Darbenin ardından Mısır Cumhurbaşkanı Abdül Fettah El-Sisi’nin, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile imzaladığı bir dizi anlaşma Doğu Akdeniz’de, Türkiye karşıtı bloğu güçlendirmişti. Bunun sahaya yansımalarını Doğu Akdeniz’de petrol ve doğal gaz arama çalışmalarında görmüştük. Bugünlerde Türkiye-Mısır ilişkilerinin geliştirilmesi için öncelikle diplomatik seviyede çalışmaların yürütüldüğü belirtiliyor.
Darbenin hemen ardından El-Sisi’nin, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile girişimlerde bulunmaya başlaması, düşündürücü bir şekilde karşılanmıştı. Ancak devam görüşmelerle Doğu Akdeniz’de petrol ve doğal gaz arama sürecine İtalya, Ürdün, İsrail ve Filistin de dahil edilmiştir.
Yukarıda adı zikredilen ülkeler, Doğu Akdeniz Gaz Forumu (Eastern Mediterranean Gas Forum)’nu meydana getirdiler. Forum’un başlangıcı kabul edilen 3 Temmuz 2013 darbesinden sonra ilgili devletler arasında başlayan görüşmelerde belirli bir aşamaya gelindi.
Mısır Parlamentosu, Forum’un tüzüğünü 22 Eylül 2020’de kabul ederek, aynı gün de El-Sisi tarafından onaylanmıştır.
Parlamento Başkanı Ali Abdel Aal, tüzüğün kabul edilmesi hakkında “Forum’un Doğu Akdeniz’deki başlıca doğal gaz üreticilerini ve ihracatçılarını tek bir yapıda bir araya getirmeyi amaçladığını” ifade etmiştir. Aal ayrıca “Forum’un genel merkezinin Kahire’nin seçilmesi üzerine, Mısır’ı bölgenin doğal gaz üreticileri ve ihracatçıları için önemli bir konuma getireceğini” belirtti. Tüzüğe göre, Forum’un “ana hedefleri üyelerin doğal gaz kaynaklarını korumak ve ülkelerin kamu yararına hizmet edeceklerini garanti etmektir. Birde üyeler arasında sürdürülebilir ortaklık, tüketicilerin ihtiyaçlarını karşılamayı garanti edecek şekilde doğal gaz için uluslar arası bir pazar oluşturmaya yardımcı olunması da hedeflerdendir.”
Forum’a üye devletlerin Enerji Bakanları 9 Mart 2021 tarihinde internet üzerinden Kahire merkezli ilk toplantılarını yaptılar. Forum’un tüzüğünün Mart 2021’den itibaren geçerli olacağı bildirilirken, Bakanlar, Forum’un 2021 yılı Çalışma Programı’nı da kabul ettiler. Çalışma Programı’nın muhtevası hakkında “hem örgütsel yapının nihaî hale getirilmesi hem de çalışmalar, girişimler ve çalıştaylar vb. olmak üzere doğal gaz işbirliği faaliyetlerinden” bahsediliyor.
Toplantıda Forum için uzun vadeli bir strateji geliştirilmesi, çevresel küresel eğilimler doğrultusunda gemilere yakıt olarak gaz dekarbonizasyon ve sıvılaştırılmış doğal gaz verilmesi konusunda iki yeni girişim başlatılması da gündem geldi.
Bu sebeple, uzun vadeli stratejiyi hazırlamak için uzmanlardan oluşan özel çalışma grupları kurulacaktır.
Yine toplantıda Forum Genel Sekreter Vekili olarak, Mısır Petrol ve Mineral Kaynaklar Bakanlığı Müsteşarı Osama Mobarez atandı. Ayrıca kurucu üyelerden Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin alfabetik sıralama dikkate alınarak, Forum’un Ocak 2022’den itibaren Dönem Başkanlığı görevini üstleneceği de kaydediliyor. Bununla birlikte görüşmede Bakanlar, Forum’a katılmak isteyen diğer ülkelerin taleplerini inceleyerek, Fransa’yı, Forum’a üye ülke ve ABD’yi de gözlemci olarak Forum’a dâvet ettiler. Forum’un bir sonraki Bakanlar toplantısının 2021 yılının son çeyreğinde Kahire’de yapılması kararlaştırılmıştır. Mısır’ın, Forum’dan ekonomik olduğu kadar siyaseten de faydalanacağı aşikârdır.
Mısır’ın diğer taraftan “Dostluk Forumu” üyesidir. Atina’da 11 Şubat 2021’de “Akdeniz’den Körfez’e Dostluk, Barış ve Refah İnşa Etmek” başlıklı “Dostluk Forumu” düzenlendi. Forum’da Arap ve Avrupa (Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi) terörizm ve aşırılıkla mücadele etmek, güvenlik ve istikrar çabalarını desteklemek, Covid-19 salgını ile mücadele ve devletlerin içişlerine müdahale etmemek başlıklarının ele alındığı belirtiliyor.
Türkiye ile Mısır arasındaki ilişkilerin onarılması ve karşılıklı diyaloğun başlatılması için alt düzey görüşmeler yapıldığı bildiriliyor. Mısır’ın hem Doğu Akdeniz Gaz Forumu kurucu üyesi hem de Dostluk Forumu üyesi olması, Türkiye ile yaptığı veya yapacağı görüşmelerde elini güçlendirmeye çalıştığı anlaşılıyor. Mısır’ın her iki forum dışında Libya, Lübnan, Körfez İşbirliği Konseyi ve Irak gibi ülkelerle görüşmeler yaparak bölgesel işbirliğini kendi lehine ilerletme çabaları görülüyor.
Türkiye-Mısır ilişkilerinin düzeltilme sürecinde, Mısır’ın her iki forumdaki üye ülkelerin hem diğer bölge ülkelerinin desteğini almaya çalışarak görüşmelerde bulunacağı ihtimal dahilindedir.
.
Tanzanya’nın Demir Lady’si Samia Suluhu Hasan
Tanzanya Cumhurbaşkanı John Magufuli’nin, Mart ayının başından itibaren kamuoyunda görünmemesi dikkat çekmişti. Fakat Magufuli hakkında Covid-19’a yakalandığı ve tedavi gördüğü haberleri çok geçmeden yayıldı. Resmi makamlarca yapılan açıklamada “Magufuli’nin 6 Mart’tan bu yana Darüsselâm’daki bir hastane tedavi gördüğü bildirildi. Magufuli’nin Korona tedavisi hakkında bilgi verilmezken, 17 Mart’ta Cumhurbaşkanı’nın kalp rahatsızlığı sebebiyle vefat ettiği haberlere yansıdı ve Tanzanya’da 14 günlük yas edildi.
Geçtiğimiz Ekim 2020’de seçimleri kazanarak ikinci kez Cumhurbaşkanı seçilen Magufuli’nin 61 yaşında ölümü üzerine, yerine geçecek en güçlü aday Cumhurbaşkanı Yardımcısı Samia Suluhu Hasan öne çıkmıştır.
Hasan’ın, Magufuli ile siyasi yol arkadaşlığı 2015 yılındaki seçimlerde başladı. Magufuli ve Hasan’ın aday oldukları siyasî parti Chama Cha Mapinduzi (CCM) diğer adıyla Devrim Partisi, Tanzanya’nın birinci ve Afrika’nın en uzun süre iktidarda kalan ikinci partisi konumunda. Dolayısıyla CCM’nin, 2015’teki seçimleri ezici bir şekilde kazandığı kaydediliyor. CCM’nin sosyal demokrasi, Tanzanya milliyetçiliği ve sosyal muhafazakarlık üzerinden siyaset izlediği bilinmekte.
CCM’nin İdeoloji ve Tanıtım Sekreteri Humphrey Polepole, Magufuli’nin yarıda bıraktığı işleri Hasan’ın devam ettireceğini vurgulayarak, CCM olarak Hasan’ı desteklerinin sinyalini verdi.
Anayasa’ya göre Hasan, 18 Mart’ta yemin ederek yeni Cumhurbaşkanı olarak göreve başladı. Hasan, ülkesinin ilk kadın devlet başkanı oldu. Bununla birlikte CCM’nin Zanzibar Başkan Yardımcısı Dr. Ally Muhammed Shein ve Tanzanya Başkan Yardımcısı Philip Mangula, emekli Cumhurbaşkanları Ally Hasan Mwinyi ve Jakaya Kikwete, Zanzibar eski Başkanı Amani Abeid Karume ve emekli Başbakan John Malecela’dan oluşan heyetin de yeni Cumhurbaşkanı Hasan’ın görevini onayladıkları da bildirildi.
Göreve gelmesinden hemen sonra, 21 Mart’ta ABD Başkan Yardımcısı Kamala Harris, Hasan’ı “Tanzanya’nın ilk kadın devlet başkanı olarak yemin etmesinden duyduğu memnuniyeti” dile getirerek “tebrik” mesajı gönderdi. Harris’in de ABD’nin Afrika kökenli ilk kadın devlet başkan yardımcısı olduğu biliniyor. Harris’in ilk tebrik edenler arasında yer alması bu açıdan önemli.
Tanzanya Cinsiyet Ağı Programı Yöneticisi Lilian Liundi, Hasan’a 8 Mart’ta “Cinsiyet, Eşitlik, Aktivist” ödülü verildiğini belirterek, kendisinin Tanzanya için fırsat olduğuna işaret ediyor. Yine Hasan’ın liderliğinde, ülkesinde kadınlara yönelik işsizlik, yoksulluk, meslek edindirme vb. sorunların çözüleceğini ümit ediliyor. Böylelikle Tanzanya kadınlarının, yeni Cumhurbaşkan’ından beklentilerinin olduğu görülüyor.
Tanzanya Yatırım Bankası ve Kalkınma Finans Kurumu’ndan, Araştırma ve Stratejik Planlama Başkanı Dr. Hildebrand Shayo, ülkesinin önemli ekonomistlerinden. Shayo, Tanzanya Daily News Gazetesi’nin 21 Mart tarihli nüshasında yeni Cumhurbaşkanı Hasan’a övgü dolu sözler yazdı. Hatta Shayo, Hasan’ı Afrika ve Tanzanya’nın “Demir Lady”si olarak tanımladı. Elbette Demir Lady tanımlaması, İngiltere’de 1979-1990 arasında Başbakanlık yapmış olan Margaret Thatcher atfedilmektedir. Hasan’a da 1980’den beri Tanzanya siyasetinde yer alması sebebiyle Demir Lady yakıştırması yapılıyor.
Hasan’ın daha önce Cumhurbaşkanı Yardımcılığı yapması ve Tanzanya’nın en güçlü siyasi partisi CCM’den geliyor olması, onun yeni görevinde en büyük avantajları arasında. Ebette öncelikleri Korona ile mücadele ve sosyo-ekonomik sorunların çözülmesi. Hasan için selefinin programına devam edeceği aktarılıyor. Ancak kendisi henüz farklı bir politika izleyip izlemeyeceği hakkında beyanatta bulunmuş değil. Magufuli’nin görev süresi 2025’te sona erecekti. Şimdi bu kalan süreyi Hasan tamamlayacak. Hasan’ın ülkesi için yapacakları başta bölge aktörlerince takip edilecektir.
.
Mısır’ın bölgedeki girişimleri
Dışişleri Bakanlığı yetkililerinin nezdinde devam eden istikşafi görüşmelerin 62’ncisi 16 Mart 2021 tarihinde Atina’da gerçekleştirildi. Aynı durum Mısır için de geçerli. Türkiye-Mısır ilişkileri, Müslüman Kardeşler’in Hürriyet ve Adalet Partisi’nin iktidardan darbe ile uzaklaştırıldığı 3 Temmuz 2013’ten bu yana sorunluydu. Darbenin ardından Mısır Cumhurbaşkanı Abdül Fettah El-Sisi’nin, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile imzaladığı bir dizi anlaşma Doğu Akdeniz’de, Türkiye karşıtı bloğu güçlendirmişti. Bunun sahaya yansımalarını Doğu Akdeniz’de petrol ve doğal gaz arama çalışmalarında görmüştük. Bugünlerde Türkiye-Mısır ilişkilerinin geliştirilmesi için öncelikle diplomatik seviyede çalışmaların yürütüldüğü belirtiliyor.
Mısır basınında da Sisi’nin demeçlerinden hareketle “Mısır’ın istikrarını korumak, bölgenin istikrarının anahtarıdır. Yine Ortadoğu’nun istikrarı Mısır’ın istikrarını güçlendiriyor. İç istikrar, anavatanların istikrarı, bölge istikrarı” vb. vurgulamaları, Mısır’ın bölge ülkeleriyle sorunlu olan ilişkilerini düzelteceğine yorumlanıyor.
Ahram Siyasal ve Stratejik Araştırmalar Merkezi’nden Muhammed Ezz El-Arab’ın 10 Mart 2021’deki değerlendirmesi, Sisi’nin istikrar söylemini vurguluyor. El-Arab, değerlendirmesinde “Mısır, Libya’da çatışan taraftar arasında bölgesel güçtür. Libya’nın yeni Başbakanı Abdul Hamid Dbeibah’ın ilk yurtdışı ziyareti için 18 Şubat 2021’de Kahire’ye gelmesi” buna delil gösteriliyor. Ziyarette Mısır’ın, Libya’da güvenliğin sağlanması, devlet kurumlarının yeniden yapılandırılması ve yabancı askerî birliklerin ülkeden çekilmesini desteklediği bildirildi.
Lübnan’la ilgili olarak El-Arab “Sisi ve Başbakan adaylarından Saad Hariri’nin 3 Şubat 2021’deki görüşmelerinde, Mısır’ın, Beyrut Limanı patlaması ve Covid-19 salgını sırasında Lübnan’a verdiği destek dile getirilmiştir. Hariri’nin “Mısır’ın Arap dünyasında barışı sağlamanın ana direği” olarak gördüğü de belirtiliyor.
El-Arab, Mısır’ın Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) üyesi ülkelerin güvenliğini güçlendirdiğini kaydediyor. Sisi’nin önce 7 Şubat 2021’de KİK Genel Sekreteri Nayef El-Hajraf ve sonrasında 11 Şubat 2021’de Suudi Bakan Issam bin Saeed’le görüşmesine önem atfediyor.
Her iki görüşmenin Kahire, Riyad ve Abu Dabi’nin Ortadoğu’da istikrarı destekleyen stratejik üçlü ortak olduğu belirtiliyor.
Mısır’ın Irak ve Ürdün’le ilişkilerinin ilerletilmesine de değinen El-Arab “üç ülkenin ortak çabalarının bölgede Yeni Doğu veya Yeni Levant” şeklinde tanımlandığını bildiriyor. Üç ülke arasında 8 Şubat 2021’de yapılan görüşmelerde “enerji, ekonomi, yatırım alanlarında işbirliğini arttırma konusunda anlaşmaya varıldığı” ifade ediliyor.
Yine Sisi’nin, Irak Dışişleri Bakanı Fuad Hüseyin ile 10 Şubat 2021’deki görüşmesinde “güvenlik ve terörizmle mücadele”nin ele alındığı basına yansımıştı.
Arap ülkeleri arasında güvenlik ve istihbaratın kurumsallaştırılması da söz konusu. Sisi’nin 1 Şubat 2021’de Arap İstihbarat Forumu Genel Merkezi’nin açılışındaki konuşmasında “Arap ülkeleri, terör örgütlerinin artan tehlikesi ve organize suçun yayınlaşması gibi alanlarda işbirliği ve ortak güvenlik için koordinasyon gerektiren çok sayıda tehditle karşı karşıyadır” diyerek konuya dikkat çekiyor.
El-Arab “komşu ülkelerin Arap ülkelerinin içişlerine müdahalelerinin kabul edilemeyeceğini” aktarıyor. Buna “Libya, Yemen, Suriye ve Irak’taki çatışmaların uzamasını” örnek gösteriyor.
Atina’da 11 Şubat 2021’de “Akdeniz’den Körfez’e Dostluk, Barış ve Refah İnşa Etmek” başlıklı “Dostluk Forumu” düzenlendi. Forum’da Arap ve Avrupa (Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi) terörizm ve aşırılıkla mücadele etmek, güvenlik ve istikrar çabalarını desteklemek, Covid-19 salgını ile mücadele ve devletlerin içişlerine müdahale etmemek başlıklarının ele alındığı belirtiliyor.
Türkiye ile Mısır arasında devam ettiği bildirilen alt düzey görüşmeler esnasında, Mısırlı yetkililer ve Sisi’nin Libya, Lübnan, KİK, Suudi Arabistan, Irak, Ürdün ve Dostluk Forumu’ndaki ülkelerle görüşmeler yaparak işbirliğini ilerletme çabaları görülüyor. Türkiye-Mısır ilişkilerinin düzeltilme sürecinde, Mısır’ın bölge ülkelerinin desteğini almaya çalışarak elini güçlendirme gayretinde olduğu muhtemeldir.
.
Kudüs’te açılan Kosova Büyükelçiliği
Eski ABD Başkanı Donald Trump’ın arabuluculuğuyla 4 Eylül 2020’de Beyaz Saray’da ekonomik muhtevalı Sırbistan-Kosova Anlaşması imzalamıştı. Anlaşma töreninde Trump’ın “Sırbistan’ın, İsrail’deki Büyükelçiliği’ni Kudüs’e taşımayı taahhüt ettiğini; Kosova’nın da İsrail ile ilişkilerini normalleştirme ve diplomatik ilişki kurmayı kabul ettiğini” belirttiği konuşması hatırlardadır. (Yeni Asya, Sırbistan-Kosova Anlaşması, 08.09.2020)
Kosova Dışişleri ve Diaspora Bakanlığı’nın 1 Şubat 2021’de İsrail ile diplomatik ilişkilerin kurulduğunu ve bunun Sırbistan-Kosova Anlaşması’ndan sonra geliştiğini bildiriyor. Bakanlık, ardından “merkezi Kudüs’te bulunan İsrail devletinin, Kosova Büyükelçiliği’nin resmen açıldığını” beyan etti. Böylece Kosova, Kudüs’te temsilcilik açan ABD ve Guatemala’dan sonra 3. ülke oldu. Aynı zamanda Kudüs’te Büyükelçilik açan ilk Avrupa ülkesi, aynı zamanda Müslüman çoğunluğa da sahip olmasıyla dikkat çekiyor.
Kosova’nın, Kudüs’te Büyükelçilik açması, imzaladığı Anlaşma’daki taahhüdüne uyduğunu gösteriyor. Ancak bu durum İsrail’i de resmen tanıdığı anlamına da geliyor.
Kosova’nın bu kararı almasında eski Başbakan Avdullah Hoti’nin, Anlaşma’yı imzalaması oldukça etkili. Bununla birlikte Kosova’da 14 Şubat 2021’de yapılan seçimleri kazanan “Kendin Karar Al Hareketi” lideri Albin Kurti olmuştu. Kudüs’te Büyükelçiliğin açılması ise, Kurti’nin Başbakanlık göre- vini teslim almadan hemen öncesine denk gelmesi de düşündürücü. Kurti, Büyükelçilik açılmaması konusunda kendisine ülkesinin müttefiki Türkiye’den gelen baskıyı gizlemiyor. Kurti, görevi bırakmak üzere olan hükümetin ilgili belgelerinin kontrol edileceğini belirtse de, Kosova, Kudüs’te ilk temsilcilik açan Müslüman çoğunluğa sahip ülke konumundadır.
İsrail’in bölge ülkeleriyle bir süredir “İbrahim Anlaşması” imzalayarak “normalleşme”ye başladığı bilinmektedir. İsrail’le normalleşen ülkeler ise Mısır, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Fas ve Sudan şeklinde sıralanıyor. Kosova’nın, Kudüs’te Büyükelçilik açması, İsrail’in Ortadoğu dışında da normalleşme ve tanınma hamlelerinde bulunduğunu net bir şekilde gösteriyor.
Filistinliler, 1967 Savaşı’nda İsrail tarafından işgal edilen ve gelecekteki Yahudi devletinin başşehri olarak düşünülen Kudüs’te bu duruma karşı çıkıyorlar. Hal-i hazırda uluslar arası toplumun çoğu, İsrail’in Kudüs’teki iddialarının müzakerelerle çözülmesi gerektiğini muhtelif görüşmelerde belirtiyorlar. Buna ek olarak Büyükelçiliklerin çoğu Tel Aviv’de bulunması, Kudüs’ün statüsünden kaynaklanıyor.
Soğuk Savaş’ın 1989’da sona ermesinin ardından, eski Yugoslavya’da başlayan istikrarsızlık ve çatışmalar, iç savaşa dönüşmüştü. Kosova da 1990’larda Sırbistan ile girdiği savaştan sonra 2008 yılında bağımsızlığını ilân etmişti. Ancak Kosova, uluslar arası tanınma hususunda Sırbistan’ın engelleme girişimleri olmuştur. Hatta bu girişim kendisini, Sırbistan’ın müttefikleri Rusya ve Çin’in de desteğiyle, Kosova’nın BM üyeliğini engellemesiyle de göstermiştir. Dolayısıyla mevcut ekonomik sorunların giderilmesi ve uluslar arası tanınma ihtiyacı içindeki Kosova’nın, İsrail’in normalleşme kapsamı alanına girmesinin sebeplerindendir.
İsrail, sadece Ortadoğu’da değil, bölge dışındaki farklı ülkelerle normalleşmeye gidebileceğini göstermiştir. Yine Sırbistan-Kosova Anlaşması gereğince, Sırbistan’ın da Tel Aviv’deki temsilciliğini Kudüs’e taşıması kuvvetle muhtemeldir.
ABD’de İsrail’i açıkça destekleyen Trump iktidardan düşmüş olsa da, İsrail’in normalleşme girişimleri devam edeceğe benziyor.
.
Papa’nın Irak ziyareti
Papa’yı, Irak Cumhurbaşkanı Berham Salih karşıladı. Covid-19 salgınından dolayı Irak ziyareti, Francis’in, Papa seçildiği 13 Mart 2013’ten bu yana en riskli yurtdışı gezisi olarak değerlendirildi. Hatta Papalık merkezi Vatikan’ın, Irak Büyükelçisi Başpiskopos Mitja Leskovar’ın Korona testinin pozitif çıktığı ve 27 Şubat 2021 Cumartesi günü karantinaya girdiği haberi Papa Francis’e bildirilmiştir. Bu aynı zamanda salgının, Irak’ta ciddî boyutlarda yayıldığına işaret etmektedir.
Ancak 84 yaşında Papa Francis, Irak ziyareti için salgın ve güvenlik hususunda kararlı olduğunu belirterek programına başladı. Aslında Papa Francis, selefi II. John Paul’un 2003 yılında güvenlik sebebiyle iptal ettiği ziyaretini yapıyor.
Irak’ın Hıristiyan nüfusu dünyadaki en eski ve çeşitlilik arz eden dini topluluklarından biridir. Ülkede Hıristiyanlar’ın çoğunluğunu Keldaniler, Katolikler, Ermeni Ortodokslar, Protestanlar vd. oluşturuyor. Birde ABD öncülüğündeki işgalin başladığı 2003’te, Irak’ta 25 milyonluk nüfusun yaklaşık yüzde 6’sının Hıristiyanlar’dan meydana geldiği belirtiliyor. Ancak işgal sonrasında artan iç çatışmalar ve 2014’ten itibaren IŞİD / DAEŞ / DAİŞ’in başlattığı savaş ve yıkım, Hıristiyanlar’ın ülke içi veya dışına göçünü hızlandırmıştı. Böylece Hıristiyan nüfusun 400 bine kadar düştüğü kaydediliyor. Papa’nın özellikle çatışmalarda ölenlerin ve IŞİD tarafından yıkılan kiliselerin yoğun olduğu bölgeleri ziyaret etmesinin sembolik değeri mevcut. Ayrıca Papa, IŞİD zulmüne uğrayan ve öldürülen Yezidiler için, kendi ifadesiyle “çok acı çeken” Yezidi cemaatine mücadelelerinden dolayı takdirlerini iletti.
Diğer taraftan Papa, Irak’ın önemli Şiî liderlerinden Ayetullah Sistani ile görüşmesi ziyaretin dinî/mezhepsel önemli duraklarındandır. Sistani’nin “öteki ile birlikte var oluşu, onu kabul etmeyi ve ona saygı duymayı temsil eden bir hoşgörünün figürü” olduğu ve bu özelliğinden dolayı Papa’nın, onunla görüştüğüne değiniliyor. Papa’nın, Hz. Ali’nin mezarının bulunduğu Necef şehri gezisi, İran’ın Ayetullah ve Mollalarıyla ünlü şehri Kum’a yönelik bir mesaj şeklinde değerlendiriliyor.
Buna ek olarak Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Neçirvan Barzani ve heyeti ile görüşme, ziyaretin toplumsal/etnik durağıydı. Görüşmede Barzaniler’in, Papa’nın ziyareti anısına bastırdığı pullarda, Türkiye’nin doğusunun, Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’nin sınırları içerisinde gösterilmesi, Türkiye’nin tepkisine sebep oldu.
Papa, Ur şehrinde yaptığı ayinde “Hz. İbrahim’in torunlarıyız, hepimiz kardeşiz” mesajları verdi. Birde Papa’nın toplu duâ törenine Irak’taki farklı Hıristiyan gruplar katıldılar. Yine Papa’nın ziyareti sadece Iraklı Hıristiyanlar için değil, bütün Doğu Hıristiyanları için de bir mesaj. Mesajın muhtevası ise Papa’nın, onları unutmadıklarını, desteklediklerini ve ülkeleri Irak’ta tutunmaları gerektiğine yorumlanıyor. Birde Doğu Hıristiyanları’nın, Arap dünyasındaki sosyolojide önemli ve yerli bileşen oldukları. Doğu’dan Batı’ya yayılan Hıristiyanlığın doğduğu yerde, farklılıkların bölünme anlamına gelmediğine dikkat çekiliyor. ABD Başkanı Joe Biden da ziyaret konusunda “bütün dünya için umut sembolü” ifadesini kullandı.
Bölgede Yahudiler’in İsrail devleti mevcut. Şiiler İran, Irak, Lübnan ve Suriye’de önemli varlık gösteriyorlar. Vatikan Şehir Devleti’nin başındaki Papa’nın, Irak’a gelmesi, Hıristiyanlar’a bir nevi destek mahiyetinde.
Papa’nın ziyareti, Iraklı Hıristiyanlar’da Arap Baharı’ndan bu yana önemli bir heyecan meydana getirdiği anlaşılıyor. Ancak ziyaretin hem Hıristiyan hem de diğer dinlerden insanlara umut ve istikrar sağlanmasında ne kadar etkili olacağını söyleyebilmek için oldukça erken.
.
Ortadoğu NATO”su mu?
Suudi Arabistan’ın günlük İngilizce gazetesi Arab News’in 1 Mart 2021 tarihli sayısında, Dünya Yahudi Kongresi Başkanı Ronald S. Lauder’in “Ortadoğu İçin Bir NATO (A NATO For The Middle East)” başlıklı yazısı dikkat çekiyor. Böyle bir girişim elbette İran’a karşı.
Lauder, “İsrail’in İbrahim Anlaşması imzalayarak ‘normalleşme’ sürecine girdiği ya da yakın ilişkide olduğu Mısır, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Bahreyn, Fas ve Sudan gibi ülkelerle yeni bir ittifak kuracaklarını” belirtiyor. Yeni ittifakın adı ise “Ortadoğu Savunma Örgütü (MEDO-Middle East Defense Organization).” Ayrıca Lauder, “diğer Arap ülkelerinin de yakında İbrahim Anlaşması’na katılabileceğini” belirterek, MEDO’nun üye sayısını arttırmayı hedeflediği muhtemeldir. Birde Lauder, “MEDO’nun istikrarlarını korumak ve hızlı ekonomik kalkınmayı teşvik etmek amacıyla Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi ve bazı Afrika ülkeleri ile yakın ilişkiler sürdürebileceğini” vurguluyor. Böylece MEDO’nun hem Akdeniz’e hem de Afrika içlerine kadar genişletilmesi de ihtimal dahilindedir. İran karşıtı bir savunma örgütünün bu kadar geniş bir coğrafyayı kapsamasında, Lauder’in başka hesaplarının da olabileceğini akıllara getiriyor.
Lauder, yazısında MEDO için “İran’a karşı müthiş bir siper kurulabilir. Ve böylece, Türkiye’nin emperyalist hırsları dizginlenebilir” cümlesini sarf ediyor. Lauder, bu cümlesiyle Türkiye’nin bölgede durdurulması gereken bir aktör olduğunu bildiriyor. Ancak durum Lauder’in bahsettiği gibi değil. Türkiye’nin bölgede herhangi bir “emperyal hırsı”nın olmadığı biliniyor. Buna ek olarak Lauder, MEDO hakkında “aşırılık ve terörizmle savaşabilir, temkinli ve tedrici bir İsrail-Filistin uzlaşmasını teşvik edebilir” diyerek, MEDO’nun Filistin konusunda İsrail’in lehine bir uzlaşma kararı alabileceğine işaret ediyor.
Lauder, muhtemel bir MEDO’yu sempatik gösterebilmek için “gerçekten yeni bir Ortadoğu oluşturmak için geçen yılki tarihi adımdan faydalanabilir. MEDO, bölgedeki istikrar arayan bütün ulusların ve yoksulluktan ve zorluklardan kaçmaya çalışan bütün vatandaşların hayatlarını iyileştirmek için çıkarlarına hizmet edecektir” satırlarını yazmış. Bir bakıma kendince MEDO’nun insanî yönüne de dikkat çekiyor. Aslında Lauder, sonraki “bu yeni örgüt dolaylı olarak Batı’nın ve uluslar arası toplumun çıkarlarına hizmet edecektir” sözleriyle MEDO’nun kim ve neresi için çalışacağını açıklamış.
Makalesinde Lauder “tek bir ABD veya BM askerine bel bağlamadan dünyanın en tehlikeli mahallelerinden birini sakinleştirecek veya diğer dünya güçlerinden iyilik arayışına girecektir” diyerek MEDO’nun ABD ya da BM’ye ihtiyacının olmayacağını belirttiği muhtemeldir. İsrail liderliğinde MEDO’nun Ortadoğu’da tek başına hareket edebileceği de söz konusu. Lauder, yazısının son cümlesini “Covid-19 salgınının vurduğu bir dünyanın, kötü niyetli İran’ın hızlanan tehdidini durdurmada zayıf kalacağı ve Ortadoğu’yu yaklaşmakta olan aşırılık ile nükleerleşme felâketinden kurtarmak için Araplar ve İsrail birlikte çalışmalıdır” şeklinde sonlandırıyor. Böylece Lauder, MEDO ile Korona sonrası değiştirmeye niyetlendiği bölgesel sistem hakkında ip ucu veriyor.
ABD eski Başkanı Donald Trump’ın görev süresinin son döneminde, Arap ülkelerinin, İsrail’le art arda “İbrahim Anlaşması” imzalayarak “normalleşme” sürecine girdikleri ilân edilmişti. “Normalleşme”nin bir sonucu olarak, kamuoyuna “Ortadoğu NATO”su hüviyetinde MEDO projesi sunulduğu kuvvetle muhtemeldir. MEDO’nun da algılandığı iddia edilen İran tehdidi üzerinden ileri sürülmesi, Arap ülkelerinin, İsrail’in öncülüğünde toplanması biçiminde değerlendiriliyor.
Lauder’in makalesinin yayınlandığı Arab News Gazetesi’nin sahibi, Kral Selman’ın oğlu ve Veliaht Prens’in kardeşi Prens Turki bin Salman El-Suud’dur. Yani makalenin Arab News’te yayınlanması oldukça manidar. Diğer taraftan Lauder’in MEDO projesine yönelik şu an için her hangi bir reddiye veya tekzip yazılmış değil. Ancak her şeye rağmen MEDO kurulursa, kırılgan bir jeo-politiğe ve coğrafyaya sahip Ortadoğu’da fay hatlarını harekete geçirebilir. Mevcut sorunlara, yenilerini ekleyebilir.
.
“Normalleşme”lerden “Ortadoğu NATO’su”na
Bu anlamda İsrail’le ilk normalleşen ülke 1978’de Enver Sedat liderliğindeki Mısır olmuştu. Hatta İsrail’le yapılan barış, Sedat’a Nobel Barış Ödülü’nün verilmesini sağlamıştır. İsrail’le normalleşen sonraki ülke 1994’te Ürdün olmuştu. Daha sonra 13 Ağustos 2020’de BEA (Birleşik Arap Emirlikleri) ve 16 Eylül 2020’de de Bahreyn şeklinde sıralanıyor.
Bununla birlikte Fas Dışişleri Bakanı Nasser Bourita’nın 12 Aralık 2020’de, İsrail Kamu Yayın Kurumu’na bağlı TV Kanalı KAN’a verdiği demeçte “Fas ve İsrail ilişkilerinde iyileşmeye” atıf bulunularak normalleşme sinyali verilmişti. Sudan’ın da benzer bir anlaşma imzalayacağı ihtimaller arasında.
İsrail ve Suudi Arabistan arasında görünürde diplomatik ilişkilerin olmadığına dikkat çekiliyor. Ancak her iki ülke güvenlik ve istihbarat hususunda işbirliğini geliştirmek için görüşmelere devam ettiği de biliniyor.
İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun 3 Mart 2020 Çarşamba günü, internet üzerinden Likud Partisi’nin düzenlediği konferansta normalleşmelerden bahsetmiştir. Netanyahu konuşmasında “geçen yıl 4 Arap devletinin, İsrail’le normalleşmesinin en önemli sebepleri arasında ekonomik avantajlar ve ortak güvenlik hedefleri” olduğunu vurguladı. Netanyahu bir de “normalleşme ile Arap devletlerinin, İsrail’i düşman olarak görmeyi bırakıp, bizi ekonomik ve güvenlik açısından müttefik olarak görmeye başlamalarıdır” ifadesini sarf etmiştir.
ABD eski Başkanı Donald Trump, 2015 yılında imzalanan İran Nükleer Anlaşması’ndan çekilmişti. Ancak yeni seçilen Başkan Joe Biden, İran Nükleer Anlaşması’na geri döneceklerini belirtmişti. Netanyahu’nun güvenlik konusuna dikkat çekmesi ise, İran’la ilgili. Çünkü Netanyahu, ABD’nin Anlaşmayı tekrar yürürlüğe koymasının, İran’ı nükleer bomba ve silâh yapımından alı koymayacağı düşüncesinde. İsrail basınında, Netanyahu’nun, İran’a karşı başta BAE, Bahreyn ve Suudi Arabistan’la işbirliğini genişletme niyetinde olduğunu bildiriyor. Bu anlamda Netanyahu’nun, Bahreyn Veliaht Prensi ve Savunma Bakanı Benny Gantz’ın da Ürdün Kral Abdullah ile görüşmelerde bulunduğu aktarılıyor. Bir de Dışişleri Bakanı Gabi Ashkenazi’nin de Ürdün, BAE ve Ummanlı mevkidaşlarıyla görüştüğü kaydediliyor.
Netanyahu ve İsrailli yetkililerin görüşmeleri savunma ve işbirliği alanında yoğunlaşıyor. Görüşmelerde bulunan ülkelerin, ortak / kolektif bir savunmayı taahhüt ettiği fikir düzeyinde bir çeşit “Ortadoğu NATO’su”ndan bahsediliyor. Bu ülkelerden ortak savunma fikrine BAE, Bahreyn ve İsrail’in daha yakın durduğu belirtilirken; Suudi Arabistan’ın pozisyonunu tam netleştirmediği basında yer alıyor.
Diğer taraftan Suudi Arabistan’ın günlük İngilizce gazetesi Arab News’in 1 Mart 2021 tarihli sayısında, Dünya Yahudi Kongresi Başkanı Ronald S. Lauder’in “Ortadoğu İçin Bir NATO (A NATO For The Middle East)” başlıklı yazısı dikkat çekiyor. Lauder’in “Ortadoğu NATO’su çağrısı yapması”, Suudi Arabistan’ın, İsrail’i resmen tanıyacağına yorumlanıyor. Yine Lauder, “Arap ülkelerindeki bağlantılarının, İsral’in, İran’a karşı tek güvenilir müttefik olarak Arapları gördüğünü” belirtiyor. Lauder “Covid-19 salgınının vurduğu bir dünyanın, kötü niyetli İran’ın hızlanan tehdidini durdurmada zayıf kalacağı ve Ortadoğu’yu yaklaşmakta olan aşırılık ile nükleerleşme felâketinden kurtarmak için Araplar ve İsrail birlikte çalışmalıdır” şeklinde yazıyor. Buna ek olarak Lauder, “Ortadoğu NATO’su”nun kurucu ülkelerinin, hal-i hazırda İsrail’le bir anlaşması veya açık ilişkisi olan Mısır, Ürdün, BAE, Bahreyn, Sudan ve Fas gibi ülkeler olabilir. Arap uluslarının yakında İbrahim Anlaşmaları’na katılabileceği konusunda iyimserim. İstikrarı korumak ve hızlı ekonomik kalkınmayı teşvik etmek amacıyla Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve bazı Afrika ülkeleri ile yakın ilişkilerin de sürdürülebileceğinin” altını çiziyor.
Lauder’in makalesinin yayınlandığı Arab News Gazetesi, Kral Selman’ın oğlu ve Veliaht Prens’in kardeşi Prens Turki Bin Salman El-Suud’dur. Yani gazete hakkında, bir bakıma Suudi yönetiminin resmi görüşlerini de yayınlıyor denilebilir.
İsrail ve Arap ülkeleri arasındaki güvenlik alıgılamaları İran’ın nükleer tehdidinin gölgesinde büyüyerek, Lauder’in “Ortadoğu NATO’su” fikrine kadar gelindiği görünüyor. İsrail ve bazı Arap ülkeleri öncülüğünde muhtemel “Ortadoğu NATO’su”nun kurulması, bölgedeki mevcut sorunları derinleştirmesi, yeni problemler ve yeni çekinceler meydana getirmesi de kuvvetle muhtemeldir.
.
El-Ula Anlaşması
Katar’a uygulanan ambargonun sebebi terörist grupları fonladığı ve İran’a yakın politikalar izlediği şeklindeydi. Bu süreçte en büyük destek Türkiye’den gelmişti. Türkiye, Katar’a gıda, siyasî, askerî vd. alanlarda destek verdi. Türkiye, Katar’daki askerî varlığını da takviye etmişti.
Suudi Arabistan öncülüğünde Katar’a uygulanan ekonomik abluka’nın başlıca sebepleri İran’a yakın durmak, radikal İslâmcı hareketleri finanse etmek ve Katar’a ait Al Jazeera TV kanalının Suudi karşıtı yayınları şeklinde sıralanmaktaydı. Suudiler ve müttefikleri, ablukanın sebeplerini Katar’a çok sert bir tonda bildirmişlerdi.
Suudi Arabistan, bir süredir Katar’la anlaşmasızlığını sona erdirmeye çalışıyor. Suudi Dışişleri Bakanı Faysal bin Farhan’ın 2020 yılı Aralık ayının ilk haftasında basına yansıyan demecinde “Suudi Arabistan ve müttefikleri Bahreyn, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) Katar’la olan krizi çözme amacında olduklarını” vurguladı. Ancak uzun süren sert durgunluk döneminin ardından çözümün hemen olacağına da ihtimal verilmiyor.
Bununla birlikte krizin başlangıcından beri Kuveyt’in arabuluculuk girişimleri biliniyor. Suudi Arabistan’ın El-Ula şehrinde 5 Ocak 2021’de düzenlenen Körfez İşbirliği Konseyi’nin (KİK) 41. Zirvesi’nde, Kuveyt’in çabalarıyla masaya oturan taraflar Suudi Arabistan ile Katar arasında sınırların açılması için anlaşma imzalanmasına yönelik karar, sorunun çözümünde önemli bir adım olarak değerlendiriliyor. Böylece Suudi yönetiminin, Katar’a yönelik ablukanın sebeplerinde yumuşamaya gittiği belirtiliyor. Hatta Suudiler’in, hava sahalarını Katar’a tekrar açabilecekleri bile gündeme geldi.
Her şeye rağmen El-Ula Anlaşması ile resmî bir süreç başlatılmış oldu. Katar ve BAE yetkilileri 22 Şubat 2021’de Kuveyt’te, El-Ula Anlaşması’nın ortak mekanizmalarını ve uygulama aşamalarını ele aldıkları kaydediliyor. Yetkililerin, “KİK üyesi ülkelerin vatandaşlarının faydasına ortak eylem geliştirme, bölgesel istikrar ve refah seviyesinin yükseltilmesine” atıfta bulundukları aktarılıyor.
Abluka ile hem Suudi Arabistan ve müttefikleri hem de Katar kayba uğradı. Abluka ulaşım bağlantılarını engelledi, ticaret ve yatırımdaki kayıplar milyonlarca dolara mâl oldu. Buna Covid-19 salgınının getirdiği ekonomik kayıplar da eklenince tarafların anlaşmaya yaklaşmaları gündeme geliyor. Diğer taraftan Katar’la uzlaşmaya Mısır ve BAE’nin hazır olduğu bildiriliyor. Ancak BAE cephesinde halen bir dirençten de bahsediliyor.
Muhtemel bir barışa gitmesi düşünülen yumuşama görüşmelerinin Abu Dabi Veliaht Prensi Muhammed bin Zayid, Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Salman ve Katar Emiri Şeyh Tamim bin Hamad El-Sani tarafından gerçekleştirildiği aktarılıyor. Kesin bir anlaşmaya varılacak ise, bu 3 kişinin de aynı görüşte olması gerektiğinin altı çiziliyor.
Görünen o ki, El-Ula Anlaşması, muhtemel anlaşma için anlaşma görüşmelerinin başlamasını ifade ediyor. Buna ek olarak ablukanın başladığı Haziran 2017 öncesi statükoya dönülemeyeceği ve daha uzun bir mutabakat sürecinin işleyeceği kuvvetle muhtemeldir.
Aslında öteden beri bilinen ABD ile İran düşmanlığı, bölgedeki siyaseti belirleyen unsurlardan. İran’ın, Körfez ülkeleri tarafından dizginlendiğinin gösterilmesi, yeni seçilen ABD Başkanı Joe Biden’ın nazarında bu ülkelerin kendilerini konumlandırma ihtimalleri de yüksektir.
Katar Emiri El-Sani ile Suudi Veliaht Prensi bin Salman’ın 28 Şubat 2021’de yaptıkları telefon görüşmesinde, El-Ula Anlaşması’nın muhtevası olan bölgesel istikrara, güvenlik ve refah konularına değindikleri belirtiliyor. Böylece ilişkilerin gelişmesinin hedeflendiği muhtemeldir. Diplomatik görüşmelerin başlaması, Körfez’de derinleşen bölgesel güvensizliğin giderilmesinde şüphesiz yardımcı olacaktır.
.
Ermenistan’da darbe
Sonra Ermeni kuvvetlerinin Ekim 2020’de Dağlık Karabağ’daki Azerbaycan güçlerine saldırdığı görüldü. Azerbaycan, girdiği bu savaşta büyük bir üstünlük göstermiş ve kazanmıştı.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte, Ermenistan ve Azerbaycan arasında çatışmalar geçtiğimiz 30 yıllık sürede bölgedeki gelişmelerin belirleyicisi olmuştur. Azerbaycan, başta petrol olmak üzere yer altı kaynaklarının sayesinde ciddî kalkınma hamleleri yapmıştır. Ancak Ermenistan’ın yer altı kaynaklarından mahrum olması ve bulunduğu coğrafyada sıkışması, Ermeni halkının yeterli refah düzeyine ulaşmasını engellemiştir.
Ermenistan’da dış politika Azerbaycan karşıtlığıyla yürütülürken, bunun iç politikadaki yansıması ise, milliyetçi söylemlerle işbaşına gelen hükümetler oldu. Ancak 23 Eylül 1991’deki bağımsızlıktan bugüne görev yapan Ermenistan hükümetlerinin, ülke gerçeklerini görmekte pek başarılı olamadıkları anlaşılıyor. Çünkü Ermenistan yöneticileri kalkınma, demokrasi, hukuk, barış gibi uluslar arası değerleri fark etmekte oldukça geciktiler.
Ermenistan’ın diğer bir gerçeği de işsizlik, yoksulluk, yoksunluk, gelir dağılımı adaletsizliği vb. sosyo-ekonomik problemlerdir. Bununla birlikte ülkedeki heterojen siyasî yapının getirdiği istikrarsızlık da unutulmamalı.
İstikrarsızlıklar içindeki Ermenistan’da, Başbakan Nikol Paşinyan’ın 24 Şubat 2021’de Genel Kurmay Başkanı Onik Gasparyan’ı görevden aldığı haberleri basına yansıdı. Ardından 25 Şubatta 41 ordu komutanından açıklama geldi. Açıklamada “uzun bir süre Ermenistan Silâhlı Kuvvetleri, mevcut hükümet tarafından Silâhlı Kuvvetleri itibarsızlaştırmayı amaçlayan saldırılara sabırla tahammül etti. Ancak her şeyin bir sınır var. Verimsiz yönetim ve dış politikadaki ciddî hatalar ülkeyi çöküşün eşiğine getirdi. Mevcut durum nedeniyle Silahlı Kuvvetler, Başbakan ve hükümetinin istifasını talep ediyoruz” ifadesi kullanıldı.
Paşinyan’ın, “Karabağ savaşında Rus yapımı İskender füzelerini kullandık. Ama patlamadı” açıklamasını yaptığı için darbenin arkasındaki aktörün Rusya olduğu değerlendirmeleri yapıldı. Ancak bu iddiayı kabul etmeyen Rusya’dan, gelişmelerin Ermenistan’ın kendi içişleri olduğu bildirildi.
Ordu tarafından istifası istenilen Paşinyan, halkı seçilmiş hükümeti desteklemek için meydanlara çağırdı. Meydanlara dökülen Paşinyan taraftarı halk kesimleri “ordu siyasî süreçlerin içine çekilemez. Ordu yalnızca halka ve onların seçtiği siyasî otoriteye itaat etmelidir” sloganlarıyla yürüyüş yaptılar. Bununla birlikte Cumhurbaşkanı Armen Sakissian da taraflara “sağduyu ve itidal” çağrısı yaptı. Şu anda ordunun darbeci tarafta, polisin ise Paşinyan’dan yana olduğu belirtiliyor.
Paşinyan yanlıları meydanlarda, hükümete destek ve darbe karşıtı duruş sergilemektedir. Diğer taraftan muhalefetteki Anavatan Kurtuluş Hareketi lideri Vazgen Manukyan ise, Yerevan Özgürlük Meydanı’nda toplananlara, “halkı farklı gruplara ayırmak ve çatışmaları kışkırtmak amacıyla halkla, ordu arasında bir çatışmayı teşvik etmeye çalışıyorlar” diye hitap etti. Manukyan, görevdeki başbakanı devirmek için aktif kampanya çağrısında bulunan siyasetçi şeklinde belirtiliyor. Manukyan konuşmasının devamında “halkla ordu arasında önemli birlik anını” vurgulayarak “ordu, kilit düşmanı tesbit etmek için Anayasal bir hakka sahip ve bu sebeple Paşinyan’ı tespit ettiler. Bu kişi şu anda en büyük güvenlik tehdidimiz. Polis, Ulusal Güvenlik Servisi ve diğer hükümet kurumları ordunun saflarına katılmalı. Adımım İttifakı milletvekilleri de Parlamento’dan ayrılmalıdır” dedi.
Paşinyan muhaliflerinden Manukyan böylece tarafını belirtmiş oldu. Diğer siyasî unsurların alacakları pozisyonun netleşmesi bekleniyor.
Ermenistan’da yönetici kesimleri arasında, Ekim 2020’deki Dağlık Karabağ savaşının yenilgisi ve derinleşen sosyo-ekonomik sorunların hesaplaşmasının yapıldığı kuvvetle muhtemeldir. Savaştaki yenilgi ile Paşinyan’ın istifa edeceği konuşulmaktaydı. Ancak Paşinyan’ın, ordunun darbe girişimini engelleyerek, bugün için istifa söylemlerini susturmuş görünüyor.
Engellenen darbenin, Ermenistan ekonomisine ve siyasetine yansımasının ne/nasıl olacağı merakla beklenmektedir.
..
Korona sonrası küreselleşmenin yeni evresi mi? - 4
Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde 2011’de başlayan Arap Baharı / Uyanışı adıyla yaşanan halk ayaklanmaları hatırlardadır. Toplumsal kesimler ayaklanmalarda, iş, ekmek, onur, özgürlükler, sosyal adalet vb. talep etmişlerdi. Ancak toplumsal gruplar, muhtelif nedenlerle taleplerine ulaşmak için tutarlılık gösteremediler.
İkincisi 2014-2016 yılları arasındaki petrol fiyatlarındaki düşüş, Arap devletlerinin rantiye ekonomisini oldukça sarsmıştır. Üçüncü olarak da bozulan ekonominin Cezayir, Irak, Lübnan, Kuveyt, Libya ve Sudan’daki 2019 ve 2020’deki iç çatışma ve protestolar mevcut Arap düzenini derinden etkilemiştir.
Covid-19 döneminde Yemen ve Suriye gibi şiddetli çatışmaların devam ettiği ülkelerde, küresel ekonomik krizde başta sağlık olmak üzere eşitsizlikler artmıştır. Buradaki önemli sorun, Arap ülkelerinde salgının iyice gün yüzüne çıkardığı ekonomik ve siyasi sistemin devam edip etmeyeceğidir. Arap liderlerin de kaçınılmaz değişim karşısında gerekli tedbirleri almaları gerektiği Kuveyt’teki toplumsal gösterilerde gündeme getirilmişti.
Petrol gelirlerinin düşmesi ile savurgan harcamalar, bölge halklarının dikkatini çekmektedir. Böylece Koronayla birlikte Arap düzeninin temel zayıflıkları belirginleşmiştir. Buna rağmen halkın şeffaflık, hesap verebilirlik, gelir dağılımı adaleti, işsizlikle mücadele, yoksulluk, yolsuzluk, konut, eğitim, siyasi haklar vb. meşrû taleplerini karşılamak yerine, birçok Arap hükümeti muhalefeti bastırmayı tercih etmişti.
Toplumsal kesimlerin talepleri karşılanmazken, salgının sosyo-ekonomik etkisinin zamanla daha fazla görüleceği muhtemeldir. IMF’in tahminlerine göre Ortadoğu’da GSYİH’nın yüzde 4.7 küçülecek. Çatışmaların yaşandığı ülkelerde bu oranın daha yüksek olması bekleniyor.
Bölge nüfusunun neredeyse yarısının 25 yaş altında gençlerden oluşuyor. İşsizliğin yüksek olduğu bu ülkelerde, genç işsizliğin daha da artacağına kesin gözüyle bakılıyor. İşsizliğin artışıyla beraber yoksulluk ve kayıt dışı ekonominin büyümesi de kaçınılmaz olacağına ihtimal veriliyor.
Salgında sağlık hizmetlerinin talebe cevap verememesi, uzaktan eğitim imkânlarından mahrum kalan kesimler, işsizlik ve sosyal sigorta hizmetlerine yeterli kaynak ayrılmaması halkın tepkiyle karşılayabileceği durumdur.
