Hak dinden habersiz olanların (fetret ehlinin) dinî konumu
İslâm âlimleri fetret kavramını "Ey ehl-i kitap! 'Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi' demeyesiniz diye, size peygamberlerin arasının kesildiği bir sırada hakkı açıklayan resûlümüz geldi." (el-Mâide 5/19) anlamındaki âyette yer alan "alâ fetretin mine'r-rusül..."ifadesinden hareketle tanımlamaya çalışmışlardır.
Buna göre fetret "peygamberlerin gönderilmesine ara verildiği ve vahyin kesildiği ara dönem", "bir peygamberin ölümü ile diğerinin gelmesi arasında geçen zaman, özellikle Hz. İsâ ile Hz. Muhammed arasında dinî hayatta durulma ve gevşeme devresi olan zaman"olarak tanımlanmıştır. Fetret dönemi ise özellikle Hz. İsâ ile Hz. Muhammed arasındaki peygambersiz geçen ara döneme alem olmuş, gerçekte herhangi iki peygamber arasında vahiy ve risaletin gönderilmesine ara verildiği, hak dinin temel mesajlarının silinmeye yüz tuttuğu dinî durgunluk ve zayıflık dönemleri demektir.
Terim mânasındaki bu fetretin mevcudiyeti âyet, hadis, tarihî ve sosyal realitelerle sabittir. Mu'tezile dahil bütün İslâm âlimleri de bu hususta ittifak etmişlerdir. Zira Hz. Âdem'den beri yeryüzünün şu veya bu bölgesinde daima hak bir dinin mevcudiyetini koruması fetretin vukuuna engel teşkil etmemektedir. Çünkü söz konusu olan hak dinin yeryüzünden tamamen silinmiş olması değil, hak ve batılın birbirine karışması, hak dinin insana veya insanın ona sağlıklı ve doğru bir şekilde ulaşıp ulaşmamasıdır. Bu perspektiften düşünüldüğünde hangi sebepten olursa olsun Hz. Peygamber'den önce ve sonra davetin ulaşmadığı veya çarpıtılmış olarak ulaştığı dönemlerin bulunması daima mümkündür.
Hz. Peygamber'den sonra fetret mümkün mü?
Konuyla ilgili âyet ve hadislerden hareketle İslâm âlimleri fetret döneminin özelliklerini ve fetretin tahakkuk şartlarını ortaya koymuşlar, bu nitelikleri Hz. Peygamber'den sonrasına kıyaslayarak Hz. Muhammed'den sonra da şartlar oluştuğu takdirde fetret dönemlerinin olabileceğine hükmetmişlerdir. Bu özellik ve şartlar şunlardır:
1- Peygamber ve vahyin gönderilmesine ara verilmesi.
2- Bu kesintinin uzun bir zaman dilimini kapsaması veya iki hak din arasındaki zaman uzaklığı.
3- Dinî cehâlet ve gafletin yaygınlık kazanması.
4- İlahî dinin asıl ortaya çıkıp yayıldığı kültürel-coğrafî bölgeye olan uzaklık.
Meselenin en önemli yönlerinden birini de Hz. Muhammed'den sonra fetretin mümkün olup olmadığı hususu oluşturmaktadır. Cüveynî, Eş'ârî, Ebû İshâk el-Isferâyinî gibi bir kısım âlimler, bütün ilâhî dinler gibi İslâmiyet'in de fetrete uğrayabileceğini, bütün dinlerin/şeriatların fetrete uğramasının aklen mümkün olduğunu kabul etmişlerdir. Hz. Peygamber'den sonra İslâm davetinin ulaşmadığı kimselerin bulunmadığını ileri sürmek sadece teorik değil, muhtelif psiko-sosyal engellerin mevcudiyetine binaen yaşanan hayat gerçekleriyle de uyuşmamaktadır. Nitekim iletişim çağı diye adlandırılan yüzyılımızda bile bazı toplulukların İslâm'dan ya hiç haberdar olmadıkları veya çarpıtılmış olarak ya da çok yüzeysel şekilde haberdar oldukları bilinmektedir.
Çeşitli gerekçeler ileri sürülerek Hz. Peygamber'den sonra fetret ehli veya bu konumda bulunan kimselerin varlığı göz ardı edilemez. Zira konu dünyanın herhangi bir yerinde hak dinin mevcut bulunup bulunmaması değil, hak dinin temel hakikatlerinin insanlara veya insanların ona sağlıklı olarak ulaşıp ulaşmamasıdır. İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu fetretin ve ehlinin Hz. Muhammed'in bi'setinden önceki zamanlarda ismen ve fiilen, bi'setten sonra ise en azından hükmen var olduğunu kabul etmişlerdir. Ancak bu noktada İslâm âlimleri 'fetret ehli' tabirini kullanmada hassasiyet göstermişler, Hz. Muhammed (sas)'den sonra kendisine İslâm daveti ulaşmayanları ifade etmek için doğrudan fetret ehli terimini kullanmamışlar, bunun yerine "kendilerine İslâmî davet ulaşmayanlar", "sît-i nebi"ve "şâhik-i cebelde yaşayanlar"gibi ifadeleri kullanmışlardır.
Fetret Ehlinin Mesuliyeti
Fetret ehlinin mesuliyeti İslâm âlimleri tarafından fetret ehli ve bu hükümde bulunanların itikadî sorumluluklarına dair genel olarak dört görüş ileri sürülmüştür.
a) Hiç sorumlu olmadığını benimseyenler:
Evzâî, Süfyan es-Sevrî, İmam Mâlik, Dâvûd ez-Zâhirî, Şafiî, Eş'arî, İbn Hazm, Subkî Beyzâvî ve Celâleddin es-Suyûtî gibi Eş'arî ve Şafiî mezhebine mensup âlimlerin büyük çoğunluğu, Hanbelî ve Malikîlerin bir kısmı ile Buhâralı Mâturîdî bilginler bu görüşü kabul etmişlerdir.
Bu görüşte olanlara göre fetret ehli ile İslâm daveti dahil olmak üzere hiçbir peygamberin daveti kendilerine ulaşmayan, herhangi bir dinî inanca ve metafizik düşüncelere sahip olmadan tam bir gaflet içinde yaşayan kimseler, hiçbir dinî yükümlülüğe sahip değildirler. Böyleleri putperest, müşrik ve hatta ateist bile olsalar mazurdurlar, dinî bir sorumlulukları yoktur. Zira din gelmeden ve davet ulaşmadan önce insanların fiillerine Allah'ın herhangi bir hükmü taalluk etmez, hiçbir şekilde akla itibar edilerek dinî bir yükümlülükten bahsedilemez.
b) Âhirette imtihan edileceklerini benimseyenler:
Ahmed b. Hanbel, Beyhakî, İbn Teymiyye, İbn Kayyim el-Cevziyye, İbn Kesîr gibi Selefiyye mensubu bilginlere göre fetret ehli ve bu hükümde bulunanlar, dünyada herhangi bir dinî sorumlulukları olmamakla beraber âhirette doğrudan cennet veya cehenneme gitmeyeceklerdir. Kıyamet gününde onlar, Allah tarafından cehenneme girmeleri şeklinde bir imtihana tabi tutulacak, Allah'ın emrine itaat ederek cehenneme girenlere cehennem soğuyarak güvenlikli bir yere dönüşecek, itaat etmeyenler ise cehenneme gönderilecektir.
c) Kıyamette sorgulandıktan sonra yok edileceklerini benimseyenler:
Bu görüşte olanların en önemli siması İmam Rabbânî'dir. İmam Rabbânî'ye göre herhangi bir peygamberin daveti kendilerine ulaşmamış fetret ehli müşrikler, dağ başlarında yaşayan putperestler ve müşriklerin çocukları sorumlu olmamakla birlikte ne cennete ne de cehenneme gireceklerdir. Zira bir kimse mükellef değilse onun için ebedîlik söz konusu değildir. Binaenaleyh bu konumda olanlar diriltilip bazı hususlarda sorgulandıktan sonra yok edileceklerdir.
d) Sorumlu olacaklarını benimseyenler:
Başta Ebû Hanîfe, İmam Mâturîdî olmak üzere bu mezhebe bağlı Semerkantlı bilginler, Mu'tezile'nin çoğu, Kerramiyye, bir kısım Şia, Zeydiyye ve Havariç mensupları bu görüşü savunmuşlardır. Buna göre insanın sorumlu olmasının şartı sadece dinin mevcudiyeti değildir, din gelmeden önce de insan sırf aklıyla Allah'a iman ve O'na şükretmek mecburiyetindir. Fetret ehli ve kendilerine davet ulaşmayan kimseler, peygamber gönderilmemesi veya dinî davet ulaşmaması gerekçe gösterilerek her türlü dinî-insanî sorumluluktan muaf tutulamaz.
İmam Mâturîdî'ye göre Allah insanları akıllarıyla kendi vahdaniyetini ve rubûbiyetini bilecek bir fıtrat üzere yaratmıştır. Allah'ın varlık ve birliği konusunda insanların Allah'a karşı ileri sürebilecekleri bir mazeretleri yoktur. Çünkü Allah, düşünüp tefekkür ettikleri takdirde her şeyde insanları Allah'ın varlığına, birliğine ve rubûbiyetine götürecek deliller yaratmıştır. Her ne kadar insanların Allah'a karşı delil ileri sürme hakları yoksa da Allah onların mazeret beyan etmelerinin önüne geçmek için ayrıca peygamberler de göndermiştir. Böylelikle insanoğlu çeşitli fizyolojik ve psiko-sosyal özürlerle malul aklıyla baş başa bırakılmayıp resulleriyle onları desteklemiştir. Bu noktada ise aklın en temel görevi Allah'ı bilmektir. Allah'ı bilme zarûrî değil, istidlâlî bir bilgidir yani belli şartlara ve süreye ihtiyaç duyan bilgilerdendir.
Ne var ki bu görüşte olanların peygamberler gönderilmese de yetişkin insanın ve âkil çocukların Allah'ı bilip inanmak zorunda olduğu şeklindeki görüşleri mutlak mânada değil, "belli bir tefekkür ve tecrübe müddetinden geçtikten sonra kişinin özrü yoktur"tarzında kayıtlanmıştır. Buna göre durum şöyle olmaktadır: Böyleleri sadece aklın varlığından dolayı, muayyen bir tecrübe zamanı geçmeden Allah'a imanla mükellef değildir. Zira akıl tek başına mûcip değildir. Aklın yanı sıra belli bir tecrübe zamanının geçmesi gereklidir. Kendilerine davet ulaşmayan kimseler bu tecrübe zamanı geçtikten sonra Allah'a imanla mükelleftir. Hatta onlar bu tefekkür ve araştırma müddetini yaşayamadan iman veya inkardan hiçbirine kesin olarak inanamadan araştırma süreci içinde öldükleri takdirde cehennemlik olmayacaklardır.
Tecrübe zamanı yaşadıktan sonra akıllarıyla araştırıp iman ettikleri takdirde imanları sahih olur. Tecrübe zamanı bulunduğu, istidlal ve tefekkür imkânı mevcut olmasına rağmen küfre inanmada karar verdiklerinde ise cehennemlik olurlar. Ancak burada tecrübe zamanı her ferdin içinde bulunduğu psikolojik ve sosyo-kültürel şartlarla belirlenmesi gerektiği göz ardı edilmemelidir.
Fetret Ehlinin Ahlâkî-Amelî Sorumluluğu
Fetret ehli ve bu hükümde olanların dinin ibadetler, muamelât ve cezalar gibi fürûa ait ahlâkî- amelî meselelerde herhangi bir sorumluluğun bulunmadığı noktasında genel olarak bir ittifak hasıl olmuştur. Meselâ Ebû Hanîfe davet ulaşmayanları âkil oldukları takdirde sadece Allah'a imanla sorumlu tutarak, diğer dinî hükümlerden mesul olmayacaklarını belirtmiştir. Ona göre şirk diyarında veya Türk yurdunda bulunan bir kimse Kur'ân-ı Kerîm'den ve dinî hükümlerden hiçbir şey bilmese bile Allah'ın varlık ve birliğine iman ettiği takdirde mümindir. İmam Mâturîdî ve Mâturîdîler, ibadetleri ve sair dinî hükümleri bilmenin yegâne yolunun peygamberlerin tebliği yani din olduğunu, hak dinin davetinin ulaşmadığı kimselerin akıllarıyla Allah'ın varlık ve birliğini bilmek mecburiyetinin dışında diğer bütün şer'î hükümlerin din ile sabit olduğunu, dolayısıyla böylelerinin dinî amelî hususları bilmemekte mazeret sahibi olduklarını kabul etmişlerdir.
Eş'arîlere göre de kendilerine hak din ulaşmayanların itikâdî sorumluluklarının bulunmamasına ilaveten onlar şer'î hükümleri bilmemekten dolayı da mazurdurlar. Fetret ehli ve İslâm daveti ulaşmayan kimselerin dinin fürû'una yönelik herhangi bir dinî sorumluluğu bulunmadığı konusunda görüş birliğinde olan İslâm âlimlerinin bu görüşü, dine muhatap olmayan insanların muamelât, cezâî-ahlâkî ve insanî-sosyal hiçbir sorumluluğu olmadığı, böylelerinin âdetâ behîmî bir hayat yaşayabilecekleri şeklinde anlaşılmamalıdır. Zira gerek tartışma konusu olan fetret ehli ve bu hükümde bulunanların inanç sorumlulukları gerekse tartışma konusu olmayan dinin fürû'una ilişkin yükümlülüklerinin bulunmayacağı hususları, dinin temel haklarından olan ulûhiyet (Allah) haklarına ilişkin konulardır. Binaenaleyh İslâm âlimleri fetret ehlinin hükmünü itikat ve amelî konuları içeren ulûhiyet hakları çerçevesinde ele almışlar; mîras, nikâh gibi muamelât, hırsızlık ve cinayet gibi cezâî insan haklarına yönelik sorumluluklarının bulunduğunu belirtmişlerdir. Yoksa hiçbirisi insanoğlunun dinle muhatap olmadığı zaman her türlü kayıttan uzak bir hayat yaşayabileceklerini ileri sürmemişlerdir. Hangi dinden olursa olsun Müslüman olmayan kişilerin çocukları da fetret ehli hükmünde sayılmış, İslâm âlimlerinin çoğunluğunun kabulüne göre mükellef olmadıkları için cennetlik kabul edilmişlerdir.
