ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
Adıyaman’daki Musalla vakfından harap caminin satılması teklifi 2 temmuz 1938 tarihinde onanmıştır
İmzaları tanıyor musunuz?
Kimler var kararın altında? Caminin satışına onay verenler kimler?
AYRICABU DA VAR!
1907 tarihli Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nin plan ve proje krokilerinde Katip Mustafa Çelebi Paşa Camii olarak görülen yapının, 1941’de İsmet İnönü tarafından 4 bin liraya satıldığı ortaya çıktı. Taksim İstiklal Caddesi’nde bulunan, 350 sene namaz kılınan, ibadet edilen Kâtip Mustafa çelebi Camii’nin, İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı olduğu Milli Şeflik döneminde para karşılığı satıldığı Oortaya çıktı. Vakıflar Genel Müdürlüğü, 11 Ağustos 1941 tarihinde Kâtip Mustafa Çelebi Camii’ni 4010 liraya Şükrü Bikmaz adlı şahsa satmış.
Devletin resmi ideolojisini halka ulaştırmak için 1932’de CHP’ye bağlı olarak Halkevleri kuruldu. Eskiden, mabed ve tekke ne ise, şimdi Halkevi oydu. Bir başka deyişle yeni dinin mabediydi.
Ekrem Buğra Ekinci
1912’de kurulan Türk Ocakları’nın yeni rejime hizmet edebileceği hususundaki şüphelerin artması, bu müessesenin sonunu getirdi. 1931’de Gazi’nin direktifiyle Türk Ocağı kapatıldı. Malları, CHP’ye devredildi.
Yeni trent: Faşizm
Avrupa’da yükselen faşizm, Halkevleri’ne ilham kaynağı olmuştur. Halkevi talimatnamesinde Rusya, Almanya, İtalya, Çekoslovakya, Romanya ve Macaristan’daki benzer faşist müesseselere açıkça ve hayranlıkla atıf yapılmıştır. CHP’nin 6 okundan üçü (laiklik, milliyetçilik, cumhuriyetçilik) Fransız; diğer üçü de (halkçılık, devletçilik, inkılapçılık) Rus ihtilalinden mülhemdir.
Halkçılık, (Rusya’daki ismiyle Narodnik), inkılap tarihi derslerinde okutulduğundan çok farklıdır. Bütün sivil cemiyet teşkilatlarını tek elde, tek partinin elinde toplayarak, halkı partiye entegre edip kullanmak demektir. Böylece, Türk Kadınlar Birliği’nden Türk Masonlar Cemiyetine kadar, memleketteki bütün cemiyetler kapatılmıştır.
Bu cümleden olarak, halkı terbiye, inkılapları yerleştirme ve azınlıkların asimilasyonu maksadına hizmet etmek üzere 1932’de CHP’ye bağlı olarak Halkevleri kuruldu. Eski cemiyette mabed ve tekke ne ise, yeni cemiyette de Halkevi oydu. Bir başka deyişle yeni dinin mabedi idi. Nitekim Necip Ali, Behçet Kemal, Kamuran Bozkır gibi Kemalist ideolojiye mensup meşhurlar bunu açıkça ifade etmiştir.
1920 ve 30’larda Rusya’ya giden, Muhiddin Birgen, Falih Rıfkı Atay gibi Kemalist kadro, karnı yarı aç işçi köylü Rusların, rejimin kurduğu Halkevi’nde konser, opera ve tiyatro seyretmesine hayran olmuşlar; Halkevi fikrinin, hatta isminin bile Ruslardan ilham alındığını ifşa etmişlerdir.
Resmi ideoloji
Kurucular arasında Şevket Süreyya Aydemir, Recep Peker, Münir Hayri Egeli (Gazi’nin vecizelerinin yazarı), Sadi Irmak, Behçet Kemal Çağlar vardır. İdare, CHP kültür ve gençlik kolları idare azası Reşit Galip’e verildi. 1931’de kapatılan Türk Ocağı’nın el konulan malları buna verildi. Pek çok yerde kapatılan camiler, medreseler, Halkevleri’ne tahsis edildi.
19 Şubat Halkevi Bayramı ilan edildi. Şube açılışlarında festivaller yapıldı. Bugün Ankara’da Resim Heykel Müzesi olan eski Türk Ocağı, artık Halkevleri’nin merkezi idi. 1932’de kütüphane memuru olarak bu binada çalışmış Niyazi Berkes, “Fakir, çıplak Anadolu’nun ortasındaki bir Amerikan misyonerinin parasıyla yapılan bu gülünç binanin bu binanın mobilyası Türkçülük önderi Hamdullah Suphi’nin Türkçülük anlayışına göre düzenlenmişti.” (Unutulan Yıllar, 71)
Hemen her şehir ve kasabada birer halkevi; küçük yerlerde de halkodası; ayrıca 1942’de de Londra’da bir şube açıldı. Masraflar, CHP’ye aitti; ama devlet bütçesinden de hatırı sayılır yardım alırdı. Zaten o zaman devlet demek, parti demekti. 1932-1951 arasında 478 halkevi, 4322 halkodası açıldı. 1936’da 55 bin azası vardı. Ancak sadece CHP’liler idareci olabiliyordu.
Dil, tarih, edebiyat, güzel sanatlar, temsil, spor, içtimaî yardım, halk dershaneleri ve kurslar, kütüphane ve neşriyat, köycüler, müze ve sergi olmak üzere 9 şubeye ayrılıyordu. Neşriyat yaptı. Kütüphaneler kurdu. Kurslar açtı. Konferanslar verdirdi. Piyesler sahneledi. Folklor ekipleri kurdu.
İdeolojik sınırların elverdiği kadar, atasözleri derlemesi gibi halk kültürü araştırmaları yaptırdı. Edebiyat müsabakaları tertipledi. Spor salonları açtı. Ülkü mecmuası başta olmak üzere 40’tan fazla neşriyatı vardı.
