|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Evliyaullahın Sultanı Şeyh Abdülkadir Geylânî
Prof. Dr. Abdulhakim Yüce
�Mutlak zikir kemâline masruftur.� fehvasınca, veli, kutup, gavs, keramet vb. kavramlar işitildiğinde akla ilk gelen isim şüphesiz Şeyh Abdülkadir Geylânî�dir. Zira İslâm tarihinde adı bu kavramlarla yan yana gelen en meşhur kişi odur. Onun için de sultanu�l-evliya, kutbu�l-a�zam, gavsu�l-azam, kutb-u rabbanî, alemu�t-tarika, şeyhu�ş-şuyûh, kudvetü�l-evliya, el-bâzu�l-eşheb gibi lakap ve sıfatlarla anılmıştır.
O (kuddise sirruhû):
â�� Bazen sayısı yetmiş bine ulaşan geniş bir dinleyici kitlesine sahip, devrinin en ateşîn vaizi,
* Kadirî Tarikatı�nın, ünü ve tesiri İslâm âleminin sınırlarını aşarak, dünyanın bir çok yerine ulaşmış piri,
* Ribat sahibi bir sûfî,
* Medrese sahibi bir âlim ve müderris,
* Günümüze kadar zevkle okunan çok sayıda kitabın müellifi,
* Tasarrufu ölümünden sonra da devam eden evliyanın en meşhuru,
* Mesleği Tasavvuf gibi hassasiyet isteyen bir saha olmasına rağmen, İslâm�ın ana çizgisini oluşturan Ehl-i Sünnet�in görüşlerine bağlı kalmayı bilmiş bir muhakkik,
* Muhatabını hemen etkileyecek bir mehabet ve kalpler üzerinde tasarruf sahibi bir manâ sultanı,
* Devrinin yanı sıra, asırlar ötesinden çok kişiyi Üveysî yolla irşad etmiş kâmil bir mürşid,
* Gayr-i Müslimler dahil, her inanç ve mizaç sahibine karşı merhamet ve şefkatle davranan cami� bir şahsiyetti.
Bu kısa yazımızda, işte bunlar vb. özelliklere sahip Şeyh Abdülkadir Geylânî�nin hayatından kısaca söz ettikten sonra, asırlar ötesinden bize yol gösteren bazı görüşlerini ve bizi düşünmeye sevk edecek bir iki menkıbesini aktarmayı plânlıyoruz.1
Kısaca Hayatı
Asıl adı Muhyiddin Ebû Muhammed Abdülkadir b. Ebi Salih Musa Zengidost el-Geylânî�dir. Muhyiddin 470 yılında (1077) Hazar denizinin güneybatısındaki Geylan (Arapça, Cilan; Farsça, Gilan okunur) eyalet merkezine bağlı Neyf köyünde doğdu. Babası Ebû Salih Musa�nın dindar bir kimse olduğu bilinmekte; ancak hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Baba tarafından soyu Hz. Hasan�a (r.a.) dayanmaktadır. Annesi de devrin tanınmış zâhidi olan Ebû Abdullah Savmaî�nin kızı, kadın velilerden Ümmü�l-Hayr Emetü�l-Cebbar Fatıma�dır. Baba tarafından şerif, anne tarafından ise seyyiddir.
Küçük yaşta babasını kaybeden Muhyiddin, annesinin yanında ve dedesi Ebû Abdullah es-Savmaî�nin himayesinde büyüdü. Çocukluğundan itibaren en büyük hedefi, dönemin ilim ve kültür merkezi olan Bağdat�ta tahsil görmekti. On sekiz yaşına gelince annesinden izin alıp bir kafileye katılarak Bağdat�a gitti (1095). Burada ünlü âlimlerden ders aldı ve eğitimini bitirdikten sonra hocası Ebû Said�in kendisine tahsis ettiği medresede hadis, tefsir, kıraat, fıkıh, nahiv derslerini okutmaya ve bu arada vaaz vermeye başladı. Medrese tahsilinden sonra Muhammed b. Müslim ed-Debbas (525/1131)�tan tasavvuf eğitimi aldı. Bir süre sonra, değişik aralıklarla toplam yirmi beş yıl sürecek olan inziva hayatına çekildi. Menkıbeye göre inziva hayatı sonunda, kendisine bir başkası yedirmedikçe kendi eliyle yemek yemeyeceğini ahdetmiş, aradan kırk gün geçtiği hâlde açlığa direnmiş, nihayet bu hâli Ebû Said el-Meharimî�ye malûm olmuş, onu evine alıp eliyle doyurmuş ve daha sonra da kendisine şeyhlik hırkası giydirmiştir.
