ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
ehlisunnnetde
Terörün altın çağı!
28 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :28 Ekim 2024 09:24
A -
A +
*İdeolojiler çağı XIX. asır terörizmin de altın devri olmuş, anarşistler yeryüzünde duman attırmıştır.
*Krallar, reisicumhurlar, başbakanlar, siyasetçi ya da bürokratlar pisi pisine öldürülmüştür.
Terör esasen psikolojik harbin bir çeşididir. İşin aslı korkutmak üzerine kurulmuştur. Terör, korkutmak demektir. Eskiden bunun yerine tedhiş tabiri kullanılır, teröristlere de tedhişçi denirdi ki dehşetten gelir.
Her devirde her yerde muayyen bir siyasi emele ulaşmak isteyenler, illegal yollara müracaat etmiş, korkutmak, dövmek, öldürmek, sürmek, mallarına el koymak gibi yollarla insanları yıldırmaya çalışmıştır.
İşin garibi çok zaman bu gibi yıldırmalara maruz kalanlar, teröristlerin emellerine taş koyanlar değil, bilakis masum kişi ve kişilerdir.
Maksat, dikkat çekmek, tanınmak, davasını tanıtmak veya potansiyel tehlikeleri bertaraf etmektir. İyi kötü bir neticeye varabildikleri için de tarih boyu terör hep var olagelmiştir.
Korkut ve yıldır!
Bazı psikopat idarecilerin muhaliflerini sindirmek için mallarına el koyması, onları sürgün, hatta idam etmesi, teknik olarak terör sayılmasa da muhalifleri sindirme ve yıldırmayı gaye edindiği için teröre benzer işlerdendir.
Engizisyonun din düşmanı ilan ettiği kişileri takip etmesi, onları suçlu veya suçsuz olduğuna bakmadan cezalandırması, yine halkı korkutma ve sindirme gayesiyle yapılmaktadır.
Yahudiler başta olmak üzere ekseriyete benzemeyen din, mezhep ve ırk mensuplarına tatbik edilen pogromlar da birer terör hareketidir. Evvela bu kişilerden bir veya birkaçı provoke ve ardından da karşı taraftakiler tahrik edilir. Misilleme maksadıyla evleri yakılır, dükkânları taşlanır, kızları kaçırılır, ileri gelenleri dövülür, sürülür, hatta öldürülür.
Amerika’da dahilî harbi kölelik muhalifi Yankiler kazanınca, zenci düşmanları Ku Klux Klan adıyla bir terör teşkilatı kurdu. Zencilere olmadık eziyeti yaparken, resmî makamlarda da el altından destekçi bulabildi.
Katile müjde!
Fransız ihtilalcilerinden Robespierre, maksada ulaşmak için teröre müracaat edileceğini açıkça dile getirmişti. Onun hâkim olduğu ve binlerce masum insanın giyotinle öldürüldüğü devreye tarihte “terör devri” adı verilir (1793-1794).
“Beşşiru’l-kâtile bi’l-katl” (Katile, katledileceğini muştulayın!) prensibince, kendisi de sonra bu terörün kurbanı oldu ve başı kesildi. Ama devlet terörünün kurucusu olarak tarihe geçti.
XIX. asrın ilk ayrısında Bolşevikler, Naziler ve bunlardan aşağı kalmayan başkaları, üstatlarından aldıkları dersi hakkıyla tatbik etmiştir. Otoriter ve totaliter devletler, resmî ideolojisine karşı gelenleri, hatta gelme potansiyeli bulunanları hiç affetmemiş, acımasızca ezmişlerdir. Hatta kendi çıkardıkları kanunlar çerçevesinde yürüttükleri teröre kurban etmişlerdir.
Terörün arka perdesi
İdeolojiler çağı XIX. asır terörizmin de altın devri olmuştur! Anarşizm denilen ve devlet nizamını reddeden bir ideolojiye mensup gençler yeryüzünde duman attırmıştır. Onlarca kral, reisicumhur, başbakan ve siyasetçi ya da bürokrat suikastçılar tarafından öldürülmüştür.
İngiltere Başbakanı Spencer Perceval (1812), ABD Başkanı Abraham Lincoln (1865), ABD Başkanı James Garfield (1881), Rus Çarı II. Aleksandr (1881), Fransa Cumhurreisi Sadi Carnot (1894), İran Şahı Nasıreddin (1896), İtalya Kralı I. Umberto (1900), ABD Başkanı William McKinley (1901), Sırbistan Kralı I. Aleksandr (1903), Yunanistan Başbakanı Theodoros Deligiannis (1905), Bulgaristan Başbakanı Dimitar Petkov (1907), Portekiz Kralı I. Carlos (1908), Mısır Başbakanı Butros Gali (1910), İspanya Başbakanı José Canalejas (1912), Sadrazam Mahmud Şevket Paşa (1913), Meksika Cumhurreisi Francisco I. Madero (1913), Yunanistan Karlı I. Yorgi (1913), Arşidük Franz Ferdinand (1914), Afgan Kralı Nadir Şah (1933), Yugoslavya Kralı I. Aleksander (1934), Ürdün Meliki Abdullah (1951), Irak Meliki II. Faysal (1958), ABD Başkanı John F. Kennedy (1963), Suudi Arabistan Kralı Faysal (1975), Mısır Reisicumhuru Enver Sadat (1981), Hindistan Başbakanı İndra Gandi (1984), İsveç Başbakanı Olof Palme (1986), İsrail Başbakanı İzak Rabin (1995), Lübnan Başbakanı Refik Hariri (2005), Japonya Başbakanı Şinzo Abe (2022)… Hele Güney Amerika ve Afrika’da teröre kurban giden politikacı sayılamayacak kadar çoktur...
Mutlak monarşiye karşı çıkanlar, hürriyet, eşitlik, adalet gibi sloganları dillerinden düşürmeseler de terörden bol miktarda istifade etmişlerdir. Sultan Abdülhamid iktidarına son vermek üzere kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti bunun misaldir. Senelerce ülkede terör estirmiş, davaları için zararlı gördükleri kişileri, en yakınları olsa bile gözlerini kırpmadan öldürebilmiştir.
Ulus-devletin çocuğu
İmparatorlukların yıkılması ve yerini ulus-devletlere bırakması terörizmin de önünü açmıştır. Ulus-devlette aynı ırk ve kültürden geldiğine inanan bir topluluk bütün siyasi, askerî, iktisadi, hatta sosyal hayata hâkimdir. Kendilerine benzemeyenlere azınlık der ve sınırlı şartlar altında yaşamasına izin verir.
Bunlara tatbik edilen baskı, milliyetçi terörü doğurmuştur. İspanya’da Bask halkının kurduğu ETA ve Birleşik Krallık’ta İrlandalıların kurduğu IRA, güçlü faaliyetleriyle tanınmış ve siyasi maksatlarına bir ölçüde ulaşmıştır.
Her devletin siyasi rakibi veya düşmanı olduğuna göre, bu devletler komşudaki teröristleri desteklemekte, hatta bizzat kurup organize etmekte tereddüt etmemişlerdir.
1970’lerde Türkiye’deki aşırı sol gruplara Sovyetler destek verirken, aşırı sağ grupları CIA organize ve finanse ederdi. Bu terör devri, ABD yanlısı bir darbeyi doğurmuştur. Saddam devrinde Irak, kendi ülkesinde İhvancıları ezdiği hâlde, Suriye’deki İhvan’a iktidarı devirmeleri için destek verirdi.
Terörden mafyaya
Açılımı bile Kürdistan İşçi Partisi olan PKK, Şark’taki ekonomik gücü zorla ele geçirmek iddiasıyla ortaya çıkmış, Kürtlerin çoğunu temsil etmeyen sosyalist bir teşkilat idi. Türk hükûmeti, kendisini milliyetçi bir hareket olarak görmek hatasına düştü. Bu da kitleleri buraya sevk etti.
Zamanla terör grupları birer mafyaya dönüşmüştür. Global güçlerin birer nüfuz vasıtası hâline gelmiştir. İstedikleri yaptırmak üzere hükûmetlere baskı için bunları kullanmışlardır.
XX. asrın ikinci yarısında terörizm, aşırı sağdan aşırı sola kadar, var olan siyasi nizamı sarsmak veya yıkmak maksadındaki kişilerle veya gruplarla aynileşmiştir.
İrlanda, Cezayir, Vietnam gibi sömürgelerdeki milliyetçi hareketler, Filistin ve Kıbrıs gibi, aynı toprak üzerinde hak iddia eden topluluklar, İrlanda ve Lübnan gibi mezhep mücadeleleri, iktidarı devirmek isteyen Marksist ihtilalci gruplar (Endonezya, Filipinler, İran, Nikaragua, Arjantin gibi) terörü vasıta olarak kullanmıştır.
Postmodern terör
Otomatik silahların ve elektrikle infilak ettirilen patlayıcıların inkişafı, teröristlere büyük bir hareket imkânı getirdi. Haberleşme vasıtaları çoğaldıkça, terörizmin halk üzerindeki tesiri daha da arttı. Geniş kitleler, an içinde yapılanlardan haberdar olabiliyordu.
Şimdiki terör faaliyetlerinin kurbanları, alt edilecek karşı tarafın unsurları değildir. Eskiden farkı olarak umumiyetle rastgele seçilen ya da terör faaliyeti sırasında tesadüfen orada bulunan masum kişilerdir.
XX. asrın teröristleri, gerçekçi olmayan hedefleriyle, XIX. asrın anarşistlerine benzer. Terörist gruplar halk desteği bulamayınca, umumiyetle adam kaçırma, suikast, uçak kaçırma ve bombalama gibi faaliyetlere tevessül eder.
Almanya’daki Baaden-Meinhof, Japonya’daki Kızıl Ordu, İtalya’daki Kızıl Tugaylar, Porto Riko’daki FALN, Fransa’daki Doğrudan Eylem, Türkiye’deki PKK bu asrın en mühim terörist gruplarıdır. Kızıl Tugaylar Başbakan Aldo Moro’yu kaçırıp öldürmüştü (1978).
Affedilmez hata
Berlin Muahedesi bahanesiyle bazı milliyetçi Ermeniler muhtariyet davasına kalkışmış, bunu elde edebilmek uğruna İstanbul’daki Osmanlı Bankası’nı basmıştı. Bu hareket duyulmalarını temin etti, ama para babalarının hoşuna gitmedi. 1905’te Padişah’a karşı tertipledikleri çok teknik bir suikast maksada erişemedi.
Ama Türkler arasında Ermenilere antipati uyanmasına sebep oldu. Terörün en çok cezasını hiçbir şeyden haberi olmayan masum hedeflerden sonra, teröristlerle ailevi, dinî, ırki bir sosyal yakınlığı bulunan kişiler çeker. Teröre karşı olsalar da başkaları tarafından terörist olarak damgalanmalarına mâni olamaz.
1915’te İttihatçılar tarafından uğradıkları mezalimin dünyaca duyulmasını ve Türkiye tarafından tanınmasını isteyen Ermeniler, ASALA adında bir terör teşkilatı kurdu. Çeşitli ülkelerdeki Türk diplomatlarını öldürmeye başladı.
Kimsenin umursamadığı faaliyetler, teşkilatın affedilmez hatasıyla sona erdi. Orly havaalanında patlattığı bomba, amme efkârını rahatsız etti. Türk hükûmeti, Mossad ile iş birliği yaparak teşkilatı çökertti.
Hasan Sabbah ve Assasin
Hazret-i Ali taraftarı olup, onun Hazret-i Muaviye ile sulh yapmasını hazmedemeyen bir grup ayrı bir siyasi hizip hâlini aldı. Gayelerine ulaşmak üzere kâfir gördükleri Hazret-i Ali ve Muaviye’ye suikast tertipledi. Sadece muhaliflerini değil, kendilerinden taraf olmayanları bile hiç acımadan yok etmeye çalıştı. Orta Çağ’ın bu namlı teröristlerini Emeviler büyük mücadelelerle sindirmeye muvaffak olmuştur.
Kur’ân’ın görünmeyen manaları olduğunu iddia eden Batıniye mezhebine mensup Hasan Sabbah, XI. asırda enteresan bir terör devletinin başına geçti. Her çeşit muhalifini, fedaileri vasıtasıyla yok ederdi. Dünya tarihinin en büyük şahsiyetlerinden Selçuklu veziri Nizamülmülk bu yolda hayatını kaybedenlerdendir.
Bilinmeyen yollarla ikna ettiği, bu sebeple haşhaşa alıştırdığına inanılan fedailerine 'Haşhaşi' denmiş, Avrupa lisanlarında suikastçı için kullanılan 'Assassin' tabiri bundan türemiştir. Bu fedailer, aldıkları vazifeyi gözünü kırpmadan ve icabında ölümü göze alarak âdeta bir intihar bombacısı gibi yerine getirmiştir. Dinsizin hakkından imansız gelir fehvasınca, bunları da yeryüzünden Moğollar süpürmüştür...
Fasit daire (Kısır döngü)
Teröristler, din, mezhep, vatan, millet, ezilenler gibi sloganlarla çaresiz halkları kendi taraflarına çekerler. Bilhassa bir hayat gayesi bulunmayan gençleri rahatça kendi aralarına katarlar.
Bu daireye girdikten sonra, işledikleri suçlar sebebiyle zaten ayrılmaları mümkün olmaz. Ayrılmaya kalksalar bile teşkilat öldürmek pahasına da olsa buna müsaade etmez, gerekirse ailesini bile yok eder.
Terör teşkilatlarının devamlı nüfuz dairesinde yaşayan insanların hâli daha fenadır. Bunlar iki taraflı baskı altında acıklı bir hayat yaşarlar. Teröristlere karşı çıkmaları şöyle dursun, yardımcı olmamaları bile onlar için büyük bir felaket demektir. Gençler istemeyerek teşkilata katılır. Aileler buna göz yummak zorunda kalır...
SULTAN HAMİD’İN TEK VÂRİSİ YAHUDİ DİŞÇİ
21 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :21 Ekim 2024 10:54
A -
A +
Sami Günzberg adında Yahudi asıllı bir dişçi cumhuriyet devrinde çeşitli yollarla sürgündeki hanedanın mallarına çökmüştü! Hatta “Abdülhamid’in tek vârisi, Sami Günzberg’dir” derlerdi...
Aslen bir Leh Yahudisi idi. İstanbul’a yerleşmişti. Dişçiydi. Annesi, saraya mal götürüp getiren bir bohçacı idi. Bu vesileyle daha Sultan Hamid devrinde saray halkının diş tedavilerini yapmaya başladı. Dişçibaşı Sami diye bilinir. Yakın tarihin en enteresan şahsiyetlerinden birisidir.
Her devrin adamı
Sami Günzberg (1876-1966) rivayete göre berberdi. Rüşvetle sahte dişçilik diploması elde etmişti. Nereden mezun olduğunu bilen yoktur. Cemal Paşa kendisini bahriyeye alıp dişçi subayı yapmıştır.
Muayenehanesi Beyoğlu’nda İsveç konsolosluğu karşısındaydı. Reisicumhur tedaviye gelir, öğle yemeğini beraber yerdi. Eli çabuktu. Zeki, kulağı iyi duymamasına rağmen hoşsohbetti.
Her hafta kendisine gönderilen hususi otomobile binerek Dolmabahçe Sarayı’nda kabul edilirdi. Sami Günzberg’i reisicumhurun İstanbul’da çekilmiş resimlerinin çoğunda aynı kare içinde görmek mümkündür.
Hanedan mensupları hakkında hükûmete muntazaman rapor verirdi. Yani bir yandan muhbirlik yapardı. Rifat Bali’nin Günzberg’e dair bir biyografi kitabı vardır.
Gerçek ya da sahte
Sami Günzberg, İstanbul’da İngiliz istihbarat subayı olarak bulunan ve Mustafa Kemal Paşa’ya Samsun’a gitmek üzere vizeyi veren John Bennett ile ahbaptı.
1922’de bununla Abdulhamid Estates Incorporated adında bir şirket kurdu. Musul petrollerinin imtiyaz sahibi Standard Oil Company’den Sultan Hamid şehzâdelerine nakit para ve hisse talebinde bulundularsa da anlaşma temin edilemedi.
Bu arada Lozan Antlaşması imzalandı. Sonra da hanedan topluca sürgün edildi. Yurt içindeki malları tasfiye edilecekti. Bu, 1 sene içinde satmazlarsa el konacak demektir.
Günzberg, yurt içinde ve dışındaki hanedan efradından, tek tek dolaşarak vekâlet istedi. Şehzade Selim Efendi gibi vermeyenlerin yerine sahte imza atarak vekaletnameler tanzim etti. Bazı mülkleri elde edip satışını yaptı.
Bu paradan çoğunu kendisi için ayırıp, azını sahiplerine gönderdi. Satılmayanları da üstüne tapulattı. Bir ara işi büyüterek, petrol davaları ile alâkalandı. Musul petrol havzası, vaktiyle Sultan Hamid’in mülkü olduğu için, buradan büyük bir parsa kapmayı umuyordu.
Gözyaşıyla sulanan servet
Günzberg’in 1949 senesine kadar süren faaliyeti, TBMM’nin meşhur tefsir kararı ile son buldu. Buna göre Osmanlı padişahlarının tapuya kayıtlı bütün gayrimenkulleri hazineye intikal etmiş sayılıyordu.
Hükûmet, gittikçe zenginleşen Günzberg’den şüphelenmeye başlamıştı. Servet bir güç olduğu için, İnönü, zenginlerden ürkerdi. Artık kendisini koruyacak Atatürk de yoktur.
Emniyet Umum Müdürlüğü, yurt dışındaki hanedan mensupları ile teması sebebiyle, kendisini ve mektuplarını yıllar boyunca takip etmiştir. Hanedan da zaman içinde kendisine itimadını kaybetmiştir.
O zamana kadar Günzberg yükünü tutmuştu. İstanbul’un Yahudi asıllı meşhur antikacılarından Gabriel Kurkia, bu hâl ile alay eder, “Abdülhamid’in tek vârisi, Sami Günzberg’dir” derdi. (Münevver Ayaşlı, Dersaâdet, s. 171)
Hanedanın gözyaşları üzerinde servet sahibi olan Günzberg’in, bu vesileyle İsrail’de yüksek mevkiler elde etmek emelinde bulunduğu söylenirdi. Doğruysa, bu emeline nail olamadan kendisi ve beraber yaşadığı kız kardeşi Lili (1891-1969) peş peşe ağır hastalıklara düçar oldular. İstanbul’da çok acılar çekerek vefat ettiler. Bu, yaptıklarının dünyadaki karşılığı olarak görüldü.
Dişçiye itimadın sonu
Yargıtay evvela hanedanın lehine karar vermişti. Mülkiyet hakkı hiçbir kanunla ihlal edilemezdi. Bunun üzerine Sultan Hamid vârisleri hemen 13 parça gayrimenkulün intikalini yaptırıp ne olur ne olmaz endişesiyle, hisselerini sattılar. Bunları alan, Sami Günzberg’in kız kardeşi Lili idi.
Sürgünden sonra, kız kardeşi Lili Günzberg ile beraber memlekette kalan kadınefendileri dolaşıp, zevcesi oldukları padişahlara ait el konulmuş malları kurtarma iddiasında bulundu ve vekaletnameler toplayarak davalar açtı.
Sefaletin kucağındaki insanlar, çaresizce muvafakat gösterdiler. Sarayın dişçisi olduğu için, kendisine aşinalıkları vardı. Günzberg, bu davaları kazandığında, mülkü kendisi veya kız kardeşinin üzerine geçiriyor; vârislere de cüzi avanslar dağıtarak sus payı verip itimadın devamını hâsıl ediyordu.
Ömürlerinde servet sahibi olmamış ve parayı bile tanımayan kadınefendiler, dönen dolapların farkında olmuyor; olsa bile ses çıkaramıyordu.
Kundaklanan köşk
Sultan Hamid’in zevcesi Müşfika Kadınefendi, Serencebey Yokuşu 53 numaradaki konağın selâmlık dairesinde zevcinin hareminden emektar birkaç hazinedar ile beraber oturdu. Burası, Şehzade Selim Efendi tarafından satın alınıp, daha borcu bitmeden hanedan sürgün edilmişti.
Günzberg, konağı ve müştemilatını, Sultan Hamid’e ait başka bazı gayrimenkullerle beraber ele geçirdi. Hepsinin satışını kız kardeşi Lili Günzberg’e yapıp tescil ettirdi. Konağın müştemilâtını Müşfika Kadınefendi’ye meccanen [parasız] tahsis etti; asıl binayı da bir şirkete kiraya verdi.
Selim Efendi vârislerinden hanımlar, 1952 kanunundan sonra memlekete dönüp dava açınca, bir gece konak yanıverdi ki, Günzberg’in kundaklattığı söylenir.
İbretlik hâdiseler
Sultan Hamid’in oğlu Şehzade Abdülkadir’in 1910’da aldığı Feneryolu’ndaki köşkünü satmak üzere Günzberg vekaletname aldı. Bununla da kalmayıp, şehzadenin itimadından veya gafletinden istifade ile, “Sattım ve parasını aldım” yazan bir de kâğıt imzalattı.
Köşkü aynı sene Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa’nın eski zevcesi İkbal Hanım’a 18 bin liraya sattı ise de Şehzade’ye bir kuruş bile göndermedi.
Uzun bir bekleyişten ve yazışmadan sonra, Şehzade zamanın reisicumhuruna çektiği telgraf ile vaziyetten dert yandı. Reisicumhur yakın dostu Günzberg’i çağırıp bizzat izahat istedi. “Efendim bunlar dejenere insanlar. Sattım, parasını verdim. İşte parayı aldığına dair imzası” diyerek işin içinden sıyrıldı.
Günzberg bununla da kalmadı. Apar topar Şehzade’nin Çamlıca’daki arazisini sattı. Musul petrolleri hissesini de Amerikan Petrol Şirketi’ne devretti.
Buna mukabil -yine de merhametli imiş ki- 10 sene müddetle şehzadeye bölük pörçük az bir meblağ gönderdi. Avukat, köşkteki antikaları daha evvel çıkarıp iç etmişti.
Hanımları, Şehzade’nin Sami Bey’e umumi vekaletname vermesine engel olmak istediklerini; ama muvaffak olamadıklarını; Feneryolu’ndaki köşkü dişçi Sami’nin aldığı vekaletnameye istinaden satıp bir kuruş para vermediğini, hatta bu satıştan seneler sonra haberdar olduklarını anlatmaktadır.
1924’te köşkü satın alan İkbal Hanım, tefriş edip taşındı. II. Cihan Harbi sırasında İkbal Hanım Kudüs’e gitti. Burada ruhî buhran geçirerek, kaldığı King David Oteli’nin balkonundan atlamak suretiyle öldü.
Köşkte, kızı Prenses Atiye ile oğlu Abbas Velora oturdu. Prenses Atiye de buhran geçirerek, 1971 senesinde tıpkı annesi gibi evin üst katından merdiven boşluğuna atlamak suretiyle vefat etti. Zamanla ortasından yol geçirilen bahçede apartmanlar yükseldi.
Sultan Hamid’in sürgünde bulunan bir başka oğlu Şehzade Abdürrahim Efendi, Nişantaşı ve Çamlıca’daki mülkü için Sami Günzberg’e vekâlet vermişti. Ancak onun da eline az bir para geçti.
Günzberg hanedandan elde ettiği servetle şişerken, Şehzade Abdülkadir Efendi Sofya belediyesinde kantarcılık yaparak hayatını kazanmaya çalışıyordu. Şehzade Abdürrahim Efendi ise giderek artan sefalete dayanamayarak hayatına son vermişti.
Casuslar Savaşı
14 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :14 Ekim 2024 10:46
A -
A +
*Teknik buluşlar ve yeni seyahat imkânlarıyla modern dünyada istihbarat faaliyetleri arttı.
*1949’da kurulan Mossad dünyanın en güçlü istihbarat teşkilatlarından biri oldu ve yurt dışı operasyonları ile tanındı.
Modern diplomasi istihbaratı bambaşka bir mecraya taşıdı. Artık dokunulmazlık sahibi diplomatlar, birer istihbarat kaynağıdır. Bunu başlatan da Venedik olmuştur. İspanya Kralı II. Filip gibi hâlâ istihbarat ile büyücülüğü ayırmayanlar vardı.
Napoléon harblerinden sonraya kadar (1815) Avrupa’da gizli istihbarat servislerinin çalışma sahası gayet dardı. O devirde at ve gemiden başka vasıta olmadığı için bir yerden bir yere haber getirmek aylarca sürüyor, haber yerine ulaşıncaya kadar da ehemmiyetini kaybediyordu.
Seyahat imkânları artınca, gizli istihbarat servislerinin de çalışmaları arttı, faaliyet sahası genişledi. Telgraf, telefon, fotoğraf gibi yeni fenni buluşlar da haberleşmeleri kolaylaştırdı. Ajanlar da çoğaldı.
Macera tutkusu, çoklarını bu işe sevk etti. Baden-Powell’in kurduğu ve dünyaya yayılan izcilik teşkilatı da bir ön casusluk teşkilatıdır.
Hızlı rekabet
I. Cihan Harbi’nde türeyen birçok casusun en meşhuru 1915’te Amerika’nın Müttefiklere yardımını baltalamak üzere Amerika’ya gönderilen Alman ajanı Franz von Rintelen idi. O tarihlerde Amerika’da haber alma merkezleri gayet zayıftı. Avrupa’da olduğu gibi köklü bir casus şebekesi yoktu. Bu yüzden Rintelen uzun bir müddet rahat rahat çalıştı. Ancak Amerika harbe katılınca vaziyet değişti, çalışmasına imkân kalmadı.
İki cihan harbi arasında milletlerin gizli istihbaratı adamakıllı genişledi. Bu servisler artık sadece siyasi ve askerî değil, akla gelen her sahada faaliyet gösteriyordu. Servisler birbirileriyle rekabete giriştiler. Bu yüzden de savaş planları şifreli yapılıyor, muayyen bazı yerleri tatbikat sırasında değiştiriliyordu. Harb planlarını ele geçirenler böylece yanılmış oluyorlardı.
1945’te gizli istihbarat servislerini alakadar edecek yeni meseleler ortaya çıktı (Soğuk Harb gibi). Bunun üzerine, bütün dünyadaki servisler faaliyetlerini artırdılar.
Dünyanın bütün memleketlerinde gizli istihbarat servislerinin çalışma sistemleri hemen hemen aynıdır. Muayyen haber toplama yerlerinden bilgi alınır, merkeze bildirilir. Oradan da hükûmet bilgilendirilir. Ancak, gizli istihbarat servislerinin faaliyetlerini sınırlandıran bazı kanunlar vardır ki, ajanlar buna uymadıkları takdirde çok ağır cezalara çarptırılırlar.
İstihbarat mı, operasyon mu?
Amerika’da İç Harb’den sonra istihbarat teşkilatı kuruldu. CIA’nin, harbden sonra boşta kalan Alman istihbaratçıları tarafından dizayn edildiği söylenir.
Meşhur kadın ajanlardan Elizabeth van Lew, casusluğu hobi edinmişti. Gördüğü hizmetlere karşı para alacak yerde, haber toplamak uğruna kendi şahsi servetini harcadı. Sonradan unutuldu, hayatının son yıllarını sefalet içinde geçirdi.
II. Cihan Harbi sırasında İngiliz Gizli İstihbarat Servisi, Müttefiklerin istihbarat merkeziydi. İngiliz istihbarat teşkilatı MI5 ve MI6 (iç ve dış istihbarat) olarak ikiye ayrılır.
1949’da kurulan Mossad dünyanın en güçlü istihbarat teşkilatlarından biridir ve yurt dışı operasyonları ile tanınır. İstihbarat teşkilatları, sadece haber toplamakla kalmaz, yasak olmasına rağmen, millî menfaatleri istikametinde adam kaçırma, isyan çıkarma, suikast, bombalama, sâri hastalık yayma gibi yurt içi ve yurt dışı operasyonlara da girişir.
XIX ve bilhassa XX. asırdaki hemen bütün harblerin, suikastların, ihtilallerin ardında istihbarat teşkilatları vardır. 1970’lerde Türk diplomatlarını hedef alan Asala terörünü, MİT-Mossad’ın müşterek operasyonlarının bitirdiği söylenir.
Rusya’da Okhrana (Savunma Polisi Teşkilatı) 1881’de kuruldu. Sahte delillerle muhalifleri yok etmekte mahirdi. Bolşevikler bunun ismini Çeka’ya çevirdiler. 1934’te casusluk teşkilatlarının en korkuncu olan NKVD doğdu.
Bunun dehşet saçan şefi Beria, 1953’te öldürülünceye kadar, gayet sert ve sıkı bir rejim takip etti. Rusya’dan kaçan NKVD şefi Viktor Kravçenko’nun çok sayıda lisana, bu arada “Hürriyeti Seçtim” adıyla Türkçeye de tercüme edilen kitabı ibretlidir. Hepsinin yerini KGB almıştır.
Beşinci Kol-Truva Atı
Bir memleket içinde, yabancı memleketlerin menfaatlerini kollayacak şekilde gizli yeraltı faaliyeti kurup casusluk, propaganda, sabotaj, terör yürütenlere 'Beşinci Kol' denir. Böylece fiilî harbin kazanılması kolaylaşır. Bu tabiri 1936 İspanya İç Harbi sırasında General Quiepo kullanmıştı. İhtilal ordusu dört koldan Madrid’e doğru ilerlerken, General başkentteki gizli ordusuna da bu ismi vermişti.
Hitler, Beşinci Kol’dan çok faydalandı. Rusya’yı işgal ederken, Rus olmayan halkları böyle kullandı. Beşinci Kol’u mükemmel işler hâle getiren Sovyetlerdir. 1948’de Çekoslovakya’nın düşmesinde Beşinci Kol’un payı pek büyüktür.
Beşinci Kol’un ciddi zarar getirdiğini gören Avrupa devletleri, II. Cihan Harbi’nden sonra ceza kanunlarına yeraltı faaliyetine girişen kimseler için son derece ağır cezalar koydu.
Eyvah, kandırıldık!
Bazen devletler, düşmana yanlış istihbarat vererek yanıltır. Fahrettin Altay anlatıyor: “I. Cihan Harbi'nde, Türklerin keşif kolu, İngilizlerin düşürdüğü bir çanta ele geçirmişti. İngilizlerin donanma yardımıyla Gazze'ye saldıracaklarını gösteren evrak vardı.
Bu sebeple Birüssebi'yi boşaltarak Kudüs yolunu kapatacak bir yere çekilip geriden gelen kuvvetlerle birleşme imkânı kullanılmadı. Hâlbuki İngilizler aldatıcı bilgiler bulunan bu çantayı kasten düşürmüşlerdi.”
İngilizler bunun benzerini 1943’te Müttefiklerin Sicilya’yı işgalini gizlemek için yaptı (Mincemeat Operasyonu). Bir serserinin ölüsünü, güya tayyare kazasında ölmüş İngiliz askeri kılığına soktular. Çantasına da aldatıcı evrak yerleştirdiler. Almanlar oyuna geldi.
James Bond
XX. asır başlarında Orta Doğu’nun yeniden dizaynı, bilhassa İngiliz casusları marifetiyle olmuştur: Türkistan’da Armin Vambery, Mısır’da Wilfrid Blunt, İran’da E. G. Browne, Irak’ta Gertrude Bell, Suriye’de Lawrence, Suudi Arabistan’da Jack Philby.
Bu entelektüel casusların hemen hepsi ya arkeolog ya da şarkiyatçıdır, bu hüviyetiyle rahatça faaliyet gösterebilmiştir. Türklerin çok sevdiği Britanya Yahudisi tarihçi Bernard Lewis İngiliz istihbaratında çalıştı.
Sydney Reilly, Sovyet rejimini yıkmaya çalışan meşhur bir İngiliz casusu idi. Az kalsın Lenin’i öldürecekti.
Yazar Ian Fleming’in kendisi de bir casus idi. James Bond karakterinde, M. Kemal Paşa ile irtibatı temin eden İngiliz ajanı Wilfred Dunderdable’den ilham almıştır.
Erkeklerin malum zaafı sebebiyle kadın casuslardan çok istifade edilmiştir. Kadın casusların en meşhurlarından Hohenlohe Prensesi Stephanie, Hitler için casusluk yapmıştı. Naziler düşünce ABD’ye yerleşip bu sefer Amerikan hükûmeti için çalıştı.
I. Cihan Harbi sırasında İngilizler hesabına çalışan Miss Flora sonradan İngiltere kadın casus mektebinin başına getirildi
Türkiye ve İngiltere Hattında KAYIKÇI KAVGASI
7 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :7 Ekim 2024 00:07
A -
A +
İngiltere’nin Orta Doğu politikası, ezcümle Türklerle siyasi münasebeti hep bir kararda olmamıştır. Zaman ve zemine göre değişen ve çeşitlenen bir seyir takip etmiştir.
(Samsun'da İngiliz askerleri - 1919)
İngiltere’nin Yakın Şark siyasetinin esası, Hindistan’ı emniyet altında tutmak için olmuştur. Rusya’ya karşı Osmanlı Devleti’nin varlığını ve toprak tamamiyetini müdafaa etmiştir.
1854’te Osmanlılarla omuz omuza Ruslara karşı harb etmiştir. Ancak zamanla Rusya’ya yakınlaşarak bu siyaseti yavaş yavaş terk etmiştir. Osmanlı hükûmeti de alternatif olarak Almanya’ya yakınlaşmıştır.
XX. asır başlarında artık Osmanlı topraklarındaki petrol İngiltere için mühimdir. Cihan Harbi, ilk defa iki ülkeyi karşı karşıya getirmiştir. İttihatçılar, toprak bütünlüğünün muhafazası mukabilinde bitaraf kalmaya dair İngiltere’nin teklifini reddetmiştir.
İngiltere için artık Osmanlı Devleti’ni ayakta tutmak değil, parçalayıp en fazla payı alma şıkkı kalmıştır. Böylece hayli Müslümanın yaşadığı sömürgelerinde eli rahatlayacaktır. İttihatçıların en hafif tabirle “gaflet”i dünyanın süper gücü İngiltere ile dalaşmak olmuştur.
İngilizler, harb esnasında kendilerine yakın gördükleri gerek Cemal Paşa gerekse Mustafa Kemal Paşa vâsıtasıyla münferit sulh tecrübesinde bulundular. Harbi kazandılar ama, bitap düştüler. Müttefikleri ile araları açıldı. Sömürgelerinde işler karıştı.
Yakın Şark’taki politikasında da buna göre günbegün ufak tefek manevralar yapmak mecburiyetinde kaldılar. Ama Türklerin elinde güçsüz ve küçük bir devlet, öte yandan kendi kontrolünde Boğazlar ve petrol havzaları fikrinden hiç vazgeçmediler.
Fırsat
Mustafa Kemal Paşa, İttihatçı idi; ama Alman taraftarı değildi. Anglofildi. İngiltere’nin güç ve emelini iyi anlamıştı. Biraz da Enver Paşa ile olan rekabet ve husumeti sebebiyle, Almanya yanında harbe girilmesine aleyhtardı. 15 Aralık 1917’de Veliahd Vahideddin Efendi’nin maiyetinde Alman cephesini ziyarete gitti. Burada İttihatçı düşmanı ve münferid sulh taraftarı olan Veliahd’da bir itimat hâsıl etti.
Sonra 25 Mayıs 1918’de tedavi maksadıyla birkaç aylığına Avrupa’ya gitti. Bu seyahat kilit bir hâdisedir. Burada Cavit, Rauf, Fethi, Talat Beyler ve Veliahd’in bilgisi dâhilinde münferid sulh için, İngilizlerle üst seviyede görüşmeler yapmış olması pek muhtemeldir.
Londra’nın, Germanofil Enver’e nefret derecesinde rekabet hisseden bu parlak şahsiyeti yakından mercek altına aldıkları şüphesizdir. Dönüşünde hemen fevkalâde salâhiyetlerle Filistin cephesine gönderilişi, burada Alman karargâhını tesirsiz hâle getirerek geri çekilmeye nezaret edişi, İstanbul dönüşü Allenby’nin tavsiyesiyle Anadolu umum müfettişliğine tayini de nazar-ı dikkate alınırsa, Paşa’nın vizyon ve kararlılığına delalet eden, ciddi ve şümullü bir planın parçaları gibi gözükür.
Üzülmeye değmez
Filistin cephesinde 18 Ağustos 1918’de düşman taarruza geçti. General Allenby kumandasındaki birlikler, 19 Eylül’de Meggido (Armagedon) veya Nablus Muharebesi ile Türk ordusunu bozdu. 7. Ordu kumandanı Mustafa Kemal Paşa ricat emri verdi.
Böylece Suriye’de 400 senelik Türk hâkimiyeti son buldu. 38 günde 560 km ilerleyerek 5 bin kayıp veren İngilizler, 75 bin esir ve 375 top ele geçirdiler. Hiç de hoş olmayan şartlar altında hükûmeti Mondros Mütarekesi’ni imzalamaya mecbur eden, işte bu hezimettir. (Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, I/302)
Kemal Paşa, 27 Eylül 1918 gecesi görüştüğü meşhur İngiliz istihbarat subayı Lawrence’dan, İngiltere’ye göre, Suriye ve Irak’ın geleceğinin Araplara ait olduğu, Türklerin, başkalarına ait topraklardan çekilmesi ve Anadolu’ya odaklanması icab ettiği tavsiyesini almıştı. (Alan Palmer, Victory 1918; Salâhi R. Sonyel, How Colonel T. E. Lawrence Deceived The Hashemite Arabs To Revolt Against The Ottoman Empire, Belleten, C. LI, S. 17, 256-279; Salâhi R. Sonyel, İngiliz Belgelerine Göre Mustafa Kemal-Lawrence Görüşmesi, Belleten, Aralık 1988, C. 52, S. 205, s. 1695-1700)
Lord Kinross da Paşa’nın Arap topraklarının kaybına o kadar üzülmediğini söyler. Petrol sebebiyle bu toprakların müstakbel ehemmiyeti düşünülürse, bunun pek de ileri bir vizyon olmadığı anlaşılır. Allenby’nin istihbarat subayı Alexander Aaronsohn, 25 Ekim’de Haleb’e geldiğinde 7. Ordu kumandanı Mustafa Kemal ile görüşüp öğle yemeği yediğini; kendisine mağlubiyet için fazla üzülmediğini, Enver Paşa’nın itibarının kırılmasının daha mühim olduğunu söylediğini anlatır. (American Israelite, 1 March 1923; Border Cities Star, 30 August 1929)
İlmekten kılpayı!
Suriye cephesinin çökmesi üzerine 30 Ekim’de Mondros Mütarekesi imzalandı. Bu arada Haleb’in 40 km kuzeyinde kamp kuran Kemal Paşa, General MacAndrew’ya teslim oldu ise de iyi muamele gördü ve bazı şartlarla serbest bırakıldı. Hatta General kendisine bir otomobil tahsis edip istasyona kadar uğurladı. Bunu o zamanki Filistin cephesinde İngiliz ordusuna dair yazılarıyla tanınan gazeteci, tarihçi ve politikacı Sir Henry Somer Gullett anlatıyor.
Çanakkale’de askerlerine ölmeyi emreden kumandanın, koca bir orduyla ricati şaşkınlık hasıl etti. Paşa, İstanbul’da bozgunun müsebbibi olmakla itham edildi ise de yeni padişah, eldeki tek tük Alman aleyhtarı subaylardan biri olarak gördüğü yaverini kolladı. Fevzi Çakmak hatıralarında, Paşa’nın kurşuna dizilmesine kendisinin mâni olduğunu anlatır. Bunu Enver’in kıskançlığına hamleder ve ricatten Liman von Sanders’i mesul tutar.
Paşa, İstanbul’da açığa alınmış bir hâlde beklerken, bazı siyasi projeler üzerinde çalıştı. Kemalist literatürde İngiliz işgal kuvvetleri kumandanı General Harington’un kendisiyle görüşmek istediği; ancak bu görüşmenin tahakkuk etmediği anlatılır. (Mesela, Celal Bayar, Ben De Yazdım. III/468)
İstikbal için İngiliz dostluğuna ehemmiyet verdi. Kurucusu olduğu Minber gazetesinde, “İngilizlerin, milletimizin hürriyeti ve devletimizin istiklâline karşı gösterdikleri hassasiyet ve hürmeti” öven yazılar yazdı. (Lord Kinross, I/229; Falih Rıfkı Atay, Çankaya, 158;Baki Öz, Atatürk’ün Anadolu’ya Gönderiliş Olayının İç Yüzü l/28)
Bolşevik korkusu
İngiltere, Rusya’ya kaçan Enver Paşa’nın tekrar memlekete hâkim olarak Bolşevik tarzı bir idare kuracağından endişeleniyor, onun ezelî rakibi ve hasmı Kemal Paşa’ya sıcak bakıyordu. 1913 Sofya ataşeliğinden beri onu takip ediyor, fikriyatını biliyordu.
Bu arada Kemal Paşa, dostu İngiliz gazeteci/istihbaratçı Ward Price sayesinde İngiliz istihbaratı ile irtibat kurdu. (Lord Kinross, I/231; Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, 201) Pera Palas’ta görünüşte misyoner, hakikatte ajan Rahip Frew ile görüştü. (Falih Rıfkı Atay, Çankaya, 160-161)
İngiliz generali Allenby ile de Suriye günlerine uzanan bir dostluğu vardı. Hatta general, Şubat 1919’da M. Kemal Paşa’nın 6. Ordu kumandanlığına tayinini tavsiye etmiş; Paşa bu teklifi kabul etmemişti. (Lord Kinross, I/232; Falih Rıfkı Atay, Çankaya, 163)
(Ward Price)
Çerkez Ethem hatıralarında der ki: “Bu tayin, hükûmetle İngiliz General Harington arasında kararlaştırıldı. Buna Padişah’ın itirazı üzerine -adını hatırlamadığım- bir İngiliz generali Padişah ile hususi görüşerek muvafakatini temin etmişti. Bunu bana Ferid Paşa kabinesindeki iki nazır söyledi.” (“Çerkes Ethem meydan okuyor” İst. 2015, 41-42) Ethem’in hatırlamadığı isim Allenby’dir.
Paşa, bütün bu temaslar neticesi, İngiltere’nin Anadolu’da bir protektora idaresi kuracağını anladı. Bu sistemde söz sahibi olabileceğini düşünerek Anadolu’ya gitmeye karar verdi. İngiliz vesikaları Kemal Paşa’nın İngilizler tarafından gönderildiğini söyler. (Ömer Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri, 60) Bundan sonra Türkiye ve İngiltere münasebetlerinde yepyeni bir sayfa açılacaktır.
Zaman sana uymazsa sen zamana uy!
30 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :30 Eylül 2024 15:22
A -
A +
Hayat süratle ilerlemiş, şartlar değişmiştir. Binlerce yıl önce gelmiş din kaideleri bu sürate nasıl ayak uydurmuştur?
Fi tarihinde etraftan bazılarının dinî bir bahis geçtiğinde, “Zaman insana uymaz, insan zamana uymalı!” dediğini işitirdim. Bu sözün manasını merak eder; ancak kaçamak bir ifade olduğunu da sezerdim.
“Bilse bilse o bilir!” diyerek bir gün gidip mahallemizdeki caminin ihtiyar vaizi Necmi Şamlı hocaya sordum. “Bu söz Hazret-i Ali’ye aittir. Çocuk terbiyesi hakkındadır” dedi.
Hazret-i Ali, kendisine gelerek çocuklarını yetiştirmekte zorluk çektiğinden yakınanlara, “Onları hangi usule göre terbiye ediyorsunuz?” diye sormuş. “Elbette ki babalarımızdan gördüğümüz gibi” diye cevap vermişler.
Bunun üzerine “Çocuklarınızı babanızdan gördüğünüz usullere göre değil; zamanın icaplarına göre terbiye edin. Zaman size uymazsa, siz zamana uyun!” buyurmuş.
Her devrin hükmü başkadır
Sonradan aslının, “Likülli makâmin makâl ve likülli zemânın ricâl” olduğunu öğrendiğim bu söz, şüphesiz realitenin tam bir ifadesidir. “Her yer için söylenecek söz ve her devrin insanı başka başkadır” manasına gelir.
Bir başka versiyonu Şair Ziyâb bin Gânim'in bir kasidesinde geçer: “Likülli zemânin devletün ve ricâlün” der. “Her devrin hükmü ve insanı değişiktir” demektir. Bu sözün hadis-i şerif olduğunu söyleyenler de vardır.
Âli İmrân sûresinin “Öyle günler ki onları insanlar arasında bazen lehlerinde bazen aleyhlerinde nöbetleşe döndürür dururuz” mealindeki 140. âyet-i kerimesinin de şerhidir. “Devlet” değişmek, dönüşmek manasına gelir
Seydi Ali Reis, “Gördün zemâne uymadı, uy sen zemâneye!” demiştir. Bu, örfteki değişikliklere dairdir.
Garb ve Şark
XVIII. asırdan itibaren Hristiyan garb dünyası, askerî, iktisadî ve teknik cihetten İslâm dünyasını geçmiş, hatta onu tehdit etmeye başlamıştı. O tarihlerde yaşayan Müslümanlardan bunun farkına varanların sayısı hiç de az değildir.
Aradaki açıklığın giderek arttığı sonraki asırda, bu tehditlere mukavemet hususunda iki farklı temayül doğdu.
Birincisi, kendisini hiçbir kayıt altında hissetmeden, her hususta aynen Batılı gibi olmaya çalışmak lâzım geldiğini söyler. Bunun için de dünya görüşünden, dinî müesseselere kadar her şeyi modernize etmek gerekir.
Bunlardan bazısı garbın ileri gitmesini Hristiyanlıktan biliyor, şarkın geri kalışını da Müslümanlığa yüklüyordu.
Hâlbuki garbın bu hâlinde Hristiyanlığın nüfuzunun azalmasının çok tesiri vardı. Garb, Hristiyan olduğu için değil; aslında dünyayı kötüleyerek, hep ölümden sonraki hayatı yücelten dogmatik Hristiyanlık telâkkilerinden uzaklaştığı için muvaffak olmuştu.
Nitekim koyu Hristiyan olduğu hâlde, o zaman da şimdi de medeniyet cihetiyle çok geri ülkeler vardır. Başta Habeşistan olmak üzere Afrika hükûmetlerinin ekserisi, ayrıca Latin Amerika devletlerinin hepsi Hristiyanlığa çok bağlıdır.
Zamana nasıl uyulur?
İslâm dünyasındaki ikinci temayül ise, İslâm dünyasının, Müslümanlar İslâmiyet’in emirlerine hakkıyla riayet etmediği, bid’at ve hurafelere bağlandığı için bu hâle düştüğünü, öyleyse yeniden İslâmiyet’in emirlerine hakkıyla sarılarak meselenin hallolacağını söyler.
Bu ikinci temayül sahipleri arasında da ciddi görüş ayrılıkları vardır. Bir grup, Kur’ân ve Sünnet’in yeni bakış açılarıyla ve zamanın şartlarına göre yeniden tefsiri lâzım geldiğini müdafaa eder. Fâiz yasağı, çok kadınla evlilik, harem-selâmlık, kadının vârisliği, çalışması ve şahitliğinde olduğu gibi.
Ziya Gökalp gibi müellifler, Kur’ân-ı kerimdeki “Örfü emret” mealindeki âyete, âdet manasını vererek, her çeşit âdetin dinin önünde yer alacağını söylediler. Hâlbuki burada “örf”, dinin ve aklın kabul ettiği iyilikler demektir. Resulullah’ın o zamanki insanlara mevcut örfleri emretmediği, hatta çoğunu değiştirdiği belli bir şeydir.
Eskiye dönmek mi?
Buna mukabil diğer bir grup samimî bir takva ile ve sünnete sarılarak eski ihtişamlı günlere dönülebileceğini söyler. İşte bu temayül, Osmanlı ıslahatının da esas temasını teşkil eder: Kanun-ı kadîme ircâ. Yani önceki düzene dönüş. 1839 tarihli Tanzimat Fermanı bunu açıkça beyan eder.
Ama bu o kadar kolay olmayacaktır. Şark, garbın örf ve âdetlerinden sarf-ı nazar ederek, yalnızca ilim ve tekniğini almaya talip olmuştu. Hâlbuki sosyal normları ve ananevî düşünceleri değiştirmeden teknik üstünlüğü sağlayabilmek, bir başka deyişle kalıp benzerken kalbin benzememesi zordur.
Bir yandan Garb müesseselerine benzer şekilde teşkilat ıslah edilirken, hayat tarzı ve zihniyette Şark tasavvuru muhafaza edildi. Bu düalite (ikili hayat), uzun zaman devam etti. Bugün bile kokteylden çıkıp işkembeciye gidenler; partilerde Avrupai danstan sonra, gecenin ilerleyen zamanında coşkuyla kasap havası oynayanlar çoktur.
İlahi sınırlar
Din donuk, statik değildir. Değişmenin sınırlarını yine bizzat kendi koyar. Kur’ân-ı kerimde mealen, “Bunlar hududullahtır (Allah’ın koyduğu sınırlardır.) Bunları aşmayın!” buyuruluyor.
Din, zamana adapte prensip ve usulünü bizzat kendi bünyesinde sıhhatli bir şekilde taşır. Dinin esasını nasslar (dogmalar) teşkil etse bile, bunların örfe göre tespit ve tefsiri, beşerî bir faaliyet olduğu için zamanla değişiklik gösterebilir.
İşte örfler değiştikçe, zaman bozuldukça değişmesine imkân veren prensip, İslâmiyetin dinamizmini temin eden en mühim âmil ve bunu gösteren en bâriz misaldir.
Mesela kâğıt para yayılınca, ulema “gâvur icadı” deyip karşı çıkmamış, ama mademki mübadele (alışveriş) vasıtasıdır, bunlarda zekât ve faiz cereyan eder, kıymeti de altına göre tayin edilir, demiştir. Bu, dinde reform değil, dinî hükümlerin ilahi sınırlar içinde zamana tatbikidir.
