|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
www.gonulsultanlari.com › ... › Biz hepimiz ahiret yolcusuyuz
Bağdat Evliyasından Hidayetullah Erbili hazretlerine "rahmetullahi aleyh", bir gün bazı sevdikleri gelip; - Efendim, i
www.bizimsahife.org/.../Mehmet.../gb_sihintilerin_sebebi_12072002.ht...
Sıkıntıların sebebi 12072002. Zamanımızda, çok kimsenin eline yeteri kadar para geçmesine rağmen sıkıntı ç
ASIL CEVAP Dertlerin, belaların gelmesine sebep, günah işlemektir. Fakat, belalar, sıkıntılar, günahların affedilmesine sebep olur. O halde, dostlara, belalar, ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=2688
|
Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki: Allahü teâlâ, kuluna zulmetmez, fakat kul kendine zulmediyor. Bütün sıkıntıların temelinde şu yatıyor: Cenab-ı Hak kullarına iyilik ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=7193
|
... şeyi sebeple yaratır. Bir şeye kavuşmak için, bu şeyin yaratılmasına sebep olan şeyi yapmak gerekir. ... Ruhi sıkıntıların çoğu, cinden ve büyüden meydana gelir.
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=1763
|
İnsanların çektikleri sıkıntıların sebebi kötü din adamlarıdır. Kötü din adamları, mahsulün önündeki suyu kesmiş kaya'lara benzer. Suyu bırakmazlar ki mahsul ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=1903
|
CEVAP Sıkıntıdan kurtulmak için sebeplere yapışmak gerekir. ... Sebebi sorulunca, şu mealdeki âyet-i kerimeleri okudu: (Çok affedici olan Rabbinize istigfar ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=1991
|
CEVAP İnsanın yaratılış gayesi bilinmeyince, dünyadaki hadiselerin sebebi ... Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymakla çeşitli sıkıntılar çekilecek, itaat edenle ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=2506
|
Rızık için sıkıntı çekerseniz, Allahü teâlânın emrine uygun hareket edin.) [ Taberani] ... Çünkü, Allahü teâlânın işleri, sebepler altında tecelli eder. Âdet-i İlâhiye ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=1347
|
Sıkıntıların sebebi |
|
Bağdat Evliyasından Hidayetullah Erbili hazretlerine "rahmetullahi aleyh", bir gün bazı sevdikleri gelip;
- Efendim, insana sıkıntıların gelmesine sebep nedir? diye sordular.
Cevabında;
- Her sıkıntıya sebep, “günah işlemek”tir, buyurdu.
Sordular:
- Çaresi nedir efendim?
- Pişman olup, istiğfar eylemektir.
Sordular yine:
- Günah işlemeye sebep nedir hocam?
- Kibirdir. Her günahın altını biraz kazırsanız, “Kibir” çıkar altından. Kibir de nefsin sıfatıdır. Öyleyse her şeyden önce nefsimizi kırmamız lazım.
- Nefis nasıl kırılır ki efendim?
- Çok kolay. İstemediği şeyleri yapacaksınız. Mesela nefs kimseye danışmak istemez. “Ben bilirim” der. İşlerinizde istişare ederseniz, kırılır nefsiniz. Yolda bir mümine rastlarsanız, önce siz selam verin. Ve müsafeha için, önce siz uzatın elinizi.
Ve ekledi:
- Gücendiğiniz kimseden, önce siz özür dileyin. Bir ihtilafta, karşı tarafa; “Sen haklısın!” deyin. Öfkelenmeyin, sabredin. Bütün bunlar, nefsi kıran şeylerdir.
Üç nasihat
Bir gün de sevdiği bir genç gelip nasihat istedi bu zattan.
Ona sevgiyle bakıp;
- Sana üç nasihatım var, buyurdu. Bunlara, ömrün boyunca riayet etmeni istiyorum.
Delikanlı;
- Baş üstüne efendim, dedi. Buyurun lütfen.
- Birincisi, parayı sevme evladım . Paran cebinde olsun, kalbinde değil. Kalbde para sevgisinin olup olmamasının işareti nedir biliyor musun?
- Nedir efendim?
- Parayı kazanınca sevinmemek, kaybedince de üzülmemektir.
Rica etti:
- İkinci nasihatınız efendim?
- İkincisi, öyle hayat sür ki, hiç kimse senin yüzünden Cehenneme girmesin. Yani seni örnek alıp da bir günah işlemesinler. Üçüncüsü de, yanına üzülerek gelen herkes, neşe ile, gülerek ayrılsın yanından.
Başarının sırrı
Bir gün de sevdiklerine;
- Kardeşlerim, günahların neticesi olan azaplardan kurtulmak için tövbe istiğfar etmelidir, buyurdu. Hiç kimsenin kalbini kırmayın. Zira büyük günahtır. Ayrıca kalb kırmanın kapısı açılınca küfre girilir. Yani küfrün hemen yanında kalb kırmak vardır.
Ve ilave etti:
- Bu devirde muvaffak olmanın sırrı, iki şeydir.
Sordular:
- Onlar nedir efendim?
- Biri “sabretmek”, diğeri “güler yüzlü olmak”tır, buyurdu.
Ve şöyle bitirdi:
- Mertlik, herkesle iyi geçinmektir.
.Sıkıntıların sebebi 12072002
Zamanımızda, çok kimsenin eline yeteri kadar para geçmesine rağmen sıkıntı çekiliyor. Çünkü bereket yok. Bereket kalmadı. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet edilmezse, namaz kılınmazsa birçok bela, musibet gelir insanın başına.
Dinimizde, namazın ayrı bir yeri vardır. Müslüman, namazını her halükârda kılmalıdır. Hatta, geciktirmeden vakti girince hemen namazını kılmalıdır. Çocuklarımıza, zaruri ihtiyaçları olan yemek yemesini, su içmesini öğrettiğimiz gibi zamanı gelince namazlarını vaktinde kılmalarını öğretmeliyiz, emretmeliyiz. Namaz kılınmazsa birçok sıkıntı gelir insanın başına. Bunlardan dördü şunlardır:
1- Rızıklar daralır: İşte hepimiz görüyoruz. Herkes geçim sıkıntısında. Eskiden evde bir kişi çalışır, rahat geçinilirdi. Şimdi, icabında 2-3 kişi çalışıyor fakat yine de sıkıntıdan kurtulmak mümkün olmuyor.
2- Hastalıklar artar: Bugün hemen hemen her evde hasta var. Her ev ilaç deposu. Kiminin midesi, kiminin kalbi. Neticede herkes hasta. Bütün hastahaneler tıklım tıklım dolu.
3- Emniyet olmaz: Cinayetler, adam öldürmeler çoğalır. Hırsızlık, dolandırıcılık her tarafı sarar. Kimsenin kimseye itimadı kalmaz. Kardeş kardeşten şüphelenir hale gelir. İtimad, güven kalmaz. Herkes malının ve canının derdine düşer.
4- Merhamet kalkar: Patron işçisine, işçi patronuna şefkatli olmaz. İşçisi, perişan haldeyken, patronu, su gibi para harcar. Tok, açın halinden anlamaz. İşçi patronuna düşman olur. Hal böyle olunca, işyerlerinde, evlerde huzur kalmaz. Hanım kocasını, çocuklar anne ve babalarını dinlemez. Komşular birbirini sevmez. Merhamet olmadığı için, insan komşusuna her türlü kötülüğü yapmaktan çekinmez. Herkes kendi rahatını düşünür. Ben rahat olayım da, isterse herkes sıkıntıda olsun, zihniyeti hakim olur.
Halbuki, dinimize göre, Müslümanlar, bir vücudun organları gibidir. Birine bir zarar gelirse, bundan hepsi etkilenir. Hakiki Müslüman, bir Müslüman kardeşinin ayağına diken batsa, kendi ayağına batmış gibi o dikeni içinde hisseder. Bunlar, hep din bağı ile, merhamet ile olan şeylerdir. Bunlar kalkınca merhamet kalmaz.
Eğer Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet edilir, namazlar muntazam ve vaktinde kılınırsa, bunların tersi olur. Herkes birbirini sever. Müslümanların birbirlerini sevmesi, nefislerimizi sevmememize bağlıdır. Çünkü nefsimiz, Allahü teâlânın düşmanıdır. Nefsini seven, arkadaşını, büyükleri, Peygamber efendimizi ve Allahü teâlâyı sevemez. Çünkü bir kalpte iki sevgi bulunmaz. Bir zât, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme gelerek,
- Kazancım bol olmasına rağmen geçim sıkıntısı çekiyorum, bundan nasıl kurtulabilirim? diye sorunca, Peygamber efendimiz de
- Evinizde namaz kılmayan var mı? diye sordu.
- Hayır efendim, evde hepimiz namazımızı kılıyoruz. Namaz kılmayan yok.
- Komşularınızda, hatta mahallenizde namaz kılmayan var mı?
- Efendim, komşularımızda ve mahallemizde de namaz kılmayan yok.
- Bir araştırın, mahallenizden namaz kılmayan birisi geçmiş mi?
- Efendim araştırdık, mahallemizden namaz kılmayan hiç kimse geçmemiş.
- Bu bereketsizlik namaz kılmamaktandır, buyurarak araştırılmasını işaret buyurdu.
O zât tekrar araştırıp Resûlullahın huzuruna geldi:
- Yâ Resûlallah, iyice araştırdım, namaz kılmayan birinin cenazesi geçerken tabutu bizim evin duvarını çizmiş deyince, Peygamber efendimiz:
- İşte evinizdeki bereketsizlik bundandır. O duvarı hemen yıkın, yeniden yapın! buyurdu.
Müslümanın, meşgalesi, asıl maksadını unutturmamalıdır. Müslümanın maksadı, malıyla, mülküyle hep dine, topluma hizmet olmalıdır. Böyle olmazsa, Müslüman namazını muntazam kılmazsa, dinin emirlerine uymazsa dünyada da ahirette de işi çok zordur.
Dert ve belaların geliş sebebi
|
İmam-ı Rabbani hazretleri, insana belanın geliş sebeplerini sual ve cevaplarla şöyle açıklıyor:
Sual: Enbiya ve evliya, hep dert ve bela içinde yaşadı. Halbuki, Şura suresinde, (Size gelen belalar, kabahatlerinizin cezasıdır)buyuruldu. Bu âyete göre, dertlerin çokluğu, günahın çokluğunu gösteriyor. Enbiya ve evliya olmayanın, çok sıkıntı çekmesi gerekirken dostlarına, neden dert, bela veriyor? Düşmanları neden rahat ve nimet içinde yaşıyor?
CEVAP
Dünya, zevk yeri değil. Ahiret, bunun için yaratıldı. Dünya ile ahiret, birbirinin zıddı, tersidir. Birini sevindirmek, ötekinin gücenmesine sebep olur. Yani, birinde zevk aramak, ötekinde elem çekmeye sebep olur. O halde, dünyada nimetleri, lezzetleri çok olanlar, bunlara lazım olan şükrü yapmazlarsa, ahirette çok acı çekecektir. Bunun gibi, dünyada, tehlikelerden sakındığı halde, çok acı çeken mümin, ahirette çok lezzete kavuşacaktır. Dünyanın ömrü, ahiretin uzunluğu yanında, deniz yanında bir damla kadar bile değildir. Sonu olan, sonsuz ile ölçülebilir mi? Bunun için dostlarına merhamet ederek, sonsuz nimetlere kavuşmaları için, dünyada birkaç gün sıkıntı çektiriyor. Düşmanlarına, biraz lezzet verip, çok elemlere sürüklüyor.
Sual: Allahü teâlâ, her şeye kadirdir. Dostlarına, hem dünyada, hem ahirette nimetler verseydi ve dünyada verdiği lezzetler, ahirette, bunların elem çekmesine sebep olmasaydı, daha iyi olmaz mı idi?
CEVAP
Bunun çeşitli cevapları vardır. Yedisi şöyledir:
1- Dünyada, birkaç gün dert, bela çekmeselerdi, Cennetin lezzetlerinin kıymetini anlamazlardı ve ebedi nimetlerin kıymetini bilmezlerdi. Açlık çekmeyen, yemeğin lezzetini anlamaz. Acı çekmeyen, rahatlığın kıymetini bilmez. Dünyada bunlara elem vermek, sanki daimi lezzetleri arttırmak içindir. Bu elemler, bir nimet olup, cahil halkı denemek için, büyüklere verilen nimetler, elem olarak gösterilmektedir. Yabancılara elem şeklinde gösterilen, dostlar için nimettir.
2- Belalar, sıkıntılar, cahil için sıkıntı ise de, bu büyüklere, sevdiklerinden gelen her şey, tatlı olur. Nimetlerden lezzet aldıkları gibi, belalardan da lezzet duyarlar. Hatta, bela sadece sevgilinin arzusu olup, kendi istekleri karışmadığı için, daha tatlı gelir. Nimetlerde bu lezzet bulunamaz. Çünkü, nimetlerde, nefislerinin istekleri de vardır. Bela gelince, nefisleri ağlar, inler. Bu büyükler, belayı nimetten daha çok sever. Bela, bunlara, nimetten daha tatlı gelir. Bunların dünyadan aldıkları lezzet, belalardan, musibetlerden gelir. Dünyada dert ve bela olmasaydı, bunların gözünde, dünyanın hiç değeri olmazdı. Dünyanın acı olayları olmasaydı, onu boş, abes görürlerdi. O halde, Allahü teâlânın dostları, dünyada da, ahirette de sevinçlidir. Dertlerden aldıkları lezzetler, ahiret lezzetlerinin azalmasına sebep olmaz.
Ahiret lezzetlerini gideren, cahillerin aradıkları lezzetlerdir. Allahü teâlânın başkalarına verdiği nimetler, dostlarına rahmettir. Onlara dert, elem olanlar da, dostlarına nimettir. Başkaları nimet gelince sevinir, dert gelince üzülür. Bu büyükler, nimette de, dertte de sevinçlidir. Çünkü bunlar, işlerin güzelliğine, çirkinliğine bakmaz, işleri yapanın güzelliğine bakar. İşleri yapan sevgili olduğu gibi, işleri de sevgili olur ve tatlı gelir. Bu dünyada, her şey, güzel olan yapıcının işi olduğundan, dert ve zarar verse de, bunlara, istedikleri ve sevdikleri şey olur. Kendilerine tatlı gelir. Allahü teâlâ, dostlarını her an, kendi arzusuna razı ettirip, zevk ve lezzet içinde tutuyor. Başkasına dert olan, dostlar için, cemal ve kemal oluyor. Bunların arzularını, arzu edilmeyen şeyler içine yerleştirdi. Dünya lezzetlerini, başkalarının aksine, ahiret derece ve lezzetlerinin artmasına sebep eyledi.
3- Bu dünya, imtihan yeridir. Burada hak ile bâtıl; haklı ile haksız karışıktır. Burada, Allahü teâlâ, dostlarına sıkıntılar, belalar vermeseydi, yalnız düşmanlarına verseydi, dost, düşmandan ayrılır, belli olurdu. İmtihanın faydası kalmazdı. Halbuki, gayba iman etmek gerekir. Dünya ve ahiretin bütün saadetleri, görmeden inanmaya bağlıdır. Hadid suresinin, (Allahü teâlâ, Peygamberlerine, gaybdan, görmeden, yardım edenleri bilmek için...) mealindeki 25. âyetinde, bu hâl bildirilmektedir. Dostlarını bela içinde göstererek, düşmanlarının gözünden sakladı. Dünya, imtihan yeri oldu. Dostları, görünüşte belada, gerçekte ise, zevk ve sefada. Peygamberlerin, düşmanlarla savaşması da böyle olurdu. Bedir’de Müslümanlar, Uhud’da kâfirler galip gelmişti. (Al-i İmran 140)
4- Evet, Allahü teâlâ her şeye kadirdir. Dostlarına hem dünyada, hem de ahirette rahatlık verebilir ama, âdeti böyle değildir. Kudretini, hikmeti ve âdeti altına gizlemeyi sever. İşlerini, yaratmasını, sebepler altında gizlemiştir. O halde, dünya ahiretin aksi olduğundan, dostların, ahiret nimetlerine kavuşmak için, dünyada sıkıntı çekmeleri gerekir. [Allahü teâlânın dostları, dertlere, belalara, tehlikelere karşı tedbir alır. Bunlardan kurtulmaya çalışır. Dayanılamayacak şeylerden kaçınmak, Peygamberlerin sünnetidir. Tedbirlere, çalışmalara rağmen başa gelen belalardan zevk alırlar. Dertlerden zevk almak, yüksek derecedir. Çok az seçilmişlerin yapacağı iştir.]
ASIL CEVAP
Dertlerin, belaların gelmesine sebep, günah işlemektir. Fakat, belalar, sıkıntılar, günahların affedilmesine sebep olur. O halde, dostlara, belalar, sıkıntılar çok gelirse günahları kalmaz. [Ama tevbe, istigfar edince de, günahlar affolur. Dert ve bela gelmesine lüzum kalmaz. O halde, dert ve beladan kurtulmak için, çok istigfar okumalı.] Dostların günahını, düşmanların günahları gibi sanmamalı. (İyilerin, iyilik sandıkları şeyleri, dostlar, günah bilir) buyuruldu. Bunların günah ve kusurları olsa da, başkalarının günahları gibi değildir. Yanılmak ve unutmak gibidir. Niyet ederek, karar vererek yapılmış değildir. Taha suresinin, (Âdeme önce söyledik. Fakat unuttu. Azm ile, karar ile yapmadı) mealindeki 115. âyet-i kerime bunu bildiriyor. O halde, dostlara gelen dertlerin, belaların, çok olması, günahların çok olduğunu göstermez, günahların çok affedildiğini gösterir. Dostlarına çok bela vererek, günahlarını affeder, temizler. Böylece bunları, ahiret sıkıntılarından korur.
