Şeyhülislâm İbn-i Kemâl
Yusuf Ünal
Tarihin sayfaları 1492 senesini göstermektedir. Bu yıllar, Osmanlı'nın şevketli yıllarıdır. Osmanlı askeri Arnavutluk seferinden dönerken Filibe yakınlarında konaklar. Ordunun başında meşhur komutan ve ikinci vezir Çandarlızâde İbrahim Paşa vardır. Onun huzurunda bir toplantı yapılır. Mecliste, kahramanlığıyla herkesin tanıyıp saydığı komutan Evranoszâde Ali Bey de vardır. Toplantıya, Filibe'de çok bilinmeyen bir müderris olan Molla Lütfi de katılır. O kadar büyük kumandanın arasında, başköşe, yani protokoldeki en üst makam, Molla Lütfi'ye verilir. Bu durumu da kimse yadırgamaz. Çünkü o ilim ehlidir ve "Rütbet-ül i'lm a'lerrüteb." (İlim rütbesi, bütün rütbelerden üstündür.) sözü Osmanlılarda hayat bulmuştur.
Askerlerin önünde cereyan eden bu hâdise, oradaki sipahilerden birinin hayatını adamakıllı değiştirir. Bu sipahi, o sıralarda 24 yaşlarında olan Kemâl Paşazâde'dir. Zaten bu genç asker, ilme düşkünlüğüyle maruftur. Bulduğu her fırsatta ilimle iştigal etmekte, elinden kitabı düşürmemektedir.
Şöyle düşünür genç sipahi: Ne kadar iyi bir asker olursam olayım, İbrahim veya Ali Paşa kadar ancak başarılı olabilirim. Onlarsa sıradan bir âlimin ancak talebesi olabilirler. Demek ki ulema, ümeradan daha kıymetlidir. O hâlde ben, ilim yoluyla daha çok hizmet edebilirim…
Ordu Edirne'ye döner dönmez, İbn-i Kemâl askerlikten ayrılarak medreseye yazılır ve neticede Osmanlı'nın yetiştirdiği en değerli âlimlerden biri olur. Ama o, sadece bir âlim değil, tarihin akışına tesir eden etkili bir devlet adamıdır.
Yaşadığı Dönemin Genel Özellikleri
İbn-i Kemâl; 1468-9'da Fatih döneminde dünyaya gelmiştir. 2. Bayezid, Yavuz ve Kanunî devirlerinde ömür sürmüş ve 1534'te vefat etmiştir.
Bu dönem, Osmanlı'nın cihanın yegâne kudretli devleti olduğu, Avrupalıların "Türk asrı" dedikleri bir dönemdir. İstanbul'un fethinden sonra her tarafta imar faaliyetlerinin yürütüldüğü, her yere medreselerin açılmaya başlandığı bir dönemdir. Fetihten sonra birçok âlim yeni başşehirde toplanmıştır. Devletin büyümesi, farklı kültür havzalarına açılmayı ve onlarla etkileşime girmeyi netice vermiştir.
Öte yandan 2. Bayezid'in kardeşi Cem Sultan'la yaşanan, daha sonra oğullarının kendi aralarında devam eden mücadeleler vardır. Bunlar, sebep oldukları fitneler ve kardeş kavgalarıyla devletin epey başını ağrıtmıştır. 1504'te İstanbul'da 3 yıl süren bir veba salgını, ardından uzun bir kıtlık dönemi yaşanmıştır. Bunlar ve 1509'da İstanbul'da yaşanan büyük deprem, insanların hem devlete hem dünyaya bakışlarını sorgulamalarına yol açmıştır.
İran üzerinden Anadolu'ya sıçrayan Şii'lik ve Rafizilik tehlikesi, Yavuz zamanında büyük savaşlara sebebiyet vermiştir. Bazı şahıslar, tarikatlar vasıtasıyla etraflarında yeterince insan toplayınca Mehdiliklerini ilân etmiş, şeyhliklerini şahlığa dönüştürme derdine düşmüşlerdir. Bazıları da halkın îtikadını bozmak için çalışmışlardır.
Bu dönemde, Anadolu'da devleti zorlayan, çoğunu Safevîlerin desteklediği ciddî isyanlar zuhur etmiştir. Şah Kulu, Bozoklu Celal, Süklün Koca ve Baba Zünnun, Kalenderoğlu isyanları bu dönemde yaşanmıştır. Bunlardan sadece Şah Kulu isyanında 50 bin kişinin öldüğünü söylersek tehlikelerin büyüklüğü daha net anlaşılır. Bu hâdiseler, sonraki dönemleri hep etkilemiş ve yankıları günümüze kadar ulaşmıştır.
Tarihin bu önemli ve çalkantılı kesitinde yaşayan İbn-i Kemâl'in yetişmesinde, fikirlerinde ve kararlarında elbette bu tarihî vasatın tesiri olmuştur.
Ailesi ve Eğitimi
Asıl adı Şemseddin Ahmed'dir. 1468(9?)'de Tokat, Edirne veya Amasya'da doğduğu kaynaklarda geçmektedir. Bu şehirlerden hangisinde doğduğu tam olarak bilinmese de çocukluk ve gençliğinin her üç şehirde de geçtiği ve aslen Tokatlı olduğu kesindir. Babasının babası Kemâl Paşa, Fatih zamanı ümerasından ve o zaman Amasya'da bulunan Şehzade Bayezid'in lalasıdır. Ona nispetle kendisine Kemâlpaşazâde denilmiştir.
Babası Süleyman Çelebi, İstanbul'un fethinde de bulunmuş bir komutandır. 1474'te Amasya muhafızlığına tayin edilince orada Şehzade Bayezid'in maiyetinde bulunmuştur. Annesi, Fatih zamanının âlimlerinden Kazasker İbn-i Küpeli'nin kızıdır.
Babasının vazifesi dolayısı ile bulunduğu Amasya'da ilk tahsiline başlamıştır. Kur'ân'ı Kerîm'i ezberledikten sonra Amasya ulemasından; temel dinî bilgilerle beraber Arapça ve Farsçayı öğrenmiş, mantık dersleri almıştır. Ardından askeriyeye intisab etmiştir. Filibe'de cereyan eden hâdiseye kadar askerlik mesleğinin içerisinde bulunmuştur. Askerlikten ayrıldıktan sonra tahsiline Edirne'de yeniden başlamış ve oraya geçmiş olan Molla Lütfi'nin derslerine devam etmiştir. Kestelli Muslihiddin, Hatipzâde Muhyiddin Efendi, Muarrifzâde Sinaneddin Yusuf, Müeyedzâde Abdurrahman Efendi gibi zevattan dersler okuyarak tahsilini bitirmiştir.