Son olarak şunu belirtmek gerekir ki kendisine özgü şartlarına göre geçmişi ve Hz. Muhammed'den (sas) sonrası zamanları kapsayan boyutuyla fetret dönemi ve fetret ehli kavramı, hak dinin temel hakikatlerinden tamamen veya kısmen habersiz ya da çarpıtılmış ve şartlandırılmış şekilde haberdar olan yetişkin ve çocuk Müslüman olmayan tüm insanlar için umumî bir rahmet ve ümit kapısı konumundadır. Bu yönüyle fetret dönemi ve şartları, Hz. Adem'den Son Elçi'ye (sas) dek devam eden rahmet dini İslâm'ın umumî rahmet oluşunun bir başka tezahürüdür.
Xİslam alimleri fetret ehlini 3 kısım kabul ederek değerlendirir:
1- Cenab-ı Hakk'ın varlık ve birliğini kendi aklı ve zekasının yardımıyla düşünüp bulan ve bilen kimseler:
Kus bin Saide ve Cennetle müjdelenen Sahabilerden Said bin Zeyd'in babası Zeyd bin Amr gibi.
2- Tevhid inancını bozup değiştirerek putperestliği kabul eden ve kendilerine göre din uydurup insanları kendi çevresinde toplayanlar:
Arablar arasında putperestliği çıkaran Amr bin Luhay ve diğer muşrikler gibi.
3- Ne mu'min, ne de muşrik herhangi musbet veya batıl bir inanca sahib olmayıp bütün ömrünü gaflet içinde geçiren; akıl ve zihnini bu nevi meselelerle meşgul etmeyen kimseler:
Cahiliye devrinde bu sınıfa giren insanlar da vardı.
Bu 3 sınıftan ikinciler putperest olduklarından Cehennemliktir.
Üçüncü sınıfa girenler ise gerçek manada fetret ehli olduklarından bunlar Cehennem ehli olmayacaklardır. Çünkü, kendilerine hak ve hakikati tebliğ edecek bir peygamber gelmediği, küfrü gerektirecek bir halleri de olmadığından ehl-i necattırlar.
Bu hususta bütün Ehl-i Sünnnet ittifak etmişlerdir. (Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-iSarîh Tercemesi ve Şerhi 4, 544)
Birinci sınıfta bahsedilen Kus bin Saide ile Zeyd bin Amr ise binlerce insanın arasında Allah'ın varlık ve birliğine inananlar olduklarından, o zamanlar bir peygamber gelmediğinden herhangi bir peygamberin de ummeti olmadıklarından ve ayrıca Peygamber Efendimize de yetişemediklerinden Cenab-ı Hak onları tek başlarına ayrı bir ummet olarak haşredecektir.
Fetret ehlinin ibadet ve dinî hükümlerle mukellef olmadığı muhakkaktır. Ancak Allah'a iman etmekle mukellef olup olmadığı hakkında Ehl-i Sunnetin itikadı mezheblerinden Maturidi ve Eş'ari mezhebleri arasında ihtilaf vardır.
İmam Maturidi'ye göre, bu insanlar Cenab-ı Hakkın kendilerine verdiği aklı kullanıp, yer, gök ve içindekilere ibret nazarıyla bakıp Allah'ın varlığını idrak etmelidirler.
İmam Eş'ari'ye göre ise, fetret ehli Allah'a inanmakla mukellef değildir. Zira kendilerine bir peygamber gelmemiştir. Cenab-ı Hak "Biz bir peygamber göndermedikçe hiçbir kimseye azap etmiş değiliz" (İsra 15) buyurmaktadır. Dolayısıyla, bunlara bir peygamber gelmediği için azaba mustahak değillerdir.
“Muaz b. Hişam babasından, Katade’den, Ahnef b. Kays’ten, Esved b. Seri’den Rasulullah (s.a.s)’ın şöyle bu yurduğu rivayet edilmiştir:
“Dünyada iken hiç duymamış sağır, çok yaşlanmış ihtiyar, deli olan ve fetret döneminde ölmüş olan olmak üzere dört kişinin her biri kıyamet gününde şöyle itiraz edecektir: Hiç duymayan sağır kimse şöyle diyecektir: “Ey Rabbim! İslam geldiğinde ben hiçbir şey duymu-yordum.” Deli olan kimse şöyle diyecektir: “Ey Rab-bim! İslam geldiğinde çocuklar keçilerin pisliğini bana sürerlerdi.” Çok yaşlanmış ihtiyar şöyle diyecektir: “Ey Rabbim! İslam geldiğinde ben hiç bir şey anlamı-yordum.” Fetret döneminde ölmüş olan kimse şöyle di-yecektir: “Ey Rabbim! Bana bir rasul gelmedi.” Bunun üzerine Allah (c.c), kendisine itaat edeceklerine dair onlardan söz alır ve kendilerine bir rasul gönderir. O rasul onlara ateşe girmelerini emreder. Nefsim elinde olan Allah (c.c)’a yemin ederim ki bu ateşe girerlerse kendileri için soğuk ve selamet olacaktır.”
Fida akhi bu hadsiten su manayi cikarabilirmiyiz akli yerinde olmayan insanlar ahirette sinavdanmi gececekler?
"Kim hidayete ererse kendi nefsi için hidayete ermiş olur. Kim de dalâlete düşerse kendi nefsi aleyhine dalâlete düşmüş olur. Hiç kimse bir başkasının yükünü yüklenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe azâb ediciler değiliz." (İsra 15)
İbn Abdi'l-Berr'in zayıf bir sened ile Aişe'den rivayetinde o şöyle demiştir:
Hadice, Rasulullah (s.a.v.)'a "muşriklerin çocuklarının âhirette durumlarının ne olacağını" sormuş da, Allah'ın Rasulu (s.a.v.): "Onlar babalarındandır, babalarına tâbidir." buyurmuşlar.
Daha sonra aynı şeyi Rasulullah (s.a.v.)a ben de sordum, "Onların (yaşasalardı) ne yapacak olduklarını en iyi elbette Allah bilir." buyurdular.
Daha sonra ve İslâm yerleşip sağlamlaştıktan sonra tekrar sordum da "Hiç kimse bir başkasının yükünü yüklenmez..." âyet-i kerimesi nazil oldu ve Rasul-u Ekram (s.a.v.): "Onlar fıtrat üzeredirler." veya "Onlar cennettedirler." buyurdu. (Suyutî, Lubâbu'n-Nukul, I, 227)
İbn Abbâs'tan rivayete göre ise "Bana tabi olun ve Muhammed'i inkâr edin. Eğer bir günahı varsa benim boynuma." diyen el-Velîd ibnu'l-Muğîra hakkında nazil olmuştur (Kurtubî. age. x, 151; alusî, age. xv, 35) ki âyetin mekkî oluşuna uygun olan sebeb de budur.
Ayet-i Keriminin sonunda "Biz, bir Peygamber göndermedikçe kimseye azab etmeyiz." buyurulmakta ve Allah tealanın, kullarına karşı adaletli davrandığı ve onlara emirlerini ulaştırmadan azab etmediği beyan edilmektedir.
Alimler, bu âyet-i Kerimenin hükmüne göre, kâfirlerin henüz küçük iken ölen çocuklarının, delilerin, İslam dini geldiğinde çok yaşlılığı sebebiyle bunak durumda olanların, dilsizlerin, kendilerine Peygamber ve ilahi emirlerin tebliği ulaşmayan kimselerin ve vahyin kesildiği fetret dönemi insanlarının kıyamet gününde durumlarının ne olacağı hakkında farklı görüşler beyan etmişlerdir.
Bazılarına göre bu kimselere âhirette ne gibi bir muamele yapılacağı bilinemez. Bunlara ne muamele yapılacağı Allanın bileceği bir iştir.
Bunlar, görüşlerine delil olarak şu Hadis-i Şerifi zikretmişlerdir.
Rasulullah (s.a.v.)den, muşriklerin, küçük yaşta ölen çocuklarının âhiratte durumlarının ne olacağı sorulmuş Rasulullah da:
"Onların (Yaşasaydılar) ne gibi ameller yapacaklarını Allah daha iyi bilir." (Buhari, K. el-Cenaiz, bab: 93, K. el-Kader, bab: 3 ;Muslim, K. el-Kader, bab: 23-24, Hadis No: 2658) buyurmuştur.
Bazılarına göre ise bu gibi insanlar, âhirette Allah teala tarafından imtihan edilecekler ve sonunda herkes layık olduğu muameleye tabi tutulacaktır.
Bunlar, görüşlerine delil olarak şu Hadis-i Şerifi zikretmişlerdir: "Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
"Kıyamette dört çeşit insan kendilerini savunacaklardır. Bunlar: Hiç işitmeyen sağır, deli, bunak ve fetret döneminde ölen kimselerdir.
Sağır şöyle diyecektir: "Ey Rabbim, İslam gelmiş fakat ben ondan hiçbirşey işitmedim."
Deli: "Ey Rabbim, İslam gelmiş fakat o sırada çocuklar benim üzerime deve dışkısı atıyorlardı. (Ben, çocukların oyuncağı durumundaydım.) diyecektir.
Bunak: "Ey Rabbim, İslam gelmiş fakat ben ondan hiçbirşey anlayamadım." diyecek.
Fetret dönemide ölen ise: "Ey Rabbim, bana senin Peygamberin ulaşmadı," diyecektir.
Bunun üzerine Allah teala onlardan, kendisine mutlaka itaat edeceklerine dair söz alacak ve onlara, cehenneme girmelerini emreden bir elçi gönderecektir. (Rablerinin bu emrine uyarak) oraya girenler için cehennem soğuk ve selamet olacaktır.(Rablerinin emrine uymayarak) oraya girmeyenlen ise zorla cehenneme sürükleneceklerdir. (Ahmed b. Hanbel, Musned, C: 4, S: 24) Taberi de bu görüşü tercih etmektedir.
Bu çeşit insanların cehennemlik olduklarını söyleyenler olduğu gibi cennetlik olduklarını söyleyenler de vardır. Ve herbirlerinin ileri sürdükleri delilleri de vardır. Bu hususta daha geniş bilgi için konuyla ilgili kaynaklara bakılabilir. (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 5/265-267.)
"Kim hidayete ererse kendi nefsi için hidayete ermiş olur. Kim de dalâlete düşerse kendi nefsi aleyhine dalâlete düşmüş olur. Hiç kimse bir başkasının yükünü yüklenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe azâb ediciler değiliz." (İsra 15)
Ebu Mansur Maturîdî ve takibçileri, bu ayeti dünyada helakin ve azabın yokluğuna hamletmişlerdir. Onlara göre, iman ve tevhidi terkettiklerinden dolayı fetret ehli (Fetret ehli, iki peygamber arasında olanlardır. Birinci peygamber onlara gönderilmemiş; onlar da ikincisine yetişmemişlerdir) de azab göreceklerdir.
İmam Nevevi bu görüşü benimseyerek, Muslim şerhinde şöyle demiştir: «Arabların bulunduğu putperestlik üzerinde iken, Fetret devrinde gelen kimse ateştedir».
Bu, çağrı ulaşmadan önce azaba duçar etmek değildir. Çünkü fetret ehline, İbrahim'in ve diğer peygamberlerin çağrısı ulaşmıştır.
Anlaşıldığına göre İmam Nevevî, önceki peygamberlerin çağrısını işiten kimseye, ona gönderilmiş olmasa bile, o peygamberlere iman etmesinin vacib olduğunu söylemek istemiştir. Bu bakımdan İmam Nevevi'nin onların fetret ehli olduğunu söylemesiyle, çağrının onlara ulaştığı hükmü arasında bir tenakuz sözkonusu değildir. Şayet daha önceki peygamberlerin onlara da gönderildiğini söyleseydi, o zaman iki görüş arasında tenakuz olurdu ki o bunu söylememiştir.
Onların mutlaka azap göreceklerini savunan bazı kimseler, Muaz b. Cebel'den rivayet edilen şu hadise dayanmışlardır:
«Kıyamet Günü'nde; deli olduğu halde, fetret döneminde iken veya çocuk olduğu halde ölen kimseler getirilir.
Deli; «Ey Rabbim! Eğer bana akıl verseydin, akıl verdiklerinin arasında hiç kimse aklıyla benden daha mesut olamazdı» der.
Fetret döneminde ölen kişi; «Ey Rabbim! Eğer bana bir peygamber gönderseydin, peygamber gönderdiğin kimseler arasında hiç kimse bu hususta benden daha mesut olamazdı» der.
Küçük çocukken ölen kimse ise, «Ey Rabbim! Eğer bana bir ömür verseydin, ömür verdiğin kimseler arasında hiç kimse benden daha mesut olamazdı» der. Bunun üzerine Allah Teâlâ onlara, «Gidin cehenneme girin» der.
Şayet cehenneme girseydiler hiçbir zararları olmazdı. Onlar cehenneme doğru giderken ateşten kıvılcımlar çıkıyordu. Onlar bu kıvılcımların Allah'ın yaratmış olduğu her şeyi yok edeceğini sandılar ve süratle dönüp, «Ey Rabbimiz! İzzetin adına yemin ederiz ki cehenneme gitmek istedik ama üzerimize ateşten kıvılcımlar sıçradı. O kıvılcımların her şeyi helak edeceğini sandık» derler.
Allah onlara yine, «Gidin cehenneme girin» der ve onlar dönerler. Ancak her defasında da aynı olay olur.
Sonunda Allah Teâlâ, «Sizi ilmim üzere yarattım ve sizi ilmime göndereceğim. Ey ateş onları tut» der ve ateş onları tutar.(Hakim Tirmizi: Nevadir'ul-Usul, Taberani, Ebu Nuaym.)
Bazı rivayetler ise onların bir kısmının azaba duçar olacağını, bir kısmının ise olmayacağım ortaya koymaktadır. Meselâ, Ebu Hurayra'den rivayet olunduğuna göre Peygamber şöyle buyurmuştur:
«Kıyamet Günü'nde dört sınıf kimse masum oldukları hususunda delil getireceklerdir.