Cehennemdeki çok şiddetli azapların, birkaç günlük sıkıntı ile giderilmesi ve günahların temizlenmesi için dünyada sebepler gönderilmesi ne büyük nimettir. Dostlara bu muamele yapılırken, başkalarının günahlarının hesabını ahirete bırakıyorlar. O halde dostlara, dünyada çok dert ve bela vermesi lazımdır. Başkaları, bu ihsana layık değildir. Çünkü, büyük günah işlerler, yalvarmaz, boyun bükmez, ağlamaz ve Ona sığınmazlar. Günahları sıkılmadan ve kasten işlerler. Hatta inat edercesine işlerler. Hatta, Allahü teâlânın ayetleri ile alay edecek, inanmayacak kadar ileri giderler. Ceza, suçun büyüklüğüne göre değişir. Günah küçük olur ve suçlu boynunu büküp yalvarırsa, bu suç, dünya dertleri ile affolunabilir. Fakat, günah büyük, ağır olur ve suçlu inatçı, saygısız olursa, bunun cezası ahirette sonsuz ve çok acı olmak lazım gelir. (Allahü teâlâ, onlara zulmetmez. Onlar, kendi kendilerine zulmedip, ağır cezaları hak ettiler) buyuruldu. (Nahl 33)
Cahiller, ahmaklar, (Allah, dostlarına niçin bela gönderiyor da, nimet vermiyor) diyerek, bu sevgili kullara inanmıyorlar. Kâfirler, insanların en iyisine de böyle söylerdi. (Kâfirler, bu nasıl Peygamber, bizim gibi yiyip içiyor, sokakta geziyor. Peygamber olsaydı, kendisine melek gelir, yardımcıları olur, bize onlar da haber verir, Cehennem ile korkuturlardı. Yahut, Rabbi, para hazineleri gönderir veya meyve bahçeleri, çiftlikleri olur, istediğini yerdi dediler...) [Furkan 7]
Böyle sözler, ahiret hayatına inanmayanların sözleridir. Cennet nimetlerinin, Cehennem azaplarının sonsuz olduğunu bilen kimse, dünyanın birkaç günlük belalarına, sıkıntılarına hiç önem verir mi? Bu dertlerin, sonsuz saadete sebep olacağını düşünerek, bunları nimet olarak karşılar. Belalar, sıkıntılar, sevginin, şaşmayan şahitleridir. Ahmakların bunu anlamamasının ne önemi olur.
6- Bela, kemend-i mahbubdur [sevgilinin, âşıkını kendine çekmek için gönderdiği kemenddir.] Âşıkları, sevgiliden başka şeylere bakmaktan koruyan bir kamçı gibidir. Âşıkları, sevgiliye döndürür. O halde, dertlerin, belaların dostlara gönderilmesi lazımdır. Belalar, dostları, sevgiliden başka şeylere düşkün olmak günahından korur. Başkaları, bu nimete layık değildir. Dostları, zorla sevgiliye çekerler. İstediklerini dert ve bela ile çekerler ve onu sevgili derecesine yükseltirler. İstemediklerini başıboş bırakırlar. Bunların içinden, sonsuz saadete layık olan, kendisi doğru yola gelip, çalışarak, uğraşarak, ihsana kavuşur.
Görülüyor ki, seçilenlere, bela çok gelir. Çalışanlara, uğraşanlara o kadar çok gelmez. Bunun içindir ki, seçilmişlerin, beğenilmişlerin ve sevilmişlerin baş tacı olan Peygamberimiz, (Benim çektiğim acı gibi, hiçbir Peygamber acı çekmedi) buyurdu. O halde, dert ve belalar, öyle usta bir kılavuzdur ki, dostu dosta, şaşmadan kavuşturur. Sevgiliden başkasına bakmakla onu lekelemekten korur. Ne kadar şaşılır ki, âşıklar, hazinelere malik olsa, hepsini verip, dert ve bela satın alır. Aşk-ı ilahiden haberi olmayan, dert ve beladan kurtulmak için, varını yoğunu harcar.
Sual: Dert ve bela gelince, dostların bazen üzüldükleri de görülüyor. Bunun sebebi nedir?
CEVAP
O üzüntü görünüştedir. Tabiattendir. Bu üzüntünün faydaları vardır. Çünkü, bu üzüntü olmasa, nefis ile cihad edilemez. Peygamberimiz vefat edeceği zaman, görülen sıkıntısı, nefis ile cihadın son parçaları idi. Böylece, son nefesi de düşman ile mücadelede geçmiş oldu. Ölüm anında en şiddetli mücadeleyi yaptı. İnsanlık sıfatları, tabiat istekleri kalmadı. Mübarek nefsini tam itaate, hakiki itminana getirdi.
O halde, bela, aşk ve muhabbet pazarının tellalıdır. Muhabbeti olmayanın tellal ile ne işi olur. Tellalın buna ne faydası olur ve bunun gözünde tellalın ne kıymeti vardır?
7- Bela gelmesinin bir sebebi de, doğru âşıkları, dost görünen yalancılardan ayırmaktır. Doğru olan âşık, beladan lezzet alır, sevinir. Yalancı ise, acı duyar, sızlanır. Muhabbetin tadını tatmış ise, hakiki acı duymaz. Acı duyması görünüştedir. Âşıklar, bu iki acıyı birbirinden ayırır. Bunun için, (Veli, Veliyi tanır) buyurmuşlardır.
Allahü teâlâ kullarına zulmetmez
Sual: Deprem, trafik kazası gibi sebeplerle birçok suçsuz kimse, ya ölüyor veya sakat kalıyor. Bazılarına da, hiç suçları olmadığı halde çeşitli belalar geliyor. Suçsuz insanlara böyle bela niçin gelir?
CEVAP
İmam-ı Rabbani hazretleri, (Mektubat)da buyuruyor ki:
(Dertlerin, belaların gelmesine sebep günah işlemektir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Size gelen bela, musibet, kabahatlerinizin, günahlarınızın cezasıdır. Bununla beraber Allahü teâlâ, bir çoğunu da affederek musibete maruz bırakmaz.) [Şura 30]
(Ey insan, sana gelen her iyilik, Allahü teâlânın ihsanı olarak, nimeti olarak gelmekte, her dert ve bela da kötülüklerine karşılık olarak gelmektedir. Hepsini yaratan gönderen Allahü teâlâdır.)[Nisa 79]
Görüldüğü gibi suçsuz kimseye bela gelmiyor. Herkes kendi cezasını çekiyor.
Hâşâ zulmetmez kuluna Hüdası, Herkesin çektiği kendi cezası.
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
(Ümmetim şu on beş kötü hasleti işlediği zaman çeşitli belalara maruz kalır:
1- Ganimet, çarçur edilir, yerinde harcanmaz.
2- Emanete hıyanet edilir, ganimet kabul edilir.
3- Zekât cereme telakki edilir. [Vermek istenmez, hile yolları aranır.]
4- Erkek karısının sözünden çıkmaz. [Kılıbık olur.]
5- Ana babaya isyan edilir, sözlerine itibar edilmez. [Geri kafalı, bunak falan denir.]
6- Ana babaya sıkıntı verilir.
7- Kötü arkadaşlara uyulur. [Ayıp olur diye çeşitli günah işlenir.]
8- Camilerde yüksek sesle konuşulur. [Hutbeyi nutuk çeker gibi okumak da buna dahildir.]
9- Kötüler, ehli olmayanlar idareci olur.
10- Şerrinden, zararından korkulanlara ikram edilir.
11- İçki içenler çoğalır.
12- Erkekler haram olan ipeği giyer.
13- Şarkıcı kadınlar çoğalır.
14- Çalgı aletleri, müzik her yere yayılır.
15- Önceki âlimler kötülenir. (Tirmizi)
Tatlı nimetler, acı ilaçlarla kaplanmıştır
Sual: Bela niçin gelir?
CEVAP
Her izzet ve her nimet, Allahü teâlâya ihlas ile itaat ve ibadet etmekten, her kötülük ve sıkıntı da, günah işlemekten hasıl olur. Herkese dert ve bela, günah yolundan, rahat ve huzur da, itaat yolundan gelir. Allahü teâlânın âdeti böyledir. Cenab-ı Hak, hiç kimseye, sebepsiz bela göndermez. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Bir millet, kendini bozmadıkça, Allah onların hallerini değiştirmez.) [Rad 11]
(Eğer Allahü teâlâ insanları küfür ve günahlarından ötürü dünyada cezalandıracak olsaydı, yer üzerinde tek canlı kalmazdı.)[Nahl 61]
Demek ki müstahak olduğumuz belaların hepsi gelse, yeryüzünde insan kalmaz. İşlediğimiz her kötülüğün cezasını dünyada görmüyoruz. Çoğunu da Allahü teâlâ affediyor. İnsanlara bela, iki sebepten gelir. Ya işlediği günahlar yüzünden veya günahsız da olsa derecesinin yükselmesi için. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Küçük-büyük her musibet, affedilecek bir günah veya kavuşulacak bir derece içindir.) [Ebu Nuaym]
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Dünya, ahirete göre deniz yanında bir damla gibi bile değildir. Dünyada birkaç gün dert bela çekilmese, Cennetin sonsuz lezzetlerinin kıymeti anlaşılmaz, ebedi sıhhat ve afiyet nimetlerinin kıymeti bilinmezdi. Açlık çekmeyen, yemeğin lezzetini anlamaz, acı çekmeyen rahatlığın kıymetini bilemez. Dünya bir anlık rüya gibidir.
Rüyada çok şeylere sahip olsak, uyanınca elimize bir şey geçmese ne kıymeti vardır? Rüyada az bir sıkıntı çekersen, uyanınca ömür boyu rahat edeceksin denilse, bir anlık sıkıntıya severek katlanılmaz mı?
Sıkıntılar çok acı görünse de, bunların nimet olduğu unutulmamalıdır. Bunun için sevilenlere dert ve bela yağmuru eksik olmaz. Bu tatlı nimetler, acı ilaçlarla kaplanmıştır. Akıllı kimse, bunun içindeki tatlı nimetleri görür. Üzerindeki acı örtüleri de tatlı gibi çiğner. Acılardan da tat alır. Hasta olan onun tadını duyamaz. Hastalık Ondan başkasına gönül vermektir. Hep tatlı yemeğe alışan, şifa verici acı ilaçtan kaçar. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Nimete kavuşması için insana musibet gelir.) [Buhari]
(Allahü teâlânın hayrını murat ettiği kul, belalara maruz kalır ve meşgul olacağı mal ve evladı kalmaz.) [Taberani]
(Musibetler yüzlerin karardığı günde, sahibinin yüzünü ağartır.)[Taberani]
(Hastanın günahları, ağaçtan yaprakların döküldüğü gibi dökülür.) [İbni Hibban]
(Allahü teâlâ buyurdu ki: "Gönderdiğim belaya sabreden, nimete şükreden, sıddıklarla beraber olur. Bunları yapmayan kendine başka Rab arasın!") [T. Gafilin]
(Allah yolundaki mümine isabet eden her yorgunluk, hastalık, sıkıntı, üzüntü, keder, hatta ayağına batan diken, günahlarına kefaret olur.) [Buhari]
(Belayı nimet, bolluk ve rahatlığı musibet saymayan, kâmil mümin değildir. Çünkü beladan sonra bolluk, bolluktan sonra bela gelir.) [Taberani]
(En şiddetli bela, enbiya, evliya ve benzerlerine gelir. Kişi imanının sağlamlığı nispetinde belaya maruz kalır. İmanı sağlam ise belası şiddetli, imanı zayıf ise hafif olur.) [Tirmizi]
(Kişi, hep sıhhat ve selamette olsa idi, bu ikisi onun helakı için kâfi gelirdi.) [İ. Asakir]
(Baş ağrısı veya herhangi bir hastalığı sebebiyle, müminin Uhud dağı kadar günahı olsa da, hepsi affolur.) [Taberani]
(Hak teâlâ buyurdu ki: "İzzet ve celalim hakkı için, dilediğim kulumun, malına darlık, bedenine hastalık vererek affetmedikçe dünyadan çıkarmam.") [Ruzeyn]
(Müminin günahları affoluncaya kadar bela ve hastalık gelir.)[Hakim]
(Hak teâlâ buyurdu ki: "Bedenine, evladına veya malına bir musibet gelen, sabr-ı cemille karşılarsa, Kıyamette ona hesap sormaya hayâ ederim.) [Hakim]
(Şüphe edilen altını, ateşle muayene ettikleri gibi, Allahü teâlâ insanları dert ile, bela ile imtihan eder.) [Taberani]
(Afiyette olan, kıyamette, belaya maruz kalanlara verilen sevapların çokluğunu görünce, "Keşke dünyada iken derilerimiz, makasla kesilseydi" diyeceklerdir.) [Tirmizi]
(Kul için Allahü teâlâ katında öyle bir derece vardır ki, ameli ile o dereceye kavuşamaz. Belaya müptela olunca, o dereceye kavuşur.) [Ebu Nuaym]
Günahın cezası
Sual: Ne zaman bir günah işlesem, başıma bir bela geliyor. Belaya maruz kalmak neye alamettir?
CEVAP
Günah işlemek kötüye, belaya maruz kalmak iyiye alamettir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Allahü teâlâ, bir kuluna hayır murat edince, günahlarının cezasını dünyada verir. Şer murat edince günahlarının cezasını kıyamete bırakır.) [Tirmizi]
(Belaya uğramış birini görünce "Bunu müptela kıldığı beladan beni koruyan ve bir çok kimseye vermediği nimeti bana veren Allah’a hamd olsun!" derse, kendine verilen nimetlere şükretmiş olur.) [Beyheki]
Belaya sevinmek
Sual: Tedbir aldıktan, doğru sebebe yapıştıktan sonra irademiz dışında gelen belaya isyan etmek günah deniyor. Peki böyle bir belaya sevinmek de günah mıdır?
CEVAP
Sevinmek günah olmaz. Hazret-i Ömer buyurdu ki:
Bana bir bela gelirse, üç türlü sevinirim:
1- Belayı Allahü teâlâ göndermiştir. Sevgili gönderdiği için tatlı olur.
2- Allahü teâlâya, bundan daha büyük bela göndermediği için şükrederim.
3- Allahü teâlâ, insanlara boş yere, faydasız bir şey göndermez. Bir belaya karşılık, ahirette çok nimetler ihsan eder. Dünya belaları az, ahiretin nimetleri ise, sonsuz olduğundan, gelen belalara sevinirim.
Dünyada rahat yaşamak
Sual: Allah sevdiği kullarına, dert ve bela vererek, onların günahlarını temizlediğine göre, bu dünyada hiç dert bela görmeden rahat yaşayan, Cehenneme mi gidecek?
CEVAP
Hayır, Allahü teâlâ, hiç dert bela vermeden de günahları affedebilir. Dilediklerine, hem dünyada, hem de âhirette rahatlık verir. Kur’an-ı kerimde, müminlere, hem dünyada, hem de âhirette saadete kavuşmak için çalışmaları ve dua etmeleri emredilmektedir. Her namazda okuduğumuz Rabbena duası, bir âyet-i kerime olup, meali şöyledir:
(Ey Rabbimiz, bize dünyada ve âhirette iyilik, güzellik ver! Bizi Cehennem azabından koru!) [Bekara 201]
Dünyada mutlu olmak kötü olsaydı, böyle dua etmek emredilmezdi.
Nimet ve bela
Sual: Nimet gelince sevinmek, belâ gelince üzülmek günah mıdır?
CEVAP
Günah değildir. Belâ gelince, (Benim ne suçum var da, bunu bana gönderdin) diye Allah'a isyan etmek günahtır.
İsyan etmek ne demek?
Sual: Bir belaya, bir hastalığa isyan etmek nasıl olur? (Hastayım) demek isyan mıdır?
CEVAP
İsyan etmek günah işlemek demektir. Her günah, Allahü teâlâya isyandır.
(Allahü teâlâ bu hastalığı bana niye gönderdi?) diye bağırıp çağırmak isyan olur. Şakik-i Belhî hazretleri, (Musibete sabretmeyip feryat eden, Allahü teâlâya isyan etmiş olur. Ağlamak, sızlamak, bela ve musibeti geri çevirmez) buyuruyor. Üç hadis-i şerif:
(Allah’ın sevdikleri, belaya uğrar. Sabreden mükâfata, sızlanan cezaya kavuşur.) [İ. Ahmed]
(Derdini açıklayan sabretmiş olmaz.) [İ. Maverdî]
(Uğradığı belayı gizleyenin günahları affolur.) [Taberanî]
Âcizliğini belirtmek, dua istemek, doktora hâlini belirtmek gibi hususlar için hasta olduğunu söylemek isyan olmaz.
Belaya sabretmek, hattâ şükretmek lazımdır. Allahü teâlâdan gelen her şeyi severek kabul etmeliyiz.
Ölüm acısı
Sual: Çekilen ölüm acısı ve dünyada sevdiğimiz şeylerden ayrılmanın verdiği sıkıntı günahlarımıza kefaret olur mu?
CEVAP
Evet, dünyadaki musibetler, ölüm acısı, kabir azabı ve mahşerdeki sıkıntılar günahlara kefaret olur. Birkaç hadis-i şerif meali şöyledir:
(Mümine isabet eden hiçbir hastalık ve ağrı yoktur ki, onun günahlarına kefaret olmasın! Hattâ ayağına batan diken bile, günahına kefarettir.) [İbni Hibban]
(Bir mümine yorgunluk, ağrı, kaygı, hüzün, gam, eza isabet etse, hattâ ayağına diken batsa, günahlarına kefaret olur.) [İbni Hibban]
(Müslümanın uğradığı her musibet, günahlarına kefarettir.)[Müslim]
(Bir diken batan veya daha küçük bir musibete veya ağrıya maruz kalan müminin, bir derecesi yükselir ve bir günahı silinir.) [Hâkim]
(Kabrin mümini sıkması, bütün günahlarına kefarettir.) [İ. Rafiî]
(Hastalıkla geçen saatler, günah işlenen saatlere kefaret olur.)[Beyhekî]
(Müminin ailesi, malı, nefsi, çocuğu ve komşusundan kaynaklanan sıkıntılar günahlarına kefarettir.) [Müslim]
Sıkıntılar gibi, ibadetlerimiz de günahlara kefaret olur. İki hadis-i şerif meali:
(Kişinin orucu, namazı, zekâtı ve emr-i marufu günahlarına kefarettir.) [Buharî]
(Pişman olmak, günahlara kefarettir.) [İ. Ahmed]
Ölmek de, günahlarımıza kefaret olur. Üç hadis-i şerif meali şöyledir:
(Ölmek, günahlara kefarettir.) [Ebu Nuaym]
(Ölmek, mümine ganimettir.) [Beyhekî]
(Ölmek, mümine hediyedir.) [Dâre Kutnî]
Hasta olmak
Sual: Hastalığa üzülmek mi, yoksa sevinmek mi gerekir?