Kuzey Afrika ve Ortadoğu hükümetleri, Arap Baharı’nın temelini teşkil eden genç nüfusun hareketliliğini unutmadan, halklarına yatırım yapmalıdırlar. Yöneticilerin malî teşviklerle reform adı altında kendi iktidarlarını sürdürme gayretleri, Mısır’da Hüsnü Mübarek döneminde görülmüştü. Ancak bu şekildeki bir politikanın sosyal barışı sağlamadığı ve en nihayetinde Arap Baharı gibi büyük halk ayaklanmasına neden olduğu görüldü.
Kuveyt’in petrol geliri zengini olduğu herkesin malûmu. Ancak ülkede 6 Kasım 2019’da başlayan ve bir süre devam halk protestoları, zengin bir devletin vatandaşına güven vermediğinin belirtisiydi. Devlet kurumlarına olan güvensizlik, halkı Parlamento önüne toplamıştı. Dolayısıyla güveni tesis etmek için halkın reformlar, karar alma mekanizmalarına katılım, siyasî temsiliyet, seçim yasasının yenilenmesi, sosyo-ekonomik kalkınma planlarına katılım, basın hürriyeti, hak ve özgürlüklere yönelik talepleri dikkate alınmalıdır.
Mervan Muasher’e göre “Arap dünyasında petrol çağının sona ermesi, petrol üreten ülkelerin artık refah devleti modelini sürdüremeyecekleri anlamına geliyor. Yani petrole dayalı ekonomi, liyakati öldürdü.” Şeyhlik, Emirlik, Krallık vb. biçimlerde yönetilen Arap ülkelerinde, yöneticiler kendi aile üyelerinden oluşan bir yönetim anlayışıyla şişirilmiş bir kamu sektörünü meydana getirdiler.
Covid-19 salgını ile birlikte yeni düzen ve uluslar arası sistem tartışmaları yapılıyor. Kuzey Afrika ve Ortadoğu coğrafyası da bu küresel sistem tartışmasından muaf değil. Bununla birlikte Arap ülkelerinin idari ve devletin ekonomik faaliyetteki rolünü yeniden değerlendirmeleri gerekiyor.
.
İslamodium
Gerçekte korkulmayacak, bir objeye, aktiviteye ve duruma karşı aşırı korku duyma ya da kaçınma davranışında bulunmaya fobi deniyor. İslâm kelimesi ile Yunanca “phobos” kelimesinin birleştirilmesiyle “İslamofobi” kavramı meydana geliyor (Yeni Asya, İslamofobi, 05.01.2021).
İslamofobi, Batı’da “İslâm karşıtlığını, İslâm’a karşı duyulan korkuyu, kin ve nefreti” ifade etmekte kullanılıyor. Kavram, İslâm’a ve Müslümanlara karşı sebepsiz korku, öfke, önyargı, kaçınma, düşmanlık, ötekileştirme, ayrımcılık ve şiddeti meşrûlaştırmayı beraberinde getiriyor. Dolayısıyla İslamofobi kavramının kapsamı oldukça geniş tutuluyor. Elbette bu geniş kapsamlılık, aynı zamanda anlam kargaşasına da yol açabiliyor.
İslâm’ın fobi isimli bir hastalıkla birlikte zikredilmesi, Müslümanlara karşı olumsuz duygular, belli kesimleri panik haline sürükleyebilmekte ve Müslümanlar nefret saldırılarına maruz kalabilmektedirler.
Basındaki İslamofobi haberlerinde de Müslümanlar, korkulan kişi veya toplum durumuna düşürülmektedir. Böylece özellikle Batılı ülkelerde yaşayan Müslümanlar’ın, toplumla entegrasyonu zorlaşmakta ve hatta bazı yerlerde izole bir hayat sürmektedirler.
İslamofobi’nin her türlü tanımından anlaşılacağı üzere, Müslümanlar’ın içerisinde yaşadıkları toplumun gerçekliğini yansıtmakta yetersiz olduğu ve farklı toplumlar arasında bir çatışma zemini hazırladığı da ifade edilebilir.
İslamofobi hakkındaki tanım ve kavram karışıklığı dikkate alınarak yazılan bir makale mevcuttur. Makale Tokat Gazi Osman Paşa Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi Din Sosyolojisi Anabilim Dalı’ndan Dr. Öğr. Üyesi Selçuk Kırtepe ve yine aynı bölümden Yüksek Lisans Öğrencisi Esra Öztunç’a aittir. Makale, Tokat İlmiyat Dergisi’nin Haziran 2020 Sayısında “İslamofobi Kavramı Yerine İslamodium Kavramı” başlığıyla yayınlanmıştır.
Kırtepe ve Öztunç’un makalesinde İslamofobi’ye karşı “İslamodium’un, Müslümanları korkulan pozisyona düşürmeyerek anlam karmaşasına sebep olmayacak, toplumsal gerçekliği ifade etmede yeterli bir kavram” olduğu ileri sürülüyor. Yine makalede, “odium” Latince sözlükte “kin, nefret, hoşlanmayış”; İngilizce’de ise “yüz karası, iğrençlik, ayıp ve nefret” manasına geldiği belirtiliyor. İslâm ve odium kelimelerinin birleştirilmesiyle “İslamodium” olarak kullanılan sözcüğün “İslâm’a karşı kin, hoşlanmayış, nefret şeklin anlam kazandırıldığı” belirtiliyor. Böylece İslamofobi’ye karşı İslamodium kavramını, an azından akademik söylemde kullanılmaya başlanmasının zamanla gündelik hayatta yaygınlaştırılarak geçerlilik kazanması ihtimal dahilindedir.
Kırtepe ve Öztunç tarafından, İslamodium’un “herhangi bir hastalığı çağrıştırmadığı, bunun düz anlamıyla kullanılabileceği ve yan anlam üretmeye de fırsat vermeyeceği” düşünülmektedir.
İslamodium kavramı gibi, İslamofobi ile mücadelede yeni tanımlamaların geliştirilmesi önem arz etmektedir. İslamofobi ile İslâm’ı kategorize etmeye çalışanlara karşı, İslâm’ın muhtelif ön yargılarla ve sorunlu yaklaşımlarla dile getirilen korkulacak bir din olmadığını izah etmeye çalışmak için her Müslüman’a görev düştüğü unutulmamalıdır.
.
Almanya’da yaklaşan seçimler
Önümüzdeki 26 Eylül’de Almanya’da seçimler yapılacak ve Merkel aday olmayacağını daha önceden açıklamıştı. Merkel, 16 yıldır iktidarda.
Merkel, Almanya’da siyasetin şekillenmesinde ve ülkesinin dünyadaki rolünün belirlenmesinde önemli bir figürdü. Merkel özellikle 2008 yılı durgunluğu, 2012’de Euro Bölgesi Krizi, 2015’te Yunanistan’ı ekonomik krizden kurtarma paketi, İngiltere’nin Brexit süreci ile AB’den ayrılması ve Covid-19 salgını ile mücadelede önemli rol oynadığı belirtiliyor. Dört dönem görev yapan Merkel, ülkesinin kendine has şartlarında başarısının sırrının merkezci siyaseti temellendirmesi gösteriliyor.
Hıristiyan Demokratlar Partisi’nin yeni lideri 17 Ocak 2021’deki kongrede Armin Laschet olarak belirlendi. Kongre’de Laschet’e, Merkel’in üstü kapalı biçimde destek verdiği belirtiliyor. Bu desteğin, Merkel’den sonra da merkezci politikanın izleneceğinin işareti şeklinde değerlendiriliyor.
Laschet’i bekleyen bir takım sorunlar mevcut. Kabine’de bakanlar arasındaki denge ve istikrarı sağlamak önem arz ediyor. Yatırım uzmanı ve muhafazakâr çizgideki Friedrich Merz, Parti’nin kongresinde yenilmesine rağmen, Laschet’ten Ekonomi Bakanlığı görevini talep ettiği kaydediliyor.
Başbakanlık’tan yapılan açıklamada “Mevcut Ekonomi Bakanı’nın değiştirilmesinin söz konusu olmadığı” ifade edildi. Ancak Merz’in, Parti içindeki belirli bir gücü elinde bulundurduğu da göz önüne alınması gereken bir unsurdur.
Bakanların arasındaki dengenin belirlenmesi, aynı zamanda Hıristiyan Demokratlar Partisi’nin de birliğinin sağlanmasında önemli. Bununla birlikte Laschet için koalisyon hükümetini oluşturan partiler arasında birliği devam ettirmekte ciddi bir konu.
Elbette Laschet’in, Parti liderliğinde Merkel’in yerine geçmesi, onun Almanya Şansölyesi olduğu anlamına gelmiyor. Parti’nin muhtelif eyaletlerdeki yapılacak seçimlerinin sonuçları da Laschet’in siyasî geleceğini belirleyebilecek gelişmelerden. Eğer Laschet’in desteklediği adaylar eyalet seçimlerinde başarısız olurlarsa; Sağlık Bakanı Jens Spahn ve Hıristiyan Sosyal Birliği Başkanı Markus Söder’in muhalefetiyle karşılaşacağına ihtimal veriliyor.
Diğer taraftan koronavirüsle mücadelede sokağa çıkma vb. kısıtlamalardan dolayı hürriyetlerin sınırlandırıldığı iddiaları ve salgına karşı alınan tedbirler hakkındaki tartışmalar Almanya’da da mevcut. Salgının yol açtığı ekonomik zararın faturasının 26 Eylül’deki seçimlerde Laschet ve koalisyon ortaklarına kesilebileceği de ihtimallerden.
Laschet’in Parti içi, bakanlar, koalisyon ortakları arasındaki dengeyi sağlaması ve salgınla ilgili politikaların belirlenmesinde çok ciddî bir noktada olduğu anlaşılıyor. Laschet’in belirtilen sorunlarla başa çıkması, seçimlerdeki başarısını da etkileyecektir.
Almanya’da Merkel dönemi sona eriyor. Artık, Hıristiyan Demokratlar Partisi’nin yeni lideri Laschet. Ancak Laschet’in Şansölye ve Partisi’nin koalisyona öncülük edip etmeyeceğini bugünden söylemek mümkün değil.
Almanya’da yapılacak seçimlerde 16 yıllık Merkel iktidarından sonra, yeni bir döneme girileceği kesin.
.
Cenevre görüşmelerinin ardından Libya
BM himayesindeki görüşmelerde Libya’nın Geçici Yönetimi, Başkanlık Konseyi Başkanı Muhammed El-Menfy ve Başbakan Abdul Hamid Dbeibah’ın listesiyle belirlendi. Geçici Yönetim’in, ülkeyi 24 Aralık 2021’de yapılması planlanan Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento seçimlerine kadar işbaşında olması kararlaştırıldı.
Libya’da birleşik bir yürütme otoritesinin seçilmesiyle ilgili muhtelif devletler, bölgesel ve uluslar arası kuruluşlar memnuiyetlerini beyan ettiler. BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, “Barış arayışımızda çok iyi bir haber. Libyalı ve uluslar arası paydaşları oylamanın sonucuna saygı göstermeye” çağırdı. Bununla birlikte Türkiye, Katar, ABD, İngiltere, Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ve Arap Ligi’nden konuyla ilgili olumlu görüşler bildirildi.
Yeni yürütme otoritesinin siyasî çoğulculuğu, coğrafi temsili, yüzde 30 oranında kadın temsili ve gençlerin katılımını sağlayarak hükümet taahhüdü dikkat çekiyor. Yine Cenevre görüşmelerinden önce yapılan Tunus Yol Haritası’nda belirtilen ilkelerin de sürdürülmesi bekleniyor.
Cenevre görüşmelerinde alınan kararlar Libya’daki unsurlar arasında bazı sorulara yol açtı. Devlet Konseyi’ndeki Adalet ve İnşaa Bloğu Başkanı Abdül Selam El-Sofrani “Kurumsal bölünmeleri ve savaşları sona erdirmek için yeni otoriteyi bekleyen kritik sorunların mevcudiyetine ve arayışlara” vurgu yapıyor. Buna karşılık Genel Ulusal Kongre’nin Eski Başkanı Nuri Busahmain ise “Yeni yürütme organının oluşumundan memnuniyetini” dile getiriyor. Libya Hükümeti Eski Başkan adayı Eman El-Kosher de “Bütün krizlerin uzlaşma yoluyla sona ermesi, başta güvenlik ve askerî birimler olmak üzere bütün kurumların yeniden birleştirilmesi gerektiğini” ifade ediyor. Anayasa Taslağı Hazırlama Meclisi üyesi Nadia Omran da “Güvenlik, ekonomik ve sınır konularının yeni otoritenin üzerinde durması ve en önemlisi Anayasa referandumuna zemin hazırlamanın zorunluluk” olduğunu belirtiyor. Tebu Kongresi Başkanı Issa Abdül Mecid, yeni otoriteyi “Libya’daki askerileştirme planları ve General Halife Hafter’in başşehre saldırısına karşı, devrimci ve vatansever” şeklinde nitelendiriyor. Tuareg Aktivisti Musa Tehu Sai de yeni Libya yönetimini “Ülkedeki aktörleri, unsurları, grupları ve figürleri dışlamaması gerektiğini” aktarıyor. Ancak bütün görüş bildirenlere ek olarak, Libya’da güvenlik ve ekonomik sorunları bitirmenin yanında bir de Covid-19 ile mücadele edilmesi ve aşılama işlemlerinin başlatılması zorunluluktur. Çünkü 24 Aralık 2021’deki seçimlere gidilmesinde sağlık tedbirlerinin alınması önem arz ediyor.
Libya’daki bölünmüşlük, ülkeyi dış müdahalelere açık hale getirmiştir. Mısır Cumhurbaşkanı Abdül Fettah El-Sisi, 20 Haziran 2020’de hem Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti hem de Hafter birlikleri arasındaki çatışmalarda, ülkesi için, Libya’nın “Sirte şehri ve El-Jufra Hava Üssü, bizim kırmızı çizgimizdir. Mısır’ın doğrudan müdahalesi artık meşrûiyet kazandı” açıklamasını yaptı. Yine El-Sisi’nin aşiretleri eğitmek ve silâhlandırmak fikri de, Libya’nın içişlerine müdahale biçiminde algılanıyor. Diğer taraftan Mısır resmî düzeyde, Cenevre’deki seçim sonuçlarından memnun. Ancak Mısır basınında bunun aksine söylemler de mevcut.
Libya basınından Jamal Zubai, Cenevre’deki seçim ve kararların, “Fransa, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri’ne (BAE) yönelik bir darbe ve Libya halkı için zafer” yorumunda bulundu. Mısır Devrim Konseyi Siyasî Büro Başkanı Amr Adel de “Libya meselesi, Mısır rejiminin en büyük başarısızlıklarındandır. Libya’daki yanlış siyaseti, askerî çözümün ve aşiretler arasındaki kaosa sebep olması, Mısır’ın düştüğü durumu gösteriyor. Mısır başlangıçta Hafter üzerinden darbe seçeneğini düşünmüş, ancak izlediği politikaların başarısız olması dolayısıyla siyasî çağrı yapmaya yönelmiştir.” Böylece Mısır’ın politika değişikliğine gittiği söylenebilir.
Libya’daki birçok unsurun Mısır ve BAE’nin siyasî ve askerî müdahalelerine karşı oldukları anlaşılıyor. Cenevre sonrası kurulan Geçici Yönetim’in bozulmaması ve seçimlere kadar ülkeyi iyi şartlarda idare etmesi beklenmektedir.
.
Myanmar’daki darbe
Her ne kadar Myanmar makamları tarafından yapılan açıklamalarda Müslümanlar’a yönelik şiddetin üzeri örtülmeye çalışılsa da, Bangladeş sınırına 1 milyon Arakanlı Müslüman’ın göç ettiği haberleri gelmişti.
Myanmar, 1 Şubat 2021’de ordunun gerçekleştirdiği darbe ile tekrar gündemde. Ülkeyi 1960’ların başından 2011’e kadar askerler yönetti. Askerler, iktidarı 2011’den de 1 Şubat darbesine kadar seçilmişlerle paylaştılar. 1 Şubat darbesiyle birlikte, en büyük siyasî unsur Ulusal Demokrasi Birliği’nden (UDB) Devlet Danışmanı Aung San Suu Kyi ile Devlet Başkanı Win Myint’in de aralarında bulunduğu üst düzey siyasiler tutuklandılar. Ardından ordu, UDP’nin Kasım 2020 seçimlerine hile karıştırdığı iddiasıyla, olağanüstü hal ilan etti. Yapılan açıklamada istikrarı korumak adına ordunun, Anayasa’daki olağanüstü hal hükümlerine başvurduğu belirtiliyor. İktidar, 1 yıl içinde seçimlere gidilmek üzere, General Min Aung Hlaing’e resmen devredildi.
Darbeye giden süreçte, ordunun Kasım 2020 seçimlerine hile karıştırıldığını öne sürerek itiraz etmiş. Ulusal Seçim Komisyonu da, delil yetersizliğinden dolayı ordunun itirazını reddetmişti. İtiraz üzerine, ordu, UDB’den seçim sonuçları gözden geçirilene kadar Parlamento’nun açılmamasını talep etmiş, ancak bu talep UDB yetkililerince kabul edilmemişti. Böylece ordunun nazarında darbe sebebi oluşturulmuş ve Myanmar’da yaklaşık 10 yıllık kısmî reform dönemi sona ermiştir.
Myanmar’da uzun süredir ordu ve UDB arasındaki sürtüşmeler mevcuttu. Bunlardan başlıcaları ordu ve generallerin tartışmasız baskın konumlarının, UDB tarafından tartışmaya açılması; UDB’nin planladığı bazı reformlar için küçük partilerin de desteğini alması; UDB’nin son seçimlerde oy oranını yüzde 79’dan yüzde 83’e yükseltmesi vb. ihtimal dahilindedir. Birde Myanmar yöneticilerinin, Rohingya halkına karşı yapılan kitlesel zulümlerden dolayı uluslar arası eleştirilerin hedefindeydiler. Diğer taraftan ordu, UDB’nin yükselen popülaritesini de göz önüne alarak, askerî hâkimiyet için Anayasal güvencelerine ilişkin endişeleri sebebiyle darbe yaptığı kuvvetle muhtemeldir. Generallerin kendi konumlarını muhafaza etmeleri hakkında ağırlıklarının olduğu 2008 Anayasası’na yönelik değişiklik girişimlerinin önünü kestiği de bildiriliyor. Darbe sonrasındaki birkaç ay içerisinde ordunun siyasî rolünün yeniden tartışılacağı da muhtemeldir.
UDB, destekçilerine, darbeye karşı şiddet ihtiva etmeyen protestolar çağrısı yaptı. Özellikle demokrasi aktivistleri, öğrenciler ve dini önderler geçmişteki askerî baskılara karşı direnmişlerdi. Zikredilen kesimlerin son darbede de kazanılmış mevcut haklarından geri dönmeyecekleri gelen haberler arasında. Ordunun da darbe karşıtlarının hareketliliğini önlemek adına ülkede güvenlik tedbirlerini arttırıp, internet ve telefon kesintilerine gittiği aktarılıyor. Hatta ordunun, bazı Milletvekillerinin desteğini alabileceğine ihtimal veriliyor.
Myanmar’daki darbeye çevre ülkelerden temkinli tepkiler geldi. Hindistan ve Endonezya darbe hakkında, bütün tarafları şiddetten kaçınmaya ve demokratik çözüm bulmaya davet etti. Tayland ve Kamboçya da yaşanan gelişmenin, Myanmar’ın “iç meselesi” olduğunu bildiriyor. ASEAN (Güneydoğu Asya Uluslar Birliği) ise, Myanmar’daki darbe konusunda bölünmüş durumda.
Çin’in, Myanmar ordusuna desteği olabileceğine yönelik iddialar var. Ancak Pekin’den yapılan açıklamada toplumsal istikrarı koruma ve farklılıklardan kaynaklı sorunları çözme vurgusu yapılıyor. Elbette bunda Myanmar’ın Çin’in önemli ekonomik ortağı olduğu unutulmamalı. Çin’in açıklamasından, Myanmar’daki ekonomik çıkarlarını tehdit edebilecek herhangi bir karışıklığı uygun bulmadığı da düşünülebilir. Bununla birlikte Çin’in, Doğu Türkistan’a uyguladığı baskıyı da, Myanmar için yaptığı son açıklama ile çeliştiği aşikârdır.
Myanmar’daki darbe ile son 10 yıldaki kısmî reform ve zayıf demokrasi denemeleri engellendi. Ülkede demokrasinin gelişmesiyle, Müslümanlar’a karşı uygulanan her türlü baskının, toplumsal kesimlerce daha fazla farkındalık arz edeceği beklentiler arasındadır.
.
İslamofobi ve Berkeley Merkezi
Ancak California Üniversitesi, Berkeley Irk ve Cinsiyet Merkezi (University of California, Berkeley Center For Race & Gender) özellikle İslamofobi alanındaki ciddî çalışmalarıyla dikkat çekiyor. Merkez’de çoğunlukla Müslüman akademisyen, araştırmacılar ve düşünürler bulunuyor.
Merkez, İngiltere’deki Runnymede Trust’ın 1991’deki raporunda İslamofobi tanımına ve İslâm hakkında yazılan ifadelere karşı çıkışıyla biliniyor. Yine Merkez, Runnymede Turst’ın raporundaki “İslâm, monolitiktir ve yeni gerçeklere uyum sağlamaz; İslâm diğer büyük inançlarla ortak değerleri paylaşmaz; bir din olarak İslâm, Batı’dan aşağıdır, arkaik, barbar ve mantıksız; İslâm şiddet dinidir ve terörü destekler; İslâm şiddetli bir siyasî ideolojidir” ifadelerini kabul etmiyor. Hatta Merkez kendi web sitesinde, İslâm ve Müslümanlarla bağdaşmayan bu tür tesbitleri ve İslamofobi’yi “İngiltere ve genel anlamda Avrupa’daki Müslümanlar’ı yabancı düşmanlığıyla formüle etmek için ortaya atıldığını” kaydediyor.
Merkez, İslamofobi’yi de “mevcut Avrupa merkezli ve oryantalist küresel güç yapısı tarafından kışkırtılan, uydurulmuş bir korku ve önyargıdır. İslamofobi’nin hedefindeki Müslümanlar’ın, kaynak dağılımındaki eşitsizliklerin sürdürüldüğü ve genişletildiği küresel bir ırksal yapıyı yeniden sunuyor ve yeniden teyit ediyor” biçiminde açıklıyor.
Merkez’in birde “İslamofobi Araştırma ve Belgeleme Projesi (The Islamophobia Research and Documantation Project –IRDP-) mevcut. IRDP de, İslamofobi ve Amerikan Müslüman toplumu üzerindeki etkisinin sistematik ve ampirik yaklaşımlarına odaklanmaktadır. IRDP öncüsü Dr. Hatem Bazian “Müslümanlar’ın dünyanın dört bir yanında hukuki, sosyal ve siyasî ayrımcılığa maruz kalan şeytani ve korkulan küresel bir ötekiye dönüştürülmeye çalışıldığını” belirtiyor. Bazian “gazete makaleleri, televizyon programları, kitaplar, filmler, siyasî tartışmalar, göç, güvenlik, kültürel çatışmaların faklı ülkelerde egemen kültür içerisinde İslâm’ın damgalanmasına dair fazlasıyla olumsuzluk üretiyor. IRDP olarak, ABD’de muhtelif verileri belgeleyip ve analiz ederek, çalışmaları merkezimizde toplayıp akademik çözümler üretmeye gayret ediyoruz” cümlesini sözlerine ekliyor.
Merkez’de diğer taraftan “İslamofobi Çalışmaları Dergisi (Islamophobia Studies Jurnal)” adında bir de yayın yapılıyor. Derginin başlangıçta iki yılda bir yayınlanması amaçlanmış. Fakat İslamofobi hakkındaki gelişmeler, derginin farklı tarihlerde yayınlanmasına sebep olduğu anlaşılıyor. Derginin ilk sayısı Bahar 2012’de yayınlanmış. Diğer sayılar ise Bahar 2014, Güz 2014, Güz 2015 ve Bahar 2016’da yayınlanmıştır. Merkez’in farklı isimlerde yayınlanmış kitapları da mevcut.
Web sitesinden ve yayınlarından anlaşıldığı kadarıyla Merkez, ABD’deki İslamofobi çalışmalarını esas alırken, kendisini de İngiltere’deki Runnymede Trust’a karşı konumlandırmış vaziyette.
Avrupa ve ABD’de yükselen İslamofobi’ye karşı, bilimsel çalışmaların yapılması elbette önemli. Bununla birlikte İslamofobik olay ve davranışların, yanlışlığına dikkat çekmek ve Batı’da ve Müslüman toplumunda en alt kesiminden başlayarak bilgilendirme ve bilinçlendirme çalışmalarının yapılması, artık zorunluluk halini almış durumda.
İslamofobi’ye karşı belirli bir düzeyde bilincin oluşturulmasında her Müslüman’a görev düşüyor.
Orta Asya’nın merkezinde Rusya ve Çin ilişkileri
Topraklarında güneş batmayan İngiltere emperyalizm, kolonyalizm ve hegemonya yarışında sınır tanımayan özelliğiyle öne çıkmaktadır. Bugün Rusya ve Çin bölgesel ve uluslar arası arenada adlarından söz ettirmektedir. Her iki ülkenin Orta Asya politikaları, uzmanlar tarafından takip ediliyor.
İngiliz coğrafyacı, akademisyen ve siyasetçi Halford John Mackinder (1861-1947), coğrafya ve dış politika arasında doğrudan bir nedensellik ilişkisi kuran ve uluslar arası ilişkilerde jeopolitik teorilerin ortaya çıkmasında önemli katkıları olanlardandır. Mackinder için Orta Asya, Avrasya’nın “Heartland” yani kalbi veya merkezidir. Mackinder “Orta Asya’yı yöneten dünyayı yönetir” ifadesiyle, Orta Asya’nın jeostratejik ve jeopolitik gerçeğini belirtmektedir. Bu iki özelliğiyle Orta Asya, küresel güç dengesini derinden etkileyebilen ve değiştirebilen bir bölge.
Orta Asya’da geçmişte ağırlıkta Rus ve İngiliz rekabeti söz konusuyken, günümüzde ise başlıca İran, Türkiye, ABD, Rusya ve Çin’in bölgedeki ciddî politikaları mevcuttur. Bunlardan Orta Asya’da toprakları bulunan Rusya ve Çin’in, bölge hakkında Batı kaynaklı algıladıkları tehdide karşı bir takım strateji geliştirdikleri görülüyor.
Rusya’nın, imparatorluk döneminden bu yana güvenlik odaklı siyaseti biliniyor. Rusya’nın Libya, Suriye, Karabağ, Cibuti gibi farklı coğrafyalardaki çatışma bölgelerinde ve üsleriyle oynadığı rol belirleyici olabiliyor. Çin de bilhassa son 20 yılda dünya piyasalarını belirleyen bir konuma geldi. Hatta sanayi, ticaret ve yatırım hamlelerinden dolayı, enerji (petrol, doğal gaz vd.) ihtiyacı duymaktadır. Yine iki ülkenin Orta Asya’yı da kapsayan projeleri sebebiyle karşı karşıya kalabileceği tahmin ediliyordu. Ancak ne Rusya’nın “Avrasya Ekonomik Birliği” ve ne de Çin’in “Kuşak Yol Girişimi”, Asya’nın yükselen iki gücünü karşılaştırmadı. Yakın gelecekte de böyle bir durumun gerçekleşmesine pek ihtimal verilmiyor.
Rusya ve Çin’in rakip olup olmadıkları sorgulanadursun, her iki ülke, Batı’nın Orta Asya’da etkisini genişletme gayretlerini takip ediyor ve ortak tehdit karşısında, şu an için farklılıklarını fırsata dönüştürme anlayışını benimsedikleri değerlendiriliyor.
Soğuk Savaş sonrasında Rusya’nın daha çok “teknik yardım, güvenlik, terörizm, uyuşturucu ticareti, silâh kaçakçılığıyla mücadeleye yöneldiği” belirtiliyor. Diğer taraftan Çin “alt yapı yatırımları, tabiî kaynakların kullanımı, sanayi, ticaret” alanlarında yoğunlaştığı aktarılıyor. Çin’in 2001’de Orta Asya ülkeleri ile ticaret hacmi 1,5 milyar ABD Doları iken, 2019’da 46,5 milyar Dolar’a yükseldiği kaydediliyor. Çin, “Pekin Fuarı 2018” tanıtımıyla Türkî Cumhuriyetler de dahil olmak üzere, tüm Orta Asya ülkeleriyle önemli boyutta yabancı yatırımlara yöneldi.
Rusya ve Çin’in farklı alanlardaki yükselişi, Orta Asya ve Avrasya’da Batı etkinliğini önleyebilecek “rekabetten ziyade tamamlayıcılık”a dönüşmesi de ihtimallerdendir. Rusya’nın Ukrayna, Suriye ve Libya’da dönem dönem Batılı ülkelerin uygulamalarında rahatsızlığı her kesin malûmu. Aynı şekilde Çin’in de özellikle ABD ile yaşadığı Huawei üzerinden yürütülen ticaret savaşı şeklinde adlandırılan sorun bilinmektedir.
Dolayısıyla Orta Asya’nın merkezinde, Rusya ve Çin arasındaki “rekabet veya tamamlayıcılık” tartışmasındaki ortak temel motivasyonu “Batı karşısında duruş”ları belirlemektedir demek doğru olacaktır.
Bugün ise, Rusya ve Çin’in “Batı karşısında duruşları”ları, geçmişte devletler arasında imzalanan dostluk anlaşmalarını çağrıştırmaktadır. Rusya ve Çin arasındaki rekabetten bahsederken, tamamlayıcılığın kırılganlığı da unutulmamalı.
.
Umman’ın reform girişimleri
Umman’ın yeni Sultanı El-Said, 11 Ocak 2021’de ülkesi için yeni bir Yasama Konseyi kurmak ve iktidarının devrini garanti altına almak üzere Veliaht Prens atamak için 2 adet Kraliyet Kararnamesi yayınladı. Veliaht’ın belirlenmesi ve yetkilerinin tanımlanması önem arz ediyor. Çünkü halefi Sultan Kabus, hayattayken yerine herhangi bir Veliaht tayin etmemişti. Sultan Kabus, kendisinden sonra yerine geçecek kişinin kuzeni El-Said olduğunu belirten bir mektup bırakmıştı. El-Said’in tahta çıkmasını sağlayan unsur da bu mektup olmuştu.
El-Said, belirtilen 2 Kararname’nin dışında ülkesinde siyasî ve ekonomik reformlar yapmayı da planlıyor. Reform kapsamında ülke yönetiminin temelinde hukukun üstünlüğü ve yargının bağımsızlığına vurgu yapılıyor.
Kararname ile vatandaşların hakları, hürriyetleri, kadın-erkek eşitliği, çocuk, engelli ve gençlerin refahına atıf yapılıyor. Aynı zamanda zorunlu temel eğitim, yeni üniversitelerin kurulması, bilimsel araştırmaların teşvik edilmesi amaçlanıyor. Yerel yönetim sisteminin muhtemel ana hatlarından detayları verilmeden bahsediliyor. Umman Kraliyet Konseyi’nin ülkeye yapılması planlanan yatırımların önünün açılmasıyla, kalkınmayı hedeflediği aktarılıyor.
Kararname’yle Devlet Malî Denetim ve İdare Kurumu’nun kurularak, hükümetin performansı takip edilerek El-Said’e raporlar düzenlenecek. El-Said’in yeni bir vizyonla göreve başladığı ve yayınlanan Kararnameler’in yenilenme ve kalkınma adına bir başlangıç olduğuna işaret ediliyor. İç politikada bu tarz gelişmeler yaşanırken, dış politikada merhum Sultan Kabus’un çizgisinde devam edileceği kuvvetle muhtemeldir.
Umman’ın uzun yıllardır bölgesel ve uluslar arası sorunlarda tarafsız siyaset izlediği bilinmektedir. Hatta tarafsız dış politika anlayışından dolayı Umman’a, Ortadoğu’nun İsviçre’si denilmektedir.
Katar’a Haziran 2017’de Suudi Arabistan liderliğinde uygulanan ekonomik abluka ile Körfez İşbirliği Konseyi’nde (KİK) derin bir bölünmüşlük meydana gelmişti. Umman, KİK üyesi olmasına rağmen bu konuda tarafsızlığını korudu. Tarafsızlığını devam ettirmek için de KİK’in bazı toplantılarına katılmadı veya hükümet temsilcisi düzeyinde katılım sağladı. 2019 Yılı Aralık ayının ilk haftası Suudi Arabistan’da Körfez ülkelerinin Katar ablukasını sona erdiren KİK zirvesine Umman heyeti, Başbakan Yardımcısı düzeyinde katılmıştı.
KİK zirvesinde ablukanın kaldırılması kararı Kuveyt’te kutlamalarla karşılanırken, Umman ise karardan diplomatik memnuniyetini bildirmişti. Hatta Umman’ın krizin başlangıcındaki arabuluculuk girişimleri sonuçsuz kalmıştı. Ancak Katar krizinin sona ermesinde ABD baskısından da bahsediliyor.
Umman’ın memnun olmadığı KİK kararlarından dolayı bazen Suudi Arabistan’la mesafeli olsa da, bu durumu hiçbir zaman krize dönüştürmedi. KİK’in başarısızlıkla sonuçlanan “Körfez Para Birliği” düşüncesine karşı çıkmasına rağmen, üye ülkelerle ilişkilerini sürdürdü.
Umman, diğer KİK üyelerine göre İran’la iyi diplomatik ilişkilerini sürdürdü. Bununla birlikte İran ile Batı arasındaki Nükleer Anlaşma krizinin gizli müzakerelerinin bir bölümü Muskat üzerinden yürütüldüğü belirtiliyor. KİK üyelerinden Kuveyt ve Katar’ın da İran’la normale yakın ilişkileri olduğu biliniyor. Birde Katar’ın, Türkiye ile de iyi ilişkileri dikkat çekiyor.
ABD’nin yaptırımlarına maruz kalan İran, BAE’nin yaptırımlar doğrultusunda hareket etmesinden dolayı, Umman’ı BAE’nin yerine ikame ediyor. Umman üzerinden ticarî bağlantılarını kuruyor.
Yemen’deki çatışmalar, Umman’ın ulusal güvenliğiyle yakından ilgili. Umman ve Suudi Arabistan sınırındaki El-Mahra bölgesi stratejik açıdan önemli. Birkaç yıl önce Suudi Arabistan ve BAE, Umman’ı, Yemen’deki Husiler’e İran’ın yardımına bir rota şeklinde davrandığına dair üstü kapalı suçlamışlardı. ABD’deki yeni Joe Biden yönetiminin, Yemen’de Umman’ın güvenliğini de sağlayacak kapsamlı bir çözüm üretmesi beklentiler arasında.
Sultan Kabus’un vefat yıl dönümünde, El-Said’in reform çabaları izleniyor. Reformlarla birlikte Umman’ın, bölgede kendine özgü konumunu koruması muhtemeldir.
.
İslamofobi ve İİT
Aslında Batı’nın İslâm, Müslüman ve Doğu karşıtı kesiminin zihinlerindeki tutum ve davranışlara yansıması da görülüyor.
Tarihî geçmişi de olan İslamofobi hakkında, eylemlerin muhtevası, yönü ve biçimi farklı tanımlamaları da beraberinde getiriyor.
İslamofobi özellikle son 20 yılda giderek daha fazla gündemde yer alıyor. Peki İslamofobi hakkında, İslâm İşbirliği Teşkilâtı (İİT) neler yapıyor? İİT’nin resmî web sitesi incelendiğinde Mayıs 2007’den bu yana, her yıl İslamofobi eğilimini izleyerek ve üye devletlere periyodik raporlar hazırladığı anlaşılıyor. Birde İTT, İslamofobi çalışmalarında BM İnsan Hakları mekanizmaları ile mümkün olduğu kadar diğer uluslar arası kuruluşlarla koordinasyon ve işbirliği içerisinde olduğu belirtiliyor. İslamofobi için bilgilendirme çalışmalarında bulunduğu belirtilen İİT, bütün bu faaliyetlerini Genel Sekreterliğe bağlı İslamofobi Gözlemevi bünyesinde yaptığı kaydediliyor.
İİT’nin, İslamofobi ile ilgili en son raporu 27-28 Kasım 2020’de Nijer’in başşehri Niamey’de düzenlenen 47. Dışişleri Bakanları Toplantısı sonrasında “İİT İslamofobi Gözlemevi 13. Raporu” başlığıyla yayınlandı. Rapor toplam 4 bölümden meydana geliyor.
Birinci bölüm “Din ve İmana Dayalı Ayrımcılık ve Nefret” başlığı altında “15 Mart 2019’daki Yeni Zelanda’da Müslümanlara Yönelik Terör Saldırısı, Mart 2019 AB Parlamentosu Seçimleri, Uluslararası Adalet Divanı’nda Myanmar’da Roginyalılar’a Karşı Soykırım Dâvâsı Sorunu, Hindistan Hükümeti tarafından Vatandaşlık Değişiklik Yasasının (CAA) getirilmesi, Hz. Muhammed’e (asm) Hakaret ve Alay Etme Girişimi” gibi konular ele alınıyor.
İkinci bölümde “İslamofobi Tezahürleri” başlığı altında “ABD, Kanada, Avrupa, Myanmar, Çin, Sri Lanka, Hindistan, Avustralya, Yeni Zelanda gibi coğrafyalarda İslamofobik eğilimlere” yer verilmiştir. Buna ek olarak “peçe, hicap ve burka vb. kıyafetlere karşı politikalar” da ele alınmıştır.
Üçüncü bölümde “Bazı Olumlu Gelişmeler” başlığı altında “Kamu Politikası, Mahkeme Kararları, Camilere Destekler, İnançlar ve Tesettür” maddeleri inceleniyor.
Dördüncü ve son bölümde de “Sonuç ve Öneriler”e yer alıyor.
İİT’nin İslamofobi Gözlemevi ve raporları, sorunun belirlenmesinde ve takibinde önemli. Ancak bu çeşit faaliyetlerin tek başına yeterli olmadığı da, yaşanan İslamofobik eylemlerden anlaşılıyor. İİT’den daha etkin ve somut adımlar atması bekleniyor. Özellikle de Korona salgını döneminde etkin ve somut girişimlere daha çok ihtiyaç var.
Covid-19 salgınının dünya çapında yıkıcı yansımalarının yaşandığı dönemde, bazı ülkelerdeki Müslüman karşıtı gruplar, Müslümanlara yönelik nefreti körüklemek için salgın krizinden yararlandı. Sosyal medyada, Müslümanlar’ın namaz kılmak için camilere devam ederek salgını yaydıkları iddiaları üzerine çok sayıda Müslüman saldırıya uğradı. Bazı İslamofobik figürler de Korona krizini Müslümanlara karşı, gündem belirlemede araç olarak kullandılar. Bununla ilgili Hindistan’da “#CoronaJihad” ve “#BioJihad” Hashtag’leri Twitter’da trend oldu.
Sonuçta Müslümanları, ülkede virüsü yaymakla suçlayan sahte söylem ve iddialar sosyal medyada dolaşmaya başladı. Ardından Müslümanlar, toplum için bir tehdit olarak gösterildi. Hindistan’da Korona salgını sürecinde, Müslümanlar’a yönelik şiddet ve saldırıların arttığına işaret ediliyor.
Basın ve yayın yoluyla yapılan söylem nefretine bir de sosyal medya eklendi. İİT’nin de, Hindistan’daki İslamofobi sorununa nasıl yaklaşacağı ve çözüm üreteceği merakla bekleniyor.
.
Onlarda” ve “Bizde” İslamofobi
Her iki taraf içerisinde farklı Müslüman ülkeler de bulunmaktaydı. ABD Başkan Jimmy Carter (1977-1981) döneminde, Komünizme karşı bir savunma hattı “Yeşil Kuşak”ı kurarak İslâm ülkelerini bu projesinde birer aktör olarak kullanıldığı belirtiliyor.
SSCB’nin 1989’da çökmesi ile uluslar arası sistem ABD öncülüğünde tek kutuplu olmuş, Komünizme karşı İslâm’ı ileri sürmesine gerek kalmamıştı. Samuel Huntington’ın ilk defa 1993’te Foreign Affairs Dergisi’nde yayınlanan “Medeniyetler Çatışması” başlıklı makalesi, tek kutuplu dönemde dünyayı yeni bir kategoriye tabi tutmaktaydı.
Yeni dönemde Komünist tehlike ortadan kalkmış ve “kendisini zıddı üzerinden tanımlamak gereği duyan Batı” için yeni bir düşman icat etmekte gecikilmedi. Soğuk Savaş sonrasında Batı’da Komünizm yerini İslamofobi’ye bırakmıştır. Bunun Türkiye’deki yansıması ise “irtica” korkusu yayılması veya tartışması olduğu kuvvetle muhtemeldir. Artık Batı için eskinin “barbar, geri kalmış Müslüman” imajı yine söz konusuydu. Elbette bu algıyı oluşturan da yine Batı’nın kendisiydi.
Halbuki Batı, zamanında uyguladığı emperyalizm ve kolonyalizm politikalarıyla İslamofobi’yi bir bakıma kendisi inşa etmişti. Günümüz dünyasında ise, Kapitalizmin temsilcilerine, İslâm coğrafyasının petrol ve doğal gaz başta olmak üzere yer altı kaynakları hep cazip olmuştur. Bununla birlikte İslamofobi, Batı’nın İslâm’a üstünlüğünü esas alan, ırkçı ve sömürgeci bir projesidir. “Medeniyetler Çatışması”nın meşrûlaştırmaya çalıştığı Müslümanları yıpratma anlayışıdır. Özellikle 11 Eylül 2001 terör olayları, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), ılımlı İslâm devamında El-Kaide ve Taliban terör örgütleri üzerinden yapılanlar bu yıpratmanın en önemli yapı taşlarıdır.
11 Eylül döneminin ABD Başkanı George W. Bush’un nefret söylemi hatırlardadır. Terör eylemlerinin ardından Bush “ya bizdensiniz ya onlardan” diyerek izleyeceği siyaset hakkında fikir vermişti. Yani “biz”, hürriyet ve demokrasi savunucusu. Diğeri de “onlar”, yani Müslümanları da terörist şeklinde tanımlamıştır.
Sonraki dönemde de Batılı ülke uyruklu vatandaşların Müslüman olmalarıyla birlikte IŞİD’e katılıp, başka bir Müslüman’ı Cihad adına öldürmesi, bütün dünyaya canlı yayınlarda izletildi. Sonuçta Müslüman ve terör kavramları beraber anılarak, İslamofobi uygulamasında bir adım daha atılmıştır demek yanlış olmayacaktır.
Batı’da İslamofobi var da, biz de yok mu? Cumhuriyet’in ilânı ile Türkiye’de eskiden kopuş adına siyasî ve sosyolojik değişim ve dönüşümler yaşanmıştır. Türkiye’de, Batı yanlısı modernleşme taraftarı “devletçi seçkincilerle”, değişim ve dönüşümlere karşı olduğu ya da bunun nasıl yapılması gerektiği hususunda fikir ileri sürenler arasında çelişki yıllarca yaşanmıştır. Bununla ilgili olarak Ali Çarkoğlu ve Binnaz Toprak’ın TESEV Yayınları’ndan 2006’da yayınlanan “Değişen Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset” başlıklı çalışması dikkate değerdir. Çalışmada “kuruluş yıllarından itibaren Cumhuriyet kendisini sürekli din temelli reaksiyoner bir tehdit altında hissetmiştir.” Böylece Cumhuriyeti savunmak adına din hedef tahtasına oturtulmuştur. Yine dini hedef alan politikalarla, dindarlar “ötekileştirme, ayrımcılık, eğitimde fırsat eşitsizliği, başörtüsü sorunu, dinî eğitim kurumlarının müfredat ve sistemlerinin değiştirilmesiyle meslek liselerinin eleman yetiştirmesinin de önü kapatılmıştı. Bütün bunların uğruna 28 Şubat Post-Modern darbesi bile gerçekleştirilmişti.”
28 Şubat Post-Modern darbesi, Türkiye’de Müslümanları / dindarları öcü, yobaz, irtica, örümcek kafalı vb. ifadeleriyle tanımlayan İslamofobi’nin zirvesidir denilebilir. Dolayısıyla İslamofobi yalnızca Batı’ya özgü bir durum değildir. Yukarıdan dayatmacı değişim ve dönüşüme maruz kalan Mısır, Tunus, Türkiye gibi Müslüman ülkelerde dinî yaşayışın ve dinî değerlerin toplumdan uzaklaştırılma girişimleri siyasî ve sosyolojik sorun teşkil etmiştir.
Sonuçta İslamofobi, Batı’da olduğu gibi İslâm ülkelerinde de değişik formlarda mevcuttur.
.
İslamofobi ölçeği
Kavram İslâm’a ve Müslümanlara karşı sebepsiz korku, düşmanlık, ötekileştirme, ayrımcılık ve şiddeti meşrûlaştırmayı beraberinde getiriyor. Birde bugün gelinen noktada İslamofobi artık Müslümanlara karşı çeşitli kültürel, toplumsal ve dini ayrımcılıkların hepsini kapsayan bir kavram haline gelmiştir. Bununla birlikte İslamofobiyi ırkçılık ve zenofobi (yabancı düşmanlığı) tanımlamalarından ayrı tutanlarda mevcut.
Giriş cümlesinde de belirtildiği üzere İslamofobi “İslâm’a karşı duyulan korkuyu, kin ve nefreti” açıklıyor. Fakat Müslüman ve İslam karşıtı yaşanan olaylar ve edinilen tecrübeler, İslamofobi’nin kavramsal kullanımına değişik anlamlar yüklendiğini de gösteriyor. İslamofobi hakkında yapılan çalışmalar daha çok kavramın anlamı ve sahadaki olaylar üzerinden değerlendiriliyor. Diğer taraftan İslamofobi’nin, Müslümanları nasıl etkilediğini ve bu yöndeki algılarını ölçmek pek mümkün olmamıştır.
İslamofobi’yi ölçmek için Norveç Oslo Üniversitesi Psikoloji Bölümünden Jonas R. Kunsta ile Pal Ulleberg ve yine aynı üniversitenin Psikososyal Bilimi Bölümü’nden David L. Sam’in, Mart 2013’te Uluslararası Kültürlerarası İlişkiler (International Journal of Intercultural Relations-Cilt 37, Sayı 2) Dergisi’nde “Algılanan İslamofobi: Ölçek Geliştirme ve Doğrulama (Perceived Islamophobia: Scale Development and Validation –PIS- )” başlıklı makalesi dikkate değerdir. Hatta İslamofobi’nin ölçeklendirilmesi hakkında yapılan tek çalışma denilebilir.
Algılanan İslamofobi Ölçeği (PIS) çalışması ilk aşamada Alman ve Araplar’dan 167 kişi, Alman ve Türkler’den 184 kişi, İngiliz ve Pakistanlı’lardan 205 kişi üzerinde açıklayıcı faktör analizindan yararlanılarak 3 faktörlü ölçek araştırması yapılmıştır. Çalışmadaki faktörler için “İslam ve Müslüman korkusu, İslamiyet korkusu ve medyada İslamofobi algıları” gibi alt ölçekler de kullanılarak hesaplanmıştır. İlk aşamanın test sonuçlarında PIS’ın algılanan psikolojik sorunlar ve ayrımcılık ile doğru orantılı olduğu kanaatine varılmıştır. Başka bir ifadeyle Avrupa’da, Müslümanlara karşı İslamofobik davranışlar sergileyenlerin nedenleri arasında psikolojik problemler ve ayrımcılık temelli duygular bulunmaktadır.
Çalışmanın ikinci aşaması da Alman ve Türkler’den 262, Fransız ve Mağripliler’den 277 kişi, İngiliz ve Pakistanlı’lardan 249 kişi üzerinde doğrulayıcı faktör analizinden yararlanılarak 3 faktörlü çözüm üzerinde durulmuştur. PIS’ın algılanan stres ve ayrımcılıkla doğrudan ilişkili olduğu, ayrımcılığın ileri seviyelerinde dini ve etnik kimlik temelli nedenler bulunduğu anlaşılmıştır. Çalışmanın sonucunda Avrupa’da ayrımcılık karşıtı yasaların, Müslüman azınlıkları korumada yetersiz olabileceği düşüncesinin hasıl olduğu kaydedilmiştir.
Makalede ayrıca İngiltere’de 2007-2011 arasında 88 bin ırkçı saldırı gerçekleştiği belirtiliyor. Müslümanlara karşı bu ırkçı saldırıların yapılmasında önyargı ve taciz davranışlarının rol oynadığı tespit edilmiştir. Avrupa’da Müslüman öğrenciler okullarda engellenme ile karşılaşmış, eşitsiz yaklaşımlarla mağduriyet yaşadıkları aktarılmaktadır.
Çalışmanın sonuç bölümünde birçok Müslüman’ın günlük yaşamlarında sadece dini ayrımcılık değil, toplumda da değersizleştirildiklerinin farkında oldukları belirtiliyor. Müslümanlar’ın, bazı Batı Avrupa ülkelerindeki fikir iklimi ve dini damgalanmadan dolayı ruhsal sağlıklarının bozulduğu ve tedirginlik yaşadıkları bildiriliyor. Siyasiler, medya ve kanaat önderlerinin, Müslümanlar’ın yaşadıklarını ciddiye almaları gerektiği vurgulanıyor. Kişilerin inancına ve dini grubuna yönelik toplumsal korkuyu algılamak, ayrımcılıkla sınırlı kalmıyor ve daha başka olumsuz duygu ve davranışları da beraberinde getiriyor. Dolayısıyla İslâm ve Müslümanlara karşı olumsuz hareketlerden uzaklaşabilmek için, toplumsal gruplar arasında kültürlerarası temasın teşvik edilmesi gerektiğine işaret ediliyor.
İslamofobi hakkında İslâm ülkelerinde de muhtelif çalışmalar yapılıyor. Ancak İslamofobi’nin mağdurları Müslümanlar olurken, “Algılanan İslamofobi Ölçeği” çalışmasını yapmak da Norveçli bilim insanlarına düşüyor. Aslında bu bile, bizlere İslamofobi çalışmalarında hangi aşamada olduğumuza dair ipucu veriyor.
İslamofobik davranışların bir insan hakları ihlali olduğu, Avrupa’da ulusal yasalarda ve AB bünyesinde İslamofobi’nin “nefret söylemi, ırkçılık, ayrımcılık (etnik, kimlik, kültür), yabancı düşmanlığı, ötekileştirme” vb. çerçevede değerlendirilerek kanuni tedbirler alınması zorunluluktur. AB’ye “insan hakları, hukukun üstünlüğü, demokrasi, hürriyetler” gibi Kopenhag Kriterleri hatırlatılarak, Avrupa’daki Müslüman azınlıkların “dini çoğulculuk” kapsamında değerlendirilmesi gerekmektedir.
.