4. Fetret döneminde ölenler
Sağır kimse: «Ey Rabbim! İslâm geldi ama ben hiçbir şey işitmiyordum. Onun için tabi olmadım» der.
Deli; «Ey Rabbim! İslâm geldi ama çocuklar bana fışkı atıp duruyordu (yani aklım yoktu)» der.
İhtiyar; «Ey Rabbimiz! İslâm geldi ama ben ihtiyarlık dolayısıyla hiçbir şeye akıl erdiremeyecek hale gelmiştim» der.
Fetret devrinde ölen: «Ey Rabbim! Senin bana rasulun gelmedi ki» der.
Bunun üzerine Allah Teâlâ, onlardan kendisine itaat edeceklerine dair söz alır ve kendilerine elçi gönderir.
Elçi onlara «ateşe girin» der.
Kim ateşe girdiyse ona kuvvetli bir serinlik gelir. Girmeyenler ise ateşe doğru çekilirler». (İmam Ahmed, İbn Raheveyh, İbn Merduveyh, Beyhaki.)
Enes b. Malik'ten rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Kıyamet Günü'nde dört sınıf insan getirilir: Çocuk, deli, fetret döneminde vefat eden kimse ve ihtiyar. Onların hepsi de huccetlerini getirirler.
Allah Teâlâ, cehennem boynuzlarından birine; | «Çık ortaya» diye emreder. Onlara da, «Ben kullarıma, yine kullarımdan olan peygamberler gönderiyor, duran: Ben ise bugün size gönderilmiş elçiyim» der.
Allah Teâlâ bunun üzerine onlara, «şu boynuza girin» diye emreder. Onlardan üzerinde şekavet yazılı olan; «Ey Rabbim! Bizi buraya mı sokuyorsun? Oysa biz bundan kaçıyorduk» der.
Kendisi için saadet yazılı olan ise, gider ve boynuza girer. Allah Teâlâ; «Siz beni gördüğünüz halde bana isyan ettiniz. Demek ki peygamberlerimi yalanlama hususunda daha da şiddetli olacaktınız» der. Böylece bunlar cennete, isyan edenler de cehenneme girerler.» (Kasım b. Esbah, Bezzar, Ebu Ya'la ve İbn Abdilberr: Temhid adlı kitabında.)
Bu türden birçok rivayetler vardır. Muşrik çocuklarının hatta muminlerin çocuklarının bir kısmının cennette, bir kısmının da cehennemde olduğunu söyleyenler bu rivayetlere dayanmışlardır. Ancak bu rivayetlerin sahih olup-olmadığı hususunda düşünmek gerekir. Nitekim Alusî, bu tür rivayetlere yer verdikten sonra şöyle demektedir:
«Kalbin meylettiği husus şudur: Allah'ın marifetinde, vahdaniyetinde, çocuktan munezzeh olduğunda akıl huccettir. Elbette, şeriat varid olmazdan önce, peygamberlerin gönderilmesi, kitapların indirilmesi Allah'ın bir rahmetidir. Bunlar akılla kavranamayacak noktaları açıklamak içindir. Meselâ ibadetlerin, cezaların öyle çeşitleri vardır ki, akıllar onları çözemez. Bu yüzden nakil gelmiştir. Şayet akıl tek başına yeterli (huccet) olsaydı Allah Teâlâ peygamberlerini göndermezdi. Bu bakımdan 'akıl yeterlidir' şeklinde bir itiraza mahal yoktur.
Fetret döneminde yaşayıp, akıllı olan, delil getirmeye gücü yeten bir kimsenin, Rabbini tanımaması hususunda herhangi bir özrü olamaz. Çünkü peygamberlerden birinin çağrısı mutlaka ona yetişmiştir. Nitekim peygamberlerin çağrısını işitmeyen bir kimse dünyada yoktur. Ancak peygamberlerimize iman, çağrının kendilerine yetişmediği kimseler için vacib değildir. Çünkü akıl bu hususta herhangi bir mecal sahibi değildir».
İmam Gazali bu hususta şöyle demektedir:
«Peygamber'in bi'setinden sonra insanlar birkaç sınıfa ayrıldılar. Bir sınıf vardır ki peygamberlerin çağrısı onlara ulaşmamıştır. Bu yüzden nubuvvetten haberdar değillerdir. Onlar kesinlikle cennet ehlidirler.
Diğer bir grup vardır ki, Peygamber'in çağrısı onlara ulaşmıştır. Mucizenin onun elinde zuhur ettiğine şahid olmuşlardır. Onun ahlâkından, yüce sıfatlarından haberdardırlar. Ne var ki Peygamber'e yine de iman etmemişlerdir. Tıpkı aramızdaki kâfirler gibi. Onların cehenneme girecekleri kesindir.
Üçüncü bir grup vardır ki, Peygamber'in çağrısı kendilerine ulaşmış, ondan haberdar olmuşlardır. Fakat bu herhangi birimizin Deccal'i işitmesi gibidir. Biz Peygamber'in kadrini böyle bir şeyden tenzih ederiz. Ben bu kimseler için cenneti umarım. Çünkü onların kulağına, iman etmeleri hususunda teşvik edici herhangi bir söz gelmemiştir».
Gazali'nin birinci sınıf hakkında, cennet olduğunu söylemesi ve sonuncu sınıf için de cenneti umduğunu ifade etmesi, onların iman etmeleri halindedir. Eğer bunlar iman etmemiş kimselerse, akıbetleri hakkında ihtilaf edilmiştir. .
Kendisine Risaletin Ulaşmadığı Kimselerin Durumu
1- Esved İbn Serî'nin Hadîsi:
İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Ali İbn Abdullah... Esved İbn Seri'den nakleder ki; Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuş :
Kıyamet gününde dört kişi huccet ikâme ederler. Birisi hiç bir şey duymayan sağır kimse. Diğeri ahmak kimse, üçüncüsü bunak kimse, sonuncusu da fetret devrinde ölmüş olan kimse.
Sağır der ki: Rabbım, İslâm geldiği halde ben ondan hiç bir şey duymadım.
Ahmak der ki: Rabbım, İslâm geldiği sırada çocuklar benim üzerime pislik atıyorlardı.
Bunak der ki: Rabbım, İslâm geldiğinde ben hiç bir şeyi' düşünemiyordum.
Fetret döneminde ölen der ki: Rabbım, bana Senin elçin gelmedi.
Onlarda itaat etmeleri gerektiğine dâir ahidleri alınır ve onların cehenneme gönderilmesi haberi verilir. Muhammed'in canı elinde bulunan Allah'a yemîn ederim ki; eğer onlar cehenneme girmiş olsalardı, oranın serin ve huzur yurdu olduğunu (dönüşeceğini) görürlerdi.
Bu hadîsin bir benzeri Katâde kanalıyla Ebu Hurayra'dan nakledilirse de bunun sonunda «oraya girmeyenler zorla girdirilir» kavli yer almaktadır.
İshâk İbn Rahuyeh de, Muâz İbn Hişâm'dan aynı şekilde rivayet eder. Beyhakî, i'tikâd bölümünde Hanbel İbn İshâk kanalıyla Ali İbn Abdullah el-Medînî'den aynı hadîsi rivayet eder ve; bunun isnadı sahihdir, der.
Aynı hadîsi Hammâd İbn Seleme... Ebu Hurayra'den rivayet eder ve Rasulullah'ın şöyle buyurduğunu belirtir : "Dört kişi Allah'ın huzurunda bir huccetle gelirler ve huccetlerini sergilerler." Sonra yukarıdaki rivayeti nakleder.
Bu hadîsi İbn Cerîr Taberî da Ma'mer kanalıyla mevkuf olarak Ebu Hurayra'den rivayet eder. Ancak bu rivayetin sonunda Ebu Hurayra şöyle devam eder : İsterseniz Allah Teâlâ'nın «Biz, bir peygamber göndermedikçe azâb ediciler değiliz.» (İsrâ, 15) kavlini okuyun.
Aynı rivayeti Ma'mer de... Ebu Hurayra'den mevkuf olarak nakleder.
II- Enes İbn Mâlik'in Rivayeti:
Ebu Dâvud et-Tayâlisî der ki: Bize Rebî', Yezîd İbn Ebân'dan nakletti ki; o, şöyle demiş : Biz Enes İbn Mâlik'e; ey Ebu Hamza, muşriklerin çocukları hakkında ne dersin? diye sorduk. Enes İbn Mâlik dedi ki: Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu :
Onların gunâhları yoktu ki bununla azâblanıp cehennem ehli olsunlar. İyilikleri de yoktu ki bununla mukâfatlandırılıp cennet ehlinin hükümdarlarından olsunlar. Onlar cennet ehlinin hizmetkârlarıdırlar.
III- Enes İbn Mâlik'in Bir Başka Hadîsi:
Hafız Ebu Ya'lâ... Enes İbn Mâlik'den nakleder ki: Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuş :
Kıyamet gününde doğmuş çocuk, bunak, fetret döneminde ölen ve pîr-i fâni getirilirler. Her biri kendi huccetini söyler. Rab Tebârake ve Teâlâ cehennemden bir bölüğe; çık, der. O bu insanlara şöyle der : Ben kullarıma kendilerinden elçiler gönderirdim. Şu anda ise bizzat ben kendimin size elçisiyim. Şuraya girin.
Rasulullah buyurur ki: Şakâvet yazılı olan kişi; ey Rabbım, biz ondan kaçıyorduk, ona nasıl girelim? der. Saadet yazılı olan kişi de, koşarak hızlıca oraya dalar. Bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle buyurur : Siz Benim Rasullerimi yalanlamakta ve onlara isyan konusunda en şiddetli kimseler idiniz. Şunlar cennete, şunlar da cehenneme girsin.
(Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr, Yûsuf İbn Musâ kanalıyla Cerîr İbn Abdulhamîd'den bu hadîsi aynı isnâdla rivayet eder)
IV- Berâ İbn Âzib'in Hadîsi;
Hafız Ebu Ya'lâ el-Mavsılî, Musned'inde der ki: Bize Kasım İbn Ebu Şeybe Berâ'dan nakletti ki; o, şöyle demiş :
Peygambere müslümanların çocukları sorulduğunda; onlar babalarıyla beraberdirler, buyurdu.
Muşriklerin çocukları sorulduğunda; onlarda babalarıyla beraberdirler, dedi.
Ey Allah'ın Rasulu orada ne yaparlar? denilince; Allah onların durumunu en iyi bilendir, buyurdu.
Bu hadîsi Ömer İbn Zerr... Berâ kanalıyla Âişe'den nakleder.
Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr, Musned'inde der ki: Bize İbrahim İbn Saîd el-Cevherî... Şeybân'dan nakletti ki; Peygamber bu konunun önemini oldukça büyüttü ve dedi ki:
Kıyamet günü olduğunda câhiliyet ehli putlarını omuzlarında taşıyarak gelirler. Rabları onlara sorunca; Rabbımız, bize bir peygamber gönderilmemişti, Senin emrin bize ulaşmamıştı. Eğer Sen bize bir peygamber göndermiş olsaydın; biz, kullarının Sana en çok itaat edeni olurduk, derler.
Rabları onlara der ki: İster misiniz Ben size bir şeyi emredeyim de emrime itaat edesiniz?
Onlar; evet, derler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, onların koşup cehenneme girmelerini emreder. Onlar koşarlar, cehenneme yaklaştıklarında onun kaynayıp uğuldadığını görürler, ve dönüp Rablarına varırlar.
Rabbımız, bizi ondan çıkar veya bizi onun üzerinden geçir, derler.
Rabları buyurur ki: Size bir şeyi emredince Bana itaat edeceğinizi iddia eden sizler değil miydiniz? Bunun üzerine Allah Teâlâ, onları verdikleri sözden sorumlu tutar ve; gidip oraya girin, der. Koşarlar onu görünce geri dönüp gelirler ve derler ki: Rabbımız ondan korktuk, ona giremeyeceğiz.
Allah Teâlâ buyurur ki: Oraya hor ve hakîr olarak girin.
Allah Rasulu (s.a.v.) dedi ki: Eğer ilk söylendiğinde oraya girmiş olsalardı, oranın serin ve selâmet yurdu olduğunu görürlerdi.
Sonra Ebu 'Bekr el-Bezzâr der ki: Bu hadîsin metni ancak bu şekilde ma'ruftur. Hadîsi Eyyub'dan sadece Abbâd, Abbâd'dan da yalnız Reyhan İbn Saîd rivayet etmiştir. Ben derim ki: İbn Hibbân, sika râvîler arasında onu da zikretmiştir. îbn Maîn ve Neseî; onun kötü bir tarafı yoktur, ancak Ebu Dâvûd'dan başka kimse ondan hoşnud olmamıştır, der. Ebu Hatim ise onun fena bir kişi olmadığını, ancak hadîsini yazdığını fakat onun huccet olarak alınamayacağını belirtir.
VI- Ebu Saîd el-Hudrî'nin Hadîsi :
İmâm Muhammed İbn Yahya der ki: Bize Saîd İbn Suleyman... Ebu Saîd el-Hudrî'den nakletti ki; Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur :
(Kıyamet günü) Fetret devrinde helak olan, bunak ve raşîd olmadan ölmüş çocuk konuşurlar. Fetret devrinde helak olan; bana bir kitap gelmedi, bunak olan; Rabbım, bana akıl vermedin ki onunla hayrı ve şsrri düşüneyim, çocuk da; Rabbım aklım ermedi ki, der. Önlerine ateş getirilir ve; oraya atın, denilir.
Allah'ın ezelî ilminde eğer amel işleyecek çağa gelebilseydi saîd olarak yazılanlar ateşten çevrilirler. Amel işleyecek durumda olsaydı Allah'ın bilgisinde şaki olarak yazılmış olanlar ise ateşte tutulur. Allah der ki: Siz Bana isyan ettiniz, eğer peygamberlerim size gelmiş olsaydı durum nasıl olurdu?
Bezzâr da bu hadîsi Muhammed İbn Ömer kanalıyla... Fudayl İbn Merzuk'dan nakleder, sonra Ebu Saîd'in hadîsi ancak bu yolla Atıyye'den nakledilmiş olarak bilinir, der. Hadîsin sonunu da şöyle bağlar: Siz, bana isyan ettiniz, ya görmeden elçilerime nasıl isyan edecekdiniz?