CEVAP
Hasta olmak iyi ise de, hasta olmak için dua edilmez. Sağlığa kavuşmak için dua edilir. İslam âlimleri, (Hastalıkta şifa vardır. Beden ne kadar sıkıntı çekerse, ruh o kadar rahat eder. Bu vücuda rahatsızlık veren her şey insanın âcizliğini anlamasına, Cenab-ı Hakk’a dönmesine sebep olur. Bu sebeple kalb için şifadır) buyuruyorlar. Bir hadis-i şerif meali de şöyledir.
(Hastanın inlemesi tesbih, bağırması tehlil, nefes alıp vermesi sadaka, uyuması ibadet, bir taraftan bir tarafa dönmesi ise cihattır. Allahü teâlâ, meleklere “Kuluma sıhhatli iken yaptığı en iyi ameli yazın!” buyurur. İyileşince günahsız olarak ayağa kalkar.) [Hatîb]
Peygamber efendimiz, (Allahümme innî es’elükessıhhate vel âfiyete) buyuruyor. Yani (Yâ Rabbî, bana sıhhat [sağlık] âfiyet ver) diye dua ediyor. (Taberanî)
Demek ki, Allahü teâlâdan sıhhat ve âfiyet isteyeceğiz. Gelen sıkıntıya da, O gönderdi diye sabredeceğiz, hattâ iyiliğimize olduğu için şükredeceğiz. Sıhhatli olmak, hastalıktan; nimet içinde yaşamak, beladan üstündür. Resulullah efendimiz duasında, dünya ve âhiret sıkıntısından Allahü teâlâya sığınmıştır. Her peygamber şöyle dua ederdi:
(Ey Rabbimiz, bize dünyada ve âhirette de hasene ver!) [Bekara 201] [Hasene iyilik, güzellik, sağlık ve âfiyet içinde mutlu yaşamaktır.]
Belaya mâruz kalmak
Sual: Bir hoca, (Allah, insana bir nimet verirse, muhakkak buna bedel olarak bela gönderir. Çok günah işleyen çok belaya mâruz kalır) dedi. Ben çok belaya mâruz kalıyorum. Bu, günahlarımın çokluğundan mı oluyor?
CEVAP
Öyle söylemek, Allahü teâlâya suizan olur. Bedelsiz bir şey vermediği, hâşâ cimrilik ettiği gibi bir mânâ çıkar.
Cenab-ı Hak, bize o kadar çok nimet vermiş ki, bir tek gözün şükrünü, bedelini ödeyemeyiz. Bedenimizin, uzuvlarımızın haricinde, akıl vermiş. Hepsinden daha kıymetlisi iman vermiş. Bunların şükrünü yapmak kolay mı? Bütün bu nimetlere karşılık, bedel istense ne verebiliriz?
Allahü teâlâ, birçok nimeti bize ihsan ediyor. Günahlarımızı az bir şey karşılığı affetmesi de bir ihsandır. İmam-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
Dostlara gelen dertlerin, belaların, musibetlerin çok olması, günahların çok olduğunu değil, günahların çok affedildiğini gösterir. Dostlarına çok bela vererek, günahlarını affeder, temizler. Böylece bunları, âhiret sıkıntılarından korur. (2/99)
.
Sıkıntıların sebebi
|
Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, kuluna zulmetmez, fakat kul kendine zulmediyor. Bütün sıkıntıların temelinde şu yatıyor:
Cenab-ı Hak kullarına iyilik için İslamiyet’i göndermiştir. Onun sınırını gözetmeyen, ona uymayan, mutlaka sıkıntıya düşer. Bu dinin aslı iman, ondan sonra bilmektir, ilimdir. İlim olursa sınır bilinir, o sınır aşılmazsa hem dünyada, hem de ahirette rahat edilir. O halde Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uygun yaşamak zorundayız.
Allahü teâlâ bu dini iki maksatla gönderdi:
1- Kendini tanıtmayı diledi. Allah olduğunu, isimlerini ve sıfatlarını bildirdi. Bunun için de Peygamber efendimizi vazifelendirdi. O da Eshab-ı kirama anlattı. Eshab-ı kiram da sonra gelenlere anlattı ve nakil yoluyla bize kadar geldi.
2- Allahü teâlâ, kendisine nasıl teşekkür ve nasıl ibadet edeceğimizi bildirdi. İnsanların kendi beğendiği şekilde yaptıkları ibadeti ve şükrü kabul etmez. Bugün Hindistan’da 700 çeşit din var. Hepsi Allah rızası için çalışıyoruz deseler de, hepsi bozuktur.
Allahü teâlâya kavuşturan yolda yürümek, Peygamber efendimize ve Onun hakiki vârisi olan Ehl-i sünnet âlimlerine tam tâbi ve teslim olmakla mümkündür. Şüphe çukuruna ve bid’at karanlığına düşmüş olan, bu yolda yürüyemez. Silsile-i aliyye büyüklerinden Bayezid-i Bistami hazretleri buyuruyor ki:
Dinin hükümlerini yerine getirmekte, sünnet-i seniyyeye uymakta ve edebe riayette zayıf birine, nasıl olur da keramet sahibi denilir? Böyle biri, Allahü teâlânın evliyası olamaz. Havada uçan birini görünce, hemen onun faziletli, keramet sahibi biri olduğuna dair hüküm vermek yanlış olur! Onun hakikaten fazilet ve keramet sahibi olduğunu anlamak için, İslamiyet’in emirlerine, sünnet-i seniyyeye uymaktaki hassasiyetine, Resulullah’ın ahlâkıyla ahlaklanmasına ve hakiki İslam âlimlerine olan muhabbet ve bağlılığına bakılır. Bunlar tam ise, onun uçtuğu görülmese de, fazilet ve keramet sahibi olduğu anlaşılır. Esas keramet, istikamet üzere olmaktır. Bunlara uymakta en ufak bir gevşeklik ve zayıflık olursa, ona fazilet ve keramet sahibi denmez.
Yine Silsile-i aliyye büyüklerinden Şah-ı Nakşibend hazretleri buyuruyor ki:
Bizim yolumuz, Allahü teâlânın gösterdiği kurtuluş yoludur, çünkü Ehl-i sünnet vel cemaat demek, sünnete uymak ve cemaate yani Eshab-ı kirama tâbi olmak demektir.
.
Büyüden ve Cinden korunmak için
|
Sual: Ruhi sıkıntılardan, korkulardan ve çeşitli sıkıntılardan kurtulmak ve büyü çözmek için ne yapmak gerekir? Cinden korunmak için hangi duaları okumalı?
CEVAP
Allahü teâlâ, her şeyi sebeple yaratır. Bir şeye kavuşmak için, bu şeyin yaratılmasına sebep olan şeyi yapmak gerekir. Her şeyin yaratılmasında ortak olan manevi sebep, sadaka vermek, 70 kere (Estagfirullah min külli mâ kerihallah) duasını okumaktır. Bu iki manevi sebep, maddi sebepleri bulmaya da yardım eder. Ruhi sıkıntıların çoğu, cinden ve büyüden meydana gelir. Ruhi hastalıklar, sara ve cinden korunmak için, kıymetli kitaplarda bildirilen dualardan bazıları şunlardır:
1- Euzü Besmele ile Fatiha suresini okumalı.
2- Euzü Besmele ile iki Kul-euzü okumalı.
3- Bir miktar suya Âyet-el kürsi, İhlas ve Muavvizeteyn [Nas ve Felak] surelerini okumalı. Büyü yapılan kimse bundan üç yudum içmeli, kalan su ile gusletmeli.
4- Sedir ağacının 7 tane yeşil yaprağı ezilip su ile karıştırılır. ÜzerineÂyet-el kürsi, İhlas ve Kul-euzüler okunur. 3 yudum içip geri kalanla gusledilir.
5- Üç kere Salevat ve Fatiha, Âyet-el kürsi, Kâfirun, İhlas, Felak veNas sureleri yedişer defa okunup hastaya üflenir. Bunlar tekrar okunup hastanın yatağına, evin her yerine, bahçeye üflenir.
6- Fatiha, Âyet-el-kürsi ve 4 Kul [Kâfirun, İhlas, Felak ve Nas sureleri] yedişer kere okunup hastaya üflenirse, büyü, nazar, hayvan sokması ve bütün dertler için iyi gelir. Tuza okunup, suda eritip içirmek ve ısırılan yere sürmek de olur.
7- Sabah akşam, Bekara suresinin başından 4 âyet ve Âyet-el kürsiile, Âyet-el kürsiden sonraki iki âyeti ve Bekara suresinin sonundaki 3 âyet, delinin üzerine okunursa, iyi olur.
8- Sabah akşam 24 kere Estagfirullah denir, sonra (Estagfirullah elazim ellezi la ilahe illa hüvel hayyel kayyume ve etubü ileyh) denir. Sonra 11 İhlas ve 7 kere Fatiha ve 33 kere, Allahümme salli ve sellim ala seyyidina Muhammedin ve alâ âli seyyidina Muhammed okuyup, sevabı Peygamber efendimizin ve Eshab-ı kiramın ve Evliyanın ve sonra isimleri okunarak Silsile-i aliyyebüyüklerinin ruhlarına hediye edilir. Bunların hürmetine şifa vermesi için dua edilir. Her gün sabah-akşam böyle dua edilir.
9- Günde 500 kere (La havle vela kuvvete illa billah) okumalı! Başlarken ve bitirince yüz kere salevat getirmeli. [Bunu her gün muhakkak okumalı, ihmal etmemeli.]
10- Ha-Mim Mümin suresinin başından masir’e kadar ve Âyet-el kürsi okumalı.
11- La ilahe illallahü vahdehü la şerike leh lehülmülkü velehülhamdü vehüve alâ külli şeyin kadir okumalı.
12- Cuma günü seher vakti, sağ elinin içine Nisa suresi 100. Âyeti,vemen yahruc’dan rahimâ’ya kadar yazılır, sonra dili ile yalanıp yutulur. 40 yıllık büyü de olsa çözülür.
13- Sar’adan kurtulmak ve cinden korunmak için Âyât-i hırz okunmalıdır! Âyât-i hırz, şu sure ve âyetlerdir:
Fatiha,
Bekara 1, 2, 3, 4, 5 ve 163, 164 ve 255, 256, 257 ve 285, 286,
Âl-i İmran 18,19. âyetten sadece: “İnneddine indellâh-il-islam”kısmı,
Âl-i İmran 26, 27 ve 154,
En’âm 17,
A’râf 54, 55, 56,
Tevbe 51 ve 128, 129,
Yunüs 107,
Hud 56,
İbrâhim 12,
İsrâ 43 ve 110, 111,
Mü’minun 116, 117, 118,
Ankebut 60,
Rum 17, 18,
Fatır 2,
Yasin 83,
Saffat 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10, 11 ve 180, 181, 182,
Feth 27, 28, 29,
Rahmân 33, 34, 35, 36,
Hadid 1, 2, 3, 4, 5,
Haşr 21, 22, 23, 24,
Cin 1, 2, 3, 4, 5, 6,
Buruc 20, 21, 22,
İhlâs, Felâk ve Nâs sureleri.
Âyât-i hırz nasıl okunur?
Abdest alınıp, 7 istigfar ve 11 salevat okunup, hastanın sıhhatine niyet ederek, güneş doğduktan ve ikindi namazından sonra, günde iki defa hasta üzerine okunmalı, işaretli yerlerde, hasta üzerine üfürülmeli, şifa buluncaya kadar [kırk gün kadar] devam etmeli. Her defası sonunda, bir Fatiha okuyarak sevabı, Peygamber efendimizin ve Behaeddin Buhari, Ahmed Rıfai ve imam-ı Rabbani hazretlerinin ruhuna hediye edilmeli. Bir nüsha da yazıp, yanında taşırsa, sihirden, büyüden, nazar değmesinden korur. Muradı hasıl olur.
Peygamber efendimizin üç türlü ilaç kullandığı bildirilmiştir. Kur’an-ı kerim veya dua okurdu. Fen ile bulunan ilaçları kullanırdı. Her ikisini karışık da kullanırdı. (Mevahib)
Kur’an-ı kerimin ve duanın etki etmesi için bazı şartların gözetilmesi lazımdır. Okuyanın veya yazanın ve hastanın buna inanması, hastanın zararlı olan gıdalardan, şüpheli ilaçlardan perhiz etmesi, sıcaktan ve soğuktan sakınması lazımdır. Okuyan kimsenin, itikadının bozuk olmaması, haram işlemekten, kul hakkından sakınması, haram ve habis şey yiyip içmemesi ve karşılık olarak ücret almaması şarttır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Allahü teâlâyı unutarak, gafletle edilen dua kabul olmaz.) [Tirmizi]
İmam-ı Şarani hazretleri, (Kuşluk namazına devam edene, cin musallat olmaz) buyurdu. Cin mektubunu, yanında veya evinde bulundurana, cin gelmez ve dadanmış olan cin de gider.
Dua, ilaç gibidir. Allahü teâlâ dilerse tesir eder. Yani tesirini Allahü teâlânın verdiğine inanmalıdır!
Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Dert-bela gelince, Hazret-i Yunus’un duasını okusun! Allahü teâlâ onu muhakkak kurtarır. Dua şudur: Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke, inni küntü minez-zâlimin.) [Hakim]
Sual: Muskanın dinimizdeki yeri nedir?
CEVAP
İçinde küfre sebep olan muskaları yazmak ve kullanmak caiz olmaz. Büyüyü büyü yaparak çözmek de haramdır. Büyücü, cinci hoca denilen insanlara gitmemeli, dediklerine inanmamalı. Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye’de sihir, büyü bahsini mutlaka okumalıdır.
Üç harflileri çağırmak
Sual: Cin yerine üç harfli diyorlar. Cin denirse, onlar çağırılmış mı oluyor? Böyle bir şey var mı?
CEVAP
Böyle bir şey yok. Cine, cin demenin hiç mahzuru yoktur. Cin çağırılınca gelmez. Çağırılmasa da musallat olabilir. İmam-ı Rabbani hazretleri, cinden korunmak için, ( Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil-aliyyil-azîm) okunmasını bildirirdi.
Sual: Bazı kimseler cinlerin varlığını inkâr ediyorlar. Bazıları da, Kur’an-ı kerimde cin suresi olduğu için, cinlerin varlığını inkâr etmiyorlar ama, zarar verebileceklerini kabul etmiyorlar. Cin psikolojik zarar verebilir mi?
CEVAP
Evet zarar verebilir, hastalık yapabilir. Hafaza melekleri, insanı cinlerin zararından korurlar. Cinden korunmak için âyât-i hırzı üstümüzde taşımak gerekir. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Evinde, Fatiha ve Âyet-el kürsi okuyana, o gün cin ve şeytan zarar veremez.) [Deylemi]
Cinler insanların damarlarına kadar girip zarar verebilirler. Cinlerin meydana getirdiği hastalıklardan korunmak için çeşitli dualar vardır. Duaların en kıymetlisi, faydalısı Fatiha suresidir. Hadis-i şerifte,(İlaçların en iyisi Kur'an-ı kerimdir) buyuruldu. Hastaya okunursa, hastalığı hafifler. Eceli gelmemiş ise, iyi olur. Eceli gelmiş ise, ruhunu teslim etmesi kolay olur.
Mecmua-tül-fevaid kitabında, (Bir kimse, cin mektubunu, yanında taşısa veya evinde bulundursa, bu kimseye, eve ve etrafına cin gelmez ve dadanmış olup zarar veren cin de gider) diyor.
Sual: Benim kafama takılan nokta şu oldu, mademki dinimizde sihrin, büyünün yeri yoktur, o halde neden olmayan bir şeyden kurtulmanın tavsiyeleri oluyor?
CEVAP
Dinimizde adam öldürmek, büyü yapmak gibi büyük günahtır. Fakat bir adam bıçaklanmışsa, doktorlar tedavi etse, adam bıçaklamak günahtır, tedavisi niçin yapılıyor denir mi? Büyü sihir yapmak günahtır. Fakat yapılan büyüyü çözmek niye sakıncalı olsun ki? Büyüyü büyü yaparak çözmek haramdır. Yoksa dua ile âyet ile büyüyü çözmek lazımdır. Peygamber efendimize de büyü yapıldı. Tabii sonra çözüldü.
Sual: Bazı hocalar, hırsızın sidikliğini bağlıyoruz diyorlar. Böyle bir şey yaptırmak günah olur mu?
CEVAP
Küfre sebep olmayan çareleri yapmak caizdir. Her çare muhakkak tesir etmez. Bu niyetle yaptırmak günah olmaz. Yapanın salih ve ücret almaması şarttır.
Sual: Büyü çözmek için, (Bâtıl Name) kitabını okumak caiz mi?
CEVAP
Caiz. Ancak, kâfir, bid'atçi okursa fayda vermez. En iyi ilaç, Ehl-i sünnet itikadını öğrenip dine uymak, sonra okumak ve dua. Başka ilaca ihtiyaç yok.
Sual: Büyüyü büyüyle çözmek caiz mi?
CEVAP
Büyü çözmek günah olmaz, sevap olur. Büyüyü büyü ile çözmeye kalkmak haramdır. Âyetlerle dualarla çözmek ise caizdir, günah değildir, sevaptır.
Papaza okutmak
Sual: Cinci bir hocaya gittik. (Buna kâfir cinler musallat olmuş, bunu papaza okutun) dedi. Kâfir olmayan cinler Müslümana musallat olur mu?
CEVAP
İnsanlara musallat olan bütün cinler kâfirdir. Müslüman cin, insanlara zarar vermez. Kâfir cinliye de müslümanın okuması lazımdır. Papaza okutmak kesinlikle caiz olmaz.
|
.