Runnymede Trust’ın İslamofobi raporları
SSCB’nin 1989’da dağılması, Doğu ve Batı bloğunu ayıran Berlin Duvarı’nın 1991’de yıkılmasıyla Avrupa’nın Demir Perdesi açılmıştı. Böylece İki Kutuplu dünya sisteminin Soğuk Savaş’ı sona ererek, yeni bir uluslar arası sistem dönemi başlamıştı.
Başlayan yeni dönemde kimlik, kültür, azınlık gibi kavramlar önem kazanmıştır. Özellikle 1990’lardan itibaren azınlık dinî gruba karşı İslamofobi kavramı Avrupa’da gündeme taşınmıştır.
İslamofobi terimi tarihî anlamda, kaşıtları için, İslâm’ın doğuşuna kadar götürülebilir. Ancak İslamofobi, ilk defa İngiltere’de faaliyet gösteren düşünce kuruluşu Runnymede Trust’ın 1997’de “İslamofobi: Hepimiz İçin Bir Zorluk (Islamophobia: A Challenge for Us All)” başlığıyla yayınladığı raporda kaydedilmektedir. Runnymede Trust’ın sonraki tarihlerde de aynı konuyu ele alan yayınları mevcuttur.
Rapor’dan anlaşıldığına göre Avrupa’da İslâm, Müslüman, Doğu çekincesi ya da korkusunun çok uzun süredir var olduğu belirtilmektedir. Rapor’da İslâm’ın, “Batı karşısında ikinci sınıf statüde nitelendirilmesi” de Müslümanlara yönelik düşmanlık gütme sürecini hızlandırmakta. Buna Müslümanlar’a karışı ayrımcılık, dışlama, önyargı, ötekileştirme vb. davranışları eklemek gerekiyor. Belirtilen davranış şekillerinin daha ileri boyutu Müslüman kişilere fizikî şiddete dönüşmektedir. Raporun yayınlandığı 1997’den günümüze Müslümanlara yönelik bu davranışlar ve şiddet eylemlerini medyada fazlasıyla gördük. Aslında İslâm’a ve Müslümanlara karşı bu çeşit eylemlerin meşrûiyet zemini bulması daha üzücü.
Rapor’da Avrupa’da İslamofobi söylem ve davranışlarının sebepleri sıralanmakta: “İslâm değişime direnmektedir; İslâm öteki algılanmaktadır; İslâm’ın dün ve bugün diğer medeniyet ve kültürlerle etkileşimi olmamıştır; İslâm geri kalmış ve ilkel görülmektedir; İslâm şiddet, yanlısı ve din temelli terör üretmektedir; İslâm, siyasî ideoloji görülmektedir… Rapor’da İslâm için muhtelif olumsuzluklar ifade edilmiştir.
Runnymede Trust, Haziran 2004’te yayınladığı “Yeni Müslümanlar (The New Muslims) başlıklı raporda özellikle 11 Eylül 2001 terör olaylarından sonra İslamofobi meselesini ele almaktadır. Rapor 2 bölümden oluşuyor. 1. Bölümün ana başlığı “Müslüman Sorunu”. Bu başlık altında “ırk ve etnik çalışmalar, farklılık, Müslüman vatandaşların Avrupa’da uyumu ve cinsiyet” konuları ele alınmıştır. 2. Bölümde de “Yeni Müslümanlar” başlığı altında “Müslümanların askerlik hizmetleri, grup dayanışmaları, eğitim, yayınlar, radikalleşme, göçmenlik, diaspora, azınlık vb.” konulara değinilmiştir. “Yeni Müslümanlar” Raporu’nun odak noktası İslamofobi ile mücadelede Avrupa’daki yasal yetersizlikler vurgulanıyor.
Runnymede Trust, 2013’teki Rapor’unda da “Müslümanlara karşı ayrımcılığın arttığını, İslamofobi olayların yetkililere bildirilmesi için telefon hattı kurulduğu, aşırı sağcılık hakkında tedbirler alınması gerektiği” belirtiliyor.
Runnymede Trust’ın 2018’de “İslamofobi: Halen Hepimiz İçin Bir Zorluk (Islamophobia: Still A Challenge for Us All)” adı ile en son Raporu’nu yayınladı. Rapor’da “İslamofobi nedir?, yoksulluk, ırkçılık, sağlık, işgücü, Müslüman karşıtı nefret suçları, normalleşme, sivil toplum, feminizm, cinsiyet, Müslümanların tanınması için mücadele, anti-semitizm vd.” konulara değiniyor.
Runnymede Trust’ın rapor ve yayınları incelendiğinde, İslamofobi belirli bir süreç içinde takip edilmektedir. Birde Avrupa’da İslâm ve Müslümanlar hakkında olumsuz, yanlış ve eksik bilgilerden kaynaklı bir bakış söz konusudur. Son 10 yıldaki Afrika ve Ortadoğu’nun çoğunlukla Müslüman ülkelerinden Avrupa ve Batı’ya yönelik göç / mülteci akınları ve bazı göçmenlerden kaynaklı asayişi bozucu durumların Avrupa’da İslamofobi anlayışını derinleştirdiği de yorumlanmaktadır.
İslâm dünyasının ve Müslümanlar’ın “doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu ve istikameti göstermesi” bugün Avrupa’da ve Batı dünyasında hakikî İslâm’ın anlaşılmasına şüphesiz yardımcı olacaktır. Müslümanlar’ın düşünce ve fiillerinde meşrû dairede müsbet hareket ederek, İslamofobi anlayışının çürütülmesi zorunluluktur.
.
ABD olayları
ABD tarihinde 2020 seçimleri gibi çekişmeli seçim süreci daha önce de yaşanmıştı. Richard Nixon 1960’ta ve Al Gore da 2000’deki kıyasıya rekabetle sonuçlanan seçimlerdeki yenilgilerini nezaketle kabul etmişlerdi. Ancak Trump aynı olgunluğu göstermedi.
Trump, göreve geldiğinden beri kendisinden önceki ABD başkanlarından farklı kişisel anlayış ve üslûbu ile öne çıktı. Bu üslûbunu da seçim konuşmalarında, vücut dilinde ve yaptığı taklitlerde fazlasıyla gösterdi.
ABD Kongresi’nin yeni seçilen Başkanı onaylayacağı 6 Ocak sabahında, Trump, başşehir Washington’da “Amerika’yı Kurtar Mitingi” düzenledi. Trump konuşmasında “biliyorum ki herkes birazdan Kongre binasına yürüyecek. Barışçıl ve yurtsever bir şekilde sesinizi duyurun” dedi.
Trump’ın alışılageldik tavrından vazgeçmediği görüldü. Ardından mitinge katılanların Kongre binasını işgal etmeleri herkes gibi TV’lerden canlı takip edildi.
Ben de TV’yi seyretmeye başladığımda ilk söylediğim “ben bunu daha önce Gürcistan, Kırgızistan ve Ermenistan parlamentolarının galeyana ge(tiri)lmiş muhtelif halk unsurları tarafından işgal ve yağma edilmesinde de izlemiştim” cümlesi oldu. İkinci olarak Almanya’da yayınlanan Der Spiegel dergisinin 25 Temmuz 2020 tarihli sayısının kapak başlığı “PRESIDend”, yani “Başkanın Sonu” ifadesini hatırladım.
Aslında ABD Kongresi’nin bugüne kadar daha çok formalite bir uygulaması olan seçim sonuçlarını tescil için gerçekleştirdiği oturum, böylece tarihi nitelik kazanmış oldu. Trump taraftarı protestocuların Kongre binasını işgal ederek ölüm, yaralanma ve maddî zararlara yol açtıkları belirtiliyor.
Kongre binasının işgali sırasında Cumhuriyetçi Kongre Üyesi Mike Gallagher olaylar hakkında “bu tam bir muz cumhuriyeti saçmalığı. Sayın Başkan bunu durdurmanız gerekiyor. Seçim bitti, buna son ver. Şu an ofise sığındım. Çünkü protestocular Kong- re’ye saldırıyor” diye tepkisini gösterdi.
Göreve başlayacak yeni Başkan Biden da Trump’a “ABD demokrasisi saldırı altında. Trump, ulusal TV’lere çık ve buna son ver” şeklinde seslendi. Daha sonra Trump’ın canlı yayından göstericilere “Acınızı, kalbinizin kırıldığını biliyorum. Ama artık evlerinize dönmelisiniz. Barış yapmalıyız. Kanun ve düzene uymalıyız. Evinize gidin, sizi seviyoruz, çok özelsiniz” sözlerini iletti.
Trump’ın aynı günün sabahında hem göstericilere Kongre binasını hedef göstermesi hem de barış ve kanundan bahsetmesi içerisinde bulunduğu ikilem ve ruh halini yansıtıyor. Bununla ilgili olarak Cumhuriyetçi Kongre Üyesi Michael McCaul ise “Trump’ın takıntılı şekilde seçimin hileli olduğunu iddia ederek, komplo teorisi dünyasında yaşadığını” kaydetti.
Olaylardan dolayı Trump’ı sadece Demokratlar değil, kendi siyasî yelpazesindeki başta Gallagher ve McCaul olmak üzere Cumhuriyetçiler de eleştiriyor.
Ertesi gün 7 Ocak’ta, Biden’ın seçimleri kazandığı tescillendi. Oturuma Başkanlık eden Mike Pence’in de “güvenlik sağlandı, şiddet kazanamaz, hürriyet kazanır” cümlesini sarf etmesi manidar karşılandı. Çünkü başka coğrafyalarda arkasında ABD’nin olduğu iddia edilen şiddet ve silâhlı eylemler hatırlara geliyor.
Şimdi güvenlik güçlerinin, ABD’de Kongre’yi basan bazı halk kesimlerinin, bundan sonra olabilecek eylemlerinin muhtevası hakkındaki ihtimaller üzerinde durduğu aktarılıyor. “ABD demokrasisinin yeniden inşası söylemleri ileri sürülürken, yönetim zafiyeti ve federal sistemin sonu mu geldi” vb. başlıklar tartışılmaya başlandı. Hatta Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi ve Senato’nun Demokrat lideri Chuck Schumer “göstericileri kışkırtan Trump’ın derhal görevden alınması” gerektiğini gündeme taşıdı. Trump’ın seçimlerdeki “Amerika’yı yeniden büyük yapacağız” sloganından oldukça uzaklaştığı ve görev süresinin son günlerinde Başkanlıktan alınma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığını görüyoruz.
11 Eylül 2001’de Dünya Ticaret Örgütü ve Pentagon’u hedef alan ve sivil yolcu uçaklarının çarpmasıyla yapılan saldırılar terör faaliyeti şeklinde değerlendirilmiştir.
Nitekim de öyleydi. 6 Ocak 2020’de Kongre’yi basan sivil halkın da terör eyleminde bulundukları belirtiliyor. Yaşananlar için ABD’nin ikinci 11 Eylül’ü demek yanlış olmayacaktır.
.
İslamofobi
Gerçekte korkulmayacak, bir objeye, aktiviteye ve duruma karşı aşırı korku duyma ya da kaçınma davranışında bulunmaya fobi deniyor. İslâm kelimesi ile Yunanca “phobos” kelimesinin birleştirilmesiyle “İslamofobi” kavramı meydana geliyor.
İslamofobi, Batı’da “İslâm karşıtlığını, İslâm’a karşı duyulan korkuyu, kin ve nefreti” ifade etmekte kullanılıyor. Kavram İslâm’a ve Müslümanlara karşı sebepsiz korku, düşmanlık, ötekileştirme, ayrımcılık ve şiddeti meşrûlaştırmayı beraberinde getiriyor.
İslamofobiyi İslâm karşıtlığı veya düşmanlığı üzerinden tanımlayanlar için, kavram İslâm’ın başlangıcına kadar götürülebilir. Ancak Batı’nın iç karışıklık ve buhran yaşadığı dönemlerde, İslâm dünyasına karşı Haçlı Seferleri’ni düzenledikleri hatırlandığında, karşıtlık ve düşmanlığı Haçlılar’ın, Müslümanlara karşı yaptıkları biliniyor.
Coğrafî keşiflerin başlamasıyla birlikte Batılı seyyahlar ve beraberindekilerin Doğu’ya yönelik gezilerinin etkisiyle ortaya çıkan Oryantalizm düşüncesinin “seyahatname, günlük, ânı, çevre, ekonomi, siyaset, sosyolojik, arkeolojik” yayınları herkesin malûmudur. İşte oryantalizm ürünü olan Doğu ve İslâm dünyası hakkında “taraflı, yanlış, eksik, düşmanca” bilgiler ihtiva eden bu yayınların Batı’da İslâm âlemini yanlış tanıtması da İslamofobi’nin ortaya çıkışındaki etkenlerden biridir.
Yine Batı’nın, Doğu ve İslâm dünyasına karşı “emperyalist ve kolonyalist” politika ve uygulamalarından dolayı, Batı’ya karşı ulusal bağımsızlık mücadelesi veren yerel toplulukların mücadelesinin, Batı nazarında “ehlileştirilecek / medenileştirilecek” insanlar şeklinde algılatılmaları da, bugünkü İslamofobi’ye giden yolda Batı’nın ortaya çıkardığı unsurlardan.
Avrupalı güçlerin, Osmanlı devletini paylaşmak ve tarih sahnesinden çıkarmak için ileri sürüdüğü “hasta adam” ifadesi, yine Batı’nın kendisini ispatlamak uğruna, kendi zıddına karşı, düşünce ve eylem tarzıdır. Özellikle Osmanlı devletinin yıkılıp, İslâm ülkelerinin başta İngiltere olmak üzere diğer Avrupalı devletlerin işgal ya da muhtelif şekillerde himayelerine girmeleri, Batı’ya karşı bağımsızlık hareketliliğini arttırmıştır. İslâm dünyasındaki bağımsızlık mücadelesi ile geçmişteki İslâm ve Batı arasında yaşanan savaşlar neticesinde “Batı’da ötekiye karşı medeni biz” kıyaslamasına yol açmıştır. Hatta bu kıyaslamayı 1989’da Soğuk Savaş sonrası uluslar arası ortamı anlatmak için Samuel Hungtinton tarafından ilk defa 1993’te Foreign Affairs Dergisi’nde yayınlanan ve güzellemeden ibaret olan “Medeniyetler Çatışması”nda da görmek mümkündür.
İsrail’in 1948’de kurulması, bölgedeki Müslüman ülkelerin dikkatini çekmiş ve Mısır liderliğinde savaşlar yapılmıştır. Müslüman Arap ittifakının, İsrail karşısında yenilgiye uğramaları sonrasında, bölgede İsrail karşıtı silâhlı gruplar kurulmuştur.
Sonraki dönemde en büyük kırılma noktalarından biri de 11 Eylül 2001 yılındaki terör eylemleridir. Bu saldırılarda El-Kaide terör örgütü mensupları ABD’deki Dünya Ticaret Örgütü ile Pentagon binalarını hedef almışlardı. Olayların hemen ardından ABD Başkanı George W. Bush “Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)” ile Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerini kapsayan bir “barış, huzur, demokratikleştirme” planını uygulamaya koydu. ABD öncülüğündeki koalisyon, demokratikleştirme adına Afganistan ve Irak’ı işgal etti. Aynen önceki yüzyıllarda Avrupa’nın, Doğu ve İslâm dünyasını ötekileştirerek “medenileştirmeye” çalıştığı gibi. 11 Eylül olayları, bir takım medyada İslâm’a karşı karalama kampanyasını başlatmış, ABD’nin evanjelik politikalarıyla dünyanın muhtelif yerlerinde Müslümanlar ayrımcılığa uğramışlardı.
Avrupa’da da 2000’li yıllardan itibaren “aşırı sağ”ın yükselişi, İslâm ve Müslümanlara karşı öfke ve şiddeti arttırmıştır. Hatta Avrupa’daki yükselen aşırı sağ Müslümanlara karşı ırkçı boyutlara da ulaştı. 2005’te Danimarka’da Jyllands - Posten gazetesinde Hz. Muhammed’in (asm terörist olarak karikatürize edilmesi üzerine yaşananlar İslamofobiyi tekrar gündeme getirmiştir. Papa 16. Benedikt’in 12 Eylül 2006’daki konuşmasında “Muhammed’in getirdiği hiçbir yenilik yok. Sadece kötü ve insanlık dışı şeyler getirdi” açıklaması İslâm ve Müslüman karşıtlığını yeniden alevlendirdi. 2006’da Charlie Hebdo Dergisi tarafından yayımlanan Hz. Muhammed’e (asm) hakaret muhtevalı 12 resim bulunuyor. Yine Charlie Hebdo Dergisi’ne Ocak 2015’teki saldırılardan önce İslâm Peygamberini konu edinen hakaret muhtevalı karikatürler yayımlanmıştı. Paris’te 7 ve 9 Ocak 2015’te Charlie Hebdo Dergisi’ne ve bir Yahudi marketine düzenlenen saldırılarda 17 kişi ölmüştü. Saldırganlar polisin operasyonuyla öldürülürken, saldırıları terör örgütü El-Kaide üstlenmişti.
Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde 2011’de başlayan Arap Baharı / Uyanışı sonrasında iç savaşa sürüklenen ülkelerden Batı’ya, göç dalgaları ve mülteci akınları halen yaşanmaktadır. Avrupa’da mülteciler ırkçılık, yabancı düşmanlığı, fizikî ve sözlü şiddet, nefret söylemine maruz kalmaktadır. Demokrasi, insan hakları ve hürriyetleri önceleyen Avrupa anlayışı mevcutken, birde “insanları sefahat ve dalâlete sevk eden, bozulmuş ikinci Avrupa” da söz konusudur. (Mesnevî-i Nuriye, s. 129) İkinci Avrupa’dan dolayı, çoğunluğu Müslüman olan mülteciler, kendilerini tecrit edilmiş ve güvensiz hissetmektedirler.
Bu durum mültecilerin yaşadıkları topluma entegrasyonunu da zorlaştırmaktadır. Batı böylece kendisini İslamofobiyi üreten kısır döngü içine sokmuş oluyor.
.
BAE’nin Senegal ilişkisi
BAE’ne ait liman işletme firması DP World, derin su limanı projesi için Senegal’le 23 Aralık 2020’de bir anlaşma imzaladığı bildiriliyor. BAE’nin bu girişimi, Türkiye’nin Afrika ülkelerindeki teşebbüslerine yönelik bir hamle olarak değerlendiriliyor.
DP World, Senegal’in Ndayane bölgesinde planladığı liman inşaatı için ilk aşamada 837 milyar dolarlık yatırım yapacağı aktarılıyor. Eğer anlaşma gerçekleşirse, bu yatırım Senagal tarihinde en büyük özel sektör yatırımı olacak. Bunu 290 milyar dolarlık bir BAE yatırımının takip edeceği bildiriliyor.
Yeni limanın ise, Dakar’ın batı ve kuzey Afrika’ya açılan önemli lojistik merkez rolünü oynacağı ve BAE yatırımının diğer yabancı yatırımları Senegal’e çekeceği tahminler arasında.
BAE’nin daha önceki yıllarda Afrika girişimleri arasında Somaliland, Cezayir, Mozambik ve Cibuti gibi farklı ülkeler bulunuyor. BAE, zikredilen ülkelerde liman ve ticarî imtiyazları kazanmak amacıyla muhtelif anlaşmalar imzalamıştı. BAE’nin, Kızıldeniz’in en stratejik yeri Bab El-Mendeb Boğazı’na askeri kuvvet konuşlandırması amacıyla askerî üs inşa ettiği de uluslararası basında yazılmıştı. Daha sonra Yemen’in Sokotra adasındaki BAE askerî varlığının da haberleri gelmişti.
Uluslar arası kulislerde BAE’nin Afrika ülkelerine yönelik teşebbüsleri ve en son Senegal’le yapılan anlaşmanın, bölgede Türkiye ile yapmakta olduğu nüfuz mücadelesi içerisinde yorumlanıyor. Bir süredir Türkiye’nin de Senegal’le ilişkilerini geliştirmeye gayret ettiği belirtiliyor. Aynı süreçte BAE ile Senegal anlaşmasının yapıldığı haberleri, BAE’nin bölgede Türkiye karşıtı yeni politikalar belirleyebileceği şeklinde değerlendiriliyor.
Geçtiğimiz Ocak 2020’de Türkiye, Cumhurbaşkanı düzeyinde Senegale ziyaret gerçekleştirmiş ve iş forumu düzenlenmişti. Türkiye ve Senegal arasındaki ticaret hacmi, uluslar arası havaalanı ve 50 bin kişilik stadyum inşaatı vb. önemli altp yapı projelerini bu ziyaretin kapsamındaydı.
BAE’nini bu son anlaşmasının, Türkiye ile bölgedeki rekabetinin altını çiziyor. Her iki ülkenin Libya, Suriye, Yemen, Doğu Akdeniz, Afrika ülkelerindeki rekabetleri biliniyor. Libya’da Türkiye, Trablus merkezli Ulusal Mutabakat Hükümetini desteklerken, BAE doğudaki Halife Hafter’in arkasında duruyor. Yemen’de BAE, Suudi Arabistan liderliğindeki koalisyonun operasyonlarına verdiği destek herkesin malûmu. BAE, Yemen’de İran’la bağlantılı Husiler’e karşı hava saldırılarında da yer almıştı. Doğu Akdeniz ise, BAE, “Yunanistan, Kıbrıs Rum Yönetimi, Fransa ve Mısır”dan meydana gelen gruba verdiği destekle, Türkiye’nin sondaj çalışmalarına karşı çıkmıştı. Türkiye de, bu ittifakı kendisini, Akdeniz’deki petrol ve gaz denkleminin dışında tutmaya çalıştığının farkında. Bununla birlikte BAE, Türkiye’yi Ortadoğu ve Afrika’da neo-Osmanlıcılık faaliyetleri iddiasıyla suçluyor. BAE’nin, geçtiğimiz yıl Türkiye ve Osmanlı karşıtı film yapımındaki desteği de hatırlardadır.
BAE’nin, Mısır’daki Müslüman Kardeşler iktidarına karşı gerçekleştirilen Abdul Fettah El-Sisi liderliğindeki 3 Temmuz 2013 darbesinden bu yana Türkiye’ye karşı sert muhalefeti bilinmektedir. Senegal’in, iki ülke arasında yeni bir rekabet sahası olma ihtimali yüksektir.
.
Sudan, İsrail ve ABD ilişkileri
Bugün ise geçiş hükümetine 61 yaşındaki ekonomist Başbakan Abdalla Hamdok liderlik ediyor. Aslında bugünkü geçiş yönetimi, eski rejimin figürleri olan bürokratlar ve askerlerden meydana geliyor.
Beşir gitti. Ancak ülkenin ekonomik sorunlarına halen çözüm bulunamadı. Hatta Hamdok, çökmüş bir ekonomiyi devraldı. Sudan’da giderek derinleşen siyasî, ekonomik ve toplumsal problemlerin âciliyeti var. Ancak yönetimin elinde sihirli bir değnek yok. Ülkenin içerisinde bulunduğu ulusal, bölgesel ve uluslar arası konjonktürde sorunların çözümünü oldukça zorlaştırıyor.
BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne göre Sudan’da 1 milyondan fazla mülteci ve ülke içerisinde yerinden edilmiş 2 milyon insan mevcut. Bununla beraber toplam nüfus 44 milyon. Tigray bölgesine, iç çatışmalardan dolayı 50 binden fazla Etiyopyalı göçmek zorunda kaldı. Bu nüfus hareketliliği Sudan’ın her geçen gün mülteci sayısını arttırıyor.
Sudan’da resmî işsizlik oranı yüzde 16 düzeyinde. Dünya Bankası da ülkenin yoksulluk oranını yüzde 36.1 şeklinde bildiriyor. Dünya Bankası, Sudan’ı “kırılganlık ve çatışma” kategorisinde değerlendirerek “orta-yüksek yoğunlukta” sosyo-ekonomik kriz uyarısı yapıyor. Fakat Sudan ekonomisinin durumu göz önüne alındığında hem işsizlik hem de yoksulluk oranlarının daha fazla olduğuna dikkat çekiliyor. Hatta nüfusun yarıdan fazlasının yoksulluk sınırının altın yaşama mücadelesi verdiği vurgulanıyor.
Covid-19 Salgını, Sudan ekonomisini daha da kötüleştirdi. 2020 yılı art arda negatif yönlü büyümede 3. yıl olacak. IMF, Sudan Ülke Raporu’nda 2020 sonunda ülke ekonomisinin yüzde 8.4 küçüleceği kaydediliyor. Sudan 2018’de yüzde 2.3 ve 2019’da yüzde 2,5 küçülmüştü. Bu oranın 2020’de yüzde 0.8 olması bekleniyor. Ayrıca IMF, ülkedeki “insanî durumu korkunç” olarak tanımlıyor. Ekonomideki dış dengesizliklerin büyük, enflasyonun yüksek, para biriminin aşırı değerli ve rekabet gücünün zayıf olduğu şeklinde belirtiyor.
Hamdok’un ise, Sudan’ın ekonomik krizini İsrail ve ABD ile anlaşarak aşacağını tahmin ettiği muhtemeldir. Mısır, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn’in ardından İsrail’le “normalleşecek” ülkenin Sudan olduğu yorumlanıyor. Çünkü üst düzey Sudanlı yetkililerden oluşan bir heyetin, 23 Eylül 2020’de BAE’nin başşehri Abu Dabi’de görüşmelerde bulunduğu kaydediliyor. Sudan’ı yöneten Geçici Askerî Konsey tarafından yapılan açıklamada “görüşmelerde Sudan’ın, ABD’nin terörizmin sponsorları listesinden çıkarılması, bölgede Sudan’ın İsrail ve Arap ülkeleri arasında istikrarı sağlanmasındaki rolü vb. konuların ele alındığı” ifade edilmişti (Yeni Asya, 18.10.2020, Sudan ve İsrail’le Normalleşme).
Abu Dabi görüşmesi sonrasındaki gelişmeler Sudan’ı, ABD’li terör mağdurlarının dâvâlarından kurtaracak, ABD’nin ve uluslar arası yardımlara uygun hale getirilmesinin planlandığı değerlendiriliyor. Belirtilen dâvâlar, 20 yıl önceki El-Kaide destekli terör eylemlerinin kurbanlarının dâvâlarıdır.
Hamdok da, Ortadoğu ülkelerinin İsrail’le normalleşme anlaşmalarının sonrasında, ABD ile anlaşmanın yolunu İsrail’le normalleşmeden geçtiğini düşünmüş olmalı. İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu 26 Ekim 2020’de Al-Monitor’e yaptığı açıklamada “Sudan’la normalleşmeyi ekonomik ve ticarî potansiyeli için ‘ceplerimiz için iyi’ ve ‘diplomatik tsunamimizin’ bir parçası olarak” memnuniyetle karşıladığı anlaşılıyor. Birde İsrail, Sudan hava sahasının açılmasını takdir ettiğini bildirdi. Normalleşme sürecinin, Sudan’ın geçici yönetimin yavaş çalışması ve henüz kurulmamış yasama konseyi dolayısıyla istenilen hızda olmadığı kaydediliyor. The Wall Street Journal’ın 23 Aralık 2020 tarihli sayısında “Trump döneminde Sudan-ABD ilişkilerinin baş döndürücü hızda olduğu” yazıldı. ABD’deki Savunma Yetkisi Tasarısı yasalaşırsa, Sudan için 700 milyon dolarlık yardım ve 230 milyon dolarlık da borç erteleme maddelerini ihtiva ettiğinden bahsediliyor. Böylece İsrail üzerinden kurulan ilişkilerde bir adım daha atılmış olacak. Ancak Hamdok’un, İsrail ve ABD ile ilişkilerini geliştirirken, Sudan’daki İslâmî grupların tepkisini ve silâhlı örgütlerin saldırılarını hesap etmesi kaçınılmazdır. Aksi takdirde ülke içinde tepki çekecek bir dış politika siyasetinin, iç çatışmalara varabileceği ihtimali de göz ardı edilmemelidir.
.
Arap Baharı’nın 10. yılında Tunus
İşte bu “tükenmişlik ve çaresizlik” tam 10 yıl önce, Tunus’ta sokak satıcısı Muhammed Ebu Azizi’nin, polisin müdahalesi ile başlayan tartışma sonucunda kendisini yakmasıyla Tunus isyanı başladı. Arap Baharı tanımıyla geniş halk kesimlerinin “ekmek, onur, hürriyet” talepleriyle 17 Aralık 2010’da başlayıp, 14 Ocak 2011’de Devlet Başkanı Zeynel Abidin bin Ali’nin ülkeyi terk etmesiyle neticelendi. Gelişmeler “Yasemin Devrimi” olarak adlandırıldı.
Yaklaşık 30 yıllık tek parti rejiminin devrilmesinin üzerinden geçen 10 yıla rağmen, Tunuslular, siyasî başarılarını sosyal ve ekonomik kazanımlara çeviremediler. Halkın hayal kırıklığı ve eşitsizliği devam ediyor.
Tunus’ta devrimden sonra kapatılan, eski lider bin Ali’nin Anayasal Demokratik Birlik Partisi’nin son Genel Sekreteri Muhammed Gheriani’nin, Temsilciler Meclisi Başkanı ve En Nahda Hareketi’nin kurucusu Raşid El-Gannuşi tarafından hükümete Danışman olarak atanması dikkat çekiyor. Gheriani’nin hem eski rejimin temsilcilerinden hem de yolsuzluk suçlamalarıyla hapis yatmış olması toplumsal unsurlar tarafından tepkiyle karşılaşıyor. Hakikat ve Haysiyet Kurumu Eski Başkanı Sihem Ben Sedrine, Gheriani’nin atamasına itiraz edenlerden. Sedrine “atamanın yasal olmadığı, El-Gannuşi’nin eski siyasilerle tek başına uzlaşma yapma hakkının bulunmadığını” ileri sürüyor. Ancak Gheriani’nin ataması 27 Kasım 2020 tarihli ve 2020-934 sayılı Hükümet Kararnamesi’nin 1 Aralık 2020’de Resmî Gazete’de yayınlanmasıyla resmîleşti.
Tepkiler karşısında En Nahda’dan yapılan açıklamada “Gheriani’nin, bin Ali ile çalışmasına rağmen, Tunus için yararlı, yetenekli, tecrübeli bir figür olduğu” vurgulanıyor. Fakat bu atamanın, ülkenin siyasî gidişatı ve geleceği hakkında ciddî soru işaretlerine yol açtığı değerlendiriliyor.
Tunuslular devrimle öne çıkan değerlerin farkında olmakla birlikte, geçen 10 yıllık süreçte meydanların taleplerine cevap verecek devlet mekanizmalarının çalıştırılamaması, toplumsal beklentilere cevap veremedi. Gelinen noktada Gheriani gibi kamuoyundan kabul görmeyen birinin önemli bir makama getirilmesi bunun delili niteliğinde.
Devrimin üzerinden geçen 10 yılda işsizlik, yoksulluk, gelir dağılımı adaletsizliği, yüksek enflasyon vb. sosyo-ekonomik sorunlarda gereken iyileşme görülmedi. Bununla ilgili Tunus’un güneydeki en büyük şehri Tataouine’de bir grup, protestolarda bulundu. Grup özellikle 22 Haziran 2020’de Kamour petrol kuyusu, vana ve pompa istasyonunu işgal etti. Kamour Hareketi adıyla bilinen grup, sosyal medyada “Ween el petrol? (Petrol Nerede)” sloganıyla yayıldı. Kamour Hareketi diğer benzer unsurlar gibi devletin tabiî kaynakları kullanmada şeffaf olmasını istiyor. Statükoya da karşı çıkıyor. Aynı zamanda Kamour, petrol ve gaz gelirlerinin âdil dağıtılmasından yana. Kamour’un talepleri 2017’de Tataouine ve Kebili şehirlerinde de yapıldı. Göstericiler “kalkınma ve iş hakkımızı istiyoruz” pankartlarıyla Fransız Perenco ve Avusturyalı OVM firmalarının petrol ve gaz çıkardığı bölgelerde gerçekleştirildi. Bugün de Kamour, 2017’de Hükümetin söz verdiği anlaşmayı halen uygulamadığından şikâyetçi.
Başbakan Hişam El-Mechichi 9 Kasım 2020’deki açıklamasında “Hükümetin yıllardır devam eden bu sorunları çözmek için bölge halkının endişelerini dinledikleri, diyaloğu ve güveni yeniden tesis etmeye dayanan yaklaşımla Tataouine, Gafsa, Kebili, Cendouba, Kasserine ve Sidi Bouzid şehirleri valileri ile sivil toplum temsilcileriyle ortak çalışma grubu kurulacak” dedi. El-Mechichi “yapılan girişimler sonucunda göstericilerle bir anlaşmaya vardıklarını, belirtilen şehirlerin kalkınmasını amaçlayan bir fona yılda 80 milyon Dinar (29 milyon Dolar) aktarılacağını, 2020 yılı sonuna kadar 1.000 kişiye istihdam sağladıklarını, petrol şirketlerinde 660 sürekli olmayan iş imkânı oluşturduklarını ve yine 2020 sonuna kadar 215 yardım paketinin tahsis edilmesini kararlaştırdıklarını” belirtiyor. Bununla birlikte El-Mechichi “alçıtaşı, bayındırlık, ulaştırma ve tarım alanlarında faaliyette bulunacak 5 bölge şirketi kurulacağını” ifade etti.
El-Mechichi’nin belirttiği uzlaşma maddeleri ve sosyo-ekonomik tedbirleri “Kamour Anlaşması” şeklinde adlandırılıyor. Ekonomist Moez Joudi de, Anlaşma’yı “devletin çöküşü” diye tanımlıyor. Devrimden sonra atamalar kabul görmezken, ekonomik sorunların da tam anlamıyla çözülemediği anlaşılıyor.
.
Korona sonrası küreselleşmenin yeni evresi mi?-3
Her ülkenin kendine has şartları içerisinde, salgının getirdiği yeni durumlar söz konusu. Birde küresel yeni durum söz konusu. Korona sonrasında küreselleşmenin yeni evresi hakkında “yeni bir düzen, dönem veya yeni uluslar arası sistem” tartışmalarını beraberinde getiriyor.
Avrupa, tarihî bağlamda dünya güç merkezlerinden biri olagelmiştir. Özellikle Roma İmparatorluğu dönemindeki birleşik Avrupa fikrine hep atıf yapıldı. Birleşik Avrupa ya da Avrupa Birleşik Devletleri tahayyülü, 1957’de Roma Anlaşması ile başlayan süreç, 1992’de Avrupa Birliği’ne dönüşerek gerçek oldu.
Avrupa’nın son yüzyılda yetiştirdiği düşünürlerden Antonio Gramsci 1937’de İtalya’da tutuklu bulunduğu hapishanede vefat etti. Gramsci’nin 45 yıllık hayatının uzun yılları hapishanelerde geçti. Yine hapishanedeyken yazdığı defterler daha sonra “Hapishane Mektupları / Defterleri” adıyla basıldı. Gramsci, adı geçen kitabında İkinci Dünya Savaşı öncesi hakkında “Avrupa’nın içerisinde bulunduğu dönemden çıkarmak için bir virüse ihtiyaç var. Eski ölüyor ve yeni doğamaz” diye bir kötümserliği mevcut. İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeni bir dünya ve Avrupa kuruldu. Yani yeni Avrupa doğdu. BM kurularak yeni uluslar arası sistem başladı. Böylece Gramsci bu anlamda yanıldı denilebilir. Ancak Covid-19 virüsü sonrasında, “yeni bir düzen, dönem veya yeni uluslar arası sistem” doğmasına ihtimal veriliyor. Korona sonrasında daha otonom ve stratejik bir AB’nin meydana gelmesi muhtemeldir.
Soğuk Savaş’ın 1989’da sona ermesiyle, AB 1992’deki Anlaşmayla siyasî birliğe doğru büyük bir adım atmıştı. Anlaşma’nın ardından AB kendi içerisinde bir dizi reform gerçekleştirdi. Fakat 2010’dan itibaren muhtelif krizleri de yaşadı. Bunlardan biri ekonomik olarak iflâs eden Yunanistan’ın kurtarılması ve daha da önemlisi İngiltere’nin Brexit ile AB’den ayrılmasıydı. Eskiden kalma büyük sorun ise, bir türlü “ortak dış politika ve ortak savunma” başlıklarının tam anlamıyla olgunlaştırılamadığına işaret ediliyor. Buna ek olarak İngiltere’nin AB’den ayrılmasıyla, Bediüzzaman Said Nursî’nin düşüncesindeki “birinci ve ikinci Avrupa”nın bir anlamda tasaffi ettiği de yorumlanıyor.
Salgında da AB üyelerinin tek merkezden sağlık yönetiminin yetersiz kaldığı görüldü. Özellikle İtalya’nın pandeminin başlangıcından itibaren AB’nin bilgisi dışında Rusya’dan askerî-sağlık yardımı alması, AB’nin ortak hareket etme ruhuna aykırılığından dolayı eleştirilmişti. AB’nin 21 Temmuz 2020’de yayınlandığı “Koronavirüs Kurtarma Planı” başlığıyla tanımlanan bir desteği üyelerine sunmayı geçte olsa kararlaştırdı.
“Koronavirüs Kurtarma Planı”na Avrupa’nın “Alexander Hamilton Momenti (Ânı)” biçiminde de ifade ediliyor. ABD’nin kuruluşuna yol açan, İngiltere’ye karşı verdiği 1775-1783 yılları arasındaki bağımsızlık savaşı herkesin malûmudur. Savaş sonrasında borçlarla ilgili olarak Kuzey Amerika’daki Virginia Eyaleti’nin, New York’un borçlarını üstlenmeyeceği endişesi hakimdi. Eyaletler arasında sorun yaşanmaması için ABD hükümeti, 13 eyaletin borçlarını üstlenerek mâlî birliğe yaklaşmışlardı. Diğer taraftan tüm dünyayı etkisi altına alan salgının, AB için küresel liderlik ve yeni müttefikler bulma adına fırsat olabileceği de ileri sürülüyor. Dolayısıyla AB’nin Kurtarma Planı, “Hamilton Momenti” bunun dönüm noktası olabileceğine ihtimal veriliyor. Tabi AB Kurtarma Planı’nın, “Hamilton Momenti” olmadığını iddia edenler de var.
Her şeyden önemlisi Avrupa’yı Avrupa yapan, AB’nin Kopenhag Kriterleri’nde yer alan ve Batı’nın üst-yapısal değerleri olarak da vurgulanan “insan hakları, hürriyetler, demokrasi, hukukun üstünlüğü” kavramlarıdır. Gramsci’nin Avrupa için ihtiyaç duyduğu virüsü, Korona şeklinde değerlendirenler mevcut. Halbuki Avrupa’da muhtelif virüsler bulunmakta. AB toplumları içerisinde ötekileştirmeye, ayrımcılığa, ırkçılığa son vererek; Neo-Nazi vb. aşırı grupları minimize ederek; İslâm başta olmak üzere tüm dinlere saygılı davranmalı; Fransa’da Charlie Hebdo gibi dergiler Hz. Muhammed’in (asm) karikatürünü yayınlayarak İslamofobik davranışların önünü açmamalı vb. Böylece AB’nin uluslar arası sistemdeki konumu ve başarısının; otonomluktan ziyade kendisini yenileyerek, demokratik süreçleri yeniden birinci gündemi yapmasına bağlı olduğu kuvvetle muhtemeldir
.
AB ve ABD yaptırımları
AB’nin 11 Aralık’taki zirvesinde, Türkiye’nin, Kıbrıs ve Yunanistan kıyılarında devam eden petrol ve gaz sondajı dolayısıyla, Türkiye’ye yaptırım uygulama kararı alınmıştı. Yaptırım kararının alınmasında, Doğu Akdeniz’de yaşananların krize çevrilmesinde rol oynayan Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi (KRK) ve Fransa’nın Brüksel’e baskısı biliniyor.
Yaptırım kararında başlıca Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’nın (TPAO) bazı yöneticilerine yönelik tedbirlerin 12 Kasım 2021’e kadar uzatıldığı kaydediliyor. Ayrıca Kıbrıs’ın Maraş bölgesi hakkında Ankara’nın attığı adımların uygun bulunmadığı, ABD ile koordinasyon halinde olunmasının gerekliliğine dikkat çekiliyor. Bu hususta Türkiye’ye, BM Güvenlik Konseyi’nin 550 ve 789 nolu kararlarına riayet edilmesi çağrısı yapılmıştı. Birde Mart 2021’de yapılacak Zirve’ye kadar, Türkiye-AB arasındaki politikalar için bir rapor hazırlanması da hedeflendi.
Siyasî analistlerce AB’nin Türkiye hakkında aldığı kararların niyet beyanından ibaret olduğu, önümüzdeki Mart ayında açıklanacak rapordan sonra durumun netlik kazanacağına işaret ediliyor.
Diğer taraftan Yunanistan, KRK ve Fransa’nın girişimlerine karşılık AB üyeleri arasında, Türkiye’ye yaptırımlardan yana olmayanlar da mevcut. Özellikle AB’nin en büyük ticarî ortaklarından Türkiye’nin göz ardı edilemeyeceği ortada. Bununla birlikte Türkiye’nin ağırladığı 4 milyon mültecinin Batılı ülkelere hareket etme ihtimali de AB’nin ciddî yaptırım kararı alamamasında etkili olduğu yorumlanıyor.
ABD’nin de, Türkiye’ye Rus yapımı S-400 hava savunma sistemi aldığı için yaptırım kararı aldığı belirtiliyor. ABD, S-400’lerin alınmasıyla birlikte NATO uçakları ve özellikle F-35’lerin bilgilerinin Rusya’nın eline geçeceği endişesini ileri sürüyor. ABD, CAATSA yasası kapsamında 5 tane yaptırım yürürlüğe koydu. Türkiye’nin F-35 savaş uçaklarını satın almasına izin verilen ülkeler listesinden çıkartılması daha çok gündem oldu.
ABD’nin NATO Büyükelçisi Kay Bailey Hutchison, önceki hafta NATO Dışişleri Bakanları toplantısından önce “ittifakımızda Rusya’dan alınan bir hava savunma sistemi kurma fikri kabul edilebilir sınırların ötesinde” ifadelerini kullanmıştı. Toplantıda Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun sert cevabı da basına yansımıştı.
Sert atmosferdeki NATO toplantısı öncesinde havayı yumuşatmak isteyen Genel Sekreter Jens Stoltenberg ise “Türkiye’nin 4 milyon mülteciyi ağırladığını hatırlatarak, en fazla yabancıya kucak açan NATO üyesi olup, ülkenin terör saldırıları ile sarsıldığını” vurguladı. Bununla birlikte Stoltenberg “Fikir ayrılıklarımız var. Farklılıklar var, bunları çözmeliyiz. Ancak Türkiye’nin, NATO’nun ve Batı’nın bir parçası olarak önemini de kavramalıyız” diyerek, ittifak içerisinde Türkiye’nin önemini belirtiyor.
Stoltenberg ve birçok AB üyesi temsilcileri, Türkiye’nin öneminin farkındalar. Yakın geçmişte AB ve ABD ile farklı sorunlar yaşanmış ve bunlar diplomasi ile aşılmıştı. Türkiye’nin hem petrol ve gaz aramada kıt’a sahanlığı ve kara sularında hem de Maraş konusunda egemenlik haklarından vazgeçmeyeceğini en iyi Batı biliyor. Batı’nın da Türkiye’de mülteciler için taahhüt ettiği yardımları zamanında ve yeterli miktarda vermediği de aşikâr. Türkiye, Batı ittifakları için önemli ve vazgeçilmez bir uluslar arası aktör. Dolayısıyla Batı’nın, Türkiye’nin hassasiyetlerine, ihtiyaçlarına ve önceliklerine dikkat etmesinde fayda vardır.
.
Fas ve İsrail normalleşiyor mu?
Bu anlamda İsrail’le ilk normalleşen ülke 1978’de Mısır, sonra 1994’te Ürdün olmuştu. Daha sonra 13 Ağustos 2020’de BEA (Birleşik Arap Emirlikleri) ve 16 Eylül 2020’de de Bahreyn şeklinde sıralanıyor. Sudan’ın da benzer bir anlaşma imzalayacağı ihtimaller arasında.
Özellikle Donald Trump’ın 2016’da ABD Başkanlığı’na seçilmesinin ardından, İsrail-Suudi Arabistan ilişkilerinde yakınlaşma görüldü. İki ülke arasındaki yakınlaşma 22 Kasım 2020 Pazar günü, Suudi Arabistan’ın Neom şehrinde, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, MOSSAD Şefi Yossi Coen, ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ve Veliaht Prens Muhammed bin Salman’ın katılımıyla zirveye ulaştı. Neom görüşmeleri, her iki ülkenin normalleşmesi şeklinde değerlendiriliyor (Yeni Asya, İsrail-Suudi Arabistan Normalleşiyor mu?).
Trump, 10 Aralık’ta yazdığı Twitter mesajlarından “Fas ile İsrail arasında geniş kapsamlı bir diplomatik Anlaşma yapıldığını” duyurdu. Ayrıca Trump “Anlaşma’nın tarihi bir atılım” olduğunu ve “ABD’nin Ortadoğu’da barışı genişletme çabalarını pekiştirdiğini” kaydetti.
Fas Dışişleri Bakanı Nasser Bourita da 12 Aralık’ta, İsrail Kamu Yayın Kurumu’na bağlı TV Kanalı KAN’a verdiği demeçte “Fas’ın İsrail ile bağları yeniden kurma kararının güçlü ABD-Fas bağlarından ve Fas ile genel olarak Yahudi toplumu arasında uzun süredir devam eden olumlu ilişkilere dayanan egemen bir karar olduğunu” belirtti. Bununla birlikte Bourita “Fas kökenli İsrailli’lerin, Kral VI. Muhammed döneminde Fas ile ilişkilerinin kalitesine şahitlik edebileceğini” vurguluyor.
Diğer taraftan ABD’nin Fas Büyükelçisi David Fischer, Fas ile İsrail yakınlaşmasını “tarihi bir kilometre taşı” şeklinde nitelendirerek konuya resmî ağızdan desteğini belirtiyor. Birde Bahreyn, Mısır, Umman, BAE, İngiltere ve bazı ülkelerce, iki ülke arasındaki gelişmeyi “bölgede barış, istikrar, ve refaha ulaşma fırsatı” biçiminde değerlendiriyorlar.
Trump, yine 10 Aralık’taki Tweet dizisinde “ABD’nin, Fas’ın Batı Sahra bölgesi üzerindeki egemenliğini tanıdığını, Fas en güçlü ABD müttefiklerinden biridir, Fas’ın 1777’de ABD’yi tanıyan ilk ülke olduğunu” duyurdu. Buna ek olarak BM Genel Sekreteri Sözcüsü Stephane Dujarric de aynı gün yaptığı açıklamada “ABD’nin, Fas’ın Batı Sahra’daki hâkimiyetini tanımasının ve İsrail ile ilişkilerin yeniden başlamasının Fas’ın kendi kararıdır” dedi. Her iki açıklamadan Batı Sahra hakkında Fas’ın tezlerinin kabulü ile İsrail ile normalleşmesinin önünün açıldığı kuvvetle muhtemeldir.
ABD’nin Rabat Büyükelçisi Fischer, 10 Aralık’ta gerçekleştirdiği basın toplantısında “Batı Sahra’nın Fas’a ait olduğunu gösteren harita önünde, Washington’un Fas egemenliğini tanıdığını ve Kral VI. Muhammed’in dini hoşgörüyü teşvik etmede gösterdiği liderliğe övgüde” bulundu. Ayrıca Fischer “Fas’ın Yahudi azınlığını koruma konusunda tarihi geleneklerine dayanarak, Marakeş Dini Azınlıkların Hakları Bildirgesi’ni imzalamasıyla Kral’ın bölgede ve dünyada örnek teşkil ettiğine” atıfta bulundu. Böylece bu tür haber ve gelişmelerin, Fas Kralı’nın ülkesinde iktidarını güçlendirdiğine işaret ediliyor. Hal-i hazırda Faslılar, Batı Sahra’nın tanınmasını ülke sokaklarında araç konvoylarıyla kutlama gösterileri yaptıkları haberlere yansıyor.
Trump’ın beyanatı sonrasında, BM Genel Sekreteri Antonio Guterres ise “BM’nin Güvenlik Konseyi (GK) kararları çerçevesinde siyasî bir çözümü savunduğunu, GK’nin Özerklik Planı’nın Batı Sahra krizine kalıcı bir çözüme giden en uygun yol” şeklinde tanımlıyor. Guterres’in, gelişmeler için Trump’tan farklı düşündüğünü ortaya koyuyor.
Fas’ın İsrail’le ilişkilerini geliştirerek, Batı Sahra için arkasına ABD’nin desteğini aldığı ihtimaldir. Ancak Batı Sahra’daki silâhlı grupların bu karar karşısındaki alacakları pozisyonun ne olacağı merak ediliyor.
GK Kararı olmadan, ABD’nin girişimiyle gerçekleşen Batı Sahra’nın Fas’a ait olduğunu tanımanın sonuçları ve diğer uluslar arası aktörlerin tutumunun ne olacağını yakın zamanda göreceğiz.
.
Kuveyt seçimleri
Göstericiler birde yolsuzlukları, yetersiz kamu hizmetlerini vatandaşlık verilmeyen yerli Bidoun halkının taleplerini dile getirmişlerdi. Parlamento binası önündeki protestocular “istifa, ‘That’s Enough’ –Artık Yeter- hastag’i” sloganlarıyla hükümetin istifasını sağlamıştı. Görevden çekilen hükümetin yerine, yeni atamalar yapılmıştı.
Uluslararası Şeffaflık Örgütü de (UŞÖ), protestocuların gündemini teyit eder nitelikteydi. Çünkü UŞÖ tarafından yayınlanan 2018 Yılı Yolsuzluk Algılama Endeksi’nde, Kuveyt 78. sırada. Başka bir ifadeyle Kuveyt, petrol zengini Körfez ülkeleri arasındaki en kötü yolsuzluk performansına sahip (Yeni Asya, Kuveyt’te Toplumsal Protestolar, 19.11.2019).
Kuveyt Emiri Sabah El-Ahmed El- Cabir Es-Sabah’ın 29 Eylül 2020’de 91 yaşında vefat haberi ajanslara düştü. Yerine, Veliaht Prens Şeyh Nevvaf El-Ahmed El-Cabir Es-Sabah, Emirlik görevine getirildi. Kuveyt’te, yukarıda zikredilen sorunlar ve Emir’in vefatının ardından Parlamento seçimlerine gidildi.
Ayrıca seçimlerin yapılmasında siyasî, ekonomik, sosyal, dinî/mezhebîl, etnik ve ideolojik problemlerin etkili olduğu biliniyor. Kuveyt’te işleyen bir Parlamento sistemi olsa da, ülkede siyasî parti kurulması yasak. Dolayısıyla seçim sistemi “tek oy tek aday” temelinde çalışmasıyla mezhepçilik ve kabileciliğin güçlenmesine yol açıyor. Önceki seçimler mezhep, kabile ve İslâmî gruplar arasındaki mücadeleye sahne olmuştu. Son yapılan seçimlerde de aynı manzara söz konusu.