Bunlar o zamana kadar görülmeyen şeyler değildi. Şu kadar ki, din ve ananelerin belli belirsiz kontrolünün yerini, aktif bir resmi ideoloji sansürü almıştı. Kitaplarda Kemalist ideolojinin dışında kalan, din, yabancı fikirler, hurafe, bıkkınlık, cinayet, intihar, aşk, ihtiras, gençliği sağlığa zararlı alışkanlıklara özendiren hususlar olmayacaktı.
Dağ Türkleri
Hemen her halkevinde icabında halkın da dinleyebileceği birer radyo bulunurdu. Kütüphanelere, ancak rejimin ideolojisine uygun kitaplar konurdu. Piyesler, milli hisler ve inkılaplar istikametinde seçilir; ama oynayacak kadın bulunamadığı için, erkek oyuncular oynardı.
En mühim faaliyeti danslı ve içkili Halkevi balolarıydı. Bu balolar, garp yaşantısına uzak her şehirde modernliğin sembolü ve bu işin meraklılarının vahası oldu. İnkılapların yasak etmediği çarşafla Halkevleri mücadele etti. hatta bazı yerlerde mülki amirlerin de yardımıyla elinde makasla gezen Halkevi mensupları, sokakta rastladıkları çarşafları keserdi.
Halkevleri’nin en sıkı faaliyeti, kendi tabirleriyle “Türklüğe dair ipuçlarının az olduğu” Şarki Anadolu’da, “dağ türkleri”ni ve Mardin, Siirt gibi şehirlerde “Osmanlılar yüzünden Türkçeyi unutup Arapça konuşmaya başlamış Türk vatandaşları”nı, Türkçe öğretmek maksadıyla asimile etmeye çalışmak olmuştur.
Vatandaşları, yabancı dil, dağ Türkçesi veya ev dili dedikleri anadilinde konuşmaktan alıkoyma faaliyeti için en çok kurslar ve radyodan istifade edilmiş; Türkçe öğrenenlere inek, koyun, para gibi mükâfatlar va’dedilmiş; evlere gidilerek halk kontrol edilmiştir.
Halkevi’nin hakikati
1930’larda Ankara Halkevi’nde kütüphaneci olarak vazife yapan Niyazi Berkes anlatıyor (Unutulan Yıllar):
Halkevi birçok komisyonlara bölünüyordu ve çoğu o zaman henüz “lafta” vardı. Üyelerinin çoğunu uzun süre göremedim. Kütüphane komisyonunun başkanı olan İhsan Sungu’yu ise bir kez bile göremedim. (s.74)
Halkevi’nin çalışına bölümlerinden birinin adı “Köycülük Şubesi”ydi. Üyelerin köylere gitmesi şöyle dursun, tek köylünün oraya gelmesi akla bile gelecek bir şey değildi. O zaman “halk” kavramının içine “köylü” kavramı girmiş değildi. Gerçekte asıl “halk” bir tür “parya” idi. Halkçılık bölümü toplantılarında bir alay halkçılık yapılır, Behçet Kemal’in palavraları ve şiirleri dinlenirdi. (s.88)
Halkevi binasında müdür Ziya Gevher Bey de beni gezdirip her şeyi gösterdi. Bu çok nazik kişinin; çok süslü merdivenleri çıkarken gördüğüm bir davranışı beni çok şaşırtmıştı. Kılık kıyafetinden “halktan” olduğu belli olan biri geçiyordu. Bunu gören Ziya Gevher adeta bir histeri geçirdi. Bağırıp çağırıyor, adamı koğuyor, hademeler koşuşuyordu. Adamı yaka paça dışarı attılar. Zavallı meğer tiyatro bileti almaya gelmiş. Başkan, hademelere sıkı tenbihler etti, böyle ne olduğu bilinmeyen kişiler içeri sokulmayacaktı. (s.72)
Sabaha yakın saatlarda Halkevi’ndeki odamda alışık olmadığım, inlemeye benzer, kulakları tırmalayan gıcırtılı sesler de çıkaran kağnı sesleri ile uyanırdım. Bunlar köylerden Hergele Meydanı denen yere satılacak şeyler getiren köylülerin kağnılarıydı. Yerli ya da yabancı efendiler görmesin diye bunların herkesin uyuduğu bir zamanda kente girmelerine izin veriliyormuş. Atatürk’ün çevresini saran kişilerin modernlik anlayışı böyleydi! (s.88)
Ta baştaki eğilim, Halkevleri, Türk ulusunun çoğunluğu olan köylü halkın değil, aydınlar ile şehirli halkın işine yarayan yerler olarak kalmıştır sonuna kadar. Bir yanı ile politikaya girecek ve onda yükselecek kişilerin ilk seki taşı, öte yanda tiyatro görmek, konser dinlemek isteyen aydın kent halkının bilet almaya geldiği bir yerdi Halkevi. (s.89)
Hayalin sonu
Halkevleri, çok parlak ideallerle kurulmuş olsa bile, 40’larda parasızlık, kadrosuzluk ve halkın alakasızlığı sebebiyle sönükleşmiş; faaliyetlerinin çoğu akamete uğramıştır.
Demokrasinin gelişiyle, bazı mensupları muhalefet tarafına kayınca, kan kaybetmiş; üstelik siyasi kaygılarla din politikasından taviz vermek mecburiyetinde kalan CHP, Halkevleri’ni gözden çıkarmıştır. Öyle ki, 1949’da Türk Ocağı tekrar kurulmuş; bunlar da Halkevleri’ne verilen mallarını geri istemişlerdir.
Demokrasiye geçilince, Demokrat Parti, siyasi rekabette eşitsizliği temsil ettiği gerekçesiyle Halkevleri’ne karşı çıktı. “Varlığını halktan toplanan paralara borçlu Halkevleri, CHP’nin siyasi gayeleri için çalışıyordu.” İktidara gelince de, 1951’de Halkevleri’ni kapattı; mallarını hazineye geri verdi.
