“Türk Müslümanlığı” sahici bir tartışma mı?
Türkiye’de devlet-toplum ayrışmanın miladi kabul edilmelidir 28 Şubat 1997. Bir turnusol kağıdı gibi eskiden halka yahut millete ait zannettiğimiz birçok alanın gerçekte asıl sahibinin devlet olduğunu olanca açıklığıyla gözlerimizin önüne serdi bu sancılı süreç. Turkiye’de gerçek iktidarın kimlerde olduğunu gizleyen perdeyi sıyırması açısından 28 Şubat sürecinin hayırlı olduğu bile söylenebilir. Sun’î gündemlerle şişirilen unutkan hafızamızı yoklarsak göreceğiz ki, bu süreç bir bütün olarak Türkiye’deki ağır aksak da olsa işleyen siyaset-toplum irtibatını tek taraflı olarak kesmeye, toplumu yeni bastan yukarıdan aşağıya planlamaya ve “tek tipleştirmeye” yönelik büyük bir stratejinin adımları olarak ortaya tartışılması için bazı kavramlar atılmakta, “güzide” medyamıza da bu kavramları cilalayıp halka beğendirmek yahut nefret ettirmek vazifesi düşmektedir.
Son günlerde özellikle kartel medyasında Türk Müslümanlığı tartışmaları kadar yapmacıklık ve zorakilik kokan başka bir tartışma zor bulunur. Dikkat edilirse bu tartışmanın ne sahici bir sahibi var, ne de görünür bir sosyolojik mücbir sebebi. Sahibi olmayan bir iddianın sahiciliğinin de olmayacağını binlerce yıllık düşünce tarihi ayan beyan göstermektedir.
Şimdi düşünelim: Türk Müslümanlığını kim ortaya attı ve kimler savunuyor? Bildiğim kadarıyla benim de bir yazımda -altını çizerek söylüyorum- “kültürel düzeyde” söz konusu ettiğim Yahya Kemal’in 1920’lerde Babanzade Ahmet Naim’le yaptığı bir tartışmaya dayanıyor bu kavramın koku. Ne var ki bu tartışmayı biz sadece taraflardan birisi olan Yahya Kemal’in ağzından dinledik. Büyük bir alim olan Babanzade tarafı ise irdelenmedi şimdiye kadar.
Yine bildiğim kadarıyla bu kavram, geçen yılın o sıcak günlerinde ANAP Milletvekili Agah Oktay Güner tarafindan gündeme yeniden getirildi. Ertuğrul Özkök ve benzeri tipler tarafından da aynı günlerin tartışmalarında tuttukları saf hatırladığında yakıcı çelişkilere düştüklerini asla fark etmeden (ideolojinin tarifi de bundan başkası değil zaten) ateşli bir şekilde desteklendi. Yakınlarda da Başbakan Yılmaz ile Org. Kılıç’ın ağzından “yüksek yerden” dile getirilen bu kavramın neyi kapsadığı ve daha da önemlisi neyi dışarıda bıraktığını açıklamak da sosyolog Nur Vergin’e düşmüş oldu. Tekrar soralım: Kim savunuyor bu kavramı? Bir bakan, bir başbakan, bir orgeneral ve 28 Şubat surecinde onlara destek çıkan bir sosyolog ve dahi bir kisim şeyh uçuran köşe yazarları. Kendimize gelelim, tartıştığımız şey, haldeki domates fiyatları yahut Çakıcı’nın sevgilisi değil, en hassas olunması gereken alanlardan birisi, yani din. Bu işin uzmanları, alimleri, düşünürleri, sosyologları, hatta hatta dinini şöyle böyle yaşayan cami cemaati ne diyor diye aklına gelen bile yok.
Peki bu Müslümanlık nasıl ve kiminle uygulanacak? Şimdiye kadar Arap veya Acem Müslümanlığı var diye İslam’dan uzak duran kesimler mi dolduracak camileri, yoksa hep horlanan, itilip kakılan cami cemaati mi “tek tip eğitim”den geçirilerek Türk Müslümanlığına ihtida ettirilecek zorla? Ya da zaten halk bu Müslümanlığı yaşıyor idiyse birtakım gazeteci-teorisyenler köşelerinde bunun modellerini mi oluşturacaklar? Bu iddia gereğince halkın İslam’ı idrak ve yaşayış biçimlerine saygı duyulması icap ederken tam tersinin yapıldığını hatırlayalım. Kendi inisiyatifleriyle kurdukları cami derneklerinin, vakıflarının, Kur’an kurslarının, okullarının, kolejlerinin.. devlet denetimine alınması ve hatta devletleştirilmesi uygulamaları karşısında “Anadolu Müslümanlığı” formülünün ne kadar yapıştırma, yapmacık ve sahte kaldığını bilmem fark edebiliyor muyuz? Eğer bu halkın geliştirdiği Müslümanlığa saygı duyulması amaçlanıyorsa o halde menkıbeler, batıl inançlar, hurafeler, tarikat gelenekleri ve sözlü kültür ürünlerini mebzul miktarda barındıran bir İslam’a karşı topyekün taarruza kalkan Kur’an Müslümanlığına da karşı çıkmalı değil miydi aynı çevreler? Hem Aczmendiler bahane edilerek toplumun önemli bir kesiminin İslam’ı idrak ve yaşayış biçimiyle alay edeceksiniz, hem de günü ve yeri gelince halk İslam’ının en fazla bid’atlara bulaşmış şeklini yeni bir din yapılanmasının temeli yapacaksınız! Buna yazılı kültürün bile neredeyse esamisinin okunmayacağı bir çağın eşiğinde girişilmesi ise tam Voltaire’lik bir ironi konusu! Büyün insanlara hoşgörü ve saygı göstermeyi, eşitliği ve kardeşliği temel prensipleri kabul etmiş görünen bu fikrin savunucularının yine bu toplumun evlatlarının her gün yüreğini hicrana gark eden üniversitedeki başörtüsü mağdurlarına, o engin hoşgörülerini esirgemek ne kelime, ‘kükreyerek’ başlarını açmalarını emretmelerinden daha iyi hiçbir şey düşürmezdi Türk Müslümanlığının maskesini.
.
Türk Müslümanlığına niye karşıyım ?
Türk Müslümanlığına niye karşıyım?
Ahmet Kabaklı hoca için 90’lı yıllar gerçek bir “ikinci bahar” oldu bana göre. Yılların tecrübesinden imbiklediği tahlillerini klasik sağcı-“muhafazakar” çizginin devlet-toplum özdeşliğine dayanan bütüncü söyleminden dikkat ayırarak usta işi yazılar yazıyor bir süredir Türkiye’de. Son birkaç gündür yazdıkları ise Türkiye Müslümanlığı tartışmasının birleştirici değil, tam tersine bölücü bir kamplaşmaya gitme eğiliminde olduğuna dikkat çekiyor ve konunun bir partinin “Aleviler”den oy alabilmek uğruna gündeme getirildiğini hatırlatıyordu. Aynı konuya Radikal’den Hasan Bülent Kahraman da Aleviliğin devletin yeni dini olarak Türk Müslümanlığı şeklinde formüle edildiğini söyleyerek temas ediyordu. Türk Müslümanlığı tartışmasının siyasî boyutu böyle tecelli ederken, kültürel boyutta konuya yaklaşanların tezleri ise genellikle Yahya Kemal’in Türk İstanbul fikri etrafında geliştirdiği estetize edilmiş Müslümanlık anlayışına istinad ediyordu. Bu yazarlara göre bize ait bir Müslüman duyarlık, bize mahsus örf ve âdetler, daha hoşgörülü, daha geniş bir İslamiyet yorumu gerçekleşmiştir Türkiye’de (özellikle İstanbul’da). Öyleyse, diye düşünmektedirler, bu zaten var olan yorumu ihya etmek suretiyle son yıllarda İslam anlayışımızı deforme eden Arap ve İran Müslümanlığına bir alternatif olarak Türk Müslümanlığı gündeme getirilmelidir.
Doğrusu benim -yine altını çizerek söylüyorum– kültürel düzeydebir Türk veya Türkiye Müslümanlığının gündeme getirilmesine hiçbir itirazım yok. Hatta şehirle ilgili yazılarımda zaman zaman İstanbul’un, Bursa’nın bize mahsus çizgilerini ısrarla vurguladığımı okuyanlar hatırlayacaktır. Hatta hatta İslam’ınyerleştiği toprağın kültürüyle hallühamur olmasını, onun renk ve kokusunu almasını değil, almamış olmasını bir eksiklik olarak gördüğümü söylemek istiyorum. Böyle bir kaynaşmayı gerçekleştirmeden İslam’ı -veya herhangi bir dini- kabul etmiş bir topluluğun var olacağını da, en başta kültürün tanımına aykırıolacağı gerekçesiyle muhal görüyorum.
Peki niye karşı çıktım Türk Müslümanlığı ‘projesi’ne?
1) Bu proje, aslında İttihat ve Terakki ile siyasî sahibini bulan, Cumhuriyet’le birlikte zirvesine çıkan milliyetçi ideolojinin güdümünde geliştirilmiş ve Ziya Gökalp’in doğrudan etkisiyle vücut bulmuş Türkleştirme projesinin biraz demode bir kopyası olduğu için.
2) Sahici bir toplumsal meşruiyet temeli bulunmadığı, tepeden inmeci bir anlayışla dayatıldığı için.
3) Din gibi bir toplumun en hassas olunması gereken bir kurumu üzerinde son birkaç yıldır artarak uygulanmakta olan manipülasyonun devamı mahiyetinde olduğu için.
4) Din ile kültürü birbirine karıştırdığı, daha doğrusu dini kültüre indirgeme gayretlerine, dinin meşruiyetin kültüre irca ederek asli kaynaklarıyla bağlantısını koparmaya matuf bir girişimin (kültürel İslam) müteakip adımlarından birisini teşkil ettiği için.
5) Her şeyden önemlisi de, mefhum-i muhalifinden yola çıkarak bir Kürt Müslümanlığı, Çerkes Müslümanlığı , Laz Müslümanlığı gibi kendisine “ötekiler” (hasımlar) üretmeye müsait bir terim olduğu için.
Bu şıkları teker teker açmak ve hepsini genişçe tartışmak isterdim; ancak şimdilik meseleyi tadında bırakmakta yarar görüyorum.
.
Konuşmayan Osmanlı
Konuşmayan Osmanlı
Ali Seydi Bey Teşrifat ve Teşkilat–ı Kadimemiz’de sefirleri huzura kabul ederken padişahların hemen hiç konuşmamasının bir teşrifat kaidesi olduğunu belirtir. Elçi içeri girince yere alnını sürer ve sebeb-i ziyaretini belirten kısa bir konuşma yaptıktan sonra konuşma hemen tercüme edilirmiş. Elçinin getirdiği mektup sırasıyla miralem ağaya verilir, o da elden ele ulaştırması için sıranın en sonunda duran vezire ulaştırır, sadrazam ise mektubu taht minderinin üstüne koyarmış. Eğer padişah elçinin hükümdarına bir mesaj göndermek isterse sadrazama fısıltı tonunda söyler, sadrazam tercümana, o da elçiye ulaştırırmış.
Gerçekten de o ihtişamlı padişahların şimdiki siyasetçilerle kıyas kabul etmeyecek kadar sözlerine cimri davrandıkları anlaşılıyor. Özellikle yabancılar karşısında suskunluğun apayrı bir etkileyiciliği olduğunu keşfetmiş olmalılar. Az konuşan ama konuştuğunda bu nedretin acısını çıkarırcasına bilgelik taşından yontulmuş cümleleri elmas mukavemetinde ağzından döküveren bir büyük geleneğin mirasçıları oldukları anlaşılıyor Osmanlıların.
Yalınız devlet teşrifatında değil, gündelik hayatlarında da gevezeliğe ve şamataya prim vermeyen insanların diyarıdırOsmanlı toprakları. Sokakların ne kadar sakin olduğundan, çocukların ne kadar gürültüsüz oynadıklarından hayretle söz eden birçok seyyah geçmiştir Dersaadet’ten. Ne var ki Osmanlılarınkonuşmayışlarına kafayı Nobel ödüllü Norveçli romancı Knut Hamsun kadar takmış birisi zor bulunur. 1899’da İstanbul’a gelmiş olan Hamsun, Avrupa basınının Abdülhamid hakkındaki ithamlarının asılsız olduğuna kanaat getirir müşahedeleri karşısında. Adeta tek taraflı bir monolog vardır ortada: Avrupa basını konuşmakta ama “Türk” (kelimeyi “Osmanlı” olarak okumalıyız) susmaktadır: “Amma şimdi karşı tarafın konuşması lazım, karşı taraf tamamen dilsiz. Yalnızca bir taraf konuşuyor, hem de fasılasız ve bütün dünyada.”
İstanbul’a ayak bastığının ertesi günü yanında bir kadınla beraber bir kahvehaneye gidiyor Hamsun. Bundan yaklaşık 100 yıl öncebir kadının İstanbul’da bir kahveye girip oturmasına herkes şaşmalıydı, değil mi? Ne gezer! Kimsenin umurunda bile olmuyor. Ve asıl bu umursamayış hayretten hayrete düşürüyor ünlü romancıyı: “Buraya ilk defa bir kadın ayağı basıyor olma ihtimalinin yüksekliğine rağmen, gelişimize kimse şaşırmamış gibi davranıyor. Müşterilerin hepsi bizden tarafa bakmamak üzere anlaşmışlar sanki. Meraklılık Şarklıların tenezzül etmedikleri bir davranıştır.”
Neyse, kahveler gelir, fincanlar çalkalanarak içilir. Ancak biraz şekerli midir ne? Fransızca şekersiz kahve istediklerini söylerler. Fakat garson ne dediklerini anlamaz. Bu sırada karşıda oturan ve nargile içen bir Türk, kahveciye alçak sesle bir şeyler söyler ve biraz sonra sade kahveleri önlerindedir. Eh, Hamsun’un da buna bir teşekkür etmesi lazım gelmez mi? Ayağa kalkıp hafifçe eğilerek adamı selamlar. Beklemektedir ki adam da kalkıp selamını alsın. Fakat “Türk” oturduğu yerden selamını almakla iktifa eder ve kalkana kadar da bir daha onlarla alakadar olmaz. Şaşkındır Knut Hamsun. Fakat itiraf etmekten de geri kalmaz: “Esasen asil bir davranış bu, o da ayağa kalkıp bizi selamlasa tuhaf olurdu. Bizim gibi turistler onu niçin alakadar etsin ki? Biz Garplılar, barbarlar onu niçin alakadar etsin ki?” Bir başka ilginçolayı ise Ayasofya’da hafızlık çalışan gençlerle karşılaştığındayaşar. Onların vücutlarından yukarısını ezber sırasında ileri geri sallamalarını önce gösteri zannederek küçümser. Ancak uzun uzun gözüne baktığı talebenin bakışları bir kere bile Hamsun’unkiyle buluşmayınca, “Uzaklardan gelip, yanımızdan, bize hiç temas etmeden geçen bu yakıcı bakışı asla unutmayacağı”nı söyler ve ekler: “Haşmetli bir kral veya kraliçe bile olsaydık, orada bulunuşumuz hiçbir şey ifade etmeyecekti ona.”
Son bir olayı daha aktaralım. Abdülhamid’i cuma selamlığında görmek için izin alan Hamsun -ki bir Avrupalı’dan beklenmeyecek ölçüde Abdülhamid’e arka çıkar hatıratında-, Teşrifat Müdürü’ne Norveç ve İsveç Sefareti’nden bir mektup takdim eder, padişaha verilmek üzere. Hamsun’un referansı karşılıksız kalacaktır. “Ne garip!” der, şaşırarak, “Cevap verip ayağa kalkması ve reverans yapması lazım gelmez miydi? Lakin yerinden bile kıpırdamıyor. Söylediklerimin hiçbir tesiri olmuyor, adam mektubu eline alıyor, bir saniyede zarfı yırtıp yere atıyor. Türklerin düşünme tarzının bizimkilerden farklı olduğunu anlıyorum. Adam mektubu yüzünde bir tebessümle okuyor. Tebessüm…”
Örnekleri artırmak mümkün. Ancak gevezeliğin yerildiği, az konuşmanın (padişahlar dahil) faziletinden sık sık dem vurulduğuve bunun fiilen yaşandığı bir dünyadır Osmanlı toplumu. Her erdemin devir değişince bir zaaf haline gelme tehlikesi içerdiğini Hamsun’un gelişinden çeyrek asır sonra rejim değiştiğinde toplumu susturma girişimlerinde kazanılan başarıdan da çıkartabiliriz!
(*) Knut Hamsun ve H.C. Anderson, İstanbul’da İki İskandinav Seyyah, Çev.: Banu Gürseler-Syversten, 3. baskı, Yapı Kredi, 1998.
.
Post-muhafazakarlık
Post-muhafazakarlık
Batı düşüncesindeki gelişmelere hep aynı temanın tekrarı gibi de bakabilirsiniz. Neticede Whitehead’in dediği gibi Batı felsefesi bir açıdan Eflatun’a düşülen dipnotlardan ibaret kabul edilebilir. Bir de içeriden, bu düşünce okulları veya akımlarının birbirleri karşısında işgal ettikleri konumları, bu konumlardaki değişim ve dönüşümleri, tekrarmış gibi görünen fikirlerde bile bir kendine mahsus yenilik bulunduğunu fark etmeye yönelik ikinci bir bakış geliştirmek mümkün. Ben her ne kadar Batı düşüncesininThales’den bu yana belirgin bir gelenek oluşturduğuna inanıyorsam da, benzerliklerden çok farklar üzerinde durmanın kendimizi geliştirmek ve Batı kültürünün yapısını daha nafiz bir bakışla kavramak bakımından gerekli olduğu kanaatindeyim. Bu yüzden postmodernizme yönelik eleştirel tavrımı mahfuz tutarak onun tezlerini anlamaya ve içinde bulunduğumuz globalizasyon sürecinin neresine tekabül ettiğini ciddi ciddi kavramaya çalışıyorum. Bugün özellikle Amerika’da en güçlü ifadesini bulan; ama Almanya, Fransa ve İngiltere’de kendisine yandaşlar toplamayı başaran bir akımdan söz edeceğim. Başlığa biraz ironi katmak için koyduğum “Post-muhafazakarlık”teriminin size ne çağrıştırdığını bilmiyorum; ama kendi koydukları isimle “yeni-muhafazakarlık”ın içinde bulunduğumuz 90’lı yılların siyasal söylemine damgasını vurduğu gittikçe ayan beyan ortaya çıkıyor.
Meseleyi biraz bulandırmak pahasına Reagan ve Thacther’in ABD ve İngiltere’de, Turgut Özal’ın da Türkiye’de yeni-muhafazakar politikaların uygulayıcıları olduğunu söylersem belki zihninizde bazı çağrışımlar yaptırmış olurum. Ancak bu çağrışımların hemen neo-liberal politikaların kuyruğuna takılması ihtimalini göz önünde tutarak isterseniz bir politika olarak yeni-muhafazakarlıktansa bir siyasi düşünce ekolu olarak yeni-muhafazakarlık’ı kısaca tanımaya çalışalım. Yeni-muhafazakarlık akımının ortak paydasını, insan eylemlerinin amaçlanmayan sonuçlara maruz kalacağı yolundaki bir görüş oluşturur. “Amaçlanmamış Sonuçlar Kanunu” adını verdikleri bu tanıdık görüşü kısaca şöyle açıklayabiliriz: Sosyal hayatın karmaşık ve çok boyutlu ilişkiler yumağı içerisinde bir veya birkaç insanın yapmaya niyetlendiği her yeni eylem, ya başlangıçta niyet edilen çerçeveden sapacaktır ya da öylesine ağır bedeller karşılığında gerçekleşecektir ki, netice, işe başlamadan önceki durumdan daha da kötü olacaktır. Buna klasik bir misal, kiralık ev aramaya çıkan her insanın gerçekte böyle bir amacı olmasa da, kiralık evlere olan talebi ister istemez arttırıcı bir yan etki yaparak kira fiyatlarının yükselmesine sebep olacağıdır. Ya da hükümet politikalarında yapılmaya çalışılan her reform, her radikal yenilik adımımı, buna bilinçli ya da bilinçsiz karşı koyacak, çelmeleyecek aktörlerin eylemleri sebebiyle amacından sapacak, hatta bazen tam tersi sonuçlara varabilecektir. Buna yakın tarihimizden iki örnek olarak RP’nin iyi niyetle, oylarını aldığı kesime bir ferahlama getireceğim derken araya giren ‘hesaba katılmamış faktörler nedeniyle tam tersine en ağır bedeli o kesime ödetecek bir kulvara itilmesini (deplase olmasını) ve 55. Hükumet’in vergi reform kanunu ile vergi verenler arasında denklik kurmayı (zenginlerden de dar gelirli kadar vergi almayı) hesaplarken, tepkiler sonucu postadaki aslan payına sahip bankalara muafiyet getirerek yine vergi yükünün fakir fukaranın üstüne yıkmış olmasını gösterebiliriz.
Sosyal gerçekliğin karmaşık, değişimin güç bir iş olduğunu savunan yeni-muhafazakarlar, değişime açık çek veren bütün bir entelektüel koro karşısında yılmadan mücadele veriyorlar. Onlara, bizdeki muhafazakarlar gibi ezile büzüle değil, cepheden saldırarak son derece ilginç tezlerle “değişim”e karşı mücadele veriyorlar. Aralarında Irving Kristol, James Q. Wilson, Daniel Bell, S. M. Lipset, Edward Shils, Nathan Glazer, Daniel Patrick Moynihan gibi önemli aydınlar ve akademisyenlerin bulunduğu bu hareket, entelektüel çevrelerde uzun yıllardır solcuların üstlendiği yeni düşünceler geliştirmedeki öncülüğü de ele geçirmiş durumdalar. Başka bir deyişle “Bitti!” denilen muhafazakar felsefenin küllerinden liberal ve sol tematiklerle yoğun bir hesaplaşma sonucunda etkin bir siyasi düşünce okulunu diriltmeyi başarmış durumda yeni-muhafazakarlar.
Başta da söylemiştim: Benzerlikler bazen gerçek farkların farkına varmamıza engel oluyor. Nasipse ileride tekrar durmak istiyorum yeni-muhafazakarların tezleri üzerinde.
KÜLTÜR BAHÇEMİZDEN
Ateş yüreğimizde yaşar!
Ateş, en ileri düzeyde canlı ögedir. Ateş, kisiye özgü duygular içerir ve evrenseldir. O yüreğimizde yaşar. Gökyüzünde yaşar. Maddenin derinliklerinden yükselir ve kendini bir sevgi gibi sunar. Gerisi(sin geri) maddenin derinliklerine iner ve kendini gizler, sıkıştırılmış nefret ve öç gibi. Tüm olgular arasında birbirine zıt iki değeri, iyiliği ve kötülüğü, aynı açıklıkla taşıyabilen tek olgudur. Cennette ışık (nur) saçar. Cehennemde yakar. Ateş tatlıdır ve ateş işkencedir. Mutfaktır ve kıyamettir.
Gaston Bachelard, Ateşin Tinçözümlemesi, Çev.: Nail Bezel, Öteki Yayınevi, 1995, s. 13.
Yangınlar ve ateşin ruhu
Her yıl Ağustos ve Eylül aylarında çıkan orman yangınları bu kez de hem benim, hem de İstanbul’un ciğerlerini yaktı, dağladı. Televizyonlarda yanan ağaçların yanında ben de yandım, içim burkuldu. Keşke orada olsam da birkaç ağacı yanmaktan kurtarsam diye (beceremeyeceğimi bile bile) hep içimden geçirdim alevin dillerinin önüne gelen her şeyi yuttuğu bu feci manzaraları gördükçe.
Gerçekten de ateş “yutar” mı önüne gelen şeyi? “Yangın ilerliyor” cümlesi bir dil sürçmesinden mi ibaret sizce? Ya “Yangın her tarafı sardı” ifadesi? Farkında olmadan ateşe bir fail (özne) karakteri tanıyoruz aslında. Onun bir ruhu olmasın sakın?
Eskiler buna inanırlarmış deyip geçmek kolaycılık olur. Bugün modern kimyanın tornasından geçmiş olanlar bile ateşin karşıkonulmaz, saran, yutan, ilerleyen, yok eden, sıçrayan, harlayan bir esrarengiz varlık olduğuna kanidir farkında olmadan. O cezalandırır; ama aynı zamanda temizler, arındırır (cehennemi hatırlayalım). Gerçekten ister bir şömine ya da mangal karşısında dururken, özellikle geceleri bizi içine çeken karşı konulmaz bir cazibe merkezi haline gelir ateş. Gözlerimiz ona mıhlanır adeta. Onu belli bir mahfaza içinde tutabildiğimiz için de gizli bir sevinçduyarız.
Tanpınar, Beş Şehir’de eski İstanbul yangınlarının eğlenceli bir yanının bulunduğunu, insanların geceleri “yangın seyrine” diğermahallelere gittiğini söyler. Fransız filozofu Gaston Bachelard ise Ateşin Psikanalizi’nde yangın çıkarma hastalığından (piromani) söz eder ve bu hastalığın psikanalitik açıklamalarını aktarırken şunu eklemeyi de ihmal etmez: Ateş tabii bir olgu olduğu kadar sosyal bir olgudur da. Ateşe yüklenen anlamlar onu insanın dünyasının ayrılmaz bir parçası haline getirmiştir.
O kendine mahsus hırıltısıyla yanan ve göğe yükselmeye çalışanateş karşısında bir simyacının neler hissedebileceğini ve onun üzerine ne teoriler geliştirebileceğini tasavvur ediyorum da neler geliyor aklıma. Ateşin kimya kitaplarından ihraç edildiği bir çağınçocukları onun karşısında bu kadar çaresiz kaldıktan sonra…
.
Dilimize cevrilen ilk roman?
Dilimize cevrilen ilk roman?
Ilk once rahmetli Cemil Meric dikkatimi cekmisti konuya, “Telemak bir roman degil, bir ahlak kitabi, daha dogrusu bir siyasetnamedir.” sozleriyle. Sonra meseleyi desince arkasi geldi ve edebiyat tarihlerimize “roman”, hatta “kaliteli roman” diye gecen ve zamanla kliselesen bir yarginin tesrihi sonunda bir kitabin bir baska dildeki ilginc serguzesti cikti ortaya.
Bilindigi gibi 1859’da Yusuf Kamil Pasa tarafindan tercume edilen; ama 1862’de basilan Fénelon’un Les Aventures de Télémaque’i (1699) Turkceye Bati’dan tercume edilen ilk roman olarak kabul edilir. Zaman zaman Meric gibi eserin aslinda romanla alakasi olmayan bir siyaset kitabi oldugu ve hikayenin burada basli basina bir sanat gayesi gudulmeden hocasi oldugu veliahta tahta gectiginde tebasina nasil davranmasi gerektigini bildiren bir eser oldugu soylenmesine ragmen bu galat klise varligini bugune kadar surdurmustur. Oysa eser, kahramanlarinin her bolumde baska bir ulkeye giderek o ulkenin yonetimi ve halki hakkinda bilgi verdikleri bir siyasetname, hatta Meric’in deyisiyle ‘Humayunname’dir. Isin garibi, gerek bizzat yazar, gerek Turkce tercumeye takriz yazan Kamil Efendi, gerekse o devirde kitap hakkinda yazan Sinasi ve A. Midhat Efendi gibi edebiyatcilarimiz eserin bir roman olmayip bir hikmet (felsefe) kitabi oldugunu soylemis olmalarina ragmen sozunu ettigimiz kanaat edebiyat kitaplarina, hatta ders kitaplarina kadar girmeyi basarmistir. Nitekim,
Sureta nakl-i hikayet gorunur
Lakin erbabina hikmet gorunur
misralari yaninda Sinasi, eserin “surette efsane-i aski nakl gibi” ise de “ma’nada… tedbir-i mulk kava’id-i kulliyesini samil bir kanun-i hikemiyye” oldugunu belirtmek suretiyle siyaset felsefesini ilgilendiren muhtevasini one cikarir. Burada gerci roman turunun henuz mesru gorulmedigi bir toplumda eserin ciddiyetini vurgulama gayreti de gorulmuyor degildir; ancak Telemak’in gercekten de “roman” denilebilecek bir kurgu ve teknige sahip olmadigi ve kendisinden sonraki romanlara herhangi bir ciddi tesiri olmadigi konusunda otoriteler muttefiktir. Zaten eserin edebiyat tarihlerinden cok siyaset felsefesi kitaplarina dercedilmesinden de bellidir bu.
Telemak’in yalniz bir roman olup olmadigi degil, tercumesinin gercekten Y. Kamil Pasa’ya ait olup olmadigi da tartisilmistir. Mithat Cemal Kuntay’a inanmak gerekirse asil mutercim Giritli Huseyin Haki Efendi’dir. Haki Efendi’nin Turkceye cevirdigi metni, Yusuf Kamil Pasa Osmanlicaya tercume etmistir (!) Kuntay’a gore.
Karacelebizade Aziz Efendi’nin Nehcu’l-Belaga’sindan aldigi secileri kethudasi Haki Efendi’nin tercumesine bosaltmistir Y. Kamil Pasa.
Kitap hakkindaki bir diger kliselesmis onyargi ise eserin Yunan mitolojisini Osmanli topraklarina getirdigi, Yunanlilarin fuhsiyatini edebiyatimiza tasidigi ve bunun edeb ile herhangi bir alakasinin olmadigi gorusudur. Zamaninda cesitli cevrelerce “bize Yunan mitolojisinin bir tarafini acmis” oldugu belirtilen eserin asil derdi Yunan medeniyetini bir ornek olarak tasvip etmek degil, tam tersine Black Athena adli kitabinda Martin Bernal’in israrla vurguladigi gibi 17. yuzyil sonlarinda Avrupa’da parlayan Misir hayranliginin ortaya konulmasiydi. Bernal, modern caglarda Yunan ve Misir medeniyetlerinin Avrupa kulturu icerisindeki diyalektigini cozumledigi kitabinda bu durumu soyle dile getirmektedir:
“Ilk kez 1699’da yayimlanan Télémaque, kahramani olan Ulysses oglu Telemakhus adli Yunan prensini anlatmaktadir; ama Misirlilarin maddi zenginligi, buyuk bilgeligi, felsefe ve adaleti hakkinda goruslerle doludur. Misirlilarin bu ozellikleri Yunanlilarin… icinde bulunduklari asagi durum ile ozel olarak karsilastirilmaktadir.”
Boylece Fénelon’un eserinin zannedildiginin tersine bir Dogu ve Afrika medeniyeti olan Misir’i yucelten, ornek gosteren ve ulasilmasi gereken zirve olarak tanimlayan bir siyasi metin oldugu ortaya cikmaktadir ki, aslinda Dogulu zevkleriyle one cikan bir Tanzimat pasasinin bu eseri tercihinin bir sebebi de anlasilmis olmaktadir. Eserin cevrilmesinin bir diger sebebi ise “roman” olusundan dolayi degil, ornek denilecek kadar duzgun bir Fransizca ile kaleme alinmis olmasindan ileri gelir. Cevrilmeden once gerek askeri okullarda, gerekse Pera’daki azinlik okullarinda Fransizca kompozisyon derslerinde yardimci ders kitabi olarak kullanilan eser, aydin zumrenin yabancisi degildir.
Siyaset felsefesi tarihinde Eflatuncu fikirlerin diriltilmesi cabalari icinde degerlendirilen Télémaque, yazari Fénelon’un arzusu disinda yayinlanmis ve basina is acmistir. Eser, XIV. Louis yonetiminin bir elestirisi olarak degerlendirilmis, bunun uzerine bir papaz-teolog olan yazarinin gozden dusmesine sebep olmus, Fénelon da omrunun son yillarini surgunde gecirmek zorunda kalmistir.
Telemak’in ‘Serguzesti’nin bir baska dildeki macerasi ozetle boyle.
.
Gaz Lambasında Okumanın Keyfi
Gaz lambasinda okumanin keyfi
“Odam kitabimdi benim” adli denemesinde ne guzel anlatir cocuklugunda kitapla hasir nesir oldugu gunleri Hilmi Yavuz. “Gaz lambalarinin yari aydinliginda, kalin perdelere vuran golgelerin gizemli goruntulerle gezindigi sessiz odalari, mangalin yanibasina oturup kitap okudugu” kis gecelerini siirli bir dille aktardigi bu deneme nedense her okuyusumda kendi kalemimden cikmis bir yazi izlenimi uyandirir bende. “Her kitapta kendimizi okuruz.” demisti ya hani rahmetli Cemil Meric, oyle bir duygudaslik olusmus olmali o yazidaki cocuk ile kendi cocuklugum arasinda.
Sinnen daha kucuk olmama ragmen ben de hatirliyorum gaz lambali odalarda titreyen alevin elimde tuttugum kitabin sari yapraklarindaki raksini. Nereden mi? Birincisi, benim okumaya koyuldugum 70’lerin ikinci yarisi, elektrik kesintilerinin iyice azdigi bir zaman dilimine rastliyordu, (su an o gunleri hatirlayanlarin kafalarini manidar bir edayla salladiklarini gorur gibi oluyorum). Ikincisi de, bir gecekondu mahallesinde oturmanin o yillardaki en agir bedeli, evine elektrik ve su baglatamamakti. Dolayisiyla yarim yamalak da olsa mahalleye verilen elektrik bizim eve birkac sene hic ugramamisti. Ders calisirken islenen lambanin temizlenmesi sirasinda babamin Cihan Harbi yillarina atifta bulunarak, kendi zamanlarinda gazyagini gectik, lambanin caminin bile nadir ve pahali bir meta oldugunu, lambalarin catlayan yerlerine kagit yapistirdiklarini, bunun da kagitli tarafa dusen kardesi icin -bilenler bilir, ders calisirken lambanin etrafinda pervane gibi toplanilirmis- bir nevi ceza anlamina geldigini soylerdi.
Yine de sever miydik gaz lambasini ne? Onun goz bebeklerimizi irilestirip sevimli kilan rehavetli alevi, okuma ve ders calisma saatlerimin tek eglenceli tarafini teskil ederdi. “Bugunun cocuklari” diye devam ediyor Hilmi Yavuz sozlerine: “Lamba isiginda kitap okumanin hazzini bilmezler; odalarda gezinen gizemli golgelerin, yalniz ve hulyali bir cocugun hayalgucunu besleyen bereketli kipirtilari vardir.”
Sizi bilmem ama ben irice bir mum bulundururum kutuphanemin bir kosesinde. Esref saatim geldi miydi, masaya koyar, cocuklarin evin icine E.T. adli yaratik girmis gibi urkerek; ama ayni zamanda hoslanarak seyrettikleri bir seremoniyle fitili uyandirir, boylece hem cocukluk gunlerini hatirlarim, hem de aslinda elektrik bulunmadan onceki butun guzel insanlarin mum isiginin etkisiyle iyice nohudilesen sayfalardan hangi mana alemlerine uruc ettiklerini hisseme dustugu kadariyla hissetmeye calisirim.
O birkac saat boyunca ben baska bir yerde ve baska bir zamandayimdir!
Kadin ve kitap
Jean Genet mi soylemisti o lafi, emin degilim: “Cins-i latifden soz etmek muskil istir.” Oteden beri kitapseverler arasinda kadinlarin adi “kitap dusmani”na cikmistir. Cok kitap meraklilari, hatta kitap kurtlari tanidim, bu hastaliga muptela olali beri eve hanimlarindan gizlice kitap sokmak konusunda tam bir ihtisas sahibi olmuslardir. Kimisi bakkalin ciragina aksamdan biraktigi kitaplari sabahleyin gazetesinin icinde eve sokmanin yolunu bulmustur, kimisi kazaginin icerisine sakladigi kitaplari gizlice bir koseye istiflemenin.
Iyi ama bu bir erkek kuruntusu olmasin sakin? Feministlerin dillerinden dusurmedikleri “erkek egemen toplum”un kadinlara bictigi rolun bir parcasi da evde birkac ansiklopedi disinda kitap gormemek olamaz mi? Belki de “biz biyiklilar”a mahsus bir fantazidir o?
Tam bunlari dusundugum gunlerde unlu kutuphanecimiz Muzaffer Gokman’in Amerika Notlari gecmesin mi elime? Efendim, meger Amerikali hemcinslerimiz bizden de ileriymis. Gokman’in yalancisiyim, Belcikali bir armator kurdugu kutuphaneye bazi garip sartlar koymus. Bir kere bu kutuphaneye kadinlar giremeyecek, kadin personel calistirilmayacak, hatta kadin yazarlarin kitaplari da konulmayacakmis. Dahasi var: Ozellikle de kadin dusmani yazarlarin kitaplari bir “seref kosesi”nde toplanacakmis.
Gerci tarihler 1958-59’dur, yani bugun degismis olabilir; ama Gokman’in bildirdigine gore o tarihlerde Boston’da Harvard Universitesi’nin muazzam kolej kutuphanesine de kiz talebelerin girmesi yasakmis. Buna hayret eden Gokman, Osmanli donemine ait bircok vakif kutuphanesinin senedini okudugunu fakat bizde kadina kitabi yasaklayan herhangi bir kayda rastlayamadigini belirtmek ihtiyacini duyuyor. Gokman daha cok seyler anlatiyor; ama ben Turkiye’de artik kitap kurdu kadinlarin da, eni konu iyi bir kutuphaneye sahip kiz ogrencilerin de bulundugunu biliyorum. Yani simdiye kadar hep erkekleri yoklayan bu “hastalik” yavas yavas onlara da sirayet etmekte. Bu olumlu bir sey. Lakin bir ilginc nokta takiliyor zihnimize: Hanimlar da erkekler kadar israrci olabilecekler mi evlerine kitap sokma konusunda? Bunu tekrar dusunmekte fayda var!
KITAP KOPRUSU
Askin Okunmaz Kiyilari
Divan edebiyati uzerine hem de 1979’da Turkce ogrenmeye baslamis bir Amerikali’dan bu kadar nafiz bir kavrayis beklemiyordum dogrusu. Gecenlerde Iletisim’den cikan Victoria R. Holbrook’un Askin Okunmaz Kiyilari adli kitabi yalniz Divan edebiyatina yonelik dogru bakis acisini yakalamakla kalmiyor, disaridan yaklasan birisinin avantajlarini da ustaca kullaniyor. Temelde Divan siirinin hem kendi devrinde, hem de kendisinden sonrakilerce nasil alimlandigini ana teorik meselesi yapan, ardindan da Seyh Galib’in Husn u Ask’indan yola cikarak Osmanli siirinin poetikasini desifre etmeye girisen yazar, kulturumuze bakisla ilgili onemli bir metodolojik huruc tesebbusunde bulunuyor. Cogumuzun farkinda olmadan kabullendigi Oryantalizmin Osmanli siirine musallat ettigi yanli/s bakislarin farkina varilmasi ve Osmanli siirinin kanli canli bir Osmanli toplumuyla birlikte nasil “okunacagi”na iliskin ipuclarini sunmasi acilarindan heyecan verici bir eser Askin Okunmaz Kiyilari.
.
Ne yazmalı?
Ne yazmalı?
Ne yazmalı? Yazılacak konular dağ gibi yığılmışken kalemin omuzlarına, ne yazmalı? diye düşünmek anlamsız belki. Yazılacak o kadar çok mebzul miktarda konu var ki kültür alanında… Fakat ne tuhaf, serazad kalem bir türlü yanaşmıyor bunları yazmaya.
Ne yazmalı? İnternet’te yeni bulduğum, Gadamer’le yapılmış şiir ve felsefe konulu konuşmayı mı ele alsam yoksa Şems-i Tebrizi’nin Makalat’ındaki postmodernlere taş çıkartacak üslup dalgalanmalarını mı gündeme taşısam? Osmanlı’nın gerileyip gerilemediğini mi tartışsam, yoksa şehir üzerine farklı okumalara devam mı etsem? Lambropoulos’un tartışmaya açtığı modernliğin İbrani ve Yunani olmak üzere çifte kaynağı üzerinde mi imal-i fikr etsem, yoksa her zamanki gibi Şeyh Galib’in kapısını çalıp ondan derunumu ferahlatmasını mı dilesem?
Ne yazmalı? Yoksa Charles Dickens’ın 1775’in Londra’sını anlatan İki Şehrin Hikayesi’nin ilk satırlarında sözünü ettiği “tuhaf devirler”e mi demirlemişti gemimiz?
“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü; akıl çağıydı, budalalık çağıydı; inanç çağıydı, inançsızlık çağıydı; ışık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi; umut baharıydı, üzüntü kışıydı; önümüzde her şey vardı, önümüzde hiçbir şey yoktu; hepimiz dosdoğru cennete gidecektik, hepimiz dosdoğru cehenneme gidecektik… Kısacası, devir şimdikine öylesine benziyordu ki…” (*)
Dickens, bugünkü Türkiye’nin manzarasını tasvire kalksaydı, eminim, bunlardan ne tek bir kelime fazla, ne de eksik söylerdi!
Böylesine ateşinin şiddetinden sadece sayıklamayı becerebilen, en ümitvar olunacak bir gelişmeyle lağımları bile ağlatan reziletlerin kucak kucağa yaşandığı bir zaman diliminde kültür yazıları yazmakla iktifa etmek kaleme giran gelebiliyor. Nazi dönemini hatırlatan bir ayırımcılık giyotiniyle kurban edilmek istenen üniversiteli türbanlı kızlardan tutun da çetelerin bir kanser gibi bünyesini sardığı devletin acınacak haline kadar, Türkiye’nin en büyük şehrinin belediye başkanının göreviyle ilgili bir konudan değil, ders kitaplarında bile bulunan bir kıta şiir yüzünden siyasetten ömür boyu diskalifiye edilmesinden tutun da burnumuzun dibindeki Kürt Devleti’nin Amerika’da kurulmasının iş işten geçtikten sonra farkına varmamıza kadar yığınla acı, acı olduğu kadar da çirkin ve devlet ciddiyetiyle bağdaşmayan uygulamaya hep beraber şahit olduğumuz şu dönemde siyasallaşmaktan uzak durarak kültürün ipek ve dantelalarıyla, oyma ve nakışlarıyla, bunların insan ruhunun yetkinleşmesinde oynadığı derin rol üzerinde duran yazılar yazmak gerçekten de kalemimi gülünç bir konuma düşürebilir endişesini taşıyorum ister istemez.
Ne var ki kültürün kendi mayasının kurumaması, bazı ellerin de onu bir yandan yoğurması, karması ve yeniden üretmesi icap etmez mi? Her şeye rağmen bir bütün olarak kültürün canlı kalması ve siyasetin mezbahasında kurban edilmemesi için de ciddi bir gayret göstermek gerekmez mi? Siyasetin alanının siyaset dışı aktörlerce iyice daraltıldığı, siyaset yapmanın neredeyse imkansızlaştırıldığı bir ortamda daha fazla siyasallaşmanın gereğini vurgulamaya itirazım yok; ancak hayat da sadece siyasetten ibaret değil ki! İyi ki de değil demek gerekiyor, zira hayatın zenginliği ve üretkenliği, onun içindeki dinamizmin nabzı, kültürün ve sanatın o asla bütünüyle siyasete ve baskıya boyun eğmeyen, teslim olmayan özünden alır gıdasını. Bu özgür dinamiği diri tutmak, en azından siyasetin siyaset dışı güçlerce sınırlandırılmasına karşı çıkmak ve siyasetin alanını herkesin katılabileceği bir esnekliğe kavuşturmak kadar önemli görünüyor bana.
Ne yazmalı? diye başlamıştık yazıya. Yukarıda ismini zikrettiğimiz Mevlana’nın “şeyhi ve müridi” Şems-i Tebrizi’nin muhatap bulmanın zorlaştığı zamanlarda sözün nasıl söylenmesi lazım geldiğine dair cümleleriyle nihayet verelim söze isterseniz: “Mevlana’ya açık söyledim: Ben onların önünde konuşurken sözlerimi kendilerine anlatamıyorsam bari sen anlat onlara… Ben işin aslından, temelinden bahsediyorum, onlara zor geliyor. Halbuki ona benzer bir asıldan bahsederken de sözün üstünü örttükçe örterim, kapalı konuşurum. Ta ki sonunda her söz başka bir sözün üstünü kapatsın.”
Söz labirenti? Bu bir çıkış yolu olabilir mi kalem için dersiniz?
(*) Charles Dickens, İki Şehrin Hikayesi,
Çeviren: Azize Bergin, İstanbul 1988, s. 13
.
Osmanlı’ya yeniden bakmak
Osmanlı’ya yeniden bakmak
Sen çok yaşa e mi Roads Murphey! Nicedir cevabını aramakta olduğum bir soruya bu kadar gür sesle cevap aradığın için, hatta kırk yıldır Osmanlı tarihiyle uğraşıp da hala kıskacına sıkışıp kaldığı oryantalist kategorilerin dışına çıkamayan tarihçilere verdiğin o şık ders için.
Murphey’nin Osmanlıların “gerilemesi”ni kültürel sebeplere bağlamak yönündeki yaygın tavırdan uzaklaşarak meselenin ekonomik ve uluslararası faktörlerine eğildiği yazısı (*) birçok açıdan önemli. Yaygın söylemin tersine Osmanlı’nın Batı’ya kapanmadığını, aksine 17. yüzyılın sonlarına kadar Batı’yla, teknolojik gereçlerin, özellikle silahların alınması yönünde ciddi bir çaba içerisinde olunmuş, hatta yabancı gözlemcilere göre 1680 yılında Avusturya ile yapılan savaşta Osmanlı tüfeklerinin bazılarının rakiplerinden daha üstün olduğu görülmüştür. Demek ki Osmanlı “ilerlemesi” Kanuni’den en az bir asır sonrasına kadar devam etmiş ve ne kültürel bir içe kapanma, ne de psikolojik bir yılgınlık başgöstermiştir. Hatta İkinci Viyana Kuşatması’na kadar süren parlak bir yarım asır vardır ki neredeyse imparatorluğun ikinci baharı olmuş ve devlet en geniş sınırlarına ulaşmıştır. Peki bugün “gerileme” diye adlandırdığımız olgu nasıl patlak vermiştir? Böyle bir devlet, nasıl olmuş da “her yönden” bir inkıraza muhatap olur hale gelmiştir? Bunun cevabını, Osmanlı’nın Batı’daki gelişmelere kapandığı gibi beylik bir yargıyla değil, tam tersine Batı’nın kapılarını Osmanlı’ya kapadığı ve teknoloji ve askeri mühimmat gibi alanlarda tecrit politikası gütmesinden kaynaklandığı şeklinde veriyor. Askeri alandan olduğu kadar madencilik ve saat yapım teknolojisi alanlarından da örnekler veren Murphey’nin tezi, gerçekte yalnızca kendisi tarafından savunulan “şaz” bir rey de değildir. Özellikle Hodgson (İslam’ın Serüveni), Braudel (Akdeniz ve Uygarlıkların Grameri) ve Wallerstein (Modern Dünya Sistemi) gibi dev tarihçileri çok önemsiyor ve bir çizgi halinde tarihçilerimizce dikkatle okunmalarını arzu ediyorum. Bu tarihçiler karşılaştırmalı dünya tarihi perspektifinden baktıklarında bizim “içeriden” göremediğimiz bir sürü dış bağlantıyı fark ediyor ve onların sadece Osmanlı için değil, bütün bir dünya için hangi gelişmeleri davet ettiğini olanca açıklığıyla göstermeyi başarıyor, kısacası gözümüzü açıyorlar.
16. yüzyılda Avrupa’da ortaya çıktıktan sonra bütün çevre “dünyalar”ı yutan ve küresel ölçekte günümüze kadar hegemonyasını sürdüren kapitalist dünya sistemine Osmanlı’nın tek başına karşı koyma mücadelesini ve bu sistem tarafından önce dışlanıp sonra parçalanışını bu tarihçilerden öğrenebiliyoruz. Ünlü tarihçimiz Halil İnalcık’ın Osmanlı tarihi alanındaki katkılarından büyük ölçüde etkilenmiş bulunan Wallerstein, onun hakkında yazdığı bir yazıda (Der: Mustafa Özel, Tarih Risaleleri, İst. 1995, s. 58-9) Osmanlı’nın Batı dünyasıyla ilişkisi konusunda şunları söylüyor: “Bu, öncelikle kavramsal bir meseledir. Geleneksel olarak bu, iki “özerk” varlığın, iki “kültür”ün muayyen neticeler hasıl eden bir buluşması olarak görüldü. Bu yaklaşım şunu fark etmemiştir ki, meydana gelmekte olan şey, bir “bölge”nin kapitalist dünya-ekonomi denen varlığa eklemlenmesiydi. Bu eklemlenme sadece üretim yapılarının yeniden örgütlenmesiyle değil, devletlerarası sistemin üyeleri olan devlet(ler)in meydana getirilmesiyle sonuçlandı.”
Demek ki Batı’yı dışlayan değil, kapitalist dünya-sistemince dışlanan, ambargo uygulanan ve köşeye sıkıştırılan taraftır Osmanlı. Yine Murphey’den öğreniyoruz ki, Osmanlılar içine sıkıştırıldıkları bu ablukayı kırmak için çeşitli yollar denemiş, hatta sistemdeki bazı ülkelerle uzlaşarak diğerlerini saf dışı bırakmaya çabalamış, hiç de iflah olmaz bir yenilgi psikozuna kapılmamışlardır. Eğer kapılmış olsalardı, ne 20. yüzyıla kadar yaşayabilir, ne de sözümona “gerileme” döneminde Şeyh Galib ve Dede Efendi gibi içinde yetiştikleri gelenekleri dirilten dehaları yetiştirebilirlerdi.
(*) Osmanlıların Batı teknolojisini benimsemedeki tutumları”, Haz: E. İhsanoğlu, Osmanlılar ve Batı Teknolojisi, İÜ Edb. Fak. Yay., 1992, s. 11.
Şerh sadece tekrar mı demektir?
Osmanlı kültürü ile ilgili eserlerde hep dile getirilir “belli bir zamandan sonra” tekrara düşüldüğü, yenilik yapma şevkinin kalmadığı ve daha önceden yazılmış eserlere şerhler, haşiyeler ve lahikalar yazmakla vakit geçirildiği iddiaları. Doğrudur şerh ve haşiyelerin belli bir zamandan sonra çoğaldığı; ancak bir kültürün sadece durgunlaştığı veya gerilediği dönemlerde değil, ilerlediği ve canlı olduğu dönemlerde de şerhler ve haşiyeler yazılır. Zira bir düşünür veya alimin kendisinden önceki birikimi yoğurması, içinde piştiği geleneğin hararetini muhafazaya çalışması ve ona kendi yaklaşımını pek fazla “ben”ini öne çıkarmadan ilave etmesi, bugün de pekala yaşanmıyor mu? Mesela günümüzde de felsefede, sosyolojide, psikolojide geçmişteki pirlerin görüşleri didik didik edilip nakledilmiyor mu? Bir Weber, bir Freud, bir Heidegger üzerine çoğu da büyük bir orijinalite taşımayan yığınla makale, kitap ve derleme yayınlanmıyor mu? Yine de bu kitaplar, bu makaleler, içerisinde “yeni” bir şeyler taşıyor olmalılar ki yazılıyor ve okunuyor. Demek ki, kültür, kelime anlamı itibariyle olduğu gibi toprağın çapalanması, gübrelenmesi ve bakımı ile serpiliyor ve üretkenliğini koruyor. Şerhler ve haşiyeler de, hiçbir orijinallik taşımasalar da sırf bu “bakım”ı gerçekleştirdikleri için bile incelenmeye ve ciddiye alınmaya layık kültür faaliyetleridir. Gadamer’in dediği gibi, şerhler geleneği kendi üzerine kapamak bir yana, farkında olmadan geleneğin bünyesini çatlattığı ve ondan yeni bir filiz çıkmasına imkan hazırladığı için vazgeçilmez önemdedir. Her şerh, eserin yeni bir okunuşu ve yorumlanışıdır gerçekte; kendisi yeni bir şey ilave etmediğini iddia etse bile!
KÜLTÜR BAHÇESİNDEN
Taha Kıvanç’ın Not Defteri
Bugünlerde niye yazmadığını sizin kadar benim de merak ettiğim Taha Kıvanç’ın, Fehmi Koru’nun müstearı olduğunu artık biliyorsunuz. Daha doğrusu bilir gibi olup da tereddüt edenler Taha Kıvanç’ın Not Defteri’ni (Moro Yayınları, Ank. 1996) okuduktan sonra öğrenmiş oldular. Taha Kıvanç’ın Not Defteri, 1991-1995 yıllarında çeşitli yayın organlarında yazılmış farklı konulardaki yazılardan meydana gelmesine rağmen, bir gazeteciden öte “delici bir nazar sahibi” aydının günlük olayları bir kuyumcu titizliğiyle umulmadık noktalara bir gerdanlığın parçaları gibi bağlaması ile kalıcı bir eser hüviyetini kazanıyor. Turgut Özal’dan Süleyman Demirel’e, İnternet’ten Menemen hadisesine kadar çeşitlilik arz eden birçok konuyu usta bir kalemden okumak isteyenler (312) 342 31 81 nolu telefona başvurabilirler.
.
Kültürü anlamaya doğru
Kültürü anlamaya doğru
Sosyal bilimlerde hakkında en fazla tanım girişiminde bulunulmuş terimlerden birisi olan kültür, çağımızda adeta yeniden keşfedilmiş ve “Cultural Studies” adlı yeni bir araştırma alanı doğmuştur. İster antropolojik-organizmacı boyutlarıyla ele alınsın, isterse insanın ekonomik üretiminin sonucunda ortaya çıkardığı hayata uyum sağlama yeteneği olarak kavransın, kültür, kanlı canlı, yaşayan, nefes alıp veren insanın biyolojik dünyasının içine kurduğu tali; ama kendisine ait bir yuva, kendisini bu dünyada içinde yabancılık çekmeden yaşamasını sağlayacak bir koza şeklinde nitelenebilir.
Bugün size kültür kavramını çalışmalarının merkezine yerleştiren üç düşünürün yaklaşımlarını aktarmaya çalışacağım. Bunlar fenomenoloik sosyoloji alanının önde gelen isimlerinden Peter Berger, kültürel antropoloji alanındaki çalışmalarıyla tanınan Mary Douglas ve yapısalcılığın önemli teorisyeni ve uygulamacısı Michel Foucault’dur.
Berger kültürü “insanın üretimlerinin toplamı” olarak tanımlar. Kültürü bu şekilde tanımlamak onu sadece insanın davranışlarına rehberlik eden maddi olmayan sosyo-kültürel oluşumlar (toplum dediğimiz şey, kültürün bir parçasıdır) ile maddi ürünler olarak görmekle kalmayıp insanın bilincinde yüklendiği şekliyle bu dünyanın teemmülüdür (reflection). Kültürün dokusu, bu tanıma göre bireylerin içinde yaşadıkları dünyayla ilgili sahip oldukları failler-arası (intersubjective) anlamlardır. Kültür ancak onun bilincine varmış olan insanlar varsa mevcuttur. Kültürü öznel, yani onu üreten ve içinde yaşayan insanların nasıl algıladıkları yanıyla ele alan bu yaklaşım, “kültürün toplum tarafından kuruluşu”nu esas almaktadır.
Mary Douglas da Berger gibi kültürü günlük hayat zaviyesinden ele alır. Ancak Berger’den bir adım daha ileri giderek gündelik gerçekliği araştırmalarının merkezi unsuru haline getirir. Toplumsal tasnif sistemleri sayesinde değerlerin her zaman bilgiden önce geldiklerini ve bilginin içinde anlamlı hale geldiği kalıpları ürettiklerini ileri süren Douglas, özellikle temizlik ve kirlilik kavramları üzerinde durur. Temizlik hakkındaki modern saplantımızın kökeninde aslında büyü ve ayinlere dayalı bir geçmişin kalıntılarını müşahede eder. Mesela masadaki yemek kırıntıları yere düştüğünde neden kirli kabul edilir de, artıkların toplandığı sepet de yerde, fakat farklı bir yerde durduğu halde onun içindekiler temiz kabul edilir? Bir başka örnek, evlerine ayakkabıyla giren Batılılardan verilebilir. Ayakkabılar döşemeye bastığında normal karşılanır da, yemek masasına konulduğunda neden kirli kabul edilir? Demek ki kirlilik nesnelerin kendisinden gelmiyor, onların konuldukları yerden geliyor. Kirli, bu açıdan izafi bir şeydir. Toprak kendi başına kirli değildir; ancak halı üzerine dökülmüş toprak kirleticidir. Sigara külleri kirli değildir, ne var ki koltuklara döküldüğünde kirletici bir özellik kazanır. Şu halde temiz ve kirli kavramları, bir tasnif sistemine ve bu sistemlerin içine nesnenin konulmasına/yerleştirilmesine göre değişmektedir. Kültür, Berger’in söylediği gibi bilginin sosyal inşası olmakla birlikte, bu inşa süreci önceden kodlanmış bir değerler manzumesi içinde yürütülmektedir Douglas’a göre.
Foucault ise bilginin aktarılmasının kültür için merkezi önemde olduğu görüşündedir. Ancak bu süreç hiçbir zaman düz bir yol izlemez. Bilginin aktarılma süreci bilinçli ya da bilinçdışı yollardan iktidarla bağlantılıdır. İktidar münferit ve dağınık, hilekar ve her yerde hazır ve nazırdır. O milli ve kültürel sınırları aşar. Sanayi-öncesi, sanayi dönemi ve sanayi sonrası dönemlerde bilginin rolü üzerinde duran Foucault, özellikle sosyal bilimlerin ortaya çıkışında Batı’da aklın iktidar tarafından nasıl terbiye edildiği üzerinde durmuş, bilimsel iktidarın modern toplumu açıklarken aynı zamanda onların nasıl iliklerine kadar nüfuz ettiğini de ortaya koymuştur. Bu nüfuzun ardından iktidarın istediği tipte bireylerin çeşitli kanallardan nasıl üretildiğini de ilginç belgeler ışığında açıklamıştır.
Burada sadece birkaçına değinebildiğimiz kültür üzerine araştırmalar modern hayatın daha önce farkına varılmayan örtük boyutlarını ortaya çıkarmaya, yani kültür buzdağının görünmeyen gövdesini kucaklamaya yönelmiştir.
.
Uludağ’ın manevi tarihi
Uludağ’ın manevi tarihi
Doğrusunu söylemek gerekirse Bursa Şehrengizi adlı kitabım yayınladıktan sonra bir süre Bursa hakkında yazmak istemiyordum. Artık elimden çıkmış ve istiklalini ilan etmiş olan kitabım ben destek olmadan meramımı anlatabilsin; ayakları üzerinde durmasını öğrensin istiyordum. Ne var ki, bu perhizi iki defalığına bozmak durumunda kaldım. Birincisi MÜSİAD’ın dergisi Çerçeve’nin çıkacak sayısına yazdığım “Bursa’dan esnaf manzaraları” idi, ikincisini ise okumaya başladınız bile.
Geçtiğimiz salı günkü köşesinde sevgili dostum İskender Pala’nın yer verdiği bir okur mektubu ile Bursa ve Uludağ üzerine yazma arzum depreşmiş oldu. Gerçi kitabımda uzun uzun anlatıyorum; ama burada hem okur mektubuna bir tür açıklama getirmek, hem de Uludağ hakkında şimdiye kadar yazmadığım bir iki hususa değinmek istiyorum.
Uludağ’ın manevi tarihi, gerçekte bildiklerimizden çok daha etraflıca ele alınmaya değecek zenginliklerle doludur. Evliya Çelebi’nin eski bir kitaptan naklettiğini söylediği Hz. Süleyman’ınki gibi efsaneleri bir yana bırakacak olursak, Uludağ’ın manevi tarihinin Bizanslılarla başladığını söyleyebiliriz. Bildiğim kadarıyla bu konuda şimdiye kadar yapılan en kapsamlı çalışma rahip Bernardin Menthon’a aittir. (1935). Menthon’un Bizans kaynaklarından derlediği kitabından yararlanan Dr. Osman Şevki Uludağ ise 1936’da yayımladığı Uludağ: Keşişleri, Dervişleri, Tapınakları adlı kitapta hem Menthon’dan bilgiler aktarıyor, hem de kendi bilgi ve tecrübeleriyle bu bilgilerin sağlamasını yapıyordu. Mesela Ch. Texier ve Hammer’in ortak olarak dile getirdikleri Uludağ’ın zirvesi civarında bir kilise veya manastırın bulunduğu tezini, bir ihtisas komisyonu ile yaptığı tetkik seyahati sonucunda çürütmüş ve “gösterilen yerlerde insan eli değmiş ve bir medeniyete işaret eden hiçbir iz bulunamadı”ğını beyan etmiştir. Fakat bu, Uludağ’da kilise veya manastırların olmadığı anlamına gelmiyor, zira yine Menthon’un çalışmasından öğreniyoruz ki, Bizans’ın yüzlerce yıllık ömrü boyunca bu dağ üzerinde çok sayıda -bazı kaynaklar sayıyı 100’e kadar çıkarmaktadır- kilise, manastır veya zaviye yapılmış ve çeşitli sebeplerle yıkılmış bulunmaktaymış. Bunlardan ise ancak birkaç tanesinin izine rastlanabilmekteymiş.
Bilindiği gibi Uludağ, Osmanlılar devrinde bu defa çeşitli tarikatlara mensup dervişler tarafından yurt edinilmiştir. Dervişlerce bir kısmı eski manastırların yerinde olmak üzere dağın muhtelif bölgelerinde birkaç hücreden müteşekkil zaviyeler yapılmıştır. Uludağ’daki manevi hayat, ilim ve irfan şölenleri, Lamii Çelebi’nin anlattıklarına bakılırsa son derece renkli geçmiştir.
Uludağ’a Keşiş Dağı yanında Cebel-i Rahib de denildiğini Katip Çelebi’nin Cihannüma’sından öğreniyoruz. Katip Çelebi, Uludağ’ın buzlarının İstanbul’a kadar götürüldüğünden, derelerindeki nefis alabalıklardan, define avcılarından bahsettikten sonra zirvesinden karın hiç eksik olmadığını, bu hiç erimeyen karların içinde zülal adı verilen “kurtcağızlar”ın bulunduğunu nakleder. Güya bu kurtcağızların başı koparılınca içinin bir yudum latif soğuk su ile dolu olduğu görülür ve bu su içilirmiş!
Uludağ’da Softaboğan diye bilinen bir yer vardır. Bu ismin oraya niçin verildiğini tam olarak öğrenebilmiş değilim. Lakin bildiğim bir olayla yakından bağlantısı var gibi görünüyor bana. Yavuz Sultan Selim, malum tahta çıktığında kardeşlerini ve onların çocuklarını ortadan kaldırmadan devletin rahat yüzü görmeyeceğine inanıyordu. Kardeşi Şehzade Ahmet’le mücadele halindeyken Bursa’da karargahını kurmuş ve himayesine sığınan, Solakzade’nin deyişiyle “beş nefer biraderzadeleri” yani 5 yeğenini sessizce ortadan kaldırmak için bir plan yapmıştır. Uludağ’a avlanmaya gidilecektir sözde. Bundan sonrasını Solakzade Tarihi’nden okuyalım: “Bir gün heybet ve haşmet ile dağları ve ovaları seyre çıktı. Ağalarından her birini bölükleri ile, gönülleri pak şehzadelerinin işlerinin görülmesi için tayin eyledi. Kendileri saadetle şehre duhul edip saraylarına nüzul eyleyince beşinin de işleri bertaraf olmuş idi.” (Bursa halkının bu çocukların idamını uzun zaman unutmadıkları ve infial gösterdiğini yine kaynaklardan öğreniyoruz.) Tarihlerde idam edilen 5 şehzadenin iyi bir medrese eğitimi aldıklarından söz edildiğine göre bugün “Softaboğan” denilen boğazda boğdurulmuş olmalarından dolayı oraya bu ismin verilmesi akla yatkın geliyor doğrusu. Zira Softaboğan’ın biraz yukarısındaki çam ormanları da halk ağzında hala “Sultan Selim Sanevberliği” diye anılmıyor mu?
Amacım tarihimizin acı bir sayfasını hatırlatmak değil şüphesiz, lakin Uludağ’daki bu kuytu boğaza her gidişimde kulağıma asırlar öncesinde şelaleler tarafından kayda geçirilmiş derinden derine boğuk sesler çalınması boşuna olmasa gerektir!
W. Safire’den yazarlığın ince kuralları
William Safire adının Amerika’da işgal ettiği ayrıcalıklı yerin mukabilini bizim basınımızda aramak boşuna galiba. Hemen her konuda bir idol, bir efsane olan ve yazıp söyledikleri ile geniş bir okuyucu ve izleyici kitlesini etkileyen onun bir benzeri Amerika’da bile gösterilemez. Safire’ın bir özelliği de, Türkiye’de son yıllarda gazetelerde yaygınlaşan dil yanlışları konusundaki usta işi polemikleri. Bunlardan bir kısmını kitaplaştırdı bile. İngilizce örnekleri, okuyucuyu sıkmasından korktuğum için aktaramıyorum; ama koskoca bir Japon araba firmasının reklamında everyday (sıradan) ile every day’i (daima) birbirine karıştırmasına taktığı yazı hala aklımda.
Yakınlarda İnternet’te rastladığım bir yazısı ise “yazarlar” içindi. Kendi geliştirdiği yazma kurallarını bir liste halinde sunuyordu yazı. Özellikle genç yazarlar için yararlı olabileceği ümidiyle aşağıya bazılarını dercettiğim bu kuralların doğrudan İngilizceyi ilgilendirenlerine tabiatıyla yer vermedim.
1. Pasif (edilgen) çatılı cümleleri asla kullanma.
2. İfadelerini olumsuz biçimde dile getirme.
3. Fiiller öznelerle uyum içinde olmalıdır.
4. Yazdıklarını yeniden okumak ne kadar çok tekrara düştüğünü görmeni sağlayacaktır.
5. Bir yazar bakış açısını değiştirmemelidir.
6. Cümlene bağlaçla başlama. (Unutma ki bağlaç, bir cümleyi bitirmek için müthiş bir kelimedir.)
7. Ünlem işaretlerini aşırı kullanma!!
8. Özellikle on ya da daha fazla kelimelik uzun cümlelerde zamirleri mümkün olduğu kadar birbirine yakın kullan.
9. Eğer herhangi bir kelime bir cümlenin sonuna uygun düşmüyorsa bağlantı kuran bir fiil kullan.
10. Konunun cesaretle üzerine git ve karışık mecazlar kullanmaktan kaçın.
11. Herkes tekil bir isim için tekil bir zamir kullanmaya dikkat etmelidir.
12. Daima yerinde bir deyim seçmeye dikkat et.
13. ‘Veba’ gibi klişe kelimeler kullanmaktan mutlaka kaçın; her zaman canlı alternatif kelimeler ara.
Safire’ın tavsiyeleri bunlar. İçinden kendinize uygunlarını seçip benimsemek ise size düşüyor. Benden nakletmesi.
.
Milliyetçiliği tartışmak
Milliyetçiliği tartışmak
Geçtiğimiz cumartesi günü panelist olarak Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’ndeydim. “Türk Müslümanlığı” konulu bir “beyin fırtınası” yapılacaktı kamuoyuna duyurulduğu üzere. “Yapılacaktı” deyişime bakmayın, yapıldı yapılmasına; ama panelist olarak çağrılan Nur Vergin, Ahmet Kabaklı ve Hasan Ünal gelmeyince sevgili Sait Başer ile baş başa verip seviyeli ve zannediyorum doyurucu bir müzakeresini yapmış olduk konunun.
Sait Başer’i Yahya Kemal’de Türk Müslümanlığı adlı kitabından tanıyorsunuz. Konuşmasında Yahya Kemal’i eksene alarak Ahmet Yesevi’den itibaren Türklerin İslam’ı kabul edişlerindeki farka ve nevi şahsına münhasırlığa vurguda bulundu. Özellikle Türklerin İslam’ı kabul edişleri sırasındaki girift tarihi bilgileri kullanışı gerçekten de başarılıydı.
Görüşlerimi daha önce bu sütunlarda dile getirdiğim için tekrarlamayacağım. Sadece birkaç cümleyle altını çizerek daha da temel bir faslına geçmek istiyorum meselenin.
Sadece 28 Şubat sürecinde gündeme getiriliş biçiminden dolayı değil, genel olarak kendi içinde çelişkiler ve tutarsızlıklar taşıdığı için de eleştirdim “Türk Müslümanlığı”nı. Kültürel anlamda evet; dinin özüne taalluk eden bir siyasi manipülasyon aracı olarak ise hayır dediğimin, dinin bir toplumda aldığı biçimler ve yansıdığı tezahürler olarak kültür ile dinin özünün birbirine karıştırılmaması gerektiğinin altını çizdim. Nihayet, eğer Türk Müslümanlığı zaten halk arasında yaşanıyorsa o zaman ne diye yüksek yerlerden ‘tavsiye’ edilmek ihtiyacının duyulduğunu, yok eğer yaşanmıyorsa ve bir kesinti olmuşsa bunun sorumlusunun yine Cumhuriyet döneminde uygulanan ve yaklaşık 2 yıldır ihya edilmeye çalışılan yanlış politikaları olduğunu vurguladım. Bu arada konuşma sırasında söylemeyi unuttum: Bu kavramı ortaya atanların aklına neden mesela Türkiye’nin kendisine mahsus bir geleneksonrası İslami oluşumu olduğunu Şerif Mardin’in de isabetle belirtmiş olduğu Risalei Nur akımının asla gelmediğini de sormak isterdim. (İlgi duyanlar bu konulardaki görüşlerimi 8 ve 11 Eylül tarihli köşe yazılarımda daha ayrıntılı olarak bulabilirler.)
Sait Başer’in Türk Müslümanlığı’nın bin yıllık tarihini bir zincirin halkaları şeklinde vaz edişine itiraz ederken, “millet” kavramının da, “millet” olgusunun da en fazla Fransız İhtilali’ne kadar geri götürülebileceğini, 150, bilemediniz 200 yıllık bir tarihi olduğunu belirtmem hem ilgi çekmiş, hem de merak uyandırmış olacak ki, bu konuları köşemde neden gündeme getirmediğim sual olundu bendenizden.
Bazen bu köşede de oluyor: Birtakım konuların önceden bilindiğini varsayarak yazıyorum, belki de tahammül sınırlarınızı zorluyor ve daha anlaşılır yazmadığım için bana sitem ediyorsunuz. Haklısınız, bu sütun neticede bir günlük gazetede yayınlanıyor ve sizler de mümkün mertebe kendi ilgi ve bilgi düzeylerinizin ortalamasına yakın şeyler yazmasını istiyorsunuz köşe yazarlarından. Lakin öyle zamanlar oluyor ki, insan güncel yazdığında yazılarının fastfood gibi hızlı tüketim piyasasına kurban gittiğine, sel gidince geride bir avuç olsun kum kalmadığına hayıflanıyor, kalıcı bir şeyler yazmak yönünde yüreğinde dayanılmaz bir arzu alevleniyor ve o yazılar böyle anlarda damlıyor kalemden. Dolayısıyla güncelleştirmenin belki kısa vadede faydası var gibi görünüyor; ama onun sonuçta yazarı da, okuyucuyu da öğütüp un ufak eden dev bir değirmen taşı olduğunu unutmamakta fayda görüyorum.
Sözü milliyetçiliğe getirmek istiyordum; ama bakın nerelere sapıverdik. Bari şimdilik birkaç kelam ederek meramımın ipuçlarını vereyim. İleride tekrar dönmek üzere tabii.
Milliyetçilik konusunda çığır açmış bir kitabın yazarı olan Ernest Gellner, en basit formülasyonu bulmuş gibidir: “Milliyetçilik temelde siyasi birim ile milli birimin çakışmalarını öngören siyasi bir ilkedir.” Bu ilk bakışta biraz karmaşık gelen cümlenin açıklaması, “Her millete bir devlet” şeklinde basitleştirilebilir. Milletdevlet ilişkisi de biraz karmaşıktır. Şöyle ki bazen ikisi bir arada ortaya çıkabiliyor (İngiltere, Fransa gibi), bazen de biri ya da öbürü önce çıkabiliyor ve diğerini icad edebiliyor. Devlet önce ortaya çıkmışsa (bizde ortaya çıkan ve bütün bu sıkıntılarımızın kaynağı olan gelişme budur) milleti; milletleşme önce başarılmışsa (Herkül Millas’a göre Yunanistan’daki durum da budur) devleti ona göre biçimlendirmektedir.
Son söz: Zannedildiği gibi milliyetçilik milletin eseri olmayıp tersine milleti ortaya çıkartan doğrudan doğruya milliyetçiliktir!
.
Aşkın devlet ve toplum
Aşkın devlet ve toplum
Siyasal mühendisler ile toplum mühendisleri baş başa verip toplumdaki bazı organize olma yönündeki eğilimlerin başının daha küçükken ezilmesi yönünde fikir imal ediyor ve bunları uygulanması için icracıların önüne koyuyorlar. Bir ‘mühendislik harikası’ (!) olan bu teşebbüsün, deşifre etmek istedikleri toplumun bu baskılar karşısında içine kapanıp başka bir suretle kendisini ifşa edeceğini düşünememek gibi ufak (!) bir hesap hataları söz konusu.
Muhafazakarların çok sık tekrarladıkları bir söz vardır: Toplumu belli bir yönde itme girişimi tam tersi bir sonuç verecektir. Bu “itme” süreci içinde toplum da kendi içinde ters yönde hareket edecek ve iki hareketin yekunundan bambaşka mahiyette bir yeni hareket zuhur edecektir. Toplum üzerinde masa başında yapılan hesaplar bu yüzden çarşıya uymaz hiçbir zaman.
Hani okul kitaplarında güneş ile rüzgarın bir insanın üzerindeki giysileri çıkartması için yarıştıkları bir okuma parçası vardı. Rüzgar, bütün huşunetiyle esmesine rağmen adam üzerindeki giysilere kendini koruma içgüdüsüyle daha bir sarılır, oysa güneşin tatlı sıcaklığı ile adam giysilerini birer birer çıkartıverir. Modern devlet, toplumla ilişkisinde güneşin taktiğini benimsemiştir, rüzgarınkini değil.
Bizde ise iktidar, toplumun kendisini açmasına imkan vererek onu daha şeffaf olarak görebilmek, dolayısıyla daha kolay denetleyebilmek imkanına sahip olabilmek yerine ceberrutluk yaparak onu ezmenin muktedir olabilmenin şartı olduğunu düşünmüştür hep. Oysa devletin modern olmasının sırrı, aşkın (toplumun dışında ya da üstünde) devlet değil, içkin (toplumun neredeyse kılcal damarlarında) devlet olmaktır. Aşkın devletin hiçbir sorunu çözemediği Sovyetler Birliği despotizminde yeterince görülmedi mi? Aşkın devletin çözeceğini vaat ettiği sorunlardan daha büyüklerini ürettiğine insanlık az mı şahit oldu? Toplumu plastik bir nesne zannedip onu istediği gibi eğip bükebileceğini zanneden nice rejim tarihinin unutulmuşluk bataklığında yerini almadı mı?
Yönetenlerle toplumun homojenleştirilmesi uygulamasını sadece “Toplum bize uysun!” diye düşünenler yanılır. Toplumun da kendine göre bir mantığı, duyuş biçimi, iradesi, değerleri ve savunma mekanizmaları vardır. Bünyesinde uygulanacak ameliyatlara vereceği tepkiler hiç de önceden kestirilemez. Geçenlerde Murat Belge’nin de yazdığı gibi bir taraftan bastırdığınız zaman hangi noktadan ve hangi çehreyle karşınıza çıkacağını kestiremezsiniz bir toplumun.
Ernest Gellner bir yazısında, Şerif Mardin’in kendisine, “Her Türk’ün yüreğinde biri Sufi, diğeri erkek (Maço) iki ruhun bulunduğunu” söylediğini nakleder. Gellner’a göre Kemalizm Türk kimliğindeki Sufi ruhu yok etmek için elinden geleni yapmıştır. Fakat şimdi kültürel derinliği ve tasavvufi yumuşaklığını kaybetmiş bir Maço/erkek ruhla baş etmek durumundadır.
Toplumu belli bir yönde itme tasarrufu, o an bir çözüm gibi görülse de, bastırılanın ileride kötü bir sürpriz yaparak yeni ve tanınmadık yüzlerle karşısına çıkması kısır döngüsünden yakasını asla kurtaramayacaktır.
Satıla(maya)n Türkbank bir İslam bankası mıydı?
Namık Kemal, geçen asrın ikinci yarısında, “Ticaret böyle mi terakki bulur? Bir Müslüman bankası var mı?” diye soruyordu umumi efkara. Bir yandan Londra örneğinde gördüğümüz bir Batı medeniyeti ve teknolojisine hayranlığını dile getiriyor, diğer yandan da Müslümanca bir bakışın Osmanlılığın merkezinde kalması için savaş veriyor, Müslümanların şirketleri, fabrikaları, tüccarları ve -sıkı durun- bankaları neden olmasın diyordu.
Doğan Avcıoğlu’nun naklettiğine göre bugünlerde önce tartışmalı bir şekilde Korkmaz Yiğit’e satılan, geçen günlerde ortaya çıkan en yeni Çakıcı kasetlerinden birisiyle de satışı dondurulan Türk Ticaret Bankası ya da kısa söyleyişle Türkbank’ın Namık Kemal’in arzusunu tahakkuk ettiren bir kuruluş hikayesi vardır. Beraber okuyalım: “Adapazarı Osmanlı Bankası Şubesi, bir Türk tacirine kredi açmadan önce, Hıristiyan olan bir tacirin Türk tacirine kefil olmasını şart koşmuştur. Türk taciri bu biçimde uygulamadan haklı olarak mütessir olmuştu. Bu durumdan dolayı, M. Hamit, İ. Nuri, İ. Hakkı, M. Nuri, aralarında bir toplantı yaparak para biriktirip banka kurmaya karar vermişlerdi. Bu karara sadık kalınmış, günün birinde, Adapazarı İslam Bankası kurulmuştur.” (*)
Nereden nereye? Türkbank’ın kaderinde bir “İslam Bankası” olarak kurulup “Çete Bankası” olarak devam etmek de varmış. Namık Kemal’den Alaattin Çakıcı’ya… Türkiye’nin son 1.5 asrının özeti bu işte!
(*) Zikreden: Herkül Millas, Türk-Yunan İlişkilerine Bir Önsöz, İst. 1995, Kavram Yay., s. 126.
Ataç ve Yunanca
Nurullah Ataç’ı bilirsiniz; bir dönem edebiyat çevrelerinde, özellikle resmi ideolojiyle kurbiyeti olanlar arasında üstad kabul edilirdi. Çevirileri, deneme ve eleştirileri arasında bugün de zevkle okunanları vardır. Özellikle 1940’ların sonlarında kaleme aldığı bazı denemeler sonraları “eski ruh” diye reddedeceği Osmanlı kültürünün etkisi altındadır.
Ataç’ın bir de Yunanca ve Latince’yi okullarda çocuklarımıza öğretmeden Batı medeniyetini anlayamayacağımız yolundaki sabit fikri, bugünkü deyişle takıntısı vardı. Bir yazısında şöyle diyordu: “Bir tek yol vardır: Çocuklarımıza Yunanca’yı, Latince’yi öğretmek, onları Yunan, Latin yazarlarının eserleriyle yetiştirmek… Kafamızı değiştirmek gerektir; onun değişmesi, Batı aleminin düşünüşüne, görüşüne ermemiz için çocuklarımızı, büğünkü (bugünkü) Batı aleminin kökü, kaynağı olan Yunan, Latin eserler ile yetiştirmemiz gerektir. Yoksa edebiyatımız bir yığın lakırdı olmaktan kurtulamaz.”
Geçenlerde, H. Millas’ın Yunan Ulusunun Doğuşu adlı kitabını okurken bir paragraf dikkatimi çekti. Yunan milliyetçilerinin daha 1790’lardan itibaren halk Yunancasının mı, yoksa antik Yunancanın mı “icad edilerek” Yunan milletinin dili yapılması gerektiğini tartıştıklarını söyleyen Millas, özetle şunları zikrediyor: Bu iki ekolün tartışmasından antik Yunanca’yı savunanlar galip çıkmış, Yunan devleti kurulduktan sonra -biz de Ataç’ın savunduğu gibi- okullarda eski dil canlandırılıp okutulmuştur. Ne var ki 1964 yılında bir eğitim reformuyla buna son verilmiş ve ilkokullarda konuşma dili olan halk Yunancası okutulmaya başlanmıştır. 1976’da ise bütün eğitim sisteminde antik Yunanca terk edilerek, halk Yunancası’na geçilmiş, hatta bu uygulama, bir yıl sonra bütün resmi dairelere teşmil edilmiştir. Millas “Günümüzde” diyor, “Yunanistan’da dil alanında en çok tartışılan konulardan biri, eski Yunanca’nın ortaokul ve liselerde okutulup okutulmamasının gerekliliğidir.”
Ataç, Türk çocuklarına yabancı dil olarak eski Yunanca’nın öğretilmesini “kafalarını değiştirmek” için şart koşarken, bizzat Yunanistan, artık konuşulmayan bu arkaik dili terk edip halk diline dönüyor, hatta “yabancı dil olarak” bile okullarda okutulsun mu, okutulmasın mı tartışıyor.
Asıl kendi kafalarını değiştirmeleri gereken Batıcı entelektüel zümre, bunu beceremeyince kolayını bulmuşlar anlaşılan: Halkın kafasını değiştirmek.
.
Şatıbi’nin kalemi
Şatıbi’nin kalemi
Türkiye’de pek az tanınan Cabiri’nin “Türk Müslümanlığı”na benzer yanları epey fazla olan bir “Mağrip Müslümanlığı” iddiası vardır. Buna göre Kuzey Afrika ve Endülüs’teki İslam, bizim coğrafyamız da içinde olmak üzere İslam’ın Doğu kanadından bir kopuşu gerçekleştirmiş, modern Batı kültürü de bizim yüz çevirdiğimiz bu kültürün verimleri üzerinde kurulmuştur. Buradan yola çıkan Cabiri, eğer Endülüs ve Mağrip’teki kültürel çiçeklenmenin izinden gidenler Müslümanlar olsaydı, modern medeniyet Batı dünyası yerine Müslüman aleminde ortaya çıkacaktı, demeye getirmektedir.
Tabii çok tartışılacak “iri” bir iddia. Ancak hiç de temelsiz değil. İbn Bacce, İbn Hazm, İbn Rüşd, İbn Tufeyl çizgisinin (tabii böyle bir çizgi tasavvur edilebilirse) kendi içerisinde bir insicam oluşturduğunu ve Doğu İslam felsefesiyle aynı temellerden kalkmış olsa da, bariz çizgilerle ayrıştığını, kendi zihni ikliminin özel renklerini ısrarla taşımış bulunduğunu söylemek mümkün. Bu farklı çizginin yalnız felsefe ve tasavvuf alanlarında değil, İslami ilimlerin merkezinde duran “Fıkıh” (İslam hukuku) alanında da ürünler verdiğini biliyoruz ki, Şatıbi’nin Türkçeye de çevrilmiş olan ünlü eseri 4 ciltlik el-Muvafakat bunların en karakteristik örneklerindendir.
1388’de vefat eden Gırnatalı Şatıbi, özellikle hukuk metodolojisi (fıkıh usulü) konusunda kaleme aldığı Muvafakat’ında “mekasıdu’ş-şeria”ya, yani dinin gözettiği gayelere geniş yer vermesinden dolayı haklı bir şöhret sahibi olmuştur. Hanefilik ile Malikiliği uzlaştırmaya çalışan, taassuptan daima uzak durmayı tavsiye eden, takva ve tasavvuf yolunda ilerlemenin önemi üzerinde duran ve Allah’ın emirlerinin dünyevi faydalarından söz eden Şatıbi’nin okunması, son yıllardaki cahilce yürütülen ve bir netice almaktan ziyade ortalığı karıştırmak amacına matuf sözde dini tartışmalarda da doğru yolu gösterebilirdi; ancak dönüp bakan bile olmadı!
Abdullah Dıraz, dikkatimizi onun “kalemi”ne çekmeseydi, belki siz de bu yazıyı bir fıkıh usulü yazısı olarak okuyacaktınız. Dıraz’a göre Şatıbi, temiz bir Arapça ile yazıyorsa da “cevval” bir kalem sahibidir. Görünüşte düzgün bir yolda gider gibi yazmakta; ancak anlaşılmayacak hiçbir şey olmasa da “anlaşılmaz” sayfalar geçip gitmektedir okuyan gözün önünden. “Bazen okuyucudan, sanki tarak dişleri üzerinde yolculuk yaptırır gibi, bir kelime ile onun yanındakine, sonra da onu takip edene intikal etmesini ister; çünkü kullandığı her kelimenin altında işaret etmek istediği bir mana, sözün akışından çıkarılmasını istediği bir amacı bulunmaktadır… Bununla birlikte kitap kendi kendisinin anlaşılmasına yardımcı olmakta; başı sonunu, sonu da başını açıklamaktadır.” Demek ki Şatıbi’nin üslubu, kullandığı bütün kelimeleri, birbirinin içinden geçecekleri bir labirent, bir tünel şeklinde oymakta, birbirine ulamakta ve tarağın dişleri üzerinde yolculuk yapan bir cambaz gibi sürekli dengeyi koruma hassasiyetiyle sarf etmektedir.
Kendi önsözünde Şatıbi, kitabını, alacakaranlıkta yapılan bir yolculuk olarak tanımlarken gerçekte yalnız tevazu göstermek niyetinde değildir; o düpedüz kitabının üslubunu oluşturma macerasını da bu kelimelerle vermektedir. Evet, alacakaranlıkta yapılan bir yolculuk… Ama aynı yolun diğer yolcularıyla yapılan bir sohbettir aynı zamanda bu kitap: “Ey en yüce ilmin gerçeklerini araştıran, akılların en üstün verimlerini elde etmeye çalışan, en tatlı anlayış kaynaklarına susayan, batın manaları elde etmek, yazılı metinler içerisinde zahir mananın ötesinde bulunan manalara ulaşmak için onların etrafında dolaşan kimse! Şimdi artık tam arzularınızın birbirine denk düştüğü kimseye kulak vermen, onunla karşılıklı mübahese etmen zamanı gelmiştir… Böylece.. onun koştuğu yolda sen de koşasın, onun alacakaranlıkta yaptığı yolculuğu sen de yapasın. Elbette ki bu yolculukta yorulacaksın. Fakat sabah olunca bu gece yolculuğunun yorgunluğunu memnuniyetle karşılayacaksın.”
Kendi çektiği sıkıntıları aynı yolda kendisinden sonra yürüyeceklerin çekmemeleri içindir Şatıbi’nin bütün gayreti. “Furkan nuru”nun aynı zamanda Yol anlamına gelen şeriatın üzerinden eksik olmaması için uykusuz geceler geçirmiş, daha önce yürünmeye cesaret edilmeyen çöle, gece yolcuları için bir avuç yıldız serpmiştir.
Şatıbi’nin “Hoşgörü ve kolaylık esası üzerine kurulu” olduğunu söylediği İslam’a giden yolları 7 asır boyunca aydınlatacaktır. Gırnata semalarından derlenmiş bu bir avuç yıldız.
(*) Şatıbi’nin el-Muvafakat’ı Prof. Hayreddin Karaman’ın takdimi ve Dr. Mehmet Erdoğan’ın tercümesiyle 4 cilt halinde yayınlandı: İz Yayıncılık 1990.
.
Şark klasikleri meselesi
Şark klasikleri meselesi
Geçtiğimiz haftalarda, STV’de zevkle izlediğim “Açık Görüş” programının konuğu, sevgili Beşir Ayvazoğlu ağabeydi. Kürşat Bumin, Etyen Mahçupyan ve Ali Bayramoğlu’nun (“sundukları” demeyeceğim) müzakereye açtıkları konular gerçekten de zaman zaman nefis bir fikir şölenine dönüşüyor. Programı için canla başla çalıştıklarını yakinen bildiğim Orhan Gürbüz ve Veysel Yapar’ı buradan tebrik etmek istiyorum.
Beşir Ayvazoğlu ile yakınlarda yayımladığı Peyami adlı kitabı vesilesiyle Peyami Safa’nın şahsında yakın dönem Türk düşüncesi ve edebiyatı üzerine gerçekten de hoş bir sohbet gerçekleşti Açık Görüş’te. Ancak bugün sohbetten çok sohbete telefonla katılan Prof. Cemil Oktay’ın sözleri üzerinde durmak istiyorum. Vaktiyle yüksek lisans yaparken talebesi de olduğum Sayın Oktay, Ayvazoğlu’nun “maddi hatalar” yaptığını söyledi ve Milli Eğitim Bakanlığı (eski adıyla Maarif Velaketi) tarafından çıkarılan klasikler dizisinde “çok sayıda” Şark klasiğinin de bulunduğunu, Batı kadar Doğu klasiklerinin de okuyucuya sunulduğunu ifade etti. Doğrusu şaşırmadım desem yalan olur. Titizliği ve düşünür yanıyla hep dikkatimi çekmiş olan hocamın klasikler konusuna yeterince dikkat etmeden programa telefonla katılması ve konuşmacıyı “maddi hata” yapmakla suçlaması karşısında hayretler içerisinde kaldım.
Oysa şöyle bir karıştırıvermekle yayınlanan toplam klasikler içerisinde Şark klasiklerinin yüzde 6 oranında kaldığını görmek mümkündü. Evet, topu topu bütün Şark klasikleri yüzde 6 oranında yayımlanmış.
1938 yılında Celal Bayar hükümetinde maarif vekili olarak kabineye giren “Mevlevi” Hasan Ali Yücel, 1940’ta klasiklerin yayınını başlatır. Pek fazla bilinmez; ama söyleyeyim: Bu tarihten bakanlıktan ayrıldığı 1946’ya kadar çeşitli diziler altında yüzlerce kitabın yayınlanmasını sağlayan Yücel’in klasiklerin başında yer alan o meşhur sunuşu, bakanlıktan ayrılır ayrılmaz CHP’li yeni bakan tarafından çıkartılmıştır. 1950’de hükümet DP’ye geçene kadar klasiklerin başında artık sadece İsmet İnönü’nün sunuşu yer alacaktır. Anlaşılan CHP içerisinde bile yeri rahat değildir Yücel’in.
Mamafih klasiklerin yayımı ağır aksak 1970’e kadar devam etmiştir. Nihayet 1988’de devrin Milli Eğitim Bakanı Hasan Celal Güzel’in gayretiyle klasiklerin önemli bir kısmı yeniden basılmaya başlandı ve bugün de devam ediyor.
Prof. Oktay’ın Şark klasiklerinin de “çok sayıda” basıldığı varsayımı konusunda en iyisi Kültür Bakanlığı yayını olan Ulusal Kültür (sayı: 2, Ekim 1978) dergisinden rakamlar aktarmak. 1940-1970 döneminde toplam 881 adet kitap yayımlanmış. Batı klasiklerinin ülkelere göre dağılımı şöyle: Fransız 232, Alman 110, Yunan 80, Rus 76, İngiliz 69, Latin 29, İtalyan 24, Macar 19, Amerikan ve Norveç 10’ar, İsveç 9, Polonya 3, İspanyol 2, Latin Amerika, Avusturya, Danimarka 1’er. Toplam: 679. Şark klasikleri ise ülkelere göre şöyle sıralanıyor: Babil 1, Hint 2, Çin 5, İran 31, Arap 11. Toplam: 50. Kaldı ki Babil, Çin ve Hint klasiklerini çıkardığımızda İslam klasiklerinin sayısı 42’ye düşmektedir. (Bu sayının içerisine mesela İslam öncesi Arap şiirinin anıtlarından Mu’allakatu’s-Seb’a da dahildir.) Bunların dışında Çağdaş Tiyatro ve Okul klasikleri dizilerinde yayımlanan 100’ü aşkın kitap var ki, bunların da ezici çoğunluğu Batı’dan tercümedir.
Batı’dan tercüme yapılmasın demiyorum. Ancak bir kültür hamlesinin dengeli olabilmesinin kendi kültür havzamıza ait eserlerin oranının yüzde 6’larda kalmasını gerektirmediğini de görmek zorundayız bugün. Yücel’in bu dengeyi kuramadığı açıkça görülüyor yukarıdaki rakamlardan. Yine de yayınlanan 42 İslam klasiğinin yalnız o dönem değil, bugün de önemli bir boşluğu doldurduğunu itiraf etmek gerekiyor. Gülşen-Raz’lar, Mesnevi’ler, Taberi tarihleri, Mukaddime’lerle ancak bu vesile ile karşılaşma imkanı bulabilmiştir
Cumhuriyet nesilleri.
HÜR TEFEKKÜRÜN KALELERİ
İstanbul Araştırmaları
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Dairesi yüz ağartıcı işler çıkarmaya devam ediyor. Bilmem siz de haberdar mısınız? Bir İstanbul Araştırmaları Merkezi kuruldu Kültür İşleri Dairesi’ne bağlı olarak. Ve İstanbul’un kütüğünün köşe taşlarını teşkil edecek arşiv vesikalarını koca ciltler halinde peş peşe çıkartıyor. Bu eserler muhakkak ki araştırmacılar için başucu kaynakları olacak.
İstanbul Araştırmaları Merkezi bir de dergi çıkartıyor: İstanbul Araştırmaları. İlk sayısı 1997 Nisan’ında çıkan derginin 3. sayısı 1997 Ekim’inde yayımlandı. 1998 bitti bitecek; ama merakla bu yılki sayılarını da bekliyoruz İstanbul Araştırmaları’nın.
Hepimizin yakından tanıdığı İsmail Kara’nın yönetiminde çıkıyor İstanbul Araştırmaları. Ve her bir sayısı bu kadim başkentin çeşitli veçhelerine ayna tutuyor. Geçmişinden bugününe, kıyıda köşede kalmışından apaçık önümüzde durup da bir türlü anlamlandıramadığımız milyonlarca düğüm noktasından bazılarına kadar birçok konuyu önümüze getiriyor dergideki yazılar.
Bütün sayıların mündericatını tek tek sayıp merakınızı azaltmaktansa dergiyi kendiniz inceleyin ve kıymetini takdir edin, diyorum.
Biz zenci miyiz?
Geçen yıl Çapa ve Cerrahpaşa’da okuyan kızların başlarını örtmelerine sözde bir bahane bulmuşlardı: Tıbben başörtü ile uygulamalı derslere girmek sakıncalı. Bu mesele üzerine iki kamyon laf edilen; ama havanda su dövmekten öteye gitmeyen onlarca program da izlemiştik televizyonlarda. Peki bu yıl ne oldu? Ne değişti de sadece tıp fakülteleri ile hemşirelik okullarında geçerli olan “hijyenik yasak” bütün fakültelere yayıldı? Edebiyatından siyasalına, iktisadından eczacılığına varıncaya kadar birçok üniversitenin fakültelerinde başını bağlamış kızlar daha kayıt masalarından itibaren itildi, dışlandı ve “ikna odaları”nda “rehabilite” edilmek istendi. Cüzzamlılar gibi kampuse bile alınmadıkları gelen haberler arasında.
Bu insanlık ayıbını daha ne zamana kadar alnımızda bir leke olarak taşıyacağız? 65 milyonu kucaklaması gereken Cumhuriyet, “bazı”larını ne zaman kucaklayacak? Özellikle de kız çocuklarını hayatlarının şafağında böyle bir bunalım uçurumuna sarkıtmaya kimin ne hakkı var? Kaldı ki başlarını dayatma yüzünden açmak zorunda kalanların içine düşecekleri kimlik bunalımını tahmin etmek için kahin olmaya gerek yok.
Bu dışlama ve ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapma tavrı, kızlar üzerinde inanılmaz bir aşağılık kompleksine yol açmış olmalı. Geçenlerde gazetelerde gözüme ilişen fotoğrafta başörtülü bir genç kız, kendilerinin bu ülkenin zencileri oldukları, hiç değilse zencilere verilen insan haklarının kendilerine de tanınması gerektiği yazılı bir pankart taşıyordu.
“Dibe vurmak” bu olsa gerek! Hayır sizi görmek istedikleri konuma kendi iradenizle talip olmayın. Böylelikle yarın öbür gün dönüleceğini umduğumuz bir insanlık ayıbı yüzünden onların mantığını yeniden üretme yanlışına düşmeyin. Sizler bu ülkenin zencileri değilsiniz. Bu ülkenin harcında sizin de, dedelerinizin de kanı var. Hiçbir hak kolay elde edilmediği gibi, kolay elde edilmeyen haklar için mücadele edenlerin de razı olacakları eşiği aşındırmaya hakları olmamalı diye düşünüyorum.
.
Ulema ve çocuk
Ulema ve çocuk
Farkında mısınız bilmiyorum, gazetemiz yazarlarından Mustafa Ruhi Şirin örnek bir tavırla üzerine basa basa yazıyor çocukluğun nevzuhur bir icat, hatta modern toplumun ürünü olduğunu ve en azından Fransız İhtilali’ne kadar bugün anladığımız manada bir çocukluk kategorisinin mevcut bulunmadığını. Çocukluğu bir medeniyet tasavvuru bağlamında yeniden okumayı teklif eden Şirin, “çocuk modernleşmesi” tarihimizin henüz yazılmadığı kanaatinde. Dolayısıyla bu bakir toprağın kaşiflerinden birisi olmak iddiasıyla yola koyulmuş durumda.
Bundan 15 gün önce Çocuk Vakfı’nın gizli kahramanlar eliyle gerçekleştirilen kendi binasında aynı zamanda binanın da mimarı olan Turgut Cansever beyefendinin “Çocuğun büyüdüğü mekan: Dünya” konulu bir konuşması vardı. Fakirin de sunuculuğunu üstlendiği bu konuşma gerçekten de dinleyenler için doyumsuz bir fikir ziyafeti oldu. İnşaallah ileride deşifre edilip neşrolunacak. Bu yazıda toplantıya gelemeyenler için tadımlık olarak meseleyi kendi kelimelerimle özetleyeceğim.
“Çocuk”, daha doğrusu bir sosyo-kültürel kategori olarak “çocukluk”, modern döneme özgü gelişmelerden biridir. Gerek Philippe Aries, gerekse Ivan Illich, geleneksel toplumlarda yetişkinliğe geçişten önceki yaygın bir erginleşmemişler kategorisi olarak “çocukluk”un nevzuhur bir gelişme olduğu konusunda öncü çalışmalar gerçekleştirmişler; bugün bu yolda daha hacimli ve derinlikli çözümlemelere inilmektedir.
Keza sosyolojide tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş konusunda disiplinin ilk günlerinden itibaren meşakkatli tartışmalar yapılmış ve tarım toplumunun statik, modern toplumun ise dinamik bir karakterde olduğu genel kabul görmüştür. Ancak bu genel kabul de sorgulanmaktan kurtulamamıştır. Mesela Ernest Gellner, milliyetçilik üzerine yazdığı ilk kitabında eğitim bağlamında her iki toplum tipini şöyle karşılaştırmıştır:
“Sanayi toplumunda eğitimin büyük bir kısmı örgün eğitimdir ve bu eğitimi alan kişinin bu eğitim sonrası yapacağı oldukça uzmanlaşmış meslek faaliyetleriyle özel bir bağlantısı yoktur. Sanayi toplumu birçok açıdan bütün toplumlar arasında en yüksek derecede uzmanlaşmış bir toplum olabilir; ancak eğitim sisteminin şimdiye kadar var olanlar arasında en az uzmanlaşmış olduğu ve en fazla standartlaşma getirdiği tartışma götürmez. Tüm çocuklar ve büyüme çağındakiler veya bunların çoğuna şaşılacak derecede ileri bir yaşa kadar aynı tür eğitim veya öğrenim verilmektedir… Sanayi toplumunda var olan uzmanlaşmanın türü tamamen uzmanlaşmamış ve standartlaşmamış ortak bir temele oturmaktadır.”(*)
Modern bir ordu nasıl adayları standart bir eğitimden geçirdikten sonra çeşitli uzmanlık alanlarına kolayca kaydırabiliyorsa, modern toplum da eğitim sistemi bakımından bir orduya benzer, hatta bazı bakımlardan “onu geçer bile”. Geleneksel toplumlarda usta-çırak kanalından gelişen uzmanlaşma, aile ve toplum içindeki “iş yaparken eğitme metodu” temeline dayanırdı. Böylece bugün bebek diyeceğimiz yaştaki çocuklar, kendilerinden bir önceki neslin yetişkinlerine en benzer şekilde çocukluktan yetişkinliğe geçer, deyim yerindeyse sıçrardı. Toplum ve kültürünün istikrarı böylelikle sağlanırdı. Neredeyse çocukluktan itibaren başlayan uzmanlaşmalar, geleneksel toplumu herkesin kendi mesleğinde ihtisas yaptığı bir uzmanlıklar toplumu şeklinde dikey hatlarla kesmekteydi. Bu uzmanlıkların en üstünde ise okur-yazar olmanın getirdiği ayrıcalıkları kullanan bir üst uzman tabaka yer alırdı: Ulema. Bu uzmanlar toplumun sesi, sözcüsü konumundaydı.
Ne gariptir ki modern toplum, bütün üyelerini ulemalaştıran toplum olma yolunu seçmiştir. Eskiden en fazla nüfusun yüzde 10’una açık bu ayrıcalıklar bütün bir toplumun ortak hedefi, hatta vasatı yapılmak amaçlamış gibidir. Weber’in modern devlet için söylediği “meşru şiddet tekelini elinde bulundurma” şartını Gellner, biraz değiştirerek şu kılığa sokmakta bir beis görmeyecektir: Modern devlet, meşru eğitim tekelini eline geçiren aygıttır!
Bütün bir toplumun bu standart eğitimden geçme zorunluluğu, modern dönemde “çocukluk” diye bağımsız bir kategorinin vücut bulmasının ön şartı olarak karşımıza çıkmakta, daha önce büyük ölçüde toplumsal dokunun içine gömülü vaziyetteki örtük çocukluk sanayisiyle, reklamıyla kitapları ve eğitim örgütlenmesiyle bir büyük vakıa halinde hepimizi içine alacaktır.
Bu konuya önümüzdeki hafta devam etmek istiyorum.
(*) Uluslar ve Ulusçuluk, Çev: B. Ersanlı-Behar&G. Göksu-Özdoğan, İnsan 1992, s. 59-60.
.
Sansür ve Kırca
Sansür ve Kırca
Adnan Adıvar anlatıyor: Bir dergi çıkartmaya karar vermişler arkadaşlarıyla. Nereden icap ettiyse bir arkadaşı zamanın üstadlarından Cenab Şehabeddin’den bir yazı kopartmış ve sevinç içinde derginin idarehanesine koşmuş. Yazıyı koymuşlar dergiye koymasına; ama sansür kurulundan üzeri kırmızı kalemle çizili olarak geri gelmiş. Bu, yazının dergiye girmeyeceği demekmiş. Böyle büyük bir kalem sahibinden yazı koparıp da yayımlayamamanın kızgınlığıyla sebebini sormuşlar. “Vallahi” demiş görevli kişi, “Yazıdan bir şey anlayamadım; ama ne olur ne olmaz, vardır bir hinlik, diye girmesini muvafık bulmadım.” (Düştüğü notta Adıvar da yazıdan bir şey anlamadığını (!) beyan edecektir.)
Artık böyle bir sansür kurulu yok. Ne var ki şahıslara ve manevi şahsiyetlerine hakaret içeren yazı ve haberler de medyamızın harcıalem işlerinden olmuş durumda. Bir gazetenin TBMM’ye karşı attığı “Yuh olsun size” manşeti hala hatırlardadır. Yakınlarda “Atın bu adamı”, “Manyağa bak”, “Sizi sekiz yıl bile eğitemez” manşetleri sözü Mona “büyük” gazetelerin baş sayfalarını süslemişti. Doğrusu Meclis’e ve sekiz yıllık eğitim aleyhtarlarına karşı atılan manşetlere tepki gösterilmesini boşuna beklemiştim. Birkaç köşe yazısı dışında kimse üzerine alınmak ya da alakadar olmak istememişti.
Tepki gösterilmesi gereken konularda suspus olurken, medyanın körüklemesiyle Levent Kırca’nın şovuna iştirakte sıraya girenler ne kadar samimiler? Bunu ölçecek bir alet yoksa da elimizde, aynı duyarlılığı sanatçıların telif ve sigorta hakları konusunda gösterseler hiç değilse dişe dokunur bir iş yapmış olurlar.
Mesela artık yaşını başını almış bir sanatçı olan Erkin Koray’ın yapacağı kasedin bir ay öncesinden korsan olarak piyasaya sürülmesi karşısında hiç ses çıkartmayanların Kırca’nın “sanatçı” haklarını savunduklarını söylemeleri ne kadar inandırıcı olabilir? Koray’ın feryadına bir tek Kanal 7’nin ses vermesi yeterince açıklamıyor mu olayın içyüzünü?
SARMAŞIK
“Maraba Televole”(!)
Kırca’nın haklı olduğu taraf, bir program yüzünden bütün kanalın karartılmasının doğru olmadığı. Bu noktada yeni düzenlemeler yapılması gerekiyor gerçekten de. Futbolda nasıl kasti faul yapan futbolcuya (takıma değil) sarı veya kırmızı kart gösteriliyor ve takım değil, futbolcu cezalandırılıyorsa, televizyonda da kanallar değil, programlar cezalandırılmalı diye düşünüyorum.
Lakin bir de madalyonun tersine bakmakta fayda var. Geçenlerde Perihan Mağden de yazdı, Olacak O Kadar bugün miadını doldurmuş bir komedi programıdır, diye. Olacak O Kadar bir humour (mizah) programı olmaktan çıkmış, eskiden kasaba kasaba gezen panayır vodvillerine dönmüştür. Jenerik müziğine kadar bu böyle. Hatırlarsanız, “Tam yerine rast geldi, manzara koyduk” sözleri geçer programın baş ve sonunda. Şimdiki gençler belki de bir şey anlamıyordur bu sözlerden. Bir zamanlar sadece TRT varken, bir bakardınız en olmayacak bir yerde program teknik bir arıza yüzünden kesilir ve bir manzara resmi çıkardı ekrana. Şimdi, Olacak O Kadar programının jenerik müziğindeki sözler işte o yılların bir hatırası olan bu sözleri bile değiştirmeyi düşünemedi şimdiye kadar. Toplumun erişmiş olduğu kültür düzeyinin bile gerisinde kalmış bayat ve sulu espriler, makyaj virtiözlüğü numaraları, müstehcen ve küfürlü sözler bu programın alamet-i farikası haline gelmiş durumda. Bunun da sanat, hele hele uğrunda mücadele verilecek bir sanat olduğunu söyleyip kendimizi kandırmayalım.
Bir soru: Zekanın terlemesi olarak tarif edilen mizah sanatına katkıda bulunacak bir tek espri hatırlıyor musunuz Levent Kırca’nın bu kadar yıldır seyrettiğiniz programlarından? “Maraba televole” mi? Güldürmeyin beni lütfen!
Roman nasıl ‘okunur’?
Ünlü İtalyan romancısı Italo Calvino’nun (1923-1985) çağdaş insanın durumunu alaya aldığı “Atalarımız adlı bir üçlemesi var. Üçü de Can Yayınları’nca yayımlanan bu romanlar şu adları taşıyor: Ağaca Tüneyen Baron, Varolmayan Şövalye ve İkiye Bölünen Vikont. Her üç romanda da “modern bir masalcı” edasıyla 20. yüzyıl insanının çelişkilerini tebarüz ettiren Calvino, Varolmayan Şövalye’de 8. yüzyıla uzanıyor ve Şarlman’ın Endülüs’ü Müslümanlar’dan geri alma girişimleri sırasında Ortaçağ’ın ideal insanını sembolize eden bir şövalyenin başından geçenleri anlatıyor. “Yürüyen ve içi bomboş bir zırh” metaforu ile Calvino, günümüz insanının benliğini yitirmesini, içinin boşalmasını anlatıyor. İkiye Bölünen Vikont, Avusturyalılarla Osmanlılar arasındaki bir savaşta Türklerin attığı bir top güllesi ile ikiye bölünen bir soylunun ülkesine “yarım insan” olarak döndükten sonra başına gelenleri masallaştırır. Bu roman da sakatlanan, yabancılaşan ve bütünlüğünü yitiren çağdaş insanın parodisidir bir bakıma. Ağaca Tüneyen Baron ise “Çocuk yaştan itibaren kendisine zorla benimsetilmek istenen davranış kurallarına karşı çıkarak ağaca tırmanan” ve ölümüne kadar bir daha yere ayak basmayıp orada yaşayan bir Baron’un portresini çıkartmayı deniyor. Bu da eğitim sisteminin tutsak aldığı insanın dramıdır.
Hasılı, romanları, özellikle de uçuk gibi görünen romanları biraz da çağımızın arabını çıkartma girişimleri olarak okusak fena olmayacak galiba.
KÜLTÜR BAHÇEMİZDEN
“Milletin mayası kan değil dindir”
Beyefendi, milletlerin tekevvününde başlıca amil dindir. Şu son on üç asırlık İran, medeniyeti ile, irfanı ile, san’atı ile, lisanı ile Müslüman bir cemiyettir… İranlılar Araplarla, Türklerle ve bütün Müslüman milletlerle bir mayadandır. Çünkü milletlerin mayası kan değil, dindir… Türk milleti de böyle tekevvün etmiştir. Ben bu itikadda olduğum için Arab’ı ve İran’ı milliyetimin başlıca iki unsuru gibi severim.
Yazımda ve sözümde şimdiye kadar bu itikada muhalif bir şey hissedilmemiştir.” (19 Mart 1922, Tevhid-i Efkar)
Yahya Kemal, Mektuplar, Makaleler, 2. Baskı, İstanbul 1990, s. 125-6.
.
Çocukluğun unutulan dili
Çocukluğun unutulan dili
Geçen haftaki yazımda modern toplumun fertlerinin ordu gibi katı ve standart bir eğitime tabi tutulmuş olmasının modern çocukluk paradigmasının oluşumundaki payını ele almış ve bu eğitim anlayışının bütün toplumu ulemalaştırırken, çocukluk diye ‘henüz tam anlamıyla normalleşmemiş’ bir ara kategoriyi ürettiğine değinmiştim.
Bunun bir nevi simyacılığa benzediğini söyleyen Ivan Illich haklı olmalı. Zira bir simyacı vaktiyle nasıl farklı gelişmişlik düzeylerindeki madenleri ideal ve standart maden olan altına kalbetmeyi hedefliyor idiyse, modern eğitim sistemi de çağımızda, bir hadis-i şerifte dile getirildiği gibi, her insanın farklı madenler gibi olan karakterlerini iyi öğrenci-iyi yurttaş (“uysal yurttaş” da diyebilirdik buna) standardına göre yeniden biçimlendirmekte, “eğitim” kelimesinin kök anlamı göz önünde tutulursa çocuğu “yaşken eğmekte”dir.
Modern ulus-devletin neredeyse en büyük amacı, bütün toplumu örgün eğitim yoluyla aynı hizaya getirmekti. Toplumun bu standart eğitim yoluyla ‘ulemalaşması’ sonucunda ulaşılan nokta, Kürşat Bumin’in deyişiyle okulun avlusunun toplumu ve ülkeyi kuşatacak kadar genişlemesi, buna mukabil, devlet ya da iktidarın nüfuz alanının da aynı kuşatmadan yararlanarak genişleme imkanı bulmasıdır. Modern öncesi dönemde hem nüfusun epeyce küçük bir kesimini kapsayan, hem de tek tip olmayıp çoğul olan hoca-talebe eksenli eğitim sisteminde denetimden kaçmaya elverişli unsurlar, farklı güç odaklarını temsil eden merkezkaç kuvvetler de büyük okul içine kapatılabilmiş ve toplum bir zar gibi sarılmıştı modern devlet tarafından.
Çocukluğun da bu “büyük kapatma”dan nasibini alması mukadderdi.
Peki bugün içine kilitlendiği bu tutsaklıktan kurtuluşu söz konusu olabilecek mi çocukluğun? Onun yine kendisi olarak, bir özne (fail) kimliğiyle yeniden kuruluşuna, ayağa kalkışına şahit olabilecek miyiz bir daha?
Buna evet diyenler giderek artıyor günümüzde. Mustafa Ruhi Şirin bu iyimserlerden biri. Nice zamandır çocukluğu bir dünya görüşü olarak yeniden konumlandırmaya ve çocuğu yeniden keşfetmeye giriştiği yazılarından birinde çocuğun ev ile olan deruni bağından yola çıkarak onun bütün bu topyekün esaret şartlarında özgürleştirici bir kimlik olarak yeniden nasıl kurulabileceğinin ipuçlarını uzatıyor önümüze, tıpkı mitolojideki Ariadne’nin Theseus’a mağarada kaybolmaması için uzattığı iz-ipi gibi:
“Çocukluğun bir kere yaşanacağının, tekrarı olmadığının bilincindesiniz. Çocukluğun evrensel gerçeğin odağı ve varoluşun asıl cevheri olduğunu kabul ediyorsunuz. İki dünya arasında hakiki cennetin ışığını, kokusunu, sevincini sembolik cennete, çocukluğun ilk cenneti olan ev’e ve tekmil dünyaya akıtmaya talipsiniz. Yani dünyayı çirkinliklerden kurtarmak istiyorsunuz, kararlısınız. O halde bütün çocuk renklerinin şarkılaştırdığı alkışlar göğe yükseliyor, duyuyor musunuz?… Bir tahterevallideyiz; biri büyük biri küçük iki ev arasında. Büyük ev’den güzellik ırmaklarını çocuk akıtır küçük ev’e. Küçük ev’in içi dışı ne kadar güzel olursa olsun asıl ev’i cennete dönüştüren, evi ve dünyayı süsleyen çocuktur… Dünyayı ayakta tutan öz de, büyük felsefe de bu.” (*)
Çocuğun günümüz için taşıdığı mesajı can damarından yakalayan bu satırların ardından söylenecek fazla bir şey kalmadığını zannediyorum.
Çocukluğun tıpkı delilik, hastalık, suçluluk gibi iyileştirilmesi ve normalleştirilmesi gereken bir anormal dönem olarak kabul edildiği Foucault’nun deyişiyle bu “büyük kapatma” günlerinde çocuğa da, çocukluk üzerine düşünen insanlara da ne kadar ihtiyacımız olduğu yeterince açık gibi geliyor bana.
(*) Çocuk Yüzlü Yazılar, İz: 1997, s. 30-31
.
Mimar Sinan’ın kafatası nerede?
Mimar Sinan’ın kafatası nerede?
İnsanlık tarihinin yetiştirdiği en büyük mimari dehalardan birisi olan Mimar Sinan’ımızın kafatasının mezarından çıkartıldığını, dahası bugün kayıp olduğunu biliyor muydunuz?
Kaç gündür eşe dosta içim yanarak, hicap duyarak, çaresizlik içinde naklediyorum bu hadiseyi. Gözleri faltaşı gibi açılıyor. Aldığım cevap hep aynı oluyor: “Bu milli ayıbımızı lütfen yazma. Yetmiş iki millete bir daha rezil olacağız.”
“Hayır, rezil olmayacağız. Asıl bu işin peşini bırakıp gerçeği öğrenmedikçe ve kafatasının nerede olduğu bulunmadıkça insanlığın yüzüne bakamaz hale geleceğiz.” diyorum. Nihayet, bir daha böyle bir hadise yaşanmasın diye tepkimizi göstermemiz gerektiğine inanıyorum. Atalarının, büyüklerinin kemiklerini bizim kadar mıncıklamaktan zevk alan başka bir toplum gösterilebilir mi acaba?
Yıl 1935. Ağustos’un 1’inde Türk Tarihini Araştırma Kurumu’nun (bugünkü TTK) seçtiği bir heyet huzurunda Süleymaniye Camii’nin yanıbaşındaki mütevazı ve şirin türbesinden kemikleri çıkarılır Sermimaran-ı Hassa Koca Sinan’ın. Aradan geçen 350 yılın tesiriyle iskeletin büyük bir kısmı bozulmuş, çürümüştür tabii olarak. Sinan’ın sağlam kalabilmiş iskelet parçaları üzerinde yapılan inceleme, dönemin yaygın telakkisi uyarınca kafatası üzerinde yoğunlaşır. Türk ırkının brakisefal (yassı-yuvarlık kafalı) olduğunun ispatlanmaya girişildiği bu yılların hakim beklentisine uygun çıkar Sinan’ın kafatası. Neticede büyük bir memnuniyetle kapatırlar mezarını. Ancak kafatası, Antropoloji Müzesi’nde muhafaza edilmek üzere alıkonulur. (Bkz. 5 ve 6 Ağustos 1935 tarihli Cumhuriyet ve Kurun gazeteleri.)
İbrahim Hakkı Konyalı’nın naklettiğine göre 1950’lerde bu hadiseden habersiz türbeyi restore edenler mezarı açtıklarında Sinan’ın iskeletinin kafatasının olmadığını öğrenince telaşa kapılırlar ve araştırdıklarında nerede muhafaza edildiğini tespit edemezler. Göz göre göre sırra kadem basmıştır bu büyük kafa.
Bugün Antropoloji Müzesi’ni bilen var mı bilmiyorum. Soruşturduğum kadarıyla ilgililerin (TTK yetkilileri de, İstanbul Kültür Müdürlüğü de) böyle bir müzeden haberleri olmadığı gibi, Sinan’ın kafatasından haberi olan hemen hiç kimse yok.
Peki bugün nerede yeri geldiğinde mangalda kül bırakmadan şişindiğimiz bu dahi insanın kafatası? Hafızasını yitirmiş bir toplum olduğumuzu hep söyleriz; ama hiç değilse kurumlarımızın hafızası olmalı değil midir? 64 yıl önce mezarından çıkartılan bu kafatasının tek örnek olmadığını biliyoruz. Nereden mi? Çok basit misal vereyim. 5 Ağustos 1935 günü yayınlanan Cumhuriyet gazetesinde Kültür Bakanlığı’nın öğretmenlere gönderdiği bir tamim (genelge) her şeyi açıklıyor aslında: “Eski mezarlardan çıkacak olan Selçuk, Danişmend oğullarına ait kafataslarını İstanbul’da Antropoloji Müzesi’ne göndermeleri…” Başka bir deyişle bugün mevcut olmayan, kayıplara karışmış bu müzeye kim bilir daha kaç tane devlet büyüğümüzün kafatasları gönderildi? Ve bugün kim bilir nerdeler?
Toprağın üstündekilere sahip çıkamadığımız gibi altındakilere de ne yazık ki sahip çıkamayan bir garip milletiz vesselam!
Şehir ve iktidar
Şehirlerin iktidarlarla kurdukları diyalog, baştan itibaren sorunlu olmuştur. Neticede şehri kuran irade sadece iktidar ya da devlet yahut adına ne derseniz deyin yönetici zümre olmamasına rağmen bir şekilde hüküm-ferma olanlar, onu temsilen, onun adına konuşan iktidarlar olmuştur. Şehrin dilini tutmasını söylemişlerdir; söylemekle de kalmamış, zecri olarak onu başka, yapay ve yapmacık bir dille konuşmaya, kendisini de bu dayatılan dil üzerinden kavramaya zorlamışlardır.
Ne var ki -belki de Allah’tan ki demem gerekirdi burada- şehirler hep içten içe, alttan alta kendi dilleriyle de konuşmaya devam etmişler, bir şekilde işaretlerle, sembollerle, şehrin şurasına burasına yerleştirdikleri kodlarla iletişimlerini sürdürmüşlerdir sakinleriyle. Şehirlere dıştan hükümran olan iktidarlar bu dinamikleri durdurmaya, onları kendi çarklarına adapte etmeye uğraşmışlar; ancak yine de direngen bir tortu, baş eğmeyen bir taraf, inatçı bir müdafaa hattı hep var olmuştur şehirlerin diri gövdelerinde.
Şehirleri ateşleyen kıvılcımdır iktidarla aralarındaki bu gizli ve derin, derin olduğu kadar da ‘yakıcı’ mücadele süreci. Baş eğdirmek isteyenler karşısında sessiz yığınların sesleri yankılanır eski şehirlerin harabelerinde. Bu sesleri duymak yalnız kulak değil, aynı zamanda yürek ister!
Turgut Cansever’in yeni kitabı
Bu köşede fikirlerinden sık sık yararlandığım Turgut Cansever’in İstanbul üzerine yazdıkları bir kitapta toplandı ve İstanbul’u Anlamak adıyla yayınlandı (İz Yayıncılık). Yarım asırlık bir birikim ve tecrübenin ışığında bu bir zamanlar adı “saadet kapısı”na çıkmış bulunan evrensel şehrin geçmişten bugüne uzanan hikayesini okuyacaksınız. Eyüp Sultan’dan Adalar’a, Boğaziçi’nden Beyazıt Meydanı’na kadar şehr-i İstanbul’un yok ediliş sürecine engel olmak isteyen bir insanın çırpınışları var bu kitapta. Okuyun, çok şey öğreneceksiniz. Benden söylemesi. İrtibat telefonu: (0212)-518 22 04.
SARMAŞIK
“İncecik’ten bir kar yağar”
Karacaoğlan’ın o ünlü mısralarını bilmeyen, hatırlamayan var mıdır?
İncecik’ten bir kar yağar
Tozar Elif Elif diye
Deli gönül abdal olmuş
Gezer Elif Elif diye
Ben de Salah Birsel’in günlüklerini okumaya koyulmadan önce bu şiirde geçen “İncecik”in Elbistan’ın köylerinden birisi olduğunu bilmezdim. Nedense hep karın “incecikten”, yani bulgur gibi yağdığını hayal etmişimdir bu şiiri okurken. Şu satırları düşüyor 28 Mayıs 1954 tarihli günlüğüne Salah Birsel: “Yanımda, yere bağdaş kurmuş bir Afşar delikanlısı, İncecik’in Elbistan köylerinden biri olduğunu, İncecikli kızlardan çoğunun Elif diye anıldığını söylüyor. “Karacaoğlan, diyor, bu dolaylarda uzun boylu kalmıştır.”
Biliyorum alışmak biraz zor olacak; ama Karacaoğlan’ın şiirini bu yeni anlam kümesiyle birlikte okumaya, onu içime sindirmeye çalışıyorum Hacivat Günlüğü’nü okuduğumdan beri.
.
Altı cami, üstü tuvalet!
Altı cami, üstü tuvalet!
Yalnız Osmanlı mimarisinin değil, dünya mimarlık tarihinin de önemli sentezlerinden birisinin üzerinde gerçekleştirildiği bir eserdir Bursa’daki Hüdavendigar Camii. Sosyal ve eğitsel ihtiyaçları dini bir yapının bünyesinde bir arada karşılamayı amaçlayan bu benzersiz cami modeli, hem misafirlerin barınabilmesi için bir tür misafirhaneyi (bu yüzden Semavi Eyice hoca onu zaviye-camiler içerisinde değerlendirmiştir), hem talebeler için kalacak odaları olan bir medreseyi, hem de ibadethaneyi aynı çatı, daha doğrusu -yine Osmanlı mimarisinde bir istisna olarak- tonoz kubbeler altında birleştirmeyi başarmış bir eserdir.
Bir ara çözümdür sanki o Osmanlı mimarisi ile Selçuklu mimarisi arasında; bir geçiş devri eseridir. Kapılarında çifte minareleri olan Selçuklu medreseleri ile çok kubbeli cami modellerinin bir ara formudur. Osmanlı devletinin, tarih sahnesine çıkışının ilk yüzyılında cami ile medresenin, yani din ile ilmin ayrılmasına hoş bakmadığını da dile getiriyor bir bakıma I. Murad’ın 1366’da yapımını başlattığı Hüdavendigar Camii.
Ne var ki, bugünlerde bir mabede yapılabilecek en büyük saygısızlıklardan birisine sahne olmakta bu cami. Bursa basınında çıkan haberlere göre, uzun yıllardır boş bir halde duran üst kat, yani medrese katı şimdilerde Halı ve Kilim Müzesi haline getirilmek isteniyor imiş. Bu amaçla o güzelim tuğla örgülü duvarlar saten boyayla kaplanıyor, zemin mermer döşeniyor ve asıl acı tarafı, namaz kılınan bir mekanın üst katına hem alaturka, hem de alafranga tuvalet yaptırılıyormuş.
Bu kadarına pes doğrusu! demekten kendimi alamadım haberi okuyunca.
Kimden ve nasıl izin alındığı da şaibeli bir konu, anlaşılan. Osmanlı mimarisinin en orijinal ve büyük istisnalarından birisi olan bu caminin, Prof. Dr. Semavi Eyice’ye bakılırsa bir başka ilginç özelliği daha vardır: 13-14. yüzyıllarda Venedik’ten Yunanistan’a kadar bazı binalara dokunup geçer Hüdavendigar Camii’nde gördüğümüz ilginç cephe mimarisi. Bir hava akımı gibi bütün Akdeniz’i katedip Bursa’ya konuk olur bu mimari tarz. “Bursa’daki Akdenizli” de diyebileceğimiz bu eser, Evliya Çelebi’den Ahmet Hamdi Tanpınar’a kadar birçok yazarımıza da ilham kaynağı olmuştur.
Oysa şimdi bu eşsiz eserin kimliğine, üst katı müze yapılarak ve içerisine, sanki dışarıda def’-i hacet yapmak mümkün değilmiş gibi çeşit çeşit helalar konularak saygısızca müdahale ediliyor, bizi dünya aleme rezil etmek üzere. Müze yapılacak başka bina kalmamış gibi böylesine önemli özellikleri haiz tarihi bir caminin müze yapılmasına girişilmesi gerçekten de üzüntü verici bir durum.
İyi de bu işin sorumluları nerede? diye sormak geliyor, içimden kopan bir avuç çığlıkla beraber. Kim cür’et edebilir böyle bir işe? Dahası kim ve nasıl izin verebilir böyle bir vandalizme? Ve hangi hakla?..
Ben de kalkmış nelerden söz ediyorum! Sorumlulukmuş, hakmış, cür’etmiş!.. Bu memlekette güzide sanatkarlarımız 1930’larda Sultanahmet Camii’ni Resim ve Heykel Müzesi yapmayı kafalarına koymamışlar mıydı? (Garabeti düşünün: Cami, heykellerle doldurulacaktı!) Rahmetli Topkapı Sarayı Müdürü Tahsin Öz devrin idarecilerine yalvarıp yakarmasaydı bu projeyi birtakım aklı evveller ciddi ciddi hayata geçirmeyecekler miydi?
Daha geçen hafta yazdım: Mimar Sinan’ın mezarından çıkartılan kafatasının bugün nerede olduğunu bilen bir Allah’ın kulunu bulamadım araştırmalarım sırasında. Sırra kadem basan yalnız Sinan’ın kafatası değildi üstelik, anlı şanlı Antropoloji Müzesi de nisyan bataklığına gömülmüştü. Cuma gününden bu yana da ne arayan soran oldu, ne de hadiseyi üstlenen bir kurum çıktı ortaya.
Keza, aynı yıllarda Fatih Sultan Mehmet’in mezarının açılıp kemiklerinden örnekler alınmak istendiğini, ancak rahmetli İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın tepkisi sayesinde bundan vazgeçildiğini de biliyoruz.
Vurdumduymazlığın, hafızasızlığın, gafletin tiranlığını sürdürdüğü bir ülkede daha nice camilerin üst katına tuvalet ve müze yapılır, daha nice övünme yarışına girdiğimiz değerin mezarı açılıp kemikleri oraya buraya savrulur da ruhumuz bile duymaz!..
Ne diyordu o tıraş bıçağı reklamındaki conta delikanlımız: Burası Türkiye!
.
Doğu despotizmi
Doğu despotizmi
“Kendi”mizi anlamanın önündeki en kalın engelin gözlerimizin önüne farkına varmadan çektiğimiz ideolojik tül perde olduğunu ne zaman fark edeceğiz acaba? Gün geçmiyor ki, tarih hakkında hüküm verme salahiyetini kendisinde bulan -solcu veya sağcı fark etmiyor- bir ‘aydınımız’ bugünkü bir olumsuzluğun faturasını Osmanlı’daki Doğu Despotizmi’nin mevcudiyetine bağlamasın. Osmanlı devlet geleneği “kerim devlet” idi, devlet kutsaldı, karşı konulmazdı ona ve hep tabiiyet ilişkisi geçerliydi teb’a ile devlet arasında. Devlet her şeyin, bu arada toprağın mülkiyetinin de mutlak sahibiydi, bu yüzden sivil toplum gelişmemişti Osmanlı’da; korkuya dayalı bir yönetimdi; merkezi bir güç her şeyi denetiminde tutuyordu; farklılıklara izin vermeyen yekpare bir sistemdi ve tek amacı, padişahın veya sarayın varlığını korumaktı; nihayet ve en önemlisi, temel bir kanundan mahrumdu bu sistem.
Her ne kadar Doğu Despotizmi (Oriental Despotism) kavramını ilk sistematikleştiren Karl Wittfogel olmuşsa da (1957), Montesquieu’nün Kanunların Ruhu (1748) adlı eserine kadar geri giden uzun bir tarihi vardır. Montesquieu’ye göre despotizmin kaynağı olan monarşi, Doğu’nun tabiatının bir gereğidir. Geniş çöl stepleri hiçbir karşı koymaya imkan tanımayan mutlak ve merkezi imparatorlukların oluşmasını hazırlamıştır. Oysa Avrupa’nın engebeli ve dağlarla bölünmüş coğrafyası, feodal krallıkların ve farklı güç merkezlerinin, iktidara direnme odaklarının teşekkülüne elverişlidir. Bu yüzden Doğu’daki, önlerine çıkan her şeyi yutan Moğollar yahut Avrupa’yı kıskaca alan Osmanlıların kurduğu türden devasa imparatorluklara karşılık Avrupa’da bölünmüş güçlerin mecburi işbirliğinden doğan bir kanuna uyma teamülü ortaya çıkmış, bu da bir tarafı gücün mutlaklığını onaylayan kanunsuzluğa, diğer tarafı ise gücün bölünmesine dayanan kanunların egemenliğine götürmüştür.
Gerçi Montesquieu’nün bu görüşü sonraki yıllarda sık sık eleştirilecektir; ama siyaset teorisi üzerinde yaptığı muazzam etkinin günümüze kadar sürdüğü de görülmektedir. Hatta yalnız siyaset teorisi alanında değil, ülkenin en güncel ve acil meselelerinden birisi olan demokrasinin niçin yerleşemediği konusunun gündeme geldiği yahut İslam tarihinin bir özeleştirisinin yapılmaya kalkışıldığı platformlarda bile suçun Doğu’ya egemen olmuş bulunan Doğu Despotizmi’ne yamanmaya çalışıldığına şahit olmaktayız. Bu derece popülerleşmiş ve yaygın bir kabul görmüş olan bu kavramın -sadece bu özelliğinden onun ideolojikliğini çıkartabiliriz- hemen hemen aynı yıllarda çağdaşı olan Voltaire tarafından nasıl bir nafiz bakışla eleştirildiğini yan tarafta okuyacaksınız. Burada diğer eleştirilere köşemizin elverdiği nispette temas etmekle yetineceğiz.
Çağımızın önemli düşünürlerinden Althusser, Montesquieu’nün niyetinin Doğu devletleri hakkında bir analiz yapmaktan çok, Doğu’yu bir ütopya aynası gibi kullanarak Fransa’daki monarşiyi alttan alta eleştirmek olduğunu söyler. Doğu, bir araçtır burada. Montesquieu Doğu Despotizmi kavramını, XIV. Louis’in mutlakiyetçiliğine kendisini görmesi için ayna tutmak amacıyla kullanmakta, Fransa Kralı’na gerçek yüzünü görme imkanını bahşetmektedir. Dolayısıyla Alhusser mealen der ki, ‘Türkleri rahat bırakalım artık. Montesquieu’nün derdi Doğu değil, Fransa’ydı. Doğu Despotizmi’ni Doğu’da değil, Fransa’da arayalım.’
Thomas Macaulay, Montesquieu’yü Doğu Despotizmi kavramsallaştırmasını yaparken malzemelerini dikkatsizce topladığı, tarihi keyfi biçimde yağmaladığı ve Doğu Despotizmi’ni sistemleştirmek için heveskarca davrandığı için şiddetle eleştirir. Montesquieu’nün Doğu üzerine gözlem ve tahlilleri, çağdaşı olan Avrupa ülkelerininki ile karşılaştırıldığında son derece sathi kalmaktadır. Osmanlı gerçeğini hiçbir zaman anlamamış olan Montesquieu’nün, yararlandığı kaynakları da adam gibi okuduğu şüphelidir. Zira incelediği seyahatnamelerin başka bölümlerinde kendisinin Doğulularda bulmak isteyeceği özellikleri yanlışlayan birçok gözlemle karşılaşılmaktadır.
İstanbul’da Fransız Büyükelçisi olan Count de Choiseul-Gouffier, Montesquieu’yü cevaplarcasına bir mektup yazacak 1786’da ve şöyle diyecekti: “Burada işler Fransa’daki gibi yürümüyor; kral tek efendi değil; burada ulemayı, kanun adamlarını, yüksek devlet adamlarını ve artık o görevlerde olmayanları da ikna etmek mecburiyeti vardır.”
Bilmem fazla söze hacet kaldı mı?
Voltaire’in Doğu Despotizmi eleştirisi
Montesquieu’nün Kanunların Ruhu adlı kitabının kendisini epeyce güldürdüğünü belirten Voltaire, “böyle bir kitabın başı sonu olmayan bir çıkmaz şeklinde, metotsuz yazılmış olmasına üzüldüğü”nü söyler. Kitapta referans gösterilen bazı kitaplara baktığında Montesquieu’nün nasıl büyük tahrifler yaptığını örnekleriyle ortaya koyan Voltaire, onun “Büyük imparatorluklar Avrupa’da hiçbir zaman yaşayamamıştır” sözüne karşı delil olarak 500 yıl yaşayan Roma İmparatorluğu’nu gösterir. Kaynaklarını çürüttüğü Kanunların Ruhu yazarının Osmanlı Devleti hakkındaki iddialarına sözü getirir sonra:
“Sultan yasaların dışına çıkabilmek için bilginlere (ulemaya) başvurmak ihtiyacını duyuyor. Bakın, bizler Türklerin komşusu olduğumuz halde onları tanımıyoruz. Uzun zaman aralarında yaşayan Kont de Marsigli, hiçbir yazarın, Osmanlı İmparatorluğu ile yasaları hakkında bize gerçek bir bilgi vermediğini söylüyor… (Osmanlıların) dinleri ile yasaları hakkında söylenenlerin hemen hepsi yanlıştır; aleyhlerinde çekip çıkardığımız neticeler de hiçbir şeye dayanmayan uydurma masallardır.”
“Bilmem neden Asya ve Afrika’daki hükümdarlara despot demek yazarlarımızın hoşuna gidiyor; eskiden, sultanın tebaası olan Avrupalı küçük bir hükümdara despot denirdi… Bugün sultana, papaya, Çin imparatoruna hiç çekinmeden despot diyoruz… İmdi böyle bir hükümetin varlığını iddia etmek yanlıştır. Bana öyle geliyor ki böyle bir hükümetin mevcut olabilmesi de imkansızdır. Kur’an’la onun bilginler tarafından tasvip edilen tefsirleri Müslümanlar için yasa demektir; bu dine mensup hükümdarlar, Kur’an’a el basıp bu yasalara riayet edeceklerine and içerler. Eski milis kıtalarıyla yasa adamlarının büyük imtiyazları vardı. Bu imtiyazlara tecavüz etmek isteyen sultanları ya boğazlarlar ya da törenle tahttan indirirler.”
Voltaire daha bir sürü eleştiri yöneltiyor Doğu Despotizmi kavramına; ama yerimiz ne yazık ki bu kadarına müsait. İleride isterseniz yine döneriz bu ilginç konuya.
Kaynakça:
Voltaire, Feylesofça Konuşmalar ve Fıkralar II, Çev.: F. Baldaş, 2. Baskı, Ankara 1962, MEB. Doğu Despotizmi yazısı için Michael Curtis’in derli toplu makalesinden yararlandım: “The Oriental Despotic Universe of Montesquieu”,Princeton Papers in Near Eastern Studies, No: 3, 1994, s. 1-38. Ayrıca kısa bir yorum için bkz. Cemil Meriç, Bu Ülke, İst. 1976, s. 122-3.
.
Doğu despotizmi
Doğu despotizmi
“Kendi”mizi anlamanın önündeki en kalın engelin gözlerimizin önüne farkına varmadan çektiğimiz ideolojik tül perde olduğunu ne zaman fark edeceğiz acaba? Gün geçmiyor ki, tarih hakkında hüküm verme salahiyetini kendisinde bulan -solcu veya sağcı fark etmiyor- bir ‘aydınımız’ bugünkü bir olumsuzluğun faturasını Osmanlı’daki Doğu Despotizmi’nin mevcudiyetine bağlamasın. Osmanlı devlet geleneği “kerim devlet” idi, devlet kutsaldı, karşı konulmazdı ona ve hep tabiiyet ilişkisi geçerliydi teb’a ile devlet arasında. Devlet her şeyin, bu arada toprağın mülkiyetinin de mutlak sahibiydi, bu yüzden sivil toplum gelişmemişti Osmanlı’da; korkuya dayalı bir yönetimdi; merkezi bir güç her şeyi denetiminde tutuyordu; farklılıklara izin vermeyen yekpare bir sistemdi ve tek amacı, padişahın veya sarayın varlığını korumaktı; nihayet ve en önemlisi, temel bir kanundan mahrumdu bu sistem.
Her ne kadar Doğu Despotizmi (Oriental Despotism) kavramını ilk sistematikleştiren Karl Wittfogel olmuşsa da (1957), Montesquieu’nün Kanunların Ruhu (1748) adlı eserine kadar geri giden uzun bir tarihi vardır. Montesquieu’ye göre despotizmin kaynağı olan monarşi, Doğu’nun tabiatının bir gereğidir. Geniş çöl stepleri hiçbir karşı koymaya imkan tanımayan mutlak ve merkezi imparatorlukların oluşmasını hazırlamıştır. Oysa Avrupa’nın engebeli ve dağlarla bölünmüş coğrafyası, feodal krallıkların ve farklı güç merkezlerinin, iktidara direnme odaklarının teşekkülüne elverişlidir. Bu yüzden Doğu’daki, önlerine çıkan her şeyi yutan Moğollar yahut Avrupa’yı kıskaca alan Osmanlıların kurduğu türden devasa imparatorluklara karşılık Avrupa’da bölünmüş güçlerin mecburi işbirliğinden doğan bir kanuna uyma teamülü ortaya çıkmış, bu da bir tarafı gücün mutlaklığını onaylayan kanunsuzluğa, diğer tarafı ise gücün bölünmesine dayanan kanunların egemenliğine götürmüştür.
Gerçi Montesquieu’nün bu görüşü sonraki yıllarda sık sık eleştirilecektir; ama siyaset teorisi üzerinde yaptığı muazzam etkinin günümüze kadar sürdüğü de görülmektedir. Hatta yalnız siyaset teorisi alanında değil, ülkenin en güncel ve acil meselelerinden birisi olan demokrasinin niçin yerleşemediği konusunun gündeme geldiği yahut İslam tarihinin bir özeleştirisinin yapılmaya kalkışıldığı platformlarda bile suçun Doğu’ya egemen olmuş bulunan Doğu Despotizmi’ne yamanmaya çalışıldığına şahit olmaktayız. Bu derece popülerleşmiş ve yaygın bir kabul görmüş olan bu kavramın -sadece bu özelliğinden onun ideolojikliğini çıkartabiliriz- hemen hemen aynı yıllarda çağdaşı olan Voltaire tarafından nasıl bir nafiz bakışla eleştirildiğini yan tarafta okuyacaksınız. Burada diğer eleştirilere köşemizin elverdiği nispette temas etmekle yetineceğiz.
Çağımızın önemli düşünürlerinden Althusser, Montesquieu’nün niyetinin Doğu devletleri hakkında bir analiz yapmaktan çok, Doğu’yu bir ütopya aynası gibi kullanarak Fransa’daki monarşiyi alttan alta eleştirmek olduğunu söyler. Doğu, bir araçtır burada. Montesquieu Doğu Despotizmi kavramını, XIV. Louis’in mutlakiyetçiliğine kendisini görmesi için ayna tutmak amacıyla kullanmakta, Fransa Kralı’na gerçek yüzünü görme imkanını bahşetmektedir. Dolayısıyla Alhusser mealen der ki, ‘Türkleri rahat bırakalım artık. Montesquieu’nün derdi Doğu değil, Fransa’ydı. Doğu Despotizmi’ni Doğu’da değil, Fransa’da arayalım.’
Thomas Macaulay, Montesquieu’yü Doğu Despotizmi kavramsallaştırmasını yaparken malzemelerini dikkatsizce topladığı, tarihi keyfi biçimde yağmaladığı ve Doğu Despotizmi’ni sistemleştirmek için heveskarca davrandığı için şiddetle eleştirir. Montesquieu’nün Doğu üzerine gözlem ve tahlilleri, çağdaşı olan Avrupa ülkelerininki ile karşılaştırıldığında son derece sathi kalmaktadır. Osmanlı gerçeğini hiçbir zaman anlamamış olan Montesquieu’nün, yararlandığı kaynakları da adam gibi okuduğu şüphelidir. Zira incelediği seyahatnamelerin başka bölümlerinde kendisinin Doğulularda bulmak isteyeceği özellikleri yanlışlayan birçok gözlemle karşılaşılmaktadır.
İstanbul’da Fransız Büyükelçisi olan Count de Choiseul-Gouffier, Montesquieu’yü cevaplarcasına bir mektup yazacak 1786’da ve şöyle diyecekti: “Burada işler Fransa’daki gibi yürümüyor; kral tek efendi değil; burada ulemayı, kanun adamlarını, yüksek devlet adamlarını ve artık o görevlerde olmayanları da ikna etmek mecburiyeti vardır.”
Bilmem fazla söze hacet kaldı mı?
Voltaire’in Doğu Despotizmi eleştirisi
Montesquieu’nün Kanunların Ruhu adlı kitabının kendisini epeyce güldürdüğünü belirten Voltaire, “böyle bir kitabın başı sonu olmayan bir çıkmaz şeklinde, metotsuz yazılmış olmasına üzüldüğü”nü söyler. Kitapta referans gösterilen bazı kitaplara baktığında Montesquieu’nün nasıl büyük tahrifler yaptığını örnekleriyle ortaya koyan Voltaire, onun “Büyük imparatorluklar Avrupa’da hiçbir zaman yaşayamamıştır” sözüne karşı delil olarak 500 yıl yaşayan Roma İmparatorluğu’nu gösterir. Kaynaklarını çürüttüğü Kanunların Ruhu yazarının Osmanlı Devleti hakkındaki iddialarına sözü getirir sonra:
“Sultan yasaların dışına çıkabilmek için bilginlere (ulemaya) başvurmak ihtiyacını duyuyor. Bakın, bizler Türklerin komşusu olduğumuz halde onları tanımıyoruz. Uzun zaman aralarında yaşayan Kont de Marsigli, hiçbir yazarın, Osmanlı İmparatorluğu ile yasaları hakkında bize gerçek bir bilgi vermediğini söylüyor… (Osmanlıların) dinleri ile yasaları hakkında söylenenlerin hemen hepsi yanlıştır; aleyhlerinde çekip çıkardığımız neticeler de hiçbir şeye dayanmayan uydurma masallardır.”
“Bilmem neden Asya ve Afrika’daki hükümdarlara despot demek yazarlarımızın hoşuna gidiyor; eskiden, sultanın tebaası olan Avrupalı küçük bir hükümdara despot denirdi… Bugün sultana, papaya, Çin imparatoruna hiç çekinmeden despot diyoruz… İmdi böyle bir hükümetin varlığını iddia etmek yanlıştır. Bana öyle geliyor ki böyle bir hükümetin mevcut olabilmesi de imkansızdır. Kur’an’la onun bilginler tarafından tasvip edilen tefsirleri Müslümanlar için yasa demektir; bu dine mensup hükümdarlar, Kur’an’a el basıp bu yasalara riayet edeceklerine and içerler. Eski milis kıtalarıyla yasa adamlarının büyük imtiyazları vardı. Bu imtiyazlara tecavüz etmek isteyen sultanları ya boğazlarlar ya da törenle tahttan indirirler.”
Voltaire daha bir sürü eleştiri yöneltiyor Doğu Despotizmi kavramına; ama yerimiz ne yazık ki bu kadarına müsait. İleride isterseniz yine döneriz bu ilginç konuya.
Kaynakça:
Voltaire, Feylesofça Konuşmalar ve Fıkralar II, Çev.: F. Baldaş, 2. Baskı, Ankara 1962, MEB. Doğu Despotizmi yazısı için Michael Curtis’in derli toplu makalesinden yararlandım: “The Oriental Despotic Universe of Montesquieu”,Princeton Papers in Near Eastern Studies, No: 3, 1994, s. 1-38. Ayrıca kısa bir yorum için bkz. Cemil Meriç, Bu Ülke, İst. 1976, s. 122-3.
.
Apo’yu ikinci Cem Sultan yapmayalım!
Apo’yu ikinci Cem Sultan yapmayalım!
Gereğinden fazla telaşlı, aceleci ve heyecanlıyız. O çok bel bağladığım sağduyumuz, birileri gaza abanınca sırra kadem basıyor ve tanınmaz bir hale geliyoruz. Yerinde ve zamanında tepki gösteremediğimiz gibi tepkilerimizi nerede durduracağımızı da kestiremiyoruz.
Son olarak Apo olayında bütün bunları bir kere daha yaşadık, hala da dumanı tüten bir konu bizim için; kolay kolay yatışmayacağa benziyor bu defa.
Güneydoğu bölgesinden binlerce ailenin gemilerin ambarlarında yavan ekmek yiyerek çıktıkları İtalya seferlerini sadece seyrettik ve bunun bir komplo olduğunu vehmettik hep. Halbuki dışarıdan, özellikle İtalya’dan bakılınca durum hiç de öyle basite alınacak gibi değildi. Vahimdi. Bir ülkeden gemiler dolusu insan hayatlarını tehlikeye atarak başka ülkelere sığınıyorlarsa bunun üzerinde ciddi olarak düşünüp tedbirlerini almamız gerekirdi. Nihayet bu sefil sahnelerin Avrupa kamuoyunda uyandıracağı merhamet duygularını da hesaba katmalıydık.
Şimdi Apo’nun İtalya’ya gidişine ve İtalyanların Türk devletine karşı tarafgir bakışına şaşıyoruz. Bu süreçte İtalya bizi sadece futbol takımları açısından ilgilendirdiyse, olanı biteni sanki alakasız bir ülke gibi lakaydi ile izlediysek kimindir suç?
Şimdi kalkmışız, İtalyan marul ve limonlarını ezmek üzerinden bir politika yürütüyoruz. Müsamere sahnelerini aratan mizansenlere ve “başı örtülü” şehit annelerinin hazin görüntülerine sığınıyoruz. Prim yapmak veya tiraj almak için hemen herkes yarışa girmiş durumda.
Bizzat Başbakan’ın ağzından İtalya’nın “ebedi düşman”ımız olacağının ilan edilmesi, bayrakların yakılması, konsolosluk tabelalarının sökülüp ayaklar altına alınması, bu arada bir İtalyalı mahkumun hapishanede diğer tutuklularca rehin alınması sonuçlarını doğurmuştur. Basın, her zaman olduğu gibi, en veciz (!) manşetlerle meseleyi körüklemektedir. (Bir gazetede gördüğüm manşete hala inanmak istemiyorum. Futbol hakemlerine layık gördüğümüz eşcinselliği ifade eden bir sıfatı “… İtalyanlar” şeklinde manşete taşımakta beis görmeyen bu kafadan ürkmedim desem yalan olur.)
Burada bir parantez açarak Başbakan’ın tutumuna da değinmek istiyorum. Pazar gecesi bir spor programının sunucusu, sanki bir muhabire bağlanıyormuş gibi, “Şimdi Ankara’ya bağlanıyoruz, hattımızda Başbakan Mesut Yılmaz.” demesin mi? İş buraya kadar düşmüş demek ki. Bir spor programı spikeri telefonu açtığında Başbakan’ı elinin altındaymış gibi bulabiliyorsa, artık ilişkiler piramidi tersine dönmüş demektir. Nitekim aynı programda Togay Bayatlı da, bunun verdiği güvenle Başbakan’dan “ricada” bulunabildi. Benim bildiğim Başbakan’dan sadece ve sadece Cumhurbaşkanı ricada bulunabilir. Bayatlı da, bizler de ancak meseleyi “arz edebiliriz”. Protokol dilinde eşitler arasında veya üst’ün ast’a ricası olabilir ancak. Son derece semptomatik bulduğum bu hitap tarzı beni ettiği kadar Başbakan’ı rahatsız etmemiş olmalı ki, söze çok teşekkür ederek başladı!
Bütün bu hadiseler şunu gösteriyor: Meselelerimizi açık yüreklilikle tartışamıyor, gerektiği yerde ve dozda tepki veremiyor ve bir öteki, düşman-hedef bulduk mu, tartışamadığımız meselelerin doğurduğu sonuçları dışarıya fatura ederek rahatlamaya çalışıyoruz. Bu yüzden, haklı olduğumuz bir davada, ipin ucu kaçarsa dünya kamuoyu nezdinde haksız bir konuma itilebiliriz. Dahası, karşı çıktığımız sürecin hızlanmasına bilmeden hizmet etmiş oluruz.
Şu kritik günlerde Apo vak’asını ikinci bir Cem Sultan krizine dönüştürmemeye itina göstermeliyiz!
.
Neredesin Sinan!
Neredesin Sinan!
Önceki hafta yine bu köşede kaleme aldığım “Mimar Sinan’ın kafatası nerede?” yazısı etkisini yavaş yavaş göstermeye başladı. Özellikle TÜYAP’ta karşılaştığım gençler yazıyı büyük bir heyecanla okuduklarını söylüyor ve yayınından sonra herhangi bir gelişme olup olmadığını merak ediyorlardı. Bu arada bazı haftalık haber dergilerinin de konuyla ilgilendiğini ve müstakil bir dosya hazırlığına giriştiklerini haber vereyim.
Tabii Türkiye gibi ana gündem maddelerinin bile birkaç günden fazla ayakta duramadığı memleketlerde böylesine özel hassasiyet isteyen bir konuda bir tek yazıyla kamuoyunun tepki verebileceğini düşünmek fazla safdillik olurdu. Yine de bir netice alınabilmesi için bu konuların farklı platformlarda ve defalarca dile getirilmesi gerekiyor anlaşılan. “Ben yazımı yazdım, gerisi beni alakadar etmez, başkaları ilgilensin artık.” deme lüksüne sahip değiliz ne yazık ki! Çaresiz hamallığını da kendimiz yapacağız gündeme getirdiğimiz meselelerin.
Bu arada elime geçen tamamlayıcı bir bilgiyi, konuyu araştıracak olanlara aktarmaktan kendimi alamayacağım.
Sözünü ettiğim yazımda 1 Ağustos 1935 tarihinde Sinan’ın Süleymaniye’deki türbesinin o zamanki Türk Tarih Kurumu üyeleri tarafından açtırılıp kafatasının çıkarıldığını ve ölçümünün yapıldığını, sonra da bugün TTK dahil hiç bir kurumun varlığından haberdar olmadığı Antropoloji Müzesi’nde korumaya alındığını anlatmıştım. Bu defa o günlerde Mimar Sinan’a olan bu resmi ilginin nereden kaynaklandığını öğreneceğiz.
Rıfkı Melul Meriç’in 1965’te basılan; ama aslında 1939’da yayına hazırladığı Mimar Sinan I: Hayatı-Eseri (Mimar Sinan’ın Hayatına, Eserlerine Dair Metinler) adlı çalışmasının önsözünü dönemin TTK Başkanı Uluğ İğdemir yazmıştır. İğdemir, burada Meriç’in eserinin nasıl hazırlandığını ve baskısının niye bu kadar geciktiğini anlatırken, bir yanıyla da üzerinde durduğumuz 1935 yılındaki Sinan ilgisinin nasıl başladığını anlatmaktadır. İğdemir’e göre 1935 Temmuz’unda Dolmabahçe Sarayı’nda Atatürk’ün başkanlığında bir TTK heyeti, Sedad Hakkı Eldem’in kaleme aldığı “Osmanlı Mimarisi” yazısını tartışmaktadır. (Malum, o dönemde Osmanlı’nın hemen sadece mimarisi “inkar fırtınası”na direnebilmektedir.) Eldem’in, Bayezit Camii Mimarı Hayreddin’in Sinanın öncüsü olduğu yolundaki iddiası ortalığı karıştırıverir bir anda. TTK Asbaşkanı Prof. Afet İnan, 29 Temmuz günkü toplantıda “Sinan hakkında müstakil ve büyük bir eser çıkarılmasını” ve Sinan’ın hayatı ve eserlerinin, özellikle de dünya sanatı içindeki değerinin ortaya konulmasını teklif eder.
Bu teklifi heyecanla kabul eden heyet -metinde geçmeyen; ama benim tespit ettiğime göre- Sinan’ın mezarının açılmasını ve iskeleti üzerinde tetkiklerde bulunulmasını kararlaştırır. 1 Ağustos’ta kafatası çıkarılır ve Sinan’ın Türk olduğu anlaşıldıktan sonra konu Atatürk’e duyurulur. O da -yine bu araştırmanın neticesinden duyduğu memnuniyetle- Hasan Cemil Çambel’e (ki o tarihlerde TTK başkanıdır.) Sinan’ın bir heykelinin yapılması emrini verir. Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nin önüne dikilen Sinan heykeli, bu emrin neticesidir. Ancak Atatürk’ün ikinci arzusu olan Süleymaniye Camii ile çevresindeki binaların restore edilerek bir “Sinan Sitesi” meydana getirilmesi, hala gerçekleşmiş değildir. Keşke, diyorum, Sinan’a bir heykel yapılacağına, o zamanlar henüz birçok sivil doku örneğini muhafaza etmekte olan Süleymaniye’deki “Sinan Sitesi” projesi öne alınsaydı da bugün onun bu şaheserini çevresindeki ahşap mimari örnekleriyle birlikte algılamak imkanına sahip olabilseydik. Her zamanki gibi işi kolayından halletme alışkanlığımız rol oynamış olmalı burada da.
1935 yazı, bu hararetli tartışmalarla bitti. Ne var ki bu ilginç zaman dilimi, arkasında Sinan’la ilgili birkaç kitap ve bir heykelden başka dişe dokunur bir miras bırakamamış, Atatürk’ün ölümünün ardından Rıfkı Melul Meriç’in kitabının basımı dahi savsaklanmış ve ancak 30 yıl sonra İğdemir’in gayretiyle gerçekleşebilmiştir.
1935 yılı, Sinan’ın kafatasının, belki de bir daha geri gelmeyecek şekilde, kaybettiğimiz yıl olarak da hatırlanacaktır. Bir insanın sağlığında kafasını kesmekle öldükten sonra mezarından çalmak arasında ne fark olduğunu bilen varsa söylesin lütfen!
İçimden kopan çığlığı huzurunuzda tekrarlıyorum:
Neredesin ey Sinan! Ve neredesiniz ey Sinanseverler!
SARMAŞIK
Bunları biliyor muydunuz?
Shakespeare’in ünlü oyunu Othello’daki olayların büyük bir kısmının Kıbrıs’ın Osmanlılar tarafından fethinin arefesinde geçtiğini… Kristof Kolomb’un Amerika gezileri için para toplarken, yeni keşfedilecek ve Hıristiyanlaştırılacak bölgelerden elde edilecek birikimin Kudüs’ü Türklerin elinden kurtarmak için harcanacağı bahanesini ileri sürdüğünü…
1578’de İstanbul’a piyasa araştırması yapması için gönderilen ve ajan olduğundan haklı olarak şüphelenilen İngiliz William Harborneun bir taraftan ticari faaliyetlerde bulunurken, diğer yandan da dönemin önde gelen devlet adamları (mesela Sokollu Mehmed Paşa) ve aydınları (mesela ünlü tarihçimiz Hoca Sadettin Paşa) ile özel dostluklar kurduğunu…
Bu bilgileri nereden mi öğrendim? Hemen söyleyeyim: Tanju Sarı’nın Gezginlerin Gözüyle Bir İmparatorluk: İngiliz Seyahatnamelerinde 17. Yüzyıl Osmanlı İktisadi Yapısı adlı hacmi küçük; ama yararlı çalışmasından (Göçebe Yayınları 1998).
KÜLTÜR BAHÇEMİZDEN
Başörtü ve vatan
“Birden, yolun ötesinden hanımlar koptu. Koyu yeldirmelere bürünmüş, başları beyazlarla örtülü, çift çift geliyorlardı… Bu kız kafilesine bakarken birden gayr-i ihtiyari bir saadet ürpermesi duydum. Bilmem; sizler bu toprağı ne zaman bir Müslüman toprağı gibi görüyorsunuz? Ben, öyle sanıyorum ki, bu yeldirmeler, bu beyazlarla örtülü başlar, kırlarda ağır ağır yürüyen bu saf kafileler olmasa vatanımda yaşadığımı için için duymayacağım.
Ah bilseniz biz onlardan ne kadar az Türk’üz.”
Yahya Kemal, Mektuplar Makaleler, 2. baskı İstanbul 1990, s. 161.
.
Et ve taş
Et ve taş
Öyle başlığa bakıp da önünüze kanın sos olarak kullanıldığı bir tabak İtalyan makarnası da benim süreceğimi zannettinizse aldanacağınızı bilmenizde yarar var. Bu yazının güncellikle uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Ne var ki bu, insanlık tarihinin başından beri var olan iktidar-insan bedeni-şehir ilişkisinin insanın bugün de gündeminde yer alan temel sorunlarla ilişkisiz olduğu anlamına gelmez. Aksine özgürlük ve iktidarın yapısının sorgulanması gibi insanlık tarihinin hiç bitmeyen bir güncel konusuyla ilgileneceğiz bugün.
Hemen belirtmem gerekiyor ki, yazının başlığı, Türkçe’de daha çok Kamusal İnsanın Çöküşü adlı tartışma başlatan kitabın yazarı Richard Sennett’ın bir kitabından alındı: Flesh and Stone (Faber and Faber 1996). İlk bakışta biraz fazla ‘çıplak’mış gibi gelen kitabın ismindeki esrar perdesi, altbaşlığını okuyunca yavaş yavaş aralanır gibi oluyor: Batı Medeniyetinde İnsan Vücudu ve Şehir. Sennett kitabında, Cennetten yeryüzüne indirilen insanoğlunun dünyada kendisini “evi”nde hissedeceği ortamlar vücuda getirme mücadelesini çözümlüyor.
Şehirler her zaman ikili -belki de iki yüzlü-bir işlev üstlenmişlerdir insanlık tarihinde. Bir yanıyla iktidarın merkezi, onun insana, bedeniyle, diliyle, aklıyla hükmetme mahalleri olarak hizmet etmişken, garip bir şekilde aynı zamanda da insanın iktidara direnebilmesinin ön şartlarını, zeminini de oluşturmuş bulunmaktadır. İktidarlar şehri kullanarak insan bedenine tahakküm etmenin çarelerini araştırırken, şehir alttan alta, ördüğü çok katlı beşeri ilişkiler ağı sayesinde insan özgürlüğünün vaatleriyle dolu verimli bir toprak özelliğini taşımayı başarmıştır.
Her şeye rağmen özgürlük, tam da iktidarın en karmaşık ağlarını ördüğü ve bu sayede belki de farkında olmadan kuşatmak istediği insanın da örgütlenmesine hizmet ettiği için yalnız şehirlerde teneffüs edilen bir şeydir. Günümüzde de böyle değil mi? Bunca insanın, büyük şehirlerin kapılarına yığılmalarının temelinde bu gerilimin dayanılmaz cazibesi rol oynuyor değil midir?
Bu konuya ilginç bir bağlantıyı, size belki garip gelecek ama iletişim üzerine yazdıklarıyla çığır açmış olan Marshall McLuhan kuruyor. Medyayı Anlamak (Understanding Media) adlı kitabında elbisenin kültür içinde insanın “ikinci derisi” haline gelişiminin altını çiziyor. Elbise, insanın dünyaya açılmasının ilk basamağını teşkil etmektedir. Dünyayı kendi bedeninden itibaren kurmaya başlar insan. (Bu nedenle de siyasi iktidarlar bedeni, bedenin örtüsü ve ikinci derisi olan giyim kuşamı zapt u rapt altına almak yönünde hususi bir alaka sahibidirler. İnsan vücudunun nasıl bir örtüye büründürüleceğinin iktidarların sürekli iştahını kışkırtmış olmasının altında yatan sebep budur.)
McLuhan’a göre elbiseyi ev, yani mesken takip eder. Elbise nasıl ikinci deri ise, mesken de insan için üçüncü bir deri vazifesini yüklenir. Bir adım daha atma imkanını yakalar çevresine doğru insan meskeniyle. Kendisini mevcut derisi dışında duvarlar ve çatı altında ikinci bir koruyucu katmanla sarıp sarmalamıştır artık.
Sıra asıl büyük koruyucu deriye gelmiştir: Şehir dördüncü deri olarak insanın uzanımlarını (extensions) azamiye çıkartır. Nitekim eskiden şehirlerin etrafını çeviren surlar, tıpkı evin duvarları gibi, tıpkı vücudumuzu kuşatan ve örten elbiselerimiz gibi ve tabii derilerimiz gibi insanları sarıp sarmalamakta ve onların güvenliğini -bu güvenlik yalnız düşmanlara karşı değil, aynı zamanda tabiatta bulunan iyi saatte olsunlara karşıdır da- teminat altına almaktaydı. Nitekim surların ve şehir merkezinin yerleri belirlenirken dualar okunması, ayinler düzenlenerek kutsanması, bu bölgelerin yalnız düşmanlara karşı değil, Eflatun’un Kanunlar adlı kitabında dile getirdiği gibi, kötü ruhlara, cinlere, şeytanlara.. karşı da efsunlandığını asırların içinden kulağımıza fısıldamaktadır.
Şehirde özgürlük, onu kuran ve yönetenler açısından değil, yaşayanlar açısından bakıldığında ancak kendisini ele verir. Şehri insan bedenini kontrol edecek bir alet gibi görenlere karşı uzun mu uzun bir destan yazmışlardır. Onu kendi bedenlerine nihai “deri” olarak eklemeye çalışanlar.
Velhasıl elbiseden başlayıp surlarda nihayet bulan bir maceradır insanınki. Lawrence Durell Balthazar’da, “Yarı-düşsel (ama gene de tam anlamıyla gerçek) kent bizim içimizde başlar, bizim içimizde biter, kökleri belleğimizdedir.” derken şehri yolculuğuna başladığı noktaya döndürmekten başka bir şey yapmıyordu aslında!
.
Eleştiri ve demokrasi
Eleştiri ve demokrasi
Modern Batı felsefesini, sosyal bilimlerini, kültürünü vs. eleştiriyor ya da tartışıyoruz bu köşede bildiğiniz gibi. Modern ideolojilerin arka planına ilişkin çeşitli yorumlar yapıyoruz; yapmalıyız da. Ancak ciddi ciddi dirsek çürütüp okuyarak, üzerinde düşünüp taşınarak yapılması gerekir bu eleştirilerin, zücaciye dükkanına giren filin yaptığı gibi değil. Zira Batı kültürü veya modern düşünce dediğimiz hadise, insanlık tarihinde en fazla kendisi üzerine düşünen, teemmül (reflexion) edebilen, dolayısıyla kendisini en fazla yargılayan düşüncedir.
Bunun anlamı şudur: Batı düşüncesi, kendi eleştirisini de kendisi yapmakta, hem de öyle böyle değil, kıyasıya yapmaktadır. Bu sistematik eleştiri geleneği o kadar kurumsallaşmış, o kadar özümsenmiştir ki, bugün sosyal teori alanındaki çalışmaların önemli bir kısmı en incelikli Batı ve modernlik eleştirileri ile ilerlemekte, daha da garibi bunlar, içinde devlete ait olanların da bulunduğu üniversiteler bünyesinde yürütülmekte, giderek teşvik edilmektedir. Mesela Fransa’nın önemli üniversitelerinden College de France’de psikiyatrinin, hapishanenin, tımarhanenin arkasında yatan devlet/iktidar ideolojisini ortaya koyup eleştirebilmektedir Foucault. Keza bir Amerikan üniversitesinde hoca, beyazların Amerika’da her 30 yerliden 29’unu nasıl yok ettiklerini tarih dersinde anlatabilmekte, hatta American Holocaust adıyla bizzat üniversitenin yayını olarak dünyaya duyurabilmektedir. Tabii ki onların da gizlediği, sakladığı bilgiler var; ancak bunlar son tahlilde teorik olarak sorgulamaya ve ortaya çıkarılmaya açıktır.
Buradan çıkardığım netice şu: Kendi eleştirisini kendisi yapabilen, hatta eleştiri mekanizmasını kurumlaştıran Batı düşüncesine bu vasfından ötürü dışarıdan temellerini sarsıcı eleştiriler getirmek zorlaşmakta, imkansızlaşmaktadır neredeyse. Kültürün etrafında oluşan bu etkili eleştiri anaforu, dışarıdan onun içine gireni hemen koynuna almakta, bir nevi zırh gibi kültürü korumakta ve hayatiyetini sürdürmesini mümkün kılmaktadır.
Sözün kısası, eleştiri ile demokrasi arasında bir bağ kurmak istersek şöyle diyebiliriz: Eleştirilmekten korkmak nasıl düşüncenin gelişimini yavaşlatıyor, hatta kötürümleştiriyorsa, tek tip insanlar yetiştirmeyi amaçlayan ve ‘çatlak seslerin’ çıkmasına izin vermeyen bir yönetim de her şey olabilir; ama asla “demokrasi” olamaz.
Cesur ve güzel iki insan
Yavuz Gökmen’le hiç tanışmadım, fakat yazdığı Özal Sendromu adlı kitabın rahmetli Özal hakkındaki o yılların ortak eğilimini yansıtan olumsuz kanaatlerimi değiştirdiğini, bu tok, bazen de muhatabını sarakaya alan üslubun aradan geçen on yıla yakın zamandır tiryakisi olmasam bile müdavimi kesildiğimi söyleyebilirim. Hele Kanal 7’de Fehmi Koru ve İlnur Çevik’le beraber gerçekleştirdikleri Ankara Kulisi’ndeki biraz nobran tavrı, çok dikkatimi çekmişti. En önemlisi de, 28 Şubat sürecinde kalemini bukalemun’a döndürmeyen ender imzalardandı. Ecelin -tıpkı kader birliği etmişçesine- Turgut Özal gibi performansının zirveye vurduğu günlerde onu aniden yakalaması ise ayrı bir teessür kaynağı oldu herkes için.
Asım Köksal Hoca ile ise bundan iki yıl kadar önce tanışmış ve o tanışmanın ardından “Hz. Peygamber’e adanmış bir ömür” başlıklı yazımı kaleme almıştım. İlk tanışmamızdı; ama onu son görüşüm olacağını nereden bilebilirdim? Onun kadar bir Osmanlı beyefendisi nezaketi ile bir Peygamber aşığı muhabbetini kaynaştırıp bir karakter halinde yoğuranına mateessüf günümüzde çok ender rastlanabiliyor. Vefatından kısa bir süre önce ünlü İslam Tarihi’nin kısaltılmış bir neşrini yayına hazırladığı ve önümüzdeki aylarda bu eserin irfanımıza kazandırılacağı müjdesini vererek, bir Fatiha okumaya davet ediyorum sizleri Hoca’nın ruhuna. Cenab-ı Allah onun gibi peygamber aşıklarını dünyamızdan eksik etmesin.
Evet, bir cesur, bir de güzel adam ayrıldı aramızdan. Her ikisinin de artlarında bıraktığı boşluk, öyle kolay kolay kapanacağa benzemiyor.
De Gaulle ve Sartre
Fransız komutan ve Cumhurbaşkanı D Gaulle (1890-1970), dönemin en ele avuca sığmaz aydınlarından Sartre tarafından Les Temps Modernes’te acımasızca eleştirilmektedir. Yardımcılarından birisi sorar de Gaulle’e: “Siz ki Fransa’nın yarısı demeksiniz, bu şahsın böyle uluorta konuşmasına nasıl izin verirsiniz?” Cevap tokat gibi patlar yardımcısının yüzünde: “Ben Fransa’nın yarısı isem, Sartre Fransa’nın tamamıdır. Sakın ona dokunayım demeyin!”
.
Vatanından ve çağından sürgün
Vatanından ve çağından sürgün
Almanya modern çağın laboratuvarıdır bir bakıma; modernliğin problemlerinin yoğunlaştırıldığı, konsantre edilerek yaşandığı bir coğrafyadır. Modernleşmeye, endüstrileşmeye, milliyetçiliğe, emperyalist emellere, Aydınlanma’ya hep trenin son vagonuna kendisini atarak yetiştiğinden olacak, bu geç kalmışlık duygusundan kendisini uzun süre kurtaramayacak, modernliğin birçok nimetini ‘hamdsizce’ tüketmesinin bedelini hem ülke olarak, hem de aydınlar düzeyinde bütün sonuçlarıyla yaşayacaktır.
Thomas Mann’ın Tonio Kröger’inde kahraman, hep “iki dünya arasında kalmış olmanın” sıkıntısını yaşar. Halk ile aydın kesim arasında olmak, devlet ile halk arasında, monarşi ile cumhuriyet arasında bir tercihte bulunmak… Ve bu kararlarının sonucuna katlanmak elbette…
Bu yüzdendir ki, henüz 25’inde Buddenbrook Ailesi ile büyük bir şöhrete erişen Thomas Mann, Hitler rejimi yüzünden Amerika’ya gidecek ve Almanya’yı bir daha hiç affetmeyecektir. Nurullah Ataç da bu yüzden Thomas Mann’a şöyle çatacaktır:
“Şu Thomas Mann denilen adamı zaten sevmezdim, son yazdıklarını okuyunca büsbütün soğudum. …Alamanya’nın, kendi yurdunun, milletinin ezilmesi karşısında da bir üzgünlük duymuyor. “Oh olsun!” der gibi bir hali var… (M)illetinin uğradığı felakete üzülmiyen kişiden tiksinirim, insanlığı, insan oğlunu sevmiyor demektir. İnsanlığı sevse, aralarında yaşadığı kimseleri de sevecek, onların haline de ilgilenecek. Thomas Mann’da işte bu insanlık yok: “Neme gerek? Ben artık Alaman değilim, Amerikalıyım!” diyor… Mann’ın ne adam olacağı kitaplarından da belliydi; öyle özentili bezentili cümleler düzen, bilgilerini göstermek için kitaplarının yarısını başka bir dilde yazan kimselere hiç güvenim yoktur. Onun büyük birer düşünce gibi göstermek istediği sözlere bir tırnak vurun, görürsünüz; birtakım bayağı, köhne şeylerin böbürlene böbürlene söylenilmesinden başka bir şey değildir.”
Anlaşılan o ki, burada Ataç, sanat eserini değil, sanatçının siyasal düşüncesini hedef olarak seçmiştir. Dünya edebiyatına iki şaheser (Buddenbrook Ailesi ve Büyülü Dağ) kazandırmış olan büyük bir yazar karşısında değil de, kendi yurdundan çeşitli -kendi açısından haklı da olabilecek- sebeplerle nefret etmiş bir aydın karşısında milletine sadık bir bende imiş izlenimini uyandırmaya çalışan ve hamiyyet duyguları kabaran Ataç’ın Prospero ile Caliban’da halkı nasıl aşağıladığını, küçük gördüğünü bilmesek bunları yutar görünebilirdik. Neredeyse bütün mesaisini halkın zihniyetinin, yalnız zihniyetini mi, en önemlisi konuştuğu ve düşündüğü dilin değiştirilmesi üzerine teksif eden bir aydının (bütün bunların halkı beğenmemek ve onu değiştirilmesi gereken plastik bir ‘nesne’ olarak görmekten öte bir anlamı var mı?) Mann gibi ülkesine Nobel Ödülü kazandırmış bir yazar karşısında kabadayılaşıp kahvehane ağzıyla konuşmaya başlamasını azgelişmiş aydın psikolojisine bağlamak çok mu kolaycılık olur dersiniz?
Bir aydının ve sanatçının vurulacağı tek mi’yar, rejime ve ülkesine sadakat mı olmalıdır? O zaman Almanların, Fransız komutanı Napolyon’u alkışlayan Goethe’den nefret etmeleri ve “hain” diye boğazına ip bağlayarak sokaklarda sürümeleri gerekmez miydi? Yine biz Goethe’nin eserlerini, ülkesini işgal eden bir komutanı yüzüne karşı övdüğü için meydanlarda yakmalı değil miydik? “Ne adam olacağı zaten eserlerden belliydi” mi demeliydik? (Nitekim aynı iftira, yeni rejimle uyuşamadığı için Mısır’a giden ve hastalanıncaya kadar da dönmeyen Mehmed Akif’e de atılmamış mıydı zamanında?)
Heine geliyor sözün burasında aklıma. Şu Hitler rejimince eserleri bir meydanda yaktırılan Şarkılar Kitabı’nın melankolik şairi Heinrich Heine. Bir asır önce yaşamış olmasına rağmen ve farklı gerekçelerle Almanlardan nefret eden bu Alman Yahudisi (sonradan güvenlik gerekçesiyle vaftiz olarak Hıristiyanlığa geçecektir), Almanlığa hakaret ettiği için aforoz edilmiştir Nazilerce. Alman edebiyatının en özgün soluklarından biri olan Heine, 1822’de Almanlar hakkında şunları söylemiş: “Alman olan her şeyden nefret geldi içime… Almanlıkla ilgili her şey midemi bulandırıyor. Alman dili kulaklarımı parçalıyor. Kimi zaman kendi şiirlerimden iğreniyorum, onları Almanca olarak yazmışsam!” (*)
Heinrich von Kleist, Hölderlin, Nietzsche ve çağımızda Hermann Hesse, ya intihar etmiş ya da çıldırmış, ağır ruhi hastalıklara uğramış Alman yazar, şair ve düşünürlerinden birkaçı sadece. Onlar, kelimelerden kendilerine yeni bir ülke kurarak gerçek dostlarıyla orada buluşan vatanından ve çağından sürgün edilmiş garip bir insan soyunun mensuplarıdır.
(*) Sözün burasında birden Fransızca yazmaya başlıyor Heine ve bizi de ilgilendiren şu önemli cümleleri söylüyor: “Sağlığım biraz düzelsin, Almanya’dan çıkıp gideceğim. Arabistan’a gideceğim; orada bir çoban yaşamı süreceğim, sözcüğün tam anlamı ile İnsan olacağım, üniversiteli olmayan develeri güdeceğim, Mu’allakat’dakiler kadar güzel Arapça şiirler yazacağım ve sonra Mecnun’un Leyla’sı için ak ettiği o kutsal kayaların üzerine oturacağım.” (Heine’nin Seçilmiş Mektupları, Çev.: Melahat Togar, İstanbul 1983, s. 37.)
.
İstanbul’da bir endülüs rüzgarı
İstanbul’da bir endülüs rüzgarı
Geçtiğimiz hafta sonu 3 gün boyunca Endülüslü “İslam feylesofu” İbn Rüşd konuşuldu Üsküdar-Bağlarbaşı’nda. Yerli yabancı pek çok bilim adamının katıldığı budüşünce şöleni (“sempozyum” şölen demektir zaten) ilgiyle takip edildi; özellikle de gençler tarafından.
Ah o gençler! Bu tür felsefi ve akademik yoğunluklu toplantılar dünyanın her tarafında dar bir ilim adamları zümresiyle sınırlı kalırken neden ve nasıl olduğunu hala tefsirde zorlandığım bir şekilde Türkiye’de kalabalık genç ve mütecessis nazarlar karşısında gerçekleşmekte, üstelik gösterilen ilgi, hiç de popüler tartışmalara gösterilenlerden aşağı kalmamaktadır. Doğrusu her şey kötüye bile gitse -ki böyle bir mutlak negatif “gidişat” muhaldir zannımca- sırf genç dimağlarda uyanmış olan bu ateşe bakarak bile umutlu olmak için pek çok sebep gösterebilirim.
Meşguliyetlerimin yoğunluğu nedeniyle sadece cumartesi günkü oturumları takip etme imkanını bulduğum sempozyumdan gelip gidenler vasıtasıyla malumat almaya devam ettim ve bazı tebliğ sahiplerinden tebliğ metinlerini temin edip okudum. Hızımı alamayıp kütüphanemde İbn Rüşd ile ilgili ne var yok masamın üzerine döktüm. Epeyce malzeme çıktığını görünce de gözüm korkmadı desem yalan olur! Her neyse, bu sayede İbn Rüşd hakkında epeyce metin okumuş oldum. Bir faydası daha oldu aramalarımın: Kütüphanemden İbn Rüşd’ün Tehafütü’t-Tehafüt adlı eserinin Mehmet Dağ tarafından yapılan Türkçe çevirisinin sırra kadem bastığını öğrendim! Çok önemli değil, zira yeni bir baskısı Kırkambar Yayınları’nda çıktı. Lakin aradığında kütüphanesinde var olduğunu bildiği bir kitabı başkasına kaptırmış olduğunu fark etmesinden daha üzücü ne olabilir ki bir hikmet sevdalısı için!
Cumartesi günü 3 oturum birden yapıldı. Birinci oturumda Prof. Mehmet Aydın ve Prof. Ahmet Arslan’ın ve yurt dışından katılan iki Batılı akademisyenin tebliğleri yeni boyutlar açtı İbn Rüşd’ün felsefesiyle ilgili. İflah olmaz bir İbn Bacceci olarak tabii bu oturumda beni en çok ilgilendiren tebliğ, araştırmacı dostum Burhan Köroğlu’nunki oldu. Köroğlu, “İbn Bacce’nin İbn Rüşd’e Etkileri” başlıklı tebliğinde, her iki Endülüslü filozof arasındaki bağı ve sürekliliği inceliyor. İbn Bacce’de rüşeym halinde kalmış bazı düşüncelerin İbn Rüşd tarafından nasıl geliştirildiğini başarıyla ortaya koyan Köroğlu, böylece İslam’ın Doğu kanadında egemen olan Kindi-Farabi-İbn Sina-Gazzali hattının karşısına farklı bir projeyle çıkan Endülüs-İslam felsefesinin ayırd edici taraflarını kuvvetle vurguluyordu. İbn Meserre’den itibaren belirginleşen bu çizgi İbn Tufeyl ve İbn Bacce ile devam etmekte ve İbn Rüşd ile en yetkin ifadesini bulmaktadır. İslam felsefesi kitaplarında genellikle gözden kaçırılan bu ayrışmayı ilk vurgulayan kişi, bildiğim kadarıyla Muhammed Abid el-Cabiri’dir.
Cabiri bu ayrışmanın yeni bir İslam düşüncesi “projesi” olduğunu ve ünlü fakih ve Edib İbn Hazm’a kadar geri götürülebileceğini söylüyor. Bu projenin Mağrip’teki Muvahhidi Devleti’nin ıslah projesiyle de örtüştüğünü belirten Cabiri, bu projenin temel meselesinin “beyan” ile “burhan”ı, yani din ile felsefeyi (o zamanlar bu kelime bilimleri de kapsıyordu) ayrı kulvarlara çekmek ve birbirlerine karışmalarını engellemek olduğunu belirtiyor. Nitekim İbn Rüşd’ün yazacağı Faslu’l-Makal’de hikmet (felsefe) ile şeriatın (din) aynı hakikatın memesinden süt emen iki kardeş olduğunu söylemesi, aynı hakikatın farklı dillerinden ibaret bulunduklarını vurgulaması bu projenin nihai neticesi olarak karşımıza çıkmış bulunmaktadır.
İbn Rüşd, bu yaklaşımıyla ilk dönem Oryantalistlerine “çifte gerçeklik” görüşüne sahipmiş gibi görünmüştür. Halbuki onun yaklaşımı, hakikatın iki tane olduğunu reddediyor ve iki dille konuştuğunu söylüyor ki bu da atlanmaması ereken çok önemli bir ayrım. Hakikat tektir fakta din avam-havass herkesi kuşatacak bir dille konuşurken, felsefe sadece seçkinlere hitap eder ve onun bilgisini halka yaygınlaştırmak haramdır, zira halka zarar verir İbn Rüşd’e göre.
Aslında hem sempozyum üzerine, hem de İbn Rüşd üzerine daha geniş olarak yazmak isterdim ne var ki, bu daracık sütuna ancak bu kadarını sığdırabildim. Cuma günkü Kültür Atlası köşemde bukonuya devam etmek istiyorum.
Son olarak rahmetli Mehmed Akif’in Safahat’ındaki şu mısraları zikrederek yazımı bitirmek istiyorum:
Medresen var mı senin? Bence o çoktan yürüdü.
Hadi göster bakayım şimdi de İbnü’r-Rüşd’ü?
İbn-i Sina niye yok? Nerde Gazali görelim?
Hani Seyyid gibi, Razi gibi üç beş alim?
.
Biz tarihi incelerken tarih de bizi inceler!
Biz tarihi incelerken tarih de bizi inceler!
İbn Rüşd Sempozyumu’nu bahane ederek bu Endülüslü fakih-feylesof üzerine birkaç yazı yazdığımı hatırlayacaksınız. Aklınıza şöyle sorular takılmış olabilir: Ne faydası var İbn Rüşd’ü bugün yeniden okumanın veya anlamanın? Çağımızın sorunları o kadar karmaşıklaşmış ve o kadar değişmiştir ki, 800 küsur yıl önce yaşamış ve yazdıkları İslam aleminde fazla tutulmamış bir feylesofun düşüncelerinin bugün bize ne yararı dokunabilir? İbn Rüşd ile zihnimizi meşgul edeceğimize çağdaş bir düşünür üzerinde kafa yormak daha akıl karı değil midir?
Biliyorum, hepiniz böyle düşünmüyorsunuz ama bu düşünce sahiplerinin kaygıları da tamamen yersiz değil. Onlar o çağların adamlarıyla, kendilerine mahsus sorunlara çözüm arıyorlardı, biz de bu çağın bizlere yüklediği sorunları çözmekle uğraşmaktayız. Dolayısıyla bizi içinde bulunduğumuz çağın sorunları daha yakından alakadar eder. Onlar bir bakıma geçmişte kalmış çözümlerdir; amiyane tabirle söylersek “tarih olmuşlardır.”
Gerçekten de çağlar önce yaşamış bir düşünürün fikirlerini bugüne taşımak ve onu yeni ışıklar altına tutup farklı ve özgün vechelerini ortaya çıkarmak büyük cehd isteyen zorlu bir uğraş. Alın teri akıtmayı, göz nuru dökmeyi gerektiriyor besbelli. Fakat tarihle ilişkimiz de böyle bir karşılıklılık (mütekabiliyet) içermeli değil midir? Biz tarihi incelerken tarih de bizi incelemektedir. Eğer biz varisler olarak geçmişimize sahip çıkmıyorsak, onun “yüceliği”nin kadr u kıymetini bilip değerlendirmiyorsak, onu bugüne taşıyamıyorsak, bu o çokça övündüğümüz geçmişin de “yüce” olmadığı anlamına gelmez mi?
Faslı düşünür Abdullah Laroui “Bugün geçmiş tarafından açıklandığı gibi, geçmiş de bugünle yargılanır” ve “Bugünü yozlaşmaya yüz tutmuş yüce bir geçmiş, sırf bu nedenle yalnız bizim için değil, kendi içinde de yüceliğini yitirebilir.” derken tam da bunu kastediyordu. Yine şöyle diyor Laroui: “Tarih, her an, geçmişin bilgisinin bugünü açıkladığı ve bugünün geçmişi dönüştürdüğü, yani aynı anda materyalin yeni bir resmini çizdiği bir sürekliliktir.”(*)
Dinamik bir süreç söz konusudur burada artık. Tarih ölü bir vak’a yığını, geçmişteki kalıntıların üst üste yığıldığı bir tümülüs değil, bugünü belirleyen ve bugün tarafından belirlenen oluşum halinde bir süreçtir. Bu yüzden bugün geçmişimizi “yeniden okuma”ya tabi tutamıyorsak, onunla sürekli hemhal olamıyorsak, o geçmiş de yüceliğinden bir şeyler yitirecektir. Geçmişle sürekli bir hesaplaşma, anlama, yorumlama, etkilenme ilişkisi içerisinde olmakladır ki, onu yeniden sahiplenebilir ve ona ne kadar kaliteli ve üretken bir tarzda sahiplenebilirsek onun yüceliğini sürdürmesine izin vermiş oluruz.
Her neyse, bu, çok önemli ama belki de gazete sütunlarında ele alınamayacak kadar ağır bir mesele. Bir medeniyet ve bilinçlenme meselesi bana göre. Ben şahsen iri iddialarla vatan kurtarmak ve birkaç tumturaklı cümleyle bütün meselelerimizi çözmek iddiasından teeddüp ettiğim için bildiğim, anladığım kadarıyla geçmişi bugüne getirmeye, onu zihni meşgalelerim arasına katmaya, geçmişle aramda örülmüş duvarları dilediğim zaman açabileceğim bir tül perde konumuna indirmeye gayret ediyorum.
İbn Rüşd’ü -ve diğerlerini- zaman zaman bu köşede gündeme getirmemin benim cephemdeki gerekçeleri bunlar…
(*) Abdullah Laroui, Tarihselcilik ve Gelenek, çev.: H. Bacanlı, 2. baskı, Ank, 1998, Vadi Yayıncılık, s. 57; bu kitabın tarafımdan yapılmış kısa bir değerlendirmesi için bkz. Aksiyon, sayı: 209, 5-11 Aralık 1998, s. 53.
SarmaşIk
İbn Rüşd’ün şiir hakkında yazdığını biliyor musunuz?
Anlaşılan yine kafanızı İbn Rüşd’le şişireceğim bir süre daha. Türkiye’de şiirle, şiir ve edebiyat tarihi ve teorisiyle meslek gereği uğraşan kişilerin yolu belki Aristo’nun Poetika’sına düşmüştür; ama acaba içlerinden kaç kişi, bırakın bulup okumayı, İbn Rüşd’ün Aristo’nun eserine yazdığı şerhten haberdardır? Ben İbn Rüşd ve İslam felsefesi üzerine çalışan akademisyenler haricinde bu eserden haberdar olanına rastlamadım. Ama İslam felsefesi uzmanlarının da edebiyat tarihi ve teorisiyle bir alış verişi olamıyor genellikle. Ne oluyor netice olarak? Nehrin batı yakasındaki hazineden haberdar olmadan yaşayan doğu yakasındakiler ile hazineden haberdar olup da onu değerlendirecek aletlerden yoksun -bu aletler karşı yakadadır çünkü- olan batı yakası halkı. Manzara bu kısacası.
Eğer geçmişi yeniden kucaklamak ve onu yeniden okumak istiyorsak disiplinler arasındaki bu kopukluğu aşacak bir köprü oluşturmamız gerekir. Bu köprünün, interdisipliner çalışan akademisyenler sayesinde atılacağına inanıyorum.
Değerli hocam Prof. Mahmut Kaya ile konuşuyorduk sempozyum sırasında. İbn Rüşd’ün Poetika’ya yazdığı şerhin aslında geleneksel bir şerh olmayıp yeni bir telif eser olduğunu belirten Prof. Kaya, ilk birkaç paragraftan sonra İbn Rüşd’ün Aristo’nun eserini bir kenara koyup Kur’an’dan, hadislerden, Cahiliye dönemi Arap şiirinden, Arapçadan örneklerle yoluna devam ettiğini söyledi. Trajedinin, eposun, dramanın olmadığı bir kültürde bilgiçlik etmek yerine kendi kültüründen örneklerle konuyu yeniden yazması bana önemli gözüktü İbn Rüşd’ün.
Bugün sanki uzayda yaşıyormuş gibi hiçbir uyarlamaya ve filtreden geçirmeye tabi tutmadan yabancı bir kültürün ürünlerini aktarmayı marifet sayanlara asırlar öncesinden net bir ders veriyor Endülüslü feylesof aslında. Mehmed Akif ve İbn Rüşd
Medresen var mı senin? Bence o çoktan yürüdü
Hadi göster bakayım şimdi de İbnü’r-Rüşd’ü?
Bu mısraların şairi Mehmed Akif, Osmanlı dünyasında fazla tanınmayan ve Ali Tusi’den sonra haklı da bulanın çıkmadığı İbn Rüşd’e neden ilgi göstermiş olabilir? Zihnime takılan bu sorunun cevabını sempozyuma sunulan bir tebliğde bulduğumu sanıyorum. Bochum’daki Ruhr Üniversitesi’nden Anke von Kügelgen’in tebliği “20. Yüzyıl Arap Dünyasında İbn Rüşd” idi. Tebliğinde başka pek çok ismin yanı sıra Hıristiyan Farah Antun ile Abduh’un görüşlerine de yer veren tebliğ sahibi, Antun’un İbn Rüşd’ü Avrupa felsefesine bağlama çabaları karşısında onu İslam düşüncesi bağlamına yerleştirmeye ve Gazali ile uzlaştırmaya çalışan Abduh ve çevresinin görüşlerine yer verir. Rivayet odur ki, M. Akif bu tartışmalar vesilesiyle İbn Rüşd’ü fark etmiş ve onun ismine Safahat’ında yer vermiştir.
.
Tarikatların gizli tarihi
Tarikatların gizli tarihi
Her zaman olmasa da yeri geldikçe oryantalist bakışın tahrif edici yanından söz ediyor ve tarihimizin doğru ve tahrifattan kurtulmuş bir resmini elde etmenin önemi üzerinde duruyorum. Çünkü kendimizi anlamamızın önündeki engellerin en büyüğü olmasına rağmen en göze görünmeyeninin, bu iliklerimize kadar işlemiş bulunan oryantalist gözlük olduğu kanaatindeyim.
Tarihle ilgili çeşitli konularda ciddi optik yanılgılara sebebiyet veren bu bakışa dair çarpıcı örnekler vermiştim, ne ki, bir vesile bulup tasavvuf tarihine, yani tekkeler ve tarikatlar tarihine eğilememiştim. Bu fırsat yakınlarda zuhur etti. Kanal 7’de Mustafa Kutlu ile birlikte “Eyüp Tekkeleri” adlı emsal teşkil edecek derecede değerli bir belgesel gerçekleştirmiş bulunan Ekrem Işın ile yaptığım röportajda çoktandır benim için bakir kalan bir alana girmek imkanını buldum. Sayın Işın, verdiği cevaplarla hem konusuna ne kadar hakim olduğunu gösterdi, hem de şimdiye kadar yeterince ele alınmayan tarikatlar tarihinin sosyal ve siyasal bir perspektiften nasıl değerlendirilmesi gerektiğini, giderek, bu perspektiften bakıldığında tarihin nasıl daha parlak bir ışık altında görünebileceğini ortaya koydu. İzninizle konuşmamızdan önemli bazı pasajları kendi katkılarımla beraber sizlerle paylaşmak istiyorum.
Tasavvuf tarihinin incelenmesinin toplumsal zihniyetimizin arkeolojisini yapmak anlamına geldiğini belirten Işın, bu alanda oluşmuş bazı yerleşik yargılara da temelden karşı çıkıyor. Mesela Osmanlı Devleti’nin bugünkü milli devlet anlamında merkeziyetçi bir yapısı olduğu ve devletin kadir-i mutlak olarak işlediği tezi, temelsiz ve içi boş bir iddia ona göre. Neredeyse 72 milleti ve ondan da fazla sayıda cemaati, loncayı, tarikatı, sosyal ve askeri grubu yönetmek durumunda olan Osmanlı Devleti, bu çeşitlilik sayesinde ayakta durmakta, her türlü çeşitliliğin toplum içerisinde yasal olarak temsil edilmesi sayesinde varlığını idame ettirebilmektedir. Bunun için devlet, ancak üstüne düşen güvenlik ve asayiş gibi görevleri yerine getirmekle yetiniyor ve bunların dışında kalan hizmetleri, bu arada eğitimin de önemli bir kısmını halkın inisiyatifine bırakıyordu. Toplumda akışkanlığı sağlayacak ve çeşitli kesimler arasındaki iletişimi kurup sürdürecek kurumlar olarak da vakıflar, tarikatlar ve tekkeler özellikle serbest bırakılmış ve bir politika olarak teşvik edilmiştir.
Mesela Fatih’ten sonra medreseleri, yani ilmi eğitim ve öğretimi denetimine almıştır devlet; ama nüfusun bütününe kıyaslandığında son derece dar bir zümre yararlanabiliyordu medreselerden. Oysa tekkeler, örgün değil, yaygın eğitim veriyor ve padişahtan hamala kadar herkese açık bulunuyordu. Geleneksel bir toplumda hiyerarşinin alt ve üst katlarını bu derecede birleştirebilmiş bir ikinci alternatif kurum da mevcut değildi. Bir neşve ethos’u çevresinde gönüllü olarak birleşmiş insanlardan teşekkül eden tarikatlar, aynı zamanda ahlaki bir eğitim de vermekteydiler, yani insanların toplumda nasıl davranacaklarını da öğretiyorlardı. Bu yüzden tarikatlar bir çeşit “sivil inisiyatif” işlevi görüyordu Işın’a göre. Zira medrese veya askeri eğitim dışında insanların statülerini yükseltebilecekleri, şimdiki tabirle sınıf atlayabilecekleri yegane kurumlar olmuştur tarikatlar. Öyle zannedildiği gibi “miskinler tekkesi” filan değildir; kültür aktarımına ve üretimine vazgeçilmez katkıları olan gayri resmi eğitim kurumlarıdır.
Bugün bildiğimiz anlamıyla tarikatların bir Osmanlı dönemi gelişmesi olduğunu vurgulayan Işın, özellikle Cem Sultan’la giriştiği taht mücadelesinde kendisini destekleyen şeyhleri İstanbul’a getirterek burada yerleşmelerini sağlayan II. Bayezid’i ‘kilit şahsiyet’ olarak ele alıyor. Nitekim padişahlar arasında yalnız onun “Veli” veya “Sofu” diye anılmış olması manidardır.
Tarikatlar, toplumun hücrelerine kadar nüfuz etmiş olup özellikle İstanbul’dakiler, Arap veya Fars diyarlarından gelecek kültürel etkileri bir süzgeçten geçiren ve Osmanlı bünyesine uyarlayan kurumlardır. Mesela bir Arap menşeli tarikatın İstanbul’a gelip yerleşmesi ancak yerli bir tarikattan icazet alması ve evradının, adabının, zikirlerinin, törenlerinin yerlileştirilmesi şartıyla mümkündü. Dolayısıyla tarikatlar, zannedildiği gibi “yabancı” kültür unsurlarını içimize aktaran değil, tam tersine bu unsurları dönüştüren ve bünyemize uygun hale getiren filtreler işlevini görmüşlerdi tarih boyunca. Sözün burasında, Cumhuriyet döneminde, özellikle Arap dünyasından gelen etkilere karşı insanların hazırlıksız yakalanmalarını bu filtre mekanizmalarının iptal edilmesine bağlıyor Işın.
Ekrem Işın’ın özellikle de Bektaşilik, Mevlevilik ve Nakşibendilik hakkındaki yaygın görüşleri tersine çeviren ilginç tespitlerini sizlerle paylaşmayı çok arzu ediyorum; ama ileride inşaallah.
.
Geçmiş geçmemiştir!
Geçmiş geçmemiştir!
“Canım, sen de hep eskilerden dem vuruyorsun. Onlar artık bitti, tarih oldu. Geri gelir mi bir daha o güzellikler? Her şey o kadar değişti ki!..”
Kim bilir kaç defa duymuşumdur bu tür serzenişleri dostlarımdan. “İyi güzel de” diyorlar, “bugün ne işimize yarayacak eski Bursa’nın, eski İstanbul’un bize tozlu bir perdenin ardından seyrettirdiğin hatıraları?” Tarih ve kültüre bu kadar pragmatik bakan insanlara karşı ne diyebilirsiniz ki! Onlar her zaman bugünün, halihazırın güçlü bedenine dayanmışlardır sırtlarını ve onun için böyle tuzu kuru konuşmaktadırlar. Sizin ise içiniz yanmakta ve yaranız ivil ivil kanamakta, akmaktadır içinize. Hep haklı çıkmak istiyorsanız günün genel geçer yargılarını savunun, yeter. O zaman hiç başınız ağrımaz, kimse de size hesap soramaz. Çünkü gerçekte hiçbir şeyi savunmuyorsunuzdur; tek yaptığınız, statükonun avukatlığına soyunmaktır. Şayet önümüzde var olmayan bir şeyi savunmak, geçmişte veya gelecekte ortaya çıkmış veya çıkacak bir dünyayı resmetmek ve bize zaten verilmiş bulunanın dışında ve ötesinde bir şeyleri aramak ise düşünmek, o zaman gerçekte düşünmüyor, var olanın var olduğunu savunmakla yetiniyorsunuzdur.
“Bugün”, hafızamızı felç edip müfekkiremizi büyüleyen sanal bir dünya olamaz mı sanki?
Daha önce de yazdım, yazmaya da devam edeceğim: Geçmiş geçmemiştir! O, gerçekte hep bizimledir ve yanı başımızda bir gayb perdesi ardında yaşamaya devam etmektedir. Çünkü ruh ebedidir. Yahya Kemal, “Bazı yerler vardır ki ruh eser” der. Bu, o yerlerde yaşanmış hayatların bırakmış olduğu mistik tortular olduğu kadar büyük ruhların dünya değiştirdikten sonra da yaşadığı yerleri yalnız bırakmamaları anlamına da gelir. Ben Hazreti Mevlana’nın türbesine girip de oradaki büyük ruhlardan etkilenmeyen, onların varlığını elle tutulur şekilde hissetmeyen pek az insana rastlamışımdır.
Demek ki, varlığı sadece bugünü itibariyle değerlendirecek olursak yanılırız. Muhafazakarlığın kurucusu kabul edilen Edmund Burke’ün o ünlü formülasyonunu hatırlayalım: “Toplum hakiki bir sözleşmedir… Bu, bütün bilimlerde ortaklık, bütün sanatlarda ortaklık, bütün fazilet ve tekamülde ortaklıktır. Böyle bir ortaklık, nesiller boyunca elde edilemeyeceği için sadece yaşayanlar arasında hüküm süren bir ortaklık olamaz. Bu, yaşayanlar ile ölmüşler ve gelecekte doğacaklar arasında tesis edilebilen bir ortaklıktır.”
Burke’ün bu çıkışı, her şeyi mekanik bir serbest piyasa sistemine devretmeyi ve bugünü kutsamayı hedefleyen liberal pragmatistlere karşı yaptığını hatırlayalım. Avrupa ve Amerika’da muhafazakarları ilginç kılan da, bütün felsefelerini bugün üzerinde odaklamış bulunan modernizme karşı çıkışlarının temelinde de toplum ve devletin yalnız bugün yaşayanları değil geçmiş ve gelecektekileri de kapsaması gerektiği yolundaki bu tarih yorumlarıdır.
Tarihin düz bir çizgi halinde ilerlediği saplantısından kurtulmamız gerekir bir an önce. Tarih, maddi şartlar ne kadar değişirse değişsin, insanlığın önceki aşamalarında elde ettiği kalıcı başarılara bir istasyona uğrar gibi uğrayacaktır. Kur’an-ı Kerim’de geçmiş ümmetlerin kıssaları bunun için nakledilir canlı tablolar halinde. Nietzsche’nin “ebedi dönüş” (eternal return), yani tarihin belli aralıklarla kendisini tekrar ettiği düşüncesi de bunu anlatmaktadır aslında.
Kültür bahçesınden
Hugo’nun gözüyle pantolon giyen Osmanlı
Tunus Beyi Ahmet.. bugünün o gülünç Türk modasına uyarak giyinmişti. Bu moda iki Fransız’ın Sultan İkinci Mahmut’u uygarlığın pantolon ve redingot giymek demek olduğuna inandırdıkları günden beri bütün Osmanlı İmparatorluğu’na yayıldı… Böylece yiğit Türkler geleneksel giysilerini, insan giysilerinin bu en güzel ve en gösterişlisini bir kenara attılar ve bizim giysilerimizi yalan yanlış benzetmeye (taklit etmeye MA) başladılar. Türklerin bizden fazla bir şeyleri, güzellikleri vardı; biz onlara çirkinliğimizi vermeyi başardık. Bizim uygarlık taslayan bilgiçlerimiz ise buna ilerleme adını veriyorlar. Victor Hugo, Anılar, Çeviren: Şiar Yalçın, İstanbul 1974, Yankı Yayınları, s. 22.
Mahalle diye bir şey vardı sahi!
Şeyhü’l-Muharririn unvanını haklı olarak almış bulunan Burhan Felek’in kitaplarını okumadınızsa, piyasada yoktur; ama sahaflara bir uğrayın, derim, benden söylemesi. Yakınlarda Hayal Belde Üsküdar ve Geçmiş Zaman Olur ki adlı kitaplarını okuyunca doğrusu üstadı daha önce okumadığıma hayıflandım. O babacan kalemiyle yüzyılın başlarına aldı götürdü beni. Üsküdar’da Selimiye kışlasının yanındaki İhsaniye Mahallesi’ni bir çocuk gözüyle en hurda teferruatına varıncaya kadar canlandırdı hafızamda.
Son kırıntılarına Bursa’da yetişebildiğim o muhteşem mahalle hayatının şöyle derli toplu bir şekilde yazılmamış olduğuna ne kadar hayıflansak yeridir. Neydi mahalle hayatı? Konu komşunun ilişkileri nasıldı? Mahallelerin cicianneleri, bekçi babaları nasıl belirlenirdi? Bahçe duvarından sarkan ağaçlardaki meyveler neden mahalle çocuklarının hakları olurdu? Havale geçiren çocuklar doktordan önce mahalle büyüklerinin şefkatli kollarında mı gözlerini açarlardı? İnsanlar sokaklarının ortasına bir ev yapılarak çıkmaz sokak haline gelmesine neden izin verirlerdi?
“Fakirlere yardım, zayıfları himaye, taşkınları terbiye ederlerdi.” diyor Şeyhülmuharririn ve şöyle devam ediyor: “Bir mahalle, müstakil toplum olarak hemen kendi işini kendisi halledebilirdi.”
Doğrusu Burhan Felek’in yeri geldiğinde lafı gediğine tıkamaktan, Cumhuriyet döneminde yapılan yanlışları dobra dobra söylemekten kaçınmayan dürüst bir kalem sahibi olduğunu fark etmekten de çok mutlu oldum. Mesela yukarıdaki cümleden sonra şöyle diyor: “Ya şimdiki insanlar! Üç dört gömlek aşağı aile ismini sayabilir misiniz? İyi mi oldu acaba? İpi kopmuş tespihe döndük…” Geçmiş Zaman Olur ki’de ise şu satırlar yer alıyor: “Harf ve dil devrimlerinden bir müddet sonra en yakın geçmişle bile rabıtalarımızın, bağlarımızın koptuğu bir acı gerçektir. Bu, geçmişin -iyi kötü- bütün adab erkanı, usul ve adatı hakkında hiçbir şey öğrenmememize sebep olan lüzumsuz ve yersiz bir eskiye küsmek, geçmişten iğrenmek gibi acayipliklerimizin bir neticesi olmuştur. Çünkü bazı aydınlarımız devrimi, devirim sayıp gerimizde kalan her şeyi devirmeyi iş edinmiştir.”
Neyse, en iyisi bir gün müstakil bir yazı yazmak Hayal Belde Üsküdar hakkında.
.
Kadın ve demokrasi
Kadın ve demokrasi
Whitehead’in bütün Batı felsefesi tarihinin kendisine düşülen dipnotlardan ibaret olduğunu söylediği Eflatun (Platon), kuracağı devleti tanımlarken, kadınların olsa olsa “bekçi” (guardian) olabileceğini, daha doğrusu olması gerektiğini ifade etmişti. Gerçi bunu o dönemin Atina’sındaki kadının acınası durumuna bakarak bir ilerleme kabul edenler de yok değil; ancak kadının erkekten geri bir statüde kabul edilmesi, hemen bütün Batı felsefesinin 19. yüzyıla gelinceye kadar değişmez tavırlarından biriydi. Dolayısıyla Whitehead’in tespiti bir kere daha doğrulanmak şansına kavuşuyor kadın konusunda da.
Çağdaş kadın kültürel ve siyasal düşünürler arasında hatırı sayılır bir yeri olan Luce Irigaray’ın Yunan “polis”inde, yani siyasi şehrinde kadının dışlanmış, herhangi bir şekilde bu erkek etkinliğine bulaşmasına izin verilmemiş olduğu yönündeki yargısı (belki de ön yargısı!) aslında epeyce ‘beylikleşmiş’ (feministlere göre işte bir erkek-egemen dil oyunu daha!) bir yargıdır. Yine de Yunan sitesinin kadına bakışının altını çizdiği için yararlı sayılabilir ve güncel politik arenaya yaptığı göndermeler dikkate alınırsa bayağı önemlidir de.
Son günlerde Ankara’da bazı kadın derneklerinde bir faaliyet, bir faaliyet ki sormayın gitsin. Meclis başkanından parti başkanlarına kadar çalmadık kapı bırakmayan bu kadın hakları derneklerinin gayesi, Eflatun tarafından kapatıldıkları mağaradan çıkmak, başka bir deyişle, TBMM’ye “daha fazla” kadın milletvekili gönderebilmek.
Bizim basın da oldum bittim bayılır böyle işlere. Hatta bundan 4-5 yıl kadar önce Sabah gazetesinde hayali bir resim basmışlardı. Meğer bütün Meclis kadınlardan teşekkül etseymiş ne kadar renkli bir hayatımız olacakmış! Her kadının değişik saç şekilleri, birbirinden farklı elbiseleri, makyajları nasıl da cıvıl cıvıl bir Meclis manzarası oluştururmuş! Ne kavga, ne gürültü. Herkes müthiş bir uzlaşma ve anlaşma içinde; Türkiye de böyle bir Meclis riyasetinde gül gibi geçinir gidermiş!
Tabii Türkiye’de meselelerimizi iflah olmaz bir sathilik çerçevesinde hastalığımızdan dolayı gerçek sorunların köklerine inemeden hep bir estetize etme ve magazinleştirme eğiliminde boğuluyoruz ister istemez. Siyaset yapmakla bir garden party’de boy göstermek arasında herhangi bir fark görme yeteneğine sahip olmayanlar aslında ülkenin gerçek sorunlarını gizleme ve onları bir “evcilik oyunu” düzeyine indirmekten büyük bir haz duyuyorlar anlaşılan.
Üstelik siyasetin temel sorunlarını bir cinsiyet ayrımına indirgeyerek sulandırmak kimin ne işine yarayacaktır? Belki kavgasız dövüşsüz bir meclisin olması iyi olabilir; ancak bir meclisin tek erdem ölçüsünün kavga etmemeye indirgenmesi de size yeterince tuhaf gelmiyor mu? Hanım hanımcık oturup örgü ören milletvekilleri, hak talepleri ve haksızlıklar konusunda da seslerini çıkarmayacaklarsa, kuzu kuzu oturacaklarsa temsil ettikleri siyasi görüşlerin herhangi bir önemi kalacak mıdır? Üstelik Tayvan, Kore gibi Uzak Doğu parlamentolarında kadın milletvekillerinin saç saça baş başa dalaşıp kavgada hiç de erkekleri aratmadıklarını Tv’lerden ibretle izliyoruz. Demek ki, kavgayı yatıştırmanın yolu, cinslerden birisini yapay bir şekilde meclise sokmak ve orada böylece sükuneti sağlamaktan geçmiyor; aksine, belki de hak taleplerini ve haksızlık konusundaki tepkilerini en güçlü bir şekilde dile getirmeleri; ama bunun yanında herkesin diğerinin kendi düşüncesi içerisinde en uç noktalara gidebilmesine katlanabilmesinden geçiyor.
Burada o meşhur “kota” konusuna gelip dayanıyoruz. Efendim, kadınlar partilerin özel himayeleriyle asgari bir ‘miktarda’ meclise girmeliymiş. Bunun adına “kota” diyorlar. Siyaset dünyanın her yerinde çetin bir meslek ve hemen hemen dünyanın birçok ülkesinde bu kadar çetin ve uzun bir yolculuğa dayanabilen kadın sayısı birkaç elin parmak sayısından fazla değil. Partilerin alt kademelerinden başlayarak tepelere kadar çıkabilmek kadınlar için gerçekten de yıpratıcı bir süreçtir. Bu yıpratıcı süreçte sonuna kadar mücadele eden kadınlar (mesela Thatcher) mutlu sona ulaşabiliyorlarsa da, oralarda da bu noktaya vasıl olamamış kadınların siyasette zannettiğimiz kadar belirleyici olmadığını biliyoruz.