Ezmân ve Ahkâm
Osmanlı medeni kanunu Mecelle’nin 39’uncu maddesi der ki: Ezmânın tegayyürü ile ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz. Yani zamanın değişmesiyle, hükümlerin de değişmesi inkâr olunamaz.
İmam Ebû Hanîfe, haşerata kıyas ettiği ipek böceğinin alınıp satılmasına cevaz vermemişti. Sonradan Irak’ta ipekçilik başlayınca, ipek böceği iktisadî kıymeti haiz bir mal oldu. Böylece bunun örf hâline geldiğini gören talebeleri ipek böceğini mal kabul ederek alınıp satılmasına izin vermiştir.
Ama faiz, şarap içmek, gayrimüslim erkekle evlenme, taşıyıcı annelik, başkasının çocuğunu kendi çocuğu olarak ilan suretinde evlat edinme örf hâline gelse bile muteber olmaz.
İmam Ebu Yusuf bir sünnetin kaynağı örf ise, o örf değişirse, fakihin yeni örfe göre hüküm vereceğini söyler. Mesela altın ve gümüş tartı ile, hurma, buğday, arpa ve tuz hacim ile ölçülür ve satılır. Bu hükmün menşei örftür. Şimdi örf değiştiği için altın ve gümüşün basılı olarak, diğerlerinin de kilo ile satılması caiz olacaktır.
Tafsilat için benim İslâm’da Değişmenin Sınırı kitabıma bakınız.
Eskiden imamlara maaş verilmezdi!
İmam ve müezzinlerin maaş almasına cevaz verilmemişti. Zamanla bu işi devamlı gönüllü yapacak kimselerin kalmamasıyla cevaz verildi.
Cuma namazı sadece şehrin en büyük camiinde kılınır. Şehirler büyüyünce farklı camilerde de kılınmasına cevaz verilmiştir.
İmam Ebu Hanife’ye göre bir mescidin altı da üstü de mescid sayılır. İmam Muhammed şehirlerde arsaların kıymetli olması yüzünden bir binanın bir katında mescid olmasına cevaz vermiştir.
İmam Ebu Hanife mebi ortada olmadığı için tarla ve bağ ortakçılığını caiz görmemiş, talebeleri örf sebebiyle fetva vermiştir.
Camileri süslemeye cevaz verilmemiş, sonradan insanların mabedleri hafife almasını önlemek için cevaz verilmiştir.
Halifelere camide suikast yapılması üzerine, bunların ayrı bir mahfilde cemaate uymasına cevaz verilmiştir.
Herkesin sakallı olduğu bir cemiyette özürsüz sakalını kesenler, âdete muhalefet sebebiyle şahitlik yapamazdı. Sonra sakalsızlar çoğalınca, artık bu âdete muhalefet sayılmamış ve şahitlik mânisi olmaktan çıkmıştır.
Dinden çıkan kadının nikâhı bozulur. Sırf nikâhtan kurtulmak için mürted olanların artması üzerine bozulmayacağına fetva verildi.
Menkul ve para vakfı zamanla örf hâlini alınca cevaz verildi.
Hak, tek başına akdin mevzusu değil iken, telif gibi hakların ortaya çıkışıyla, hakkın bedelli veya bedelsiz devredilebilmesine fetva verildi
.
Amerikan Kongre Binası’ndaki Kanuni Rölyefi Neyi Anlatıyor? Türklerin binlerce yıllık hukuk macerası
23 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :22 Eylül 2024 22:45
A -
A +
* Osmanlılar adaleti devletin vazgeçilmez unsuru gördüler...
* En meşhur Osmanlı hükümdarlarından biri Kanuni diye anılageldi...
* Rölyefi yıllardır Amerikan Kongre Binası’nda asılı durmakta...
Ülkeler adalet ile ayakta durur. Hukuk ise adaletin tecellisi için vasıtadır. Adaletsiz devletler, dindar görünseler bile yaşayamazlar.
Türklerin hukuk tarihi, İslâmiyet’e girişlerinden evvel ve sonra olmak üzere iki büyük devreye ayrılır. Her iki devre de birbirinden esaslı şekilde farklıdır.
İslâmiyet’ten sonraki Türk hukuku da asırlar süren klasik devir ile Tanzimat devri olmak üzere iki devreye ayrılır.
Nihayet cumhuriyetle beraber Türkler bambaşka bir hukuk sistemine dâhil olmuştur.
Törenin gücü
Eski Türklerde hukukun kaynağı töre idi. Halk arasında çok eskiden beri beğenilip yapılagelen işlerdi. Törenin önünde herkes eğilirdi. Töreye muhalif düşen hakanlar tahtlarını, hatta hayatlarını kaybederlerdi.
Törenin daima doğru ve adaletli olanı emrettiği herkesçe baştan kabul edilmişti. Öyle ki, Türk töresi milletin yüzlerce yıllık hayat tecrübesinden süzülmüş kaidelerden ibaretti.
Senede bir kere bütün boy beylerinin toplandığı bahar meclisinde icap ederse töreyle ilave yapılır veya değiştirilebilirdi.
Orhun Kitabelerindeki ifadeler parlak bir millet şuurunun alâmetidir. Hakan, kendisini halktan birisi gibi görüp tebaasına hesap vermektedir. Ayrıca tebaasını hatalarından dolayı bir baba gibi ikaz etmektedir.
Eski Türklerdeki cezaların şahsiliği gibi prensipler hayranlık uyandırıcıdır. Uygurlardan kalma yüzlerce hukuki vesika parlak bir hukuk sisteminin varlığına delalet eder.
Şeriat ve Kanun
Türkler Müslüman olduktan sonra bu dinin icabı olan hukuk kaidelerini de samimiyetle kabul ettiler. Eski hukuklarından da buna aykırı olmayan bazı âdetler ve telakkiler, Türk siyasi ve sosyal hayatında varlığını devam ettirdi.
Karahanlılar zamanından itibaren Türkler arasında veya Türk hâkimiyeti altında büyük hukukşinaslar yetişti. Hukuka büyük hizmet ettiler.
Türkler, adaleti, devletin vazgeçilmez unsuru olarak gördüler. Hukuka boyun eğdiler. Hükümdarın bile değiştiremeyeceği bu kaidelerin varlığı gerek yerli halk gerekse ecnebiler için her zaman bir teminat olmuştur.
Gerçi hükümdar, şer’î hukukun bilerek boşluk bıraktığı sahalarda kanunnamelerle idari ve cezai tanzimler yapabilirdi. Buna örfî hukuk denir ve şer’î hukuka aykırı olamaz.
Kongredeki rölyef
İslamiyetin delili olan Kur’ân-ı kerim ve hadis-i şerifler, her zaman adaleti emreder, haksızlığı kötüler. Bu son semavi din, daha evvelki semavi dinlerde olduğu gibi cemiyeti tanzim ve adaleti temin için bir hukuk nizamı getirmiş, âlimler bu hukuku sistemleştirmiştir.
Atlas Okyanusu kıyısından Çin içlerine kadar geniş bir coğrafyada çeşitli versiyonlarıyla tatbik edilen muazzam bir külliyat hâline gelmiştir. Sicilya ve Endülüs yoluyla başka milletlerin hukukuna tesir icra etmiştir.
Osmanlılar bu hususta emsali hemen her devletten daha ileriye gitmiştir. Osmanlılara en garazkâr ecnebiler bile, hukuk sistemini ve adalet mekanizmasını hayranlıklarını dile getirirler.
En meşhur hükümdarlarından birinin lakabı Kanuni’dir. Sadece kanun yaptığı için değil, adalete hürmetinden dolayı bu lakabı almıştır. Amerikan Kongre Binası’nda dünya çapındaki hukuk adamlarıyla beraber rölyefi asılıdır.
Şekil yabancı, öz mahallî
XIX. asır başlarından itibaren ecnebilerle ticari ve diplomatik temaslar arttı. Türklerin tatbik ettiği muazzam ve girift hukuk sistemini ecnebilerin öğrenmesi kolay değildi.
Bu sebeple hukuk hayatında ıslahata girişildi. Avrupalıların da anlayabileceği türden kanunlar yapıldı ve yeni mahkemeler kuruldu. Buna hukuk tarihinde Tanzimat devri denir. Tanzimat nizamdan gelir ki kanunlaştırma demektir.
Bir asır kadar devam eden bu devirde, Avrupa şeklen örnek alınmış olsa da öz itibariyle şer’î prensipler Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar muhafaza edilmiştir.
Bu devirde Osmanlı hâkimiyeti dışındaki Türkler ise Rusya, Çin ve İngiltere’nin müstemleke ağına düşmüştür. Ancak kendi kültürlerini ve hukuklarını tatbik hususunda bunlara mahdut bir otonomi tanınmıştır.
Hikâyenin sonu
Tarihin gelmiş geçmiş en mühim dönüm noktalarından biri olan, hatta dünyanın çehresini değiştiren I. Cihan Harbi ardından imzalanan anlaşmalardan biri de Lozan Muahedesi’dir. Altı asırlık Osmanlı İmparatorluğu tarihe gömülmüş, üzerinde irili ufaklı devletler kurulmuştur.
Bunlardan biri olan Türkiye, Lozan müzakereleri esnasında galipler tarafından ciddi bir empoze ile karşı karşıya kalmıştır. Gerek azınlıkların himayesi gerekse ecnebi imtiyazlarının teminat altına alınması için şer’î hukukun ve halifeliğin kaldırılması hususundaki baskılara delegeler boyun eğmiştir.
Ankara, Avrupa hukukunu toptan iktibas etmiştir. Böylece Türklerin İslamiyete girişlerinden beri tatbik ettikleri bin yıllık şer’î hukuk ananesi tarihe karışmıştır.
Türk Hukuk Tarihi’nden seçme nükteler
İl gider, töre kalır. Kaşgarlı Mahmud
Üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe senin töreni kim yıkabilir? Bilge Kağan
Bir topluluğa olan düşmanlığınız sizi adaletten alıkoymasın. Kur'ân-ı kerim
Bir saat adalet, bin saatlik ibadetten hayırlıdır. Hazret-i Muhammed
Adalet mülkün temelidir. Hazret-i Ömer
Suçlunun cezalandırılmasında sipahi ve köylü, bey ve halk, zengin ve fakir müşterektir. Kanuni Sultan Süleyman
Yokdürür zulme rızamız, adle biz mailleriz/Gözleriz Hakkın rızasın, emrine kailleriz. Sultan III. Mehmed
Şeriatin kestiği parmak acımaz. Türk atasözü
Kâdı ola davacı vü muhzır dahi şâhid/Ol mahkemenin hükmüne derler mi adâlet? Ziya Paşa
Beraat-i zimmet (masumluk) asıldır. Mecelle
Büsbütün yeni kanunlar vücuda getirerek eski hukukî esasları temelinden sökmek teşebbüsündeyiz. Mustafa Kemal
Cumhuriyet hükûmetinin hukuk inkılabı, Orta Doğu tarihinde İslâmiyet’in zuhurundan bu yana en dikkat çekici hadiselerdendir. Kont Ostrorog
Türk Hukuk Tarihi kitabım neşredildi. Türklerin binlerce yıllık hukuk macerasını merak edenlere hitap eder. (Arı Sanat Yayınevi)
93 HARBİ FACİASINA BÜROKRASİ SEBEP OLDU
16 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :15 Eylül 2024 23:20
A -
A +
Ruslarla yapılan manasız '93 Harbi', vahim neticeler doğurdu... Harbe, 30 senelik bürokrat hâkimiyeti sebebiyet verdi. İmparatorluk çözülmeye yüz tuttu.
Rumi 1293 senesinde cereyan ettiği için halk kültüründe '93 Harbi' diye şöhret bulmuş olan 1877 Osmanlı-Rus Harbi’nde, dünya çapında bir güce sahip Osmanlı ordusu ile donanması, idaresizlik sebebiyle Rusya’ya yenilmiştir.
Son derece manasız ve sebepsiz bu harb, neticeleri itibarıyla çok mühimdir. 30 senelik bürokrat hâkimiyeti harbe sebebiyet vermiş; harbin neticeleri de Osmanlı Devleti’nin akıbetini tayin etmiştir.
Sonradan olup biten her şeyin ucu bir şekilde bu muharebeye uzanır. Çoklarının dilinden düşürmediği istibdad, bunu takip eden Meşrutiyet ve imparatorluğun çözülmesi, hep 93 Harbi ile açılan sath-ı mailin mahsulüdür.
Sırbistan, Karadağ, Romanya, Kars, Ardahan, Artvin, Batum’un kaybı, Kıbrıs, Mısır, Tunus gibi vatan topraklarının tedricen elden çıkması hep harbin kısa vadeli neticelerindendir.
ACABA KİM YENER?
Harb başladığında Rusların Türkleri yeneceği söylenemezdi. Ehliyetli kumandanlar ve birlikler olsaydı Tuna üzerinde Rusların durdurulması mümkündü. Yine de Rusya kritik anlar yaşadı.
Rusların yanında Yunanistan, Romanya, Sırbistan ve Karadağ da vardı. Türkler her zamanki gibi yalnızdı. Bir sene evvel Hersek ve Bulgaristan ayaklanmalarıyla uğraşmış, Sırbistan ve Karadağ ile harb edip yorulmuştu.
Rus ve Türk güçleri arasındaki korkunç mesafe hatırlanırsa o zaman Osmanlı Devleti’nin dünya üzerindeki vaziyeti ve rolü daha iyi anlaşılabilir.
Neyse ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’daki büyük düşmanı ve rakibi olan Almanlar, 1792’den sonra Osmanlı Devleti ile hiçbir harbe girişmemiştir.
Bunun yerini Osmanlı İmparatorluğu’nun en büyük düşmanı olan Rusya almıştır. Muazzam Rus ülkesinin en büyük kısmı Türklerden alınmıştır. Hâlen Osmanlı Türkleri kadar kalabalık bir Türk nüfusu da Rusya’da yaşamaktadır.
En büyük felaket
Hersek isyanından sonra Sırbistan ve Karadağ ile yapılan harbde Osmanlıların ileri gidip işgal ettiği topraklardan çekilmesi isteniyordu.
İki padişahı tahta çıkarıp birini öldüren diğerini delirten darbeciler, aslında amme efkârını yatıştırmak isteyen Rusya’nın bu teklifini reddetti. Halkı Ortodoks olan iki Hersek kasabasını Karadağ’a vermemek uğruna harbi göze aldılar.
24 Nisan 1877’de Rusya, Osmanlı Devleti’ne harb ilan etti. Harb sadece Rusya ile olsaydı, kazanılacağı umulurdu. Nitekim ilk zamanlar zaferler kazanıldı. Ama Balkan prenslikleri de Rusya ile ittifak edince mağlubiyet kaçınılmaz oldu. Bu mağlubiyet Türk-İslam tarihinin en büyük felaketlerinden birisi, belki de birincisidir.
Harb, 1699’daki Karlofça Muahedesi’nden bile daha ağır toprak kayıpları doğurdu. Bir milyonun üzerinde Müslüman, asırlardır yaşadıkları toprakları terk ederek memleket içlerine dağıldı.
Harb, meydanlarda öyle nezaket ve şövalyelik kaideleri içinde cereyan etmedi. Sivil halk da çok zarara uğradı. Sosyal yapı altüst oldu.
Ne yapsın?
Sultan Hamid harbde hiç mesuliyeti olmadığı hâlde, harbe girmemek, girildikten sonra da kazanılması için ümitsizce elinden geleni yapmıştır.
Harb sonrasında teşekkül eden feci vaziyeti, memleket lehine hafifletmek için de elinden gelen gayreti göstererek imkân dahilinde muvaffak olmuştur.
Bu işin faillerini birer ikişer mevkilerinden uzaklaştırmış, harbin birinci mesullerinden olan meclisi dağıtarak, tekrar böyle bir felakete yol açılabileceği endişesiyle tekrar toplantıya çağırmamıştır.
Eski darbeciler, Abdülkerim ve Redif Paşalar, mağlubiyetin mesulleri sıfatıyla divan-ı harbe verilmiş; ama buradan da yırtmışlardır!..
Muhalefet bahanesi
Mebuslardan astarcılar kethüdası Ahmed Efendi, harbin meclis tarafından sevk ve idare edilmediğinden yakınarak, hükûmeti, hatta Padişah’ı sert sözlerle tenkide kalkışmıştır.
Hâlbuki dünyanın her yerinde harbi meclis değil, harb kabinesi idare eder. Yakın zamanda bazı gizli vesikaların Türk Tarih Kurumu tarafından neşredilmesi, harbin saraydan yürütüldüğü için kaybedildiği gülünç tezini tamamen çürütmüştür.
93 Harbi’nde muvazzaf paşalar, hep birbirlerini ve birbirlerinin planlarını saraya şikâyet etmişlerdir. Bu kadar çok şikâyet alınca, sarayın bazı planları iptal ve bazı paşaları vazifeden aldığı oluyordu. Fakat bu hâl umuma teşmil edilemez.
Zaten askerî bürokrasi, Padişah’ı terbiye etmeye çalışıyor; inisiyatif almaları gereken yerlerde ve zamanlarda “bize saraydan bir emir gelmedi” diyerek hareketsiz kalıyorlardı.
Kimse suçu üzerine almaz
Süleyman Paşa, Şıpka’da kendi askerlerini âdeta öğütmüş; fakat mağlubiyetten Mehmed Ali Paşa’yı mesul tutmuştur. Böylece Paşa’nın azline ve yerine kendisinin tayinine muvaffak olmuştur.
Meselenin hakiki mesulü olan sivil ve askerî bürokrasi mesuliyeti üzerinden atmak için bütünüyle Padişah’ı itham etmiş, başta Damat Mahmud Paşa olmak üzere, mebusları ve halkı bu yolda kışkırtmıştır.
Padişah buna şiddetle reaksiyon göstermiştir. Ama sonraki hadiselerin tesiriyle bu işin âdeta ilk ve tek mesulü olarak kabul edilmiştir. Diğer pek çok husus gibi, bu mağlubiyet de Padişah’a muhalefetin bir vasıtası olarak kullanılmıştır.
Kaht-ı rical
Ruslarla harbe girildiğinde Osmanlılar belli sebeplerden ötürü müdafaada kalmayı tercih edip, çok stratejik bir hata yaptılar. Rusların Tuna’yı ellerini kollarını sallayarak geçmesine müsaade ettiler.
O sıralarda Vidin’de bulunan Gazi Osman Paşa, Serdar-ı Ekrem Abdülkerim Nadir Paşa’ya çektiği telgrafta, Rusları Tuna’yı geçtikten sonra karşılamak için en iyi yerin Plevne olduğunu söyleyerek, müsaade olunursa orayı müdafaa etmeyi teklif etti. Nadir Paşa, muhtemelen korktuğu için cevap bile vermedi.
Bunu fark eden Padişah, Osman Paşa’ya bizzat çektiği telgrafta “Süratle Plevne’ye gidiniz. Tüm mesuliyet saraya aittir” dedi. Yani o meşhur Plevne müdafaasının bidayetinde Sultan Hamid’in bu müdahalesi vardır.
Skandal!..
Nadir Paşa kimdir? Sultan Aziz’e darbe yapan ekiptendir. Daha evvelinde, Avni Paşa’nın müteaddit defalar Sultan Aziz’e karşı planladığı suikast teşebbüslerine katılmıştı.
Bir başka skandal ise şudur: Nadir Paşa, Osman Paşa’nın 1. ve 2. Plevne harblerinin kazanıldığını haber veren telgraflara inanmamıştır. Böylece 3. Plevne muharebesinde Osman Paşa yalnız bırakılmıştır.
Nadir Paşa’nın halefi Mehmed Ali Paşa, büyük bir harbi kazanacak, hatta yürütebilecek çapta bir asker değildi. Üstelik askeriyede de hasetçisi ve hasmı çoktu. Bunlar, Paşa muvaffak olacağına, harbin kaybedilmesini tercih edecek tıynette idiler.
Harb esnasındaki ağır ve tereddütlü hareketi, düşmana çok değerli iki hafta kazandırdı. Nitekim 21 Eylül’de Çakırköy’deki mağlubiyet, harbin dönüm noktası oldu.
Plevne mağlubiyetinin ardından ordu çözülerek geri çekildi. Düşman Meriç’i geçerek Edirne’yi işgal etti. Çatalca düştü. Ruslar, Yeşilköy’de karargâh kurdu. Nezaketen şehre girmedi.
Bu esnada iki kurmay kumandanı maktul düşen Muhtar Paşa muharebeyi sürdürmedi. Avrupa harb akademilerinde talebeye okutulan bir taktikle geri çekildi. 18 Kasım’da Kars düştü. Orduyu hiç olmazsa mahvolmaktan kurtardığı için Paşa’ya gazilik tevcih edildi.
Plevne tesellisi…
Gazi Osman Paşa, Ruslara karşı gayet iyi mücadele ederken Çar’ın “Tuna'nın neresinden geçerseniz geçin, Osmanlılar bizi mahvediyor” demesi üzerine Rumenler harbe katıldı ve Ruslar aldıkları bu takviye ile Plevne Müdafaası'nı kırabildi.
Osmanlıların karşısında, Rusya, Romanya, Sırbistan, Karadağ, Yunanistan ve Bulgar gönüllü birlikleri vardı. 50 bin kişilik taze kuvvete sahip Rumenler, harbden evvel kendilerine istiklal tanınırsa, harbde tarafsız kalmayı taahhüt etmiş, Babıali bürokratları bunu hoyratça reddetmişti.
Osman Paşa, Rumenler gelmeseydi zaten Rusları durdurmuştu. Bunlar geldikten sonra da düşmanı bir defa daha yendi. Sultan Hamid’in kendisine teveccühünün sebebi budur.
İki asırdır biteviye harb kaybeden Müslümanlar Plevne Zaferi gibi şeylerle teselli buluyor. Bu halet-i ruhiyeyi anlamak mümkündür. Diğer kumandanlar Plevne'deki işin binde birini yapamadılar.
Sultan Aziz’e darbe yapan ekipten Süleyman Paşa, defalarca Şıpka’da Ruslara yenildi.
Bir de Kafkas cephesi kumandanlarından Kasap Hüseyin Paşa vardı. Darbecibaşı Avni Paşa’nın bacanağı idi. Mukavemet edemedi. 1 yıllık iaşeye sahip 17 bin askeriyle -ki bu azametli bir rakamdır- Ruslara teslim oldu. Bu hadise elbette düşmanı ihya etmiştir.
İşte 93 Harbi’nin felaketli günlerinde Padişah böyle adamlarla bir şeyler yapmaya ve harbi kazanmaya çalışmıştır. Böyle kumaşa, böyle elbise, demişler.
Hanedanın malı polis nezaretinde yağmalandı!
9 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :8 Eylül 2024 23:11
A -
A +
*Osmanlı Hanedanı, sürgünden evvel üç gün içinde eşyalarını yok pahasına satmak veya emanet etmek mecburiyetinde kaldı...
*Bu esnada nahoş hadiseler de yaşandı. Mesela Şehzade Seyfeddin Efendi’nin evi halk tarafından polis nezaretinde yağmalanacaktı...
1908’den itibaren iktidara gelen komitacılar, paranın güç olduğunu anladıkları için hükümlerini sürdürebilmek adına servet kaynaklarına göz diktiler. Hele her çeşit cinayet gibi, yağma ve hırsızlığı da vatan millet adına yapma ustalığını gösterebildikleri için, başkalarının gözyaşı pahasına muazzam bir servete ve buna bağlı bir güce kavuştular. Sultan Hamid ricali, hanedan, azınlıklar, eski rejim mensuplarının şahsî malları ile vakıflar, bu servetin tükenmez kaynağı olmuştur.
Hanedanı vatanlarından sürgün eden 1924 tarihli kanun, mallarını bir sene içinde tasfiye etmelerini, aksi takdirde hükûmetçe satılacağını söylüyordu. Bu hüküm şahsi mülkiyeti himaye altına alan anayasaya aykırı idi. Bunlar devletin değil, hanedanın şahsî paralarıyla alınmış mülklerdi.
Hanedan fertleri, sürgün için tanınan 3 günlük mühlet içinde menkul eşyalarını haraç mezat yok pahasına sattılar veya eşe dosta dağıttılar. Bu esnada nahoş hadiseler de yaşandı. Şehzade Seyfeddin Efendi’nin Kuruçeşme’deki evi halk tarafından polis nezaretinde yağma edildi, hatta polisler de yağmaya iştirak ettiler.
İyiler-Kötüler
Bazıları mülklerini itimat ettikleri kimselerin üzerine geçirdiler. Sürgünde iken kirasından istifade etmeyi, yakın zamanda dönünce de tekrar üzerlerine almayı umuyorlardı. Ancak pek azı umduğuna kavuşabildi. Mülkün sahipleri sürgünden döndüklerinde mülklerinin üstüne bir bardak su bile içemediler.
Şehzade Nihad Efendi de Serencebey’deki köşkünü, Galatasaray Lisesi’nden bir arkadaşına devretti. Büyük bir vefa numunesi olan bu arkadaşı, her sene muntazaman muayyen bir kira bedeli gönderirdi. Ölmeden de evladına bu köşkün Şehzade’ye ait olduğunu vasiyet etti. 1974’te Şehzade’nin vârisleri dönünce, artık harabeye dönen köşk yok pahasına satılıp bedeli taksim edildi.
Sultan Vahîdeddin’in Çengelköy’deki şehzâdeliğinden kalma köşkü, Zehra Hanım adında bir emektara devredildi. Sabiha ve Ulviye Sultan döndüklerinde, bu hanımın kardeşi buna göz yummak karşılığında, köşkün arazisinin üçte birine el koydu. Bu sebeple köşk yok pahasına satıldı. Sultanların eline çok az bir para geçti.
Sabiha Sultan giderken Hazine-i Hassa Müdürü Refik Bey’e vekâlet vermişti. O da 150’liklere dâhil edilerek sürgün edilince, Teşvikiye’deki köşkü ve Rumelihisarı’nda köprünün ayağındaki yalısını kaybetti.
Şehzade Ziyaeddin Efendi’nin Haydarpaşa Garı arkasında uzanan ve üzerinde bugün bir mahalle bulunan köşkü ve bahçesi de iç edildi. Ortaköy’den Kuruçeşme’ye kadar olan sahilde sultan hanımların yalıları vardı, hepsi darmadağın olmuştur.
Bazıları mülklerini nakletmeye imkân bulamadılar. Ancak başkalarına vekâlet verdiler. Bu vekillerden pek azı ahde vefa etti. Dişçi Sami Günzberg gibi bazı açıkgözler ise sahte vekaletnamelerle bu mülkleri satıp yediler.
Bir sene içinde tasfiye etmeyenlerin mülkleri, hazinece satıldı. Meselâ Paşalimanı’nda Şehzade Selim Efendi’ye ait 24 dönümlük arazi, yeni devrin gözdesi Nuri Demirağ’a 6 bin liraya satıldı.
Yiyin efendiler!
Halifeye ait otomobil, cumhuriyet hükûmetinin Londra sefaretine verildi. Saraylardaki kıymetli menkul mallar, zamane bürokratları tarafından paylaşıldı. Bunları, halılara sobalara kadar, Ankara ricâlinin veya türedi zenginlerin evlerinde eski saraylılar görüp tanımışlardır. (Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, 8/285; Rumeysa Aredba, Sultan Vahdeddin’in Son Günleri, s. 87.)
Bürokratların rağbet etmedikleri, müzayede usulüyle satıldı. Beyoğlu’nun muteber antikacıları müzayedeye girip, istedikleri malı kaldırır; geri kalanını koltukçu esnafı, aralarında anlaşmak suretiyle yok fiyatına kapatırdı.
Kazım Karabekir der ki: “Bir hafta sonra İstanbul’a dönüşümde hanedan eşyasının bir gece içinde Yahudiler tarafından ucuzca satın alındığını ve bunların da bu eşyayı satmakta olduklarını öğrendim. Hatta Kolordu Kumandanı Şükrü Naili Paşa dahi bir oda takımı satın aldığını bizzat bana söyledi. Ben de ilgili zatlara bildirdim. Bu münasebetsizliğin 1944 yılı son aylarında Ankara’da bir tecellisini de öğrendim. Son halife Mecid Efendi’nin altın kakmalı kılıcıyla av tüfeğini bir paşazade apartman kirasını ödeyemediğinden satılığa çıkarmış! Kılıcı İngiliz sefareti, av tüfeğini de bir Türk yüzlerce liraya satın almışlar.” (Paşaların Kavgası, 251)
Yılmaz Öztuna diyor ki: “Osmanoğulları’nın her şeyine el konuldu. Türkiye dışındaki varlıklarının hiçbirini o devletler, Türkiye’deki uygulamayı emsal göstererek vermediler (verilmemesi için Ankara’dan da yazı gönderildi). Hanedanın yabancı bankalarda kuruşu yoktu. Sultan Vahîdeddin büyük akılsızlık edip Türkiye’yi terk ederken bir avuç elmas almayı bile düşünmemişti. Her Türk’ün elbette dokunulmaz malı mülkü varken, Osmanoğulları’nın her şeyi yağmacıların, dolandırıcıların, azınlıkların eline geçti.” (Devletler ve Hânedanlar, II/942)
Hani insan hakkı?
Sürgün kanunu padişahlara ait malların millete (yani tek parti elitlerine) kalacağı hükmünü getirmişti. Bu hüküm, mirasın bir insan hakkı olduğuna dair hukukun umumi prensibine aykırı idi. Ayrıca bir kimse ölür ölmez malları vârislerine geçer. Bu hüküm, hem üniversal bir insan haklarını çiğniyor, hem de kanunu geriye yürütüyordu.
Her vatandaş gibi, padişahların da devlet hazinesinden ayrı hazine-i hassa adıyla kendi hususi serveti vardır. Asırlar boyu birikmiş bu servet padişahın vârisi olan hanedanın hususi mülkü olmak lazım gelirdi.
Bu, birkaç saatte kaleme alınmış siyasî bir kanundur. Bunda, kusursuz bir hukuk mantığı ve üslubu, öte yandan etik ve adalet kaygısı aramak yersizdir.
Böylece padişahlara ait ne varsa el konularak, 1909 Yıldız Yağmasının daha fecisi, kanun zoruyla icra edilmiştir.
Kutu
Hani hukuk?
Sultan Hamid’in sürgüne tâbi olmayan zevceleri Müşfika ve Bedrifelek Kadınefendiler, Sultan Hamid’e ait mülklerin vârisler adına tescili için mücadeleye başladılar. Bakanlar kurulu 1931’de böyle bir haklarının bulunduğuna karar verdi.
Miras mevzuu olan gayrimenkullerin listesi, arasında İstanbul ve taşrasında nice arsalar, evler, dükkânlar, çiftlikler, hanlar, apartmanlar olmak üzere 10.200’ü geçer. Tapu dairesinin itirazına mukabil asliye hukuk mahkemesi 1934’te talebi kabul etti. Yargıtay da bu kararı tasdik etti.
Sultan Abdülaziz vârisleri de aynı yolu takip etti. Yargıtay Genel Kurulu 1946’da vârisler lehine karar verdi. Sultan Hamid, 1924 tarihli kanundan 6 sene evvel vefat etmiş, ölür ölmez mülkleri vârislerine geçmişti. Tescil edilip edilmemesinin bir ehemmiyeti yoktu.
Bazı kesimler olup bitenlerden rahatsız oldu. Bu gidişe bir dur demenin zamanı gelmişti. Başbakan Recep Peker, Meclis'ten kanunu tefsir etmesini istedi (1949).
Meclis, umumî hukuk prensibini elinin tersiyle bir kenara itti. Kanunu geri yürüterek, evvelce vefat eden padişahların mülklerinin hazineye intikal edeceğini söyledi. Bu, hanedan için bir hüsran oldu.
Miras isterler korkusu
Hukuk profesörlerinden Hıfzı Timur ve Halit Kemal Elbir, o devre göre inanılmaz bir cesaret göstererek, bu tefsir kararının hukuka aykırı olduğunu ispat eden birer makale neşrettiler. Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil ve Temyiz Mahkemesi Reisi Ali Himmet Berki de buna iştirak etti.
Kulak asmayan Meclis, hanedanın vefat eden padişahlar adına kayıtlı mallardan miras talep edemeyeceklerine dair kanun çıkardı. (1949)
İnkılap yobazları Meclis'te hanedan aleyhine veryansın ediyor, 1924 tarihli kanunun, hukukun bütün prensiplerini ezen geçen bir inkılap kanunu olduğunu haykırıyorlardı. Dışişleri Komisyonu Reisi Antep Milletvekili Abdurrahman Melek, işin içinde çok para olduğunu, kanundan maksadın adaletin tecellisi değil, siyasî otoritenin korunması olduğunu açıkça itiraf etmiştir.
Münîre Sultan’ın oğlu Kemâleddin Bey, hanedanın bu efsanevî mirasa kavuşacağına hiçbir zaman inanmadığını söyler ve Fransa’da sürgünde iken, Atatürk’ün yakınlarından biri ile görüştüğünü, “Memlekete dönmenizde bir tehlike yoktur; zira ordu cumhuriyete sadıktır. Ama miras istersiniz diye almıyorlar” dediğini naklederdi.
Böylece hanedanın, Türkiye’nin himayesiyle, eski Osmanlı topraklarındaki nice kıymetli emlâki miras olarak elde etmesi, uzun vadede milletin ve memleketin işine yarayacakken, takıntı hâlini almış bir Osmanlı düşmanlığı ve yurt içindeki malların iç edilmesi gibi kısa vadeli küçük hesaplar yüzünden, bir aile yediden yetmişe yokluğa ve sefalete mahkûm edilerek büyük bir fırsat kaçırılmıştır.
Dikkat, düşman dinliyor! Dünyanın En Eski Mesleklerinden: Casusluk
2 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :2 Eylül 2024 09:11
A -
A +
Casusluk riskli ve sevimsiz bir iştir. Ama bu işi icra edenler, vatanları için gizli birer kahraman sayılır.
Casus kime denir? 1907 Lahey Konferansı casusu şöyle tarif eder: “Muharip bir devletin harekât sahasında, düşman tarafına bildirmek maksadıyla malumat toplayan ve bunu gizli usullerle ulaştıran veya ulaştırmaya çalışan şahıs.”
Bu tarif daha ziyade harb zamanında yapılan askerî casusluğa aittir. Sulh zamanında yapılan askerî, siyasi, iktisadi, ilmî, sınai ve ticari casusluklar bu tarife girmemektedir.
Eski Türk Ceza Kanunu’ndaki (madde 133) casus tarifi daha şümullüdür: “Devletin emniyeti veya dahilî veya beynelmilel siyasi menfaatleri icabından olarak gizli kalması lazım gelen malumatı, siyasi veya askerî casusluk maksadıyla istihsal eden kimse.”
Bu kişi, kendi millî menfaatlerine karşı çalışırsa vatan haini sayılır. Bu sebeple bitirilmek istenen kişi için en çarpıcı vasıta “casusluk” ithamıdır.
James Bond
Casusluk teknikleri!..
Casusluk, insanlık tarihi kadar eskidir. ME VII. asırda yaşamış Çinli filozof Sun Çe'nin harb sanatı kitabında casusluk teknikleri anlatılır. Yusuf kıssasının Tevrat’taki versiyonunda, Yusuf aleyhisselam kardeşlerine, “Siz buralılara benzemiyorsunuz, casus olmayasınız?” diyerek ağız yoklar.
Musa aleyhisselam 12 kabileden birer nakip seçip, yurt edinecekleri Arz-ı Mevud hakkında istihbarat toplamalarını istedi.
ME II. bin yılda Firavun III. Thutmoses’in Thute adında bir casus yüzbaşısı vardı. ME 1320’de Mısır firavunu Tutankamon’un çocuğu yoktu. Dul eşi Ankesenamun Hitit kralından oğlunu damat olarak Mısır'a göndermesini istedi. Firavunun veziri mektubu buldu, prensi yolda öldürdü. Kendisi tahta geçerek dul kadınla evlendi.
Pers Kıralı I. Serhas da Termofil Harbi’nde (ME 430) casus olarak Ephialtes adlı bir Yunanlı’yı kullandı. Sparta hatlarının arkasına geçecek keçi yolunu gösterdi. Truva Atı, dünya tarihindeki en eski gizli operasyonlardan biridir.
Çoğu hükümdar ve kumandan, istihbarat için kâhinlere müracaat ederdi. Büyük İskender’in kâhini Aristander, akli yollarla elde ettiği istihbaratı -mecburen- kehanet gibi anlatırdı. Kâhinlere hiç inanmayan Kartacalı Hannibal’in ME 216’daki Cannae zaferinde casusluğun payı büyük olmuştur. Julius Sezar’dan itibaren orduda istihbarat birlikleri kuruldu.
Yüz aşçı-Yüz casus
Avrupa’da muntazam casusluk teşkilatının ilk defa XVI. asırda İngiltere Kraliçesi Elizabeth zamanında Walsingham tarafından başlatıldığı kabul edilir. Çok sayıda komplo bu sayede tesirsiz kılınmıştır. Meşhur yazar Daniel Defoe İngiltere’de istihbarat servisinin kurucularındandır. Başbakan Kardinal Richelieu de Fransa’da Cabinet Noir (Karanlık Oda) diye bilinen istihbarat teşkilatını kurdu. Şövalye d’Éon diye bilinen ekzantrik ajan hem erkek hem kadın kılığında faaliyet gösterirdi.
Vatikan ve Polonya istihbaratı, ölen çarın oğlu Dimitri olduğu iddiasıyla bir ajanlarını 1605’te boşalan Rus tahtına çıkarmaya muvaffak oldular. Ama enteresan komplo kısa zamanda açığa çıktı, Dimitri öldürüldü.
Prusya Kralı Büyük Frederick, modern askerî casusluk teşkilatının babası sayılır. “[Fransız] Mareşal Soubise’in peşinden yüz aşçı gelir, benimse yüz casus!” derdi. Kurduğu geniş teşkilatı başlıca dört kısma ayırmıştı:
1-Köylü yahut fakir sınıfa dahil, az paraya çalışmaya razı olan alelade casuslar; 2-İki taraflı çalışan casuslar (en mühim vazifesi düşmana yanlış bilgi vermektir); 3-Yüksek dereceli casuslar (subaylar, elçiler, asilzadeler ve saray mensupları girer ve iyi para alırlar); 4-Zoraki casuslar (işgal altındaki şehirlerde ele geçen subay ve memurlar)
İkili ajanlar
Harb zamanlarında askerî casus daha fazla görülür. Sivil casus, karşı taraf casuslarını takiple vazifelidir. Hususi casusluk, yabancı bir memleketin ilmî, iktisadi veya diğer sırlarını öğrenmek için yapılır.
XVIII. asırdan beri İngiliz ticaret odasında sınai casusluk dairesi vardı. Plaka camı ve çelik endüstrisine dair nice buluşları casuslar vasıtasıyla elde ettiler. İspanyollar da gemi inşası, buhar motorları, bakır rafineri, kanallar, metalurji ve top imali ile alakalı sınai casusluğunda bulundular.
İki tarafa çalışan casuslar da vardır. Bazen her iki taraf da bunu bilir. Bazen de bir taraf, zararsız bazı sırlarını bu iki taraflı casuslara verir, mukabilinde mühim malumat edinir.
İki taraflı casusların en meşhuru Fransa’ya çalışan Alsaslı Karl Schulmeister idi. Avusturya başkumandanı Mack’in itimadını kazandı. Ona Napoléon’u çekiştirdi, Fransa’nın imparatorundan kurtulmaya can attığını, orduların cephane sıkıntısı çektiğini ve cesaretlerinin kırıldığını söylemişti. Mack buna inandı, Rus General Kutuzov’u beklemedi. Ulm Harbi’nin kaybı, Napoléon’a Viyana yolunu açtı.
I. Cihan Harbi’nin meşhur kadın casuslarından Hollandalı Mata-Hari hem Fransa hem Almanya’ya çalışırdı. Çünki her iki ordudan da sevgilisi vardı. İşini iyi yapamadı ki, Fransızlarca yakalanıp kurşuna dizildi.
Tacirler, papazlar, korsanlar
Her zaman en iyi casuslar, tacirler, papazlar ve korsanlar olmuştur. Rahatça gezebildikleri, dünyayı tanıdıkları, okuma yazma, hatta lisan bildikleri ve en mühimi akıllı oldukları için… Venedikli seyyah Marco Polo bunlardan biridir. Bir başka Venedikli, kumarbaz çapkın Casanova Fransız casusuydu. Cizvitler dünyada kurdukları istihbarat hâkimiyetinin kurbanı olmuştur.
Bir ara Garp’ta Sovyetler hesabına casusluk yapmak moda olmuştu. Alman Dr. Klaus Fuchs atom bombasının sırlarını Kanada’dan çalıp Ruslara satmış; Ruslar hesabına casusluk yapan Julius ve Ethel Rosenberg yakalanıp idam edilmiştir.
XX. asrın en parlak ikili ajan vakası beş İngiliz aristokrat/sosyalist gencinin marifetidir. Cambridge Beşlisi diye anılan ve sınıflarına hıyanet eden gençlerin 1930’lardan 1950’lere kadar Sovyetlere hizmeti, romanlara ve filmlere mevzu olmuştur. Hâlâ İngilizlerin kuyruk acısıdır.
İki taraflı casusları devamlı kontrolde tutmak ve tek taraflı çalışan casusların da ileride böyle olmasını önlemek için, teşkilat içinde casusları birbirlerine kontrol ettirmek bir usuldür.
Casusluk suç mu?
Gizli istihbarat teşkilatı, her memleket hakkında askerî ve siyasi bilgi toplar. Bunu casuslar, diplomatlar, ecnebi ülkelere giden sporcu, sanatçı gibi şahıslar vasıtasıyla yapar.
Buna mukabil her memlekette karşı istihbarat teşkilatı vardır. Memleketten dışarı haber sızmasını önler. Birçok memleketlerde bu iki teşkilat birbirine bağlıdır.
Casuslar, mektep veya kurslarda hususi yetiştirilir. Sahte evrak tanzimi, fotoğrafçılık, her türlü spor, çeşitli lisanları şiveleriyle konuşabilmek, her türlü silahı kullanmak, makyaj, resim, yankesicilik, şifre çözme usulleri öğretilir. Teşkilattan olmayan kişiler, vatanseverlik veya başka maksatlarla casusluk yapabilirler.
Harbde veya fevkalade zamanlarda casusluğun cezası ölümdür. Sulh zamanında en ağır cezalar verilir. Casuslara yardım edenler de okkanın altına gider.
Mamafih casusluk milletlerarası hukuka aykırı değildir. Lahey Mukavelesi’ne göre, bir casus, ordusuna döner de sonra karşı tarafa esir düşerse, daha önce yaptığı casusluktan dolayı suçlu sayılamaz, harb esiri muamelesi görür.
HEYKEL ve İDEOLOJİNİN SESİ
26 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :26 Ağustos 2024 16:49
A -
A +
Heykelin mazisi çok eskidir. Ama tarihte sadece iki liderin hayattayken heykelleri dikilmiştir...
Roma’da imparator, 'Tanrı'nın iradesini temsil ettiğinden, ölünce merasim meydanına heykeli dikilirdi. Yahudi ve Hristiyanlar bunu selamlamaktansa, ölümü tercih ederdi. III. asırdan itibaren Roma’nın Hristiyanlığı kabulüyle bu eziyetten kurtuldular. Artık hemen hiçbir imparatorun heykeline rastlanmaz.
Rönesans Avrupa’da heykelin parlak çağıdır. Çünki zamanın moda fikri hümanizma, dünyanın merkezine 'Tanrı'nın yerine insanı koymayı hedefler.
Fransız gazeteci Marcel Sauvage yazıyor... (5.8.1935 Cumhuriyet)
Kişiye tapınma!
Abideler, inkılap ideolojisinin bir vasıtası olduğu hâlde, Lenin, Mussolini, Hitler ve Franco gibi ideolojist diktatörler heykellerini yaptırmamıştır. Lenin’in heykeli ölümünden sonra Stalin tarafından dikilmiştir.
Biniciliğe meraklı İnönü reisicumhur iken, para ve pullara kanun icabı resmini koyduktan sonra, Taksim Gezi Parkı’na dikilmek üzere at üzerinde 7,5 metre kaide üzerine 14 metrelik ihtişamlı bir heykelini Belling’e yaptırmıştır.
180 bin lira bütçe ayrılan ve zamanında hayli alay mevzuu olan heykelin yapılması 9 sene sürmüş, dikilecekken iktidardan düşüvermiştir. Depolarda harap olan heykel, 12 Eylül darbesinden sonra İnönü’nün Maçka’daki evinin önüne dikilmiştir.
Bazı yazarlar, bu tür heykelleri, şarktaki “kişiye tapınma” ananesinin bir tezahürü olarak görür. “Sokakları geçmiş önderlerin, şairlerin, kahramanların ve düşünürlerin abideleriyle dolu olan bir ülke, devlet reisine, kendi iradesi dışında birtakım mutlak ve mukaddes sosyal veriler olduğunu hatırlatabilir. Sokakta kendi heykelini (ve sadece kendi heykelini) gören bir liderin ise, ölümlülere has asgari tevazuu ve ahlaki dengeyi uzun süre koruyabileceği şüphelidir” der.
İnönü heykelinin yapılışını teftiş ediyor.
Hayatta iken ilk
XX. asırda Atatürk, yaşarken adı şehirlere verilen ve heykeli dikilen Stalin ile beraber ikinci siyasi liderdir. Hatta onun heykeli, Stalin’inkinden üç yıl eskidir. Kaldı ki Stalin heykelleri 1953’teki ölümünden sonra kaldırılmış, hatta ismi verilen şehirlerin bile ismi değiştirilmiştir.
Mustafakemalpaşa (Bursa), Kemalpaşa (İzmir), Kemaliye (Erzincan), Gazipaşa (Antalya) gibi şehirlere sağlığında iken ismi verilmiştir. Ankara ve İstanbul şehirlerinden birine “Atatürk” adı verilmesi için kanun teklifi hazırlanmış ama milletlerarası sebeplerden dolayı kanunlaşamamıştır.
Sarayburnu Heykeli dünya matbuatında - 3 Ekim 1926 L'Illustration
G. M. Kemal, 1923’te Bursa’da “Bir millet ki resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur” demiş ve 45 heykelini diktirmiştir. Böylece Türkiye, hayattayken liderinin heykelini diken ilk ülke olmuştur. Ayrıca bütün mektep ve resmî dairelere büst konulması talimatı verilmiştir. Böylece yeni bir kazanç sektörü meydana gelmiştir.
İlk heykel 1926’da Sarayburnu’na Osmanlı sarayının dibine dikilmiştir. Avusturyalı heykeltıraş Krippel, kendisini sivil elbiseli gösteren bir heykel döktürmüştür. 45 bin liraya mal olmuştur. Bu heykelin yapılışına dair Hafız Yusuf Cemil Ararat’ın garip bir şiiri Mahir İz’in hatıralarında geçer.
Samsun’daki heykelin imali ve Krippel
İki cepheli ruh!
Heykeltıraşlara verilen talimatta şöyle deniyordu: “Ankara iki cephede harb etmiştir. Biri Yunanistan’a karşı askerî ve Avrupa’ya karşı siyasî cephe, diğeri de bizzat kendi tarihinin zulüm ve esaret ananelerine karşı sosyal ve siyasî cephedir. Abidede bu iki cepheli ruhun temsil edilmesi istenir.” (Bilal Şimşir, Bizim Diplomatlar, 210-211)
Krippel, Konya (1926) ve Ulus’taki Zafer Abidesi’ni (1927) dikmiştir. İkincisi 37 bin dolara mal olmuştur ki enflasyon tarifesine göre şimdiki 587 bin dolara tekabül eder.
Heykele para var, hastaneye yok
İtalyan Canonica Taksim Cumhuriyet Abidesi’ni (1928), Ankara’da Etnografya Müzesi önündeki atlı heykeli, Ankara Sıhhiye’deki heykeli ve İzmir’deki heykeli yaptı (1932). Taksim’deki için halktan para toplanmış, mimara 16.500 İngiliz lirası ödenmiştir.
1936’da Nazi mimarlar Anton Hanak ve Josef Thorak Ankara Güven Anıtı’nı yaptı. Beş ecnebi 14 heykel yaptı. Geri kalanı Türk heykeltıraşlara aittir. Bundan sonra memleket en ücra köylere kadar çoğu estetik ve simetriden mahrum büst ve heykellerle dolacaktır.
Mimar Sinan heykelinin Alman mimarın yaptığı DTCF avlusuna dikilmesi ironiktir
İhtişam ve Tevazu
Fransa’nın Güneş Kralı XIV. Louis, birkaç heykelini yaptırıp diktirmiştir. Bu garip heykeller monarşinin ihtişamını sembolize eder. Onun muasırı ve hasmı Avusturya İmparatoru I. Leopold de heykeller yaptırmıştır, ama hepsinde diz çöküp dua ederken mütevazıyane tasvir edilmiştir.
Başka da heykelini yaptırıp diktiren hükümdara rastlanmaz. Mütekebbir Napoleon bile Roma imparatorları kisvesinde bir tek heykel yaptırmış, onu da bir yere diktiremeden İngilizlerin eline geçmiştir.
İngiltere’nin sembolik ve yaşlı hükümdarı Victoria’nın irili ufaklı heykellerini kendisi değil, emperyalizmin en güçlü çağında, millî bir heyecan meydana getirerek siyasi propaganda yapabilmek için Muhafazakâr Parti hükûmeti diktirmiştir.
Amerika’nın kurucularından George Washington’un heykeli sağlığında yapılmıştır, ama emekli olup bir köşeye çekildikten sonra…
Taksim heykelinin açılışı
Mezartaşı Abidesi
İslâmiyet heykeli yasaklar (Mâide: 90). Bunun hikmeti Allah’ın yaratma sıfatına benzemeye çalışmak ve putperestliğe yol açmak tehlikesidir. Putperestlik, din büyükleri ve milli kahramanların hatırasına yapılmış resim ve heykellerin zamanla tapınma vasıtasına dönüşmesiyle ortaya çıkmıştır.