Talebelik yıllarındayken zekâsı, çalışkanlığı, ahlâkı ve dürüstlüğüyle dikkatleri üzerinde toplamış; bu hususiyetleri bazı kişilerin kıskançlığını celbetse de ileride onun için iyi birer referans olmuştur. Hocalarından özellikle Müeyzedzâde, ondaki istidadı fark ederek ömür boyu kendisine kol kanat germiştir.
Kemâlpaşazâde, amcasının oğlunun kızıyla evlenmiştir. İbrahim Çelebi adında bir oğlu ve Safiye Hatun isminde bir kızı vardır. Kızı, hocası Müeyyedzâde'nin oğlu Abdulvehhab Efendi ile evlenmiştir.
Görevleri
İbn-i Kemâl'in ilk görevleri hep medreselerdedir. Evvela, Edirne'de bulunan Ali Bey (Taşlık) Medresesi'nde 30 akçe yevmiye ile müderris olarak göreve başladı. Aynı dönemde yeniçerilerin yevmiyesi 3, sipahilerin 5, hekimbaşının 15-20 akçedir. Burada görev yaparken padişah 2. Bayezid, ona önemli bir vazife daha verdi. Meşhur âlim İdris-i Bitlisî'nin, yine 2. Bayezid'in görevlendirmesiyle Farsça yazdığı Heşt Bihişt (Sekiz Cennet) adlı Osmanlı tarihine benzer ama Türkçe bir Osmanlı tarihi yazacaktı. Bu eser için kendisine 33.000 akçe tahsis edildi. Bu görevi esnasında o tamamen serbestti, hiçbir şekilde ona müdahale edilmedi. Yazdıklarını kimse yargılamadı. Genç yaşında ve ilk görevindeyken böyle mühim bir iş için onun seçilmesinde; medrese yıllarındaki başarıları ve hocası, o zaman Kazasker olan Müeyyedzâde tesirli olmuştur.
1505'te Üsküp'teki İshak Paşa Medresesi'ne tayin oldu. Bir yıl sonra da yine Edirne'deki Halebiye ve Üç Şerefeli medreselerine tayin olunur. Kısa bir süre İstanbul'daki Sahn-ı Seman Medresesi'nde de müderrislik yapan İbn-i Kemâl, 1511 tarihinde tekrar Edirne'ye döner ve o zaman için Osmanlı'nın en yüksek seviyeli medresesi olan Sultan Bayezid Medresesi'nde ders verir.
İbn-i Kemâl, medreselerde ilim dağıtırken tarih akmaya devam ediyordu. Safevîler'in Anadolu üzerinde emelleri vardı. Şiilik akidesini orada yaymak ve orayı kendilerine bağlamak istiyorlardı. Bu sebeple Anadolu'da kendilerine yandaşlar arıyor, halkı isyana teşvik ediyorlardı. Osmanlı'nın, bu duruma sessiz kalması düşünülemezdi. Ancak bu mevzuda gerek halk, gerekse idareciler arasında bazı kesimlerin kafasında karışıklıklar vardı. İnsanlar kitleler halinde Şah İsmail'le Yavuz arasında saf değiştirebiliyorlardı.
İşte bu kritik günlerde İbn-i Kemâl, gelen tehlikeye dikkat çekmek ve kamuoyunu uyarmak için bir risale kaleme aldı. Risalesinde, Şah İsmail'i ve inançlarını tenkit ederek, onlarla yapılacak savaşın cihad olduğu fikrini ortaya koydu. Böylece İran üzerine yapılacak seferde padişahın elini güçlendirdi. Kanunî döneminde de Safevîler'e karşı mücadeleyi teşvik etmeye devam etmiş ve padişahın Şah Tahmasb'a yazdığı mektupları bizzat kaleme almıştır.
Çeşitli yerlerde vazife yaparak olgunlaşan İbn-i Kemâl'i artık daha ağır görevler bekliyordu. 1515'te Edirne kadılığına, 1516'da da Anadolu kazaskerliğine getirilir. Bu vazifedeyken Yavuz'la birlikte Mısır Seferi'ne iştirak eder ve Mısır'ın tahrir işlerinde görev alır. Onun ilminin şöhretini duyan Mısır uleması, kendisini denemek ister ve neticede onun ilmî kudretini kabul ederler.
Mısır seferinde padişahtan büyük îtibar görür. O kadar ki, dönüş yolunda İbn-i Kemâl'in atının ayağından Yavuz'un kaftanına çamur sıçrar. Herkes endişeyle padişahın tavrını merak ederken Yavuz: "Ulema'nın atının ayağından sıçrayan çamur, medâr-ı zînet (süs) ve bâis-i mefharettir (övünme sebebi)." der ve ölümünden sonra sandukasının üstüne bu kaftanın örtülmesini vasiyet eder. Söz konusu kaftan halen muhafaza edilip sergilenmektedir. Bu hâdise, Osmanlı'nın âlime verdiği değerin nişanesi olarak dilden dile anlatılagelir.
Aynı sefer dönüşünde Dımaşk'ta (Şam), Muhyiddin İbnü'l- Arabî'nin kayıp olan kabri keşfen bulunur. 1240'ta vefat eden İbn-i Arabî Hazretleri, kabrinin kaybolacağını ve "sin"in "şın"a girmesiyle bulunacağını ve Osmanlı padişahlarının isimlerini Şeceretü'n-Numaniye eserinde haber vermiştir. Yavuz Selim'in (sin), Şam'a (şın) gelmesiyle kabri bulunur. İbn-i Arabî, o dönemde İslâm dünyasının en çok tartışılan ismidir. Kimileri onu büyük bir veli olarak görürken, İbn-i Teymiye gibi kimileri de onu tenkitte işi tekfire kadar götürüyorlardı.
İbn-i Kemâl, onun hakkında bir fetva verdi. Bu fetvasıyla İbn-i Arabî üzerindeki tartışmalar büyük nispette azalmıştır. Bu durum Kemâlpaşazâde'nin ilmine duyulan hürmetin de bir göstergesidir.
Fetvada şunlar yazılıydı: "… İbn-i Arabî; kâmil bir müctehid ve fâdıl bir mürşit, taaccüp edilecek hayat hikâyeleri ve olağan dışı hâdiseleri ve çok talebesi olan bir zattır. Âlimler ve ileri gelenler nezdinde kabule mazhar olmuştur. Bunu inkâr eden, hata yapmış olur. İnkârında ısrar ederse, sapıtmış olur…" Bu fetva üzerine Yavuz, kabrin bulunduğu yere güzel bir türbe yaptırdı. Bu gün orası Müslümanların en çok ziyaret ettikleri yerlerden birisidir.