Hal böyleyken, bizde -tabii oralarda da- kadın cinsinin mecliste yeterince temsil edilmemesinin neden bir kadın onuru meselesi yapıldığını anlamakta güçlük çektiğimi itiraf edeyim. Kadınları en iyi hemcinslerinin temsil edeceğini düşünmek, mecliste çıkan her kanunun “bütün erkekleri” memnun ettiğini varsaymaya götürecektir bizi ki, bu da düpedüz siyaseti ne kadar yalınkat bir düzeyde algıladığımızı göstermekten başka bir işe yaramayacaktır.
.
Sünnet düğünleri neden Ağustos’ta yapılır?
Sünnet düğünleri neden Ağustos’ta yapılır?
Niçin haziran veya temmuz ayları değil de ağustos (veya eylül) ayı seçilir sünnet düğünleri için, hiç düşündünüz mü?
Şeyhülmuharririn rahmetli Burhan Felek’in (1889-1982) Hayal Belde Üsküdar adını verdiği nefis çocukluk hatıralarında anlattıklarına bakılırsa bu hala devam eden adetin başlatıcısı Sultan II. Abdülhamid’dir. Malum Abdülhamid, Tanzimat’tan sonra eğitime en fazla önem veren padişahtır ve bu yüzden bazı uzmanlar onun Tanzimat’ın eğitime getirmek istediği ıslahatın gerçek icracısı sayarlar.
Bazılarımız sünnet düğünlerinin çoğunlukla ağustosa denk gelmesini yaz tatiline bağlı zanneder. Halbuki haziran ve temmuz ayları da bu tatile girdiği halde neredeyse okulların açılmasına birkaç hafta kala yapılır bu düğünler. Bunun sebebini Burhan Felek şöyle anlatıyor:
Abdülhamid devrinde herkesin kendi başına sünnet düğünü yapmak imkanı bulunmadığı için toplu sünnet düğünleri yaygınmış. Umumi yerlerde yapılan bu düğünlerde düğün çorbası, düğün eti, pilav ve zerde dağıtılırmış misafirlere. Meğer 19 ağustos tarihinde tahta çıkan Abdülhamid, cülus şenlikleri meyanında o günlerde sünnet olan her çocuğa bir çeyrek altın lira (ihsan- şahane) gönderirmiş. Böylece fakir olsun, zengin olsun yaşı gelmiş hemen bütün çocuklar padişahın bu ihsanından nasiplensin diye ebeveynler düğünleri bu tarihlere denk getirir olmuş ve bu adet bugüne kadar yaşamış.
Sözü o tatlı cümleleriyle şöyle bağlıyor Şeyhülmuharririn: ” Bir cülusta böyle umumi günlerde kesilen çocukların sayısı 15-20 bin olsa bu ihsan Padişaha ahcak 5 bin altına mal olabilirdi. Ama bu onun için büyük bir propaganda, çocuklar için de büyük bir sevinç kaynağı olurdu.”
Biliyorsunuz Abdülhamid’in tahttan indirilmesi sürecini başlatan Meşrutiyet temmuz’da ilan edilmişti. Onun tahttan indirilmesine en çok o yıl sünnet olacak çocuklar üzülmüş olmalı!
Kaynak: Burhan Felek, Hayal Belde Üsküdar, 3. baskı, İstanbul 1988, Felek Yayıncılık, s. 119-123.
Umberto Eco İstanbul’u yazarsa�
Atlas dergisi her yılın başında bir İstanbul özel sayısı yayınlıyor. Titiz ve emek verilmiş fotoğraflar, her zaman aynı tatta olmasa da hoş yazılar, verdiği ilavelerle saklanacak sayılar oluyor bunlar. Ocak 1999 tarihini taşıyan İstanbul ’99 özel sayısı ise diğerlerinden farklı bir tarzda hazırlanmış. Geçtiğimiz yıl özel olarak davet edilen 7 yabancı yazar ve sanatçının gözüyle İstanbul sunuluyor okuyucuya. Ülkemizde en tanınmışları, Gülün Adı romanıyla uluslararası bir şöhretin sahibi olan ama aynı zamanda önemli bir göstergebilim uzmanı olan İtalyan Umberto Eco ve kendisini ‘teorik anarşist’ olarak ilan eden ve modern dünyadaki pek çok kavram ve kurumu bombardımana tutan Fransız Jean Baudrillard.
Hep ileride yazarım diye erteliyorum ve çoğunu bir daha yazmaya fırsat bulamıyorum. Bu defa da affınıza sığınarak yine ileride yazmak üzere bu özel sayıyı kütüphanemin mutena bir köşesine kaldırmadan önce daha geçen hafta yazdığım “mekanların ruhu” konusunda bana destek çıkan Eco’nun bir paragrafıyla sizleri başbaşa bırakıyorum:
“Benim tarih yazarlarımın sözünü ettiği manastırı ararken dar sokakları geride bıraktım ve kendimi -birdenbire- Mimar Sinan’ın yukarıdan aşağıya hakim yapısı önünde buldum. Venediklilerin ve Cenovalıların ikamet ettikleri Haliç kıyısından, karınca gibi insan kaynayan uzun bir çatlağa sızdım ve kendimi ansızın Mısır Çarşısı’nda buldum. Ve her ne kadar rehberler 19. yüzyıl seyyahlarının anlattığı gibi olmadığını yazıyor olsa da, her ne kadar önceleri rengarenk mallarla tepeleme dolu çuvalların bulunduğu alana sonraları ambar ve dükkanlar yapılmış ve plastik eşyalar zafer kazanmış olsa da, gözle görülemeyen ama kokusu alınan bir genius loci (mekanın ruhu) sürüp gidiyordu Mısır Çarşısı’nda. Geçmişe ve Doğuya yapılan güzel kokulu yolculuk, hafifçe baş döndürerek burunda sona eriyordu.”
Son bir not: Her ne kadar yazılarda ortak olarak biraz “ısmarlama” kokusu varsa da, Atlas dergisi İstanbul adına karlı bir iş yapmış. Gelecek yıllarda bu tür sayıların zenginleşerek sürmesini dileyelim.
Newton’un derdi ne, okurun derdi ne?
Gözde bilim tarihçilerimden Stephen Toulmin, 1990’da çıkan Cosmopolis adlı kitabında şunları söylüyormuş (aktaran R. Heilbroner, Gelecek Vizyonları, Çev.: Y. Alogan, İst. 1996, s. 83): Newton ve meslektaşları, bizzat yaptıkları keşiflerin endüstriye uygulanmasıyla değil, daha çok bunların teolojik sonuçlarıyla, kendi okurları ise onların din konusunda değil, siyaset ve toplumsal yapı konusunda ulaştıkları sonuçlarla ilgilenmişlerdir.
Ne derler, “Kasap et derdinde, koyun can derdinde!”
SARMAŞIK
Militan İslam
The European dergisinin 14-20 Aralık 1998 tarihli sayısında bir okuyucu mektubu dikkatimi çekti. Londra’dan gönderilen mektup, özetle, Batı Avrupa’daki Müslüman nüfusun artış hızına dikkat çekiyor ve bu gidişle 2010 yılında Avrupa’daki Müslümanların nüfusunun 15 milyona çıkacağını, bunun da liberal demokratik değerlere bir tehdit oluşturacağını söylüyor. İşte İslam uzlaşmaya razı olacak mıymış?, İslam doğası gereği militan değil miymiş?, Müslümanların güçlenmesi Avrupa’da ırkçı sağın güçlenmesine hizmet ediyormuş falan filan.
Görüldüğü gibi bu mektupta yeni hiçbir şey yok. İyi de böyle hatırı sayılan bir dergide, hem de okuyucu mektupları sütununun en başında böyle bayat bir konuyu ısıtmaya çalışan bir mektuba nasıl yer verilebildiğini anlamak zor. Lafın gelişi zor dedim, aslında zor değil, zira mektubun son cümleleri bu entellektüel(!)derginin ve Avrupa’nın ortak hislerine tercüman olmakta:
.
Kırım Harbi’nde İstanbul ve Florence Nightingale efsanesi
Kırım Harbi’nde İstanbul ve Florence Nightingale efsanesi
İstanbul’un önde gelen hastanelerinden birisine ismi verilmiş olan “hemşireliğin kurucusu” Florence Nightingale’in hep dile getirildiği gibi bir iyilik meleği mi yoksa uyguladığı yanlış tedavi yöntemleriyle birçok İngiliz’i hayatından eden bir şeytan mı olduğu tartışılıyor İngiltere’de.
Kırım Harbi, hem askeri, hem de sosyal tarihimiz açısından ciddi bir kırılma noktası olarak görülmelidir. Üstelik İstanbul’un sosyal ve ahlaki hayatındaki ilk somut ve kitlesel bozulmaların bu dönemde gerçekleştiğini biliyoruz. Binlerce İngiliz ve Fransız askerinin Üsküdar’a ve Boğaz’ın değişik yerlerine kamp kurması, bunların iaşesinin temini, gezip tozmalarının tanzimi gibi pek çok problemle bu savaş yıllarında yüz yüze gelinmiştir İstanbul’da.
Rusya’ya karşı Osmanlı Devleti ile ittifak yapan İngiliz ve Fransızların İstanbul’a gönderdikleri askerlerin özellikle Beyoğlu bölgesindeki eğlence yerlerine akın etmeleri sonucunda bu bölge bugüne kadar eğlence merkezi olagelmiş, sağlık tarihimize, hatta dünya sağlık tarihine damgasını vuran gelişmeler yine bu savaş yıllarında yaşanmıştır. Müttefik ordularının toplandığı Varna’da çıkıp yayılması dolayısıyla Varna humması olarak adlandırılan kolera ve tifo, tifüs gibi diğer bulaşıcı hastalıklar ile kışın getirdiği salgın hastalıklar her üç ordunun askerlerini de ciddi biçimde hırpalamış, bu dönemde İstanbul’daki hastaneler tarihlerinde görülmedik derecede zengin bir tecrübe birikimine de sahne olmuştur.
Emrindeki rahibe ve hemşirelerle birlikte 5 Kasım 1854 tarihinde İstanbul’a gönüllü olarak gelerek Üsküdar’daki Mimar Sinan yapısı Kavak Kasrı’ndan kalan binalar ile Selimiye Kışlası’nın bir bölümünde hasta ve yaralıların bakımını fedakarca yapmasıyla şöhret kazanan Florence Nightingale, buradaki gayretleri nedeniyle Batı’da hemşireliğin kurucusu olarak kabul edilmiştir. İlk olarak Kuleli Kışlası’nın içerisinde bir kuleye yerleşen Nightingale, daha sonra Üsküdar’da bir ahşap ev kiralayarak orayı hemşirelere tahsis eder. Fakat bütün bu gönüllü gayretler, savaş bölgesinden gelen yaralılar ve bastıran kış yüzünden hastaların giderek artması karşısında yetersiz kalacaktır.
Bir efsane mi?
“İnsanlığın koruyucu meleği” olarak adlandırılan Nightingale’in şöhretinin bir “mit” olup olmadığı aradan geçen 144 yıl boyunca sık sık gündeme getirilmişti çeşitli çevreler tarafından. Bu defa konuya el atan The Independent gazetesi, geçenlerde İngiliz hükümetindeki gizli belgelere dayanarak verdiği haberde daha ilginç bir iddia ortaya attı. İddiaya göre Nightingale’in tifo ve dizanteri gibi öldürücü olmayan hastalıklara uyguladığı yanlış teşhis ve tedavi yüzünden 15 bin İngiliz askerini ölüme yollamış. Rakam biraz abartılı olabilir; ancak iddia hiç de temelsiz değil. Bugüne kadar bu iyilik meleği etrafında oluşturulmuş bulunan efsaneyi çökertebilecek bu iddianın benzerleri zamanında da ileri sürülmüş ve İngiliz Parlamentosu bir araştırma komisyonu kurarak konuyu etraflı olarak araştırmıştı.
Ancak parlamentodan ciddi bir sonuç çıkmayacağına kanaat getiren Amerikalı misyoner, aynı zamanda Robert College’in kurucularından olan rahip C. Hemlin, yazdığı raporda, hastanenin o yıllardaki içler acısı durumunu ve asepsi ve antisepsi uygulanarak kolayca tedavi edilebilecek kolera, tifo ve dizanteri gibi hastalıklardan her gün hastanelerde 5060 kişinin öldüğünü ifade ediyor. Hatta cenazeleri teker teker gömme imkanı bulunamadığı için her akşamüzeri 16.00 sularında Haydarpaşa İngiliz Mezarlığı’nın askeri hastane duvarlarına yakın kısımlarında açılan umumi çukurlara ölenler kitle halinde gömülüyor, başlarına ise mezar taşı yerine bir tahta parçası konuluyormuş. Subayların cenazeleri ise biraz daha şanslı olmuş her zaman olduğu gibi; onlar ayrı ayrı defnedilme imkanına erişebilmişler.
İşte bu acı dolu günlerin anısına Florence Nightingale’in Türkiye’ye gelişinin 100. yılı anısına 1954’te dikilen sütunda o günler şöyle hatırlanır: “Bir asır önce bu mezarlık yakınlarındaki çalışmalarıyla pek çok insanın ıstırabını dindiren ve hemşirelik mesleğinin temelini atan Florence Nightingale’in hatırasına. 18541954. Bu plaket Türkiye’deki İngiliz cemaati tarafından Kraliçe II. Elizabeth’in taç giyme yılında onu tebcilen konmuştur.”
Üsküdar’daki İngiliz Mezarlığı, o yılların korkunç yüzünü muhafaza eden sessiz bir işaret taşıdır bugün İstanbul’da. Sakın bu mezarlığın sessiz sakinleri iyilik meleği Florence Nightingale’in kurbanları olmasınlar!
Haluk Y. Şehsüvaroğlu, “Kırım Harbi Esnasında Boğaziçi”, Akşam, 19 Haziran 1946, bu yazı şu kitapta da yer almıştır: Boğaziçi’ne Dair, İstanbul 1986, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Yayınları, s. 3641; Prof. Dr. Bedi N. Şehsuvaroğlu, “Kırım Harbinde İstanbul Hastaneleri”, Hayat Tarih Mecmuası, sayı: 10, Kasım 1965, s. 1926.
.
Militan İslam
Militan İslam
The European dergisinin 14-20 Aralık 1998 tarihli sayısında bir okuyucu mektubu dikkatimi çekti. Londra’dan gönderilen mektup, özetle, Batı Avrupa’daki Müslüman nüfusun artış hızına dikkat çekiyor ve bu gidişle 2010 yılında Avrupa’daki Müslümanların nüfusunun 15 milyona çıkacağını, bunun da liberal demokratik değerlere bir tehdit oluşturacağını söylüyor. İşte İslam uzlaşmaya razı olacak mıymış?, İslam doğası gereği militan değil miymiş?, Müslümanların güçlenmesi Avrupa’da ırkçı sağın güçlenmesine hizmet ediyormuş falan filan.
Görüldüğü gibi bu mektupta yeni hiçbir şey yok. İyi de, böyle hatırı sayılan bir dergide, hem de okuyucu mektupları sütununun en başında böyle bayat bir konuyu ısıtmaya çalışan bir mektuba nasıl yer verilebilir, anlamak zor. Lafın gelişi zor dedim, aslında zor değil, zira mektubun son cümleleri bu entelektüel(!) derginin ve Avrupa’nın ortak hislerine tercüman olmakta:
“Tehlike açık. Daha az açık olan şey, onlardan nasıl kurtulunacağı. Müslümanların Batı Avrupa toplumuna tam entegrasyonu faydalı bir başlangıç olacaktır, bu da Batı Avrupalı değerleri İslami değerler bağlamında açıklayan bir eğitim programıyla takviye edilmelidir.”
Çoğulculuğun dünyadaki şampiyonlarının bırakın bir başka dinden insanın -Osmanlı’nın yaptığı gibi- kendi inancını yaşamasını garantiye almayı, inancını geliştirmesine yardımcı olup saygı duymayı, kendilerinden olmayanların Avrupa’daki varlıklarını dahi tehlike olarak görmeleri, onlardan nasıl bir an önce kurtulunacağı yolunda tedbirler almaya koyulmaları karşısında insanın mantık melekesi, ne yalan söyleyeyim, iflas ediyor. Bosna’yı da, Kosova’daki katliamları da mezbahaya bakar gibi soğukkanlılıkla seyredenlerin gerekçeleri hazır aslında: Onlar bizden değil!
Anlayacağınız, Batı cephesinde değişen bir şey yok!
AÇIKLAMA:
Geçen hafta bu köşede yukarıdaki başlık altında okuduğunuz yazıda garip bir durum olduğunu siz de eminim hissetmişsinizdir. Teknik bir hata sonucu yazımdan herhangi bir mana çıkarmak imkanı bulamayan okuyucularım için metnin tamamını -özür dileyerek- tekrar yayımlıyorum.
Türkiye’de kadın hakları konusunda bilmediklerimiz
Türkiye’de kadınlara seçme ve seçilme hakkının dünyanın birçok ülkesinden önce verildiği doğru mudur? Kadınlara hakları niçin 1923’te değil de, Cumhuriyet’in kuruluşundan tam 12 yıl sonra, 1935’te verilmiştir? Osmanlı döneminden itibaren kadınların hakkını arayan “Türk Kadınlar Birliği” 1935’te devletin baskısıyla neden kapatıldı ve 1980’lere kadar Türkiye’de kadınların örgütlü olarak hak aramaları nasıl önlendi? 1935’te Ankara’da toplanan kadınlar, neden Meclis’e kadar yürüdü ve Atatürk’ten seçme ve seçilme haklarının tanınacağına dair söz almadan dağılmadılar? Cumhuriyet döneminde kurulan ilk siyasi partinin “Kadınlar Halk Fırkası” olduğunu ve onun da kapatıldığını biliyor musunuz? 1917’de yürürlüğe giren Aile Hukuku Kararnamesi’nin İsviçre’den alınan Medeni Hukuk’tan daha “medeni” ve kadınlara verilen haklar açısından daha ileri bir metin olduğunu, hazırlık komisyonunda azınlıkların da yer aldığını ve bu toprakların şartlarına daha uygun bir kanun metnini ihtiva ettiğini de bilmiyorsanız, Dr. Ömer Çaha’nın Vadi Yayıncılık’tan çıkan Sivil Kadın adlı kitabını mutlaka okumalısınız. Yanlış bildiğimiz veya hiç bilmediğimiz birçok önemli konuyu bilimsel bir tutarlılık ve açıklıkla ortaya koyan bu esere ulaşmak için Meşrutiyet Cad. Bayındır II, 60/5 Kızılay/Ankara adresine veya (0312) 435 64 89 nolu telefona başvurmanız yeterli olacaktır.
SARMAŞIK
Bir iftar nasıl zehir edilir?
Geçen cuma günü çocuklara bir sürpriz yapayım dedim. Demez olaydım. Neden mi?
İzninizle anlatayım.
Niyetim, iftar soframızı biraz şenlendirmek ve çocukların da hava almasını temin etmekti. Ben Sultanahmet’teki Dini Yayınlar Fuarı’nı gezer, eş dostla muhabbet ederken, çocuklar da meydanda kurulan orta oyununu seyreder, bu arada iftarımızı da civarda açmak suretiyle eski bir an’aneyi devam ettiririz diye düşünüyordum. Aklıma da bir iki yıl önce gittiğim caminin hemen yakınındaki Türkistan Aşevi geldi. Değişik Orta Asya yemeklerini, bu arada çok sevdiğim Özbek pilavını çocuklara tattırmak ilginç olacaktı.
Hava soğuk olduğu için iftara 45 dakika kala gittik, yemeklerimizi ısmarladık. Fiyatlar epeyce yüksekti; ama mönüyü görünce değeceğini düşündük. Derken içerisi kalabalıklaştı, bu arada iki turist çift de geldi. Sigara içmeye başladılar. Turisttir deyip aldırmadık. Derken ezan okundu, iftarımızı açtık, çorbaları beklemeye başladık. Biraz gecikerek de olsa çorbalar geldi. O da ne? Tadı tuzu olmayan ve bir önceki günden kaldığı her halinden belli olan bir çorba bu ve fiyatı 750 bin lira. İftar vakti bir çorbanın peşinden koşacak değiliz ya, arkadan geleceklerin bunu telafi edeceğini düşündük; ama ne gezer? Yarım saat bekledikten sonra Özbek pilavı diye gele gele avuç içi kadar bildiğimiz pirinç pilavı ve yanında birkaç parça et geldi. Onun fiyatını söylemeyeceğim, yoksa adımız enayiye çıkar. Mönüde ayran gözüküyor, ayran yok, salatanın ben bile daha iyisini yapardım. Bu arada yemeklerin gecikmesini fırsat bilenler sigaraya asılıyorlar ki içerisi külhana dönmüş vaziyette. Havalandırma yok, hava soğuk olduğu için camları da açamıyorlar. Turistler “yabancı değil” diye ihmal edildikleri için isyanları oynuyor. Bu arada mantı var sırada; fakat o da gelmek bilmiyor bir türlü. Saate bakıyorum, 55 dakika olmuş ezan okunalı, biz daha yemeğin yarısındayız. Geldiğimize geleceğimize bin pişman, yanımızda oturan aileyle birlikte kendimizi dışarıya atmak istiyoruz. Hesabı ödeyeceğiz, garson yemediklerimizin de parasını istiyor bizden. Mönü olduğu için indirimliymiş falan filan. İtiraz ediyoruz ve yemeklerin tek tek fiyatını çıkarttırıyoruz. Garson çok iyi hizmet etmiş gibi 1.5 milyona yakın bahşişi ekliyor hesaba, bu arada çaktırmadan 1 milyon lira da fazladan yazıyor. Yine itiraz ediyoruz, tartışa tartışa dışarı zor atıyoruz kendimizi.
‘Bir iftarı nasıl zehir edebiliriz?’ diye soranlara bundan böyle “Türkistan Aşevi’ne gidin” diyeceğim
.
Feminizm eşitlik mi istiyor, ayrıcalık mı?
Feminizm eşitlik mi istiyor, ayrıcalık mı?
1992 Aralık’ında Başkan Bush’un Barbara Franklin adlı bir kadını ‘erkek egemen’ kabinesine Ticaret Bakanı olarak ataması, Amerikan basınını günlerce meşgul etmişti. Amerika tarihinde kabineye giren bu üçüncü kadın bakan, ‘kadınları’ temsil etmekteydi saygın gazetelerden Washington Post’a göre! “O güne kadar kabinenin ‘erkek egemen’ olduğu hiç dikkatimi çekmemişti” diyor Amerikan Yeni Muhafazakarlığının önderlerinden Irving Kristol ve şöyle devam ediyor: “Şimdi dikkatimi çekti de ne oldu? Kabinenin mevcut kompozisyonunun, erkeklerin lehine, kadınların da aleyhine olduğu anlamına mı geliyor bu yoksa? Hepimiz, cinsler arası ilişkinin, gayesi erkeklerin durumunda egemen olma, kadınların durumunda ise “olumlu eylem” vasıtasıyla “eşit temsil” olan bir güç mücadelesine indirgenebildiği radikal feminist görüşü paylaştığımızı mı varsayıyoruz?”
Kristol’un bu cümleleri bana seçimlere yaklaştığımız şu günlerde başta KADER olmak üzere bazı kadın dernekleri tarafından gündeme taşınmaya çalışılan “Kadın milletvekillerimiz niye az?” sorusunun doğurduğu kota meselesini hatırlattı. Nüfusumuzun yarısı kadınlardan oluştuğuna göre kadınların Meclis’te 537 erkek milletvekiline karşılık 13 milletvekiliyle “temsil edilmeleri” kadar hakkaniyete mugayir başka bir örnek bulunabilir miydi? Kadın milletvekillerinin sayısını erkeklerinkiyle eşitleyene, hatta kadın nüfusu yüzde 51 olduğuna göre erkeklerinkini göğüs farkıyla geçinceye kadar mücadeleleri sürecekmiş!
Eğer erkeklerin ve kadınların doğal olarak hemcinslerine oy vereceği gibi safdilce bir varsayım kabul edilirse �ki kadınların genelde kadın adaylara oy vermek istemediği Almanya’da yapılan bir araştırmadan anlaşılmış bulunuyor� bu durumda partilere ne gerek var? 900’lü hatlarda düzenlenecek bir kadın�erkek anketi ile bu mesele kolayından hallolabilir, isteyenler de bundan tatmin olabilirdi. Siyasi eğilimlerin belli siyasi görüşler etrafında örgütlenmesine, siyasi partilerin talepleri seslendirip program geliştirmelerine haksızlıklara karşı bir görüş etrafında birleşmelerine de hacet kalmaz, kolayından bu işleri çözmüş olurduk!
Ne ki siyaset bu tür sulandırmaları kaldırmayacak kadar ciddi bir iştir. Siyasetin alanının iyiden iyiye daraltıldığı bir dönemde, tıpkı çevreciliğin siyasal mücadelelere balta vurmak üzere sahneye salınmasına benzer biçimde “kadın” üzerinden politika yapmaktan daha “renksiz” bir sözde tavır göstermek zordur. Hele hele kadınlara partiler tarafından kota tanınması, cins�i latife yapılabilecek en ağır hakaretlerden biridir. Üstelik de bu, feminizmin, tanınması için o kadar yıl mücadele verdiği eşitliğin dibine kibrit suyu dökecek bir uygulamadır. Bu bana profesyonel bir atletin acemi bir koşucuya, “Sen 50 metre önden koşmaya başla” diye avans vermesini hatırlatıyor. Bu siyasi avansa kadın haklarını endekslemenin feminizmin temel esprisiyle bağdaşmayacağını düşünüyorum.
Aslında bu nokta, feminizmin en büyük ikilemini oluşturuyor. İlk feminist dalga “eşitlik”i vurgularken, topyekun eşitliğin erkeklerin saflarında eşitlenme, Germaine Greer’ın deyişiyle kadının dişi haremağası rolüne mahkumuyetiyle neticeleneceği anlaşılınca “farklılık”ın vurgulanması gündeme geldi; erkekleşen kadınlar hemcinslerinin başında sadece cinsiyeti farklı birer haremağası kesilmeye başlayınca bu defa kadının “annelik” rolü üzerinde durulmaya, başlangıçta reddettikleri kadınlık kategorisinin, kadınsı dilin özgüllüğü keşfedilmeye başlandı. Buysa günümüz feminizminin hem deve, hem kuş taklidi yapmasına yol açıyor ister istemez. ‘Eşitlikse buyur mücadeleye’ denildiğinde ‘Hayır, ben farklıyım’ diyen, kadın ile erkeğin biyolojik yapılarından kaynaklanan farklılık ve eşitsizliklerinden dem vurulmaya başlanınca da eşitlik kartını masaya süren tutarsız ve çaresiz bir konumuna sürüklenmiş durumdadır feministler.
Kadınların Meclis’te daha fazla sayıda temsil edilmeleri gerektiği tartışmasındaki tavır şaşılığı da bunun devamı aslında. ‘Kadınlar biyolojik ve psikolojik olarak farklıdır, siyaset onlara göre değil’ diyenlere karşı küplere binip eşitlik nutukları atanlar, ‘Öyleyse, buyrun eşit mücadeleye’ denilince bu defa ataerkil toplumun ürünü olduğunu söyledikleri toplumsal eşitsizlikleri siyaset alanında savunmaya soyunuyorlar ki şaşmamak elde değil. Toplumsal planda kadının kadınlığının biyolojik olarak belirlenmiş ve farklı olduğunu kabul etmiyor, buna karşılık siyasi mücadelede kendilerine ayrıcalık tanınmasını talep ediyorlar. Ya biyolojik farklılığı kabul edip ona göre “kadınsı” bir politik söylem geliştirmeleri gerekiyor ya da eşitliği esas kabul edip toplumsal ve siyasal alanda kendi elleriyle eşit olmayan bir muameleye razı olmamaları.
Feminizmin kaderi bu ikilemin boynuzlarına takılmış görünüyor
.
Ramazan medeniyeti
Ramazan medeniyeti
Şu günlerde 100, doğum yıldönümünü kutlamaya hazırlandığımız rahmetli Süheyl Ünver hoca, malumunuz olduğu üzere çok velud ve mütebahhir bir zattı. İnanılmayacak kadar çeşitli konularda yazdığı iki bine yakın yazı içinden Ramazan’la ilgili olanları ufak bir kitapta bir araya getirildi.(*) Hepsi ayrı ayrı önemli; ancak özellikle kitabın son yazısı olan “Ramazan Medeniyeti”, üzerinde önemle durulmaya layık, defalarca okunup ders alınacak hikmetlerle dolu.
Tek kanallı TRT’ye mahkum olduğumuz yıllarda Ramazan geceleri eğlenceyle, eğlence de kantocular, orta oyuncuları, Direklerarası’ndaki tiyatro kumpanyalarından sahneleri özdeşleştirilmiş gibiydi. Ramazan’da eğlence denilince Kantocu Peruz, Eftelya, İncili Çavuş fıkraları gelirdi akla. Oysa bu, son derece yanıltıcı ve tek yanlı bir Ramazan anlaışıydı ve nevzuhurdu. Başka bir deyişle, ağırlıklı olarak 1890’lardan başlayıp 1920’lere kadar devam etmiş kırma bir eğlence hayatıydı ve bırakın Anadolu’yu, İstanbul’da da çok dar bir zümreye hitap etmekteydi. Buna mukabil, İstanbul’da asıl büyük ve şimdi olduğu gibi sessiz kalabalıkların Ramazan günlerini ve gecelerini nasıl iya ettiklerini ise Süheyl Ünver hocanın ağzından dinleyelim:
“… Ramazan ayında mahya, temizlik, rabıtalık, ahlak tasfiyesi, günah ve zararlı şeylerden çekinme, yerinde eğlenebilme, dinlenebilme, cömertlik ve herkesi düşünmek terbiyesini bir araya getirerek, bir Ramazan medeniyeti vücuda getirmiş ve bunu İstanbul’da teksif etmişiz.
… Ramazan, her sınıftan halkın benimsediği bir mevzu olmuş ve herkeste çocukluğundan beri gelen devamlı ve azalmayan intibalarla daha Ramazan biterken, ‘gelecek sene Ramazan’ına on bir ay kaldı’, diye bir sevinçle, gelecek seneninkine mahsus tasarılarıyla hoş bir sene daha geçirmiler ve ömürlerini, geçirecekleri hoş Ramazanlara bağlamışlardır. Ölmek isteyenler bile, “Şu Ramazan’ı da göreyim de öyle..” diyerek hayatında bir defa daha idrak etmekle noksansız ahirete göçmeyi düşünmüşlerdir.
Ramazan bir ay, bazen 29, bazen 30 gün sürer. 29 gün Ramazanlarında, “bizim bir günümüzü çaldılar” diye alakalarıyla reszenişlerde bulunurlar. 30 gün oruç tutanlar bayramın birinci günü oruç tutmadığından bir şey yemeğe utanır ve bir nevi gündüz yemenin acemiliği ve mahçupluğu içindedir. Adeta giden Ramazan’dan sıkılır (‘utanır’ anlamında-MA). Ramazan gidiyor, acaba bir daha seneye çıkacak mıyım? diye ağlayanları bilirim ben.
… Adeta Ramazan yalnız bir oruç ayı değildir. Sanki Peygamberimiz şehirlerimize gelir, hepimizin saadet ve fakirhanelerimize ruhen misafir olur. Asıl bayram, Ramazan bittikten sonra değil, bizzat Ramazan’da olur. Öyle ki bu bayram, senede bir ay gelir ama onun gelmesi tam on bir bayram sevinci içinde geçer. Her hakiki Müslüman’ın gönlünde Allah korkusu kadar Ramazan sevgisi de yer etmiştir. Bayram değil, Ramazan düğün ayıdır. O düğüne herkes müştaktır. “Ramazan’a çok şükür on ay kaldı”, diye bir ay daha yaklaşmanın sevinciyle gözleri yaşaranları bilirim.
… Kadir günü Müslümanların çok müteessir bir günüdür. Allah kabul etsin, diye bütün dualar o gün sona erer. Yani Ramazan bi’l-kuvve kadir’de sona erer. Sonunda bi’l-fiil biter. Camilerde “elveda” avazelerinden ağlamadık can kalmaz. Artık o ismi var, cismi yok bir Ramazan, ömürler oldukça gelecek, tıpkı bir kuyruklu yıldız gibi seyredecektir. Fakat kuyruğunu götürmez, bırakır. Ondan Türkler bir Ramazan medeniyeti kurmuşlardır…”
Süheyl Hoca’nın söylediklerine ilavede bulunmaya gerek var mı? Yine de doğru anlayıp anlamadığımı kontrol etmeniz için şunları söylememe izin verin: Ramazanlar Müslüman hayatının etrafında döndüğü eksendir. Hemen bütün bir manevi hayat, onun etrafında şekillenmekte, bir yıl içerisinde tabiatıyla kaybettiği irtifaya yine onun sayesinde yükselmektedir. “Hay Allah, yine Ramazan geldi” denilen bir zamanla Ramazan Bayramı ile birlikte bir dahaki sennin Ramazan’ının özlenmeye, beklenmeye başlandığı bir zamanı karşılatırmak her bakımdan faydalı olacaktır diye düşünüyorum; tabii, kaybettiklerimizi hatırlatması kaydıyla.
(*) Süheyl Ünver, Bir Ramazan, Binbir İstanbul, Haz: İsmail Kara, Kitabevi Yayınları, 1997.
Güzel Ramazanlar neden hep geçmiştedir?
Size de öyle geliyordur muhakkak: Çocukluğumuzdaki Ramazanların tadını, güzelliklerini, lezzetini kolay kolay unutamayız. Ne kadar büyürsek büyüyelim, o günler bir kurtuluş adası gibi fışkırıverir hafızamızın labirentlerinden. Ve bizi kucağına alıp bir beşikteymişcesine tatlı rüyalara sallamaya başladı.
Toplumsal hafızada da bu böyledir. Ramazan denilince bugünkü değil, geçmişteki Osmanlı dönemindekiler hatırlanır hep. “Ah, nerde o eski Ramazanlar!” hayıflanmasını işitiriz sık sık.
Oysa bugün de Ramazanlar yaşanıyor ve bugünün de kendi içinde güzellikleri var. Bu yıl ilk defa oruç tutan çocuklar da ileride ilk sahura kalkışlarındaki mahmur lezzeti, ilk iftarlarının sabırsızlıklarını, teravihlerdeki kıkırdamalarını unutamayacaklardır. Yaz Ramazanları, geldiğinde kar yağarken oruç tuttukları günlere hasretle dönecek ve buz gibi karpuzlarla oruçlarını açtıklarında damaklarında portakal ve mandalina kokan iftar sofralarının buhurunu hissedecekler ve bu böylece nesiller boyu sürüp gidecektir.
Bugün belki paşa konaklarında kurulan ve canı isteyenin girdiği kuş sütü eksik sofralar yok; ama şehirlrimizde belediye ve vakıfların kurdukları iftar çadırlarından 5 yıldızlı otellerdeki iftar menülerine kadar alabildiğine çeşitli sofralar kuruluyor Ramazanlarda. Teravihlerde yine camiler doluyor, oruca saygıda geçmiş yıllara nazaran büyük bir artış var, mukabeleler, türbeleri ve camileri ziyaretler eskisine göre fevkalade artmış durumda.
O halde bugün bizi sürekli olarak eski Ramazanların tadından yoksun olduğumuz hissine sevk eden nedir? Hafızamızın çocukluğumuzla elele vererek bize oynadığı bir oyun mudur dersiniz?
.XXXXX
.
2000’li yıllar histerisi
2000’li yıllar histerisi
Uluslararası çapta saygın bir bilim adamı olan Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarı Prof. Dr. Orhan Güvenen, Aralık 1997 tarihinde yayımlanan Capital dergisine verdiği mülakatta 2007 yılı için Türkiye’nin hedef ve beklentilerini ortaya koyuyordu. Özellikle ekonomik tahminlerde yanılma payını ciddi bir şekilde hesaba katmaya özen gösteren Güvenen, sözlerinin bir yerinde Türkiye’nin 1998 Gayri Safi Milli Hasılası’nın (GSMH) 204 milyar dolar çıkacağını belirtiyor; ancak bütün bu planları alt üst ederek ufak (!) bir faktöre değinmeden de geçemiyordu. Neredeyse kayıtlı GSMH’ya yakın bir paranın döndüğü bir ikinci piyasanın, kayıt dışı dev bir ikinci ekonominin varlığıydı söz konusu olan. 150 milyar dolar civarında GSMH’ya sahip olan bu alternatif piyasa (kayda alınmış ekonominin GSMH’sı da 200 milyar dolar civarındadır topu topu), kayıt dışı ekonomi olarak adlandırılan paralel bir piyasadır ve enflasyondan mafyaya kadar pek çok alanda inanılmaz bir sermaye, dolayısıyla da iktidar hareketine sebep olmaktadır. Düşünün: Bir ülke ki, bir yılda üretip tükettiği mal ve hizmetlerin toplamına yakın bir ikinci piyasayla birlikte yaşamaya alışmış, belki de zaman zaman bu piyasanın hareketliliği sayesinde nefes alabilmiş olsun. Böyle bir ülkede, açıktır ki, değil 2007 yılı için, 6 ay veya 1 yıl sonrası için bile tahminde bulunmak gülünç neticelere varabilir. Nitekim 1960’larda yayınlanan Hayat Tarih Mecmuası’nda ciddi ciddi 2000 yılında İstanbul’un nüfusunun 4 milyona ulaşacağı “tahmin ediliyordu”!
Buradan yola çıkarak şu soruları yöneltebiliriz: 2000’li yıllarda Türk halkının dünyaya katkısı hangi nispette olacaktır? Kültürden ekonomiye, bilim ve teknolojiye kadar pek çok sahada ortaya çıkmış bulunan Kuzey-Güneş kutuplaşmasının neresinde yer almayı hedeflemekte ve bu hedefe ulaşabilmek için hangi ayağı yere basan stratejileri gelişmektedir? İnsan hakları ve demokratikleşmede hangi noktalara varmak istemektedir? Şehirlerini planlayabilmekte ve vatandaşlarına insanca bir hayat yaşama imkanını sunabilmekte midir? PKK ve Kürt sorununu Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurulmasını arzulayan Amerika’nın desteğiyle çözmekte kararlı mıdır? Her şeyden önce DPT müsteşarının söylediklerini bir milli politika olarak benimseyip uygulamaya gerçekten niyeti var mıdır Türkiye Cumhuriyeti’nin?
* * *
Milattan sonraki ilk bin yılın sonunda, 999 yılında Avrupa’daki dağlar, zirvelerine tırmanan Hıristiyanlarla dolmuştu. Kıyametin kopacağını düşündükleri 1000 yılında en güvenli yerler olarak gördükleri dağlara tırmanarak kurtulacaklarını zannetmişlerdi onlar. Bugün de Batı’da Fransız düşünürü Jean Baudrillard’ın deyişiyle bir ‘Millenium Histerisi’ yaşanmaktadır. Paris’te, Georg Pompidou Merkezi’nin bulunduğu Beaubourg’daki sayısal saat yüzyılın sonunun en mükemmel sembolüdür Baudrillard’a göre. Zira bu saat, bildiğimiz saatlerden farklı olarak kronometre gibi geriye doğru çalışmaktadır (5, 4, 3, 2, 1, 0); tıpkı bir saatli bomba gibi! Saat sıfıra gelince patlayacak ve hem yüzyılımızı, hem de bin yılımızı imha edecekmiş gibi bir izlenim uyandırmaktadır insanlarda.
Zamanı tersine çevirmeye yönelik bir tür büyüsel beklenti, tıpkı bin yıl önce vuku bulmuş bir millenium paniği sezilmektedir burada. Nefesimizi tutmuş, adeta tarihin duracağı ve onun ötesine geçileceği bir anı bekler gibiyiz, demektedir filozofumuz. Bu beklenti, adeta bütün bir yüzyılı yutan bir girdap oluşturmakta ve pompalanan iyimserlik havasıyla meselenin siyasal hegemonya ve çıkar hesapları gözden kaybedilmektedir. AIDS’in aşısı bulunacak, teknoloji bizlere çok daha konforlu bir hayatın şartlarını temin edecek, uzaya ve deniz diplerine yerleşecek ve insanlığın bugüne kadar sıkıntı çekegeldiği yığınla sorundan sihirli bir değnek dokunmuşçasına “arınacağız”. Tıpkı bir kuyruklu yıldızı ya da göktaşının dünyamıza değmesini bekler gibiyiz, demektedir Fransız filozofu.
Oysa sormamız gerekmez mi Baudrillard gibi: En temel ve insani problemlerimizi çözmeyi başaramamışken içinde bulunduğumuz yüzyıl nasıl olup da aşılacaktır? Açlık, trafik kazaları, cinsellik, çevre gibi sorunlar çözülmemiş olarak önümüzde dururken, dünyada ciddi bir ekonomik ve siyasal iktidar savaşı (münhasıran Batı’dan diğerlerine karşı açılmış bir savaştır bu) yaşanırken, hem de 21. yüzyıl öyle mi? Her şey bir takvim yaprağının daha düşmesiyle mucizevi bir şekilde değişecek midir?
19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın ilk yıllarında fin de siècle (yüzyıl sonu) ruhundan söz edilir. Dönemin yazarları (mesela filozof-sosyolog Georg Simmel) yaygın ilerleme telakkisinin tersine, bir yozlaşma ve çöküş görürler kültür ve toplumda. Mesela Fransız sendikacı Georges Sorel, ilerleme fikrinin, “yaşanan dönemde uğranılan fiili çöküşün üstünü örtmek için tasarlanan bir burjuva dogması” olduğunu iddia ettiği İlerlemenin Yanılsamaları (Les Illusions du progrès) adlı bir kitap neşretmiştir 1908’de. Schopenhauer da karamsarlardandı; hatta Freud!
Bugünse yaygın bir iyimserlik havası hakim. Her şeyin iyiye gideceği ve gitmesi gerektiği “dogması” karşısında Simmel veya Sorel gibi güçlü isimler de nadir çıkıyor günümüzde. Baudrillard veya Feyerabend gibilerinin sesleri ise ilerleme ve iyimserlik korosunun sesini iyiden iyiye yükseltmesi karşısında yeterince duyulamıyor. Kötümserler, idea ile irade arasındaki uçurumun kapatılamayacak şekilde açıldığını, insan iradesinin dünyanın gidişatını etkilemesinin yollarının tıkandığını düşünüyor ve hayatın akıl-dışı (irrasyonel) motivlerle yönlendirildiğini ileri sürüyorlardı. İnsanların idare etmediği fakat onları idare eden bu büyük güçler, ideoloji sayesinde binlerce örtü altında saklanabilmekte ve bizlere sanki her şey yolunda gidiyormuş izlenimi verilmektedir. Kimisi, bu ideolojik örtü arkasında yatan asıl gücü tanımak, böylece bilgi ile özgürleşmek paramparça ederek deşifre olmasında aramışlardır çıkış yolunu. Kimileri de (bunlar arasında Simmel de vardır) soğukkanlı bir şekilde modernliğin düğümlerini çöze çöze ilerlemenin uygun olacağı kanaatini taşıyorlardı. Bu düğüm çözme işlemi tamamlandığında, sistem olduğu gibi kendi içinde parçalara ayrışmış olacak ve sığındığı örtüden sıyrılmış olacaktır.
Gerçi 19. yüzyıl 19. yüzyıldır, 20. yüzyıl da 20. yüzyıl. Ancak temel tavırlar değişmemiş görünüyor. Bir başka fin de siècle’da (yüzyıl sonunda) egemen olan ‘Millenium Histerisi’nin dışında kalmaya çaba gösteren ve asıl bizi sıkıntıya sokan faktörün, bilgisayarların muhtemel tarihlendirme hataları olmayıp 20. yüzyılda çözmemiz gereken bazı temel sorunları bir sonraki yüz (veya bin) yıla devretmemizden kaynaklandığını haykıracak cesur yüreklere ihtiyacımız her zamankinden fazla gibi geliyor bana bugünlerde
.
2000 yılında kıyamet kopacak!?
2000 yılında kıyamet kopacak!?
Bu yazı yayımlandığında 2000 yılına 343 gün kalmış olacak; başka bir hesapla sekiz bin kusur saat. “Ee, ne olmuş yani?” dediğinizi duyar gibi oluyorum. “Üstelik sen değil misin geçtiğimiz salı günü 2000 yılı beklentilerini histeri nöbetine benzeten?” Doğru; doğru ya, bugün seslendireceklerim benim görüşlerim değil. Batı dünyasında ciddi bir korku haline gelen Millenium Paniği’ne kapılanların görüşleri.
Time’ın 18 Ocak 1999 tarihli sayısı, Batı’da bu çok konuşulan konuya kapakta yer vermiş: “The End of the World!?!” (Dünyanın Sonu!?!) Kapak resminde elinde bir haç tutan, beyaz elbiseli, uzun saçlı bir adam arkası dönük vaziyette duruyor; arkasında da “Dünyanın Sonu” yazıyor, besbelli Hz. İsa bu. Ne oluyoruz? demeye kalmadan derginin sayfalarına dalınca anlıyoruz ki, yüzyıl başında “Tanrı öldü” çığlıklarını atan sözüm ona ‘ilerici’ Batılılar, tıpkı bin yıl önce kıyametin kopacağından ödleri kopan ve dağlara tırmanan Hıristiyanlar gibi akıl almaz bir panik içerisindeler.
Y2K şeklinde formüle ettikleri varoluşsal kaygı var bir de: 2000 yılında dünyadaki bilgisayarların çoğu ile mikroçip devrelerinin iflas edeceğini, böylece marketlerdeki kasalardan kıtalar arası balistik füzelere kadar yığınla aletin yeni bin yıl başlar başlamaz battal hale geleceğinden dehşete düşmüşler. Yalnız korkmuyor, bu hayati meselenin çözümü için ciddi kaynaklar ayırıyor, özel olarak kurulmuş ekipler harıl harıl çalışıyormuş.
Ben bu kaygının altında, Batı’nın 2 asırdır dünya üzerinde kurmak için savaş verdiği hegemonya ve tahakküm zincirlerini elinden kaçırma korkusunun yattığını düşünüyorum. Faraza kıtalar arası balistik füzelerin programları böyle bir bilgisayar kusuru yüzünden bozulsa, dünya üzerindeki kontrollerini azaltacağından endişe ediyorlar.
Konunun bir başka veçhesi ise Millenium Paniği. Akılcı olduklarıyla bu kadar övünen Amerikalılar 2000 yılını yine dağlarda, kendilerine göre, güvenli bölgelerde geçirmek için şimdiden planlar yapıyor, hatta evlerine kahve, şarjlı lamba, odun, pirinç, tuz gibi maddeleri stok yapıyorlarmış. (Böyle bir ailenin fotoğrafı da yer alıyor dergide.) Arkansaslı hidrolik uzmanı Bryan Elder daha büyük bir panik içinde. “Kazara kurtulan bile olmayacak.” diyor ve cehennemin 1 Ocak 2000’de ışıklar sönünce başlayacağını ekliyor. Şimdiden sığınacak bir mağara aramaya başlamış bile kendisine. Dallaslı Karen Anderson, bizdeki tabirle “modern” giyimli hoş bir bayan. Fakat düşünceleri epeyce “geri”! Kıyametin kopacağı mahut günde evinde oturup medeniyetin tükeneceği saati bekleyecekmiş. Kıyametten sonraki yabani hayatta -tabii sağ kalabilirse- ayakta kalma mücadelesi vermeyi planlıyor şimdiden.
Velhasıl, bizim ciddiye almadığımız büyük bir panik yaşanıyor Hıristiyan aleminde şu günlerde. Bunu Batı akılcılığının bütün çabalarının boşa çıkması olarak yorumlayanlar olduğu gibi, dinin dönüşü şeklinde tefsir edenler de, yeryüzünde Batı hegemonyasının zayıflamasının dönüm noktası diye benim gibi tevil edenler de var. Zannediyorum, bunlar üzerinde yıl boyunca çok konuşulacak. Ancak bizi ilgilendiren iki soru takılıyor kafamıza:
Devletlularımız, irtica ile savaşa kafa yordukları kadarını beklemiyoruz; ama hiç değilse dünya platformunda en önemli güç kaynaklarından biri olan bilgisayarların iflas edebileceğine ilişkin bir teşehhüd miktarı olsun düşündüler mi acaba? Ben de kalkmış nelerden söz ediyorum. Can düşmanımız ilan edilen bölücübaşının İtalya’dan elini kolunu sallaya sallaya “bilinmeyen bir yere gitmesi” (tam da içinde bulunduğumuz acıklı bilgi düzeyini resmeden enfes bir ifade) karşısında günlerdir çaresizlik içinde kıvranan bir devletin 2000’li yıllara dair dünya çapında hangi iddiası olabilir veya bu iddia ne kadar ciddiye alınabilir?
Varın siz karar verin.
KÜLTÜR BAHÇEMİZDEN
Refik Halid’in dilinden Ramazan hazırlıkları
Berat Kandili geçince evde Ramazan hazırlığına başlanırdı; iki hafta süren bu hazırlık esnasında evler, baştan ayağa yıkanır, günlerce tahta gıcırtıları, İstanbul şehrine, sokaklarından kağnılar geçen bir Anadolu kasabası ahengi verirdi.
Ramazan’dan bir iki hafta evvel babam, bir sabah “evrad”ını okuduktan ve namazını kılıp zikrini bitirdikten, “Sabah-ı şerifler hayrola, hayırlar fethola, şerler defola!” diye duasını da tamamladıktan sonra -başında keten takke, sırtında nafe kürk, burnunda altın gözlük- köşesine hususi bir ehemmiyetle oturur, evin erkanını nezdine çağırırdı. Önünde hokka, kalem ve elinde bir defter hazır… İçtimadan maksat, Ramazan erzakını tespit etmek, yani listesini yapıp Asmaaltı tüccarlarından yağcı İbrahim Bey’e göndermek…
Refik Halid, Üç Nesil, Üç Hayat, Semih Lütfi Kitabevi, ts., s. 129-130
SARMAŞIK
Utanç Duvarı’na koruma!
Newsweek’in geçen sayılarından birinde ilginç bir haber göze çarpıyordu. 1989 yılında iki Almanya’nın birleşmesiyle sonuçlanan süreçte yıkılan ve parçaları bir süre eski Doğu Alman generallerinin apolet, madalya ve şapkalarıyla birlikte işportalara düşen Berlin’deki ünlü Utanç Duvarı’nın çok küçük bir kısmının korunmuş olmasına hayıflanıyormuş tarihsever Almanlar. Keşke o, 40 yıldan fazla süren ve yüzlerce insanın kendi askerleri tarafından katledildiği dehşet günlerinin vahametini gelecek nesillere de hatırlatmaya yetecek uzunlukta, adamakıllı bir duvar parçası kalabilseydi ayakta, diyesiymişler.
Biz gözümüzün önündeki tarihi mirasımızı zücaciye dükkanına dalan bir fil gibi durmaksızın tahrip ederken, hatta bu topraklarda yaşadığımızın izlerini neredeyse kendi ellerimizle kazırken, elin Alman’ı adı üstünde Utanç Duvarı’nı koruma altına almayı düşünüyor. Modern olmanın bizde olduğu gibi tarihinden kopmak olmayıp aksine onu bilinçli olarak sahiplenerek yeniden üretmek olduğunu bilen Almanların bu “tarih bilinci”ne gıpta etmekten başka bir şey gelmiyor insanın elinden.
Feminizmin eşitlik manevrası
Feminizmin eşitlik manevrası
Radikal’deki köşesinde Sayın Türker Alkan, “Feminizm eşitlik mi istiyor, ayrıcalık mı?” başlıklı yazıma değiniyor ve kadınlara seçimlerde ayrıcalık tanımanın biz erkeklerin boynunun borcu olduğunu, hatta bugünkü az kadınlı parlamento manzarası karşısında utanmamız gerektiğini ileri sürüyor.
Şekli bir noktadan başlamak istiyorum. Türkiye’de şekil meseleleri ciddiye alınmadığı için kimin ne dediği kolayca gürültüye getiriliyor ve çoğu zaman da kimse kimseyi anlamak niyetinde olmadığını bir tür şekli oyunlarla itiraf etmiş oluyor. Sayın Alkan yazısına benden aldığı bir paragrafla başlıyor, ne var ki sözlerimi doğru aktarmıyor. Benim cümlelerim şunlar:
[Feministler] “Toplumsal planda kadının kadınlığının biyolojik olarak belirlenmiş ve farklı olduğunu kabul etmiyor, buna karşılık siyasi mücadelede kendilerine ayrıcalık tanınmasını talep ediyorlar. Ya biyolojik farklılığı kabul edip ona göre “kadınsı” bir politik söylem geliştirmeleri gerekiyor ya da eşitliği esas kabul edip toplumsal ve siyasal alanda kendi elleriyle eşit olmayan bir muameleye razı olmamaları. Feminizmin kaderi bu ikilemin boynuzlarına takılmış görünüyor.”
Belki inanmayacaksınız ama Sayın Alkan, bu üç cümleyi tam üç hata ile ‘aktarıyor’! Ben “politik söylem geliştirmeleri” diyorum. Alkan’ın yazısında “politik söylem gerçekleştirmeleri” oluyor. Hadi buna tashih hatası diyelim; ama ardından iki kelimeyi (“ve siyasal”) metnimden çıkartıyor. Bununla da yetinmiyor, meselenin can damarını teşkil eden olumsuz bir cümlemi olumluya çevirerek düşüncelerimin tam tersi bir istikamet kazanmasına yol açıyor (“razı olmamaları” yerine “razı olmaları” diyor). Dolayısıyla en basit bir bilimsel formasyon meselesi olan bir metni aslına sadık kalarak aktarma kuralı ‘Profesör’ Alkan tarafından ciddi biçimde ihlal ediliyor.
Hal böyle olunca, bırakın Radikal okuyucularını, sayın yazar tarafından söylediklerimin ne kadarının anlaşıldığından kuşkulanmaya başlıyorum. Nitekim ‘ne demek istediğimi’ kendince özetlediği satırlar kuşkularımı doğruluyor. Yukarıdaki sözlerimden şunları ‘anlamış’ Sayın Alkan: “Ey kadınlar, siz farklısınız, o nedenle eşit değilsiniz, boşuna erkeklerin oyununu oynamaya kalkmayın. Siyaset oyununa ille de girecekseniz, erkeklerin belirlediği kurallar ve koşullar çerçevesinde girin.”
Sayın yazarın söylediklerimi özetlemesine, gerçekteyse tamamen görmek istediği kılığa sokmasına gerek yoktu. Çünkü öyle söylemek isteseydim, herhalde söyleyebilirdim; ne ki muradım o değildi. Ben kadınlara, eşit olmadıkları için ellerinin hamuruyla bir “erkek oyunu” olan siyasete girmeye kalkışmamalarını değil, tersine, siyasete gireceklerse ve kendileriyle tutarlı olmak istiyorlarsa “eşitlik” veya “farklılık” yollarından birisini seçmeleri gerektiğini söylüyorum: Ya kadınlara karşı her türlü erkek ayrımcılığını dışlamak, böylece her alanda erkeklerin lütuf buyurdukları haklarla yetinmeyi kökten reddetmek ya da kadınların farklı olduklarını savunmak, böylece farklılık üzerinden bir siyaset takip etmek.
Şahsen bu görüşte değilim; ancak bir toplumda eşitliğe inanmayan insanlar da var olabilir ve onlar da görüşlerini kısıtlama olmaksızın dile getirebilmelidirler. Kadın erkek eşitliğini savunmak gibi bir mecburiyetimiz olmadığına göre (var mı yoksa?), bazı insanların eşitlik konusunda farklı siyasal tavırlara sahip olması niye garip karşılanıyor? Üstelik özgürleştirici olduğunu iddia eden feminizmin bazı kavramları tekeline alarak tabu haline getirdiğini birilerinin sorgulaması niye “utanç vesilesi” olsun ki?
Eşitlik, zannedildiği gibi türdeş bir siyasal tavır olmayıp tesis yolları konusunda da bir görüş birliği oluşmuş değildir. Dolayısıyla burada “Nasıl bir eşitlik?”, “Neyin eşitliği?”, “Kimin için eşitlik?” gibi neredeyse bütün modern siyasal düşünce tarihini boydan boya kat eden temel sorulara inmek mecburiyeti doğuyor.
İşte feminist hareketin haksızlık etmemek için bu hareket içinde tartıştığımız konuda benim gibi düşünenler de olduğunu ekleyelim bulanıklaştırdığı nokta tam burası: Basit eşitliği (herkese eşitlik) ister gibi bir tavırla yola çıkıyor; fakat belli etmeden karmaşık eşitliğe (kendi hemcinsleri için eşitlik talebine) sıçrayıveriyor; hatta hızını alamayıp “kota” gibi ayrıcalık ve eşitsizliği mucip muameleleri talep etmeye başlıyor. Bu ustaca manevranın benim için anlaşılabilir bir tarafı varsa da, siyasal açıdan tutarlı olmadığını söylemek ne zamandan beri kadınların erkeklere eşit olmadığını ve olamayacağını savunmak anlamına geliyor, Sayın Alkan, merak ediyorum.
Biliyorum beni yine yanlış anlayacaklar çıkacak; ama bu güncel konuya devam edeceğim
.
‘İflas Eden Tanrıça’
‘İflas Eden Tanrıça’
‘Kadın araştırmaları’, kadınların genelde insanlığın şaheserlerini okumaktan çok kadınlarca yazılmış alelade ya da marjinal kitapları okumalarına yol açmaktadır… Bu, ölü bir gayedir, en basitinden kadınları insan ırkının ana düşünüş damarından koparma tehlikesini içerir. Bu tür kültler aynı zamanda gençlerin zamanlarını boşa harcamalarına neden olabilir; gençler insanlığın kültürüne ait zor ve önemli konuları araştırmak yerine feminizm hakkında en son çıkmış kitapları okumaya yönelebilirler.”
Böyle cevap veriyor ünlü İngiliz kadın romancı-filozof Iris Murdoch kendisinden görüşünü soran Christina Hoff Sommers’a (Haz.: David Brooks, Backward and Upward, Vintage Books, 1996, s. 45-46). Her halde bir süredir tartıştığımız feminizmin temel yanılgısını Murdoch’tan daha veciz bir şekilde özetleyemezdim. İnsanlığın (tabii bu arada politikanın da) ana meselelerini göz göre göre ıskalamanın, giderek savsaklayıp sulandırmanın bir tür stratejisi haline gelmiş bulunuyor bugün feminizm. Zaten 1960’lar ve 70’lerdeki altın çağı bitip temel meselelerin hala önümüzde durduğunun anlaşıldığı günümüzde Avrupalı ve Amerikalı entelektüeller -ki içlerinde I. Murdoch, C. Pagglia ve kısmen G. Greer gibi kadınlar da bulunmaktadır- feminizmin ciddi bir muhasebesini yapmaya, ne getirip ne götürdüğünü ve belki inanmayacaksınız; ama bir “şaka” olup olmadığını tartışmaya açmış bulunmaktadırlar. (Bizde ise seslerini en ciddi tonlara bürüyüp “Meclis’e kadınlar dolsa, görün bakın neler olacak? Türkiye’nin çehresi bir anda değişecek!” sığlığını aşamayan bir söylem hakim.)
Amerika’da çıkan National Review adlı dergi, 18 Kasım 1991 tarihli nüshasını feminizmin tükenişine ayırmış ve kapağa yazımın başlığı olarak aldığım The Goddess that Failed ibaresini koymuştu. Dergide iki önemli makale dikkatimi çekmişti. Birincisi, ataerkilliğin savunmasını yaptığı The Inevitability of Patriarchy’nin yazarı Steven Goldberg’in “Feminizm Bilime Karşı” başlıklı yazısı, diğeri ise aşağıya görüşlerinden bir kısmını alacağım ünlü siyaset felsefesi hocası Kenneth Minogue’un “İflas Eden Tanrıça” adını koyduğu eleştirel yazısı.
Minogue yazısına feministlerin yüz yüze gelmelerinin mukadder olduğu en ciddi problemin, erkeklerle eşit mi, yoksa farklı mı olduklarına karar verememek olduğuna işaret ediyor. Kadınlar, erkeklerden ayırt edilemeyecek kadar ona her bakımdan yakın, eşit, hatta ‘aynı’ olarak tanımlandığında bu defa erkeklerin standartları çıta olarak kadınların önüne konulmuş oluyor, ‘bu oyunda’ kadınlar her alanda erkeklerle boy ölçüşemediklerini kısa bir sürede fark ediyor, bu defa da ‘kadınlara özel’ muamelelerin gerektiğini iddia ediyorlar; bu ise tam da baştan kaçmaya çalıştıkları farklılığın ve özcülüğün bu sefer gönüllü olarak kendi elleriyle benimsenmesi anlamına geliyor.
Feminizmi “modernliğin parazitleri”nden biri olarak kabul eden Minogue, ağır eleştiriler yöneltiyor ona: “Feminizm, serbest ve kolay eşitliğe sahip bir geleceğe hızla sıçramak isteyen kıt yetenekli kadınların sabırsızlıklarının (Marksizm’inkine) benzer bir istismarıdır. Başka türlü, feministlerin, Batı’nın ana damarındaki başarının dayandığı hüner, yapabilme gücü ve dirayete gösterdikleri şaşırtıcı ilgisizlik neyle izah edilebilir? Başka türlü, anayasaya konulacak bir maddeyle otomatikman bütün senatörlüklerin yüzde 50’sinin kadınlara verilmesi gerektiği gibi çılgınca bir talep nasıl açıklanabilir?” (Bildiğiniz gibi Türkiye’de bu uygulamaya “kota” deniliyor.)
Özellikle daha muhafazakar bir ülke olan Amerika’daki feministler -yine bizimkilerden dağlar kadar farklı olarak- ‘flört sırasındaki cinsel tecavüz’ anlamındaki date rape’e karşı çıkıyor ve kızların/kadınların öyle ulu orta erkeklerle bir araya gelmelerini engellemeye çalışıyorlar. Zira böyle ortamlar her zaman erkeklerin işine gelmekte ve kadınlar tecavüze uğramakta, kızlar ise iğfal edilmektedir. Dolayısıyla erkek ile kadının dünyalarını ayırma yönünde bir eğilim de başlamış radikal feministler arasında. Minogue ilginç bir bağlantı kurarak bunu Müslümanların mahremiyet ve harem-selamlık uygulamalarına benzetiyor ve feminizmin hiç de tahmin edilemeyecek bir kavşakta Müslümanlarla yolunun kesiştiğine dikkat çekiyor.
Devam edelim mi feminizmi tartışmaya?
.
Tekbir ve alkış
Tekbir ve alkış
İlkokul 3’e gittiğimi hatırladığıma göre yıllardan 1970 veya 1971 olmalı. Bursa’da oturduğumuz üç katlı ahşap evin dut, erik ve ayva ağaçlarının gölgelerini saldığı muhteşem bahçesinde, komşumuzdan yükselen sıcak notalar üzerimize bir ülfet yağmuru gibi mi yağardı? Ve komşumuzun haylaz oğlunun gitarıyla çaldığı bu o zamanlar kulaklarımızın alışık olmadığı melodi, içimizi neden her seferinde ısıtır, ırak diyarlardan rahiyalar taşırdı?
Neden sonra öğrenecektim “Dağlar, Dağlar” adını taşıyan bu parçanın, Barış Manço isimli o zamanların ölçülerine göre “tuhaf kılıklı” bir şarkıcıya ait olduğunu.
Yıllar yılları kovaladı. O, meftunu olduğum Gülpembe ile beni başımda sevda fırtınaları eserken bir daha yakaladı. Uludağ’ın avare derelerinde dolaşırken, “Dereler seni çağlar, seni çağırır Gülpembe”yi her defasında yaşayarak söyledim.
Ve onu tek kanallı televizyonlar devrinde bir program içinde 5-10 kanallık çeşitliliğe ulaştığı programlarıyla yeniden karşımda buldum. Çocuklarla, yaşlılarla, her yaştan insanla kurduğu inanılmaz sıcaklıktaki diyaloglarla bir daha sevdim Barış abi’yi. Ağacın gövdesindeki Allah yazısının hikayesini büyük bir heyecanla anlattığı programı, keza sonradan talebesi olmakla iftihar ettiğim Turgut Cansever Beyefendi ile Kanuni’nin Zigetvar’ın Türbek köyündeki iç organlarının gömülü olduğu mezarını keşfe çıktıkları programı hala unutamıyorum.
Sonra çocuklarımla birlikte pazar sabahları keyifle seyrettiğim 7’den 77’ye ve adını Barış Çelebi’ye çıkartacak olan “devrialem”leriyle bir daha sevdim onu. Hep sevecen, hep sıcak bir kişiliği vardı; bunu bütün bir topluma, yalnız Türk toplumuna mı, Japonlara bile hissettirebildiğini gördüm gözlerimle. Üstelik bunu televizyon gibi “soğuk” bir aleti delerek gerçekleştiriyordu.
Tv veya sinemadan aşina olduğum pek çok insanla sonradan tanışma veya karşılaşma imkanını buldum. Diyebilirim ki bir iki istisnasıyla hepsi perde veya ekrandaki gibi “bakmadılar” bana. Donuk, lakayd, adeta bir duvara bakar gibiydiler. Her seferinde bu nesneleştirici, karşısındakini bir eşyaya çeviren bakışlar korkunç derecede rahatsız etmiştir beni. Bu “profesyonel” bakışlarla iyice soğumuş bir ortamda, bir kokteylde karşılaştım Barış abi’yle. Eşi Lale Hanım’la yanımdan geçerken bir an göz göze geldik; bütün içtenliğiyle, sanki 40 yıldır tanışıyormuşçasına bir “Merhaba” deyişi vardı ki bu bir tek söz beni ta çeyrek asır öncesine bir kuş tüyü gibi fırlattı. Evimizin bahçesine düşen nağme yağmuru, Uludağ’ın coşkun dereleri, dudağımızın kenarına iliştirdiği tebessümleri.. hepsi hepsi o bir anlık bakışmada ve bir tek sözde yeniden yaşandı hafızamda.
Zannediyorum sanatçılarındaki insani sıcaklığa hasret kalmış bir toplum, komplekslerini yenmiş, halkına bir nesne gibi değil, bir dost gibi bakabilmiş olan Barış Manço’da bulmuştu aradığını. Baksanıza, son yolculuğunda tekbir ve alkışlar onu bir an olsun yalnız bırakmadı.
Tekbir ve alkış… Ben bu iki geleneğin Barış Manço’nun cenazesinde teklifsizce bir araya geldiğini gördükten sonra onun hayatı boyunca gerçekleştirmek için gayret sarf ettiği gelenek-çağdaşlık sentezi mesajını sevenlerinin can u gönülden benimsediğine hükmettim. Hayatı boyunca verdiği mesajın sağlaması cenaze töreninde yapılmış ve sonuç “doğru” çıkmıştı.
Ne mutlu böyle bir hayatı yaşayan Barış abi’ye!
Osmanlı matbaaya karşı mı çıktı?
Tarih bilgimizin genelde iyi olduğu söylenir. Tarihten söz açıldı mı, hamaset beşiğinden iftihar tablolarına sıçrayıveririz hemen. “Yalan söyleyen tarih”lere karşı kutsal savaş açarız. Resmi tarihlere yükleniveririz, kolayımıza gelir çünkü bu.
İyi de, bütün gayriresmilik iddialarımıza rağmen bizim de “resmi”leşmiş tarih bilgilerimiz yok mu? Olmaz mı? Mesela Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda Horasan erlerinden bir grubun devletin mayasını yoğurduğunu hep söyleriz de, Şeyhülislam İbn Kemal’in anlattığı (Tevarih-i Al-i Osman, II. Defter, Haz.: Şerafettin Turan, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ank. 1991, s. 90 vd.) bir hadiseyi görmezden geliriz. İbn Kemal’e göre, Orhan Gazi bir “sapkınlık” ihbarı üzerine bu dervişleri toplattırıp sorguya çektirmiş ve huzurunda kendilerini temize çıkarmalarını istemiştir!
Matbaanın Osmanlı ülkesine geç girmesi hadisesi ise çift taraflı işleyen bir stratejiye yol açmaktadır: Hem Batıcıların Osmanlı’yı gözden düşürmeye matuf bir iddiasıdır, hem de Müslüman-muhafazakar çevrelerin Osmanlı’nın yeterince gelişememiş olmasından duydukları hoşnutsuzlukları, ezikliği yükleyebilecekleri bir günah keçisi işlevi görmektedir. Yani matbaa gelmiştir; ama ne İsa’ya yaranabilmiştir, ne Musa’ya! İlginçtir, başka konularda taban tabana zıt görüşlere sahip grupların görüşleri matbaa söz konusu olduğunda mıknatısa tutulmuş gibi yakınlaşmaktadır birbirine.
Bütün geri kalmışlığımızın ceremesini çektirdiğimiz matbaanın Osmanlı’ya geç girmesi hadisesini ilmi bir gözle incelemenin zamanı geldi de geçiyor bile. Şimdilik bunun Osmanlı’ya atılmış yakışıksız bir iddia olduğunu söylemekle yetiniyor ve gelecek hafta bu konu üzerinde genişçe durmak istiyorum. Ancak bu konudaki iddiaları tek tek tahkik ederek çürüten ve en güvenilir bilgileri ortaya koyan kişinin, adı solcuya çıkmış birisi, Niyazi Berkes olduğunu ve araştırmasının hala aşılamamış olduğunu zikretmekte fayda görüyorum.
Son olarak şunu eklemesem bu yazı eksik kalacak gibime geliyor: Ahmed Cevdet Paşa’nın Tarih-i Cevdet’in ilk cildinde matbaaya temas ederken, Avrupa’da da matbaanın kabulünün kolay gerçekleşmediğini, Fransa, İngiltere ve İspanya’da hangi yasaklamalarla karşılaştığını anlattığı vukufiyetli satırlardan tüten karşılaştırmalı tarih bilincinin, bugünkü sözümona tarihçilerde zerresinin bulunmadığını görmek, sizi bilmiyorum ama bana sadece üzüntü veriyor.
.
Hangi kadın? Hangi eşitlik?
Hangi kadın? Hangi eşitlik?
Feminist yazarlarca “kadın” kategorisinin bile “yıkım”a uğratıldığı (deconstruction) günümüzde bir yandan feminizmin en uç versiyonlarını temsil ediyor iddialarıyla ortaya çıkanların aslında ne kadar geriden gelmekte oldukları, tartışmaların ne denli uzağında kaldıkları ve kadının sorunları, dahası feminizmle ilgili dünyada cereyan eden köklü tartışmalardan ne derece bihaber oldukları, biraz konunun üzerine gidenlerin fark edecekleri kadar çıplak bir hakikattir. Böyle bir teorik donanımdan yoksun olarak meseleye bakılınca ister istemez, Nuray Mert’in isabetle vurguladığı gibi, “kadın” ve “erkek” kategorilerinin biyolojiden değil, toplum ve kültürden, iktidar ilişkilerinden doğduğunu söyleyen feministlerin kalkıp bu kategori adına, yani kadın adına siyasal talepler ve tavırlar üretmeleri ne derece tutarlıdır? “Kadın diye bir şeyden bahsedemeyeceksek” diyor haklı olarak Mert, “kimin ve neyin adına tavır takınılacak?”
Aslında son derece belirsiz ve oynak bir temele yaslanan feminizmin zaafları, şimdiye kadar herhangi bir siyasi paradigma oluşturamamış olmasından belli. Kadınların nüfusun yüzde 50’sini oluşturdukları, dolayısıyla aynı oranda Meclis’te temsil edilmeleri gerektiği iddiası, muğlak ve her yana çekilebilecek bir belirsizlikte. Kadınların siyasete katılmalarına kesinlikle karşı değilim; ancak sanki bütün kadınların kadın olmalarından dolayı aynı görüşü destekleyecekleri gibi temelsiz bir varsayıma dayanıyor bu iddia. Zira burada hangi kadın? sorusu gündeme gelecektir ister istemez. Tıpkı feminizmin değil, feminizmlerin olduğunun söylenmesi gibi, soyut bir kadın değil, kadınlar olduğu ve iddia sahiplerinin hangi kadından somut olarak söz ettiklerini açıklamalarını istemek hakkımızdır.
Meclis’in bir ayna gibi toplumu yansıtmasını istiyorsa -ki bunu istemeyecek kadar ‘ayrımcı’ olduklarını sanıyorum- o zaman kadınlarımızın hatırı sayılır bir kesiminin “geleneksel” kıyafetleri olan baş örtüsü ve çarşafla milletvekili seçilmelerini veya sakat kadınlara da kadınlar kotasının içinden bir kota ayrılmasını sonuna kadar savunmaları gerekmez miydi? Bu inceliği onlardan bekleyemeyeceğimize göre, demek ki kadın kotasını savunanlar, iddia ettikleri gibi toplumun yarısı olan kadınların bir aynadaki gibi yönetime yansımalarını değil, tersine sadece kendi düşünce ve kıyafetleri doğrultusundaki kadınların katılımını amaçlamaktadırlar. Bu durumda yüzde 50’lik cephede ilk gedik açılmakta ve arkasından başka ayrımcılık taleplerinin sökün etmelerine kapı açılmış olmaktadır; zira diğer dezavantajlı gruplara da pozitif ayrımcılık uygulanmasına açık olmayı gerektirmektedir kota talebi.
Demek ki, kadın kotasını savunmak, yalnız kadınlar ile erkekler arasındaki eşitsizliklerin telafisini değil, kadınların kendi içerisindeki eşitsizliklerin de telafisinin savunulmasını gerektirmektedir ki, ilerici kadınların buna hiç mi hiç niyetli olmadıklarını geçen hafta toplanan CHP’li kadın adaylardan birisinin türbanlılara -yani “öteki” kadınlara- karşı savaşmak üzere aday olduğunu itiraf etmesi sayesinde ayan beyan görme imkanını bulduk. Durum bu olunca kadınların temsilinin baştan savundukları “eşit temsil” olmayıp kendi siyasi görüşleri doğrultusundakilere yönelik sınırlı bir temsil olduğu ortaya çıkıyor. O zaman da “bütün kadınlar” gibi aşırı genellemeci bir söylemin yerine “beyaz kadınlar”, “belli bir siyasi görüşe sahip olanlar”, “belli bir kıyafeti giyenler veya giymeyenler” gibi sınırlı, ayrıcalıklı ve puslu temsile izin veren bir başka eşitsizliğe yol açılmış olmaktadır. Bu durumda feministlerin, kendilerini inkar etme pahasına soyut ve içi boş bir kategori olan “kadınlık” adına bir siyaset yürütmekten çark ettikleri, erkeklerin kadınlar üzerinde kurduğunu iddia ettikleri tahakkümün bir benzerini kendilerinden olmayan ve siyaseten de olmak istemeyen kadınlar üzerinde kurmaya kalkıştıkları noktasına vardıklarını görüyoruz.
O halde gerçekten de ‘ne’ istiyor feministler?
.
Tarihin nabzını tutmak
Tarihin nabzını tutmak
Osmanlı tarihi hakkında en yaygın kanaat şöyle özetlenebilir: Söğüt yaylalarındaki bir aşiretten bir buçuk asırda büyük bir cihan devleti ortaya çıkmış, İstanbul’u fethettikten sonra Kanuni devrinde ihtişamının zirvesine tırmanmış ve duraklama, derken İkinci Viyana Seferi’nin bozguna dönüşmesiyle gerilemeye başlamış, bu gerileme yalnız siyasi ve askeri alanlarda kalmamış, medeniyetin hemen bütün alanlarında birden meydana gelmiş ve malum akıbete duçar olmuştur. Bu tablo, ufak tefek değişikliklerle sağdan olsun, soldan olsun ortak kabul görmüştür.
Sağ/muhafazakar bakış altın çağı (Kanuni dönemini) eksene alıp “Niçin geriledik?” diye kafa yorarken, Batıcı/solcu bakış, tersinden, “Niçin Batı’ya ayak uyduramadık?” şeklinde koymaktadır meseleyi. Bu, aslında bizim topraklarımızda Batı’dakinden çok farklı dinamiklere istinat eden siyasi, sosyal ve kültürel oluşumu göz ardı eden ve bakışları, asıl hedefinden saptırarak tabloyu bulanıklaştıran bir zihni karışıklığın eseridir. Bir taraf “gerileme” dönemi diye adlandırılan tarih kesitinin iç mantığına ve önceki dönemlerden neleri alıp neleri değiştirdiğine bakacağına, bunun yanında aynı zaman diliminde dünyadaki gelişmelerle kendi durumunu mukayese edeceğine, İbn Haldun’u da sathi yorumlayarak devletin doğup gelişeceğini ve bir gün ölmesinin mukadder olduğunu iddia etmektedir. Öbür tarafın tezi ise daha dobra: Zamanında Batılılaşamadığımız için battık! Oysa bu tez de iç dinamiklerle vücuda gelen yenilikler ile Batılılaşma hareketlerini özdeşleştirme yanılgısına düşmekte ve yine yaklaşık 250 yıllık bir tarihi tek kalemde mahkum etmektedir.
Tarihe böyle bakılmaz. Tarih böyle okunmaz; okunmamalı da. Yüzlerce nesil insanın son derece karmaşık ilişkiler yumağı, böyle bir sathi bakışın mihrabında kurban edilemez. Gerçekten tarihi anlamak ise muradımız, tarihteki bütün anların bize eşit uzaklıkta olduğunu, her bir anın, içinde taşıdığı zenginlikleri ballı bir meyve gibi dışarıya taşırmaya hazır olduğunu fark etmek en önemli adımdır.
Ben şahsen tarihin dehlizlerinde takılıp kalmış gölgelere daha yakın hissederim kendimi. Çok fazla ortaya çıkmış ve dönemine egemen olmuş tiplerden ziyade aynı dönemi farklı bir boyutta, fark edilmeyecek kadar silik bir boyutta yaşayan susturulmuş gölgelere özel bir ilgim vardır. Belki de Nietzsche’nin sarsıcı aforizmasının çok fazla etkisinde kalmış olmamdan: “Tarih, aynı zamanda yenik düşmüş eğilim ve düşüncelerin sessizliğe bürünmüşlüğünün de tarihidir.” Bu açıdan tarihi yalnız anlatılan ve söze dökülmüş olan bir hikaye gibi değil, söze bürünmemiş veya sözlerin satır aralarına gizlenmiş olan hikayeler şeklinde de okumak gerekir. Mesela Fatih Sultan Mehmed’in bir tür YÖK uygulaması olan bağımsız vakıf medreselerini tek elde toplama ve bir hiyerarşiye oturtma girişimleri egemen okumadır ancak Cornell Fleischer’in dikkatimizi çektiği üzere, aynı dönemde sırf bu tatbikat yüzünden medreseden ayrılıp ücra bir camide ders vermeyi, böylece iktidardan uzak durmayı seçen Süruri örneğinde görüldüğü gibi aynı dönemin farklı ve silikleştirilmiş bir yüzü daha vardır ve bu da tarihtir.
Velhasıl tarihi keyfi olarak seçilen bir duruş noktasından yargılamak yerine içinden anlayarak, aynı zamanda muasırı olduğu dünya tarihi içine yerleştirerek değerlendirmek durumundayız. Ancak bu yolladır ki, hem tarihin içindeki balı tadabilir, hem de onun karanlıkta kalmış yüzü ayan olur gözümüze.
Bütün genellemeciliğine rağmen, incelediği tarihin nabız vuruşlarını hissetmiş olan ve bizlere de hissettiren daha iyi bir hoca bulmak için uzağa gitmeye ne hacet? İbn Haldun’u bu gözle okumak yeterli olacaktır ifade-i meramımı anlamak için…
Matbaanın geç gelmesi ve taassup
Tarih hakkındaki bir başka yaygın ama yanlış bilgi, matbaanın Osmanlı’ya 300 yıl geç girmesine ulemanın ve dindarların sebep olduğudur. Kanuni devrinden sonra, demektedir bu iddia sahipleri, Osmanlı’da dini taassup artmış ve yenilikleri sistematik olarak engellemiştir. Nitekim, demektedirler, Osmanlı’da halkın uyanış ve ayaklanmasını gerçekleştirecek bir yenilik olan matbaa, ulema tarafından ‘dini gerekçeler’le geciktirilmiş ve halk cahil bıraktırılmıştır.
Oysa tarihte bir yeniliğin ortaya çıkması veya kabul ve reddinin çok daha temel ve derin birtakım nedenlerinin olması gerekmez mi?
Nitekim matbaanın İbrahim Müteferrika ve Said Efendi’nin girişimleriyle 1727’de kurulması ve ilk kitabın 1729’da basılması hadisesinde de benzer bir yüzeysel yaklaşım hakimdir literatüre. Oysa matbaa gelmiştir de gümrükten mi çevrilmiştir fetvalarla? Hayır. Bilakis Şeyhülislam Abdullah Efendi’nin fetva metninde olsun, ilk kitap olan Vankulu Lügati’nin başına takrizler yazan ulemanın yazılarında olsun bırakın matbaayı kötüleyen tek bir satıra rastlamayı, tam tersine, onun faydaları üzerine avami bir tabirle ‘döktürmüşlerdir.’ Bana inanmıyorsanız Niyazi Berkes’e sorun:
“Gerçekte ise ulemadan böyle bir direnme geldiğini gösteren bir delil yoktur. Şeyhülislam Abdullah Efendi fetvayı hemen vermiş, ulemadan on bir kişi (dikkat buyurulsun: 11 alim-M.A.) ilk kitabın başına konan “takriz”ler yazmışlardır. Bunlarda kitap basmanın şeriata aykırılığından hiç söz edilmemektedir. Matbaa açıldıktan sonra da Şeyhülislam Abdullah Efendi, İbrahim Müteferrika’ya basılmasını gerekli saydığı iki kitabı da salık vermiştir. Matbaanın tashih işlerine bakmak üzere.. ulemadan üçü kadı, biri Mevlevi şeyhi olan dört kişi memur edilmiştir. Matbaa açıldıktan ve işe başladıktan sonra da ulema ocağından bir karşı koyma gelmediği gibi, kısa süre sonra çıkan Patrona Ayaklanması’nda da matbaaya karşı bir istek ileri sürülmemiş, matbaayı kapatma gibi bir olay da hiçbir yerde kaydedilmemiştir.”
Sanırım mesele epeyce aydınlandı. İyi de, ulemanın karşı çıktığı, hattatların yürüyüş yapıp ayaklandıkları, bundan ürken yöneticilerin ise dini kitapları basmayı yasakladıkları şayiası nereden çıkmış olabilir? Berkes’in buna da cevabı oldukça net: Bu rivayet, bir Katolik rahibi olan Karacson’un, bir Macar asilzadesi olan ve o yıllarda İstanbul’da bulunan Czézarnak’tan tahrif ederek aktardığı satırlara dayanmaktadır. Hepsi bu iki Katoliğin rivayetinden çıkmakta ve bütün bir yenilik tarihini bu iki birbirinden zayıf raviden yola çıkarak yazmaktaymışız.
Yine Berkes’e kulak verelim: “(Czezarnak’ın) matbaacılık aleyhindeki akımları anışı ilgi çekici olmakla beraber, bu işte ileri sürdüğü mütalaalarının da (hattatların protesto ettiği ve saire) doğruluğu araştırılmadan bizim de kabullendiğimiz hükümlerdir. Bu hükümler doğru olsa bile, o zaman Türkiye’de bulunan yabancılar arasında dolaşan ve “Türklerin yeniliklere düşman olduğu” yolundaki genel hükümlerden onun da haberli olduğunu düşünürsek, bu kadarının bilmesinde de bir fevkaladelik yoktur.”
Müslüman ulemayı ve dini taassubumuzu suçlarken kullandığımız argümanı dilimize dolayanın biri rahip, iki Katolik olduğunu öğrendikten sonra da hala matbaanın gericiler yüzünden geç kaldığını söylerseniz vebali boynunuzadır, benden söylemesi!
Düşünen siyaset
Osmanlı, tarih, matbaa derken önemli bir yayını duyurmayı unutacaktım az daha. Ankara’daki cevval gençlerin giderek kararan mağaramıza yaktıkları bir çerağ olan Düşünen Siyaset adlı dergi, Şubat 99 sayısıyla yayınına başladı. Kapak konusunun krize ayrıldığı bu cidden seviyeli dergiyi ekonomik krize rağmen çıkartan arkadaşları kutluyor ve başarılarının devamını diliyorum. (Muhtevasıyla ilgili daha önce A. Turan Alkan ağabey yazdığı için konuyu şimdilik meskut geçiyorum.) İsteme adresi: Atatürk Bulvarı 105/812 Kızılay / Ankara, Tel: (0312) 213 88 37.
.
Tarihin nabzını tutmak
Tarihin nabzını tutmak
Osmanlı tarihi hakkında en yaygın kanaat şöyle özetlenebilir: Söğüt yaylalarındaki bir aşiretten bir buçuk asırda büyük bir cihan devleti ortaya çıkmış, İstanbul’u fethettikten sonra Kanuni devrinde ihtişamının zirvesine tırmanmış ve duraklama, derken İkinci Viyana Seferi’nin bozguna dönüşmesiyle gerilemeye başlamış, bu gerileme yalnız siyasi ve askeri alanlarda kalmamış, medeniyetin hemen bütün alanlarında birden meydana gelmiş ve malum akıbete duçar olmuştur. Bu tablo, ufak tefek değişikliklerle sağdan olsun, soldan olsun ortak kabul görmüştür.
Sağ/muhafazakar bakış altın çağı (Kanuni dönemini) eksene alıp “Niçin geriledik?” diye kafa yorarken, Batıcı/solcu bakış, tersinden, “Niçin Batı’ya ayak uyduramadık?” şeklinde koymaktadır meseleyi. Bu, aslında bizim topraklarımızda Batı’dakinden çok farklı dinamiklere istinat eden siyasi, sosyal ve kültürel oluşumu göz ardı eden ve bakışları, asıl hedefinden saptırarak tabloyu bulanıklaştıran bir zihni karışıklığın eseridir. Bir taraf “gerileme” dönemi diye adlandırılan tarih kesitinin iç mantığına ve önceki dönemlerden neleri alıp neleri değiştirdiğine bakacağına, bunun yanında aynı zaman diliminde dünyadaki gelişmelerle kendi durumunu mukayese edeceğine, İbn Haldun’u da sathi yorumlayarak devletin doğup gelişeceğini ve bir gün ölmesinin mukadder olduğunu iddia etmektedir. Öbür tarafın tezi ise daha dobra: Zamanında Batılılaşamadığımız için battık! Oysa bu tez de iç dinamiklerle vücuda gelen yenilikler ile Batılılaşma hareketlerini özdeşleştirme yanılgısına düşmekte ve yine yaklaşık 250 yıllık bir tarihi tek kalemde mahkum etmektedir.
Tarihe böyle bakılmaz. Tarih böyle okunmaz; okunmamalı da. Yüzlerce nesil insanın son derece karmaşık ilişkiler yumağı, böyle bir sathi bakışın mihrabında kurban edilemez. Gerçekten tarihi anlamak ise muradımız, tarihteki bütün anların bize eşit uzaklıkta olduğunu, her bir anın, içinde taşıdığı zenginlikleri ballı bir meyve gibi dışarıya taşırmaya hazır olduğunu fark etmek en önemli adımdır.
Ben şahsen tarihin dehlizlerinde takılıp kalmış gölgelere daha yakın hissederim kendimi. Çok fazla ortaya çıkmış ve dönemine egemen olmuş tiplerden ziyade aynı dönemi farklı bir boyutta, fark edilmeyecek kadar silik bir boyutta yaşayan susturulmuş gölgelere özel bir ilgim vardır. Belki de Nietzsche’nin sarsıcı aforizmasının çok fazla etkisinde kalmış olmamdan: “Tarih, aynı zamanda yenik düşmüş eğilim ve düşüncelerin sessizliğe bürünmüşlüğünün de tarihidir.” Bu açıdan tarihi yalnız anlatılan ve söze dökülmüş olan bir hikaye gibi değil, söze bürünmemiş veya sözlerin satır aralarına gizlenmiş olan hikayeler şeklinde de okumak gerekir. Mesela Fatih Sultan Mehmed’in bir tür YÖK uygulaması olan bağımsız vakıf medreselerini tek elde toplama ve bir hiyerarşiye oturtma girişimleri egemen okumadır ancak Cornell Fleischer’in dikkatimizi çektiği üzere, aynı dönemde sırf bu tatbikat yüzünden medreseden ayrılıp ücra bir camide ders vermeyi, böylece iktidardan uzak durmayı seçen Süruri örneğinde görüldüğü gibi aynı dönemin farklı ve silikleştirilmiş bir yüzü daha vardır ve bu da tarihtir.
Velhasıl tarihi keyfi olarak seçilen bir duruş noktasından yargılamak yerine içinden anlayarak, aynı zamanda muasırı olduğu dünya tarihi içine yerleştirerek değerlendirmek durumundayız. Ancak bu yolladır ki, hem tarihin içindeki balı tadabilir, hem de onun karanlıkta kalmış yüzü ayan olur gözümüze.
Bütün genellemeciliğine rağmen, incelediği tarihin nabız vuruşlarını hissetmiş olan ve bizlere de hissettiren daha iyi bir hoca bulmak için uzağa gitmeye ne hacet? İbn Haldun’u bu gözle okumak yeterli olacaktır ifade-i meramımı anlamak için…
Matbaanın geç gelmesi ve taassup
Tarih hakkındaki bir başka yaygın ama yanlış bilgi, matbaanın Osmanlı’ya 300 yıl geç girmesine ulemanın ve dindarların sebep olduğudur. Kanuni devrinden sonra, demektedir bu iddia sahipleri, Osmanlı’da dini taassup artmış ve yenilikleri sistematik olarak engellemiştir. Nitekim, demektedirler, Osmanlı’da halkın uyanış ve ayaklanmasını gerçekleştirecek bir yenilik olan matbaa, ulema tarafından ‘dini gerekçeler’le geciktirilmiş ve halk cahil bıraktırılmıştır.
Oysa tarihte bir yeniliğin ortaya çıkması veya kabul ve reddinin çok daha temel ve derin birtakım nedenlerinin olması gerekmez mi?
Nitekim matbaanın İbrahim Müteferrika ve Said Efendi’nin girişimleriyle 1727’de kurulması ve ilk kitabın 1729’da basılması hadisesinde de benzer bir yüzeysel yaklaşım hakimdir literatüre. Oysa matbaa gelmiştir de gümrükten mi çevrilmiştir fetvalarla? Hayır. Bilakis Şeyhülislam Abdullah Efendi’nin fetva metninde olsun, ilk kitap olan Vankulu Lügati’nin başına takrizler yazan ulemanın yazılarında olsun bırakın matbaayı kötüleyen tek bir satıra rastlamayı, tam tersine, onun faydaları üzerine avami bir tabirle ‘döktürmüşlerdir.’ Bana inanmıyorsanız Niyazi Berkes’e sorun:
“Gerçekte ise ulemadan böyle bir direnme geldiğini gösteren bir delil yoktur. Şeyhülislam Abdullah Efendi fetvayı hemen vermiş, ulemadan on bir kişi (dikkat buyurulsun: 11 alim-M.A.) ilk kitabın başına konan “takriz”ler yazmışlardır. Bunlarda kitap basmanın şeriata aykırılığından hiç söz edilmemektedir. Matbaa açıldıktan sonra da Şeyhülislam Abdullah Efendi, İbrahim Müteferrika’ya basılmasını gerekli saydığı iki kitabı da salık vermiştir. Matbaanın tashih işlerine bakmak üzere.. ulemadan üçü kadı, biri Mevlevi şeyhi olan dört kişi memur edilmiştir. Matbaa açıldıktan ve işe başladıktan sonra da ulema ocağından bir karşı koyma gelmediği gibi, kısa süre sonra çıkan Patrona Ayaklanması’nda da matbaaya karşı bir istek ileri sürülmemiş, matbaayı kapatma gibi bir olay da hiçbir yerde kaydedilmemiştir.”
Sanırım mesele epeyce aydınlandı. İyi de, ulemanın karşı çıktığı, hattatların yürüyüş yapıp ayaklandıkları, bundan ürken yöneticilerin ise dini kitapları basmayı yasakladıkları şayiası nereden çıkmış olabilir? Berkes’in buna da cevabı oldukça net: Bu rivayet, bir Katolik rahibi olan Karacson’un, bir Macar asilzadesi olan ve o yıllarda İstanbul’da bulunan Czézarnak’tan tahrif ederek aktardığı satırlara dayanmaktadır. Hepsi bu iki Katoliğin rivayetinden çıkmakta ve bütün bir yenilik tarihini bu iki birbirinden zayıf raviden yola çıkarak yazmaktaymışız.
Yine Berkes’e kulak verelim: “(Czezarnak’ın) matbaacılık aleyhindeki akımları anışı ilgi çekici olmakla beraber, bu işte ileri sürdüğü mütalaalarının da (hattatların protesto ettiği ve saire) doğruluğu araştırılmadan bizim de kabullendiğimiz hükümlerdir. Bu hükümler doğru olsa bile, o zaman Türkiye’de bulunan yabancılar arasında dolaşan ve “Türklerin yeniliklere düşman olduğu” yolundaki genel hükümlerden onun da haberli olduğunu düşünürsek, bu kadarının bilmesinde de bir fevkaladelik yoktur.”
Müslüman ulemayı ve dini taassubumuzu suçlarken kullandığımız argümanı dilimize dolayanın biri rahip, iki Katolik olduğunu öğrendikten sonra da hala matbaanın gericiler yüzünden geç kaldığını söylerseniz vebali boynunuzadır, benden söylemesi!
Düşünen siyaset
Osmanlı, tarih, matbaa derken önemli bir yayını duyurmayı unutacaktım az daha. Ankara’daki cevval gençlerin giderek kararan mağaramıza yaktıkları bir çerağ olan Düşünen Siyaset adlı dergi, Şubat 99 sayısıyla yayınına başladı. Kapak konusunun krize ayrıldığı bu cidden seviyeli dergiyi ekonomik krize rağmen çıkartan arkadaşları kutluyor ve başarılarının devamını diliyorum. (Muhtevasıyla ilgili daha önce A. Turan Alkan ağabey yazdığı için konuyu şimdilik meskut geçiyorum.) İsteme adresi: Atatürk Bulvarı 105/812 Kızılay / Ankara, Tel: (0312) 213 88 37.
.
“Feminizmi feministlerden kurtarmak”
“Feminizmi feministlerden kurtarmak”
Hatırlarsanız Radikal’in köşe yazarlarından Türker Alkan’la kadınların politikaya katılmaları konusunda bir polemiğimiz olmuş, Sayın Alkan’ın yazısı, feminist yazarların genellikle kurtulamadığı bir illet olarak tam bir çelişkiler yumağı görünümünde. Önce “Kadınların biyolojik bakımdan erkeklerden farklı olması, onların siyasal, toplumsal ve yasal alanlarda eşit olmalarını engellememelidir.” saptamasında bulunuyor (ben de bunu söylüyorum), ardından da bu eşitliğin gerçekte eşitsizlik anlamına geldiğini, dolayısıyla kadınlara politikada ayrıcalıklı muamelenin zorunlu olduğunu söylüyor ve kültürel, toplumsal ve siyasal eşitsizliği dengelemenin yolu kadınlara ek avantajlar sağlamaktan geçer diyor.
Kuşkusuz kadınlar Meclis’te yerlerini almalıdır; ancak bunun için mücadele etmeye ve kendilerinden kaynaklanan kusurları gidermeye, daha ve daha aktif çalışmaya ihtiyaçları vardır sadece; Deniz Baykal’ın deyişiyle “Maço” partilerin lütuflarına değil. Kendilerinde bu çalışma azmini bulamayan kadınların kontenjanlara sığınarak ya da yasal düzenlemeyle kota uygulanarak, ayrıcalıklı bir şekilde seçilmeleri gerçekte ülkemizdeki kadınların sorunları konusunda neyi değiştirecek, hangi dertlerine deva olacaktır zevahiri kurtarmaktan başka?
Şimdiye kadar sınırlı sayıda da olsa kadın milletvekilleri seçildi. Meclis’e; kadın bakanlar, hatta kadın başbakan bile çıkardı Türkiye. Sorarım size: Bunlar “kadınsı” bir politika mı izlediler? Kadın hakları konusunda hangi somut adımları attılar kendiliklerinden? Bütün çıplaklığıyla ortaya koyunca meseleyi, bu defa da “Canım Tansu Çiller erkek egemen söylemin sözcülüğünü yaptı zaten!” diye yan çiziyorlar.
İşte burada biraz durun lütfen. Demek ki sadece “kadın olmak” yetmiyor kadınca politika yapmaya; bir de erkek egemen politik anlayıştan “arınmış” olması gerekiyor. Peki var mı böyle bir örnek dünya üzerinde? Çiller’le aynı yıllarda iktidara gelen Kim adlı bir başbakan vardı Avrupa’da. Kadın hakları şampiyonlarının bir zafer gibi karşıladıklarını hatırlıyorum bu olayı. Fakat kısa süren başbakanlığında bu hanım kadınlara karşı öyle gaflar yaptı, onları o kadar aşağıladı ki alkışlayanlar bile bir süre sonra onun bir erkek olan devlet başkanı tarafından görevinden alınması için yalvar yakar oldulardı.
Demek ki Meclis’in yarısını kadınla doldurmakla halledilecek bir mesele değil kadınların politikada kadınca etkinleşmeleri.
Ancak burada temel bir noktayı belirtmesem olmaz: Kadınlara kota veya avantaj temin etmek isteyenler, politikanın zaten iyice düşmüş bulunan çıtasını biraz daha aşağıya çekmeye uğraşacaklarına, onu erkeklerin bile aşmakta zorlanacakları bir kaliteye çıkarmaya uğraşsalar daha iyi ederler. Çünkü istenen, iyiden iyiye etkisizleşip güçsüzleşmiş ve hareket kabiliyeti daraltılmış olan politika yapma etkinliği çıtasını, boylarını aştığı için aşağı çekmek gibi geliyor bana. Bunun ise kimseye faydası olacağını sanmıyorum.
Feminizm sanal bir dünya yaratıyor önce, sonra da herkesin buna inanmasını istiyor. Yıllardır erkek egemen söylemin ve dilin kadınlar adına yıkılması için mücadele veren bir kadın Prof, Hasan Cemal’le yaptığı sohbette bakın ağzından neyi kaçırmış: “CHP ise ‘Biz Maço parti değiliz!’ dedi. Önemli bir çıkış. Sözlerinin eri olup olmadıklarını 24 Şubat’a kadar göstermeleri gerekiyor. (Milliyet, 13 Şubat 1999)” Fark ettiniz herhalde, “sözlerinin eri”, feministlerin hiç de hoşlanmadıkları, onların deyişiyle “erkek egemenliği”ni çağrıştıran ve ataerkilliğin kalıntısı olan bir ifade ve bu söz, sadece bu söz, politikanın onlar tarafından bile hala erkeksi bir etkinlik olarak algılandığını yeterince sergiliyor sanıyorum.
Amerika’da feministlerin baş belası olan Camille Paglia, “Feminizmi feministlerin elinden kurtarmak” gerektiğini söylerken haklı değil miymiş?
Not: Bir de tavsiyesi var Paglia’nın politikaya girecek kadınlara: Futbolu inceleyin!
.
Tarih ve ölüm
Tarih ve ölüm
Tarihe yeniden ilgi duymaya başlar ‘gibi olduğumuz’ şu günlerde zihnimi en çok meşgul eden soruyu şöyle ortaya koyabilirim: “Yoksa tarihi ‘ölü bir nesne’ olarak algılayan Batılılara yeterince benzedik mi?” Başka deyişle, “Tarihi bir nesne olarak karşımıza koymaya cesaret ettiğimize göre yeterince Batılılaştık veya modernleştik mi?”
Michel de Certeau, The Writing of History (Tarihin Yazımı) adlı eserinde Batı’nın “ölüm”le ilgili kadim takıntısının modern tarih anlayışını meyve verdiğini kuvetli delillerle işler. İlerleme, paradoksal olarak tarihi gündeme getirecek, geçmiş, tarihçinin önünde paralel bir şekilde artan bir veri yığını dökecektir. Kendi ifademle söylemem gerekirse, ilerleme zamanı yutacak, tarihçilik ise bu ölü nesneleri hayata katmaya uğraşacaktır: Ölüm için mücadele ile ölüme karşı mücadele el ele vermiştir modernleşme sürecinde. İşte modern tarih bilinci bu diyalektikten fışkırmaktadır.
De Certeau’nun bu tesbitinden yola çıkarsak, artık bizim için de tarihin hızlandığını ve geçmişin hızla ölü hale gelmekte olduğunu söyleyebiliriz. Bırakın birkaç yüzyıl öncesini, şurada 90 yıl öncesinde var olan Abdülhamid dönemi, üç çeyrek asır öncesine kadar memleketin kaderini belirleyen İttihad ve Terakki, 1920’li ve 30’lu yılların ulus kurma mücadelesi, dahasını söyleyelim 40 yıl önce iktidarda olan Menderes’li yıllar bile yavaş yavaş üzerimizdeki etkisini yitirmekte ve ölü birer nesne konumuna doğru itilmekte, basılan sararmış fotoğrafların ardından hüzünle tebessüm etmektedir.
Bütün bu düşünceler de nereden icap etti? diyeceksiniz haklı olarak. Sevgili ağabeyim İsmail Kara’nın Dergah’ta yayımlanan “Tarih ve Hurafe: Çağdaş İslam Düşüncesinde Tarih Telakkisi” (sayı: 105, Kasım 1998) başlıklı önemli yazısını okurken Namık Kemal’den aktardığı düşünceler ilgimi çekti. Batı’daki birçok kavramı oldukça erken bir dönemde cüretkarca kullanan Namık Kemal, “İstikbal” adlı makalesinde geçmiş (mazi) ile ilgili olarak şunları söylüyor: “Layıkıyla düşünülsün: İnsanın hayatı yalnız istikbalden ibaret değil midir? Mazi nedir? Bir mevt-i ebedi. Hal nedir? Bir nefes-i vapesin. Gerek ferd içün gerek cemiyet içün mazi mes’ud imiş, şanlı imiş, bugüne ne faidesi görülür?”
İlginçtir, burada N. Kemal’in bir yandan M. de Certeau’nun tesbitine yaraşır düzeyde “Batılı” bir gözlükle tarihe ve bugüne bakmaya çalışmaktadır. Geçmiş ebedi bir ölümdür (mevt-i ebedi) ona göre ve “saatin rakkası” ne durdurulabilir, ne de maziye döndürülebilir; istikbalimizden emindir ve “alemin her cihetinde zuhur eden asar-ı terakkiyatı telakkiye memur” olduğumuz iddiasındadır.
Oysa diyor İsmail Kara, “Hemen bütün geleneksel kültürlerde olduğu gibi İslam kültüründe de insanın kendisini konumlandırması ve geleceğini inşa etmesi sürecinde yaslanacağı ve güç devşireceği temel ‘zaman’ kavramı mazi, yani geçmiştir. Gelecek ise başta, kutsal metinlerde “yarın” kelimesiyle çokça yakınlaştırılan Kıyamet’i hatırlattığı için ve buna bağlı olarak gittikçe seyrelen ve eriyen bir dünyayı, bir kayboluşu ifade ettiği için, zayıf, emniyet telkin etmeyen, karanlık ve ürkütücüdür.” Kara’ya göre modern İslam düşüncesinde bu birisi olumlu, diğeri olumsuz iki zaman kavramı “taşıdıkları dini ve sosyal değerleri itibariyle” yer değiştirmiştir ki, N. Kemal’inkiler başta olmak üzere pek çok düşünür modernleşme sürecinin hızlanmasına paralel olarak bu doğrultuda dozu giderek “istikbal” lehine artan görüşler serdetmişlerdir.
Velhasıl tarihimiz öldükçe dirilmektedir!
Yahya Kemal de hata yapar!
Son günlerde matbaanın Türkiye’ye giriş macerasıyla ilgileniyorum ya, epeyce kitap ve dergi karıştırdım ve konuyla ilgili çuvallarla yanlış tesbit ettim. Bu yanlışlar genellikle insanların kendilerine göre güvendikleri kişilerin yaptığı hataların sonrakilerce tahkik edilmeden tekrarlanmasından oluşuyordu.
Yahya Kemal de Edebiyata Dair adlı eserinde (İst. 1971, s. 188) Müteferrika’nın Nevşehirli İbrahim Paşa’nın desteğiyle kurduğu ilk Türk matbaasının Patrona İsyanı’nda ortadan kaldırıldığını ve bu yüzden “bir asırlık bir karanlığa” daldığımızı söyler. Ardından da ihtilalcı takımından ziyade matbaayı yeniden kurmakta ihmalkar davranan devlet adamlarını itham eder.
Yahya Kemal’e güvenmeyip de kime güveneceğiz? diye düşünen pek çok insan hala Patrona Halil ve yandaşlarına yükler bir asırlık karanlığa dalışımızın sorumluluğunu. Oysa bakın değerli tarihçi İsmail Hakkı Uzunçarşılı bu konuda neler diyor: “Basıldıklarını gösterdiğimiz yukarıdaki eserler, III. Ahmed ve damadı İbrahim Paşa zamanında basılmış olup, Patrona ısyanı ve I. Mahmud’un cülusu üzerine yine neşriyata devam etmiştir. Nitekim bu tarihte matbaanın dokuzuncu eseri olarak� Usul-ül hikem fi nizami’l-alem ismiyle basılan kitab� I. Mahmud’un arzusiyle kaleme alınıp tabedilmiştir.” (Osmanlı Tarihi, Ank. 1983, c. IV, Kısım 2, s. 516-7)
Keza Niyazi Berkes de Türkiye’de Çağdaşlaşma adlı eserinde Patrona ayaklanmasında matbaanın kapanması yönünde istek bile öne sürülmediğini, Yahya Kemal’in dediği şekilde “kaldırılması” bir yana, kapatılması gibi bir olayın da hiç bir yerde kaydedilmediğini söyler. Başka bir makalesinde ise matbaanın bu isyandan çok sonra kapanmasının sebebini, yine Batılı bir kaynağa dayanarak çalışacak usta işçi bulunamamasına bağlar.
Tarihi, “olaylar kendilerini nasıl sunuyorlarsa öyle anlamak” için gerçek tarih araştırmacılarına ihtiyacımız var. Edebiyatçılar ufuk açarlar; ancak açtıkları ufka gölgelerini cömertçe saldıkları da nadirattan değildir.
Herkesin resmi tarihi kendine!
Tarih Vakfı her ay Tarihçinin Mutfağı adı altında bir toplantı düzenliyor. Geçen ayın konuğu, Prof. Ahmet Yaşar Ocak, tarihçilikte önyargılardan kurtulmanın önemi üzerinde durmuş. Konuşmasında ilgimi çeken bir parçayı sizlerle paylaşmak istedim:
“Bence Türkiye’de bir tek resmi tarih yok. Her kesimin kendine göre ayrı bir resmi tarihi var� Örneğin Türkiye’de Batıcıların, muhafazakarların, Kemalistlerin, İslamcıların, ayrı ayrı resmi tarihleri var. Sünniler ve Aleviler de kendi tarihlerini oluşturmuşlar� Tarih kendini nasıl anlatıyorsa, olaylar kendilerini nasıl sunuyorlarsa o şekilde onlara yaklaşmak lazım. Bunu yapamadığımız için Türkiye’de bugüne kadar her kesimin kendine göre bir resmi tarihi oluşuyor.”
Değerli tarihçimizin bu sözlerini bu yıl giderek yoğunlaşacak olan Osmanlı tartışmalarına uygulayın, eminim ilginç sonuçlar çıkaracaksınız.
.
“Erkek egemenliği” masalı
“Erkek egemenliği” masalı
Hadi Simone de Beauvoir ya da Kate Millet okuyarak ‘bilinçlenen’ / ‘bilenen’ feministleri anladık, peki yazılarından mazbutluk akan birtakım erkeklerin şu “erkek egemen” masalına kanarak feminist koroya katılmalarına ne demeli? Türk toplumu erkek egemenmiş, kadınları eziyor, hatta hizmetçi yerine kullanıyor, onlara söz hakkı vermiyor, hatta nüfusun yarısını teşkil ettikleri halde mecliste kafi derecede temsil edilmesine imkan tanımıyormuş vs. CHP lideri Deniz Baykal’ın “erkekler cumhuriyeti ve maço çıkışı işe yaramış görünüyor. (Muhtemelen farkında olmadan Cumhuriyet’in niteliğine yöneltilen en ağır eleştirilerden birisiydi gerçekte bu. Bir milleti kadın-erkek diye ikiye bölerek, cinsel farklılık üzerinden siyaset yapmak Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısının temeline konulmuş bir dinamitten farksızdır. Bu ilginç noktayı bir başka yazımda etrafıyla ortaya koyunca “kota” yanlıları epey rahatsız olacak; ne yapayım ki “kadın” konusu Pandora’nın Kutusu gibi; bir kez açılınca sonuna kadar tartışmaya devam etmekten kimse kaçamaz.)
Ataerkil (patriyarkal) toplumun eleştirisinin yalnız feminizmle değil, sosyalist ve Marksist hareketle de yakın akrabalığı bulunuyor. Nitekim Engels, sınıfsız toplumların eşit paylaşıma dayalı yapısının tarihte erkek egemenliğinin doğuşundan önceye rastlayan “anaerkil” toplumlarda var olduğunu söylemişti. Bachofen’in “Analık Hukuku” adlı çalışmasında da anaerkil toplumların, zamanla onu deviren ve yerine geçen (!) ataerkil toplumlardan farkı vurgulanmış, bu iddialar bazı antropologların sözde bulgularıyla (örneğin sonradan bu bulgulardan tövbekar olan M. Mead) desteklenmişti.
1960’larda bazı kadın yazar ve akademisyenler tarafından hararetle savunulan tarihte “kadın egemen” ya da “annenin yönettiği” toplumlar olduğu iddiası artık bilim çevrelerinden kırmızı kart görmekte. Zaten anaerkil olduğu söylenen toplumlarda da yönetim bizzat kadınlarca değil, kadınların kendi kanından olan erkek akrabaları -abi, dayı, amca vs.- eliyle yürütülmekteydi; yani anlayacağınız var idiyse bile yine de tam “kadın egemen” toplumlar değildi bunlar.
Ne var ki bilinen tarihin ana-damarının erkek egemen bir karakter taşıdığını ve bu süreçte kadının rolünün sürekli bastırılıp ikinci plana itildiğini, Beauvoir’ya bakılırsa “ikinci cins” muamelesi gördüğünü iddia edenler karşısında erkek cephesinin de elleri armut toplamadı tabii. Mesela Steven Goldberg, ilk baskıcı Ataerkilliğin Kaçınılmazlığı başlığıyla yapılan Niçin Erkekler Yönetir’de bu iddiaları tarih ve antropolojiden getirdiği delillerle çürütüyor. Bu arada Esther Vilar (Çokeşlilik), Christina Hoff Sommers (Feminizmi Kim Sattı) ve Camille Paglia (Cinsel Kişilik) gibi kadın yazarlar da erkek egemenliğine karşı olan feminist söylemi tutarsızlıkla suçlayıp kıyasıya eleştiriyorlar.
Bu yazarlar arasında bence düşüncelerini en çarpıcı ve en açık seçik ortaya koyanı Paglia. Şöyle bakıyor ataerkilliğe: “Feminizmin en rahatsız edici reflekslerinden biri… O moda olmuş “ataerkil toplum” küçümsemesidir. Oysa beni bir kadın olarak özgürleştiren ataerkil toplumdur. Bana bu masada oturup bu kitabı yazmam için gereken boş vakti sağlayan kapitalizmdir. Artık erkeklerle ilgili dar kafalılığımızı bir kenara bırakalım ve onların saplantıları sayesinde kültüre yağdırılan hazineleri kabullenelim. Kaldırımlardan, su tesisatından çamaşır makinelerine, gözlükten antibiyotiklere ve bebek bezine kadar erkek başarılarının kapsamlı bir dökümü yapılabilir. Kar altında kalmış kentlere yığılan taze, sağlıklı et ve sütten, sebzelerden ve tropik meyvelerden faydalanırız… Amerika’nın büyük köprülerinin herhangi birinden geçerken şunu düşünürüm: Bunu erkekler yaptı. İnşaat en üst düzeyde erkek şiiridir… Uygarlık kadının ellerine bırakılmış olsaydı hala ottan kulübelerde yaşıyor olurduk… Feministlerin ve entelektüellerin kapitalizmi horlarken bir yandan da onun nimetlerinden faydalanmaları ikiyüzlülüktür.”
Nasıl rahatsız mı oldunuz? Ne yapalım ki “Düşünmek savaşmaktır.” (Cemil Meriç).
.
Yeter artık!
Yeter artık!
Geçen yıl TÜYAP Kitap Fuarı’nda kitap imzalıyorum. Standa yaklaşan delikanlı kendisini tanıtıyor ve ardından “Hocam, yeter artık!” diye feryat etmeye başlıyor. Ben de sizin gibi şaşırıyorum, “Bir okuyucuma ne gibi bir kötülüğüm dokunmuş olabilir?” diye düşünürken, o zamirindekini dillendiriyor: “Yazılarınızda o kadar çok kitap ismi geçiyor ki, onları temin etmeye çalışırken helak oluyoruz. İsmini zikrettiğiniz bütün kitapları not ediyor, liste haline getiriyor ve başlıyoruz aramaya. Ne var ki, bulsak bile maddi imkanlarımız hepsini almaya müsaade etmiyor ve listemizdeki kitaplardan yararlanamadığımız için kendimizi yiyip bitiriyoruz. Onun için yeter artık, kitap tanıtmayın!”
Tam olarak bunları mı söylemişti yoksa bir kısmını ben mi hafızamın “yolları çatallanan bahçesi”nde gübreleyip üretmiştim? Bilemiyorum. Lakin bu sözler üzerine bir düşüncedir aldı beni. Elbette yer yer yazdıklarımın mehazını belirtmek için kaynak gösterdiğim, hatta belki bir meraklısı çıkar da okur, araştırır diye kast-ı mahsusla künyesini verdiğim kitaplar oluyor. Tabii ki bizzat tavsiye ettiğim kitaplar da söz konusu. Artık söylemek zorundayım ki sadece sonuncu gruptakileri acizane tavsiye ediyorum. Diğerlerini okumayın demiyorum; ama onlar başka mecburiyetler tahtında yazının yüzeyine vurmuş kitaplardır. Anlayacağınız, yazılarımda geçen bütün kitapları tavsiye ediyor değilim.
Okuyucumun son derece haklı olduğu bir nokta da kitapların temini meselesi. Gerçi tavsiye ettiklerimin altına genellikle yayınevlerinin adres ve telefon numaralarını dercediyorum; ama bunun da bir çözüm olmadığını biliyorum. Zira telefon ücreti artı kitabın fiyatı artı posta ücreti bayağı bir yekun tutuyor ve kitap ateş pahasına geliyor. Bu kadar uğraşmayıp da kitapçınızdan temin etmeye kalksanız, o da ayrı bir dert. Kitapçının rafında yoksa İstanbul’a sipariş verecek, haftalar sonra geldiğinde ise belki de iştahınız kaçmış olacaktır. Ne yapalım ki Türkiye’de kültür bu vaziyette; yazar taifesinin hiç değilse insanların kulaklarına küpe olsun diyerek kitap tanıtmaktan başka seçeneği de maalesef yok.
Meraklı bakışlar karşısında en zorlandığım soru şu oluyor: “Bu kadar kitabı nasıl temin edip okumaya nasıl zaman ayırabiliyorsunuz?” Zaman ayırma meselesi izafidir ve insan istediği takdirde hakikaten zamanını çoğaltabilir. Fakat kitap temin etme meselesi doğrusunu isterseniz epeyce çetrefillidir. Kabaca izah etmeye çalışayım: Efendim, haftanın belirli günlerinde kitapçılara uğrar, neler çıkmış diye kontrol eder, acilen okumam gereken kitaplar varsa hemen satın alırım. Bazen yolumu sahaflara düşürüp zamanında almaya kadir olamadığım kitaplara ulaşmaya gayret ederim. Maalesef çalıştığım için kütüphanelere fazla zaman ayıramıyorum, ne mutlu ki bu durumda da imdadıma kütüphaneci dostlarım yetişiyor ve istediğim kitapların fotokopilerini onlar sayesinde temin edebiliyorum. Eh, yayın dünyasında epeyce dostum olduğu için yeni çıkan kitaplardan protokol gereği gönderenler oluyor. Zaman’a uğradığımda postadan muhakkak bazı kitaplar çıkıyor. Bütün bunlara ulaşamayıp yayınevlerinden bizzat istediklerimi de ilave ederseniz benimle yarışamayacağınız, her adını yazdığım kitabı temin edemeyeceğiniz ayan beyan ortaya çıkar zannediyorum.
Madem söz kitaptan açıldı, biraz da okuyamadığım veya başka sebeplerle bahsedemediğim kitaplar da olduğunu zikretmeliyim. İster istemez belli bir istikamette okumak durumundasınız, aksi halde verimli olamazsınız. Her gönderilen veya günün birinde okurum diye aldığınız kitabı peş peşe okumaya kalksanız zihniniz aşure kazanına döner. Bu sebeple belli bir sıraya ve ilgi alanınızın yönlendirmelerine göre ilerlemek durumundasınız. Demek istediğim, bazen gönderilen kitapların tanıtımı gecikince yazarlar ve yayıncılar muğber oluyor, küsebiliyor ki buna hiç gerek yok. Günün birinde ya bizzat ya da yazılarıma yansımış bir halde karşılarına çıkacaktır gönderdikleri kitaplar; merak etmesinler!
“Yeter artık!” deseniz de yine bir mıknatıs gibi çekecektir kitapları Kültür Atlası; çaresiz.
Türk Yurdu yeniden doğuyor
Otobüste, adıma yollanmış paketi açarken sevincimden az daha çığlık atacaktım: Yine bir serdengeçti çıkmış ve bir delilik (!) yapmıştı. İşte elimde kütüphaneye gidip ciltlerini okşamayı, sayfalarında kaybolmayı çok arzuladığım dergilerden birisinin yeni harflerle yapılmış tıpkıbasımı: Türk Yurdu. 1911-12 yıllarında çıkmış sayılarını ihtiva eden bu ilk cilt bile Cumhuriyet’ten önceki fikri yoğunlaşmanın seviyesini gözler önüne sermeye kafi. Tutibay Yayınları, Murat Şefkatli ve Arslan Tekin yönetiminde bir ekip tarafından hazırlanan Türk milliyetçiliğinin hayat kaynaklarından Türk Yurdu dergisinin tamamını 14 cilt halinde -bu neredeyse bir kütüphane demektir- irfanımıza yeniden kazandıracak imiş. Elimizdeki ilk cildin hazırlanışındaki ciddiyet ve baskısındaki nefaset göz önünde bulundurulursa, müteakip ciltlerin de tamamlanmasıyla kütüphanelerimizin büyük bir boşluğu layıkı veçhile doldurulmuş olacaktır. Hatta bugün çokça tartıştığımız birçok konunun bizden önce çok daha seviyeli bir şekilde tartışıldığını da görme fırsatını bulacağınızdan emin olabilirsiniz. Emeği geçen herkese “sa’yiniz meşkur olsun” diyorum.
İsteme adresi: Şehit Adem
Yavuz Sk. No: 3/7 Kızılay/Ankara, Telefax: 0312 419 45 06-07
.
Batı’da Anne olmak
Batı’da Anne olmak
Kim derdi ki 1970’te yayınlandığı The Female Eunuch (“Dişi Haremağası” ya da “Hadım Edilmiş Dişi”) adlı kitapla bir yandan kadınları erkeklerle aynılaştırma yanlışına yuvarlanmış feminizmin ikinci dalgasını hırpalayan, diğer yandan da evliliğin kadına şiddeti davet eden bir kurum olduğunu iddia eden Bayan Germaine Greer, 1980’lerde Sex and Destiny’siyle (Cinsellik ve Kader) cinsel özgürlüğün problemlerinden söz ederek muhafazakarlığın doruklarına tırmanacaktır? Greer gibi gerçekten entelektüel kapasitesi çok yüksek bir feministin, çıkışındaki harareti soğuduktan sonra cinsel sorunların “Kadınlar sokağa!” sloganıyla çözümlemeyecek kadar karmaşık ve istismara çok müsait bir zeminde cereyan etmekte olduğunu keşfi son derece öğretici bir tecrübe olsa gerek.
Sex and Destiny’deki Greer, eleştirel bilinci kışkırtılmış ciddi bir entelektüel portresi çiziyor. Batı toplumlarındaki sömürü mekanizmalarının ne kadar yaygın bir ağ oluşturduğunu ve bu ağın içerisine iyi niyetli feministleri de kattığını, onları farkına varmadan kullandığını ortaya koyuyor; hem de su gibi berrak bir anlatımla.
Batı’da istenmeyen yaratık olduğunu iddia ettiği çocuğun bir anormallik şeklinde değerlendirildiğini söyler Greer. Hayatın normal temposunun dışında kalmış bir ayak bağı, kurtulunması gereken bir yük olarak telakki edilir çocuk. Dolayısıyla çocuğa en yakın kategoriyi teşkil eden yaşlılar ile hamile kadınlar da itilmiş ve dışlanmış durumdadırlar.
“Batı’da kadınların çoğunluğu, hamilelikleriyle yalnızlığa terk edilirler… Bir çocuk sahibi olmak için işlerinden ayrılırlar. Bu birçok kadın için dışa açık sosyal hayattan kendisiyle ilgili kaygılara ve ani bir yalnızlığa geçmek anlamına gelir… Yalnızlık ve kuruntunun sonuçlarından haklı olarak korkan ve işlerinin gereklerini tamamen yerine getirebilecek durumda olan kadınlar çalışmaya devam edebilmek için sıkça hamileliklerini doğumdan hemen önceye kadar gizleyerek savaş verirler.”
Anne olmak iş hayatında risk almak anlamına gelmektedir. Lakin iş riskle kalsa iyi. Toplumsal bir aşağılanmaya da maruz kalmaktadır doğuran kadın: “Batılı kadın erkeklerle rekabet edebilmek için erkeklerin hiyerarşisini takip ediyor ve kendisini erkek gibi değerlendiriyor. Onun için hamileliğin anlamı, tekrar bulunduğu (ulaştığı) konumdan aşağı inmek ve manen, basit insanlarla has olan doğumun etkisi altına girmektir.” Doğumdan sonra işine dönecek kadar talihli olsa bile o artık “hasta” muamelesi görmeyi göze almalıdır. Şunca yıldır elde etmeye şartlandığı eşitliği bir daha geri gelmeyecek biçimde kaybetmiştir: O artık bir annedir.
Greer’a göre bugün anneliği olumlu olarak kuvvetlendirmek kadına yapılabilecek en büyük iyiliklerden biridir. Annelik vasfını neredeyse reddederek yola çıkan feminizm, aslında kadına en büyük kötülüğü yapmış, erkeklerin ekmeğine yağ sürmüştür. Yıkmaya kalkıştığı ataerkil değerleri kuvvetlendirmiştir.
Şaşılacak kadar muhafazakarlaştığına ve bizimkilerin o çok bayıldığı Batılı kadın anlayışına savaş açtığına şahit olduğumuz Greer, sözü ideal kadın ölçüleri ve giyimi konusuna getirir: “Uzun ve cüppe tipi şal kullanan kadınlar, herhangi bir yerde hiç dikkat çekmeden bebeklerini emzirebilirler… Batı dünyası dışındaki toplumların çoğunda annelik, annenin kıyafet ve süsüyle, şerefle ortaya konulur. Bizde ise annelik inkar edilmeye çalışılır.”
Hastanede doğurmanın hükümetlerce mecburi kılınmasına da karşı çıkmaktadır bizzat bir akademisyen olan Greer. Evlerin bulaşıcı hastalıklar ve mikrobik bakımdan hastanelerden daha “temiz” olmalarına rağmen bugün büyük şehirlerde bir kadının evde doğurması neredeyse cinayetmiş gibi değerlendirilmekte, ebeler ise suç işlemiş gibi hapse atılabilmektedir. Üstelik ev, evin sahibi olan hamile kadın için bildik bir ortam olduğundan üzerinde daha az baskı hissedecektir. Velhasıl hastane, aile hayatının bir döneminin en mutlu anının kutlanması için hiç de elverişli bir mekan değildir.
Batılı bir feministin meseleyi bu derece derinliğine tahlil edişiyle bazı feminist köşe yazarlarımızın yapay kaygılarla oyalanan “beyaz feminizm”lerini kıyaslayınca aralarındaki uçurum ayan beyan görülüyor değil mi?
.
Aşk olmayınca meşk olur mu?
Aşk olmayınca meşk olur mu?
“(Rauf Yekta Bey’in) musiki diye bildiği şey, Farabi’de Hafız Ahmed Efendi’ye kadar Arab, Acem, Bizans ve Osmanlı nazariyelerinin küfünü silmekten ibaret; musiki diye sevdiği şey, bir Mevlevi dergahının teke kokan ağır ve bulanık havası içinde mevzun iniltilerden ve horlamalardan ibaret(tir).”
Hayır, hayır bu satırların yazarı bir solcu veya “devrimbaz” değil zannettiğiniz gibi; ölünceye kadar bu görüşlere sadık kalan ‘bizim’ Peyami Safa’nındır ve klasik musikimiz hakkında söyledikleri de bunlardan ibaret değildir. Beşir Ayvazoğlu’nun nefis çalışması Peyami’nin 11. bölümünde ayrıntılarını bulabileceğiniz bu epeyce tuhaf fikirlere 1950’de yazdığı “Alaturkanın sahibi” başlıklı yazıdan bir misal daha zikretmek istiyorum (bu arada nasipse gelecek hafta Sayın Ayvazoğlu’nun Peyami’si üzerinde duracağımı ilgilenenlere haber vereyim):
“Artık saz eserleri nevilerinin bile bestekarlarından mahrum, yaratıcılarının zürriyeti kurumuş ve bütün sürvivansını [bekasını-M.A.] piyasa şarkılarına borçlu bir musikinin melez veya Türk olması ne yaşadığının, ne de yaşamaya layık olduğunun delilidir. Alaturkacılarımızın geçmişi bu kadar imdada çağırmaları da, halin içinde tutunabilecekleri canlı bir değer kalmadığını da göstermez mi?”
Peyami Safa’ya göre klasik musiki geleneğimiz en basit ifadesiyle tükenmiştir ve bundan sonra yaşatılması da lüzumsuzdur. Bu yüzden klasik musikinin yasaklanmasını da sonuna kadar destekleyen P. Safa’nın yargıları bugün bize fazla acımasız ve onun gibi muhafazakar kitlenin öncüsü bir isme yakışmıyor görünmektedir.
Yahya Kemal’e kulak verelim isterseniz sözün burasında:
Çok insan anlayamaz bizim musikimizden
Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden.
Yahut Hilmi Yavuz’un dikkatle okunması gereken aforizmalarına: “Klasik Türk musikisi bizim kimliğimizdir; geçmişimizin ta kendisi… O geçmiş ki, bizim her şeyimizde vardır. Varoluşumuzu anlamla dolduran, bu geçmişin musikisi, ritmi, melodisidir.” Hilmi Yavuz, Peyami Safa’nın aksine klasik musikimizde bir tıkanma olduğu görüşüne katılmaz. Bir tıkanma veya tükenmeden söz etmek bu musiki hakkındaki yanlış bir izlenime dayanmaktadır. Batı müziğinin üretim tarzını esas alan Peyami Safa gibiler, aslında onun üretim tarzını klasik musikimize empoze etmeye kalkmakta ve ona uymayan; ama kendisine mahsus farklı bir üretim ve aktarım mantığına dayanan klasik Türk musikisinin tıkandığını veya tükendiğini söylemeye vardırmaktadırlar işi. Yavuz bu bakışı oryantalistleşmeyle ilişkilendirmektedir ki kendi kültürüne Avrupa gözlüğüyle bakan zihni tavrı kastetmektedir burada haklı olarak.
Geçtiğimiz kasım ayında yayınlanan bir kitap, bütün bu meseleleri bizzat musikinin içinden kalkarak cevaplandırması bakımından ilginç ve ufuk açıcı olmuştur. Kendisiyle aynı sayfayı ve sütunu paylaştığımız Cem Behar’ın Aşk Olmayınca Meşk Olmaz (Yapı Kredi Yayınları) adlı çalışması, yazarın konuya vukufunu bütün açıklığıyla ortaya koyuyor.
Behar, Zaman’da 25 Aralık 1998 tarihli yazısında musiki geleneğimizin kendi kendisine tıkanmadığını, onun 1920’lerden 1970’lere kadar “cebren ezilmek isten”diğini yazmıştı. Kültürel bir linç karşısında dejenere olan ve alaturkadan arabeske kadar uzanan “zevk hezimeti”nin bütün sonuçlarını olanca ağırlığıyla yaşayan klasik Türk musikisi, gerçekte yaşayan ve kendisini yeniden üretme mekanizmaları işleyen bir musikiydi ve bir “tıkanma” söz konusu değildi Behar’a göre. Daha çok Batılı müzik anlayışı karşısında aşağılanması ve dışlanması söz konusuydu.
Behar’ın Osmanlı-Türk musikisi geleneğinin “farklı” bir aktarım ve üretim kalıbı izlediği ve bunun genellikle gözden kaçırıldığı yolundaki verimli tespiti, P. Safa ve neslini aldatan serabın ne olduğunu ortaya koyuyor bana göre. Musikimizin aktarımı bütünüyle meşk adı verilen yönteme dayanırdı: “Hem ses veya saz öğrenimi hem de öğrencilerin bir eser dağarcığı edinmeleri, meşk etmekle gerçekleşirdi. Meşk ederek müzik öğretmenin ve öğrenmenin basit bir araç, herhangi bir pedagojik yöntem olarak görülmesi eksik ve yanlış olur. Dört buçuk yüzyıllık Osmanlı/Türk musiki geleneğinde meşk sayısız müzisyen kuşakları tarafından bir öğretim yöntemi olarak benimsenmekle kalmamış, aynı zamanda ses ve saz eserleri repertuvarının da yüzyıllar boyu kuşaktan kuşağa intikalini sağlamıştır.”
Bununla sınırlı değildir meşkin musikimizde oynadığı roller. Meşk, temel bazı ahlaki ve estetik değer yargılarının da taşıyıcılığını yapmıştır asırlarca: “Meşk zincirlerinin devamlılığı sayesinde de bu yargılar Türk müziği dünyasına iyice yerleşmiş bu dünyanın yazılmamış fütüvvetnamesi, anayasası olmuştur. Meşk aslında bütün bir müzik geleneğinin ortak zemini haline gelmiş, kuşakları, bestecileri, icracıları ve icra üsluplarını bir arada tutan ortak bir aidiyet duygusu oluşturmuş, yani bu sanat alanının tümü için hem estetik hem toplumsal bir harç görevini yerine getirmiştir.”
Demek ki görünüşte devam etmiyor, durağan gibi görünen ve tıkanmış izlenimi veren Türk musiki geleneği, aslında pek fark edilmeyen bir yöntemle, meşk usulüyle devam etmiş ve kendisini yenilemiş, geliştirmiştir. Onun kendini tekrar ettiği yolundaki genel yargı, bir kolektif hafıza gibi hem geleneği kendisinde toplayan, hem de onu yeni yaratıcılık formlarına hazırlayan meşk usulü anlaşılmadığı için ulu orta söylenebilmektedir. Meşk yeterince anlaşılabilse ve onun musikimiz için taşıdığı vazgeçilmez rol kavranabilse, kısacası musiki geleneği kendisine yaraşır nafiz çeşitliliği içinde ihata edilebilse, ne onun tıkandığından söz edilebilir, ne de “tutunabileceği hiçbir değer”inin kalmadığından.
Aşk Olmayınca Meşk Olmaz, kültürümüzün temel ve gizlenmiş vasıflarından birisini derinliğine önümüze serdiği için son yararlandığım bir çalışma oldu. Bu zengin sofradan sizin mahrum kalmanıza gönlüm razı olmadığı için kaleme aldım bu yazıyı.
.
Siyasette cinsel çatlak
Siyasette cinsel çatlak
Bir süredir kadın ve siyaset, feminizm, eşitlik, kadın kotası gibi konularda yazıp çiziyorum ya, adımın “anti-feminist”e çıkmasına ramak kaldı. Nitekim Milliyet’in eki GazetePazar’da da Begüm Soydemir, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü münasebetiyle görüşlerime yer verirken, yazılarımı “anti-feminist söylemlerle dolu” diye nitelemiş. Doğrusu kendi kendime, ne diye bu yazıları yazdığımı sormuyor da değilim. Öyle ya, paşa paşa şehir, tarih, felsefe ve nostalji yazıları yazmak varken, ne diye feministlerle kapışmayı tercih ettim? “Kadın” üzerine yazmak suretiyle köşemi neden mayınlı tarlaya sürdüm? Herkesin, “Yahu bu feministler seni yiyecek!” (ne demekse) uyarılarına muhatap olmayı neden göze aldım?
Kadın ve feminizm, öteden beri yazmak istediğim konular olmuştur. Ancak “Nasıl olsa başkaları bu işe el atar” diyerek her seferinde kenara çekilmişimdir. Lakin son 6 aydır Meclis’e daha fazla kadın milletvekili sokmak ve biz erkek milletini tarihi utancından kurtarmak (!) üzere gaza basan KA-DER’in (Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği) kamuoyunda estirdiği fırtına karşısında köşe yazarlarının neredeyse tamamı koroya katıldılar. Çoğunlukla sloganları aşarak konu üzerinde düşünmek zahmetine katlanmayan köşe yazarlarımızın “Meclis’te kadınlar daha fazla olsa esasen fevkalade olur!” yollu yazılarında bir fikir cevherini boş yere aradım. Sonunda yine köyün delisi rolünü oynamaya karar verdim.
Öncelikle meselemin kadınların Meclis’e az veya çok girmeleri olmadığını belirteyim. Sabah’tan Sayın Zeynep Göğüş’e telefonda söylediğim gibi tam tersi bir durum geçerli olsaydı, yani kadınlar Meclis’te ezici çoğunluğu oluşturuyor olsalardı ve erkekler de kota için ayaklansalardı onlara da söyleyeceklerim kesinlikle aynı olurdu: Kota, en başta onu talep eden kesim için bir aşağılama içerir, bir. İkincisi, insanların yarışma duygularını köreltir ve kalite çıtasının düşürülmesini gerektirir. Dahası, bu siyasi talep gerçek bir toplumsal dinamiğe oturmuyorsa akim kalmaya mahkumdur. Yani toplumsal bir tabanın zorlamasından çok devlet emriyle iktidarın nimetlerine konmak isteyen bir şebekenin, bizim örneğimizde iddia olunduğu gibi “bütün kadınlar”ın değil, “beyaz feministler”in çıkar stratejisi olarak kalır.
Bir başka nokta, öne sürenlerin taleplerinin nereye varacağından habersiz yola çıkmış olmaları. Aslında cins ayrımı üzerinden güdülecek bir siyaset bir tür bölücülüktür. Fransız Anayasa Mahkemesi’nin 1982’de reddetmiş olmasından da anlaşılacağı gibi modern ulus devletin temel niteliklerinden birisi olan üniter yapının değiştirilmesini muciptir. Kökten yeni bir anayasal devlet yapılanmasını gerektirecek bu taleplerin Türkiye Cumhuriyeti’nin tesis etmek için zorlu uğraşlar verdiği eşit hak ve yükümlülüklere dayalı evrensel yurttaşlık prensibini ihlal edeceğini görmek için kahin olmaya gerek yok. Kadınlara bir kere böyle bir ayrıcalık tanınınca, ardından başka özel muamele talepleri gelecek ve üniter ve eşit yurttaşlardan oluşan ulusa veda etmek gerekecektir.
Dünyada İskandinav ülkeleri başta olmak üzere (refah seviyelerinden anlaşılıyor ki bu aslında sosyo-ekonomik bir sorundur) kotalarla Meclis’e kadın parlamenter taşıyan ülkeler oldu. Komünizmle yönetilirken Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği meclislerinde kadın oranı yüzde 30’ların üzerindeydi; çünkü yasa gereği kota uygulaması vardı. Devlet mecliste şu kadar kadın olacak diyor ve o kadar kadın meclise giriyordu! Bu durumda Sovyetler’in her iki parlamentosu da, bizim “erkek cumhuriyet”inden şaşılacak kadar daha demokratikti (!) Fakat 1990’dan sonra ne oldu biliyor musunuz? Kota kalkınca bu oran yüzde 5’e düşüverdi. Duma’daki düşüş daha istikrarlı: 1993’te yüzde 13,5, 1995’te yüzde 9,8.
Sonuç olarak toplumumuzun bünyesinden ihtiyaç olarak fışkırmazsa, çalışan kadın oranımız yüzde 16’lardan yüzde 80’lere çıkmazsa, köylü ve kentli nüfusumuz başa baş bir seyir izlemeye devam ederse devlet desteğiyle yapılan her iş gibi kadınlara kota uygulaması da akamete uğramaya mahkum olacaktır.
.
Vatka ve cinsel özgürlük
Vatka ve cinsel özgürlük
Her şeyi düşünürdüm de, günün birinde Time dergisinin beni destekleyeceği aklımın ucundan bile geçmezdi. 15 Mart 1999 tarihli sayının kapak dosyası nedense feminist basınımızın inanılmaz yoğunlukta ilgisine mazhar oldu. Time’daki yazı özetle feminizmin kadını erkekle aynılaştırma ve farklılıkları yok sayma saplantısının bilimsel olmadığını son yapılan deneylere dayanarak ortaya koyuyor, ayrıca feminizmin pabucunun dama atılmakta olup artık “femaleism”, yani kadınsıcılık ya da dişicilik şeklinde çevirebileceğimiz yeni bir akımın doğmakta olduğunu bildiriyordu.
Derginin kapak dosyası biyolojik-tıbbi olarak da kadın ve erkeğin farklı olduğunu ortaya koyan istatistiki bir bölümle noktalanıyor. Buna göre kadın ve erkeğin vücutları her hastalığa farklı tepkiler veriyor, bu da tedavilerinin farklı yöntemlerle yapılmasını gerektiriyormuş. Kadın vücudu bağışıklık sistemi bakımından erkeğinkine göre daha güçlü, buna mukabil mesela “diz”le ilgili konularda daha dayanıksızmış. Kadınlar depresyona erkeklere göre daha kolay düşüyormuş. Dahası, sindirim sistemleri bile farklı çalışıyormuş: Aynı gıdaları yeseler dahi kadınlar daha geç sindirebiliyormuş yediklerini.
Bulgular bilimsel olarak ne kadar geçerlidir bilmiyorum; ama derginin dünyadaki yeni bir dalgayı müjdelediği ortada: Ütopyacı feminizmin eşitlik ve cinsel özgürlük diye kadının farklılığını örtbas etmeye çalıştığını eleştirip farklılığa dayalı feminizmin ya da femaleism’in yükselişini konu edinmesi boşuna değil. 1960 ve 1970’lerin ‘özgürlük’ tufanı dinip de akılları başlarına gelince aynı kadınlar, cinsel özgürlüğün kadınların aleyhlerine işleyen bir tür kendi elleriyle kendilerini erkeklere kurban etme ideolojisi olduğunu fark etmeye başladılar. Zamanında “geri kafalılık” diye yaftaladıkları birçok değeri, yıktıklarına bin pişman, nasıl yeniden üretebilecekleri sorusunu çözmeye uğraşıyorlar.
Birikim’de (sayı: 119, Mart ’99) Ece Temelkuran, çarpıcı tespitlerle dolu “Cinsel Özgürlük Mavalı…” başlıklı yazısında dobra dobra bu feminist ütopyayı eleştiriyor. Nasıl mı? Beraber kulak verelim isterseniz:
“Cinsel özgürlük mavalı, o uzun ninni, Avrupa’da ’68 ile birlikte başladı… Esen üfüren birey merkezli özgürlük rüzgarları birden heyecana kapılan kadınların teknesini neredeyse alabora etti. Görünüşe göre herkes tatlı tatlı bireysel özgürlüğü engelleyen her türlü engeli ortadan kaldırmaya çalışıyordu… Bu erkeklerin günüydü. Daha özgür erkekler için daha mülayim [sorun çıkarmayan- M.A.] kadınlar isteniyordu. Açıkçası ’68’le birlikte sere serpe yaşanan cinsel özgürlük daha çok kadınla birlikte olmak için erkeklerin uydurduğu bir palavraydı… Ama daha acısı, dönemin saplantısına kapılan, “Yaşasın!” diye bağırıp, cinsel özgürlük mavalına aldanan kadınlardı. Onlar ellerinden alınan silahın farkında değillerdi.”
Evet silahı elinden alınınca, yani asırlardır vurgulanan kadının bedenini sakınması “geri kafalılık” diye damgalanınca erkeklerin beklediği vasat müsaitleşiyordu. Evlilik kurumunun asıl kadınları korumak üzere tesis edildiğini unutuyordu ütopyacı feministler. Cinselliğinin, erkeğinkinin tersine, ancak sakınıldığında kadını tüketim nesnesi olmaktan koruyacağını bildiren din ve geleneklerle alay etmenin faturasını sözümona özgür kadınlar ağır bir bedelle ödemek zorunda kalacaklardı:
“Cinsel özgürlük erkek için neydi ki, elinin kiri! Ama kadın için. Bu dönemden özgürleşmemiş olarak çıkan erkeklerin evlenip barklanırken hiç de “birlikte özgürleştiği” kadınları tercih etmemiş olmaları bir tesadüf müydü acaba?.. Kadınlar ’68’in, üzerinden [bir silindir gibi- M.A.] geçtiği bedenleriyle iş dünyasına girdiklerinde bu yüzden yüz üstü yere yapıştılar. ’80’lerde vatka diye düşman başına bir modanın çıkması bir tesadüf müdür? Vatka ve kabarık saç modası erkekler dünyasında var olma savaşında kadın bedeninin kaybettiği mücadelenin bir simgesi… Kadın, vatkalarla omuzlarını genişletiyordu, ispatlamak için o omuzların erkeklerin taşıdığı yükleri taşımaya muktedir olduğunu.”
Her iki yazı da kadınlar cephesinde ’68’lerden bu yana köprülerin altından çok suların aktığını yeterince ortaya koyuyor zaten. Bizdeki feministler ne mi yapıyor? Hazin; ama hala vatkayı eşitlik ve özgürlük sembolü sanıyorlar!
.
Kitaplar, ah kitaplar!
Kitaplar, ah kitaplar!
Sahaf Cihannüma’nın sahibi Cihan Bey elime eski bir gazete tomarı ile birkaç dergi tutuşturuyor ve ekliyor: “Bunlar yeni aldığım Ali Fuat Başgil’in kütüphanesinden. Şu yerde gördüklerin de onun kitapları.” İlgimi çeken birisinin kapağını açıyorum merakla ve Başgil hocaya imzalanmış olduğunu görüyorum. Hey koca Ali Fuat Başgil hoca! Kütüphanen o bir zamanlar sana destek verenlerin kurduğu vakıflardan birisi tarafından satın alınamaz mıydı? Kitapların bir bütün halinde araştırmacıların istifadesine sunulamaz mıydı? Senin hakkında araştırma yapacak olanlar fikir serüveninin hangi duraklarda soluklandığını, hangi kıvılcımlarla ateşlendiğini öğrenme şansını ne yazık ki bir daha geri gelmemek üzere yitirmiş bulunuyor.
Ne olurdu birçok yazarımızın, düşünürümüzün, şairimizin kütüphanesi bölünüp paralanmadan, olduğu gibi bize intikal edebilseydi, onların kitaplarının kenarlarına düştükleri notları, altlarını çizdikleri satırları, heyecanlarını aksettirdikleri ünlemli cümlelerini görme fırsatını bulabilseydik. Koskoca Fuat Köprülü’nün kitaplarının bile nasıl darmadağın olduğunu biliyoruz. Hele Prof. Arif Müfit Mansel’in, talebesi Semavi Eyice hocadan dinlediğim o her kitaptan iki adet bulunan tümü özel olarak ciltlenmiş müthiş kütüphanesinden eser var mıdır dersiniz?
“Ve kitaplar, kitaplar… Peyami Safa’nın üzerlerine terk edilmişliğin karanlık hüznü çökmüş fikir arkadaşları. Masanın üzerinde sayfaları açık, sayfa kenarlarına notlar düşülmüş bir kitap: La Mort cette inconnue (Ölüm, Bu Meçhul), Raoul Montandon’un bir kitabı.” Bu kitap, Peyami Safa’nın ölmeden önce okumakta olduğu bu son kitap şimdi nerededir ve kimin elindedir? Kan kusmadan önce bu kitabın zifiri satırları arasında neleri arıyordu Peyami Safa ve neleri bulduğunu zannetmişti? Hangi satırların altını çizmiş, hangi büyük sırrın düğümünü çözmeye çalışmıştı o son akşam?
Meçhule atılan bir kement miydi kitaplar?
Cingöz Peyami’nin maceraları
Uzun zamandır Beşir Ayvazoğlu’nun bir Peyami Safa biyografisi yazmakta olduğunu biliyordum da, bu kadar zengin ve ayrıntılı, bu kadar roman gibi bir hayat hikayesi ortaya çıkacağını doğrusu tahmin etmemiştim. Gerçekten de bir yazarın dünyasına girmek, onun beyninin kıvrımlarında beraber seyahat etmek, mahrem nüanslarına kadar ruhunu tanımak için kuru ve ruhsuz doktora tezlerinden çok Beşir Ayvazoğlu’nun yazdığı türden kanlı, canlı ve objektifliği yazanın değil, yazılanın, olduğu gibi, sansürlenmeden sunulmasında arayan eserlere çok, pek çok ihtiyacımız var.
Babası İsmail Safa’nın hayatından başlayarak “entellektüel sevgilisi”nin evinde kan kustuğu sahneye kadar bir gergefe işler gibi işlemiş bu inişi yokuşu bol hayatın adımlarını Ayvazoğlu. İlk yazıları, romanları, o unutulmaz kalem kavgaları, güzellik yarışmalarındaki vazgeçilmez jüri üyelikleri, ruh çağırma seansları, Bursa’dan CHP mebus namzetliği, harf inkılabında geçirdiği hafakanlar, Demokrat Parti’ye önce saldırdığı, sonra da Menderes’le yakınlaştığı sarsıntılı demler, bize bir tarafını yansıtan Cingöz Recai adlı kahramanının maceraları, Dadaizmin babası Tristan Tzara ile yaptığı röportaj, sola sempati beslediği yıllar, Cahit Sıtkı Tarancı’yı keşfi, klasik Türk musikisine ölünceye karşı duyduğu soğukluk, Fatih Harbiye’nin hikayesi, “Avrupa bir devdir” diye başlayan Avrupa seyahati izlenimleri, yaşadığı aşklar, çıplaklık hakkındaki aykırı düşünceleri, ömür boyu verdiği maişet mücadelesini bütün şeffaflığı ile Peyami’de bulmak mümkün.
Aralara serpiştirilmiş kahverengi fotoğrafları şöyle baştan sona taramak bile bu büyük kalemin serencamını anlamak için yeterli oluyor. Kalemiyle yaşamak için mücadele vermiş nice aydını birkaç yüz kere silindirden geçiren acımasız kültür ve siyaset hayatımız, sonunda Peyami’yi de defterinden silmek üzereyken sevgili Beşir ağabey yetişti imdada. Kendisine ellerine sağlık diyorum.
Son olarak eklemek estediğim ufak bir nokta var. Başka bir gün ayrıca yazabilirim; fakat şimdiden en azından sözünü etmekte araştırmacılar için fayda mülahaza ediyorum: Kemal Tahir ile Peyami Safa arasında 1936’da “Namık Kemal anketi” dolayısıyla bir tartışma cereyan etmiştir. Edebiyat tarihimiz açısından önemli olduğunu düşündüğüm bu risaleyi Peyami’de göremeyince benim de bu lezzetli sofraya bir tutam tuz katkım olması için sözünü ettiğim yayının künyesini zikretmek istiyorum. Kemal Tahir – Suat Derviş – Ahmet Cevad, 1936 Modeli Gençler ve Zavallı Peyami Safa, İstanbul, tarihsiz, Selamet Basımevi, 31 sayfa.
(*) Peyami: Hayatı, Sanatı, Felsefesi, Dramı, İstanbul 1998, Ötüken
.
Abdülhamid ve Freud
Abdülhamid ve Freud
Nihayet Freud’un medeniyet hakkındaki meşhur kitabının tercümesi (Uygarlığın Huzursuzluğu) yayımlandı. Psikanalitik düşünceden ’68 hareketine, sosyoloji ve antropolojiden cinsiyet araştırmalarına kadar pek çok alanda en fazla başvurulan eserlerden biri olan Uygarlığın Huzursuzluğu, medeniyeti, insanın doğuştan getirdiği içgüdülerin sınırlanması ve başka kalıplara büründürülmesiyle açıklıyor. İçgüdülerimiz, hayvanlardaki gibi toplumsal hayatta herhangi bir sınırlamaya maruz kalmadan tatmin edilme cihetine gidilmiş olsaydı, evet nevroz, kaygı, kompleksler.. insanoğluna yabancı kalacaktı; buna mukabil medeniyet denilen ve insan oluşumuzu büyük ölçüde kendisine borçlu olduğumuz bilim, konfor, felsefe, teknoloji, adab-ı muaşeret gibi kurumlar vücuda gelmeyecekti. Medeniyet, ancak doğuştan getirdiğimiz bazı özelliklerimizin bastırılıp başka kalıplara dönüştürülmesi, yüceltilmesi pahasına gerçekleşen zorlu ve zorunlu bir süreçtir ve hiç de sorunsuz bir süreç değildir.
Gelin görün ki önsöz niyetine konulan, insana aksi halde epeyce ince kaçacak kitaba beş on sayfa daha ilave etmek gayesiyle kaleme alındığını düşündürten ortalama bir yazı (Ali Babaoğlu, “Freud’da toplum, kültür, din felsefesi”) hevesimi kaçırmaya yetti. Haddizatında teorileri bir siyasi veya ekonomik nedene bağlamak kaygısıyla dışarıdan açıklamaların faydadan hali olmadığı açık. Ancak söz konusu yazıda, Freud’un insanlığın ilkel dönemlerinde erkek bir tiran’ın yönetiminde yaşadığı tezinin Abdülhamid’le ilişkilendirilmesi iki açıdan hatalı. Birincisi, böyle bir “düşünce”nin ancak “izlenim” düzeyinde bir geçerliliği olması ve gerçek Abdülhamid’e ait olmaktan çok Abdülhamid’in Avrupalı imajından türemiş bulunması. Diğeri de eğer çağdışı bir despotik yönetimin Freud üzerinde böylesi bir tesiri söz konusu olmuşsa, bunun niçin aynı dönemdeki diğer Avrupalı despot ve monarklarda değil de, sadece Abdülhamid’de arandığı sorusunun cevapsız bırakılmış olması.
Babaoğlu’na göre Osmanlılar “yüzyılın en korkunç despotu olan bir sultanın, II. Abdülhamid’in sultası altında”ydı. Ne gariptir ki bu “korkunç despot”(!) ne Avusturya-Macaristan imparatorluğunda, ne de Rusya’da normal vatandaşlık statüsü kazanabilmiş olan Yahudileri kişisel himayesine almış olup “neredeyse diplomatik sayılabilecek bir dokunulmazlık ve dolayısıyla da büyük bir refah içinde” yaşatmaktadır onları. İyi de korkunç istibdat bunun neresinde, diyorsunuz içinizden değil mi? Yahudileri Avrupa’da olduklarından daha müreffeh ve daha imtiyazlı kılan bir insan neden kendisi de Galiçyalı bir Yahudi olan Freud’un gözünde astığı astık, kestiği kestik zalim bir tiran haline gelsin? Açıklama hazır: Yahudileri koruyor, evet ama kendi öz oğullarına zulüm yapıyor! (Sanki ezilen Türklerin derdi onları tutmuş gibi!) Üstelik hareminde de “binleri bulan kadınları kendi keyfi için tutmakta” olan bu korkunç despot, kurduğu düzeni sarsmak isteyen bilinçli oğullarını (şu Frenk hayranı aydınları) zindanlarda boğdurmaktaymış!
Tarihi olarak bunların hemen tamamının yanlış olduğunu biliyoruz bugün. Ne hareminde binlerce kadın vardı, ne de kimseyi boğdurdu Abdülhamid! Magosa’da sürgün olarak bulunan Namık Kemal’e İstanbul’dan özel olarak Çırçır suyu gönderildiğini de bilemezdi tabii ki Freud: “Zalim baba”ya karşı ayaklanan oğulların birkaç yıl içinde eskisinden beter despotlar olup çıktıklarını da duymamıştır muhtemelen.
İyi de bütün bunların tarihte yaşamış olan Abdülhamid’le ne alakası var? Eleştiri oklarını Abdülhamid yerine onu kafasında istediği gibi “kuran” Freud’a yöneltmemiz gerekmez miydi? Kendi ilgi alanlarına giren konularda kılı kırka yaran vukufiyetini yanıbaşındaki bir ülkenin hükümdarından esirgeyen Freud kadar, üzerinden üç çeyrek asır geçmiş bir metni üstelik Rusya’da değil, Türkiye’de yayınlayanların kendilerine Batı gözlükleriyle nazar etmekten haz duymaları, doğrusu oryantalizmin yalnız bilgi nesnesi olarak değil, haz nesnesi olarak da Doğu’yu istismar ettiğini söyleyen Edward Said’in haklılığını bir kere daha ispatlıyor. Titizlikleriyle tanıdığım Metis Yayınları’nın en azından müteakip baskıda bu ayıbı tekrar etmeyeceğini umuyorum.
.
İki Osmanlı Devleti!
İki Osmanlı Devleti!
Nedense Osmanlı tarihi kafamızda sanki tam ortadan ikiye bölünmüştür: Kuruluş ve yükseliş dönemleri bir yanda, duraklama ve gerileme dönemleri ise öbür yanda. İlk dönemde -ki kuruluştan Kanuni’nin öldüğü yıl olan 1566’ya kadar uzanır- yaşamış padişahların isimlerini iyi kötü biliriz de sıra duraklama devrine gelince meslekten Osmanlı tarihçileri dışındakiler bir türlü sırasıyla sayamaz. Daha doğrusu sanki saymak istemeyiz. Bu döneme müstekreh bir nazar fırlatırız deyim yerindeyse.
Biraz şaşıracaksınız belki; ama yaşayan en büyük Osmanlı tarihçisi kabul edilen Prof. Halil İnalcık da benzer bir görüştedir. O da aşağı yukarı sokaktaki adam gibi ikiye bölmektedir bu 600 yıllık büyük tarihi. Gariptir, yaklaşık olarak aynı yıllardan, yani 16. yüzyıl sonlarından itibaren keskin bir çizgi çekmektedir Osmanlı Devleti’nin tarihine. Başka bir deyişle bir 17. yüzyıla kadarki Osmanlı Devleti vardır, İnalcık’a göre, bir de 17. yüzyıldan sonraki Osmanlı Devleti.
Siz de padişah isimlerini sayamayanlardan idiyseniz rahat bir nefes almış olmalısınız. Koskoca tarihçimiz de Osmanlı Devleti’ni benim gibi ikiye bölmüşse bir bildiği olmalı, değil mi? Fakat acele etmeyin.
Halil İnalcık, Türkçesinin de yayınlanacağını öğrendiğim Ottoman Empire: The Classical Age 1300-1600 (Weidenfeld & Nicholson, 1973) adlı eserinde klasik çağ diye tanımladığı ilk üç yüzyılını inceler Osmanlı Devleti’nin. Kısa bir bölümde ise gerileme ve çöküşüne değinirken şunları söyler özetle: 16. yüzyıl sonlarından itibaren Avrupa ve dünya sistemindeki değişmeler sonucu temel kurumlar kendilerini değişen şartlara uyarlayamadı. İmparatorluğun içine doğduğu “Yakın Doğu devleti modeli”, 16. yüzyıl sonuna kadar elini kolunu bağlamıştır kurumların. Bu bakımdan devletin zirvesine ulaştığı kabul edilen Kanuni dönemi, gerçekte mükemmelliği yakalamış, kendinden aşırı emin, dış etkilere kapalı bir vaziyet arz etmekteydi. Batı’dan teknoloji, tıp ve finans alanlarındaki bazı keşifleri ödünç almalarına rağmen ya askeri ya da pratik amaçlarla kullanıyorlardı bunları.
Oysa 17. yüzyıl yeni bir çağın açıldığı dönemdir Osmanlı tarihinde. Şöyle ifade ediyor İnalcık hoca bu kırılmayı: “Böylece onaltıncı yüzyılın son on yılında Avrupa’nın iktisadi ve askeri etkisi ile onu takip eden derin bunalımlar Osmanlı İmparatorluğu’nu kökten dönüşüme uğrattı ve tarihinde yeni bir çağ açtı. Klasik yakın doğu devletinin kurumları çözüldü ve yeni şartlara uyarlama çabaları imparatorluğu temelinden sarstı. On yedinci yüzyılın ortalarında yine nisbi bir sükunet sağlandığında ortaya çıkan durum, 1600’den önceki imparatorluğun durumundan tamamiyle farklı bir manzara arz etmekteydi.”
Demek ki Osmanlı Devleti, 16. yüzyılın sonu ile 17. yüzyılın başlarında içine girdiği bunalımı atlatabilmek için yoğun çabaların içine girmiş, kurumlarında acil bir ıslahata gitmiş, askeri ve idari yapısını dönüştürmüş ve zahiren de olsa çağındaki büyük devletlere yeniden kafa tutacak bir diriliğe kavuşmuştu. Özellikle Köprülüler dönemi, sonu kötü bitse de, devletin ikinci baharını yaşadığı yıllar olmuştur. Hatta, Viyana bozgunu ve sonrasında Batı’yla arasında yaşanan (1683-1699) çok mühim askeri-siyasi mücadele, yalnız Osmanlı tarihinde değil, Avrupa tarihinde de bir “dönüm noktası” teşkil etmektedir.
Çağımızın ünlü Marksist sosyal bilimcilerinden Immanuel Wallerstein’in iddiası ise bizim adını “gerileme” koyduğumuz dönemin, gerçekte Avrupa’da ortaya çıkan kapitalist dünya ekonominin (bütün dünyayı bir piyasa ekonomisi çerçevesinde yutmaya hazırlanan devasa bir sistemin) Osmanlı’nın hükümran olduğu bölgeleri bütün iştahıyla kendisine eklemlemesi sürecinin bir parçası olduğu yolundadır. “Bu eklemlenme sadece üretim yapılarının yeniden örgütlenmesiyle değil, devletler arası sistemin üyeleri olan devlet(ler)in meydana getirilmesiyle (de) sonuçlandı.” İmparatorluğun nüfuz sahalarında kalan ve kapitalist dünya-sisteme direnen toplumlar birer birer devlet yapıldı ve her ‘yapılan’ devlet, dünya-ekonominin kontrolüne sokuldu. Hasılı, Osmanlı Devleti, aslında adına bugün “küresel” dediğimiz muazzam bir güce karşı direnen ve onun sömürüsüne karşı elindeki toprakları müdafaa etmeye çalışan bir devletti. Karşı koydu, alt etmeye çalıştı, kendisini yeniledi; ama küreselleşmek için yapmayacağı şey olmayan bu büyük mekanizmanın ablukasını kırmaya kadir olamadı. Osmanlı’nın hukuka dayalı, yani sistemi değil, halkı korumaya yönelik klasik formunu terk etmedikçe başaramayacağı bir işti dünya-ekonomiye, dünya sistemine dahil olmak.
İşte Tanzimat’tan itibaren değişen tam da bu oldu: Artık kendisinin kapitalist dünya-sisteme dahil olduğunu beyan etmesi, dolayısıyla teslim bayrağını çekmesiydi gerçekte Tanzimat Fermanı.
“Ah bu 17. asır”!
Nedense son zamanlarda Osmanlı tarihinin dikkatimizi bile tevcih etmek lütfunda bulunmadığımız dönemlerini daha çok sevmeye başladım. Şu noktaya vardım ki, asıl Osmanlı 17. asırdan itibaren olgunlaşır, kendini bulmaya ve tanımaya başlar.
Ahmet Hamdi Tanpınar Beş Şehir’inde bu noktaya dikkat çekmiştir: “Bununla beraber, bu kadar felaketle biten 17. asır zevkimizin tam teessüs ettiği asırdır. İki asırlık tereddüt ve düşünceden sonra sivil mimarimiz Boğaz’a yaraşacak bir üslup bulmuş, üstelik hayatımızda bu inceliği ve onun külfetlerini kabul edebilecek hale gelmiştir.” Başka bir yerdeyse şunu söyler. “Ah bu 17. asır, evliyasıyla, ulemasıyla, vezir vüzerasiyle, eşkıyası ile nasıl birbirine benzer.”
Hızla bir göz atıldığında kültür alanında pek çok sima karşımıza çıkar bu yüzyılda; Nef’i, Evliya Çelebi, Katip Çelebi, Naima, İsmail Hakkı Bursevi, Sultanahmet Camii mimarı Sedefkar Mehmet Ağa ve diğerleri. Köprülülerin Osmanlı’ya ikinci baharını yaşatışı ile Viyana önlerinde uğranan talihsiz bozgun aynı yüzyıla demirlenir. Bu yüzyıl, Genç Osman’ın katline de, gariptir, Osmanlı idaresinde sivilleşmenin başlamasına da şahit olmuştur. Osmanlı’nın yükselişi 1669 Eylül’ünde uzun ve zorlu kuşatma yıllarından sonra fethettiği Girit’le devam eder. Bağdat yeniden fethedilir. St. Gotthard’da 1674’de Almanlara karşı uğranılan gerçekten de trajik yenilgi, barış masasında zafere dönüştürülür, düşman hem tazminat ödemek zorunda kalır, hem de daha önce aldığı toprakları iade eder.
Velhasıl sizden önce kendime tavsiyem şu: Bütün düğümlerin birleştiği ve yoğunlaştığı, zaferlerin de, hezimetlerin de beraber tadıldığı kavşak olan bu “büyük asr”ı anlamadan Osmanlı tarihi anlaşılamaz.
.
Yirminci yüzyılın en büyük kafaları
Yirminci yüzyılın en büyük kafaları
Yirminci yüzyılın aslında 1914’te başlayıp 1990’ların başında Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle sona erdiğini söyleyen ünlü çağdaş felsefeci Gadamer’di sanırım. Çağları takvim yapraklarının mecalsiz savruluşlarına bel bağlayarak bölümlemek, tasnif etmek gerçekten de ciddi yanılgılara sevk edebiliyor insanı. Ünlü tarihçi Fernand Braudel’in onaltıncı yüzyılın yaklaşık 2 asır sürdüğünü iddia ettiğini ve bu yüzden onu “büyük onaltıncı yüzyıl” diye nitelediğini unutmayalım.
Daha önceki bir yazımda yirminci yüzyılın uzadıkça uzadığını ve ‘dünyanın en uzun yüzyılı’ unvanını hak ettiğini yazdığımı hatırlıyorum. Burada şu soruyu sormanın zamanıdır: Peki bu en uzun yüzyılı temsil edecek kişi kim olacaktır? İyi ama “hangi alanda?” sorusunu cevaplamadan bu derece genel bir soruya cevap aramanın bir mantığı olabilir mi? Söz gelimi birisi kalkıp da ofset baskı makinasının ya da transistörlü radyonun mucitlerinin içinde bulunduğumuz çağa damgasını bastığını ileri süremez ve bunda da bir parça haklı sayılmaz mıydı? Keza Hitler ve Lenin’i de, Einstein ve Freud’u da, Weber ve Wittgenstein’ı da, Wright Kardeşler ve Keynes’i de listeye dahil edenler çıkacaktır doğal olarak.
Time dergisinin yüzyılın en büyük kafalarına tahsis edilmiş olan geçen sayısında Freud ve Einstein dışında isimleri fazla şöhret bulmamış bilim adamlarının listeye alındığını görünce doğrusu şaşırmadım desem yalan olur. Niels Bohr, Schrödinger, David Bohm, Heisenberg, Heidegger gibi isimleri boşuna aradım durdum Time’ın yüzyılın en büyük kafaları listesinde. Bunlara mukabil birçok isimsiz kahramanın öne çıkartıldığına şahit oldum. Mesela televizyonun mucidi Philo Farnsworth, plastiği ilk bulan Leo Baekland, penisilini keşfeden Alexander Fleming, bilgisayar programcısı Alan Turing, transistörün babası William Shockley, çocuk felci aşısını bulan Jonas Salk gibi çoğumuzun pek fazla aşinası olmadığımız isimlerden oluşuyor bu liste. John Maynard Keynes, Jean Piaget, Kurt Godel, Rachel Carson gibi bazı tanıdık isimler de var; ama azınlıktalar.
Bu tablo bana şunu göstermiş oldu: Bilim ve teknoloji alanında adı büyüğe çıkmış birtakım isimler büyük ölçüde medya vasıtasıyla popülerleştirilmiş figürlerden oluşuyor. Mesela listede, adından günümüzde çok söz edilen Stephen Hawking’e rastlanılmaması size de ilginç gelmiyor mu? Oysa Hubble teleskobunu bulan Edwin Hubble, daha az popüler olmasına rağmen haklı olarak bu dengeli listede yerini alabiliyor. Bilimin gizli kahramanları, çok fazla popüler olmayan veya popüler olmayı reddeden bir çizgide yürütmüşlerdir çalışmalarını.
Bilimin popüler yüzü, istisnalar hariç, pazarlamayla ilgili kısmını teşkil etmektedir. Başka bir deyişle buzdağının görünen kısmını. Bilimin asıl taşıyıcıları, hamalları ise sessiz sedasız laboratuvarında, Marie Curie örneğinde olduğu gibi hayatını tehlikeye atarak ömür tüketen işçi arılardan oluşmaktadır. Time, popülaritesine bakmadan bize bu işçi arıları tanıttığı için hayırlı bir iş yapmıştır bana kalırsa.
BİR KİTAP
Gültekin Çizgen gözüyle Osmanlı’da bilim ve sanat
Gültekin Çizgen, daha çok bir fotoğraf ustası kimliği ile tanınmasına rağmen yıllardır “özgün baskı” tekniğinde yaptığı resimleriyle de adından çok söz ettiren bir sanatçı. Beşir Ayvazoğlu, Gültekin Çizgen’in 1994’te açtığı “Evrenin Gizli Tarihi” adlı sergisi hakkında şunları yazmıştı: “Uzay geometrisi ile klasik arabesklerin bir çeşit izdivacı niteliğindeki düzenlemeler, eski Müslüman sanatçılarının da kozmik tasavvurlarını ifade etmede kullandıkları -burçnamelerden alınmış- figürle birlikte yabancısı olmadığımız bir evreni seriyor önümüze. Bu bir kolaj değil bence; bilgisayarın imbiğinden geçmiş yeni ve eskinin yepyeni bir dil haline gelişidir. Türk insanının nicedir unuttuğu bir dil, modern teknolojinin diline tercüme edilmiş de diyebilirim.”
Çizgen, metinlerini Tarık Dursun K.’nın kaleme aldığı Osmanlıların Uygarlığımıza Katkıları: Bilim ve Sanat adlı son albümünde, bütün bir Osmanlı tarihinden tayin edici olay, kişi veya eserleri ele alıp bunları geleneksel minyatür anlayışı üzerine bir nevi “gölge oyunu” tekniği ile oturtarak yeni bir Osmanlı portresi çıkartıyor ortaya. Bir bakıma geleneksel sanatımızdan olduğu kadar genelde Doğu sanatından da tatlar damıtarak tarihimizin sayfalarına yeni yeni anlatım imkanları kazandırıyor. Zaten Çizgen’in gerçekleştirmeye çalıştığı şey de, geleneğin içindeki gizli ya da örtük kalmış potansiyelleri yeni ifade vasıtalarıyla buluşturmak, onlardaki gizli yönleri bugünün insanına deşifre ederek sunmak şeklinde özetlenebilir.
Çizgen’in çalışması Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşunun 700. yıldönümü anısına sunulmuş görsel bir şölen.
Gültekin Çizgen kimdir?
1940 yılında İstanbul’da doğan Çizgen, 1958 yılından beri (yani tam 40 yıldır) fotoğraf çekiyor. Bu süreç içinde tecrübelerini ve ulaştığı teorik birikimini fotoğraf üzerine yayımladığı 6 kitapla, verdiği çok sayıda konferans, söyleşi ve açık oturumla topluma sunmaya çalıştı. Şimdiye kadar yurt içi ve yurt dışı olmak üzere tam 44 fotoğraf sergisi açan Çizgen, halen resim ve fotoğraf çalışmalarını “coşkuyla” sürdürüyor.
.
Başkan adaylarının karnesi
Başkan adaylarının karnesi
Şehir hakkındaki yazılarımı takip edenler İstanbul Büyükşehir belediye başkan adaylarının bugüne kadar çizdikleri portreleri soruyorlar benden. Takip edebildiğim kadarıyla başkan adaylarından bazılarının şimdiye kadar bende bıraktıkları izlenimleri özetle şöyle aktarabilirim sizlere.
Ali Müfit Gürtuna
Kendisine güvenen, konusuna hakim ve apolitik. Avantajları kadar dezavantajları da bu cümlede gizli. MSP-RP-Fazilet Partisi geleneğinde ilk defa siyasi mesaj vermeden seçimlere giren bir adayla karşı karşıyayız. (Ama bu mahalli seçimlerde Gürtuna gibi adayların FP’de yalnız olmadığı da biliniyor.) Dürüst, telaşsız ve kendisinden çok projelerini öne çıkartan tavrı, doğrusu beni cezbediyor. Zannediyorum birçok seçmeni de cezbedecek. Fakat kendini büyük bir baskı altında hisseden FP seçmeninin bu ideolojik olmayan söyleme nasıl ikna edileceği büyük bir soru işareti. Teknik konulardaki performansını siyasallaştıramıyor, bu açıdan Erdoğan’ın tam karşı kutbunda. Bir belediye başkanının uygulayacağı en etkin siyasetin siyaset yapmamak olduğuna bütün kalbi ve kafasıyla inanmış durumda. Bir tarafa verdiği mesaj diğer taraflarca “anlayışla karşılanırsa” kazanabilir.
Ali Talip Özdemir
Türkiye’nin ilk çevre bakanı, Bakırköy gibi müreffeh bir ilçede belediye başkanlığı yaptı. Diğer adaylara göre daha iyi tebessüm ediyor, daha fotojenik. En büyük dezavantajı, İstanbul’un yüzü gülen tarafını temsil etmesi. Oysa Tayyip Erdoğan biraz da o acı çekmişlere mahsus “mahzun” figürüyle kazanmıştı oyları ve kalpleri. Kazanırsa Özal’ın bu son prensinin, arkasında Özal gibi bir motor kuvvet olmadan neler yapabileceğini göreceğiz. (Diğer prensler Özal’dan sonra hazan yaprakları gibi dökülmüşlerdi.) Reklam kampanyası bence Gürtuna’nınkinden daha başarılı; ama amacına bu yolla ulaşabilir mi bilmiyorum. Arkasında güçlü bir medya desteği var. (1994’te Zülfü Livaneli’nin de vardı!) Projeleri iddialı. Kendisi atak. Seçmenindeki kan kaybını durdurup taze oyları alabilmesine bağlı görünüyor seçilmesi.
Zekeriya Temizel
Maliye Bakanlığı gibi halk nezdinde “sevimsiz” bir makamdan İstanbul Büyükşehir belediye başkanlığı gibi popülerliğe ve sevimliliğe çok fazla ihtiyaç gösteren bir makama aday olmayı kabul etmesi ilginç. Eli sıkı bir maliyeci portresi çizdi bakanlığı sırasında. Umarım başkan seçilirse bu özelliğini devam ettirir. Gürtuna ve Özdemir’in aksine belediyecilik tecrübesinden yoksun olarak çıkıyor piste. Az ve öz konuşuyor. Az ama içten gülüyor. İstanbul’u bir sanayi şehri olmaktan kurtarıp ticaret ve finans merkezi haline getireceğini söylüyor ki bu hiç de “solcu” bir politik projeye benzemiyor. (Besim Tibuk’a daha yakışan bir proje!) Eski çevre bakanı Özdemir’den daha çevreci; şehirde dev fabrikaların yapımına karşı. Belediyecilikle ilgili teknik konularda zaaflarını gizleyemiyor.
Yalçın Özer
Mahalli seçimlerin sürpriz isimlerinden. Yılların gazetecisi. Bu yüzden halkla ortak noktalarda daha kolay buluşabiliyor. DYP’nin başarılı bir performans sergileyen reklam kampanyasını kendisinden esirgemiş olmasını izahta doğrusu zorlanıyorum. Hasbi ve hoşgörülü bir aday olduğu izlenimini vermeyi başarıyor. Ayrıntılarına girilmezse projeleri iyi hazırlanmış görünüyor. Diğer birçok partide gördüğümüz genel merkezin kampanyası ile yerel yönetimlerin kampanyası arasındaki koordinasyonsuzluk onun da kaderini belirleyebilir. FP’den Erdoğan sonrası kaçacak oylar için elverişli bir yuva olduğu mesajını verebilirse partisinin İstanbul’daki makus talihini zorlayabilir.
Adnan Polat
Galatasaray’ın eski yöneticisi. Takımının en zor zamanlarında verdiği soğukkanlı demeçleriyle hatırlanıyor. Diğerlerine göre daha teknik değilse bile pratik çözümler önerebilmesi iş adamlığından geliyor. Gecekonduları önleme projesi Robert Owen’ın Lanark’ını hatırlatıyor. Reklam kampanyasında kullandığı “Var mısın?” sözü 3 metre boyunda açılan eli ile biraz harbi ve haşin bir görünüm çiziyor. Az konuşuyor, bir tebessümü bile seçmeninden kıskanıyor. Yine de, gariptir, güven veriyor. Politik bir projesi yok; bu bakımdan diğerlerinden farksız. İş adamlığından edindiği tecrübe ve vizyonu kampanyalarına taşıyabilir ve halkla daha çok buluşabilirse partisine rağmen zirveyi zorlayabilir.
R. Tayyip Erdoğan ve Mohikanların sonuncusu
Osmanlı tarihinde İstanbul’u yönetme geleneği, fetihten hemen sonra, 1453’te Fatih Sultan Mehmed’in devrin önde gelen alimlerinden Hızır Bey’i İstanbul Kadılığına atamasıyla başlar. Bugüne kadar geçen 550 yıla yakın zaman içinde İstanbul’dan onlarca yönetici geçti. Cemil Topuzlu Paşa, Lütfi Kırdar, Fahrettin Kerim Gökay, Bedrettin Dalan ve en son olarak da Recep Tayyip Erdoğan yakın dönemde ilk ağızda sayabileceğim isimler…
Tayyip Erdoğan’ın ismi yalnız bugünlerde değil, 20-30 yıl sonra da diğer “karizmatik” belediye başkanlarıyla birlikte anılacak gibi görünüyor. Hiç şüphesiz yukarıda bir çırpıda adları hafızama üşüşüveren isimler dışında da bu beldeye hizmetlerde bulunmuş pek çok isim zikredilebilir. Ne var ki, hafıza denilen o esrarlı kutu, geçmişin imbiğinden sadece iyi hizmet yapmış olanları değil, hizmetlerini bazı toplumsal veya siyasal taleplerle çakıştıran, bu talepler ve beklentilerle hizmetini halelendirenleri damıtıyor garip bir şekilde.
Recep Tayyip Erdoğan’ın dost düşman pek çok kişide uyandırdığı imaj, suları akıttığı veya çöpleri başarıyla toplattığından değil, bu tekabül ettiği talep ve beklentilere başarıyla cevap verebilmesinden ileri geliyordu. Belediye hizmetleri -ki bu alanda başarılı olduğu zaten ortak bir kabul görmektedir- bu birikmiş taleplerin onun şahsında kendisine akacak yatak bulmasından doğan karizmayı taçlandıran, ona duyulan güveni pekiştiren faktörlerden ibaretti.
Ne Dalan’ın mağrur aristokratlığı vardı onda, ne Sözen’in abus bürokratlığı. Erdoğan’ı bize sevdiren tarafı, muhakkak ki, samimiyetiydi. Buna şimdilerde 5 yaşındaki kızıma bir türlü şiir okuyan bir insanın neden hapse girdiğini anlatamayışım gibi ‘önemsiz bir ayrıntı’ da eklenmiş bulunuyor!
.
Uzlaşma kazandı!
Uzlaşma kazandı!
Uzun bir seçim gecesinin mahmurluğuyla siyaset harici yazmak, doğrusu epeyce cesaret işi. Bir kere seçimlerin hararetinin daha soğumadığı bir günde kime okutabilirsiniz ki kültürün bin bir ayrıntısı üzerine yazılmış bir yazıyı? İkincisi, yazarın da uykusuz geçirilen geceden sonra kafası epeyce karışmıştır ve yumak olmuş izlenimlerini intizama sokmak için yarenlik etmeye ihtiyacı vardır; yani o da teşnedir siyaset yazmaya. Bu yüzden içinden, “Bari sen siyasete karışma!” diye geçiren aziz okuyucum, beni bağışla!
Garip bir seçim kampanyası geçirdik. Partiler bir türlü ısınamadı, adaylar asılamadı; siyaset kasıldı, gerçek dengelerini açığa vuracak vasatı bir türlü yakalayamadı. Daha 1 ay öncesine kadar yapılıp yapılamayacağının bile şüpheli olduğu eşsiz bir seçim olarak tarihe geçti 18 Nisan seçimleri.
Son 2-3 yıl içinde yaşadığı büyük gerilimler, yükselen tansiyon, piyasalardaki büyük tıkanma, askeri siyasetle bu derece haşır neşir olmak zorunda bırakan istikrarsızlıklar halkı protestocu partilerden daha uyumlu ve iş birliğine yatkın partilere yöneltmiş görünüyor. Mütevazılığı ve dürüstlüğü ile halkın gözünde yıldızı 20 yıl sonra yeniden parlayan Ecevit’in, kimseyle kavga etmeyen ve marjinal bir kesimin değil, merkezin ve devletin partisi olduğu imajını konjonktürün de katkısıyla pekiştiren MHP’nin ve bütün söylenenlerin aksine gerçekte benim başarılı bulduğum ehlileşmiş bir FP’nin merkeze yaklaşmış olmaları; buna mukabil bir zamanlar ekmeğini yediği muhafazakar seçmenini “yarasa” diyerek itip kakmış olan ANAP ile bir merkez sağ partiye hiç yakışmayan protestocu ve kavgacı kimliğini ön plana çıkarmış olan DYP’nin ise yukarıdaki üç parti tarafından merkeze yerleşmeye çalışırken kenara itilmeleri, sanırım bu seçimlerin en önemli sonucu olarak okunmalıdır.
“FP başarısız olmadı”, derken şunu kast ettim: Elbette oyları yüzde 20’lerin üstündeki bir partinin yüzde 15’ler düzeyine inmesi bir başarı sayılamaz. Ancak üzerindeki, “kapatılma” da dahil 28 Şubat’tan bu yana giderek ağırlaşan baskının FP’nin “çekirdek seçmeni”ni kemikleşmeye ittiğini, bu seçimlerde sadece 1995 seçimlerinde aldığı ekstra oyları kaybettiğini ortaya çıkan tablodan görmek zor olmasa gerek. 50’ye yakın milletvekillini kaybetmiş durumda FP. Ne var ki, artık iyice parçalanan ve bölünen merkezdeki ağırlığını muhafaza ettiğini, bundan sonra “gerçek” bir genel başkanın (bu ismin kim olduğunu benden iyi biliyorsunuzdur) yönetiminde ve 312 gibi acemice yalpalamalar sergilemediği takdirde merkezdeki konumunu güçlendireceğini tahmin ediyorum FP’nin.
Ve tabii hemen kimsenin oyunu bu kadar artıracağını tahmin etmediği MHP. MHP’nin başarısını iki olaya bağlıyorum. Birincisi, 1995 seçimlerinde baraja takılarak Meclis dışında kalmaları, bu ağırlığı gençlerden oluşan partinin iyice bilenmesine zemin hazırladı. İkincisi, arada efsanevi genel başkanını kaybeden ve ‘bölünen’ MHP, genellikle gözlerden kaçırılan büyük bir disiplin ve sabırla çalıştı. PKK’nın şehit ettiği binlerce askerin cenazesinde “Allahu Ekber” diye tekbir getiren o kara yağız gençlerin attıkları sessiz adımlar, aslında iktidara doğru yürüyen bir partinin gözlerden gizlenen “büyük yürüyüşü”nün işaretlerini veriyordu.
Acaba Yalım Erez oyununu bozmak için Ecevit’e sarılan Tansu Çiller, kendi elleriyle altın bir tepsi içinde iktidarı Karaoğlan’a sunduğunu bilse yine böyle davranır mıydı? Ecevit’in de şansı! İki kısa ömürlü iktidarında devlet kuşunun (yoksa ak güvercin böyle bir şansın kapısını mı açıyor ona?) iki kere başına konmasına (Kıbrıs ve Apo) indirgenebilir mi mevcut başarısı? Sanmıyorum. T. S. Eliot’tan yaptığı Kokteyl Parti çevirisini ve 12 Eylül’den hemen sonra çıkardığı Arayış dergisindeki muhalif yazılarını zevkle ve heyecanla okuduğum Ecevit’in, partisinde ve hükümetinde istediği kadar yolsuzluklar ve partizanlıklar olsun, şahsen halka güvenilir ve bizden lider imajını verebilmesine de borçlu görünüyor başarısını. Bir de yine kavgacı olmayan, yapıcı ve halkın inançlarıyla didişmeyen, dine saygılı tutumunun da etkili olduğu kanaatindeyim.
Tabii bir zamanlar “protestocu” kimlikleriyle ön plana çıkmış bulunan üç partinin (MHP, FP ve DSP) uzlaşmaya yönelip şimdi merkezdeki üç kavgacı ve uzlaşmaz partiyi (ANAP, DYP ve CHP) diskalifiye ederek merkeze yerleşmelerinin sonuçlarını önümüzdeki günlerde iyice alevlenecek olan siyasi arenada göreceğiz. Siyasi tarihimizdeki bu yeni gelişmenin, Türkiye’de siyasetin ne kadar kaygan bir zeminde cereyan ettiğini göstermesi açısından uzun uzun tahlil edilmeyi gerektiren zengin dersler içerdiğine inanıyorum.
.
Milliyetçilik “hortladı” mı?
Milliyetçilik “hortladı” mı?
Buğusu hala üzerinde tüten 18 Nisan seçimlerinin gerçek mağlubunun medya olduğunu söyleyen kimdi hatırlamıyorum; lakin hayati bir noktaya parmak basmış olduğunu söyleyebilirim. Yalnızca geçtiğimiz cuma günü Radikal’den Tarhan Erdem’in, o da inanmaya inanmaya sunduğu seçim tahminleri tutmuş oldu. Gerisi hep karavanaydı.
Seçimden sonraki hali de ayrı bir inceleme konusu olmaya değecek kadar pırıltılıydı medyanın. DSP-MHP koalisyonunun ANAP ile desteklenmesi girişimleri daha seçimin ertesi gününden itibaren tezgaha konmuştu bile. “Milliyetçilik kazandı” çığlıkları kaç günden beri yankılanıyor kağıt tomarları ve ekranlardan. DSP ve MHP, milliyetçi dalganın üzerinde sörf yaptıkları için kazanmışlardı onlara göre. Şimdi “yükselen değer” milliyetçilikti. Milliyetçilik ne zaman kaybetmişti ki? sorusunun gür bir sesle yöneltildiğine şahit olmadım bugüne kadar.
Oysa zaten 28 Şubat’la birlikte gündeme gelen pek çok tartışmanın dini söylemi öne çıkartan bir partinin görüşlerinin itibardan düşmesi doğrultusunda planlandığını, bu meyanda mesela “Türk Müslümanlığı” gibi aslında kültürel düzeyde anlamı olabilecek bir tartışmanın dinin özüne ilişkin bir tartışma şeklinde vazedilişinden de çıkartılabileceği gibi adeta “dini” olanın karşısına panzehir olarak “milli” olanın dikildiğini gözü açık olanlar görmüştü. Bu tartışmaların sevgili medyamız tarafından nasıl da hararetle desteklendikleri gün gibi ortadayken ortaya çıkan tabloya neden bu kadar şaşırdıklarını, “şok” olduklarını doğrusu anlamakta zorlanıyorum.
Bir de milliyetçiliğin 2000’li yıllarda “hortladığı”nı dile getirenler oldu. Bunların -ki kısm-ı a’zamı sol eğilimli yazarlardır- kafasındaki milliyetçiliğin totaliter, otoriter, bireyciliğe ve özgürlüğe karşıt ve kolektiviteyi ön plana çıkartan, ırkçı, insanların güvenlik ihtiyaçlarını gideren ve bu ihtiyacı giderirken de evrensel değerlere sırt çeviren bir görünüm arz ettiğini çıkartıyoruz yazdıklarından. Milliyetçilik onlara göre aslında kabile dönemlerinden kalma bir arkaik reaksiyon, bir tür gerici harekettir.
Ben şahsen milliyetçiliğe eleştirel olarak bakılması gerektiğine inananlardanım. Her türlü total, bütüncü ve ferdin eleştirme hakkını elinden alan açıklama ve yorumlama biçimine karşı olduğumu bu satırların okuyucularının iyi bildiklerinden eminim. (Bir süre önce yine bu sayfada çıkan “Milliyetçiliği tartışmak” adlı yazımda bu konulara temas etmiştim.) Fakat milliyetçiliği dogmatik biçimde savunmak kadar dogmatik olarak mahkum etmenin de hakkaniyete sığmadığını düşünüyorum.
Batı’daki milliyetçilik üzerine çalışmaların Ernest Renan’a kadar uzanan ciddi bir soy kütüğü mevcut. Hatta Hegel’in sağ ve sol versiyonları arasındaki savaşın en hararetlisinin milliyetçilik babında gerçekleştiğini söyleyenlere bile rastlanıyor. Marksist yaklaşımlar ise milliyetçiliği ekarte etmek için onun ataya tapma kültürünün bir devamı olarak damgalanmasını yeğlemişler, böylece milliyetçi eğilimleri gözden düşüreceklerini ummuşlardı. Şöyle ya da böyle Avrupa mahreçli olmakla birlikte modernleşme sürecinin tarihi, enigmatik bir biçimde milliyetçilikle sarılıp sarmalanmış durumdadır ve milliyetçiliğin o kadar da kolayca ortadan kalkacağını umut ettirecek ciddi verilere bugün bile sahip bulunmaktan uzağız.
Aslında 1989-1991’lerde yaşanan Doğu Bloku’nun çökme ve dağılma aşamasından sonra yeniden parladığını görmekteyiz milliyetçiliğin yıldızının. Balkanlarda yaşanan ve en somut göstergesini Yugoslavya sınırları içinde müşahede ettiğimiz bu yeni milliyetçilik, ne gariptir ki küreselleşme sürecinin evc-i balasına ulaştığı bir demde konuk olmuştur dünyamıza. Sözde küreselleşme, yerel ayrımları ortadan kaldırarak bir tek -kültür oluşturacak ve Yeni Dünya Düzeni, bu tek kültürü, Üçüncü Amerikan İmparatorluğu’nun hudutlarını yerküre ölçeğine yayacaktı.
Oysa sosyologlardan siyaset bilimcilere kadar yığınla bilim adamına saç baş yolduran bu nevzuhur gelişme, milliyetçiliğin zannedildiği kadar basit ve köksüz, modernleşme sürecinin her nasılsa yandan fışkırmış bir imalat hatası olmayıp bizzat bu sürecin ana dinamiklerinden beslendiğini günyüzüne çıkarmış bulunmaktadır. Sanayileşme, demokrasi ve kapitalizm üçlüsünün her birine garip bir biçimde kök salmış bir olgu / ideolojidir milliyetçilik (daha doğrusu hem olgu, hem de ideolojidir).
Yukarıda değindiğim gibi milliyetçiliğe mutlak bir olumsuzluk gibi bakmanın ve onu arızi bir gelişme, bir tür modernliğin paraziti kabul etmenin kimseye faydası olmadığını, bunları söyleyen sosyologların da kendilerini ve öğrencilerini aldatmaktan öteye gidemediklerini milliyetçilik üzerine yapılan son araştırmalar bütün açıklığı ile ortaya koymuş bulunmaktadır.
Bu literatürün hemen hiçbir önemli kitabı Türkçeye çevrilmediği için kafanızı İngilizce kaynaklar zikrederek şişirmek istemiyorum. Ancak konunun meraklıları için bir not olarak yeni milliyetçilik üzerine çevirilerden oluşacak bir derleme kitap hazırlığı içinde olduğumu belirtmekte fayda görüyorum. (*)
Bütün bu laf kalabalığından sonra şunu söyleyebilirim ki, modernlikle milliyetçilik ters orantılı gelişmeler olmayıp aksine birbirini besleyen ve etkileşim içine giren arkadaş-süreçlerdir. Dolayısıyla milliyetçiliğin “hortladığı”nı söyleyip siyaset dünyamızın ‘kazanımlarının’ (bu kazanımların müflis bir tüccarın elinde kalan üç beş kuruştan bir farkı kalmadığını artık cümle alem biliyor) iade edileceğini düşünenlerin, milliyetçilik meselesinin gerçek çehresini, gözlerindeki perdeyi aralayıp karikatürize ettikleri bu “modern Janus”u yeniden ve farklı açılar deneyerek okumalarında fayda görüyorum.
(*) Yine kendimi tutamayıp çok çok meraklılarına şimdilik Tom Nairn’in kışkırtıcı kitabı Faces of Nationalism’i (Milliyetçiliğin Yüzleri) tavsiye ediyorum (Verso 1997).
Kültür bahçesİnden
Hasan Cemal, darbeciliğe devam!
Yakınlarda yayımladığı Kimse Kızmasın, Kendimi Yazdım adlı kitabıyla birden ilgi odağı olan İttihatçı Cemal Paşa’nın torunu Hasan Cemal, basına yansıdığı kadarıyla Uluç Gürkan gibi bazı arkadaşlarıyla ciddi ciddi darbe yapmaya niyetliymiş bir zamanlar. Belki araştırmacılar için etnografik bir malzeme olarak bir değeri vardır ama basına yansıdığı kadarıyla kitap ilgimi hiç çekmedi desem yeridir. Hatta bazı arkadaşlar okkalı kitabını burnuma kadar uzatıp okumamı istedikleri halde hep reddettim. Reddettim; çünkü bugünkü Hasan Cemal’in geçmiştekinden pek bir farkı yoktu benim gözümde. Gerek 1994 ve 1995 seçimlerinden önce ve sonra yazdıkları, gerekse 18 Nisan seçimlerinden hemen önce ve bir iki gün sonra köşesine kaleminden damlattığı satırlar zaten “Hasan Cemal, aynı Hasan Cemal!” dedirtecek cinstendi.
Bu defa kafasını büyük şehirlerde Fazilet’in seçimleri kazanmasına takmıştı sayın yazar. Ne yapıp edip FP’li adaylar engellenmeliydi. Mesela Ankara’da Melih Gökçek’in karşısında en güçlü aday CHP’li Murat Karayalçın mı, Cemal Paşa’nın torunu için “bütün oylar” parti marti dinlemeden CHP’ye verilmeliydi. Mesela İstanbul’da Ali Müfit Gürtuna mı FP’nin adayı, onun en güçlü rakibi de ANAP’lı Ali Talip Özdemir mi, o halde oylar komple ANAP’a! Böylece herkes siyasi görüşlerini, adayların niteliklerini, siyasetteki güç dengelerini vs. bir yana bırakıp nerede FP’li olmayan bir başkan seçilebilecek gibiyse, cephe halinde onu destekleyecekti. Bu durumda halkın siyasi iradesi zaafa uğruyormuş, özgür iradesi tecelli etmiyormuş, bunlar hiç umurunda değil Hasan Cemal’in. Yeter ki Fazilet kazanmasın! Bunun için de halkı örgütleyerek bir tür darbe yapmaya girişiyor.
Allah’tan halk sağduyusu ile hareket etti de, iyi kötü siyasi eğilimleri, mevcut belediyeler hakkındaki kanaatlerini, adaya mı, partiye mi oy verdiklerini öğrenme fırsatını bulduk. Maazallah halk genel ve yerel seçimlerde Hasan Cemal’in dediği gibi hareket etseydi, bu defa hazretin istediği başkanlar ve vekiller seçilse bile onu destekleyenlerin kendi siyasi eğilimlerinden tümüyle kopmaları, bütün oyların yüzer gezerleşmesi ve önümüzdeki dönemlerde bizi siyaset yapmanın imkansızlaşacağı bir bedbahtlığa uğratmaları kaçınılmaz hale gelirdi.
.
Ali Fuat Başgil ve İslam’da reform
Ali Fuat Başgil ve İslam’da reform
Beşir Ayvazoğlu’nun yeni kitabı Siretler ve Suretler’in Ali Fuat Başgil bölümünü okurken nedense ölüm tarihi dikkatimi çekti: 17 Nisan 1967. Bu tarihi anlamlandırmak için olayları zihnimde birbirine ulamaya başlamıştım ki, ikinci bir nokta daha dikkatimi çekti: Bu tarih, bir hafta kadar öncesine rastlayan bir yıl dönümünü işaret ediyordu. Fakat heyhat! Aradan 34 yıl geçmişti ve 27 Mayıs sonrası halkın demokrasi umudu olan “ordinaryüs profesör” Ali Fuad Başgil’e bir anma toplantısını veya köşe yazısını bile çok görmüştük. Evet “hafıza-i beşer” unutmaya meyyaldir, lakin bizdeki ortak hafıza sanki hiç hatırlamamaya mahkum edilmişçesine suskun…
Talihin garip cilvesine bakın ki, Başgil hocanın söz konusu edeceğim İslam’da reform hakkındaki görüşlerini yine onun kütüphanesinden çıkmış olan bir derginin sayfalarından aktaracağım sizlere. Peyami Safa’nın çıkardığı Türk Düşüncesi’nin 1 Ocak 1959 tarihini taşıyan bu sayısında “Müslümanlıkta Reform Lazım mıdır?” başlıklı bir de anket düzenlenmiş, Başgil hoca dışında Sadi Irmak, Hilmi Ziya Ülken, Ali Nihat Tarlan, Mehmet Kaplan ve Nurettin Topçu’nun görüşlerine yer verilmiştir.
Ankete cevabında önce bir usul alimine yakışır şekilde kavramları netleştirmeye girişen Başgil, İslamiyet’in “gerek akideleri ve gerek ameli hükümleriyle Peygamber tarafından nasıl talim edildi ve gösterildiyse, hiç şekil değiştirmeden, on dört asra yakın bir zamandan beri devam edip gelmekte” olduğunu belirttikten sonra “İslamiyet’in ne itikadiyatında, ne de ameliyatında ‘deforme’ olmuş bir cihet yoktur ki ‘reforme’ olması bahis mevzuu olabilsin” sözleriyle kesin kanaatini ortaya koymakta ve eklemektedir: “O halde neyi ‘reformer’ edeceğiz? Bozulan, aslı kaybolan bir şey yoktur ki, asla irca bahis konusu olsun… Binaenaleyh İslam’da reform bahis mevzuu olamaz; ancak ‘içtihat’ bahis mevzuu olabilir.”
Başgil, dinin temel akidelerine dokunulmamak kaydıyla içtihadın her zaman mümkün ve içtihad kapısının her zaman açık olduğunu kaydettikten sonra “İmdi”, der, “bugün İslam dünyasının muhtaç olduğu ve beklediği şey, bence ‘reform’ gibi bir Hıristiyan taklitçiliği değil; fakat İmamı Azam Ebu Hanife gibi bir müçtehiddir. Fakat bütün mesele, bu yükseklikte bir din alimini bugün nerede buluruz, noktasındadır. Bunu bugün bulamayız. O halde yapılacak bir iş kalır. O da tek bir müçtehid yerine bugünkü İslam dünyasının en muteber din alimlerinden mürekkep bir ‘Diyanet Şurası’ kurmaktır… Böyle bir şuranın dini kararları Türkiye’mizin, hatta İslam dünyasının her tarafında kabule mazhar olur.”
Sözü Türkiye’deki dini buhrana getiren Başgil hoca, medreselerin 1926’da kapatıldıktan sonra ortaya çıkan boşluğun bir “dini otorite buhranı” ve “korkunç bir anarşi” doğurduğuna dikkat çeker. Son derece hayati noktalara parmak basan bu pasajı aşağıya alıyorum:
“Medreselerin kapatılmasını hiç kınamam ve kabul ederim ki, bu müesseseler, son devirde saplandıkları iskolastik tedrisat üzerine, faydalı değillerdi. Fakat medreseler kapatıldıktan sonra, diyanetin Türkiye milli bünyesindeki yeri ve ehemmiyeti göz önünde tutularak, ilk, orta ve yüksek kısımlarıyla modern ve mükemmel dini bir tahsil müessesesi kurulmalı idi. Bu sayede diyanetin muhtaç olduğu mütehassıslar ve yüksek din alimleri yetiştirilmeliydi. Otuz küsur sene ihmal edilen ve yüksek ilim ve esasları okutulup öğretilmeyen bir din, aşikar ki günün birinde cehalet ve anarşiye saplanacaktı.”
Meselenin kaynağına büyük bir vukufla eğilen hoca, muhtemel cevapları da “Bana Ankara’daki ilahiyat fakültesinden yahut imam hatip okullarından bahsetmeyiniz, rica ederim.” diye, geri çevirir ustalıkla. Çünkü “Laik üniversiteye bağlı fakülteler din alimi değil, din tenkitçisi yetiştirir. İmam hatip mektepleri İslamiyet’in yalnız elemanter (ilk) bilgilerini öğretmekle kalır. İslamiyet’in yüksek ilimleri, kelamiyat ve bediiyatı uzun seneler okutulmamak yüzünden bugün hemen hemen yok olmuştur.”
Bir taraftan şura, diğer taraftan da din alimleri yetiştirecek bir “İslam Külliyesi” (Bediüzzaman’ın da çok önceden böyle bir girişime öncülük ettiğini hatırlayınız) kurmak gibi hakikaten sadra şifa olacak iki köklü teklifte bulunan ordinaryüsümüzün söyleyecek daha pek sözü var; ama sütunumuza ancak bu kadarını sığdırabildim.
Dileyelim de 35. ölüm yıl dönümünde bütün eserleri bir dizi halinde okuyucusuna ulaşabilsin ve hala feyezan halindeki bu ilim kaynağı günümüzün giderek sığlaşan din tartışmalarına engin bir ufuk açsın.
.
Milliyetçiliğin gölgeli yüzleri
Milliyetçiliğin gölgeli yüzleri
Seçimlerden milliyetçi vurgularıyla tanınan DSP ve MHP’nin önde çıkmaları, özellikle de MHP’nin sürpriz yaparak koalisyon denklemlerini alt üst etmesi, kamuoyunda milliyetçiliğe yönelik bir ilgi artışını da beraberinde getirdi. Milliyetçilik yeni yükselen değer miydi? Avrupa’da sol partiler iktidar rüzgarları estirirken Türkiye tam tersine içe mi kapanıyordu? Bu, 2000’li yıllarda ülkemiz için bir geriye gidişi mi temsil edeckti? Milliyetçiliğin bu yeni dalgası, iyice daralan özgürlüklerin ve demokrasinin alanını biraz daha daraltmayacak mıydı? Bu tür soruları hepiniz şöyle ya da böyle okumuş ve işitmiş olmalısınız 19 nisan sabahından itibaren.
Uzmanlardan görüşler alındı, yorumlar yaptırıldı. Milliyetçiliği 2000’e 1 kala “hortlatan” faktörler analiz edildi. Gerçekten de neydi bu milliyetçilik ki bu en ‘olmayacak zamanda’ karşımıza bütün cüssesiyle dikilmişti?
Aslında kafaların en karışık olduğu zamanlarda, mevcut düzen aniden alabora olduğunda zihinlerdeki kaosu müsekkinle yatıştırmak için hep aynı şey yapılır: Bütün açıklanamayan olaylar bütünü tek bir olgunun çuvalına doldurularak rahatlama yoluna gidilir. Bu ise ciddi bir zihin tembelliğinin eserinden başka bir şey değil bana göre. Her şeyi açıklamış görünmekten daha memnunluk verici bir şey olabilir mi hazıra konmaya alışmış kafalar için? At topu milliyetçiliğe, cümle işler olsun ayan!
Sanki, Serge Cordellier’nin deyişiyle, milliyetçilik kendi içinde yeterince sorunsuz bir kavram veya olgu imiş gibi bütün açıklanamayan olguları ona indirgemeye çalışmak, bir fasid daireye hapsolmak tehlikesini de beraberinde getirmiyor mu? “Genel bir jeopolitik ve ideolojik yeniden oluşum hareketinin damgasını vurduğu bu yüzyıl sonunda” diyor Cordellier, “milliyetçilik” çok farklı yerlerden kaynaklanan gerçekleri tanımlamak için kolay bir yafta; sanki milliyetçilikten söz etmek somut koşulları tüm karmaşıklıkları içinde çözümleme gereğini ortadan kaldırıyor.” (Hazırlayan: Jean Leca, Uluslar ve Milliyetçilikler, Çeviren: Siren İdemen, İstanbul 1998, Metis, s. 7.)
Milliyetçiliğin açıklanması, sosyal bilimler için ciddi güçlükler çıkartmaya bugün de devam ediyor. İmparatorluklar çağının kapanmasının ardından patlak veren milli devletler, aslında insanlık tarihi zaviyesinden bakıldığında çok yeni oluşumlardır. 19. yüzyıl sonlarında ortaya çıkmışlar; fakat asıl bugünkü görünümlerini Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra almışlardır: Bir sosyoloğun tespitine göre Avrupa devletlerinin gerçekten tarımsal toplumdan sanayi toplumuna geçmeleri için İkinci Dünya Savaşı’nın beklenmesi gerekecektir. Bu büyük paylaşım savaşından önce Avrupa’nın büyük bölümü hala tarımsal toplumların özelliklerini korumaktaydı. Teknolojinin hayatın bütün alanlarına nüfuzu nasıl yüzyılımızın ortalarına kadar Avrupa’da bile tam olarak gerçekleşmemiş bir vakıaysa, milli devletlerin tarihin derinliklerine kadar uzandığını iddia etmek de o kadar “muhayyel” bir hurafedir. Ernest Renan’ın deyişiyle milliyetçilik, mitolojideki yaratıklar gibi, kendi kökenini bizzat kendisi kuran bir süreçtir.
Muğlaklık perdesi henüz sosyal bilimlerin yoğun uğraşına rağmen milliyetçiliğin üzerinden kaldırılabilmiş değildir. Zira bir milletin, mesela Türk milletinin Orhun kitabelerinde bile milli şuura ermiş bulunduğunu iddia etmek için epeyce gerekçe mevcutken, Bilge Tonyukuk’un Soğd asıllı olması gibi aykırı yönde de epeyce gerekçe bulunabilir, o zamanki “milli şuur”un bugünkü milliyetçi ideolojiyle çok az ortak noktayı paylaştığı ortaya konulabilir. Milliyetçi ideolojilerin, tarihi yeni baştan yazdıkları, bu uğurda gerekirse tarihi tahrif etmekten çekinmedikleri de bir başka ilginç nokta olarak karşımıza çıkıyor. Cumhuriyet’in en azından 1935’e kadarki tarihinde milliyetçilik, en bariz misalini Mimar Sinan’ın kafatasının mezarından çıkartılıp ölçülmesinde gördüğümüz gibi bir millet oluşturmak için tarihin nasıl yeniden yazıldığını gösteren misallerle doludur.
Burası doğru doğru olmasına lakin milletin devlet ve onun ideolojisi olan milliyetçiliğin bir kurgusu olduğunu söylemek onun arızi, köksüz, gelip geçici bir moda olduğu anlamına da alınmamalıdır. Aksine Tom Nairn’in de belirttiği gibi milliyetçilik, demokrasi ve kapitalizimle birlikte modernliğin sacayağını oluşturmaktadır. Maazallah imparatorlukların ortadan kalkıp küreselleşen, Wallerstein’ın deyişiyle “dünya ekonomi”nin yerküreyi avuçlarına aldığı bir çağda milliyetçilik ve milli devletler de olmasaydı, bütün dünya küresel bir emperyalizmin pençesine çok daha zahmetsiz bir şekilde düşebilir, direnç son derece azalırdı.
Sonuçta Nairn’in vardığı nokta, milliyetçiliğin tek bir içeriği olan bir kavram olmayıp bir şemsiye kavram olduğudur. Etnik, dilbilimsel, fizyonomik ve dini faktörlerle birlikte ele alınan milliyetçiliğin demokratikleşme ve modernleşmenin alternatif bir yolu olduğu da git gide açığa çıkan bir olgu.
Velhasıl milliyetçilik, bir türlü tek bir sosyolojik teori tarafından üzerine ağ atılarak yakalanamamış, her yakaladığını zanneden teşebbüse bir başka yüzünü göstererek ağların deliklerinden dışarıya sızmayı başarmış ilginç (protez) bir süreçtir. Esasen bir millete ait olmasına rağmen Tibet’ten Arjantin’e, İngiltere’den Kongo’ya kadar birbirine taban tabana zıt toplumlarda birden tecelli etmesi ve her toplumda hem ortak, hem de bambaşka yüzlerle karşımıza çıkması, milliyetçiliğin tek bir yüzü olmadığını, Nairn’in kitabına koyduğu başlıkta olduğu gibi “milliyetçiliğin yüzleri” olduğunu fark etmek, bu aşamada bir ilk hareket noktası olabilir bizim için.
HÜR TEFEKKÜRÜN KALELERİ
Türkiye Günlüğü’nün milliyetçilik sayısı
İki ayda bir yayımlanan Türkiye Günlüğü, hazırladığı önemli dosyalarla o alandaki görüşleri uzmanların ağzından derli toplu bir şekilde okuyucuya ulaştırıyor. Geçen yıl mart-nisan 1998 tarihli 50. sayısında milliyetçiliği ele alan dergi, telif ve tercüme 20’nin üzerinde yazıyla konuyu belirli bir oranda kucaklamaya çalışmış. Yazarları arasında İlber Ortaylı, Büşra Ersanlı, Mustafa Çalık, M. Naci Bostancı, M. Ali Kılıçbay gibi imzaların bulunduğu sayıda daha önce milliyetçilik üzerine yayınlanmış tercüme kitaplardan bölümler de yer alıyor: I. Berlin, B. Anderson, E. Gellner, G. Nodia, M. Guibernau. İlginç olan taraf, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ile milliyetçilikten ne anladığı üzerine yapılan röportajın bugüne ilişkin ipuçları sunması.
Bilmem piyasada bulunur mu; ama meraklıların Türkiye Günlüğü’nün bu sayısını edinmelerinde fayda görüyorum. Haberleşme adresi: PK 60 Yenişehir 06442 Ankara. Tel: 0312-417 09 58 / 417 09 85.
KÜLTÜR BAHÇEMİZDEN
Bu kalem…
“Bu kalem olsa olsa Musa’nın sihirbazların bütün yaptıklarını yutan asasıdır. Bu asada nice hacetler vardır ki gözü olanlar bundan yararlanırlar. Bununla sert taşlara vurulduğu zaman yer altında kaybolmuş olan tatlı suyu ile o taşlar onun seslenmesine karşılık verir ya da dağlar yarılıp sularını akıtır. Bununla denize vursan deniz kurur.”
Katip Çelebi, Tuhfetu’l-ahyar (O. Şaik Gökyay sadeleştirmesiyle).
.
Tımarhane!
Tımarhane!
Mesut Yılmaz, 1998 yılında başbakan sıfatıyla çıktığı bir yurt dışı gezisinden uçakla dönerken, rahmetli Turgut Özal’dan beri alışıldığı üzere inciler fırlatmıştı gazetecilerin kulaklarına. Yalçın Doğan’ın köşesinde yazdığına göre sabık başbakanımız, “Türkiye dışarıdan bakınca tımarhaneye benziyor.” buyurmuş. Tersinden de olsa bir hakikatı teslim ettiği için kendilerine ne kadar şükran duysak azdır!
Tımarhane, evet bayağı güzel bir teşbih.