Bu sebeple İslâm aleminde heykel yerine, canlı tasviri olmayan abideler yapılmıştır. Osmanlı mezartaşları, ölen için dikilmiş birer abidedir. Eski Türkler, mezarlara ölen kişinin vasıflarını anlatan ve bir de basit tasvirinin bulunduğu taş dikerdi ki balbal derler. Müslümanlık heykelciliği mücerredleştirdi, soyutlaşmaya götürdü.
Kırgızistanda bir balbal
İki İbrahim
Makbul İbrahim Paşa Mohaç Seferi dönüşü getirdiği birkaç hayvan heykelini hürmet makamında olmayarak saray bahçesine koydurmuştu. Bu dedikoduyu mucip oldu. Hatta Figânî bir de beyit düzdü:
Dü İbrahim âmed bedeyr-i cihân
Yekî büt-şiken şüd yekî büt-nişân
(Yeryüzüne iki İbrahim geldi, biri put kırdı, diğeri put dikti)
Padişahların en muhafazakârlarından biri olarak bilinen Sultan Abdülaziz’in at üzerindeki heykeli şaşırtıcıdır. Fuller’e ait heykelin, diplomatik emrivaki olarak yapılmış olması muhtemeldir. Zira meydan değil, açık bir yere bile konmamış, saray depolarında sürünmüştür.
Türkiye’de heykelcilik İttihatçılar zamanında Sanayi-i Nefîse Mektebi’ne (Güzel Sanatlar Akademisi) bu dersin konulmasıyla başladı. Darphanenin döküm ustası ve Roma’da tahsil yapan Oskan Efendi dersin ilk hocasıdır. Zaten tarih boyunca bütün heykeltıraşlar döküm ustalığından gelmedir.
Açık yere dikilen ilk canlı heykel 1915’te Sivas’ın İttihatçı valisi Muammer Bey’in Kevork Usta’ya yaptırdığı ve ne hikmetse Hafik kasabasına diktirdiği Osman Gazi büstüdür. Vali açılışa gitmeyip, yerine Sivas müftüsünü göndermiştir.
Osman Gazi'nin büstü
Heykel ve Balyoz
1950’de demokrasinin ve hürriyetlerin hayat bulmasından istifade eden esrarengiz birkaç kişinin heykellere tükürmesi, ardından da birinin eline balyoz alıp heykele vurması ortalığı karıştırdı. Bu vesileyle Ankara’da kitapçılık yapan ve Ticani şeyhi olarak bilinen Kemal Pilavoğlu hapsi boyladı.
O ise hadiseyle alakası olmadığını, bu işi organize eden DDY müfettişi Kâmil Tuna’nın ajan-provokatör olduğunu, evvela yanına sokulup mürit gibi gözükerek kendisini suçlu vaziyetine düşürdüğünü söylerdi. (Hüseyin Üzmez, Şu Bizimkiler, 302-317)
Hadisenin Demokrat Parti’yi Atatürk düşmanı gibi gösterip yıpratmak maksadına matuf olduğu anlaşılıyor. Nitekim hükûmet bundan sonra, amansız ve yıkıcı muhalefetten kendisini koruyabilmek için, Atatürk’ü Koruma Kanunu’nu çıkarmak mecburiyetinde kalmıştır. Bu kanun da dünyada eşsizdir.
Osmanlılarda XVI.asrın başından itibaren başlayan serpuş heykelciliği XVII. asırda zirve yapıyor. Osmanlılar heykeltraşlık cihetiyle hakikaten enfes eserler vermiştir.
ŞARK ALEMİNDE TARİHE GEÇMİŞ RÜYALAR
Yaptığı rüya tabirinin çıkması Yusuf aleyhisselamın maliye nazırlığına getirilmesine sebep oldu.
8 Temmuz 2024 Pazartesi
8.07.2024
Kur’an-ı kerimde rüyaya müstakil bir sure tahsis edilmiştir. Hz.Yusuf henüz çocuk iken rüyasında 11 yıldız ile güneş ve ayın kendisine secde ettiklerini gördü. Bunu babası Yakup aleyhisselama anlattı.
O da bu rüyayı oğlunun büyük bir makama geçeceği, 11 kardeşi ile anne ve babasının o zamanlar âdet olduğu cihetle huzurunda selam için baş eğeceği şeklinde tabir etti. Hasede sebep olur diye de rüyasını kardeşlerine anlatmamasını da tenbihledi. 20 sene sonra Hz.Yusuf Mısır’a maliye nazırı olmuş, nihayet kardeşleriyle ebeveyni huzurunda baş eğmiştir.
Hz.Yusuf, kendisini himaye eden Mısır azizinin zevcesinin iftirasından dolayı zindanda iken, o zamanın hükümdarının bendeganından iki mahpus kendisine rüyalarını nakletmişti. Biri rüyada firavun için şarap sıkıyordum, diğeri de başımda bir tepsiyle yemek götürüyordum, kuşlar bu yemekten yiyorlardı dedi.
Hz.Yusuf, birine hapishaneden çıkıp yine hükümdarın hizmetine gireceksin, içecek ikram edeceksin; ötekine de asılacaksın, kuşlar başının etini yiyecek, cevabını verdi. Kısa bir müddet sonra bu tabir tamamen çıktı.
Firavun bir rüya görerek Mısır’daki bütün muabbirleri toplayıp tabirini emretti. Hepsi acz gösterdi, bu edgâsü ahlâmdır dedi. Hz.Yusuf'un zindanda rüyasını tabir ettiği şaraptar, mahbeste bir adamın mevcut bulunduğunu ve onun rüya tabirinde fevkalade kudreti olduğunu söyleyince, firavun kendisini hapisten çıkarıp yanına getirdi.
Ona, rüyasında 7 semiz öküz gördüğünü, 7 zayıf öküzün gelip, bunları yediğini anlattı. Hz.Yusuf, 7 sene fevkalade bolluk, ondan sonra 7 sene kıtlık olacak, dedi ve dediği de çıktı. Mahsulleri depoladıkları için Mısır’da kıtlık zamanında sıkıntı çekilmedi. Bu tabiri, Hz.Yusuf’un hazinedarlık makamına gelmesine sebep oldu.
Zafer rüyası
Kur’an-ı kerimde Muhammed aleyhisselamın birkaç rüyasından bahsedilir. Bedir Harbi’nden evvel, müşriklerin az olduğunu gördü ve bunu eshabına müjdeledi. Böylece gönlü yatışmış halde harbe çıktılar. (Enfal, 43)
Uhud’dan evvel rüyasında deveye bindiğini, deveyi bir koçun takip ettiğini ve kılıcının kırık olduğunu görmüştü. Düşman kumandanlarından birini öldüreceği, ama kendi yakın akrabalarından birini de kaybedeceği şeklinde tabir etmişti. Nitekim amcası Hamza şehid düşmüştür.
Hudeybiye Musalahası olduğu sene Mekke’ye girip Kâbe’yi tavaf ettiklerini gördü. Sahabe, Mekke kapısından geri çevrilince, Feth suresi nazil oldu ve bu rüyanın doğru olduğu bildirildi (Feth, 27) Nitekim bir sene sonra umre yaptılar; iki sene sonra da Mekke fethedildi.
Resulullah, süt teyzesi olan Ümmü Haram’ın evinde istirahat ederken, gülerek uyandı. Ümmü Haram bunun sebebini sorunca, “Ümmetimin gemilere binip Allah için deniz seferine çıktıklarını gördüm” buyurdu. “Dua et, ben de onlardan olayım” dedi. “Sen de onlardansın” buyurdu. Nihayet Hz.Muaviye zamanında Kıbrıs’a ilk deniz seferi yapıldı. Ümmü Haram zevciyle iştirak etiği bu seferde şehit düştü. Türbesi Hala Sultan diye maruftur.
Resulullah anlattı: “Uyurken kendimi cennette gördüm. Bir köşkün yanında abdest almakta olan bir kadın gördüm. Bu köşk kimindir, diye sordum. Ömer bin Hattab’a aittir, dedi. Ömer’in kıskançlığını hatırladım da hemen yüzümü çevirdim.” Hz.Ömer sevincinden ağladı ve sonra “Babam anam sana feda olsun! Sana karşı mı kıskançlık edeceğim!” dedi.
Arap meliki ile evlenmek!
Hz.Ebubekir Suriye'ye yaptığı bir seyahat esnasında rüyasında ayın gökten gelip kucağına düştüğünü ve onu göğsüne bastırdığını görmüştü bir rahip ona ayın son peygamber olduğunu kendisinin de onun halifesi olacağını tabir etti
Hz.Osman, Mısırlı eşkıyalar tarafından evi sarıldığında bir rüya gördü. Resulullah “Bu gece yanımızda iftar edeceksin” dedi. Öleceğini anlayıp mukavemet edilmesini istemedi. Oruçlu olduğu halde, Kur’an-ı kerim okurken şehit edildi.
Hz.Abbas kardeşi Ebu Leheb’in hâlini merak eder. Rüyada onu görür ve vaziyetini sorar. “Azap içindeyim. Ancak pazartesi gecesi azabım hafifliyor. İki parmağım arasından çıkan serin suyu emerek ferahlıyorum. Bu gece Resulullah dünyaya gelince, Süveybe ismindeki cariyem, bunu bana müjdelemişti. Ben de sevincimden, bunu azat etmiş ve ona süt annelik yapmasını emretmiştim” diye cevap verdi.
Halid bin Said bin As, rüyasında babasının kendisini cehenneme atarken Resulullah’ın kemerinden tutup kurtardığını gördü. Bunun üzerine Müslüman oldu.
Hayber kalesi kumandanının zevcesi Safiyye, rüyasında ayın Medine tarafından gelip kucağına girdiğini gördü. Bunu kocasına anlattığında, “Sen Hicaz meliki ile evlenmek istiyorsun” diyerek tokatladı. Hakikaten Hayber’in fethinden sonra Resulullah ile evlendi.
Beş parmak
Halife Abdülmelik rüyasında Mescid-i Nebi’nin mihrabında dört kere bevl ettiğini görüp çok huzursuz oldu. Said bin Müseyyib, “Evladından dört kişi Resulullah’ın mihrabına geçip, halife olacaktır” diye tabir etti. Hakikaten 4 oğlu, Velid, Süleyman, Yezid ve Hişam halife oldular.
İmam Ebu Hanife, rüyasında Resulullah’ın kabrine girip kemiklerini bir araya getirdiğini gördü. Heyecanla uyanıp, “Acaba Resulullah’a bir edepsizlikte mi bulundum?” diye düşündü. Uzun zaman kimseye anlatmadı. Nihayet dayanamadı, İbn Sîrîn’e anlattı. “Mübarek olsun! Resululah'ın sünnetini bir araya getireceksiniz” dedi. Öyle de oldu. Ebu Hanîfe, ehl-i sünnetin kurucusu sayılır. (Attar, Tezkiretü’l-Evliya)
Halife Mensur, Ebu Hanife’ye gelip, “Rüyamda Azrail aleyhisselamı gördüm. Kaç sene ömrüm kaldığını sordum. Beş parmağını açarak işaret etti. Beş sene mi, beş ay mı, beş hafta mı?” diye sorunca, “Bu beş parmak, mugayyebat-ı hamsedir. Kur’an-ı kerimde beş şeyi Allah’tan başka kimse bilmez, buyuruldu (Lokman, 34). Bunlardan birisi de insanın ne zaman öleceğidir” diye cevap verdi.
Rüyadaki ilaç
Halife Memun, “Rüyamda bütün dişlerimin düştüğünü gördüm” dediğinde, tabirci “Bütün akrabalarınız vefat edecektir” diye tabir etti. Halife bundan müteessir oldu. Başka birine sordu. “Halife hazretleri bütün akrabalarından fazla yaşayacaklar” diye tabir etti. Halife memnun oldu ve tabirciye ihsanda bulundu. Her iki tabirin manası bir, fakat ifade tarzı başka olduğundan, evvelki kederi, ikincisi memnuniyeti mucip olmuştur. Bu, insanlarla münasebette ölçü olmalıdır.
Adaletiyle meşhur Horasan valisi Abdullah bin Tahir zamanında masum biri haksız yere hapsedilmişti. Vali o gece rüyada dört kuvvetli kimse gelip, tahtını, tersine çevirecekleri vakit uyandı. Rüyayı tekrar görünce, bir mazlumun ahı bulunduğunu anladı.
İmam Şafii’nin annesi, gövdesinden çıkan yıldızın ışıltılar saçtığını, Arap beldelerine yayılıp en son Mısır’a düştüğünü görmüştü. Nitekim Şafii Mısır’da vefat etti. Mezhebi Arab beldelerinde yayıldı.
Busayrî ömrünün sonuna doğru kötürüm oldu. Rüyasında Resulullah’ı gördü. Ona, kendisini övdüğü meşhur kasidesini okudu. Üzerinde bulunan hırkasını çıkarıp, Busayrî'ye giydirdi. Bacağını eli ile sığadı. Uyanınca sıhhate kavuşmuştu. Onun için buna Kasîde-i Bürde denir. Bürde, hırka demektir.
Çelebi nasılsın?
Halep alimlerinden Şeyh Sadeddin Darir’e birisi gelip, “Rüyamda ayaklarımın üzerine kadar çıkan ateş içinde yürüdüğümü gördüm” dedi. “Yanıma gel, tabir edeyim” cevabını verdi. Rüya sahibi yaklaşınca, onu sımsıkı tutarak polis diye bağırdı. Halk toplandı. “Bu adam ayakkabı hırsızıdır” dedi. Bunun üzerine adam suçunu itiraf etti.
Mevlânâ Celaleddin Rumî’nin dedesi Hüseyin Hatib’e rüyasında Resulullah “Horasan padişahının kızı ile evlen!” buyurur. Aynı gece hem padişah, hem veziri, hem de kızı aynı rüyayı görmüştü. Bunun üzerine hakikaten Harzemşah hanedanından kızı Melike-i Cihan Emetullah Hatun ile evlendi.
Mevlânâ'nın en sevgili müridi ve ilk halifesi Hüsameddin Çelebi bir gün, “Mevlânâ hazretleri öleli 7 yıl oldu, bir kere hatırımı sormadı” diye içinden geçirdi. O gece rüyasında gördü. “Çelebi cuni?” (Çelebi nasılsın?) diye sordu. Nitekim daha Resulullah zamanında Selman-ı Fârisî ile Abdullah bin Selâm, aralarında ölümlerinden sonra birbirlerine görünmek hususunda sözleşmişti.
Meşhur âlim İbni Âbidîn, hocası Mevlânâ Hâlid’e, “Dün gece rüyamda hazret-i Osman'ın vefat ettiğini gördüm. Çok büyük bir kalabalık oldu. Namazını ben kıldırdım” diye arzetti. Mevlânâ Hâlid, “Yakında vefat ederim. Sen de namazımı kıldırırsın. Zira ben Osman evladındanım” buyurdu. Dediği gibi çıktı.
Meşhur şarkiyatçı Annemarie Schimmel, seyahatleri esnasında derlediği şark alemine ait rüyaları ve tabirlerini Halifenin Rüyaları adıyla kitap haline getirmiştir.
İSRAİLİYAT NEDİR? NE DEĞİLDİR?
Bir tarafta İsrailiyat hurafelerini İslamiyete mal edenler, öte tarafta İslami hükümleri İsrailiyat diye reddedenler…
1 Temmuz 2024 Pazartesi
1.07.2024
İslâm kültüründe, İsrail oğullarının başından geçen ve sonraki nesillere nakledilen hâdiselere “İsrâiliyyât” denir. Kur’an-ı kerimde de geçtiği üzere, İsrail, Yakub aleyhisselamın ismidir ve onun soyundan gelenlere Beni İsrail adı verilmiştir.
İsrailiyat, ya Kur’an-ı kerim ve hadîs-i şeriflerde geçer, ya da semavi dinlerin metinleri ve ruhbanları tarafından beyan edilir. Ancak bunlar birebir aynı değildir. Zira Kur’an-ı kerim, bugün elde bulunan Tevrat ve İncil’in, tamamen değilse bile kısmen tahrife uğramış olduğunu beyan eder.
İsrailiyat çeşit çeşit
İsrailiyat haberleri mevzu itibariyle ya itikada veya amele dairdir yahut da vaaz (nasihat) cinsindendir. Sadece evvelki ümmetlerin başına gelenlerle alakalı değil, kâinata, gayba ve kıyamete dair İsrailiyat haberleri de çoktur.
Senet ve metin cihetiyle sahih, zayıf veya uydurma İsrailiyat vardır. Kur’an-ı kerim ve sahih sünnette zikredilen İsrailiyat haberleri makbul ve muteberdir. Senet, rivayet edenleri bildirir. Metin ise hadiseyi anlatır.
Mesela Resulullah aleyhisselamın geleceğinin evvelki mukaddes kitaplarda geçtiğine dair Abdullah bin Amr bin Âs’ın Buhari’de geçen rivayeti birinci kısımdandır, yani sahihtir.
Arşı taşıyan meleklerle alakalı, mesela meleklerin kanatlarını çarpmasıyla şimşeklerin meydana geldiğine dair haberler zayıftır.
İsrailoğullarına Buhtunnasr’ın ceza olarak gönderildiği ve 700 sene hükümdarlık yaptığı rivayeti uydurmadır.
Efsaneler?
Bazı İsrailiyat haberleri dinin aslına zıttır. Bunlar merduddur, kabul edilemez. Süleyman aleyhisselâmın yüzüğünü kaybetmesine, Lût aleyhisselâm’ın kızlarına, Davud aleyhisselâm ile Batşeba’ya dair anlatılanlar uydurmadır.
Nuh aleyhisselâmdan evvel doğup Musa aleyhisselâm zamanına kadar yaşayan, okyanus dibinden tuttuğu balığı güneşe tutarak kızartacak kadar uzun boylu Ûc bin Unk isimli inatçı kâfirin kıssası da bu kabildendir.
Bazı İsrailiyat haberleri ise meskûtün anh olup hakkında susulur. Ne tasdik ne de tekzip edilebilir. Bunlar ehl-i kitaptan gelen bazı uzun efsanelerden ibaret haberlerdir. Bakara suresinde geçen cinayete dair tefsirlerde ve tarihlerde anlatılanlar, ayrıca tarihlerdeki Nemrud ile Kârun’a dair haberler böyledir.
Ne tasdik ne tekzib!
Muhammed Aleyhisselam, “İsrail oğullarından nakletmenizde bir beis yoktur. Çünki onlarda çok hayreti mucip hâdiseler vardır” buyurdu. Beni İsrail’e dair anlattığı çok sayıda kıssa, hadis kitaplarında mevcuttur.
Bir başka hadis-i şerifte de “Eğer Ehl-i kitap, size bir şey anlatacak olursa onu ne tasdik ne de tekzip edin! Yani ne doğrulayın ne yalanlayın! Biz Allah’a ve peygamberlerine ve onlara indirilenlere inandık deyin!” buyuruldu.
Çünki eğer tasdik olunan şey tahrife uğramış bir şeyse, tahrife iştirak edilmiş olunur. Eğer tekzip edilen şey semavi kitabın aslına uygun ise, bu sefer ilahi kelâm tekzip edilmiş, yalanlanmış olur.
Eğrisi doğrusu
Resulullah, eshabından bazılarının eski mukaddes metinleri okumalarına müsaade etmiştir. Musevi iken Müslümanlığa geçen sahabi Abdullah bin Selâm, ayrıca Abdullah ibn Abbas, Abdullah bin Amr bin Âs, Temîm Dârî ile Tâbiîn’den Kâ‘bü’l-Ahbâr ve Vehb bin Münebbih gibi zâtlar, mukaddes kitaplardan haberdardı ve eski dinlerin hükümlerini bilirdi. (Ahbâr, hibrin çokluk hâlidir. Tevrat yazıcılarına verilen isimdir. Kur’an-ı kerimde geçer: Mâide, 44).
Abdullah bin Selâm’a Tevrat okuma izni bizzat Resulullah tarafından verilmiştir. Ebû Hüreyre’nin, Tevrat okumadığı halde, dinlemeye merakı ve ezber kuvveti sebebiyle, bundaki malumatı en iyi bilenlerden olduğu söylenir. Bunlar, eğriyi doğrudan ayırabilecek zâtlardı.
Mevâlî denilen ve Arap olmayan müslümanlar arasında çok âlim, bilhassa muhaddisler yetişmiştir. Bunlardan işitilen İsrailiyat rivayetlerinin, zaman içinde eğrisi ve doğrusuyla İslâmiyete sirayet ettiği söylenir. Sonraki âlimler bunlara dikkat çekmiştir.
Kardeşim Musa sağ olsaydı…
Buna mukabil Resulullah bir defasında Hazret-i Ömer’in, bir başka zaman da Hazret-i Hafsa’nın elinde Tevrat sahifeleri görüp bunları okumaktan menetmiştir.
Hâdise, muhtemelen Hazret-i Ömer’in yeni Müslüman olduğu sıralarda vuku bulmuştu. “Kardeşim Musa sağ olsaydı, bana tâbi olurdu” buyurmuştur. Çünkü bütün peygamberlerden buna dair misak (söz) alındığını Kur’an-ı kerim haber veriyor. (Âli İmran: 81)
Bu hâdiseler o mevzuda kabiliyeti bulunmayan ve henüz imanı derinleşmemiş kimselerin Yahudi ve Hristiyanlara ait mukaddes kitaplarla meşgul olmasının münasip olmadığını gösterir. Bu sebeple avamın bunları okumasına ulema cevaz vermemiştir.
Resulullah’ın Tevrat için ayağa kalktığı meşhurdur. Buradan semâvî kitaplar ve ezcümle Kur’an için ayağa kalkılacağına delil çıkarılmıştır. Fıkıh kitaplarında cünüp kimsenin Tevrat, Zebur ve İncil okumasının mekruh olduğunu söyler. Bütün bunlar gösteriyor ki, Tevrat, Zebur ve İncil’in tamamı tahrife uğramış değildir. Bunların içinde değiştirilmeyen kısımlar vardır. Ama malum değildir.
Ulema Kur’an-ı kerim ayetlerini ve Resulullah’ın sünnetini kâfi görmüş, şimdi eldeki Tevrat ve İncil’e müracaata ihtiyaç duymamışlardır. Kitab-ı Mukaddes’teki şer’î hükümlerin en doğru ve vâzıh şekillerini Kur’an ve sünnette bulmuşlardır.
Bahira hikayesi
Hazret-i Muhammed, Tevrat ve İncil’den okuduklarını ümmetine naklediyor değildi. Gerçi gerek Mekke ve gerekse şeriatın teşekkül devresi olan Medine devrinde bu şehirlerde ehl-i kitaptan kimseler vardı.
Meselâ ilk Müslümanlardan Varaka bin Nevfel Hristiyan idi. Resulullah’ın bi’setinden sonra, ama tebliğinden az evvel vefat etmişti. Medine’de büyük bir Yahudi cemaati vardı.
Bazı müsteşrikler Peygamber’in koymuş olduğu esasları ticaret için gittiği Şam’da Bahîra isimli bir rahipten işittiğini iddia etmişlerdi. Resulullah Şam’a iki defa gitmiştir ve birisinde çocuktu. Her ikisinde de Şam’a girmeksizin Busra’dan geri dönmüştür.
Kaldı ki o zamanlar hiçbir ecnebi lisan bilmeyen, hatta okuması ve yazması dahi olmayan genç bir zâtın bu kısa zamanlarda Yahudi ve Hristiyanlık esaslarını hâfızasına alarak söyleyebilmesi muhaldir.
Bunu öğrenmeye lüzum da yoktu, çünki bu seyahatler ticarî maksatlaydı. Bu, müşriklerin, Resulullah’ın Mekke’de görüştüğü iki Iraklı Hristiyan demirci köleden öğrendiklerini anlattığını söylemesine benzer. Onların bu kadar bilgisi vardı da, neden peygamberlik iddia etmediler, diye sorulmuştur.
Kültür transferi?
İbrahim aleyhisselamı büyük bildikleri için ‘İbrahimî dinler’ denilen Yahudilik ve Hristiyanlık ile İslâmiyetteki hükümlerde yer alan müşterek hususiyet ve benzerlikler, bir kültür transferi, kültürel tesir, ödünç alma ya da taklit sonrasında teşekkül etmiş değildir. Aynı kaynaktan beslenen mukaddes kültürel mirasın birbirini tasdik eden tezahürleri (görünüşleri) olarak değerlendirilmiştir.
Tevrat ve İncil’de bulunan malumatın doğrusu, Resulullah’a vahy ve ilham yoluyla bildiriliyordu. Vahy devrinden sonra, gerek Ehl-i kitabın kendi kitaplarından naklettikleri, gerekse Müslümanların bu kitaplardan çıkarttıkları hükümler İslâmiyet cihetinden hiçbir şey ifade etmez.
Önceki şeriatlerin hükümlerinin delil olabilmesi için Kur’an ve sünnette haber verilmiş olması ve neshedildiğine dair bir delil bulunmaması lâzımdır. İsrailiyat bilgileri Kur’an-ı kerimde naklediliyorsa veya sünnette haber veriliyorsa artık nass hükmündedir.
Bu mevzuya dair İslâm Hukuku ve Önceki Şeriatler kitabımı tavsiye ederim
HATAY’IN İLHAKI TEK PARTİ’NİN MUVAFFAKİYETİ MİDİR?
Nazi tehlikesi ve Ankara’yı kendi tarafında tutabilmek endişesi, Fransa’nın Antakya ve İskenderun’a bakış açısını değiştirdi.
24 Haziran 2024 Pazartesi
24.06.2024
Antakya ve İskenderun, cumhuriyet devrinde ilhak edilmiş, resmi jargona göre anavatana katılmış yegâne topraktır. Biri Büyük İskender’in, diğeri onun kumandanı Selevkos’un babası Antioksus’un ismine izafeten kurulmuş 2300 yaşında şehirlerdir. Stratejik mevkii yanında tabii güzellikleri ve tarihi zenginlikleriyle emsalsiz yerlerdir.
Antakya Hristiyanlığın kutlu şehirlerinden olduğu gibi, Kur’an-ı kerimde de ismi geçmeden anılır. İsa aleyhisselamın havarileri buraya tebliğe gitmişler, hatta onlara Hristiyan ismini de Antakyalılar vermiştir ki Rumca “Mesih’e bağlı” demektir. Üç havarinin ve onlara inanan Habib Neccar’ın kabri buradadır.
Sultan Selim’in fethettiği ve 4 asır Osmanlıların elinde kalan Antakya 7/XII/1918’de, İskenderun ise 9/XI/1918’de Fransız işgaline düştü. Mütarekeden sonra işgal edildikleri halde, Musul gibi, harbden sonra tahliye edilmedi.
Kırk asır
Fransızlar, 21/X/1921 tarihli Ankara İtilafnamesi ile Sancak denilen Antakya ve İskenderun’a muhtariyet tanıdı. Türkiye’nin öteden beri burada iddiası vardı. Gazi, 1923’te Adana’da karşılaştığı Antakyalılara “Kırk asırlık Türk yurdu ecnebi elinde kalamaz!” diyerek mesaj vermişti.
Fransa çekilirken Sancak’ı Suriye’ye bırakmak üzere 9/IX/1936’da Şam ile anlaştı. Ankara 9/X/1936’da Fransa’ya nota vererek Sancak’ın da Suriye ve Lübnan gibi müstakil olmasını istedi. İş Milletler Cemiyeti’ne havale edildi. Hem ekonomik sıkıntılar ve siyasi çalkantılar sebebiyle giderek sarsılan siyasi karizmasını güçlendirmek hem de Musul’da yaşanan hacaleti telafi etmek maksadıyla Atatürk devreye girdi.
Sonradan Hatay reisicumhuru olacak Antalya Milletvekili Tayfur Sökmen’i 1936’da Köşk’e çağırıp, “Antakya-İskenderun ve havalisinin ismi bundan böyle Hatay’dır” talimatını verdi. Madem Antik Çağ’da adı Hattena, yani Hititler Yurdu idi; Hititler de Türk olduğuna göre, 2300 sene evvel kurulan Antakya 4000 yıllık Türk yurdu oluyordu.
Merkezi İstanbul’daki Antakya-İskenderun Muavenet-i İçtimaiye Cemiyeti’nin ismi Hatay Erginlik Cemiyeti yapıldı. Türklerle Araplar arasında çatışmalar oldu. İki Türk genci, Fransız askerinin açtığı ateşle öldü. Şehirde örfi idare ilan edildi. Suriye’nin referandum teklifini boykot eden Türkler, şehirde büyük bir miting tertipledi. Milletler Cemiyeti müşahitler gönderdi. Türkiye’nin istediği gibi çıkmayacağı belli olan referandum iptal edildi.
Değişen rüzgarlar
“4 asırlık Türk yurdu” Sancak’ın 1921’de nüfusunun %30’u Türk idi. Geri kalanı Sünni ve Nusayri Arap, Ermeni ve Rum idi. 1937’de 219 bin kişilik Sancak nüfusunun %40’ı Türk, %40’ı Sünni ve Nusayri Arap, %11’i Ermeni, %9 Rum idi. Gerisi Kürt, Çerkez, Yahudi gibi küçük halklardı.
20/V/1937’de Sancak, Fransa, Türkiye ve Suriye’nin garantörlüğü altında, dahiliyesi müstakil, hariciyesi Suriye’ye bağlı, Türkçe’nin de resmi lisan olduğu, Suriye parası geçen ayrı bir hususi mıntıka haline geldi. Bu ilk merhaledir. Artık Türkiye bir yandan diplomasi, öte yandan espiyonaj ve propaganda faaliyetleriyle Sancak’ta elini güçlendirmeye çalıştı.
Bir zamandır rüzgarlar yön değiştirmişti. Mussolini ve Hitler tehlikesi, Fransa’yı Türkiye’nin tarafına itti. Ankara’nın Nazilere kaymasını engellemek, Sancak’tan vazgeçmeye değerdi. Türkiye’ye Boğazlarda büyük imtiyaz veren 1936 Montrö Mukavelesi bile bu saikle imzalanmıştı.
Başvekil İnönü, Fransız Reisicumhuru solcu Leon Blum ile görüşüp, Fransa’nın bu husustaki yumuşak tavrını öğrendi. Bu arada öteden beri reisicumhurla ters düşen İnönü iktidardan uzaklaştırıldı. Halbuki daha anlaşma imzalanınca, “tarihi dostluklara zarar vermeden meseleyi yüksek zekâ, ileri görüşlülük ve olgunlukla çözdüğü” için tebrik edilmişti.
Danışıklı dövüş
Mart 1938’de Naziler Avusturya’yı işgal edince, Fransa’nın etekleri tutuştu. Sancak’ı adeta şahsi bir mesele haline getiren Atatürk, Mayıs’ta Mareşal üniformasıyla Mersin’e seyahat tertipledi ve askeri geçit merasimi tertipletti. Fransızlar 29 Haziran’da Sancak’tan ayrıldı. 7 Temmuz’da Türk askerleri şehre girdi.
Türk hükümeti, Türkiye’deki Sancak doğumluları mıntıkaya yolladı. (1974’te Kıbrıs’ta olduğu gibi.) Memur iseler 2 yıl ücretli izinli sayıldılar. Silahların gölgesinde yapılan ve sadece Türkçe okuyup yazabilenlerin iştirak ettirildiği seçimlerle, 22 Türk, 9 Alevi Arap, 5 Ermeni, 2 Sünni Arap, 2 Rum’dan müteşekkil 40 kişilik Hatay Devleti meclisi 2 Eylül 1938 günü açıldı.
Atatürk’ün direktifiyle Tayfur Sökmen müttefikan reisicumhur seçildi. Meclis reisi Abdülgani Türkmen ve başvekil Abdurrahman Melek de Türk idi. Başşehir İskenderun’dan Antakya’ya getirildi. Türk İstiklal Marşı, milli marş kabul edildi. Türk bayrağına benzer bir bayrak çekildi. Türkiye kanunlarının tatbiki kabul edildi. Türkiye parası tedavüle girdi. Türkçe ve Fransızca resmi dil oldu. Bu ikinci merhaledir.
Bu arada Sancak’ın Türkleşmesine hız verildi. Arap bloğunu bölmek için Nusayriler, anadilini unutmuş Türk kültürüne mensup bir halk kategorisine alınarak maddi olarak desteklendi. 1928’de Halep’te Türklüğü yaymak misyonuyla neşredilen Vahdet gazetesi sahibi Nuri Genç, Atatürk’ün direktifiyle İskenderun’a gelerek Kemalist Hatay gazetesini neşretmeye başladı. Cebel-i Simmen Samandağ, Kuseyr, Altınözü, Arsuz ise (etraftaki okaliptüsleri, burada hiç bulunmayan çınar sanan kaymakam yüzünden) Uluçınar oldu.
Bu arada Atatürk öldü. Nihayet kukla Hatay Devleti’nin meclisi 29 Haziran 1939’da Türkiye’ye iltihak kararını verdi. 7 Temmuz 1939’da kurulan Hatay vilayetinin merkezi Antakya oldu. Bu üçüncü merhaledir.
Nasıl verdi?
Fransa ile akdolunan 23 Haziran 1939 tarihli anlaşmaya mevcut protokolün 2. maddesi mucibince Hatay için Fransa’ya 7 milyon Fransız frangı ödendi. Ödeme emrine dair 6/VI/1940 tarihli bakanlar kurulu kararnamesi devlet arşivindedir.
Fransa başta mırın kırın eder gözükse de Sancak’ı güle oynaya verdi. Bu sayede Türkiye’yi kendi bloğunda tutabildi. Sancak’ın ilhakı, Türkiye’nin şantajı veya Fransa’nın tavizi olarak değerlendirilebilir.
Lozan kılıfını aşmak için, evvela referandum ve istiklal, sonra ilhak şeklinde bir muvazaa tertiplendi. Nazi tehlikesi olmasa, Fransa Sancak’ı Türkiye’ye verir miydi, doğrusu söz götürür. Onun için bunu Tek Parti rejiminin bir muvaffakiyeti saymak yerine, siyasi konjonktürün icabı olarak görmek daha doğrudur.
Ayrıca Fransa böylece Suriye ile Türkiye arasına ebedi bir husumet soktu. İki devletin birbiriyle dostane geçinmesini ve belki de birleşmesini engelledi. Bu, Şarki Akdeniz’deki Fransız sömürgeci emellerine elverişli bir politikadır. Halbuki Suriye idarecileri Osmanlı mekteplerinde okumuşlardı. Türkçe bilirlerdi. Türk kültürüne yakınlardı. “Fransızlar geçici, Suriyeliler kalıcı” diye düşünen İnönü, Sancak yüzünden Araplarla kötü olmak istemiyordu.
Hâdise Suriyelilerde büyük infial meydana getirdi. Ülkelerinin tabii parçası saydıkları ve halkının büyük bir ekseriyeti Arap olan Sancak’ın ilhakını tanımadılar. O zamandan bu yana Hatay’ı kendi sınırları içinde gösteren haritalar, siyasi kriz doğururken, Suriye’nin, Hatay doğumlulara ve 31 plakalı arabalara vize sormadan giriş-çıkış izni vermesi dikkatleri çeker.
Ya Türkiye Ya Suriye
Sancak’taki Fransız şirketlerini hükümet satın aldı. Halktan isteyenlerin Sancak’ı terk ederek Suriye tabiiyetine geçmeleri için müddet tanındı. 50 bin kişi Sancak’ı terketti. Bunların 48 bini yeni bir kıyımdan korkan Ermeni ve Rumlar idi. Geri kalanı Kemalist inkılaplarla başı hoş olmayan Türk ve Araplardı.
Şehirdeki Türklerden de böyle göçenler vardır. Bunlar arasında saltanat rejiminin ileri gelenlerinden olup gönüllü veya mecburi sürgüne çıkanları saymak icap eder. Hatay’ın ilhakı bunlar için ikinci sürgün olmuştur.
Seneler evvel Şam’da iken tanışıp ahbap olduğum ve geçen sene vefat eden Mescidü’l-Etrak imamı Şeyh Hacı Mustafa Efendi, Antakyalı bir Türk idi. İlhak üzerine ailesiyle Şam’a göçmüşlerdi. Kasyun Dağı eteklerindeki Cebel Etrak mıntıkasındaki halkın çoğu böyledir.
Bunlar ilhakı bambaşka bir cihetten görmüşlerdir. “Bir sabah şehre garp üniformalı askerler girdi. Fransızların geri geldiklerini zannettik. Ama bunların Türk olduğunu anlayınca çok şaşırdık. Yeni hükümetin ilk icraatı fesi, çarşafı ve Arap harflerini yasaklamak, eski harfli tabelaları indirmek oldu. Bu hayretimizi daha da arttırdı. Medreselerin ve kadılıkların kapatılması, şer’î hukukun yasaklanması üzerine artık burada yaşayamayacağımızı anladık ve Şam’ın yolunu tuttuk.”
Türkün iki kızı
Antakya, İskenderun Türk’ün iki kızıdır.
Bayrağında biri ay, biri de yıldızıdır.
Yurttan uzak illerde ağlıyor bu yavrular
Türk’ün tunçtan bağrında bu en büyük sızıdır.
Bu sızıyı sevince çevirmeyi Türk bildi.
Şahlanarak önüne ne geçtiyse devirdi.
Gözünüzün yaşını silin ey Hataylılar
Türk’ün tunçtan ordusu sevinçle coştu geldi. (Zihni Ardıç)
KURBAN HATIRALARI
Kurban ibâdeti, hemen her cemiyette ve dinde vardır. Eski Türkler de hem Allah yolunda, hem şeytanın şerrinden korunmak adına, hem de atalarının ruhu için kurban keserlerdi.
17 Haziran 2024 Pazartesi
17.06.2024
Allah yolunda bir canlıyı kurban etmek semavî olsun olmasın bütün dinlerde vardır. Umumiyetle bir hayvan kurban edilir. Aztekler, Mısırlılar, Fenikeliler, Vikingler gibi insan kurban eden topluluklar da yok değildir. Agamemnon, fırtınadan kurtulabilmek için kızı Iphigenia’yı kurban etmişti. Bu hadise, Antik Yunan trajedilerinin en meşhur mevzularındandır. XIII ve XV. asırlarda Peru’da yaşayan Çimular, 4-14 yaş arası çocuklarını kurban ederdi. Yakın zamanda Peru’da buna ait olduğu zannedilen yüzlerce çocuk mezarı bulundu.
Âdem aleyhisselamın iki oğlu kurban takdim etmiş; hâlis niyetli olanın kurbanı Allah tarafından kabul görmüş; bu yüzden diğer kardeş bunu öldürmüştü. Yahudilikte tarladan ilk çıkan mahsul bile kurban edilir. Beyt-i Makdis’in yıkılışıyla, Yahudiler kurban ibadetini de tatil ettiler. İncil’de İsa aleyhisselamın katıldığı kurban merasimleri anlatılır. Hristiyanlığın sonra aldığı şekilde, kurban ibadeti İsa aleyhisselamın şahsında sembolize edilerek kaldırılmıştır.
Kurban olayım
Kurban olmak büyük bir fedakârlıktır. Türkçe’de insanın çok sevdiği kimseye en büyük iltifatı “Seni yaratan Allah’a kurban olayım” sözüdür. Şair der ki: “Halk-ı âlem yılda bir kez ıyd için kurban eder / Dem be dem saat be saat ben senin kurbanınım.”
Kurban, Arapça yakınlık demektir. Sâmi asıllı bir kelime olan bu kelime, Tevrat’ta da geçer. İnsan, kurban keserek rabbine yaklaşmak ister. Arapça’da kurbana duhâ (kuşluk) vaktinde kesildiği için udhiyye, bayramına da ıydü’l-adhâ denir.
Bütün dillerde bu iş için kullanılan kelimeler birbirine yakın manadadır. Sacrifice, takdis etmek, bir şeyi Allah’a sunarak mukaddes kılmak; offering, Allah’a hediye takdim etme manasına gelir. Bu iş için Eski Ahid’de geçen minha, bağış; zebah, mukaddes kan dökme demektir. Kurban, insandaki kan dökme insiyakının meşru şekilde tatmini demektir ki, faydası bütün insanlığadır.
Eski Türklerde hem Allah’a, hem şeytanın şerrinden korunmak için, hem de ataların ruhu için kanlı ve kansız kurban kesme âdeti vardı. Bu ritüel, gün ve gecenin eşit olduğu iki tarihte, bu iş için tahsis edilmiş taşlar veya ağaçların dibinde yapılırdı. Burası, bayram yeri gibi süslenirdi. Eski Türklerde, insan kurbanı âdetinin olmaması, yüksek bir medeniyetin işaretidir. At, koç, koyun, geyik kesilirdi. Bu hayvanlar rastgele seçilmez. Mesela atın beyazı kurban olur. Şeytanın def’i için kesilen kurban mutlaka boynuzlu olur. Kesilen hayvanın kemikleri kırılmaz, gömülür veya torba içinde ağaca asılır. Bir de toprağa kısrak sütü, buğday vs serpilir ki bu da kansız kurbandır.
İki Kurbanlık
İslâm dünyasındaki kurban ibadetinin menşei İbrahim aleyhisselama kadar uzanıyor. Mukaddes kitaplarda geçen meşhur hikâyedir: Çocuğu olmayan yaşlı İbrahim aleyhisselam, bir oğlu olursa Allah yolunda kurban edeceğini adıyor. Allah da ona bir oğul veriyor. Sonra da adağını hatırlatıyor. Bu çocuk İsmail aleyhisselamdır. Çocuk babasına emr olunduğunu yapmasını söylüyor. Şeytan bunu engellemeye uğraşıyor ise de mâni olamıyor.
Neticede Rabbi sözünde durduğu için Hazret-i İbrahim’i ve bu işi tevekkülle karşıladığı için Hazret-i İsmail’i mükâfatlandırıyor. Cennetten güzel bir koç gönderiliyor. Hazret-i İbrahim bunu kurban ediyor. Ciğerini közleyip yiyorlar, gerisini fakirlere dağıtıyorlar. Müslümanlar arasında, kurban etinin ilk önce ciğerini közleyip yemek âdeti buradan kalmadır. Aynı hikâye Kitab-ı Mukaddes’de de anlatılır. Ancak kahramanı, İsmail değil, İshak’tır.
Benzer bir hâdise Muhammed aleyhisselamın babası için yaşanmıştır. Mekke ileri gelenlerinden Abdülmuttalib, büyük dedesi Hazret-i İsmail’in bulduğu, ama zamanla kaybolan suyu şifalı Zemzem kuyusunu ararken, çocukları olmadığı için yaşadığı yalnızlık dolayısıyla kedere düşmüştü. “On tane oğlum olursa birini kurban edeceğim” diye adamıştı.
Duası gerçekleşince rüyasında ikaz edildi. O zamanın geleneğine göre oğulları arasında çektiği kura hep Abdullah’a isabet etti. Bir rahip, “Abdullah ile o zamanlar öldürülen bir kimsenin diyeti (maddi tazminatı, kan parası) olan on deve arasında kura çekin. Develere isabet ederse kesin; Abdullah’a çıkarsa develeri onar onar arttırın” tavsiyesinde bulundu. Yüzüncüde develere isabet etti. Abdülmuttalib develeri kesti.
Şeriatta taammüt dışında öldürülen kimse için suçlunun yüz deve diyet ödemesi, bundan kalmadır. İşte bu sebepledir ki Peygamber aleyhisselam, “Ben iki kurbanlığın oğluyum” buyurarak, babası Abdullah’ı ve büyük dedesi İsmail’i anmıştır.
Süslü kurban
İslâmiyette kurban kesmek için muayyen bir zenginlik aranmakla beraber, vaktiyle Osmanlı cemiyetinde kurban kesmeyen yok gibiydi. Köylük yerlerde herkesin iyi-kötü koyun sürüsü vardı. Bunlardan birini keserdi. Zengin olmayan şehirliler ise, et parasından tasarruf edip, bayramda kurban keser; etini kavurma yapar, sonra sene boyu yerdi.
Eskiden Anadolu’dan İstanbul’a sürüler getirilirdi. Surların dışında konaklanır; kısım kısım sur içine gönderilip satılırdı. Umumiyetle herkes kurbanını kendi keserdi. Kesmesini bilmeyen, kasabını önceden ayarlar; kestikten sonra da hediyesini verirdi. Evlerin bahçeleri müsaitti. Boş arsalar da çoktu. Sokaklarda pis manzaralar teşekkül etmezdi. Kurbanın her yeri muhterem olduğu için, iç azaları ortada bırakılmaz, gömülürdü.
Umumiyetle koyun kesilirdi. Eskiden sığır eti sevilmez, yenmez ve bulunmazdı. Dişi koyun yavrulayıp süt verdiği için, koç tercih edilirdi. Bayramdan birkaç gün önce alınır; bahçede beslenir, kınalanır, süslenir, şehirlerde bayram namazı dönüşü kesilirdi.
Çocuk ve Kurban
Evde çocuk varsa, umumiyetle hayvanla ahbaplık kurardı. Çocuğu başka vaatlerle razı ederler yahut üzmemek için başka hayvan alırlardı. Hayvan kesimine alışması için çocukları da götürürlerdi. Kurbanın bereketi çocuğa geçsin diye kanını alnına sürerler, bu hayvanın cennette çocuğu karşılayacağını söyleyerek teselli ederlerdi.
Hâli vakti orta olanlar, üçte birini eve ayırıp gerisini konu-komşu, akraba ve fakirlere dağıtırdı. Zengin olup da kurban etinin tamamını dağıtmayanlar kınanırdı. Hayvanın postu tabaklanıp evde kullanılırdı. Hayvanî yağ rağbette olduğu için kuyruk yağı küpe basılır, yemeklere katılırdı. Her evde bıçaklar, satırlar, et tahtaları vardı. Kıyma, evlerde tahta üzerinde hususî bıçaklarla yapılırdı.
Bayramda ev ziyaretlerinde şeker ve tatlı yerine kurban kavurması ikram edilirdi. Eğer nişan ile düğün arasında kurban bayramı var ise, damadın kız evine bir koç göndermesi âdetti. Koç kınalanır, süslenir, boynuzuna da bir altın bağlanırdı.
Ferman böyle oldu
Rahmetli babannem her bayram kendine has acıklı bir makamla kurban ilahisini okur, arada sesi titrer, ama mutlu sona gelince bambaşka neşelenirdi.
Allahtan bir emir gele
İsmail gözün sürmele
Geyin donlarını bile
Ferman böyle oldu demiş
Hak beni kurban kılursa
Baba ne çekersin gussa
Genç kuzu kurban olursa
Canım kurban olsun demiş
Elin bağladı babası
Geldi melekler hepsi
Demesinler hakka asi
Elimi çöz baba demiş
İsmailem elim bağlı
Kemendinen belim bağlı
Beni veren kurban olam
Niçin benim elim bağlı
Elini çözdü babası
Müstecep oldu duası
Bakıp yüzüme kıymazsın
Ensemden çal baba demiş
Baba çok yüzüme bakma
Ciğerciğim oda yakma
Allah emrin tehir etme
Ferman yerini bulsun demiş
Baba beni bunda duyma
Cahilem yanımda durma
Anamı yalnız koyma
Ferman böyle oldu demiş
Baba beni burada defnet
Anamın yanına tez get
Tenbih ile nasihat et
Ferman böyle oldu demiş
Kanlı gömleğimi götür
Anamın yanına yetür
Ahret hakkını helal ettür
Ferman böyle oldu demiş
Ayrılık saati geldi
Halil bıçağını aldı
Oğlunun boynuna çaldı
Ferman yerini buldu demiş
İsmail’e çaldı bıçak
Kesme diye emretti hak
Üçyüz kere vurdu bıçak
Niçin kesmedin bıçak demiş
Bıçağı çün vurdu taşa
Taş yarıldı baştan başa
Coşa geldi hep dört köşe
Niçin kesmedin bıçak demiş
Koç kurban gönderdi Celil
Cebrail önünde delil
Benim cömert kulum Halil
Kaldır İsmail’i demiş
KARGALARA KALAN DÜNYA
1923 meclisinde kargaların itlafı konuşulmuştu. Her karga çeşidi zararlı değil diyerek itlafa fetva vermeyen müftü meclisin hışmına uğrayıp azledilmişti.
10 Haziran 2024 Pazartesi
10.06.2024
Son zamanlarda şehirlerde karga popülasyonunun bariz bir şekilde arttığı müşahede ediliyor. Serçeler, kumrular, güvercinler adeta şehirleri terk ettiler. Eskiden olsa bunu pek hayra yormazlardı.
26/XII/1923 tarihinde meclise Muzır Hayvanların İtlafı Hakkında Kanun teklifi geldi. Zararlı hayvanlar (ayı, kaplan, sırtlan, kurt, tilki, çakal ve yaban domuzu) mahalli hükümetlerce itlaf edilecekti. Tunalı Hilmi, kanuna kargaların de eklenmesini teklif etti, ama kabul görmedi.
Müzakereler esnasında Çorum’da enteresan bir hadise oldu. Ekinlere zarar veren kargaların itlafı için ziraat memurunun talebi üzerine vilayet meclisi müftü Hacı Mustafa Efendi’den fetva sordu. Müftü, Hayatülhayvan kitabı okuduğu, yani zooloji bildiği için olsa gerek, kargaların birkaç çeşit olduğunu, hepsinin muzır olmadığını, bu sebeple hepsi için itlaf fetvası veremeyeceğini beyan etti. Bu sebeple itlaftan vazgeçildi. Halbuki hadis-i şerifte, ekin kargasının itlafına müsaade edilmiştir.
Hadise Ankara’ya bomba gibi düştü. Müftü kim oluyordu? Şeriye vekili müftüyü hata ettiği gerekçesiyle azlettiğini söyleyince meclis alkışa boğuldu. Hacı Mustafa Efendi’nin azlinin esas sebebi Nakşî olmasıydı. Yerine Kuvvacı Tevfik Efendi tayin edildi. Bazı milletvekilleri, fetva soran Çorum vilayet meclisinin de istifa etmesi lazım geldiğini haykırdılar. Yakın istikbalde halifeliği ve şeriati kaldıracak olan işte bu meclistir.