Sıkıntıdan kurtulmak için ne yapmalı
|
Sual: Sıkıntıdan kurtulmak için ne yapmalı?
CEVAP
Sıkıntıdan kurtulmak için sebeplere yapışmak gerekir. (Çalışmadan dua eden, silahsız savaşa giden gibidir) hadis-i şerifi de sebeplere yapışmayı emretmektedir. Kur'an-ı kerimde mealen, (Her zorluğun bir kolaylığı vardır) buyuruluyor. Sıkıntıdan kurtulmanın da çaresi vardır. Hiç boş vakit geçirmemeli, kendine faydalı bir meşgale bulmalıdır. (Sabır kurtuluşun anahtarıdır) sözüne uymalı, çalışıp sabrederek bir çıkış yolu aramalıdır.
Psikolog doktorlar, sıkıntının başlıca çaresinin meşgale olduğunu söylüyorlar. Kendinize severek yapacağınız işler bulursanız, rahatlarsınız. Ayrıca manevi yönden, bazı dualar okumanız da faydalıdır.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Her gün sabah akşam yedi kere, "Hasbiyallahü la ilahe illahü aleyhi tevekkeltü ve hüve Rabb-ül arşil azim" okuyan, dünya ve ahiret sıkıntısından kurtulur.) [İbni Sünni]
(La havle ve la kuvvete illa billah okumak, 99 derde devadır. Bunların en hafifi sıkıntıdır.) [Hakim]
(Bir sıkıntıya düşünce, “Bismillâhirahmanirrahim velâ havle velâ kuvvete illa billâhil aliyyil azim” diyeni Allahü teâlâ, sıkıntı ve belalardan muhafaza eder.) [Deylemi, İbni Sünni]
(Rızka kavuşan çok Elhamdülillah desin. Rızkı azalan çok istigfar etsin. Üzülüp sıkılan, la havle vela kuvvete illa billah desin.)[Beyheki, Hatib]
(Sıkıntıya düşen veya borçlanan, bin kere "La havle ve la kuvvete illa billahil aliyyil azim" derse, Allahü teâlâ işini kolaylaştırır.)[Şir’a]
(Sıkıntılı iken “Hasbünallah ve ni’mel-vekil” deyiniz!) [İ. Merdeveyhi]
(Yasin okuyanın sıkıntısı gider.) [Deylemi]
(La ilahe illallah kable külli şey’in, La ilahe illallah ba’de külli şey’in, La ilahe illallah yebka Rabbünâ ve yefni küllü şey’in diyen sıkıntıdan kurtulur.) [Taberani]
(Cuma namazından sonra, İhlâs, Felak ve Nas’ı yedişer defa okuyan, bir hafta, kaza, bela ve sıkıntılardan kurtulur.) [İ.Sünni]
("La ilahe illa ente, sübhaneke inni küntü minezzalimin" diyen, uğradığı beladan kurtulur.) [İ. Sünni]
(Sıkıntı için şu duayı okuyun: La ilahe illallahülazim-ül-halim la ilahe illallahü Rabbül-Arş-ilazim la ilahe illallahü Rabbüs-semavati ve Rabbül-Erdi Rabbül Arşil-kerim.) [Müslim]
(Sıkıntıya düşen 7 defa Allah, Allahü Rabbi, lâ üşrikü bihi şey’a desin!) [Nesai]
(Sıkıntı için, “Allah, Allah Rabbünâ lâ şerikeleh” deyin!) [Beyheki]
Sıkıntıdan kurtulmak için, Allahü teâlâya kalbinden yalvararak, 14 secde âyetini [ezberden, ayakta] okuyup, her birinden sonra, hemen secde etmelidir. (Nur-ül-izah)
(Bismillâhirrahmânirrahim ve lâ-havle ve lâ-kuvvete illâ billâhil’ aliyyil’azim) okumak, sinir hastalığına ve bütün sıkıntılara iyi gelir.
İmam-ı Cafer hazretlerinin sıkıntıya düşünce, okuyup, sıkıntıdan kurtulduğu dua şöyledir:
(Yâ uddeti ınde şiddeti, ve yâ gavsi ınde kürbeti! Ührüsni bi-aynikelleti lâ tenâmü vekfini birüknike ellezi lâ yürâmü)
Anlamı şöyledir:
Güçlükte desteğim, sıkıntıda imdâdıma yetişen, her an görüp gözeten Rabbim, beni muhafaza et, sonsuz kudretinle, bana yardım eyle!
Hasan-ı Basri hazretlerine, kıtlıktan, fakirlikten, çocuğunun olmadığından şikayette bulunuldu. Hepsine de istigfar etmesini söyledi. Sebebi sorulunca, şu mealdeki âyet-i kerimeleri okudu:
(Çok affedici olan Rabbinize istigfar edin ki, gökten bol yağmur indirsin; size, mal ve oğullar ile yardım etsin, sizin için bahçeler, ırmaklar versin.) [Nuh 10-12]
Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:
(İstigfara devam edeni, Allahü teâlâ, her sıkıntıdan, üzüntüden, dertten, geçim darlığından kurtarır, ferahlığa çıkarır ve ummadığı yerden rızıklandırır.) [Nesai, Ebu Davud, İbni Mace]
Cepte altın taşımak da sıkıntı için faydalıdır. Sadaka vermek ve 70 kere (Estagfirullah min külli mâ kerihallah) demek, sıkıntıları giderir. Bu istigfarın anlamı, “Ya Rabbi, razı olmadığın şeylerden ne yapmışsam hepsini affet, yapmadıklarımı da yapmaktan koru” demektir.
Sıkıntı için şunlara da riayet edilmelidir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Sıkıntıları sadaka ile önleyin.) [Deylemi]
(Tarak kullanmak, sıkıntıyı giderir.) [Deylemi]
(Güzel koku ve temiz elbise sıkıntıyı azaltır.) [Bostan]
(Abdestten artan suyu içmek sıkıntıyı giderir.) [Deylemi]
(Akik yüzük sıkıntıyı giderir.) [Ukayli]
(Başkasının sıkıntısını giderenin sıkıntısı gider.) [İ. Ahmed]
(Sıkıntıda duam kabul olsun diyen, genişlikte çok dua etsin.)[Tirmizi]
(En üstün ibadet sıkıntıya sabretmektir.) [Tirmizi]
Kur'an-ı kerimde de mealen buyuruluyor ki:
(Sabır ve namazla Allah’a sığınıp yardım isteyin.) [Bekara 45]
(Ey iman edenler, sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Çünkü Allah elbette sabredenlerle beraberdir.) [Bekara 153]
([Doğru kılınan] Namaz, münker ve fahşadan [edepsizlikten, akla ve dine uymayan, esrar, içki, zina, livata gibi her türlü kötülükten, günahtan] alıkoyar.) [Ankebut 45]
Her sıkıntının ilacı beş vakit namazı doğru kılmaktır. Namaz doğru kılınırsa bütün sıkıntıları yok eder.
Sıkıntı için
Sual: Dört bin kere Allah ism-i şerifini söyleyip, kendi üstüne üfleyenin, sıkıntısından kurtulacağı doğru mudur?
CEVAP
Evet.
Sual: Canım sıkılıyor demek caiz midir?
CEVAP
Caizdir. Canı sıkılanın kelime-i temcid söylemesi iyi olur. Bir hadis-i şerif meali:
(“Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahil aliyyil azîm” okumak, 99 derde devadır. Bunların en hafifi sıkıntıdan kurtulmaktır.) [Ebu Nuaym]
Sual: (Sıkıntılardan kurtulmayı istemek, ölümü istemek anlamına geldiği için uygun olmaz, çünkü Müslüman sıkıntılarından, ancak ölünce kurtulur) sözü yanlış değil mi?
CEVAP
Evet, yanlıştır. Allahü teâlâdan her zaman sıhhat ve afiyet istemeli ve bütün sıkıntılarımızdan kurtulmak için dua etmeli, buna rağmen sıkıntı gelirse de sabretmeli ve kurtulmak için de yine dua edip sebeplerine yapışmalı. Yukarıdaki hadis-i şeriflerde de görüldüğü gibi, sıkıntıdan kurtulmayı istemek dinimizin emridir.
.
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
.
|
|
|
|
www.yeniumit.com.tr/.../ekonomik-refah-ve-sikintinin-manevi-sebepleri...
Bu yazıda insanların yaşadıkları maddi refah ve sıkıntının manevi sebepleri üzerine Kur'ân ... Yani ek
.
Ekonomik Refah Ve Sıkıntının Manevî Sebepleri Üzerine
Dr. Muhsin Toprak
Bu yazıda insanların yaşadıkları maddi refah ve sıkıntının manevi sebepleri üzerine Kur’ân perspektifinden bir inceleme yapmayı hedefliyoruz. Gayemiz de insan hayatını en çok etkileyen ekonomik durumumuz üzerine doğru bir bakış açısı geliştirmektir.
Ekonomik Refah Ve Sıkıntıda İlahî İradenin Etkisi
Allah’ın mutlak iradesi, insanların maddî durumlarının farklı seviyelerde olmasını istemiştir. Yani ekonomik refah veya darlığın mutlak sebebi İlâhî iradedir. Allah insan hayatını bunlarla malul kılmıştır. Dolayısıyla insanların imkânları ekonomik bakımdan eşit seviyede değildir. Nitekim, “Dünya hayatında insanların geçimliklerini biz taksim ettik. Bir kısmının diğer bir kısmını çalıştırması için kimini kimine derecelerle üstün kıldık” (Zuhruf, 43/32) ayeti bu gerçeği dile getirir. Bu farklılığın hikmeti de ayette söylendiği gibi insanları birbirine muhtaç kılmak suretiyle toplumsal hayatın çarkını döndürmektir. Böylece geliri dar olanlar, ihtiyaçlarını gidermek için başkalarının işinde çalışacak, geniş olanlar da işlerini gördürmek üzere başkalarını çalıştıracaktır.
İnsan Davranışlarının Rolü
Hayatımızı en çok etkileyen ekonomik durumumuz hakkında çeşitli yorumlar yaparız. Bu yorumlara bakıldığında genellikle esbap dairesinde oldukları, yani ekonomik refah ve sıkıntı durumlarının hep maddî sebepler çerçevesinde izah edildiği görülür. İnsanlar çalışmayla kazanma arasında doğru orantılı bir ilişki kurmak suretiyle maddî sebeplere bağlı olarak, kazandıklarını veya kazanamadıklarını, zenginleştiklerini veya fakirleştiklerini söylerler. Bu bir yönüyle doğrudur. “İnsan, emek ve gayretinin neticesinden başka şey elde edemez.” (Necm, 53/39) ayeti bunu ifade eder. Ekonomik metaı Allah yaratmıştır, insan da sebeplerine müracaat ederek elde eder. Bu, meselenin yaratma ve talep etme çerçevesinde cereyan eden tabii yönüdür. Buna göre insanlar çalışıp çalışmama ölçüsünde ekonomik refah ve sıkıntı halleri yaşarlar. Ancak mesele bununla sınırlı değildir. Hadisenin bir de manevî yönü vardır. Bu, insanın davranışları karşısında Allah’ın muamelesi şeklinde cereyan eder.
İnsanların bazı davranış ve amelleri, Allah’ın hoşuna giderek rızıklarının genişlemesine sebep olabileceği gibi, diğer bazı davranışları da Allah’ın hoşuna gitmediği için daralmasına sebep olabilir. Burada meselenin anlaşılmasına katkı sağlayacağını düşündüğümüz dört grup ameli, örnek olmak üzere kısaca konu edineceğiz. Bunlar, takva ve fısk, şükür ve nankörlük, cömertlik ve cimrilik, sıla-i rahim ve sıla-i rahimi terk etmektir.
Takva ve Fısk: Mümin harama düşmekten sakınır, Allah’a karşı saygılı davranır, düşüncede, duyguda ve amelde dini yaşayışını değiştirmezse Allah da ona iyi muamelede, ihsan ve ikramda bulunur. Allah kendisine karşı böyle davranan bir kulunu hüsrana uğratmaz, sıkıntıda bırakmaz. Bilakis onu görüp gözeterek sıkıntılarını giderir ve ummadığı yerden rızıklandırır. Çünkü Allah hiç bir ameli zayi etmez ve karşılıksız bırakmaz. Allah’ın sünneti budur. “Allah kendisine karşı gelmekten sakınan kimseye kurtuluş yolu hazırlar ve onu ummadığı yerden rızıklandırır.” (Talâk, 65/23) âyeti bu gerçeği ortaya koyar. Allah’ın mümine yaptığı ihsanlar bazen insanın gözle göremeyeceği bir şekilde malına bereket, kendine salih evlat vermek, hastalıkları, bela ve musibetleri defetmekle olur, bazen da gözle görülen bir ikram şeklinde olur. Hatta bazı durumlarda kul maddi sebeplere müracaat etmese de Allah ona ihsanda bulunabilir. Nitekim Allah’ın, ibadethanede Hz. Meryem’e yaptığı ikram bunun bir misalidir. (bkz. Âl-i İmrân 3/37; Meryem 19/25). Hz. Meryem’in yanına Hz. Zekeriyya (a.s) her girişinde bir takım yiyecekler bulurdu. Bunlar kışta yaz meyveleri yazda da kış meyveleri olurdu. Hz. Meryem onların Allah tarafından verildiğini söylerdi. (İbn Kesir, Tefsir, 1/360). Bu ikramın sebebi Hz. Meryem’in muttaki ve saliha oluşu idi. Demek ki hoşuna giden davranışları sebebiyle Allah kullarına sebepli veya sebepsiz ikram ve ihsanlarda bulunabilir.
Bunun aksine mümin günahlarla Allah’a karşı saygısızlık eder ve tövbe ederek durumunu düzeltmezse Allah da onu maddi sıkıntıya düşürür. Bu hususta Kur’ân başımıza gelen musibetlerin, kendi yaptıklarımızdan kaynaklandığını, yine de Allah’ın çoğu hatalarımızı affettiğini beyan etmekte (bkz. Şûrâ, 42/30), “Benim zikrimden yüz çeviren için sıkıntılı bir hayat vardır” (Tâhâ, 20/124) ayeti bunu anlatmaktadır. Peygamberimiz (s.a.s)’de, “Kişi günahı sebebiyle rızıktan mahrum olur.” (İbn Mace, Mukaddime 10), “Zina fakirliği getirir.” (Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, I/141) ve “Yiyecek maddelerinde müslümalara karşı ihtikar (stokculuk) yapanı Allah cüzzam ve iflas ile cezalandırır.” (İbn Mâce, Ticâret 6) buyurmuştur.
Şükür ve Nankörlük: Şükür kendisine verilen nimetler karşısında insanın yapması gereken bir vazifedir. Kul bununla Allah’ın hoşnutluğunu kazanarak rızkının artmasına sebep olur. “Eğer şükrederseniz andolsun ki nimetlerimi arttırırım.” (İbrahim, 14/7) ayeti şükrün nimeti artıracağını haber vermektedir.
Bunun aksine verilen nimetlere karşı umursamaz davranmak, görmezden gelmek, nankörce bir tavır sergilemek ise, nimetin elden gitmesine, ekonomik bakımdan sıkıntı yaşanmasına sebep- Dr. Muhsin TOPRAK* Ekonomik Refah Ve Sıkıntının Manevî Sebepleri Üzerine 20 tir. Bu konuda “Eğer nankörlük ederseniz bilin ki azabım çok çetindir.” (İbrahim, 14/7) ayeti umumi olarak hem dünya hem de ahiretteki azabın şiddetli olacağını haber verirken, “Allah size güven ve huzur içinde olan bir kasabayı misal verir. Her taraftan oraya bolca rızık geliyordu. Ama Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler, bu yüzden Allah, yaptıklarına karşılık onlara açlık ve korku belasını tattırdı.” (Nahl, 16/12) âyeti de dünyevî cezalandırmanın nasıl olduğunu dile getirmektedir.
Cömertlik ve Cimrilik: İhtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını giderme, başkalarına yardım etme anlamına gelen cömertlik Allah’- ın hoşuna giden davranışlardandır. Bu sebeple Allah cömert kulunun rızkını eksiltmez bilakis artırır. Bu artış ya Allah’ın malını bereketlendirmesiyle veya verdiğini aynen ya da daha iyisini vermesiyle olur. Allah’ın bu âdetini Kur’ân; “De ki: Doğrusu Rabbim, dilediğinin rızkını hem genişletir ve hem de ona daraltıp bir ölçüye göre verir. Sarf ettiğiniz herhangi bir şeyin yerine O, daha iyisini koyar.” (Sebe, 34/39) âyetiyle anlatmaktadır.
Cömertlik ve Cimrilik: İhtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını giderme, başkalarına yardım etme anlamına gelen cömertlik Allah’- ın hoşuna giden davranışlardandır. Bu sebeple Allah cömert kulunun rızkını eksiltmez bilakis artırır. Bu artış ya Allah’ın malını bereketlendirmesiyle veya verdiğini aynen ya da daha iyisini vermesiyle olur. Allah’ın bu âdetini Kur’ân; “De ki: Doğrusu Rabbim, dilediğinin rızkını hem genişletir ve hem de ona daraltıp bir ölçüye göre verir. Sarf ettiğiniz herhangi bir şeyin yerine O, daha iyisini koyar.” (Sebe, 34/39) âyetiyle anlatmaktadır.
Bunun aksine cimrilik yapmak hoşuna gitmediği için Allah cimrinin malını eksiltir, bereketini giderir, ahirette de vermekten sakındığı malını kendisine bir ceza olarak sunar. Nitekim Kur’ân-ı kerim’de bu hakikat, “Allah’ın kendilerine bir lütuf olarak verdiklerine cimrice sarılanlar bunun kendileri için hayır olduğunu sanmasınlar. Kıyamet gününde sarfında cimrilik ettikleri şeyler onların boyunlarına takılacaktır” (Al-i İmran, 3/180) ayetiyle ifade edilmektedir (ayrıca bkz. Nisa, 4/36-37).