Mesela şöyle bir ülke düşünün: Demokrasinin üç kuvvetinden -artık ne kadar ‘kuvvetleri’ kaldıysa!- yargının başındaki kişi, yargıçların vicdanları ile cüzdanları arasında sıkıştığını rahat rahat söyleyebilsin, kendisine bağlı memurların rüşvet almaktan başka geçinme çarelerinin kalmadığını cümle aleme ilan etsin. Ülkedeki en yüksek yargı organı olan Anayasa Mahkemesi başkanı bile düşünce özgürlüğünün olmadığından yakınsın. Yargıtay başsavcısının işi gücü demokrasilerin en hayati unsurlarından olan partileri kapattırmak olsun.
Yürütmeye gelince, fonksiyonu neredeyse sıfıra irca olmuş olsun. Kendi başlarına karar veremeyen başbakanlar ve bakanlar kurulu, sonunda dış yatırımcı ve diplomatları kararsızlıklarıyla çileden çıkarmış olmalı ki, onlar da herkesin gittiği askerin eşiğini aşındırmış olsun. Artık asıl işlerini bırakıp yabancı iş adamları ve diplomatların randevularına cevap vermekten bunalan Genelkurmay yetkilileri de, sonunda çareyi heyetleri yüz geri etmekte bulmuş olsun. On gün önce iki aşamalı seçimin 18 Nisan’a yetişmeyeceğini bildiren Ecevit’in MGK toplantısının ardından iki aşamalı seçim için liderler turuna çıkması ve yetişebileceğini söylemesi gibi gariplikler vukuat-ı adiyeden olsun.
Her şeyi kanun ve kurallarla yürütmesi icap eden, gerekirse bu uğurda kanun ve tüzük çıkarma yetkisine sahip olduğunu unutan TBMM, yani yasama erki, “türbanlı” Merve Kavakçı ile birlikte temsil krizinin zirvesine postunu sersin. Zarafeti ile yere göğe sığdırılamayan sabık başbakan Ecevit, daha kendisi bile yemin edip milletvekili olmamışken kürsüye fırlayıp 12 Eylül öncesi Karaoğlan’ını hortlatan sertlikte bir konuşma yapsın. Ortalığı yatıştırması beklenen cumhurbaşkanı ise baş örtüsüyle Meclis’e girilmesini “provokasyon” olarak ilan etmiş olsun. (Meclis’te sadece 136 milletvekiline sahip DSP dışında provoke olan kimse olmadığına ve geri kalanı sessizliğini koruduğuna göre kimleri provoke etmiştir baş örtüsü? Kanunlarda, anayasada ve Meclis İç Tüzüğü’nde olmayan bir yasağı uygulamak mı provokasyondur acaba, uygulamamak mı?)
* * *
Peki öyleyse tımarhaneye dönmüş bir Türkiye’de bugün siyaset hangi sosyolojik denklemle izah edilebilir? Sanıyorum hal-i pür-melalimizi izah etme kabiliyetindeki bir sosyolojik kavram henüz icat edilmedi; ama ben en yatkın gibi duran kavramın Nietzsche’nin ortaya attığı “hınç” olduğuna git gide daha fazla inanmaya başladım. Nietzsche hınç kavramını zayıflar ve yoksulların iktidarın nimetlerinden dışlanmalarına duydukları öfke duygusunun kurumlaşması, hınç ahlakını ise bu öfke ve hınç duygularını bastırmak için üretilmiş aza kanaat etme biçimindeki “yaldızlanmış” müsekkin olarak ifade etmişti. Öte yandan muktedir olanlar, geliştirdikleri efendi ahlakı ile onların bu duygularını bastırmalarına yardımcı olmuşlardır.
Günümüz Türkiye’sine uyarladığımızda hemen bütün düzeylerde işlerin bir hınç psikolojisi ile yürüdüğünü fark etmek zor olmayacaktır. Başka ülkelerde sıradan kabul edilen pek çok konu, bizde yüzlerce derece hararet kesbetmekte, artık bir daha da onu soğutarak ele almak kabil olamamaktadır. İki tarafın hıncı, tartışmayı bile imkansız hale getirmektedir. En sıcak konularımızın baş örtüsü, yakın tarih, din ve tarikatlar olması yeterince anlamlıdır. Bunlar örnek aldığımız dünyada ya hukuki bir çerçevede, ya bilimsel düzeyde ya da dini yorumcular eliyle tartışılması gereken konularken, bizde herkes içindeki hıncını bu vesileyle ortaya dökme yolunu seçmektedir. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in devletin başı olarak pazar günü verdiği demeçte, “… en büyük günahtır” gibi tamamen bir din adamına mahsus dili kullanmayı seçmesi veya Ecevit’in Merve Kavakçı’ya “haddinin bildirilmesini” amir konuşması hınç psikolojinin hangi boyutlara vardığını göstermesi açısından ilginçtir.
Ne dersiniz, Nietzsche yine haklı mı çıkıyor?
.
Yıl 1925, yer TBMM
Yıl 1925, yer TBMM
Hani eski gazetelerde “Geçmiş zaman olur ki” diye köşeler vardı ya, ben de bugün onlara bir nazire yazacağım. Malum olduğu üzere FP’li bayan milletvekili Merve Kavakçı Meclis’e başı örtülü olarak geldi ve yemin ettirilmedi; bundan sonra ettirilmesi de Meclis üzerindeki büyük baskı yüzünden hayli zor görünüyor. Bundan tam 74 yıl önce, TBMM’nin ikinci döneminde bugünküne benzer bir hadisenin yaşandığını söylesem şaşırır mısınız?
“Bugüne kadar yalnız bir yerde, Bursa’da, inkılap fikirlerine muarız bir namzed ekseriyeti kazandı” diye yazıyordu 24 Aralık 1924 tarihli Hakimiyet-i Milliye’de Yahya Kemal. Üzüntülü ve kaygılı bir tonda yazmaktadır “Sade bir bakışla” adlı yazısını. “Yalnız, merkez kaza olan Bursa şehrinde” der, “inkılabın istikametine zıt bir intihap cilvesi büyük inkılabı seyrinden mi alıkoyacak?.. Türk Cumhuriyeti iyiden iyiye köklenmiş, çünkü Cumhuriyet’in müessisi olan siyasi kuvvete Türk milleti reylerini müdhiş bir ekseriyetle veriyor, yalnız Bursa şehrinde bir istisna var, lakin oradan çıkan namzedi de muhalif gazetelerin ekseriyeti istemiyorlar.” (Mektuplar, Makaleler, 2. Baskı, İst. 1990, s. 311.)
Mesele şudur ezcümle: 1 Kasım 1924’te yapılan ara seçime devletin kendisi demek olan Halk Fırkası tek başına katılmaktadır. Yalnız Bursa’da değişik bir durumu vardır. Birinci Dünya Savaşı’nda Kutü’l-Ammare’de İngilizleri perişan eden, İstiklal Harbi’nde ise rütbe bakımından düşük de olsa en kıdemli (Atatürk’ten 8, Fevzi Çakmak’tan 3 yaş büyüktür) komutan olan Birinci Ordu Komutanı Nurettin Paşa, Yüksek Askeri Şura üyeliği uhdesinde bulunmak üzere bağımsız olarak Bursa merkezden seçime katılır. Tek parti yönetiminin bütün imkanlarını seferber etmesine mukabil yalnız başına propaganda yapan Nurettin Paşa, HF adayı, o sırada İstanbul Şehremini olan Dr. Emin (Erkul) Bey karşısında 258 oyla seçimi kazanır.
O zamanlar biliyorsunuz iki dereceli seçim vardır. Müntehib-i evveller, yani birinci seçmenler müntehib-i sanileri seçmekte, onlar da adaylar için oylama yapmaktadırlar. Yahya Kemal başta olmak üzere Cumhuriyet’in kurucularının canlarını sıkan konu şudur: Hepsi sureta Halk Fırkası mensubu olan ikinci seçmenler nasıl olup da kendi partilerine değil de onun muhalifine oy verebilmişlerdir? Sakın inkılapların yerine oturmamış, hedefine ulaşamamış olmasının sinyallerini veriyor olmasındı bu netice?
Hem asker, hem de milletvekili olan başkaları da Meclis’te bulunduğu halde, bir sonraki seçimlerden başlatılması kararlaştırılan asker olanların emekli olmadan milletvekili olamamasını hükme bağlayan kanun, Nurettin Paşa’ya uygulanmak istenir. Bir komisyon (encümen) kurulur ve konunun Meclis’te ele alınmasını kararlaştırır. Yoğun tartışmalardan sonra 56’ya karşı 130 oyla (çekimser 2) Nurettin Paşa’nın milletvekilliği reddedilir.
Bunun üzerine 5 Şubat 1925’te ara seçimler yenilenir. Bu defa Nurettin Paşa askerlikten istifa eder ve yeniden Bursa’dan adaylığını koyar. Cemal Kutay’ın verdiği bilgilere göre bu defa Halk Fırkası Bursa’dan milletvekili çıkarmayı bir şeref ve prestij meselesi yapar. Bir heyet seçerek Bursa’da Nurettin Paşa aleyhine yoğun bir propaganda başlatır. Kutay içeriğini söylemese de “idari tedbirler de alındı”ğını sözlerine ekliyor. Seçimler devletin ve halkın büyük bir ilgi ve merakını uyandırır. Sonuç nasıl çıkar biliyor musunuz? Nurettin Paşa bu defa oylarını daha da artırarak bileğinin hakkıyla seçimleri kazanır (aldığı oy 258’den 296’ya çıkmıştır!). Anlaşılan HF kadar Bursalılar da bu meseleyi bir şeref meselesi haline getirmişler, TBMM Arşivi’ndeki bir belgenin ifadesiyle (II. Dönem, Dosya no: 471) “Seçimin bu neticesi Dr. Emin Bey’in şahsına karşı değil, bir belde halkının kendisini temsil edeceğine inandığı ve hayatı vatan müdafaasında geçen, asil ve nezih bir kumandana karşı göstermekle mükellef olduğu kadirşinaslığın bir tezahürüydü.” (Mete Tunçay’a göre bu seçimlerde Paşa’nın rakibi Muhittin Baha (Pars) Bey’dir: Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), Ank. 1981, s. 119.)
Nurettin Paşa’nın Halk Fırkası’nın bütün aleyhte gayretine rağmen ikinci defa Meclis’e girmesi, onu çok fazla göz önüne çıkartmıştır. Her hareketi kontrol altındadır. Meclis’te yapayalnız kalır ve herhangi bir faaliyette bulunamaz. Sadece Şapka Kanunu teklifi karşısında milletvekillerinin bundan muaf tutulması için verdiği kanun teklifinden haberdarız. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın faaliyetlerinden bile uzak durmuş, kimseyle sürtüşmeye girmemeye itina etmiş ve üzerindeki baskılar devam edince 12 Şubat 1925’te emekliye ayrılmış, kısa süren siyasi hayatı böylece noktalanmıştır. Halk arasında “Sakallı” lakabıyla tanınan Nurettin Paşa, 18 Şubat 1932’de vefat ederek Kadıköy’deki Küplüce Mezarlığı’na defnedilmiştir.
Bundan tam 74 yıl önce yine TBMM’de seçimleri kazanan bir adayın milletvekilliği tartışma konusu olmuştu. Mete Tunçay’ın deyişiyle Takrir-i Sükun Kanunu’nun ilanından önce Terakkiperver Cumhuriyeti Fırkası tecrübesi dışında demokratik hukuk devletinin kurallarının işleyebildiği son olay olarak tarihe geçecektir Nurettin Paşa’nın Bursa mebusluğu.
Nurettin Paşa ile ilgili olarak bildiğim en kapsamlı çalışma, Dr. Necati Fahri Taş’ın Nurettin Paşa ve Tarihi Gerçekler adlı doktora tezinin genişletilmiş baskısıdır (Nehir Yayınları, 1997).
Kadınlar saltanatı
Jason Goodwin bir gazeteci, tarihçi ve seyyah. Son yayınlanan Lords of the Horizons (Ufukların Efendileri) adlı kitabında bazı maddi hatalarına rağmen farklı bir kesit çıkarmayı başarmış Osmanlı tarihinden. Tematik bir Osmanlı tarihi yazmaya soyunan Goodwin, 1644-1656 yıllarında yaşanan kadınlar saltanatı dönemi hakkında bir de istatistik çıkarmış, ilgimi çekti.
Bu 12 yıl süren “korkunç” dönemde tam 18 sadrazam değişmiş. Bunlardan 4’ü idam edilmiş, 11’i azledilmiş, ikisi istifa etmiş, birisi de kendiliğinden ölmüş. Durum, daha bitmedi. Bu 12 yıl içinde “kadın sultanlar” tam 12 şeyhülislam ile tam 18 kaptan-ı derya eskitmişler. “Yavuz’a sadrazam dayanmaz” diye boşuna adı çıkmış anlaşılan. Baksanıza, topu topu 6 sadrazam değiştirmiş Yavuz 8 yılda. 3’ü idam edilmiş, birisi şehit olmuş, diğerleri ise azledilmiş. İşte size minik bir istatistiğin aykırı sonuçları.
.
Osmanlı: Keşfi devam eden bir kıta
Osmanlı: Keşfi devam eden bir kıta
Yoksa Suriye ve Mısır’ın Yavuz Sultan Selim tarafından sırasıyla 1516 ve 1517’de fethinin Osmanlı Devleti’nin yükselmesinde İstanbul’un fethinden daha büyük rol oynadığını iddia eden ünlü tarihçi Fernand Braudel haklı mıdır? Yoksa Osmanlı Devleti en geniş sınırlarına zannedildiği gibi Kanuni döneminde değil de, torununun oğlu olan III. Mehmed zamanında Eğri’nin fethiyle mi ulaşmıştır? Yoksa umumi kanaatin aksine Osmanlılar Avrupa’daki teknolojik yeniliklere kapanmamış, Osmanlı Devleti’ne ambargo koyanlar Avrupalılar mı olmuştur?
Tarihi sürekli yeni sorularla çeşitli noktalarından deşmek, göze görünmeyen veçhelerine çapraz zaviyelerden ışıklar tutmak ve algılama kalıplarımızı sürekli diri tutmak, hatta yıkamak, arındırmak bir zorunluluk olarak dayatıyor kendisini. Aksi halde tarihi olmuş bitmiş ve kemale ermiş bir bütün, sonradan dokunulamayacak sihirli bir kristal avize gibi telakki etmek bizi ciddi yanılgılara sürükleyebileceği gibi, sürekli farklılaşmalara muhtaç olan bakış açılarımızı dondurmak tehlikesine de gebedir.
Öyleyse Braudel’le birlikte gür bir sesle haykıralım: Tarihi, bugünü anlamlandırmak için anlamaya çalışırız. (Başka türlü tarihin herhangi bir cazibesi olabilir miydi bizim için?) Bugünü anlamlandırabilmek için de bütün dünya tarihine seferberlik ilan etmek zorundayız.
Osmanlı’yı doğru anlamak, bu bakımdan, kendimizi doğru anlamak, bugünümüzü asli mahiyeti içinde kavramak için gereklidir. Üstelik Osmanlı’nın anlaşılması yalnız bizim için değil, Balkanlar ve Orta Doğu’nun tarihini anlamak için, giderek külliyen Avrupa ve modern dünyanın tarihini anlamak için de vazgeçilmez önemdedir.
Mesela bizim tarihlerimizde Demirbaş Şarl diye bilinen İsveç Kralı XII. Charles tahtını kaybedince yardım için Osmanlıların desteğini almak üzere İstanbul’a gelmiştir. Fakat burada rahat durmamış (o kadar ki ünlü Voltaire bile şikayet etmiştir onun sırnaşıklığından) ve yıllar yılı Osmanlı yönetimini Ruslara savaş açmak için kışkırtmaya çalışmış, akl-ı selim sahibi devlet adamlarımız kendisine kulak asmayıp memleketine gönderilmek istenince de maiyetiyle birlikte ufak çaplı bir isyan çıkarmış, çatışmalar sırasında bazı yeniçerilerin şehit olmasına yol açmıştır. Halk da bıkmıştır artık bu sabık Kral’dan. Kahvehanelerde, “Elin gavuru bizden yardım istemeye geldi; ama başımıza kaldı, demirbaş kesildi mübarek!” yollu sohbetlere konu olmuş ve adı oradan Demirbaş Şarl’a çıkmıştır.
Demek oluyor ki Osmanlı tarihi, dünya tarihinden kopuk ele alınamayacak kadar karmaşık bir ilişkiler yumağı teşkil etmektedir. Bu yumağın içerisine girilmedikçe de nafiz çözümlemelere ulaşmak mümkün olmamakta, tarihin çarpıtılmış bir sureti üzerinde kısır ve sığ tartışmalara kalmaktadır meydan.
Kabaca yapa geldiğimiz yükselme-duraklama-gerileme dönemleri şeklindeki bölümlemenin Osmanlı’yı anlamamızın önünde duran en inatçı engellerden biri olduğunu söylesem şaşırır mısınız?. Bir lise öğrencisinden padişahların isimlerini saymasını istediğin, iyi kötü Kanuni’ye kadarkileri sayabildiğini göreceksiniz. Belki çok şanslıysanız Deli İbrahim, II. Mahmut gibi bir ikisini daha sayabilir; ama o kadar. Bu, Osmanlı tarihi meraklıları için de ilgilerini ölçmek bakımından uygun bir testtir.
Oysa bu “sayamadığımız” döneme daha yakından bakacak olursak onun tam 350 yıl gibi bir devletin hayatında korkunç denilecek derecede uzun bir zaman dilimini kuşattığını görürüz. Bu 350 yıl sanki hiç yaşanmamış veya ilgilenmeye değer bir başarı üretilememiş gibi davranmak, en başta bir gerilemenin nasıl olup da 3,5 asır (devletin yarı ömründen fazla bir müddet!) sürebildiğini açıklayamaz. Oysa tarihimizin ve bugünümüzün şifresi asıl bu 3,5 asır içinde saklıdır. Ancak onun gizli ilmiklerini çözmeyi başardığımızda bugünümüzü hazırlayan ipuçlarını da ele geçirebiliriz.
Velhasıl, keşfinin bir asırda bitirilemeyecek kadar engin bir kıta olduğu anlaşılmış durumda bugün Osmanlı tarihinin. Muhtemelen insanlık tarihinde en son keşfedilen kıta olarak da 21. yüzyıl tarihçiliği için giderek büyüyen bir cazibe adası olmaya devam edecektir. Braudel’e bir defa daha kulak kabartalım isterseniz: “Osmanlı İmparatorluğu. Büyük bir historiyografi sorunu, müthiş bir belirsizlik bölgesi.”
Henüz bu bakir kıtanın, buz dağı misali, görünen kısmıyla meşgul olduğumuzu kabul edelim…
.
Türk’ün milli dini!
Türk’ün milli dini!
Geçenlerde uzun zamandır aradığım bir kitabı bulmanın sevincini yaşadım birkaç gün boyunca. Hangi kitap mı? A. İbrahim imzasıyla 1934’te Türkiye Matbaası’nda basılan (ama 1931’de kaleme alınan) Milli Din Duygusu ve Öz Türk Dini adlı bu 90 sayfalık kitapçığın önemi, yazıldığı tarihten bugüne kadar tartışageldiğimiz dini bahislerin hemen tamamını daha o yıllarda en keskin hatlarıyla ifade etmiş ve bir milli din kurma projesini en cesur kelimelerle dile getirmiş olmasından gelmektedir.
Dinin olmazsa olmaz şartlarından inanç ve amel esaslarının katı pozitivist bir tutumla inkarının nasıl sözde dini gerekçelerle temellendirildiğini (!) okuyunca projenin ilginçliği bir kat daha artıyor. Artmakla da kalmıyor, bugün dinde reform isteyen birtakım cahil cühelanın öne sürdüğü gerekçelerin nasıl iddia ettiklerinin tersine bilimsel bir temel taban tabana zıt bir noktada merkezleştiğini de görmek fırsatını yakalıyorsunuz. Velhasıl tam 65 yıl önce yayımlanan (ama 68 yıl önce kaleme alınan) bu kitabın, aynı yıllarda çıkan, mesela Dücane Cündioğlu’nun sözünü ettiği Hz. İbrahim’in Türk olduğunu ispatlayan kitapta en müşahhas örneğini gördüğümüz Araplaştırılmış bir dinin Türkleştirilmesi çabasının devamı olduğunu söyleyebiliriz.
Halen devam etmekte olan bu projenin günümüzle bağlantısını kurabilmeniz açısından sizi bu ilginç kitapla tanıştırmak istiyorum:
Davasını kitabının başında şu sözlerle ortaya koyuyor yazar:
“İçtimai Nizamın her sahasında tekamülü esas ittihaz ediyoruz da dinde tekamülü hiç aramıyoruz… Halbuki din, milletlerin benliğine müessir olan en mühim içtimai bir hadisedir. Bu vaziyet karşısında bizim için gayri milli olan islamiyet dini yerine [dikkat buyurulsun; yazar “nizam” kelimesini büyük harfle başlatırken “İslamiyet”i cins isimmiş gibi küçük harfle başlatarak yazarak niyetini daha ilk cümleden ele veriyor! -M. A.] milli ve mütekamil bir dinin vücuduna çalışmak zarureti hasıl oluyor. İşte ben dinin zaif cihetlerini göstererek mütekamil bir din hangi esasa müstenit olmalıdır? Bunu izaha yelteniyorum.”
A. İbrahim, kafasındaki “mütekamil din”in milli ve ahlaki esaslara dayanması gerektiğini söyledikten sonra bu milli din fikrinin gerçekte fikri değil, romantiklere daha yakın anlamda duygusal bir seziş olduğunu itiraf ediyor açık yüreklilikle. “Milli din fikri bir duygu mahsulü olduğu için onu hiçbir ilmi ve felsefi esasata istinat ettirmeye ne yeltendim ve ne de lüzum gördüm.”(?) Ne gariptir ki yazar birazdan İslam’ı bilimsel olmadığı için eleştirecektir!
Bundan sonra dini sembollerin yerine milli sembollerin geçirilmesine sıra gelmiştir. Mesela yazarımıza göre kıblenin değiştirilmesi milli bir din vücuda getirmenin ön şartıdır: “Biz Arap harsından tamamiyle sıyrılmak ve milli benliğimize hakim olmak için mutlaka cenuba (güneye) boyun eğen mihrabı değiştirmeliyiz. İçtimai hayattan kalkması hiçbir zaman temenni olunmayan din baki kaldıkça mutlaka mihrabımızı Sakarya’ya tevcih etmeliyiz.”
Mihrabın yönünü Mekke’den Sakarya’ya çevirmeye muvaffak olduktan sonra yazar, “Türklüğe tapmak” şeklinde koyar yeni dinin umdesini. Hayır, yanlış okumadınız, aynen “Türklüğe tapmak” diyor. Ardından Luther’e yaptığı atıfla Protestan bir İslam’a duyduğu hasreti dile getirir. Allah’ı, peygamberleri, melek, şeytan, cennet, cehennem, Allah kelamı gibi bir dinin inanç esaslarını “mahiyeti anlaşılmayan” mevhumat cümlesinden sayıp inkar eder ve Yaratıcı ile yaratık arasına giren engeller olarak görür (s. 71). Artık perşembenin gelişi çarşambadan belli olmuş olmalıdır: A. İbrahim, camilere sıra konulmasını ve orada musıki icrasını teklif ettikten sonra milli dinin esaslarını ahlak, ilim, halkı irşad, musıki ve milli lisanın hakimiyeti şeklinde kaydeder.
Ahlakın aşkın bağlarından kopartılarak Kant’ta olduğu gibi içkin ve laik, aynı zamanda da milli bir ahlak şeklinde tanımlanmasından da anlaşılıyor ki, bu yeni milli din, aslında bir milli ve dünyevi ahlak nizamından başka bir şey değildir: “Din artık ihtimalilikten, semavilikten kurtulmalıdır. Din hakikati ve kat’iyeti ifade eden yeryüzü dini olmalıdır.” (s. 79-80).
Artık epeyce anlaşılmış olmalı bu milli din projesinin ana hatları: Geleneksel bütün bağlarından soyulmuş, efsununu yitirmiş, insan-üstü hiçbir cazibesi kalmamış, ahlaka ve milli hayata indirgenmiş, bilimsel bir yeryüzü dini. Bu din için cuma namazı yerine Türkleşme Ocaklarında her hafta dini merasimlerin yapılacak olmasına bakılırsa, bir nevi Auguste Comte’un Pozitif Dini’nden de etkiler taşıyan bu yamalı bohça projenin pratik teklifleri belki tutmadı lakin getirmek istediği zihniyet itibariyle hiç etkisi olmadığı da söylenemez. 28 Şubat sonrasında ikide bir gündeme sürülen Türkçe ibadet, Arap dininden kurtulmak, Türk Müslümanlığı gibi hiçbir içerik derinliği olmayan tartışmaların -hoş, derinlik kimin umurunda?- Milli Din Duygusu ve Öz Türk Dini adlı kitaptakilerden sadece ve sadece daha kafa karıştırıcı ve mütereddit bir tonda işlendiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Klasiklere dönüş
Bir zamanlar Türk klasikleri denilince Varlık Yayınları’nın hazırlattığı el kitapları gelirdi akla, Batı klasikleri denilince de, Altın Kitaplar. Daha eskiden Remzi, Hayat, Bateş, Ahmet Halit Kütüphanesi gibi yayınevleri de vardı. Sağcı yayıncılar ise sanki cüzzamlıdan kaçar gibi yanlarına yaklaşmazlardı klasiklerin. Sonra bazı yayınevleri, doğrudan tercüme yoluyla olmasa da uyarlamalar ve kendilerine göre kısaltmalarla yayınlamaya başladılar Batı klasiklerini. Bu durumda eserin en can alıcı veya mesaj taşıyan bölümleri okuyucuya sunuluyor, geri kalanları en azından yararlı bulunmuyordu.
Nihayet yakın yıllarda doğrudan tercümeler de çıkarmaya başladı. Özellikle Tolstoy’un keşfi birçok yayınevi için çok bereketli bir çığır açtı. Bir kısmı eski, bir kısmı da yeni harflerle yapılmış çevirilerin sadeleştirilmesi suretiyle okuyucuya ulaştırıldı (halen bu süreç devam ediyor). Eleştirilecek taraflarını bulsam bile bunun da bir hizmet olduğu kanaatindeyim.
Sonuçta yayıncılar iyi koku alır. Okuyucu profillerinde bu yönde bir istek dalgasının kabardığının farkına varmasalardı bu eserleri de basmazlardı, tıpkı eskiden olduğu gibi. Artık okuyucu, Türkiye’de gelip geçici akımların tasallutundan usandığı için olacak klasiklere yönelmiş görünüyor. İnsanlık tarihinin ışık bahçelerinde tarhlarını kurmuş bu nadide eserler hiçbir zaman oltanızı boş çevirmez çünkü.
Gerek dünya klasiklerini, gerekse kendi klasiklerimizi düzenli olarak yayımlamaya başlayan bir yayınevinden bahsetmek istiyorum: Şule Yayınları. Şimdiye kadar Tolstoy, Jack London, Makyavelli, Konfüçyüs, Daniel Defoe gibi Batı klasikleri yanında İbnü’l-Cevzi gibi bir İslam düşünürünün kitaplarını da basan Şule Yayınları, sevgili dostum Hüseyin Yorulmaz’ın editörlüğünde “Bizim Klasiklerimiz” adlı bir diziye başladı. Divan edebiyatından yeni Türk edebiyatına pek çok edebiyatçımızın hayatı ve eserlerinden seçmeleri şık baskılarla sunan Şule Yayınları, diziye yeni kitaplar ilave etmeye niyetli. Bu gidişle önümüzdeki yıllarda zengin bir edebiyat sofrası açılacak önümüze. Haydi hayırlısı!
.
Sosyoloji, geleneği anlayabilir mi?
Sosyoloji, geleneği anlayabilir mi?
Bizde gelenek denildiği zaman soyut ve flu bir oluşumdan söz edilir genellikle. Geçmişin tozlu sayfaları arasında kalmış, bizden uzaklaşmış ve bir şekilde haberdar olduğumuz veya içimizde yaşayan bir “öz” kastedilir gelenekle. Geleneğin hiçbir toplumsal taşıyıcısı, hiçbir ekonomik temeli, çıkarlarla ilişkisi yokmuşçasına ele alınması ciddi bir zihin sakatlanmasına yol açmakta ve ondan asıl devşirilecek faydaların kendi elimizle bir yana itilmesi sonucunu doğurmaktadır. Oysa gelenek her zaman “birilerinin” geleneği olmuştur, birilerinin ve onların sosyal, siyasi ilişki ve çıkarlarının… O ilişki ve çıkar biçimleri ortadan kalktığında geleneği ayakta tutan sütunlar çökmekte ve bir süre sonra gelenek/ler de sessiz sedasız ortadan çekilmektedir. Bugün “eyer koşumculuğu” zanaatını ne kadar savunursak savunalım onu ayakta tutan sosyal ve ekonomik tabanı kaybettiğimiz zaman ister istemez bir süre sonra zanaatın kendisi de toplumsal ilişki ağından koparak marjinalleşip ortadan kalkacaktır.
Demek ki ilk öğrenmemiz gereken husus, gelenek dediğimiz fenomenin arkasında her zaman bir toplumsal grup, sosyolojik bir alt yapının bulunduğu, geleneğin bir toplumun en genel anlamda ideolojisini (ya da dünya görüşünü) ifade ettiğidir.
Modernliğe gelirsek. Burada da tipik bir tuzak bizi beklemektedir. Modernlik yanlısı söylem -ki bunlara sosyolojinin ana damarı da dahildir- genelde “Modernlik değişmeci ve ilerlemecidir, gelenek ise durağandır” gibi bir fikr-i sabit üzerinde ısrar etmektedir. Biz de farkına varmadan bu dikotomiyi benimsemiş bulunuyoruz. Aslında burada gelenek bilerek negatif, olumsuz, pasif kutba modernlik ise pozitif, olumlu, aktif kutba yerleştirilmiştir. Bu ayrıma göre gelenek ancak geçmişe dönülerek yakalanabilen bir vakıa olup neredeyse bugünkü hayatla her türlü rabıtası kopmuş durumdadır. Ölü bir gelenek, geleneklerin en iyisidir, modernist sosyologlara göre. Çünkü artık bir tehdit olmaktan çıkmış, bir inceleme nesnesi haline gelmiştir.
Düşünelim: Böyle bir toplum olabilir mi? Böyle bir toplum hiç yaşamış mıdır? Geleneksel dönemde değişme, gelişme, sosyal ve teknolojik devrimler, büyük zihniyet dönüşümleri, sosyal hareketlilik sanki hiç yaşanmamış gibi davranılıyor ki, bu tamamiyle bir yanılgıdan ibarettir. Zira bu en başta “toplum”un tanımına aykırıdır. Toplum bir etkileşimler sistemiyse, geleneksel dönemde de, modern dönemde de etkileşimler sürekli vardı, sadece bunların dozları, onlara atfedilen moral nitelikler vs. değişmiş olabilir. Toplumları geleneksel-modern şeklinde ayırmak, bir tarafa siyah, negatif, pasif, olumsuz özellikleri, öbür tarafa ise beyaz, pozitif, aktif, olumlu özellikleri yığmak bir ideolojik çarpıtma değilse nedir?
Açıkça söylemek gerekirse bu ne felsefi, ne sosyolojik, ne de tarihi açıdan savunulabilir bir görüş olup bir düşünme kolaycılığı, konu üzerinde düşünmekten kaçmanın yollarından biridir. Ne gelenek zannedildiği gibi atıl bir kütledir, ne de modernlik zannedildiği gibi tamamen yeni, geleneklerden kopuk, işe sıfırdan başlamış bir fenomendir. Geleneğin kendi içinde son derece değişken, hareketli, gelişen bir yapısı olduğu gibi modernliğin de içinde önemli oranda geleneksel ve atıl, hareketsiz unsurlar var olmaya devam etmiştir.
Batı’daki gelenekçi akıma göre ise -Guenon, Schuon ve Nasr ilk akla gelen isimlerdir- büyük harfle GELENEK, Hz. Adem’e indirilen ilk vahiy ve bilgilerden itibaren modernliğin etkisini hissettirmeye başladığı zamana gelinceye kadar elden ele devredilmiş olan kutsal bilgidir. Buna göre Gelenek, peygamberler tarihini, dinlerin mistik boyutunu, tasavvufu ve bunların hepsini kuşatan bir hadisedir. Yalnız dikkat edilirse bu akımın söyleminde Gelenek, yukarıda değindiğimiz toplumsal taşıyıcıları ihmal etmekte ve Geleneği toplumsal biçimlerden kopuk olarak tarif etmektedir; o sanki insanlık tarihini boydan boya kat eden ve modernliğin rüzgarıyla püskürtülen bir bulut kümesi gibidir.
Elbette bu yazarların geleneksel kültüre ait birçok kavramı anlamamıza önemli katkıları olmuştur ve bu yüzden dikkatlice okunmaları gerekmektedir. Fakat bir kavramı toplumsal kökeninden kopardığınızda hem o kavramı anlama şansınız azalır, hem de onu nasıl olup da yeniden inşa edeceğiniz konusunda çıkmaz bir sokağa saplanırsınız. Ancak toplumsal tabanı ile birlikte bakıldığında gelenek, kanlı canlı, taş gibi müşahhas bir gerçeklik olarak karşınıza çıkar ve onun kaybolduysa kayboluş nedenlerini, yeniden inşa edilecekse bunun ipuçlarını bulma şansını yakalayabilirsiniz.
.
Farklılıkları hazmetmek
Farklılıkları hazmetmek
İmparatorluktan milli devlete geçiş, kabul edelim ki, dünyanın her yerinde sancılı bir süreçtir. Devletin kurumsal bünyesinden tutun da kültüre ve hayata ilişkin pek çok unsur bu süreçte yerinden oynar ve bir kez yerinden oynadı mı taşlar, kolay kolay da yeni yuvasına oturmaz. Cumhuriyet kurulurken Türkiye’deki kültürel dönüşümlerin siyasi alandaki kırılma ve kopuşlardan aşağı kalmayacak bir düzeyde sert ve hızlı vuku bulduğunu ve bunlara bazı itirazların yükseldiğini biliyoruz.
Dönemin tarih telakkisiyle uzlaşamayıp yurt dışına giden değerli tarihçimiz Zeki Velidi Togan da bunlardan biridir.
Ankara Halk Evi’nde 2-11 Temmuz 1932 tarihilerinde yapılan Birinci Türk Tarih Kongresi, esasen dönemin tarih görüşüne ilmi bir meşruiyet kazandırılması amacına matuf olarak düzenlenmiştir. Afet İnan, Şevket Aziz Kansu, Dr. Reşit Galip, Hasan Cemil (Çambel), Akçuraoğlu Yusuf, Ağaoğlu Ahmet, Sadri Maksudi (Arsal) ve Zeki Velidi (Togan) gibi önemli isimlerin bir araya geldiği bu kongre, daha sonraki tarih kitaplarında etkisini gösterecek bir çizginin miladı olarak görülebilir. Tartışmaların merkezinde, Türklerin anayurdu olan Orta Asya’da “Büyük Türk Denizi”nin (İç Deniz) kuruması yüzünden başlayan göçlerle bütün dünyaya yayıldıkları ve henüz taş devrini yaşayan insanlığa, bu arada özellikle Avrupalılara medeniyeti götürdükleri tezi bulunmaktadır. Şimdilerde artık epeyce sarsılmış ve vazgeçilmiş olan bu tezin zaaflarına işaret etmek gafletinde bulunan Zeki Velidi Bey kongreden sert hücumlarla hırpalanmış bir halde çıkar.
Orta Asya’daki İç Deniz’in kuruduğu iddiasının geçersizliğini, bölgede geçici kuraklıklar sırasında bazı nehir kolları ile göllerin zaman zaman kurumasıyla ortaya koyan ve yemyeşil Orta Asya’nın kumlarla kaplanmış olmasının söz konusu olmadığını belirten Zeki Velidi Bey, halen sözü geçen yerlerde bazı Rusların yaşadığını ve toprağın da kumla kaplı olmayıp “mahsuldar” olduğunu, kadim Türk şehirlerinin bir kısmının 16. yüzyıla kadar yaşadığını; ancak bu tarihten sonra bazı sebeplerle terk edildiğini söyleyerek TTTC Umumi Katibi Reşit Galip’i eleştirir.
Eleştirinin muhatabı Reşit Galip bir yandan, dinleyiciler diğer yandan saldırırlar Zeki Velidi Bey’e. Antalya Ortamektep tarih muallimi Şekuri Bey dayanamayıp -gerçekte ilmi bir kongrede hiç yapılmaması gereken bir şekilde- Togan’ın görüşlerine dayanak yaptığı Barthold’un “alelade bir Türk düşmanı” olduğunu haykıracaktır. İtirazlar lince dönüşmek üzeredir.
Nihayet en ağır darbeyi Şemsettin (Günaltay) indirecektir. Başkırtlardan Zeki Velidi ile Kazan Türklerinden Sadri Maksudi (Arsal) arasındaki siyasi çatışmayı hatırlatan Şemsettin Bey’e göre Zeki Velidi Bey, Çarlık devrildikten sonra Rusya’daki Türklerin bir çatı altında toplanmasına karşı çıkarak Başkırtlar adına bu birliğe itiraz etmiş ve Türk birliğini baltalamış, Rusya Türklerinin parçalanmasına yol açmıştır. İtham bu kadarla kalmamakta, ilginç bir bağlantı kurularak kongreyle de irtibatlandırılmaktadır: “Acaba Zeki Velidi Bey aynı rolü bu kongrede de mi oynamak istiyorlar? Fakat emin olsunlar ki bu kongrenin etrafında toplananların dimağlarından milliyet ateşi fışkırıyor. Bu ateşin karşısında her gayret, her teşebbüs erimeğe mahkumdur. ” Zeki Velidi Bey’e bir daha söz hakkı tanınmaz ve konu tezahüratlarla kapatılır.
Birkaç gün sonra toplanan tarih öğretmenleri kongresinde “çok disiplinsiz” bulunan Zeki Velidi, istifa etmek zorunda kalır ve Viyana’ya gider. Bu Türkoloji dünyasının dev ismi 7 yıl sonra yurda dönecek ve “milliyet ateşi”nin tam göbeğinde bulacaktır kendisini. Yine de tarih alanında en verimli kulvarlardan birini açacak ve etrafında topladığı talebeleri vasıtasıyla (mesela İbrahim Kafesoğlu) 1970’lerde gerçekleşen Türk-İslam sentezinin mayasını çalarak yıllar önce linç edildiği kongrenin öcünü alacaktır.
Postmodernlerin çok sözünü ettikleri “bastırılanın bir yolunu bulup geri dönüşü”ne bundan iyi bir örnek verilemezdi herhalde.
Yazıda sözünü ettiğim Birinci Türk Tarih Kongresi konferans ve münakaşaları 1932’de Maarif Vekaleti tarafından yayınlanmıştır.
600 küsur sayfalık bu ilginç tutanağa ulaşamayanlar, Etienne Copeaux’un Türk Tarih Tezinden Türk-İslam sentezine adlı çalışmalarındaki değerlendirmelere bakabilirler: Çeviren: Ali Berktay, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998.
.
Bir Cumhuriyet ideali olarak apartman
Bir Cumhuriyet ideali olarak apartman
Sabahattin Eyuboğlu, 28 Haziran 1936’da Tan gazetesinde yayınladığı bir yazıda şunları söylüyordu:
“Eski mesken ruhları bir taraftan yalnızlığa ve istiklale davet eder, diğer taraftan ev eşyalarına ve hatıralara bağlardı. Yeni otrul (konut) insanları ruhsal benzerliğe, yuvasızlığa ve mazisizliğe götürmektedir… Ruh eski otrulla beraber kaybettiği istiklale mukabil (ki bu zindan istiklali idi) büyük bir serbestlik kazanacak ve her an başka bir iklime kaçmaya, “evasion”a hazır bulunacaktır. Yuva idealini gütmek mülkün esiri olmaktı. Apartman bizi bu esaretten sıyrılmaya alıştırmaktadır.”
Eyuboğlu’nun yazısına doğrudan olmasa da dolaylı bir cevap daha sonraki yıllarda muhafazakar cephenin önde gelen isimlerinden olacak Peyami Safa’dan geldi. 12 Haziran 1941’de Tasvir-i Efkar’da yayınlanan “Milli idealimiz apartman yaptırmak mıdır?” adlı yazısında Safa, daha çok toplumdaki bir iptilaya karşı çıkar görünür:
“Birkaç idealist müstesna, yüksek tahsilin eşiğinde, istikbale nişan alan her Türk gencinin gönlünde bir apartman yatıyor. Apartman! Genç ve yaşlı, mimar ve doktor, esnaf ve avukat, tüccar ve bol maaşlı memur, komisyoncu ve müteahhit, her şuurun altı ve üstü, boydan boya, silme apartman kesilmiştir. Apartman! Cimri parayı bunun için biriktiriyor, iş adamı bunun için taban tepiyor, avukat bunun için mahkemede coşuyor, doktor bunun için gözünü profesörlüğe dikmiş, vekilin treni gelmeden üç vapur evvel Haydarpaşa’ya damlıyor. Apartman! Sabahleyin, yatakta mahmur gözler açılınca, uykunun rehaveti içinde erimiş vücudu kamçılayan ve obüs gibi sokağa fırlatan ideal: Apartman! Bir tek varlık sebebi, yaşamanın hikmeti, bahtiyarlığın amili, insanlığın gayesi, memleketin selameti, kainatın sırrı: Apartman!”
Bütün bir toplumsal çerçeveyi boydan boya kuşatan ideal ve “terakkinin son kertesi” olarak apartmanın toplumdaki yerini bu ironik ifadelerle belirleyen Safa, ardından bu fikrin yıkıcı bir eleştirisine girişmek yerine atıl yatırımın milli serveti heba eden tarafına yöneltmeyi tercih eder oklarını:
“Kimse farkında değil ki apartman milli servetin mezarıdır, çünkü iç piyasalarımızda tedavül ettikçe üreyecek olan sermayeleri, damarda donmuş kan gibi hareketsiz ve kısır bırakır. Apartman böyle bir salgın halinde milli refaha değil, memleketin sefaletine yol açar. Apartman milli değil, millet zararına ferdi idealdir.” Bu düşüncelerinden “apartman yapılmasın!” anlamını çıkaracak “sersemler”e de çatmayı ihmal etmeyen Safa, apartmanın milli bir gaye haline getirilmesinin sorumluluğunu “gayri milli, gayri beşeri, gayri medeni, hayvanca kazanç iştahı”na yükler. Safa’nın biraz karmaşık akıl yürütme biçimine göre apartmanın milli bir ideal haline getirilmesi milli olmayan bir kazanç iştahının marifetidir!
Daha sonra bu “iştah”ın iki kaynağı olduğunu tespit eder: Kendimiz ve dünyamız. Kendimizden kaynaklanan iştahın sebebini milletçe farkında olmadan eski evlerin kullanışsızlığına bağlar genel olarak. Bu noktadan itibaren muhafazakar Safa ile hümanist Eyuboğlu arasındaki fark ortadan kalkmaktadır:
“Kafesli, karanlık, rutubetli, cumbası çarpılmış, taşlığı küf ve mutfağı lağım kokan tahta evlerimiz ailelerimize tabut olmuştur… Bu evlerden her biri, gözümüzde, koskoca imparatorluğun çöküşünü ve onun harabeleri üstünde mutlak ve mücerret ölümü temsil ediyor. Farkında olarak, olmayarak milli hassasiyetimizi şöyle bir sembolik tasavvurun ağır telkini altına koymuşuz: Tahta ev mazi, apartman istikbaldir; tahta ev tabut, apartman beşiktir; tahta ev ölüm, apartman hayattır.”
Yazısının başında sanki apartmana karşı eski evi savunacakmış izlenimi veren Safa, bu defa eski evlerin tabut gibi görülmesini mazur görmek isteyen birisi olarak karşımıza çıkar ve şaşırtır bizi. Dışarıdan gelen kazanç hırsını ise dış mihraklara, yani Avrupa ve Amerika merkantilizmine bağlandığı yazısının geri kalan kısmında apartmanın bir put olarak ülkemize getirilmesinden ve bunun yerine hala bir köyü andıran memleketin halinden duyduğu rahatsızlığı dile getirir.
Gerek Eyuboğlu’nun, gerekse Safa’nın yazılarından anladığımız, farklı diyagonallardan da baksalar, 1930’lu ve 40’lı yılların aydınlarının ev-apartman dikotomisinin mezar-beşik denkleminde vaz edilmesi noktasında müttefik oldukları anlaşılmaktadır. Her iki yazının, dönemin çıplak bir fotoğrafını çekmemize izin verecek yeterlik ve açıklıkta olduğunu zannediyorum.
.
Bilinç koması
Bilinç koması
Belki fazla dikkatinizi çekmemiştir. Niyazi Berkes, Türk Düşününde Batı Sorunu’nda (Ankara 1975), aydınımızın Tanzimat’tan beri bir bilinç koması içinde hareket ettiğini söyler. Bu koma, bilincinin öylesine derin düzeylerine işlemiştir ki, onun sonucunda yakalandığı aşağılık kompleksi, başka bir deyişle kendini küçük görme hastalığı, üzerinden 150 küsur yıl geçtiği halde bugün dahi yakasını bırakmamaktadır. Ne eskiden olduğu gibi kimliğine güveni kalmıştır, ne de Batı’yla hesaplaşmak suretiyle yeni bir tepkici olmayan kimlik üretebilmiştir. Sık sık en keskin virajları hiç yüksünmeden almamızın temelinde bu “köksüzlük kangreni” yatmaktadır.
Yağmur dergisinin 2. sayısında yayımlanan (Ocak-Şubat-Mart 1999, s. 44-47) “İki şehrin hikayesi” başlıklı yazımda, Namık Kemal ile Alman şairi Heinrich Heine’nin 30-40 yıl arayla gittikleri Londra’da nasıl birbirine taban tabana zıt neredeyse “iki ayrı şehir” diyebileceğimiz kadar farklı şehir izlenimleriyle döndüklerini metinlerini karşılaştırarak aktarmıştım. Bu gittikçe bana küçük gelmeye başlayan köşede size bu defa Paris ile ilgili muhtasar bir karşılaştırma sunacağım.
Biliyorsunuz Paris, Tanzimat’ın ilk nesli için medeniyetin Londra ile birlikte iki kıblesinden biriydi. Dönemindeki adlandırmayla bu “alafranga çelebiler”in Paris’i nasıl tasavvur ettiklerini bakın Hoca Tahsin Efendi nasıl resmediyor:
Paris’e git hey efendi akl ü fikrin var ise
Aleme gelmiş sayılmazlar gitmeyenler Paris’e.
Beyitte dile getirilen tiplere Ahmed Mithat Efendi’nin Felatun Bey ile Rakım Efendi’sinden Ömer Seyfettin’in Efruz Bey’ine kadar pek çok eserde rastlamak mümkün. Anlayacağınız, yabancımız değildir bu tipler.
Peki Peyami Safa’nın 1936’da Paris’i ilk gördüğünde uğradığı şaşkınlık ve hayranlık diğerlerinden farklı mı olmuştur? Ne gezer! Kendisine kulak verelim:
“Paris’te ve Avrupa’nın her büyük şehrinde, kaldırım, mağaza, meydan, cadde, yol, heykel, abide, her şey, maddeyi tefekkürün ve kavrayışın füshatine, semavi genişliğine bağlayan bir büyüklüktedir ve bu meydanlar, kafaların içindeki meydanlardır. Avrupa büyük ruhların ikametine salih olacak tarzda bina edilmiştir. Şehirde binalar ve abideler, dağ başlar ile rekabet etmek isteyen mimarların her adım başında bir diktikleri eserlerdir. Bu ulvilik ihtirası yalnız iki üç mabede münhasır kalmamıştır. Orada mevzuu ticaretten başka bir şey olmayan alelade mağazalar da, büyük katedrallerin Allah’a yakın olmak isteyen çan kuleleriyle bir hizadadır. Yükselmek ihtirası, rahiple tüccarı aynı hummanın şiddeti içine almıştır.” (Aktaran: Beşir Ayvazoğlu, Peyami, İst. 1998, s. 272.)
Peyami Safa gibi bizim de kafamızda Avrupa “tecezzi etmez” (bölünmez) bir bütündür. Sanki yekpare bir irade ve çıkar birliği mevcuttur orada. Avrupa bir kıta değil, “Avrupalı olmayan her şey’dir. Oysa gerçeklikten bunun kadar uzak bir tasavvur zor bulunur. Bir İskoçya ile İngiltere’nin, Hollanda ile Almanya’nın, hele hele İspanya ile Fransa’nın “aynı” Avrupa olduğu söylenebilir mi?
Gerçekten de İspanya’nın bir “Avrupalılaşma” problemini derinden derine yaşadığını söyleyen Ortega y Gasset, “Avrupa’yı İspanyollaştırmak” formülünü ortaya atan Unamuno ve Fransa’yı İspanya’nın “ezeli rakibi” olarak gören Juan (“huan” okunur) Goytisolo gibi aydınlar, “alafranga çelebilerimiz”in müştak ve hayran bakışları yerine eleştirel bir bilinçle yaklaştılar Avrupa’ya. Bakın Goytisolo Paris’e nasıl büyük bir soru çengeli asıyor:
Ona göre Paris, bireylerin yer altı mezarlarının “yalnızlığına ve isimsizliğine mahkum oldukları” muazzam bir mezarlıktır. İleri teknoloji çağının diğer megapolleri gibi bir ölüm biçimidir. Paris’in bir mezarlığı andıran çehresi aslında Avrupa’nın günümüzdeki tükenişiyle ilgilidir. Ona göre Avrupa bugün “tükenmiş, durağanlaşmış, neredeyse Mumyalar Müzesi’ne dönüşmüş, bitkisel hayata girmiş bir kültür”dür.
İlk gidişinde gerçi onun da Paris’in uyumlu, kozmopolit ve zarif görünümünden gözleri kamaşmıştır. Lakin gözündeki çekiciliğini yavaş yavaş yitirecektir. Dikkatini daha çok yabancı kökenli, melez, farklı kültür ve toplumların çarpışıp kaynaşmasıyla yozlaşmış ve doğurganlaşmış Paris’in kenar mahalleleri çekmeye başlamıştır. Paris onun gözünde, ancak medeniyetin feneri (bizimkilerin gözünde “kıblesi”) olmak iddiasından vazgeçtiği ve karmakarışık, saf olmayan, çoğulcu olduğu nisbette kendisini içinde rahat hissedeceği bir şehir olacaktır. Paris, zencilerin, Müslümanların, Çinlilerin, hasılı “farklı olan”ların yuvası olabildiği ölçüde gerçekten yaşayan bir şehir olacak ve mezarlık sessizliğinden uyanacaktır. Bu Paris ise bizim aydınlarımızın görmek istedikleri Paris’in tam tersi, hatta biraz garip olacak ama kendisinden kurtulmak için can attıkları Doğulu, Müslüman ve İstanbul aşısı yapılmış bir Paris’tir.
Girdiğimiz komadan uyanmak için bir serum işlevi görebilirse bu bakış, ne mutlu bana ve Goytisolo’ya!
Şeytana dair
Sayın Beşir Ayvazoğlu, eksik olmasın, önceki hafta “Şeytanı anlamak” başlıklı yazısında şeytana dair bazı denemelerim olduğundan söz ederek çalışmalarımın sürüp sürmediğini soruyordu. Şimdiye kadar farklı yerlerde 20’ye yakın yazım çıktı şeytan, trajik kişilik ve kötülükle ilgili. Bunların birkaç tanesinin de Zaman’da çıktığını dikkatli okuyucularım hatırlayacaklardır. (Mesela “Camideki şeytan” ve “Şeytan öldü mü?”). aslında çeşitli vesilelerle kaleme aldığım bu yazılar bir kitap olacak kıvama ulaşamadığı için konu üzerinde yeni yeni Doğu ve Batı kaynaklarından yararlanarak çalışmaya devam ediyorum. Gönlümde ilk fırsatta bir kitap çalışmasına girmek hep vardı; umarım Beşir ağabeyin yazısı bu fırsatın kapısını aralamama yardımcı olur.
Bu arada şeytan, özellikle daemon konusundaki yazılarımın kitaplaşması için beni ‘sıkıştıran’ sevgili Sadık Yalsızuçanlar’a da bu vesileyle teşekkürlerimi yollamak istiyorum. Her telefonu açışta “Daemon kitabı ne oldu?” diye soran Sadık’a uyduracak bahanem de kalmadı artık. Çaresiz, üşengeç kalemim bu defa şeytan gibi karmaşık ama aynı oranda da pek çok çarpıcı yolun kavşağında duran bir vadiye kanatlanacak galiba! (Yeri gelmişken Sadık Yalsızuçanlar’ın üç yeni kitabının çıktığını da hatırlatayım. Şule Yayınları’ndan çıkan kitaplar şunlar: Tarafsızlık Masalı (deneme), Halvet Der Encümen (öykü), Geçen Gün Ömürdendir (deneme)
.
Fetih kutlamaları üzerindeki gölge
Fetih kutlamaları üzerindeki gölge
Bu yıl nedense İstanbul’un fethi kutlamaları biraz tatsız tuzsuz geçti. Gazetelerde, televizyonlarda, meydanlarda geçen yıllara oranla daha heyecansız, büyüsünü yitirmiş bir halet-i ruhiye ile karşıladık onu. Doğru dürüst bir yazı dizisi bile göremedim gazetelerde fetih ile ilgili. Yıllardır bu görevi iyi kötü üstlenmiş olan İstanbul Belediyesi ise Valilik tarafından kutlamalara el konulmasıyla pasifize edildi; bir iki konser programıyla idare etmek durumunda kaldı. Hasılı, fethin 546. yıl dönümü kutlamaları seçimler, Apo’nun yargılanması, hükümetin kurulması gibi güncel gelişmelerin gölgesinde kaldı.
Yine de tasalanmayın. Daha önce de kutlanmasının resmen engellendiği bir yıl dönümü yaşamıştık. Fetih kutlamaları, 500. yıl dönümünde, yani 1953’te tam bir fiyaskoyla sonuçlanmıştı. Nasıl mı? Anlatayım.
Sayın İlhan Bardakçı 3 yıl önce hatırlatmıştı (Zaman, 28 Mayıs 1996): “İmkanınız varsa eğer” demişti, “1953 senesi Mayıs ayının 29. günü gazetelerden birisini bulunuz ve birinci sahifesine bakınız. Utanacaksınız.” Ben gidip buldum o gazeteleri ve işin içinden neler çıktı neler…
Aslında İstanbul’un 500. fetih yıl dönümü kutlamaları için startı, 1939’da dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü vermiş. Ancak 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle kutlamalar farklı bir veçhe kazanmış, tıpkı Tayyip Erdoğan döneminde olduğu gibi kutlama hazırlıklarında gaza basılmış ve tam bir milli mesele haline getirilmiştir. 29 mayıs-7 haziran tarihlerinde 10 gün boyunca Anadolu ve Rumeli Hisarları’nın ışıklandırılmasından fener alayı düzenlenmesine, Fatih ve İstanbul adıyla bir dergi çıkarılmasından İstanbul Fetih Cemiyeti’nin kurulmasına, tiyatro temsillerinden hatıra para çıkarılmasına kadar pek çok faaliyet gösterilecek, devlet en üst düzeyde törenlerde temsil edilecek, kara, deniz ve hava kuvvetleri gösteriler yapacak, yurt dışından turist celbi sağlanarak turizmimiz canlandırılacak… idi. Resmi daireler kapalı tutulacak, halkın törenlere katılması sağlanacak ve bir bakıma Türkiye’nin İstanbul etrafında kenetlendiği cümle aleme gösterilecek, İstanbul’un bir Türk şehri olduğu fikri tekraren vurgulanacaktı.
Fakat ne oluyorsa oluyor, kutlamaların başlamasına birkaç gün kala Başbakan Adnan Menderes ve Basın-Yayın Bakanı gazeteleri arıyor ve fetih kutlamalarında frene basıldığını, gazetelerinde fetih yıl dönümünün “abartılmadan verilmesini” rica ediyorlar. Ve acı bir fren sesi duyuluyor! Ortalık sütliman oluyor! O coşkulu ve heyecanlı kutlama hazırlıkları bıçak gibi kesiliyor, devlet elini eteğini çekiyor, hızını alamayıp yazmaya devam eden birkaç gazetenin de nefesi yetmiyor seslerini duyurmaya. Cumhurbaşkanı Celal Bayar o gün bir bahane bularak İzmir’de NATO karargahını ziyarete, Başbakan Menderes ise İngiltere Kraliçesi II. Elisabeth’in taç giyme törenine gidiyor. Devrin Hariciye Bakanı ünlü Türkolog Fuat Köprülü bile katılmıyor törene.
Sonuç olarak sönük ve pasif, üzerine ölü toprağı serpilmiş bir fetih kutlaması gerçekleşiyor. Sözün gelişi “gerçekleşiyor” dedim; aslında dağ fare doğurmuştur. Yahya Kemal, Süheyl Ünver ve çevresindekilerin gayretleriyle bazı kitap ve dergiler çıkarılması ve fetih sırasındaki olayların geçtiği yerlere plaketler asılması gibi tali önemi haiz bazı faaliyetler ile Ulubatlı Hasan’ın surlara tırmanışını temsil gibi sembolik bazı gösterilerle yetinmek zorunda kalınıyor. (Bu arada gazetelerde surlara tırmanan yeniçeri kıyafetli zatın bacaklarının titremesi ve bin bir güçlükle ve ite kaka rolünü yapması alay konusu olmuştur.)
31 Mayıs 1953 tarihli Zaman gazetesinden (demek gazetemizin mazisi o yıllara kadar uzanıyor!) aldığım şu paragraf merakımızı iyice kamçılıyor: “Baştan sona kadar, elbet bir mes’ulü vardır. Bu aşağılık duygusunu kim telkin etti? Kimden çekindik? Kime kur yaptık? 500 yıllık bir şansı, propaganda, Türkiye’yi tanıtma, döviz, turist imkanlarını kim feda etti? Artık bunu milletçe öğrenmek bir zaruret olmuştur.” (Nusret Safa Coşkun)
Gerçekten hangi hayati sebep kutlamalarda frene basılmasına yol açmış olabilir sizce? Hazırlığı yıllar öncesinden başlayan 500. yıl kutlamaları niçin savsaklanmış, hatta engellenmiştir? Kutlamaların “abartılmaması” neden rica edilmiştir gazetelerden?
Cevabını benden mi bekliyorsunuz bu soruların? Bu defa cevabı ya bir hafta bekleyecek ya da kütüphanelere koşup kendiniz öğreneceksiniz. Türkiye gibi sonuçların sebeplerden önce öğrenildiği bir ülkede yazar da bu teamüle ayak uydurmak zorunda…
.
Bestekar padişahlar
Bestekar padişahlar
Geçtiğimiz cumartesi akşamı hoş sürprizler yaşadım. Celali sıcaklarının henüz bastırmadığı bu günlerde Boğaz’da, üstelik Emirgan’da Cemil Meriç üzerine bir çalışma yapmak üzere davetliydim. Davet, sevgili hocam Ümit Meriç Yazan’dan gelmişti. Çıldırtan kokusuyla ıhlamur ağaçlarının altında, guruba gömülmeye hazırlanan güneşin pelteleşmiş ışıklarıyla yıkanmaya başladığımız saatlerde “Cemil Meriç dostları” ile birlikteydim.
Ardından toplantıda hazır bulunan şair dostum İrfan Çiftçi -kendisi İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kültür etkinliklerinin başındadır- bizi Cemal Reşit Rey Konser Salonu’ndaki muhteşem bir musıki ziyafetine davet etti. Doğrusu, Şeyh Galib’in
Fırsat ki heva-yı tiz-perdir
Ermek ona bir dahi hünerdir dediği gibi bu fırsat kaçmazdı.
İstanbul’un fethinin 546. yıl dönümü anısına düzenlenen “Bestekar Padişahlar” başlıklı bu konser Kültür Bakanlığı İstanbul Tarihi Türk Müzik Topluluğu tarafından icra edildi. Genel yönetmenliğini Ahmet Özhan’ın yaptığı konserin ilk bölümünde III. Selim, I. Mahmud, IV. Murad, Abdülaziz ve II. Mahmud’dan olmak üzere 7 parça seslendirildi. Bu bölümdeki parçalar arasında güftesini Şeyh Galib’in yazıp bestesini dostu III. Selim’in yaptığı Şevkutarab kar-ı mehveş ile Abdülaziz’in Hicaz sirto’su tek kelime ile muhteşemdi.
Konserin ikinci bölümünde ise solist Ahmet Özhan, ağırlıklı olarak en büyük bestekar padişah olan III. Selim’in bestelerini seslendirdi. Bir şehzade (Seyfeddin Efendi) ile bir hanım sultan (Fatma Gevheri) tarafından bestelenen eserlerin de icra edildiği bu bölümde Seyfeddin Efendi’nin Şehnaz İlahi’si ile Sultan Vahideddin’in, sözleri Zekai Dede’ye ait Hüzzam Tevşih’i (“Gel vücudun ateş-i aşk-ı Habibullah’a yak”) tasavvufi zevk ve irfanın güzel birer nümunesiydi.
Konserden sonra gerçekten de “hanedan sanatı” diye bir şey olduğuna kanaat getirdim. Asırlarca kendi bünyesinde sanatların en rafinelerini bir gelenek halinde teessüs ettirmiş olan hanedanların, demokratikleşmeyle birlikte ortadan kalkmasının “büyük sanat” adına ne kadar ağır bir kayıp olduğunu -yalnız Osmanlı için değil, bütün dünya sanatı için de- yeni yeni fark ediyordum.
Osmanlı hanedanının bir başka özelliği ise hükümdar düzeyinde sanatkar yetiştirme bakımından benzersiz oluşuydu. Hat, musıki, şiir, son yıllarda ise resim yalnız himaye ettikleri sanatlar olmayıp bizzat icra ettikleri ve devrin sanatkarlarıyla yarıştıkları sanatlardı. Aynı zamanda dünyalarına girebilmek için birer altın anahtar hükmündedir bugün ortaya koydukları eserler.
Cumhuriyet tarihinde şu kadar yönetici geçti başımıza, hiç düşündünüz mü bunların besteleri, resimleri (Kenan Evren’i saymazsak tabii!), şiirleri nerededir? Hani memleketi şiir gibi idare ettiklerini söyleyebilsek neyse, fakat o da hak getire! Aradaki fark, zevkte olduğu kadar kültür ve dile hakimiyetteki çöküşün de en bariz misalini teşkil etmektedir.
Cumhuriyet’ten önceki sanatın saray çevresindekilerden ibaret olduğunu söylemek alışkanlık haline geldi hepimizde. Nitekim Abdülbaki Gölpınarlı, sonradan pişman olacağı Divan Edebiyatı Beyanındadır’da (1945) divan edebiyatının bir saray edebiyatı olduğunu iddia edecek ve bu iddia zamanla yaygınlaşıp genel bir hüküm hüviyeti kazanacaktır. Şimdilerde sosyal tarih çalışmaları da tarihin sadece saraydan ve başkentten ibaret olmadığına dair başarılı örnekler ortaya koyuyor. Doğrudur, geleneksel dönemde sanat, saraydan ibaret değildir. Lakin bir ülkenin sanatı, gerçekten incelmiş ve yükselmiş sanatı da -sanatçıları himayelerine alacak burjuvalar veya alternatif kurumlar olmadığı için- büyük ölçüde saray ve çevresinde -bir miktar da o beğenmediğimiz tekkelerde- üretiliyordu. Bu klasik Hint sanatı için de geçerlidir, Fransız sanatı için de.
İster kabul edelim, ister etmeyelim, insanlığın en üst seviyedeki duygu ve düşünce mahsulleri, monarşiler çağında saray bahçelerinde boy verme imkanını bulmuştur!
Ali Fuad Başgil ile başbaşa
İki ay kadar önceydi, “Kitaplar, ah kitaplar!” başlıklı yazımda, ilim ve fikir adamlarımıza hayattayken olduğu gibi öldükten sonra da nasıl lakayd davrandığımızı örnekleriyle zikretmiş ve sözü, rahmetli Ali Fuad Başgil hocaya getirmiştim. İyi ki de getirmişim, zira unutulduğunu söylediğim Başgil’e sahip çıkanlar olduğunu bu sayede öğrenmiş oldum.
Geçenlerde aldığım faksta, Kubbealtı Akademi Vakfı’nın Başgil hocanın halen hayatta olan eşi Fatma Nüvide hanımefendi ile temasa geçtikleri ve kütüphanesinin dağılmadan muhafaza edileceği belirtiliyordu. Ayrıca Başgil’in Gençlerle Başbaşa ve Din ve Laiklik adlı kitaplarının tertemiz yeni baskılarını da göndermişler. Kubbealtı Neşriyat’tan çıkan kitapların faksta yazılanlarla birleşince beni ne kadar sevindirdiğini imkan yok anlatamam. Ehl-i himmet sağolsun, varolsun!
Lakin bir noktaya değinmeden geçemeyeceğim. Her iki kitabın başına da “Birinci Baskı” diye yazılmasının medlulünü çözemedim. Bildiğim kadarıyla her ikisi de defalarca basılmış olan kitapların kaç kere, hangi yayınevlerine ve hangi tarihlerde basıldıkları belirtilse daha yararlı olmaz mıydı? Hem böylece araştırmacılar da kitapların baskılarını takip etme ve ilaveler yapılmışsa hangi baskılardan itibaren yapıldığını öğrenme kolaylığına kavuşurlardı. Bunlardan sonra belki “Kubbealtı Neşriyat’ta birinci baskı” gibi bir ibare konulabilirdi yine. Temennim, Hoca’nın diğer kitaplarının -bu arada Demokrasi Yolunda (ilk baskısı: Yağmur Yayın Evi, 1961) ve İlmin Işığında Günün Meseleleri (ilk baskısı: Yağmur Yayın Evi, 1960) adlı önemli eserlerinin de- bu noktalar göz önünde tutularak irfanımıza kazandırılması.
Son bir not: Başgil Hoca’nın İslam’da reform konusundaki görüşlerini özetlediğim yazı büyük alakayla karşılandı. Benden bu görüşlerin tamamına nasıl ulaşacaklarını soranlar, Din ve Laiklik’in Kubbealtı Neşriyat tarafından yapılan yeni baskısına (Birinci Ek, s. 293-300) başvurabilirler. İsteme adresi: Peykhane Sk. Nu: 3, 34400 Çemberlitaş / İstanbul, Tel: (0212) 516 23 56
Fetih kutlamaları ve Yunanistan
Fetih kutlamaları ve Yunanistan
Geçen haftaki yazımda 1953 yılındaki İstanbul’un fethi kutlamalarının son anda engellendiğini yazmış ve cevabını bu haftaya bırakmıştım. Cevaba geçmeden önce fetih kutlamalarının tarihiyle ilgili ilginç bir ayrıntıya değinmek istiyorum.
Feth-i Celile-i Konstantiniye adlı eserinde Gazi Ahmed Muhtar Paşa, “Bazı Balkan devletleriyle diğer bazı komşu devletlerin ve Avrupa devletlerinden bir kısmının bir hayli önemli tarihi olayların hatırlanması maksadıyla bunların yıl dönümlerinde yaptıkları şenlikler ve düzenledikleri büyük törenler dikkat nazarına alınırsa, mübarek büyük fetih gününün de Padişah (II. Abdülhamid) hazretlerinin sayesinde yüce hükümet tarafından ‘en büyük milli bayram’ kabul edilmesi hatıra gelir” demek suretiyle fethin 1903’te idrak edilecek 450. yıl dönümünün “manevi ve hususi bir merasim” ile kutlanması gerektiğini belirtmektedir. Paşadan öğrendiğimize göre eskiden fetih günü halk arasında “kudüm günü” diye anılırmış; Fatih’in İstanbul’a ayak bastığı bu günde şehit ve gazilerin ruhları için hayır ve hasenatta bulunulur, Kur’an okunurmuş.
Fethin 450. yıl dönümü 1903’te kutlandı mı veya ne şekilde kutlandı? Bunları henüz tam olarak bilmiyorum. Ancak daha 1930’ların sonunda bizzat İnönü tarafından 500. yıl kutlamalarına start verildiğinden haberdarız. 1953’teki kutlamalar için büyük hazırlıklar yapılmış, dergiler, kitaplar, hatıra paraları çıkarılmış, Fetih Enstitüsü devlet yardımıyla kurulmuş; ancak tam kutlamaların arifesinde, hükümetin aniden frene bastığı görülmüştü. Özetle, büyük bir fiyasko ile sonuçlanmıştı o yılki kutlamalar.
İlhan Bardakçı’dan dinleyelim hükümetin gazetelere yaptığı açıklamayı: “500’üncü yıl dönümünü en güzel şekilde kutlamaya biz de taraftarız. Ama Yunanlı dostlarımızla kardeşçe ilişkilerimiz her geçen gün gelişiyor. Bu yakınlaşmayı sarsacak ve dostlarımızı rahatsız edecek bir yayından kaçınmak gerekir.” (Zaman, 28 Mayıs 1996)
O sırada bir Türk-Yunan yakınlaşması gündemdedir ve fetih kutlamalarının böylesine görkemli bir şekilde kutlanması Yunanlıları açıkça rahatsız etmektedir. Bu rahatsızlık diplomatik bir krize dönüşmek üzereyken hükümet devreye girmiş ve kendi başlattığı kutlamaları yine kendisi engellemiştir. Tabiatıyla basınımız da yukarıdan gelen bu sese uymuş, bir bukalemun hızıyla yeni duruma adapte olmakta vakit kaybetmemiştir.
O günlerin gazetelerine bir göz atıldığında sıcak tartışmaların yaşandığı görülür. Hürriyet’ten Sedat Simavi, fetih kutlamalarının hükümet tarafından “geçiştirilmesi”nin Türkiye’nin prestijiyle oynamak anlamına geleceğini belirtmekte, “böyle muhteşem bir gün, şans ve fırsat, birtakım küçük iç ve dış politika hesapları ile harcanmıştır.” demektedir. Zaman gazetesinden Nusret Safa Coşkun ise “Fatih’in manevi huzuruna hicap içinde çıkıyoruz!” başlıklı yazısında şöyle diyor: “Ne muhteşem bir gün idrak ediyoruz! Bütün milletler, böyle bir güne malik olmak için bütün tarihlerini verebilirler. Biz ise tarihimizin en basit bir hadisesinin yıl dönümünde imişiz gibi kayıtsız, heyecansız, hazırlıksız, bazılarımızın kof kafalarının yarattığı vehim, aşağılık duygusu içinde angarya yaparmışçasına, iğreti, karikatür mizansenlerle, dünyada hiçbir millete nasip olmayacak milli bir gurur vak’asını atlatmaya çalışıyoruz… Tarih bu ihaneti asla unutmayacaktır.”
Zaman’ın 1 haziran tarihli nüshasında manşetten verilen bir karşılaştırma ise durumu bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır aslında. Türkiye’de diplomatik bir skandala dönüşür diye kutlamaktan kaçınılan fetih yıl dönümü, Yunanistan’da bir ayinle, üstelik resmen ağıtlar yakılarak anılmıştır.
Yorumsuz aktarıyorum: “İşte aramızdaki fark: Türkiye’de Törene hükümet katılmadı / Her yer açıktı, tatil yapılmadı / Tören şaşa(a)lı olmadı -Yunanistan’da Kral ve hükumet ihtifalde bulundu / Her taraf kapalı kalmıştır / Kiliseler durmadan çan çaldılar.” Aynı gün Atina’nın nüfuzlu gazetelerinden Kathimerini, büyük bir memnuniyet içinde şunları yazacaktır: “Türk hükümetinin İstanbul’da bugün yapılan şenliklere resmen iştirak etmemek hususundaki kararı büyük bir basiret eseriydi.”
Peki bir yakınlaşma sağlanabilmiş miydi bu feragat karşılığında Yunanistan’la aramızda? Ne gezer? Aynı yılın sonunda Yunanistan, Kıbrıs üzerinde ENOSİS iddialarını ortaya atmaktan çekinmeyecekti!
Bilmem yeterince izah edebildim mi?
.
Tecavüz ve feminizm
Tecavüz ve feminizm
Feminizm, kadın sorunlarını ayağı yere basan sorunlar olmaktan çıkarıp, sulandıran, uçuklaştıran ve tehlikesizleştirip uysallaştıran, giderek evcilleştiren hareketin adıdır.
Feminizm, sanki kadınlara ait özel bir alan, dokunulmaz bir kutsal çember haline gelmiş bulunuyor bugün. Bu “kutsal akım” aleyhine söz söylenmesi, hele hele benim gibi bir haddini bilmezin (üstelik “erkek”!) kalkıp ulu orta ahkam kesmesi, temel argümanlarını sorgulamaya açmaya kalkışması hiç affedilir bir şey değildir. Çünkü feminizm, satışından, pazarlamasından, reklamından birçok kadın yazar ve onların yedeğinde birçok erkek yağdanlığın rant yediği dokunulmazlık statüsüne, yani tabuluğa yükselmiş bir ulu alandır bugün. Medyada, kamuoyunda, edebiyatta feminizm ve kadınlar hakkında söze “euzü” çekmeden, feminizme imanını ikrar etmeden söze başlayanların -benim gibi bedhahların!- vay haline!
Tecavüzü tartışamazsınız mesela soğukkanlılıkla bir feministle. İnsanlık tarihinin o hor gördükleri dönemlerinde kadınların erkek saldırganlığına karşı tecrit edilmelerini kadınların aşağılanması şeklinde algılayıp algılatanlar, flört eden gençleri alabildiğine serbest bırakıyor, neredeyse aynı yatakhanede karma olarak kalmalarını savunuyorlar; öte yandan bu durumda kızların hangi tehlikelere maruz kalacaklarını tartışmaya kalkanları ise doğduklarına pişman ediyorlar; ne gericilikleri kalıyor bu insanların, ne erkek egemen düzene uşaklık ettikleri. Ne de olsa düşman (erkek) kamptadırlar, dolayısıyla ateşle barutun yan yana duramayacağını söyleyen bu çağ dışı (!) kişiler, gençlerin birbirlerine nasıl davranmaları gerektiğine kim oluyorlar da karışıyorlar? Ne hadlerine! Ancak “müsait ortamlara” kendi elleriyle sürdükleri kanı kaynayan gençler, flört esnasında yarı zorlamalı cinsel ilişkiye (date rape) kalkışınca da “Vay hain, buldun zavallı kızı, tepesine binersin değil mi?” deyu kazan kaldırıyorlar. Yahu perşembenin gelişi çarşambadan belli değil miydi?
Tecavüz örneğini şunun için verdim: Kadın-erkek ilişkisinin bu en “yabanıl” aşamasında erkeğin kendisini iradesiyle dizginleyemeyeceğinden adları gibi emin olan geleneksel toplum mensupları, evlilik yanında namus, iffet, masumiyet, bekaret gibi kavramlarla örmüşlerdi cinsler arasındaki ilişkinin dokusunu. Erkekle kadın arasında bariz bir mesafe bırakmayı, her iki cinsi ancak meşru nikah dairesinde bir araya getirmeyi öngören geleneksel tedbirler feminizmin nezdinde tamamen lüzumsuz hatta zararlıdır. Oysa “Toplum” diyor Camille Paglia, “kadının tecavüze karşı korunması içindir”. Halbuki feminizm, cinsiyetin toplum tarafından kadınlara dayatıldığını ve kadınların bu yüzden ezildiklerini söyleyerek toplumu düşman ilan etmektedir. Yatıp kalkıp gençlere bunu telkin eden feministler, kadınların tecavüzün mahiyetinden bihaber ve sonuçta ona karşı korumasız kalmalarına zemin hazırlamaktadırlar. Olan, tabiatıyla, özgürleştirildiği iddia edilen ve toplumun koruma kalkanından çıkartılan genç kız ve kadınlara olmaktadır. Böylece kadınlara özgürlük vaadiyle yola çıkan feminizm, tecavüzü tartıştırmayarak gerçekte temsil ettiğini, haklarını koruduğunu iddia ettiği kadınlara yapmaktadır en büyük kötülüğü.
Diyeceğim, gerçekte bir özgürleşme (emancipation) hareketi olarak başlayan feminizmin dönüp dolaşıp geldiği nokta, kadınların erkeklerin dünyasında savunmasız ve çaresiz bırakılması olmaktadır. Üstelik “yumuşaklık” gibi erkeğin dünyasında kadına pek çok boş alan yaratan bir özelliğini kaybetmekte, eril zincirlere tutunarak ayakta kalmak seçeneği dışında pek bir şey bırakılmamaktadır kadına.
Bu yüzden feminizmin eleştirel bir yeniden değerlendirmesini acilen yapmak durumundayız. Özellikle Türkiye’de iyiden iyiye sulandırılmış bulunan feminist jargonun sınırlarını genişletip Amerika ve Avrupa’da, yalnız oralarda mı, mesela Hindistan’da da kadınların modernleşme yolunda edindikleri tecrübeleri dayanak yaparak yeni bir kadınlık yorumu geliştirebilmeliyiz.
Bir 21. yüzyıl feminizmi, cinsleri feminizmin yaptığı gibi birbirine yabancılaştırmayacak, onları birbirinden soğutmayacak, yabancılaşıp düşman haline getirmeden cinslerin bir araya gelebilmesine imkan tanıyacak bir genişlikte olmalıdır.
Kısacası, olacaksa eğer, 21. yüzyıl feminizmi, Paglia’nın deyişiyle erkekleri de kuşatacak kadar hazımlı olmalıdır.
.
Taksim Anıtı’nda iki Sovyet generalinin işi ne?
Taksim Anıtı’nda iki Sovyet generalinin işi ne?
Acaba Taksim Meydanı’ndan her geçen gün geçen yüz binlerce kişiden birisinin olsun dikkatini çekiyor mudur Cumhuriyet Anıtı? Etrafında sevgilileriyle buluşanlar, banklarda oturup sigara tüttürenler, telaşlı adımlarla meydanı kulaçlamaya çalışanlar…
Genellikle hayatın yaşanan bir parçası olmadıkça anıtların kaderi hep orada öylece durmaktan ibaret kalmaktadır. Arada sırada çelenk bırakmak ve karşısında saygı duruşunda bulunmak dışında maalesef “yararlanılan”, hayatın içine dahil edilmiş bir anıt değildir Taksim Cumhuriyet Anıtı.
1928’de görkemli bir törenle açılan anıt, aslında büyük bir havuzun içine oturtulacak, iki yanındaki çeşmelerden akıp kurnalara dolan sular taşarak bu büyük havuza dökülecekmiş. Ünlü İtalyan heykeltraş Pietro Canonica’nın projesi parasızlıktan tam olarak tahakkuk ettirilememiş ve anıt, çevresine devasa binalar yapılması ve trafik akslarının ortasında bir “baba” gibi bırakılmasıyla vücuda getirmesi düşünülen “sembolik merkez” işlevini kaybetmiştir bugün. (Ayrıca belirtelim, İnönü, Gezi Parkı’nın meydana hakim bir noktasına kendi heykelini diktirmek istemiş, kaidesi dikilmiş; fakat Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle bu emeline nail olamamıştır. Heykeli bugün Maçka Parkı’nda sergilenmektedir.)
Anıt, iki heykel grubundan meydana gelmektedir. Harbiye cephesinde İstiklal Savaşı’nda, Sıraselviler cephesinde ise Cumhuriyet’in kuruluşunda emeği geçenler figürleştirilmiştir. Sıraselviler cephesinin ön sırasında Gazi Mustafa Kemal, İnönü ve Fevzi Çakmak yer alır. Onların hemen arkasında ise garip simaları ve giyimleri ile iki figür dikkati çeker. Milli bir heykelde yer alması epey tuhaf kaçan bu iki figür, Kızıl Ordu’nun kurucularından Frunze ile Sovyet orduları başkomutanı Voroşilov’a aittir.
Bugün bize çok tuhaf gelen bu durum, 1928 şartları düşünüldüğünde normaldi. Zira hem İstiklal Savaşı’nda, hem de Cumhuriyet kurulurken o vakitler “Bolşevikler” denilen Sovyetler Birliği’nden büyük maddi ve manevi destek sağlanmış, 16 Mart 1921’de yapılan Moskova Antlaşması ile Türkiye’nin kuzey sınırları güvenceye alınmıştır. Bu iyi ilişkiler Cumhuriyet’in kuruluşunun 10. yıl dönümü törenlerine Mareşal Voroşilov’un katılmasıyla pekişmiştir. Nitekim CHP 4. Büyük Kurultayı’nın açış konuşmasında Atatürk (9 Mart 1935) Türk-Sovyet ilişkilerini şöyle değerlendirmiştir:
“Sovyetlerle dostluğumuz, her zamanki gibi sağlamdır ve içtendir. Kara günlerimizden kalan bu dostluk bağını, Türk milleti unutulmaz değerli bir hatıra bilir… Devletlerimiz, hükümetleriyle ve uluslarıyla, her fırsatta birbirilerine ne kadar inandıklarını ve ne kadar güvendiklerini bütün dünyaya göstermektedirler… Türk-Sovyet dostluğu milletler arası barış için şimdiye kadar yalnız hayır ve fayda getirmiştir. Bundan sonra da yalnız hayırlı ve faydalı olacaktır.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I, s. 381-383.)
1927’de Sovyetler’den tank, top gibi ağır silahlardan oluşan askeri araç ve gereç yardımının gemilerle Tophane Limanı’na geldiğini de eklersem, sanırım Bolşevik Frunze ve Voroşilov’un Taksim Anıtı’nda ne aradığı açıklık kazanacaktır.
Bu köşede hep aynı şeyi tekrarlıyorum: Tarih bilinci, bugüne ve çevremize daha anlamlı gözlüklerle bakmamızı sağlar. Tarih bilgisi ve bilinci sayesinde çevremiz bizimle konuşmaya, diyalog kurmaya başlar. Anlam ve derinlik kazanır. Bu yazıyı okuduktan sonra eminim artık eski lakaydinizle geçemeyeceksinizdir Taksim Cumhuriyet Anıtı’nın önünden. Bir deneyin isterseniz!
Not: Frunze’nin 1921-1922’de yaptığı Türkiye gezisi hatıraları, Frunze’nin Türkiye Anıları adıyla yayımlandı: Çeviren: Ahmet Ekeş, Düşün Yayıncılık, İstanbul 1996.
Okumuyoruz!!!
Aşağıdaki parça sizce kime ait? “Bütün İslam alemi büyük bir darülfünundur. Bu darülfünunun her ülkede, hatta her kasabada şubeleri vardır: Her kasabadaki müftü oradaki şubenin başmüderrisi (dekanı) demektir. Şeyhülislam ise, bu büyük İslam darülfünununun emini (rektörü) mesabesindedir… İslamiyet’te din, idari bir velayete değil, ilmi bir velayete istinad eder. O halde, din teşkilatımızı yükseltmek, evvela medreselerimizi yükseltmekle, saniyen medreselerimizi bütün İslam medreseleriyle tevhid etmekle [birleştirmekle] husule gelebilir. Bir kere medreseler yükselmeye ve birbiriyle rabıta tesis etmeye başlayınca, aynı tefeyyüzün camilerle tekkelere de intikal edeceğine şüphe yoktur… Gençliğin en büyük vazifesi dine doğru gitmektir.”
Bu medreselerin İslam dünyası düzeyinde yeni bir örgütlenmeye gitmesini savunan ve gençliğin önüne en büyük vazife olarak dine yönelmeyi koyan satırların en azından Meşrutiyet devri İslamcılarından birinin kaleminden çıktığını tahmin ettiniz değil mi? Çok güzel!
Lakin yanıldınız. Bu satırlar, adı Turancıya, Cumhuriyet’in fikir babasına çıkmış Ziya Gökalp’e aittir ve Temmuz 1922’de, Lozan Konferansı’nın başlamasından birkaç ay önce yazılmıştır. Bu parça, bugün İslamcılığı bir iftihar beratı gibi göğüslerinde taşıyanların bile ufkunun ne kadar daraldığını gösteren ilginç bir örnek bana kalırsa. O yılların “Türkçüsü” bile bugünün İslamcısından daha geniş ufuklu bakabiliyordu İslami konulara anlayacağınız.
(İslamcılar dedim de aklıma geldi. Bu satırları bugün bir İslamcı yazsa hali nice olurdu dersiniz? Bu işler hep Ziya Gökalp’in mi başının altından çıkıyor ne?)
Latife bir yana, okumuyoruz, gerçekten de okumuyoruz millet olarak. Hadi millet okumuyor, peki aydınlara ne demeli? Pek çok doktora tezinde mesela Ziya Gökalp’in eserleri bibliyografyada zikredilirken Gökalp, sanki soyadıymış gibi G harfinde geçiyor. Yahu el-insaf! Adam 1924’te öldü, Cumhuriyet’in ilk yıl dönümü kutlamalarına katılmasına bile ömrü vefa etmedi (25 Ekim). Peki soyadı kanunu ne zaman çıktı? 24 Kasım 1934’te. Yani tastamam 10 yıl, 1 ay sonra! Ziya Gökalp hayattayken soyadı kanunu diye bir şey yoktu ki!
Görüldüğü gibi ciddi bir tarihsizlik hüküm sürüyor Türkiye’de. Bilgi olmayınca tabiatıyla bilinç de oluşmuyor. Bu kargaşada canı isteyenin dilediğini yutturması da çocuk oyuncağı oluyor ister istemez.
Attila İlhan’dan şairlere veryansın!
Attila İlhan’ı bizim nesil, Hangi Sol adlı sola bindiren ve “Git başımdan Aysel, ben sana göre değilim” tarzı tokmak gibi yüreğimize vuran şiirleriyle tanıdı. Şahsen katılmadığım şablonlaşmış tarafları olsa da fikirlerini hala dikkatle takip ettiğim yazarlardan biridir İlhan. E adlı kültür ve edebiyat dergisinin haziran sayısına verdiği mülakatta yine ilginç şeyler söylüyor. Piyasada çok tutulan şiir kasetlerinin şiirle alakası olmadığını, bunların şiirsel sözleri yan yana getirip içine biraz protest tavır da ekleyerek “rap” parçalar yaptıklarını söyleyen İlhan, yazdığı şiirlerini evde kasete okuyup dinlediğini, şiirindeki sesin yerine oturup oturmadığını kontrol ettiğini, bunu Fuzuli ve Nef’i gibi divan şairleri için de yaptığını, onların aruz vezniyle konuşma Türkçesini nasıl yoğurduklarını incelediğini belirttikten sonra bence son derece çarpıcı ve ibretamiz olan şu cümleyi sarf ediyor: “Şairlerimizi birer aruz ve hece şiiri yazmaya mahkum edelim, doğru düzgün yazamayanları ihraç edelim.”
Belki şairler alınacaklar; ama bana çok makul bir teklif gibi geldi!
.
Nerde o eski New York!
Nerde o eski New York!
O güzelim şehirlerimizin gözlerimizin önünde paldır küldür yıkılıp gitmesinden, eski beşeri ilişkiler manzumesinin sırra kadem basmasından, özelliklerini kaybetmelerinden sık sık dem vuranların yalnız Doğulular olduğunu zannetmeyin. İşte Walter Benjamin’in deyişiyle “19. yüzyılın başkenti” o yerinde duramayan şehir Paris’in kaybına mersiye düzen Fransızlar, işte Viyana’yı koruyalım diye çırpınan Avusturyalılar, işte birleşmenin sancılarından Berlin’i tedavi edecek bir iksir devşirmeyi uman Almanlar…
Şimdi bunlara bir de New York eklensin ister misiniz?
Özellikle Amerikalı muhafazakar çevreleri şimdilerde “Nerde o eski, cıvıl cıvıl New York” nostaljisi fena halde sarmış durumda. 1960’ların, 1950’lerin, hatta 1930’ların New York’unun şimdikinden kat be kat üstün ve tercihe şayan olduğunu söyleyen New Yorklular bunu sadece duygusal düzeyde bırakmayıp rakamlara da dökmeye üşenmemişler.
Yalnız bizdeki “nerde o eski …” nakaratıyla New York nostaljisi arasında ince bir fark yatıyor. Bizde sanki şehir onu yapan insanlardan bağımsızmışcasına sadece eski evler, sokaklar, binalar, tramvaylar vs. öne çıkarılarak yakınılırken, New Yorklular şehirlerine kimlik kazandıran “ruhun”, “girişimci ruhun” ortadan kaldırılmasıyla birlikte şehrin devlete bağlandığından ve kanındaki yapıcılık cevherinin atalet kesbettiğinden şikayette bulunuyorlar.
İşte iktisatçı Raymond J. Keating’in vurgulamaya çalıştığı şey de bu. 19. yüzyıl ile 20. yüzyıl başlarına kadar New York özgür ruhluların memleketiydi. Şehir sakinlerinin enerjilerini yaratıcılığa kanalize eden motor ise özel sektördü. Ne var ki 1930’larda başlayıp 1960’lar ve 70’lerde zirvesine ulaşan devlet müdahalesi ile birlikte New Yorkluların şevkleri söndürüldü ve şehir devlete teslim oldu. Özel sektörün şehirde ateşlediği yapıcılık ruhu pörsüdü. Bir zamanlar “insanları özgür kılan” New York’un havası bürokrasinin demir kafesine tutsak edildi.
Peki bu müdahale şehre fayda getirebildi mi? Ne gezer! Keating’e kulak verelim isterseniz:
“Tabiatıyla ve tahmin edileceği gibi bu çabalar sefil bir başarısızlığa duçar oldu. Şehir denilen cennet yitirildi. New York’ta yaşamak, çalışmak, yatırım yapmak ve risk almak imkansız hale geldi. Ekonomik büyüme ve yeni iş alanları açmak söz konusu olmaktan çıktı. Şehir mali bir sepet, bir para sepeti durumuna geldi. Bireysel sorumluluğunu kullanmak isteyenler mağdur edildi. Evler tamir edilemez duruma düştü, eğitimin kalitesi ise düşmeye başladı.”
Keating 1960’lar ile 1990’ları karşılaştırdığında ilginç rakamlara ulaşıyor. New York’un borcu hükümet icraatları sonucunda bugün 1960’lara göre üç kat artmış, şehirde yaşamak pahalılanmış, vergiler bütün Amerikan şehirleri arasında en yüksek seviyeye çıkmış, eğitimin kalitesinde hızlı bir düşme, buna mukabil suç oranlarında hızlı bir yükselme eğilimi ortaya çıkmış.
Keynesçi ekonomi politikalarını şehrin bu hale düşmesinden sorumlu tutan Keating, onun insanları üretime ve arza değil, tüketime yönlendirildiğinden şikayet ediyor. Tüketimi besleyen bir üretim çabası olmadığında şehrin çevresine bağımlı hale geleceğini ve bütün bir ülkenin üretim hasılasını tüketen hantal bir deve benzeyeceğine dikkat çekiyor.
Eğer yeniden 1930’lu yılların müteşebbis, üreten, yatırım yapan ve tüketen New York’una dönmek istiyorsak, diyor Keating, yeniden, üretim merkezli bir ekonomi politikasını uygulamaya geçirmeliyiz. Bu hem isanların kaybettikleri şehre katılma bilinçlerine ve onu biçimlendirme çabalarına hız verecek, hem de şehirde bir misafir değil, ev sahibi oldukları duygusunu pekiştirmeye hizmet edecektir.
Velhasıl New York da eski günlerini arıyor. Hem de yana yakıla!
Nazım Hikmet ve Mevlana!
Nazım Hikmet’in ilk gençliğinde Mevlana aşkıyla yanıp tutuştuğunu biliyor muydunuz? İşte “Mevlana” adlı şiir ve işte Nazım Hikmet’in bir başka yüzü:
Sararken alnımı yokluğun tacı,
Gönülden silindi neşeyle acı.
Kalbe muhabbette buldum ilacı,
Ben de müridinim işte, Mevlana.
Ebede sed çeken zulmeti deldim,
Aşkı içten duydum, arşa yükseldim,
Kalbden temizlendim, huzura geldim,
Ben de müridinim işte, Mevlana.
Sabiha Sertel’in duası!
Peki adı sonradan kızıl komüniste çıkacak Sabiha Sertel’in 5 Haziran 1919’da Büyük Mecmua’da yayımlanan “Son dua” adlı yazısındaki şu paragrafa ne buyrulur (yer olsa da yazının tamamını alabilsem):
“Hükümran olduğumuz topraklarda bizi süründürme Allah’ım! Camilerimizde yanan din ve iman kandillerini söndürme Allah’ım! Yüz milyon Müslüman’ın halifesi, Hazreti Peygamber’in vekilini zalimlere esir etme ya Rabbi! Fatih’lerin, büyük hakanların şan ve şeref ülkesinden, Türklerin mukaddes yurdundan hilalini eksik etme Allah’ım! Düşmanlara Hakk’ın kuvvetini tanıt ve bizi kurtar Allah’ım!”
.
Kültürümüz
Kültürümüz
sömürgeleşiyor… İstanbul yaz aylarında nüfusunun hatırı sayılır bir miktarını taşraya boşaltırken öbür yandan peşpeşe “kaliteli” misafirlere ev sahipliği yapıyor. Sadece yakınlarda görüştüğüm birkaç ismi zikredersem, bana hak vereceksiniz: Sosyal bilimci ve tarihçi Kemal Karpat, Harvard Üniversitesi Tarih Bölümü’nden Cemal Kafadar (kendisinden daha önce Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ile ilgili İngilizce yayımlanan kitabı dolayısıyla bahsetmiştim), nihayet önceki cuma günü Bilim ve Sanat Vakfı’nda dinlediğim New York State Üniversitesi Öğretim Üyesi William Chittick.
Doktorasını Seyyid Hüseyin Nasr’ın yanında yapan Chittick’i Türk okuyucusu İnsan Yayınları’nın 1997’de yayımladığı Varolmanın Boyutları (Çev.: Turan Koç) adlı kitabıyla kısmen de olsa tanıma imkanı buldu. Tasavvuf felsefesi ve tarihi, İbn Arabi ve vahdet-i vücuda dair makalelerini içeren bu kitabın dışında İbn Arabi’nin devasa eseri Fütuhat-ı Mekkiye’den nefis bir girişle beraber mükemmel bir seçme içeren Sufi Path of Knowledge (Tasavvufi Bilginin Yolu), Mevlana’nın manevi öğretilerini yorumladığı Sufi Path of Love (Tasavvufi Aşkın Yolu) ve Vision of Islam (İslam’ın Vizyonu) gibi eserleri bulunuyor. Son çıkan Self Disclosure of God (Allah’ın Kendini İzharı) adlı eserinde ise İbn Arabi’nin kozmolojisini inceliyor.
Üretken bir araştırmacı olmasının yanında Müslüman olmuş ve dahası “teslim olmuş” bir sufi, Chittick. İslam irfanının hemen bütün boyutlarına ciddiyetle eğilmiş bir ilim adamı/sufiyi dinlemek bir zevkti. Konuşmasında Batı bilim ve felsefesinin tamamen dış dünyayı, tabiatı fethe yöneldiğini, ne var ki, bilim ve teknolojideki bütün ilerlemelere rağmen, bunları araştıran insanın, kendisi hakkında hemen hiçbir şey bilmediğini söyledi. İslam irfanının tam da bu noktada devreye girerek insanlığı, iç ve dış dünyayı, bütüncül bir tarzda ele almaya davet ettiğini ısrarla vurguladı.
Bu arada ilginç bir not aktarmak istiyorum: Chittick Müslüman olmuş bir Japon’la evli. Eşi sayın Murata’nın, Taoculuk ve İslam konusunda önemli bir eseri var. Günün en ilginç malumatı ise Chittick’in eşiyle Farsça konuştuğu idi. Bir Amerikan-Japon çiftin ortak konuşma dili olarak Farsçayı seçmeleri, her açıdan ibretamiz bir örnek gibi göründü bana.
Aslında en ibretamiz olması gereken nokta ise bir zamanlar İslami ilimler, özellikle de tasavvuf ve İbn Arabi çalışmalarının merkezi olan Türkiye’nin (bugün her biri bir dev olan Ahmet Avni Konuk’u, İsmail Fenni Ertuğrul’u, Ferid Kam’ı, Mehmet Ali Ayni’yi gel de rahmetle ve hasretle yad etme!) günümüz dünyasında giderek yıldızı parlayan, gözde alanlardaki bu inisiyatifi kendi elleriyle Avrupa ve Amerika’ya armağan etmiş olmasıdır! Hazin değil mi: Bu devlerin hüküm sürdüğü bir toprağın çocukları olarak biz, tasavvufun şifrelerini çözebilmek için bir Amerikalıyı iştiyakla dinleyebiliyoruz. Sonradan kendini bu işlere adayan Henry Corbin’in Sühreverdi’yi ve İşrakiliği İstanbul’da, Şerefeddin Yaltkaya’dan öğrendiğini hatırlayalım ve şapkamızı önümüze koyup derin derin düşünelim.
Bir zamanlar Arapça ve Farsça başta olmak üzere Şark kültürü, edebiyatı, felsefesi, hikmeti ve tasavvufundan “behredar” olmak isteyen ecnebi bir meraklının sözlerine, İstanbul’a gelip bu işlerin ehlinin dizinin dibine oturmadan, onların rahle-i tedrisinden geçmeden itibar edilmezmiş. Peki biz bir İbnülemin Mahmud Kemal Bey’in yerine ikame edebileceğimiz ikinci bir otorite çıkarabildik mi? Dahası, çıkarabilir miyiz bundan sonra? Ben çok şüpheliyim. Oryantalistlere kök söktüren Terlikçi Raif’imiz bile samanyolu kadar uzak bir tiptir bugün bizim için. Anadolu’da mayalanan ve İstanbul’da muhteşem bir terkibe ulaşan 9 asırlık bir kültür birikimi, geri gelmemek üzere maalesef yitirilmiş, gelenek kırılmıştır en onulmaz yerinden.
Bugün tasavvuf tarihi ve felsefesi alanlarında olduğu gibi, Alevilik alanında da en ciddi bilimsel araştırmaların çoğu Türkiye dışında yapılmaktadır. (Mesela: Alevi Kimliği: Editörleri: T. Olsson, E. Özdalga, C. Raudvere, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1999.) Bu en kuvvetli olmamız gereken alanlarda bile dışa bağımlı hale gelmenin, kültürümüzün sömürgeleştirilmesinden başka bir anlamı olabilir mi? Amerika’nın Kemal Karpat’tan Cemal Kafadar’a, Şükrü Hanioğlu’ndan Şerif Mardin’e kadar Osmanlı ve yenileşme dönemi Türk tarihi alanlarındaki en yetkin beyinlere kucak açması boşuna mıdır sanıyorsunuz?
Vahaları göç eden bir kültür çölleşmez de ne yapar?
.
Beton ve alev arasında
Beton ve alev arasında
Şimdilerde ara verdimse de, şehirle ilgili okuma ve araştırmalarım sürüyor. Nasipse şimdiye kadar iki kitabı (Şehir Asla Unutmaz ve Şehir, Ey Şehir) çıkan “Şehir Üzerine Düşünce Okumaları” üçlemesinin son kitabını önümüzdeki günlerde yayımlayacağım. Bugün daha önce yazdıklarıma bir derkenar düşmekle yetiniyorum.
1932 yılının ünlü mimarlık dergisi Mimar’da betonarme bina yapımı ile ilgili ilginç tartışmalar cereyan etmektedir. Devrin deyişiyle “daire mimarisi”, yani apartman mimarisi üzerine yazıların o yıllarda peşpeşe çıkmasının sebebi, 1927’de getirilen ahşap yapı yapma yasağı ve çimento imalatına verilen teşviklerdir. Türk burjuvazisine yeni bir yatırım alanı açılmakta, bu alana yatırım yapacak müteşebbisler devlet eliyle himaye görmektedir. Ahşaba karşı çimentonun savaşıdır bu bir bakıma. (Örnek olarak bkz. Mimar Zeki Selah, “Türkiye’de çimento bir lükstür”, Mimar, Yıl: 4, Sayı: 5, 1934, s. 155�156.)
Betonarme apartmanların Şişli’de, Taksim’de, Nişantaşı’nda bir bir boy gösterdiği günlerdir. Bugün 1960’lar ve sonrasında yapılanlara göre epeyce sanat zevki ve ferahlık içeren bu apartmanların, 1930’ların ahşabın o yumuşak ve sıcak zevkiyle yetişmiş nesillerine ne kadar haşin göründüğünü yine aynı dergiden takip edebiliyoruz. Sonradan Balmumcu soyadını alan Mimar Şevki, “…” başlıklı yazısında “daire mimarisi”ni sorgulayıp içerisine düşülen keşmekeşten oldukça erken bir şikayette bulunmaktadır. Yazısının bir yerinde Falih Rıfkı (Atay)’nın 21 Ağustos 1932’de Milliyet’te çıkan “Alev ve Beton” başlıklı yazısından iktibasta bulunur. İlginç bir yazıdır bu. Devrimlerin en kavi müdafii olmuş bu ünlü kalem, şehircilik konusunda devletçe empoze edilen apartman ideolojisinin özellikle İstanbul’da böylesine başıboş ve fütursuzca uygulanmasına isyan eder gibidir.
Âdeta eski ahşap İstanbul, mahveden yangınlardan kaçarken beton sağanağına tutulmuş gibidir. “Kırmızı alevden daha korkunç bir canavarın, zevksizliğin, bilgisizliğin, kontrolsuzluğun canavarlaştırdığı betonun bu sefer İstanbul’un bütün güzelliğini yalnız tahrip değil, yok ettiğini göreceksiniz.” kehanetinde bulunan Falih Rıfkı, şöyle devam eder:
“Hep birbirinden kopye, plan parası verilmemek için yapı kalfalarının kafasından çıkmış ve kalfa kafası kadar karışık ve berbat apartmanlar, hep birbirine denizi kapıyarak, hep bahçeleri sökerek, müthiş bir çığ gibi yuvarlanıp duruyorlar… O kadar ki.. bütün şehircilerin ve ijiyen (hijyen) adamlarının ikametgâh hakkındaki bütün kararlarının tersine şehircilik ilmine taban tabana zıt olarak hiçbir mimarî zevki olmayan san’atın, tabiatın, hıfzıssıhhanın, ilmin, fennin, düşüncenin ve duygunun aleyhine ve inadına İstanbul şehri çirkinleştirilmekte ve artık ne alev, ne de zelzele ile temizlenemeyecek tarzda çirkinleştirilmektedir. Cahil ve san’atsız beton canavarını çabuk sıkboğaz ediniz.” (Mimar, Yıl: 2, Sayı: 7�8, s. 209.)
Falih Rıfkı’nın son cümlesi daha da ilginçtir: “Biz maziye bin kere üstün bir istikbale doğru giderken, hiçbir işimizde sevmediğimiz maziye hasret çektirecek müsamahalara göz yummamalıyız.” Bu cümledeki trajik ruh halini okuyabiliyorum. Maziye mutlak galebe çalmak iddiasıyla yola çıkan Cumhuriyet projesi, şehir ve mimarî alanlarında yok sayarak ve ilgilenmeyerek Osmanlı mirasının sahip olduğu “kimlik”in mütekabilinin, kendiliğinden, genel bir ideolojik kampanya ile inşa edebileceğini varsaymıştır.
Maalesef sonucun, daha 1930’larda hüsran olacağı belli olmuş gibidir. Her şeye rağmen Osmanlı İstanbul’unun estetik bir yumuşaklık ve zarafet taşıyan sokakları, evleri, konakları yerine apartmanların birer heyula gibi dikilmesi, ahşap evi mezar, apartmanı beşik, ahşap evi mazi, apartmanı istikbal kabul eden Cumhuriyet’in ateşin aydınları tarafından daha üzerinden 10 yıl bile geçmemişken protesto edilmekte, “cahil ve san’atsız beton”un bu aşırı kullanımının mimaride bir geriye dönüş eğilimini uyandıracağından korkulmaktadır.
Belki 1930’larda değil ama 1950’lerden itibaren Sedad Hakkı Eldem’in, 1970’lerden itibaren de Turgut Cansever’in ortaya koydukları eserler, “bir mazi hasreti” şeklinde değil; ancak geçmişin temel ve vazgeçilmez ilkelerini bugünün zevk ve estetiğiyle yeniden diriltme çabalarına ivme kazandırmış, mimarimize, farklı kimliklerin vücut bulabileceği geniş bir hareket alanı açmıştır.
Alevde erimekten kaçarken betona sığınan ve taşlaşan şehirlerimize yeni bir soluk aldıracak arayışların hız kazandığı günümüzde geçmişte ne tür hatalar yapıldığını dikkatle incelemekte büyük yarar görüyorum.
Evin ve şehrin anatomisi
Üç aylık düşünce dergisi Cogito, Bahar ’99 sayısını (sayı: 18) Ev�e tahsis etmiş: Bir Anatomi Dersi: Ev. Birikim dergisinin Temmuz ’99 sayısı ise Kentte Yarılma başlığıyla şehir sorunlarına ayrılmış. Her iki dergide de önemli ve ufuk açıcı yazılar yer alıyor, ne var ki çok istememe rağmen, bu mütevazı köşede geniş olarak üzerinde durmak imkânından mahrumum. Cogito�dan Ömer Naci Soykan, Ayda Arel ve Frank Lloyd Wright�ın, Birikim�den ise Ahmet İnsel, Ayşe Öncü ve Asu Aksoy�Kevin Robbins�in makalelerini meraklılarına okumalarını öneriyorum.
Osmanlı şehirlerine dair iki önemli yayın
Bu arada Cogito�yu yayımlayan Yapı Kredi Yayınları�nın çıkardığı iki önemli kitabı bugüne kadar genişçe yazarım diye bekletiyordum. Bir süre daha beklemelerine gönlüm razı olmadığı için önemlerine işaret etmekle yetineceğim bugün.
Andre Raymond�un Yeniçerilerin Kahiresi adlı kitabı, 18. yüzyılda bu şehre tayin olan Abdurrahman Kethüda�nın gerçekleştirdiği müthiş imar faaliyetini şaşırtıcı bir ustalıkla ortaya koyuyor. Benim yıllardır bir şehrin seçtiği insanla konuştuğunu söylerken kastettiklerimin nefis bir açıklaması bu kitap…
Aslen İstanbul doğumlu Maurice M. Cerasi�nin Osmanlı Kenti ise Osmanlı şehirlerinin 18 ve 19. yüzyıllardaki yapısını konu alıyor. Osmanlı şehirlerinin bütünü için bir tipoloji denemesi de denilebilecek olan Osmanlı Kenti, son derece özgün ve bilimsel bir çabanın ürünü…
Yapı Kredi Yayınları�nı ve dizi editörü Ekrem Işın�ı yürekten kutluyor ve kitapların devamını merakla bekliyorum.
Demokrasi ve şehirler
Ahmet İnsel�in Birikim�deki Yaşam alanlarımıza sahip çıkmak adlı yazısından birkaç satır:
Nobel sahibi fizikçi Ilya Prigogine, demokrasi için gerekli üç temel varsayım olduğunu iddia eder: Özgürlük, yaratıcılık ve sorumluluk. Bunlar demokrasi için yeterli değil; ama gereklidir. Bu üç niteliğin gelişmesini boğmayan mekânsal oluşumlar neler olabilir? Yaşam alanlarımıza sahip çıkmaya çalışırken, herhalde bu soruyu da cevaplamaya çalışmalıyız.
.
Düşmansız demokrasi
Düşmansız demokrasi
Demokrasi, düşman üretmek zorunda mıdır? Düşman üretmeyen, düşmanı olmayan bir demokrasi mümkün değil midir? Demokrasi, içeriden veya dışarıdan bir düşman icad etmeden yürütülemez mi?
Batı’daki modernlik ve demokrasi tartışmalarının gözde imzalarından Ulrich Beck, geçen yıl yayımlanan Democracy without Enemies (Düşmansız Demokrasi) adlı kitabında bu soruların cevaplarını arıyor.
Ulrich Beck’e göre “iki modernlik” arasındayız.
“Birinci modernlik”, dinler ve geleneğin baskısından kurtulma, tabiata hükmetme ve aydınlanmanın evrensel ilkelerinden oluşuyordu. Fakat bu proje, değerlerdeki ciddi bir çöküşle sonuçlandı. Yeni taleplerin doğmasına yol açtı; ancak kendi bünyesinden sadır olan bu talepleri karşılayamaz oldu. Özgürlükten acı çeken bir toplum ortaya çıktı sonuçta.
Yazarımızın”ikinci modernlik” dediği, birinci modernlik projesinin eksik bıraktıklarını tamamlamayı amaçlıyor. Bir bakıma birinci modernliğin kazanımlarının amaçlanmayan sonuçlarını göğüslemeyi hedefliyor ikinci modernlik.
Modernlik bütün dünyayı bir “risk toplumu” haline getirdi. İletişim ve ulaşım araçlarıyla merkeze bağlanmayan hiçbir köşe bucak kalmadı. Bunun sonucu da çevreyle ilgili olanlardan açlığa kadar birçok sorunun dünyanın ortak derdi haline gelmesi oldu. Merkezde ortaya çıkan gelişmeler dalga dalga bütün yerküreyi riske sürükledi.
Özgürlüklerimizin üzerindeki ağır ipoteklerle yaşamak, özgürlüğünü ele geçirmiş birinci modernlik aşamasındaki birey, toplum ve devletler için kaçınılmaz hale geldi. Böyle olunca özgürlük özgürleşmenin, aklileşme aklın önüne dikiliyor; eskisinden daha şeffaf olan ağlarını rahatça atıyorlar zihinlerin üzerine.
Gelecek yüzyıldaki bir demokrasi, siyasal özgürlük ve onun toplumsal biçimi olan sivil toplum güçlenip yayılmazsa felç olacaktır. Sivil inisiyatiflere daha fazla yer açmayan devlet odaklı demokrasiler birinci modernlik aşamasında takılıp kalacak ve Sovyetler Birliği gibi taşlaşacak ve sonuçta tarihe mal olacaklardır.
Ulrich Beck’e göre geleceğin çatışması ne Doğu ile Batı, ne de Soğuk Savaş yıllarındaki gibi kapitalizm ile komünizm arasında cereyan edecektir. Gelecekteki çatışma, gerçekte birinci modernlik aşamasında takılıp kalmış ülke, bölge ve gruplar ile ikinci modernleşmesini başarmış olanlar arasında geçecektir.
İkinci modernleşme, modernleşmesini ve aydınlanmanın “akılcı dogmatizmi”nden kurtulup kendisini eleştirebilmeyi gerektirir. Reflexive modernity diyor buna Beck. Başka bir deyişle kendisini sürekli murakabe eden ve kendi üzerinde düşünen modernlik.
Aslında birinci modernlik projesinde de vardı aklın kendi üzerine kapanarak kendisini eleştirmesi. Habermas’ın da dediği gibi zamanla üzeri örtüldü, küllendi gitti. Modernlik, teknolojik başarıların sunağında kurban edildi. Gökdelenler ve bilgisayarlar, yani araçlar düzeyindeki gelişme zannedildi modernleşme. Bu ise modernleşmenin bir noktadan sonra rayından çıktığını iddia etmek anlamına geliyor.
Halbuki bu araçsal (intrumental) modernlik, modernlik projesinin kabuğu, dış yüzüydü. Gerçek modernlik, birinci modernliğin hay huyu arasında fark edilmeyen temel nokta, aklı mutlaklaştırmak, Adorno ve Horkheimer’ın deyişiyle mit haline getirmek değildi. İnsanlığı mitlerden kurtarmayı vaadeden akıl, sonunda kendisi bir mit olup çıktı.
Akıl eleştirel olabilmeli, kendi üzerine kapanıp kendisinin temel aksamalarını yine kendisi tespit edip düzeltebilmeliydi. Ama olmadı.
Birinci modernlik projesinde gerçekleşemeyenleri, ikinci modernlik üstleniyor. Zira modern despotizmin, geçmiştekilere rahmet okuttuğunu çağımız iki dünya savaşı sırasında ve sonrasında içi kanayarak gördü ve yaşadı. Ne evrensel insan hakları kaldı ortada, ne sivil toplum!
Gelecekte ayakta kalmak isteyenler, modernliklerini ıslah etmeli ve dogmatizmlerinden kurtulmalı.
Düşmansız demokrasi, düşmansız devlet dediği de bu zaten Ulrich Beck’in. Aydınlanma dogmatizminden kurtulamadıkça, eleştirel modernliğe adım atamadıkça devletin sivil hareketlere olumlu bir gözle bakması hayal.
Bizim hikayemize hiç girmeyelim isterseniz. Çünkü sonu hicranlı biten yazılardan ne siz hoşlanırsınız, ne ben.
.
Erkekler çalışmaya mecbur ve mahkum mu?
Erkekler çalışmaya mecbur ve mahkum mu?
Paul Lafargue’ın aylaklığa övgü düzdüğü kitabını duydunuz mu? Peki çağımızın ünlü filozofu Bertrand Russel’ın aynı konuda bir kitabı olduğunu? Ünlü sosyolog Thornstein Veblen’in henüz Türkçeye çevrilmemiş olan İşsiz Sınıfın Teorisi’nden haberdar mısınız?
İyi de bunları duymamış veya okumamışsanız bugün size nasıl anlatacağım aylaklığın erkeklerin de hakkı olduğunu?
Hah, buldum! Hani şu geçen gün Fatih’te çalışmadığı için annesinden ölesiye dayak yiyen 16 yaşındaki çocuk vardı ya, oradan girelim meseleye isterseniz.
Meselenin içyüzünü bilmiyoruz elbette lakin bir nokta var ki son derece önemli. Erkekler tabiatları gereği, erkek olmaları hasebiyle çalışmak zorunda imişler gibi muamele görmektedirler toplumdan. Sadece ömür boyu çalışmaya mahkum edilmiş zavallı babalar oğullarını kendi elleriyle kurban olmaya hazırlamıyor, asıl oğullarını eli ekmek tutsun diye çalışmaya zorlayanlar annelerdir.
Erkeği çalışmaya koşma işinde başı çekenin genelde baba değil de anne olması da manidar. Niçin babası değil de annesi dövüyor 16 yaşındaki çocuğu işe gitmediği için? Asıl dayakçı rolünde adı çıktığı için bu görevi en başta -hani şu ataerkillik masalına göre- babanın üstlenmesi gerekmez miydi?
Hayır! Bir kurbanın halinden en iyi diğeri anlar da onun için!
Erkeklerin çalışmama hakları, aylaklık hakları ne zaman tanınacak?
Böyle bir soru bile abes geliyor çoğunuza değil mi? Ama niçin? Hiç düşündünüz mü?
Bence kadın-erkek çatışması da, savaşı da, ataerkillik tartışması da, erkek egemenliği martavalları da bu sorunun kaynattığı yanardağın yanında ispirto ocağından farksız kalır. Bütün mesele, cinslerden birinin çalışmaya mecbur ve mahkum edilmiş olması, diğer cinsin de “domestik kültü” canlı tutabilmek için bu statükoyu desteklemesinden kaynaklanıyor.
Sanayi öncesi toplumlarda kadınlar da üretime katılmak zorundaydı. Yani şu bizim eski, köhne, cahil, geleneksel diye acıyarak baktığımız zaman dilimindeki toplumlar kadın, erkek, yaşlı, çocuk demeden çalışmak ve üretmek zorunda olan “kıtlık toplumları”ydı. Sanayi toplumuna geçildiğinde ailenin bütün üyeleri şehirlere göç edip fabrikalara kapandı. Tıpkı tarlada gün boyu nasıl çalışıyorlarsa, fabrikalarda da 14-15 saat karın tokluğuna çalışmaya başladılar, ailecek.
Bu ağır çark, kısa zamanda ilk firelerini verecekti. Önce yaşlılar ve çocuklar çalışma sürecinden sıyrıldılar. Yaşlılar emekli olma imkanına kavuştu, çocuklar da okuma ordusuna katıldı. İlk tepkiler onlar adına verildi ve durumlarına yeni düzene göre ayar çekildi.
Geriye genç ve orta yaşlı kadınlarla erkekler kaldı.
İşçi sendikaları ile feministlerin iş birliği sonucunda kadınlara özgürlük sloganı Avrupa üzerinde onlarca yıl yankılandı. Kadınlara özgürlüğün o zamanki anlamı bugünküne göre oldukça tuhaftı.
Ne isteniyordu biliyor musunuz? Kadınların evlerinde oturması!
Evet, evet, yanlış okumadınız, feministler ve işçi sendikaları el ele vermiş, kadınları bu çalışma ortamının pisliğinden kurtarmak ve “eve kapatmak” için uğraş veriyorlardı.
O zamanki feminizm böyleydi. Kadınların “çalışmama hakkı” geçtiğimiz yüzyılın sonundaki feministlerin elindeki en önemli kozdu.
Kadınlar pis işlerde çalışıyor, yorgun düşüyor ve çoluk çocuklarıyla ilgilenemiyorlardı.
Aile saadeti diye bir şey kalmıyor, işçiler mutsuz oluyor, verim düşüyordu.
Sonunda patronlar da razı oldu bu isteğe ve kadınların evlerine kavuşmalarına izin verildi.
Artık onlar gönüllerince bulaşık ve çamaşır yıkayabilecek, akşam eve döndüğünde en güzel yemekleri kocalarının önüne koyabilecek ve insan olduklarının farkına varabileceklerdi.
Sanayi toplumu, sanayi devrimi en büyük devrimi, binlerce yıldır erkeğiyle beraber üretime katılmış olan kadını, çocuğu, yaşlıları üretim sürecinden kopartıyor ve bir yerlere kapıyordu. Çocuğu okula kapıyor, yaşlıyı huzur evine, kadını da eve.
Sanayi üretimi böylece ailecek başlayan bir süreçte üç firar kapısını birden açıyordu. Çocuklar, yaşlılar ve kadınlar bir yerlere firar ediyor, fabrikada erkek tek başına bırakılıyordu.
Erkek çalışmaya mecbur ve mahkum, diğerleri ise çalışmama hakları tanınmış figürleriydi sanayi toplumunun. Kadınlar istediği zaman işten çıkabilir ve kendisine bakacak bir erkek bulabilirdi.
Üretimin bütün yükünü sırtlayan erkeğin kaçacak bir “evi” bile yoktu.
Ve erkek, sanayi toplumunun “mutlu kölesi” olarak yalnız başına ne zamana kadar direnecektir?
.
Tahkim ve manda
Tahkim ve manda
Tahkimle yatıp tahkimle kalkıyoruz. Bergamalı köylülerden Jakobenlere kadar pek çok farklı toplumsal dilim, tahkimle ilgili görüş beyan ediyor. Kimi karşı çıkıyor, kimi de ziyadesiyle faydalı ve gerekli olduğunu iddia ediyor tahkimin.
Nedir tahkim?
Anladığım kadarıyla yabancı sermaye Türkiye’ye gelmekte çekingen davranıyor. Gelmiş olanlar da gideriz diye gözdağı veriyorlar hükümete. Sebep, Türkiye’de gerek bürokrasiyle, gerek kanunlarla, gerekse halkla ilgili bir sorunla karşılaştığında yabancı sermayenin mağdur olması.
Bizim kanunlarımızla sermayenin uluslar arası hukuku örtüşmüyor, sizin anlayacağınız.
Sermaye, sınır tanımıyor. Sınır tanımadan yayılmak, genişlemek ve zenginleşmek istiyor. Bu “evrensel” yayılışının önündeki milli engelleri de kaldırmak için dayatıyor. Milli engellerin en başta geleni de, kanunlar. Milli devletin bağımsız sınırları içine bir başka inisiyatifi, bir başka evrensel gücün yaptırımını sokmayı başardığında, sizin kanunlarınız artık sadece evin içindekileri bağlıyor olacak. Yani sizi ve beni…
Yararı yok mu yabancı sermayenin? Var elbette. İstihdam, döviz girdisi, üretim artışı vesaire… Zaten burada “yabancı sermayeye hayır” sloganını parlatmaya uğraşmıyorum. Amacım, yakın tarihimizdeki bir başka noktayla ilişkilendirmek tahkimi.
Zira manda meselesi de, karşı çıkanlarca iç işlerimize karışmak ve bağımsızlığımızın ihlali olarak yorumlanmış, taraftar olanlar ise onun bağımsızlığımızı zedelemeyeceğine ikna etmeye çalışmışlardı kamuoyunu.
Size daha garibini söyleyeyim: Sivas Kongresi tutanaklarını açın ve 7. maddeyi lütfen bir okuyun. Orada şöyle yazar: “Milliyet esaslarına riayetkar ve memleketimize karşı istila emeli beslemeyen herhangi bir devletin fenni, sınai, iktisadi muavenetini memnuniyetle karşılarız.”
Şimdi bu maddeyi, bir yıl önce, 1918’de aralarında Halide Edib (Adıvar), Ahmet Emin (Yalman), Yunus Nadi ve M. Necmeddin (Sadak)’ın da bulunduğu Türk Wilsoncular Cemiyeti’nin, yani Amerikan mandası taraftarlarının zamanın ABD Başkanı Wilson’a müracaat ettikleri mektuptan bir pasajla karşılaştıralım:
“Maliye, tarım, sanayi, ticaret, bayındırlık ve eğitim bakanlıklarının her birine uzman yardımcılar ile birlikte bir Amerikan başmüsteşarı atanacak ve bu müsteşarlardan kurulu Amerikan komisyonu, yeni ilkeler çerçevesinde, memleketin mutluluğunu ve maddi gelişmesini sağlayacak reformları yapacak, yeni metotları memlekete getirecek ve öte yandan memleketimizdeki çeşitli siyasal akımlar yüzünden hiçbir zaman düzenli biçimde yerine getiremeyeceğimiz toplumsal refah ve öğretimle ilgili bütün işleri düzenleyecek ve bütünüyle yönetecektir.”
5 Aralık 1918’de gönderilen bu mektup, o devirde pek yadırganmamış olsa gerek ki, Sivas Kongresi’nde Amerikan mandası isteyenler seslerini yükseltmiş ve kongre kararları arasında aslında apaçık Amerika’nın kastedildiği “herhangi bir devlet” ibaresini koydurmuşlar, dahası, yayınlanmış olan kongre tutanaklarına bakılırsa, mandası istenen Amerika’dan bir heyetin Türkiye’ye gelerek inceleme yapması ve kararını ona göre vermesini oy birliği ile kabul ettirmişlerdir! (Sivas Kongresi Tutanakları, bizzat Türk Tarih Kurumu yayınlarından çıkmış ve Uluğ İğdemir tarafından yayına hazırlanmıştır: Ankara 1969).
Sina Akşin ise Sivas Kongresi’ndeki manda sözünün “taktik gereği” kullanıldığını söylüyor. “Takkiye” yapıldığı mı söylenmek isteniyor? Burası tam olarak anlaşılamıyor. (Eğer Sivas Kongresi takiyye yapmak hakkını haizse, Wilsonculardan bu hak neden esirgeniyor? sorusu haklı olarak sorulabilir. Pekala onlar da takiyye yahut “taktik gereği” öyle davranmış olamazlar mı?)
Nutuk’ta Mustafa Kemal Atatürk Sivas Kongresi’nin ABD Senatosu’na yazılmasını kararlaştırdığı mektuba önem verilmediğini ve mektubun gönderilip gönderilmediğini pek iyi hatırlamadığını söylemektedir. Oysa Akşin’e göre, mektup yazılmış, 9 Eylül 1919’da başta M. Kemal ve kongre üyeleri tarafından imzalanmış, yerine ulaştırılmak üzere L. E. Brown’a teslim edilmiş ve onun da bu görevi yerine getirmiş olduğunu belgelere istinaden ortaya koyuyor.
Sonuçta Akşin şu noktaya varıyor: Başta Mustafa Kemal ve Kazım Karabekir olmak üzere Kurtuluş Savaşı önderlerinin pek çoğu bir ABD mandasına karşıydı. Ancak “en azından böyle bir mandaya karşı olunmadığı, ABD dostluğuna ve yardımına büyük önem verildiği izlenimi verilmeye çalışılmıştır.”
Amerika ile dostluğu sıcak tutmanın arkasındaki hesap ise şudur Sina Akşin’e göre: “Saray ve hükümetini İngiltere desteklediğine göre bu hükümeti düşürmek ve meşruti bir hükümet kurabilmek için, ABD desteğinden yararlanmak.” ABD dostluğu bir koz olarak kullanılmıştır demeye getiriyor Prof. Akşin. (Bkz. İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, İstanbul 1983, Cem Yayınları, s. 552-3; yakınlarda yeni baskısı iki cilt halinde Türkiye İş Bankası Yayınları arasında çıktı.)
Manda, yani başka bir ülkenin sınırlarınız içinde sizi siyasi, ekonomik veya teknolojik açıdan yönetmesi. Maliyenize karışması, halkınıza nasıl davranacağınıza, yatırımlarınızı ve önceliklerinizi nereye yönlendireceğinize karar vermesi, başka deyişle.
Peki Bu IMF, hangi cüretle bizim memura yüzde kaç zam yapacağımıza, faizleri ne kadar düşürüp yükselteceğimize, sevgili enflasyonumuza ne haller edeceğimize hükmedebiliyor? Biz de pekala bunu sineye çekiyor, milli bağımsızlığımıza halel geldiğini düşünmüyoruz böylelikle. Yıllardır canla başla savunduğumuz yarı askeri yapıdaki DGM’leri, dış baskılar sonucu nasıl bir milli mutabakatla (!) bir gecede sivilleştirdiğimizi de unutmayalım.
Ve bunlarla birlikte tahkimi bir daha düşünelim. Ve tahkimle birlikte manda meselesini bir kere daha gözden geçirelim.
Sivas Kongresi’nde ABD mandasını savunanlar, bunu bir “taktik gereği” savunuyorlardı. Bu anlaşıldı.
Peki TBMM’de belki en milliyetçi hükümet eliyle en enternasyonal çıkarlara hizmet eden bir kararın çıkmasını, tahkimin yasalaşmasını nasıl yorumlamak gerekiyor?
Benim kafam iyice karışıyor tarih okudukça. Biraz da sizin kafanız karışsın istedim ve bazı ipuçları verdim.
Artık gerisi size kalmış!
CHP’den Atatürk’e tehdit!
Kemal Karpat, uluslar arası tarih camiasının otorite kabul ettiği isimlerden. Geçenlerde Türkiye’ye geldiğinde kendisiyle görüşmüş ve kafama takılan bir soruyu yöneltmiştim.
Şahin Alpay’ın 5 Mayıs 1999 tarihinde Milliyet’te yayımlanan Kemal Karpat’la röportajı çok ilginçti. Röportajın bir yerinde Karpat, Atatürk ve CHP ilişkilerine dair şöyle diyordu:
“Atatürk’ü de çok yanlış anlıyoruz. Atatürk toplumun düşüncesine, ruhuna, hatta inanışına uygun hareket etti. Atatürk’ü büyük lider yapan ve halkıyla kaynaştıran bu anlayıştır.”
Sözün tam burasında benim başka bir yerde rastlamadığım bir konuyu açıklıyor Karpat hoca:
“Halk Partisi bunları [Atatürk’ün toplumun düşüncesine, ruhuna, inanışına uygun hareket tarzını- M.A.] değiştirdi, bir elit liderliği getirdi ve Atatürk’ü de içine aldı. Atatürk’e de açıkça söylendi: Ya bizim liderimiz olursun, ya da seni başımızdan atarız…”
Kemal Karpat’a son cümlenin doğru deşifre edilip edilmedğini sorduğumda aldığım cevap, “Aynen doğru” oldu. Bir dahaki görüşmede bu sözün belgesini de getireceğini vaat etti.
Şimdi hocanın Türkiye’ye dönüşünü dört gözle bekliyorum.
.
Tahkim ve manda
Tahkim ve manda
Tahkimle yatıp tahkimle kalkıyoruz. Bergamalı köylülerden Jakobenlere kadar pek çok farklı toplumsal dilim, tahkimle ilgili görüş beyan ediyor. Kimi karşı çıkıyor, kimi de ziyadesiyle faydalı ve gerekli olduğunu iddia ediyor tahkimin.
Nedir tahkim?
Anladığım kadarıyla yabancı sermaye Türkiye’ye gelmekte çekingen davranıyor. Gelmiş olanlar da gideriz diye gözdağı veriyorlar hükümete. Sebep, Türkiye’de gerek bürokrasiyle, gerek kanunlarla, gerekse halkla ilgili bir sorunla karşılaştığında yabancı sermayenin mağdur olması.
Bizim kanunlarımızla sermayenin uluslar arası hukuku örtüşmüyor, sizin anlayacağınız.
Sermaye, sınır tanımıyor. Sınır tanımadan yayılmak, genişlemek ve zenginleşmek istiyor. Bu “evrensel” yayılışının önündeki milli engelleri de kaldırmak için dayatıyor. Milli engellerin en başta geleni de, kanunlar. Milli devletin bağımsız sınırları içine bir başka inisiyatifi, bir başka evrensel gücün yaptırımını sokmayı başardığında, sizin kanunlarınız artık sadece evin içindekileri bağlıyor olacak. Yani sizi ve beni…
Yararı yok mu yabancı sermayenin? Var elbette. İstihdam, döviz girdisi, üretim artışı vesaire… Zaten burada “yabancı sermayeye hayır” sloganını parlatmaya uğraşmıyorum. Amacım, yakın tarihimizdeki bir başka noktayla ilişkilendirmek tahkimi.
Zira manda meselesi de, karşı çıkanlarca iç işlerimize karışmak ve bağımsızlığımızın ihlali olarak yorumlanmış, taraftar olanlar ise onun bağımsızlığımızı zedelemeyeceğine ikna etmeye çalışmışlardı kamuoyunu.
Size daha garibini söyleyeyim: Sivas Kongresi tutanaklarını açın ve 7. maddeyi lütfen bir okuyun. Orada şöyle yazar: “Milliyet esaslarına riayetkar ve memleketimize karşı istila emeli beslemeyen herhangi bir devletin fenni, sınai, iktisadi muavenetini memnuniyetle karşılarız.”
Şimdi bu maddeyi, bir yıl önce, 1918’de aralarında Halide Edib (Adıvar), Ahmet Emin (Yalman), Yunus Nadi ve M. Necmeddin (Sadak)’ın da bulunduğu Türk Wilsoncular Cemiyeti’nin, yani Amerikan mandası taraftarlarının zamanın ABD Başkanı Wilson’a müracaat ettikleri mektuptan bir pasajla karşılaştıralım:
“Maliye, tarım, sanayi, ticaret, bayındırlık ve eğitim bakanlıklarının her birine uzman yardımcılar ile birlikte bir Amerikan başmüsteşarı atanacak ve bu müsteşarlardan kurulu Amerikan komisyonu, yeni ilkeler çerçevesinde, memleketin mutluluğunu ve maddi gelişmesini sağlayacak reformları yapacak, yeni metotları memlekete getirecek ve öte yandan memleketimizdeki çeşitli siyasal akımlar yüzünden hiçbir zaman düzenli biçimde yerine getiremeyeceğimiz toplumsal refah ve öğretimle ilgili bütün işleri düzenleyecek ve bütünüyle yönetecektir.”
5 Aralık 1918’de gönderilen bu mektup, o devirde pek yadırganmamış olsa gerek ki, Sivas Kongresi’nde Amerikan mandası isteyenler seslerini yükseltmiş ve kongre kararları arasında aslında apaçık Amerika’nın kastedildiği “herhangi bir devlet” ibaresini koydurmuşlar, dahası, yayınlanmış olan kongre tutanaklarına bakılırsa, mandası istenen Amerika’dan bir heyetin Türkiye’ye gelerek inceleme yapması ve kararını ona göre vermesini oy birliği ile kabul ettirmişlerdir! (Sivas Kongresi Tutanakları, bizzat Türk Tarih Kurumu yayınlarından çıkmış ve Uluğ İğdemir tarafından yayına hazırlanmıştır: Ankara 1969).
Sina Akşin ise Sivas Kongresi’ndeki manda sözünün “taktik gereği” kullanıldığını söylüyor. “Takkiye” yapıldığı mı söylenmek isteniyor? Burası tam olarak anlaşılamıyor. (Eğer Sivas Kongresi takiyye yapmak hakkını haizse, Wilsonculardan bu hak neden esirgeniyor? sorusu haklı olarak sorulabilir. Pekala onlar da takiyye yahut “taktik gereği” öyle davranmış olamazlar mı?)
Nutuk’ta Mustafa Kemal Atatürk Sivas Kongresi’nin ABD Senatosu’na yazılmasını kararlaştırdığı mektuba önem verilmediğini ve mektubun gönderilip gönderilmediğini pek iyi hatırlamadığını söylemektedir. Oysa Akşin’e göre, mektup yazılmış, 9 Eylül 1919’da başta M. Kemal ve kongre üyeleri tarafından imzalanmış, yerine ulaştırılmak üzere L. E. Brown’a teslim edilmiş ve onun da bu görevi yerine getirmiş olduğunu belgelere istinaden ortaya koyuyor.
Sonuçta Akşin şu noktaya varıyor: Başta Mustafa Kemal ve Kazım Karabekir olmak üzere Kurtuluş Savaşı önderlerinin pek çoğu bir ABD mandasına karşıydı. Ancak “en azından böyle bir mandaya karşı olunmadığı, ABD dostluğuna ve yardımına büyük önem verildiği izlenimi verilmeye çalışılmıştır.”
Amerika ile dostluğu sıcak tutmanın arkasındaki hesap ise şudur Sina Akşin’e göre: “Saray ve hükümetini İngiltere desteklediğine göre bu hükümeti düşürmek ve meşruti bir hükümet kurabilmek için, ABD desteğinden yararlanmak.” ABD dostluğu bir koz olarak kullanılmıştır demeye getiriyor Prof. Akşin. (Bkz. İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, İstanbul 1983, Cem Yayınları, s. 552-3; yakınlarda yeni baskısı iki cilt halinde Türkiye İş Bankası Yayınları arasında çıktı.)
Manda, yani başka bir ülkenin sınırlarınız içinde sizi siyasi, ekonomik veya teknolojik açıdan yönetmesi. Maliyenize karışması, halkınıza nasıl davranacağınıza, yatırımlarınızı ve önceliklerinizi nereye yönlendireceğinize karar vermesi, başka deyişle.
Peki Bu IMF, hangi cüretle bizim memura yüzde kaç zam yapacağımıza, faizleri ne kadar düşürüp yükselteceğimize, sevgili enflasyonumuza ne haller edeceğimize hükmedebiliyor? Biz de pekala bunu sineye çekiyor, milli bağımsızlığımıza halel geldiğini düşünmüyoruz böylelikle. Yıllardır canla başla savunduğumuz yarı askeri yapıdaki DGM’leri, dış baskılar sonucu nasıl bir milli mutabakatla (!) bir gecede sivilleştirdiğimizi de unutmayalım.
Ve bunlarla birlikte tahkimi bir daha düşünelim. Ve tahkimle birlikte manda meselesini bir kere daha gözden geçirelim.
Sivas Kongresi’nde ABD mandasını savunanlar, bunu bir “taktik gereği” savunuyorlardı. Bu anlaşıldı.
Peki TBMM’de belki en milliyetçi hükümet eliyle en enternasyonal çıkarlara hizmet eden bir kararın çıkmasını, tahkimin yasalaşmasını nasıl yorumlamak gerekiyor?
Benim kafam iyice karışıyor tarih okudukça. Biraz da sizin kafanız karışsın istedim ve bazı ipuçları verdim.
Artık gerisi size kalmış!
CHP’den Atatürk’e tehdit!
Kemal Karpat, uluslar arası tarih camiasının otorite kabul ettiği isimlerden. Geçenlerde Türkiye’ye geldiğinde kendisiyle görüşmüş ve kafama takılan bir soruyu yöneltmiştim.
Şahin Alpay’ın 5 Mayıs 1999 tarihinde Milliyet’te yayımlanan Kemal Karpat’la röportajı çok ilginçti. Röportajın bir yerinde Karpat, Atatürk ve CHP ilişkilerine dair şöyle diyordu:
“Atatürk’ü de çok yanlış anlıyoruz. Atatürk toplumun düşüncesine, ruhuna, hatta inanışına uygun hareket etti. Atatürk’ü büyük lider yapan ve halkıyla kaynaştıran bu anlayıştır.”
Sözün tam burasında benim başka bir yerde rastlamadığım bir konuyu açıklıyor Karpat hoca:
“Halk Partisi bunları [Atatürk’ün toplumun düşüncesine, ruhuna, inanışına uygun hareket tarzını- M.A.] değiştirdi, bir elit liderliği getirdi ve Atatürk’ü de içine aldı. Atatürk’e de açıkça söylendi: Ya bizim liderimiz olursun, ya da seni başımızdan atarız…”
Kemal Karpat’a son cümlenin doğru deşifre edilip edilmedğini sorduğumda aldığım cevap, “Aynen doğru” oldu. Bir dahaki görüşmede bu sözün belgesini de getireceğini vaat etti.
Şimdi hocanın Türkiye’ye dönüşünü dört gözle bekliyorum.
.
Osmanlı’nın emperyalizme direnişi
Osmanlı’nın emperyalizme direnişi
Nedendir bilmiyorum; ama ilim adamından sokaktaki vatandaşına, sağcısından solcusuna, İslamcısından Kemalistine kadar bütün toplum yekvücut olarak Osmanlı’nın “belli bir tarihten itibaren” bozulduğu, gerilediği ve sonunda yıkılıp gittiği noktasında inanılmaz bir konsensüs içinde. Gerçekten de inanılmaz, zira bırakın başka temel konuları, Osmanlı’nın herhangi bir başka boyutunda bile bu kesimlerin hemfikir oldukları başka bir payda bulunamaz sanıyorum.
Osmanlı için bir altın çağ buluyor, bunu da Kanuni dönemine mıhlıyoruz; sonra da onu takip eden çağları, Celal Nuri’nin deyimleriyle tereddi, tedenni, inkıraz ve izmihlal olarak peşinen mahkum ediyoruz. Sanki geriledikleri için var olma hakları tükenmiş gibi idam beratlarını göğüslerine asmakta hiç tereddüt göstermiyoruz bu “talihsiz” asırların.
Ne Katip Çelebi kurtarabiliyor bu asırların gerilemekte oluşlarını, ne Şeyh Galib. Ne musıkimizin tam da yıkılışın hızlandığı dönem denilen 18. yüzyıldaki muhteşem parlayışı, ne Evliya Çelebi, ne de Boğaziçi’nin 17. yüzyıldan itibaren kültürümüzün semasına bir süreyya yıldızı gibi asılması.
Orhan Pamuk, son romanında nakkaşının 1571’de Boğaz’daki yalıların tavanlarına eşsiz nakışlar yapmakta olduğundan söz eder. Oysa en iptidai bir Boğaziçi kitabı bile Boğaziçi’nin yalılarla, hele hele nakışlı ve bezemeli yalılarla dolmaya başladığı tarihin 17. yüzyıldan önceye götürelemeyeceğini söyleyebilirdi yazara. Mesela Doğan Kuban, “Osmanlı Çağında Boğaziçi Yerleşmesi” adlı yazısında IV. Mehmed devrinde (1648-1687) dahi Boğaz’ın sahilde toplanmış küçük köyler dışında doğal görünüşünü ve bitki örtüsünü tam olarak koruduğunu, “Boğaziçi medeniyeti” diye nitelenen “konutsal yerleşme düzeninin” ancak 17. yüzyıl sonlarında kurulmaya başladığını belirtir.
Demek ki musıkimiz de, Boğaziçimiz de, şiirimiz de, altın çağ olarak kabul edilen Kanuni döneminden sonra tekamül edip olgunlaşmış.
Sadece sanat ve medeniyet bakımından değil, devlet idaresi ve bürokrasi bakımlarından da bu böyle. “Doktorasız profesör” Mehmet Genç, arşiv vesikalarına bakarak bunu teyid ediyor: Kanuni dönemi ve öncesinde vesikalarda bolca imla hatalarına, üslup acemiliklerine rastlandığı halde, 17. yüzyıldan itibaren bu işin profesyonelleştiğini ve hataların en aza inip neredeyse görülmez olduğunu vurguluyor. Bir gerileme yaşansaydı, durumun tam tersine olması gerekmez miydi?
Dahasını söyleyeyim: 1870’lerde, hatta I. Dünya Savaşı’na kadar Osmanlı Devleti, dünyayı sömürgeleştirmeye yönelmiş kapitalist sisteme karşı en büyük direnişi gösteren devletlerden. İşte Donald Quataert’in 19. yüzyılda Osmanlı hükümetinin iktisadi konulardan hiç de habersiz olmadığını, “akılsızca davranmadığını” gösteren sözleri:
“Kişisel düzeyde, siyasi konumlar iktisadi çıkarlarla iç içeydi, bir sadrazam, bir saray mabeyncisi ve nazırlar Avrupa şirketlerini ülkeden atmayı amaçlayan madencilik girişimlerine yatırım yaparlarken, bir kısım Osmanlı memurları da paralarını ve güvenlerini yabancı şirketlere yatırdılar. Resmi düzeyde [ise] Osmanlı yöneticileri, geleceği ve iktisaden yapılabilir olanı gören iktisadi plancılardı… Kömür madenciliğinde, devlet çok gerekli gördüğü yurt içi kömür arzını sağlama almak için yerli girişimcilere mali teşvikler tanımıştı… Osmanlı Devleti’nin iktisadi politikası temelde esnek ve yaratıcı, istenilen amaçlara erişebilmek için asgari zorunluluklara göz yuman bir politikaydı.”
Dikkat edilsin, Quataert’in sözünü ettiği “esnek ve yaratıcı” iktisat politikasının uygulandığı dönem, bizim Osmanlı Devleti’nin dağılma dönemi diye damgaladığımız yıllar. Osmanlı’da mevcut “devlet aklı”nın, bütün o askeri, siyasi ve ekonomik yenilgi ve başarısızlıklardan ne yaman dersler çıkarmayı başarmış ve dünyayı yutmaya hazırlanan bir sisteme karşı son anlarında bile teslim olmak bir yana, yalnız savaş meydanlarında değil, ekonomide de nasıl dişe diş mücadele etmiş olduğunu artık görmemiz gerekiyor.
Avrupa ekonomisi, bir ahtapot gibi rıhtımlara, tütüne, tuza bile el koymuşken, Osmanlı Devleti ve toplumun el ele, kaçak tütün ekerek, liman işçilerini greve çağırarak, demir yolu işçilerini örgütleyerek emperyalizme karşı nasıl bir savaş verdiklerini öğrenmek isteyenler Quataert’in Osmanlı Devleti’nde Avrupa İktisadi Yayılımı ve Direniş’ini bulup okusunlar; öğrenecekleri inanılmaz şeyler var.
Artık tarihimizin kara delikleri dediğim bu talihsiz asırlara nazarlarımızı yöneltmenin zamanı geldi de geçiyor bile.
.
Küreselleşme, postmodernizm ve tahkim
Küreselleşme, postmodernizm ve tahkim
Türkiye’de yatırım yapan veya yapacak olan yabancı şirketlerin sözleşmeden doğan sorunlarının giderilmesinde Türk adalet sisteminin devreden çıkarılması, bunun yerine uluslar arası bir hakem heyetinin denetiminin getirilmesi, kısaca tahkim gündemdeki sıcaklığını koruyor. Hükümet, “tavizsiz” bir tutumla çıkarmaya kalktığı tahkim kanununun muhalefetin desteği olmadan çıkamayacağını anlayınca şimdilik Genel Kurul’daki görüşmeleri askıya aldı. Bu süre zarfında hiç değilse Danıştay’ın da devrede olması gerektiğini savunan DYP’yi ikna edeceğini umuyor olmalı hükümet kanadı. FP ise kesin olarak karşı olduğunu bildirdi.
Tahkim yalnız siyasi partileri değil, köşe yazarlarını da “böldü”. Bu arada ilginç görüntüler de yaşandı. Yıllardır kuvva-yı milliyecilik yapanların bir kısmı tahkimin kapitülasyonları diriltmek anlamına geleceğini savunurken, diğer bir kısmı ne kadar elzem bir nimet olduğuna dair tadından yenmez nutuklar irad etti.
Bu arada 68’lilerin kahiri ekseriyetinin tahkimi savunması ise çarpıcıydı. Tıpkı Ecevit’in bir zamanlar kendisinin de aralarında olduğu solcuların Boğaz Köprüsü’ne karşı çıkmalarının köklü bir hata olduğunu beyan edip bugün tahkime karşı çıkanların aynı konumda bulunduklarını söylemesi gibi, 6. Filo’yu “denize döken” kahramanların bugün kuzu kuzu tahkimi alkışlamaları, hatta yere göğe sığdıramamaları, hatta hatta ülkemizin geleceğinin bu karara bağlı olduğuna bizi iknaya kalkışmaları ise tek kelimeyle ibretlikti.
Kuşkusuz tahkimi düz ve dar bir mantık yürüterek Sevr’le, kapitülasyonlarla, bağımsızlığımızın haleldar olması ile sınırlamak zorlama olur. Türkiye zaten adım adım dünya sisteminin içine çekilmektedir. Ara sıra hırçınlıklar yapsa da, sisteme entegre olmak yolunda kararlı adımlarla ilerleyen bir ülkedir Türkiye. Aksi halde Avrupa Topluluğu’na girmeye karar vermenin ve IMF, Dünya Bankası gibi uluslar arası sermayenin dağılım ve denetim kanallarının “egemenliği”ni kabul etmenin bir anlamı olabilir miydi?
Zira globalizasyon denilen, Türkçeye küreselleşme olarak çevrilen bu dünyayı tek bir pazar haline getirme stratejisi, gerçekte dış politikanın iç politika üzerindeki karşı konulmaz baskısı değil midir? Tabii bu küresel sermaye hareketi yalnızca para olarak gelmiyor bir ülkeye; aynı zamanda bu sermayenin rahatça işleyebileceği bir yasal, hukuki ve hatta siyasi düzeni de getiriyor. İç politikaya demokratikleşme olarak yansıyan şey, aslında bu olgunun bir uzantısından ibaret.
George Kateb hepimizden daha net: “Demokratik olmayı arzulayan bir toplumun hayatında dış politika figürleri belirleyici oluncaya kadar gerçek bir demokrasiden söz edilemez.” Aslında demokrasinin iç ihtiyaçlar sonucu değil, şu mahut “dış güçler”in o ülkede kendisine hareket sahası açma çabasının sonucu olduğu bundan daha açık söylenemezdi. Küreselleşmenin zaman ve mekanı sıkıştırması, yani zamanı hızlandırıp mekanı daraltması (dünyanın bir köy haline gelmesi) aslında iç ve dış politikanın ayrılmazcasına iç içe geçmesini, aralarındaki farkın belirsizleşmesini de getirmektedir. Bu ise bir ülkenin içeriden mi, yoksa dışarıdan mı yönetildiğinin fark edilemeyeceği “yepyeni”, “postmodern” bir evrensel yönetim biçimine doğru hızla ilerlenmekte olduğu anlamına gelmektedir.
Avrupa Parlamentosu’ndan geçen yasaların yarısı, aslında uluslar üstü yapıların, özellikle de büyük bir baskı gücüne ulaşan finansal güçlerin önceden çıkmasına karar verdikleri yasalardır. (*) Global piyasadaki son eğilimler, gerçekte liberal demokrasinin de meşruiyetini günbegün elinden alıp özünü kemirmektedir.
Habermas’ın gündeme getirdiği meşruiyet krizi, bugün liberal demokrasilerin en başta gelen dertleri arasında. Zira globalleşme ve onun hasıl ettiği zaman ve mekanın kısalıp daralması olgusu, karşısında direnebilecek tek odak olan ulusal parlamentoları hızla topallatıp sersemleştirmektedir. Klasik, yani zaman ve mekanın rehavetle aktığı dönemlere göre oluşturulmuş bulunan yasama teknikleri, globalleşmenin hızı ve etkinliği karşısında çaresiz kalmakta, onun hızına ayak uyduramamaktadır. Kendi kavram ve kurumlarını o kadar büyük bir hızla yenilemekte ve yaymaktadır ki global ekonomik güçler, buna köhnemiş parlamenter yasama sistemiyle karşı koymak veya en azından ayak uydurmak neredeyse imkansızlaşmaktadır. Öyleyse bugünün temel sorunu, Habermas’a göre şöyle konulabilir:
“Demokratik kurumları, zaman ve mekanın kısalıp daralmasının (küreselleşmenin) ortaya çıkardığı korkutucu sorunları alt etme gücüne kavuşturabilecek şekilde nasıl yeniden biçimlendirebiliriz?”
Dünya sahnesinde neler döndüğünü anlamadan hükümete de, kurumlara da kızmanın bir alemi yok. Ekonomik gücü olanlar dayatıp istediği sonucu alıyor, direnenleri ise devre dışı bırakıyor. Direnenler arasında parlamentolar olsa dahi.
Tahkim isteğini, dünya sisteminin ucuz iş pazarı ve risksiz kazanç arayışından soyutlayarak naif bir şekilde tartışmanın bize kazandıracağı hiçbir şey yok. “Postmodern dünya”ya, tıpkı bir zamanlar modern dünyayı vitrin tarafıyla görmeye şartlanan ‘tatlı su Frenkleri’nin gözlüklerinden bakmakta neden bu kadar ısrarcı olduğumuzu insan merak ediyor doğrusu.
Yoksa 1860’lardan beri Garp cephesinde değişen bir şey yok mu?
(*) Bkz. William E. Scheuerman, “Globalization and exceptional powers: The Erosion of liberal democracy”, Radical Philosophy, sayı: 93, Ocak-Şubat 1999, s. 20.
Titanik
Şu ünlü Titanik filmini yaşlı gözlerle seyreden hanımlar, filmde en çok, transatlantiğin batışı esnasında kurtarma filikalarına erkeklerin atlamayıp “Bayanlar önden!” demelerine bayılmışlar. Böyle bir şey olmuşsa, gerçekten de o erkeklerin centilmenliğine şapka çıkarılır. Lakin meselenin ilginç bir cephesi daha var.
“Siz o can pazarındaki bir erkek olsaydınız, yine kadınlara öncelik tanır mıydınız?!.”
Bu soruyu Amerika’nın ünlü magazin dergilerinden Salon’da benim gözde antifeministim Camille Paglia’ya soruyorlar. Kendisi de bir kadın olan Paglia’nın cevabı ise ilginç mi ilginç (mealen):
“Cinsiyetinin ne olduğuna bakmadan önce güçlü kuvvetli ve sağlıklı gençleri doldururdum filikaya, ardından da çocukları. Bu durumda 35-40 yaşının üstündekilere filikada yer kalmazdı. Ne yapalım ki, rasyonel düşününce böyle davranmak zorundayım. Zira ben de atalarım gibi insan neslinin devamını düşünmek için sağlıklı ve doğurgan insanlara öncelik vermek isterim. Bir tabii afette, başka ne düşünülebilir ki!”
Kuşkusuz Paplia’ya katılmak zorunda değilsiniz. Ancak aynı soruyu kendinize sorun ve dürüstçe cevap vermeyi deneyin bakalım. Cevaplarınızı gönderirseniz, ileride üzerinde duracak bir konu çıkmış olur bana da.
Çöken komünizm midir, liberalizm mi?
“Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve sonrasında SSCB’nin dağılışı, komünizmlerin ve modern dünyada ideolojik bir güç olarak Marksizm-Leninizm’in çöküşü olarak kutlandı. Kuşkusuz bu doğru. Bu olaylar, bir ideoloji olarak liberalizmin nihai zaferi olarak kutlandı. Bu, gerçekliğin tamamen yanlış algılanmasıdır. Tam aksine, aynı olaylar daha da büyük ölçüde liberalizmin çöküşünü ve “liberalizm sonrası” dünyaya kesin olarak girişimizi göstermekteydi.” Immanuel Wallerstein, Liberalizmden Sonra, Çeviren: Erol Öz, İstanbul 1998, Metis, s. 9.
.
Batı modernliği ve biz
Batı modernliği ve biz
İslam’ın Serüveni’nin yazarı Hodgson’ın üzerinde durduğu husus, modernlik eğer köklerden tam manasıyla bir kopuş şeklinde anlaşılmak gerekiyorsa, bunun Batı’da değil, asıl Doğu’da gerçekleştiğidir. Batı’da araçsal aklın ürünleri, yani teknoloji ile Touraine’in sözünü ettiği öznel dünya, yani değerler dünyası arasında her şeye rağmen bir ortak-yaşarlık (symbiotic) ilişkisi kurulmuş durumdadır. Bunlar birbirlerinden ayrılma eğiliminde olsalar da birinde ortaya çıkan bir değişme diğerinden mukabele görmekte ve etkileşim halinde yaşamaya devam etmektedirler. Bu açıdan Batı kültüründe geçmişinden, köklerinden kopma diye bir şey söz konusu edilemez, zira hiç değilse kurumsal bazda temel süreklilikler korunmuştur. Bugün Cumhuriyet’ten önceki otorite ve işlevini büyük ölçüde koruyan ve sürdüren ordu dışında hiçbir kurumdan söz edemez durumdayız Türkiye’de. Oysa Fransız Akademisi’ne, saatleri bile değiştirmek isteyen İhtilalciler tarafından dokunulamamıştır ve halen ayaktadır. Öyleyse Batı kültürü ciddi bir geleneksellik içermektedir. Öbür taraftan modernleşme süreçlerinde Doğu toplumları, Toynbee’nin “Herodian” dediği bir tavırla kendi kurumsal değerlerinin başını kesmekle işe başlamıştır. Bu yüzden modernlik kendi köklerinden kopuş demekse bunu Doğu toplumlarının Batı’dakilerden daha iyi başarmış olduklarını söyleyebiliriz!
Ne geleneksel İslam toplumları ve devletlerinin tarihin belli bir anında medeniyet yarışından kendi rızalarıyla diskalifiye olduklarına inanıyorum, ne de değişmediklerine. Gerçekte değişmeyen hiçbir toplum gösterilemez de. Ancak değişme sadece belli bir coğrafyadaki hareket anlamında değil, zamansal değişme olarak ele alınırsa modern dönemin kendisine mahsus veçhesi ayan beyan hale gelir. Değişmenin hızı artmıştır, hatta Paul Virilio’nun sözlerine inanacak olursak hız kavramı bile yetersiz hale gelmiştir günümüzü anlatmak için. Eğer dede kasap, oğul elektrikçi, torun da doktor oluyorsa burada bir zamansal değişmeden söz edebiliyoruz. Modern toplum bütün bu mesleki tercihlerin bir ve aynı anda yapılabildiği bir toplum düzenini sunmaktadır üyelerine. Ancak geleneksel dönemde her ne kadar değişme varsa da, kontrollü ve istikrarı güvence altına alınmış bir değişme söz konusudur.
Asıl üzerinde durmak istediğim nokta, değişmeyi sadece modern döneme mahsus bir fenomen olarak değerlendirmenin hatalı bir davranış olacağıdır. Buna Hegelci tarih şemasının bizim aydınlarımız tarafından sorgulanmadan benimsenmesinin yol açtığını düşünüyorum. Bazılarına göre Bağdat’ın Moğollar tarafından yakılmasından sonra, bazılarına göre ise Kanuni’nin ölümünden itibaren İslam dünyası büyük bir duraklama ve gerileme dönemine girmiş, yeni hiçbir şey üretilememiş, özgün olan ne varsa Batı’dan çıkmıştır. Bugünkü geriliğimizin temel sorumlusunun toplumun tasavvufa meyletmesi olduğunu söyleyenler, hatta Eş’ariliğin yaygınlaşmasının böyle bir ruhi atalete yol açtığını ileri sürenler de az değildir. Buna felsefe derslerinin medreseden çıkarılmasının yol açtığını söyleyenler olduğu kadar ticaret yollarının değişmesini ekleyenler de olmuştur. Ancak hep bir tek değişkenden yola çıkan bu “tekçi” açıklama biçimleri, aynı andaki birçok toplumsal yapıyı ve neredeyse 600 yıllık bir büyük tarihi macerayı bu kadar cılız bir teorik aygıtla açıklayabileceklerini düşünüyorlar.
Halbuki tarih, hele hele 600 yıllık bir tarih ve İslam coğrafyası gibi muazzam çeşitlilikteki bir dünya hakkında bu kadar uluorta hükümler vermenin kime ne faydası dokunur? Buradan sağlıklı bir tarih felsefesinin çıkma ihtimali var mıdır?
İşte Hodgson, Braudel ve Wallerstein gibi gerçekten de tarihin örtüsünün altına bakmayı prensip haline getirmiş tarihçiler, hayat kadar çok-değişkenli bir tarih bakışını yerleştirmeye çalışmışlardır. Hodgson’ın modernlik anlayışı, daha çok, sosyal yatırımların arttığı bir iktisadi ve siyasi yapılanmayı ifade etmektedir ve bu yapının Batı’da ortaya çıkmasının zorunlu olmadığını, eski dünyanın o günkü şartlarının Batı’da olmasa da başka bir yerde modernliği ortaya çıkartacağını öngörmektedir. Tartışılabilir tabii ki. Asıl vurgulamak istediğim, inhitat paradigmasını sürdürmekle kendimizi tarihi bir aktör olarak tamamen tarihin dışına iteceğimizdir. Amacımız buysa bir diyeceğim yok. Ancak hem Osmanlı kültürünün özgünlüğünü savunmak, hem de bir noktadan itibaren her şeyin durduğunu, bittiğini, tekrara düşüldüğünü söylemek, sizi bilmiyorum; ama bana hiçbir şey söylemiyor.
.
“Ruh mezbahaları”
“Ruh mezbahaları”
Yeryüzündeki uzun maceramızın köşe taşlarının hala yerinden kıpırdamamış olması ne tuhaf!
Medeniyet-göçebelik çatışması bunlardan birisi. Özgürlük mü yoksa güvenlik mi? sorusunun açtığı çatal, hala kapanmış değil.
20. yüzyıl, en yerleşik medeniyetlerden birisinin göçebeliğe meylettiği bir zaman dilimi oldu. Yeni bir “göçebe çağı”nın başladığı bile iddia edildi. Amerika’da üretilen konut tipleri içinde en fazla rağbete mazhar olanı, karavanın arkasına takılıp istenildiği yere park edilen mobil home’lar; gerçekten de ev dahil her ürünün taşınabilir olanı giderek daha göze giriyor günümüzde. Bilgisayar başında alış verişten sanal alem içinde seyahate kadar pek çok gelişme, klasik mekan anlayışının altını oyuyor. Sonuçta medeniyetin, yerleşik hayatla asırlar süren özdeşliğinin köküne kibrit suyu dökülüyor.
Ve İbn Haldun’un kurduğu ‘yaman denklem, insanlık tarihini kat’ ederek bugüne erişiyor.
Sonuç olarak değişen bir şey yok medeniyet-göçebelik cephesinde.
Özgürlük ile güvenlik kavramları da yerinde sayıyor asırlardır.
Eski Yunan’da özgür olanlar katılabiliyordu siyasete; “şehirli” olmak da onlara mahsus kılınmıştı. Şehirde yaşamak ile şehirli olmak arasındaki sınır çizgisi, tam da özgür olup olmamanın ortasından geçiyordu.
Bu manaya gelecek şekildedir ki, Latinler, “şehrin havası özgür kılar” demişlerdir. Buradaki özgürlük sadece toplumsal değil, siyasi özgürlük anlamına da gelmektedir. Siyaseten özgürlüğüne kavuşmuş, bu ayrıcalığı tutmuş olanlar gerçekten “şehirli” olduğuna göre, şehir bu özgürlüğün yaşanabildiği, siyasetin özgürce tartışılıp denetlendiği bir mekan idi, aynı zamanda.
Şehir ve özgürlük, siyasal iktidara katılımları bakımından özdeşleşmişti Batı medeniyetinin şafağında.
Bunun dışında şehirler doğal olan özgürlüğün sınırlandığı, yer yer yasaklandığı ve yeni bir kalıba döküldüğü medeniyet vakalarıydı. Şehrin surları, bir bakıma medeniyetin de güvencesiydi.
Orada kırsal kesimin yabaniliği törpülenir ve “adam” edilirdi. Barbarlar, yani köylüler ve göçebeler, şehre girdikleri gibi çıkamazlardı. Şehrin kapıları, barbarlara kapalıdır; yani tabiatta yaşayan insanın içgüdülerine ve serbestliğine.
Şehir, baştan beri farklılığın yuvası olmuştur: Heterojenliğin aynı cinsten olmamanın, çoğul kimliklerin birlikte yaşamasının güvencesi, şehirde bulunmuştur. İşte Müslümanları kucaklayan Medine, şehir kimliğine böyle ulaşmıştır. Hıristiyanlığın anne şehri olan İstanbul da öyle… Tabii ki Kudüs.
Farklı kimliklere mensup cemaatler, bir arada yaşamak için özgürlüklerinden tavizler vermek zorundadırlar. Tahammül, tolerans, hoşgörü, tesamuk: Kendi kimliklerinin gereklerini yerine getirmenin ve ortak bir paydada buluşmanın, böyle yeni bir medeniyet ortaya koymanın farklı isimleri bunlar.
Şehirlerin planları da özgürlükleri kısıtlar. Herkesin nerede oturacağı, nerede ve nasıl yürüyeceği, şehri nasıl kullanacağı önceden belirlenmiştir. Tabiat da, tabii, fıtri olan davranışlar da dışlanmış, kıstırıldıkça kıstırılmıştır şehirde. Hele günümüzde…
Günümüzde şehir, bireylerin özgürlüğünün olduğu kadar tabiatın da dışlandığı, insanın temel değerlerinin güvenlik adına kurban edildiği bir mezbaha olup çıkmıştır. (Nietzsche olsa, “ruh mezbahaları” derdi.)
Güvenlik ve konfor, rahatlık, ihtiyaçların tatmini, evet. Şehir bunları fazlasıyla sağlıyor.
Fakat insan, fıtri tarafıyla şehirlerden sürgün edilmiş hissediyor kendisini. Bedeni şehirden hoşnut; fakat gelin görün ki, manevi bir sakatlanmadan da muzdariptir.
Fırsatını bulunca şehrin dışına kaçması, iki katlı müstakil bir eve, bahçesinde maydanoz yetiştirmek, ıslak toprak kokusunu ruhuna emdirmek için yönelmesi bundan.
Bir kere daha açık mekan kültürleri, yani özgürlük, yani fıtrat baskın çıkmaya başlıyor insanlık tarihinde.
“Şehre özgürlük”
Son sloganı bu insanlığın. Şehirden vazgeçemiyor ama şehirde kaybettiği özgürlüğü yine şehirde bulmak istiyor. Özgürlük istiyor ama güvenliği feda etmeden…
Zaten bu yüzden çağımızın parmakla sayılacak kadar nadir yetişen büyük mimar-düşünürlerinden Frank Lloyd Wright organik mimari diye yeni bir şehircilik tasarımı peşinde tüketti ömrünü. “Şu açık ki” diyor, “modern hayata daha tabii olarak hizmet verilmeli ve daha fazla hareket özgürlüğü ve daha fazla mekan ve ışık ile korunmalıdır. Yeni bir mekan kavramına muhtacız. Organik mimari, makine çağında demokratik ruhun doğal mimarisidir.”
Wright, şaşırtıcı bir tezle çıkıyor: Şehrin bireyleri özgürleştirmesinin demokratik ruhu canlandıracağını, doğal olanın, keza özgürlüğün şehirle barışabileceğini, göçebelik ve hareket özgürlüğünün hakiki demokratik ruha yeşerebileceği bir ortam hazırlayacağını söylüyor The Living City (Yaşayan Şehir) adlı kitabında.
Tabiattaki rasyonel olmayan düzeni şehre taşımak için bir ömür boyu savaşan bu dahi mimarı, şehir plancılarımız, mimarları belediye başkanlarımız yeterince tanısaydı, şehirlerimizin yine böyle anti demokratik, gayri tabii ve kölece itaati ömür temerküz kamplarına döner miydi dersiniz?
KÜLTÜR BAHÇESİNDEN
“Geçmiş, ölü değildir”
Faulknar’ın deyişiyle “geçmiş asla ölü değildir, hatta geçmiş bile değildir üstelik… Bu geçmiş insanı geriye çekmez, ileriye iter ve beklemenin aksine bizi geriye, geçmişe doğru süren, gelecektir.”
Hannah Arendt,
Geçmişle Gelecek Arasında
.
Küçük Kıyamet
Küçük Kıyamet
Takvimler bundan tam 490 yıl önceyi, yani 1509 yılının Ağustos’unu gösterirken, İstanbul ve çevresi tarihinin en ağır depremlerinden birini atlatmaya çalışmaktadır. Devrin padişahı Bayezid-i Veli, yani İkinci Bayezid bile hasar gören saraydan çıkmış, otağını açık bir alana kurmuş ve İstanbul’un yerle bir olan dokusunu nasıl ayağa kaldırabileceğini düşünmektedir.
Halkın Küçük Kıyamet (Kıyamet-i Suğra) adını verdiği bu gerçekten de dehşetengiz depremin Richter ölçeğinde kaç şiddetine tekabül ettiği konusunda bilgimiz yok. Lakin süre bakımından onun yanında birkaç gece önce yaşadığımız deprem, göz açıp kapayıncaya sürmüş kabul edilebilir. Zira bu deprem, belki inanmayacaksınız ama tam 45 gün fasılasız devam etmiş, İstanbul’un meşhur surları başta olmak üzere Topkapı Sarayı ile eski sarayda (bugünkü İstanbul Üniversitesi binasının bulunduğu yerdeydi), henüz yapımının üzerinden birkaç yıl geçmiş olan Bayezid Camii ile Fatih Sultan Mehmet’in yaptırdığı Fatih Camii’nde olduğu gibi Arcadius Sütunu ile Bizans’tan kalma birçok tarihi yapıda hasara, en önemlisi ise Bizans’tan kalan ve mukataa usulüyle halka dağıtılan kagir evlerin yıkılması sonucunda çok sayıda ağır can kaybına yol açmıştır.
İşte bu deprem, İstanbul’un 1920’lere kadar süren o sıcak mahalle dokusunun başlangıcı ve hakiki Osmanlı İstanbulu’nun miladı olacaktır. Padişahın emriyle derhal bir mimarlar şurası toplanmış ve cami kubbelerinin çatlamasını önleyecek “kubbe çemberi” yeniliği burada benimsenmiş, İstanbul’un azgın depremlerinde mümkün olduğu kadar az can kaybına yol açacak bina tiplerinin arayışı başlamış, halk da yıkılmamış kagir binalara bir daha girmekten ürktüğü için evler yeniden yapılırken ahşap tercih edilmiştir. Bu şurada alınan kararlar mucibince İstanbul’da ahşap ve ağacın saltanatı başlamış ve 1920’lerin sonunda ahşap yapı yasağı getirilinceye kadar da devam etmiştir. Anadolu ve Rumeli’den toplanan işçilerle İstanbul’un yeniden inşasına girişilmiş ve ahşap, adeta İstanbul’la özdeşleşmiştir. Öyle ki ne rutubetin çürütmesi, ne de yangınların bir avuç küle çevirmesi, halkı ahşap evden vazgeçirebilmiştir. Hatta bu yüzden, “İstanbul’un yangınları olmasa, evlerinin eşikleri altından olurdu” sözüne gidene kadar bir edebiyat bile olmuştur halk arasında.
Tarihinin en büyük ve en yaygın depremlerinden birini yaşamakta olan ülkemizi Allah bu felaketin beterinden esirgesin. Ancak toplumsal bir bütünleşmeye bizi her zamankinden daha büyük bir hamleyle sevk eden bu büyük afetlerin, akl-ı selim ile değerlendirildiğinde toplumların mukadderatında kritik dönemeçler vücuda getirilmesine zemin hazırladığını, bu afetlerden nasıl bir bilgelik zuhur edebildiğine bir delil olarak sizi 5 asır öncesine götürmek istedim bugün.
Biz de yaptığımız yanlışlardan ders almasını bilir ve aynı yanlışları tekrar etmeden alternatif çözüm tekliflerini ciddi olarak değerlendirirsek, 1930’lardan beri içerisine sıkıştırıldığımız tek tip apartmanlaşma kısır döngüsünü aşma ve dünyada bu yönde ne gibi çözümler geliştirildiğini görme imkanını yakalayabiliriz ancak.
Katil kim?
Daha depremin tozu dumanı üzerimizde tüterken medyamız var gücüyle bağırmaya başladı: Katiller! Hiç değilse depremin (yalnız depremin mi, çarpık şehirleşmenin ve rüşvetle evlerin üzerine kat üstüne kat çıkarmanın da) bir tabii afet olmayıp bir cinayet olduğunu idrak etmeye başladık galiba, diye düşündüm.
Suçu kendi üzerimizden başkalarına kaydırmakla hangi derdin çözüldüğü görülmüş ki şimdiye kadar? Meselelerimizi en azından İkinci Bayezid zamanında ulaşılmış olan soğukkanlılık ve akl-ı selimle çözmek yerine birilerini, mesela müteahhitleri suçlayarak çözebileceğimizi zannediyorsak açıkça aldanıyoruz. Çünkü toplum-siyaset-bürokrasi üçgenindeki bir zımni mutabakatın sonucunda ortaya çıkıyor şehirlerimizin mevcut “çarpıklığı”.
Mesela: Yaza yaza dilimde tüy bitti, şu bize dayatılan apartmanlaşma meselesini ciddi olarak hiç tartışabildik mi? Dünyada ileri sayılan ülkelerin konut tercihlerini biliyor muyuz? O gökdelenleriyle gözümüzün önünde beliriveren Amerika’nın bazı eyaletlerinde konut yapımında beton kullanmanın yasak olduğunu bu halka açık yüreklilikle söyleyen oldu mu? Fransız hükümetinin ülke çapında yaptırdığı anket sonucunda halkın yüzde 65’inin apartman yerine birkaç katlı müstakil evlerde oturmak istediğini anlayınca, şehirleşme ve konut politikasını değiştirdiğini biliyor muyuz peki? Ya bizim politikacılarımızın törenle açmaya doyamadıkları toplu konut sitelerini yine törenle yıkmak için İngiliz hükümetinin her yıl bütçeye belli bir para koyduğunu?
Hayır, bilmiyoruz. Bilenler de susuyor ve bir deprem felaketinde başlıyoruz sağı solu suçlamaya. Çünkü böylesi kolayımıza geliyor.
Hangimiz bir ev alırken veya kiralarken binanın depreme dayanıklılık testini istedik mal sahibinden? Kirişlerin kaçlık demirden atıldığını merak etmek yerine gittik banyonun fayansının hangi kaliteden olduğuna bakmayı tercih ettik. Zemin etüdünün yapılıp yapılmadığını soruşturmak yerine dış cephenin güzel görünüp görünmediğini kıstas aldık. Saten boya kadar bile ilgilendirmedi bizi binaların statik hesapları.
Ondan sonra bağırıyoruz var gücümüzle: Katiller!
Katil kim gerçekten de?
Katiller içimizde!
İntihar etmek için çırpınan bu kadar insan varken katile gerek yok ki!
Bu dokuz köyden kovulmayı hak eden yazıyı, yöneticisinden halkına kadar hepimizin ağır faturaların yenilerini ödememek için şapkamızı önümüze koyup üzerinde yer aldığımız kritik deprem kuşağında felaketlere davetiye çıkartmayacak yeni yapı tipleri ve yeni şehirleşme stratejileri nasıl geliştiririz? sorusu üzerinde kemal-i ciddiyetle düşünmemiz gerektiğini hatırlatmak için kaleme aldım.
Bu felaketin yaralarını inşaallah sabırla, dayanışma içinde saracağız. Bundan eminim.
Ne var ki toplumlar geriye dönük değil, ileriye dönük yaşarlar.
Yaşadığımız bu felaketin aklımızı başımıza getirmesi ve yeni felaketlerde daha fazla içimizin yanmaması için her şeyi yeni baştan düşünmek ve hatalarımızı tekrarlamamak şart.
.
Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!
Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!
Deprem, soluksuz bir fotoğrafını sundu Türkiye’nin. Cansız, nefes alıp vermeyen, donmuş, tıkanmış bir Türkiye fotoğrafıydı önümüze düşen.
Mefluç bir devlet, can havliyle tırnaklarını enkaza geçirmiş mazlum; ama ilk taşı atacak kadar da kabahatsiz olmayan bir millet,
Ne yazık ki ancak böyle zamanlarda şahlanan sivil inisiyatif,
Evini barkını depremzedelere açanlardan çocuğunun oyuncaklarını felaket bölgelerine gönderenlere kadar eşsiz bir ruh necipliği ile mücehhez bir halk,
Japon kurtarma ekibini getirdiği aletler gümrükten geçmedi diye 9 saat hava alanında bekleten ya da mazot parasına imza atılmadığı için iş makinesini çalıştırmayan, köhnemişlikte eline su dökülemez bir bürokrasi,
En olmayacak zamanda yabancı düşmanlığı yapmaya kalkan ve işi gücü sivil inisiyatiflere ket vurmak olan bir sağlık bakanı,
Deprem bölgesine İngiliz ekiplerinden bile sonra intikal eden ve iş makinelerine el koymayı ancak yaralılar enkaz altında pestil haline gelip teslim-i ruh ettikten sonra akleden bir hükümet,
Nihayet insana, “Devlet dediğin böyle olur” dedirten ve Çınarcık’taki apartman enkazının altındaki Türkleri kurtardıktan başka kendi vatandaşı olan bir kız çocuğunu delip bulan birkaç milyonluk İsrail’in inanılmaz kurtarma timi…
Bu fotoğraf, Türkiye’nin hep örtbas etmek istediği, görmekten bucak bucak kaçtığı, 21. asrın Türk asrı olacağına dair nutuklarla zevahiri kurtaracağını sandığı büyümemizin karanlık tarafını en açık bir şekilde gözler önüne serdi.
Colorado’da yapılan deprem ölçümleri bizim Kandilli’nin rahmetli Fatih Gökmen hoca zamanından beri yerinde saydığı anlaşılan ölçümlerinden daha doğru çıkıyorsa, hangi yüzle “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” vecizesini ağzımıza alabiliyoruz? 1960’larda TÜPRAŞ’ın İzmit’teki fay hattının üzerinde kurulmasının bir cinayetten farksız olacağını söyleyen üniversite hocalarına kulak asmayıp bürokratların kısa vadeli avantajlarına öncelik tanıyan mantığın bir “devlet mantığı” taşıdığı söylenebilir mi?
Nüfusun artmasını, şehirli nüfusun köylü nüfustan fazla olmasını kalkınma zanneden ve gücünü toplumu gerçekten eğitmeye değil, dini eğitim kurumlarını kapatmaya hasreden bir devlet ve ona kredi tanıyan bir toplumun ulaştığı durumun fotoğrafıydı 17 ağustos sabahı 45 saniye içinde çekilen fotoğraf.
O 45 saniye ki Türkiye’nin en azından Özal’la başlayan biraz cilalı parlayış yıllarının sonunu getirmeye yetti. Bu parlayış, ihracata ve teknoloji transferine dayalı bir kalkınma olmayıp hakikaten alt yapıdaki sağlam adımların sonucu olsaydı, eğitimiyle, bilimsel kurumlarıyla, sivil toplumun sahih girişimleriyle donanmış olsaydı ve devleti gerçekten küçültüp çocukların Kur’an kursuna kaç yaşında gideceği gibi saçma sapan işlerle uğraştıracağına teknik ve çevik bir aygıt haline getirseydi, bugün uğradığımız felaketi çok daha hafif atlatır, ölülerimizi mezbahalarda inekler gibi dondurmaz, kepçelerle toplu mezarlara doldurmaz, hasılı kelam dünya aleme rezil olmazdık.
Evet bu deprem, Türkiye’nin o örtbas etmeye çabaladığımız karanlık cephesini ayan etti gözümüze.
17 ağustostan sonra gözlemlediğim en çarpıcı gelişme, halkın sesindeki yükselme oldu. Şimdiye kadar her şeyi devletten beklemeye alıştırılmış bu halk, artık kendi işini kendisinin görmesi gerektiğini fark etti. Devlet, 48 saat sonra uykusundan mahmur gözlerle uyanırken, vatandaş çoktan enkazın altına girmiş, ölüsünü, dirisini çıkarmış, mezarını kazmış, son vazifesini yapmıştı bile.
“Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğum için utanıyorum!” diyen hanım, aslında olayın hararetinden yandığı için bu derece keskin konuşuyordu şüphesiz. Yine de bu sözleri ciddiye almak gerek.
Ayrıca artık şehre bakış da değişecek Türkiye’de. Bir kurtuluş kapısı olarak görüle gelen şehir, depremden sonra daha tedirgin bir bakışla halkalanacak. Hayatımızı emanet ettiğimiz evleri seçerken daha dikkatli olunacak. Alırken de, kiralarken de, artık eskisi gibi laubalilikler yapılamayacak. Yerleşilecek bölgeler konusunda daha bir hassasiyet gösterilecek.
Kuru kuruya yabancı düşmanlığı yapanlar, bir daha eskisi gibi ayran kabartamayacak. Bir Türk’ü kurtarınca gözyaşlarını tutamayan Yunanlının görüntüsü hafızamızdan hiç silinmeyecek.
İnşaallah topyekün bir uyanışa sebep olacak bu deprem. Dünyaya ve ahirete bakışta yeni ufuklar açacak. Maneviyata yeni bir yönelişin nabızlarda gümbür gümbür atmaya başladığının belirtileri görülmeye başlandı bile. Hayat, kitlesel ölümlerle birlikte yeni bir anlama büründü. İnsani değerler yeniden hatırlandı. Şehirler de bu değerlere göre yeniden şekillenecek.
17 ağustostan sonra hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmayacak!
.
Ölüleri beklemek
Ölüleri beklemek
Deprem bölgesinde üçüncü hafta yaşanırken, gelen haberler arasından birisi baştan beri dikkatimin cımbızından hiç kaçmadı. Enkaz altında hala yakınları yatan depremzedeler, cenazeleri çıkarılmadığı için onları bırakıp çadırlara gidemiyor, yağmur çamur demeden ne halde olursa olsun onların cenazelerinin çıkmasını büyük bir sabırla bekliyorlarmış.
Ne büyük fedakarlık! diye düşünenler varsa hemen uyarmalıyım: Bu bir fedakarlık değil, düpedüz insan oluşumuzla bağlantılı bir durum. Hatta insanoğlunun yerleşik hayata geçmesi, yani şehirli oluşu ile de kuvvetli bağlantısı olan bir hadise bu.
Bazan kelimelerin başlangıçtaki anlamları ele verir üzerini örtüp görmek istemediğimiz hakikati. Onları zaman zaman deşmekte büyük yarar var.
18. yüzyılın ünlü İtalyan düşünürü Vico, Latince “insan” anlamına gelen “human” kelimesinin “törenle ölü gömmek” anlamındaki “humandate”, “humandatare” fiillerinden geldiğine çeker dikkatimizi. Ölü gömmek, Vico bu etimolojik bağlantıyı ısrarla ve önemle vurguluyor, insanı hayvanlardan ayıran fiillerin başında gelmektedir. Bazan hayvanlar arasında da ölülerini gömenlerine rastlanabiliyor, lakin ölüsünü gömmenin üzerine bütün bir türün adını bina edecek kadar ölümle haşır neşir olan, ölüm üzerine başlı başına bir hayat tarzı ve kültür geliştiren, nihayet onu kurumlaştırabilen tek varlık, sadece ve sadece insandır.
Düşünün ki, insan, insan oluşunu bile ölülerini gömmeye, onların başında beklemeye, onların etrafında yeni bir hayat kurmaya borçlu!
Lewis Mumford da yerleşik hayatın, yani şehir hayatının ölüler vasıtasıyla başladığını belirtir. Bulduğu formül, paradoksal gibi gelse de, manidar ve derinliğiyle etkileyicidir: “Yerleşik hayata ölüler dirilerden önce geçmiştir.”
Medeniyet ölüler sayesinde başlamıştır başka bir deyişle. Eğer ölüp de gömülen kabile büyükleri veya saygın din adamları olmasa, onların mezarları etrafında yerleşmeler başlamasaydı, insanoğlu bu koca yeryüzünde “merkezsiz” bir şekilde bir diyardan öbürüne sürüklenecek ve yerleşik hayata geçemeyecekti: Ölülerin şehri, yani mezarlıklar sağların şehrinden önce ortaya çıkmıştır. “Bir anlamda” der Mumford, “Ölülerin şehri, her yaşayan şehrin öncü çekirdeğidir.” (The City in History, London 1961, s. 7.)
Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de, iki kabilenin övünme yarışına girdikleri, bunun üzerine gidip atalarının mezarlarını saydıkları ve daha çok mezarı olan kabilenin daha üstün kabul edildiği bir adetten bahsedilir (Tekasür, 1-2).
Demek ki ölülerini enkazın altında bırakmayıp yaşlı gözlerle sıranın kendi ölülerinin çıkarılmasına gelmesini bekleyenler, aslında en temel insani dürtülerden biriyle hareket ediyorlar. Ölülerinden kopamayan bir toplum, her şeye rağmen hem insanlığını, hem de medeniliğini sürdürüyor demektir.
Kobe’den ders almak
Tv’lerden eminim siz de benim gibi izlemişsinizdir: Japonlar 1 Eylül’ü, 1923’teki 140 bin kişiyi kaybettikleri günün anısına deprem günü olarak anıyor ve ülke çapında tatbikat yapıyorlar. Okullarda, iş yerlerinde, medyalarda verdikleri deprem eğitimi işe yaramış mı diye kontrol ediyorlar o gün.
Aklıma takıldı: Depreme bu kadar hazırlıklı olan bir toplum, Kobe’de neden 5 bin küsur ölü verdi acaba?
İnternetteki deprem sitelerinden öğrendiğime göre meğer can kaybının asıl büyük kısmı depremden değilmiş. Ya nedenmiş biliyor musunuz? İyi niyetli; ama o anda paniğe kapılmış bir elektrik idarecisi, kurtarma çalışmaları daha hızlı yürüsün diye otomatik olarak inmiş olan şalteri kaldırıp şehre elektrik verince patlak veren yangınlardan! Japonlar o gün bugün o şaltere yanıyorlarmış!
Halktan korkmak
Niyazi Berkes, Unutulan Yıllar adlı hatıratında halk evlerinin köye açılma yıllarında köylünün “halktan” sayılmadığını söyler; buna mukabil halkçılık denilince akla köylerin gelmesindeki garabete de değinmeden edemez.
Aydın-halk çelişkisinin Yaban’dan beri yakamızı bırakmadığına, en son deprem felaketi sırasında bölgeyi ziyaret eden siyasilerimizin gördüğü tepkiler karşısında otobüs camları artı koruma ordularının ardından halkı selamlamakla (!) yetindiklerini görünce iyiden iyiye kanaat getirdim.
Gerçekten de niçin yöneticilerimiz halkla bütünleşemiyor, ondan ürküyor, çekiniyor, bire bir muhatap olamıyorlar? Seçim meydanlarında kule gibi platformlardan halka tepeden konuşmaya gelince varlar, televizyonlardan göz göze gelmedikleri güruha karşı esip gürlemeye, “aziz vatandaşlarım” nutuklarına sığınmaya gelince varlar; fakat enkazdan iki tane taş kaldırmaya, mağdur bir çocuğun pabucunu bağlamaya yahut iki çift sözle şikayette bulunmaya gelince sıra, ara ki bulasın onları!
Bir de şunu anlamıyorum: Başbakan’a çalışmalardan şikayetçi olan kadın, “görevlilerce” içeri alınıp sorgulanmış! Bu, vatandaş boğazına kadar derde gömülse de şikayet etmemeli, devletin her yaptığını sineye çekmeli anlamına mı geliyor? Yani şikayet edilince devlet mi sarsılıyor? Bunlar bir şikayetlik canı olduğunu zannediyorlar herhalde devletin!
Sivil ruh ayağa kalk
17 Ağustos depremi, devletten önce halkın seferberlik ilan ettiği bir felaket oldu. Lapseki’den kalkıp İzmit’e gelen ve depremzedelerin su alan ayakkabılarını bedava tamir eden dededen elleriyle yaptığı poğaça ve börekleri deprem bölgesine gönderen İzmirli hanımlara kadar gerçekten göz yaşartıcı sahneler yaşandı halk arasında.
Tabii bu kadar kendi işini kendisi görmeye alışan bir toplum, yeri geldiğinde devlet adamlarına tepkisini belli etmekte gecikmeyecekti.
Şunu merak ediyorum idare sistemimiz bakımından: Ya bu deprem Marmara Denizi gibi müthiş bir ulaşım kolaylığının etrafında değil de Anadolu’nun ücra şehirlerinde vuku bulsaydı, ya depremi İstanbul ve Bursa gibi iki sanayi devi az hasarla atlatmasa ve yardımlarını hemen boca edemeseydi, ya sivil inisiyatif de bu kadar erken işe koyulmasaydı, depremin bilançosunu tasavvur edebiliyor musunuz? Bu kadar büyük üç avantaj varken 48 saat sonra olaya müdahale edebiliyorsa idaremiz ve bugün bile çadır açığı devam ediyorsa, beterinden gerçekten Allah korusun!
Halk şikayet ve hatta isyan etmekte haklı bir bakıma. Ancak bunun bir sivil uyanışa dönüşüp dönüşmeyeceğini zaman gösterecek. Zira sivil uyanış, tehevvürler ve heyecanlarla değil, bir şeyler yapma azminin uzun vadede kurumlaşmasıyla vücut bulur.
.
Yalova’nın kurtuluş savaşı
Yalova’nın kurtuluş savaşı
17 ağustos depreminin üzerinden 20 gün geçmiş ve ben Yalova’nın nazlı yollarına revan olmuşum.
Aradan neredeyse 20 yılı aşkın süre geçmiş demek ki. Yalova’nın henüz küçük ve şirin bir sahil kasabası kimliğini muhafaza ettiği günlerde o güzelim sahilini hoyrat yazlıkçı apartmanları yeni yeni işgal etmeye hazırlanıyordu. Benim de o zamanlar bu inşaatlardan birkaçında yer döşemecisi olarak emeğim geçmiş, nice alın teri dökmüşümdür. Onun için Yalova’da yıkılan her apartman, biraz da benim içimden sıcak bir yumruyu yırtarak çıkartıyor.
Bursa’dan Yalova’ya gidiş gelişlerimden birinde trafik tıkanmıştı. O vakitki nüfus ve trafik yoğunluğu düşünüldüğünde bu iyice acayip bir durumdu. Sonradan öğrendim ki, o gün Yalova’nın düşman işgalinden kurtuluş günüymüş!
Ne tevafuk! Dün Yalova’nın sokaklarını arşınlarken bir kitapçıya meraklı bakışlarımı yönelttiğimde, mavi renkli bir kitap dikkatime çarpıyor: Kurtuluş Savaşında Yalova. “Ne kadar da anlamlı ve zamanında çıkmış bir kitap!” diye geçirdim içimden, bugün yeni bir kurtuluş savaşı vermekte olan Yalova’nın enkazların başına üşüşmüş iş makinelerinin homurtuları uzaktan uzağa kulağıma çalınırken.
Evet, Yalova bir kurtuluş savaşı veriyor yeniden.
Ne kadar hızla serpilmişti oysa hatıralarımdaki o şirin sahil kasabası!
Attila İlhan, Yalova için “Bursa’nın bir parçası olmalıdır” der. “Yalova’sız bir Bursa kolu kanadı kesilmiş, güdük kalmış bir şehirdir.” diye de ekler.
Uzun süre İstanbul ile Bursa arasında, kah birine yanaşarak, kah öbüründen uzaklaşarak naz yapan Yalova, sonunda bir seçim öncesi il oluverdi. Ardından merkezi bütçeden yatırımlar geldi, nüfusu artmaya başladı, ufak ufak sanayi de gelişti. Seracılık derseniz (hele ki çiçekçilik) zaten Türkiye’nin önde gelen birkaç merkezinden biriydi. Yazlıklar arttı, yeni yeni siteler, villalar yapılmaya başlandı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin gayretiyle deniz otobüsleri ve feribotlar İstanbul’u 45 dakikalık bir mesafeye getirdi.
Velhasıl, deprem öncesi her şey çok iyye gidiyordu.
Ne ki deprem, Türkiye’nin kendi yüzüne yaptığı o ağır makyajı, nobran elleriyle kazıyıp alttaki acemi bakışlarını ortaya çıkardıysa, Yalova’nın görünüşteki fiyakalı gelişimini de bozmaya yetti. O canım şeftali ve elma bahçelerinin içinde yer aldığı, iki dere arasındaki alüvyonlu toprağın oluşturduğu Hacımehmet ovasını hesapsız ve plansız bir biçimde dolduran “lüks apartman daireleri”nin hemen hemen hiçbiri bilinçli ve planla bir şehir kurma stratejisinin uzantısı değildi ne yazık ki.
Türkiye’nin hemen her büyüyen (“gelişen” değil) şehrinin başına gelen Yalova’nın da başına gelecekti. Ve olan oldu, gözlerimizdeki büyüyle birlikte bir şehrin (sadece bir şehrin mi, bir bölgenin, hatta devleti ve milletiyle bütün bir ülkenin de) nasıl büyük bir hızla uçuruma doğru sarkmakta olduğunu fark ettik o 45 saniye sayesinde.
Gidiş, hızlı bir gidişti; ama hiç de iyiye doğru bir gidiş değildi. Hesapsız, plansız ve dizginlenmesi müşkil bir frensiz gidişti. Deprem, ne yazık ki çok ama çok acı bir fren oldu. Canlar, cananlar kaybedildi, içimiz yandı, kanımız dondu.
Ama inanıyorum ki gözümüzün önündeki perde kalktı ve yakıcı gerçeği bütün çıplaklığı ile 45 saniye içinde gördük.
Yalova’nın tenhalaşan sokaklarından geçmiştim depremin ikinci günü. Gerçekten bir ölüm sessizliği hakimdi şehirde.
Dün gördüğüm Yalova’da ise bir kıpırdanma başlamış gibi geldi bana. Konuştuğum Yalova’nın yerlisi emlakçı bir dostum, dünden beri şehrin damarlarına, arterlerine yeniden kan gelmeye başladığını hissettiğini aktardı bana.
Terk edenler de var, depremden sonra kaçıp geri dönenler de. Tam 8 bin kişi resmen kaydını düşmüş Yalova’dan. Kaçış, devam ediyor, bir süre de edecek gibi.
Yine de şanslı bir şehir Yalova. Bir zamanlar kendisini paylaşamayan İstanbul ve Bursa gibi iki devin desteğiyle yaralarını en erken saran ve ayağa kalkmaya çabalayan şehir olacak gibi deprem bölgesinde.
Osmanlı’nın Yalak-abad’ı yeniden “abad” olacağı günlerin sabırsız bekleyişindeydi dün. Tıpkı yıllar önce rastladığım kurtuluş günü gibi yeni bir kurtuluş ve silkiniş hamlesinin ilk ışıkları, bazı Yalovalıların içine doğmuştu.
Umarım bu ışık yaygınlaşır, Yalovalıları olduğu kadar bizi de kucağına alır ve bu defa akıllanarak atarız adımlarımızı.
Attığımız adımların hesabını vermenin şerefiyle…
.
Cumhuriyet’i kuran irade
Cumhuriyet’i kuran irade
“Buhran”, Arapça ateşli hastalık demek; Batı dillerindeki “kriz”i karşılamak üzere Tanzimat’tan sonra icad edilmiş bir terim. Biz de sonradan “bunalmak” fiilinden “bunalım”ı türetmişiz karşılık olarak. Yine de, Türkiye bağlamında düşündüğümde yaşadıklarımızın bir “buhran” alameti olması daha makul ve mantıklı geliyor bana.
Türkiye’de rejim tartışmaları ne zaman buhran düzeyine çıksa, hemen başlangıca dönülür ve şu iki iddia birbiriyle çatışır: “Cumhuriyet’i zaten askerler kurdu, Cumhuriyet onların eseridir, dolayısıyla müdahaleye hakları vardır.” Buna karşılık, “Türkiye Cumhuriyeti askerlerce kurulduğu için ‘askeri bir cumhuriyet’tir, böyle bir cumhuriyetten hayır gelmez. Biz bugün ‘sivil bir Cumhuriyet’ kurmalıyız”, tezi ortaya atılır. Sonuçları itibariyle birbirine taban tabana zıt olan her iki tezde de ortak kabul gören nokta, Cumhuriyet’i askerlerin kurduğudur. Oysa “Askerler kurdu kötü oldu.” demek kadar “Askerler kurdu iyi oldu.” demek de bizi yanlış sonuçlara götürmektedir.
Tarih hakkında yanlış bilgi üzerine kurulan hatalı yorumların bize getirdiği çoraklığı iyi bilirsek, hatalarımızın farkına daha iyi varırız sanıyorum. Çok sözü edilen özgürleşmenin ilk şartı, görünenin ardındakini bilmek, bilgisizliğin zihinlerimize örttüğü şalı açmaktır. Öyleyse bir bilene danışalım ve işin esasını, görünmeyen yüzünü biraz kazıyalım. Bakalım alttan çıkacak portreyi tanıdık bulacak mısınız?
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi hocalarından Prof. Dr. Bülent Tanör, bir konuşmasında Cumhuriyet’in kuruluşunu 1921 Anayasası’na, hatta 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılışına kadar geri götürür. Anayasa yapan ve Türkiye Devleti’ni ilan eden birinci meclis, devletin kurucusudur. Devleti kuran bu mecliste asker üye sayısı topu topu 15’tir. Bütün yetkileri “nefsinde” toplayan bu meclis, hükümet kurduğunda adı TBMM Hükümeti olmakta, ordu kurduğunda ise adı TBMM Orduları olmaktadır. Meclis kurulmadan önce bir ordu bulunmadığına dikkat çeken Tanör, “Ordu devletten önce gelmemiş, siyasal bir güç olarak devlet orduyu oluşturmuştur.” demektedir. Nitekim Mustafa Kemal, başkumandanlık yetkilerini meclisten alana kadar ne kadar zorlandığını Nutuk’ta kendisi anlatmaktadır. Tanör’e göre Osmanlı-Türk anayasal ve siyasal hayatında, sivil otoritenin askeri alanı bu kadar denetim ve gözetim altında tuttuğu bunun gibi bir dönem yaşanmamıştır.
Cumhuriyet de askerler tarafından değil, sivil otorite olan Meclis tarafından ilan edilmiştir. Nitekim ikinci mecliste asker üye bulunmaması şartı getirilmiş ve asker milletvekillerinden kışlalarına dönmek ya da istifa ederek mecliste kalmak şıklarından birisini seçmeleri istenmiştir. Kurtuluş Savaşı öncesinde Anadolu ve Rumeli’deki Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri, teşkil ettikleri askeri birliklerin başına eşraftan sivil kişileri geçirmişlerdir. Hatta bu sivil komutanların sadece denetlenmesini yeterli görmeyerek, icabında değiştirilme yetkisinin mahalli kongrelerde bulunması gerektiğini dile getiren Alaşehir Kongresi’nin Salihli delegesi Zaid Molla gibi din adamları da vardır.
Demek ki, diyor Prof. Tanör, TC’ye giden yol, zannedildiği gibi tepeden inme ve asker çizmeleriyle kat edilmiş olmayıp tam tersine aşağıdan yukarıya, sivil karakterli ve temsili demokrasiye dayanarak gerçekleştirilmiştir. TC’nin “otoriterleşmesi”nin 1925’ten sonra başladığına dikkat çeken Tanör, otoriterlik ile militerlik arasındaki farkın atlanmaması gerektiğini de belirtir. Tamam, Meclis güdümlüdür ve ülke otoriter bir şekilde yönetilmekte, Tek Parti’nin mutlak egemenliği kurulmaktadır; ama sonuçta rejim askeri bir rejim değil, sivil kurumlara dayanan bir rejimdir. Atatürk, savaştan sonra büyük bir ustalıkla askeri kışlasına sokmuş ve Mareşal Fevzi Çakmak’ın “emin elleri”ne tevdi etmiştir.
Mustafa Kemal’in daha 1910’da (Meşrutiyet’in ikinci yılında), İttihat ve Terakki Kongresi’nde askeri siyasetten ayırmak gerektiğini söylediğini ifade eden Mete Tunçay ise Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Atatürk’ün orduya bilinçli olarak büyük yatırımlar yapmadığına dikkat çekiyor. Çünkü Atatürk, II. Meşrutiyet yıllarındaki kargaşadan büyük dersler çıkarmıştır.
Sizi bilmem; ama bunları okuyunca hem şaşırdım, hem de hayret ettim bunca zamandır tersini düşünmeye nasıl şartlandırıldığıma!
Prof. Dr. Bülent Tanör’ün konuşması Türkiye Sorunlarına Çözüm Arayışları (Boyut Yayınları, İstanbul 1995) adlı kitapta yer almaktadır (s. 17-24). Neşe Düzel’in Mete Tunçay’la konuşması ise Yeni Yüzyıl’ın 20 Temmuz 1998 tarihli nüshasında çıkmıştır.
.
Yeni bir Türkiye!
Yeni bir Türkiye!
Malum, nüfusumuz artıyor, büyük şehirlere göç bütün hızıyla devam ediyor, çocuklarımızı okutacak okul bulamıyor, insanlarımıza nasıl olursa olsun başlarını sokacakları iki göz oda bulmakta zorlanıyoruz…
Öyle görünüyor ki, bütün bu cümlelerdeki fiillerin sonlarına birer -dı takısı eklememiz gerekecek bundan sonra.
Yalnız depremden sonra değil, 2000’li yılların ilk 10 yılını devirdiğimizde, yani 10-15 yıl sonra “zaten” Türkiye büyük ölçüde stabilize olacak, yani bütün bu yaş ve mekan hareketliliği bir istikrara kavuşacakmış. Nüfus artışı durağan hale gelecek ve köyden şehre göç, asgariye inecekmiş.
Nüfus bilimcilere bakılırsa nüfusumuz 100 milyonu hiçbir zaman aşmayacakmış mesela. 95 milyonda takılıp kalacak ve orada sabitlenecekmiş.
Bu ne demek biliyor musunuz?
Söyleyeyim: Nüfus artışından kaynaklanan büyüme duracak.
Göç yüzünden şehirlere taşınan ucuz iş gücü arzı bitecek.
Şehirlerde gecekondu baskısı azalacak, arazi mafyası gücünü kaybedecek; her şeyden önemlisi, bütün ümidini talebin artmasına bağlayan sektörler iç piyasada tıkanacak ve gözlerini dışarıya, ihracata çevirmek zorunda kalacaklar.
Artık her yıl ilkokula yeni başlayanların sayısında eskisi kadar büyük artışlar olmuyor. Bu neyin göstergesi? Nüfus artışımızın eskisi kadar “patlama” yapmadığının, istikrar kazanmaya doğru gittiğinin tabii ki.
Bu demektir ki 10-15 yıl sonra insanlara başlarını sokacakları iki göz oda bulmak için çabalayacağımıza, daha nitelikli konutlar için seferber olacağız. Mevcudun yerine daha iyisinin, kalitelisinin, dayanıklısının yapılması için mücadele vereceğiz. Bu noktada depremin etkisiyle ayrı bir hassasiyet de oluştuğunu ilave edecek olursak konut ve şehirleşme stratejilerinde temel bir değişikliğin gündeme gelmesi kaçınılmaz hale gelecek.
Bu demektir ki Türkiye’de bazı gözde sektörler gündemin gerisine itilecek ve bazı yeni sektörler alacak onların yerini.
Türkiye bu yeni gelişmelere hazır olmasını bilmeli bugünden.
Demek ki Türkiye kadar Türk toplumunun yapısı da değişiyor. Bir zamanlar köylerinden şehirlere göç eden kesim toplumsal yapıyı derinden değiştirmişti. Bugün şehirlerimizin yüzde 60’ından fazlasını göçmenler oluşturuyor. Şehirlerimizin profili bu yüzden değişti. “Anadolu Kaplanları” denilen yeni bir sanayici, müteşebbis ve iş adamı zümresi doğdu bu yeni profilden.
Büyük şehirlere gelenler adetleri, yemekleri, dilleri ve türküleriyle, hayata bakışları ile yeni bir popüler kültür oluşturdular. Kendi şarkıcılarını (İbrahim Tatlıses, Mahzun Kırmızıgül) yetiştirdiler, kendi yemeklerini (lahmacun, çiğköfte, kebap) yaygınlaştırdılar, “sevdalıyım” kelimesindeki “a”nın kısa okunması gerektiğini öğrettiler şehirlilere.
Şimdi artık yeni bir yüz yılın ve bin yılın eşiğinde Türkiye deprem şokuyla kendine geliyor. Sarkmakta olduğu uçurumun dibindeki suda kendi yaralı ve hastalıklı yüzünü deprem sayesinde görme fırsatını yakaladı.
Bu çok pahalıya mal olan enstantane, eğer Türkiye’nin 10-15 yıl sonraki portresine giden yolu kısaltabilirse, bu onun tek iyiliği olacaktır.
Kaybedilen savaşların faydası
Napolyon’un “Kaybedilen bir savaş, bazen mevcut durumu kazanılan on savaştan daha fazla değiştirebilir.” dediği rivayet edilir.
Nedense son depremden sonra bu tür sözler daha fazla dikkatime çarpmaya başladı. Yenilgilerin, başarısızlıkların, hastalık ve afetlerin toplumları erkenden olgunlaştırma gibi bir hikmetleri olduğuna giderek daha fazla inandığımı fark ediyorum. Ve bildiğim kadarıyla toplumların ortak aklı, bu başarısızlık, yenilgi ve afetlerden ders çıkarmakta hiç de çekingen davranmamıştır.
Gerçi felaket anlarında vahim yanılgılara da sürüklenmekten kurtulamamıştır insanlık. Mesela Bertrand Russell’ın sözünü ettiği bir veba salgınında papazların halkı kilisede dua etmeye çağırmaları ve böylece istemeden hastalığın sağlamlara da sirayet etmesine uygun bir zemin hazırlamaları örneğinde görüldüğü gibi cehalet pek çok cana mal olmuş, nice hayatın taze dalları erkenden kurumuştur. Ama bu büyük ve ağır tecrübeler toplumun dimağında acı da olsa unutulmaz izler bırakmaktadır. Bu izlerin etkisiyledir ki, şimdilerde sosyal bilimcilerin “sosyo-kültürel tekamül” adını verdikleri bir ortak adımı atmaya zorlanmaktadır toplumlar. Umuyoruz ve diliyoruz ki, 17 ağustos depremi, Türk halkı için olduğu kadar artık hantallığından kendisinin dahi şüphesi kalmamış olan idarecilerimiz, siyasetçilerimiz ve bürokratlarımız için de artık geri dönülmez bir eşik oluşturur. Unutmamalıyız ki, Kurtuluş Savaşı’ndaki mücadele ruhuna, azmine ve milletçe bilenmişliğe savaş, yoksulluk ve acı dolu yılların potasında yoğrulduktan sonra ulaşılmıştır.
Bugün neden böyle olmasın ki!
Depremden sonra Osmanlı’yı hatırlamak
Tam bir ay önce yaşadığımız deprem, yalnız can ve mal kaybına yol açmakla kalmadı, Türkiye’nin kültür hayatını da ciddi biçimde etkiledi. Kitap ve dergi satışlarının bıçak gibi kesildiğini söylüyor kitapçılar. Sinemalar boşaldı, yazın cılız da olsa süren kültür etkinlikleri iptal edildi veya ertelendi.
Bu arada tam hızını almak üzere olan Osmanlı Devleti’nin 700. kuruluş yıl dönümü kutlamaları da kısmen akamete uğradı. Eylülde yapılacağı duyurulan resmi kutlamaların da Mart 2000’e ertelendiğini öğrendik.
Yine de Türk Tarih Kurumu’nun Ankara’da 4 gün sürecek uluslar arası kongresi ekim ayında yapılacak. Bu meyanda önümüzdeki hafta (21-22 eylül) Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın düzenleyeceği Hoşgörü 700 sempozyumu ile Türkiye Yazarlar Birliği’nin 13-14 ekimde yapacağı toplantıların ertelenmediğini, zamanında yapılacağını duyuralım. (Son iki toplantı da İstanbul’da gerçekleştirilecek.)
Bu arada dergiler de peş peşe Osmanlı özel sayılarını çıkarmaya başladı. Yakınlarda gözüme çarpanlar şunlar:
Gösteri: Siyasi, bilimsel, estetik, hukuki ve tasavvufi boyutlarıyla 19 makalede ‘İki cihan arasında Osmanlı İmparatorluğu’nu ele alan dergide İlber Ortaylı, Şevket Pamuk, İskender Pala, Gültekin Çizgen, Filiz Çağman, Uğur Derman gibi imzalara yer verilmiş.
Cogito: Çağdaş Osmanlı tarihçiliğinin piri Halil İnalcık ve yeni nesil tarihçilerin gözdelerinden Cemal Kafadar’la yapılmış konuşmalarla açılan dergide, Osmanlı üzerine bir açık oturum da yer alıyor. Özellikle dikkatimi çeken iki yazı, “18. yüzyıl ve değişim” (Edhem Eldem) ve “Felsefe ve tefelsüf” (İsmail Kara) başlıklarını taşıyor. Cogito’nun kapak tasarım ve uygulaması ise gerçekten nefis.
.
Köşe yazarlığı
Köşe yazarlığı
Acaba diğer köşe yazarları da benim gibi yaptığı işi beynine batan bir kıymık gibi dert ediniyor mudur?
Neden sürekli olarak yazıyoruz? Neden her Allah’ın günü okuyucunun karşısına çıkıp en el değmemiş fikirlerimizi en tafralı bir tavırla yüzlerine haykırmak zorunda hissediyoruz kendimizi? Çetin Altan’ın deyişiyle siyasetten depreme, sosyolojiden aşka, hukuktan tarihe kadar çuvallar dolusu yazıyı geride bırakan bizimki gibi bir aydın türü, dünyanın neresinde görülmüş bir acayip mahluktur dersiniz?
Orhan Pamuk Kara Kitap’ta bir köşe yazarının her yazdığını kendisi için yazılmış kabul eden kadın okuyucudan bahsederken bir yerde kara mizahını yapıyordu köşe yazarlığının ve onların “sevgili” okuyucularının.
Benim Adım Kırmızı’da ise daha bir temeline iniyor meselenin Pamuk ve köşe yazarlığını geleneksel hayatımızın başlıca haber ve yorum kaynaklarından meddahlığa benzetiyor. Meddahın kahvehanede anlattıkları ile bugünün köşe yazarlığı arasında kurduğu bu çarpıcı ve diabolik bağlantı, doğrusu nefsime dokunan tarafları olmasına rağmen hoşuma gitti kültürel ortamımızı anlamak bakımından.
Gerçekten de ister Arap ülkelerine, ister İran’a, ister Japonya’ya, isterseniz Avrupa ve Amerika’ya uzanın ve bakın gazetelere bizdeki gibi gazete köşesine kurum kurum kurulmuş köşe yazarları var mı diye. Nafile aramayın, bulamayacaksınız.
Batı’da köşe yazarı (columnist) denilen taife, haftanın en fazla bir iki günü yazar ve yazdığı da adamakıllı makaledir. Gazetelerin elbette bir başyazarı vardır. Ancak columnist, Türkçesiyle söyleyecek olursak “sütun sahibi”, bir konunun uzmanıdır. Gerektiğinde, söz sırası kendisine geldiğinde yazar ve yazdığında da taşı gediğine oturtur, konuya bakışları geriye dönülemeyecek bir şekilde etkiler, sözü de ciddiye alınır!
Bizdeki gibi her sayfada birkaç tane “köşe yazarı”nın fütursuzca ahkam kestiği görülmüş şey değil dünyada.
Eskiden de vardı tabii köşe yazarları. Ama azdı ve nadirdi.
Mesela köşe yazarı denilince bir Refii Cevat Ulunay gelirdi akla, bir Peyami Safa gelirdi, bir Burhan Felek gelirdi.
Bunlar tatlı üslupları ile en derin siyasi ve sosyal konuları halkın anlayacağı şekilde yoğurur, öyle koyarlardı okuyucularının önüne. Fıkralarla, anekdotlarla süslerlerdi yazılarını. Okuyucu da tıpkı meddahların söz arasında birçok derin konuyu çaktırmadan karşısındaki beyinlere sızdırmasında olduğu gibi “eğlenirken öğrenirdi” (bu sözün Namık Kemal’e ait olduğunu bilmem hatırlatmama gerek var mı?). Hasılı, halkın en önemli yorum kaynaklarıydı onlar.
Son yıllarda gazetelerde boy gösteren köşe yazarları arasında ise böyleleri çok çok az. O neslin suyunun suyu olarak belki bir Hasan Pulur’u zikredebilirim, o kadar. Yerlerine halef bırakmadan çekilip gittiler aramızdan.
