www.bizimsahife.org/Kutuphane/Islam_Alimleri_Ans/Cild/03Cild/3/16.htm
Haris el-Muhâsibî'yi tanıyanlardan birisi şöyle anlatır: Hâris el-Muhâsibî (k.s.) çok bitkin bir hâlde bana uğramıştı. Ben, kapımın yanı
.
HÂRİS EL-MUHÂSİBÎ (Radıyallahü Anh)
|
|
Tasavvuf büyüklerinden. Künyesi Ebû Abdullah'dır. Basra'da doğdu. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. 243 (m. 897) târihinde Bağdâd'da Ahmed bin Hanbel hazretlerinden iki sene sonra vefât etmiştir. Nefsini çok hesaba çektiği için, Muhasibi denmiştir. Aslen Bağdâdlıdır. Zamanında Bağdâd'ın en büyük âlimlerindendi. Yezîd bin Hârûn ve daha birçok âlimden rivâyette bulunmuştur. Kendisinden de Ebû Abbâs bin Mesrûk, Ahmed bin Hasen bin Abdül-Cebbâr es-Sûfî, Cüneyd-i Bağdâdî, İsmâil bin İshâk es-Serrâc, Ebû Ali Hüseyn bin Hayran el-Fakîh ve daha başka büyük âlimler rivâyette bulunmuşlardır. İmâm-ı Şâfiî hazretleri ile aynı asırda yaşamıştır. Şâfiî mezhebindedir.
Rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîf şöyledir: Ebüdderdâ (r.a.) haber verdi. Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: "(Kıyâmet günü) Mîzânda en ağır gelecek olan şey, güzel ahlâktır."
Ba'zı menkıbeleri: Ahmed bin Hanbel hazretlerine dediler ki: "Haris el-Muhâsibî tasavvuf ile alâkalı mevzulardan bahsediyor. Bunlara âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden delil getiriyor. Onu dinlemek istemez misin?" Ahmed bin Hanbel (r.aleyh): "Evet, dinlemek isterim" dedi. Nihayet bir gece yanına gitti. Gece sabaha kadar sohbetini dinledi. Hâris el-Muhâsibî'de ve yanında bulunanlarda dinen münâsip olmayan bir şeye rastlamadı. Ahmed bin Hanbel hazretleri burada gördüklerini şöyle anlatmaktadır: "Akşam ezanı okununca, öne geçip namazı kıldırdı. Namaz kılındıktan sonra, yemek geldi. Yemeğe oturdular. Hâris el-Muhâsibî, hem konuşuyor hem yemek yiyordu. Zaten yemek yerken güzel şeylerden bahsetmek sünnete de uygundur. Yemek yendikten sonra, ellerini yıkadılar. Sonra, beraberce oturdular. Herkes yerini alınca, bir suâli olan var mı? diye sordu. Riya, ihlâs ve muhtelif hususlarda, suâller sordular. Onların her birine cevap verdi. Ayrıca delillerini de söyledi. Bu sırada gece bir hayli ilerlemişti. Birisine, Kur'ân-ı kerîm okumasını söyledi. Kur'ân-ı kerîm okundukça ağlıyor, inliyor ve gözyaşları döküyorlardı. Kur'ân-ı kerîm okunması bitince, Hâris el-Muhâsibî hafifçe duâ yaptı. Daha sonra namaza kalktı." Sabah olunca, Ahmed bin Hanbel hazretleri Hâris el-Muhâsibî'nin fazîletli bir zât olduğunu söyleyip, takdirlerini bildirdi.
Esmâî bin İshâk es-Serrâc da şöyle anlatır: Bir gün, Ahmed bin Hanbel bana, "Haris el-Muhâsibî sana çok geliyor. Geldiği zaman beni çağırır, onun görmiyeceği bir yere oturtursan, çok memnun olurum. Onun sözlerini ben de dinlemiş olurum, dedi. Bunu memnuniyetle kabul ettim.
Ahmed bin Hanbel'in yanından ayrıldıktan sonra, doğruca, Hâris el-Muhâsibî'nin yanına gittim. Bize teşrif etmelerini istedim. O da kabul etti. Sonra, o akşam gelmesi için Ahmed bin Hanbel'e haber verdim. Akşam namazından sonra geldi. Üst katta bir odaya aldım. Hâris el Muhasibi ve arkadaşları gelinceye kadar, Kur'ân-ı kerîm okuyup, zikirle meşgul oldu. Nihayet Hâris el-Muhâsibî ve arkadaşları geldi. Yemek yenip, yatsı namazı kılındı. Namaz bittikten sonra herkes uygun bir şekilde oturdular. Sonra içlerinden bir tanesi, Hâris el-Muhâsibî'den bir mes'ele sordu. O, anlatmaya başladı. Herkes bütün dikkatle-riyle dinliyorlardı. Hâri3 hazretleri öyle ince mevzulara temas ediyordu ki, o anlatırken bir kısmı ağlıyor, bir kısmı inliyordu. Bu sırada, Ahmed bin Hanbel'in bulunduğu odaya gittim. O, burada yalnızca dinliyordu. Yanına vardığımda, onu bambaşka bir hâl üzere gördüm. Kendinden geçmiş bir vaziyette ağlıyordu. Sonra Hâris hazretleri ve arkadaşlarının yanına gittim. Onlar da kendilerinden geçmişti. Bu hâl sabaha kadar devam etti. Nihayet sabah namazı vakti girdi. Namazlarını kılıp, dağıldılar. Onlar gidince, Ahmed bin Hanbel hazretlerinin yanına gidip, onları nasıl bulduğunu sordum. O da: Herkesin anlıyamıyacağı çok derin mevzulardan anlattığını söyledi.
Büyük âlim Ebû Abdullah bin Hafif der ki: Büyüklerimizden beş kişiye uyunuz. Diğerleri hakkında da doğruyu söyleyiniz. Bu beş kişi şunlardır: Hâris bin Esed el-Muhâsibî, Cüneyd bin Muhammed, Ebû Muhammed Ruveym, Ebû Abbâs bin Ata, Amr bin Osman el-Mekkî. Bunlar, zahir ve bâtın ilimlerinin arasını birleştirmişlerdir.
Haris el-Muhâsibî'yi tanıyanlardan birisi şöyle anlatır: Hâris el-Muhâsibî (k.s.) çok bitkin bir hâlde bana uğramıştı. Ben, kapımın yanında oturuyordum. Çok acıkmış olduğu yüzünden belli idi. Bunun üzerine "Efendim! Bize gelip bir şeyler yeseydiniz!" dedim. Sonra bizim evden vazgeçip, amcamın evine götürmeyi münâsip gördüm. Çünkü onun evi hem daha geniş ve hem de, durumları daha iyi idi. Hâris el-Muhâsibî'yi amcamın evine götürdüm. Sofrayı hazırlayıp, önüne koydum. Elini uzatıp, lokmayı aldı. Fakat yemedi. Sonra kalktı ve benimle konuşmadan çıkıp gitti. Daha sonra onunla karşılaştığımız zaman "Efendim! Da'vetime icâbet etmekle önce beni sevindirdiniz. Fakat yemeden kalkıp gittiğiniz zaman çok üzüldüm. Bunun üzerine "Ey oğul! Gerçekten çok acıkmıştım. Getirdiğin yemekten de yemek istiyordum. Ancak, burnuma doğru yaklaştırınca içim kabul etmedi."
İbn-i Mesrûk der ki: Hâris el-Muhâsibî vefât ettiği zaman, bir gümüşü bile yoktu. Halbuki babasından çok mal, mülk ve para kalmıştı. Hiçbirinden bir şey almadı. Hâris el-Muhâsibî hazretleri nefsini devamlı hesaba çeker, onun kötülüklere meyletmemesi için elinden geleni yapardı. O, bu hususta der ki: Nefsini hesaba çekenlerin birtakım güzel hususiyetleri vardır. Onlar, bu hasletleri sebebiyle yüksek derecelere kavuşmuşlardır. Onlara göre, insan azmedip, nefsinin arzu ve isteklerine uymazsa, ma'nevî yönden ilerlemesi mümkündür. Şu hasletleri elde etmeğe çalışan fâidelerini görür 1-Doğru ve yalan yere yemin etmemek. 2-Yalan söylememek. 3-Verdiği sözde durmak. 4-La'net etmemek. 5-Kimseye bedduâ etmemek. 6-Allahü teâlânın rızâsı için sabırlı ve tahammüllü olmak. 7-Haramlardan sakınmak. 8- Kendisini başkasından büyük görmemek. 9-Kimsenin kalbini kırmamak. 10-Gelen belâ ve musîbetlere sabretmek, 11-Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmek.