Yavuz bir ara, anlık bir gazapla İbn-i Kemâl'i kazaskerlikten azleder. Ancak hemen pişman olur ve 15 gün sonra O'nu vazifesine iade eder. İbn-i Kemâl, görevden alınmasını hiç mesele etmez, görevine kaldığı yerden devam eder. Padişahla araları da açılmaz. İlerleyen yıllarda İbn-i Kemâl'e yeniden medrese yolu görünür. O, bunu tenzil-i rütbe olarak değerlendirmez ve hizmetlerine devam eder.1520 yılı başlarında, bu sefer 100 akçe yevmiye ile Edirne Dâru'l-hadis'ine, 2 sene sonra yeniden Sultan Bayezid Medresesi'ne tayin edilir. 1524'te İstanbul'da Fatih Medresesi'ne tayin edilir. Bu dönemde Kanunî'nin seferlerine iştirak eder.
1526 yılında, vefat eden meşhur Şeyhülislâm, Zenbilli Ali Cemâlî Efendi'nin yerine, İbn-i Kemâl getirilir ve vefatına kadar (1534) Şeyhülislâmlık yapar. Bu görevi esnasında, fikir ve kalemiyle Ehl-i Sünnet akîdesini korumak için çalışır. Sapık fırkaların toplumda yayılmasına engel olur. Verdiği fetvalarla "hulûl" fikrini yaymaya çalışan ve Mehdilik iddiasında bulunan bazı gruplarla mücadele eder. Yazdığı eserlerle ve Kanunî'nin huzurunda yapılan münazarada, Hz. İsa'nın (as) Hz Muhammed'den (sallallahu aleyhi ve sellem) üstün olduğunu iddia eden ve fikirlerini yayarak fitne ocaklarını tutuşturan, İran asıllı Molla Kâbız'ın iddialarını çürütür. Şiilik ve Rafîzîlikle çok etkili bir şekilde mücadele eder.
Devletin bütünlüğü onun için çok mühimdir. Bunu kim sağlayacaksa ona destek verir. 2. Bayezid'in çocukları arasında Yavuz'u desteklemesi ve Safevî tehlikesini çok önemsemesi, bölücülüğe ve tefrika çıkaranlara karşı kararlı tutumu bundandır.
İbn-i Kemâl, Osmanlı Devleti'nde kanunnamelerin çıkmasında ve devlet teşkilâtının yerleşmesinde etkili olmuş, böylece tarihin seyrine tesir etmiş bir şahsiyettir. Kin tutmayan, hoşsohbet ve nüktedan bir kişiliğe sahiptir. Kaynaklar onun için: "Hoş-gû, derya-dil, mütevazı, âlicenab, hazır cevab idi." demektedir. Yapmacık davranışları, riyakârlığı hiç sevmeyen; insanlara üstten bakmayı çirkin gören bir mizacı vardır.
Talebeleri
Onun en büyük eserleri şüphesiz yetiştirdiği büyük âlimlerdir. Pek çok âlimin yetişmesine vesile olduğundan ve ilmî kudretinden ötürü ona "Muallim-i evvel" denilmiştir. Talebesi Ebussud'a da "Muallim-i sani". Birçok ilme olan vukufunu eserleriyle ispatlayan müellifimiz, devrinde Osmanlı ilim ve kültür hayatının en mühim temsilcilerindendir. Daha genç yaşlarında o, Taftazânî ve Cürcânî gibi devasa âlimlerle mukayese edilmiştir. Onun kendinden önceki ulemayı unutturduğu ve ilmin kaidesini, çöktükten sonra tekrar diktiği söylenmiştir. Muasırı pek çok âlimin, içinden çıkmakta zorlandıkları meselelerde ona müracaat ettikleri ve eserlerini ona tashih ettirdikleri bilinmektedir.
Talebelerinden bazıları şunlardır: Muhyiddîn Mehmed b. Pir Mehmed, Sa'dî Sadullah Efendi, Muslihuddîn Mustafa, Celalzâde Sâlih Çelebi, Aşçızâde Hasan Çelebi, Müderris Mevlâna Hidayetullah, Vizeli Mevlâna Abdulkerim, Bağdat kadılığı yapan Mehmed b. Muhyiddin Hasan, Bostan Efendi, Kazasker Abdullatif Efendi, Şeyhülislâm Ebussuud Efendi…
Eserleri ve Bazı Fikirleri
Kemâlpaşazâde'ye göre; ilim adamları, ihtisas alanlarının dışındaki sahalarla da iştigal etmelidir. Aksi takdirde bütünü görmekten mahrum kalır ve kendi sahalarını da ihata edemezler. Kendisi dinî ilimlerin hemen hepsiyle ilgili eser yazmanın yanı sıra, tarihçiliği ve edebî kişiliği ile de temayüz ederek bereketli bir ömür sürmüştür. Onun ilminin genişliğini ifade etmek için kendisine "Müfti's-sakaleyn" denilmiştir. Bu lâkabın; mânevî âlemde nüfuzlu olduğu ve cinlere de fetvalar verdiği için verildiği de söylenmektedir. Nihal Atsız onun 19'u Türkçe, 7'si Farsça ve 183'ü Arapça olmak üzere 209 eserini tespit etmiştir. Bununla birlikte ona nispet eden eserlerin sayısını 300'e kadar çıkaranlar da vardır.
En meşhur eseri 2. Bayezid'in emriyle Türkçe olarak yazmaya başladığı, Kanunî'nin isteğiyle devam eden ve kuruluşundan 1527 yılına kadar Osmanlı tarihini anlatan, 10 ciltlik Tevârîh-i Âl-i Osman'dır. Bu eser hâlen, Osmanlı tarihinin temel başvuru kaynaklarının başında gelmektedir. Burada sadece hâdiseleri vermekle yetinmeyip yer yer eleştiri ve yorumlarda da bulunmuştur. Olayları kronolojik olarak anlatan eser, ‘secî'yi dikkate alarak yazıldığı ve zamanında kullanılan Türkçe kelimelere özellikle yer verdiği için edebî kıymeti de haizdir. Ancak bu açıdan henüz incelenmemiştir.
Devrinde, Ehl-i Sünnet kelâmının en dirayetli temsilcisi olan İbn-i Kemâl'in, Felsefe ve Kelam'a dâir 50'ye yakın eseri mevcuttur. O dönemde yaygın olan şerh ve haşiye usulüyle eserler vermekle birlikte o, pek çok telif eser vermiştir. Felsefî konuları sadece aktarmakla kalmadığı, onları yorumlayıp yoğurarak kelamlaştırdığı, konunun uzmanları tarafından belirtilmektedir. Risâle fî Ziyâdâti'l-Vücûd ale'l-Mâhiyet, Risâle fî Beyâni'l-Akl, Risâle fî Tahkîk Ma'nâ el-Eys ve'l-Leys, Risale fî'l-İman, Risâle fi'l-Cennet, el-Vücud ez-Zihnî, Hâşiya alâ Şerhi'l-Mevâkıf, Hâşiye alâ't-Tehâfüt bu sahadaki eserlerinden bazılardır.