Kuveyt’in nüfusu 1 milyon 365 bin 171 kişi. Bununla birlikte ülkede, yurtdışından gelip çalışanların sayısı ise 3 milyon 99 bin 350 kişi. Bir başka deyişle ülkede, Kuveytli olmayanların oranı, Kuveytli’lerden daha fazla. Ülkede, 567 bin 694 kayıtlı seçmen bulunuyor. Seçimler ise normal şartlarda 4 yılda bir yapılıyor. Önceki seçim 26 Kasım 2016’da yapılırken, son seçim de geçtiğimiz 06 Aralık 2020 Pazar günü gerçekleştirildi.
50 Sandalyeli Kuveyt Parlamentosu için, 29 Kadın olmak üzere toplam 326 aday seçimlerde yarıştı. Farklı 5 seçim bölgesine bölünerek yapılan seçimlere, Korona salgınına rağmen katılım yüzde 68. Önceki Parlamento’da 1 kadın temsilci bulunurken, son seçimlerde kadın adaylardan hiçbiri seçimleri kazanamadı. Yeni Parlamento erkek egemen bir yapıya sahip oldu. Seçilenlerin 24’ü Sünnî, 5’i Şiî ve kabile mensuplarından meydana geliyor. Seçilen Şiîler’den Adnan Syed Abdul Samad Ahmed Sayed Zahid, Ulusal İslâm İttifakı üyesidir. Sünniler’den 2’si Usame Issa Majid Saleh Al-Shaheen, Hamad Muhammed Jassim Muhammed El-Matar ve kabile temsilcilerinden Abdülaziz Tarık Hammoud Abdülaziz Al-Saqabi de İslâmî Meşrîtiyet Hareketi’ndendir. Yine Sünnîler’den 2’si Usame Ahmed Habib Al-Munaver ve Badr Al-Dahome ise Milletin Sabitleri Meclisi Grubu’na mensuplar. Bununla birlikte Parlamento’ya seçilen diğerleri de Al-Davasir, Al-Rashayida, Al-Shamr, Al-Zafir, Al-Eutban, Al-Eijman, Al-Eunza, Al-Eavazim ve Al-Mataran kabilesindendirler. Şammar, Ben-i Ghanem ve Havajir kabileleri de seçimin kaybedenlerinden oldu. Bu durum bir sonraki seçimlerde, daha sert rekabetin olacağının sinyalini veriyor.
Siyasî partilerin mevcut olmadığı ve siyasi akımlara sınırlı ölçüde hareket alanı verilen Kuveyt’te, Kuveyt Ulusal Bütünlük Derneği’nin seçimlerin yüksek derecede şeffaflığa sahip olduğunu bildirmesi ise, ironi şeklinde değerlendiriliyor.
Seçim sonuçlarına göre, Parlamento’daki temsilcilerin yüzde 40 değişmiş ve yerlerine yeni isimler gelmiştir. Seçmenlerin yüzde 68 gibi yüksek bir oranda seçimlere katılması, ülkedeki değişim taleplerine işarettir. Yeni Parlamento’dan ülkedeki sosyo-ekonomik sorunlara çözüm üretmesi beklentiler arasında. Bunun için de hem muhaliflerin kendi aralarında birlikte hareket etme hem de Emir ailesinin de muhaliflerle işbirliğine gitmesi kaçınılmazdır.
Kuveyt: Seçimler sonrasında reform mu?
Ülkede yolsuzluk, konut, altyapı, kamu hizmetlerindeki yetersizlikler, yerli Bidoun’lara vatandaşlık verilmemesi vd. sorunlardan dolayı başlayan protestolar neticesinde 6 Kasım 2019’da Başbakan ve hükümet istifa etmişti.
Kuveyt Emiri Sabah El-Ahmed El-Cabir Es-Sabah’ın 29 Eylül 2020’de 91 yaşında vefat etmesiyle, yerine Veliaht Prens Şeyh Nevvaf El-Ahmed El-Cabir Es-Sabah, Emirlik görevine getirildi. Kuveyt, işte böyle bir ortamda sandık başına gitti (Yeni Asya, Kuveyt Seçimleri, 08.12.2020).
Yeni Emir Nevvaf’ın göreve geldikten hemen sonra yapılan seçimlerin ekonomik, sosyal, siyasi ve sağlık alanında reformlara zemin hazırlaması beklentiler arasında.
Ekonomik reformlar gerekli. Çünkü son yıllarda düşen petrol fiyatlarını, birde Korona salgının getirdiği şartlar olumsuz etkiledi. Kuveyt ekonomisinin büyük ölçüde petrole dayandığı hatırlanırsa, bu durum ülke ekonomisi için yeni üretim tarzını veya farklı alternatiflerin düşünülmesini kaçınılmaz kılıyor. Bununla birlikte kamu ve özel sektörde yabancı işgücüne bağımlılık mevcut. Bu yapı diğer Körfez ülkelerinde de var. Kuveyt’in nüfusu 1 milyon 365 bin 171 kişi. Buna karşılık ülkede, yabancı çalışanların sayısı ise 3 milyon 99 bin 350. Bir başka deyişle ülkede, Kuveytli olmayanların oranı, Kuveytlilerden daha fazla. Yani Kuveyt için, Kuveytli olmayanlar çalışıyor. Kuveyt’in yerlilerinin kendi ülkesi için çalışmalarını sağlayacak sosyo-ekonomik reformlar da gerekli. Ayrıca kredi derecelendirme kuruluşlarından Moody’s, seçimlerden önce 11 Kasım 2020’de Kuveyt’in kredi notunu ilk defa düşürerek “en son durağan görünümle A1” olarak belirledi. Fitch’in kredi notu “AA” ve Standard & Poor’s da “AA-“ şeklinde açıkladı. Kredi notlarının raporunda “likit kaynakların tükenmeye yaklaştığı” alarmı veriliyor. Uluslararası Para Fonu (IMF), geçtiğimiz Ekim ayında, Kuveyt ekonomisinin 2020 yılı sonunda yüzde 8.1 küçüleceğini öngörmüştü. Dolayısıyla petrole bağımlı bir ekonominin sürdürülebilir olup olmadığı tartışılıyor. Ekonomik faaliyetlerin çeşitlendirilmesine olmazsa olmaz gözüyle bakılıyor. Aksi takdirde Kuveyt’in, temel hizmetleri sübvanse etmekte zorlanacağı ihtimal dahilindedir.
Siyasi reformlar gerekli. Çünkü Kuveyt’te siyasi parti kurulması yasak. Adaylar, seçimlere kabile, mezhep ve İslami gruplar adına katılıyorlar. Seçim sistemi de “tek oy tek aday” temelinde çalışmasıyla mezhepçilik ve kabileciliğin güçlenmesine yol açıyor. Böylece demokrasi, özgürlükler, insan hakları, hukukun üstünlüğü, adil, tarafsız, şeffaf, hür seçimlerden bahsetmek pek mümkün değil. Gerçek anlamdaki demokratik değerlerin yerleştirilerek, Anayasa’nın güçlendirilmesinin yararlı olacağı değerlendiriliyor. Yolsuzluklarla mücadele ise, siyasetin birinci gündem maddesi.
Sosyal reformlar gerekli. Çünkü yerli Bidoun’lara vatandaşlık verilmemesi, ayrımcılık şeklinde yorumlanıyor. Bidoun’ların yıllardır süren çabaları “vatansız”lık statüsünden kurtulmaya yönelik. Öte yandan nüfusu, Kuveytlilerden daha fazla kaydedilen yabancı işgücüne bağlılık da çözüm bekliyor. Her iki konuda önceki Parlamento’da tartışılmış, fakat sonuç elde edilememişti. Birde ekonomik şartlar iyileştirilmezse yoksulluk, işsizlik, gelir dağılımı adaletsizliği, yoksunluk vb. sosyal krizlere de kapı aralaması muhtemeldir.
Seçimler sonrasında kurulacak Parlamento ve hükümeti, özellikle yolsuzluk, gelirlerdeki düşüş, likidite tükenmesi, yabancı işgücüne bağımlılık, petrole bağımlılığın aşılması, seçim sistemi, Korona salgınının getirdiği sorunlar vd. alanlardaki reform çalışmaları bekliyor. Reform girişimlerine, yeni Emir Nevvaf’ın da performansını belirleyecek başlıca unsur nazarıyla bakılıyor. Kuveyt, yeni Parlamento, yeni hükümet ve yeni Emir’le yeni bir döneme giriyor. Her üçünün de Kuveyt için neler yapabileceğini gözlemleyeceğiz.
.
İran’da Fahrizade suikastı
Yine İranlı bir figürün 27 Kasım’da öldürüldüğü haberlerini okuduk. Öldürülen kişi Muhsin Fahrizade Mahabadi. Fizik alanındaki akademisyenlerden olan Fahrizade, aynı zamanda İran Savunma, İnovasyon ve Araştırma Kurumu Başkanı. Tahran’da, Fahrizade’nin öldürülmesinde İsrail istihbarat birimi Mossad’ın parmağı olduğu ileri sürülüyor.
İran’ın roket, füze ve nükleer programının birinci ismi Fahrizade, İran gibi, İsrail ve ABD için de önemli olduğu iddia ediliyor. Fahrizade’nin öldürülmesine karşılık bir misille gerçekleştirileceği tahminler arasında. Almanya ise, Fahrizade suikastı hakkında tüm taraflara itidal çağrısında bulunarak, olaya tepki veren ilk AB ülkesi oldu.
İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif olayla ilgili “Siyonistlerin damgasını taşıyan korkakça bir eylem” olarak değerlendirdi. İran’ın ruhani lideri Ayetullah Hamaney de “bu suçun faillerinin ve arkalarında duranların ağır cezalandırılması” çağrısını yaptı. İran Parlamentosu da 1 gün sonra oybirliğiyle “ülkedeki önemli nükleer santrallerde uranyum zenginleştirmesini %20’ye çıkarılmasını” onayladı. Böylece Fahrizade’nin öldürülmesiyle verilen gözdağına, İran da rest çekiyor.
Süleymani’nin öldürülmesinden sonra Bağdat civarında ABD hava üssü Ain Al Assad Hava Alanı’nın bulunduğu mevkiye roket saldırıları gerçekleştirilmişti. Fahrizade suikastıyla, İran’ın daha sert bir tepki vermesinden çekiniliyor.
Eski ABD Başkanı Barack Obama döneminde imzalanan “Ortak Kapsamlı Eylem Planı” olarak da bilinen “İran Nükleer Anlaşması”ndan, Donald Trump çekilmişti. Bununla birlikte 22 Kasım’da, Suudi Arabistan’ın Neom kentinde İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, Mossad Şefi Yossi Coen, ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ve Suudi Veliaht Prensi Muhammed Bin Salman’ın görüştükleri biliniyor (Yeni Asya, İsrail ve Suudi Arabistan Normalleşiyor mu? 28.11.2020). Hatta bu görüşmenin Suudi Arabistan’ın İsrail’le bir “normalleşme veya İbrahim Anlaşması” imzalamasına yakınlaştığı şeklinde yorumlanıyor. Yeni seçilen ABD Başkanı Joe Biden’ın, seçim sürecinde İran Nükleer Anlaşması’na döneceğinin sinyalini vermesi de, Neom’daki toplantının nedenleri arasında gösteriliyor. Neom görüşmeleri sonrasında Fahrizade’nin öldürülmesi de manidar karşılanıyor.
Suriye’de füze ve roket uzmanı General Nabil Zgheib’in 2012’de Şam’da ve Mesyaf Araştırma Merkezi Başkanı Dr. Aziz Esber’in de 2018’de Hama’da suikastle öldürülmelerinde İsrail’in parmağı olduğuna dikkat çekiliyor.
Ortadoğu’da siyasi, askeri, bilim adamı cinayetleri varlığını hep korudu. Ancak Fahrizade’nin öldürülmesiyle birlikte, İsrail’in hem bölgesel hem de uluslararası sonuçları yıkıcı, bu tür olayları devamlı hissettirmesi de istikrarsızlığın temel nedeni gösteriliyor.
.
Korona sonrası küreselleşmenin yeni evresi mi?
Küresel hastalık haline gelen Korona sonrasında muhtemel dünya sisteminin, yeni dünya düzeni, uluslar arası sistem tartışmaları, egemenlik, BM’nin geleceği, AB’nin sağlık politikasındaki yönetim krizi, salgın sebebiyle ülkelerin kendi içindeki siyasî ve toplumsal gelişmeleri, devletlerin üye oldukları bölgesel veya küresel kurumlardan bağımsız hareket ettikleri vb. konuları gazetedeki köşemde özellikle 31 Mart – 5 Mayıs tarihleri arasındaki yazılarımda işlemeye çalışmıştım.
Salgın sürecinde geldiğimiz noktada, artık uluslar arası kurumların durumu ve “küreselleşme”nin asıl adıyla “globalizasyon”un nasıl / hangi yöne evrileceği de tartışılmaktadır. Kavramın bugünkü anlamına yakın şekilde ilk defa Marshall Mc Luhan’ın 1960’da yazdığı “Global Köy” isimli kitabına atıf yapılıyor. Mc Luhan eserinde “özellikle iletişim teknolojisinin yaygınlaşmasıyla birlikte, dünyanın küçük bir topluluk olacağını” vurguluyor.
Bediüzzaman Said Nursî ise, 1920 ile 1924 yılları arasında yazdığı Mesnevî-i Nuriye adlı kitabında (s. 105) yer verdiği “Küre-i arzı bir köy şekline sokan şu medeniyet-i sefiheyle gaflet perdesi pek kalınlaşmıştır” cümlesiyle, bir bakıma “küreselleşme” terimini Mc Luhan’dan çok daha önce literatüre kazandırmıştır. Nursî, küreselleşerek dünyanın küçülüp tek bir köy haline gelmesini, kaleme aldığı Mektubat (s. 255) kitabında “…Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir, ona kadar bir, bir…” diye bir olmayı / birlikteliği belirtiyor. Böylece Nursî’nin, dünya toplumunun barış içerisinde yaşadığı, farklı devletlerin bir arada bulunduğu uluslar arası sistem vurgusu yaptığına işaret ediliyor.
Tarihî açıdan küreselleşme sürecinin başlangıcını, Avrupa’daki Rönesans (14. ve 17. Yüzyıl arası) sonrası coğrafi keşiflere dayandıranlar mevcut. İkinci görüş küreselleşmeyi, 1730’lardaki Birinci Sanayi Devrimi’yle nitelendirir.
Bertrand Russel, küreselleşmenin oluşum süreci hakkında üç farklı dönemden bahseder. Russel’e göre Birinci Küreselleşme Dalgası, Roma dönemindedir. Roma, İngiltere’den Fırat Nehri’ne kadar geniş bir coğrafyada, hiçbir gümrük engeline takılmadan gidilebilmesini sağlamıştır. İkinci Küreselleşme Dalgası, devletlerin genişlemesi ile merkezi hükümetin ve otoritenin kurulmasını sağlayan barutun bulunmasıyla birlikte, feodalite yıkılmıştır. Üçüncü Küreselleşme Dalgası’nı başlatan ise, telgrafın icadı ve demiryollarının kurulmasıdır. Yine bu dönemde başlayan teknik gelişmeler, başta askerî olmak üzere diğer alanlarda da kendisini göstermiştir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, başta galip devletlerin gerçekleştirdiği görüşmeler neticesinde San Francisco’da 24 Ekim 1945’te Birleşmiş Milletler (BM) kuruldu. BM’nin kurulmasındaki temel amaç “dünya barışı ve güvenliğini sağlamak” olarak belirtiliyor. Günümüz uluslar arası sistemini BM ve BM’nin kuruluşları tarafından düzenlendiği bilinmekte. Elbette bu düzenlemelerde hegemon güçlerin ağırlığı hissediliyor.
Eski ABD Başkanı George W. Bush’un 30 Mart 2001’de ABD’nin küresel ısınma hakkındaki Kyoto Protokolü’nden çekildiğini duyurması önemlidir. Böylece ABD, Kyoto Protokülü’nde “bir” olmaktan ayrılmış ve uluslar arası sistemi düzenleyen küresel bir karardan geri adım atmıştı.
Mevcut ABD Başkanı Donald Trump da, 7 Temmuz 2020’de BM’ye, ABD’nin Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’nden ayrıldığını bildirdi. Trump’ın “salgın döneminde DSÖ’nün başarısız olduğunu ileri sürerek, DSÖ’ye verdikleri desteği geri çektiklerini” ilân etti. Böylece ABD, DSÖ’den ayrılmış oldu.
Küresel ölçekte Kyoto’da başlayan ve Covid-19 ile devam eden ABD’nin fikir ayrılığı, neredeyse son 20 yılda uluslar arası ilişkilerde gerileme yaşanmasına sebep oldu. Elbette hegemon güç ABD’nin bu tarz kararlarının, küresel sistem ve uluslar arası kurumların geleceği hakkında endişelere yol açtığı anlaşılıyor. Salgınla birlikte, küreselleşmenin de yeniden çerçevelendirilmesi tartışılırken, Korona sonrasında dünyanın yeni bir küreselleşme evresine gireceğine ihtimal veriliyor.
Korona sonrası küreselleşmenin yeni evresi mi?-2
Günümüz dünyasında “tek kutuplu” sistem mevcut. Bunun başlangıcı ise, 1989’da Sovyetler Birliği ve Komünist Blok’un çöküşüyle başlamıştı.
Sovyetler’in dağılmasıyla Soğuk Savaş dönemi de sona ermişti. Böylece liberal demokratik değerler yükselişe geçmiş, sermayenin önündeki ideolojik temelli ekonomik sınırlar kalkmış ve yabancı sermaye akışı hızlanmıştı. Yabancı sermayenin hızı ve etkisi arttıkça da yeni uluslar arası sözleşmelerin imzalanmasını beraberinde getirmişti. David Held’in vurguladığı üzere tek kutuplu dünya sisteminin küreselleşme evresinde “esneklik, hız, yoğunluk ve etki” ön plandadır. Sermaye hareketliliğine ek olarak teknolojik gelişme de küreselleşme sürecinin hızlanmasında temel sebep gösteriliyor.
Covid-19 salgını ile birlikte, hal-i hazırdaki küresel düzenin çöktüğü ve bunun tek kutuplu uluslar arası sistemin hegemon gücü ABD’nin de fazlasıyla olumsuz etkilendiği belirtiliyor. 19. Yüzyılın süper gücü ve üzerinde güneş batmayan İngiltere’nin, 1956’da Süveyş Kanalı sorunu dolayısıyla bu ünvanını ABD’ye devrettiği biliniyor. Tek kutuplu sistem döneminde ABD’nin inşa ettiği ve yönettiği liberal uluslar arası düzenin, William J. Burns’ün ifadesiyle “daha az liberal, daha az düzenli, daha az Amerikalı hale geldi.” Salgının da bu süreci hızlandırdığı ve önceden var olan şartları daha da kötüleştirdiği ileri sürülüyor.
Donald Trump’ın yönetiminde ABD’nin egemenliğindeki aşınma ve belirsizliği, uluslar arası sistemin anarşik düzeninde daha belirgin hale geldi. Salgından dolayı 650 binden fazla insanın öldüğü ABD’de, çökmekte olduğu iddia edilen küresel düzende kendi rolünü yeniden icat etme çalışması zorunluluğu tartışılıyor. Salgınla birlikte derinleşen ekonomik sorunlar, ABD’de “1929 Büyük Buhran”ından bu yana en şiddetli ekonomik krizi şeklinde tanımlanıyor.
Çin’in ağırlıklı “kurt savaşçı diplomasisi”, Hong Kong’u baskılaması, Pasifik Okyanusu’nda donanma gücünü hissettirmesi, Hindistan ile sınır çatışmalarına girmesi, Kuşak-Yol Projesi’ni başlatarak neredeyse bütün ülkeleri ticaret üzerinden etkisi altına almaya çalışmasıyla uluslar arası arenada ABD’nin hegemon siyasetine negatif etki yapıyor.
Salgınla mücadelede yetersiz kalan Rusya’nın petrol piyasasındaki çöküş, durgun ekonomisini ve siyasî sistemini daha kırılgan hale getirdi. Buna rağmen Rusya’nın, Kırım, Ukrayna, Suriye, Yemen, Libya, Kafkasya, Afrika gibi coğrafyalardaki etkinliğiyle, ABD’yi sıkıştırdığına dikkat çekiliyor.
İngiltere’nin ABD’den “Brexit” süreciyle ayrılmasıyla, AB ve ABD arasındaki Transatlantik ittifakındaki gidişatın kırılganlaştığı aktarılıyor. Trump döneminin İsrail yanlısı politikaları da Müslüman dünyada ABD’ye karşı güvensizliği arttırmış durumda.
Salgın gıda, su, ilâç vb. temel ürünlere olan ihtiyacı artmıştır. Uluslar arası sistemdeki bütün bu zorluklar ve belirsizlikler, teknolojik bozulma, ideolojik ve ekonomik rekabet sebebiyle daha da karmaşıklaşıyor. Değişimin hızı, kararsız, içe dönük, kendine göre doğrularla hareket eden Trump’ın uygulama/söylemlerini çoktan aştı. ABD yanlış uygulamalarıyla, bulaşıcı hastalığın, tedavisinden daha hızlı yayıldığını fark edemedi.
Küreselleşmenin hızlanmasının temel sebeplerinden olan teknolojik gelişmeler, artık ABD gibi otoriter hegemon tarafından, bütün dünyayı gözetlemek ve bastırmak için kullanılıyor. Elbette bu, küreselleşmenin zaferini çok geride bırakıyor. Birde toplumlar artan eşitsizlik, yoksulluk, yoksunluk, gelir dağılımı adaletsizliği, işsizlik, açlık vb. problemlerle karşı karşıya kaldı. Yine son 10 yılda dünya genelinde demokratik değerler gerilerken, uluslar arası kurumlar da az yatırım ve yoğun güç rekabeti sebebiyle işlevsizleşiyor.
Salgın sonrasında yeni bir uluslar arası sistem beklenirken, böylece küreselleşmenin de yeni bir evresine girileceği ön görülüyor. Ancak ön görülen yeni dönemde ABD’nin eskisi gibi olamayacağı kuvvetle muhtemeldir.
-
İsrail ve Suudi Arabistan normalleşiyor mu?
İsrail’le bu anlamda Anlaşma imzalayan ilk ülke 1978’de Mısır, sonra 1994’te Ürdün, daha sonra 13 Ağustos 2020’de BEA (Birleşik Arap Emirlikleri) ve 16 Eylül 2020’de de Bahreyn şeklinde sıralanıyor. Sudan’ın da benzer bir anlaşma imzalayacağı beklentiler arasında.
Elbette İsrail’le anlaşma masasına oturmanın, imzacı ülkelerin İsrail’i tanıdığı anlamına geldiği biliniyor. Bu tanıma da Filistin dâvâsına ihanet olarak yorumlanıyor.
İsrail’le son dönemde yakın ilişkileri ile Suudi Arabistan öne çıkıyor. Şu an için henüz resmî bir anlaşma imzalamış değil. Ancak her iki ülkenin yakın ilişkilerinin, “normalleşme”nin adımları şeklinde değerlendiriliyor.
Geçtiğimiz 22 Kasım Pazar günü İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, bölge tarihinde daha önce görülmemiş bir adım atarak S. Arabistan’a direkt uçuşla giderek ziyarette bulundu. S. Arabistan’ın kuzeybatısındaki Neom’da yapılan görüşmelere Netanyahu, Mossad Şefi Yossi Coen, ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ve Veliaht Prens Muhammed bin Salman’ın katıldığı belirtiliyor.
Suudi makamları görüşmeyi doğrulamadılar. Fakat ABD gazetelerinde ve bilhassa Wall Street Journal gazetesi konuyu gündemine taşıdı. Tarafların, görüşmelerde iki ülkenin muhtemel normalleşmesini sağlamak için diplomatik ilişkilerinin geliştirilmesi ve İran’la ilişkileri ele aldıkları aktarılıyor.
ABD seçimlerini kazanan Joe Biden’ın, İran’la nükleer anlaşmayı tekrar başlatacağı ihtimali, yine Biden döneminde normalleşme süreci ve İsrail’in Filistin’deki işgal bölgelerindeki ilhakını geciktireceği endişesinin görüşmelerde ele alındığı belirtiliyor. Bununla birlikte eski Başkan Barack Obama’nın Yardımcılığını da yapan Biden’ın, yine Obama döneminde imzalanan Ortak Kapsamlı Eylem Planı olarak da bilinen İran Nükleer Anlaşması’nı tekrar yürürlüğe koyacağına kesin gözüyle bakılıyor. Birde Biden’ın, ABD-Suudi silâh anlaşmalarını inceleyeceği ve Washington Post köşe yazarı Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesi sonrasında S. Arabistan’ın insan hakları sicilini tekrar ele alacağını bildirmesi de Neom görüşmelerinin âciliyetini anlamamıza yardımcı oluyor.
Neom görüşmesinin G20 Zirvesi’nin ardından yapılması ve İsrail-Suudi tarafının İran’a karşı bir araya gelmesi de ayrıca Biden’a yönelik bir mesaj niteliğinde. Çünkü Netanyahu, ülkesine döner dönmez “önceki Nükleer Anlaşma’ya geri dönmeyin” diyerek net bir söylemde bulundu.
S. Arabistan 2002’de “Filistin devletini” olmazsa olmaz ön şartıyla, İsrail’i tanımayı bile önermişti. Yani Suudi yönetimi için İsrail’le muhtemel bir normalleşmenin ön şartı “Filistin devleti”ydi. Ancak son aylarda Riyad’ın ön şartındaki tutumunun değiştiğine işaret ediliyor.
Neom görüşmesi S. Arabistan için, İsrail’le ilişkileri ilerleterek yeni ABD Başkanı Biden nazarında, Yemen’deki insan hakları ihlâlleri iddialarını ve savaş suçları eleştirilerini engellemek adına önem arz ediyor. Diğer taraftan S. Arabistan topraklarında Müslümanlar için kutsal şehirler olan Mekke ve Medine’nin yer alması, böylece Suudi devletinin Arap dünyasında sahip olduğu dinî ve kültür gücünden İsrail’in, S. Arabistan tarafından tanınmasıyla önemli ölçüde yararlanabileceği ihtimaline dikkat çekiliyor.
İsrail’le “normalleşme” adına İbrahim Anlaşması imzalayan BAE ve Bahreyn’de herhangi bir protesto olmaması da, İsrail ve Suudi ilişkilerinin geliştirilmesinde etkili olduğu şüphesizdir.
.
İran-Irak Askerî İşbirliği Anlaşması
Her iki ülkenin özellikle 1980 ile 1988 arasındaki 8 yıl süren ve kazananı belli olmayan savaşı hatırlardadır. İran’da Humeyni’nin vefatı ve Irak’ta ABD işgali ile Saddam Hüseyin’in idamının ardından bölgede yeni değerlendirmeler yapılmıştır.
İki ülkenin 8 yıllık savaşında 1 buçuk milyondan fazla insanın öldüğü bildiriliyor. Ancak değişen dengelerin ve konjonktürün İran ve Irak’ı Askerî İşbirliği Anlaşması’na getirmesi de uluslar arası ilişkilerin realist yapısını bir kez daha ispatlıyor.
Yakın geçmişte savaşmış iki ülke arasında bir süredir askerî görüşmeler devam ediyor. Irak Savunma Bakanı Cuma Anad, İran Genel Kurmay Başkanı Tümgeneral Muhammed Hüseyin Bakeri ile 14 Kasım’da Tahran’da görüştü. Anad’ın iki günlük ziyaretinde, İran-Irak arasında imzalanacak Askerî İşbirliği’ni güçlendirmek için imzalanacak Anlaşma üzerinde çalışıldı.
Anlaşma görüşmelerinde askerî tatbikat planlanması, ortak sınırlarda güvenliğin arttırılması, muhtelif savunma konuları, Irak’ın terörizmle mücadeledeki askerî kapasitesinin güçlendirilmesi vb. başlıkların ele alındığı belirtiliyor. Görüşmelerde Bakeri’nin, jeopolitik düşman ABD’nin uzun süredir Irak’ta terörizmi desteklediğini ileri sürdüğü aktarılıyor.
Saddam sonrasında Irak’ta, Şiî grupların etkisinin arttığı ve iktidarda Başbakanlık dahil birçok stratejik konumu elde ettikleri biliniyor. Son yıllarda İran’ın, Irak’taki gelişmelere doğrudan müdahil olduğu yönünde değerlendirmeler de mevcut. Yapılacak Anlaşma, İran hakkındaki değerlendirmeleri doğrular nitelikte. Bununla birlikte yine Anlaşma haberinin, Irak’ta geçtiğimiz 2 yıldır yaşanan “işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk, rüşvet, nepotizm, alt yapı yetersizliği, işgalci kuvvet ABD’ye yönelik öfke, İran’ın Irak’ın içişlerine karıştığı” hakkındaki büyük toplumsal protestolardan sonra gelmesi de düşündürücü bir durum. Ancak şu bir gerçek Tahran’ın, Irak’taki etkisi tartışılmazdır.
Tahran’ın, Irak’taki büyük etkisini The New York Times Gazetesi’nin 19 Kasım 2019 tarihli ve “The Iran Cables: Secret Documents Show How Tehran Wields Power in Iraq (İran’ın Bağlantıları: Gizli Belgeler Tahran’ın Irak’ta Nasıl Güç Elde Ettiğini Gösteriyor) başlıklı geniş haberinde görmek mümkün. Haberde “Tahran’ın onayı olmadan hiçbir Iraklı siyasetçinin Başbakan olamayacağı”na değiniliyor. Yine haberde 25 Ekim 2018 ve 7 Mayıs 2020 arasında Başbakanlık yapan ve istifa ile görevinden ayrılan Adil Abdülmehdi’nin de hem Tahran hem de Washington tarafından kabul gören bir figür olduğu kaydediliyor. Hatta Tahran’ın, Irak’taki büyük etkisi, Irak’taki halk gösterilerinde İran’a ait temsilcilik binalarının hedef alınmasıyla iyice somutlaşmıştı.
İran-Irak’ın 14 Kasım’daki Askerî İşbirliği Anlaşma çalışması, BM’in İran’a uygulanan silâh ambargosunu kaldırma kararı ve bu karara ABD’nin karşı çıktığı bir dönemde gerçekleşti. Daha önce iki ülke arasında 2017’de de Askerî Anlaşma imzalanmıştı. Bu Anlaşma da İran’ın, Suriye ve Yemen’deki rolü sebebiyle ABD’nin endişelerini arttırmıştı. Böylece İran’ın yaptırımlara rağmen silâh sanayiini geliştirmeye çalıştığı anlaşılıyor. Bu Anlaşma ile İran’ın, Irak’a askerî teçhizat satışını da yapması muhtemeldir. Business Insider adlı internet haber sitesinin 12 Ocak 2015 tarihli nüshasında “Iran Has Never Been More Influential In Iraq (İran, Irak’ta Hiç Bu Kadar Etkili Olmadı)” başlıklı haberi dikkate değer nitelikte. Habere göre “Irak, İran’ın silâhlarının neredeyse ana müşterisi oldu. Irak’ın silâh ve askerî malzeme karşılığında İran’a 10 Milyon Dolar ödediği” belirtiliyor.
İran hakkında ilginç bir şekilde 1970’lerden beri ABD yapımı helikopter filosuna sahip olması da ayrıca yorumlanıyor. Günümüzde Tahran yönetiminin bölgenin askerî güç merkezlerinden biri olmayı hedeflediği düşünülüyor.
İran-Irak Askerî İşbirliği Anlaşması’nın, İran’ın Irak’taki nüfuzunun daha da artmasına vesile olacağına işaret ediliyor. Birde İran’ın yaptırımlara rağmen, bölgesel askerî güce dönüşme gayretinin, İran’a ambargo uygulayan ve Ortadoğu’da rekabet halinde olan aktörlerin dikkatinden kaçmayacaktı
.
Rus jeopolitik nüfuz alanındaki ülke: Sudan
Yoğun gündem içerisinde Rusya’nın sessiz ve dikkat çekmeden yürüttüğü bir politikası sonuçlandı. Rusya, donanması için 11 Kasım Çarşamba günü Sudan ile, Port Sudan şehrinde deniz lojistik merkezi kurmak üzere bir anlaşma taslağı yayınladı.
Rusya Başbakanı Mikhail Mişustin’in 6 Kasım’da imzaladığı anlaşma, kurulacak merkezde bir seferde 300 kadar Rus askeri ve nükleer özelliğe de sahip 4 savaş gemisine üs olması planlanıyor. Merkez olarak Mısır, Eritre ve Kızıldeniz boyunca hakim, Suudi Arabistan’a eşit uzaklıkta konumlanan Port Sudan’ın seçilmesi de stratejik bir tercih. Ayrıca Rusya’nın, savaş gemileri için vergi ödemeden ve Sudan resmî makamlarının incelemesine gerek kalmadan silâh ve askerî malzemeyi ithal ve ihraç etmesi ön görülüyor.
Aslında Rusya-Sudan askerî ilişkileri yeni değil. Rus devlet nükleer şirketi Rosatom’dan 24 Kasım 2017’de yapılan açıklamada, Rusya ve Sudan’ın nükleer enerjinin barışçıl kullanımı alanında işbirliği konusunda hükümetler arasında bir anlaşma imzaladığı bildirilmişti. Anlaşma ile Sudan’ın nükleer altyapısının oluşturulması ve geliştirilmesine yardım, nükleer enerjinin barışçıl kullanımına yönelik temel ve uygulamalı araştırma, nükleer enerji üretimi hususunda iki ülke arasında yasal bir temel kurması yönünde belgedir. Elbette bu belgenin bir ileri adımı Sudan kıyılarında deniz üssü kurmak şeklinde kaydediliyordu. Sonrasında Aralık 2017’de iki ülke arasında nükleer santral geliştirmek hakkında da anlaşma imzalandı. Yine bu süreçte de Sudan’ın devrik Başkanı Ömer El-Beşir, Darfur soykırımı suçlamasıyla Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından aranmaktaydı.
El-Beşir’in, Rusya’ya yakınlaşmasında ABD’nin ve Batılı güçlerin baskısının etkili olduğu muhtemeldir. Hatta El-Beşir, 2017’deki görüşmelerde Putin’e “Rusya için Kızıldeniz kıyısına yakın bir yerde hava üssü inşa etmeyi, Sudan ordusunu SU-30 savaş uçakları, karadan havaya füzeler ve diğer Rus silâhları ile donatmayı teklif ettiği” iddialar arasında. Bununla birlikte Rusya’nın hâl-i hazırda Afrika’nın büyük silâh tedarikçilerinden olduğu ileri sürülüyor. Afrika’ya 2015-2019 yılları arasında ithal edilen askerî teçhizatın yüzde 49’u Rus, yüzde 14’ü ABD ve yüzde 13’ü Çin menşelidir.
Günümüzde Sudan ordusunun askerî donanımının yüzde 60’ı Rus ya da eski Sovyet teknolojisinden meydana geldiği aktarılıyor. Sudan, Cezayir ve Mısır’ın ardından Rusya Afrika’daki en büyük üçüncü silâh ithalatçısıdır. Diğer taraftan Rusya’nın, Afrika ülkelerinden Orta Afrika Cumhuriyeti, Mısır, Eritre, Mozambik ve Madagaskar’da da askerî üsler inşa ettiği bildiriliyor. Hatta Eritre’nin de, Rus donanması için Yemen ve Afrika Boynuzu’na daha yakın bir lojistik üs kurmak üzere benzer bir anlaşma beklentisinde olduğu belirtiliyor. Bütün bu gelişmeler Rusya’nın Afrika’daki varlığını arttırıyor.
Sudan’da El-Beşir’i destekleyen Rusya, El-Beşir’in Nisan 2019’da devrilmesi sonrasında kurulan Askerî Geçiş Konseyi’ni hemen tanıdı. Fakat Askerî Geçiş Konseyi’nin, El-Beşir’in aksine, Suudi Arabistan ve ABD’ye daha yakın ilişkileri Rusya’da tedirginliğe yol açtığı ihtimaldir. Bu tedirginliğe rağmen, Rusya-Sudan anlaşmasının, Sudan’ın ABD’nin Terörizmin Devlet Sponsorları listesinden çıkartılması, İsrail’le ilişkilerinin normalleştirilme sürecinin başlatıldığı döneme denk gelmesi de düşündürücü.
BM bünyesinde korsanlıkla mücadele içerisindeki ABD, Çin ve Rus donanmalarının Cibuti limanını kullandığı bildiriliyor. Fakat Cibuti’nin, Rusya’nın 2016’da donanmasını kalıcı hale getirme talebini reddetmesiyle birlikte, Moskova yönetiminin Hartum’a yakınlaştığı değerlendiriliyor. Rusya’nın, Sudan’da enerji ve maden kaynaklarına ciddî yatırımlar yaptığı hatırlandığında, Kızıldeniz’de kendi limanına sahip olması önemli. Ancak daha önemli olan Rusya’nın, Afrika’daki jeopolitik nüfuz alanını genişlettiğidir. Rusya’nın, Sudan’daki girişimlerinin, bölgeye yerleşen diğer güçlerce göz ardı edilmeyeceği aşikârdır.
.
Dağlık Karabağ: Ateşkes Anlaşması
Böylece Dağlık Karabağ’daki son 30 yıllık statüko değişmiş oldu. Rusya’nın çağrısıyla yapılan Ateşkes Anlaşması ile bölgede rekabet, dinî ve etnik çatışma bir duraklama dönemine girdi. Ermenistan büyük bir bedel ödedi.
Vlademir Putin’i telefonla defalarca aramasına rağmen, cevap alamayan Ermenistan Başbakanı Nikol Pashinyan’ın, Rusya’nın desteğini alamadığı bir gerçektir. Aynı zamanda kendi içerisinde heterojen yapıdaki Ermeni siyasetinin, Batı’dan yeterli desteği görmediği de belirtiliyor. Bu konjonktürdeki Ermenistan’ın, Sovyet döneminden kalma silâh ve stratejisiyle başarıya ulaşamayacağı savaşın başlangıcında tahminler arasındaydı. Buna karşılık Azerbaycan’ın ise, geçen 30 yıllık süreçte teçhizat, silâh teknolojisi ve askerî taktik-planlamada oldukça ilerlediği görüldü. Türkiye’nin tam desteğini de unutmamak gerek.
Yenilgi ve Anlaşmayı kabul etmesi üzerine, Ermenistan’daki hükümet büyük bir darbe aldı. Ermenistan Parlamentosu Başkanı Ararat Mirzoyan, Pashinyan’ın Anlaşma yaptığını duyurması sonrasında, öfkeli protestocular tarafından Parlamento’da saldırıya uğradı. Mirzoyan’ın ameliyat olduğu bildiriliyor. Parlamento’yu basan protestocular, Ermenistan siyasî ve demokratik durumundan ziyade, ülkedeki siyasî şiddet hakkında ipucu veriyor. Yenilgisi ve Anlaşma, Pashinyan’a muhalefetin sert eleştirilerini de beraberinde getirdi. Ermenistan’da yakın gelecekte seçimlerin yapılması da ihtimal dahilindedir.
Moskova’nın Anlaşma’yı, Ermenistan’a yukarıdan dikte ettiği yönünde yorumlar da mevcut. Ancak savaşın başlangıcından itibaren Türkiye’nin diplomasi ve diğer unsurlar üzerinden Azerbaycan’a desteği bilinmekte. Böylece savaşta başarıya ulaşan Azerbaycan’da, İlham Aliyev ulusal bir kahraman haline geldi demek yanlış olmayacaktır. Çünkü Aliyev’in, Anlaşma isteyen Pashinyan hakkındaki TV’lerde yaptığı konuşma ve vücut dili buna delil niteliğindedir. Yani savaşı kazanmış bir lider veya komutan hükmünde.
Moskova öncülüğünde yapılan Anlaşma önemli olmakla birlikte, ömrünün ne kadar süreceği hakkında tahmin yapmanın güç olduğu değerlendiriliyor. Anlaşma’ya “ihtilâflı bölgenin statüsü, yerlerinden edilmiş kişilerin akıbeti, yeniden yapılanma, istikrar ve uzlaşma” hususlarında net olmadığı eleştirilerini getirenler de bulunuyor. Dolayısıyla Anlaşma’nın savaşı durdurma adına başarı olarak görülse de, kırılganlığına dikkat çekiliyor. Bununla birlikte Rusya ve Türkiye’nin bölgede konumlarını güçlendirdikleri kaydediliyor.
Kafkasya’da, Rusya’nın, The New York Times Gazetesi’nin 31 Ağustos 2008 tarihli sayısında Andrew E. Kramer’in “Russia Claims Its Sphere of Influence in the World (Rusya Dünyadaki Etki Alanını İddia Ediyor) başlıklı makalesinde belirttiği, Dimitri Medvedev’in “ayrıcalıklı çıkar alanı” tanımlamasını uygulamaya koyduğu yorumlanıyor. Buna ek olarak Türkiye’nin, Kafkasya ve Hazar Denizi bölgesinde nüfuz alanını koruma veya genişletme gayretinde olduğuna ihtimal veriliyor. Diğer taraftan bölgeyle ilişkilerini arttıran İran, İsrail ve Körfez ülkelerinin gelişmeleri izlediği uluslar arası basında yer alıyor.
Dağlık Karabağ’daki savaş ve varılan Anlaşma’nın, Korona salgını dolayısıyla Avrupa ülkelerinin ve seçimlerini yeni tamamlayan ABD’nin pek dikkatini çekmediği görülüyor. Avrupa ve ABD’nin geçen 30 yıllık dönemde sorunun çözümüne yönelik ciddî adımlar atmadıkları da cabası. Rusya ise, Ermenistan’ın yenilgisine seyirci kalarak, yenilginin ardından bölgesel liderlik iddiasını sürdürmek iddiasının devamını ve Ermenistan’daki askerî varlığını perçinleme amacındadır.
Türkiye’nin de, Azerbaycan’ı bağımsızlığından bu yana destekleyerek, çatışmalar hakkında hep barıştan yana tavrını korumuştur. İmzalanan Anlaşma’nın ilerleyen dönemde genişletilerek kalıcı barışın sağlaması ümit edilmektedir.
Önemli: Gazetemizin Eski Yönetim Kurulu Üyesi; Adana’da Risale-i Nur hizmetinin aziz, sıddık, vefakâr, ihlâslı, fedakâr ve samimî hadimi muhterem Ali Kanıbir Ağabeyimin vefatını teessürle öğrendim. Merhuma Cenab-ı Allah’tan rahmet, ailesine sabırlar diliyorum.
.
ABD seçimleri
Mevcut Başkan Donald Trump ise, 4 Kasım Çarşamba günü Pennsylvania, Michigan ve Georgia’daki seçim sonuçlarına itiraz etmek için dâvâ açtı. Çünkü Trump’ın, sonucu belirleyen 270 delegeyi kazanamayacağını anladığı muhtemeldir. Trump ayrıca, Demokratları kesin seçim sonuçlarının açıklanmasının ardından, ABD’nin en yüksek adlî mercii olan Yüksek Mahkeme’ye dâvâ açmakla da gözdağı vermişti. Göreve geldiği 2016 yılından bu yana sergilediği davranış ve üslûp, Trump’ın tehdit, ayrıştırıcı söylemi vb. tutumu şaşırtıcı olmasa gerek.
Trump’ın dâvâ açmasına benzer durum 20 yıl önceki seçimlerde de yaşandı. Florida Seçim Kurulu tartışmalı oylama sebebiyle George W. Bush ve Albert Arnold Gore Jr. arasındaki mahkeme hatırlardadır. Yani son seçimlerde Yüksek Mahkeme’nin dışında yerel mahkemelerde birçok dâvânın açılmasına ihtimal veriliyor.
Cumhuriyetçiler birde Korona salgını sebebiyle, postayla kullanılan çok sayıda oy pusulasının müdahaleye açık olduğunu iddia ediyor. Bununla birlikte Trump’ın, hal-i hazırda Yüksek Mahkeme’de avantajlı olduğunu savunanlar da bulunuyor. Trump, seçimden önce vefat eden Yüksek Mahkeme Yargıcı Ruth Bader Ginsburg’un yerine, muhafazakâr Amy Coney Barrett’i atadı. Trump’ın, Yüksek Mahkeme’ye başvurması halinde, bu atama ile Cumhuriyetçiler’in avantajlı konumda olacakları ileri sürülüyor. Böyle bir durumun gerçekleşmesinde ise, adalet kurumuna güvenin sarsılacağı anlaşılıyor.
Trump’ın, Yüksek Mahkeme’de dâvâ tehdidine karşılık, Ohio Eyalet Üniversitesi Moritz Hukuk Fakültesi’nde Seçim Yasası Direktörü olan Edward Foley 05 Kasım’da USA Today Gazetesi’ne verdiği demeçte “oy kullanma konusundaki dâvâların genellikle bir seçimin meşrûiyeti hakkında yanlış bilgileri yaymak için kullanıldığını” söylemesi de, konuya Trump’ın avukatlarından başka bir bakış açısını getiriyor.
Trump’ın seçim kampanyasını yürüten ekip, Michigan’da birdenbire Biden’a fazladan 130 bin oy çıktığını sorguladı. Ancak daha sonra bunun bir veri hatasından kaynaklandığı ortaya çıktı. Aynı ekip bu sefer Wisconsin eyaletinde kayıtlı olandan daha fazla seçmenin oy kullandığını iddia etti. Fakat bunun da iddia edildiği gibi olmadığı anlaşıldı. Michigan ve Wisconsin’de aradığını bulamayan Trump’ın ekibi, bu sefer Arizona’ya yöneldi. Arizona eyaleti Dışişleri Bakanı Katie Hobbs, Arizona’da Cumhuriyetçiler’in çoğunlukta olduğu bölgelerde, Trump’ın oylarını düşürmek için seçimlere herhangi bir müdahalenin olmadığını duyurdu. Böylece Trump’ın, her üç seçim bölgesindeki argümanları boşa çıkmış oldu. Trump’ın dâvâ açması halinde Yüksek Mahkeme’yi nasıl ikna edeceği ise merak konusu oldu.
Evanjelik Hıristiyanlar 2016 seçimlerinde olduğu gibi 2020 seçimlerinde de Trump’ı desteklediler. Evanjelik seçmenlerin ülke çapındaki oyların yüzde 23’üne sahip oldukları kaydediliyor. İnanç ve Özgürlük Koalisyonu kıdemli aktivisti Ralph Reed, 7 Kasım Cumartesi günü Trump’ın yenilgisinin ortaya çıkmasıyla “muhafazakâr Hıristiyanlar hakkında işimizi yaptığımıza şüphe yok” diyerek Trump’ı sadık bir şekilde desteklediklerini belirtiyor.
Trump, 5 Kasım’da Evanjelik Kilisesi’ne giderek ayine katılmış ve ayin sırasında 160 Dolar bağışta bulunduğu görüntüler sosyal medyada yayılmıştı. Bunun devamında Trump’ın ruhanî danışmanı Paula White-Cain’in hararetli seçim ayini izlendi. Paula Wahite, duâsında “Trump’tan seçimi çalmaya çalışan şeytanî konfederasyonları” hedef alarak defalarca “zaferin sesini duyuyorum” dedi. Paula White’ın aynı zamanda, Trump tarafından Beyaz Saray’ın İnanç ve Fırsat Grişimi’nin başına getirildiğini bilmekte fayda var.
Sonuçta Trump seçimleri kaybetti. Kazanmak için “siyasal Hıristiyanlığı” da kullandı. Ancak Evanjelikler’in desteği yeterli olmadı. Trump’ın mahkeme kanallarını da zorlayacağı muhtemeldir.
ABD tarihinde 2020 seçimleri gibi çekişmeli seçim süreci daha önceleri de yaşanmıştı. Richard Nixon 1960’ta ve Al Gore da 2000’deki kıyasıya rekabetle sonuçlanan seçimlerdeki yenilgilerini nezaketle kabul etmişlerdi. Trump’ın da aynı olgunluğu göstermesi beklentiler arasında
.
Hashim Thaçi’nin istifası
Thaçi, 1968’de Skënderaj’ın Burojë Köyü’nde doğdu. Belgrad hükümetinin, Kosova’daki bütün okulları ve Priştine’deki tek üniversiteyi kapattığı 1990-1993 yılları arasında öğrenci hareketine katıldı.
Soğuk Savaş’ın 1989’da sona erip, Yugoslavya’da iç savaşın başlaması Doğu Avrupa’da uzun sürecek huzursuzluğun kapısını aralamıştı. Uzun yıllar süren barışçıl direnişin ardından, Kosovalı Arnavut gençler silâhlı direnişe başladılar. Thaçi’nin de kurucuları arasında bulunduğu Kosova Kurtuluş Ordusu (KKO), tam da bu sırada kuruldu.
Kosova Savaşı 1998-1999 arasında gerçekleşti. Savaş, Yugoslavya Federal Cumhuriyeti ordusunun, bağımsızlık talep eden KKO’ya ve buna destek veren milis güçlerine karşı yürüttüğü operasyondur. Devamında NATO’nun, Yugoslavya’ya karşı başlattığı hava saldırıları geldi. NATO’nun hava müdahalesiyle birlikte, Yugoslavya adı altında Sırp ordusu ve milis güçleri tarafından, Kosovalı Müslüman sivillere yönelik etnik temizlik başlatılmıştı.
Thaçi de, KKO’da en yüksek mevkilerden Siyasî Büro Başkanıydı. Savaş sırasında, Sırp polisi ve ordusu tarafından tutuklanmaktan kaçma yeteneği sebebiyle kendisine “Yılan” lâkabı verildi.
Thaçi, 18 Mart 1999’da Fransa’nın Rambouillet şehrinde, uluslar arası toplumun sunduğu Arnavutlar ve Sırplar arasında barış müzakerelerinde Kosovalı Arnavut heyetinin lideriydi. Rambouillet’te, Arnavutlar planı kabul ederken, Sırplar reddetmişti. Neticede NATO kuvvetleri 24 Mart 1999’da Sırbistan’ın askerî hedeflerini bombaladı.
Thaçi, 1999’da Kosova’nın Geçici Başkanıydı. Savaş sonrasında 2001’de ilk seçimler yapıldı. Ancak Thaçi’nin Kosova Demokratik Partisi muhalefette yer alabildi. Thaçi, 2003’te Macaristan Havaalanı’nda, Belgrad’ın 1997’deki emrine dayanılarak tutuklandı. Daha sonra serbest bırakıldı.
Savaş sonrasındaki diğer bir seçim de Kasım 2007’de gerçekleştirildi. Partisi seçimleri kazanan Thaçi, Başbakanlık görevine geldi. Seçimlerde üç ay sonra, Thaçi 17 Şubat 2008’de Kosova Meclisi’nde Bağımsızlık İlânı’nı okudu. Başbakanlığının ilk yıllarında Thaçi, başta Kosova’yı Arnavutluk’a bağlayan otoyol inşaatı olmak üzere birçok altyapı projesini başlattı. Diğer taraftan ülke içinden veya dışından birçok STK tarafından, hükümete yüksek düzeyde yolsuzluk ve kayırmacılık suçlaması yöneltildi.