Şimdi jübilesini yapmış futbolcular, şöhreti biraz uful etmiş şarkıcılar, emekli bürokratlar, büyükelçiler, eski ve yeni milletvekilleri, hatta görevi başındaki bakanlar, profesörler, ilahiyatçılar, profesyonel yazarlar, şairler, televizyon sunucuları, paparazziciler, medyumlar, hatta mankenler, gurmeler, ahçılar, modacılar, kuaförler, stilistler, velhasıl toplumun hemen her kesiminden eli kalem tutanlar artık köşe yazarlığı yapıyor gazetelerde ve onların rengarenk ilavelerinde.
Kendim de bunlardan birisi olduğum için rahatça yazabiliyorum meslektaşlarımın geldiği kesimleri.
Öyle ya, ben de gazeteci değilim ve gazeteciliğin mutfağında yetişmedim, üstelik bazan yazdığım yazıların hiç de köşe yazısı kıvamında olmadığının pekala bilincindeyim. Kalemimin popüler, herkesin anlayacağı türden yazılardan çok dar bir okuyucu kesimine hitap etmeye meyyal oluşundan hoşlanıyorum açıkçası. Çünkü bana göre asıl kalıcı olanlar, bu tür okuyucuyu “besleyen” yazılar…
Fakat neticede bir gazetede yazıyorum, yazdığım yazı dar bir muhitteki birkaç bin okuyucunun eline geçmiyor. Onu yüz binlerce insan okuyabilir! Hazır eline gazeteyi almışken bu insanlara da hitap etmek zevkinden kendini nasıl alıkoyabilir yazar?
İşte yazarı “iğva”ya düşüren yakıcı ve kandırıcı soru!
Artık “yüz binlerin yazarı” olmak bir fikri sabit haline gelir onda ve sonuçta “herkesin” yazarı olmanın dayanılmaz cazibesine kapılıverir.
Herkesin yazarı olmakla dar bir kesimin yazarı olmak arasında zorlu bir seçim beklemektedir yazarı.
Ben en azından asıl mesleği yazmak olan köşe yazarlarının bu yakıcı soruyla yüzleşmek ve cevabını vermek zorunda olduklarını düşünüyorum.
.
Deprem üzerine artçı düşünceler
Deprem üzerine artçı düşünceler
Nadir de olsa, bürokratik işlemleri insanı canından bezdiren Beyazıt Kütüphanesi’ne uğrayıp kitap kataloglarını şöyle bir tararım, araştırdığım konuda daha önce neler yayınlanmış diye. Bazen tuhaf kitap başlıkları cezbeder beni. Mesela bir yangın, bir deprem veya bir uçak kazası üzerine, bazen de Arif Nihat Asya’nın,
İstanbul’da Kuştepe’nin,
Evlerine dönmemiş kızları-
Gayri- göremezler güneşi,
Göremezler yıldızları diye başlayan “Altı kızlar” ağıtı türünden mevzii hadiseler karşısında yazılmış destanlardır bunlar. Ağıt-destan geleneğimizin binlerce yıldır süregelen bu kolu, şimdilerde epeyce dumura uğramış gibi.
Fakat hayır. Bu rolü, büyük ölçüde medya üstlenmiş durumda artık. Televizyonlarda dramatize ediliyor, klip haline getirilip fon müziği eşliğinde sunuluyor deprem görüntüleri; gazetelerdeki ürpertici manşetlere hep bir ağızdan eşlik eden köşe yazarları, gerçekten de destanların, tragedyaların korolarını oluşturuyorlar sanki.
[Şimdi içinizden eminim köşe yazarlığına “taktığımı” geçiriyorsunuzdur. Bu konuda rahat davranmamın sebebi, çuvaldızı önce kendime batırmasını bilmem. Aksi halde bazı köşe yazarı dostlarımın serzeniş ve sitemlerini göğüsleyemezdim. Okuyucularımınkilerini de elbette!]
Ne diyorduk, evet, artık felaketler eskisi gibi bir “edebi konu” olarak gözde değil. Daha çok sinemalarda korku filmlerine konu oluyor, o da amacından saptırılarak ve endüstriyel üretim mantığına teslim olmuş bir çehreyle.
Şöyle bir düşünelim isterseniz, 17 ağustos depreminden geriye kaliteli kaç yazı kaldı diye. Şimdiye kadar Erzincan depremindeki kadının hala her söylenişinde içimizi burkan ağıtına denk kalitede bir şarkı bile üretemedi o anlı şanlı müzik endüstrimiz. Ancak “Deprem bölgesine gitsek halk bizi tartaklar mı tartaklamaz mı?” diye korkaklık testi uyguladılar birbirlerine, günde on bin dolarlara para demeyen ünlü şarkıcılarımız.
Sinan’ın ipi
Adı son bir ayda gayri ihtiyari sık sık gündeme gelen Mimar Sinan’ın kendi hatıralarında, görgüsünü artırmak için nasıl gezdiğini, her binadan ve her harabeden ibretle ders aldığını söylediğini anlatır. Mimarlarımız okudular mı bu kitabı acaba? “Harabelerden ibretle ders almanın” nasıl bir şey olduğunu, Sinan’ın mekanı nasıl hem yüzünden, hem de tersinden okumayı başardığını kamuoyunda tartışan hiç oldu mu dersiniz?
Hani bir anekdot anlatılır ya Sinan hakkında: Güya Sinan, inşa etmekte olduğu caminin etrafında gezinirken bir çocuğun ısrarla “Minare eğik yapılmış” diye bağırdığını duyar. Çocuk diretir. Kimse ikna edemez minarenin düz olduğuna çocuğu. Sonunda Sinan çareyi bulur ve bir ip bağlatır şerefenin etrafına ve düzeltir gibi yaptırır işçilerine. Çocuk bu işlemden sonra ikna olmuş, gözündeki sanal perde kalkmıştır! 17 ağustos depremi de, Sinan’ın minareye ip bağlatıp çektirmesi türünden bir algı çarpıklığını düzeltme işlevini görebilir. Yıllardır uzmanların yöneticileri ikna etmek için kısık sesle, medyanın fazla itibar etmediği muhitlerde dile getirmek için çırpındıkları bir hakikatı, deprem bütün nobranlığıyla yüzümüze tokat gibi çarptı. Tıpkı Sinan’ın ipinin çocuğu ikna etmeye yetmesi gibi, deprem de Türkiye’de en temel yanlışların yıllardır nasıl yaldızlanarak doğru gibi sunulduğunu gösterdi bize…
Tayvan kadar olamadık!
Yetmezmiş gibi, bizimkinden daha büyük ve daha şiddetli bir deprem geçiren Tayvan’da ölü, yaralı ve yıkılan bina sayısının bizimkinden en az 10 kat düşük haberi geçmez mi bültenlerden? Aslında bu haber, bir şamar gibi inmelidir suratına teknokrat ve bürokratlarımızın, belediyelerimizin, siyasetçilerimizin…
75 yılda şehirlerini, evlerini, sanayisini ufacık Tayvan kadar olsun sağlam yapamayışımızın üzüntüsü, beni yiyip bitiriyor. Ama 10. Yıl Marşı’nın yılmaz solistlerinin yüzünün kızardığına hiç şahit olmadım bugüne kadar! Bu kadar çürük binalar ve bozuk zeminler üzerine kurulan bir ülke, hangi yüzle ilelebet payidar kalacağı iddiasında bulunabiliyor, o da ayrı bir merak konusu. Cumhuriyet’in sağlam nesiller kadar sağlam binalarla da ayakta durabileceği Eflatun’un Yasalar’ından beri biliniyor oysa.
Belkemiğimizdeki dayanılmaz sızı
Oysa varoluşumuzu bel kemiğinden sızlatan bir tecrübeydi 17 ağustos depremi. Kaderle, ölümle, hayatla, acıyla, umutla, umutsuzlukla, Allah’la, meleklerle, şeytanla, yaratılış hikmetimizle vs. bire bir yüzleştiğimiz muazzam bir tecrübe oldu bu deprem. Tarih bize gösteriyor ki, toplumlar, varoluşlarını tehdit eden bu tür ortak felaketler sayesinde olgunlaşma basamağında birkaç adım ileri fırlamayı başarmış ve aynı hataları tekrarlamamak için ders çıkarmışlardır.
Felaketler, bir bilgelik hazinesini cömertçe sermiştir toplumların yoluna tarih boyunca.
Sağlam binalar, sağlam kafalar!
Ünlü Romalı mimar Vitrivius bundan 2000 küsur yıl önce başarılı bir mimari eserin 3 özelliği olduğunu söylemişti: a) Firmitas, yani sağlamlık, b) Utilitas, yani kullanışlılık, c) Venustas, yani estetik güzellik. Bir yapı, her şeyden önce içindekileri deprem, yağmur ve diğer kuvvet ve yüklere karşı korumalı, yıkılmamalıdır. Bu bir binanın en önde gelen şartıdır. İşlevsel olması ve estetik haz vermesi gibi kriterler ise ancak firmitas (sağlamlık ve güvenlik) gerçekleştirildikten sonra ele alınmalıdır Vitrivius’a göre… 2000 yıllık bu en temel bilgiye aldırış etmemenin bedelini maalesef son depremde büyük acılarla ödedik.
.
İsyan!
İsyan!
Birkaç gündür ceza evlerinde devam eden ve 17 mahkumun ölümü, pek çok mahkum ve görevlinin yaralanmasıyla sonuçlanan isyan, Başbakan’ın Amerika gezisi ve AGİT toplantısını bir sis perdesinin ardına iterek gündemin baş sırasına oturdu. Gelişmeleri zaten gazete ve televizyonlardan takip ettiğiniz için meselenin güncel çağrışımlarından sıyrılıp hiç güncelliğini yitirmeyen bir tarihi olayı bu vesileyle gündeme getirmek istiyorum.
Biz nedense tarihi hep savaşlar ve yöneticiler açısından ele almaya bayılıyoruz. Devlet merkezli tarih, genelde tarihi muktedirlerin yazması veya yazdırmasından ileri gelmektedir. Mesela Fatih zamanında Malatya’nın bir köyünde yaşayan köylünün sesini soluğunu hiç duyabilecek midir tarihin sağırlaşmış kulakları? Ama aynı dönemde idari mekanizmaya bir şekilde bulaşmış hemen herkes şöyle ya da böyle tarihin kapanmayacak sayfaları arasına zorlanmadan girebilmişlerdir.
Öyleyse tarih, her zaman seçici ve ayrımcı davranmıştır. Yazı ve mimariye, maden ve heykele hükmedenler tarihin kapısından içeri girmiş, bunlardan mahrum olanlar ise “yok hükmünde” kalmaya mahkum edilmişlerdir.
İsyanlarda bu yaklaşım kendini daha iyi ele vermektedir. Bütün isyanlar, çapulcu sürülerinin, ahmakların, delilerin, cahil cühelanın, baldırı çıplakların, yalınayak başıkabakların işledikleri anlamsız cürümler olarak değerlendirilir tarihlerde. Sesleri o kadar kısılmıştır ki, üzerlerindeki sıvayı kazımadıkça duyulamaz. Soru, ‘Onları isyana sevk eden faktörler nelerdi?’ değil de, ‘Neden lüzumsuz yere devleti meşgul edip zaafa düşürdüler?’ şeklinde soruldukça bu toprağın altına itilmiş sesi duymak mümkün de değildir.
Patrona Halil isyanı duyulmamış seslerindendir tarihimizin. Beyazıt’taki hamamından yarı çıplak sokağa fırlayan üç beş tellak ve hamal, peşlerine cahil halkı takıp saraya yürümüş, şehirde terör havası estirmiş, yalı ve köşkleri yağmalamış, yakmış ve sonunda öldürülerek cezalarını bulmuşlardır. Ezcümle bu kadardır Patrona isyanı ile ilgili anlatılanlar.
Oysa verilenle yetinmeyip farklı bakış açılarıyla tarihin duyulmamış seslerine kulak kabartan tarihçiler, bu isyanın hiç de o kadar basit cereyan etmediğine işaret ediyorlar.
Mesela; Kemal Karpat’a göre bu isyan, Lale Devri’nde Müslüman orta sınıfın palazlanması karşısında mutazarrır olan esnaf loncaları ile diğer halk kesimlerinin tepkileri şeklinde değerlendirilmelidir. Lale Devri aslında Osmanlı Devleti idarecilerinin, devletçi tutumlarını değiştirerek Avrupa sermayesi ile bütünleşme imkanlarını aradıkları ve serbest teşebbüse biraz olsun imkan tanımaya yönelen bir dönemidir tarihimizin; sanıldığı gibi sırf zevk u safa ile geçen yıllardan ibaret değildir. Bu dönem, aynı zamanda yeni bir Osmanlı müteşebbis sınıfının doğmakta olduğunu müjdelemektedir. Avrupa sermayesine açılarak kısa zamanda zengin olan, servet biriktiren bu yeni sınıftır işte o şatafatlı alemleri yapan; Kağıthane mesiresindeki köşkleri yaptıran, “cetvel-i sim”in ayın aksi vurmuş sathında servi boylu güzelleri seyre dalan, padişahın etrafında helva sohbetlerine katılan bu sınıftır.
Biraz bizim hayali ihracatçılara benzeyen bu yeni sınıf, esnaf ve halk arasında hoş karşılanmıyor. Çünkü birden zengin oluyorlar, bir; Avrupalı tüccarların sermayesiyle iş gördükleri için yerli esnafı zarara uğratacak teşebbüslerde bulunuyorlar, iki; ahali fakirlikle pençeleşirken onlar lüks içinde yüzüyor ve eğlenceleri göstere göstere yapıyorlar, üç.
Böyle böyle biriken hınç, bir kıvılcım bekliyordu. Bu kıvılcımı, işte Beyazıt Hamamı’nın, bir zamanlar leventlik yapmış olan tellaklarından Patrona (“Patrona” gemisinde leventlik yaptığı için bu lakabı almıştı.) Halil çakacaktı. Patrona ve adamları, konakların yakılmasını, ağır vergilerin kaldırılmasını ve yabancı sermaye ile iş birliği yaparak palazlanan vezirlerin kellelerini istemişlerdir. Ve tam 49 gün Divan-ı hümayuna yalınayak gelerek başkanlık etmiş olan Patrona Halil, padişahın yüz bin altın ve büyük unvanlar teklifini elinin tersiyle itmiş, yine bir Divan-ı hümayun toplantısında palalarla bedeni budanarak öldürülmüştür.
Reşat Ekrem Koçu, ondan geriye Beyazıt’taki hamamın kurnasına kazıdığı bacasından dumanlar çıkan kalyon resminden başka bir şey kalmadığını söyler. Kim bilir, bugün onun da yerinde yeller esmektedir.
Patrona’nın tarihi, yazılmadığı gibi, “silinmiş” bir tarihtir. Bu isyanın cezasını bedeni doğranarak ödediği yetmiyormuş gibi hamamı da cezalandırılmıştır ve bir deri deposu olarak çökmeye terk edilmiştir bugün.
.
Cumhuriyet’i modernleştirmek!
Cumhuriyet’i modernleştirmek!
Bazı kavramları zaman zaman küflendikleri kilerlerden dışarı çıkarıp havalandırmak gerekir. Aksi halde hep orada mevcut olduğunu bildiğimiz kavramlar, güvelerin yediği halıya benzer.
Hafızam beni yanıltmıyorsa bir hikayede okumuştum. Yıllar yılı terk edilmiş bir eski zaman evine girenler, yerlerde gördükleri muhteşem halılara ellerini sürmek isteyenleri bir sürpriz beklemektedir. Güveler halıların bütün ilmeklerini yemiş, sadece tüylerini bırakmış oldukları için elini halıya atanlar, yeniden sadece bir toz bulutu kaldırabilmiştir!
Şaşırtıcı; ama yeterince ibretamiz bir hikaye bence. Ve konumuza da tıpa tıp uyuyor.
Daha önce de söyledim; ama tekrarda fayda var: Türkiye, konularını problematize edemeyenlerin cennetidir. Düz bir mantıkla bakmak esastır. Biraz çetrefilli bir hal almaya başlayınca, düzlük ve yüzeysellikten ayrılıp bu işin içinde başka işler var demeye başlayan kişi, iki tavır karşısında kalır. Ya yalnız bırakılır, kimse dinlemez onu (ki genellikle olan budur, Ahmed Hamdi Tanpınar’ın deyişiyle “sükut suikasdi”) ya da meseleyi saptırmakla suçlanır.
Mesela Türkiye’de modernlik, kendiliğinden belli (bedihi) bir olgu gibi algılanmakta ve Batı-Doğu tartışmasında ortaya çıkan birçok yanlış anlama da buradan kaynaklanmaktadır.
Mesela Türkiye de modernleşmesi doğrudan doğruya aydınlanma geleneğinin bir izdüşümü gibi değerlendirilmektedir. Modernite ve çağdaşlaşma kendiliğinden belli kabul edilmekte ve sorunsuzca aydınlanma sarmalına bağlanmakta, Türkiye Cumhuriyeti de aydınlanma geleneği kadrosuna dahil edilmektedir. Oysa asıl sorunun tam da bu kavramlarda başladığı açıktır.
Bu noktada hem aydınlanma hem de gelenek ve modernlik kavramlarının yüzyıl başlarında oluşmuş bulunan anlamlarının silkelenmesi ve yeni muhtevalarla yüklenmesi zarureti çıkmaktadır karşımıza. Özellikle dünyada giderek etkin disiplinler haline gelen sosyal ve siyasal teori alanlarındaki katkılar, bizi kavramları yeniden düşünmeye zorlamaktadır.
Mesela Ulrich Beck adlı sosyolog, modernliği ikiye ayırıyor. Birinci modernlik ve ikinci modernlik. Birinci modernlik, sanayi toplumunun eseriydi ve ona göre biçimlenmişti. Oysa şimdi sanayi sonrası toplumundayız ve hala birinci modernlikle idare edenler, geleceğin dünyasında yaya kalmaya mahkum olacaklardır.
Yazılarından zeki ve nüktedan birisine benzeyen Ulrich Beck ilginç bir terim daha atıyor ortaya: Modernliği modernleştirmek.
İlk bakışta paradoksal gibi geliyor insana. Öyle ya, modernlik ile modernleşme hemen hemen aynı şeyler değil miydi?
Öyle görünüyordu sadece. Modernlik, hep ileriye gidileceğini, ilerlemenin mutlaklığını savunmuyor muydu? Öyleyse bu ilerleme ve değişmeden”modernlik” kavramını muaf tutuşumuzun gerekçesi nerededir? diye soruyor haklı olarak. Modernlik kavramının kendisi de değişmek, ilerlemek ve farklılaşmak zorundadır. İşte bu farklılaşmadır Beck’in ikinci modernlik dediği.
Evet, modernliği, modernliğimizi modernleştirmek, yenilemek…
Bizim modernliğimizin önemli bir aşaması ise Cumhuriyet’tir. İlhan Tekeli’nin dedikleri doğruysa, Cumhuriyet, aydınlanma geleneği içinden filizlenmiştir. Köktenci bir çağdaşlaşma veya modernite projesi uygulanmıştır…
Oysa bunun aksini iddia eden, yani bu momenti problematize eden pek çok sosyal bilimci de var dünyada ve Türkiye’de. Bilkent Üniversitesi öğretim üyelerinden Fuat Keyman’a bakılırsa Kemalizm, Osmanlı geleneğinin sürdürücüsü ve yenileyicisidir. Ünlü tarihçi Feroz Ahmad’dan, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir anka kuşu gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden doğmadığını, eski rejime ve işgalcilere karşı bir mücadeleyle ‘kurulduğu’ için, bu mücadeleyi kazanmış olan “Kemalist seçkinlerin zihinlerinde” kurulmaya devam ettiğini öğreniyoruz. Şerif Mardin ise Kemalizmin olmayan bir modern toplum imgesini “sanki varmış gibi” kabul ederek yola çıktığını, bu varsayım üzerine modern toplum-ulus devlet entegrasyonuna dayalı organik bir toplum inşa etmeyi amaçladığını söylemektedir.
Ezcümle, Cumhuriyet, yani modernliğimizin bu kritik safhası, kuruluşundaki konumunda durmaktadır. Onu sanki “orada” duruyor farz ederek yaklaşanlar, sonuçta Cumhuriyet’in modernliğini çağ dışı kılmakta ve modernliğin ayırıcı vasfı olan sürekli yenilenmeye ayak diremektedirler.
.
Osmanlı fetihlerinin mantığı
Osmanlı fetihlerinin mantığı
“Tarihi açınız: Turan yaylalarından gelmiş birtakım Türko-Moğol aşairinin mülk-i Ruma istilasını, Konya Selçukilerinin inkırazı üzerine, Karaman hükümetini, bütün Selçuk bakayasını, Şarki Roma İmparatorluğu’nu, muhtelif ve mütenevvi Slav hükümatını, Macar devletini mahvedip Beç kapılarına, Herkül sütunlarına, Moskof içlerine, hatt-ı istiva menatıkına, Hind denizlerine, İran’ın göbeğine, Otranto boğazına, Malta mevki-i askerisine dayandığını, sonra yavaş yavaş fakat kat’i adımlarla gerilediğini, Macaristan’ı, Kırım’ı, Avrupa’daki memalikinin bir kısm-ı mühimmini tahliye ile Tuna’yı, sonra Balkanları aştığını, adeta geldiği yere gider gibi müteheyyi-i rıhlet olduğunu görürsünüz. Bu tedenni, bu sukut, bu izmihlal ve inhitat vakıadır. İnkar olunamaz.”
Celal Nuri, 1914’te yazdığı Tarih-i Tedenniyat-ı Osmaniyye adlı kitabında Osmanlı tarihini böyle değerlendiriyor bir çırpıda. Sanırsınız ki, kendini bilmez bir kasırga esmiş ve birden eli kolu yanına düşerek sakinleşivermiştir. Kör, bilinçsiz ve gelişigüzel bir yayılma ve fütuhat dönemini yine kör, bilinçsiz ve gelişigüzel bir gerileme ve perişanlık dönemi takip etmiştir bu anlatıya göre.
Oysa böyle olmadığını, olamayacağını bilmek için koca koca tarih kitaplarını devirmeye bile hacet yok. Tarihin mantığını kavramak, yani o insanların da bizler gibi birer beşer oldukları ve her hareketi, her fiili amaçlı olarak yaptıkları, tarihi, amaçsız eylemlerin yan yana ve art arda dizilişi şeklinde okumanın ancak tarihi yapan aktörlerin iradeden yoksun kılınmasıyla mümkün olabileceğini, insanın olduğu yerde ise bunun tasavvur dahi edilemeyeceğini bilmek gerekir her şeyden önce.
Moğollar Anadolu’da ne yaptı?
Mesela Anadolu ve Rumeli’deki ilk fetih girişimlerinin gelişigüzel sağa sola saldırıp toprak fethetmekle hiçbir alakasının olmadığını, kağıda damlatılan yağ gibi kendiliğinden, önceden belirlenmiş bir mantığa veya gerekçeye dayanmadan yayılmış olmadığını bugün çok şükür ki bilebilecek durumdayız.
Fakirin Bursa sevdası malum. Birkaç yıl önce yoğun Bursa tarihi okumalarım sırasında gelip gelip tosladığım nokta, Bizans zamanından beri çok önemli bir yol kavşağı ve tarihi-mukaddes şehir olan İznik dururken neden yol üzerinde yer almayan ve arkası dağlarla kapalı olan Bursa başkent yapılmış ve Osmanlı tarihinin en azından ilk yüzyılına damgasını vuran şehir olmuştur? sorusu idi. Bütün şartlar aleyhine iken Bursa’yı Osmanlıların gözünde bu kadar hayati ve “sevimli” kılan, yeni imparatorluğun başkenti olarak yıldızını parlatan faktör neydi acaba?
Halil İnalcık hoca imdadıma yetişmişti tam o sırada. Ona göre İlhanlıların (Moğolların) Anadolu’yu işgali, aslında ticari açıdan bir yıkım olmaktan çok İran ve ötesi ile Anadolu’yu birleştirmesinden dolayı yeni bir açılımın başlangıcı olmuştur. Nitekim onların egemenliğinde doğu-batı ticareti canlanmıştı. İtalyan liman devletlerine mensup tüccarlar, bürokrasimizde hala kullanılan “damga” ve geçiş vergisini (bac) ödemek şartıyla Sivas ve Konya’ya kadar gidebiliyor, İran ve Uzak Doğu’dan gelen tüccarları orada karşılayabiliyorlardı. Demek ki Anadolu’daki İlhanlı hakimiyeti, mutlak manada “kötü” değildi.
Anadolu’da “birliği sağlama”nın anlamı
Tebriz-İstanbul ticaret hattı, Erzurum, Erzincan ve Sivas’tan geçiyordu ki, bu bölgeler o devirdeki mamurluklarını, büyük ölçüde bu yolun işlekliğine borçluydu. Fakat bu yolla rekabet halinde olan alternatif güzergah, Tebriz’den çıkıp Trabzon’a varan ve oradan deniz yoluyla İstanbul’a ulaşan deniz yoluydu.
İlhanlıların Anadolu’daki hakimiyeti zayıflayıp beylikler kurulunca, Tebriz-İstanbul yolunu katetmek güçleşti, zira pek çok beyliğin topraklarından geçmek ve her birine ayrı ayrı vergi ödemek, yol güvenliği de tam sağlanmadığı için ara sıra da eşkıyaya “baç” vermek tüccarlar üzerinde yıldırıcı bir etki yaptı. Aksi halde kervanları yağmalanıyor, bütün emek ve sermayeleri mahvoluyordu.
Bunun üzerine Anadolu’dan geçen yol, cazibesini kaybetti. Can ve mal güvenliğinin olmayışı, o zamana kadar tali önemdeki Trabzon-İstanbul deniz yolunu canlandırdı. Sonuçta Anadolu şehirlerini besleyen damar kurudu ve Trabzon bu işten karlı çıktı. Erzurum, Konya, Sivas fakirleşirken Trabzon gelişti, zenginleşti.
Osmanlı beyliği ilk fetihlerini gerçekleştirirken, Anadolu ticaret yolları zayıflamış durumdaydı. Yalnız Tebriz-İstanbul yolu değil, Romalıların Via Egnetia, Osmanlıların Sol Kol dedikleri Balkanları enlemesine keserek İstanbul’a ulaşan yol ile İstanbul ile Antalya’yı, dolayısıyla Doğu Akdeniz ticaretini birbirine bağlayan yol da aynı kötürümlükten acı çekiyor, çeşitli beyliklerin egemenlikleri altına girmiş olduğu için zor nefes alabiliyordu.
Bursa: Akdeniz ticaretinin başkenti
Osmanlılar ilk olarak, Anadolu’da İlhanlılardan sonra bozulan birliği yeniden kurmayı hedeflediler. Bursa’yı fethettikten sonra gayet planlı ve bilinçli bir strateji izleyerek önce Amasya-Tokat-Erzincan hattını ele geçirmeye çaba gösterdikleri açıkça takip edilebiliyor harita üzerinde. Hedef, o zamanlar Rumların elinde olan Trabzon’a yönelişi engellemek ve Anadolu’da birliği temin ederek tüccarlara, tıpkı eskiden olduğu gibi can ve mal güvencesi vermekti. İran’dan yola çıkan ipek kervanları, bu güvenceden sonra Erzincan, Amasya ve Tokat hattını izleyerek batı Anadolu’ya ulaşıyordu. Özellikle Bursa’da kendilerine sağlanan geniş barınma, alış veriş imkan ve avantajları sayesinde (eski Bursa’nın en merkezi bölümlerinden birisi, hanlarla kaplıdır bu yüzden) gerek İstanbul, Selanik ve Floransa’ya, gerekse İzmir, Isparta, Antalya ve Alanya yoluyla Suriye, Mısır ve Arabistan’a mal satabilmekte ve oradan gelen malları alabilmekteydiler.
Karamanoğulları ile giriştikleri zorlu mücadelenin de temelinde şuursuz bir şekilde, ne pahasına olursa olsun imparatorluğu genişletmek arzusu değil, büyük ölçüde ticaret yollarının güvenliğini sağlamak gayesi yatmaktadır. Zira sanayinin olmadığı bir devirde devlet ve tebanın en büyük refah kaynağı, ticaret ve zanaattı.
Böylece İlhanlılar devrinin ticari canlılığını yeniden tesis eden Osmanlılar sayesinde Bursa, imparatorluğun siyasi ve ticari merkezi haline gelmiş, 14. yüzyıldan itibaren zenginlik ve itibarının zirvesine çıkmış, bugünkü Bursa’ya da kimliğini veren mimari eserlerle şenlendirilmişti.
“Bu kitap, mevcut olmayan bir halk hakkındadır. ‘Osmanlı’ kelimesi bir yeri anlatmaz (bugün). Dillerini (Osmanlıcayı) konuşan hiç kimse yoktur şimdilerde. Şiirlerini ise sadece birkaç profesör anlayabilecek durumdadır.” Böyle diyor Jason Goodwin Lords of the Horizons’da. İzninizle bu pasajda ufak bir değişiklik yaparak, “şiirlerini” kelimesinin yerine “tarihlerini” kelimesini koymak istiyorum.
Gerçekten de ne zor şey şu tarihi anlamak!
.
Teokratik örgütlenme
Teokratik örgütlenme
Yargıtay Başkanı Sami Selçuk’un Adli Yıl’ın açılış konuşmasında şüphesiz en sarsıcı cümle, “Türkiye Cumhuriyeti’nin örgütlenme bakımından teokratik” olduğu idi. Nitekim en fazla tartışılan, daha doğrusu üzerinde en fazla konuşulan; ama derinliğine fazla inilemeyen kritik cümlesi de bu oldu ‘tarihi’ konuşmanın.
Bir devletin “örgütlenme bakımından teokratik” olmasından ne anlamalıyız?
Herhalde şunu. Teokratik bir devletin yerine kurulan seküler devletin (burada TC’nin), kuruluş şeması ve işleyişinde teokratik olan selefinin (burada Osmanlı Devleti’nin) örgütlenme şeması ve işleyişini büyük ölçüde tevarüs ettiğini.
Eğer teokrasiden murat şeriat ise, bunun yeniden ve yeniden tartışılması gerekir, zira şeriatın, hele hele Osmanlı Devleti bünyesinde uygulanan şeriatın bugün anladığımız manada devletin kullarına yönelik dayatmalarına kılıf uyduran bir hukuki ve idari çerçeve olmadığını, tam tersine, devletin cemaatlere yönelik zapt u rapta alma girişimlerinde daima devletin icraatını baltalayıcı ve halkın menfaatini gözetici bir tampon, bir nevi “ara bölge” işlevi yüklendiğini biliyoruz. Yine bugün anlaşılanın tam tersine, bir tür laik kanunlar diyebileceğimiz örfi hukuk uygulamaları, mesela padişah fermanları, şeriatın topluma nefes aldıran menfezlerini daraltmaya ve gevşettiği bağları sıkılaştırmaya yönelik çabalar olarak karşımıza çıkmaktadır!
Şerif Mardin, Osmanlı sisteminde padişahların kanun yapma yetkilerinin, yani şeriat harici yasamanın, modernleşme dönemindeki aydınlar tarafından “keyfilik” ile suçlandığını ve bir “kanun mantığı”na sığmadığı için eleştirildiğini söyler. Buna mukabil Şinasi, Namık Kemal ve Ali Suavi nesli, Batılı anlamda bir kanun hakimiyetini tesis etmek için yola çıktıklarında, karşılarında “şeriatın uygulamasında somutlaşmış bir kanun hakimiyeti” fikrini bulmuşlar ve ona sarılmışlardı. Şeriat ise temelde iyiliğin gözetilmesini, kötülüğün uzaklaştırılmasını herkesin, özellikle de devletin üzerine bir borç olarak yüklüyordu. Bu durumda iyiler ve kötüler ortaya çıkıyor, devletten ve kurulu düzenden yana olanlar iyi, ona karşı olanlar veya değiştirmek isteyenler kötü oluyordu.
Modernleşme sürecinde şeriatın keyfilik karşısında aldığı tutum ve kanun hakimiyeti fikri kadar iyiliğe ve kötülüğe verilen bu anlamlar da bir nesilden öbürüne geçiyor, etkisini sürdürüyordu. İşte Mardin’e göre “Kemalist Türkiye, bu tür bir meşruiyet temeli”ne dayanmak zorunda olduğunu görmüş ve bu rolü üstlenmişti (Türk Modernleşmesi, İletişim: 1992, s. 120). Bu süreklilik, sanıyorum Sayın Selçuk’un “teokratik örgütlenme” dediği şeye tekabül etmektedir.
Seküler devlet, teokratik olduğunu iddia ettiği selefinin kapladığı alanı iğne deliğine varıncaya kadar doldurmak iddiasıyla kuruldu. Bu yüzden din ve ahlak alanlarındaki örgütlenmenin, yani medreselerin yerine “bilim” eksenli seküler örgütlenmeyi, yani üniversiteleri, tekkelerin yerine de halk evlerini ikame etmek türünden uygulamalar, gelenek eksenli dini (teokratik) örgütlenmenin ister istemez yeni bünyede kılık değiştirerek yaşamasını getirecekti. Neticede bir zamanlar medreselerde sakalsız öğrenciler eğitim alamazken, bugün sakalla eğitim yapılamaz hale gelecekti üniversitelerde.
Değişen ne oldu sahi? 1933’te yapılan Üniversite Reformu, çok mu “bilimsel yöntemler” ışığında yapılmıştı? Ne gezer?
Geleneksel Osmanlı medreselerinin söz geçirilemeyecek zirveleri (mesela Babanzade Ahmet Naim), bir gecede kapı önüne konuldu ve rejime sadık olmak şartıyla birçok yeni hocaya gün doğdu. Darülfünun’un tasfiyesi, dönemin pek çok ünlü hocasını fakr u zarurete düşürmüştü. Tasfiye edilen hocaların içinde, okuldan atılmayı gururlarına yediremeyerek intihar eden sınai kimya dalındaki ilk Türkçe kitabın yazarı Cevdet Mazhar Bey (1870-1934) gibilerinin olduğunu da biliyoruz. Nitekim İÜ Rektörü geçtiğimiz yıl profesörlere, ilk görevlerinin okula başörtülü öğrenci sokmamak olduğunu söylediğinde bu “teokratik örgütlenme” mantığı, dibe vurmuştu.
Nihayet geçtiğimiz pazar günü haberlerde DPT Müsteşarı Orhan Güvenen’in görevden alındığını öğrenince, “Tamam bu iş” dedim. “Devletin gerçekten ‘teokratik’ bir zihniyetle örgütlendiği konusunda Sayın Selçuk tamamen haklı. Eserleri ABD üniversitelerinde okunan dünya çapında bir bilim adamı ve bürokratın sekreterini bile atayamadığını şikayet etmesinin karşılığı bu devlette tam da bu olmalıydı.” diye geçirdim içimden(!) Başka türlü olsaydı, “teokratik” örgütlenmenin varlığından şüphe edecektim zira.
.
Abdülhamid’in gülen yüzü
Abdülhamid’in gülen yüzü
Geçenlerde unutulmuş yazarlarımızdan Semih Mümtaz S.’nin Evvel Zaman İçinde (1946) adlı kitabının sayfaları arasında kaybolurken yakın tarihimizin o ağırbaşlı şahsiyetlerinin komik, tuhaf, yer yer beceriksiz, yer yer göz yaşartıcı sıradan hayat sahnelerinden niçin bu kadar az haberdarız? diye hayıflandım kendi kendime. Sadece siyasetteki, idaredeki, savaş meydanlarındaki başarı veya başarısızlıklar üzerine kurulu bir tarih anlayışından daha fazlası da beklenmezdi zaten.
Sadrazam Mümtaz Reşid Paşa’nın torunudur Semih Mümtaz S.. Mümtaz Reşid Paşa da isminden anlaşılabileceği gibi Tanzimat’ın mimarı Mustafa Reşid Paşa’nın yetiştirmesidir.* Yazar, saray ve devlet adamlarıyla çocukluğundan beri hemhal olmasının getirdiği avantajla oldukça çarpıcı portreler çizebilmekte, aileden duyduklarını aktarmasıyla (mesela II. Mahmud ile ilgili anlattığı çok hoş hikayeler) da bu tablo sürpriz anekdotların keyifli denizlerine açılmaktadır.
Burada size Abdülhamid ile ilgili anlattıklarından bazılarını özetleyerek nakletmek istiyorum. Umarım ilginizi çeker:
Abdülhamid’in en büyük özelliklerinden birisi iyi giyinmek ve bir defa olsun namazı terk etmediği ve kanepelerin üzerinde diz üstü oturduğu (dolayısıyla pantolonu çabuk buruştuğu) için günde iki üç defa elbise değiştirmekti. Kruvaze ceket giyerdi. Düğmelerini ilikler, mendil cebine incecik bir kordonla saatini koyar, mendilini ise sol koluna sıkıştırırdı. Boyunbağları daima ve mutlaka çoraplarının rengi ile uyumlu olurdu. Her zaman beyaz gömlek (o zamanlar “frenk gömleği”) ve yerli malı kumaştan yapılmış elbiseler giyerdi. Özellikle Hereke’de dokunmuş kumaşları tercih eder, fakat onların istediği gibi yumuşak olmayışından şikayet etmekten de geri durmazdı. Huzuruna çıkanları yeni bir elbise giyinmiş görse, “Benimki sizinki kadar şık değil ama halis Türk malı, Hereke kumaşıdır” diye övünürdü. Sarayda başı açık gezer, yalnız namaz kılarken takke giyerdi. Saçlarını sağdan ayırır ve sık sık da fırçalardı. Her sabah kendi başına banyo yapar, kendi kurulanırdı. “İsraf haramdır”, şiarıydı. Musahip Nadir Ağa’yı hemen her gün alışverişe yollar, dönüşte tek tek aldıklarının hesabını sorardı. Haremde hanımları ve hazinedarlarından başkasıyla görüşmezdi. Yıldız Sarayı’nın bahçesinde halayıkların, hazinedarların, bekar sultan ve şehzadelerin koşup eğlenmesinden hoşlanır, hatta bazan aralarına girerek muziplikler yapar, şakalaşırdı. Çalışma saatleri dakikası dakikasına belliydi. Temizliğe çok düşkün olduğu için daima elinde gezdirdiği Atkinson marka kolonya şişesini bir kaç saat içerisinde sürer, bitirirdi. Kilercibaşı Hüseyin Efendi’nin dediği doğruysa hararetli bir günde tam iki sürahiyi afiyetle içmiştir!
Bir hadiseyi daha zikrediyor Semih Mümtaz. Bir gün Abdülhamid, Başvekili Ahmed Vefik Paşa’yı çağırır ve gece sarayda kalmasını “emreder”. Paşa kalır kalmasına ama gözüne uyku girmez. Çünkü yatak ipekler içindedir, çarşaf ve yastık yüzleri ipektendir, yorganlar ipekli ve sırmalıdır. Ne zaman yatakta dönmeye kalksa bir hışırtıdır gider. Elini oynatsa “fııış” diye bir ses duyar. Sabaha kadar yatakta bir o yana, bir bu yana döner durur. Bir hafta sonra padişah kendisine yeniden emreder sarayda kalmasını. Paşa bir uykusuzluğu daha göze alamaz ama ortada emr-i padişahi vardır. Sonunda çareyi bulur: Karısının hastalığını bahane ederek eve kadar gider ve arabasına evindeki yatağını yorganını doldurur, entarisini ve terliklerini giyer, dayanır sarayın kapısına. Kapıcılara o kıyafetle “Beni yatak odama götürün!” diye emir vererek saraya girer ve evindeymiş gibi rahat rahat uyur. Abdülhamid ise -Paşa’ya bunu bile bile mi yapmıştır bilinmez ama- hadiseyi haftalarca kime rastladıysa anlatmış ve her seferinde gülmüştür.
“İnsan Abdülhamid” ile ilgili daha pek çok hadiseyi anlatıyor yazar, ne var ki yerimiz ancak bu kadarına elveriyor. Zaten herhalde tarihin insanca yüzüne ancak bu tür tarafsız, sıcak ve yakın plan portrelerle yaklaşabiliriz gibi bir sonucu sizler de benim gibi çıkarmış olmalısınız aktardıklarımdan. Ey tarihçiler! Bu sıcaklığı eksik etmeyin eserlerinizden olmaz mı?
* Bilindiği gibi Mustafa Reşid Paşa, çevresindeki yetenekli gençlerin elinden tutmuş ve bir kısmına ismindeki “Reşid”i, bazılarına ise her iki ismini birden vermiş, zihniyet sülbünün isimlerde de devamını sağlamıştır. Ali Paşa ise adam yetiştirmemek ve yetişen adamları köreltmekle şöhret bulmuştur. Bu iki Tanzimat paşasının adam yetiştirme bakımından entelektüel geleneğimizi belirlemiş olduğunu düşünüyorum. Mesela “sol” aydın, kendi etrafına adam toplamakta ve görüşlerini pekiştirmekte ne kadar başarılı olmuşsa, “sağ” aydın kendisiyle başlayıp kendisiyle biten bir projenin mimarı olmuş, dolayısıyla birincisi Reşidci, ikincisi Alici kolu temsil etmiştir.
Padişahlar da güler!
Tarihin içindeki harareti, sevecenliği, o insana çok yakışan tezadları yeniden farketmek mümkün mü acaba? Tarihe mal olmuş şahsiyetler de bizim gibi güler, bizim gibi ağlar, yaptıklarından pişman olup geceler boyu kendi kendilerini yiyip bitirirler miydi? Mesela padişahlar hiç dizlerine vura vura kahkaha atmaz, vezirlerinin enselerine iki babacan sille aşketmez, haremindekilere muziplikler yapmaz, o uzun saltanat senelerinde canları sıkılmaz mıydı? Ya kendilerine şaka yapılmasını nasıl karşılar, nasıl mukabele ederlerdi? Aklıma hemen geliveren bir örnek, Fatih Sultan Mehmed ile ilgilidir. Sehi Bey’in Heşt Behişt’te naklettiğine göre devrin ünlü düşünür ve müderrislerinden Molla Lütfi (ki 1494 tarihinde II. Bayezid zamanında öldürülmüştür) ile Fatih arasında şöyle bir hadise cereyan etmiştir:
Fatih’in hafız-ı kütüb’ü, yani kütüphanecisi olan Molla Lütfi, padişahla sohbetlerde bulunur, hatta işi şakalaşmaya kadar vardırırmış. Bir gün Sultan Mehmed kütüphaneden bir kitap istemiş. İstediği kitap yüksekte olduğu için Molla Lütfi’nin eli yetişmemiş. O sırada yerde duran bir mermer parçasının üstüne basarak kitaba uzanmak isteyen Molla Lütfi’ye Fatih, “Hele neyledin? Ol taş İsa aleyhisselamın üzerinde doğduğu taştır” diyerek engel olmuş. Neyse, bir şekilde kitabına kavuşan Sultan, tetebbuya dalmışken, Molla Lütfi’nin aklına hınzırca bir mukabelede bulunmak fikri gelmiş. Kitapların üstüne örtülmüş güvelerin delik deşik ettiği bir bez parçasını büyük bir edep ve saygı ile eğilerek alıp Sultan’ın dizinin üzerine “i’zaz ve ikram üslubunda” koymuş. Tabii Fatih’in tepkisi gecikmemiş. Bu kirli, necis bezi neden üzerine koyduğunu sormuş hiddetle. Molla Lütfi’nin cevabı, Fatih’i mat etmeye yetmiş: “Devletlü padişah, neye bihuzur (huzursuz) olursuz? Bu bez, İsa Peygamber’in beşiği(nin) bezidir.”
Sehi Bey, sözlerine Molla Lütfi’nin padişahın huzurunda yaptığı bu tür şaka ve nüktelerin sayılamayacak kadar çok olduğunu ekler. Demek ki, Fatih’in o otoriter yüzünün gerisinde bu tür şaka ve nükteleri kaldıracak ve belki de kimbilir onlardaki zeka pırıltılarından zevk alacak bir başka yüzü bekliyor bizi.
.
Erdemli hayatın peşinde
Erdemli hayatın peşinde
Biraz sıkılacağınızı biliyorum; ama bugün olabildiğince sadeleştirmeye çalışarak ülkemizde hemen hiç tanınmayan ilginç bir düşünürün fikri serüveninden söz edeceğim size. Keza “Batı”nın, sanıldığı gibi yekpare bir bütün olmayıp birbirini kıyasıya eleştiren ve sürekli geleneğine yönelerek ondan yeni ürünler devşiren canlı ve gelişen bir rakip düşünceler platformu olduğunu da göreceğiz.
Sözünü edeceğim kişi, Kelt asıllı İngiliz (1971’den beri ABD’de yaşıyor) filozof Alasdair MacIntyre. Türkçeye herhangi bir kitabı çevrilmedi; ama belki yararı olur diye söylüyorum: Vadi Yayıncılık’tan çıkan S. Zelyut Hünler’in İki Adalet Arasında (1997) adlı doktora tezinin neredeyse yarısı MacIntyre’ın “adalet” hakkındaki düşüncelerine ayrılmış bulunuyor.
Yazarımız, İngiltere’nin entelektüel muhitlerinde Marksizm’in fırtına gibi estiği bir dönemde kaleme aldığı daha ilk kitabında, Marksizm’in Hıristiyanlıkla paylaştığı ve ondan miras aldığı noktaları vurgular. Hatta modern dünyada dinin siyasetle ilişkisi üzerine bir deneme de denilebilir ona. Şu satırlardan da anlaşılacağı üzere düşüncelerinin tohumları bu kitapta atılmıştır:
“İnsan hayatının kutsal ve seküler diye ikiye ayrılması Batı düşüncesine gayet tabii imiş gibi görünen bir ayrımdır. O bir ve aynı zamanda Hıristiyani kökeninin işaretlerini taşıyan ve haklı olarak bir dini kültürün ölümüne şahitlik eden bir ayrımdır. Bu gerçekte burjuva dininin başına gelen bir hadisedir… Bir dinin görevi, seküler olanın kutsal, dünyanın ise Tanrı’nın gözetimi altında [bir varlık olarak] görülmesine yardım etmektir. Kutsal ve seküler olan birbirinden ayrılırsa, ibadet (ayin), dünyayı takdis etmeyen, kendi başına bir amaç haline gelir. Aynı şekilde eğer dinimizin temelde siyasetle hiçbir alakası yok ise bu durumda siyaseti, Tanrı’nın egemenliği dışında bir alan olarak kabul ediyoruz demektir. Kutsalı seküler olandan ayırmak, Tanrı’nın hareket sahasının en dar sınırlara çekildiğini kabul etmek demektir. Böyle bir ayrımı kabul eden bir din ise, ölüm raddesine gelmiş demektir.” (Vurgular benim- M.A.).
Bugün İslamiyet’i siyasal, hatta kamusal alandan tecrit edelim derken içine düşülen çelişkilere işaret etmesi bakımından önemli gördüğüm bu paragraf, MacIntyre’ın yaklaşık 20 yıl sonra ulaşacağı Aristo-Aqunas sentezine dair ipuçlarını da cömertçe dökmektedir ortaya. Bitmek bilmeyen bir arayıştır MacIntyre’ın çıktığı fikri yolculuk; ancak avarece bir arayış değildir; modern dünyaya, onun siyasal ve sosyal vitrinini giderek daha çok dolduran liberalizme karşı güçlü bir tutamak, bir alternatif bulma, bu alternatif ile bir kitabının başlığında dile getirdiği gibi”çağın kendisini görme biçimlerine karşı” açılmış yoğun bir “savaş”tır onunkisi.
Çağın akıntısına kapılıp gitmez o. Çocukluğunda yöresinin ihtiyarlarından dinlediği Kelt efsaneleri, insanın Descartes’ın ve liberallerin söyledikleri gibi soyut bir birey olmadığını, aksine bir kültüre, bir geleneğe, bir tarihe gömülü bulunduğunu hatırlatır ona. Felsefeci olduğundan, Batı felsefesinin, yalnız felsefesinin mi, bilimlerin tasnifinden ahlakına kadar hemen birçok alanının kurucusu olan Aristo’ya yönelir. Descartes mı, Aristo mu? Kafasındaki soru budur. Tabii ki Aristo! Neden? Çünkü o, en azından birbirinden çok farklı üç kültürel geleneği, Antik Yunan, İslam ve Orta Çağ Avrupa kültürlerinin fikri temelini temin etmeyi başarmış ve kendisini ispatlamış bir düşünce biçiminin kurucusudur.
İkincisi ise, Aristo’nun delillerinin bir gayesi (telos) vardı. Bu gaye, modern kültürde inkar edilmiş ve onun yerine kendisinin “emotivism” dediği, duygularına esir olmuş bireyleri esas alan bir doktrin geçirilmiştir. Aristo’ya göre hakikat bize verilmemiştir; ama ona ulaşmak elimizdedir. Liberallerin emotivizmine göre ise hakikat herkese göre değişir. Tek bir hakikat, hatta hakikat yoktur.
Hakikate ulaşma gayesinin ortadan kaldırılmasını, modern kültürün içine düştüğü standartsızlık ve gayesizlikten daha iyi hiçbir şey anlatamaz. Özellikle ahlak alanında. Çünkü insanın ne olduğuyla ilgilenip ne olması gerektiğini elinin tersiyle kenara iten bir doktrin, atomize olmuş bireylerin her an değişen ve dalgalanan arzu, istek ve heveslerine göre şekillenen bir ahlak anlayışını getirecek, bu da ister istemez ahlaki standartlar ile Aristo’nun hayatın gayesi olarak gördüğü erdemin, iyi hayatın ortadan kalkmasına kapı açacaktır.
MacIntyre’ın “iyi hayat”a, “erdem”e ve “gelenek”e dönüş çağrısının, bunların hiç de yabancısı olmayan kültürümüz için taşıdığı önemi ayrıca hatırlatmama gerek yok sanırım.
.
Osmanlı’da cadı yok muydu?
Osmanlı’da cadı yok muydu?
Beni asıl onlar şaşırtıyor. Onlar, yani muhafazakarlar! Onlarla konuştuktan sonra Türkiye’de muhafazakarlığın m’sinin olmadığına kalıbımı basacağım geliyor.
O nasıl muhafazakarlık öyle? Yeniden üretmeden sahiplenir görün tarihi, sırtını ona yasla teklifsizce, sonra da bir muhafazakarın yapacağı en son şeyi yap: Bir kalemde silip boşalt sebeb-i vücudun olan hazneyi.
Geçenlerde böyle bir dostumla konuşuyorduk. Birden, “Ne var Allah aşkına bizde ilim ve teknik adına? Bu alanda ne yapmışsa Batılılar yapmış, biz seyretmişiz. Orada Newton buluş üstüne buluş yaparken bizimkiler kuyuları insan kelleleriyle doldurmakla meşguldüler. Tabii geri kalırız..” demesin mi?
Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. “Bari sen yapma bunu” dedim.
Hayır, bu bireysel bir hadise değil, çok sık şahit olduğum yaygın bir tavrın uzantısı. Tarihe bakışımızdaki temel çarpıklıklarımızdan birisi.
Eğer Newton’la Kuyucu Murat Paşa’nın, birbirlerinden tamamiyle farklı alan ve bağlamlardaki fiilleri karşılaştırılabilir şeyler ise o zaman tersinin de geçerli olması gerekmez mi? Bilimsel bir buluş ile siyasi bir icraat karşılaştırılabilir şeyler ise o takdirde tersinin de yapılması gerekmez mi Osmanlı lehine?
Eğer bilimsel bir başarı ilerlemenin, siyasi kan dökme geriliğin alameti ise tersini düşünelim bir an. Bizim Katip Çelebi o ünlü Cihan-nüma’sını yazdığı yıllarda Avrupa’da cadı avı bütün hızıyla sürüyor, yakalananlar çatır çatır cümle aleme ibret olsun diye meydanlarda yakılıyor, bu da yetmezmiş gibi, cenazelerinin göğsüne saplanan kazıkla toprağa çakılıyorlardı.
Buyrun bakalım, şimdi hangisi ileri size göre? Katip Çelebi’nin yaşadığı Osmanlı mı, yoksa gözleri oyulan, etleri çeşitli aletlerle kopartılan, yakılan cadıların Avrupası mı?
Şimdi soruyorum: Bu sağlıklı bir karşılaştırma mıdır? Karşılaştırma, belli bir kalem mal ile yine belli bir başka kalem mal arasında olur. Altınla elmadan hangisinin daha ağır çektiğini öğrenmeye benziyor bu. Diyelim ki altın daha ağır geldi. Bu bize anlamlı bir karşılaştırma imkanı verir mi?
Tarih, her şeyin her şeyle karşılaştırılabildiği bir zerzevat dükkanına çevrilirse, olan zavallı kafalarımıza olur, tarihe bir şey olmaz. Tarihin etrafında nafile turlar atmaya devam eder, dururuz.
Tarihte karşılaştırma yapmak için karşılaştırılabilir dönemler ile karşılaştırılabilir olguları anlamlı düzeylerde mukayeseye tabi tutmak zorundayız. Aksi, büyük bir hercümerc olur ki, kimseye en ufak bir faydası olmaz. Hele tarihe hiçbir katkısı olmaz.
Cadı avı deyince aklıma Robert Muchembled’nin İşkenceler Zamanı adlı kitabı (Çeviren: Ali Berktay, Tümzamanlar Yayıncılık, 1998) geldi. Avrupa’nın bu utanç yılları hakkında ilginç ve ayrıntılı bilgiler veriyor ve ilerlemenin, modernliğin, laikliğin, rasyonalitenin ve milli devletin Avrupa’da hangi işkence, disiplin ve itaat ettirme teknikleri pahasına gerçekleştirildiğini Fransa ağırlıklı olarak yetkin bir şekilde ortaya koyuyor yazar.
16. yüzyılda başlayan ve Avrupa’nın büyük bir kısmına sıçrayan cadı avının gerçek sebebini de açıklayan Muchembled’ye göre cadı avları ve onların köy meydanlarında diri diri yakılması hadisesi, aslında o Max Weber’in toz kondurmadığı Orta Çağ şehirlerinin bir yansımasıdır.
Cadılar köylüydü her şeyden önce. Köylüler ise kalabalıkları ve murdarlıkları yüzünden şehre sokulmamaları, surların dışına atılmaları gereken yabancılardı. İkincisi, kadın idiler.
Kadın da köylü gibi tabiatı temsil ediyordu ve tekin değildi. Kutsanmış, takdis edilmiş şehrin sınırları içine sokulmamalı yahut mecburen sokuluyorlarsa ortalıkta fazla görünmemeliydiler.
Yazara göre cadıların avlanması ve yakılarak “temizlenmesi”, “ön planda kadın, onun arkasında köylü kadın, daha da geride kırsal dünyanın bütünü”nün merkezi iktidarın disiplini altına alınması planının bir parçasıydı.
Cadı avları, sadece büyücülüğe, batıl inançlara karşı açılmış bir aydınlanma savaşından ibaret değildi. Gerçekte iktidarı temsil eden şehirlere zaman zaman tehdit oluşturmuş olan kırsal bölgelerin denetim altına alınması stratejisinin bir parçasıydı. Cadıların meydanlarda yakılması ise seyreden köylülerin iktidarın gücünü görmesi ve itaate zorlanmasını temin etmek amacına matuf bir uysallaştırma politikasıydı.
Şimdi Muchembled’nin kitabını okuyan ‘muhafazakarlar’ beni yine yanlış anlayacak ve Avrupa’nın kanlı tarihini eminim “Onlar bizden daha hunhardı” mantığı içinde okumaya başlayacaklardır.
Bir yanılgıdan diğerine savrulmak ne zamana kadar kaderimiz olacak acaba?
.
İslam şehrinin insani yüzü
İslam şehrinin insani yüzü
Weber’in Batı şehri kavramlaştırması, oryantalist tarih yazımının etkisinde kalmıştır ve Batı’nın Doğu’ya yönelik önyargılarının derin izlerini taşımaktadır. Buna göre Batı şehri, bir şehirden beklenebilecek özerkliğe sahip yegane örnektir. Doğu ve İslam şehirleri ise gelişmenin alt basamaklarında kalmıştır ve onların kendi içlerinden dönüştürülmeleri beklenemeyeceğine göre Batılı medeniyet taşıyıcılarınca yeniden harekete geçirilmelidir. Oysa Weber, bizzat kendi metodolojisini İslam toplumları söz konusu olduğunda izlememiş, sosyolojide devrim niteliğindeki Verstehende (anlama) metodunu, İslam şehirlerinin aktörlerinden nedense esirgemiştir. Bu da şehir sosyolojisinin geleceği üzerinde neredeyse bir asır sürecek olumsuz bir etki bırakmıştır.
Oysa Oleg Grabar’ın belirttiği gibi İslam şehirleri, insan yüzlü şehirlerdir. Orada Batı şehirlerindeki kurumsal ilişkilerin soğuk yüzüne rastlamazsınız. Bu yüzden de şehrin fiziki görünümü, kurum ve kuralların belirlediği doğrultuda, önceden belirlenmiş katı bir planlama yerine, insanın ihtiyaç ve inancının yumuşak yansıması şeklinde belirmiştir. Cerasi’nin düşünülmüş ve sessiz biçimler dediği türden bir ilişkinin diyalektik boyutu, tarihin en özgün sentezlerinden birisini vücuda getirmiş bulunan Osmanlı şehrinde açık bir şekilde tezahür etmiştir. Böylece Grabar, onun gevşek ve esnek dokusuna işaret etmektedir vukufla. Grabar’a göre Batı şehrinde gördüğümüz zirai alan ile şehrin içi (şehir-kır) arasındaki keskin ayrım İslam şehrinde söz konusu değildir. Ticaret ve zanaata dayalıdır; ama asıl geçim kaynağı yine de ziraattır.
İslam şehirlerinin kurumsal çehresindeki bu gevşeklik ve esneklik sayesindedir ki, Haçlı seferleri yahut Moğol istilası gibi geçtiği yerleri yakıp yıkan ve silip süpüren büyük felaketlerden sonra -devlet ortadan kalksa dahi- şehirler kendilerini restore edebilmiş ve çok geçmeden eski hayatiyetine tekrar kavuşabilmiştir.
Weber’in problem edindiği nokta, İslam şehrinin Antik ve Orta Çağ şehirlerinin sosyal ve kurumsal yapısına sahip olmayışıydı. Aksine, tam da bu özelliği sayesinde İslam şehri, bu şehirlerin başına arız olan doku katılaşmasından boğulmak gibi bir akıbete uğramaktan kurtulmuştur. Katı kurallarla çerçevelenmiş şehirler, zamanla donup katılaşmakta ve içinde yaşayanlara boğucu bir atmosfer yaratmaktadır. Oysa Latinlerin de dediği gibi şehrin havası özgür kılmalıdır insanı. İşte İslam şehrinin insani yüzü bu özgürlük noktasında ortaya çıkmaktadır.
İslam şehri, kurumlar ile fertlerin ilişkisine değil, fertlerle fertlerin ilişkisine dayanır. Onun tanımı, 10. yüzyılın büyük edibi Cahız’ın da belirttiği gibi bir ahlaki ve manevi terimlerle yapılmalıdır. İslam şehrinin bu insani çehresi, fiziki özelliklerine de yansımış durumdadır. Çok sayıda yeni ev ve abide, harab olduktan sonra aynı amaçlara sahip yenilerine yerini bırakır, pazar yerleri muntazaman yenilenir, büyük mezarlıklar ile insanların geçmişle irtibatı korunurken, unutulmuş insanların mezarları sürekli olarak boşaltılır ve yeni ölülere ev sahipliği yapar (Batı’da olduğu gibi mezarlıklar sabit ev sahiplerinin mülkü değildir).
İslam şehrinde kurumsal ilişkilerin olmayışı bu açıdan büyük bir rahatlık sunar ve şehirlerin çözümlenmesi gereken sorunlarına her devrin farklı bir alternatif bulmasını mümkün hale getirir. Müslümanların bu esnek sorun çözme metodolojisi ve ümmetin geri kalanıyla bağlarının sürmesi sayesinde başları derde girdiğinde, mesela Endülüslülerin Fas’a, Faslıların İran’a rahatlıkla gitmelerini ve nüfuslarının yarısından fazlasının Osmanlı egemenliğindeki şehirlerde hayatlarını sürdürmelerini mümkün kılmıştır. İslam şehrine ve onun sakinlerine bu esnekliği kazandıran ise doğrudan doğruya İslam’ın kendisidir. İslam, bütün problemlerinin içinde çözülebileceği soyut formlar getirmiş, bu formlar her kültür ve coğrafyada yeniden üretilmiş, böylece ortak bir çözümleme pratiği Endülüs’ten Kırım’a kadar kendisini yüzyıllarca ayakta tutabilmiştir.
Özetle, İslam şehirleri kurumlardan çok insanı esas almış şehirlerdir. Katı kurallardan çok insanın zaman ve coğrafyaya göre şekillenen ihtiyaçlarına göre çözümler üreten bir anlayışın eseridir. Esnektir, bu yüzden de belli bir dönemde donup katılaşmaz, sürekli yenilenebilir. Yabancılara kapalı değildir. Kısaca açık şehirler veya çağımızın ünlü mimarlarından Frank Lloyd Wright’ın deyişiyle “organik” veya “canlı” (living) şehirlerdir.
.
Osmanlı’ya dair yayınlar
Osmanlı’ya dair yayınlar
Size tanıtmak istediğim kitaplar masamın üzerinde önce küçük bir tepe, ardından da dağa dönüşmek yolunda büyük bir gayret içinde. Zaman zaman bilgisayarımın hudutlarını zorluyor, yavaş yavaş üstüne tırmanmaya başlıyorlar. Raflara yerleştirmeye de gönlüm elvermiyor açıkçası; çünkü sağolsunlar yayınevleri, yazarlar yeni çıkan kitaplarını gönderiyorlar, benim de elim boş durmuyor tabii ki, sürekli eski yeni kitap alıyorum. Bu durumda arada bir yapılacak tanıtım yeterli olmuyor. En iyisi, dedim kendi kendime ayda bir günü sadece kitap tanıtımına tahsis edeyim. O zaman hem kitapları gönlümce tanıtırım, hem de diğer günler köşemin üzerindeki kitap baskısını biraz hafifletmiş olurum. Bu hafta başlayalım ve Osmanlı ile başlayalım. Uğurdur!
Hicaz Demiryolu
Albaraka Türk, Osmanlı Devleti’nin 700. kuruluş yıl dönümü anısına önemli bir kitap yayımladı: Hicaz Demiryolu. II. Abdülhamid tarafından tamamen yerli sermaye ve yardımlarla gerçekleştirilen bu projenin yürüyeceğine o zamanlar aramızın çok iyi olduğu Almanya’nın İstanbul Büyükelçisi Marshall von Bieberstein bile inanmamış, bu düşüncesini memleketinin Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği bir raporla bildirmişti. İngiliz araştırmacı R. Tourrett ise Hicaz Demiryolu’nun “dünyada belki de borçsuz, faiz ödemesi olmayan ve tamamlandığında kara geçmiş tek demiryolu” olduğunu söylemişti. İngilizce ve Türkçe metin, kitabın cüz’i bir kısmını teşkil ediyor. Eserin asıl çarpıcılığı ise görsel zenginliğinde. İnşa çalışmalarından açılışına demiryolunun güzergahındaki yerleşimler, nefis fotoğraflar ve orijinal eski fotoğraflarla birlikte sunuluyor. İstanbul’u Mekke’ye bağlayan bu demiryolunun Yemen’e kadar götürülmesi projelendirilmiş; ancak tamamlanamamıştır. Bu, devrine göre -bugün bile öyle ya- olağanüstü projeyi gerçekleştirenlere hayranlığımızı artıran Hicaz Demiryolu kitabının kendisi de ayrı bir hayranlık objesi aslında. Bu değerli eseri edinmek isteyenler (0212) 292 27 12 No’lu telefona başvurabilirler.
Osmanlının “Sol Kol”u
Kitaplarından bu sütunlarda sık sık söz ettiğim Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Osmanlı yılında birbiri ardına önemli kitaplar çıkarmaya devam ediyor. Yurt dışında daha çok tanınan Elizabeth Zachariadou’nun editörlüğünde çıkan Sol Kol: Osmanlı Döneminde Via Egnatia (1389-1699) adlı kitap da bunlardan birisi. Via Egnatia, Roma İmparatorluğu’nun Adriyatik kıyılarını İstanbul ve Çanakkale boğazlarına bağlamak amacıyla inşa ettirdiği yol şebekesinin adı. Haberleşme dışında askeri ve ticari amaçlı bir yol olarak uzun yüzyıllar kullanılan bu yol, Bizans’ın son döneminde çeşitli derebeylerinin eline geçmiş ve güvenlik sağlanamaz olmuş, dolayısıyla körelmişti. Halbuki Anadolu’yu Balkanlar’a ve Adriyatik’e bağlayan en hayati damarlardan birisi bu yol üzerinde atıyordu. Nitekim Osmanlılar daha I. Murad zamanında, 1380’lerde Adriyatik’e kadar çıkarak bu yolu ele geçirmişler ve gelecekte kuracakları imparatorluğun Avrupa, yani Sol Kol’unu diriltmişlerdi. Hem de ne diriltme! Yol boyunca peş peşe yaptırılan menzilhaneler, hanlar, tekke ve zaviyeler, Göriçe gibi kasabalar, vakıflar, imaretler ile şenlendirilen bu yol, önemini 17. yüzyılın sonlarına kadar korumuştur. Birkaç hafta önce Osmanlı fetihlerinin “mantık”ından söz etmiştim yine bu köşede ve Anadolu’daki Tebriz-Bursa kervan yolunun Osmanlılarca nasıl bilinçli bir strateji ile ele geçirildiğini ve buradan Bursa’nın doğduğunu açıklamıştım. Via Egnatia, yani Sol Kol da Selanik gibi şehirlerin serpilip gelişmesine katkıda bulunmuştur. Kitapta İlber Ortaylı ve Feridun Emecen gibi yerli tarihçiler yanında 15 civarında yurt dışındaki Osmanlı araştırmacısının katkıları yer alıyor. Osmanlı’nın karanlıkta kalmış bir yüzünü daha aydınlatıyor Sol Kol’daki yazılar.
Türkiye İran olmayacak!
Çok isteyip de tanıtma fırsatını yakalayamadığım kitaplardan birisi de Taha Akyol’un Osmanlı’da ve İran’da Mezhep ve Devlet’iydi. Aslında meslekten tarihçi olmamasına rağmen tarihin karmaşık dokusu içinden ilginç bağlantılar yakalayan Akyol, Osmanlı’da dini örgütlenmenin, yani ulema sınıfının devlete bağımlı kılınmasının, İran’da ise devletten bağımsız kalabilmesinin iki kültür ve toplumun, giderek devletin din karşısındaki konumlarını derinlemesine belirlediğini ve Osmanlı’da devletin, İran’da ise Şii mezhebinin değişmez eksenler olarak bugüne kadar geldiğini ilginç örnekler ve analizlerle ortaya koymayı başarıyor. Kitabı bitirdikten sonra bugünlerde sokakları çınlatan “Türkiye İran olmayacak!” sloganlarını atanların aslında, teokratik din devleti zannettikleri Osmanlı’nın İran’a karşı yürütmüş olduğu politikanın izinden nasıl da tıpış tıpış yürüdükleri gözümün önüne geldi ve tarihin, tarihten koptuğunu zanneden bir topluma nasıl da istihza ile güldüğünü ürpererek hissettim. Kitap, Milliyet Yayınları’ndan çıktı.
Değişik bir Osmanlı özel sayısı
Osmanlı’dan bahsedip de dergilerin çıkarma yarışına girdikleri özel sayılara değinmemek olmaz. Bu dergilerden birisi, Düşünen Siyaset. Ağustos-eylül sayılarını, birleştirerek, “Osmanlı ve İdeolojisi” başlığıyla çıkaran Düşünen Siyaset’in elimizdeki sayısı, Çetin Altan ve Ahmet Akgündüz’le yapılan polemik konuşmalarla açılıyor. Bu iki konuşma, bir yanıyla Osmanlıya yönelik iki kökten farklı tavrı bir arada görmemizi de sağlıyor. Dergide yer alan Turhan Ilgaz’ın yazısı ise gerçekten tadından yenmiyor! Mesela sayın yazar, şu müthiş kehanette bulunma hakkını görebiliyor kendisinde: “Osmanlı Devleti, daha kurulduğu günden başlayarak, yıkılmaya mahkumdu.” Gerçekten tebrikler, zira bunu hiçbirimiz düşünememiştik! Doğru, Osmanlı doğduğu günden başlayarak ölmeye mahkumdu. İyi de bir bebek de doğduğu günden başlayarak ölmeye mahkumdur ve bunu söylemek için hiç de tonlarca kitap tozu yutmaya gerek yoktur! Dergide dikkatimi çeken çalışmalardan birisi de Christopher K. Neumann’ın Ahmed Cevdet Paşa’yla ilgili yazısıydı. Bu köşenin yazarının da “Osmanlı gerilemesi masalından uyanmak!” başlıklı bir yazısıyla katıldığı dergi, bu haliyle gerçekten de “değişik” bir sayı olmuş. Edinmek isteyenler (0312) 418 72 51 No’lu telefona başvurabilirler.
.
Gençlik ve ideoloji
Gençlik ve ideoloji
İdeologları ağır bir dille suçlamıştı Napolyon. Onlar, kendisinin birleştirmek istediği toplumu bölüyorladı çünkü.
Napolyon sadece Fransa’daki ideolojilere değil, Avrupa’daki bütün ideolojilere karşıydı. Zira o, Avrupa’yı da birleştirmek istiyordu. (Bugünkü Avrupa Birliği’nin de fikir babası Napolyon’dur zaten.)
Pragmatikti, hedefi de imparatorluğunu yeni bir Roma haline getirmekti. Karşısındaki bütün direnişleri kırabilmek için mesela Kahire’yi ele geçirdiğinde besmele ile başlayan ve Peygamber Efendimiz (sas)’i öven bir bildiri dağıttırmıştı. Amacı, halkı çeşitli şekillerde sevk edebilecek mekanizmaları kırmak ve yerine kendisininkini ikame etmekti.
Napolyon’dan beri ideolojiler, yöneticilerin en fazla korktukları tehlikeli mayınlar oldu. Gerçekten de tehlikeli birer mayındı onlar.
Din kadar insanları bağlayıcıydı; ancak görüntüsü “bilimsel”di. Çağın ulaştığı bilimsel sonuçları sömürüyordu onlar gerçekte. Birer parazit gibi bilimlerin üzerine abanmış, onların kanını emerek semiriyorlar; ancak iş bilimsel metodunu tartışmaya geldi mi, karşısındakinin boynuna “tarihin güçlerine karşı gelen” bir gerici yaftasını tereddütsüz asıyorlardı.
Bir yandan dinin mensuplarına verdiği heyecanı, coşkuyu yalancı bir dolma kadar başarıyla meftunlarına zerk ediyor, onları önce duygularından yakalıyordu. Öbür yandan da bilimlere geçirmiş pençesini, ondan işine gelen parçaları koparıp kendi vücuduna dönüştürüyordu.
Modern dünyada dinin bıraktığı boşluğu, bu özellikleriyle ideolojiler istila etti. İdeolojileri tam olarak tespit etmek, avucuna alıp yakalamak bu yüzden her babayiğidin harcı değil. Devekuşu misali, kendilerini incelemek isteyen sosyal bilimcilere sürekli farklı bir yüzünü gösterip diğerlerini gizleyerek çıkartmadığı zorluk kalmadı bugüne kadar. İşte bu yüzden ideolojiler hala ayakta.
Bir zamanlar “ideolojilerin sonu”ndan söz edilmişti. Daniel Bell’e göre, artık ideolojilere gerek kalmamıştı postmodern dünyada. Ama var, hala var onlar… Hem de her zaman, yanıbaşımızda… Ne kendisini tartışmaya açıyor, ne de başkasıyla tartışmaya giriyor. Onun her dediği doğru çünkü. Niye tartışsın ki!
Din’in kendisi de tartışılmaz. Ancak din, tartışılmasını istemediği noktalarda bir “din” olarak kaldığının bilincindedir ve bunu saklamaz.
Ama ideoloji, hem tartışılmamak, hem de “bilimsel” kalmak istiyor. Hem dokunulmamak, tabu olarak kalmak, hem de en son bilimsel gelişmelerle uyumlu olduğunu, onlar tarafından doğrulandığını “ispatlamak” istiyor. Hep haklı çıkmak istiyor açıkçası.
Fakat hep haklı çıkmak tutkusu, bilimsel midir? diye sorduğunuzda, bu defa tekneyi sallamakla itham edileceksinizdir. Başka çaresi yoktur çünkü ideoloğun. Ünlü bilim felsefecisi Karl Popper, Darwinizmin de, Marksizmin de, Freudculuğun da aynı hastalığa yakalanmış olduğunu düşünüyordu. Onlar ve benzerleri, hep haklı çıkmak istiyorlardı çünkü.
Oysa sonuçlar önceden verilmez bilimde. Deney, gözlem, araştırma, tahlil gibi yorucu işlemler sonucunda ne çıkarsa bahtınıza! Sonuç, önceden belli olduğunda, önceden bilindiğinde, bu düpedüz şikeli bir maçtır ve bilim tarafından kabul edilemez. Bir varsayımla araştırmaya başlar, ulaştığınız verilerle bir hipotez kurar, sonra bu hipotezi sınarsınız. Sınama sonucunda yanlış da çıkabilir varsayımınız, doğru da.
Ama ideolojiler, bilimlerin hep sonuçlarıyla ilgilenirler ve sonuçların önceden bilinebileceğini ileri sürerler.
Stalin dönemindeki Lyssenko hadisesi bunlardan biridir. Nazi Almanya’sındaki Philip Lenard’ın bir Deutsche Physik, bir Alman Fiziği geliştirme teşebbüsleri de sonucu önceden belli sözde bilimsel çalışmalardı. Aslında onları yönlendiren, tartışılmaz olarak kabul ettikleri ideolojilerdi. Ama her ikisi de, tarihin ayıp sayfalarına gömüldüler. Bugün Lyssenko da, Lenard da, uzmanlar dışında esamisi okunmayan “bilimciler” olarak hatırlanıyorlar.
Lyssenko da, Lenard da ideolojilerin gaflet mezarlıklarına gömüldüler; ama yenileri sürekli üremeye devam ediyor. Onlar hiç eksik olmadılar ki! Ellerinden gelse bütün din ve bilim tarihini, ideolojileri doğrultusunda yeniden yazabilecek kadar dogmatikler! Yazmaya çabalıyorlar da zaten.
Dimdik ayakta, ideolojilerinin arkasındalar! Özellikle de gençler. Siyaset Meydanı’ndaki dogmatizmleri gerçekten görülmeye değerdi!
.
Demirel, “farklılaşmış vatandaşlık” mı istiyor?
Demirel, “farklılaşmış vatandaşlık” mı istiyor?
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, biliyorsunuz bir süredir “anayasal vatandaşlık” kavramını tartışmaya açtı. Sık sık anayasal vatandaşlığın, Türkiye’nin tıkanmış devlet-toplum ilişkilerine derman olacağını vurguluyor konuşmalarında. Aslında ilginç teorik açılımları da olan bu konuyu, nedense fazla tartışmaya değer görmedi aydınlarımız. Gerçekte Sayın Demirel’in bu kavramı tartışmaya açması, 1970’lerden itibaren dünya siyaset bilimi literatürüne ağırlığını koyan ve şimdilerde alabildiğine tartışılan bir konuyu geniş kitlelere yayma çabası olarak da okunabilir. Zira Aydınlanma dönemi ve Fransız İhtilali sırasında oluşturulmuş bulunan “evrensel vatandaşlık” kavramı, yani dünyadaki bütün devletlerin yurttaşlarının eşit haklarla donanması gerektiği fikri, farklı kimliklerin ezilmesini, yok sayılmasını da getiriyordu beraberinde. Vatandaşlık, milli devleti kuran ırk, etnik grup veya toplumsal kesimin ya da siyasi gücün, -hadi feministleri kırmamak için onu da ekleyelim- “erkek egemen” düzenin istekleri doğrultusunda oluşturuluyor ve diğer gruplar veya kesimlere de bu karşı konulmaz “evrensel” güce tabi olmaktan başka çare kalmıyordu. Bu da aynılığın, eşitliğin, bir ve beraber, bölünmez bir bütün olmanın, farksızlığın amentü gibi diğer gruplar veya kesimlere belletildiği bir eğitim sürecinde beyinlere zerkediliyor, böylece bir milleti oluşturan kesimler içindeki dini, cinsel, kültürel veya etnik farklar, reddediliyor, yalnız reddedilmekle de kalmıyor, bastırılıyordu.
Farklılıklar üzerine serilen bu “modern örtü”, artık çeşitli noktalarından deliniyor. Bir yandan feministler, “Bu milli devlet ve vatandaşlık, erkeklerin ihtiyaçları göz önünde bulundurularak hazırlanmıştır, kadınları temsil etmiyor” diye feryad ederken, öte yandan azınlık dini gruplar yalnız farklılıklarının tanınmasını talep etmekle yetinmiyor, ortak kimliğe kendi kimliklerinin renginin de yansımasını talep ediyorlar. Kanada’da olduğu gibi Quebecliler, kendilerini İngilizce konuşan nüfustan ayırmak ve kendi bağımsız eyaletlerinde resmi dil olarak Fransızcayı kullanmak istiyorlar (bunu başardılar nitekim).
Bu durumda, aydınlanmanın evrensel eşitlik ve farklılığı barındırmayan vatandaşlık kavramları delinmiş, hatta çoğu yerde lime lime olup işlemez hale gelmiştir. Bu aynılaştırılmış, tek tipleştirilmiş vatandaşlık, diğer grupların dışlanmasına, haklarının yendiği duygusuna kapılmalarına ve dolayısıyla vatandaşlığın asıl ifa etmesi gereken sosyal bütünleşmeyi gerçekleştirme projesinin akim kalmasına yol açmaktadır.
İşte evrensel vatandaşlığın bu tıkanmasına karşı geliştirilen çözümlerden birisi de, Sayın Demirel’in ortaya attığı “anayasal vatandaşlık”tır. Bu yeni vatandaşlık tanımında, bir zamanlar modernleşmeye geçerken belki de zaruri olarak “üzeri örtülmüş” olan kimliklerin kendilerini kendileri kalarak, ancak ortak ve paylaşılmış bir değerde mutabakata, yaygın deyimle konsensusa imza atarak yine milli devletin sınırları içerisinde yaşaması öngörülmektedir.
Anayasal vatandaşlık kavramına siyaset bilimcilerince getirilen eleştirilerden birisi, sosyal bütünleşmeyi ortadan kaldıracağı ve milli devlet kurulurken oluşturulmuş bulunan vatandaş-devlet ilişkisinde bir çözülme yaratacağı yönünde odaklanmaktadır. Anayasal vatandaşlık kavramı taraftarları, buna mukabil, asıl her grup veya kesimi ortak bir paydada buluşturamaz ve mutabık kalacakları bir metin etrafında bir araya getiremezsek, yani eskiden olduğu gibi kimliklerini bastırmaya devam edersek, asıl o zaman bir sosyal çözülme kaçınılmaz olacaktır, görüşünü savunuyorlar. Anayasal vatandaşlık iledir ki, milli devletin kuruluş sürecinde dışlanmış, gönülsüz olarak vatandaşlık kazanmış ve değerlerini içine gömmüş gruplar, ortak milli kimliğe daha da yaklaşacak ve devlete daha bir benimseyerek sahip çıkacaklardır.
Jürgen Habermas, Chantal Mouffe ve Will Kymlicka gibi birbirinden farklı ekollere mensup düşünürlerce yoğun olarak tartışılmaktadır bugün anayasal vatandaşlık. Bana öyle geliyor ki, Kymlicka’nın Kanada bağlamında sözünü ettiği “farklılaşmış vatandaşlık” ve Habermas’ın Avrupa vatandaşlığı için ön şart olarak koyduğu “anayasal vatanseverlik” kavramları da, anayasal vatandaşlığın farklı açılımlarıdır.
Öte yandan çağımızın en orijinal birkaç siyaset filozofundan birisi olan John Rawls’ın ortaya attığı “paylaşılmış adalet kavramı” da yine sözünü ettiğim tıkanmış devlet-vatandaş bağını yeniden formüle etme girişimlerinden birinin sonucudur. Rawis, eğer, demektedir, toplumun bireylerini, başka hiçbir bağ olmasa da, hepsinin paylaşabileceği bir adalet anlayışında birleştirebilirsek, yani adaleti, hukuku toplumun göğsünü gere gere sahip çıkabileceği bir norm haline getirebilirsek, o zaman bu “farklılaşmış” grupların üzerinde birleşeceği bir müşterek zemin bulmuş oluruz.
Görüldüğü gibi ilginç tartışmalar cereyan ediyor dünyada. Elin oğlu artık Avrupa vatandaşlığı diye milli kimliklerin de üzerinde şemsiye bir kimlik oluşturmanın yolunu yordamını ararken, bizim gençlerimiz -evet üstelik genç olacak bunlar!- Siyaset Meydanı’nda resmi söylemin dışında birkaç kelam etmek isteyenlerin üzerine yürüdüler Cumhuriyet’in 76. kuruluş yılında.
Dünyada duvarlar erirken bizde tersine, tahkim ediliyor!
21. yüzyıla kesimler arasındaki duvarların çılgınca muhkemleştirilmeye çalışıldığı bir ortamda girmek, benim umutlarımı kırdığı kadar Sayın Demirel’inkini de kırmış olmalı ki, anayasal vatandaşlık bağını bir formül olarak ortaya attı. Ben bu kavramın önemli olduğunu düşünüyor ve tartışılmasında büyük fayda görüyorum. Meraklısına not: “Farklılaşmış vatandaşlık” kavramı ve benzeri demokratik açılımlara ilişkin tartışmalar (Habermas’dan Rotry’ye kadar) derli toplu biçimde, ne yazık ki Türkiye’nin yurt dışına kaçırdığı beyinlerden Seyla Benhabib’in editörlüğünü yaptığı Democracy and Difference (Princeton, 1996) adlı ortak kitapta bulunabilir. Ayrıca Will Kymlicka’nın Çokkültürlü Yurttaşlık adıyla çevrilen kitabına da bakılabilir. Çeviren: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, 1998.
.
Apartmanın çöküşü
Apartmanın çöküşü
Depremler birbirine amansızca eklenirken, Türkiye derin bir değişimin sancıları içinde kıvranıyor. Sadece can kayıpları, yaralanan ve sakat kalanlar, sadece teknik, ekonomik, sınai zararlar değil depremlerin geride bıraktıkları. Gözden kaçırılmaması gereken toplumsal sonuçları da ortaya çıkıyor zamanla.
Artık ev satmak da, ev almak da, ev yaptırmak da eskisi kadar “basit” alış verişler olmaktan çıktı. Geçenlerde kulak misafiri oldum, “Eve bakmak için gelenler, yanlarında işten anlayan bir adamla geliyor, döşemeye, fayanslara, duvar boyalarına değil, bodrumdaki direklere bakıyorlar.” diyordu, bizim sokakta oturan bir kadın, komşularına.
17 Ağustos’ta gerçekten çok ağır bir bedel ödedi Türk halkı. Fakat bir başka hayrın başlangıcı oldu aynı zamanda bu tarih. Uyanan toplumsal bilinç, 12 Kasım depreminde gördüğümüz gibi uyuşmuş olan “ortak akıl”ı, yani devleti harekete geçirdi. Herkesin gördüğü gibi daha bilinçli, daha tedbirli ve daha çevikti devlet bu defa.
İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, 17 Ağustos’tan kısa bir süre önce İstanbul’daki kaçak yapıların yıkılması için talimat vermişti. Şimdi de, İstanbul’daki binaların tek tek elden geçirileceğini söylüyor. Anlaşılan, çürük binalar yıkılacak, tamir ve takviye ile idare edebilecekler ise işlemden geçirilecek.
İnanmak istiyorum; ama bana biraz ütopya gibi geliyor bu sözler. Keşke yapılabilse! Keşke buradan size yanıldığımı itiraf edebileceğim günler gelse! Keşke devlet bu kararlılığını topluma açıkça ilan etse ve İstanbullularla mutabık kalarak, onların da katılımını temin ederek şehri sağlamlaştırma ameliyesine girişse!
Tantan’ın sözünü ettiği girişim için bir defa İstanbul’a yeni yapı yapmak yasaklanmalıdır. İkinci olarak mevcut yapı stoku tespit edilmeli, bunların envanteri çıkartılmalı, projeleri incelenmeli, projelerinin doğru uygulanıp uygulanmadığı araştırılmalı ve zemin etütleri yapılarak binaların, üzerine yerleştikleri zemine uygun yapılıp yapılmadığı ortaya konulmalıdır. Ancak bu işlemlerden sonra binaların yıkılıp yıkılmayacağına karar verilebilir.
İyi ama bunlar zaten bir şekilde “kanuni” yapılar. Yani belediyelerde, tapu dairelerinde bunların kaydı kuydu zaten mevcut ve tespiti nispeten kolay. Peki tamamı kaçak olarak yapılmış Sultanbeyli gibi ilçelerin, daha adı bile konmamış sokakların, kapı numaraları dahi olmayan binlerce konutun tespiti nasıl yapılacak? Kaçak binaların yıkılması söz konusu olacaksa, İstanbul’daki binaların yaklaşık yarısının yıkılması gerektiğini Sayın Tantan bilmiyor olamaz herhalde!
Ben bütün itiraz ve şüphelerime rağmen Tantan’ı destekliyorum. Zira Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa bir bakan oy avcılığına, halk dalkavukluğuna yuvarlanmadan, nabza göre şerbet vermeden halka doğruyu söyledi. Sözünün arkasında durup duramayacağını zaman gösterecek; ama yine de bu sözlerle yepyeni bir sayfa açıldığını düşünüyorum siyaset dünyamızda.
Yeri gelmişken şunu vurgulamak istiyorum: 17 Ağustos ve devamındaki depremlerde yıkılan sadece binalar değildi. Aynı zamanda 1927’de başlayan apartman modeli de beyinlerde yıkıldı!
1927’de yeni Belediyeler Kanunu ile birlikte ahşap bina yapılması yasaklanmış, binalarda beton kullanılması şart koşulmuş, bu arada çimento sektörüne büyük miktarlarda teşvikler verilmiş, kolaylıklar getirilmişti. Önce İstanbul’da olmak üzere bu tarihte resmi apartmanlaşma dönemi başlamıştı. Fakat daha üzerinden 5 yıl bile geçmeden Falih Rıfkı Atay, “Durdurun bu apartmanlaşmayı!” diye feryada başlayacaktı.
İşte bu feryat, 17 Ağustos 1999’da gerçek muhataplarını buldu. 12 Kasım’daysa kulaklardan sosyal akla intikal etti. Dolayısıyla gerçekte 17 Ağustos 1999 depremi, 1927 modelinin çöküşünden başka bir şey değildi!
1927’de yürürlükten kaldırılan ahşap bina yapma geleneği de, ne gariptir ki, 1505 depreminden sonra başlatılmıştı resmi olarak. Yani 1505’te devreye giren ahşap bina yapılması geleneği 1927’de sona ermişti. 1927 apartmanlaşma modeli ise ancak 1999’a kadar dayanabilmiştir.
Kısacası 1999 Ağustos’undaki büyük deprem, 1927 modelinin ne kadar hatalı ve köhne bir model olduğunu gözümüze sokarcasına gösterdi. 1927 modeli, yangınlara dayanıklı bina yapmak kaygısından yola çıkmıştı. 1505 modeli ise depremlerde can kaybını en aza indirmek için bulunmuş bir çareydi. Sizin anlayacağınız, 5 yüzyıl sonra dönüp dolaşıp yine depreme tosladı şehirleşme modelimiz.
Avrupa’nın en fazla çimento tüketen ülkesinde birbirinin üzerine kibrit kutuları gibi devrilen binalar inşa ediliyorsa, bunun muhasebesi bir şekilde yapılmalıydı. 17 Ağustos ve 12 Kasım depremlerinin bu tehlikeli gidişi frenleyeceği yolundaki ilk ipuçlarının ortaya çıkmaya başladığını hep beraber görüyoruz.
.
Salkım Hanım’ın Taneleri ve Varlık Vergisi
Salkım Hanım’ın Taneleri ve Varlık Vergisi
Geçtiğimiz pazartesi akşamı mutadım hilafına bir filmin galasına katıldım. Antalya Film Festivali’nde ödüllerin çoğunu silip süpüren Salkım Hanım’ın Taneleri’ni merak ediyordum doğrusu. Ayrıca konusu itibariyle de beni cezbettiğini söylemeliyim. Film, 1940’ların ilk yarısında İstanbullu azınlıkların “çektiklerini” anlatıyor. 1942’de çıkarılan Varlık Vergisi Kanunu’nun azınlık mensuplarını, özellikle de Ermeni (ve dönme) vatandaşları nasıl perişan ettiği vurgulanıyor filmde.
Sinema eleştirmeni olmadığım için Salkım Hanım’ın Taneleri’nde Varlık Vergisi hakkında dikkatimi çeken bir iki noktayı işaret etmekle yetineceğim.
Filmde Varlık Vergisi’ni ödeyemeyen azınlıklar Aşkale’ye gidiyorlar ve çalışma kampındaki bir asker kendilerine “haklarını” bildiriyor: “Çalışmanız karşılığında devlet size günde 85 kuruş verecek, bunun 60 kuruşu yemeğe kesilecek, geriye kalan 25 kuruş, vergi borcunuzdan düşülecektir!” Oysa Mahmut Goloğlu’nun Milli Şef Dönemi (Ankara 1974) adlı eserinde, Aşkale sürgünlerine 2,5 lira yevmiye hesaplandığı, bunun yarısının harcamalara kesildiği, geriye kalanının ise vergi borcundan düşüldüğü belirtiliyor (s. 177). Zuhul eseri değilse eğer, filme esas teşkil eden romanın yazarı Yılmaz Karakoyunlu’nun rakamlarla oynadığı ortada. Sanatta “yalan”ın belli bir yeri var elbette. Ancak hem toplam hesaplanan parayı üçte birine düşürmek, hem de vergiye mahsup edilen miktarı yarı yarıyadan dörtte bire indirmek, Karakoyunlu gibi ‘iddialı’ bir tarihçiye yakışmadı doğrusu.
Varlık Vergisi, zamanın bürokratlarını da çok rahatsız etmiştir. Nitekim İstanbul Defterdarı Faik Ökte, sonradan “Varlık Vergisi� Cumhuriyet mali tarihinin yüz kızartıcı bir sayfasıdır” diyecektir. Yalnız mali tarihinin mi; siyasi tarihinin de yüz kızartıcı bir sayfasıdır bence. Ve Goloğlu’nun işaret ettiği gibi aynı yıllarda Almanya’da Nazilerin Yahudilere ve diğer azınlıklara uyguladığı baskı ve zulüm politikalarının bir uzantısıydı aslında bu kanun. Fakat filmde dikkat ettim, neredeyse Yahudiler hiç devrede yoktu. Oysa biliyoruz ki, Varlık Vergisi mağdurları arasında Yahudi tüccarlar daha fazla göze çarpıyordu (Goloğlu, s. 177).
Son bir nokta olarak şunu söylemeliyim ki, filmin senaryosu, bir tepki üzerine kurulmamalıydı. Malum, o yılların Türkçü söylemi, azınlık tüccarlarını haris, cimri, pinti, istifçi, fırsatçı, milletin kanını emen asalak tipler olarak tavsif etmiştir. Türk tüccarlar ise dürüst ve hakkı yenmiş “temiz” Anadolu sermayesini temsil ediyordu onların gözünde. Salkım Hanım’ın Taneleri ise bunun tam tersini ortaya koyuyor. Gözü paradan ve itibardan başka bir şeyi görmeyen uyanık, “aç”, hatta katil Niğdeli tüccar ve onun karşısında melaike gibi bir Ermeni manifaturacı. Devrin Türkçü eserlerindeki denklemi tersine çevirmekle yetinmiş olduğu görülüyor senaryonun. Ne garip: Yine bir uçtan öbürüne fırlatılıyoruz. Arada olmak, trajik bir konumda kalmak sanki haram bize! Ya siyah, ya beyaz! Başka renk bilmediğimiz için ortaya çıkan hikaye, Şerif Mardin’in de dediği gibi bir “melodram”dan öteye gidemiyor maalesef.
Yine de, yakın tarihimizin kara ve karanlık bir sayfasını gündeme getirdiği ve İnönü dönemini eleştirme cesaretini gösterebildiği için Salkım Hanım’ın Taneleri’nin önemli bir iş başardığı kanaatindeyim.
Beethoven’ın büstü
Söz azınlıklardan açılmışken 6-7 Eylül olaylarını hatırlamamak olmazdı. Mehmet Barlas’ın geçen yıl bir toplantıda anlattığına göre, azınlık dükkanlarına ve evlerine yönelik bu yağma ve kundaklamalar sırasında, yine azınlık vatandaşa ait bir dükkana garip bir şekilde hiç kimsenin dokunmadığı dikkat çekmiş. Dükkanın önüne gelenler vitrinine bakıp bir uyarı almışçasına onu atlayarak hemen yandaki dükkana geçiyorlarmış. Olaylar bitip de dükkanın sapasağlam yerinde durduğunu görenler merakla yaklaşmışlar vitrinine ve işin sırrını o zaman anlamışlar. Dükkanın vitrininde bir Beethoven büstü duruyormuş! Gece karanlığında bu büstü Atatürk büstü zanneden eylemciler, kılına bile dokunamamışlar dükkanın! Yüzlerce yıllık bir arada yaşamışlığın koruyamadığını bir büstün korumasına ağlamalı mıyız, yoksa gülmeli mi? Siz karar verin!
Kadınların temsili ve “farklılaşmış vatandaşlık”
18 Nisan 1999 seçimlerinin arefesinde feministler ve KA.DERcilerle girdiğimiz polemiklerde kadınların Meclis’te temsili konusunu tartışmış ve kadınlara seçimlerde özel bir kota ve ayrıcalık talep etmenin uygun olup olmayacağını müzakere etmiştik. Birçok erkek yandaştan da destek bulan bu çevre, kadınların Meclis’te yeterince (veya nüfusları oranında) temsil edilmedikleri için seçimlerde Meclis’e girmelerinde bazı ayrıcalıkları tanımanın ve seçilmelerini kolaylaştırmanın mevcut eşitsiz durumu bir ölçüde telafi edeceğini iddia ediyordu. Ben de buna, kadınların Meclis’te daha fazla sandalyeye sahip olmalarının “kadınlar”ın temsili anlamına gelmeyeceğini, çünkü “kadınlar” diye bir siyasal birim bulunmadığını, Meclis’e girecek kadınların her zaman belli bir çevrenin veya görüşün temsilcileri olacaklarını söyleyerek cevap vermiştim. Ayrıca bu tutumun, Amerika başta olmak üzere dünyanın bazı ülkelerinde tartışılan olumlu ayrımcılığa (affirmative action) dayandığı ve savundukları şeyin, amaçlamadıkları halde kendi genel yaklaşımları açısından tehlikeli ve ters noktalara uzanabileceği uyarısında bulunmuştum.
Aslında feministlerin bu tartışmada gelip gelip tosladıkları nokta, “Evrensel vatandaşlık mı, özel veya farklılaşmış vatandaşlık mı?” açmazıydı. Bana göre hem eşit vatandaşlığı, hem de geçen hafta sözünü ettiğimiz farklılaşmış vatandaşlığı (differantiated citizenship) aynı anda savunmak ve eşit vatandaşlığın arkasında duruyor gibi gözükerek kendi grubuna sıra gelince farklı bir muamele beklemek, tam anlamıyla bir çifte standarttır. Eğer onlar farklılaşmış vatandaşlığı savunuyor ve özel, ayrıcalıklı bir şekilde temsil edilmesini istiyorlarsa kadınların, bu, düpedüz Atatürk’ün tesis etmek için o kadar mücadele verdiği eşit ve bölünmez bir bütün şeklindeki vatandaşlık kavramının köküne kibrit suyu dökmek anlamına gelir ki, gördüğüm kadarıyla feministlerin hemen hiçbiri attıkları adımın buralara varacağını hesaplayarak hareket etmiyor. Kısacası, aynı anda hem Merve Kavakçı’nın Meclis’e girmesine gösterdikleri tepkide ortaya çıktığı gibi farklılığa izin vermeyen katı tekçi yaklaşımı, hem de bir cinsi diğeri karşısında kollamayı sonuç verecek çoğulcu bir muameleyi savunmak, açıkça bir çelişkidir.
Demirel’in açtığı tartışma dolayısıyla yalnız feministlere değil, tartışmaya katılması muhtemel çevrelere de aynı şeyi söylüyorum: Ya evrensel, farklılıklara kapalı vatandaşlığı savunun ya da özel, farklılaşmış vatandaşlığı. Çünkü birincisi modern iken, ikincisi postmoderndir!
.
Deprem nasıl tartışılır?
Deprem nasıl tartışılır?
Dramatik yüzünü hemen her gün ekranlardan izlediğimiz 17 Ağustos depremi üzerine yazılıp çizilenler arasında bir nokta vardı ki, nedense çok cılız bir ilgi uyandırdı aydınlarımız arasında. İtirazlar kadar, cevaplar da yeterince olgun ve seviyeli bir görüntü arz etmedi.
Tıkanmış, sığlaşmış kültür ortamımızın bir resmiydi bana kalırsa, gazete köşelerindeki kötülük (teodise) tartışmalarından tüten.
Oysa bir Lizbon depremi vardır ki, 18. yüzyılın ikinci yarısını, hatta 19. yüzyılı etkilemiştir doğurduğu tartışmalar. Bir bakıma Avrupa’da din felsefesi alanındaki tartışmaların gidişatını etkilemiş, Allah’a inanan ve inanmayan grupların saflarını belirlemelerine yardımcı olmuştur bu deprem.
1755 Lizbon depremi, Aydınlanma Çağı’na rastlar. Kötümser Voltaire, bu depremin, içinde yaşadığımız dünyanın “mümkün dünyaların en iyisi” olduğu yolundaki Leibniz’den destek bulan görüşü çürüttüğünü ileri sürer. Çünkü ona göre bu dünya iyi olsaydı, binlerce (bazı rakamlara göre ölü sayısı 70 bindir) masum insan, altı dakika süren depremde yeryüzünden silinmezdi.
Üstelik Lizbonluların boğazlarına kadar günaha battıkları da söylenemezdi. Deprem öncesi dönem, Portekiz tarihinde dindarlığın en fazla arttığı yıllara tekabül etmekteydi. Kaldı ki, Voltaire’e göre, Lizbon, çılgınlar gibi dans edilen Londra ve Paris’ten daha mı çok günahkardı ki bu felaketi yaşadı? Lizbon yıkıntılar içinde can çekişirken Londra ve Paris zevk içinde yüzmekteydi. Kötülüğün yeryüzünde kol gezdiğini bu deprem bir kere daha ispat etmiştir. Bu dünya, sonuç olarak, kötüdür Voltaire’in gözünde.
Aydınlanma Çağı’nın “yaramaz çocuğu” Rousseau ise tam tersine alabildiğine iyimserdir. O, bütün kalbiyle Tanrı’nın iyiliğine inanmak gerektiğini haykırmakta, çekilen acılar ve şahit olunan kötülüklere, fıtraten iyi olan insanın fıtratından uzaklaştırılmasının, bozulmasının yol açtığını söylemektedir.
İlginçtir Rousseau, sanki bugünü anlatıyormuş gibi, Lizbon’daki altı yedi katlı apartmanları yapan insanları suçlar. Bu yüksek binaları yapmak, gerçekte tabiata ve Tanrı’nın koyduğu kurallara aykırı davranmayı seçmek demektir. “Eğer” der Rousseau, “Bu büyük şehrin sakinleri daha eşit biçimde dağıtılmış ve daha rahat [yatay bir şekilde – M.A.] yerleştirilmiş olsalardı, hasar çok daha az, belki de hiç olmayacaktı.”
Rousseau, kötülüklerin Tanrı’dan ve onun yaratığı olan tabiattan gelmediğini, insanın kendi kendisine kötülük yaptığını savunur. İnsan, eğer yaratılışında mevcut olan “iyilik”e döner ve orada mündemiç bulunan iyi özelliklerini yeniden keşfedip ortaya çıkarabilir ve bu iyiliğin emrettiği şekilde yaşamayı seçerse, halen kötülük gibi görünen şeyler, bir daha başına gelmeyecektir. Ona göre başımıza ne gelmişse, fıtratımızdan uzaklaşmamızdan gelmiştir.
Voltaire’in kötümserliğine karşı Rousseau’nun iyimserliği çarpışmıştır Lizbon depremi sonrasında Avrupa semalarında.
Yalnız ikisi mi, devrin pek çok Avrupalı aydını, Lizbon depremi sonrasında kaleme sarılmış, enine boyuna edebiyatını yapmışlardır depremin.
Mesela o sırada 6 yaşında olan Goethe, çok sonraları, depremin ruhunda ve zihninde açtığı gedikleri hangi gayretlerle kapatmaya çalıştığını anlatacaktır.
John Wesley, depremlerin nedenini, o sırada kıyasıya işletilen engizisyon zulümlerine bağlar. Engizisyondaki işkencelere Tanrı’nın verdiği bir cezadır deprem ona göre.
Sonuç olarak Lizbon depremi, kötülük probleminin en yoğun biçimde tartışıldığı ve Aydınlanma Çağı düşünürlerinin görüşlerini sınadığı bir laboratuvar hüviyetini kazanmıştır. Kötülüğün kaynağı üzerinde ciddi tartışmalar cereyan etmiş, ateizm, hatta Voltaire türü deizm, bu deprem sonrasındadır ki, toplumsal planda meşruiyet ve yaygınlık kazanmıştır.
Lizbon depremi, yalnızca yeri yarıp içine binaları ve insanları doldurmakla kalmamış, çağın düşünürlerini de ikiye ayırmış ve Batı düşüncesi tarihinde bugün hala izlerini seçebildiğimiz derin bir fay hattının oluşumuna kapı aralamıştır.
Asıl sarsıcı olan ne biliyor musunuz? Konformizme, rahatlığa boğazına kadar batmış bir ortamda, depremin suçunu kimimizin müteahhitlere, kimimizin ise devlete yüklemesi. Kimsenin kendisini suçlamak istemediği; ama gelin görün ki, herkesin bir suçlu bulayım da rahatlayayım mantığıyla hareket ettiği bir kültürde derinleşme sağlanabilir mi? Derinleşme için bir çelişki lazım, çelişkiyi kabul eden, ondan rahatsız olan ve onu aşmak için çaba gösteren insanlar lazım. Kendisine tövbe toz kondurmayan insanlar nasıl tartışabilirler ki mevcut konumlarını?
.
Kültür Bakanlığı’nın “ayıp” kitabı
Kültür Bakanlığı’nın “ayıp” kitabı
Rahmetli Ahmet Taner Kışlalı’nın bakanlığı zamanında “bile” Kültür Bakanlığı tarafından sansürlenerek yayımlanabilen Romalı şair Catullus’un seçme şiirleri, içinde bulunduğumuz yıl yeniden, genişletilerek ve sansür edilmeden (!) aynı bakanlık tarafından piyasaya sürüldü.
Bir ülkede Kültür Bakanlığı yayıncılık alanında ne iş yapar? Milli kültürünü tanıtan kitaplar yayımlamak kadar dışarıdan çevrilecek yayınları seçer, denetler ve genel okuyucuya güvenle edineceği kitaplar sunar, değil mi?
Ne gezer efendim, ne gezer? Bizde Kültür Bakanlığı’nın bir kanadı, Batı’dan ne kadar muzahrafat varsa aktarmaya memur bir müstemleke zihniyetiyle yayın yapıyor maalesef. Evet, Osmanlı tarihiyle, kültür ve edebiyatımızla ilgili faydalı kitaplar da neşretmiyor değil; ama araya öyle kitaplar sıkıştırıyor ki, evlere şenlik.
Catullus’un şiirleri de bu “araya sıkışan” kitaplardan biri. Doğrusu bu kitabın bu haliyle bizim ödediğimiz vergilerle çıkarıldığına inanmak istemiyorum.
Şimdi bazıları diyecek ki, efendim sen de mi sansürcü oldun? Hayır efendim, bu konunun sansürle bir alakası yok. Öyleyse neden bu tehevvürüm? Şundan:
Güngör Varınlıoğlu tarafından Latince’den dilimize çevrilen Şiirler’in büyük bir kısmı, açıkça pornografik. Evet düpedüz pornografik şiirler bunlar. Hem de öyle böyle değil, erkek erkeğe cinsel ilişkileri adlı adınca dile getiren şiirler var içlerinde. Özellikle de 16, 21, 23 ve 25 numaralı şiirler.
Maaselef örnek veremiyorum, sevgili okuyucularım. Belki de ilk defa bir kitabı almamanızı öğütleyeceğim buradan.
Ancak bir çift sözüm var Sayın Bakan İstemihan Talay’a. Kendisine, özellikle Osmanlı yılında gösterdiği bazı çabalarından dolayı teşekkür ediyoruz, lakin bu kitabı, bir an önce, behemahal, rezalet iyice ayyuka çıkmadan toplatmalıdır.
Bu bir sansür değil, dediğim gibi. Mütercim de zaten bir seçme yapmış Catullus’un şiirlerinden. Yani bir bakıma kendisi bir nevi (artık ölçüsü neyse) “sansür” uygulamış. Üstelik basılan kitapta bazı yerlerin nokta nokta geçilmesinden de belli ki, istemediği, uygun görmediği yerleri çıkarmış şiirlerden. Bazı şiirleri ve şiirlerin bazı kısımlarını kitaba almadığına göre, şiir değeri olmayan, sadece eşcinsellik arzularını dile getiren bu şiirleri de pekala almayabilirdi kitaba.
Ahmet Taner Kışlalı’nın yayınlamaya cesaret edemediği ve sansürlettiği şiirleri, İstemihan Talay’ın, üstelik de bir deprem felaketinin yaşandığı şu hassas günlerde milletin parasıyla bastırması, en hafif deyimle gerçek bir talihsizlik olmuştur.
İlla Latin edebiyatından bir şeyler basmak gerekiyorsa, Horatius’un Epodları, Lucianos’un yazıları (ki eserlerinden Nurullah Ataç tarafından 3 ciltlik bir seçme daha önce yayınlanmıştır) ne güne duruyor?
Bir çadır alacak parası bulunmadığı için bu soğukta tir tir titreyen binlerce ailenin çektikleri karşısında Kültür Bakanlığı Yayınları’nın böyle bir kitabı ikinci defa, üstelik “livata” sahnelerini ekleyerek basmasına akıl sır erdirmek zor görünüyor.
İnsan mezbahaları
Bu köşenin müdavimleri belki hatırlayacaktır. 13 Ağustos 1999 tarihinde, yani 17 Ağustos depreminden sadece 4 gün önce bir yazı yazmıştım. Başlığı, “Ruh mezbahaları” idi. Bakın o yazıda, neler demişim, beraberce hatırlayalım:
“Günümüzde şehir, bireylerin özgürlüğünün olduğu kadar tabiatın da dışlandığı, insanın temel değerlerinin güvenlik adına kurban edildiği bir mezbaha olup çıkmıştır. (Nietzsche olsa, “ruh mezbahaları” derdi.)
Güvenlik ve konfor, rahatlık, ihtiyaçların tatmini, evet. Şehir bunları fazlasıyla sağlıyor.
Fakat insan, fıtri tarafıyla şehirlerden sürgün edilmiş hissediyor kendisini. Bedeni şehirden hoşnut; fakat gelin görün ki, manevi bir sakatlanmadan da muzdariptir.
Fırsatını bulunca şehrin dışına kaçması, iki katlı müstakil bir eve, bahçesinde maydanoz yetiştirmek, ıslak toprak kokusunu ruhuna emdirmek için yönelmesi bundan.
Bir kere daha açık mekan kültürleri, yani özgürlük, yani fıtrat baskın çıkmaya başlıyor insanlık tarihinde.”
“İçime doğmuştu” diyemeyeceğim, zira şehir üzerine yeni bir yaklaşım getirme denemelerimden biriydi sadece bu yazı da. Ancak şehirlerimizin gidişinin hayra doğru olmadığı, sadece sezgiyle değil, akılla da bilinebilecek kadar ayan beyan ortadaydı aslında. Gözü açık olmak yetiyordu gidişatın felakete doğru olduğunu görmeye.
Fakat ben Nietzsche’den mülhem olarak “ruh mezbahaları” demişim şehirlerimize. Bu yazının yayımlanmasından sadece 4 gün sonra en gelişmiş (!) denilen şehirlerimizin gerçek birer “beden mezbahası”na döneceğini nereden bilebilirdim?
“Mezbaha”, deprem sırasında bir mecaz olmaktan çıktı, bildiğiniz gibi cesetler bir süre mezbahaların soğuk hava depolarında da bekletildi. Benzerliğin bu kadarına da pes doğrusu!
Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi, isabet kaydettiğinde bile kalemin utanacağı anlar vardır. 13 Ağustos tarihli yazım da bu utanılacak yazılar listesine geçti ne yazık ki!
.
Varlık Vergisi’nin karanlık yüzü
Varlık Vergisi’nin karanlık yüzü
Salkım Hanım’ın Taneleri filminden söz ederken Varlık Vergisi ile ilgili birkaç noktaya temas etme imkanını bulmuştum. Arşivimi karıştırırken rastladığım Toplumsal Tarih dergisinde (Eylül 1999, sayı: 69) yayımlanmış olan Doç. Dr. Ayhan Aktar’ın ilginç yazısı (“Varlık Vergisi sırasında gayrimenkul satışları: İstanbul tapu kayıtlarının analizi”), konu üzerinde yeniden durma fırsatını verdi bana.
11 Kasım 1942-15 Mart 1944 tarihleri arasında İstanbul ağırlıklı olarak uygulanmış olan Varlık Vergisi, gayrimüslim azınlıklar aleyhine ayrımcı bir politikanın uzantısıydı. 1939’dan 1942’ye kadar seferberlik ilan eden ve 1 milyon insanı askere alan hükümet, bu aktif nüfusun tarımsal üretimden hızla çekilmesi yüzünden üretimin düşmesine, dolayısıyla vergilerin azalmasına sebebiyet vermiştir. Pek bilinmez; ama bu 3 yıllık süre içinde enflasyon oranı toplam yüzde 350’yi bulmuştur. Bu, son yıllarda yaşadığımızdan da ağır bir enflasyon oranı demektir.
Ayhan Aktar’a göre, “Ankara yönetiminin beceriksizliği sonucu ortaya çıkan bu enflasyonist ortamdan çıkış çareleri aranırken, olağanüstü savaş kazançlarını vergileme fikri gündeme gelir. İşte Varlık Vergisi böyle olağanüstü konjonktürde hazırlanan bir ekonomik tedbirler paketi içinde yer alır.”
Dolayısıyla “vurguncu Yahudi” tipiyle karikatürize edilen dönemin istifçi ve karaborsacıları, aslında hükümetin uyguladığı yanlış ekonomi politikalarının ürününden ibarettir. Lakin kendi hatalarından başkalarını sorumlu tutmakta üstüne yoktur hükümetimizin. Tıpkı önce nutuklar atarak açtıkları imam-hatipleri, hikmet-i hükümetlerine zarar vereceklerini düşündükleri noktada tarumar etmelerinde ve neredeyse rejimin kökünü kurutacak bir tür yeniçeri ocağı telakki etmelerinde görüldüğü gibi, kendi eseri olan enflasyonist ortamdan, palazlanan azınlık tüccarları temizlemek için yararlanılmış, bütçe açığının, bu yüz karası kanunla kapatılması yoluna başvurulmuştur.
Sonraları İstanbul Defterdarı Faik Ökte’nin hatıralarında dediği gibi bu uygulama, cumhuriyet tarihinin utanç sayfaları olarak tarihe geçmiştir. Kanunu, piyasadan “yabancıları temizlemek” amacıyla çıkardıklarını bizzat Başbakan Şükrü Saraçoğlu CHP grubunda yaptığı konuşmada (9 Kasım 1942) açıkça dile getirecektir: “Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz.”
Vergisini ödeyemeyen azınlıklar Aşkale dışında Eskişehir’in Sivrihisar ilçesine gönderilmiş, bir kısmı ise Sirkeci Garı içindeki bir “toplama kampı”nda sıralarını beklemişler, bu sırada borcunu ödeyen 640 kişi, Aşkale’ye gitmekten son anda kurtulmuştur. Bir diğer ilginç not ise, mükellefin vergisini ödeyememesi durumunda yakın aile fertlerinin sahip oldukları malların haczedilmesi uygulamasıdır. Bu uygulamalar sırasında Beyoğlu’ndaki Serkldoryan veya Eminönü’ndeki Sümerbank binası gibi dev binalar haraç mezat satılmış, bunların bir kısmını devlet bankaları, geri kalanları ise “Türk müteşebbisler” almıştır.
Devletin diş geçiremediği bir azınlık burjuvazisinin tasfiyesi ve yerine kendi kurallarına tabi olacak “uslu” bir müteşebbis sınıfın geçirilmesi yönündeki İttihatçıların başlattığı projenin devamıdır aslında Varlık Vergisi Kanunu.
İşin garibi, 1943’te kaldırılmasına rağmen bu uygulamalar, gerek NATO’ya girişimizde, gerekse “demokrasi cephesinde yer alma” teşebbüslerimizde hep yüzümüze vurulmuş ve Türkiye, suçluluk kompleksiyle, 1948’de kurulan İsrail’i ilk tanıyan ülkeler zincirine katılmak zorunda hissetmiştir kendisini. Aktar’ın deyişiyle “Ankara hükümeti, bu davranışı ile Varlık Vergisi uygulamasının Türkiye hakkında Batı aleminde yaratmış olduğu “Yahudi karşıtı” imajı silmeye çalışıyordu.”
Aynı sayıdaki bir başka yazıdan (Gülay Dinçel, “Üç kuşak sanayici bir Ermeni ailesi”) Aşkale’ye ilk sürgüne giden kişinin Mihran Yarman adlı bir Ermeni sanayici olduğunu öğreniyoruz. Aşkale sürgünlerinin orada kaldıkları süre içinde sürekli çalışmadıkları, savaşın seyri değiştikten sonra boş boş bekletildikleri, dahası, 1924 Anayasası’nı hazırlayanlardan ve Türk Ocakları’nın İzmir şubesinde yöneticilik yapmış olan 80 yaşındaki Gad Franko’nun da Aşkale sürgünlerinden olduğu aynı yazıdan defterime düştüğüm notlardan.
Gad Franko örneği çok da sürpriz olmadı benim için. Nitekim bugün “Cumhuriyet Marşı” yapılmak istenen Onuncu Yıl Marşı’nın şairi Faruk Nafiz Çamlıbel de 27 Mayıs darbesinden sonra apar topar tutuklanıp hapse atılmamış mıydı?
Urfalılar boşuna dememişler, “Yaşa yaşa, gör temaşa” diye!
.
İspanyol kültüründe İslam damgası
İspanyol kültüründe İslam damgası
Juan Goytisolo, kendisini “göçebe bir derviş” olarak gören çağımızın dürüst, namuslu ve dobra aydınlarından biri. 1931’de İspanya’da doğmuş; ama General Franco yüzünden, pek çok hemşehrisi aydın gibi İspanya’yı terk etmek zorunda kalmış; uzun yıllar yurdundan uzakta, New York’tan Paris’e kadar Batı ve Merakeş’ten Erzurum’a kadar pek çok Doğu şehrini gezmiş, Batı’dan farklı olan Doğu’nun bu “alternatif” kültürlerini tanımaya adamış hayatını.
Bu yüzden İspanya’nın hamurundaki İslami izleri, Doğu ve Mağrip topraklarında yeniden keşfe koyulmuş ilginç bir melez aydın tipini temsil ediyor günümüzde Juan Goytisolo.
Bu “küskün İspanyol”, kendisine ait hoş bir deyişiyle, bu “başka bir şey olamayacağı için İspanyol olan bir İspanyol”, gerçekte ülkesinin, tarihinde Müslümanlar zamanında yakaladığı hoşgörü ve özgürlük ortamını aramaktadır hasretle. Endülüs Müslümanları zamanında, Avrupa gerçek Orta Çağ karanlığını yaşarken, ülkesinin yaşadığı üç kültürlü dönemi özlemektedir; Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Musevilerin barış içerisinde bir arada yaşadıkları yıllar, ne yazık ki, son Müslüman sultanlığı olan Gırnata düşürüldükten sonra İspanya toprağına bir daha uğramayacaktır. Müslümanlar ya öldürülmüş, ya sürgün edilmiş, yahut Hıristiyanlaştırılmıştır. Museviler ise II. Bayezid zamanında ülkesinden kovulmuşlardır. Bunun sonucunda İspanyol kültürü, 16. yüzyılda Amerikan altınlarının tufanı altında bir parlama dönemi yaşayacak; ancak kültürel damarları kuruduğu için kısa sürede içine kapanacak, bir asır sonra yavaş yavaş gerileyecektir.
Kendisini “ruhen Mevlevi” hissettiğini söyleyen ve Mevlana hakkında bir belgesel de hazırlayan Goytisolo’nun, Batı kültüründen hiç mi hiç umudu yoktur. Batı, ona göre, tükenmiştir. İnsanlığa yeni bir açılım getirme kudretinden mahrumdur artık. Durağanlaşmış ve neredeyse bu durağanlık bütün Avrupa’yı bir Mumyalar Müzesi’ne dönüştürmüştür.
Bu yüzden Merakeş’e yerleşmiştir; bu yüzdendir Avrupa’nın mumyalaşmış kültüründen Fas’ın, İstanbul’un cıvıl cıvıl, hayat dolu sinesine gömülmek için yanıp tutuşması.
Kendisiyle Nedim Gürsel’in yaptığı bir söyleşide ilginç düşünceler serdediyor. Buyrun, beraber okuyalım:
“Katolik krallar döneminden beri İspanya, Batılı bir ülke sayılagelmiştir. Ama bizim tümüyle Batılı bir toplum olmadığımız da gerçek. İspanya tarihinde Yahudi ve İslam kültürlerinin etkileri çok derin izler bırakmıştır. Bu izleri yok sayıp Avrupa’ya yöneldik ve sonunda Avrupa ile bütünleştik. Ama bugün, kültürel ve etnik açıdan, gerçek anlamda melez bir ülkeyiz. Aklı başında hiç kimse bunun tersini iddia edemez. Örneğin edebiyatımız uzun yıllar Batı’nın değil İslam’ın etkisi altında kaldı. Yalnızca edebiyatımız mı? Dilimiz de Arapçanın etkisinde gelişti. Bu etkilenme Cervantes’de, San Juan de la Cruz’nun şiirlerinde bile görülür. Cruz’nun şiirlerini Batı edebiyatının değil, İbn Arabi, Hallac-ı Mansur, İbnu’l-Ferid gibi İslam tasavvuf edebiyatı temsilcilerinin ışığında anlayıp çözümlemek mümkün olabilir ancak.”
Goytisolo’nun bu zengin dünyasına zaman zaman başvuracağız nasip olursa…
Not: Goytisolo hakkında ülkemizde yayımlanan tek kitap, Neyire Gül Işık’ın derlediği Yeryüzünde Bir Sürgün (Metis Yayınları, 1992) adlı kendi yazılarından oluşan derlemedir. Nedim Gürsel’in kendisiyle yaptığı röportaj ise Yüzyıl Biterken (Kavram Yayınları 1999) adlı kitapta yer almaktadır. Bu arada Gül Işık’ın İspanya: Bir Başka Avrupa (Metis, 1991) ve Cemal Bali Akal’ın Modern Düşüncenin Doğuşu: İspanyol Altın Çağı (Dost, 1997) adlı kitapları da Goytisolo’nun çalışmalarının arka planını doldurmak için okunmalıdır.
Aydınlarımızın Paris tutkusu…
İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın Son Asır Türk Şairleri’ne göre Hoca Tahsin Efendi, Paris hakkında şu heyecanlı mısraları döşenmiştir Fransa’ya gittikten sonra:
Paris’e git hey efendi akl ü fikrin var ise
Aleme gelmiş sayılmazlar gitmiyenler Paris’e.
Bu Paris tutkusu, aydınlarımızı o kadar sarmıştır ki, 1936’da Avrupa seyahatine çıkan Peyami Safa’ya şu satırları yazdırabilmiştir: “Avrupa büyüklük, Avrupa aydınlık, Avrupa temizlik, Avrupa düzgünlük, Avrupa kalabalık, Avrupa zenginlik, Avrupa canlılık demektir… Orada her şey aydınlıktır: Kilovat çağlayanları halinde akan ışıklarla, hayat, neş’e, yaratıcılık arasındaki nisbet orada idrak edilmiştir.” (Beşir Ayvazoğlu, Peyami, Ötüken 1998 s. 268).
Oysa Goytisolo, yine Batılı olmayan bir ülkenin aydını olarak Paris’e baktığında orada korkunç bir donukluk, durağanlık ve hatta ölüm raddesine gelmiş bir megapol görmektedir. Paris’i yaşanır kılan tek özelliğinin, Müslümanlar ve Üçüncü Dünya vatandaşlarının oluşturduğu yabancılarla dolu karmakarışık mahalleler olduğunu söyler. Ona göre Paris, ancak medeniyetin feneri olma iddiasını bir yana bırakıp Avrupalı olmayan kültürleri bünyesine alarak karmaşık ve çoğulcu bir kültür ortamı haline gelebilirse gerçekten yaşanabilir bir şehir olabilecektir.
Mesela şöyle diyor bir yazısında:
“Merakeş’in pazar yerinde yaşamını izlediğim, hareket halinde gördüğüm bu serbest, insan ilişkilerine açık, canlı halk, ideolojilerin yarattığı robot adama karşıt (bu) topluluk beni çekiyor, büyülüyor… Dinlerimizin ve kendilerine devrimci diyenler dahil siyasal inançlarımızın hantallığını ve çekilmez yükünü herkese ilan etmek; siyasal iktidara ve yalanlarına yabancı, şu keyfeden, gülen, arzulayan insanlara bırakmak istiyorum sözü.”
Peki nasıl oluyor da Peyami Safa’da birer erdem sayılan düzgünlük, temizlik ve zenginlik Goytisolo’da tam bir mezar sessizliğine yuvarlanıyor? Ve tam tersine, Peyami Safa’da medeniyetsizliğin şahikası sayılan Şark kahveleri (o “içinde yalnız tünenen ve pineklenen, gecenin en canlı saatlerinde kapatılmış insan ağılları”), nasıl oluyor da Goytisolo için keyfeden, gülen, arzulayan insanların olağanüstü canlılığını yansıtabiliyor? Birisi için medeniyetin ve hayatın kıblesi iken Paris, öbürü için nasıl düpedüz ölümle özdeşleştirilebiliyor?
Bu soruların cevapları, Batılılaşma serüvenimizin karakterini de verecektir bize.
.
Medeniyetin bedeli
Medeniyetin bedeli
Bir süredir yine Cevdet Paşa’nın tarihiyle (Tarih-i Cevdet) sarhoşum. Her okuyuşumda biraz daha iyi fark ediyorum ki, Paşa’nın her paragrafı, hatta her cümlesi üzerinde ciddi arkeolojik kazılar yapmak gerekir.
Ahmed Cevdet Paşa (1822-1895); Tanzimat döneminin, üzerinde mutabakata varılabilen ender şahsiyetlerinden. Batıcılar onun “modern bilim adamı” yönünü vurgularken, İslamcı-muhafazakarlar Tanzimat’a karşı geleneği savunan bir alim olduğunu öne sürerler. Oysa herhangi bir nevzuhur görüşün kafesine sığmayacak kadar çaplı bir zekadır o.
Tarih-i Cevdet dikkatle okunduğunda, insanı şaşkına çeviren pek çok fikirle karşılaşılır. Cümlelerin, kelimelerin arkasından bu büyük zekanın iddiaları, tenakuzları, iktidarla yakın ilişkilerinden kaynaklanan tereddütleri, zamanının kısır düşüncelerine karşı isyanları.. ayan beyan ortaya çıkar. Tarih-i Cevdet, kısacası, çözülmesi gereken pek çok şifreyle dolu 12 ciltlik bir hazine.
Birinci ciltte öyle bir görüşü var ki Paşa’nın, Osmanlı tarihine dair alışılmış, klasikleşmiş, kemikleşmiş yorumların ödünü koparmaya yetiyor.
Hani bu köşede zaman zaman Osmanlı tarihine farklı bakabilmenin önemi üzerinde duruyor, özellikle Osmanlı gerileme tarihiyle ilgili olarak “Osmanlı gerçekten geriledi mi?” türünden aykırı görüşler öne sürüyorum ya, Paşa’nın bundan tam 145 yıl önce söyledikleri (tarihinin ilk cildi 1854’te çıkmıştır) benim bile dudağımı uçuklattı. Şöyle diyor 5. bölümün ilk paragraflarında:
“Bizden önce gelenlere gizli olmayan, incelenmiş haberlere göre Devlet-i Aliyye Kanuni Sultan Süleyman Han Hazretleri’nin saltanatı zamanına gelinceye kadar sade bedevilerin durumuna yakın bir halde olup topraklar genişledikçe usul ve kaideler konulmuş, gerek artan zenginliğe, (gerekse) tabii olarak durumun değişmesine, sefahatin karışık sonlarına bir gune istek ve arzu duyulmamıştı. Sultan Süleyman devrinde ise kısa zamanda birçok memleketler daha Osmanlı toprağına katılmış, devletin sınırları genişlemiş ve memlekette üstün derecede artan zenginlik, tabii olarak durumun değişmesine sebep olmuştur. Bu da dünyada tabiatın gelişmesi icabı olduğu cihetle “Niçin oldu? Bedeviler gibi kalınmış olsa daha iyi olmaz mı idi?” denilmekle zamanın mecburi hüküm ve emirlerini inkar etmek olur. Zira.. tabiatın gidişine karşı koyup da eski durumunda kalmakta direnen ve ısrar eden kavimler, boşluk ve yokluk denizine düşmüştür.”
Cevdet Paşa’ya göre zamanın icap ettirdiği değişikliklere sırtını dönen devletler, şartların oluşturduğu seller altında kalarak darmadağın olurlar. Mesela 200 yıl önce pek mükemmel ve hayırlı bir kavmin mizacında ve dünya milletlerinin gidişinde etkili olan kanun ve usuller, zamanla değişir ve işe yaramaz hale gelir. Yöneticilerin görevi, idareyi geriye, eski şartlara döndürmek değil, bugünkü ihtiyaçlarına ve zamanın hükmüne uydurmaktır. (Bu cümle, Kanuni dönemine dönülmesini tavsiye eden Koçi Beğ gibi düşünenlerin eleştirisi olarak da okunabilir.)
Cevdet Paşa’nın bu son derece yerinde uyarısı, hele hele ilk cümlede dile getirdikleri, mevcut Osmanlı tarihi yaklaşımlarını alt üst edecek kadar radikaldir bana göre. Ona göre Osmanlı Devleti, Kanuni dönemine kadar “bedevi” bir karakter arz etmektedir. Burada “bedevi” terimi, göçebe, Yörük’ten çok, medeniyetin lüks ve nimetlerine dalmayan, asabiyetini muhafaza eden anlamlarında kullanılmıştır ve besbelli ki İbn Haldun’dan mülhemdir.
İbn Haldun, bedevilik ve hadarilik (medenilik) safhalarına ayırıyordu insan toplumlarını. Devletler ve toplumlar, bedevilikten hadariliğe doğru sürekli bir akış halindedirler. Bedevilik döneminlerinde saf, tabii, bozulmamış olan toplum ve devletler, zamanla medenileşmekte ve başlangıçtaki özelliklerini yitirerek lüks, israf, sefahat ve rahatlığa düşmektedirler.
Cevdet Paşa, bir sosyal tarihçi edasıyla Kanuni dönemine kadarki Osmanlı tarihini -bu cümlesiyle- bir yükselme ve genişlemeden çok, bedevilik dönemi özelliklerinin korunduğu özel bir dinamizmin eseri olarak görmektedir. Kanuni dönemi, asayiş ve huzurun sağlandığı, devletin daima kuvvetlenip genişlediği, memleketin günden güne mamur hale geldiği, hazinelerinin dolup taştığı bir dönemdir. Fakat tam da bu dönemde, yani bedevilikten medeniliğe “mecburen” geçildiği bu zirve noktasında, birçok ihtilalin tohumları da ekilmiştir. Zirve, ona göre, bir yükselişin nihayeti değil, bir dönüşümün başladığı noktadır. Kanuni ona göre, devleti medenileştirirken, içine bozulmanın tohumlarını da eken kişidir.
Ezcümle, medeniyetin bir bedeli olduğu fikri, Freud’dan önce Cevdet Paşa’nın tarihinde dile getirilmiştir.
.
Osmanlı’ya dürbünle bakanlar…
Osmanlı’ya dürbünle bakanlar…
Ahmed Cevdet Paşa’nın kafa ve gönül dünyasına girebilmek için gösterilecek her türlü çaba, sonuçta büyük mükafatlara açılan kapıları çalmak gibidir. Karşılıksız bırakmaz sizi hiçbir zaman.
Geçtiğimiz günlerde Tarih-i Cevdet’indeki ilginç bir bahisten söz etmiştim size. Bugün de Tezakir’indeki bir bölümü aktarmak istiyorum.
1281 hicri, 1866 miladi tarihinde Bosna’daki teftiş ve ıslah görevinden İstanbul’a dönmekte olan Cevdet Paşa, Vidin’e kadar kara yoluyla gelir, burada Tuna üzerinden kendisini İstanbul’a ulaştıracak bir vapura biner. Gelin görün ki vapurda yazın tatil için memleketlerine gitmiş bulunan Avrupalı sefirlerin “güz mevsimi olmak hasebiyle” Dersaadet’e dönmek üzere bulunduklarını öğrenir. Sefirlerden birisi de Fransız büyükelçisi Mösyö Moustier’dir. Cevdet Paşa onun asilzade ve nazik bir zat olduğunu kaydeder. Kısa zamanda kaynaşırlar. Yemekten sonra kahveyi de afiyetle içtikten sonra gece gündüz demeden konuşur, tartışırlar.
Bir konuşmasında sefir, kendisine, Avusturya’nın Tuna demiryolu güzerg ahını siyasi maksatlarla değiştirmek istemesi konusunda ne düşündüğünü sorar. Paşa’nın cevabı, bugünün en acar liberallerini bile şaşırtacak kadar net ve aydınlıktır: “Asrımızda ticaretin peyda ettiği akıntıya karşı (hiç) bir devlet duramaz. Ticaret behemahal en kestirme tarik (yol) ile bu mecrayı Yergöğü’ne isal etmek üzere Avusturya devletini mecbur eder.” Bu muhkem cevap karşısında Moustier, sadece “Benim de mütalaam budur.” demekle yetinir.
Görüldüğü gibi Cevdet Paşa, gerçekten de çağının eğilimlerini gören ve geleceği fevkalade ustalıkla değerlendiren birisidir. Hukukçu yönü zaten tartışma götürmez, tarihçiliği zaten müsellem; fakat düşünür kimliği ile de devrinin diğer aydınlarından fersah fersah ileridedir.
Zaten Tanzimat neslini biraz fazla küçümsedik gibi geliyor bana. Onları çıkartma kağıdı kahramanlarına benzeten yazarlara belki de gereğinden fazla itimat ettik. Mümtaz’er Türköne çok haklı bence. 1860’ların İstanbul’u, Doğu’dan ve Batı’dan gelen kültür akıntılarının harmanlandığı, tartışıldığı ve yeni bir düşüncenin fışkırmasına zemin hazırlandığı şiddetli beyin fırtınasını yaşamaktadır. Nitekim bugün hala tartıştığımız birçok temel konunun ilk tohumları o dönemde atılmıştır.
Neyse biz tekrar Cevdet Paşa’nın sefirle konuşmasına dönelim.
Artık muhabbeti epeyce ilerletmişlerdir. Bu arada Memleketeyn (Eflak ve Boğdan) çiftlikleri hakkında çıkarılan yeni bir usulden zarar gören “boyarlar”, vapurda Cevdet Paşa’ya bu yeni durumdan şikayette bulunurlar. Moustier, Cevdet Paşa’nın şikayetçi olanlara beyan ettiği derin “ahkam-ı şer’iyye ve mütalaat-ı hikemiyye”yi hayretle dinler ve verdiği malumattan “mahzuz” olur Paşa’nın deyişiyle.
Onları savdıktan sonra bu defa felsefi bahislere girerler. (Yahu ne bereketli bir vapur yolculuğudur bu! Şu aziz mübarek günde insanın içinden, 100 şu kadar sene önce bu hem gönlü, hem gözü, hem de aklı besleyen “beyin fırtınası” vapurunda olmak geçiyor açıkçası!)
Moustier, İslam’da ruhbanlığın olmadığına dair Napolyon Bonapart’ın bir sözünü nakleder. “Eğer bir din ile mütedeyyin olsam” dermiş Napolyon, “Müslüman olurdum. Zira Müslümanlıkta clerge yani ruhbaniyet yoktur.” Fakat sefirin aklı, İstanbul’da kaldığı sırada gördüğü ulema sınıfına takılmıştır. Onların ruhbanlar gibi bir hiyerarşi içinde olduklarını öğrenmiştir. Bu çelişkinin kafasına takıldığını söyleyen sefire Cevdet Paşa, Hıristiyanlıkta papazın işgal ettiği olmazsa olmaz mevki ile İslam’da din adamı ve imamın işgal ettiği olmasa da olur mevkii birbirinden tefrik etmek gerektiği cevabını verir. Din adamlarının diğer insanlara herhangi bir üstünlükleri olmadığını, farklılık gibi görünen şeyin ise halkın din adamlarına duyduğu saygıdan ileri geldiğini bertafsil anlatır. “Bizde”, der, “Müderrisler Avrupa’daki ‘doktorlar’, doktora yapmış insanlar makamındadır. Şeyhülislam dahi mutlak ve yetki sahibi olmayıp padişahın vekilidir.”
Bu uzun ve ikna edici açıklamalardan sonra Moustier acı gerçeği itiraf etmek zorunda kalır: “Hayli vakit İstanbul’da oturdum. Buralara (dair) layıkiyle ma’lumat alamamışım.” Cevdet Paşa’nın cevabı hem incelikli, hem ustalıklı, hem de tarihe geçecek nefasettedir:
“Siz Beyoğlu’nda oturdunuz. Değil memalik-i Osmaniyyenin, nefs-i İstanbul’un (bizzat İstanbul’un) bile ahvalini layıkiyle öğrenemediniz. Beyoğlu, Avrupa ile memalik-i İslamiyye arasında bir berzahtır. Buradan İstanbul’u siz dürbün ile görürsünüz. Lakin kullandığınız dürbünler hep çarpıktır.”
Cevdet Paşa herhalde Fransız sefirine verdiği cevabın, günün birinde bu ülkenin aydınları için de geçerli olabileceğini hiç düşünmemişti. Ne var ki, 1866’dan bugüne aydınımızın kendi kültürüne ve tarihine “Fransız”laşmasına bundan iyi misal de zor bulunurdu zannediyorum.
Siyaset Meydanı’ndaki Osmanlı tartışması kitaplaştı.
Bu yıl bildiğiniz gibi Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun 700. yıl dönümü kutlamaları yapılıyor. Deprem dolayısıyla bir süre ara verilen kutlama programları, hükümetin aldığı bir karar gereğince nisana kadar uzatılmış durumda.
Bu arada atv’de Ali Kırca’nın yönetiminde yayınlanan Siyaset Meydanı da bir programını Osmanlı’ya ayırmıştı. Şimdi bu programın bantları deşifre edilip kitaplaştı. Sabah Kitapları arasında çıkan bu belge-kitabı tarih meraklıları kütüphanelerinde bulundurmak isteyeceklerdir eminim.
2000’e girdik mi?
Elimde bir kitap var. Küreselleşme Nedir? (What ise Globalization?) başlığını taşıyor. Yazarından daha önce birkaç kere söz etmiştim: Ulrich Beck.
Kitapçıda ilgimi çekti, satın aldım. Eve gelince bir de ne göreyim, kitabın baskı tarihi bölümünde 2000 yılında basılmıştır yazmıyor mu? İnsan tuhaf oluyor gerçekten de. Eskiden sadece bir veya iki rakamı değişirdi yılbaşlarında, bu yüzden demek ki o kadar etkilemiyordu bizi. Fakat 4 rakamın hepsi birden değişince sanki 20 gün sonra bambaşka bir çağa ışınlanacağız gibi geliyor insana.
Söylemesi bile tuhaf. Kendi kendinize isterseniz deneyin “on dört ocak iki bin” tarihini telaffuz etmeyi. Ben hala alıştıramadım kendimi. Muhtemelen yeni bin yılın ilk birkaç ayında tarih atarken elim yine 1999’a gidecek. Bence bilgisayardaki kıyamet kadar olmasa da, beyinlerimizde de bir kıyamet yaşayacağız 21 gün sonra.
Buna hazırlıklı olun.
Bu arada Ulrich Beck’in kitabında gözü olanlara sesleniyorum. İlk fırsatta ondan söz edeceğim.
.
Oruç Baba ve Avrupa Birliği
Oruç Baba ve Avrupa Birliği
Mahşeri bir kalabalık o Ramazan’ın ilk akşamı Şehremini’nin yollarını işgal etmişti. Trafik tıkanmış ve yollar kilitlenmişti. Neler oluyordu?
Bu zengin fakir, erkek kadın, genç yaşlı, tahsilli cahil her tabakadan insan neden bu saatte bu yıkık dökük mezarın başına toplanmıştı? Onları buraya sevk eden şey neydi? Ne arıyorlardı? Daha önemlisi, ne kaybetmişlerdi? Peki kaybettiklerini arayacakları başka araçlar yok muydu ellerinde? Hani şu bilim milim, akıl makıl türünden şeyler?
Şehremini’deki Oruç Baba’nın mezarı, ikinci bin yılın son Ramazan’ında belki de şimdiye kadar bir arada görmediği miktarda insanı toplamıştı başına ve cümle aleme meydan okumaktaydı. Üçüncü bin yılın “ortak değerleri”ne, pozitivizmin ilmihallerine, Avrupa Birliği çığlıklarına, bilgi çağına, eskilerin deyişiyle “feza asrı”na…
Evde kalmış kızlar derseniz orada, iş bulamayan delikanlılar derseniz orada, kocasını hasta yatağında bırakıp gelmiş kadınlar derseniz orada.
Hatta televizyonlar yayınlarını kesip canlı bağlantılarla bu sözde “görülmemiş” olayı seyircilere aktarmaya başladılar. Muhabirler çevredeki bakkallara, marketlere giriyor ve soruyorlar “Sirke ve şeker var mı?” diye. Satıcının memnun bir tebessümle yayılan dudağından “Kalmadı.” sözü çıkıyor.
İlk orucunu orada sirke ve şekerle açanlar dileklerinin kabul olacağına inanmışlar bir kere. Sevabına sirke ve şeker dağıtanlar birbirini eziyor.
Halkın bu yüzlerce yıldır tecrübe ede ede inanıp güvendiği, başında dertlerine derman aradığı yatırları küçümseyebilirsiniz. Bir yatırdan medet aramanın manasızlığına hemeninden fetva da verebilirsiniz. Hatta daha da ileri gidip bu mustarip insanları şirkle de suçlayabilirsiniz.
İyi ama bu “teorik suçlama” hangi derde derman olacak? O insanların bu “batıl” itikadının yerine geçirebileceğiniz”alternatif açıklama modelleri”niz var mı? Dahası, bu açıklamalar, meseleyi halletmeye yeter mi?
Sosyolojinin kurucu babalarından Max Weber, din sosyolojisi ile ilgili mesaisini neden bu probleme adadı dersiniz? Dinlerin en önemli işlevlerinden birinin dünyadaki kötülük (şerr) meselesini çözmeye matuf olduğunu boşuna mı dile getirdi bu baba sosyolog?
Artık sosyoloji bile insanların eylemlerini amaçlarına, niyetlerine göre yorumlamaya doğru gidiyor. Yargılamadan önce anlamak. Anlamak, daha sonra yargılamak.
Ramazan’ın ilk günü o kalabalığı oraya hangi silahın zoruyla toplayabilirdiniz? O insanlar, evlerinden iş yerlerinden çıkıp neden toplandı oraya kendiliklerinden?
Bütün bir modernleşme projesinin tıkandığı kör nokta, kötülük problemini çözmeyi gündeminin dışına itmesi. Görmezden geliyor; çünkü yeterince bilimsel bulmuyor.
Bilim, Tevfik Fikret’in deyişiyle bir gün şu kara toprağı bile altın yapabilirdi. Bilim uzayın ihtişamını açıkladı, hücrelerin yapısını, DNA moleküllerinin dizilişini buldu, insanı kopyalamaya uğraşıyor harıl harıl.
Ama bilim “Niçin?” sorusuna cevap vermiyor, “Nasıl?” sorusunu soruyor devamlı olarak. “Nasıl?” sorusunun cevabı, tabiatıyla bir tasvir oluyor. Oysa “Niçin?” sorusu, varlığımızı kökünden silkeliyor.
Depremde çocuğunu kaybetmiş veya babası sakat kalmış insanlar “Niçin ben?” diye sorduklarında bilim sağırlaşıyor. Verecek cevabı yok çünkü.
Geçenlerde karnındaki 15 haftalık bebeği ile ölen bir kadının haberleri vardı gazetelerde. Anneyi makineye bağlayarak bitkisel hayatta kalmasını sağlamak ve 7-8 hafta sonra bebeği annenin karnından almak mı iyi, yoksa zaten ölmüş bulunan kadını, karnındaki bebekle beraber gömmek mi?
Buyurun bu soruya cevap verin bakalım… Ölen kadının kocası ve ölmeye yazgılı bebeğin babası “Niçin ben?” diye sorduğunda rasyonel olarak verebileceğiniz bir cevap var mı? Bu acılar, belki tam olarak dindirilemez; ama ancak ve ancak dini bir açıklamayla teselli edilebilir. Ama bu dini açıklama da insanların teselli aradıkları tutamakları yok ederek bir yana varamaz. Çünkü din sadece teolojiden ibaret değildir. Dinin sosyal boyutu teolojiyle yetinmeyecek kadar karmaşık bir dokudadır.
Ve yerine bir şey ikame etmeden de kendi doğrularından kolay kolay vazgeçmez. Çünkü bu tutamak, onların “Niçin ben?” sorusuna buldukları bir tür çaredir!
Batı toplumlarındaki eğilimlere bakarak öyle tahmin ediyorum ki, iki binli yıllarda, iletişim imkanlarının da artmasıyla bu “batıl çareler”, azalmak bir yana daha da yaygınlaşacaktır
.
Eviniz ya çürük çıkarsa?
Eviniz ya çürük çıkarsa?
Gerek 17 Ağustos’tan kısa bir süre önce valiliklere gönderdiği kaçak yapıların tespit edilip yıkılacağını amir talimatıyla, gerekse depremden sonra (D.Ö.= Depremden Önce, D.S.= Depremden Sonra) İstanbul’daki binaların tek tek elden geçirilip gerekenlerin yıkılacağına dair yaptığı açıklamayla kararlı bir devlet adamı görüntüsü veren Sadettin Tantan’ın, birkaç gün önce İstanbul Valiliği’nde yaptığı toplantının ardından bu iddiasından geri adım atmak zorunda kaldığı anlaşılıyor. Valiliğin beyanatı ve Bayındırlık Bakanı Koray Aydın’ın 14 Aralık’ta Milliyet’te yayınlanan açıklamasında binaların denetiminin isteğe bağlı olacağı anlaşılıyor. Bu durumda isteyen vatandaş, metrekaresi 1,5 milyon TL’den evinin depremden zarar görüp görmediğini veya görüp göremeyeceğini öğrenebilecekmiş.
İyi de, bu basit noktayı görmek için tam 4 ay mı geçmesi gerekiyordu? Belki de 12 Kasım Düzce depremi ve artçı depremler, buna ilaveten Litvanyalı fizikçi mi, falcı mı olduğu tam olarak anlaşılamayan; ama Başbakan’ın ciddiye almasından da belli ki önemli birisinin paçamızı tutuşturan kehanetleri olmasaydı bu konu üzerinde şu kadarcık bile imal-i fikr edemeyecektik anlaşılan.
4 ayda devlet ve milletçe bilinç olarak geldiğimiz noktaya bir bakar mısınız lütfen! O birbirinin yüzünü görmeyen, görmek dahi istemeyen apartman sakinlerimiz birleşip Bayındırlık müdürlüklerine başvuracaklarmış, onlar da bu istekleri sıraya koyup metrekaresi 1,5 milyon TL’den inceleme yapacaklarmış. Hatta Koray Aydın’ın beyanatına (Müjdesine mi demeliydim yoksa?) bakılırsa apartman yöneticiliği kanunu da yoldaymış. Bu kanuna göre apartman yöneticisi, itiraz edenler bulunsa bile daire sahipleriyle anlaşıp il Bayındırlık müdürlüklerine başvurabilecek, diğerleri de bu başvuruyu kabul etmiş sayılacakmış.
Temenni düzeyinde elbette güzel şeyler bunlar. Fakat şimdi somut olarak düşünelim.
Diyelim ki yöneticiniz re’sen başvurup bir heyet çağırdı ve inceleme yaptırdı apartmanınızda. 100 metrekarelik bir daireniz olduğu için 150 milyon TL. ödemeniz gerekiyor. Daire sizinse, diyelim ki dişinizi sıktınız ve bu parayı borç harç ödediniz. Ya kiracıysanız? İşte o zaman kıyamet kopacaktır. Ev sahibi ödemek istemeyecek, kiracı ev kendisinin olmadığı için hiç ödemek istemeyecek. Aldınız mı başınıza belayı!
Yine düşünmeye devam edelim. Diyelim ki sütunlarınızda bazı patlamalar olduğu tespit edildi. Bunun çaresi ne, diye araştırdığınızda, sütunların sağlamlaştırılması için gereken ücretin -bizim evin karşısındaki apartmandan biliyorum- tam 40 milyar TL. olduğunu öğreniyorsunuz. 10 daireli bir apartmanda bunun daire başına maliyeti tam 4 milyar TL. Bu durumda kiracıysanız mesele yok. Peki ev sahibi iseniz bu kadar parayı nasıl ödeyeceksiniz?
Bu parayı ödeyip dairenizde oturmayı mı tercih edersiniz yoksa üzerine biraz daha borçlanıp yeni ve sağlam bir daireye taşınmayı mı? Yine diyelim ki bu parayı ödeyemediniz ve her şeyi göze alıp -bu kış kıyamette çadıra da çıkamayacağınıza göre- dairenizde oturmayı tercih ettiniz, bir deprem olduğunda Allah göstermesin canınıza, malınıza bir şey olsa bunun sorumlusu kim olacaktır?
Yani binaların kontrolü ile iş bitmiyor demek istiyorum. Binanızın, sütunlarını sağlamlaştırmadan oturulamayacak durumda olduğunu beyan etmekle yetinemez demek istiyorum devlet. Sizin o binada oturmamanız için de bir yaptırım, bir ceza uygulaması gerekmez mi?
Hayır, devlet bunu düşünmek istemiyor. Binanızın çürük çıkması, tamamen sizin sorununuz devlete göre. İster çürük binada oturun, isterseniz çadır kurun, bu onu hiç ilgilendirmiyor. Onun görevi, metre karesi 1,5 milyon TL’den evinizin sağlam mı çürük mü olduğu raporunu elinize tutuşturmaktan ibaret.
Gerisi size kalmış! Artık ölümlerden ölüm beğenin.
Avrupa Birliği, kokoreç ve Apo
Eğer girmek için can attığımız Avrupa Birliği, kokoreç ve işkembe çorbasının standartlarını belirlediği gibi binalarımıza da standart getirmeye kalkarsa siz asıl o zaman görün gümbürtüyü. Şehirleri bu cahilce yapılmış çürük binalardan oluşan bir ülkeyi ancak bir uyum sürecinden sonra alabiliriz diye bir şart koşarlar mı, koşarlar bakarsınız. Bana kalırsa bu pek de fena bir şey sayılmaz.
Nasıl demokrasisini, insan hakları karşısındaki tutumunu kendi başına ayarlayamayan Türkiye’ye dayatıp DGM’deki askeri hakimi çıkarttılarsa, nasıl eni konu idam cezasını kaldırtacaklarsa, evlerinizi de bizim standartlarımıza uydurmanız gerekir diye bir dayatma gelirse, bence buna hiç mi hiç sesinizi çıkarmayın.
Zira kendi yapıcılık geleneğini inkar etmiş, o güzelim şehirlerini 50 yılda tarümar etmeyi becermiş, bütün bir modernleşme projesi 45 saniyede yerle bir olmuş bir devlet ve toplumun, dışarıdan dayatmalara söyleyeceği pek fazla bir şey olmaz.
Haksızsam siz söyleyin!
Depremde ölenler ve idam
Her insanın iyi ve güvenli evlerde yaşaması, en temel insan haklarından biri değil midir? Apo’nun idamını ağızlarına sakız yapan çevreler, on binlerce insanımızı mevcut çarpık apartmanlaşma düzenimizle bir depremde kurbanlık koyunlar gibi idam ettiğimizi ne zaman fark edecekler ve tedbir almayı düşünecekler acaba?
.
Erkek olmak
Erkek olmak
“Asıl, babaların eli öpülür.” Bu sözün sahibi, 80 yaşlarında bir Osmanlı hanımefendisi olan Hikmet Öğüt, sevenlerinin deyişiyle “Hikmet Anne”ydi. Elini öpmek için yeltendiği kişi de oğlu yaşındaki Vehbi Vakkasoğlu’ndan başkası değildi. Bu, bir babanın Osmanlı kültüründe, yalnız onda mı, modernlik öncesi hemen bütün kültürlerde kapladığı muteber yeri vurgulayan örneklerden biri sadece.
Şimdi bu örneği verdim ya, birçok feminist temayüllü okuyucum bunun kadınları aşağılayıcı bir şey olduğunu düşünmeye başlamıştır hemen. Kadınlar yüzyıllarca baskı altına alınmış, erkek egemen ideolojiyle beyinleri yıkandığı ve dahi kimlikleri unutturulduğu için bu tür marazi davranışlara sürükleniyorlar, diye içlerinden geçirmeye başlamışlardır eminim.
Oysa bunun çağların şartlarıyla, “zamanın ruhu” ile çok yakın bir alakası var ve asıl bu alaka zihinlerden silindiği içindir ki, geçmişteki insanların kendilerine ve “başkaları”na bakışlarını yadırgıyor ve muhtemelen “aşağılayıcı” bulabiliyoruz. Ama Hikmet Anne bu sözü söylerken kendisini hiç de aşağılanmış hissetmiyordu. Aksine, bu Kırk Haramilerin dünyasında baba olmanın, erkek olmanın ne anlama geldiğine dair edindiği gerçekçi izlenim hakimdi kendisine.
Feminizmin, daha doğrusu ortalığı yaygaraya veren “bir kısım” feministlerin zihinlerde ne kadar derin bir tahribata, bir “dezenformasyona” (bilgi çarpıklığına) yol açtıkları, geleneksel toplumların erkeğe bakışları incelenince anlaşılır hale geliyor. Bunu başarmak için feminizmin modern efsanelerinden birisi olan “erkek” kavramının çeşitli açılardan tahlilinin yapılması gerekir. Bu da, ister istemez, feminist jargonun ötesine geçmeyi gerektirmektedir.
Feministlerin en temel yanılgılarından birisi şu: “Erkek” ve “kadın”, sanki hiçbir ön ilişkileri yokmuş, hayatlarının hiçbir aşamasında birbirlerinin kimliklerinin oluşumunda rolleri, müdahaleleri olmamış gibi soyut bir şekilde ele alınmaktadır. Oysa böylesine sığ bir yaklaşımla, bırakın cinsler arası ilişkiyi, cinslerin temel vasıfları da anlaşılamaz. Bir erkek, sadece erkek ideolojisinin, erkeklerin ürünü değildir. Olamaz da zaten. Bir erkeği yetiştirenler, ona kimliğini verenler, ağırlık itibariyle daha çok kadınlar değil midir? Onu “Pısırık olma”, “Kız gibi davranma”, “Taşı sıkıp suyunu çıkar”, “Erkekler ağlamaz” sözleriyle bir ninni söyler gibi yetiştirenler erkekler midir, kadınlar mı?
Demek ki erkeğin kimliği sadece erkeklerin değil, kadınların da katıldığı bir yaygın eğitimin ürünüdür. Aynı şekilde bir kızın erkek gibi davranması da, aşırı yaramazlığı da, fazla dışadönük bir kişilik kazanması da, benzer tepkiler yüzünden engellenir. Kısacası, erkeklerin “erkek gibi”, kızların da “kız gibi” davranmaları, aile çevresi tarafından biçimlendirilir. Evin en yaşlısı bir ninenin, gelenekler dışında hiçbir mecburiyeti olmadığı halde erkek torununun karşısında ayağa kalkmasının, o çocuğu “erkek olmak” bilincine hangi hızla savurduğunu tahmin etmek kolay olmasa gerektir.
Gerald Fogel, bu konuya değinirken bir erkeğin çevresi tarafından normal bir insandan “fazla” olmaya zorlandığına işaret etmektedir. “Günlük hayatın dili” der Fogel, “bize hepimizin bir insanın erkeksi veya eril (müzekker) olup olmadığına dair kuvvetli kanaatlere sahip olduğumuzu, hatta bu kanaatlere ihtiyacımız olduğunu göstermektedir.” (Eds. G. I. Fogel, F. M. Lane&R. S. Liebert, The Psychology of Men (Erkeklerin Psikolojisi), Yale University Press, 1998, s. 4.)
Dolayısıyla kavramlar yer değiştirmek zorundadır. Camille Paglia’nın haklı olarak vurguladığı gibi, erkek olmak, kadınların eseridir. Erkeklerde çok ciddi, bazen marazi düzeylere varan “kadın korkusu”nun temelinde, önünde erkek olduğunu ispat etmekten başka bir seçenek bırakılmaması yatmaktadır.
Erkek, erkek olmaya mahkum edilmiştir. Cepheye sürülen, hep erkektir.
Bu o kadar böyledir ki, bugün iş yüklerini seve seve kadınlara devretmeye hazır pek çok erkek vardır; ama “evde oturma”nın fiziki değil ama psikolojik bedelini ödemeye hazır değildir kendileri ve çevreleri. “Erkekliklerinin azaltılması”nın nasıl onur kırıcı durumlara yol açtığını, işsiz kalan pek çok erkek gayet iyi bilmektedir.
İşsiz bir erkeğin en başta erkeklik vasfı zedelenmiştir, kadınların gözünde. İşsiz bir insanın çevresinden “sakat” muamelesi görmesi de bu yüzdendir.
.
Eşkıya ile pazarlık
Osmanlı tarihini doğru anlamamızın önündeki en büyük engellerden birisinin, tarihin içindeki dinamikleri, tarihi yapan aktörlerin amaç ve niyetlerini doğru tahlil edemeyişimizden kaynaklandığı kanaati giderek pekişiyor bende. Osmanlı tarihinin en zevkli, en karmaşık ve en renkli dönemlerinin 17. yüzyılda başladığını düşünüyorum pek çok kişinin aksine. Hatta Heat Lowry’nin Trabzon, Osman Çetin’in Bursa için ortaya koyduklarına bakılırsa, bugün anladığımız anlamda İslamlaşmanın devletin çoğumuzun gerileme, bozulma olarak nitelediği dönemde arttığını söylemek mümkün. Demek ki, Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükseliş dönemlerinde, sonraki dönemlere kıyasla İslam’a daha sıkı sarıldığı yolundaki yaygın kanaati de sorgulamanın zamanı gelmiştir artık.
Sorgulanması gereken noktalardan bir başkası da, zannediyorum, 16. yüzyıl sonlarından itibaren ortaya çıkan ve Osmanlı Devleti’nin “Kanun-ı kadim”den uzaklaşmakta olduğu ve bu yüzden de birçok işin sarpa sardığı, düzenin bozulduğu, adaletten sapıldığı, yeniçerilerin dejenere olduğu vs. yolundaki uyarılardır. Bunlardan en bilineni ise Koçi Bey’in risalesi. Daha sonra Naima’dan Cevdet Paşa’ya, oradan da bugünkü Türk tarihçiliğine kadar sirayet etmiştir bu görüş. Ancak şikayetçilerin kimler oldukları, neden padişahlara bu tür telkinlerde bulundukları, hangi zümre veya kesim adına konuştukları, yani bir bakıma ideolojileri görmezden gelinerek yazdıkları yazılar doğru dürüst anlaşılamaz.
Elimize tarihi bir vesika geçtiğinde bunu iki aşamada değerlendirmemiz gerekir: Birincisi, bu vesikanın gerçekten bir vesika olup olmadığını kontrol etmek. İkincisi, vesikada anlatılanların doğru olup olmadığını kontrol etmek. Şimdi tarihçilerimiz genellikle birincisini yapıyorlar. Yani vesikanın eskilerin deyişiyle “mevsuk” olması onlara yetiyor, onu hiçbir kritiğe tabi tutmadan gerçeğin ta kendisi olarak kabul ediveriyorlar. Oysa bence tarihçiliğin başladığı nokta tam da burasıdır. Tarihçi, bu “mevsuk” vesikayı başka vesikalarla, başka şahitlerle karşılaştıracak, dönemin çeşitli anlatılarını bir araya getirerek ortak bir resim çıkartmaya çalışacak ve elindeki vesikayı bu resmin içerisine yerleştirecektir. Vesika, gerçek anlamını ancak o zaman bulmuş olacaktır.
Osmanlı Devleti’nin gerilemekte olduğunu iddia eden Koçi Bey gibilerini nasıl ele almalıyız öyleyse? Bu soruya ilginç bir cevap, Columbia Üniversitesi sosyoloji bölümü hocalarından Karen Barkey’den geliyor. Aktarıyorum:
“Osmanlı hakimiyet sisteminin esnekliği, 16. ve 17. yüzyılların tarihi için çok önemli bir bilgi kaynağı olan layiha yazarlarını hayal kırıklığına uğratıyordu. Gözlemlerinde iki temel hata vardı: Birincisi, Kanuni döneminden, toplumun tüm kesimlerinin mükemmel bir şekilde çalıştığı ve sadece kanunların sözünün geçtiği bir dönem olarak bahsediyorlardı; bu doğru değildir, çünkü dönem hakkındaki pek çok inceleme, toplumun sağlıklı kalması amacıyla, sistemin esnekliğini ve kanunları manipüle ettiğini göstermektedir. İkinci olarak 17. yüzyılda yaşanan tüm sorunları yönetimle ilgili iç değişikliklere -güçlü liderlerin olmamasına, kariyerleri boyunca karşılaştıkları yozlaşmalara, keyfiliklere- bağlıyorlardı… Ülkeler arası değil de ülke içindeki kriz üzerinde odaklanılması, bu layiha yazarları ve bürokratların bazılarının burunlarının ötesini göremediklerini göstermektedir. Ne var ki, Osmanlıların ülke içinde yaşadıkları sıkıntılar, Avrasya çapında yaşanan 17. yüzyıl krizinin ve Batı’yla Doğu arasındaki ekonomik ve askeri ilişkilerdeki değişimlerin ürünüydü.” (Karen Barkey, Eşkıyalar ve Devlet, Çeviren: Zeynep Altok, İstanbul 1999, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, s. 50-51.)
17. yüzyıl başlarında sarsılan sadece Osmanlı Devleti değildi şüphesiz. Bu, İspanya’dan Rusya’ya kadar neredeyse bütün bir Avrasya’yı sarsan bir krizdi. Bu kriz, İngiltere’yi olduğu kadar İspanya’yı da vuracaktı. Venedik’i olduğu kadar Osmanlı Devleti’ni de etkileyecekti. Ama Osmanlı Devleti, bu krizden çıkış yolları arıyor, yeni bir dünyaya uyum sağlamanın önündeki meseleleri çözmek için yeni projeler geliştiriyordu. Bu projelerden birisi, devletin ve kanunların esnekleştirilmesi, yeni şartlara uyum sağlayacak hale getirilmesiydi.
Barkey, 17. yüzyıldaki eşkıyalık hareketleri karşısında Osmanlı Devleti’nin “kökünü kazıma” hareketlerine girişmeyip düzenli bir biçimde eşkıya ile pazarlık masasına oturmasını bir zaaf olarak telakki eden klasik anlayışı da kökünden sarsıyor ve şöyle diyor: “Pek çok tarihçinin zayıflık olarak gördüğünü ben güçlülük olarak görüyorum… Eşkıyaların merkezle bütünleştirilmesine yönelik Osmanlı politikaları, güçlü bir devletin uygulayabileceği politikalardı… Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet güçlüydü çünkü hem eşkıyaların yıkıcılık potansiyeli taşıyan faaliyetlerinin önünü kesebiliyor, hem de bu faaliyetleri, önemli hale geldiklerinde, kendi yararına kullanabiliyordu.” (s. 248)
Eşkıya ile pazarlığa oturan devlet, aslında pekala biliyordu ki, bu hareketler merkezden daha fazla pay almak amacıyla yapılıyordu ve Batı’daki anlamda sistemi yıkmaya talip değildi. Bu noktayı kavrayınca, bir babanın yaramaz çocuklarına yapacağı muameleyi benimsiyor ve onların evden kaçmalarına izin vermeden sistemden ne istediklerini soruyordu (Sultan I. Ahmed’in, asi Canboladoğlu’nun isteklerine “Bu kadar da olmaz!” diye tepkide bulunması bunun bir işaretidir aslında.) Pazarlık süreci sonunda devlet her zaman galip çıkıyordu.
Mesela bir eyalete vali olan asi lideri, bir süre sonra elindeki eşkıya kuvvetlerini sefere göndermek ve devlet için savaşmak zorunda kalıyor, kısacası sistemle bütünleşiyordu. Böylece Osmanlı yöneticilerinin müthiş kurnazlığıyla sistemin içine çekilen eşkıyalar, devlet organizasyonunun içinde eriyor, hatta zamanla sistemin en yılmaz savunucuları haline geliyordu. Böylece asi başı Abaza Mehmet Paşa olayında görüldüğü gibi, tam sistemin içine dahil edilmişken gerektiğinde ipi kolayca çekiliyor ve Kuyucu Murat Paşa gibi asileri bastırmakta büyük gayret göstermiş bir sadrazamın hemen yanı başına gömülebiliyordu devlet töreniyle.
Osmanlı Devleti’nin muhalefeti kanla bastırarak değil, onları sistemin parçası yaparak, yani muhalifini bünyesine katarak (“Muhalefet yapılacaksa onu ben yaparım”) etkisiz kılma politikasının bugün de devam ettiğini söylemek çok mu erken bir yorum olur dersiniz?
Not: Bu yazının günümüzdeki olay ve kişilerle hiçbir ilgisi yoktur.
.
Gerçek İsmet İnönü
Gerçek İsmet İnönü
Bir İsmet İnönü muhabbetidir gidiyor son günlerde. Kitaplar, yazılar, anma toplantıları derken, bir de CNN’de İnönü Belgeseli çıktı başımıza. Bilmem seyrettiniz mi? İnönü Vakfı tarafından Can Dündar ve ekibine ısmarlanmış tek yönlü bir sözde belgesel bu. İsmet İnönü efsanesinin ebedileştirilmesi için hazırlanmış izlenimini bıraktı bende.
Lozan Konferansı’nın ilk bölümünde Lord Curzon, İnönü’ye, Musul konusundaki anlaşmazlıkları halletmezlerse konferansı terk edeceği tehdidini savurmuştur. Güya İnönü de ona tereddüt etmeden “Siz bilirsiniz.” demiştir bu mitolojik belgesele göre. Oysa Lozan’da Türk murahhas heyetinin müşavirliğini ve Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığı genel sekreterliğini de yapmış olan Yusuf Hikmet Bayur, Afet İnan’ın kızı Arı İnan’a verdiği bir mülakatta aynen şunları söylüyor:
“Lord Curzon treni hazırlattı Londra’ya, yani inkıta (kesilme) olacak. İnönü o vakit İngilizlerin isteklerine razı oldu… Zannetti ki Lord Curzon kalır. Halbuki Lord Curzon bu kararı aldı, kendini korudu, gene gitti. Musul karşılıksız verilmiş oldu. Panik halinde yaptı bunu İnönü. Böyle yapacağımıza, evet size veriyoruz; ama şu şartlarla, hudut şu olacaktır, bütün vilayet değil, petrol şu olacaktır (gibi) birçok şartlar koyacaktık… Sırf gitmesin diye Curzon, o anda İsmet Paşa bunu yaptı.” (Tarihe Tanıklık Edenler, İst. 1997, Çağdaş Yayınları, s. 316-317). Lord Curzon’a posta koyan İnönü ile Bayur’un panikleyen İnönü’sü o kadar taban tabana zıt ki!
Bir başka nokta da, Atatürk ile İnönü arasında 1937’de patlak veren anlaşmazlık ve İnönü’nün Atatürk’ün emriyle Heybeliada’da göz hapsine alınması. Bu hadisenin iç yüzünden maalesef tek kelime bahis yok. Oysa çok önemli bir noktadır gerçek İnönü portresinin çıkarılması bakımından.
Hadisenin aslı şu: İsviçre’deki Nyon Konferansı’na gönderilen Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’a Atatürk ayrı, İnönü ayrı direktifler vermiş, bu da hükümetin itibarını sarsmıştı. Sonunda Atatürk’ün dediği olmuş ve Türkiye, İngiltere’nin İspanya’ya uyguladığı ablukaya katılmıştır. Bunun üzerine İnönü, Atatürk’ün yüzüne karşı, kendisinin atlanarak bakanlarıyla direkt temas kurulmasından duyduğu rahatsızlığı dile getirmiş ve memleketi sarhoş masasından idare ettiğinden yakınmıştır. Ertesi gün başvekilliğe Celal Bayar getirilmiş, İnönü ise ölene kadar bir daha Atatürk ile görüşmemiştir.
İyi de bir devlet adamının hayatındaki bu derece kritik bir dönüm noktasının iç yüzünü anlatmayacak da neyi anlatacak bir belgesel?
Ne yalan söyleyeyim, belgeseli sadece Mehmet Ali Birand’ın mirası olan sağlam belgesel tekniğinden ötürü izledim. Fakat Birand modelini aşmak için hemen hiçbir kıpırtı yok Dündar’ın yaptıklarında.
Yeri gelmişken birkaç kelam da Metin Heper’in kitabı için edeyim. Tarih Vakfı Yurt Yayınları’ndan yeni çıkan İsmet İnönü: Yeni Bir Yorum Denemesi adlı çalışmasında Heper, bir sosyal bilimci titizliği ile hazırlamış kitabını; fakat o da İnönü’yü ustaca temize çıkarmaya çalışmaktan alıkoyamamış kendisini. İnönü’nün okuyup araştıran tarafı gibi siyasi kişiliğinin gölgesinde kalmış insani yönlerine dikkat çekmekte başarılı. Ancak Atatürk-İnönü çizgisini kırılmamış, düz bir çizgi gibi gösterme gayreti, kitabın ideolojisini ele veriyor yeterince.
Mesela şu günlerde çokça tartıştığımız Varlık Vergisi’nin esamisi okunmuyor kitapta. Sanki bu verginin konulmasında İnönü’nün hiçbir dahli yokmuş gibi davranılmış. Oysa kitabın muhtelif yerlerinde İnönü’nün cumhurbaşkanlığı döneminde yürütmenin de fiilen başında olduğu ifade ediliyor ki, esasen doğru olan da budur.
Yine Heper, İnönü’nün “İslam’ın siyasi amaçlarla kullanılmaması”na, irticaya karşı çok dikkatli olduğunu (s. 92) ve Demokrat Partilileri dini, siyasete alet ettikleri için “en sert bir biçimde” eleştirdiğini söylüyor. Oysa pekala biliniyor ki, İnönü devri, Atatürk dönemine kıyasla devletin, siyasetin dini kendisine alet etmeye başladığı dönemdir (özellikle 1940’ların ortalarına doğru). Ortodoks Atatürkçüler, onun döneminde namaz kılıp oruç tutan bazı bürokratların ortaya çıktığından hala yakınırlar. Hatta Hikmet Bayur, 1939’un hemen başlarında seçim bölgesine gittiğinde her mahallede bir Kur’an kursunun açılmış olduğunu hayretle görür. İlahiyat Fakültesi’ni, imam hatip okullarını açan, bu okullara fıkıh derslerini koyduran İnönü’dür ona göre. Bunların DP’ye misilleme olarak siyasi maksatlarla yapıldığını söyleyen Bayur, durumu zamanın İçişleri Bakanı Recep Peker’e şikayet ettiğinde onun “Emir yüksek yerden.” anlamında “Ne yapayım?” dediğini nakleder.
Velhasıl, para ve pulların üzerine kendi resmini bastırmaktan Taksim Meydanı’na heykelini diktirmeye, Atatürk zamanında küstürülmüş ne kadar paşa varsa (Kazım Karabekir dahil) siyasete sokmaktan kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesine karşı çıkmaya kadar pek çok aydınlatılmaya muhtaç yönü varken yakın tarihimizin bu çok tartışılan “yalnız adam”ının, yapılacak iş yeni efsaneler üretmek olmamalı.
.
Kimin milenyumu?
Kimin milenyumu?
Yeni bin yılda müthiş iddialar, yeni bir sayfa açmalar, kötülüklerden uzak, mutlu, barış içinde, sağlıklı bir hayatlar filan… Bu mürailik her yıl başında tekrarlanıyor.
Dikkat ediyor musunuz siz de bilmiyorum, burada alttan alta zamanın kutsanması söz konusu. Sanki zaman her şeyi kötüleştirmişti şimdiye kadar ve yeni zamanın bizi daha bir güleryüzle, daha sevecen bir şekilde karşılayacağını umuyor, hatta bekliyoruz.
Zamanın gücüne olan bu “batıl itikad”ın Uzay Çağı’nda bile yaşamaya devam etmesi neyin göstergesi sizce? Bilimselliğin mi? Güldürmeyin beni lütfen. 2000 yılının 2014 yılından daha önemli olduğunu söyleyecek bir bilimsel teori, hadi vazgeçtim bir bulgu, bir gerekçe söyleyebilir misiniz bana? Bu tamamen psikolojik bir şartlanmanın eseri. Bir de insan zihninin “yuvarlak rakamlara” daha meyyal olduğu söylenebilir, o kadar.
İyi de neyin bin yılı bu?
Milenyum, Hıristiyan itikadınca Hz. İsa’nın dünyadaki bin yıllık hakimiyeti, şeytanın bin yıl boyunca bağlanıp dipsiz bir kuyuya atılacağı dönem demektir. Bu bin yıllık hakimiyetin sonunda yani bin yılın sonunda verilecek bir hükümle kıyametin kopacağına dair çeşitli kehanetler savurulmuştur. Öyle ki ilk bin yılın sonlarında kıyametin kopacağı endişesiyle bazı şehirler boşalmış ve ahalisi dağlara sığınmıştır. (Hoş ikinci bin yılın sonunda da Avrupa ve Amerika’da aynı endişeleri paylaşanlar az değildi. Mağaralara kahve, fener ve makarna istif eden bu çok “rasyonel” bireylerle bizim serinkanlı insanımızı karşılaştırınca hangisinin daha “modern” olduğu konusunda karar vermekte doğrusu zorlanıyor insan.)
Anlayacağınız, Batı’nın pek çok işinde olduğu gibi dini bir saik yatıyor burada da. Zaten Batı’da dinin ve dini geleneklerin kültürün içerisinde kırılmadan devam ettiğini ve en modern şekilleriyle Amerikan parasında yahut Fransızların Dizbağı Nişanı’nda görüyoruz.
Adamların zaman kavramları bile tamamen farklı bizden. Hep ileriye giden, bir çizgi üzerinde yürüyen, geri döndürülemeyen bir zaman telakkisi egemen Batı’da. Bereket Nietzsche çıkıp da zamanın ebedi bir dönüş halinde kendini tekrarladığını ve başladığı noktaya sık sık döndüğünü söyledi de, bu çizgisel zaman anlayışı kırılmaya başladı. Bu kapıdan giren Heideggerler, Gadamerler Doğu tefekkürünün farklı ışıklarını fark edebildiler, giderek oradan hikmetler devşirebildiler.
Matei Calinescu, Modernliğin Beş Yüzü adlı kitabında, modernliğin esasının “geleceğe yönlenmiş olmak” şeklinde kendini belli ettiğini söylemekte, bu tür bir zaman kavrayışına sahip olmayan toplumların modernliği algılayamayacakları üzerinde durmaktadır. Onlara bu tür bir zaman anlayışı anlamsız gelecek, iki zaman anlayışı arasındaki fark yüzünden hafızaları birbirini hatırlayamayacaktır.
Milenyum kimin zamanındadır öyleyse?
Daha doğrusu, kimin tarihinin bir parçasıdır?
Ve niçin bin yıl?
Sadece rakamın yuvarlaklığı mıdır burada belirleyici olan?
Yakınlarda bir yazısı yayınlandı Partha Chatterjee’nin. Adı, “Kimin hayali cemaati?” Malum, milliyetçilik teorilerinde milliyetçiliğin Almanya, Fransa veya İngiltere eksenli olarak tahayyül edilmiş bir cemaat kurmak üzere programlandığı, bu noktadan itibaren de bütün tarihin bu programa uygun olarak yeniden yazıldığı iddia ediliyordu. Chatterjee ise bunu sorguluyor ve mesela Hintlilerin “hayal ettiği cemaat”in neden Avrupa tecrübesini model alması gerektiğini anlaşılmaz buluyor. Bir Hintlinin hayal ettiği cemaat ile bir Fransız’ınki neden benzesin birbirine?
Milenyumun Karayipler’den San Fransisco’ya kadar neredeyse aynı şekilde kutlandığını görünce CNN’de, bu toplumların kendi milenyumları, kendi takvimleri, kendi zamanları buharlaştı mı yoksa? diye düşünmeden edemedim.
Yahya Kemal de bir yazısında değinmişti bu konuya: İstanbul’un fethi 1453 yılındadır denildiği zaman Hz. İsa’nın doğumundan bu yana geçen Hıristiyani bir zaman telakkisinin içine kayıyoruz ister istemez. Buna mukabil 857 hicri yılında İstanbul’un fethedildiğini söylemek, Hz. Peygamber’in aksiyona geçtiği yıldan 857 yıl sonra Müslümanların Hıristiyan dünyasının kalbini ele geçirdiklerini söylemek anlamına gelir.
Birincisinde Hz. İsa’nın doğum tarihini bile 4 yıl hatayla hesaplayabilmiş bir kültürün içinden konuşuyorsunuz, ikincisinde ise zaman koordinatında alemlere rahmet olarak gönderilmiş bir nur kaynağından kaç yıl sonra duruyorsunuz, onu belirlemiş oluyorsunuz.
Takvimlerin dini, imanı var mıdır yoksa?
.
Takvimden silinen 10 gün
Takvimden silinen 10 gün
Popüler kültürün yeni bir binyıla girdiğimize dair estirdiği bütün teröre rağmen milenyuma ve yeni yüzyıla girmeye matematiksel olarak daha tam 359 gün var. Bu söz artık beylikleşti, biliyorum. Ne ki, takvimlerin insan hafızasına oynadığı oyunlar, hatta manipülasyonlar bitecek gibi değil. Örnek mi? Buyurun.
Takvimlerin zamanı ile kozmik zaman arasında deyim yerindeyse ezeli bir savaş vardır. Bir tam yılın 365 küsur güne tekabül etmesi, bütün takvim sistemlerinin korkulu rüyası olmuş görünmektedir. İşte bu beğenmediğimiz küsuratın, Jülyen takviminden Celali ve Rumi takvimlerine kadar Doğu ve Batı’daki yığınla takvim sistemine asırlardır kan kusturmuş olduğunu biliyor muydunuz peki?
Batı takviminde Jül Sezar’ın M.Ö. 45 yılında yaptırdığı reform ile Jülyen takvimi kullanılmaya başlanır. Buna göre bir yıl tam 365 ve bir çeyrek günden oluşur. Her dört yılda bir bu çeyrek günler toplu olarak yıla eklenir ve o yıl 366 gün çeker. Formül bulunmuş, “o münasebetsiz, can sıkıcı” fazlalık bertaraf edilmiştir sözde. Fakat bir yılın, tam olarak söylemek gerekirse 365.242199… gün çekmesi, yani 11 küsur dakika eksik çıkması, bütün sistemi birkaç yüzyıl sonra allak bullak etmeye başlayacaktır. Bu 11 küsur dakika asırlar içinde birike birike mesela 1578’de Hıristiyanların Paskalya tarihini tam 10 gün ileriye kaydırmıştır.
Eh, papalığın bu kritik meseleye bir çözüm bulmasının zamanı gelmiş de, geçmektedir bile. Papa XIII. Gregorius, bir komite toplar ve 1582’de bir emirle yeni takvimin kurallarını ilan eder. Kendi adıyla anılan bugün kullandığımız Gregoryen takvimi düzenlenirken Sezar (Jülyen) takvimi yüzünden başlarına bela olan 10 günü (5 Ekim-14 Ekim 1582) bir emirle sildirir. Bu 10 gün, hiç yaşanmadan takvimlerden sırra kadem basar ve o yılın 4 Ekim’inin ardından 5 Ekim değil 15 Ekim yaprağı kopartılır takvimden. 11 dakikanın insanlara oynadığı oyun, 10 günün takvimden silinmesiyle neticelenir. Böylece takvimlerin zamanla girdiği mücadelede emir demiri kesmiş, zaman kesilip biçilerek kilisenin dediğine getirilmiştir.
Gördüğünüz gibi takvim meselesi biraz karmaşık ve canınızın sıkıldığını hisseder gibiyim. Anlaşıldı, bu hafta takvim yazılarına nokta koyuyorum.
Az kalsın unutuyordum, Gregoryen takvime göre her dört yılda bir şubata fazladan gün eklenmesi, yüzyıl dönümlerinde sadece 400 yılda bir uygulanır. Yani 1700, 1800, 1900 yıllarında bu kural uygulanmamış, buna karşılık 2000 yılına bir gün ilave edilmiştir. 400 yılda bir gelen bu fırsatı kaçırmayın! Çünkü bu fazladan günü, ancak 2400 yılında bir daha görme şansınız var!
Kaynak: Stephen Jay Gould, Binyılı Sorgulamak, Çeviren: Tuncay Birkan, İletişim Yayınları, 1999.
Ramazan medeniyeti
Hatırlayanlarınız olacaktır, geçen Ramazan’da merhum Süheyl Ünver’in “Ramazan Medeniyeti” adlı yazısını gündeme getirmiş ve geniş bir alıntıda bulunmuştum. Bu yazıyı nefasetine ve günün anlam ve önemine denk düştüğü için biraz kısaltarak tekrar sütunuma dercediyorum. Bu vesileyle yarın başlayacak olan bayramınızı tebrik ediyor, Süheyl Bey’in altın harflerle tarihe kazıdığı Ramazanlar ve bayramların ruhunun daim olmasını diliyorum.
“… Ramazan ayında mahya, temizlik, rabıtalılık, ahlak tasfiyesi, günah ve zararlı şeylerden çekinme, yerinde eğlenebilme, dinlenebilme, cömertlik ve herkesi düşünmek terbiyesini bir araya getirerek, bir Ramazan medeniyeti vücuda getirmiş ve bunu İstanbul’da teksif etmişiz.
… Ramazan, her sınıftan halkın benimsediği bir mevzu olmuş ve herkeste çocukluğundan beri gelen devamlı ve azalmayan intibalarla daha Ramazan biterken, ‘Gelecek sene Ramazan’ına on bir ay kaldı.’, diye bir sevinçle, gelecek seneninkine mahsus tasarılarıyla hoş bir sene daha geçirmişler ve ömürlerini, geçirecekleri hoş Ramazan’lara bağlamışlardır. Ölmek isteyenler bile, “Şu Ramazan’ı da göreyim de öyle…” diyerek hayatında bir defa daha idrak etmekle noksansız ahirete göçmeyi düşünmüşlerdir.
Ramazan bir ay, bazen 29, bazen 30 gün sürer. 29 gün Ramazan’larında, “Bizim bir günümüzü çaldılar.” diye alakalarıyla serzenişlerde bulunurlar. 30 gün oruç tutanlar bayramın birinci günü oruç tutmadığından bir şey yemeğe utanır ve bir nevi gündüz yemenin acemiliği ve mahcupluğu içindedir. Adeta giden Ramazan’dan sıkılır (‘utanır’ anlamında-M.A.). Ramazan gidiyor, acaba bir daha seneye çıkacak mıyım? diye ağlayanları bilirim ben.
… Adeta Ramazan yalnız bir oruç ayı değildir. Sanki Peygamberimiz şehirlerimize gelir, hepimizin saadet ve fakirhanelerimize ruhan misafir olur. Asıl bayram, Ramazan bittikten sonra değil, bizzat Ramazan’da olur. Öyle ki bu bayram, senede bir ay gelir ama onun gelmesi tam on bir bayram sevinci içinde geçer. Her hakiki Müslüman’ın gönlünde Allah korkusu kadar Ramazan sevgisi de yer etmiştir. Bayram değil, Ramazan düğün ayıdır. O düğüne herkes müştaktır. “Ramazan’a çok şükür on ay kaldı”, diye bir ay daha yaklaşmanın sevinciyle gözleri yaşaranları bilirim.
… Kadir günü Müslümanların çok müteessir bir günüdür. Allah kabul etsin, diye bütün dualar o gün sona erer. Yani Ramazan bi’l-kuvve Kadir’de sona erer. Sonunda bi’l-fiil biter. Camilerde “elveda” avazelerinden ağlamadık can kalmaz. Artık o ismi var, cismi yok bir Ramazan, ömürler oldukça gelecek, tıpkı bir kuyruklu yıldız gibi seyredecektir. Fakat kuyruğunu götürmez, bırakır. Ondan Türkler bir Ramazan medeniyeti kurmuşlardır…”
* “Süheyl Ünver, Bir Ramazan, Binbir İstanbul, Hazırlayan: İsmail Kara, Kitabevi Yayınları, 1997.
Time’a göre asrın adamı
Bir ara bizim basının da çok ilgi gösterip kampanyalar filan düzenlediği Time dergisinin asrın adamı (person of the century) anketi sonuçlandı. Önce çeşitli branşlarda yılın adamları seçildi. Sonra bunların içinden yüzyılın üzerinde ittifak edilen adamını seçmek için çalışmalar yapıldı ve izafiyet teorisinin mimarı ünlü fizikçi Albert Einstein yüzyılın adamı seçildi. Time, yüzyılın liderleri olarak da Amerikan başkanlarından Roosevelt ile Hindistan’ın sivil itaatsizlik önderi Gandhi’yi seçmiş. Time bir de binyıl dosyası hazırlamış. Bu dosyada İslam dünyasından Selahaddin-i Eyyubi, Gazneli Mahmud, Mevlana, Timur gibi şahsiyetler yer alıyor. Doğudan bir de Cengiz Han gibi bir iki isim var, o kadar diğerleri hep Avrupalı ve Amerikalı. Gutenberg’den Giotto’ya, Newton’dan Jefferson’a pek çok Batılı arz-ı endam ediyor derginin sayfalarında.
Peki bir İbn Sina, bir İbn Rüşd, bir Fatih, bir Kanuni bu bin yılda yaşamadı mı acaba? diye sormadan edemiyor insan sevgili Time’cılara.
.
Altın çağ arayışı
Altın çağ arayışı
“Nerede o eski günler” teranesi yalnızca yaşlanmaya matuf bir hayıflanma ifadesi olmaktan öte sosyal ve psikolojik yönlere de sahiptir. Zaman karşısında alınan bir tür savunma, daha doğrusu “avunma” refleksinden ibarettir. Ve zannetmeyin ki sadece bize mahsustur. Bugünün New Yorkluları bile 1930’ların acar girişimcilerinin cirit attığı canlı şehirlerini özlüyorlar.
“Nerede o eski bayramlar” nakaratının dilimizden, medyamızdan düşmediği bugünlerde acaba tarihle bir alakasını kurabilir miyim bunun? diye düşündüm. Acaba hep böyle mi olmuştu geçmişte de? İnsanlar eski, daha eski günlerine veya dönemlerine, tarihlerinin belli bir kesitine neden kendilerini daha yakın hissederler? Dahası, bu “hissediş”in aklî bir izahı var mıdır?
Sözü, anlaşmamızı kolaylaştırmak için Osmanlı tarihinden bir örneğe getirmek istiyorum. Hani şu dilimize pelesenk ettiğimiz Osmanlı Devleti’nin Kanuni döneminden itibaren bozulmaya başladığı şeklindeki yaygın; fakat bir o kadar da içi boş teze bu açıdan bir bakalım isterseniz.
Bu tezin savunucuları (benim de içerisinde bulunduğum çok dar bir tarihçi ve araştırmacı zümresi dışındaki herkesi bu ‘savunucular’ın içine sokabilirsiniz rahatlıkla) ilk elde Koçi Beğ’in Risalesi’nden dem vurmakta ve 17. yüzyılda yazdığı eserinde devletin yeniçerisinden toprak rejimine kadar neredeyse tepeden tırnağa ‘bozulduğu’na dair sözlerini nakletmekle yetinmektedirler.
Öncelikle şunu ayırt etmeliyiz: Bir insanın tarihe bir belge, bir vesika bırakması ile bu belgenin eleştirilmeden kabul edilmesi ayrı ayrı şeylerdir. Belgenin doğru ve sahih olması, aynı belgenin hakikati “aynen yansıttığı”nı göstermez. Her belge, bir sis perdesini aralar tarihte; fakat kendi sisini de salmaktan geri kalmaz. Aydınlattığı kadar karartabilir de. Doğruya götürebildiği oranda yanıltabilir de bizi.
Bunun için tarih, İlber Ortaylı’nın deyişiyle “sonsuz bir antrenman”dır. Tarihçi, asıl maça hazırlanmak için formunu sürekli korumak zorunda olan ve bunun için de sürekli antrenman yapan sporcu gibi olmalıdır.
Oysa, Koçi Beğ’e dönersek, Kanuni döneminin “altın çağ” olarak gösterilmesi 17. yüzyılda ortaya çıkmış bir ideolojidir aslında. Daha önceleri yazan Osmanlı tarihçileri de kendi dönemlerini tenkit ediyorlardı.
Halil İnalcık’ın “Periods in Ottoman History” adlı makalesinde vukufla dile getirdiği gibi, II. Bayezid döneminde yazılan tarihle ilgili eserlerde Fatih dönemi “Frenkleşme”, yani Hıristiyanlara mahsus örf ve âdetlerin benimsenmeye başlanması yüzünden eleştirilmiştir. Yavuz ve Kanuni dönemlerindeki eserlerde ise (mesela Kemalpaşazade’nin Tevârih�i Âli Osman’ı) saray merasimlerinin, merkezi bir idarenin kurulmasının ve II. Bayezid döneminde ortaya çıkan “Frenk” âdetlerinin en acı eleştirilerini buluyoruz. Şehzade Korkut da, 1490’larda yazdığı bir mektupta, Fatih’in medrese sistemini devlete bağlayarak ilim hayatını dumura uğrattığını ve medreseleri yozlaştırdığını söylüyor.
Şimdi “bozulma” tezini savunanların mantığından gidecek olursak, Osmanlı Devleti’nin daha Fatih devrinde bozulmaya başladığını söylememiz gerekecek. Ve eğer Osmanlı Devleti daha Fatih devrinde bozulmaya başlamışsa, bu devletin “bozulmamış”, “saf”, “temiz” altın çağı hiç oldu mu? diye sormak en tabii hakkımız olmaz mı?
Belki de aradığımız altın çağ tarihte peygamber çağları müstesna hiç olmadı. Ne dersiniz?
.
Fenerbahçe nasıl kurtulur?
Fenerbahçe nasıl kurtulur?
Dün gece Show Tv’de Fenerbahçe belgeseline dalıp giderken, bir yandan da bir spor kulübünün siyasi ve kültürel tarihimizle nasıl sarmaş dolaş olduğunu ve bunun bugüne nasıl olup da bu kadar güçlü yansımalar bırakabildiğini düşünüyordum.
Evet, işgal yahut bizim deyimimizle Mütareke yıllarında İngiliz takımlarının filelerine yolladığı gollerle futbolseverlerin gönlünde taht kuran ve bu kolektif bilinç altına sinmiş izlenimlerle bugünkü berbat durumunda bile en sevilen takım olma ayrıcalığını koruyan Fenerbahçe, yuvarlandığı uçurumdan tekrar çıkabilecek, ayağa kalkabilecek mi?
Spor tarihçisi Ergun Hiçyılmaz, bundan 9 yıl önceki bir yazısına, “Fenerbahçe’nin intihar teşebbüsü nasıl önlenir?” başlığını koymuştu. Başlık çarpıcı ve uyarıcıydı. Toplumdaki genel bozulmanın Fenerbahçe’ye nasıl yansıdığını konu ediniyordu Hiçyılmaz.
Fenerbahçe’yi intiharın eşiğine getiren şey, gerçekte futbolla uzaktan yakından alakası olmayan iş adamlarının sırf cüzdanı kabarık, çevresi geniş ve nüfuzlu diye kulübün başına geçirilmesidir. Ali Şen, bu başkanların en meşhur prototipidir. “Trilyonları döşedin mi futbolcuların ayağına, bak takım nasıl yapılıyormuş!” mantığıdır Fenerbahçe’yi bu intihara sürükleyen.
Oysa şimdilerde kimsenin beğenmediği Beşiktaş’ın başkanı Süleyman Seba, gerçek bir futbolcu ve gecesi gündüzü futbolla dolu “son başkan”dır benim gözümde. Yakında unutulmuşluk mezarlığına gönderilecek ve zannediyorum, büyük kulüplerimize bundan böyle onun gibi bir başkan da gelmeyecektir. Birçoklarının Seba’dan şikayetlerinin ne olduğunu bilenler biliyor aslında: Halktan biri olması, meşrutiyet bıyıkları, dürüstlüğü, cimriliğe varan tutumluluğu ve taraftarlarla beraber sahilde balık ekmek yiyebilmesi…
İşte bu tip geleneksel başkanlar dönemi bittiği ve Galatasaray gibi de kurumlaşamadığı içindir ki Fenerbahçe, intihar öncesinin sarhoşluğu içindedir bugün. Şu maçı kazanamamış, öbürünü kazanmış, hatta şampiyon olmuş olmamış hiç önemli değil. Beşiktaş 15 yıl, Galatasaray da 14 yıl şampiyonluk yüzü görmediler de ne oldu? Önemli olan, kafaların değişmesi, kulübün dünya standartlarına göre yeniden yapılandırılmasıdır.
Fenerbahçe’nin temel sıkıntısı, Türkiye’nin modernleşme sancılarına ortak olmasıdır: Türkiye’nin tek yumurta ikizi gibidir Fenerbahçe, Türkiye’deki istikrarsızlıklar aynen yansır ona. Treni kaçırmanın telaşıyla apar topar Avrupalılaşayım derken, hiç hak etmediği gayyalara yuvarlanmak, kaş yapayım derken göz çıkarmak. Dimyat’a pirince gideyim derken evdeki bulgurdan olmak…
Yeni bir yüzyılın şafağında kökten yeni bir yapılanmaya girmedikten sonra isterseniz Sakıp Ağa’yı getirin kulübün başına, yine bir şeyi çözmüş olmazsınız!
11 Hatay’ın anavatana katılmasında
Bir ‘şeyh’in rolü!
Hatay’ın Türkiye Cumhuriyeti sınırları içine katılması kesin olarak 1939’da gerçekleşmişse de, Lozan’dan itibaren devam eden uzun ve zorlu görüşmelerle bir netice alınması mümkün olabilmiştir. Zamanın Emniyet Genel Müdürü olan ve bir dönem Hatay Valiliği de yapan Şükrü Sökmensüer, Prof. Afet İnan’ın kızı Arı İnan’a hatıralarını anlatırken pek fazla bilinmeyen bir noktaya temas ediyor.
Sökmensüer, kendi ifadelerine göre, Emniyet Umum Müdürü olarak yapılacak halk oylamasına mümkün olduğu kadar çok Hataylının katılmasını temin etmek için gayret göstermiş, o sırada Türkiye’de bulunan Hataylılara ayrı ayrı harcırah vererek Hatay’a göndermiştir. Söz arasında Hatay nüfusuna kayıtlı olmayan iki kişiyi de Hataylı imiş gibi gönderdiklerini itiraf ediyor. Bunlar sözde Maliye Müfettişi olarak Hatay’dadırlar. İşin aslı mı? Şöyle açıklıyor Sökmensüer (dikkat edin, tarih 1938 ve M. Kemal Atatürk henüz hayatta):
“Bunların arasında bir de meşhur Nakşibendi şeyhi ki, Atatürk çok severdi, Servet Hoca’yı da ben Osmaniye’den, dağlar üzerinden geçirerek Hatay’a indirdim. Bu halk oylamasından evvel.”
Arı İnan lafın burasında Atatürk’ün sağlığında bir Nakşi şeyhinin bir Emniyet Umum Müdürü tarafından dağlar üzerinden aşırılarak Hatay’a götürülmesine pek bir anlam veremediğinden olacak, soruyor: “Niye onu gönderdiniz?” Şükrü Sökmensüer’in cevabı, hepinizi şaşırtacaktır eminim:
“Propaganda için. Çünkü doksan bine yakın Alevi vardı. Onların arasında da bu Servet Hoca propaganda yapabilecek bir adamdı.” (Arı İnan, Tarihe Tanıklık Edenler, İstanbul 1997, s. 91, Çağdaş Yayınları.)
Yıl 1938, Atatürk hayatta ve tekkeler kapatıldığı halde bir şeyh, dini telkinde bulunması, yani propaganda yapması için devlet eliyle Hatay’a götürülüyor.
Sizi bilmem; ama şahsen bu işe şaşmadım desem yalan olmaz!
Hür tefekkürün kalelerİ
Yedi İklim’in Mehmed Akif özel sayısı
Bu yıl siyasilerden edebiyatçılara kadar çeşitli kesimlerin İstiklal Marşı şairimiz Mehmed Akif’e özel bir ilgi göstermesinin sebebi ister bir diş tabibi askerin beyanatı olsun, isterse başka bir şey, bence güzel bir gelişmenin işareti. Mehmed Akif ile ilgili toplantılar çoktandır bu kadar coşkulu, bu kadar heyecanlı olmamıştı. Yedi İklim dergisi de aralık-ocak sayılarını birleştirerek yayımladığı Mehmed Akif özel sayısı ile “Akif’e sahip çıkma” trendini daha ileri bir noktaya ulaştırdı. Bence zamanlaması çok iyi ayarlanmış bir sayı bu.
Dergiye 30 civarında yazar ve araştırmacı katkıda bulunmuş. Orhan Okay hocayla yapılan bir konuşmanın yanı sıra Bekir Karlığa, Ali Haydar Haksal, Hüsrev Hatemi, Ali Günvar, Mücahit Koca, Dücane Cündioğlu, Osman Bayraktar, Mahmut Kanık ve Seyfettin Ünlü gibi imzalar çeşitli yönleriyle Akif’in eserini ve şahsiyetini değerlendiriyor. Hasan Aycın’ın Akif’in ruhunu fevkalade başarılı bir şekilde yansıttığına inandığım ‘bir çizgi’sinin de yer aldığı dergiye ulaşmak isteyenler (0216) 346 65 78 no’lu telefona veya Halitağa Cad. No: 18/A Kadıköy-İstanbul adresine başvurabilirler.
Akif İnan’ı kaybettik
Geçtiğimiz hafta kaybettiğimiz M. Akif İnan ağabeye Cenab-ı Allah’tan rahmet, yakınlarına, sendikacı dostlarına ve okuyucularına sabır diliyorum. Mekanı cennet olsun.
.
12 Ocak’ta ne oldu sahi?
12 Ocak’ta ne oldu sahi?
12 Ocak sendromundan birkaç gün önceydi; bayramda nereye gitsem -serde köşe yazarlığı var ya- 12 Ocak’ta ne olacağı soruluyordu fakire. İlk soruluşta, dalgınlığıma gelmiş olmalı ki, 12 Ocak’ta yine birisi akıldanelik edip de deprem olacağı kehanetinde filan mı bulundu yine? diye bir ara duraladım; fakat hemen kendimi toparlayarak bu mühim mevzu hakkında kıymetli fikirlerimi dermeyan ediverdim.
(Malum, Türkiye’de köşe yazarı olunca istisnasız her konudaki fikirlerinizi gittiğiniz yerin duvarlarına galerideki tablolar halinde asmanız şarttır. ‘Benim bu konuda fikrim yok’ dediniz miydi, anında tenzil-i rütbe ettiğinizi bilin soran gözler karşısında.)
İşin şakası bir yana, gerçekten de çok merak edildi, çok dedikodusu yapıldı 12 Ocak zirvesinin. Başbakan Bülent Ecevit, Başbakan Yardımcısı Devlet Bahçeli ve ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’ın yapacakları bu sonucu önceden besbelli ve Fehmi Koru’nun haklı olarak vurguladığı gibi hukuki hiçbir dayanağı olmayan “yetki gaspı” niteliğindeki bu zirvenin basın tarafından neredeyse 28 Şubat MGK toplantısı kadar kritik bir dönemece yerleştirilmesi ve sun’i bir kriz beklentisi yaratılması kamuoyunda, gerçekte amacı belli bir tertipti.
Neydi bu tertip?
Bütün bir Güneydoğu, hadi daha açık söyleyelim “Kürt sorunu”nun PKK’ya odaklanması, PKK’nın da Apo’nun şahsında ‘şahsi’ bir konuma oturtulmasıyla gerçekte iç içe iki büyük hata işlenmiş oldu.
Bu suretle meselenin kendisi bulanık bir suyun içine itilmiş oluyor, bu kritik mesele bir tek şahısla özdeşleştiriliyor, onun yakalanması veya öldürülmesiyle her şeyin hallolacağı kanaati kamuoyuna aşılanıyordu. Ama bir tek şahsın tersinden bu kadar abartılmasının sonuçlarını görmeye henüz hazır değildik. Onu Kenya’da yakaladığımızda (aslında derdest edilip avucumuza teslim edildiğinde) bile hadisenin boyutları konusunda bir fikrimiz yoktu. Çünkü Türkiye’deki insanlar ile teröristbaşı arasında negatif bir ilişki kurulmuştu ve toplumun hafızası, 15 yıllık beyin yıkama ameliyesiyle derin bir şekilde yırtılmıştı.
Hafızamızdaki bu yırtığın kolay kolay kapanmayacağı, bütün o anti-propagandalarla meselenin yavaş yavaş siyasallaştığı fark edilmedi bile. Geçen seneki bir yazımda “Apo’yu Cem Sultan haline getirmeyelim” diye yazdığımı hatırlıyorum. Şimdi Abdullah Öcalan olarak isim değiştirmiş bir şekilde gerçek Cem Sultan olarak İmralı’dan Türkiye siyasetini yönlendirmeye kalkan bu şahsa “asarız seni” tehditleri savurmaktan başka bir şey yapabildiğimizi söyleyemeyiz.
Nitekim Ecevit, dünkü gazetelerde de yer alan TRT 1’deki konuşmasında İmralı’nın bir “siyaset kürsüsü” haline geldiğini ima etmiş ve buna müsamaha ile bakamayacağımızı söylemiş; fakat aynı konuşmada PKK’nın “siyasallaşma”sına asla izin vermeyeceklerini de kesin bir dille ifade etmiştir.
Ne var ki, gözden kaçırılan çok önemli bir nokta, söz konusu zirve ile yeni adıyla Abdullah Öcalan ve hareketinin siyasallaşmasının zirveye ulaşmış olmasıydı. Bir ülkenin başbakanı, başbakan yardımcısı, bakanlar kurulu, meclisi, basını, televizyonları, bayram muhabbetleri 12 Ocak zirvesine kilitlenmişse, hangi babayiğit siyaset bilimci söyleyecek buna bu meselenin siyasallaşmadığını?
Bir ülkenin bütün bir yönetici kadrosu bir tek adamı muhatap alıyorsa, o adam, diğerlerinden ayrılıp borsasından bayram muhabbetlerinin içine etmeye kadar elini uzatabiliyorsa, bal gibi siyasallaşma başarılmış demektir. ‘Bundan sonra siyasallaşma alanında azarsanız asarız’ söyleminin de ne kadar garip çelişkiler içerdiğine sadece değinerek geçelim.
Bu süreçte Türk toplumu yalnız hafızasında yırtılma yaşamakla kalmadı, hafızasını kirletti de. Daha 11 ay önce halkı sokaklara dökmeye, galeyana getirmeye, idam ipini herkese endülijans belgesi gibi dağıtmaya soyunan basınımızın manşetleri, 12 Ocak öncesinde süngüsü düşen askere benzemiş, halkı teskin etme görevini üstlenmiştir. Apo’nun idamını ağır çekimle yayınlamaya hazırlanan medyamız, geçen yıl o kadar efelendiği Avrupa Birliği’nin aslında “bağımsızlığımızı ihlal eden” ihtiyati tedbir kararını alkışlarla karşılamış ve bu defa ne gariptir ki halkın tahriklerden uzak durması yolunda neşriyat yapmıştır.
Yine de sağduyulu, yine de vakur davranmıştır bu süreçte Türk halkı. Bu kadar ağır tahriklere kendisini kaptırmamış ve tepkisini olanca olgunluğuyla dışa vurmasını bilmiştir. Geçenlerde bir şehit anasının ayağını öpen bir başka şehidin babası, masum duyguları istismar edilen ve “siyasallaştırılan” siyasete alet edilen bu bağrı yanık ailelerin dramını olduğu kadar mesajını da yolluyordu kalpleri mühürlenmemiş olanlara.
.
İstanbul’un köpekleri
İstanbul’un köpekleri
2000 yılına üç beş gün kala patlak veren kuduz paniği, artık bütün ülkeyi sarmış durumda. İller, ilçeler karantinaya alınıyor, büyük köpek barınakları kuruluyor; hayvan hakları ile insan hakları savunucuları arasında kıyasıya süren tartışmalar ise bir süre daha gündemimizi işgal edeceğe benziyor. Bu yazıda ben de İstanbul’da köpeklerin tarihine bir derkenar düşeceğim.
Bizans zamanında İstanbul’da sokak köpekleri olduğuna dair fazla bir bilgi yok elimizde. Bu yüzden bugünkü sokak köpeklerinin atalarının Fatih Sultan Mehmed’in ordusuyla birlikte İstanbul sokaklarını şenlendirdiğine inanılır. Bu köpekler, İstanbul’un günlük hayatının ayrılmaz parçaları olmuş, bir canlıyı öldürmenin günah olduğuna inanıldığı için de nesilleri asırlar boyu sürüp gitmiştir. Fakat pek çok başka şeyde olduğu gibi köpeklerin başkentteki uzun saltanat ve keyifleri İttihad ve Terakki zamanında bozulmuştur.
Aslında kuduz tehlikesi İstanbul’u 1910’larda da ziyaret etmiş ve köpeklerin itlafı, zehirlenerek öldürülmesi ilk defa o zaman konu olmuştu. Geçtiğimiz 14 Ocak’ta doğumunun 150. yıl dönümü vesilesiyle anılan Pierre Loti, 1910’daki köpek katliamını şöyle anlatıyor:
“Bu ülkeye (İstanbul’a-M.A.) II. Mehmed’in ordularının ardından gelen köpekler İttihad ve Terakki’yi ve hükümet işlerine Levantenlerin girişini unutmuşlardı. 4-5 asırlık sadakatten sonra kimseyi ısırmamış olmalarına karşın katliamların en iğrencine mahkum edildiler. Hiçbir Türk Hilal’e uğursuzluk getireceği söylenen bu onur kırıcı görevi üstlenmek istemedi. Bu yüzden serseriler ve haydutlar görevlendirildi.”
1655’te İstanbul’u ziyaret eden Fransız seyyah Jean de Thevenot, İstanbulluların köpekleri nasıl koruduğunu, hatta bazı zenginlerin vasiyetnamelerinde sokak köpeklerinin beslenmesi için nasıl özel kaynak tahsis ettiklerini anlatır.
Jön Türkler, İstanbul’daki sokak köpeklerini ıssız bir ada olan Hayırsızada’ya (Sivriada) toplamışlar. Rivayete göre tam bir vahşet halinin hüküm sürdüğü bu “Köpekler Adası”nda aç ve susuz kalan köpeklerin havlama ve iniltileri, bir uğultu halinde İstanbul semalarını zaman zaman ziyaret edermiş.
Namık Kemal ve köpekler
Aslında 1910’lara varmadan çok önce, yani 1872’de bu defa Gelibolu’da birkaç kuduz vakasına tesadüf edilir. Köpekler tarafından ısırılan bir kadın ve bir çocuk kudurur. Köpekler halk tarafından öldürülürse de, mikrop diğer köpeklere de bulaşmış olduğu için kuduz hadiseleri birbirini kovalamaktadır. O sırada Namık Kemal, çiçeği burnunda bir mutasarrıf olarak görevinin başındadır. “Vatan şairi”miz duruma hemen el koyar.
Halkın tepkisi yüzünden hayvanları zehirleyerek öldürmek imkanı yok, kuduz aşısı da henüz icat edilmemiş. Ne yapılabilir? İttihadçı torunlarının tedbiri ile Namık Kemal’in düşündüğü şey aynıdır: Köpekleri, üremelerini önlemek amacıyla erkek ve dişi olarak ayrı ayrı yerlere sürmek. Bir kısmını Gelibolu’nun üst tarafında Galata Burnu denilen ıssız yere, diğer kısmını da karşıda Lapseki’ye yollar. Fakat köpeklerin ahı mı tutar ne, Namık Kemal’in bu ilk icraatı aynı zamanda son icraatı olur.
Namık Kemal’in Gelibolu’daki köpekleri, o tarihlerde Cezayir-i Bahr-ı Sefid (Akdeniz Adaları) valilerinin idaresinde bulunan Lapseki’ye gönderilmesini Vali Kayserili Ahmed Paşa, kendisine hakaret manasına alır. Epeyce geniş yetkileri olan bu vali, Kemal’i İstanbul’a şikayet eder ve görevinden azlettirmeyi başarır.
Şaka yollu, köpeklerin ahının yerde kalmadığını söyleyebiliriz sanıyorum. Baksanıza, köpekleri itlaf eden İttihadçılar da 10 yıla varmadan hem memleketi batırdılar, hem de kimisi Ermeni kurşunuyla vuruldu, kimisi bizzat derin devlet tarafından temizlendi. Geri kalanı ise Ermeni tehcirine, komitacılığa vs. karıştıktan sonra Cumhuriyet döneminde bir bir ortadan kaldırıldı.
Benden söylemesi: Köpeklere dokunan yanar!
SARMAŞIK
“Köpekler Adası” filminin tam zamanı!
Usta yönetmen Halit Refiğ’in birkaç yıl önce çektiği Köpekler Adası filmini televizyonlarda göstermek nedense bugünlerde kimsenin aklına gelmedi. Halbuki konu olarak da, mesaj olarak da tam bugünkü yozlukları aşmak için güzel bir filmdi. Hadi diğer kanallar atladı, Kanal 7 ve Samanyolu nasıl hatırlamaz böyle güzel bir filmi? Anlamıyorum.
Bence tam zamanı!
KÜLTÜR BAHÇEMİZDEN
Tarihi çalınmış millet
“Biz tarihi çalınmış bir milletiz.”
Kemal Tahir
.
Dini tartışmak
Dini tartışmak
Geçenlerde yazdığım bir yazıdaki cümle, okuyucumun dikkatinden kaçmamış. “Din tartışılmaz” demiştim o yazıda. Haklı olarak soruyor: Din neden tartışılmasın? Hemen açıklamalıyım ki, orada bahse konu olan din, doğrudan dinin özü olan “inanma”, iman ile ilgiliydi. Yani bir insanın imanını başkaları tartışamaz, demek istemiştim. Ama tabii ki “iman meselesi” tartışılabilir, hatta Mehmet Aydın Hoca’nın dediği gibi dünyada din ve iman kadar tartışılan ikinci bir dava gösterilemez.
Türkiye’nin bugün -son olayları da işin içine katarak- geldiği noktadaki sorunlarının, konuşamamaktan kaynaklandığını düşünüyorum. Konuşamamak, tartışamamak, devletin de, fertlerin de içindekini olduğu gibi kelimelere dökememesi yani. Bir bakıma hafızası kazınmış, dili unutmuş, kekeleyerek konuşan ve tartışan bir toplum halindeyiz bugün.