Esmaü'l-Hüsnâ dışındaki isimlerin Allah Teâlâ'ya isim olarak verilip verilemeyeceğiyle ilgili olarak, lâfızdan değil mânâdan hareket edilmesi gerektiğini belirtir. "Hüdâ" ve "Çalab" kelimelerini misal vererek, Türkçede "Hüdaverdi" ve "Çelebi" adlarının kullanıldığını söyler.
Sünnet'e aykırı olmayan tasavvuf yolunun sahih olduğuna ve kerametlerin hak olduğuna dair fetvalar vererek evliyaların duasını almayı tavsiye emiştir. Ancak tasavvufun asıl istikametinden sapmasına hoş bakmamış, sosyal düzeni ve devlet bütünlüğünü zedeleyecek oluşumlara tavır almıştır.
Ehl-i Sünnet'in fikrine sıkı sıkıya bağlı olan İbn-i Kemâl, Hanefilik ve Maturîdîlik'in rüçhaniyetinden de söz eder. Maturîdîlerle Eş'arîler arasındaki ihtilafların tamamen tâlî meselelerde olduğunu, Sünnî mezhepler arasındaki farkların asıl'da değil, furû'da olduğunu belirtir.
İbn-i Kemâl vazifeleri gereği, hem İslâm hukuku okutmuş hem de yasama ve yargı faaliyetleri yürütmüştür. Bu sebeple onun bu alanda yazdığı pek çok eser vardır. Fetva mecmualarının dışında; Mühimmâtu'l-Müftî Fî Furûi'l-Hanefiyye, el-Îzah Fî Şerhi İslâhi'l-Vikaye, Şerhü'l-Hidaye gibi 40 civarında hukuka dair eseri vardır.
İbn-i Kemâl, hatasından dönebilme ve hatasını îtiraf edebilme erdemine sahip bir kimsedir. Bir de fasında yanlış bir fetva verdiğini anlayınca, yanlışını düzeltmek için fetva verdiği kişileri bulmaya ve doğru görüşü düzeltmeye çalışmıştır.
Türkçe bir Divan'ı, Yusuf u Züleyha'sı, Kaside-i Bürde tercümesi, Dakaiku'l-Hakayık'ı, Risâle-i Kâfiye'si, Manzum Darb-ı Mesel'i bulunan İbn-i Kemâl, edebiyatta da söz sahibidir. Bu sahada 22 eseri vardır. 16. asrın hatırı sayılır şairlerindendir. Ancak onun ilmî yönü hep edebî yönünü gölgelemiştir. Tezkire yazarları onun, "ara sıra bunca meşâgil arasında şiirle de iştigâl ettiğini" yazmışlardır.
Böyle olmasına rağmen araştırmacılar, Yunus Emre ve Kaygusuz Abdal tarzı yazdığı şiirlerde devrinin şairlerinden geri kalmadığını belirtmektedirler. Hem dîvan hem halk edebiyatının nazım şekillerini kullanmıştır. Yazdığı eserlerle Türkçenin yazı dili bakımından gelişmesine katkı sağlamıştır. Anlaşılması güç söyleyişlerden ziyade, sade ve anlaşılır şiirler yazmıştır. Bazı şiirleri darb-ı mesel olacak kadar halktan kabul görmüştür.
Meşhur mısralarından bazıları şunlardır:
"Kısmetindür gezdiren yer yer seni,/ Arşa çıksan, âkıbet yer yer seni"
"Eline nefsinin verip kazma,/ Yoluna kimsenin kuyu kazma./
Her kim ki gayrın yolunda kazdı kuyu,/ Kendi düştü kuyuya yüzü koyu."
"Sakla kurt enciğin derin soysun/ Besle kargayı gözlerin oysun."
"Gerektir hile erlik ile bile/ Ki erlik ondurur, dokuzu hile./
Biter tedbir ile bitmez ceyşle iş,/ Anun için derler, "ed-tedbîrü ve'l ceyş."
"İki karpuz bir el ile tutulmaz,/ Bir el ile iki aduv yutulmaz."
Görüldüğü gibi İbni Kemâl şiirlerinde bol bol atasözleri, deyimler ve hikmetli sözler söylemektedir. Onun şiirinde halk edebiyatına ait çok zengin söyleyişler vardır. Ayrıca o, "mesel-âmîz" denilen hikmetli ve veciz söz söyleyenlerin başarılı bir numunesidir. Yine o, kafiye ile ilgili müstakil olarak yazılmış, bilinen en eski Türkçe eser olan Risâle-i Kâfiye'nin müellifidir.
Vasiyeti ve Vefatı
Kemâlpaşazâde, vasiyetinde cenazesinin alâyiş ve nümayişten uzak, bir derviş cenazesi gibi kaldırılmasını ve mezarının üzerine türbe yapılmayıp sadece bir taş dikilmesini istemiştir.
1534 yılında İstanbul'da rahmet-i Rahmân'a kavuşmuştur. Cenazesi Fatih Camii'nden kaldırılarak, Edirnekapı mezarlığına defnedilmiştir. Vasiyetine uygun şekilde, mezar taşı olarak mermer yerine kaba bir köfeki taşı dikilmiş ve ona; "İrtahale'l- ulûmu bi'l- Kemâl" (Kemâl'le birlikte ilimler de göçtü.) yazılmıştır.
Netice
İbn-i Kemâl dirayetli bir Ehl-i Sünnet âlimidir. Yaşadığı dönemde Sünnî akîdeye gelen tenkitleri makûliyetle cevaplamış ve Sünnîliğin Anadolu'da yerleşmesinde önemli rol oynamıştır. Sadece ilim adamı olarak değil, aynı zamanda bir devlet adamı olarak siyasî içerikli mezheplere ve tarikat görünümlü bazı sapık hareketlere karşı inisiyatif almıştır. Verdiği fetvalar ve yazdığı eserlerle onların yayılmasını engellemiştir. Öte yandan o, İbn-i Arabî hakkında verdiği fetva ile Müslümanlar arasındaki bir ihtilâfı büyük nispette bitirmiştir.
O, devletin en ihtişamlı günlerinde padişahlara hep yakın olmuştur. Ancak onun idareye yakınlığı, ilmî kişiliğini ve saygınlığını zedelememiştir. İbn-i Kemal, ilmin izzetini korumuş olan, ulemanın yüz akı şahsiyetlerden biridir.