"Kim Cennetliklerden olmayı isterse, sâlih kimselerle beraber olsun." "Sâdık (doğru) kimse, halk kendisine iltifat etmedi diye üzülmez. "Kulluk, insanın, acizliğini idrâk edip, anlamasıdır."
"İlmin neticesi, Allahü teâlâdan korkmak; zühdün neticesi, rahatlık; ma'rifetin neticesi, Allahü teâlâya dönüştür."
"Eziyetlere katlanmak, kızmamak, güler yüzlü ve tatlı sözlü olmak, güzel ahlâktandır."
"İnsanlar medhetse de, zâlim olan kimse dâima pişmanlık içindedir."
"Kanaatkâr bir kimse aç bile olsa, onun gönlü zengindir."
"Hırslı kimse, malı ve mülkü ne kadar da çok olsa, o yine fakîrdir."
"Tâatin aslı, vera'dır (şüphelilerden sakınmak). Vera'ın aslı takvadır. Takvanın aslı, nefsi yaptıklarından hesaba çekmektir. Nefsi hesaba çekmenin aslı, Allahü teâlânın rahmetinden ümidli olup, azabından korkmaktır. Ümid ile korkunun aslı, dünyâda iyi işler yapıldığı zaman, bunlara karşı mükâfat verileceğinin, kötü işler yapıldığı zaman ise azâb yapılacağının bilinmesi, bunun da aslı, iyilik yapıldığı zaman mükâfatının, kötülük yapıldığı zaman da cezasının büyük olduğunu bilmektir. Bunun da aslı, tefekkür ve ibret almaktır."
"Eğer kulun başına bir belâ gelecekse, bunun alâmeti kalbin Allahü teâlâyı anmamaya başlamasıdır. Artık kalb, bundan sonra, gaflete dalar."
"İlim sahipleri, Allahü teâlâdan daha çok korkar. Zühd, insanın kalbini dünyâ sıkıntılarından uzak tutar. Allahü teâlânın yüceliğini ve büyüklüğünü tanımak, tövbe etmeyi temin eder."
"Her şeyin bir cevheri, özü vardır. İnsanın da cevheri, akıldır. Aklın cevheri sabırdır. Kim Allahü teâlânın vermiş olduğu ni'metlere şükretmezse, o ni'metin elinden alınmasını istemiş olur."
"Arapların söylediği sözlerin en doğrusu, Hassan bin Sâbit'in (r.a.) Resûlullah efendimiz hakkında söylediğidir. O, şöyle demiştir: Hiçbir binek, Resûlullahtan (s.a.v.) dana afif (temiz), sözüne sâdık ve üstün bir kimseyi taşımamıştır."
"İnsan, nefsiyle mücâdele edip, onun arzu ve isteklerine mâni olmalıdır." "Cesede göre başın durumu ne ise, sabrın da imâna göre durumu öyledir."
"Hz. Ömer (r.a.) efendimiz buyurdu ki: (Allahü teâlâdan korkan kimse, intikam almayı düşünmez. Yine, Allahü teâlâdan korkan kimse, her istediğini yapmaz. Eğer kıyâmet günü olmasaydı, âlem şu gördüğümüzden daha daha başka olurdu.)"
"Gayretini, başkasının ayıplarını aramakta değil, kendi nefsini ıslâh etmek için harca."
"Hz. Ali (r.a.) buyurdu ki: (Ey insanoğlu! Zenginliğinden dolayı sevinme, fakîrlikten dolayı ümidsiz olma, gelen belâ ve musîbetten dolayı üzülme, rahatlık ve genişlik vaktinde taşkınlık ve azgınlık yapma. Şüphesiz, altın ateş ile, iyi kul da, belâ ve musîbet ile tecrübe edilir.)"
"Allahü teâlânın senin için murâd ettiğine, dilediğine râzı ol. Abdullah bin Mes'ûd şöyle buyurur Allahü teâlânın senin hakkında yaptığı taksimine râzı ol. Böylece, insanların en zengini olursun. Allahü teâlânın harâm kıldığı şeylerden uzaklaş, onları yapma. Böylece, günahlardan en çok sakınan bir kimse olursun. Allahü teâlânın emirlerini yerine getir, insanların en âbidi olursun. Hâlini Allahü teâlâya arz et. Sadece ondan yardım iste. Hâlini insanlara şikâyet etme."
"Namazını, artık dünyâdan ayrılıyormuş gibi kıl."
"Kadere, hayır ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna kâmil inanılmadıkça, asla imânın tadı alınmaz."
"Haya, Allahü teâlânın beğenmediği kötü huylardan vazgeçmektir."
"Sâdık (doğru olan), insanlar kendisine kıymet vermeseler bile, hiç korkusu olmıyan, kalbinin doğruluğuna inanıp, insanların, kendi amellerinden hiçbirisini görmelerini istemiyendir."
Derler ki, Hâris el-Muhâsibî kırk yıl sırtını duvara dayamayıp, ayaklarını uzatmadan oturdu. Niçin böyle kendine eziyet ediyorsun diyenlere, "Allahü teâlânın huzurunda kul gibi oturmamaktan haya ediyor, utanıyorum" derdi. Yine buyurdular ki; "Kıymetli kardeşim! Kötü ahinler insanlar için çok tehlikelidirler. Onlar dünyâya düşkündürler. Dünyâyı âhırete tercih ederler. Sonra şunu iyi bil. Dünyâyı âhırete tercih edenler, rahat ve huzur içerisinde de değildirler. Onların neş'e ve sevinçlerine, keder ve sıkıntılar karışmıştır. Bunların sonu felâkettir. Aslında böyle kimselerin dünyâsı da âhıreti de harabtır. İki dünyâları da perişandır. Kıymetli kardeşim! Kendinize geliniz. Aklınızı başınıza alınız. Allahü teâlâdan korkunuz. Şeytan sizi aldatmasın. Şeytan ve onun yardımcıları, Allahü teâlânın huzurunda perişan olacaklardır."
Abdullah bin Meymûn der ki: Hâris el-Muhâsibî hazretlerine, zühd (dünyâya rağbet etmemek) niçin kıymetlidir? Bunun sebebi nedir? diye suâl edildi. O şöyle cevâp verdi: "Bunun beş sebebi vardır. Birincisi, dünyâ insanı, bir çok meşakkat ve sıkıntılara düşürür, insanın kalbini Allahü teâlânın rızâsından ve âhıreti düşünmekten alıkor. İkincisi, dünyâyı sevenlerin derecesi, dünyâya rağbet etmiyenlerin derecesinden çok aşağıdadır. Üçüncüsü, dünyâyı sevmemek, insanı Allahü teâlâya yaklaştırır ve Cennetliklerin derecelerine yükseltir. Dördüncüsü, dünyâyı sevenlerin, kıyâmet gününde hesapları uzun olur. Beşincisi, Allahü teâlânın katında dünyânın bir sinek kanadı kadar bile kıymeti yoktur." (Burada ve benzeri yerlerde dünyânın ma'nâsı: Allahü teâlânın rızâsından ve beğendiği şeylerden uzaklaştırıp, âhıreti unutturan şeyler demektir.)
Haris el-Muhâsibî hazretlerine şükrün ne olduğunu suâl ettiler. Buyurdu ki: "Allahü teâlânın, sonsuz ni'met ve ihsan sahibi olduğunu, başkalarından gelen ni'metlerin de hakikatte, yine Allahü teâlâdan geldiğini bilmektir. (Allahü teâlâ, insanlara, iyilik etme gücü ve kuvvetini vermeseydi, kimse kimseye iyilik yapamazdı. O halde, bütün iyilikler, Allahü teâlâdan gelmektedir.)