Bu tavrıyla o, ondan kısa bir dönem önce yaşayan İmam Gazzalî�ye benzemektedir. Zira Gazzalî de medresede müderris iken ve yüksek bir makama sahipken bunlardan vazgeçmiş, uzun bir araştırma ve hâlvet döneminden sonra İslâm�ın manevî-ruhî cephesini Sahabe yolu çerçevesinde öne alarak İhya�sını kaleme almıştır. Geylânî mutedil görüşlerinden olsa gerek, başta İbn Teymiye olmak üzere bir çok tasavvuf tenkitçisinin takdirini kazanmıştır. Zira onun tasavvufî görüşleri Şeriat�a ve dinin zahirî hükümlerine titizlikle bağlı kalma esasına dayanır. Gazzalî�nin geliştirdiği Sünnî Tasavvuf, onun tarafından devam ettirilmiştir denebilir.
Karşılaştığı kimseleri hemen etkilediği için Bâzullah (Allah�ın şahini) ve el-Bâzu�l-Eşheb (avını kaçırmayan şahin) unvanıyla anılmıştır. Bu ifadenin, müritlerini çok iyi eğittiği anlamına geldiği de rivâyet edilmektedir. Tasarrufunun ölümünden sonra da devam ettiğine inanılır. Bu inancın eseri olarak halk arasında �Medet ya Gavs, Medet Ya Abdülkadir, Medet ya Geylânî!� gibi istiğase2 ifade eden nidalar meşhur olmuştur. O, tasarruf3 sahibiydi ve bununla da zahirdi. Tabir yerinde ise, tasarrufunun hakkını vermekteydi. İbn Arabî bu konuyu şöyle açıklamaktadır: �O, hilafet makamının sahibi idi. Bu makama ulaşan, isterse Rab adına kulları üzerinde tasarruf ve tahakkümde (hükmetmede) bulunabilir. İstemezse bu yetkiyi kullanmaz. Abdülkadir Geylânî tercihini tasarrufu ve tahakkümü kullanma yönünde yapmış ve bununla zahir olmuştur.� (Gürer, s: 104 [İ. Arabî�den nakl.]).
Velayetin zirvelerine tırmanan Geylânî�nin bir gün vaaz sırasında söylediği rivâyet edilen, �İşte bu ayağım her velinin boynu üzerindedir.� sözünü o, pek çoklarına göre devrinin kutbu4 olduğunu ilan etmek için söylemiş olmalıdır. Nitekim bu sözü izah etmeye çalışanlar arasında bulunan İmam Rabbanî (1034/1625) şu açıklamada bulunur: �Hz. Şeyh, bu sözünde haklı idi. İster sekr (cezbe) ister sahv (ayık) hâlinde söylesin fark etmez. Zira, o vakitte bütün velilerin boynunda onun ayağı vardı. Ancak şunun bilinmesi gerekir ki, bu hüküm o vaktin velilerine mahsustur; önceki ve sonrakilere değil. Bu hüküm nasıl geçmişteki velilere geçerli olsun ki, onlar arasında ashab-ı kiram da vardı. Sonra gelenlere nasıl geçerli olsun ki, onlar arsında Hz. Mehdi ve Hz. İsa (as) da olacaklardırâ�¦� (Mektubat, 293. Mektup). Bazı âlimlere göre bu söz emir ile söylenmiştir. Kutbiyeti ilana matuftur. Kutup yeryüzünde her zaman bulunur. Bazıları sükut ile bazıları da ilan ile emrolunurlar. İlan durumu, kutbiyet makamında kemale erenler için söz konusudur (Gürer, s: 97). Risale-i Nur müellifi Üstad�ın bu konuya yaklaşımı ise şu şekildedir: �Ehl-i tarîkat ve hakikatca müttefekun aleyh bir esas var ki: Tarîk-ı Hakda sülûk eden bir insan nefs-i emaresinin enaniyetini ve serkeşliğini kırmak için lâzım gelir ki: Nazarını nefsinden kaldırıp şeyhine hasr-ı nazar ede ede tâ fenâfişşeyh hükmüne gelir. â��Ben� dediği vakit, şeyhinin hissiyatıyla konuşur ve hâkeza.. tâ fenâfirresûl, fenâfillâha kadar gider. Meselâ: Nasıl ki, gâyet fedakâr ve sadık bir hizmetkâr, bir yaver, efendisinin hissiyatıyla güya kendisi kendisinin efendisidir ve padişahıdır gibi konuşur. â��Ben böyle istiyorum� der; yâni â��Benim seyyidim, üstadım, sultanım böyle istiyor.