İbn-i Kemâl, Ebussuud, Birgivî, Hadimî, A. Cevdet Paşa, Mustafa Sabri Efendi… gibi âlimler Osmanlı'nın münbit bağrında neşet etmiştir. Bunlar da diğer Osmanlı uleması gibi, kendilerinden öncekileri şerh, hâşiye ve talikalarla didik didik ederek onları kıyamete kadar insanlığın istifadesine sunmuşlardır. Yüce Allah bizi onlara layık eylesin…
*İlahiyatçı-Yazar
yusuf.unal@yeniumit.com
KAYNAKLAR
BOLAY, S. Hayri ve Arkd. Şeyhülislâm İbn Kemâl, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1989.
ÇELİKKANAT, Abdullah. Şeyhü'l İslâm İbn-i Kemal, Sızıntı Dergisi, Nisan, 2004.
GÜMÜŞ, Ercan. 16. Yüzyılda Osmanlı Devleti'nde Meydana Gelen Muhalif Nitelikli Hareketlerin Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserlerine Yansıması, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Yeniçağ Tarihi Bilim Dalı, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara, 2008.
KAÇAR, Mücahit. İbni Kemâl Dîvânı'nın İncelenmesi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili Ve Edebiyatı Anabilim Dalı Eski Türk Edebiyatı Bilim Dalı, (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul, 2010.
SATUN, Abdullah. Kemâl Paşazâde Tevârih-i Âl-i Osman III. Defter, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dalı Yeniçağ Tarihi Bölümü (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul, 2009.
TURAN, Fatma. Mezarlıklara Adanan Bir Ömür, Zaman Gazetesi Cuma Eki, 16.09.2011.
TURAN, Şerafettin, Şükrü Özen, İlyas Çelebi, M.A. Yekta Saraç. "Kemâlpaşazâde" Maddesi, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, 25. cilt, s. 238-242, Ankara, 2002.
YILMAZ, Ali. Sahabeden Günümüze Allah Dostları, "İbn-i Kemâl" maddesi, cilt 8, Şule Yay., İstanbul, 1996, s. 54-68
.
Ebu Bekir Bâkıllânî
Doç. Dr. H. Hüseyin Tunçbilek
Bâkıllânî’nin hayatına geçmeden önce, yaşadığı döneme kısaca genel bir bakış atfetmenin faydalı olacağı kanaatindeyim. Zira kişi zamanının çocuğudur. Etrafında cereyan eden siyâsî, sosyal ve fikrî olaylar, onun ilim hayatını etkileyen önemli unsurlardır.
Bâkıllânî’nin Yaşadığı Döneme Genel Bir Bakış
Son Emevî Halifesi Mervan b. Muhammed’in öldürülmesiyle Emevî Devleti son bulur, hilâfet Abbâsîlerin eline geçer ve Ebu’l-Abbas ilk Abbâsî halifesi olur.
İlk yüz sene (750–847) içerisinde siyasî otoriteyi ellerinde tutan halifeler, daha sonra bu otoriteyi tam olarak koruyamamış, Abbâsî Devleti birçok beyliklere ayrılmıştır. Bu beyliklerden biri de İran’da kendi yönetimini oluşturan ve Bâkıllânî’nin de sıkı bir ilişki içerisinde bulunduğu Büveyhîler’dir (932–1055).
Bâkıllânî’nin yaşadığı bu dönem, siyasî çalkantılarla doludur. Büveyhîler, bir taraftan kendi aralarında istiklâl kavgaları verirken öbür taraftan da diğer bazı beyliklerle savaşmaya devam etmişlerdir. Bununla da yetinmeyerek kendilerine yakınlık gösteren ve -ismen de olsa- bağlı bulundukları halifelerine karşı çıkarak onları ya azletmiş ya da katletmişlerdir.
Bağdat’ta ve diğer yerlerde cereyan eden bütün bu parçalanmalar ve olumsuzluklara rağmen Adududdevle gibi parçalanmış olan devletçikleri bir araya getiren ve güçlü bir Büveyhî Devleti’nin oluşmasını sağlayan devlet adamları da yok değildi. Bu siyasî çalkantılar, dinî ve sosyal hayata da yansımış, Bâkıllânî’nin yaşadığı dönemde Sünnîlerle Şiîler arasında mezhep kavgaları baş göstermiş, Büveyh oğullarının Şiîlikteki aşırılıkları sürtüşmeyi daha da artırmıştır.
Mezhep kavgaları sadece Sünnîlerle Şiîler arasında değil, bazen de Sünnî mezhepler arasında oluyordu. Özellikle Hanbelî âlimlerinin müteşâbih âyetleri teşbih veya tecsim ifade edecek şekilde yorumlamaları, halkın tepkisine yol açıyor ve fitneye sebep oluyordu. Hattâ aralarında çatışmalar vuku buluyor ve birçok insan ölüyordu.
Sosyal dram bunlarla da bitmiyor, ülke, zaman zaman umûmi felâketler ve musibetlere de maruz kalıyordu. Halk böylesine sıkıntı içerisinde iken devletin başındakiler ve derebeyleri zengin ve konforlu bir hayat sürüyorlardı. Orduya mensup olanlar da maaşlarıyla geçiniyorlar, kesintiye uğradığında ise, vurgun ve talana başvuruyorlardı. Dolayısıyla sosyal tabakalar arasındaki büyük uçurumlar, bu dönemin en bâriz özellikleri içerisinde yer alıyordu.
Bütün bu siyasî karışıklıklara ve sosyal çalkantılara rağmen ilmî, fikrî ve kültürel faaliyetler alabildiğine ilerlemiş ve gelişmiştir. Şüphesiz ki, bunda devlet adamlarının büyük rolü olmuştur. Çünkü her bir devlet reisi ve veziri, sarayında çeşitli ilimlerde söz sahibi âlimlerin bulunmasını iftihar vesilesi addediyor ve bundan büyük bir haz duyuyordu. Halifeler ve emirler âlimlere son derece saygı gösteriyorlardı. Bağdat, ilim ve ulemânın âdeta merkezi hükmündeydi. Ancak bağımsız devletlerin oluşmasıyla birlikte her bir devletin başkenti âdeta bir Bağdat hüviyeti arz ediyor, oralarda ilmin her dalında eşsiz âlimler yetişiyordu.
Şimdi Bâkıllânî’nin hayatından söz edebiliriz.
Bâkıllânî’nin Hayatı
Bâkıllânî’nin asıl ismi Muhammed, babasının adı et-Tayyib, dedesi de Muhammed’dir, dedesinin babası Ca’fer, dedesinin dedesi Kâsım’dır. Künyesi Ebu Bekir, lâkabı Bâkıllânî’dir.
Bâkıllânî’nin biyografisinden bahseden kaynakların tamamına yakını, onun Basra’da doğduğunu ifade etmekle birlikte, doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Hicrî 4. asrın ilk yarısında (Mîlâdî 10. asrın ilk çeyreği) doğmuş olması kuvvetle muhtemeldir.
