu sokar? Üstelik kendisinden herhangi bir yardım dahi istenmemişken? Yardım severlikten mi? Sanmıyorum…
Yolda geçen bir turist elinde harita bir şeyler soruyor bizimki hemen koşuyor yardım edeyim diye yabancı dili sular seller gibi, biliyor ya (!) Derken zavallı turistleri Edirnekapı’ya göndereceğim derken yaptığı yanlış tarifle Üsküdar-Harem’e gönderiyor. Bu mu yardım severlik. Bırak karışma, işin ehlini bul ya da sus…
Yukarıdaki sorumuzun cevabına gelelim isterseniz, neden böyleyiz, neden başkasının işlerine burnumuzu sokmayı seviyoruz? Aslında Kuran-ı Kerim bunun cevabını çok güzel veriyor.
Gerçekten insan çok zalim ve çok cahildir.” (Ahzab Suresi 72), Bilmediğinin farkında değil üstelik çok da zalim. Hatta daha da ileri gidiyor ve Kurani ifadeyle : “Hevesini kendine İlâh edineni gördün mü? (Furkan 43) bu yaptığının doğru olduğunu iddia ederek arzularını putlaştırıyor.
İnsan neden başkasının işine karışıyor, çünkü böbürlenmek hastalığı da vardır onun için. Bakın yine Kurani ifade ile Allah bizim bir zaafımızı daha ortaya koyuyor: “İnsanlara yanağını çevirip (büyüklenme) ve böbürlenmiş olarak yeryüzünde yürüme. Çünkü Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez. (Lokman Suresi, 18)
İnsan Olmanın Psikolojisi adlı kitabında Hümanistik Psikolojinin babası Abraham Maslow, "İnsan doğası ancak objektif ile sübjektif bir arada ele alındığında anlaşılabilir. Bireyin ne olduğunu değil, ne olabileceğini, ne gibi potansiyeller barındırdığını incelemek insan türünün mutluluğu ve geleceği açısından çok önemlidir" diyor.
Ve devam ediyor: “İnsan kendilerine yapılanları sineye çeker, tepki vermeye yıllar sonra başlar. Bu tepki de nevroz ya da psikoz olarak kendini gösterir. Bazı durumlarda kişi hasta olduğunu gerçek mutluluğu, doyumu, zengin duygusal yaşam üretken bir yaşlılığı kaçırdığını fark eder…”
Kısaca kişi kendini tanımadığı zaman, kendi sorunları ile ilgileneceği yerde başkalarının problemlerini ya da ayıp kusurlarını inceleyerek, araştırarak aslında kendisini kapatmakta kendisini saklamaktadır…
Hz Muhammed S.A.V’in bir güzel hadisiyle sözümü tamamlamak istiyorum : “Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyi terk etmesi onun Müslümanlığının güzelliğindendir…”
.
|
Bugün 77 ziyaretçi (89 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|