Haris el-Muhâsibî hazretlerine sabrı suâl ettiler. O da: "Sabır, Allahü teâlâdan gelenler şeyi hoş ve iyi bir şekilde karşılayıp, heyecan ve ümidsizliğe düşmemek, sıkıntılı ve meşakkatli zamanlarda dayanıklı ve tahammüllü olmaktır" şeklinde cevap verdi.
Yine ona rızâ makamına nasıl kavuşulur, denildi. O şöyle cevap verdi: "Allahü teâlânın adalet sahibi, hüküm ve işlerinde hikmet sahibi olduğuna, O'nun, kulları için seçtiği şeylerin, kulların kendileri için sevdikleri ve seçtikleri şeylerden daha hayırlı olduğunu ve nihayet Allahü teâlânın emirlerine teslim olmak, emrettiklerini yapıp, nehyettiklerini (yasakladıklarını) yapmamaktır."
Ahmed bin Muhammed bin Mesrûk anlatır: Hâris el-Muhâsibî hazretlerine, "Allahü teâlâya muhabbetin, sevginin alâmeti nedir?" diye suâl edildi. Soru soran şahsa, "Senin bu hususta bir bildiğin var mı?" dedi. O zât: "Evet şu âyet-i kerîmeyi "Ey Sevgili Peygamberim! Onlara de ki, eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da sizi sevmesini istiyorsanız, bana tâbi olunuz. Allahü teâlâ bana tâbi olanları sever" biliyorum. Bu âyet-i kerîmeden, Allahü teâlânın kullarını sevmesinin alâmetinin, Resûlullah efendimize tâbi olmak (O'na uymak) olduğunu, anladım" dedi. Hâris hazretleri bu cevâbı çok beğendi.
Buyurdular ki; "Allahü teâlâ bir kulunu sevdiği zaman, ona, farzların edası için sevinç ve gayret verir."
"Bir kimsenin kalbinde Allahü teâlânın korkusu kalmaz ve âhırette azâb göreceğini unutursa, günahları çoğalır ve tehlikeli durumlara girer. O zaman, iyi şeyleri idrak edip yapamaz, kötü şeylerin kötülüğünü görüp, ondan sakınamaz. Nefsinin esiri olur. Allahü teâlânın katında kıymeti düşer. Kalbi paslanıp, îmânı zaifler."
Bir defasında ona, zühd sahibi insanların dereceleri nasıldır?" diye sordular. O da şöyle buyurdu: "Akıllarının derecem ve kalblerinin temizliği kadardır. Zâhidlerin en üstünü, en akıllı olanıdır. En akıllı olanlar, Allahü teâlânın emirlerini iyi anlayıp, onları yerine getirmek için bütün güçleriyle çalışanlardır. Bunlar, dünyâya düşkün olmayıp, âhırete yönelenlerdir. (Haram ve şüphelilerden sakınıp, mubahlara fazla dalmamak; dünyâdan yüz çevirip, âhırete yönelmekle olur.)
"Nefsinin isteklerinden ve öfke ile hareket etmekten uzak dur. En önde gelen vazifelerinden birisi de, yumuşak olmak ve dikkatli hareket etmek olsun."
"İlmiyle takvasını, ameliyle basîretini ve aklıyla ma'rifetini arttıran kimsenin izinden yürü."
"Kul için en doğru yol, ilimle amel etmek, Allahü teâlânın korkusuyla harâmlardan sakınmaktır. Günahla nefsini yâd etme. Günahta ısrar etme. Fakîrlik zamanında Allahü teâlâya sığın, her hâlinde Allahü teâlâya muhtaç ol ve O'nun her emrinde O'na tevekkül et."
"Sana zulmedeni affet. Amelinle mağrur olmaktan sakındığın gibi, ilimle gururlanmaktan salon. Yakınının, fakîrin ve kötüsünün hakkını gözet. Konuşmadan hoşlanmıyanın yanında konuşma. Mazlumun kardeşine yardım et. Zamanını iyi değerlendir."
"Günahlar gaflet getirir. Gaflet ise, kalbin katılaşmasına sebeb olur. Kalbin katılaşması, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştım ve Allahü teâlâdan uzaklık ise, Cehenneme götürür."
"Câhillerin ahlâkından, günahkârların meclisinden, kendini beğenenlerin iddialarından, mağrurların isteklerinden ve Ümitsizlerin ümitsizliklerinden sakın ve uzak dur. Hak ile amel et Allahü teâlâya güven. Emr-i ma'rûf ve nehyi anilmünkeryap."
"Her hâlin esası, doğruluk ve ihlâstır. Doğruluktan; sabır, kanâat, zühd, rızâ ve ünsiyet, ihlâsdan; korku, sevgi ve haya doğar."
"Şu üç çeşit muhabbet, çok mühimdir: Birincisi, ibâdeti günaha tercih etmek suretiyle Allahü teâlâyı sevmektir, ikincisi, kuvvetli bir îmân ile Resûlullahı sevmektir. Bunun alâmeti, Resûlullahın sünnetine yapışmaktır. Üçüncüsü ise, Allah için mü'minleri sevmektir. Bunun alâmeti mü'minlere eziyet etmemek ve onlara fâideli olmaktır."
"Tâatani (Allahü teâlânın beğendiği şeyleri) günaha, ilmini cehâlete, dînini dünyâya tercih eden a-kıl aldatıcıdır."
"Dilin fara ve vazifesi; sükûnet ve öfke zamanlarında doğruluktan ayrılmamak. Gizli ve açık olarak hiç kimseye eziyet etmemektir. Gözün farzı ve vazifesi; harâmlardan korunmaktır. Kulağın farzı ve vazifesi, helâl olmayan şeyleri dinlememektir. Lisanından sonra, insanoğlu için en tehlikeli a'zâ kulağıdır. Çünkü kulak, kalbin en büyük elçisidir. Fitne bataklığına en fazla dalan kulaktır. Burnun fara ve vazifesi; burun, kulak ve göze tâbidir. Dinlemesi ve bakılması caiz olmayan bir şeyin koklanması da caiz değildir. Ellerin ve ayakların farzı ve vazifesi; Allahü teâlâ tarafından harâm kılınan şeylere uzanmamam ve başkalarının hakkından sakınmasıdır."
Eserleri:
1. Adâb-ün-nüfûs 2. Şerh-ul-ma'rifet. 3. el-Menâsil fî'z-zühd ve gayrihi. 4. el-Ba's ve'n-Nüşûr. 5. er-Riâye li-hukûkıllah azze ve celle. 6. el-Halvet ve't-tenekkul fi'l-ibâdet. 7. Muâtebet-ün-nefs. 8. Risâlet-ül-müsterşidîn.