27 Mayıs 1960 darbesinden sonra Türk Kültür Derneği adıyla tekrar açıldı. Ama ismi gibi kendi de cılız kaldı. 1964’de Halkevi adını aldı. Bu sefer Tahsin Banguoğlu başa geçti. 8-10 tane şubesi vardı. 12 Eylül 1980 darbesiyle tekrar kapandı. 1988’de mahkeme kararıyla tekrar açıldı ve sosyalistlerin eline geçti.
PAYLAŞ
.
Arapça’ya tabelaya tahammülleri yok ama bunlar ne?
Birileri yine Arapça diline düşmanlık edip tabelalara saldırdı. Arap müşterilerden gelen paraları cukka ederken iyi ama Arapça tabela asmak yasak!
Bunların düşmanlığı Arapça altında muhakkak ki İslam’a… Arapça yazıları onlara İslam’ı ve Osmanlı’yı hatırlatıyor. Bu sebeple kuduruyorlar. Çünkü korkuyorlar. Ya eskiye dönersek! Ya böyle böyle eski harflere (İslam harflerine) dönülürse?
Bilmiyorlar ki kullandıkları hiçbir kelime orjinal Türkçe değil, Türkçe’ye sonradan girmiş…
İşte Türkçe’ye sonradan geçmiş ve yaygın olarak kullanılan kelimelerden bazılarının menşei:
Kânî 1712 doğumlu Tokatlı bir şairdir. Mizahî ve nüktedan kişiliğe sahiptir. Bir ara Trabzon’dan İstanbul’a gelirken devrin tanınmış sadrazamlarından Hekimoğlu Ali Paşa’nın yolu Tokat’a düşmüş ve Kânî de “fırsat bu fırsatdır” diyerek yazmış olduğu bir kasideyi Paşaya takdim etmiştir. Hekimoğlu Ali Paşa şiirden anlayan biri olduğu için bu gencin sahip olduğu yeteneği farketmiş ve onu beraberinde İstanbul’a götürmüştür.İstanbul’da çeşitli memuriyetlerde vazife alan Kânî, eskilerin tabiriyle serâzâd (kendi hâlinde takılan ve pek söz dinlemeye gelmeyen) biri olduğu için Silistire’ye gitmiştir. Öteden beri kâtiplik yaparak geçimini temin eden şair, Rumeli’de gezdiği birçok bölgede yüksek rütbeli beylerin kâtipliğini (bugün için özel kalem diyebiliriz) yaptı. Ulahbeylerinin ve bazı voyvodaların yanında bulundu.
Ve bir ara Bükreş’te iken gönlünü Hrıstiyan bir kadına kaptırdı…
Gel zaman git zaman Kâni’nin başında kavak yelleri esedursun artık bu durum tahammül edilemez bir hâle dönüşmüştür. Ne yapıp edip Hrıstiyan güzele içini açmalı ve ardından sadede gelmeliydi. Şairimiz bu güzel ve genç kıza evlenme teklifi yapmaya karar verdi, bir fırsatını buldu ve mevzuya girdi…
Hrıstiyan kadın, böyle bir teklifi öteden beri bekliyor ve aslında kabul etmeye hazırlanıyordu. Fakat bir şarta bağlı idi… O da, kendisi gibi Kâni’nin de Hrıstiyan olmasıydı…Sonunda Kâni teklifini yaptı ve ardından hiç beklemediği bir cevapla karşılaştı… Kız dedi, “Peki kabul ederim ama o zaman sen de Müslümanlığı bırakıp, Hrıstiyan olursun!”
Bu şartın imkansızlığını bilen şairimiz, biraz da mizahla karışık işte o meşhur sözüyle karşılıkta bulundu:
“Kırk yıllık Kâni, olur mu Yani…”
Bu sözden iki mana çıkmaktadır. Bugün bir çoğumuzun anladığı ve hayal kırıklığı ile söylenen “Bu kadar da yapılmaz, böyle de olmaz yani” gibi bir anlam.
Fakat öte tarafta “Yani” Osmanlı’da gayri-müslim tebaa arasında yaygın olarak kullanılan bir erkek ismidir. Müslüman olmayanların kullandığı bu Yani ismine mahkeme kayıtlarının tutulduğu Kadı Sicil defterlerinde sıkça rastlayabiliriz. Yani şairimiz demek istiyor ki, “40 yıldan beri Müslümanlık’tan ayrılmayan Kâni, bu saatten sonra din değiştirip, Yani olmaz…”
Not: Bir operatör de “yani” adında arama motoru çıkartmıştı. Bir bağlantı olabilir mi acaba?
Sosyal medya özellikle Tiktok ve instagram gibi platformlarda eşcinsel, erkek erkeğe ilişki yaşayan, kendisini kadına benzetmeye çalışan ibneler cirit atıyor. Öyle ki milyonlarca kişi tarafından da takip ediliyor.
Bunlar yer yer duygu sömürüsü yapıyor, bazen dini bazen iyiliği istismar ediyor. İnsanların acıma duygusuna hitap ederek kendilerini çok masum, kendi halinde, iyilik sever gibi lanse etmeye çalışıyor.
Çeşitli vaadlerle kandırıldıkları anlaşılan bu gençler içine düştükleri günahı/ahlaksızlığı insanlara masum duygu hatta aşk olarak yansıtmaya çalışıp basite indirgeme çabasına giriyor.
Kısacası her türlü argümanı kullanarak lanetli livata fiiline teşvik ve özendirme mevcut.
İşte en son Mük. Ze. adındaki bir livatacı ahlaksız “doğum yapacağım, hamileyim” diyerek insanları kandırıp milyonlarca takipçi elde edip yüz binlerce lira kazandı. Bir hastanede yeni doğmuş çocuğu kucağına alarak poz verdi.Bu hayasızlığa yeni doğmuş bebeği de alet etti.
Sizin vicdanınız/mideniz bunu kaldırıyor mu?
Bunları takip eden gençlerimiz ve çoluk çocuk da etkileniyor. Ailesi ne kadar güzel yetiştirirse yetiştirsin arkadaş ortamının kötü olması ve bu gibi sosyal medya pisliklerinin sıçraması, Şeytanın ve nefsin etkisiyle de bu tuzağa düşebiliyorlar.