Aslında vilayetin maksadı, itlaf bahanesiyle olur olmaz kişilerin şehirlerde silah atmasını engellemekti. Bunu teyit için fetva sorulmuştu. Bazı milletvekilleri müftüyü haklı buldular. Ziraat Vekili Sabri Bey şunları söyledi: “Kargalar muzır mıdır, nâfi midir? Bunu anlamak için on bin karganın midesinde hem tohum zamanı hem de tohum yemeyip de böcek yediği zaman tetkikat yapılmıştır. Bu böceklerin imha ettiği tohum ele alınır ve karganın imha ettiği tohum ele alınırsa görülür ki karganın yediği tohum karganın yediği böceklerin yediği tohumdan azdır.”
Karga ile Keklik
Babannem sık sık içini çekerek “kargalara kalan dünya” derdi. Kargaların çok uzun yaşadığı inanışı yaygındır. Ama aynı zamanda iyilerin gidip meydanın kötülere kaldığına da işaret vardır. Nedense karga halk kültüründe belki de en sevilmeyen hayvanlardandır. Ölüm ve kederle irtibatlandırılır.
La Fontaine “Karga ile Tilki” isimli masalında zekasıyla alay etse de kargalar çok zeki ve sosyaldir. Parlak şeylere merakı olduğu, altın, gümüş, mücevher, cam gibi şeyleri alıp yuvasına götürdüğü söylenir. İnsana kolayca alışıp papağan gibi bir iki kelime telaffuz edebilir, hatta alet kullanabilir. Karganın, ilahi ilhamla, öldürdüğü hasmını toprağı eşip gömerek ölünün nasıl defnedileceğini gösterdiği Kur’an-ı kerimde anlatılır.
Hiçbir kuş, karga kadar efsanelere, masallara, şiirlere, romanlara, tabirlere mevzu olmamıştır. Nanköre “Besle kargayı oysun gözünü”; devlete, “Alacağına atmaca borcuna karga”, inatçı cahile “kargadan başka kuş tanımaz”, kötülerin ardına düşene “kılavuzu karga olanın burnu pislikten kurtulmaz”, kendini beğenene “kargaya yavrusu zümrüdüanka gibi gelir” derler.
Zor vaziyete düşenin malına üşüşenler “leş kargası” dır. Kabiliyeti olmayan ne yapsa boşunadır. Çünki “Karga bağda gezmekle bülbül olmaz.” Zaman zaman çocuklara ninni diye söylenen bir mâni vardır: “Karga seni tutarım / Kanadını yolarım / Yelpazeler yaparım / Hanımlara satarım”
Karga çıkardığı sesten dolayı bu ismi almıştır. Farsçası zağ, Arapçası gurab’dır. Gurabiye adlı Şii fırkası, Cebrail aleyhisselamın, yanlışlıkla Hazreti Ali yerine Muhammed aleyhisselama vahy getirdiğine, çünki ikisinin birbirine, karganın kargaya benzediği kadar benzediğine inanır.
Şeyhülislam Yahya der ki: “Taklid-i zâğ kebk-i hırâmânı güldürür.” Yani keklik, karganın kekliği taklidine güler. “Zağ reftarın unuttu kebke taķlid etmeden” Yani kekliği taklit edeyim derken, karga yürüyüşünü unuttu. Edgar Alan Poe’nun meşhur The Raven (Kuzgun) hikayesi, zavallı karganın korkutucu imajını destekler mahiyettedir.
Karga şampiyonası
Bazıları itlaf edip tabiat dengesini bozmak yerine, bulunduğu yere karga ölüsü asmak, parlak levha koymak, arada bir gürültü yapmak gibi metotlarla kaçırılmasını tavsiye eder. Bunlardan biri de teneke çalarak kargaları kovmaktır. Mustafa Kemal’in de çocukken dayısının çalıştığı Naili Paşa çiftliğinde karga kovaladığı meşhurdur.
Çekirge gibi karga istilası da çiftçiler için bir musibetti. Mesela Edirne bundan çok çekmiştir. 1899’daki istilada esaslı tedbirler alınmış, halka barut ve fişek verilmiş, vurduğu her karga başına halka 10 kuruş mükafat ödenmiştir.
Fransa’da 1929’daki karga mücadelesinde 13 gün içinde 1306 karga ve 873 karga yumurtası itlaf eden Louis Herbert, şampiyon ilan edilip mükafat almıştır. Amerika Kansas’ta karga başına 10 sent ödeniyordu. 1934’te işsiz kalan bir jokey, karga avcılığı ile geçinmeye başlamıştır. İlk gün 207 karga vuran jokey, 15-20 günde 4000 dolar kazanmıştır. İş bitince yine işsiz kalmıştır.
Kanada Findlater’de 1937’de artan kargaların itlafı yüzünden halk ikiye bölündü. Mitingler, nümayişler derken, iş silahlı çatışmaya dönüşünce, belediye reisi yakalattığı 150 kargayı, ayaklarına üzerinde numara yazan plakalar bağlatıp salıverdi. Her bir numaraya 50 ila 100 dolar isabet edecekti. Millet kavgayı bırakıp silaha sarılarak kargalara hücum etti. Karga sevenler, doları daha çok sevdiği için az zamanda 75 bin karga itlaf edildi ve mesele kapandı.
Mahmut Özay’ın 1966 tarihinde neşredilen Kargalar hikayesinde, kasaba meydanındaki ağaca bağlı uçurtma ipliğine dolanan kargayı, halkın seferber olup kurtarışı, nihayet belediye tellalının kargalarla mücadele çerçevesinde her ailenin iki karga başı getirmezse 5 lira para cezası ödeyeceğini ilan edişi anlatılır.
Türk milleti zekidir!
Sadece köylüler değil şehirliler de kargalardan mustaripti. 1930’da Büyükada’yı kargalar istila etti. Evlerin damına tüneyip pisletiyor, bu pislik oluklardan akarak sarnıçlara doluyordu. Kimileri ise karga sesinden dolayı uyuyamadığından yakınıyordu.
1932’de Ayasofya meydanını kargalar istila edince, valilik itlafa karar verdi. Ama savcılık şehirde silah atmayı yasaklayınca itlaf geri kaldı. Bunun üzerine belediye bir karga getirene 25 kuruş vadetti.
1933’te Bandırma’da iki karga ayağı, civar kazalarda ise bir karga başı getirene mükafat verildiği için, bazı açıkgözler Bandırma’dan ayaksız kargaları toplayıp diğer kazalardaki başsız kargalarla değiştirerek bu işin ticaretini yapmaya başladılar.
1935’te Karaman’da belediye herkese karga avlama mükellefiyeti yükledi. Bunu yapamayanlar için çarşıda 25 kuruşa karga satılmaya başladı. Hatta bunun için bazıları karga avcılığına girişti.
1940’ta Üsküdar’da da herkese bir karga getirme mükellefiyeti ve getirmeyene para cezası yüklendi. Üsküdar’da karga bulup öldürmek zor olduğu için, zavallı Üsküdarlılar yakın köylerden karga satın alıp belediyeye ibraz ederdi.
Çok yerde mülki amirler riyasetinde halkın mecburi veya gönüllü iştirakiyle sürek avları tertiplenirdi. 30’lu ve 40’lı yıllar Anadolu sathında karga mücadelesiyle geçmiştir. 1961-1965 arasında 800 bine yakın karga itlaf edilmiş, 700 küsur bin fişek kullanılmıştır
İşler giderek iyice komikleşmiştir. Çünki şehirde silah atmak yasaktır, ama karga itlafı emredilmektedir. Hükümet 10 kuruş mükafat vermekte, ama bir tüfek 15 kuruşa dolmaktadır.
(Bkz: İbrahim Demirkazık, Divan Şiirinde Karga, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi; Said Olgun, Osmanlı’dan Cumhuriyete Anadolu’da Karga İstilaları ve Kargalara Karşı Yürütülen Mücadeleler, Tarih&Gelecek Dergisi, 2022)
NE OLACAK BU KÖPEKLER!
Gün geçmiyor ki sokak köpekleri bir vaka çıkarmasın. Köpekler, her devirde cemiyetin başına bela olmuştur.
3 Haziran 2024 Pazartesi
3.06.2024
Müslüman Türk kültüründe köpeğe, kedi kadar itibar edilmemiştir. Kedinin idrarı elbisede necis bile değilken, köpeğin yaladığı yer bile pis olur. Hatta bazı âlimlere göre biri topraklı suyla olmak üzere yedi defa yıkanması icab eder. Bu sebeple köpek, cemiyette ürkülen ve uzak durulan bir hayvan olmuştur.
Hadîs-i şeriflerde, “Hiçbir ev halkı yok ki, evde köpek bağlasın da her gün sevabından bir kırat eksilmesin. Ancak av, bekçi veya koyun köpekleri hariç” buyuruldu (Tirmizî).
Bir ara vahiy kesilmişti. Bunun sebebi sorulduğunda Cebrail aleyhisselâm, “Biz, suret ve köpek bulunan eve girmeyiz” dedi. Sonra küçük yaştaki Hazret-i Hasan’ın oynadığı köpek yavrusunu eve getirdiği anlaşıldı (Ebu Davud, Nesaî).
Hadis-i şerifte, “Hayvanlardan fâsık (zararlı) olan şu beşi Harem-i şerifte bile öldürülebilir: Karga, çaylak, fare, akrep ve saldırgan köpek” buyuruluyor. Anlaşılıyor ki, ekseriya zarar veren köpekleri öldürmek câiz, hatta müstehap oluyor. Zararı kati ise vacip oluyor.
Nitekim İbn Ömer ve Cabir anlatır: “Resulullah aleyhisselamın talimatı üzerine Medine ve civarındaki başıboş köpekler itlaf edildi. Etraf temizlendikten sonra Resulullah artık bu işe lüzum kalmadığını bildirdi. Av, çoban ve bekçi köpekleri istisna edildi.” (Buhari, Müslim, Müsned)
Bütün mahlukat insanların istifadesi için yaratılmıştır. Hayvanların hayat hakkı insanların istifadesi ve emniyeti ile sınırlandırılmıştır. Etinden, yününden, derisinden istifade için nasıl hayvanlar öldürülüyorsa, zarar sebebiyle de öldürülmesi dinen meşru kılınmıştır. Bu itlafın sebebi de hem insanların emniyetini hem de şehrin sıhhat ve temizliğini temindir. 1732'de vefat eden Maraşlı âlim Saçaklızade Mehmet Efendi köpekler hakkında müstakil bir kitap yazmış, başıboş dolaşan çarşı ve sokak köpeklerinin itilafında beis olmadığına fetva vermiştir. Risâle fî İbâhati Katli’l-Kilâbi’l-Muzırra isimli bu kitap Mahrukizade Raif Efendi tarafından tercüme edilip basılmıştır. (Köpekler, Matbaa-i Ebuzziya 1304/1888).
Herkes sevecek mi?
Köpeklerden ürküntü duymak, onlara merhametli davranmaya aykırı değil elbette. Resulullah, eski ümmetlerden kötü namlı bir kadının, susuzluktan ölmek üzere kuyunun başında bekleyen bir köpeğe ayakkabısıyla su çıkarıp verdiği için affedildiğini söyler.
Bir hadîs-i şerif, kıyâmet yaklaştığında, bir adama köpek yetiştirmenin, çocuk yetiştirmekten daha cazib geleceğini haber verir (Hâkim). O zamanın geldiği aşikardır.
Herkes köpek sevecek diye bir kaide yoktur. Ama köpek sevenlerle sevmeyenlerin bir arada yaşaması da kolay değildir. Halihazırda köpeklerin değil ama, sahiplerinin, herkesten köpeklere katlanmasını, hatta onları sevmesini egoistçe beklediği de bir hakikattir. Bazısı da köpekleri canlı bir oyuncak olarak ve kendi nefisleri için sevmektedir. Sahibini ısıran köpek az değildir. Gazi’nin meşhur köpeği Foks, epey misafire saldırıp çoklarının pantolonlarını parçaladıktan sonra, sahibinin de elini ısırınca uyutulmuş, derisi doldurularak köşke konmuştu.
Kinofobi
“Korkma, bir şey yapmaz” sözüyle mesele bitmiyor. Köpek korkusunun bir de adı var: Kinofobi. Eskiden köpek bir insanın kendisinden korktuğunu anlarsa, saldırır derlerdi. Hatta güya köpekler bunu, o kişinin kulaklarının arkasından çıkan ve herkesin göremediği dumandan anlarlarmış. Seyyid Abdülhakîm Efendi bu vadide şu mısrayı söylerdi: Es’adü’l-yevmi yevmün lâ ere’l-kelbe ve le’l-kelbü yerânî
(En saadetli günüm şüphesiz şu gündür ki/Köpeği görmedim, köpek de görmedi beni.)
Köpeği görünce çömelmenin ve elde değnekle gezmenin faydasına inanılırdı. Saldıran köpeğe, taş da işe yarayan bir silah olarak bilinirdi. Şehre gelen köylünün, parke taşlı sokakta önüne çıkan köpekleri görünce, “Köpekleri salmışlar, taşları bağlamışlar” dediği meşhurdur. Köpeği görünce okunacak dualar bile öğretilirdi. Köpek deyince akla hemen kuduz gelirdi.
Vaktiyle şark kasabalarından birinde müftülük yapan Ali İhsan Efendi’yi birgün köpek kovalamış. Efendi rastgele bir evin kapısını açıp içine saklanmış. Sonra yardıma gelenler, “Siz müftüsünüz. Okuyup üfleseniz köpek size dokunmaz” dediklerinde, “Ben köpeği gördüğüm zaman kelime-i şahadeti bile unutuyorum” diye latife yapmış.
Sadakat? Dalkavukluk?
Av, bekçi, çoban ve (körler için) muhafız köpeklerin faydası inkâr edilemez. Bunlar zaten adama saldırmaz. Ârifler köpeğin sadakatini tabasbus (yaltaklanmak) olarak görür ve beğenmez. Namık Kemal, Muîni zâlimin dünyada erbâb-ı denâettir Köpektir zevk alan sayyâd-ı bî-insafa hizmetten
beytiyle zalim avcıya hizmetten zevk alan köpekteki aşağı tabiata dikkat çeker.
Şair Deli Hikmet’in Biz ne âdi köpekleriz/Her geleni etekleriz mısralarında da buna işaret vardır.
İşkenceci masum
Sokak köpekleri pek de zannedildiği kadar masum değildir. Muallim Naci, çocukken kendisine saldıran köpeklerin elinden zor kurtulmuştu. Hattat Şefik Efendi, saldıran köpeklerden kaçarken Haliç’e düşüp boğulmuştu (1880).
1849’da İstanbul’a gelen İngiliz yazar ve seyyah Albert Richard Smith, hamam dönüşü sokak köpeklerinin elinden zor kurtulduğunu anlatır; bunu işkence diye tavsif eder.
Fransız yazar Claude Farrère, 1904’te sokak köpeklerinin saldırdığını, evvelden beslediği bir anne köpeğin kendisini kurtardığını anlatır (Türklerin Manevi Gücü).
1890’larda İstanbul’a gelen Alman piyanist Anna Rilke, Eminönü meydanında etrafını köpeklerin ve dilencilerin sardığını; dilencilere para, köpeklere de ekmek atarak kurtulduğunu hikâye eder.
İstanbul’a hiç gelmemiş Jules Verne bile Keraban le Tetu (İnatçı Kahraman Ağa) romanında İstanbul’un sokak köpeklerinden yakınmıştır.
İngiliz yazar Hervé, “Şehrin Beş Laneti” arasında sokak köpeklerini de sayar.
1867 senesinde İstanbul’a gelen Amerikalı yazar Mark Twain, sokak köpeklerinin yolları kapattığını, ama zararlarının mübalağa edildiğini söyler.
Köpeklerin sürgünü
Modern şehirleşmeyle beraber sokak köpeği meselesi ortaya çıktı. Köylüler fazla köpek yavrularını getirip şehirde azıtıyordu. Köpek sahipleri de aynısını yapıyordu. Belediyeler hem vatandaşı köpek taarruzlarından korumak hem de hıfzıssıhha namına sıkı tedbirler aldı. Avrupa şehirlerinde böyle bir mesele kalmadı. 1800’lerin başından itibaren sahipsiz köpekler itlaf edilmiş, köpek besleyenlere de vergi getirilmişti.
II. Cihan Harbi’nde şehirlerin bombalanması ve kıtlık gibi sebeplerle şehirlerde köpekler epey azalmıştı. 1950-60 sonrasında hususi mülkiyet esas alınarak sahipsiz köpekler şehirlerde barındırılmayıp itlaf edildi. Amerika’da 1920’lerde toplu itlaf ekipleri şehirleri temizlemiştir. Çizgi filmlerde bu mevzu işlenir. Sahibi olmayan köpek öldürülür. Bu sebeple Avrupa’da sokak köpeği problemi yoktur.
Sultan I. Ahmed devri veziriazamlarından, Padişah’ın hiç sevmediği ve 1614’te de idam edilen Nasuh Paşa, köpeklere dair enteresan bir teşebbüse girişmiştir. Naîma der ki: “Hallerinin garipliğindendir ki, vezirliği vaktinde, İstanbul'daki köpekleri Üsküdar’a ve sair yerlere atılmasını ferman edip, kayık kayık köpekleri karşıya geçirip bırakmışlardır. Böyle bir emrin misli işitilmemiştir.”
Eskiden beri İstanbul sokakları köpeklerin elindedir. XIX. asırda İstanbul’da 40-50 bin kadar sokak köpeği olduğu zannedilmektedir. Sultan II. Mahmud, yeniçerilerden sonra şehri köpeklerden de temizlemeye teşebbüs etti. O zaman uyutmak ve kısırlaştırmak mümkün olmadığı için garip bir yol denendi. Sivriada’ya sürülmek üzere köpeklerle doldurulan tekne, fırtınaya yakalandı, dalgalar tekneyi geldiği yere fırlattı. Bunun ilahî bir ihtar olduğu düşünülerek vazgeçildi. Bunun beceriksizce olduğunu kimse düşünmedi.
Sultan Aziz zamanındaki teşebbüs muvaffak oldu. Ancak bu sefer İstanbul’da çıkan peş peşe yangınlar, bir intikam olarak görüldü; köpekler apar topar geri getirildi. 1889’da Alman İmparatoru İstanbul’a geleceği zaman, sokak köpeklerinin temizlenmesi konuşuldu. Ancak halkın protestosu üzerine vazgeçildi. Basit ve cahil halk, olup biteni mantıksız da olsa metafizik bir sebebe bağlamayı sever.
Köpeklerin âhı
Meşrutiyet devrinde İstanbul şehremâneti (belediyesi), sâri hastalık endişesiyle sokak köpeklerini bir bir toplattı. 1910’da Çingeneler tarafından tahta kıskaçlarla toplanıp, kafeslere yerleştirildi. Mavnalarla Sivriada’ya götürüp bıraktı.
Köpeklerin uğultusu günlerce İstanbul halkını rahatsız etti, vicdanlarını parçaladı. Gelip gecen teknelerden adaya yiyecek atanlar oldu.
Bir müddet sonra köpekler açlıktan öldü; sağ kalanlar ölü arkadaşlarını yediler. Köpek leşlerinin kokusu, semaları sardı. Uyanık bir Fransız, bu köpeklerden kalan deri, kemik tozu, yağ ve gübre malzemesini toplayıp Marsilya’ya sattı.
1911’de sayıları yine on binleri bulan sokak köpekleri, şehremini Dr. Cemil Topuzlu’nun emriyle yavaş yavaş imha edildi. Kısa bir zaman sonra başa gelen felaketleri, halk, bu köpeklerin âhına bağlamıştır. Halbuki “İtin duası kabul olsa, gökten kemik yağardı” derler.
Müslümanların son halifesi
ABDÜLMECİD EFENDİ
Halife vatanından sürgün edilirken, “Ben yine bu millete dua edeceğim. Ölsem bile, mezarımda kemiklerim, bu milletin refah ve saadeti için duaya devam edecektir” diyordu.
27 Mayıs 2024 Pazartesi
27.05.2024
1876’da babası Sultan Aziz vefat ettiğinde 8 yaşında idi. Sultan Abdülhamid onu kendi çocuklarından ayırmadı. Çamlıca Tepesi’nde hediye ettiği ve şehzadeliğini geçirdiği köşk bugün Koç ailesinde ve İstanbul Golf Klubü’dür.
1918’de Sultan Vahîdeddin’in cülûsu üzerine veliaht oldu. Ankara hareketini destekler bir tavır takındı. Hanedanı arkasına aldığı imajını vermek isteyen Mustafa Kemal Paşa kendisini Ankara’ya davet etti, ama sarayı işgalcilerce çembere alındığı için gidemedi. Bir müddet sonra hareketi İstanbul’un kontrolüne alabilmek için Padişah’a damat verdiği oğlu zabit Ömer Faruk Efendi’yi gizlice Ankara’ya gönderdi. Ama artık hanedanın karizmasına ihtiyaç duymayan Ankara kendisini yarı yoldan geri çevirdi.
1 Kasım 1922 tarihinde saltanatı kaldırdığını ilan eden Ankara, Abdülmecid Efendi’yi sembolik bir halifelik makamına seçti. Bazı yaşlı şehzâdeler tarafından saltanatsız hilafeti kabul etmemesi, yoksa hanedanın başına daha kötü şeylerin geleceği söylendi ise de kabul etmezse bu kötü şeylerin daha evvel zuhura geleceği cevabını verdi.
Efendi’nin zaman kazanmak ve işi oluruna bırakmak düzeleceğini umduğu anlaşılmaktadır. Bu emrivakiyi bir tek Hindistan Müslümanları kabullenmiş göründü. Kendisine hiçbir salahiyetinin olmadığı açıkça söylendi. Ama herkes Halife’yi devletin reisi olarak görüyor, hürmet ve itibar ediyordu. Bu, Ankara’yı rahatsız etti.
Tahkir ve Tehdit
Ankara hareketini övüp Sultan Vahîdeddin’i kötülemesi istendi. Kerhen verdiği bu tavizler yetmedi. 1,5 sene boyunca resmi ve gayri resmi yollardan tahkire uğradıktan sonra 3 Mart 1924’te Ankara hilafeti kaldırdı. Halife ve bütün hanedan vatandaşlıktan çıkarılarak sürgün edildi. O gece Miraç Kandili idi. İlk defa Saray’da mevlid okunmadı. Saray abluka altına alınmış, telefonlar kesilmişti.
Karara mukavemet etmek isteyen halife, aksi takdirde polis marifetiyle çıkarılacağı söyleyince kabullendi. Halife saray salonunda son defa bir miktar Kur’an okuyup sabah namazını kıldıktan sonra yola çıktı. Bavul bile tedarik edilemediğinden, zaruri eşya yatak çarşaflarına sarıldı. Halkın tezahüratından çekinildiği için aile Sirkeci yerine Çatalca’da trene bindirildi. İstasyon âmiri Yahudi, habersiz gelen bu yüksek misafirleri, ağırlayacak münasip yer olmadığı için, kendi dairesine alıp çoluk çocuğu ile hizmette bulundu.
Halife’nin teşekkürüne, “Atalarımız İspanya’dan sürüldüğü zaman, zât-ı âlilerinin ecdadı, onları yok olmaktan kurtardılar. Size elimizden geldiği kadar hizmet etmek vicdan borcumuzdur” diye cevap verdi. Müslüman Türk bilinenlerin kapı dışarı ettiği Halife ve ailesine bir Osmanlı Yahudisinin hüsnü kabul göstermesi çok ibretliktir.
Kemiklerim dua edecektir
Gece yarısına doğru trene binerken eline tek gidiş pasaportu ve 2000 lira para verildi. Emniyet müdürüne dönerek, “Ben yine bu millete dua edeceğim. Ölsem, mezarımda kemiklerim, bu milletin refah ve saadeti için duaya devam edecektir” dedi.
Mısır’a yerleşmek istediyse de İngiltere, işgal ettiği müslüman beldelere hanedanın yerleşmesine izin vermedi. Fransız işgalindeki Suriye’de ise iç harb vardı. Bu sebeple tarafsız ve sakin bir memleket olan İsviçre’ye yerleşti.
Kendisine dünyanın her tarafından telgraflar yağıyor; dünya Müslümanları, halifeliğin kaldırılmasından duydukları teessürü dile getiriyorlardı. Halife, etrafını saran gazetecilere beyanat verdi.
Ona göre Ankara’nın kararı yersiz ve yolsuzdu. Sadece Türklerin değil, bütün müminlerin müşterek dinî ve tarihî müessesesi olan halifelik tek taraflı bir kararla kaldırılamazdı. Ahde sadakatsizlik olarak gördüğü bu kararı hükümsüz addediyor ve bütün Müslümanları, bir hilâfet şurası altında toplanmaya davet ediyordu. Bunun üzerine İsviçre hükümeti siyasî faaliyette bulunmamak üzere kendisini ikaz etti.
Paralar suyunu çekince…
Eldeki para bitince Mısırlı Prens Ömer Tosun Paşa, ardından da Haydarabad Nizamı yardım gönderdi. Halife de daha ucuz olan Nice’e nakletti. Fransa, siyasetle meşgul olmamak üzerine yazılı taahhüt aldı. Halife, kendisini ibadete ve okumaya verdi.
Buna rağmen Ankara, halifeyi kontrol etmesi için Nice’e de bir konsolosluk açtı. Halife’nin seyahatlerini engelledi. Dürrişehvar Sultan’ın hocası Miss Richards, İngiliz istihbaratının Halife’nin evindeki ajanı idi. Aile bunu bilirdi. Halife, “İnşallah memleketinize dönersiniz” diyenlere, “Umar mısınız? Asla! Ölümüzü bile kabul etmeyeceklerdir” diyordu.
Haydarabad Nizamı, oğullarından büyüğü Himayet Cah’a Halife’nin 17 yaşındaki kızı Dürrişehvar Sultan’ı, diğeri Şecaat Cah’a da Sultan V. Murad’ın torununun kızı 16 yaşındaki Nilüfer Hanımsultan’ı aldı. Damatlar hiç denk değildi ama, kızlar ailelerinin iyiliği için evlenip Hindistan’a gittiler.
Bodrumdaki cenaze
Harbe doğru Halife, Paris’e nakletti. Sadece kütüphane ziyareti ve Cuma namazı için evden çıkıyordu. Kuzey Afrikalı Müslümanlar kendisine alâka ve hürmet gösteriyorlardı.
1943 Haziran’ında, yedi Fransız mukavemetçi, Gestapo’nun elinden kaçarak Halife’nin evine sığındı. Halife, bunları iade etmedi. Her şeyin karneye bağlandığı zamanda, yiyeceğini paylaştı. Evvelki harbde Almanya ile müttefik olan Osmanlıların yaş ve makam cihetinden en layık temsilcisi sıfatıyla rica ederek, bunları kurtardı.
Almanlar Paris’i terk ederken 23 Ağustos 1944 sabahı kalp krizi geçiren Halife vefat etti. Geride 25 bin frank para ve 200 bin frank borç bırakmıştı. Eşten dosttan toplanan parayla borçlar kapatıldı. Cenaze hazırlanarak Paris Camii bodrumuna kondu. Kızı İngiliz diplomatik pasaportu ile Türkiye’ye geldi. Ama defin izni alamadı. 10 sene bekletilen cenaze Medine-i Münevvere’ye götürülerek Cennetü’l-Bakî’ye defnolundu.
Popüler şehzade
Kültürlü, mütevazı, nazik ve sempatik idi. Arapça ve Farsça’dan başka, iyi Fransızca, biraz Almanca ve İngilizce bilirdi. Hanedanın hiçbir ferdinde bulunmayan muazzam bir kütüphanesi vardı.
İyi bir hattat ve ressam idi. Geride 300 kadar yağlıboya tablo ve bir hayli eskiz bırakmıştır. Bunların bazısı dünya müzelerindedir. Koleksiyonundaki bazı resimler ona ait zannedilmiştir.
Jön Türk korkusundan dolayı, popüler ve modern bir şehzade intibaı uyandırmaya çalışır; herkese kendisini sevdirmek uğruna mübalağalı hareketler yapardı. Cemiyete rahatça girer çıkar; halka karışırdı.
Safdil bir tavırla olur olmaz kişilere yakınlık gösterir, onlarla ahbaplık kurmaya çalışırdı. Beylerbeyi Sarayı’nda mahpus bulunan Sultan Abdülhamid, bunları bir şehzâdeye yakışmayan hafif hareketler olarak vasıflandırmıştır.
Şark - Garp sentezi
İki çocuğu vardır: Ömer Faruk Efendi ve Dürrişehvar Sultan. Ailesine pek düşkündü. Orta sınıftan bir aile babası gibi, onlarla bir arada oturup sohbet etmeyi ve eğlenmeyi severdi. Çocuklarının tahsil ve terbiyesine ihtimam etmiştir. Oğlunu Galatasaray Sultanisi’nde okutmuş, veli toplantılarına iştirak etmiş, çocuğunu Avrupa’ya tahsile gönderen ilk şehzade olmuştur.
Avrupaî kültüre aşina olmakla beraber Şark terbiyesine bağlı idi. Dindardı. Beş vakit namazını hiç bırakmazdı. Yaveri Yüzbaşı Ekrem [Akömer] Bey’e Ankara’ya geçerken yazdığı 1922 tarihli bir mektupta şöyle diyor:
“Ekrem Beyefendi. Hizmetim esnasında ne kadar metin, ahlâklı, malumatlı, vazifeşinas olduğunuzu ispat ettiniz. Sizde gördüğüm yegâne kusur, Avrupa âdetlerine fazla düşkünlüktür. Zamanla orta yolunu bulacağına eminim. Yalnız bir temennim var: O da beraber bulunduğumuz zamanlar, daima huzur-i ilahide tazarru ederdik, bunu hatırlayarak mümkün olduğu kadar ibadetlerden vazgeçmemenizdir.”
Bazı kesimlerce asriliği maksatlı bir şekilde hep dile getirilen Abdülmecid Efendi, modern yaşayışın millî kültürle usta bir sentezine muvaffak olmuştur. Avrupa kültürüne vukufu, meselâ dört hanımla evlenmesine, halife olduktan sonra sakal bırakmasına, ibadetlerini muntazaman yapmasına engel teşkil etmemiştir.
Kur’an-ı kerimde BABALAR ve OĞULLAR
Peygamber bile olsa, babalar çok zaman evlatlarıyla imtihan olunmuşlardır. Kur’an-ı kerimde baba ve oğul arasındaki münasebete farklı cihetlerden ışık tutacak nice misaller vardır.
20 Mayıs 2024 Pazartesi
20.05.2024
Baba ve oğul arasındaki münasebet her zaman dikkat çekici olmuştur. Bir evlat, istese de istemese de dünyaya gelişinden itibaren ölene kadar az veya çok babasının mümessilidir. Türk-İslâm kültürünün esasını teşkil eden Kur’an-ı kerimde çok ibretli baba oğul hikayeleri vardır.
1-Âdem ile Kâbil
İlk cinayeti işleyen ve ilk defa öldürülen kişi, Âdem aleyhisselamın oğludur. Kâbil, kardeşi Hâbil’i basit bir kıskançlık sebebiyle öldürmüştür. İlk insan ve peygamber bununla imtihan olunmuştur.
2-Nuh ile Kenan
Bütün dünyayı su basacağı kendisine haber verilince, Nuh aleyhisselam bir gemi yaptı. Ailesini ve her hayvandan bir çift aldı. Üç oğlu itaat etti. Bir oğlu Kenan, “Dağa çıkarım, bana bir şey olmaz” dedi. Bir dalga geldi, alıp götürdü. Burada çok hazin bir diyalog vardır. Hazret-i Nuh, “Ya Rabbi, hani ailem kurtulacaktı?” diye sorunca, Allah, “O senin ailenden değildir. O kötü bir insandı” buyurdu. Burada, oğlu asi olan babalara teselli vardır.
3-İbrahim ile Azer
Kur’an-ı kerimde İbrahim aleyhisselamın, çok ince bir usulle babasını tevhid inancına davet ettiği anlatılır. Yıldızlar, ay ve güneşin sırayla doğuşundan bunların hepsini yaratan bir Allah’ın varlığına işaret olduğunu göstermiştir. Ulema, Azer’in İbrahim’in öz babası değil, üvey babası ve amcası olduğunu söyler.
4-İbrahim ve İsmail
İbranilerde ilk doğanı kurban etmek adeti vardı. İbrahim Aleyhisselam da ilk doğan oğlu İsmail’i (veya İshak’ı) kurban etmekle emrolundu. Üç defa rüyasında ikaz edildi. “Evlat babanın sırrıdır” kaidesince, bu mübarek oğlan büyük bir teslimiyet gösterdi. “Baba, emrolunduğun gibi yap” dedi. İnsan, “öyle babaya böyle evlat” demekten kendini alamaz. Sonrası malumdur. Sadakat kabul görmüş ve yerine cennetten bir koç gönderilmiştir. Böylece ikisi de imtihanı kazanmıştır.
Bu, bir baba için çok zordur. Gençler ancak çocuk sahibi olunca anlayabilir. Normal bir baba için oğlu hayattaki en kıymetli varlığıdır. Oğlu yaşasın diye kendisin feda eden babalar vardır. Hatta derler ki, annenin bedduası tutmaz. Çünki anneler hissidir, kalbden söylemez. Ama baba beddua etmişe tutar, çünki çok canı yanmıştır. Ama babanın evladına duası da reddolunmaz. Kur’an-ı kerim, ileri yaşında baba olan İbrahim aleyhisselamın, soyundan gelenler için namaz kılan ve müttekilere liderlik eden kişiler olmasını temenni ettiğini söyler.
İnsan ölünce amel defteri kapanır. Ancak iyi bir evlat babasına dua ettikçe sevap yazılmaya devam eder. İyi babanın bereketi çocuklarda görülür. Kehf suresinde, Hızır’ın yıkılmakta olan bir duvarı, ücret beklemeksizin tamir ettiği anlatılır. Bu duvar iki yetim çocuğa aitti ve altında hazine vardı. Hızır bunları himaye etti, zira babaları salih bir kişiydi.
Vaktiyle bir zatın altı oğlu ölüyor. Adam çok sarsılıyor. Allah kimseyi evlat acısıyla imtihan etmesin. Yedincisi hastalanıyor. Başında beklerken, acısından, “Ya Rabbi bunu da mı alacaksın?” diyor ve uyuyakalıyor. Rüyasında kendisini cehenneme götürüyorlar. Ölen çocuklardan her biri cehennemin bir kapısını tutuyor ve ben babamı sokmam diyor. Yedinci kapıyı tutacak kimse yoktur. Uyanıyor, yedinci oğlu da vefat etmiştir. Küçükken ölen çocuk anne babasına şefaat eder, icabında onları cennete sürükler.
5-Yakub ile Yusuf
Yakub aleyhisselamın 12 oğlundan Yusuf’a olan fart-ı muhabbeti, kardeşlerin kıskançlığını çekmiş, Yusuf’un başına gelmeyen kalmamıştır. Kardeşleri tarafından kuyuya atılmış, köle diye Mısır’da satılmış, iftiraya uğramış, hapse atılmış, nihayet maliye nazırı olarak ailesine kol kanat germiştir.
Oğlunun hasretinden senelerce gözyaşı döken Yakup aleyhisselamın gözleri kör olmuş, oğlun gömleği, babanın gözlerini açmıştır. Nihayet baba oğul bir araya gelmiştir.
Bu hadise ahsen-i kısas (hikayelerin en güzeli) olarak Kur’an-ı kerimdeki müstakil bir surede anlatılır. Derler ki, oğluna aşırı muhabbeti gayretullaha dokunmuş, onu kaybetmekle imtihan olunmuştur.
6-Davud ile Süleyman
Davud aleyhisselam tarihin en ihtişamlı hükümdarlarından biriydi. Onun hem manevi hem de siyasi mirasına oğlu Süleyman aleyhisselam varis oldu. Kur’an-ı kerimde babasının hüküm verdiği bir davada oğlunun daha isabetli bir hüküm verdiği, babasının bunu tasvip ettiği anlatılır.
Monarşi, baba ve oğul münasebetinin en çarpıcı hâlidir. Oğul yoksa hanedan biter, devlet çökebilir. Osmanlı sarayında senelerce şehzade doğmadı. Sultan İbrahim’in oğlu dünyaya gelince, halk günlerce şenlik yaptı. Hükümdarın oğlu kifayetsiz ise, bu baba için büyük bir felakettir. Oğul kabiliyetli ise, bu sefer de başka problem doğar. Oğlanın etrafını memnuniyetsiz bir kitle sarıp babasına karşı kışkırtır.
7-Zekeriya ile Yahya
Allah geç yaşında Zekeriya aleyhisselama bir oğlan müjdelemiş, Yahya aleyhisselam da babası gibi peygamber olmuş, ama genç yaşta şehit edilmiştir.
8-Lokman Hakîm ve Oğlu
Tıp ilmindeki ihtisası ve hikmetli nasihatleri ile meşhur Lokman Hakîm’in oğluna nasihatleri Kur’an-ı kerimde müstakil bir surede anlatılır. Babanın oğlunu terbiye mükellefiyetini müminlere hatırlatır.
Oğul atanın gözbebeğidir
İsa aleyhisselam, tıpkı Hazret-i Âdem gibi babasız dünyaya gelmiş, bunun esrarını çözemeyenler, Allah’a babalık atfetmiştir. Halbuki Kur’an-ı kerimde mealen “Allah kimsenin babası değildir” der. Nesep o kadar mühimdir ki, babası olmayan birini babası ilan etmeyi İslamiyet menetmiştir.
İnsanlar babasının ismiyle anılır, tanınır. Baba, cihanşümul bir tabirdir, ama eski Türkçe’de baba için ata kelimesi daha çok kullanılır. Dede Korkut’ta der ki, “Oğul atadan görmeyince sofra çekmez. Oğul atanın yeteridür, iki gözünün biridir.” Korkut Ata hikayeleri, eski Türklerdeki baba ve oğul münasebetini en iyi anlatan mehazdır.
Türk destanlarında baba, vâris olacak bir oğlu olmasını çok ister, bunun için kurbanlar keser, açları doyurur, fakirleri giydirir. Ama oğul büyüyünce babayla mücadeleye başlar. Oğuz Han, Allah’ı birlemeyen babası ile mücadele edip yenmişti.
Ama bu mücadele her zaman böyle ulvi maksatlarla olmaz. Kıskançlık gibi psikolojik kompleksler de işin içinde rol oynar. Büyük aile şirketlerindeki çatışmalara bakıldığında görülür ki, destanlardan bu yana insan tabiatında değişen hiçbir şey yoktur.
Tarihi diyalog
Osmanlı tarihinde etrafının tahrikiyle babasına ayaklanan şehzadelerin sonu pek hazin olmuştur. Sultan I. Murad ile Savcı Bey, Sultan II. Bayezid ile Şehzade Ahmed, Kanuni Sultan Süleyman ile Şehzade Mustafa ve Bayezid, Sultan III. Mehmed ile Şehzade Mahmud bunun misalleridir.
Yıldırım Sultan Bayezid’in küçük oğlu Şehzade Mehmed, babasını Timur’un esaretinden kurtarabilmek için tünel kazarak komplo kurmuş, ama muvaffak olamamıştır.
İki oğlunu kaybeden Sultan II. Murad, tahttan feragat edip, yerine genç oğlu Mehmed’i geçirmiştir. Bunu fırsat bilen düşmanın taarruzu üzerine, genç oğul, babasına, “Padişah iseniz, ordunun başına geçiniz. Padişah ben isem emrediyorum, ordunun başına geçiniz” diye mektup yazarak tarihi bir diyaloga imza atmıştır.
Bir hükümdarın oğlu olmak kolay değildir. Sultan Hamid’in oğulları da onun gibi prensipli ve ciddi bir babanın oğlu olmanın yükü altında ezilmişlerdir.
EVLAT BABANIN SIRRIDIR
Baba, senede bir gün hatırlanır, ama insanların maddi ve manevi hayatında çok güçlü bir figür olduğu inkâr edilemez. Psikologlar bu figürün kız ve oğlanda büyük rol oynadığından bahsediyorlar.
13 Mayıs 2024 Pazartesi
13.05.2024
Kur’an-ı kerimde anneler, çocuk yetiştiren tarlalara benzetilmiştir. Tarlanın yeşerttiği tohum ise babadan gelir. Bu sebepledir ki, nesep ilminde soy babadan yürür. Mert, cömert ve merhametli kişilere baba adam denir. Birinden iyilik gören, “Bana babalık yaptı” der. Kerim devlete “Devlet baba” derler.
Din, babaya kayıtsız şartsız hürmeti, hatta babasının dostlarına bile yakınlık göstermeyi emreder. Oğul, babasının hücrelerine sinmiş hususiyetlerin sahibidir. Kalbindeki tevhid inancının mümessilidir. Nesillerden beri devam eden dünya tecrübesini öğrettiği talebesidir. Onun varlık sebebidir. Vefatından sonra da ismini ebediyen yaşatacak bir varistir. Eski milletlerde çocuğu olmayanlar, aileye hizmetin devamlılığı için, mutlaka bir oğlanı evlat edinirdi.
İşte bunun içindir ki Cenab-ı Peygamber “el-Veledü sırru ebihi”, yani “Oğlan babasının sırrıdır” buyurdu. Doğduğunda babanın ruh hâli oğlun karakterine tesir eder. Doğduktan sonra da verdiği terbiye ve kazandığı kültür ile, oğlan babasının sırrını açığa çıkarır.
Roma’da pater familias (aile babası) yanında aile ferdleri bir hiçti. İskender’e sormuşlar, “Hocana niçin babandan çok tazim ediyorsun?” Cevabında: “Babam beni semadan yere indirdi. Hocam beni yerden semaya kaldırıyor” demiş. Şu hâlde oğluna ilim öğreten baba, her türlü tazime layıktır.
Oidipus kompleksi
Babalar ile kızlar arasında benzersiz bir yakınlık ve mükemmel bir ahenk vardır. Ama babalarla oğullar, annelerle kızlar arasındaki münasebet hep problemli olmuştur.
Teb Kralı Laios, kendisini öldüreceği kehaneti üzerine oğlu Oidipus’u kurtlara yem olması için ormana attırdı. Bir çoban bulup büyüttü. Sonra bilmeden babasını öldürüp annesiyle evlendi. Freud, oğulun annesini sahiplenerek babasına düşmanlık hissi ve fantezisine sahip olduğunu söyler. Bu, psikolojide Oidipus kompleksi diye bilinir.
Kızlar, evlendiği zaman kolay kolay mutlu olamaz. Zira evleneceği erkeğin babasına benzemesini ister. Bu da çok düşük ihtimaldir. Kimse kimsenin yerini tutamaz. Aslında kadınlar da erkekler de birbirinin aynısıdır. Ama kadınlar, hakikatte babalarının kendilerine duyduğu sevgiyi aramaktadır.
Gölgede kalan oğullar
Oğul küçükken babasını gözünde çok büyütür. Onu rol modeli olarak görür. Dışarı çıktıkça babası gözünde küçülür. Adeta düşmana dönüşür. Yaşı ilerledikçe olgunlaşır, baba tekrar eski mevkiine döner.
Babalar oğullarına, yapamadığı, hayal ettiği şeyleri yapma vazifesi yükler. Hatta komplekslerini ona aksettirir. Ebeveynler çocukları hakkında objektif olamaz. Ama kendisini bile iyi tanımayan birinden çocuğunu tanımasını beklemek de abes olur.
Oscar Wilde der ki, “Bütün kadınlar nihayet annelerine benzer. Bu onların dramıdır. Erkekler böyle değildir. Bu da onların dramıdır.”
Bazı babalar çok alakasızdır, çocuk babasına yaranmak için çaba harcar. Bazı baba aşırı alakalıdır, çocuk pısırık olur. Baba çok muvaffak ve parlak ise, evlat gölgesinde kalır. Sultan II. Selim, yüksek meziyetli olduğu halde, babası Sultan Süleyman’ın gölgesinde kalmıştır.
Düşmanımın düşmanı
Melankolik olduğu için olsa gerek, bazı gençlerin çok tuttuğu Çek yazar Franz Kafka’nın babası çok muvaffak ve sağlıklı bir adamdı. Kafka ise hem bedenen hem de ruhen hastalıklıydı. Babasıyla araları hiç iyi değildi. Babaya Mektup eseri meşhurdur. Babasını geçemediği için ondan nefret ettiğini, onu öldürmeyi bile düşündüğünü anlatır.
Halikarnas Balıkçısı buna muvaffak olmuştur. 23 yaşında iken ecnebi karısı yüzünden münakaşa giriştiği babası Şakir Paşa’yı öldürerek 15 sene kürek cezasına konmuştur.
Bu sebeple sağlıklı çocuk yetiştirme baba ve anneden ziyade dede ve nine sayesinde olur. Böylece hem kültür aktarılır hem de babayla çocuk yüzgöz olmaz. Dedeler torunlarını oğullarından çok severler. Herhalde, düşmanın düşmanı dost sayıldığındandır.
Mum dibine ışık vermez
Eski kültürde baba ile oğul arasında mesafe vardır. Ciddiyet hakimdir. Baba, oğluyla konuşmaz; yemek bile yemez. Zira babasından öyle görmüştür. Hükümdarlar oğullarını uzak tutar. Valiliklere gönderir. 15 yaşında Trabzon valiliğine gönderilen Sultan Selim, babasıyla 30 seneye yakın görüşemedi. Cebren görmeye geldiğinde, vezirler, ayaklandı diye babasını kışkırttılar.
Turgenyev’in Babalar ve Oğullar adında çok güzel bir romanı vardır. Baba Nikolai Kirsanov, muhafazakârdır. Oğul Arkadi, zamanın modasına uygun olarak nihilist (anarşist) biriyle arkadaştır. Baba, oğlunun arkadaşından hoşlanmaz. İkisi arasındaki kuşak çatışması çok güzel anlatılmıştır. İşin garibi aslında baba ve oğul karakter olarak aynıdır.
Orhan Kemal, Eskici ve Oğulları’nda sert ve sevgisiz baba figürünü, Reşat Nuri, Yaprak Dökümü’nde otoritesini kaybeden baba figürünü anlatır. Karamazov Kardeşler’deki baba figürü, Dostoyevski’nin nefret ettiği, hatta bu nefretin kendisini akıl hastalığına sürüklediği otoriter, ama mesuliyetsiz babasıdır. Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları’ndaki baba, şimdi de emsaline çok rastlanan burjuva takıntılı baba figürüne iyi bir misaldir.
Hazret-i Ali, kendisine gelerek çocuklarını yetiştirmekte zorluk çektiğinden yakınanlara, “Onları hangi usule göre terbiye ediyorsunuz?” diye sordu. “Babalarımızdan gördüğümüz gibi” diye cevap verdiler. Bunun üzerine “Likülli makâmin makâl ve likülli zemânin ricâl” buyurdu. Yani çocuklarınızı babanızdan gördüğünüz usullere göre değil, zamanın icaplarına göre terbiye edin!
Baba, etrafını iyi gözleyerek öğrendiklerine bir şeyler katabilmelidir. Oğlanların en sevmediği şey, bizim zamanımızda böyleydi, sözüdür.
Eskiden oğullar umumiyetle babalarının yanında yetişir; onun işini devam ettirirdi. Her zaman armut dibine düşmediği için, babalar oğullarını ilim ve sanat öğrenmesi için bir başkasına gönderirdi. Nitekim mum dibine ışık vermez.
İdealizm girdabı
Bazı babalar aşırı idealisttir. Namık Kemal’in oğlu Ali Ekrem Bolayır, babasının romanından ilhamla Cezmi ismini koyduğu oğlunu ideal olarak yetiştirmek istedi. Yakışıklı bir çocuktu. Avrupa’ya yolladı. Birkaç lisan öğretti. Birkaç enstrümanı ustaca çalardı. Oğlan, Fransız keman hocasına âşık oldu, cevap alamayınca intihar etti.
Tevfik Fikret, oğlu Haluk’u ideal evlat yerine koydu. “Bu berbat ülkede bozulmasın” diye Amerika’ya gönderdi. Haluk, bir mütefekkir veya bir sanatçı değil, basit bir kasabada basit bir papaz olarak öldü.
Halid Ziya, oğlu Vedad’ı modern usulde çok iyi yetiştirdi. Burada söylenmesi lazım olmayan bir skandal sebebiyle istikbali parlak bir diplomat iken intihar etti. Babası bu trajediyi Bir Acı Hikaye kitabında anlatır, ama nedense skandaldan hiç bahsetmez.
Şair Ümit Yaşar Oğuzcan alkolikti. Defalarca (24 sefer) intihara teşebbüs etti. Bu, halet-i ruhiyesine ne kadar menfi tesir etmiş olacak ki, 17 yaşındaki oğlu, “İntihar öyle edilmez, böyle edilir” diyerek kendisini Galata kulesinden attı.
Şair Cemal Süreya’nın oğlu Memo Emrah, çoğu ailede yaşandığı üzere, babasıyla farklı bir siyasi çizgiye geçince, annesinin tabiriyle İslamcı olunca, çatışma başladı. Emrah, babasını yumrukladı.
Akif, oğlu Emin’i ideal bir genç olarak görürdü. Dindar, ama modernist, cumhuriyetçi, hürriyetçi, Sultan Hamid’e düşman Asım’ın neslini sembolize ettiğini istedi. İdealize ettiği bu genç, babasının hatırına şundan bundan dilendiği para ile esrar ve ispirto alıp içen biri oldu. Hapishane ve tımarhaneden sonra Tophane’de yaşadığı bir araba kasasında ölü bulundu.
Recaizade Mahmud Ekrem’in gözbebeği oğlu Nejat 16 yaşında ölümü, babasını sonsuz acılara gark etmiştir. Oğluyla çok iyi anlaşan şair, oğlunu rüyada görebilmek arzusuyla yanmış, nekroloji türünde en içli şiirlerini yazmıştır. Şu kıta buna bir misaldir: Bu ayrılık bana yaman geldi pek,
Ruhum hasta, kırık kolum kanadım.
Ya gel bana ya oraya beni çek,
Gözüm nuru oğulcuğum, Nijad’ım!
OSMANLI HANEDANINA SÜRGÜNDE BİLE TAKİP!
Osmanlı hanedanı mensupları nerede yaşadıklarını ve devrin icaplarını gayet iyi anlamışlar. Ne yapıp ne söyleyeceklerini iyi bilmişler.