Thaçi, 2011’deki seçimleri de kazanarak ikinci kez Başbakanlık görevini üstlendi. Tam da bu sırada Avrupa Konseyi’nde İsviçre’yi temsil eden Dick Marty, Thaçi ve diğer KKO’nun üst düzey liderlerini savaş esnasında ve sonrasında suç işledikleri hakkında bir rapor yayınladı. Thaçi ise, hakaretten dolayı Marty’e dâvâ açacağını söylemiş, fakat bunu yapmamıştı. Konsey üyeliği dolayısıyla Marty’nin dokunulmazlığı bulunduğu belirtiliyor.
2014 Seçimlerinde de Thaçi’nin partisi birinci oldu. Ancak aynı Parti’den, İsa Mustafa Başbakanlığa gelirken, Thaçi ise kabinede Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı olarak yer aldı.
Kosova Meclisi 2015’te, Marty’nin iddialarını soruşturmak için Savcılık ve Özel Mahkeme kurulması hakkında Anayasa’da değişikliğe gitti. Thaçi, bu mahkemenin kurulmasına oy vermeleri için milletvekilleri üzerinde en çok çalışanlardandı. Mahkeme, Kosova yasalarına göre işliyor. Bununla birlikte Savcılar ve Uluslararası Hâkimler’den meydana geliyor.
Thaçi, 2016’da Cumhurbaşkanlığına seçilerek, Partisi’nden istifa etti. Cumhurbaşkanı olarak, Sırp Cumhurbaşkanı Aleksandar Vuciç ile müzakereler yaparak bir anlaşma arayışında oldu. Ancak Thaçi, 5 Kasım 2020 günü, Lahey’deki Savaş Suçları Mahkemesi’nin savaş suçlarıyla ilgili iddianamesini kabul ettiğini öğrenmesinin ardından hemen istifa etti. İstifasının da “devletin bütünlüğünü korumak için” gerekli olduğunu bildirdi.
Ayrıca Thaçi’nin Kosova Demokratik Partisi Genel Başkanı Kadri Veseli ve Milletvekili Recep Selimi’nin de Özel Mahkeme tarafından, haklarındaki iddianamelerin doğrulandığı bildirildikten sonra Lahey’e gideceklerini aktardılar. Birde Mahkeme, KKO Eski Sözcüsü ve tecrübeli Kosovalı siyasetçi Yakup Krasniki’nin de tutuklanarak, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlardan Lahey’e sevk edildiğini bildirdi.
Anayasa’ya göre yenisi seçilene kadar, Meclis Başkanı Vjosa Osmani Cumhurbaşkanı Vekili olarak görev yapacak. Kosova’da eski KKO ileri gelenlerinin tutuklanmalarının eski hesaplaşma mı ya da dışarıdan bir müdahale mi sorularını akıllara getiriyor. Kosova’daki durumun hangi yönde ilerleyeceğini takip edeceğiz.
.
Seçimler ve ABD dış politikası üzerine
Trump’ın öncelikle siyasî geçmişi yoktu. Kendisi çok zengin bir iş adamı. 2016’daki seçim kampanyasında göçmenlik karşıtı ve Meksika sınırına duvar örülecek söylemiyle dikkat çekmişti.
Trump, görev döneminde, 2015’te İran ile AB ve P5+1 (ABD, Çin, Rusya, Fransa, İngiltere + Almanya) arasında Viyana’da imzalanan Ortak Kapsamlı Eylem Planı’ndan, yani İran Nükleer Anlaşması’ndan çekildi. Bununla birlikte Trump, 8 Aralık 1987’de ABD ve SSCB arasında imzalanan Orta Menzilli Kuvvetler Anlaşması’ndan da çekildi. Trump, Rusya’yı Anlaşma’yı ihlâl etmekle suçlamıştı. Her iki gelişme de, ABD’nin geleneksel dış politikasında bir kırılma şeklinde yorumlanmıştı.
Kendine has uslûp ve davranışıyla, aynı zamanda eski ABD başkanlarından farklılığıyla öne çıkan Trump’ın, seçimleri kaybetmesi ihtimali de özellikle dış politika hususunda değerlendiriliyor.
Trump ve Kuzey Kore lideri Kim Jong-Un’un 2018’de Singapur’da, 2019’da Vietnam’da ve askerden arındırılmış bölgede toplam üç defa görüştükleri biliniyor. Trump’ın, Kim Jong’la görüşmeleri sürdürmeye istekli olduğu belirtiliyor. Ancak Biden’ın, “Pyongtang yönetimi için Jong-Un’un önerecek bir şeyi yoksa ya da rejim yavaş yavaş çökerse”, Kuzey Kore’yle görüşmeyeceği bildiriliyor. Biden’ın böylece eski başkan Barack Obama’nın “Stratejik Sabır” politikasını izleyeceğine ihtimal veriliyor. ABD, Kuzey Kore’den nükleer silâhların tamamen yasaklanmasını talep ediyor. Kuzey Kore ise, ekonomik ambargonun kademeli olarak kaldırılmasını istiyor.
Trump, yakın geçmişte Çin’i haksız ticaret uygulamaları iddiasıyla suçlamış ve Huawei gibi bir dünya markasına da yasak getirmişti. Birde Trump, Çin’den ithal edilen mallara daha katı bir gümrük vergisi koymasıyla birlikte, iki ticaret devi ABD ve Çin arasındaki anlaşmazlıklar başlamış oldu. Buna ek olarak Trump’ın, bazı uluslar arası anlaşmalardan tek taraflı çekilme kararının, Çin’in başta ticaret olmak üzere küresel etkisini göstermesinin önünü açıyor. ABD’de Demokratlar’ın insan hakları konusunda, Cumhuriyetçiler’e nazaran daha çok söylemde bulunduğu kaydediliyor. Seçimleri Biden’ın kazanması halinde, Sincan ve Uygur Müslümanları’nın yaşadığı hak ihlâllerine yönelme ihtimali üzerinde duruluyor. Böylelikle ABD ve Çin’in farklı bir alanda da karşı karşıya gelmesi muhtemeldir.
Rusya ise, Trump’ın 2016’daki seçim galibiyetinin mimarı olmakla gündeme gelmişti. ABD’nin, İran Nükleer Anlaşması’ndan çekilmesiyle Rusya ile ilişkilerinde dalgalanma yaşandı. Ancak daha sonra Moskova’nın savaş başlıklarını dondurmayı istekli olduğunu ifade etmesi üzerine, Rusya ve ABD arasında “Yeni Başlangıç Anlaşması”nı uzatma önerileri hakkında anlaştılar. Dolayısıyla her iki ülke ilişkilerinde ilerleme kaydedildi. Fakat Rusya’nın 2014’te Kırım’ı ilhakı ve 2018’de eski bir Rus ajanı ile kızının zehirlenmesinin arkasında Moskova’nın olduğu iddiaları, yine iki ülke ilişkilerinde iniş-çıkışlara sebep oldu.
Demokratlar’ın adayı Biden’ın, seçimi kazanırsa, İran Nükleer Anlaşması’nı yeniden uygulamaya koyacağı ihtimal dahilindedir. Böyle bir durumda ABD’nin, Suudi Arabistan ve İsrail’le olan ilişkilerinin zarar göreceği düşünülüyor. Çünkü S. Arabistan ve İsrail’in, İran Nükleer Anlaşması’na karşı çıktıkları belirtiliyor.
Trump’ın seçimi kaybetmesinin, yukarıda zikredilenlerden dolayı Kuzey Kore ve Çin’in de kaybına olacağı değerlendiriliyor. Seçimleri Biden’ın kazanması hâlinde ise, mevcut Korona salgınının getirdiği derinleşen ekonomik sorunlar ve sağlık alanındaki âcil hizmetlerin karşılanması gündemiyle meşgul olacağa benziyor. Bir bakıma dış politikadan daha çok iç sorunlarla baş etmesi kuvvetle muhtemeldir.
.
Halil Elitok Ağabey’e Mükâleme Niyetiyle: Cemalettin Efganî
Risale-i Nur’larda adı geçen şahsiyetler hakkında yapılacak detaylı çalışmaların, yeni bilgi ve belgelere ulaşılması ile kitap, makale vb. şekilde yayınlanması konuların daha iyi anlaşılmasına vesile olacaktır. Bu anlamda Halil Elitok Ağabeye teşekkürlerimi arz ediyorum. Efgani hakkında araştırmalarda bulunan, bendeniz de, Elitok’un ilgili köşe yazılarından istifade ettim.
Elitok’un 10 Ekim’deki yazısında Efgani’nin verdiği konferansta “muhalifler, konferansta söylenenlerden yalnızca ‘nübüvvet sanattır’ kısmını alarak, Şeyhu’l-İslâm Hasan Fehmi Efendi bu yüzden Efganî’yi tekfir etmiş, ders vekili Halil Fevzi Efendi de Şeyhülislâmı teyit maksadıyla ‘es-Süyüfu’l-kavati’ adlı bir risale kaleme almıştı.” Zaten Efgani’nin, İstanbul hayatıyla ilgili en önemli vakıa bu konferans veya derstir.
Konferans sonrasında gelen tepkiler üzerine Efganî İstanbul’dan sürgün edilmişti. Ben de, Kasım 2017’de yayınlanan “Mısır’da Siyasal İslamcılık, Müslüman Kardeşler ve Arap Baharı” isimli kitabımda, belirtilen konuya yer verdim. Kitabın 78. Sayfasında “Nübüvvet dahi enva-i sanatlardan olmak üzere irad eylemiş.” Yani Efganî “Peygamberlik de bir sanat gibi sonradan elde edilir. Diyerek, rakiplerinin dikkatini çeker. Kurmay Şeh Bab Emin Bey, hemen Efganî’nin Dersaadet’ten (İstanbul’dan) uzaklaştırılması hususunda, Maarifi Umumiye Nazırı Safvet Paşa’ya şikâyet dilekçesini yazarak konuyu resmî makamlara bildirir. Görüşmeye daha sonra Kurmay Şeh Bab Emin Bey de katılır. Aslında Efganî’yi, dönemin Şeyhülislamı Fehmi Efendi öncülüğündeki bir grup gericinin İstanbul’dan uzaklaştırdığı da belirtilir. Ancak şikâyet dilekçesini kaleme alan Kurmay Şeh Bab Emin Bey’dir. Böylece Efganî Mart 1871’de İstanbul’dan ayrılıp Mısır’a gitmiştir.”
Osmanlı arşivlerinde yaptığım çalışmalarda, konu hakkında Şeh Bab Emin Bey’in dilekçesinin 3 sayfa olduğu görülmektedir. Dilekçe özet olarak şöyle “… Dersaadet’ten tebid (uzaklaştırma) bahsine gelince, o zaman Cennet mekân Sultan Mahmud Han hassaten Türbe-i menbanın civarındaki Valide Mektebi’nde umum dersleri açıldı. Her gün ashab-ı ilim bilginleri ve maariften biri, bir fenden (ilimden), orada umuma bir dersi takrir (anlatırdı) ederdi. Neferet teşebbubü (sebep olması) üzere Cemaleddin Efendi dahi orada sanaiden bahsederek derse başladı. Sanat-ı alelumum şugul (meşguliyet) ve amel (çalışma) diye tarif ettikten sonra, akşamını bad (sonra) tadad ettiği sırada ‘Nübüvveti dahi enva-i sanatlardan olmak üzere irad eylemiş (yani Peygamberlik de bir sanat gibi elde edilir demiş)’ olduğuna keyfiyet bab-ı akvaya münakis olduğuna (herkesin bunu böyle bildiğini) taraf-ı şahsımdan Maarif-i Umumiye Nezareti’ne itiraz olunmakla (sunulmakla)…” diye devam etmektedir. Dilekçe neticesinde Efganî, İstanbul’dan sürgün edilmiştir.
Elbette Efganî’ye gelen tepkilerde, kendisinin tam olarak anlaşılmadığı da muhtemeldir. Birde dönemine göre uluslararası alanda tanınmış, genç yaşta İngiltere karşıtlığı ve ittihad-ı İslam fikirleriyle şöhrete kavuşmuş Efganî’nin, başkaları tarafından rakip görülmesi de ihtimal dahilindedir.
İstanbul ayrılmak durumunda kalan Efganî, sırasıyla Mısır, Rusya ve İran’da faaliyetlerde bulundu. Şah’ın daveti üzerine ikinci defa İran’a giden Efganî, burada Şah’tan reform yapması talebinde bulunur. Bu talep üzerine Şah, kendi iktidarına tehdit algıladığı Efganî’yi 1890’ının kış mevsiminde İran’dan çıkartır.
İran’dan sınır dışı edildikten sonra, Sultan II. Abdülhamid tarafından İstanbul’a davet edilen Efganî, İran Şah’ının öldürülmesi olayına karışmış olabileceği kuşkusuyla zorunlu ikametle tecrit edilir. Efganî’nin ikinci kez İstanbul’a gelmesi ve buradaki faaliyeti ayrı bir makale konusudur.
.
Karabağ çatışmaları ve Minsk Grup
İçerisinde bulunduğumuz Ekim ayının 10’u ve 18’inde iki defa ateşkes ilân edildi. Ancak her iki ateşkes de kısa süreli oldu. Taraflar ateşkesi ihlâl ettiklerine dair birbirlerini suçladılar. Bununla birlikte savaşlarda ilân edilen her ateşkes diplomasi masasına oturma ihtimalini de doğurabilmektedir. Şu an için Karabağ çatışmalarında bundan bahsetmek pek mümkün görünmüyor.
Diğer taraftan Ermeni askerî noktalarında Rusya bayrağı dalgalandırılmaya başlanması ise, Ermenistan’ın konuyu daha başka yönlere çekmeye çalışması şeklinde yorumlanıyor. Hatta Ermenistan’ın, İran ve Türkiye sınırını korumak üzere Rus Sınır Muhafızları’nın konuş- landığı haberlerde kaydediliyor. Fakat konuyla ilgili Rusya’dan henüz bir açıklama yapılmadığı da görülmektedir.
Dolayısıyla Libya ve Suriye’den sonra, bu durum Rusya adına yeni bir vesayet savaşı olarak da değerlendiriliyor. Rusya’nın, Kırım’ı ilhakı; Ukrayna’daki çatışmalardaki ve seçimlerdeki tutumunun, vesayet politikası ihtimalini güçlendirdiğine işaret ediliyor.
Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilâtı (AGİT)’ nın 1994’te, Budapeşte Zirvesi’nde Azerbaycan ve Ermenistan arasında çözüm için konferans yapılması hususunda Minsk Grubu kurul- muştu. Minsk Grubu’nun eş başkanları Rusya, Fransa ve ABD olurken; daimî üyeler de Beyaz Rusya, Almanya, İtalya, İsveç, Finlandiya, Türkiye, Ermenistan ve Azerbaycan’dır.
Minsk Grubu’ndan ABD’nin başkanlık seçimleriyle meşguliyeti; Fransa’nın Sahel Bölgesi, Libya ve Afrika’da kaybetmekte olduğu çıkarlarına odaklandığı; ve Rusya’nın da yu- karıda zikredilen muhtelif coğrafyalardaki müdahilliği bilinmektedir. Bütün bunların Minsk Grubu’nun, Karabağ ile yeteri kadar ilgilenmeyerek işlevsizleştiği ihtimaller arasındadır. Her ne kadar Türkiye, çatışmaların baş- langıcından beri Minsk Grubu’na atıf yapsa da, Grup’tan, anlaşmazlığa yönelik daha ciddî girişimlerde bulunması bekleniyor.
Ermenistan’ın saldırısı ile başlayan çatış- malarda, vefat eden Azeri siviller biliniyor. Gelinen noktada asıl sorunun Batılı ülkelerin insan hakları açısından yaklaşım sergilemedikleri manidar karşılanıyor.
Ermenistan Başbakanı Nikol Pashinyan’ın sözde Ermeni soykırımından bahsetmesi de, Ermeni tarafının tarihî yalanlarla halkının moral ve motivasyonunu yüksek tutmaya çalıştığı görülüyor. Ancak sözde Ermeni soykırımı iddiları, daha önce defalarca denenmiş ve sonuç alınamamış bir strateji. Ermeni siyasetinin artık bu sarmaldan çıkması gerekiyor.
Karabağ’da ateşkeslerin süresi, Ermenistan’ın ihlâlleriyle giderek kısalıyor. Ermenistan, Azerbaycan karşısında hem askeri hem de izlediği siyaset sebebiyle başarısız durumda. Barışın tesis edilmesinde Türkiye’nin girişimleri önem arz ediyor. Bundan dolayı Ermenistan’ın, Azerbaycan ve Türkiye’ye bütün kapıları ka- patmasının gerçekçi olmayacağı nettir. Aksine Ermenistan’ın içerisinde bulunduğu siyasî, ekonomik, sosyal, askerî vb. sorunlardan kurtulabilmek adına barış ve diplomasi yoluna başvurması kaçınılmazdır.
.
Çıkmaz sokaktaki Pashinyan’ın açıklamaları
Azerbaycan’ın 90’lı yıllardaki silâhlı mücadeleye göre, teçhizat ve taktik açısından oldukça ilerlediği görül- mektedir. Azeri yetkililerin açıklamaları da bunu teyit ediyor.
Ermenistan’ın çatışmalarda, Azeri sivil bölgelerini de hedef aldığını TV haberlerinden izliyoruz. Buna rağmen Azerbaycan Cum- hurbaşkanı İlham Aliyev’in “Azeri birliklerinin, karşı tarafın sivil unsurlarını hedef almadığı ve almayacağını” dile getirmesi, uluslar arası kamuoyu nezdinde Azer- baycan’ın elini güçlendiriyor.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, Ermenistan Başbakanı Nikol Pashinyan’ın tele- fonlarını açmadığı haberleri kaydedildi. Böylece Putin’in, George Soros’la ilişkisinden dolayı Pashinyan’ı cezalandırdığına işaret ediliyor. Elbette Putin’in bu şekilde davran- masında başka sebepler olduğu da iddialar arasında. Ancak Putin’in 1 Ekim’de yapmış olduğu ateşkes ve taraflar arasında görüş- melere başlanılması çağrısının geçen sürede pek de etkili olmadığı görüldü. Buna ek olarak Rusya’nın ağırlığını gereken ölçüde koymadığı da değerlendiriliyor.
Çatışmalarda ciddî zayiatlar veren Ermenistan’da, basın yolu ile Ermeni kamuoyunun moral ve motivasyonunun yüksek tutulmaya çalışıldığı anlaşılıyor. Ermenistan Devlet Haber Ajansı’nın 18 Ekim’de, Pashinyan’ın, İtalyan gazetesi Corriere della Sera’daki demecine yer verildi. Pashinyan demecinde “Türkiye Akdeniz’de olduğu gibi Yunanistan’a, Kıbrıs’a ve Güney Kafkasya’ya da aynı politikayı izliyor. Bu yayılmacı bir politika. Türkiye’nin ateşkes görüşmelerinde, Azerbaycan’ın askerî harektlarını durdurmasını istemediğini, bu çatışmanın Türkiye’nin müdahalesi olmadan başlamazdı” dedi. Pashinyan ayrıca “Türki- ye’nin, Azerbaycan’ı Karabağ’a saldırmaya teşvik ettiğini ve saldırılara Türk birliklerinin de katıldığını; Azerilerin, Suriye’den getirilen cihatçı militanları kullandıklarını ve bu durumun Rusya ile Fransa ve diğer ülkeler tarafından resmen onaylandığını” iddia etti. Pashinyan konuşmasının devamında bu sözlerinin arkasındaki asıl amacını da “Türkler, Ermeni halkının bir başka soykırımını istiyor” di-yerek belirtti.
Pashinyan, sözünü dönüp dolaştırıp yine sözde Ermeni soykırımına getirerek başta Ermeni milliyetçiliğini diri tutmaya ve Ermeni diasporasına da mesaj vermeye çalışıyor. Bununla birlikte köşeye sıkışan Pashinyan’ın, sözde Ermeni soykırımı iddialarına sarılması ise, Ermeni devletinin içerisinde bulunduğu sosyo-ekonomik sorunlara ve devam eden çatış- malara çözüm üretmekten uzak olduğunu gösteriyor. Artık Ermeni karar alıcılarının, Türkiye düşmanlığı üzerinden yaptıkları siya- setin, Ermenistan’a bir şey kazandırmadığını anlamaları gerekiyor.
Pashinyan ve Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Dendias’ın 16 Ekim’deki ortak açık- lamalarında da Türkiye hedef alınarak “Tür- kiye’nin yayılmacı politikasının kabul edilemez olduğu”na vurgu yapıldı. Yunanistan’ı Avrupa Konseyi’nde temsil eden Milletvekili Emmanoiul Fragkos da, Avrupa Konseyi’ine “Tür- kiye’ye silah ambargosu uygulaması çağrısında bulunan” bir mektup gönderdi. Ermeni-Yunan yetkililerin açıklama ve girişimleri, Türkiye’yi sıkıştırmaya yönelik olduğu aşikârdır.
Azerbaycan’a karşı Ermeni saldırılarının başladığı günden itibaren Türkiye’nin “Azer- baycan’ın haklı dâvâsında yanında oldu- ğunu, sivillerin zarar görmemesinden yana, bölgede barış ve istikrar, uluslar arası hukuk ve insan haklarının” tarafında yer aldığını her defasından ilân ettiği herkes tarafından biliniyor.
Rusya’nın tam desteğini alamayan Pashin- yan’ın ve Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin geri adım atmadığını gören Yunanistan ma- kamlarının Karabağ hakkındaki beyanat- larında “barış”tan söz etmediklerini gözlemliyoruz.
Sözde Ermeni soykırımına sarılan Pashin- yan gibi, barıştan söz edemeyenlerin, uluslar arası hukuk ve tarih karşısında ağır sorumluluk altında oldukları unutulmamalı.
.
Sudan ve İsrail’le normalleşme
Anlaşma imzalayan devletlerin son örnekleri Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn oldu. Daha öncekiler ise Mısır (1978) ve Ürdün (1994).
13 Ekim 2020 tarihli gazetedeki köşemde ve “Sudan: Din-Devlet İşlerinin Ayrıldığı Bildirgesi” başlıklı makalemin sonucunda, Sudan için de benzer bir ihtimalden bahsetmiştim. Makalede “Sudan’da, “Bildirge” imzalamasından sonraki gelişmenin, İsrail’le ilişkilerin normalleştirilmesi olduğu; ‘din ve devletin ayrılığı ilkesi’ne dayanan bildirgenin imzalanmasında, dış yardımların önünü açmak ve İsrail’le normalleşme görüşmelerini başlatmak olduğu kuvvetli ihtimaline” dikkat çekilmişti.
Yine benzer bir gelişmenin, üst düzey Sudanlı yetkililerden oluşan bir heyetin, 23 Eylül 2020 Çarşamba günü BAE’nin başşehri Abu Dabi’de görüşmelerde bulunduğu kaydediliyor. Sudan’ı yöneten Geçici Askerî Konsey tarafından yapılan açıklamada “görüşmelerde Sudan’ın, ABD’nin terörizmin sponsorları listesinden çıkarılması, bölgede Sudan’ın İsrail ve Arap ülkeleri arasında istikrarı sağlanmasındaki rolü vb. konuların ele alındığı” belirtiliyor.
ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun 24 Ağustos 2020’de bölge ülkelerine gerçekleştirdiği seyahat hatırlardadır. Sudan Geçici Askeri Konsey Başkanı Korgeneral Adül Fettah Burhan, Pompeo’dan 3 milyar Dolar’lık âcil ekonomik yardım talebinde bulundu.
Ancak ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Ortadoğu ve Kuzey Afrika Kıdemli Direktörü Tümgeneral Miguel Correa’nın, Burhan’ın 3 milyar Dolar’lık âcil ekonomik yardım talebi hakkında çekimser kaldığı ileri sürülüyor. Ancak bunun yerine Sudan’a birkaç yüz milyon Dolar’lık yatırım ihtimalinden bahsediliyor.
Seçim sath-ı mahallindeki ABD’de, Başkan Donald Trump’ın, bölgenin Arap ve diğer Müslüman ülkelerinin İsrail’le ilişkilerin normalleştirilmesine ve tanınmasına yönelik girişimleri aşikârdır. Bununla birlikte Trump’ın şu an için, Burhan’ın talep ettiği âcil yardım konusunda bir planının olduğu da net değil.
Ekonomik, siyasî ve sosyal problemler içerisindeki Sudan’da Geçici Askerî Konsey için İsrail’i tanımanın büyük bir risk olduğu belirtiliyor. Dolayısıyla Sudan para yardımı ve daha somut garantilere ihtiyaç duyacaktır.
ABD’de de Pompeo ve Senato üyelerinin, Sudan’ın teröre destek veren ülkeler listesinden çıkartılması için baskıları devam ettiği aktarılıyor.
Sudan’ın Geçici Askerî Konseyi’nin, İsrail’le ilişkileri yeni değil. Burhan ve İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun 4 Şubat 2020’de, Uganda’da bir araya gelerek “Sudan hava sahasının, İsrail’in ticarî uçuşlarına açmak için bir anlaşmaya vardıkları” gelen haberler arasında.
Hal-i hazırda Sudan ile İsrail arasında diplomatik ilişkiler mevcut. Ancak bunun ABD’nin iki ülke arasında ilişkilerin iyileştirilmesi çabasıyla daha ileri boyuta taşınacağı ihtimali üzerinde durulduğu anla- şılıyor. BAE ve Bahreyn gibi, Sudan’ın da İsrail’le “normalleşmesi”nin benzer toplumsal sonuçlar doğurmayacağı ihtimaldir. Böyle bir girişimin gerçekleşmesiyle beraber, Sudan’da etnik ve dinî/mezhepsel tepkilerin yaşanacağı muhtemeldir.
Diğer taraftan Sudan’ın Arap dünyasında azalan nüfuzu nedeniyle, Hartum’la yapılacak bir “normalleşme” anlaşmasının etkisi beklenildiği gibi olmasa da, sembolik açıdan değerli olacağı The Washington Post gazetesinin 1 Ekim 2020 tarihli nüshasında yazıldı. Devrik lider Ömer El-Beşir döneminde, İsrail’le ilişkiler neredeyse düşmanlık seviyesindeydi. El-Beşir’in, Filistinli grupları desteklediği ve bu desteğin 30 yıl boyunca Sudan halkı tarafından millî ve dinî değerler üzerinden sürdürüldüğü unutulmamalı. Her ne kadar ABD’nin, Sudan’a, İsrail’le ilişkilerini geliştirmesi için baskı yapıldığı aktarılsa da, karşılığında Burhan yönetiminin de âcil yardım talebi söz konusu. Sudan yönetiminin “âcil yardım, İsrail’i tanıması için ABD baskısı ve muhtemel bir normalleşmeden sonra meydana gelebilecek toplumsal tepki” arasında kaldığı kuvvetle muhtemeldir.
.
Sudan: Din-Devlet işlerinin ayrıldığı bildirgesi
Sudan’da uzun süren iç savaş ve etnik mücadeleler birçok insanın ülke içinde yer değiştirmesine ve insan hakları ihlâllerine sebep olmuştu. Bu durum ülkeye kötü bir insan hakları karnesi kazandırdı.
Beşir’in devrilmesinin ardından, iktidar gücünü aralarında paylaşan Geçici Askerî Konsey, Özgürlük ve Değişim Güçleri Koalisyonu ve 11 sivilden meydana gelen Konsey yönetime gelmişti. Konsey, 3 yıllık geçiş dönemi için göreve (2022’ye kadar) geldi.
Sudan’da yeni dönemle birlikte 30 yıllık İslami yönetimin sona erdiği belirtiliyor. Geçici Askeri Konsey ile muhalefetteki Özgürlük ve Değişim Güçleri Koalisyonu arasında varılan fikir birliği sonucunda, eski rejimin katı İslamcı politikalarını ortadan kaldırmaya ve sivil yönetim yoluyla da barış ve demokrasi sağlamaya çalışıldığı aktarılıyor. Ayrıca alkollü içecek içilmesi hakkındaki kuralların gevşetilmesinin de gündemde olduğu belirtiliyor.
Humanist International (İnsanî Uluslar arası) sitesine göre “Sudanlı yetkililer, Temmuz 2020’de irtidad kararı alan vatandaşlar için ölüm cezasının kaldırılması ve kadın sünnetinin yasaklanması da dahil olmak üzere Ceza Kanunu’nda bir bizi reformları” duyurdu.
Sudan’da değişikliklerden biri de, 3 Eylül 2020’de Sudan Geçiş Hükümeti Başbakanı Abdalla Hamdok ve ülkenin etkili gruplarından Sudan Halk Kurtuluş Hareketi-Kuzey lideri Abdülaziz El-Hilu arasında “dini devletten ayırmayı kabul eden bir bildirge imzalamaları” oldu. Bildirgede başlıca “Sudan’ın bütün vatandaşlarının haklarının güvence altına alındığı demokratik bir ülke haline gelmesi için Anayasa, kendi kaderini tayin hakkına saygı gösterilmesi gereken –din ve devletin ayrılığı- ilkesine dayanmalıdır” ifadesine yer veriliyor.
“Din ve devletin ayrılığı ilkesi” Sudan’ın laikliği veya bazılarına göre sekülarizmi kabul ettiğine yorumlanıyor. Sudan kamuoyu ve din âlimlerinin tepkisinden kaçınmak için “Müslümanların alkol kullanmasına izin verilmeyecek ve gayri-müslimlerin halka alkollü içki satamayacakları” kaydediliyor. Diğer taraftan gayri-müslimler, “merrissa ve aaraagy” olarak bilinen yerel alkollü ürünleri ürettikleri için suçlanmayacaklar. Mevcut yasalara göre “merrissa ve aaraagy” de imal etmek suç kapsamında. Böylece yasal kovuşturma durumu ortadan kalkıyor.
Sudan yönetiminin şu anda “din ve devletin ayrılığı ilkesi”ne dayanan bildirgeyi tam anlamıyla uygulamadığı ön görülüyor. Yönetimin, Bildirge’ye karşı toplumsal unsurların ve dini figürlerin tepkisini en aza indirecek çalışmaların içinde olduğu muhtemeldir. Uluslararası gözlemciler, alınan “Bildirge” kararını olumlu karşılıyorlar. Bunların başında BM UNICEF (Çocuklara Yardım Fonu) Hartum Temsilcisi Abdullah Fadil geliyor. Ancak Bildirge’nin toplumsal kesimlerin çoğunluğunun onayının alınmadan kabul edilmesi de, Sudan’ın kırılgan etnik yapısının fay hatlarını harekete geçirebileceği ihtimaller arasında.
Sudan’da ekonomik, siyasî, sosyal, etnik, ideolojik sorunlar oldukça derin. Geçici Hükümet Adalet Bakanı Nasredeen Abdelbari, devlet televizyonundan yaptığı açıklamada “ülkenin hukuk sisteminde reformun devam ettiğini ve ülkedeki insan haklarını ihlâl eden bütün yasaların yürürlükten kaldırılacağını” ifade etti.
Sudan’da bütün bu değişikliklerin, tepeden indirgemeci anlayışla değil, elbette Sudanlılar’ın görüşlerinin alınarak yapılması faydalı olacaktır.
Sudan’da, “Bildirge” imzalamasından sonraki gelişme de, İsrail’le ilişkilerin normalleştirilmesidir. “Din ve devletin ayrılığı ilkesi”ne dayanan bildirgenin imzalanmasında, dış yardımların önünü açmak ve İsrail’le normalleşme görüşmelerini başlatmak olduğu kuvvetle muhtemeldir.
.
Kırgızistan yine karıştı
Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve SSCB’nin dağılmasıyla birlikte, Kırgızistan 1991’de bağımsızlığına kavuştu.
Kırgızistan 2005’te George Soros tarafından desteklendiği iddia edilen renkli veya kadife devrimlerden birine sahne oldu. 22 Ekim 1990’ da göreve başlayan Cumhurbaşkanı Askar Akayev, “Lâle Devrimi” adı verilen halk hareketleri ve devlet darbesi sonucunda 24 Mart 2005’te istifa etmek durumunda kaldı. Yerine Kurmanbek Bakiyev 14 Ağustos 2005’te Cumhurbaşkanlığı’na getirildi.
Ülkede toplumsal gösterilerin ikincisi Nisan 2010’da “Kırgız Devrimi” adı ile gerçekleşti. Başşehir Bişkek’teki kanlı isyanlar devam ederken, hükümet istifa etti. Oş şehrine kaçtığı ileri sürülen Bakiyev, güvenliğinin sağlanması karşılığında istifa edeceğini duyurdu. Bakiyev, 15 Nisan 2010’da istifa etti. Bakiyev, 21 Nisan 2010’da Minsk’teki basın toplantısında “istifa etmediğini, Kırgızistan’ın uluslar arası tanınan, seçilmiş Cumhurbaşkanı olduğunu” açıklaması etkili olmadı.
Bakiyev’in görevden uzaklaştırılmasındaki önemli isimlerden eski Dışişleri Bakanı ve Kırgızistan Sosyal Demokrat Partisi Meclis Grubu Başkanı Roza İsaqovna Otunbayeva, geçiş yönetimine liderlik ederek, 3 Temmuz 2010’da Cumhurbaşkanı oldu. Böylece Otunbayeva, Orta Asya devletleri arasında ilk kadın devlet başkanı olarak tarihe geçti.
Otunbayeva, döneminin başlamasıyla Kırgızistan’da seçim sürecine gidildi. Kırgızistan Sosyal Demokrat Partisi’nin 1999’dan beri Başkanı olan Almazbek Atambayev, 2011-2017 tarihleri arasında Cumhurbaşkanlığı görevini yaptı. Aynı zamanda Atambayev, 2006’daki “Reform İçin” muhalif hareketinin liderlerindendir.
Atambayev’in ardından Sooronbay Ceenbekov, Ekim 2017’deki seçim sonuçlarına göre 24 Kasım 2017’de Cumhurbaşkanı oldu. Kırgızistan’da 4 Ekim 2020 Pazar günü yapılan son seçim sonuçlarından memnun olmayan 12 siyasî parti protestolar düzenlediler. Gösterilerin devamında Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento binaları işgal edildi. Uluslar arası haber kaynaklarına göre, güvenlik güçlerinin müdahalesi yetersiz kaldı. Hatta göstericilerin, yolsuzluktan dolayı tutuklu olan eski Cumhurbaşkanı Atambayev’i hapishaneden çıkarttığı gelen bilgiler arasında. Ülkede halen karışıklıklar devam ediyor.
Kırgızistan bağımsızlığından bu güne kadar, siyasî istikrarını sağlayabilmiş değildir. Ülkenin istikrarsızlığının başlıca sebepleri arasında demokratikleşmenin yönü, yolsuzluklar, etnik gruplar arasındaki şiddete varan ilişkiler, sınır güvenliğindeki açıklar ve potansiyel terörist tehditler gösteriliyor.
Aslında Kırgızistan’daki siyasî ve toplumsal en temel sorunun “etnik milliyetçilik” olduğuna işaret ediliyor. 120 Sandalyeli Meclis’te milletvekili dağılımının, ülkenin etnik yapısını tam anlamıyla yansıtmaması da buna delil olarak gösteriliyor. Bu da etnik gruplar arasında hep tartışma konusu oluyor. Haziran 2010’da etnik, ekonomik ve sosyal alanlardaki sorunlardan dolayı Oş şehrinde etnik gruplar arasındaki kanlı çatışmalar yaşandı. Çatışmalarda 400 bin insanın evsiz kaldığı, 100 bin kişinin Özbekistan’a sığındığı kaydediliyor.
Kırgızistan’da toplumsal kitleleri mobilize edecek karizmatik siyasî liderlerin olmaması da ülkenin eksikleri arasında. Eski Sovyet ve Rus yanlısı siyasetin, yapısal reformları gerçekleştirmede başarılı olmadığı da ihtimal dahilindedir.
Kırgızistan, BM raporlarına göre Afganistan’da yetiştirilen uyuşturucunun trafiğinde transit geçiş güzergâhındadır. Rusya’nın, Afganistan u- yuşturucusunun büyük bir pazarı olduğu bildiriliyor. Böylece Kırgızistan’da farklı mafya unsurlarının faaliyetleri de siyaseti ve ekonomiyi belirlemede etkinliği muhtemeldir.
Yine Kırgızistan’da yeterli, kararlı ve uluslar arası düzeyde eğitimli güvenlik güçlerinin bulunmaması da suçlarla mücadelede eksikliği beraberinde getiriyor.
Siyasî, ekonomik, toplumsal vb. sorunlar içerisindeki Kırgızistan’da demokrasinin yerleşmesi de oldukça güçtür. Kırgızistan’ın zayıf ekonomisinin, devletin egemenliğinde aşınmalara sebep olduğu söylenebilir. Ekonominin iyileştirilip sosyal refah sağlanmadıkça ve etnik/aşiret grupları arasındaki sorunlar çözülmedikçe, Kırgızistan’ın istikrara kavuşamayacağı ön görülmektedir.
.
Ermenistan saldırısı
Karabağ sorununun çözülememesinde, Ermenistan’da milliyetçi söylemlerle işbaşına gelen hükümetlerin payı oldukça yüksek. Bağımsızlıktan sonra görev yapan Ermenistan hükümetlerinin çoğunlukla kalkınma, demokrasi, hukuk, barış vb. değerlerden uzak kaldıkları görüldü. Hükümetler Ermenistan’ın işsizlik, yoksulluk, gelir dağılımı adaletsizliği gibi sosyo-ekonomik problemlerini çözmekte de yetersiz kaldılar. Ermenistan yönetimleri genellikle Rusya’nın tarafında yer aldılar. Ancak bu politikanın ülkelerinin gelişmesine yardımcı olmadığı kaydediliyor. Yanlış dış politika sebebiyle, bugün Kafkasya’da, Türkiye ve Azerbaycan arasında sıkışmış bir Ermenistan’dan söz etmek mümkündür.
Coğrafya olarak sıkışan Ermenistan, Osmanlı’nın son döneminden günümüze kadar, tarihî süreçte başta Rusya ve Fransa gibi devletlerin desteğine muhtaç oldu.
Bununla birlikte en büyük tabiî destekçisi ise, yurtdışındaki Ermeni diasporası.
Elbette verilen destekler, Ermenistan’ın önce Osmanlı’ya, daha sonra Türkiye’ye ve Azerbaycan’a karşı bir enstrüman aracı kullanılmasına da yol açtı.
Azerbaycan ve Ermenistan arasında ilân edilen Mayıs 1994’teki ateşkes, Nisan 2016’da bozulmuş ve 4 günlük bir savaş yapılmıştı. Yine Ermenistan saldırıları üzerine son bir haftadır çatışmalar yaşanıyor.
Ancak Azerbaycan yönetiminden yapılan açıklamalarda her zamankinden daha fazla kararlı oldukları gözleniyor.
Uluslar arası ortamın farklı gündemlerle meşgul olması özellikle ABD’nin yaklaşan başkanlık seçimi, AB’nin İngiltere gibi güçlü bir ortağını Brexit ile kaybetmesi, Belarus’ta Rusya ve AGİT arasındaki kriz, bütün dünyayı etkisi altına alan Covid-19 salgını ve getirdiği ekonomik sorunlar biliniyor. Ermenistan’ın böyle bir ortamdan istifade ederek saldırıda bulunduğunu ileri sürenler mevcut.
Ancak bağımsızlıktan günümüze kadar geçen sürede Ermenistan’da siyasî istikrarın sağlanamadığı da biliniyor. Artık Ermeni siyasetçiler Ermeni milliyetçiliği, toprak yayılmacılığı, terör ve teröre destek, Azerbaycan’a saldırma vb. argümanların Ermenistan ve bölgenin yararına olmadığını anlamalılar. Dünyanın ve bölgenin realitesinin farkına varmalılar. Azerbaycan’a yönelik saldırılarla, Ermeni kamuoyunun dikkati bir müddet başka bir yöne çekilebilir. Ancak bu durum Ermenistan’ın içerisinde bulunduğu sosyo-ekonomik sıkıntıları bertaraf etmez. Aksine savaşın getireceği maliyetle, daha da ağırlaşacaktır.
Azerbaycan’a karşı saldırıların “Yukarı Karabağ kökenli Ermenilerce başlatıldığı ve bunun büyük ihtimalle bir süredir Kadife Devrimler’in mimarı George Soros’la görüşmelerde bulunan Başbakan Nikol Pashinyan’ın bilgisi dışında gerçekleştiği” iddia ediliyor. Böylece “Pashinyan’ın, Soros’la görüşmesini onaylamayan Rusya’nın da, konuyla yakından ilgilendiği” ileri sürülüyor.
Massachusetts Üniversitesi Tarih Bölümü Prof. Dr. Audrey Altstadt’a göre “bu bölgede savaş ve komşularla ilişki risk taşır. Rusya her iki tarafa da silâh satan ve barış görüşmelerine aracılık eden, bölgenin eski gücü olarak kilit oyuncu. Hal-i hazırda Ermenistan ve Rusya’nın bir savunma anlaşması mevcut.
Aynı zamanda Ermenistan bir Rus hava üssüne ev sahipliği yapıyor. Azerbaycan ise, Rusya’nın ticaret ortağı. Birde İran ile Güney Asya’yı Rusya’ya bağlayan stratejik konumuyla önem arz ediyor. Dolayısıyla Kuzey-Güney Transit Koridoru’nda konumlanmıştır. Bu özellikler, Rusya’nın güneyinde barış isteyeceğine işaret ediyor.”
Karabağ hakkında, bölge ülkesi Türkiye’nin de eskiden beri barıştan yana olduğu biliniyor. Yapılacak bir barış ve ateşkeste Türkiye’nin ağırlığını koyacağı ve Azerbaycan’ın hukukunu savunacağı nettir.
Ancak istikrara kavuşamayan Ermenistan’ın, bölge için her zaman sorun oluşturabileceği göz ardı edilmemelidir
.
Karabağ çatışmaları
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) dağılması ve Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, Yukarı Karabağ, her iki ülkenin siyasî ve askerî stratejilerini belirleyen unsurlardan biri oldu. Aslında sorunun ortaya çıkışı 1988’e kadar gitmektedir.
SSCB’nin dağılmasıyla Azerbaycan ve Ermenistan 1991’de bağımsızlıklarını ilân ettiler. Azerbaycan, 26 Kasım 1991’de, Karabağ’ın özerklik statüsünü kaldırarak bölgeyi merkezi yönetimine bağladığını duyurdu. Ermeniler ise, buna karşılık 10 Aralık 1991’de gerçekleştirdikleri halk oylamasıyla bölge için bağımsızlık kararı aldılar. Ermenilerin, Sovyetler sonrası kurulan Bağımsız Devletler Topluluğu’na (BDT) “Yukarı Karabağ Özerk Cumhuriyeti” adıyla girme başvurusu kabul edilmedi.
Rusların desteğini alan Ermeniler, 1993-1994 yıllarında Karabağ ve çevresini ele geçirdiler. Aynı zamanda Laçin Koridoru ile Karabağ’a doğrudan kara bağlantısı sağladılar. Sorunun daha sonraki yıllarda derinleşmesiyle, Azerbaycan topraklarının yüzde 20’si Ermeni işgali altında kaldı. Yaklaşık 1 milyon Azeri mülteci durumunda. Diğer taraftan Ermenistan’da ise, savaş sebebiyle ekonomik krizler başladı. Buna ek olarak nüfusun neredeyse 4’te 1’inin ülkeden göç etmek zorunda kaldığı bildiriliyor (Türk Dış Politikası, C. 2, S. 401, Ed. Baskın Oran).
Geçen süreçte, Azeri ve Ermeni birliklerinin birbirlerine karşı topçu atışları ve küçük çatışmaları görüldü. 1994’ten sonraki en yoğun çatışmaların gerçekleştiği Nisan 2016’da yüzlerce kişinin öldüğü belirtiliyor. 4 gün süren çatışmanın ardından taraflar ateşkes konusunda anlaşmışlardı.
Karabağ hem Azerbaycan hem de Ermenistan’ın sınır bölgesi. Ancak sınırlardaki iddialar, arabuluculuk çabalarının başarısızlığı, artan askerileşme ve sık sık ateşkes ihlâlleri, Ermenistan’ın içerisinde bulunduğu sosyo-ekonomik ve siyasî problemler bölgede çatışma riskini arttıran en önemli unsurlar olarak sıralanıyor.
İki ülke güçlerinin 28 Eylül 2020’de Karabağ bölgesinde çatışmaya başladığı kaydedildi. BM Güvenlik Konseyi’nin 30 Eylül’deki Ateşkes Çağrısı’nın şu an için etkili olmadığı anlaşılıyor. İki taraf da halen geri adım atmış değil.
Günümüzde Karabağ sorunu, uluslar arasılaşmış durumdadır. Bu da farklı ülkelerin, Karabağ üzerinden daha başka siyaset geliştirmesine sebep oluyor. Bunun son örneği Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un beyanatıdır. Macron, 1 Ekim’de Reuters’a yaptığı açıklamada “Azerbaycan’a destek sözü veren Türkiye’nin, Suriye’deki Cihatçı gruplardan savaşçıların, Dağlık Karabağ harekât sahasına gitmek için Gaziantep’ten giriş yaptıklarını” iddia etti. Yine Reuters’a göre, benzer bir ifade de Ermenistan’ın Moskova Büyükelçisi’nden geldi. Büyükelçi’nin açıklamasında “Türkiye’nin, Suriye’nin kuzeyinden Azerbaycan’a yaklaşık 4 bin savaşçıyı gönderdiğini ve orada savaştıklarını” ileri sürdü. Ancak her iki iddia da Türk yetkililerin ve Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in yalanladıkları bildiriliyor.
Macron’un beyanatında Fransa’nın son dönemde Suriye, Libya ve Doğu Akdeniz gelişmelerinde Türkiye ile karşı karşıya kalmasının etkili olduğu muhtemeldir. Bununla birlikte Macron’un, Fransa’da yaşadığı belirtilen 600 bin Ermeni’nin oylarına yönelik popülist kaygısı da tahmin ediliyor.
Macron’un birde ateşkes çağrısı var. Rusya’nın, Fransa’nın ateşkes çağrısına katılarak, ihtilâfla ilgili görüşmelere ev sahipliği yapmayı teklif ettiği haberlerde geçiyor. Azeri ve Ermeni makamlarının şimdiye kadar bu tür çağrıları reddettiği biliniyor.
Azerbaycan’ın günlük yaklaşık 800 bin varil petrol üreterek, Avrupa ve Orta Asya için önemli petrol ve gaz ihracatçısı olması önem arz ediyor. Bölgeyle ilgili endişelerden biri de, Karabağ ile ilgili savaş ve istikrarsızlığın, belirtilen coğrafyalara petrol ve doğal gaz ihracatını sekteye uğratabileceğidir.
Diğer taraftan Ermenistan ve Rusya’nın 20 Ağustos 2020’de, güvenlik garantileri karşılığında Rusya’nın Ermenistan’daki askerî varlığını genişleten bir anlaşma imzaladıkları kaydediliyor. Böylece Karabağ sorununda Rusya’nın, Ermenistan’ı destekleyeceği değerlendiriliyor. Türkiye’nin bölgenin gerçekleri, uluslar arası hukuk ve Azerbaycan tarafında yer aldığı biliniyor. Yine konu hakkında İran’da yaşayan en büyük etnik grup yaklaşık 20 milyon Azeri’nin, İran dış politikasının belirlenmesinde etkili olacağı aşikârdır.
Soruna çözüm üretmek adına BM, AB, ABD, Rusya, Fransa, AGİT, Minsk Grubu, vd. aktörlerin gösterdikleri bütün çabalar sonuç vermedi. Karabağ sorununa yönelik başarılı arabuluculuk çabalarına ihtiyaç bulunmaktadır. Aksi takdirde Fransa gibi ülkelerin tarafgirlik siyaseti sorunu derinleştirecektir. Bölgede barış herkes için talep edilmelidir.
.
HAMAS ve El-Fetih görüşmesi
Görüşmelerde HAMAS heyetine Siyasî Büro Başkan Yardımcısı Salih El-Aruri ve El-Fetih grubuna da Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) Yürütme Kurulu Üyesi Cibril Er-Racub’un başkanlık ettiği bildiriliyor.
Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın 3 Eylül’de, HAMAS, El-Fetih ve 14 Filistinli grubun liderinin internet üzerinden gerçekleştirdiği toplantının, Türkiye’deki görüşmelerin ön çalışmasını oluşturduğu muhtemeldir. Yine Eylül ayı başında iki grubun Genel Sekreterleri’nin Beyrut ve Ramallah toplantılarını hatırlamakta fayda var.
HAMAS ve El-Fetih’in yaklaşık 20 yıldır ciddî rekabet halinde oldukları biliniyor. Ancak Filistinliler’in giderek daha fazla izole eden İsrail’in mevcut politikası ile son dönemde Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn’in, İsrail’le imzaladığı “normalleşme” Anlaşmaları’nın her iki farklı grubun bir araya gelmesinin sebepleri arasında gösteriliyor. Böylece iki grubun görüş ayrılıklarını bir kenara bırakarak, Filistin dâvâsındaki bölünmüşlüğü sonlandırmayı amaçlandıklarını HAMAS’ın üst düzey temsilcilerinden Halil El-Hacı’nın ifadelerinden anlaşılıyor.
Görüşmelerde, Filistin yönetiminin ve HAMAS’ın, İsrail işgaline karşı “kapsamlı bir halk direnişi” sağlamak için bütün gruplardan meydana gelen “Halk Direnişi İçin Birleşik Ulusal Liderlik” adlı ortak bir liderlik grubu kurulması kabul edildi. Birde Filistin’in izolasyona karşı olduğu belirtiliyor. Ayrıca Filistin’in sözde “Arap Mutabakatı”nın geçerliliğini kabul etmeyeceği de iddia ediliyor. Fakat bu iddianın, diplomatik bir kart veya hamle olabileceği de düşünülüyor.
Arap Mutabakatı ise, 2002 yılında dönemin Suudi Arabistan Veliaht Prensi Abdullah tarafından “Arap Barış Girişimi” şeklinde açıklanmış ve aynı yılın Mart ayında Arap Ligi’nin Beyrut Zirvesi’nde onaylanmıştır. Bununla birlikte Arap Barış Girişimi 2005’te İslâm İşbirliği Teşkilâtı tarafından da onaylanarak, sadece Arap ülkelerinin değil, diğer Müslüman ülkelerce uygun görülmüştür.
Geçen sürede Arap Barış Girişimi, “Arap Mutabakatı / Konsensüsü” adı ile anılmaya başlandı. Arap Mutabakatı ile “eğer İsrail, Filistin haklarını garanti altına almak için bir dizi şartı yerine getirirse Arap devletlerinin İsrail’le ilişkilerini normalleştireceği; İsrail’in 1967 yılı sınırlarına çekilmesi; İsrail, başşehri Doğu Kudüs olan Filistin Devleti’ni kabul edecek; milyonlarca Filistinli mülteci ve onların soyundan gelenler için âdil bir çözüm bulunacak” maddelerini ihtiva ediyor.