Sıla-i rahim ve Sıla-i rahimi Kesmek: Akraba ile ilişkisini devam ettirmek, onlara ihsanda bulunmak, iyilik yapmak, gönüllerini almak anlamına gelen sıla-i rahim de Allah’ın hoşuna giden davranışlardandır. Bu yüzden akraba ziyaretlerinin de rızkın artmasına sebep olacağı Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından, “Kim rızkının artmasını ve ecelinin gecikmesini isterse akraba ziyareti yapsın.” (Buhârî, Büyu’ 13) hadisiyle bildirilmiştir.
Sıla-ı rahimi terk etmek anlamına gelen kat’-ı rahim Allah’ın hoşuna gitmeyen davranışlardandır. Kutsi bir hadiste “Rahim, Rahman’dan bir daldır. Allah ona (hitaben) buyurmuştur ki, sıla-i rahim edene ben de rahmetimi eriştiririm, sıla-i rahimi kesenden ben de rahmetimi keserim” (Buhârî, Edeb 13) buyurulmaktadır. Bu hadis, biraz önce zikrettiğimiz hadisle birlikte düşünülürse buradan sıla-i rahimi kesenin rızkının daraltılacağı sonucu çıkarılabilir. Sıla-i rahim Allah’ın çok önem verdiği bir ameldir. Kur’ân, Allah’ın bu konuda nasıl tehditkâr bir ifadede bulunduğunu şu ayetiyle dile getirmektedir: “Demek siz eski halinize dönecek, yeryüzünde bozgunculuk çıkaracak ve akrabalık bağlarını koparacaksınız öyle mi? İşte bunlar Allah’ın kendilerini lanetlediği, sağırlaştırdığı ve gözlerini kör ettiği kimselerdir” (Muhammed, 47/22-23).
Maddi Refah ve Sıkıntının Hikmeti: İmtihan
İnsanın dünyada bulunmasının asıl gayesi kulluktur. Kulluğun hangi seviyede olduğunun tespiti de imtihanla mümkündür. Bu yüzden insanın dünyada bulunmasının bir hikmeti de imtihandır. Allah insanı çeşitli şeylerle imtihan eder. Bu bazen biraz açlık, biraz korku, biraz mal, can ve ürünlerden eksiltmek şeklinde olur (bkz. Bakara, 2/155), bazen de ihsanda bulunmak, mal ve evlat vermek (Enfâl, 8/28 Enbiya, 21/35; Âli İmran, 3/186) şeklinde olur. Kısacası hem bela ve musibetler hem de iyilik ve güzellikler bizler için bir imtihan vesilesidir. Demek ki, nerede, ne zaman, ne ile imtihan olacağımız belli değildir. Bu belirsizlik, insanın her an her şey ile imtihan olabileceği düşüncesiyle hareket etmesini, bu noktada şuurunu uyanık tutmasını sağlar. Aksine insan ne ile imtihan olacağını bildiğinde, imtihan olduğu hususlar dışında gaflete düşer.
Bu imtihanın vesilelerini menfî ve müspet olmak üzere iki guruba ayırabiliriz. Menfî olanlar belâ ve musîbetlerdir. Müspet olanlar ise hayır ve ihsanlardır. İnsanlar genelde bela ve musibetlerle imtihan olunduğunu bilir, fakat çoğu zaman hayır ve iyiliklerle imtihan olduğunu idrak edemezler. Kur’ân, kendisine kitaptan ilim verilen kişi Kraliçenin tahtını göz yumup açıncaya kadar getirdiğinde Hz. Süleyman’ın (a.s.) söylediği, “Bu, Rabbimin, şükür mü yoksa nankörlük mü edeceğimi ortaya çıkarmak üzere beni denemek için verdiği bir lütfudur.” (Neml, 27/40) sözünü örnek göstererek lütufların da bir imtihan vesilesi olduğunu bildirmektedir.
İmtihan bir ayırma, arındırma, seviye kazandırma işlemidir. “İnsan imtihanlarla saflaşır ve özüne erer. Hayat, imtihanlar sayesinde yeknesaklıktan kurtulur ve renklilik kazanır. Ruh imtihan gördüğü nispette olgunlaşır ve büyük işleri göğüsleyebilecek hâle gelir. Geçirilen imtihanın ağırlığı ve soruların terleticiliği nispetinde, ferd, insanlık mektebinde sınıf geçmeye ve yükselmeye hak kazanır.” (F. Gülen, “İmtihan”, Sızıntı, Temmuz 1982). İmtihan ile insanın dinî yaşantısında yani imanında, amelinde, ahlâkında, sabrında, Allah’ın taksimine rıza göstermesinde vs. sadık olup olmadığı tespit edilir. İhlaslı hareket edenle, menfaatleri icabı işin içinde bulunanlar ortaya çıkarılır. Bu, tıpkı madenleri ateşe sokarak cürufla saf madeni ayırmak gibi bir işlemdir. Kur’ân bu hususu çeşitli âyetleriyle dile getirmektedir (Ankebût, 29/2-3; Âli İmran, 3/142; Mâide, 5/94; Kehf, 18/12; Sebe’, 34/21; Muhammed, 47/31; Hadid, 57/25.)
Allah, aslında ezelî olan ilmiyle insanın durumunu bilmektedir. Fakat imtihanla bir insanın ne durumda olduğunu kendisine veya diğer insanlara göstermek, insanları kendilerine ve birbirine şahit tutmak ister. Bunu da, ahirette insanın kendini savunmasına veya itiraz etmesine meydan vermemek için yapar.
Maddi Refah ve Sıkıntıyı Yorumlamanın Âdâbı
Başına gelen bu tür durumları mümin nasıl yorumlamalı, hangi şeyin gerçekten ikram, hangisinin de gerçekten musibet olduğunu nasıl anlamalı ve anlamlandırmalıdır? Tabii ki bunları yorumlama tamamen insanın aldığı tefekkür terbiyesine, hayata bakışına, dünya görüşüne bağlıdır. “İmtihana konu olan hadise aynı olduğu halde etkileri onu yaşayanların hayat ve dünya görüşlerinin farklılığı oranında değişik olur. Nitekim Müslümanların başına sıkıntı ve darlık geldiğinde Allah’ın onunla ilgili hikmet ve merhametini düşünerek Allah’a daha çok sığınır ve daha çok yalvarır. Ondan daha çok korkar. Diğer taraftan benzer bir olay fasık ve münafığı Allah’tan daha çok uzaklaştırarak mesafeyi artırır ve onu çılgına çevirir. Yine bolluk ve rahatlık, takva sahibi bir müminin uyanıklığını, hassasiyetini ve şükrünü artırırken fasık ve münafığı şımartarak yoldan çıkarır.” (S. Kutup, Fî zılali’l-Kur’ân, 1/51).
Bu itibarla mümin hem ekonomik bolluğu hem de darlığı ikrâm-ı ilâhî olarak değerlendirmelidir. Zira “derece-i hararet gibi her musibette bir derece-i nimet vardır. Daha büyüğünü düşünüp, küçükteki derece-i nimeti görüp Allah’a şükretmeli” (Nursî, Hakikat Çekirdekleri). Ekonomik sıkıntıyı her zaman kötü, refahı da iyi saymamak gerekir. Rızıkların bol olması her zaman Allah’ın hoşnutluğunu, dar olması da gazabını göstermez. Başımıza gelen her iyiliği ikram görüp sevinmek, kötülüğü de ceza görüp üzülmek doğru değildir. Bu noktada başımıza gelen hadiseleri, “Hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayır, hoşunuza giden bir şey de sizin için şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz” (Bakara, 2/216) ayetinin ikazı çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Dolayısıyla bunları imtihanın bir çeşidi olarak görüp, iyilik ve ihsan geldiğinde şükürle, kötülük ve musibet geldiğinde ise sabırla karşılayıp, imtihanı kazanmaya çalışmak lazımdır. Bu bir müminlik vasfıdır, mümin böyle yapmalıdır. Nitekim Efendimiz (s.a.s.) nurlu beyanlarıyla böyle davranmayı müminin bir niteliği olarak tavsif etmektedir: “Müminin işi ne kadar hayret vericidir ve bu, müminden başkası için söz konusu değildir. Ona bir iyilik dokunduğunda şükreder, o onun için hayır olur, bir zarar dokunduğunda ona sabreder o da onun için hayır olur” (Müslim, Zühd, 64). Hadis-i şerifin vurguladığı gibi önemli olan husus, başına gelen şeyin niteliği değil, müminin onu değerlendirmesidir.
Burada insanın başına gelen iyiliğin mi hayır, yoksa musibetin mi hayır olduğu hususunda bir netlik olmadığı açık biçimde ortaya çıkıyor. “Kim bilir şu sevimsiz görünen işlerin belki ne güzellikleri vardır ve dış görünüşleri ile güzel olan şeylerin de arkasında ne çirkinlikler yatıyordur. Şüphesiz bu işlerin hakikatini, hadiseleri bütün yönleriyle gören, işlerin gizli olan akıbetlerine vakıf olan Allah bilir.” (Kutup, Fî zılal, 1/225). Bazı musibetler var ki, insan için sonuç itibariyle hayır, bazı nimetler de var ki sonuç itibariyle musibet olabiliyor. Mesela, insanı Allah’tan uzaklaştıran nimet, en büyük musibettir. Kehf suresinde anlatılan adamın durumu (bkz. Kehf, 18/32-44) bu meseleye çok güzel bir misal teşkil etmektedir. Bu kişi bir başkasıyla bahçelerinin başına gelmiş seyretmektedir. Allah’ın ona bahşettiği etrafı hurma ağaçlarıyla çevrili, içinde üzüm bağları ve ekinler olan ve içinden sular akan o iki güzel bahçe karşısında böbürlenerek arkadaşına: “Ben senden zengin ve nüfusça üstünüm, bu bahçenin batacağını da kıyametin kopacağını da zannetmem” der. Arkadaşı onu ikaz etmesine rağmen gafletten uyanmaz ve Allah bir afetle bahçeleri alt üst eder. Bu hadiseyi gözler önüne seren Kur’ân, bazı kimselere yapılan ikramların kendi davranışları sebebiyle sonuçta onlar için nasıl bir musibet haline geldiğini açıkça ortaya koymaktadır.
İnsanlar bela ve musibetlerden şikâyet etme yerine bunları iyi değerlendirirlerse kendileri için ne büyük birer ikrâm-ı ilâhî olduğunu görürler. Zira Allah (c.c.) bunları, onların günahlarına, kusur ve hatalarına keffâret saymak suretiyle müminlere ikrâm etmiş olur. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.), “Müslümana isabet eden yorgunluk, hastalık, üzüntü, keder, ezâ, cefâ hatta diken batmasına varıncıya kadar her şeyle Allah onun günahlarını siler.” (Buhâri, Merdâ, 1), “Müslümanlara dokunan bir musibet ve eziyetle Allah, tıpkı ağacın yapraklarının dökülmesi gibi onun günahlarını döker.” (Buhârî, Merdâ, 2) buyurmak suretiyle bu hakikati dile getirmektedir. Rızık darlığı da mümini hatalarından, günahlarından temizleyen böyle bir musibet olabilir. Mümin için rızkın daraltılarak fakirleştirilmesinin sebebi bazen hatalarından dolayı ona bir ikaz da olabilir. Zira insan yaptığı hatalardan dolayı genelde musibetlerle ikaz edilir. Bu aynen başkasının arazisine giren koyunlara çobanın taş atması gibidir. Dolayısıyla mümin bunu da Allah’ın kendisine bir rahmeti, bir ikramı olarak görmelidir.
Maddi sıkıntıların, bela ve musibetlerin kötüler için kötülüklerinden dolayı Allah’ın bir cezası olduğu hemen herkes tarafından tahmin edilen bir husustur. “Kul azmayınca Allah yazmaz” atasözümüz bu hakikati çok veciz biçimde dile getirmektedir. Ancak kötülere yapılan ihsanlar onlara bir ikram değildir. Bunlar istidrac olarak değerlendirmelidir. İstidrac, Allah’ın kâfirlere veya azmış, doğru yoldan sapmış insanlara nimetlerini artırmasıdır. Allah o kimselere nimetlerini artırdıkça onların azgınlık ve taşkınlıkları da artar. Azgınlık ve taşkınlıkları belli bir seviyeye ulaşınca da helâk olmaya müstehak olurlar. Dolayısıyla kötülere yapılan ikramlar bir mükâfat olarak algılanmamalı, bunlar bir istidrac olarak kabul edilmelidir. Bu durumu Kur’ân, “Ey Muhammed! Kur’ân’ı yalanlayanları bana bırak. Biz onları bilmedikleri yerden yavaş yavaş azaba yaklaştıracağız. Onlara mehil veriyorum.» (Kalem, 68/44-45), “O kâfirler kendilerine mühlet vermemizin kendileri hakkında hayır olduğunu sanmasınlar. Onlara mühlet vermemiz, günahlarının artması içindir. (Âl-i İmran, 3/178) ayetleriyle dile getirir.
Hz. Peygamber (s.a.s.) de, “Allah’a isyanına rağmen bir kulun kendisine dünyada sevdiği şeylerin verildiğini görmesi istidraçtır.” buyurmuş ve “Kendilerine hatırlatılanları unuttuklarında onlara her şeyin kapısını açtık (ekonomik bolluk verdik). Kendilerine verilenlere sevinince ansızın onları yakaladık da umutsuzca kalakaldılar.” (En’âm, 6/44) âyetini okumuştur. (İbn Hanbel, Müsned, 4/145). Kur’ân şahsî bir istidrac örneği olarak Kârun’u anlatır (bkz. Kasas, 28/76-84). Allah Kârûn’a öyle bir zenginlik nasip etmişti ki, hazinelerinin anahtarlarını bir grup insan ancak taşıyabilecek kadar zenginliğini artırmıştı. Ama o, zenginliği arttıkça şımarmış ve zenginliğini kendi ilim ve maharetine dayandırmıştı. En sonunda Allah onu da, malını da, mülkünü de yerin dibine geçirmiştir. İşte bu, bir istidracdır.
Sonuç
Buraya kadar söylediklerimizi toparlayacak olursak, ekonomik hayatta Allah’ın bir taksimi vardır ve bu taksim herkes için eşit değildir. Bunun hikmeti insanların birbirlerine muhtaç kılınmasıyla ekonomik hayatın çarkının döndürülmesidir. İnsanların davranışları, hal ve hareketleri karşısında Allah’ın onlara bir muamelesi de söz konusudur. İşte bunlardan Allah’ı memnun edenler daha dünyadayken iyi, memnun etmeyenler de kötü bir karşılık görürler. Kâinatta hiçbir şey ilâhî iradenin dışında cereyan etmediğinden, ekonomik hayatta yaşanan bazı sıkıntı ve refah durumları da bu iradenin dışında cereyan etmez. Allah varlıklar içinde kendisine muhatap aldığı insanı bu gibi durumlarla imtihan etmektedir. Dolayısıyla insan başına gelen bela ve musibetleri, hayır ve ihsanları imtihanın bir parçası olarak görmelidir.
* Araştırmacı Yazar
mtoprak@yeniumit.com.tr
.
www.n-f-k.com › Üstad'ımızın Üstad'ı
6 Kas 2010 - Sıkıntıların asıl sebebi!.. Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri buyuruyor ki: Siz bu âleme, kendiliğiniz
.Sıkıntıların Asıl Sebebi!…
Sıkıntıların asıl sebebi!..
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri buyuruyor ki:
Siz bu âleme, kendiliğinizden gelmediğiniz gibi, yine kendiniz de gidemezsiniz. Gördüğünüz gözler, işittiğiniz kulaklar, duygu edindiğiniz organlar, düşündüğünüz zekâlar, kullandığınız eller ve ayaklar, geçeceğiniz bütün yollar, girip çıktığınız bütün yerler, hülasa, ruh ve cesedinize bağlı bütün aletler, sistemler, hepsi ve hepsi, Allahü teâlânın mülkü ve mahlukudur. Siz Ondan hiçbir şey gasp edemez, mülk edinemezsiniz! O, görür, bilir, işitir ve her var olan şeyi, her an varlıkta durdurmaktadır. Hepsinin idaresinden, hallerinden bir an gafil olmaz. Mülkünü kimseye çaldırmaz. Emirlerine uymayanların cezasını vermekten de, aciz kalmaz. Mesela, Ay’da ve diğer yıldızlarda insan olmadığı gibi, yeryüzünde de bulunmasaydı, bir şey lazım gelmezdi. Bundan dolayı, büyüklüğünden bir şey eksilmezdi. Bir hadis-i kudsi meali: (Önce gelenleriniz, sonra gelenleriniz; küçüğünüz, büyüğünüz; dirileriniz, ölüleriniz; insanlarınız, cinleriniz; en mütteki, itaatli kulum gibi olsanız, büyüklüğüm artmaz. Aksine, hepiniz, bana karşı duran, Peygamberlerimi aşağı gören, düşmanım gibi olsanız, ilahlığımdan bir şey eksilmez. Rabbiniz, sizden ganidir, Ona hiçbiriniz lazım değildir. Siz ise, var olmanız için ve varlıkta kalabilmeniz için ve her şeyinizle, hep Ona muhtaçsınız.)
Ey taşkınlık içinde yüzen insan! Siz, ne hep, ne de hiçsiniz! İkisi arası bir şeysiniz. Evet siz, icat etmekten, her şeye hakim ve galip olmaktan, şüphesiz uzaksınız. Fakat, inkâr olunamayan bir hürriyet ve ihtiyarınız, sizi hakim kılan, bir arzu ve seçim hakkınız vardır. Siz, eşi ortağı bulunmayan bir hakim ve mutlak, başlı başına bir malik olan, Hak teâlânın emri altında, bazı vazifeler alan, birer görevlisiniz. Onun koyduğu ahkam ve nizam ile, Onun tayin ettiği mevkileriniz ve emanet olarak verdiği yetki nispetinde vazife yaparsınız. Amir ancak O, hakim yalnız O, malik yine Odur.