� Çünkü kendini unutmuş, yalnız onu düşünüyor, â��Böyle emrediyor� der. Öyle de Gavs-ı Geylânî, o hârika kasidesinin tazammun ettiği ezvâk-ı fevkalâde, Hazret-i Şeyhin sırr-ı azîm-i Ehl-i Beytin irsiyetiyle Âl-i Beytin şahs-ı mânevîsinin makamı noktasında ve Zât-ı Ahmediye (Aleyhissalâtü Vesselâm)�ın verasetiyle Hakikat-ı Muhammediyesinde (a.s.) kendini gördüğü gibi, fenâ-yı mutlak ile Cenâb-ı Hakkın tecelli-i Zâtîsine mazhariyet noktasında, o sözleri söylemiş. Onun gibi olmayan ve o makama yetişmeyen onu söyleyemez, söylese mesuldür. Hazret-i Şeyh, veraset-i mutlaka noktasında, Resûl-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm)�in kadem-i mübarekini omuzunda gördüğü için, kendi kademini evliyanın omuzuna o sırdan bırakıyor. Kasidesinde zâhir görünen, temeddüh ve iftihar değil, belki tahdîs-i nimet ve âli bir şükürdür. Yalnız bu kadar var ki, muhibbiyet makamı olan makam-ı niyazdan mahbubiyet makamı olan nazdarlık makamına çıkmış. Yâni tarîk-ı acz ve fakrdan, meşreb-i aşk ve istiğraka girmiş. Ve kendine olan niam-ı azîme-i İlâhiyyeyi yâd edip, bihakkın müftehirane şükretmiştir.� (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 150).
Kutbiyet, velâyet, keramet, manevî derinlik vb. konulardan söz edilen hemen her eserde en güzel örnek ve zor ulaşılacak zirve olarak hep Hz. Geylânî gösterilir.
Cemaat camiye sığmadığı için açık havada verdiği vaazlarını bazen yetmiş bine varan kişinin dinlemek için Bağdat�a geldiği, hoparlör gibi teknik âletler olmadığı ve açık hava olması hasebiyle kubbe akustiği bulunmadığı hâlde, arka saflarda bulunanların ön saflardaki kadar net bir şekilde sesini işittikleri rivâyet edilmektedir.
Çok sayıda çocuğu dünyaya geldiği gibi, çok sayıda mürit ve talebe de yetiştirdi. Hem neslinin hem de mürit ve talebelerinin çokluğu, görüş ve düşüncelerinin, diğer bir ifade ile tarikatının, İslâm âleminin sınırlarını aşarak dünyanın bir çok ülkesine yayılmasına ve günümüze kadar gelmesini sağlamıştır. Ayrıca nesli de günümüze kadar devam etmiştir. Moğolların Bağdat�ı istilası, çocuklarının bir kısmının şehid olmasına sebep olduğu gibi, bir kısmının çevre memleketlerine göç etmesine, dolayısıyla tarikatın yayılmasına da vesile olmuştur.
İnziva döneminin sonunda, oğluyla beraber hacca gitti. Dönüşünden sonra 561�de (1166) Bağdat�ta, yüzlerce vaaz ve sohbetine son kafiyeyi koyup �er-Refike�l-A�lâ, Allah, Allah, Allah� diyerek son sözünü söyledi ve Rabbine yürüdü. Allah�ın (c.c.), kendisine bahşettiği doksan seneyi aşkın ömrünü, mânen çok semereli bir şekilde geçirdi.