HAMAS ve El-Fetih’in, İstanbul’da ortak “Vizyon” açıklamasıyla anlaşmaya varmaları ile Arap Mutabakatı’nın sona erip ermediği üzerine tartışmalar başladı. Ancak taraflar Vizyon’un ayrıntıları hakkında henüz herhangi bir bilgi paylaşmadılar. Diğer taraftan iki grubun 2017’de Kahire’deki toplantılarından somut bir sonuç elde edilemediği bildiriliyor. Son yapılan İstanbul’daki görüşmelerin fikir birliğiyle sonuçlanmasının, Türkiye-Mısır ilişkilerinde farklı bir gündem maddesi olması da muhtemeldir. Bu durumun Mısır’la karşılaştırıldığında, diplomatik başarısıyla ev sahibi Türkiye’nin öne çıktığına işaret ediliyor.
Ancak bütün gelişmelere rağmen önceden beri İsrail, ABD ve AB, HAMAS’ı terör örgütü olarak sınıflandırıyor. Hatta Filistin’de 25 Ocak 2006’da yapılan seçimleri HAMAS kazanarak, 132 üyeli Parlamento’da 77 sandalye elde etmişti. İsrail ve Batılı ülkeler HAMAS’ın kazandığı seçimleri tanımayarak, Filistin’deki HAMAS ve El-Fetih ayrışmasını derinleştirmişlerdi. Daha önce Mısır ve Ürdün, şimdi ise BAE ve Bahreyn’in İsrail’le anlaşmaları Filistin’i daha fazla izole etmiştir. Artan izolasyon HAMAS ve El-Fetih’i bir araya getiren en temel unsur olarak değerlendiriliyor.
HAMAS-El Fetih’in “Vizyon”unun bir sonraki adımı ve bölge ülkelerinin İstanbul görüşmesine yönelik tutumlarının ne olacağı merakla bekleniyor.
.
Mısır’da Senato seçimlerinin kazananı
Mısır Ulusal Seçim Kurumu (USK) Başkanı Lasheen İbrahim, 8-9 Eylül’de yapılan ikinci tur oylamanın resmî sonuçlarını 16 Eylül günü basına duyurdu. İbrahim, “ikinci tura 28 milyon 817 bin seçmenin katılımının beklendiğini, ancak sandık başına 2 milyon 834 bin 750 kişinin gittiğini ve ikinci tura katılımın yüzde 10.22 olarak gerçekleştiğini” bildirdi. Hatırlanacağı üzere birinci turda da 8 milyon 950 bin seçmen oy kullanmış ve katılım yüzde 14.23 oranındaydı.
Mısır, bugün 100 milyon 840 bin 29 kişilik nüfusa sahip. Ülkede 62 milyon 940 bin oy verebilir seçmen kayıtlı. Ancak resmî istatistiklere göre, Senato seçimlerinin her iki turuna toplamda 11 milyon 784 bin 750 kişi oy kullandı. Toplamda 51 milyon 155 bin 250 seçmenin sandığa gitmediği kaydedildi. Böylesine yüksek oranda vatandaşın seçimlere katılmaması, elbette yeni seçilen Senato üyelerinin meşrûiyetinin sorgulanmasına yol açıyor.
İbrahim, seçim sürecinde Covid-19 salgınına karşı tüm tedbirlerin alındığını belirtse de, katılımın düşük olmasında Korona’dan daha çok ekonomik, sosyal, siyasal ve dinî / mezhepsel sorunların olumsuz etkisi yadsınamaz. Abdel Fattah Al-Sisi liderliğinde, Müslüman Kardeşler iktidarına düzenlenen 3 Temmuz 2013 darbesi sonrasında, Mısır tam anlamıyla istikrara kavuşamadı. Sisi’nin en büyük vaadleri arasında konut sorununu çözmek için yeni bir şehir kurulması, yeni Süveyş Kanalı açılması ve 1 milyon kişiye iş imkânı sunulması bulunmaktaydı. Bunlardan sadece Yeni Süveyş Kanalı, mevcut kanalın içerisinde yan su yolu inşa edilerek kısmen gerçekleşti. Ancak önem arz eden diğer iki vaad yerine getirilmemiştir. Müslüman Kardeşler’e ve onlarla bağlantılı olduğu iddia edilen muhtelif unsurların mensuplarına yönelik tutuklama, hapis, soruşturma ve baskılar beraberinde siyasî ayrımcılığı da getirmektedir. Bu ve benzer sorunların sosyal rahatsızlıklara da yol açtığı görülüyor. Dolayısıyla seçimlere katılım düşük oranda olmasında, ülkenin problemlerinin seçmenler tarafından göz ardı edilmediği aşikârdır.
Seçimleri, Sisi’nin destekçisi Vatanın Geleceği Partisi’nin öncülüğünde kurulan Ulusal Birleşik Liste (UBL) kazanması beklenen bir gelişmeydi. UBL içerisinde Cumhuriyetçi Halk Partisi, Milletin Muhafızları Partisi, Wafd Partisi, Ulusal Hareket Partisi, Reform ve Kalkınma Partisi, Tagammu Partisi, Konferans Partisi, Özgür Mısırlılar Partisi, Mısır Sosyalist Demokratik Partisi ve Modern Mısır Partisi bulunuyor.
Vatanın Geleceği Partisi Genel Başkanı ve Anayasa Yüksek Mahkemesi eski Başkanı Abdel Vahap Abdel Razek’ın Senato Başkanı olmasına beklentiler arasında.
Ülkenin sorunlarını çözmesi beklenen 596 üyeli Mısır Parlamentosu’na ek, üst yapı olarak bir de 300 üyeli Senato faaliyetine başlayacak. Senato’nun 5 yıllık görev süresi 2025’te sona erecek.
Birinci tur seçim sonrasında, sandığa gitmeyenler hakkında, oy kullanmadıkları gerekçesiyle iktidar saikleri tarafından mahkemeye verilmeleri de, vatandaşından şikâyetçi bir devlet görünümü arz etmişti. Mısır halkı yaşamakta olduğu yapısal sorunlar ve mahkemeye verilme halet-i ruhiyesiyle seçim sürecini yaşamıştır. Seçmenin ikinci turda da büyük oranda sandığa gitmeyerek, Sisi yönetimine gereken mesajı verdiği tahmin edilmektedir. Böylece seçimleri UBL’nin değil, seçime katılmayan çoğunluğun kazandığı kuvvetle muhtemeldir.
Mısır halkının problemlerine gerçekçi çözümler üretilmedikçe, gelecekteki seçimlere katılımında düşük oranda kalacağı ihtimal dahilindedir. Mısır’da seçmenin tercihinin demokratik, şeffaf, hür, hukuk ve insan haklarına uygun yapılacak seçimlerden yana olduğu anlaşılmaktadır.
.
Bahreyn’de toplumsal hareketlilik
İran’da sürgünde yaşayan Bahreyn’in önemli muhalif figürlerinden Ayetullah Şeyh İsa Kasım, Anlaşma hakkında “yöneticiler ile yönetilenler arasında düşünce, akıl, amaç ve çıkarlar hususunda büyük bir ayrılık var. Hükümetler psikolojik bir yenilgi yaşıyor ve bunu halka dayatmak istiyor. Halk bu yenilgiye direnmek zorunda” açıklamasıyla halkı direnmeye çağırdı.
Kasım aynı zamanda Bahreyn’in en büyük muhalefet unsuru Al-Wifak Partisi’nin ruhanî lideri konumunda. Al-Wifak özellikle Arap Baharı sürecinde başşehir Manama’nın İnci Meydanı’ndaki gösterilerde adını duyurmuştu. Böylece Şiiler’in yüzde 70, Sünniler’in de yüzde 30’unu oluşturduğu 1 milyon nüfuslu ülkede, azınlıktaki Sünnî Kraliyet ailesine karşı düzenlenen protestolarda, hak arayışındaki Şiiler’e yönelik hak ihlâlleri uluslar arası basına yansımıştı. Al-Wifak Partisi lideri Şeyh Ali Salman ise, 2014’ten beri hapiste tutuluyor.
Ülkede muhalifler, Bahreyn ve Filistin bayrakları taşıyarak İsrail’le yapılan Anlaşma’yı “normalleşme vatana ihanettir” sloganıyla 18 Eylül 2020’de Cuma namazı sonrasında protesto ettiler. Protestolara kadın dernekleri, gençlik örgütleri, İslâmcılar, liberaller, solcular, Şiiler ve Sünniler’in katıldığı bildiriliyor. Bahreyn Barosu da “normalleşmenin Filistin dâvâsına bağlılığı tehlikeye soktuğunu” belirtiyor.
Özgür Bahreyn İslâmî Hareketi de “normalleşmenin”, “Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn hükümdarlarının Filistin dâvâsına ihaneti” şeklinde beyanatta bulunarak tepkisini gösterdi. Bununla birlikte Bahreyn’deki 143 din âlimi de isimlerinin yazılı olduğu “Bahreyn’deki din âlimleri normalleşmeyi reddediyor ve Filistin halkının yanında duruyor” açıklamalarıyla hem Filistin’i öne çıkartıyor hem de göstericilerin arkasında duruyorlar.
Bahreyn Dışişleri Bakanı Abdüllatif bin Raşid Al-Zayani “Filistinliler’in haklarının Bahreyn Krallığı için öncelik olmaya devam ettiğini” ifade etse de, muhaliflerin protestolarını engelleyemediği ve tatmin etmediği görülüyor. Çünkü Bahreyn yönetiminin, İsrail-Filistin barışı için ABD liderliğinde 50 Milyar Dolarlık bir ekonomik formül başlatılması hakkında, geçtiğimiz Haziran’da Manama’da konferans düzenlenmişti. Muhalifler eleştirilerini, konferanstan itibaren yapmaya başlamışlardı. Eleştiriler, 16 Eylül’deki Anlaşma ile protestolara dönüştü.
İsrail’le “normalleşme”ye karşı çıkanlara, muhtelif muhalif figürler de destek veriyor. Hapisteki insan hakları aktivisti Maryam Al-Khawaja “Bahreyn halkının çoğunluğu her zaman Filistin halkına yönelik baskı, işgal ve ayrımcılığa karşı çıktı” dedi. Eski Milletvekili Ali Al-Esvad, 16 Eylül’ü “Bahreyn tarihinde kara gün” şeklinde nitelendirdi. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) üst düzey yetkililerinden Hanan Aşravi “Bahreynliler’den gelen destekle yüreklendiklerini” belirtiyor. İran destekli Şii Hizbullah hareketi lideri Hasan Nasrallah ve Gazze Şeridi’ni kontrolünde bulunduran İslâmcı hareket HAMAS’ın Siyasî Büro Başkanı İsmail Haniye de “İsrail, Arapların normalleşme girişimleri, Filistin, Lübnan, bölgedeki siyasî ve askerî gelişmeleri” aralarında görüştüler.
Normalleşme Anlaşmaları’nın, hem Anlaşmaya taraf ülkelerin toplumsal unsurlarını harekete geçiriyor. Hem de Hizbullah ve HAMAS gibi bölgesel silâhlı grupların temas kurmalarına ve gelişmeler karşısında nasıl bir strateji izleyeceklerini belirlemeye çalışıyorlar. Bahreyn’de Arap Baharı sürecinde, hak ihlâline ve rejimin gadrine uğrayanlar çoğunlukta Şiiler öne çıkarken, İsrail’le “normalleşme” ile Şiiler dışındaki toplumsal unsurların da Anlaşma’ya karşı çıktıkları görülüyor. Diğer bir deyişle, Bahreyn Kraliyet yönetimi, kendi eliyle muhaliflerinin çeşitlendirmiş ve sayısını arttırmış oluyor. Bunun da ülkedeki dengeleri değiştirebileceğine işaret ediliyor.
ABD’nin, İsrail’le anlaşma imzalayacak yeni devlet veya devletler bulacağı ihtimal dahilindedir.
.
İsrail-Bahreyn anlaşması
Trump “daha fazla Arap ve Müslüman ülkenin BAE gibi anlaşma yolunu takip etmesini umduğunu” kaydetti. BAE ile imzalanan Anlaşma’dan tam 1 ay sonra, 16 Eylül’de yine Beyaz Saray’da, Trump’ın ev sahipliğinde benzer bir anlaşma da Bahreyn’le yapıldı. İsrail, BAE ve Bahreyn arasında “Diplomatik Anlaşma” adıyla imzalanan Anlaşma’yı, Trump önceki Anlaşma gibi “İbrahim Anlaşması” olarak tanımlıyor. Trump’ın umudu 1 ay arayla gerçekleşmiş oldu. Anlaşma’yı Bahreyn adına Dışişleri Bakanı Abdullatif Rashid Al Zayani imzaladı. Amerikan CNN’in haberine göre “iki Arap ülkesi de İsrail’i tanıdı.”
Trump, İbrahim Anlaşmaları’nın “tarihin akışını değiştireceğini ve yeni bir Ortadoğu’nun şafağına” işaret ettiğini belirtiyor. Netanyahu ise “tarihin bir ekseni ve yeni bir barış şafağı” şeklinde değerlendirdi. Jared Kushner de “sanırım yeni Ortadoğu’nun kurulduğunu görüyorsunuz” diyerek, aslında Trump’ın Başkan olduktan sonra ilk yurtdışı gezisini 22 Mayıs 2017’de Suudi Arabistan’a yaptığında başlatılan sürecin bir parçası olduğunu vurguluyor. Yani İbrahim Anlaşmaları “Ortadoğu Barış Planı”nın adımları şeklinde yorumlanıyor.
ABD ve Sünnî Körfez ülkelerinin yıllardır süren ilişkileri ve İran karşıtlıkları biliniyor. ABD-Körfez ilişkileri gelişip derinleştikçe, İsrail de bölgedeki yalnızlığından kurtulmaya ve güvenliğini sağlamlaştırma yoluna gidiyor. Körfez ülkelerinin, özellikle Arap Baharı sürecinden sonra İsrail’le ilişkilerini geliştirme yoluna gittikleri görüldü. BAE’de 2015’te “Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı” toplantısına İsrail’in diplomatik heyetle katılması, 2018’de BAE’deki Judo Turnuvası’nda İsrail’e altın madalya verilmesi, dönemin İsrail Kültür Bakanı Miri Regev’in Ulu Cami ziyareti ve Korona salgını sebebiyle ertelenen “Expo 2020 Dubai” fuarına İsrail’in de dâvet edilmesi bunlardan sadece bir kaçı.
ABD’nin hal-i hazırda, BAE’de F-35 savaş uçaklarının konuşlandığı hava üssü ve Bahreyn’de Amerikan Donanması 5. Filosu Merkez Komutanlığı’na ev sahipliği yapıyor. Dolayısıyla ABD, BAE ve Bahreyn arasındaki ilişkiler ağı ve İran karşıtlığı, bu iki Arap ülkesini İsrail’e yakınlaştırdığına değiniliyor. Hatta Kushener, Anlaşmalar ile, “BAE ve Bahreyn’in F-35 savaş uçağı satın almalarının kolaylaşacağı ve İsrail’in, Batı Şeria’nın bazı bölgelerinin işgalinin askıya alındığını” ifade ediyor. Bununla birlikte Müslüman kamuoyunun, Kushener’in sözlerini samimî bulmadığı çok net. Buna rağmen Arap Ligi’nin, Anlaşmaları kınayacak ve Filistinliler tarafından desteklenen bir kararı kabul edemediği de bildiriliyor. Bu davranış da Arap Ligi’nin samimiyeti olsa gerek.
BAE, Bahreyn ve İsrail normalleşme Anlaşmalarına karşı, BAE ve Arap sivil toplum örgütleri tarafından, internet ortamında 17 Eylül’de “1 milyon imza” kampanyası başlatıldı. Kampanyaya BAE merkezli “@UAE4Palastine” Twitter hesabının öncülük ettiği kaydediliyor. Birde BAE’den, Anti-Normalizasyon Derneği adlı kuruluş, takipçilerine Twitter üzerinden “normalleşmeye karşı insanlar” hashtag’i ile dikkat çekiyor. Anti-Normalizasyon Derneği sosyal medyada “Filistin, sınırları nehirden denize uzanan bir Arap devletidir. Siyonist işgal ne kadar sürerse sürsün, Filistin Arap kalacaktır. Konumu ne olursa olsun hiç kimsenin Filistin topraklarını devretme yetkisi yoktur. Filistin topraklarını ve halkının, başşehri Kudüs şehri olan bağımsız devlet kurma hakkını terk etmeye karar veren, hiç kimse Arap halkını temsil etmemektedir. Normalleşmeyi bütün biçimleriyle reddediyoruz ve hür insanlar, işgalci Siyonist oluşumla herhangi bir anlaşmayı kabul etmez. Bu açıklamayı Filistin Savunuculuk Derneği, Bahreyn Normalleşmeye Direniş Derneği, Normalleşmeye Karşı Fas Gözlemevi ve Ürdün’deki Filistin Forumu belirtilen açıklamayı desteklemektedir.”
ABD’nin, İsrail için başka bir devletle anlaşma ihtimali mevcudiyetini koruyor. Arap sivil kuruluşların faaliyetlerinden, Anlaşmaların, yönetici elitler tarafından kendi ülke kamuoylarının hassasiyetleri dikkate alınmadan yapıldığını gösteriyor. Adına her ne kadar “normalleşme” denilse de, Anlaşmaların, İsrail karşıtlarının saflarını sıklaştırmasına ve bölgede tansiyonun yeniden yükselmesine sebep olacağı kuvvetle muhtemeldir.
.
Mali’deki darbe ile Sahel Bölgesi’ni hatırlamak
Ülkede Mayıs 2020’den beri muhalif grupların, Cumhurbaşkanı İbrahim Boubacar Keita’nın istifası için düzenlediği eylemler bilinmekteydi. Eylemlerin sebebi ise, Mart 2020’deki Milletvekili seçimlerinin sonuçlarına karşı protestolar, kuzeydeki Azawadi Kurtuluş Hareketi ile 2015’te imzalanan Barış Anlaşması’nın askıya alınması, artan terör tehdidi, etnik gruplar arasındaki anlaşmazlıklar, ekonomik sorunlar, vd. olarak sıralanıyor. Bütün bunlar Mali darbesinin sebepleri arasında gösteriliyor.
Afrika Sahel Bölgesi’ndeki ülkelerin etnik, kimlik, siyasî, ekonomik vb. kaynaklı geçmiş ve muhtemel krizleri hatırlandığında Mali’deki benzer gelişmelerin bu ülkelerde de olması ihtimal dahilindedir.
Sahel ülkeleri Afrika’nın Sahra Kuşağı’nın güneyinde kalan, Senegal’den başlayarak, Moritanya, Mali, Nijer, Çad, Sudan ve hatta kısmen Nijerya, Burkina Faso ve Eritreyi’de içine alan coğrafyadadırlar. ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun 2019’da “Sahel Bölgesi’nin enerji kaynaklarının, Ortadoğu’dan daha önemli olduğu” beyanatı biliniyor. Böylece Pompeo, Sahel’in önemini vurguluyor.
Sahel ülkelerinde yaklaşan seçimler, siyasî kırılganlığı arttırıyor. Fildişi Sahili’nde, iktidar partisinin görevdeki Cumhurbaşkanı Alassane Ouattara’yı önümüzdeki Ekim ayında planlanan seçimler için 3. defa aday göstermesi, ülkede yeni bir tartışmayı başlattı. Muhalefet, Ouattara’nın tekrar aday gösterilmesini Yeni Anayasa’ya aykırı olduğunu ileri sürüyor. Ancak iktidar partisi, Yeni Anayasa’nın 2016’da kabul edildiğinden dolayı, muhalefetin söylemini, Ouattara’nın ilk dönemi için geçerli olmadığını iddia ediyor.
Nijer’de 2011’den bu yana iktidarda olan Cumhurbaşkanı Mahamadou Issoufou’nun, Aralık ayında yapılması planlanan seçimlere katılmayacağını duyurdu. Bunun üzerine iktidardaki Demokrasi ve Sosyalizm İçin Nijer Partisi, ülkedeki hâkimiyetini devam ettirebilmek amacıyla İçişleri Bakanı Muhammed Bazoum’u aday gösterdi.
Burkina Faso’da, Cumhurbaşkanı Marc Christian Kaboré ve çevresindekiler hakkındaki yolsuzluk iddiaları basına yansımıştı. Eski Savunma Bakanı Jean Claude Bouda’nın 26 Mayıs 2020’de kara para aklamaktan suçlu bulunması, Kaboré’yi Kasım’da yapılacak seçimlerde ikinci kez aday olmasını engellemedi. Burkina Faso’da 2014’te Blaise Compaoré rejimini deviren halk ayaklanmasının ardından, son 5 yıldır ülkenin kuzey ve doğu kesimlerinde terör bağlantılı şiddetin artmasıyla yaklaşık 1 milyon insan yer değiştirmek zorunda kaldı. Dolayısıyla ülkedeki tansiyonun halen düşmediği görülüyor.
OEF Research’ün (OEF Araştırma) “2019 Yılı Darbe Riski Raporu”na göre “Burkina Faso ‘darbe riski en fazla’ 10 Afrika ülkesi arasında listelendi. Diğer taraftan Idriss Déby’nin 1990’daki askerî darbeden beri iktidarda olduğu Çad’ın da, daha fazla risk altında olabileceği tahmin ediliyor. Aynı zamanda Yurtsever Kurtuluş Hareketi lideri olan Déby, Anayasa’daki görev süresi hakkında 2 dönemlik sınırlandırmayı kaldırdıktan sonra, kendisine 3 dönem daha görev yapma imkânı sağladı. Şu anda 6. dönemi için Nisan 2021’de gerçekleştirilecek Cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmayı planladığı bildiriliyor.
Uluslar arası gözlemciler, gerilimlerin daha önceleri patlak veren sivil çatışmalara dönüşeceğinden ve bölgesel veya uluslar arası müdahaleyi gerektireceğinden çekindiklerini kaydediyorlar.
Sahel ülkelerinin çoğunda, sözde demokratik mekanizmalar yoluyla güç kazanan liderlerin, sivil ya da silâhlı muhtelif unsurlarla iktidarlarını sürdürmeye çalıştıkları belirtiliyor.
Mali’deki darbe ile Sahel Bölgesi’ni hatırlamak - 2
Sahel ülkelerinin çoğunda, sözde demokratik mekanizmalar yoluyla güç kazanan liderlerin, sivil ya da silâhlı muhtelif unsurlarla iktidarlarını sürdürmeye çalıştıkları belirtiliyor.
Mali, Çad, Nijer ve Burkina Faso’nun nüfusunun yarısından fazlası yoksulluk sınırının altında yaşıyorlar. Bununla birlikte bu ülkelerin iktidar saiklerinin, ellerindeki azalan kaynakların darbeye elverişli ve değişken sosyo-ekonomik hareketliliğe yol açtığı anlaşılıyor. Meselâ 2014’te petrol fiyatlarının düşmesiyle Çad ekonomik krize sürüklendi. Çad hükümetinin, IMF’den borç alma karşılığında uygulamak zorunda kaldığı kemer sıkma politikası, muhaliflerin birçok kez düzenledikleri kitlesel protestoların sebebiydi.
Sahel ülkeleri rejimlerinin, terörle mücadele siyasetleri de olumlu sonuç vermedi. Bölgede terörist olayların azalması beklenirken, aksine daha da yükseldi. Büyük Sahra’daki Nasrat Al-İslâm ve İslâm Devleti gibi terör gruplarının etki alanı, kuzey ve orta Mali’den Burkina Faso ve Nijer sınırlarına kadar genişlediği görüldü. Ayrıca terör gruplarının etkileri Benin ve Fildişi Sahili gibi Batı Afrika’ya da yansıdığı kaydediliyor. Birde terör unsuru Boko Haram’ın, kuzeydoğu Nijerya’dan Çad Gölü’ne; yani Nijer, Nijerya, Çad ve Kamerun istikametinde genişleyen faaliyetleri de izlenmişti.
Sahel ülkeleri, terörle mücadelede kendilerine yardımcı olması için yabancı askerî unsurları kabul etmişti. Bunlar 2013’te Kuzey Mali’ye Fransız müdahalesi, 2015’ten beri Çad Gölü civarında çok uluslu kuvvet, 2017’de G5-Sahel (Moritanya, Mali, Çad, Burkina Faso, Nijer) Kuvveti’nin kurulması ve Ocak 2020’deki Takuba Operasyonu şeklinde sıralanıyor. Fakat bütün bu girişimlerin terörün yayılmasını engelleyemediği anlaşılıyor. Bunun sebebi de “uzun süren operasyonların neticesinde kuvvetlerin uğradığı yıpranma” olarak belirtilse de, bölgedeki sosyal, ekonomik, etnik vd. problemlerin göz ardı edilemeyeceği bir gerçektir.
Diğer taraftan iklim değişikliği dolayısıyla azalan verimli arazi ve tabiî kaynaklar için yerleşik çiftçilerin de mücadelesini unutmamak gerekiyor.
Orta Mali Macina Kurtuluş Cephesi, hükümetin Bambara ve Dogon başta olmak üzere, çiftçi halklara ön yargısından rahatsız olan Fulani çoban kabileleriyle bağlantılı olduğu bildiriliyor. Yine Burkina Faso’da, Ansar Al-İslâm grubunun dinî bağlarla ülkenin kuzeyindeki Fulani’ler arasındaki ilişkisi kaynaklarda geçiyor. Bu karmaşık ilişkiler ağının, terörle mücadelenin zayıf caydırıcı kapasitesini ispatlıyor.
Sahel rejimleri darbelere karşı durmak için dış güçlere, özellikle de bölgedeki tarihî etkisi sebebiyle Fransa’ya bel bağlamıştır. Ancak Fransa’nın 2012, 2013’te gerçekleştirdiği askerî operasyonların sorunu çözmediği ortada.
Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu (ECOWAS-Economic Community of West African States), Mali’deki darbeyi kınayarak, Mali’nin ECOWAS üyeliğini askıya aldığını duyurdu. Ayrıca ECOWAS, komşu devletleri, Mali ile kara ve hava sınırlarını kapatma çağrısında bulunmuştu. Bununla birlikte yaptırımları uygulanmayan ECOWAS da, sahadaki fiilî gerçekliği kabullenmeye başladığı yabancı basında yer alıyor.
ECOWAS, Bamako’daki 5 Eylül 2020’deki Mali’nin askerî liderlerinin gerçekleştirdiği zirvede “askerî konseyin, sivil yönetimi yeniden kurması için bir geçiş dönemi başlatmaya çağırdı. Birde yaptırımların kademeli kaldırılması karşılığında 2021’de seçimlerin yapılmasına” karar verildi.
Darbe virüsünün, Mali’den diğer Sahel ülkelerine yayılmasına sebep olan bütün şartlara, siyasî reformlar, ekonomik kalkınma, etnik gruplar arasında barışın sağlanması vb. bütün tedbirlerle karşı koyma becerisi gösterilmesi kaçınılmazdır.
Mali’nin yaşadıkları ve Bamako’dan gelen zirve mesajı, Sahel Bölgesi ülkeleri için de geçerlidir.
.
Sırbistan-Kosova Anlaşması
Anlaşma, ABD Başkanı Donald Trump’ın aracılığıyla başlatılan görüşmeler sonucunda, Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksander Vucic ve Kosova Başbakanı Avdullah Hoti tarafından imzalandı.
Eski Yugoslavya’yı oluşturan her iki ülke arasında, tarihi sürece dayalı muhtelif sorunlar mevcuttur. Anlaşma ile iki ülke arasında karayolu ve demiryolu kurulması kararı alınırken, siyasî meselelerin normalleşmesi için birbirlerinin aleyhine propaganda yapmaları 1 yıl süreyle durduruldu. Anlaşma hakkında, Vucic “ileriye doğru büyük bir adım” açıklamasını yaptı. Hoti de “Anlaşma’nın iki ülke arasında karşılıklı tanımaya yol açması gerektiğini” belirtti.
Diğer taraftan Trump ise “Sırbistan’ın, İsrail’deki Büyükelçiliği’ni Kudüs’e taşımayı taahhüt ettiğini; Kosova’nın da İsrail ile ilişkilerini normalleştirme ve diplomatik ilişki kurmayı kabul ettiğini” bildirdi.
1989’da eski Sırp lider Slobodan Milose- vic’in, Yugoslavya’yı Sırp egemenliği altına almak istemesiyle birlikte bölgede, 1990’larda savaş ve etnik temizlik gerçekleştirildi. Sırbistan ve Kosova arasındaki kötü ilişkiler, Yugoslav iç savaşına kadar gitmektedir. Bununla birlikte Kosova’nın 2008’de ilân ettiği bağımsızlığını, Sırbistan meşrû olarak tanımamaktadır. Diğer taraftan AB de, 2011’den beri iki ülke arasındaki ilişkileri normalleştirmeye çalışıyor. Birde AB, 19 Nisan 2013 tarihli Brüksel Anlaşması ile iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmesini düzenleyen bir ilkeler Anlaşması’nı yayınladı. Bu ilkelerden biri Kuzey Kosova’daki Sırp azınlığın entegrasyonu. Ancak Brüksel Anlaşması’yla herhangi bir gelişme kaydedilmediği de ortada.
Sırbistan ve Kosova arasındaki görüşmeler 2015’te çıkmaza girmişti. Fransa ve Almanya’nın 29 Nisan 2019’da taraflar arasında çözüm bulma çalışmaları, Kosova’nın gümrük tarifelerini kaldırmayı reddetmesi üzerine başarısızlıkla sonuçlandığı belirtiliyor.
ABD himayesinde imzalanan Ekonomik Anlaşma’nın, AB’nin Brüksel Anlaşması’nın başarısızlığından dolayı imzalandığı da değerlendiriliyor. Böylece ABD’nin, AB’nin değilse de, Avrupa topraklarının içişleri müdahalesine yorumlanıyor.
Hatırlanacağı üzere 13 Ağustos’ta İsrail ve BAE (Birleşik Arap Emirlikleri) arasında, ilişkilerin normalleşmesi için İbrahim Anlaşması imzalanmıştı. Sırbistan ve Kosova Anlaşması’nın da bu yönde bir girişim olduğuna ihtimal veriliyor.
Trump’ın, Kosova nüfusunun yüzde 95’inin Müslüman olmasını göz önünde bulundurduğu muhtemeldir. Yine Trump’ın, Müslüman çoğunluğa sahip ülkelerin, İsrail’in meşrûiyetinin tanınmasına yönelik adımlardan biri olduğu ihtimal dahilindedir. Aslında İsrail’le “normalleşme veya meşrûiyetini tanıma” süreci, Trump’dan önceye dayanıyor. Bu süreç 17 Eylül 1978 Mısır, 25 Temmuz 1994 Ürdün, 13 Ağustos 2020 BAE ve 4 Eylül 2020 Kosova şeklinde sıralanıyor.
Sırbistan’ın Büyükelçiliğini, Kudüs’e taşıma hamlesi, Trump’ın 3 yıl önce ABD Büyükelçiliğini tartışmalı olarak Kudüs’e taşıma kararının ardından, diğer ülkelerin de Kudüs’ün İsrail’in başşehri olarak kabul edilmesinde başarılı olduğu ihtimaller arasında.
Aynı zamanda Sırbistan-Kosova Anlaşması ile ABD’nin, dünyaya halen barışında sağlanmasında rol oynayabildiğini göstermeye çalıştığı muhtemeldir. Ancak Anlaşma’nın imzalanması, taraflar arasında ilişkilerin hemen normalleşmesi anlamına gelmiyor. Elbette bunun uzun bir dönemi kapsaması düşünülüyor. Birde iki ülkenin siyasî iradesine bağlı.
Sırbistan-Kosova Anlaşması’nın, İsrail-BAE Anlaşması kadar ses getirmediği basına yansıyor. Ancak her iki Anlaşma’nın da Trump’ın 3 Kasım 2020 seçimlerine yönelik diplomatik bir hareketi olarak görülüyor.
Önemli: Gazetemiz Yazı İşleri Müdürü ve Karikatüristi İbrahim Özdabak Ağabeyin, muhtereme annesi Nadide Özdabak’ın vefatını teessürle öğrendim. Merhumeye Cenab-ı Allah’tan rahmet, İbrahim Özdabak Ağabey ve ailesine sabırlar diliyorum.
.
Mustafa Adib, Lübnan’a çare olur mu?
Cumhurbaşkanı Mişel Aoun, 31 Ağustos’ta Diab’ın yerine, Mustafa Adib’i Başbakan olarak atadı. Adib, Ocak 2020’den bugüne Başbakanlık görevine gelen 3. kişi oldu. Lübnan Parlamentosu’nda, Adib’in yeni görevi Hizbullah (Şii), Amal Hareketi ve eski Başbakan Saad Hariri’nin Gelecek Partisi (Sünni) desteğiyle 120 milletvekilinin 90’ı tarafından onaylandı.
Adib’in öncelikleri arasında, patlama ile büyük zarar gören Beyrut’un altyapısını yeniden inşa etmesi ve bir yıldır sosyo-ekonomik krizlerle sarsılan halkın güvenini tekrar kazanılması gösteriliyor. Adib ise, ilk konuşmasında “vaatlere ve dileklere ayıracak zaman yok. Şimdi harekete geçme zamanı” dedi.
İçinden çıkılmaz durumdaki Lübnan ekonomisinde kamu borcunun GSYİH’nin (Gayri Safi Yurt İçi Hasıla) %175’ine yaklaştığı belirtiliyor. Buna ek olarak GSYİH’nin 2020 yılı sonunda yüzde 12 düşmesi bekleniyor. İşsizliğin yüzde 25’e ulaştığı ülkede, bütçe açığı yüzde 15’ler seviyesinde. Ayrıca Lübnan’da önü alınamayan yolsuzluklardan dolayı gelir dağılımı adaletsizliği ve yoksulluk yükselişte.
Geçtiğimiz Mart ayında Lübnan ilk kez Dolar cinsinden tahvillerde temerrüde düşmüştü. Bu durum Lübnan’ın iflası şeklinde yorumlanmıştı. Yine geçtiğimiz Temmuz ayı başında IMF ile yapılan görüşmeler başarısızlıkla sonuçlandı. Ancak patlama sonrasında IMF ile 10 Milyar Dolar’ı kapsayan görüşmelerin tekrar başlatılması beklentiler arasında. Kredi derecelendirme kuruluşu Fitch, Lübnan’ın kredi notunu yatırım dışı bir derece olan CCC’ye indirmesi de ülkenin ekonomik şartlarını daha da zorlaştırıyor.
Patlamadan hemen sonra ülkeyi ziyaret eden Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un, Suriye’deki başarısızlığını Lübnan’la kapatmaya çalıştığına yorumlanmıştı. İşte tam bu noktada IMF Direktörü Kristalina Georgieva’nın açıklamaları geldi. Geargieva “Macron’un Lübnan ziyareti bir miktar umut oldu. IMF, Lübnan halkını desteklemek için mümkün olan tüm yolları araştırıyor. Ekonomiyi tersine çevirmek için anlamlı bir programı yürürlüğe koyun, hesapverebilirlik inşa edin ve ülkenin geleceğine güvenin” dedi. Geargieva’nın beyanatından, Adib’in, IMF’le görüşmeleri başlamadan önce Macron ile konuşacağına kesin gözle bakılıyor.
Diğer taraftan Adib, 2013’ten bu yana Lübnan’ın, Almanya Büyükelçisi olarak görev yapıyordu. Önceki Başbakan Diab gibi Adib de bir akademisyen. Aynı zamanda eski Başbakanlardan Najeeb Mikati’nın danışmanlığını da yaptı. Yani Adib’in, mevcut istikrarsız Lübnan siyasetinden gelen yozlaşmış yönetici elitlerden olduğunu değerlendirenler de bulunuyor. Adib hakkındaki bu değerlendirme, siyasi sistemi tamamen elden geçirmeyi protesto eden halk tarafından memnuniyetle karşılanması mümkün görünmüyor.
Lübnan’da temel ve tüm sorunların kaynağı, siyasi sistemin ülkedeki mezhepler arasında paylaştırılmış olmasıdır. Seçimlerde adaylar mezhepsel partilerin listelerinden seçime giriyorlar. Dolayısıyla Parlamento’da kendi mezhep üyelerinin temsilcileri konumundalar. Ülkede resmen tanınan 18 mezhep mevcut.
Lübnan’da 18 ay süren siyasi krizin sona ermesini sağlayan, 21 Mayıs 2008’de Katar’ın başkentinde, rakip Lübnanlı gruplar arasında imzalanan Doha Anlaşması uyarınca Cumhurbaşkanı’nın Hıristiyan, Başbakan’ın da Sünni Müslüman olması şartı var. Bu uygulama Bakanlıkların dağılımında da kendisini gösteriyor.
Lübnan’da siyasi mezhepçiliğin bırakılıp, halkın gerçek manada demokratik değerlere sahip çıkması gerekiyor. Aksi takdirde sorunlu ülke siyasetinin içinden gelen Adib’in de, Lübnan’ın sorunlarına çare üretemeyeceğini söylemek güç değildir.
.
Mısır’da senato seçimleri
Senato 300 üyeden meydana geliyor. 300 üyenin üçte ikisi seçimlerle (100’ü parti listelerinden, 100’ü de bağımsız adaylardan), üçte biri de Devlet Başkanı’nın atamasıyla göreve gelecek. Ayrıca ilgili Anayasa maddesi gereğince, Senato’da kadınlara yüzde 10’dan az olmamak şartıyla yer veriliyor. Bununla birlikte Senato üyelerinin görev süresi 5 yıl olarak belirlendi.
Mısır’da daha önce Parlamento’nun üst kanadı Şûrâ Konseyi bulunmaktaydı. Ancak Müslüman Kardeşler ve Muhammed Mursi iktidarına karşı yapılan 3 Temmuz 2013 darbesi sonrasının getirdiği siyasî sürecin etkisiyle, Şûrâ Konseyi 2014’te kaldırılmıştı. Şûrâ Konseyi’nin kararları büyük ölçüde tavsiye niteliğindeydi.
Mısır Ulusal Seçim Kurumu (USK), 4 Temmuz 2020’de “Senato Seçimleri’nin birinci tur oylamalarının 11-12 Ağustos ve ikinci turunun da 8-9 Eylül’de gerçekleştirileceğini” duyurmuştu. Birde USK, kesin sonuçların 16 Eylül’de açıklanacağını belirtti. Ayrıca seçimlerde Korona salgınından korunmak için oy verme işlemlerinde maske takmak zorunluluğu getirildi.
Parlamento’nun en büyük siyasî unsuru Vatanın Geleceği Partisi Genel Sekreteri Ashraf Rashad, “Partisinin hem partilere ayrılan 100 kişilik listeye, hem de bağımsızlara ayrılan 100 kişilik listenin tamamı için aday göstereceklerini” 16 Temmuz’da duyurmuştu. Buna ek olarak Rashad “Vatanın Geleceği Partisi’nin diğer siyasî yapılarla bir araya gelerek “Ulusal Birleşik Liste” ile seçimlere gireceklerini aktarmıştı.
Vatanın Geleceği Partisi ve Ulusal Birleşik Liste’nin, 2013 darbesinin lideri mevcut Cumhurbaşkanı Abdel Fattah Al-Sisi’nin en büyük destekçisi olduğu biliniyor. Al-Sisi’nin, Ulusal Birleşik Liste’yle seçimleri kendi açısından tehlikeye atmamaya çalıştığı değerlendiriliyor. Birinci turun resmî olmayan sonuçlarına göre, Vatanın Geleceği Partisi’nin seçimleri kazandığı Mısır basınında belirtiliyor.
Mısır, bugün 100 milyon 840 bin 29 kişilik nüfusa sahip. Ülkede 62 milyon 940 bin oy verebilir seçmen kayıtlı. Ancak resmî istatistiklere göre, Senato seçimlerinin birinci tur oylamasında 53 milyon 990 bin seçmen sandığa gitmedi.
Böylece birinci tur seçimlere katılım yüzde 14.23’te kaldı. USK Başkanı Lasheen İbrahim, seçimlerde oy kullanmayanlara 45/2014 Sayılı Kanunun 57. Maddesi gereğince Savcılığa sevk edileceğini ve birde 500 Mısır Cüneyh’i para cezası verileceğini bildirdi.
Mısır’daki seçimlere katılımın yüzde 14.23 gibi çok düşük bir oranda kalmasında, seçmenlerin Korona’dan ve kalabalık yerlere gitmekten çekindiklerine yorumlanabilir. İkincisi, Sisi yönetimi seçmenin güvenini kaybetmiştir. Üçüncüsü, Mısır tarihinde ilk demokratik, şeffaf ve hür denilebilecek seçimlerle iktidara gelen Müslüman Kardeşler’in siyasî kanadı Hürriyet ve Adalet Partisi’nin 2013 darbesiyle devrilmesini, seçmenlerin unutmaması. Çünkü hal-i hazırda darbeyle yönetime gelenlerin, hükümette bulunduğu ülkede, seçmenlerin iradesine saygı gösterilmediği de değerlendiriliyor. Dördüncüsü, Sisi’nin ekonomik, sosyal, siyasal, etnik, dini / mezhepsel sorunları çözemediği de cabası. Beşincisi, buna birde ülke nüfusunun yarısından fazlasını oluşturan, sandığa gitmeyen 53 milyon 990 bin vatandaşın oy kullanmadıkları gerekçesiyle iktidar saikleri tarafından mahkemeye verilmesi ise, vatandaşından şikâyetçi olan bir devlet görünümü arz ediyor. Altıncısı sandığa gitmeyen seçmenin, ülkenin geleceğinden ümidini kestiği de muhtemeldir. Yedincisi, seçimlere katılımın bu kadar yüksek oranda olması, Sisi ve iktidarının meşrûiyetini kaybettiğine işaret ediyor.
Şimdi neredeyse 54 milyon vatandaşından şikâyetçi olan Mısır’da, seçmenler hangi demok- ratik, şeffaf ve hür ortamda oy kullanacak? Sisi iktidarı güven kaybettikçe, seçmenlerin de ümitlerini yitirip, çare olmayacağını düşünerek sandığa gitmediği kuvvetle muhtemeldir.
İkinci tur oylamanın yapılacağı 8-9 Eylül’de, katılımın ne olacağı merak ediliyor. Senato’dan sonra Parlamento seçimlerinin de yapılacağı aktarılıyor. Peki bu seçimler hangi seçmenle yapılacak?
.
İsrail’de seçim ihtimali
Ülkede son 2 yıl içinde 3 defa seçime gidildi. Ancak hiçbir parti tek başına iktidara gelecek oyu alamadı. Koalisyonla yönetilen İsrail’de, hükümetteki partilerin ortak noktadan uzak oldukları sık sık görülüyor.
İsrail’de 17 Mayıs’ta kurulan hükümette, Başbakan Benjamin Netanyahu’nun Likud Partisi ile Benjamin Gantz’ın Blue & White (Mavi & Beyaz) Partisi arasında siyasî çekişmeler yaşanıyor. Ancak her iki parti de zorunlu ortaklık durumunda olduklarının farkında.
Bütçe görüşmelerindeki anlaşmazlık 23 Ağustos’a damgasını vurdu. Anlaşmazlık ise, Korona salgını dolayısıyla zarar gören ekonomiye âcil müdahalenin nasıl bulunulacağındaki görüş farklılığıydı. İsrail’de bütçe kabul edilmezse, hükümet düşer ve yeniden seçimlere gidilir.
Ancak bütçe reddedilmeyip, taraflar, görüşmelerin 23 Aralık’a ertelendiği bir yasa tasarısı üzerinde anlaştılar. Aksi takdirde İsrail’de 4. kez seçim yapılacaktı.
İsrail’de koalisyon hükümeti toplam 7 siyasî unsurdan oluşuyor.
Bunlar Likud Partisi, Blue & White Partisi, merkez-sağdan Derekh Eretz Partisi, merkez-liberal Gesher (Köprü) Partisi, İsrail İşçi Partisi, siyasal-dini Shas (Sefarad Muhafızları) Partisi, Ultra-Ortodoks United Torah Judaism (Birleşik Tevrat Yahudiliği) Partisi şeklinde sıralanıyor. Likud ve Blue & White ise, koalisyonun büyük ortakları.
Ülkede, çok ortaklı hükümetin eşit bir koalisyon olup olmadığı tartışılıyor. Hatta bütçe görüşmelerinin ertelenmesine rağmen, Netanyahu ve Gantz arasında güven probleminin devam edeceği ileri sürülüyor.
Diğer taraftan yolsuzlukla suçlanan Netanyahu’nun, kendisini İsrail’in geleceğinde tek olarak gördüğü de tartışmalar arasında. Buna İsrail-BAE arasında 13 Ağustos’ta imzalanan “normalleşme” Anlaşması örnek gösteriliyor. İki ülke arasındaki anlaşmayı, Gantz ve Dışişleri Bakanı Gavriel Ashkenazi’nin, ABD Başkanı Donald Trump’ın Twitter duyurmasıyla öğrendikleri belirtiliyor.
Netanyahu ise, “ikisine de bilgi vermediğini, çünkü halka bir şey sızdırabileceklerinden korktuğunu” söyleyerek, koalisyon ortakları arasında güven bunalımını ortaya koymaktadır.
Bununla birlikte Netanyahu’nun, bütçenin reddini değil de görüşmelerin ertelenmesini kabul etmesinde, zorlu ve pahalı muhtemel bir seçim kampanyasının BAE ile yapılan Anlaşma’yı gölgede bırakmasından çekindiği de düşünülmektedir. Korona krizinin de ertelemenin kabul etmesinde rol oynadığı ihtimal dahilindedir.
Her şeye rağmen yolsuzlukla yargılanan Netanyahu’nun, iktidarını korumak ve Gantz’ın halefi olması hususundaki anlaşmayı bozmaya çalışacağı değerlendiriliyor. Çünkü koalisyon anlaşmasında, Netanyahu’nun 18 aylık görevinden sonra, Başbakanlığı Gantz’a devredeceği yer alıyor. İsrail Parlamentosu Knesset’in resmî web sitesindeki Bakanlar Kurulu listesinde, Gantz, “Alternatif Başbakan (Alternate Prime Minister) olarak yer alıyor.
Buna ek olarak Netanyahu’nun, Başsavcı ve Polis Şefi’ni değiştirerek yargılama sürecini etkilemesi ihtimalinin önünde de, Blue & White Partili Adalet Bakanı Avi Nissenkorn’un durduğu kaydediliyor.
Koalisyon anlaşmasının, İsrail Anayasa / yasa süreçlerini olumsuz etkileyeceği; geçtiğimiz Nisan ayında işsizliğin yüzde 27 ile zirve yaptığı; Korona’nın ekonomiyi olumsuz etkilediği; yolsuzluk, işsizlik, yoksulluk, gelir dağılımı adaletsizliği, siyasî güvensizlik, su, konut gibi sosyo-ekonomik sorunları; Afrika kökenli Yahudilere yönelik ayrımcılık; Filistinliler ve Hamas’la çatışmalar vd. konular İsrail halkının Netanyahu karşıtlığını sokaklara döküyor.
Bütçe görüşmelerinin 23 Aralık’a ertelenmesiyle Netanyahu ve koalisyon ortakları bir miktar daha zaman kazandı. Ancak İsrail ve Netanyahu için seçim ihtimali hâlâ devam ediyor.
.
İran nükleer anlaşması ne olacak?
Anlaşmaya göre İran’ın en fazla 300 Kg uranyuma sahip olmasına izin verildi.
Böylece İran’ın uranyum zenginleştirmesi yüzde 3.67 oranıyla sınırlandırılarak, nükleer silâh üretmek için gerekli yüzde 90 oranından oldukça uzaklaştırılması sağlandı. İran’ın sınırlandırıldığı oran yüzde 3.67’nin sadece enerji için kullanılması öngörüldü.
İran da nükleer faaliyetlerini sınırlamayı kabul ederek, ekonomik yaptırımların kaldırılması karşılığında Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA)’nın denetimlerine izin vermişti. Ancak ABD Başkanı Donald Trump, 2018 yılında Anlaşma’dan çekildiklerini duyurarak, eleştirileri üzerine çekmişti. Birde Trump’ın, Anlaşma’yı tarihteki en utanç verici anlaşma şeklinde eleştirdiği hatırlanıyor.
NPR’nin 7 Temmuz 2019’daki “İran, Uranyum Zenginleştirmede Nükleer Anlaşma Limitini Aşıyor (Iran’s Uranium Enrichment Breaks Nuclear Deal Limit)” başlıklı haberine göre, İran, Temmuz 2019’da Anlaşma’da belirtilen sınırın üzerinde uranyum zenginleştirmiş ve Kasım 2019’da da uranyumu yüzde 5’e kadar zenginleştirme planını açıklamıştı. İran böylelikle, Trump’a karşılık vermiş oluyordu.
Anlaşma’nın diğer imzacıları halen Anlaşma’yı yürürlüğe koymaya çalışıyorlar. Diğer taraflar hem Anlaşma’daki orana bağlı kalmadığı için İran’a hem de ABD’nin tek taraflı çekilmesine karşı çıkıyorlar.
Reuters Haber Ajansı’ndan Parisa Hafezi ve Michelle Nichols’un 18 Ağustos 2020’deki “ABD’nin Yaptırım Teklifine Rağmen, İran, Nükleer Anlaşmayı ABD Seçimine Kadar Canlı Tutmayı Hedefliyor (Despite U.S. Sanctions Bid, Iran Aims to Keep Nuclear Deal Alive Until U.S. Election) başlıklı haberi dikkat çekiyor. Haberde ismi verilmeyen eski bir nükleer müzakereci olan İranlı yetkilinin görüşlerine başvuruluyor. Yetkili, “ABD’nin Anlaşma’dan çekilmesinin ardından, İran’ın da siyasî ve teknik açıdan Anlaşma’dan çekilmeye hazır olduğunu ve Tahran yönetiminin, Washington’un tuzağına düşmemesi gerektiğini” de vurguluyor.
ABD’nin, BM Güvenlik Konseyi’den (BMGK) İran’a yönelik silâh ambargosu hakkında değişiklik / eski haline getirme kararını çıkartamadığı anda, Trump’ın, Anlaşma’dan çekildiğini açıklaması ise, manidar karşılandı. Şu an için ABD’nin, İran’a yönelik silâh ambargosunu uzatamadığını The New York Timesmuhabiri Michael Schwirtz’in 14 Ağustos 2020’deki “BMGK, ABD’nin İran’a Silâh Ambargosunu Uzatma Önerisini Reddetti (U.N. Security Council Rejects U.S. Proposal to Extend Arms Embargo on Iran) başlıklı haberinde kaydedilmektedir.
ABD Başkanlık seçimlerinde Trump’ın rakibi, eski Başkan Barack Obama’nın iki dönem Başkan Yardımcılığı görevini yapan Demokrat aday Joe Biden. Obama döneminde, 2015’teki Anlaşma’yı, Başkan Yardımcısı Biden imzalamıştı. Biden’ın 3 Kasım 2020 seçimlerini kazanması durumunda, Anlaşma’ya dönüp dönmeyeceği merak edilmektedir. Bununla ilgili olarak Biden’ın, Dış Politika Danışmanı Anthony Blanken’in CBSNEWS haber sitesine 19 Mayıs 2020’de verdiği demeçte “İran’ın Anlaşma’ya uyması durumunda, o zaman evet, Biden aynı şeyi yapacağımızı söyledi. Ancak bunu ortaklarımızla daha güçlü bir platform oluşturmaya çalışmak için kullanacağız” diye belirtti. Haberin tarihi dikkate alındığında, seçimlere kadar İran hakkındaki düşüncelerde değişiklik olması muhtemeldir. Hatta Biden başkan seçilirse, seçildikten sonra Anlaşma’ya geri dönme hususunda İran’la ilişkileri tekrar gözden geçireceği de kuvvetle muhtemeldir.