KAYNAKLAR
1) Vefeyât-ül-a'yân cild-2, sh-57
2) Tehzîb-üt-tehzîb cild-2, sh-134
3) Hilyet-ül-evliyâ cild-10, sh-73
4) Mîzân-ül-i'tidâl cild-1, sh-430
5) Târih-i Bağdâd cild-8, sh-211
6) Mu'cem-ül-müellifîn cild-3, sh-174
7) Tabakât-üş-şâfiiyye cild-2, sh-275
8) Şezerât-üz-zeheb cild-2, sh-102
9) Câmi'u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh-387
10) El-A'lâm cild-2, sh-153
11) Tezkiret-ül-evliyâ sh-144
12) Miftâh-üs-se'âde cild-2, sh-157, 291, 311, 337
13) Tabakât-üs-Sûfiyye sh-56
14) Risâle-i Kuşeyrî sh-72
|
|
15) Keşf-ül-mahcûb sh-109
|
|
XXXXXXXXXXXX
Muhasibi Ve Kur'an'ı Yorumlamada Kullandığı Bazı Kriterler
Adil Öksüz
I. MUHASİBİ, ŞAHSİYETİ VE TASAVVUFU
A - Hayatı
"Asıl adı Ebu Abdillah el-Haris İbn Esed el-Anzi el-Muhasibi'dir. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte yaklaşık H. 165'de Basra'da doğdu. Çok küçük yaşta ailesiyle birlikte Bağdat'a yerleşti. Orada yaşadı ve H. 243'de aynı yerde vefat etti. Künyesi Ebu Abdillah'dır. Evliyanın beyi, takva sahiplerinin direği, itibarlı, muhteşem, iftihar edilen muhterem, menkıbe sahibi, alim, şeyh, zahir ve batın ilimlerine vakıf ulemadan olup, bir çok ilim dalında çağındaki evliyanın müracaat kaynağı bir abiddir. Tevhidde ve tecridde hususi bir yolu olan Muhasibi, mücahede ve müşahedede ulaşılması mümkün en yüksek mertebeye ulaşmıştır."1 Nefis muhasebesini çok yaptığından "Muhasibi" olarak isimlendirilmiştir.2
Babası çok zengin biri olmasına rağmen Muhasibi çok fakir bir hayat yaşamış ve çeyrek dirheme muhtaç olarak irtihal-ı dar-ı beka eylemiştir.3 Buna ilişkin şu hadise nakledilir. Haris'e, pederi vefat edince birçok mal-mülk ve akar kalır. Fakat Muhasibi bundan birşey almaz. Bunun sebebi kendine sorulduğunda da sahih bir rivayette Nebi'den (s.a.s.) nakledilen "Aralarında din farkı bulunanlar, yekdiğerine mirasçı olamaz."4 hadisini nakleder. Çünkü babası Kaderidir. Buna ilave olarak şu da zikredilmektedir: "Muhasibi bir gün yolun ortasında babasının yakasına yapışır -orada bulunanlar hadiseye şahit olmaktadırlar- ve babasına: Annemi boşa. Zira sen başka dindensin."5 der. Bu açıdan annesinin Kaderiye'ye karşı bir adavetinin olduğu da söylenebilir. Babasının durumuna bakılacak olursa Muhasibi'nin çocukluk döneminin refah ve bolluk içinde geçtiği anlaşılmaktadır. Fakat bu durum onun düşüncesine tesir etmemiş olacak ki babasından çok annesine meyletmekte ve onun yanında yerini almaktadır. Hatta Mutezile'nin muhaddislere bakışı herkes tarafından malum iken Muhasibi'nin, beklenmedik bir anda Mutezili ders halkasından ayrılması, bize onun hem küçük yaşlarda ilim hayatına atıldığını hem de Kaderiye'ye karşı tavrının açık ve net olduğunu belirtmektedir.6
----------------
Evliyanin beyi, takva sahiplerinin direği, itibarlı, muhteşem, iftihar edilen muhterem, menkıbe sahibi, alim, şeyh, zahir ve batın ilimlerine vakıf ulemadan olup, bir çok ilim dalında çağındaki evliyanın müracaat kaynağı bir abiddir. Tevhidde ve tecridde hususi bir yolu olan Muhasibi, mücahede ve müşahedede ulaşılması mümkün en yüksek mertebeye ulaşmıştır.
----------------
"Gerek muteber tabakat kitapları, gerekse kendi telifleri, Basra'da doğması ve oradan da küçük yaşta Bağdat'a yerleşmesinin dışında hayatıyla ilgili bize geniş bilgi vermemektedir. Basra'dan ailesi ile birlikte çıkıp Bağdat'a yerleşmesini, Bağdat'ta Babu't-Tak mahallesinde babasıyla kendi arasında geçen bir olaydan anlıyoruz. Ayrıca gençliğini fakihlerin ve muhaddislerin ilmi sohbetlerinde ve ders halkalarında geçirdiğini, muhaddislerden yaptığı rivayetlerin çokluğundan tahmin edebiliyoruz."7 Künyesinin Ebu Abdillah olduğu, Muhasibi'nin hal tercemesinin verildiği hemen hemen bütün kaynaklarda geçmektedir. Bu da bize onun evlenmiş olabileceğini gösterir. Ancak ulaşabildiğimiz kadarıyla evlatlarıyla ilgili herhangi bir bilgiye rastlayamıyoruz. Dolayısıyla onun günlük hayatıyla alakalı çok şey bilemiyoruz. Çocukluğu ve gençliği bizim için meçhul iki devreden ibarettir. Bunun yanında olgunluk dönemini idrak etmiş kamil bir şeyh olarak baktığımızda, hayatını gayesine adamış birini görürüz. Tıpkı Hz. Muhammed'in (s.a.s.) putperestleri hakka davet edip din ehli insanlar haline getirdiği ve onları ahlaki değerleri itibarı ile en yüksek derecelere erdirdiği ve içlerine halis takva ve iman salıp onlardan örnek bir topluluk oluşmasına vesile olduğu gibi, Muhasibi de muasırlarının dinin yenilmeyen prensiplerine ve sahih imanın iadesine yönelmelerini hedeflemektedir ki, bu Muhasibi'nin kendisi için arzuladığı bir emanet ve bütün takatını kullandığı bir gayedir."8
B - Şahsiyeti
Haris el-Muhasibi onurlu bir kişidir. Dinin ve ilmin izzetini koruma adına son derece titiz olup gözü hep rıza mertebesindedir. Kendisi ve rehber olmaya çalıştığı insanlar için hedefi, dinin yenilmeyen gücü, sahih ve sağlam imanın kalblere ve kafalara -özellikle amele aksetmek suretiyle- hakim olmasıdır. Babası varlıklı ve kendisinin de ihtiyacı olmasına rağmen, babadan kalan servete, hassasiyetinin gereği, müstağni kalmıştır. Bu meblağın yaklaşık otuz bin dinar veya yetmiş bin dirhem olduğu ifade edilmektedir.9 Muhasibi bu mala dokunmamış ve onu beytu'l-mal'a göndermiştir.10
Hayatını hep onurlu yaşamıştır. Murakabe, muhasebe, zühd ve takvanın ona kazandırdığı bir şahsiyet vardır ki, onunla bir salikin ermesi mümkün olan en yüksek mertebeye ermiştir. Hatta bununla alakalı olarak Cüneyd, şunu nakleder: "Haris çok hastalanan muzdarip bir insandı. Birgün eşikte otururken onu karşımda gördüm. Yüzünde açlığın verdiği bir solgunluk vardı; bitkindi. Yanına sokulup, Amca! Bizim eve girsen, birşeyler atıştırsan. Sonra da amcamlara gideriz. Onların sofraları bizden daha renklidir. Orada daha lezzetli yemekler bulunur dedim. Önüne birkaç çeşit yemek koydum. Elini uzattı, bir parça alıp ağzına götürdü. Ama yutamıyordu. Çiğniyor, çiğniyor, ağzında geveliyor, lokma boğazından aşağıya inmiyordu. Sonra birden kalktı, hiçbir şey söylemeden çekip gitti. Ertesi gün karşılaşınca merakla sordum: Amca! Önce beni sevindirdin, sonra da üzdün. Neden böyle davrandın? Haris dikkatle bana baktı ve: 'Evladım! Açlık feci bastırmıştı. Bana sunduğun yemeği bulmak için çok çaba harcamıştım. Ama benimle Rabbim arasında hususi bir işaret vardır. Yiğeceğim O'nun rızasına uygun olmazsa burnuma kötü bir koku gelir. Midem önümdekini kaldırmaz. Sizin evin önündeyken de bana sunduğun yemeğin ilk lokmasını aldığımda bu kokuyu hissettim. Birden iştahım kesildi, lokmayı çöpe attım ve çıktım.' dedi."11
Diğer bir hususiyeti ise, şüpheli bir yemeğe elini uzattığı an parmağındaki bir damarın harekete geçerek onu uyarmasıydı.12 Muhasibi'nin takdire şayan diğer bir yönü de, Resulüllah'ın sözleri hususunda son derece titiz davranıp hakkı cesurca haykıran ender insanlardan olmasıdır.13 Haris el-Muhasibi'nin muasırı bazı alimler vardır ki sultanların kapılarını tutmuş, onların hüsn-ü teveccühlerini kazanmaya çalışmışlardır. Bir kısmı da vardır ki ilmin izzetini korumuş, onurlu ve şahsiyetli yaşamışlardır. Ahmed İbn Hanbel, sultanlardan hediye alıyor diye oğlu Salih’e kapısını kapamış ve ona karşı tavrını koymuştu. Muhasibi de bunlardan biridir.14
Bir insanın onurlu ve iffetli bir hayat yaşayıp, düşünce ve şahsiyet kaymalarına maruz kalmadığını tesbit açısından -bu tür olaylara maruz kalmış ise- hadiseler karşısındaki tutum ve tavrı o şahıs için çok önemli sabitelerdendir.