Yaratılış düzeni, bütün büyük oluşları ve sonsuzluk va�deden doğumları, büyük kahır ve ızdıraplara bağlamıştır. Bu da İlahî Sünnet�in bir cilvesidir. İnsan hayatındaki esrarengiz göçlerin, istilâların, zulümlerin, harp ve darpların arkasında, kıştan sonra baharın gelmesi gibi, İlâhî Kudret�in büyük oluşumları mayalandırma ve nihayet onların zarurî doğumlarını vücuda getirme iradesini görmek de mümkündür. Bu kahır ve ızdırap perdesinin arkasında saklı İlahî İrade�yi, O�nun vücut verdiği nimet ve gelişmeyi fark etmekse, varlığın özüyle temas imkânına ermiş büyük ruhların işidir. Bu ruhlar, tablonun kahır tarafı büyük kitleleri bağırtıp çağırtırken, işte bu yüzden, içlerindeki derin ızdıraplara rağmen, İlâhî İrade�nin tasarruflarına razı bir şekilde sakin durabilmekte, bunun da ötesinde, kıvranan ve feryat eden kitlelere mutluluk va�dedebilmekte, onların yaralarını sarabilmektedirler. Çünkü onlar, gecenin gündüze, kışın da bahara gebe olduklarını bildikleri gibi, her kahrın arkasında bir lütuf olduğunu, her celâlin bir cemâl ve nimet sakladığını çok iyi bilmektedirler.
Bu dönemlerde bir çok büyük projenin temeli atılır, insanlığa yön verecek büyük dimağlar yetişir, toplum bir taraftan kıvranırken bir taraftan da polatlaşarak dev adımlar atmaya ehil bir keyfiyet kazanır.
İşte Şeyh Abdülkadir Geylânî�nin yaşadığı dönem de, Moğol istilası gibi bir çok siyasî zülüm ve karışıklığın olduğu, buna rağmen, İslamî ilimler sahasında oldukça münbit ve tarihin sayfalarına altın harflerle geçmiş büyük insanların yetiştiği bir devirdir. Meselâ şu manâ büyükleri onunla çağdaş sayılırlar: İmam Gazzalî (505/1111), Aynu�l-Kudat el-Hemedanî (525/1131), Şeyhu�l-İslam Ahmed en-Namekî (536/1141), Ahmed er-Rifaî (578/1182), Ahmed Yesevî (562/1167), Ebû Medyen el-Mağribî (594/1198), Abdülhalık el-Gücdevanî (595/1199), Rüzbihan Baklî (606/1209), Necmüddin el-Kübra (618/1221), Feridüddin Attar (632/1234), Hasan el-Çiştî (633/1236), İbn Arabî (638/1240).
Eserleri
1. El-Gunye li-Talibi Tariki�l-Hak (Gunyetu�t-Talibîn): İman, tevhid ve ahlâk konularını işleyen, fıkhî konularda daha çok Hanbeli Mezhebi�nin görüşlerine yer veren bir ilmihâl kitabı mahiyetindedir.
2. El-Fethu�r-Rabbani ve�l-Feyzü�r-Rahmani: Vermiş olduğu vaazlarının toplandığı eserdir. Toplam 62 vaaz yer almaktadır. Vefatından sonra talebeleri tarafından bir araya getirilmiştir. Geylânî�nin tasavvufî görüş ve düşüncelerini ihtiva eden en geniş eseridir.
3. Fütuhu�l-Gayb: Meclislerde yaptığı vaaz ve vasiyetini ihtiva etmekte olup, oğlu Abdurrezzak tarafından kitap hâlinde tertip edilmiştir.
4. Mektubat: On beş mektubundan oluşmaktadır. Bu ilk dört eser, Türkçe�nin yanı sıra bazı dünya dillerine de çevrilmiştir.
5. Cilau�l-Hatır min Kelami�ş-Şeyh Abdülkadir: Bu da, Şâh-ı Geylânî�nin vaazlarından meydana gelen bir derlemedir.
6. Şiir Kitapları: Divan, el-Kasidetü�l-Ayniyye, el-Esmaü�l-Hüsna gibi değişik isimler taşıyan kitaplardır.
7. Vird, Hizip ve Duâ Mecmuaları: Salâvat, Evrad, ed-Delâil, Kenzü�l-A�zam, el-Kibritü�l-Ahmer vb. adlar taşıyan duâ ve vird mecmuası olarak tertip ettiği/edilen eserleri de mevcuttur.
Bunların dışında da, bir kısmı günümüze ulaşmamış veya henüz gün yüzüne çıkarılmamış kendisine nisbet edilen bir çok eser bulunmaktadır (Gürer, 109-141).