Sizin o kadar benimseyerek, hevesle atıldığınız maksatlar, giriştiğiniz mücadeleler, sarf ettiğiniz gayretler, duyduğunuz iftiharlar, kazandığınız başarılar, Onun için olmadıkça, hep boştur. Niçin, eşsiz hakim olan, Hak teâlânın emirlerine uymuyor, Onu mabut tanımıyorsunuz da, binlerce, hayal olan, mabutlar arkasında koşuyor, hepiniz sıkıntılar içinde boğuluyorsunuz? Her neye koşuyorsanız, sizi sürükleyen bir emel değil midir? Niçin o emeli Haktan başkasında arıyorsunuz?
Hak teâlânın hakimliğini tanıdığınız, emaneti ve emniyeti bozmayarak çalıştığınız zaman, birbirinizi ne kadar sevecek, ne kadar bağlı kardeş olacaksınız. Sizin o kardeşliğinizden, Allah’ın merhameti, neler yaratacaktır. Kavuştuğunuz her nimet, hep Hakka imanın hasıl ettiği kardeşliğin neticesi ve Allahü teâlânın merhameti ve ihsanıdır. Gördüğünüz her musibet ve felaket de, hep kızgınlığın, nefretin ve düşmanlığın neticesidir. Bunlar ise, hakkı tanımamanın ve haksızlık etmenin cezasıdır. Bu da, hukuku kendiniz kurmaya kalkışmanın, Hak teâlâ ile yarış edebilecek ortaklara tâbi olmanın, hasılı, halis tevhid ile, yalnız Hak teâlâya iman etmemenin neticesidir.
İnsanlığı kaplayan sıkıntıların birinci sebebi şirktir. İlim ve fen, ilerlediği halde, insanlığın ufuklarını sarmış olan fesat karanlığı, hep imansızlığın, vahdetsizliğin ve sevişmezliğin neticesidir.
Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe, ıstırap ve felaketten kurtulamaz. Hakkı tanımadıkça, Hakkı sevmedikçe, Hak teâlâyı hakim bilip, Ona kulluk etmedikçe, insanlar, birbirini sevemez…
.
https://islamqa.info/tr/83997
26 Tem 2010 - 83997: Bütün sıkıntıların sebebi namazı terk etmektir. Ben 23 yaşında genç bir kızım. Açıkça söyleye
.
Bütün sıkıntıların sebebi namazı terk etmektir
Ben 23 yaşında genç bir kızım. Açıkça söyleyeyim ki namaz kılmıyorum.
Namazı kılsam bile bütün farzlarını kılmıyorum. Açıkçası ben müzik de dinliyorum. Ancak Allah şahidim ki bu konu bende psikolojik bir durum yaratıyor. Namaz kılmak istiyorum, Allah'a itaat etmek istiyorum, O'ndan da korkuyorum. Müslüman biri olduğum için de övünüyorum. Rabbim ortağı olmayan tek Allah'tır. Sevgili Mustafa s ve siretini seviyorum.
Kıssalarını dinlediğimde etkileniyorum. Allah'a hamd olsun. Bu yıl Umre'ye gitmemi Allah nasip etti. Bunun için çok sevinçliydim. Buna rağmen kendimi inkârcı hissediyorum. Ya da benimle kâfirler arasında bir fark göremiyorum. Çünkü namaz kılmıyorum. Namaza devam etmek için çok uğraştım.
Ancak bu duruma nasıl geldiğini bilmiyorum. Bilmeniz gereken bir durum da ben uzun bir müddet hiç namaz kılmadım. Din hakkında çoğu durumları bilmediğimi hissediyorum. İslam dinine ait işlerden namaz veya zekât yâda umre vb. hiçbir ameli Allah'ın benden kabul etmeyeceği hissine kapıldım.
Gideceğim yer kuşkusuz cehennemdir. Elimden tutacak ve bana nasihat edecek, bu kayboluş durumumdan çıkaracak birine muhtacım. Bu durumda oluşuma da nefret ediyorum!!
Bütün bunların yanında başka bir problem daha var. Ramazan'da çoğu günler oruç tutmadığımı da hissediyorum. Ben herhangi bir hastalıktan da şikâyetçi değilim. Yani oruç tutmama engel bir durum yok.
Açıkçası ramazandan mı yoksa Şevval ayından mı altı gün oruç tuttuğumdan bile emin değilim. Bu durumları karıştırdım. Bu probleme Allah'tan uzak kaldığım dönemlerde karşılaştım. Ben Allah'ın sebebsiz yere orucu bozandan kabul etmeyeceğini ve kefaret gerektiğini de biliyorum. Ne yapmalıyım?
Lütfen bana yardım edin ve bilgilendirin. Lütfen. Ben çok umutsuzum.
Allah'ın izniyle vereceğin cevabı iyilikler tartısında kılmasını Allah'tan dilerim. Sizin ve bütün Müslümanların mükâfatını hayırla versin.
Published Date: 2010-07-26
Bütün övgüler Allah'adır.
İlkin:
Değerli kız kardeşim, önce problemin yerini belirlemen ve sonra tedavisine başlaman gerekir. Problemin sınırlaması konusunda bizden yardım etmemizi istiyorsan sana şunu diyoruz: problem senin kendinde ve başka hiçbir şeyde değildir. Başkalarının sana yaptıkları yardımın hiçbir faydası olmaz ta ki sen kurtuluşu kendinde bulmadıkça.
Sorunda açıkladığın duygular, senin istikamet ve salah değerlerinin varlığını göstermektedir. Mü'min o kimsedir ki kendini hesaba çeker ve kınar. Görünen o ki sen de bunu yapıyorsun.
Mü'min görevi yapmamaktan günahlarından korkar. Onları büyük bir dağ gibi üstüne düşeceğini görür. Görünen şu ki sen de bunu hissediyorsun.
Mü'min İslam'ıyla ve imanıyla yücelir. Bu büyük dine mensup olmakla şeref duyar. Değerli Peygamberi Muhammed'i s ve risaletini sever. Bu açıkça sende var!!?
Bütün bu saydıklarımıza rağmen dini farzlardan en büyüğü namaz gibi bir görev nasıl aksatılır?
Bizim şu açıklamaktan başka bir yolumuz yoktur. Nefsi idare ve kontrolde kötü yönetmektir. Yoksa namazı eda etmek ne çok vakit ne de çok gayret ister. Kişinin dakikalarca rabbi ile baş başa kalıp O'na yalvarması ve yakarmasıdır, dünyanın ağırlığını ona bildirmesidir, O'nun rahmetine ve O'na olan şevkini yine O'na şikâyet etmesidir. Eğer nefislerimiz bu belirli dakikalarda buna bağlanmaya tahammül edemiyorsa hayatta asla başarılı olacağımızı sanmıyorum. Nefsi yönetmek biraz da inatçı ve azimli olmakla alakalıdır. Biz Müslümanları rabbimiz gücümüzün dışındaki ile sorumlu tutmamıştır. Bilakis bize sıkıntı verecek bir sorumluluk da yüklememiştir. Allah bizim tevbe etmemizi ve bizden hafifletmemizi ister.
Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah size kolaylığı ister ve size zorluğu istemez." el-Baqarah, 185
Başka ayette ise: " Allah size (bilmediklerinizi) açıklamak ve sizi, sizden öncekilerin (iyilerin) yollarına iletmek ve sizin günahlarınızı bağışlamak istiyor. Sınırsız bilen, yegâne hikmet sahibi Allah ’dır. Allah sizin tevbenizi kabul etmek ister; şehvetlere tabi olanlar ise büyük bir yamuklukla tamamen yoldan çıkmanızı isterler. Allah sizden (yükünüzü) hafifletmek ister; çünkü insan (kadınlara ve cinsel ilişkiye karşı) zayıf yaratılmıştır.
" en-Nisa, 26-28
Namaz Allah'ın bizlere kereminden ve ikramından yazılan bir farzdır. Kim onu korur ve gerçek anlamda ikame ederse Allah'ın üzerimizdeki fazlını görür. Bunu bizim için yazdığında mahrum olan insanın aslında Allah ile sıla lezzetini kendine yasaklayan bilmektedir.
Ebu Hureyre'den(r.a.) Peygamber şöyle buyurdu: "Namaz en hayırlı konudur. Kim onu kılmayı çoğaltabilirse çoğaltsın." Tabarani 1/84'te rivayet etti, el-Elbani ise Sahihut-Terğib'in 390'da sahih olduğunu belirtti.
Bakın Allah namaz için temizlenmeyi nasıl farz kıldığını şu ayetlerde belirtiyor: " Allah size bir zorluk çıkarmak istemez; fakat sizi tertemiz kılmak ve size (ihsan ettiği) nimetini tamamlamak ister ki; belki şükredersiniz." el-Maideh, 6
Sevdiğin ve hayatını sevdiğin Peygamber Mustafa s şöyle buyurmaktadır: "Göz aydınlığım namazda kılındı." en- Nisai rivayet etti. Hafız İbn-i Hacer et-Telhısul-Habir'in 3/116'da hasen olduğunu belirtti. el-Elbani ise es-Sahihun-Nesai'de sahih olduğunu belirtti.
Mü'min bir kişi bütün bu bereketlerin ve hayırların kendisi için kaçmasına nasıl rıza gösterir?
İbn-il-Qayyim- rahimehu Allah- şunu belirtir:
Zaman nasıl geçer, ömür biter hala kalp bu kokuyu koklamamışsa yazıklar ve pişmanlıklar onun olsun! Dünyaya geldiği gibi gitmiştir. Onda en güzel olan tatmamıştır. Bilakis orada hayvanlar gibi yaşamıştır. Oradan müflisler gibi ayrılmıştır. Hayatı bir acizlik ölümü ise bir sıkıntıdır. Dönüşü pişmanlık ve üzüntüdür. Allah'ım, Sana hamdolsun, şikayet Sana'dır, yardım Sen'dendir, kurtuluş Sen'inledir, tevekkül Sana'dır, güç ve kuvvet ancak Sen'inledir." Tariqul-Hicreteyn, sayfa 327
Bu sözleri daha çok umutsuzluğa düşesin diye sana anlatmıyorum. Oysa bundan bir an evvel kurtulman için gayret göstermeni istiyorum. başına gelen aslında en kolay farzları yapmaktan aciz olduğunu ve bunun dışında ki ibadetlerden daha da aciz olduğunu bilmen içindir.
Hayatında umutsuzluğa yer olmadığını Allah'ın katında kılman gerekir. Umutsuzluğa düşenlerden Allah'ın nefret ettiğini de bilmelisin. "Rabbinin rahmetinden ancak sapıtanlar ümitlerini keserler." El-Hıcr, 56. rahmetiyle ve fazlıya müjdelenenlerin ibadetini yapmalısın. O'nun kereminin genişliğinden ki kötülükleri bağışlıyor, zellatı affediyor. Bilakis Allah şöyle buyurmaktadır: "Ancak kim tevbe ederse, iman ederse, Salih amel işlerse işte o kimselerin kötülüklerini iyiliklerle değiştirir. Çokça bağışlayan ve merhamet eden Allah'tır. Kim de tevbe eder, Salih amel işlerse Allah'a tevbesi kabul olan gibi tevbe etmiştir." El-Furqan, 70-71. Bazı filozoflar "Umutla ancak çalışma gelir" demişlerdir. Şeytanın seni içine düşürdüğü bu umutsuzluk durumundan ancak işe başlaman ile çıkabilirsin. İstikamete tabi olmakla başarabilirsin.
Başlangıçta belki eksikler olabilir.
Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın rahmetinden umutsuzluğa düşmeyin. Allah'ın rahmetinden umutsuzluğa ancak kâfirler toplumu düşer." Rica etmek kula istediği yolunda gayret ve çaba sarf etmesini gerektirir. Umutsuzluk ise ağırdan almayı ve yavaşlatmayı emreder. Kulların istediklerinin en güzeli ise Allah'ın fazlı, ihsanı, rahmeti ve umududur.
" Allah'ın rahmetinden umutsuzluğa ancak kâfirler toplumu düşer." Çünkü onlar kâfirliklerinden Allah'ın rahmetini uzak buluyorlar, rahmeti onlardan uzaktır. Öyle ise kâfirlere benzemeyin. Bu da gösteriyor ki kulun imanına göre Allah'ın rahmetinden ve umudundan beklentisi vardır. İbn-i Sa'di Tefsiri.
Kendinde ilk başlayacağın durum namazı korumak için büyük bir düşünce ve azim bir gayret olgusuyla başlamalısın. Bu düşünce yemek, içmek, eğitim ve evlilik gibi başka dünya işlerinde düşündüğün gibi olmalıdır. Çünkü her işe bir önem ve düşünce önceden oluşur. Bazı selef kendilerini nafile namaz kılmaları için çok çaba sarf ederlerdi. Öyle ki Sabit el-Bennati rahimehu Allah şunu söyledi: Namazla(gece namazını kastetmektedir) tam yirmi sene uğraştım. Yirmi sene de onunla zevklendim.
Ta ki namazı koruma yöntemlerini düşünme ve önemseme olmadıkça bu düşünce ve önem de yeterli değildir. Senin yapmakla görevli olduğun Allah'ın farzlarını nasıl kendini aldatabilirsin? İnsan istediği duruma yardımcı olacak yöntemlerin en iyisini seçmede büyük bir güce sahiptir. Müezzinin Allahu Ekber sesini duyduğunda hemen kalkmaya özen göster. Senin meşgul olduğun şu dünyanın hepsinden Allah'ın daha büyük olduğunu hisset. Sonra Allah'ın sana farz kıldığını eda etmen için mihrabına yönel. Her namazdan sonra Peygamberimizin bize öğrettiği şu duayı da unutma:" Allah'ım, Seni zikretmem, Sana şükretmem, Sana güzel ibadet etmem için bana yardım et."
Ev halkı olarak Şevval ayının altı günlük orucunu tutmaya gayret ettiğinizi söylemiştin. Bu da namazı vaktinde kılman için sana yardımcı olacak güzel ve Salih bir izdir. Annenin ve kardeşlerinin namaza vaktinde kalktıklarını gördüğünde bunun için Allah'a hamd et. Namazı ve başörtüsünü bıraktıkları için aileleri tarafından dövülen çocukların şikâyetleri ne kadar da çok. Oysa sen Allah'a takva yolunda sana yardım eden bir ailen var. Namaz kılan, istikamet sahibi genç kızlarla arkadaşlık et. Onlardan namaz kılma konusunda yardım etmelerini iste. Bu senin için en hayırlı bir yardımcıdır.
Son olarak da kötülüklerden sakın çünkü bütün hastalıkların temelidir. Kötülük beraberinde başka kötülüğü getirmektedir. Öyle ki bir insanda toplanır ve onu helak eder. Namazı ağırdan alır, onun nurundan ve bereketinden onu alıkoyar. Allah'tan selamet dileriz.
İbn-il-Qayyim rahimehu Allah şöyle açıkladı:
Kötülükler emsalini dikerler. Biri birlerini doğururlar. Öyle kulu kendinden ayırır ve insan olmaktan çıkarır. Bazı selefin dediği gibi: kötülüğün cezası ondan sonra gelen bir kötülüktür. İyiliğin sevabı ondan sonra gelen bir sevaptır. el-Cevabul- Kafi, sayfa 36.
İkincisi: Ramazan orucuna gelince; sen ondan bazılarını özür olmaksızın tutmadığını belirtiyorsun. Sana şunu diyoruz: bu şüpheler için fetva verme. Görünen şu ki sen ailen ile birlikte bu ibadeti yerine getirdin. Zimmetten beri olmak için galip zann yeterlidir. Bundan sonra şüpheye yer yoktur.
Daimi Konsey Fetvalarının 7/143'te:
Tavaf, Sa'y ve namaz bittikten sonra şüpheye dönüp bakılmaz. Çünkü zahir olan ibadetin selametidir. Bitti.
Şeyh İbn-i Useymin rahimehu Allah açıkladı:
İbadet bittikten sonra şüphe edilirse durumdan tam emin olunmazsa ona tekrar geri dönülmez. Mecmuu Fetava Şeyh Useymin, 14/ soru sayı 746.
Özürsüz orucu bırakmak ne kaza ne de kefaret gerektirir. Oysa tevbe ve af dilemeyi gerektirir. Bunun açıklaması 50067 sorunun cevabında verilmiştir.
Allah'tan sana ecrini vermesini, kalbini hak ve din üzerine sabit kılmasını, taşlanmış şeytandan seni korumasını dilerim.
Allah her şeyi en iyi bilendir.
.
www.islamveihsan.com › HAYATIMIZ
6 Şub 2016 - Gerçi “sebepsiz gibi gözüken sıkıntıların gerçek sebebi tembelliktir” tespiti, bu noktada c
.
Dillerde yaygın olarak dolaşan “dünyada rahat yoktur” ya da “dünya rahat yeri değildir” cümleleri1, günlük hayatın, sebebi bilinen ve bilinmeyen sıkıntılarla dolu olduğu gerçeğini yansıtır. En çok da sebebi bilinmeyen sıkıntılar can sıkar.
Esasen hemen herkes zaman zaman, “sebebini bilemediğim bir sıkıntı var içimde”, “bugün hiç keyfim yok”, “ne oldu bilmiyorum birden bire keyfim kaçtı, huzurum kalmadı” gibi cümlelerle söz konusu durumu dışa vurur veya kendisini anlam veremediği bir suskunluk içinde bulur. Gerçi “sebepsiz gibi gözüken sıkıntıların gerçek sebebi tembelliktir” tespiti, bu noktada ciddi bir uyarı niteliği taşır. Fakat her sıkıntıyı bununla açıklamak ne kadar doğrudur?
SEBEPSİZ SANILAN SIKINTILAR
Bu kısa giriş, sebepsiz sanılan sıkıntıların tanıdık ve hatta yaygın insânî hallerden olduğuna işaret etmektedir. İşte tam da bu noktada bir rivayet, mümkündür ki bir çoğumuzun dikkatini pek çekmeyen fakat çokça üzerinde durulması gerekli bir sıkıntı sebebini haber vermektedir. el-Hakem’den (mürsel olarak) nakledildiğine göre o, “Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu” demiştir:
“Kul amelinde/işinde kusur ettiği (gerekli özeni/itinayı göstermediği) zaman, Allah onu üzüntü ve kedere uğratır.”2
Özelde “Müslüman işi ve işçiliğinin”, genelde “kul işi ve işçiliğinin” nasıl bir özene sahip olması gerek-tiğini ortaya koyan bu hadis-i şerif, her ne kadar “zayıf” da olsa3 bize çoğu zaman yaşadığımız ve sebebini bilemediğimiz sıkıntılarımızın gerçek sebebini haber vermektedir. Başta “kulluk”görevlerimiz olmak üzere yapıp ettiklerimizdeki özensizlik.