İran’ı müzakere etmeye ikna etmenin en iyi diplomatik yolu da hiç kuşkusuz yaptırımların hafifletilmesi veya kaldırılması yönünde bir takvim belirlenmesidir. Ancak ABD’nin Anlaşma’ya dönüş yapmasının ve Anlaşma’nın yakın geleceğinin, ABD Başkanlık seçim sonuçlarına göre netleşeceği kuvvetle muhtemeldir.
.
Belarus’u okumak
Belarus’u 26 yıldır yöneten Lukaşenko, geçtiğimiz 9 Ağustos’ta gerçekleştirilen seçimleri de yüzde 80 oy alarak kazandığını ilan etmişti.
Lukaşenko’nun seçim galibiyeti açıklamasının sonrasında, hileli seçim olarak gördükleri için, Belarus halkı tarafından protesto gösterileri başlatıldı. Bir takım analistler, Lukaşenko’nun meşruiyetini kaybettiğini ve ülkeyi yönetmekte zorlanacağını ileri sürüyorlar. Çünkü Lukaşenko, protestoları bastırmaya çalıştıkça, toplumsal kesimlerin gösterilerinin daha büyüdüğü gözlemleniyor.
Belarus’daki siyasi krizin yansımalarının ülke içinde kalmayacağı açık. Özellikle çevre ülkeler, Rusya, NATO ve Batı için etkilerinin olacağı tahmin ediliyor.
Batı için, Polonya ile sınır komşusu Belarus coğrafi açıdan önemli. Birde Polonya’nın kuzeydoğusunda Sulwaki yer alıyor. Bu küçük kasaba Batı ile Belarus’u birbirinden ayıran stratejik konumda. Bununla birlikte Baltık Denizi kıyısında, Polonya ve Litvanya arasında konumlanan, Rusya kontrolünde ciddi şekilde askerileştirilmiş Kaliningrad mevcut. Diğer adı Kaliningrad Cebi.
Batı savunması açısından, Belarus, Rus askerlerine, kendi topraklarını kullanmaya izin verirse, Polonya’nın İkinci Dünya Savaşı öncesi coğrafi durumla karşılaşacağı muhtemeldir. Yani Polonya’nın eski Prusya, şimdiki Kaliningrad’dan gelebilecek saldırılar karşısında çok da ciddi bir savunma yapamayacağı ön görüsü. Ancak böyle bir durum gerçekleşirse Polonya ve NATO’nun, Baltık devletlerine yardım etmek için kuvvetlerini hareket ettirmek zorunda kalacak. Elbette bunlar, Batı savunmasının ihtimalleri arasında gösteriliyor.
Batı’ya yönelik, Rusya’nın, Belarus üzerinden ilerlemesi de değerlendirmeler arasında. Hatta bu konu hakkında NATO’nun çok daha önceden, bölgeye konuşlandırdığı A10 Warthog hava platformları ve kara unsurları mevcut.
Rusya’nın, Belarus’a hibrit müdahalesinin olabileceğini iddia edenlerde var. Critical Threats (Kritik Tehditler) sitesinde, George Barros ve Mason Clark’ın 15 Ağustos’taki “Warning: Russian Hybrid Intervention into Belarus is Likely Imminent (Uyarı: Rusya’nın, Belarus’a Hibrit Müdahalesi Muhtemelen Yakında)” başlıklı makalesi konuya dikkat çekiyor.
Makalede, Rusya Devlet Başkanı Alexander Putin ile Belarus Devlet Başkanı Lukaşenko’nun 15 Ağustos’ta telefon görüşmesi yaptıkları bildiriliyor. Görüşmede Putin’in, Lukaşenko’ya “14 Ağustos’ta gözaltına alınan 32 Wagner personelini serbest bıraktığı için teşekkür ettiği, yine Putin’in protestocuları ‘Union State’e (Birlik Devleti’ne)’ zarar vermeye çalışan yıkıcı güçler” olarak tanımladığı belirtiliyor. Böylece Lukaşenko’nun başlangıçta Wagner’i suçlayıcı konuşmalarından “U” dönüşü yaptığı anlaşılıyor.
Birlik Devleti ise, Rusya ve Belarus arasında 2 Nisan 1996’da kurulmuş ve her iki ülke Parlamentosunca 26 Ocak 2000’de onaylanmış devletler üstü organdır. Kremlin, Belarus üzerindeki hakimiyetini yeniden kazanmanın; Rusya ve Belarus ordularını entegre etmenin bir yolu olarak Birlik Devleti’ni güçlendirmeye çalışıyor. Bu çabadaki başarı, Rus kuvvetlerinin doğrudan Polonya sınırına ve NATO’nun Baltık devletlerini savunma yeteneğini tehdit eden noktalara konuşlandırmasına neden olabileceği kaydediliyor.
Diğer taraftan Belarus Ormancılık Bakanlığı, Gomel bölgesindeki ormanlık alanların neredeyse tamamını ve ülkedeki 53 ormanı gezi / ziyaret gibi aktiviteleri yasakladı. Gomel, Rusya’nın Bryansk bölgesi ile sınırdır. Yasaklamanın, Kremlin’in Belarus’un güneyine düzensiz kuvvetler sokması için hazırlık olabileceğine yorumlanıyor. Buna ek olarak Rusya’nın Batı Askeri Bölge Komutanı Alexander Zhuravlev’in, 14 Ağustos’ta Bryansk’daki askeri araç filosunda incelemelerde bulunduğu aktarılıyor. Belaruslu yetkililerin 9 Ağustos’tan bu yana halkın internete erişimini kısmen engelledikleri de gelen haberler arasında.
Lukaşenko’ya Belarus ordusundan gelen desteğinde giderek azaldığı analistlerce belirtiliyor. Bu da Lukaşenko’nun güvenlik güçleri üzerindeki kontrolünü kaybetmeye başladığına işaret ediyor.
Belarus halkının demokrasi, özgürlük ve yüksek refah seviyesi ile yaşaması ümit edilmektedir. Ancak ülkedeki gelişmeleri, sadece toplumsal kesimlerin protestoları üzerinden okumanın yeterli olmayacağı aşikârdır.
.
ABD-İran arasında gemilere el koyma süreci
Geçtiğimiz 12 Ağustos’ta, ABD Ordusu Merkez Komutanlığı’nın yayınlandığı siyah-beyaz videoda, İran Donanması’na ait unsurların Hürmüz Boğazı’nda, Liberya bandıralı MT Wila adlı petrol tankerini ele geçirdiği iddia edilen görüntüler yer aldı.
Associated Press’te yer alan 13 Ağustos tarihli habere göre, ABD’li askerî bir yetkili “İran Donanması’nın, Çarşamba günü serbest bıraktığında, gemiyi yaklaşık 5 saat ele geçirdiklerini anlaşılıyor. Ancak ele geçirme hakkında herhangi bir sebep belirtilmedi” dedi.
Yine ABD’nin iddiasına göre, 2020 Temmuz ayında ABD tarafından aranan bir petrol tankeri, İran için ham petrol kaçaklığı yaptıktan sonra Birleşik Arap Emirleri (BAE) kıyısı yakınlarında kaçırıldı. Bununla ilgili olarak ABD Başkanı Donald Trump’tan henüz herhangi bir açıklama gelmedi. Ancak iddia edilen olaydan bir müddet önce Trump’ın, Independent’daki demecinde “3 Kasım 2020’de yapılacak ABD Başkanlık Seçimleri’nde tekrar seçilirse, 4 hafta içinde İran’la yeni bir nükleer anlaşma yapma sözü verdiği” de unutulmamalı.
Trump’ın beyan ettiği “yeni anlaşmanın” muhtevasının ne olacağı belli değil. Bazı kesimler ise, Trump’ın, İran’a daha fazla yaptırım uygulamasını mevcut seçenekler arasında görüyor. Hal-i hazırda İran ekonomisinin, ABD yaptırımlarından büyük zarar gördüğü biliniyor. Buna birde Korona salgınının getirdiği ekonomik yükü de eklemek gerekiyor. Focus Economics sitesince, hem ABD yaptırımları hem de Korona’nın İran ekonomisini son 3 yılda yüzde 7.3 oranında önemli olan bir küçülmeye sebep olacağı ön görülüyor.
ABD yaptırımları, İran ekonomisini olumsuz etkilese de, bunun uzun vadeli çözüm olmadığı açık. Çünkü her şeye rağmen İran’ın nükleer programını ilerletmesine engel olamadığı görülüyor. Bununla ilgili olarak İranlı yetkililerin, 2020 Temmuz ayında sabotajla vurulan Natanz’daki tesiste, nükleer yakıt üretimini arttırmak üzere harekete geçtikleri belirtiliyor. Elbette İran’ın bu ve benzeri girişimleri, ABD tarafından, Barack Obama döneminde imzalanan 2015 yılı anlaşmasının ihlâli şeklinde değerlendiriliyor.
İran’ın nükleer faaliyetlerine karşılık, Trump yönetimi yine bir daha belirsiz süreyle BM silâh ambargosu kararını revize etti. Fakat İran’ın, BM Güvenlik Konseyi üyelerinden yakın ilişki içerisinde olduğu Çin ve Rusya böyle bir tavsiyeyi engelleme gücüne sahipler. Her iki ülke de ilgili tavsiye hakkında hemen güçlü bir muhalefet dili geliştirdikleri aktarılıyor.
İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ise, BM’nin böyle bir teklifi onaylaması durumunda ortaya çıkacak sonuçlar konusunda uyarılarda bulundu. Suudi Arabistan’ın BM Büyükelçisi Abdul Aziz Al-Wasel’in, Cenevre’de düzenlenen bir konferansta “Tahran’ın, Ortadoğu’da barışı bozmak için desteklediği milislere silâh verdiğini” ileri sürmesi de, mevcut durumun ateşini yükseltti. ABD, tarafların açıklamalarıyla, kendisinin haklı çıktığı iddiasında. Ancak Trump’ın, seçimi kazandığında İran’la yeni anlaşma yapacak bir plan ve programının olmadığı da ihtimal dahilindedir.
ABD, Hürmüz Boğazı’ndaki gelişmelerden İran’ı sorumlu tutarken, kendisi de aynı duruma düştü. ABD yönetimi 14 Ağustos’ta, İran’dan Venezüella’ya petrol taşıyan “Luna, Pandi, Bering ve Bella” adlı 4 gemiye açık denizde el konulduğunu duyurdu. Gemilerin Teksas eyaletindeki Houston limanına getirilmek üzere yolda olduğu kaydediliyor.
Gemilere el konulması için askerî güç kullanılmadığı ve gemilere İran’a yönelik yaptırımlar kapsamında el konulduğu açıklandı. Böylece ABD ilk defa İran petrolü taşıyan gemilere el koymuş oldu. Aynı zamanda ABD’nin gemilere el koymasını, uyguladığı yaptırımlar kapsamında, İran’ın petrol gelirinin kesilmesini amaçladığı âşikârdır. İran ise, nükleer programını “barışçıl sebeplerle” yaptığını bildiriyor.
Bugünlerde ABD-İran arasındaki çekişme gemilere el koyma üzerinden devam ediyor. Ancak İran, ABD’nin bütün yaptırımlarına rağmen, nükleer programından taviz verme niyetinde olmadığını gösteriyor. Daha da önemlisi her iki ülke arasındaki mevcut durum Trump’la da sınırlı değil. Yeni seçilecek ABD Başkanı’nın gündeminde İran’la ilişkiler olacağı kesindir.
.
İsrail-BAE anlaşması
Trump’ın anlaşma hakkındaki açıklamasının, 13 Ağustosta, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu ve BAE Veliaht Prensi Şeyh Muhammed Bin Zayid Al Nahyan arasındaki üçlü görüşme sonrasında geldiği bildiriliyor.
İsrail ve BAE’nin ABD’nin arabuluculuğuyla “ilişkilerin tamamen normalleşmesi” için anlaşmaları, Filistin tarafından “arkadan bıçaklama” şeklinde tanımlanıyor. Çünkü Trump’ın açıklamasında “İsrail, işgal altındaki Batı Şeria’daki Filistin topraklarının ilhakını ertelemeyi kabul ettiğini, ancak planın masada kaldığını” belirtiyor. Trump “daha fazla Arap ve Müslüman ülkenin BAE gibi anlaşma yolunu takip etmesini umduğunu” kaydetti. İlhakın ertelemesi ise, BAE’nin İsrail’le anlaşma nedeni gösteriliyor.
Netanyahu da anlaşmayı “dış politikada zafer” olarak değerlendiriyor. İsrail’de kırılgan bir koalisyon hükümetine liderlik eden ve yolsuzluk suçlamalarıyla yargılandığı bir dönemde gelen “anlaşma zaferi”, Netanyahu’ya kendi kamuoyunda nefes aldırabilecek unsur şeklinde yorumlanıyor. Hatta Trump’ın 13 Ağustos’taki beyanatından sonra, Netanyahu’nun diğer partilerle yapılan koalisyon görüşmelerinde ilerleme kaydettiği haberleri basına yansıdı.
Diğer taraftan anlaşma karşısında, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) Yürütme Kurulu Üyesi Ahmad Majdalani “bu durum Filistin tarihinde kara bir gündür” dedi. Bununla birlikte Gazze’yi kontrolünde tutan Hamas’ın sözcülerinden Fawzi Barhoum da “ABD-İsrail-BAE anlaşması tehlikelidir. İsrail’in işgal suçlarının ve ihlallerinin ödülü anlamına gelir. Anlaşma, İsrail’i halkımıza ve Kutsal yerlerimize karşı daha fazla suç işlemeye teşvik edecektir” biçiminde değerlendiriyor. Filistin Haber ve Bilgi Ajansı WAFA’ya göre, Devlet Başkanı Mahmud Abbas 13 Ağustos günü anlaşmanın görüşülmesi için acil toplantı çağrısında bulundu. Yapılan acil toplantının ardından Abbas’ın Sözcüsü Nabil Ebu Rudeinah, Filistin TV’de “anlaşma Kudüs’e ihanettir” başlıklı açıklamayı okudu. Rudeinah ayrıca “Arap Ligi ve İslam İşbirliği Örgütü’ne acil çağrı” yaptı. Böylece Filistin tarafının, anlaşmayı kabul etmediği belirtiliyor.
Anlaşma hakkında, İsrail ve BAE yakınlaşmasının yeni olmadığı aktarılıyor. İsrail istihbarat servisi Mossad’ın, İsrail’in Korona ile mücadele ihtiyaç duyduğu bir takım ekipmanları satın aldığında da, İsrail ve BAE’nin son dönemlerde Korona konusunda gizlice işbirliği yaptıkları uluslararası gündemde yerini almıştı.
Bölge ülkelerinin İsrail’le normalleşme veya yakın ilişki girişimleri yeni değil. Trump’ın 20 Mayıs 2017’de Suudi Arabistan ziyareti sonrasında, Suudi, Bahreyn ve Umman’ın İsrail’le ilişkilerinde yakınlaştıkları görülmektedir. Özellikle Mısır, Ürdün ve son olarak BAE’nin ilişkisi ciddi boyutlara ulaştı.
İsrail ve BAE arasındaki anlaşmanın ne oranda gerçekleşeceğini, gerçekleştiği kadarıyla bölgedeki etkisi, anlaşmanın içeriği netleştikçe bölgedeki silahlı unsurların tepkisi, diğer bölge ülkelerinin de İsrail’le benzer bir anlaşmaya varıp varmayacakları tartışma konusudur. Asıl merak edilenin ise, anlaşma ile İsrail-Filistin sorununun farklı bir dönemin kapısının aralanma ihtimalidir.
.
Lübnan’da patlama
Patlamanın etkisi, Beyrut şehir merkezinin 1 km’den daha fazla içlerinde hissedildiği bildiriliyor. Beyrut Valisi’nin patlama için yaptığı “Hiroşima ile karşılaştırılabilir ulusal felâket” açıklaması, facianın boyutu hakkında fikir veriyor.
Patlamanın kesin sebebi henüz belirsizliğini koruyor. Ancak konu hakkında farklı fikirler ileri sürülüyor. Bunlardan en önemlisi Lübnan Başbakanı Hassan Diab’a ait. Diab, facianın gerçekleştiği günün akşamında “limanda bir depoda tahminen 2 bin 750 ton amonyum nitratın depolandığı ve bunun yeterli güvenlik tedbirleri alınmadan 6 yıl süre ile bekletilmesini, kabul edilemez” olarak niteledi. Bununla birlikte Lübnan Devlet Başkanı Michel Aoun da “sorumlu kişi veya kişileri bulunana ve en sert cezanın verilene kadar dinlenmeyeceğim” diyerek kararlılığını gösterdi.
ABD Başkanı Donald Trump, liman patlamasını “saldırı” şeklinde yorumladı. İsrail ile yaşanan sınır çatışmaları ve İsrail savaş uçaklarının aynı gün Suriye’deki İran unsurlarını vurması ise, dikkatleri İsrail üzerine çekti. Fakat İsrail medyasında çıkan haberler, patlamada ülkelerinin müdahalesinin olmadığını kaydediyor.
Beyrut limanının, ülkede, yolsuzluk merkezi şeklinde kötü bir şöhreti de var. Kaynaklar, limanın karşısında ülkenin en eski siyasî partilerinden Hıristiyan Kataeb Partisi’nin Genel Merkezi’nin mukim olduğunu bildiriyor. Aynı zamanda Enerji Bakanlığı’nın da limana yakın bir adreste bulunması, bölgenin önemini arttırıyor.
Diğer taraftan BM’ye bağlı Uluslararası Lübnan Mahkemesi’nin, 15 yıl önce öldürülen Başbakan Refik Hariri suikastinde yer aldıklarından şüphelenilen 4 Hizbullah üyesi ile ilgili kararını, 7 Ağustos’ta verecek olması da, muhtemel karar ve patlama arasındaki bağlantının olup olmadığı yorumlar arasında. Çünkü bu yorumları, merhum Hariri’nin oğlu eski Başbakan Saad Hariri’nin liderliğindeki Gelecek Partisi Genel Merkezi yakınlarındaki ikinci bir patlama ihbarı / ihtimali güçlendiriyor. Mahkeme’nin karar açıklamasının 18 Ağustos’a ertelendiği gelen haberler arasında.
Lübnan uzun süredir derin ekonomik ve siyasî kriz içerisinde. Ekonomik ve finansal kriz Lübnan’ı iflâsın eşiğine getirdi. Yüksek enflasyon ve işsizlik oranları, orta sınıfı da yoksullaştırmaya başladı. Hükümetin, IMF ile yaptığı görüşmelerde reformlar üzerinde anlaşma sağlanamayınca, âcil ihtiyaç duyulan kredilerde Lübnan’a verilmedi.
Görevine 21 Ocak 2020’de başlayan Dışişleri Bakanı Nassif Hitti’nin de geçtğimiz 3 Ağustos Pazartesi günü istifa etmesi, siyasî krizin önemini ortaya koyuyor. Bununla birlikte ülke haftalardır devam eden enerji / elektrik hatlarındaki kesintilerden dolayı, göstericilerin Enerji Bakanlığı’na saldırmalarına sahne oldu. BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in, Lübnan’ı destekleme ve yardım sözü karışıklıkların önünü kesmede yeterli olmuyor.
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, 6 Ağustos Perşembe günü, eski Fransız sömürgesi Lübnan’ı ziyaret ederek “Lübnan’da derin değişim” ifadelerini kullandı. Macron ayrıca “yakında Lübnan için Uluslararası Kaynak Geliştirme Konferansı” düzenleneceğini de bildirdi.
Patlamanın Lübnan’da siyasî istikrarsızlığı daha da arttırması bekleniyor. Carnigiendownment Ortadoğu Merkezi Direktörü Maha Yahya “başka bir ülkede böyle bir patlamada hükümetin istifa etmesi kaçınılmazdır” diyerek siyasî sorumluluğu vurguluyor. Buna ek olarak Yahya, “Hizbullah’ın da yönetimin bir parçası olduğu için sorumlu tutulacağını, yine Hizbullah’ın limanın işletilmesindeki etkisinin halk tarafından bilindiği ve bunun olumsuz yansımalarının olacağına” işaret ediyor.
Aslında patlamanın Lübnan’a, toplumuna ve ülkenin içerisinde bulunduğu kriz ortamından çıkmasına yardımcı olmayacağı bütün kesimlerce biliniyor.
Lübnan’da erken seçim mi?
8 Ağustos’taki köşe yazım “Lübnan’da Patlama” başlığıyla, “patlamanın Lübnan’da siyasi istikrarsızlığa yol açacağının beklentisini” sizlere arz etmeye çalıştım. Özellikle 3 Ağustos’ta Dışişleri Bakanı Nassif Hitti’nin istifası, devamında patlama ve 9 Ağustos’ta çeşitli halk kesimlerinden oluşan protestocuların bakanlık binaları ve devlet dairelerini ele geçirmeleri Hassan Diab hükümetine istifa yolunu açtığı kuvvetle muhtemeldir.
Diab hükümeti toplu olarak istifa etmese de, Çevre Bakanı Demianos Kattar ve Enformasyon Bakanı Manal Abdul Samad 9 Ağustos Pazar günü istifalarını sundular. Hizbullah taraftarı Sanayi Bakanı İmad Hoballah ise, “bizim sorumluluğumuz yolsuzlukla içeriden mücadele etmek, sorumluluğumuzdan kaçmayacağız” ifadesiyle istifadan uzak durduğunu gösteriyor. Ancak 6 Ağustos’ta milletvekillerinden Sami Gemayel, Nadim Gemayel, Elias Hankash, Paula Yacoubian, Marwan Hamadeh, Neemat Frem ve Michel Mouawad milletvekilliğinden istifa ettiklerini duyurmuşlardı.
Parlamento’da 15 sandalye ile temsil edilen siyasi yapılardan Lübnan Güçleri’nin lideri Samir Geagea da, 9 Ağustos’taki açıklamasında “partisinin erken seçimi gerçekleştirmek için gereken sayıda milletvekilinin istifasını sağlamaya çalıştığını” duyurdu. Böylece Lübnan’da farlı siyasi grupların da erken seçim beklentileri açıkça ifade edilmiş oldu.
Lübnan’ın önemli dini / mezhepsel figürlerinden Maruni Patriği Beşata Al-Rahi de liman patlaması nedeniyle hükümeti istifaya çağıranlardan. Al-Rahi “bu patlama, devlet aygıtının merkezindeki çürümenin şok edici kanıtıdır” diyerek, Diab hükümetinin karşısında yer aldı.
Lübnan’ın 2 yıldır ciddi ekonomik kriz içerisinde olması ve son yaşanan patlama ile derinleşen siyasi istikrarsızlık ülkeyi yeni bir seçimin eşiğine getirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu makalemi sizler için kaleme aldığım 9 Ağustos günü geç saatlerde Diab’ın istifa eden Bakanlarla görüşme halinde olduğu ve sonrasında hükümetin istifasını (10 Ağustos) sunması güçlü bir şekilde beklenmektedir.
Liman patlaması hakkında Center For Global Policy (Küresel Politika Merkezi) Direktör Yardımcısı Faysal Itani de New York Times’daki yazısında “felaket son derece şiddetli olmakla birlikte, patlama Lübnan’da her zamanki işlerin sonucudur. Mevcut durum, Lübnan bürokrasisine özgü yaygın ihmal, yozlaşma ve suçlama kültürünün neticesidir.”
Lübnan’da siyasi, ekonomik ve sosyal kriz giderek derinleşirken, henüz liman patlamasının müsebbipleri ortaya çıkartılamamışken, patlama ile ülkede değişim talep edenlerin etkisi hissedilmektedir. Değerli Hocam Prof. Dr. Veysel Ayhan’ın, Prof. Dr. Özlem Tür ile birlikte 2009’da yayınladıkları “Lübnan, Savaş, Barış, Direniş ve Türkiye ile İlişkiler” isimli kitabı başvuru kaynağı niteliğindedir.
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un öncülüğünde 9 Ağustos’ta video bağlantı ile “Lübnan’a Destek ve Yardım Konferansı” düzenlendi. Konferansa ABD Başkanı Donald Trump, Suudi Arabistan, Katar, Irak, Birleşik Arap Emirlikleri, Çin, Ürdün ve Mısır temsilcilerinin katıldığı bildiriliyor. Lübnan’da Hizbullah aracılığıyla büyük nüfuz sahibi olan İran’ın, Konferansa davet edilmemesi dikkat çekiyor. Fransa’nın, Suriye’de etkili siyaset ve strateji üretemediği uluslar arası kulislerde gündeme getiriliyor. Dolayısıyla patlama sonrasında Macron’un, Lübnan’a yakın ilgisi gözlemleniyor. Fransa’nın, Suriye’deki başarısızlığını Lübnan’da hızlı davranarak kapatılmaya çalışıldığı ve Fransa’nın en azından bölge ülkelerinden birinde etkin konumda olma gayretine yorumlanıyor.
Lübnan’ın yapısal sorunları yolsuzluk, yozlaşma, yoksulluk, yoksunluk, işsizlik, gelir dağılımı adaletsizliği, dini / mezhepsel ayrışmalar, etnik huzursuzluk, ideolojik çekişmeler şeklinde sıralanabilir. Tüm bunların çaresi demokrasi, özgürlükler, hukukun üstünlüğü, insan hakları, adalet, ekonomik refah, siyasi istikrar olarak tanımlamak mümkündür.
Alınması kuvvetle muhtemel erken seçim kararı Lübnan’a istikrar getirir mi? Sorusunun cevabını seçim sonuçlarına göre değerlendireceğiz.
.
Çin-Körfez ekonomik ilişkileri
Toplantıya Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi ve Ürdün Dışişleri Bakanı Ayman Safadi eş başkanlık yaptılar. Toplantının ana gündemi “çeşitli alanlarda işbirliğini derinleştirme” olarak belirlendi.
Toplantı ile Körfez Arap ülkelerinde, Çin etkisinin yeniden tartışılacağı muhtemeldir. Çünkü Çin’in Huawei ve BGI Group gibi genetik ve telekomünikasyon şirketlerinin, Ortadoğu’da Korona Test Merkezleri inşa etme girişimlerinin olduğu kaydediliyor. Elbette bu gelişme, Çin’in bölgedeki ekonomik gücünün daha fazla hissedilmesine sebep olacağa benziyor. Dolayısıyla ABD’deki Çin karşıtı karar alıcıların dikkatlerini çekmesi kaçınılmazdır.
Çin’in, Körfez’deki sermaye harcamalarını, istihdam meydana getirmesini, doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını yeterli görmeyenlerde mevcut. Bunlardan biri de Bloomberg Opinion’ndaki haberleriyle öne çıkan Karen E. Young. Young’un 2 Temmuz’daki “Çin, Ortadoğu’nun Yükseleni Değil” başlıklı makalesi dikkat çekiyor.
Çin’in, Körfez’deki ekonomik gücü hakkında farklı görüşler bildirilse de, Çin’in bu ülkelerdeki ekonomik etkisinin yadsınamayacağı bir gerçek. Çin, Körfez’in petrol ve gaz ihracatının büyük tüketicilerinden. Bununla birlikte Çin, bölge ülkelerinde devlet bağlantılı kuruluşlara yatırım yaptığı ve Körfez’in genç nüfusuna gelişmiş dijital ürünler sağladığı belirtiliyor. Birde Korona salgınının ve salgın döneminde düşen petrol fiyatlarının, Çin’e orta ve uzun vadede Körfez’deki ekonomik etkisini derinleştirme ve genişletme fırsatı verdiği ihtimal dahilindedir.
Körfez ülkelerinin gelirlerinin % 70’inden fazlası petrol ve gaz sektöründen elde ediliyor. Çin ise petrol ve gaz ihracatının birinci müşterisi. Körfez ülkeleri de bir süredir ekonomilerini çeşitlendirme gayretindeler. Bunun sebebi petrole bağımlı ekonomiden kurtulmak. Halen ekonomilerinin ana itici gücü hidrokarbon endüstrisi.
Körfez’in ekonomik dönüşüm hedefi, Çin’e sermaye harcamalarını tahsis etme, iş imkânı oluşturma, girişimciliği teşvik etme, yatırım çeken ekonomik girişimleri başlatma vb. alanlarda önemli bir rol oynamasına fırsat sağlıyor.
Körfez’in, Çin’e hidrokarbon ürün ihracatı oldukça yüksektir. Çin, 2014’ten beri her yıl Umman’ın toplam ham petrol ihracatının % 70’inden fazlasını tüketmiş ve geçtiğimiz Nisan-Mayıs aylarında bu oran % 90’a yükseldiği bildiriliyor. S. Arabistan 2014’teki petrol ihracatının üçte birini Çin’e gerçekleştirdi. Yine S. Arabistan 2019’da Çin’e yaptığı ham petrol ihracatını % 47 arttırdı. Çin’in, 2014’te Kuveyt’ten aldığı ham petrol % 10,8 iken, 2018’de % 23’e yükseldi. Buna ek olarak Çin, Katar’dan sağladığı petrol ve gazın payını % 10’dan % 20’ye çıkarttığı belirtiliyor.
Salgın sürecinde petrol fiyatlarındaki düşüş, Körfez ülkelerinin diğer gelir kaynaklarını geliştirme çabalarının âciliyetini ve önemini arttırıyor. Körfez hükümetleri devlet kuruluşlarının özelleştirilmesi, kamu-özel sektör ortaklıklarının geliştirilmesi başta olmak üzere temel ekonomik bileşenlerini çeşitlendirme stratejisi uyguluyor. Özellikle 2020’de GSYİH’nın % 25’ine kadar yükselen malî açıklarla yüzleşen Körfez yönetimleri, yatırımcıları çekmeye çalışıyor. Böylece Çin’e de, Körfez’de stratejik sektörlerde uygun maliyetli fırsatlar sunuluyor.
Çin’in, Korona öncesinde de Körfez’deki yatırım ve girişimleri biliniyor. Umman, Aralık 2019’da “Umman Elektrik İletim Şirketi”nin % 49 hissesini, Çin Devlet Şirketi’ne satarak 1 Milyar Dolar gelir sağladı. Mayıs 2020’de de S. Arabistan’ın enerji üretimi ve suyu tuzdan arındırma konusunda faaliyet gösteren ACWA Power’ın, yenilenebilir enerji kolundaki hissesinin % 49’u Çin’in Devlet İpek Yolu Fonu tarafından satın alındı. Körfez’de, Çinli kurumsal yatırımcılar gelecekteki girişimler için önemli ortaklık kuracaktır.
.
Çin-Körfez ekonomik ilişkileri - 2
Çin’in, Körfez’in en önemli petrol ve doğal gaz müşterisi ve Körfez ülkelerine muhtelif yatırımlarla teknolojik destekçisi olması kayda değer nitelikte. Bu bağlamda Suudi yatırım firması Batiç, S. Arabistan’daki akıllı şehirler kurmak için Huawei ile anlaşma imzaladığı bildiriliyor. Anlaşma kapsamında 17 belediyenin ulusal akıllı şehirler programının desteklenmesi de hedefleniyor.
S. Arabistan gibi, Umman’da Bilgi ve İletişim Bakanlığı da, ülkenin dijital altyapısını geliştirmek ve bilgi-iletişim teknolojisi sektöründeki büyümeyi desteklemek üzere Huawei ile imzaladığı anlaşma geçtiğimiz Mayıs ayının gündemindeydi. Bununla birlikte Dubai Elektrik ve Su idaresi ve Huwaei ile dijital dönüşüm ve yapay zekâ hakkında işbirliğini geliştirmenin yolları araştırılıyor.
Körfez’in genç nüfusunun, Çin’in dijital hizmetlerine ve uygulamalarına giderek daha fazla teveccüh gösterdikleri aktarılıyor. Dolayısıyla bölgenin özellikle 25 yaş altı genç popülasyonunun, Çin’in teknoloji piyasasının önemli bir parçasını oluşturduğu söylenebilir. Birde Alibaba, Tencent ve Huwaei gibi Çinli firmalar arasında da küresel pazar payını arttırmak konusunda rekabet halinde oldukları da belirtiliyor. Körfez’in kişi başına yüksek geliri, genç nüfusun internet ve teknoloji kullanım oranının yüksekliği, Çin’in bölgeye olan ilgisini arttıran önemli bir unsurdur.
Çinli teknoloji şirketi Byte Dance’a ait video uygulaması TikTok da, Körfez’de büyük ilgi görmektedir. Dubai’de 2018’de bölge ofisi açan TikTok, 2019’da 10 milyon kullanıcı ile S. Arabistan, TikTok kullanıcıları arasında dünya 8. oldu. Yine Tencent firması da, Nisan ayında en çok ilgi duyulan Arena of Valor bilgisayar oyununu piyasaya sürmüştü. Dünyada 1 milyardan fazla kullanıcıya sahip WeChat mobil uygulaması da Tencent’e ait. Aynı zamanda Terminus Technologies de, Ekim 2021’de gerçekleştirilecek Dubai World Expo fuarının resmi robot sponsoru. Ayrıca S. Arabistan yetkilileri tarafından, Alibaba ile teknoloji odaklı fon “eWTP Arabistan”ın Riyad’da başlayan Media City Projesi’nde kullanılacağı açıklandı.
Çin’in, Körfez’in petrol ve doğal gazına yönelik tercihinin gelecekte azalabileceği ve muhtemel yeni enerji piyasası dinamiklerinin, Çin’in, Körfez’e olan ilgisinde değişikliklere sebep olabileceği de ihtimaller arasındadır. Ancak Çin’in, petrol dışı sektörlerle devam eden ilişkisinin artacağı da ihtimal dahilindedir.
Günümüzde Körfez’in, hidrokarbon dışındaki sektörlere yönelme gayreti, büyük enerji ihtiyacına sahip sanayi devi Çin’in, Körfez’de ekonomik ilişkilerini kolaylaştırıyor. Birde bölgede her iki taraf ekonomik ortak şeklinde konumlanıyor. Çin’in bütün bu çabalarının modern İpek Yolu olarak tanımlanan Kuşak-Yol projesinin bir parçası olduğu yorumlarını yapanlarda mevcut.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, ABD’nin, “sihirli kutu televizyon” aracılığıyla bütün dünyaya Hollywood film endüstrisi ile ulaştığı biliniyor. Özellikle Amerikan hayat tarzının, filmler üzerinden verilen mesajlarla bir çeşit soft-power’ını (yumuşak güç) yaymaya çalıştığı, efsaneleştirilen yenilmez Rambo ve Rocky filmlerinin büyük kitlelerce seyredilmesi ve gençlerin Slyvester Stellone özentisi, hatta modern dönemin Amerikan emperyalizminin televizyon teknolojisi ve film sanayisi ile küresel köye yayıldığı çok tartışılmıştı.
Şimdi ise, Çinli markaların gün geçtikçe yayılan bilgisayar, akıllı telefon, tablet vb. cihazlar aracılığıyla, yine bu cihazlarda kullanılan Çinli program ve uygulamalara şahit oluyoruz. Çinli firmalar, ABD’nin yakın geçmişte yaptığı gibi, gelir durumu ve genç nüfus oranı yüksek Körfez ülkelerini hedefliyor. Dolayısıyla Çin’in, Körfez’deki ekonomik ilişkilerinin kültür, siyaset, askerî, yumuşak güç, sağlık vb. olmak üzere farklı alanlarda yansımalarının da görüleceği kuvvetle muhtemeldir.
.
Azerbaycan- Ermenistan çatışması
Dağlık Karabağ, SSCB’nin bakiyesi topraklarda, Ermenistan tarafından güdülen daha çok etnik temelli bir sorun olarak belirdi. Dağlık Karabağ için 90’lı yıllarda, Azerbaycan ve Ermenistan arasında savaş yaşandığı herkesin malûmu. Dağlık Karabağ, Azeri-Ermeni ilişkisinin belirleyicisi oldu. Bölge ülkeleri Türkiye ve Rusya ise, soruna yönelik pozisyonlarını belirlediler.
Geçtiğimiz 12 Temmuz 2020’de yaşanan Azeri-Ermeni sınır çatışmalarında toplam 16 askerin öldüğü haberleri geldi. Her iki ülke son olarak 2016 yılının 2 Nisan–5 Nisan tarihleri arasında “Dört Gün” adı verilen çatışmalarda karşı karşıya kalmıştı.
Yaşanılan 12 Temmuz çatışmalarında Ermenistan’ın, Azerbaycan sınır birliklerine saldırdığı ve Tovuz civarındaki Azerbaycan köylerinin Ermeni havan ve obüs topları ile vurulduğu gündemdeki yerini almıştı.
Ermenistan da 16 Temmuzda, ülkenin elekt- rik ihtiyacının neredeyse yarısını sağlayan nükleer santralin, Azerbaycan tarafından vurulma ile tehdit edildiğini iddia etti.
Ermenistan Dışişleri Bakanlığı bu tehdidi “soykırım” şeklinde değerlendirerek konuyu farklı yöne çekmeye çalıştı.
Çatışmalar Azerbaycan’da Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in, 2004’ten beri Dışişleri Bakanlığı görevini yürüten Elmar Mammadyarov’un görevden alınmasında etkili oldu. Mammadyarov’un yerine de eski Eğitim Bakanı Ceyhun Bayramov atandı.
Türkiye ise, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun TV’lerde yaptığı konuşmada, Azerbaycan’ın yanında yer aldığını resmen belirtti.
Bütün dünyada olduğu gibi Azerbaycan ve Ermenistan da Covid-19 salgınıyla mücadele ediyor. Gerçekçi olmak gerekirse askerî çatışma iki ülke içinde son seçenek. Dolayısıyla çatışmalar iki ülkenin de yararına değil. Aksine bölgedeki insanî durumu daha da karmaşık hale getiriyor. Çünkü Korona sürecinde bütün ülkeler artan işsizlik, yüksek enflasyon ve sağlık problemleriyle mücadele ediyor.
AGİT’in (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Örgütü) 1992’de Dağlık Karabağ sorununu çözmek için kurduğu Minsk Grubu’na ABD ve Rusya’nın çatışmaların durdurulması için çağrıda bulunduğu bildiriliyor. Minsk Grubu’nda ABD, Fransa ve Rusya eş başkan olarak yer alıyor. Grup’ta Beyaz Rusya, Almanya, İtalya, Portekiz, Hollanda, İsveç, Finlandiya, Türkiye, Azerbaycan ve Ermenistan da bulunmaktadır.
Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Azeri ve Ermeni mevkidaşlarına ateşkes çağrısı yaptı. Vilademir Putin’in Sözcüsü Dmitry Peskov da Moskova’nın “derin endişe duyduğunu ve arabuluculuk yapmaya hazır olduklarını” iletti. BM Genel Sekreteri Antonio Guterres ise endişelerini dile getirerek “çatışmalara derhal son verilmesini söyleyerek, ilgili herkesi durumu tırmandırmak ve kışkırtıcı söylemden kaçınmak ve âcil adımlar atılması” hususunda beyanat verdi.
Konu özellikle bölge ülkelerinin gündeminin ilk sıralarında yer alırken, ABD’li üst düzey yetkililerin soruna gereken önemi vermedikleri görülüyor. ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun, 13 Temmuzda Lavrov ile gerçekleştirdiği telefon görüşmesinde Dağlık Karabağ’daki çatışmalardan bahsetmemesi dikkat çekiyor. ABD Başkanı Donald Trump’ın görev süresinin dördüncü yılında olmasına rağmen, henüz Güney Kafkasya hakkında herhangi bir politika belgesi yayınlanmaması eksiklik şeklinde yorumlanıyor. İran, Rusya ve diğer güçlerin Trump’ın bu boşluğunu doldurma gayretinde olduğu ihtimal dahilindedir. ABD’nin halen Güney Kafkasya ve Dağlık Karabağ ile ilgili üst düzey açıklamada bulunmamış olması ise, ABD’nin konuya öncelik vermediğine işaret ediyor.
Ermenistan’da Başbakan Nikol Pashiniyan’ın Korona’ya karşı politikaları büyük eleştirilerin sebebi. Böylece siyasî kutuplaşmanın yükselişe geçtiği kaydediliyor. Ancak Ermenistan’da çözüm müzakerelerinin beklentisinin azaldığı kuvvetle muhtemeldir. Ermenistan’ın içerisinde bulunduğu ekonomik, sosyal, siyasî sorunlardan ve sıkıştığı coğrafyadan çıkışını, Dağlık Karabağ hakkında çözüme yönelmesinin etkili olacağı ihtimal dahilindedir.
.
Lübnan’a kim yardım edecek?
Whatsapp vergisine karşı halkın başlattığı sokak gösterileri sonucunda önce bakan değişikliğine gidildi. Daha sonra yeni hükümet göreve geldi. Ancak Lübnan’da ekonomik krizin giderek derinleşmesi, sosyo-ekonomik sorunlara çözüm üretilememesi, toplumsal unsurların gösterilerinin başlıca sebebi. Dolayısıyla bugün gelinen noktada ülke ekonomisinde Whatsapp vergisi ile başlayan süreç çok daha olumsuz ve yapıdaki sorunların yoğunlaştığı bir noktaya geldi.
Sahip olduğu Şiî nüfusu ve Hizbullah’ın konuşlandığı Lübnan’a, İran’ın ilgisinin olduğu belirtiliyor. ABD’nin İran’a yönelik baskı politikasına her dönem Ortadoğu ülkelerinden destekçi aradığı ve bulduğu biliniyor. Fakat giderek yükselmekte olan iç sorunlarıyla baş başa kalan Lübnan’ın, ABD’nin İran karşıtlığına isteksiz ve eylemsiz kaldığı ileri sürülüyor. IMF’yle de yaptığı görüşmelerden istediğini bulamayan Lübnan’ın, İran’ın yardımını almasına bir anlamda mecbur bırakıldığı tartışılıyor. Diğer taraftan ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun, İran’ın Lübnan’a petrol sevkiyatını engelleyerek mevcut durumun olumsuzluğunu arttırdı.
ABD ve Pompeo’nun malûm davranışları, Hizbullah’ın Tahran’dan Beyrut’a muhtemel gerekli ekonomik yardımın gerçekleştirilmesinde bir araç olarak öne çıkarttığı bildiriliyor. Buna karşın ABD Küresel Politikalar Merkezi (Center For Global Policy) Genel Sekreter Yardımcısı Joel Rayburn de “İran’ın kaynak eksikliği ve finansal çıkmazı dolayısıyla Lübnan’a yardım edemeyeceğini” söyledi. Ancak Rayburn’ün değerlendirmesi, Lübnan-İran ilişkisinin bütün kapsamını ve niteliğini görmezden geldiği muhtemeldir. Çünkü Ortadoğu gibi çalkantılı bir bölgede, dinî/mezhebî bağlantıların büyük ölçüde alınan kararları etkilediği bilinmektedir.
Reuters’un 7 Temmuz tarihli “Lübnan Hizbullahı’nın hükümetle İran akaryakıtı hakkında görüşmeleri” başlıklı haberde, ayrıca İran’la muhtemel ticaret anlaşmasının da gündeme geldiği kaydediliyor. Konuyla ilgili Hizbullah lideri Seyyid Hasan Nasrallah’ın “Görüşmeler başladı. Sonuç ne olacak? Bilmiyorum. Ama denemek zorundayız” diyerek, Hizbullah’ın süreç içerisinde olduğunu resmen gösterdi.
Lübnan’a Çin yardımı da söz konusu. Tahran’ın önceden Pekin’le bir anlaşma imzaladığı ve Lübnan’ın bu anlaşmanın takipçisi olacağı iddia ediliyor. Bununla birlikte Nasrallah’ın “Çinli şirketler Lübnan’a para getirecek, yatırım getirecek, iş fırsatları oluşturacak, ticarî nakliye yapılacak vb.” açıklaması mevcut.
Lübnan’a, ABD yardımları biliniyor. Fakat Hizbullah ayrı bir konu. Hizbullah’ın hükümet üzerindeki kontrolü ise, ABD yardımını engelleyebilir. Hizbullah’ın terör örgütü şeklinde nitelendirilmesi ve Lübnan Başbakanı Hasan Diab ile ilişkisi ABD’yi yardım seçeneği olmaktan çıkarabileceği ihtimalini doğuruyor. Bu sebeple Beyrut yönetiminin yönünün Tahran ve Pekin’e dönebileceği ihtimali kuvvetleniyor. Elbette Beyrut’un tercihinde ABD ve IMF’in tutumunun etkili olduğu aşikâr.
İran’ın ekonomik krizi göz önüne alındığında, Lübnan’a, İran ve Çin yardımı gelmesi halinde Beyrut’un ABD yardımını yeniden düşünmesi gerekebilir. Bununla birlikte Çin’in Kuşak-Yol Projesi’nde, Trablus Limanı’nın Pekin için faydalı olacağı düşünülürse, Lübnan’ın başka bir seçeneğinin de olmadığı ihtimaller arasında.
ABD’nin, İran üzerindeki baskısı etkili olmakla birlikte, Lübnan gibi diğer bölge ülkelerindeki muhalif grupların teşvik edilmesini sağladı. ABD’nin yanlış politikası, Lübnan’ın karşısına İran ve Çin seçeneğini çıkartıyor. Lübnan ekonomisinin ise, hangi ülke tarafından kurtarılacağı merak ediliyor.
.
İran-Suriye Anlaşması
Geçtiğimiz 8 Temmuz 2020’de İran ve Suriye arasında, ABD ve İsrail’den gelecek muhtemel saldırılara karşı bir anlaşma imzalandığı açıklandı. Anlaşma, İran Genel Kurmay Başkanı Tümgeneral Muhammed Bagheri ile Suriye Savunma Bakanı General Ali Abdullah Ayyoub’un imzalarını taşıyor.
Bagheri, Anlaşma hakkındaki beyanatında, “Anlaşma’nın ABD’nin Suriye üzerindeki baskılarını engellemeye yönelik olduğunu, Suriye’nin hava savunma sistemlerini güçlendireceklerini ve iki ülke arasındaki işbirliğini geliştireceklerini” kaydetti.
Anlaşma hayata geçirebilirse, Suriye’nin hava savunmasında Rusya’ya olan bağımlılığının azalmasına yol açacak. Hatırlanacağı üzere 2018’de İsrail’in Rus jetine saldırmasının ardından, Rusya’nın, Suriye’ye S-300 sistemini konuşlandırdığı bildiriliyor. Ancak Moskova’nın genel itibariyle Suriye’deki İsrail saldırılarını görmezden geldiği iddia ediliyor. Buna ek olarak Tel Aviv ve Washington arasında olduğu ileri sürülen gizli bir anlaşma dolayısıyla da Rusya’nın hava savunmasını istenilen düzeyde kullanmadığı yorumları da mevcut. Ancak İran’ın hal-i hazırda Rusya’nın olumsuz dikkatini çekmek istemeyeceği de ihtimal dahilindedir.
Arab News’in 16 Temmuz 2020 tarihli haberine göre, Tahran ve Şam yönetimleri Anlaşma ile İsrail’e de ciddî bir uyarı gönderiyor. Anlaşma’nın yapılmasında, İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun 2020 Temmuz ayı başında ABD’nin İran Özel Temsilcisi Brian Hook ile birlikte gerçekleştirdiği basın toplantısında “İran’ın Suriye’de askerî unsurlarını bulundurmasına izin vermeyeceklerini” söylemesinin etkili olduğu değerlendiriliyor. Netanyahu’nun, Esad’a karşı tehditleri de cabası.
Suriye iç savaşı 9 yıldır devam ediyor. Bu süreçte İran’ın, Esad’ı ve Hizbullah gibi İsrail karşıtlarını desteklediği biliniyor. Diğer taraftan Türkiye, İran ve Rusya’nın, Suriye’de kan dökülmesini sonlandırmak için barış diyaloğu girişimleri bir müddettir sürüyor. Her 3 ülke de Suriye’nin bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü destekliyorlar.
The Nation’ın 12 Temmuz tarihli haberinde, Tahran Üniversitesi’den Siyaset Bilimci Hossein Royvaran’ın “Rusya’nın, Suriye ile İran arasındaki Anlaşma’yı büyük bir ihtimalle destekleyeceğini” belirtiyor.
Rusya Bilimler Akademisi Doğu Araştırmaları Enstitüsü Kıdemli Araştırmacısı Boris Dolgov da “Anlaşma hakkında ABD ve müttefiklerine atıfta bulunarak Suriye’den yabancı askeri çıkarmayacağını” söylüyor. Birde Dolgov, Anlaşma’nın “İsrail hava kuvvetlerinin, İran tarafından kullanılan Suriye’deki askerî tesislere saldırmasını engellemeyi amaçladığını” ifade ediyor.
Anlaşma’nın, Suriye konusunda savaşın sonlandırılması ve barış girişimlerinde bulunan aktörlerce nasıl değerlendirileceğini ilerleyen süreçte göreceğiz.
.
Çin-İran anlaşması
Hatta “yeni dünya düzeni, Korona sonrası yeni uluslar arası sistem, milliyetçiliğe dönüş, paradiplomasi” vb. başlıklar üzerinden uluslar arası ilişkilerin geleceği tartışıldı. Halen de irdelenmeye devam ediliyor.
Korona’ya karşı tedbirli yaşamaya başladığımız “normalleşme” ile salgın öncesi uluslar arası ilişkiler tekrar gündeme geliyor. Bunlardan birisi de Çin-İran stratejik ortaklık görüşmeleri.
İran Dışişleri Bakanı Muhammed Zarif’in 2019 yılı Ağustos ayında, Çinli mevkidaşı Wang Li’yi ziyareti haberlerde yer almıştı. Ziyaretin muhtevası, iki ülke arasında 2016’da imzalanan anlaşmaya dayanarak yeni bir anlaşma imzalamak olarak kamuoyuna yansıdı.
Çin-İran Anlaşması 25 yıllık bir dönemi kapsıyor. Anlaşma’nın ilk 5 yıllık döneminde İran’ın petrol, gaz ve petrokimya sanayiini geliştirmek için Çin’in 280 milyar Dolar yatırımı söz konusu. Yine İran’ın ulaştırma ve üretim altyapısına 120 milyar Dolar’lık bir yatırım daha olacak. Birde Çinli firmalara, İran’da petrol, gaz ve petrokimya alanlarındaki yatırımları hususunda öncelik verilecek. Bununla birlikte Çinli üreticilerin, İran’da Çinli firmalar tarafından yeni yapılacak ulaşım yolları üzerinden Batı pazarlarına ulaşabilecek ve İran’da kurulacak fabrikalarda İran’ın ucuz işgücünden yararlanmasının amaçlandığı da ileri sürülüyor. En önemlisi de belirtilen Anlaşma’nın, Çin’in “Kuşak-Yol” projesinin devamı niteliğinde olduğu yorumlanıyor.