6 Mayıs 2024 Pazartesi
6.05.2024
Osmanlı hanedanı mensupları nerede yaşadıklarını ve devrin icaplarını gayet iyi anlamışlar. Ne yapıp ne söyleyeceklerini iyi bilmişler.
Cumhuriyet Hakkındaki Görüşünüz?
Osmanlı hanedanından olanlara her zaman ve zeminde sorulan klişe sualdir: “Cumhuriyet hakkındaki düşünceniz nedir?” Ailesini yetmişlik ihtiyarından beşikteki bebeğine kadar topyekûn vatandaşlıktan çıkarıp yurdundan süren, mallarını iç edip sefalete mahkûm kılan bir sistem ve onun mensupları hakkında ne desin?
İç dünyasında neyin ne olduğunu gayet iyi bilen bu insanlar, samimi hislerini ancak hususi muhitlerinde dile getirir. Aklıselim ve nezaketleri bunları ulu orta ifşa etmeye manidir. Tanıdığımız hanedan ferdlerinin hemen hepsinde bunu bizzat müşahede etmişizdir. Yazdıklarını ve söylediklerinin satır aralarını okuyabilenlere bunlar gizli değildir.
Hanedan reisi Şehzade Osman Ertuğrul Efendi, “Hanedan memlekette kalsaydı, Ankara, yapmak istediklerini yapamazdı” sözüyle mevzuyu zekice bağlamıştır. Adeta itiraf almak maksadıyla sorulan bu tip suallere karşı cevapları ustaca birer rüşvet-i kelâmdan ibarettir.
Aman dikkat?
Bazıları sürgünde iken bile temkinli davranıp inkılapçılara sempatik görünerek vatanlarına dönebilmeyi umardı. Faruk Efendi, şehzadelere, “Aman fes giymeyin! Bizi fesli gördükçe Ankara’nın hıncı artar” derdi.
Zeki ve asil oldukları için, başlarına gelenlerin kazandırdığı realistlikten ötürü, hiçbir zaman politika ile meşgul olmamış, kendilerini müşkül vaziyete sokacak söz ve hareketlerden azami surette kaçınmışlardır. Zira sürgün bittikten sonra bile mimli insanlardır.
Dönüş izni verildikten sonra bazı ferdleri sürgün korkusunu iliklerinde hissetmiştir. İki sürgün yaşayan Neslişah Sultan’ın, amcazadesi Mihrişah Sultan’ı, “Aman hilâfetçilerle görüşme! Sonra bizi tekrar kovduracaksın” diye ikaz etmiştir. Mamafih “Güzel olan ne varsa dedelerim yapmış” diyecek kadar temyizde mahirdir.
Bunların halihazırdaki garplı görüntüsüne aldanmamalıdır. Olup bitenlerin bir gardırop inkılabı olduğunun farkındadırlar. Hemen hepsi demokrasiye ve insan haklarına bağlı, estetik cihetleri güçlü, zevki selim sahibi samimi insanlardır.
Ne yazık!
Sultan Vahîdeddin’in kızı ve sırdaşı Sabiha Sultan, babasının cenazesi münasebetiyle Suriye’de bulunan zevci Ömer Faruk Efendi’ye yazdığı mektuplardan 1 Haziran 1926 tarihli birinde İzmir suikastini telmihen diyor ki:
“Bu kadar mükemmel hazırlanan bir işin adem-i muvaffakiyete uğraması cidden şayan-ı teessüf! Memleketin şüphesiz en güzide kısmını teşkil eden bir kısım muhalifîn bu fırsatla ortadan kaldırılırsa ne yazık, ne yazık!”
Hanzade Sultan, annesi Sabiha Sultan'a hatıralarını yazmasını teklif ettiğinde, “Hayır, bir mesele çıkarmak istemem. Bizim devrimiz bitti. Türkiye’deki insanların kavga etmesini istemem. Bırakalım her şey olduğu gibi kalsın” demişti.
İçerdeki casus
Sultan Vahîdeddin sürgüne çıktıkları zaman, Ankara hükümetinin yaptığı muamelenin haksızlığına dikkat çeken beyannameler neşretmiştir. Kısa bir zaman sonra ortalığın yatışacağı ve tekrar memleketine döneceği ümidini taşıyordu.
Malta ve Hicaz’daki hayatı sırasında İngilizlerin saltanat ve yeni Türkiye hakkındaki hakikî niyetlerini anlayınca, hele halifelik kaldırılıp hanedan hudut harici edilince, bu ümidini tamamen kaybetti.
Buna rağmen Ankara, hiç ihtiyaç yokken, padişahın yaşadığı San Remo şehri yakınındaki Cenova’da istihbarat faaliyetinde bulunmak üzere konsolosluk açmıştır. Padişah’ın maiyetindeki Sertabip Reşad Paşa, Tütüncübaşı Şükrü, hatta Zeki Bey Ankara tarafından elde edilmişti. Ankara’ya rapor verirlerdi. Reşat Paşa ve bilahare Zeki Bey utançlarından intihar ettiler. Tütüncübaşı Şükrü, Sultan’ın vefatını müteakip sefalete düştü. Şam’a giderek Şehzade Abdülkerim Efendi’ye kapılandı. Şam’daki Türk konsolos, para mukabilinde Şehzade ve etrafındakiler hakkında rapor vermeye ikna etti. Şükrü bir müddet Ankara’ya rapor verdi.
Yaşa ey şanlı ordu binler yaşa!
Hanedan, kendisine yapılan haksızlığı açıkça dile getirdi. Ama hiçbiri sürgünde iktidarı tekrar ele alabilmek hususunda bir siyasî faaliyette bulunmadılar. Zaten vatanda iken bile zengin ve politik şahsiyetler değillerdi. Bu sebeple böyle bir faaliyet yürütme imkânından mahrumdular.
Saltanat ve hilâfetin kaldırılması, hanedanın sürgünü, zaten müttefiklerin arzusu olduğu için, onlar istemedikçe böyle bir teşebbüse kimse geçemeyeceğinden dolayı, Ankara’nın bu hususta endişe taşıması yersizdi.
Sultan Vahîdeddin’in torunu Hümeyra Hanımsultan, San Remo’da iken, Ankara kahramanları hakkındaki bir marşa dair dedesi Sultan Vahîdeddin ile arasında geçen hadiseyi, bu korkudan ötürü, tersine çevirerek anlatırdı.
Halbuki bir tarih mecmuasına verdiği mülâkatında “Saltanata karşı duygularınız?” sualini şöyle cevaplamıştır, “Şimdi ‘sen nesin?’ diyorlar. ‘Ben royalistim’ diyorum. Ama çok geniş manada, bir restorasyon hevesim olduğundan değil. Benim sempatim kraliyet an‘anelerinedir. (Gülerek) Futbol takımlarını bile öyle tutarım. Hollanda’yı, İngiltere’yi tutuyorum, sırf kraliyet takımı diye. Bunu kimse benim içimden alamaz ki... Ama bugün Türkiye’de cumhuriyetten başka bir şey olacak deseler aklım ermez.”
Siyaset yasağı
Halife Abdülmecid Efendi’nin beyannamesinden fevkalâde rahatsız olan Ankara hükûmeti, İsviçre’ye nota vererek halifenin siyasî faaliyetlerine ve beyanat vermesine engel olunmasını istedi. Halife, İsviçre’de yaşayamayacağını anlayınca, yine siyasî faaliyette bulunmamak şartıyla kendisini kabul eden Fransa’ya geçti.
Ankara, sabık halifeyi kontrol etmesi için, yakında Marsilya konsolosluğu olmasına rağmen, Nice’e bir konsolosluk açtı. Devlet arşivi, buradan gönderilen ve Halife’nin, hakikatte sefalet içinde yaşayan hanedan mensuplarıyla siyasî işler çevirdiği, halifeliği satmak istediği gibi saçma sapan muhtevalı raporlarla doludur.
Halife’nin bir câmi açılışı vesilesiyle Londra’ya gitme ve kralla da görüşme ihtimali işitilince, Ankara, İngiltere hükûmetinin vize vermemesini resmen temin etti. Halife’nin Kudüs seyahati de böyle engellendi.
Korkutan evlilikler
1925 tarihinde şark vilâyetlerini saran Şeyh Said hâdisesi esnasında, Şam’da kendi hâlinde yaşayan Şehzade Mehmed Selim Efendi’nin sınıra uzak bir yere naklini Ankara Fransa’dan istedi. Şehzade, ikinci bir sürgün yiyerek, Şam’dan Beyrut’a nakledildi. Yine Haleb’de yaşayan Şehzade Ahmed Nihad Efendi de Beyrut’a nakledildi.
Cumhuriyet hükûmetinin İskenderiye’deki konsolosluğuna ve Kahire’deki sefaretine, İskenderiye’de yaşayan Şehzâde Ömer Faruk Efendi hakkında “müteyakkız” [uyanık] bulunmaları hususunda Ankara’dan talimat gelirdi. Ömer Faruk Efendi, cumhuriyet hükûmetinin en çok çekindiği şehzâdelerdendi.
Hanedan efradının, bazı Müslüman hanedanlarla yaptığı evlilikler de Ankara’yı her zaman endişeye sevk etmiştir. Zira bu evlilikler, hanedanı, hem siyasî, hem sosyal, hem de ekonomik cihetten güçlendirme ihtimali taşıyordu ki, bu, Ankara’nın en korktuğu şeydi.
Halife Abdülmecid Efendi’nin kızı Dürrişehvar Sultan’ın, İngiltere’ye tâbi Hindistan hükümdarlarından Haydarâbâd Nizâmı’nın oğlu ile 1931’de yaptığı evliliği Ankara protesto etmiş; Londra, evliliğin siyasî ciheti olmadığı hususunda teminat vererek ortalığı yatıştırmıştı.
Sultan Hamid’in oğlu Âbid Efendi’nin, Arnavutluk Kralı Ahmed Zogu’nun kızkardeşi Prenses Seniye ile evlenmesi, Ankara ile Tiran arasında diplomatik kriz doğurmuştu. Zira Kral’ın çocuğu yoktu ve kız kardeşi, dolayısıyla Âbid Efendi, tahtın vârisi idi. Tiran, bu evlilik sebebiyle, Ankara’ya teminat vermek zorunda kalmıştır.
Mediha Sultan’ın torunu Bahaddin Sami Bey, tercüman olarak İngiliz askeriyesinde memuriyet talep etti. “İngiliz hükûmetinin, Osmanlı saltanatına dönüş ümidi taşıyan bir aileye destek vermesi mahzurludur” gerekçesiyle reddedildi. Çünki Türkiye başvekili Şükrü Saraçoğlu, buna dair İngiliz hükûmetine 1940 tarihinde gayri resmî bir nota göndermiştir.
Sultanları boğdular
Resmî ideolojin hanedana menfi bakışı senelerce değişmemiştir. Sürgün kararının kaldırılmasından sonra bile Türkiye’de yaşayan hanedan ferdleri bu mensubiyetlerini yıllarca saklamak mecburiyetinde kalmışlardır. Mekteplerde, atalarının aleyhinde söylenenler, edilen hakaretler, bu çocukların zihniyetinde sarsıntı meydana getirmiştir.
Cemile Sultan’ın torunu Vildan Hanım, 1930’larda Kızıltoprak Enver Paşa ilk mektebinde iken dillerde dolaşan bir şarkının ‘Düşmanları koğdular, sultanları boğdular’ mısraını duyunca, ağlamaya başlıyor. Sürgün edilen büyükanne ve dedesi gözünde canlanıyor.
Neyse ki hocası insaflı biriymiş ki, bu sınıfta o şarkıyı söyletmiyor. (Memet Fuat, Gölgede Kalan Yıllar) Benzer hâdiseleri Fatma Sultan’ın torunu Resan ve Zekiye Sultan’ın torunu Yasemin Hanım da anlattı; ama onların hocaları insaflı davranmamıştı.
RÜYALAR ve İSTİKAMET
Buhari, topladığı hadisleri yazmadan evvel gusledip iki rekat namaz kıldıktan sonra istihâreye yatardı. Rüyasında bu sözün Resulullah’a ait olduğuna dair bir işaret görmedikçe kitabına yazmazdı.
29 Nisan 2024 Pazartesi
29.04.2024
Eskiden halk gördüğü müjdeli rüyaları hükümdara arzeder, mukabilinde atiyye (ihsan) alırdı. Şark edebiyatında hâbnâme adında, fikirleri rüya formunda anlatan eserler vardır.
Veysî, 1608’de rüyasında İskender-i Zülkarneyn’i görmüş, ondan memleketin ıslahına dair aldığı tavsiyeleri zamanın padişahı Sultan I. Ahmed’e anlatmak üzere bir Hâbnâme yazmıştır. Rüyada iki padişah görüşmüş, tek kurtuluşun şeriatın sağlam ipine yapışmak olduğu anlaşılmıştır.
Hâb, uyku demektir. Ziya Paşa’nın Hâbnâme ve Namık Kemal’in Rüya isminde hürriyetçi fikirlerle yazılmış kitapları meşhurdur. Abdullah Cevdet, Mahkeme-i Kübra kitabında anlattığı rüyasında, Ayasofya’da mahkeme kurup, Sultan Hamid’i Resulullah’a muhakeme ettirerek mahkûm eyler.
Filibeli Ahmed Hilmi’nin A’mâk-ı Hayal isimli tasavvufi romanı, Raci Efendi’nin 7 günlük rüyaları üzerine kuruludur. Alman şarkiyatçı Annemarie Schimmel’in Die Träume des Kalifen (Halife’nin Rüyaları) kitabı emsalsizdir (1997).
Rüyaya yatan yanılmaz
Mümine, bir karar vermeden evvel istişâre ve istihâre etmesi tavsiye edilmiştir. Hadis-i şerifte, “İstihâre eden yanılmaz, istişâre eden pişman olmaz” buyuruldu. İstihâre, kelime olarak hayır istemek manasına gelir. Rüyaya yatmak da derler. Incubatio adıyla eski cemiyetlerde de vardı. Duadan sonra, mukaddes bir yere uzanır, ilham beklerdi. Resulullah’ın dedeleri, rüyalarında ahir zaman peygamberinin nurunu görürdü.
İslâm kültüründe istihâre, bir işin, hakkında hayırlı olup olmadığını anlamak için, abdest alıp iki rek’at namaz kıldıktan sonra bu hususta bildirilen duayı okuyarak o işle alâkalı rüya görmek üzere hiç konuşmadan uykuya yatmaktır. Yeşil, beyaz veya berrak su görmek, hatta hiçbir şey görmeyip, uyandığı zaman o işi yapmaktaki şevkinin artması hayra; kırmızı ve siyah ya da bulanık su, şerre yorulur.
İstihâre yapıp hayırlı netice almadan kimse dervişliğe kabul edilemez. Dervişin gördüğü rüyalar, tasavvuftaki hallerine ve derecesine işaret ettiği için, bunu hocasına anlatır, o da bu rüyalara göre dervişin terbiye usulünü tayin ederdi. Çünki müslüman için sahih rüya, ilahi bir irtibatı temsil eder. Sultan III. Murad, mürşidi Şeyh Şücâ’ya yazdığı rüyalarını Kitabü’l-Menâmât’ta toplamıştır.
Askıdaki rüya
Rüya tabir edilmedikçe fazla bir şey ifade etmez. Rüya tabiri dinen makbul bir ilimdir. Eskilerin rüya anlatılınca ilk sözü “Hayırdır inşallah” olurdu. Çünki rüya nasıl tabir edilirse öyle çıkar. Böyle deyince hayra yorulmuş olur.
Dayım cepheye gideceği gece odasının kirişinin çöktüğünü görmüş ve ölümüyle tabir etmiş. Annesi, rüyayı başka yere yormak istemişse de ilk tabir edildiği gibi çıkmış. Afyon cephesinde şehit düşmüş.
Binaenaleyh rüya tabiri ve tevili pek mühimdir. Bazıları rüya, tabiri ile düşer, demişlerse de bu, hakkıyla ve usulüne uygun tabir içindir. Yoksa cahil ve rüya tabirine vâkıf olmayan kimsenin, tabire değmez demesiyle düşmez.
Muabbir (tabirci) olan zât, âlim, fatin, zeki, yalandan kaçınan, güzel amelli, dindar, tabir usulüne vakıf olmalıdır. Rüyayı görenin ve zamanın hâline göre tabir edebilmeli, âyet, hadîs ve âlimlerin görüşlerinden buna delil çıkarabilmelidir.
İbnü’l-Arabi ve tren
İnsanın gördüğü rüyayı her rast geldiğine söylemesi doğru değildir. Görülen her rüya, tabirciye bile söylenmez ve tabir edilmez. Bilhassa düşmana, hasetçiye, cimriye rüya tabir ettirmek münasip değildir.
Yukarıdaki vasıfları haiz bir tabirci yoksa, insan rüyasını her halde hayra yormak suretiyle kendi kendine tabir etmeli yahut muteber bir tabirnameye bakıp gördüğü rüyaya yakın bir tabire göre tefsir etmelidir.
Kenzü’l-Menâm vaktiyle en muteber tutulan tabirnamelerdendi. Nablusî’nin tabirnamesi de Sultan Hamid zamanında Türkçe’ye tercüme olunmuştur. Piyasada XIII. asırda yaşamış Muhyiddin Arabî’ye nispet edilen tabirnamede tren rüyası geçer. Nablusî’de baykuş rüyası şerle tabir edilmiştir, zira Türk folklorunda böyledir. Halbuki Nablusî, Şam’da yaşamış bir Arap âlimidir.
XIX. asırda Avrupa’da da rüya tabirnameleri çok popülerdi. İngiltere’de kapı kapı dolaşan seyyar satıcılarca ya da panayırlarda satılırdı.
Dünyada görülmesi muhtemel her rüyayı tabirnamelerde aynen arayıp bulmak imkansızdır. Çünki çeşit ve şekli milyonlara varan rüyaları tabirnamelere koymak imkânı yoktur.
Yol gösteren rüya
Resulullah, “Kim beni rüyasında görmüşse, gerçekten beni görmüştür, çünki şeytan benim suretime giremez” buyurmuştur. Ancak ulema, bu hitap, onun suretini iyi tanıyanlar içindir; başkalarını şeytan aldatabilir, der.
Sahih rüya bazen ilim yolcusuna istikamet gösterir. Rivayet edilir ki, Buharî, uzun mesai sarf ederek 600 bin kadar sahih hadîsi bulup ezberlemiş, her birisini yazmadan evvel gusledip iki rekat namaz kıldıktan sonra istihâreye yatmış; rüyasında bu sözün Resulullah’a ait olduğuna dair bir işaret görmedikçe kitabına yazmamıştır.
Birisi rüyada Resulullah’ı görüp, hastalığından şikâyet etti. “Lâ ve lâ’ya sıkı sarıl!” buyurdu. Şaşkın halde bunu İbn Sîrîn’e anlattığında, “Zeytinyağı ye! Çünki Allah, onun için lâ şarkıyyetin ve lâ garbiyyetin buyuruyor” dedi (Nur: 35).
İmam Eş’arî, Mutezile mezhebinde iken, 40 yaşında Cenab-ı Peygamber’i rüyasında görerek ikaz olunmuş, tövbe ederek Ehl-i sünnete dönmüştür. Bu yolu bıraktığını da herkese ilan etmiştir.
Üç parmağının yırtık olması hâlinde mest, mest olmaktan çıkar. İbn Âbidin, üç parmak kadar incelmesi hâlinde mestle bir fersah yürünemeyeceği için, mest olmaktan çıkıp çıkmayacağını düşünürken, 1234 Zilkade’sinde rüyasında Resulullah’ı görüp meseleyi sormuştur. Resulullah kendisine, “Mest, üç parmak mikdarı incelirse, meshe mânidir” buyurmuştur.
Korkulu rüya görmektense…
Bir kimse çirkin ve korkulu bir rüya görünce, uykudan uyanınca sol tarafına hafifçe tu tu ederek euzü billahi mine’ş-şeytâni’r-racîm, ya Rabbi bu rüyanın şerrinden sana sığınırım, denir. Böyle rüya kimseye söylenmez ve tabire kalkışılmaz. “Korkulu düş görmekten, uyumamak yeğdir” derler.
Kabustan korkanlar, bakla, sarımsak gibi gıdalar yemeyip abdestli uyur. Halk arasında karabasan denen ve insanın göğsüne binen hayali varlıklara, Roma’da erkekse incubus, dişiyse succubus denirdi ve uyuyanla birleştiğine inanılırdı.
Kan görmek, rüyayı ifsad eder, yani artık tabire kalkışılmaz. Nitekim başının kesildiğini ve ardından koştuğunu gören adamın rüyasını Resulullah şeytanî diye vasıflandırdı.
Yalanın en büyüğü
Bazen insan gördüğü rüyayı yine uykudayken birine tabir ettirir. Bu tabir doğru ve sahih bir tabirdir. Uyandıktan sonra onu muabbire tabir ettirmeye lüzum yoktur.
Hadîs-i şerifte, “Rüyada görmediğini gördüm diye anlatmak yalanın en büyüğüdür” buyuruldu. Yani iyi bir mümin, rüya uydurmaz.
Emeviler hakkında pek çok menfi propaganda yanında, aleyhlerinde uydurulmuş, hatta Resulullah’a atfedilmiş rüyalar da çoktur. Güya minber-i nebevinin etrafında gördüğü maymunlar, Emevilermiş.
Bir ara İspanya’ya hâkim olan Berberi emiri İbn Tumert (v. 1131), bidat ehli idi. İlim sahibi bir adamına, cahil bir derviş kılığına girip; rüyasında iki melek gördüğünü, kalbini ilim ve irfanla doldurduğunu herkese anlatmasını istedi. Buna inanacak çok ahmak buldu. Böylece sapkın fikirlerini kolayca yayabildi ve dört mezhebi yasakladı. Endülüs’ün yıkılması böyle başlamıştır.
Cevap veriniz!
Mâverdî, Edebü’d-Dünya ve’d-Din kitabını Resulullah’ın rüyada tavsiyesiyle yazdığını; İbnü’l-Arabî, Füsûsü’l-Hikem’i rüyasında Resulullah’ın talim ettiğini söyler. Şa’rânî, Letâifü’l-Minen kitabında, yaptığı hatalara ikaz edildiği rüyalarını anlatır.
Merinî hanedanından bir Fas sultanı, Hicaz’da sadaka dağıtır. Dini hayatını beğenmediği için seyyid bir gence vermez. Rüyasında Hazret-i Fatıma, “Cüzzamlı da olsa burun senindir” diye sitem eder.
Şeyh Hamdullah rüyasında Hızır’ı görmüş; ona kamış kalemleri kesmenin yeni bir usulünü göstermiş, böylece Şeyh, harflerin çok hafif sola eğildiği kâğıt üzerinde adeta parmak ucunda sekiyormuş gibi göründüğü nesih tarzını inkişaf ettirmiştir.
Seyyid Abdülhakim Arvasi gençliğinde Ramazan günü bir rüya gördü. Resulullah yüksek bir taht üzerinde oturduğu halde, birisi gelip bir hayız suali sordu. Hafif sesle, “Şeriat sahibi hâzırdır!” diye cevap verdi. Resulullah bunu işitti ve “Cevap veriniz!” diye üst üste iki kere emir buyurdu. Babası bu rüyayı, din meselelerini tebliğe memur olduğu şeklinde tabir etti. Zira hayız, fıkıh meselelerinin en zorudur.
TARİHE GÖMÜLEN BİN YILLIK ANANE - SULTAN VI. MEHMED VAHÎDEDDİN
Talihsiz sultan Vahîdeddin, I. Cihan Harbi’nin kaybedenlerinin başında gelir. Onunla bin yıllık bir an’ane maziye gömülmüştür.
22 Nisan 2024 Pazartesi
22.04.2024
Sultan Mehmed Vahîdeddin, Sultan Abdülmecid’in oğullarının en küçüğüdür. 4/I/1861’de dünyaya geldi. 3 aylıkken annesi Gülistû Kadınefendi’yi ve bir ay sonra da babasını kaybetti. Hususi bir tahsil gördü. Fatih Medresesi’ne devam etti. Sultan II. Abdülhamid’in hediye ettiği Çengelköyü’ndeki (şimdi cumhurbaşkanı tarafından kullanılan) köşkünde oturdu.
Enkazın üzerine oturdu
Veliahd iken yaveri Mustafa Kemal Paşa ile beraber, 1916 ve 1917’de Almanya ve Avusturya’ya resmî ziyarette bulundu. İttihatçıların memleketi felâkete sürüklediğini görüyordu. Bu sebeple İttihatçılar onu devamlı göz hapsinde tuttular; hatta bir ara öldürmeye teşebbüs ettilerse de muvaffak olamadılar. 4 Temmuz 1918’de ağabeyi Sultan Reşad’ın vefatı üzerine Sultan VI. Mehmed adıyla tahta çıktı.
Suriye cephesinin çökmesi üzerine 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandı. Memleketi harbe sokanlar yurt dışına kaçtılar. “Ben tahtın kuştüyü minderine değil, ateşten külün üzerine oturdum” diyordu.
Alternatif hükümet
Memleketin iyiliği için, İngiltere’nin gururunu okşayan bir siyaset takip etmeye başladı. Anadolu'ya geçmesi, İstanbul'un ebediyen kaybı demek olacağından, yerinden ayrılmadı. Her ne pahasına olursa olsun sulh yapmak ve yola devam etmek gerekiyordu.
İşledikleri harb suçlarının hesabının sorulacağını anlayan İttihatçılar, iktidarı tekrar ele alma mücadelesine girişmişti. Kurdukları milis kuvvetleriyle Anadolu’da kontrolü ele almaya başlamıştı. Bu ise İngilizleri kızdırarak sulhu geciktirebilirdi. Bu işi önlemesi için Alman taraftarı olmadığına herkesi ikna eden Mustafa Kemal Paşa, hükümet tarafından geniş salahiyetlerle Anadolu’ya gönderildi.
O ise tam aksini yaparak bu hareketin başına geçti. Alternatif bir hükümet kurdu. Sovyetlerin, Anadolu’da istediğini bulamayan İtalyanların, ardından İngilizlerle ters düşen Fransızların desteğini aldı. Halk harbden ve İttihatçılardan yılmıştı. Anadolu’nun her tarafında Ankara’ya karşı çıkan Padişah yanlısı isyanlar, kanlı bir şekilde bastırıldı.
İstanbul, halifeye isyan olarak gördüğü bu hareketi ne yaptıysa engelleyemedi. Yunanlıların milislerin tahrikiyle Ankara önlerine kadar gelmesi üzerine işi oluruna bıraktı. Etrafındakiler, millicilerin sadakatine, zafer kazanılınca gelip tekmil vereceklerine onu ikna ettiler.
Parçala hükmet!
Padişah, 11 Mayıs 1920’de paraf edilen Sevr Muahedesi’ni imzalamadı. Dünyanın çeşitli beldelerinde yaşayan müslümanlar halifeye sadakatlerinden dolayı millicilere yardım yağdırdılar.
Padişah’ı işbirlikçi göstererek amme vicdanındaki yerini sarsmayı hedefleyen İngiltere, istese Anadolu hareketini tesirsiz hâle getirebilirdi. Fakat her zamanki ‘Bekle, gör!’ ve ‘Parçala, hükmet!’ politikasını takip etti. Sömürgelerinde milyonlarca müslüman yaşadığı için halifeden kurtulmak işine geliyordu. Üstelik Türkiye, artık Sovyet tehlikesine karşı bir tampondu.
Başta halkın desteğini alabilmek uğruna her zaman Padişah’a hürmetkâr davranan, tek vazifesinin saltanat ve hilafeti kurtarmak olduğunu deklare eden Ankara hükümeti, 1922’de nihai zaferin kazanılması üzerine, politikasını değiştirdi. Saltanat ve padişah aleyhine neşriyat vesilesiyle amme efkârı hazırlandı.
Oldu-bitti
Padişah’ın yerinde kalması Ankara’nın otoritesinin sönmesi demekti. Bu ise, kabul edilebilecek şey değildi. Meclis reisi Mustafa Kemal Paşa, “Buradakiler bu oldu-bittiyi kabul ederse ne âlâ! Aksi takdirde bu iş yine olacak, ama ihtimal bazı kafalar kesilecektir” şeklindeki tarihî konuşmasını yapınca, meclis yelkenleri suya indirdi. 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırıldı.
Padişah’ta sadece halife sıfatı kaldı. İçeriden ve dışarıdan baskılar dayanılmaz dereceye geldi. Gazetelerde her gün aleyhte ve hakaretâmiz yazılar neşrediliyordu. Saraya tehdit mektup ve telgrafları yağıyordu. Meclis, Padişah’ı vatana hıyanet ile itham eden teklifi kabul etti. Halbuki anayasa gereği padişah hükûmet icraatından mesul değildi.
Nureddin Paşa, yazılarında Ankara’yı tenkit eden Mülkiye profesörü ve Dâhiliye Nâzırı Ali Kemal Bey’i 5 Kasım’da askerlere linç ettirdi. Saltanata sadık kişilerin hepsi memleketi terk etmeye başladı. Ankara, İstanbul’daki komiser Refet Paşa’ya şifreli bir telgraf göndererek, Padişah’ın memleketten ayrılmak isterse linç edilmesi talimatını verdi.
Artık Ankara’yı muhatap alan İngiltere, Padişah’ın İstanbul’dan ayrılmasını istiyor; fakat onu kaçırmış rolüne düşmekten korkuyordu. Bunun için, talep kendisinden gelmiş gibi yapmaları icap ediyordu. Şehirden ayrılması için Padişah’ı tehdit ediyordu. Böylece onu Ankara’ya karşı koz olarak elinde tutacaktı.
Yeni sayfa
Emniyette olmadığını anlayan Padişah, siyasî bir buhrana ve iç harbe sebep olmak istemedi. Yurt dışında faaliyette bulunup, her şeyi değiştirmek ihtimali vardı. Kendisi için hiçbir kıymet ifade etmeyen hayatını kurtarmak için değil, sadece şeref ve haysiyetini korumak için, “Hicret, Peygamber’in sünnetidir” diyerek yurdunu terk etti.
17 Kasım 1922 Cuma sabahı yanında 10 yaşındaki oğlu Ertuğrul Efendi ve 9 kişilik sadık bendegânı bulunduğu halde, başka vasıta olmadığı için bir İngiliz zırhlısına binerek İstanbul’u terk etti, daha doğrusu götürüldü. Sahneden uzaklaştırılması, atacağı radikal adımlarda Ankara’nın elini güçlendirdi.
Bu işe en çok sevinen, başta İngiltere olmak üzere emperyalist devletler oldu. Lord Curzon der ki: “Sultan’ı İstanbul’da bıraksaydık, yeniden İslâm kahramanlığı rolü üstlenmesine; Fas’tan Afganistan’a kadar Suriye’ye kadar müslümanları teşkilatlandırmasına kim engel olacaktı?”
Paratoner
Dünya müslümanları hadiseyi hayret ve üzüntüyle karşıladı. 1923 başında Hicaz’a giden Padişah, Şerif Hüseyin’den hüsn-i kabul gördü. İslâm alemine bir beyanname neşrederek, olup bitenlerin içyüzünü ifşa etti.
Hicaz, Mısır, Kıbrıs veya Filistin gibi müslüman bir memlekette yaşamak talebi, İngilizlerce reddedildi. İngiltere Padişah’ın 22 bin liralık banka hesabını bloke etti. Gençliğinden tanıdığı İtalya Kralı’nın daveti üzerine San Remo’da yerleşti. Hatıralarını yazdırmaya başladı.
Tahtını tekrar ele geçirmek için ümitsizce teşebbüslere girişti. Hilafetin kaldırılması ve hanedanın topyekûn sürgün edilmesi üzerine sukut-ı hayale uğradı ve tamamen inzivaya çekilerek 1926 senesinde vefat etti. Yanındaki para bitmiş; madalyalarını bile satmıştı.
Yastığının altından parasızlıktan alınamamış ilaç reçeteleri çıktı. Esnafa borç yüzünden tabutuna haciz konuldu; cenaze günlerce kaldırılamadı. Sağdan soldan toplanan paralarla borç ödenebildi. Naaşı Şam’a götürülüp defnedildi.
“3 hatam vardır: Tahta çıkmak, etrafımdakileri dinlemek ve halkın sadakatine güvenmek” demiştir. 4 senelik saltanatını şöyle tasvir eder: “Milleti korumak için paratoner vazifesi gördük. Mukadderat böyleymiş!”
Yaparsa o yapar!
Sultan Vahîdeddin zeki ve çabuk kavrayışlıydı. Sakin, sabırlı, ciddî ve tedbirli idi. Az konuşurdu. Mütevazı ve iktisatlı bir yaşantısı vardı. İyi kalbli ve nazikti. Dışarıya karşı ağır başlı, soğuk bir imaj verirdi. “Kısas dışında idam cezalarına karşıyım” sözü hem yumuşak kalbinin hem de iyi bir idareci oluşunun işaretidir.
Sultan II. Abdülhamid’in en çok bu kardeşini severdi. “Vahîdeddin Efendi devleti iyi idare eder. Şayet ona da mâni olurlarsa, ailemiz dağılır” derdi. Sultan Hamid’den sonra Sultan Vahîdeddin tahta çıksaydı, felâketlerin önüne geçip, devleti asrın güçlü devletleri arasına sokacak kudret ve kıymette idi.
Hattat ve şairdi. Fıkıhta ihtisası vardı. İyi derecede Arabi, Farisi ve Fransızca bilirdi. Babası gibi Nakşibendi olup, Gümüşhânevi tekkesinden Ömer Ziyâeddin Dağıstanî’nin muhibbiydi.
Oğlu Ertuğrul Efendi genç yaşta Mısır’da vefat etti. İki kızından Ulviye Sultan, Sadrazam Tevfik Paşa’nın oğlu ile evliydi. Subay olan kocası habersizce Ankara hareketine katılınca, ayrıldı. İkinci kızı Sabiha Sultan’a Mustafa Kemal Paşa talip olmuş, ama kabul edilmemişti. Amcazadesi Şehzade Ömer Faruk Efendi ile evlendi.
Eşi az görülebilecek kadar namuslu olduğu, vatanından koparken yanında pek cüzi şahsî varlığından başka bir şey götürmeyişi, hatta son maaşını da “O ay çalışmadığı” gerekçesiyle hazineye iade edişinden bellidir.
İSLAMİYET VE EVVELKİ DİNLERİN MİRASI
Hazret-i Muhammed, Medine’de, “Ben Yahudilerin öldürdüğü (terkettiği) bir sünneti ihyaya (diriltmeye) daha lâyığım” buyurmuştur.
15 Nisan 2024 Pazartesi
15.04.2024
İslâm inancına göre her beldeye, her millete peygamber gönderilmiştir. Bunlar hep aynı imanı anlatmış, ama getirdikleri şeriat, yani ibadet ve hukuk kaideleri farklı olabilmiştir.
Tıpkı bir tabibin hastasına farklı zamanlardaki aynı hastalıktan dolayı farklı ilaçlar verdiği gibi…
Âyet-i kerimede mealen şöyle geçer: “Biz, bir âyetin hükmünü kaldırır veya onu unutturursak (ertelersek), herhalde daha iyisini veya bedelini getiririz.” (Bakara: 106)
Peki Muhammed aleyhisselam, bi’setten, yani peygamberliği bildirildikten sonra evvelki peygamberlerin şeriatleri ile amel etmiş midir?
Hidayet yolu
Ulemanın ekserisine göre evet. Bir peygamber için sabit olan şeriat, nesh edilmedikçe, yani kaldırıldığı bildirilmedikçe kıyamete kadar bâkîdir.
Kur’an-ı kerimde buna dair müteaddit ayet-i kerimeler vardır. “İşte o peygamberler, Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy!” (En’am: 90) ve “Geçmiş peygamberler ve ümmetlerinin kıssalarında akıl sahipleri için pek çok ibretler vardır” (Yûsuf: 111) mealindeki ayet-i kerimeler bunlardandır.
Resulullah Medine’de zina edenleri cezalandırdı. “Ben Yahudilerin öldürdüğü (terkettiği) bir sünneti ihyâya daha lâyığım” buyurdu.
Hadis-i şerifte şöyle geçer: “Îsâ aleyhisselâmın yaptığını yapmakta ben herkesten ileriyim. Peygamberler babaları bir olan kardeşler gibidirler. Anaları ayrıdır. Dinleri birdir.” Dinleri birdir sözü aynı imanda olduklarını, anaları ayrıdır sözü de şeriatlerinin farklı olduğunu gösterir.
İki şart
Evvelki şeriatlerin delil olmasının iki şartı vardır: 1-Kur’an ve sünnette haber verilmiş olmalıdır. 2-Neshedildiği söylenmemiş olmalıdır.
Öyleyse bugün Yahudi ve Hıristiyanların ellerinde bulunan Tevrat ve İncil’deki hükümler, İslâmiyette delil sayılmaz.
Zira Kur’an-ı kerîm, bunların zamanla tahrif edildiğini söyler (Mâide: 13-15). Şimdi eldeki bu kitaplardaki sözlerin hangisinin ilahî, hangisinin beşerî olduğu malum değildir.
Farklı fikirdeki ulema ise eski şeriatlerin, bu hâliyle değil, artık şeriat-i Muhammediye olarak tatbik edileceğini söyler.
Nitekim, “Daha önceki kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere sana hak olarak Kitab’ı gönderdik” (Mâide: 48) mealindeki âyet gösteriyor ki, peygamberlerin şeriati, neshedilmedikçe, aslında birbirine uygun tek bir şeriattir.
1-Bahsetmediklerinden bazısının neshedildiği anlaşılmaktadır.
Mesela Tevrat’ta deve ve tavşan eti haramdır. Güvercinden kurban olur. Kurban eti yenmez, yakılır. İncil’de boşanma yasaktır. Tevrat’ta ilk oğul iki kat miras alır. Oğul varken kızlar miras alamaz. Anne vâris değildir. Efendinin cariyesinden olan çocukları mirasa hak kazanamaz. Ölen erkeğin zevcesi, kayınbiraderiyle evlenir ve çocukları ilk kocanın çocuğu sayılır. İslamiyet bunları kaldırmıştır.
2-Bahsedilmeyenlerden bazısı ise aynen veya benzer şekilde emredilmiştir.
Tevrat’taki 10 Emir (anne-babaya hürmet ve itaat edeceksin, adam öldürmeyeceksin, zina etmeyeceksin, başkasının malına, ırzına göz dikmeyecek ve çalmayacaksın, yalan şahitlik etmeyeceksin, heykel yapmayacaksın), Kur’an-ı kerimde de geçer.
Hayızlı kadına yaklaşmamak, hayız ve nifastan sonra gusletmek İslamiyette de emredilmiş, leş yemek ve dövme yaptırmak yasaklanmıştır. Faili meçhul cinayetlerde kolektif mesuliyet (kasame), zina mahsulü çocuğun nesebinin reddi (lian) İslâmiyette de kabul edilmiştir.
Tesettür ve kadınların başını örtmesi Tevrat ve İncil’de de emrolunmuştur. Tevrat ve İncil’de kabul edilen poligüni (taaddüd-i zevcat), İslâmiyette de meşrudur, ama 4 ile tahdit edilmiştir. Tevrat ve İncil’de din uğruna cihad emredilmiştir.
3-Bahsedilenlerden bazısı neshedilmiştir.
Tevrat’ta sebt (cumartesi) gününün mukaddes sayıldığını Kur’an-ı kerim haber vermiş, ama bu hükmü kaldırmıştır. Ruhbanlık, yani evlenmeyip ibadetle meşgul olmak menedilmiştir.
Yusuf suresinden anlaşıldığına göre, İsrailoğullarında hırsızlığın cezası, o kimseye el konulmasıydı. Selamlaşmak birbirine secde ederek oluyordu. İslamiyet bunları kaldırmıştır.
Mukaddes Tur dağında Musa aleyhisselama ayakkabılarını çıkarması emredildi (Tâhâ: 12). Hadis-i şerifte, “Yahudilere benzemeyin. Namazı ayakkabıyla (ayağı örtülü) kılın!” buyuruldu.
4-Bahsedilenlerden bazısı emredilmiştir.
Abdest, namaz, oruç, zekât ve kurbanın önceki ümmetlerde de bulunduğu Kur’an-ı kerimde haber verilir. Mamafih bunların şartları ve şekli farklı olabilir.
Taammüden katl ve yaralamada kısasın Tevrat’ta geçtiğini Kur’an-ı kerim beyan eder. Bu hükümler, müslümanlıkta da caridir.
Kur’an-ı kerim, Nuh aleyhisselamın iman etmeyen oğlunun aileden sayılmadığını söyler. İslâmiyette de gayri müslim evlat, müslüman babaya vâris olmaz.
Salih aleyhisselam yerden çıkan suyu bir gün mucize deveye, bir gün de halka tahsis etmişti (Kamer: 28). İslâmiyette müşterek mal böyle kullanılır.
Erkeklerin sünnet olması evvelki peygamberlerden kalmadır.
Yusuf aleyhisselam firavundan kendisini maliye nazırı tayin etmesini istemişti. Gayri müslimlerden vazife ve memuriyet almanın cevazı buna dayanır.
Süleyman, babası Davud aleyhimesselamın tahtına vâris olmuştu. Monarşinin meşruiyetinin delili budur.
Yusuf aleyhisselam, melikin kaybolan su tasını bulana bir deve yükü mükâfat verileceğini ve buna kendisinin kefil olduğunu söyledi. Bu, kefaletin delilidir.
Eyyüb aleyhisselam bir sebepten hanımına yüz sopa vurmaya yemin etmişti. Sonra yeminini yerine getirmesi için eline (üzerinde yüz sapı bulunan) bir demet alıp vurması ve böylece yeminini yerine getirmesi emrolunmuştur. Bu ise hile-i şer’iyenin delilidir.
“İhtilaflılar arasında hükmetsin diye Davud’u halife yaptık” mealindeki âyet-i kerime, halifenin varlığının ve davalarda hükmetmesinin delilidir.
Bir gece bir koyun sürüsü bir bağa girerek zarar verdi. Mağdur, Hazret-i Davud’a gelerek koyunların sahibinden davacı oldu. O da koyunların zarara uğrayan kimseye tazminat verilmesine hükmetti. Hazret-i Süleyman da koyunların mağdura teslimine, bağlar yeniden yetişene kadar davacının bunların semerelerinden faydalanmasına, bağlar yetişince iadesine hükmetti. Bundan ictihad ile ictihadın bozulamayacağı prensibine, ayrıca mahkeme hükmünün temyiz ve istinafına delil vardır.
Yunus aleyhisselam kavmine haber verdiği ilahi azap gecikince, orayı terk ederek bir gemiye bindi. Gemi denizin azgın sularında yüzemeyince denizciler “aramızda efendisinden kaçmış bir köle var, kur’a atalım da ortaya çıksın” dediler. Kur’a atılınca Hazret-i Yunus’a çıktı ve onu denize attılar. Sonra onu bir balık yuttu. Buradan kura çekmenin cevazına delil vardır.
Eshab-ı Kehf 300 yıllık uykudan uyanınca içlerinden birisini yiyecek almak üzere para verip şehre gönderdi. Vekalet akdi buna dayanır.
Bu mevzuda tafsilat için bkz. Ekrem Buğra Ekinci, İslâm Hukuku ve Önceki Şeriatler (Arı Sanat Yayınevi)
KANA BOYANAN ALTINLAR - SULTAN MEHMED V. REŞAD
Bir felaket devrinin padişahıdır. Ülkenin dağılmasında asli mesul olmamakla beraber, hiçbir zaman makamını hakkıyla dolduramamıştır.
25 Mart 2024 Pazartesi
25.03.2024
Sultan V. Mehmed Reşad, Sultan Abdülmecid’in peş peşe tahta çıkan 4 oğlundan üçüncüsüdür. 1844’te doğdu. Çok güzel bir hanım olduğu rivayet edilen annesi Gülcemal Kadınefendi’yi 7 yaşında kaybetmişti.
Seçilmiş hükümdar
Reşad Efendi, 33 senelik veliahdlikten sonra, 27 Nisan 1909’da bir askeri darbe ile tahttan indirilen Sultan II. Abdülhamid’in yerine tahta çıktı. Saltanatı, tarihte ilk defa, Küçük Said Paşa’nın işgüzarlığıyla, mecliste reye sunulmuş; güya seçimle hükümdar olmuştur.
Tahta çıktığında 65 yaşında idi. En yaşlı tahta çıkan padişahtır. İttihatçılar, yeni padişahın maiyetini, itimat ettikleri kişilerden teşkil ettiler.
Yurt dışına seyahatler yapmış, iyi yetişmiş, çok okumuş, genç yaşta tahta çıkıp çok tecrübe kazanmış olan ağabeyinin müktesebatından (donanımından) mahrumdu. Şair Akif gibi amansız bir Sultan Hamid muhalifi bile der ki, “Abdülhamid, kardeşinin boynuna bir ip takıp halkın içinde gezdirse, ey millet, benden sonra başa geçecek budur deseydi, belki tahtından olmazdı!”
Kukla
Saltanatı, İttihatçıların diktatoryasına rastladığı için hakkıyla hüküm sürmüş değildir. İhtiyar ve sessizdi. Ortalığı kana boyayanların hâlini görüyordu. Ama bunlar karşısında âciz bir kukla hâlinde idi.
Bununla beraber 1911 tarihinde Arnavutluk’ta isyan çıkıp, İttihatçı hükümet isyanı önleyemeyince, hasta hâliyle Kosova’ya gidip, 522 sene evvel dedesinin zafer kazandığı Kosova sahrasında 100 bin Arnavut ile Cuma namazı kılarak huzuru temin etmeye muvaffak oldu. Böylece İttihatçıların 82 taburla yapamadığını Sultan Reşad, bir gövde gösterisi ile temin etti. Ama hükümet bu fırsattan istifade edemedi.
Müstebid diye suçlanan Sultan Hamid, hak edenler hakkında bile tek bir idam hükmü imzalamamışken, karıncayı incitmekten çekinen meşrutiyet padişahının devrinde, suçlu-suçsuz niceleri darağaçlarında sallandırılmış; siyasî cinayetlerle muhalifler temizlenmiş, kötü idare edilen muharebelerde yüzbinlerce vatan evladı can vermiştir.
“Çok kan döktü” diye dedesi Sultan II. Mahmud’u, “kardeşlerini bir günde idam ettirdi” diye büyük dedesi Sultan III. Mehmed’i kınayan padişahın aksakalı, milyonlarca masumun kanıyla boyandı.
Bıraksalar da ölsem…
Zamanı harpler, mağlubiyetler ve felâketlerle geçti. 1911’de İtalya, Libya’ya saldırdı. Ardından Romanya, Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan ve Yunanistan ittifak edip Osmanlı Devleti’ne saldırdı (1912). Balkan Harbi denilen bu muharebelerde, partizanlık ve kötü idare sebebiyle Türk ordusu ağır mağlubiyete uğradı. Rumeli kaybedildi. On binlerce Müslüman mülteci vaziyetine düştü. Buna misilleme olarak 1912’de Rumlar ve 1915’te de Ermeniler bulundukları yerden sürgün edildi.
1908’den beri iktidarı fiilen elinde tutan İttihat ve Terakki cemiyeti, 1913’te Babıali’yi basarak iktidarı tamamen eline aldı Harbiye Nazırı Enver Paşa 1914’te Rus mevzilerinin bombardımanı emrini vererek ülkeyi harbe sürüklediğinde bundan ne sadrazamın ne de padişahın haberi vardı. Ardından cihad-ı mukaddes ilan edilerek bütün Müslümanlar harbe çağırıldı.
9 yıllık saltanatı felâketlerle geçtikten Sultan Reşad, son günlerinde imza için gelen kâğıtlara bakıp, “Bıraksalar da haysiyetimle ölsem” dermiş. Nihayet Türk-İslâm tarihinin en büyük felaketlerinden biri olan nihai mağlubiyet haberi gelmeden az evvel şeker hastalığından vefat etti. Eyüp’te yaptırdığı ilk mektebin yanındaki türbesine gömüldü. Memleketteki son padişah cenazesi budur. Sur dışında medfun tek padişah da Sultan Reşad’dır.
Ne yapayım?
Mabeynci Lütfi Simavi der ki: “Temiz kalbli, iyi niyetli idi; zayıf idareli, dünya siyaset ve ahvalinden habersizdi. Yalnız padişah değil halife olduğunu ve milletin kendisinden çok şeyler beklediğini takdir ederek devlet işlerine gerektiği zamanlarda el koysaydı, birçok felaketlerin önüne geçebilir; hataları önlerdi.
Yazık ki bunları yapabilecek biri değildi.” Padişah kendisini, “Ne yapayım, beni dinlemiyorlar” diye kendisini müdafaa etmiştir.
Jön Türk gazeteci Süleyman Nazif, “9 sene 2 ay zarfında hakiki hükümdar Talat Paşa idi. İstediği gibi emretti, nehyetti, yıktı, yaktı. Ne kendisinden hesap soran bir padişah vardı, ne yaptıklarının aslını anlamaya cüret eden bir millet. Şiddeti hem padişahı korkutmuştu, hem de mebusları” der.
Refik Halid’in de dediği gibi, arada Sultan Reşad olmayıp da Sultan Hamid’den sonra Sultan Vahîdeddin tahta çıksaydı, belki de İttihatçıların hatalarını önleyecek, felâketlerin önüne geçip, devleti asrının güçlü devletleri arasına sokacak kudret ve kıymette idi.
Yakından tanıyanlar, “Sultan Reşad ölümden değil, fakat tahttan indirilmekten çok korkardı” diyor. Üç padişahın tahttan indirildiğini ve başlarına gelenleri gördüğü için bu tabiidir. Ama bu sebeple, haysiyet kırıcı derecede irade gevşekliği göstererek, İttihatçıların kötü emellerine âlet olmuş; tarihte çok kötü bir nam bırakmıştır.