Bazı Tavsiyeleri
Bu başlık altında, engin bir manâ denizinden birkaç damla aktarmayı düşünüyoruz. Aslında sözlerinden hangisi ele alınsa, her dönemin insanına hitap ettiği görülür. Zira insanın ne nefsi, ne tûl-i emeli, ne ihtiras ve kıskançlıkları, ne de bencilliği değişmiştir. Beri tarafta şeytan halâ görev başındadır ve insanın hangi boşluklarından yararlanacağını gâyet iyi bilmektedir. Ve Allah�ın rızasını elde etme her dönemde her mü�minin göz diktiği asıl gayedir; hattâ tek gayedir. Onun için Gavs-ı A�zam ve benzerlerini dinlemeğe çok muhtacız.
O, tavsiyelerinden birinde şöyle der:
Mücahede, muhasebe ve yüksek azim sahiplerinin tecrübe ettiği on haslet var ki, onlara uyup yerine getirdiklerinde, Allah�ın izni ile yüksek makamlara ulaşmışlardır.
â�¢Kişi, doğru veya yanlış, ciddi veya şaka, Allah adına yemin etmemelidir. Buna dikkat edip nefsini ve dilini yemin etmemeye alıştırırsa Allah ona nur kapılarından birini açar, kalbinde bu işin faydasını anlar, derecesi yükselir, azmi güçlenir, basireti artar, dostları arasında övülür, komşuları ona saygı duyar; onu tanıyanlar işlerini ona danışır.
â�¢Ciddi veya şaka, yalandan sakınmalıdır. Nefsini ve dilini buna alıştırırsa Allah kalbine inşirah verir, ilmi saf ve şüphesiz olur. Öyle ki, yalanı bilemez hâle gelir. Başkasından hilaf-i vaki bir şey duyduğunda garipser ve ayıplar, onu bu işinden vazgeçirmeye çalışırsa sevap alır.
â�¢Bir konuda söz verdiğinde, yerine getirme/yapma imkânı olduğu sürece yani çok ciddi bir özrü olmadıkça caymaktan sakınmalıdır. Zira verilen sözden caymak yalanın bir çeşididir. Buna dikkat eden kişiye Allah cömertlik ve haya kapılarını açar, sadıkların sevgisini kazanır, Allah katındaki derecesi yükselir.
â�¢Hiçbir varlığa lânet etmemelidir. Bu, ebrar ve sadıkların ahlâkıdır. Böyle davranırsa, kazandığı iyiliklerle beraber Allah�ın koruması altında dünyadaki ömrünü güzel bir şekilde bitirir. Halkın eziyet ve kötülüklerinden korunur, Allah�ın ve kulların şefkat ve merhametini kazanır.
â�¢(Şahsen) zulme bile uğrasa, hiçbir varlığa düşmanlık beslememelidir. Zulmedene ne dili ne fiili ile karşılık vermemeli, yapılana Allah için tahammül etmelidir. Böyle davranmak kişiyi hem dünyada hem ukbada yüceltir, yakın-uzak bütün halkın sevgisini kazanır, duâları kabul olur ve izzet sahibi olur.
â�¢Ehl-i kıble olan hiç kimseyi kesin küfür, şirk veya nifakla itham etmemelidir. Bu, merhametli olmanın gereğidir ve Peygamber yoludur. Allah�ın rahmet ve rızasını kazandırır, azabından ve nefretinden de korur. Neticede kişi bütün varlığa merhametle yaklaşır.
â�¢Açık veya gizli herhangi bir günaha bakmamalı ve yeltenmemeli, bütün duygu ve organlarını korumalıdır. Âhiret�te karşılaşacağı sevaplara ek olarak dünyada, kalbi ve diğer duyguları ödüllendirmenin en kısa yolu budur.
â�¢Her hangi bir varlığa, az veya çok, eziyet ve sıkıntı vermekten sakınmalıdır. Tam aksine herhangi bir varlığın duçar kalabileceği sıkıntıları gidermeye çalışmalıdır. Bu, âbidlerin izzeti ve muttakilerin şerefidir. Bu yolla iyiliği emretme ve kötülüğü nehyetme de daha kolay olur. Kişinin gözünde bütün varlık eşit olur. Böyle davrananı Allah, fenâ, yakîn ve sika (sadece O�na güvenme, güvenilir olma) makamına yükseltir. İhlâsa en yakın davranış da budur.