VII- Muâz İbn Cebel'in Hadîsi:
Hişâm İbn Ammâr... Muâz İbn Cebel'den nakleder ki; Allah Rasulu şöyle buyurmuş :
Kıyamet gününde aklı çelinmiş, fetrette yok olmuş veya küçükken helak olmuş kişiler getirilirler.
Aklı çelinmiş olan der ki: Ey Rabbım, eğer bana akıl vermiş olsaydın, akıl vermiş olduklarının arasında saadete benden daha lâyık biri olmazdı.
Peygamber fetret devrinde ve çocukken ölenlerden böyle bir ifâdeyi nakleder.
Bunun üzerine Rab Azze ve Celle buyurur ki: Ben, size bir şeyi emredersem, Bana itaat eder misiniz? Onlar; evet, derler. Allah Teâlâ; gidin cehenneme girin, buyurur — Peygamber dedi ki; şayet girmiş olsalardı, cehennem onlara zarar vermezdi—Onların önüne engeller çıkar ve cehennemin yok olduğunu, Allah'ın onu hiç yaratmadığını sanırlar ve sür'atle geri dönerler. Sonra ikinci kez Allah onlara emreder, onlar aynı şekilde geri dönerler.
Rab Azze ve Celle buyurur ki: Ben, sizi yaratmadan önce ne yapacağınızı bildim ve bu bilgime göre sizi yarattım. Bu bilgime göre akıbetiniz belirecektir. Onları yakala, der ve cehennem onları tutuverir.
VIII- Ebu Hurayra'nin Hadîsi:
Ebu Hurayra'nin hadîsi, Esved İbn Serî'nin hadîsinde munderic clarak daha önce geçmişti. Buhârî ve Muslim'in Sahîh'lerinde Ebu Hurayra der ki: Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu : Her doğan fıtrat üzere doğar. Anası ve babası onu ya Yahûdî, ya Hristiyan veya Mecusî yaparlar. Nitekim hayvan da doğduğunda ayıpsız ve noksansız olarak doğar. Onda bir sakatlık ve noksanlık hisseder misiniz?
Bir rivayette de derler ki: Ey Allah'ın Rasulu çocuk iken ölenin durumu nedir?
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurur : Allah onların ne yapacak olduklarını en iyi bilendir.
îmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Musâ İbn Dâvud... Ebu Hurayra'den nakletti ki; Rasulullah (s.a.v.) —Musâ, bu sözün peygambere âid olup olmadığında şubhe edip; sandığıma göre, demiştir— buyurdu ki: Müslümanların küçük çocukları cennettedir. Onlara İbrahim Aleyhisselâm bakar.
Muslim'in Sahîh'in-de İyâz kanalıyla Rasulullah'tan nakledilir ki; Allah Azze ve Celle : Ben, kullarımı Hanîfler olarak yarattım,buyurmuştur.
Başka bir rivayette de; müsümanlar olarak yarattım, buyurmuştur.
Hafız Ebu Bekr el-Berkânî el-Harizmî, «el-Mustahrec Alâ'l-Buhârî» isimli eserinde Avf el-Harâbî kanalıyla.,. Semure'den nakleder ki; Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuş : Her doğan fıtrat üzere doğar.
İnsanlar yüksek sesle ey Allah'ın Rasulu, ya muşriklerin çocukları? diye seslendiler.
Rasulullah (s.a.v.) muşriklerin çocukları da, buyurdu.
Taberânî der ki: Bize Abdullah İbn Ahmed... Semure'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Biz Rasulullah (s.a.v.) a muşriklerin çocuklarını sorduğumuzda; onlar cennet ehlinin hizmetçileridir, buyurdu.
X- Hasnâ'nın Amcasının Hadîsi:
Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize İshâk... Suleym oğullan kabilesinden Muâviye'nin kızı Hasnâ'dan nakletti ki; o amcamın bana anlattığına göre kendisi şöyle dedi demiştir : Ey Allah'ın Rasulu, cennette kim var? dedim. Peygamber : Peygamber cennettedir, şehîd cennettedir, çocuk cennettedir, diri diri gömülen cennettedir.
Bilginlerden bir kısmı bu hadîs üzerinde durur ve çocuklar hakkında bir şey demezken, bir kısmı da Semure İbn Cundeb'in Buhârî'-nin Sahîh'inde naklettiği hadîse dayanarak, onların kesinkes cennette olduklarını bildirirler. Peygamber bir ru'yâsında ağacın altında bulunan bir ihtiyara rastlar, çevresinde de çocuklar vardır. Cibril ona; bu, İbrahim Aleyhisselâm'dır, şunlar da müslümanların çocuklarıdır, der.
Ey Allah'ın Rasulu muşriklerin çocukları da mı? denilince, o; evet muşriklerin çocukları da, der.
Bazı bilginler de; muşriklerin çocuklarının — Peygamberin; onlar babalarıyla beraberdir, kavline istinaden— cehennemde olduklarını söylerler. Bazıları da çocukların kıyamet gününde Arasât'da imtihana tâbi tutulacaklarını, emre itaat edenin cennete gireceğini ve daha önce Allah'ın onlar hakkındaki saadete ereceklerine dâir bilgisinin açıklık kazanacağını, isyan edenlerin hor ve hakîr olarak cehenneme gireceklerini ve yine Allah'ın daha önce onlar hakkındaki şaki olacaklarına dâir bilgisinin açığa çıkacağını belirtirler. Bu söz, bütün delilleri birleştirir. Bu, birbiriyle şâhid olarak desteklenen daha önceki hadîslerde açıkça belirtil
mektedir.. Bu sözü Ebu'l-Hasan Ali İbn İsmail el-Eş'ârî sünnet ve cemâat ehlinden böylece nakletmiştir. Hafız Ebu Bekr el-Beyhakî de «Kitab el-İtikâd» isimli eserinde bu görüşü desteklemiştir. Hadîs tenkîdçileri, hafızlar ve bilginlerin muhakkikleri de böyle demişlerdir.
Şeyh Ebu Ömer İbn Abd'ul-Berr en-Nemerî imtihanla ilgili yukarıda geçen hadîslerden sonra şöyle der :
Bu konudaki hadîsler kuvvetli değildir ve bir hüccet olarak kullanılamaz. İlim ehli onu reddeder. Çünkü âhiret diyarı mükâfat yurdudur. Amel ve imtihan diyârî değildir. O zaman bunlar nasıl cehenneme girmeye zorlanabilirler? Orada amel ve ibâdet, yaratıkların imkânı haricindedir. Allah bir kula götüremeyeceği yükü yüklemez.
Onun söylediklerine şöyle cevab verilir :
Bu konudaki hadîslerden bir kısmı sahihtir. Nitekim bilginlerin önderlerinden bir çokları bu kanâati belirtmişlerdir. Bir kısmı hasendir, bir kısmı da sahîh ve ha-senle kuvvet kazanan zayıf hadîstir. Bir konudaki hadîsler bu tarzda birbirini destekler nitelikte olursa, ona bakan kişinin nazarında hadîsler huccet ifâde ederler. Şeyh Ebu Ömer'in «Âhirat mukâfat yurdudur» sözüne gelince, şüphesiz ki orası mukâfat yurdudur. Ancak mukâfat yurdu olması, cennet veya cehenneme girmeden önce Arasât'da iken sorumluluk yüklenilmesini engellemez. Nitekim Şeyh Ebu'l-Hasan el-Eş'arî, sünnet ve cemâat ehlinin mezhebine göre çocukların ahrette imtihan edileceklerini bildirmiştir.
Hak Teâlâ da Kalem suresinde şöyle buyurmaktadır : «O gün işin dehşetinden baldırlar açılır, secdeye çağırılırlar da buna güçleri yetmez.» (Kalem, 42, 43)
Sahîh hadîslerde ve diğerlerinde sabit olan sünnete göre; mu'minler kıyamet gününde Allah'a secde edeceklerdir. Munâfıkın buna gücü yetmeyecek belleri arkaya katlanacaktır. Secdeye gitmek istedikleri her seferde kafaları üstü düşeceklerdir.
Buhârî ve Muslim'in Sahihlerinde vârid olduğuna göre; cehennemden en son çıkacak kişi hakkında şöyle denir : Allah Teâlâ orada bulunandan daha başka bir şey istememesi için o kimseden ahidler ve sözler alır ve bunu defalarca tekrarlatır. Ve Allah Teâlâ şöyle buyurur : Ey Âdemoğlu, sen ne kadar sözünden dönersin. Sonra onun cennete girmesine izin verir.
Şeyh Ebu Ömer İbh Abd'ul-Berr'in «Cehenneme girmeye onları nasıl zorlar. Bu, onların gücü dâhilinde değildir ki?» sözüne gelince.
Bu ifâde hadîsin sıhhati için bir engel değildir. Çünkü Allah Teâlâ kıyamet gününde kullarına Sırat köprüsünden geçmelerini emreder. Sırat cehennemin üzerinde bir köprüdür, kıldan ince, kılıçtan keskincedir. Mu'minler amellerine göre şimşek gibi, rüzgâr gibi, soylu atlar gibi ve binek atları gibi geçerler. Kimileri yürüyerek, kimileri koşarak, kimileri abanarak, kimileri de yüzüstü sürünerek geçerler. Cehenneme girmeleri emredilenlerin durumu hiç de iyi değildir. Hattâ çok daha zor ve çok daha kötüdür. Kaldı ki sahîh hadîste sabit olduğuna göre, Deccâl'ın da cennet ve cehennemi olacaktır. Şeriatı koyan Şâri; Deccâl'ın sunduğu ve kendilerine ateş gibi görünen şeyleri çekinmeden içmelerini, onun selâmet ve soğukluk olacağını bildirmiştir. Bu durum da ona benzer. Öte yandan Allah Teâlâ İsrâiloğullarına kendi kendilerini öldürmelerini emretmiştir. Onlar da bir sabah akşama kadar birbirlerinden yetmiş bin kişiyi öldürmüşlerdir. Kişi babasını ve kardeşini öldürüyormuş. Allah Teâlâ onların üzerine bir bulut karanlığı göndermiş. Bu, onların buzağıya tapmalarından dolayı bir ceza imiş. Bu durum da şahıslar için gerçekten zordur ve yukarıda zikri geçen hadîste söz konusu edilen hususlardan hiç de aşağı değildir. Allah en iyisini bilendir.
Bu husus kesinlik kazandığına göre; insanlar muşriklerin çocukları konusunda değişik görüşler serdetmişlerdir :
I- Muşriklerin çocukları cennettedirler.
Buna Semure'nin naklettiği ve Peygamberin İbrâhîm Aleyhisselâm'ın yanında müslüman ve muşrik çocuklarının bulunduğunu bildiren hadîsini delil getirmektedirler. Bu hadîs Ahmed İbn Hanbel kanalıyla Hasnâ'nın amcasından nakledilmiştir.
Yukarıda geçmişti: Bu istidlal sahihtir. Ancak imtihan ile ilgili hadîsler daha özel bir anlam taşır. Allah Teâlâ onlardan itaat edeceklerini bildiği kimselerin ruhunu öbür âlemde İbrahîm Aleyhisselâm'la ve fıtrat üzere ölmüş olan müslüman çocuklarla beraber kılar. İçlerinden Allah'ın emrine icabet etmeyeceklerini bildiklerini ise Allah Teâlâ kıyamet günü cehenneme gönderir. Nitekim imtihan hadîsi buna delâlet etmektedir. Eş'arî de Ehl-i Sünnet'ten bu görüşü nakletmiştir.
Muşrik çocuklarının cennette olduğunu söyleyenlerden bir kısmı; bunların cennette serbest olduklarını ifâde ederken, bir kısmı da müslümanların hizmetçileri olacaklarını belirtirler. Nitekim Ali İbn Zeyd kanalıyla Enes'ten nakledilen hadîs bunu göstermektedir. Ancak Ebu Dâvûd et-Tayâlisi'ye göre bu hadîs zayıftır. Allah en iyisini bilendir.
II- Muşriklerin çocukları babalarıyla birlikte cehennemde olacaklardır.
Buna delil olarak da Ahmed İbn Hanbel'in Ebu Muğîre kanalıyla Ğutayfın kölesi Abdullah İbn Ebu Kays'tan naklettiği hadîsi göstermektedirler.
O, Âişe'ye gelerek kâfirlerin çocuklarını sormuş, Âişe de demiş ki: Rasulullah (s.a.v.) onların babalarına tâbi olacaklarını söyledi.
Ben; Ey Allah'ın Rasûlu amelsiz olarak mı? dedim.
Rasulullah (s.a.v.) : Onların ne yapacaklarını Allah en iyi bilendir, buyurdu.
Bu hadîsi Ebu Davud da Muhammed İbn Harb kanalıyla... Abdullah İbn Ebu Kays'tan nakleder ki; o, şöyle demiş:
Âişe'den duyduğuma göre o; ben Allah'ın Rasulu'ne mu'nıinlerin çocuklarını sordum da; onlar babalarıyla beraberdirler, buyurdu.
Ya muşriklerin çocukları? dedim; onlar da babalarıyla beraberdirler, buyurdu.
Ben amelsiz mi? dedim; Allah onların ne yapacak olduklarını en iyi bilendir, buyurdu.
Bu hadîsi Ahmed İbn Hanbel Vekî' kanalıyla Âişe'den nakleder ki; o, şöyle demiş : Ben Rasulullah (s.a.v.)'a muşriklerin çocuklarını hatırlattığımda; istersen sana onların cehennemdeki çığlıklarını işittirebilirim, dedi.
Abdullah İbn İmâm Abnıed İbn Hanbel der ki: Osman İbn Ebu Şeybe, Ali'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Hadîce, Rasulullah (s.a.v.)a câhiliyye devrinde ölen iki oğlunun durumunu sorduğunda; onlar cehennemdedir, buyurmuş.