DEVLET NEREDE? HÜKUMET UYUYOR MU?
Devlet milletin canını, malını, ırzını, namusunu, gençlerin gelişimini korumakla mükellef değil mi? Biz İslam’a bayraktarlık eden bir millet değil miyiz? Ve hükumet işine geldiği zaman İslam’dan, naslardan dem vurmuyor mu?
O halde bu ahlaksızlıkları nereye koyacağız? Bunlara göz yummak bir Müslümana veya vatanını düşünen duyarlı bir vatandaşa bile yakışır mı?
Devlet yetkilileri bunları görmüyor mu? Nerede yaşıyorlar, ne yapıyorlar? Yoksa görüyor da ona rağmen tedbir almıyorlar mı?
Bu milletin çocuklarının vebalini kim yüklenecek?
Evet anne babalara suçu atalım hemen ama eğitim sistemi beş para etmez bunun sorumlusu kim? Hayrın önü açıldı diye teşekkür ediyoruz hükumete peki şerrin önü kapatılmayacak mı?
Nesil mahvoluyor farkında değil misiniz?
Şikayet edeceğiz “ilgili bir kanun yok” deniliyor. Neden yok?
Yazık değil mi bu necip millete ve evlatlarına… Bugün susanlar yarın sizin evinizi, çocuklarınızı ve torunlarınızı vurduğu zaman bu bela o zaman konuşursunuz ama iş işten geçmiş olur.
www.ihvanlar.net
.
Bill Gates yapay gıda projesi için kıtlık senaryosu
İleriye yönelik yapay ve tablet gıda(!)lara yönelik çalışmalar son hız devam ediyor. İnsanları yapay ete, tablet gıdaya yani alınan ufak bir ilaçla yiyecekten alınan vitaminleri ve tokluk hissini veren şeyleri insanlara dayatmak için ellerinden geleni yapacaklar.
Bu projenin benimsenmesi ve kabul görmesi için insanlara öncelikle korku pompalanması gerekiyor ki kıtlık korkusunu bunlardan birisidir. İkincisi hayvancılığın bitirilmesidir.Üçüncüsü ise iklim değişikliği yaygarasıdır. Bunun için masum hayvanları doğaya zarar vermekle suçlamaktan bile çekinmezler. Derinlemesine analizle daha bir çok şey sayılabilir.
Siyonizm’in para kasası ve proje adamlarından Bill Gates bir konuşmasında bunu itiraf ediyor:
Technology Review dergisine konuşan Bill Gates, kitabı “İklim Felaketi Nasıl Önlenir?”den bahsetti. Gates, zengin ülkelerin “yüzde 100 sentetik ete geçerek” iklim kriziyle mücadele için faydalı(!) bir adım atabileceğini söyledi.
Gates, “Tat değişimine alışabilirsiniz hatta tadının zamanla daha güzel geldiği söyleniyor” dedi.
Gates, “İnsanların davranışlarını değiştirerek ya da düzenlemeyi kullanarak talebi değiştirebilirsiniz, orta gelirli ve daha üstü ülkeler için mümkün olduğunu düşünüyorum” dedi.
HAZIR OLUN!
Pandemi süreciyle bir çok planı hayata geçirip bazı şeyleri denedikleri gibi bu planları için de şeytani oyunlar devreye sokabilirler. Dikkatli olalım ve önümüze her atılan yemi yutmayalım.
DOĞAL VE HELALE YÖNELİN
Bu şeytani tuzaklardan kurtulmak için daha çok doğala yönelmeli ve mümkün olduğu kadar kendi gıdamızı kendimiz yapmalıyız.
Kendimizi, ailemizi ve neslimizi ancak böyle korumamız mümkündür.
Teslim olmayacağız…
www.ihvanlar.net
.
Bidatçiler yüzünden Müslümanlar kısır tartışmalara sürükleniyor
Şahit olduğunuz üzere gün geçmiyor ki, diplomalı bir sapık İslam’a aykırı bid’at bir görüş ortaya atmasın. Vehhabi selefisi, şiası, şia borazanı, tarihselcisi, mealcisi ve dahası… Peygamberimizi, ashabını, müctehidleri dinde etkisiz gösterip sonra Kur’an’a dadandılar. Kendi kıt akıllarıyla Kur’an’ı yorumlayıp, tezatlarını “Allah’a isnat” edecek kadar gafilleştiler. Geleceği bilmez dediler Allah’a iftira ettiler, tefsir edemez, hüküm koyamaz dediler Peygamberimize iftira ettiler. Ve nihayet Kur’an’a iftira edecek hale geldiler.
İslam alemi bize güler hale geldi. Misalen bir cahilin nasıl olur da din adına konuşup Allah’a cehalet isnat ettiğine hayret ediyorlar. Müslümanlar arasına bu fitnenin sokulmasının en büyük amacı muhakkak ki, Müslümanların zihninin bulandırılması, Ehli Sünnetin bozulması ve en azından büyük bir bilgi kirliliği oluşturulması. Biraz daha geniş açıdan baktığımız zaman başka amaçlar da görmekteyiz. Mesela İslam’a tarih boyunca en büyük hizmeti yapmış olan bizlerin içinden böyle hainler çıkartıyorlar. İslam’ın bayraktarı olan bizler kafirlerin komedi malzemesi haline geliyoruz.
Kafirler avuçlarını ovuştura ovuştura manzarayı seyrediyor. Çünkü kendi dinlerinin bozulmuş olduğunun farkındalar ve İslam’da da aynı şeyi görmek keyif veriyor onlara. Hem bu sayede Müslümanları ihtilafa sürükleyerek birlik ve beraberliklerine engel olabiliyorlar. GÜNDEME YOĞUNLAŞAMIYORUZ Bu bid’atçiler İslam alimlerinin gündemini o kadar meşgul ediyor ki, Ehli Sünnet İslam alimleri bütün gücünü kafirlere, misyonerlere, ateistlere, gündemde İslam üzerinde oynana oyunları deşifreye, İslam’ın üzerindeki harici tehditlere sarfetmesi gerekirken bu bid’atçilerle uğraşmak zorunda kalıyorlar. Şu bid’atçilere bakın. Hiç kafirlerle uğraştıklarını gördünüz mü? Göremez siniz. Çünkü dertleri İslam değil. Dertleri Müslümanları ihtilaf sürüklemek ve meşgul etmek.