Mesela şu her gün ayrı bir terane ile gündeme oturtulan irtica-gericilik konusunu eteğimizdekini olduğu gibi yere dökerek tartışabildik mi yakınlara kadar? Dini konuların konuşulmasının bile insanların başına iş açabildiği dönemlerden geçildi. İyi mi oldu, kötü mü? Bunun zihinlerimizde ve ruh dünyamızda doğurduğu anarşiyi görmek için yarım asra bile gerek kalmadı.
Osmanlı dünyasında 1850-1860’larda başlayan büyük modernleşme tartışmaları Namık Kemal’ler, Ziya Paşa’lar, Ali Suavi’lerden geçerek II. Meşrutiyet’e ulaşmıştı. II. Meşrutiyet, pek çok bakımdan Osmanlı aydınlarının gür bir sesle tartışmaya başladıkları çok özel bir dönemdir ve maalesef İttihadçıların tam adıyla söylersek “gangsterliğe başlamaları” yüzünden akamete uğramıştır. Ama, tekrar ediyorum, konuşan Türkiye’nin sesini bileylediği emsal niteliğinde bir zaman dilimidir Meşrutiyet devri.
Türkiye o zamanki gibi, görüş farklılıklarının bir arada yaşadığı ve beraberce ifade bulduğu çoğulculuk dönemini bir daha zor yakalayacaktır. Bediüzzaman Said Nursi’den Abdullah Cevdet’e, Kürt Teali Cemiyeti’nden Prens Sabahattin’in liberal fikirlerine kadar yığınla düşünce çarpışmış, bugün bile tartışmaya cür’et edilemeyen meseleler masaya yatırılmış ve Türkiye büyük bir fikir laboratuvarı haline gelmiştir.
Bu tartışmaların kalitesi elbette hep yüksek olmamıştır, kabul; ancak en azından konuşulabilir bir ortamın oluşmuş olması bile büyük bir kazançtır. Cumhuriyet döneminde yapılan birçok “inkılab”ın ön fikirleri, hatta bazen daha da ilerisi o dönemde tartışılmıştır. Bu yüzden sosyal bilimciler arasında “Atatürk inkılapları arasında hiçbiri yoktur ki Meşrutiyet döneminde tartışılmış olmasın.” şeklinde bir darbımesel bile vardır. Yani Cumhuriyet’i teşkil eden fikirler, Meşrutiyet laboratuvarında kotarılmıştır.
Sonra ne mi oldu? Önce İttihadçılar kendilerini iktidara getiren bu tartışma ve konuşma sürecini askıya aldılar, sonra da savaş ve işgal yılları yüzünden bu ortam müesseseleşemedi bir türlü. Kesintilere uğradı, aksadı ve nihayet Takrir-i Sükun’dan sonra farklı bütün sesler susturuldu. (Arif Oruç, Yarın’ını yanına alarak Bulgaristan’a kaçtı, Bediüzzaman sürgünlerde ufkunu sırtında taşıyan adam oldu…)
Bu süreçte Osmanlı medeniyetinin hülasası olan İstanbul’da asırlar boyu birikmiş olan bilgi ve fikir enerjisi, kurutuldu. Bir zamanlar Oryantalistlerin Arapça ve Farsça öğrenmeye geldikleri bu şehirdeki üstadlar, üniversite reformuyla köşelerine çekilmeye mecbur edildi. Fikir ve ilim muhitleri, din tartışmalarından dışlandı. Arif Oruç’un deyişiyle Lutherciliğe soyunulmuştu; ama Luther yoktu ortada. Luther’i olmayan bir Lutherci reformdu yapılan.
Dini meseleler tartışılmayınca, öğretilmeyince, sorular sorulup cevaplar verilemeyince, meseleler biriktikçe birikti; tam bir kördüğüm oluştu. İşlemeyen dini gelenekler hantallaştı, çözüldü ve çeyrek asır sonunda eski üstadların ölümüyle eriyip gitti. Bu büyük geleneğin son ışıltılarını rahmetli Süheyl Ünver’in bibliyografyasından seçebiliyoruz.
Bugün hala birtakım hocalara muska yazdırmaya koşuyorsa insanlar, ne olduğu belli olmayan birtakım tarikatların ardına düşüyorlarsa, “din adına” insanları terör örgütüne sokabiliyor ve cinayet makineleri kurabiliyorsa, bilelim ki, bunların altında dinin konuşulup tartışılmadığı bir “unutma/unutturma” dönemi yatmaktadır.
Türkiye gerçekte 1980’lerden itibaren dini meseleleri yeniden tartışmaya ve konuşmaya başlamıştır. Uzun bir suskunluk döneminden sonra konuşmaya başladığı için de bazı dil sürçmeleri, hatalı anlamalar olmaktadır; bu da normaldir. Fakat “dini otorite” fikrinin zihinlere yeniden yerleşmesi, dinle ilgili konularda bir bilene danışılması geleneğinin dirilmekte oluşu, bence daha da önemli bir kazançtır. Bununla birlikte aydınlar düzeyinde din hakkındaki bilgimizin 20. yüzyılın başındaki kalite ve seviyesinden epeyce uzak olduğunu söylemek de bir hakşinaslık olacaktır.
Türkiye’yi yeniden konuşmayan, tartışmayan bir ülke haline getirmek isteyenler en büyük kötülüğü Türkiye’ye etmektedirler.
.
Cevdet Paşa hakkında iki yeni kitap
Cevdet Paşa hakkında iki yeni kitap
“Büyük adam” olmanın tek ölçüsünün zamana dayanıklılık olduğu söylenemez elbette. Tarih boyunca namı süregelmiş insanlar arasında olumsuz ve kötü yönleriyle temayüz etmişlere de rastlanabiliyor. Kazıklı Voyvoda’nın da, Aşoka’nın yahut İbrahim Edhem hazretlerinin de geçmişin karanlık dehlizlerinden günümüze menfezler açmaları karşısında söylenebilecek tek söz, bugüne intikal etmenin “değerli adam”lıkla doğrudan ilgili olmadığıdır.
Ne var ki, aynı çağda yaşamış milyonlarca insanın içinden seçilip asırlar sonrasına kavuşmanın, zamana tahammül etmenin de önemli bir büyüklük ölçüsü oluşturduğunu gözardı edemeyiz. Bazı şahsiyetler de vardır ki, zamanın çemberi ufukta daraldıkça büyür, yeniden daha bir kuvvetle açarlar kanatlarını. Her nesil onda kendini yeniden keşfeder. Kendini bulur.
Galiba bu kategoriye sokabiliriz Cevdet Paşa’yı. Devrindeki şöhretine mütenasip bir alaka görememiştir vefatından sonra ne yazık ki Paşa. Kızının yazdığı pek de orijinal olmayan biyografi dışında 1940’lı yıllara kadar büyük ölçüde unutulmuş, Tezâkir’inin yayınlanmasının ardından tarihçiliği (“müverrihlerimizin en büyüğü” Mükrimin Halil Yınanç), hukukçuluğu (“Cumhuriyet devrinde bir benzerini yetiştiremediğimiz büyük hukukçu” Cahit Tanyol) ve devlet adamlığı (“Tanzimat döneminin belki de en büyük devlet adamı” Niyazi Berkes) üzerinde birbirine taban tabana zıt diyebileceğimiz kesimlerin mutabata vardığı ender şahsiyetlerden birisi olmuştur.
Mecelle, Tezâkir ve Ma’ruzât adlı eserleri ciddi bir şekilde yayınlanmışsa da, kendisine asıl haklı şöhretini kazandıran eserlerinden Tarih�i Cevdet’i ne yazık ki bugüne kadar ilmî bir şekilde neşredilebilme şansına erişememiştir. Bugün piyasada bulunan Üçdal Neşriyat’ın çıkardığı Tarih�i Cevdet ise ancak nelerden bahsettiğini anlamak için okunabilecek durumda olup ilmî ve fikrî kullanımlar için uygun değildir. Tarihi anlamamız açısından fevkalade önemi haiz bu metnin şimdiye kadar doğru dürüst yayınlanmamış olması lekesini bakalım ne zamana kadar alnımızda taşımaya devam edeceğiz?
Bu düşüncelerle boğuştuğum günlerden bir gün postacının masama uzattığı paketin içinden pek de albenisi olmayan bir kitap çıkmaz mı? Başlığı epeyce ironik ve biraz da tuhaf olan (Araç Tarih, Amaç Tanzimat) kitap, Tarih�i Cevdet’in Siyasi Anlamı alt başlığını taşıyor. (Çeviren: Meltem Arun, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000) Yazarı Christoph K. Neumann’la bundan bir süre önce tanışmış, kitabın çıkacağını kendisinden öğrenmiştim, dolayısıyla kulağım kirişteydi.
Kitap, Almanya’da bir doktora tezi olarak yazılmış ve yanılmıyorsam ilk defa Türkçede yayınlanıyor. Son derece ciddi bir araştırma mahsulü olan bu kitabın hem Cevdet Paşa üzerine yapılacak çalışmaların eksenini, hem de Tarih’inin anlaşılmasını geri dönülemeyecek bir şekilde derinden etkileyeceğine inanıyorum. Neumann, Cevdet Paşa’nın Tarih’ini, yazarından bağımsız bir eser, hatta deyim yerindeyse bir “şahsiyet” olarak ele alıyor. Şaşırdınız değil mi? “Kitap da bir şahsiyet olarak ele alınır mıymış?” dediniz belli ki içinizden. Fakat Neumann’ın analizlerinden hem uzun süren ve kesintilerle ilerleyen yazılışının, hem de neredeyse 30 yıl sonra yapılan yeni baskısında (Tertib�i Cedid) maruz kaldığı değişiklerin Paşa’nın siyasî hayatıyla irtibatını okuyunca bana hak vereceksiniz. Yazar daha da ileri giderek bu modern tarihimizin baş eserini sadece “söyledikleriyle” değil, söylemedikleriyle, sessizce yanından geçip gittiği hadiselere bakarak da değerlendiriyor ki bence bu çalışmayı paha biçilmez hale getiren de büyük ölçüde bu tarafıdır.
En iyisi Neumann’ın kitabı hakkında ayrıca bir yazı kaleme almak; zira buraya sığmayacak gibi görünüyor söyleyeceklerim.
Bu arada Dr. Zeki İzgöer’in hazırladığı Ahmet Cevdet Paşa adlı çalışma da Şûle Yayınları’nın “Bizim Klasiklerimiz” dizisinde geçtiğimiz ay çıktı. 176 sayfalık kitabın ilk 100 sayfası Cevdet Paşa’nın hayatı, eserleri ve görüşlerinin değerlendirilmesine tahsis edilmiş. Geriye kalan sayfalarda ise eserlerinden seçmeler yer alıyor. Özellikle Cevdet Paşa’nın Başbakanlık Arşivi’ndeki makale ve raporlarından Latin harflerine yapılan aktarmalar önemli. Bir el kitabı olarak hazırlanmış olan çalışma, Cevdet Paşa’yı yeni tanıyacaklar açısından faydalı. (Edinmek isteyenler 0212�516 82 93 nolu telefona başvurabilirler.)
Cevdet Paşa meraklılarına son bir not: Cevdet Paşa’nın Takvimü’l�Edvâr adlı risalesi, Remzi Demir ve Yavuz Unat tarafından sadeleştirilerek yayınlanmıştır. (Gündoğan Yayınları, 1996). Mantık hakkındaki iki risalesi Mi’yâr�ı Sedâd ve Âdâb�ı Sedâd ise Kudret Büyükcoşkun tarafından yayına hazırlanmıştır: Mantık Metinleri 2, İşaret Yayınları, 1998).
.
Osmanlı’da Devrim
Osmanlı’da Devrim
Fransa’ya kapitülasyonlar neden verildi? Şehzadeler saraya, kafes arkasına neden konuldular? Yeniçeriliğe neden sadece devşirmelerin alınması geleneğinden vazgeçildi de, Anadolu’dan asker yazılmaya başlandı? Tımardan zeamete niçin geçmek gereğini duydu yöneticiler? Padişahlar bir bakıma bakanlar kurulu demek olan Divanı Hümayun’un toplantılarından nasıl uzaklaştırıldılar? Padişahın yetkileri neden kısıtlandı? Sultan I. Ahmed zamanında neden kardeş katlini engelleyen en büyük hanedan üyesinin tahta geçmesi kararı alındı? Eşkıya ile pazarlıklar neden başladı? Osmanlı Devleti’nde sivilleşme, yani yönetimde askerin ağırlığının azalması ne zaman başladı? Reayanın kontrolünü elinden kaçırmasına sebep neydi devletin?
Bu ve benzeri sorular, dikkatle bakıldığında 17. yüzyıldan ya biraz önce veya sonraya yöneliktir ve bize imparatorluğun son üç yüzyılındaki köklü değişikliklerin işaretlerini sunmaktadır.
Tekrarlamakta fayda var: Bütün bu ve benzeri işaretler bize 17. yüzyıl başlarında Osmanlı devlet idaresinde bir darbe yapıldığını gösteriyor. Daha doğrusu bir saray darbesi. Keskin bir dikkat sarf edilmezse fark edilemeyecek olan bu “düşük yoğunluklu” darbenin ilk işaretini nasihatname geleneğinin dönüm noktalarından Lütfi Paşa’nın Asafname’si vermiştir.
Bütün bu eserlerde Osmanlı Devleti’nde bir bozulmanın, çürümenin ve yozlaşmanın, eski kurumların kurallarında gevşemelerin olduğu ifade edilmektedir. Devlet bir avuç eşkıya ile başa çıkamamış, vazifeler parayla satılır olmuş, yeniçeriliğin kuralları bozulmuş, artık esnaf ve köylü de (bu, dikkat isterim, “Anadolu” demektir ve “etrak-i bi-idrak” denilen ‘kaba’ Türklerin devlet idaresine karışmalarını zemmeden devşirme zümrelerin bir ideolojisinin satır arasından konuştuğunu göstermektedir bize) yeniçeri yazılabilmektedir. Padişah artık etrafına söz geçirememektedir. Toplumda herkes her tabakaya veya loncaya girip çıkabilir hale gelmiştir vs. Şimdi bu şikayetleri ne kadar ciddiye almak gerekir? Bunlar birer vakıa, birer olgu elbette; ama onların var olmaları doğru oldukları anlamına gelmez; gelmemeli. Bu sözleri söyleyenin hangi zedelenmiş menfaatlerini tazmin için, hangi kaybettiği mevkii istirdad etmek (geri almak) için, hangi bozulan huzuruna tekrar kavuşmak için çırpındığını biliyor muyuz?
Bunları, pekala Gelibolulu Mustafa Ali gibi birisi, yıldızının bir türlü barışmadığı Sinan Paşa dönemini zemmetmek maksadıyla söylemiş olabilir. İdarede ve toplumdaki değişmeler yüzünden rahatı kaçmış bir zümrenin, mesela doğrudan Padişah’ın gözüne girmek isteyen; fakat onun geriye çekilmesi yüzünden emeline nail olamayan bir şair veya tarihçinin somut şikayetlerini gizlemek için başvurduğu bir oyun olamaz mı? Bu şikayetlerin hepsini ciddiye alacak olsaydık, 1502 tarihli II. Bayezid zamanında çıkarılan Kanunname-i İhtisab-ı Bursa’da sık sık tekrar edilen “artık kanunı kadimden eser kalmamıştır” şikayetini de ciddiye almamız ve daha 1502’de Osmanlı Devleti’nin bozulmuş olduğuna hükmetmemiz gerekirdi. Peki daha 1502’de bozulmuşsa bu devlet, bozulmamış bir dönemini bulabilecek miyiz? sorusu cevapsız kalacaktır. Rifat Ali Abou-El-Haj, haklı olarak 17. yüzyıldaki global değişimlerden Osmanlı Devleti’nin etkilenmesinin normal olduğunu, bu dönemde aslında Osmanlı Devleti’nin bir tür “modern devlet”e dönüştüğünü açıklıyor kitabında (Formation of the Modern State, 1991).
Tıpkı bugünkü Yeni Dünya Düzeni veya Global Çağ diye dilimize doladığımız dönemde olduğu gibi Osmanlı devlet kurumları da 17. yüzyılda bir tıkanma noktasına gelmişlerdi. Avrupa ülkeleri artık münhasıran topraktan elde edilecek gelirden ticaret ve sanayinin tatlı karlarına doğru kaymaktadır. Başlangıçta toprağa bağlı bir devlet olarak kurulan Osmanlı Devleti, dünyadaki değişmelere paralel olarak ticarete yönelmiş ve özellikle ekonomik yönden İstanbul’un fethinden daha önemli bir hadise olan Mısır’ın fethiyle dünya ticaretinin merkezine kurulmuştur. Gerek Doğu, gerekse Batı ile artan ticaret hacmi, toprak fetihleri ile elde edilecek kazançlardan daha fazlasını getiriyordu ve Osmanlı Devleti’nin artık güçlü bir padişahın idaresinde uzak diyarlarda fetihlere yönelmesine gerek olmadığı, ortak bir kanaat şeklinde ortaya çıkmıştı. Tek bir kişinin üstün başarıları yerine ortak bir akla doğru ilerleme ve farklı dinamiklerin ortaya çıkma sürecine girilmiştir bu dönemde. Osmanlı tarihini dünya tarihinin bir parçası olarak ele almaz ve yorumlamazsanız, 1299’dan 1923’e kadar bu devletin hiç değişmediği ve değişmeyeceği varsayımı üzerine oturtursanız bütün fikrinizi, açık söyleyeyim, tarihin dışına sürüklenirsiniz.
Anladığınızı zannettiğiniz şey tarih değil, ideoloji olur.
.
Tipi dindi…
Tipi dindi…
Türkiye kamuoyu geçen haftadan beri Fazilet Partisi Başkanı Recai Kutan’ın konuşması ile çalkalanıyor.
Kutan, 28 Şubatçıları hedef aldığı konuşmasında özetle, Sincan’da demokrasiye “balans ayarı” yaptık diyenlerin Hizbullah’ın yıllardır bilinen cinayetlerine ve hâlâ birbiri ardınca ortaya çıkarılan ölüm evlerinin bütün yurdu sarmasına neden engel olmadıklarını gerçekten de sert bir dille hatırlatıyordu. Dozu kaçırılmış ve iyice düşünülüp tartışılmadan yapılmış bir konuşmaydı bence de.
Nitekim tepki beklendiği gibi sert oldu. Genelkurmay Genel Sekreterliği tarafından yapılan zehir zemberek açıklama, bir haftadır FP’nin olduğu kadar ülkenin de başını döndürüyor.
Bu arada Sayın Kutan’ın yazısındaki sözleri bir veya birkaç köşe yazarından aldığını açıklaması ise tam bir skandal oldu. Cüneyt Ülsever, kendisinden alıntıladığı cümlelere sahip çıkamayan Kutan’a son derece ağır bir cevap verdi. Böylece kendisini ikide bir sıkıştıran genel yayın yönetmeni �Enis Batur’un deyişiyle “Rahmetli”� Ertuğrul Özkök’ün tacizlerinden de sıyırmış oldu. Nitekim geçen gün Ali Bulaç’ın da Oğuzhan Asiltürk tarafından benzer bir muameleye maruz bırakıldığını kendi yazısından öğrenmiş olduk.
Bütün bu olan biten arasında en fazla, Türkiye’nin iktidara en yakın ikinci partisinin içine düşmüş olduğu hazin ve şaşkın durumdan rahatsız olduğumu söylemeliyim. İktidara, hem de “farklı” ve “renkli” olduğunu söyleyerek talip olan ve şu kadar milyon oyu bulunan bir partinin hiç mi fikri, istikameti, programı, tavrı, ideolojisi yoktu da oradan buradan derlediği köşe yazılarının arkasına sığınma mazeretini ileri sürebiliyor ve bunun kabul göreceğine inanabiliyordu? Hep birtakım olayların önünde kuru bir çınar yaprağı gibi sürüklenerek, ikide bir ters yüz olmakta herhangi bir beis görmeyerek, her şeyden önemlisi de, “Ben söylediğimin arkasındayım” sözünü sarf edemeyerek iktidara talip olunabilir miydi?
Evet olunabilirdi. Çünkü burası Türkiye’ydi…
Zaten başlangıçta bir programı olan insanları 5�10 yıl içinde tövbekâr hale getiren siyaset dünyamıza işte şimdi layık bir parti olmuştur FP. Zaten 28 Şubat’ın esbab�ı mucibesi, anlamı ve önemi de burada yatmaktadır; yani Türkiye’nin en azından iddiası ve tabanındaki imajı bakımından� “en farklı” partisini fırıldağa çevirmek ve elini kolunu bağlayarak mefluç bir vaziyette tutmak operasyonunun başlangıcıydı 28 Şubat ve bence bu anlamda tam da Kutan’ın bir haftada yaptığı akıllara ziyan manevralarla bu sürecin yerine oturduğu ispatlanmış oldu.
İşte şimdi müsterih olabiliriz. Zira Mahmut Yesari’nin o çok sevdiğim romanının adında olduğu gibi artık “Tipi Dindi”…
.
Halil İnalcık farkı
Halil İnalcık farkı
Telefondaki ihtiyatlı ses yakınmalı bir edayla konuşuyor: “Çalışmalarımda Osmanlı tarihindeki pek çok hususu yeni bakış açılarıyla, yeni sosyal bilim metodlarıyla değerlendiriyor ve bilinen pek çok yanlışın doğrusunu gösteriyorum yıllardır, ne var ki yazılıp çizilenlere bakınca hayal kırıklığına uğruyorum. Sanki boşuna kürek çekmişim gibi geliyor bana.”
Tabii ki kendisine, görüşlerinden yararlanarak Zaman okuyucularının yıllardır başını ağrıttığımı, elimden geldiği kadar tarihimizle ilgili pek çok temel yanlışın altını benim de çizmekte olduğumu ve en yakınlarına dahi insanın sesini yeterince duyuramamasının ne kadar acı bir his olduğunu söyleyemedim. Kendisine sadece Türkçe neşriyatı biraz ihmal ettiğini söyleyebildim.
Halil İnalcık 1916 doğumlu, yani asırlık çınarlarımızdan biri. Tarih alanında ise pek çok açıdan benzersiz. Kendisinden öncekilerden olduğu kadar sonrakilerden de daha derin ve kapsamlı bir şekilde okuyabiliyor tarihi. Osmanlı tarihini adeta yeniden ve yeniden yazıyor her makalesinde. Kendini tekrarlamaktan hiç mi hiç hoşlanmayan, tarihin daima yeniden okunabileceğini ispatlayan çalışmalarla süslüyor kariyerini. Tek tek monografilerde eline su dökülemiyor. Tek eksiği, Osmanlı tarihini bir bütün halinde değerlendiren analitik bir çalışmaya girmemiş olması. Bana yeni çıkan Osmanlı Ansiklopedisi’nin girişindeki 100 sayfalık değerlendirmesini tavsiye ediyor.
Bugün Osmanlı tarihçiliği denilince üzerinde tereddütsüz ittifak edilen ve neredeyse “pir” kabul edilen İnalcık, ilerlemiş yaşına rağmen temposunu artırarak devam ediyor çalışmalarına. Sonsuza kadar sürecek bir arayış; iç içe aynalardan oluşmuş ezele ve ebede açılan bir kaleydoskop (eskilerin deyişiyle “çiçek dürbünü”); yüzünden, tersinden, satır arasından, mantığından, tesadüfen kullanılmış izlenimi veren bir cümle veya kelimeden yola çıkarak girişilen kesintisiz bir kazı onun gözünde tarih.
Tarihçi, rahat döşeğine uzanıp yanına yığdığı kitapları kritik etmeden bol keseden hüküm veren ve verdiği hükümleri bir daha gözden geçirme ihtiyacı duymayan bir vurdumduymaz olamaz. Her seferinde “acaba” bulutlarıyla yüklü bir bereket gelir durur tarihçinin masasının üzerinde. Acaba’lar niçin’lere, onlar da izah vadilerine doğru kanat çırptığında tarihçinin kalemi mazinin gölgede kalmış bir yüzünü kazımaya başlamıştır çoktan…
Halil İnalcık hoca, uzun yıllar yurt dışında kaldığı için makale ve kitaplarını genellikle İngilizce kaleme almış, dolayısıyla yazdıkları Batı’da sadece tarihçiler arasında değil, sosyal bilimlerin diğer şubelerine mensup insanlar arasında da derin bir etki uyandırmıştır. Buna mukabil “öz yurdu”nda tek tük tarih meraklılarının bulabildiği ciddi makale ve kitapları, hızla popülerliğe kaymakta olan ve amiyane tabirle cılkı çıkan Osmanlı bezirganlığı nezdinde elbette bir yankı ve etki yapamazdı. (Neyse ki şu günlerde Ottoman Empire: The Clasical Age 1300�1600 başta olmak üzere İngilizce kitap ve makalelerinin Türkçeye çevrilmekte olduğunu haber alıp rahatladım.)
Ünlü sosyolog ve siyaset bilimci Immanuel Wallerstein, bizdeki tarihçilerin ilgisizliğine nisbet edercesine oturmuş, Hoca ile ilgili güzel bir makale kaleme almış. (Bu makaleyi Mustafa Özel çevirip Tarih Risaleleri’nde �İz Yayıncılık, 1995� yayınlamıştı.) Şöyle başlıyor yazısına Wallerstein:
“Halil İnalcık hayatını Osmanlı çalışmalarına hasretmiş, bu sahanın en seçkin uygulamacılarından biri olmuştur. Dünya bilimine katkıları su götürmez. Çabalarının hedefi haline gelmiş konu üzerinde bize sadece tefekkür etmek düşer.”
Wallerstein yazısının sonunda, İnalcık gibi tarihçilerin ulaştığı sonuçların tarihe bakışımızdaki kategorileri, yani gözlüklerimizi değiştirmeye zorladığını ifade etmektedir ki bence tam da hocanın yapmakta olduğu şeyi tasvir etmektedir. Tarihe önceden biçtiğimiz gözlükler veya kategorilerle değil, tarihin içinden fışkıracak modellerle bakmamız gerekir ki, tarihi “kendisi olarak” anlayabilelim.
Tarihi “olduğu gibi” anlayabilmenin en önemli yolu, tarihçilerin genellikle burun kıvırdıkları efsaneler ve menkıbeler başta olmak üzere halk zihniyetini yansıtan edebi eserleri veya rivayetleri ciddiye almaktan geçer. İnalcık, bütün otoritesiyle bu tür eserlerin yeniden ve farklı bir gözle incelenmesi çığırını başlatmış olup bugün Cemal Kafadar ve Ahmet Yaşar Ocak gibi seçkin tarihçilerimiz onun açtığı yoldan giderek geçmişe dair hayati kavrayışlarla ufkumuzu genişletmektedirler.
Tarihle ufuk arasında bu derece deruni bir bağ vardır çünkü…
.
Siyasal İslam ve Cevdet Paşa
Siyasal İslam ve Cevdet Paşa
Tarihçilerin, hukukçuların ve nihayet yakın zamanlarda sosyal bilimcilerin keşfettiği zengin kaynaklarımızdan Ahmed Cevdet Paşa, 1877’de iki mühtedi’nin İslamiyet ile ilgili sorularına cevabi mektuplar kaleme almıştır. Bu metinler İslamiyet ile Hıristiyanlığın mukayesesini yapmaktan öte, yaklaşık 1,5 asır önce bir İslam aliminin İslam’ı nasıl anladığı ve anlattığına dair ipuçları da sunmaktadır bize.
Her iki mektubu özetleyerek sunarken Cevdet Paşa’nın taaddüd-i zevcat (çok kadınla evlilik) gibi “şık olmayan” görüşlerini budayan Yılmaz Öztuna’nın bir yazısına atıfta bulunalım: “Cevdet Paşa’ya göre Müslümanlık nedir?”, Hayat Tarih Mecmuası, 1 Şubat 1969, s. 9-15. Özetinin girişinde “manaya hiç müdahale”si olmadığını beyan eden Öztuna, gerçekte “muzır” cümleleri cımbızla temizlemiş ve mesela “Kezalik zevcesinden çocuğu olmayan kimse ol vechile müte’addid zevce alsa ana ne denebilir” cümlesini ve altındaki cümlenin aynı mealdeki kısmını uçurmuştur. Özetinin tamamında ise Paşa’nın birçok sözünü keyfi bir şekilde yorumlayarak aktarmış, özellikle Schumann’a yazdığı mektupta, şeriatın kurallarına tamamen uyan bir devletin hem bugünkü deyimle “liberal”, hem de mutlakiyetçi hükümet biçimlerinin “inzibat ve iktidar hususları”nı tekeffül ettiği yolundaki sözlerini tam tersine çevirerek “Mutlak hükümetler İslam dinine aykırıdır” kılığına sokmuştur. (Aslı için bkz. Tezakir, 40-Tetimme, Yay: C. Baysun, Ank. 1991, s. 263.)
Görüldüğü gibi bir düşünürün gerçek hikayesi öldükten sonra başlamakta ve ona, devirlerin değişen zihniyetlerine göre biçilen roller de sürekli olarak değişmektedir. Her yazar gibi Cevdet Paşa’nın tarih içindeki serüveni de ilginç bir yazı konusu olabilir.
Sadede gelirsek, Cevdet Paşa, yalnız mühtedilere verdiği cevaplarda değil, Tarih-i Cevdet ve Tezakir’in diğer kısımlarında da İslam ve siyaset ilişkisine değinmektedir. Hilafet ile Saltanat’ın başlangıçta bir iken Abbasiler zamanında ayrıldığına dikkat çeken Cevdet Paşa, Osmanlı devletinin zuhuruyla din ve dünya işlerinin Halife-Padişah’ta birleştirildiğini Allah’a hamd ederek anlatır.
Bugün Türkiye’de oluşan veya oluşturulan (“28 Şubat sayesinde” diyordu bir FP’li milletvekili) İslam’ın herhangi bir devlet talebinin olmadığı kanaatinin aksine Cevdet Paşa, o devletin içinden konuşuyor ve Hilafet ile Saltanatın dahi birbirinden ayrılamayacağını savunuyordu.
İlginç bir kitap var elimin altında bugünlerde. Hilafet ve Milli Hakimiyet başlığı altında 1922’de derlenmiş olan bu kitapta Ağaoğlu Ahmet’ten Ziya Gökalp’e, Gazi Mustafa Kemal’den İsmet Paşa’ya kadar devrin önde gelen zevatının Hilafetin Saltanattan ayrılmasının faydalarına ilişkin yazı ve beyanları yer alıyor. Yazıların hepsi de saltanatın ilgasının ve Hilafetin Al-i Osman’dan birisine Meclis tarafından tevcihinin ne kadar “İslami” ve Şer’-i Şerife uygun olduğunu beyan yarışına girmiş gibidir. Hatta şu kadarını söylemeliyiz ki, bugün ağza alınmaya dahi korkulan Peygamber Efendimiz’in bir İslam devleti ve hükümeti kurmuş olduğu yolundaki basit bilgiyi bizzat Gazi, üstelik Meclis çatısı altında Hilafetin saltanattan ayrılmasını izah sadedinde ortaya koymaktadır (age. Ank. 1339, s. 13). Ziya Gökalp’in yazılarına ise tamamen ütopik bir Halifecilik havası hakimdir.
Fakat 1924 yılında Halifeliğin TBMM’nin şahs-ı manevisine devredilmesiyle Halife Abdülmecid sınır dışı edilir; bu defa, bir zamanlar Hilafeti savunan kalemler, pür-velvele bu kuruma saldırmaya koyulacaklardır.
Şuna gelmek istiyorum: Acaba İslamiyet’in siyasi algılanışına bağlı olarak değişen yorum çerçeveleri mi söz konusudur? Devirlerin, zamanların, çağların idrakleri bizi geçmişe farklı bakışlar yöneltmeye mi zorlamaktadır?
Bugün bu meseleyi tartışanların İslamiyet’i Cevdet Paşa’dan daha iyi bildiklerini söyleyebilir miyiz? Hadi “daha iyi” bildiler diyelim, peki daha “sahih” bir bilgi sahibi olduklarını söyleyebilir miyiz? Bu sahihliğin güvencesi kimdir veya nedir? Buna kim karar verecek nihai olarak?
İki doğru olamayacağına göre ya Cevdet Paşa yanılıyor ya da biz.
Burada sormam gerekiyor: Peki iki yanlış olabilir mi? Neden olmasın?
Hem Cevdet Paşa, hem de biz yanılıyor olabiliriz ve bu pekala mümkündür!
“Hem Cevdet Paşa, hem de biz haklı olamaz mıyız?” dediğinizi duyar gibi oluyorum.
Güzel. Anlaşmaya başlıyoruz galiba!
.
Taksim Anıtı’ndaki gariplikler
Taksim Anıtı’ndaki gariplikler
Tam 8 ay önce bugün (18 Haziran 1999) yine bu köşede Taksim Cumhuriyet Anıtı’nda iki Sovyet generalinin ne aradığı meselesini gündeme getirmiştim. Aksiyon dergisinden Muhsin Öztürk de derginin geçen haftaki sayısında Kızıl Ordu’nun teorisyenlerinden Frunze ve Sovyet Genelkurmay Başkanı Voroşilov’un fotoğraflarıyla zenginleştirdiği dosyasında konuyu özet olarak değerlendiriyor. Bu yazı vesilesiyle anıttaki ilginç birkaç ayrıntıya daha değinmek istiyorum.
1928’de açılan Taksim Cumhuriyet Anıtı, bir defa bugün meydana hakim konumunu yitirmiş bulunmaktadır. Yapıldığı yıllarda meydanın tam ortasında idi; ancak 1940’lı yıllarda İstanbul’u gaddarca kesip biçmesiyle ünlenen Belediye Başkanı Lütfi Kırdar tarafından Taksim Kışlası’nın yıkılması ve meydanın bugünkü AKM binasına doğru genişlemesi ile bir kenarda kalmış, hele İstiklal Caddesi’nin trafiğe kapatılmasıyla yama gibi makseme yapışmış kalmış, meydanın diğer unsurlarından kopartılmıştır. Hele hele bugün anıtın civarının emniyet güçlerince -muhtemelen bombalama olaylarına karşı bir tedbir olarak- yayalara kapatılmasıyla kimsenin fark edemeyeceği bir uzaklığa ve yalnızlığa itilmiş bulunmaktadır.
Dahası anıt, daha yapıldığı yıllardan başlayarak sanatkarlar tarafından pek beğenilmemiş, donuk ve ruhsuz bulunmuştur. Mesela zamanın ünlü ressamı Halil Dikmen, sadece kaide kısmını beğenmiş ve bu kaidenin ancak üzerine başka bir heykel yapılması halinde işe yarayabileceğini söylemiştir.
Bir de heykelin yapıldığı malzemenin çürüklüğü meselesi var. Daha ilk yıllarından itibaren heykelde aşınmalar başlamış ve yer yer çatlaklar oluşmuştur. Kısmen de dökülmeler görülmektedir. Anıtın pembe renkli duvarları, gerekli tedbirler alınmazsa günün birinde yıkılıp gidecektir. Oysa en basitinden bir Osmanlı mezar taşı veya çeşmesi rahatlıkla asırlara meydan okuyabilmektedir.
İlginç bir ayrıntı daha: Semavi Eyice’nin naklettiğine göre 1985 yılında keskin gözlü bir terzi, bugün artık girilemeyen anıtın bahçesine girmiş ve heykeli uzun uzadıya inceledikten sonra çeşitli gazetelere mektuplar göndererek anıtın Beyoğlu tarafına bakan yüzündeki Atatürk heykelinin ceketinin düğmelerinin ters yönde yapıldığını keşfetmiştir. Gerçekten de ceketin düğmeleri sağda olacakken solda yapılmıştır. Ama mesela İnönü’nün ceketindeki düğmeler sağdadır. Bu hatayı, Pietro Canonica gibi dünyaca ünlü bir heykeltıraşın işlemesi büyük bir skandaldır aslında. İnanmazsanız Aksiyon’daki yakın çekim fotoğrafa dikkatle bakın.
60 küsur yıl kimsenin fark etmediği bu hatayı meslekten bir terzi fark edebilirdi ancak!
Atatürk’ün sivil cephesi
Mete Tunçay bundan birkaç yıl önce verdiği bir röportajda Atatürk’ün Cumhuriyet’ten sonra askeriyeye fazla yatırım yapmadığını söylerken beni önce şaşırtmıştı. Lakin daha sonraki araştırmalarım bu tezi hep doğruladı. Mareşal Fevzi Çakmak’ın çelik ellerine tevdi edilen askeriye içindeki ilk kıpırdanmalar onun yatağa düşmesinin hemen ardından başlamıştır. Başta Dahiliye Vekili Şükrü Kaya ve o zaman Heybeliada’da “menkub” vaziyetteki İsmet İnönü ekipleri olmak üzere Harbiye üzerinden siyaset yapmaya girişmişler, hatta Nazım Hikmet’in ünlü Harbiye davası da İnönü ekibinin elinde siyasi bir koz olmuştur.
Gerçekten de Hatay meselesi haricinde ordunun doğrudan hareketli olduğu pek fazla bir dış hadise yaşanmamıştır Atatürk döneminde. Asıl büyük yatırımlar da bu yüzden çoğunlukla sivil alana kaydırılmıştır.
Pietro Canonica, Türkiye’ye yalnız Taksim Anıtı için değil, Gazi’nin asker üniformasıyla birkaç heykelini yapmak üzere de çağrılmıştır. Gazi’nin ata binerek poz vermesi gerekmektedir. Üniformayı hiç değilse bir defa giymesi için çok mücadele verir Canonica; ama başaramaz. Bir sabah, Çankaya Köşkü’nde kendi üniformasını giymiş, aynı yapıda yakışıklı bir subayı atın önünde bulur ünlü heykeltıraş. Subayın yanında duran Gazi, gülerek “Kafaya bakmayın, gerisi aynı” der ve Etnoğrafya Müzesi önündeki heykel, ancak bir dublörün pozuyla yapılır. (Prof. Dr. Semavi Eyice, Atatürk ve Pietro Canonica, İst. 1986, s. 22-23.)
Acaba askerlikte bir defa çıkarılan üniforma bir daha giyilmez diye bir kural mı var? Bilenler beni aydınlatırsa sevinirim. Bu davranışın altında Canonica’nın zannettiğinin tersine, savaştan nefret etmekten çok sivil bir cumhurbaşkanı olmanın bilinci yatıyor gibi geldi bana.
Çağımızın anlamı
“Şimdiye kadar hiçbir zaman insanın bizim zamanımızdaki gibi, bu derece fazla ve çeşitlenmiş bir bilgisine sahip olunmadı. Şimdiye kadar hiçbir zaman, insanın bilgisi böylesine etkileyici ve göz alıcı yollarla elde edilmemişti. Şimdiye kadar hiçbir zaman bilgi böylesine hızla ve kolaylıkla artırılamıyordu. Fakat diğer taraftan, şimdiye kadar hiçbir zaman insanın ne olduğunu mevzuunda bizim zamanımızdan daha az bir bilgisizlik yaşanmadı. İnsan, şimdiye kadar asla bizim zamanımızdaki gibi böylesine bilinmez ve sorgulanabilir hale gelmemişti.”
Martin Heidegger, zikreden: William Barrett, “Heidegger Muamması”, (Çev. F. Hürriyet) Yağmur, sayı: 6, s. 52.
.
Asrın filozofu
Asrın filozofu
On bir gün önce sessiz sedasız tarihi bir dönüm noktasını daha geçtik. Ne basınımızdan, ne de aydınlarımızdan bu tarihi yıl dönümünü hatırlayan oldu.
Türkiye, çaresizce kendi Hizbullahlarını üreten büyük bir kültür bataklığı olmak yolunda emin adımlarla ilerliyordu aynı günlerde.
Geçtiğimiz 11 Şubat’ta bir filozof yalnız ismiyle değil, cismiyle de bir asrı doldurdu. 11 Şubat 1900 tarihinde doğan Hans-Georg Gadamer, on bir gün önce 100 yaşını doldurdu ve yaşayan en büyük filozof olarak tarihe adını altın harflerle bir kere daha yazdırdı.
Gerçi kendisinden büyük bir filozof daha var bugün hayatta olan (103 yaşındaki Amerikalı Charles Hartshorne), ne var ki Gadamer’in gün geçtikçe parlayan düşünceleriyle kabil-i kıyas bile değil onunkiler.
Gerçi daha önce de çok uzun ömürlü birkaç filozof çıkmıştır. Mesela Fontenelle, 100 yaşını doldurmasına bir ay kala ölmüştür; ama şöhreti orijinalliğinden çok yeni doğmakta olan bilimin popülerleştirilmesinde oynadığı propagandist rolden gelmektedir.
Peki kimdir Gadamer?
Wilhelm Almanya’sından Birinci Dünya Savaşı’na, Weimar Cumhuriyeti’nin çöküşünden Nazi tiranlığı, Stalinist Doğu Almanya, Federal Cumhuriyetin başkenti Bonn’a taşıyarak kurulması ve nihayet 1989’da iki Almanya’nın birleşmesine kadar bir ömre sığdırılması müşkil şartlar altında “her şeye rağmen” felsefe yapmaya, Avrupa felsefesinin tıkanmış kılcal damarlarını ustaca açmaya ve Eflatun ve Aristo’ya dönerek Batı düşünce geleneğini yeniden ve farklı gözlerle okumaya yönelmiş biridir Gadamer.
Bugün eserleri peş peşe dünya dillerine çevrilmekte olan bu üstad filozof -tez şöhret olmak heveslisi gençler burayı iyi dinlesin- tam 60 yaşındayken, Hakikat ve Yöntem adlı kitabını yayınladıktan sonra şöhrete ulaşmıştır. Çoğu insan bu yaşlarında emekliye ayrılır oysa.
Ernest Wolf-Gazo, Gadamer’in hermenötik felsefesini anlamanın en kolay yolunun onu Marx’ın sistemiyle karşılaştırmak olduğu kanaatindedir. Bilindiği gibi Marx, filozofların dünyayı yorumlamakla vakit geçirdiklerini, oysa asıl yapılması gerekenin dünyayı değiştirmek olduğunu söylemiştir. Fakat anlayamadığımız bir dünyayı nasıl değiştireceğiz? Onu anlamadan değiştirmek ne kadar mümkündür?
İşte Gadamer’in hermenötiği, bu tezi tersine, yani ilk haline döndürmektedir; yani dünyayı yorumlamaya.
Bir köksüzlük temelinde dünyaya bakan Amerikalıların ve dahi bizim Amerikan hayranı aydınlarımızın kavramakta zorlandığı bir noktadır burası. Kalmışsa, Marxistlerin de…
İnsanın anlama ve anlamları yorumlama süreci son derece karmaşıktır. Anlama, burada bilgiyle ilgili bir fiil değil, sanatla ilgilidir ve metafizik bir fiildir. Anlama, mantıkla yakalanan bir şey olmayıp insan olarak var olmamızın bizzat kendisidir. Ancak hayvani (beşeri) tarafımız anlamdan yoksun olarak işleyebilir; “insan”, anlayan hayvandır (“hayvan” burada “mahluk” anlamındadır).
İnsanın anlayabilmesi ise ancak bir diyalog halinde mümkün olabilir. Kendisiyle ve başkalarıyla diyalog sırasındadır ki insan kendisini ortaya koyar ve anlayabilir. Diyalog, yani eskilerin deyişiyle sohbet. Dünyada olmak, dünyayı yorumlamak demektir. Yorum olmadan yaşamanın hiçbir anlamı yoktur.
Belki bazılarınıza basit geldi; ama bu basit hakikattir işte Gadamer’in neredeyse bir asır peşinden koştuğu. Anlama, diyalog, yorumlama ve yaşama… İnsan bir başkası hakkında kanaat beyan ederken onu yorumlamaktadır aslında. Bu sıradadır ki o insanın “ufku” ile yorumladığı insanın ufku “kaynaşır”. Bu süreçte öteki insanın farklılığı ile nev-i şahsına münhasır tarafları yorumlayanınkiyle dirsek temasına girer.
İnsanoğlunun diyalog sırasında başkasının farklılığında kendisini ve dünyayı anlaması, yorumlaması hiç bitmeyen bir süreçtir. Doğumundan ölümüne kadar insanlar başkalarını ve dünyayı yorumlar, bu arada kendilerini sürekli yeniden keşfederler.
Bu sürekli keşifte bizim en büyük yardımcımız ise “dil”dir. Dil, ancak sohbet sırasında kendisini en sahih biçimde açığa vurur.
Eğer, der, Gadamer, sohbete, diyaloğa bütün insanları katabilirsek, bütün ufukların kaynaştığı olağanüstü mümbit bir ortama ulaşmayı başarabiliriz ki bu, bütün anlaşmazlıkların çözüldüğü ve önyargılarımızın birbirini tanımak suretiyle aşıldığı ideal bir durum demektir. Hermenötiğin gayesi, bütün insanların altında buluşabileceği ideal bir anlaşma ortamının hazırlanmasıdır.
Bunun yolu ise çok basit: Diyalog, konuşma ve sohbet.
.d
iyalog filozofu Gadamer: “Şiirsiz felsefe olmaz”
iyalog filozofu Gadamer: “Şiirsiz felsefe olmaz”
Heidegger-sonrası hermenötik (yorumsama) felsefesinin en önemli ismi olan Gadamer’in 100 yaşına girdiğinden söz etmiştim salı günkü köşemde. Çağdaş hermenötiğin “cesur yürek”i Hans-Georg Gadamer ile Radical Philosophy dergisinde yayınlanan, üniversiteden başlayıp felsefeyi yaşamaya, sohbetten yazıya, şiirden felsefeye kadar yayılan yoğun; ama oldukça özlü bir söyleşiden bir bölümü bu “şiirsiz günler”de çevirip sunuyorum sizlere.
Şiir sizin için daima önemli olmuştur, hatta bir seferinde felsefenin daha çok şiir gibi yazılması gerektiğini ifade etmiştiniz. Felsefe üzerine yazmak size kolay geliyor mu? Yazmak sizin için zevk verici bir eylem mi?
Gadamer: Hayır. Yazmak tam bir eziyet benim için. Bir işkence. Diyalog harika, hatta bir röportaj şeklinde bile olsa! Fakat yazmak benim için her zaman müthiş bir işkencedir kendi kendime yaptığım. Bildiğiniz gibi temel eserim altmışımdayken yayınlanmıştır. O sırada hoca olarak itibarım epeyce yüksekteydi ve uzun bir süredir tam yetkili bir profesördüm. Ne ki yayınlanmış çok fazla bir şeyim yoktu. Hocalıktaki enerjimden daha fazlasını sarf etmem gerekti kitap için. Orada da modern ses kayıt cihazları imdadıma yetişti. Şimdi bir ders verirken, normal olarak önümde bir müsvedde olmadan konuşacağımı herkes bilir. Lakin işte şu döşemenin üzerinde bütün derslerimin deşifre edilmiş hallerini görebilirsiniz. İlk deşifre etme tecrübelerimi hatırlıyorum da şöyle düşünmüştüm: Bu imkansız-bu makina yeterince dikkatli bir şekilde kaydetmiyordu. Bundan fazlasını söylediğimden de bal gibi eminim! Bu yüzden deşifre edilen metne daha sonra, konuşurken aklımdan geçen başka şeyleri ilave etmek zorunda kaldım. Canlı konuşma ile yazma taleplerine saygım arasında iyi bir uzlaşma bulduğumu söyleyebilirim. Dostum Dolf Sternberger bana daima şöyle derdi: “Aramızda dağlar kadar fark var – Ben önce düşünüyor, sonra yazıyorum; sen ise önce konuşuyor, sonra yazıyorsun.”
Felsefe ile felsefe öğretimi arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Felsefeyi temelde hoca ile öğrenci arasındaki bir diyalog olarak mı görüyorsunuz? Böyleyse şayet, bu tür öğretimin modern üniversitede mümkün olduğu kanaatinde misiniz?
Sorunuz güzel. Ancak şöyle de sorabilirdiniz: Modern üniversitenin yaşayabileceğine inanıyor musunuz? Bundan kesin olarak emin değilim. 50-60 yıldan daha fazla bir süredir faal öğretim tecrübesi içindeyim. Diyebilirim ki, felsefe alanında gerçek bir eğitim daima bir diyalogdur. Ben her zaman giriş mahiyetinde dersler verdim. Zira bu dersleri vermek en güçlü görevlerden biridir. Müptedilerin, onları düşünmeye davet eden bir hocanın açıklığına hakikaten ihtiyaçları vardır. Hocanın üstünlük gösterisi, hiç şüpheniz olmasın düpedüz zehirleyici bir etki yapar. Bir açıklamanın ne olması gerektiğine dair bir tanımım vardır. Bir açıklama, bir insanın cevabını bilmediği bir sorunun, karşıdaki adaya sorulmasında temellenmelidir. Bundan sonra artık ben başlayabilirim. Bunu o kullanabilir mi? Benim sorunun çözümüne duyduğum ilgiye karşılık verebilir mi? Ancak çok nadir olarak açıklamaları yönlendiririm ve daima bir diyaloğa sokulması gerektiği ilkesiyle çalışırım.
Ve bir diyalog tam da düşündüğüm şeyden emin olmadığım zaman başlayabilir. Bu ise kalabalık katılımcılarla yapılması mümkün olmayacak bir şeydir. Fakat Almanya’da felsefe, normal olarak okullarda öğretilir. Ve ikna edici gerekçelerle Dilthey tarafından şöyle dile getirilmiştir: Felsefe fazlasıyla zordur – görüyorsunuz, yalnız genç insanlar için değil, hocalar için de zordur! Onlar eğitime felsefenin çapraşık, zor anlaşılır bir şey olduğunu söyleyerek başlarlar. Oysa insan zihninde felsefeyi geliştirmenin doğru yolu bu değildir. Sadakat, dürüstlük ve felsefe…
İran’da kadınlar
Geçtiğimiz hafta sonu İran’da yapılan seçimler basınımızın görülmemiş derecede bir alakasına sahne oldu. Önce büyük bir koro halinde reformcuların kazanacağı, mollaların yenileceği iddia edildi, ardından da sonucu zaten belli olan seçimlerde “reformcu kanat”ın kazanması üzerine davul zurnayla İran’da değişimin başladığı iddia edilmeye başlandı. Sanki İran bizden çok geri bir ülkeymiş gibi!
İran, bazı alanlarda sandığımız kadar “geri” bir ülke değil. Belki devrimden sonra kadınlara tesettürsüz sokağa çıkma yasağı getirmiştir; ama bu sokakta tanımadığınız çarşaflı bir İranlı kızla rahatça muhabbet etmenizi engellemiyor. İstanbul’un göbeğinde bile başı açık bir kız, kendisine yaklaşan bir erkekle konuşma noktasında son derece çekingen davranırken Tahran’da çarşaflı bir kızla yumurta kuyruğunda rahat rahat dertleşebilirdiniz devrimin ilk yıllarında bile! Velhasıl İranlı kadınlar, bizim Anadolu-Rumeli coğrafyasındaki Osmanlı muhafazakarlığı ve mahremiyet ideolojisinden nasiplerini almamış olduklarından kamusal alanda çok daha rahat bir şekilde görünebilmektedirler.
Son seçimin kesin sonuçları henüz tam olarak açıklanmış değil; ama İran Meclisi’ndeki kadın milletvekillerinin oranı, bir önceki seçimlerde, bizim önceki Meclis’imizden (yüzde 2,5) oran olarak daha yüksekti (yüzde 4). (Bizde ancak 17 Nisan 1999’da yüzde 4’e çıktı bildiğiniz gibi.)
Hatta Coşkun Aral’ın belgeselinde (Haberci, 23 Şubat 2000) gördüğümüz kadarıyla kadınlar kahvelerde bağdaş kurup ellerinde sigara meddahı dinleyebiliyor, hatta nargile bile höpürdetiyorlar. Anlaşılan, bizim feministlerin İran’ı gezip görmelerinde sonsuz yarar var gözlerinin açılması için.
Daha da ilginç görüntüler vardı Haberci’de. Mesela başlarını açmak isteyen Hıristiyanlar kiliselerine gidip açabiliyorlar. “Sapık” bir din olarak kabul edilen ateşe tapan Zerdüştlerin bile inanılmaz bir ibadet hürriyetleri var. Coşkun Aral’ın konuştuğu Museviler büyük bir rahatlık içinde dinlerini yaşadıklarını söylüyorlardı!
Bir de bize bakın. Şurada beş on bin mensubu ya kalmış ya da kalmamış olan Ermenilerin şu son günlerde burunlarından fitil fitil getirdiklerimizi bir düşünün. 6-7 Eylül provokasyonlarını tekrar hatırlayın. Varlık Vergisi’ni ve diğerlerini… En basitinden, üniversitede okumayı bile başörtüsü yüzünden dinini yaşamak isteyenlere haram eden zihniyetle İran’daki uygulamaları karşılaştırın, ondan sonra konuşun lütfen.
Elbette İran’da İslam adına yapılan uygulamaların hepsini tasvip etmemiz düşünülemez. Ne var ki bugün Türkiye’nin içine girdiği tahammülsüzlük ve diyalogsuzluk atmosferinde çuvaldızı önce kendimize batırmanın zamanı gelmedi mi artık?
.
Yalnızlar geçidi
Yalnızlar geçidi
Rivayet oldur ki, Birinci Meşrutiyet’in banisi Mithat Paşa, sürgüne gönderilirken dönüp dönüp arkasına bakarmış, halk beni kurtarmaya geliyor mu? diye. O gün bugündür ürettiğimiz ideolojilerin halka temas eden noktalarının ne kadar zayıf ve fersiz kalmış olduğunu göstermesi açısından düşündürücüdür. Türkiye aydını, yöneticileri de dahil, yalnız adamdır. Tevfik Fikret karlı bir kış günü Galatasaray Lisesi’ne arka kapıdan girmiş, akşam eve dönerken kendi ayak izlerinden başka kimsenin yürümemiş olmasına hayıflanarak bir şiir yazmıştır.
Abdülhamid’in son yılına kadar Osmanlı padişahları yalnız başlarına yerlerdi yemeklerini. Bir odada tek başına bir adam ve önüne gelip giden gümüş tabak ve tasların içinde çevik bir tay gibi oynaşan kaşık seslerinin kubbelerdeki yankısı… Cihan hükümdarının sofrası bu kadar kendi tenhasına gömülmüştü. Gerçekte padişahların kendileri de yalnız adamlardı. Her ne kadar etraflarında dalgalar halinde kabarıp sönen sülaleler ve güçlü kudretli vezir ve bürokratlar var olmuşsa da, onlara asla güvenilmeyeceğini biliyorlardı. III. Ahmed’in, damadı Nevşehirli İbrahim Paşa’ya güvenmesinin bedelini nasıl ödediği malum. Abdülhamid yalnız adamdı. Hafiye Teşkilatı’nı kurmasının ardında yönetici sınıftan kimseye güvenilemeyeceğini öğreten acı tecrübeleri yatmaktaydı.
Atatürk de yalnız adamdı. İsmet İnönü dahil çevresindeki insanların kendi yerinde gözü olduklarını bilerek tedbirli hareket ederdi. İçinden geldiği askeriyeye fazla “yatırım yapmamış” olması da (ifade Mete Tunçay’ındır) bunu teyid ediyor. 1937’de aralarının açılmasına İnönü’nün bir törende daha fazla alkış alması yol açmamış mıydı?
İnönü de yalnız adamlardandı. Metin Heper’in yeni çıkan kitabının dönüp dönüp bu nokta üzerinde durması boşuna değil. Etrafının ne tür komplocularla, komitacılarla çevrili olduğunun pekala farkındaydı İnönü. Eski Teşkilat-ı Mahsusacı ve Atatürk devrinin değişmez Dahiliye Vekili Şükrü Kaya’nın Cumhurbaşkanlığı’nda gözü olduğunu daha 1938’deyken görmüş, onu ve ekibini ustaca tasfiye etmişti. Fevzi Çakmak’ın İnönü’nün seçilmesi için verdiği mücadelenin arkasında aslında Nazım Hikmet’in “koz” olarak kullanıldığı Harb Okulu Davası yatmaktaydı ve ordu içinde Şükrü Kaya taraftarlarını temizleme operasyonunun bir uzantısıydı. Yöneticileri de dahil Türk aydını seçkinci bir gelenekten geliyordu. Bu gelenek çok partili demokratik hayata geçilince kırılganlaşacaktı.
Celal Bayar’dan ziyade Adnan Menderes’tir bu büyük yalnızlık çemberini kıran lider. İkincisi Süleyman Demirel, üçüncüsü Bülent Ecevit ve dördüncüsü Turgut Özal’dır.
Bu gelenek kırıldı artık. Ecevit gibi seçkinci gelenekten gelen bir lider bile toplumla temas noktalarını yakalayınca başarılı oldu ve “siyaseten” doğruyu görmüş oldu!
Yine de 12 Eylül’de gördüğümüz gibi Mithat Paşa sendromunu tam olarak üzerinden atabilmiş değildir siyasilerimiz. Yani bizi tutuklarlarsa acaba arkamızdan gelen olur mu? endişesi sinmiştir hepsinin içine. Çok sevdikleri Menderes asıldığında da, 12 Mart’ta da, 12 Eylül’de de suskunluğu seçen, hatta kendilerine siyasi haklarını iade noktasında son derece cimri davranan (hatırlarsanız halk oylamasında bir puan farkla kazanmışlardı siyasi haklarını) bu halkın ne yapacağı hiç belli olmazdı…
Sanatçılar, edebiyatçılar zaten yalnız insanlardır, hatta yalnız olmak onlar için Tevfik Fikret’in dediği gibi bir erdem olarak bile telakki edilebilir.
Benim sevgili ‘yalnız ruhlar’ımdan Thomas Mann’ın sözleri yeterince düşündürücü: “Sanat… Her defasında işe baştan başlar ve bir naiflik içerisinde, kendisinin bilincine varmaksızın, kendisini bilmeksizin, daha iyi bir deyişle kendini yeniden tanıyamadan, ta yeni baştan, kendine özgü bir gözü kapalılıkla hayata ayak basar.” Sanatçı elbette kendinden öncekilerin birikimlerinden yararlanır; ancak her defasında kendine has olanı “gözü kapalı” olarak yeniden ortaya koymaya yönelir. Buysa işe her defasında sıfırdan başlamak zorunda bırakır onu. Sıfırdan, yani yalnızlığından…
İslamcısından Marksistine, liberalinden milliyetçisine Türk aydını, bu “kutsal yalnızlığı”ndan yeni bir meşale yakamayışının hüznünü paylaşıyor bugün. Bu yüzden de hep ayrılmak ve kopmak istediği halka dönmek, rücu etmek “zilleti”ne katlanmak zorunda!
Türk aydını, Türk politikacısının bıraktığı “yalnızlık mirası”nı tüketiyor bugün.
.
Ecevit cumhurbaşkanı olsun!
Ecevit cumhurbaşkanı olsun!
Son üç-dört aydır cumhurbaşkanlığı seçimiyle yatıp kalkıyoruz. Hizbullah, AB adaylığımız, Öcalan’ın idamı gibi ‘arızi’ maddeler gündemde kendilerine zor bela yer açmaya çalıştıysa da, kısa zamanda kenara çekilmek ve yolu cumhurbaşkanının Süleyman Demirel mi yoksa Süleyman Demirel mi olacağı(!) meselesine bırakmak zorunda kaldı.
Başbakan Bülent Ecevit’in de desteklediği Demirel formülü için nelere katlanılmayacak ki!
Peki bu formül kaç kişiyi ilgilendiriyor? Akla ilk gelen Demirel oluyor. Fakat unutulan bir isim daha var: 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren. Kendisi istemese bile teorik olarak bir daha aday olması mümkün hale geliyor. Demek ki 5+5’in şu anda doğrudan ilgilendirdiği bir değil, iki kişi var.
Geçtiğimiz çarşamba gecesi Kanal 6’da 5+5 için anayasada değişiklik yapılsa bile aday olmayacağını, anayasanın cumhurbaşkanının üniversite mezunu olması şartını düzenleyen maddesinde ufak bir değişiklik yapılarak lise mezunlarına da aday olma imkanı tanınabileceğini söyledi. Bu meyanda Ecevit’in cumhurbaşkanlığı gündeme geldi ki Evren’e göre, iki kişi için kanun çıkarmaktansa, milyonlarca vatandaş için kanun çıkarmak çok daha eşitliğe uygundu.
Ecevit’in cumhurbaşkanlığı konusunu daha önce Cengiz Çandar da gündeme getirmiş ve gerekçelerini açıklamıştı.
Şahsi kanaatim, şu anda Ecevit’in, son derece dengeli-kararlı bir siyasetçi ve devlet adamı portresi çizdiği yönünde. Laikliğinden kimsenin şüphesi yok, öte yandan inançlılara ve dini bütün insanlara karşı incitici olmayan, hatta zaman zaman derin baskılara karşı onları savunan birisi; devlet adamlığında aranan ağzı sıkılık ve gösterişten uzaklık derseniz onda; Apo’ya bile “Sayın Abdullah Öcalan” diye hitap edecek kadar nazik; entelektüel tarafı zaten hep takdir edilmiştir; son koalisyon hükümetinde de gördüğümüz üzere uzlaşmacı ve bir uzlaştırma ustası; laikçi çevrelerce topa tutulacağını bile bile Arnavutluk’taki Türk okullarına teşekkür edebilen ve üzerine gelindiğinde de sözünün arkasında durabilen bir isim var karşımızda.
Dolayısıyla Ecevit’in, cumhurbaşkanlığı için fazlası var, eksiği yok.
Bana soran yok gerçi ama yine de açıklayayım: Benim adayım Ecevit!
Demirel ve Atatürk
Eğer hükümetin ve muhalefetin üzerinde anlaşmaya vardığı 5+5 formülü anayasaya girer ve Demirel yeniden cumhurbaşkanı seçilirse siyasi tarihimiz açısından ilginç bir sonuç çıkacak ortaya.
Demirel 5 yıllık ikinci cumhurbaşkanlığı dönemini de tamamlarsa 12 yıl cumhurbaşkanlığı görevinde kalmış olacak ki, bu, İsmet İnönü’yü bile sollaması anlamına geliyor. Sadece Atatürk 15 yıl ile Demirel’den fazla cumhurbaşkanlığı yapmış olacak bu durumda.
Şu anda ikinci sırada yer alan İnönü, Kasım 1938’den Mayıs 1950’ye kadar 11,5 yıl cumhurbaşkanlığı görevinde kalmıştı. Üçüncü sıradaki Celal Bayar ise Mayıs 1950’den Mayıs 1960’a kadarki 10 yıllık cumhurbaşkanlığı ile dördüncü sıraya düşecek. En kısa cumhurbaşkanlığı ise 4 yılla Turgut Özal’a nasip oldu (1989-1993). Özal’ı 4,5 yılla Cemal Gürsel takip ediyor (1961-1966).
Patrona Halil “tellak” mıydı yoksa “tellal” mı?
Bu köşede tarihi yanılgıları birer birer düzeltiyoruz. Fakat sonu gelmiyor bir türlü. İşte bir örnek daha: Güya ünlü 1730 ihtilalini çıkaran kişi olan Patrona Halil, o sırada Beyazıt Hamamı’nda tellaklık yaparmış da, “aç” ve “her türlü yeniliğe düşman” kitlelerin başına geçip bir sırığın ucuna taktığı peştemalıyla saraya yürümüş ve kanlı isyan patlak vermiştir. Bu ifadeye çeşitlemeleriyle popüler tarih kitaplarından ciddi(!) tarihlerimize kadar pek çok eserde sık sık rastlamak mümkün.
Şimdi bu anlatı, düpedüz tarihi anlamaya direnmekten başka bir anlama gelmiyor. Koskoca payitahtta bir padişahı tahttan indirecek kadar muazzam bir isyanı çıkarmak hamam tellağına kaldıysa, tarih diye bir disipline ihtiyaç yok demektir. Oysa iktidar hiyerarşiyi, hiyerarşi de meşruiyet ilişkilerini getirir. Bu ihtilalin arkasında çok daha somut iktidar ve meşruiyet çatışmalarının yattığını düşünmek hiç aklımıza gelmiyor. Alışmışız kolaycılığa, bu konuda hala aşılamamış bir kaynak olan Münir Aktepe’nin kitabını bile okumak zahmetine katlanmıyoruz.
Meselenin esası şu: Patrona gemisinde çalıştığı için bu lakapla anılan Arnavut Halil, bir dönem hamam tellaklığı yapmış gerçekten de. Fakat sonradan işten ayrılmış ve eski öteberi alıp satmaya başlamış, sizin anlayacağınız işportacılık yapmış. Günün birinde Kapalıçarşı’daki vergi kaçaklarına tedbir diye ihdas edilen; üretici ile perakendeci arasındaki pazarlıklara katılan ve buradan komisyon alan, aldığı komisyonu da devletle bölüşen tellallık mesleğine intisap etmiş. Mesleğinde göz doldurup babayiğitliği ve sözüne güvenilirliği ile şöhret yapmış ve esnafın gözünde muteber bir adam olarak kısa zamanda parlamış.
Ağır vergilerden bunalmış esnafın nabzını en yakından tutan kişilerden biri olan Patrona Halil, muhtemelen bu işin böyle gitmeyeceğine esnafla birlikte karar vermiştir. Bu sırada, Aktepe’nin iddiasına göre İbrahim Paşa’nın uzun süren sadrazamlığı, bu makamda gözü olan birçok devlet adamının tahammülünü zorlamaktadır. Sıranın bir türlü kendisine gelmemesi yüzünden Kaymakam Mustafa Paşa -işe bakın ki Damat İbrahim Paşa’nın damadıdır- kayınpederini devirmek maksadıyla bir isyan tasarlamaktadır.
Yeniçeri ağası ve yönetimden memnun olmayan başka muhaliflerle -bunlar arasında Şeyhülislam Abdullah Efendi ile Ayasofya Vaizi Zülali Hasan Efendi de vardı- güç birliği yapan Mustafa Paşa, gayesine en uygun kişinin, Kapalıçarşı’da gayri memnunların en fazla itibar ettiği tellal Patrona Halil’i yanına çağırmış ve ona düşüncelerini açmıştır. Böylece isyanın fitili, iktidar hiyerarşisinin en başından halka kadar derin bir yarık oluşturarak ateşlenmiş ve bu yarığın derinliği, Topkapı Sarayı önüne çıkarılan Sancak-ı Şerif’e halkın itibar etmemesi hadisesiyle iyice ortaya çıkmıştır.
Ezcümle: Bir imparatorlukta isyan çıkarmak öyle sıradan bir hadise değildir, bir. Patrona Halil isyan sırasında “tellak” değil, “tellal”dır, iki.
.
Feminizmin eve kapattığı kadın!
Feminizmin eve kapattığı kadın!
Yarın 8 Mart Dünya Kadınlar Günü. Bugün kadınlar hakkında yazmak farz değil şüphesiz ama; köşemizin alamet-i farikası haline gelen “maske indirme” operasyonunu kadınların tarihinden neden esirgeyelim? Tarihte bir görüş merkeze yerleşip muktedir hale geldi mi, onu yerinden oynatmak kadar zor bir iş yoktur. Mesela: Kadınların kamusal alana çıkması ve çalışmasının feminizmin yahut sanayi toplumunun başarılarından biri olduğu iddia edilir. Ev kadınlığı güya ataerkil toplumun tarihiyle yaşıttır. Egemenliği eline geçiren erkek milleti, tutmuş kadınları eve kapatmıştır. Ancak sanayi devrimi sayesindedir ki kadınların özgürlüklerine kavuşma yolları açılmıştır.
Gariptir bunu Gülay Göktürk gibi aydınlarımız arasında sorgulama yeteneğiyle temayüz etmiş bir yazar bile tekrarlamakta sakınca görmüyor. Feminizmi sorgulama noktasında bu görüşü hariç hemen her noktada mutabık olduğum Göktürk şöyle diyor: “Binyıllardır analarımızı, analarımızın analarını ve onların analarını besleyen meslek; ev kadınlığı mesleği artık öldü.” (Mürteci Yazılar, 1998, s. 218.)
Demek ki Göktürk ve benzer düşüncede olanlara göre “ev kadınlığı” hem de öyle böyle değil, “binlerce yıldır” kadınların mesleği olagelmiş! Simone de Beauvoir’a ait demode “ikinci cins” söyleminin ve insanlığın başlangıçta kadınlar tarafından yönetilirken sonradan yönetimin erkeklerin eline geçtiğinden dem vuran fakat Steven Goldberg’in vukufla işaret ettiği gibi fena halde çuvallayan Margaret Mead’ın hatalı anaerkil toplum faraziyesinin aşınmış bir versiyonu bu.
Gerçekte durum ne yazık ki tam tersidir.
19. yüzyıla gelinceye kadar kadınlar hiç de bugün anladığımız anlamda ev kadınları değildi; onlar üretime doğrudan katılıyorlardı. Özellikle sanayi öncesi toplumların ezici nüfusunun kırsal bölgelerde yaşadığı göz önünde tutulunca daha da açık hale geliyor bu husus. Tarlada çalışan, hayvancılık yapan ya da avcılıkla geçinen bir aile, sanayi öncesi dönemde, ancak hep birlikte çalışırsa karnını doyurabilecektir. Bırakın kadını, çocuklar bile üretim sürecinden kopamamıştır. Çoluk çocuk, yaşlı genç bütün bir ailenin ürettiği ile geçinilebilen bir ortamda, bırakın yetişkin kadın gibi bir iş gücünü üretimden ayırıp eve kapatmayı, 7-8 yaşına basan çocuklar bile çocuktan sayılmaz, o tarla senin, bu hasat benim aileye yardım ederlerdi.
Maişetin hayati önem arzettiği bir toplumda kadını üretim sürecinden tecrit edip eve kapayan bir kafa, olsa olsa işi gücü eski dönemi karalayarak kendini aklamak olan modernist-feminist propagandanın bir kurgusu olabilir ancak; sosyal gerçeklikte tekabül ettiği hemen hiçbir nokta yoktur.
Biliyorsunuz, delilsiz konuşmayı sevmem. İşte size bir feministin, hem de Fransız maddeci feministlerinin en önde gelen isimlerinden Christine Delphy’nin beni destekleyen şaşırtıcı açıklamaları.
Delphy, kadınların sanayi devrimiyle birlikte evden kurtulmadıklarını, tam tersine eve kapatıldıklarını söylüyor ve 20. yüzyılın başlarında kadınların şimdiye oranla daha fazla çalıştıklarının altını çiziyor. (Alıntı yapacağım konuşma, feministlerin ünlü dergisi Pazartesi’de çıktı: Sayı 48, Mart 1999.)
“Endüstriyel devrimle daha önce olmayan bir model zafer kazanıyor. Ev kadınlığı çoğunluğun bunu yaşaması anlamında değil, ideal sayıldığı için modeldir ve insanların zihinleri dışında hiçbir yerde var olmamıştır… Ev kadını modeli… çok yeni bir fikir, elli yıldan daha uzun değildir ömrü. Daha önce hiç yoktu. Eskiden ev kadınlarını beslemeye gücü yetmeyen bir köylü toplumu vardı.”
Feministler, yüzyılın başlarında, fabrikalarda gayri insani şartlar altında çalışan kadınları, ayrıcalıklı burjuva kadınları gibi evde oturma lüksüne kavuşturmak için çırpınıyorlardı. O zamanki sendikalar ve feminist gruplar kadınları eve kapatmak için mücadele veriyorlardı, bugünkünün tersine!
Sonuç: Kadınları eve kapatanlar da, evden kurtarmak isteyenler de feministlerdir.
Delphy, daha da ileri gidiyor: “Biz feminist hareketin kadınların çalışmasından yana olduğuna inandık. Ama bu böyle değil. Yıllar boyunca feminist hareket… kadınlar için ne isteyeceği konusunda kafası karışık oldu. Hem çalışılacak, hem de seçme şansı olacak? Bu nasıl bir şeydir? Niye bunu yalnızca kadınlardan istiyoruz? Neden yalnızca kadınların seçme şansı olsun?… Çalışmayan erkekler sokaklarda yatıyorlar. Neden kadınların böyle bir seçimi olabilsin? Kadınlar bütün insanların en fakirleri ve bu harika tercihe sahipler; çalışmak veya çalışmamak. Dünyada [kadınlar dışında-M.A.] kimsenin böyle bir [seçme- M.A.] şansı yok.”
İnanamıyorsunuz belki ama bunu üstelik maddeci bir feminist lider söylüyor. Varın siz düşünün bizdeki feminizmin hal-i pür-melalini!
.
Acı çiçeği
Acı çiçeği
Çok zaman düşünürüm: Dağlarda, uçurumların, yarların en sarp yamaçlarında yalnız başına açmış bir çiçeği hayal ederim. Bu bütün görkemiyle açılmış güzellikleri ne bir gören, ne de hatırlayan olacaktır aslında. Gökkuşağının bütün renklerini içmiş de dışarı taşırmış görünen bu garip çiçeğin bu sadece hoyrat şimal rüzgarlarına binmiş görünmez atların cirit attığı tenhalıkta birkaç günlüğüne yaratılmasındaki hikmet ne olabilir acaba?
Ya da yapayalnız bir adamı düşünürüm. Evinden, yurdundan uzakta, içinde daüssıla kasırgalarıyla çömelmiş iki büklüm sofraya, yediği kuru ekmek mi yoksa avucunda külçeleşmiş hasret topakları mı, içtiği bir yudum su mu yoksa hicran yaşları mı bilinmez… Başını haleleyen endişe bulutları içerisinde dipdiri soluklar alıp vermekte; dalıp gittiği ufuklardan da ötedeki ufku yakalamakla meşguldür zihni.
Bir bebek düşünürüm sonra; uyuyan bir bebek. Ondan daha yalnız; ama ondan daha fazla “insan” kokan bir başka varlık bulunabilir mi? Hem bebek, hem de uykuda. Yani gaflet perdesini iki defa delmiş, hakikate giden yolda iki perdeyi daha aşmıştır o. O çocuğu özlerim işte. Onu düşünürken ılık bir mayıs sabahının buğusu üzerinden tüterken, Boğaziçi’nin mavi atlasının üzerindeki erguvan patlamalarını, zorlu mu zorlu geçen bir kışın sonunda gevşeyen buz tabakalarının altından boy vermek uğraşındaki kardelenleri, Hz. Adem’in çocukluğu yaşamayışının ardındaki sırrı hatırlarım.
Ünlü İslam düşünürü Sühreverdi-i Maktul’ün garb-gurub-gurbet kelimeleri arasında kurduğu muhayyilemi kışkırtıcı bağlantıları hatırlarım sonra. Garba, yani Batı’ya düşmüş, oraya Heidegger’in deyişiyle “fırlatılmış” insan, hem güneşin battığı karanlıklar ülkesine, hem de gurbete düşmüş demektir. O, daima vatanına, yani Işıklar Ülkesine, yani Doğuya dönmek için yanıp tutuşmaktadır. Kıssatu’l-Gurbetu’l- Garbiyye’nin, yani ‘Batı Gurbeti Hikayesi’nin ana konusu, ruhun Batı’da yakalandığı esaretten Doğu’ya dönerek kurtulacağı üzerine kuruludur.
“Acı çiçeği”dir lalenin bir başka adı. Yüzü kırmızıdır, çünkü içinde fokurdayan aşk ateşi (nar-ı aşk) yüzüne vurmuştur. Ateş gibi yakıcıdır ve acıdan bağrı yanmış ve üstü başı yırtılmış lalenin. Gönlü yaralı, elbisesi kanlıdır. Gamlıdır. Fakat lale yalnızca Hersekli Arif Hikmet’in dediği gibi, ayrılık acısının kanlı yarasını açtırmaz aşığın gönlünde; aynı zamanda ümit bahçesinde feyiz lalesini de açtırır;
Dağ-ı hu-geşte-i hicran degül sinemde
Açdı gülzar-ı ümidimde kaza lale-i feyz.
Bu bereketli feyizdir işte aşığın gurbette teselli kaynağı. Hasret, o kadar yoğunlaşmıştır ki içinde, o kadar kesafet kazanmıştır ki, ete kemiğe bürünmüştür neredeyse. Bu ise ayrıldığı sevgilisinin değil, bizzat ayrılığın onun içinde ayrı bir varlık kazanması anlamına gelir.
Odisseus Elitis’in o muhteşem “Çılgın nar ağacı” şiirinde dile getirdiği gibi, şafakta yeşeren yapraklarının ışıltısıyla bir zafer sevincinin renklerini coşturur. Dünyanın bulutlu gökleriyle savaşa çıkar. Ufuktan ufuğa bir umudu haykırır. Şeytanın fırtınasını ışıkla parçalar. Güneşin kucağına renklerinden sarhoş olmuş kuşlarını serper ve en gizli rüyalarımızın bile üzerine kanadını gerer. O, ALEV ALEV YANAN YAPRAKLARIYLA YÜZÜMÜZÜ SERİNLETMEKLE MEŞGULDÜR ŞİMDİ.
Çılgın nar ağacı
Bugün söz gurbetten, şiirden, insandan, tabiattan açıldı madem, ben de Elitis’in yukarıda andığım ve beni her okuyuşumda tarife gelmez, karmaşık duygulara garkeden şiirinin tamamını ilginize sunuyorum.
Kıbleden esen yelin kemerler arasında ıslık çaldığı
Bu beyaz avlularda, söyleyin, o çılgın nar ağacı mı
Nar dolu kahkahalar atarak aydınlıkta sıçrayan
Rüzgarın inadıyla, fısıltıyla; söyleyin, o çılgın nar ağacı mı,
Şafakta yeşeren yapraklarının ışıltısıyla
Bir zafer sevincinin renklerini coşturan?
Çayırda çıplak kızlar sarışın kollarıyla
Yeşil yoncaları biçmek için uyandıklarında-
Uykunun sınırlarında dolaşarak- söyleyin, o çılgın nar ağacı mı,
İçinin saflığıyla kızların yeşil sepetlerini ışığa
Ve adlarını kuş cıvıltılarına boğan, söyleyin,
O çılgın nar ağacı mı dünyanın bulutlu gökleriyle savaşan?
Kendini kıskançlıkla yedi tür tüyle süsleyip
Ölümsüz güneşin bin bir rengine büründüğü gün,
Söyleyin, o çılgın nar ağacı mı,
Kaçmaya kalkan atın yüz kamçılı yelesine sarılan,
Hiç acınma, hiç yakınma bilmeden, söyleyin, o çılgın nar ağacı mı,
Ufuktan şimdi doğan bir umudu haykıran?
Söyleyin, o çılgın nar ağacı mı, bize uzaktan
Serin alevli yaprakların mendilini sallayan,
Doğum sancısı içinde bin bir geminin,
Bin bir kere yükselip alçalan dalgaları
Bilinmedik kıyılara uzanan bir denizdeymiş gibi,
Söyleyin, o çılgın nar ağacı mı, havanın saydamlığında donanıp gıcırdayan?
Başı taa havalarda, ışıyan ve övünen mor salkımlarla,
Tehlikelere açık, söyleyin, o çılgın nar ağacı mı,
Dünyanın orta yerinde şeytanın fırtınasını ışıkla parçalayan,
Ve günün, üzeri türkülerle işli sırmalı örtüsünü
Boydan boya yayan, söyleyin, o cılgın nar ağacı mı,
Günün ipek giysilerinden bir anda soyunup kurtulan?
Söyleyin, ilkin büzgülü etekleriyle Nisan’ın,
Sonra yaz şenliğinin ağustos böcekleriyle gülüp oynayan,
Öfkelenen, her türlü gözdağını kara kötülükten arıtıp
Güneşin kucağına esrik kuşlarını serpen,
Söyleyin, o çılgın nar ağacı mı bu, her şeyin,
En gizli düşlerimizin bile üstüne kanat geren?
Odisseus Elitis (Çeviren: Cevat Çapan)
.
Osmanlı “erkek egemen” miydi?
Osmanlı “erkek egemen” miydi?
Sıra Osmanlı’ya geldigi zaman söylemlerden söylem beğenin.
Kimisi der ki: Osmanlı, kadını kafes arkasına kapatmış, özgürlüğünü sınırlamış, aşağılamış, erkeğin arkasında bir “ikinci cins” olarak kalması için elinden geleni ardına koymamıştır.
Kimisi der ki: Osmanlı, kadına gereken değeri vermiş, onu sosyal hayattan geriye çekerek bir mahfaza içinde saklanan pırlanta gibi korumuş, yıpranmasını önlemiştir .
Dikkat edilirse birbirine taban tabana zıt olan bu iki bakışın bir noktada kenetlendiği görülür: “Kadın, sosyal hayatta yoktur. Kadın, tamamen ev içi mahremiyete, özel alana kapatılmıştır.”
Birbirine eyvallahı bile olmayan bu iki bakışın birleştiği bir başka nokta ise, Ahmet Refik merhumun meşhur deyişiyle “Kadınlar Saltanatı”nı bir bozulma olarak görmektir. Osmanlı’yı kadınları kafes arkasına kapattığı için eleştirenler de, bundan dolayı tasvip edenler de şu noktada hemfikirdirler: Yaklaşık olarak kesintilerle birlikte bir asır devam eden Valide Sultanların (Kösem Sultan, Hatice Turhan Sultan vb.) sarayda bir tek ordunun başına geçmediklerinin kaldığı bu ilginç dönemdeki egemen rolleri, devleti zaafa uğratmış ve devlet düzenindeki bozulmayı hızlandırmıştır.
Hâlâ anlayabilmiş değilim: Bugün radikal feminist geçinen çevreler sözünü ettiğim dönemi neden kadınların erkek iktidarına son verdikleri bir “devrim” olarak alkışlamazlar? Neden kadınların “devlet işlerine burunlarını sokmasını” onlar da tasvip etmemekte direnirler?
Çünkü bu çarpıcı tablolarla dolu dönemde işlerine gelmeyen bir boyut kımıldamaktadır. Kadının, yavaş yavaş devletin, sadece devletin değil, “iktidar”in nimetlerinden pay almaya ve iktidara ortak olmaya başladığı bu dönem, zihinlerde kemikleşmiş “Osmanlı kadını” tablosunun tuzla buz olmasına yol açmaktadır da ondan. Öbür taraftan, Osmanlı kadınını bir zarafet halesiyle kuşatan ve onu musiki dinleyip divan şairlerine ilham veren biraz “erotik” bir malzeme olduğunu zımnen iddia eden çevreler ise bu dişli Osmanlı kadını tipinden pek hoşlanmadığı için bu dönemi, genel tabloyu ihlâl eden bir istisna, hatta geçici bir “belâ” ve “fitne” dönemi olarak nitelendirmektedirler.
Oysa bu dönem, Osmanlı yönetim cihazında 16. yüzyılda başlayan genel ve büyük dönüşümün (bozulmanın değil) yansımalarını paylaşıyordu. Bu dönemde kadınların iktidara ortak olmaları hadisesini inceleyen vukuflu bir çalışma, Leslie P. Peirce’den geldi: The Imperial Harem (Oxford 1993).
Peirce, Osmanlı sarayından hareketle, Osmanlı’da kadınlar ile erkeklerin dünyalarının keskin hatlarla birbirinden ayrılmasının kadını ezmediğini, aksine kadınların kendi özel dünyasında, erkeklerin kamusal dünyasındakine paralel bir iktidar ve hiyerarşi kurmasına imkân hazırladığına değiniyor. Kadınefendiler, büyük ölçüde kendilerine bırakılan harem dünyası içinde, dışarıda padişahın kurduğu iktidar ağı ve statü iliskilerinin bir benzerini oluşturmakta ve burada, hem padişah, hem de gelecegin padişahları üzerinde kesin bir kontrol ağı kurmaktaydılar.
Peirce’e göre haremdeki yaşlı kadınların temel işlevi, üremenin kontrolüdür. Bir padişahın veya şehzadenin cinsel faaliyetini kısıtlamak veya serbest bırakmak, hemen tamamen onların elindeydi. Harem sadece cariyelerin ve sultanların değil, bizzat hanedanın erkek üyelerinin cinsel davranışlarının kontrolüne ve tanzimine yönelik olarak oluşturulmuş bir mekanizmaydı.
Bunun içindir ki, şehzadelerin sancaklarda kendi başlarına ordu ve harem oluşturmaları gibi merkezin kontrolünden nisbeten özerk davranışlara, sözünü ettiğimiz dönemde izin verilmemiştir. Bu da, devlet ve hanedanın sarayda odaklanan yeni bir düzene geçmesine ve haremdeki kadınların nüfuz ve itibarinin artmasına yol açmıştır.
Bu dönemdeki ikinci gelisme, I. Ahmed zamanında kardeş katlini önlemek için çıkartılan “en büyük hanedan mensubunun tahta geçmesi” (ekberiyet) kuralının, garip bir şekilde valide sultanların işine yaramasıdır. Hanedana üst üste birkaç erkek evlat dünyaya getiren bir kadın, oğullarının birbiri ardına tahta çıkmasıyla sarayda büyük bir nüfuz alanı kuruyor, adeta hanedanın diğer üyeleri üzerinde sarsılmaz bir egemenlik tesis ediyordu.
Osmanlı saray kadınları ile ilgili ilginç noktalardan birisi de, 17. yüzyılda bir ara hanedanın erkek üyelerinin biteceğinden endişe edilmesi ve sarayda hanedanın kadin üyelerinin tahta çıkması teklifinin ciddi ciddi tartışılmasıdır!
Bir de Osmanlı’ya “erkek egemen” demiyorlar mı?
.
Bayramlar ve kutsallık
Bayramlar ve kutsallık
Bilmiyorum size de öyle geliyor mu: Her bayram öncesi bir tartışmadır gidiyor ve bayramların tadı tuzu kalmıyor neredeyse. Bazan post kavgası oluyor bu, bazan kurbanlıklara kötü davranıldığı ve vahşice kesildiği iddia ediliyor. Bu yıl ise “kurban” kesmenin dinde yerinin olup olmadığı tartışıldı açıkça.
Bu tartışmalar, halkın kafasındaki kutsallık kavramını alt üst etmekten başka bir şeye yaramıyor bana kalırsa. Geçenlerde Hilmi Yavuz güzel bir noktaya temas etti. Kur’an’ın mealinin bestelenip bestelenemeyeceği konusundaki tartışmalarda meselenin teknik bir boyuta sıkıştırılıp işin özünün harcandığına dikkat çekiyordu Yavuz. Bu, diyordu, dindeki kutsal hassasiyetin zayıflatılma meselesidir, kendi deyişiyle “desakralizasyon”dur.
Kurban tartışmalarında asıl gözden kaçırılan nokta da bu bence. Din, bu anlayış sahiplerince matematik bir sisteme indirgenmektedir adeta. Bu kadar soğuk bir bakışla bir dinin insanlara vermeyi amaçladığı üç unsurdan birisi olan “iştiyak”, yani manevi tatmin arayışı gözardı edilmekte ve din sadece bir bilgi meselesine indirgenmektedir. Evet, İslamiyet bilgi ve bilinç boyutunu hiçbir dinde olmadığı kadar vurgulamıştır. Ancak bilgi (cognition), Allah’a giden yolu tayin eder, programı çizer. Dinin bir de ahlak, yani irade (volition) boyutu vardır. Haram olan bir fiilin sadece “haram” olduğunun söylenmesi yeterli olabilir mi? O haramdan nasıl “otomatik” olarak kaçınılabileceğinin eğitimini de içermelidir bir din. Aksi halde din bir bilgiler mecmuasına dönerdi ve onu bir felsefe sisteminden ayırd etmekte zorlanırdık.
Dinin üçüncü önemli boyutu ise emotion’dur, yani iştiyak, yani coşku, yani heyecan ve manevi tatmin. İbadetlerinde, dinin o hayatı kökünden kavrayan ve sarsan tecrübesinin verdiği heyecanı duymayan insanlar, basitçe birtakım fiiller yapmış olurlar, o kadar. Geçen yıllarda hatırlayın, haccın 3 ay boyunca yapılabileceğini iddia etmişti Yaşar Nuri Öztürk. Hiç unutmuyorum, Hayreddin Karaman hoca, “Resulullah Efendimiz bir kere hac yaptığı için müminlerin ancak yine o gün hac yaparak manen tatmin bulacaklarını” söylemiş ve bunun “polis zoruyla mı engelleneceğini?” sormuştu haklı olarak. Aynı tartışma kurban için de yapılıyor. Bir kere hac yaptığı için Peygamber Efendimizin bir kere kurban kestiği söylenerek, “acaba başka hac yapma imkanı bulsaydı, aynı şekilde davranır mıydı?” diye soruluyor.
Bence gereksiz yere soruluyor; çünkü dinin Apostolik safhasında, yani peygamberinin hayatında tesadüfe yer olmadığı kanaatindeyim. Aksi halde bundan İlahi projenin tesadüflerle şekillendiği sonucu çıkar ki, bu dinin kutsallığı kavramını alt üst etmekten başka bir anlama gelmez. Hz. Peygamber (sas) bir defa hac yaptıysa, bunun hikmeti bir defa hac yapmasının zorunlu olmasıdır. Başka türlü olur muydu? diye sormanın gereği yoktur. Hegel, bunun için peygamberlerin yaşadığı dönemleri zamanın işlemediği tarihin “beyaz sayfaları” sayar.
Bu durumda Hz. Peygamber’in bir defa kurban kesmesini, “Canım, başka bir seçeneği mi vardı ki!” şeklinde cevaplamak doğru olmaz. Bu, doğrudan doğruya dindeki kutsal özün ihlali anlamına gelir.
Şahsen bir ilahiyatçı değilim, söyleyeceklerim de “dışarıdan” bir bakışın sonucudur, ancak Kur’an’ı salt bir metne indirgemenin ve onun garantisi olan Hz. Peygamber’i devreden çıkararak konuşmanın yanıltıcı olacağını düşünüyorum. Düşünün ki Kur’an’ın bugün elimizde tuttuğumuz kitap olduğunu Hz. Peygamber bize söylemeseydi, biz nereden bilecektik?
Sadece bu bile bu son dinin Peygamberinin hayatında hiçbir şeyin tesadüf eseri olmadığını bize yeterince söylüyor zannediyorum.
Neredesin sen?
Bu yazı, her ne sebepten olursa olsun bayramlarını “gönüllerince kutlayamayanlara” ithaf edilmiştir.
Bulutlara tırmandığımız birer şeffaf merdiven miydi bayramlar?
Sahi, o günlerde atımızın toynakları çamurlara neden bulanmazdı?
On dört asrın, imbikten geçirilip alınlarımıza gül pembeliğinde damlatıldığı günlere neden hep bayram adını verirdik?
Severdik, içimizde kımıldayan, serpilip gelişen bir kütle kadar kesafet kazanırdı sevgimiz.
Laleyi de, gülü de severdik. Hüznü de, sevinci de aynı has duygularla kucaklar, hasretle bağrımıza basardık.
Sevgilinin sırma saçlarında imanımızı bilerdik.
Sık sık rüyayı gerçekle, gerçeği rüyayla karıştırır ve bundan tarife gelmez bir haz alırdık.
Avuçlarımızda kandil, tozlu yollara revan olur, sürurumuzu paylaşacak insanlarla hemhal olmaya koşardık tüy topuklarla.
Üzerine oturduğumuz bulutun çaktırdığı şimşekler, zamanı durdurur, ezel ve ebed aynasını cilalardı durmadan.
Susardık, susuşumuzun dudaklarımızın kenarına iliştirdiği zalim kıvrımlar, İblisleri kovmamıza yarardı.
Velhasıl, Edip Cansever’in mısralarına vurgunduk:
Ahmet abi, güzelim, bir mendil niye kanar?
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar?
Mendilimde kan sesleri.
Mendilimiz kanamaz, kan sesleri bırakırdı içimizin en mahrem yöresine.
Gönlümüz O’nu arar, bulamayınca Neredesin sen? türküsünü mırıldanırdı.
Gönlü kırıkların, gariplerin, yoksulların zamanıydı bayramlar.
Dudaklarımızın bütün safiyetiyle uzandığı güngörmüş eller, tutamadıkları gözyaşlarını ruhlarına akıtırlardı damla damla.
Büyüklerin harçlıklarımızı ustalıkla içine yerleştirdikleri ipek mendiller, avucumuzda katmer gülleri gibi açardı.
Selvi boylu rüzgarlar diz çökerdi bayramların altın şafakları karşısında.
Minarelerin mübarek gölgesi, yaslı yüreklere teselli pınarı olurdu.
Mezardakiler bizimle halleşir, dertleşirdi.
Yerin üstü ile altı buluşurdu o güzelim anlarda.
Yeryüzündeki sürgünlüğümüz hatırlanırdı cümlemizce.
Bir bayram günü, Şirket-i Hayriye vapurunun güvertesinde tek başına, saçlarını tuzlayan şimal yellerine aldırmadan elindeki simidi çayına batırarak ılık suyunu emen gencin damağıyla beyni arasında gidip gelen düşünceleri tadardık bayram sabahı kahvaltılarında.
Bir dağ yolunda yalnız bir yolcunun ezilen başparmağındaki sızıyı içimizde duymayı öğrenmiştik.
Çölde beyni kafatasının içinde buharlaşmakta olan insanın acısına ortak olmayı da…
Duaları birer birer itinayla kelebek kanatlarına yükler, sahiplerine yollardık.
Kelimelerin, ışığa tutulan yağlı kağıt gibi önü arkası görünürdü.
Rüyalarımızdaki ölümsüz tebessümleri kendimize saklamayı bilirdik.
Kekik kokularından derlenmiş saba rüzgarları yıkamaya gelirdi şehirlerimizi.
İki Cihan Serveri Efendimiz konuğumuz olurdu. Gönlümüzde “Çalab’ın tahtını” tekrar kurar ve bir dahaki bayramda geri gelmek üzere hüzünle uğurlanırdı.
Velhasıl gök çadırları kurulurdu bayram günleri gönüllere…
O bayramları ve o insanları arıyoruz bu mübarek günde.
Gök çadırlarını dünyamıza davet edecek aziz insanların çoğalması ve sevdiklerinden ayrı kalmışların buluşması temennisiyle bayramlarınızı tebrik ediyorum.
.
Ölümü öldürmek
Ölümü öldürmek
Ölümün kaçınılmazlığının belki de önceki çağlara göre -tıbbın ve biyolojinin ilerlemesiyle- en iyi bilindiği çağımızda, ölümle hesaplaşmaktan kaçınmak ve ölüm sanki semtimize hiç uğramayacakmış gibi davranmak genel bir tavır olarak karşımıza çıkmaktadır. “Ölümü öldüremezsiniz” diye haykıran Bediüzzaman Said Nursi’nin aksine, günümüzde alttan alta sürekli ölümle başa çıkmanın, onu “öldürmenin” çareleri aranmaktadır. Genç görünme tutkusu hiçbir çağda 20. yüzyıldaki kadar genel geçer bir “saplantı” haline gelmemiştir!
Naomi Wolf, Amerika’da bestseller olan kitabı “Güzellik Efsanesi”nde (The Beauty Myth) dünyada yüz milyonlarca insanın ciddi bir “yaşlanma terörü” altında yaşadıklarını iddia ediyor. “Bugün, bundan önce olduğundan daha fazla kadın daha fazla para, güç, nüfuz ve yasal açıdan tanınma imkanlarına sahiptir; fakat kendimizi fiziksel olarak nasıl hissettiğimiz konusunda gerçekte özgürleşmemiş ninelerimizden daha kötü durumdayız. Son araştırmalar tutarlı biçimde göstermektedir ki… Özgürlüğümüzü zehirleyen gizli bir “kalitesiz hayat” söz konusudur.” Wolf’a göre kendi kendisine kızan, fiziksel takıntıları olan, yaşlanma teröründen mustarip insanlar toplumudur Batı.
Güzellik ideolojisi”, kadınların tepesinde -yalnız kadınların tepesinde mi? Şimdilerde artık erkekler de aynı yolun yolcusudur- Demokles’in kılıcı gibi sallanan yaşlanma korkusunu -şu meşhur yaşlanma etkilerini geciktirme formüllü kremler mesela- köpürtmektedir. Ölümün ağza alınması yasaklanmakta, sadece yaşlanma, derinin, saçın yıpranması, bedenin kendini salıvermesi gibi belirtiler üzerinde konuşulmakta, böylece müşteri kitlesi ‘ürkütülmemiş’ olmaktadır. Ne var ki gizli niyet açıktır: Ölümü kabullenmemesi gereken insanlara onun yaklaşmakta olduğunu hissettirmeyecek formüller sunmak.
Yaşlılık, iptal edilmiş bir hayat dilimi haline gelmektedir popüler kültürde. Ölüm karşısında sürekli firarda olan bir kültürde, yaşlılık ölümle eşanlamlı olarak kullanılmaktadır. Yaşlanmak “ölmek gibi” bir şeydir. Sembolik olarak ölmüş oluyorsunuz yaşlanınca. Trajik bir konuma itiliyor insanlar. Yaşlanmamak ya da ölmek arasında bir seçim yapmakla karşı karşıyadırlar. Oysa ölüm ne kadar ertelenirse ertelensin, iptal edilemeyecek bir şeydir. Er geç ölümle burun buruna gelineceği için o noktaya “düşmemek” uğruna yıllar yılı süren mücadele, ağır bir psikolojik yorgunluğa mal olmaktadır.
Oysa aynı mesai, geleneksel toplumlarda insanları ölüme hazırlamak yolunda sarf ediliyordu. Ölüm ve ölüm ötesi arasındaki “geçiş” aşaması, geleneksel kültürün fevkalade hayati bir parçasını teşkil etmekteydi. “Ölme sanatı” adı verilen bir sanattan bile söz etmektedir uzmanlar. “Artık benim vaktim saatim geldi, hakkınızı helal edin!” diyerek teslim-i ruh eyleyen pek çok büyüğün hikayesini kendi kulaklarıyla duyan son nesildir belki benimki.
Velhasıl bir zamanlar “ölüm yaşanırdı”!
“Nasıl öldüğümüz kim olduğumuzu gösterir.” Bu cümleyle sivriltiyor düşüncelerini Octavio Paz ve şöyle devam ediyor: “Ölümlerimiz hayatlarımızı aydınlatır. Ölümlerimiz anlamdan yoksunsa, hayatlarımız da yoksun demektir.” Paz’a göre eskiden “hayat, uzayıp ölüme karışır”dı. Hayatın, ölüme doğru akmaktan daha yüksek bir işlevi yoktu. Bugünse her yerde ölümü bastırarak işlemektedir tüketim kültürü. Yoktur adeta ölüm. Aslında medyada vardır, fazlasıyla vardır; lakin o kadar mebzuliyet kesbetmiştir ki, nihan olmuştur gözlerden. Ölümün bu derece hayattan dışlanmasıyla hayat da asıl anlamını kaybetmektedir.
Gariptir, Paz’a göre ölümü inkar eden bu medeniyet, gerçekte hayatı da inkar etmektedir. Hayat, ancak ölümle, dolayısıyla ölüm ötesiyle bir anlam kazanacağı için ölümü gündeminden dışlamış bu ‘istisnai medeniyet’, hayatı da dışlamış olmaktadır. Auschwitz’den Hiroşima’ya, Bosna’dan Vietnam’a kadar kitlesel ölümlere en sık şahit olunan bu çağ, tarihe ölümü unutan ve dışlayan bir çağ olarak kaydedilecektir. Bunun bedeli de, hayatın dışlanması ve unutulmasından ibarettir.
Kendini hayata açmak istiyorsa Batı medeniyeti, arkadan sımsıkı sürgülediği ruh kapılarını ölüme açmalıdır. Ölüme yeniden hayat vermek için Milton’ın “Ölüm, ebediyet sarayının kapılarını açan altın anahtardır” sözündeki ince sırra yeniden eğilmek yeterli olacaktır.
.
Bir bilmece…
Bir bilmece…
“Soru: Dini hayat hakkında umumi olarak ne düşünüyorsunuz?
Cevap: “Din hayatı” diye bir şey yoktur. Bence hayat, din ile kaimdir. Hatta hayat dindir. Dini olmayan hayat yaşanmağa değmez.”
Bugünün, kalmışsa eğer, radikal İslamcılarının bile bu keskinlikte ifade etmekten kaçınacağı yukarıdaki ifadeler kime ait olabilir dersiniz? Necip Fazıl’a? Mehmet Akif’e? Yoksa Osman Yüksel Serdengeçti’ye mi?
Bilemediniz…
İsterseniz biraz ipucu vereyim.
Behçet Necatigil’in Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü’nden beraber okuyalım:
“1890-4 Kasım 1968, doğumu Şam, ölümü İstanbul. İstanbul’da Galatasaray Lisesi’ni bitirdiği yılda (1909) yazarlığa başladı. Alemdar gazetesini çıkardı, siyasi sebepler yüzünden Sinop, Çorum ve Konya’da sürgün yaşadı (1914-1918). Milli Mücadele aleyhindeki yazılarından ötürü “Yüz ellilikler” listesine girdi, on beş yıl yurt dışında kaldı (1922-1938), af kanunu çıkınca İstanbul’a döndü. Yeni Sabah gazetesinde uzun yıllar sürmüş fıkra yazarlığına 1953’ten ölümüne kadar Milliyet gazetesinde devam etti. Bir kalp hastalığı ve felç yüzünden öldü, vasiyeti uyarınca Konya’ya götürülüp Mevlana türbesi karşısında Üçler Mezarlığı’na gömüldü…”
Son cümle üzerinde gözlerim birkaç kere gidip geldi elimde olmadan. Acayip. İstanbul’da ölen bir adam ne diye durup dururken Mevlana’nın yanı başına gömülmek istesin? Mevcut yazarlar sözlüklerinde de bu dikkatime kıymıklarını batırmış noktayı aydınlatacak bir açıklamaya rastlayamıyordum. Sonunda İbrahim Alaettin Gövsa’nın Türk Meşhurları Ansiklopedisi yetişti imdadıma (yine ne varsa bu eskilerde var mirim!):
“Babasının memurluklarda bulunduğu sırada Şam’da doğmuştur. Mevlana Celaleddin-i Rumi torunlarından Ankara Valisi Ali Muhiddin Paşa’nın oğludur…”
Eh, şimdi bir parça aydınlanmıştı mesele. Demek ki kahramanımız Mevlana’nın torunlarındanmış. Başka bir deyişle bir “Çelebi” ile karşı karşıyaydım. Sonra arayışlarım beni onun hakkında yazılmış yazılar ile kendi yazılarından seçmeleri içeren Hilmi Yücebaş’ın kitabına götürüyor ve açtığım bir sayfada yine Mevlana’nın torunlarından “amcası” Veled Çelebi’nin tespitine göre kahramanımızın bu gönüller sultanının “yirminci göbekten oğlu” olduğu kayıtlıydı.
Babıali’nin son büyük “fıkra yazarı” (ben “köşe yazarı” ile “fıkra yazarı”nı birbirinden ayırmak gerektiği kanaatindeyim) kadrosunun başını çeken bu zat, ömrü boyunca canı pahasına inandığı davayı savunmak ve gerekirse muhalefet etmekten çekinmemiştir. Önce İttihad ve Terakki’ye, sonra Milli Mücadele’ye, daha sonra da CHP’ye karşı kalemini acımasızca sivriltmiş, en son çalıştığı Milliyet gazetesi 27 Mayıs darbesinin yanında yer alınca, çok sevdiği Menderes’i savunamayacağını fark etmiş (çünkü yazıları sık sık sansüre uğrar bu sırada) ve protesto maksadıyla o günden sonra siyasi mahiyette tek bir yazı dahi kaleme almamış, havadan sudan yazılar yazmış, toplumu bilgilendirirken eğlendiren, kendi deyişiyle geleneksel “meddahlık” rolüne yönelmiştir. Türk musikisi ve tiyatro alanında kendisine mahsus uzmanlıkları vardı. Hatta Adnan Adıvar’ı, hakkında kitap yazdığı Goethe’nin Faust adlı eserini anlamamakla eleştirdiği biliniyor. Uzun yıllar Fransa’da kalmış ve bu sürede edindiği derin Batı kültürünü, aileden gelen geleneksel kültürüyle harmanlamayı bilmiştir. Soyadı kanunu çıktığında Mevleviliğin meşhur “nay-ı kebir”inin Türkçesini soyadı olarak seçmiştir.
Neredeyse çocukluk arkadaşı olan Abdülbaki Gölpınarlı’nın, sonradan pişman olacağı ve bir “karalama” olarak değerlendireceği divan edebiyatına yekten hücum eden eseri Divan Edebiyatı Beyanındadır’a en şiddetli saldıranlardan birisi olmuştur.
Onun Milliyet’teki odası, görenlerin anlattığına göre tam bir şark köşesidir. Kuş kafesleri, cıvıl cıvıl öten kanaryalar, çay demleme, kahve pişirme tezgahı, elektrik ocağının üzerinde suyu kaynatmak üzere olan bir çaydanlık, çay bardakları, kahve fincanları, küçük büyük sıra sıra kaşıklar, istirahat için eski zaman zevkine göre hazırlanmış bir sedir… Duvarlarda en meşhur hattatların yazıları, bir kitap meşherini andıran kütüphanesi. Rivayete itibar edecek olursak, odasına gireceği zaman ayakkabısını çıkarır, terliklerini giyer, takım elbisesini çıkarıp ev kıyafetine benzer entari türünden rahat bir şeyler giyermiş üzerine ve öyle çalışmaya başlarmış. Kaloriferi sevmez, “kış gününün lalezarı” dediği mangalsız yapamazmış.
Bilebildiniz mi bu “Dini olmayan hayat yaşanmağa değmez” diyen ünlü yazarımızı?
Neyse, sizi fazla uğraştırmayayım:
Yeni harflerle isminin doğru dürüst yazılamayacağı gerekçesiyle yazılarında yalnız soyadını kullanan Refi’ Cevat Ulunay’dı bu kişi…
Kitap deliliği
Söz Refi’ Cevat Ulunay’dan açılmışken onun kitapla ilgili bir yazısından (Kitap Merakı) bir bölümü aktarmak istiyorum size:
“Kitap merakına bibliyofili, kitap deliliğine de bibliyomani derler…
Paris’te böyle bir kitap delisi gördüm ki bütün hayatı Milli Kütüphane’de geçerdi. Sabahleyin erken, kütüphanenin kapısında bekler, açılır açılmaz girer ve masasına giderek okumağa başlardı. Öğle tatili olduğu zaman adeta zorla çıkartırlar, uzağa gidemez, kütüphanenin karşısındaki mahalle bahçesinde bir mendile sarılı olarak getirdiği iki lop yumurtayı ekmeğine katık eder ve yine kütüphaneye koşardı. O, bir kitap meraklısından ziyade okuma delisi idi.
Acaba kendini dünyanın en büyük zevki olan mütalaaya verdiği için deli o mu idi? Yoksa “lüzumsuz eşya” diye baba yadigarı eserleri yok pahasına satanlar mı?
Eğer insanlar için mutlaka bir cinnet mukadderse ben birincisini tercih ederim.”
Hilmi Yücebaş, Ulunay: Hayatı-Hatıraları-Eserleri, İstanbul 1969, s. 248-249.
.
Orhan Pamuk ve Tanpınar
Orhan Pamuk ve Tanpınar
Orhan Pamuk, bu defa yazı ve söyleşilerinden yaptığı bir derleme ile okuyucularına merhaba dedi: Öteki Sesler (İletişim, 1999). Henüz kitabın tamamını okumuş değilsem de, önemli bulduğum bir yazısını burada tartışmak istiyorum.
Yazı, “Avrupalılaşmak ve kıyafetimiz: Gide, Tanpınar ve Atatürk” başlığını taşıyor (s. 343-353). Pamuk, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, ünlü Fransız yazarı Andre Gide’e duyduğu derin hayranlıktan söz ediyor ve dikkatimizi bir başka noktaya çekiyor.
Bilindiği gibi Gide, 1914’te Türkiye’yi ziyaret eder. Önce İstanbul’a uğrar ve bu şehirde bütün Batılı önyargılarının doğru olduğunu şaşkınlıkla fark eder. İşte yazdıklarından birkaç satır:
“Buraya da her şey Venedik’te olduğu gibi, hatta Venedik’tekinden de fazla, para ve şiddet zoruyla gelmiş. Toprağın kendisinden fışkıran hiçbir şey yok; bunca ırk, tarih, inanç ve uygarlığın sürtüşmesine, çatışmasına neden olan bu kalın köpüğün altında, hiçbir şey yerli değil. Türk giysisi, gördüğüm en çirkin giysi; doğrusu bu ya, halk da ya böylesini hak ediyor. Ey Haliç, Boğaziçi, Üsküdar kıyısı, Eyüp servileri; oturan (yaşayan) halkı sevmedikçe, dünyanın bu en güzel manzarasına nasıl gönül vereyim?” (Çağdaş Şehir, Temmuz 1987, Çev: Berran Gelgün, s. 29)
Görüldüğü gibi Gide, bizi sevmiyor, sevemiyor. Buraya kadar Pamuk’un söyledikleri doğru, Tanpınar’ın Nobel Ödülü alması üzerine yazdığı yazıda Gide’i överken kantarın topuzunu kaçırdığı ve onun Türkiye ve Türk halkı hakkındaki düşüncelerini kısmen (zira bu yazıda bile ona “zalim” demekten alıkoyamaz kendisini) görmezden geldiği de bir vakıa. Ancak ne Tanpınar’ın Gide hakkındaki düşünceleri bu yazıdan, ne de Gide’in Türkiye seyahati İstanbul’dan ibaret. Gide, İstanbul’da yakasını bırakmayan önyargılarından mesela Bursa’da bir parça sıyrılmış görünür. İşte Yeşil Camii’nde söyledikleri:
“Ayaklarımın ucunda nurlu bir sükunun hüküm sürdüğü Bursa’nın yeşili. Her yerde bir durgunluk, sessizlik. Hava tarife sığmaz bir berraklıkta; gökyüzü düşüncem gibi aydın. N’olur! Her şeye yeniden başlamak ve yeni zahmetlere katlanarak! Heyecanın bir süt gibi süzüldüğü hücrelerde bu nefis yumuşaklığı bayıla bayıla duymak. Çamların gölgesinde, derin bahçeleriyle nazlı bir gül, safiyet gülü olan Bursa, gençliğimin seni görmemiş, tanımamış olması nasıl mümkün oluyor? Daha şimdiden bende yaşayan bir anı mıdır? Bu caminin küçük avlusunda oturan gerçekten ben miyim? Nefes alan ben miyim? Ve seni seven ben miyim? Yoksa seni sevdiğimi mi hayal ettim? Eğer gerçekten ben olsaydım, bu kadar yakından uçar mıydı bu kırlangıç? (Burası) Bir dinlenme, berraklık, denge yeri, kutsal bir gök mavisi, kırışığı buruşuğu olmayan bir mavi; mükemmel bir zihin sağlığı (Tanpınar’ın tercümesiyle “zekanın kemal halinde sıhhati” -M.A.)… Ey cami! Harika bir Tanrı’nın mekanısın sen. Bu kutsal yerde uzun müddet murakabeye daldım ve nihayet tenkit Tanrısı’nın ibadet için bizi burada beklettiğini ve bizi duruluğa çağırdığını anladım.” (Günlük, Çev: Fuat Pekin, İst. 1990, MEB, s. 230-231; birkaç değişiklikle alıyorum.)
Bu gerçekten de ikinci bir Gide olduğunu düşündürtecek satırlar Beş Şehir’de Tanpınar’ı da sarmış ve rahatlatmıştır. Tanpınar şunları yazar Yeşil Camii’ni gezdikten sonra:
“Gide’i İstanbul’da gördüğü her şeyde adeta düşman gözüyle bakmaya sevk eden iyi niyetsizlik Bursa’da çok yumuşar. Bu haşin vaziyeti, bu düşmanlığı hiçbir zaman anlayamadım. Her şeyden vazgeçsek ve bütün güzellik bahislerini bir yana bıraksak bile, arasında bir misafir veya seyyah sıfatiyle dolaştığı insanların ıztırabına, bu ıztırabı ve bahsettiği sefaleti taşırken gösterdikleri sabır ve tahammüle, asil sükunete dikkat etmiş olsaydı, yine sonsuz bir şiir haznesi bulurdu. Fakat belli ki Gide, kendi gözüyle rahatça bakmaktansa, Barres’in veya Loti’nin beğendiği şeyleri beğenmemek için memleketimize gelmiştir; Balkan felaketinin o hazin arefesinde bu memlekette dikkat edilecek, sevilecek, acınacak o kadar çok şey vardı! Büyük bir millet, gururunda, haklarında, tarihinde mağdur ve muztaripti. Andre Gide böyle bir zamanda peyzajlarımızı fakir ve neşesiz, sanatımızı derme çatma, insanımızı çirkin buldu. Takma bir “insanüstü” gözüyle etraftaki ıztıraba tiksine tiksine bakarak geçti. Bugünkü büyük felaketi idrak eden Fransa’nın yarınki çocukları “La Marche Turque”ü okurken bu davranıştaki huşunetin ne kadar manasız olduğunu çok iyi anlayacaklardır. Ne yazık ki fertler gibi milletler için de talihin bazı cilveleri ancak nefsinde tecrübe ile anlaşılabiliyor.”
Tanpınar, Gide’in İstanbul camilerinde duymadığı ürpermeyi Yeşil’de duyduğunu, ondan bahseden satırlarının arasına bir nevi huşu hissi sinmiş olduğunu ve bu camiyi en iyi onun anladığını ilave eder.
Dönelim yine Pamuk’un Tanpınar ve nesline yönelttiği ithamlara.
Tanpınar, 1947’de Gide’e Nobel Ödülü verilmesi üzerine yazdığı yazıda, onu Avrupa’nın kendisi ve Avrupa kültürünün “insanlaşmış hüviyeti” ilan eder. Bu sözlerden yola çıkan Pamuk şu acımasız ithamlarla sivriltir kalemini: “Son iki yüzyıldır Batılılaşmacı Osmanlı ve Türk aydınları… Kendilerini Tanpınar’ın yaptığı gibi Gide ile fazla özdeşleştirmeye başladıkları zamanlarda ya kendileriyle ilgili aşağılayıcı sözleri sessizlikle geçiştiriyorlar, ya da tersi, o sözlerin şiddetine onlara hak vererek katılıyorlar… Aslında akıllarının bir köşesiyle, belki kendi kendilerinden bile bunu saklayarak Gide’in seyahat gözlemlerine onlar da gizlice hak vermektedirler.”
Ne yalan söyleyeyim, Pamuk’un gerek Tanpınar’a, gerekse nesline vahim bir haksızlık yaptığını düşünüyorum. Yukarıda aktardım, bizzat Tanpınar, evet Gide’e o kadar hayran olan Tanpınar bile bir punduna getirip en kendine yakışır şekilde hesaplaşmasını yapmıştır Gide’le. Onu “anlamaya” çalışırken, eleştirel mesafesini bulandırmamaya itina eden Tanpınar’ın bu haksız ithama muhatap olması doğrusu Türk aydınının bırakın yabancıları, kendi hemcinslerini anlamakta bile nasıl bu kadar zorlandığı noktasında hayretten hayrete düşürdü. Bu kadar çok ve çeşitli okuduğunu bildiğimiz Orhan Pamuk, eserleri bu kadar ortada olan bir Tanpınar’ı baştan sona okudu mu gerçekten de? Bir yazarı sadece bir makalesindeki sözlerle mahkum etmek yahut onun bir konudaki görüşünü o makalenin çerçevesinden ibaret görmek ne kadar “aydınca” bir tavırdır?
Tabii bir önceki nesilden Ahmet Haşim’in Gide’e, “ahmak” dediğinden ve eserlerini “tatsız” diye nitelediğinden haberi de yoktur herhalde yazarımızın.
Ülkemizi bir kabus gibi saran toptancılık iptilası karşısında Orhan Pamuk’tan daha rafine ve eleştirel bakmasını istemek hakkımız olmalı değil miydi?
KÜLTÜR BAHÇESİNDEN
“Nisan en zalim aydır”
Nisan, en zalim aydır, gövertir
Leylakları ölü toprakta, yoğurur
Anılarla istekleri, uyarır
Uyuşuk kökleri bahar yağmuruyla.
T.S. Eliot, Çorak Ülke’den
.
Amerika çöküyor mu?
Amerika çöküyor mu?
Harvard’da Osmanlı tarihi okutan değerli tarihçimiz Cemal Kafadar, hep yaptığı gibi yine can damarını yakalamış meselenin. Soruya artık bu köşeden aşinalık kesbetmişsinizdir: Osmanlı geriledi mi gerçekten de? Cevap, hakiki bir tarih hocasının bilgeliğini yansıtıyor: Osmanlı gerilemişse bile ben bilmiyorum! *
Bu çarpıcı cevabın altı ise çok daha çarpıcı soru ve cevaplarla doldurulmuş tarihçimiz tarafından. Mesela soruyor: Bugün Amerika gerileme/çöküş halinde midir?
Bazılarına göre evet. Buna mukabil bazılarına göre ise iyice önü açılmış, daha önce olmadığı ölçüde dünya üzerindeki hakimiyetini pekiştirmektedir Amerika.
John Lukacs bir kitap bile yazdı Amerikan Yüzyılının Sonu adıyla. Fakat bu nasıl bir “gerileme”dir ki, Amerika hala dünyanın gayri safi hasılasının neredeyse üçte birini tek başına sağlayabilmektedir? Bu nasıl bir yozlaşmadır ki, kendi başkanını yargıç önünde terletebilmekte, aylarca adaletin pençesinde süründürebilmektedir? Bu nasıl bir gerilemedir ki, 72 milletten insan Amerikan tabiyetine geçmek için can atabilmektedir?
Amerika gerilemekte ise de ben bilmiyorum!
Neye göre geriliyor? Kime göre? Ve nasıl? Tam olarak ne zaman?
Osmanlı devletinin üç buçuk asır, yani devletin ömrünün yarısından fazla süren bir gerilemesi/çöküşü mantıklı geliyor mu size?
Nedense kendimizi Osmanlı Devleti’nin nispeten muzaffer olamadığı dönemlere yakıştıramıyoruz bir türlü. İlla zaferden zafere koşacak, sınırları genişletecek, yeni ülkeler fethedecek…
Bunun ilelebet devam edemeyecek kadar zorlu ve toplumsal maliyeti yüksek, yıpratıcı bir süreç olduğunu nedense kabul etmek istemiyoruz. Bir sefer açmanın ekonomiye ve topluma neye mal olduğunu bilmeyen insanlar, Sınırlar neden daha ileriye götürülmedi? diye sorabiliyorlar koltuklarında esneyerek.
Osmanlıların ilk fütühata çıktıkları Balkanlar ve Doğu Avrupa’daki şehirler ile Orta ve Batı Avrupa’daki şehirler arasındaki baş döndürücü uçurumu bilmiyoruz. Avrupa krallarının seferleri bir tür borsa yatırımına dönüştürdüklerini, burjuva ve aristokratların bu seferlere para ve mal yatırıp kazandıklarında misliyle kendilerine ganimetten pay verildiğini de bilmiyoruz.
Altın Çağ… Kanuni dönemi… Zirve…
Peki 1799’da vefat eden Şeyh Galib, Baki’den daha kötü bir şair mi? Kazasker Mustafa İzzet, Süleymaniye Camii’nin kubbelerini hatlarıyla deveran eden Karahisari’den daha mı “geri”dir?
Geçenlerde İlber Ortaylı hoca ile konuşuyorduk. Ben, dedi, Cumhuriyet yöneticileri ve tarihçilerinin Osmanlı’nın gerilemesine neden karşı olduklarını pek çözemedim. Bu bizim gerileme dediğimiz dönem, aynı zamanda Batılılaşma dönemi değil mi? E, Cumhuriyet’i kuranlar da Batılılaşmayı, hem de en radikal bir şekilde savunup uygulamadılar mı? O zaman bugün gerileme dönemi dediğimiz dönem, Cumhuriyet’i hazırlayan dönemdir aynı zamanda. Ama Kemalist tarih yazımı ısrarla kendisini Osmanlı’nın yükselme dönemiyle özdeşleştirmeye çalışıyor da, gerileme dönemine tövbe yanaşmıyor…
Bu neye benziyor biliyor musunuz: İkinci Mahmut ve İkinci Abdülhamit dönemlerini yaşamamış bir Osmanlı toplumundan Atatürk’ün çıkabileceği yönündeki safderunluğa.
Tarihi hadiseler bir zincirin halkaları gibidir. Osmanlı Devleti’nin sınırlarının geriye çekilmesini mutlaklaştırırsanız, üç buçuk asırlık sözde gerileme dönemindeki pek çok şerefli ve parlak sayfayı da gözden kaçırırsınız.
Mesela Rifaat Aboul Hajj yazdı**, 1699 Karlofça Antlaşması’nda bile öyle zannedildiği gibi teslim olmuş bir Osmanlı yok. Köy köy, kasaba kasaba, kale kale, her karış toprağını masa başında takır takır savunmuş, devletin ve padişahın itibarını hep ön planda tutmuş bir diplomasi izleniyor Karlofça’da. Açık konuşayım, eğer şimdiki teslimiyetçi ruhumuzla orada biz olsaydık, 18. yüzyılın ortasını bile zor görürdük.
“Şu kaleyi veririm; ama buna mukabil işgal ettiğin filanca kaleyi de isterim.” tarzında, hiçbir zillet izi taşımayan şanlı şerefli bir diplomasi yürütülür Karlofça’da. Düşünün ki bu başarılı diplomasiyi yürütenler ilk defa pazarlık masasına oturan bir devletin erkanıdır. Ve bu toplantıya mağlup taraf olarak giren, ama daha fazlasını koparacağını sanan Avrupalı burnu büyümekte olan diplomatlara diplomasi dersi vererek çıkan heyetin başkanı, sonradan sadrazam olan ve İstanbul’da bir semte adını veren Rami Mehmet Paşa idi…
Unutulmamalı ki, enerjisinin son damlasına kadar emperyalizmle mücadele eden ve bu mücadeleyi üç buçuk asır devam ettirebilen bir devletin enkazından doğdu Türkiye Cumhuriyeti. Aradaki farkı anlayabilmek için yenik olarak masaya oturulan Karlofça ile muzaffer olarak oturulan Lozan’ın sonuçlarını karşılaştırmak yeterlidir…
* “The Question of Ottoman Decline”, Harvard Middle Eastern and Islamic Review, 4 (1997-1998), 1-2: s. 30.
** Tarih ve Toplum dergisinin Kasım ve Aralık 1999 sayıları.
.
Tanpınar’ı doğru yayımlamak
Tanpınar’ı doğru yayımlamak
Önce dikkatsizliğimden kaynaklanan ufak bir özür. Geçen haftaki yazımda, Orhan Pamuk’un Öteki Renkler kitabının adı Öteki Sesler olarak çıktı. Yazıyı elektronik postayla geçtikten sonra fark ettim; ama geç kalmıştım. Herhalde sık sık karşısına çıkan Other Voices (Öteki Sesler) adlı İngilizce bir metnin etkisinde kalmıştı hafızam.
Geçen hafta Orhan Pamuk’un Tanpınar’ı eksik ve yanlış anladığına dair yazımı hazırlarken metinlere yeniden eğilme fırsatını buldum. Tanpınar’ın Edebiyat Üzerine Makaleler’inde yer alan “Türk edebiyatında cereyanlar” başlıklı makalesini okurken bir cümle dikkatimi çekti ve bunu üstadın üslubuna pek yakıştıramadım. Eksik bir şey vardı cümlede sanki. Bunun üzerine söz konusu makalenin aslına gitmek ihtiyacını duydum ve Yeni Türkiye adıyla 1959 yılında hazırlanmış olan derleme kitaptaki ilk neşrine başvurdum. Tahminim doğru çıkmıştı.
Gözlerime inanamıyordum: Edebiyat Fakültesi’nden hocam da olan Zeynep Kerman’ın yayına hazırladığı Edebiyat Üzerine Makaleler’deki metinde bir atlama, hem de 8 kelimelik bir atlama mevcuttu. (Bkz. s. 114: “kurtulmuş gençliğe”den sonraki 8 kelimeden oluşan eksik ara cümle şuydu: “kurtulmuş gençliğe aslından veya dağınık tercümelerinden tanıdıkları bu muharririn ve”.
Merakımı kışkırttı ve birkaç sayfa daha karşılaştırdım. Sonuçta Tanpınar’ın kitaplarının yeniden adam gibi yayınlanması gerektiği kanaatine vardım.
Aşağıda size bu makalenin karşılaştırdığım birkaç sayfasındaki aktarma hatalarını sunuyorum. Karşılaştırmayı tamamladığımda bu listenin uzun makaleye konu olacak kadar kabarması mümkündür ve bunu nasip olursa yakında yapmayı planlıyorum. (İlk verilen tırnak içindekiler Tanpınar’ın asıl metnini, ikinciler ise Zeynep Kerman neşrini göstermektedir.)
Sayfa 102: “değişiklikler”/”değişiklik”
Sayfa 102: “sona”/”sonuna”
Sayfa 103: “çıkardığı”/”çıkarttığı”
Sayfa 103: “nevileriyle”/nevilerle”
Sayfa 104, satır 9: “bir”/”bu”
Sayfa 104: “almayı”/”almağı”
Sayfa 105: “Victor Hugo”/”Hugo”
Sayfa 115: “değişik bir terkipte”/”değişik terkipte”
Sayfa 115: “nasırlarından”/”nasırlardan”.
Bunlar belki ufak tefek hatalar addedilebilir. Lakin sizi bilmiyorum; ama ben Tanpınar’ı nasıl yazdıysa öyle okumak istiyorum. (Kendisi “lugatiyle” yazdıysa onun “lugatıyla” şeklinde düzeltilmesi benim anlayışıma ters geliyor.)
Padişahlar mumyalandı mı?
Aksiyon’un bu haftaki sayısı, epeyce merak uyandırıcı bir konuyu dosya haline getirmiş. Muhsin Öztürk’ün hazırladığı dosyada, özellikle Beylikler ve Selçuklular döneminde bey ve sultanların, bilahare de Osmanlıların yükselme dönemine kadar padişahların mumyalandığı iddiası konu ediliyor.
Mumya konusunda özel bir çalışmam olmadı, dolayısıyla ayrıntılarını ve tekniklerini bildiğimi söyleyecek durumda değilim. Lakin Osmanlı padişahları için söyleyecek birkaç sözüm var.
Konya’da Alaeddin Camii’nin avlusuna girenler iki kümbetle karşılaşırlar. Birincisinin içinde ünlü Anadolu Selçuklu sultanları neredeyse ıkış tıkış bir araya gömülmüşken, ikinci kümbet bomboştur ve üstü açıktır, bu yüzden adı “Yarım Kümbet”e çıkmıştır. “Yarım Kümbet”in altında bir oyuk vardır ve bu oyuk, ziyaretçilerin en fazla ilgisini çeken yerlerden biridir. Merdivenden indiğinizde türbenin mesahası kadar genişlikte bir bodrumun içinde bulursunuz kendinizi. Burasının adı, mumyalıktır; fakat türbe bitirilmediği için boştur, içinde herhangi bir defin izine rastlanmaz. Normalde kümbetlerde cenazeler giriş katında gördüğünüz sandukanın tam altına gelecek şekilde mumyalıklara gömülür veya bırakılırdı.
“Bırakılırdı”nın altını çizişim boşuna değil. Bursa tarihinin kendisine inanılmayacak kadar çok şey borçlu olduğu rahmetli Kazım Baykal ile 1992’de vefatından bir ay kadar önce yaptığımız görüşmede 1940’larda ünlü sanat tarihçisi Albert Gabriel ile beraber Yeşil Türbe’nin mumyalık’ına girdiklerini ve Çelebi Mehmed’in kemiklerini ince bir kum tabakasının üzerinde dağılmış vaziyette gördüklerini, hatta kemiklere dokunduğunu anlatmıştı. Öyle anlaşılıyor ki, Çelebi Mehmed gömülmeyip Yeşil Türbe’nin bodrum katına tabutuyla bırakılmış, mumyalığın kapısı ise duvar örülerek kaybettirilmiştir.
Bildiğim bu tek örneğin haricinde Osmanlı padişahlarından birkaç tanesinin de mumyalandığına dair rivayetler mevcuttur. I. Murad, Fatih ve Kanuni hakkındakiler en fazla şuyu bulanlar.
Yine de ben Beylikler ve Selçuklu dönemi mumyalarıyla Osmanlı devri mumyalarını birbirinden ayırmak gerektiğini düşünüyorum. Birinciler gerçekten de vücudun geleceğe saklanmasını amaçlamışken, ikinciler gömüleceği yerden uzakta ölenlere uygulanmıştır. Bunlarda cesedin iç organları (ahşa) çıkarıldıktan sonra vücudun geri kalan uzuvları, gömüleceği yere gidene kadar çürüyüp kokmasını önleyecek şekilde bazı eczalarla tahnit edilmiştir. Nitekim bu işlemlere tabi tutulan Kanuni’nin cesedi, ünlü minyatürde görüldüğü kazılırken gözlemlediğimiz gibi, toprağa gömülmüştür.
1950’lerde Resimli Tarih Mecmuası, Fatih’in cesedinin mumyalanmış olduğuna dair bir haber yayınlamıştır. Reşat Ekrem Koçu imzalı yazıda Fatih’in mumyasının ilk günkü haliyle mezarında durduğu Abdülhamid devri devlet adamlarından birisinin ağzından iddia edilmektedir. Tabii bu hassas haber tartışma koparır ve birkaç ay sonra haber kaynağı olarak gösterilen Şerif Paşa, Paris’ten gönderdiği bir yazıyla kendisine atfedilen bu rivayeti tekzip eder, yalanlar. Bu iddia da böylece kapanır.
Zaman zaman parlayıp sönse de her halükarda ilginç bir konu olmaya devam ediyor mumya
.
Kadınlara askerlik ve Atatürk!
Kadınlara askerlik ve Atatürk!
Bugünlerde Yalçın Küçük’ün Aydınlık Zından’ıyla fazla hemhal olduğumdan mı nedir, tarihin, özellikle yakın tarihin yeniden ayakları üzerine oturtulması meselesi gündemimin madde başı olmaya devam ediyor. Aydınlık Zından’da ilk Hatay Cumhurbaşkanı Tayfur Sökmen’in Hataylı olmadığı halde nasıl cumhurbaşkanı yapıldığından Mahir Kaynak’ın KGB tarafından nasıl deşifre edildiğine kadar pek çok ilginç ayrıntı peş peşe sıralanıyor.
Kimi görüşlerine itirazım olsa da Küçük’ün beni en fazla etkileyen tarafı, ahlakî bir sosyalizm derdinin ve davasının olması; daha doğrusu, sosyalizmi bir ahlâk meselesi haline getirmesi ve bu noktada ısrarla direnmesi. Hangi davadan olursa olsun, meselesine bir varolma meselesi olarak bakan ve aşkla, şevkle, yılmadan direnen hiç kimse bana yabancı değildir.
* * *
Tarih ve Toplum’un Mart 2000 sayısında Hasan Ünder’in “Atatürk ve kadınların askerliği” başlıklı ilginç bir yazısı yer alıyor. Yazıda Atatürk’ün kafasında, seçme ve seçilme hakkını tanırken kadınlara eşitliğin bir gereği olarak askerlik mecburiyeti getirilmesi fikrinin olduğu anlatılıyor.
Soru önemli: Kadınlara siyasî hakların tanınması, “ne karşılığında” gerçekleşmiştir?
Bu meselenin 1920’lerin sonları ile 1930’ların başlarında kamuoyunu ve idarecileri fazlasıyla meşgul ettiğini görüyoruz. Türk kadınına seçme ve seçilme hakkının dünyadaki pek çok gelişmiş ülkeden önce verildiği iddiası, bir iftihar beratı olarak taşınmaktadır “ilerici” kadınlarımız tarafından.
Oysa meselenin hakikati şu ki, zaten ataerkillik, kadınların aşağılanması ve cinsel ayrımcılık dediğimiz hadisenin kendisi Avrupa menşelidir ve dünyanın başka coğrafyalarında bu ayrımcılık burjuva toplumlarında ulaştığı sistematik düzeye hiçbir zaman ulaşabilmiş değildir. İtalya’da, Fransa’da, Yunanistan’da kadınlara ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra verilebilmiştir siyasî hakları. Hatta İsviçre’de bildiğim kadarıyla 1970’leri bulmuştur. Yani Avrupa bu alanda ölçü olamaz, zira kadınların siyasal hayattan en fazla ve en sistematik bir şekilde dışlandığı toplumlardır Batı toplumları tarih boyunca.
Nitekim kadınlara siyasî hakların verildiği ülkelere bakacak olursak, bu tarih sıralamasında gelişmiş denilebilecek ülkelerin geri sıralarda, aksine az gelişmiş denilen ülkelerin ön sıralarda bulunduğunu görürüz.
Gelelim meselenin öbür veçhesine. Türkiye’den önce Yeni Zelanda’dan Rusya’ya kadar tam 28 ülke kadınlara seçme ve seçilme hakkını tanımıştır. Bunlara muz cumhuriyetleri de dahildir.
Şimdi bu neyi gösteriyor? Demokrasinin Avrupa dışında daha kuvvetli ve etkili bir şekilde uygulandığını mı? Elbette değil. Mesela bugün Mozambik Millet Meclisi’nde kadın milletvekili oranı hakkında bilginiz var mı? Tamı tamına yüzde 25. Yani dört milletvekilinden birisi kadın. O zaman Mozambik bizden de, Fransa’dan da ileri, öyle mi?
Sakat olan mantık bu zaten.
* * *
Türkiye’de kadınlara siyasî haklarının tanınması konusu da öyle zannedildiği gibi kolay gerçekleşmiş değildir. Türk Kadınlar Birliği, II. Meşrutiyet döneminden itibaren iktidarların dikkatlerini bu meseleye yönlendirmek için ciddi çalışmalar içindedir ve Cumhuriyet’in ilanından itibaren yönetimi sıkıştırıp durmaktadır. Fakat her seferinde atlatılmakta ve ertelenmektedir. Birkaç defa bizzat Atatürk’e anlatırlar meseleyi; ancak nasihatten başka bir şey alamazlar. Atatürk’e göre kadınların talep ettikleri siyasî haklar karşılığında erkekler gibi bir bedel ödemeleri gerekmektedir. Bu bedel de zorunlu askerliktir. Eğer seçme ve seçilme alanında eşitliğe kavuşmak istiyorsa kadınlar, askerlik gibi erkeklerin aleyhine eşitliği bozan bir duruma da razı olmalıdırlar. Ona göre “vazife mukabili olmayan hak mevcut değildir”.
Nitekim 30 Haziran 1933’te Ankara Hukuk Fakültesi’ndeki kız öğrenciler milletvekili olmak istediklerini söylediklerinde “Niçin mebusluk istiyorsunuz da askerlik istemiyorsunuz?” diye sorar. Kasım 1934’te Ankara Kız Lisesi’ni ziyareti sırasında kız öğrencilerin sıkıştırması üzerine, “Mebus seçer ve mebus olursunuz; fakat aynı zamanda asker de olacaksınız.”
Atatürk’e göre askerlik bir vatandaşın “en büyük vazifesi”dir. Kadınlar bu vazifeden kaçtıkları sürece, yarım vatandaş olarak kalmaya mahkûm olmaktadırlar. Kısacası, Atatürk’ün formülü şudur: Askerlik varsa mebusluk var! Pazarlık bu formül üzerinden yürütülmektedir.
Kadınlar kararlıdır! Meclis’in önünde yürüyüş yaparlar ve “Atatürk bizimle görüşmeden buradan bir yere gitmeyiz”, diye haber gönderirler. O gün, Atatürk, Türk Kadınlar Birliği yöneticilerini kabul eder ve mebus seçilme hakkının tanınacağına söz verir.
Tarihin tersinden yazılması hakkında bir kanun mu var yoksa?
.
Harran’daki “gönüller otağı”
Harran’daki “gönüller otağı”
“Nisan aylardan en zalimidir” demişti Eliot. Lakin bu defa nisan ayı zulümlerin üzerindeki perdenin kalkmaya başladığının müjdesiyle çıkıp geldi çoraklaşan gündemimize.
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı tarafından düzenlenen Hz. İbrahim adlı uluslararası sempozyum, bilinen en eski medeniyetlere beşiklik yapmış olan Harran’da görülmeye değer bir “şölen”le açıldı.
“Şölen”i tırnak içinde yazışım boşuna değil. Zira eski Yunan’da sempozyum kelimesi şölen anlamındadır; hem aklı ve gönlü, hem de mideyi doyuran, kuvve–i akliyye ile kuvve–i zaika’yı beraber tatmin eden oturumlara sempozyum diyorlardı Yunanlılar.
Harran Ulucamii’nin avlusunda gerçekleştirilen ve muhtemelen sizlerin STV ekranlarında seyrettiğiniz açılış programı, her anlamda gerçek bir şölen oldu. Dağların sempozyuma yolladığı rüzgarlar ince bir kum tabakasını saçlarımıza un gibi elerken, mikrofonlar birbirinden ilginç ve birbirinden anlamlı, sıcak mesajlar yolluyordu dünyanın dört bucağına.
Hz. İbrahim’i “ortak ata” olarak kabul etmiş üç semavi dine mensup din ve bilim adamları ile sıradan insanlar bu kutsal mabedin yıkıntılarında kucaklaşıyordu. Konuşmacılardan birisinin belirttiği gibi İbrahim adının anlamı “milletlerin babası” demek değil miydi zaten?
Bu satırları tören alanından yazıyorum.
Her zaman olduğu gibi bir gözüm protokol platformunda, diğeri halkta.
Harran Ulucamii’ni çevreleyen tepelere sıralanmış rengarenk giysileri içinde Harranlı kadınlar; kırmızı ve kavuniçinin bütün parlak tonlarını ruhlarına içirmiş kız çocukları; ayaklarındaki lastik çizmeleriyle saçları sıfır numara tıraşlı kavruk yüzlü köy çocukları; bir dizine koyduğu gümüş renkli tabakasından aldığı kıyılmış tütünleri bütün maharetiyle saran beyaz bıyıkları sararmış elleri nasırlı erkekler.
Bir taraftan Mardin’in Deyruzza’feran manastırından gelmiş Süryani kızlar korosu kadim ilahilerden damlalar düşürüyor yüreğimize; diğer taraftan televizyon kameramanları bakir çocuk portreleri keşfetme uğraşında yarışıyorlar birbirleriyle.
Ceddü’l–Enbiya Hz. İbrahim’in evlatları, asırların aralarına kazmış olduğu uçurumları bir hamlede sesleriyle dolduruyor, gönüller arasında berhava olmuş köprüleri göz açıp kapayıncaya kadar tamir ediyorlar. Bir Katolik olan Georges Marovitch bile “Biz de sizinle beraber Bismillahirrahmanirrahim diyoruz.” diyerek bu sempozyumun gelecekte oynayacağı rolün önemine dikkat çekiyor.
Birazdan Harran Ulucamii’nin avlusundaki en az on asırlık havuzun etrafında kurulan çadırda, çadır ne kelime “gönüller otağı”nda Müslüman’ı, Yahudi’si, Süryani’si, Ermeni’si, Rum’u, Amerikalısı, Faslısı, Türkü, İngilizi, Rusu, Kanadalısı, İsviçrelisi, Belçikalısı, Vatikanlısı, İsraillisi, Yunanlısı, İsveçlisi, Endonezyalısı, velhasıl 72 millet, Halil İbrahim Sofrası’nda aynı sofrada diz dize oturup aynı kazanda, “babaları” İbrahim’in bereketiyle pişmiş yemekten yiyecek, aynı Allah’a şükredecekler, Hz. İbrahim’in birleştirici iksirini gönüllerinde yoğuracaklar hep beraber.
Bu maya tutar mı dersiniz?
Orasını biz bilemeyiz ki!
Bildiğimiz şu: Sahih–i Buhari’nin ilk hadisi şudur: “Ameller niyetlere göredir.” Bir başka deyişle, niyet her şeyin başıdır.
Yunus Emre’nin ilahilerinin Haleluyalara ilmiklendiği bu muhteşem açılıştan sıcağı sıcağına ilk izlenimlerim bunlar kısacası.
Bu tılsımlı mekana asırlar sonra demirlemiş bulunan kutsallık gemisi artık “gemiler geçmeyen” bir ummana açılıyor.
Yolun açık, azığın bereketli olsun!
.
Yeni bir bilime doğru: Diyaloji
Yeni bir bilime doğru: Diyaloji
Son günlerde, en yakın örneğini Uluslararası Hz. İbrahim Sempozyumu’nda müşahede ettiğimiz diyalog eksenli toplantılar revaçta. Daha önce yan yana gelmesinin dahi düşünülemeyeceği kesimlerden temsilciler, gayet ağırbaşlı, vakarlı ve kararlı bir şekilde aynı masanın etrafına oturabiliyor, birbirini dinleyebiliyor, birbirini anlamaya çalışıyor, birbirlerinin hassasiyetlerine saygı gösteriyorlar. En önemlisi de, düşüncesine katılmadığı ve belki de kesinlikle katılmayacağı birisinin “gerçekten ne dediğini” sabırla, tahammülle ve kararlılıkla dinleyebilmenin erdemini sergiliyorlar.
Nitekim geçtiğimiz hafta Harran’da başlayan, Urfa’da devam eden ve pazar günü İstanbul’da noktalanan Hz. İbrahim Sempozyumu’nun sonuç bildirisi de üç din mensupları arasındaki diyalog faaliyetinin hayati önemine dikkat çekiyordu. Bildiride bu diyaloğun gerçekleştirilmesi için derin bilgi, samimiyet, inanç ve kararlılık da gerektiği önemle vurgulanıyordu.
Bilgi, samimiyet, inanç ve kararlılık. Gerçekten de isabetle seçilmiş kavramlar bunlar. Düşünün, insanların ellerinde bilgi olmadan nasıl tanıyacaklar birbirlerini? Samimi olmazlar, ikiyüzlülük yaparlarsa nasıl ilerleme sağlanacak birbirlerini anlama noktasında? Bu davaya inanmaz ve kararlı bir şekilde üzerine gitmezlerse, zoru görünce yarı yoldan dönerlerse yollarından, diyalog nasıl vücut bulacak?
Sonuç bildirisindeki bu ve benzeri ışık serpintilerinin, bize gelecekte ortaya çıkacak bir şehrayinin nurdan ipuçlarını uzatıyor olmasıdır dileğimiz. Bu vesileyle diyalog kavramının felsefi temellerine ilişkin birkaç kelam etmek lüzumunu duyuyorum.
Diyalog, karşılıklı konuşma anlamına gelir. Aslında “karşılıksız konuşma” diye bir şey yoktur. İnsan içinden konuşurken de içinde bir harici varlık vücuda getirerek konuşmaktadır. Demek ki her konuşma, bir karşılıklı konuşma, yani diyalogdur.
Peki diyaloğa neden bu kadar ender rastlanabiliyor da, monologdan geçilmiyor ortalık? Büyük çoğunluk neden kendisiyle konuşmayı yeğliyor da, kendi dışındaki seslere kulaklarını sağır ediyor? “Farklı” olana neden öcü muamelesi yapıyoruz?
Aslında dediğim gibi monolog yaparken de insanlar “birisiyle” konuşmaktadır. Ancak monoloğun diyalogdan farkı tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Monolog, kişinin kendi içinde “kurduğu” veya icat ettiği birisiyle konuşmasıdır, diyalog ise kendisi dışındaki “gerçek” birisiyle yaptığı konuşmadır. Birincisinde muhatap hayalidir; ikincisinde hakiki. Birincisinde muhatap, konuşan kişinin hayalinde çarpıttığı, eğip büktüğü bir karikatür öznesidir, ikincisinde ise kanlı canlı, taş gibi bir realitedir. Birincisinde konuşan kişi, muhatabının yerine de kendisi konuşmaktadır; ikincisinde ise gerçek bir tepki gösteren kişi vardır.
Mikhail Bakhtin (1895-1975), bir Sovyet aydını olarak yetişmesine rağmen, zamanla Stalinizmin monoloğundan kurtulmayı başarıp diyaloğun teorisini kuran bir edebiyat eleştiricisi. Türkçeye çevrilmiş kitabı olmayan Bakhtin’in görüşlerine göre dil, bir diyalog ortamıdır. Diyalog üç unsuru içerir: a) konuşan, b) dinleyen/tepki gösteren ve c) ikisi arasındaki ilişki. İşte monologda oluşmayan şey, konuşanlar arasındaki bu “ilişki”dir. Oysa diyalogda, muhatap her zaman hesaba katılmak zorundadır. Diyalogda konuşan kişi, dinleyen kişiyi hesaba katarak konuşmaktadır ve bu sıradadır ki, her söz, bir cevaba veya tepkiye “açık” hale gelmektedir. Tepki veya cevap geleceği bilinerek yapılan konuşma ile tepki veya cevapların baştan susturulduğu veya ortadan kaldırıldığı bir konuşma arasındaki farktır işte diyalog ile monolog arasındaki fark.
Bakhtin, iki gerçek konuşmacı arasındaki konuşma ile biri gerçek, diğeri hayali konuşmacı arasındaki cereyan eden konuşmanın farkını “diyaloji” ile “monoloji” arasındaki farka dayandırır. Her türlü konuşma, Bakhtin’e göre dinleyenin “kavramsal ufku”na yöneliktir diyalojide. “Diyalojizm”, konuşmacı ile dinleyicinin dilleri arasındaki etkileşime doğru bir yöneliştir, adımdır.
Bakhtin gerçi buradan yola çıkarak şiirin monolojik, nesir ve romanın diyalojik tabiatlı olduğu noktasına varıyor ancak bunlara şimdilik girmeyelim isterseniz.
Velhasıl, uzun bir aradan sonra yeni yeni gerçek muhataplarla konuşmaya başladığımızı söyleyebiliriz. Başka bir deyişle, monolojiden diyalojiye doğru ilerlemeye başladık.
Hz. İbrahim Sempozyumu’nun diyalog çabalarına “Halil İbrahim bereketi” getirerek diyalojik çağa geçişimizde bir dönüm noktası teşkil etmesini temenni ediyorum.
.
Urfa’da Kandinski hayranı bir berber!
Urfa’da Kandinski hayranı bir berber!
Artık sağır sultan bile duydu, geçen hafta sonu memleketim olan Urfa’daydım. Hz. İbrahim Sempozyumu vesilesiyle gittiğim Urfa’da -en son ne zaman gittiğimi söylemeye hiç niyetim yok, zira A. Turan Alkan’a söylemek gafletine düştüm de, üç gün boyunca Urfalı olduğumu ispatlamak için neler çektiğimi bir ben bilirim, bir de Beşir Ayvazoğlu!- Stadın karşısındaki bir berbere uğradım sakal tıraşı olmak için.
Bir ara gözüm karşımdaki aynada bir görüntüye takıldı. Bu, bu… Fesuphanallah, olacak şey değil. Hayır, yalnız Urfa’da değil, Türkiye’nin değme berberlerinde bile rastlamak mucize gibi bir şey ona.
Arkamdaki duvara şöyle iyice bir dönüp baktım, evet oydu; vecehetli bir Kandinski tablosu, altında imzasıyla berber dükkanının kolonya kokularını emiyordu. Bu kübik şekiller, bu insan aklıyla dalga geçen manzara, bu abesi sırtlamış zekanın ısırıkları, bir “beyaz adam” gururuyla girdiğim dükkanda omuzlarımı çökertmeye yetti.
Usulca tablonun nasıl olup da buraya geldiğini soracak oldum elindeki usturayla sakalımı tersten almaya çalışan berbere. Gayet umursamaz bir tavırla, dükkanın açılışında bir arkadaşının hediye getirdiğini söylemesin mi? Hem de dükkanın açılışında bir hemşerim, çiçek, çelenk göndermeyip bir Kandinski ile yolunu tutmuş berberin, öyle mi? “Doğru diyorsun abi” diyor berber, Urfa şivesiyle. “Peki” diyorum, “kim olduğunu biliyor musun ressamın?” İşte bu soruyu garanti bilemez. Fakat o da ne? Genç berber hemşerim, “Çok büyük bir ressammış” demesin mi?
Bu uçuk kaçık resimlere, İstanbul’un göbeğinde, Dali’nin sergisinde gördüğümüz gibi, saldırıldığını hatırladım birden ve iyice emin olmak için hemşerimin sabrının sınırlarını biraz daha zorlamayı denedim.
Urfalılar sabırlı insanlardır, hele ki bir “yabancı”ya karşı!
Tabloyu nasıl bulduğunu sordum. “Abi”, dedi, “ben çok beğeniyorum bu tabloyu, hele renkleri bir harika!”
Artık büyü bozulmuş ve ben İstanbul berberlerindeki yılışık artist resimlerini görmekten gına getirmiş bir Urfalı olarak memleketimdeki her sürprize karşı hazırlıklı olmaktan başka çarem kalmadığımı düşüne düşüne sempozyumun yapıldığı salonun yolunu tutmuştum.
Beşir abinin Urfa sokaklarını gezerken söylediği bir sözle mahcubiyetimi kapatmayı denedim içimden:
“Aşk olsun sana Urfa!”
Gelen kitaplar
Çoktandır kitap tanıtımlarına ara verdim ya, neredeyse kapıya dayandı tanıtacağım kitaplar. Gerçi hevesimi Aksiyon dergisindeki yazılarımla kırmaya çalışıyorum; ama argo tabirle, “kesmiyor”. Bu hafta bazı kitapları kısa kısa tanıtmak istiyorum.
Manisa Valiliği, hayırlı bir hizmet başlatmış. Manisa tarihi ve kültürüyle ilgili kitaplar yayımlıyor. Eksik olmasınlar fakire de göndermişler. İşte elime ulaşanlar:
Manisalı Padişahlar (II. Murad, Fatih, Kanuni, II. Selim, III. Murad, III. Mehmed ve I. Mustafa’nın hayatları ve Manisa’da yaşadıkları dönemde yaşadıkları).
Saruhanoğulları ve Osmanlı Klasik Döneminde Manisa’da Yaşayan Kültür İzleri (Hazırlayanlar: Mustafa Eravcı-Mustafa Korkmaz)
Manisa Müzesi Hat Koleksiyonu (Hazırlayanlar: Hasan Dedeoğlu-Necdet Okumuş).
Her üçü de nefis baskılarla ilgililerin dikkatine sunulan kitaplara müzaheret eden vali Muzaffer Ecemiş başta olmak üzere emeği geçen herkesi kutluyor, kendilerine bir şehir sevdalısı olarak teşekkür ediyorum.
Tanpınar’ın mektubundaki
Cinsiyet hatası
Ahmet Hamdi Tanpınar gündemimdeki yerini koruyor. Hatırlayanlar olacaktır, önceki haftaki yazımda Tanpınar’ın makalelerinin neşirlerinde düşülen hatalara dikkat çekmiştim. Bu defa onun eserlerini neşre hazırlarken düşülen ilginç bir hatayı ele alacağım.
Bilindiği gibi Tanpınar’ın “Antalyalı bir genç kıza mektup”u vardır. Bu çok manalı ve derin mektupta Tanpınar, Antalyalı bir genç kızın sorularına cevap vermiştir! Kitaplarına da yukarıdaki adla giren bu mektubun vahim bir dikkatsizlik sonucu bir genç kıza yazıldığının zannedildiği, oysa mektubun bir liseli delikanlıya hitaben yazıldığı ortaya çıktı.
Kitap-lık dergisinin Mart-Nisan 2000 tarihli 40. sayısında Tanpınar’ın asistanı Turan Alptekin ile Birol Emil’in bir karşılıklı konuşması yer alıyor. Konuşma esnasında Turan Alptekin çarpıcı şeyler söylüyor bu mektupla ilgili olarak. Aktarıyorum:
“Tanpınar ölmeden kısa bir süre önce, Antalyalı bir genç, bir lise öğrencisi Tanpınar’a bir mektup yazdı. Tanpınar da bu gence çok zarif bir mektupla cevap verdi. Ölümünden önce bu mektup masasının üzerindeydi. Gönderen öğrencinin adresi de masasının üzerindeydi. Ölmeden önce ben bunu Kenan Tanpınar’a teslim ettim… Kenan Tanpınar da Prof. Mehmet Kaplan’a vermiş, Kaplan Bey kitabının sonuna Antalyalı gencin mektubunu ve cevabını “Bir genç kıza mektup” diye aldı ve öylece bir hatadır gidiyor. Genç kız değildir, hayır, genç bir lise öğrencisidir, erkektir.”
Böylece en azından bir hata fark edilmiş oldu.
İki edebiyat tarihçisinin bu hoş sohbetinde başka birçok ilginizi çekecek nokta bulabilirsiniz. Mesela bir yerde Turan Alptekin, Tanpınar’ın asistanı olan kendisinin üslubunun Mehmet Kaplan’a, Mehmet Kaplan’ın asistanı olan Birol Emil’in üslubunun da Tanpınar’a benzediğini söylüyor ki, Birol Bey açısından konuşursak hakikaten isabetli bir tesbit. Öğrencilik yıllarımda bazı derslerini dinlemiştim Birol Bey’in, gerçekten de anlayış olarak Tanpınar’ı çok andıran bir üslupla anlatırdı derslerini. Ne yazık ki, onun engin kültür birikimi ve nüfuz kudreti, kendisine mümasil bir eser ortaya koyamadı bugüne kadar.
Edebiyat tarihimiz açısından büyük bir kayıp olacaktır Birol Bey asıl eserini yazamazsa…
.
Nazım Hikmet’in “davası”!
Nazım Hikmet’in “davası”!
Uzun yıllar el altından satılan ve zaman zaman yasaklanan Nazım Hikmet’in kitaplarının “korsan baskıları”nın yapılacağına ve işporta tezgahlarında satılacağına kim inanırdı bundan 15–20 yıl önce? Demek o ‘proleter’ Nazım’ın şiirleri günün birinde metalaşacak ve ticari bir nesne haline gelecekmiş! (Fakat okunuyor mu? Bundan emin değilim.)
Aslında lafın gelişi “gelecekmiş” dedim, zira zaten öteden beri “Nazım ticareti” ve hatta Harp Okulu davasına bakılırsa Nazım üzerinden siyaset yapma, onun şöhretinin rantını yeme yarışı olduğunu herkes biliyor. Nitekim Yalçın Küçük, Bilim ve Edebiyat’ta Nazım Hikmet’in şair ve estet tarafı üzerinde durulacağına; ‘kiminle yatmış, kiminle içmiş, kime aşık olmuş?’ türünden ticarileştirilmiş bir Nazım efsanesi’nin onun gerçek yüzünü örttüğünden söz eder haklı olarak. Mesela Türkiye’deki en az bilinen hususlardan birisi, Nazım’ı hapse atan iktidarın CHP, onu “affedenler”in ise sağcı olarak bilinen DP olduğudur.
Şüphesiz ki Nazım Hikmet, arkadaşı Necip Fazıl’ın deyişiyle şair kumaşından yaratılmıştı. Kabul etmek lazım ki, insana “haza şiir” dedirtecek çok sayıda şiire imzasını atmıştır. Türkçeyi bu kadar yalın, bu kadar ıslıklı, bu kadar mert ve renkli kullanan ve kendisinden sonraki Türk şiirini onun kadar etkilemeyi başaran bir başka şair zor bulunur Cumhuriyet devrinde. Hatta Necip Fazıl’a nisbetle, divan şiiri geleneğinden –ses ve eda yönüyle– daha başarılı bir şekilde yararlandığını; buna mukabil Necip Fazıl’ın Nazım’a kıyasla daha “modern” bir şiirin kapısını zorladığını söyleyebilirim.
Maalesef “şiir kumaşı”nın bu kadar güçlü olması, zaman zaman Nazım’ı fazlasıyla laubalileştirmiş ve o kudrette bir şairden beklenmeyecek derecede lüzumsuz ideolojik zorlamalara girmiş, bu da şiiri adına büyük bir kayıp olmuştur.
Hayır, sadece “Makinalaşmak istiyorum” tarzındaki şiirlerini kasdetmiyorum. Genel olarak Nazım Hikmet’in çok cesur ve dirayetli görüntüsünün arkasında resmi ideolojiyle, iktidarla uzlaşmaya yatkın bir kişilik zaafının mevcudiyetinden söz ediyorum. Hapisteyken sık sık yazdığı af dilekçeleri, bazı şiirleri ve hatta eserlerinin, hapisten kurtulmak amacına matuf olduğu biliniyor. Kuva–yı Milliye Destanı’nın kendisine bu tür bir niyetle “yazdırıldığı”nı ise artık sağır sultan bile duymuş durumda.
Bugün size Nazım Hikmet’in bu tarafını belirginleştirecek bir olayı nakledeceğim.
Atatürk’ün en yakın halkasından Afet İnan’ın kızı Arı İnan, önemli bir kitap yayımladı: Tarihe Tanıklık Edenler (Çağdaş Yayınları, 1997). Kitapta, bir kısmı gizli olmak üzere annesiyle ve annesinin çevresindeki önemli kişilerle yapılmış konuşmaların bant çözümleri yer alıyor. Bu kişilerden birisi de, uzun yıllar Emniyet Umum Müdürlüğü ve kısa bir süre Hatay valiliği yapmış, devletin en üst kademelerinde görev yapmış olan Şükrü Sökmensüer.
Sökmensüer, Nazım’la ilgili bir hatırasından söz ediyor. Nazım’ın şöhretinin üniversite gençliği arasında çığ gibi yayıldığı bir dönemde Sökmensüer, onunla görüşüp fikirlerinden vazgeçirmeye karar verir. Sadri Etem (Ertem) vasıtasıyla gerçekleşen bu görüşmede, komünizmdeki devletçiliğin zaten altı oktan bir tanesi olarak uygulanmakta olduğunu, bu yüzden komünizmin zaten Kemalizmde mündemiç bulunduğunu, komünizm propagandası çabalarının devlete ve orduya zarar verdiğini dili döndüğünce anlatır Nazım’a.
Nazım’ın cevabı önce kaya gibi sert olur. Uzun bir nutukla fikirlerini savunur. Fakat konuşmanın sonlarına doğru Nazım gevşemiştir. Tam çıkacakken Emniyet Umum Müdürüne ne dese beğenirsiniz: “Beyefendi. Bana ne emrin vardır?” Nazım burada da bırakmaz sözlerini ve devam eder: “Ben gençlik tarafından sevilen bir şahsiyetim. Gençlik benim etrafımdadır. Ben birdenbire bu komünistlikten size iltihak edemem. Ama tedricen sizin davanızı müdafaa ederim.” (s. 118).
Emniyet Müdürünün ardından İçişleri Bakanı Şükrü Kaya da görüşür Nazım’la.
Ve yıl 1937’dir. Nazım Hikmet, Şükrü Sökmensüer’i yine ziyarete gelir. Bu defa yanında bir “eser” getirmiştir. Kitap –Nazım’ı tanımıyorsanız çok şaşıracaksınız– Cumhuriyet’in devletçilik anlayışını savunan bir tiyatro eseridir; yani bir süre önce kendisine sipariş edilen kitap! Sökmensüer teşekkür eder, kendisine güvendiğini beyan eder ve bu tür eserler yazmaya devam etmesini ister.
Sökmensüer bu hadiseyi çeşitli defalar yazmak istemesine rağmen Şevket Süreyya Aydemir’in “Nazım Hikmet’in (halkın gözünde–M.A.) değeri düşer. Yapmayın bunu” uyarıları sonucu yazmaktan vazgeçtiğini de anlatıyor Arı İnan’a (s. 119).
İktidardan gelen iltifata bu kadar fazlasıyla mukabele eden birinden dava adamı olur mu? Hadi davayı bıraktık, “aydın” olur mu?
Nazım’ın şairliğiyle ilgili değil ama “davası”yla ilgili soru işaretlerinin çengelleri giderek bir burguya dönüşüyor; Nazım efsanesi’ni delen bir burguya…
.
Hilmi Yavuz’un polemikleri
Hilmi Yavuz’un polemikleri
Hilmi Yavuz’u size ayrıca anlatmama gerek yok, çünkü kendisi neredeyse 5 yıldır Zaman’ın sürekli yazarı. Önce ayda bir yazdığı Pazar Yazıları’nı, ardından Kültür Sayfası’ndaki Zaman Yazıları’nı, şimdi de Kültür Sayfası’nın bitişiğindeki Fikir Platformu sayfasında aynı başlıkla cuma günleri yazdığı yazıları eminim siz de benim kadar zevkle, öğrenerek ve düşünerek okuyorsunuzdur. (Hilmi Yavuz’un bir özelliği de, pazar ekinde yazan İrfan Külyutmaz’la ‘içtikleri su ayrı gitmeyen’ kadim dost olmalarıdır!)
Kütüphaneme giren ilk kitabı Bedrettin Üzerine Şiirler’in bendeki nüshasına “12 Temmuz 1978 – Bursa” notunu düştüğüme göre demek ki yaklaşık 17 yaşımdan beri okuyucusuyum Hilmi Yavuz’un. Ardından Roman Kavramı ve Türk Romanı (1977) ile Felsefe ve Ulusal Kültür (1975) adlarını taşıyan iki deneme kitabını o yaşlarımda biraz zorlanarak da olsa altlarını bol bol çizerek (!) okumuştum. Sonra da diğer kitaplarını… Kitaplarına kıyasla kendisiyle epeyce geç tanıştım sayılır. Fakat çabuk kaynaştık.
O kibar, İstanbul Efendisi Türkçesiyle, sesini iyi idare ederek konuşan (Muzaffer Buyrukçu hatıralarında Shakespeare trajedilerindeki tonlamaya benzetir onun kah alçak, kah yüksek perdeli konuşma üslubunu) Hilmi Yavuz, ilginç düşünceleri, derin birikimi, keskin dikkatleri ve sanatkarlığıyla olduğu kadar beşeri münasebetlerindeki nezaketi ve samimiyetiyle de beni etkilemiştir.
Keskin dikkati. Evet en ilginç taraflarından birisini bu vasfı kazandırıyordu ona. Kılı kırka yaran titizliği, kavramlara ve dile hakimiyeti, eleştirileri ve okuma notlarını daha bir anlamlı ve önemli hale getiriyordu gözümde. Murat Belge’yi “teorik” ile “bilimsel” terimlerini birbirine karıştırdığı için eleştiriyor, Selahattin Hilav’la Tanpınar üzerine münakaşaya giriyor, Taner Timur’u Osmanlı Kimliği adlı kitabındaki oryantalist yaklaşımından dolayı yerden yere vuruyordu.
Ayrıca tercüme hatalarına da dikkat çekiyor ve birçok kitabın Türkçeye doğru dürüst çevrilmediğini ustaca yakalıyordu.
Geçtiğimiz 14 Nisan’da Zaman’daki köşesinde yine çok ses getiren bir yazı dizisine başladı. Önce Attila İlhan ve İlhan Selçuk, ardından da Mümtaz Soysal gibi eski dostları ile ipleri koparan yazılar kaleme aldı. Muhtemelen arkası da gelecektir.
Eski dostlarına -Mümtaz Soysal’la ilgili olanı henüz neticelenmediği için onu şimdilik paranteze alarak konuşalım- yönelttiği eleştiriler esasen kırk yıldır aynı şeyleri tekrarladıkları noktasında toplanıyor. Attila İlhan da, İlhan Selçuk da Hilmi Yavuz’a göre “değişmedikleri”, hep aynı şeyi söyledikleri, söylediklerinden yüzde yüz emin oldukları, her şeyi kesin ve açık olarak bildikleri, bütün söylediklerinin doğrulandığını iddia ettikleri için artık kendisini ilgilendirmeyen kişiler kategorisindeydiler.
Buna bir de İlhan Selçuk’un cuntacılığını da ilave ediyor ki, 9 Martçılar içinde olduğunu herkes gibi ben de biliyordum ama rahmetli Burhan Felek’i Cumhuriyet’ten Milliyet’e kaçmaya mecbur etmesi örneğinde karşımıza çıkan ‘cuntacılığı bir hayat üslubu haline getirmesi’ni, ne yalan söyleyeyim, ilk defa 21 Nisan tarihli yazısından öğrendim.
Hilmi Yavuz, o nefis felsefi analizlerine devam etmeli bence ama bize biraz da bazılarına sadece temas ederek geçtiği “olayları”, şahit olduğu olayların arka planını açıklamalı. Ve bunları tafsil etmeli, ayrıntılandırmalı.
Bir de “hadi canım, sen de!” demeden genç neslin işin doğrusunu, yetkili bir ağızdan öğrenmesi için mürekkebine kıyarak -çünkü kendisi tam bir “kelime ekonomisti”dir- bertafsil anlatmalı.
Mesela Nazım Hikmet’le ve komünist tevkifatı ile ilgili ilginç ayrıntılara muttali olduğunu tahmin ediyorum. Bunun gibi yakın tarihte kapalı kalmış bazı noktaları onun müdakkik kalemi aydınlatabilir ancak.
Bilmiyorum, çok şey mi istiyorum kendisinden
.
Nasıl okumalı?
Nasıl okumalı?
Sevgili okuyucularımın, özellikle de gençlerin, her karşılaştığımızda ilk sordukları soru, “Filanca konuda çalışmak istiyorum, nasıl bir okuma programı takip etmeliyim?” oluyor. Haklılar elbette. Kitap okuyanların, hele adam gibi okuyanların sayısının yüz binde birlerde seyrettiği bir toplumda kitaptan anlayıp kendilerine yol gösterecek insan bulmak gerçekten de bir mesele. Ben de çocukluktan gençliğe sıçradığım yıllarda yönümü bir türlü bulamamaktan çok sıkıntı çekmiştim; onun için gayet iyi anlıyorum onları.
Sırf daha rahat kitap alabilmek için ortaokulu bitirdikten sonra liseye gitmemiş, çalışmaya başlamıştım. Haftalıklarımın hemen tamamını, o zamanlar şimdikine göre minicik kalan Bursa’nın belli başlı kitapçılarında eritir, saatlerce vakit geçirdiğim kitapçılardan elde ettiğim paket paket “altınlar”ımla yayan yapıldak -çünkü yol paramı bile kitaplara yatırmış olurdum çoğunlukla- evin yolunu tutardım. Elimizden tutan, yol gösteren kimse de yoktu pek. Bir nevi hiss-i kable’l-vuku -şimdilerde “önsezi” diyorlar- ile kitapların kalitelisini kalitesizinden ayırma melekesi edinmiştim zannediyorum.
O ne heyecandı Yarabbim! Yolda içim içime sığmazdı; dayanılmaz bir merakla kan ter içinde eve kendimi atınca, ilk işim kitaplarımın paketlerini açmak ve onlara dokunmak, önünü arkasını seyretmek, teşbihte hata olmasın, mukaddes emanetlermiş gibi hürmette kusur etmemek mecburiyetinde hissederdim kendimi. Sonra satırlar arasında hızla gezinen gözlerim kelimelerin alevinden kamaşır, aç biilaç uyur kalırdım yanı başlarında. Artık o günlerde hayal bile edemeyeceğim kadar çok kitabım var; ama eskisi kadar hızlı okuyabildiğim söylenemez. Beni kitap kurdu zanneden okurlarımı hayal kırıklığına uğratmak pahasına söylemeliyim ki, artık baştan sona okuyup bitirdiğim kitap sayısı eskiye kıyasla epey azaldı. Daha çok kitabın ruhuna nüfuz etmeye çalışıyor, içinde “ne bulacağımı” öğrendikten sonra hızla kitabın bütününe göz gezdiriyorum. Eğer testlerim kitabın tamamını okumam gerektiği neticesini veriyorsa, onu yanı başıma koyuyor, sırası gelince okuyorum. Yok “İleride filanca konuyu araştırırken lazım olur” diyorsam, muhtevasını belleyip kütüphanemin rahat görebileceğim bir köşesine yerleştiriyor, daha çok da birbirleriyle ilgili kitapları yan yana getirmeye çalışıyorum. Mesela bir ara kafayı fena halde feminizme takmıştım hatırlarsınız. O günlerden başlayarak oluşturduğum “kadın eserleri” bölümünde yerli yabancı 40 civarında kitap birikti şimdiden. Bu konudaki yazılarımı yeni yazacaklarımla birleştirerek bir kitap yapma düşüncesi mikrop gibi zihnimin bir köşesine çörekleneli beri, fırsat buldukça konuyla ilgili “iyi” kitapları -çünkü maalesef ticari potansiyeli yüksek olduğu için feminizmle ilgili bir sürü ipe sapa gelmez yayın kaplamış durumda piyasayı- topluyor ve yan yana getiriyorum.
Yukarıdaki, “Nasıl okuyalım?” sorusunu doğrudan cevaplamaktansa dolaylı yolları tercih ediyorum. Bir defa herkes kendisi bulmalı okuma tekniğini. Ben bir türlü okuyorumdur, bir başkası da başka türlü. Özel yeteneğiniz ve beyninizin çalışma tarzı sizi hedefinize nasıl kolayca ulaştırabilecekse, ona göre bir yol yordam seçmelisiniz. Bence başarılı olmak “öğretilen” bir şey olamaz. Herkes kendi başarısının öyküsünü kendisi yazmalıdır. Dışarıdan telkin edilecek bir başarı yöntemi, taşıma suyla değirmen döndürmeye benzer; bir süre sonra su bitince yine kendinizle baş başa kalacaksınızdır çünkü.
Burada tecrübelerimden elde ettiğim bazı esasları kurallar halinde sıralamak istiyorum. Bunlar kendim için geliştirdiğim kurallar. Siz de bunlardan ve başkalarından bir şeyler alıp kendi kurallarınızı geliştirmelisiniz: Kural 1) Bir arı gibi dışarıdaki çiçeklerden meyve özlerini, çiçek tozlarını toplayacak; ama kendi balınızı kendi özel tekniğinizle yapacaksınız.
Kural 2) Bedeli ödenmemiş hiçbir fikir veya bilgi sizin değildir. Nasıl bedelini ödemediğiniz bir mal sizin değilse, özümlemediğiniz hiçbir fikir de sizin olmaz. Buradaki bedel, kendi çabanızla o fikrin veya bilginin üzerine yeni bir şeyler eklemek için gösterdiğiniz gayrettir.
Kural 3) Hz. Peygamber’in (sas), “İlim Çin’de de olsa gidip alın” hadisi en büyük düsturunuz olsun. Balınıza kaynak olabileceğini keşfettiğiniz her kitap, size sofrasını açmış bir sultandır. “Ne yapacağınızı” bildikten sonra bir komünistten de, bir Çinliden de, bir Batılıdan da yararlanmanızda hiçbir sakınca yoktur.
Kural 4) Önce “iyi yazar”ları tespit için bütün çabanızı -bu arada sezgi gücünüzü de- seferber edin, sonra “iyi yazar”ın alt kategorilerine inmeyi öğrenin. Mesela sizi besleyen, bilgilendiren yazarları mı istiyorsunuz, yoksa zorlayan, düşündüren ve hatta rahatsız eden yazarları mı? Duygu dünyanızı coşturacak yazarlar mı sizi daha ziyade heyecanlandırıyor, yoksa düşüncenizi ateşleyecek yazarlar mı? Aradığınız tür, edebi mi, fikri mi, ilmi mi? Bunları tespit edip bir genel kültüre sahip olduktan sonra belli dallarda uzmanlaşmaya çalışın.
Kural 5) Belli bir yere geldiğinize inanıyorsanız kendinize şu soruyu sorun: Genel okumaya devam mı, yoksa bir konuda derinleşmek mi? Bence yabancısı olduğunuz bir konuya girmenin en kestirme yolu, o alandaki önemli bir imzanın kanatları altında uçmaktır. Böylece bir tür rehberle yürümüş olacaksınız yollarını bilmediğiniz bir ormanda.
Kural 6) Aynı “kan grubundan”, yani mizacı, üslubu, tarzı size yakın olan yazarlardan başlayın. Mizacı size ters gelen bir yazarı ısrar ve inatla okumayın (bu yazar ben bile olsam!).
Kural 7) Bir ilk kitap olarak “uçmaya” başlamadan önce Richard Bach’ın Martı’sını mutlaka okuyun. Azim, feragat ve heyecanı birlikte duyumsamaya çalışın.
Kural Okumayı zoraki bir iş haline getirmemek için çeşitli yollar deneyin. Mesela “Şu yazarın bütün kitaplarını okumalıyım” diye karar verdiniz; ama 3-5 kitaptan sonra sıkıldınız; bu gayet normaldir. Niye okumaya devam edemiyorum? diye kendi kendinizi yemenin alemi yok. Bunun için moralinizi bozmayın! Zira moral, bu uzun ve zorlu yolda en büyük azığınızdır. En iyisi sizi heyecanlandıracak bir başka konu veya yazar seçin.
Kural 9) Üç kanadınız olacak: Heyecan, moral, azim. Bunlardan birisi eksik olduğunda istediklerinizi gerçekleştirmekte zorlanırsınız.
Kural 10) Kültür, birkaç ayda, birkaç yılda ürün veren bir ağaç değildir. Yıllar boyu süren bir çapalama ameliyesinden sonra sabırla pişerek olgunlaşır ve olgunlaştıkça tadından yenmez bir hal alır. Onun için acele etmeyin ve şu ünlü sözü daima hatırlayın: “Bir şey yapacak olduktan sonra zamanın boş cebi her zaman vardır.” Bilmiyorum faydalı olur mu yazdıklarım; ama en azından bunların benim yaşadıklarımdan süzülen bilgiler olduğunu bilin.
“Aziz saatler”
Rahmetli Ali Fuat Başgil’in Gençlerle Başbaşa’sı, bence birçok Batı’dan tercüme “başarı dizisi” kitabından hala daha yararlı. (Son baskısını Kubbealtı Neşriyatı yaptı: Tel.: (0212) 516 23 56.) Başgil hocanın gençlere önemli bir uyarısı var:
“Fikri çalışmanın herkesin mizacına göre değişen verimli ve aziz saatleri vardır. Bunlar bazı kimseler için sabahın erken saatleri, bazıları için de öğleye doğru, öğleden sonra, gece saatleridir. Kendini yokla ve senin aziz saatlerin hangileri ise bunları hiçbir eğlenceye feda edip kaçırma.”
Yeri gelmişken, Cemal Uşşak’ın Nesil Basım Yayın tarafından 7. baskısı geçtiğimiz yıl neşredilen Başarının Yolları adlı kitabı da tavsiyeye şayandır. Tel.: (0212) 551 32 25.
.
Hatay’ın sosyolojisi
Hatay’ın sosyolojisi
Okuyup araştırdıkça merak ediyorum: Tarihçilerimiz ne yapar acaba? Bu kadar bakir, yüzü açılmadık konu onları bekleyip dururken neden ilgilerini törpüleyecek kör noktalara saplanıp kalırlar, anlamıyorum.
Kestirmeden söyleyeyim: Mesela şu Hatay’ın Türkiye’ye iltihakı (sonradan da Türkiye tarafından ilhakı) meselesi o kadar renkli ve heyecan verici bir konu ki, bir benzerini bulmak için Cumhuriyet tarihini didik didik etseniz, bulamazsınız. Belki bir parça Kıbrıs. O da kısmen.
Hatay’ın ana vatana, Türkiye’ye katılması üzerine birçoğu mangalda kül bırakmayan nutuklar atılıyor; doğru. Üç beş tane de olsa, hatırat yazılmış, bazı diplomasi tarihi kitaplarında şöyle böyle bilgiler mevcut. Emniyet Genel Müdürlüğü ve MİT’in o yıllarda Hatay’ın ana vatana katılması için giriştikleri çabalara dair belgeler de yayınlandı.
Lakin Türk ordusunun Hatay’a girdiği sırada hangi insan manzarasıyla karşılaştığına dair sosyolojik bir tahlil okuduğunuzu hatırlıyor musunuz? Ya Fransız yönetiminin okullarda okunmak üzere Türkiye’den gönderilen ders kitaplarının başındaki Atatürk resimlerini çıkarttırdığından haberdar mısınız? Milli Mücadele’ye karşı oldukları için yurt dışına sürgüne gönderilen 150’liklerden Ali İlmi Fani’nin, Sorbonne doktoralı Mesut Fani’nin, Tarık Mümtaz’ın (Göztepe) işsiz güçsüz dolaştıktan sonra Antakya Sultanisi’nde hocalık yaptıklarını Cemil Meriç yazmasa çoğumuz yine bilemeyecektik.
Hatay için “çok karışık bir şehir” denilir. Bugün bile Türkiye sınırları içerisinde Hatay kadar farklı dini ve etnik kimliğin bir arada yaşadığı ikinci bir şehir bulmak kolay değildir. 1938’de Türk ordusu Şükrü Kanatlı Paşa komutasında şehre girdiğinde Ermeni’si, Süryani’si, Nusayri’si, Çerkes’i, Türkmen’i, Arap’ı, Kürt’ü, Ortodoks Rum’u, Alevi’si, Sünni’si, Fellah’ı ile henüz homojenize edilmemiş, milli kimlik potası içinde eritilmemiş bir topluluk bulmuştur karşısında. Oysa bu sırada Türkiye Cumhuriyeti 15 yaşındadır ve Osmanlı Devleti’nin bakiyyesinden bir milli devlet inşası yolunda en kritik adımlar atılmış durumdadır.
Türk ordusunu Hatay’da peçeli, çarşaflı kadınlarıyla, fesli, şalvarlı, maşlahlı, entarili kıyafetlere bürünmüş erkekleriyle rengarenk bir kalabalık karşılamıştır.
Hatay’da harf inkılabı ne zaman olmuştur biliyor musunuz? Türkiye’den tam 10 yıl sonra, yani 1938’de. Şapka inkılabı ise 13 yıl sonra.
Sizin anlayacağınız, Türkiye toplumunun 15 yıla yayılan değişim süreci, Hatay’da 1 yıl gibi kısa bir süre içerisinde tekrarlanacaktır.
O zamana kadar ufak tefek değişikliklerle Fransızlar Osmanlı kanunlarını, Mecelle’yi tatbik ediyorlardı Hatay’da. Hem biliyor musunuz, Türkiye’de kadastrosu çıkarılan ilk il olarak ana vatana katılmıştır Hatay. Fransızlar, manda idaresi sırasında bölgenin kadastrosunu çıkartmışlardır. Kırıkhanlılar hala Fransızların açtığı bulvarı ve yol boyunca diktikleri ağaçları hatırlıyorlar.
Hatay, o zamanki adıyla Sancak’ta üç dil öğrenmek mecburidir. Fransızca, Türkçe (Osmanlıca) ve Arapça. Türkçe ve tarih dersleri dışındaki bütün dersler Fransızcadır. Bu üç dili zehir gibi bilmeden Antakya Sultanisi’nin bakalorya imtihanını verip mezun olmak imkansız gibidir.
Tekkeler açıktır. Medreseli hocalar liselerde ders vermektedir. Hemen bütün memurlar Şam’dan, Halep’ten gelmiş Araplardır. Hatay, ürettiğini Suriye’ye satarak geçinen bir yerdir.
İlginç bir ayrıntı daha.
Türkler, 1 yıl kadar süren bağımsız Hatay Devleti tecrübesi sırasında şapka giymeye başlamışlardır. Şapka, orada Türklüğü temsil etmektedir. Fakat ufak bir problem vardır. O sırada bazı Hıristiyanlar da şapka giymektedirler. Bir anda kendilerini Türklerle “aynı” toplumsal kesim içerisinde bulan Hıristiyanlar, sırf Türklere benzememek için şapkayı çıkartıp fes giymeye başlarlar. Türklerin sembolü olan fes Hatay’da Hıristiyanların, Hıristiyanların sembolü olan şapka ise Türklerin başındadır!
Alın size harika bir çalışma konusu: Semboller ve ideolojiler!
Hatay, benzersiz bir halita, bir karışım, bir yumak olarak katılmıştır ana vatana. Gözyaşları içinde, büyük bir heyecanı yaşayarak…
Lakin Hatay’ın tarihi eksiktir, yanlıdır ve pusludur. Ve henüz yazılmamıştır…
Halkın tarihini yazmaya başlamadık henüz. Onların neleri yaşadıklarını ve nasıl yaşadıklarını, değişim karşısındaki olumlu ve olumsuz tepkilerini fark edinceye kadar da başlamamız söz konusu olamaz zaten. Hatay, sosyal bilimlerimizin yaklaşmaktan korktukları bir kara deliktir.
.
Bilgi çağı treni kaçarsa!
Bilgi çağı treni kaçarsa!
Türkiye son yıllardaki “en büyük küçülme”yi geçtiğimiz yıl yaşadı. Tarihinin en büyük tabii felaketine geçen yıl uğradı. Uluslararası bilim endeksinde, uzun zamandır ilk defa geriye gitti.
Bunları kimsenin dert edindiği yok. Varsa yoksa kupa finali, varsa yoksa yaraların sarılacağı edebiyatı, varsa yoksa “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” papağanlığı. Oysa dünya, tarihin şahit olmadığı bir hızla bilgiye bağımlı hale geliyor.
Emek, para, kültür, ekonomi, hep bilginin içine gömülüyor. Eğitilmiş insan sayısı, kaliteli insan gücü bu yeni dünyada var kalmanın en büyük şartı haline gelmiş. Öyle ki, belli başlı ülkelerin nüfusunun eğitilmemiş olan üçte birini defterden düşseniz, ekonominin motoru teklemeyecek hale gelmiş.
Her şeyin ama her şeyin eğitime, eğitilmiş, kaliteli insana endekslendiği bir dünyaya doğru hızla giderken, güzide üniversitelerimizin SCI (Uluslararası Bilim Atıf Endeksi) sıralamasında dereceye bile giremeyişini, tabir yerindeyse ‘sıfır çekmelerini’ neyle açıklayabiliriz? Üniversitelerin tek ve aslî meselesinin başını örten kızlarımızı derse sokmamak olduğunun hem de bir rektör tarafından cümle âleme ilan edildiği bir üniversiteden ne hayır gelir? Ama anlayan kim?
Okumayan bir toplum, eğitimi ideolojiden, üniversiteyi beyinleri yıkamaktan ibaret gören bir eğitim sistemi ve “Verdimse ben verdim”ci bir idare anlayışı; yeni yüzyılda bizi temsil edecek olanlar maalesef bunlar. Oysa dünyada neler oluyor, neler bitiyor?
Mesela Manuel Castells diye bir ismin Batı dünyasını sarstığından bahsedildiğini işittiniz mi hiç? Hayır, bizim üniversitelerimiz Batı’nın fersude bir fotoğrafına âşık olmuş Mecnun’a benziyor. Batı, onların sadece kafalarında var. Gerçek Batı, düşünen, üreten sorgulayan ve araştıran Batı, zinhar gündemlerine girmez bizimkilerin.
Aydınlanma derler, Voltaire’i okumazlar. Okusalar, İslamiyet hakkındaki saygılı ifadelerini de görürlerdi onun. Atom Çağı derler, Einstein’ı okumazlar. Okusalar, onun ne kadar derin bir Musevî mistisizmi bağlısı olduğunu görürlerdi çünkü. Bilim Çağı derler, Newton’u bilmezler. Bilseler, onun hangi dinî saiklerle araştırmalarını yürüttüğünü ve işin içinde iş olduğunu görürlerdi.
İşte Castells çıkmış, bilgi çağının sosyal ve ekonomik temellerini ortaya koyuyor. Üç ciltlik devasa The Information Age (Bilgi Çağı) adlı kitabıyla yeni bir çağın değerlerini sorguluyor.
Castells de kim mi?
The Wall Street Journal ona “siber–uzayın ilk büyük filozofu” konumunu layık görmüş. The Guardian’ınki de ondan aşağı bir liyakat madalyası değil: “Çağın en olağanüstü düşünürlerinden birisi”. Ünlü sosyolog Anthony Giddens’a göre ise Max Weber ve Karl Marx ayarında bir üstad.
Yeni çıkan önemli düşünce dergilerinden Prometheus, 3. sayısının dosya konusu olarak Castells’in fikirlerini tartışmaya açtı. Günümüzün üç ünlü sosyoloğu Alain Touraine, David Lyon ve Craig Calhoun, onun düşüncelerini tartıştılar sayfalar boyunca. Dergi, gelecek sayıda Castells’in cevabını yayınlayacak.
Matbaa nasıl basılı sözü yaygınlaştırarak okuryazarlığın modern çağın karakteristiği haline gelmesini sağladı ise, 1970’lerde başlayan elektronik kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması da, bu defa globalleşme ile çakışarak bilgi üzerine kurulu yeni bir dünyanın kapılarını açmıştır önümüze.
Bilgi teknolojisinin kimliklerimiz üzerindeki etkisi artarken, sosyal faktörlerin etkisinin azalmakta olması gelecekte ne gibi yeni sorunlara yol açacak? Castells’in sorularından birisi bu.
İnternette adını bile duymadığınız bir ülkede, ismini duymadığınız bir şehirde yaşayan birisiyle hiçbir sosyal etki altında kalmadan ilişki kurabilir, hatta evlenebilirsiniz. Bu, iletişim teknolojisinin, bilginin özel dünyalarımızı nasıl ele geçirmekte olduğunu gösteren sıradan bir örnek sadece.
Castells, hem bireysel, hem de ulusal düzeyde yeni bir çağın eşiğinde bulunduğumuzu söylüyor. Birey, toplumun sınırlarından nasıl kurtuluyorsa, milletler de ‘millî devletin sınırlar’ından kurtulmaya doğru gitmektedirler. Birey ile toplum, ulus ile devlet, birbirinden ayrışıyor, kendilerine yeni varlık alanları buluyorlar. Bilgi, kimlik, kültür, emek, sermaye her şey akışkanlaşıyor, seyyalleşiyor bu dünyada. Seyyal kimliklerin dünyasında, ister istemez bireyin dünyasını yeniden kurmasına yardım edecek karşı hareketler doğmaktadır ki, dinî hareketler bunlardan biridir. Gelecekte dinî hareketlerin zayıflayacağına değil, aksine güçleneceğine dair belirtiler giderek artmaktadır.
Türkiye’nin kısır gündeminden kendimizi biraz çıkartıp biraz da dünyadaki gelişmelere baksak iyi olacak.
.
Ne okumalı?
Ne okumalı?
Meğer okumaktan yana ne kadar dertliymişsiniz? Oysa okumak ile ilgili yazıları yazarken zihnim endişe bulutlarını harmani gibi sarınmış durumdaydı. Paylaşacak birileri olur mu? diye kalemim tereddütlü adımlarla kat ediyordu sayfaları. Yazılardan sonra fakslar, e–mailler birbirini kovaladı. Hepinize teker teker cevap vermeye gayret ediyorum ama gelecek haftalarda yönelttiğiniz soruları müstakilen ele almayı düşünüyorum. Bugün, “Nasıl okumalı?” ve “Niçin okumalı?”dan sonra “Ne okumalı?” sorusunun cevabını hep birlikte arayalım.
Okurken gençlerin başlarının en sık derde girdiği nokta, bir tür rehberlik faaliyeti demek olan okuma yönteminin öğretilmemiş olması. Bu yakıcı soruyu içlerinde duyanların okumanın gerekliliğinden şüpheleri yok. Yani Niçin okumalı? sorusunun cevabını iyi kötü biliyorlar, lakin tezcanlılıkla hemen, Öyleyse ne okumalıyız? sorusuna sıçramak istiyorlar.
Bence asıl handikapları, bu noktada. Çünkü okumanın yöntemini, tekniğini, usûlünü öğretmeden hangi kitapların okunacağını söylemek, bazan onların yönlerini şaşırmalarına, zihinlerinin alt üst olmasına yol açabiliyor.
Sık sık aşağıdaki e–mail adresime şu mealde mesajlar geliyor: “Ben filanca, şu okulda okuyorum, kendimi yetiştirmek istiyorum, bana bir kitap listesi gönderir misiniz?” Bir süre bekletiyorum cevabımı, düşünebilmek için. Ama delikanlı asi mi asi: “Ben de size güvenmiştim, cevap vermeye tenezzül bile etmediniz…” Oysa kitap tavsiye etmek kadar ağır bir sorumluluk gerektiren ikinci bir kalem olduğuna inanmıyorum. Bu bisküvi markası tavsiye etmeye benzemiyor ki! Beğenmezseniz atın, diyemeyeceğiniz bir konuma sokuyorsunuz karşınızdakini. Eline alıp okuduğunu henüz bütün encamıyla ölçüp tartabilecek bir birikim kıvamına erişmiş değil ki muhatabınız.
Düşünün: Bir insan size bütün aklını ve gönlünü bir kova gibi açmış, ağzınızdan çıkacak üç beş kitap ismi ile kendine bir gelecek kurmayı hayal ediyor. İşte burada “abi”nin sorumluluğu bir kat daha artıyor. İslam tarihinin yetiştirmiş olduğu âlimlerin hayat hikâyelerini okurken bir şey dikkatimin cımbızından hiç kaçmaz. Orada söz konusu âlimin, filanca medreseyi bitirmiş olmasından ziyade tahsilini kimden yaptığı, hangi hocalardan o dersi okuduğu önemle vurgulanır. Bunun anlamı şudur: Kitaplar, okur yazarlığı olanların önünde açık bir vaziyette duruyor. Lakin o kitapları hangi usûlle, hangi yöntemle ve kimin dizinin dibine diz çökerek öğrendiğiniz önemlidir geleneksel tahsil sistemi için. Bu tefsir ilmi için olduğu kadar hadis ilmi için de böyle. Tasavvuf ise zaten başlı başına bir davranış ve zihin eğitimi demektir.
Öyleyse, şu okuma listeleri vermek meselesi, nereden bakarsanız bakın tehlikeli. Tavsiye ettiğiniz kitabı alacak kaba sahip olmayabilir muhatabınız; gelip sizi bulabilecekse, mesele yok. Ancak gazete köşelerinden kitap tavsiye edenler için böyle bir yakınlaşma imkânı yok denecek kadar sınırlı. O insanın okuduğunu hazmedip edemeyeceğini, okuduktan sonra kafasında uyanan soruları nasıl izah edebileceğini, bir müşkille karşılaşırsa kime gidip danışabileceğini de öğretmeden, yani bir tür usûl bilgisi öğretmeden “Yelkenler fora!” deyip insanları kitap ormanına rehbersiz olarak salıvermek göründüğünden de ağır bir sorumluluk yüklüyor yazarın omuzuna. Biliyorum, meseleyi biraz abarttığımı, kitap tavsiye etmekten kaçmak için bahaneler uydurmaya çalıştığımı düşünmeye başladınız. Kısmen de haklısınız. Ancak burada söylemek istediklerimi bir cümlede toparlamama izin verin:
Öğrenmek, gerçekte nasıl öğrenileceğini öğrenmek meselesinden kopartılarak ele alınamaz.
Böyle ele alındığı içindir ki, Türkiye’de bir bilgi bataklığı içerisinde cebelleşen öğrenciler ve öğretmenler, bir süre sonra birer papağana dönüşüyor. Bilgi dalının bütünü hakkında, bu bilgi dalının evrensel bilgi şeması içinde nereye oturduğu hakkında ve o bilgiyi öğretme yönteminin felsefesi hakkında bilgi sahibi olunmayınca mevcut zihin dağınıklığı, yazılan mektupların ifadelerinden de anlaşıldığı kadarıyla, dile de yansıyor ister istemez.
Öğretmek her şeyden önce berrak bir anlatımla mümkündür. Bu da ciddi bir dil eğitimini, giderek bir dil bilincini gerektirir. Geniş bir kelime hazinesini, dilin nüanslar zenginliğine vukufiyeti, terimler üzerinde uzlaşmayı sağlayamamış bir dille yukarıdan beri vurgulamaya çalıştığım öğrenmeyi öğrenmek nasıl gerçekleşebilir ki!
Cemil Meriç dil bilincine en sık vurgu yapan düşünürlerimizden. Sohbetlerinden birinde, taraf tutmak deyiminin yerine ortaya atılan yan tutmak’ın yanlışlığına, taraf’ın soyut (mücerret) olmasına mukabil yan’ın somut (müşahhas) olduğunu söyleyerek işaret ediyordu. Anlayacağınız dilimiz, artık soyut olarak taraf tutmayı bile ifade edemeyecek kadar somut ve maddi bir idrak düzeyine indirilmiş durumdadır. Bu kadar maddeleşmiş bir dille felsefe de, edebiyat da, hatta bilim de yapılamaz.
Demek ki okumak, her şeyden önce bir dil bilinci ve dil zevki ile ilgili bir eylemdir. Okumak, insanı bu bilince doğru götürdüğü gibi, dilin tabakalarına, katmanlarına nüfuzu, dilin nüanslarına erişmeyi de mümkün kılar. Demek ki dil, bir kültürün başka pek çok maddi taşıyıcısı ortadan kalksa bile tek başına geçmişi içinde taşıyan ebedî bir ırmaktır. Ne yazık ki bu ırmağın kurumaya yüz tuttuğu günlerdeyiz.
Bunun içindir ki, ilk yapmamız gereken iş, dil ırmağını yeniden çağlatacak kaynakları bulup hafızamıza akıtmaktır. Ondan sonraki görevimiz, hangi alanda veya alanlarda okuma yapacaksak ilgili bilgilerin bir sistematik ve usûl dairesinde öğrenilmesine gayret etmek olmalıdır.
Bir dil bilincine erişmek ve Türkçenin asırlar içinde kazanmış olduğu eşsiz zenginliği kavramak, onu berrak bir su gibi içmek için edebiyatımıza eğilmek zorundasınız. Bunun başka bir yolu yok. Bir milletin dili, sözünü ettiğim ebedî ırmak, her zaman edebiyat yatağı içerisinden akmış ve en ıtırlı meyvelerini orada vermiştir. Onun için edebiyatımızın ve dilimizin ustalarını tespit ederek baş ucunuza koyun ve onları sık sık ziyaret edin. Onların her ziyaretinizde bir başka güzelliği ile karşınıza çıktığını göreceksiniz.
Hemen “Mesela?” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Peki peki, birkaç kitap ve yazar ismi söyleyeceğim, çünkü yazıyı buraya kadar okuduğunuza göre bir miktar öğrenmeyi öğrenmek’in önemine vakıf oldunuz demektir!
Tabiatıyla hepinizin seviyesini, yaşını, ilgilerini, tahsil şartlarını, arka planını, imkânlarını tek tek bilmem mümkün değil. Ancak Türkçe için olmazsa olmaz kabilinden aklıma geliveren birkaç isim şunlar: Son dil virtüozlerimiz Ahmet Hamdi Tanpınar (Huzur ve Beş Şehir), Peyami Safa (Dokuzuncu Hariciye Koğuşu), Cemil Meriç (Bu Ülke), Yahya Kemal (Kendi Gök Kubbemiz), Reşat Nuri Güntekin (Yaprak Dökümü, Çalıkuşu), Halide Edip Adıvar (Mor Salkımlı Ev), Yakup Kadri (Yaban), Ruşen Eşref Ünaydın (Diyorlar ki), Falih Rıfkı Atay (Zeytindağı), Mehmet Akif (Safahat), Necip Fazıl (Çile, Cinnet Mustatili), Ömer Seyfettin (hemen bütün hikâyeleri), Sait Faik (Semaver–Sarnıç Bütün Eserleri–1).
Bu liste çok daha uzatılabilir gerçi ancak başlangıç için sanırım yeterli.
Umduğunu bulamayanlar biraz daha sabretsin. Gelecek hafta daha geniş ve çeşitli ilgilere hitap edecek bir okuma listesi geliyor, haberiniz olsun!
.
İstanbul’un nesini severim?
İstanbul’un nesini severim?
İstanbul’u dillerine düşürenler hep “aşk diyarı” Boğaziçi’nin ruhlara neşe damlatan manzaralarını, “şehrin tacı” addedilen Sultanahmet ve Ayasofya civarının taşından toprağından tüterek binlerce yılın katmerleşe katmerleşe eşyaya sinmiş seslerini, Topkapı Sarayı’nın görkemini, şimdilerde şehrin siluetini bir sarmaşık gibi saran beş yıldızlı otellerinin “servisleri”ni, gökdelenlerini ve “modern-postmodern” binalarını, ışık ve sefahat, zevk ve eğlence, para ve gösteriş kokan gecelerini anlatır dururlar.
Kuşkusuz sarayları ve beş yıldızlı otelleri, Lale Devri’ne benzer israf ve eğlence demleri, Bizans ve Osmanlı gibi iki süper gücün ihtişamını yansıtan “imperial” yapıları, selatin camileri ve imparatorluk kiliseleri ve bugün onların muadili bir güç gösterisinin sembolleri olan gökdelen kuleleri hep göz önündedir ve hep egemen olmuştur İstanbul’a.
Fakat “bu” İstanbul, “tek” İstanbul mudur, yoksa gözlerden ırak, sessizliğe bürünmüş bir başka İstanbul’dan da söz edilebilir mi?
Ben de elbette Süleymaniye’nin, Sultanahmet’in içinde hayali trapezlere tutunarak kubbelerin derin kavislerine erişmeye can atar, o büyük ustaların sihirli ellerinin taşlara dokunurken uyandırdığı ruhaniyeti her kıvrımda, her büklümde yakalamaya bayılırım. Sultanahmet Meydanı’nda, Topkapı Sarayı’nda gözlerim kamaşır ve bir büyük kültürün nasıl adım adım olgunlaştığını, taşranın ham meyve gibi sunduğu evlatları bu şehrin nasıl bir iksirle altına dönüştürmeyi başardığına hayretler ederim. Lakin…
Lakin bu şehrin içinde yaşayıp da sesi soluğu çıkmadan bir köşede ömür tüketerek ölen ve isimsiz bir mezarda izi tozu kaybolan milyonların yaşadığı ‘şeyi’, nasıl bir “hayat” kategorisi içinde değerlendirmek gerekir acaba?
Mahalleliye bir ömür boyu su taşımış bir saka, ömrü günü çiriş kokuları içinde tükenmiş bir saraç, günler boyu dövdüğü sinilere ismini dahi kazıyamamış bir bakırcı, 1826’da kellelerini bir bir cellatların ipek inceliğindeki kılıçlarına teslim eden binlerce yeniçeri, gül yüzlü çocuklarını “ince hastalık” dedikleri veremin ellerinden kurtarmak için nafile yere çırpınan bahtsız ebeveynler…
Tarihte olduğu gibi bugün de sesi soluğu duyulmayanların şehrin hafızasına emanet ettikleri sesleri etkiler beni. Küçük dünyalarında bir başka zamanın kozasını ören bu insanları plazalarda, ana caddelerde, görkemli ışıklar altında bulamazsınız. Onlar, şehrin kuytu köşelerinde, hiç tahmin edemeyeceğiniz mekan labirentlerindedirler.
Bu yüzden ne zaman gerçek insan sesi duymak istesem, eski İstanbul’un bu izbe, bakımsız sokak ve çıkmazlarına dalarım. Sur diplerindeki esrarengiz yollarda çelik çomak veya saklambaç oynayan oğlanların saçlarını okşar, “Karşıki dağlar, İçin için ağlar” teranesini tutturmuş ağızlarında sakız, ip atlayan kızların sesleriyle gönlümü yıkamaya çalışırım. Yahut Galata’daki eski bir evin kapısının önüne koydukları mindere kaygısızca oturmuş, beyaz tülbentlerini ağızlarının üstünden bürüklemiş iki kadının dakikalarca yan yana oturup da ağızlarını kıpırdatmadan konuşmalarını göz ucuyla seyreder, insanlar arasındaki bu çoktandır unuttuğumuz derunin iletişimin sırlarının ilmek ilmek çözüldüğünü hissederim.
Elindeki koca döner ekmeğini korkunç bir iştahla ısırarak yürüyen delikanlıyı da, ahşap evinin tahtaları kağşamış penceresinde gündöndü çekirdeği yiyerek mahallesinden sevdiği “çocuğu” bir kere daha görmek için süzgün gözlerle etrafı tarassut eden yüzü sivilceli kızları da oralarda görme şansınız vardır sadece.
Bunlar tarihin büyük hikayesi içinde un ufak olup gidecek ayrıntılardır elbette. Ne diye bunlarla uğraşmalı, değil mi?
Sizi bilmem; ama ben beton duvarlar ile çelik kaportalar içinde değil, hala bir şehirde ve insanlarla birlikte yaşadığımı Cankurtaran’da, Kocamustafapaşa’da, Zeyrek’te, Ayvansaray’da, Fener’de, Beyoğlu’nun arka sokaklarında daha iyi anlıyorum ve başka değil, “bu” İstanbul’u çok seviyorum.
.
Sezai Karakoç’un köprüsü
Sezai Karakoç’un köprüsü
Büyük şehre gelen her Anadolu delikanlısının ilk yılı genellikle tutunacak bir dal aramakla geçer. (Kızlar için durumun nisbeten daha kolay olduğu söylenebilir, zira ön şartları yeterince hazırlanmamışsa aileler zaten onları büyük şehrin labirentlerine atmayı göze alamazlar.) Bu sadece bir gelir arayışı değildir. Manevi ve moral tutamak arayışıdır aslına bakılırsa.
Geldikleri toprakların henüz bozulmamış yüz yüze ilişkilerinden büyük şehrin mekanik örgütlenme düzenine geçtiklerinde bir boşluk duygusu sarar onları. Çıkar üzerine örgütlenmiş bir “kurbanlar toplumu”nda yaşamayı neden sonra öğrendiklerinde o günlerine dudaklarının kenarına iliştirdikleri derin bir kavisle hasret çekerler. Geldiğimin ertesi ayı, kitaplarını yutarcasına okuduğum, şiirlerinden desteler yapıp onlardan hayalimdeki sevgililere -kendimi beğendirmek için- içimden gürül gürül neşideler söylediğim Sezai Karakoç’un ziyaretine gidecektim.
Dağınık bir odada camın kenarındaki bir masada tek başına, iri dereceli gözlüğünün ardından meraklı bakışlarını ok gibi üzerime fırlatan birisi oturuyordu. (Bu cam kırıklarını çiğneyip üzerine acı bir zahter içmiş bakışların hafızamın en mahrem bölgesine kazındığını söylemeliyim.) Merak oklarımızın çarpışmasından ben galip çıkmış olmalıyım ki, ilerleyip kendimi tanıttım. Aramızdaki yabancılık dalgasının, sohbet kuşlarımızın her kanat vuruşunda hızla eridiğini hissediyordum. Ayrıldığımda bu büyük şehirde yalnız olmadığım duygusu bütün benliğimi bir mumya gibi sarmıştı.
Sonra sürekli olmamakla birlikte defalarca yanında bulundum, sohbetlerine katıldım, hasılı, pek çok şey öğrendim kendisinden. Fakat asıl öğrendiğim -veya öğrendiğimi zannettiğim- şey, Müslüman olmanın ve aydın olmanın tahminimizden de ağır bir sorumluluğu omuzlarımıza yüklediği idi. Adeta dağların bile kabul etmediği bir sorumluluğu üstlenmeye aday olduğumuzun bilincini zerkediyordu her hareketiyle damarlarımıza.
Sezai Karakoç, Türk aydınının onurunu temsil eden birkaç isimden biridir. Bu sözü abartılı bulanlar olabilir ancak, hemen bütün maddi bağ ve bağlantılara sırt çevirmeyi ve zeytin ekmek yeme pahasına Diriliş davasına en ufak bir gölge düşmesine sebebiyet verecek her türlü nimeti elinin tersiyle itmeyi bilmiş birisidir o. Parasızlıktan telefonlarını dahi sattığı bir zamanda yurt dışından sipariş edilen kitaplarının çekini bankadan tahsil etmemesi ve Galata Köprüsü’nün üzerinde yırtıp balıklara yem olarak atması, bu örneklerden sadece biridir.
Denilebilir ki, bir aydın angaje olamaz mı? Bir partinin, bir grubun, bir kesimin içinde yer alıp yine de onuruyla eser veremez mi? Doğru. Dünyada da pek çok örneği var bu aydınların. Lakin kabul etmeli ki sıkıntı ve rizikoları da eksik değildir bu muhataralı konumun.
Bir Nazım Hikmet’i vezir eden de, rezil eden de o hep güvendiği “bir yerler” olmamış mıdır? Çağdaş Marksizm’in en eleştirel beyinlerinden birisi olan Gyorgy Lukacs’ı, ahir ömründe tıpkı Galileo gibi hata yaptığını itirafa mecbur bırakan Komünist Partisi değil midir?
Karakoç, tertemiz bir iz bırakmak istiyordu sanat ve fikir atlasında. Çamurdan geçilmeyen bir Babıali’de Köroğlu’nun atı gibi paçasına en ufak bir kir bulaştırmayacaktı. Sanat ve fikir gergefine dünyanın en saf ve en berrak pırıltılarını, gökkuşağının renklerini damla damla düşürür gibi çalışacak ama aynı zamanda bir ahlak abidesinin ham maddesi olan yalçın kayaları, dağların doruklarından söküp getirerek bir ömür boyu işleyecekti. Bu zor ve çileli yolda yalnız kalmak, etrafını küstürmek ve kendisinden menfaat bekleyenlerin birer birer uzaklaşmasını ağır çekimle seyretmek mukadderdir. O, bu kaderi bizzat yaşayan adamdır; daha doğrusu trajediyi.
Hayat ile sanat, toplum ile kültür, fizik ile fizik ötesi arasında köprü kurmak, sanatçının kaderi değil midir? Aynı zamanda bu kader ve bu karar değil midir onu tepeden tırnağa kuşatan tutku?
“Sanat eseri” diyor Karakoç, Edebiyat Yazıları I’de, “fizikten bir kurtuluş, fizikötesine bir çıkış noktası ararken, ileri atılan bir köprü ucudur. Kimi zaman, bu uç, muallakta kalır; tutunacağı yeri bekler, ya da kollar gibi. Kimi zaman da, tekrar yere düşer ve parça parça olur… Ama bir kez yükseldi o; yere düşse de, o ülkeden, izler, yaldızlar taşır. Yerdekilerin içine bir ateş düşürür.”
Cemil Meriç köprüyü yatay düzlemde ele almış ve geçmiş ile gelecek arasında bir köprü olmak istediğini haykırmıştı. Sanatçı için ise köprü, tıpkı Ortaçağ’ın pontifex şahsiyetlerinde olduğu gibi dikey düzlemde kurulmalıdır; yani fizik alemden metafizik aleme doğru. Bazan da tersine, yukarıdan aşağıya kurulabilir bu köprü ki, burada dil artık susmalıdır!
.
107 yıl önceki bir okuma listesi!
107 yıl önceki bir okuma listesi!
Geçtiğimiz hafta tarih ve sosyoloji alanlarında önemli 10’ar kitabın ismini kısa notlarla birlikte duyurmuştum. Edebiyat, felsefe, yakın tarih, şiir, İslam kültürü gibi alanlarda da listeler oluşturmaya çalışıyordum ki, Necip Asım’ın (18611935) 1893’te, bundan tam 107 yıl önce yayınlanmış olan Kitap adlı kitabında ilginç bir okuma listesine rastladım. Dönemin zihniyet ve kültürünü yansıtan bu listedeki kitapları dikkatinize sunuyorum. Tanzimat’ın ilanından yarım asır sonra bir Osmanlı (üstelik “Türkçü”) aydın okuyucularına şu kitapları tavsiye ediyor:
1. Tefsir-i Tibyan (Muhammed b. Hamza ed-Debbağ)
2. Mevlid-i Şerif (Süleyman Çelebi)
3. Hilye-i Hakani (Mehmed Hakani)
4. Telemak Tercümesi (Fenelon)
5. Husrevname (Xenophon)
6. Mukaddime (İbn Haldun)
7. Hümayunname (Beydeba)
8. Gülistan (Sadi)
9. Mesnevi-i Şerif Tercümesi (Nahifi)
10. Durub-i Emsal-i Osmaniyye (Şinasi)
11. Fezleke-i Tarih-i Osmani (Ahmed Vefik Paşa)
12. Ahlak-ı Alai (Kınalızade Ali)
13. Koçi Bey Risalesi
14. Mizanu’l-Hakk fi İhtiyari’l-Ehakk (Katip Çelebi)
15. Cidal-i Sadi be Müddei (Sadi)
(Necip Asım Yazıksız, Kitap, Yayına hazırlayan: Türker Acaroğlu, İstanbul 1993, İletişim Yayınları, s. 158-159.) 19. yüzyıl sonundaki bir Osmanlı aydınının dünyası bu kitaplardan örülüydü. Bir de 21. yüzyıla 6 ay kala yayınlanan benim listeme bakın ve kıyaslayın!
Uçmak ve yürümek!
Kitaplardan iktibas yapma işine Walter Benjamin kadar önem veren ikinci bir kişiye rastlamadım okumalarım sırasında. Benjamin’e göre okuyan kişi, hayallere dalmış zihninin özgürce uçuşunu izler, oysa kopya eden kişi, “uçmaz”, aynı mesafeyi “yürür”. Bir bölgenin üzerinden uçakla geçmekle o bölgeyi yürüyerek katetmek arasındaki farka benzetir okumakla kopya etmenin farkını Benjamin.
Gerçekten de müthiş bir kafa şu Walter Benjamin!
Kitapları nereden mi çıktı? Artık o kadarını da siz buluverin lütfen. Burada kitap kurtluğundan bahsediyoruz, biraz size de iş kalsın değil mi?