-----------
Muhasibi, ibadete düşkün bir abid, zahid bir sofi,gözü yaşlı bir nasih, saduk bir insan olarak rivayette bulunan bir muhaddis, fakih ve mütekellim bir alimdir. Açık kalblilikle hakkı ilan,beyan parlaklığı ve ifade gücüne mazhar bir insandır. Herhangi birisine terğib ve terhibe müteveccih bir şey söylediği zaman, sanki o kimse onu gözle görüyor gibi olur ve onu vicdanında hissederdi.
---------------
"Diğer yandan Muhasibi, ibadete düşkün bir abid, zahid bir sofi, gözü yaşlı bir nasih, saduk bir insan olarak rivayette bulunan bir muhaddis, fakih ve mütekellim bir alimdir. Açık kalbililikle hakkı ilan, beyan parlaklığı ve ifade gücüne mazhar bir insandır. Herhangi birisine terğib ve terhibe müteveccih bir şey söylediği zaman, sanki o kimse onu gözle görüyor gibi olur ve onu vicdanında hissederdi. Konuştuğu zaman daima müdellel konuşur ve söylediği şeylerle insana yakin elbisesini giydirirdi. Davet ettiği amellere ikna sadedinde soluklarını insan içine öylesine akıtırdı ki, tıpkı şiddetli bir azaba maruz kalan evladına karşı titreyen, korkan, merhamet edip onun için inleyen müşfik bir babanın halini alırdı."15
C-Yaşadığı İlmi Muhit
Muhasibi'nin Basra'da doğup devrinin en önemli ilim merkezlerinden biri olan Bağdat'ta ailesiyle beraber yaşaması; Fıkıh, Hadis, Tefsir, Kelam sohbetlerinin yapıldığı ders halkalarına gidip gelmesini kolaylaştırmış ve daha çocukluk döneminden itibaren geniş bir ilmi muhite sahip olmasını sağlamıştır.
"Bağdat, Muhasibi'nin yaşadığı dönemlerde çok çeşitli olaylara sahne olmuştur. Daha sonra kendisinin de bizzat reddiyede bulunacağı Mutezile ekolü ile muhaddisler arasında şiddetli münakaşalar yaşanmıştır. Mutezile, zamanla Abbasi halifeleri üzerinde etkili olmuştur. Sofilerin bir yandan içtimai hayattan kendilerini tecrid ederek daha çok nefis muhasebe ve murakabesinde bulunmayı tercihleri, buna mukabil Mutezili ekolün daha aktif tutumları, kaderi düşüncenin devlet erk'anı üzerinde etkili olmasında önemli rol oynamıştır."16 Dolayısıyla devlet, bu ekolü benimsemiş ve ilme merakı olan Me'mun da H. 212 senesinde Kur'an'ın mahluk olduğunu benimseyerek alimlerden bu görüşü kabul etmelerini istemiştir."17 Me'mun'dan sonra halife olan Mu'tasım (H. 218-227) iş başına geldiğinde; o da ağabeyinin yolunu takip ederek, vasiyeti üzere insanları Kur'an'ın mahluk olduğu görüşünü kabule zorlamıştır.H. 219'da Ahmed İbn Hanbel'e bu görüşü benimsemesi için yaklaşık otuz değnek vurdurur; ama kabul ettiremez. Bunun üzerine evinden çıkmasını ve ders takririni yasaklar. Ahmed İbn Nasr el-Hüzai H. 231'de mihne-i Kur'an münasebetiyle öldürülür.18
Bütün bu olup bitenlere şahid olan Muhasibi, hadiselerin çehresinde Mutezili düşüncenin özellikle "akıl'la alakalı sözlerini ve yorumlarını çok iyi anlar, imal-i fikir eder ve muhaliflere cevap vermeye kendini hazırlar. Neşet ettiği ortamın gereği, çevresi, çeşitli ders halkalarından müteşekkildir. Özellikle sünni düşünceye kilitlenmesi ve ilmin izzetini koruma düşüncesine matuf şahsi fedakarlıkları bu muhitin eseri olsa gerek. Uzun yıllar muhaddislerin sohbetlerine katılması ve ders alması, hadis konusundaki istikametini sağlayan en önemli faktörlerden biridir. İmam Azam Ebu Hanife'nin (H. 150) gözde talebelerinden İmam Ebu Yusuf'tan (H. 181) "er-Riaye" de rivayette bulunması, üstadı İmam Malik ile hem muasırı hem de mezheb imamı Şafii'den (H. 204) ders alması, fıkıhtaki düşünce rasaneti hakkında fikir vermektedir. Tasavvufta ise Hasan el-Basri (H. 110), İbrahim İbn Edhem (H. 162), Davud et-Tai (H. 166) ve Fudayl ibn İyaz (H. 187) gibi kimselerin düşünce dünyalarına muttali olması, tasavvufi yönüne ve ilmi muhitinin zenginliğine işaret eden unsurlardandır.19
D - İlmi Şahsiyeti
"Muhasibi'nin, gençliğinin tamamını bu mezkur kültür, ilim ve terbiye ocaklarında geçirmesi, ona tenkitçi bir bakış açısı kazandırmış ve müdellel olmayan bir şeyi kabul etmeme gibi ilmi bir hassasiyet de sağlamıştır."20
Bir insanın ilmi şahsiyetini tanımak ve değerlendirmek için, evvela ilmi olarak ortaya koyduğu eserlere, sözlerine ve diğer alimlerin, hakkında söylemiş olduğu ifade ve kanaatlere bakılmalıdır. Biz burada Muhasibi'nin eserlerini21 ayrı bir araştırma konusu yapıp, öncelikle ondan sadır olan sözlere sonra da hakkında söylenenlere kısaca göz atarak ilmi şahsiyeti ile ilgili fikir edinmeye çalışacağız.
1. Muhasibi'nin Sözlerinden Bazıları:
"İlim, Allah korkusunu, zühd, rahatlığı ve iç hoşnutluğunu, marifet ise, inabeyi (Allah'a dönüşü) netice verir."22
"Bu ümmetin en hayırlıları, din işleri dünya işlerinden, dünya işleri de ahiret işlerinden kendilerini menetmeyenlerdir."23
"Güzel ahlak; ezaya katlanmak, kızmamak, güler yüz ve tatlı sözdür."24
"Herşeyin bir cevheri vardır. İnsanın cevheri akıldır. Aklın cevheri ise tevfiktir."25
"Hakkın nidasına kulak vermezsen davetine nasıl icabet edeceksin "26
" Zalim, halk kendisini övse de pişmandır. Mazlum, insanlar kendisini yerse de selamettedir. Kanaatkar olan,aç olsa da zengindir. Tamahkar,mal sahibi olsa da yoksuldur.”27
“Üç şeyi kaybettik; günahlardan korunmayarak güzel yüzü, emanete riayet etmeyerek güzel sözü, vefakarlıkta bulunmayarak güzel kardeşliği.”28
" Kulun ilk maruz kaldığı bela, ahireti hatırlamada kalbin muattal olmasıdır. Çünkü o zaman kalbde gaflet hasıl olur."29
" Allah'ın verdiği nimetlere şükretmeyen, onların zevalini istemiş olur. Her zahidin zühdü, marifeti ölçüsündedir. M'arifeti ise aklı nisbetinde olup, akıl da imandaki kuvvetin derecesine bağlıdır."30
------------------
"Haris el-Muhasibi laf ebeliği yapmayan, anlamsız söz söylemeyen, muhaliflerine susturucu cevaplar veren, dostlarına ve öğrencilerine karşı şefkatli, yumuşak ve öğüt verici ilmi karihaya sahip bir şahsiyettir." Beyan gücüne gelince; fesahat, selaset ve edadaki güzellik bakımından, akıcı bir üslubu, çarpıcı bir beyanı ve parlak bir ifade düzgünlüğü vardır.