Bâkıllânî, Basra mektebinin güçlü âlimlerinden dil, kırâat, edebiyat, kelâm vb. ilimleri tahsil ettikten sonra, kesin tarihi bilinmemekle birlikte ilim tahsili için Bağdat’a yerleşir ve burada ikamet eder.
Bâkıllânî, kelâm, fıkıh, tefsir, hadîs, dil, edebiyat, felsefe, mantık, dinler tarihi, mezhepler tarihi, tasavvuf gibi çeşitli ilimleri içine alan ilmî hareketlerin teşekkül ettiği en canlı en hareketli Hicrî 4. asırda yaşamış bir âlimdir. Adı geçen bütün bu ilimleri tahsil eden Bâkıllânî’nin, özellikle kelâm ilminde ön plâna çıktığı görülür. O, çeşitli dinleri ve mezhepleri çok iyi bildiği için bir taraftan kendi mezhebiyle ilgili prensipler vaz ederken, diğer taraftan muhalif görüşlere karşı vermiş olduğu cevaplarla Ehl-i Sünnetin yaklaşımlarını müdafaa etmiştir. Güçlü hâfızası ve hitabeti, derin ilim ve kültürü, meselelere vukufu ve yapmış olduğu münazaralarda hasımlarına galebesi, asrının âlimlerinin dikkatini çekmiş ve haklı olarak onların “Ehl-i Sünnet’in keskin kılıcı”, “ümmetin dili” gibi övgülerine mazhar olmuştur.
Bâkıllânî’nin ilmî şahsiyetini oluşturan en bâriz özelliklerden biri de, nakilcilikten ziyade, orijinal görüşler ve düşünceler serdetmesidir. Bâkıllânî, ilmiyle olduğu gibi takvasıyla da temâyüz etmiş bir âlimdir. Bağdâdî onun her gece yirmi rekât nâfile namaz kıldığını, hazarda ve seferde bunu hiç bırakmadığını zikrederken, İbn Asâkir, Ebu Hâtim el-Kazvinî’nin onun hakkında “Kâdî Ebu Bekir el-Eş’arî’nin takvâ, dine bağlılık, zühd ve iffet olarak açığa vurmadığı şeyler, açığa vurduklarından kat kat fazladır.” dediğini kaydeder.
Hocaları ve Talebeleri
Şüphesiz ki, Bâkıllânî’nin bu çok yönlü şahsiyete sahip olmasında, kendilerinden ilim tahsil ettiği hocalarının katkısı büyüktür. Özellikle kelâmda meşhur olan Bâkıllânî, bu ilmi, iki itikat imamından biri olan Ebu’l-Hasan el-Eş’arî’nin önde gelen talebelerinden İbn Mücâhid et-Tâî ve Ebu’l-Hasan el-Bâhilî’den ders almıştır. O, el-Bâhilî’den usul dersi de almıştır.
Bâhilî, ilminin derinliğine muvâzî olarak takvada da çok ileri idi. Öyle ki, ders verirken bile talebelerinin kendisini görmemeleri için araya perde çekerdi. Bunun sebebi sorulduğunda “Siz, çarşı ve pazarda gaflet ehli kimseleri görüyor, aynı gözlerle bana bakıyorsunuz.” cevabını verirdi. O sadece Bâkıllânî, Ebu İshâk el-İsferâyînî ve İbn Fûrek’e yüzünü gösterirdi. Allah’la irtibatı öylesine güçlü idi ki, O’nu düşünürken talebeleri kendisine hatırlatıncaya kadar derslerinin nereye kadar vardığının farkına varamazdı.
Kuşkusuz Bâkıllânî, maneviyat âleminin sultanlarından olan Bâhilî’nin yanı sıra, usul hocası olan Ebu Abdullah eş-Şîrâzî’nin de büyük katkısı söz konusudur. Şîrâzî, Kitap ve Sünnet’e bağlı, şer’î ilimleri iyi bilen meşhur bir tasavvuf şeyhi ve Şâfiî mezhebi fakihidir. Keramet, Ledün ilmi ve irfan sahibidir. Tasavvufun sadece edebiyatını yapanları da tasvip etmez, onların tasavvufu ucuz ele geçirdiklerini ve ucuza sattıklarını söylerdi.
Bunların dışında Bâkıllânî; Ebu Bekir el-Katîî’, Ebu Muhammed el-Bezzâz, İbn Bühte, Huseynek lakabıyla bilinen Ebu Ahmed en-Nîsâbûrî ve Sünen sahibi meşhur Dârekutnî’den hadîs dersi, Ebu Bekr el-Ebherî ve Ebu Muhammed el-Kayravânî’den fıkıh dersi, Ebu Ahmed el-Askerî’den de edebiyat ve nakd dersleri almıştır.
Daha başka âlimlerden de çeşitli dersler alan Bâkıllânî, İbn Asâkir’in kaydettiğine göre sayılmayacak kadar talebe yetiştirmiştir. Bunlar çeşitli ülkelere dağılmışlar; çoğu Irak, Horasan ve Mağrib taraflarına giderek buralarda ilmî faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Her biri çeşitli disiplinlerde mütebahhir (otorite, allâme) olan bu zatlardan bazıları şunlardır:
1. Kâdî Ebu Muhammed Abdülvahhab b. Ali b. Nasr el-Bağdâdî.
2. Ebu Zer Abd b. Ahmed el-Herevî.
3. Ebu’l-Hasen Ali b. İsa b. Süleyman el-Fârisî.
4. Ebu Abdurrahman Muhammed b. el-Huseyn es-Sülemî.
5. Kâdî Ebu Ca’fer Muhammed b. Ahmed es-Simnânî.
6. Ali b. Muhammed b. el-Hasen el-Harbî.
7. Kâdî Ebu Muhammed Abdullah b. Muhammed el-Isbahânî.
8. Ebu Muhammed Abdurrahman b. Ebi Nasr.
9. Ebu’l-Kâsım Ubeydullah b. Ahmed b. Osman es-Sayrafî.
10. Ebu’l-Feth Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Fâris b. Sehl b. Ebi’l-fevâris.
11. Ebu Ali el-Hasen b. şâzân el-Bezzâz.
12. Samsâmü’d-Devle Ebu Kalicar b. Merzubân.
Resmî Görevleri
Büveyhî hükümdarı Adududdevle ile sıkı bir münasebeti olan Bâkıllânî’nin iki resmî görev aldığı görülmektedir. Bunlardan biri kadılık, diğeri ise Bizans’a elçi olarak gönderilmesidir.