Tarih boyunca kitap kurtları
Hazır söz okumaktan ve kitaplardan açılmışken hafızamın bir yerlerinde kalmış bazı yazılardan sizi de haberdar edeyim istedim.
Bildiğim ilk kitap kurtlarından birisi Aristo’dur. Kendi zamanına kadarki bütün bilimleri öğrenip onları bir bilgi şeması içine sokma çabası, gerçekten de hayranlık uyandıran bir girişimdir. Yalnız çok kitap okumakla kalmamış, aynı zamanda yorumlamış, modern çağa kadar kullanılan bir metodoloji kurmuştur.
İbnu’nNedim, 10. yüzyılda yaşamış tarihin en büyük kitap kurtlarından biridir. Fihrist adlı eseri İslam medeniyetinin altın çağının adeta bibliyografyası niteliğinde olup vazgeçilmez bir eserdir. Birçok eserin varlığından sadece onun kayıtları sayesinde haberdar olabiliyoruz.
Katip Çelebi ise kitap kurtlarının ilk safında yer alması gereken isimlerdendir. Ayrıca kitabın felsefesi üzerine de ciddi ciddi kafa yormuştur. (Kitap hakkındaki görüşleri için Yağmur dergisinin Ocak 2000 sayısında yayınlanan Kalemin Kanatları başlıklı yazıma bakılabilir.)
Karl Marx ve Adam Smith de tarihin gördüğü en çalışkan kitap kurtlarındandır. Marx’ın ömrünün sonlarına doğru Osmanlıca öğrenmeye başladığını, Engels’in de Farsça öğrendiğini bu iki kafadarın çalışkanlığına birer delil olarak dikkatinize sunuyorum.
Ahmed Midhat Efendi’den Cemil Meriç’e uzun bir hat çizilebilir Tanzimat sonra, kitap kurtları için. Fakat saydığım isimler aslında kitap ile kendilerine birer dünya kuranlar. Bir de sadece okumak için okumak isteyenler ile sadece kitap almak için alanlar ve biriktirenler vardır ki, bu gizli kitapseverler pek fazla bilinmez. Bir de kağıt hastaları var ki onlara da bir başka çağdaş kitap kurdu Ali Birinci’nin deyişiyle selülozofiller diyoruz. Neyse, galiba ileride bu konuya tekrar dönmemiz gerekecek.
Kitap kopya edin!
Yanlış okumadınız, size kitap kopya etmenizi tavsiye ediyorum. Neden mi? Anlatayım izninizle. Rahmetli Mehmet Kaplan, fakülteden hocamdı. Sık sık bir Batılı yazara dayanarak ünlü bir edebi eseri, bir romanı mesela, yeniden yazmanın öneminden bahsederdi. Mesela, derdi, Stendhal’ın Kızıl ve Kara’sını alın ve satır satır yeniden yazın.
Doğrusunu söylemem gerekirse bunu birkaç defa denedim ama bitirmeyi başaramadım. Ancak yazdığım parçaların zihnimin şekillenişine etkilerini sonraki yıllarda fark etmeye başlayınca “Keşke bu öğüdü ciddiye alıp daha fazla kitap kopya etseydim” diye hayıflandığımı hatırlıyorum.
Nitekim yıllar sonra notları, fişleri, iktibasları yazmanın normal okumaya göre zihnimi ne kadar iyi terbiye ettiğini bizzat müşahede ettim. Bu açıdan size, Türk edebiyatının en güzel eserlerinden bazılarını (Huzur veya Beş Şehir olabilir) satır satır kopya etmenizin çok faydalı olacağını gönül rahatlığıyla tavsiye edebiliyorum. Normal okumada zihin tarafından es geçilen pek çok önemli noktanın yazarken nasıl dikkatinizin cımbızı tarafından yakalandığını göreceksiniz.
.
Memleketimden Nazım manzaraları
Memleketimden Nazım manzaraları
Geçtiğimiz 3 Haziran günü, Nazım Hikmet’in ölümünün 37. yıldönümüydü. Bu yıl eskisinden daha “görkemli” bir kutlama düzenlenmiş gazetelerden öğrendiğimize göre. Türkiye’den Moskova’ya giden bir grup gazeteci ve yazar Nazım Hikmet’in mezarının başında toplanmış, Bursa hapishanesinin bahçesinde diktiği çınarın altından ve dahi ülkenin çeşitli bölgelerinden aldıkları toprak numunelerini mezarına dökmüşler. Sonra da vasiyetini 37 yıllık bir gecikmeyle yerine getirip mezarının başucuna bir çınar fidanı dikmişler.
Dahası, bu acar grup Nazım’ın kemiklerinin Türkiye’ye getirilmesi için mezarın başında bir imza kampanyası düzenlemiş. Fakat Nazım’ın hayatta olan son karısı Vera, bunun için henüz erken olduğunu söylemiş! Tabii hazirun meyus ve mükedder olmuş; öyle anlaşılıyor.
Şu Nazım Hikmet meselesi bir açıklığa kavuşmalı artık. Neden tutuklandı? Kim tutuklattı? Kim affetti onu? Niçin Sovyetler’e kaçtı ve neden dönmedi?
Nazım Hikmet’i sadece Nazım Hikmet olarak düşünmeyin. Bir beyzade ve paşazadedir. Umur görmüş bir ailenin çocuğudur. Dahası, İstiklal Harbi’nin önde gelen paşalarından Ali Fuad Cebesoy’un yeğenidir. Yani dayısı general olan bir komünisttir. Devletin üst kademeleriyle senli benli olabilmektedir bu yüzden de. (Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ve Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer ile yaptığı görüşmeleri daha önce yazmıştım.)
Orhan Kemal anlatıyor: Bursa hapishanesine gelir Nazım. Orhan Kemal ile aynı odada kalırlar. (Bu odanın koğuş olmadığı, bir tür ayrıcalıklı oda olduğu anlaşılıyor.) Orhan Kemal’in Nazım’a pişirdiği ilk yemek sucuklu yumurtadır. Hapishane ortamı bu, tek bir kaptan yenilecektir yemek. Fakat o da ne? Bizim “Mavi Gözlü Dev” itiraz eder aynı kaptan yemeye. Ayrı bir tabak ister ve yemeğini diğer mahkumlardan ayrı yer.
Onun çok abartılan hapishanelerde süründüğü masalı ise gerçekten de incelenmeğe değer bir konudur. Elbette bir insanın, hele hele bir şairin hangi şartlarda olursa olsun hapiste yatması, özgürlüğünün elinden alınmış olması yeterince bir azaptır. Lakin çevresinin abarttığı kadar da kötü değildir Nazım’ın durumu.
Bir kere, diğer mahkumlardan ayrı bir odada kalmaktadır. Siyatiklerini tedavi ettirmek bahanesiyle Çankırı’dan Bursa hapishanesine getirilmesi ise ayrı bir konudur ve bu konuda dayısının torpilinin devreye girdiği anlaşılıyor. Aynı davadan kendisi de 15 yıla mahkum olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı anlatıyor:
“Hepimiz 15’er yıl ağır cezalara çarpıldık. Çankırı cezaevinde, mahalli polisçe resmen ve altı Nazım Hikmet imzalı mühürlü makbuz karşılığı Nazım’a 30 lira “aylık” teselli yardımı getirildi. Bu utanç vericiliğe karşı ben isyan ettim. “Dayı Paşa”sı (General, eski Moskova Büyükelçisi Ali Fuad Cebesoy), Nazım’ı, İstanbul’a yakın, zenginlerin kaplıcalar kenti olan Bursa’ya naklettirdi. Ben önce Amasya, sonra Kırşehir cezavine sürüldüm.” Bursa’da hapislik yılları da bir tuhaftır. Ara sıra kaplıcalara gitmektedir. Nazım hapisteyken Tosca Operası’nın librettosunu çeviriyor, ünlü aktrist Semiha Berksoy da Ankara’da oynuyor. Birbirlerine aşık oluyorlar. Semiha Berksoy Almanya’dan Bursa’ya geliyor, hapishanede sözümona “sürünen” Nazım, Selvinaz Otel’de ona bir oda ayırtıyor. Kendisi de “tedavi” maksadıyla bu kaplıcaya gidiyor. O gün iki jandarma refakatinde otele geliyor Nazım ve Semiha Berksoy ile odasında buluşuyor, konuşuyor, birlikte oluyorlar. (Bunları Semiha Berksoy, gazeteci Füsun Özbilgen’e 1985’te anlatıyor. Yalçın Küçük, Aydın Üzerine Tezler’in 5. cildinde ondan naklediyor.)
Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın anlattığına göre hapishaneden bir ara 6 ay hava değişimi alır her ikisi de. Yani özgürdürler. Dr. Hikmet, Hatay yoluyla Halep’e, oradan da Şam ve Beyrut’a kaçar; ama sonuçta yakalanır. Nazım Hikmet ise süre bitiminde hapse döner.
Gördünüz mü zindanda yatan Nazım’ın çektiklerini?
Yazacaklarımın çok azını dile getirebildiğimi biliyorum. Ama son bir nokta olarak tutuklanmasına giden büyük olayları bizzat Nazım’ın tetiklediğini söylemem gerekiyor. Önce yakın dostlarından Şevket Süreyya Aydemir’in patlattığı bu bomba, Nazım tüccarları tarafından nedense ört bas edilmeye çalışılıyor.
Nazım Hikmet, 1937’de Ömer Deniz adlı Harbiyeli bir öğrenci ile İstanbul’da İpek Sineması’nda buluşur, konuşurlar. Konuşma sırasında Nazım bu üniformalı Harbiyeli gençten huylanmış, eve gider gitmez İstanbul Emniyet Müdürlüğü Komünist Masası şefine onu ihbar etmiştir. Evet, açıkça ihbar! İş askeriyeyi ilgilendirdiğinden Emniyet Harbiye’ye haber verir bu olayı araştırmaları için, haber Harbiye kanalıylan Fevzi Çakmak’a kadar ulaşır ve sonuçta Nazım gözaltına alınır. Dava sonunda pek çok suçsuz kişi de tutuklanır, hüküm giyer.
Bunları anlatan Kerim Korcan, “Nazım, Ömer’i ihbar etmeseydi, belki gene de bir Harp Okulu davası olacaktı, ama bu sefer kesinlikle Nazım bu olayın içinde olmayacaktı.” demektedir Harbiye Kazanı’nda. Kendi kendini ihbar eden Nazım, yıllar sonra bu davranışından pişmanlık duyduğunu (tıpkı Mehmet Emin ve Abdülhak Hamid aleyhine başlattığı “Putları Yıkıyoruz” kampanyasından pişmanlık duyması gibi) itiraf edecektir. Tek Parti döneminin içeri tıktığı Nazım’ı, işe bakın ki, Demokrat Parti af kanunu çıkartarak hürriyetine kavuşturacaktır!
.
Felsefeye dalmak!
Felsefeye dalmak!
Felsefe en zorlu alan gibi görünür gençlere. Bunun çeşitli sebepleri var elbette. Yetiştiğimiz yıllarda büyüklerimiz felsefenin yanına yaklaştırmaz, “Felsefe, vesvese” tekerlemesini dillerinden düşürmezlerdi.
Buna rağmen felsefe okumak için yola çıkanları bir sürü tehlike beklerdi.
Bursa’da, Yeşil Türbe ve Türk—İslam Eserleri Müzesi (eski Yeşil veya Sultaniye Medresesi) ile bir üçgenin köşelerini teşkil eden Sur Kitabevi’nin loş, dehlizi andıran pınarından kana kana bilgi içtiğimiz günlerden birinde bundan 11 yıl önce kaybettiğimiz İbrahim Ünal Taşkın ağabeyin –kendisini rahmetle anıyorum— teşvikiyle başlamıştım felsefe kitapları okumaya. Başlayış o başlayış! O gün bugündür gerek okuyucu olarak, gerekse çevirmen ve yazar olarak felsefeyle ilgim hiç kesilmeden sürüp gidiyor.
Başlangıçta çok zorlandığımı itiraf etmeliyim. Birçok kavram kafamda arı vızıltısı gibi uçuşuyordu; ne nedir, kim neyin devamıdır, tam olarak bilemediğim için kafamda hercümerc olmuş bir yığın bilgiyi taşıdım bir süre. Önce el kitaplarından başladım, sonra yavaş yavaş felsefe tarihleri okudum, daha sonra da felsefenin özel meseleleriyle ilgili kitaplar…
Beni engellemeye, vazgeçirmeye çalışanlar da olmadı değil. “Sapıtacağımı” düşünerek abice tavsiyelerde bulunanlar, “daha yararlı” konularla uğraşmamı salık verenler, gidişatımdan endişe duyanlar çoktu.
Bir hatıramı naklederek konuyu biraz açmak istiyorum. İstanbul İlim Yayma Yurdu’nda kaldım öğrencilik yıllarımdı. O yıllar, İslamcılığın “altın yılları” olarak anılacaktır herhalde ileride. Sonradan çok iyi dost olduğumuz bir abi, benim Suut Kemal Yetkin’in Estetik Doktrinler Tarihi adlı kitabının özetini çıkarttığımı görünce, acıyarak yaklaşmıştı yanıma. Bunlarla niçin uğraşmak gereğini duyduğumu, bunlar yerine İslâmî konulardaki eksikliklerimi kapatmamın, kaynak kitapları okumamın daha yararlı olacağını söylemişti uyarı tonuyla.
Diyeceğim o ki, bu tavır, kendi içinde tutarlı ve haklı da olsa, herkesin aynı şeyi yapması gerektiği gibi toptancı bir mantığa dayanıyordu. Kur’an ve hadis çalışmayanlar, İslamî ilimler konusunda eksiği bulunanlar dinen de eksik sayılıyordu neredeyse! Şüphesiz ki dinen öğrenilmesi gereken bilgileri öğrenmek ve Kur’an’ın âyetlerinin, Hz. Peygamber’in sözlerinin künhüne vakıf olmak her Müslüman için temel bir vazifedir. Herkes kendi çapında bununla meşgul olmak yükümlülüğündedir. Ama benim bulunduğum nokta, artık kültür safhasıydı ve burada, “bizim” dışımızda neler olup bittiğini öğrenmek de dinin bir parçası olmak gerekiyordu.
Velhasıl, felsefe öğrenmeyi hem içten, hem de dıştan zorlaştıran faktörler devreye giriyordu. Ama yılmayacaktım. Devam ettim.
Bugün de müzmin bir felsefe öğrencisi olarak yoluma devam ediyorum. Bu yolculuğumdan da doğrusunu söylemem gerekirse hiç pişman olmadım. Dolayısıyla aşağıdaki listenin büyük ölçüde 20 yıllık felsefe öğrenciliği serüvenimden süzüldüğünü belirtmeliyim.
Felsefe kitapları
1.John Herman Randall, Jr.—Justus Buchler, Felsefeye Giriş, Ege Üniversitesi Yayınları, 1982 (Çeviren: Ahmet Arslan). Okuduğum kitaplar içerisinde bir miktar alt yapı gerektirmekle birlikte kesinlikle en sistematik olanlarından birisi. Felsefenin hayatla ilgisinden başlayarak din, ahlak ve estetiğe kadar pek çok alanı felsefenin ışığında tartışan önemli bir kitap. Ne yazık ki yeni bir baskısının yapılıp yapılmadığını bilmiyorum.
2.Takiyettin Mengüşoğlu, Felsefeye Giriş (Remzi Kitabevi). Bir ders kitabı olarak son derece açık bir dille kaleme alınmış ancak yazar, belli kavramları fazla açıklamaya gerek duymadan kullanıyor. Bu bakımdan bir sözlükle (mesela Ahmet Cevizci’nin Felsefe Sözlüğü ile) okunması tavsiye edilir.
3.A. Kadir Çüçen, Felsefeye Giriş (Asa Kitabevi, 1999). Baş tarafında felsefe öğretimi ile ilgili pedagojik bir tartışmayı da içeren faydalı bir giriş kitabı.
4. Alfred Weber, Felsefe Tarihi (Sosyal Yayınlar). Yahya Kemal’in dostlarından H. Vehbi Eralp tarafından Türkçeye kazandırılan bu önemli kitabın yazarı, ünlü sosyolog Max Weber’in kardeşidir. Maalesef yüzyılımızın başlarında kaleme alındığı için 20. yüzyıl felsefesi kısmı eksiktir.
5.Bedia Akarsu, Çağdaş Felsefe (Milli Eğitim Bakanlığı, 1980). İngilizce bilseniz size John Pasmore’un o nefis A Hundred Years of Philosophy’sini (Felsefenin Yüz Yılı) tavsiye ederdim ama bu kitap da faydadan hali değil. Çağdaş felsefenin temel metinlerini kısa açıklamalarla veren filozofların metinlerine dayalı bir kitap.
6.Pitirim Sorokin, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri (Bilgi Yayınevi), Çeviren: Mete Tunçay. Geçtiğimiz yüzyılın sonu ile bu yüzyılın başlarında üretilmiş toplum felsefelerinin en önemlilerinin özetleri, eleştirileri ve karşılaştırmaları…
7.Descartes, Metot Üzerine Konuşma (Sosyal Yayınlar). Felsefe öğrencileri genellikle doğrudan filozofların kitaplarına girmekten, zor olduğu gerekçesiyle çekinir, ikinci, üçüncü el yorumlarını okumayı tercih ederler. Oysa sanıldığının aksine birçok filozofun kaleminden çıkan metinler, yorumlarından daha kolay anlaşılır. Bunun en güzel örneği, Descartes’ın bu en çığır açmış kitabıdır. (“Düşünüyorum, öyleyse varım” cümlesi bu kitapta söylenmiştir.) Belki okumayanlar şaşıracaktır ama kitabında hatıralarından bile bahseder modern felsefenin babası.
8.Doğan Özlem, Tarih Felsefesi (Ara Yayıncılık). Tarih felsefesini çağdaş felsefenin ulaştığı yeni yorumlar ışığında değerlendiren ve önemli metinlerin çevirilerini sunan derli toplu bir çalışma.
9.Ahmet Cevizci, İlkçağ Felsefesi Tarihi ve Ortaçağ Felsefesi Tarihi (Asa Kitabevi, 1998, 1999). Bir modern çağ cildiyle tamamlanacak olan bu 3 kitaplık dizi, önemli bir boşluğu dolduruyor.
10.Seyyid Hüseyin Nasr, İslam ve Modern İnsanın Çıkmazı (İnsan Yayınları, 1984), Çeviren: Ali Ünal. Genel olarak modern dünyanın, özel olarak ise modern felsefenin geleneksel İslâm perspektifinden bir eleştirisini sunan kitap, özellikle tavsiyeye şayandır.
Hiç şüphesiz bu listenin bütünü kucaklamak gibi bir iddiası yok. Sadece daha ilerisine geçebilmeniz için bir tür yol azığı vazifesi görecektir bu kitaplar.
Felsefe tarihinin eleştirisi
Bütün bunların üzerine İnsan Yayınları’nda halen mevcudu bulunan bir çevirimi okumanızı tavsiye ederim. Bu kitap, özellikle bilimle ilgilenen okuyucular açısından çok sarsıcı tezler ve yaklaşımlar içeriyor. Aynı zamanda felsefe tarihinin dönemin ideolojisiyle yakın bağlarını da (örneğin Descartes’ın, hayvanların diri diri kesilip biçilmesine (vivisection) nasıl cevaz verdiğini) ayrıntısıyla ortaya koyuyor: Kitap Fritjof Capra’nın. Adı: Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası. Şahsen çok etkilendiğim kitapların başında geliyor. Benden söylemesi!
.
Osmanlı’yı donduran soğuk
Osmanlı’yı donduran soğuk
Osmanlı tarihini anlamak niçin Cilalı Taş Devri’ni anlamak kadar zor? Osmanlı’dan hâlâ kopamadığımız, kendimizi ondan ayırt etmesini bilmediğimiz için midir bu esrarengiz tarihin labirentlerinde Mısır piramitlerinin koridorlarındaki gibi kayboluşumuz?
Osman Gazi’den Abdülhamid’e kadar bu insanların gerçekte ne yapmak istediklerini bilmek bu kadar zor mudur?
Evet, gerçekten de zordur. Başka bir deyişle, sanıldığı kadar kolay değildir. Walter Benjamin’in deyişiyle “geçmişte yaşamış olanları kuşatan hava”nın bize değebilmesi için pek çok işlemden geçmesi gerekir çünkü. Her işlemde biraz daha bulanan görüntü, sonunda bir bardak suyu bir bardak bozaya çevirecektir. Birincisindeki şeffaflık, ikincisinde artık bir bulamaca dönmüştür.
Tarihçinin veya tarihi anlamaya çalışanın görevi de bu işlemi tersinden yapmak, bozayı suya avdet ettirmektir. Ya da yine Benjamin’e başvurursak, tarihin havını tersine taramaktır.
Tarihçilik, bir bakıma dedektifliktir.
Tarih, en çetrefilli bulmacadır çünkü. Cazibesi de buradan gelir.
Tarih, benim için bitmek bilmeyen müthiş bir heyecan yumağıdır. Hiçbir şey beni tarihteki bir bulmacanın ipuçlarını çekiştirirkenki kadar heyecanlandırmaz. Görünüşe aldanmamak, bu bilim dalının giriş kapısına altın harflerle yazılmalıdır.
Son olarak ulaştığım bir nokta, önüme inanılmaz bir ufuk açtı. Bu ufuk, tarihe bir de hava durumu açısından bakmanın önemine götürdü beni.
Tuhafınıza gitti, biliyorum. Havadan sudan işlerle tarih gibi mümtaz bir bilimin ne alıp vereceği olabilir ki, öyle değil mi?
Siz öyle zannedin. Dendrokronolojistler öyle demiyor ama.
Dendrokronoloji, hani şu bitkilerin içindeki halkaları inceleyen bilim dalı. Bu bilim dalına mensup uzmanlar, ağaçların içindeki halkaların büyüme ve küçülmelerinden çok önemli sonuçlar çıkarıyorlar.
Mesela bin yıllık bir ağaç buldular ve ortasından bir kesit aldılar. Eğer bir dönemde ağacın kökleri iyi su almışsa halkalar genişliyor, su alamamışsa daralıyormuş. Bundan ağacın tarihinde bazı dönemlerde sulak mevsimler, bazı dönemlerde kurak mevsimler yaşandığı sonucunu çıkarıyorlarmış.
Şimdi, meselenin bam teline geliyoruz, bu incelemelere göre Avrupa ve Anadolu yarımadasında, 1580’lerden itibaren bir Küçük Buz Çağı yaşandığı ortaya çıkıyor. Asıl Büyük Buz Çağı, 10 bin yıl önce yaşanmış. Fakat tarihte bazı dönemlerde soğuma ve ısınma devirleri yaşanıyor. Buna göre mesela 1900–1950 arasının iklimi ile 1950–2000 arasının iklim şartları farklı. Bunun gibi 1580’lerden önceki dönemde aşırı sıcaklar, bu tarihten 1700’lere kadar ise genel hava durumunda aşırı soğuklar söz konusu.
Tarihçiler bunun Avrasya’daki büyük karışıklıkların ve isyanların sebebini oluşturabileceğini düşünüyorlar. Tabii ki tek sebep değil, ama önemli bir sebep.
Mesela William J. Griswold, Celali İsyanları’nın (1591–1611) sebepleri arasında genel soğumayı ihmal etmemek gerektiğini söylüyor. Bu soğumanın hububat rekoltesinde düşüşe yol açtığına, bunun köylerin boşalmasına, tarihçilerin deyişiyle “büyük kaçgun”a, onun da Celali İsyanları’nı götüren süreci tetiklediğine işaret ediyor (Anadolu’da Büyük İsyan, Çeviren: Ülkü Tansel, İst. 2000, Tarih Vakfı Yurt Yay.).
Süreyya Faruki, yeni çıkan bir kitabında Küçük Buz Çağı’nın Osmanlı topraklarındaki isyanlarda oynadığı role değiniyor ve “suçlu”lardan(!) birisinin de hava durumu olabileceğini iddia ediyor (Approaching Ottoman History, Cambridge, 1999).
Climate, History and the Modern World (Routledge, 2. Baskı, 1995)) adlı değerli çalışmasında Hubert Lamb’ın Avrupa için verdiği bilgiler Osmanlı tarihine de ışık tutuyor. Mesela 1670’lerde Londra’da Thames Nehri’nin tamamen donduğundan söz ediyor. Biz de 16. yüzyılın sonları ile 17. yüzyıl boyunca pek çok defa İstanbul Boğazı’nın donduğunu biliyoruz. Bu kışlar, kendinden önce ve sonra bu yoğunluk ve devamlılıkta yaşanmamış soğuklara sahne olmuştur.
Küçük Buz Çağı’nın özelliğini, soğuk kışlar, kurak yazlar oluşturuyor. Hububat üretimi düşüyor. Devletin topraktan aldığı vergiler düşüyor, enflasyon yükseliyor. Kıtlık olmasa bile kuraklık başlıyor. Bunu bize ağaçların halkaları haber veriyor.
Böylece Osmanlı tarihinin çok önemli bir kırılma noktası oluşturan (genellikle “gerileme dönemi”nin başlangıcı diye adlandırılan) dönemini bu hiç bakılmamış pencereden görme fırsatını yakalamış oluyoruz.
Osmanlı tarihinin bir dönemini donduran bu soğukların tarihin gidişatı üzerinde nasıl bir etki yaptığı gerçekten incelenmeye değmez mi?
.
Güneşin batmadığı günler
Güneşin batmadığı günler
Ne olduysa oldu, geçtiğimiz hafta şeytanın bacağını kırıp Bakü’ye gidişimden itibaren konar göçer leyleklere döndüm.
Önce Bakü, ardından Kapadokya, en son olarak da Moskova–St. Petersburg gezilerini bir haftaya sığdırmayı başardım. Yoksa dualarımdan birinde ben de Evliya Çelebi gibi “Şefaat ya Resulallah!” yerine dilim sürçüp “Seyahat ya Resulallah!” dedim de haberim mi yok?
Geçtiğimiz pazar günü uçağımız Moskova’ya doğru havalanırken, bir halk hakkında bu kadar çok önyargıyı beraberimde taşıdığımın farkında bile değildim. Dönüş yolunda bu yanlı ve hatalı önyargılarımın çoğundan kurtulup hafiflemiş olduğumu hissedecektim.
Rus insanı, bir zamanlar bizim “Moskof” diye nitelendirdiğimiz o Frankeştayn değil kesinlikle. Onu ancak Dostoyevski’nin eserlerinde bulduğumuz tiplerde tanıyabiliriz. Ruslar ilk bakışta ten renklerinden gelen bir soğuk rüzgâr estiriyor görünseler de, biraz deşildiklerinde içlerindeki sıcaklığın, kibarlık ve yardımseverliğin bütün yüzlerine ne büyük bir hızla yayıldığını görüyorsunuz.
Özellikle de kadınlar…
Zaten Rusya’da erkekler ortalıkta yok gibi. Onların nerede olduklarını bilmiyorum ama kadınlar çöpçülükten tren kondüktörlüğüne, amelelikten manavlığa kadar her alana el atmış durumdalar. Buna rağmen güzeller ve bakımlılar. Erkekler ise anlaşılmaz bir hızla 40’larına vardıklarında çöküyor, 50’lerinin ortalarında da ölüp gidiyorlarmış. Çok küçük yaşta alkol ve uyuşturucu kullanmaya başlamalarına bağlıyorlar bunu. Ben “Çok mu çalışıyorlar acaba?” diye sorduğumda muhatabım gülerek, “Aslında kadınlar daha çok çalışıyor.” şeklinde cevaplıyor.
Bizim pek alışık olmadığımız bir sıkıntıyı yaşıyor bugün Ruslar. Rusya’da nüfus büyük bir hızla azalıyor. Her yıl 1 milyona yakın insan nüfustan düşülüyor. Ailelerin en fazla bir çocuk sahibi olmaları, boşanmaların yüzde 60’ları bulması, fakirlik ve çocukların küçük yaşlardan itibaren cinsel serbesti içinde büyütülmeleri yüzünden bir yerden sonra isteksizliğin başlaması gibi faktörler yüzünden Rus nüfusu büyük bir hızla azalıyormuş. Buna bir de erkek nüfusun hep kadınlardan (en az yüzde 10) az olması eklenince, doğum oranları ile ölüm oranları arasındaki denge bu defa yaşayanlar aleyhine bozuluyor.
Gelin görün ki sokaklarda yaşlılar yok denecek kadar az. Ortalıkta hep gençler var. Parklarda güneşleniyor, hamburger yiyor, gündüz koşturuyor, geceleri ise eğleniyorlar.
Malum, 21 Haziran ve takip eden birkaç günde Rusya’da, özellikle Petersburg’da güneş neredeyse hiç batmıyor! Hep gündüz, daima gündüz, kesintisiz gündüz. Bunu duyardım da yaşayınca çok farklı oluyor doğrusu.
Bir ara gözüm saatime ilişti; saat 22.30, yani bizim gece yarısına doğru ilerlediğimiz saatlerde Petersburg, o muhteşem akşamı yeni yeni yaşamaya başlıyordu. Saat 23.00’ü buldu yine bir şey değişmedi, 24.00, yani gece yarısı oldu, aynı. Bir ara gökyüzünde erguvan renkli patlamaların ardından aydınlık bir lacivert dalgası belirdi. Bulutlar erguvan pembeliğinde, gök laciverde boyanmış, ufukta güneş batıp batmamakta tereddüt içinde, son ışıklarının peşini inatla bırakmıyor.
Neden sonra gerilen bir kayışın kopması yahut Ahmet Haşim’in kanlı bir başın ufka düşmesi şeklinde tarif ettiği hadise gerçekleşti, kan ufuk boyunca yayıldı, pıhtılaştı, kurudu, hafiften karardı, lacivert renkli sema ile girdiği savaşta direndi, etrafta çocukların yaktığı bizim Hıdrellez ateşlerine benzer ışık kümeleri belirdi.
Baltık sahillerinde hatıra taşı toplayan ellerimizin tuzu henüz kurumadan nazlı Neva nehrinin kıyısında bir kafeye gidiyoruz. Çay, kahve derken gençlerin çığlıkları arasında güneşin battığı yerin hemen solundan bu defa güneşin tekrar doğduğunu görüyoruz. Gözlerimize inanamıyoruz. Saat yaklaşık gecenin 3’ü ve henüz tam karanlık bastırmadan bu defa ertesi gün başlıyor.
Ruslar buna hiç bitmeyen günler anlamında “beyaz geceler” diyor ki haklılarmış. Bu yılın en uzun gününü Petersburglular ile birlikte sokakta geçirenler bunun haklılığını anlayabilirler ancak.
Beyaz Geceler, Petersburg’da turizmin patlama yaptığı bir dönem aynı zamanda. Dünyanın dört bir köşesinden insanlar akın akın bu ilginç hadiseyi yaşamak üzere Petersburg’a geliyor.
Dedim ya, Rusya gezisi ile ilgili anlatacaklarım bitecek gibi değil.
Boğaz’da ”Beyaz Geceler”
21 Haziran gecesi (daha doğrusu gündüzü), akşam yemeğini Neva nehrinin kıyısına demirleyen, Çarlık zamanındaki gemiler örnek alınarak yeniden yapılmış bir yelkenli gemide yedik. Rus gazeteciler ile Türkiye’den beraber gittiğimiz dostların katıldığı o hiç bitmeyen gün, hafızamıza ebediyyen kazınacak hatıralarla yüklü olarak geçti.
Avrasya’da diyaloğun kapılarının aralandığı o muhteşem yemekte karşılıklı olarak hoş ve anlamlı konuşmalar yapıldı. Alaturka musikinin nağmeleri Neva nehrine bir çağlayan halinde akarken, birden şiirin o efsunlu sesi çıkageldi İstanbul’dan. Petersburg’daki Türk–Rus Lisesi’nin edebiyat öğretmeni, olağanüstü bir seslendirme ve mizansenle Sezai Karakoç’un “Ey sevgili, en sevgili, uzatma dünya sürgünümü benim” mısralarıyla hafızalarımıza nakşolan şiirini okumaya başlıyor.
Neva’nın alacalı suları erimiş bir ayna gibi sonsuzluğa kayıp giderken, ben, Kandilli sahillerinde Abdülhak Şinasi Hisar’ın sözünü ettiği mehtap âlemlerinden birinde, kulağımda Nihavend bir beste, karşımda Tanpınar’ın ateş tığlarla ördüğü Huzur, dilimin ucunda Mümtaz’ın Nuran’a söylemeyi aklından geçirdiği “Birbirimizi mi, yoksa Boğaz’ı mı seviyoruz?” sözü.
Bu sözün hakiki anlamını bu beyaz gecede daha aydınlık bir şekilde kavrıyorum. Bu sözü o akşamın mahmurluğu içinde “Birbirimizi mi, yoksa Neva’yı mı seviyoruz?” şeklinde tahrif etmek için zihnim çok uğraşmak zorunda kaldı. Fakat hayır. Oturmayan bir şey var sanki bu ikinci cümlede. Direnen, eğilip bükülmeyen, kendisi kalmak için mücadele veren tarif edemediğim bir güç…
Sonradan fark ettim ki, Petersburg hiçbir zaman İstanbul’un yerini tutamaz. Sonradan fark ettim ki, tıpkı Venedik gibi Petersburg’un kanalları da Boğaz’ın yanında yapma bir cennettir. Sonradan fark ettim ki, beklenmedik oyuntular, girinti ve çıkıntılar, koylar, deltalar, tepeler, dalları ve yapraklarıyla secdeye kapanmış ağaçlardır İstanbul’un bu zümrüt ejderhasını gönlümüzle bu kadar teklifsiz bir ilişkiye sokan esrar.
Hasılı Petersburg, güzel, hatta çok güzel bir şehir ve şu anki İstanbul, üzülerek söylüyorum ki, bakımsızlıktan harabeye dönmekte olan Petersburg ile yarışamaz. Şehirlerimize ne büyük bir gaddarlıkla kıydığımızı bu güzel şehirleri gördükten sonra daha iyi kavrıyor insan.
Bütün bunlara rağmen Petersburg, fazlasıyla insan yapısı bir şehir. Her şey, ziyadesiyle düzenli. Caddeler düz ve geniş. Binalar asker kıtaları gibi hep aynı yükseklikte ve hizada. Nehir, cetvelle çizilmiş gibi düz kanalların kafesinde akmak zorunda. Yeşillik çok, lakin hemen hepsi yetkililer karar verdiği için oradalar…
Bu şehir, Barok bir sanat eserinin bütünlük takıntısını nefis bir üslup içinde sergiliyor. Fakat insanı şaşırtan, nefesini kesecek, beynini donduracak sürprizlere açık değil. Dört köşesine dört at heykelinin dikildiği köprü de dahil olmak üzere yapay bir dünyanın içinde sahte bir cennet kurulmuş.
Oysa insan biraz da tabiatın nabzının atışlarını duymalı değil mi bir şehirde? Belki İstanbul’un ziyadesiyle tesiri altındayım ama bir şehir, tabiatın ritmine de belli bir serbesti tanıyabilmeli bana göre.
Çar’ın gemisinde Nihavend bestenin kışkırttığı gözyaşlarının beni getirdiği nokta, İstanbul ve Petersburg’un iki kızkardeş kadar birbirine benzediği ve benzemediği oldu!
.
Rusya-Türkiye diyalog köprüsü
Rusya-Türkiye diyalog köprüsü
Çağdaş Rus şairlerinden Yevgeni Yevtuşenko’nun 1993’te yazdığı “Yitiriş” adlı şiiri şu cüzzamlı mısralarla dalgalanıyor; tıpkı Rusya’nın kendisi gibi:
Rusya, Rusya’da yitirdi
Rusya’yı.
Rusya kendisini arıyor
tıpkı karda kesik bir parmak,
samanlıkta iğne arar gibi,
tıpkı elini dumanların içinden uzatarak,
yitirdiği süt ineğini umutsuz efsunlarla arayan âmâ bir acûze gibi.
…..
Doğru mudur biz Rusların s adece mutsuz bir tercihi olduğu?
Ya Çar Korkunç İvan’ın hayaleti?
Ya da Çar Kaos’un hayaleti?
…..
Doğru mudur artık
varolmadığımız?
Yahut henüz doğmadığımız?
Biz asıl şimdi doğmaktayız,
Fakat yeniden doğmak kadar sancılı bir şey yoktur.
.
Osmanlı’nın ”muhteşem” gerilemesi!
Osmanlı’nın ”muhteşem” gerilemesi!
Osmanlı tarihinin ilk yarısını fazlasıyla “bizden” kabul ederiz de, ikinci yarısını çöpe atmaya hazırızdır.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükseliş dönemleri “bizim” tarihimizdir, gerileme ve çöküş yılları ise sanki başkasının! Oysa tarih karşısında böyle bir “seçme”de bulunma lüksümüz var mıdır?
Daha önceki yazılarımda kendisine sık sık atıfta bulunduğum Mehmet Genç, ilginç düşüncelerini yıllardır arşiv belgelerinde bileyleyerek bir kuyumcu titizliğiyle araştırmacıların dikkatine sunmaktadır. Onun katılacağı bir tarih sempozyumu, genç tarihçilerin sabırsızlıkla beklediği bir düşünce ziyafetine dönüşür, mutlaka mevcut bilgileri sarsan, yıkan ve değiştiren bir demet ipucu sunar.
1934 doğumlu olan Mehmet Genç hocanın bir özelliği, doktora tezini bitirmemiş olmasıdır. Neredeyse 40 yıl önce Ömer Lütfi Barkan’ın yanında başladığı tezini derinleştirmek isteyince olan olmuş ve kafasında bir yığın mesele, araştırdığı konunun bir ömrü kuşatacak ve meslek hamallığı yaptıracak kadar engin bir alan oluşturduğunu fark etmiştir.
O gün bugündür istifhamlarını çözmek için arşiv belgelerinden Nietszche’ye kadar uzanan sancılı bir araştırma yolunda özellikle “gerileme tarihimizin”in sırlarını çözmeye adamıştır kendisini.
Bu yüzden akademik unvanları bir yana itmiş ve kılı kırka yaran araştırma sonuçlarını ender de olsa yayınladığı özün özü makalelerinde ilgililerin dikkatine sunmuştur. Bu yazılar araştırmacılar nezdinde meşhurdur meşhur olmasına ya, öğrenciler fotokopi çekmekten helak olmakta ve kütüphane kütüphane dolaşmakta idiler. Nihayet Ötüken Neşriyat’ın himmeti ve gayretiyle Mehmet Genç’in makaleleri bir kitapta toplandı: Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi (İstanbul 2000).
Mehmet Genç’i derinden ilgilendiren meselelerden ikisi, Osmanlı Devleti’nin yükselme ve gerilemesi üzerinedir.
Birinci problematik, Osmanlı Devleti nasıl olmuş da, tarihin daha önce benzerini görmediği bir iktisadî ve sınaî kalkınmayı başlattığı sıralarda, tarihin istikametini değiştirmek istercesine, Avrupa’nın yayılma sürecini durdurma yönünde bir büyük harekâtı başlatabilmiştir? Dünyayı fethe çıkan Avrupa kendi evinde dayak yemektedir Osmanlı’dan. Bu, inanılmaz, mucizevî bir başarıdır ve onun ele aldığı biçimiyle henüz yeterince işlenmemiştir.
Mehmet Genç’in ikinci problematiği, bu sürecin tersine dönmesi, yani Avrupa’dan geri çekilme tarihimizle ilgilidir. Genç, umumi kanaate taban tabana zıt bir yaklaşımla sersemletiyor insanı. Diyor ki: Avrupa’nın bağrına tarihin akışını değiştirmek istercesine sokulan Osmanlıların yükselişi ne kadar mucizevî bir başarı ise, 200 yılı aşkın bir süreyi kapsayan Avrupa’dan geri dönüşümüz de o kadar mucizevî bir başarıdır. Hatta ona göre bu ikinci başarı, “birinci dönemden de büyük”tür!
Şöyle açıklıyor bu iddiasını:
“… Sanayi Devrimi, insanlık tarihini gerçekten ikiye bölen bir büyük değişmedir. Avrupa bu değişmenin tesiri ile, inanılmaz bir güç kazanmış olduğu halde, Osmanlı’yı Avrupa’dan atmakta yeteri kadar hızlı olamamıştır… Osmanlı’nın tarihçiye sunduğu ikinci problematik de bu büyük değişmeye katılmadan bu işi gerçekleştirmiş olmasıdır. Neden sınaî devrime sahne olmadı Osmanlı dünyası ve buna rağmen neden bu kadar uzun süre ayakta kalmayı başarabildi?”
Yükselme dönemimizin zirvesi kabul edilen Kanuni döneminde Osmanlı topraklarındaki nüfusun Avrupa’nın beşte biri olduğunu biliyor muydunuz? İktisadî ve sosyal kaynakları bakımından Avrupa’nın 16. yüzyıl ortalarında bile bariz bir üstünlüğü vardı Osmanlı karşısında. Bir yüzyıl sonra bu oranlar daha da aleyhimize dönmüş, nüfus dengesi hem toprak kayıplarından, hem de Avrupa’da ortalama ömrün uzaması, hıfzı sıhhanın yaygınlaşması gibi faktörlerle yedide bire, hatta 19. yüzyılda onda bire kadar azalmıştı.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen Osmanlıların buna direndikleri anlaşılıyor. Bütün dünyada fiyatların en az yirmi misli arttığı 18. yüzyıl boyunca Osmanlılar nasıl oldu da, fiyatları ve vergileri –üstelik mültezimlere verdikleri halde– dondurabildiler ve tebayı Avrupa’daki fiyat çalkantılarından koruyabildiler? Dahası, bir miktar iktisadî gelişmeyi de temin edebildiler?
Bu yaz tatilinde gerçek bir bilim âşığının kaleminden tarihimizin gadre uğramış asırlarının gerçek yüzünü öğrenmek isteyen herkes Mehmet Genç okumaktan daha iyi bir iş yapmış olmaz bana göre.
Kaleminize sağlık ve ömrünüze bereket diliyorum Mehmet Genç hoca!
.
Ertuğrul Özkök’ün eşi başını örterse!
Ertuğrul Özkök’ün eşi başını örterse!
7 Haziran Çarşamba günü belediye otobüsünde önümde oturan şahıs, Hürriyet gazetesini katlaya katlaya okumaktaydı. Malum, bizim otobüslerde tek başına bir şey okumak kanun hükmünde kararname ile yasaklanmış gibidir. Her şey mutlaka müşterek okunmalıdır.
Hiçbir şey yapılamazsa, karşıdaki adamın okumakta olduğu kitabın kapağını görmek için bir sürü eğilip bükülme egzersizlerine katlanılır.
Bir ara okumakta olduğum kitaptan başımı kaldırdım ve gazetenin baş sayfasında genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün o mahut kollarını kavuşturmuş resmi ile yazısının başlığı dikkatimi çekti. Başlık şöyle idi: “Eşim bir gün başörtüsünü atarsa”.
Hayrola, diye geçirdim içimden, yoksa Ertuğrul beyin eşi başörtülü de ben mi bilmiyorum? Olur ya, cahillik işte!
Merak muzır bir şeydir. Eve gitmeden bizim sokaktaki gazeteciye uğradım; ama Hürriyet kalmamıştı. Neyse, dedim, artık internetten okurum Özkök’ün yazısını.
Akşam, internete bağlandım, Hürriyetim sitesine girdim, köşe yazılarından Ertuğrul Özkök’ün ismini tıkladım ama o da ne? Özkök’ün yazısının başlığı farklıydı. Aslında başlığın son kelimesi hariç gazetedekinin aynıydı ama bu “son kelime” her şeyi alt üst ediyordu.
Özkök’ün internetteki yazısının başlığı şöyle çıkmıştı: “Eşim bir gün başörtüsü takarsa”.
Yok, bu işte bir hata olmalıydı. İnternette başka, gazetede başka türlü anlamlara gelebilecek iki ayrı başlık kullanamazdı herhalde yılların iletişim hocası ve gazetecisi. Ertesi gün, bir gün önceki günün gazetesini buldurup tekrar baktım; yanılmamışım.
Özkök, herhalde akşam üzeri yazısını internete verdikten sonra ‘birilerine’ danışmış ve fena halde tepki almış olmalı, diye tahmin yürüttüm. Tepkiler üzerine baskıya gireceği sırada gazetedeki yazısının başlığını değiştirmiş; ama internetteki başlığı değiştirmeyi unutmuştu. Şu anda da unutulmuş hali ile okuyucuların hizmetinde bu yazı.
Şimdi kalkıp, “Ne var bunda?” demeyin lütfen. Çok şey var.
Bir kere, internetteki başlığın argo tabirle yazıya “cuk” oturduğu açıkça görülüyor. Yani yazının, eskilerin deyişiyle “siyâk ve sibâkına” daha uygun bir başlık internetteki versiyon. Zira yazıda bir özeleştiri ve iğneyi kendine batırmayı göze alabilen bir yaklaşım var.
Merak edenler için Özkök’ün yazısının özeti şu:
O günlerde L’Express dergisinde Avupa İslamcılığı başlığıyla bir haber yayınlanmış. Bu haberde Avrupa’daki birtakım İslamcıların artık İslamcılığı sevmedikleri söyleniyormuş. Almanya Milli Gençlik Teşkilatı eski başkanı Mustafa Şen, “evvelden çok katı” imiş, şimdi ise İslamcılığın başarısızlığa uğradığını görünce nâdim olmuş ve şu müthiş(!) itirafta bulunmuş:
“Eşim bir gün başörtüsünü atarsa, böyle yaptığı için ondan boşanmam.”
Buraya kadar Ertuğrul Özkök’ten beklenebilecek şeyler var yazıda. Asıl bundan sonra meselenin bam teline geliyoruz. Çünkü Özkök, bir ulusal uzlaşma için sadece İslamcıların taviz vermelerinin yetmeyeceğini, bir “uzlaşma durağı”nda buluşmak istiyorsak laiklerin de bu tür bir özeleştiriye ihtiyaçları olduğunu vurguluyor.
Özkök, “Birlikte yaşama kontratı”na ulaşmak zorunda olduğumuzu söylüyor ve laik kesimi çatışmacı kimliğinden vazgeçmeye davet ediyor:
“80 yıla yakın süredir laikliği, çok sert bir çerçeve içinde tutmaya çalışan zihniyet de kendini yeniden gözden geçirecek.”
İşte burada durun ve Ertuğrul Özkök’ün her iki başlığına yeniden bakın. Hangisi yazının “siyâk ve sibâkına” daha uygun? Elbette internetteki. Yani bir özeleştiri içereni.
Demek istiyor ki değiştirilmeden önceki başlığıyla sayın Özkök, Mustafa Şen’in şahsında İslamcılar eşlerinin başlarını açmasına ses çıkarmayacakları noktasına geldiler gelmesine; ama laikler kendi eşlerinin de bir gün başörtüsü takması karşısında aynı soğukkanlılığı ve olgunluğu gösterebilecekler mi?
Aslında gördüğünüz gibi önemli bir soru bu. Sorunun kendisi değil de, yöneltildiği kesim ve yönelten açısından önemli.
Bilmiyorum internetteki yazısına ne gibi tepkiler aldı sayın Özkök; ama keşke gazetede de aynı başlığı kullanabilme cesaretini gösterebilseydi!
Bir de şu internete fuzuli demiyorlar mı?!..
.
Yılmaz Karakoyunlu’nun hayalî tarihi
Yılmaz Karakoyunlu’nun hayalî tarihi
Yılmaz Karakoyunlu ismini Salkım Hanım’ın Taneleri romanından hatırlayacaksınız. Geçtiğimiz yıl filme çekilmiş ve “Varlık Vergisi” tartışmasına yol açmıştı.
Dikkatli okuyucularım, filmde bazı bilgi yanlışları ve abartıları yazdığımı hatırlayacaklardır.
Sonuçta bu hatalar tarihi tepe taklak etmediği için bağışlanabilir. Bir romanda sanatçının “belli bir ölçüde” tarihi tahrif etme hakkının bulunduğunu, bu özgürlüğü sanatçıya tanımadan tarihî roman yazılamayacağını kabul ediyorum. Sineye çekilebilir yanlışlardır bunlar.
Sayın Karakoyunlu, aynı zamanda bir milletvekilidir ve bir köşe yazarıdır. Sabah gazetesinde “Din ve Siyaset” vinyeti altında arka planı tarihî bilgilerle örülü siyasî yazılar yazmaktadır.
15 Temmuz tarihli köşesinde bu defa Vural Savaş’ın yeni çıkan Militan Demokrasi adlı kitabına övgüler düzüyor. Hayır, onun “Bu kitap, siyaset disiplini ve adalet ahlakı içeriğinde demokrasi ve laiklik mücadelesidir.” türünden anlaşılmaz cümlelerine takılmayacağım. Bugün, aynı yazısının sonundaki garip ve ters bir analojiye takılacağım:
“Patrona Halil, aydınlık çağımızı başlattığı için Nevşehirli İbrahim Paşa’nın derisini yüzmüştü. Sultan Birinci Mahmut, katil Patrona Halil’i saçlarından yakalamış, başını musalla taşına vururken bağırıyordu. “Bu habis kelle gidince ülkeyi ışık kaplayacak.” Aradan tam iki yüz yetmiş yıl geçmiş… Hâlâ bu mücadele sürüyor…”
Gidecek olan “kelle” kimi temsil etmektedir bugün? Kelle almaya neden bu kadar meraklıdır Sayın Karakoyunlu? Bu ihtilal çığlıklarını andıran ifadesiyle ne demek istediğini açmalıdır Karakoyunlu.
Biz şu Patrona meselesine dönelim.
Yahu nedir bu Patrona Halil’in elimizden çektiği? Saltanatçısı saldırır, devrimci solcusu saldırır, Kemalist’i saldırır, İslamcısı saldırır, o da yetmez, Aptullah Ziya Kozanoğlu ve Reşat Ekrem Koçu gibi “aslan” romancılarımız saldırır. Bir tek Kerim Korcan sahip çıkmıştır ona, o kadar.
Şimdi yukarıdaki paragrafta geçen Karakoyunlu’nun ifadelerinin gerçekten vuku bulduğuna inanılabilir mi sizce? Tamamen yanlış, tamamen hayal ürünü şeyler bunlar.
Bir kere Nevşehirli İbrahim Paşa’yı öldürten Patrona değil, Padişah III. Ahmed’dir. Paşa’yı iki damadı ile birlikte boğdurup iç donlarıyla üç öküz arabasına yükleten ve isyancıların önüne attıran da Padişah’ın kendisinden başkası değildir.
İkincisi, Nevşehirli’nin derisinin yüzülmesi gibi bir hadise vaki olmamıştır. Cesedi yerlerde sürüklenmiş ve parçalanmıştır; ama derisinin yüzüldüğüne dair herhangi bir kayıt yoktur.
Sormak gerekiyor: I. Mahmut ne zaman ve nerede Patrona Halil’i saçlarından yakalayıp başını musalla taşına vurmuştur acaba? Bunun belgesini söyleyebilirler mi? Konu ile ilgili yüzlerce kaynağı araştırdım; ama bir tek yerde, Sultan Mahmud’un Patrona’nın palalarla budanmış cansız bedeni, ayaklarının dibine serildikten sonra dahi böyle bir davranışta bulunduğuna dair hiçbir şey okumadım.
Dördüncü olarak, Padişah’ın “Bu habis kelle gidince ülkeyi ışık kaplayacak” dediğini nereden çıkartıyor Sayın Karakoyunlu? Bunu hangi hayal burçlarında inşa etti? Yoksa yazmakta olduğu bir romandan alıntı mı yaptı?
İşte size hâlâ aşılamayan bir kaynaktan Patrona Halil’in gözlerden gizlenen portresi:
“Sultan Mahmud, kendi iclâsına sebep olanlardan Patrona Halil’i, huzuruna çağırarak, ondan ne dilediğini sorduğu vakit, Patrona, sadece eski vezirler tarafından konulmuş ve halka çok ağır gelen vergiler ile malikâne usulünün kaldırılmasını istemişti…”
“I. Mahmud’un vâlidesi Saliha Sultan’ın, Patrona’ya ikinci oğlum diye hitab ettiği ve saraya geldikçe bol miktarda ihsanlarda bulunduğu, Patrona Halil’in dahi bu parayı etrafındakilere dağıttığı söylenilmektedir.”
“Sultan I. Mahmud, Patrona’nın tahakkümünden kurtulmak için ilk def’a ona büyük bir memuriyet vererek merkezden uzaklaştırmayı düşündü ve bu maksadla kendisine arzu ettiği vazifeyi sordu. Fakat bu zeki ve kurnaz adam, mes’eleyi derhâl kavramış ve ne rütbede, ne de mansıbda gözü olmadığını, ancak memleket için çalıştığını bir def’a daha tekrarlamıştı. Patrona, bu esnada, padişahın kendisine yüz bin altın vereceğini ve bunu alıp istediği yere gitmesini tavsiye eden yeniçeri ağasına ise, gayet sert muamele ederek, İstanbul’un bütün parasının kendinin olduğunu, paraya ihtiyacı bulunmadığını da söylemişti.”
Patrona İsyanı üzerine şimdiye kadar yazılmış en bilimsel kitaptan alındı bu satırlar (Münir Aktepe, Patrona İsyanı 1730, İstanbul 1958).
Çuvaldızı biraz da kendimize batıralım: Tam 47 gün devletin iplerini elinde tutan bir “baldırıçıplak”ın erdem ve kanaatkârlığını gösterebilecek kaç kişi vardır bugün aramızda? Fırsatını buldu mu hazineyi hortumlayanların yaşadığı bir memlekette Padişah tarafından teklif edilen makam, mansıp ve altınları elinin tersiyle iten Patrona Halil’in bir ahlâk abidesi olarak anılması gerekmez mi? Ve nihayet, bunu en iyi fark edebileceklerin başında da Sayın Karakoyunlu gelmeli değil miydi?
Geçen haftaki yazım hakkında beni arayan Ertuğrul Özkök, yazısındaki başlık değişikliğinin internet operatörlerinin dikkatsizliğinden kaynaklandığını, kendisinin başlıkta bir değişiklik yapmadığını belirtti.
.
İslamcılık uçurumu
İslamcılık uçurumu
28 Şubat sürecinin demokrasimiz için “hayırlı” sonuçlar doğurduğunu beyan eden itirafçılar silsilesi yeni üyeler kazanmaya devam ederken, İslamcılık veya siyasî İslam tartışmaları da bütün hızıyla sürüyor.
Yalnız yerli yazarlar değil, “yabancı” yazarlar da bu canlı tartışmaya katılıyorlar.
Kur’an’ı “asrın idraki”ne söyletmekti İslamcılık düşüncesinin yola çıkış amacı. İslam’ın terakkiye, ilerlemeye engel olmadığını, aksine her türlü teknik ve ilmî gelişmenin yanında bulunduğunu iddia ediyor, koparılmak istenen “hayat” ile “din” arasındaki bağlantının önemini vurguluyordu. Hilafeti bir tür şûraya, şûrayı da bir tür parlamentoya bağlıyordu. Sonuçta İslamcılık, modern (asrî) olmadan çağdaş (muasır) olmanın mücadelesini veriyordu.
Kapsamlı ve “büyük” bir projeydi. Filibeli Ahmed Hilmi’den Mehmed Âkif ve Said Nursi’ye kadar uzanan ışıltılı ve zahmetli bir çizgide pek çok sıradışı zekânın katkılarıyla şekillenmiş, olgunlaşmıştı.
Öbür taraftan 1924’te hilafetin ilgası, İslam âleminde, özellikle de Hind ve Mısırlı aydınlar nezdinde bir başka tartışmayı başlattı. İslam âlemi, başsız olamayacağına göre hilafetin ilgasından sonra Müslümanlar siyasî alanda varlıklarını nasıl koruyacaklardı? İşte Mısır’da Ali Abdurrazık ve Hasan el–Benna’nın başlattıkları, Seyyid Kutub’ların izlediği çizgi, tam da Osmanlı’nın arkasında bıraktığı “devletsiz Müslümanlar”a İslamî bir devlet projesi geliştiriyordu.
Bunu yüzyılımızın ortalarında Pakistan tecrübesi izledi. M. İkbal ile başlayan çizgi, siyasal alanda Mevdudi ve Cemaat–i İslamî çizgisi karşısında geriledi; sonuçta Pakistan, bir “İslam devleti” olarak kuruldu.
İslam devleti kavramı, Seyyid Kutub–Mevdudi çizgisinde en parlak ve keskin ifadelerini yakalarken, bu defa İran’da 1979’da “İslam devrimi” patlak verdi ve Türkiye’de radikal İslam söylemi, bu üçüncü momenti de bünyesine katmakta sakınca görmedi.
Haddizatında gerek Mısır, gerek Pakistan, gerekse İran, birbirinden çok farklı sosyolojik temellerden hareket eden İslamcılıklar geliştirmişlerdi. Bir İbn Teymiyyeci söylemin İran gibi irfanî (tasavvufî) boyutu her zaman gururla boynunda taşımış bir siyasî söylemle örtüşmesi mümkün değildi. Mevlânâ etkisi altında şekillenen Pakistan ve İran tecrübelerinin Mısır’ın daha ‘zahirî’ söylemiyle sorunsuzca buluşması ihtimali pek zayıftı. Sonuçta bunlar farklı ‘İslamlar’ı temsil eden İslamcılıklardı. Zaten kendi aralarında da tartışma ve polemikler hiç eksik olmamıştı.
Gelin görün ki bu üçlünün Türkiye’de zihinleri uzun zaman dinî bir kültürden yoksun bırakılmış gençlik üzerindeki etkileri muazzam oldu. Onlar “kendi” siyasî tecrübelerini bir çırpıda reddettiler ve Asr–ı Saadet’e kadarki geçmiş bütün İslam tarihini silip attılar.
Oysa şu nokta unutuluyordu: Bu topraklar İslam’ın son büyük kalesiydi ve o beğenmedikleri Osmanlı Devleti, Batı emperyalizmine karşı direnen son cepheydi; sadece savaş meydanlarında değil, siyasî ve kültürel alanda da.
Kendi kültür ve bilgi kökleri yolunmuş, zihinleri tıraş edilmiş nesiller, bağlamlarına oturtmayı bilmeden, yukarıda adları geçen üç ülkeden yapılan tercümeleri zihinlerine tuğla yığar gibi üst üste koydular ve buradan bir siyasî proje çıkacağını zannettiler. Oysa eğer bir proje “siyasî” olacaksa, o toprakların “siyasî kültürü”ne ve birikimine, geleneğine dayanması gerekirdi.
Babanzade Ahmed Naim yerine Mevdudi’yi, Said Halim Paşa yerine Seyyid Kutub’u, Tunuslu Hayreddin Paşa yerine Mutahhari’yi okuyanların ayakları yere ne kadar sağlam ve sağlıklı basabilirdi? İşte gerek Risale–i Nur cemaatinin, gerekse Büyük Doğu hareketinin “dışarıdan gelen” İslamcı dalgayı bir türlü itimada layık bulmayışı ve sık sık eleştirmesinin temelinde bu “yerlilik” kaygısı yatmaktaydı.
Gelecek hafta tartışacağımız Bassam Tibi’nin Boğazın İki Yakası adlı son derece sıradan ve hatalarla dolu bir “Alman” kökenli İslamcılık yorumu ve eleştirisinin en büyük medya kuruluşlarımızdan biri tarafından kamuoyuna sunulmasında da, aynı hataların devam ettiğini görüyoruz ne yazık ki. Bir zamanlar İslamcılar nasıl Arap, İran ve Pakistan kökenli yazarların kitaplarını ceffelkalem kendilerine destek olarak çevirtiyorlarsa, laikler de aynı yanlışa yuvarlanıyorlar; onlar içerideki İslamcılığın kökünü, dışarıdan getirttikleri dezenfektanlarla kazınacağını sanıyorlar.
Nietzsche ne demişti: “Uçuruma uzun süre bakarsan, uçurum da senin içine bakar.” İslam’ı yıllar yılı bir “uçurum” yerine koyanlar, bugün içlerinde açılan uçurumu derme çatma malzemeyle doldurma telaşındalar! Yazık!
.
Bassam Tibi’nin aklı İslamcılığa basar mı?
Bassam Tibi’nin aklı İslamcılığa basar mı?
Herkesin tersine gitmek gibi bir inadım yok; ancak bir şeye canım çok sıkılıyor: Düşünce gardıroplarımızın birkaç yılda bir boşalması ve ardından hemen yenileriyle doldurulması. Bir genç kız iştahı ile özene bezene aldığımız giysiler, üzerinden daha birkaç mevsim geçmeden nasıl da bu kadar gözümüzden düşebiliyor?
Geçen hafta Tunuslu Hayreddin Paşa’nın okunması gerektiğinden dem vurmuştum. Buna, Paşa’nın Abdülhamid tarafından bizzat davet edildiğini, gelir gelmez pek fazla Türkçe bilmemesine rağmen sadrazam yapıldığını, azledildikten sonra dahi Padişah’ın isteği üzerine ıslahat layihaları, bir bakıma idarî reform raporları kaleme aldığını, raporları inceleyen ve uzmanlara inceleten Abdülhamid’in Paşa’ya sorular ve eleştiriler yönelttiğini, Paşa’nın bunlara cevaplar verdiğini ve bazı projelerinin ileriki yıllarda uygulamaya konulduğunu eklemem gerekiyor.
Eklemem gerekiyor; çünkü Tunuslu Hayreddin Paşa ve çevresindeki canlı tartışma ortamını, seviyeyi, meselelere nüfuz ve vukufu görünce 2000’li yılların şafağında Bassam Tibi adlı Şamlı bir Arap’ın Boğazın İki Yakası (Doğan Kitapçılık) gibi ucuz ve sıradan bir kitabından medet umacak derekelere düşmemeliydik diye düşünüyorum. İslamcılık tartışmasının bu topraklarda seyrettiği seviyeyi hiçbir şekilde tutturamayan ve yeni hiçbir şey söylemeyen yavan bir kitap bu.
Önce biçimsel açıdan birkaç şey söylemek istiyorum. Bassam Tibi tam bir megaloman. Kitabında sürekli olarak kendisinden söz ediyor. Öyle ki, kitabın kendi dipnotlarının sergilenmesine mi yoksa İslamcılığın eleştirisine mi hizmet ettiğini insan bazen ayırt edemiyor. Üşenmedim saydım, Tibi kendi çalışmalarına tam 106 defa atıfta bulunuyor dipnotlarda. Metnin içindeki atıfların ise sayısı ondan aşağı değil. Demek ki, 300 sayfalık kitabın hemen her sayfasında kendisinden bahsediyor yazar. Bibliyografyada ise kendisine ait tam 21 adet kaynağı sıralıyor.
Yazarın kaynakları ise epeyce ilginç. Mesela sık sık şu tür ifadelere rastlıyorsunuz: Falan konuda filan dostumun bana anlattığına göre… (s. 37, 39, 41, 44, 47). Rivayeti aktardıktan sonra bir dipnot numarası görüyorsunuz; fakat dipnota baktığınızda karşınıza yazarın kendi yazılarından birisi çıkıyor. Anlaşılan yazar önce biraz dedikodu yapıyor eşi dostuyla, onları, kendisinden de bir şeyler ekleyip yazı haline getiriyor ve kitaplarında bu dedikodu kaynaklı yazılarını “kaynak” diye bize yutturuyor. Gözbağcılığın bu derecesine pes doğrusu!
Şimdi kitabın konusuna geliyoruz. Şöyle açıklıyor amacını yazar: “Bu kitabın konusu, Türkiye’deki yön bulma kavgalarıdır; bu yön bulma kavgalarının konusuysa, XXI. yüzyıla geçişte bu ülkenin Avrupa bağlantısını koruyup koruyamaması, böylece istenen AB üyeliğiyle bu bağlantının derinleştirilip derinleştirilemeyeceği -bu Kemalistlerin isteği- ya da “Yeni Osmanlılar”ın arzuladıkları gibi İslamcı olup olmayacağıdır.”
Yazarın derdi, Yeni Osmanlılar adını verdiği İslamcılar ve milliyetçiler. Bunlar sözüm ona Avrupa’dan kopmak ve Türkiye’yi Doğu’ya ve Orta Asya’ya, yani “Büyük Türkiye”ye doğru götürmek istemektedirler. Bu ise Müslüman ve laik bir Arap olan ve Almanya’da yaşayan Bassam Tibi’yi rahatsız etmektedir. Neden acaba? Cevabı yeterince açık değil mi: Türkiye’nin yeni bir vizyon kazanması, Osmanlı mirasına tekrar sahip çıkması bir Arap’ı neden rahatsız ederse ondan.
Babası Osmanlı hizmetinde çalışmış bir subay olan Tibi, Türkiye’deki Türk-İslamcıların, Osmanlı vizyonuna ve Orta Asya’ya “nostalji” düzeyinde de olsa açılmalarından resmen “acı” duyuyor! Almanya’daki Müslüman Türklerin Alman-Hıristiyan toplumuna entegre olmakta gösterdikleri direnç, bir Müslüman olan yazarımızı müthiş derecede rahatsız ediyor. Oysa bir Müslüman’ın, Almanlara, “gerçekten çoğulcu ve demokratsanız, her halkın kendi kültürünü sonuna kadar yaşamasına ve yaşatmasına gayret etmelisiniz” demesi gerekmez miydi? Onları entegre etmek isteyen Almanları eleştireceğine, Bassam Tibi, entegre olmakta direnen insanları suçluyor, onların Alman toplumuyla bütünleşmek istemeyişlerinden acı duyuyor.
Yazarımız şöyle buyuruyor: “Türkiye’nin… Orta Asya’da saldırgan bir politika… yürüttüğü açıktır.” Türkiye’nin saldırgan bir politika izleyip izlemediği tartışmasını bir an unutup düşünelim: Türkiye’nin Orta Asya’da saldırgan bir politika izlemesi kimleri rahatsız edebilir? Türkiye’yi kontrolüne almak isteyen güçleri elbette. Bu gücün de, Türkiye’nin Amerika’ya endeksli bir dış politika yürütmesinden rahatsız olan Almanya olduğu aşikâr. Almanya’da yaşayan ve çocukluğundan itibaren Hatay’ın Türkler tarafından işgal edildiği propagandasıyla yetiştirilmiş Şamlı bir Arap’ın Türkiye’nin sadece AB ile yetinmeyen bir dış politika vizyonuna zorlanması karşısında duyduğu tepkidir bu. Onun görüşüne göre Türkiye ehlileştirilmeli, tırnakları ve dişleri sökülmeli ve büyük geçmişinin rüyalarını görmekten vazgeçirilmeli, tıpkı bir zamanların Suriye’si gibi AB tarafından manda yahut sömürge yönetimi altına alınmalıdır. Türklerin saldırganlığının önüne geçmenin tek yolu budur.
Yazılacak daha çok şey var lakin bu sıcaklarda canınızı daha fazla sıkmanın âlemi yok. Sonuç olarak çok talihsiz bir kitabı yayımlamış oldu Doğan Kitapçılık.
Not: Bir de mütercimle uğraşmak istemediğim için tercüme hatalarına girmedim; ama lütfen bir editöre okutsunlar kitabı. Dergilerin “defter”i diye bir şey olur mu? “Sayı” olacak. Nilüfer Göle’nin kitabının “peçe” ile ilgili olduğu yazılı. Oysa “veil” yalnız peçe değil, başörtüsü de demektir (s. 56). Sayfa 184’te Cemal Kafadar’dan yapılan alıntı hem hatalı, hem de eksik. Güya Kafadar Osmanlıların “zekâları”nın “daha az” olduğunu söylüyormuş. İngilizce orijinaline baksınlar da “subtle minds”ın hangi anlama geldiğini öğrensinler!
.
İstanbul’u boşaltmak!
İstanbul’u boşaltmak!
Bir deprem, sadece bir depremden ibaret değildir. Sonuçları itibariyle toplumsal hafızada uzun vadeli etkiler bırakır. Gündelik dilin içinde biraz haşince açtığı iz, yıllar geçse bile kendisini fark ettirir. 1755 Lizbon depreminin inançlar üzerinde meydana getirdiği sarsıntılara Dostoyevski’nin 1870’lerde yazdığı Karamazof Kardeşler’de rastlayışımız boşuna değil.
17 Ağustos 1999 ve 12 Kasım 1999 depremleri de uzun vadeli etkilerinin ilk tezahürlerini göstermeye başladı geçtiğimiz bir yıl içerisinde. Geçtiğimiz yıl, başka birçok yazar gibi “artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını” yazmıştım. Gerçi buna karşı çıkanlar, hiçbir şeyin değişmeyeceğini, “eski hamam, eski tas” hesabı herkesin bildiğini okuyacağını iddia edenler de olmadı değil. Ama bir yıllık bilançonun bazı sonuçları bize çok şeyin değiştiğini gösteriyor.
Neler değişti mesela?
En başta, Türk halkının konut eğilimleri etkilendi bu depremden. Eskiden dışı süslü püslü binalar, “lüx apartman daireleri” yeğlenirken, şimdilerde “sağlam” ve “güvenli” konutlar tercihe şayan bulunuyor. Eş dost arasında bir arsa alıp üzerine tek veya iki katlı bir ev yaptırma fikrini organizasyona dönüştürmek için ter dökenler de eksik değil. Oysa bu kişiler bir yıl öncesinde bu tür düşüncelere en iyi ihtimalle gülüp geçerlerdi.
Çok yazdık bu köşede. Dünyada konut denilince “apartman dairesi”nin akla geldiği yerler istisnadır ve bu istisnalar da genellikle “azgelişmiş” ülkelere mahsustur. Apartman, yani toplu konutlar, sanayileşmenin getirdiği konut sıkıntısına geçici ve ilkel bir çözümdür. Avrupa ve Amerika’da devlet, bir süre bu tür binalar yaptıktan sonra vatandaşını “adam gibi” evlerde oturtmak için konut ve şehirleşme stratejilerini değiştirdi. Bugün bile İngiltere’nin bütçesinden her yıl, eski toplu konutları dinamitle yıkarak, sâkinlerini insanca bir hayata kavuşturmak amacıyla belli bir pay ayrılmaktadır.
Amerikalıların o gökdelenleri düşünme melekenizi dumura uğratmasın, Amerikan halkı, Jean Baudrillard’ın enfes deyişiyle, “ilkel”liğini korumaktadır halen. Bahçesinde sincapların cirit attığı tek veya iki katlı evlerde oturmayı tercih eden Amerikan halkı, bunu da aşıyor ve giderek mobile home’larda, yani bizim karavan dediğimiz gezer evlerde oturuyor. Araştırmalara göre Amerika’daki konut talebinin en büyük kısmı gezer evlere yönelmiş durumda.
Diyeceğim, şehirlerimizin nasıl büyük bir felakete -yalnız bir çevre felaketine değil, psikolojik, insanî ve ekonomik bir felakete de- hızla sürüklenmekte olduğunu fark ettirdi bize bir yıl önceki deprem. Başka türlü de fark edeceğimizi hiç sanmıyorum.
17 Ağustos depreminin en çarpıcı ve sosyolojik açıdan en ilginç sonuçlarından birisi, neredeyse 60 yıldır kesintisiz olarak süregelen İstanbul’a göçü durdurması oldu. Bugün yetkililer, İstanbul’a göç etmek bir yana, “tersine göç”ten söz etmeye başladılar. Yani İstanbul’da zar zor geçinen, buna karşılık çoluk çocuğunu çürük evlere emanet edemeyen insanlar, köylerine geri dönüyor.
Bu yalın gerçek, aslında göründüğünden çok şeyi ifade ediyor.
Birincisi, depremden sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını. İkincisi, İstanbul’un her yıl bir Eskişehir büyüklüğündeki (yaklaşık 400 binlik) insan kitlesini nüfusuna ekleyerek ur gibi büyüyen ve kontrol altına alınamayan İstanbul’un artık tarihî bir fırsat yakaladığı.
Yeni gecekondu yapılamayınca, arazi mafyası kime çalışacak? İnsanlar İstanbul’un “en uygun” yerinden bir arsayı kapatamayacaklarını bile bile neden gelsinler? Yorgan gitti, kavga bitti, sizin anlayacağınız.
Rant imkânları daraldı, mafyanın sermayesi elinden uçtu, bina yapmak yasaklandı; bu durumda İstanbul’un yağlı bir tarafı kalmadı. Bu yüzden göç, kendiliğinden durdu.
Bence yöneticiler bu fırsatı bir kuyumcu titizliğiyle değerlendirmeliler: Artık İstanbul’un stabilize edilme fırsatı doğmuştur. Hatta Ahmet Mete Işıkara’dan İstanbul Valisi Erol Çakır’a, mimar Turgut Cansever’den Dünya Bankası yetkililerine kadar pek çok isim ve kurum, artık İstanbul’un kısım kısım boşaltılmasından söz ediyorlar.
Boşaltma ve seyreltme işleminin ayrıntıları ve uygulaması üzerinde çalışmalar ilerlemiş durumda. Sanayinin Marmara’dan sağlam zeminli bölgelere kaydırılması için teşvikler verilmesi de gündemde. Zira 17 Ağustos’tan en fazla zarar görenler arasında fabrikaları çeşitli seviyelerde etkilenen sanayiciler de vardı.
Muhtemel bir İstanbul depreminde, büyüklüğü ve şiddeti tartışmalı da olsa, uzmanlar arasında, bir ila birkaç milyon insanın enkaz altında kalacağı konusunda görüş birliği hasıl olmuş görünüyor. İyimserler ölü sayısını altmış binden başlatıyor, kötümserler ise bir milyonun üzerine çıkacağını söylüyorlar.
En alt sınırı benimseyenlerinkini kabul etsek bile muhtemel bir depremde 17 Ağustos depremindeki kayıpların üç misli insanı kaybedeceğiz demektir. Bu, gerçekten de tüyler ürpertici bir rakam. Yaralı sayısının iki ila üç yüz bin olacağı söyleniyor yine iyimserlerce. Bu kadar insana ve binaya hangi hastane, hangi itfaiye, hangi kurtarma ekibi, hangi Akut kâr eder?
Geçtiğimiz hafta Turgut Cansever hoca ile Bodrum’daki kendi eseri olan Demir Evleri’nin muhteşem sahilinde muhtemel İstanbul depremini konuşuyoruz. Düşündürücü bir örnek verdi hoca: Varsayalım ki depremi bir gün önceden bilecek bir aygıt geliştirildi ve İstanbullular uyarıldı, herkes çoluk çocuğunu toplayıp dağlara bağlara kaçtı. Bu 9-10 milyonluk sokaklarda kalmış kitlenin depremi kazasız belasız atlatması bile bir çözüm getirmez. Çünkü evleri yıkılmış bunca insanın içine düşeceği kargaşayı hiçbir tedbir önleyemez.
Hocanın söyledikleri üzerinde düşünmeye değmez mi sizce?
.
Yeniçerilik kalktı, iyi mi oldu?
Yeniçerilik kalktı, iyi mi oldu?
Rahmetli Necip Fazıl, ilk baskısı 1970’te çıkan Yeniçeri adlı kitabında Mareşal Fevzi Çakmak ile 1942 yılında yaptığı ilginç bir görüşmeden bahseder. Çeşitli konularda karşılıklı fikirlerin serdedildiği bu görüşmede bir ara Mareşal, Necip Fazıl’ın önüne bir kitap uzatır. Bir İngiliz’in yazdığı bu kitabı okumuş olan Çakmak, anlaşılan askerî tarihle ilgilidir o sıralarda.
Necip Fazıl’a, yazarın, yeniçeriliğin kaldırılmasıyla Osmanlıların ne kadar büyük bir hata yaptıklarını, oysa yapılması gerekenin, yeniçeriliğin tehlikelerini bertaraf ettikten sonra ıslah etmek olduğunu söylediğini aktarır Paşa. Ve kitabı tercüme ettirip neşrettireceğini ekler sözlerine.
Bu kitabın tercüme edilip edilmediğini bilmiyoruz; lâkin 1949 yılında Genelkurmay Başkanlığı Yayınları arasında çıkan 25 sayfalık bir kitapçık, Yeniçerilerin Yokedilmesi başlığını taşımaktadır. Kitapçık, tam da Fevzi Çakmak’ın üzerinde durduğu “Yeniçeriliğin ortadan kaldırılmasıyla neler kaybedildi?” sorusuna cevap mahiyetindedir. Rusya’nın askersiz kalmış Osmanlı topraklarına saldırarak kısa zamanda büyük toprak parçalarını kolayca ele geçirmesini yeniçeriliğin arkasında bıraktığı büyük askerî boşluğa bağlamaktadır bir yüzbaşı olan yazar.
Fevzi Çakmak’ın sarsıcı sorusuyla kafası karışan Necip Fazıl, kitabındaki tezlere aykırı düşen bu yaklaşımı “kitabına uydurmayı” bir şekilde becerirse de, ciddi çelişkilere düşmekten kurtulamaz. Mesela yeniçerileri topa tutturarak imha ettiren padişah II. Mahmud’u bu başarısından dolayı takdir eder. Oysa başka kitaplarında Tanzimat’ı hazırlayan bu Gâvur Padişah aleyhine en ağır lafızları saymaktan geri kalmaz.
Burada Necip Fazıl’ın atladığı husus, II. Mahmud’un adını “Gâvur”a çıkaran reformların, ancak yeniçeriliğin bertaraf edilmesiyle mümkün hale gelebildiğidir. Dolayısıyla hem II. Mahmud’u yeniçerileri imha ettiği için alkışlamak, hem de zorla fes giydirdi diye lanetlemek birbiriyle çelişkilidir. Çünkü bu iki eylem, aslında birbirinin devamıdır. Birini benimseyip öbürüne karşı çıkmak, tutarsızlıktır.
Evet, yeniçeriliğin varlığı, o dönemde “bazı işlerin yolunda gitmemesine” sebep oluyordu; ama acaba hangi işlerin? Hangi güçlerin tekerlerine çomak sokmaktaydı yeniçeriler? Suçları sadece savaşlardan kaçmaları ve zaman zaman İstanbul’un ali kıran baş kesen’leri haline gelmeleri miydi?
Milliyetçi, Müslüman veya Kemalist, hiç fark etmiyor, herkes ağız birliği etmişçesine yeniçerilerin bozulduğundan dem vuruyor, bütün felaketlerimizin müsebbibi olarak onu görüyor, onu gösteriyor.
Yeniçeri, “gerileme dönemi” tarihimizin vur abalıyasıdır çünkü!
1838 tarihinde İngilizlerle imzalanan ticaret anlaşmasının maddelerine baktığınızda yeniçeriliğin ortadan kaldırılışının gerçek sebebini daha iyi anlarsınız. Anlarsınız ki, bu anlaşmanın sorunsuz bir şekilde uygulanabilmesi için o alçaklığına dair kanun hükmünde kararname ile tescil eylediğimiz esnaflaşmış yeniçeri ocağının kara cehennemin toplarıyla yerle bir edilmesi gerekmiştir.
Yeniçerileri de tanımıyoruz, yeniçeriliğin geçirdiği dönüşümleri de.
Mesela 1826’da ortadan kaldırıldığında yeniçerilerin hâlâ devşirme olduğunu zannedenlerimiz var. Külliyen yanlış.
Milliyetçi-Türkçü aydınlarımız Koçi Bey’e dayanarak Kanuni devrinden sonra yeniçeriliğe devşirme olmayanların da yazılmaya başladığını hayıflanarak anlatırlar. Koçi Bey’in, ocağa “Çingeneler” ile birlikte “Türkler”in de askere yazılmaya başladığına, bunun ise ocağın bozulmasına yol açtığına dair yazdıklarının gerçekte ne anlam ifade ettiğini ise fark etmezler.
Eğer Türklerin ocağa yazılması bozulma sebebi ise devşirmeciliği savunmaları gerekir, değil mi? Fakat bir yandan da devşirmelerin fitneleri yüzünden Osmanlı Devleti’nin çöktüğünü yazmakta herhangi bir beis görmüyorlar.
Devşirmeler iyiyse neden onlara kızıyorsunuz? Yok kötü ise Türklerin yeniçeri ocağına yazılması neden rahatsız ediyor sizi?
Gördüğünüz gibi çelişki içinde çelişki.
Şu tarihin mantığı denilen şeyin neden bizim kıyılarımıza bu kadar nadir uğradığını anlamak için yeniçerilikten iyi bir anahtar bulmak zordur.
Tarihe bakışımızı sarmış bulunan aldatıcı sisleri aralamaya devam edeceğiz.
.
Yeniçerilerin son yürüyüşü
Yeniçerilerin son yürüyüşü
Askerî Müze’de rastladığımız bazı kıyafet örnekleri, savaşlarda koyunlarında taşıdıkları sararmış En’am cüzleri, şurda burda nadiren örneklerine rastladığımız “orta nişanları”nı taşıyan mezar taşları ve tarihin mermer alnına kazıdıkları şevket ve satvet hatıraları…
Yeniçerilerin günümüze bıraktığı miras, ne yazık ki üç aşağı beş yukarı bunlardan ibarettir. Tabii bir de kendilerine reva gördüğümüz haksız aşağılamalar…
Efendim, ilk zamanlar askerî ve ahlâkî yücelikle dolu olan bu ocak zamanla bozuldu. Eşkıyalığa, ihtilalciliğe, zorbalığa başladılar. Patrona Halil, Kabakçı Mustafa gibi âsilerin yaptıkları mel’anet ortada. Memleket bir haşarat sürüsünden temizlenmiş oldu, ellerine sağlık II. Mahmud!
Artık tarih hakkında yazılanlara tarihin kendisi gibi bakma alışkanlığımızı terk etmemiz gerekiyor. Bir başka deyişle tarih, gerçek tarih olduğunu iddia eden söylemlerle doludur. Tarih hakkında anlatılanları tarihin kendisi gibi değerlendirme şaşkınlığından kurtulmalıyız bir an önce; arşiv vesikalarında yazılı bile olsa…
Yeniçerilik hakkında yazılanlara da böyle yaklaşmadıkça bu ocağın hakiki kimliğine nüfuz etmek kabil olmaz.
Efendim, zamanla esnaflaştılar, savaşmayı unuttular. Evlenmeye, çoluk çocuk sahibi olmaya başladılar. Ondan sonra savaşlarda yenilmeye başladık…
Peki yeniçeriler devlet istemediği halde mi evlendiler, kaçak dükkân mı açtılar çarşı pazarda? Bu işi devlete rağmen mi yaptılar? Hayır. Yeniçerilerin sivilleşmesinin idarî bir kararla, bir strateji değişikliği sonucu gerçekleştiği anlaşılıyor. Bizzat devlet, onların esnaflaşmasını teşvik ediyor, tek geçim kaynağı olarak hazineyi gören bir zihniyeti yıkmaya çalışıyor.
Biliniyor ki 17. yüzyıldan itibaren savaşlar artık kalabalık ordularla yapılmaya başlanıyor. Yüzbinlerce askerle çıkılıyor artık seferlere. Ne var ki bu defa, bu muazzam kalabalıklıktaki orduların barış dönemlerinde iaşe ve ibatesi sorun olmaya başlıyor. Dahası, devşirme usûlü, problem doğurmaya başlıyor.
Osmanlı idaresi 1670’lerde devşirme usûlünü kaldırıyor (sonra geçici olarak bir süre tekrar deneniyor; ama devam etmiyor). Dolayısıyla idare, bürokrasi, giderek Müslüman ve Türk unsurların eline geçiyor. Son devşirme sadrazamın Tarhuncu Ahmed Paşa (ölümü 1653) olduğunu bilen, dahası dile getirene rastladınız mı şimdiye kadar?
Dolayısıyla idare, yeniçerileri kışlanın dışına çıkmaya, yani sivilleşmeye teşvik ediyor. Bu noktadan itibaren yeniçerilerin esnafla sıkı bir bağ kurduklarına şahit oluyoruz. İşte yeniçeri isyanlarının 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yoğunlaşmasının altında, onların esnafın nefes alışverişlerini bile hissetmesi yatıyor.
Dışarıdan ucuza giren İngiliz, Fransız malları yerli zanaatkâr ve esnafa kan ağlatıyor, imalat sanayii zor günler yaşıyor. Yeniçeriler ise bu noktada, yükselen şikayet dalgasını devlet katına iletmek üzere bir baskı grubu olarak devreye giriyorlar. Şikayetlerine devlet katından cevap gelmeyince de isyan ediyorlar.
Halep’ten Edirne’ye kadar hemen bütün Osmanlı şehirlerinde meslekler kopmaz biçimde yeniçeriliğe bağlanmış durumdaydı. “Ecnebî” tüccarın iç piyasaya ucuz mal arz etmesi sonucu durumu kötüleşen esnaf ve zanaatkâr, hoşnutsuzluklarını yeniçerilik vasıtasıyla yönetime aksettiriyordu.
Hatta ünlü yeniçeri “düşmanı” vak’anüvis Es’ad Efendi, Üss-i Zafer adlı kitabında “gönüllü ya da zoraki olarak” bütün esnafın yeniçerilerin “koruması altında” olduğunu yazmıştı. Badanacı, taşçı, tütüncü, marangoz, rençber, hamal veya kayıkçı olarak hizmet veriyorlardı topluma seferler haricinde.
Gördüğünüz gibi son derece beşerî ve açıklanabilir sebepleri varken isyanların, bunları “baldırıçıplaklar güruhu”nun muzırlıkları olarak göstermek kadar büyük bir aymazlık olabilir mi?
Yeniçeri Ocağı 1826’da topa tutuldu, rivayetler muhtelif; ama binlerce (Cevdet Paşa’nın “resmî” rakamlarına göre 6 bin) yeniçeri katledildi, geri kalanı kaçtı ve saklandı yıllarca ormanlarda. Kalanı da sürgüne yollandı. Şüphesiz hepsi asker değildi bunların. Hamallar da, kahveciler de, kayıkçılar da yeniçerilikle iç içeydi.
1826’da II. Mahmud’un topları yeniçeri odalarını bombaladıktan sonra 20 bin kadar hamal ve kayıkçının İstanbul’dan sürülmesine ferman çıkarır. Sürülenlerin çoğunluğu, ne gariptir ki Türk’tür! II. Mahmud, onların geride bıraktıkları boşluğu kimlerle doldurmuştur biliyor musunuz? Ermenilerle. Ermeni Patriği’ne gönderdiği emirle 10 bin işçi istemiş ve onları sürgüne gönderilenlerin yerine ikame etmiştir.
Limanlarda ecnebi tüccara zorluk çıkaran ve yerli esnafın çıkarlarını savunan bu Türk hamalların yerine Ermenilerin getirilmiş olması, 1838’de İngilizlerle yapılan ticaret anlaşmasının maddelerinde gerçek açıklamasını bulmaktadır.
Reşat Ekrem Koçu, yeniçerilerin seferlerde yaya olarak koca imparatorluğun her santimini arşınladıklarını daha beliğ olarak anlatmak için “yürüdüler, yürüdüler, yürüdüler” der. 1826’da yeniçeriler bu defa tarihin suskunlaştırılmış tabakaları arasındaki yerlerini almak için son kez “yürüdüler” ve gözden kayboldular. Tarihin kara talihini bir zırh gibi neredeyse hiç çıkarmamacasına üstlerine giyerek hem de…
.
Bir Dostoyevski çek, Pamuk’suz olsun!
Bir Dostoyevski çek, Pamuk’suz olsun!
Kur’an’ı, Kant’ı (Saf Aklın Eleştirisi), Hegel’i, özellikle onun Felsefe Tarihi’ni gönder bana. Geleceğim, bütün bu kitaplara bağlı.”
Dostoyevski, 22 Şubat 1854 tarihli mektubunda —cezalı askerliğini yaparken— böyle yazar bir dostuna. “Geleceğim bütün bu kitaplara bağlı.” Hangi kitaplara bağlıdır geleceği Dostoyevski’nin? Kur’ân—ı Kerim’e, Kant’ın “büyük” projesini başlattığı yıkıcı eseri Saf Aklın Eleştirisi’ne ve Hegel’in felsefeyi dünyanın ruhuna taşıttığı Felsefe Tarihi adlı eserine.
Yaklaşık bir ay sonra, 27 Mart’ta Sibirya’dan yazar bu defa: İstedikleri arasında iktisatçıların ve tarihçilerin eserleri ile yine Kur’an vardır; Kur’an ve Almanca bir sözlük. Acaba Dostoyevski, içinde açılan büyük uçurumu bu kitaplarla mı doldurmaya çalışıyordu?
Geçtiğimiz haziran ayında, Petersburg’a gidip bu şiir gibi şehrin damarlarında birkaç gün sürüklendikten sonra içimde yeniden Dostoyevski okuma arzusunun kabarmasına engel olamadım. Döner dönmez kütüphanemdeki bütün Dostoyevski ciltlerini masamın kenarına üst üste yığdım ve incelerinden kalınlarına doğru ağır ağır okumaya koyuldum. İlk okuduklarımdan biri de Beyaz Geceler oldu tabiatıyla.
Ben bu hazırlıkları yaparken meğer İletişim Yayınları, bir Dostoyevski külliyatının yayınıyla meşgulmüş. Kitapçıda Rusça aslından yapılmış çeviriler ve güzel kapaklarla yayınlanmış ciltleri görünce hem sevindim, hem de talihin bana oynadığı bu garip oyuna biraz hayret ettim.
Fakat biraz dikkat, sevincimi kursağımda bırakmaya yetti. Bütün ciltlerin üzerinde Dostoyevski’yi, “dizi editörü” olduğunu öğrendiğimiz Orhan Pamuk’un “önsözüyle” okuyacağımız duyuruluyordu. Öyle böyle değil, bütün Dostoyevski külliyatını Orhan Pamuk’un sayfalarını salavatlamadıktan sonra okumak caiz değildi yayınevine göre.
Orhan Pamuk, Dostoyevski “uzmanı” mıdır? Yoksa Dostoyevski’den “daha büyük” bir romancı mıdır? Dostoyevski’yi Türk okuyucusunun karihasına daha bir suhuletle akmasını sağlayacak bir “şârih” midir? Dahası, yazdıklarının, Dostoyevski külliyatına bir katkısı var mıdır?
Kimdir Orhan Pamuk? Kitapları “çok satan” bir Türk romancısı. (Burada romancılığının tartışmasına girmiyorum.) Hangi sıfatla “bütün” Dostoyevski romanlarına önsöz yazabiliyor? Belli değil (en azından benim için).
Hesap şöyle olmalı: Pamuk’un romanları çok sattığı için onun önsözünü yazacağı romanlar da çok satar! Okuyucu da “sürü” kabul edildiği için bu “değerli” önsözleri okuyup irşad olacak ve Dostoyevski’ler kapış kapış gidecek!
Hata üstüne hata!
Birincisi Orhan Pamuk Dostoyevski’ye önsöz yazamaz. Yazsa yazsa roman hakkındaki bölük pörçük izlenimlerini yazabilir. Bu da Dostoyevski’ye ayıp olur.
İkincisi, yazmamalıdır. Orhan Pamuk kendine, kariyerine yazık etmektedir.
Bir romancı bir başka romancı üzerine yazamaz mı? Elbette yazar. Andre Gide gibi, oturup Dostoyevski’nin kitaplaşmamış mektuplarına kadar okuyarak dirsek çürütür ve onu ilgi odağına koyarsa kitap bile yazılabilir.
Orhan Pamuk’un Beyaz Geceler’e yazdığı önsözü ibret—i âlem için okuyun lütfen, Dostoyevski’den ne bulabileceksiniz?
Beyaz Geceler, Yeşilçam melodramlarını andırıyormuş, yorucu değilmiş, basit, saf, hafif, lirik, coşkulu ve zarifmiş, “yirmi yaşlarında hangi yalnız ve mutsuz erkek yıldızlı bir bahar gecesi şehrin sokaklarında yürürken bir köprübaşında gözyaşları döken bir genç kızı hayal etmez”miş.
Bir kere bu cümleden Pamuk’un romanı dikkatle okumadığını anlayabilirsiniz; çünkü roman bahar mevsiminde geçmemektedir. Zaten Beyaz Geceler, Petersburg’da yazın ortasına doğru başlar ve ağustos sonlarında biter (asıl “Beyaz Gece”, 21 Haziran’dır). Oysa yalnız yukarıdaki cümlede değil, bir sayfa öncesinde de Pamuk’un, romanın “yıldızlı bahar geceleri”nde geçtiği zannına kapıldığını görebiliyoruz (“ve o yılın en uzun günlerine denk düşen yıldızlı bahar gecelerini”). Bir uzman, hadi onu bırakalım, Dostoyevski üzerine kafa yormuş bir insan bile bu tür basit hatalara düşmezdi.
Pamuk’un yorumlarının pek çoğu uçarı, her anlama gelecek laflarla esniyor; dahası, önsöz, bir önsözden beklenmeyecek kadar fazladan söyleyişlerle, tekrarlarla dolu. Hikâyenin özüne çekmek yerine, etrafında döndürüyor okuyucuyu.
Bunları anlayabiliyorum.
Bir romancı 30 yılda bir okursa bir başka romanı, ancak bu kadar anlayabilir!
Bunun için diyorum ki, Orhan Pamuk, Sibirya’dan Kur’an, Kant ve Hegel siparişi veren Dostoyevski’nin, hakikatin kıymığını sürekli sinir uçlarında hisseden romanlarına gölge etmekten bir an önce vazgeçmelidir!
Bu hem Dostoyevski için, hem de kendisi için iyi olacaktır!
.
“Avrasya’da dolaşan hayalet”
“Avrasya’da dolaşan hayalet”
Eskiden olsa dünyada böyle düşünemezdim. Öyle yeşil komünizmmiş, İslam sosyalizmiymiş; Allah korusun! Hele Lenin’in “yoldaşı” olsun da benden selamın s’sini alsın, olacak şey değildi!
Şimdi görüşlerimde mi bir değişim oldu? Saf mı değiştirdim yoksa? Ne saf değiştirdim, ne de sosyalizmin İslam’la temelde örtüşemeyeceğine ilişkin kanaatim farklı. Değişen tek şey, baktığım açının genişlemiş olması.
Şu Lenin’in yoldaşı’ndan söz etmiştik. Kimdi Attilâ İlhan’ın deyişiyle bu “Avrasya’da dolaşan hayalet”?
Önce kendi sözlerini okuyalım beraberce: “Rusya artık devrim yolunda ileri gidemez… Gelişmesini Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği formülü altında devam ettirmekte olan eski Rusya, çok fazla süremez. Sovyet Rusya geçici bir geçiş olgusudur…” Bu sözler daha 1923’te söylenmiştir. Dünya Sosyalist Devrimi için yola çıkan Sovyetler’in kısa zamanda bir bürokratik totalitarizme saplanacağını fark eden bu kişi, Sultan Galiyev’den başkası değildir.
Kimdir Sultan Galiyev?
1882’de Başkırdistan’ın bir köyünde dünyaya gelir. Kazan’daki Tatar Pedagoji Enstitüsü’nü bitirir. Ufa’da Azerbaycanlı Mehmet Emin Resulzade ile tanışır. Sosyalizme meyleder. 1917 Devrimi’ni müteakip Moskova’da toplanan Bütün Rusya Müslümanları Kongresi’ne çağrılır ve genel sekreterliğe seçilir. Kazan’da örgütlenen Müslüman Sosyalistler Komitesi’ne girer ve Molla Nur Vahidof’la beraber çalışır. Sovyetler içerisinde bir Türk ve Müslüman Devletler Birliği kurmak için uğraşır. Müslüman Kızılordu’yu örgütler. Bu çalışmalarıyla gerek Lenin’i, gerekse Troçki’yi etkiler. 1920’de Bakü’de toplanan Doğu Halkları Kurultayı’nın arkasındaki isim, odur. Doğu halklarını emperyalizme karşı ayaklanmaya çağıran bu kurultayın hemen ardından Galiyef, Moskova’da kendisi için pasif bir görev sayılan Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi rektörlüğüne getirilir. Bu arada Lenin hastalanır ve Galiyef, yerine geçen eski “yoldaşı” Stalin tarafından 76 yoldaşı ile birlikte karşı devrimle suçlanarak tutuklanır. Filmin bundan sonrası şimdiye kadar kopuktu. Yeni açılan arşivlerden çıkan mahkeme zabıtları da nasıl öldüğü veya öldürüldüğü konusunda fazla bir şey söylememektedir.
Bu ansiklopedik bilgilerden sonra Attilâ İlhan’a kulak verelim:
“… (Türkiye’de) sağcılar onu solcu diye bir köşede bırakmışlar; solcular ise sağcı diye! Malum ya, Rusya Türkleri arasında, Bolşevik Partisi’ne üye oluşu, liberal demokrat Müslümanlarla (Sadri Maksudi vs.), Cedit Hareketi’nin ileri gelenleriyle bu sıfatla mücadele edip, uzun süre Milliyetler Komiserliği’nde Stalin’le birlikte çalışışı onu Bolşeviğin önde gideni saymaya yeter; öte yandan Rusya Türklerinin hakları için savaşmış, bu yüzden Stalin’le uyuşmazlığa düşüp bu uyuşmazlığı hayatıyla ödemiş olması da sağcılığına kanıt sayılabilir. Oysa ne yanından bakılırsa bakılsın, ilginç bir adam bu Sultan Galiyef! O dönem için ileri sürdüğü fikirlerin değişikliğiyle ilginç, Rusya Türkleri arasındaki büyük etkisiyle ilginç, mücadele gücünün yüksekliğiyle ilginç, nihayet Türkiye Türklerinin kaderine karışan bazı eylemleri ve çabalarıyla ilginç.”
1990 yılında SSCB Yüksek Mahkemesi, aldığı bir kararla Sultan Galiyef’i tarih önünde aklamıştır aklamasına ya, hakkındaki tartışmalar sürüp gitmektedir. Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Galiyef düşünceleriyle yeniden gündeme gelir.
Türkiye’de bir ara Kadrocular savunur bazı fikirlerini. Sol büsbütün suskun kalır; sağ cesaretsiz ve kararsızdır onu savunup savunmamak konusunda. İslamcıların ise Orta Asya kolları kesiktir; bu yüzden ciddiye bile almazlar onu. Biraz Kemal Tahir, biraz da Doğan Avcıoğlu, onun Avrupa—Asya çatışması tezini gündeme getirirler, o kadar. Son yıllarda Attilâ İlhan, onun görüşlerini Mustafa Kemal’inkilerle kaynaştırmak için yoğun bir gayret içindedir.
Bir dava adamı olarak ölümü göze alarak mücadele eden şahsiyetler —görüşleri ne olursa olsun—, artık eskisinden daha çok cezbediyor beni. Bundan 80 küsur yıl önce dünyaya bir “Avrasya alternatifi” sunmuş ve bu uğurda Stalin’le bile çatışmayı göze almış olan Galiyef, bir rivayete göre, ölmeden önce son sözünü soran kişiye, “Son söz mü? Son söze henüz ulaşamadık ki!” demiştir.
Galiyef, çevresinde dönen alçaklık ve hilekârlıklar girdabında, son sözü söylemeyi, ömrünü kurtarmaya vakfettiği Doğulu mazlum halklara bırakmıştır. Bir Avrasya baharında dirilmek üzere bu son söz, toprağa düşmüştür bir kere…
.
Ermeni tehciri
Ermeni tehciri
Galiba bugün “insaf sahibi” bilim adamlarının söylediklerini daha 1915’lerde, yani Ermeni Tehciri vuku bulurken “Tarihi Sevdiren Adam” söyleyivermiş. Nasıl mı? Beraber kulak verelim Eskişehir’de tehcire bizzat şahit olan Ahmed Refik’in İki Komite İki Kıtal’indeki satırlarına:
“Ermeniler tehcir ediliyor, diğer taraftan da Türk unsuru kafile kafile ateşe götürülüyordu. Anadolu’nun vâsi ovalarında, geniş ve ekilmiş tarlalarında, kırık bir boyunduruk parçasından buzağı haline gelmiş, sıska bir çift mecalsiz öküzü idareye çalışan yalınayak, sefil, yüzleri güneşten yanmış çocuklardan başka canlı görülmüyordu… Bir taraftan Ermeniler felakete sevk ediliyor, diğer taraftan halk açlıktan öldürülüyordu. Katar katar geçen trenlerde yurtlarını terk eden askerlerin me’yus ve muzdarip sesleri, acıklı türküler şeklinde aksediyordu… Bu trenlerle gidenler ne bedbaht insanlardı. Onların da Ermenilerden ne farkları vardı…”
Anadolu’nun büyük bir trajediyi yaşadığı yıllardır. “İki komite”, yani Ermeni komitacıları ile İttihatçı komitacılar arasına sıkışmış olan halk, yoksulluk ve sefalet yetmiyormuş gibi bir de ölümle burun buruna yaşamaktadır. Ahmet Refik, halklar arasındaki dostluğun bir örneğini de zikretmektedir. Adapazarı ile Eskişehir arasındaki Ermenilerle meskûn köylerin birçoğunda, Türk ahali komşularını kurtarmak için hükümete başvurur; fakat netice alamazlar. Anadolu ruhu, her şeye, bütün suni düşmanlıklara rağmen savaş yıllarında da dimdik ayakta olduğunu göstermiştir.
Bugün Ermeni Tehciri meselesinde gelinen nokta, artık iki taraftan da savaş hali icabı birtakım insanların öldüğü; ancak bunda bir soykırım kasdı bulunmadığıdır: Böyle bir soykırım emri yoktur; ancak birtakım çetelerin (komitaların) tehcir sırasında yol kesip katliam yaptıkları doğrudur. Bunun da Osmanlı hükümetini bağlayan bir tarafı bulunmamaktadır.
Zaten Bernard Lewis olsun, Gilles Veinstein olsun, Ermeni lobisi tarafından aforoz edilmelerine sebep olan açıklamalarında her iki tarafın da birbirlerini öldürdüklerini ve bunların bir iç savaş sırasında yaşandığının dikkate alınması gerektiğini belirtiyorlar. Aynı iç savaş şartlarında masum olduğunu ilan edebilecek bir ülke var mıdır? Fransa’nın daha dün denilebilecek bir süre önce Cezayir’de olukla akıttığı kan ne tez temizlendi? Amerika’dan ne kadar yerlinin “temizlendiğini” David E. Stannard, American Holocaust adlı kitabında (Oxford University Press, 1992) ayrıntılarıyla anlatıyor. Her 20 yerliden ancak biri hayatta kalabilmiştir! Tek fark, Cezayirlilerin de, Kızılderililerin de “lobicilik”te esamilerinin okunmayışıdır!
Peki Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğundan bu yana uluslararası arenada başını çok ağrıtan bu sorunla cepheden güreşebilmiş midir? Hayır. Hep kaçamak cevaplar, “olmaz öyle şey”ler, reddiyeler, “zaten Ermeniler de bizi kesmişti”lerle idare edildi bugüne kadar. Arşivler yıllar yılı araştırmacılara kapatıldı. Konuyu soğukkanlılıkla tartışacak bir ortamın olmayışı yüzünden meselenin iç yüzü hep karanlıkta kaldı. Ancak 1980’lerden sonra Osmanlı Arşivleri’nin açılmasıyla Kâmuran Gürün ve Eric Zurcher gibi bilim adamları arşiv vesikalarını inceleyerek uluslararası kamuoyuna objektif açıklamalarda bulunabildiler.
Fakat bu arada uluslararası arenada aleyhimizdeki önyargılar kemikleşti. Arşivleri kapalı tutmamız, suçluluk psikolojisine yoruldu. Halbuki yapılması gerekenler çok basitti. Madem kendimizi hiçbir biçimde suçlu hissetmiyorduk, o halde bu konunun uluslararası bir platformda tartışılmasını sağlayabilirdik. Bu illa filan mahkeme olmayabilirdi. “Taraf” bilim adamlarını ortak bir masa etrafında tartıştırıp o çok sözünü ettiğimiz ama bir türlü yapmadığımız şeyi, yani olayı tarihçilere emanet etmeyi becerebilirdik. Bu olmayınca ister istemez mesele siyallaştı, siyasallaşınca da arapsaçına dönmüş oldu.
Oysa Prof. Heat Lowry, neredeyse 10 yıldan beri haykırıp durmuyor mu, arşivlerinizi nitelikli araştırmacılara açmadıkça, konu ister istemez uzman olmayan ve ordan burdan alınan vesikalarla suiistimal edilecektir, diye. Biz 1922 Eylül’ünde “denize döktüğümüz” Yunanlıların İzmir’i yakarak kaçtıklarını söylüyoruz ya, yurt dışında mesele tam tersine biliniyor; “Gâvur” İzmir’i Türklerin yaktıkları iddia ediliyor. Buna da o devrin birkaç görgü şahidini delil gösteriyorlar. Oysa Lowry’nin ABD arşivlerindeki bulgularına göre bunlar hem tek yanlı şahitliklerdir, hem de bu şahitlerin sözlerini aktaranlar işlerine gelen yerleri almış, gelmeyenleri almamışlardır. Gelin görün ki bu konudaki TC arşivleri de henüz açılmamıştır!
Düşünebiliyor musunuz, bu kadar önemli bir konuda son sözü söyleyebilecek en önemli kaynak olan arşiv vesikalarımız araştırmacılara kapalıdır! O zaman ne oluyor? Araştırmacılar başka ülkelerin vesikalarına dayanarak yarım yamalak yaptıkları araştırmalarla dünya kamuoyunu etkiliyorlar.
Aynı şey, Ermeni Tehciri için de geçerli. Lowry haklı olarak Türkiye’nin tutumunu eleştiriyor: 1915–1980 arasında, tam 65 yıl Türkiye sessiz sedasız oturdu dışarıda kıyametler koparken. Bu “ara” dönemde Ermeni Tehciri konusu, Ermenilerce yazıldı ve dünya kamuoyu tek yanlı olarak propagandaya boğuldu. Kaynakları, tabiatıyla Batı ülkelerinin arşivleriydi. 1980’den itibaren başlayan ASALA terörü uyandırdı Türk hükümetini ve 65 yıl boyunca oluşturulmuş bulunan tabuların birkaç yılda değişeceği umuldu. Ne var ki bu o kadar kolay bir iş değildi. (“Turkish history: On whose sources will it be based? A case study on the burning of İzmir”, Osmanlı Araştırmaları, IX, İstanbul 1989 (ayrı baskı), s. 20.)
Türkiye, tarihinden kaçamaz. Geçmişimizden korkmuyorsak –ki bence de korkulacak, utanılacak bir tarihimiz yoktur– bütün konuların nitelikli tarihçilerce ilk elden kaynaklara dayanılarak incelenmesi için elimizden ne geliyorsa yapmalıyız.
65 yıllık gecikmenin bedeli, maalesef çok ağır oluyor…
.
Kadınlar şiir yazabilir mi?
Kadınlar şiir yazabilir mi?
Yazdıklarından belli fena halde sinirlendiği. Kısa, kesik kesik cümlelerle bir “hınç” çağlayanı halinde demir gibi laflarını ekranıma fırlatıyordu. Derdi, anlayın işte canım, “adam yerine konulmamak!”
“Zaten siz erkekler hep böylesiniz”ler filan. Oysa yazdıklarımda bir küçümseme, hele hele aşağılama ve hakaretin izi bile yoktu. Ama o “alınmıştı”.
Kadınlar ve feminizm üzerine gerçekçi yazılar yazmak her zaman riskli bir iş olmuştur sağ cephede. Alınganlık, normalin çok üzerindedir çünkü. “Siz de, öyle mi?”; darağacına çekilmek kadar acı bir sorudur çünkü.
Oysa kadın ve cinsel siyaset üzerine ciddi olarak düşünen, ortalıkta dolaşan feminizan lafların çürüklüğünü ortaya döken ve efsaneleri ‘de–şifre’ eden birine teşekkür edilmeli değil miydi? Nihayet “bizde” de bu konulara kıyısından köşesinden değil, belinden tutarak yaklaşan yazarların çıkmış olması neden rahatsızlık ve alınganlık kaynağı olsundu ki?
Warren Farrell Amerika’da “feminist yalanlar” üzerine uzmanlaşmış epeyce ünlü bir isim. Erkekler Niçin Oldukları Gibidirler, Özgürleşmiş Erkek ve Erkek Egemenliği Efsanesi adlı kitaplarıyla modern çağda erkeklerin güçlenmedikleri, aksine güçsüzleştikleri tezini işliyor ve bunun psikolojik ve sosyal sonuçları üzerinde duruyor. Bu ise feminist söylemin karşısına düşen bir tutum; feminist çevrelerin sürekli saldırısına uğraması bundan.
Şöyle diyor bir yerde Farrell:
“Kadınlar erkekleri eleştirdiğinde bunu ‘anlayışlılık’, ‘kendini kanıtlamışlık’, ‘kadınların özgürleşmesi’, ‘bağımsızlık’ yahut ‘yüksek bir kendine saygı’ olarak adlandırıyorum. Oysa erkekler kadınları eleştirdiğinde tepkim, ‘cins ayrımcılığı’, ‘erkek şovenizmi’, ‘savunma psikolojisi’, ‘kendi eksikliğini kadınlara yansıtma’ ve ‘irtica’ (backlash) şeklinde oluyor.”
Farrell’ın nihai kanaati, erkeklerin bu baskılar altında artık duygularını ifade edemez hale geldikleri merkezinde.
Sevgili bayan okurumun gösterdiği duygusal tepki, kadınların kitap ve şiir karşısındaki konumlarını sorgulayan yazım üzerine gelmişti. Bu meseleyi biraz daha kurcalamam ve açmam gerekiyor, çünkü çok kafa karıştırıcı bir konu ve şimdilerde yeniden tartışılmaya başlandı.
Mesela E Dergisi’nin son sayısında Şükran Yücel, kadın yazarların “yüzyıllardır erkekçe tanımlanmış bir dünyayı yeniden tanımlamaya ve yorumlamaya” çalıştıklarını belirtiyor. ‘Bugüne kadarki edebiyat, Fuzulî’ler, Dante’ler, Shakespeare’ler, Dostoyevski’ler sadece erkek dünyasının bakışını yansıtmışlardır, dünyayı ve kadınları onlar anlatmışlardır, şimdi sıra kadınlarda’ demeye getiriyor.
Ama kadın şairleri ve yazarları sayarken epeyce zorlandığı da gözden kaçmıyor. Bronte kardeşler, V. Woolf, Halide Edip, M. Shelley, J. Austen. Onun zikretmeyi unuttuğu önemli bir ismi de ben ilave edeyim: Emily Dickinson.
Neden kadınlar arasında bir Shakespeare çıkmadığına Virginia Woolf’un verdiği cevap, tam “Urfa’da Oxford vardı da biz mi gitmedik?” tarzındadır: “Onaltıncı yüzyılda üstün bir yetenekle doğan herhangi bir kadın hiç kuşkusuz çıldırır, kendini vurur ya da yaşamını köyün dışında bir kulübede korkulan ve alaya alınan bir yarı cadı, yarı büyücü olarak geçirirdi.”
Cevap ilginç ama o bitmek bilmeyen ‘feminist sızlanmalar’ın(!) bir çeşitlemesi olmaktan öteye gidemiyor. Gidemiyor, çünkü bu görüş, aynı çağda yaşayan erkeklerin bir eli yağda, bir eli balda yaşadığını varsayıyor. Hata üstüne hata!
Oysa Mozart’ı çıldırtan şartlar nelerdi? Dostoyevski’yi para dilenmeye iten ortam çok mu lehineydi? Ya Hölderlin ve Nietzsche çok mu elverişli şartlarda eser vermişlerdir? Aslında, bir sanatçıyı büyük yapan şey, verili şartların ona sağladığı imkânlar üzerinde rahatça eser vermek değil, şartların olumsuzluğuna direniştir, karşı çıkıştır, akıntının tersine yüzmektir.
Woolf’un bu tezi, mantıken şu noktaya götürür bizi: Kadınlar hiçbir zaman verili şartları aşamayacaktır. Başarısızlığın bahanesi sürekli olarak dışarıdaki bir kötü niyetli şeytanda arandığı sürece, başarısızlık kaçınılmazdır. Oysa, dışarıdaki olumsuzluklar, iddia edildiği gibi kadınların içinde gerçek potansiyel yazarlar var idiyse, onlar için kamçılayıcı bir etki de yapabilirdi; ama yapmadığı anlaşılıyor. Yazı, kültür, felsefe, şiir, edebiyat, matematik ve müzik, tarih içinde erkeklerin at koşturduğu alanlar olmuştur, çünkü “erkek” ve “farklı” olduklarını ispat mükellefiyeti, tarih boyunca erkeklerin omuzuna yüklenmiştir!
Şiir, genellikle sanıldığı gibi duygudan ibaret değildir. Şiiri şiir yapan şey, sıcak duyguların soğuk bir akıl tarafından düzenlenmesidir. Kadın duyar, fakat ifade etmekten kaçınır, çünkü ifade, duygunun iffetinin bozulması, mahremiyetinin ihlalidir; oysa ifade, erkeğin kendisini ispat için kaçınamayacağı bir araçtır. Aksi halde tıpkı Dionysus gibi ham duyguların hoyrat seli altında kendisini yitirir erkek. Soğuk ve mutlak bir eldir şiir ve duyguların el değmemiş vahşiliğine erkekçe bir başkaldırıdır. Bunun için Hölderlin’in dediği gibi “uğraşların en tehlikelisi ve en masumudur”.
.
Sayım ve itaat
Sayım ve itaat
Geçtiğimiz pazar günü televizyon seyrederken içim dışım sayım görüntüleri oldu. İstanbul’un her zaman cıvıl cıvıl olan sokak ve meydanları kendilerine kalan turistler, tatillerini bu ‘talihsiz’ (talihli mi demeliydim yoksa) güne denk getiren tur operatörlerine içlerinden söylene söylene bomboş sokakları yağmur eşliğinde nafile yere arşınlıyorlardı.
Bir ara muhabir kardeşimiz İngiliz turistlerden birine, “Ülkenizde böyle bir sokağa çıkma yasağı olsa ne yapardınız?” gibilerinden bir şeyler soracak oldu. Adam fena halde diklendi ve bu ‘anlamsız’ yasağa hiçbir İngiliz’in uymayacağı mealindeki cevabını yapıştırıverdi. Hadi o Avrupalı, onu sineye çekebiliriz; ya şu Araplara ne oluyordu? Onlar bile şaşıyordu Türk halkının engin ve destanî uysallığına! Kendi ülkelerinde sayımların bilgisayarla yapıldığını söylüyorlardı kasıla kasıla.
Şahsen eve bir hafta kapatsalar gıkım çıkmaz; o ayrı mesele. Fakat milyonlarca insan nasıl bu kadar müthiş bir itaat sergiliyor, doğrusu hayret edilecek bir noktadır. Diyeceksiniz ki, bu millet ne zaman itaatsizlik etmiştir ki, bir gün için devlete başını kaldırıp “kaşının üstünde gözün var” desin. Belki de halk, bu “ev tipi ceza”dan mutlu oluyordur!
Pazar akşamı yasak bittikten sonra sokaklarda dolaşırken, birçok evin adeta bağırsaklarının dışarı dökülmüş olduğu görülüyordu. Hemen her köşe başında küflü öteberiler, kırık dökük masa ve sandalyeler kendilerini kapının önünde bulmuşlardı.
Bu hadise bana anlamlı göründü. Anlaşılan, mecburen eve kapanan insanlar, özellikle de erkekler, diğer zamanlar iş güç yüzünden gözlerinden kaçan ‘görüntü kirlilikleri’ne dayanamayıp çekiç veya tornavida ile tamirata girişmişler, ıslahı kabil olmayanları ise sırtlayıp sokağa atmışlardı. Artık köşe başlarında örtüsü yırtılmış yaylı yatak mı ararsınız, yoksa ahşap öteberi mi! Herhalde 5 yılda bir gelen bu aziz günü, çöplerden geçinen vatandaşlarımız kadar bekleyen kimseler yoktur!
Anlayacağınız turist kardeşlerimiz haricinde kimselerin şikayeti yoktu bu garip durumdan. Bir günlük üretim kaybıymış, nüfus planlamasına darbe vuruluyormuş(!), vatandaş bayat ekmek yiyormuş, kimsenin umurunda değildi.
Her toplumun kör noktaları vardır. Mesela biz, Amerikalıların nasıl bu kadar birbirlerinden kopuk yaşadıklarından, komşulukları olmadığından vs. kendimize pay çıkarırız ya, Amerikalılar ise bizim nasıl olup da bu kadar iç içe yaşadığımıza hayret ederler.
İsveç’te uzun yıllar yaşamış bir dostum anlatmıştı: Vatandaş, evinin dışını boyamak için bile belediyeden ruhsat almak zorundaymış orada. Yani, İsveç’te evinizin iç duvarı size ait; ama dış duvar kamunun malı; onda istediğiniz gibi tasarruf edemiyormuşsunuz.
Bizde ise bu bakımdan özgürlükler gani: Balkonunu odaya dahil edeni mi istersiniz, pimapenle yahut alüminyum doğramayla kapatanı mı, hatta kaçak katları iskambil kâğıdı gibi dizenleri mi, yerin altına inerek birkaç kat kazananı mı?… Kapısının önüne açtığı tezgâhı gün geçtikçe genişleten nalburumuzla, birkaç sandalye daha atarak alan kazanan lokantacımızla, evinin önüne, yani aslında kamusal bir alana araba park ettirmeyen sosyal demokrat apartman sakinimizle biz hep aynı yolun yolcusuyuz.
Kurallara görünüşte itaatkâr bir toplumuz, bu doğru. Lâkin itiraf edelim ki anomik, asla kural tanımayan kadim damarımız hâlâ çok canlı. ‘Nasıl olsa bir yolunu bulup işimi görürüm’ anlayışıyla görünüşte kurallara itaatkâr davranan; ama bir punduna getirdi miydi, bütün kuralları tersyüz ediveren bir milletiz, vesselâm.
Şeffaflaşamayan toplumların kaderi bu, galiba. Sürekli baskı altında kalan, itilip kakılan bir toplum, ister istemez içine kapanır ve dışına sır vermez olur. Artık onun dünyasında iki iktidar mevcuttur. Birincisi, haricî iktidar; ikincisi, çevresine ördüğü ve içine dahil olunca kendisini güvende hissettiği dahilî iktidar.
Darbelere maruz kalan, baskıya tabi tutulan, koyun gibi güdülmeye zorlanan bir toplum, zamanla dışarıya renk vermez olur. Kendi iç işleyişine dair bütün tezahürlerin rengini bulandırır. Öyle ki zamanla kendini bile ayan beyan göremez olur. Modern devletin yana yakıla aradığı o meşhur konsensustan kopar, sır vermez olur harice. Oysa devlet, modern devlet, milleti şeffafiyetle görebildiği oranda vardır. Sayımlar, seçimler onun için yapılır. Milletten beslenen; ama bir yandan da milleti kaba güçle değil de, bir zar gibi saran devlet, modern devlettir.
Milleti sarabilmek için ise bardağın içinde ne var, ne yok, görülebilmelidir. Oysa baskı, zulüm, işkence, ayrımcılık toplumun bulanıklaşmasına yol açar. Millî bütünleşme ve konsensus zarar görür. İdare, zaafa uğrar. Bu, iktidarın mantığına da terstir aslında. Toplumun bir bölümünün bütünden kopması, ileride telafisi mümkün olamayacak hasarlara sebebiyet verir. Modern devlet, vatandaşlarını bütünleştirici, birleştirici ve ortak bir konsensus sağlayıcı tedbirlerle her birey üzerinde muktedir olabilen bir devlettir.
Bugün, dinî inançlarından dolayı toplumun bir kesimi alenen mağdur edilmekte, baskıya uğratılmakta, ayrımcılığa tabi tutulmaktadır. Bu, bırakın demokrasinin işlemesini, modern devletin en asgarî şartı olan devlet-millet bütünleşmesini bile tehdit edebilecek bir gidiştir. Toplumlar, her zaman devletten daha hızlı değişir. Ancak bu, organize bir değişme olmadığı için değişmenin hep devletten geldiği zannedilir. Devleti değişmeye zorlayan, aslında toplumlardaki bu hızlı değişimdir aslında…
Bir sayım gününün sessizliği işte bu tehlikeli ve dağınık düşüncelere sevk etti kalemimi.
.
Osmanlı’da bir demokrasi tecrübesi
Osmanlı’da bir demokrasi tecrübesi
Geçtiğimiz yıl, 700. kuruluş yıldönümü Osmanlı araştırmaları bakımından çok bereketli geçti. Osmanlı tarihine dair yeni bilgiler, tabir caizse sağanak oldu, yağdı üzerimize. Arada Safiye Sultan gibi fantastik ve erotik romanlar, Padişah Anaları gibi uydurma harem tarihleri de ortalığı sarmadı değil.
Yine de tarihimizin o güne kadar bilmediğimiz pek çok kapısının bu devrede fark edildiğini ve bazılarının gıcırdayarak aralandığını söyleyebiliriz.
Tabii bazı kapıların fazla gıcırdadığını da eklememiz gerekiyor. Gıcırdama seslerine herkesin kulak kesildiği kardeş katli, matbaanın geç gelmesi, harem-i hümâyun, medreselerden aklî ilimlerin dışlanması, askeri teknoloji alanındaki gerileme ve padişahların içki içmesi veya herkesin hayatının onun dudakları arasından çıkacak bir tek söze bağlı olduğu gibi konular tahmin edileceği üzere daha fazla merak uyandırdı.
Bu sorulara tek tek cevap vermek için ayrı bir kitap yazmak gerekir. Zaten yazıldı da. Fakat bu tashih edici kitapların da başka bakımlardan tashihe muhtaç olduklarını söylemem gerekiyor ne yazık ki. Ömrümüz günümüz tashih etmekle geçiyor. Şeytan kovalamaktan salavat getirmeye vakit kalmayacak galiba bu gidişle!
Aslında bu tür sorulara cevap vermenin en güzel yolu, doğruları, savunma telaşına kapılmadan olduğu gibi ortaya koyabilme yürekliliğini gösterebilmekten geçiyor. Bütün bu olayların içinde cereyan ettiği matriksi (yatağı) anlayabilirsek, mesele büyük ölçüde hallolacaktır.
Amerika’da çalışan tarihçimiz Engin Akarlı’nın çok önemli bir kitabı vardır. Uzun Barış (The Long Peace, Londra ve New York 1993). Kitap, 1861-1920 yıllarının Lübnan’ından bahseder.
Bundan bize ne? dediğinizi duyar gibiyim. Lübnan ve bize ne? Öyle mi? Filistin’den bize ne? Bosna’dan bize ne? Kuzey Irak’tan bize ne? Kırım’dan bize ne? Hatta İran’dan bize ne? Halbuki bu toprakların büyük bölümü daha 85 yıl önce bizimdi, bizim insanlarımızdı orada yaşayanlar. Yemen’de, Kafkasya’da, Şıpka’da can verenlerin Çanakkale’de şehit düşenlerden ne farkı vardı? Aynı “vatan” için çarpışmıyorlar mıydı?
Lübnan da 1920’ye kadar Osmanlı Devleti’ne aitti. Bu tarihten itibaren Fransız mandasına girmiştir. (Biliyorsunuz Hatay da aynı mandanın idaresindeyken 1938-39’da Türkiye’ye katılmıştır.)
Akarlı, Lübnan’da Osmanlıların 1861’de kurdukları bir demokratik tecrübeden söz ediyor. Cebel-i Lübnan Mutasarrıflığı adıyla kurulan bu rejim, 1860 yılında vuku bulan kanlı iç savaşlara çözüm olarak geliştirilmiştir. Osmanlı idarecileri tarafından.
Çeşitli etnik ve dinî grupların cennetidir Lübnan, bugün bile. Arap veya Araplaşmış bir Hıristiyan halk olan Maruniler, Şiilikle Yunanî, İranî ve İslam öncesi geleneklerin karışımının şekillendirdiği bir inanç grubu olan Dürziler, Şiiler, dünyada örneği çok az bulunan Rum Katolikler (bildiğiniz gibi Rumların kahir ekseriyeti Ortodoks’tur) ve Ortodoks Katolikler, Sünni Müslümanlar ve diğerleri. Bunların bir de aşiret şeklinde dağlarda örgütlenmiş olduklarını düşününce kolayca içinden çıkılmaz bir bölge olduğu anlaşılır Lübnan’ın.
1840’lardan itibaren çeşitli iç ve dış faktörlerin etkisiyle Lübnan’da bir iç savaşın tohumları ekilir. Çatışmalar 1860’ta zirve noktasına ulaşır. Ve Osmanlı yönetimi, Fuad Paşa’nın başkanlığında bir toplantı düzenler. Toplantıya İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya ve Prusya’nın temsilcileri katılır. Aylar süren sıkı müzakereler sonucunda Osmanlı diplomatları o kadar başarılı olur ki, yabancı diplomatlar bu son derece hassas bölgede bir Osmanlı çözümünden başkasının yürümeyeceğine kanaat getirirler. Üzerinde anlaşmaya varılan ilke, Cebel-i Lübnan’ın ayrı bir yönetim birimi olarak tanınması ve bu birimin birliğinin parçalanmasına değil, tahkimine çalışılmasıdır.
1861 Mayıs’ında anlaşma imzalanır ve Sadrazam Âli Paşa’nın onayından geçtikten sonra haziran ayında uluslararası bir protokol imzalanarak yürürlüğe girer bu yeni rejim. Mutasarrıflığın başındaki vali, nüfus ekseriyeti göz önünde bulundurularak Hıristiyanlardan seçilmiştir. Vali, Babıali tarafından atanmakta olup ona karşı sorumludur. Her dinî veya etnik grup, teşkil edilen parlamentoda nüfusuna göre temsil edilecektir. Yani devlet, bir bakıma kendi iç işlerinde bölgeyi serbest bırakmakta, 20. yüzyılda gündeme gelecek olan yerinden yönetimin ilk örneklerinden birini modern anlamda tesis edecektir.
Böylece Osmanlı Devleti, 15 yıl sonra 1876’da kendi kuracağı parlamentonun bir ilk örneğini Lübnan’da oluşturmuş ve 1920’ye kadar bir “uzun barış” dönemi gerçekleştirilmiştir. Bu ilginç Lübnan tecrübesi, millî bir devlet olmayan Osmanlı Devleti’nin modern; ama millî olmayan bir demokrasi tesis etme, böylece millî-modern ulus devlet modeline bir alternatif getirme ve uygulama çabasını temsil etmektedir.
Galiba bir buzdağının tamamını görmeye çalışmak kadar zor bir iş Osmanlı tarihini hakkıyla öğrenmek…
.
Said’in başına gelenler
Said’in başına gelenler
EDWARD SAİD’İN BÜYÜKLÜĞÜ
Hep sorarım kendi kendime, Edward Said’i kelimenin tam anlamıyla büyük yapan şey nedir? diye. Bir zamanlar bu soruya, önemli kitaplar yazması, alanında derin bir bilgi sahibi olması, fikirlerindeki orijinallik gibi daha kitabî karşılıklar verirdim:
İşte ilk defa oryantalizmi teorik bir çerçeveye oturtarak Batı’nın Doğu’yu görme biçimindeki çarpıklığı deşifre etmişti, sosyal bilimlerin de bu ‘Batılı’ karakterden masun kalamadığını ortaya çıkarmıştı filan.
Şimdilerde bu sorunun cevabını daha farklı vermeye başladım. Onun beni heyecanlandıran büyüklüğü, daha önce aramadığım bir yerde yatıyordu.
Neresiydi bu ‘yer’ peki?
Edward Said bir Arap. Filistinli bir Hıristiyan ailede doğmuş, Filistin’in İsrail tarafından işgali üzerine ailesiyle birlikte Lübnan’a yerleşmiş; ve ardından Amerika.
Kendisini bir sürgün olarak niteliyor. Topraklarından sürülmüş bir halkın temsilcisi olduğunu asla unutmaksızın uzun ve zorlu bir mücadeleye girişiyor Amerika’da. Bu mücadelenin ne zorlu bir mücadele olduğunu anlatabilmek için şöyle formüle edeyim söyleyeceklerimi:
İsrail’in kurulması ve yaşatılmasında hâmilik yapan ve Filistinlilere hâlâ büyük bir önyargıyla bakılan Amerika gibi bir ülkede, hem de kendisi için yabancı bir dil olan İngilizcede, hem de İngiliz dili ve edebiyatı bölümünde, hem de Amerika’nın en itibarlı üniversitelerinden biri olan Columbia Üniversitesi’nde İngiliz dili ve edebiyatı bölüm başkanlığına kadar yükselmek (yani bir Arap’ın, Amerikalılara kendi dillerini öğretmesi!), bütün bunları yaparken de kendi ‘davası’ndan kesinlikle taviz vermeden ilerlemek, yani İsrail’i, Amerika’yı ve Batı’yı kıyasıya eleştirmesini bilmek…
Bence Said’i çağımızda bu kadar büyük yapan şey budur.
SAİD HAKKINDA İKİ KİTAP
Sözü, yakınlarda çıkan iki kitabına getirecektim.* İkisinin de ortak özellikleri, onun yazılarından derlenmiş olması. Birincisi, geçtiğimiz şubatta İlkbahar Yayınevi’nden çıkan Oryantalizm Eleştirileri, ikincisi ise birkaç gün önce çıkmış olan Kış Ruhu (Metis).
Edward Said’in düşüncelerinin Türk okuyucusu tarafından merak edilmesi ve yayıncıların bu talebe karşılık vermeleri çok ciddi gelişmeler Türkiye için. (Geçenlerde Şerif Mardin hoca, artık üniversitelerden de umudunu kestiğini, tek umut ışığını giderek canlanan genç ve dinamik okur potansiyelinde gördüğünü söylemişti!) Hele bir yazarın bütün kitaplarına ulaşamayan okuyucular için o yazardan yapılacak derlemelerin hayatî bir önem arz ettiği son derece açık.
Fakat derlemelerde, mümkün olduğunca yazarın bütün yönlerini okuyucuya tanıtıcı bir çerçeve çizilmiş olması ve iyi yapılması gerekiyor. ‘İyi’ vasfının maalesef Oryantalizm Eleştirileri’nde, ‘bütüncül’ vasfının ise Kış Ruhu’nda görünmediğini söylemek zorundayım.
Şu var: Kış Ruhu, gerçekten iyi çevrilmiş ve iyi kotarılmış bir kitap. Yine de eksik yönleri var. Mesela Haberlerin Ağında İslam, Başlangıçlar ve Son Gökyüzünden Sonra adlı kitaplarının ve özellikle Filistin davasını savunduğu yazıların, en başta yer alan otobiyografi haricinde esamisi okunmuyor. Halbuki, tekrar ediyorum, bir yazardan yapılacak ilk “seçki”nin onun bütününü kucaklaması çok önemlidir.
Bu derlemeye, Edward Said’in ünlü siyaset felsefecisi Michael Walzer’la mektuplaşmaları veya Times Literary Supplement’te Ernest Gellner ile yaptığı ‘kalem kavgası’ veya bizzat kitabın mütercimi Tuncay Birkan’ın Cumhuriyet Kitap ekinde kendisiyle yaptığı türden söyleşi gibi ilginç bölümler eklenebilseydi sanırım daha canlı ve okuyucuyu daha fazla doyuran bir çalışma olurdu. Her şeye rağmen önemli bir çalışma Kış Ruhu.
Ne var ki aynı şeyi Oryantalizm Eleştirileri için söyleyemeyeceğim. Çünkü ‘çırpıştırılmış’ bir kitap bu. Arapçadan tercüme edildiğini öğreniyoruz jenerik sayfasından. Peki niçin Arapçadan? Asıl yazdığı dil İngilizce iken ve İngilizce bilen mütercimden geçilmeyen bir ülkede Arapçadan neden çevrilir bir yazar, anlamak gerçekten zor.
Tabii Arapçadan çevirirken pek çok hata yapılması (özellikle özel isimlerin yazılışında) kaçınılmaz oluyor. Mesela 160. sayfadaki Myrlo–Bonetti’nin ünlü filozof Merleau–Ponty olduğunu ancak yanında zikredilen Heidegger’den çıkartabildim. Bunun gibi yüzlerce hatayı zikretmenin yeri burası değil.
Fakat pek de ahlakî bulmadığım bir hususu söylemeden geçemeyeceğim. “Oryantalizm Çağının Sonu” adlı yazı, tercümesinin güzelliğiyle beni şaşırttı ve kitap boyu fakire saç baş yolduran yanlışlardan eser yoktu bu yazıda. Bir ara yazıyı daha önce sanki okuduğum hissine kapıldım ve Said dosyamı açınca yazının Varlık dergisinin Şubat 1996 sayısında Necmiye Alpay’ın tercümesi olarak yayınlandığını gördüm. İmla hatalarına kadar aynen, kaynak belirtmeden ve mütercimin ismi zikredilmeden kitaba alınan bu yazı, Oryantalizm Eleştirileri’nin bir talihsizlik olduğu kanaatimi sadece pekiştirmeye yaradı diyebilirim.
Edward Said, hakkında daha çok şey konuşmamız gereken bir isim.
* Bilmeyenlere hatırlatayım: Said’in baş eseri Oryantalizm’in Boğaziçi, Pınar ve Metis’ten 3 ayrı tercümesi çıktı. Ayrıca Filistin’in Sorunu (Pınar), Haberlerin Ağında İslam (Pınar), Kültür ve Emperyalizm (Hil), Entellektüel (Ayrıntı) adlı kitaplarını da temin etmek mümkün.
.
Sınır
Sınır
Bu yazıyı uyku ile uyanıklığın sınırındayken okuyorsanız eğer, bilin ki aynı saatlerde ben de bir başka sınırın üzerindeyimdir. O saatlerde hayatımda ilk defa ülkemin fizikî sınırlarını cismen aşacak ve komşumuz Azerbaycan topraklarına adım atmış olacağım.
Belki şaşırdınız, belki de önemsemediniz bile. Oysa bunun benim için ne kadar sıradışı bir durum olduğunu bir bilseniz! Düşünün, ilk defa bir gecemi Türkiye sınırlarının dışında, Bakü’de geçireceğim!
Bu, değişen yastığının bile uykusunu lime lime doğradığı, misafirliklerde sabahı faltaşı gibi açılmış gözlerle hastalar kadar sabırsızlıkla bekleyen birisi için tasavvur edilemeyecek kadar müşkil bir durum.
Aslında düşünüyorum da hayatım sınırlarda başlamış zaten.
Ailece Urfalıyız ama babamın memuriyeti yüzünden, Faruk Nafiz’in o nefis deyişiyle “hududdan hududa atılmış” durmuşuz.
Doğduğum yer, o zamanlar Mardin’in, şimdi ise Şırnak’ın sınırları içerisinde kalan Cizre. Tam Suriye sınırında ve Irak sınırına da yakın bir yerleşme olan sevgili Cizre’den bebek denilecek yaşlarda ayrılmışım.
Daha sonra Gaziantep, Bursa ve İstanbul…
Bundan sonraki sınırlarda dolaşma âdetim, kılık değiştiriyor. Artık iç ellerin korunaklı döşeğine uzanmıştım, ne çare ki bu defa da düşünce sınırlarım oynaklaşmıştı. Işık hızıyla (artık o da aşıldı ya) bir kültürden diğerine, tarihten geleceğe, insanlığın en yeni fikrî tartışmalarından en kadimlerine aynı hafta, aynı gün, hatta aynı saat içerisinde savruluyordum.
Bir sırrımı ifşa edeyim hazır yurt dışına gitmişken. (Biliyorsunuz bu bir gelenektir siyasilerimiz arasında: Uçakta dilleri çözülür, en mühim ifşaatları havadayken söylemeyi, bir tür göçebelik geleneği gibi, tercih ederler.)
Mesela iki gündür bir kısmını yuttuğum yazı ve kitaplar şunlar: İtalyan asıllı Amerikan romancısı Italo Calvino’nun Why Read the Classics? (Klasikleri Niçin Okuruz?) adlı kitabından Balzac’ın romanlarını nasıl bir şehri kurar gibi kurduğunu inceleyen denemesini, Kenan Çamurcu’nun İran’daki son siyasî ve fikrî gelişmelerle ilgili kitabı Firuze Köprüde Üçüncü Cumhuriyet’i (Şehir Yayınları), Enver Ziya Karal’ın 1940’ta çıkmış olan Halet Efendi’nin Paris Büyük Elçiliği (1802—1806) adlı incelemesini, Toplumsal Tarih dergisinin son sayısında yer alan Tuna üzerindeki Adakale’nin ilginç mi ilginç hikâyesini (bu hikâyeden bir gün size bahsetmezsem etimde mutlaka şirpençe çıkar!), Justin McCarthy’nin The Ottoman Turks (Osmanlı Türkleri) adını taşıyan kitabından 1566—1789 yıllarını içeren “Destabilization” bölümünü ve nihayet bundan 17 asır önce Diogenes Laertius’un kaleme aldığı Lives of Eminent Philosophers (Meşhur Filozofların Hayatları) adlı eserden Aristo bölümünü…
Aynı gün bu asırlar alan güzergâhta diabolik sıçramalarla yol almak en karşı konulmaz zevkim benim. Çağımın ve ufkumun sınırlarını zorlamak, girdaplara soktuğum başımı çağların uğultularıyla yıkamak, ne yalan söyleyeyim hoşuma gidiyor!
Bu yüzden, belki de bu yaşıma kadar yurt dışına çıkmadığım için kendimi fazla daralmış bulmuyorum. Aksine, belki de yurt dışı iptilasının beni –birçok canlı örneğini çevremizde gördüğümüz gibi— yolumdan saptıracak ya da en azından çelmeleyecek cazip fırsatlarla tanıştırması mümkündü ve ben bugüne kadar ülkem adını verdiğim bu kutsal sığınaktan dışarıyı daha bir güvenle ve kendim kalarak takip etmeyi öğrendiğim için Rabbime şükrediyorum!
Belki tam da benimle aynı yaşta ilk defa yurt dışına çıkan ve tam da bugün vefatının 13. yıldönümünde anılacak olan Cemil Meriç’in, hep sınırlara çarpan dur durak bilmez ilgi çağlayanı bu yüzden sarsıyor beni. Bir semender gibi alevlerin içinde doğdu, onlardan beslendi ve lav parçaları halinde üzerimize püskürttüğü kelimelerle karanlık gecemize işaret fişekleri bıraktı o.
Cemil Meriç, gözlerinin açılmasına ilişkin son ümidini de kaybettiği 1955 yılında bir dergi çıkarmayı planlamaktaydı: Adı Avrasya olacaktı bu derginin. Yazık ki ne yazık! Akim kalmış dergi projesi, Asya ile Avrupa’yı, insan beyninin iki yarım küresini birleştirmeyi hedefliyordu.
Onun “hayâl belde”si olan bu projenin bir bakıma ete kemiğe bürünmüş hali olan yeni bir derginin, Diyalog Avrasya dergisinin tanıtım kokteyline katılmak üzere, tam da onun dergiyi çıkarmaktan vazgeçtiği yaştayken ve tam da 13 yıl önce vefat ettiği günde Bakü’de olacağım nasip olursa.
Siz uykuyla uyanıklık sınırındayken ben Türkiye—Azerbaycan sınırında olacağım. Benim gibi bir sınır adamı olan Cemil Meriç’in Türkiye’de anıldığı saatlerde biz onun yarıda kalmış bu projesinin sınır taşlarını biraz daha ötelere taşıyor olacağız.
Düşünce sınır tanımaz. Sınırlar, vehimlerimizden, korkularımızdan güç alır. Düşünmek, vehim ve korkuları aşmak, sınırları zorlamaktır…
Geçmişin değil, geleceğin vasiyetini yerine getirmek üzere “sınır”da buluşuyoruz.
.
Mustafa Kemal versus Atatürk
Mustafa Kemal versus Atatürk
Düşünmek, şaşırmaktır. Düşünce, her zaman bir düşme ile, bir sarsıntı ile başlar. Bilim, bu sarsıntıyı anlama ve kanunlara bağlama çabasıdır. Tarihle birlikte düşünmeye başlayınca, sarsıntının şiddeti de artıyor ister istemez.
İşte bir soru size: 1935 yılında neler olup bitti gerçekten de?
1935 yılının ikinci yarısının gazetelerini, Ulus’u, Kurun’u, Cumhuriyet’i taramıştım bir zamanlar. Haftalar geçiyor, Atatürk’ten tek satır bahis yok! Evet, yok!
Arada sırada kibrit kutusu büyüklüğünde bir haber çıkıyor karşınıza: Atatürk dün filan elçiyi Florya Köşkü’nde kabul etti. Ya da Yalova’ya geçti. O kadar.
İnanmazsanız gidin karıştırın gazeteleri. Taksim’deki Atatürk Kitaplığı’nda tam tekmil var o günlerin gazeteleri.
Mesela, 30 Ağustos törenleri yapılacak; ama bugünkünden çok farklı. Kutlamaları Atatürk kabul ediyor zannediyorsunuz değil mi? Yanıldınız. Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak katılıyor kutlamalara ve tebrikleri o kabul ediyor. Atatürk kendisini sivil bir konuma çekmiştir çünkü. 30 Ağustos törenlerine bile katılmaması bu yüzden.
Bir tek eylül ayında Atatürk’e Çerkez Ethem taraftarlarınca bir suikast düzenlendiği ihbarı üzerine birinci sayfaya çıkabiliyor Atatürk. Halkın toplu olarak postanelere gidip Gazi’ye geçmiş olsun telgrafları çektiğini ve Gazi’nin cevabını okuyoruz. Sonra yine her şey “normale dönüyor”.
Bugün bu durumu tasavvur bile etmekte zorlanıyoruz. (Kim bilir, bunları açıkladığım için fişlenmiş bile olabilirim!) Oysa 30 Ağustos 1935 tarihli resmî Ulus gazetesinde Abidin Daver tam sayfa Başkumandanlık Meydan Muharebesi’ni yazıyor ve Gazi’nin adı bir iki yerde, o da satır aralarında geçiyordu: Yazıdaki vurgu hep Mehmetçik üzerineydi.
Düşünün, bunlar Atatürk’ün sağlığında oluyor.
1935 yılında bir şeyler mi değişmekteydi? diye sormuştuk. Evet, çok şey değişmişti o yıl. Özellikle Mustafa Kemal Paşa için.
Bu nedenle Atatürk soyadını alana kadarki Mustafa Kemal Paşa veya Gazi ile Atatürk soyadını aldıktan sonraki arasında ciddi bir kırılma görenlere katılıyorum.
Bir imparatorluk bakiyesinden bir ulus-devlet çıkartacak inkılapları yapan ekibin başındaki enerjik Mustafa Kemal ile geri plana çekilmiş -veya itilmiş- olan Atatürk arasında belirgin farklar var.
Kültür devrimleri, dil ve tarih başta olmak üzere, 1930’ların asıl işiydi. Siyasî, hukukî ve sosyal devrimler tamamlanmış, iş kültüre gelmişti. Koskoca Saltanat ve Hilafet kurumları kaldırılmış, harf ve kılık kıyafet inkılapları yapılmış ve tekke ve medreseler kapatılmış, eski rejimle olan bütün sosyal ve siyasi bağlantılar kopartılmıştı.
Bunlarda pek büyük bir direnişle karşılaşılmamıştı; ama iş tarih ve dile, yani kültüre gelince, mesafe almak o kadar kolay olmamıştı. Önce bütün kelimelerin Öztürkçeleştirilmesine ve bütün tarihin Türk tarihine bağlanmasına girişilmişti; ama bu bilim dışı tavır, birkaç yıl içerisinde geri tepecekti.
Acı tecrübelerle görülmüştü ki, kültür alanı, devrim kabul etmiyordu. 1935-36, Falih Rıfkı Atay’ın anlattığı olayda görüldüğü gibi bir rücu, geri dönüş dönemini temsil eder. Dilimizdeki bütün “yabancı” kelimeleri temizlemekle işe başlayan Türk Dil Kurumu, zamanla o hale gelmiştir ki, dünyadaki bütün dilleri Türkçeden türetmeye girişir olmuştur. Bunun anlamı, Öztürkçeleştirmenin bir çıkmaza girdiğiydi.
Keza tarihin de başına bunlar geldi. Birinci Türk Tarih Kongresi’nde Türklerin dünyaya medeniyeti öğrettikleri savunulurken, vurgu yavaş yavaş zaten bütün milletlerin Türk oldukları noktasına kadar geldi. Tabii bu durumda neden milliyetçi olmak gerektiği -çünkü “dışarıda” hiçbir millet kalmamıştı- sorusu cevapsız kalıyordu ama olsun. Yine de bir çıkış yolu bulunmuştu; ama başlanan noktanın epeyce uzağına düşerek.
İkinci dil ve tarih tezlerinde, dikkat edilirse, dar milliyetçilikten evrenselciliğe, beynelmilelciliğe doğru bir değişim gözüküyordu. Aşırı milliyetçilik üzerindeki vurgu, 1935 yılındaki bir başka olayla pekişiyordu. O yıl, Şevket Süreyya’nın başında olduğu Kadro dergisi Atatürk’ün emriyle kapatılıyor ve Avrupa medeniyetini hedef olarak gösteren evrenselci dergi Yücel, aynı yıl çıkmaya başlıyordu.
Kadro kapatılıyor, Yücel çıkıyor…
1935 yılında neler oluyor?…
.
Şeytânîlik ve Rahmânîlik
Şeytânîlik ve Rahmânîlik
Bugün Ramazan’ın ikinci günü. Hadislerde işaret buyurulduğu üzere bu mübarek ayda şeytanların elinin kolunun bağlanmasından bilistifade, kültürümüzün önemli bir meselesi üzerinde durmak istiyorum.
Geçtiğimiz 17-18 Kasım tarihlerinde İSAV (İslamî İlimler Araştırma Vakfı) tarafından İstanbul’da düzenlenen “Modernleşme, İslam Dünyası ve Türkiye” başlıklı sempozyuma sunduğu tebliğinde, Prof. Şerif Mardin, kültürümüzde “şeytan”ın var olmasına mukabil kendisinin “şeytânîlik” olarak çevirdiği demonik unsurun bulunmayışının hayal gücümüzü sansürlediğini ve “uçma”nın meşru sayılmaması gibi bir sonuç verdiğini ifade etmiş. (Tebliğinin bir özeti, Milliyet’in 24 Kasım 2000 tarihli nüshasında bulunabilir. Ayrıca bu konuda daha geniş bir makalesini hocanın Türkiye’de Din ve Siyaset adlı kitabında bulmak mümkün.)
Şöyle demiş Prof. Mardin gazeteye göre:
“Türkiye’de, İslam’da, Osmanlı’da “şeytan” vardır, fakat “şeytanîliğin yaratıcılığı” fikri olmadığı gibi, bunu düşünmek bile günahtır. Batı’daki “demon” kavramıysa, yıkılıcılığıyla birlikte -bu sayede diyelim- özgün bir anlayışı yaratabilen, insanın iki taraflılığını bir suç olarak değil, bir özgünlük kaynağı olarak tanımlayan bir anlayıştır.”
Hocanın bu sözlerini, çağımızın en çok tartışılan sanatçılarından Samuel Beckett daha berrak bir şekilde ifade ediyor: “Hayal gücü, insan ne yapacağını bilmez olunca açar hüzünlü kanatlarını.”
Şerif Mardin hoca kültürümüzde şeytanîliğin olmayışı yüzünden, mesela bir Baudelaire’in, bir Borges’in benzerinin bizden çıkamayacağını söylüyor.
İdealizm ile bayağılık arasında gidip gelen, fakat bu ikisinden yeni ve heyecan verici bir çıkış yakalayamayan bir kültürde insan ruhunun derinliklerine inen ve onun kötü taraflarını da, tıpkı iyi tarafları gibi pozitif bir enerji olarak kullanan yazarlar ve sanatçıların çıkmayışının, kültürümüzün fakirliği olarak okunması ne kadar doğru olur?
Trajedinin başka örnekleri, mesela benim beyaz trajedi diyebileceğim iyiliğin katları arasında bir yükselişin ruha açtığı ferahlama koridorunun anlatıldığı örneklere Ananda K. Coomaraswamy, bir vesileyle değiniyor. Keza İslam kültürünün bünyesinde, mesela Mevlânâ’nın eserlerinde görüldüğü gibi ruhun iyilik yönünde bir açılışı, “yaratıcılığı” kışkırtan bir eylem olarak yorumlanamaz mı? Kısacası İslam kültürünün şeytanîlikten mahrum bulunmasının ona sağladığı avantajları da görmek gerekmez mi?
Dünyaya bir tür saflık çerçevesinde bakan İslam’ın, bir İbn Rüşd’ü, bir İmam-ı Gazalî’nin kardeşi Ahmed Gazalî’yi, bir Feridüddin Attâr’ı (İlahiname adlı eseriyle) yetiştirmiş olmasını neye bağlamak gerekir aksi halde?
Elbette üzerinde derin derin düşünülmesi gereken bir bahis açıyor önümüze Mardin hoca, fakat ondan, bu meseleyi bir değini düzeyinde bırakmayıp derinleştirmesini ve İslam irfanının engin denizlerine açılarak bunun neden böyle olduğunu bize göstermesini beklerdik.
Verdiğim karşı örneklere dikkatle bakılınca, bunların büyük ölçüde irfanî ve tasavvufî renklere bulanmış isimler olduğunu göreceğiz. Şerif Mardin hoca, sadece tasavvufta İslam kültürünün “şeytanî” bir derinlik ve yaratıcılık kazandığını söylüyor ki kısmen haklıdır; ancak tasavvufun sadece “tasavvuf” olamadığını, özellikle Moğol istilası sonrasında felsefenin yer altına inerek kelam, fıkıh ve tasavvuf gibi dalların içine sızdığını söyleyen Fazlurrahman’ı da gözden kaçırmamalıyız.
Bu noktada belki Hallac-ı Mansur’dan başlayarak İbn Arabi’ye ve Mevlana’ya bağlanan büyük bir gelenekten söz edebiliriz. Fakat “felâsife” denilen İslam filozofları, aynı zamanda tasavvufla içli dışlıydılar, hatta Sühreverdî gibi bazıları, bizzat “şeyh” konumundaydı. Bu durumda, “yaratıcı” derinliğin sadece tasavvufta ortaya çıktığını söyleyemeyiz sanıyorum. Aynı derinlik, bir fakih olan Güvercin Gerdanlığı yazarı İbn Hazm’da da, yine bir kadı olan İbn Rüşd’de de yakalanmalıdır (İbn Rüşd’ün Aristo’nun Poetika’sına yazdığı şerhte trajediyi nasıl farklı yorumladığı, ilginç bir kalkış noktası olabilir mesela).
Burada belki İslam kültürünü toptan damgalamak yerine, içine yuvarlandığımız kültür sefaletinin sebepleri üzerinde durmak gerekecektir. Yine de Şerif Mardin hocanın tartışmaya açtığı bu nokta, verimli bir düşünme faaliyetine kapı aralayabilir umudundayım.
.
Nietzsche öldü?
Nietzsche öldü?
Hani bazı çocuklar görürsünüz, 3-5 yaşlarında; gözlerinden ejderhalar fışkırır. Bir de okullu olduktan sonra bakarsınız ki, o çocuk gitmiş, yerine başkası gelmiştir sanki.
Ne değişmiştir bu arada? O cin gibi bakışları yutan kara delik nerededir? Hepimizi normalleştiren, ehlileştiren, sıradanlaştıran ve standartlara sokan eller gerçekte bize iyilik mi etmektedirler yoksa fıtratımızdan gelen o müthiş enerjiyi soğurup posamızı sokaklara bırakan birer devasa değirmen midirler?
Ya bu değirmen, bütün insanları öğütüyorsa ve biz bunun bırakın farkına varmayı, iyi ve gerekli bir şey olduğuna inandırılmışsak? Bu durumda bütün yapabileceğimiz eli kolu bağlı durmak ve olan biteni temaşa etmek mi olmalıdır? Hayata, fıtrata ve onların içerdiği üstü örtülmüş zenginliklere dönüş bir çözüm olabilir mi?
Bir çoklarının gözünde “zındık” olan Nietzsche’yi her okuyuşumda, bu herkesi uyuşturan ve sıradanlaştıran düzene isyan eden adamın, bu dünyanın en yalnız filozofunun yazgısına pusu kurar zihnim.
*
Aslında felsefe, göründüğünden daha basittir. Karmaşıklık içinde basitliktir daha doğrusu. Etrafımızdaki kargaşaya anlam verme, anlama çabasıdır.
İkiye ayırırım filozofları bu noktada.
Birinciler, etraflarındaki kargaşayı ona mümasil bir karmaşıklıktaki felsefeleriyle göğüslemeye çalışanlardır. Kargaşaya denk bir teori geliştirerek onu göğüslerinde, bir kalecinin topu göğsünde yumuşatmasına benzer şekilde yumuşatmak isteyenlerdir onlar. Bunun bedeli, zor anlaşılmaktır.
İkinciler ise etraflarındaki kargaşayı basitleştirerek anlamaya çalışırlar.
Birinciler için Hegel iyi bir örnek olurdu. İkinciler için ise Sokrat ve Nietzsche’yi vermemde mahzur yok.
*
Nietzsche, “Tanrı öldü” sözüyle tanınır daha çok. Ve ateist olarak kabul edilir. Gerçi yazılarında, özellikle Deccal adlı kitabında bu görüşü doğrulayan pek çok ifadeye rastlamak kabil. Ancak bu sözü Nietzsche gibi bir basit görünen; ama derin anlamları her zaman heybesinde depolayan birisi söylüyorsa, orada biraz durup düşünmek gerekir.
Bu sözde aslında bir temenni, bir “Oh olsun” tavrı yoktur kesinlikle. Çağının ikiyüzlülüğüne, riyakârlığına dobra dobra konulmuş bir teşhistir. Aslına bakılırsa, yalnız 19. yüzyıl için değil, belki daha çok 20. yüzyıl için geçerli olmuş bir teşhistir.
Bilimin gelişmesi ve dinin kamusal hayattan elini eteğini çekmesi (buna bildiğiniz gibi “sekülarizasyon” diyoruz) ve bilimin alanının genişlemesiyle aslında hayatlarımızı kendilerine göre sürdürdüğümüz ahlakî ilke ve kuralların, değer sistemimizin temelleri hızla tahrip olmaktadır. (Örneğin artık kar tanelerini yeryüzüne indiren melekler yoktur; kar, bilim tarafından açıklandığı şekilde, dinden veya Tanrı’dan bağımsız olarak yeryüzüne “yağmaktadır”.) Biz, diyor, Nietzsche, temelleri zayıflamış, inanılırlığını yitirmiş bir değer sistemine göre hayatlarımızı kurmaya çalışıyoruz ki bu bir ikiyüzlülüktür, -mış gibi yapmaktır. Temellerinin sahiciliği kalmamış bir inancı, riyakârca sürdürmektir.
Artık meleklerin uğramadığı bir dünyada, melekler gibi yaşanamayacağını haykırmaktaydı Nietzsche. Gerçeği artık itiraf edelim, diyordu: “Tanrı öldü”. Burada ölen, Tanrı’nın kendisi değil, onun bizim dünyamızda işgal ettiği konumdur.
“Nân-ı azîz” olan ekmeğin, unlu bir mamule dönüştüğü bir süreçten söz ediyor Nietzsche. (Dürüstçe itiraf edelim ki, Nietzsche’nin sözleri, bugün için belki her zamankinden de fazla geçerlilik kazanmıştır. Hele bizim dünyamızda!) Bu yeni dönemde biz artık yeni bir değerler sistemine göre yaşamalıyız ki, bu yeni değer, Güç’tür. Güç, yani iktidar. Bütün bağlarından soyulmuş ve yapayalnız kalmış insanın, demirleyebileceği herhangi bir liman kalmadığında, tek dayanağı güçtür ki, William Barrett’ın deyişiyle Batılı insanın İlkellere ve Doğululara “yarı-çatlak” gibi görünmesinin altında yatan da bu müthiş güç tutkusudur.
Nietzsche’nin modern insana tutamak olarak sunduğu güç tutkusu, onun, yazımın başında söylediğim hayata dönüş tavrının bir uzantısıdır.
*
2000 yılı Nietzsche’nin ölümünün 100. yıldönümüne rast geliyor. Hakikatte Nietzsche’nin entelektüel ölümü, felç geçirdiği 1889’da gerçekleşmişti. Fakat düşüncelerin ömrü ne kadar şaşırtır insanı? Bedenen hayatta iken zihnen dünyaya kapanmıştı Nietzsche ve düşünceleri şöhret basamaklarında çıkarken, o hiçbir şeyin farkında değildi. 20. yüzyıl ise bir Nietzsche patlamasına tanık oldu; özellikle postmodernizmden sonra neredeyse yeniden kutsandı.
.
Bir semti sevmek İstanbul’da…
Bir semti sevmek İstanbul’da…
Sana dün bir tepeden baktım azîz İstanbul! Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer. Ömrüm oldukça gönül tahtıma keyfince kurul! Sâde bir semtini sevmek bile bir ömre değer.
20. yüzyılın gökkubbemizde asılı kalan en görkemli seslerinden Yahya Kemal, “Bir başka tepeden” adlı şiirinde, aslına bakılırsa semtlerin, İstanbul semtlerinin bilgeliğini konuşturmaktadır. Bu semtlerin, kendilerine mahsus renkleri, ışıkları, sesleri, kokuları olduğundan söz eder:
“Daha elli sene evveline kadar İstanbul, Eyüp, Üsküdar ve Boğaziçi semtleri, yeryüzünde görülmüş semtlerin en güzelleriydi; her biri diğerinden başka, kendine benzer, şekli ve havası birbirinden çok farklı semtlerdi. Bir semtten diğerine geçerken, bir yıldızdan bir yıldıza geçmiş kadar başkalık duyulurdu.”
Abdülhak Şinasi Hisar da, Boğaziçi meptaplarını anlatırken, kayıkla Boğaz’dan geçenlerin her semtten başka başka musıki nağmelerinin yükseldiğini anlatır. Adeta her semtin “tuttuğu” besteler bile sâkinlerinin karakterini yansıtırcasına farklıdır, kendine mahsustur ve bir başka lezzette ve kıvamdadır.
İstanbul semtlerinin bu benzersiz özellikleri, şairin kaleminden şu sözlerle damlamaktadır satırlara:
“İklimden anlayan gerçek ve hassas bir sanatkâr, İstanbul’un semtlerinden herhangi birini, mesela Kocamustâpaşa semtini, yahut Eyüb’ü, yahut Üsküdar’ı yahut da Boğaziçi’nin henüz millî hüviyetini muhafaza eden herhangi bir köyünü seyredince kat’i bir hüküm vererek, der ki: “Bu halk bu iklimde ezelden beri sâkindir ve bu iklime bu mimarîden ve bu halktan başka unsurlar yaraşmaz.”… Türklük beşyüz seneden beri İstanbul’u ve Boğaziçi’ni bütün beşeriyyetin hayâline böyle nakşetti. Mimarîsini bu şehrin her tepesine, her sâhiline, her köşesine kurarken güyâ “Artık bu diyar durdukça Türk kalacaktır” dediği hissedilir… Farz–ı muhal olarak Türklüğün yeryüzünde güzellik namına başka bir eseri olmasaydı, yalnız bu şehir onun nasıl yaratıcı bir kudrette olduğunu isbat etmeğe kifayet ederdi.”
Bugün Yahya Kemal’in dönemindeki rahatlıkla semtlerimizden gurur duyamıyorsak da, Kocamustafapaşa gibi hâlâ yaşayan, nefes alış verişi hissedilen, Eyüp gibi manevî merkez olma iddiasını büyük ölçüde sürdüren, çok nadir de olsa Vaniköy gibi eski güzellik ve sükûnetini korumakta olan semtlerimizin var olduğunu biliyoruz.
Sözün gelişi “biliyoruz” dedim. Aslında bildiklerimiz büyük ölçüde sadece “adları”.
Peki bu adlar neyi anlatıyor? Anlamı ne? Kimden almış ismini semtim? Ne zaman ve niçin kurulmuş? Başından neler geçmiş? Kimler yaşamış ve geriye neler bırakmış?
Bu sorular, çeşitli vesilelerle aklımıza gelmiş olsa da, ya yeterli bilgi olmayışından ya da ilgimizi uyandıracak tutamakları yakalayamayışımız yüzünden bizi harekete geçirmeye yetmez çoğunlukla. Beyoğlu semtini yalnız İstanbul’da değil, Türkiye’de bile pek çok insan bilir de, “oğul”un hangi “bey”in evladı olduğunu merak etmek aklına gelmez. Bebek’in Boğaziçi’nin nadide semtlerinden birisi olduğunu çoğumuz bilir de, bu sevimli ismi kime, hangi “bebek”e borçlu olduğumuzu sormayız; keza Zeyrek’in Müslüman İstanbul’un ilk üniversitesine ev sahipliğini yaptığını da…
Çevresine giderek daha fazla duyarsızlaştırılan insanımızın doğup büyüdüğü, yaşadığı, sevdalandığı, evlendiği, yaşlandığı, kısacası yıllarını yollarına bir halı gibi serdiği semtlerini sevmesi iki şeye bağlıdır. Birincisi çevresine duyarlı olmasına, yani ilgisinin canlılığına. İkincisi de, çevresi hakkında bilgi sahibi olmasına.
Ancak toplumun ilgi ve bilgi düzeyleri birbirine eklemlenebilirse, insanların yaşadığı çevreye sahip çıkmaları ve bir şehirlilik bilinci oluşturmaları mümkün kılınabilir. Şehirlerimizin içine yuvarlandığı sahipsizlikten kurtulmanın yolu da, şehre yönelik bilincin oluşturulması ve diri tutulmasından geçmektedir.
Bu bilincin oluşturulması için semtlerin tarihleri ve o tarihten bugüne kalan eserlerin üzerindeki anlamsızlık örtüsünü çekip alarak onları yeni bir anlam halesiyle donatmak, insanların çevrelerini kendi muhayyilelerinde yeniden şekillendirmelerine ve onun tarihi ile kendi hayatları arasında bağlantılar kurmalarına yardımcı olacaktır.
Beylerbeyi’ndeki “lahana” biçimli çeşme, Kocamustafapaşa’daki Hz. Hüseyin’in kızlarının yattığına inanılan Çifte Sultanlar Türbesi, Ayasofya’nın karşısındaki Milion Taşı, Altunizade Zühdi Paşa’nın bir semte damgasını basan imar faaliyetlerinin günümüzdeki bakiyyeleri, Mecidiyeköy’ün Sultan Abdülmecid’in adıyla bağlantısı gibi deşifre edilmeyi bekleyen binlerce ayrıntıyı gizler semtlerimiz.
Bunlar ayrıntıdır ayrıntı olmasına ama hayatı kuran, anlamlı ve yaşanmaya değer kılan da bir bakıma bu küçük şeyler, ayrıntılar değil midir?
..
Beyin ameliyatımız başarılı geçiyor…
Beyin ameliyatımız başarılı geçiyor…
Yıl: 1996. İzlenim dergisini çıkartıyorum. Kasım sayımızın konusunu üniversite sistemimizin neden çöktüğüne tahsis etmişiz. O sıralar kafama taktığım konu, üniversitelerde yabancı dille eğitim. Arkadaşlara, “Hadi şunu bir dosya haline getirelim.” deyince, masaya ilk düşen isim, Prof. Oktay Sinanoğlu oluyor.
Oktay Bey’le 2 saate yakın süren röportajımızın içinden bir cümle başlığa taşınıyor: “Toplum olarak beyin ameliyatı geçiriyoruz.”
Hocanın bir soruma verdiği karşılığı aynen aktarıyorum: “Türkiye’de öyle bir hava yaratıldı ki bütün dersler İngilizce olacak. Böyle bir rezalet olamaz. Dünyanın birkaç sömürge ülkesi hariç hiçbir ülkede böyle bir yabancı dil öğretme usulü yoktur. Ya biz o kadar akıllı bir milletiz ki yabancı dil öğretmenin en iyi yöntemini bulmuşuz (o zaman Aziz Nesin yanlış söylemiş) ya da herkes doğrusunu yapıyor, biz dünyanın en aldatılmış milletiyiz (o zaman da Aziz Nesin eksik söylemiş).”
“Peki hocam, İngilizce ile eğitim gerçekten mi yok dünyada?” diyecek oluyorum, kesiyor sözümü: “Almanya’ya, İsviçre’ye gidiyorum, sokakta bir tane İngilizce bilen adam yok. İngilizcenin bütün dünyanın dili olduğu, tamamıyla Anglo–Sakson propagandası ve bunların ihanet çetesi ve kuyruklarının yalanıdır… Bu tam bir oyundur. Türkçenin tarihten silinmesi için yapılmış bir plandır… Plan şu: Türkiye’de Türkçeyle eğitim yapan anaokulu bile bırakmayacaklar.”
Açıkçası o zaman, bana biraz “naif” gelen bu görüşe tam olarak ikna olmamıştım. Fakat geçen hafta, sağolsun Milli Eğitim Bakanımız, Türkçenin tarihine altın harflerle yazılmış döneminin –ne ondan önce ne de sonra Türkçe bu ifade kudretine bir daha erişebilmiş değildir– ürünü olan ‘divan edebiyatı’nın lise müfredatında bir iki hafta ile geçiştirileceğini açıklayıp üstüne üstlük “Bizim miladımız Cumhuriyet’tir.” sözünü söyleyince i’lerin noktaları birer birer yerlerini bulmaya başladı kafamda.
YÖK başkanı Türkçeyi bilim dili olarak kabul etmiyor. Bu yüzden özel (vakıf) üniversiteler öğretimlerini İngilizce yapmak zorunda kalıyor. Kolejlerimiz İngilizce eğitim adına kıyasıya bir yarış içinde. Lise 1’de edebiyat, baraj dersiydi, veremeyen üst sınıfa geçemezdi; sonunda çok şükür bu uygulama da kalktı! Şimdi de edebiyat tarihi kitaplarından “fâilatün”ler kalkacak, Fuzuli’yi, Nedim’i okumaya hacet kalmayacakmış. Ne mutlu Türk milletine!
Neyse, bir süre sonra edebiyat dersine de gerek kalmayacak; Türkçe yalnız çarşı pazarda konuşulan bir dil olacak çünkü. Tıpkı Sovyetler Birliği’nde Türk cumhuriyetlerinin dillerine yapıldığı gibi. (Rusça oku–yaz, Kazakça konuş!)
Bundan sonra edebiyat kitaplarımızda Yaşar Kemal’in Türkçe hatalarıyla dolu eşkıya romanlarından parçalar, Bedri Rahmi’nin bir varsağıdan öte edebî değeri haiz olmayan Çingene şiiri, Orhan Pamuk’tan –tabii aklandıysa devletlûların nazarında– erotik yoğunluklu parçalar yer alırsa şaşmayın.
Bu arada Çalıkuşu’nun ilk yayın tarihi 1922 olduğuna göre, Cumhuriyet’ten, yani “milattan önce”ye düştüğü için ders kitaplarında yer alma şansı iyiden iyiye azalmış durumda. Keza Türkçenin iftihar ettiği ve edeceği mümtaz imzalardan Ömer Seyfettin de, Mehmet Akif de kadroya girme şansı azalanlardan. (İstiklal Marşı’nın içeriğinden utananların bulunduğu bir ülkede bundan tabii ne olabilirdi?)
Türkçeyi bu ses bayraklarımız olmadan okutacaksak çocuklarımıza, cümlemize geçmiş olsun dileklerimi sunuyorum: Beyin ameliyatımız başarıyla devam ediyor! (25 Aralık 2001)
25.12.2001
.
“We love you, America”
“We love you, America”
2002’nin bu ilk gününde İngilizce bir başlıkla karşılaşacağınızı düşünmüyordunuz belki; ama artık görüyorsunuz, ben de nedamet getirdim(!) Amerika’yı sevdiğini söylemenin küresel koroya katılmanın bir şartı olarak 21. yüzyılda ufkumuzu dolduracağını, biraz geç olsa da idrak etmiş bulunuyorum. Latife bir yana, dünya, belki Soğuk Savaş döneminde bile rastlamadığı türden sarsıcı ve gerilimli bir yıl geçirdi. 11 Eylül saldırısı, muhtemelen 21. yüzyılın başladığını ilan eden gongu çalıyordu. 1914’te başlamış olan 20. yüzyıl, 2001 Eylül’ünde noktalandı (böylece 20. yüzyıl sadece 87 yıl sürmüş oluyor; ama siyasi yüzyıllar ile takvimdeki yüzyıllar her zaman çakışmaz). Anlaşıldığı kadarıyla, ileride, yeni “Yeni Dünya Düzeni”nin profili biraz daha iyi belirecek. Ama çok fazla da netlik bekliyorsanız aldanırsınız; çünkü artık postmodern muğlaklıklar çağındayız.
İşte Newsweek’in elimdeki Davos Özel Sayısı. Amerika’nın fikir babaları hep bir ağızdan küresel terörün İslamî yüzünü çözümlüyorlar.
Kimler mi var dergide? En başta meşhur Medeniyetler Çatışması tezinin sahibi Huntington ve yazısının mağrur başlığı: “Müslüman Savaşları Çağı”. Üstada göre Soğuk Savaş’ın yerini Müslüman Savaşları almış durumda. Bu savaşların kökeni ise siyasette: Gerek Amerika ve Batı’nın yanlış siyasetlerinde, gerekse İslam dünyasının içinde bulunduğu totaliter rejimlerde. Başka? “Tarihin Sonu” teziyle meşhur olan Fukuyama’nın yazısı daha kışkırtıcı bir başlık taşıyor: “Hedefleri: Modern Dünya.” Fukuyama, “Mevcut çatışma” diyor, “basitçe terörizme veya bir din ve medeniyet olarak İslam’a karşı bir savaş değildir; daha çok İslamo–faşizme (İslam faşizmi) karşı bir savaştır; yani Müslüman dünyasının dört bir tarafından pıtrak gibi biten kökten hoşgörüsüz ve anti–modern bir harekete.”
Hatta İslam faşizmi denizinde yüzdüklerini söylediği teröristlerin, komünizmden daha temel bir tehlike arzettiğini söylüyor Amerika için. Bu tehlikenin kendi kendine çökeceğini beklemek yanıltıcı olur. Nitekim köken itibariyle aralarında bağ kurduğu Alman faşizminin de kendi iç çelişkileri yüzünden değil, Müttefik kuvvetlerin bombalarıyla yok edilebildiğini hatırlatarak, bombalamanın Afganistan’la sınırlı kalmayacağının işaretlerini yakıyor.
Yani bundan sonra Müslümanlar eğer bu radikal akımları kendi içlerinde eritemezlerse, yeni bir demokratik usûle başvurulacak ve “Bombalı Demokrasi” dönemi başlayacak! Fakat dikkat ettim, nedense Türkiye’ye fazla göz kırpan yok dergide. Gazetelerimiz istedikleri kadar “Türk usulü demokrasi”yi İslam âlemine deva olarak sunan manşetleri atsınlar, anlaşılan Türkiye bu yönüyle artık fazla ilginç gelmiyor Amerika’ya. Peki söyler misiniz bu yeni süreçteki gözde İslam ülkesi hangisidir? Şaşırtıcı ama; İran. Bakın ne diyorlar İran hakkında: “Eğer İran daha modern ve hoşgörülü bir İslam modelini vücuda getirebilirse, İslam Dünyası’nın geri kalanına da güçlü bir örnek olarak hizmet edecektir.”
Sanırım bundan sonra Amerika’da ve Batı dünyasında İslam çok daha fazla gündemde olacak. Bize de gözümüzü açmak ve değişen dünya konjonktüründe hem kendi yerimizi, hem de dünyayı yeniden tanımlamak görevi düşüyor. Az daha unutuyordum: İran’daki gençler, Afganistan bombalanırken yaptıkları mitingde, “Seni seviyoruz Amerika” (We love you, America) diye slogan atmışlar.
Onlara şunu söylemek isterdim: Yalnız değilsiniz!
01.01.2002
.
“Baba”sız bir neslin dramı
“Baba”sız bir neslin dramı
Galiçyalı bir Yahudi ailesinden gelen Freud’un Abdülhamid’e nasıl baktığını merak ettiniz mi hiç? Meğer Freud’a, başta Ödip Kompleksi olmak üzere belli başlı teorilerini ilham eden anahtar şahsiyet, II. Abdülhamid’den başkası değil miymiş? Yine meğerse bizim Jön Türkler, annelerini, yani vatanı babalarından kıskanan “oğullar” olarak isyan bayrağını açmışlar ve “zalim Baba”yı, yani Abdülhamid’i tahtından indirip iktidarını elinden alarak onu manen “öldürmüşler” imiş. Böylece meydanı boş bularak Baba’nın kendilerine yasak ettiği ne kadar zararlı oyuncak varsa hepsiyle birden oynamaya kalkan oğullar, çok geçmeden (1913 Ocak’ındaki Babıali Baskını ile), Baba’nın yönetim biçimine çok daha zalimce bir dönüş yapacaklar ama Baba’daki dirayet ve tecrübeden mahrum bulundukları için de yalnız kendilerini değil, anneyi, yani vatanı da düşman çizmelerinin altına sereceklerdir. Tabii Freud’un görüşüne katılmak zorunda değiliz. Fakat burada altını çizmek istediğim husus, Abdülhamid’in, imaj düzeyinde, onun iktidarında yaşamış Osmanlı aydınlarının kâh bilinçlerinde, kâh bilinçaltlarında mutlak iktidar sahibi bir “Baba” otoritesini temsil etmekte olduğudur. Kendisine en hafifinden “Müstebid” diyenlerin bile Jön Türk–İttihad ve Terakki istibdadını yaşadıktan ve imparatorluğun 7–8 yıl içinde nasıl darmadağın olduğunu gördükten sonra kafalarındaki kudretli “Baba” imajının nasıl yeniden fışkırdığını en iyi gösterecek metin, sanırım Rıza Tevfik’in “Sultan Hamid’in Maneviyetinden İstimdat” adlı şiiridir. İki kıtası bile Rıza Tevfik’in şahsında dönemin aydınının bilinçaltında Abdülhamid’in teşkil ettiği “Baba” figürünün nasıl köklü bir yer edinmiş olduğunu göstermeye yetecektir:
Nerdesin, şevketli Sultan Hamid Han / Feryâdım varır mı bârigâhına? / Ölüm uykusundan bir lahza uyan, / Şu nankör milletin bak günahına! / Tarihler ismini andığı zaman, / Sana hak verecek hey koca Sultan; / Bizdik utanmadan iftira atan, / Asrın en siyasî padişahına!
Çürük ipliğe hülya dizdiğini neden sonra anlayan bir nesil için Abdülhamid’in bilinçaltındaki sarsılmaz ve mutlak yeri bir türlü doldurulamamıştır. 1918’e gelindiğinde ise artık vatan işgale uğramış, Mütareke yılları ise Türk aydınının bilinçaltındaki “Baba” figürünü iyiden iyiye aşındırmış ve Ana’ya, yani toprağa, yani vatana ve vatanın, o Baba’nın terekesinden çıkan mirasına dönmek zorunda hissetmiştir kendisini. Nitekim Mütareke döneminde yazılanlara bakarsanız, Anadolu ve İstanbul’un “Baba”dan kalma mimari eserlerinin nasıl yeniden bir kimlik verici öge olarak adeta müştereken ve birdenbire hatırlandığına şahit olursunuz. Hamdullah Suphi’yi Süleymaniye Camii’ne, Nazım Hikmet’i Beyoğlu’ndaki Ağa Camii’ne koşturan ve bu camilerin ruhlarıyla dertleştiren, Tanpınar’ın deyişiyle Osmanlı’dan kalma her taşın değerini idrak etmelerine yol açan bir yetimlik psikolojisidir bu. Öksüzlük ise kapıdadır. Aslında Anadoluculuk akımının ortaya çıkışını hazırlayan sosyal ve psikolojik zemin bu şekilde oluşmuştur. Anadoluculuk, Hilafet ve Devlet’i temsil eden Baba’nın yerine Vatanı ikame etme gayreti olarak değerlendirilmelidir. Cumhuriyet’in ilk nesil aydınları, giden ve gelip gelmeyeceği bilinmeyen bir Baba’yı umutsuzca beklerken Ana’nın kucağında teselli aradılar. Onu bulup bulamadıkları konusunda ise rivayetler muhteliftir.
08.01.2002
.
Yahya Kemal ve son “Baba”: Abdülhamid
Yahya Kemal ve son “Baba”: Abdülhamid
Oğulları (devrin aydınları) kendisine ne kadar isyan ederse etsin bilinçaltlarında II Abdülhamid, baba figürünü temsil ediyordu (neticede isyan; ancak evde bir baba varsa anlamlı değil midir?). Baba’nın tahttan indirilmesinin üzerinden 3,5 yıl geçmeden İttihatçıların gangster yönetimine ve 10 yıl geçmeden vatanın un ufak oluşuna tanık olmuş bu neslin dramını anlamak çok önemli.
Devrinde Cevdet Paşa, A. Midhat Efendi ve Tunuslu Hayreddin Paşa gibi birkaç istisna dışında anlaşılmamış, hemen bütün cephelerden oğulların amansız eleştirisine maruz kalmıştı Abdülhamid. O kadar ki, farklı açılardan baksalar da, ona karşı olmak noktasında, bugün birbiriyle uzlaşmaz kabul edilen Akif ve Bediüzzaman ile T. Fikret ve Abdullah Cevdet aynı saflarda buluşabiliyorlardı.
Henüz 19 yaşındayken bir bakıma Baba’nın “baskısı”ndan Paris’e kaçan Y. Kemal, ancak Baba iktidardan indirildikten sonra evine dönecektir. Paris’te müzmin muhaliflerin etkisiyle bilenen bilinci, Sultan’ı, annesi olarak kabul ettiği Vatan’a gayri meşru olarak el koymuş bir gâsıp gibi görmeye sevk etmiştir:
“Abdülhamid–i Sâni, eski bir Asya padişahının kıskanç hırsiyle memleketi bir zevceyi benimser gibi öyle benimsemişti ki yeni rûhlar [“oğullar”– M.A.], eski memleketin her şeyinden tiksinerek hârice fırlamak istiyorlardı.”
Annenin Vatan’ı tutkuyla sahiplenmesi karşısında, oğullar Baba’yı öldürmek için birleşirler ve onu annelerinden ayırmayı başarırlar. Muktedir Baba alaşağı edilmiş ama ne yazık ki, kısa zamanda oğulların “iktidarsız” oldukları da ortaya çıkmıştır:
“1908 İnkılabı oldu. Lâkin ortada iktidar mevkii yoktu. Olmadığı için de 1909’da bir askerî ihtilal çıktı ve Türkiye’de devletin muayyen bir şekli de kalmadı… [İttihatçılar] iktidar mevkiine tedhişten ibaret bir istinadgâh yarattı.”
Nitekim Baba’sız kalan neslin biçareliği ve iktidarsızlığı, İttihatçıların hızlı reislerinden Dr. Nazım tarafından, Cihan Harbi günlerinde Y. Kemal’e şöyle itiraf edilmiştir: “Hükumeti bırakmak istiyoruz, lâkin kime bırakalım, kime, söyle! Kime emniyet edelim de bırakalım? Hükumette zerre kadar gözümüz yoktur, halef görmediğimiz için zaruri katlanıyoruz.”
Yılgınlık, dirayetsizlik ve çaresizlik hakimdir ortama. Y. Kemal de, İttihad ve Terakki’nin tedhiş devleti karşısında bunalmış ve Baba hakkında yeniden düşünmeye başlamıştır.
1956–57’de yazmaya başlayıp da tamamlayamadığı “Her Gece Benimsin” adlı romanında bu sarsıntıyı çok çarpıcı bir şekilde dile getirir Y. Kemal. Roman kahramanı genç, Paris’te bir rüya görür. Caddeden geçen bir gazete satıcısının Fransızca “Sultan öldü!” diye bağırdığını duyunca ruhu sarsılır ve derin düşüncelere dalar:
“Demek Sultan Abdülhamid ölmüştü. Paris’e firar edenlerin; yurtta hürriyet isteyenlerin büyük kâbusu sağ değildi. Fakat şimdi ne olacaktı? Bunca yıldır vatanı her şeye rağmen bu hükümdar idare etmişti. Birçok kavimlerden ve dinlerden kurulmuş bir imparatorluğu, her şeye rağmen ayakta tutmuştu. Şimdi, iç ve dış düşmanların ayaklanmasıyla, vatanda kim bilir ne korkunç vak’alar olacaktı?”
Romandaki genç kızın, Paris’ten dönen gence, yani yazara Sultan’ı tahttan indirmenin tehlikeli olacağını söylemesi ve onu ikna etmesi de gösteriyor ki, “Her Gece Benimsin”de gençliğinin Baba’sı ile ilgili bazı yeni fikirleri işlemek istiyordu Y. Kemal.
“Son, başa döner”, derler. O Yahya Kemal ki, daha Paris’e gitmeden Baba’ya, sonradan gizlemeye çalışacağı bir medhiye yazmamış mıydı? 1957’den 1902’yi çıkartırsak 55 kalır. En az yarım asır gerekiyor galiba Baba’nın kadrini anlamamız için!
15.01.2002
.
Nazım Hikmet: Ne kahraman, ne hain!
Nazım Hikmet: Ne kahraman, ne hain!
Bir edebî/tarihî şahsiyete yaklaşırken ölçümüz ne olmalı? Bir direk gibi düz, dümdüz tipler mi çizmeliyiz yoksa hayatının zikzakları içinden fışkıran bir portreyi hassas fırça darbeleriyle resmetmeye mi koyulmalıyız?
Meseleyi şöyle ortaya koyuyorum:
Nazım’dan bir “kahraman” üretme gayretine düşenler de, ondan bir “vatan haini” imal etmeye çalışanlar da, aynı temel hatayı işliyorlar. Her iki kanat da, bir insandan fazla köşeli ve pürüzsüz bir portre çıkarmak için bazı yönlerine kör kalmayı tercih ediyorlar.
Nazım ne bir kahramandır, ne de bir hain!
Bu düşüncelerimi yadırgayacakların olduğunu biliyorum. Şu ufacık sütunda bu düşüncelerimi temellendiremeyeceğimin de farkındayım. Ama en azından bazı satır başlarını açma fırsatını bulacağımı umuyorum. Mesela Nazım’ı Polonya vatandaşı olmakla eleştirenler, onu vatandaşlıktan bizim çıkardığımızı nedense unutuyorlar. Sovyetler’e kaçışını abartıp “hain!” damgasını vuranlar, Moskova’nın Nazım’a bir pasaportu bile çok gördüğünü görmezden geliyorlar.
Öte yandan Nazım Hikmet’ten bir komünist ideolog ve dava adamı heykeli yontmak için didinenler de, en yakın arkadaşlarının ittifak halinde kitap okumadığını söyledikleri birisinden ideolog, yine bütün arkadaşlarının şehadetiyle ölümden korkan birinden kahraman olmayacağını unutuyorlar.
‘Yaşamak güzel şey be kardeşim’ diye şiirler yazan birinin kahramanlığı, olsa olsa “yaşamak uğrunda bir kahramanlık” olabilir. Buna ise biz kahramanlık değil, korkaklık diyoruz. Nazım, korkaktır. Ölümden, öldürüleceğinden korkmuştur sürekli olarak. Şevket Süreyya Aydemir, onun en çok bu “korkak” tarafına takılmış, “Nazım komünist değildi” demiştir. Çünkü hayatı seviyordu; hayatın zevklerini bir yana bırakacak kadar gözü kara olmadı hiçbir zaman. Ne bir zamanlar üstad bellediği Mayakovski’nin, ne de şair Yesenin’in –ki ikisi de Stalin’in baskıları sonucunda intiharı seçeceklerdi–, ölüm karşısındaki onurlu duruşlarını anlayabilirdi bu yüzden.
Çocuktu… Nazım üzerine yazanlar arasında onun koca bir çocuk olduğu hususunda söz birliği var adeta. Sağda ise, biraz insaflı olanlar, aldatıldığını söylüyorlar. Doğrudur, çocuklar aldatılır.
Hapisten çıkabilmek umudu ve çevresinin telkin ve teşvikiyle Kurtuluş Savaşı Destanı’nı yazarken de, Huruşof’a –hani şu Amerikan basınının ağzıyla bildiğimiz Kuruşçev canım– mektup yazarken de ve Atatürk’ten af dilerken de, “Stalin beni yarattı” derken de hep bir çocuk saflığıyla yaklaşıyordu çetrefilleşmiş siyasî meselelere.
Hep birilerinin kendisini kollayacağı umuduyla yaşadı. Lenin’i de, Stalin’i de, aradığı Baba sandı. Ama Stalin ölünce derin bir nefes aldığını da hissediyoruz. Çünkü, yakınlarının yalancısıyım, devrin pek çok Sovyet aydını gibi o da Stalin tarafından öldürüleceğinden korkuyordu. Nazım Hikmet’in komünist olmasının sebebini şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Dedesi Halep valisi ve Mesnevi şarihi Abidin Paşa, babası Hikmet Bey ise vasat bir gazetecidir. Babası, bir ara Cemal Paşa’nın desteğiyle Matbuat Umum Müdürlüğü yapıyor; ama emekli olunca son derece basit bazı ticari ortaklıklara giriyor ve hepsinde de iflas ediyor. Çöken Osmanlı aristokrasisinin bir ufak temsilini yaşıyor yani Nazım, ailesinde. Onlar fakirleşirken, kapıcıları mevkiindekilerin milyonerleşmesini hazmedemeyerek isyan ediyor. Demek ki tepkisi, gerçekten de sınıfsaldır. Bunu anlamazsak Nazım Hikmet’in komünistliğini ciddiye alabiliriz. Çöken bir aristokrasinin acı ve hıncı gezinir Nazım’ın mısralarında. Yoksa bir proleter veya köylüde “Düşmanıyım asaletin kelimelerde bile” diyebilecek ufuk ne gezer!
22.01.2002
.
Amerika ve siyasal İslam
Amerika ve siyasal İslam
11 Eylül 2001 sabahı gerçekleştirilen DTM ve Pentagon’a yönelik saldırılar, Amerika’yı ciddi bir ikileme düşürmüş görünüyor. Öteden beri “Hür Dünya”nın bayraktarlığını yapmış olan Amerika, bu süreçte kendi ideallerine taban tabana zıt bir noktaya sürükleniyor. Bundan sonra Amerika’nın, ancak halkının ve ekonomisinin güvenliğini temin ettikten sonra özgürlüklere kapı açabileceğini tahmin etmek zor olmasa gerek.
Fakat asıl tehlikeli gelişme, Amerika’nın bir süper gücün alamet–i farikası olan soğukkanlı davranma yeteneğini kaybettiğine dair sinyaller vermesi. Savunma refleksleri ile hınç çıkarma dürtüsünün, devlet aklı ve Aydınlanmacı birikimin önüne geçebileceği tehdidi, Amerika’nın “yeşil” manzarasını giderek “çölleştiriyor”. Ve bu kültürel manzaranın içinden Maniheist bir ikicilik olanca gümrahlığıyla fışkırıyor: İyiler ve kötüler.
Amerikalılar iyileri temsil ediyor; diğerleri ise derece derece kötüleri. Dünyaya nizam vermeye niyetli bir gücün kendisini bu kadar ağır bir “tarafgir” konuma hapsetmesi, ister istemez kendi halkının bir kısmının da “onlar” yerine konulmasını getiriyor. İşte koyu renkli Pakistanlılar, Arap ülkelerinden vatandaşlar, hatta Türkler, olası 11 Eylül zanlıları mevkiine konuluyor ortak şuuraltında.
Artık Amerikalı vatandaşın kafasında şu fikir netleşiyor: Amerika gibi zengin bir ülkede yaşadığımız için çok şanslıyız. Bizim kadar zengin olmayanlar bizi kıskanıyor. Kıskançlık şiddete dönüşüyor.
Tabiatıyla ardından alınacak tedbirler cümlesi arz–ı endam eyliyor. “İyilerin ülkesi Amerika’ya kötülerin saldırıları cevapsız kalmayacak” denilerek Tv’lerden siyasete büyük bir sansür mekanizması harekete geçiriliyor.
Özgürlüklerin sınırlanması, yabancıları yargılayacak olağanüstü yetkileri haiz askerî mahkemelerin kurulmasına kadar varıyor. Savaş halindeki bir ülkede “düşmanı” normal hukuk sürecinde yargılamanın mümkün olmadığı bile savunuluyor. Askerî mahkemeler devreye girerse, Amerika’nın o çok gurur duyduğu “jüri” sistemi ortadan kalkmış olacak. Adalet sistemini by pass etmeye yönelik bu tedbirler, Amerika’nın ünlü köşe yazarı William Safire’ı bile isyan ettirmişe benziyor.
Ve İslam; özellikle de siyasal İslam.
Bütün bu toz duman arasında herkesin dilinde siyasal İslam, İslam fundamentalizmi laflarıdır gidiyor. Gözü kapalı bir şekilde İslam ile siyasal İslam’ı özdeşleştirmeye kalkanlar bizde de bol bol çıktığı için fazla yadırgamıyorum; ama yine de Fukuyama gibi akıldânelerin yazdıkları, bir Müslüman olarak tüylerimi diken diken ediyor.
Mesela şu satırlar yeterince düşündürücü değil mi sizce de?
“İslam, görünüşe bakılırsa, modernliği bir blok halinde dışlayan Usame bin Ladin ya da Taliban gibi kimseleri düzenli bir şekilde üretecek yegane kültürel sistemdir.”
Ezcümle, ‘çağdaş terörizmin yegane kaynağı, İslam’dır’, demeye getiriyor hazret.
Amerika’nın, suçu birilerine fatura ederek işin içinden sıyrılamayacağını bilmesi, “kötüler”e karşı “iyiler” formülünün kısa vadede cazip de olsa, daha vahim çatışmalara gebe olduğunu görmesi, kendisinin dünyanın bir parçası olduğunun şuuruna ve nihayet bir zamanlar yürüttüğü izolasyonist politikanın dünyadan kültürel bir tecride dönüşmesi sonucunda Amerika’nın daha fazla çölleşeceğinin farkına varması lazım.
Siyasal İslam’ın modernleşmenin bir ürünü olduğu görülmedikçe ve modernliğin evrensel olup olmadığı sorgulanmadıkça, bu tartışmalar bitmez. Siyasal İslam’ı da, Amerikan hayat tarzını da, yaşadığımız dünyanın realiteleri olarak soğukkanlılıkla ele almak zorundayız.
29.01.2002
.
Biri herkesi gözetliyor
Biri herkesi gözetliyor
Giderek büyük bir hızla bir “teşhir mekânı”na dönüşüyor televizyon kanalları. “Görünüyorum, o halde varım”. Descartes’ın ünlü “Düşünüyorum, o halde varım.” sözünün bugün vardığı nokta maalesef bu. Televizyona uygulayınca, ekranda görünmek, varolmak anlamına geliyorsa artık bu paradoksal durumu yeniden düşünmenin zamanı gelmiş demektir.
Bakın en ciddi tartışma programlarına: En değerli sözlerin, şovmenlerin yanında çok geçmeden sıfıra müncer olduğunu ibretle müşahede edeceksiniz.
Tv ekranı, aslında müthiş ve görünmez bir iktidarın evlerimize kadar girmesi anlamına gelir. Planı programıyla, bilimsel desteği ve olanca silahlarıyla donanmış bir yönetmen–yapımcı–teknik eleman ordusu karşısında biz çaresiz insanlar koltuklarına gömülmüş, gözlerine ve kulaklarına sunulanı içiyoruz.
Bunun iç dünyamızda hazımsızlık yapması kaçınılmazdır. Bu bombardımanın hazmedilmesi içindir ki Tv dergileri, şoku atlatmaları ve elleriyle dokunacak kadar yakınlaşmaları için dedikodu ve magazin ekleri, spor gazeteleri çıkartılır.
Ben eskiden hafta başında birbirlerine futbol maçlarını hararetli hararetli anlatan insanlara kızardım malayani işlerle vakit kaybettikleri için. Bugün artık böyle düşünmüyorum. Neden mi? Çünkü pazartesileri, hafta sonlarında yaşadıkları televizyon ağırlıklı yoğun şokların etkisini konuşarak ve paylaşarak üzerlerinden atmaya çalışıyor aslında insanlar. Popüler kültürün müşterilerinin bu paylaşma tarafını iyi anlamak gerekiyor. Şu günlerde çokça konuşulan Biri Bizi Gözetliyor programı da ortak kültürümüze batan kıymıklardan birisi. Onu sosyal hafızadan atmak kolay olmuyor bu yüzden.
Şimdi soru şu:
Bu programda kimler gözetleniyor gerçekte?
O eve toplanan 15–20 genç mi? Hiç sanmıyorum.
Gözetleneceklerini bile bile kameraların altında yaşamaya razı olan (razı olmak ne kelime, can atan) insanların gözetlendiğinden söz etmek saçma olmaz mıydı?
Oysa burada başka bir şey var: Gözetlenenleri gözetleyenleri gözetleyenler!
Yani o evdeki gençleri gözetlediklerini sanıp da Tv ve bilgisayar ekranlarının başına toplanan milyonlar var ya, ekran başına yığıldıklarını gözetleyen şirketler, medya patronları, reklamcılar, yapımcılar ve yönetmenler; ellerini ovuşturanlar ve asıl gözetleyiciler onlardır.
Televizyon, aslında her eve sokulmuş bir gözetleme aleti. Hayır, seyredenler değil, seyredenleri seyredenler var. Filanca programı kaç kişi izledi? Bu bilgiler anında reklam ajanslarına, oradan şirketlere, yani reklam verenlere akıyor ve o program daha çok veya daha az reklam almaya başlıyor.
Bu müthiş girdabın, yönetmeni de, yapımcıyı da, Tv patronunu da, oyuncuları da etkilememesine imkân var mı?
O zaman evlerdeki televizyonların aslında birer gözetleme kulesine dönüştüğünü ve buradan o evlerin içinin gözetlendiği sonucunu çıkarmak yanlış mı?
Bourdieu, gözbağcılar numaralarını yaparken seyircinin dikkatini başka bir yere çeker, der. Televizyon da aslında, görülmesi gerekeni gizleyerek insanları aldatan ve illüzyona düşüren bir gözbağcı kutusu.
Bir evin içini gösteriyor gibi yapıyor. Ama asıl derdi, sizin reklam kuşağına “koltuğunuza yaslanarak” teslim olmanız ve gözetlendiğinizi asla fark etmemeniz.
Televizyon daha icat edilmeden önce Cesur Yeni Dünya’yı yazan Aldous Huxley, gelecekte insanların sakinleştirici haplarla uyuşturularak itaat ettirileceğine dair bir ters ütopya tahayyül etmişti. Huxley’in tahmin edemediği, yalnızca kehanetinin teknolojik unsuruydu. Bugün aslında benzer bir uyuşturucuyu hepimiz her gün alıyoruz ve adına da “televizyon” diyoruz.
Biri herkesi gözetlerken bizi gözetleyenin kim olduğunu bu sayede anlamıyoruz işte.
05.02.2002
.
Abdülhamid’in halkçılığı
Abdülhamid’in halkçılığı
10 Şubat günü, Sultan II. Abdülhamid’in vefatının 84. yıldönümüydü. Ne acıdır ki, bu önemli yıldönümü eski tabirle “meskût” geçildi. Oysa kendimizi ve dünyayı anlamakta kaçırılmayacak bir fırsattı. N. Fazıl Kısakürek, Ulu Hakan Abdülhamid Han adlı kitabını şu anlamlı cümleyle noktalar: “Abdülhamid’i anlamak, her şeyi anlamak demektir.” Siyasî ve kültürel tarihimiz açısından Abdülhamid, sonradan ayrışacak ve keskinleşecek bir yol kavşağında bütün ihtişamıyla hâlâ duruyor ve anlaşılmayı bekliyor.
Abdülhamid’i diğer yöneticilerden ayırd eden şey neydi? Onu, modern tarihimizin içinde benzersiz kılan ve bugüne kadar yaşatan etkenler nelerdi? Aradan geçen sürede her şey neredeyse tanınmayacak kadar değişime uğradığı halde hâlâ neden tartışmak ihtiyacını duyuyoruz Abdülhamid’i? Yoksa o hâlâ hazmedemediğimiz bilgi ve fikirleri taşıyan bir “saatli bomba” özelliğine mi sahipti? Abdülhamid’i sıradan bir padişah olmaktan çıkartıp bugün tartıştığımız tarihî şahsiyet haline getiren dinamiği anlamak önemli. Osmanlı Devleti’nin “93 Harbi” dediğimiz 1877–78’de Rusya ile girdiği savaştan ağır yaralar alarak çıkması sonucunda Abdülhamid, bir yandan Tanzimat’la başlayan yeniden yapılanma sürecini hızlandırdı; ama öbür yandan Tanzimat’ın sosyal bünyede açtığı yarayı, yani reformların devleti hızla halktan koparmakta olduğu gerçeğini görerek halkla kaynaşmanın, reformları halka benimsetmenin çareleri üzerinde düşündü ve bu çalışmalarını bu yönde yoğunlaştırdı. İşte onu hem sadık bir Tanzimatçı yapan, hem de Tanzimat’ı epeydir ihmal edilmiş bulunan dinî–millî değerlere göre yeni baştan yapılandırıcı bir “Restoratör” konumuna oturtan bu karmaşık vizyonunu tam olarak anlayamadığımız içindir ki, kendisine uygun bir yer biçemiyoruz. Aydınlar onu anlamaya yanaşmadı; ağır eleştirilere, ithamlara, hatta iftiralara uğradı ama onların birer “hain” olduklarına hiçbir zaman inanmadı. Sadece “aldatılmış” birer “çocuk”tu onlar. Abdülhamid, yatırımlarını, modern bir imparatorluk olmak için gereken birkaç noktada yoğunlaştırmayı seçti: Halkın eğitim ve bilgi seviyesini yükseltmeyi temel hedeflerinden biri olarak ortaya koydu; çok geniş ama birbiriyle bağlantısı büyük ölçüde kopuk parçalardan oluşan vatan topraklarını demir yolları, kara yolları ve telgraf gibi araçlarla örmeye çalıştı; dış politikada kendisinin bir “kurt” olmadığını bile bile bir kurt gibi davranmaya çalışarak (“kurtlarla birlikte ulumak” deniliyor buna) iç düzenlemeler sonucunda yetişecek nesil adına vakit kazanma çabasına girdi. En önemlisi de halkıyla kaynaşmış bir liderdi.
Hanımı Fatma Pesend Sultan’ın 1897 Yunan Harbi sırasında sarayın durumunu anlatan satırları, bugünkü yöneticilere ibret numuneleri taşımaktadır: Yıldız Sarayı Harem Dairesi’nin savaş sırasında orduya giyecek dikilen büyük bir atölyeye dönüştüğünü öğrendiğimiz bu notlarda Abdülhamid’in her gün hastanelere koşarak yaralıları ziyaret ettiğini, tek tek ihtiyaçlarını sorduğunu, hatta hemşirelerin yapması gereken işi de üstlenerek gazilerin ateşlerine bakıp doktorlara haber verdiğini görüyoruz.
Bir gün bacağını kaybeden bir askerin halinden çok müteessir olan koca Padişah, bu gaziye acısını unutturmak istemiş. Marangozluk da elinden geldiği için gazinin yürürken işine yarayacak bir baston yapmış ve kendi eliyle askere hediye etmiş. Rivayete göre bu güzel davranış yıllar yılı İstanbul mahallelerinde bir efsane gibi söylenmiş durmuş. Bir Cumhurbaşkanı Sezer’in Afyon seyahatinde otomobilinden dışarı çıkamayışını düşünün, bir de Abdülhamid’i hastanede koştururken gözünüzün önüne getirin…
12.02.2002
.
Cep telefonu: Bir özgürlük masalı
Cep telefonu: Bir özgürlük masalı
Artık hepimiz tanıyoruz onu: Kovboy şapkalı, sırt çantalı, yanık yüzlü, macera arayan, masum ama aynı zamanda cilveli manevralarla peşindeki delikanlıyı atlatan reklamların “özgür kız”ından bahsediyorum.
Reklam, aslında ikili bir yapı üzerine oturuyor. Kılık kıyafet, müzik, özgür görüntüler, gelişmiş ve Amerikalı olmayı temsil ediyor. Mekânlar ve insanlar ise yerli, yani bizden. Böylece ileri, gelişmiş ve özgür dünyayı vaat ediyor ama bu özgürlük yapıştırma kağıdı gibi kalmış olsa, seyirci mesajı içine sindiremeyeceği için yerli bir fon olarak Türkiye manzaraları montajlanmış durumda.
Ne yabancı, ne yerli olduğu ve her iki yanılsamayı birden verebildiği içindir ki, reklam her yaştan insanın dikkatini çekmeyi başarıyor. Bir araştırmada ortaya konulduğu gibi, reklam, Türkiye’yi “bir başka yer” gibi algılatırken, bu ülkeden “gidemeyenler”e de bir fantezi sunuyor. Gelişmiş ülkelere “gidemeyenler”e, kendilerini, “burada” kalarak “orada” imiş gibi hissetme nimetini bahşeden bir aracın fantezisi: Cep telefonu ve hazır kart. Oysa, tam da özgür olmak için yola çıkan isimsiz kızın, sürekli telefonuyla oynayarak kendisini “bağımlı”, hatta “tutuklu” hale getirmeye çalıştığı da gözden kaçmıyor. Her bölümde birilerinin kendisine ulaşması için elinden geleni yaparak aslında cep telefonunun özgürlük yanılsamasını içeren bağımlılık kıskacına yakalanmakta gecikmiyor.
İletişim teknolojisi, özgürlük vaadiyle bizi avlıyor ama sonuçta daha büyük ölçekte bağımlı hale getiriyor. Karen Fogg örneği çok taze. Evimiz gibi gördüğümüz e–maillerimiz yolgeçen hanına dönüşebiliyorsa, internetin bizi özgürleştirdiğinden mi yoksa her türlü bilgimizi isteyenin kullanabildiği bir denetim alanına gömdüğünden mi söz etmek doğrudur acaba? Aslında insanların çok da özgür olmak istediklerini sanmıyorum. Hepimiz, kaos içinde tutunacak bir dal arıyoruz ve bu “dal”ı, iletişim teknolojisinde bulduğumuzu sanarak aldanmak “istiyoruz”. Cep telefonu kullanıcılarının da reklamlarda verilmek istendiği gibi “özgür” olmak gibi bir istekleri yok. Aslında “cep”le dayanışmacı toplum modelimize çok uygun bir araç bulmuş durumdayız: Birbirimizi denetlemek. Sanıyor musunuz ki, herkes “ben özgürüm” demek için cep telefonu ediniyor? Araştırmalar bunun tam aksini gösteriyor.
2000 yılında yapılan bir araştırmada, Türkiye’de cep telefonunun büyük ölçüde çevreyi, özellikle de aile fertlerini kontrol etmek (mesela eşlerin birbirlerini) ve başkaları tarafından kontrol edilmek (mesela gençlerin aileleri tarafından) amacıyla kullanıldığını ortaya koymuş durumda.
Kullanıcıların yüzde 34’ü “her istendiğinde kendisine ulaşılması”, yüzde 36’sı ise “aile fertlerine her an ulaşabilmek” amacıyla cep telefonu almışlar. Sonuç: Özgürleşmek yerine, özgürlüğümüzü daha çok kısıtlamak için kullanılan bir araç karşısındayız.
Asuman Suner’in Toplum ve Bilim’in Güz 2001 sayısında yayınlanan makalesi, meseleyi bütün vuzuhuyla ortaya koyuyor:
“Somut kullanım pratikleri açısından bakıldığında, ironik biçimde, cep telefonu… aslında “çekip gitmeyi”, “ortadan kaybolmayı”, özgürce hareket etmeyi” zorlaştıran bir araç gibi gözüküyor. Bu çerçevede, cep telefonunun sağladığı özgürlük ve hareketlilik, kısıtlılık ve denetimle birlikte geliyor. Cep telefonu kullanıcısı gönüllü olarak kendisini her arandığında bulunabileceği, her an nerede olduğu ve ne yaptığının başkaları tarafından sorgulanabileceği bir ağın içine yerleştiriyor. Bu da, insan nereye giderse gitsin ve ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın aslında hep ulaşılabilir bir yerlerde, yani “buralarda” olma durumu anlamına geliyor.”
Eflatun’un mağara istiaresi, güncelliğinden bir şey yitirmiş değil: Gölgeleri gerçek zannederek özgür olduğu zehabına kapılan tutsaklardan bir farkımız var mı?
19.02.2002
.
Fundamentalizmin son kalesi: Feminizm
Fundamentalizmin son kalesi: Feminizm
8 Mart Dünya Kadınlar Günü yaklaşıyor. Her yıl olduğu gibi gazeteler, Tv’ler ve ajanslar kadınlarla ilgili haberleri veriyorlar. Bu haberlerden birine göre, Amerikalı feminist çevreler Oscar ödülüne isyan bayrağı açmışlar. Niçin şimdiye kadar Oscar ödülü hiç kadın bir yönetmene verilmemiş? Oscar ödülü de “erkek–egemen düzen”in kadınları görmezden gelen stratejisinin bir parçasıymış vs.
Hep onu diyorum: Feminizm bugün küresel bir kriz içindedir. Krizin de temelinde, feminizmin giderek çağımızın en fundamentalist akımlarından birisi haline gelmesi yatıyor. Feminizme “fundamentalist” dememe şaşırdınız mı yoksa? Birkaç ipucu vereyim hemen. Fundamentalizm, malum “köktencilik” diye çevriliyor dilimize. (Ecevit’in dediği gibi “köktendincilik”, olsa olsa “dinî fundamentalizm”in karşılığı olabilir!) Fundamentalizm bir sorunu, konuyu, davayı, inancı güncel düzeyde çözüm aramak yerine, kavramsal ve tarihî derinliklerine inerek “kökten” ele alma yöntemidir. Batı’nın “İslamî fundamentalizm” diye tutturduğu şey de aynı aslında: Onlardan, İslam’ı “temelden farklı” bir dünya görüşü olarak kurdukları ve asla uzlaşmaya yanaşmadıkları için korkmaktadırlar. Fundamentalizm, siyasî, kültürel ve dinî coğrafyayı köküne kadar inerek “yırtmakta” ve tam da bu “yırtık” üzerinden geliştirmektedir stratejilerini.
Farklılıkların ortadan kaldırılmasına dayalı bir proje olan modernlik sürecinde bir farklılık arayışı olan fundamentalizmler bastırılmaya çalışıldıkça kışkırtılmış oluyorlardı. “Kaynaşmış tek bir millet” oluşturmaktan “kadın/erkek ayrımının ortadan kaldırılması”na kadar pek çok ikili yapı, bir yandan eritilmeye çalışılıyor, öbür yandan tam da bu eritme işlemi yüzünden abartılı tonlarda ortaya sürülüyordu. Modernlik, fundamentalist bir tavır takınıyordu diğer inançlar, gruplar ve görüşler karşısında: Kendisine tabi olunmasını buyuruyordu. Ona karşı çıkanlar da ister istemez fundamentalistleşiyordu. Din, modern hayatta giderek ortadan silinecek iddiasındaydı modernizm; fundamentalizmler dinin direnen tarafını vurguluyorlardı. Farklı etnik gruplar ve kimlikler tek bir milletin çerçevesine sığdırılmak isteniyordu; mikro milliyetçilikler patlak veriyordu.
Ve kamusal alan erkeklerin egemenliğindedir, diye dayatıyordu; feminizmler, “Özel olan kamusaldır” sloganıyla ortaya çıkıyor, kadınlığın temele inen, yani “fundamental” bir değer taşıdığı inancıyla tepki gösteriyorlardı. İnsanlığın en temel biyolojik ayrımlarından birisi olan “cinsiyetler arası savaş” başlıyordu böylece. Bu kadar temele, insan oluşumuzun temeline inen bir hareket, yani feminizm de ister istemez fundamentalistleşiyordu.
Oysa artık modernliğin aynılaştırıcı retoriği, yerini farklılık içinde birliğe bırakmak üzere. Modern sınırlar belirsizleşiyor hızla. Eskiden tek bir “bütün” kabul ettiğimiz kimliklerin içinden farklı uçlar sarktığını görüyoruz hep birlikte. Eskiden feminizm, “kadınlar cephesi”ni tek bir bütün olarak lanse etmekten hoşlanır, bunun üzerinden siyaset yapmaya kalkardı. Yanlış bir temeldi bu besbelli ama tutmuştu. Fakat bugün artık özellikle Amerika’da “Beyaz Feminizm” ve “Siyah Feminizm” diye ikiye ayrılmış durumdalar. Türkiye’de de yaşıyoruz zaten başını örten kadınlar ile “laik” kadınların aynı “kadın” şemsiyesi altında birleşmelerinin zorluğunu.