Ali der ki: Peygamber, Hadîce'nin yüzündeki hoşnudsuzluğu görünce, sen onların yerini görseydin onlardan nefret ederdin, buyurmuş. Hadîce; ya senden olan çocuklarım? deyince Peygamber, onlar cennettedir, demiş. Çünkü mu'minler de, çocukları da cennettedirler, muşrikler de, çocukları da cehennemdedirler, diye eklemiş. Sonra şu âyeti okumuş : «îmân eden, soyları da îmânda kendilerine uyan kimselere soylarını da katarız. Onların işlediklerinden hiç bir şey eksiltmeyiz. Herkes kazancına bağlıdır.» (Tur, 21)
Bu hadîs garîbdir. Çünkü râvîler arasında yeralan Osman, durumu meçhul bir kişidir. Onun rivayet ettiği râvi olan Zâ Zân ise . Ali'ye ulaşmamıştır. Allah en iyisini bilendir.
Ebu Dâvud da İbn Ebu Zaide kanalıyla Şa'bî'den nakleder ki; Rasulullah (s.a.v.) diri diri toprağa gömen de, gömülen de cehennemdedir, buyurmuş.
Şa'bî de der ki: Bana bu hadîsi Alkame, Ebu Vâil kanalıyla Abdullah İbn Mes'ud'dan nakletti. Bir topluluk da bu hadîsi Dâvûd İbn Ebu Hind kanalıyla Şa'bî'den, Alkame'den, Seleme İbn Kays'tan naklettiler.
Seleme İbn Kays el-Eşcaî der ki: Ben ve kardeşim Peygambere gelip dedik ki:
Annemiz câhiliyyet devrinde öldü. Ancak müsâfir ağırlar, akrabaları ziyaret eder idi. O bizim bir kız kardeşimizi henüz bulûğa ermemişken diri diri toprağa gömdü.
Peygamber buyurdu ki: Toprağa gömen de, gömülen de ateştedir. Ancak toprağa gömene İslâm ulaşır da müslüman olursa; mustesnadır.
Bu hadîsin isnadı hasendir.
III- Muşriklerin çocukları hakkında bir görüş beyân etmeyenler.
Bunlar da Peygamberin; Allah Teâlâ onların ne yapacaklarını en iyi bilendir, kavline dayanmaktadırlar. Nitekim Buhârî ve Muslim'in Sahîh'lerinde Ca'fer İbn Ebu İyâs... kanalıyla Abdullah İbn Abbas'-tan nakleder ki:
Rasulullah (s.a.v.)'a muşriklerin çocukları sorulduğunda; O, Allah onların ne yapacak olduklarını en iyi bilendir, demiş.
Bu hadîs Buhârî ve Muslim'de Zuhrî kanalıyla... Ebu Hurayra'den de nakledilir. O der ki: Peygambere muşriklerin çocukları sorulduğunda; Allah onların ne yapacak olduklarını en iyi bilendir, buyurdu.
Bilginlerden bir kısmı da muşriklerin çocuklarını, A'râf ehli olarak kabul ederler. Bu görüş, onların çocuklarının cennette olduklarını söyleyenlerin görüşüyle birleşir. Çünkü A'râf karâr diyarı değildir. Ve A'râf ehlinin akıbeti A'râf sûresinde belirtildiği gibi cennettir. Allah en iyisini bilendir.
Musluman ve Muşriklerin Küçük Yaşta (Buluğ Çağına ermeden) Ölen Çocuklarının Ahiratteki Durumu?
4842 ـ1ـ عن عائشةَ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهَا قالتْ: ] تُوُفِّىَ صَبِيٌّ. فَقُلْتُ: طُوبى لَهُ، عُصْفُورٌ مِنْ عَصَافِيرِ الْجَنَّةِ. فقَالَ رَسُولُ اللَّهِ #: أوََ تَدْرِينَ أنَّ اللَّهَ خَلَقَ الْجَنَّةَ وَخَلَقَ النَّارَ، فَخَلَقَ لهذِهِ أهًْ، ولهذِهِ أهًْ[. أخرجه مسلم وأبو داود والنسائي
1. (4842)- Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor:
"Bir çocuk ölmüştü. Ben: "Ne mutlu ona! Cennet kuşlarından bir kuş oldu!" dedim.
Aleyhissalâtu vesselâm: "Sen Allah'ın cenneti de cehennemi de yarattığını, beriki için de öteki için de ahali yarattığını bilmiyor musun?" buyurdular."
(Muslim, Kader 30, (2662); Nesaî, Cenaiz 58, (4, 57); Ebu Davud, Sünnet 18, (4713)
Bu hadis, buluğa ermeden vefat eden Müslüman çocukların ahiretteki durumu hakkında bir hüküm getirmektedir: Cennetlik mi, cehennemlik mi olacakları Allah'ın meşietine bağlıdır.
Burada şunu belirtelim ki, Müslüman çocuklarıyla ilgili hüküm de munakaşa edilmiştir. Çünkü sadedinde olduğumuz hadis, "cennetliktir!" hükmüne ihtiyat getirmektedir. Bu sahih hadisi esas alanlar, bu meselede ihtiyatı tercih etmiş olurlar. Ancak mevzuya temas eden tek hadis bu değildir. Alimlerin büyük çoğunlukla hükme esas ittihaz ettikleri bir Ebu Hurayra hadisine göre, mu'min çocukları cennetliktir.
قَالَ رَسُول اللَّهِ #: مَنْ مَاتَ وَلَهُ ثََثَةٌ مِنَ الْوَلَدِ لَمْ يَبْلُغُوا الْحِنْثَ كَان لَهُ حِجَاباً مِنَ النَّارِ اَوْ دَخَلَ الْجَنَّةَ
"Kimin buluğa ermezden önce üç çocuğu vefat ederse bunlar o kimseye ateşe karşı bir perde olurlar. Yahut o kimse cennete girer."
Kurtubî, bazılarının "Müslüman çocukların cennete gidecekleri hususunda ulemânın ihtilafı yoktur, icma ederler" dediğini kaydeder. Ancak Nevevî, bu meselede, kaydetmiş olduğumuz Ebu Hurayra rivayetine itibar edenlerin icmaından bahsedilebileceğini belirtir.
(Kurtubî; "et-Tezkira"; c: 2, s: 328)
Sadedinde olduğumuz Aişe (radıyallahu anhâ) hadisini esas alanlar bu hususta tevakkufu tercih etmişlerdir.
Nevevî, bunlara şu cevabı verir: "Rasulullah'ın Aişe'yi o hükümden men etmesi belki bu meselede delilsiz kesin hükme gitmiş olmasındandır veya, Rasulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Müslüman çocukların cennetlik olduklarını bilmezden önce bu mudahaleyi yapmıştır."
Yine İmam Nevevi -Allah ona rahmet etsin- şöyle de demiştir:
"Sözüne itibar edilen müslüman âlimler, müslümanların çocuklarından her kim küçük yaşta ölmüşse, onun cennetlik olduğu konusunda ittifak etmişlerdir.Çünkü o çocuk dînen mükellef (sorumlu) değildir."
(Nevevî; "Sahih-i Muslim Şerhi"; c: 16, s: 207).
Maziri: "İhtilaf peygamber çocuklarının dışında kalanlar hakkındadır" demiştir.
Musned-i Ahmed'de gelen bir rivayette :
اِنَّ الْمُسْلِمينَ وَاَوَْدَهُمْ في الْجَنَّةِ وَإنَّ الْمُشْرِكِينَ وَاَوَْدَهُمْ في النَّارِ ثُمَّ قَرَأ وَالَّذِينَ آمَنُوا وَاتَّبَعَتْهُمْ ذُرِّيَّتُهُمْ
"Müslümanların çocukları cennetliktir, muşrikler ve çocukları cehennemliktir."
Sonra şu ayeti okudu. (Mealen): "İman edip de zurriyetleri de kendilerine tabi olanlar (var ya), biz onların nesillerini de kendilerine kattık" (Tur 2).
Nitekim Hanbelî fakîhlerinden Kadı Ebu Ya'lâ İbn el-Ferrâ, Ahmed İbn Hanbel'in şöyle dediğini nakleder :
Onların cennet ehli oldukları konusunda ihtilâf yoktur. İnsanlar arasında meşhur olan görüş de budur. Allah dilerse bizim kesin karâr vereceğimiz kanâat da budur.
Şeyh Ebu Ömer İbn Abd'ul-Berr'in bazı bilginlerden naklederek onların bu konuda durakladıkları, bütün çocukların Allah Azze ve Celle'nin irâdesi altında bulundukları görüşünü serdettikleri tarzındaki kanâatına gelince :
Ebu Ömer İbn Abd'ul-Berr'in ifâdesine göre bu görüşe; aralarında Hammâd İbn Zeyd, Hammâd İbn Seleme, Abdullah İbn Mübarek, İshâk İbn Rahuyeh ve diğerlerinin de bulunduğu hadîs ve fıkıh ehli bir topluluk kail olmuşlardır.
Onlar derler ki: Bu husus İmâm Mâlik'in el-Muvatta'ında kader bahsinde çizdiği duruma benzer. Onun bu konuda îrâd ettiği hadîsler de böyledir.
Mâlikîlerin çoğunluğu da bu görüştedir. Ancak İmâm Mâlik'den nass halinde bir şey vârid olmamıştır.
Mâlikilerden sonraki bilginler müslüman çocuklarının cennette olduklarını kabul etmişler, muşrik çocuklarının ise Allah'ın irâdesine bağlı olduklarını bildirmişlerdir.
Ömer İbn Abd'ul-Berr'in sözü burada bitiyor. Ancak bu, gerçekten garîbdir. Ebu Abdullah el-Kurtubî de et-Tezkire isimli kitabında aynı şeyi zikreder. Allah en iyisini bilendir.
Bu konuda Talha kızı Âişe'den mu'minlerin annesi Âişe'ye dayanan bir rivayet zikredilir. Âişe der ki:
Peygamber Ansâr'dan bir çocuğun cenazesine çağırıldı. Ben dedim ki : Ey Allah'ın Rasulu, ona ne mutlu cennet serçelerinden bir serçe, kötülüğe ne uzandı ne de ulaştı.
Bunun üzerine Peygamber buyurdu ki: Ya bundan başka bir şey ise ey Âişe? Doğrusu Allah cenneti yarattı ve insanlar babalarının sulbunde iken cennet ehlini halketti. Cehennemi yarattı ve insanlar babalarının sulbünde iken cehennem ehlini de yarattı.
(Bu hadîsi Ahmed İbn Hanbel, Muslim, Ebu Dâvûd, Neseî ve İbn Mâce naklederler.)
Bu konudaki sözlerin, gerçekten sahîh delillere dayanması îcâbeder. Ne var ki Şâri'in buyruklarını bilmeyen birçok kişiler de bu konuda söz etmektedirler. Bu sebeple bilginlerden bir çoğu bu konudan bahsedilmesini hoş karşılamamışlardır.
Abdullah İbn Abbâs'tan, Ebu Bekr es-Sıddîk'ın oğlu Muhammed'in oğlu Kâsım'dan, Hanefiyye'nin oğlu Muhammed'den ve diğerlerinden böyle rivayet edilmiştir. İbn Hibbân da Sahîh'inde Cerîr İbn Hâzim'den nakleder ki; o, şöyle demiş :
Ebu Recâ el-Utâridî'nin Abdullah İbn Abbâs'ın minberde iken şöyle dediğini işittim :
Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki : Bu ümmetin işi birbirine yaklaşıktır. Yeter ki çocuklar ve kader konusunda konuşmasınlar. İbn Hibbân bununla muşriklerin çocuklarını kasdettiğini söyler.
Ebu Bekr el-Bezzâr, Cerîr İbn Hâzim kanalıyla aynı rivayeti naklettikten sonra; bir topluluğun Ebu Recâ kanalıyla bu hadîsi Abdullah İbn Abbâs'tan mevkuf olarak rivayet ettiklerini bildirir.
(Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 9/4705-4714)
Yine, İmam Ahmed (Allah ona rahmet etsin) bu konuda şöyle demiştir:
"Müslümanların çocuklarının cennetlik oldukları konusunda (âlimler arasında) hiçbir görüş ayrılığı yoktur?" (İbn-i Kayyim'in, "Sunen-i Ebî Dâvud Hâşiyesi"; c: 7, s: 83).
43 ـ2ـ وَعن ابْنِ عَبّاسٍ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُما قال: ] سُئِلَ رَسُولُ اللَّهِ # عَنْ أوَدِ الْمُشْرِكِينَ. فقَالَ : اللَّهُ إذْ خَلَقَهُمْ أعْلَمُ بِمَا كَانُوا عَامِلِينَ [.أخرجه الخمسة إ الترمذي
.2. (4843)- İbnu Abbas (radıyallahu anhumâ) anlatıyor: "Rasulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan muşriklerin çocukları hakkında sorulmuştu.
"Allah onları yarattığı zaman ne yapacaklarını iyi biliyordu!" buyurdular."
(Buhârî, Kader 3, Cenaiz 93; Muslim, Kader 23, 24, 26, 28, (2660); Ebu Davud, Sunnet 18, (4711); Nesâî, Cenaiz 60, (4, 59); Muvatta, Cenaiz 53; Ahmed b. Hanbel, II, 244. 253, 259, 315, 347, 393. 262,471.481.518; V, 73,410)
Bu husus kesinlik kazandığına göre; insanlar muşriklerin çocukları konusunda değişik görüşler serdetmişlerdir :
I- Muşriklerin çocukları cennettedirler.
Buna Semure'nin naklettiği ve Peygamberin İbrâhîm Aleyhisselâm'ın yanında müslüman ve muşrik çocuklarının bulunduğunu bildiren hadîsini delil getirmektedirler. Bu hadîs Ahmed İbn Hanbel kanalıyla Hasnâ'nın amcasından nakledilmiştir.
Yukarıda geçmişti: Bu istidlal sahihtir. Ancak imtihan ile ilgili hadîsler daha özel bir anlam taşır. Allah Teâlâ onlardan itaat edeceklerini bildiği kimselerin ruhunu öbür âlemde İbrahîm Aleyhisselâm'la ve fıtrat üzere ölmüş olan müslüman çocuklarla beraber kılar. İçlerinden Allah'ın emrine icabet etmeyeceklerini bildiklerini ise Allah Teâlâ kıyamet günü cehenneme gönderir. Nitekim imtihan hadîsi buna delâlet etmektedir. Eş'arî de Ehl-i Sünnet'ten bu görüşü nakletmiştir.