AMELİNDE VE İŞİNDE KUSURLU OLMAK
Elem, keder, üzüntü ve huzursuzluk mânâsına gelen hemm (çoğulu, hümûm), amelinde ve işinde kusurlu olmanın, gerekli itinâ göstermemenin karşılığı olarak kulun başına gelen, daha doğrusu Allah Teâlâ’nın takdir ettiği bir sonucu ifade etmektedir.
Aslında söz konusu durumun, gerçeğin ta kendisi olduğunu hemen herkes kişisel hayatındaki tecrübeleriyle bilir. Çünkü hayatından, ibadetlerinden zevk alamadığını, ne yapsa ne etse tatsız-tuzsuz bir yaşayıştan kurtulamadığını, huzursuz olduğunu söyleyip gezenleri dostça konuşturduğunuz zaman, işlerini “nasıl yaptıklarına” pek dikkat etmediklerini, özensiz bir yaşantıya sahip olduklarını görürsünüz. Bunu kendileri de itiraf ederler.
Ayrıca pek tabii olarak kişinin yapacağı iş, işin tanımı ve kişiden beklenenlerin açık olarak belirlenmesi, kişinin, yaşayacağı sorunları iletebileceği makamın net olarak ortaya konulması önem arz etmektedir. Bu açıdan meseleye bakıldığında İslâm’da gerek ibadet gerekse iş/amel olarak yapılması gerekenlerin şartları ve standartları pek detaylı ve hatta alternatifli olarak Peygamber Efendimizin rehberliğinde, sünnet-i seniyyede belirlenmiş bulunmaktadır.4 Buna rağmen kişi işinde/amelinde kusur ettiği zaman elbette bir bedel ödeyecektir. Onu da hadisimiz “üzüntüye, sıkıntıya uğratılmak” olarak bildirmektedir. Salt dünyevi konularda bile, işin, önceden belirlenmiş standartlara uygun olmadığı tespit edilmesi halinde “yaptırım” uygulandığı, maddi-manevi sıkıntı sebebi olduğu herkesin bilgisi dahilindedir.
İŞİ EHLİNE VERMEK
“İşi ehline vermek” gerektiği ve ehil olmayan, üstesinden gelemeyecek olan kimselere iş tevdi etme-nin kıyamet alâmeti olduğu bilinmektedir. Bu tespit, “yapılan işteki kusurun” bireysellikten öte büyük ve toplumsal faturasını vurgulamak olsa gerektir.
Yine Hz. Aişe vâlidemizin naklettiği bir hadis-i şerifte “Allah, kulun işini sağlam yapmasını sever”5 buyrulmuştur. Bu demektir ki, yaptığı işte, ibadette kusur etmeyip gereken özeni göstermek, kişiye Allah Teâlâ’nın hoşnutluğunu kazandırmaktadır.
Çağımızda her türlü sıkıntıya genel bir isim olarak ve yaygın bir kullanımla stres adı verilmektedir. Stres ise, psikolojik açıdan gerginlik, zevksizlik demektir. Bir başka ifade ile stres, insanın ruhsal ve fiziksel sınırlarının zorlanmasıdır. Bunun sonucunda da endişe, sinirlilik, telaş, üzüntü ve hatta unutkanlık doğar.
İKİ ÇIKIŞ YOLU
Stresli ve sıkıntılı hallerle baş etme yolları arasında belki de en başta gelen ilke, sadıklarla bera-ber olmaktır.6 Çünkü kendi amel veya iş kusurumuzdan kaynaklanan üzüntü ve kederimiz, sadıkların bir-likteliği ve sâlihlerin sohbet ve tavsiyeleri ile büyük ölçüde hafifler. Bu duruma psikolojik açıdan,“sosyal destek sisteminden ve odaklarından yararlanmak” da diyebiliriz. Bunun anlamı, yanlarında kendimizi iyi hissettiğimiz ve duygusal olarak kendilerinden beslendiğimiz insanlarla paylaşımlarda bulunmanın rahatlığı demektir. Böyle bir yöntem, üzüntü ve keder hallerinde kendimize gelmemizi ve daha güçlü hissetmemizi sağlar.
“Kardeş ve dostlarının salihler olması, kişinin mutluluk sebeplerindendir.”7 Hadis olarak nakledilen bu söz de açıkça göstermektedir ki yakın dostların iyi/salih kişilerden olması, sıkıntı değil saadet/mutluluk nedenidir. Kişi sevdikleri ile beraber olunca, sıkıntı, üzüntü elem ve kederini unutur, rahatlar. O halde asıl mesele, salih ve sadıklarla birlikte olmaya özen göstermektir.
“Sosyal destek sisteminden ve odaklarından yararlanmak” açısından sadıklar ve salihler ile beraber olmak tavsiyesine, cami ve cemaate devam etme tavsiyesini de ekleyebiliriz. Zira cemaatle namazın yalnız başına kılınan namazdan 25-27 derece daha faziletli olduğu bildirilmiştir. Bu demektir ki, cemaate devam etmek, amel ve ibadetin gerektiği gibi yapılması ve dolayısıyla da üzüntüden, kederden ve zevksizlikten kurtulmak açısından oldukça anlamlı bir yol ve yöntemdir.
KUL KUSURSUZ OLMAZ
Öte yandan, “Kul kusursuz olmaz” denilmiştir. Tövbenin, yani kusurlu davranmayı terk edip özenli olmanın, o kusurdan ve o kusurun manevi sıkıntısından kurtulma yolu olduğu hatırlatılmıştır. Nitekim, Tövbe, öncesini temizler,8 “Günahından dönen, hiç günah işlememiş gibidir”9 müjdeleri, Peygamber Efendimiz tarafından verilmiştir ve dolayısıyla sebepsiz gibi görünen sıkıntılardan kurtulma ve iyileşme yolunu, iş hayatında ve din pratiğinde/ibadet ve yaşayışında gerekli özeni göstermek olarak işaret buyrulmuştur.
O halde bu iki iyileşme imkanı (sadıklarla-iyilerle birliktelik ve tövbe), kulluk sınavındaki insanlardan ne denli bireysel ve toplumsal derin bir hassasiyetin beklendiğini ve bunun yolunu açıkça ortaya koymaktadır.
BİR BAŞKA RİVAYET-BİR BAŞKA BOYUT
Aişe radıyallahu anhâ’dan gelen bir rivayette, Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyur-muştur:
“Kulun hata ve günahları çoğalır da bunlara keffaret olacak ameli bulunmaz ise, Allah azze ve celle onu günahlarına keffâret olsun diye elem ve kedere uğratılır.”10
Bu rivayete göre, artmış olan günahlarını temizleyecek kadar ameli, iyiliği, hayır-hasenâtı olmayan kulun uğratıldığı üzüntü ve keder, onun kusurlarını ortadan kaldırmak maksadına yönelik, görüntüde bir cezalandırma, aslında ise, rahmet ve şefkat uygulamasıdır.Hiç kuşkusuz çekilen sıkıntıların sebebi bu ise, netice itibariyle dert edecek bir şey yok demektir. Çünkü bu rivayet, mümin için her sıkıntının mutlaka bir cezâ mânâsına gelmediğini, rahmet ve şefkat mânâsının da bulunabileceğini hatırlatmaktadır. Kim bilir belki de “derdini sevdiğini söyleyenlerin” anlatmak istedikleri de budur.
Kaynak: Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Altınoluk Dergisi, Sayı: 360, Şubat 2016
Dipnotlar: 1) Bu cümlelerin hiç biri hadis değildir. 2) Ahmed b. Hanbel, Kitabü’z-zühd, s. 43 (Thk. Muhammed Celal Şeref), Beyrut 1981. 3) Ahmed b. Hanbel, Hakem’den mürsel olarak nakletmiştir. Suyuti, hasen olduğuna işaret et-miştir.(Bk. Münâvi, Feyzü’l-kadir Şerhu’l-Cami’i’sağîr, I, 417). 4) Bk. el-Kasas (28), 26. 5) Bk. Beyhaki, Şuabü’l-imân, IV, 334-335 (Beyrut, 1990). 6) Nitekim Allah Teâlâ, “Ey iman edenler, Allah’a karşı gelmekten sakının ve sadıklarla beraber olun!” [et-Tevbe (9), 119] buyurmuştur. 7) Bk. el-Münavî, Künûzü’l-hakâik, hadis no; 7052. Cami’ul-usul, IX, 106. 9) İbn Mace, Zühd 30. 10) Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 157
STRES ve ÇARESİ
Musa K. Yılmaz
İNSANA VERİLEN VÜCUD KOMPLEKSİ
İnsanı konu alan birçok ilim dalı göstermiştir ki, insanoğlu et ve kemik yığınından ibaret bir varlık değildir. İnsanın fizikî yapısı içinde, deyim yerindeyse, ondan daha kompleks ve daha mükemmel bir ruh ve hisler dünyası vardır. Daha açık bir deyimle, insanın vücudu "RUH" denen varlığın sarayı hükmündedir. Gözler vücut sarayında açılmış iki penceredir ki, ruh bu âlemi bu iki pencereden seyrediyor.
Dikkat edilirse, bir dış etken karşısında ruh ve bedende meydana gelen durumlar birbirinden kopuk değildir. Bazı hastalıkların sebeplerinin ruhî olduğu gerçeği gözönüne alınırsa, ruh ile bedenin insanı bir bütün olarak ortaya koyduğu anlaşılacaktır.
Elbette ki, Allah tarafından insana verilen sevgi, saygı, heyecan, keder, korku ve hayal gibi cihazları işletmeden yaşamak mümkün değildir. Şu farkla ki, hamuru kötü yoğrulmuş bir insan, başka bir deyimle, kötü şartlarda yetişmiş olan bir insan, bu duygulan kötüye kullanacaktır. İyi niyetli bir ilim adamının enerji imali için yaptığı bir nükleer reaktörü, kötü niyetli bir politikacının bomba imalinde kullanması gibi.
Korku hissi, hayatımızı koruyabilmemiz için, Allah tarafından vücudumuza takılan manevî bir cihazdır. Ama herşeyden ve herkesten korktuğumuz zaman ve kendi kendimize hayalî tehlikeler ürettiğimiz takdirde, korku hayatımızı azaba çeviren bir his olur. Stres de vücudumuza takılan bir cihazdır. Stres nedir, onu kısaca tanımlayalım:
STRES, HEP OLUMSUZ MU?
Stres, dıştan gelen bir saldırı, bir baskı karşısında insanda oluşan bir gerilim, bir şiddet, yahut normalin dışına çıkma halidir. Stres, vücudumuzun ruhî ve bedenî olarak dış tesirlere karşı gösterdiği bir reaksiyondur. Bu itibarla stres, müsbet yönde kullanıldığı zaman çok lüzumlu ve hayatî bir özelliğimizdir. Tıpkı korku, tıpkı hayal, tıpkı akıl ve düşünce gibi...
Tam hedeften vurmak isteyen bir nişancının, okunu yaya yerleştirip kirişi iyice germesi gerektiği gibi, zor ve mühim bir işi başarmak isteyen gaye sahibi bir insanın da, tüm fiziksel ve zihinsel gücünü o iş için ve o gaye üzerinde yoğunlaştırması icap eder. İşte bu yoğunlaştırma işi bir gerilimdir, bir strestir.
Koşu çizgisinde bekleyen yarışçı, yeni bir cihazın projesini çizmeye çalışan mühendis, güzel bir perspektifi yakalayıp resmetmeye çalışan ressam, yarın gireceği sınavdan iyi not almak için, kitabın başında oturan öğrenci ve benzerleri hep gerilim içindedirler. Buna pozitif gerilim, ya da müsbet stres diyebiliriz. Suikast ve ihanet için pusuya yatmış adam, kumar masasında sabahlayan oyuncu, stok ettiği mallara zam gelmesini bekleyen karaborsacı ve bunlara benzeyen insanlar da gerilim içindedirler. Ancak bunların hali bir negatif gerilimdir. Olumsuz bir stres halidir.
Bütün bu gerilimlerin ötesinde bir metafizik ve ruhî gerilim daha vardır ki, her hakikat yolcusu ve her hizmet eri, böyle bir gerilime her zaman muhtaçtır. Mesela, dünyanın cezbedici ve nefsi okşayıcı gayr-i meşru eğlenceleri karşısında bulunan bir insan düşünün, onu cehennemlik yapacak bir günahla aralarında kıl payı kalmışken, şeytanı ve nefsiyle mücadele eden, galip gelmek için de ölümü ve hesap gününü düşünen, böyle bir insanın içinde bulunduğu stres hali elbette ki faydalıdır.
Bunlar stresin olumlu ve faydalı yönleri. Fakat bizi asıl düşündüren ve 20. yüzyılın insanını telaşlandıran husus, stresin olumsuz yönüdür. İsterseniz siz buna depresyon, ya da ruhî çöküntü de diyebilirsiniz, işte insanlığı tehdit eden asıl hastalık hali bu strestir.
Bu olumsuz stres, sahibini kısır bir döngü içinde hapseder. Bu duruma düşen bir insan için, tüm yollar kapalı görünür. Streste olan bir insan artık ümitlerini kaybetmiştir. Önceleri meyhane, kumarhane veya eğlence yerlerine gider. Buraları kaçış sığınağı olarak kullanır ve dertlerini unutmaya çalışır. Allah'ın bir nimeti olan akıl, bellek ve hayal artık onun için birer tazip ve işkence aletidir. Düşünmemek için sarhoş olur.
ÇARESİ
Ne var ki, tam aksine insanın çözüm bekleyen problemleri her gün biraz daha büyür ve sonunda stresten kurtulmanın bir yolunun olmadığını zanneder.
Oysa insanı bu kötü durumdan kurtarmanın yolu vardır. Öncelikle şunu açıkça söylemeliyiz ki, ruhen en dengeli olan insanlar, imanı en mükemmel olan insanlardır. Çünkü "iman insanı insan eder. Hatta insanı sultan eder. Hakiki imanı elde eden adam kainata meydan okuyabilir." (B.S.N.)
Denebilir ki, bir insan İslâm dinini hayatına ne derece tatbik ediyorsa, o derece iyi bir ruh ve beden yapısına sahiptir. Çünkü gerçek bir mü'min ulvî hedefler peşindedir. Başkasını rahatsız etmek şöyle dursun, Allah rızası için etrafındaki insanlara bir iyilik meleği olur. En az kendi nefsi kadar mü'min kardeşini de düşünür. Mü'min sefahete ve geçici eğlencelere talip değildir. Bütün duygularını helal dairesinde kullanmaya çalışır. Çünkü o bilir ki "helal dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir, harama girmeye lüzum yoktur." Kısaca mü'min dünyayı bir lezzet ve mükâfat yeri olarak görmez. Ona göre dünya, ebedî âlem için, yol üstünde kurulmuş bir han ve bir bekleme salonudur.
İşte böyle bir insan dünyanın en mutlu insanıdır. İçi huzur doludur, yüzü daima güler, asrımızın hastalığı olan stres ona yanaşamaz. Çünkü o engin bir tevekkül içindedir. Durum ne kadar ağır olursa olsun, mü'min dinin yanındadır. İnancına ters düşen arzularını yenmiştir. Sosyal çevrenin dine aykırı baskısı bile onu fazla etkilemez. İçten veya dıştan gelebilecek bir baskıya maruz kalınca, mü'minin ilk başvuracağı silah sabırdır (Bakara, 2/155-6). Sabır bir irade ve bir iman işidir. İnsanın başına arzu etmediği bir hâl gelince, o hâdisenin yapacağı ruh çöküntüsünü engelleyecek bir tek silah vardır, o da Allah'a teslimiyet ve sabırdır. Bunun da kaynağı hakiki bir imandır.
STRESİN TEMELİNDE YATAN GERÇEK
Ancak imanın, stres üzerindeki bu olumlu etkisinin nereden kaynaklandığını görmek için stresin temelinde yatan duyguyu görmek gerekir. Esasen stresin temelinde yatan endişe, yok olma korkusudur. Deyim yerindeyse stres, ruhu kurtarma operasyonudur. Ama bazen bu iş yanlış yapılır. Hasılı, yok olma endişesi, yani ölüm, stresin en önemli bir sebebidir. Birkaç dakika sonra bıçak altına yatacak olan bir koyuna, bir tutam ot verildiği zaman onu afiyetle yer. Oysa insan böyle midir? İdam sehpasına gidecek olan bir insanın önüne, dünyanın en lezzetli yemeklerini bile koysanız dönüp bakmayacaktır. Bu durumda olan bir insanın içinde fırtınalar kopar, bütün hayatı bir sinema şeridi gibi gözünün önünden geçer.
Stresin baş sebeplerinden olan ölüm korkusundan kurtulmak için, ilk olarak iki yol göze çarpar. Birisi ölüm fikrine alışmak, diğeri ise ölümü düşünmemektir. Bu iki yol da çok zordur. Çünkü ölüm fikrine alışmak herkes için kolay değildir. Ölümü hiç düşünmemek ise, insanı devekuşuna benzetir. Avcıyı görünce uçamaz, başını kuma sokar. Çünkü insan aklı hem geçmiş zamanın üzüntülerini, hem geleceğin korkularını, hem de şimdiki zamanın sorunlarını beraberinde taşıyan bir alettir.
Buna göre, "ben hiçbir şey düşünmeden yaşamak ve canımın istediği gibi herşeyi yaparak ömür sürmek istiyorum" diyen bir insan, boş bir iddiada bulunmuş olur.
ÖLÜM KORKUSUNDAN NASIL KURTULURUZ?