------------------
2. Muhasibi Hakkında Söylenenler:
İbn Salah: Fıkıhta, hadiste, tasavvufta ve kelamda Müslümanların imamı idi. Onun bu ilimlere ait kitapları, daha sonraki musanniflerin müracaat kaynağı oldu.31
Ebu Mansur: Şayet İmam Şafii'nin ashabı içinde fıkıhta, kelamda, usulde, kıyasta, zühd, vera ve marifette Haris el-Muhasibi'den başka kimse bulunmasa idi o, muhaliflerine tek başına yeter, yüzünün akıyla işin içinden çıkardı.32
Ahmed İbn Hanbel: Haris el-Muhasibi tasavvuf ilminden söz ederken ayet ve hadislerden müdellel konuşurdu.33
İmam Şa'rani: O, zahir ilimlerinde, usul ve muamelatta, kavminin önde gelenlerinin en alimi idi. Aslen Basra'lı olup, Bağdatlıların üstadıdır. Birçok musannefatı bulunan, zamanının gözdesi bir alimdir.34
Kaynaklar, Muhasibi'den muhaddis, fakih, mütekellim ve zahid olarak bahseder.35 Tasavvuftaki otoritesinin yanında kelam ilmiyle de yakından iştigal etmiş bir mütekellimdir. Bu sahadaki karihasını Mutezile'ye karşı yazdığı reddiyede görmek mümkündür.36 Kelamla meşgul olanlar, gördüğümüz kadarıyla, muhaddisler tarafından yer yer tenkide tabi tutulmuşlardır. Bu yönüyle Muhasibi ile Ahmed İbn Hanbel arasında benzeri vakalara rastlamak mümkündür. Ancak burada esas arzetmek istediğimiz mesele, kendi sahalarında zirveye ulaşmış şahsiyetlerin birbirlerine olan bazı tavırlarından ziyade, her iki tarafın hakperestliği ile, ilim ve amel yönüyle birbirlerini takdirleridir. Tarihte, gerek eserleriyle gerek devrindeki insanlara ışık tutmalarıyla ve yaşayışlarıyla örnek olmuş şahsiyetler arasında bu tür hadiseler olmuş olabilir.37 Bunlara insanın -musaffa ve mustafa değilse beşer olması hasebiyle- tabiatında bulunan insana ait bir hal nazarıyla bakıyor, o büyük şahsiyetleri hayırla yadediyoruz.
"Haris el-Muhasibi laf ebeliği yapmayan, anlamsız söz söylemeyen, muhaliflerine susturucu cevaplar veren, dostlarına ve öğrencilerine karşı şefkatli, yumuşak ve öğüt verici ilmi karihaya sahip bir şahsiyettir." Beyan gücüne gelince; fesahat, selaset ve edadaki güzellik bakımından sahasında kabul görmüş evvelkilerin tarzını andırmakla birlikte, akıcı bir üslubu, çarpıcı bir beyanı ve parlak bir ifade düzgünlüğü vardır.39
E - Muhasibi ve Tasavvuf
Muhasibinin, hal tercemesi ile ilgili kaynakların bildirdiklerine göre, zahir ve batın ilimlerini cemeden, Fıkıh, Hadis, Kelam ve Tasavvufta devrinin alimleri içerisinde seçkin bir yere sahip örnek bir insandır.
Bir Batılı onu şöyle anlatır: "Tasavvufi yönüne gelince o, İslam mistisizminin hakiki hocası olarak bilinip İslam kelamcılarının en büyüklerinden biridir. Bunu en bariz şekilde hayatı ve eserleri ortaya koymaktadır."40
"Yetiştiği dönem; sofi, rafizi, mutezile ile birlikte fukaha ve muhaddislerin çeşitli ders halka ve ekollerinden oluşan bir ortamdır."41 Kendisi de hemen hemen gençliğini bu ders halkalarında geçirmiş birisi olarak, ders halkalarının faydasının tartışılmaz olduğunu belirtmekle birlikte, ilim sahipleri için "ilim"de birtakım kayma noktalarının bulunduğunu zikrederek onları uyarmaktadır.42
Muhasibi, ilim ve ameli bir vahidin iki yüzü şeklinde yorumlayıp, birinin diğeri olmaksızın düşünülemeyeceğini belirterek "er-Riaye" adlı eserinde bu konu üzerinde hassasiyetle durur. Subki, Muhasibi'nin eserlerinin çokluğunu ve bunlardan müstağni kalınamayacağını vurgularken, tasavvufla alakalı kitaplarının, kendisinden sonra bu sahada eser yazacaklar için kaynak teşkil ettiğini belirtmektedir.43
"Zahidu'l-Kevseri (ö. 1952), Muhasibi'nin, Gazali üzerinde derin tesirinin olduğunu ve "İhya'yı kaleme alırken Muhasibi'nin er-Riaye adlı eserini, kitabına mihver kabul ettiğini söyler."44 Muhasibi'nin, çağının mutasavvıflarından farkı; Kur'an'ı yorumlamada naslara bağlılığın yanında akıl faktörünü de göz önünde bulundurmasıdır. Bu iki konu gelişme süreci içerisinde tasavvufta, sofilerce ihmal edilen hususlardandır denilebilir. Haris el-Muhasibi tasavvufta bunları öne çıkarması sayesinde, hulul ve ittihada inanan ve diğer bir takım garip düşünceli insanların fikirlerinin kendi düşünce dünyasına sataşıp hakim olmasından kendisini korumuştur".45 Sofiyane bir hayat yaşayan Muhasibi, çağdaşlarının tenkidine maruz kalmıştır. Her ne kadar tabakat kitapları bunu, alimlerle Muhasibi'nin arasındaki münaferet olarak zikretseler de, ehl-i hak ve insaf bu hususların makul yorumunu yaparak meseleye açıklık kazandırırlar.46
"Haris el-Muhasibi bu çerçevede ele aldığı kitaplarında, ilmi ve idraki ölçüsünde Kur'an-ı Kerim, Sünnet ve Sahabe kavillerini esas mihver kabul etmiştir. Gördüğümüz kadarıyla kitaplarında herhangi bir şatahat sözkonusu değildir. Tasavvufi düşüncesini ve mesleğini davet yörüngeli, sahih ilim ve amei bütünlüklü, murakabe, tezkiye-i nefis ve rıza mertebesine yaklaşma üzerine bina etmiştir. Diğer bir deyişle Muhasibi'yi, içeriğinde amel olmayan bir hususu konuşuyor veya yazıyor gibi bir durumda görmek mümkün değildir. Bu da şer'i bir yoldur."47
Mevcud matbu eserlerine ve sahasında ehil ulemanın hakkında söylediklerine bakılacak olursa, işlek bir kaleminin ve velud bir dimağının olduğu anlaşılmaktadır.
Hakkında senakar ifadeleri olan alimlerden bir-iki iktibasta bulunalım:
"Abdulfettah Ebu Gudde: Ebu Abdillah, bütün vaktini hayırda harcardı. Bunu ya insanlara va'z-u nasihat ederek, ya kitap telifi yaparak, ya da bir kulun sevabını Allah'tan umarak, son nefesine kadar hayır ve taatte vazifesini eda etme şuuru içerisinde Allah'a ibadetle vaktini geçirirdi" der.48 "Bağdadi, Muhasibi'nin, zühd, dinin esası ve muhaliflerine verdiği cevaplarla ilgili, faydalı ve herkesin istifade edebileeği bir çok kitabının olduğunu zikreder."49 "Subki (H. 771) ise Muhasibi'nin Fıkıhta, Tasavvufta, Hadiste ve Kelamda otorite olduğunu ve bu ilim dallarında yazdığı kitapların sayısının 200'e ulaştığını belirterek eserlerinin sonrakilere kaynak teşkil ettiğini ve söyler."50
Hayatını, ilim öğrenme ve öğretmeye vakfetmiş, ilimle ameli bütünleştirmiş, Hak yolunun bu aziz yolcusunun hayatını, insanımıza bir örnek olarak takdim ediyoriz.