Muşrik çocuklarının cennette olduğunu söyleyenlerden bir kısmı; bunların cennette serbest olduklarını ifâde ederken, bir kısmı da müslümanların hizmetçileri olacaklarını belirtirler. Nitekim Ali İbn Zeyd kanalıyla Enes'ten nakledilen hadîs bunu göstermektedir. Ancak Ebu Dâvûd et-Tayâlisi'ye göre bu hadîs zayıftır. Allah en iyisini bilendir.
II- Muşriklerin çocukları babalarıyla birlikte cehennemde olacaklardır.
Buna delil olarak da Ahmed İbn Hanbel'in Ebu Muğîre kanalıyla Ğutayfın kölesi Abdullah İbn Ebu Kays'tan naklettiği hadîsi göstermektedirler.
O, Âişe'ye gelerek kâfirlerin çocuklarını sormuş, Âişe de demiş ki: Rasulullah (s.a.v.) onların babalarına tâbi olacaklarını söyledi.
Ben; Ey Allah'ın Rasûlu amelsiz olarak mı? dedim.
Rasulullah (s.a.v.) : Onların ne yapacaklarını Allah en iyi bilendir, buyurdu.
Bu hadîsi Ebu Davud da Muhammed İbn Harb kanalıyla... Abdullah İbn Ebu Kays'tan nakleder ki; o, şöyle demiş:
Âişe'den duyduğuma göre o; ben Allah'ın Rasulu'ne mu'minlerin çocuklarını sordum da; onlar babalarıyla beraberdirler, buyurdu.
Ya muşriklerin çocukları? dedim; onlar da babalarıyla beraberdirler, buyurdu.
Ben amelsiz mi? dedim; Allah onların ne yapacak olduklarını en iyi bilendir, buyurdu.
Bu hadîsi Ahmed İbn Hanbel Vekî' kanalıyla Âişe'den nakleder ki; o, şöyle demiş : Ben Rasulullah (s.a.v.)'a muşriklerin çocuklarını hatırlattığımda; istersen sana onların cehennemdeki çığlıklarını işittirebilirim, dedi.
Abdullah İbn İmâm Abnıed İbn Hanbel der ki: Osman İbn Ebu Şeybe Ali'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Hadîce, Rasulullah (s.a.v.)a câhiliyye devrinde ölen iki oğlunun durumunu sorduğunda; onlar cehennemdedir, buyurmuş.
Ali der ki: Peygamber, Hadîce'nin yüzündeki hoşnudsuzluğu görünce, sen onların yerini görseydin onlardan nefret ederdin, buyurmuş.
Hadîce; ya senden olan çocuklarım? deyince Peygamber, onlar cennettedir, demiş. Çünkü mu'minler de, çocukları da cennettedirler, muşrikler de, çocukları da cehennemdedirler, diye eklemiş. Sonra şu âyeti okumuş : «îmân eden, soyları da îmânda kendilerine uyan kimselere soylarını da katarız. Onların işlediklerinden hiç bir şey eksiltmeyiz. Herkes kazancına bağlıdır.» (Tur, 21)
Bu hadîs garîbdir. Çünkü râvîler arasında yeralan Osman, durumu meçhul bir kişidir. Onun rivayet ettiği râvi olan Zâ Zân ise Ali'ye ulaşmamıştır. Allah en iyisini bilendir.
Ebu Dâvud da İbn Ebu Zaide kanalıyla Şa'bî'den nakleder ki; Rasulullah (s.a.v.) diri diri toprağa gömen de, gömülen de cehennemdedir, buyurmuş.
Şa'bî de der ki: Bana bu hadîsi Alkame, Ebu Vâil kanalıyla Abdullah İbn Mes'ud'dan nakletti. Bir topluluk da bu hadîsi Dâvûd İbn Ebu Hind kanalıyla Şa'bî'den, Alkame'den, Seleme İbn Kays'tan naklettiler.
Seleme İbn Kays el-Eşcaî der ki: Ben ve kardeşim Peygambere gelip dedik ki:
Annemiz câhiliyyet devrinde öldü. Ancak musâfir ağırlar, akrabaları ziyaret eder idi. O bizim bir kız kardeşimizi henüz bulûğa ermemişken diri diri toprağa gömdü.
Peygamber buyurdu ki: Toprağa gömen de, gömülen de ateştedir. Ancak toprağa gömene İslâm ulaşır da müslüman olursa; mustesnadır.
Bu hadîsin isnadı hasendir.
III- Muşriklerin çocukları hakkında bir görüş beyân etmeyenler.
Bunlar da Peygamberin; Allah Teâlâ onların ne yapacaklarını en iyi bilendir, kavline dayanmaktadırlar. Nitekim Buhârî ve Muslim'in Sahîh'lerinde Ca'fer İbn Ebu İyâs... kanalıyla Abdullah İbn Abbas'-tan nakleder ki:
Rasulullah (s.a.v.)'a muşriklerin çocukları sorulduğunda; O, Allah onların ne yapacak olduklarını en iyi bilendir, demiş.
Bu hadîs Buhârî ve Muslim'de Zuhrî kanalıyla... Ebu Hurayra'den de nakledilir. O der ki: Peygambere muşriklerin çocukları sorulduğunda; Allah onların ne yapacak olduklarını en iyi bilendir, buyurdu.
Bilginlerden bir kısmı da muşriklerin çocuklarını, A'râf ehli olarak kabul ederler. Bu görüş, onların çocuklarının cennette olduklarını söyleyenlerin görüşüyle birleşir. Çünkü A'râf karâr diyarı değildir. Ve A'râf ehlinin akıbeti A'râf sûresinde belirtildiği gibi cennettir. Allah en iyisini bilendir.
Tüm Görüşleri Bir Arada Zikredersek :
1. Görüş : Hammad İbnu Seleme, Hammad İbnu Zeyd, İbnu'l-Mubârak, İshak İbnu Rahuye , çocuklar hakkında: "Allah'ın meşietindedir. Dilerse cennete koyacak, dilerse cehenneme" diye hükmederler ve bu mevzuda gelen nasslardan bu hükmü çıkarırlar. Bilhassa muşrik çocukları hakkında Şafiî hazretlerinin de böyle hükmettiğini, Beyhakî, el-İ'tikad'ında kaydetmiştir.
İbnu Abdilberr: "İmam-ı Malik'ten bu hususta sarih bir hüküm intikal etmedi ise de, onun nokta-i nazarından çıkarılacak hüküm de böyledir. Ancak ashabı, Müslüman çocukların cennete, kâfir çocuklarının meşiet-i İlahiye'de olduğunu sarih olarak beyan etmiştir" der.
Bu görüş sahiblerinin delili: "Allah onların ne yapacağını daha iyi biliyor" hadisidir.
2. Görüş : "Çocuklar babalarına tabidir, Müslümanların çocukları cennette, kâfirlerin çocukları cehennemde olacaktır."
Bu görüş, Haricîlerden (Erakiyye kolu) Ezarika'nın görüşüdür. Bunların delili şu ayettir:
رَبِّ َ تَذَرْ عَلى اَرْضِ مِنَ الْكَافِرِينَ دَيّاراً
"Nuh: "Ey Rabbim! dedi. Yeryüzünde kafirlerden tek bir kişi bırakma!" (Nuh 26).
Ancak bu ayetin Nuh kavmiyle ilgili olduğu söylenerek karşı çıkılmış. Nuh'un bu bedduayı, Cenab-ı Hakk'ın ona: "Kavminden,(hal-i hazır) inananlar dışında kimse sana iman etmeyecektir" (Hud 36) diye vaki olan vahyinden sonra yaptığı belirtilmiştir.
هُمْ مِنْ آبَائِهِمْ اَوْ مِنْهُمْ
"Onlar babalarındandır veya onlardandır" şeklindeki hadis, harbîlerle ilgili ahkâm zımnında varid olmuştur.
Bu görüşe karşı çıkanlar, muşrik çocukların cehennemde olacağını tasrih eden ve Aişe'den gelen bir rivayetin zayıf olduğunu belirtirler.
3. Görüş : Çocuklar cennetle cehennem arasında orta bir yerde, bir berzahtadırlar.
Çünkü, onların cennete girmesini sağlayacak amelleri mevcut olmadığı gibi, cehenneme girmelerine sebeb olacak da günahları yoktur.
4. Görüş : Cennet ehlinin hizmetçileri olacaklar.
Bazı kaynaklarda gelen zayıf bir hadise göre Aleyhissalâtu vesselâm:
اَوَْدُ الْمُشْرِكِينَ خَدَمُ اَهْلِ الْجَنَّةِ
"Muşriklerin çocukları cennet ehlinin hizmetçileridir" buyurmuştur.
Şeyhu'lİslâm İbn-i Teymiyye -Allah ona rahmet etsin- bu görüş hakkında şöyle demiştir:
"Bu sözün aslı yoktur." (Mecmuû'l-Fetâvâ; c: 4, s: 279).
Bu konuda Taberânî ve Bezzâr'dan rivâyet olunan bir hadis gelmiştir. Fakat hadis âlimleri, bu hadisi zayıf olarak değerlendirmişlerdir. Bu âlimlerden birisi de Hâfız İbn-i Hacer'dir. (Fethu'l-Bârî; c: 3, s: 246).
5. Görüş : Beşinci görüşe göre, toprak olurlar.
Bu görüş Sumame İbnu Eşres'ten mervidir.
6. Görüş : Bu görüşe göre ateştedirler.
İyaz, bunu Ahmed İbnu Hanbel'e nisbet etmiş ise de, İbnu Teymiyye, İyaz'ın burada hata ettiğini, bu görüşün Ahmed İbnu Hanbel'e ait olmayıp, ashabından birine ait olduğunu söyler.
7. Görüş : Yedincisine göre çocuklar ahirette imtihan olunacaklar:
Kendilerine ateş yükseltilecek, kim içine girerse, o soğuk ve selametli olacak, imtina eden ise azaba duçar olacak. Bazı sahih rivayetler, mecnunlar ve fetret devrinde ölenler hakkında imtihan olduğunu belirtmiştir.
Beyhakî, el-İ'tikad'ında bu görüşün sahih görüş olduğunu söylemiş ise de, "Ahiret teklif yeri değildir. Orada ne amel ne imtihan hiçbir şey yoktur" denilerek tenkid edilmiştir.
Ancak bu tenkidcilere de: "Bu hal, cennet ve cehennemde istikrar peyda ettikten sonrası için camidir, amma Arasat'ta, buna bir mani yoktur.
يَوْمَ يُكْشَفُ عَنْ سَاقٍ وَيُدْعَوْنَ الى السُّجُودِ فََ يَسْتَطِيعُونَ
"Her hakikatın bütün çıplaklığıyla ortaya çıktığı gün onlar secdeye çağrılırlar. Fakat güçleri yetmez" (Kalem 42) buyrulmuştur" diyerek cevap verilmiş ve bir Sahiheyn hadisi gösterilmiştir:
اَنَّ النَّاسَ يُؤْمَرُونَ بِالسُّجُودِ فَيَصِيرُ ظَهْرُ الْمُنَافِقِ طَبَقاً فََ يَسْتَطِيعُ اَنْ يَسْجُدَ
"(Kıyamet günü) insanlara secde etmeleri emredilir. Munafığın sırtı o zaman yekpare bir tabakaya döner ve secdeye güç yetiremez."
8. Görüş :Çocuklar cennetliktir.
Nevevî der ki: "Muhakkak ulemânın seçtiği sahih mezheb budur. Bunlar şu ayeti delil kılmışlardır:
وَمَا كُنّا مُعَذّبِينَ حَتّىَ نَبْعَثَ رَسُوً
"Biz bir peygamber göndermedikçe azab edici değiliz." (İsra 15).
9. Görüş : Tevakkuf: Hiçbir hükümde bulunmamak.
İmam Buhârî, muşrik çocuklarının durumu üzerine söylenenler hakkında açtığı babda üç hadis kaydeder:
Birincisinde tevakkuf ifade edilmiştir;
ikincisinde cennette olacakları görüşünü muracceh kılan bir hadis kaydedilir;
üçüncü hadiste ise cennetlik olacaklarını tasrih eden bir hüküm mevcuttur.
(Bu üç hadisten birincisi 4843'te kaydettiğimiz hadistir. İkincisi "Rasûlullah'a muşrik çocuklarından sorulmuştu: "Ne yapacaklarını Allah iyi bilir" diye cevap verdi" meâlindeki Ebu Hurayra hadisi, üçüncüsü de (aşağıdaki 4844 nolu hadis) her çocuğun (İslâm) fıtratı üzerine yaratıldığını beyan eden hadistir.)
Şarihler bunda hem üç ayrı görüşe delil ve hem de Buhari'nin tercihini görürler: Ona göre esas olan kafir çocuklarının cennetlik olduğudur.
ـ4844 ـ3ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ قال: ] قَالَ رَسُولُ اللَّهِ #: تَحَاجَّ آدَمُ وَمُوسىَ عَلَيْهِمَا السََّمُ. فقَالَ لَهُ مُوسىَ: أنْتَ الَّذِى أخْرََجْتَ النَّاسَ مِنَ الْجَنَّةِ بِذَنْبِكَ وَأشْقَيْتَهُمْ. فَقَالَ آدَمُ لِمُوسىَ: أنْتَ الَّذِى اصْطَفَاكَ اللَّهُ بِرِسَاَتِهِ وَبِكََمِهِ، أتَلُومُنِي على أمْرٍ كَتَبهُ اللَّهُ
Burada yoktum, izah edeyim inş.
Abdulmuizz ahi mevzubahis edilen hadisler senet yönünden sahih olabilir lakin metin yönünden mevzu olduğu şüpheye mahal vermeyecek kadar açıktır.
Öncelikle izninizle şunu net bir şekilde ortaya koyalım; Hadisler ,Peygamber'den oldugu iddia edilen rivayetlerdir. Bu yuzden hadisler "Rasulullah (sav)'in 'şöyle söyledigi rivayet olunur' " diye baslar. Bu yuzden de onlar "hadis"dir. Kuran kaynakli, vahiy kaynakli olmasi baska sey, "vahiy olmasi" baska seydir. Siz de vahiy kaynaklı konuşabilirsin ama konuştuklarınız asla vahiy olmaz.