O zaman fundamentalizmlerin kendi içlerinden çatladığı, farklılaştığı, yeni doğrultulara doğru uç verdiği ve eski keskin çatışmaları aşmaya çalıştığı bir çağda hâlâ biyolojik temele rücu eden brüt kimlikler olarak kadın–erkek çatışmasından medet uman ve bu çatışmadan nemalanan feminizmin yaşama şansı olabilir mi?
Başka bir deyişle, feminizm son fundamentalist hareket olarak 21. yüzyılda yaşamaya devam edebilir mi? Feministler kusura bakmasın ama bu 8 Mart’ta tartışmamız gereken “derin” soru bu galiba!
05.03.2002
.
Bir özü savunmak; asıl şimdi!
Bir özü savunmak; asıl şimdi!
“Katı olan her şey buharlaşıyor.” Marx’ın, kapitalizmin baş döndürücü gidişatı hakkında yaptığı bu yakıcı tespit, 19. yüzyılın ikinci yarısı için söylenmişse de, asıl anlamı günümüzde kavranmış bulunuyor. Artık eski saflık ve katılıklarını yitiren, melez, yumuşamış ve köşeleri tıraşlanmış iddiaların, nesnelerin ve eylemlerin dünyasında yaşıyoruz. Fundamentalizmler ve ideolojiler, aslında belli bir süre bu her şeyi birbirine benzeten büyük akıntıya karşı koymaya çalıştılar ama nafile. 1970’lerde “ideolojinin sonu”nun (D. Bell), ardından 1990’larda “tarihin sonu”nun (Fukuyama) ilan edilmesine engel olamadılar. Postmodernizm işte bu buharlaşma çerçevesine çok uygun bir poz verdiği için gözde bugün. “Artık temel diye bir şey yok”, bu yeni akımın “temel”(!) sloganı. Bir özü savunmak, stratejisini temellere değdirmeye ayarlamış bir görüşe bağlanmak, modern zihni yırtacak bir aykırı tavır geliştirmek yasak bölgeye girmişçesine telaşlandırır oldu insanları. kendini akıntıya bırak! Bugün insanoğluna tavsiye edilen en munis davranış tarzı bu. Otoriteler, bilim adamları, “büyükler” sizin yerinize düşüneceklerdir nasıl olsa. En ince ayrıntısına kadar hayatınızı, beyninizi, ruhunuzu hatta, uzmanlara teslim etmelisiniz rahat ve huzurlu olabilmek için. İnsanlık, bu küresel konformizme teslim olmak üzere. Ve Aydınlanma’nın amaçladığının tam tersine, düşünmeyen, mutlak olarak itaatkâr insan tipi bir salgın hastalık gibi yayılmaktadır dünyaya.
Kant ne diyordu ünlü denemesinde: “Aydınlanma, insanın kendini yine kendisinin yakalandığı bir vesayetten kurtarmasıdır.” Kurtuluşun yolunu da, “Aklını kullanma cesaretini göster” diyerek belirliyordu. Kant, aklını başkasının vesayetine terk etmiş bir insanlığın erginleşmiş sayılamayacağını iddia ediyor ve bundan kurtulmanın reçetesini sunuyordu.
Oysa bugün “sessiz çoğunluk” haline getirilmiş kitle, hayatın yüzeyine daha bir yapıştırılmış durumda. Medya vasıtasıyla uyuşturucular boca edilmekte aklımıza; ve bazı Tv programlarında denildiği gibi “koltuğunuza kurulup kendinizi teslim etmemiz”den başka bir şey istenmemektedir bizden.
Eskiden belki insanlar daha az okur–yazardı ama hayatın içinden farklı yoğunlukları yakalayıp irfana dönüştürmekte daha başarılıydılar. Basit bir çömleğin üzerindeki metafizik bir anlama sahip motiften tutun da, sözün ve sükûtun âdâbına kadar pek çok derinliği yakalayabiliyorlardı. En azından bizimki kadar tekdüze, standart ve asker gibi itaate hazır insanlar değillerdi. Genel düşünceye karşı çıkarılacak bir eşkıyaları her zaman mevcuttu.
Baudrillard bugünkü itaat zihniyetini en bariz bir şekilde uçağa binenlerin psikolojisinde görebileceğimizi söyler. Adımınızı attığınızdan itibaren hemen bütün hürriyetleriniz elinizden alınmıştır: Kemerinizi bağlayın, ayağa kalkmayın, filan aletleri çalıştırmayın, kalkışta ve inişte önünüzdeki masayı kapatın, önünüze uzatılan yiyecek ve içecekleri belli bir sürede yiyip belli bir sürede iade edin vs.
Bu itaat psikolojisi iliğimize işlemiş durumda. “Deprem Dede”nin 17 Ağustos’u müteakip hepimizi nasıl sokağa döktüğünü ve boşu boşuna parklarda yatırdığını hatırlayacaksınızdır.
Bugün derinliği algılayamayan insanlar olarak görüntüyle cilalanmak ve gözlerimizin önüne kalın bir perde çekerek yaşamaya devam etmek rahatlatıyor bizi. Daha da önemlisi, içine sıkıştırıldığımız medyatik mağaranın dışını görme arzumuzu köreltmiş olmaktan dolayı huzurluyuz.
Bize insan olmanın en derin ve renkli tabakalarını unutturan bu yüzeye yapışıp kalmaya isyan edecek özcü eşkıyalara, büyük ruh kahramanlarına, karanlığı elleriyle yırtacak ve önümüze insanca yaşamanın çoktan unuttuğumuz formüllerini cömertçe fırlatacak serdengeçtilere bugün her zamankinden daha çok muhtacız.
Bir özü savunmak; asıl şimdi!
19.03.2002
.
Türk dünyasından bir yıldız geçti
Türk dünyasından bir yıldız geçti
İstanbul’dan bir bozkır çocuğu geçti. 60 yaşında bir çocuktu! 60. doğum gününü beraber kutladık. Konuştuk, söyleştik, gülüştük, hüzünlendik. Ve sarıldık birbirimize. Asırlar ayırmıştı bizi, saatler birleştiriyordu. Rüyalarımızı bile donduran Soğuk Savaş, buharlaşıveriyordu birkaç dakika zarfında.
Bozkırın çocuğu geçti aramızdan. Bir kuyrukluyıldız gibi ağdı dünyamıza birkaç günlüğüne ve altın tozlarını serperek üzerimize, Tanrı dağlarının eteklerine geri döndü. Orta Asya’nın o çok saf ve çok masum ve çok çocuk ve çok mahmur çehrelerinden bir demet fotoğraf bırakıp gitti kendi dünyasına. Bozkırın çocuğu dediğim, Kazakistan’ın ünlü şairi Muhtar Şahanov.
Geçtiğimiz cumartesi günü İstanbul’da iki toplantıya birden katıldı. Birincisinde bir konferans verdi. Başlığı, “Avrasya’da Kültürel Erozyon”du. İkinci toplantı ise aynı gece Şahanov’un 60. doğum yıldönümü vesilesiyle düzenlenmişti. Türk ve Kazak halklarının dostluğunu perçinleyen bu gece, gerçekten pek samimi konuşmalara ve duygulu anlara sahne oldu. Şahanov, Türkiye’de pek fazla tanınan bir şair değil. Ama Türk cumhuriyetlerinde ve Sovyetler Birliği’nde, son yıllarda da dünyada epeyce tanınmış bir isim. UNESCO, “Medeniyetin Yanılgısı” adlı kitabını İngilizce başta olmak üzere dünyanın belli başlı dillerine tercüme ettirerek yayımlatmış. (Da Yayıncılık Şahanov’un Cengiz Aytmatov’la çeşitli konulardaki sohbetlerini içeren “Şafak Sancısı”nı yayınladı, şimdi de “Cengiz Han’ın Sırrı” adlı kitabını yayına hazırlıyor.)
Şahanov, hem aşinası olduğumuz hem de çoktandır unuttuğumuz bir dille konuşuyor. Kıssa geleneğimizi hatırlatan bir anlatım tarzı bu. Aynı zamanda da Orta Asya bozkırlarının bâkir tabiatından süzülmüş diri bir hayatın usaresi gizli eserlerinde. Dede Korkut ile William Faulkner’ın, Farabi ile Tolstoy’un birlikte nabız atışları duyuluyor eserlerinde. Sanıyorum bu yüzden büyük ilgi görüyor eserleri, böylesi bir dünyayı çoktan unutmuş olan Batı dünyasında.
Önümüzdeki yıllarda Orta Asya Türk yazarları adına bir patlama bekliyorum. Hem Türkçede hem de dünya dillerinde Aytmatov’un ulaştığı şöhreti yakalamaya aday pek çok şair, yazar ve düşünür var bu topraklarda. Olcas Süleymanov, Anar, Abiş Kekilbayev, Ramiz Ruşen bunlardan sadece birkaçı.
Soğuk Savaş henüz bitmedi sanki. Bu dünyalardan çıkan yazarlara, edebiyatçılara, sanatçılara karşı sanki hâlâ eski önyargılarımızla yaklaşıyoruz. Ciddiye almıyoruz adeta. Dahası, kardeş halklar olarak birbirimizi yeterince tanımıyoruz. Belki ticarî düzeyde bir tanışma oldu kısmen ama kültürel etkileşim ve fikrî tartışma düzeyine ulaşmış değil henüz bu. Ne onlar bizi sağlıklı bir şekilde tanıyorlar ne de biz onları. Nazım Hikmet de olmasa Türk edebiyatından hiçbir iz kalmayacakmış hatırlarında. (Burada kaderin Nazım Hikmet’e yüklediği rol, gerçekten de trajiktir. Başka gayelerle gittiği Sovyetler’de, Türk halkları ile Türkiye ve Türkçe arasında bir köprü rolü oynamak düşmüştür Nazım’ın hissesine. Azeriler, onun şiir kitabı basıldığında satın almak için nasıl kuyruklarda beklediklerini, onun sayesinde Türkiye Türklüğü ve Türkçesiyle irtibat kurduklarını hâlâ anlatır dururlar.) Ama o kadar işte. Türk edebiyatından bir Mehmet Akif, bir Yahya Kemal, bir Peyami Safa, bir Necip Fazıl, tanınmıyor oralarda. Peki kabahat kimde? Komünistlerde mi yoksa kendi değerlerimizi dünyaya tanıtamayan bizlerde mi? Bu yüzden kültürel etkileşim şart. Kültürel etkileşim için de tanışma, bilişme şart. Bunun için de Şahanov gibilerin daha çok gelip gitmesi, bizim entelektüellerimizin de bu topraklarla daha sıkı bir etkileşim içinde olması lazım.
Diyalog Avrasya dergisi ve Da Yayıncılık ile bu metrûk köprüleri tamir etmek için yola çıkmıştık. Bugün geldiğimiz nokta, gerçekten her iki dünyanın da diyalog eksikliğini hissettiğini ortaya çıkarttı. Ne diyelim: “Âsân eyle yolumuz”!
26.03.2002
.
Osmanlı yaşıyor mu hâlâ?
Osmanlı yaşıyor mu hâlâ?
Geçtiğimiz haftayı kültür aktüalitesi açısından en ilginç ve trajik haftalardan birisi yapan olay, Binbaşı Toytunç’un Batı Şeria’daki El–Halil şehrinde şehit edilmesiydi. Olayın kendisi kadar kamuoyumuzun olaya yaklaşma şekli de ilginçti. Basınımızdan iki haber başlığını karşılaştırdığımızda bunu ayan beyan görebiliriz:
28 Mart 2002. “Star” gazetesi: “100 yıl sonra ilk şehit.”
29 Mart 2002. “Zaman” gazetesi: “İlk hava şehidini de Filistin topraklarında vermiştik.”
Bu başlıklar aslında Osmanlı ile aramızda olduğunu vehmettiğimiz “kopuş”un hiçbir zaman tam olmadığını, dahası, olamayacağını göstermiyor mu? Tarih, bizi adım adım takip ediyor. Kaçmak kurtuluş olsaydı bizden daha iyi kaçmaya çalışan olmadığı halde çevremizde vuku bulan her olayda bilinçaltımızdan Osmanlı dönemine ilişkin tortular kendilerini yüzeye vurmaz, bu dipten gelen dalga ortak bilinçaltında bu kadar zengin bir karşılık bulmazdı.
Tarihimizle “gergin” bir ilişki içindeyiz. Bu gerginlik, Osmanlı’ya karşı olanlarda da, savunmak konumunda kalanlarda da belirgin bir kimlik problemine deva olarak ortaya çıkıyor. Bu kimlik probleminde tarih, her iki taraf için de meşrulaştırıcı merci olarak kabul ediliyor. Osmanlı tarihi, bugün manşetlerde yaşıyor olmasını, içimize ektiği bu gergin şuura borçludur. Bu sayede Ecyad Kalesi gibi en olmadık konularda, tam da unutmaya çalıştığımız geçmiş zembereğinden boşanarak üzerimize gelmeye başlıyor.
Eğer Osmanlı tarihinin ilk yarısı mutlak manada azameti ve yüceliği, mükemmelliği; ikinci yarısı ise Batı karşısındaki zilleti, küçülmeyi, giderek teslimiyeti içerseydi, bugün bu gerginliği hissetmezdik. Teslim bayrağını çekmiş bir tarihin evlatları olarak kaderimize küsüp yerimize otururduk. Oysa bugün solcusundan Kemalistine, ülkücüsünden İslamcısına kadar hepimizin bilinçaltından “Keşke işler kötüye gitmeseydi…” hayıflanması eksik olmuyor. Mesela Kanuni zamanındaki ihtişamını anlatan, sonra da beceriksizlik ve ihanetler yüzünden Osmanlı Devleti’nin battığını söyleyen bir “ilerici”nin beyninin gerisinde, farkında olmadan, “işler yolunda gitseydi” temennisinin yattığını görmek zor değil.
Tabii bu ciddi bir çatlak oluşturuyor “ilerici”lik adına. Zira Kanuni ve torunları o hataları işlemeseydi, dünya dengeleri Müslümanların lehine olacak ve Batı medeniyeti, demokrasi, bilim, laiklik gibi “modern gelişmeler” mümkün olamayacaktı! Görüldüğü gibi, tarih, en “ilerici” kalemlerimizin bile yeterince hesaplaşamadıkları bir alan Türkiye’de. (Yeterince hesaplaşabildiğimiz bir alan olup olmadığını da doğrusu merak ediyorum.)
Osmanlı Devleti, tıpkı 1918’e kadar Arap ve Balkanlar’da tutunmak ve emperyalizmle mücadele etmek için başvurduğu çarelerde olduğu gibi, ne 18., ne de 19. yüzyılda emperyalizme teslim olmuştur. Tam tersine, dünyada neredeyse tek başına emperyalizmlerle dişe diş mücadele eden ve onlardan biri olmayı, onlar gibi davranmayı hiçbir zaman düşünmeden bu onur mücadelesini sürdüren yegâne bağımsız büyük devletti. Dünyanın neresinde aç ve açıkta kalmış bir halk varsa yardımına koşma yolunda daha Osman Gazi zamanında koyduğu kurala son yıllarına kadar sadık kalmayı başarmıştır.
Nitekim Abdülmecid zamanında İrlanda’da kıtlıktan binlerce insanın öldüğünü haber alınca Osmanlı Devleti bu mazlum halka bin pound para ve 5 gemi gıda maddesi göndermiştir. Hem de neye rağmen biliyor musunuz? İngilizlerin muhalefetine rağmen! Şimdi İrlanda’ya yolları düşenler, gemilerin yanaştığı limandaki eski belediye binasında bir teşekkür plaketinde şu satırları okuyorlar: “1847’deki büyük kıtlık sırasında İrlanda halkına gösterilen cömertliğin nişanesi olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne şükranla.” Ta Abdülmecid zamanındaki bir yardıma 1997’de gelen bir teşekkür bu. Bilmem anlatabiliyor muyum meramımı?
02.04.2002
.
Filistin: Küreselleşmenin paslı zinciri
Filistin: Küreselleşmenin paslı zinciri
“Kuşlar nereye uçar son gökyüzünden sonra?” Filistinli şair Mahmud Derviş’in bu acı satırları yeniden yankılanıyor bir süredir beynimde. Kuşlar, Filistinliler; son gökyüzü, Filistin toprakları. Ya sonra? Ya en son karanlık ne kadar yakınlarında kuşlar’ın?
Kimlerdi bir vakitler Yahudileri ezenler, dışlayanlar, yakanlar? Peki hangi topraklardan kovulmuş, hangi kıtada aşağılanmış, katliama uğramışlardı? Yahudi sorunu, “kimin” sorunu olarak ortaya çıkmıştı? Filistin’in, Osmanlı Devleti’nin, Orta Doğu’nun mu yoksa Avrupa’nın o imrendiğimiz “medenî”, sanayileşmiş ve ilerlemiş ülkelerinin mi?
Yahudiler, Avrupa’da ayrımcılığa ve soykırıma tabi tutulurken, Osmanlı Devleti’nin merhametli kollarına sığınıyorlardı. Hatta bunu, Sultan II. Abdülhamid’le Filistin’den toprak (yurt) satın almak için görüşen Siyonizm’in babası Theodor Herzl bile itiraf edecekti.
Vatansız kalmanın, yurtsuzluğun, aşağılanmanın, insan yerine konulmamanın her türlüsünü yaşayan Yahudiler, geldikleri/getirildikleri Filistin topraklarında 3 yaşındaki çocukların karnını kurşunla doldurmaktan yaralıları yem olarak kullanmaya, ambulansların tekerleklerini kurşunlamaktan verdikleri hiçbir sözde durmamaya kadar pek çok gayri insanî davranışı bir hak olarak görebiliyorlar.
Halbuki Filistinlileri dünyada en iyi anlayabilecek birkaç milletten biridir Yahudiler. Avrupa’nın kendilerine layık gördüğü muamelenin intikamını topraklarını zorla ele geçirdiği bu halktan çıkarmak nasıl bir karmaşık bilinçaltı sürecin eseridir acaba?
“Le Monde Diplomatique”in Türkçe yayınlanan ilk sayısından İsrail ordusundaki bazı askerlerin bile gazetelere ilan vererek artık bu insanlık dışı katliamların sorumluluğuna katlanmak istemediklerini öğreniyoruz. Şöyle deniliyor “Haaretz” gazetesinin 25 Ocak 2002 tarihli nüshasına verilen ilanın bir yerinde:
“Bizler işgal topraklarında aldığımız emirlerin, bize bu ülkede aşılanan tüm değerleri nasıl yok ettiğini fark ettik. Bizler işgalin bedelinin İsrail ordusunun insani karakterinin yitirilmesi ve tüm İsrail toplumunun ahlaki çöküşü olduğunu düşünüyoruz.”
İçinde yukarıdaki satırların geçtiği 52 subay ve erin imzaladığı bu çarpıcı ilan, İsrail ordusundan parlamentoya kadar uzanan derin bir tartışmayı tetiklemiş habere göre. Ve biliyoruz ki, İsrail içinde özellikle “aşırı dinci” çevreler İsrail’in Siyonist politikalarını şiddetle eleştirmekten çekinmemektedir.
Edward Said’in dediği gibi, aslında savaş iki halk arasında cereyan ediyor değil. Canlı bombaların düzenlediği eylemlerde hayatlarını kaybeden İsrailliler de aslında “kurbanların kurbanları”dır; Siyonizm’e kurban olarak seçilen masum Filistinlilerin kurbanı olan masum İsraillilerdir onlar.
Maalesef Türkiye’de de bazı “köşe”lerde sanki Filistinlileri terörist, hatta canavar ilan etmekten kaçınmayanlar, İsrail’in devlet terörünü bilinçli olarak görmezden geliyorlar. Sanki “mağdur” taraf olan İsrail’in topraklarını ele geçirmeye uğraşanlar Filistinlilermiş gibi, Şaron’un izinde giderek suçu canlı bombalara havale ediyorlar.
Oysa 1948’den beri topraklarını genişletmek ve dışarıdan getirdiği Yahudileri yerleştirmek için terör dahil her türlü baskıdan, hak ihlalinden tutun da Kibya, Kefr Kasım, Sabra ve Şatilla’daki katliamlara (İsrail’in resmi makamları bile son iki katliamdan sorumlu olduğunu ilan etmişti Şaron’u) gözünü kırpmadan girişen tarafın İsrail Devleti olduğu nedense göz ardı ediliyor. El–Halil Camii’nde namaz kılan 29 Müslüman’ı silahlarıyla tarayarak öldürenler unutuluyor nedense.
Elbette masum insanların canlı bombalarla öldürülmesi masum bir eylem değil. Ne var ki o insanları, gencecik bedenlerini paramparça etmeye razı edecek kadar bıçağı kemiğe dayatan gelişmeleri de görmezden gelmeyelim.
Filistin halkının trajedisi, küreselleşmenin 11 Eylül’de paslanmış zincirlerini kopma noktasına kadar gerecek gibi görünüyor.
09.04.2002
.
II. Abdülhamid’in Filistin hassasiyeti (1)
II. Abdülhamid’in Filistin hassasiyeti (1)
İsrail’in işgal ettiği Filistin topraklarında devam eden insanlık dışı katliamlar ne zaman gündeme gelse, uzun zamandır susmuş veya susturulmuş bilinçaltımızda II. Abdülhamid ve Siyonistlerin Filistin’den toprak satın almak için yaptıkları cazip teklifleri elinin tersiyle reddetmesi hadisesi canlanır. Sanılır ki Abdülhamid’in Filistin’e Yahudi iskânıyla ilgili aldığı tek tedbir bundan ibarettir. Oysa çok daha karmaşık bir hikâyedir bu. Mim Kemal Öke’nin yakında Ufuk Kitapları’ndan yayınlanacak olan “Küresel Çatışma Çağında Filistin Sorunu” adlı kitabını okurken bu Son Padişah’ın, Siyonizm konusunda Düvel–i Muazzama’nın bir İsrail devleti kurulması yolundaki riyakârca baskılarına nasıl direndiğini bir kez daha görme fırsatını buldum.
Siyonizm’in ve aslında İsrail Devleti’nin kurucusu ve teorisyeni Theodor Herzl, 1896–1902 arasındaki beş ziyaretinden yalnızca birisinde Padişah’la görüşebilmiştir. Her vesileyle Sultan’ı Yahudilerin Filistin’de iskânına ikna etmeye çalışan Herzl’in çabaları akim kalmış ve Abdülhamid tahtta kaldığı sürece İsrail devletinin kurulamayacağını anlamıştır.
Herzl, ilk teklifi, Newlinski adlı Polonyalı bir soylu vasıtasıyla yaptığında Padişah’tan şu cevabı alır: “Ben bir karış dahi olsa toprak satmam, zira bu vatan bana değil, milletime aittir. Milletim bu vatanı kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır…” Herzl, yalnızca para değil, başka cazip fırsatlar da sunuyordu. Mesela Museviler Avrupa basınına hakim oldukları için o zamanlar Ermenilerin Abdülhamid aleyhine başlatmış oldukları karalama kampanyasını susturabileceğini, hatta “Batı kamuoyunu Türkler lehine çevirebileceğini” iddia ediyordu. Avrupa para piyasalarını elinde tutan Musevi bankerleri bir koz olarak kullanabileceğini düşünen Herzl, 1901 Mayıs’ında Abdülhamid’le görüşmeyi başarır. Bundan sonrasını Öke’nin kitabından okuyalım:
“…II. Abdülhamid’e Batı ülkelerinde ırkdaşlarının uğradığı haksızlıkları ve çektikleri zulümleri anlatan Dr. Herzl, Musevi uyruklarına göstermiş olduğu iyilik ve adaletten dolayı Padişah’a dünya Yahudiliğinin şükranlarını iletti… Osmanlı ülkesinin Mezopotamya’da bulunan petrol yatakları, altın ve gümüş madenleri, verimli toprakları ile ileri düzeyde iktisadî potansiyelinin olduğunu hatırlattı. Fakat tüm bu zenginlikler Avrupa devletleri tarafından sömürülmekteydi.” Siyonizm’in babası, Batı’yı Padişah’a şikayet etmekte ve Musevilerin selametinin ancak Osmanlı topraklarında mümkün olacağını, hatta topraklarına çekeceği Musevilerin bilgi, yetenek ve imkânlarıyla imparatorluğun dağılmaktan kurtulabileceğini söylemektedir. Mantık, gerçekten de mükemmel kurulmuştur ve Padişah’ın bu yaklaşım karşısında teslim olması beklenmektedir.
Fakat beklenen olmaz. Herzl’i dikkatle dinleyen Abdülhamid, Yahudilerin Filistin’e yerleşmeleri ve özerk bir idare kurmaları karşılığında Musevi bankerlerin Avrupa’daki Osmanlı borçlanma tahvillerini toplayarak devlete rahat nefes aldırabileceklerini de içeren bu cazip teklifleri, ülkesinin selameti bakımından tehlikeli bularak reddedecektir. (Liberallerimizin, mesela Kıbrıs karşılığında böyle bir teklif yapılsa kabul etmeden önce kaç dakika düşünme ihtiyacını duyacaklarını, doğrusu insan merak ediyor.) İş burada da kalmaz. Osmanlı maliyesinin zorda kaldığı bir dönemde Abdülhamid bu defa kurnazca bir karşı teklifte bulunur. Osmanlı borçlarının konsolide edilmesi karşılığında Filistin haricinde herhangi bir Osmanlı toprağına yerleşebilirlerdi Museviler. Ama Siyonistlerin gözü, “herhangi” bir toprakta değil, Filistin’dedir ve bu karşı teklifi bu defa kendileri derhal reddederler.
Hem Yahudileri topraklarından kovmak hem de onların Filistin’e yerleşmesi üzerinden çıkar sağlamak isteyen ikiyüzlü Alman ve Rus politikalarının farkında olan Abdülhamid ise karşı politikalar geliştirmekte gecikmeyecektir.
16.04.2002
.xxxxxxxxxxxxxxx
.
II. Abdülhamid’in Filistin hassasiyeti (2)
II. Abdülhamid’in Filistin hassasiyeti (2)
Harabeye dönmüş Cenin’den Filistinlilerin şişmiş veya parçalanmış cesetlerinin görüntüleri uydulardan evlerimizin içine birer lanet şimşeği gibi ağarken ünlü Fransız oyun yazarı Jean Genet’nin “Şatila’da dört saat” başlıklı yazısını hatırlıyorum. Ve 1982’de, binlerce cesediyle mezbahaya dönmüş Şatila’da gördüklerini:
“Aşk ve ölüm. Bu iki kelimeden bir tanesi yazıldığı vakit yekdiğerini akla getirir. Aşkın ve ölümün sefihliğini anlamam için Şatila’ya gitmem gerekiyormuş. Elli yaşlarındaki adamlar, yirmi yaşlarındaki delikanlılar, iki yaşlı Arap kadını [hepsi ölü] beni kendilerine çektiler. Ve ben kendimi çevresi yüzlerce ölüden oluşmuş bir dairenin merkezi gibi hissettim.”
Bugünün Cenin’i ile 1982’nin Şatila’sı arasında, bu defa yalnız insanların değil, evlerin de “öldürülmesi” gibi “ufak” bir ayrıntı dışında, fazla bir fark olmadığını hep beraber görüyoruz.
Zihnimi yakan soru şu oldu bütün bu görüntülerden sonra: İsrail askerleri ve yöneticileri nasıl bu kadar “acımasızca” ölüm kusabilmektedir Filistinlilere? Bu acımasızlığın çok derin bir sebebi olmalı değil midir? Tarih boyunca kendilerini her gördükleri yerde ezmiş midir Filistinliler? Hayır. Aşağılamış, yakalarına sarı yıldız takmış veya fırınlamışlar mı? Hayır. Tek yaptıkları, şimdi tıpkı İsrail’in kendi vatanı saydığı toprakları savunmak için yaptığı gibi, bir “yabancı”ya direnmek olan bu sivilleri böylesine toptan katletmenin nasıl bir açıklaması olabilirdi?
Galiba bu muammaya en net cevabı yine bir Yahudi verebilir. 1891’de yazdığı “İsrail’den Gerçekler” adlı kitabında Aşad Haam şunları söylemiş:
“Yahudiler sürgünde iken köleydiler, şimdi ise kendilerini sonsuz bir özgürlük içinde buldular. Bu büyük değişiklik onların bir kölenin kral olması örneğinde görüleceği gibi baskı ve zorbalığa meyletmelerine neden oldu. Araplara büyük bir gaddarlık ve düşmanlıkla davranıyorlar, haksızlıkla topraklarına tecavüz ediyor, onları hiçbir neden olmaksızın hem de hayasızca dövüyorlar. Hiç kimse de çıkıp bu tehlikeli ve rezil gidişe son vermelerini istemiyor.”
Bundan 113 yıl önce, Siyonistlerin, “Eretz İsrael”e sızmalarına önayak oldukları Yahudilerin Filistinlilere reva gördükleri muamele, bir İsrail devleti kurulduğunda nelerin olabileceğini göstermiş olmalı birilerine.
Tabii Siyonizmin Musevilere aşıladığı bu “zorbalık”ın hangi boyutlara varacağını görenlerden II. Abdülhamid’in Theodor Herzl ile yaptığı görüşmeden sonra söyledikleri de hatırlanmalı:
“Siyonistlerin şefi olan Herzl, fikirleriyle beni ikna edemez. Siyonistler Filistin’de yalnız ziraat yapmak değil, orada hükümet kurmak, siyasî temsilcilerini seçmek gibi şeyler de arzu ediyorlardı. Bu haris tasavvurun manasını gayet iyi anlıyorum. Lâkin, Siyonistler bu teşebbüslerini kabul edeceğimi zannetmekle saflık ediyorlar. İmparatorluğumuz dahilinde, halkımızın fertleri olarak ve Babıali’nin dirayetli hizmetkârları olarak Yahudilere ne kadar kıymet veriyorsam, Filistinlilere dair kurdukları tasavvurlara da o kadar düşmanım.”
Özellikle de Almanya ve Rusya’nın, Musevilerin Filistin’de bir yurt edinmesi için baskıları karşısında Avrupa devletlerinin ikiyüzlülüğüne de dikkat çekmiştir Abdülhamid. Zaten Yahudi Sorunu’nun kaynağı olan bu ülkelerin, topraklarından “tard ve ihraç etmek” istedikleri Yahudileri bir Osmanlı toprağına yerleştirmek için baskı yapmaları ve yerleştirdikten sonra da, bu defa yerleşimcileri Osmanlı devleti üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanmaları, Abdülhamid’i bu oyunda çok daha dikkatli davranmaya sevk etmiş ve Kırmızı Tezkere uygulamasından toprak alımının yasaklanmasına kadar pek çok tedbiri yürürlüğe koymuştur.
Abdülhamid tahtta oldukça İsrail devletini kuramayacaklarını anlayan Siyonistler, bu defa onu düşürmeye çalışan Jön Türklere destek olacak ve 1909’da Abdülhamid’e tahttan indirildiğini bildiren heyete Osmanlı Siyonisti Emanuel Karaso dahil olmayı başaracaktır.
23.04.2002
.
Çetin Altan’ın tarih sirki
Çetin Altan’ın tarih sirki
Çetin Altan, ilk kitabı 1946’da yayınlandığına göre “ehl–i kitab” olarak 55. yazarlık yılının içinde. Şimdiye kadar 40’a yakın kitabı yayınlanan Altan’ın yazılarında sık sık tarihe göndermelerde bulunması, genel–geçer bilgi ve hükümleri beğenmemesi ve tarihe –en azından iddia düzeyinde– yeni bir açıdan bakma gereği üzerinde sık sık durması kendisine ilgi duymam için yeterli bir sebep teşkil ediyor. Hele şu satırlarını okuyup da cezbolmamak mümkün müydü?
“Dondurulmuş ve çarpıtılmış bir tarih dogmatizmiyle insan aklının ortaklaşa yarattığı evrensel ve görkemsel sanat ve bilim kubbelerinden hiçbirine merdiven kurulamaz… Bizim Osmanlı tarihi, geniş kitlelere derinliğine mal olmuş bir tarih sayılamaz… Hemen hemen hiçbir bölümü, ne kamuoyu önünde didik didik edilmiştir, ne de kare kare işlenmiştir.”
Bu sözler, Altan’ın yakınlarda 5. baskısı yapılan “Tarihin Saklanan Yüzü” (İnkılap Yayınları, 2001) adlı kitabından.
Dogmatizmden ve “klişelerle yetinmek”ten kurtulmaya çalışmak önemli olmasına önemli; ama yeni dogmatizmler ve klişeler üretmemek şartıyla. Eğer kırmaya çalıştığınız şablonlardan daha keyfîsini ve daha dogmatiğini inşa ediyorsanız, bu tarihi özgürleştirmez; bir efendiden kurtarıp öbürüne satmış olur! Oysa, evet oysa biz tarihi, Altan’ın kendi sözleriyle hayatın laboratuvarı olarak görmeli ve bir laboratuvarda bilim adamları hangi ciddiyetle çalışıyorlarsa aynı ciddiyetle eğilmeliyiz onun karanlık labirentlerine.
Her şeyden önce de, tarihi yapan aktörlerin eylemlerinde her zaman en az bizim kadar mantıktan nasiplendiklerini unutmamalıyız. “Geçmiştekilerin bu işlere aklı ermezdi zaten, öyleyse geçmişteki olaylar anlamsızdır, mantıksızdır” türünden kolaycı ve keyfî bir yargıya varmak için tarihte sebep–sonuç zincirinin işlemediği bir bölge olabileceğini kabul etmemiz gerekir.
Ne yazık ki Altan sık sık bu tuzağa düşmekten kurtulamıyor. Bütün kâinatı bir sebep–sonuç zinciri içinde anlamamız gerektiğini sık sık tekrarlayan Altan, Osmanlı tarihine bakarken bu tutarlılığını kaybediyor nedense. Ortaya, nedensiz işler yapan birtakım kuklalar çıkıyor bu yüzden.
Şu birkaç cümleyi beraber okuyalım:
“Sultanlarınki de dahil, kimsenin can güvenliği bulunmayan böylesi bir idam ve öldürme furyasını, tutarlı bir mantık içine oturtmak da zor. Bir Sultan’ın öfkelendikçe başbakanlarını boğdurup kafalarını kestirmesi bir tuhaf geliyor insana” (40). “Neresinden bakılırsa bakılsın, anlamsız cinayetlerdir bunlar” (41). “Avusturya’ya karşı gereksiz bir savaş açarak, cepheye gitmiştir” (50). “Olur olmaz nedenler yüzünden…” (53). “Herkes birbirini kesip biçmeye uğraşıyordu” (61). “(B)öyle bir tablonun hangi mantığa dayandığını anlamak zordur” (73). Ve “abuk sabukluklar” (81), “aklına estikçe” (82), “hiç neden yokken” (94) gibi yığınla ifade…
Henüz muhtevasına girip de verdiği bilgilerin doğru olup olmadığına veya söylediklerinin gerçekle tutarlı olup olmadığına bakmış değiliz kitabın. Ama bu ifadeleri okuyan birisi, yazarın bakışının çok temel bir dogmatizmle malûl bulunduğunu fark etmekte gecikmeyecektir. Yazara göre tarihteki aktörler, kendilerine verilen görevi, yani kendilerini rezil edecek bütün eylemleri yapmak üzere, üstelik de belli bir amaçla eğitilmiş kuklalardan, daha doğrusu, sirk hayvanlarından ibarettir. Olur olmaz sebeplerden ölür veya öldürülürler, gereksiz yere savaş açarlar, hasılı bir kaos cehenneminde yuvarlanıp giderler.
Oysa tarih, anlam–sız değildir. Tam tersine anlamla doludur. Onu anlayamıyorsak kabahati kendimizde aramalıyız. Tarih üzerine çalışanların görevi de, içinden çıkamadığı meselelerde pes edip meseleyi “abuk sabuk” diyerek karanlığa havale etmek olmamalı; zor olanı seçerek, tam da bu karanlığın karşısında durup gözlüklerini kontrol etmeli ve sonsuz bir süreç, hatta deyim yerindeyse sonsuz bir macera olan anlama çabasına girişmelidir. ‘Ben neden anlayamıyorum bu olayı?’ sorusundan daha eğitici bir soru yoktur tarihte çünkü.
30.04.2002
.
Çetin Altan’ın tarih sirki (2)
Çetin Altan’ın tarih sirki (2)
Çetin Altan, bazı “büyük” doğruları çok sık tekrar eden bir yazar. Fakat o kadar çok tekrar ediyor ki insan zaman zaman bu doğruların birer etiketten ibaret olup olmadığını merak ediyor. Mesela:
“Biz Türk cumhuriyetçileri, Osmanlı tarihinin boşluklarını, karanlıklarını, bilinmezlerini ve şimdiye dek kalıplaştırılmış abartmalı yakıştırmalarla şişirme yorumlarını, soylu bir akıcılığın, objektif bir bilimselliğin ve sağlıklı bir “doğruyu arama merakının” beyinsel ve evrensel terazisi içine oturtamadık.”
Bu pasajın bu kadar çok doğruyu ihtiva etmesi şüpheyi davet ediyor akla. Bunları okuyan bir insan ister istemez yazarından dile getirdiği ilkelere uymasını bekleyecek ve “objektif bir bilimselliğin ve sağlıklı bir doğruyu arama merakının” onun vazgeçemediği tutkular olduğunu düşünecektir.
Ama nafile. Geçen yıl 5. baskısını yapan “Tarihin Saklanan Yüzü” adlı kitabında bu ilkeleri çiğneyenin bizzat kendisi olduğunu görünce şaşırıyorsunuz. Şaşırmakla da kalmıyor, yazarın metninin kendi içinde bile bir tutarlılık sağlayamadığını gözlemliyorsunuz.
Kitabını “Osmanlı ailesinin… insanı dehşete düşüren kanlı bir antolojisi” olarak takdim eden yazar, objektifliğini daha 2. sayfada yitirdiğini ilan etmiş oluyor. Objektiflik ve sağlıklı bir doğruyu arama merakı, tarihe “kanlı bir antoloji” olarak bakmamayı gerektirir en başta; sebepleri, siyasi cinayetlerin ve hanedan içi öldürme hadiselerinin mantığını çözümlemeyi gerektirir. Hanedanın, aksi halde bir iç savaşta binlerce tebanın kanına mal olacak hadiselerin patlak vermesini önlemek, yani muktedir hanedanın kutsallığından kaynaklanan o ‘muazzam şiddeti’ topluma yansıtmak yerine kendi içine yöneltmesinin mantığını anlamaya sevk ederdi.
Ama Altan kendi ilkelerini çiğneme pahasına bu çetin göreve soyunmak yerine, eleştirdiği çevrelerin kolaycılığına bürünmeyi tercih ediyor. Kısacası, söyledikleriyle yazdıkları birbirini tutmuyor.
Ya kendi içindeki çelişkileri?
Açıyoruz 119. sayfayı ve şu cümleyi okuyoruz: “Üçü de (Nevşehirli İbrahim Paşa ve iki damadı– M.A.) boğularak cesetleri sarayın Alayköşkü tarafındaki duvardan isyancıların önüne atılır.” Aynı kitabın 250. sayfasında ise şunlar yazılı (Prof. İ. Hakkı Uzunçarşılı’dan aktarıyor, kendi metniyle çeliştiğinin farkına varmadan): “Cesetleri Alayköşkü duvarından dışarı atılmak istendiyse de sonra bundan vazgeçilerek, bir öküz arabasıyla At Meydanı’na yollandı.” Aynı olayda cesetler hem sarayın duvarından atılıyor, hem de atılmıyor! Bu da, objektiflik ve doğru tarihçilik oluyor!
Ve tarihlendirme çelişkilerine bir örnek: Sayfa 42’de Makbul (sonradan Maktul) İbrahim Paşa 15 Mart 1536’da, sayfa 205’te ise 9 gün önce, yani 6 Mart 1536’da boğduruluyor.
Nihayet “kulluk” meselesi. Altan, kitabının son kısmında (s. 241) Osmanlı halkının Osmanoğulları’nın kulları olduğunu söyleyerek kulluk kavramının anlamını vulgarize ediyor ve bir efendi–köle münasebetine indirgiyor. Oysa buradaki kulluk, kölelik anlamında değil, “yönetilen” anlamında bir siyasi–hukuki kategoridir. Bir sosyal kategori değildir. Nitekim II. Mustafa, kitapta da geçtiği üzere, tebası kendisini Edirne’de tahttan indirmek istediğinde bunu büyük bir anlayışla karşılıyor ve “Kul beni tahttan indirmişler, yerine karındaşım Sultan (III.) Ahmet’i padişah eylemişler; Allah mübarek eyleye” diyebiliyordu. Demek ki buradaki kul, efendisini iktidardan azledebilecek bir güce sahipti ve işin ilginç tarafı, efendi de bunu olgunlukla karşılamaktaydı.
O zaman Voltaire gibi Osmanlı tarihindeki tahttan indirme vakalarını bir demokrasinin tezahürleri olarak da düşünemez miyiz? Yani Altan’ın düşündüğünün tersine, bir anarşi değil, padişahların gerektiğinde değiştirilebildiği bir “Osmanlı demokrasisi” olarak.
Tarihe gerçekten objektif bir gözle ve doğruyu aramak maksadıyla baktığımızda çok ilginç tablolarla karşılaşacağımızdan eminim.
07.05.2002
.
St. Petersburg’da Osmanlı izleri
St. Petersburg’da Osmanlı izleri
Ah şehirler. Ruhlarımızın maddi kırıntılarını cömertçe serptiğimiz tarlalar. Her birimiz hem eker hem biçeriz onu. Bir önceki neslin ektiği tohumları biçerken yeni tohumlar bırakırız şehirlerde; bir sonraki nesil gelip de dersin diye onları.
Ne zamandır takılmış dilime. Bir yerden mi okudum yoksa kendi icadım mı tam bilmiyorum; fakat her tekrarlayışımda yeni bir boyut ve derinlik kazanıyor burada; yani St. Petersburg’da:
“Bir şehri bulmak için onda kaybolmak lazım.” Hatta bu sözü biraz değiştirdim de. Şöyle yaptım kendimce: ‘Bir şehri bulmak için onu kaybetmek lazım.’ Bursa’yı İstanbul’da kaybettim ve buldum. Galiba İstanbul’u da St. Petersburg’da kaybedip bulacağım. St. Petersburg’u da asıl, İstanbul’a döndükten sonra bulacağımdan eminim.
Bu yazıyı St. Petersburg’dan yazıyorum. Hani şu Rus imparatorluğunun görkemli başkentinden. Bizim “Deli” dediğimiz ama Batılıların “Büyük” demeyi tercih ettikleri I. Petro’nun şehrinden.
Bir haftadır omzumda çantam, elimde rehber kitaplarım sokak sokak, ev ev geziyorum St. Petersburg’u. Neyi arıyorum? Kendimi mi? Belki. Belki de St. Petersburg’a yansımış yüzümü keşfe çalışıyorum.
Neler gördüm kendime dair bu şehirde?
Vladimir Sokağı’nda Dostoyevski ile karşılaşmak ilginç bir rastlantı oldu benim için. İlk romanı “İnsancıklar”ı yazdığı şu evde eserinin zamanın devleri Nekrasov ve Belinski tarafından beğenilip beğenilmeyeceğinin sancısını yaşayan genç Dostoyevski, şimdi müzeye çevrilmiş olan evinde ise şu kapağı solmuş Fransızca Kur’an–ı Kerim tercümesini okuyordu.
Sonra Liteyniy Caddesi’nde gördüğüm ve Muruzi Malikanesi olduğunu öğrendiğim binada önce Bursa’daki Yeşil Cami’den ahşap çizgiler yakalıyorum. Sonra duvarlarında Arapça hatlar (muhtemelen esma–i hüsna’dan alınmış) keşfediyorum. Ve o muazzam demir kapısında kocaman harflerle ‘Kelime–i tevhid’i okurken gözlerimin buğulanmasına engel olamıyorum. Bu bozuk da olsa ‘bizden’ hattan neden bu kadar derinden etkilendiğimi anlamanız için benim gibi Kiril harfleriyle kuşatılmış bir dünyada bir süre yaşamanız lazım zannediyorum.
Ve Muruzi Malikanesi’nin yanı başında bir kiliseye çekiliyor gözlerim. Elimdeki kitapta yazılı satırlardan gözlerim yanıyor. Bahçe duvarına dizilmiş toplara yaklaşıyorum yavaş yavaş. Üzerlerindeki Osmanlı tuğralarının ben baktıkça birer birer gülümsediklerini hissediyorum. Tuğraların içlerinde II. Mahmud’un “Adli” mahlası kolayca okunuyor. Tahminen 1827–28 Osmanlı–Rus Savaşı’nda Rus ordusunun eline geçen bu Osmanlı topları, St. Petersburg’a getirilmiş ve bu kilisenin bahçesini çeviren parmaklığa üçer üçer sıralanmış dekoratif bir unsur olarak. Okşadığım topların üzerine Osmanlı ustalarının düştüğü notlar ve işaretler yine I. Petro’nun kurmuş olduğu Kuntskamera Müzesi’nde sergilenen bir Osmanlı palasının üzerine kazınmış beyitle buluşuyordu.
Nihayet St. Petersburg’un en ünlü caddesi olan Nevskiy üzerindeki II. Katerina anıtından acı bir ayrıntı: Kırım’ı Osmanlılardan koparmayı başaran General Potemkin’in ayağının altında bir Osmanlı sancağı, bir başka komutanın ayağının altında ise Osmanlı sarığı duruyordu.
Dedim ya, şehirlerde, hiç tanımadığımız şehirlerde bile “kendimizi” ararız aslında. Kendimizi, yani bizi “biz” yapan ortak kırıntılarımızı.
St. Petersburg bu kırıntıları itina ile toplamaya çalıştığım bir şehir şu günlerde.
14.05.2002
.
St. Petersburg’un gördüğü rüya
St. Petersburg’un gördüğü rüya
Şehri beraber gezdiğimiz genç Timofey bir ara parmağıyla taştan bir köprüyü işaret ediyor. “İşte”, diyor “Dostoyevski’nin ‘Beyaz Geceler’inde geçen ünlü köprü bu”. Bakışlarım parmağın gösterdiği yere doğru kayarken zihnimde Dostoyevski’nin, her sabah St. Petersburg’un evleriyle sohbet ederek dolaşan kahramanı canlanıveriyor. Onun, evlerin hallerini hatırlarını sorarak gezdiği bu sokaklara şimdi benim Türkiye’den getirdiğim hafıza tozları mı serpilecekti?
İki St. Petersburg olduğunu gün geçtikçe daha iyi anladım sokaklarını adımlarken. Birincisi, işte şu karşımda duran saray, şu Puşkin’in oturduğu son ev, şu dört atın beklediği Fontanka Köprüsü, şu duvarlarındaki sembollerle benimle konuşan kilise… İkinci St. Petersburg çok daha derinlere nüfuz eden bir özelliğe sahip; binaların soğukluğunu aşan ve onları evrensel bir sempatiye doğru taşıyan daha “sıcak” bir şeyler bulunduruyor içinde. Bu St. Petersburg, şehrin hafızaya nakşolmuş boyutu; anlam katları; derinliği; ruhu bir bakıma. Edebiyat diyoruz buna, sanat diyoruz, insanlığın evrensel dili diyoruz. Mesela Gogol’ün “Nevski Caddesi” adlı hikâyesinde geçen “şehrin izleri”ni odak alan satırlar: “Ne temizdir kaldırımlar ve ne kadar çok ayak izi kalmıştır üzerlerinde! Altında koca granitin çatlayacak gibi olduğu, emekli askerin sarsak, kirli çizmeleri; güneşe dönen bir günebakan gibi başını ışıl ışıl vitrinlere çeviren genç hanımın, bir duman kadar hafif, minyatür iskarpinleri; yüzeyi sertçe tırmalayan, umutlu genç zabitin sert adımları –her şeyin izi kalır üzerinde, güçlülüğün gücüyle ya da zayıflığın gücüyle.”
Bu satırları tabii ki St. Petersburg’da okumak bambaşka bir anlama geliyor. Orada, elimde kitapla sokaklarda dolaşmak, hem görmek, hem de gördüklerimin içine nüfuz edeceğim bir bilgiyle donanmak, hasılı bu iki tecrübeyi bir arada yaşamak gerçekten de verimli sonuçlar doğurdu benim açımdan.
Bir kere St. Petersburg, modernizmin Doğu’da açan çiçeğidir. Bir şeyi tamamen yeni baştan kurmak ve oraya kurucunun niyet ve idealini yansıtmak, yani geçmişle ilgili her türlü birikimi dışarıda tutarak, en azından paranteze alarak bu ideali gerçekleştirmeye çalışmak, modernizmin esasını oluşturur. Nitekim St. Petersburg’u kuran I. Petro da, şehirde “eski”yi temsil eden Moskova tarzı mimariyi yasaklamış ve daha “Avrupai” bir şehir kurmayı tasarlamıştı. St. Petersburg, Puşkin’in ünlü “Bronz Atlı” şiirinde geçtiği gibi Rusya’nın “Avrupa’ya açılan penceresi” olarak planlanmıştı.
İkinci olarak da St. Petersburg, kendine olan güveni arttıkça, Rusların sadece Avrupa’yı taklit ettikleri bir kültür merkezi olma noktasını aşarak, Avrupalıları pek çok alanda geride bıraktıklarına ve bir Doğu–Batı sentezinin ancak kendileri tarafından yapılabileceğine inanan güçlü bir damara ev sahipliği yapmıştır. Ezcümle, Avrupa’ya gerçek medeniyetin ne olduğunu gösterecekleri iddiasındaki bir neslin yuvası olmuştur St. Petersburg.
Böylesine güçlü bir iddiayı sadece sözde kalmayarak fiiliyata da geçiren St. Petersburg’un öz güveni, ortaya konulan pek çok mimari eserde kendini başarıyla göstermiş, bu şehrin sokaklarında; kahvelerinde, müzelerinde, evlerinde, salonlarında, sahnelerinde gücünü bileme fırsatını yakalamıştı. Puşkin’den Osip Mandelştam’a uzanan çizgide St. Petersburg hep bu büyük rüyanın başaktörü olarak yeniden ve yeniden doğacaktır.
Sanata akseden bu şehir, ebediyetin de rüyasını görmeye başlayacak ve sokaklarındaki büyüyü sayfalara, yani şehrin hafızasına aksettirerek insanlığın ufuklarındaki haklı yerini alacaktır. Şehri hep yapılan bir şey, plastik bir malzeme olarak değerlendirme alışkanlığındayızdır. Oysa şehirler bir kez içlerine üflenen ruhu kavradılar mı, o ruhun emrettiği rüyaları gerçeğe dönüştürmekte üstlerine yoktur. İşte beni bir süredir içine alıp yoğuran St. Petersburg, bu rüyayı gerçeğe dönüştüren ve sadece taşa toprağa emanet etmeyip sanatın ebedî diline de çevirmeyi başaran bir şehir.
21.05.2002
.
Matbaanın mucidi Gutenberg miydi?
Matbaanın mucidi Gutenberg miydi?
Şu matbaanın icadı konusuna bizim kadar takmış başka bir memleket var mıdır? Matbaa, ileri, gelişmiş Avrupa medeniyetinin sembollerinden biri sayılırken, bizim bu icadı 270 yıl gibi oldukça uzun sayılabilecek bir süre sonra kullanmaya başlamış olmamızı, “geri kalmışlığımızın” baş sorumlusu ilan eden değerli fikir mahsullerine adım başı rastlıyoruz.
Türkiye’ye matbaanın geç gelişinin ne din adamları, ne de devlet adamları eliyle engellendiğini; bunun çok daha karmaşık ve toplum yapımızda mündemiç sebeplerinin bulunduğunu; bugün bile Türk halkının okuma–yazma oranındaki düşüklüğün zaten matbaanın neden ülkemize geç geldiğini yeterince açıkladığını yazmıştım bir seferinde. Bugün ise matbaanın mucidi hakkında bazı ilginç ayrıntılara eğileceğim. Bilgide küreselleşmenin başlatıcısı kabul edilen Johann Gutenberg, aydınlattığı yüzyılların aksine, hayatı ve buluşu hakkında pek de berrak bilgilere sahip olmadığımız biridir.
Almanya’nın Mainz Başpiskoposluk bölgesinde yaşayan bir ailede dünyaya geldiği bilinen Gutenberg’in hayatının sadece bazı sahneleri hakkında bilgimiz vardır. Asıl mesleği, kuyumculuk veya mücevher–tıraşlıktır. Sonraları gittiği Strazburg’da bir basımevine ortak olmuştur.
Gutenberg, basımevinde çalışmaya başladığı zaman basım işlerinin yavaş ilerleyen ve aşırı emek isteyen bir iş olduğunu gördü. O zamanki baskı tekniğine göre, her yeni sayfa için yeni kalıp oluşturmak gerekiyordu. Ağaç kalıplara oyulan bu sayfaların işi bitince atılıyor, bu defa yeni sayfa için yeni bir kalıp hazırlamaya geçiliyordu. Gutenberg, ilk defa olarak alfabenin her harfi için ayrı metal kalıplar hazırlamanın yollarını araştırmaya başladı.
Ne var ki, üstesinden gelinmesi gereken bazı engeller de yok değildi. Mesela, düşük ısılarda eriyebilecek bir alaşım bulmak gerekliydi, ta ki harf kalıplarına kolayca dökülebilsin. Ayrıca, mürekkep de o şekilde olmalıydı ki, metalden kâğıda kolayca basılabilsin. Kâğıt üzerine bu izleri geçirebilmek için hangi gücü kullanmalıydı? Gutenberg’in aklına, üzüm ezmekte kullanılan bir presi matbaacılığa uyarlama fikri geldi.
Fakat bunları gerçekleştirecek sermayeden yoksundu ve bu buluşuna yatırım yapacak birisini bulması gerekiyordu. Mainz’a geri dönen Gutenberg, 1448’de, kuyumcu ve avukat Johann Fust’u buldu. Onu ikna etmek için önce bu problemleri halletmeyi başardı. Fakat daha ilk kitaplarını basar basmaz Gutenberg ile Fust’un arasının açıldığını görüyoruz. Fust, mahkeme açtığı davayı kazanmış, Gutenberg’in yaptığı ve kendisinin paralarını ödediği alet edevata el koymuş ve önce kendisi, ardından da damadı ile birlikte matbaayı işletmeye devam etmiştir. Şimdi burada işler çatallaşıyor. Matbaayı gerçekte kuran kişi kim? Gutenberg mi; yoksa Fust mu?
Fust diyenler, ‘Sermayedarın bu işe aklı yatmasaydı Gutenberg büyük buluşunu nasıl gerçekleştirebilirdi?’ sorusunu soruyorlar haklı olarak. Gutenberg cephesi ise Fust’u paragöz olmakla suçluyor ve adını Goethe’nin ünlü eserinin kötü kahramanı olan Faust’a çevirerek söylüyorlar. İşin aslına bakılırsa, sonraki matbaacılık serüvenleri açısından bakıldığında Fust’un daha başarılı olduğu ortada. Damadı ile birlikte bastığı “Mezmurlar” (1457), basımcının ve yayımcının, basım tarihi ve yerinin yazılı olduğu ilk kitap olarak sunulmuştur piyasaya.
Üstelik Gutenberg, Fust’un sağladığı imkânlarla bastığı Latince İncil’den sonra bir daha doğru dürüst kitap çıkartamamış, İstanbul’un fethinin ardından bastığı ve Avrupa’yı Osmanlı tehlikesine karşı uyaran “Türk Takvimi” (1454), bazı Endülijans mektupları (hani şu Hıristiyanlara cennette tapu satan belgeler) ve bazı dilbilgisi kitapları dışında pek fazla bir varlık gösterememiş, zaten hayatının son yıllarında görme melekesini kaybederek sefalete düşmüş ve son yıllarında bir başpiskoposun himmetiyle karnını doyurabilmiştir.
Gutenberg efsanesi de yeniden sorgulanmayı bekliyor.
28.05.2002
.
Futbolsuz bir futbol yazısı
Futbolsuz bir futbol yazısı
Çalıştığım yerden İstanbul’un en kalabalık caddelerinden birisi görünüyor. Sokaklar boşalmış, trafik normale göre yarı yarıya azalmış. Öğrenciler bağıra bağıra yollara düşmüşlerdi az önce. Resmi daireler dahil, bu saatte her taraf tatil. Galiba Türkiye–Brezilya maçını tek seyretmeyen benim. (Tam bu sırada telefonda Türkiye’nin Brezilya’ya attığı golün haberini gözyaşları içinde bir fetih müjdesi gibi ulaştırıyorlar bana!)
Kahvede pişpirik çevirenler bile, Şenol Güneş’in milli takımı 1–4–2–2–1 mi yoksa 4–4–2 mi oynatacağını tartışıyor haftalardır. Hatta işi ileri götürüp ‘ihtiyar Ronaldo oynasa mı daha iyi olur oynamasa mı’ diye harareti epey yükselmiş müzakereleri izlemek için fazla uzağa gitmeye gerek kalmıyor.
Çağımızın bu irrasyonel (akıl–dışı) boşalım alanının küresel çapta ulaştığı noktayı görünce, insan ister istemez sözüm ona hurafelere karşı savaş açan Aydınlanmacılara acımaya başlıyor. Bugün dünyaya yeniden gelmiş olsalardı Aydınlanma’nın toplumun bu kadar derinlerine nüfuz ettiğine sevinsinler mi yoksa Aydınlanma’nın kendi mitlerinin nasıl da yıkmak istediklerinden daha inatçı çıktığına yerinsinler mi, bilemeyeceklerdi muhtemelen,.
Senegal–Fransa maçından sonra bir husus dikkatimi çekti özellikle. Fransa’da yaşayan Senegalliler, kahvehanelerde veya açık havada kurulmuş olan ekranlarda Fransızlarla birlikte, onlarla neredeyse omuz omuza seyretmişler maçı. Fransa karşısında galip gelince de, Paris sokaklarına dökülmüş, Fransızları çatlatırcasına dans etmeye, eğlenmeye başlamışlar.
Şimdi, “Ne var bunda?” dediğinizi duyar gibi oluyorum, “bunu biz de biliyoruz.” Tabii biliyorsunuz da, sanırım dikkatimizden kaçtı. ‘Hani acaba bizde böyle bir durum olsaydı, aynı hoşgörüyü göstermeye hazır mıydık?’ diye sormadan edemiyorum.
Şöyle düşünelim: Diyelim ki Türkiye’ye evvel eski yerleşmiş onbinlerce Brezilyalı var ve Türkiye–Brezilya maçını beraber izliyoruz kahvehanelerde. Yine diyelim ki, Brezilya bize gol atıyor ve bu Brezilyalı vatandaşlarımız da kahvede samba yapmaya başlıyorlar. Hatta hızlarını alamayıp, Brezilya maçı kazanınca, arabalarına doluşup meydanlara çıkıyor ve İstanbul’un –veya herhangi bir şehrimizin– meydanlarında Türkiye’yi yendikleri için çılgınca eğleniyorlar. (Bu arada skorun 1–1 olduğu haberi geliyor.)
Sorum şu: Acaba bunu hazmedebilir miydik? Ve Fransız seyircilerin, üstelik eski sömürgelerinden gelen zencilerin Paris caddelerinde yaptıkları dansa gösterdikleri hoşgörüyü bizim de benzer bir durumda gösterebileceğimizden emin değilim.
Değilim, çünkü başımdan geçen bir olay bunu böyle söylemek zorunda bırakıyor beni. Yıllar önce Galatasaray, İstanbul’da bir maç kaybetmiş. Bir belediye otobüsündeyim. Otobüsümüz Mecidiyeköy’e gelince mahşerî bir kalabalığın yolu kapatmış olduğunu gördük. İstanbul’un en büyük ulaşım akslarından biri üzerinde kızgın seyirciler protesto yürüyüşü yapıyor, yolu bir türlü açmıyorlardı. Biz otobüsteki masum yolculara kızgın kızgın bakıyor, rahatlarını kaçırdığımız için laf atıyor ve sövüyorlardı. Bir ara otobüsün sürücüsü, uyarı maksadıyla ayağını azıcık gaza dokunduracak oldu, çevremizi sarmış olan kitle, nasıl olduğunu anlayamadığım bir elektriklenmeyle harekete geçti ve otobüsümüzün camlarına taş yağmaya başladı. Bayrakların sopalarıyla camlara vuruyor, sanki biz düşmanlarıymışız gibi, bağıra çağıra üzerimize yürüyorlardı. Hepimiz yerlere yattık; kafalarımızın üzerinden taşlar, patlayan cam parçaları ve küfürler uçuşuyordu.
O cehennemden nasıl çıkabildiğimize hiçbirimiz inanamamıştık. Artık caddeler iyice tenhalaştı, maçın sonuna yaklaştık. Bu arada icq listeme bir Brezilyalı taraftar giriyor ve “Biz kazanacağız” diye beni kızdırmaya çalışıyor. ‘Tam kızdıracak adamı buldun’ diyorum kendisine.
Son dakika telefonu: Ne yazık ki Brezilyalı haklı çıkıyor!
04.06.2002
.
Futbol ayinleri
Futbol ayinleri
İyi ki geçen hafta sitem oklarını göndermeyi akıl etmişim okurlarıma. Yoksa az kalsın “dinozorluk”un fakire mahsus bir illet olduğunu düşünmeye başlayacaktım.
Simon Kuper’in “Futbol Asla Sadece Futbol Değildir” adlı kitabından haberdar mısınız bilmiyorum ama hâlâ futbolun o bizim mahalle aralarında oynadığımız masum “oyun” olduğunu düşünenler varsa fena halde aldanıyorlar bence. Takımlara göre cep telefonu numaraları, hisse senetleri ve taraftar kredi kartlarının varlığı bile futbolun yeşil sahalarda gördüğümüzden daha “derin” boyutlara sahip bir “endüstri” olduğunu yeterince gösteriyor sanıyorum.
Futbolun bir kültür endüstrisi olması, aynı zamanda geçen hafta sözünü ettiğim kitlelerin “afyonu” olmasından da destek görüyor. Böylece futbol, günümüzün dinden boşaltılmaya çalışılan kültür arenasında bir “yeni din” olarak boy veriyor.
Futbola “din” deyişim belki bazılarımızı rahatsız edecek ama futbol kültüründeki bazı deyimler, unvanlar, sloganlar vs. dikkatle incelendiğinde bunların derinine “dinî” bir görünüme sahip olduğu hemen fark edilecektir: “İmparator Fatih Terim”, “taçsız kral Metin Oktay”, kalesinde “dev”leşen kaleci, “şeytan Rıdvan”, “inanılmaz” şutlar atan oyuncu, “nefeslerin tutulduğu an’lar”, “rakibini ezen kahramanlar” vs.
Ve geçen gün bir gazetenin ilk sayfasından bir manşet dikkatimi çelmeliyor: “Vikingler Horoz’u kesti.” Haberi okuyunca anlıyorum ki, horoz Fransa’nın sembolüymüş! Vikingler dediği de Danimarka!
Spor (daha doğrusu futbol) sayfalarında epeyce sık rastladığımız bu yoğun “totemcilik” sizin de gözünüzden kaçmamıştır. Boğalar (İstanbulspor), Arslan (Galatasaray), Sarı Kanarya (Fenerbahçe), Kara Kartallar (Beşiktaş), Yeşil Timsahlar (Bursaspor), Horozlar (Denizlispor), Kırmızı Şimşekler (Eskişehirspor) vs.
Görüldüğü gibi ilkel kabilelerin kendilerini ve rakiplerini tavsif etmekte kullandıkları türden, genellikle de hayvan motifli bir “totemcilik” almış başını gitmektedir. Beşiktaş’ın stadyumuna dikilmiş devasa bir siyah kartal totemi, Taksim’den Dolmabahçe’ye her inişimde beni irkiltir ve insanların bu pagan sembollere duydukları ilginç hayranlık yeni düşüncelere sevk eder.
“Umran” dergisinin Haziran 2002 sayısında (bu gerçekten düşündürücü futbol sayısını hararetle tavsiye ediyorum “yoldaşlarıma”) Edibe Sözen, futbol paganizminin günümüzde ulaştığı boyutlara dikkat çekiyor:
“Geçen sene GS şampiyon olduğunda, bir iki arkadaşımla Üsküdar–Salacak’tayız; insanlar deliler gibi yürüyorlar, arabalarına biniyorlar, horon tepiyorlar ama “şampiyon GS” dışında tek bir anlamlı cümle yok ağızlarından çıkan… Tıpkı barbar ritüelleri gibi “oğoğo” diyorlar, başka bir şey yok; iniyor (arabadan) aşağıya, “pat pat pat” diye ayaklarını (yere) vuruyor… Anlam üretmeyen, yorumlamayan.. “aaa” diye, “ooo” diye iki ayrı ses; yan yana gelmiyor, tam primitif bir şey.”
Kitleler iki saatliğine stadyumlara veya ekranlarının başına kilitlenerek hipnotize ediliyor. Hatta totemlerine (bayrak, forma, rozet, şapka gibi kabilenin ayırt edici sembollerine) kutsalmışçasına özen gösterdikleri de gözden kaçmıyor. Yüzlerini takımlarının rengine boyuyor, kanlarının sarı–lacivert veya sarı–kırmızı aktığını söyleyebiliyor, rakibi çimlere “gömmek”ten, “ölmeye geldik”lerinden söz ediyor, toplu ayinlerde, yani maçlarda sadece rakibi alt etmeyi düşünmeye şartlanmış olarak anlamsız uğultular çıkarıyorlar.
Futbol bugün insanların (aslında “erkeklerin” demeliydim zira bence kadınları kutlayabiliriz bu barbar ayinlerine katılmakta isteksiz davrandıkları için!) içlerinde yaşattıkları barbarlık dönemlerinin hatıralarını hem canlandırmaya, hem de belli saatler içinde deşarj etmeye yarıyor. Ve bu kışkırtıp söndürme mekanizması medya aracılığıyla sonsuz bir döngüye endeksleniyor.
Anlayacağınız, futbol endüstrisi, bir yandan dolduruyor insanları, öbür yandan da boşaltıyor. Şarj edilebilen piller gibi tıpkı.
Futbola bu sebeple afyon diyoruz ya zaten.
18.06.2002
.
Futbol ve büyü
Futbol ve büyü
Feribotla Yalova’ya giderken geldi “altın gol” ve insanlar, denize atlayamayacaklarına göre, koltuklarından fırlayıp koridoru doldurdular. Alkışladılar, bağırdılar, zıpladılar.
Futbolun hoş bir tarafı varsa bu işte: Kendine güveni geliyor insanlarımızın. Üzerine çökmüş bulunan kara bulutları dağıtıyor. “Biz de başarabilirmişiz” dedirtiyor onlara.
Ama ya sonra? Sokaklarda “En büyük Türkiye!” diye coşkuyla haykıran gençler yine kendi “kaka” gerçekleriyle yaşamaya devam edecekler. İşsizlikten kahvelerimiz yine dolup taşacak. Fırsattan istifade, benzine yapılan zam haberlerini bu coşku içinde kimse fark etmeyecek. Batan bankaların, hortumlamaların ardı arkası kesilmeyecek. Depreme karşı yine “akılsız” binalar yapmaya devam edeceğiz. Enflasyonda dünya şampiyonluğuna futboldan önce ulaşmış olduğumuzu gizleyeceğiz kendimizden.
Kıbrıs, idam, Kürtçe yayını gibi çözümsüz meselelerimizi konuşmaya devam edeceğiz. Yine Başbakan’ımızın hastalığına kederlenip yere çakılmış bir hükümetten medet umacağız.
Bir milyona yakın vatandaşımızın evine yılda sadece 30 milyon TL girdiğini (ayda 3 milyon TL) de hatırlayacağız. Evet sevgili memleketimin dertleri o müthiş “altın gol”le bir an için rafa kalkmış oldu.
Kutlamalar sırasında 4 kişi ölmüş diyorlar. Ne gam! Ölen ölür kalan sağlar bizimdir!
Baksanıza, başarı gelince, geçen cuma, “namaz krizi” bile çıkmadı! Acar medyamız baktı ki koskoca Anglikan Kilisesi bile rakip oyuncuların ayağını bağlayan “büyü” yapıyor, bizimkilerin namazına ses çıkarmadılar.
Söz büyüden açılmışken, futbolun büyüsünü çözmek için de çok uğraşmıştır aydınlarımız. Mesela Attila İlhan, futbolun bir disiplin işi olduğundan yola çıkarak sanayi toplumlarının futbolda başarılı oluşlarının “sırrını” izah etmişti. Ama Güney Amerika’nın futboldaki başarılarını nasıl açıklayacağız? O da kolay: Diktatörlükle. Türkiye ekonomik anlamda en kötü günlerini yaşıyor ama futbolda maşallah! O zaman nasıl oluyor da Amerika kupalarda bir varlık gösteremiyor? Yoksa ekonomisi bizden daha kötü de haberimiz mi yok?
Peki nereden geliyor futbolun büyüsü ya da bazı dostlarımızı her nedense rahatsız eden “afyon” olma özelliği?
Adorno’ya bakacak olursak, modern insanın içinde açılan dev bir “boşluk” var. Dinî, sosyal, kültürel bağlarından koparak var olmaya ve var kalmaya çalışıyor modern birey. Oysa bu, çok temel bir yalnızlığı getiriyor yedeğinde. İçindeki bağlanma ihtiyacını, bağımlılık dürtüsünü tatmin etmek mecburiyetinde bir şekilde.
Özdeşleşeceği ve geçici de olsa bir nevi tatmin bulacağı bir ortak sevinç, coşku, heyecan olmalı hayatta. Kalpsiz bir hayatın geçici de olsa bir kalbi olmalı. İşte bu bağlanma ihtiyacı futbol taraftarlığı şeklinde karşımıza çıkıyor günümüzde. Hem kulüp, hem de milli takım düzeyinde bu bağımlılığın her şeye galebe çalışının sebebi bu, Adorno’ya göre.
Ve o “Mecnun” Nietzsche, bize futbolun büyüsünü çözeceğimiz bir demet ipucu sunuyor. Güçsüzler, güçlü olanlara karşı, ilk Hıristiyanların Roma’ya duydukları gibi, ezilmişlikten gelen bir hınç duyarlar. Bir süre sonra güçsüzlerin hıncı, ideoloji olarak güçlüleri bastırır ve onun yerine geçer. Böylece öyle bir an gelir ki, güçlüler de güçsüzlerle birlikte “kültür”ü kötülemeye başlarlar.
Futbolun günümüzde ulaştığı inanılmaz “küresel” yaygınlık, benzer bir rol oynuyor. Futbol, güçsüzlere bir nevi “güç vehmi” sunuyor. Artık kitleler devrim yapamıyor ama futbol, onlarda dünyanın ya da ligin en kuvvetli takımlarını devirmek kendilerinde muktedir oldukları zehabını uyandırmaya yetiyor. Ve bu alt kültür, giderek güçlüleri de içine alarak futbol dışındaki her şeyin gözden düşmesine, dolayısıyla “barbarlık”ın kültür karşısında amansızca yayılmasına doğru emin adımlarla yürüyor.
Güçsüzlere, hayatta alınması gereken “hınçlar”ını yeşil sahada alıyormuş izlenimi vermesidir futbolu küresel bir barbarlık ayinine dönüştüren faktör.
25.06.2002
.
Bakü’den futbol manzaraları
Bakü’den futbol manzaraları
Geçen çarşamba Bakü’ye vardığımız saatlerde ortalık tuhaf bir sessizlik ve ıssızlığa bürünmüştü. O cıvıl cıvıl Bakü gitmiş, yerine bir başka şehir gelmişti sanki… Zaman, bilinmeyen bir yerlere demirlemiş gibiydi. Nereye mi? Şaşırmayacağınızdan emin olarak söylüyorum, “ikinci Türkiye–Brezilya milli muharebesi”ne tabii! Bizi karşılamaya gelen Dünyamalı Bey (şu Azeri kardeşlerimizin çocuklarına isim koymaktaki dehasına hayran olmamak kabil mi?) ve Şaik Bey ile birlikte, radyoda spikerin, sesini Azericenin o en hüzünlü tonlarına bürüyerek anlattığı maçın son dakikalarını dinliyoruz.
Otele vardığımızda maç bitiyor. Azeri dostlarımız bizi teselli etmeye çalışıyor, Türkiye’nin aslında çok “uğurlu”, yani başarılı bir oyun ortaya koyduğunu tekrarlıyorlar.
Akşam Hazar Denizi kenarında bir lokantadayız. Bakü’nün meşhur rüzgârı bile futbol sohbetinin hızını kesmeye kadir olamıyor. Bizi davet eden Bakü Üniversitesi Rektörü Prof. Selahattin Halilov ve diğer hocalar ilk ağızda tebriklerini iletiyor, sevincimizi paylaşıyorlar. Güney Kore ile oynağımız maç sonrasında kendisini aradığım Azerbaycan’ın büyük yazarı Anar’ın ise heyecanla, “Mustafa Bey, sizi tebrik ediyrem!” demesi, beynimin emdiği bir uğultu bulutu halinde peşimi bırakmayacaktı Bakü’de.
Hep tuhaflıklar da beni mi buluyor ne? Türkiye’de hiç seyretmediğim maçlara inat, Bakü’de son milli maçı seyrettim. Ama bilin bakalım nerede? Bir köşede Güney Kore’yi destekleyen “ecnebiler”in, öbür köşede ise Türkiye’yi destekleyen Azerilerin kümelendiği bu İrlanda kahvesinde, iki rakip grup da kendi Tv’lerinden izliyordu maçı: İşin ilginç yanı, Azeriler bir Rus kanalından Rusça, ecnebi taifesi ise bir Arap (evet nedense Arap!) kanalından İngilizce seyrediyorlardı. Daha da ilginci, Rus kanalının görüntüleri ekranlara 3 saniye erken ulaştığı için pozisyonları önce benim de içlerine girdiğim Azeriler “ay ay ay”larla karşılıyor, sonra öbür taraf derin bir “ohh” çekiyor, sonuçta biraz daha kalın bir dumanaltına gark oluyorduk. Maç bitiyor ve dışarı çıkıyorum manzarayı daha iyi görmek için. Türk bayrağına sarınmış kızlı oğlanlı gruplar var güçleriyle “Türkiye, Türkiye” diye haykırıyorlardı. Gruplar önce sokaklarda birikiyor, oradan caddelere taşıyordu. Zaman zaman kendinden geçmiş görünen kalabalık, caddelerde yol kesme hürriyetini kullanmak ihtiyacını hissediyordu. Arabalarına atlayan Türkler veya Azeriler, kornalarına asılarak ve dahi bayrakları dışarı sarkıtarak şehir turu atıyorlardı. Önce ünlü Neftçiler sahil yolunda bir tur, sonra doğru Türk büyükelçiliğinin önü. Bir bizdeki silah atma alışkanlığı yok Azerilerde. O da olsa sanırım aramızda hiçbir fark kalmayacak! Ben böyle tatlı tatlı anlatırken siz de eminim, “Bu adam sözü ne zaman acıya bulayacak?” diye bekliyorsunuzdur.
Aslına bakarsanız Bakü’de pek çok defa duygularımla düşüncelerim arasında kaldım: Bir yanda futbolun “zararları”, öbür yanda ise bu “hoş” manzaralar. Bir yanda “futbolik nevrozlar”, bir kolektif hayaller ve çılgınlıklar sistemi, öbür yanda ise insanların bu kadar coşmaya neden ihtiyaç duydukları sorusu.
Benim gibi futbolla ilgilenmek istemeyen birisinin (bazılarının sandığı gibi “sevmiyor” değilim, aksine sevdiğim ve zararını bildiğim için bilerek mesafeli durmaya çalışıyorum) bu kadar fazla tebrike nail olması, bir kardeş halkın futbolda aldığımız başarıdan bu kadar mutluluk duyması, futbolun ulaştığı bu ilginç küresellik üzerinde yeni açılardan düşünmeye sevk etti beni.
İsterseniz bu hafta futbolseverler diledikleri gibi coşup eğlensinler. Biz futbolun ideolojisi gibi “tatsız bahisler”i sonraya bırakalım. Zira İstiklal Müzesi’nde görevli İrade Hanım, milli bir heyecan ve şuurla müzeyi gezdirdikten sonra bana, Türk milli takımının aldığı bu galibiyetlerin Azerbaycanlıların öz benliklerini bulmalarına yardımcı olacağını söylemiş ve şunları eklemişti: “Mesai saatinde radyodan da olsa maçı dinleyerek Türk milli takımının “uğurlu olması” için dua edeceğim. Bu, bizim de millet olarak zaferimiz olacak inşaallah!”
02.07.2002
.
Eyvah, afyon etkisini yitiriyor!
Eyvah, afyon etkisini yitiriyor!
Aziz Nesin’in bir hikayesini okumuştum yıllar önce. Hikayenin kahramanı, takımlarını tribünde hararetle destekleyen taraftarlarla konuşuyor ve kendileri son derece sağlıksız (spor–suz) bir görünüme sahip olmalarına rağmen takımlarını desteklemek için tribünleri hıncahınç dolduran bu insanlara sporun ne faydası olduğunu sorguluyordu.
Günümüzde kitleleri uyuşturan “afyon” kılığına büründürülmüş olan futbolun da üzerine kafa patlatan milyonlara ne faydası olduğu sorulabilir haklı olarak. Bu soruya karşılık olarak insanların afyona da ihtiyaçları olduğunu söyleyenler çıktı (Vivet Kanetti). Hatta değerli refikimiz Hüseyin Gülerce, isim zikretmeden benim futbolu afyon olarak niteleyişimi bir “aydın aykırılığı” olarak gördüğünü ifade etti.
Şu “afyon” benzetmesini, kimsenin anlamadığına kanaat getirdiğim için biraz açmalıyım.
Malum, Marks, “Din halkın afyonudur” demişti. Marks’ın derdi, dinin “kendisine” cephe almak değildi. Din, diyordu, toplumdaki ezen güçlerin, halk, kendi gücünün farkına varmasın diye icat ettiği bir afyondur. Eğer halk kendi gücünün bilincine varacak olursa, diye ekliyordu, egemen güçler çökecek, dolayısıyla afyon da etkisini yitirecektir.
Anlayacağınız, doğrudan doğruya dine saldırmak gibi bir mantıksızlığı gündeme getirmemişti Marks. Zaten bir afyon olarak gördüğü dini, ortadan kaldırılması gereken bir hedef olarak karşısına almış olsaydı bütün teorisini çökertmiş olacaktı. Olmayan bir şeye, dine, bir varlık bahşetmiş olacak ve böylece hayali bir hasma saldırmış olacaktı. Oysa o, tabir caizse, sineklerle uğraşmak yerine bataklığı kurutmaya yönelmişti.
Din, Marks’a rağmen ve kendisini Marksist diye takdim eden ideoloji çöktükten sonra da yaşamaya, hatta canlanmaya devam etmek suretiyle bu yaklaşımı yeterince çürüttü. Yani Marks’ın toplumları uyuşturduğunu düşündüğü şeyin din olmadığı anlaşıldı.
Aslında çağlar boyunca insanları uyuşturan bu afyon, “beyin yıkama endüstrisi”nin ta kendisidir. Bir bakıma ideolojiler diyebiliriz bunlara ama galiba günümüzde popüler kültür en uygun karşılığı oluyor. Diyebiliriz ki, son 50 yılda bu kültürün yaydığı en ağır afyon cinsini, futbol oluşturmaktadır.
Ezcümle futbol, Marks’ın bir zamanlar dinde bulduğunu sandığı afyona benzer bir etki yaymaktadır günümüzde. Olağanüstü cazibesiyle kitleleri büyülemekte, onları çağdaş katedraller olarak stadyumlarda belli vakitlerde icra edilen toplu –hatta küresel– ayinlere çağırmaktadır. Rahipleri, azizleri, kutsal törenleri, efsaneleri, kralları, duaları (yeri geldiğinde ihtiyat kuvveti olarak Anglikan kilisesi veya Senegalli büyücüler gibi gerçek dinlerden de yardım almayı ihmal etmemektedir), totemleri, hep bir ağızdan okunan ilahileri ve bu tekinsiz koroyu başıboş bırakmayan amigoları vs. ile gerçekten de içine girenlerin arka–planını asla fark etmeyeceği büyüsel bir atmosfer sunmaktadır futbol endüstrisi.
Fakat neticede afyon afyondur ve bir süre sonra tesiri geçecektir. O zaman da dedikodu safhası başlar. Sezonu daha kapatmadan transfer haberleri arz–ı endam eder. Dünya Kupası biter ama İlhan Mansız’ın Japon kızlarının gönüllerini nasıl fethettiği dedikoduları kaplar ortalığı. (Bir gazetenin geçen günlerdeki manşeti, “İlhan–mania” idi, yani İlhan çılgınlığı.)
Şimdilerde futbolun tesiri kaybolmaya başlayınca, insanlar taşın sert olduğunu yeniden fark ettiler. Taş aslında hep sertti. Gerçeğin taşı. İnsanoğlunun bu dünyadaki onurlu mücadelesinde iradesini elinden almak isteyen güçlerin bir an için varlığını unutturmaya başardığı taşa, zamlarla, yolsuzluklarla, Filistin’deki katliam haberleriyle, Medine Bircan’a uygulanan başörtüsü zulmüyle yeniden ve yeniden tosluyoruz.
Ve diyoruz ki, futbola tahsis edilen bu trilyonlar eğer bir ülkeye deva olsaydı, dünya kupalarını defalarca kazanan Arjantin ve Brezilya bugün dünyanın en muteber ve müreffeh ülkeleri olurdu. Biliyoruz ki, her iki ülke de yolsuzlukları ve diz boyu sefaletiyle meşhurdur dünyada.
Bilmem anlatabildim mi sevgili dostlar?
09.07.2002
.
Haritalar nasıl yalan söyler?
Haritalar nasıl yalan söyler?
Haritalara bakmayı biliyor muyuz? Hiç önünüze bir dünya haritasını veya bir küreyi koyup üzerinde gözlerinizle saatlerce ülkeden ülkeye, kıtadan kıtaya atlayarak gezdiğiniz oldu mu? Ufkunuzu, bulunduğunuz odanın duvarları arasında sıkışıp kalmaktan kurtarıp yerkürenin bütününe açtınız mı?
Nedense haritaların yeryüzünün minik suretleri olduğunu düşünürüz hep. Onlar adeta uzaydan çekilmiş gerçek dünya parçalarıdır. Bilimsel bir kesinliği haizdir haritalar bizim gözümüzde. Neredeyse birer insan ürünü olduklarını bile unuturuz. Haritalar, yeryüzünü nasılsa öyle, yani olduğu gibi tespit eden tartışmasız birer fotoğraftır kamuoyunun bakışında.
Bu köşenin alamet–i farikası haline gelen soruyu yine soralım burada: Acaba öyle mi? Acaba gerçekten de haritalar gerçeğin kendisi mi yoksa onun “çarpıtılmış” birer inşası (kurgusu) mudur?
Harita–bilimciler ve coğrafyacılar ise hepimizin doğru zannettiği bu bilgilerin aslında birer efsane olduğunu söylüyorlar. Yani bizim haritalar ve dünya hakkındaki bilgilerimiz bilimsel olarak doğru şeyler olmaktan uzak. Dünyanın kusursuz bir haritasını yapmak hiç kimseye nasip olmadı bugüne kadar! Uzmanlar böyle diyor. Şaşırtıcı ama gerçek.
Bütün mesele de şu basit ve can sıkıcı gerçekten kaynaklanıyor: Dünya, küresel bir yapıda olduğu için onu düz bir satıh üzerinde temsil etmek geometrik olarak mümkün olamıyor. Aslında dünya silindir şeklinde olsaydı, onu ortasından boylamasına kestiğimizde dikdörtgen şeklinde bir resmine ulaşabilirdik. Tam bir küre şeklinde olsaydı, işimiz kısmen kolaydı. Ama dünya, kutuplardan basık bir küre. Bu da haritacıların işini büsbütün zorlaştırıyor. Şöyle düşünelim: Bir karpuzun içini bir aletle boşalttıktan sonra düz bir yüzey haline nasıl getiririz? Tabii ki keserek, değil mi? Ama karpuzun dilimleri ortalarda genişken uçlarda daralır ve dilimler düz değil de eğri şeklinde olduğu için onu, kendisine zarar vermeden düzleştirerek bir yüzey haline getiremeyiz.
İşte küresel bir şekle sahip olan dünyanın düz bir yüzey üzerinde haritasını çıkarmanın güçlüğü buradan kaynaklanıyor. Bu, aslında 19. yüzyılda temelleri atılan “küresel geometri”nin de temel problemini oluşturuyor.
California, Berkeley’deki Matematik Bilimleri Araştırma Enstitüsü Müdür Yardımcısı Robert Osserman, TÜBİTAK Yayınları arasında çıkan “Evrenin Şiiri” adlı kitabında şunları söylüyor: “Yerkürenin ‘eğriliği’ yüzünden, çizdiğimiz haritalar ancak gerçekliğin çarpık birer resmi olur.”
Haritalarımızın mahiyetinden kaynaklanan bu çarpıklığın sonucu ne oluyor biliyor musunuz? Açtığınız bir dünya haritasında kuzey yarımküredeki ülkeler, güney yarımküredeki ülkelere göre, kuzey kutbuna doğru çıkıldıkça olduğundan daha büyük görünmek durumunda. Mesela Afrika kıtası, 3,5 milyon km2 (Türkiye’nin 5 katı büyüklüğünde bir toprak parçası) büyük olmasına rağmen elimizdeki haritalarda Kuzey Amerika’dan daha küçük görünmektedir. Ve Grönland adası, bu haritalarda Afrika’nın üçte biri büyüklüğünde görünmesine rağmen, gerçekte onbeşte biri kadardır!
Ve işin ilginci, bu durum matematiksel olarak aşılamayacak bir güçlük çıkartıyor haritacılara. Yani Kuzey Amerika kaçınılmaz olarak Afrika’dan büyük görünecek, Grönland, olduğundan büyük yapılacak. Başka bir yolu yok. (Var aslında ama o harita tekniğine göre yaptığınızda ise yine kaçınılmaz olarak kıtaların şekilleri çarpık resmedilmek durumunda.)
Bu işin “insan bilgisinin sınırları” diyebileceğimiz kısmıyla alakalı. Yani beşerî acziyetimizin dünyanın hatasız bir haritasını bile çıkartmaya müsaade etmemesidir söz konusu olan. Ama bir de ideolojik çarpıtma girerse devreye? Nitekim girmiştir de.
Nasıl mı? Bir soruyla bağlayıp gelecek hafta devam edelim:
Kuzey kutbu haritanın neden üstünde, güney kutbu neden altında yapılır? Yoksa uzayın her noktasından da dünya aynı şekilde mi görünmektedir?
23.07.2002
.
Harita emperyalizmi
Harita emperyalizmi
Teknik olarak mükemmel bir dünya haritası yapmanın mümkün olmadığını söylemiştik. Her harita, kaçınılmaz olarak şu yaman çelişkinin boynuzlarına yakalanacaktır: Ya ölçüsü çarpık olacak ya da şekli. Şeklen doğru olduğu zaman bölgelerin büyüklükleri kuzey yarımküresinin lehine olmak üzere çarpıtılacaktır ya da yüzölçümleri doğru olacak ama bu defa da kıtalar bildiğimizden farklı şekiller alacaktır.
Nitekim haritacılığın bu yakıcı aczini aşmak isteyenler çıkmıştır ancak onların haritaları da “dünya”ya pek benzememektedir. Mesela bir haritada dünyanın merkezi, kuzey kutbu olarak tasarlanmış ve kıtalar onun uzantıları olarak tasvir edilmiştir. Matematiksel olarak doğru ama her kıtanın dilimlere bölündüğü ilginç harita yapma girişimleri de olmuştur. Sonuçta haritalarımızın doğru olmaya doğru gittikçe sağduyusal dünya resmimizden, yani bildiğimiz dünya haritalarından uzaklaşacağını, hatta tanınmaz hale geleceğini kabul etmek durumundayız.
Bu, işin teknik zorluğu. Bir de ideolojiler devreye girerse neler olacağını tahmin etmek zor olmasa gerek.
Soruların bizi özgürleştireceğini düşünüyorum. Beynimizi, bir mıknatıs gibi soruları çekmeye alıştırmalıyız zihin selametimiz için. Soru sormayı bilmeyen bir zihin, esir olmaya mahkûmdur.
Öncelikle şu soruları düstur olarak benimsemek ve düşüncenin kıvılcımları olarak etrafa sıçratmak zorundayız: Bu işi “kim” yapıyor? “Niçin” yapıyor? “Nasıl” yapıyor?
İlk sorudan başlayalım: Bugünkü haritalar “kim”in mamulatıdır? El–cevap: Avrupalılar ve Amerikalıların. Peki “bizim” bir haritamız var mıdır? Maalesef. Peki zamanında Müslümanların yaptıkları haritalar ile Avrupalıların haritaları “aynı” mıydı? (Mesela İdrisî’nin dünya haritasında neden güney kutbu üsttedir de kuzey kutbu alttadır?) Cevabın nasıl geleceğini biliyorum: Birinciler ilkeldi, ikinciler bilimsel. Acaba?
Peki Avrupa, kendisini, her türlü coğrafi gerçekliğin hilafına, bir “kıta” olarak vasfetme cüretini nerden buluyor coğrafya kitaplarında? Avrupa aslında Asya’nın bir alt–kıtasından, bir uzantısından, burnundan ibaret değil mi? Ama “Euro–Asia”, yani “Avrasya” terkibinde olduğu gibi kendisini ait olduğu Asya kıtasının “önüne” koyan bir zihniyet ne kadar bilimseldir dersiniz? Peki neden “Asyavrupa” demiyoruz da “Avrasya” diyoruz hiç düşündünüz mü?
Kendisi toprağını bir yarımada iken bir kıta olarak görüyor da Avrupalı, kendisinden çok daha kalabalık olan Hindistan’ı da neden “yarımada” konumuna layık görüyorlar dersiniz? Ya dünyanın en kalabalık nüfusuna sahip olan Çin neden bir “ülke”dir sadece de onun onda biri kadar bir nüfusa sahip olan Avrupa, Avrasya’nın geri kalanına denk olarak resmedilmiştir?
İkinci olarak, Avrupalılar bu haritaları niçin yapmış olabilirler? Cevabını ben değil, iki ünlü coğrafya hocası veriyor (Martin W. Lewis ve Karen E. Wigen, “The Myth of Constinents”, California Üniversitesi Yayınları 1997, s. 189). Hem de bizim bile söylemeye cesaret edemeyeceğimiz bir netlikte tokat gibi bir cevap!
“Bugün kullanmakta olduğumuz küresel coğrafî çatının, temelde Avrupa’nın iktidarının haritacılık düzeyinde kutsanmış oluşu bir tesadüf değildir. Yüzyıllar süren emperyalizmin ardından bir zamanlar egemen olan bir metropolün küstah dünya görüşü, bugün dünyanın entelektüel donanımı haline gelmiştir. Sömürgeciliğe karşı çıkan ve alternatif bir küresel düzen için yeni vizyonlar imal etmeye kendilerini adamış entelektüeller bile Avrasya’nın Uzak Batısından [Harika! Avrupa demeye getiriyor! M. A.] neşet eden dar kafalı jeo–tarihî kategorilerin koleksiyonuna saplanmış bulurlar kendilerini.”
Halbuki, diyor Duke Üniversitesinden uzmanlarımız, bizim bildiğimiz coğrafî kategoriler, tamamen Orta Çağ Avrupa haritacılığının uzantısıdır ve bu haritacılık geleneği hiçbir zaman kesintiye uğramamıştır! Yani modern haritalarda Orta Çağ Avrupa’sının nabzı atmaya devam etmektedir.
Bunu söyleyen biz olsak, adımız çoktan gericiye çıkmıştı. Allah’tan ki böyle dürüst ve müdekkik ehl–i ilm var da, Batı–zedelerin asla telaffuz etmedikleri gerçekleri fısıldayarak gözlerimizdeki perdeyi indirmeye yardımcı oluyorlar.
Anlayacağınız bugün imal edilmiş olan haritalar, Avrupa emperyalizmine hizmet etmesi için istihdam edilen sözüm ona “uzmanlar”ın elinden çıkmadır ve sözünü ettiğim kitapta da sık sık vurgulandığı gibi, “küre”yi ele geçirmeye ahdetmiş bir zihniyetin çarpıtmalarıyla ikinci kez sakatlanmış durumdadır.
Unutuyordum az kalsın. Üçüncü sorumuz, nasıl yapıldığıyla ilgiliydi. Eh, buna örnek olarak da, Avustralya ile Yeni Zelanda’nın 1650’lerdeki erken modern haritalarda yerinde bir tutumla Asya kıtasına ait olarak gösterilirken, 1770’lerden itibaren Pasifik’e ait hale getirildiğini söylemem yeterli olacaktır sanırım. (Haz.: A. G. Hopkins, “Globalization in World History”, Pimlico 2002, s. 129.)
30.07.2002
.
Osmanlı, üçgeni bilmiyor muydu?
Osmanlı, üçgeni bilmiyor muydu?
Baron de Tott’u hatırlayanınız var mı? Canım, hani şu eniştesi Fransız büyükelçisiyle birlikte İstanbul’a gelen ve sözde tercümanlıkla görevli Macar asıllı Fransız. Baron de Tott’un hatıralarında geçen bir anekdotu o kadar şevkle anlatırız ki, gören de Osmanlı bilim hayatını mahkûm etmek için elimize bir gerekçe geçmişçesine çığlık atıyoruz sanır.
Baron, 1773’de (doğru tarih 1775’tir) padişahla anlaşarak ilk mühendishaneyi kurmaya girişir. Ancak zamanın geometri (hendese) hocalarının bu mühendishaneye tepki göstereceklerini varsayarak bir plan yaparlar ve hocaları bir geometri sınavından geçirmeye karar verirler. Bundan sonrasını kendisinden dinleyelim:
“Mühendislere bir üçgenin üç açısının toplamının değerini sordum. Soruyu tekrar etmemi istediler; bir müddet düşündükten sonra içlerinde en cüretli olanı üç açının toplam değerinin üçgenine göre değiştiğini, her üçgen için ayrı değere sahip olacağını söyledi. Böyle saçma bir cevap alacağımı bilseydim bu soruyu hiç sormazdım.”
Şimdi bu fıkra gibi anlatılan hadisenin içyüzüne biraz daha yakından bakmaya çalışalım.
Diyelim ki bu hadiseyi okuduk bir yerde. Bu durum karşısında, omuzlarının üzerinde bir kafa taşıdığını iddia eden birisinin ne yapması lazım? Sorgulaması, değil mi? Şu üç soruyu sorarak elbette: 1. Bu hadiseyi “kim” anlatıyor? 2. “Niye” anlatıyor? 3. “Nasıl” anlatıyor?
İlk sorudan başlayalım.
Kimdir Baron de Tott? Anlattıkları ne kadar sıhhatlidir? Niyazi Berkes’in dediği gibi “Asıl görevi, Fransa tarafından işgal edildiği takdirde Süveyş dolaylarında gerekli topografik bilgileri toplamak” olan Baron, Türkçe öğrenmek için geldiği İstanbul’da yıllar yılı kalmasına rağmen doğru dürüst Türkçe bile öğrenmemiş, buna rağmen Türklerin ne kadar “cahil, sersem, ahlaksız, şeref ve haysiyet duygularından yoksun” olduğunu söylemekten geri kalmamıştır. Beraber yaşadığı kişileri hakir gören, olayları abartan, yalan söyleyen ve genellikle de tarihlerde hatalar yapan biridir. Hatta Baron’un “atmasyonları” o kadar meşhur olmuştur ki, zamanın Teksas–Tommikslerine bile konu olmuştur (mesela “Baron Münchausen’in Maceraları”).
Baron, yaptıklarının daha iyi anlaşılabilmesi için çevresindekileri aşırı derecede küçültme arzusunun esiri olmuşa benzemektedir. Kısaca, ne kadar önemli birisi olduğunu ispatlamaya çalışan, alçaklık kompleksine kapılmış birisinin kullanabileceği bir söylem hakimdir bu anlatıya. Osmanlı’yı dinleyip anlamaya hiç mi hiç niyeti yoktur Baron’un.
Peki bu olay kendisi tarafından sıhhatli bir şekilde nakledilmiş midir? İşin bamteli de bu soruda gizli zaten.
Bir defa Baron’un Osmanlı hendesecilerine yönelttiği ve sonunda cahilliklerine hükmettiği soru, değil olayın anlatıldığı zamanda, neredeyse 14 asırdır insanlığın, yaklaşık 9–10 asırdır da Müslümanların bildiği ve üzerinde çalışmalar, hatta tartışmalar yürüttükleri bir konudur. Öklid’in 5. postulasının geliştirilmiş formülasyonu olan bu konu üzerinde Ebu’l–Vefa ve Nasıruddin Tusi başta olmak üzere tarih boyunca pek çok İslam alimi ispatlama çalışmaları yapmış ve yer yer de eleştirmişlerdir. Dahası, üçgenin iç açılarının toplamının 180 derece olması, küresel üçgenlerde (müsellesât–ı küreviyye) geçerli mi değil mi diye tartışmışlardır. Dolayısıyla 18. yüzyıl sonlarında bir hendese hocasının bu konuyu bilmemesi diye bir şey söz konusu olamaz. Hendesecimizin Baron’a verdiği cevap, olsa olsa, “Bu kadar basit bir şey de bize sorulur mu? Adam herhalde küresel üçgenlerden bahsediyor.” düşüncesiyle verilmiş olabilir. (Nitekim aynı yıllarda Mühendishane’de hocalık yapan Gelenbevî, üçgenlerle ilgili yazdığı kitapta bu konuyu enine boyuna tartışmıştır.)
Fakat daha da şaşırtıcı olanı, Osmanlı uleması tarafından kendini beğenmiş Baron’a verilen cevabın Öklid–sonrası geometri içinde yer alan küresel geometride tıpatıp aynen cevaplanmış olmasıdır. İster inanın ister inanmayın, TÜBİTAK Yayınları’ndan çıkan Robert Osserman’ın “Evrenin Şiiri” adlı kitabında (s. 76) aynen şunlar yazılı: “Bu yeni geometride bir üçgenin iç açılarının toplamı sabit bir sayı olmayıp ÜÇGENİNE GÖRE DEĞİŞİR; ama her durumda 180 dereceden küçüktür.”
Bunu okuduktan sonra siz yine Osmanlı mollasının cevabına mı gülüyorsunuz yoksa Baron de Tott’un cahilliğine mi?
06.08.2002
.
Osmanlı’nın batışı da muhteşemdi!
Osmanlı’nın batışı da muhteşemdi!
Bir yazımda, Osmanlı Devleti’ni “insanlığın son adası” diye nitelemem bazı dostlarıma biraz abartılı bir ifade gibi gelmiş olmalı ki, tepki vermekte gecikmediler: Osmanlı’nın hiç mi suçu yoktu? Onu, melekleştirmeye mi çalışıyordum? vs. vs.
Yine sözde “çöküş” veya “gerileme” dönemimizden çarpıcı bir misali zikrederek hem dostlarıma ne demek istediğimi daha iyi anlatmak fırsatını bulacağım, hem de bu yaz sıcaklarında bir Osmanlı nefhasıyla serinletmeye çalışacağım sizi.
1828–29 Osmanlı–Rus Savaşı, tıpkı 1768–74 savaşı gibi çok önemli bir dönüm noktasıdır tarihimizin. Zira 1826’da, yani bu savaşın başlamasından 2 yıl önce yeniçerilik kaldırılmıştır ve düzenli ordu denilen Asâkir–i Mansure–i Muhammediye’nin ilk ciddi sınavını verecektir. Savaşları kaybetmenin faturası eskiden yeniçerilerin laubaliliklerine bağlanırdı, bu defa onlar da “temizlenmişlerdir” ama sonuçta yine yenilmişizdir. Rumeli ve Doğu Anadolu’da büyük toprak kayıpları söz konusudur.
Bu işgalin ardından Edirne Andlaşması yapılarak bir kısım topraklar geri alınmıştır alınmasına ya, reayanın çoğunun yerinde yeller esmektedir. Çünkü Ruslar, Edirne ve çevresi de dahil olmak üzere girdikleri topraklara ve zahireye el koymanın ötesinde halkı da göçürmüşlerdir.
Göçün bir kısmı, Rusların korkusundan Anadolu’ya kaçış şeklinde olmuştur. Kendi topraklarında kalan Rum ve Bulgar reaya ise Ruslar tarafından “asıl Rus toprakları”na sevk edilmişlerdir. Bir kısmı teşvik ve ikna yoluyla götürülmüştür ama cebir uygulananlar da olmuştur. Amaç, Rusya’nın nihayetsiz topraklarını iskân etmek ve verimliliği artırmaktır.
II. Mahmud, Edirne Andlaşması’yla geri aldığı topraklarda önce bir tesbit yaptırmıştır. Kimler gitti? Kalan reayanın zararı ne kadardır? Boş kalan evler ve tarlalar hangileridir? Bundan sonra ise sıra boş kalan ev ve tarlaların işgaline izin vermemeye gelmiştir. Bu toprak ve evlerin “sahipleri dönene kadar” kiraya verilmesi ve toplanan kira bedellerinin bir sandıkta biriktirilmesi düşünülmüş ve asıl sahipleri dönünce kendilerine teslim edilmesi karara bağlanmıştır. Yani “Giden gitti, kalan sağlar bizimdir” gibi bir ulus–devletin canına minnet bir uygulama nedense asla akıllarına gelmemiştir Osmanlıların.
Gidenlerin şöyle ya da böyle gidebileceği ama gittikleri yerde, kendisinin sağlayacağı imkânları bulamayıp döneceğinin bilinciyle hareket eden Osmanlılar onlara ne “hâin” muamelesi yapmış, ne de mallarını müsadere etmeyi düşünmüştür. Tam tersine, sanki onlar hâlâ kendi topraklarındaymışçasına normal muamelesine devam etmiş ve sandıkta toplanan paralar, yıllar içinde biriktikçe birikmiş, bu paralara el sürmek isteyenler ise en ağır bir şekilde cezalandırılmıştır.
Bu kadar da değil. Gidenlerin arkasından nasihatçılar göndermeyi de ihmal etmemiştir Osmanlılar. Nasihatçılar, Osmanlı sınırları içindeki topraklarını bırakıp giden eski reayaya, döndükleri zaman hiçbir şekilde sorgulanmayacaklarını, topraklarının ve mülklerinin kendilerine aynen, hatta sandıkta birikmiş paralarıyla birlikte iade edileceğini, hatta birikmiş vergilerinin de kendilerinden alınmayacağını, hatta hatta dönerlerse eğer, topraklarını yeniden işleyebilmeleri veya hayvancılığı yürütebilmeleri için kendilerine kredi verileceği, öküz ve tohum sağlanacağı ve diğer gerekli yardımların yapılacağı vaadedilmişti.
Kuşkusuz Osmanlı’nın vaadleri bizim politikacılarımızınkine benzemez. Topraklarında kalan akrabalarının mektuplar yazarak devletin kendilerine yaptığı iyilikleri akrabalarına ve hemşerilerine duyurması üzerine yavaş yavaş dönüşler başlamış, dönenler dönmeyenlere duyurmuş ve böylece 1830–1844 arasında gidenlerin büyük bir kısmı peyderpey dönmüşlerdir. Bir Osmanlı belgesinde denildiği gibi dönenler “memnunen ve mesruren yüzlerini yere sürerek” padişahlarının hayırlı ömürlerinin devamı için dua etmişlerdi. Bu yazının kapsamına sığdırabildiğim kadarıyla Osmanlı Devleti’nin neden “insanlığın son adası” olduğunu bir kez daha vurgulamaya çalıştım. Aynı zamanda da “yıkıldı yıkılıyor” derken Atom Çağı’nın şafağına kadar nasıl ayakta durduğunun da sırrı, işte bu hak hukuk gözeten tavrında gizlidir Osmanlı’nın. Bilmem yeterince ifade edebildim mi bu defa meramımı?
(Bu hadiseyle ilgili daha geniş bilgi için Ufuk Gülsoy’un Sultan II. Mahmud ve Reformları Semineri’ne sunduğu arşiv belgelerine dayalı tebliğine bakılabilir: İ.Ü. Ed. Fak. Yay., 1990, s. 21–35.)
13.08.2002
.
Cengiz Han mı, Prozac mı?
Cengiz Han mı, Prozac mı?
Mudanya sahillerinin esrarengiz ufuk çizgisini seyre aldığım Fıstıklı sahillerinde zihnim okuduklarımla yay gibi gerilmiş durumda. Lakin vücudum rehavet uçurumlarından birini bırakıp öbürüne atlamakta. Derken gazetelerden iki haber düşüyor önüme.
İlk habere göre Amerika artık uçaklarda işi şansa bırakmayacak ve yolcuların beyinlerini okumak suretiyle muhtemel tedhiş tehlikelerini daha baştan önleyecekmiş. Uçak kaçırmaya teşebbüs edenler beyinlerinden geçirdikleri okunarak tespit edilecekmiş. Tabii bu projenin, modern toplumun en ‘terbiyeli’ ve en ‘uysal’ toplum oluşunun en bariz olarak sergilendiği sahne olan uçak yolculuğuyla sınırlı kalmayacağını görmek için kör olmak lazım. Modern toplum nasıl insanlık tarihinin şahit olduğu en disiplinli, en itaatkâr, tehlikeli kozları en fazla budanmış ve ehlileştirilmiş (Baudrillard olsa sürüleştirilmiş derdi) toplum ise, postmodern veya küresel toplum da, Focault’nun disiplin ve cezalandırma veya Panoptikon olarak tespit ettiği modernliğin baskıcı özünü fersah fersah aşacak gibi görünüyor. Artık suç işleme şansımızın da elimizden alınacağı bir dünyaya doğru dev adımlarıyla ilerliyoruz.
Suç kavramının mahiyeti değişecek ve artık niyet de suçun kapsamına girecek anlaşılan. Böylece yalnız iktidarın düşünülmesini tasvip ettikleri düşünülecek; eylem alanında zaten iyice köşeye sıkıştırılmış bulunan bizler düşünce planında da ‘durdurulmuş’ olacağız.
Neyse, yağmur damlalarının asma yapraklarına tıpır tıpır düştüğü bu tatil gününde tabloyu daha fazla karartmanın alemi yok. İsterseniz ikinci haberimizle meselenin başka bir yönüne bakalım.
Dünkü Sabah’tan ufak bir not: 11 Eylül’den sonra işi Müslümanlara ‘faşist’ demeye kadar vardıran Fukuyama hazretleri ‘Le Figaro’daki söyleşisinde şunları buyurmuş: ‘Günümüzde insanın komplekslerini yenmesini, ihtiraslarını aşmasını, kendisiyle ve dünyayla barışık hale gelmesini sağlayan ilaçlar var. Sezar’ın zamanında, Napolyon’un döneminde örneğin Prozac olsaydı, bu liderler Avrupa’yı fethetme ihtirasıyla yanıp tutuşmayabilirlerdi. Ya da en azından bir noktada durabilirlerdi.’
Fukuyama’nın sözleriyle havaalanlarında beyin okumaya dair haber arasında aslında sandığımızdan daha yakın bir ilişki var. Prozac, bildiğim kadarıyla bir antidepresan, yani depresyonu iyileştirdiği iddia edilen bir ilaç. İlacı alanlar bir süre sonra kendilerini iyi hissedebiliyorlar. Ancak 1990’larda âla–yı vala ile tanıtılan Prozac’ın bir tür ‘uyuşturucu’ olduğu, hastaların ancak yüzde 10’unda başarılı sonuç verdiği ve çoğu insanda bir kişilik değişimine yol açmadığı, buna mukabil de yığınla yan etkisi bulunduğu biliniyor.
Kompleksleriniz ve ihtiraslarınız mı var, alacaksınız Prozac’ı, hepsinden azad olacaksınız anında! İyileşecek, normalleşeceksiniz! Sıradışı olandan nefret eden bir dünyanın normaller sürüsüne dahil olacaksınız hemen. Velhasıl toplumlar, bir uçak yolculuğundaki gibi edilgin, söz dinler ve güdülebilir bir sürü haline gelecek Fukuyama’ya kalırsa. ‘Kaka’ davranışlar daha kaynağındayken kurutulacak.
İlk haberde suça niyetlenme dahi imkânsız kılınırken, ikincide aslında pek çok alanda pozitif bir enerjiye dönüşebilecek olan sıradışı olma hakkımız elimizden alınıyor ve böylece müthiş bir uyum ve itaat toplumuna ulaşılacağı varsayılıyor.
Yağmur siyah damlalar halinde düşüyor kâğıda. Bir süre sonra yazının içi de kararıyor gördüğünüz gibi. Lafı bağlama vaktidir artık.
Soru şudur:
İnsanlığı Prozac toplumunun uyuşturucu etkisinden kurtaracak, sistemi kökünden sallayarak toprağı alt–üst edecek, rehavete gömülmüş bulunan düzeni sarsarak içinde yeni havalandırma menfezleri açacak Cengiz Han’lar, İskender’ler, Sezar’lar ve Kanuni’lerin çıkabilme şansları var mıdır bugün? Dünya tarihinin gidişatına müdahalede bulunacak büyük ve beklenmedik ‘alternatif’ hareketler çıkmazsa, toplumları itaatkâr uçak yolcularına dönüştürecek bu ‘küresel uyuşturma (veya kuzulaştırma) süreci’nin duracağı herhangi bir nokta olacak mıdır?
Beynimin zembereğini gevşeteceğini umarak başladığım yazıyı adamakıllı gergin bir soruyla noktalıyorum:
Siz karar verin: Cengiz Han mı, Prozac mı?
20.08.2002
.
Yolun açık olsun Albatros!
Yolun açık olsun Albatros!
Bilim adamları siyasete girmeli mi? Bu soru, yakınlarda yeniden celâllendirdi ortalığı.
Partiler aday adaylarını belirlerken çeşitli meslek sahipleri politikaya soyunuyor: İşadamları, bürokratlar, şarkıcılar, eşraf, topluma söyleyecek sözleri olduğuna inanan akademisyenler vs. Bu arada Yaşar Nuri Öztürk CHP’ye, Mehmet S. Aydın da AKP’ye üye oldu ve tartışmalar başladı. Sevgili köşedaşlarım Ali Bulaç ile A. Turan Alkan da Mehmet Aydın hocanın kürsüyü bırakıp politikaya atılmasını tasvip etmediklerini bildirmek ihtiyacını hissettiler. Sayın Bulaç, hocanın “büyük bir iktidar alanı”ndan “küçük bir iktidar alanı”na, yani tefekkürden siyasete niçin geçiş yaptığını tam olarak anlayamadığını ve üzüldüğünü söylerken, Sayın Alkan da bu kanaate katılıyor ve hocanın yakasında parti rozetindense kurşun kalem görmeyi tercih ettiğini yazıyordu.
Kuşkusuz eleştirilerin haklı oldukları yanlar var. Bilim alanındaki geriliğimiz ortadayken, zaten sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen uluslararası çapta değerli akademisyenlerimizin siyasete atılmalarının bilim cumhuriyetimizi zayıflatacağı endişesi tamamen yersiz değil. Lakin bir de meselenin öbür yüzüne bakmak gerekmez mi?
Bir: Siyasetçilik bir meslek değildir, olmamalıdır da. Siyaset, insanların farklı alanlardaki “yatırımlar”ından elde ettikleri birikimleri siyasî alana taşıyıp dolaşıma soktukları bir etkinlik. (Bu “birikim”, maddi bir birikim veya nüfuz birikimi olabildiği gibi, manevî yahut bilimsel de olabilir.) Kamunun yönetimi, ancak bu birikim çeşitliliğinin verimlerine açık tutulduğu zaman toplumsal dokunun siyasete “denge”li bir şekilde yansıdığından söz edebiliriz. Yoksa zaten siyaseti meslek olarak benimsemiş insanların siyaset postlarını işgale devam etmeleri, Duverger’nin deyişiyle, bir tür “seçimle gelen krallar” ortaya çıkartır sadece.
İki: Siyaset mi bilim adamlığı mı? ikileminden sıyrılmanın hazır bir formülü yoktur. Aslında bu, modern dönemde sandığımızdan da çok aydını derinden düşündürmüş zorlu bir ikilemdir. Mesela sosyolog Max Weber, “Meslek olarak Siyaset” ve “Meslek olarak Bilim” adlı konferanslarında bu derin kaygının en bariz örneklerini sergiler. Siyasetin “şeytanla oynamak” olduğunu ve kendi alanlarındaki saflığı bu karanlık alanda bulamayacak olanların bu işe hiç kalkışmamaları gerektiğini ısrarla belirtir. Ne var ki Weber aslında bizzat “modern dünya” hakkında karamsar olduğu için epeyce karanlık bir tablo çizer ve bu yüzden siyaseti şeytanların cirit attığı bir arena olarak tanımlar. Yine de “Bilim adamlığı mı siyaset mi?” sorusuna öyle kolay ve hazır bir cevabı yoktur.
Üç: Bir bilim adamı yahut düşünür, kendi disiplinine ihanet etmeden siyasete atılamaz mı? Yani kulvar değiştirdiğinde birikimini mutlaka “ziyan” mı etmiş olur? Fakültesinde yahut fildişi kulesinde sabit–kadem olmak bir aydın için “kahramanlık” mıdır ki, orayı terk edenleri “hain” statüsüne yerleştirelim?
Dört: Bir aydın mevcut şartlarda yapamadıklarını karar verme mekanizmasının içinde gerçekleştirebilmek ümidiyle, Weber’in bahsettiği şeytanlarla sadece fikir sahasında değil, bizzat siyasetin içinde de mücadele edileceğini göstermek için veya sadece diliyle müdahale edebildiği haksızlıklara artık “eliyle” de müdahale etme imkânına erişmek için girer. (Bu hususta hemen aklıma geliveren bir örnek, ünlü romancı ve düşünür Andre Malraux’nun Fransa’da Kültür Bakanı olarak yaptıklarıdır. 1958– 1969 arasında De Gaulle hükümetindeki bakanlığı sırasında Fransız kamuoyunun ufkunu Avrupa dışındaki, özellikle de Doğu medeniyetlerinin zenginliklerine açmayı başaran Malraux, aynı zamanda ülkesi Fransa’nın Hindiçin’deki emperyalizmini de, İspanya ve Almanya’yı saran faşizmi de aynı yüreklilikle protesto etmeyi bilmişti. Yani siyasete girmek daima siyasîlere yaranmak için taviz vermek anlamına gelmez.)
Beş: Şu veya bu partiden siyasete atılmak tartışılabilir elbette ancak siyaset, toplumun diğer kesimlerine açık olduğu kadar bilim adamlarına veya aydınlara da sonuna kadar açık olmalıdır.
Ben Mehmet Aydın hocaya hayatının bu hiç de kolay geçmeyecek safhasında başarılar diliyorum; onun şahsında dürüst ve ülkesine siyaset kanalından verebilecek “sahih” şeyleri olduğuna inanan bilim adamlarımıza da. Onun gibi güzide değerlerimizin siyasetin nüzul inmiş gövdesine akıl, kalite, renk ve can katacaklarına inanıyorum.
Yeni yolun açık olsun Albatros!
27.08.2002
.
Amerikalılar büyük şehirleri neden sevmez?
Amerikalılar büyük şehirleri neden sevmez?
Şehir meseleleriyle alakamı büyük ölçüde kendisine borçlu olduğum sayın Turgut Cansever’in bir uyarısı yıllardır aklıma mıhlanıp kalmıştır.
Şehirleşmeyi “köyden şehre göç” şeklinde sanki “tabiî” ve “kaçınılmaz” bir olaymışçasına tanımlayan sosyolojiyi fazla ciddiye almamı eleştirmiş ve özellikle bizdeki çarpık şehirleşmenin altında son derece ciddi idarî ve siyasî hataların yattığını belirtmek ihtiyacını duymuştu bir seferinde. Hepimiz aynı sosyolojik yanıltmacanın içine sıkışmış gidiyoruz aslında. İnsanoğlunun dünyasında tabiî ve kaçınılmaz diye bir şeyin olduğunu varsaymak için yığınla sosyolojik kanunu çiğnemek ve tarihin mezarlığına gönderilmiş ne kadar çok teoriyi yeniden gündeme taşımak gerektiğini bilmezden geliyoruz. Sanki bütün toplumlar bizimkine benzer bir kaderi yaşamışlar da biz de o kaderi yaşamak zorundaymışız gibi konuşuyoruz şehir hakkında. Oysa bu son derece yanıltıcı bir bakış; ve sorunlarımızın temelinde yatan optik bir yanılgı.
Dünyada şehirleşme meselelerini bizim gibi yaşayan ülkeler de var, şehirleşmeyi büyük şehirleri daha da büyütmek şeklinde anlamayan ülkeler de. Mesela Almanya’nın şehirleşmesi buna bir örnek olarak verilebilir. Hepimizin bir yakını çalışmak için gitmiştir Almanya’ya ve çoğunun oturduğu yerin adını zor hatırlarız.
Aslında bütün dünyada geçerli bir şehirleşme modeli yoktur. Örnek mi? Buyrun beraber bakalım.
Amerikan Yeni–Muhafazakârlarının sözcülerinden Irving Kristol, bir yazısında 1973 rakamlarıyla (şimdi de bu eğilimin çok fazla değiştiğine ilişkin bir veri yok elimizde) Amerikan nüfusunun yüzde 30’dan daha azının 100 bin kişiden kalabalık şehirlerde oturduğunu söylüyordu. Nüfusu 2500’den düşük nüfuslu yerlerde oturanların sayısı da yüzde 30’dur. Bir başka rakam daha veriyor Kristol. Nüfusu 1 milyondan kalabalık şehirlerde oturan Amerikalıların sayısında son 50 yılda herhangi bir artış görülmemiştir.
Sonuç: Amerika, bizim bildiğimiz anlamda şehirleşmiyor. Ya nasıl şehirleşiyor? Bunun ilginç bir açıklaması var. Yine Kristol’e kulak verelim mi?
“Amerika’nın son yarım yüzyıl içinde kentleşmesi denilen şey, çoğu metropolitan bölgelerde (yani ortasında en az 100 bin nüfuslu bir kentin bulunduğu bölgelerde) toplanmış küçük kentlere doğru bir harekettir. Ve Amerika’nın kentleşmesi böylece daha doğru bir şekilde Amerika’nın banliyöleşmesi olarak tanımlanıyor.”
Peki sebep?
Bu, Amerikan halkının karakterini ele verecek bir cevaptır aynı zamanda. Gallup’un 1968’deki bir kamuoyu yoklaması Amerikalıların sadece yüzde 18’inin merkez şehirlerde oturmayı tercih ettiklerini ortaya koymuştu. Geri kalanı ya banliyölerde ya da küçük kasaba ve çiftliklerde yaşamak istediklerini söylemişlerdi araştırmacılara. Buradan çıkan sonuç ise Amerikan halkının bir şehirleşme bunalımı olmadığı, tam tersine “bir kırsallaşma problemi”nin bulunduğudur. Avrupa ülkelerinin çoğundan farklı olarak Amerikan halkı tabiata daha yakın yaşamak isteyen bir karaktere sahiptir. Bunu, bir asır önce Veblen de bütün açıklığıyla tespit etmiş ve Amerikalıların çim sevdasından ve avcılığa merakından yola çıkarak ondaki “barbar damar”ın ölmeyen gücünden söz etmişti. Bu damar, Avrupa’da büyük ölçüde kaybolmuştu; ama Amerika’ya dinamizmini veren damar da buydu Veblen’e göre.
Peki dışarıdan alınan bu kadar göçmen nereye yerleşmektedir? Cevap basit: Önce ilk hevesle büyük şehirlere yığılan bu göçmenler, birkaç yıl içerisinde kırsal kesime kaymaktadırlar. Böylece büyük şehirler, göçmenler için sürekli kalınacak bir yer değil, bir süre kalındıktan sonra Amerika’nın kırsal kesimlerine geçilecek bir “antrepo” ödevi görmektedir. Büyük şehirler, yeni gelenleri Amerikan hayat tarzına alıştırma ve nasıl yaşanacağını öğretme yeridir. Onları şehirli yapmak için değil, büyük şehirleri terk edebilmelerine imkân verecek kadar şehirlileştirmek için bu antrepoda geçici bir süre misafir edilirler.
Uzun sözün kısası, Amerikalılar “şehirleşme” denilince büyük şehirlere yığılmayı değil, daha önce şehir vasfı kazanmamış kırsal bölgelerin yeni yerleşimlerle şehre benzemesini anlıyor ve bence kelimeye en sahih anlamı atfediyorlar. Yani köyden şehre göçe değil, şehirden köye göçe şehirleşme adını veriyorlar.
Demek ki bütün toplumların uymak zorunda oldukları bir şehirleşme olgusundan söz ederken daha dikkatli olmalıyız. Bunu bilmediğimiz için de güzelim şehirlerimizi yıkıp yerine bugünkü ucubeleri dikme planlarına belediyelerimiz “imar planları” adını vermiştir. Sanki daha önce mamur yerler değillermiş gibi!
03.09.2002
.
Avrupa, Avrupa, duy sesimizi
Avrupa, Avrupa, duy sesimizi
Avrupa takıntımız, hemen her alanda mantık barometrelerini hırsından çatlatacak bir kıvamsızlığa bürünmüş durumda. Ne onsuz yapabiliyoruz, ne de iç dünyamızda onunla barışabiliyoruz.
“O”, bizim olmak isteyip de olamadığımız her şeyi temsil ediyor; “biz” ise her nasılsa “o” olmaya direnen tarafımızı. “O”, yani Avrupa –şimdilerde daha genel olarak “Batı”dediğimiz şey– aslında kendisinden her zaman kolayca boşanamadığımız, boşandık diyelim, yerine yeni bir eş almayı gözümüzün yemediği partnerimiz. Ne kadar kızsak da “bir şey” olduğumuzu; ancak Avrupa’nın tasdikiyle kabullenebiliyoruz.
Bir yandan “Avrupaî” top oynuyor diye takımlarımızı yere göğe sığdıramıyor, öbür yandan Avrupa’nın sesimizi duymasını bekliyoruz. Demek ki sesimiz ancak Avrupa duyunca bir şeye yarayacak. Peki o zaman Avrupa iyi bir şey mi? Bundan tam olarak emin değiliz; çünkü Avrupa’nın bize her zaman önyargıyla baktığını, hatta düşman olduğunu düşünüyoruz. Peki o zaman Avrupa kötü bir şey mi? Bu da tam olarak emin olabildiğimiz bir konu değil; çünkü o olmadan boyumuzu ölçemiyoruz. Sonuçta “Avrupa bizden üstün; ama aslında biz ondan da üstünüz” gibi çelişkili bir mantık örgüsü çıkıyor ortaya.
28 Şubat sürecinde medyamızın bayraklaştırdığı bir Chantal Zakari vardı, hatırlarsınız. Bu hanım, Fransa’da tahsil görüyordu ve antropolojik bir araştırma için Türkiye’deydi. Amacı, Türk toplumunun farklı kesimlerinin Atatürk büstleri ve portreleri karşısındaki tepkilerini ölçmekti. 28 Şubat’ın manipülasyonlarına denk geldiği için asıl niyeti biraz flu kaldı; ama o miting sırasında çarşaflı sakallı kalabalığa Atatürk resmini göstermesinin amacı buydu.
Şimdi insafla düşünelim. Fransa gibi bize karşı hep önyargılı olduğunu düşündüğümüz bir ülkeden gelen Chantal’ı nasıl oldu da kahramanlaştırabildik? Birincisi, o sırada “ortak düşman”a karşı medyanın işine yaradığı, ikincisi de Avrupalı olduğu için. Aynı çalışmayı bir İranlı kadın Anıtkabir’e gidenlere yönelik olarak yapsaydı acaba tepkimiz yine aynı mı olurdu? Burada Avrupalı tipin “çağdaş”, “modern” ve “laik” gibi bir dokunulmazlık katına yükseltildiğini görüyoruz. Chantal’ın aslında millî duygularımızı rencide edecek bir şekilde toplumumuzu “kobay” yerine koymasını hazmedebiliyoruz da, tam tersini tasavvur dahi edemiyoruz.
Aynı şeyi tarih alanında daha açık seçik olarak görüyoruz.
En katı Osmanlı aleyhtarları bile Osmanlı Devleti’nin parlak zamanlarına, Avrupa’ya diz çöktürdüğü dönemlere övgüler dizip Osmanlıların mükemmel bir sistem kurduğunu söyleyebiliyorlar. Buna karşılık aynı kişilerin Osmanlı Devleti’nin duraklamaya ve gerilemeye başlamasından kederlendikleri de gözden kaçmıyor. “Avrupa’nın Hasta Adamı” olan ve yüzyıllarca çeşitli haksızlıklara maruz bırakılan Osmanlı Devleti’nin çökmesi istenmiyor resmi söylemde. Ama öbür yandan da çağı ıskaladığından, Avrupalılar gibi olamadığından, onlar gibi kendisini yenileyemediğinden dem vuruluyor. (Osmanlı Devleti, eğer istedikleri tarzda Avrupalı bir devlet olsaydı bugün ona “Osmanlı” demeye dilleri varacak mıydı?)
Diyelim ki, Osmanlı Devleti zihniyetini tamamen değiştirip Avrupalı gibi oldu; Fransa, İngiltere, Rusya gibi güçlendi, emperyalistleşti. Aynı mantıktan devam edersek, o zaman ne Cumhuriyet’e, ne de onu kuranlara yer olacaktı tarihimizde!
Eğer Osmanlı iyiyse, başarısızlıklarını niçin sürekli vurguluyoruz? Yok kötüyse, gerilemiş olmasından neden bu kadar müteessir oluyoruz? Aynı mantığı tersine çevirerek Avrupa’ya uygulayalım: Avrupa kötüyse neden onun gibi olmak bir ideal haline getiriliyor? Yok iyiyse, neden Osmanlı Devleti’nin bu “iyilik”e direnişini alkışlıyoruz?
Tarihe bu çarpık bakış en çok da “Ermeni Tehciri” tartışmalarında kendini ele veriyor. Kanuni’den, –biraz daha insaflı olanlara göre– Viyana Kuşatması’ndan beri neredeyse hiçbir işi doğru dürüst beceremeyen bir Osmanlı imajı yerleştirilmeye çalışılırken, birdenbire parçalanma aşamasında Osmanlıların Tehcir’i ne kadar büyük insanî yardımseverlikle, ne büyük bir hassasiyet ve titizlikle, ne zekice planlar dahilinde yürüttükleri söylenerek bütün o “çöküş” söylemi farkına varılmadan silinip tersine çevriliyor.
Bence Çanakkale’de ve Tehcir olayında ne kadar “büyük” idiyse Osmanlı, gerileme döneminin tamamında da aynı büyüklüğüyle ayaktaydı. Hatta Mohaç’taki ruhla Çanakkale’deki ruh, aynı ruhtu.
Aslında Avrupa karşısındaki çelişkili duruşlarımız, geçmişimizle ilgili çelişkilerimizin bir devamı. Bu çelişkiler, Avrupa’yı da, kendimizi de görmemizi perdeliyor. Bu bakışla gidersek, İtalyan tarihçi Franco Cardini’nin Kanuni’yi “Avrupa’nın gerçek kurucusu” ilan etmesindeki espriyi “ıskalamamız” da kaçınılmaz olur.
10.09.2002
.
Moskova’dan geliyorum
Moskova’dan geliyorum
11 Eylül 2002 tarihinde Moskova’da, Lenin Kütüphanesi’nde Türk ve Rus aydınları ‘11 Eylül ve Küreselleşme’yi konuştular. Da (Diyalog Avrasya) platformunun Moskova Üniversitesi Şarkiyat Enstitüsü ile birlikte organize ettiği toplantıya Türkiye’den İlter TÜRKMEN, Mete TUNÇAY, İlber ORTAYLI, Niyazi ÖKTEM, Avni ÖZGÜREL ve Mehmet S. AYDIN katıldılar.
Dar bir akademisyen topluluğu içerisinde cereyan eden bu faydalı toplantıdan sonra elbette Moskova’nın belli başlı tarihi yerleri gezilecekti. Özellikle de meşhur Kızıl Meydan.…
Kızıl Meydan’ın bitişiğinde bir tüketim cenneti var. GUM (Evrensel Devlet Mağazaları) diyorlar adına. Burası Çarlık döneminde alışveriş merkezi olarak yapılmış. Bugün dünyanın en iyi markaları, bu merkezde en gelişmiş, göz alıcı ve pahalı ürünlerini genç Rus müşterilerine burada sunuyorlar.
‘Kader işte’ diyordu birkaç yıl önce Türkiye’den Moskova’ya beraber yolculuk yaptığımız eski tüfek gazeteci. Haklı. Nereden nereye?
Bir zamanlar Türkiye’de (yalnız Türkiye’de mi?) ‘Kızıl Meydan’ denilince akla ‘Korku İmparatorluğu’ gelirdi. ‘Kızıl’ kelimesinin olanca olumsuz çağrışımı bu meydanın sırtına yüklenirdi. Şimdi Kızıl Meydan çok değişmiş. O artık kapitalizmin yeni sembollerinden biri olmaya aday.
Bu defa ‘şansıma’ Lenin’in mumyasının bulunduğu ‘türbe’ açıktı. Sıkılı yumruğu ve gergin yüz ifadesi, sadece üzerine düşürülmüş kuvvetli ışık altında komünist mistisizminin rötar yapmış bir gösterisini andırıyordu. Alabildiğine karartılmış mozolenin içi, kırmızı ve siyah taşlarla kaplıydı. Bugünkü değişen Rusya’da Lenin’in mozolesi, ‘komünizmin türbesi’nden öte bir anlama sahip değil.
GUM ile Lenin mozolesi arasında kalan Kızıl Meydan’ın etrafı kapitalist ürünlerle kuşatılmış ve komünist dönemden bir kalıntı görünümünde. Zira civardaki alışveriş merkezlerinde fiyatlar dolara endeksli. Meydan ise ezici çoğunluğu kapitalist ülkelerin ‘zincirsiz işçileri’, yani modern çağın vandalları olan turistlerin işgaline uğramış durumda. Cep telefonları vızır vızır çalıyor. Canon ve Nikon markalı dijital makinelerle çekilen fotoğraflar, meydanı, kendisine ait olmayan bir teknolojinin objektifine teslim ediyor, donduruyor.
Ve burası 1 Mayıs’lara, artık ‘fosillerin dansı’na dönüşmüş bulunan arkaik yürüyüşlere ev sahipliği yapmaya devam ediyor. Türkiye’de bile şubeleri bulunmayan büyük kapitalist markaların hepsi burada. Dükkanlar yüksek, dolara endeksli fiyatlarına rağmen müşteri kaynıyor. Civarda mevzilenen ‘underground’ gruplar şimdilik meydana sokulmuyor. Ama Rusya’da olmayacak şey yok. Gün gelir, o da yerini alır Kızıl Meydan’ın hızla değişen çehresinde.
Geçenlerde okuduğum bir yazıda Rus karakterinin ifratkarlığından ve cesaretinden söz ediliyordu. Batı’da tereddütlü adımlarla gelişen nihilizm, en müfrit örneklerini Rus entelijansiyasında verdi. Bizzat ‘nihilizm’ kelimesi bile Rus romancısı Turgenyev tarafından Batı’ya aktarıldı. Yani Ruslar Batı’dan gelen hareketleri alıp Batı’da olduğundan çok daha ileri merhalelere taşımayı bildiler. Bugün de, Kızıl Meydan’ın çevresindeki tüketim cennetlerine bakıldığında kapitalizmi Rusya’da, Batı’da görmediğimiz bir merhalenin beklediğini söyleyebilir miyiz? Son 10 yıllık gidişat bunun bir sürpriz olmayacağının işaretlerini veriyor.
Fakat problem şu galiba burada:
Rusya’da kapitalizm daha çok tüketim boyutunda ve yabancı sermaye girişi ağırlıklı bir seyir izliyor. Eski SSCB dönemindeki sanayi üretimi son on 10 yılda yarı yarıya azalmış durumda. Buna mukabil yabancı sermaye ve tüketim malları akışı oldukça yükselmiş. Petrol ve gaz gibi hammadde satışları hâlâ Rusya ihracatının en önemli kalemleri. Bu durum da Rusya’yı gelecekte tipik bir periferi ekonomisine itebilir. Üretimin dünya ile rekabet edecek şartlarda yapılmadığı her ülkenin başına gelen Rusya’nın da başına gelebilir.
Ne var ki imparatorluk kurmuş devletlerin genetik kodları kolay kolay değişmiyor. Türkiye gibi Rusya da tarihten gelen büyük devlet olma özelliğini sık sık hatırlayarak bulunduğu coğrafyada güçlü bir aktör gibi hareket ediyor. Belki de kendisine böyle bir mecra bulacaktır değişen dünyada Rusya.
17.09.2002
.
Petersburg’daki “bizim” Çeşme
Petersburg’daki “bizim” Çeşme
Geçtiğimiz hafta Moskova’da olduğumu söylemiş; ama Petersburg’a da uğradığımdan bahsetmemiştim. Ne büyük bir dikkatsizlik benim için. “İnsan oralara kadar gider de sevgili Petersburg’a uğramaz mı?” diye içinden geçiren okuyucularım olmuştur eminim.
İşin doğrusu, başka bir program için gitmiştim oralara; ama yoluma yine Petersburg çıktı.
Bu defa Puşkin yahut Çar Köyü (Çarskoye Selo) denilen devasa bahçeye gittim. Nedim’in tasvirlerinden ve gravürlerinden anladığımız kadarıyla biraz bizim Sadabad’ı hatırlatıyordu. Belki biraz da Edirne’deki Sarayiçi’ni. Gelin görün ki bizim Sarayiçi ne kadar metrûk ve bakımsız durumda kaderini bekliyorsa, çarların ve çariçelerin bu engin zevk merkezleri de o kadar bakımlı ve alımlı durumdaydı. Gölünde yaban ördeklerini balıkları avlarken seyrediyor ya da sincaplarına kuruyemiş yedirebiliyorsunuz bu renkli bahçede.
Gölün etrafında bir tur atalım diyoruz. Solumuzda kule şeklinde bir bina var. Müzeymiş. “Adı ne?” diye soruyorum arkadaşlarım Adnan ve Selman’a. “Çeşme Baskını Müzesi” demezler mi? “Amman kaçırmayalım, girelim” deyip sürükledim peşimden onları da. (Çeşme Baskını üzerine geçen ay Zaman’da bir yazı yazmıştım hatırlarsanız; bilgilerimin henüz dumanı tütüyorken bu fırsat kaçmazdı doğrusu!)
Müzede 45–50 yaşlarındaki hanım görevli bize yardımcı oluyor. Rusya’nın ve bizim tarihimizin dönüm noktalarından biri olan bu savaş (daha doğrusu “baskın”) ile ilgili dev tablolar, savaşın cereyan şeklini gösterir krokiler, şemalar, savaşta kullanılan baltalar, savaş aletleri ve gemi topları, her Rus gemisinde bulunan koruyucu ikonalar, pusulalar, dürbünler ve… ve Çeşme’de Osmanlı gemilerinde asılı bulunan yarısı yanık bayraklar tavandan üzerimize sarkıyor… (Asırlar sonra da olsa bayrakları koklamak çok güzeldi.)
Kadın sürekli anlatıyor; bazan araya girip sorular soruyorum. Kadının zaten büyük olan gözleri daha da irileşiyor sorularım karşısında. Rus donanmasının İngiltere’ye uğradığında kılavuz kaptan olarak hangi İngiliz komutanı aldığını soruyorum. Şaşırıyor. Bilmediğini söylüyor ama ekliyor: “Garip. Bunu bana birileri daha sormuştu eskiden.”
Görevli kadın anlatmaya devam ediyor: “Aslında Çeşme baskını sırasında Osmanlı gemilerindeki silahlar bizimkilere göre daha gelişkindi. Daha yeniydi. Normal şartlarda Osmanlıların bizi yenmeleri gerekirdi. Ama önemli bir eksiklikleri vardı. Filoları, devşirme gemilerden oluşuyordu. Yani tek bir tornadan çıkma değildi. Bir deniz seferinde Venedik’ten ele geçirilmiş bir gemiyle, kendi tersanelerinde imal edilmiş gemi beraber savaşıyordu donanmada. Bu da iyi organize olmalarını engelliyordu. Oysa Rus gemileri tek bir tezgâhtan çıkmaydı.”
İlginç bilgilerdi doğrusu. Uzmanımız devam ediyordu anlatmaya: “Buna rağmen bizim Osmanlı donanmasını ‘normal’ savaş şartlarında yenmemiz zordu. Çünkü Osmanlı askerleri hâlâ çok iyi savaşıyorlardı. Nitekim Çeşme Limanı’nda yapılan ilk çatışma gündüz vuku bulmuştu ve bu çatışmada Rusların 623 kaybına karşılık, Osmanlıların kaybı birkaç kişiyle sınırlı kalmıştı. Oysa Çeşme Baskını gece yarısı yapılmıştı ve o zamana kadar gündüz savaşmaya alışmış olan Osmanlılar böyle bir baskını önceden tahmin edememişlerdi. Bu baskında bütün Osmanlı donanması yakıldı. Rusların kaybı ise gündüzki çatışmaların tersine 11 ölüyle sınırlı kaldı.”
Kadın görevli bunları anlatırken gözüm pencereden görünen gölün ortasındaki Çeşme Abidesi’ne takılıyor. Öbür yandan da Petersburg’un bir başka köşesinde gördüğüm Çeşme Kilisesi’ne kulaç atıyor hafızam.
Sonra zihnime üşüşen düşünceler birer birer firar ediyor müzenin camından:
Savaşlar da aslında medeniyetin bir parçasıdır. Zaferler kadar yenilgiler de bizi ve bugünümüzü besleyen medenî kaynaklardır. Kin, düşmanlık ve öfke, geçmişte kalmalıdır. Bugün bu müzede şahit olduğumuz üzere, istenirse savaşlar bile iki halkı, iki dünyayı, iki kültürü birleştirici, buluşturucu bir işlev yüklenebilir.
Ve bana asıl ağır gelen şeyi söyleyeyim mi size? Bırakın Çeşme Baskını gibi nisbeten orta ölçekli bir ayrıntıyı, İstanbul’un Fethi gibi dünya tarihinin akışını değiştiren bir büyük hadiseyi müzeleştirebildik mi bugüne kadar?
Ondan sonra kalkmış, “Büyük bir tarihimiz var” diyoruz. Oysa o tarihin büyüklüğünü idrak edemiyor ve sahiplenemiyorsak o tarih nasıl “büyük” olabilir ki? Büyük bir tarihimizin olması için zengin ve süngü gibi bir hafızamız olmalı. Bu da müzecilikle başarılır günümüzde. Bu noktada Ruslardan öğreneceğimiz o kadar çok şey var ki!
24.09.2002
.
Küreselleşmeyi fazla ciddiye almıyor muyuz?
Küreselleşmeyi fazla ciddiye almıyor muyuz?
Küreselleşme, tek–boyutlu ve tek–yönlü bir süreç midir? Amerika’dan başlayıp Doğuya doğru akan bir sel, tabii bir afet midir? Dahası, kaçınılmaz mıdır? Ve en önemlisi de, hiçbir şekilde geri çevrilemeyecek bir kader midir?
Kelimelerin ve kavramların büyüleyici bir gücü var. Önce masumca girerler dünyamıza. Bir süre sonra temsil ettikleri gerçekliğin yerine kurulurlar. Ondan sonra gerçekliğin kendisini unutur, sadece o kavramlar manzumesinin gözlüğüyle görmeye başlarız. Küreselleşme, son 20 yılın en fazla kullandığımız kelimelerinden. Entelektüel dünyada “postmodernizm”le büyük bir yarış içinde. 11 Eylül’den sonra ise postmodernizmi solladığı kesin.
Bugün artık dünyayı “küreselleşme” açısından görmek revaçta. Her şey, din dahil, küresel açıdan ele alınıyor, yorumlanıyor, destekleniyor veya karşı çıkılıyor. Küreselliğe endekslenmemiş hiçbir şeyin pazar değeri yok neredeyse günümüzde.
Oysa kavramlar sonuçta birer araç, birer gözlüktür. Onları gerçekliğin birebir temsili olarak görmek son derece yanıltıcı olacaktır. Michael Mann’ın deyişiyle, küreselleşmeyi bir “kavramsal fil” haline getirmemeliyiz. Hikâyede geçtiği gibi, herkesin bir organını başka bir şeye benzettiği fil örneğini unutmayalım.
Küreselleşmenin “kaçınılmaz” olduğunu söylemek, küreselleşme söyleminin “içinden” konuşmak, onun tam da bize kabul ettirmek istediği belli bir küreselleşme görüşünün içine sığınmak demektir.
Oysa bizim entelektüel bağımsızlık gibi bir kaygımız yok mu? Bunun için de söylemlerle aramıza daima mesafeler koymamız gerekir. Küreselleşme söylemi ile de fazla sarmaş dolaş olmamakta yarar var. Çünkü küreselleşme, aslında çok “iri yarı” bir gerçekliği yakalama iddiasındaki bir kavramsal ağdır ve bu ağın içinden kaçan epeyce iri balıklar bulanmaktadır. Sonuçta küreselleşme, çağımızdaki belli bir gerçekliğin, bir değişimin, öncekilerden farklı olduğunu iddia ettiğimiz bir dönüşümün adı değil mi? Eğer ona “küreselleşme” değil de, “uluslar–üstüleşme” demiş olsaydık, çağımızın gerçeği değişecek miydi sanki?
Demek ki kavramların bizi fazlaca büyülemesine izin vermemeliyiz. Onlar gerçeğin kendisi değil, bizim belli bir gerçeklik hakkında ürettiğimiz söylemlerin ürünüdür, bu yüzden de her zaman her türlü çarpıtmaya ve büyülemeye açıktır.
Nitekim sekülarizasyon (dünyevîleşme) hakkında geçenlerde yayınlanan bir kitap, sosyal bilimlerdeki bu büyülenmenin bir örneğini sunuyordu. Ali Köse’nin yayına hazırladığı “Sekülerizm Sorgulanıyor” (Ufuk Kitapları) adlı kitaptaki makaleler, dünyadaki büyük sosyologların, Weber’in oyununa nasıl geldiklerinin muhasebesini yaptıklarını sergiliyordu. Weber’in, modernleşmeyle birlikte dünyanın büyüsünün bozulacağı, efsununu yitireceği yolundaki ünlü teorisinin sosyal bilimcileri on yıllar boyunca nasıl büyülediğini(!) açıkça görebiliyorsunuz kitapta.
Mesela Peter Berger, sekülarizasyon hakkında koca kitaplar yazmış bir din sosyoloğu bugün, bütün o çabalarının nasıl boşa gittiğine yanıyor. Ve sekülarizasyon kavramının mesleğini nasıl büyülediğinin analizini yapıyor.
Dolayısıyla yarın öbür gün biz de küreselleşme hakkında böyle düşünmeye başlayabiliriz. O da neticede bir değişimi anlatmak üzere seçtiğimiz bir terimden başka bir şey değildir. Üstelik, küreselleşme konusunda çok farklı yorumlar da var. Mesela bazılarına göre neredeyse insanlığın doğuşundan itibaren başlıyor küreselleşme. Bazılarına göre ise Roma, Bizans, Osmanlı, İngiliz vs imparatorlukları da kendi devirlerine göre küreselleştirdiler dünyayı. Hatta bazı iktisat tarihçilerine bakılırsa, 19. yüzyılın ortalarında dünya, bugünkünden daha küreseldi, zira Avrupa’nın sömürgeci devletleri yerkürenin neredeyse bütününü sömürgeleştirmişlerdi!
Oysa bugünkü küreselleşmenin Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla çok yakından ilişkili olduğu biliniyor. En azından bu blok parçalanmasaydı küreselleşmenin bugün ulaştığı kıtalararası homojenliğe ulaşması mümkün olmayacaktı. Bu yüzden küreselleşme ile Avrasya arasındaki sürtüşme ve gerilim, dünyanın başka bölgelerinde yaşanandan daha yoğun bir şekilde cereyan ediyor.
18–21 Eylül günlerinde Antalya’da düzenlenen Diyalog Avrasya Platformu’nda eski Sovyetler Birliği ülkelerinden gelen aydınların küreselleşme konusunda söyledikleri bizim için büyük önem taşıyor. Üstelik AB karşısında bir “Avrasya seçeneği”nden sık sık söz edildiği bir ortamda toplantıdan çıkan sonuç, bir yandan küreselleşmeyi kavramsal olarak sorgularken, öbür yandan, çağımızın bu gerçeğini kendi inisiyatifimize nasıl alabileceğimizi düşünmek gerektiği yolundaydı.
Avrasya alternatifini tartışmayı gelecek haftaya bırakalım.
01.10.2002
.
Avrupa’nın kurucusu Kanuni’dir!
Avrupa’nın kurucusu Kanuni’dir!
Son haftalarda ne olduysa Avrupa’nın Romalı kimliği, çağdaş mahiyeti ve bunların oluşmasında İslam’ın rolü üzerine çeşitli kitaplar okudum.
Remy Brague’ın “Avrupa: Roma Yolu” adlı kitabı, Avrupa’nın yeniden Romalı olmaktan başka çıkar yolu olmadığına ilişkin güçlü iddiasıyla etkiledi beni. Romalı, yani kendisi dışındaki kültürleri kendisine katmak, onları dışlamamak yönündeki tavrın Avrupa’nın önündeki tek seçenek olduğunu söylüyor Brague. Avrupa ya Romalı tavrına geri dönecek ve İslam başta olmak üzere diğer kültürlere ve toplumlara kapısını ardına kadar açacak ya da kendi içine kapanıp Karanlık Çağ’a haşmetli bir adım atacak!
Okuduğum bir başka kitap, Joseph Fontana’nın “Çarpıtılmış Bir Geçmiş: Avrupa’yı Yeniden Yorumlamak” adlı harikulade çalışmasıydı. (Tabii Türkçe tercümesinde ilk ve asıl başlığın (“Çarpıtılmış Bir Geçmiş”) yayıncı tarafından “uçurulmuş” olduğunu eklemeliyim.) Gerçek bir tarihçinin soğukkanlılığı ve hakikat-perverliğiyle ortaya çıkan o hep sevdiğim “aykırı” yorumlardan birisi bu. Fontana’ya göre ne bizim bildiğimiz Karanlık Çağlar o kadar karanlıktır, ne de Rönesans zannettiğimiz kadar aydınlık!
Her ikisi de Avrupa’yı anlamak bakımından son derece önemli olmakla birlikte, üçüncü (ve ne yazık ki Türkçeye en önce çevrilmesi gerektiği halde henüz dilimizin hazinesine kaydı geçmemiş bir) kitap, başucumda ne zamandır: “Europe and Islam” (Avrupa ve İslam). Orta Çağ tarihi üstadı Franco Cardini imzasını taşıyan bu çarpıcı kitap, gerçekten bilinenlerden son derece farklı bir Avrupa öyküsü anlatıyor bize.
Floransa Üniversitesi’nde ders veren İtalyan tarihçi Cardini, İslam’ın Avrupa tarafından önyargılar, yanlış bilgilendirmeler ve aleyhte yayınlar yüzünden gerçek mahiyetiyle anlaşılamadığını vurguluyor. Eğer bu önyargılar ve yanlış bilgilendirmeler ve çarpıtmalar olmadan bakarsak tarihe, Avrupa ile İslam arasında sanıldığından daha derin ve güçlü bağlar mevcut olduğunu görürüz.
Cardini, hep tekrarlanan Endülüs’le yetinmiyor bu konuda. İtalyan olmasının avantajından yararlanarak Sicilya ve Napoli İslam medeniyetinin izlerini takip ederek Avrupa kültürüne beşiklik yapmış olan İtalyan kültüründe İslam faktörünü de inceliyor.
Mesela 827 tarihinde vuku bulan Sicilya’nın fethi ve Palermo’nun kuşatılması sırasında Napoli şehri idarecilerinin Bizanslılara karşı Müslümanlara yardım ettiklerini yazıyor. Yine mesela, Weber’in o çok büyük ayrıcalıklarla donattığı Hıristiyan Avrupa sahil şehirlerinin İslam’ın Avrupa’daki yayılmasının bir ürünü olduğunu söylüyor. Hatta ne söylüyor biliyor musunuz? 9. yüzyılda Kurtuba’da Hıristiyan hocaların Arapça hat meşk ettiklerini. Cardini’ye göre bu işe kendilerini o kadar kaptırmışlardır ki papazlar, kendi kutsal kitaplarını ve Kilise Babalarının yazılarını yazma işini ihmal etmeye başlamışlardır. Ya Sicilya’daki Arap şiiri? Onu dinlemeye her tarafına yayılmış olan derin hüzünden dolayı kalp dayanmaz, diyor tarihçi. Hatta Sicilya’nın Normanlarca fethini müteakip kurulan yeni Hıristiyan yönetim boyunca Arap memurlar sadece alt düzey memurluklarda değil, divanda bile görev yapmaya devam etmişler.
Cardini’ye göre Avrupalılar aslında 18. yüzyıla kadar bugünkü gibi bir önyargı seliyle kaplanmış değillerdi. Fakat 19. ve 20. yüzyıllarda Batı kültüründe bir “kısa devre” meydana geldi. Bunun sonucunda Arap veya İslam olan ne varsa, Avrupa kültürünün ötekisi olarak kabul edilmeye başlandı ve bu kültürün iliklerine işlemiş bulunan İslamî damga, kazınmaya çalışıldı. Ama nafile.
Çünkü “İslam, Avrupa’yı etkilemiştir” demek bile hafif kalır yazar göre. İslam, Avrupa’nın doğrudan doğruya kurucu unsurudur. Hatta bir adım ileri giderek denilebilir ki İslam olmasaydı Avrupa da olmazdı.
Eğer, diyor tarihçimiz, antik coğrafyacıların tasvirlerinin ötesine gidip de modern Avrupa kavramı ve Avrupa kimliğinin nasıl ve ne zaman doğduğunu kendi kendimize soracak olursak, İslam’ın, onun vücuda gelmesinde (negatif de olsa) bir faktör olduğunu fark ederiz. Bazı tarihçiler (paradoksal olarak) Hz. Muhammed’i Avrupa’nın ‘kurucu babası’ olarak selamlıyorlarsa da, benzer bir rol Fatih veya Kanuni’ye neden atfedilmesin? Onlar ki Avrupa kıtasını kendini savunmak ve tanımlamak zorunda bırakmışlar ve böylece, Avrupa kimliğinin oluşması için bir “Öteki” duygusunu oluşturmuşlardır.
Tarihçinin söylemek istediği, bu Öteki’ni, yani İslam’ı bir an için aradan çıkardığınızda Avrupa tarihinin geçmişini olduğu gibi bugününü de boydan boya yırtmış olursunuz.
Avrupa ile ilişkilerin tarihine daha farklı bakmak zorundayız artık.
08.10.2002
.
Avrupalı olmak ne demektir?
Avrupalı olmak ne demektir?
“1994 güzünde Litvanya’daki çeşitli üniversitelerde ders verirken” diyor Cambridge Üniversitesi tarih hocalarından Jonathan Steinberg, “öğrencilerime Avrupa’yı nasıl tanımladıklarını soruyordum. Bana ‘Beyaz Rusya sınırının batısındaki her şey’ cevabını veriyorlardı. Avrupa onlar için Sovyetler Birliği’nden kurtuluş ve Avrupa Birliği gibi Slav–olmayan topluluklara katılım anlamına geliyordu.”
Bizim de Avrupa karşısındaki tavrımız, Litvanyalı öğrencilerin tavrından farklı değil esasen. Avrupa, neredeyse, Kapıkule’den itibaren başlayan bir “yer”dir gözümüzde. “Batımızda” kalır; ama tam da “nerede” başladığı ve bittiği bilinmez. Biraz deşerseniz ortak muhayyilemizi, onun aslında bir toprak parçası, yani coğrafî bir alandan çok, “bir türlü sahip olamadığımız her şey”i temsil eden “ideal” ve “özlem” olarak anlaşıldığını fark ederiz.
Kısacası, bizden olamayacak kadar “yüce bir ideal” ve bizim ulaşamayacağımız kadar “uzak bir yer”dir Avrupa. Bu yüzden hem coğrafî, hem de fikrî bir farklılık üzerine kuruludur. Avrupa’ya ulaşmak, Avrupalı gibi olmak, Avrupa ile bütünleşmek Türk elitinin vazgeçilmez sevdasıdır hâlâ. (Bilgi Üniversitesi’nin “Avrupa Etütleri” adıyla başlattığı yüksek lisans derslerinin alt başlığını “bütünleşebilmek için” koyması, bu değerli programı koyanların, Avrupa ile “ilişkiler”in bütünleşmekten başka bir alternatifi olamayacağını düşündüklerinin göstergesi değil midir?)
Oysa Avrupalılık, coğrafî bir imtiyaz beratı olmadığı gibi, Avrupalı olunca yan gelip yatabileceğiniz bir kuş tüyü yatak da değildir. Avrupa yekpare bir siyasî ve kültürel bütün değildir (hâlâ); istisnaları her daim bol olmuş bir coğrafyadır; nihayet Avrupalı kimliği, bir defa bulunmuş ve ondan sonra asla ve kat’a değişmemiş bir kimlik değildir.
Sırayla gidelim:
Avrupa bir coğrafya mıdır? Cevaplar muhtelif. Hem evet, hem hayır. Hayır, çünkü Avrupa bir kıta değildir (kıta olsaydı ta kuzeydeki İzlanda adasının ne işi vardı Avrupa’da?). Onu Asya’dan kesin olarak ayırt eden bir coğrafî sınır da bulunamaz. Bakmayın bizim Boğaz Köprüsü’ne “Asya ile Avrupa’yı birleştiriyor” dememize; başkaları da Ural dağlarını ya da Volga’yı sınır olarak gösteriyorlar. Aslında Paul Valery’nin dediği gibi Avrupa coğrafî olarak Asya’nın bir burnundan ibaret değil midir?
Evet, çünkü Avrupa’ya özgü gelişmelerin (Aydınlanma, Roma, Yunan, Yahudi–Hıristiyan mirası, Rönesans hümanizmi ve bireycilik, sivil haklar ve demokrasi…) büyük ölçüde bu coğrafyada ortaya çıktıkları ve serpildikleri ortada. ‘Peki bu temellerin ne kadarı Avrupa’ya özgüdür?’ diye düşününce, karşımıza çıkan manzara şu oluyor: Hıristiyanlık da, Yahudilik de, Yunanlılık da, aslında bugün Avrupa diye bildiğimiz coğrafyanın mahsulleri değil. Akdeniz’in doğusundan gelip Avrupa’da vatan tutmuş ve bugünkü filizlenmesini burada başarmıştır her üçü de.
Remy Brague’ın son derece haklı olarak belirttiği üzere, Avrupalı eşittir Romalıdır. Yani Avrupa’nın dışında doğmuş bulunan bütün bu inançlar ve kültürler, Romalılaştırılarak Avrupa’nın malı haline getirilmiş, Roma’nın filtresinden geçtikten sonra Avrupa kimliğinin kurucu unsurları olmuşlardır. Ama Romalılık, dışlayıcı değil, içine alıcı, hazmedici bir kimliktir ve bu yüzden de sabit bir kimlik olmaktan ziyade, kendisi gibi olmayanları içine aldıkça zenginleşen ve onların getirdiği zenginlikten ürkmeyen o kendinden emin bir tavrın eseridir.
Bu yüzden de Avrupa’nın İslam’la ilişkisi, son derece öğreticidir. 16. yüzyıla, hatta Voltaire gibi Aydınlanmacılara kadar İslam’ı temsil eden Osmanlı, Avrupa’nın olumsuzluklarına tutulan bir ayna işlevini görmüştür. (Voltaire’in Fransa ile mukayese ettikten sonra Osmanlı yönetimine “demokrasi” demekten kendisini alamadığını daha önce yazmış olmalıyım.) Yani kısmen İslam’ın Avrupalı kimliğin oluşumuna dahil edilmesi gibi bir süreçten bahsedebiliriz bu tarihlerde. Ama özellikle 19. ve 20. yüzyıllarda, Avrupa’nın Romalılığı, yani kendisinden farklı olan kabul etme yetisi ve kendine güveni “Türk korkusu” yüzünden dumura uğramış ve kendisinden farklı olanı dışlamaya, ezmeye, sömürmeye, kendisine benzetmeye başlamıştır. Bu ise aslında, “Avrupalı” kimliğinin aşınmasına ve giderek yok olmasına giden yolu açmak anlamına gelmiştir.
Avrupa’nın pek çok düşünürü bugün Avrupa’nın yeterince Avrupalı olmadığını, dahası, Romalılıktan gelen Avrupalı hazmediciliğini yitirdiğini söyleyip dururken biz Avrupa’yı sanki sabit bir “öz”, değişmez bir “coğrafya” ve bir kere üzerimize taktık mı bir daha çıkartamayacağımız bir “rütbe” şeklinde algılıyoruz. Tabii ki, bu hay huy içinde İspanyol aydınlarının, tıpkı bizimkiler gibi, 20. yüzyılın başlarında bile “Avrupalılaşalım mı yoksa İspanyollaşalım mı?” tartışmasını yaptıklarını gözden kaçırıyoruz.
15.10.2002
.
Osmanlı tokadı ve Avrupa
Osmanlı tokadı ve Avrupa
Seçim meydanlarına çıkınca eteklerdeki taşlar daha bir kolay dökülebiliyor galiba. Kitlelerin elektriği, en usta hatipleri bile tuzağına düşürmekte mahir.
Televizyon ve basın karşısında kelime iktisadına fevkalade riayetle sarf edilen sözlerin yakası bir bir açılıyor meydanlarda. Seçmenlere “damardan” mesaj vermenin arenası oluyor böylece seçim meydanları.
Seçmen şöyle düşünüyor olmalı: Bizim “reis” Tv’lerde öyle konuşmak zorunda kalsa da, sen asıl meydanlarda söylediğine bak! Böyle olunca da seçim mitingleri, liderlerin nihai ve çekirdek mesajının kitlelerin zihinlerine zerk edildiği, buna mukabil kitlelerden bağlılık yeminlerinin alındığı bir nevi modern “biat merasimleri”ne dönüşüyor.
Böyle bir biat merasiminde söylendiğine şahit olduğumuz “Osmanlı tokadı” lafı, hakiki bir tokat gibi patlamış olmalı kitlelerin muhayyilesinde. Bu sözün, yakıcı içeriğiyle tutuşturduğu 700 yıllık bir mazi deposu, artık cayır cayır yanmaktadır.
“Brüksel sevdalılarına sandıkta bir Osmanlı tokadı vuracaksınız!” Brüksel, yani Avrupa ile “siz”, yani Osmanlı, gayet mahir bir şekilde karşı karşıya konulmuş bu sözde. Brüksel sevdalıları, ağızlarının payını almalıdırlar.
Siyasi polemiğe girmeden bu sözde mündemiç çatışma kalıbını bir süre sorgu odasına almak istiyorum izninizle. Acaba “Avrupa” adlı bir bütünden bahsedebilir miyiz? Bu nasıl bir “bütün”dür eğer bütünse? Ve Avrupa ile kendimizi bu kadar karşıt kutuplara yerleştirdikçe bize, “Öyleyse ne işiniz var kapımızda?” diye sormazlar mı?
“Avrupa” ile “Biz” çatışması, aslında büyük ölçüde kafalarımızda yaşanıyor. Gerçekte hiç böyle bir çatışma yoktu, demiyorum elbette; ama bugün kullandığımız anlamda bir “çatışma efsanesi”, tarihte vaki olmadı hiçbir zaman. Biz Osmanlı bağlamında “Avrupa” derken Osmanlı’nın, tarihinin şu veya bu döneminde düşmanı olmuş hemen bütün devletleri aynı çuvala dolduruyoruz farkına varmadan. Yani Avrupa, bizim için, hiçbir zaman uyuşmadığımız, dolayısıyla da uyuşamayacağımız öteki’dir.
Acaba birleşik bir Avrupa hiç var oldu mu tarihte? 15. yüzyıldaki Avrupa ile 19. yüzyıldaki Avrupa resmi aynı mıydı? Hatta bugün soyutladığımız anlamda bir Osmanlı hiç var oldu mu? Yoksa “birleşik” bir Avrupa tehlikesi kadar hiç değişmeyen bir “Osmanlı” kurgusu da realiteden çok, kafalarımızda vuku bulan bir çatışmanın mahsulü müdür?
Bu çatışmacı ve toptancı yaklaşımın görmemizi engellediği çok önemli bir ayrıntı var: “Osmanlı Devleti, Avrupa devletleri karşısında yenilmeye başlayınca onu anlamaya çalıştı; ama bir türlü başaramadı” diyoruz ya sık sık, buradaki Avrupa’nın tam olarak ne olduğunu bildiğimizden emin değilim. Gerçekte, savaştığımız Avrupa hangisiydi?
Osmanlı Devleti, gerçekte Batı medeniyetinin asıl büyük güçleri olan Fransa ve İngiltere gibi Batı Avrupa ülkeleriyle 18. yüzyıl sonuna kadar hemen hiç savaşmadı. Hollanda ve Portekiz’le Umman Denizi’nde egemenliği kaptırmamak için savaşmıştı. İspanya ile rekabeti de hemen yalnız 16. yüzyıla inhisar eder. Dikkat edersek, Osmanlıların daha çok Bizans, Balkan devletleri, Avusturya, Habsburg, Venedik ve sonra da kuzey komşumuz Rusya gibi Orta ve Doğu Avrupa devletleriyle savaştığını görürüz. Ve işin ilginci, bu devletlerin bir kısmıyla iyi geçinebildiği dönemlerde diğerleriyle savaşabilmiştir. Fransa’ya kapitülasyonların verilmesinin bir sebebi de budur.
Dahası, biz Avrupa’yı bir bütün olarak görmeyi alışkanlık haline getirdiğimizden, Osmanlı Devleti’ni tek tek bu devletlerle karşılaştırmak yerine, her birinin eksilerini (galibiyetlerimizi) bir tarafa atıp hep artılarını (mağlubiyetlerimizi) toplayıp karşımıza koyuyor ve mukayesemizi bu hiç de adil olmayan denklem üzerinden yürütüyoruz. Oysa bire bir savaştığında yenemediği ve yenemeyeceği hiçbir devlet yoktu Osmanlı’nın. (Nitekim Napolyon da ilk yenilgisini Osmanlılardan almamış mıydı?)
Öyleyse Avrupa dediğimiz İspanya mıdır yoksa Venedik, Fransa veya Almanya mıdır? Peki İspanya’da matbaa yasaklanmamış mıydı? Ve engizisyonun kalkması için neden 1820’lere kadar beklenmişti? Bu nasıl bir Avrupa’dır?
Öbür taraftan Türklerden ibaret olduğunu söyleyebilir miyiz Osmanlı’nın? Elbette hayır. “Sicill–i Osmani”ye şöyle bir göz atmak bile yetecektir Osmanlı insanının ne kadar zengin bir milliyetler manzumesine mensup olduğunu anlamaya. Sokullu Mehmed Paşa Sırp’tır; Nizam–ı Cedid’in kurucusu sayılan Mahmud Raif Efendi ise İngiliz! Osmanlı demek, bütün bu farklı milliyet ve inançtaki yeteneklerin hiçbirini dışlamadan, onların daha üst bir Osmanlı kimliği altında memlekete hizmet edecek kıvama getirilmesi hadisesidir.
Yani o meşhur “Osmanlı tokadı”nı atanlar yalnız Türkler değil, aynı zamanda Osmanlı şemsiyesi altında bir araya gelmiş olan 72 milletin mensuplarıydı!
22.10.2002
.
“Ölü bebek kokuları” yakmıyor mu genzinizi?
“Ölü bebek kokuları” yakmıyor mu genzinizi?
“Olası” Irak operasyonu. Hijyenik, pürüzsüz ve şifa verici bir operasyon olacağı söyleniyor bunun.
Sistemin içinden habis bir uru (Saddam), en hassas ve uzay teknolojisinin sağladığı en mükemmel aletlerle çekip çıkartacak bir ameliyat olacakmış bu operasyon.
Bilmiyorum, Baudrillard biraz abartmış mıydı 10 küsur yıl önceki Irak “savaşı”nın hiç olmadığını söylerken? Gerçekten de savaşlar artık sadece ekranlarda mı cereyan ediyor? Hatırlayın, bir gece yarısı CNN’in bize gösterdiği, koyu yeşil bir gökyüzünde uçuşan ateşböceklerinden ibaret değil miydi? Neydi sahiden de onlar? Eğlenceli havai fişeklere daha çok benzemiyor muydu o düştüğü yerde onlarca metrelik çukurlar açan bombaların karanlık gökyüzündeki parlak izleri?
Savaş ve eğlence… Günümüzün gözde reyting–avcısı şovları.
Futbolun reytinginin bu denli yüksek olmasında, o çok bilmiş çığırtkanlarının dimağımızın zaaflarına üfürdükleri savaş naralarının rolü yok mudur dersiniz?
Her şey bir film karesinin müstekreh sıradanlığına sıkıştırılmış durumda bugün. Sevgilisini 54 yerinden bıçaklayan adamın kanlı “vahşeti”yle Berat Kandili’nin o uhrevî atmosferi eşitleniyor ekranlarımızda. Topuğundan vurulan “sanatçı”ya tahsis edilen özel saatler, 5 kardeşiyle bir çadırda yaşama mücadelesi veren 12 yaşındaki kızın hazin hikâyesinin üzerine salıyor kapkalın gölgesini.
Ekranlar, günümüzün zihin kontrol araçları olup çıkıyor. Yalnız ekranlar mı? İnternetten yazılı basına kadar her iletişim ortamı, vermek istediği mesajı haberlerin vasıtasıyla zerk ediyor beyinlere.
“Haber (medium) bir MESAJ’dır.” demişti McLuhan. Şimdi ise şunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz: “Haber bir MASAJ’dır.” Her haberiyle beyinleri yoğuran ve onu istediği şekilde terbiye eden ve yönlendiren usta işi bir masaj.
Tele–voleler ve seçim–volelerin ötesinde bir kan gölünün ortasında yüzmüyoruz muyuz? Terör, savaş, şiddet… Hiç eksiliyor mu etrafımızdan?
Filistin’de babasının koltuğunun altında çırpına çırpına can veren küçük Muhammed’in yürek paralayan hikâyesini çoğu kanal işlenmeye değer bile görmedi oysa.
Ve “olası” Irak operasyonu kapıda yine. Yine düştüğü yerde kraterler açan bombalar, yine isimsiz ölüler manzumesi, yine masum çocuk kanlarından dereler.
Ekranlarımızın başında çaya batırdığımız kurabiyeyi ağzımızda eritirken, bu “temiz”, bu “hijyenik”, bu “hayırhah” operasyonu olanca kayıtsızlığımızla izleyeceğiz yine “insanlık ailesi” olarak! Bu zayiatlara bakıp bakıp Saddam’a kinleneceğiz belki de. Onun, sadece onun sebep olduğunu düşüneceğiz bu kadar telefata.
Doğrudur. Saddam, suçludur. Pek çok benzer diktatör gibi yaptıklarının hesabını vermelidir. Ama Saddam’a hesap verdireceğiz diye de yüz binlerce masumun kanının akıtılması gerekmiyor ki? Eğer bu temiz bir operasyon olacaksa gerçekten de, vücudu el bombasıyla parçalayıp çıkartamayız uru içinden.
Bünyeyi boydan boya yırtan bir operasyona hiç temiz, hijyenik ve başarılı denilebilir mi?
Ya onun narına yananlar? Onları hiç düşünen var mı? Şu petrole bulanmış haliyle çırpınan karabatak kadar olsun kederlenebildik mi bir sığınağa girmiş 300 çocuğun “yanlışlıkla” atılan bir bombayla diri diri kebap edilmesine?
Var olasın Cüneyt Özdemir; sen de olmasan 10 küsur yıl önce sınırlarımıza yığılan Kuzey Iraklı mültecilerin ölen bebeklerinden yükselen buğu, o temiz(!) atmosferimize değmeyecekti hiç. O vakitler sınırlarımıza vuran iltica dalgası sırasında, açlık ve hastalıkların hemen her zaman ilk kurbanları olan bebekler, alelusul kazılan mezarlara gömülmeye başlanmış büyükleri tarafından. Bir süre sonra tuhaf, mültecilerin daha önce hiç rastlamadıkları, tarife gelmez bir koku kaplamaya başlamış ortalığı. Neden sonra anlaşılmış ki, bu tuhaf ve insanı iliklerine kadar ürperten koku, yüzlerce ölü bebeğin toprağın altına emanet olarak bırakılan tazecik bedenlerinden tütmektedir.
Ya böyle işte, savaşların ardından ılgıt ılgıt tüter ölü bebek kokuları. Ki onların adlarını tarihler yazmayacaktır asla.
Ekranlara çivilenmiş dimağlarımıza onların kokularını duyurabilme şansımız var mı?
29.10.2002
.
Leibniz: Padişah’a karşı Çar
Bu Leibniz muhabbeti de nereden mi çıktı? Birkaç ay önce şöyle bir dokunup geçmiştim ona; o kadar çok kişiden “Biz hazreti böyle bilmezdik” tepkisi aldım ki, biraz daha gayret edeyim de, Leibniz nam feylesofun karanlık kuytularına birkaç pare gün ışığı daha düşüreyim dedim ister istemez.
Önce eski bilgilerimizi bir tazelemeye ne dersiniz?
Leibniz, Descartes sonrası felsefenin en önemli birkaç isminden birisi. Hatta mümkün olan dünyaların en iyisinde yaşamakta olduğumuza dair iyimser görüşü, “Candide” adlı eserinde Voltaire’in hiciv oklarına maruz kalacaktır.
İşte felsefe tarihlerindeki o soyut Leibniz, gerçekte hükümdarlara danışmanlık yaparak geçimini sağlayan biriydi. Alman hükümdar ailesi Welfenlerin hizmetinde bir ömür geçirmiştir. Siyasî ve hukukî meselelerde danışmanlıktan öte raporlar da yazan Leibniz, 1672’de hızını alamayıp Fransa Kralı 14. Louis’ye de bir rapor sunmuştur. Latince kaleme aldığı raporda Kral’a Mısır’ı almak için fırsat bu fırsat demektedir.
Çünkü Leibniz’e göre Osmanlı İmparatorluğu dağılma dönemindedir ve bünyesindeki halklar “bir kurtarıcı güç”ün gelip kendilerini azat etmesini beklemektedirler. (Ne tesadüf: Amerikalılar da Saddam’ın elindeki ‘Irak halkları’ için aynı şeyi düşünmemişler miydi?) Leibniz şu sözlerle kabartıyordu Kral’ın iştahını:
“Mısır savaşından beklenen başarı kazanılırsa, bu başarının, savaşın galibine denizlerdeki egemenliği, doğu ile ticaret yollarına hakimiyeti, Hıristiyanların başkomutanlığını, Türk imparatorluğunun yıkımını (bu başarının tek sahibi Fransa olacaktır) Hıristiyan dünyasıyla ilgili işlerin idaresini, ‘Doğu İmparatoru’ unvanını ve bunun şerefini ve ‘evrenin hakemi’ olmanın getireceği paha biçilmez şanı sağlayacağı muhakkaktır.”
Bu satırlar, onun filozofluğuna yakışıyor mu? Buna siz karar verin ama Leibniz’in bu raporunda bile samimi olmadığını iddia edenler var. Buna göre hazret, aslında Fransızların dikkatini Almanya’dan uzaklaştırmak için böyle bir hileye başvurmuştur. (“Evrenin hakemi” olmak kimin ağzını sulandırmaz ki?) Allah’tan, 14. Louis bu oyuna gelip de Osmanlılarla arasını bozmaya kalkmamıştır. Lakin Leibniz’in Mısır’ı işgal projesi, tam 126 yıl sonra Napolyon eliyle yürürlüğe konulacaktır.
İşte Aydınlanma Çağı’nın filozoflarından biri. Doğrusu Aydınlanma Çağı’nda adam gibi “aydınlanmış” birisini aramayın boşuna. Zira bulamazsınız. Bir olgudan ziyade efsanedir çünkü bize anlatılan Aydınlanma.
En katı Aydınlanmacı görünenlerin bile ne marifetleri olduğunu ben değil, 10 ciltlik İngilizce Felsefe Ansiklopedisi’ne yazdığı maddede ünlü fikir tarihçisi Crane Brinton söylüyor.
18. yüzyıl Paris’inde halk, iyileştirici gücüne inandıkları için bir rahibin mezarına akın akın gitmektedir. Hayır, yaralarının üzerine pansuman yapmak için değil, düpedüz yemek için! Bu bâtıl inancın önüne geçmek isteyen Kral ise hızla bir başka bâtıl inanca sarılacaktır: Mezarın etrafı demir parmaklıklarla kapatılır ve üzerine de bir levha asılır. Levhada şunlar yazılıdır: “Kral’ın emriyle Tanrı bu yerde mucize gösterilmesini yasaklamıştır.”
Türkiye’de Aydınlanma hakkında ahkâm kesen propagandistlerden siz hiç böyle bir Aydınlanma manzarası işittiniz mi?
Leibniz, kafasındaki ideal toplum görüşünü uygulayacak birilerini aramaktadır ısrarla. Tam bu sırada Rus Çarı Büyük Petro’yu keşfeder. Rus İmparatorluğu’nu kendi fikirleri için muazzam bir laboratuvar olarak gören Leibniz, sonunda Petro’nun danışmanı olmayı başarır ve ona, reform projesinde ilk işinin mektepler açmak olduğunu söyler. Ona, Osmanlıların müşfik kucağına sığınmış olan Demirbaş Şarl’ın yokluğunda bile İsveç’teki işlerin tıkır tıkır yürüdüğünü, bunun da o yıllarda Avrupa’da şöhret bulmuş İsveç okulları sayesinde başarıldığını yazar.
Zaten İsveç’le görülecek hesabı olan Çar’ın aklı bu işe yatar ve yeni başkenti St. Petersburg’da birbiri ardına okullar açar. Leibniz’in Bilimler Akademisi teklifi de Petro’nun hoşuna gider ve Akademi’yi kurmaya girişir. Bu arada Leibniz, Çar’dan beklediği 500 dükalık maaşını tahsil edemeden ölür (1716) ama Fransızlar daha garip bir şey yaparak Petro’yu o anlı şanlı Fransız Akademisi üyeliğine tayin ederler! Tabiatıyla Petro da çok hoşnut olur bundan ve saygıdeğer Akademi’ye bir teşekkür mektubuyla birlikte Hazar Denizi’nin yeni yaptırdığı haritasını gönderir.
Şimdi sıkı durun: Yıllar önce, Çar’ın can düşmanı olan Demirbaş Şarl, Petro’ya karşı Narva Savaşı’nı kazanmıştır. Zafer haberi gelir gelmez kaleme kâğıda sarılan filozofumuz, Şarl’a, Moskova’yı ele geçireceği ve Petro’nun işini bitireceği günü sabırsızlıkla beklediğini yazmıştır.
Ah bu Aydınlanmacıların dayanılmaz muğlaklığı!
15 Haziran 2003, Pazar
.
Koçi Bey hangi kartelin adamıydı?
Duraklama, gerileme, çöküş. Bu ithal ve tercüme kavramlara bu denli bağlılık ve hürmet neden? Osmanlı tarihinin yarısından fazlasını, yani 624 yılın neredeyse 350�sini içerisine tıkıştırmaya gayret ettiğimiz bir �kavramlar hapishanesi� içerisindeyiz tarih okurken…
Kimin kavramlarını telaffuz ediyoruz? Daha doğrusu, Cemil Meriç�e bir daha rahmet dileyerek soralım: Kimin deli gömlekleri bunlar?.
Sormaya devam edelim öyleyse; sormaya, yani düşünmeye.
Çağımızın �teorik teröristi� Jean Baudrillard bir yerde der ki: �Tarihimiz de yolunu kaybetti ve yapma bir uydu gibi etrafımızda dönüp duruyor.�
Tarihimiz, bizden uzaklaşmış, yabancılaşmış ve sanki kopmuş bir ada yahut sürgüne yollanmış bir gemi gibi etrafımızda seyrediyor ama bir türlü kara sularımıza giremiyor çünkü önyargısız bir liman bulamıyor.
Vaktiyle, 18. yüzyılda İtalyan Kont Marsigli ve �içimizdeki yabancı� Dimitri Kantemir, �Osmanlı inhitatı�ndan, yani gerilemesinden söz ettiler. Gariptir, bugün biz onlardan fazla savunur olduk bu �iddia�yı.
Hem içeriden bazı �gözlemciler� de �aynı� şeyi söylemiyorlar mıydı? Osmanlı Devleti�nin gerilemekte olduğunu bizzat Osmanlılar da itiraf etmiyorlar mıydı? Bunlar arasında en bilinenleri Defterdar Sarı Mehmed Paşa, Lütfi Paşa, Gelibolulu Mustafa Âli. Lakin en popüler isim, Koçi Bey.
Koçi Bey�in söyledikleri o kadar ciddiye alınmıştır ki, neredeyse onun �Osmanlı� dediğimiz bu karmaşık yapının röntgenini mutlak bir objektiflikle çektiği zannedilmiştir.
Beraber katıldığımız bir panelde, kendisi işletme hocası olan bir dostumu uyarmak zorunda kalmıştım. Koçi Bey, diyordu, devleti bir işletme olarak düşünüyor ve ondaki aksaklıkları tespit ediyor, sebeplerini deşifre ediyor ve hal çarelerini ortaya koyuyor.
Tabiatıyla işin işletme kısmını bilmem lâkin bildiğim bir şey varsa, Koçi Bey�in söylediklerinin doğruluğuna böylesine şeksiz şüphesiz inanmanın bilimsellikle hiçbir alakasının olamayacağı.
Mesela Koçi Bey�in eleştirdiği değişimlerden birisi, timar sisteminin terk edilip iltizâm�a geçilmiş olmasıdır. Bu değişim, onun tesiriyle hemen bütün kitaplarda bir �bozulma� alameti olarak ele alınmıştır. Peki ama neden �bozulma� olsun bu?
Oysa biliniyor ki, timar rejimi, akçenin kıt, ateşli silahların ise çoğunlukla toplardan ibaret olduğu döneme mahsustur. Nüfusun arttığı, Amerikan gümüşünün akmaya başlamasıyla akçenin bollaşıp değerinin düştüğü, Avrupalı tüccarların mütecaviz ticarî uygulamalara gittiği ve tüfek gibi küçük ve hareketli ateşli silahların yaygınlaştığı bir dönemde timar sistemi verimsizleşmeye, giderek devletin sırtında (şimdiki KİT�ler gibi) kambur oluşturmaya başlamıştır (R. �Ali Abou�El�Haj, �Modern Devletin Doğası�, İmge Kitabevi, s. 51�52).
Şunu bilmeliyiz ki, her değişim, birilerini mutlu ederken mutlaka başka birilerini rahatsız eder. Koçi Bey de cereyan etmekte olan değişimlerden rahatsız olanlar zümresine mensuptu. Birincisi, Enderun�da kendisine belletilen yordamların dışına çıkıyordu devlet. İkincisi, mensup olduğu zümre, yani devşirmeler bu değişimlerden zarar görmekteydi.
Ayrıca Osmanlı Devleti, tam da Koçi Bey risalesini kaleme aldığı sıralarda devşirme uygulamasından vazgeçiyordu. Bildiğimiz son devşirme sadrazam, yanlış olarak ilk Osmanlı bütçesini hazırladığı söylenen Tarhuncu Ahmed Paşa�dır ki 1652�53�te görev yapmıştır. Bu fırtınalı değişim ortamında, kendisi de �devşirme partisi�nin bir mensubu olan Koçi Bey feryad etmesin de kim etsin?
Köylülerin, Çingenelerin ve Türklerin �bile� asker yazılmasını şiddetle eleştirmesi bundandır Koçi Bey�in. Bir başka deyişle kendi çıkar grubunun zedelenen ayrıcalıklarını geri getirmek için yazmıştı risalesini: Padişaha, �Eskiden her şey ne kadar güzeldi� hatırlatmasını yapmasının gerçek sebebi de, eskiden olduğu gibi devşirmelerin ayrıcalıklarını tanıyacak bir sistemi idealize etmeye çalışması da bundandır.
Koçi Bey gibi Osmanlı sistemindeki her değişimi bir �bozulma� alameti olarak lanetlemekten ne zaman vazgeçeceğiz? Üstelik neredeyse değişmeyen her şeye diş bilediğimiz bir çağda Osmanlı sisteminin hiç değişmemesi gerektiğini savunmak tuhaf kaçmıyor mu?
Daha da tuhaf olanı şu ki, Osmanlı�yı hem değişmediği, hem de değiştiği için eleştiriyoruz! Şu şu değişimleri gerçekleştirseydi bugün bu durumda olmazdık diye dövünenler de, bir nevi özelleştirme demek olan iltizamı, kapitülasyonları, hatta Tanzimat�ı, bu köklü değişimleri gerçekleştirdi diye eleştirenler de yine bizleriz.
Ne yapsın Osmanlı? Değişsin mi, değişmesin mi?
Artık bir karar vermek lâzım!
.
Koçi Bey hangi kartelin adamıydı?
Duraklama, gerileme, çöküş. Bu ithal ve tercüme kavramlara bu denli bağlılık ve hürmet neden? Osmanlı tarihinin yarısından fazlasını, yani 624 yılın neredeyse 350�sini içerisine tıkıştırmaya gayret ettiğimiz bir �kavramlar hapishanesi� içerisindeyiz tarih okurken…
Kimin kavramlarını telaffuz ediyoruz? Daha doğrusu, Cemil Meriç�e bir daha rahmet dileyerek soralım: Kimin deli gömlekleri bunlar?.
Sormaya devam edelim öyleyse; sormaya, yani düşünmeye.
Çağımızın �teorik teröristi� Jean Baudrillard bir yerde der ki: �Tarihimiz de yolunu kaybetti ve yapma bir uydu gibi etrafımızda dönüp duruyor.�
Tarihimiz, bizden uzaklaşmış, yabancılaşmış ve sanki kopmuş bir ada yahut sürgüne yollanmış bir gemi gibi etrafımızda seyrediyor ama bir türlü kara sularımıza giremiyor çünkü önyargısız bir liman bulamıyor.
Vaktiyle, 18. yüzyılda İtalyan Kont Marsigli ve �içimizdeki yabancı� Dimitri Kantemir, �Osmanlı inhitatı�ndan, yani gerilemesinden söz ettiler. Gariptir, bugün biz onlardan fazla savunur olduk bu �iddia�yı.
Hem içeriden bazı �gözlemciler� de �aynı� şeyi söylemiyorlar mıydı? Osmanlı Devleti�nin gerilemekte olduğunu bizzat Osmanlılar da itiraf etmiyorlar mıydı? Bunlar arasında en bilinenleri Defterdar Sarı Mehmed Paşa, Lütfi Paşa, Gelibolulu Mustafa Âli. Lakin en popüler isim, Koçi Bey.
Koçi Bey�in söyledikleri o kadar ciddiye alınmıştır ki, neredeyse onun �Osmanlı� dediğimiz bu karmaşık yapının röntgenini mutlak bir objektiflikle çektiği zannedilmiştir.
Beraber katıldığımız bir panelde, kendisi işletme hocası olan bir dostumu uyarmak zorunda kalmıştım. Koçi Bey, diyordu, devleti bir işletme olarak düşünüyor ve ondaki aksaklıkları tespit ediyor, sebeplerini deşifre ediyor ve hal çarelerini ortaya koyuyor.
Tabiatıyla işin işletme kısmını bilmem lâkin bildiğim bir şey varsa, Koçi Bey�in söylediklerinin doğruluğuna böylesine şeksiz şüphesiz inanmanın bilimsellikle hiçbir alakasının olamayacağı.
Mesela Koçi Bey�in eleştirdiği değişimlerden birisi, timar sisteminin terk edilip iltizâm�a geçilmiş olmasıdır. Bu değişim, onun tesiriyle hemen bütün kitaplarda bir �bozulma� alameti olarak ele alınmıştır. Peki ama neden �bozulma� olsun bu?
Oysa biliniyor ki, timar rejimi, akçenin kıt, ateşli silahların ise çoğunlukla toplardan ibaret olduğu döneme mahsustur. Nüfusun arttığı, Amerikan gümüşünün akmaya başlamasıyla akçenin bollaşıp değerinin düştüğü, Avrupalı tüccarların mütecaviz ticarî uygulamalara gittiği ve tüfek gibi küçük ve hareketli ateşli silahların yaygınlaştığı bir dönemde timar sistemi verimsizleşmeye, giderek devletin sırtında (şimdiki KİT�ler gibi) kambur oluşturmaya başlamıştır (R. �Ali Abou�El�Haj, �Modern Devletin Doğası�, İmge Kitabevi, s. 51�52).
Şunu bilmeliyiz ki, her değişim, birilerini mutlu ederken mutlaka başka birilerini rahatsız eder. Koçi Bey de cereyan etmekte olan değişimlerden rahatsız olanlar zümresine mensuptu. Birincisi, Enderun�da kendisine belletilen yordamların dışına çıkıyordu devlet. İkincisi, mensup olduğu zümre, yani devşirmeler bu değişimlerden zarar görmekteydi.
Ayrıca Osmanlı Devleti, tam da Koçi Bey risalesini kaleme aldığı sıralarda devşirme uygulamasından vazgeçiyordu. Bildiğimiz son devşirme sadrazam, yanlış olarak ilk Osmanlı bütçesini hazırladığı söylenen Tarhuncu Ahmed Paşa�dır ki 1652�53�te görev yapmıştır. Bu fırtınalı değişim ortamında, kendisi de �devşirme partisi�nin bir mensubu olan Koçi Bey feryad etmesin de kim etsin?
Köylülerin, Çingenelerin ve Türklerin �bile� asker yazılmasını şiddetle eleştirmesi bundandır Koçi Bey�in. Bir başka deyişle kendi çıkar grubunun zedelenen ayrıcalıklarını geri getirmek için yazmıştı risalesini: Padişaha, �Eskiden her şey ne kadar güzeldi� hatırlatmasını yapmasının gerçek sebebi de, eskiden olduğu gibi devşirmelerin ayrıcalıklarını tanıyacak bir sistemi idealize etmeye çalışması da bundandır.
Koçi Bey gibi Osmanlı sistemindeki her değişimi bir �bozulma� alameti olarak lanetlemekten ne zaman vazgeçeceğiz? Üstelik neredeyse değişmeyen her şeye diş bilediğimiz bir çağda Osmanlı sisteminin hiç değişmemesi gerektiğini savunmak tuhaf kaçmıyor mu?
Daha da tuhaf olanı şu ki, Osmanlı�yı hem değişmediği, hem de değiştiği için eleştiriyoruz! Şu şu değişimleri gerçekleştirseydi bugün bu durumda olmazdık diye dövünenler de, bir nevi özelleştirme demek olan iltizamı, kapitülasyonları, hatta Tanzimat�ı, bu köklü değişimleri gerçekleştirdi diye eleştirenler de yine bizleriz.
Ne yapsın Osmanlı? Değişsin mi, değişmesin mi?
Artık bir karar vermek lâzım!
.
Avrupa’nın bilinçaltında Viyana korkusu
Avrupa’nın bilinçaltında Viyana korkusu
Yalnız biz değiliz ‘Viyana kapılarından iki defa döndük’ diyerek bu şehri sembolik bir “kapı” hüviyetine büründüren.
Baksanıza, Avusturyalı bir siyasetçi de �1683 Sendromu�ndan söz etti ve �bunun modası geçmiş bir korku� olduğunu söyledi. Ama, 6 Ekim�de cümle âlem gördü ki, henüz modası geçmemiş! Aradan geçen şunca zaman Avrupalıların korku duvarlarını indirmelerine yetmemiş. Tuhaflığı şurada bu korkunun: Biz bu 319 yılın kahir ekseriyetinde �gerileme� halinde değil miydik? Hem de kime karşı gerilemiştik? Avrupalı güçlere karşı elbette. �Onlar bizi şöyle solladılar, belimizi böyle kırdılar, yarı sömürge haline getirdiler vs.� nutuklarından geçilmiyor ortalık ama iş Avrupa kapılarını çalmamıza gelince, nedense o savaş meydanlarında hep yendikleri, ardından da diplomatik ve ekonomik entrikalarla ölümcül bir kıskaca aldıkları �Hasta Adam�, birden canlanıp ayağa kalkıyor ve Avrupa�nın ufuklarına bir heyula gibi dikiliveriyor. İyi ama bu derin korku neden? Neden Osmanlı�dan ve İslam�dan bu kadar korkmakta Avrupalılar? Hadi İnebahtı�ya, Viyana bozgunumuza kadarki kısmını anladık, haklılardı belki, ya şimdilerde ne oluyor Avrupa kamuoyuna? Hangi yarası kanıyor? Hangi kâbuslarını gölgemizin üzerine boşaltıyor?
Rüya da büyük, Jung da
Yıllar önce ünlü psikanalist Jung�un bir rüya yorumunu okuyunca ayılmıştım uykumdan. Nevroza müptela bir Fransız genci Jung�a, garip bir rüya gördüğünü anlatır. Genç, İspanya�nın Toledo şehrinde geçen karanlık bir yeraltı sarnıcına girip içindeki kupadan şehrin anahtarı demek olan hançeri almak istediğini görmüş rüyasında. Ancak yeraltı suyu karanlıkmış ve kupayı da bir yılan beklemekteymiş. Yılandan ürken genç, kendi yerine arkadaşını, yani gölgesini göndermiş. Ne var ki, arkadaşı da bu mağara, yılan ve karanlık sulardan oluşan �korkutucu� atmosferden korkarak yukarı kaçmış. Buraya dikkat buyurun. Jung çok ilginç bir şekilde yorumluyor rüyayı. Sarnıcın dışı Hıristiyanlık, içi ise İslamiyettir. Bildiğiniz gibi yeraltı suları zaman zaman taşkın yapıp sele sebebiyet verir. Keza İslamiyet en azından iki kere Hıristiyan Avrupa kıtasını ele geçirmek üzere �taşmıştır�. (Birincisi Sicilya ve İspanya�nın ele geçirilmesinde (Endülüs), ikincisi ise Osmanlıların Balkanlar ve Doğu Avrupa fütuhatında.) Toledo şehri de bu bakımdan enteresandır. Çünkü İspanyolların Müslümanları kovması veya Hıristiyan olmaya zorlaması, İslamiyetin şehrin bodrumuna itilmesi sonucunu doğurmuştur. Ne var ki, �yılan� burada önemlidir, zira sağlığı ve canlılığı sembolize etmektedir ve yılanın varlığı, İslamiyetin ölmediğini, şehrin, dolayısıyla Hıristiyan Avrupa�nın altında yaşamakta ve zaman zaman da kendisini hissettirmekte olduğunu anlatmaktadır. Rüya deyip geçebilirsiniz belki ama, rüyayı yorumlayan kişi, Avrupa�nın bilinçaltını deşifre etmeye en ziyade ehliyetli kişilerden Jung olunca iş değişir. (Belki de Jung�u bunun için Freud�dan daha çok seviyorum.) Onun yorumunda İslamiyetle özdeşleştirilen karanlık ve ondan duyulan korkunun bir açıklamasını bulabiliyoruz çünkü. İslamiyet bir şekilde Hıristiyanlığın damarlarına kadar sızmıştır ve bundan kurtuluş da yoktur. Avrupa�nın, zannettiğimiz gibi, üstünde değil, altında, temelinde, hatta temelinin de altındadır İslam. Franco Cardini gibi İtalyan tarihçilerini okuduğumuz zaman (�Avrupa ve İslam�, Litera Yayıncılık) Avrupa�nın İslamiyet olmadan kurulamayacağını, Avrupa�nın bugün gerçekten kıymeti haiz bir tarafı varsa bunu doğrudan doğruya İslamiyete borçlu olduğunu daha iyi anlarız.
Bilgi İslam�dan gelir
Modern Avrupa�nın bilimsel ve Aydınlanmış bir kıta olarak asırlardır takdis edilip durulduğunu biliyoruz ama bu Avrupa�nın �Aydınlık�ını nereden almış olduğunu, hele �bilgi�nin Avrupa�daki �suyunun� nereden geldiğini sadece sezgi düzeyinde biliyoruz. Tereddütle söylediğimiz �Avrupa�nın üzerinde doğan İslam güneşi� tabiri sadece bir övünme vesilesi zannedilmiş, içerisine sokulduğumuz derin aşağılık kompleksi �Biz kim, Avrupa kim?� mantığını egemen kılmıştır üzerimizde. Oysa araştırmalar Avrupalıların Avrupalılıklarını, İslam�a borçlu olduğunu güçlü kanıtlarla ortaya koyuyor. Nitekim Franz Rosenthal�ın �Bilginin Zaferi� (Ufuk Kitapları) adlı eseri, bize bilgiyi �bilgi� yapma ve medeniyetin taç kapısına layık görme şerefinin İslamiyete tescilli olduğunu belgeliyor. Rosenthal�ın sarsıcı tezlerinden birisi modern çağlarda bilgi�nin patentinin Müslümanlara ait olduğunu tescillemek ise, ikinci tezi, modern Avrupa�nın �bilgi�yi medeniyetinin göbeğine oturtma tavrının altında, İslamiyetin bilgiye verdiği ve asırlarca devam ettirip geliştirdiği değerin yattığıdır. Eğer bugün bir �bilgi toplumu�ndan söz edebiliyorsak bunun altında İslam medeniyeti yatmaktadır. Yatmaktadır, evet, bu söz buraya tam uydu. �Yatmak�, bir anlamda �uyumak�tır ve bu kısmen doğrudur. Lakin �altında yatmak�, üzerinde duran şeyin temelini ve varlık sebebini oluşturmaktır. Jung�un rüyada buldukları, Rosenthal�ın tezleriyle bir kere daha doğrulanmaktadır. Avrupa�nın altında İslam vardır ve İslam�ın verdiklerini çıkarttığınızda Avrupa�dan geriye kocaman bir soru işareti kalmaktadır. Bu soru işaretini hamasî bulduysanız yandınız sevgili okurlar, çünkü sizi şimdi benimkilerden daha �hamasî� bir cümle bekliyor. Cümle kime mi ait: Thomas Green ve Gawin Lewis adlı iki �Batılı�ya. Buyrun beraber okuyalım ne dediklerini: �Gerçekte BATI MEDENİYETİ, AVRUPALI BARBARLAR İLE DOĞU�NUN BÜYÜK MEDENİYETLERİ ARASINDAKİ TEMASTAN DOĞMUŞTUR (A Brief History of the Western World, New York 1992, s. 45). İşte bu temasın sihirli dokunuşuyla medenileşen Avrupalılar, İslam�ı yeraltının karanlık sularına iterek kurtulacaklarını sanıyorlar ama İslam�la yeniden yüzleşmekten başka çareleri bulunmuyor ne yazık ki. Avrupa ancak İslamiyetle yüzleşmeye cesaret ettiği zaman gerçek �yüzünü� bulacak ve korkularından kurtulacaktır. Aksi halde, Avusturyalı siyasetçinin yahut Jung�un genç hastasının kâbuslarından sıyrılamayacak ve bir türlü şifa bulamayacaktır.
HAFTANIN YORUMU
Başbakan haklı, Avrupa�nın bize daha çok ihtiyacı var. Ancak bu �biz�in ne kadar Biz�i, yani İslam�ı temsil ettiği ve edebileceği ayrı bir mesele. Avrupa�nın şifa bulması için kendisine benzeyen değil, benzemeyen bir Biz�le yüzleşmesi gerekir. Aksi halde rüyadaki gencin gölgesine benzeyebiliriz!
.
Kolomb, Amerika’ya Kudüs’ü fethetmek için gitmişti
Kolomb, Amerika’ya Kudüs’ü fethetmek için gitmişti
İsa’nın doğumundan bu yana insan ırkı için bu kadar mânâ dolu bir gece olmamıştı. Kristof Kolomb’un 12 Ekim 1492’de İspanyol sahillerinden üç gemiyle Atlas Okyanusu’na açılışını bu kelimelerle kutsuyor 20. yüzyılın deniz tarihçilerinden Samuel Eliot Morison. Kolomb, hep batıya giderek Hindistan’a ve Marko Polo’dan okuduğu Kubilay Han’ın Çin’ine varabileceğini düşünüyordu. Nitekim ölüm döşeğinde bile Amerika’yı keşfettiğine ikna olmamıştı; çünkü “Amerika” diye bir kıtanın varlığını bilmiyordu. Yazdığı notlarda hep Hintlilerden söz edişi bundandı. İngilizcede “Hintli” (Indian) teriminin Kızılderililer için kullanılmasının sebebi de budur.
Kolomb�un batıya giderek doğuya ulaşabileceği umudu gerçek olmuştur olmasına ama bu seferini sadece içinden altınlar akan nehirlere ulaşmak için yaptığına inanmak, Kolomb�u basit bir haydut kılığına sokmak olurdu. Oysa o, bu altın nehirlerini, sadece cebini koynunu doldurmak için istemiyordu. Aynı zamanda, Seyir Defteri�nin 26 Aralık 1492 Çarşamba tarihini attığı sayfasına kendi elyazısıyla yazdığı gibi, �Hindistan�dan getireceği altınların �Kutsal Topraklar�ın, yani Kudüs�ün Hıristiyanlarca yeniden fethini finanse etmek için kullanılacağını tasarlıyordu. İspanya Kralı�na, �Siz yüce Efendimiz için giriştim bu yolculuğa� diye yazıyordu Kolomb, �kazancımın tümü Kudüs�ün fethi için kullanılacaktı.�
Şimdiye kadar Avrupa yazdı dünya tarihini. Kendisine göre; kendisi için; ve çarpıttığı bu tarihleri gerek sömürgecilik, gerekse Oryantalizm kanalından Batılı olmayan halklara öğretti. Hepimiz, kendimizi bu mercekleri bozuk aynalarda seyrettik ve Avrupa�nın yalanlarını pek bir bilgiçlenerek anlattık çocuklarımıza. Batı akılcıdır, bilimseldir, gelişmiştir, dünyayı keşfetmiş ve bir mucizeyi andıran modern çağımızın temellerini atmıştır Rönesans�tan itibaren. Oysa Doğu (yani �biz�) akıldışı dürtülerle hareket eder, mistiktir, içine kapanmıştır, dünyayı tanımak dahi istememiş, donuklaşıp taşlaşmıştır. Ta ki, Avrupa gelip de onu ölümsüz kılacak öpücüğüyle kutsayana kadar. Buna da Batılılaşma veya Modernleşme diyoruz bildiğiniz gibi.
Açıktır ki, bu tarih, Avrupa merkezli olarak kurgulanmıştır ve beyinlerimize empoze edilmiştir. Amacı da şudur: Ekonomik geriliğe ve toplumsal pıhtılaşmaya mahkûm olan Doğu�nun anahtarları Avrupalıların aydınlık zihinleri ve girişimciliğinde yatmaktadır. Batı haricinde bir çözüm yoktu ve olamaz!
Buna şimdilerde �Avrupa-merkezcilik� deniliyor ve giderek daha şiddetli hücumlara uğruyor. Dünya tarihi yeni baştan yazılıyor. Amerika�nın Kolomb tarafından keşfedilmediğini, tam tersine işgal ve icad edildiği yazılıyor mesela. Hindistan tarihi de, Çin tarihi de, Latin Amerika tarihi de �Avrupa-merkezci olmayan� bir gözle yeniden kaleme alınıyor, üzerindeki asırlık sömürgeci toz toprak silkeleniyor, adeta arkeolojik kalıntılar gibi bir bir sürgün veriyor şaşırtıcı belge ve bilgiler. Tarihler ayağa kalkıyor. (Bu köşede bazı satırlarını yansıtmaya çalıştığımız yeni Osmanlı tarihi de dirilen tarihler cümlesindendir işte.) Kolomb�un kutsandığı Amerika�nın keşif tarihi de, aynı �Avrupa-merkezci� yalanlardan birisi. Gün geçmiyor ki, Kolomb�a yönelik bir hücuma kalkmasın tarihçiler. Özellikle de onun Avrupa�nın gelişip kalkınmasındaki rolünün abartıldığı yorumlar tepe taklak ediliyor birer birer. İşte Kolomb�dan tam 71 yıl önce Çin�den yola çıkan dev donanmanın hep batıya giderek Yeni Zelanda, Avustralya, Afrika ve Amerika�yı, hatta Grönland�ı keşfettiği muazzam seferin hikâyesi de bu dirilişin işaret taşlarından birisi olarak karşımıza çıkıyor.
Unutturulmuş ve yutturulmuş bir tarih
Osmanlı tarihi bağlamında sık sık dile getirdiğim bir hakikatin dünya tarihçilerince de doğrulanmış olması gösteriyor ki, �Modern Batı� dediğimiz organizasyon ve medeniyet, nesi varsa hemen tamamını Doğu�ya, özellikle de İslamiyet�e ve Çin�e borçludur (dolayısıyla da Hind�e). Nasıl Antik Yunan medeniyetinin bir mucize olmayıp aslında Afrika kökenli bir medeniyetin, Fenikelilerin varisi olduğu gerçeği Martin Bernal tarafından tarihin mezarlığından İsrafil�in borusunu andıran gürbüz bir sesle uyandırıldıysa, modern Avrupa için de bunun yapılması gerekiyordu.
Nitekim John Hobson�un Cambridge�den 2004�te çıkan kitabı �Batı Medeniyetinin Doğulu Kökleri�, tam da bunu yapıyor ve gözümüzü Avrupa-merkezli olarak yazılmış tarihten uzaklaştırarak, aslında 19. yüzyıla kadar geri kalmış olan medeniyetin Avrupa medeniyeti olduğunu haykırıyor her satırında! (Bizim tarihçilerimiz de Osmanlı�nın 16. yüzyıldan itibaren çökmüş, bitmiş bir devlet, medeniyet ve toplum olduğunu söylemiyorlar mı, insan ne diyeceğini şaşırıyor. Ölüyü gömmek için bu ne acele efendiler?) Sanırım düşünme mekanizmamız şöyle işliyor: Biz bir şey beceremeyiz zaten. Avrupa�dan ithal ettiğimiz şeylerle bir süre idare etmişiz, sonra da yan gelip yatmışız. Adamlara baksanıza: Rönesans, Reform, Aydınlanma, gırla gitmiş. İlerleme derseniz onlarda, bilim, edebiyat, sanat derseniz onlarda. Oysa biz… Böyle bakılınca tarihe, elbette Mikelanj�ın yanında Mimar Sinan ancak bir çırak olarak kalacak; elbette Kâtip Çelebi�nin orijinalliğinin önüne kapkalın perdeler çekilecek; ve elbette 1703 Edirne İsyanı, toplumsal devrimler tarihine zinhar adım atamayacak ve Fransız Devrimi�nin pabucunu dama attıramayacaktır. Ve aynı sebepledir ki, Çinli Deniz Kuvvetleri Komutanı Müslüman Zeng Ho�nun adamlarının 1421�de Amerika�yı keşfetmiş oldukları, hatta oralarda koloniler kurdukları, Asya�dan birçok hediyeyi (porselen mesela) yanlarında götürdükleri ve oralardan tütün dahil birçok ürünü Asya�ya önce Çinlilerin getirdikleri, nihayet gittikleri yerlerin haritalarını çıkarttıkları gerçeği, kulaklarımıza inanılmaz gelecek ve yine bildiğimiz okumaya devam edeceğiz.
Oysa Çin tarihi ve medeniyeti bilinmeden Avrupa tarihinin de, hatta Osmanlı tarihinin de tam olarak anlaşılamayacağını öğrenmemiz gerekiyor artık. Çin İmparatoru Zu Di, Timurlenk ve Yıldırım Bayezid bir tarafta, Zeng Ho, Timur�un oğlu Şahruh ve Piri Reis öbür tarafta, aralarındaki derin bağları ortaya dökecek usta elleri bekliyor. Tarih, 21. yüzyılın şafağında Hacı Zeng Ho�nun, Kolomb�unkinden 5 misli büyük gemilerle çıktığı bu olağanüstü seferin unutturulmuş hikâyesini hecelemeye başlamakta, yüzündeki peçelerden birini daha açmaktadır.
Nasipse, haftaya…
.
Amerika’yı bir Müslüman komutan keşfetmişti
Amerika’yı bir Müslüman komutan keşfetmişti
1492, tarihin karnına sokulan bir bıçak. Henüz bir babayiğit el tarafından geri çekilmediği için de kan, vücudun içinde kokuşuyor. Bu iç kanama yüzünden gözlerimize kızıl bir perde inmiş. Aynı yıl, iki bıçak birden sokulur insanlığın gövdesine
Birinci bıçak, Amerika kıtasında tam bir soykırıma yol açacak olan (�kızılderili� nüfusu 30�da bire düşecektir bu kanlı süreç sonunda) ve Kolomb�un başını çektiği Doğu�ya yolculukta girer. İkinci bıçak ise, gariptir, yine İspanya�da çekilir ve sonunda muhteşem Endülüs�ün son kalesi olan düşer; yüzbinlerce Müslüman ve Musevi�ye yol görünmüştür: Ya kalıp din değiştirecekler ya da o diyardan gideceklerdir. Üçüncü ihtimali en iyi bilenler, şüphesiz Kolomb�un Santa Maria, Nina ve Pinta adlarını taşıyan gemileri kıyılarına yanaştığı sırada şen şâtır yaşamakta olan Amerikalı yerlilerdir. Kolomb�un seyir defterine, Amerika�nın yerli halkı için �Bunlar kötülük nedir bilmeyen insanlar� diye bir not düşülmüş. Çarpıcı gerçekten de. Oysa 50 yıl sonra, 1542�de Güney Amerika�da yapılan katliamları kaleme alan Batholome dè Las Casas, İspanyolları kastederek, �Bu vahşi hayvanların yaptığı bunca iğrenç, korkunç, kanlı eylemi yazmaktan yorgun düştük� diye içi yanarak noktalayacaktır defterini.
1492 bıçaklarının bir ucu İspanya�da, öbür ucu ise Amerika�da kanıyor. Beyinlerimiz de ondan payına düşeni almakta gecikmiş sayılmaz. İşte �Kolomb olayı�, tarihe nasıl Avrupa-merkezli olarak baktığımızın çarpıcı bir göstergesi olarak karşımızda. Dünyayı keşfedenlerin Avrupalılar olduğu ve ancak Avrupalıların dünyayı keşfedebilecekleri yolundaki sahte kanaatin karşısına bir alternatif konulmadığı sürece de bu yalanlar dizisi, hafızamızı kanatmaya devam edecek. �Batı�nın yükselişi� üzerine düzülen bunca destandan sonra birisi kalkıp da Batı�nın aslında gerek Çin, gerekse İslam medeniyetlerinin omuzları üzerinde yükseldiğini, top, tüfek, kâğıt ve matbaa gibi birçok �Batılı� buluşun aslının Çin�de ortaya çıktığını ve oradan İtalyan tüccarlar kanalıyla Avrupa�ya intikal ettiğini iddia etse, Kopernik�in dünyanın döndüğü teorisinin arkasında Tusi�nin, Galile�nin hareket kanunları arkasında ise İbn Bacce�nin bulunduğunu �bilimsel olarak� kanıtlasa buna biz bile istemeye istemeye inanmaz mıyız? Neden peki? Çünkü bir buluşun ancak Batı tarafından tescillenirse gerçekten �buluş� olacağına inandırılmışız da ondan. Mesela Kristof Kolomb�un Amerika�yı ilk değil, SON keşfeden adam olduğu ve bu yüzden de Avrupa�nın o dönemdeki geriliğini şahane bir şekilde ortaya koyduğunu söyleyen birisi, kaç adım yürüyebilir dersiniz üniversitelerimizin koridorlarında? Hele birinin Amerika�nın Kolomb�dan tam 71 yıl önce Çinliler tarafından, bu defa nihai olarak keşfedildiğini, haritalarının çıkartıldığını, yerleşimler kurulduğunu, Asya ile Amerika arasında hayvan ve bitki değiş-tokuşları yapıldığını söylemesi, aforoz edilmesi için fazlasıyla yeterlidir. Edward Said burada yanılıyor: Oryantalizm, eğer yerli işbirlikçiler olmasaydı bu kadar etkili olabilir miydi? Tek taraflı bir oyun, bir yerden sonra oynayan için de sıkıcı gelmeye başlamaz mı? Hepimiz bir yerde Kolomb�un teknelerindeki tayfalar değil miyiz?