â�¢Kulların elinde bulunan hiç bir şeye göz dikmemeli ve tamah etmemelidir. Zira en büyük izzet ve şeref, en halis gına (gönül zenginliği), en büyük mülk, en sadık yakîn, en doğru tevekkül budur. Zühdün kapılarından ve Allah�a güvenme yollarındandır. Bu yolla vera�a ulaşılır ve kişi kendini bütünüyle sadece Allah�a ayırmış olur. Zaten dindarlık da ancak bununla tamamlanır.
â�¢Ve tevazu... Mütevazı olanın hem Hakk hem halk katında şeref ve haysiyeti artar. Bu yolla hem din hem dünya işlerini kolaylıkla hâlleder. Aslında bu özellik bütün taatların özüdür. Bununla kul, salihlerin ve hem darlıkta hem genişlikte Allah�tan razı olanların makamına ulaşır. Tevazu, kişinin herkesi kendinden üstün görmesi ve �ola ki Allah katında bilemediğim üstünlükleri vardır.� şeklinde düşünmesidir. Meselâ muhatabın yaşı küçük ise �bu Allah�a hiç isyan etmemiş, ben isyankârım,� büyük ise, �bu benden önce Allah�a ibadete başlamış,� âlim ise, �buna daha çok nimetler verilmiş, ulaşamadığım makamlara çıkmış�, cahil ise, �bu bilmeden isyan ediyor, bense bildiğim hâlde günah işliyorum, kimin imanla öleceği de belli değil,� kâfir ise, �belki bu daha sonra imana gelir, bense küfre girebilirim.� şeklinde düşünmelidir. Bunun adı şefkattir.� (El-Ğunye, s: 187).
Risale-i Nur�da Gavs-ı A�zam
Şeyh Abdülkadir Geylânî�den yaklaşık sekiz asır sonra yaşayan Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman Said Nursî hazretleri de (v., 1960) bir çok konuyu işlerken sık sık Geylânî�ye atıfta bulunur ve onu örnek gösterir. Ayrıca onu manevî bir mürşid olarak telâkki eder. Bu duruma üveysi yolla irşad demek mümkündür. Bilindiği gibi üveysilik, bir kişinin herhangi bir şeyhe bağlanmadan, doğrudan Hz. Peygamber�in ruhu ve maneviyatı tarafından veya daha önce yaşamış ve ölmüş bir velinin ruhaniyeti tarafından terbiye edilmesi demektir. Risale-i Nur�da bu konuda şu ifadelere yer verilmektedir: �Hem Risale-i Nur�un mesleği tarikat değil, hakikattır; sahabe mesleğinin bir cilvesidir. Bu zaman, tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır. (...) Zaten Üveysî bir surette doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı A�zam�dan (k.s.) ve Zeynelâbidîn (r.a.) ve Hasan-Hüseyin (r.a.) vasıtasıyla İmam-ı Ali�den (r.a.) almışım. Onun için, hizmet ettiğimiz daire onların dairesidir.� (Emirdağ L: 1: 67).
Üstad hazretleri, ayrıca, Geylânî�nin Futûhu�l-Gayb adlı eserini, onun, (bir bakıma 1918-1922 arasını kapsayan ve Birinci Said devrinden İkinci Said devrine geçiş dönemi diyebileceğimiz dönemin başında) okuduğunu, başta nefis ve enaniyetine ağır geldiğini ancak daha sonra tamamını okuyup çok yararlandığını, Eski Said�en Yeni Said�e geçişte bu eserin ciddi tesirinin olduğunu; okumuş olduğu vird ve zikirlerin sonunda onu ismen andığını; Kadirî meşrebi ve muhabbetinin kendisinde ihtiyarsız hükmettiğini; küçük yaşta Tillo�da bulunduğu sırada onu rüyasında gördüğünü ve onun işaretiyle bölgenin aşiret ağalarından Mustafa Paşa�yı namaza başlattığını belirtmektedir. Talebeleri de, Üstad�ı bir döneminde manen Geylanî�nin bir müridi olarak görmüş ve Şeyh�in bir kasidesinden Üstad�ın, değişik yollarla, kendisine ve yazmış olduğu eserlere övücü bir şekilde işaretler çıkarmasını teşvik edici bulmuş, hem mektuplarında hem de sohbetlerinde sık sık bu işaretlere atıflar yapmışlardır.