Türkiye’de İslam alimleri bir densizin ortaya attığı “Adem’in babası var mı yok mu” tartışmasına odaklanırken dünya bir harbin içine sürükleniyor. Hıristiyanlık alemi İslam’ı terör dini olarak gösterme çabası içinde binbir çeşit kumpas kuruyor. Yahudiler dünya genelinde fitne kaynatırken Filistindeki siyonist emellerine ulaşmanın derdiyle türlü oyunlar oynamaktadır. Ateist, budist ve koministler çeşitli projelerle içimize kadar girmeye çalışmaktadır. Dünya bir olmuş İslam’a saldırırken adam kalkıp “Adem’in babası da var” diye bir saçmalık ortaya atıyor. Üç kafadar olup Tv’ye çıkıyorlar Ümmete inkardan başka verecekleri hiçbir şeyleri olmuyor. İslam alemi, Müslümanların sorunları, zulüm altında inleyen İslam coğrafyası hiç umurlarında değil. Çünkü dertleri değil. Kafalar karışsın kafi onlar için.
OYUNA GELMEMEMİZ LAZIM Bizler elbette bu cahillerin cehaletini ortaya dökeceğiz ancak İslam aleminin sorunlarından da gafil olmamamız lazım. Müslümanların gündemini kaçırmamamız lazım. Kendmizi geliştirelim, klasik İslam eserleri dışında farklı alanlarda ilmi kaynaklara da müracaat edelim, dünya dinlerini, tarihlerini, oyun ve entrikalarını iyi bilelim. İslam coğrafyasına ve tarihine hakim olalım. Olalım ki, bize oynana oyunları daha iyi anlayabilelim. Öyle bir şuur hası olsun ki sizde hiçbir küfür rüzgarı imanınızı sarsamasın. Ve en önemlisi sizden sonra İslam’a bayraktarlık edebilecek bir nesil yetiştirebilmenizdir. Biz göremesek de İslam’ın en parlak dönemini belki de neslimiz görecek veya önderlik edecektir. Allah (Celle Celaluhu) yar ve yardımcımız olsun…
PAYLAŞ
.
Cübbeli Hoca’dan Marifet Derneği uyarısı: Teberri ettim
Marifet Derneğinin paylaştığı bir resim Cübbeli Ahmet Hocaefendinin tepkisine sebep oldu. Aslında bu tepkinin bir diğer sebebi de Muhammed Accan el-hadid adıyla önceleri faaliyet yapıp daha sonra piyasaya Muhammed el-Huseyni adıyla çıkan sahte şeyhin toplantısına katılmaları.
Kimdir bu Muhammed Accan:
Bu toplantıya Mahmud Efendi hz.leri katılmadığı halde onu katılmış gibi göstermeleri, altına da Muhammed Keskin’in kendi ismini yazarak bunu sayfalarında paylaşmaları bardağı taşıran son damla oldu muhtemelen.
Cübbeli Ahmed Hocaefendi de diyor ki: “Bugün bunu yapan yarın neler yapmaz!”
Açıklamasında Marifet Derneği ve Ahıska’dan da teberri ettiğini ilan eden Cübbeli Hoca dikkatli olunması çağrısı yaptı…
PAYLAŞ
.
Batı bir ülkeyi işgal etmek isterse ne yapar? 1907’de yazılmış
Batı bir ülkeyi işgale niyet edince nasıl bir yol izler ? 1907’de basılan Hilal ve Haç Kavgası s.23 İşgale karar verilen Doğu ülkesinin durumu, gayet acı, gayet karışıkmış gibi anlatılır. O memleketin ileri gelenlerine pek çok idari kötülüğün nice vahşice işlerin sorumluluğu yüklenir. Gerçekte sözü edilen kötülükler ve kargaşalıklar olmasa bile gizli ve dikkatli çalışmalarla olmasına çalışılır.
TGRT Haberin şuursuz habercileri yapay eti öve öve bitiremedi ve hatta şöyle bir ifade kullandı: “yapay et doğal etten daha sağlıklı”
Bunlar kime hizmet ediyor!
Yapay et bir çok tehlikeyi içinde barındırıyor.
Yapay et, kanser riski ve insan etinden de üretilebilmek gibi korkutucu tehlikeler barındırıyor. Son dönemde Bill Gates’in önerileriyle birlikte yapay et konusu gündeme yeniden düştü. İlk olarak 2013’te laboratuvar ortamında kök hücreden kas hücre elde etme yöntemiyle üretilen yapay etle ilgili tartışmalar, son günlerde yeniden alevlenmeye başladı.
Kırmızı Et Sanayicileri ve Üreticileri Birliği Derneği (ETBİR) Başkanı Dr. Ahmet Yücesan, büyükbaş hayvanların çıkardıkları metan gazının çevreye olumsuz etkileri olduğu iddiasıyla yapay etin üretilmeye çalışıldığını belirtti. Yücesan, “Dünyada karbondioksit gazlarının yüzde 60’ını kullandığımız araçlar, yüzde 15’ini sanayi, yüzde 14’ünü ise büyükbaş hayvanlar yapıyor. Biz bütün gaz sorununu çözdük bir tek hayvanlar mı kaldı?” dedi.
Bunun bir algı operasyonu olduğunu ve halk sağlığıyla oynamak için şimdiden kampanyasının yürütüldüğünü belirten Yücesan, “Yapay et laboratuvar ortamında ve hızlı bir şekilde üretiliyor. Üreme şekli kanser hücrelerinin üreme şekliyle birebir aynı. Halk sağlığı için zararsız deniliyor ancak laboratuvar ortamında bakterilere karşı korumak için çok ciddi bir antibiyotik kullanılıyor. Bu durumda ne kadar sağlıklı?” şeklinde konuştu.