* Yard. Doç. Dr. Sakarya Üniv. İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi
Dipnotlar
1-Ebu Nuaym, Hilye 10/73-110; Hatib Bağdadi, Tarihu Bağdat 8/ 211-215; İbn Hacer, Tehzibu't-Tehzib 2/116-118; İbn Hallikan, Vefayatu'l-a'yan 2/57-58; Zehebi, Mizanu'l-i'tidal 1/430-431; Sem'ani, el-Ensab 5/207-208; Zehebi, Siyeru- a'lami'n-nübela 12/110-112; Ömer Rıza Kehhale, Mu'cemu'l- müellifin 1/517-518; Zirikli, el-A'lam 2/153.
2-Subki, Tabakatu'ş-Şafiiyye 2/275.
3-İbn Hacer, Tehzib 2/117.
4-Ebu Davud, feraiz 10.
5-İsbehani, Hilye 10/75; Hatib, Tarihu Bağdat 8/214; İbn Hacer, Tehzib 2/217.
6-Haris İbn Esed el-Muhasibi, el-Akl ve fehmu'l-Kur'an thk. Hüseyin el-Kuvvetli, Beyrut 1982, s. 13.
7-Muhasibi, a.g.e., s. 18; J. Van Ess, İslam Ansiklopedisi, Muhasibi Mad, İstanbul 1971, 8/507.
8-Abdu'l-Halim Mahmud, a.g.e. s. 43-44.
9-Kuşeyri Risalesi s. 72; İbn Hallikan, a.g.e. 2/57.
10-Attar, Tezkiretü'l-evliya s. 225-229.
11-Subki, a.g.e.,, 2/276; Hatib, a.g.e. 8/213-214.
12-Subki, a.g.e. 2/277.
13-İsbehani, Hilye 10/73.
14-Muhasibi, Mukaddimetü'l-vasaya, thk. Abdulkadir Ata, s. 32.
15-Muhasibi, Risaletü'l-müsterşidin, thk. Abdu'l-Fettah Ebu Gudde, s.16-17.
16-Muhasibi, el-Akl ve fehmu'l-Kur'an s. 22.
17-Subki, a.g.e. 2/. 37-63.
18-Muhasibi a.g.e. s. 23-24.
19-Subki, a.g.e. 2/275; Muhasibi, a.g.e. s. 25.
20-Muhasibi, a.g.e. s. 25.
21-Haris el-Muhasibi 'nin eserleri hakkında geniş bilgi için bkz. Adil Öksüz, Tefsir Usulü Açısından Muhasibi ve Fehmu'l-Kur'an (Basılmamış Y.L. Tezi) s. 18-20 Sakarya 1996.
22-Subki, a.g.e. 2/272.
23-Subki, a.g.e. 2/272.
24-Subki, a.g.e. 2/272.
25-Hatib, a.g.e. 8/213.
26-Subki, a.g.e. 2/273.
27-Subki, a.g.e. 2/273.
28-Hatib, a.g.e. 8/212
29-Şa'rani, et-Tabakatu'l- kübra 1/64.
3O-Muhasibi , Risaletü'l-müsterşidin, thk. Abdulfettah Ebu Gudde, Kahire 1988, s. 30.
31-Subki, a.g.e. 2/275.
32-Subki, a.g.e. 2/275.
33-Şa'rani, a.g.e. 1/64.
34-Şa'rani, a.g.e. 1/64.
35-İbn Nedim, el-Fihrist s. 391.
36-Muhasibi, el-Akl ve fehmu'l-Kur'an, s. 370-393.
37-Subki, a.g.e. 2/ s. 278.
38-Sahabeden günümüze Allah Dostları 3/219.
39-Muhasibi, Risaletü'l-müsterşidin s. 26.
40-J. van Ess, a.g.e., Muhasibi mad. s. 507-509.
41-Muhasibi, a.g.e. s. 30.
42-Muhasibi, er-Riaye, s. 383-390.
43-Subki, a.g.e. 2/275
44-Muhasibi, Risaletü'l-müsterşidin s. 17.
45-Muhasibi, el-Akl ve fehmu'l-Kur'an, s. 34
46-Subki, a.g.e. 2/278.
47-Muhasibi, Risaletü'l-müsterşidin s. 26.
48-Muhasibi, Risaletü'l-müsterşidin s. 17
49-Hatib, a.g.e. 8/211.
50-Subki, a.g.e. 2/ 275-276.
.
Muhasibi'nin Kur'an'ı Yorumlamada Kullandığı Bazı Kriterler
Adil Öksüz
A â Fehmu lâ Kur ân
Muhasibî, Fehmu lâ Kur ân ın mukaddimesinde, ileride de göreceğimiz üzere, bir mü minde olması lâzım gelen, sağlam bir düşünce temelini tesbitle işe başlar. Bu, ayne lâ yakin mertebesinde bir Allah bilgisi, neticesi itibariyle de tereddütsüz bir iman ve teslimiyet, onun da ötesinde bir zevkâ i ruhanidir. Muhasibî ye göre, Kur ân ı anlamak ve onu tefsir etmek isteyen insan için evvelâ böyle bir iç donanıma sahip olmak çok önemlidir.
Burada Muhasibî, Cenabâ ı Hakk ın büyüklüğü, O nun sonsuz kudreti, dünyada ve ukbada kullarına bahşettiği ve edeceği nimetleri hatırlatıp tembihte bulunduktan sonra, hesap günü biz kulların elinde, kendisine dayanarak en küçük bir itirazda bulunabileceğimiz herhangi bir mazeretin olmayacağını belirtir. O, insanlığa yol gösterici rehberlerin gönderildiğine, ayrıca, Allah ın bizlere baha biçilmez bir nimeti olan akıl hediyesine ve onun Kur'ân'ı anlamadaki fonksiyonuna dikkatleri çeker. Eşya zıddıyla bilinir kaidesince, aklâ ı selim sahipleri, aklın ne büyük bir nimet olduğunu, içinde yaşadıkları toplumda bu nimetten mahrum insanlara bakarak anlayabilirler. Eğer ışığın kıymeti karanlığın mevcudiyetiyle anlaşılabiliyorsa, akıl da, bundan mahrum olanların varlığıyla gerçek değeri içinde idrak edilebilir.
1. Akıl Dinamiği
Muhasibî, aklın, insanlara Allah ın bir lütfu oluşu ve buna mazhariyetin getirdiği mesûliyetle alâkalı olarak şunları söylemektedir:
Allah, âAmma bunu ancak ülü lâ elbab (meselenin özüne, künhüne vâkıf olanlar) idrak eder (Ra d, 19). âAklını işleten bir kavim için ve Tefekkür eden bir kavim için (Bakara,164; Ra d, 3; Neml, 12; Rum, 24) gibi ifadelerle, insanların akıllarını ne ölçüde nazarâ ı itibara aldığını ortaya koymaktadır. Çünkü Allah, aklı, hikmetin madeni olarak, farklı düşünce ve görüşlerin iktibas edildiği bir meşale, anlayışların istinbat edildiği bir kaynak, ilme kale, gözlere de nûr olarak yarattı. Netice ve özlerin tamamı ona dayanır. Gayb ilminden verilen haberlerden kendisiyle istidlâl edilir. İnsanlar, fiilleri, meydana gelmeden önce onunla takdir ederler. Vücuda gelmeden önce de neticesini (ilme lâ yakîn) bilirler. 1
Muhasibî, akıl dinamiğinin insanın dünyası ve ukbası adına oynadığı rolü ve ehemmiyeti belirttikten sonra, yaratıklar içerisinden Cenabâ ı Hakk ın bazı kulları seçip çıkardığı ve bunların da, bu hassayı gerçek manâda ve Kelâmullah ı anlamak üzere kullandıklarına dikkat çekmektedir.