İttihatçıları sevmediği muhakkaktır. İdaredeki zaafı, siyasi hadiselerin kendisini aşması kadar, şahsiyetinden de kaynaklanır. Ülkenin dağılmasında aslî mesul olmamakla beraber, aczi ve gevşekliği sebebiyle makamını hakkıyla dolduramamıştır.
Oturduğu yerde gazi
Orta boylu, mavi gözlü ve sarışındı. Halim, selim, müşfik idi. Hafızası ve şuuru kuvvetli olmakla beraber, hareketlerinde bir ağırlık vardı. Herkese iltifat eder, güler yüz gösterirdi. Protokole pek meraklıydı. Ceketsiz ve fessiz kimseye çıktığı görülmemişti. Huzuruna kim girse, ayağa kalkıp önünü iliklerdi.
Beylerbeyi’nde mahpus bulunan ağabeyi Sultan Hamid’e gönderdiği habercilere, kendisinden “zât-ı şâhâne” değil de “biraderiniz” diye bahsetmelerini isteyerek incelik göstermişti. Zeki miydi, saf mıydı; tanıyanlar bu suale kolay cevap verememiştir.
Düzgün ve edibane konuşurdu. Latife yapmayı severdi. Bu sebeple görenlerde hep müspet intiba uyandırmıştır.
Avusturya imparatorunu istasyonda karşılarken, “Bu yaştan sonra genç imparatoriçe ile aynı arabaya binerek kendime güldüremem” diyerek, imparatoru yanına almış; imparatoriçe, veliahd ile aynı arabaya binmiştir.
Masadan kaldırma!
Şiirden anlardı. İyi Farsça, orta derecede Arapça ve Fransızca bilirdi. Tarihî hâdiseleri teferruatına kadar bilirdi.
Trakya askerî manevralarında, yorucu ve bunaltıcı seyahate rağmen, kendisini hep neşeli ve memnun gören başkâtip Halid Ziya der ki: “Bu ihtiyar padişahın ecdaddan gelme öyle bir azim ve inad sermayesi vardı ki, her zorluğa tahammül kuvvetini veriyordu.” Monarşi, işte böyle bir şeydir.
Mevlevî tarikatine mensuptu. Dindardı. Ailesinin ve maiyetinin de dinî vecibeleri yerine getirmelerini isterdi. Sultan Reşad, saray imamına, “Elhamdülillah Cenab-ı Hakk’a bir rek’at bile namaz borcum yoktur” demiştir.
Birer levhaya “Namaz kılmayana ekmek ve tuzumu haram ediyorum” yazdırıp, sarayda her odanın kapısına astırmıştı. “Sarayda eskiden iki şey iyiydi, şimdi ikisi de bozuldu: Namaz ve yemekler” sözü de ona aittir.
Sağlığı iyi değildi. Müzmin şeker hastasıydı. Vaktiyle yarım felç geçirmişti. Padişah iken mesanesindeki taşı aldırmış; böylece tarihe ameliyat olan tek padişah olarak geçmiştir. Ameliyat masasına yatarken, “Ey büyük Allahım, eğer ben milletim ve vatanım için hayırsız ve bahtsız isem, beni şu ameliyat masasından kaldırma!” diye dua etmiştir. Milletin başına daha gelecek belâlar varmış ki, duası kabul olunmamıştır.
İçlerinde Alman ve Avusturya hükümdarlarının da bulunduğu çok ecnebi misafiri kabul etti. İlk bayramlaşma merasiminde bazı ilerici! meb’uslar, padişahın tahtının saçağını âdet olduğu üzere öpmeyi reddedip, başlarını eğmekle iktifa etmişti. Herkesin ayıpladığı bu tavrı, Padişah sineye çekti. Rıza Tevfik yıllar sonra kaleme aldığı manzumesinde, “Saçak öpmeyenler secde ettiler âsi bir zâbitin pis külahına!” mısralarıyla terennüm edecektir.
MEYVESİZ AĞACI KESERLER!
Kur’an-ı kerimde ismi geçen meyveler
Meyveyi yemekten evvel yemek daha faydalı görülmüştür. Nitekim iki ayette meyve yemekten evvel zikredilmiştir. Faziletli şeyi önce zikretmek, lisan kaidesidir.
18 Mart 2024 Pazartesi
18.03.2024
Kur’an-ı kerimde hangi meyvelerin ismi geçiyor diye sorulsa ne cevap verilir? Hurma denmesi muhakkak gibidir. Evet, hurma, 23 defa geçer. Bunlardan 19’unda nahle olarak; 1’er defa da rutab (yaş hurma), kınvânün dâniye (hurma tomurcuğu), urcun (hurma dalı) ve liyne (hurma ağacı) olarak zikredilir.
Sonra üzüm (ineb, a’nâb) gelir. 11 defa geçer. Zeytin (zeytûn) 6, nar (rummân) 2, incir (tîn), kiraz (sidr-i mahdûd) ve muz (talh-i mendûd) 1’er defa geçer. Böylece 7 meyve Kur’an-ı kerimde ismen zikredilir.
Elma? Hayır. Lokman Hakim’in, birisinin, her gün bir elma yediği halde öldüğüne şaştığı rivayet olunur. Cennetten çıkmanın sebebi de bir meyvedir. Âdem aleyhisselâmın cennetten çıkarılmasına sebep olan meyvenin elma olduğu yakıştırmadır. Bu yasak ağacın meyvesi Kur’an-ı kerimde beyan olunmamıştır.
Bunlardan başka nebat ve sebze olarak bakla (bakl), acur (kıssâ), sarımsak (fum), mercimek (ades), soğan (basal), kabak (yaktîn), zencefil (zencebîl), ılgın (esl), diken (hamt), sidr (sedir) 1’er defa, reyhan ve hardal 2’şer defa, ekin başağı (zer’, sünbül, gars, asf) 8 defa geçer.
Portakal, mandalina, hele avokado, ananas gibi meyveler nevzuhurdur. Bu coğrafyada yakın zamanda peyda olmuştur.
Yatmadan evvel ne yenir?
Meyve, Farsça bir kelimedir. Eski türkçesi “yemiş”, Arapçası “fâkihe”dir. Kur’an-ı kerimde fâkihe’den başka, semere ve katf kelimeleri de meyve için kullanılmıştır.
İki ayet-i kerimede meyve yemekten evvel zikredildiği için, yemekten evvel yemek daha faydalı görülmüştür. Zira faziletli şeyi önce zikretmek lisan kaidelerindendir.
“Allah dilediğine kız, dilediğine erkek çocuk verir” mealindeki ayet-i kerimeden de kız evladın daha faziletli olduğuna hükmedilmiştir. Bugün mütehassıslar da meyveyi evvel yemeyi tavsiye ediyorlar.
Böyle olmakla beraber, şimdi meyve en son yenir. Yatmadan evvel yenen son yiyecektir. Ev sahibinden meyve uman misafirin “Bizim eller bizim eller, yatmadan evvel yemiş yerler” dediği, ev sahibinin de “Bizde öyle âdet yoktur. Kurutup da güzün yerler” diye cevap verdiği meşhurdur.
Yemek davetlerinde önünden yemek sünnet iken, meyvede böyle değildir. Zira meyveler farklı cins ve büyüklüktedir.
Kıyamet koparken ağaç dikmek
Ağaç diken kimse de meyvesinden yendikçe, meyve yiyen dua etse de etmese de sevaba kavuşur. Hadis-i şerifte geçer ki, “Meyve ağacı, dikene ve soyuna hayır ve bereket getirir.” Amel olunmayan ilim, meyvesiz ağaca benzetilmiştir. “Meyvesiz ağacı keserler” sözü meşhurdur.
Meyve ağacı dikmeye Resul aleyhisselam ehemmiyet vermiştir. “Kıyamet koparken elinizde hurma fidanı varsa, gücünüz yeterse hemen dikin!” buyurmuştur. Harbde meyve ağaçlarının kesilmesi yasaklanmış; meyveli ağacın altına def-i hacet etmek men olunmuştur.
Hadis-i şerifte geçer: “(Meyvesinden ve gölgesinden insanların faydalandığı) kiraz ağacını [ve benzeri ağacı] keseni Allah ateşe atar” buyurdu. Eyüp Sultan hazretlerinin bahçesini ziyaretlerinde taze hurma dolu bir dalı kırıp ikram etti de, “Dibine düşenleri toplayıp getirseydin ya!” buyurdu.
Dü Dü
Cenab-ı Peygamber, kuru ve yaş üzüm, ceviz ve badem yemiştir. Sol eline üzüm salkımını alıp, sağ eli ile altından üstüne doğru tane tane yediği rivayet edilir. Zira üstü, altındakinden daha tatlıdır.
Selman-ı Fârisî ile üzüm yerken Resulullah, “Yâ Selmân! Dü, dü” buyurdu. Yani üzümü ikişer ikişer yemesini tavsiye etti. Dü, Farsça iki demektir. Resulullah’ın Farsça konuştuğu bir iki misalden biridir. Eskiler üzümün çekirdeğini asla yemez, ya da dişine güvenen çiğnerdi.
Zührî, “Ezberi kuvvetli olsun isteyen, kuru üzüm yesin” derdi. Tirmizî, kuru üzüm ve fıstığı beraber yemenin hafızayı güçlendireceğini söyler. Eskiden abur cuburun olmadığı zamanlarda, çoluk çocuk herkes ağzına kuru meyve atardı. Şeker darlığında, çaylar kuru kayısı veya üzüm ile içilirdi.
Ayvanın verdiği güzellik
Ayva, kalbe ferahlık verir. Hamile kadınların ilk 4 ayında 7-8 tane yemesi hadis-i şerifte tavsiye buyurulmuştur. Çocuğu güzel olur. Hoşaf veya marmelat olarak yemek kolaydır.
Hadis-i şerifte, “Her narda Cennet suyundan bir damla vardır” buyurulmuştur. Cennet suyunu kaçırmamak için bir damlası zayi edilmez. Hıyarı tuzla, cevizi hurma ile yemek sünnettir.
İncir pek övülmüştür. Faydası saymakla bitirilemez. Kalbe ferahlık verir. Kuluncu, mide, bağırsak, sancılarını giderir. Beydâvî tefsirinde der ki: “Allah meyveler arasında hususî olarak, zeytin ve incire yemin etmiştir. Zira çok hoş bir meyvedir. Hiç artığı yoktur. Gıdası latif, hazmı çabuktur. Çok dertlere devadır. Karnı yumuşak tutar, balgamı söker, böbrekleri temizler, mesanedeki kumu izâle eder, ciğer ve dalağın muntazam çalışmasını temin eder ve bedeni besler. Hadis-i şerifte incirin ayak ağrılarına ve basura da iyi geldiği beyan olundu. Zeytin hem meyve, hem katık, hem devadır. Latif yağı, çok faydaları vardır. Yağlı olmasına rağmen yağ olmayan dağlık arazide yetişir.”
Karpuzun itibarı
Karpuz kadar övülen meyve azdır. İçinde Cennet suyundan bir damla olduğu rivayet edilir ve bunun için mümkünse hepsini bir kişinin yemesi tavsiye edilir. Hadis-i şerifte: “Karpuz, yiyecektir, içecektir ve güzel kokudur” buyurulmuştur. Hiçbir yeri ziyan olmaz. İçini büyükler, kabuğunu hayvanlar yer, çekirdeğini de çocuklar çitler.
Meşhur âdâb kitabı Şir’atü’l-İslâm’da anlatılıyor: “Karpuz, mesaneyi ve karnı yıkar (yani antioksidandır). Cilde tazelik, ağza güzel bir koku verir. Baş ağrısını sakin kılar. Görmeyi kuvvetlendirir. Susuzluğu giderir. Keserken Besmele çekilmiş ise insanın karnında tesbih eder. İştah açar. Karındaki kurtları öldürür. İnsanın karnından yetmiş hastalığı çıkarır, bunların yerini şifa alır. Çoğu ter ve idrar ile çıkar. Şeyh Gassânî dedi ki: Babam bana, karpuz alırken üstündeki çizgileri say, tek sayı çıkarsa tatlı çıkar dedi. Ferasetli tabibler, insan bedeni ve bilhassa ölçülü yiyenler için faydalı olduğunu söylemişlerdir.”
Ziraat mühendisi bir ahbabımın mütehassıs sıfatıyla seçtiği karpuzlar hep kabak çıkardı da, babası, “Ne marifetli evladım var. Şeker hastası olduğum için, yazın bu son günlerinde bile benim yiyebileceğim karpuzu buluyor” diye takılırdı.
Turfanda mı?
Her meyvenin bir mevsimi vardır. Biri birini takip eder. Hatta kirazın, arkamdan dut gelmese, herkesi sapıma çeviririm dediği meşhurdur. Bazı mevyeler aynı mevsimi paylaşır ve birbirine pek yakışır.
Bazısı nazlıdır; mevsimi uzun sürmez. Vişne, mandalin böyledir. Bazısı uzağa gelemez. Üzüm, kayısı böyledir. Böyle olsa ne gam, erbabı sepetle, çömlekle getirtir. Olmazsa kurutur yerler.
İlk çıktığı zaman meyveler çok yenir, sona kalınca pek yenmez. Turfanda meyve ve sebze ilk çıktığında ağzına ve gözlerine sürüp bereket ile dua edilir ve evvela çocuklara, bilhassa yürekleri yufka diye kız çocuklarına verilirdi. Zannedilenin aksine kız çocuk şarkta bilhassa babasına çok kıymetlidir.
Meyveleri en iyi tasvir eden Refik Halid olmuştur. Bu usta kalemin buna dair yazılarını okuyanın ağzı sulanır. Mamafih meyveler arasında taraf tutar; tab’ına göre, bazısını göklere çıkarır, bazısını yerin dibine geçirir.
Kur’an-ı kerimdeki meyveler sergisi
1 Nisan 2023’te Londra’da Kur’an-ı kerimde ismi geçen bitki ve meyvelerin resimlerinin yer aldığı bir sergi açıldı. Buradaki bitkilere dair kitap yazan Şahine Gazanfer adında bir botanikçi, Sue Wickison adında bir ressamdan bunları resmetmesini istemiş. 25 kadar bitki ile meyve yer aldığı sergi, ikilinin altı yıllık çalışmasının mahsulüdür ve dünyada ilktir.
SULTAN II. ABDÜLHAMİD’İN MİRASI
Zannedilenin aksine Sultan II. Abdülhamid Osmanlı tarihinin en ıslahatçı hükümdarıdır. Şimdi Türkiye’de ve civarında işleyen ne varsa, ondan kalmadır.
11 Mart 2024 Pazartesi
11.03.2024
Sultan II. Abdülhamid 30 sene süren nispi sulh devresinde maarif ve imar faaliyetlerine ağırlık verdi. Devrinde yapılan faaliyetler ciltlerce kitabı doldurur. 1879’da adliye teşkilatı tanzim edildi. Bugün de Türkiye’deki adliye teşkilatı oradan kalmadır.
Ordunun güçlendirilmesi için ciddi çalıştı. Almanya’dan mütehassıslar getirtti. Harp gücünü kaybetmiş eski gemilerin yerine Avrupa’dan üstün vasıflı kruvazörler, zırhlılar ile donanmayı kuvvetlendirdi. Çanakkale’de yaptırdığı istihkamlar, 1915 zaferinin mühim bir sebebidir.
Ziraat, sanayi ve ticaret odaları açıldı. Modern nüfus sayımı ve istatistikler onun devrinde yapıldı. Ülkede çok sayıda fabrika ve imalathane, liman ve rıhtım, saat kuleleri, maden ocakları, baraj ve su bendi açıldı. Ülkenin her tarafında resmi binalar boy göstermeye başladı.
Birkaç darbe ve suikast teşebbüsüne şahit olduğu için modern bir istihbarat teşkilatı kurdu (1880). İçte ve dışta yoğun bir espiyonaj cereyanını kendisine verilen jurnaller vasıtasıyla takip etti.
Sultan Hamid, kendi içişlerine karışılmasını istemediği için, diğer ülkelerinkine de karışmak istemezdi. Bu sebeple gazetelerin, Avrupalı devletlere ve sefirlerine hürmetkâr davranması, hususî bir ikaz olmadıkça ecnebi hükümetlerin politikalarını tenkit etmemesi, müslümanlığı yüceltirken, ötekileri aşağılamaması istenirdi. Mesela Japonya, Rusya’yı yendiğinde bütün dünya sevinirken, Osmanlı gazeteleri tarafsız davrandı.
Kültür çağı
Zamanında matbaa, kitap, mecmua ve gazete sayısı fevkalade arttı. Her kasabada orta mektep, büyük şehirlerde liseler kuruldu. Fakülteler, her derecede kız mektepleri, sanat mektepleri, sağır-dilsizler mektebi açıldı. Padişah, yurt dışına talebe göndermek yerine, ecnebi hocalar getirtmeyi tercih ederdi. Zamanında çok sayıda hastane yapılmıştır. Müze ve kütüphaneler hizmete girmiştir. Kişi başına mektep nispeti şimdikinden geri değildir.
Dünyadaki fenni buluşları yakından takip ederdi. Kuduz aşısını bulan Pasteur’e hemen madalya ve para mükafatı göndermişti. Fotoğrafa çok ehemmiyet verirdi. Memleketin her tarafının fotoğrafların çektirtip albümler hazırlatmıştır. Memuriyete gireceklerin fotoğraflarını tetkik ederdi.
Gazete ve kitaplarda dini tahkir eden, şahıslar aleyhinde ve umumi asayişi ihlal edici, ecnebi devletler aleyhinde, siyasi münasebetleri bozucu neşriyat yapılmasını yasakladı. Bunun dışında hürriyet, meclis, Murad gibi kelimelerden ürkerek sansür konulduğu, muhaliflerin uydurmasıdır.
Padişah, dini kitapların basılmadan evvel bir alimler heyetine arzedilip ruhsat alınması esasını getirdi. Kaçak çalışan matbaaları takip ettirdi, izinsiz bastırdıkları kitapları imha ettirdi. Sonradan bu, “din kitaplarını yaktırdı” şeklinde muhalifleri tarafından aleyhinde kullanılacaktır.
Batı emperyalizmi altında yaşayan müslüman halklara da ayaklanma değil, İslâmiyete sarılma istikametinde neşriyat yapılırdı. Gazeteler, siyasî muhalefet yerine, halkı aydınlatmayı ve okuma alışkanlığı arttırmayı vazife edinmiştir. Tefrika romanlar, şiirler, kültürel yazılar, mizah yazıları, seyahat notları artmıştır. Böylece gazeteler yeni edebî kalemler ortaya çıkarmıştır. Nitekim 500 bin nüfuslu İstanbul’da tirajı 30 bine varan gazeteler vardı.
Baba şefkati
Telgraf hatları ve demiryolları genişletildi. İstanbul’u Yemen’e ve Basra’ya bağlayacak Hicaz ve Bağdat isimli iki demiryolu projesi hayata geçirildi. Demiryolu uzunluğu Rumeli’nde 1993, Anadolu’da 2507 kilometreye yükseldi.
Memlekette maarif ve imar faaliyetleri yanında, asayiş ve emniyet, ucuzluk ve bolluk yaşandı. Hayat pahalılığı meçhuldü. Başbakan Ecevit der ki: “Osmanlı padişahları için iyi-kötü ayrımı yapmak doğru değildir. Hepsinin farklı yönleri vardır. Sultan Abdülhamit demokratikleşmeyi engellemiş ve aydınları yurtdışına göndermiştir. Ama hem dinine bağlı birisiydi hem de Batı kültürünü ihmal etmedi. Okullar, köprüler, yollar yaptırdı. Maarife hizmet etti.”
Padişah, dine ve ananelere hürmeti sebebiyle, halk tarafından sevildi. Ciddi, ama babacan bir hükümdar profili çizdi. İmparatorluğun her unsuruna bir baba şefkatiyle yaklaştı.
Şahsi hazinesini idaresini Ermeni mütehassıslara teslim ettiği gibi, emniyetini de Arnavut ve Araplardan müteşekkil muhafız alayına tevdi etti. Şahsi hizmetkarları Çerkez idi. Karakeçililerden muhafız alayı kurarak, hâkim unsuru da onore etmeyi ihmal etmedi.
Şark’ta muhtemel Rus istilasına tedbir olmak üzere Hamidiye alaylarını kurdu. Kürtleri gururlarını okşayarak kendisine manevi bağlarla bağladı. Öyle ki Bâve Kürdan (Kürtlerin Babası) diye anıldı.
Gerek Kürt ve Arap aşiret reislerinin, gerekse dünya Müslümanlarından ileri gelenlerinin çocuklarının tahsili için Aşiret Mektebi açtırdı. Rum vatandaşlar incinmesin diye İstanbul’un fethinin kutlanmasını yasakladı.
İnsan ihsanın kuludur
Sultan II. Abdülhamid, orta boylu, zayıftı. Siyah gözlü, kumraldı. Sima ve bünyesinde Osmanlı hanedanının karakteristik hususiyetlerini taşırdı. Zeki, hassas, nazik, vakarlı idi. Hafızası kuvvetliydi. Yakınlarını taltif eder; kendisiyle görüşen yabancıları tatlı dil ve nezaketi ile büyülerdi. İcabında sertlik gösterir; icabında hiddetini kolayca teskin ederdi.
Gençliğinde spora çok düşkündü. Yüzme, kürekçilik, ata binmede ve atıcılıkta mahirdi. İleri yaşlarında da sıhhatine çok dikkat ederdi. Çok dindar ve kültürlü idi. Şâzelî tarikatına mensuptu.
Sesi gür, konuşması tane tane ve sakin idi. Sade giyinir ve yaşardı. Cömertti. Yaşadığı devri, insanların ahlâk ve istidadını, ruh halini, zayıf noktalarını iyi anlamıştı. İnsanları iltifat, para, nişan ve rütbelerle kendisine bağlamaya çalışırdı.
Paranın gücü
Usta bir marangoz idi. Yaptıkları birer sanat şaheseridir. Şehzadeliği zamanında çiftlik ve maden işletirdi. Çok para kazanmıştı. Paranın bir güç olduğunu iyi bilirdi.
Tahta çıktıktan sonra da servetini rasyonel bir şekilde arttırdı. Devletten aldığı maaşı indirtti. İnsanlara verdiği hediyeleri kendi servetinden karşıladığı gibi, siyasi sebeplerle uzak beldelere tayin ettiği şüpheli şahsiyetlere de kendi cebinden maaş öderdi.
Siyasi emniyet mülahazasıyla Filistin’i ve Musul’daki petrol havzasını satın alarak şahsi mülkü haline getirdi. Ancak İttihatçılar bunlara el koyarak devlet arazisine dönüştürdü. Bu da sonradan kaybedilen bu iki beldede İngiliz hakimiyetinin güçlenmesine yardımcı oldu.
Ne dediler?
Bazı ecnebiler kendisini şöyle vasıflandırmıştır:
İngiliz başbakanı D’Israeli: “Ne sefih, ne müstebid, ne mutaassıp, ne müfsid. Milletini ve memleketini seven adil bir hükümdar.”
İngiliz sefiri Layard, “Çok sevimli, iyi niyetli, nazik ve insani hislerle mücehhez, tebaasının hayrı için elinden gelen her şeyi zevkle yapmaya hazır bir kimse.”
İngiliz sefiri O’Connor, “Avrupa sulhünü muhafaza eden adam.”
Fransız sefiri Maurice Bompard: “Avrupa’da onun ayarında harici siyaseti bilen bir diplomat yoktur.”
İngiliz bahriye lordu John Fisher: “Avrupa’nın en mahir ve seriülintikal diplomatlarındandır.”
İngiliz tarihçi Joan Haslip, “Tarih bir gün onun daima milletinin saadeti için çalıştığını yazacak.”
Evham mı? Tedbir mi?
Sultan Abdülhamid, dış politikada daima medeni usulleri kullanmış çok ince ve zekâ mahsulü yollardan hareket etmiştir. Günümüzün en tesirli mücadele vasıtası olan propagandanın ehemmiyetini anlamış, onu, emperyalist ve kolonyalist siyasetlere karşı tecavüz değil, müdafaa maksadıyla en tesirli ve ucuz bir şekilde kullanmaya çalışmıştır.
Geniş topraklar üzerinde nice hesapları boşa çıkarmaya matuf bir beka mücadelesi yapmıştır. Darbeler ve suikastler, zaten yatkın olan karakterini daha vehimli bir hale getirmiştir. O şartlarda normal karşılanması gereken, ama bazılarınca çok abartılan bu vehmi, etrafta cereyan eden müthiş siyasi hayat mücadelesiyle yakından alakalıdır. Bu vehim de aslında bir siyaset ve taktiktir. Böylece hasımlarını yanlış istikametlere sevketmiş, onları hakiki gayesi hususunda çok zaman yanıltmıştır.
Devletin ömrü
Siyasette neyi yapabileceğini neyi yapamayacağını bilen şahsiyetli bir yol takip etmiştir. Küçük hesapların ve çevrenin insanı olmamış, ecdadı gibi ulvi maksatlarla hareket etmiştir. Bu sayede nice siyasi tehlikeler, küçük tavizlerle bertaraf edilebilmiştir.
Herkesi söyletip dinler, kendisi bir karar verince de sebat ederdi. Mutlak bir hükümdar olduğu halde, müstebid olmadığına, meşveret usulünü hakkıyla tatbik etmesi delalet eder. Sadaretten gelen arzların neredeyse hepsini aynen veya ufak tekliflerle kabul etmiştir. Tecrübeli devlet ve ilim adamlarına, siyasi meseleler hakkındaki fikirlerini havi layihalar hazırlatıp okurdu.
Hataları ve sevaplarıyla devletin ömrünü 30 sene uzattığı, kendisinden sonra 10 yıl içinde koca imparatorluğun çöküşünden bellidir. Zamanında dünyanın 5 büyüklerinden biri olan Osmanlı Devleti, ondan sonraki 10 yıl içinde bir üçüncü dünya ülkesine dönüşmüştür.
SULTAN II. ABDÜLHAMİD ve DİKEN ÜSTÜNDE 33 YIL
Sultan II. Abdülhamid, ince bir diplomasi yürüterek bütün devletlerle iyi geçinmeye çalıştı. İngiltere, Rusya ve Almanya arasındaki rekabetten istifade etti.
4 Mart 2024 Pazartesi
4.03.2024
Sultan Abdülmecid’in 1842’de Tîrimüjgân Kadınefendi’den dünyaya gelen oğludur. 10 yaşında iken, Çerkez asıllı annesi veremden öldü. Sarayda mutena hocalardan iyi bir tahsil ve terbiye gördü. Babası ve amcasının saltanatı esnasında Maslak’taki köşkünde rahat ve serbest bir hayat yaşadı.
1876’da ağabeyi Sultan V. Murad’ın rahatsızlığı sebebiyle tahttan indirilmesi üzerine 34 yaşında 34. Osmanlı padişahı ve 99. İslam halifesi olarak tahta çıktı. Kendisini tahta çıkaranlara bir anayasa sözü vermişti, sözünü tuttu.
Kanun-i Esasi ilan edildi, meclis toplandı. Osmanlı Devleti bir meşruti monarşi halini aldı. Ancak ilk iki sene sembolik bir hükümdar olarak hüküm sürdü. İktidar fiilen askeri ve sivil bürokrat darbecilerin elinde idi.
Demokrasiden otokrasiye
Tahta çıktığında Balkanlarda isyan ve buna karşı askeri harekât devam ediyordu. Rusya, hadiseye müdahale edince, Avrupa devletleri İstanbul’da bir konferans tertipledi. Konferansta, hükümete Rumeli’de ıslahat yapması teklif edildi; ancak reddedildi.
Mithat Paşa, Rusya ile harbe girmek taraftarıydı. Bunun için halkı sokağa döküp harb lehinde gösteriler yaptırdı. İngiltere’nin yardım edeceğini zannediyordu, ama yanıldı. 1877 Osmanlı-Rus Harbi, Türk-İslam tarihinin en büyük felaketlerinden biriyle neticelendi. Ruslar Yeşilköy'e kadar geldi, Payitaht tehlikeye düştü. Böyle bir zor vaziyetten, Rusların fazla güçlenmesini istemeyen İngilizlerin desteği ile çıkıldı.
Harbin zararlarını hafifletmek için Padişah İngiltere’den yardım istedi. İngiltere, Kıbrıs’ta üs verilmesi mukabilinde yardıma razı oldu. Bu şartlarda imzalanan Berlin Muahedesi ile Osmanlı topraklarının büyük bir kısmı elden çıktı ve ağır bir harb tazminatı getirildi (1878).
Sultan Hamid zamanında yaşanan Mısır, Şarki Rumeli, Girit, Makedonya ve Ermeni meselelerinin hemen hepsinin arkasında bu muahede yatar. Bu muahedeyi anlamadan, bu devir ve Padişah’ın siyasi kıymeti hakkında hüküm verilemez.
Bundan parlamento ile hükümeti mesul tutan Sultan Hamid, parlamentoyu feshederek dedesi Sultan II. Mahmud gibi memleketi 30 sene saraydan idare etti. Böylece anayasa yürürlükte kaldı; ama devlet rejimi tekrar mutlak monarşiye döndü.
Tahttan indirilen amcası Sultan Abdülaziz’in mahiyeti çözülemeyen ölümünü mahkemeye taşıdı (1881). Zamanın en meşhur hukukçuların yer aldığı bu mahkeme, Sultan Aziz’in öldürüldüğü kanaatine vardı. Aralarında Mithat, Rüştü, Damat Mahmud Celaleddin ve Damat Nuri Paşalarla Şeyhülislam Hayrullah Efendi’nin de bulunduğu failleri idama mahkûm etti. Şiddetten hiçbir zaman hoşlanmayan ve asla ölüm cezasına taraftar olmayan Padişah, bu cezaları tasdik etmeyip, kendilerini sürgüne gönderdi.
İflas batağından çıkış
Mısır valisi İsmail Paşa, ülkesinin imarı ve Süveyş Kanalı’nın inşası için girdiği ağır borcu ödeyemedi. Bunun üzerine kanal hisselerinin yarısını İngiltere satın aldı. Bir İngiliz, maliye ve bir Fransız, nafia bakanı tayin edildi. Bunlar mali tasarruf sebebiyle Mısır ordusunu terhise başlayınca, Mısır’da ayaklanma çıktı. Hindistan yolunun tehlikeye düştüğünü gören İngiltere, Mısır’ı işgal etti (1882).
Bu karışıklıklardan istifade ile Fransa da Tunus’a asker çıkardı (1881). Osmanlı hükümeti, esasen yıllardır merkezi hükümetin kontrolünden çıkmış olan Tunus’un işgalini kabul etmedi. Padişah, Libya’yı merkezi idareye sıkı sıkıya bağladı, buraya mühim miktarda asker yerleştirdi.
Padişah hem hazinenin itibarını iade etmek hem de harbi bitiren Berlin Muahedesi ile bir ödeme programına bağlanacağı taahhüt edilen dış borçlar yüzünden devletin başına bir gaile açılmasını önlemek istedi. Evvela bankerlerle anlaşarak iç borçları ödeme planını kabul ettirdi (1879).
Ardından devletin ispirto, balık, tuz, ipek, tütün ve damga vergilerinin hasılatını teminat göstererek ecnebi alacaklılarla anlaştı. Buna mukabil borçları 1/3’üne indirtti. Bu iş için Düyun-i Umumiye idaresi kuruldu (1881). Bu, devletin malî istiklâline uygun olmamakla beraber, borç yekûnunun üçte birine inmesi, büyük bir müdahale vesilesinin ortadan kalkması ve nihayet malî itibarın iadesi, müflis devlet için çok mühim ve hayırlı bir kazanç olmuştur. Ekonomiye ve finans idaresine de müspet katkıları olmuştur.
Yunanistan’ın Girit’e asker çıkarması üzerine 1897’de başlayan harb, Osmanlı ordusunun zaferiyle neticelendi. Osmanlı birlikleri, ecnebi askeri mütehassısların “6 ayda aşamaz” dediği Termofil geçidini 24 saatte geçip Atina önlerine geldi. Büyük devletler araya girerek sulh yapıldı. Osmanlı Devleti bu harbde hiçbir şey kazanmadığı gibi, maliyesi ciddi buhrana düştü. Bu buhran, Padişah’ın saltanatını sarstı.
Emperyalist endişe
Sultan Abdülhamid’in varlığını, sömürge siyaseti cihetinden fevkalâde zararlı bulan emperyalistlerin desteği ile 1889’da Makedonya’da kurulan ve İtalyan Mason kulüpleri tarzında faaliyet gösteren İttihat ve Terakki Cemiyeti uzun seneler illegal bir muhalefet yürüttü.
Uzun zaman maaş alamayan ve Padişah’ın ananevi siyasetinden hoşlanmayan Rumeli’de zabitlerin isyanı üzerine Padişah parlamentoyu tekrar topladı (1908). İttihatçı matbuat Sultan Hamid aleyhinde propagandaya girişti. Hakkında geniş bir menfi literatür bulunan tarihteki ender şahsiyetlerdendir. Öyle ki hataları şişirilmiş; yapmadıkları, yapmış gibi gösterilmiştir.
Ordu içindeki politik ayrışmanın neticesinde, 13 Nisan 1909’da İstanbul’da bir isyan çıktı. Kimin çıkarttığı malum olmayan, ama arkasında İttihatçıların veya İngiltere’nin bulunduğu tahmin edilen bu isyan bahanesiyle Padişah tahttan indirildi ve Selanik’e sürgüne gönderildi. Yıldız Sarayı askerlerce yağma edildi. Padişah’ın menkul ve gayrı menkul mallarına, Cemiyet tarafından el konuldu.
Selanik’in düşmesi üzerine, eski padişah 1913’te İstanbul’a getirilerek Beylerbeyi Sarayı’na hapsedildi. Ailesiyle görüşmesi, dışarıya çıkması ve gazete okuması yasaklandı. Burada 10 Şubat 1918 tarihinde zatürreden vefat etti.
Kızıl Sultan?
Berlin Muahedesi, Anadolu’daki Ermenilere otonomi verilmesini hükme bağlıyordu. Hükümet, Balkan halklarından farklı olarak, Ermeni nüfusun hiçbir yerde ekseriyeti teşkil etmediği gerekçesiyle bu hükmün tatbikini savsakladı. Rusya, Taşnak (solcu) ve Hınçak (sağcı) partilerinin milislerini destekledi. Ermeniler arasında ihtilâl tahrikinde bulunmaya başladı. İki arada kalan hükümet bu krizi iyi idare edemedi.
1894’ten itibaren Ermeni ve Müslüman halk arasında kargaşa çıkmaya başladı. Katliam, yağma ve tahribat hadiseleri yaşandı. Emniyet kuvvetleri bunu önlemekte aciz kaldı. 1896’da Ermeni fedailer Osmanlı Bankası’nı bastı. 1905’te Padişah’a suikast teşebbüsünde bulunuldu. Hadise kangrene dönüştü. Padişah, doğrudan suçu olmamasına rağmen Kızıl Sultan diye anıldı.
Siyonistler, 1901’de Filistin’de otonom bir Yahudi yurdu kurulmasına izin verilmesi mukabilinde, Osmanlı borçlarının tesviyesini teklif ettiler. Padişah’ın bu teklifi reddetmesi ve tedbir olarak Filistin’e Yahudi göçünü sınırlandırması, tahtına mal olacaktır.
Hilafet siyaseti
Sultan Hamid, devletin içinde bulunduğu zorlukları bildiği için ince bir diplomasi ile bir denge kurdu. İngiltere, Fransa, Rusya ve Almanya arasındaki rekabetten istifade etti. Bütün devletlerle iyi geçinmeye çalıştı.
Bir yandan da hilafet nüfuzunu kullanmaya çalışarak, devlete bir itibar ve dünya Müslümanlarına da emniyet hissi kazandırmaya çalıştı. Avrupa’da İslâmiyet veya Osmanlılar aleyhindeki piyeslerin sahneden kaldırılması için diplomatik yollardan mücadele etti ve muvaffak oldu.
Müslümanların yaşadığı beldelerde, medreseler kurdu, camiler yaptırdı. Alimlere yardım ve para gönderdi. İngiltere, hilafet nüfuzunu sarsmak için, Efgani gibi karanlık şahıslar vasıtasıyla Arap aleminde Osmanlı sultanlarının halifeliğinin meşru olmadığı propagandasını yaptı.
Padişah’ın ananelere bağlı Müslümanlığı, modern bir hayat yaşamak isteyenlerin, hatta bazı modernist din adamlarının husumeti ile karşılaştı. Bu da tahtının sonunu getiren sebeplerden oldu.
HİLAFETSİZ VE HANEDANSIZ 100 YIL
Tam yüz yıl evvel, 3 Mart 1924 itibarıyla Türk tarihinde yeni bir sayfa açılıyordu. İslam tarihinin en eski müesseselerinden halifelik kaldırıldı. Tarihin en uzun ömürlü hanedanlarından Osmanlılar vatandaşlıktan çıkarılarak yurt dışına sürüldü.
26 Şubat 2024 Pazartesi
26.02.2024
Tam yüz yıl evvel, 3 Mart 1924 itibarıyla Türk tarihinde yeni bir sayfa açılıyordu. İslam tarihinin en eski müesseselerinden halifelik kaldırıldı. Tarihin en uzun ömürlü hanedanlarından Osmanlılar vatandaşlıktan çıkarılarak yurt dışına sürüldü.
Bu, eli bastonlu yaşlısından beşikteki bebeğe kadar hepsi için yeni ve sıkıntılı bir hayatın başlangıcı oldu. Çoğu emperyalistlerin hakimiyeti altındaki dünya müslümanları da daha derin bir parçalanmışlığın içine itildi.
İngilizin dediği oldu
1922’de saltanatı kaldıran Ankara, diplomatik avantajından dolayı halifeliği muhafaza taraftarıydı. Baştakilerin bütün beyanatları bunu göstermektedir. Dünya Müslümanları, halifeyi kurtarma iddiasındaki Ankara hareketine para akıtmış, İş Bankası bile bu paralarla kurulmuştu.
Ama dünya çapında Müslüman beldelerini elinde tutan İngiltere böyle düşünmüyordu. Öteden beri hilafeti kaldırmak, hiç değilse Türklerin elinden almak için siyasi faaliyetler gösterdi. Lozan Müzakereleri zabıtlarından anlaşılıyor ki, İngiltere, hilafetin ve şer’î hukukun kaldırılması sözünü alarak sulha razı oldu.
Bu baskıya boyun eğen Ankara, amme efkârını ikna etmeye çalıştı. Seyyid Bey adında medrese çıkışlı bir milletvekili halifeliğin İslâmî bir müessese olmadığını iddia eden bir konuşma yaptı. Gazeteler halife ve halifelik aleyhinde alabildiğine neşriyata başladı.
Tam bu sırada İngiltere’nin adamı olduğunda şüphe bulunmayan İsmailî mezhebinin imamı Ağa Han, sanki Sünnî halifeyi metbu tanıyormuş gibi, Ankara’ya mektup yazdı ve halifenin siyasî gücünün arttırılmasını istedi. Mektup İstanbul gazetelerinde neşredildi. Ankara bu bahaneyi kullanarak halifeliği kaldırdı. İngiltere de Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Muahedesi’ni ancak bundan sonra tasdik etti.
Kapı dışarı
Hilafetin ilgasıyla beraber Şer’iyye Vekâleti de kaldırılarak, din, devletten uzaklaştırıldı. Meclis, halkın serbest reyiyle seçilmiş değildi. Milletvekillerinin, “Ölülerini de atalım!” ve “Kadınları kızları paylaşalım!” haykırışları esnasında çıkarılan kanun metni de anayasaya aykırı idi. Hukuk mantığı ve dilinden mahrum alelacele hazırlanmıştı. Sonradan Yargıtay bunu hukuka aykırı bulsa da meclis tatbikinde direndi. Ama ihtilalcilerin öyle ince eleyip sık dokumaya vakti olmaz.
Bu da yetmedi, 3 Mart 1924 tarihli kanunla Osmanlı hanedanına mensup 156 kişi vatandaşlıktan ihraç olunarak 3 gün içinde apar topar hudut harici edildi. Kanuna dâhil olmadıkları halde, ebeveynleri veya çocukları ile sürgüne gitmek zorunda kalanlarla bu sayı 200’ü buldu.
Efendilerinden ayrılamayan emektarlar da sayılırsa, sürgünlerin sayısı yüzlercedir. Bunların transit olarak bile ülkeden geçmesi yasaklandı. Mallarını 1 yıl içinde tasfiye etmeleri, aksi takdirde hazineye kalacağı bildirildi.
Teneke çalanlar
Sultan Vahîdeddin zaten daha evvel sürgüne çıkmıştı/çıkarılmıştı. Halife Abdülmecid Efendi ve ailesi, daha kanun ilan bile edilmeden 24 saat içinde sınır dışı edildi. Halkın tezahüratından korkulduğu için, Sirkeci’den değil, Çatalca’dan trene bindirildi.
İstasyonun Yahudi müdürü, Halife’ye vatanında hürmet gösteren son şahsiyet oldu. Halife trene binerken, “Ölsem, mezarımda kemiklerim milletime dua edecektir” dedi.
Hanedanın çoğuna, kanunun verdiği bir haftalık müddet bile tanınmadı. Türk-İslâm geleneğinde kadınlar hükümdar olamadığı halde, hanedana mensup hanımlar, hatta bunların çocukları, damat ve gelinler bile sürgün edildi.
Avrupa monarşilerinde, darbe ile devrilen hiçbir hanedan böyle bir muamele görmedi. Yalnızca hükümdar sürgüne çıktı. Az bir zaman sonra da hanedan malları iade edildi. Bir tek Rusya’da çar ve çocukları katledildi. Onun sebebi de antikomünist Beyaz Ordu’nun çarı kurtarmaya ramak kalmış olması idi. Ruslar, Türkler gibi hükümdarlarının arkasından teneke çalmadı; senelerce Bolşeviklerle mücadele etti. Dillerini konuşmaktan dinlerini öğrenmekten mahrum kılınan Osmanlılar ise ölmekten beter edildi.
Yağma!
Osmanlıların hepsine tek gidiş pasaport verilmişti. Müslüman memleketlere, mesela Mısır’a gitmelerine burayı işgal altında tutan İngilizler izin vermedi. Suriye’ye yerleşmelerine de sınıra yakın olduğu için Ankara mâni oldu. Bu sebeple bazısı Beyrut’a, bazısı da Avrupa’ya yerleşti. Sadece Fransa siyasetle uğraşmamak kaydıyla hanedana izin verdi.
Daha çıkmadan sarayları polis nezaretinde yağma edildi. Bazısı evlerini ve evlerindeki antika eşyaları, kıymetli sanat eseri hatıraları yok pahasına satabildi. Bazısı güvendikleri birine vekâlet verdi. Bu vekillerin çoğu, müvekkillerine hıyanet edip, malların üzerine oturdu.
Geri kalan mallara da hükümet el koydu; dedelerinden gelen miras haklarını da iptal etti. Böylece dünyada benzerine az rastlanmış bir zulüm, Osman Gazi evlatlarına reva görüldü. Oğuz Han neslinden ve tarihin en eski hanedanlarından Osmanlı hanedanı böylece siyaset sahnesinden çekilmiş oldu.
Hayal kırıklığı
Milletin kendilerini sevdiğini düşünen hanedan, başına gelenlere inanamadı. Kendilerini sokakta bulunca da sürgünün muvakkat olduğuna inandılar. Çoğu yanlarına fazla eşya almamış, birkaç aya döneceklerini ummuşlardı. Ama sürgün hanımlar için 30, erkekler için 50 sene sürdü.
Hepsi sürgünde vatansız, pasaportsuz yaşadı. Şehzadeler, askerlik tahsil etmişlerdi. Sürgünde bir işe yaramıyordu. Yaşlı başlı sultanların çalışması zaten mümkün değildi. Memlekette iken eli açık yaşamaya alışmış; servetlerini hayır hasenata harcayan; bankalarda paraları, yanlarında nakitleri olmayan bu insanların çoğu, sürgünde tarifsiz sıkıntılar çekti.
Her aileye verilen 1000 lira yol parası ve bir aylık maişetlerine ancak yetti. Mücevherlerini yok pahasına sattıktan sonra sefalete düştüler. Otellerde bulaşıkçılık yapanlar; dilenenler; akşamları çöplerden yiyecek toplayanlar; bulunduğu memleketteki eski Osmanlı Ermenilerinin yardımıyla yaşayanlar; nihayet açlıktan ölenler az değildir.
Peşinde sivil polis
Haydarabad Nizamı Osman Cah, Mısırlı Prens Ömer Tosun, Hicaz Meliki Şerif Hüseyin gibi müslüman asilzâdeler, bu düşkün hanedana maddî yardım yapmayla çalıştılar. Ama ailenin dağılmış olması sebebiyle, bu yardımlar herkese ulaşamadı. Ulaşsa da sadra şifa olmadı. İngiltere, hanedana yapılan yardımları belli bir limite tabi tutardı.
Ankara, hanedanı sürgünde de adım adım izledi. Buna mukabil Fransa, kralları François’yı kurtaran Kanuni Sultan Süleyman’ın torunlarına, hüsnü kabul gösterip pasaport verdi.
Vatan hasreti ve gadre uğramanın acısına, parasızlık, mahrumiyet ve hastalıklar eklendi. Ölünce de sıkıntılar bitmiyordu. Kimsesizler mezarlığına düşenler şanslı idi. Mezarı kaybolan, denize atılanlar vardır. Ama hepsi asalet ve şereflerine uygun yaşamaya çalışmıştır. Kendilerine bu haksızlığı reva görenlere çok kırılmış; ama memleket aleyhine de çalışmamışlardır.
1952 yılında Adnan Menderes hükümeti tarafından hanedanın hanımlarına; 1973 yılında çıkarılan umumi af ile de şehzadelere memlekete dönme izni verildi. Bunun için saray terbiyesini bilenlerin hepsinin ölmesi beklenmişti. Rejim hâlâ bu çaresiz insanlardan korkuyordu. Nitekim çok azı dönebildi. Gençler, sürgündeki yurtlarında bir düzen kurmuştu. Dönebilenler de hemen vatandaşlığa alınmadı. Arkalarına da birer sivil polis takıldı.
“Siz isterseniz, halifeliği bile geri getirirsiniz”
Hâdise, İslâm dünyasında büyük infialle karşılandı. Filistin ve Hind Müslümanları, Ankara’yı sert bir şekilde protesto ettiler. Gazetelerin bir zamandır devam eden aleyhte propagandaları ve İstiklâl Mahkemeleri’nin korkusu sebebiyle, halkın pek reaksiyon göstermediği hâdiseye karşı, Silifke, Reşadiye, Bursa, Adapazarı ve Konya’da protesto mahiyetli hareketler olmuşsa da bunlar sert tedbirlerle bastırılmıştır.
Hilâfetin ilgâsı ve hânedanın sürgünü Avrupa matbuatında geniş yer buldu. En çarpıcı mütâlaa, Daily Telegraph gazetesinde çıkmıştır: “Birkaç milyonluk Türkiye, hilâfet sayesinde büyük devletler arasında sayılıyordu. Bundan sonra üçüncü sınıf bir Tatar devletçiği mesâbesine düşecektir. Mustafa Kemal de, minyatür bir Napolyon olarak kalacaktır.”
Bu hâdise üzerine, Mısır Meliki Fuad ve Mekke Şerifi Hüseyn halifeliği ihya etmek istediyse de gerek Türkiye’nin reaksiyonu gerekse İngiltere’nin engellemeleri sebebiyle bir şey elde edilemedi. Dünya Müslümanları tarafından birkaç defa toplanan Hilâfet Şûrâsı’nda da netice çıkmadı.
1955’te merkez yoklamasına reaksiyon olarak 19 vilâyette ara seçimleri kaybeden DP grubunda milletvekilleri hükümeti sıkıştırdı. Adnan Menderes grubun meclisteki gücünü ima ederek “Siz isterseniz halifeliği bile geri getirirsiniz” mealindeki tarihî sözünü söyleyerek ortalığı yumuşatmıştı.
Bu söze, sonraki yıllarda çeşitli kesimlerce farklı manalar yüklendi. Hatta Atatürk’ün son günlerinde bu yolda hazırladığı ve Ziraat Bankası’nda saklı bir vasiyeti olduğu, Menderes’in bunu gördüğü için böyle konuştuğu söylendi.
Kanun maddesi şöyledir: “Halife hal’ edilmiştir. Hilâfet, hükümet ve cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan, hilâfet makamı mülgâdır.” Madem ki hilafet meclisin manevî şahsiyetinde mündemiçtir, o halde meclis isterse halifeliği geri getirmeye de salâhiyetlidir. Halbuki kanunun mânâsı, devleti hükümet idare eder; halifeye lüzum yoktur demektir.
1924, henüz Türkiye Cumhuriyeti’nin bir İslâm devleti olduğu bir yıldır. Halife, İslâm devletinin reisidir; papa veya patrik gibi ruhanî lider değildir. Klasik ifadeye göre “Bir elinde kılıç, diğerinde Kur’an-ı kerim tutar”. Ahkâm-ı İslâmiye’yi Hazret-i Peygamber’e vekâleten yerine getirir.
Son zamanlarda, global güçlerin, vaktiyle kendilerinin ortaya çıkarttığı radikal İslamcı tedhişine mâni olmak adına, hilafet gibi cihanşümul bir makamı ihya etmek projesini yürüttüğü anlaşılmaktadır. 1999’da Bill Clinton, Türkiye ziyaretinde yaptığı bir konuşmada İslâm dünyasının bir halifesinin olmamasının getirdiği mahzurlar üzerinde durmuştu.
SÜPÜRGE EKMEĞİ, FRANCALA ve İTTİHATÇILAR
Harb esnasında halk kalitesiz resmi savaş ekmeğini sürekli artan fiyatlarla yerken, hususi bir fırın, iktidardakiler için pişirdiği hususi francalayı aynı fiyata satar; aradaki farkı devlet öderdi.
19 Şubat 2024 Pazartesi
19.02.2024
Meşrutiyet devrinde İttihatçılara bir şekilde bulaşıp da makam ve servet sahibi olmayan kimse yok gibidir. Talat Paşa gibi şahsî servet peşinde gözükmeyenler bile, çevresindekilerin yolsuzluğuna göz yummuş, hatta yol açmıştır.