Anlaşma’nın askerî konularda da iki ülkenin işbirliğini genişletmesi “oilprice.com” web sitesine göre beklentiler arasında.
İran lideri Ali Hamaney, Tahran ve Pekin arasında, merkezi rolünü Moskova’nın üstleneceği hava ve donanma işbirliği yapılacağını belirtiyor.
Böyle bir ihtimalin, NATO’nun C4ISR şeklinde tarif edilen “Komuta, Kontrol, İletişim, Bilgisayar, İstihbarat, Gözetim ve Keşif” sistemlerinin etkisiz hâle getirmek için tasarlanmış Çin ve Rus elektronik askerî yeteneklerini de beraberinde getireceği tahmin ediliyor. Ayrıca Çin’in Doğu Asya ve Güney Çin Denizi’nde deniz kuvvetlerini inşa ve tahkim ettiği bildiriliyor. Bu anlamda Anlaşma’nın, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası hegemonyasına yönelik bir tehdit olduğu da muhtemeldir.
Fletcher School of Law and Diplomacy (Fletcher Hukuk ve Diplomasi Okulu) Misafir Akademisyenlerinden Thomas P. Cavanna’nın 5 Temmuz 2020 tarihli “The Diplomat”taki makalesinde, yapılan Anlaşma ile Çin’in Ortadoğu’daki etkisini arttırdığı vurgulanıyor. Çin’in İran’la jeopolitik ortaklığı her iki ülke için stratejik önem arz ediyor. Ortadoğu’da Çin desteğindeki güçlü İran rejiminin devam etmesi, bölgede ABD’nin hegemonyasını olumsuz etkileyeceği tahmin ediliyor.
Çin-İran Anlaşması’nın, ABD eski Başkanı Barack Obama’nın 2015’te imzaladığı İran Anlaşması’nı sona erdirmeye yönelik olduğu değerlendiriliyor. Çin ve Rusya, BM Güvenlik Konseyi (GK) Daimî Üyesi. Pekin yönetimi GK üyeliğini, ABD’nin İran’a karşı yaptırımlarını engelleme çağrılarında kullanıyor. Çin’in BM Daimî Temsilcisi Zhang Jun, GK’ne, ABD’yi İran’a karşı “yasadışı tek taraflı yaptırımları durdurmaya ve İran’a silâh ambargosunun Ekim ayından ileri bir tarihe uzatılmasına itirazı”nı ifade eden bir çağrıda bulundu. Avrupa Birliği’nin (AB), İran’la ticareti devam ediyor. AB’nin bu durumu, Trump’ın İran hakkındaki politikasını desteklemediğini gösteriyor. Diğer taraftan Çin ve Rusya’nın, İran’ın nükleer programının yaptırımlarını destekleyip desteklemeyecekleri henüz net değil. Ancak Çin-İran Anlaşması ve Rusya’nın, ABD ve NATO’nun Ortadoğu’da desteklediği ülkeleri tedirgin edeceğe benziyor. İşte bütün bu belirtilenler ABD Başkanı Donald Trump’ın kendisini giderek izole ettiğini ortaya koyuyor.
Anlaşma ile Çin’in “Kuşak-Yol” projesinde bir adım daha attığı ihtimal dahilindedir.
Irak’ta Korona etkisi
Bu etki yönetim anlayışlarından, siyasî, ekonomik, sosyal ve sağlık alanlarına kadar görülüyor.
Irak’ın 2003’deki ABD işgali sonrasında fiilen 3’e bölündüğü biliniyor. Ülkede yıllarca süren yabancı işgalinden yorulan Iraklılar’ın tepkileri herkesin malûmu. Buna ek olarak geçtiğimiz yıl yaşanan işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk, gelir dağılımı adaletsizliği, konut sorunu, içişlerine müdahale eden İran’a yönelik sivil halkın sokak gösterileri izlendi.
Irak’ta, Şiî ve Sünnî mezhep ayrımcılığı, ülkenin en belirgin dinî, siyasî ve sosyolojik özelliği niteliğinde. Korona’nın İran’da çok yaygın olduğu belirtiliyor. İranlı Şiî hacıların, Irak’taki kutsal yerleri ziyaretleri, Irak Güvenlik Güçleri (IGG) ve Irak’ın Şiî önderlerinden Ali Sistani tarafından Mart 2020’den beri kısıtlanmış durumda. Buna karşılık İran destekli Şiî Kataib Hizbullah Grubu başta olmak üzere, “Irak’taki kutsal yerleri ziyaret etmenin Korona’ya şifa ve korunma kaynağı olduğu iddiasıyla, İranlı hacıların ziyaret engellerini kaldırmaya çalışıyor.” Bu anlamda Sistani ve Iraklı Şiî grupların, rekabet halinde oldukları dönem dönem Irak merkezi hükümetiyle salgının önlenmesi için ortak paydada buluştular. Iraklı Şiî siyasetçiler de hem İran ve desteklediği gruplarla hem de güvenlik güçleri arasında denge politikasına yöneldiler.
Ülkede Ekim 2019’da başlayan sosyo-ekonomik temelli gösterilerin, salgın döneminde Mayıs 2020’de tekrar patlak vermesiyle protestolar, İran’ın da desteğiyle Şiîler’in yoğun olduğu güney bölgelerinde arttı. Başbakan Mustafa El-Kadhimi’nin 16 Mayısta Bağdat’taki Şiî paramiliter ağı Popüler Seferberlik Güçleri’nin genel merkezini ziyaret ederek, göstericilere ve milislere “yasal ve resmî çerçeveye göre hareket etmelerini; polisle değil, IŞİD/DAEŞ/DAİŞ’e karşı mücadeleye konsantre olmaları” çağrısı yaptı. Böylece Şiî unsurların bir kısmı merkezi hükümetle anlaştı. Diğer Şiî grupların da İran konusunda fikir ayrılığına düşmeleri hedeflendi.
Korona salgınında IGG’nin sağlık tedbirleri kapsamında görevlendirilmesi ve sosyal medya üzerinden de halkla irtibat kurması, IGG ve Sünnî kesim arasında bağların kuvvetlendirilmesine vesile oldu. Sünnîler’in mezhebî olarak, Şiî kutsal mekânlarının ziyaret kısıtlamasına tepkilerin dışında kalması da, IGG ile Sünnî unsurların diyaloğunu güçlendiren sebepler arasında gösteriliyor.
Birde Kadhimi’nin “İran destekli milisleri kovuşturmaya çalıştığı ihtimali” de, Sünnîler açısından önem taşıyor.
Salgın sürecindeki gelişmelerden anlaşılacağı üzere Şiî kesimin daha çok siyasîlerle, Sünnî tarafın da IGG ile ilişkisini güçlendirdiği kuvvetle muhtemeldir. Yine pandemide, merkezi hükümetin bölgedeki ve uluslar arası destek/çıkarlarını dengelemeye yöneldiği bildiriliyor.
Korona salgınına karşı görevlendirilen IGG için, Irak’ın bütün toplumdaki tarafları adına bir bütün olarak sadâkat temelinde ulusal egemenliği savunmak için bir fırsata dönüşebilir. Sonuçta salgın, 2003 ABD işgalinden bu yana Şiî, Sünnî, merkezî hükümet ve IGG için millî bütünlüğün farkına varılmasını sağlaması muhtemeldir.
.
Merkel’in siyaseti bırakması
Dönem başkanı ülke AB Konseyi toplantılarına başkanlık ediyor. Bir de AB için öncelikli konuların belirlenmesini sağlıyor. AB Konseyi Dönem Başkanlığı’nı geçen 1 Temmuz’da Almanya üstlendi. Almanya’dan sonra 1 Ocak 2021’de bu görevi Portekiz devralacak.
Almanya Başbakanı Angela Merkel, AB Konseyi Başkanlığı’nı “Birlikte Avrupa’yı yeniden güçlendireceğiz” açıklamasıyla Hırvatistan’dan devraldı. Dünyada olduğu gibi, AB’de de Covid-19’un etkileri ile mücadele etmek öncelikli.
AB, 17 Temmuz 2020’de 750 Milyar Euro’luk Teşvik Paketi’ni tartışmak üzere bir araya gelmeye hazırlanıyor. Korona öncesi popülaritesi düşen Merkel, salgına yönelik çalışmalarıyla en pragmatik liderlerden biri haline geldi. AB Konsey Başkanlığı görevi ve Teşvik Paketi’nin görüşülecek olması, Merkel için bir fırsat şeklinde değerlendiriliyor.
Teşvik Paketi, ekonomik toparlanma planı olarak niteleniyor. Almanya’nın da komşularını desteklemek için Paket’ten en büyük borcu alacağı tahmin ediliyor. Çünkü medya kuruluşu Deutcshe Welle’ye göre Almanya, ihracatının neredeyse % 70’ini AB ülkelerine yapıyor. Merkel’in, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un yanında “Avrupa’nın geleceği bizim geleceğimizdir” demesi boşuna değil.
Bununla birlikte, Almanya Savunma Bakanı Ursula Von Der Leyen tarafından hazırlanan borçlandırma planına AB içerisinden eleştiriler mevcut. Hollanda, Danimarka ve Avusturya’nın hibeleri ve kredileri kabul etmede isteksiz oldukları bildiriliyor. İsveç ise, daha iyi şartlarda anlaşma arayışında. Zaten Merkel de farklı düşünenleri biliyor. Bu sebeple de Konsey Başkanlığı’nın ilk gününde “Size üye ülkelerin konumlarının birbirinden uzak olduğunu söylemeliyim” demişti.
Merkel’e destek Macron’dan geldi. Macron, salgının etkilerinden kurtulma anlamına da gelen Plan hakkında “Bu bizim mutlak önceliğimizdir. Şansölye Merkel ve ben, bunu plana yazdık. Bu olmadan, Avrupa bu zorluğu aşamaz. Avrupa ekonomisinin etkilenmesi, bazı üyelerin yararına değil” diyerek Plan’ı eleştiren ülkelere göndermede bulundu.
Böylece Merkel, AB’yi Alman-Fransız kurtarma planına yönlendiren aktör olarak karşımıza çıkıyor. Ancak Plan’ın, Merkel’in siyasete vedası şeklinde değerlendirenler de var. 2000 yılından bu yana Parlamento’da bulunan Merkel, 2005’ten beri de Başbakanlık görevini yürütüyor. Hıristiyan Demokrat Birliği Partisi lideri Merkel, iktidarını koalisyonlarla sürdürüyor. Merkel ve Partisi’ni 2008’deki malî kriz, 11 Eylül 2001 terör olaylarından itibaren 20 yıllık Ortadoğu merkezli sorunlar, Brexit ve göçmen konularının zorladığı biliniyor.
Diğer taraftan Merkel’in, Korona ile mücadelede gösterdiği çalışmalar, 7 Mayıs 2020 tarihli Infratest Dimap/ARD tarafından yapılan ankette Alman’ların % 67’since başarılı bulundu. Salgındaki beğeni Hıristiyan Demokrat Birliği Partisi’ne olan desteği epeyce yükselttiği kaydediliyor. Buna ek olarak Korona sürecinin Alman’lara Merkel’in etkili bir AB lideri olduğunu hatırlattığı, Macron ile yaptığı ittifakın AB’yi güçlendirdiği, Avrupa’da ABD liderliğini zayıflattığı, Rusya ve Çin’den gelen sorunlarla yüzleştiği belirtiliyor.
Merkel, gelecek yıl başbakanlık görevinde son dönemi olduğunu, siyaseti ve parti liderliğini bırakacağını 29 Ekim 2018’de basınla paylaşmıştı. Merkel 2021’de siyaseti bırakırsa, Almanya eski Şansölyesi ve AB Konseyi Dönem Başkanı ünvanlarıyla ayrılacak. Teşvik Paketi/borç planlaması ile de Avrupa’nın kurtarıcısı olmaya çalışıyor. Ancak Merkel’in görevini bırakması ile muhtelif sorunları halefine bırakacağı da aşikâr. Bu sorunlar başlıca Korona, Brexit; Çin’in Hong Kong’daki anti-demokratik uygulamaları, Uygurlar hakkındaki etnik soykırım ve toplama kamplarına yönelik çözüm teklif etmemesi vd. olarak sıralanıyor. Diğer Avrupalı liderler gibi Merkel’in de Uygurlar için demokrasi, insan hakları, hürriyetler hususunda Çin’e karşı tepkisiz kalması unutulmayacaktır.
.
Korona ve paradiplomasi
Sağlık tedbirleri için getirilen kısıtlamalar, muhtelif hürriyetler hakkındaki tartışmaları beraberinde getirmişti. Salgın sürecinde devletlerin bağlı oldukları üst-yapılardan (özellikle AB) daha bağımsız hareket etmeleri de milliyetçi yönetim anlayışına yönelme münâzaralarını da gündeme taşımıştı. Birde Korona sonrası yeni dünya düzeni ihtimalleri üzerinde de duruldu.
Salgın döneminde bir kavram daha öne çıktı. Bu kavram “Paradiplomasi”dir. Bu kavram temelde “ulusal ve bölgesel yönetimlerce kendi başlarına yürütülen uluslar arası ilişkiler” olarak tanımlanıyor. Paradiplomasi terimi, Kanadalı bilim adamı Panayotis Soldatos tarafından akademik hayata taşındı. Saldatos’un 1993’te States and Provinces in the International Economy (Uluslararası Ekonomide Devletler ve Şehirler) dergisinde yayınlanan “Cascading Subnational Paradiplomacy in an Interdependent and Transnational World (Birbirine Bağımlı ve Ulus-Ötesi Dünyada Kademeli Ulus-Altı Paradiplomasi) makalesi okunmaya değer nitelikte. Çek asıllı ABD’li yazar Ivo Duchacek, kavramın teorisyenlerinden sayılıyor.
Paradiplomasi ile ilgili başlıklar ise “çok katmanlı diplomasi, devlet altı diplomasisi ve örgütler arası (intermestic) ilişkiler” şeklinde sıralanıyor. Intermestic ilişki de, “yerel meselelerin uluslar arası ilişki boyutuna taşınarak yerel çözümler aranmasını” ifade ediyor. Hatta Paradiplomasi “yerelleşmenin küreselleşmesi”, “yerel dış politika” ve “uluslar arasılaşan yerel yönetimler” biçiminde de tanımlanıyor. Günümüzde belediyelerin, merkezi yönetimden bağımsız olarak başka bir ülkenin şehir belediyesiyle “kardeş şehir anlaşmaları, karşılıklı kültürel faaliyetleri” buna örnek gösteriliyor.
Salgında merkezi yönetimden bağımsız olarak İspanya’nın Barselona şehir yönetimi Korona ile mücadelede kullanmaları için Ürdün’ün Amman, Lübnan’ın Saida, Fas’ın Tetouan ve Mozambik’in Maputo şehirlerine toplamda 400 bin Euro yardımda bulunduğu bildiriliyor. Yine Almanya’nın Frankfurt yönetimi de İtalya’nın Milan şehrine 10 bin Euro bağış gönderdi. Benzer bir durum Güney Amerika içinde geçerli. Bu coğrafyada da merkezi olmayan hükümet/yönetimlerin uluslar arası ilişkilere yöneldiği kaydediliyor.
Korona sürecinde Arjanti’nin Córdoba eyaleti, Çin’in Chongqing şehri ile tıbbî malzeme alımı anlaşması yaptı. Bununla birlikte Şili’nin Bio Bio şehri, Çin’in Hubei eyaletiyle uzun süren ilişkileri sayesinde salgında kullanmak üzere maskeye erişimi kısa sürede sağladı.
Pandemide merkezi hükümetler sınır kontrollerini arttırırken, devletlerin uluslar arası ilişkilerdeki varlığının daha fazla hissedilmesine sebep olduğu yorumlanmıştı. Diğer taraftan salgının yukarıdaki örneklerle devletlere ve uluslar arası sisteme paradiplomatik ilişkiyi hatırlatmış oldu. Elbette bu gelişmeler yerel yönetimleri, merkezi hükümetle de karşı karşıya bıraktığı durumlara yol açtı. Meselâ Şili merkezi hükümetinin şehirler arasında seyahati yasaklaması, ikametgâh ve çalışma yerlerinin farklı olan işçileri olumsuz etkiledi. Özellikle işçi nüfusunun yoğun olduğu Iquique şehir yönetimi, merkezi hükümetin aldığı bu karar karşısında işçiler tarafından sorumlu tutuldu.
Ayrıca Meksika’nın Jalisco ve Brezilya’nın Sao Paulo eyaletleri yerel yönetimin, kendi bölgesinde tek taraflı karantina ilân etmesi, merkezi yönetimden bağımsız hareket ettiklerine işaret ediyor.
Salgın, paradiplomatik ilişki ve girişimleri öne çıkartıyor. Bu bağlamda “Küresel Sağlık İçin Kentler, Birleşik Şehirler ve Yerel Yönetimler (UCLG), BM Habitat, Uluslararası Kentsel İşbirliği ve Metropolis vb. kuruluşlar arasındaki işbirliği Korona’nın bütün boyutlarının ve tecrübelerinin paylaşılmasını kolaylaştıracağı beklentiler arasındadır.
Sonuçta pandemi, Paradiplomasi’nin önemini arttığı bir süreç olmuştur. Birde mahallî yönetim ile merkezi hükümet arasındaki ilişki gündeme gelmiştir. Mahallî yönetimlerin uluslar arasılaşmasının tartışılacağı kuvvetle muhtemeldir.
.
AB Güvenliği ve Savunması için Dersler ve Çıkarımlar Belgesi
Gelen e-mail’lerde, köşe yazımda bahsedilen AB Dış Eylem Görev Gücü’nün geçtiğimiz Mayıs 2020’de yayınladığı “AB Güvenliği ve Savunması İçin Dersler ve Çıkarımlar Belgesi”nin muhtevasını yazmam talep edildi. Ben de belgenin detaylarını kısaca yazmaya çalışacağım.
Covid-19 salgını, bütün dünya için değişiklikleri zorunlu kıldı. Salgın aynı zamanda AB’deki siyasî ve ekonomik gerçekleri dönüştürüyor. Mesele sadece ekonomik değil, birde AB’nin çeşitlendirilmiş güvenlik ihtiyaçlarına da odaklanan bütüncül bir politikayı savunmasını zorunlu hâle getiriyor. Bu anlamda AB Güvenliği ve Savunması İçin Dersler ve Çıkarımlar Belgesi yayınlandı.
Belge’de krizin üstesinden gelmek için “ortaklıklar, dayanışma, duyarlılık, yetenekler ve hazırlıklı olma” başlıklarında 5 madde yer alıyor.
Belge’de belirtilen başlıklar özetle:
1. Ortaklıklar: - BM merkezli güçlendirilmiş çok taraflılık ve geliştirilmiş küresel rekabet. - NATO ile daha yakın koordinasyon. - Salgınla başa çıkmak için bütün uluslar arası ortaklarla diyalog ve işbirliği. - Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası gereği AB’nin farklı sahalarda 17 görev misyonu üstlendiği ve bunlardan 13’ünün BM görev misyonları ile paylaşıldığı ve BM gibi sahadaki ortaklarla koordinasyonun arttırılması.
2. Dayanışma: - AB üye devletleri silâhlı kuvvetlerinin birbirleriyle yardımlaşmaları. - AB Dış Eylem Görev Gücü’nün, sivil otoritelere, ulusal askerî yardım konularında bilgi alış verişini desteklemesi ve kolaylaştırması.
3. Duyarlılık: - AB sınırlarının ötesinde, terörizm vb. güvenlik ve istikrarın muhtemel etkilerinin izlenmesi. - AB misyon ve operasyonlarının değişen şartlara uyum göstermesi ve ortaklara yardım etmesi. - Hızlı takip, planlama ve karar alma süreçlerine duyarlılık. - Çatışmayı önlemek için AB Dış Eylem Görev Gücü’nün Erken Uyarı Sistemi’ni en iyi şekilde kullanmak.
4. Yetenekler: - AB sivil misyonlarının, AB’nin Korona’ya tepkisine katkıda bulunma seçeneklerini belirlemek. - AB’nin NATO’su kabul edilen Daimî Yapılandırılmış İşbirliği Anlaşması’nın (PESCO), AB’nin hazırlığını ve dayanıklılığını arttıran ortak projeler üretmesi. - Avrupa Savunma Fonu ve Askerî Hareketliliği’nin yeterince finanse edilmesi, AB’nin ekonomik toparlanmasına yardımcı olunması. - AB Dış Eylem Görev Gücü’nün askerî personel analizinin yapılması.
5. Hazırlıklı Olma: - Siber, hibrit, dezenformasyon veya Kimyasal, Biyolojik, Radyolojik ve Nükleer (CBRN) vb. tehditler karşısında güvenlik açıklarının ele alınması. - Sivil ve askerî personelin tatbikatlar ve eğitimler yoluyla koordine edilmesi. - AB’nin dahili bilgi ve iletişim ağlarının korunması ve iyileştirilmesi yer alıyor.
AB Güvenliği ve Savunması İçin Dersler ve Çıkarımlar Belgesi ile salgının muhtemel güvenlik sonuçlarıyla yüzleşmeye, geleceğe daha hazırlıklı ve dirençli olmak amaçlanmıştır. Belge’ye ek olarak 27 üye ülkenin Savunma Bakanlıkları arasında online bir Covid-19 irtibatı da mevcut. AB Dış Eylem Görev Gücü; Âcil Müdahale Koordinasyon Merkezi (ERCC), Avrupa Sivil Koruma ve İnsanî Yardım Operasyonları Direktörlüğü (DGECHO), Avrupa-Atlantik Âfet Müdahale Koordinasyon Merkezi (EADRCC) ile resmî temaslarda bulunmaktadır. Bununla birlikte NATO ile de gayri-resmî iletişim halindedir.
Böylece 27 Hazirandaki makalemde değindiğim ve talep edilen teknik konu kısaca açıklanırken, AB vd. bütün uluslar arası aktörlerin güvenlik ve savunma politikalarını salgın sonrası iyileşmenin bir unsuru haline getirmeleri kuvvetle muhtemeldir.
..
Korona sürecinde AB güvenlik ve savunması
AB üyelerinin ortak sağlık güvenliği politikasından uzakta kaldıkları görüldü. Özellikle İtalya, Fransa, Almanya ve İspanya’daki salgının yüksek hızı ve ölüm oranları dikkatleri çekti. Şimdi her ülkedeki gibi Avrupalı ülkeler de normalleşme sürecine girdi. AB hal-i hazırda ekonomik, politik ve güvenlik sorunları içerisindeyken, birde İngiltere’nin Brexit ile ayrılmasının hemen devamında Korona’nın olumsuz etkileriyle yüzleşti. Salgının AB için 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması, Doğu Bloku’nun Demir Perdesi’nin açılması ve ABD’deki 11 Eylül 2001’deki terör olayları kadar benzer bir etkiye sebep olmasının ihtimali üzerinde duruluyor.
AB’deki mevcut ekonomik krizin, salgınla birlikte daha da derinleştiği belirtiliyor. AB merkezli savunma şirketleri de dahil olmak üzere, birçok Avrupalı firmanın borsalardaki değer kayıpları tarihî anlam taşıyor. Şirketlerin değer kaybının borçlanmaya yol açacağı ve borçlanmanın tehdit boyutuna ulaşması çekinceler arasında. Kamu kaynaklarının Korona ile mücadelede arttırılarak kullanılması, savunma alanına yönelik finansmanın azalacağından endişe ediliyor.
AB’de 2008 yılı malî krizi öncesinde, savunma sektörüne yapılan harcamaların şimdi ters bir eğilim göstermesi bekleniyor. Fon eksikliği, Avrupalı savunma firmalarının Ar-Ge faaliyetlerini negatif etkileyeceği ve savunma sektörünün rekabet gücünün azalacağı ihtimal dahilindedir. Bununla birlikte Avrupa Savunma Fonu (EDF) ve Avrupa Barış Tesisi (EPF) gibi, muhtelif savunma ve işbirliği girişimlerinin hızını kaybedeceği de kaydediliyor. Savunma sahasındaki malî ve işbirliğinin gerilemesi, AB’nin kuruluş felsefesine ters düşmesi ve üye ülkelerin entegrasyonlarını zorlaştıracağı tahmin ediliyor.
Korona ile Kuzey ve Güney Avrupa ülkelerinin farklı ekonomik yapıları iyice belirginleşirken, AB üyelerinin salgın hakkında ortak politikadan ziyade daha çok milliyetçi çözümlere başvurduğu görüldü. Milliyetçiliğin de AB’nin kuruluş ilkelerine ters düştüğü biliniyor. Halbuki, “AB 2016 Yılı Küresel Stratejisi”, “küresel salgınları tesbit, önleme ve mücadeleyi” vurgulasa da, Strateji’nin kağıt üzerinde kaldığı anlaşılıyor. Uygulanamayan Strateji’nin, AB’de savunma girişimlerinin azalmasına ve milliyetçi çözüm arayışlarıyla sonuçlandığı söylenebilir.
AB’nin, NATO’ya ek olarak, 1992 yılında imzalanan Maastricht Antlaşması ile tamamlanacak Avrupa güvenliği için ortak savunma ve güvenlik birimi kurma hedefi AB’nin ulus ötesi kimliğini perçinleyecektir. Bunun ancak üye ülkelerin kriz zamanlarında birbirlerini desteklemesi durumunda anlamlı olacağı aşikârdır.
Salgınla birlikte, AB’nin güvenlik aktörü olarak konumu sorgulanıyor. Korona’nın sebep olduğu sosyo-ekonomik olumsuz etkilerle başa çıkmanın yüksek maliyetinden dolayı, AB’nin kriz yönetimi faaliyetlerinin operasyonelliğini daraltacaktır.
AB üyelerinin Libya, Suriye ve Ukrayna’daki sivil ve askerî faaliyetlerine yeni asker ve personel görevlendirme isteğinin azalması beklentiler arasındadır. Böylece salgının, Avrupa güvenlik politikasının içe dönük perspektifini ortaya çıkardığı anlaşılıyor. İçe dönük AB’de de mülteci sorununun hızlanabileceği ve üye ülkeler arasında siyasî kutuplaşmaya yol açması gibi olumsuz dışsal sorunlar yayılabilir.
Korona, AB’deki siyasî ve ekonomik gerçekleri dönüştürmeye devam ederken, birliğin sadece ekonomileri kurtarmayı değil, aynı zamanda AB’nin çeşitlendirilmiş güvenlik ihtiyaçlarına da odaklanan bütüncül bir politikayı savunmasını zorunlu hâle getiriyor.
AB Dış Eylem Görev Gücü geçtiğimiz Mayıs 2020’de “AB Güvenliği ve Savunması İçin Dersler ve Çıkarımlar Belgesi” yayınlandı. Belge’de krizin üstesinden gelmek için “ortaklıklar, dayanışma, duyarlılık, yetenekler ve hazırlıklı olma” başlıklarında 5 maddeyi ihtiva ediyor. Yine Belge’de “AB’nin, yüzleştiği tehditler karşısında gerçekten duyarlı olması, savunma ve güvenlik politikası konusunda Korona öncesi gündeminden vazgeçmemesi tavsiye ediliyor.” Bu sebeple AB, uluslar arası alanda güvenlik aktörü olma rolünü geliştirmek üzere, Avrupa Savunma İşbirliği’ni salgın sonrası iyileşmenin bir parçası yapması uygun olacağı muhtemeldir.
.
Çin-Hindistan sınır çatışmaları
İki ülke arasındaki sınır tartışmaları ve çatışmalarından anlaşılacağı üzere, mevcut uluslar arası düzenin eski problemlerinin devam ettiği anlaşılıyor.
İki ülke arasındaki sınır sorunu, İngiltere himayesi altındaki Hindistan dönemine hatta 1899’a kadar uzanan bir tarihe sahiptir. İngiliz Hindistanı ve Tibet arasında imzalanan 1914 tarihli Simla Sözleşmesi, McMahon Hattı’nı kapsamaktaydı. Ancak Çin, Simla Sözleşmesi’nin dışında tutuldu. Çin ve Hindistan 1962’de tartışmalı bölgeler ve sınır hattı için savaştılar. 1962 Savaşı sonrası, “Gerçek Kontrol Hattı ve güven arttırıcı tedbirler”in dahil edildiği anlaşma, ancak 1996’da imzalanabildi.
Çin’in, Hindistan Büyükelçisi Sun Yuxi’nin 2006’da, Hindistan’ın Kuzeydoğu’sundaki Arunaçhal Pradesh eyaletinin Çin’e ait olduğunu “Arunaçhal Pradesh bizimdir” şeklinde duyurdu. Aynı zamanda her iki ülke, sınır bölgesi Sikkim boyunca zaman zaman çatıştılar. Hindistan da 2009’da Çin sınırı boyunca ilâve askerî güç konuşlandıracağını ilân etti. Yine Hindistan, sınır anlaşmazlığını çözmek üzere Çin’in kabul etmediği “Tek Hindistan” siyasetini kabul etmesini teklif etti. Fakat sorun bugün de varlığını sürdürmektedir.
Çin ve Hint birliklerinin geçtiğimiz 5-6 Mayısta, tartışmaların yoğunlaştığı Pansong Tso Gölü civarında çatıştıkları belirtiliyor. Bu çatışma, iki ülkenin doğu Ladak’taki Gerçek Kontrol Hattı’nın (GKH) muhtelif noktalarına askerlerini yerleştirdiği bildiriliyor. Birde Çin’in, her iki ordunun devriye gezdiği “gri alan” niteliğindeki Göl üzerinde varlığını fazlasıyla hissettirdiği kaydediliyor. Buna karşılık Hindistan ise, Göl hakkında statükonun restorasyonunu talep ediyor. Bununla birlikte iki ülkenin sorunlu ve çatışma halinde oldukları bölgeler Demchok, Galwan Vadisi ve Daulat Beg Oldie’yi de kapsıyor.
Çin ve Hint birliklerini 1962’den beri ayıran GKH, Göl’den geçiyor. Bu anlamda iki aktör içinde stratejik öneme sahip. Hindistan’ın GKH yakınlarındaki altyapı yatırımları, Çin’in Aksai Chin ve Lhasa-Kaşgar karayolunun kontrolünü zorlaştırdığı muhtemeldir. Belirtilen karayoluna yönelik muhtemel tehditlerin Çin’in Ladakh ve Jammu Keşmir’deki Pakistan egemenliği altındaki bölgeler hakkındaki planlarını da tehlikeye attığı ihtimaller arasında gösteriliyor.
Daulat Beg Oldie-Darbuk-Shayok arasındaki 255 Km’lik karayolunun inşası da, Çin’in tansiyonunu yükselten sebeplerden. Birde Daulat Beg Oldie dünyada en yüksek havaalanı olma özelliği taşıyor. Buna ek olarak yol, Karakoram geçişindeki son askerî bölgeye kadar uzanması ve tamamlandığında Daulat Beg Oldie ile Leh arasında seyahat süresinin 48’den 6 saate düşecek olması da çatışmaların jeopolitik ve jeostratejik muhtevası hakkında fikir veriyor.
Çin’in Korona’yı “Maske Diplomasisi” ile avantaja çevirme girişimleri biliniyor. Ancak Korona’nın, Çin’de büyük iş kayıplarına ve salgının getirdiği olumsuz uluslar arası algıların da iç huzursuzluğa yol açtığı vurgulanıyor. Diğer taraftan Hindistan Başbakanı Narendra Mondi’nin Swadeshi Hareketi (Yerel Ses) üzerinden yerli ürünleri kullanma çağrısı yapması, Hindistan’da Çin mallarına yönelik boykotu hızlandırdı. Böylece Hindistan’ın Korona sonrasında, Çin mallarını kullanımını azaltmayı planladığı ihtimal dahilindedir. Salgının, Çin’in ticaret açığını arttırdığı belirtiliyor. Hindistan’ın Çin’den ithalatının 65 milyar Dolar, Çin’in de Hindistan’dan ithalatının 13 milyar dolar seviyesinde. Çin-Hint sınır çatışmalarının, “Çin Ürünleri Boykotu”na bağlantılı olduğu, ticaret dengesizliğini etkili bir şekilde azaltabileceği ve sonuçta Çin’e ekonomik zarar verebileceği ileri sürülüyor.
İki ülkenin çatışma sebepleri arasında Çin’in, ABD Başkanı Donald Trump’ın Hindistan’ı G7’ye alma düşüncesine karşı çıktığı iddiası da bulunuyor. Korona’dan dolayı eleştiri oklarının hedefindeki Çin’in, Hindistan ile çatışması dikkatleri farklı bir yöne çekmeye çalıştığına yorumlanıyor. İki ülke arasındaki sınır sorununun, 1899 sonrası konjonktürden farklı bir aşamaya geçtiği ve ekonomik çıkarların daha öncelikli hale geldiği aşikârdır.
.
Sağlık İpek Yolu
İtalya’nın da işbirliğiyle 2049’da bitirilmesi planlanan Kuşak-Yol’un, Çin-Roma Medeniyeti Birliği şeklinde ifade edenler de mevcut. Bununla birlikte Modern İpek Yolu’nu çağrıştırdığı da söyleniyor. Hem kara hem de deniz yolu güzergâhlarını içeriyor.
Çin’den tüm dünyaya yayılan Covid-19 virüsü, Çin’e yönelik tepkileri de beraberinde getirmişti. Hatta ABD Başkanı Donald Trump, Korona için “Çin virüsü” tanımı yapmıştı. Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi, 2020 yılı Mayıs sonunda “salgının, dış politikada Kuşak-Yol’u yavaşlattığını” itiraf etmişti. Ancak Yi “Kuşak-Yol’un daha güçlü bir şekilde geri döneceği” iddiasında da bulundu. Yi’nin asıl gündeme getirmeye çalıştığı, Kuşak-Yol’un “Sağlık İpek Yolu (SİY)” idi. Pekin’in 2015’ten bu yana SİY ile halk sağlığı yönetimini organize etmeye çalıştığı ileri sürülüyor. Bu anlamda Korona’nın Çin’e, SİY kapsamında sağlık yönetimini küresel olarak başlatma fırsatı verdiği belirtiliyor.
Hindistan’da yayınlanan The Print Gazetesi’nin 11 Haziran’daki sayısında Deep Pal, Rahul Bhataia ve Suchet Vir Singh’in kaleme aldığı “Health Silk Road – How China Plans to Make BRI Essential in Covid-hit South Asia (Sağlık İpek Yolu – Çin, Covid Üzerinden Güney Asya’da Kuşak-Yolu Nasıl Zorunlu Hale Getirmeyi Planlıyor?)” makale dikkate değer nitelikte.
Makalede Çin’in, değişen jeo-politik ve jeo-ekonomik gerçekler karşısında SİY için daha fazla çalıştığı anlatılıyor. Çin’de yayınlanan People’s Daily Gazetesi’nin 25 Mart’taki nüshasında da “Health Silk Road protect lives of all mankind (SİY Tüm İnsanlığı Korur)” başlıklı haberinde Pekin’i yönlendiren 3 ana hedeften bahsediliyor. Haberde “Çin’in acil küresel hedefinin, salgın sürecinde Çin hakkındaki söylenilenleri kontrol altına almak ve kendisini küresel bir sağlık lideri olarak göstermek” olarak değerlendiriliyor.
Yine The Print’deki yayına göre, Çin’in ayrıca “Maske Diplomasisi” biçiminde başlayan ve muhtelif ülkelere tıbbi malzeme tedariğinin, şimdi “Kurt Savaşçı Diplomasisi”ne dönüştüğüne yorumlanıyor. Çünkü Pekin ve Xi Jinping hükümetinin sosyal medya kanallarını sonuna kadar kullanarak, iyilik ve yardımsever imajı yaymak için çalışıyorlar. Böylece Çin’in salgının başından beri “şeffaf, açık ve kapsamlı” resmi söyleminin tutarlılığına dikkat çekiliyor.
The Print’te diğer taraftan “Korana’nın ve SİY’nun Çin’e, küresel halk sağlığı mekanizmalarını kendi düşüncesine uyacak şekilde yeniden düzenleme fırsatı verdiği” kaydediliyor. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’nün SİY’nu 2017’de onayladığı hatırlandığında ve salgının Çin’e diğer ülkelere tıbbi yardımda bulunma imkânı verdiği göz önünde alındığında, SİY’nun DSÖ’ne alternatif olabileceği değerlendiriliyor. Çin’in, SİY ile yeni pazarlar bulmayı umduğu, Kuşak-Yol kapsamındaki ülkelerde Çin sağlık sistemleri ve teknolojilerini planladığı da iddia ediliyor.
Çin’in 2017’den bu yana SİY hakkında kapsamlı altyapı geliştirme, kapasite geliştirme, hastalıkların tanımlanması, önlenmesi, kontrolü, e-tıp uygulamaları, karantina araçları, yetkililer için istatistikler, iletişim izleme uygulamaları vb. çalışmalar yaptığı bildiriliyor. Yapılan bu çalışmalar neticesinde Çin’in, Korona’dan etkilenen ülkelere tıbbi yardım ve personel gönderdiği aktarılıyor. Pekin birde biyomedikal teknolojisi, sentetik biyoloji, gen araştırmaları ve teletıp gibi alanlarda işbirliği arayışında.
Korona tüm dünyada olduğu gibi, Güney Asya’da da son 40 yılın en kötü ekonomisine yol açtı. Özellikle Pakistan, Bangladeş, Maldivler başta olmak üzere, Çin’le ticari bağlantıları olan ülkelerin borç yapılandırması görüşmelerine başladıkları gelen haberler arasında. Buna birde Güney Asya ülkelerinin temel sağlık hizmetlerindeki yetersizlikleri de eklenince, bu ülkelerin, Çin’in SİY ve Kuşak-Yol’un ayrılmaz parçası olacakları ileri sürülüyor.
Çin’in Kuşak-Yol ve SİY’nun başarısı, Güney Asya ve dünyanın diğer bölgelerinde hızlı yayılabilmesine bağlı. Ancak Güney Asya ülkelerinin, Çin’le nasıl başa çıkabileceklerine dair stratejiden mahrum oldukları ihtimal dahilindedir. Çin’in “Kurt Savaşçı Diplomasisi”nin, dünyanın diğer yerlerindeki muhtemel etkilerinin ne olacağını ilerleyen süreçte gözlemleyeceğiz.
.
Korona’nın ABD’deki protestolara etkisi
Protestolar 50 eyalete yayıldı. Floyd’un “Nefes Alamıyorum” ifadesi çeşitli ülkelerde polis şiddetine maruz kalanların sloganı haline geldi.
ABD’deki protestoların hızlı yayılması ve büyük ölçekli olmasında Covid-19 salgınının etkisinden bahsedenler de mevcut. Küresel ekonomiyi durma noktasına getiren Korona, insanların da aylarca evlerine kapanmasına neden oldu. Eve kapanmadan kaynaklı işsizlik, kaygı, huzursuzluk, yorgunluk ve öfke gibi sosyo-ekonomik ve psikolojik durumlar protestoların kaçınılmaz gündemi oldu.
Salgınla birlikte evlerine kapanan Amerikalılar, sosyal izolasyon ve güçsüzlük duygusu hisseden çok sayıda kişinin protestolara katıldığı görüldü. Başka bir ifadeyle Amerikalılar için ırk ayrımcılığı, ekonomik, sosyal, siyasi vb. olumsuzluklar Korona’dan daha varoluşsal bir tehdit olduğu yorumlanabilir. Elbette bu gelişmelerin sosyal mesafeye de son verdiği söylenebilir. Böylece Covid-19 vakalarında artış görülmesi muhtemeldir.
Siyah Amerikalılar’ın halk sağlığı hizmetlerine erişmede zorluk yaşadıkları ve ekonomik eşitsizliklerle karşılaştıkları iddiaları; Floyd ve diğer 2 Siyah Amerikalı’nın öldürülmesi, Siyahların polis şiddetinden daha fazla korktuğu hakkında güçlü bir mesaj veriyor.
Protestocular küresel anlamda, Siyah Amerikalılar’la ve benzer sorunlarla mücadele edenlerle dayanışma içindeler. Böylece protestocular, Batılı ülkelerdeki geçmişten bugüne sistemik ırkçılık ve talimatların dışına çıkan güvenlik güçlerinin vahşetini protesto ettikleri de belirtiliyor. Çünkü geçtiğimiz hafta Paris’te, 2016’da polisin elindeki Siyah bir adamın ölümünün yıl dönümünde gösteri düzenlemek için, toplantı yasağına rağmen 20 bin kişi toplandı. Yine geçen hafta Berlin’de, polis veya kamu görevlilerinin ırksal içerikli davalardan mahkeme edilmesine izin verildiği bildiriliyor.
Tüm bu gelişmeler Batı’da demokrasiden memnuniyetsizliğin arttıkça, devletin ırksal ve etnik azıklıklarla ilişkilerinin eleştirel incelenmesini ve iyileştirici önlenmeler alınmasını gerekli kılıyor. Birde toplumun her kesiminin ihtiyaçlarına cevap verdiklerini göstermesi gereken demokratik kurumların güvenilirliğini arttırma fırsatı verdiği de anlaşılabilir.
Şu anda protestoların ne kadar süreceği, somut ve kalıcı reformların yapılıp yapılmayacağını söylemek güç. Ancak Minneapolis, Boston ve Los Angeles’ta gelişmelerden bahsediliyor. Minneapolis’te, Şehir Meclisi’nin çoğunluğu “kamu güvenliğini yeniden belirlemek üzere halkla birlikte çalışma sözü vererek, Polis Departmanı’nı dağıtmaya karar verdi.” Bostan Belediye Meclisi de oybirliğiyle, “polis şiddetini sona erdirecek önlemler alacağına dair karar aldığı” kaydediliyor. Buna ek olarak Los Angeles Belediye Başkanı’nın “Polis Departmanı bütçesinde önerilen bir artışı durduracağı ve kaynakları Siyah toplulukların sağlık ve eğitim ihtiyaçlarına tahsis edileceği” yönünde çalışma başlattığı haberlerde yer alıyor.
Böylece protestocuların sosyal medyadaki “#polthepolice” hashtagindeki “polis bütçelerinin düşürülmesi, polis taktik ve uygulamalarının yeniden düzenlenmesi” taleplerinin dikkate alındığı anlaşılıyor.
Göstericilerin talepleri, diğer şehirlerde, Minneapolis’deki gibi polis departmanının dağıtılmasına varmayabilir. Bununla birlikte protestolar azaldıkça, Korona’nın potansiyel 2. dalgasının ve artarak devam eden ekonomik gerilemenin daha da belirgin hale geleceği beklentiler arasındadır. Bozulan ekonominin, toplumsal huzursuzluğu arttıracağı aşikârdır.
ABD’nin uzun yıllar kölelik ve ırksal ayrımcılığa sahne olduğu biliniyor. Şimdi ABD devleti ve Siyahlar arasındaki ilişkide derin bir değişim ve kırılma süreci yaşandığı kuvvetle muhtemeldir.
.
İtalya’nın Turuncu Yelekliler’i
Başbakan Guiseppe Conte hükümeti, Korona salgınının etkilerinden kurtulmaya çalışırken, 2 Haziran Salı günü 70 şehre yayılan “Turuncu Yelekliler Hareketi”nin protestolarıyla karşılaştı.
Turuncu Yelekliler, hükümeti Korona krizini yönetememekle, AB para birimi Euro’dan ayrılıp, eski İtalyan millî parası Liret’e dönülmesini ve hükümetin istifasını talep ediyorlar. Bir de gösterilerin İtalya Cumhuriyet Bayramı’nda yapılması da manidar karşılanıyor.
Protestolar sağcı muhalefet partilerin katılımıyla “Pes Etmeyen Ülke” sloganıyla gerçekleşiyor. “Pes Etmeyen Ülke” sloganıyla, Korona’dan etkilenen ve sonuçlarıyla başa çıkmaya çalışan İtalyanlar’a atıfta bulunuluyor. Gösterilerde özellikle sağ kanattan Matteo Salvini’nin League’s Partisi, George Meloni’nin Kardeşler Partisi, Antonio Tajani’nin Forza İtalya Partisi önde yer aldığı bildiriliyor.
Sağcı partilerin protestolarına emekli General Antonio Pappalardo liderliğindeki Turuncu Yelekliler’i de katıldı. Sosyal medya ortamında örgütlenen Turuncu Yelekliler’in aşı karşıtlarından, ekonomik engellemelerle karşılaşan sıradan İtalyan vatandaşlarından oluştuğu kaydediliyor. Daha da önemlisi Turuncu Yelekliler’in, İtalya’nın AB üyeliğine karşı olmaları.
Daily Express Gazetesi “gösterilerin 4 Temmuz’da yapılacak mitingin provası, ne kadar başarılı olduklarını söylemek için henüz çok erken, ancak Fransa’daki Gilets Jaunes’in Sarı Yelekliler hareketinden esinlendikleri anlaşılıyor” şeklinde değerlendirdi. Böylece 4 Temmuz’da daha kapsamlı gösterilerin yapılmasının beklendiği anlaşılıyor.
Fransa’da protestoların sayısı ve etkisi azalsa da Sarı Yelekliler’in hükümeti vergi indirimine zorladıkları biliniyor. En önemlisi işçi sınıfının Fransa siyasî gündeminin merkezine girdiler. Siyaset Bilimi Uzmanı Frédéric Gonthier göre “Turuncu Yelekliler de amaçlarına ulaşırlarsa, İtalya siyaseti üzerinde benzer bir etkiye sahip olmaları muhtemeldir.”
İtalya’da salgın sebebiyle milyonlarca insanın işini kaybettiği aktarılıyor. Ülke ekonomisinin de bu yıl % 9,1 oranında küçülmesi beklentiler arasında. Geçtiğimiz 9-10 Nisan’da yapılan ankette, AB’den ayrılmayı isteyenlerin % 49 gibi yüksek bir seviyeye ulaştığı bildiriliyor. Bütün bu sebepler Turuncu Yelekliler’e muhtemel katılımı arttıracağı yönünde.
Diğer taraftan Turuncu Yelekliler’in İtalya siyasetindeki etkisinin ise, Conte hükümetinin protestolara nasıl tepki vereceğiyle ölçüleceği yorumlanıyor. Roma’nın Euro’nun destekçisi olduğu düşünüldüğünde, gösterilerin İtalya’yı Euro bölgesinden çıkarmayı başarması pek mümkün görülmüyor. Turuncu Yelekliler’in, vergi indirimi talepleri kabul edilebilir.
Turuncu Yelekliler, muhalefet için bir enstrüman mı olacak? Ya da hükümete taleplerini kabul ettirebilecek mi? Bunu gelişmeleri izleyerek göreceğiz. Ancak protestoların İtalya’da ciddi bir memnuniyetsizliği temsil ettiği bir gerçektir
.
Amerikan Baharı mı?
Kolektif “kimlik” siyasetinin belirgin bir şekilde 1980’lerden itibaren başladığı belirtiliyor. Bununla birlikte özellikle geçen son 10 yıllık süreçte sosyal adalet, hukukun üstünlüğü, demokrasi, hürriyetlere muhtelif toplumsal unsurlarca daha da önem atfediliyor. Aynı zamanda ulusal sınırları aşarak talep ediliyor.
Kelebek Etkisi terimi herkesin malûmudur. Yani bir yerdeki gelişmelerin/olayların, daha farklı bir coğrafyadaki gelişmelere sebep olabileceği fikridir. Diğer bir deyişle “Brezilya’daki bir kelebeğin kanat çırpmasının Teksas’ta kasırgaya sebep olabileceğidir.” Yani “görünüşte bağlantısı kesilmiş toplumsal unsurun veya coğrafî yerlerin bağlı olduğunu ve küçük gelişmelerin büyüğünü meydana getirebilecek metafordur.
“Kelebek siyaseti” de Harvard Hukuk Okulu’ndan Cathirine Mackinon tarafından “bir insana yönelik müdahalenin er geç büyük karmaşıklıklara sebep olacak ve istikrarsız bir siyasî sisteme yönelme” olarak tanımlanıyor. Tunus’ta 2011’de güvenlik güçlerinin, sokak satıcısı Muhammed Buazzizi’ye karşı uyguladıkları şiddet bütün Kuzey Afrika ve Ortadoğu’ya yayılarak, Arap Baharı rüzgârını estirmişti.
Bugün ise Minneapolis’te bir polisin, siyahî George Floyd’u nefes almasını engelleyerek öldürmesi üzerine halk olayları başladı. ABD’de yayılan “Nefes Alamıyorum” gösterilerine Avrupa’dan Avustralya’ya kadar geniş bir alanda, “Kelebek Etkisi/kanat çırpması” gibi destekler geliyor. Göstericilerin Fransa’daki benzer polis şiddetini ve ırkçılık vak’alarını da vurguladıkları bildiriliyor. Böylece “domino etkisi”nden söz etmek de mümkündür.
Yine geçen 10 yıllık dönemde devrimci kabul edilen sosyo-politik hareketlerin Kuzey Afrika, Ortadoğu, Avrupa ve Amerika’da etkileri görüldü. Böylece Arap Baharı’nın gerçekleştiği ülkelerde otokratik yönetimler sarsıldı/değişti veya diktatörler devrildi. Bu anlamda sosyo-politik hareketlerin, Samuel Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezini boşa çıkardığı da yorumlanabilir.
Aynı etkinin ABD’de, göstericilerin taşıdığı “Siyah Hayat Önemlidir” pankartları, polis şiddeti ve ırkçılık, ulusal diyaloğu zorluyor. Diğer taraftan “Siyah Hayat Önemlidir Hareketi”nin önemli destekçilerinden Princeton Üniversitesi eski akademisyenlerinden Cornel West, “Irk Önemlidir” isimli eserinde “siyahların sorunlarını çözmek yerine, onları kontrol altına almaya çalışıyorlar” eleştirisini getiriyor.
Andrew Heywood’a göre kimlik siyaseti “özgürlük ve güç kazanma kaynağıdır. Kimlik toplumsal ve siyasal ilerlemeyle, saf ve özgün bir kimlik inşasına yönelik kültürel varlığını hissettirme yoluyla başarılabilir.”
Marcus Garvey, 20. Yüzyıl başlarındaki “Afrika’ya dönüş” mesajını savunan Siyahî Milliyetçiliğin lideriydi. Siyah Müslümanlar Hareketi de 1929’da kuruldu. Reformcu görüşlerle hareket eden Martin Luther King, 1960’larda “Siyahların Durumunu İyileştirme Ulusal Kurulu”nu kurarak sivil haklar mücadelesi verdi. 1966’da Kara Panterler liderliğinde Siyah Gücü Hareketi kuruldu. ABD’de muhtelif tarihlerde farklı yöntemlere sahip, siyahî kimlik inşası için örgütler kurulduğu anlaşılıyor.
“George Floyd” gösterileri de adalet, eşitlik, hürriyet, ayrımcılık karşıtlığı çerçevesinde; Houssem Ben Lazreg ve Amira Hassnaoui tarafından “Amerikan Baharı”nın kıvılcımı şeklinde değerlendiriliyor. Böylece sosyal adalet merkezli Arap Baharı ile benzerlikler arz ettiği kuvvetle muhtemeldir.
.