Kur'an'ı daha iyi anlamak için elbette istifade edeceğimiz bazı kaynaklara ihtiyaç vardır. Ama eğer Kuran tarafımızdan anlaşılamayacak kadar ağır/karışık/kapalı olsaydı istifade edeceğimiz bu kaynakların doğru tespitler ve izahatler içerdiğini nasıl tespit edebiliriz?
Bu tespiti yapamayacak isek nasıl olur da bundan sorumlu tutuluruz?
Atalarımızdan böyle gördük, çoğunluk ta böyle yapıyor diyerek körü körüne bir inanç sahibi mi olacağız?
Bu bilgileri sorgulayabilmek için Kur'an süzgecinden geçirmeyecekmiyiz? Bu bilgileri anlamadığımız bir süzgeçten nasıl geçiririz?
Şimdi; "Şüphe yok ki Allah zerre kadar haksızlık etmez" (Nisa 40) ahi bak Allah kimseye zerre kadar haksızlık etmeyeceğini beyan ettiği halde, müşriklerin ölen çocukları nasıl babalarına nisbet edilebilir? İnsana hidayeti seçme imkanını veren de, sapıklığı seçme imkanını veren de Allah ise burada o iradeden nasıl bahsedebiliriz?
Konuya dair diğer sözde hadislere bakın;
Ben Rasulullah (s.a.v.)'a müşriklerin çocuklarını hatırlattığımda; istersen sana onların cehennemdeki çığlıklarını işittirebilirim, dedi.
Abdullah İbn İmâm Abnıed İbn Hanbel der ki: Osman İbn Ebu Şeybe Hz. Ali'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Hz. Hadîce, Rasulullah (s.a.v.)a câhiliyye devrinde ölen iki oğlunun durumunu sorduğunda; onlar cehennemdedir, buyurmuş.
Bu Cebriye'nin görüşüdür zira onlara göre insan, önceden belirlenmiş kaderinin mahkumudur. Tıpkı esen rüzgarın önündeki hafif bir tüy gibi, rüzgarın estiği yöne doğru yönlenir. İnsanın herhangi bir iradesi yoktur.
Pekala bu durumda "De ki: Hak, Rabb'inizdendir, dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin." (Kehf 29) aytini nereye koyacağız? Halbuki bu ayette insanın iradesi ve hürriyeti esastır. Fakat yukarıdaki sözde hadislere göre ise ortada ne irade vardır ne seçme hürriyeti.
Allah'ın hidayete kavuşturduğu kişinin bizzat kendisinin hidayeti seçtiği ve bu sebeple yüce Allah'ın o kimseyi hidayete kavuşturduğu, sapıklık konusunda da durumun aynı olduğu ayetlerle sabittir. Sapmanın asıl sebebi, sapan kişilerin kendi tavır ve davranışlarıdır. Kendileri sapma yolunu tercih etmişlerdir. Fakat yukarıdaki sözde hadislere göre kişi bunların hiç birine muhatap olmadan sırf babasının müşrik olması hasebiyle cehenneme gönderildiği iddia edilmektedir. SuphanAllah! “Allah kimseye zerre kadar haksızlık yapmaz”
Allah'ın hidayete kavuşturduğu kimseler, Allah'a yönelen, O'nu anan ve emirlerini yerine getirenlerdir. Pekala daha bu gerçekleşmeden nasıl ölen çocuk müşrik babasına tabidir denilebilir? Ayrıca birçok sahabenin babaları da müşrikti. Eğer babalarına tabi olacak olsalardı hiç bir sahabenin inanmaması gerekirdi.
Belli ki hadis uydurmadır aksi halde bu kadar farklı tevillere gidilir miydi?
1- Babalarına tabi olarak cehenneme giderler,
2- Asli fıtrat üzerine öldüklerinden cennete giderler,
3- Ne cennete ne de cehenneme gitmezler, ikisi arası bir yerde kalırlar,
4- Cennet ehline hizmet ederler,
5- Allah ’ın ezeli ilmiyle onların cehennem ehlinin amelini işleyeceklerini bilmiş olması nedeniyle, cehenneme gitmelerinde bir mahzur olmayacağı
Kuran'ı Allah için okuyanlara ne mutlu!
Hadisleri okurken sanki Peygamberle konuşuyormuş gibi bir hisse kapılanlara müjdeler olsun!
أَلَيْسَ اللَّهُ بِأَحْكَمِ الْحَاكِمِينَ
Cevaplarım renkli olarak, aralarde gelecektir.
YASAKLI ÜYE İSLAM demiş ki: ↑
Burada yoktum, izah edeyim inş.
Abdulmuizz ahi mevzubahis edilen hadisler senet yönünden sahih olabilir lakin metin yönünden mevzu olduğu şüpheye mahal vermeyecek kadar açıktır.
Senet yönünden sahih olan bir hadis, metin yönünden nasıl uydurma olur diyorsun! Allahtan kork, özrün kabahatinden büyük. Senet bakımından sahih ise, raviler doğru olarak nakletmiş, ama hadisi aktaran sahabe, tabiin raviler, metin yönünden senin sapkın anlayışında değil diye uydurma olacak öyle mi? Bunu hangi ilimle ispatlıyorsun? Nerde delilin?
YASAKLI ÜYE İSLAM demiş ki: ↑
Öncelikle izninizle şunu net bir şekilde ortaya koyalım; Hadisler ,Peygamber'den oldugu iddia edilen rivayetlerdir. Bu yuzden hadisler "Rasulullah (sav)'in 'şöyle söyledigi rivayet olunur' " diye baslar. Bu yuzden de onlar "hadis"dir. Kuran kaynakli, vahiy kaynakli olmasi baska sey, "vahiy olmasi" baska seydir. Siz de vahiy kaynaklı konuşabilirsin ama konuştuklarınız asla vahiy olmaz.
Bak ilimsiz mesnedsiz nefsiyle usul belirleyen şahıs : Kendin/ben ile Rasulullahı (s.a.v.)in sözlerini bir(aynı) yaparak, Rasulullaha postacı diyen hadis inkarcısı mealciliğe soyunuyorsun.
Şunu öğrenmenin vakti geldi :
1- Rasulullah (s.a.v.) dünyevi işlerinde kul sıfatı gereği kendi nefsinden konuşur ve isabet de edebilir, hata da yapabilir. Misal Hurma ağaçlarının aşılamaya gerek olmadığını söylemesi üzerine ağacın az verim vermesi hadisi, diğer bir olay ise, Sahabenin söylemesi üzerine Bedir kuyularına mevzilenmeden önceki hatalı mevzilendiği olayı aktaran hadis.
2- Rasulullah (s.a.v.) dini meselelerde O'nun (s.a.v.)in konuşması vahye dayanır (Necm 3-4). Bu sebeble Dini kaynaklı, hukum ve fetvalarda, Rabbin kendisine vahyetmesi üzerine konuşur ki, bunda hata aramak kişinin imanını sakata getirir.
YASAKLI ÜYE İSLAM demiş ki: ↑
Kur'an'ı daha iyi anlamak için elbette istifade edeceğimiz bazı kaynaklara ihtiyaç vardır. Ama eğer Kuran tarafımızdan anlaşılamayacak kadar ağır/karışık/kapalı olsaydı istifade edeceğimiz bu kaynakların doğru tespitler ve izahatler içerdiğini nasıl tespit edebiliriz?
Kuranı açıklayan tek kaynak Rasulullah (s.a.v.)dir. Sahih senedlerle gelen mutevatir bir hadisi inkar -ummetin mutevatir dediği- eden kafir olur. Bazı görüşlere göre ehl-i sunnetin mutevatir dediği hadisi inkar eden kafir olur.
Bu sebeble kafana ters gelen hadisi aklıma yatmıyor mazeretini Kur'ana yatmıyor diyerek iftira ederek inkar etmek, sahibi,ni sapıklık olarak nitelendirilmesine sebebdir.
YASAKLI ÜYE İSLAM demiş ki: ↑
Bu tespiti yapamayacak isek nasıl olur da bundan sorumlu tutuluruz?
Atalarımızdan böyle gördük, çoğunluk ta böyle yapıyor diyerek körü körüne bir inanç sahibi mi olacağız?
Evet bunun sonunda mutevatir, sahih hadisleri anlama/yorumlama sebebiyle bazı alimler arasında ihtilaf var diye inkar etmek Mealciliğin belirtisidir ki, Rabbın dilemesi dışında iflah olmazlar.
YASAKLI ÜYE İSLAM demiş ki: ↑
Bu bilgileri sorgulayabilmek için Kur'an süzgecinden geçirmeyecekmiyiz? Bu bilgileri anlamadığımız bir süzgeçten nasıl geçiririz?
Hangi ilim ile Kuranı süzgeç yaptın? Bu mantık sahibi süzgeçten geçip giderek ehl-i sunnetin menhecini terk etmiştir!
YASAKLI ÜYE İSLAM demiş ki: ↑
Şimdi; "Şüphe yok ki Allah zerre kadar haksızlık etmez" (Nisa 40) ahi bak Allah kimseye zerre kadar haksızlık etmeyeceğini beyan ettiği halde, müşriklerin ölen çocukları nasıl babalarına nisbet edilebilir? İnsana hidayeti seçme imkanını veren de, sapıklığı seçme imkanını veren de Allah ise burada o iradeden nasıl bahsedebiliriz?
Kıt aklına göre, bir ayeti alarak hüküm verince oluyorda, hafız, mufessir, muhaddis, muvahhid ulema senin kadar delil sunamamış öylemi? Senin çivin çıkmış, senle nefes tuketmenin anlamı yok. Konuyu burada bitiriyorum.
İnşeallah forum, herkesi tanımıştır!
Şehit Hıristiyanlar meselesi
Bazı kesimlerin “Said Nursi’nin Hıristiyanlara şehit dediği” sözlerine cevap Prof. Dr. Musa Kazım Yılmaz’dan geldi
Bazı medya kesiminin kasıtlı bir şekilde çarpıtarak gündeme getirdiği “Said Nursi’nin Hıristiyanlara şehit dediği” sözlerine cevap Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Musa Kazım Yılmaz’dan geldi.
Risale Haber’e konuşan Yılmaz, sorularımızı şöyle cevaplandırdı:
Yeni Mesaj yazarı Muharrem Bayraktar, Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin sözlerini eleştiriyor ve bu meseleyi bilmemekle suçluyor. Bu konuda siz neler söylemek istersiniz?
Elbette Üstad Bediüzzaman’ın dediği doğrudur. Zira bu konu ile ilgili Hadis-i Şerifler var. Peygamber (ASV) bu konuda şöyle buyuruyor. “Malının ve canının muhafazası için ölen şehittir” diyor. Orada Müslüman veya gayr-ı Müslim yok. “Men kutile zulme malihi ve örfihi ve huve şehid” diyor. Yani “kim ki, malı ve namusu uğruna ölürse şehittir” diyor.
Tabi buradaki şehitlik hakiki şehitlik değil. Hükmi şehitliktir, manevi şehitliktir. İki çeşit şehitlik var. Biri hakiki şehitlik, diğeri hükmi şehitlik, yani manevi şehitlik… Tabii manevi şehitlik hakiki şehitlik gibi değildir.
Mesela ağır musibetler ve hastalıklar, doğum gibi, üzerine bir kayanın düşmesi gibi veya yangında yanması gibi, savaş gibi, deprem gibi, semavi bir afetle vefat ederlerse bunlar manevi şehit hükmündedirler. Ama bu dediğimiz gibi bizim bildiğimiz şehitlik manasında bir şehadet değildir. Manevi ve hükmi bir şehitliktir.
Hakiki şehitlik biliyorsunuz. Allah yolunda savaşırken ölen Müslümanların kazandıkları şehadettir. İşte bahsettiğimiz bu şehadet onun gibi değilse de ona yakın sevabı var demektir.
Dolayısıyla burada Said Nursi’nin söyledikleri doğrudur ve Hadis-i Şerife de uygundur.
Yani özellikle zulme uğrayan insanların, malı uğruna, canı uğruna veya namusu uğruna savaşırken ölenler de şehittir.
Bu durum Hıristiyanlar için de geçerli midir?
Evet, zaten onlar kastedilerek yazılmış bir mektuptur. O mektupta geçen ifadelere dikkat edilirse görülür ki, bazı şartları vardır. Mazlum olmaları, ihtiyar olmaları şartı var. Ayrıca, “Eğer o felâketi çekenler mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesat-ı semaviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise” deniliyor.
Yani mazlumların imdadına koşanlar ise ve insanlığın huzuru ve istirahatı için çalışıyorsa deniyor. Ayrıca semavi dinlerin muhafazası için çarpışıyorsa, bir de insan haklarını korumak amacı ile mücadele ediyorsa gibi şartları vardır.
Bir de yarı fetret deniyor. O ne anlama geliyor?
Yarı fetret demek, yani İslam dinini duymamışsa demektir. Hıristiyan dinine mensup olup da İslam dinini duymamış olanlardan yukarıda saydığımız hususlar için mücadele veriyorsa işte o insanlar bu mücadeleleri esnasında ölürlerse şehit hükmündedirler. Bir nevi manevi şahadet kazanıyorlar demektir.
Yani bunlar ehl-i cennet midirler?
Evet, umulur ki, ehl-i cennet olsunlar. Tabii kimin cennete kimin cehenneme gideceğini bilemeyiz. Ama, umud ederiz, isteriz, arzu ederiz ki, bu insanlar cennete gitsin…
Nitekim Said Nursi’nin de “belki onu cehennemden kurtarır” demesi de bu anlamdadır. Fetret devrinde olacak ve zulmen musibete uğramış olacak ve o uğurda ölmüş olacak…
Mesela 2. Dünya savaşında Almanlar Polonyalılara bomba yağdırmış. Köyde dağın başında ve İslam dininden haberi olmayan insanlar ölmüşler. İşte bu söylediği şey onlar içindir. Masum ve mazlum köylüler içindir. Ve bu köylülerin de inançlı olanları içindir. Yani kendi dinlerine sıkı sıkıya bağlı olanları içindir. Veya o tip insanların hakkını savunmak için savaşanlar kastediliyor.
Yani özetle “Onu cehennemden kurtarır” demesinin de şartı var. Fetret döneminde olacak yani İslam dinini duymamış olacak ve mazlum olacak. Bu iki hususiyet önemlidir. Böyle olanlar umut edilir ki, inşallah ehl-i cennettirler.