Adududdevle, Bizanslılarla esir değişimi yapacak ve daha başka şeyler görüşecek olan bir heyetin başkanı olarak Bâkıllânî’nin eline bir mektup vererek bugünkü İstanbul’da bulunan Bizans Kralı 2. Basilius’a elçi olarak gönderdi. Bâkıllânî’nin şehre geldiği ve ilmî kişiliği krala bildirildi. Bunun üzerine kral, raiyetinin yaptığı gibi Bâkıllânî’nin de, önünde eğilmesini temin maksadıyla ancak bir kişinin eğilerek geçmesi mümkün olan kapının arkasına kendi tahtını koydurdu. Pratik zekâsıyla durumu kavrayan Bâkıllânî, arkasını dönerek içeri girdi ve kralın bu tuzağını boşa çıkarmış oldu. Daha sonra hem kralla hem de papazlarla dinî konularda başarılı münazaralar yaparak takdir topladı ve kral tarafından kendisine hediyeler verilerek esirlerle birlikte hükümdara gönderildi.
Fıkıhta ve İtikadda Mezhebi
Bâkıllânî’nin hayatından bahseden kaynakların çoğu, onun fıkıhta Mâlikî olduğunu söylerken, Şâfiî olduğunu ileri sürenler de vardır. Hattâ Hanbelî olduğu bile zikredilmektedir.
Bâkıllânî’nin fıkıhta Mâlikî olduğu ağır basmaktadır. Bunun en bâriz delili, çoğu kaynakların onun Mâlikî olduğunu söylemesi ve kendisinden ders alanların Mâlikî olmalarıdır. Bâkıllânî mezheplere o kadar vukuflu idi ki bazıları onun Mâlikî, bazıları da Şâfiî olduğu kanaatindedir.
Bâkıllânî’nin Şâfiî olduğu hususundaki görüş, bazen kendisine “Eş’arî” denmesinden kaynaklanmaktadır ki, Şâfiî olan Ebu’l-Hasen el-Eş’arî ile karıştırılmaktadır.
Bazı fetvâlarının sonunda “Hanbelî” kelimesini yazdığı için kendisine Hanbelî de denmiştir. Bu, onun fıkıhta Hanbelî olduğunu değil, bazı haberî sıfatların yorumunda ve “Kur’ân’ın mahlûkiyeti meselesi” gibi bazı konularda Ahmed b. Hanbel gibi düşündüğünü ifade eder.
Bâkıllânî’nin itikadda Eş’arî olduğu hususunda herhangi bir ihtilâf söz konusu değildir. Onun biyografisini ele alan kaynaklarda isim, künye, nisbe ve lâkabının yanı sıra “Eş’arî” olduğu da zikredilir ki, bu onun itikadda mezhebini ifade eder. Bunun en açık örneği, Bağdâdî, İbn Hallikan ve İbn Âsâkir’in, Bâkıllânî’nin tam ismini zikrettikten sonra “Eş’arî mezhebi üzere kelâmcı” ifadesini kullanmalarıdır. İbn Kesir de ondan bahsederken “Eş’arî mezhebi üzere kelâmcıların başı” der.
Kelâm İlmindeki Yeri ve Metodu
İtikadda Eş’arî olan Bâkıllânî, sadece bu mezhebe intisabıyla değil, mezhebin yayılmasında ve müdafaasında öncülük yapanların başında gelmesiyle de tanınır. O, genelde Ebu’l-Hasen El-Eş’arî’nin görüşlerini benimsemek ve temellendirmekle birlikte ondan farklı düşündüğü konular da olmuştur. Eş’arî mezhebinin belli bir sisteme oturmasında etkin rolü olan Bâkıllânî, kelâm ilmine, kendinden önceki kelâmcılarda görmediğimiz bazı prensipler koymuş ve aklî bahisler ilâve etmiştir. Bu prensiplerden birisi, in’ikâs-ı edille yani delilin butlanından medlûlün butlanının lâzım gelmesi meselesidir.
Bâkıllânî’nin Felsefe ve mantığı bildiği hâlde onlara itibar etmediği ve özellikle Aristo mantığını kullanmadığı görülür. Kendisinden sonra gelen Gazâlî, gerek mantığı dışlaması gerekse in’ikâs-ı edilleye kelâm ilminin prensipleri arasında yer vermesi nedeniyle Bâkıllânî’yi eleştirir. Ancak İmam Gazâli’ye kadar kelâmcıların bu mantıkî prensibi kullandıkları da bir gerçektir.
Bâkıllânî, muarızlarına karşı vermiş olduğu cevaplarda ve onların bâtıl görüşlerini çürütme sadedinde aklî delilleri kullanırken naklî delilleri de ihmal etmemiştir. Cedel metodunda Mu’tezileden istifade eden ve bu metodu iyi kullanan Bâkıllânî, haberî sıfatlar konusunda selefin yolundan gitmiştir.
Kısaca şunu diyebiliriz: Bâkıllânî, naklin ışığı altında aklını iyi kullanan, cedel metodunda çok başarılı olan ve Eş’arî olmasına rağmen çeşitli kelâm ekollerinin mâkul görüşlerini alırken mâkul olmayanları da reddetmekten çekinmeyen önemli bir Ehl-i Sünnet kelâmcısıdır.
Eserleri
Ehl-i Sünnet âlimlerinin önde gelenlerinden olan Bâkıllânî, çeşitli ilimlerde ihtisas sahibidir. Bu sebeple onun muhtelif branşlarda eserler verdiği bir gerçektir. Ancak eserlerinin bir kısmı kaybolduğu için tamamı bize kadar ulaşmamıştır. Ulaşanların bir kısmı basılmış, bir kısmı ise henüz yazma olarak bazı kütüphanelerde mevcuttur; ancak biz bunların sadece isimlerini zikredeceğiz.
1. Kitâbü’t-Temhid (basıldı).
2. Kitâbü’l-İnsaf (basıldı).
3. İ’câzü’l-Kur’ân (basıldı).
4. el-İntisar linakli’l-Kur’ân (basıldı).
5. Kitâbü’l-Beyan ani’l-Fark beyne’l-Mu’cizât ve’l-Kerâmât (basıldı).
6. Hidâyetü’l-Müsterşidin (yazma).
7. Menâkıbü’l-Eimme (yazma).
Bâkıllânî’nin Kayıp Eserleri
1. Kitâbü İkfâri’l-Müteevilin.
2. Kitâbü’l-İbâne an İbtâli Ehli’l-Küfri ve’d-Dalâle.
3. Kitâbü’l-istişhâd.
4. Kitâbü’l-Usûli’l-Kebir fi’l-Fıkh.
5. et-Ta’dil ve’t-Tecvir.
6. Şerhu’l-Lüma’.