PANDEMİYLE TALEP ARTTI
Yapay et konusunun pandemiyle birlikte daha da alevlendiğini aktaran Yücesan, şöyle devam etti: “Çin, Hindistan, Tayvan gibi böcek türü tüketen ülkeler Kovid-19’la birlikte bu ürünlere mesafe koydu. Sağlıklı ete olan talepleri arttı. Ancak et arzı aynı oranda artmadı. Dolayısıyla yapay et üretimi için çalışmalar da hızlandı. Şu an bu etin üretimi için maliyetler çok yüksek ancak bu maliyetleri düşürecekler. Peki bunu kaç şirket üretecek? Ülkeler, et üreten şirketlere bağımlı hale mi gelecek? Şu an dünyada milyonlarca küçük besici var. Belki de 50 yıl sonra bu besiciler kalmayacak ve et laboratuvar ortamında üretilen bir besin haline getirilecek. Bizim bu sorulara acilen yanıt bulmamız ve önlem almamız gerekiyor. Yoksa çok geç kalmış oluruz.”
İNSAN ETİNDEN DE ÜRETİLEBİLİR!
“YAPAY et üretiminin doğa için birçok avantajı olduğu savunulsa da inanç hassasiyetine göre tüketilmesinin uygun olup olmadığı tartışılmaktadır” diyen Prof. Dr. Mustafa Tayyar, “Canlı bir hayvandan biyopsi yöntemi ile alınan ve hücrelerin geliştirilmesi ile oluşan yapay et tüketimi dini açıdan birçok soruyu beraberinde getiriyor” ifadelerini kullandı. Yapay et üretimiyle beraber tüketicilerin etik kaygılarının da ortaya çıktığı aktaran Tayyar, “Çünkü aynı yöntemle insan kas dokusundan da ilerleyen dönemlerde et üretilebilir. Bununla ilgili endişeler var. Nasıl önlemler alınacak?” şeklinde konuştu.
KANSER RİSKİ YÜKSEK
MEDICANA International İstanbul Hastanesi Gastroenteroloji Uzmanı Prof. Dr. Ebubekir Şenateş ise, “Çok az kök hücreden büyük miktarda et üretimi, aynı zamanda hücrelerin aşırı çoğalması anlamına geliyor. Bu da direkt olarak akla kanser oluşumu riskini getiriyor”dedi. Öngörülemez kanser riskinin önemli bir endişe kaynağı olduğuna dikkat çeken Şenateş, “Hücre kültürü için gerekli olan bütün kimyasal ürünlerin (hormonlar, besin maddeleri, vb.) gıda tüketim içeriğinde güvenli olup olmadığı kesin değil. Yapay et üretiminde, hayvan hücresi kullanıldığından, insan dokusunda ve yapısında bazı olumsuz değişiklikler meydana gelme kaygısı mevcut” ifadelerini kullandı.
BÜYÜK FONLAR DESTEKLİYOR
Yapay et konusunda uzun yıllardır araştırmalar yapan Bursa Uludağ Üniversitesi Veterinerlik Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Tayyar, “Yapay et henüz tüketiciler için mevcut değil. Ancak araştırmacılar 10-15 yıl içinde yapay etin hayatımıza girmeye başlayacağını belirtiyor. Laboratuvar eti üretimi çalışmaları endüstriyel hayvancılıkta, iklim krizinde en büyük payı olan şirketlerin sağladığı fonlarla yürütülüyor” diye konuştu. Yapay etin hücre çoğaltma yöntemiyle üretildiğini, bu nedenle hücre genetik yapısının da bozulabileceğini aktaran Tayyar, şöyle devam etti: “Kanserli hücrelerin açıkça tanımlanmadan geniş miktarda hücre içinde gelişmesi mümkün. Yapay etin destekleyicileri, insan hastalıklarını tetikleyen faktörlerden yoksun et kültürü elde etmek için bir fırsat olduğunu ve böylece daha sağlıklı bir ürün yaratıldığı öne sürüyor. Yapay etin, mikroorganizmalardan ve parazitlerden arındırılacağını, çünkü dış ortamdan izole olarak üretileceğini savunuyorlar. Ancak yüksek hücre hızı kanserli hücre yapısını tetikleyebilir. Hücre kültürü için gerekli olan tüm kimyasal ürünlerin (hormonlar, besin maddeleri vb.) besin tüketimi açısından güvenli olup olmamaları konusunda garanti verilemiyor. O nedenle bu alanda daha titiz çalışmalar yürütülmeli.”
.
Mustafa Kemal’in kırpılan resmiyle bir gerçek ortaya çıktı
Mustafa Kamal’in okullarda ve ders kitaplarında sıkça kullanılan yalnız bildiğimiz bu en meşhur fotoğrafının orjinalinde yalnız olmadığı aslında Türk düşmanı hain Şerif Hüseyin’in oğlu Kral Faysal ile 1931’de yan yana iken çekilmiş olduğu ancak resmin yarısının kırpıldığını biliyor muydunuz?
Çin’in Dünyâ’nın gelecekteki siyâsetinde en nâfiz bir güç olacağı görüşünün bütün teferruâtı ile burada saded dışıdır. Bununla beraber, bu hususta çok kısa bir izâhâtı gerekli görüyoruz:
Çin‘in bu gün 1.6 milyar olan nüfûsunun, en az üçyüz milyonu kayıtdışıdır. Bunlar ailelerin ikinci çocuklarıdır. Çünkü âilelerin birden fazla çocuk yapmaları kânûnen yasaktır. Böyle olunca her türlü hak ve hukûktan mahrûm olan bu 300 milyon insan, gündelik haşlanmış bir avuç pirinç mukâbilinde, bütün gün çalışmaya mecburdurlar. Bu Dünya’da en ucuz bir “emek” demektir. Daha şimdiden makineden ziyâde, el emeğine dayanan istihsâl sahalarında Çin, Dünya’yı dize getirmiş bulunmaktadır. Mesela, Türk ve İran halıları, Çin’de aynı kalitede ve fakat fiyat bakımından dörtte bir, beşte bir fiyatına üretilmekte ve bütün Dünya’ya satılmaktadır. Şu anda Dünya piyasalarına İran veya Türkiye’nin halı satma şansı kalmamıştır. Çin’in el emeğine dayanan ma’müllerdeki bu korkunç dampingi halıya münhasır da değildir.