Yıl 1421, Çin, Moğolların elinden yeni kurtarılmıştır ve İmparator Zu Di, Çin�in boşalan ufuklarını yeni bir rüzgârla şişirme uğraşındadır. Bir hedef koyar yöneticilerin önüne: Çin�i dünyanın Süpergücü haline getirmek. O yılın 2 Şubat�ında tam 28 ülkeden devlet başkanları ve elçiler Pekin�de Zu Di�nin muhteşem sarayında toplanmış, günlerce şenlikleri izlemiş, yemiş içmişti. Çin İmparatorluğu�nun dört bir yanında büyük bir inşaat faaliyeti göze çarpıyordu. Yalnız saraylar yapılmıyordu. Tersaneler, silah imalathaneleri, marangozhaneler tam kapasite çalışıyor, Çin�i Kubilay Han�ın gerçekleştiremediği büyük hedefe hazırlıyorlardı. Neydi bu hedef? Okyanuslara açılmak ve Çin�in büyüklüğünü dünyanın bilinen ve bilinmeyen bölgelerine göstermek. Şenlikler bitmiş, katılanlar Çin�in -tıpkı bugün olduğu gibi- harıl harıl dünya hakimiyetine hazırlandığına kendi gözleriyle şahit olmuşlardı. Onları İmparator�un muazzam filosu bırakacaktı memleketlerine. Donanma, Deniz Kuvvetleri Komutanı Zeng Ho�nun komutasında demir aldı ve açıldı Okyanus�a. Filipinler, Hindistan, Madagaskar derken, Zeng Ho Afrika kıyılarından geri dönmüş ama diğer gemiler, Vasco de Gama�nın ilk kez geçtiğini bildiğimiz Ümit Burnu�nu ondan çok önce dolaşarak Orta Amerika�ya ulaşmışlardı. Ardından sonradan adı New York olan limana uğramışlar ve kuzeye yönelerek Grönland adasına çıkmışlar, Kuzey Buz Denizi�nden dolaşarak tekrar Çin�e dönmüşlerdi. Bu arada donanmanın bir parçası da Güney Amerika�ya ulaşmış, Falkland adalarına, ardından da güya ilk defa o geçtiği için adı Macellan Boğazı olan geçidi aşmış ve Pasifik Okyanusu�na çıkarak Çin�e dönmüşlerdi. Macellan Boğazı�nda ikiye ayrılan filonun bir kanadı ise Güney Kutbu�na yakın seyrederek geri dönerken Avustralya ve Yeni Zelanda�yı da keşfetmişti. Zeng Ho�nun donanmasındaki gemilerin boyutları da o çağa göre korkutucuydu. Kolomb�un kaptan gemisi bile azami 100 ton yük alabilirken, Zeng Ho�nun dev gemilerinin yükleri 3.000 tona kadar çıkabiliyordu. Vasco de Gama�nın gemilerinde sadece 170 kişi varken, 1421�de başlayan ve 1424�te biten bu destanî yolculukta Çin gemilerinde 28 bine yakın insan seyretmişti. Gelelim Zeng Ho�nun kişiliğine. Ailesinin 8. yüzyılda ilk Arap fetihleriyle Çin�e yerleştiği bilinen Zeng Ho�nun Çinli olmadığı halde Deniz Kuvvetleri�nin başına geçirilmiş olması, iyi eğitilmiş ve tecrübeli bir yönetici aileden geldiğini gösteriyor. Kendisi Müslüman�dı ve görevi boyunca Müslüman kaldı. Hacca gitti, hatta görevden alındıktan sonra Çin�de bir cami yaptırdığı ve Müslümanlara yardım ettiği de biliniyor. Asıl ismi Mo Ho iken, Çin Sarayı�nda isim değiştirmişti. (Çince �Ma� ismi, Muhammed, Mustafa, Murad gibi isimlerin, �Ho� ise Hüseyin�in yerine kullanılır Müslümanlar tarafından. Böylece asıl isminin Muhammed Hüseyin olduğunu anlıyoruz Kristof Kolomb�dan 70 yıl önce yalnız Amerika�yı da değil, dünyayı keşfe çıkan denizcilerin başındaki otoritenin.)
Muhammed Hüseyin veya Zeng Ho. Hangi ismi verirseniz verin, artık bir şey açık: Hem Amerika�nın kesin keşif tarihini 70 yıl kadar önceye çekmek hem de Kolomb�un çocuklarının kan gölüne çevirdiği Amerika kıtasını ondan çok önce keşfedenlerin başında bir Müslüman�ın bulunduğunu ve Çinli denizcilerin, keşfettikleri halklarla dostane ilişkiler kurduklarını öğrenmek ve öğretmek durumundayız.
Yani 1492�nin iki bıçağını da battıkları yerlerden çıkarmak zorundayız: Kolomb bıçağını ve Endülüs bıçağını. Ameliyat olabilmek için yapılması gereken ilk işlem bu çünkü.
.
Barbaros Fransa’da namaz kılarken
Barbaros Fransa’da namaz kılarken
Düşlerimizin kıyısı, komplekslerimizin ebesi Avrupa. Bize ait olan her değerin, yüce sunağında kurban edildiği diyar
Korku nesnesi, saygı nesnesi. Tarihimizin ve tarihlerimizin yegâne efendisi. �Biz yerimizde sayarken Avrupa şimşek hızıyla ilerlemiş� sözleri, nicedir gırtlağımızda yanık izleri bırakarak dökülüyor dudaklarımızdan. Ve kafamızda bir denklem müsveddesi: Avrupa ile Osmanlı (biz) ateşle barut gibi yan yana olamamışız; olamayız da. Asıl Cumhuriyet�le birlikte Avrupa�dan koptuğumuzu neden telaffuz edemiyor dersiniz dillerimiz? Tam da bir sözde �Avrupalılaşma� söylemiyle Avrupa�dan kopartıldığımızı neden dürüstçe itiraf edemiyoruz kendi kendimize? Çok mu acı geliyor yoksa?
Oysa Osmanlı realitesi, eğer Bizans �Avrupalı� kabul edilecekse -ki bence Hıristiyan�dı ama Avrupalı değildi- daha başlangıcından itibaren Avrupa ile temas halindeydi. Mesela Fatih Sultan Mehmed, İstanbul kuşatmasını idare ederken, yanında gezdirdiği İtalyan hocalar kendisine papaların, Norman krallarının tarihini okumuşlardı. Abdülaziz�in vals bestelediği, II. Abdülhamid�in Victor Hugo hayranı olduğunu söylemek yeterli aslında. Peki besteleri Londra sokaklarında yankılanan bir padişah mı daha Avrupalıdır, yoksa �Avrupa, Avrupa, duy sesimizi� diye bağıran tribünlerin efendileri mi? Acaba Avrupa�ya �sesini� hangisi daha çok duyurmuştur? Osmanlı toplumunun neredeyse yarısı bizzat Avrupa topraklarında yaşıyordu. Osmanlı dünyasının kendisini Avrupa�ya kapatması, topraklarına ve teb�asına küsmekten başka bir anlama gelmezdi ki!
Lozan Antlaşması ve ardından yapılan kültür, dil ve tarih devrimleriyle yalnız Avrupa ile değil, Asya Türklüğü ve Müslümanlığı ile de bağlarımızı kopartmış olduk. Osmanlı güneşinden geriye, içimizde kaç gramlık ışık kaldığını anlamak için 1870�lerde Abdülaziz�in Çin�de Yakup Bey başkanlığındaki bağımsızlık hareketine top ve tüfek yardımı yaptığını bilmekte büyük fayda vardır.
Beyinlerimizdeki deli gömlekleri
Onun için diyorum ki, Cemil Meriç�in üzerimize giydirildiğini söylediği �Deli Gömleği�nden bir an önce kurtulmaya bakalım. Bu gömlek, hem itibarımızı cümle alemin gözünde yerle bir ediyor, hem de bir zamanlar iç içe olduğumuz Avrupa�yı alabildiğine uzaklaştırıyor bizden. İkisi de zehirliyor beyin hücrelerimizi çünkü.
1867�de Sultan Abdülaziz, Fransa�nın Toulon limanına çıktığı zaman halk, bu göz kamaştıran kişiliği görmek için yollara dökülmüş, bir �Türk� görmenin keyfini yaşamak için çırpınmıştı. Abdülaziz�den tam 324 yıl önce Toulon limanına, bu defa neredeyse 150 gemilik dev bir Osmanlı filosu yanaşıyordu. Mürettebat ve levent toplamı 30 bini bulan ve yürüyen bir şehri andıran Osmanlı donanması, 20 Temmuz 1543�te önce Marsilya limanına ulaşmış ve şehirdekileri top ateşiyle selamlamıştı. Türk gemileri yardımlarına geldiği için sevince gark olan Fransızlar, Osmanlı Kaptan-ı Deryası�nı görülmemiş törenlerle karşılamışlardı. Barbaros, şehrin ileri gelenlerinin verdiği ziyafette baş köşeye konulan bir tahta oturtulmuştu ve herkesin nazarları, bu efsane denizciye odaklanmıştı.
Sonra Nice şehrine geçildi. Şehir, Fransızların o zamanki baş belası Şarlken�in kuvvetlerinin elindeydi ve zaten Barbaros, Fransa Kralı I. François tarafından Nice�i kurtarması için davet edilmişti. Kış yaklaşmıştı. Mecburen ertesi bahar harekâta devam edilecekti. Lakin İstanbul�a gidip dönmek daha da masraflı bir işti. Barbaros, Fransa ile ek bir anlaşma yaparak ihtiyaçlarının karşılanması ve leventlerin maaşlarının verilmesi şartıyla kışı Fransa�da geçirmeye karar verdi. Toulon limanı, kışlamak için en uygun yerdi. Ama nasıl? Barbaros karşılaştığı her aksilikte burnundan soluyordu. Bu nasıl işti? Güya kendilerini yardıma çağırmış olan Fransızlar savaşa bile doğru dürüst hazırlanmamışlardı. Ne böyle muazzam bir orduyu besleyebilecek erzak toplamışlardı, ne de yeterli para tahsis etmişlerdi. O zamanlar bir şehri dolduracak kadar kalabalık sayılan bu kadar asker nerede yatıp kalkacak, nerede yiyip içecekti? Barbaros�un adamları ile Fransız makamları arasındaki tartışmalar tatsızlıklara yol açıyordu. Hatta yeniçeriler, bu işe kendilerini bulaştıran Fransız Sefiri Polin�i öldürmeyi bile planlamışlardı. Nihayet evler boşaltıldı ve askerler yerleştirildi.
Boşalttıkları ahaliyi Müslümanlarla temas kurmasınlar diye (Müslüman olacaklarından korkuyorlardı çünkü) ücra köylere yerleştirmişlerdi. Toulon şehri, kısa bir zamanda eni konu bir Müslüman şehrine dönmüştü. Kadılar göz açıp kapayıncaya kadar mahkemelerini kurmuşlardı; müftüler din hizmetleri veriyordu; gemilerde bulunan tüccarlar da hazır gelmişken bir şeyler alıp satmanın derdine düşmüşlerdi. Dağ gibi leventlerinin aç kalmasına tahammül edemeyen Barbaros, sonunda bir Fransız tüccardan borç almak zorunda kaldı.
Bütün çağdaş Fransız kaynakları, �Türk mahallesi�ndeki düzen ve disiplinden söz ediyor, idarecilikteki başarılarını ve âdil davranışlarını övüyorlardı. Bu arada subaylar ve idareciler birbirlerine hediye vermekle meşguldü. Barbaros, Fransız komutan Orsini�ye, üzerine 12 Osmanlı padişahının resmedildiği abanoz ve fildişinden bir kutu hediye etmişti. Fransızların mukabil hediyesi ise bir yerküre üzerine yerleştirilmiş saat olmuştu.
Nisan 1544�te Osmanlı donanması bu tatsız seferden, en azından Güney Fransa�nın işgaline engel olmayı başarmış olarak geri dönüyordu. Tabii Fransız Büyükelçisi Montluc�ün şu unutulmaz cümlelerini Avrupa topraklarına serperek: �Türklerin herhangi bir kimseyi incittiklerine dair şikâyet olmamıştır. Nazik davranmışlardır. İaşeleri için aldıkları her şeyi, karşılığında para vererek almışlardır.�
O günleri yaşayan Toulonlular, Türklerin gelişiyle birlikte namaz kılınmaya başlanan şehrin birden sükûnete büründüğünü ve �sancakbeyleriyle dolu ikinci bir İstanbul� haline geldiğini anlatmışlar birbirlerine yıllar yılı. Galiba bu anlatılanlar bir tek bizim beynimizdeki surları aşıp girememiştir içeriye
.
Macaristan’da Macarca bilen Osmanlı hocaları
Macaristan’da Macarca bilen Osmanlı hocaları
Bu gidişle Macar tarihçiler kurtaracak Osmanlı’nın haysiyetini. Neden mi bu cümleyi sarf ettim burada? Çünkü efendim, Osmanlı tarihine kendi tarihlerinin şerefli bir sayfası olarak bakmayı çoğumuzdan önce öğrendiler de ondan.
Zaten Sandor Takats gibi dürüst ve ehil tarihçiler 1920�lerden itibaren Osmanlı idaresinin Macaristan�daki idare tarzının ifade ve icra ettiği çok seslilik ve çok renklilik üzerinde ısrarla duruyor ve bu dönemin, tarihlerindeki parlak sayfalardan biri olduğunu vurguluyorlardı. Takats�ın verdiği çarpıcı bilgiler arasında, Macaristan�da görev yapmış olan Osmanlı din adamlarının, özellikle de Kadı�ların, görevlerine başlamadan önce Macarca öğrendikleri ve Osmanlı mahkemelerinde gerektikçe Macarcanın kullanıldığı da vardı. Gerçekten de ister istemez şaşırıyor insan. Macarca bilen bir kadı? Olacak şey mi bu? Ama olur, çünkü bu, Osmanlı Devleti�dir! Havsalamızın almadığı ne kadar çok şey onun sınırları içerisine sığmıştır da bu mu sığmayacaktır?
Macaristan�ın yetiştirdiği değerli Osmanlı tarihçilerinden birisi de Budapeşte Üniversitesi Tarih Bölümü�nde Osmanlı tarihi okutan Gabor Agoston�dur. Agoston, yazdığı �Budin�de Osmanlı medreseleri ve müderrisleri� başlıklı makalede bize Osmanlı âleminin Macaristan pencerelerinden birisini aralıyor. Agoston�a göre, Osmanlı Avrupası�nın diğer şehirlerinde olduğu gibi Budin�de de çeşitli eğitim kurumları bulunuyordu. Bu eğitim kurumları arasında camiler ve tekkeler de vardı; ama Osmanlıların Avrupa topraklarına ektiği en önemli kurumlar, medreselerdi.
Macar şehirlerinde yanar mahyalar!
Macaristan topraklarında kaç medrese açıldı ve bunlar ne kadar süreyle faal kaldı? Bunları bugün tam olarak bilemiyoruz. Mesela Evliya Çelebi, 1660�lı yıllar itibarıyla Macaristan�da 77 medresenin bulunduğunu bildirir. Her ne kadar biraz abartılı gibi dursa da, Evliya Çelebi�nin rakamlarını bizim gibi bir kalemde geçmeyen Agoston, onun bilgilerini kontrolden geçirir ve Osmanlı hakimiyetindeki 32 şehir, kale ve kasaba hesaba katılacak olursa, bu 77 medresenin varlığını gerçeğe yakın kabul edebiliriz, sonucuna varır.
Macaristan topraklarında 1660�larda tam 77 medrese. Orta Avrupa sınırında bir ülkede yüzlerce müderrisin, yani din adamının yaşadığını buradan çıkarmak zor olmasa gerek. Bursa�da, Edirne�de, İstanbul�da gördüğümüz o medrese binalarının Avrupa topraklarını süslediğini, o odalarda hocaların ve öğrencilerin yatıp kalktıklarını, kazanlar kaynattıklarını, kandiller uyandırdıklarını, Kur�an tilavet ettiklerini, şehirlerin burçlarına ezan seslerinin kırık camlar gibi çarpıp medrese avlularına, hatta Peç�in meşhur Mevlevihanesi�nin tavanına döküldüğünü düşünmek bile yeterince hüzünlendiriyor insanı. Tabii, Macaristan�da Osmanlı medreseleri denilince ilk akla gelen, Sokollu Mustafa Paşa�nın Budin�deki ünlü medresesi oluyor. Kimdir bu Mustafa Paşa? Tarihlerimizden tanıdığımız Sadrazam Sokollu Mehmed Paşa�nın amca oğlu olan Mustafa Paşa, tam 12 yıl süren Budin Beylerbeyiliği görevinde gönlünü kaptırdığı bu şehri birçok mimari eserle donatmış. Bu eserler arasında Mimar Sinan�a yaptırdığı medresenin ayrı bir yeri vardır. Görgü şahitlerinin ifadelerine göre, taştan yapılmış olan bu medresenin kubbeleri, diğer Osmanlı medreseleri gibi kurşunla kaplıdır. Onu son gören gözler, Kont Marsigli�ninkiler olmuştur. Bu medresede, klasik İslami ilimlerden kelam, fıkıh ve hadisin yanı sıra bizim �müspet ilimler� dediğimiz ilimler de okutulmaktaydı. Marsigli�nin kendi gözleriyle görüp kitabına kaydettiği ders kitapları arasında belagat (retorik), müzik, astronomi, mimarlık ve coğrafyaya ait kitaplar da yer alıyordu burada. Ayrıca tıp biliminin klasik metinleri de kitaplıktaki yerini almıştı Kont�umuz oraya gitmeden. Bunların arasında Bergamalı Galen�in kitabının Budin�de yapılmış bir tercümesi bile mevcuttu.
Agoston, yalnız bilgi vermeyi değil, şaşırtmayı da seviyor olmalı ki, bize İbn Sina�nın �Kanun� adlı, Avrupa dillerine de tercüme edilen meşhur kitabının, yalnız İstanbul medreselerinde değil, Balkanlardaki orta dereceli okullarda bile okutulduğunu söylüyor. Budin Müftüsü�nün kitapları arasında dikkat çeken eserlerden birisi de, İbn Baytar�ın �el-Mugni� adlı hastalıkları tasnif ettiği kitabıdır ve Arapçadan Türkçeye, Budin Beylerbeyi Hüseyin Paşa�nın emriyle çevrilmiştir. Böylece bir medrese kitaplığında bu tıp klasiklerinin ne aradığı gibi bir bilmecenin içine sürüklenmiş oluyoruz Agoston�la birlikte. Yoksa Budin�deki Sokollu Mustafa Paşa Medresesi�nde bir tıp fakültesinin kalıntılarına doğru mu ilerliyoruz?
Peşte ile birlikte bugünkü Budapeşte�nin çekirdeğini oluşturan Budin�deki bu medresede din adamlarını (müderrisleri), imparatorluğun diğer bölgelerinde görev yapanlar için tamamıyla meçhul mahalli örf ve âdetlerin cari olduğu Macar kanunlarını da öğrenme imkanını bulmuşlardır müderrislerimiz. Bunun içindir ki, diyor Agoston, Osmanlı Devleti ile Macar Kralları arasındaki siyasi münasebetlerde, barış görüşmelerinde Macaristan�da görev yapan Kadı ve Müftülerin bilgi ve tecrübelerinden yararlanılmıştır. Mesela Budin Müftüsü İsa Efendi, 1625 ve 1627 tarihlerindeki barış görüşmelerinde Osmanlı heyetine başkanlık bile yapmıştır.
Aslen Boşnak olan İsa Efendi Avusturya elçilerini alıp İstanbul�a gelmiş, Eyüp, Bursa ve İstanbul kadılığı yaptıktan sonra Anadolu ve Rumeli kazaskerliğine kadar yükselmiştir.
Bu, işin medrese kısmı. Tekkeler ve tasavvuf bahsi ise ayrı bir yazıyı hakedecek zenginliklerle dolu. Gül Baba en bilineni. Tarihçi Peçevi�nin memleketi olan Peçuy şehrindeki mevlevihâne bile başlı başına bir damgadır Avrupa�nın hafızasında. Mevlana�nın en batıdaki akıncısı olan Peçuy Mevlevihânesi�nde haftada iki defa semâ edildiği, Macar asıllı Arifi Ahmet Dede�nin İstanbul�da devam eden ve susan semâı, daha da hoş olanı, Hâfız�ın, Sâdi�nin, Hayyam�ın, Nizâmî�nin ve İbn Arabî�nin sesinin serhat boylarında bir buçuk asır boyunca çınlamış olması.
Gül Baba, gülme cehaletimize…
.
Sultan Abdülaziz’in Çin Müslümanlarına askerî yardımı
Sultan Abdülaziz’in Çin Müslümanlarına askerî yardımı
Bu zincirleri kıracak, bu kafesten çıkacağız. Küresel çağda kendimiz olabilmek ve kendimiz kalabilmek için mecburuz buna. Bir yüzümüz olması ve bu yüzün yerinde kalması için mecburuz. Geleceği olan bir ülke ve toplum olabilmek için mecburuz.
Beyinlerimize öylesine kolu kanadı budanmış, zavallı ve aciz hale getirilmiş bir tarih ‘kakalanmış’ ki, bu büyük atlasın neresine dokunsam, kucağıma adeta hazineler yağıyor. O zaman da, ‘Şu sararmış resimdeki acûzeden işbu yiğitlik destanları nasıl sâdır olabildi?’ diye derin düşüncelere dalıyorum ister istemez. Mevcut algı kapasitemizi fersah fersah aşan ve havsalamıza sığmamakta direnen bu “büyük resmi” anlamakta ve anlatmakta ne kadar zorluk çektiğimi sizler de fark ediyorsunuzdur.
Barbaros’un Fransa’daki Toulon’u küçük bir Osmanlı şehri haline getirişini veya Macaristan’daki Osmanlı müderrislerinin entelektüel kapasitelerini görmüştük daha önce. Şimdi AB rüyasından uyanıp gözlerimizi bu defa ışığın geldiği canibe, yani Doğu’ya çevirelim ve yıkıldı yıkılıyor denildiği bir çağda Osmanlı misyonunun Pasifik sahillerine nasıl dayandığına şahit olalım. Bakalım, çöken şey, Osmanlı mıdır yoksa düşünme kapasitemiz mi?
Yıllardan 1873, aylardan Haziran’dır. Doğu Türkistan’ı Çin istilasından kurtarmak için destansı bir mücadeleye girişen Yakup Han, yeğeni Hoca Töre’yi İstanbul’a elçi olarak gönderir. Hoca Töre, elinde Farsça bir mektupla huzura alınır. Mektupta, Yakup Han’ın, yeryüzündeki Müslümanların koruyucusu olan padişahın engin kanatları altına sığınmaya geldiklerini belirten sözleri, Abdülaziz’in duygulu dünyasında yankılanmakta gecikmemiştir. Nitekim elçinin, mektubu okuduktan sonra sözlü olarak ülkesinin içinde bulunduğu vahim durumu anlatması ve askerî yardım talebinde bulunması üzerine Abdülaziz’in direktifiyle derhal yardım hazırlıklarına başlanır.
Dünyada nerede mazlum bir halk varsa, Osmanlı’nın gönlü ve eli oradadır. Hele ki bu halk, Müslüman’sa. Ta Kaşgar’dan kalkıp gelmiş bu mazlum heyetin mi yardım talebini karşılıksız bırakacaktır Osmanlı?
Derhal harekete geçilir ve Tophane Müşiri Ali Said Paşa ile Umum Fabrikalar Nazırı Seyyid Paşa, yardım işini organize etmekle görevlendirilir. İmkânlar mimkânlar önemli değildir. Her şey, bir Müslüman’ın bir nefes daha fazla alabilmesi içindir. Sonunda ‘yardım paketi’ açıklanır: Bütün alet edevatıyla birlikte 6 adet Krupp topu, bin adedi kullanılmış, bin adedi ise yeni olmak üzere toplam 2 bin tüfek ile kapsül ve barut imaline mahsus tezgâh ve diğer aletler. İyi de bu aletleri kimler ve nasıl kullanacaktır? Bu da düşünülmüştür elbet. Mermi imal etmeyi bilmeyen ve hayatlarında ilk defa top kullanacak olan Doğu Türkistanlılara yardımcı olmak ve onları, nizamî bir savaşa hazırlamak için 4 muvazzaf, 4 de emekli subay, Enderunlu Murad Efendi’nin başkanlığında Kaşgar’a gönderilecektir. Adları tarihimize altın harflerle yazılması gereken bu subaylarımızdan 4’ünü biliyoruz: İstihkâm Subayı Ali Kâzım, Piyade Subayı Mehmed Yusuf, Süvari Subayı Çerkes Yusuf ve Topçu Subayı İsmail Hakkı beyler.
Elçi Hoca Töre’yle birlikte yola düşen bu Osmanlı savaş timini taşıyan gemi, Süveyş Kanalı’ndan geçerek Hint Okyanusu’na açılmış ve Hindistan’ın Bombay şehrinde karaya çıkmıştır. Heyet, İngilizlerin çıkarttığı bin bir zorluk ve eziyeti güç bela atlattıktan sonra Kaşgar’a varmış ve Müslümanların sevgi gösterileri ve gözyaşları arasında şehre girmiştir. Yakup Han’ın 100 pare top atışıyla selamladığı Osmanlı yardım heyeti, bu gelişiyle Orta Asya İslam alemine adeta yeni bir hayat aşılamıştır. Doğu Türkistan’a gönderilen Türk bayrağı, Kaşgar semalarında dalgalanmakta, hutbe Osmanlı padişahı adına okutulmakta ve basılan paralarda Osmanlı hâkimiyeti açıkça belirtilmektedir.
Çin’de Nizam-ı Cedid askeri
Osmanlı subaylarının Kaşgarlı gönüllülerden oluşturdukları askerî birliklerin eğitimi ise ayrı bir fasıldır. Yüzbaşı Ali Kâzım’ın askerlikle ilişkisi olmayan kimselerden bir topçu taburu teşkil ettiğini, bu taburun “İstanbul askeri” gibi eğitimli hale getirildiğini, ayrıca 3 bin neferden ibaret bir alay kurarak bunlara “Nizam-ı Cedid askeri” adını verdiğini, raporundan öğreniyoruz. Doğu Türkistan’daki bağımsızlık mücadelesinin dönüm noktalarından birindeyizdir ve bu mücadeleye Osmanlı subayları da katılmışlardır. Nizami savaşı öğretirler, taktik verirler, top-tüfek kullanma ve mermi imal etme tekniklerini askerlerine aşılarlar.
Ve, işin acısı, günün birinde esir düşerler Çinlilerin eline. Zindana atılırlar. Ayaklarından zincire vurulurlar, sırtlarında kamçılar şaklar, tırnaklarına demirden iğneler saplanır. İşkence faslı tam 33 gün geceli gündüzlü sürer. Nihayet tam başları kılıçla gövdelerinden ayrılacağı sırada Çinlilere sığınmış bir Doğu Türkistanlı vali sayesinde kurtulup İstanbul’a, görevlerinin başına dönerler. Çin Müslümanlarına Osmanlı yardımlarının bu kadarla kaldığını düşünüyorsanız yine yanılıyorsunuz. Koskoca bir Abdülhamid faslı vardır ki, sadece üzerinde Türk bayrağı dalgalanan Pekin Hamidiye Üniversitesi’nin Çinli Müslümanların gözyaşlarıyla açılması hadisesi bile başlı başına bir rüyanın gerçekleşmesi demektir. Başımızı öne eğdirmeyenlerin önünde eğilsin başlarımız.
.
Orda Bir Osmanlı Cumhuriyeti var uzakta
Orda Bir Osmanlı Cumhuriyeti var uzakta
Masamda Budapeşte’de yayınlanan “Acta Orientalia”nın mavi ciltleri bir dondurma gibi erirken, gözüm bir yazının başlığına mıhlanıyor. N. H. Biegman, şimdi Hırvatistan sınırları içinde kalmış olan Dubrovnik Cumhuriyeti vatandaşlarının Osmanlı Devleti lehine Avrupa’da casusluk yaptıklarını ve bu işi kurumlaştırdıklarını anlatıyor ki, hayret duygularım iyiden iyiye gıdıklanıyor. Nasıl? Şu nüfusunun kahir ekseriyeti Katolik olan ve Osmanlı kaynaklarında “Lâtin” diye geçen Dubrovnik halkı mı Osmanlı lehine casusluk yapmış? Hem de Venedik’e, Habsburglara ve olası bir Haçlı İttifakı tehlikesine karşı? İyi de bu adamların dinleri Roman Katolik, dilleri İtalyanca, ticari çıkarları da Hıristiyan alemiyle birlik olmakta yatmıyor muydu? Öyleyse neden Osmanlı Devleti hesabına bu casusluk faaliyetlerinin içerisine girdiler ki?
İlk başta bilmemiz gereken husus, Dubrovnik ya da Raguza Cumhuriyeti’nin, daha II. Murad döneminden itibaren Osmanlı hakimiyetini kabul etmiş olan Adriyatik Denizi kıyısındaki bir ticaret devleti olduğudur. Ama asıl önemli olan nokta, Osmanlı’nın görkemini bir kere daha cilalamaktadır: Raguza, yöneticileri eliyle teslim edildiği için Osmanlı Devleti tarafından “otonom” bir bölge haline getirilmiş, iç işlerine karışılmamış, sadece savunmaları üstlenilmiş, buna mukabil, yılda sadece 12,500 duka vergiye bağlanmıştır. Her yıl iki Osmanlı vergi tahsildarı gider, defterleri kontrol eder ve hesapları görüp dönermiş.
Venedik illerinde hörgüçlü develer
Buna mukabil Raguzalı tüccarlar kendilerine, at oynatacakları o kadar geniş bir saha bulurlar ki, Osmanlı fetihleri Balkanlardan Orta Avrupa’ya doğru bir şimşek hızıyla ilerlerken, arkasındaki “tüccar bulutu”nu da (tabir, çağımızın 24 ayar tarihçisi Fernand Braudel’e aittir) beraberinde sevk etmektedir. Böylece Osmanlı fetihlerinden önce Macar Krallığı, Venedik ve Bizans’ın hegemonyası altına girmekle tehdit edilen Raguzalı tüccarların önüne akıl almaz bir pazar, yani çil çil altınların deryası açılmaktaydı. Bu pazarın bir ucu Hindistan’a değerken öbür ucu Londra’ya dayanmaktaydı. Böylece 16. yüzyıl, Dubrovnik’in tarihinde görüp görebileceği en ihtişamlı ve refah dolu yüzyıl olacaktı. Braudel’e göre, Avrupa topraklarında deve kervanlarının ayak bastığı her yere Osmanlı kılıcı değmiş demektir. Balkanlar, Doğu Akdeniz iskeleleri, Dalmaçya kıyılarındaki Split, hatta Osmanlı kervanlarının ‘yolgeçen hanı’na çevirdikleri Venedik sokaklarına kadar develerin adım atmadıkları şehir kalmamıştır adeta. Hatta, diyor tarihçimiz, 1937’de, o romantik devirlerin içinde gezinen deve kervanlarıyla ilgili hikâyeleri bizzat Dubrovniklilerden dinlemiştim. Osmanlı’nın ticaretten anlamadığına nice yeminler edersek edelim, Osmanlı ekonomisinin hareket dolu evrenini, tek ve çift hörgüçlü develerin Cebelitarık’tan Hind ve Kuzey Çin’e, Arabistan çöllerinden Astrahan ve Kazan’a kadar engin bir coğrafyada yaptıkları bitmek bilmez yolculuklar kurmuştur.
Peki Osmanlılar niye bu kadar önem vermiştir Raguza’ya? Aslında bunun cevabı birden fazla: 1) Raguza’nın ekonomik olarak kalkınması ve zenginleşmesi, tam da Osmanlıların ezelî rakibi olan Venedik ekonomisinin elinden Avrupa’da Doğu ticaret yolları tekelinin alınması ve ekonomik olarak çökertilmesi anlamına geliyordu. 2) Bir tür serbest ticaret bölgesi haline getirilen Raguza’da tüccara tanınan düşük gümrük tarifesi, onların Avrupa içlerine yapacakları ihracatta mallarını ucuzlatıyor, dolayısıyla rekabet şanslarını artırıyor, yükselen iş hacminden Osmanlı maliyesi de vergi yoluyla fazlasıyla nasipleniyordu. 3) Raguza, Osmanlı’nın “Batı’ya açılan penceresi”ydi. Bu pencere vasıtasıyla Avrupa’da üretilen hayati önemdeki silahların takibi yapılıyor, dahası, Avrupa ahvali hakkında istihbarat elde ediliyordu.
Dubrovnik’te Osmanlı MİT’i iş başında
İşte sözünü ettiğimiz casusluk faaliyetlerinin Raguza’da bunca yaygın olmasının sebebi bu. Dubrovnik bir açık pazar olduğundan Batılı ve Doğulu tüccarlar burada buluşuyor, dolayısıyla Raguzalı casuslar rahatlıkla Osmanlı Devleti hesabına bilgi toplayıp merkeze yollayabiliyorlardı. Belki sokaklarında Osmanlı askeri göremezdiniz Raguza’nın; ama çıkarı Osmanlı hakimiyetinin sürmesinden yana olan Raguzalılar, Venedik aleyhine yalnız casusluk yapmakla yetinmemiş, mesela 1570’de Venediklilerin yardım isteğini de geri çevirmişlerdi. Nitekim yazar, Kanuni ve II. Selim’in, Dubrovnik beylerinin şifreli mektupları sayesinde Avrupa ahvalinden nasıl haberdar olduklarını örnekleriyle ortaya koymaktadır.
Daha da ilginci nedir, biliyor musunuz? Bu casusluğu yapan “beyler”, aslında bir Cumhuriyet’in, Dubrovnik Cumhuriyeti’nin tüccar-senatörleriydi. Bu soylu senatörler sırayla birer ay başkanlık yaparak yönetime katılıyorlardı. Bu uygulama, Osmanlı hakimiyetinde de devam etti ve kimse de kalkıp ‘Osmanlı Devleti bir saltanat rejimidir, bu ne herze yemektir’ demedi Raguzalılara. Sonuçta Osmanlı yönetimi, kendi bünyesinde taş gibi bir Cumhuriyetin yaşamasına izin vererek çok renkliliğine bir yenisini daha eklemiş oldu. Ne gariptir ki, Osmanlıların yaşaması için çaba sarf ettiği bu Cumhuriyet, 1806’da Napolyon’un “uygar” ordusunun elinde son nefesini verecektir!
.
Venedik’in bir İslam şehri olarak portresi
Venedik’in bir İslam şehri olarak portresi
“Batı şehri” zannedilen Venedik’in, tam da Rönesans’ın gerçekleştiği dönemde İslam şehirlerini taklit ettiğini söyleyemesek bile, onlara imrendiğini ve kendine örnek aldığını tespit edebiliyoruz. Batı ile Doğu’nun zihnimize dikilmiş heykelleri bir kere daha çatlıyor orta yerlerinden ve neyin Batılı, neyin Doğulu olduğunu yeniden keşfe çıkıyoruz. Artık Rönesans’ın arkasındaki çehrenin bize tanıdık geleceği günlerin eli kulağında diyebiliyoruz güvenle. Zira daha sırada Jerry Broton var ki, onun “Osmanlı yoksa Rönesans da yok” demeye hazırlanan ağzını zor kapatıyorum burada.
anat tarihi kitaplarında Murâd-ı Hüdâvendigâr�ın Bursa�da yaptırdığı camiyle ilgili bahisleri okuduğunuzda bu camide Venedik mimarisinden etkiler bulunduğundan bahsedildiğini görürsünüz. Dış cephesinde ikiz sütunlar vardır, bu Venedik�te filanca binanın mimarisini andırmaktadır vs. Aslında bu yaklaşımın hiç de yabancısı olmadığınızı tahmin ediyorum. Zira ulemamız, bizim adam olamayacağımızı ispatlamaya yeminli olmalı ki, nerede orijinal bir buluşumuz varsa onu bir yabancı, tercihen Batılı, köke bağlamaya meraklıdır. Bizans�tan etkilendik, Venedik�ten etkilendik, sonra Fransa�dan, Hollanda�dan, İngiltere�den etkilendik diyorlar. Gelin görün ki, bizim Avusturya�yı, Fransa�yı, Hindistan�ı, Rusya�yı, İran�ı etkilediğimizden tek kelime ile olsun bahseden yok.
Tam bir ateş çemberi içine atmışız kendimizi. Tarihimizi üzerimize bir kafes gibi kapatmışız. Sonra da �Kaçacaksın bu memleketten!� deyince gençlere kızıyoruz. Hakkımız var mı buna? Akif�in �Âsım� kitabında dediği gibi, daha doğarken �batacaksın� diye bütün ümit kapılarını yüzlerine kapadığımız bir gençlikten farklı bir yüz istemeye yüzümüz olabilir mi?
Oysa bu iddialara tokat gibi cevaplar geliyor dört bir cenahtan ama okuyan, gündeme getiren olmayınca insanımız nereden bilecek? (Şimdi diyeceksiniz ki, biz bu köşeyi niye okuyoruz zaten? Bunları yazdığın için değil mi? Köyün delisi olup çatıları yıkmaya kalktığım doğru, doğru olmasına ya, bu yanılgıları temizlemeye ömrümün yetmeyeceğini de biliyorum. Onun için bir yerde hepiniz kendi alanınızda putları kırmaya başlamalısınız ki, yazdıklarım yankısız, sahipsiz ve ıssız kalmasın.)
Deborah Howard�ın Yale Üniversitesi Yayınları�ndan 2000 yılında çıkan �Venice & The East� (Venedik ve Doğu) adlı kitabı, bildiğimiz kurguyu tersine çeviriyor ve Rönesans�ın bu görkemli şehrinin, kültüründen mimarisine kadar bugün bile ayakta duran örneklerle nasıl buram buram Doğu, özellikle de İslam medeniyeti koktuğunu ortaya koyuyor. Kitabın alt başlığı da yeterince çarpıcı zaten: �İslam Dünyasının Venedik Mimarisi Üzerindeki Etkisi, 1100-1500.� Bayan Howard, önsözde meramını ifade ederken kitapta �Batı medeniyeti�nin en saf ve yetkin şehir örneklerinden biri kabul edilen Venedik�in Doğu�dan neler ödünç aldığını göstermeyi amaçladığını söylüyor.
Avrupa�nın aydınlanmasının İspanya ve bir miktar da Sicilya�dan başladığı, bilim ve felsefeden mimariye kadar Avrupa�nın karanlık çağlarını aydınlatan güneşin İslamiyet olduğu, giderek daha sıklıkla vurgulanıyor bilim dünyasında. Güneşin balçıkla sıvanamayacağı bir noktaya gelip dayanıldı. Her taraftan yükselen dürüst sesler, şimdilik 19. yüzyıl mağrur Avrupa-merkezciliğinin nefesini kesmeye yetmiyor ama nihayet mızrağın da çuvala sığmadığını gösteriyor. Şimdiye kadarki Avrupalıların tarihi de, Avrupalı olmayanların tarihi de ideolojik gözlüklerle Avrupalılarca yazılmış, hep Avrupa/Batı odağa alınarak kurgulanmıştı; Kristof Kolomb�un yanında Zeng Ho�nun esamisi bile okunmazdı mesela. Ancak görüyoruz ki, zincirler kırılmaya, kafesler parçalanmaya ve paslanmaya başlamıştır ve tarihin özgürlük türküleri duyulmaktadır uzaktan uzağa.
Yazara göre Venedik yalnız değildir bu yolda. Amalfi, Fatih�in Hersekzade Ahmed Paşa�yı fethe memur ettiği ve kısa bir süre Osmanlı kuvvetlerinin elinde kalmış olan Otranto, özellikle Piza ve Cenova, Doğu mimarisinin yansıdığı yüzlere sahip İtalyan şehirlerindendir. Ama başkent Venedik�in hali bir başka. Öyle ki, bu şehir, tüccar ve seyyahların ruhlarına, hatta bilinçaltlarına dolan Şark kültürü ve mimarisinin derin etkisiyle oluşmuş, hatta bu oluşumun izleri bazı köşe başlarında veya duvar kovuklarında gizlenmiş sarıklı Müslüman heykelciklerine kadar uzanmıştır.
Kitabına koyduğu resimlerle iddiasını pekiştirmeyi ihmal etmeyen Howard�ın çarpıcı örneklerinden birisi de �altana�lar�. Altana�lar da ne mi? Bildiğimiz teraslar ya da belki eski deyişle cihannümalar. Doğu İslam şehirlerinde sıcak yaz aylarında serinlemek ve çevreyi seyretmek amacıyla yapılan bu terasların Venedik yöneticilerince başlangıçta hoş karşılanmadığını, ancak 14. yüzyıldan sonra İslam şehirleriyle temasların artıp bu teraslardan yaptırmanın önüne geçilmez bir moda halini almaya başlamasıyla Venedik evlerinin standart unsurlarından biri haline geldiğini de öğreniyoruz.
Hele Şam�da -Bediüzzaman Said Nursi�nin �Hutbe-i Şamiyye�yi okuduğu- Emeviyye Camii�nin taş pencere işçiliğinin, Venedik�in en ünlü meydanının en kutsal parçası sayılan San Marko Katedrali�nin kapılarından birisinde neredeyse aynen tekrarlanmış olması, kitabın tezini iyice keskinleştiriyor. Şam, Venedik�e yansıtıyor güzelliklerini. Böylece bir �Batı şehri� zannedilen Venedik�in, tam da Rönesans�ın gerçekleştiği dönemde İslam şehirlerini taklit ettiğini söyleyemesek bile, onlara imrendiğini ve kendine örnek aldığını tespit edebiliyoruz rahatlıkla.
Batı ile Doğu�nun zihnimize dikilmiş heykelleri bir kere daha çatlıyor orta yerlerinden ve neyin Batılı, neyin Doğulu olduğunu yeniden keşfe çıkıyoruz. Artık Rönesans�ın arkasındaki çehrenin bize tanıdık geleceği günlerin eli kulağında diyebiliyoruz güvenle. Zira daha sırada Jerry Broton var ki, onun �Osmanlı yoksa Rönesans da yok� demeye hazırlanan ağzını zor kapatıyorum burada
.
Bu sergiye asıl bizim ihtiyacımız var
Bu sergiye asıl bizim ihtiyacımız var
Dünya tarihçileri, Osmanlı tarihine eğildiklerinde çok farklı ufuklar keşfediyorlar onda. Hem geçmişte işlenen günahlardan tevbe istiğfar ediyor, hem de Osmanlı’nın o zamana kadar her nasılsa fark edilmeden kalmış gizli yönlerini deşifre etmek için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar. Böylece tarihçilik mesleği, her günü yeni bir keşifle taçlanan bitimsiz bir maceraya dönüşüyor.
Eskiden tersi olurdu. �Yabancılar� tarihimizi çarpıttığı için kızardık onlara; reddiyeler döşenir, Namık Kemal gibi, �Avrupa Şark�ı anlayamaz� derdik. Doğruydu da bir bakıma. Avrupalı seyyah ve yazarların hepsi değil belki ama büyük bir kısmı, Osmanlı devleti ve toplumunu gerçeğe aykırı biçimde sunardı okuruna. Biz Piyer Loti�yi biliyoruz; lakin Fransa�da Voltaire, İngiltere�de David Urquhart gibi Osmanlı yanlıları eksik olmamıştı tarih boyunca. Hatta bu kervana ünlü �hümanist� Montaigne�i bile katabiliriz rahatlıkla.
Tabii tarihçilikteki asıl değişim, İkinci Dünya Savaşı�ndan sonra geldi. Özellikle Fernand Braudel�in �Akdeniz�inin yayınlandığı 1949�dan itibaren Osmanlı tarihi, kapatıldığı sınırlardan dışarı fırladı; önce Akdeniz, giderek Avrupa ve Avrasya, ardından dünya tarihinin onsuz eksik kalacağı bir cildi haline geldi. Şimdilerde Avrupalı tarihçiler artık eskiden dünya tarihi diye yazılan �şeyler�i, Avrupa emperyalizmini meşrulaştırmaya dönük belgeler olarak okuyor ve okutuyorlar; ibretle, hatta yer yer dehşetle.
Dünya tarihçileri, Osmanlı tarihine eğildiklerinde çok farklı ufuklar keşfediyorlar onda. Hem geçmişte işlenen günahlardan tevbe istiğfar ediyor, hem de Osmanlı�nın o zamana kadar her nasılsa fark edilmeden kalmış gizli yönlerini deşifre etmek için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar. Böylece tarihçilik mesleği, her günü yeni bir keşifle taçlanan bitimsiz bir maceraya dönüşüyor. İki günü eşit geçenin kaybettiği bir yarıştır çünkü tarihçilik. Bize gelince; bırakın iki günü, neredeyse iki asrımız eşit geçmiş görünüyor. Dönüp dolaşıp matbaanın geç gelişini, Baltacı�nın Katerina�yı çadırında ağırlayıp ağırlamadığını, Hürrem Sultan�ın Osmanlı�yı batırdığını tartışıyor olmamız bu yerinde sayma alışkanlığımızın en �çapkın� yönlerini sergiliyor sadece.
Oysa dünyadaki Osmanlı tarihçileri, tarihin tek bir yorumla ve yalnız belli bir açıdan görülmesinin acı yanılgısına işaret ediyor ve tarihçi atalarını kıyasıya eleştirmekten çekinmiyorlar. Çalışmalarını daima önemsediğim Osmanlı tarihçisi Daniel Gofmann�ın Batı tarihçilerini eleştirdiği şu sözlerinin Osmanlı tarihçilerine yönelik olanını ne zaman yazmaya başlayacağımızı merak ediyorum doğrusu: �Osmanlı İmparatorluğu, geleneksel olarak Hıristiyanlığın katili diye görülmüştür; ancak bunun yerine acımasızca hoşgörüsüz olan Hıristiyan Avrupa�dan kaçanlar için bir cennet olduğu hükmüne de varılabilirdi.�
Tarihe Avrupa açısından bakma alışkanlığının bizi getirdiği final, Londra�da Royal Academy of Arts�da açılan �Türkler 600-1600: Bin Yıllık Yolculuk� sergisi oldu. Sergi hakkında yazılanların çoğu, bu sayede İngilizlere ne kadar medenî bir millet olduğumuzun tescillendiği, Avrupa kamuoyunu Türklerin Avrupalılığına ikna etmek için bundan daha iyi bir vesile bulunamayacağı gibi sığ ve yavan laflardı ne yazık ki. Bunları yazan beyinlerin, Avrupalılardan önce kendi kafalarındaki �Türk ve Osmanlı� imajını düzeltmeleri gerektiğini bilmeleri daha faydalı olmaz mıydı dersiniz?
Osmanlı dünyasının hayal bile edemeyeceğimiz büyüklüğünü görmek için ta Londra�lara gitmemiz, İngilizlerin gözbebeklerinde beliren pırıltıdan medet ummamız gerekiyor anlaşılan. Ne yani, Londralılar beğenmese ve sergiyi sadece üç beş kişi gezse, üzüntümüzden kahrolup malzemeleri Londra Köprüsü�nden aşağı mı atacağız? Her Allah�ın günü utandığımız Osmanlı�dan kaçacak delik arayalım, ama sergilediğimiz Osmanlı�yı Avrupalıların beğenmesi için çırpınalım. Ne hoş değil mi?
Gerçi onların bize ihtiyaçları yok zaten. Maşallah, Osmanlı Devleti�nin yalnız Rumlar ve Ermeniler gibi Doğu Hıristiyanlarına değil, Macaristan�daki Ünitaryanlar, Fransa�daki Huguenotlar ve İngiltere�deki Luteranlar gibi Batı Hıristiyanlarına da kucak açtığını yine onların tarihçilerinden okuyoruz. Nitekim 16. yüzyılda Great Yarmouthlu Samson Rowlie�nin nasıl olup da Osmanlı haremine girdiği ve Hasan Ağa adıyla sarayın en güçlü kişilerinden birisi olduğu, İngiliz kamuoyunun en ziyade merak ettiği konulardan olmamış mıydı? Aynı Hasan Ağa�nın İngiliz tüccarlarına Osmanlı limanlarından yapacakları ticarette yardımcı olduğunu; ama bunu yaparken de �Osmanlı çıkarlarını korumaya� özen gösterdiğini İngiliz okurları bizden çok evvel öğrenmiş durumdalar.
Clive Ponting�in yazdığı �Dünya Tarihi�ni okurken dehşete düşmemeniz imkânsız. Çünkü yazar, bize Cezayir�de cellatlık yapan Abdüsselam adlı birisinden bahsediyor ki, kendisi asıl adı Absolom olan Exeterli bir kasaptır. En önemli Osmanlı generallerinden birisi, İskoçyalı Campbell�dır. Campbell Müslüman olup Yeniçeri Ocağı�na girmiş ve yeteneğiyle komutanlığa kadar yükselmiştir. Yine 1606 yılında, İngiltere�nin Mısır konsolosu olan Benjamin Bishop, Müslüman olup sessiz sedasız aramıza karışmıştır.
Yalnız bir olay var ki, onu anlatmasam bu yazının tuzu eksik kalır. 17. yüzyılda İngiliz Kralı II. Charles, Hamilton adlı bir kaptanı, Kuzey Afrika�da köle yapıldığına dair haberler alınan İngilizleri fidye ile kurtarmakla görevlendirir. Hamilton araya sora bulur esirlerin izlerini. Ne var ki gördükleri karşısında kelimenin tam anlamıyla şok geçirir. Çünkü köle yapıldı diye duydukları İngiliz esirler, Müslüman olup Osmanlı yönetim kademelerine girmiş ve hatırı sayılır mevkilere yükselmişlerdir. Bu sırada ciddi bir servet yapmışlardır ki, bu serveti kendi vatanlarında hayallerinde bile görmeleri mümkün değildir. Evlenip çoluk çocuğa karışmışlardır hepsi de. Sonuçta bu �İngiliz esirleri�, Kaptan Hamilton�un vatanlarına geri dönme teklifini reddedip onu eli boş gönderirler Kral�ın huzuruna.
Ponting, Osmanlı sistemi kimseyi dışlamayan tavrıyla dönemindeki pek çok Hıristiyan devletten daha hoşgörülüydü, diyor Londra�da basılan kitabında. Biz ise Londra�daki sergiye gelenlerin �Türkler�i ilk defa göreceklerini ve böylece imajımızı düzelteceğimizi sanıyoruz. Bilmiyoruz ki �onlar� bizi bizden iyi tanıyorlar; yine bilmiyoruz ki, �biz� Osmanlı tarihinin büyüklüğünden cahil kalmış son toplumuz!
.
TBMM rakıyı yasaklamıştı!
TBMM rakıyı yasaklamıştı!
Bundan tam 85 yıl önce de içkiyi tartışmış ve ardından yasaklamıştık. Hem de kanunla. Osmanlı zamanından bahsediyorum sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Türkiye Büyük Millet Meclisi içki yasağı koymuş bir meclistir ve daha da ilginci, bu yasak Cumhuriyet’in ilk 6 ayı boyunca yürürlükte kalmıştır.
Sahte rakı tartışması bütün hızıyla sürüp giderken, bilanço da gittikçe kabarıyor. İçtikleri etil alkol yüzünden şimdilik 21 kişinin hayatını kaybettiği bildiriliyor ve Türkiye alkolizmi yeniden tartışma gündeminin ön sıralarına alıyor. Bundan tam 85 yıl önce de içkiyi tartışmış ve ardından yasaklamıştık. Hem de kanunla. Osmanlı zamanından bahsediyorum sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Türkiye Büyük Millet Meclisi içki yasağı koymuş bir meclistir ve daha da ilginci, bu yasak Cumhuriyet�in ilk 6 ayı boyunca yürürlükte kalmıştır. İçkinin neden ve nasıl yasaklandığını öğrenmek için 13 Eylül 1920�ye gidip kulağımızı TBMM�nin kapısına dayayarak içeride neler konuşulduğunu işitmeye çalışalım. Meclis�in 23 Nisan�daki açılışının üzerinden henüz 5 ay bile geçmemiştir.* Başkanlık koltuğunda ulemadan Konyalı Vehbi Efendi oturmaktadır, kürsüde ise 3 yıl sonra Topal Osman tarafından öldürülecek olan Ali Şükrü Bey hararetli nutuklara kaptırmıştır kendini. Sözleri sık sık kesilmekte ve dinleyici sıralarından laflar atılmaktadır. Muhalefet saflarında yer almasına rağmen getirdiği içkiyi yasaklama teklifi, Birinci Grup�tan da bir hayli destek görmüş, komisyonlarda görüşüldükten sonra Genel Kurul�a kadar gelmişti.
Ali Şükrü, İslam�ın içkiyi bir ahlak ve fazilet müeyyidesi olarak yasakladığını ve ülkeyi felaketten kurtarmak için bu kanunun Meclis�ten geçmesi gerektiğini savunmaktadır. Sadece içkinin alenen alınır satılır olması değil, ülkenin gelirinin gayrimüslimlerin cebine gitmekte oluşu da endişelendirmiştir onu. �Trabzon�da 4 Rum meyhanesi vardı� der ve ekler acı bir dille: �Şimdi sayıları 73 oldu. Bir avuç Pontusçu rakı yapıp memleketi soyuyor, bu paralar Yunanistan�a kaçırılıyor… Rakı uğruna emlak ve akarlar bizden Rumlara, Ermenilere geçiyor. Maliye Vekili (Bakanı) tapu kayıtlarını tetkik etsin.�
Alkoliklerden sağlam bir millet, dolayısıyla sağlam bir ordu çıkmayacağına inanan Ali Şükrü, dünyadan örnekler getirir. Amerika�nın bazı eyaletlerinde kiliselere gitmeyenlerden 2 dolar ceza bile alınmaktadır. Dinî terbiyeyi önemseyen her millet geri kaldıysa Amerika�yı nasıl izah edeceğiz peki? Amerikalılar Hıristiyan oldukları halde bazı eyaletlerde içkiyi yasaklamışken, onu haram ilan eden bir dinin müntesiplerinin içkinin serbestçe alınıp satılmasına ve dahi içilmesine izin vermeleri olacak şey midir?
İşin garibi, bu kanuna karşı çıkanlar da, gerekçelerini, daha çok yasağın uygulanamayacağı ve afyon, esrar gibi başka keyif maddelerine yönelişi hızlandırabileceği noktasında toplamaktadırlar. Yasaklamaktansa ağır vergiler konulmasına taraftardırlar. Bu arada alkolün tamamen yasaklanmasının yerli ilaç sanayiine darbe vuracağını ve bir süre sonra eczane raflarının boş kalacağını ileri sürenler olmuş, bunun üzerine kanuna istisnalar getirilmiştir. Hatta Bursa Milletvekili Dr. Emin Bey, biranın da yasaklanması gerektiği, çünkü içki yasaklandığı takdirde kötü niyetlilerin serbestçe satılan biranın içindeki alkol miktarını artırarak kanunu delebilecekleri uyarısında bulunur.
Sıra 2. maddeye gelince işler daha da karışmıştır, çünkü içki içenlere hangi cezaların verileceğidir gündem; anlayacağınız, dayak faslındayızdır! Burada Osmanlı-Cumhuriyet sürekliliğine ilişkin hassas bir noktaya atıyoruz kemendimizi. Aslında 1920�deki bu kanun teklifinin çıkış noktasını, Said Nursi ve Mehmed Akif�in de üyelerinden olduğu İslam Üniversitesi�nin (Dâru�l-Hikmeti�l-İslâmiyye) TBMM kurulmadan bir yıl önce hazırladığı ve İstanbul hükümetinin İçişleri Bakanlığı kanalıyla valilere gönderttiği �içki yasaklama genelgesi� oluşturuyordu. Yani Osmanlı döneminin dinî bir içtihadı, TBMM tarafından uygulamaya geçirilmekte, böylece halef-selef oldukları bir kere daha ilan edilmekteydi. Öyle ki halen uygulamada olan ve camilerin 100 metre civarında içki satılamayacağına ilişkin polis genelgesi bile Osmanlı�dan kalmadır. Velhasıl, içki içenlere ve satanlara kaç sopa vurulacağı konusundaki müzakereleri, yasağın Müslüman olmayanları kapsayıp kapsamayacağı tartışması izler ve teklif, 14 Eylül�de nihai şeklini alır. Buna göre her tür alkollü içki üretimi, ithali, satın alınması ve kullanılması yasaklanıyor, alenen içenler veya gizlice içip de sarhoşluğu belli olanların 50 liradan 200 liraya kadar para cezası, 3 aydan 1 yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılacakları hükme bağlanıyordu. Memurlar içki içerlerse hem cezalandırılacaklar, hem de memuriyetlerinden olacaklardı; üstelik bu hükümler temyiz de edilemeyecekti.
TBMM oylamaya geçmiş, şu işe bakın ki, sayımda oylar eşit çıkmıştır. Bunun üzerine �eşitlik halinde başkanın oyu 2 oy sayılır� şeklindeki içtüzük hükmü uygulanmış ve kanun, 71�e karşı 72 oyla kabul edilmiştir. Cumhuriyet�in ilanından sonra 5 ay, 11 gün daha içki yasağıyla yaşadığımızı ve TBMM�nin 9 Nisan 1924�te �beklenen neticelerin elde edilemediği� gerekçesiyle kanunu yürürlükten kaldırdığını görüyoruz. Toplam 3 yıl, 6 ay, 25 gün yürürlükte kalan içki yasağı kalktığında kanunun fikir babası Ali Şükrü yaklaşık 1 yıldır toprağın altındadır, yakın dostlarından Said Nursi 1 yıldır Van�da inzivaya çekilmiştir, diğer dostu Mehmed Akif de 1 yıl önce Kahire�nin yolunu tutmuştur.
Tesadüfün başı dönmüştür. İçkiden değil elbette…
.
İzlanda Sularında Sırmalı Osmanlı Sarığı
Artık alıştım sayılır: Konuşmacı olarak gittiğim konferanslardan sonra kafası karışanlar etrafıma toplanır, kemikleşmiş bilgilerinin sarsılmasından rahatsızlık duyanlar, “Ama bize böyle öğretilmemişti!” diyerek şaşkınlıklarını beyan ederler. Ben de zihinlerindeki bulaşıkları temizlemenin yolunu yordamını anlatırım kendilerine elimden geldiğince. Lakin bir seferinde şu sözleri işittiğimde şaşırma sırası bana gelmişti: “Kafamız karıştı, çünkü bir hafta önce sizin yerinizde oturan bir başka hocamız Osmanlı denizcilerinin Akdeniz’e bile tamamen hakim olamadıklarını, burunlarının dibindeki Atlas Okyanusu’nda neler olup bittiğini merak dahi etmediklerini, zaten bu yüzden Amerika’yı bizim değil, Avrupalıların fethettiklerini söylemişti. Gerçekten de Osmanlılar Cebelitarık Boğazı’ndan burunlarını dahi çıkarmamışlar mıydı?”
Bir kere zihinlerimizdeki tarihin bir çöp tenekesine dönüşmüş olduğunu kabul edelim. İkincisi, önyargılarımızın kalın kabuğunu delip içine girmenin çaresini bulabilmiş bir Zaloğlu Rüstem çıkmış değildir. Üçüncüsü, kendi tarihine bizimki kadar hafife alarak ve karikatürleştirerek bakan bir başka aydın tipi olduğunu zannetmiyorum; tabii bir tek sömürge ülkelerinin sömürgeciler tarafından özel olarak yetiştirilmiş aydınları hariç. Bu bakımdan tarihimizin, gömüldüğü, hatta boğulduğu ve altından zaman zaman boğuk sesinin duyulduğu bir çöplük olduğunu ve ilk işimizin bu çöp yığınını seferberlik ilan ederek bir an önce kaldırmak olduğunu bilmemiz gerekir. Anlayacağınız, işimiz, Necip Fazıl’ın deyişiyle, Osmanlı buzdağının hohlayarak eritilmesi sonucunda oluşan çamur deryası içinden kayıp incileri bulup çıkartmak ve yıkayıp aslî parlaklığını iade etmek olacaktır.
İşte Osmanlıların Akdeniz’e haps olduğu ve okyanuslara açılamadığı iddiası da bu çamurlardan birisi. İnsan utanır yahu! Hadi Açe filan derken öğrendiğimiz Hint Okyanusu’nu turlayan Osmanlı gemilerini bir kenara bırakalım, ya Atlas Okyanusu’nda Kristof Kolomb’un gemilerinden birini avlayan Kemal Reis’imize ne demeli?1 Peki bir dönem İngiltere’yi avucunun içine alan Cromwell’in Cezayirlilerle mektuplaşırken Hicrî takvimi kullanması hangi manaya geliyor? Buyrun çiban çıkartan bir olay daha: 1600’lerde, ihtiyaç duyulması halinde İngiliz ve İskoç gemileri Kuzey Afrikalı hacıları Mısır’a taşıyor, üstelik bu işten hayli para da kazanıyorlardı!
“Gayrı bunca şaşırdığımız yeter”, demiyorsanız son bir örnek vereceğim. 1603 yılında Fas hükümdarı Ahmed el-Mansur, İngiliz Kraliçesi Elizabeth’e bir mektup yazar ve o devirlerde henüz bakir bir kıta olan Amerika’yı beraberce istila etmeyi teklif eder. İlginçtir, bu teklif, Amerika’da herhangi bir istikbal göremeyen(!) Kraliçe tarafından geri çevrilmiştir.2
Yıl 1627’dir, yani IV. Murad’ın iktidar yılları.
Kendi memleketlerinde korsanlık resmen yasaklandığı için işsiz kalan İngiliz ve Danimarkalı korsanlar Cezayir’e sığınır ve Müslüman olurlar. Burada kendilerini ispatlamak ve yönetime yaranmak kaygısıyla Osmanlı denizcilerinin yeterince bilmediği kuzey sahillerini ele geçirme hayallerine dalıp zaten daha önce İngiltere ve İrlanda sahillerine kadar gitmiş olan “Türk” denizcilerini daha da kuzeye gitmeye ikna ederler. Başlarında da, aslen Haarlemli bir Hollandalı olup Müslüman olarak Osmanlı saflarına katılmış olan Ağa Murat Reis (eski ismi Jan Jansen) bulunmaktadır.3 (Şu hale bakın: Osmanlı toplumu değil, Avrupa Birliği mübarek!) O vakitler (tabii şimdi de) Danimarka’nın toprağı olan İzlanda kıyıları, işte bu sefer sırasında Osmanlı sarıkları ve ezan sesiyle tanışmış, bu kuş uçmaz kervan geçmez adanın tarihinde renkli ve cıvıltılı bir sayfa açılmıştır.
20 Haziran 1627’de başlayan seferde 4 Cezayir gemisi İzlanda sahillerine ulaşabilmiş, kısa süreli bir çatışmadan sonra karaya çıkarma yapılmış ve 240 civarında İzlandalı esir alınarak Cezayir’e dönülmüştür. Amaçları, esirler karşılığında fidye koparmaktır. Dönüş yolculuğunda esirlere Müslümanlar tarafından iyi davranıldığını, kendileri ne yerse esirlere de aynısını yedirdiklerini, İzlandalılara asıl kötü davrananların, sonradan Müslüman olmuş İngiliz ve Danimarkalılar olduğunu bizzat o gemide esir bulunan piskopos Olaf Egilson, yıllar sonra yazdığı hatıralarında anlatmıştır.
Cezayir beyleri tarafından Danimarka Kralı’na fidye işinde aracı olması için gönderilen Olaf Egilson, Kopenhag’da para toplamak için var gücüyle çalışmış ve sonuçta esirlerin büyük bir bölümünün ülkelerine dönmesini sağlamıştır. Ancak esirler arasından Cezayir’de kalıp Müslümanlar arasına karışanlar da olmuştur. Hatta bunlardan ikisinin kendi istekleriyle kaldıklarını bile biliyoruz. Kaynakların bildirdiğine göre, Jon Asbjarnarsson adlı İzlandalı gemici, Cezayir Dayısının sarayında hatırı sayılır bir mevkiye yükselmiştir. Diğer İzlandalı Jonsson Vestmann’ın durumunun daha da ilginç olduğunu görüyoruz. O, Cezayir akıncıları arasına katılarak Akdeniz’i Atlas Okyanusu’na bağlayan sahada Osmanlı’dan izinsiz kuş uçurtmayan bir Osmanlı “reisi” olmayı tercih etmiştir.4
Tarihimizin uykusu kaçmıştır bir defa. İzlanda sularında sırma ve ipek şeritle süslü sarıkların gölgesi, sokulan bıçağın acısıyla uyanmış ve uyandırmıştır kendisini.
Bu bilgileri, son yıllarda Osmanlı (Müslüman)-İngiliz ilişkilerinin derinliği ve karmaşıklığı hakkında yazılmış en iyi çalışmalardan birisi olan Nabil Matar’ın kitabından derledim. Bkz. Turks, Moors & Englishmen in the Age of Discovery, Columbia University Press: New York, 1999. Matthew Dimmock’un daha yakın tarihli bir çalışması ise bize İngiltere’deki “Türk” (Turke) imajının oluşumuyla ilgili çarpıcı bilgiler sunmaktadır: New Turkes: Dramatizing Islam and the Ottomans in Early Modern England, Ashgate, 2005.
Bugün bildiğimiz manada, kendi başına buyruk korsanlık Osmanlı’da da kanunsuz bir eylem kabul ediliyordu. Ancak dar manada korsanlık, Osmanlı deniz kuvvetlerinin akıncı birliklerine tekabül eder ve devletin kontrolü altında ve hizmetinde bulunurlardı. Bunlar gayri kanunî işler yaptıklarında yakalanıp cezalandırılırlardı. Geniş bilgi için bkz. Mustafa Armağan, Osmanlı Tarihinde Maskeler ve Yüzler, İstanbul 2005, Timaş Yayınları, s. 234-239.
1 İdris Bostan’ın titiz ve sabır isteyen muhteşem çalışması Kürekli ve Yelkenli Osmanlı Gemileri (İstanbul 2005, Bilge Yayım), kanaatimce Osmanlı gemiciliğinin ‘çağdaşlığı’ konusundaki anlamsız soruya verilmiş en iyi cevaptır.
2 Bu bilgileri, son yıllarda Osmanlı (Müslüman)-İngiliz ilişkilerinin derinliği ve karmaşıklığı hakkında yazılmış en yetkin çalışmalardan birisi olan Nabil Matar’ın kitabından aldım. Bkz. Turks, Moors & Englishmen in the Age of Discovery, Columbia University Press: New York, 1999. Matthew Dimmock’un daha yakın tarihli bir çalışması ise bize İngiltere’deki “Türk” (Turke) imajının oluşumuyla ilgili çarpıcı bilgiler sunmaktadır: New Turkes: Dramatizing Islam and the Ottomans in Early Modern England, Ashgate, 2005.
3 Murad Reis, Müslüman olup korsanlar arasına karıştıktan ve Cezayir’de bir çok olaya adı karıştıktan sonra dahi iki defa sıla hasretine dayanamayarak memleketini ziyaret etmiştir.
4 Bu sefer hakkında en esaslı araştırmayı, yarım asır önce Bernard Lewis yapmıştır: “İzlanda’da Türkler” [“Corsairs in Iceland”, Revue de l’Occident musulman et de la Méditerranée, n° 15-16], Çeviren: H. D. Andreasyan, Türkiyat Mecmuası, Sayı: 10, 1951-1953, s. 277-284. Aynı makale şu yayında tekrar basılmıştır: Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Belleteni, Aralık 1954, s. 13-17. İngilizlerin Müslüman oluşuyla ve seferi yönlendirişleriyle ilgili olarak bkz. Mithat Sertoğlu, “Türklerin İzlanda akını ve Müslüman olan İngilizler”, Tarih Dünyası, Sayı: 1, 15 Nisan 1950, s. 28-29. Konu hakkında biraz daha farklı bilgiler için bkz. Yılmaz Öztuna, “Atlas Okyanusu’nda Türkler”, Hayat Tarih Mecmuası, Sayı: 8, Eylül 1967, s. 5-6; ve Yılmaz Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, Cilt 2, İstanbul 1986, Faisal Finans Kurumu Yayınları, s. 127 vd., özellikle s. 131 vd. Bu seferde mi başka bir seferde mi tam olarak tespit edemedim ama “Turk Gudda” lakabı ile tanınan bir kadın korsanın da Cezayirliler tarafından ele geçirildiği ve 9 yıl Cezayirli korsanlar arasında yaşadığı biliniyor. (“Turkish Gudda” (Gudríd Símonardottír) was kidnapped in Iceland by corsairs from Algiers and held captive for nine years before buying her way back to freedom and home. Freydís, the apparently frightful, ax-wielding sister of Leif Eirícksson, stil sports a reputation akin to that of Lizzie Borden, to whom Sjoholm questioningly compares her. Kathleen Cain, “The pirate queen”, The Bloomsbury Review, Sayı: 6, 2004 (http://www.bloomsburyreview.com/Archives/2004/Pirate%20Queen.pdf). Yazar bu bilgileri, Barbara Sjoholm’un In Search of Grace O’Malley and Other Legendary Women of the Sea adlı kitabından aktarıyor (Seal Press). Genel olarak kadın korsanlarla alakalı olarak ise şu internet kaynağına bkz. http://www.piratequeen.org
.
Papa, Fatih’e Hıristiyan olmayı teklif etmişti
Papa, Fatih’e Hıristiyan olmayı teklif etmişti
Türk aydınının şanındandır, masasına servis yapılan bilgileri zinhar sorgulamaz. Mesela Sabahattin Eyuboğlu, Fatih Sultan Mehmed’in, Papa II. Pius’a yazdığı söylenen bir mektuba, mal bulmuş mağribi gibi sarılmıştır. Sadece Montaigne’in denemelerinde karşılaştığımız bu mektupta Fatih, Papa’ya, Türklerin İtalyanlar ve Truvalılarla aynı soydan geldiklerini ve kendisinin, Yunanlılardan (Bizans’ı kastediyor) Truvalı Hektor’un öcünü almaya çalıştığını, İtalyanların bu savaşta kendisine cephe almalarına bir anlam veremediğini söyleyesiymiş.
Ne yerli ne de yabancı kaynaklarda geçer böyle bir mektup. Ama aynı Papa’nın, 1461’de yazdığı, lakin göndermediği mektubun orijinali Vatikan arşivlerinde mevcuttur. Bu mektubu Fatih basılı nüshasından okumuş, okuduysa da gülüp geçmiş olmalıdır. Neden mi? Papa II. Pius’un mektubu, aslında bir Hıristiyanlığa davet yazısıdır da ondan. Kimi davet ediyor? Fatih’i elbette. ‘Şaşırmış mı bu Papa?’ demeyin hemen. Gerçekten de şaşırtıcı olan, Papa’nın mektubunda İstanbul’un bu genç hükümdarının Hıristiyan kralların en büyüğü ve Roma İmparatoru’nun varisi olmaya en layık kimse olduğunu söylemiş olmasıdır. Hatta hızını alamayıp Fatih’i “Yeni Konstantin” ilan etmiştir. Vaftiz olmayı kabul edecek olursa dünyanın krallığı tacını giymesi işten bile değildir Fatih’in. Sözün özü, Papa Fatih’e demektedir ki, Hıristiyan olup başımıza geç, seninle dünyayı fethederiz!
Fatih okumuşsa bile gülüp geçmiştir, demiştim. Gerçekten de mektubun görünürdeki muhatabı Fatih olsa bile, Papa’nın hedef tahtasında, bir türlü Haçlı seferine razı edemediği Hıristiyan krallıkları vardır. Onlara gözdağı vermektedir sizin anlayacağınız. Bana itaat etmezseniz, ben de gider, elin Müslüman’ından yardım alır, onunla dünyaları fethederiz; size de ihtiyacım kalmaz böylece, demek ister. Lakin o yılların İtalya’sında yaramaz prensliklerin bini bir paradır. Hatta söz konusu mektuptan birkaç yıl önce Papa’nın hasımlarından Rimini Lordu Sigismondo, Fatih’i ordusuyla birlikte İtalya’ya davet etmek istiyor, bir asker olarak ordusunda görev almayı arzu ettiğini bildiriyordu. Papa, İstanbul’un fethinden sonra şoka giren Katolik camiaya söz dinletemez olmuş, otoritesini yeniden tesis edebilmek için de ölümü gösterip sıtmaya razı etmek için Fatih kozunu oynamaya karar vermiştir. Eğer Türk padişahı Hıristiyan olursa Avrupa onun olacaktı, o da Avrupa’nın yeni Konstantin’i. Bu da İsa adına yönetimde bulunanlara ağır bir darbe indirecek ve alınlarında silinmez bir leke olarak kalacaktı. Fatih’ten herhangi bir cevap alamayan bu acar Papa, kendisine bağlı devletleri uyandırmak için bu defa şantaja başvurdu. Kuracağı ordunun başında Haçlı seferine çıkacak ve kendisine bağlı onbinleri peşinden sürükleyecekti.
Haziran 1464’te yola çıktı Papa; anlaştığı kralların kendisini donanmayla karşılayacaklarını söyledikleri Ancona limanına ulaştığında üç beş ticaret gemisinden başka bir şey göremedi ortalıkta. Kan başına sıçramıştı ki, bir salgın hastalıkta, toplanan ordunun telef olduğunu öğrendi. Fatih yalnız ordularıyla değil, talihiyle birlikte geliyordu. Venedik gönülsüzce Haçlı ordusuna katılmak istediğini söylemişti ama işi epeyce ağırdan alıyordu. Neden sonra Venedik kuvvetleri Ancona’ya vardığında Papa’nın üç gün önce öldüğü haberiyle karşılaştılar. Osmanlı fetihleri sınır taşlarını eritmeye devam ediyor, her yıl Avrupa’nın sınırları yeni baştan çiziliyordu. O devirde ‘Bu yıl sıra kimin evinde?’ kaygısının gündemde olmadığı bir Avrupa ülkesi bulmak nadirattandı. II. Pius’un mektubunun arka planında, şimşek hızıyla ilerleyen Osmanlı fetihlerinin Hıristiyan ahalinin aleyhine değil, lehine sonuçlar doğurmuş olmasının payı vardır. Ortodoks ve Katolik ihtilafı yüzünden yüzyıllarca birbirini yiyen Hıristiyan dünyası, yeryüzündeki en büyük Hıristiyan nüfusu barındıran İslam devletinin onlara tanıdığı haklar ve serbestiyi gördükçe hayrete düşüyordu. Osmanlı idaresinin bu hoşgörüsüne bir mana veremiyor ve Fatih’in gizlice Hıristiyan olduğundan şüpheleniyorlardı. Zaten Avrupa yüzyıllardır Doğu’dan çıkıp Hıristiyanlığı kurtaracak bir Hıristiyan Kral bekliyordu. Bu kral Fatih olabilir miydi? Papa bu mektubuyla ‘Yoksa gizlice Hıristiyan oldu da haberimiz mi yok’ fikrinin dayanılmaz cazibesine kapılmış, Fatih’e yoklama çekiyordu. 1473 yılında Avrupa’da göklere bakanlar Jüpiter ve Satürn’ün birleştiğini gördüler. Göklerin mesajını çözebilmek için İbrani bilgelerinin kapısını çaldıklarında aldıkları cevap, “ölüm” oldu. Dehşet içinde kalan hümanistler kapıdan öylesine hışımla çıkmışlardı ki, bilgenin “ve diriliş” dediğini duymamışlardı bile. Ama kimin için ölüm ve kimin için dirilişti? 7 yıl sonra Fatih’in Arnavutluk kıyılarından gönderdiği bir filo, İtalyan çizmesinin topuğuna çıkıyor, Otranto’yu Osmanlı vatanına katıyordu. Bu sırada Roma tam bir sessizliğe bürünmüştü. Papa’nın emin bir yere kaçmak için gemileri limanda hazır beklettiği haberi rüzgâr gibi esiyordu sokaklarda. Papa’nın Hıristiyan olmasını teklif ettiği adam, Hıristiyanlığın efendisi olmaya geliyordu. Ama bir farkla. Bir zamanlar İstanbul’un düşmesinin Homer’in ikinci ölümü olacağını yazan Papa’ya inat, Fatih elinde “İlyada”nın çevirisini tutuyordu. Tabiatıyla Doğu’da bu iki yıldızın birleşmesinin farklı yorumlandığını bilmiyordu Roma ruhanileri. Onların gökte buluşması, Doğu ile Merkez’in birleşmesine yoruluyor, İstanbul’un fethinin anlamı göğe yazılıyordu. İstanbul, yüzyıllardır çarpık duran dünya eksenini yerine oturtmakla görevliydi.
.xxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
.
ABD’nin çözemediği Abdülhamid bilmecesi
ABD’nin çözemediği Abdülhamid bilmecesi
ABD’nin Osmanlı dönemindeki son büyükelçilerinden (1913-1916) Henry Morgenthau’nun, Ermeni soykırımı konusunda birinci dereceden etkili olmuş ve Amerika’da Türkiye aleyhtarlığını fişekleyen “Secrets of the Bosphorus” adlı hatıralarında II. Abdülhamid’den sürekli “Kızıl Sultan” veya “Kanlı Sultan” diye söz etmesi, yazdıklarının ‘objektifliği’ hakkında bir ipucu verebilir. Ancak bir Alman Yahudisi soyundan gelen Morgenthau’nun kini, Ermeni soykırımı veya Abdülhamid’le sınırlı kalmaz. O, Osmanlı’da olumlu hiçbir şey bulunabileceğine inanmaz:
�Türk�ün beş yüzyılda elde ettiği medenî inceliklerin tamamı, insafsızca hor gördüğü tebasından alınmıştır. Dini Araplardan gelir; dili [ancak] Arapça ve Farsça unsurlardan ödünç alınmak suretiyle belirli bir edebî değere ulaşmıştır; yazısı Arapçadır. İstanbul�un en nefis mimari anıtı olan Ayasofya Camii, aslen bir Hıristiyan kilisesidir ve pratikte bütün Türk mimarisi Bizans mimarisinden türemiştir��
Bu sözler yabancımız değil. Bugün içimizde de nice �Morgenthaular�ın var olduğunu ve bir zamanlar �onlar�ın olan düşüncelerin zamanla nasıl �kendi� düşüncelerimiz haline dönüştüğünü göstermek için verdim bu örneği. Sanki Amerika�nın dini Amerika�da icad edilmişti; sanki Amerikalılar bir başka kıtanın dilini ve edebiyatını kullanmıyorlardı; sanki Amerikalıların kullandıkları alfabe, kendi kıtalarında icaD edilmişti. İnsan bir başka toplum hakkında ahkâm keseceği zaman önce kendine bakmalı değil mi?
Neyse, Morgenthau�nun hatıralarına günün birinde sıra gelecek nasıl olsa. Değerlendirmelerimizi ileriye erteleyerek şu sözde �Kızıl Sultan�a Amerikan büyükelçisinin neden düşman olduğu meselesini biraz eşeleyelim. Bakalım altından neler çıkacak?
Neydi sahiden de Morgenthau�ya, Abdülhamid Han hakkında, �tarihte bilinen en korkunç canavarlardan biri� (4. baskı, Londra: 1918, s. 188) dedirten kötülük? Sıraladığı sebepler arasında bir tanesini gösteremez ki, aynı tehditlerle, hatta yüzde biriyle karşılaşan bir Amerikan Başkanı (hayranı olduğu Woodrow Wilson dahil) elini kolunu bağlayıp seyretsin olan biteni. Gösterebildiği tek suç, vatanını Avrupalı emperyalistlere kaptırmamak için çırpınmasıdır ki, aslında Abdülhamid�in Yahudilere Filistin topraklarını satmayı reddetmesi bile, �normal� bir Amerikalının alkışlaması gereken vatanseverlik değil de nedir? Bence Abdülhamid�in asıl suçu, bundan da büyüktü. ABD�yi bir �koz� olarak kullanmaya kalkmıştı!
Vahdettin Engin�in yeni yayınlanan �Abdülhamid ve Dış Politika� (Yeditepe Yay., 2005) adlı çalışmasında bu kozun nasıl oynandığı, belgeleriyle ortaya konulmuş durumda. Padişahın sadrazama yazdığı 13 �hususî irade�nin metnine baktığınızda 1893�ten 1908�e kadar geçen 15 yıl içerisinde (yani Morgenthau�nun göreve başlamasından 5 yıl öncesine kadar) Abdülhamid�in, bir yandan ABD silahlarıyla ordusunu donatırken, öbür yandan kendi çıkarları doğrultusunda tavrını koyabildiğini ve bir Osmanoğlu olduğunu hiçbir zaman unutmadığını görürsünüz.
Mesela 13 Ocak 1986 tarihli iradede Çanakkale Boğazı�ndan geçmek isteyen Bankroft adlı Amerikan gemisine, ABD, Paris Antlaşması�na imza atan devletlerden olmadığı için izin vermiyor. 20 Aralık 1897�de ise bu defa Erzurum�da bir konsolosluk açılması gündemdedir. Cevap: �ABD�nin Erzurum�da bir konsolosluk açmasına gerek yoktur, çünkü orada ABD vatandaşı yoktur. Amerikan sefaretinin böyle gereksiz bir konuda ısrarcı olması uygun görülmediğinden talebinin geçiştirilmesi Padişahımız Efendimiz Hazretlerinin emir ve iradeleri gereğidir.� Nasıl? Mesele yavaş yavaş aydınlanıyor değil mi?
Devam öyleyse. ABD ısrarla İstanbul�da bir büyükelçilik açmak istemektedir. Ancak Abdülhamid dış politikada iyi kötü kurmaya çalıştığı dengeye yeni bir aktörün girmesinin Osmanlı çıkarlarına uygun düşmeyeceğine inanmıştır. Bunun için de şu gerekçeyi gösterir: �Bizim Washington�daki temsilciliğimiz de Orta Elçi düzeyindedir. Bu talep, Osmanlı Devleti�nin Washington sefareti, büyükelçiliğe yükseltilmedikçe kabul edilemez!� 1898�de ABD bu defa Ermeni Patırtısı�nın tazminatını ödettirmeye çalışmaktadır İstanbul�a. Tehditlerin bini bir paradır. Ama Abdülhamid yine yılmaz, yine bir irade çıkarır: �Her ne ad altında olursa olsun tazminat talebinin yerine getirilmesi, olaylarda sorumluluğun kabulü anlamına geleceğinden, hiçbir şekilde tazminat ödenmesinin söz konusu olmadığı ABD sefirine hatırlatılmalıdır.�
Nihayet Harput�a (eski Elazığ) bir ABD konsolosu atanır. Ancak yapılan araştırmada bu kişinin Osmanlı vatandaşı bir Ermeni olduğu ve sonradan ABD vatandaşlığına geçtiği anlaşılır. Oysa ABD ile yapılan antlaşmaya göre bölgeye atanacak kişi, eski Osmanlı vatandaşı olamayacaktır. Bu nedenle göreve başlamasına engel olunması irade olunur. Tarih: 3 Aralık 1900�dür. Oysa aynı yıllarda Abdülhamid, ABD�nin silah şirketleriyle görüşmelerine devam etmekte ve Connecticut�taki bir şirketten Türkiye�de hafif silah fabrikası kurmasını istemekte, Amerikan Bahriyesi�nden General Bucknam�ı âlâ-yı vâlâ ile �Paşa� yapıp hizmetine almakta ve o zamanlar henüz bıyığı terlemiş bir bahriyeli subay olan geleceğin �Hamidiye kahramanı� Rauf Orbay�ı, Bucknam Paşa ile birlikte kruvazör ve denizaltı alımı için ABD�ye göndermekteydi.
Daha da ilginci, Bucknam Paşa�nın, kendisine anlatılan �denizcilik düşmanı� Abdülhamid görüntüsü ile kendisini gemi ve denizaltı almaya yollayan �denizcilik meraklısı� Abdülhamid görüntüsünü bir türlü bağdaştıramayışıdır. Nitekim Rauf Bey�e içine düştüğü şaşkınlığı şöyle dile getirmiştir: �Bilmece gibi bir adam. Hem de çözülmesi çok çok çok zor bir bilmece!� Bu bilmeceyi çözdüğümüzde, göreceğimiz resim, emin olun, Morgenthau�nunkinden çok çok çok farklı olacaktır.
.
Davasına adanmış bir ruh – Yavuz Sultan Selim
Davasına adanmış bir ruh – Yavuz Sultan Selim
22 Eylül, Yavuz Sultan Selim’in ölümünün 485. yıldönümüydü. Ne yazık ki, takvim yaprakları haricinde bu büyük insanı hatırlayan olmadı. Oysa Yavuz’u anlamak ve onun dünyasından günümüze ışıklar düşürmek son derece önemli. Onun dünyasını anlamak, Osmanlı tarihinin en görkemli asrına damgasını vuran vizyonu bir ucundan yakalatmakla kalmayacak, aynı zamanda bir misyonu temsil etmenin pırıltılı örneklerini cömertçe savuracaktı üzerimize.
II. Murad�a kadarki Osmanlı padişahlarının dede-torun münasebetine dair ilginç bir ayrıntı ne zamandır dikkatimi yalayıp geçer: 14. yüzyıl boyunca geleceğin padişahı olacak torunlar, padişah dedelerinin öldüğü yıl doğmuşlardır! Biraz açarsak, I. Murad Bursa�nın fetih yılı olan 1326�da doğmuştur, dedesi Osman Gazi de (rivayetler muhtelif olmakla birlikte) aynı yıl hayata gözlerini kapamıştır. Yıldırım Bayezid�in doğum yılı olan 1360, aynı zamanda dedesi Orhan Gazi�nin ölüm yılıdır. Ve nihayet I. Murad�ın 1389�da Kosova�da şehadet şerbetini içtiği yıl, torunu Çelebi Mehmed hayata gözlerini açmaktadır. Bu ilginç tevafuklar zinciri II. Murad�ın, dedesi Yıldırım Bayezid�in talihsiz ölümünden 2 yıl sonra doğmasıyla (1404) kesintiye uğramakta, Fatih�in, dedesinin vefatından tam 11 yıl sonra doğmasıyla fark iyice açılmaktadır. Ancak dedesi II. Murad�ın ölümünden 3 yıl önce doğan �şanslı� II. Bayezid�den sonra bir süre dede ile torunu bir arada görme imkânı bulabileceğiz.
Yavuz Sultan Selim�e geldiğimizde ilginç bir manzara çıkar karşımıza: O, dedesi Fatih�i kaybettiğinde tam 11 yaşındadır ve padişah dedesini dünya gözüyle tanıyabilmiş ilk torun padişahtır!
Bilindiği gibi Yavuz Sultan Selim�in özel hayatıyla ilgili bilgilerimizin ana kaynağı, babası Hasan Can�ın Yavuz�un en yakın adamlarından birisi olması hasebiyle Hoca Sadeddin Efendi�dir. Onun Yavuz hakkında aktardığı bilgiler büyük ölçüde babasına dayanır ve bu yüzden muteber kabul edilir. İşte bunlardan bir örnek: Nakkaşın birisi Fatih�in minyatürünü yapmış, lakin Yavuz, resmin dedesine pek benzemediğine hükmetmiştir. �Merhum (Fatih) bizi çocuk iken� demiştir Yavuz, �mübarek dizleri üstüne almışlardır. Şerefli yüzleri hâlâ hayalimdedir. Doğan burunlu idiler. Bu ressam tamamca benzetememiş.� Nakkaşı, şahitlere danışmadan dedesinin resmini yapmakla eleştiren Yavuz�un hafızasından fışkıran Fatih tablosu, bildiğimizden çok daha ışıklıdır.
Yavuz�a ayarı bozuk gözlüklerle bakanlar
Tarihin bu kader-denk noktasında dede ile torunun buluşması, başlarında bulundukları devleti tarihin hangi dip dalgalarına karşı sevk edecekleri ve yönlendirecekleri konusunda bir stratejik derinlik kazandırmış olmalıdır kendilerine. Dede-torun dayanışmasının en bariz göstergelerinden birisi, Fatih�in son seferine çıkarken, 11 yaşındaki torunu Yavuz�u saltanat naibi olarak İstanbul�da bırakmış olmasından da anlaşılabilir rahatlıkla.
Tarihe iki noktadan bakılabilir. Birincisi, ona otağını kendinizden uzakta bir yerde kurdurur, �burada� olmasına izin vermezsiniz. Her nasılsa olmuş bitmiş tesadüfî bir olaylar zinciri olarak kurgular ve bugüne söyleyebileceği herhangi bir sözü olabileceği ihtimalini dışlarsınız. Bu bakışa, �bugünün körlüğü� diyebiliriz. İkincisi ise onu, sanki arada hiç zaman farkı yokmuşçasına hep �burada�, bizimle beraber algılamaktır ki, bu defa da zamanın kaçıncı omurları arasında durduğunuzun bilincini kaybeder, zaman denizinde bir o yana, bir bu yana savrulur gidersiniz. Oysa Kur�an-ı Kerim bize geçmiş kavimlerin başına gelenleri anlatırken, bizi zamanımızın çengelinden koparıp atmaz. Burada ve bu zamandayızdır ama geçmiş kavimlerin ve önderlerin yaşadığı tecrübeler bizim için birer �ibret dersi� olmalıdır.
1931 yılında liselerde okutulmak üzere bir komisyon tarafından hazırlanan �Tarih III� adlı ders kitabında Yavuz için yazılanlar tam da �körlük� dediğim etkiyi oluşturma çabasını yansıtır. Yusuf Akçura�dan Sadri Maksudi Arsal�a kadar devrin birçok tanınmış simasının emeği bulunan bu ders kitabında �Filistin� kelimesinin ısrarla Fransızca �Palestin� şeklinde yazılması bile Cumhuriyet çocuklarını Osmanlı mirasından soğutma yönündeki bir çabanın ürünü olarak okunmalıdır. Sayfa 38�de ise Yavuz�un Mısır�da halifeliği almasının, Osmanlı Devleti�nin �tekâmül ve terakkisine mâni� olduğu, hatta irticayı başlattığı(!) söylenmektedir.
Tabii bu iddiayı hâlâ sürdüren çevreler var. Onlara göre Yavuz�un Doğu seferleri Osmanlı kültürünü �Türklük�ten saptırıp Araplaştırmış ve irticayı, yani gericiliği başlatmıştır. Osmanlı Devleti�nin �çağdaşlık� yolundan sapmasının miladı olarak alınır Yavuz�un Doğu icraatı, ve aşağılanır. Oysa şu unutulur nedense: Doğu ve Güneydoğu bölgelerimizin büyük bir bölümü, Bayburt�tan Van�a ve Diyarbakır�dan Mardin�e kadarki 200 bin küsur kilometrekare toprak, bir başka deyişle, bugünkü Türkiye�nin yüzölçümünün yaklaşık üçte biri, Yavuz döneminde �bizim� olmuştur. Bu toprakları ona borçluyuz. Öte yandan Braudel gibi dev bir tarihçinin şaşmaz kalemi, �Osmanlı ekonomisi açısından Mısır�ın fethi, İstanbul�un fethinden de hayatî bir kaynak olmuştur.� diyebilmekte, dolayısıyla Osmanlı�nın müteakip parlak asırlarını Yavuz�un sadece iki senede Suriye ve Mısır�da şimşek hızıyla gerçekleştirdiği fetihlere bağlamaktadır.
Yavuz�un, Timur gibi, fethettiği bölgelerden değerli sanatkâr, bilim adamı ve bürokratları ithal ettiği doğru. Nitekim Şam�dan, Kahire�den, Halep�ten değerli olduğunu tespit ettirdiği adamları Osmanlı�nın tam bir �eritme potası� (melting pot) olan elit sirkülasyonu sisteminin içerisine dahil etmişti. Gelenler arasında Suudilerin resmi �imam� olarak gördükleri İbn Teymiyye ekolünden âlimler de bulunuyordu. Ancak bunların Osmanlı medrese sistemi içerisinde büyük çaplı bir etkide bulunduklarını söylemek kolay değil. Kaldı ki, bu alimler gelmeseydi bile, Osmanlı sınırları bu kadar kısa sürede Maraş�tan Tebriz�e, Halep�ten Şam ve Kahire�ye doğru genişleyince bilimsel rotasyonlarla birlikte bu �dış� etkiler bünyeye bir şekilde girecekti. Nitekim IV. Mehmed döneminde Vanlı Mehmed Efendi�nin ve damadı Erzurumlu Feyzullah Efendi�nin sarayda �müteşerri� bir hava estirmiş olmaları bir tesadüf değildi. Osmanlı potası, bu dalgaları da bünyesinde eritmeyi pekala bilmişti.
Yavuz�un asıl büyüklüğü…
22 Eylül, Yavuz Sultan Selim�in ölümünün 485. yıldönümüydü. Ne yazık ki, takvim yaprakları haricinde bu büyük insanı hatırlayan ve hatırlatan olmadı. Oysa Yavuz�u anlamak ve onun dünyasından günümüze ışıklar düşürmek son derece önemli. Çünkü onun dünyasını anlamak, bize dedesi Fatih, babası Bayezid ve oğlu Kanuni ile Osmanlı tarihinin en görkemli asrına damgasını vuran vizyonu bir ucundan yakalatmakla kalmayacak, aynı zamanda bir misyonu temsil etmenin pırıltılı örneklerini cömertçe savuracaktı üzerimize. Peki neydi bu örnekler?
1. Strateji olarak Yavuz: Fatih Sultan Mehmed 30 yıllık iktidarında Anadolu�da birliği sağlamak için çaba harcamakla birlikte, imparatorluğun sınırlarını asıl Akdeniz, Karadeniz ve Balkanlar�da süratle genişletmiş ve sonuçta, nüfusunun üçte ikisi gayrimüslim olan bir �İslam devleti� olmak gibi omuriliği eğri duran bir bünyeyi devretmişti oğluna. II. Bayezid döneminde, her ne kadar babası dönemindeki kadar hızlı olmasa da, fetihler devam etti, Venedik ve Memlûklerle çatışmalar yaşandı ve Yavuz�a 1512�de Müslümanların azınlıkta kaldığı bir nüfus profili devredildi. II. Bayezid�den itibaren başlayan �Doğu�ya yürüyüş�ün arka planında bu çarpık omuriliği düzeltme gayreti yatar. Tehdit, Katolik ittifakından ziyade İran�da Safevilerden, Suriye ve Mısır�da Memlûklerden ve bunların birleşip Doğu�nun mallarını Avrupa pazarlarına bağlayan Baharat ve İpek Yolu üzerindeki Osmanlı heyulasını ortadan kaldırma planlarında aramak gerekir. Buna bir de, Ümit Burnu�nun keşfinden sonra Portekizli komutan Albuquerque�in Şah İsmail�le ittifak kurarak Memlûk topraklarını, daha da vahimi, Mekke ve Medine�yi ele geçirme planlarını hesaba katarsak, Yavuz�un delici bakışlarının neden Doğu�ya döndüğünü daha iyi anlarız. Portekizli komutan, Şah İsmail�e açıkça ittifak teklifinde bulunuyor, Lizbon�a yazdığı mektuplarda Mekke ve Medine�yi işgal edip Peygamber Efendimiz�in (sas) mezarını Avrupa�ya kaçırmaktan söz ediyordu. Doğu kaynıyor, kırmızı alarma geçiliyordu. Yavuz�un acelesi bundandı. Selman Reis�in Kanuni�ye sunduğu 1525 tarihli raporda Yavuz döneminde değişen bu stratejik önceliği ısrarla gündeme getirmiş olmasının arkasında, değişen dünya dengelerini okuma gayreti yatıyordu.
2. Okur olarak Yavuz: Osmanlı padişahları içerisinde okumaya olan merakıyla öne çıkan iki isim, Fatih-Yavuz ikilisidir. Bu ikilinin genellikle asker ve mareşal yönlerini hatırlatıyoruz; ama aynı zamanda birer kitap kurdu olduklarını da gündeme getirmeliyiz. Mesela Hoca Sadeddin Efendi, Yavuz�u elinde kitap, zaman zaman tefekküre dalan ve bu yüzden uykusuz geceler geçiren bir derviş olarak anlatmayı sever: �Gözünden hiçbir an gitmezdi kitap / Uykuya, hurilere vermezdi yüzü.� Yemek zamanlarını ancak haber verildiğinde hatırlayan, kendisini öylesine işine adamış biriydi Yavuz. Hazine-i Âmire�de bulunan değerli kitapları başlarından sonlarına dek birer kere okumuştur. Hatta okumaktan gözleri bozulmuş, buna rağmen bir mercek (gözlük) yardımıyla okumaya devam etmiştir.
3. Adanmış bir ruh olarak Yavuz: Sadece 4 yılda ülkesinin yüzölçümünü 2,5 kat genişleten Yavuz, dünyaya değer vermeyen, yaptıklarını kendi nefsi için değil, devletin �soyut� ideali uğruna yapan adanmış ruhlardandı. Nitekim ölümüne sebep olacak şirpençe çıbanını bir cerraha göstermek gerektiğini tavsiye eden Hasan Can�a (onun 3 gün önce küçük bir çıban yüzünden hekimlere koşmasını ima ederek), �Biz çelebi değiliz ki, bir küçük çıbandan ötürü cerrahlara başvuralım� diye geri çevirmiş, hastalığı iyice azana kadar da çalışmaya devam etmişti. Son anlarında Hasan Can hakikaten Yavuz�un �canı� olmuş, geceler boyu yatağının ucunda oturmuş, gâh ellerini eline, gâh ayaklarını dizine alarak onun acılarını dindirmeye çalışmıştı. Ölüm anı gelip çattığında Yavuz, �Hasan Can bu ne haldir?� deyince ondan �Allah ile olacak zamandır.� cevabını almıştı. Nediminin bile kendisini anlamadığından gelen acı, Yavuz�a çıbanın korkunç acısını unutturmuş ve bunun üzerine, �Bizi bunca zamandır kiminle bilirdin?� sözleri ağzından, tarihin neonlarına kesme nurdan kelimeler halinde dökülmüştü.
Şeyhülislam Kemalpaşazade, Yavuz�un ölümü üzerine yazdığı ünlü mersiyede, �Şems-i asr idi, asrda şemsin / Zılli memdûd olur, zamanı kasîr� demişti. �Çağının (ve ikindi vaktinin) güneşiydi, zira ikindi vaktinin gölgesi uzun olur; ama zamanı kısadır� şeklinde sadeleştirebileceğimiz beytini iki kelimeyle özetlemek istersek, en uygunu herhalde �Sana doyamadık!� olurdu. Ve der ki adeta bizlere: �Yeter artık �ibnu�l-vakt� olduğun, zamanın elinde esir olduğun, ne zaman �ebu�l-vakt� olma, şaşkın zamanlara yeni bir �Delâil-i Hayrât� (Şaşkınlara Rehber) reçetesi daha kaleme alma dirayetini, yürekliliğini göstereceksin?�
.
“Avrupa’nın Hasta Adamı” AB kapısında
“Avrupa’nın Hasta Adamı” AB kapısında
Avrupa Birliği-Türkiye müzakereleri bir tür hile-i şer’iyye ile (saatler durdurularak ve en batıdaki Londra saati esas alınarak) 3 Ekim 2005 tarihinde başlatılmış oldu. Hayırlı olsun. Lakin şunu bilelim ki, kopartılan yaygaraya rağmen bu bizim Avrupa’ya ne ilk gidişimiz, ne de ilk Avrupalı oluşumuz. Orhan Gazi’nin kardeşi Süleyman Paşa’nın 1354’te Çanakkale Boğazı’nda Çimpe Kalesi’ni ele geçirdiğinden beri fiilen Avrupa’da değil miydik zaten?
5 Ekim tarihli gazeteler ise Süleyman Demirel’in bir üniversitenin açılış töreninde yaptığı konuşmayı yazıyordu. Demirel konuşmasında, “Bugün Balkanlar da, Baltıklar da, Doğu ve Orta Avrupa da AB’ye üye olma istikametini tutmuşlar ve başarılı olmuşlardır. Onlara şöyle bakılıyor: Bunlar Avrupa’nın yeğenleridir. Balkanlar’a gelindiğinde, Balkanlar kuzendir. Türkiye’ye geldiğiniz zaman Türkiye yetimdir, yetim… Fakat dün akşam bu yetim Avrupa sofrasına oturdu” demiş ve ardından şunları eklemiş: “Dün ‘Hasta Adam’ dedikleri Türkiye, aradan şu kadar sene geçtikten sonra, 2005 yılında o sofraya eşit şartlarda oturmuştur.”
Hasta adam yakıştırması ne kadar doğru?
Ecdadının “hasta”, hatta “ölü” olduğunu kabul eden, Türkiye’nin içerisine yuvarlandığı yetimlik psikolojisini canhıraşane bir netlikte dile getiren ve bunu adeta iftihar edilecek bir marifetmiş gibi bangır bangır bağıran bir milletin çocukları nasıl sağlıklı bir ruh yapısına sahip olabilirler? Anlamıyorum. Nitekim olamıyoruz da. İşte AB’ye giriş sürecinde sık sık sergilenen, eziklik duygusu ile kabadayılık forsu arasındaki tekinsiz gidiş-gelişlerimizin temelinde bu hastalıklı ruh hali yatıyor. Bir başka deyişle, hasta olanlar, dedelerimiz değildi. Beyinlerimiz ve ruhlarımız hastalandı. Görmek istemesek de, asıl problem burada. “Hasta Adam” metaforu, sallantılı ruh halimizi ele veren son derece manidar bir ipucu uzatıyor elimize.
Dilimize doladığımız “Avrupa’nın Hasta Adamı” (Sick Man of Europe) sözü, Osmanlı-İslam düşmanlığıyla maruf Rus Çarı I. Nikola’nın ağzından çıkmıştır. Tarih, 9 Ocak 1853 akşamı. Yer, St. Petersburg, Düşes Elena Pavlovna Sarayı. Gayrı resmi bir kabul esnasında İngiliz Elçisi Sir Hamilton Seymour’u bir kenara çeken I. Nikola, “Türkiye hasta bir adamdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmesi ihtimali karşısında İngiltere ve Rusya’nın vakit varken anlaşmaları gerekir” şeklindeki görüşünü dile getirmiş; açıkça İngiltere’ye, Osmanlı’nın paylaşılacağı sofrada ittifak teklif etmişti. Hatta daha da ileri giderek, gerekirse “geçici olarak bir hâmi sıfatıyla” İstanbul’u işgal edebileceğini bile söylemişti o akşam. Böylece 152 yıl önce Rus Çarlığının başkenti St. Petersburg’un ihtişamlı salonlarından birinde dillendirilen bir ‘arzu ve plan’, zamanla plan’ın doğrudan hedefi olan bizlerin de rahatsızlık duymadan kendimize yakıştıracağımız bir ‘olgu’ kılığına bürünmeyi başarmıştır.
Osmanlı Devleti’nin son yılları için dilimize doladığımız “Avrupa’nın Hasta Adamı” deyiminin tarihî arka planı böyle. Ne var ki, asıl ilginç olan husus, Avrupalıların bu sözün sahiplerine, yani Ruslara da, 18. yüzyıla kadar “Asyalı” bir kavim gözüyle bakmış ve yönetim biçimlerine “Doğu despotizmi” damgasını vurmuş olmalarıdır. Daha da eğlenceli olan nokta, Deli Petro öncesinde Rusların Osmanlı Devleti’ni ‘Batılı’ kabul etmiş olmalarıdır (Bkz. Martin Malia, “Russia under Western Eyes”, Harvard University Press, 2000, s. 39). Ama gün gelmiş, Avrupa’nın sınırları Rusları da kapsayacak kadar genişlemiş, Ruslar “European Concert”e dahil edilmekle kalmayıp bizzat “Avrupalı” muamelesi de görmüşler. Demek ki, sabit bir Avrupa ‘çekirdeği’nden söz edemiyoruz. Avrupa, tarih boyunca şartlara göre sınırları genişleyip daralan bir kıta olmuş.
Üzücü olan husus şu: Demirel’in sözlerinde en zamksız ifadesini bulan “Avrupa’nın hasta adamı” önyargısını biz de bir deri gibi kafatasımıza geçirmekte herhangi bir beis görmemişiz. Aslına bakılırsa, bu sözlerin söylendiği tarihlerde Avrupa’nın ve Rusya’nın içi hastaydı ve bu marazlarını bütün dünyaya bulaştırmakla meşgullerdi. Bunu ben söylemiyorum. Çağımızın ünlü romancısı Henry Miller söylüyor. Şöyle diyordu Henry Miller: “1847’den 1881’deki ölümüne dek Amiel “Journal Intime”ini yazdı, -yanlış bir şekilde Türkiye olduğu sanılan, ‘Hasta Adam’ Avrupa’nın seyir defteri.” 1924’te basılan “Çorak Ülke”sinde şair ve eleştirmen T. S. Eliot Avrupa medeniyetinin içten kuruyuşuna hastalık teşhisi koymuyor muydu? Ünlü romancı Knut Hamsun, İstanbul’da bir kahvede karşılaştığı asil davranış sonucunda “Biz barbarlar bu millete medeniyet öğretmeye kalkmakla hata ediyoruz” dememiş miydi?
Bizdeyse bir Allah’ın kulu kalkıp da Avrupa’ya, ‘Ne münasebet, hasta sizdiniz’ diyemiyor. Kem küm edebiyatı ve ‘Eskiden hastaydık, şimdi iyileştik, AB’ye güllerle karşılandık’ muhabbetinden geçilmiyor ortalık. Peki, aynı sözde “Hasta Adam” değil miydi 1847’de aç biilaç kalan İrlanda halkına, İngiltere’nin muhalefetine rağmen, İstanbul’dan üç gemi dolusu gıda maddesi yollayan ve insanlığın henüz ölmediğini gösteren? Aynı sözde “Hasta Adam”, müşfik kollarını 1848 yılında Habsburg monarşisine karşı ayaklanan Macar devrimcilerine, Rus emperyalizmine karşı bağımsızlık bayrağı açan Polonyalı vatanseverlere uzatmamış mıydı? Dahası, Avusturya ve Rusya’nın, terörist muamelesi yaptığı Macar ve Polonyalı mülteciler kendilerine teslim edilmezse savaş açacakları tehdidine pabuç bırakmayarak, “Savaşsa savaş” diye mertçe direten ve derhal sınırlara yığınak yapılması emrini veren, tarihin gördüğü son şövalye devlet, aynı sözde “Hasta Adam” değil miydi? Nitekim bu olayın basında duyulması üzerine Osmanlı elçilerinin arabaları Londra ve Paris caddelerinden geçerken halkın yol kenarına dizilip alkış tutmaları da mı yeterli değildi bizim Hasta Adam olmadığımızı ve asıl hastanın, şifa arayan tarafın Avrupa olduğunu göstermek için?
Ne ilginçtir ki, Osmanlı’yı “Hasta Adam” ilan eden Çar I. Nikola’nın ölümü ‘hastası’nın elinden olacak, böylece sağlıklı olduğunu zanneden doktorun vücudunun, hastasının bünyesinden daha çürük çıktığı görülecektir. Şöyle ki: Osmanlı Devleti’nin öleceği kehanetinden kısa bir süre sonra patlak veren Kırım Savaşı, Mustafa Reşid Paşa’nın diplomatik becerisiyle İngiliz ve Fransız kuvvetlerinin bizimle aynı safta yer aldıkları bir anti-Rus savaşına dönüştürülmüştü. “Hasta Adam” teşhisinin üzerinden iki yıl geçmiştir. Ömer Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunun Kırım’a çıkarma yaptığı ve karşısına çıkan Rus kuvvetlerini peş peşe yenilgiye uğrattığı haberleri dalga dalga St. Petersburg’daki sarayın salonlarında çınlayınca, Çar I. Nikola “kahrından” ölmüştü (2 Mart 1855). Kırım Savaşı, Rusya için sonun başlangıcı olacaktı. Ama bu savaş aynı zamanda Avrupa’nın hasta çehresinin, savaşın alevleri ışığında daha net görülmesini de sağlayacaktı.
İngiliz hastanelerinin hastalığı
İngiliz askerleri Üsküdar’a yerleştirilmiş, buradaki kışlanın bir bölümü, sonradan Florence Nightingale efsanesinin doğacağı bir hastane haline getiriliyordu. Ancak hastanede ölenlerin büyük bölümü, savaştan değil, hastalıktan kırılıyordu. Hastanenin manzarası ise süpergüç İngiltere’nin 1850’lerin ortasındaki içler acısı halini yansıtmaktadır. Yeterince karyola yoktur. Yaralıların çarşafları çadır bezindendir ve öylesine kalın ve rahatsız edicidir ki, hastalar yalvar yakar hiç değilse kendilerine birer battaniye verilmesini rica etmektedirler. Koğuşlarda konforun zerresi dahi göze çarpmamakta, bira şişeleri şamdan niyetine kullanılmaktadır. Leğen, havlu, sabun, saplı süpürge, temizlik bezi, tepsi, sahan hak getire! Tabii çatal bıçak da yoktur. Yakıt ciddi bir problemdir, çamaşır yıkama işi de öyle. Mutfak perişanlıktan geçilmiyordur. Tıbbî malzemeye gelince: Sedye yoktur ortalıkta. Kırık kemikleri sarmaya yarayan süyek de, bandaj da namevcutlar arasındaydı. Bütün bu yokluklar listesini sayıp döken İngiliz yazarı Lytton Strachey “Eminent Victorians” adlı klasik kitabında, “Her şey eksikti” der, “tabii en sıradan ilaçlar da.”
Strachey’e göre, 19. yüzyılın ortasında İngiltere’yi Tanrı kayırmıştı. Yoksa yönetim, en kötü ve en beceriksiz yıllarını yaşıyor, çarpışmayı unutmuş İngiliz savaş makinesi hızla demode olmaya doğru gidiyordu. Küçük memurların beceriksizlikleri yüzünden arapsaçına dönmüş olan sistem vahim hatalara yol açıyor, Bakanların kaçınılmaz cehaletlerinden rutin işlerin ölümcül kusursuzluğuna kadar İngiliz idaresi tam bir kafa karışıklığı içinde yüzüyordu. Orduda reform yapılamıyor, aristokratların bir ağ gibi sardığı kabineden ıslahat izni çıkmıyordu. (Oysa aynı İngilizler bize Islahat Fermanı’nı yayınlatacaklardı!)
Peki Avrupa Düvel-i Muazzama’sının askerî güçleri hangi vaziyetteydi? Norman Davies 1300 sayfalık Avrupa tarihinde 1878 yılının Düvel-i Muazzama ordularını şöyle resmediyor: “Beş Avrupalı Güçten üçü ciddi askeri kusurlarla maluldü. İngiltere kudretli bir donanmaya malikti ama derli toplu silah altında bir ordusu yoktu. Fransa’da doğum oranları felaket bir biçimde düşüyor, bu da silah altına alacak asker bulmakta sıkıntı doğuruyordu. Avusturya-Macaristan ordusunun eli ise teknik ve psikolojik olarak Almanya’ya mahkûmdu.” 1915’te “Hasta” bedenimiz Çanakkale’de tarihin akışını değiştiren bir direnişle, Rusya’ya yardım götürmekte olan İngiliz ve Fransız gemilerini geçirmiyor, dolayısıyla Çarlığın Bolşevikler tarafından 1917’de içeriden çökertilmesi için gereken şartları hazırlamış oluyordu. Bir başka deyişle, Çanakkale’deki direnişimizle hem “Hasta Adam” olmadığımızı ispatlıyorduk, hem de bize “Hasta Adam” teşhisini koyan Çarlığın çöküşüne giden sancılı yolu döşüyorduk. Böylece öldü ölecek teşhisi konulan Osmanlı, bizzat teşhisi koyan ve kadavrasını parçalamaya hazırlanan doktorundan bile daha uzun yaşamayı başarmıştı!
Bu “Hasta Adam” muhabbetine şimdilik bir virgül koyalım ve Demirel’in eksik bıraktığı sözün gerçek içeriğine yeniden dikkat çekelim: “Avrupa’nın Hasta Adamı”… Anlayalım artık şunu: Osmanlı, Avrupa’nın “Hasta Adam”ıydı, Asya’nın değil!
12 Ekim 2005, Çarşamba
.
Karlı bir günün sonunda arzu
Karlı bir günün sonunda arzu
Kar artık İstanbul’a kapıyı üç defa tıklatmadan gelmeyecekmiş! Baksanıza, hepimizde hummalı bir faaliyet. Ekmek ve portakal stoklayanlardan tutun da kar lastiği, çekme halatı ve zincir derdine düşenlere kadar cümle İstanbulluyu ciddi ciddi kara hazırlanırken görüyoruz.
Belediye, Valilik, Emniyet 24 saat alarmda. Tatile giren üniversiteler, teyakkuza geçmiş kriz merkezleri, yolları izleyen 75 adet kamera, binlerce profesyonelden kurulu tam teçhizatlı ekipler, amonyakla geceden yıkanmış asfaltlar, ihbara kulak kesilmiş gıda dağıtım birimleri vs. Bütün bunların İstanbul’a düşmesi beklenen altı üstü 15 santim kar için yapıldığına insanın inanası gelmiyor. Belki de İstanbul İstanbul olalı, kar da kar olalı böylesine ihtişamlı bir karşılama törenine tanık olmamıştır.
Yakınlarda eksi 30 dereceyi metanetle göğüslemiş olan Moskovalılar gülüyor mudur bize, bilmiyorum. Adamlar her kar yağışında bizimki gibi tantanalı hazırlıklar yapmaya kalksalar bütün kışı (ki bu yaklaşık 6-7 ay demektir!) uykuda geçirmeleri gerekebilir. Oysa benim tanıdığım Moskovalılar kar yağdığında seviniyordu. Neden mi? Çok basit: Kar yağınca hava ısınıyordu da ondan! Adamlar eksi 15’te yaşama mücadelesi verirken kar yağınca ısı 0 ya da 1 dereceye yükseliyor ve bahar gelmiş gibi oluyor! Yani Ruslar kar yağınca sokaklara atıyorlar kendilerini, biz ise bombardıman sirenleri öten Alaman şehirleri gibi evimize kapanıyoruz. Hani neredeyse karartma uygulayın deseler şaşmayacağız.
Eskiden de kar gelirdi İstanbul’a ama raconu kırılmamış bir erkeklikte. Sessizce, Tanrı misafiri gibi, bir gece ansızın şehre dahil olur ve ne zaman gideceğini asla söylemezdi. (Devir değişti galiba, artık söylüyor!) Fırtınasıyla, tipisiyle, donuyla, damlardan sarkan iri kıyım buzlarıyla şehri kırar geçirir ve yeniden hayat bulacağı bahar ordularının eline teslim ederek yine sessizce, yine aniden çeker giderdi. Hatta Kanuni devrinin derviş şairlerinden Lâmiî Çelebi, kış ve bahar ordularının hiç bitmeyen savaşlarını anlatan “Münâzara” adlı bir eser dahi yazmış, bahar ve kışı, ordularının başında hücum ve ricat emirlerini veren birer ihtişamlı hükümdar olarak şahıslaştırmıştı. “Kış Sultanı” da ehlileşti anlaşılan, hepimiz gibi.
Boğaz’da buz devri
Eski hayatımız gibi edebiyatımız da kışı bir başka türlü severdi. Nitekim Divan edebiyatında “Şitâiyye” adlı bir manzume türü bile vardır. Eskiden mevsimler hayatın ritmini tayin eder, hayat mevsimlere göre açılır veya kapanırdı. Hazırlıklı olmak, gayet ehemmiyetli bir vazifeydi bu yüzden. Bahar temizliği ve kış hazırlığı, Ramazan hazırlıkları kadar önemliydi. Hayatın ritmine mevsimlerin nasıl hükmettiğine iyi bir örnek de bu hususi mevsimlerdi; dut mevsimi, karpuz mevsimi, ayva mevsimi gibi. Mesela odun almaya daha yazın evvelinde, yani kiraz mevsiminde başlanırdı.
Şimdiki de bir şey mi, İstanbul ne büyük kışlar görmüştü. Tarih ilminin tespit ettiği en eski büyük kış, İstanbul’a bundan 1605 yıl önce misafir olmuş, Haliç ve Boğaziçi’ni baştan sona dondurmuş ve tam 20 gün boyunca Bizans’ın çiçeği burnunda başkentinin boynuzuna mezar sessizliğini asmıştı. Asıl 8. yüzyıl çok ağır geçmiş ve 4 sert kışa sahne olmuştur. Bunların birisinde (yıllardan 763’tür ve İmam-ı Azam’ın vefatından 4 yıl öncedir) İstanbul’un bütün sahilleri donmuş, Karadeniz’i kaplayan buzlar koparak Boğaz’ın kapılarına dağlar gibi yığılmış. Bu sırada İstanbul halkı, hatta kurtları bile günlerce bir yakadan öbürüne yürüyerek geçmişler. Ancak asıl büyük tehlike, buzların çözülmesiyle gelmiş. Buz dağları, Karadeniz’den şehre doğru dev destroyer filoları gibi hücuma geçmiş ve Sarayburnu açıklarına müthiş bir gürültüyle bindirmiş, hatta asırlık Bizans surlarını da, Fatih’in toplarından önce paramparça etmiştir.
Tarihlere göre İstanbul, ilk Osmanlı asırlarında nisbeten mutedil kışlar geçirmiş. Ancak uzmanların Küçük Buz Çağı adını verdikleri 17. yüzyıl, eski soğukları aratmayarak Boğaziçi ile Haliç’i defalarca dondurmuş. Sert geçen kışların en ünlüsü 1621 (1030) yılına rastlar, yani “Genç” Osman dönemine. Tarihçi Naimâ’ya göre, o yıl şubatın başından 16’sına kadar hiç durmadan kar yağmış, Boğaz tamamen donmuş, ancak ortasında dere halinde küçücük bir akıntı kalmıştır. Bu sırada Sarayburnu’ndan Üsküdar’a yaya olarak geçenlere at arabaları da katılmış, hatta bunu kıyamet alameti sayanlar dahi çıkmıştır. Şairlerin eli armut toplamıyor ya; onlar da sarılmışlar kaleme, tarih düşürmüşler buzun mavi gövdesine: Haşimî adlı şair, “Yol oldu Üsküdar’a, bin otuzda Akdeniz dondu”, Neşâtî Dedemiz ise “Be meded dondu bin otuzda soğukdan deryâ” mısralarıyla buz üstüne tarih nakşetmişler.
Lakin İstanbul’un kar ve buzla macerası burada soluklanmaz; 1669 ve 1687 yıllarında kendisini yeniden hatırlatır. İkincisinde tam 50 gün kapalı kalmış Dersaadet’in yolları; biriken karlar pek çok evin damını çökertmiş; hatta kar Bitpazarı’nı içine girilmez hale getirdiği için tüccarların alış verişlerini dükkânlarının damından sürdürdükleri yazılıdır Silahtar Tarihi’nde. 1168/1755’te ise Boğaz’ın donduğunu ve üzerinden geçildiğini gören bir şair bakın ne büyülü bir tarih düşürmüştür buzların üzerine:
Buz üstünden geçen geldi, bana yaz dedi tarihin
Deniz altmış sekizde dondu, buzdan bendeniz geçtim.
Şair hem “buzdan ben deniz geçtim”, hem de “buzdan bendeniz geçtim” demek suretiyle şehrin üşüyen yüzüne usta işi bir sanat eserini kazımayı başarmıştır.
İstanbul’un son büyük kışının II. Abdülhamid döneminde, 1878’de yaşandığını biliyoruz. Bu tarihte şehrin etrafını kuşatan sular cam gibi buzla kaplanmış. Bu soğuklarda bile şehrin manevî tandırının, hararetini kaybetmediğini görürüz. O sene Eyüp’teki Bahariye Mevlevihanesi dervişlerinin Haliç’in buzları üzerinde sema ederek Karaağaç’a geçtikleri söyleniyor ki, İstanbullu semazenlerin zevkine ve zarafetine hayran olmamak elde değildir. Anlaşılan, zamane koreograflarının tasarım sınırlarını zorlayan olağanüstü bir görsel şölen olmuştur bu buz üzerindeki sema. (İster misiniz bu yazıdan sonra bir aklıevvel bunu denesin!)
İstanbul’un yaşadığı son iki ağır kışın 1929 ve 1954 yıllarına rastladığını biliyoruz. Ancak bu tarihlerde Boğaz’ın donmasından çok, Tuna nehrinden Karadeniz’e, oradan da Boğaz’a yığılan buz kitlelerinin misafirliğidir söz konusu olan. Yani buzlar Boğaz’ın kendi mamulatı olmayıp ithal buzdur! Özellikle 1954 buzları, yaşları 60’ın üzerinde olanların hatıralarında canlılığını muhafaza etmektedir.
Kış günlerinin lalezârı
Kıştan bahsedilir de mangal zevki eksik kalırsa bu yazı lezzetinden çok şey yitirir. Çocukluğumun bir kısmının geçtiği Gaziantep’te tandır adeti vardı. Köz haline gelmiş kömürün konulduğu mangal, ahşap bir mahfazanın içine alınır ve üzerine büyük bir yorgan serilirdi. Herkes ayaklarını içine sokup yorganı boğazına kadar çekerdi. Tandır başı sohbetlerinin, masalların ve o sırada yenilen karsambaçların (temiz kar pekmezle karılarak yapılırdı), cevizli sucukların, bastıkların tadı hâlâ damağımdadır. Ahmet Rasim’i okuyuncaya kadar tandır adetinin Güneydoğu’ya mahsus olduğunu düşünürdüm. Meğer eski İstanbullular da onun “seyyar kalorifer” dediği tandıra girer, birbirlerine “tandırnâme” tabir ettikleri hikâyeleri anlatır, tabii damakları bizimkinden daha zengin bir menü ile lezzetyâb olurmuş. ‘Mangal, Arapçada içinde öteberi nakledilen kap manasındaki “menkal”den gelmektedir’, tiradına başlamadan, en iyisi bu renkli bahsi, mangalın korlarını, çılgın renkleriyle lalelere benzeten bir mısrayla noktalamak: “Mangal başı kış gününün lalezarıdır.”
Kışlar da öyle değil midir? Bir kuyrukluyıldız gibi âlemimize değip geçer ve hafızamıza kuyruklarındaki güzellik, sıcaklık ve incelik bulutunu tatlı bir melâl hissiyle bırakıp giderler. Onlar hayatın zorlu yollarında sıtmaya tutulan benliğimize, Nedim’in kalemini çıldırtan lale bahçeleri gibi od düşürür, karla kaplanmış ruhumuza amonyakla yıkanmış yollar açar, yaşama sevinci ve azmimizi kanatlandırır.
Bir güzelliğin geçmişte yaşanmış olmasının hikmeti biraz da burada gizli değil mi? Bir kere yaşanan, bir daha yaşanabilir demezler mi bize? Değil mi ki, güzellik ebedîdir, değil mi ki, insan dünyayı güzelleştirmekle mükelleftir, değil mi ki, bütün güzeller solmakta ama güzellik ruhumuzda ikamete devam etmektedir, öyleyse güzellik zamansızdır diyebiliriz. Geçmişin nabzı bugünün teninde atmaya devam eder, bugünün duyargaları da, ayçiçeğinin yüzünü sürekli güneşe dönmesi gibi, geçmişin içindeki ölümsüz anlara kilitlenir, ondan çiçek özlerini toplamak iştiyakıyla yanar tutuşur; tıpkı mangaldaki korun içimizde ömür boyu yanmaya devam etmesi gibi. İşte o zaman kar, bir kâbus olmaktan çıkar, hayatın içine çıralarını serpiştiren bir gizli ateşe döner, nihayet bütün Haliç’i koca bir semahaneye çeviren dervişlerin ruhunun tüttüğü mana ocağını yakalarız onun dumanında. Bu da şu soğuk günlerde küçümsenecek kâr mıdır?
08 Şubat 2006, Çarşamba
.
Abdülhamit ve nankörlük
Abdülhamit ve nankörlük
Günümüzde Aka Gündüz diye bir yazarı tanıyan kaldı mı acaba? 1930’larda Dikmen Yıldızı adlı romanı ile şöhret basamaklarından aniden çıkan bu velut yazarın kısa hayat hikâyesini şöyle veriyor Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi:
1886�da Selanik�te Katerin�de doğdu, 1958�de Ankara�da öldü. Asıl adı Enis Avni�dir. (İbrahim Alâettin Gövsa, Türk Meşhurları�na babasının Binbaşı Kadri Bey olduğunu not düşüyor.) İlk öğrenimini Serez ve Selanik�te tamamladıktan sonra İstanbul Eğrikapı�daki �Sırp Rüşdiyesi�ne devam etti. Daha sonra Galatasaray, Edirne ve Kuleli askeri idadilerinde okudu. Harbiye�nin ikinci sınıfındayken hastalanarak tahsilini yarım bıraktı. Paris�e gitti, hukuk ve güzel sanatlar okumaya başladı. Ancak okulunu yine yarım bırakarak İstanbul�a döndü. Sürgün olarak Selanik�e gönderildi. 31 Mart Vak�ası üzerine (ansiklopedide 1908 yılında diye geçiyor; ama doğrusu 1909 yılı olacak!) İstanbul�a yürüyen Hareket Ordusu�na gönüllü olarak katıldı�
�Biyografiler aptalları kandırmak için yazılır� sözü bu örnekten daha iyi doğrulanabilir mi? Bir hayatın böylesine düz akmış, böylesine �sorunsuz� yaşanmış olması mümkün müdür? Selanik�te doğan, orada okula başlayan; ama İstanbul�a geldiğinde �Sırp Rüşdiyesi�ne giden bir binbaşı oğlu olmak Osmanlı toplumunda hangi anlama gelmektedir? Biyografiler bu noktada zinhar ses vermiyor. Sonra birdenbire aynı çocuğu askeri liselerde okurken görüyoruz. Hastalanıyor ve bu yüzden askeri okuldan ayrılıyor. Sonra fikir değiştirip Paris�e gidiyor, orada da bir baltaya sap olamadan yurda dönüyor ve nihayet gazetecilik hayatına atılıyor. Yazarımızın hayatını bir zar gibi kuşatan bu �başarılı istikrarsızlık� nedendir? Yine suskundur tercüme-i hal kitaplarımız.
Sonra sert ve muhalif yazılarından dolayı Sultan II. Abdülhamid döneminde kendi memleketine sürgüne gönderildiğini öğreniyoruz yazarımızın (bu nasıl sürgünse artık!). Nihayet onu, 1909�da Padişah�ı tahttan indirmek için İstanbul�a yürüyen ordunun saflarına gönüllü olarak karışmış buluyoruz. Neden gönüllü olmuştur? Cevap yok�
Hayat hikâyesinin bundan sonrasını merak edenler ilgili sözlüklere bakabilir. Bu kısımda epeyi şey söyleniyor. Onu 1932 ile 1946 yılları arasında TBMM�de milletvekili olarak gördüğümüzü söylememiz yeterli olacaktır. Biraz sonra anlatacaklarımızla birleştirince Aka Gündüz�ün bu milletvekilliğini ne denli �bileğinin hakkıyla� kazandığını anlayabilirsiniz.
Aka Gündüz�ün ömrünün 22 yılını kapsayan bu açılmış portresinin yine de çenesi bağlıdır; nutka gelmemeye hâlâ direnmektedir. �İmparatorluğun en uzun yüzyılı�nın sonunda, 1886-1908 devresinde geçmiş bir hayat için yine de fazla pürüzsüz bir öykü onunkisi. Bir şeyler daha kımıldıyor olmalı bu öykünün örtüsü altında. Ama ne?
Nihayet yaprakları sarı lekelerle kaplı bir eski zaman dergisinde gözlerime mıhlanıyor aradığım sır. Başlığını okuyorum: �Padişaha gidiyorum�. Yazan: Aka Gündüz!
Evreka! Sır çözülüyor galiba.
Okuduğum yazı, tam da kıyametin koptuğu anda başlıyor. 1909 Nisan�ının 24�ündeyiz. Yazar Yıldız Sarayı�nın ünlü kayıklı havuzunun önünde, gönüllü olarak katıldığı askerî birliğiyle beraber beklemektedir. �Ortalıkta sinsi bir canlılık ve sıkıntılı bir ağırlık var�dır. II. Abdülhamid�i hal�, yani tahttan indirme fetvası elinde saraya gelen heyetin korumalığını üstlenmek ve padişah lehine bir direniş olursa onları süngüleriyle delik deşik etmek için buradadır.
Sarayın merdivenlerini çıkanlar arasında Arnavut mebuslardan Es�ad Toptanî Paşa�yı hatırlıyor, bir de sağındaki Yahudi mebuslardan Emanuel Karasu�yu. Yazarımız diğerlerini �Arap� zannediyor. Ne de olsa 22 yaşında bıyığı yeni terlemiş bir gönüllüdür. Hepsini tanıyacak hali yok elbette! O sırada Yıldız Sarayı bahçesinde bulunan Fethi Okyar Bey�den öğrendiğimize göre, Ayan azası senatör Ermeni Aram Efendi de oradadır, Laz Arif Hikmet Paşa da. Bu dörtlü, Mabeyn�in merdivenlerine doğru yürürken bir şeyler kımıldıyor hatıralarının örtüsü altında. Bir anda yıllar, Yıldız Sarayı�nın bahçesinden Tarzan�ın sarmaşıkları gibi önüne kadar sarkıyor ve yazarımız onların birkaçına tutunarak çocukluğunun karanlık ormanına dalıyor. Daha doğrusu, sığınıyor. Vicdanı rahatsız, besbelli�
Meğer tahttan indirmek için kapısına dayandıkları Sultan Abdülhamid�in pencereden görünen siyah hayaletiyle 14-15 yıl öncesinde de karşılaşmıştır Aka Gündüz. O zamanlar belinde tokalı bir kemer vardır, şimdiyse havai fişeklik ile iki adet bomba; o gün elinde padişahın �yumuşak ve uzun parmakları� vardır, şimdiyse sımsıkı dolu bir silah!
1897�de yine bu bahçededir 11 yaşındaki Aka Gündüz. Ancak bu defa yanında saraya yakın bir büyüğü vardır. Padişaha gidip okumak istediğini, kendisini bir yatılı okula koymasını söyleyecektir. Birden ağaçların arasından 3-4 kişi çıkar karşılarına. Birisi öbürlerine göre daha iyi giyimlidir. Çocuğun dikkatini çeker bu zayıf ve hafiften öne eğilmiş sakallı adam. Adam kendisini yanına çağırır. Burada ne aradığını sorar. Aka Gündüz, olanca saflığıyla padişahı görmeye geldiğini ve okula gitmek istediğini söyler.
Çocuğun okuma konusundaki kararlılığı hoşuna gider adamın ve padişahla konuşup kendisinin zamanın en iyi eğitim kurumlarından Galatasaray�a yazılmasını, babasının sürgünden kurtarılmasını ve binbaşı yapılmasını sağlayacağını temin eder; yanındakilere çocuğa bir miktar harçlık vermelerini söyler. Çocuk sevincinden tekrar tekrar ellerini öper adamın ve bin bir mutluluk çiçekleri açtırarak içinde, sarayın hakkâkbaşının elinden tutarak babasına müjdeyi yetiştirmek üzere evine döner. Yolda öğrenir ki, elini öptüğü adam, padişah Abdülhamid�dir!
Bir çocuğun hayatının değiştiği, kaderin muhteşem anlarından birine rastlamıştır Aka Gündüz. Ancak kendisine belki de elindeki yazar kalemini borçlu olduğu bu adamı ömür boyu hayırla yad edeceğini sanıyorsanız aldanıyorsunuz!
İşte şimdi 20�li yaşlarında yine o sarayın avlusundadır ve elindeki tüfeği, bir zamanlar hayatını bir peri masalına çeviren bu uzun boylu, derin bakışlı adamın üzerine doğrultmuştur. Oysa o gün orada Abdülhamid, açtığı okullardan yetişenler tarafından tahtından indirilmiyor, aslında bir imparatorluğun kaderiyle oynanıyordu. O gün orada bir padişah tahttan indirilmiyor, Thierry Zarcone�un tespitiyle söylersek, Osmanlı Devleti�ni sadece 9 yıl içinde giyotinle doğrayarak tanınmaz hale getirecek olan Mason İktidarı tahta çıkıyordu.
Velhasıl Abdülhamid�in neye karşı direndiğini anlamak için Türkiye aydınının 1940�ları görmesi gerekiyordu.
.
Jön Türkler ve Mason iktidarı
Jön Türkler ve Mason iktidarı
Geçen haftaki yazımı, Sultan II. Abdülhamid’in 1909’da tahttan indirilmesinden 1918’e kadar Türkiye’yi bir “Mason iktidarı”nın yönettiğinden söz ederek bitirmiştim. Sordu kimileri: Kimdir bu Mason iktidarı? Kimlerden oluşuyordu ve bir Sultan’ı nasıl tahttan indirip iktidara el koyabildiler? Gelen e-postalara bakılırsa kafası karışanlar dahi olmuş. Bugün işin uzmanlarından Joseph Brewda’nın 1994 yılında Schiller Enstitüsü’nde verdiği konferansa dayanarak Osmanlı’da Mason iktidarının oluşumuna farklı bir pencereden bakmaya çalışacağız.
1865, ilk anayasamızı yazacak olan �Yeni Osmanlılar� cemiyetinin kurulduğu tarihtir. Kendisi de bu cemiyetin üyelerinden birisi olan Ebüzziya Tevfik, cemiyetin kuruluşunda ilginç bir noktaya dikkatimizi çeker. Haziran ayının bir cumartesi günü akşamı Tansu Çiller�le yeniden meşhur olan Yeniköy semtinde Ahmed Bey adlı bir arkadaşlarının yalısında toplanır ve ertesi gün de Belgrad ormanlarında pikniğe çıkarlar. O pazar günü, Osmanlı tarihinin sonraki safhalarını derinden etkileyecek olan hareketin fünyesi çekilir.
Toplantılarda yanlarına aldıkları birkaç kitap vardır. Bunlardan birisi, Karbonari İnkılab Cemiyeti hakkındadır, diğeri ise Lehistan (Polonya) Gizli Cemiyeti hakkında. Dev ağaçlar altına serilmiş hasırlara oturan bu 6 gencin ellerindeki Karbonari Cemiyeti�nin esasları, Yeni Osmanlılar�ın da örgütlenme ve stratejisine temel teşkil etmiştir. Peki nedir bu Karbonari?
Karbonari, �Kömürcüler� demektir. 19. yüzyıl İtalya�sında kurulan gizli devrimci örgütlere bu adın verilmesi, kömürcüler gibi ormanlarda saklanarak toplantılar yapmalarından kinayedir. Amaçları, İtalya�nın bağımsızlığı ve parlamenter bir sisteme geçmesidir. Nitekim sonuncusu 1848�de patlak veren çeşitli ayaklanma ve devrimleri örgütlemiş ve kısa bir süreliğine de olsa, bir Roma Cumhuriyeti kurmaya muvaffak olmuşlardır. Ancak Fransız İmparatoru III. Napolyon�un kuşatmasına dayanamayan bu cumhuriyetin kurucuları, başta G. Mazzini olmak üzere sürgüne gönderilmiş ve çalışmalarını dışarıdan sürdürmüşlerdir.
Şimdi bu Mazzini nam zata dikkat buyurula. Zira kendisi, bu cemiyetin fikir ve eylem babalarından olup gayesine ulaşabilmek için gerekirse terör de dahil pek çok kanunsuz yola başvurmakta sakınca görmemiş gözüpek bir adamdır… Ancak bir özelliği daha var: Hem ileri derecede bir Mason, hem de Karbonari�yi Masonluk tarzında örgütlemeye girişmiş bir lider. İngiltere, Amerika ve Rusya dahil pek çok ülkede ajanları olan Mazzini�yi kâh Amerikan İç Savaşı�nda görüyoruz, kâh Rus Çarı II. Alexander�a suikast düzenlerken.
1872�de ölüyor gerçi ama ajanları faaliyette berdevamdır. Nitekim tam da Osmanlı Devleti�nin ilk anayasasının ilan edildiği 1876�da, Karbonari�nin de desteğiyle Türkiye�de Abdülaziz tahttan indiriliyor, öldürülüyor, daha önce Mason yapılan V. Murad tahta çıkartılıyor ama üç ay sonra onun da cinneti iyileşmeyince yeni bir darbe ile Şehzade Abdülhamid, Meşrutiyet�i ilan etmesi ve seçimleri yapması şartıyla tahta çıkarılıyor. Bu, tarih kitaplarımızda o kadar sorunsuz, tereyağından kıl çekercesine başarılmış bir �operasyon� gibi anlatılır ki, insan hareketin dış bağlantılarından neredeyse hiç şüphelenmez.
Oysa bu bir yılda üç taht değişiminin hikâyesi, inanılmaz bir gizli ilişkiler ağının içine düşürür bizi. Hareketi gerçekleştirenlerden Serasker Hüseyin Avni�nin bir şeyden haberdar olmadığı belli. Zaten kendisi Meşrutiyet�e karşı olmasıyla tanınıyor ve bir kin cinayetine kurban ediliyor. Midhat Paşa ne yaptığını bilen birisi gibi ama o da içine itildikleri mücadelenin giriftliğini kavrayacak dirayetten mahrum. Nitekim ilk yaptığı işlerden birisi, arkadaşı Namık Kemal�i bir mutasarrıflığa göndererek ondan kurtulmak oluyor. Yani I. Meşrutiyet�i ilan ettiren kadro, birbirini yemekle meşgul. Ancak gerek Karbonari, gerekse İngiliz Başbakanı Lord Palmerston�un desteğinde harekete geçen B�nai B�rith adlı Yahudi örgüt çoktan işin kaynağına oturmuş durumdadır.
İşte Abdülhamid Han�ın büyüklüğü burada karşımıza çıkar. Hem Midhat Efendi�yi tasfiyesi, hem de Masonik güçlerin ellerini kollarını bağlaması, kendi usulünce yasaklatması ve üyelerini takip ettirmesi, hatta zaman zaman hücre evlerine baskınlar düzenletmesi sayesinde Osmanlı ekonomisinin ve kültürünün ana damarına hakim olacak bir İngiliz-Yahudi palazlanmasına iktidarı süresince izin vermez. Nitekim bu yüzden de adı, �Kızıl Sultan�a çıkar. Bunun intikamı, 30 yıllık bir aradan sonra 1908�de alınacaktır.
Hürriyet vaadleriyle iktidara gelen İttihadcıların giderek Türkçülüğe yönelmelerini, araştırmacı Joseph Brewda, arkalarındaki İngilizlerin oyununa bağlıyor. Yani Türkçülük, Turancılığa dönerken Rusya�yla Osmanlı�yı karşı karşıya getiriyordu. Öte yandan İngiliz gizli servisi, casus Lawrence eliyle Arapçılığı, casus Seton-Watson eliyle Sırpçılığı, Lady Dunham eliyle Arnavutçuluğu, Noel Baxton eliyle de Bulgar milliyetçiliğini körüklüyor ve Osmanlı Devleti�nin parçalanması için gereken bütün şartları hazırlıyordu.
Aynı zamanda Türkiye, İran ve Rusya�dan alınacak topraklarla bir �Büyük Ermenistan� muzu ortaya atılıyor ve kapışma seyrediliyordu. Bir hayaldi bu tabii. Yaşaması mümkün olmayan suni bir hayal. Kendileri de biliyordu bunu. Arkasından bölgeyi birbirine katmak için bir �Büyük Kürdistan� muzu atıldı ortaya. İşin garibi, nasıl oluyorsa her iki �Büyük� devletin de sınırları neredeyse milimi milimine öpüşüyordu. Böylece Müslüman Kürtlerle Hıristiyan Ermenileri birbirine düşürüp bunların birbirini kırmalarından paniğe kapılıp tehcire başvuran Osmanlı�yı suçlu ilan edecek ve asıl gayelerine erişeceklerdir: Kutsal topraklar ve petrol, emperyalizmin ellerindedir artık!
Bütün bu gürültü patırtı içinde işini yürütenler yok değildi. Mesela B�nai B�rith�in Selanik�teki üyelerinden Musevi lider Emanuel Karaso, Jön Türk hareketini ustaca manevralarla Masonluğa bağlayan halka olacaktır. Sultan Abdülhamid�i tahttan indirmeye giden ekip, Ermeni Aram Efendi, Arnavut Esad Toptani, Laz Arif Hikmet ve Karaso�dan oluşuyordu ve Sultan�a da en çok bu koymuştu. Asıl bunu hazmedemiyordu. 1876�daki şartları hatırlamıştı. İttihadcılar Serasker Hüseyin Avni�den de ders almamışlardı anlaşılan.
Emanuel Karaso, I. Dünya Savaşı�na sokulan Osmanlı ordusunun iaşe müfettişliğini kapmış ve bu işten yüklü bir servet kazanmıştı. Ancak savaş suçlularının yargılanacağı belli olunca, o da diğer vatan kurtaran arslanlarımız gibi yurtdışında alacaktı soluğu. 1919�da İtalya�ya kaçtı ve orada, kazandığı serveti ölünceye kadar harcadı. Sonradan anlaşıldı ki, Karaso, İtalyan vatandaşıymış! Mazzini�nin büyük planı, belki de bir tek yerde, Osmanlı�da başarılı olmuştu.
.
Osmanlı’nın ‘Da Vinci şifresi’
Osmanlı’nın ‘Da Vinci şifresi’
Batı, kendi tarihini yeniliyor, güncelliyor, bıkmadan usanmadan gündeme getiriyor. Bir yandan “Truva”, öbür yandan “Kral Arthur”. Haçlı Savaşları’nı anlatan “Cennetin Krallığı” ile Hz. İsa’nın çilesini işleyen “The Passion”, el ele erişilmez bir Avrupa-merkezli tarihi beyinlere pompalıyorlar.
Batı, tarihin hükümdarı olarak beyazperdeden zihinleri bombardımana tutmakla meşgul. Diğer tarihler, ancak çerez olarak katılabiliyorlar kervana; figüran olarak daha doğrusu.
Hep geç kalıyorum ama acelem yok, çünkü benim malzemem hep �burada�. Tarih, bir laboratuvar olarak her daim önümde. �Da Vinci Şifresi�nin modası geçmiş olabilir ama tarihimizin Leonardo Da Vinci ile ilgili sayfası hafızalardan silinmeyecek ilginçlikte. Bakın nasıl gelişmiş olaylar� Geriye gidelim biraz, tarihlerimizde �Sofu� diye küçümsenen II. Bayezid�in iktidar yıllarına�
II. Bayezid�in bilim ve sanata olan merakı, Avrupa semalarında yankılanadursun, Floransa�dan bir allâme-i cihân, Leonardo nam bir âkil zat, bir proje hazırlamakla meşguldür. Şöhretini işittiği II. Bayezid�e, takdir edeceği ve kendisine çil çil altınlar kazandıracak bir proje sunmaktır niyeti. Oturur, hesaplar, yazar çizer ve sonunda not defterine şu cümleleri düşer:
İstanbul�da Galata Köprüsü
Genişliği 24 metre, su üstü yüksekliği 42 metre, uzunluğu 360 metre, yani deniz üzerindeki kısmı 240 metre, karaya oturan kısmı da 120 metre olan mahmuzlu bir köprü.� Bildiğimiz, projenin Sultan Bayezid�in önüne gittiği ve yetkililerce incelendiğidir. Ancak bu yanlış mühendislik hesaplarıyla dolu hayalî proje reddedilir. Rönesans�ın dâhisinin yanlış hesabı, İstanbul�dan dönmüştür. II. Bayezid, dâhi denilen bir adamın yapa yapa bu gerçekçi olmayan çizimleri yaptığına inanamamaktadır. Leonardo Da Vinci, artık Sultan�ın gözünden düşmüştür. Belli ki, hatasını kendisi de kabul etmiş ve başarısız projesini sağlığında yayınlamaktan kaçınmıştır. (Bu projeyi ve çizimleri Topkapı Sarayı Müzesi�nde bulup ilim âlemine sunan kişinin Franz Babinger olduğunu belirtelim.)
Ancak Osmanlı hükümdarı, Rönesans dâhilerini imtihana çekmekten usanmaz. II. Bayezid�in hedefinde şimdi de Da Vinci�nin ezelî rakibi Mikelanj vardır. Pazarlıklar Mikelanj�la sürdürülür. Hatta İstanbul�dan bir heyetin İtalya�ya kadar gidip Mikelanj�a proje teklif ettiklerini bile biliyoruz. (Yandaki tablonun ressamı, bu teklif sahnesini canlandırmıştır.) Ancak bu görüşmelerden herhangi bir sonuç alınamamış, muhtemelen gitmesine izin verilmemiştir. Bu, işin bir cephesi. Rönesans�ın dâhi çocuklarının para ve şöhretin kaynağının Doğu�da olduğunu keşfetmeleri yeni bir olay değil. Bellini�nin Fatih�e hayranlığını, son Bizanslı filozof Plethon�un bir eserini Fatih için yazdığını biliyoruz. Ancak ya hümanistlerin Kanuni Sultan Süleyman�a hayran olduğunu söylersem�
İşte bunlardan birisi: İtalya�nın en ünlü hümanistlerinden Pietro Aretino, Kanuni�nin yetenek ve meziyetlerinin o kadar iyi farkında ve kendisine o kadar hayran ki, 1532�de saraya bizzat başvurarak hizmetine kabul edilmesini ister. 1533�te bu defa Dermoyen adlı bir halı firmasının İstanbul�a dokumacılar ve tüccarlar gönderip Kanuni�ye halı dokumak için izin aldığını görüyoruz.
Peki nereden biliyorlar Sultan�ın el sanatlarına olan merakını? Daha bir yıl önce Kanuni Venediklilere 7 katlı nefis bir taç siparişi vermiştir de ondan. Kanuni�nin bu taçla Viyana surları önünde yaptığı muhteşem bir geçit resmi vardır ki, yalnız Viyana�yı değil, neredeyse bütün Avrupa�yı etkilemiştir.
16. yüzyılda Osmanlı hanedanı üyeleri, Avrupa�nın sanat ve bilim alanındaki en büyük himayecileri olmuş çıkmışlar, yalnız Cem Sultan�la değil, II. Bayezid�le de, yalnız Fatih�le değil, Kanuni ile de Doğu�nun ve Batı�nın şemsiyeleri altında toplanacağı bir büyük idealin peşinde koşmuşlardı. Nitekim 19. yüzyıl sonunda Abdülaziz�e beste yapıp gönderen Liszt, ondan maddî yardım isteyen Wagner, II. Abdülhamid�in yardım gönderdiği Pastör ve Koch, bize Da Vinci ve Mikelanj zamanındaki ilişkilerin sonraki dönemlerde de devam ettiğini gösteren örnekler.
Değişen tek şey, muhtemelen kendimize güvenimizdi. Bir zamanlar Da Vinci�nin dahi hatalarını buluyorken, 19. yüzyılda artık bilgi adına ne varsa Avrupalılardan öğrenmeye çalışıyorduk. Sebebi üzerinde, birilerini suçlayıp karalamadan düşünmeye değmez mi?
.
Osmanlı’nın ‘Da Vinci şifresi’
Osmanlı’nın ‘Da Vinci şifresi’
Batı, kendi tarihini yeniliyor, güncelliyor, bıkmadan usanmadan gündeme getiriyor. Bir yandan “Truva”, öbür yandan “Kral Arthur”. Haçlı Savaşları’nı anlatan “Cennetin Krallığı” ile Hz. İsa’nın çilesini işleyen “The Passion”, el ele erişilmez bir Avrupa-merkezli tarihi beyinlere pompalıyorlar.
Batı, tarihin hükümdarı olarak beyazperdeden zihinleri bombardımana tutmakla meşgul. Diğer tarihler, ancak çerez olarak katılabiliyorlar kervana; figüran olarak daha doğrusu.
Hep geç kalıyorum ama acelem yok, çünkü benim malzemem hep �burada�. Tarih, bir laboratuvar olarak her daim önümde. �Da Vinci Şifresi�nin modası geçmiş olabilir ama tarihimizin Leonardo Da Vinci ile ilgili sayfası hafızalardan silinmeyecek ilginçlikte. Bakın nasıl gelişmiş olaylar� Geriye gidelim biraz, tarihlerimizde �Sofu� diye küçümsenen II. Bayezid�in iktidar yıllarına�
II. Bayezid�in bilim ve sanata olan merakı, Avrupa semalarında yankılanadursun, Floransa�dan bir allâme-i cihân, Leonardo nam bir âkil zat, bir proje hazırlamakla meşguldür. Şöhretini işittiği II. Bayezid�e, takdir edeceği ve kendisine çil çil altınlar kazandıracak bir proje sunmaktır niyeti. Oturur, hesaplar, yazar çizer ve sonunda not defterine şu cümleleri düşer:
İstanbul�da Galata Köprüsü
Genişliği 24 metre, su üstü yüksekliği 42 metre, uzunluğu 360 metre, yani deniz üzerindeki kısmı 240 metre, karaya oturan kısmı da 120 metre olan mahmuzlu bir köprü.� Bildiğimiz, projenin Sultan Bayezid�in önüne gittiği ve yetkililerce incelendiğidir. Ancak bu yanlış mühendislik hesaplarıyla dolu hayalî proje reddedilir. Rönesans�ın dâhisinin yanlış hesabı, İstanbul�dan dönmüştür. II. Bayezid, dâhi denilen bir adamın yapa yapa bu gerçekçi olmayan çizimleri yaptığına inanamamaktadır. Leonardo Da Vinci, artık Sultan�ın gözünden düşmüştür. Belli ki, hatasını kendisi de kabul etmiş ve başarısız projesini sağlığında yayınlamaktan kaçınmıştır. (Bu projeyi ve çizimleri Topkapı Sarayı Müzesi�nde bulup ilim âlemine sunan kişinin Franz Babinger olduğunu belirtelim.)
Ancak Osmanlı hükümdarı, Rönesans dâhilerini imtihana çekmekten usanmaz. II. Bayezid�in hedefinde şimdi de Da Vinci�nin ezelî rakibi Mikelanj vardır. Pazarlıklar Mikelanj�la sürdürülür. Hatta İstanbul�dan bir heyetin İtalya�ya kadar gidip Mikelanj�a proje teklif ettiklerini bile biliyoruz. (Yandaki tablonun ressamı, bu teklif sahnesini canlandırmıştır.) Ancak bu görüşmelerden herhangi bir sonuç alınamamış, muhtemelen gitmesine izin verilmemiştir. Bu, işin bir cephesi. Rönesans�ın dâhi çocuklarının para ve şöhretin kaynağının Doğu�da olduğunu keşfetmeleri yeni bir olay değil. Bellini�nin Fatih�e hayranlığını, son Bizanslı filozof Plethon�un bir eserini Fatih için yazdığını biliyoruz. Ancak ya hümanistlerin Kanuni Sultan Süleyman�a hayran olduğunu söylersem�
İşte bunlardan birisi: İtalya�nın en ünlü hümanistlerinden Pietro Aretino, Kanuni�nin yetenek ve meziyetlerinin o kadar iyi farkında ve kendisine o kadar hayran ki, 1532�de saraya bizzat başvurarak hizmetine kabul edilmesini ister. 1533�te bu defa Dermoyen adlı bir halı firmasının İstanbul�a dokumacılar ve tüccarlar gönderip Kanuni�ye halı dokumak için izin aldığını görüyoruz.
Peki nereden biliyorlar Sultan�ın el sanatlarına olan merakını? Daha bir yıl önce Kanuni Venediklilere 7 katlı nefis bir taç siparişi vermiştir de ondan. Kanuni�nin bu taçla Viyana surları önünde yaptığı muhteşem bir geçit resmi vardır ki, yalnız Viyana�yı değil, neredeyse bütün Avrupa�yı etkilemiştir.
16. yüzyılda Osmanlı hanedanı üyeleri, Avrupa�nın sanat ve bilim alanındaki en büyük himayecileri olmuş çıkmışlar, yalnız Cem Sultan�la değil, II. Bayezid�le de, yalnız Fatih�le değil, Kanuni ile de Doğu�nun ve Batı�nın şemsiyeleri altında toplanacağı bir büyük idealin peşinde koşmuşlardı. Nitekim 19. yüzyıl sonunda Abdülaziz�e beste yapıp gönderen Liszt, ondan maddî yardım isteyen Wagner, II. Abdülhamid�in yardım gönderdiği Pastör ve Koch, bize Da Vinci ve Mikelanj zamanındaki ilişkilerin sonraki dönemlerde de devam ettiğini gösteren örnekler.
Değişen tek şey, muhtemelen kendimize güvenimizdi. Bir zamanlar Da Vinci�nin dahi hatalarını buluyorken, 19. yüzyılda artık bilgi adına ne varsa Avrupalılardan öğrenmeye çalışıyorduk. Sebebi üzerinde, birilerini suçlayıp karalamadan düşünmeye değmez mi?
.
Osmanlı diyaloğu böyle yapardı: Vatikan’da kilise yaptıran padişah kim?
Osmanlı diyaloğu böyle yapardı: Vatikan’da kilise yaptıran padişah kim?
Hiç ihtimal verir miydiniz bir Osmanlı padişahının hem de Papalığın göbeğinde bir kilise inşaatına katkıda bulunduğuna? Artık vermeniz gerekiyor, zira kimi cahillerin hâlâ hakkındaki “Kızıl Sultan” teranesini devam ettirdiği II. Abdülhamid, kendisinden yardım isteyen Papa’nın çağrısını geri çevirmemiş ve İstanbul’dan Roma’ya hem para, hem de kilisenin süslemesinde kullanılmak üzere malzemeler göndermişti.
İşte diyaloğun Osmanlıcası:
Hatırlayacaksınız: Sultan Abdülhamid�in Kadıköy, Yeldeğirmeni�nde Hemdat İsrael Sinagogu�nun yapımına müsaade etmek bir yana, Rumların saldırısına karşı özel koruması altına aldığını ve bu sayede inşa edilebildiğini daha önce yazmıştım. Aynı şekilde İstiklal Caddesi�nden Tünel�e giderken sol kolda merdivenle inilen Santa Maria Draperis Kilisesi�nin inşasına katkıları sebebiyle giriş kısmına yine Sultan Abdülhamid�in adının yazılı olduğu bir kitabe konulduğunu da biliyoruz.
Abdülhamid Han�ın �Osmanlı memleketleri�nde (�Memâlik-i Osmâniye�) yaşayan gayrimüslimlere ait çeşitli dinî binaların yapım ve tamirine aynî ve nakdî yardımlar gönderdiği de, kayıtlara geçmiş durumda. Ancak Osmanlı sınırları içinde bulunmayan, üstelik Vatikan�ın göbeğindeki bir kilisede Abdülhamid�in katkısını görmek yine de şaşırtıcıdır.
Karışık şeyler okuduğumu bilen bilir. Bunun bir faydasını da şu anda okumakta olduğunuz yazıda gördüğümü söylemem lazım. Zira bu hususa dikkatimi çeken, masonların çıkardığı bir dergideki yazı oldu. Celil Layıktez, 1995 yılında (1) Roma�ya yaptığı bir bayram tatili seyahatinden söz ediyor. Daha önce �Muhterem Üstadı Ziya Umur�dan Vatikan�daki San Gioacchino in Prati Kilisesi�nin özelliğini işitmiş olan yazarımız, seyahat sırasında gidip kiliseyi bulmuş ve Redentorista tarikatına mensup Başrahibi Padre Benito Bissacco ile görüşmüştür.
Layıktez�in Başrahip�ten aldığı bilgilere göre, kilisenin temeli 1 Ekim 1891�de atılmış ve 1898 yılında da ibadete açılmıştır. Başrahip Bissacco�nun II. Abdülhamid�in kiliseye katkısını belirten sözleri ise şöyle: �Sultan Abdülhamid�in yardımı aynî ve nakdî olmuş. Aynî olarak kilise içi süslemelerde ve �dış kapıların yapımında kullanılan Lübnan sedir ağaçlarını yollamış.�
Buna göre, Papa, kilisenin inşasına mali destek sağlamak için dünyadaki devlet başkanlarından yardım istemiştir. Oluşturulan fona, Sultan Abdülhamid�in de aralarında olduğu 24 devlet başkanı cevap vermiş ve katkıda bulunan ülkelerin isimleri, yanda gördüğünüz gibi, giriş kısmında tavana yakın lento üzerine mermer mozaiklerle yazılmıştır. Osmanlı Devleti�nin ismi de buraya Latin alfabesiyle �Memalik-i Osmaniye� şeklinde yazılmıştır.
Buna şaşırmamak lazım, çünkü Halife-Sultan, toprakları üzerinde yaşayan Katoliklerin de koruyucusuydu. Tabii bu kilisenin yapımına katkıda bulunmak suretiyle müthiş denge politikasına yeni bir aktörü dahil ediyor, Papalığa yakın mesajlar göndererek Avrupa�da aleyhimize esen havaya karşı bir propaganda fırsatı yakalamak da istiyordu. Nitekim Papalık ile ilişkisini sıcak tutmak amacıyla başka hamlelerde de bulunduğunu görüyoruz.
Mesela Sandıklı yöresinde bulunan Hıristiyanlığın ilk çağlarına ait bazı mermerlerin Müze-i Hümayun aracılığıyla Papa�ya gönderilmesini emrettiğini Hazine-i Evrâk kayıtlarından ayrıntılarıyla öğrenme imkânına sahibiz (bkz. 1310 (1884) tarihli 1724 numaralı hususî irade). II. Abdülhamid bununla da yetinmeyerek Vatikan�a Roma�dan ayrı bir elçi tayinini arzu etmiş ve arzusu üzerine Atina Büyükelçisi Asım Bey�in bu göreve atanması için harekete geçilmiştir (bkz. Başbakanlık Arşivi, 1314/1315 (1888-1889) tarihli 1138 ve 1219 sayılı belgeler). (2)
Sultan Abdülhamid�in yurtiçindeki sinagog ve havra inşaatlarına gösterdiği ihtimamın asıl sebebi, nasıl kendisine vergi veren Müslüman veya gayrimüslim teb�asının dinî ihtiyaçlarını gözetmek gibi bir �imparatorluk� tavrı ise, Vatikan�daki San Gioacchino in Prati Kilisesi�ne yaptığı yardım da, ne sözümona �kardinal� olduğundan, ne de Katolikliğe yakınlık duyduğundandır. Asıl amacı, emperyalizmle milliyetçiliğin el ele vererek kırmaya azmettikleri Memâlik-i Osmaniye platosunun bütünlüğünü korumaktı. Bunu da Katolik dünyasının dinî lideri Papa�yla diyalog kurarak başaracağına inanıyordu.
Sultan Abdülhamid, gönderdiği �Biz buradayız� mesajının, Vatikan çayırlarında (�prati� �çayır� demektir) bir hoşgörü rüzgârı gibi esmesi gerektiğine inanmıştı. Tabii böylece Avrupa kamuoyuna hoşgörünün en geniş ölçüde yaşandığı �ada�nın sesini de duyurmuş oluyordu.
Velhasıl, Osmanlı hoşgörüsü, II. Abdülhamid eliyle Vatikan çayırlarına kadar uzanmıştı. Geleceğe paha biçilmez değerde bir mesaj bırakarak hem de� İster misiniz şimdi Sultan Abdülhamid�i de kardinal ilan edenler çıksın!.. m.armagan@zaman.com.tr
dipnotlar
(1) Celil Layıktez, �Osmanlı yardımıyla Roma�da inşa edilen kilise: S. Gioacchino in Prati�, Tesviye, Sayı: 17, Mayıs 1995, s. 26-27. Bir tarihçi olarak bu yazıda aktarılan bilgileri başka kaynaklardan teyid etmem gerekiyordu. Bu işi, Mario Antonio Ebcim ve Ahmet Eren Kademoğlu beyefendiler yaptı. Fotoğraflar Ahmet Eren�e ait.) Her ikisine de teşekkür ediyorum.
(2) Taha Toros, �Benden selam olsun, Roma�daki Papa�ya!�, Yıllarboyu: Yakın Tarih Dergisi, Sayı: 7, Ekim 1978, s. 37.
.
Halife ismi taşıyan Osmanlı padişahı yok mu?
Halife ismi taşıyan Osmanlı padişahı yok mu?
Uzun zamandır, Sultan II. Abdülhamid hakkında yazmakta olduğum kitaptan dolayı söz verdiğim halde sorularınızı cevaplandıramamıştım.
Neyse ki, kitabı yayıncıya teslim ettim ve kısmen rahatladım. Bugün sorularınıza toplu olarak cevap veriyorum. Kaynaklarımı ayrıca belirtmeye yerimin müsait olmadığını bilmem söylememe gerek var mı?
Soyadını belirtmeyen Levent adlı bir okuyucum soruyor:
�Arkadaşlarla tartıştık. Halifelerin ismini taşıyan bir Osmanlı padişahı yok. Acaba bunun hususi bir sebebi var mı?�
Aslında cevap, sorunun içinde mündemiç. �Osmanlı Devleti� dediğimize göre, üçüncü halife Hz. Osman�ın adını taşıyan bir devletten bahsediyoruz demektir. Kaldı ki, bir değil, üç Osman, Osmanlı tahtına çıkmıştır: Osman Gazi, �Genç� Osman ve III. Osman. Tahta çıkma fırsatı bulamamış şehzadeler arasında Osman, Ömer ve Ali gibi isimlere rastlanıyor: Fatih�in kardeşlerinden Alaaddin Ali, III. Murad�ın Ali ve Ömer adlı oğulları, III. Ahmed�in Ali adlı oğlu… Yakın zamanlarda ise Abdülaziz�in torunu ve Halife Abdülmecid�in oğlu Şehzade Ömer Faruk en bilinenleri.
Ancak hanedan üye ve mensupları arasında ilk halife Hz. Ebubekir�in ismine rastlanmaması gerçekten de tuhaf. Acaba Peygamber Efendimiz�in (sas) ismini, hürmetlerinden Mehmed�e çevirdikleri gibi, Ebubekir�in yerine de bir başka ismi mi tercih etmişlerdi? Ancak bugün dahi Türkiye�de Ebubekir ismine, diğer Halife isimleri kadar sık rastlanmadığı da bir vakıa. Yani biz Muhammed ve Ebubekir isimlerine apayrı bir saygı göstermiş, onları çocuklarımıza isim olarak koymakta epey cimri davranmışız. Osmanlı hanedanı dahi böyle yapmış görünüyor.
Osmanlı Anadolu�yu sömürdü mü?
Mehmet Güneş adlı okurumun sorusu ezelî derdimize sanki tuz basıyor:
�Bir arkadaşım Osmanlı�nın Anadolu�yu sömürüp başkentler hariç dışarıyı imar ettiğini iddia ediyor ve Anadolu�ya gerçek hizmeti Selçuklu Devleti�nin yaptığını söylüyor. Örnekler de veriyor. Arkadaşın karşısında cevap veremedim. Yardımcı olur musunuz?�
Bir kere nereyi sömürmüş ki Osmanlı, Anadolu�yu da sömürsün? Bu Cumhuriyet�in kuruluş dönemine ait kılıç artığı görüşlerin daha ne kadar esiri olacağız?
Afakî konuşmak yerine, bana somut olarak mesela Osmanlı şu şehre tek bir çivi çakmamıştır, desinler. Yok böyle bir şehir. Olamaz da. Adam sömürecek olsa bile 500 yıl boyunca nasıl olur da bir çivi çakmaz? Koca koca insanların aklı bu çocukça iddiayı nasıl ciddiye alabiliyor? Ve siz nasıl cevap veremiyorsunuz, anlamıyorum. Biraz etrafınıza baksanız, hakikati göreceksiniz aslında.
Bundan birkaç ay önce Samsun ve Artvin illerinde Osmanlı eserlerinin oranının yüzde 80�in üzerinde olduğunu yazmıştım. Geçen hafta sevgili dostum Konya Selçuklu Belediyesi Başkanı Adem Esen�i ziyaretimde üç mükemmel cilt kitap hediye etti bana. İncelediğimde gördüm ki, Konya gibi adı Selçuklu ile özdeşleşmiş bir ilimizde dahi, Osmanlı eserleri Selçuklu ve Beylikler dönemi eserleriyle at başı gidiyordu. Kaldı ki, Selçuklu eserlerinin bugüne ulaşmalarını, Osmanlıların tamir ve katkılarına borçlu oldukları da ortaya çıkıyor bu kitaplarda. Yani Anadolu�daki Selçuklu medeniyeti bugüne gelebilmişse bu, mutlak bir şekilde Osmanlıların himmet ve gayretleri sayesindedir! Osmanlı�yı aradan çekip çıkarttığımızda Selçuklu cephesinde de büyük bir boşluk açmış olacağımızı hiç düşünmüyoruz nedense.
Osmanlı okyanuslara neden açılmadı?
Adem Artan kardeşim daha önce kısmen ele aldığım bir soruya kement atmış:
�Osmanlı�nın deniz gücünün okyanuslara dayanıklı olmadığı sıkça tekrarlanıyor. Osmanlı, neden okyanuslara açılmadı, okyanus tecrübesi neden sınırlı kaldı? Yoksa yöneticilerin ufku �iç denizler� ile mi sınırlıydı? Karada bu kadar geniş fetihlerde bulunan bir devletin deniz seferlerinin sınırlı kalmasını neye bağlamalıyız?�
�Kır Zincirlerini Osmanlı� adlı kitabımda Osmanlı�yı bir kara gücü gibi düşünenlerin yanılgısına dikkat çekmiş ve Palmira Brummett adlı ABD�li araştırmacının Osmanlı�nın sadece bir �fil� değil, �yüzen bir fil� olduğu yolundaki tespitini sizlerle paylaşmıştım.
Maalesef Osmanlı donanmasının Akdeniz�den dışarıya burnunu çıkartmadığı dolmasını o kadar kolay yutuyor ve yuttuktan sonra da başkalarına o kadar kolay yutturuyoruz ki, nedense İzlanda adasına baskınlar düzenleyen, İngiltere sahillerini bombardıman eden, Hint Okyanusu�na açılıp Portekizli denizcilerle derya üzerinde kovalamaca oynayanların Osmanlı kaptan ve leventleri olduğunu bir türlü hatırımıza getirmiyoruz. İngiltere�nin tarihindeki en büyük deniz zaferlerinden birisini, 1588�de donanmamız sayesinde kazandığını biz göz ardı edebiliriz; ama Jerry Brotton adlı İngiliz araştırmacı, �bu yüzden Türklere teşekkür borçluyuz� diye yazabiliyordu The Guardian gazetesinde.
Mezomorta Hüseyin Paşa�nın İspanyol donanmasına karşı kazandığı Koyun Adaları zaferini, Ferah Cerbe deniz savaşını, Seydi Ali Reis�in Hind seferlerini bilmeyen nesillere Barbaros Hayreddin Paşa�nın bir sürpriz, bir �deniz kazası� gibi anlatılmasından daha tabii bir şey olamazdı. Eğer genç nesillere Yavuz Sultan Selim�in Mısır�ı aldıktan sonra Süveyş�te büyük bir okyanus donanması kurulması emrini verdiğini öğretmiyorsak, �Osmanlı okyanuslara açılamadı� yargısının neden bu derece yayıldığına da şaşmamalıyız. (Tabii bir de, Hazar Denizi seferlerimiz var ki, başlı başına bir derya!)
Velhasıl, Osmanlı deniz tarihini henüz hecelediğimizi söylememiz gerekir. Konuşmaya başladığında nasıl bir manzara ortaya çıkacağını kimse tam olarak kestiremiyor ne yazık ki!
Neden Osmanlı�dan nefret ediliyor?
Parahat Recebov adlı Türkmenistanlı bir öğrenci, biraz da şaşkınlık içinde şu satırları yazmış:
�Üniversitede Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi derslerinde Osmanlılar sanki Türk değilmiş gibi anlatılıyor. Osmanlı�yı hep kötülüyorlar. Anlamakta çok zorluk çekiyorum. Öyle bir tarihlerinin olduğundan aşağılık kompleksi duyuyorlar gibi geliyor bana. Neden böyle bir düşünce var? Neden Osmanlı�yı hep kötülüyorlar?�
Doğrusu sevgili Parahat�a ne cevap vereceğimi ben bilemedim. Siz olsanız nasıl izah ederdiniz kendisine bu durumu? Bu defa cevaplarınızı bekliyorum…
.
Osmanlı’nın Afrika oyunu
Osmanlı’nın Afrika oyunu
Başbakan Erdoğan’ın güney Afrika ziyareti sırasında Osmanlı yeniden gündeme geldi. Gazetelere göre Bakan Tüzmen, Hartum’da bazı paşalarımızın mezarlarını görünce heyecanlanmış ve bir Osmanlı Müzesi kurulmasını istemiş Sudanlı yetkililerden. Müze kurulur mu bilinmez ama tarih müzemde bölgeyle ilgili ilginç bir sayfa açılıyor önüme.
İtalya, emperyalist paylaşımda geriden gelen ve bakir topraklar bulmak umuduyla en yakınına bakan Avrupalı güçlerden. Kızıldeniz�e bakar ve Eritre�yi gözüne kestirir. Biraz daha güneye bakar ve Somali iştahını kabartır. Nihayet kuzey Afrika kıyılarına gözü takılınca, Trablusgarb ve Bingazi�nin, yani bugünkü Libya�nın en kolay koparılacak parça olduğunu fark eder. Fransa�nın Fas�la meşguliyetini fırsat bilen İtalya, bu yağlı lokmayı kapmak için harekete geçmiştir. Yıllardan kaç mıdır? 1901 veya bilemediniz 1902.
Yıldız Sarayı�ndaki adamın eli de armut toplamıyordur sonuçta. Onun da hafiyeleri, Avrupa�da dolaşan havadis rüzgârlarını Yıldız�ın telgrafhanesine bildiriyorlardı. Sultan II. Abdülhamid, Afrika�daki son Osmanlı topraklarının da elden çıkmaması için neler yapabileceğini düşünmektedir. Bir müttefik lazımdır bu işte kendisine. İngiltere�nin niyeti zaten bozuktur. Fransa�nın Fas�tan sonra Libya�ya döneceği bellidir. Rusya�yı bu işe bulaştırmanın kurda kuzu teslim etmekten farkı yoktur. Öyleyse ne yapılmalıydı?
Çözümü, dışarıdan değil, içeriden bulacaktır Abdülhamid: Bingazi�nin güneyinde ve Büyük Sahra�nın ortasındaki yemyeşil Kufra vahasında yaşayan Sunusiler harekete geçirilip örgütlenebilirse, Trablusgarb elimizde kalabilirdi. Bunun için bir sondaj yapılmalıydı. Nitekim Arapça, Fransızca ve Almancayı iyi bilen Azmzade Sadık Müeyyed Paşa�yı Sunusilere gönderdiğini görüyoruz.
Paşa, Sunusileri devlete yeniden bağladı ve sadakat yemini ettirmeden geri dönmedi. İşte Afrika�nın bu köşesinde Sunusilerin Osmanlı�ya 1919�a kadar sadık kalmaları ve İtalyan işgal kuvvetlerine kök söktürmeleri, Sultan�ın bu önden giden adımı sayesinde mümkün olmuştu.
O yıllarda Afrika�da bağımsızlığını muhafaza eden birkaç devletten birisi de Habeşistan�dı. Kral Menelik, kendisini Hz. Süleyman�ın torunu ilan etmişti. Habeşlerin beşte ikisi Müslüman, geri kalanı Hıristiyandı. Ten renkleri siyah olmasına rağmen Afrika ırklarından olmayan Habeşliler, Araplar ve Yahudiler gibi Sami ırkındandı, dilleri de İbranice ve Arapçaya akrabaydı.
Abdülhamid, Habeşistan�ın bu özelliklerini inceden inceye düşündü. Onlardan İtalya�ya karşı nasıl yararlanabilirdi? Sonunda Kral�a bir askerî heyet göndermeye karar verdi. Üç kişilik heyetin başında yine Sadık Müeyyed Paşa�yı görmekteyiz. Paşa, yanına birçok değerli hediye alarak başkent Adisababa�nın yolunu tuttu.
Görünüşe bakılırsa diplomatik bir ziyaretti bu. Ama asıl amacı gizli tutulmuştu. Önce Cibuti�ye çıkıldı, oradan başkente geçildi. Heyet parlak törenlerle karşılandı. Sadık Müeyyed Paşa, Kral�a, Abdülhamid�in, �Sen ki Hz. Süleyman�ın torunu ve Habeş Müslümanlarının hâmîsisin…� diye başlayan mektubunu takdim etti. Ardından değerli hediyeler çıktı meydane. Osmanlı nişanları, altın, gümüş ve elmas kabzalı kılıçlar, kamalar vs. Ayrıca Padişah�ın Kral�a müşir, yani mareşal rütbesi tevcih etmesi, müthiş bir etki yapmıştı. Habeş kabilelerinin reisleri dahi utulmamış, Sultan onlara da birçok değerli hediye göndererek kalplerini fethetmeyi başarmıştı.
Yeme içme fasılları bittikten sonra sıra asıl mühim işe gelmişti, yani gizli mesajın açıklanmasına. Mesajda, İtalya�nın Habeşistan�ı işgal etmek için gizli gizli hazırlık yaptığı bildiriliyordu. Saldırının semtini bile söylemiş, Eritre ve Somali üzerinden yapılacağı duyurulmuştu Kral�a. Gerçi 7-8 yıl önce böyle bir işgal teşebbüsünde Habeşliler gereken dersi vermişlerdi İtalya�ya; bu olayın hatıraları henüz tazeydi. Padişahın gizli mesajı, yaraya tuz basmış, İtalyan aleyhtarlığı yeniden hortlamıştı Habeşliler arasında.
Tabii sadece hediyeyle olmazdı; silah almaları için nakit para da gönderilmişti. Yardım hedefine ulaşmıştı. Silahlanan ve güçlenen Habeşlileri kimse tutamazdı artık. İtalyanlar bu Habeşlileri kimin uyandırdığını merak ededursun, Abdülhamid�in ördüğü örümcek ağına ağır ağır takılıyorlardı. Trablusgarb ve Bingazi�deki İtalyan askerler, derhal hareketliliğin görüldüğü Habeşistan sınırına kaydırıldı. Gerçi İtalya ile Habeşistan arasında bir çatışma çıkmadı ama Abdülhamid�in oyunu tutmuştu. Çünkü İtalyanların Libya ve Bingazi�ye sevk edecekleri askerlerden kurtulmuş, böylece derin bir nefes almıştı.
Ancak İttihatçılar, Trablusgarb ve Bingazi sahillerine Hamidiye Karakolları kuran ve silah depoları yaptıran Abdülhamid�in ince politikasının tersine, silahları merkeze aldırmış ve direniş güçlerini zayıflatmışlardı. Bunu öğrenen İtalyanların Trablusgarb ve Bingazi çıkarması hedefine ulaşmıştı. Ancak Sunusiler sayesinde, iç bölgelerde 1919�a kadar bu vatan toprağını savunmaya devam edebilmiştik. Libya�da direniş, Şehzade Osman Fuad Efendi başta olmak üzere bir avuç Osmanlı subayı eliyle, Mondros Mütarekesi imzalanmasına rağmen, devam etmişti.
Abdülhamid�in siyasî dehası, stratej tarafı, imparatorluğun gelecekteki kaçınılmaz büyük kapışmada nasıl planlı bir şekilde savunulacağının da ipuçlarını ortaya koyuyordu. Merkezi ordu her yere yetişemezdi kuşkusuz; ama yerel güçlerle yapılacak işbirliği, direnişi daha uzun ömürlü kılabilirdi. Nitekim onun gayrimüslim unsurların giderek koptuğu bir imparatorlukta İslamî unsurları öne çıkarma ve Türk, Arap, Kürt, Arnavut ve Çerkeslerden yeni ve daha küçük bir imparatorluk kurma planındaki ısrarını anlayabiliyoruz. Libya, onun gözünde Afrika�daki kontrol üssü olacaktı. Aynı şekilde Arnavutluk, Balkanlardaki Osmanlı üssü olarak konumlandırılıyordu. Kuşkusuz bunlar büyük hesaplardı ama her hesabın da bir ömrü vardır. Libya, Abdülhamid�in tahttan indirilmesinin üzerinden 3 yıl bile geçmeden elden çıktı. 6 yıl sonra ise ne Arnavutluk kalacaktı, ne de Arap toprakları.
.
Sultan Vahdettin’in orkestrası Atatürk’e kaçmıştı!
Sultan Vahdettin’in orkestrası Atatürk’e kaçmıştı!
İki hafta önce bu köşede Türkmenistanlı öğrenci Parahat’ın İnkılap Tarihi derslerinden nasıl yakındığını okumuştunuz.
‘Bu dersleri anlatanlar Osmanlı’ya neden düşmanca bakıyorlar?’ diye, dışarıdan bir gözle hayret ettiği bu meselenin düğümünü gevşetmemi istemişti benden. Hatırlarsanız ben de topu size atmıştım. Çok sayıda cevap geldi, içlerinde hafiften makale çapında olanlar dahi vardı. Hepsi bir yana, gayretiniz bana bir şeyi göstermiş oldu: Osmanlı’dan koptuğumuzu bir türlü içimize sindiremiyoruz. Bunun “olabilemeyeceğine” inanıyoruz bütün kalbimizle. İnanıyoruz amma gelin görün ki, okul kitaplarında öbür söylemle baş başa kalıyoruz. İster istemez bir çatlak açılıyor beynimizde. Şizofren kişilikler olup çıkıyoruz sonra.
Pek sık olmasa da, bazı okullara konuşma yapmak için gidiyorum. Dinliyorlar. Tabii tezlerim kafalarını karıştırınca, soru-cevap bölümünde bir feryad figandır gidiyor. Hiç unutmuyorum, bir defasında, hem de tarih öğretmenlerinin yanında, “Ben bana okulda öğretilen tarihe inanmıyorum” demişti bir kız öğrenci.
İnsanları neden böyle yarım beyinli veya özürlü olmaya zorluyoruz? İnanmadıkları ama sırf sınıfı geçmek için öğrendikleri, sonra da hafızalarından jiletle temizledikleri bir bilgi, kimin ne işine yarayacaktır? O zaman bu dersi okutmaktan murad nedir? Aynı durumu fizik veya coğrafya dersleri için bir düşünün bakalım. Bir öğrenci kalksın ve “Ben hocamın öğrettiği fiziğe inanmıyorum, bana gerçek fiziği öğreten kitaplar tavsiye edin” desin. Böyle bir pespayelik olabilir mi? Ama oluyor.
Biz, bize öğretilen tarihin yalan olduğuna inanan ama gerçek tarihin bir yerlere gizlenmiş olduğu yönünde bir tarih tasavvuru (imajı) sunmuş oluyoruz topluma. Ve böylesine şaşılaştırılmış bir toplumdan kendine güvenen, geleceğe emin adımlarla yürüyen ideal nesillerin çıkmasını umuyoruz. Hem çocukları 80 yıllık bir tarihin içine sıkıştıralım, hem de onlardan bu ülkenin büyük adamları olmasını bekleyelim. Nerede o bolluk efendi!
Her neyse, bakın “hüzn-i umumi”miz nasıl kalemimin önüne cazip asfaltlar döküyor ve onu genel konuşmanın kolaycılığına kapılandırıyor. Ama gelin biz öyle yapmayalım ve hafızanıza yeni bilgileri raptiyeleyerek söylediklerimizi kalıcı hale getirelim.
Delikanlı soruyor: Peki, örnek verin TC’nin Osmanlı’dan kopmadığına? Hafızamın aklı karışıyor. O kadar çok ki! Hangisini vereyim? Ben de diyorum ki, bu hafta hiç girmediğimiz bir alandan, musikiden getirelim örneğimizi.
Hem de kimden? Kıyıda köşede kalmış kılıç artığı olay ve kişilerden değil, TC’nin klasik müzik alanındaki medar-ı iftiharı Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’ndan ve bağımsızlığımızın türküsü olan İstiklal Marşımızın bestecisi Osman Zeki Üngör’den. Buyurun, bakalım Osmanlı’dan kopmuş muyuz kopmamış mıyız hep beraber görelim.
Öncelikle şu tespiti yapalım: Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, Muzika-yı Hümayun’dan, yani saray bandosu ve orkestrasından doğmuştur. Yıldız Sarayı’nda, vaktiyle II. Mahmud’un kurduğu, Sultan Abdülmecid’in desteklediği, II. Abdülhamid tarafından yeniden yapılandırılan ve padişahların kendi ceplerinden finanse ettikleri saray bandosu ve orkestrası, zannedildiği gibi sadece marş çalmaz, aynı zamanda klasik Batı müziğinin en müşkil eserlerini dahi icra ederdi. Hatta Yıldız Sarayı’na gelen yabancı konuklara Sultan Abdülhamid’in arzusuyla Beethoven, Wagner, Verdi gibi büyük Batılı bestecilerin eserlerini icra ettiklerini biliyoruz.
Saray bandosu ve orkestrası, rüştünü ispatlamak için 1917 yılında bir Avrupa turnesine çıkmış ve müziğin başkentleri sayılan Viyana, Berlin, Prag gibi şehirlerde klasik Batı müziği konserleri vermişti. Aynı orkestra İstanbul halkına her hafta klasik Batı müziği konseri de veriyordu.
Demek ki, bizim müzikte Batı’ya açılmamızın Cumhuriyet’le bir alakası yok. O kadar yok ki, klasik Batı müziğiyle ilişkimizin Cumhuriyet döneminde tenzil-i rütbe ettiğini dahi söyleyebiliriz. Zira Abdülmecid döneminde bazı ünlü bestecilerin eserlerinin galası dahi İstanbul’da yapılırdı. Cumhuriyet döneminde yeni bestelerin ancak epeyce bayatladıktan sonra geldiğini söylememe gerek yok.
Velhasıl, 1922’ye geldiğimizde Vahdettin’in Muzika-yı Hümayun’unun başında İstiklal Marşımızın bestecisi Osman Zeki Üngör vardır. Üngör’ün de katıldığı beste yarışmasında Ali Rifat (Çağatay) Bey’in bestesi resmi marş kabul edilir. Ancak Üngör’ün, Ankara’ya davet edilmesiyle şans kapıları önüne açılacaktır. Gazi Mustafa Kemal, nasıl Osmanlı ordusunun seçkin paşalarını birer birer yanına çekmişse, bir hakimiyet sembolü olarak Osmanlı saray bandosunu da artık Ankara’da görmek istemektedir. Osman Zeki Bey önce gizli bir görüşme yapar Ankara’da. Sultan’ın bu teması duymasından “hayli korkmakta”dır. Dile kolay! 150 kişilik koca orkestrayı alet edevatıyla, üstelik işgal altındaki bir şehirden kaçırmak hiç kolay bir iş değildir.
Önce 5 kişilik bir piyanist heyetini yollar Ankara’ya, sonra da kendisi gider ve telgrafla çağırır arkadaşlarını. Kaçırma planı hazırdır: Gizlice trenlere taşınan levazımat tam 4 vagonu doldurmaktadır. Ankara’da ilk durakları, istasyonun ambarı olur. Ve kolları sıvayarak, yeni başkentin bağrında ilk senfonik konseri verirler. Tarih 11 Mart 1924’tür. Yer, Milli Sinema’dır. Ve burada Gazi Mustafa Kemal bir jest yaparak İstiklal Marşı’nın Osman Zeki Bey’in bestesiyle çalınmasını ister.
İşte 82 yıldır çalınan İstiklal Marşı, II. Abdülhamid’in Yıldız Sarayı’ndaki müzik okulunda tahsil görmüş (hatta Üngör, yeteneğini keşfeden kişinin Sultan Abdülhamid olduğunu söyler), Sultan Vahdettin’in orkestra şefliğini yapmış, son Halife Abdülmecid’in orkestrasını yönetmiş bir müzisyenin eseridir. Ve onun gayretiyle yine saray orkestrası, yani Muzika-yı Hümayun, Ankara’da bereketli bir doğum yapmış ve içinden, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın yanında, Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası ve Cumhurbaşkanlığı Fasıl Heyeti vücuda gelmiştir. (Saray orkestrası bir batında üç çocuk doğurmuştur anlayacağınız!) Böylece Osmanlı sarayında asırlardır varlığını sürdüren bu köklü müzik okulu, Cumhuriyet müziğini mezun vermiştir. Parahat’ın sorusunu bu bilgilerden sonra bir daha düşünün isterseniz: Kopan bir şey görüyor musunuz?
.
Cem Sultan’ın trajik hayatı
Cem Sultan’ın trajik hayatı
Fatih Sultan Mehmed’in 3 oğlu vardı. Bunlardan Mustafa, babasının sağlığında bir hastalık sonucu 24 yaşında hayatını kaybetti (1474).
Geriye iki çocuğu kaldı: Büyük olanı, Fatih�in henüz şehzadeliğinde doğan (1448) Bayezid, küçük olanı da İstanbul�un fethinden 6 yıl sonra, 1459�da doğan Cem�dir. Annesi, sonradan oğluyla birlikte Mısır�a giderek Kahire�ye yerleşen ve orada 1498 yılında ölen Çiçek Hatun�dur.
Malum, Osmanlı şehzadeleri yetişmeleri için çocuk yaşta sancak yönetimlerine gönderilirlerdi. Şehzade Cem de henüz 9 yaşındayken Kastamonu sancağına çıkartıldı, 15�indeyken de Karaman sancağına. Şehzade Bayezid�in ise yine 9 yaşındayken Amasya�da görevlendirildiğini biliyoruz. Hemen belirtelim ki, şehzadelerin başkente yakın veya uzak sancaklara gönderilmelerinin bir anlamı vardı ve bir nevi onların tahta uzak veya yakın tutulduklarına işaret etmekteydi. Birazdan göreceğimiz gibi, tahta davet haberi ulaştığında, başkente yakın olan şehzadelerin padişahlık şansı, diğerlerine göre yüksek oluyordu.
Fatih, muhtemelen Memluklar üzerine çıktığı bir sefer sırasında Gebze civarındayken hastalandı ve aynı yerde vefat etti (1481). Zehirlendi mi, yoksa bir hastalık mı geçirdi? Bu, hâlâ sonuca bağlanmamış bir tartışmadır. Tabii vefatı üzerine iktidar problemi zuhur etti: Padişah kim olacaktı?
Her iki şehzadeye birden haber gönderildi. Amasya�da bulunan Bayezid, Karaman�daki Cem�den hem haberi daha önce aldı, hem de mesafe yakınlığı sebebiyle İstanbul�a kardeşinden önce vardı, erken gelmenin avantajıyla tahta oturdu. Cem de yola çıkmıştı; fakat İstanbul�a yaklaştığı sırada ağabeyinin tahta çıktığını öğrendi. İsyan alternatifini denemekten başka bir şansı kalmamıştı.
Bunun üzerine kendisini destekleyenler, �Saltanat senin hakkındı, tahta sen geçmeliydin, ağabeyin saltanatı gasp etti� telkinlerinde bulunarak onu isyana teşvik ettiler. Nitekim Cem, birkaç kere isyan teşebbüsünde bulundu. Bir seferinde Bursa�yı eline geçirdi ve 18 gün �padişahlık� yaptı. Bursa halkı da Cem Sultan�ı kabul etti. Bu kısa müddet içerisinde adına para bastırdığı, şehirde hutbelerin onun adına okunduğu biliniyor. Ve bu eski payitahttan ağabeyine bir mektup gönderip �Anadolu benim olsun, Rumeli senin� teklifinde bulundu. Devletin topraklarını bölüşelim diyordu.
Fatih, vefatında 2 milyon 214 bin kilometrekare toprak bırakmıştı. Bunun 1 milyon 703 kilometrekaresi Avrupa�da, yalnızca 511 bin kilometrekaresi Asya�dadır. Yani Rumeli, Osmanlı�nın asıl gövdesini oluşturuyordu. Fatih�in fütuhatını hızla Rumeli�ye yöneltmesi neticesinde Osmanlı İmparatorluğu dünyada en fazla Hıristiyan nüfusu barındıran İslam devleti(!) haline gelmişti. Avrupa�da dahi Osmanlı�daki kadar kalabalık Hıristiyan nüfus barındıran bir devlet mevcut değildi.
Cem Sultan�ın devletin topraklarını bölüşme teklifi, aslında eski Türk-Moğol geleneğinin bir uzantısıydı. Eski Türkler ve Moğollar, Han�ın sağlığında toprakları çocuklarına bölüştürürlerdi. Buna ülüş sistemi adı verilir. Osmanlı sistemi ise bölüşme ilkesini tamamen ortadan kaldırmıştı. II. Bayezid, Cem�e yazdığı cevapta �La erhâme beyne�l-mülûk�, yani �hükümdarlar arasında akrabalık olmaz�, dedi. Ona göre padişah, akrabası olmayan soyut bir kişiliktir. Halil İnalcık�ın dediği gibi, Fatih�ten sonra Osmanlı�nın artık soyut bir devlet kavramına geçmekte olduğunu görüyoruz. Padişah artık gerçek bir kişi değil, tüzel bir kişidir. Onun kardeş, baba, dede, yeğen veya amcanın ötesinde soyut bir tip haline geldiğini görürüz.
Velhasıl II. Bayezid, Cem�in üzerine Ayas Paşa komutasında bir ordu yolladı ve Cem mağlup oldu, önce Karaman�a doğru kaçtı, sonra Memluklara sığındı ve bu arada hac vazifesini yerine getirdi. Nitekim Osmanlı padişah ve şehzadeleri içinde hac vazifesini yerine getiren, yalnız Cem Sultan�dır.
Ancak Cem Sultan daha sonra çok yanlış işlere girdi. Memluklara sığınması, hadi Müslüman bir devlettir, Osmanlılarla düşmanlığı olmakla birlikte anlaşılır bir durum. Ya gidip Rodos Şövalyeleri�ne sığınmasına ne demeli? Tabii Tapınak Şövalyeleri de fırsatı ganimet bilerek Padişah�tan para sızdırmak için ona rehine muamelesi yaptılar. Nitekim daha sonra onu ciddi paralar karşılığında Papa�ya sattılar. Papa da, Cem�in kendi yanında bulunmasını arzu etti. Çünkü o yanında olunca II. Bayezid İtalya seferine çıkamayacaktı.
Cem Sultan gerçekten iyi yetişmiş bir şair, ilme meraklı, entelektüel bir şehzade. Ama şunu da eklemek lazım: Yurtdışına kaçması, Osmanlı�nın sadece aleyhinde olmuştur. Birincisi, prestiji yerle bir oldu Osmanlı�nın; düşünün ki, bir şehzadesi Papa�nın elinde oyuncak haline gelmiş. Gerçi kendisi, �Seni destekleyelim, Anadolu�ya çıkaralım, arkana asker koyalım� tekliflerini hep geri çevirmiştir. Osmanlı onuru bu kadarına el vermemiştir ama yine de pozisyonu Osmanlı�nın ve II. Bayezid�in elini kolunu bağlamıştı. Nitekim Fatih�in vefatından bir yıl kadar önce Otranto�nun fethiyle başlatılan büyük İtalya seferi, Cem meselesinin olumsuz etkileri yüzünden yarım kalmış ve baskılar sonucu vazgeçilmiştir. Bazı kısa görüşlüler II. Bayezid�i, İtalya�dan Gedik Ahmed Paşa�yı geri çağırdı diye pasiflikle suçlarlar. Oysa Cem meselesinin hallinden sonra İtalya seferine denizden devam edildiğini biliyoruz. Demek ki, Cem büyük bir stratejik hata yapmıştı. Böylece Osmanlı tahtına layık olmadığını ortaya koymuş oluyordu.
Gurbette sıkıntılı günler geçirdi ve bu tutsaklık psikolojisi onu fena halde yıprattı. En sonunda bir zehirlenme sonucunda (Bayezid mi zehirletti, yoksa içeriden mi bir suikast oldu, onu tam olarak bilemiyoruz fakat zehirli bir ustura ile tıraş edildiği ve o yüzden öldüğü biliniyor) Napoli�ye gömüldü. Yıl, 1495.
Daha sonra ağabeyi II. Bayezid cenazesini getirtip Bursa�da Muradiye külliyesine defnettirdi. Bu sırada tarihler 1499�u gösteriyordu. Orada kardeşi Mustafa ile aynı türbede kan kırmızısı kalem işlerinin coşturucu alevi ve turkuvaz renkli çinilerin sükûn bahşeden ışıltısı altında son uykusunu uyumaktadır, her tutkulu ömrün alevle başlayıp suyla bittiğini hatırlatırcasına…
Trajik bir hayattı onunkisi. Cem Sultan�ın Osmanlı hanedanının en bahtsız şehzadelerinden birisi olduğu kesin. Ama bu bahtsızlığın zeminini biraz da kendi elleriyle döşemedi mi?
.
Vahdettin’in millete beyannamesi
Vahdettin’in millete beyannamesi
George Orwell’ın “1984”ünü okuyanlar vesikaların istenilirse nasıl değiştirilebildiğine, vesikalara nasıl yalan söyletilebildiğine dair çarpıcı örnekleri hatırlayacaklardır.
Geçen hafta sözünü ettiğimiz telgraf da bu örneklerden biriydi. Mustafa Kemal Paşa’nın Havza’dan Sultan Vahdettin’e çektiği telgrafın içinden gizli bir el bir kelimeyi (“ilkâ”) çıkartmış ve yerine bir başka kelimeyi (“dil-hâh”) koymuştu. Birincisinde Vahdettin’in Mustafa Kemal’i Milli Mücadele’ye göndermenin ötesinde bu fikre zorladığı anlaşılıyor, ikincisinde ise Vahdettin’in gönlünden Milli Mücadele’yi geçirdiği anlaşılıyordu. Anlayacağınız, daha yakışıklı görünmesi için (!) tarihin çehresine nazikçe rötuş yapılmıştı.
Tarihin yüzünü ne kadar boyarsanız boyayın nafile! Günün birinde boyalar bir yerinden dökülmeye başlar. İşte Sivas Kongresi günlerinde çıkmaya başlayan ve Milli Mücadele’nin Anadolu’daki ilk resmî yayın organı olan “İrâde-i Millîye” gazetesinin koleksiyonu, tam da resmî tarihin yüzüne sürülen kat kat boyayı kazıyacak metinlerden oluşuyor. Yayını 14 Eylül 1919’dan 3 Aralık 1922’ye kadar 254 sayı devam eden bu gazetenin bırakın yayınlanmasını, daha bütün sayılarını bir araya getirebilmiş bile değiliz. Hakkında bir yüksek lisans tezi hazırlayan Aytül Tamer, ancak 47 tanesini inceleyebilmiş ki, bazı sayılarının Türkiye kütüphanelerinde değil de, Chicago Üniversitesi arşivinde bulunuyor olması bile Cumhuriyet tarihimizi dahi yeterince ciddiye almadığımızı göstermiyor da neyi gösteriyor dersiniz? (Baksanıza, mesleğinin pirlerinden Prof. Sina Akşin “İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele” adlı ‘bilimsel’ incelemesinde “İrâde-i Milliye”den haberdar dahi değildir! Düşünün gerisini.)
Velhasıl “İrade-i Milliye” koleksiyonuna gidildiğinde, 1919-1922 yıllarının manzarası çok başka bir yüzle karşımıza çıkmaktadır. Bizzat Mustafa Kemal’in yazılarında bile Vahdettin hiç de “hain” ilan edilmiş değildir. Mesela gazetenin 28 Eylül 1919 tarihli nüshasında çıkan “Padişahımız ne emrediyor, hükümet ne yapıyor?” başlıklı makale, son derece ilginç verilerle doludur.
Vahdettin 20 Eylül’de bir beyanname yayınlayarak Anadolu hareketiyle İstanbul hükümetinin arasını bulmaya çalışmış, taraflara savaş baltalarını gömme çağrısı yapmıştı. Atatürk’ün “Nutuk”un sonuna da aldığı bu pek dikkat çekmeyen beyannamede Vahdettin, “halkla hükümet arasında muhalefet varmış gibi gösterilerek Avrupa kamuoyunun aleyhimize dönmesi”ni amaçlayanlar olduğunu söylemekte, 6,5 asırdan beri Avrupa dengesinde önemli bir faktör olan devletimizin bütünlüğünü ve Osmanlı milletinin haysiyetli konumunu garantileyecek bir barışı yakınlaştırması için dua etmekteydi.
İşte bu beyanname, Sivas Kongresi’nden yeni çıkmış olan Milli Mücadele hareketine heyecan vermiş, adeta coşturmuştu. Bundan kısa bir süre önce, ileride Halife olacak olan Veliahd Abdülmecid Efendi de Milli Mücadele’nin yanında olduğuna dair bir “lâyiha” kaleme almış ve bu da gazetenin 3. sayısında yayınlanmıştı. Böylece Sadrazam Ferid Paşa karşısında hem padişahı, hem de veliahdı yanına çektiğini düşünen Anadolu hareketi, bütün toplarını Ferid Paşa’ya karşı ateşlemeye başlamıştı. İşte bu yazıdan birkaç satır:
“Davamızın meşruiyetine karşı bir lutf-i İlahi olarak bugün de tekmil Anadolu efkâr-ı umumiyesine [kamuoyuna] padişahımızın da aynı hissiyat ile mütehassis ve milletle beraber olduğunu ispat edecek bir beyanname-i hümayuna destres olduk [kavuştuk]. Filvaki zât-ı hazret-i hilafet-penâhi, bundan evvel de şeref-müsûle nâil olan bir ecnebi muhabirine vâki olup bütün cihan matbuatına in’ikas eden [dünya basınına yansıyan] beyanat-ı mülûkânelerinde, “Milletle beraber olduklarını” ve “Milletin mukaddesatını müdafaa için pençeleşmeye amade bulunduğunu” söyleyerek hareket-i milliyeyi lütfen takdir etmiş ve hatta cereyanın [hareketin] başında bulunduklarını zımnen ilan buyurmuş olmakla beraber hükümet-i hâzıranın seyyiâtından [Ferid Paşa hükümetinin kötülüklerinden] bahs etmemişlerdi. Son beyannâme-i hümayun ise hemen kâmilen [tamamen] bu mesele hakkındaki nokta-i nazar-ı şahaneyi [Vahdettin’in bakış açısını] millete tebşir etmek [müjdelemek] itibariyle umumun ibret ve minnetini tahrik edecek bir vesika-i tarihiyye addolunabilir [tarihî vesika olarak kabul edilebilir].”
Vahdettin’in 20 Eylül’de yayınladığı beyanname, milli hareket tarafından bir İlahi lütuf gibi karşılanmış, padişahın da milletle beraber ve onun yanında olduğunu ispat etmiş, Anadolu’nun elini kuvvetlendirmişti. Aslında bir yabancı gazeteciye verdiği demeçte Vahdettin bu fikirlerini daha önce de ifade etmiştir. Hatta milletle beraber olduğunu söylemekle yetinmemiş, millet ve vatan uğrunda düşmanlarla pençeleşmeye de hazır olduğunu ifade ile milli hareketi “lütfen” takdir etmiştir. Fakat eldeki beyanname, padişahın desteğine ihtiyaç duyan Anadolu hareketi için bir doping etkisi yapmışa benzemektedir. Bu beyannameyle artık herkes padişaha minnet duyar hale gelmiştir.
İyi ama kim okur, kim dinler bu sözleri? Varsa yoksa Vahdettin haindi, şuydu, buydu. Böyle söyleyenler kendi açılarından resmî tarihin yüzüne bir kat daha astar vuruyor olabilirler. Onlara kızabilirsiniz de. Ancak burada çuvaldızı biraz da kendimize batırmamız gerekiyor. Peki biz Vahdettin’in hain olmadığına inananlar ne yaptık? Onun söylev ve demeçlerini yayınlamak aklımıza geldi mi hiç? Beyannamesi “Nutuk”ta yer aldığı halde gidip oradan da olsa okuduk mu? İttihatçıların elinde payimal olan tahtını tekrar fethedilmek için ne tür operasyonlara giriştiğini, dizginleri nasıl eline aldığını, Meclis-i Mebusan’ı neden kapattığını, Cuma selamlıklarında cephelerden dönen generallerle neler konuştuğunu ve nihayet Mustafa Kemal Paşa’ya hangi “ilkâ”larda bulunduğunu ortaya çıkartacak bir çaba içerisine girdik mi şimdiye kadar?
Birilerine kızmak kolay. “Bir şey” yapmaktır asıl zor olan. İşte size bir teklif: Gelin şu “İrade-i Milliye” nüshalarını toplama işinde bana yardımcı olun. Bir grup oluşturup bunları aynen yeni harflere aktaralım ve bir finansör bularak yayınlayalım! Var mısınız?
.
Mustafa Kemal-Vahdettin tartışmasında son nokta: İşte o telgraf!
Mustafa Kemal-Vahdettin tartışmasında son nokta: İşte o telgraf!
Vahdettin bir beyanname yayınlıyor, Anadolu kamuoyuyla aynı duygularla duygulandığını, milletle beraber olacağını söylüyor ve bu beyanname, en büyük yankıyı, 4-11 Eylül tarihlerinde düzenlenen Sivas Kongresi’nin buğusu henüz üzerinde tüterken Mustafa Kemal tarafından çıkartılan gazetede yapıyor, düğün bayram kutlanıyor.
Savunduğumuz tez belli: Mustafa Kemal Paşa’nın İngiliz işgali altındaki İstanbul’dan Anadolu’ya gidişinde Sultan Vahdettin’in belirleyici bir rol oynadığı ve yalnız ilk düğmeye basan adam olmakla yetinmeyip yıllar içinde de desteğinin devam ettiği.
İnanıyorum ki, 1919-1920’lerin ortamını anlamanın yolu, doğrudan doğruya o günlerin orijinal metinlerine eğilmekten geçiyor. Şunun bunun hatıratından gizli notlar veya filanca kişi Fevzi Çakmak’ın eşinden duymuştu vs. gibi sağ kulağı sol elle gösterme teknikleriyle değil, bizzat resmi belge ve yayınlardan yararlanmak ve sağlamlığı herkesçe teslim edilen metinleri yeniden okumak gerekiyor bunun için de. Bu amaçla 24 Nisan 1920 tarihli TBMM tutanaklarındaki konuşmalar ile Sivas Kongresi sırasında Başkan Mustafa Kemal’in bizzat çıkardığı ve yazılar kaleme aldığı “İrâde-i Millîye” gazetesine başvuracağım. Kaynaklar resmî, konuşan ve yazan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu veya kurucuları. Bundan daha ‘kesin’ hangi belge olabilir? Öyleyse buyurun beraber bakalım o günlere.
14 Eylül 1919’da Sivas’ta çıkmaya başlayan ve 254. sayıya kadar yayınına devam etmiş olan “İrâde-i Milliye” gazetesi, daha sonra Ankara’da çıkacak olan “Hâkimiyet-i Milliye” gazetesinin de öncüsü olmuştur. Milli Mücadele’nin ilk gazetesi olması hasebiyle apayrı bir dikkatle incelenmesi gereken bu gazetenin henüz tam bir koleksiyonunun dahi yapılamamış olması, İnkılap tarihimizin hep eksikli yazılmasının nedenlerinden biridir. Bildiğim kadarıyla birisi Alman, diğeri de amatör bir televizyoncu olmak üzere 3 kişi tarafından araştırılan bu önemli gazete hakkında doğru dürüst bir çalışma yapılmamış olması bilim camiamız açısından çok acıdır.
İhmal, evet. Bu devletin Milli Kütüphanesi bu derece hayatî önemi haiz bir gazetenin koleksiyonunu barındırmayacak da, neyi barındıracak Allah aşkına, söyler misiniz? Türk Tarih Kurumu, şu kadar İnkılap tarihçilerimiz, Atatürkçü düşünce derneklerimiz 86 yıl sonra dahi Milli Mücadele basınımızın bu öncü gazetesi hakkında neden bir duvar gibi suskundurlar? Ben biraz kasıtlı bir ihmal olduğunu düşünüyorum. Milli Mücadele’nin ilk yıllarındaki, resmi teze aykırı düşen kimi can sıkıcı ayrıntıların dikkatlerden saklanması içindir bu ihmal. Başka bir şey için değil.
İşte size bu gazeteden seçtiğim birkaç cümle (sayı: 4, 28 Eylül 1919). İmza: Anadolu Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyet-i Temsiliyesi.
“Padişahımız [Vahdettin] Anadolu harekâtının tamamıyla meşru olduğunu ilan ederek cereyan-ı mevcudu lütfen teşvik etmekte ve hatta iştirak-i hümayunlarıyla da takviye buyurmaktadırlar.”
Allah Allah, kafamız çorba kazanına dönmüş de bizim mi haberimiz yok! Vahdettin bir beyanname yayınlıyor, Anadolu kamuoyuyla aynı duygularla duygulandığını, milletle beraber olacağını söylüyor ve bu beyanname, en büyük yankıyı, 4-11 Eylül tarihlerinde düzenlenen Sivas Kongresi’nin buğusu henüz üzerinde tüterken Mustafa Kemal tarafından çıkartılan gazetede yapıyor, düğün bayram kutlanıyor. Oysa bize, o zaman yayınladığı bir beyanname ile Milli hareketi destekleyen padişahın “vatan haini” olduğu öğretiliyor(du). “İrâde-i Milliye”lere baktığınızda orada “hain” olarak padişahı değil, Damat Ferit Paşa’yı görürsünüz. Demek ki hainlik de şartlara göre değişebiliyormuş!
Size bir telgraftan söz edeceğim. Bu telgraf, Sivas kongresi sırasında Mustafa Kemal Paşa tarafından Vahdettin’e çekilmiş ve TBMM’nin açılışının ertesi günü, yani 24 Nisan 1920’de Meclis kürsüsünden bizzat Başkan Mustafa Kemal tarafından okunmuştur. Telgraf Vahdettin’e, “Büyük milletin ve kutsal hilâfetin biricik ve gerçek dayanağı bulunan yüce saltanatınızı Allah kötülüklerden korusun” hitabıyla başlamakta ve 6,5 asırlık şan ve şerefi büyük hanedanının yüce tarihini kurtarmaktan söz etmektedir! Ne var ki, bunlar şimdi aktaracaklarımın yanında hiç kalır. Asıl, telgrafın bir cümlesi var ki, Necip Fazıl’dan beri bir sürü insanı meşgul etmiş ve etmektedir. Nedir bu “şah” cümle?
Mustafa Kemal Meclis’te diyor ki: “Dil-hâh-ı milkdârilerinden mülhem azim ve iman ile vazife-i âcizânemde müdavim bulunuyorum.” (TBMM Zabıt Ceridesi, Cilt 1, 1940.) Bu cümlenin anlamı kelimesi kelimesine şudur: “Mülkün sahibinin (padişahın) arzularından ilham aldığım azim ve imanla aciz görevime devam ediyorum.” Peki nereden gelmiş bu ilham? Onu da yukarıda kendisi açıklıyor zaten: “İstanbul’dan son olarak ayrılacağım gün bu şerefe kavuşmuştum. Bu sırada Yüce Şahsınız Boğaziçi’nde bulunan İngiliz donanmasının saraya yönelik toplarını göstererek, «Görüyorsun» dediniz. «Ben artık memleket ve milletin, nasıl kurtarılması gerekeceği hususunda kararsızlığa düşüyorum» ve ellerinizi kaldırarak, «İnşaallah millet akıllanır ve uyanır, bu üzücü durumdan gerek beni ve gerekse kendisini kurtarır» buyurdunuz.”
İşte Vahdettin’in Mustafa Kemal’e ilham veren sözleri. Kim söylüyor? Mustafa Kemal Paşa. Nerede? TBMM’de. Ne zaman? 23 Nisan’ın hemen ertesi günü. Gizli oturumda mı söylüyor? Hayır, açık oturumda. O zaman? Demek ki, en azından 1919-1920 aralığında işler başka türlü görünmekteydi.
“İrade-i Milliye”den sırf malumat olsun diye bahsetmediğimi anlamışsınızdır. Meclisin huzurunda okunmasından 8 ay önce “İrade-i Milliye”nin ilk sayısında yayınlanan bu telgrafın metninde yukarıdaki cümlede bir tek kelime farklıdır ve bu kelime, yukarıdaki tabloyu, yani Vahdettin’in Milli Mücadele’yi başlatmaktaki kararlılığını en berrak şekilde ortaya koymaktadır. Gazetede çıkan metin şöyledir: “İlkâ-i milk-dârilerinden mülhem azm-i iman ile vazife-i âcizanemde müdâvim bulunurum.” Dikkat edileceği gibi ilk kelime olan “dilhâh” (gönül isteği) kelimesi yerinde “ilkâ” kelimesini görüyoruz. Peki “ilkâ” nedir?
Şemseddin Sami’nin “Kamus”una bakalım mı: “Ko(y)ma, bırakma, atma. Kayığı denize ilkâ etmek. Ateş, nifak ilkâ etmek. Çoğulu: İlkâât: Muzır sözlerle zihin çevirme, iğfal, ifsad: Bir takım ilkââta kapıldılar: İlkâât-ı bedhahâne.” Yani Mustafa Kemal bu telgrafta Vahdettin’den ilham almakla kalmıyor, neredeyse bir kayığın denize indirilmesi gibi, kızaktan indirilerek Anadolu’ya gönderiliyor. Bunu da bizzat Mustafa Kemal, kendi gazetesi olan “İrade-i Milliye”de yayınlattığı telgrafta yazıyor.
Telgraftaki bu kelimenin TBMM Zabıtları’nda nasıl değiştirildiğini ben de merak ediyorum. Varsa bir bilen, çıkıp söylesin.
.