Netice
Şeyh Abdülkadir Geylânî, manâ âleminin, şöhreti çağları aşan ferd-i feridlerindendir. Keramet, gavsiyet, kutbiyet, irşad denilince önce o akla gelir. Bir çoğu dilimize de tercüme edilmiş eserlerinden her seviyede insan yararlanmalıdır, yararlanmaktadır. Zira kitapları coşkulu bir üsluba sahiptir. Günümüzün maddileşen, dünyevileşen, yeni tabirle sekülerleşen insanının kalp ve ruhunun nefes alabilmesi adına bu tür coşkulu ve duygu yüklü açıklamalara ciddi ihtiyacı olduğu izahtan varestedir. Hele manâ âlemine kapılarını tamamen kapamaya çalışan insanımızın, �tabiat boşluk kabul etmez� fehvasınca, ne oldukları belirsiz bir çok mistik ve din benzeri oluşumun saldırısına maruz kaldığı bir dönemde, kendimize ait manâyı, kerameti, tasarrufu, ilhâmı vb. yeniden keşfetme durumunda olduğumuzu vurgulayıp, Şah-ı Geylanî�nin bu konularda en güzel misal olduğunu belirtmek isteriz.
* Yüzüncü Yıl Ünv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi
ayuce@yeniumit.com.tr
Dipnotlar:
1 -Şeyh Abdülkadir Geylânî hakkında yazılmış bir çok menkıbe kitabı ve yapılmış çalışma bulunmaktadır. Türkçemizde yapılmış en geniş ve akademik çalışma Dr. Dilaver Gürer�in hazırladığı doktora tezidir. (Abdülkadir Geylânî, Hayatı, Eserleri, Görüşleri, İnsan Yayınları, İst. 1999). Ayrıca Süleyman Uludağ�ın T.D.Vakfı İslâm Ansiklopedisine yazdığı madde ve Ethem Cebecioğlu�nun Allah Dostları adlı çalışmaya yazdığı biyografiyi de eklemek gerekir. Biz de makalemizde bu çalışmalardan ve verdikleri kaynaklardan geniş ölçüde yararlandık.
2 -İstiğase: Darda kalmış bir kimsenin, doğrudan Allah�tan veya yine Allah�tan ama Hz. Peygamber (sas)�in ya da bir şeyhin/Allah erinin ruhaniyeti vesilesiyle yardım istemesi demektir. Kendisinden medet umulan en büyük veliye de gavs denir.
3 -Tasarruf: Yüce Allah�ın dilediği zaman, kendisinin seçtiği kişilerin eliyle, onları vasıta/araç kılarak ve hikmetini de Kendisinin bildiği olağan dışı (âdet dışı, olağanüstü, hârikulâde yani tabiat kanunlarını aşacak, onları işlemez hâle getirecek şekilde) bazı olayların zuhuruna meydan ve izin vermesidir. Keramet içinde değerlendirilir.
4 -Kutup: Hakk�ın kâmil manâda halifesi, Efendimizin has varisi ve her devirde bulunan insan-ı kâmilin de unvanıdır. Önce Râşid Halifeler�le temsil edilmiştir. Daha sonraki dönemlerde ise, hakikî müçtehid ve manâ âleminin sultanları, zâhir ve bâtının da kahramanları aktâb, evliyâ ve asfiyâ ileâ�¦ Meşhur Aktab-ı Erba�a (dört kutup) genel kabule göre onlar şunlardır: Abdülkadir Geylânî, Ahmed Rifaî, Ahmed Bedevî, İbrahim Dessükî veya Ebû�l-Hasan Şazelî. Bir de, vefatlarından sonra tasarrufu devam eden dört evliyâ vardır ki, genel kabule göre bunlar da: Abdulkadir Geylanî, Şeyh Hayat b. Kays el-Harranî, Şeyh Harakanî ve Şeyh Menbicî hazerâtıdır. Kutup, Kutbu�l-Aktap, Gavs, Gavs-i A�zam gibi isimler hakkında daha geniş bilgi için M. Fethullah Gülen�in Kalbin Zümrüt Tepeleri�nin üçüncü cildine ve İnsan-ı Kâmil ve tasarrufu için ikinci cildindeki İnsan-ı Kâmil ve Nazar ve Teveccüh yazısına bakılabilir.
.
|
Bugün 67 ziyaretçi (184 klik) kişi burdaydı!
|
|
|
|
|
|
Bugün 790 ziyaretçi (1066 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|