İstanbul şehremini Cemil Topuzlu Paşa, hatıralarında harb-i umumi esnasında Talat Paşa’nın, kendi adamlarından pahalıya un alınmasını istediğini, belediye zarara uğramasın diye de ekmeğe zam yapılmasını istediğini anlatır.
Böyle birini Ziya Gökalp, “Türk tarihi gibi namus heykeli/Hiçbir zaman sarsılmayan bir kalbsin/Sen olmasan öksüz kalır bu millet” diye övmüş; öldürüldüğünde ayakkabısı delik diye namus timsali olarak tarihe geçirilmiştir.
Halbuki Talat da dahil olmak üzere İttihatçılar, Alman bankalarına büyük meblağlar yatırmıştı. Harbden sonra markın kıymeti binlerce defa düşünce, bu servet erimiştir. Buna rağmen yurt dışında yaşayacak, hatta siyasi faaliyet yürütecek sermayeleri hep olmuştur.
En becerikli spekülatör
İttihatçı gazeteci Ahmet Emin Yalman, Birinci Dünya Savaşı’nda Türkiye kitabında anlatır: “Harb sırasında hükümet, kendilerini destekleyen kişilere piyasa fiyatının çok altında çeşitli gıda maddeleri temin etme müsaadesi verdi. Halk açlıktan ölürken, İttihatçılar müsrif ve şaşaalı hayata devam ettiler.
Harb sırasında hükümete yakın kişilerin vagon ticareti ile yaptığı vurgunlar dile düşünce, İttihat ve Terakki Fırkası toplandı. Bu servetin İttihatçı taraftarlarının meşru şekilde kazanılmış şahsi gelirleri olduğunu beyan etti.
Halk mısırdan yapılmış kalitesiz resmi savaş ekmeğini devamlı artan fiyatlarla yerken, hususi bir fırın, harb müddetince nâzırlar, üst düzey bürokratlar ve nüfuzlu siyasiler için kaliteli ekmek imal etti. Bu ekmek, maliyetinin çok altında resmi savaş ekmeği fiyatına satıldı. Aradaki farkı devlet ödedi. Buna rağmen, Talat’ın sofrasında halk ekmeği yediğini propaganda etmişlerdir.
Hilal-i Ahmer (Kızılay) reisi Celal Muhtar, harbin uzun süreceğini tahmin etti. Tüm kaynaklarını yiyecek ve ihtiyaç maddelerinin depolanmasına sarfetti. Bunların fiyatları birkaç yüz misli arttığı için Hilal-i Ahmer en becerikli harb spekülatörü oldu.
1915’te Çanakkale’den her an düşmanların geçmesinden korkulduğu bir zamanda, İttihatçı bürokrat ve nazırların, istiflerini bile bozmadan şık kulüplerde günlük poker ve bilardo partilerine devam ettiklerini Amerikan sefaretinden Lewis Einstein anlatıyor (Inside Constantinople).
1918’de insanlar açlıktan kırılırken, İstanbul’dan Batum’a tek bir seyahat için Enver Paşa ve maiyetinin yemek masrafı 32.000 dolar tutuyordu. Harb sırasında yüksek rütbeli kumandanlar, cepheleri hususi lüks trenlerle büyük bir ihtişam içinde ziyaret ediyor; bu da ayağı yalın, sırtı çıplak, karnı aç askerlerin içinde bulundukları perişan vaziyetle büyük bir tezat teşkil ediyordu.”
Benim vatanım cebimdir!
Samiha Ayverdi anlatır: “İstanbul öylesine açtı ki vesika ile halka verilen ekmek, öğütülmüş mısır koçanı ve süpürge tohumu içine karıştırılmış terkibi belirsiz bir undan yapılmakta idi. Kabuk tutmadığı için doğrudan fırına salınamayan bu halîta [karışım], tepsilerde pişiriliyordu.
Sofralara adeta ıslak bir hamur olarak konan bu ekmek, ertesi güne, hatta akşama kaldığı zaman darı gibi tanelenip dökülüyordu. Mamafih halk öylesine açtı ki, açıktan bir vesika kuponu tedarik ederek bir miktar daha bulabilmek için muhtarlara başvurmasına ya da kapı kapı dolaşarak kupon aramasına rağmen eli boş dönenler çoklukta idi.
Enver Paşa’nın Hasene isminde güzel bir ablası vardı. Halazadem ile de ahbaplık ederdi. Babam da kocasını [Miralay Nâzım] tanırdı. Bu adam, ortada har vurulup harman savrularak yağmalanan milli servet ve milletin hakkından kendisine büyük paylar çıkaran bir kimse idi.
Bir gün babam dayanamamış, ‘Nâzım Bey, memleket her bakımdan inim inim inlerken biraz da vatanını düşünsen ya!’ demişti. ‘Aman Hakkı Bey ne diyorsun sen, vatan benim cebim’ diyerek telaşla elini cebine vurmuştur.” (Bağ Bozumu, 52, 56, 59)
Servet = Güç
Basit bir yol ustası olan babasını evvela bey, sonra paşa yapan Enver’in zenginleşmesi ayrı bir hikayedir. İktidar değişikliğinde baş rolü oynadıktan sonra, servetin ehemmiyetini iyi bildiği için, zengin bir kızla evlenme derdine düştü. Arkadaşı Ahmed Rıza Bey’e yazdığı mektupta bunu açıkça ifade etti. (Şevket Süreyya Aydemir, Enver Paşa)
1911’de Naciye Sultan ile evlenmeyi becerdi. Yeni evliler kışın Nişantaşı’ndaki Ferid Paşa Konağı’nda, yazın Kuruçeşme’deki yalıda oturdular. Mediha Sultan’a ait iken Enver buraya el koydu ve kompleksini tatmin için, Naciye Sultan Yalısı değil de Enver Paşa Yalısı denilmesini istedi. Burası bir ara imparatorluğun idare edildiği yer olmuştur.
Çeyizi amcasına yaptırıldığı için, Naciye Sultan’ın elinde 6 bin lirası vardı. Enver, bunun ve ayrıca Viyana’da Hilmi Paşa vasıtasıyla sattırdığı Sultan’ın mücevherlerinden elde edilen paranın üzerine ekleyerek Sarıyer’de Abraham Paşa Korusu diye maruf araziden Bilezikçi Çiftliği’ni Cihan Harbi başlarında 15 bin liraya satın aldı. Bu hâdise çok dedikodu doğurdu.
Bir ada düğünü
Samiha Ayverdi anlatır: “Muharebelerin en kanlı ve hezîmetlerin artık saklanamaz hale geldiği günlerden bir gün, İstanbul muhteşem bir düğün sefasının haberiyle çalkalanır oldu.
Almanların sahte putu ve Cermen menfaatlerinin gafil kuklası Enver Paşa, kız kardeşlerinden Mediha Hanım’ı, Kâzım Bey isminde genç bir zabit ile evlendiriyordu [Cumhuriyet devrinin genelkurmay başkanı Kâzım Orbay].
Düğün Büyükada’nın Yat Kulübü’nde yapılacaktı. İktidarın ve İttihat ve Terakki Fırkası’nın ileri gelenleri ile Merkez-i Umumî’nin taçsız sultanları, Başkumandan Vekili ve Harbiye Nazırı Enver Paşa'ya şirin görünmek için hediye yarışında rekabet ederek düğüne hazırlanmışlardı. Hazırlıkları da gerçekten boşa çıkmamıştı. Zira düğün tahminlerinden de muhteşem oldu.
Tatlısı ile tuzlusu ile, şerbetleri, dondurmaları ile, Tokatlıyan’da hazırlanan düğün yemekleri, sallarla [motorların çektiği dubalarla] Ada’ya taşınmış ve eğlencelerin dedikodusu yalnız Büyükada’yı değil, İstanbul’u yerinden oynatmıştı. Aç, fakat kibar İstanbul, kendisine revâ görülen bu hakareti de hazmetti. Ama konuşmadı değil, konuştu. Hem öylesine konuştu ki, çizgilerini adeta tarihin hafızasına kazıyıp nakşetti.” (Bir Dünyadan Bir Dünyaya, 124-125)
[Ailenin sonu ibretliktir. Oğulları Haşmet, babasından aldığı bilgileri bir doktor vasıtasıyla Ruslara satardı. Rusların verdiği parayı paylaşmada anlaşamayınca, doktoru öldürdü (1945) Ankara Valisi Nevzat Tandoğan, suçu üstlenmesi için birini tuttu. İş ortaya çıktı. Vali intihar etti, Kazım Orbay vazifesinden ayrıldı.]
Hürriyet kahramanının çiftliği
Arnavutköy’ün Şahintepe, Kayabaşı, Şamlar, Güvercinlik ve Altınşehir’i içine alan kısmına eskiden Azatlık denirdi. Üzerinde Şamlar Baruthanesi bulunur, burada çalışan Ermeniler yaşardı. “Hürriyet Kahramanı” Resneli Niyazi burasını hazine-i hassadan ele geçirip halkını sürdü. Toprağı sahiplendi. 1950’ye kadar Resneliler Çiftliği diye bilindi. Son sahibi 1952’de ölünce varisler arasında taksim edilip parsellenerek satıldı. Yerine modern siteler inşa edildi.
Samiha Ayverdi anlatır: “Komşumuz Evrenoszade Şehime hanımefendinin konağı asker işgalinde idi. Evimizin karşısına düşen müştemilatında ise gene ordunun beylik atları bulunuyordu. Ama şahıs malı cins atlar vardı ki bunların sahibi olan bir binbaşı hemen her gün hayvanlarını görmeye gelirdi.
Binbaşının atlarını dolaşmaya gelişinde bir fevkaladelik yoksa da bizim için günün meraklı hadiselerinden sayılırdı. Bizi dışarıdan göstermeyen pencere kafeslerinin mahremiyeti arkasından, binbaşının eliyle atlarına kesme şeker yedirdiğini seyrederdik.
Annemin hasta büyük annemiz için okkasına 5 altın vererek bir harp zengininden satın aldığı şekeri bu adamın atlarına ikram edişi, biz çocuklar ve gençler için gerçekten görülmeye değer bir hazin manzara idi.” (Ne İdik Ne Olduk, 132)
Trajikomik bir anekdot
1932-1948 arası deniz hastanesinde vazife yapan Dr. Salah Sun anlatıyor: “Cihan Harbi’nden evvel o zamanki sıhhiye reisi paşa, Almanya’ya bahriye hastanesi için 8 bin altın liralık ilaç ve malzeme ısmarlamıştı. Bu tahsisattan, kendi şahsı için de sofra takımları gibi kıymetli eşyalar sipariş etmişti.
Ancak sandıklar gümrük kontrolünden muaf olduğu halde, her nasılsa yanlışlıkla açılmış ve birçoğunun içinden bu lüks eşyalar çıkınca, işten haberdar olan reis paşa, eşyaları mecburen hastanenin demirbaşına kaydettirmek mecburiyetinde kalmıştı.” (Samiha Ayverdi, Hâtıralarla Başbaşa, 59) O zaman hastanede vazifeli bulunan ve hadiseye şahit olan Dr. Sami Mortan Bey, bu hadiseye dair bir de hicviye yazmıştır.
Haberim yoktu
Harb esnasında Padişah’ın ağzından yazılmış ve halk arasında gizlice yayılmış bir şiir vardı. İttihatçıların yolsuzluklarından bahseden şiirde, Hayri dessâs (Entrikacı Hayri) sözü ile vakıfları tarumar eden Şeyhülislâm Ürgüplü Hayri kastedilir (İsmail Hami Danişmend: Tarihî Hakikatler, I/180).
Milletin emdi kanını döndü o Enver domuza,
Şevket ü kudret-i şâhânemi çekti omuza
Çıkası gözlerini dikti bizim postumuza
Dönmeler Talât’ı da yendi kumar bezminde
Bitti haysiyet-i mâliye cihan nezdinde
Millet ekmek diye toprak yedi, lâkin zinde
Hele ol Hayri dessâs mefâsid-i girdâr
Etti evkâf-ı hümâyunumu paymâl-i hasar
Eyledi Bâb-ı Meşîhat’te de bir hayli mazar
Kanlarına işlemiştir
Hüseyin Rahmi alayla anlatır: “İttihat ve Terakki idaresinin inkâr olunamaz bir gayreti, bir kadirşinaslığı, hazeleperverliği (kalleş severliği), efendiliği vardır. Çevirdiği tezvirat dolabının koluna yapışanları korur, gözetir, çapulculara gark ve bazen tövbe yoksulu olmak derecesinde ihya eder. Hiçbir idare bendelerini, gözdelerini taltifte bu mertebe-i iğnâya (derece aşırılığa) varamamıştır.
İşte bu sebepledir ki mensupları onun uğruna kul kurban olurlar. Hatta bugün cemiyet çürüyüp dağıldıktan sonra, onun kurmuş olduğu menfaat ağının kördüğümleri içinde kalmış olanlar, ne tarafa dönmek isteseler, bütün bu rabıtalarını kırmak mümkün olmaz. O büyük velinimetlerine söz söyletmezler.
Çünkü damarlarında dolaşan kanları, kuvvetini, hayatını oradan almıştır. Her biri bir suretle onun ebedi minnettarı ve şükürgüzârıdır. O sayede ne tulumbacılar, efendi, bey, paşa, nazır, mebus oldular. Ne hiçler adam sırasına geçtiler. Ne kanlı katiller cezadan muafiyet imtiyazıyla serefrâz (baştacı) oldular.
Masumları ezmek, haydutları yükseltmek, kabahatsizlere ceza etmek, kabahatlileri mükafatlandırmak cemiyetin baş düsturuydu. Hasan Sabbah’ın haşişi gibi, onun mayasında, mahiyetleri değiştiren bir iksir vardı. Bedhah (kötü niyetli) bir manyetizmacı gibi gözleri, vicdanları, basiretini bağlardı. En insaniyetperver, namuskâr, afif (iffetli) adamları, ahlak uçurumlarına sürüklerdi ve nasıl ki sürükledi.
İttihatçıların hepsi insaniyetten bî-nasip, vicdansız kimseler değildir. Buna şüphe yok. Fakat nasıl oldu da bu erbab-ı fazl ve irfan, bilâ-itiraz ve lâ-muhakeme dört beş katilin peşlerine takılarak izlerinden gitmek günah-ı kebâirini işlediler? Bu kanlı yolun varacağı neticeyi göremediler?” (Hakka Sığındık)
Huylu huyundan vazgeçmez
Bu ekip sonradan Ankara hareketine sızmış, eski alışkanlıklarını orada da devam ettirerek bunu bir cumhuriyet ananesine dönüştürmüşlerdir. Falih Rıfkı, Çankaya’da der ki: “Atatürk’ün basit itaatçılar dışında, iki türlü takımı olmuştur: İnkılâpçı idealistler, insanî ve siyasî zaaflarını haksızlık veya menfaati için sömürmekten başka bir şey düşünmeyen türediler!” (s. 386) Bunların bilhassa Ankara’nın kuruluşu esnasında yaptıkları arsa spekülasyonlarını Bir Şehir Yapmak adında müstakil bir bahiste anlatır.
Lord Kinross, Gazi’nin yarı resmi biyografisinde der ki: “Atatürk’ün çevresindeki bazı sefahat düşkünü ve çoğunlukla ahlaksız adamlar sadece iki şey peşinde koşarlardı: Para ve mevki. O da ağızlarını kapatmak için, kendilerini inşaat işlerinde serbest bırakır, sanayi girişimlerinde biraz çalıp çırpmalarına göz yumar ve ortada bir skandal tehlikesi belirmedikçe, varlıklarını hangi yoldan edindiklerini inceden inceye araştırmazdı.” (Bir Milletin Yeniden Doğuşu, s.730-731)
KISKAÇTAKİ PADİŞAH - SULTAN V. MURAD
Bir sivil ve askeri darbe neticesinde tahta çıkarılan Sultan V. Murad, en kısa müddet tahtta kalan Osmanlı sultanıdır.
12 Şubat 2024 Pazartesi
12.02.2024
Sultan V. Murad, Sultan Abdülmecid’in büyük oğludur. Şevkefza Kadınefendi’den 1840’ta dünyaya geldi. Zamanın meşhur hocalarından iyi bir tahsil gördü. Babasıyla beraber Selanik ve Ege adalarına seyahat etti.
Mehmed Murad Efendi, babasının ölüp amcası Sultan Abdülaziz’in tahta çıktığı 1861’de veliahd oldu. Gerek babası gerekse amcası zamanında Avrupa’daki prensler gibi serbest bir hayat yaşadı.
Sultan Aziz, 1863’te Mısır’a ve 1867’de de Avrupa’ya yaptığı seyahate iki yeğeni Şehzade Murad ve Abdülhamid Efendi’yi götürdü. Murad Efendi sakin, sevimli, nazik, kültürlü ve hassas bir genç idi. Bu sebeple Avrupa saraylarında çok popüler olup sempati kazandı.
Şehzade, İngiltere’de istikbalin kralı VII. Edward ile 1862’de İstanbul’a geldiğinde tanışmıştı. İkisi de veliahd idi ve Galler Prensi Şehzade’den 1 yaş küçüktü. Amcasıyla beraber çıktığı Avrupa seyahatinde kendisiyle dostluk kurdu. Prens, 1869’da İstanbul’a geldiğinde tekrar görüştüler ve 1876’ya kadar mektuplaştılar.
Rivayete göre, İngiltere, Anglofil gördüğü Şehzade Murad Efendi’ye taht yolunu açmaya karar vermişti. İngiltere Kraliçesi Victoria’nın dördüncü kızı Louise ile evlendirilmesi bile gündeme geldi. Ama Sultan Aziz kabul etmedi.
Mason kıskacı
Amcasının hediye ettiği Kurbağalıdere köşkünde Ziya Paşa, Namık Kemal ve Sadullah Paşa gibi Genç Osmanlılardan müteşekkil bir arkadaş çevresiyle vakit geçirmeye başladı. Bunlar, Şehzade’ye meşrutiyet fikrini aşılayarak, amcasına karşı kışkırtmaya çalıştılar. Sultan Aziz muhalifleri, etrafında bir çember teşkil etmeye başladı. Sultan II. Abdülhamid, Sultan Murad’ın gençliğinde çok mazbut bir insan olduğunu, ancak etrafını saran Namık Kemal gibilerin kendisini ifsat ettiğini söylemiştir.
1876 senesinde Sultan Abdülaziz, İngiltere destekli sivil ve askerî bürokratların kurduğu bir cunta tarafından tahttan indirildi. Şehzade, V. Murad adıyla tahta çıkarıldı. Topkapı Sarayı’ndaki taht getirilemediği için, alelade bir taht üzerinde biatı kabul etti.
İsraf derecesindeki cömertliği ile tanınan yeni padişahın hayli borcu vardı. Üstelik kendisini tahta çıkaranlara da borçlu vaziyette idi. Bu sebeple Sultan Aziz’in serveti yağma edilerek 1 milyon lira tutan bu borçlar ödendi.
Bozulan sinirler
Sultan Murad, akıl hocalarından Ziya Paşa’yı başkatip tayin etti. Ancak Avni Paşa yeni padişahı kıskaç altına alıp, eski ahbaplarının hiçbiriyle görüşmesine imkân tanımadı. Öyle ki, “Amcamın elinden kurtuldum, şimdi de bunların eline düştüm” demiştir. Üstelik kanun-i esasi (anayasa) ilanına yanaşmayarak kendisini tahta çıkaran Mithat Paşa ve arkadaşlarını hayal kırıklığına uğrattı.
Tahta çıktıktan birkaç gün sonra amcası bileği kesik bir halde ölü bulundu. Darbeden haberi vardı, ama işlerin bu raddeye gelmesini istememişti. Ardından asabi sıhhatini iyice kaybetti.
Dolmabahçe Sarayı’na kapatıldı ve kimseyle görüştürülmedi. Bu sebeple sadece bir defa selamlık merasimine çıkabildi; Avrupa’daki taç giyme merasiminin muadili olan kılıç kuşanma alayı ise hiç yapılamadı. Tarihte kılıç kuşanmayan tek padişah odur.
Komplonun karşılığı
İçeride ve dışarıda vaziyet şüphe uyandırdı. Padişah’ın vücudunda bir çıban çıktığına dair beyanat verildi. Bilhassa saltanatının son iki ayında idare tamamen darbecilerden “erkân-ı erbaa” denilen Avni, Rüştü, Mithat Paşa ile Hayrullah Efendi’nin elinde idi. Bu sebeple Sultan V. Murad, şer’î hukuka göre hakikatte bir sultan ve halife sayılamaz. Bu arada Sırbistan ve Karadağ prenslikleri isyan ederek sınırı geçtiler.
Muayene eden tabiplerle İstanbul’daki sefaret tabiplerinin hepsi Padişah’ın hastalığının iyileşme kabul etmez olduğunda ittifak eden bir rapor hazırladı. Akıl hastasının hükümdarlıkta kalması meşru olmadığı için, tahta çıktıktan 93 gün sonra tahttan indirildi. 35 yaşında idi. Yerine kardeşi Abdülhamid Efendi çıkarıldı. Şair şöyle tarih düşürmüştür: Doksan üçte doksan üç gün padişah-ı mülk olup,
Göçtü uzletgâhına Sultan Murâd-ı nâmurâd.
Altın Kafes
Sabık padişaha, ailesiyle beraber Çırağan Sarayı ikametine tahsis olundu. Burada ömrünün sonuna kadar ailesi ve hizmetkârlarıyla beraber burada yaşadı. Böylece amcasına karşı giriştiği komplonun karşılığını görmüş oldu.
Taraftarları, tahttan indirildikten sonra iyileştiği, hatta Sultan Hamid’in de muvakkaten tahta çıkarıldığı iddiasını yaymaya başladılar. Üç defa kendisini tekrar tahta çıkartmak üzere yapılan darbe teşebbüsü akim kaldı.
Bu sebeple şartları sıkılaştırılan Çırağan Sarayı bir altın kafes hâline geldi. Bu zaman zarfında Sultan Hamid ile münasebeti Padişah’ın ara sıra mabeyinciyi gönderip hatır sorması, kendisinin de teşekkür etmesine münhasırdı. Sultan Hamid, ağabeyinin padişahlığı sırasında yaptığı 500 bin liralık borcu kendi kesesinden ödemiş, en iyi tabipler vasıtasıyla biraderini tedaviye çalışmıştır.
Kırılan haysiyet
Sultan Aziz’in ve ailesinin başına gelenler, Sultan Murad ve ailesinin başına gelmedi. Malı yağmalanmadı, ailesi ve hizmetkârları sokağa atılmadı. İstediğini yanında götürmesine izin verildi. Buna rağmen Sultan Hamid bazılarınca biraderini hapis tutan bir zorba olarak görülmüştür.
Zamanla kısmen şuuru kısmen düzelen sabık padişah gündüzleri ya kitap okumakla yahut ufak tefek marangozluk işleriyle meşgul oldu. Sultan Abdülhamid hakkında tek menfi kelime konuşmadı, konuşulmasını da menetti.
Kendisini gençliğinde olduğu gibi dine verdi. Ömrünü zevcinin yanında geçiren Mevhibe Elâru Hanım, seneler evvel Akşam gazetesinde neşredilen hatıratının 247. tefrikasında Sultan V. Murad’ın namaza muntazaman devam ettiğini söyler.
Kızı Hadice Sultan’ın müsebbibi olduğu bir aile skandalı sebebiyle haysiyetinin kırıldığını düşünen sabık padişah üzüntüden komaya girerek 1904’te vefat etti. Sessiz sedasız bir cenaze merasimiyle Yeni Cami türbesine defnolundu.
Fesat ağı
Sultan Murad, şehzadeliğinde biraderi Reşad Efendi ile beraber Mevlevî tarikatine intisap etmişti. Hatta oğlu Salahaddin Efendi’ye, Yenikapı Mevlevihanesi postnişini olan şeyhinin adını vermişti. Celâleddin Paşa da tahttan indirilmesini amme efkârına haklı göstermek uğruna Mir’at-ı Hakikat adlı eserinde içki içtiğini yazmıştır.
Kardeşi Sultan Vahîdeddin: “Biz sekiz biraderdik; içimizde en değerlisi Murad idi. Onu terazinin bir tarafına ve bizleri diğer tarafına koysalar onun bulunduğu taraf ağır çekerdi” demişti.
Yegâne oğlu Salahaddin Efendi’yi bir ara İttihatçılar tahta geçirmeyi düşündüler. Sultan V. Murad’ın Hadice, Fehime ve Fatma adındaki üç kızı amcaları Sultan Hamid tarafından saraya alınıp diğer sultanlarla aynı şartlarda muamele görerek evlendirildiler. Dünyaca meşhur gazeteci ve romancı Kenize Murad, Sultan V. Murad’ın kızının torunudur.
Şeklen garplı
Arapça, Farsça ve Fransızca bildiği gibi, İngiltere’den getirdiği söylenen ve muhtemelen casus olan bir hizmetçi kızdan İngilizce öğrendiği, kızın birkaç sene sonra öldüğü, hatta Şehzade’nin bununla evlendiği dedikodusu yapılmıştır.
Şark kültürüne daha yakın olan amcası ve biraderine mukabil, garp kültürüne yakındı. Ama bu tarzı, şark usulü harem kurmasına ve çok sayıda evlilik yapmasına engel olmamıştır. Demek ki (Türkiye’de yaygın olduğu üzere) garplılığı şeklîdir.
Okumaya meraklıydı. Yurt dışından mütemadiyen edebi ve felsefi kitaplar getirtirdi. Spora düşkündü. Ava gider, güreşir, cirit oynar ve yüzerdi. Şiirde de kabiliyeti vardır. Şu beyit onundur: Nâmurâdım tâliim âvâredir
Derdime ancak visâlin çâredir.
Şehzade olmasa idim…
Şık giyinirdi. Lüks ve şatafata düşkündü. 1865’te Kurbağalıdere’de 43 bin liraya yaptırdığı köşk şehzadenin ince bir zevke malik olduğunu gösterirdi.
Sanata ve mimariye meraklıydı. Servetini bu yolda harcamıştır. Kurbağalıdere köşkünü durmadan yıktırıp tekrar yaptırırdı. “Hanedana mensup olmasa idim, mimar olurdum” derdi.
Köşkün eşyası 1928’de müzayede ile satıldı. Harabeye dönen binalar yıktırıldı. Şimdi yerinde Marmara Üniversitesi Göztepe Kampüsü ve Göztepe SSK Hastanesi vardır. Bahçesi ise işgal edilip Fikirtepe mahallesi kurulmuştur.
SULTAN ABDÜLHAMİD ve 1877 OSMANLI-RUS HARBİ
Türk-İslam tarihinin en büyük felaketlerinden biri olan 1877 Osmanlı-Rus Harbi ve bunun neticesi milyonlarca km2’lik toprak kaybından hep düz mantıkla Sultan II. Abdülhamid mesul tutulur.
5 Şubat 2024 Pazartesi
5.02.2024
1876 Osmanlı tarihinin en buhranlı senelerinden birisidir. İki padişah tahttan indirilmiş, biri öldürülmüş, biri delirtilmiştir. Siyasi rejim değişmiş, büyük bir felaketin de tohumları atılmıştır.
Sultan II. Abdülhamid 31 Ağustos 1876 tarihinde tahta çıktı. 13 Şubat 1878’e kadar geçen 1,5 sene, Padişah’ın şahsi idaresiyle alakasız bir devredir. Bu zaman zarfında iktidar, arkasına İngiltere’yi alıp, askeri ve sivil bürokrasiyi elinde tutan darbeci ekibin elindedir.
Sultan Hamid, 3 devre ayrılan 33 senelik saltanatının sadece 1878-1908 arası 30 yılından siyasi olarak mesuldür. Şahsen şiddetten nefret eden ve sulhsever Padişah, harbe taraftar değildi. Ama bunu önleyecek kudreti henüz elde edememişti.
Harb ve sulh
13 Nisan 1875’ten beri Hersek’te isyan vardı. Dağlık yerlerde cereyan ettiği için bastırılması gecikmişti. Tamamen haksız sebeplere dayanmayan bu isyan, Babıali’nin miskinliği sebebiyle büyüdü.
Askerî sevkiyatın bîtaraf Sırbistan ve Karadağ üzerinden yapılması bu iki devleti tedirgin etti. Harekatının kendilerine verdiği zararlardan dolayı Babıali’ye şikâyette bulundu. Babıali oralı olmadı.
2 Mayıs 1876’da Bulgaristan’da isyan çıktı. 2 Temmuz 1876’da Sırbistan ve Karadağ ile harb başladı. Ahalisinin çoğu gayrı müslim olan bu üç devlet o zaman kâğıt üzerinde Osmanlı Devleti’ne bağlı bulunan muhtar prensliklerdi.
Osman Paşa, Sırp ordusunu bozguna uğrattı ve tam Belgrad’a girecekken 31 Ekim 1876’da Rus ültimatomu üzerine Sırbistan ve Karadağ ile 2 aylık mütareke yapıldı. Babıali, Rusya ile harbi göze alamazdı.
Tersane Konferansı
19 Kasım 1876’da Mütercim Rüştü Paşa’nın istifası üzerine Mithat Paşa ikinci defa sadrazam oldu. 23 Aralık 1876'da Kanun-i Esasi (anayasa) ilan olundu.
Rusya’nın Rumeli meselesi bahanesiyle Osmanlı iç işlerine karışması, başta İngiltere olmak üzere Avrupa devletlerini rahatsız etti. Kanun-i Esasi’nin ilan edildiği gün Tersane Konferansı toplandı.
Bu, aslında Osmanlı Devleti için büyük bir fırsattı. İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya, Almanya ve İtalya’nın İstanbul sefirlerinden müteşekkil toplantıda Safvet ve Edhem Paşa’lar Osmanlı murahhası idi.
Konferans 1 ay boyunca 9 celsede devam etti. Hersek isyanından sonra Sırbistan ve Karadağ ile yapılan harbde Osmanlıların ileri gittiği, harp bahanesiyle işgal edilen bu iki prensliğe ait toprakların iade edilmesi isteniyordu.
Mesele dönüp dolaşıp darbecilerin hüküm sürdüğü Sultan V. Murad’ın 3 aylık talihsiz saltanatına gelir. Sırbistan ve Karadağ ile harbe girilmeseydi, bu ikisinin talepleri müdara ile geçiştirilebilseydi, sonraki felaketlerin hiçbiri belki de yaşanmayacaktı.
Dört yüz kişi kalana kadar…
İngiliz hariciye nazırı Lord Salisbury, Osmanlı dostu ve Rus düşmanıydı. Osmanlıların mağlubiyeti halinde, Rusların nerde durdurulacağının meçhul olduğunu kavramıştı.
Rusya’da da Çar II. Aleksander harbe taraftar değildi. Ama Rus umumi efkarını yatıştırmak için Türklerden bazı tavizler bekleniyordu.
Lord Salisbury, harbi önlemek için bazı fedakarlıklar yapılması lazım geldiğini, Rusya ve Balkan devletleriyle, müttefiksiz, parasız ve mühimmatsız bir harbe girişmenin felaket olacağını Padişah’a arzetti. Padişah vükelayı toplayıp ordunun vaziyetini sordu, birbirine uymayan cevaplar aldı.
Buna rağmen vükela kendi arasında meseleyi müzakere edip harb kararını Padişah’a arzettiler. “Böyle tekliflerde harbetmek için askerin kuvvetine bakılmaz. Anadolu’ya dört yüz atlı ile geldik, yine dört yüz kişi kalıncaya kadar harbetmek lazımdır” dediler.
Taviz mukabili taviz
18 Ocak 1877’de Babıali’de 180 kişilik muvakkat bir Meclis-i Umumi toplandı. Tersane Konferansı kararlarını reddetti. Bu ret argümanları haklı olabilir, çünki hakikaten ağır diktelerdi. Osmanlı askeri ve sivil bürokratları, Bosna, Sırbistan ve Bulgaristan’da bulunmayacaktı. Bu, Rumeli’de devletin siyasi haklarının iptali demekti.
Fakat İngiltere'nin tazyiki ile Rusya şartları o kadar hafifletti ki, Osmanlı Devleti’ne zaten resmen bağlı prensliklere az bir toprak bırakılmasını kâfi gördü. Bu tavizler yapılabilirdi. Çünki zaten ahalisi gayrı müslimlerden müteşekkil yerlerdi. Büyük resme bakıldığında, bunlar yine Osmanlı hududu içinde kalıyordu.
Milletlerarası münasebetler, güç nispetinde tavizler üzerine kuruludur. Tavizden kaçınan, yine bu tavizi vermek mecburiyetinde kalır, ama mukabilinde hiçbir şey alamaz. Nitekim Muhtar Paşa harbden evvel verdiği raporda, “Harbi kaybetmeden taviz vermek, harbi kaybettikten sonra taviz vermekten ehvendir” demiştir.
Bir kasaba uğruna
Padişah bir punduna getirip, 5 Şubat 1877’de Midhat Paşa’yı azlederek sınır dışına çıkardı. Yerine harb aleyhtarı zannettiği İbrahim Edhem Paşa’yı getirdi. Fakat bu da en büyük harb müdafii çıktı.
28 Şubat 1877’de Sırbistan ile sulh yapıldı. Prensliğin eski statüsü devam edecekti. Ancak Karadağ ve Hersek isyanı devam ediyordu. Bulgaristan ve Girit de diken üstündeydi.
19 Mart 1877’de ilk Osmanlı parlamentosu toplandı.
31 Mart 1877’de hem harb istemeyen hem de Devlet-i Aliyye’nin toprak tamamiyetini adeta Osmanlı bürokratlarından daha çok düşünen İngiltere’nin gayretleriyle Londra Protokolü imza edildi ve Tersane Konferansı hükümleri oldukça hafifletildi.
Büyük devletler, Rusya’ya karşı Osmanlı Devleti sınırlarını garanti ediyordu. Buna mukabil Rumeli’deki gayrı müslim tebaanın vaziyetini ıslah için bazı adımlar atması bekleniyor, Hersek’ten, halkı Ortodoks iki kazanın Karadağ’a verilmesi isteniyordu.
Ne kadar vatanperver?
12 Nisan 1877’de dünyadan haberi olmayan meclis-i mebusan, Londra Protokolü’nü reddetti. Bir karış toprak vermemek uğruna, milyonlarca km2’lik toprağın ve halkın kaybını umursamayan meclis, böylece ne kadar vatanperver! olduğunu göstermiştir.
Bu sefer Çar devreye girdi. Sadece Nikşik kazasının Karadağ’a terki mukabili harbi önleyebileceğini Babıali’ye tebliğ etti. Bir kasaba olsun elde etmeden harbi durdurmanın, milli haysiyeti kıracağını ve halkın hoşnutsuzluğunu doğuracağını düşünüyordu.
Ama “gururlu” Edhem Paşa, bu son fırsatı da tepti. Gayrı müslimlerle meskûn bir kasabayı vermemek uğruna göze alınan harb ve memleketin uğradığı kayıplar akla ziyandır.
Hani 700 bin asker?
Lord Salisbury, Padişah’ı, vaziyete müdahaleye davet etti. Fakat Meşrutiyet padişahının eli kolu bağlıydı. Sultan Aziz’i deviren (tesbit edilebildiği kadarıyla) 60 küsur kişilik kadro, Avni, Rüşdü ve Midhat Paşa hariç olmak üzere hâlâ iş başındaydı.
Amcasını tahttan indirmiş, mallarını gasp etmiş, hanesini talana uğratmış, ailesini sokağa atmış, bir de öldürmüş, üstelik ağabeyini de delirtmiş adamlar, “Biz harb isteriz” deyince, yeni tahta çıkmış, tecrübesiz ve henüz yeri hiç de sağlam olmayan genç padişah bunlara ne diyebilir?
Padişah bu vetirede hastalanmış, çene ameliyatı geçirerek üç dişini çektirmişti. “Sıhhatim ve uykum kalmadı. Softalar saraya gelip nümayiş yapıyorlar” diyordu.
Vükelayı saraya çağırıp, “Hani 700 bin kişilik askerimizin haritalarda yerini gösterin” dediğinde, Serasker Redif Paşa’nın Osmanlı'nın hududlarını bilmediğinin ortaya çıktığını Cevdet Paşa anlatıyor.
Tüfeği kim ateşledi?
Mithat Paşa’nın damadı Refik Bey, harbden 40 sene sonra neşrettiği bir makalede, Mithat Paşa’yı temize çıkararak, Padişah ve o zamanki devlet ricalini suçlar. Mithat Paşa Londra Protokolü kararları gelmeden evvel sürgün edilmişti. “Eğer harb açılmasaydı, amme efkârında, Mithat Paşa olsaydı harbe girerdi, devletin haklarını korurdu” gibi bir kanaat hasıl olmasın diye harbe girildiğini garip bir şekilde iddia eder.
Halbuki Eğinli Said Paşa’nın da hatıratında yazdığı gibi bu işin en büyük mürevvici (şakşakçısı) Mithat Paşa’dır. Serasker Redif Paşa ve Mahmut Celaleddin Paşa da hemfikirdir.
Midhat Paşa, böyle bir harbin, İngiltere’nin yardımı ile kazanılacağını zannediyor; bu sayede Reşid Paşa’yı gölgede bırakacak bir nüfuz elde etmeyi umuyordu. Böylece dış siyaset hakkında en ufak bir doğru fikrinin bulunmadığını göstermiştir.
Cevdet Paşa: “Midhat Paşa sanki tüfeği doldurdu. Mahmud Paşa üst tetiğe çıkardı. Redif Paşa ateş etti. Bu üç kişi devleti felakete uğrattı” diyor.
Eğinli Said Paşa da, “Harbin vahim neticelerinden vükela, daha doğrusu bizim Mahmud Paşa ile Midhat Paşa mesul olmaz da bu âlemde acaba daha kim mesul olur?” demiştir.
Sultan Hamid’in muhaliflerinden Ali Ekrem (Bolayır), hatıralarında bu harbden dolayı Padişah’ı değil, Sadrazam Edhem Paşa’yı ve onu düşürmek şöyle dursun, harb kararını tasdik eden parlamentoyu itham eder.
Akl-ı selim ve insaf sahiplerinin, şu kronolojiye baktıklarında, Sultan Hamid'in bu harbdeki mevkiini hakkıyla tayin edecekleri beklenmez mi?
BİR MAZLUM PADİŞAH - SULTAN ABDÜLAZİZ
Sultan Aziz’i tahttan indirenler çeşitli propagandalarla halkı iknaya çalıştı. Ama halk, yaktığı ağıtlarla bu mazlum padişaha olan sevgisini hep dile getirdi.
29 Ocak 2024 Pazartesi
29.01.2024
Sultan Aziz, 9 yaşında babası Sultan II. Mahmud’u kaybetti (1839). Annesi Pertevniyal Valide Sultan, çok dirayetli ve hayırsever bir hanımdı. Ağabeyi Sultan Mecid zamanında rahat ve serbest bir hayat yaşadı. Onun vefatı üzerine 32. padişah ve 97. halife olarak tahta çıktı (1861).
Avrupa seyahati
1864’te öteden beri muhtar bir vilayet olan Mısır’ı ziyaret etti. 1867’de Paris Sergisi’ne davet üzerine gemiyle Avrupa seyahatine çıktı. Bir Osmanlı padişahının ecnebi topraklara, askeri maksat olmadan yaptığı ilk seyahattir.
Fransa, İtalya, Avusturya, Almanya, Belçika ve İngiltere’yi ziyaret etti. Hükümdarlarla görüştü. Nişanlar kabul etti. Bu seyahat büyük sükse yaptı; Padişah sempatikliğiyle alaka topladı. Böylece Rumeli’deki hadiseler sebebiyle Avrupa amme efkârındaki menfi havayı yok etti.
Süveyş Kanalı’nın açılışı münasebetiyle çok sayıda hükümdar ve asil şahsiyet kendisini ziyarete İstanbul’a geldi.
Zamanında vilayet ve mahkeme teşkilatı tanzim edildi. Başta Mamuretülaziz (Elazığ) olmak üzere Osmanlı memleketinde çoğu kendi ismini taşıyan şehir ve kasabalar tesis edildi.
Maarif şart
İdare ve adliye birbirinden ayrılarak (1868), Danıştay ve Yargıtay kuruldu. Şer’î hukuk onun zamanında kanunlaştırılarak Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye adıyla medeni kanun hazırlandı (1869).
Memur yetiştirmek üzere mektepler kuruldu (1862). Yüksek bürokrat yetiştirmek üzere Fransız modeline göre Galatasaray Sultanisi açıldı (1868). Dârülfünûn-ı Osmânî adıyla modern üniversite faaliyete başladı (1870).
Erkek ve kız sanat mektepleri, Dârülmuallimat (kız muallim mektebi), kaptan mektebi, lisan mektebi, eczacı mektebi, sivil tıbbiye mektebi ile sanayi mektepleri açıldı. Yetim ve zeki talebelerin parasız yatılı okuması için Dârüşşafaka kuruldu.
Gazetelerin sayısı arttı. Edebiyat canlandı. Ali Paşa’nın şerrinden yurt dışına kaçan Ziya Paşa, Namık Kemal gibi entelektüelleri yurda dönmeye ikna etti.
Sırtımdan geçsin
O zamana kadar 452 km. olan demiryolunun uzunluğu üç misline çıkarıldı. İstanbul-Paris demiryolunun Topkapı Sarayı’nın bahçesinden geçmesine itiraz edenlere, “Demiryolu yapılsın da isterse sırtımdan geçsin” diye cevap verdi.
Mevcut karayolları tamir edildi ve yenileri yapılmaya başlandı. Demir Galata Köprüsü açıldı. Atlı tramvaylar hizmete girdi. Mevcut telgraf hatlarına bir mislinden fazla ilâve yapıldı. Her semtte postaneler açıldı.
Süveyş Kanalı açılarak Akdeniz ile Kızıldeniz birleştirildi. Tuna ve Dicle üzerinde gemi işlemeye başladı. İstanbul, Köstence, Varna limanları ile İzmir rıhtımları inşa edildi.
Boğaziçi’nde gemi çalıştırmak için Şirket-i Hayriye adında bir şirket kuruldu. 1863’te Fransız ve İngiliz ortaklığında Bank-i Osmani-i Şahane kuruldu. Burası 1930 senesine kadar Merkez Bankası idi.
İlk metro
Avrupa’da gördüğü ilerlemeleri memlekete tatbik etmek istedi. İstanbul, onun zamanında modern, sosyal ve ekonomik cihetle canlı bir şehir halini aldı. Ecnebi ziyaretçilerin gelişi, şehrin tamir ve tanzifine faydası oluyordu.
İstanbul’da Galata-Beyoğlu arasında tünel işletmesi kuruldu. Dünyanın ilk metro hatlarındandır.
Ecnebilere mülk edinme hakkı verildi. Pasaport Nizamnamesi ve Tabiyet Kanunu ile ecnebilerin himayesindeki “yerli yabancılar” vatandaşlık altına alınmak istendi (1869).
Bulgarlara, Rum Patrikhanesi’nden ayrılarak kendi kiliselerini kurma hakkı verildi. Bu, aynı zamanda Ortodoksların birliğini bozarak, bir ayrılık tehlikesini uzaklaştırdı.
Donanma sevdası
Osmanlı Devleti’nin eski günlere dönebilmesi için, bilhassa Rusya’nın ihtiraslarına set çeken güçlü bir orduya sahip bulunması gerektiğine kani idi. Kısa bir zaman zarfında dünyanın 3. donanmasını kurdu. Tersaneleri ıslah etti. Burada yapılamayanları harice sipariş verdi.
Kara ordusu da zamanın en güçlü ordularından biriydi. Prusya’dan getirttiği mütehassıslarla 1866’da Harbiye Mektebi’ni yeniden tanzim etti. Askeri rüşdiyeler (ortamektepler) açtı. Bayezid’de bugün İstanbul Üniversitesi olan binayı yaptırarak Harbiye Nezareti’ne verdi.
Avusturya Prensi Karl, Viyana sefiri Sadullah Paşa’ya, Padişah’ın asker olarak yaratıldığını ve askerlik bilgisine şaşılacak derecede nüfuzu olduğunu söylemiştir. Padişah, Amerikan dahili harbini tetkik etmiş; kuzeylilerin zaferinin, bir dolduruşta 7 atış yapan martin ve winchester tüfekleri ile olduğunu anlamıştı. Bunlardan sipariş ederek orduyu donatmıştı. Bu silahlar ve bununla korunan tabyalar ilk defa Plevne Harbi’nde kullanılmış, Ruslara büyük zayiat verdirmiştir.
Müslüman beldelerin birer ikişer işgali üzerine, halife sıfatını öne çıkardı. Hindistan’da çıkan sipahi isyanının, Padişah’ın bir işaretiyle durması; Şarki Türkistan hükümdarı Yakub Han’ın, Sultan Abdülaziz’i siyasi metbu tanıması, emperyalistleri endişelendirdi.
Ve iflas
Donanma sevdası, bir servete mal olmuş, Suriye, Girit, Hersek ve Bulgaristan isyanları, büyük masraf açmıştır. İç ve dış borçlar artmış; bütçe büyük açık vermiştir.
Fakat memlekette girişilen askeri ve iktisadi teşebbüsler nazara alınırsa bu artış anormal değildir. Padişah hazineden kendisine ödenen tahsisatın yarısından vazgeçmiştir.
Devlet tahvilleri dibe vurmuş, Avrupa borsalarında çok kişi zarar etmiştir. Bu iflas haberini evvelden bilen bürokratların hepsi ellerindeki tahvilleri sattığı halde, dürüstlük timsali olan Padişah satmamış, böylece bir servet kaybetmiştir.
Feci son
Hayranı olduğu İngiltere gibi meşrutiyet kurarak, parlamento yoluyla padişahın salahiyetlerini kısmak isteyen Midhat Paşa, Sultan Aziz tahtta kaldıkça gayesine erişmeyi imkânsız görüyordu. Hemen her biri Padişah’tan bir şekilde kurtulmak isteyen devlet ricâli ile darbe hususunda anlaştılar.
Hüseyin Avni ve Midhat Paşa’nın başını çektiği bir darbe komitesi, deli, dinsiz, müsrif ve siyasi işlerden anlamaz olduğu gibi uydurma gerekçelerle Padişah’ı tahttan indirdi. 29 Mayıs 1876’da Veliahd Murad Efendi’yi tahta çıkardı.
Sultan Aziz, sarayından alınarak Topkapı Sarayı’nda amcası Sultan III. Selim’in şehit edildiği daireye hapsolundu. Ailesi de aşağılayıcı bir tarzda saraydan tahliye edildi. Serveti yağma olundu. Harem halkı sokağa atıldı.
Birkaç gün sonra Ortaköy Sarayı’na nakledilen Sultan Aziz odasında bilekleri kesilmiş halde ölü bulundu. Hadiseye intihar süsü verilmişti. Birkaç sene sonra yapılan muhakeme neticesi, Sultan Aziz’in Avni Paşa'nın emriyle katledildiği hukuken sabit oldu.
Rusya ile iyi münasebetler kurması, Londra’yı rahatsız etti. 1876'da İstanbul’a gelen Alphonse de Rothschild’in Filistin teklifini reddetmek, bir ay geçmeden Padişah’a tahtını ve hayatını kaybettirdi. İngiliz matbuatı, Kraliçe’nin darbecilere “soignez le bien” (iyi bakın) diye telgraf çektiğini, onların “saignez le bien” (iyi kanatın) anladığını yazdı.
Çok yönlü bir hükümdar
İyi bir tahsil görmüştü. Arapça, Farsça ve Fransızca’ya vakıftı. Arap edebiyatı üzerine ve içkinin haram edilmesinin hikmetine dair birer risalesi vardır.
Hattattı. Valide Camii’nin arka duvarındaki celi sülüs levha ona aittir. Hatlarının çoğunu lal rengi mürekkeple yazardı.
Spora, ata binmeye, güreşe düşkündü. Askerliğe, bilhassa denizciliğe çok meraklıydı. Güçlü ve gürbüzdü. Sade giyinirdi. Hemen her gün atla veya arabayla İstanbul’un bir semtini gezerdi.
Harem hayatına düşkün değildi. Padişah olana kadar tek hanımla yaşamıştır. Oğlu Yusuf İzzeddin Efendi veliaht iken, İttihatçılar tarafından intihar süsü verilerek öldürülmüş (1916), diğer oğlu Abdülmecid Efendi halife olmuştur (1922).
Memduh Paşa kendisini, yakışıklı, sevimli, sürati intikal sahibi, azametli, ancak nazik olarak tasvir eder.
Keşke bir esnaf olaydım
Sultan Abdülaziz, memleket için çok çalıştı. Kışlalara gitti, askerin yiyecek, giyecek meseleleri ile uğraşıp koğuşlarını teftiş etti. Devletin selâmetini düşünüp, tebaasının sevgisini kazanmak için çalışırdı. Devlet işlerine dair fikir ve mütalaaları dikkate alırdı. Bunun cezasını tahttan indirilip hunharca katledilerek gördü.
Zaman zaman taşıdığı mesuliyetin altında ezilirdi. Başmabeynci Mehmed Bey’e, “Keşke Kapalıçarşı’da küçük bir dükkânı olan esnaf olaydım. Sabah evimden çıkaydım, işime geleydim. Akşam Allah ne kâr verdiyse onunla çoluk-çocuğumun nafakasını alaydım, atıma değil eşeğime bineydim. Yorgun argın, ama kafamın içi bin bir dertle dolmamış olarak evime geleydim. Zevcem güler yüzle, çocuklarım sevgiyle beni karşılayaydı. Elimi yüzümü yıkayıp, sofranın başına geçeydim, çorbamızı zevkle içeydim. Kimsenin derdi bize illet olmayaydı” demiştir.
Kan ağlıyor bütün cihan!
Dinine çok bağlıydı. Mevlevi tarikatine mensuptu. Konya ve Maçka Aziziye Camii’ni yaptırdı. Kâbe’nin iç yüzüne atlastan örtü astırdı. Hac zamanı Resulullah’a hitaben içli mektuplar yazıp gönderirdi
Padişah’ın horoz dövüştürüp, galip gelene nişan taktığı, Jön Türklerin müfritlerinden Ali Suavi’nin uydurmasıdır. Sultan Aziz, halk tarafından en çok sevilen padişahlardan biri olmuş; arkasından “Uyan Sultan Aziz uyan, Kan ağlıyor bütün cihan” diye ağıtlar yakılmıştır.