Peki insanı ölüm korkusundan ve dolayısıyla stresten kurtaracak nedir? İnsanı ölüm korkusundan kurtaracak, yahut ölüm korkusunu en aza indirecek yol, ölümün ebedî bir idam olmadığı yolundaki fikirdir. Buna kısaca ahiret inancı diyoruz. Ruhun ölümsüz olduğunu kabul eden bir insan mutlaka ölüm korkusunu en aza indirmiş, yani onu hafifletmiş olur. "Hafifletmiş olur" diyorum, çünkü, istisnalar hariç, ölüm korkusunu yok etmek oldukça iddialı bir olaydır.
Bir ilim adamı "ölüm, cümlenin sonuna konan bir noktadır" demiş. Bir diğer ilim adamı ilave etmiş, "bir farkla ki, cümleyi en güzel şekilde yazdığına inanan kimse dahi, elleri titremeden o noktayı koyamaz" demiştir.
Kur'ân, ölümün de hayat gibi yaratılmış olduğunu vurgulayarak, ölümün bir nimet olduğunu ifade eder (mülk 67/2). Çünkü ölüm hayatın sıkıntılarından bir kurtuluştur, bir terhistir, bir paydostur. Kur'ân'a göre ölüm bir bitişin, bir sona erişin ifadesi değildir. Aksine ölüm yeni bir hayata geçişin ilk basamağıdır. Tıpkı dünyaya gelmek gibi.
Ölüme bu manayı veren İslâm dini, insanlığın maddî, manevî mutluluğunun tecellisi ve sığınak kaynağıdır. İnsana sadece kabir kapısına kadar arkadaşlık edecek değerler, gerçek dost ve kurtarıcı değillerdir. Dünyanın yüzü devamlı öbür âleme dönük olduğu gibi, insan da yüzünü ebedî saadeti kazanmaya çevirmelidir.
.
İSLÂM'DA SOSYAL GÜVENLİK
Musa K. Yılmaz
Sosyal güvenlik, literatürümüze yeni girmiş bir kavramdır. Batıdaki tarihi de pek eski değildir. Sosyal güvenlik tabiriyle, toplum fertlerinin, hastalık, yaşlılık, kaza, malûllük ve benzeri hususlarda devletin, vatandaşına sahip çıkması anlaşılmaktadır. Sosyal güvenlik, ancak, son yıllarda Birleşmiş Milletler Sözleşmesinde, İnsan Hakları Sözleşmesinde yer almıştır. Batı tarafından yeni keşfedilen bir kavram olan sosyal güvenlik, müslüman toplumda ise asırlardır batıyı da imrendirecek bir mükemmellikte uygulanmış, nihai ifadesini bizim yamaçlarda bulmuştur. Lâkin, son asırda, batı karşısında aşağılık kompleksine kapılan insanımız; batının, el yordamıyla, asırlar sonra bulduğu herşeye, orijinaldir mantığıyla yaklaşmış, aşağılanma tesiri ve belki de dinini batı karşısında muhafaza kasdıyla, 'bu bizde de vardı' diyerek, gündemdeki mevzunun kaynaklanmadaki yerini araştırmaya başlamıştır. Aslında sosyal güvenlik veya ismine ne dersek diyelim, hakiki müslümanın problemi değildir ve olamaz da... Dininden habersiz, özünü kaybetmiş, batıyı herşey sanan insanımıza, 'sizin batıda yeni gördüğünüz bunlar.. bizim yamaçlarda ondört asırdır vardı' diyerek, yazımızı takdim ediyoruz.
GİRİŞ
"Sosyal güvenlik" kavramı yeni olmakla birlikte, mâhiyet olarak ve insanların ihtiyaç duyduğu önemli bir konu olarak oldukça eskidir. Başka bir ifadeyle; insanoğlu karanlık olan geleceğe karşı fazla kaygılı olmamak için daima tedbirler almıştır. Denebilir ki, Hz. Adem (as)'dan günümüze kadar insanlar her zaman açlıktan ve korkudan emin olmak için çaba sarfetmişlerdir. Peygamberlerin liderliğinde yaşamayı kabul eden insanlar, daima açlıktan ve geleceklerinden en az korkan insanlar olmuşlardır, kuşkusuz bu mutluluğun ve huzûrun bir bedeli olmalıdır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm, insanları açlıktan ve korkudan emin kılan Cenab-ı Allah'ın, bedel olarak insanlardan sadece kulluk istediğini şöyle ifade etmiştir:
"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla: Kureyş'e verdiği emniyet ve kolaylıklar için, onları kış ve yaz seyahatlerine emniyet ve kolaylık içinde muvaffak ettiği için, onlar bu beytin (Kabe'nin) Rabbine kulluk etsinler. O Rab ki, kendilerini açlıktan kurtarıp doyurmuş ve korkularından emin kılmıştır." (Kureyş Suresi).
Görülüyor ki, insanı gelecek ve açlık korkusundan emin hale getiren Allah'tır. Peygamberlerin en önemli vazifelerinden birisi de, halkın omuzlarındaki manevî ağırlıkları hafifletmek ve boyunlarındaki mânevî zincirleri almaktır:
"...Ve üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri atar." (Araf, 4/157). Kuşkusuz insanların omuzlarındaki manevî ağırlıkların en büyüğü korku içinde hayatlarından ve geleceklerinden endişe etmeleridir. Bunun en büyük sebebi ise ölümden sonraki hayata inanmamaktır. Ölümün bir son olduğunu düşünen bir insanın, belli bir süre sonra hayatından zevk alması yahut şiddetli bir kaygı içine girmemesi imkânsızdır. İşte peygamberlerin en büyük vazifelerinden birisi de, insanların omuzlarından ağır günah yüklerini ve boyunlarından küfür ve inkâr zincirlerini indirmek suretiyle onları gerçek bir emniyete kavuşturmaktır.
Eskilerin deyimiyle insanın "medeni-i bi't-tab" olması, yanı yaratılışı itibariyle medenî olması, sosyal güvenliği daima beraberinde taşımıştır. Çünkü insan bir posta kanaat edemez. İnsanın uzun emelleri, geleceğe ait olan endişeleri ve herşeyden önemlisi; geçmişin üzüntülerini, geleceğin korkularını ve şimdiki zamanın sorunlarını beraberinde taşıyan insan aklı, insanı şu veya bu şekilde güvenli bir halde yaşamaya mecbur bırakmıştır. İnsanların teker teker dağ başlarında değil de, birlikte ve büyük gruplar halinde yaşamalarının sırrı da bu açıdan ele alınmalıdır.
KUR'AN VE HADİSTE SOSYAL GÜVENLİK KAVRAMI
"Sosyal güvenlik" dendiği zaman ilk olarak korunmaya muhtaç fakirler ve zayıflar akla gelmektedir. Eğer bir toplumda yaşayan kimsesizlerin sosyal bir teminatları yoksa o toplumun bir bölümü sürekli bir şekilde yoksul olmaya mahkumdur. Bu itibarla toplumdaki muhtaç kimselerin öncelikle gözetilmesi gerekir. Kur'ân-ı Kerîm, fakirleri ve yoksulları korumayan, onların haklarını gözetmeyen ve onları ihmal edenleri şiddetle kınamıştır:
"Hayır, belki de siz yetime ikram etmiyorsunuz; yoksulu yedirmeye birbirinizi teşvik de etmiyorsunuz; haram helal demeden mirası yiyorsunuz." (Fecr, 17,18,19) ayeti, kimsesizlerin hakkının ne kadar önemle korunması gerektiği hususunu açıkça ifâde etmektedir. Kimsesizlerin hakkını korumamak o kadar büyük bir insanlık ayıbı kabul edilmiştir ki, Allah'ın dînine inanmayan, "din yalandır" diyenler, yetimleri itip kakmak ve yoksulları doyurmamakla tavsif edilmişlerdir (Maun, 1,2,3).
Bundan da önemlisi Kur'ân-ı Kerîm, muhtaçlara yardım elini uzatmamayı küfür alâmetlerinden saymıştır:
"Onlara, 'Allah'ın size rızık olarak verdiği şeylerden hayra sarfedin' dendiği zaman, kafirler iman edenlere derler ki, 'Allah'ın dilerse doyuracağı kimseleri biz mi doyuralım? Siz gerçekten sapıtmış kimselersiniz." (Yasin.36/17) âyeti bu hususu ifade eder. Tam tersi, kimsesizlere arka çıkmak, yetimleri, esirleri yedirmek ve yoksulları doyurmak iman alâmetlerinden kabul edilmiştir (İnsan, .
Kur'ân'ın yoksullar ve yetimler konusunda gösterdiği bu yoğun davete muhatap olan Hz. Peygamber (sav) meseleye hassasiyet göstermiş, komşusu aç iken bir mü'minin tok olamayacağını(1) kendi nefsi için istediğini mü'min kardeşi için de istemenin imandan olduğunu(2) ifâde buyurmuştur. Rasûlullah (sav), özellikle tarih boyunca baskıya ve hakarete uğrayan, her zaman haklan ellerinden alınabilen iki grubun haklarına dikkat çekmiştir. Bu mustaz'af iki gruptan biri kadınlar, diğeri yetimlerdir. Kadınlar fiziksel zaafiyetleri sebebiyle, yetimler de sosyal zaafiyetleri sebebiyle tarih boyunca sürekli zulüm görmüşlerdir. Hz. Peygamber (sav):
"Ya Rab, iki zayıfın, kadının ve yetimin hakkını yasaklıyorum."(3) sözleriyle, kadının ve yetimin dokunulmazlıklarını ilân etmiştir. Gerçekten en haklı dokunulmazlık hakkı, toplumdaki mevkileri İtibariyle güçlü olanlara tanınan dokunulmazlık hakkı değil, zayıf olanlara tanınan dokunulmazlık hakkıdır.
Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de:
"Rüştüne erinceye kadar yetimin 'malına yaklaşmayın" (İsra. 17/34) buyurarak yetimlerin mallarının kötüye kullanılmaması konusunda mü'minleri uyarmıştır. Hz. Peygamber (sav) de:
"En hayırlı müslüman evi, içinde bir yetimin iyilik gördüğü bir evdir; en kötü müslüman evi, içinde bir yetimin kötülük gördüğü bir evdir."(4) buyurarak müslümanları yetimlerin hakkına karşı uyarmıştır.
SOSYAL GÜVENLİKTEN KİMLER SORUMLUDUR?
İslâm'a göre bir toplumda zayıfların sosyal güvenliğinden sorumlu olan üç müessese vardır:
Aile: Kişilerin sosyal güvenlik masraflarından öncelikle aile sorumludur. Bilindiği gibi akrabalar birbirine nafaka vermekle yükümlüdürler. (Bakara, 2/233; Talak, 65/7) Ancak akraba arasındaki bu nafaka yükümlülüğü sadece çekirdek aile olan karı, koca ve çocukları ihtiva etmiyor. Nafaka çok geniş muhtevalıdır. Kur'ân-ı Kerîm, varlık sahibi olan herkesin nafaka vermekle yükümlü olduğunu ifâde ediyor:
"Varlıklı olan kimse imkânına göre nafaka versin. Rızkı kısılmış olan kimse de Allah'ın kendisine verdiğinden versin." (Talak,65/7) âyeti, herkesin durumuna göre çevresindeki insanları gözetmek durumunda olduğunu ifâde etmekle birlikte, nafaka vermekten korkmanın yersiz olduğunu da vurgulamaktadır.(5)
Zekat: İhtiyaçları ailesi tarafından karşılanmayan zayıf ve kimsesizlerin meseleleri zekat müessesesine havâle edilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de zekatın verileceği yerler sıralanırken, toplumdaki zayıfların durumuna dikkat çekmek amacıyla toplumdaki zayıflar "fakirler ve miskinler" olarak iki kez zikredilmiştir (Tevbe, 9/60).
Devlet: Zekat yoluyla da ihtiyaçları karşılanamayan zayıf ve kimsesizlerin sosyal güvenliği devlete aittir. Hz. Peygamber (sav), "Zenginlerinden alıp fakirlerine vermeyen bir ümmeti Allah nasıl iflah eder"(6) hadisiyle zayıfların hakkını koruma konusunda tüm İslâm toplumunu uyarmıştır. İslâm toplumunun başı kuşkusuz imamdır (devlet başkanıdır):
"İmam da çobandır ve o da râiyetinden mesuldür"(7) hadisi de devletin sosyal güvenliği temin etmek konusundaki mesûliyetini en iyi şekilde ifâde etmektedir. Diğer taraftan Hz. Peygamber: "Zayıfların istekleri konusunda bana yardım ediniz. Çünkü siz ancak zayıflarınızla rızıklanıyor ve Allah'tan yardım görüyorsunuz."(8) buyurarak bir devlet başkanı olarak zayıfları korumanın ve onlara destek olmanın mânevî ve uhrevî boyutunu ifâde etmiştir. Buna göre zayıflara destek olmak Allah'ın yardımına ve onun vereceği rızka bir vesiledir.
SOSYAL GÜVENLİK İÇİN ALINAN ÖNLEMLER
İslâm'da sosyal güvenlik müesseselerinde işlerin aksamaması için bazı tedbirler alınmıştır. Başka bir ifâdeyle, fakirleri korumakla mükellef olan bu müesseseler, zorlayıcı birtakım sosyal baskıların desteğiyle ayakta durmuyorlar. Aksine bu müesseselerin daima gönüllü olarak çalışmaları için bir kısım tedbirler alınmıştır.
1- Herşeyden önce Kur'ân-ı Kerîm, servetin gerçek sahibinin Allah olduğunu ifâde etmektedir: "Allah'ın size vermiş olduğu maldan siz de onlara (Özgürlüğüne kavuşmak isteyen kölelere) veriniz" (Nur, 24/33) ayeti bunun açık bir delilidir. Diğer taraftan Kur'ân'ın altı yerinde "...ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah rızası için verirler." (Bakara, 2/3) cümlesi yer almaktadır ki, zekat ya da herhangi bir sadaka veren kimsenin fakirleri minnet altında bırakmaması için bir ikazdır. Hatta bu ikaz daha açık bir biçimde de dile getirilmiş ve şöyle buyurulmuştur: "Ey iman edenler! Başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle sadakalarınızı boşa çıkarmayınız." (Bakara, 2/264).
İnsan kendisine ait bir malı kolay kolay başkasına vermez. Ama kendisine ait olmayan bir malı da seve seve vermek zorunda olduğunu aklen idrak eder. İşte Kur'ân-ı Kerîm, servetin Allah'a ait olduğunu vurgulamakla, sosyal güvenliğe giden yolu en geniş biçimde açmış, dînî ve sosyal amaçlı vergileri kamçılamıştır.
2- Aile kurumu, sosyal güvenliğin başladığı ilk merkez sayılmaktadır. Gerek Kur'ân-ı Kerîm, gerek Resûlullah'ın sünneti, müslümanları aile akrabalarını korumaya teşvik etmiştir. Ondört âyette "akrabaların hakkına" dikkat çekilmiştir:
"Seninle akrabalığı olana, yoksula ve yolcuya hakkını ver." (İsra, 17/26) âyeti bunların başında gelir. Aynı şekilde komşu haklarına da dikkat çekilmiştir (Nisa, 4/36). Hz. Peygamber (sav) sık sık "Önce annene, sonra babana, sonra diğer yakınlarına iyilik yap,"(9) buyurmakla derecesine göre akrabalığın önemine işaret etmiştir.
3. İslâmiyet fakirleri ve kimsesizleri korumak amacıyla birçok yardım sandığı kurmuştur. Zekât, sadaka-i fıtır, keffaretler, sadakalar, vakıflar, hediyeler ve teberrular... bütün bunlar fakirlerin lehine çalıştırılan birer yardım sandığıdır. Hiç kimse, bu kadar yardım vasıtalarını gördükten sonra, "İslâmiyet kimsesizleri teminattan yoksun bırakmıştır" diyemez. Aksine İslâmiyet sosyal güvenlik için birden fazla kaynak bulan bir dindir.
4. İslâmiyet, insanın izzet ve haysiyetini korumak amacıyla dilenmeyi yasaklamıştır. Nitekim Hz. Peygamber (sav) dilenen insanları kınamış ve sadakaların "insanların kiri" olduğunu dile getirerek, insanların dilenmemeleri için psikolojik bir ikazda bulunmuştur. Bu da gösteriyor ki, fakir olan müslümanlar koruma altına alınmışlardır. Aksi takdirde, İslâmiyet hem dilenmeyi yasaklayan hem de fakirlere sosyal bir emniyet hazırlamayan bir din olurdu ki, tarih bunun böyle olmadığına en büyük şahittir.
SONUÇ
Sosyal güvenlik hakkı, fakirler, zayıflar ve kimsesizler için, dînimizde var olan bir haktır. Bu bir minnet, bir lütuf veya devletin bir ikrâmı değildir. Bu hak, doğrudan doğruya Allah'ın insanlar üzerindeki haklarından biridir. İslâm'daki sosyal güvenlik, diğergamlığı esas alan İslâm kardeşliğinin bir tezâhürüdür. Sosyal güvenlik, insanın şerefli olduğunu söyleyen Kur'ân'ın bir emridir. Sosyal güvenlik, bir tek ruh, bir tek cesed hükmünde olan İslâm toplumunun bir gereğidir.
İslâm'daki sosyal güvenlik, akrabalık duyguları, İslâm kardeşliği ve gönüllü yardımlar üzerine kurulmuştur. Kişi yapabildiği kadar kendi imkânlarıyla yaşamaya devam etmek mecbûriyetindedir. Ama fakirleşen bir kimsenin başkalarına yük olacağı şeklindeki endîşe, hiçbir maddî müeyyidesi bulunmayan zekat ve diğer sadakalarla engellenmiştir.
DİPNOTLAR
1) Ahmed b. Hanbel, Müsned, I,55
2) Buharî, Sahih, İman, 7
3) İbni Mace, Sünen, Edeb, 6
4) İbni Mace, Sünen, Edeb, 7
5) İbnu Kesir, Tefsir, IV, 409; Beyrut, 1987
6) İbni Mace, Sünen, Fiten, 20.
7) Buhari, Sahih, Cuma, 11.
Ebu Davud, Sünen, Cihad. 70.
9) Müslim, Sahih, Birr, 3.
.
|
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 75 ziyaretçi (155 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|