7. Kitâbü Keşfi’l-Esrâr.
8. Kitâbü’l-Mukaddimât fi Usûli’d-Diyânât.
9. Kitâbü Nakdı’n-Nakd.
10. Kitâbü’l-Îcâz.
11. Kitâbü Dekâikı’l-Kelâm ve’r-Reddu alâ Men Hâlefe el-Hakka mine’l-Evâil ve Müntehıli’l-İslâm.
12. Kitâbü Risâleti’l-Hurra.
13. Kitâbü Cevâbi Ehli Fılıstîn.
14. Kitâbü Fadli’l-Cihâd.
15. Kitâbü’r-Reddi ale’l-Mütenâsihın.
16. Kitâb fi enne’l-Ma’dûma Leyse bişey’.
17. el-Isbahâniyyât.
18. el-Bağdâdiyyât.
19. el-Cürcâniyyât.
20. en-Nîsâbûriyyât.
21. Kitâbü’l-Hudûd fi’r-Reddi alâ Ebî Tâhir.
22. Kitâbü’l-Mesâili’l-Kostantîniyye.
23. Kitâbü’d-Dimâ’ elletî Ceret beyne’s-Sahâbe.
24. Kitâbü’l-Kesb.
25. Kitâbü’r-Red ale’r-Râfıda ve’l-Mu’tezile.
26. Kitâbü’l-İman.
27. Kitâbü’l-Beyan an Ferâidi’d-Din ve şerâiı’l-Ahkâm.
28. Muhtasaru’t-Takrib ve’l-İrşâdi’s-Sağir.
29. Kitâbü’t-Tabsıra.
30. Kitâbü İmâmeti Benî Abbâs.
31. Kitâbü Risâleti’l-Emir.
32. Kitâbü Tassarrufi’l-İbâd ve’l-Fark beyne’l-Halkı ve’l-İktisâb.
33. Kitâbü’r-Raddi ale’l-Mu’tezile.
34. Kitâbü’l-Mukni’ fi Usûli’d-Din.
35. Kitâbü’l-Ahkâm ve’l-İlel.
36. Kitâbü Emâli İcmâı Ehli’l-Medine.
37. Kitâbü şerhı Edebi’l-Cedel.
38. Kitâbü’l-Mesâil ve’l-Mücâlesâti’l-Mensûra.
39. Kitâbü’l-İmâmeti’l-Kebire.
40. Kitâbü’l-İmâmeti’s-Sağîra.
41. Kitâbü’l-Usûli’s-Sağîr.
42. Kitâbü Nusreti’l-Abbâs ve İmâmeti benîhi.
43. Mesâil Seele anhâ İbn Abdi’l-Mü’min.
44. Kitâbü’l-Kerâmât.
45. Nakdu’l-Fünûn li’l-Câhız.
Vefatı
Bâkıllânî, 403/1013’te Bağdat’ta vefat etmiş ve namazını oğlu Hasan kıldırmıştır. Önce Tâbık nehri yakınındaki Derbü’l-Mahbus’taki evine defnedilen Bâkıllânî, daha sonra oradan çıkarılıp Bâbu Harb’e nakledilmiştir.
* Harran Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi
hhtuncbilek@yeniumit.com.tr
Biblografya
ABDULLAH, Muhammed Ramazan el-Bâkıllânî ve Ârâuhu’l-Kelâmiyye, Bağdat, 1986.
AHMED Emin, Zuhru’l-İslâm, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, ty.
BAĞDÂDÎ, Abdül-Kâhir, Usûlü’d-Din, Beyrut, 1401/1981.
BAĞDÂDÎ, Ahmed b. Ali, Târihu Bağdad, Lübnan, ty.
BAĞDÂDÎ, İsmâil Paşa, Hediyyetü’l-Ârifin, İstanbul, 1955.
BÂKILLÂNÎ, Muhammed b. et-Tayyib, Temhidü’l-Evâil ve Telhîsu’d-Delâil, Tahk. Ahmed Haydar, Lübnan, 1414/1993.
BÂKILLÂNÎ, el-İnsâf, Tahk. Ahmed Haydar, Âlemü’l-Kütüb, Beyrut, 1407/1986.
CÜVEYNÎ, Abdülmelik, el-İrşâd ilâ Kavâtıı’l-Edille fi Usûli’l-İ’tikad, Mısır, 1369/1950.
GAZALÎ, Muhammed, Faysalü’t-Tefrika beyne’l-İslâm ve’z-Zendeka, yy., 1381/1961.
GÖLCÜK, Şerafeddin, Kelâm Açısından İnsan ve Fiilleri, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1979.
GÖLCÜK, T.D.V.İ.A., Bakıllânî Mad., C. IV, s. 530, İstanbul, 1991.
HAMEVÎ, Yakut, Mu’cemü’l-Büldân, Dâru Sâdır, Beyrut, ty.
HASEN, İbrahim Hasen, Târihu’l-İslâm, Kahire, 1987.
HEYET, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, Çağ Yayınları, İstanbul 1992.
HİTTİ, K. Philip, Siyâsî ve Kültürel İslâm Tarihi, Çev. Salih Tuğ, İstanbul, 1980.
İBN ÂSÂKİR, Ali b. el-Hasen, Tebyînü Kezibi’l-Müfteri, Beyrut-Lübnan, 1411/1991. İBN FERHÛN, İbrahim b. Ali, ed-Dîbâcü’l-Müzehhheb fi Mârifeti Ulemâi’l-Mezheb, yy., ty.
İBN HALDUN, Abdurrahman b. Muhammed, Mukaddime, Çev. Zakir Kadiri Ugan, M.E.B., İstanbul, 1989.
İBN HALLİKAN, Ahmed b. Muhammed, Vefeyâtü’l-A’yân, Beyrut, ty.
İBN KESİR, İsmâil, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Kahire, 1408/1988.
İBNÜ’L-ESİR, el-Mübârek b. Muhammed, el-Kâmil fi’t-Târih, Beyrut, 1399/1979.
İBNÜ’L-İBRÎ, Gregorius, Târihu Muhtasarı’d-Düvel, yy., ty.
İBNÜ’L-İMÂD, Abdülhayy b. Ahmed, Şezerâtü’z-Zeheb, yy., 1399/1979.
İBNÜ’N-NEDİM, Muhammed b. İshaken-Nedim, el-Fihrist, Dâru’l-Mârife, Beyrut-Lübnan, ty.
ÎCÎ, Abdurrahman b. Ahmed, el-Mevâkıf, Âlemü’l-Kütüb, Beyrut, ty.
MAHLÛF, Abdurrauf, el-Bâkıllânî ve Kitâbuhu İ’câzü’l-Kur’an, Lübnan, 1973.
MES’ÛDÎ, Ali b. el-Huseyn, Mürûcü’z-Zeheb, Kahire, 1384/1964.
SÜBKÎ, Abdülvahhab, Tabakâtü’ş-şâfiiyye, Kahire, 1324/1909,
SÜYÛTÎ, Abdurrahman b. Ebî Bekr, Târihu’l-Hulefâ, yy., ty.
ZİRİKLÎ, Hayruddin, el-A’lâm, Beyrut, 1969.
|