Allah, yarattıkları içinde kullarından bazısını hususi olarak seçti. Onlar da kendilerine lutfedilen akıllarıyla O nun sözünü idrak ettiler de, bu sebeple gözlerden gizlenen bazı hususlar açıklığa kavuştu. Sonra Allah, bu ilk halislerden hakkı ikrar edip rububiyetini itiraf eden, sözlerini tereddütsüz tasdik edip Zâtına tazimde bulunan, kadrini yüceltip azametinden titreyen, kendisinden haya edip korkan, cezasından ve şiddetli azaptan sakınan, bütün kirlerden temizlenip beden ve kalbine ait tüm takatini ve vüsatini bezleden, Zâtını kâmil sıfatlarla vasfedip, uygun olmayan bütün nâhoş şeylerden tenzih eden, O nu her bakımdan yegâne bilip, yaratıklardan hiçbirini hiçbir surette Zatına denk ve benzer tutmayan daha hasları kendine has ihtiyar eyledi.
Bu haslar, Zatâ ı Ecellâ i A lâ yı mehafette, korkuda, emellerde, arzularda ve Zatına hüsnâ ü tevekkül besleme ve güvenmede, eşsiz ve misilsiz addettiler. Dünyaya talip olmadan bedenlerini âzâd edip, mevlâları olan Allah ın kendilerine hüsnü muamelede bulunacağına hulûsâ u kalb ile inanıp, rızasını taleb ederek Zatını birlediler... Kitap ve Sünnet çizgisinde basiretli ve nüfuzlu bir gözle emir ve nehiylerin bilincinde olarak doğruların yollarına devam ettiler... Allah, onlara yakin i, Rab lerinin kendilerine olan va diyle birlikte tehdidini aynen gördüklerinden dolayı lutfetmedi. Ancak, kitabında tezkir, tefkir, tesbit ve tedbir şeklinde buyurduğu derin anlayışlarından dolayı bahşeyledi. 2
Allah ın kendilerine ihsanda bulunduğu akıl cevherini yerinde işleterek rıza mertebesini elde eden ve muradâ ı İlâhîyi anlayan insanların hususiyetini Muhasibî, tezkir, tefkir, tesbit ve tedbir le ifade edilen derin anlayışlarına hamleder. Bu kelimeler, Kur ânâ ı Kerim de değişik bab ve kalıplarda, özellikle bir mevzuun ve bazı âyetâ i kerimelerin sonunda fezleke olarak dikkat çekecek kadar zikredilmektedir.3 Eğer yakîni yakalayıp muradâ ı İlâhîyi anlayan insanlar, bu kelimelerde ifade edilen manâları kavramaları münasebetiyle lütüfyab oluyorlarsa â ki öyle görünüyorâ aklı kullanmak, Kur ân ı anlamada ve isabetli yorumlamada usûl açısından üzerinde durulmaya değer bir prensip olarak görülmektedir.
Muhasibi ye göre, bu mazhariyeti elde etmek için insanlar, tekrar ber tekrar atfâ ı nazar edip fikrî faaliyette bulundular. Kur ân ı durmadan tekrar ettiler. Akıbetlerini devamlı tedebbürle fikrettiler. Delillere has manâları araştırıp, gaybı durmadan mütâlaa ettiler. Allah a ibadetleri ve Cenabâ ı Hakk ın da kendilerine olan ihsanı sayesinde, akıllarıyla Melekût alemiyle irtibata geçtiler... Bu sayede onlar, Cenabâ ı Hakk ın kitabında inzal edip, kelamıyla haber verdiği hususları en doğru anlayanlar oldular. Bunun için de Zatâ ı Zülcelâl, Ey inananlar! İşte size Rabbinizden bir öğüt, gönüller derdine bir şifa, inananlara bir rehber ve bir rahmet geldi. (Yunus, 57) buyurmaktadır... 4
Kısaca arzettiğimiz hususların ışığı altında diyebiliriz ki Muhasibî, Kur ân talebesinin evvela sağlam bir iman ve vicdan terbiyesine sahip olmasını, bununla beraber, akıl nimetini çok iyi kullanmasını salıklamaktadır. Özellikle Allah Tealâ ve O nun elçilerine ait bilgi tam olmalıdır ki, gönderdiği Fermanâ ı Sübhani maksadına uygun anlaşılabilsin. Bu konu, Muhasibî nin üzerinde ısrarla durduğu bir konu olup, Kur ân ın doğru anlaşılıp isabetli yorumlanabilmesi için asla ihmal edilmemesi gereken bir hakikattir.
Bu hakikatin ifadesi olarak, bir sözü değerlendirirken, önce Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Hangi makamda söylemiş? şekliyle ifade edilen esaslar göz önünde tutulmalıdır ki, söz söyleyenin yüceliği, kelâmın güzelliği ve kuvvetinin kaynağı anlaşılabilsin.
B â Fedailu lâ Kur ân
Muhasibî, Kur'ân'ın iyi anlaşılması için, O nun tekrar tekrar ve çok dikkatle okunması gerektiği üzerinde de durur. Bunu, bir bakıma onun tasavvufî yönüne vermek mümkün olmakla birlikte, Kur'ân'ı anlamada bu yaklaşımın da önemi göz ardı edilemez.
1. Tilavetü lâ Kur ân:
Tilavetü lâ Kur ân, Kur ân ın dikkatle okunması demektir. Kur ânâ ı Kerim, bir zikir ve dua kitabı olduğuna göre, zikir ve dua tekrar ile tenvir eder. Tekrar ise tilavetle olur. Kur ân ı tilavet tezekkür, tedebbür ve tefekkür için ilk adımdır. Zira ilim ve dua ile kemale yürüyen insan, elde edeceği ilim ve irfanla daima yeni terkiplere ve yeni keşiflere açılma istidadına sahiptir. Bu çerçevede her zaman Kur ân okunmalı ki, O nun çağlar boyu devam eden parıltıları ve sırları sezilebilsin, Kelâmâ ı İlâhî maksadına uygun anlaşılabilsin. Çünkü insan, bugün Kur ân okurken dikkatinden kaçırdığı ve sezemediği bir hakikati, vird haline getirdiği tilavetiyle yarın yakalayarak anlayabilir.
Bu mevzu ile ilgili Seyyid Kutub un benzer bir yorumu şöyledir: Şurası asla hatırdan uzak tutulmamalıdır ki, yerinde oturup duranlar, bu Kur ân ın esrarını çözemezler. O na candan inanarak, gereklerini yerine getirmek üzere, karşıdaki cahiliye topluluğuna karşı (devrinin şartlarına uygun) harekete girişmeyenler, hiçbir zaman için Kur ân ın mefhumlarını anlayamazlar...
Evet, şu anda Kur'ân'la ilk muhatap olan nesiller ile bizim neslimiz arasındaki buyük farkı ve uçurumu derinden derine hissediyorum. Doğrusu onlar, Kur'ân'a bilfiil muhatap oluyorlardı. Hiçbir aracı olmaksızın doğrudan doğruya Kur ân kaynağından besleniyorlardı. Bütün benlikleriyle göz kulak kesilip, duygularını O nun tesirine veriyorlardı. O nun neşrettiği sıcaklık, aydınlık ve işaretlerle gelişip olgunlaşıyorlardı. Sonra da Kur'ân'ın getirdiği gerçekler, değerler ve düşünceler doğrultusunda keyfiyet kazanıyorlardı.
Evet, şu anda sanki bu sûreyi (Ra d) ilk defa okuyormuş gibiyim. Halbuki O nu sayamayacağım kadar önceleri kaç kere okumuş ve kaç kere dinlemişimdir. Ne var ki, bu Kur ân sana, O na kendini verdiğin miktarda kendisini verir... sen ruhunu O na açtığın miktarda O da sana sırlarını döker, işaretlerini verir, parıltılarını sunar, aydınlıklarını serper ve her defasında O nu yepyeni hissedersiniz. Sanki ilk defa karşılaşıyormuş gibi olursun O nu okurken. Sanki daha önce, o anda verdiklerinin hiçbirisini duymamış, işitmemiş ve görmemişindir... 5
.
|