Buna ilâveten Çin’in, bugün, Amerikan Üniversiteleri‘nde okumakta olan 5 milyon gencinin bulunduğunu düşünmek, bu ülkenin yakın bir gelecekte ekonomik bir güç olarak ne duruma geleceğini anlamak için kâfîdir sanırız.
Çin, tarihte bizim ilk ve en ehemmiyetli komşumuzdur. Bugün de Türk Âlemi’nin en büyük bir parçası olan Doğu Türkistan’ı “Sinkiyank” (Yeni Hayat Ülkesi) adıyla esâreti altında inim inim inletmektedir. Böyle olduğu halde Türkiye’nin siyâseten Çin’e ve burada vâkî olmakta bulunan gelişmeye ilgisiz kalması şâyân-ı teessüftür. Halbuki Osmanlı Devleti ömrünü tamamlamasına az bir zaman kalmışken, Çin’le büyük ölçüde ilgilenmiş ve Sultan Abdülhamidmerhum, hilâfet siyâsetinin parlak bir zaferini bu alaka sayesinde temin etmişti. Şöyle ki; 1900 yılında Çin’de ortaya çıkan milliyetçilik hareketi, “Boxer” isyanı adıyla bilinen bir başkaldırma ile Batılı diplomatları büyük bir tedhîşe muhatab kılmıştı. İlk olarak cadde ortasında Alman Büyükelçisi Kettler ‘in öldürülmesi üzerine II. Wilhelm, Sultan Abdülhamid Han ‘dan yardım talep etmişti. Bu talebi, Çin’e müdâhale etmek için mükemmel bir bahâne olarak kullanan Sultan Abdülhamid, oraya bir heyet göndererek sükûnet telkininde bulunmuştu. Zira Çin’in o günkü beşyüz milyonluk nüfûsu içinde takrîben elli milyon Çin asıllı müslüman vardı. (4) Bunlar câmilerinde Cuma hutbelerinde Sultan Abdülhamid ‘in “halife” sıfatıyla adını zikrediyor ve ona duâ ediyorlardı. Abdülhamid ‘in Mirlivâ Enver Paşariyâsetinde gönderdiği bu heyet, Çin’e ulaştığında isyan yatışmış olmakla beraber her tarafta onun sükûnet telkin eden fermanı Çince olarak duvarlara asılmış ve Abdülhamid bu müdâhale sonunda Pekin’de komünist ihtilâline kadar devam etmiş bulunan “Pekin Hamidiye İslam Üniversitesi ” adıyla bir müessese kurmuştur.
Daha sonra 1904 yılında Japon-Rus harbi vesîlesiyle de Türkiye, Uzakdoğu’yla alâka kurmuş ve Japonlar’ın Rusları mağlub edip okyanusa açılan bütün gemilerini batırmış olmasından büyük bir memnûniyet duymuştu. Bugün bize ne oluyor ki, uyanan bu devi alâkasız nazarlarla takip etmekten nefsimizi müstağnî addediyoruz. Sadece Doğu Türkistan’da cârî olan Çin zulmü bile türk ve müslüman olarak Çin’i hassâsiyetle takip etmemizi gerektirmez mi? Kaldı ki, buna ilâveten yeni ve müdhiş bir sebeb zuhûr etmiş bulunmaktadır:
Yahudiler beynelmilel arenada icrâ edegeldikleri ifsad ve ihânetleri daima bir süper gücün arkasına saklanarak onun desteği vasıtasıyla yapmışlardır. 19. asır boyunca İngilizler’i ve 20. asırda Amerika’yı kullanan yahudiler, 21. asırda Çin’le birlikte hareket etmeye hazırlanmaktadırlar. Bu demektir ki, Çin yahudi desteğini de arkasına alarak bu asra damgasını vuracak bir “süper güç” olacaktır. Amerika ise orada yahudilerin çıkaracağı bir fitne sebebiyle eyâletler arası kavgaya sürüklenecek, binnetice üçe-beşe bölünecektir. Süper güç olmaya hazırlanan AB ise sıkı bir sûrette yahudi takibine mâruzdur ve azamî onbeş-yirmi sene sonra çatırdayıp parçalanmaya mahkûmdur.
Daha şimdiden yahudi sermayesi Amerika’dan Çin’e intikal etmeye başlamıştır. Bu intikal kemâle erince Dünya yeni bir şekil alacaktır. Nevi şahsına münhasır bir tarih mirasına mâlik olan Türkiye’den başka Dünya’da hiçbir milletin bu gelişmeye mukâbil bir süper güç olma vasfıyla karşı koyma şansı yoktur. Zira Türkiye için arzettiğimiz:
a- Âlemşümûl mefkûrenin geri gelişi,
b- Stratejik imkânları hâiz bir ülke
c- Nüfus gibi faktörler İslâm Dünyası’nda da hatır ve hafsalaya sığmaz bir gelişme kaydetmiş durumdadır. Yahudi siyâsî emellerine bağlı olarak İngilizler vâsıtasıyla bu âlemde gerçekleştirilmiş olan parçalanma ve bundan doğan zaaf Türkiye’nin İslâm’a meyletmesiyle kolayca aşılacak ve “başsızlık belâsı” nın bütün menfî neticeleri bertaraf olacaktır. Bu kaderin bir hükmüdür ki, biraz aşağıda fiilî delilleriyle izah olunmuşutr.
Diğer taraftan Çin’in hemen yanıbaşındaki Hindistan da 1 milyarlık nüfusuyla (5) Dünya ekonomik hayatı için ciddî bir tehlike arz etmektedir. Üstelik bu ülke sanayini de kurup, tamamlamıştır.