Midhat Paşa bile ölmeden az evvel yazdığı hatıralarında Sultan Aziz’i, “Akıllı ve uyanık, devletin iyiliğini isteyen, yüksek gayretli, iyi idarenin kanun ve nizam ile olmak lâzım geldiğini herkesten ziyade bilen” bir zât olarak vasıflandırır.
Tahttan indirildikten sonra, yerine geçen yeğenine hitaben yazdığı tezkere, uğradığı felâketlere rağmen, metanetini kaybetmeyen, yüksek bir akıl ve zekâ sahibi zât olduğunun en açık delilidir. Gazetelerde de neşredilen bu tezkerede Sultan Aziz mealen şöyle diyordu:
“Evvel Allah’a, sonra padişahın eşiğine sığınırım. Millete hizmette sarfı mesai etmişsem de hoşnutluk hasıl edemedim. Zatı şahanelerinin, milletin hoşnutluğunu kazanacak hayırlı işlerde muvaffakiyetini temenni ederim. Kendi elimle silahlandırdığım askerin beni bu hale getirdiğini de hatırında tutmasını tavsiye ederim. İnsanlık ve mertlik, sıkılmışlara yardım etmek meziyetidir. Bu sıkıntıdan kurtulmam için bana hususi bir yer tahsis etmesini rica ederim. Saltanat-ı Âl-i Osman’ı Sultan Mecid hazretlerinin hanedanına tebrik ederim.”
TÜRKLER, ARAP BELDELERİNİ NASIL KAYBETTİ?
Cihan Harbi sırasında İngiltere, Arap beldelerini ayrı ayrı kişilere söz vermişti. Harb bitince kıyamet koptu.
22 Ocak 2024 Pazartesi
22.01.2024
Her şey hükümeti eline alan İttihatçıların Tetrîk (Türkleştirme) ve gayrı Türk unsurlara baskı politikasıyla başladı. İktidardaki sacayağının biri Cemal Paşa, Mayıs 1915’te fevkalâde salahiyetlerle Suriye Vâlisi oldu.
Kendisi de bir İttihatçı olan Arap milliyetçisi Şekib Arslan der ki, “Hükümet, müstebid Cemal Paşa’yı vali yapmakla hem ona, hem Araplara, hem de Türklere yazık etmiştir. İktidar gözünü döndürdü. Dalkavuklar kibrini azdırdı. Bu da gözünü kamaştırdı. Zulmünün sınırı yoktu.” (Sürgünde Üç Ölüm)
Milliyetçi yaftası vurduğu kişileri idam ederek halka gözdağı vermek istemesi, Arap halkı üzerinde tatbik ettiği siyasi ve sosyal baskı yanında, harbin doğurduğu ekonomik zorluklar, kıtlık ve açlık, halkı Türklerden nefret ettirdi.
Araplardan kavmiyetçi olanlarla Modernist İslâmcılar zaten Osmanlı hilafetine soğuktu. Ama bunların sayısı azdı. Jön Türk icraatları, çok Arabı buraya itti. Sıradan insanlar, ülkeler ve halklarla, bunların başındaki muhteris diktatörleri birbirinden ayıramaz.
Halkın bir kısmı ve onların hissiyatına tercüman olan muhtariyet veya istiklal taraftarı cemiyetler Türklerden ümidini kesti, başının çaresine bakmanın yollarını aramaya başladı. Halkın bir kısmı, bu işlere karışmayıp beklemeyi münasip gördü. Hristiyanlar ise harbi müttefiklerin kazanıp kendilerini Jön Türk zulmünden kurtarması için dua etmeye başladılar.
Bu tarihte zaten epeydir neredeyse müstakil hâle gelmiş olan Afrika’daki Arap beldeleri, Cezayir, Tunus ve Mısır sömürgecilerin eline düşmüştü. Hindistan yolundaki Aden’e çöreklenen İngilizlerin desteklediği Yemen’deki Şii isyanlarına hükümet mukavemet ediyordu. Sultan Hamid’in diğerleri gibi olmasın diye merkeze sıkı sıkı bağladığı Libya, İttihatçı gafletiyle elden çıktı. Yine de Türklerin elinde Arabistan, Irak, Suriye, Lübnan ve Filistin kalmıştı.
Dinleyecek kulak
Son Mekke Şerifi Hüseyin ve oğulları, yüksek dereceli Osmanlı bürokratlarından idi. Bilhassa Şam Vâlisi Cemal Paşa’nın hukuka, dine, insan haklarına aykırı, keyfî icraatlarından dolayı hükümeti ikaz etti.
Kulak asan olmayınca iki beyanname ile vaziyeti dünyaya duyurdu. İttihatçı hükümet, bundan uyanacak yerde, Şerif’i asi ilan ederek, üzerine asker sevketti. Kanal harekâtına iştirak ederek asker gönderdiği bir esnada isyancı pozisyonuna düşürüldü.
Araplar arasında bir istiklal mücadelesine liderlik edebilecek karizmaya sahip tek kişi olan Şerif, Arap toprakları üzerinde Hâşimî İslâm İmparatorluğu kurmaya teşebbüsten başka çare olmadığını anladı. 10 Haziran 1916’da üç oğlu ile beraber istiklal bayrağını kaldırdı.
Böylece halkı hem İttihatçıların zulmünden hem de harb kaybedilirse başka felaketlerden kurtarmış olacaktı. Mamafih Arapların hepsi onun davetine müspet cevap vermedi/veremedi. Cihan Harbi’ndeki Türk ordusu mevcudunun % 30’u Araptı.
Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa, İttihatçı sempatizanı olduğu halde, ihtilalin İngilizler yüzünden değil, Türklerin Araplara kaba davranışları yüzünden çıktığını söyler. Araplar, Türkleri arkadan vurmadı. Kimse kimseyi arkadan vuramaz. Vurduysa, kabahat vurulandadır: 1-Gafletinden, 2-Vuranı o hâle getirdiği için.
Denize düşen
Her çeşit siyasi faaliyet için İngilizlerle ters düşmemek lazımdı. Onlar da bu bulunmaz fırsatı kaçırmadılar. Mısır’daki mümessilleri McMahon vasıtasıyla Şerif’in projesine sıcak baktıklarını söylediler, hatta başta biraz da yardım ettiler.
Denize düşen yılana sarılır. Ama İngiltere, bu toprakları bir yandan da başkalarına söz vermişti. Filistin, borç para ve patlayıcı madde için lazım olan aseton imali mukabili Siyonistlere vadedilmişti. Suriye müttefik Fransızlara, Arabistan ise İbnüssuud’a peşkeş çekilmişti. Londra’nın bu riyakarlığı, İngilizlerle bedeviler arasındaki irtibatı yürüten meşhur sanat tarihçisi/istihbarat subayı Lawrence’ı bile iğrendirmiştir.
Şerif muvaffak oldu. Hicaz, Irak ve Ürdün adında birer devlet kuruldu. Başına da Şerif’in üç oğlu geçti. Filistin’de İngiliz, Suriye’de Fransız manda rejimi kuruldu. İngilizler Ürdün ve Irak’tan da tam manasıyla çekilmedi. Bugünki Ürdün hanedanı Şerif’in soyundandır.
Bir hiç veya çok şey! için Almanlarla ittifak yapıp adına cihad-ı ekber diyenler, İngilizlerle ittifak yaptı diye Şerif’i suçlarlar. Hürriyet ve istiklal mücadelesini kendileri için şerefli bir hak olarak görür, başkalarından esirger, hatta onları hainlikle itham ederler. Hainlik, nereden bakıldığına göre mana kazanan bir yaftadır.
Meşru padişah/halifeye isyan edip tahttan indiren, ailesini sokağa atan, mallarına konan, böylece Türkleri arkadan vuran nice Jön Türk, yeni devirde kahraman sayılmışken, kendince meşru bir dava için ayaklanan Şerif’e hain demek trajikomiktir.
Mekke Şerifi yapan kim?
16 senedir İstanbul’da yaşayan Şura-ı Devlet azası Şerif Hüseyin’i Mekke Şerifliği’ne Sultan Hamid tayin etti. İttihatçı zihniyetli bazı yazarlar, Padişah’ın Şerif’e itimat etmediğini, hatta bu sebeple İstanbul’da tutmaya itina ettiğini söyleyerek onu bu cihetten gözden düşürmeye çalışırlarsa da doğru değildir.
Bu dedikoduyu, Şerif’in rakibi ve İttihatçıların adamı olan Şerif Ali Haydar çıkarmıştır. Halbuki Şerif Hüseyin ailenin en yaşlısı sıfatıyla hakkı olan bu makama getirilmiştir. Şerif’in Kıbrıs’ta sürgünde iken, güya Raif Denktaş’a yaptıklarına nedamet getirdiğini söylemesi de doğru değildir.
Şerif İngilizlerin adamı olsaydı, İngilizler onu sürmezdi. Sultan Vahideddin ve Şerif Hüseyin, benzer kaderi paylaşmış; Ortadoğu’daki İngiliz politikasının önünde engel teşkil ettikleri için tasfiye olunmuşlardır.
Sükse adına tahrif
Gerek Şerif Hüseyin’in beyannamelerinde, gerekse 1908 Osmanlı meclisinde Mekke mebusu ve bilahare Ürdün Meliki olan oğlu Abdullah’ın Türkçe’ye de tercüme edilen hatıralarında, Şerif ve ailesinin, Sultan Hamid’e ve Osmanlı hanedanına samimi bağlılığını anlamak mümkündür.
Kitabın adı Müzekkirâtî, yani Hatıralarım iken, yayınevinin sükse yapmak için emanete hıyanetle, Osmanlıya Neden İsyan Ettik diye neşretmesi herkesi yanıltmaktadır.
Müzekkirâtî’den başka, Ali Allawi’nin Irak Kralı I. Faysal kitabını okumalıdır. Hatta Naci Kıcıman ile Feridun Kantemir’in Medine Müdafaası adıyla basılan iki Türkçe kitabını insafla okuyanlar, Şerif’in niyetini ve olup bitenleri gayet iyi anlarlar.
Lawrence’ın Seven Pillars of Wisdom adıyla 1926’da neşredilen hatıraları ibretliktir. Mamafih Willy Bourgeois, Türkçe'ye de tercüme edilip 1967'de basılan Lawrence kitabında, kendisini bu işlerdeki rolünü mübalağa eden bir şarlatan olarak vasıflandırır.
Arap ihtilali hakkındaki vesikaları, Mahmud Yunus el-Abbâdî, Evrâku’l-Mağfurin Leh eş-Şerîf Hüseyn bin Ali adıyla 2020 senesinde Amman'da neşretmiştir. Türkiye’de bu mevzuya dair yazılan kitapların hemen hepsi - Hasan Kayalı’nın Jön Türkler ve Araplar kitabı gibi birkaçı hariç- resmî ideoloji istikametinde, taraflı ve tahrifkâr olarak kaleme alınmıştır.
Son perde
1917’de Türklerin elinde sadece Suriye, Lübnan, Filistin ve Irak kalmıştı. Çanakkale’den sonra Türkleri bir müddet rahat bırakan İngilizler, bu tarihte şarktan ve garptan sıkı bir hücuma giriştiler. Irak ve Suriye cephesi kısa zamanda çöktü. İttihatçılar artık Bakü’yü Bağdat’tan daha mühimsiyordu. Arap beldelerini çoktan gözden çıkartmıştı.
Bir tarafta Bağdat ve Musul; beri tarafta Gazze, Kudüs ve Şam düştü. M. Kemal Paşa’nın kumandanı olduğu Suriye cephesinde on binlerce asker silah atmadan İngilizlere esir düştü. Bütün Arap beldeleri, düşman tarafından işgal edildi. Şerif Hüseyin olmasaydı, vaziyetleri Anadolu’dan kötü olurdu.
Mağlubiyetin ardından İttihatçılar iktidardan düşünce, Osmanlı hükümeti, işgal altındaki Arap topraklarına, eski Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndaki Macaristan’ın statüsü gibi halife/sultanın hâkimiyeti altında geniş bir muhtariyet verilmesini; Hicaz ve Yemen’e ise hilâfete merbut istiklâl tanınmasını teklif etti.
Bunlarda mahdut miktarda muhafız kıtası bulundurulacaktı. Osmanlı bayrağı dalgalanacak, adalet sultan namına icra edilecek, paralarda sultanın isminin bulunacak, vakıfların eskiden olduğu gibi devam edecekti.
Böylece, işgal edilen toprakları kurtarmak ve imparatorluğu toparlamak mümkün olabilirdi. Osmanlı hükümeti, hilafet vasıtasıyla İslâm âleminin birliğini muhafaza etmek istiyordu. Sultan Vahîdeddin, Mondros’a giden heyete de bu istikamette talimat verdi. Damat Ferid Paşa, Paris sulh konferansında yine bu teklifi tekrarladı.
Bu proje, başta İngiltere olmak üzere müttefik hükümetlerin hoşuna gitmedi. Artık müttefiklerin Osmanlı Devleti’nin istikbali hakkındaki planları değişmişti. Mustafa Kemal Paşa, harb esnasında İngiliz mümessilleriyle yaptığı görüşmelerden bunu anlamış, çok sayıda Türk yaşadığı halde, Arap vilayetlerinin muhafazasını hiçbir zaman düşünmemiştir.
Kırmızı-siyah-yeşil-beyaz
1918 ve sonrası eski Osmanlı topraklarında kurulan Arap devletlerinin bayraklarında 1916 Arap istiklal mücadelesinin sembolü olan siyah, kırmızı, beyaz ve yeşil renkler bulunur.
Siyah, Abbasileri, kırmızı, Araplığı, yeşil Müslümanlığı ve beyaz da istiklali sembolize eder. Bunun dışında ülkelere göre ufak tefek sembollerle birbirinden ayrılır. Mesela Ürdün bayrağındaki yıldız, yedi tepeli Amman’ı sembolize eder.
Bu bayrak ilk olarak 1916 ihtilali esnasında Hicaz Emiri Şerif Hüseyin’in bayrağında kullanılmış; sonra diğerlerine numune teşkil etmiştir. İngiliz diplomat Mark Sykes tarafından tasmim edildiği söylenir.
XXXXXXXX
DEMOKRASİNİN ÖNCÜSÜ PADİŞAH - SULTAN ABDÜLMECİD
Memleketi sulh içinde yaşatmaya çalıştı. Tuğrasının yanına koydurttuğu çiçek motifi bile bunu sembolize eder.
15 Ocak 2024 Pazartesi
15.01.2024
1839’da 16 yaşında tahta çıktığında kendini büyük bir bâdirenin ortasında buldu. Fransız teşviki ve bazı densiz Osmanlı ricalinin tahriki yüzünden ayaklanan Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa galip gelmişti.
Genç ve tecrübesiz padişah, İngiltere ile anlaşıp, bu felâketi savmayı becerdi.
Sultan II. Mahmud’un Bezmialem Valide Sultan’dan dünyaya gelen oğludur. 31. Osmanlı sultanı ve 96. İslâm halifesidir.
İpler kaçıyor
Tahta çıkar çıkmaz Reşid Paşa’nın hazırladığı Tanzimat Fermanı ile padişah siyaset, yani suçluları bizzat cezalandırma salahiyetinden vazgeçiyordu. Böylece ipler bürokratların eline geçti.
Dünyanın en güçlü devleti olan İngiltere ile iyi geçinme siyasetini güttü. İngiliz sefiri Lord Canning’in tehditvari tavsiyesi üzerine 1846’da Reşid Paşa sadrazam olmuş; artık memleket kabiliyetli, fakat arkasına ecnebi devletleri alan hırslı bürokratların eline düşmüştür.
1840’ta taşralarda Müslüman ve gayrı müslimlerin seçtiği azalardan müteşekkil taşra meclislerini faaliyete geçirerek demokrasinin yerleşmesine öncülük etmiştir.
Tuğradaki çiçek
Vezirlerin şahsi hırslarıyla memleketi sürüklediği Kırım Harbi’nde (1854), Rusya’nın güçlenmesini istemeyen İngiltere, Fransa ve İtalya, Osmanlılara müttefik oldu.
Zafer üzerine Sultan Mecid devletin kırılan itibarını yükseltmeye ve onu düvel-i muazzama (büyük devletler) arasına sokmaya muvaffak oldu. 1856’de imzalanan Paris muahedesi ile Osmanlı Devleti, Avrupa devletler manzumesi arasında sayıldı.
Memleketi sulh içinde yaşattı. Tuğrasının yanına koydurttuğu çiçek motifi bile bunu sembolize eder. Bürokratların birbiriyle rekabeti olmasaydı, bu sulh devresinden ve böyle bir padişahın açtığı yenilik yolundan azami istifade mümkün olabilirdi.
Babası oğullarının tahsiline çok ihtimam etmişti. Sultan Mecid, Arapça, Farsça ve Fransızca bilirdi. Usta bir hattat idi. İcazetini de tahta çıktıktan sonra almıştı.
Kimseye yaranamadı
Avrupa medeniyetini yakalamayı hedeflemiştir. Bir yandan Avrupa hayranı züppelerle, öte yandan Asya çöllerine dönmeyi arzulayan yobazlarla mücadele etmiş; babası gibi o da kimseye yaranamamıştır.
Yüksek bürokratları ve ailesini israftan vazgeçirmek için çok uğraşmış ise de muvaffak olamamıştır.
Saraydan çıkma bir hizmetkâra hazineden maaş bağlanmasına dair hükümetin talebini “Benim hususi hizmetimde bulunan bir adamın, devlet hazinesinden maaşa ne hakkı var?” diyerek reddetmiş, hususi malından maaş bağlamıştır.
Âli Paşa sadrazam, Fuad Efendi hariciye nazırı iken Fransa ile bir dış borçlanma anlaşması imzalanmıştı. Padişah, “Ben devleti öncekilerden nasıl aldıysam, sonrakilere öyle bırakacağım. Eğer borçlanma anlaşması bozulmaz ise istifa ederim” dedi. Bunun üzerine anlaşma bozuldu. Ancak Kırım Harbi sebebiyle ilk dış borç alınmak zorunda kalındı.
Hayattayım ya!
Fevkalâde merhametli idi. Kendisini öldürmek üzere tertiplenen suikast faillerini, “Ben hayattayım ya!” diyerek affetmek büyüklüğünü göstermiştir.
Tıbbiyede okuyan Yahudi çocukları için dinlerinin koşer kaidelerine göre yemek pişiren bir mutfak kurulmasını ve mukaddes günleri olan Şabat’ın (Cumartesi) tatil olmasını emretmişti.
Padişahın demokratlığı bugün bile çok kimseye numune olabilecek derecededir. O zaman Avrupa’da bu hasletlere sahip bir başka hükümdar yoktu.
Hassas tabiati, nezâket ve merhameti yakınları ve ailesi tarafından istismar edildi. Genç yaşta kahrından ölümünün mühim sebeplerinden birisi de budur.
Sultan Mecid, 24 Haziran 1861 tarihinde 38 yaşında vefat etti. Gençliğinden beri vereme müptela idi. Ecdadı içinde en çok sevip hürmet ettiği Sultan Selim’in yanına gömülmesini ve türbesinin onunkinden daha küçük yapılmasını istedi.
İlkler devri
Saltanat devri, hep ilklere sahne olmuştur. Fennin baş döndürücü ilerlemesinden günü gününe haberdar olan Padişah, yeni buluşların en önce ülkesinde tatbikini arzu etmiştir. Dünyanın ilk telgraf hattı İstanbul-Varna arasında kurulmuş, ilk telgrafı da Sultan Mecid çekerek oradaki askerlerin hatırını sormuştur.
İlk demiryolu Aydın-İzmir arasında döşenmiştir. İlk kâğıt para çıkarılmış; yeni mahkemeler ve devletin ihtiyacı olan memurları yetiştirmek üzere Avrupa’dakilerle boy ölçüşen modern mektepler kurulmuştur. Harb Akademisi, Dârülfünun (İstanbul Üniversitesi), Dârülmuallimîn (muallim mektebi), ziraat, orman, telgraf ve ebe mektepleri bunlardandır. Valide Mektebi adlı modern lise, Cağaloğlu'nda padişahın annesi tarafından kurulmuştur.
İlk hususi gazete, ilk nüfus sayımı, ilk banka, ilk devlet salnâmesi (yıllığı), Şirket-i Hayriye adlı vapur işletmesi, Encümen-i Dâniş (ilimler akademisi), Mecidiye (Galata) Köprüsü, Mecidiyeköy semti, belediye teşkilatı, köle ticaretinin yasaklanması, ticaret ve ceza kanunları bu devrin eseridir. Boğaz’a tüp geçit projesi yaptırmıştır. Arazi Kanunnamesi ile toprak nizamı büyük ölçüde yeniden tesis olunmuştur. Para sistemi yeniden tanzim edilmiştir.
Kendi yaptırdığı Dolmabahçe Sarayı’nda oturdu. Burası asrın en zarif sanat eserlerindendir. Memleket gezileri yanında, meclis, kışla, mektep ve tekkeleri ziyaret eder, imtihanlarına, açılış merasimlerine katılırdı. İlk fotoğraf çektiren padişahtır. Donizetti, Liszt, Rossini gibi meşhur besteciler İstanbul’a gelip O’nun için marşlar bestelediler.
Bize sığınanı vermeyiz!
1848’de Macarlar, Avusturya’ya, Lehler de Rusya’ya karşı istiklâl emeliyle ayaklandı. İsyanlar sert bastırıldı. Milliyetçiler sınırı geçerek Osmanlı topraklarına sığındı. Sultan Mecid bunlara iltica hakkı verdi ve ısrarlara rağmen iade etmedi. Bu hareketi dünya amme efkârında büyük bir hayranlık uyandırdı ve memleketin itibarını yükseltti.
O zamana kadar âdet olmadığı halde, ilk defa ecnebi sefarethanelerine iade-i ziyarette bulunarak diplomatik münasebetlere katkıda bulunurdu. İlk yabancı nişan kabul eden padişah da Sultan Mecid’dir. Fransa’nın Legion d’Honneur nişanını ve İngiltere’nin Dizbağı Nişanı’nı kabul etti.
Korkunç bir açlığın pençesindeki İrlanda’ya para ve gıda yardımı yaptı. Öyle ki, bunun mikdarı, İngiltere Kraliçesi Victoria'nın kendi halkına gönderdiğinden yüksek olduğu için, tamamı kabul edilmedi.
Mukaddes Beldeler
İslâm hükümdarlarından, Haremeyn’e en çok hizmet eden Sultan Mecid’dir. Mescid-i Haram’ı ve Mescid-i Aksâ’yı esaslı tamir ettirmiş; Altın Oluk’u yenilemiştir.
Mescid-i Nebevî’yi orijinal binası üzerine ve sütunların bile yerleri bozulmadan yeniden inşa ettirmiştir. Hücre-i Saadet’e döşenmek üzere gönderdiği kâşî tuğlalar altına el yazısı ile kendi ismini mütevazıyâne yazmıştır.
Mescid-i Nebevî’nin eski şeklinin 53 defa küçültülmüş hâlini İstanbul’da Hırka-i Şerif Câmii’ne koydurtmuş; tamiratı bunun üzerinden aldığı raporlarla takip etmiştir.
Beni oturtun!
Dindardı. İstanbul’un en zarif câmilerinden Ortaköy (Büyük Mecidiye) Câmii’nden başka, Beşiktaş-Ortaköy arasında Küçük Mecidiye, Maçka-Nişantaşı arasında Teşvikiye ve Fatih’te Hırka-ı Şerif Câmilerini yaptırdı. Ayasofya’yı esaslı tamir ettirerek yıkılmaktan kurtardı.
Annesiyle beraber Yahya Efendi Tekkesi’nin Nakşibendi Şeyhi Mehmed Nuri Efendi’ye mensuptu. Bu tekkeye çok maddî yardımda bulunmuştur.
Vefat döşeğinde iken hocasının çağrılmasını istemiş; Nuri Efendi de padişahın başucunda önce Kur’an-ı kerim okumuş, sonra salavat getirmeye başlamıştır. Bir zaman sonra Padişah da kendisine katılmış, beraberce tevhid ve istiğfar söylemiş, kan kusarak şehiden vefat etmiştir.
Vefatından bir gün evvel hasta yatağında yatarken, mühim evrak kendisine okunurken, sıra Medine ahalisinin bir istidasına geldiğinde, “Durun, okumayın! Beni oturtun!” buyurdu. Arkasına yastık koyup, oturtuldu. “Onlar, Resulullah efendimizin komşularıdır. O mübarek insanların dilekçesini yatarak dinlemekten hayâ ederim. Ne istiyorlarsa, hemen yapınız! Fakat okuyunuz da kulaklarım bereketlensin!” dediğini Hicaz’da vazife yapan ve Hicaz tarihi yazan Eyüp Sabri Paşa anlatıyor.
Siz beni kötü tanıttınız!
Hükümeti halkın gözünden düşürmek için el altından tahrik edilen softalar ayaklanmasında, Padişah Fatih Câmii’ne giderek kıyamı teskin etmek istemiş, vezirler “Aman efendim gitmeyin, hocaların niyeti kötü” diye karşı çıkınca “Hocalar hiç de kötü adamlar değildir. Onlara siz beni kötü tanıttınız” diyerek dediğini yapmış, atalarından miras cesaretiyle kıyamı teskine muvaffak olmuştur. Hatta yanına muhafız olarak verilen bir süvari bölüğünü “Umumen halk aleyhimizde olduğu takdirde, bir bölük süvari beni muhafaza edemez” diyerek geri çevirmişti.
Yakışıklı, güzel giyinen, iyi yaşamasını seven nezih bir zât idi. Bu sebeple yenilikçilerle ham sofular el ele vererek padişahı halkın gözünden düşürmeye çalışmıştır. Babası gibi istemediği halde çok düşman edinmiş; Frenk hayranlığı, sefahat ve israf ile itham olunmuştur. Hatta dini ve hukuki hakkı olan harem hayatı bile suç olarak gösterilmiştir. Babası kadar sağlam iradeli olmaması, merhamet ve nezaketi belki de yegâne zaafıdır.
XXXXXXXXXXX
AVRUPA’DA KRALİÇELER DEVRİ SONA ERİYOR
Danimarka kraliçesi Margrethe, 50 sene evvel tahta çıkarken, “Allah’ın yardımı, halkımın sevgisi, Danimarka’nın gücüyle” diye yemin etmişti. Bu sözler ona hayat rehberi oldu.
8 Ocak 2024 Pazartesi
8.01.2024
Danimarka Kraliçesi, 14 Ocak’ta saltanatının 52. senei devriyesinde tahtı 55 yaşındaki oğlu Prens Frederick’e devredeceğini beyan etti. Böylece kraliçeler devri sona eriyor. Hollanda’da Kraliçe Beatrix oğlu Willem-Alexander lehine feragat etmişti. İngiltere Kraliçesi Elizabeth’in ölümüyle taht oğluna geçti. Şimdi de Kraliçe Margrethe tahtı oğlu Prens Frederick’e bırakıyor. Böylece yarım asır sonra Danimarka tahtına bir erkek oturmuş olacak.
Daisy (Papatya)
Danimarka’yı çocukken Andersen masallarından tanırdık. Sonra tahta bir kraliçe çıktı. O zaman Avrupa’nın 4. kraliçesi olduğu, kadın hükümdarların arttığı konuşulmuştu.
1947’te tahta geçen Kral IX. Frederick demokrasiyi hazmeden, iyi huylu ve ailesine bağlı bir kraldı. İsveç Kralı Gustav Adolf’un kızı Ingrid ile evlendi. Üç kızı oldu. Lex Salica isimli bin yıllık veraset kanunu mucibince Danimarka’da kadınlar tahta geçemezdi. Taht kralın kardeşi Prens Knud’un hakkıydı.
Ancak harb sonrası kral ve ailesi, bilhassa sempatik kızları o kadar popüler oldu ki, 1953’te parlamento kadınların da tahta çıkabileceğini kabul etti. Bu karar referandumda da kabul gördü. 1972’de veliahd prenses Margrethe tahta geçti.
Tahta çıktığında 32 yaşındaydı. Dışa dönük, mütevazı ve şeffaf hayatıyla, krallığın modern zamanlara intibakında büyük bir rol oynadı. İtibar ve popülarite kazandı. Böylece halkın monarşiye desteği % 80’e çıktı. Tahta çıkarken sarfettiği, “Allah’ın yardımı, halkımın sevgisi, Danimarka’nın gücüyle” sözleri rehberi oldu. Ailesi ve halk 1.82 boyundaki kraliçeyi, “Daisy” (Papatya) diye anar.
Kraliçe olmasaydı…
Kraliçe, İngiltere’de bir sene yatılı lise okuduktan sonra, Cambridge’de arkeoloji, Kopenhag Üniversitesi’nde siyaset, Aarhus Üniversitesi’nde felsefe okudu. Sorbonne’da sosyal ilimler, Londra’da ekonomi tahsili gördü. Hava kuvvetlerinde yedek subaylık yaptı.
Ama sanata meraklıydı. Ingahild Grathmer takma adıyla Yüzüklerin Efendisi kitabının çizimlerini yaptı. Kraliyet tiyatrosunun kostümlerini dikerdi. Andersen masalları sahnelenirken koreografisini ve kostüm dizaynını yapardı. Pek çok kilise papazının cüppesini elleriyle işlerdi. İşçi tulumuyla arkeolojik kazılara katılırdı. Eline fırça alıp merdivene çıkarak boya yapardı.
“Kraliçe olmasaydım ya arkeolog ya da ressam olurdum, bu iki mesleğin arasında seçim yapmak zorunda kalmadığım için şanslıyım” derdi. 2013’te çizimlerini Aarhus’daki bir sanat galerisinde teşhir etti. Sigara tiryakiliği reaksiyona sebep olmuştur.
Danca, Norveççe ve İsveççe’den başka Fransızca, İngilizce ve Almanca’yı iyi bilir. 1982’de Simone de Beauvoir’ın Tous Les Hommes Sont Mortels (Bütün İnsanlar Ölümlüdür) kitabını Danca’ya tercüme etti ve H. M. Vejerbjerg takma adıyla bastırdı.
“Allah Danimarka’yı korusun!”
Danimarka hükümdarı, başbakanı vazifelendirir, kabineyi tasdik eder, kanunları veto edebilir. Madalya verebilir. Örfi idare ilan edebilir. Mahkumları affedebilir. Grönland ve Faroe’nin de hükümdarıdır. İzlanda 1944’te Danimarka’dan istiklalini almıştır.
Zengin bir hükümdar değildir. Hazineden tahsisat alır. Saray masrafları, bakım ve tamiri, yurt dışı seyahatleri hep buradan karşılanır. Hanedanın rey verme hakkı vardır, ama tarafsızlık adına kullanmazlar.
Kraliçe her sene yılbaşı gecesi akşamı halka hitap eder. Geçen yılı anlatır. İstikbale dair ümitlerini sayar. Sözlerini “Allah Danimarka’yı korusun’’ diye bitirir. Bu sene konuşmasında tahttan feragat edeceğini söylemesi sürpriz olmuştur.
Taçlı reisicumhurlar
Danimarka’ya IX. asra doğru Cermen kavmi Jutlar yerleşti. İki asır içinde Hristiyanlık memlekete yayıldı. Gemici/korsan Danlar, 1013’te İngiltere’yi işgal ettiler. İngilizcede bu sebeple çok sayıda Danca kelime vardır. Norveç’ten Estonya’ya kadar bütün Baltık sahillerini ele geçirdiler. Zamanla da çoğunu kaybettiler.
Şimdi Danimarka, İsveç ve Norveç, dünyanın en demokratik ve istikrarlı memleketleridir. Komünizm ve faşizm felaketleri arasında demokratik sükûnet idealini fiiliyata çıkarmaya muvaffak olmuşlardır. Üç hükümdarın arası gayet iyi olup, zaman zaman müşterek meselelerde bir araya gelip istişare toplantıları yaparlar.
Halk hükümdarlarını o kadar sever ki, vaktiyle, bu üçünde cumhuriyet ilan edilse, halk kralları reisicumhur seçer derlerdi. Bu sebeple Taçlı Reisicumhurlar diye anılmışlardır.
Tarihte İsveç ile Danimarka arasında el değiştiren Norveç 1905’te istiklalini aldı. Norveç ileri gelenleri Danimarka kralının kardeşi Haakon’u kral seçtiler. Tıpkı Hollanda ve Lüksemburg gibi, bu iki memleketteki hükümdar aynı hanedandandır. Haakon, Prens iken 1894’te Sultan Hamid’i ziyaret etmişti.
Danimarka Avrupa’nın en eski krallığıdır. Hanedan 783’te ölen Harald’a dayanır. Saksonyalı Alman Oldenburg hanedandan Schleswig-Holstein dükleri veraset yoluyla 1448’den beri tahttadır.
Osmanlı-Danimarka münasebetleri Sultan III. Osman zamanında 1756’da Kral V. Christian’ın talebi üzerine imzalanan ticaret anlaşmasıyla başladı.
Krallar ve kraliçeler fabrikası
Kraliçe’nin büyük dedesi Kral VIII. Frederick, liberal, mütevazı ve samimi bir hükümdardı. Tahta çıktığında 63 yaşında ve hastaydı. Nice seyahati dönüşünde, Hamburg'da kısa bir mola verdi. 14 Mayıs 1912 akşamı Jungfernstieg’de tek başına yürüyüşe çıktı. Baygınlık geçirip bir banka çöktü. Bir polis memuru ölü olduğunu farkedip Hafen hastanesine kaldırıldı.
Kral VIII. Frederick’in kızkardeşi Prenses Aleksandra İngiltere kralı ile, Prenses Dagmar da Rus çarı ile evlendi. Erkek kardeşi Prens Valdemar’a 1886’da Bulgaristan tacı teklif edildi, kabul etmedi. Prens Valdemar 1884’te Sultan Hamid’i ziyaret etmiştir.
Öbür kardeşi Prens Wilhelm ise 1863’te Yunan tacını kabul etti. Bugünki Yunan kral hanedanı bunun soyundandır. Edinburgh Dükü bu soydan olduğuna göre, III. Charles’ın krallığı ile İngiltere’de Oldenburg hanedanı başlamış demektir.
Saraya hapis kral
Kraliçe’nin dedesi Kral X. Christian, 1912’de tahta çıktı. Yanında muhafızları olmadan atıyla şehirde gezerdi. 1920’de seçimi kazanan sosyalistlere hükümeti vermek istemedi. Bunlar umumi grev tehdidinde bulununca boyun eğdi.
Danimarka I. Cihan Harbi’ne girmedi. Ama II. Cihan Harbi’nde birkaç saat mukavemetten sonra Almanlarca işgal edildi. İsveç demirinin kolayca nakledilmesi için Norveç ve Danimarka limanlarına ihtiyaç vardı.
Halk arasında mukavemet hareketi kuruldu. Naziler, mukavemetin Kral X. Christian’ı ve ailesini saraya hapsetti. Buna rağmen veliahd Frederick ve karısı el altından mukavemete yardım etti. Yahudileri Nazilere teslim etmeyip, % 95’ini tarafsız İsveç’e kaçırmaya muvaffak oldu. Kral, sabotajcıların idamına dair Nazi talebini kabul etmedi. Mukavemetçiler sarayda saklandı, planlar saraydan yürütüldü.
Dışlanmışlık hissi
Kraliçe’nin kocası Henri de Monpezat (1934-2018) bir Fransız kontudur. Babası Fransız Hindiçini’nde vazifeliydi. Henri de burada yetişti. Paris Sorbonne’da hukuk ve siyaset okudu. Hariciyeye intisap etti.
İngiltere’de iken Londra Ekonomi Okulu'nda okuyan veliaht prenses Margrethe ile tanıştı. 1967’deç evlendiler ve 4-5 haftalık balayını Kuşadası ve Antalya’da geçirdiler. Kont hemen Protestanlığa geçti ve Danca’yı öğrendi. Şiire ve aşçılığa meraklıydı. Çok sayıda şiir kitabı bastırmıştı.
Konta, kraliçelerle evlenenlerin taşıdığı Prens Konsort unvanı verildi. Kral unvanını alamamak prensi sukutu hayale uğrattı. Ardından Veliahd Frederick ve Joachim’in doğumuyla protokolde geriye düştüğüne içerledi. Bunu hep bir takıntı haline getirdi. Hatta 1997’de neşrettiği hatıralarında bir erkek için eşi ile aynı seviyeye konulmamanın zor olduğunu söyledi.
Nihayet Danimarka’yı terk edip Fransa’ya yerleşti. Kraliçe kocasını ikna etmek üzere Fransa’ya gittiyse de muvaffak olamadı. Nihayet Kont Danimarka’ya döndü. Ama kırgınlığını muhafaza etti.
Vefatından evvel Kraliçe ile aynı yerde gömülmek istemediğini beyan etti. İsteği kabul edildi. 2018’de de vefat etti. Cesedi yakılarak külleri denize atıldı ve bir kısmı da sarayın bahçesine gömüldü.
Yeni kral
Kraliçe’nin oğlu, X. Frederick adıyla kral olacak. Aarhus ve Harvard’da siyaset okudu. Donanmada vazife yaptı. Dağ sporlarına meraklıdır, öyle ki geçenlerde ağır bir kaza geçirerek ölümden kıl payı kurtulmuştur.
O da zamane prenslerinin çoğu gibi halktan bir kıza gönlünü kaptırdı. 2000 yaz olimpiyatlarında tanıştığı Avustralyalı matematik öğretmeninin hukukçu kızı Mary Elizabeth Donaldson ile 2004’te evlendi. Gelin 33 yaşındaydı.
Dört çocuğu oldu. Babasının tahta geçişiyle 17 yaşındaki Prens Christian veliahd olacaktır. 500 senedir krallar, Christian ve Frederick diye devam ederdi. Kraliçe Margreth işi bozmuştur.
Kraliçe’nin küçük oğlu Prens Joachim (1969) Danimarka ordusunda subaydır. 1995’te kendisinden 4 yaş büyük bir Hong Konglu ile evlendi. İlk defa sarı ırktan biri Avrupa’da kraliyet prensesi oluyordu. İki çocukları olduktan sonra ayrıldılar. Prens bir Fransız ile evlendi, bundan da iki çocuğu oldu. Aile şimdi Fransa’da yaşıyor.
Kraliçe, 2022’de hanedanda küçültme politikası çerçevesinde küçük oğlunun prens/prenses unvanlarını kaldırdı. Çocuklar sadece dedelerinden gelen Montpezat kont ve kontesi unvanını taşıyacak.
Kraliçe’nin kız kardeşi Prenses Anne Marie, geçenlerde vefat eden Yunanistan kralı Konstantin’ın zevcesi ve son Yunanistan kraliçesiydi.
TÜRK AİLESİNDE KİME NE DENİR?
İmtihan sualleri: Enişte kim? Baldız kim? Görümce kim? Elti kim? Türk cemiyeti kadar aile rabıtaları fazla ve karışık olan bir cemiyet yoktur. Kim kime ne diyeceğini çok zaman çıkaramaz.
1 Ocak 2024 Pazartesi
1.01.2024
Bir talebem, hala veya teyze demek aklına gelmemiş veya irtibatın yakınlık derecesi hakkında karar kılamamış olacak ki, yanındaki arkadaşını “eniştemin oğlu” diye tanıttı. Çok kişi akrabalık bağlantılarından haberdar değildir.
Mamafih Türk cemiyetindeki aile rabıtaları, başka cemiyetlerdekinden çok ve karışıktır. İngilizcede, uncle deyince amca ve dayı, aunt deyince hala ve teyze, brother-in-law deyince enişte ve kayınbirader, sister-in-law deyince de yenge ve baldız işin içinden çıkar.
Dünyanın en zengin lisanlarından Arapça’da bile, enişte, baldız, elti, görümce, hatta kaynana, kaynata gibi kelimelerin muadili yoktur. Türk milletini Türk milleti yapan, (şimdi herkesin muhalif olduğu) “aile”dir.
Gelin-Güvey
Cemiyetlerin çoğu gibi, Türk ailesi de pederşahi (patriarkal – babaerkil) bir vasıftadır. Nitekim kız, kocasının evine gelir. Buna gelmek fiilinden “gelin” denir. Nikahlanınca ayrı eve çıktığı için “evlenmek” tabiri doğmuştur.
“Damat”, nişan konmuş (nişanlı, başı bağlı) manasına tamgat kelimesinden gelir veya Farsça’dır. Damada da kız hakkında göz kulak olan kişi manasına “güvey” (güdey, göde) adı verilir. “Kadın” da katmak fiilinden gelir ki, erkeğin ailesine katılan demektir. Soğdca katun (dişi) kelimesinden gelmiş de olabilir.
Bunun istisnaları elbette vardır. Oğlanın bilhassa zengin veya tek kız sahibi bir aileye damat olup kızın evinde oturduğu vakidir. Buna içgüveyi derler ki, cemiyette statüsü pek düşük, hâli pek perişan görülür ki, hatır sorulduğunda bazen verilen bedbin, “İçgüveyinden hallice” tabiri bunu ifade eder.
İşin aslına bakılırsa avantajlı bir iştir. İçgüveyi hazır eve çamaşırıyla gelir, masrafa bir kuruş karışmaz. Anadolu’da yadırgansa da bir zamanlar İstanbul’da damadı eve almak adetti. Nazenin kızları dışarı vermeye ailelerin gönlü razı gelmezdi. “Gelin-güvey olmak” içli dışlı olmak demektir. Karı koca artık birbirinin sırrıdır.
Çocukların anası
Gelin, bir müddet evlendiği ailenin ferdlerine isimleriyle hitap etmez. Yaşmağını yanlarında indirmez. Kayınpederi ve kayınvalidesi ile de işaretle konuşur. Buna gelinlik etmek denir. Bir müddet sonra kendisine izin verilir. Çerkezlerde bu ömür boyu sürebilir.
Kibar beyler eşini, refika (Arapça arkadaş), halile (A. dost), zevce (A. eş), hanım (Eski Türkçe han eşi), familya (Frenkçe) diye anarken, Anadolu’da erkeklerin avrat (A.avret), hatun (Farsça), kaşık düşmanı, çocukların anası diye andığı da vakidir.
Kibar bir hanım eşini, zevcim, beyim, efendim diye anarken, avam için koca, bizim herif, bizim bey, bizim efendi, herif (A. iş sahibi), adam, ayvaz (arkadaş) veya “çocukların babası”dır. Kocanın, Farsça hoca’dan gelme ihtimali kuvvetlidir.
Kocanın babası “kayınpeder” (kaim-i peder, baba yerine geçen) veya “kaynata” (kayın-ata), annesi ise “kayınvalde” (kaim-i valide) veya “kaynana”dır. Aynı şey damat için de caridir. Kibar İstanbullular “beybaba” ve “hanımanne” derdi.
Dünür (düğür) ve düğün aynı köktendir. İşi düğleyen (bağlayan) demektir. Şimdi insanlar, gelini veya damadının anne ve babasına dünür diyor.
Tarlayı taşlı kızı kardaşlı yerden al!
Kocanın veya kadının erkek kardeşi “kayınbirader”dir. Kaim-i birader = birader yerine geçen. Kayın denince de kayınbirader anlaşılır. Damat, argoda veya samimi jargonda “kayınço” (kayın-aça) denen kayınbiraderiyle umumiyetle iyi anlaşır. “Aça” = erkek kardeş. “Tarlayı taşlı, kızı kardaşlı yerden al!” sözü meşhurdur.
Kadının kız kardeşi “baldız”dır. Baladız, Türkçe küçük kızkardeş demektir.
Kocanın kızkardeşi “görümce” veya “görüm” diye anılır. Gelini, kardeşi için ilk “gören” olduğu için bu ismi aldığı söylenir. Aynı erkeğe paylaşmak derdinden dolayı gelin ile görümce arası limonidir. Ama bir de anlaşırlarsa, kız kardeşten ileri olurlar.
Erkek baldızını, kadın görümcesini küçükse ismiyle, büyükse abla; kadın ise kayınbiraderini hangi yaşta olursa olsun ağabey veya ağapaşa diye anar.
Öksüz ve Ögey
“Dede” ve “nine” için Arapça “ced” ve “cedde” denir. Dede için büyükbaba, nine için babanne veya annane tabirleri son zamanlara aittir. Eskiden dede için efendi baba, hacıbaba, ağababa, nine için haminne tabirleri de kullanılırdı. Anadolu’da büyükanne için “ebe”, “eme” veya “ece” derler.
“Baba”, üniversel bir tabirdir. Eski Türklerde ve Anadolu’da “ata” tabiri kullanılırdı. “Anne” (ana) çocuk dilinden gelir. Kibar Türkler “peder” ve “valide” derdi. İlki Farsça, ikincisi Arapça’dır. “Ök” anne demektir. “Öksüz” annesiz, “ögey” (üvey), anneden kardeş demektir. Baba bir kardeş için üvey denmez.
Üvey anne ve üvey baba, “cici anne” ve “cici baba”dır. “Babalık” ve “analık” da denir.
Mahdum ve Kerime
Kadının ilk evliliğinden olan çocuk “taygeldi” diye anılır. Üvey çocuklar için “oğulluk” veya “kızlık” denir.
Oğul ve kız yerine, eskiden “mahdum” ve “kerime” tabirleri de kullanılırdı. Mahdum, hizmet olunan, kerime, gözbebeği demektir. Zannedilenin aksine ebeveynin en kıymetli çocuğu kızıdır. Aileye işgücü katkısından dolayı erkek çocuk üstün gibi gözükse de…
“Torun”, genç manasına tor kelimesinden gelir. Eskiden hafîd ve hafîde kullanılırdı. Erkekten ise sıbtî, kızdan ise sulbî torun diye anılırdı.
Büyütmek üzere eve alınan çocuk “evlad-ı manevi”, “evlatlık” veya daha hafif tabirle “besleme”dir. Çocukluğundan beri ailenin yanında hizmetkârlık yapanlar kendisini aileye vakfedenler aileden sayılır ve emektar diye anılır. Ahiret kardeşi, “ahretlik” diye çağrılır.
Emmi-Emmite
Erkek kardeş büyükse “ağabey”, küçükse “birader”; kız kardeş büyükse “abla”, küçükse “hemşire” veya “bacı” diye anılır. Kardeş, “karındaş”tan gelir. Ağabeye yalnız “ağa” veya “efe” yahut “eke” dendiği de vakidir. “Ekelenmek” (ağabeylik taslamak) diye bir tabir vardır.
“Hemşire”, aynı yerden süt emmiş demektir. Süt anneye, “süt nine” veya “daya”, süt kardeşe “emiş” denir. Bunlar arasında evlenme yasağı olduğu için aileden sayılır.
Babanın kardeşleri “amca” ve “hala”, annenin kardeşleri “dayı” ve “teyze”dir. Amca (amuce, abuce), baba (apa) gibi demektir. Anadolu’da kullanılan emmi, Arapça amca manasına amm kelimesinden Türkçe’ye girmiştir. Bir evvelki kuşaktan ise büyük amca, büyük hala, büyük dayı, büyük teyze denir.
Türkler babanın kızkardeşine “bibi” der. Hala, Arapça teyze demektir, yanlış olarak babanın kızkardeşi olarak kullanılmaktadır.
Dayıya dayan!
“Dayı”, tay-ağa (anne kardeşi) kelimesinden gelir. Tay anne tarafını ifade eder. Dayanmak fiilinden geldiği de söylenir: Tayağ (dayanılan şey). Baba ve amcasıyla resmî olan çocuk için dayı, dayanak noktasıdır. Çocuğun her sıkıntısı ile dayı alakadar olur. Kız istemeye dayı gider. Oğlanı mektebe dayı yazdırır. Argoda “dayısı olmak” tabiri buradan gelir.
Annenin kızkardeşine “eze” denir. Dayı ve eze bir araya gelerek dayaza -> “teyze” tabiri doğmuştur. Eze, abla için de kullanılır.
Hala, teyze ve kızkardeşin kocası “enişte”, amca, dayı ve erkek kardeşin hanımı “yenge”dir. Yenge Türkçe “öte yakadan gelen” manasınadır. Anadolu’da yenge için “gelin aba” tabiri de vardır.
Farsça’da zengin manasına anguşte tabiri vardır; ama buradan geldiği belli değildir. Tay-yezne’den geldiği de söylenir. Yezne/yeste, damat demektir. İki ailenin ortak kardeşi manasına ini-şte kelimesiyle de irtibat kuranlar vardır.
Düğünde geline refakat eden kadına da yenge denir. Bunun erkek muadili “sağdıç”tır. Çocuğu sünnette tutan adama “kirve” (kivra) denir ve Anadolu’da bu irtibata ailevi bir ehemmiyet verilir, hatta bazıları kirve çocuğu ile evlenmez.
Elti gemisi
İki kardeşle evli olan kadınlar “elti”, iki bacıyla evli olan erkekler “bacanak”tır. Bacanak, bacı-nak veya ba-cenah (Farsça aynı cenahtan) kelimesinden geliyor olabilir. Ailede en iyi anlaşanlar bunlardır.
Elti, yüksek mevkideki hanım manasına bir iltifat tabiridir. Ama ailede birbiriyle en problemli olan kişiler bunlardır. “Kuma gemisi yürümüş, elti gemisi yürümemiş” sözü meşhurdur. Ama anlaşırlarsa, önlerinde kimse duramaz.
Bir erkeğin müteaddit hanımları, birbirine “kuma” veya “ortak”tır. Ama yüzlerine kardeş diye hitap ederler.
Erkek veya kız kardeşin çocuğuna “yeğen” derler. Nazını geçirdiği için “yiyen” diye takılırlar. Şimdi “kuzen” diye anılan amcazade, halazade, dayızade ve teyzezade yerine, hangi kuşaktan olursa olursa olsun, yeğen denirdi. Anadolu’da bazı yerlerde teyze çocukları birbirine “böle” diye hitap eder. Tatarca aynı kundağa sarılmış demektir.