Amerika‘nın Afganistan‘a yerleşmek husûsundaki kararlılığının derûnî sebeplerini kavrayabilmek için, Çin ve onunla birlikte Hindistan‘ın vâd ettiği geleceğe dikkat etmek lâzımdır.
Amerika, gerek Çin’in, gerekse Hindistan’ın nüfûsunu yakın bir gelecekte “mikrop harbi” yle azaltma plânı peşindedir. Çin’i bir milyarın Hindistan’ı ise beş yüz milyonun altına indirilecek tedbir “şarbon mikrobu” hâdisedinde sâbit olduğu üzere miktrop üretimiyle gerçekleşcektir İnsan üzerinde öldürücü bir tesiri olan şarbon mikrobunu Amerikalılar’ın neden üretip depoladıklarını başka türlü izah mümkün değildir. Onun Afganistan’ı bir üs olarak seçmesi bu maksada bağlıdır. Batılılar, aynen yahudilerde olduğu gibi kendilerinden olmayanları acımak ve onları insan yerine koymak temâyülü nice zaman dan beri mefkuttur. Vaktâki Amerikan yerlisi kızılderililere tatbik ettikleri îtisaf (yok etme) ile bu iddiâmız sâbit ve gerçektir.
Siyonizmin, masonluğu da kullanarak bu kadar büyük bir nüfûsu yönlendirebileceğini kolay kolay söylemek mümkün değildir. Bununla beraber onlar bu şansı, -aynen Japonya misalinde olduğu gibi- denemekten geri kalmayacaklardır. Şimdiden görünen odur ki, Siyonistler geçen asırda nasıl İngiltere‘den Amerika‘ya intikal ettilerse de bu defa da benzer bir mecburiyetle karşı karşıya geleceklerdir. Zira Amerika‘daki şans ve nüfûzlarını -umûmî efkâr baskısıyla- kaybetmeye başlayacakları muhakkaktır. Bunun sebebi şudur:
Yıllardan beri Ortadoğu’da siyonizmin oynamakta olduğu meş’ûm rol, Onun nâfiz olduğu propaganda vasıtalarıyla setredilmekte ve İsrail, aslında bir kurt olduğu halde kuzu postuna büründürülmekteydi. Lâkin bugün televizyonun yaygınlaşması sebebiyle, İsrail zulümleri, her Allah’ın günü bütün Dünya halkınca canlı ve müşahhas bir sûrette seyredilmekte ve zihinlerde yerleşmektedir. İsrail propagandası ise bu zulümleri setretmek veya ters yüz etmek husûsunda ilk defa kifâyetsiz kalmış bulunmaktadır.
Bilhassa Amerika’da gelecek ilk seçimde adaylar, son seçimdekinin aksine olarak Yahudi desteği aramayacaklardır. Aksine umûmî efkârın gönlünü kazanmak için yaygın ve cesur bir şekilde -muhtemelen- Yahudilerin ve Siyonist emellerin aleyhlerinde konuşacaklardır. Bundan şikâyet edenlere verilecek cevap daha şimdiden hazırdır:
“-Böyle yapmasam, seçim kazanma şansım yoktur!”
Bu, karısı sabataist, kendisi de 30 yıllık siyâsetiyle mâlum bir şahsiyet olan Ecevit‘e bile Filistin’deki son hadiseler için“soykırım” dedirten bir mecbûriyettir. Şimdilik, kendisi için şeref teşkil etmeyecek bir sûrette geriye adım atmış olsa bile, onu aklen ve vicdânen bu sözleri söylemeye icbâr eden umûmî efkâr baskısıdır ki, yakın bir gelecekte bunu her ülkede, her siyasî lider kabullenmeye mecbur kalacaktır. Dünya umûm-ı efkârını yüzyıllardan beri aldatagelen Siyonizmin îcâdı olan son katliâmlar -kaç mâsum müslümanın hayatına mâl olursa olsun- İslâm’ın, Türklük’ün ve bütün insanlığın gözlerini açmak bakımından kâr hanesi, zarar hanesine kat kat fâik olan bir keyfiyettir. Daha şimdiden Siyonizm propagandası, bu hadiseler sebebiyle tarihte ilk defa olarak âciz kalmış ve iflâs etmiştir.
(1) Çin kaynaklan, oradaki müslümanların sayısını ittifakla olduğunun çok altında göstermektedir. Gerçi Çin’de ciddî bir nüfus sayımı yapılmış değildir. Ama yukarıda bahsettiğimiz “Boxer” isyanı sebebiyle Çin’e giden Türk heyetinin Sultan Abdülhamid Han’a verdiği rapor, Çin’deki müs-lümanlar ve onların sayıları hakkında şu bilgiyi ihtiva etmektedir:
“İslâmiyetin Çin’e girişi. Peygamberimizin yakınlarından Ebu Vak- kas’m himmeti ile olmuştur. Çin’de ilk cami, güney Çin’deki Kanton vilâyet merkezinde inşâ edilmiştir. Çin’in kuzeydoğu bölgesindeki Kansu ve Shensi illerinde, yirmi milyondan fazla müslüman vardır. Burası, Doğu Türkistan’a bitişik olduğundan, İslâmiyet’in Çin’de yayılmasına vesîle olmuştur. Çin’in diğer vilâyetlerinde de az çok müslüman mevcuddur. Bazılarına göre, bütün Çin’de elli milyona yakın müslüman olduğu belirtilmektedir.” (Taha Toros, Milliyet Gazetesi, 19 haziran 1972, s: 7)
1900 yılında Çin’in nüfusu beş yüz veya altı yüz milyon civarında tah min olunmaktaydı. Bugün Çin’in nüfusu 1.6 milyar olduğuna nazaran, oradaki müslümanların adedini yüzmilyonun üzerinde farzetmek yanlış ol maz. Bu rakama tamamı türk ve müslüman olan Doğu Türkistan halkı dâhil değldir. Bunlar Çin ırkından insanlardır.