Bu konuyu zaman zaman bize de soruyorlar. Bazı dinde hassas ama muhakemesi zayıf insanlar soruyor.
Müslüman olmayanlar Cennet'e girer mi?
Türkiye'de “yahudiler ve hristiyanlar da cennete girer“ tartışmaları varken, Almanya´da ise “Allah´a inanmayıp da güzel işler yapanlar da müslüman sayılır“ tartışması başladı.
Bu konuyla ilgili yeterince yazı ve makale yazıldığı için burada sadece Bediüzzaman Said Nursi´nin konuyla ilgili fikirlerine değinmeye çalışacağız. Çünkü kulaktan duyma bilgilerden dolayı sanki Bediüzzaman´ın da yukarıdaki fikirleri paylastığı öne sürülüyor. Konuya açıklık getirmek için bizzat Bediüzzaman´ın yazdıklarına bakalım.
Konuya girmeden şunu belirtelim, kimin imanlı olup olmadığını, kimin cennete girip girmeyeceğini sadece ve sadece Allah bilir. İslam alimleri her konuda olduğu gibi kendi düşüncelerine göre hareket etmezler, ayet ve hadisleri ele alarak doğruyu bulmaya çalışırlar.
Öncelikle Bediüzzaman 9. Mektub´da iman ve İslam kavramlarını ele alıyor ve bu bağlamda „İmansız İslâmiyet, sebeb-i necat olmadığı gibi; İslâmiyetsiz iman da medâr-ı necat olamaz.“ ifadesini kullanıyor. İmansız İslamiyet grubuna hem İslam´ın hükümlerini yaşayan, fakat imani meselelerini inkar eden “müslümanları“ hem de İslam´ın yaşam tarzını benimsemiş fakat Allah´a iman etmemiş insanları da dahil edebiliriz. Yani ahlaklı ve dürüst ateistler de bu kategoriye girerler. Evet, ahlaksız müslümanların olabileceği gibi ahlaklı ateistlerin de varlığı elbette mevcut. Münazarat´da Nursi „Herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez.“ diyor. İslamiyetsiz iman kategorisine ise hem iman eden fakat bazı hükümlerini inkar edenler hem de Allah´a iman eden fakat İslam´ın hükümlerini, Allah´ın son vahyini, dolayısıyla Hz. Muhammed (sav)´i red eden, yahudiler ve hristiyanlar da girer. Bediüzzaman Said Nursi´ye göre bu iki grup kurtuluşa eremezler.
Demekki sadece iyi işler yapmak, „kalbi temiz“ olmak yetmiyor. Asıl mesele iman etmek. Konuyla ilgili bir hadisi Hz. Aişe naklediyor: „Dedim ki: "Ey Allah’ın Resûlü! Abdullah İbn Cüdâ, cahiliyede akrabaya yardım eder, yoksulu doyurur idi. (Ama sana iman etmedi) Bu ona (cehennemden kurtulmak için) fayda verecek midir?" "(Hayır) cehennemden kurtulmaya fayda vermez, çünkü o hiçbir gün: 'Ya Rabbi! Kıyamet gününde benim günahlarımı bağışla dememiştir' buyurdu.“ (Müslim).
Hatta iman etmeyenler için ebedi cehennemin gerekliliğinden bahseder Nursi: „Nasıl ki küfür, Cehenneme duhulüne sebeptir. Öyle de, Cehennemin vücuduna ve icadına dahi sebeptir. Zira, küçük bir hâkimin küçük bir izzeti, küçük bir gayreti, küçük bir celâli bulunsa, bir edepsiz ona serkeşâne dese, 'Beni tedip etmezsin ve edemezsin.'; herhalde, o yerde hapishane yoksa da, tek o edepsiz için bir hapishane teşkil edecek, onu içine atacaktır… Halbuki, kâfir, Cehennemi inkârla, nihayetsiz izzet ve gayret ve celâl sahibi ve gayet büyük ve nihayetsiz Kadîr bir Zâtı tekzip ve isnad-ı acz ediyor, yalancılıkla ve aczle itham ediyor, izzetine şiddetle dokunuyor, gayretine dehşetli dokunduruyor, celâline âsiyâne ilişiyor. Elbette, farz-ı muhal olarak, Cehennemin hiçbir sebeb-i vücudu bulunmazsa da, şu derece tekzip ve isnad-ı aczi tazammun eden küfür için bir Cehennem halk edilecek, o kâfir içine atılacaktır.” (28. Söz).
İslam alimleri arasında çokca tartışılan Ebu Talip konusunda Nursi 28. Mektub´da şöyle yazıyor: „Diyorsunuz ki: Amcası Ebu Tâlib'in îmanı hakkında esahh nedir? Elcevap: Ehl-i Teşeyyu', îmanına kail; Ehl-i Sünnet'in ekserisi, îmanına kail değiller. Fakat benim kalbime gelen budur ki: Ebu Tâlib, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın risaletini değil; şahsını, zâtını gayet ciddî severdi. Onun o gayet ciddî o şahsî şefkati ve muhabbeti, elbette zayie gitmeyecektir. Evet ciddî bir surette Cenâb-ı Hakk'ın Habib-i Ekremini sevmiş ve himaye etmiş ve tarafdarlık göstermiş olan Ebu Tâlib'in; inkâra ve inada değil, belki hicab ve asabiyet-i kavmiye gibi hissiyata binaen, makbul bir îman getirmemesi üzerine Cehennem'e gitse de; yine Cehennem içinde bir nevi hususî Cennet'i, onun hasenatına mükâfaten halkedebilir. Kışta bazı yerde baharı halkettiği ve zindanda -uyku vasıtasıyla- bazı adamlara zindanı saraya çevirdiği gibi, hususî Cehennem'i, hususî bir nevi Cennet'e çevirebilir...“ Burada da görüldüğü gibi eğer sadece iyilik yapmak ile cennete girmek mümkün olsaydı, herhalde Ebu Talip girerdi, çünkü kendisi Kainatın Efendisi olan Hz. Muhammed (sav)´e yardımcı olmuştu ve peygamber tarafından seviliyordu. Dolayısıyla iman etmeyenler cehenneme girer, fakat yaptıkları iyilikler karşısında cezaları hafifleyebilir. Hafiflemenin veya „bir nevi cennet´e cevirmenin“ mümkün olduğunu daha sonra vereceğim bir hadisden anlıyoruz.
Bediüzzaman sadece fetret devri konusunda bir ayrım yapıyor. Belkide en çok yanlış anlaşılan konulardan birisi de bu konu. Nursi´ye göre vahiy hakkında bilgi almamış veya sadece yanlış bilgiler almış kişiler sorumlu değildir. Kur´an´da buna işaret eden ayetler mevcut: „(Onlar) müjdeleyici ve uyarıcı resûllerdir ki, insanların, resûllerden sonra Allah’a karşı (bizi uyaran ve müjdeleyen bir resûl gelmedi diye) hüccetleri (delilleri) olmasın.“ (4:165), „Peygamberlerin arası kesildiği bir sırada, ´Bize ne müjdeleyici bir peygamber geldi, ne de bir uyarıcı´ demeyesiniz diye, işte size (hakikatı) açıklayan elçimiz (Muhammed) geldi.“ (5:19), „Kendilerine elçi gönderilmiş olanlara da soracağız, gönderilen elçilere de soracağız.” (7:6), „Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz.“ (17:15).
Kastamanu Lahikasında Nursi şöyle yazıyor: „Onbeşinden yukarı olanlar, eğer mâsum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür; belki onu Cehennem'den kurtarır. Âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedi'ye (sav) bir lâkaydlık perdesi gelmiş ve madem âhir zamanda Hazret-i İsa'nın (as) dîn-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa'ya (as) mensup Hıristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nev'i şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffâret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır.” Onbeş yaşı, Şafilere göre buluğ çağının sona ermesini sembolize ediyor (Nursi Şafi idi). ‚Hazret-i İsa'nın (as) dîn-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek“ ifadesini ise Peygamberimizin „Ahir zamanda Hazret-i İsa (as) gelecek, Şeriat-ı Muhammediye ile amel edecek.“ hadisine dayanarak söylüyor. Bu hadisi açıklarken 1. Mektub´da şöyle yazıyor: „İsevilik dini tasaffi ederek (arınarak) ve hurafattan tecerrüd edip İslamiyete inkılab edecek.“ Yani tahrif edilmis hristiyanlik degil, Hz. Isa´nin (as) hakiki dini Islamiyete tabi olacak. Lahikanın devamında Nursi yahudiler veya hristiyanlar cennete girer demiyor. Hüküm fetret devri durumunda olanlar için geçerli. Zaten „fetret gibi karanlıkta kalan“ ifadesini kullanıyor. Yani İslam´dan hiç haberi olmamış veya tamamen yanlış bilgi edinmiş mazlumlar için geçerli bir hüküm. Felaketlerle ölenlerin şehit olabileceklerini yine Peygamberimiz söylüyor: „Suda boğulan, yangında ölen, garip, kimsesiz olarak ölen, zehirli hayvan sokarak ölen, iç hastalıklarından ölen, duvar ve enkaz altında kalarak ölen, kocasını kıskandığını gizleyen kadın, kendinin, din kardeşinin ve komşunun malını savunurken öldürülen, emr-i maruf ve nehy-i münker yaparken öldürülen kimse şehiddir.“ (İbni Asakir).
Aynı hükmü İmam Gazali´de de görüyoruz: „İnancıma göre, inşâallah Allahü Teâlâ, zamanımızdaki Rum, Hıristiyan ve Türklerin pek çoğunu da Rahmet-i İlâhiye şümulüne alacaktır. Bunlardan maksadım, uzak memleketlerde yaşayan ve kendilerine İslâm'ın daveti ulaşmayan Rum ve Türklerdir. Bunlar üç kısımdır: 1. Hazret-i Muhammed'in (sav) ismini hiç duymamış olanlar. 2. Hz. Peygamber'in ismini, sıfatlarını ve gösterdiği mu'cizeleri duymuş olanlar. Bunlar İslâm memleketlerine komşu olan yerlerde veya Müslümanlar arasında yaşayan kimselerdir, kâfir ve mülhidlerdir. 3. Bu iki derece arasında bulunan gruptur. Hz. Peygamber'in ismini duymuşlarsa da vasıf ve hususiyetlerini duymamışlardır. Daha doğrusu bunlar Hz. Peygamber'i tâ küçüklüklerinden beri "İsmi Muhammed olan -hâşâ!- yalancının biri peygamberlik iddiasında bulunmuştur" şeklinde tanımışlardır. Tıpkı bizim çocuklarımızın Adı Müseylime olan yalancının biri Allah'ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini iddia etmiş ve yalancı olarak peygamberliği ile meydan okumuştur sözünü duymaları gibi. Kanaatime göre bunların durumu birinci grubta olanların durumu gibidir. Çünkü bunlar Hz. Peygamber'in ismini, haiz bulunduğu vasıfların zıdlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise hakikati araştırmak için insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez."(İmam Gazali, İslâm'da Müsamaha).
Maturidi´ye göre birisi fetret devrinde olsa bile sorumludur çünkü aklıyla Allah´ı bulmak zorundadır. Bulamaz ise cehenneme girer. Eşari´ye göre açık bir tebliğ gelmediyse ve ortada şirk yok ise bu insanlar cennetliktir. İmam Rabbani ise 259. Mektub´da fetret konusunu ele alıyor ve orta bir yol buluyor; ne cennet, ne cehennem, bunların toprak olacaklarını ifade ediyor.
Bu konuyla ilgili önemli bir hadisi nakledelim. Peygamberimiz diyorki: „Dört grup vardır ki, onlar kıyamet günü kendilerini mazur göstereceklerdir: Hiçbir şey duymayan sağırlar; Gel-git akıllı ahmaklar; aşırı yaşlılar; fetret devrinde ölen insanlar. Sağırlar derler ki, Yarab! İslamiyet geldi ama biz bir şey duymadık. Gel-git akıllılar diyecek ki, İslamiyet geldi ama benim üzerime çocuklar pislik atıyorlardı. Yaşlılar diyecek ki, İslamiyet geldi ama bir şey anlayamadık. Fetret devrinde ölenler diyecek ki, Yarab! Bize peygamber hiç gelmedi. Bunlar cehenneme de girseler, Allah orayı onlar için bir nevi cennete çevirir.’ (El –Beyhaki). Demekki bir nevi cennete çevirmek mümkünmüş. Bunu başka bir hadis´de de öğreniyoruz. Ebu Leheb, Peygamberimizin dünyaya geldiğini müjdeleyen Cariyesi Süveybe’yi sevincinden dolayı azat etmişti. Bundan dolayı her yıl Rebiul-evvel ayının 12. geceleri cehennemde azabı hafifler. İki parmağı arasından çıkan serin suyu emerek ferahlar. (Buhari).
Bediüzzaman, 28. Mektub´da konuyu biraz daha açıyor: „Zaman-ı fetrette, „Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz.“ ayetinin sırrıyla; ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bil’ittifak, teferruattaki hatiatlarından muahezeleri yoktur. İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş’arîce; küfre de girse, usûl-i imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünki teklif-i İlahî irsal ile olur ve irsal dahi, ıttıla’ ile teklif takarrur eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiya-i salifenin dinlerini setretmiş; o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevab görür, etmezse azab görmez. Çünki mahfî kaldığı için hüccet olamaz.”
Yani İslam dini gelince diğer dinlerin hükmü geçerli değildir. Hükmü geçerli değilse, cennet meselesi nasıl olsun? Bediüzzaman, sadece fetret devri gibi durumları kast ediyor ve bu konuda İmam Maturidi ve İmam Rabbani´ye uymuyor, ama İmam Şafii, İmam Gazali ve İmam Eşari´ye uyuyor ve tamamen ehl-i sünnet çizgisinde kalıyor.
Buluğ çağına ermemiş çocuklar için Said Nursi´nin hükmü şu sekilde: „O musibet-i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten (I. Ve II. Dünya Harplerinden) vefat eden ve perişan olanlar eğer onbeş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehid hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı maneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.“ (Kastamonu Lahikası). Bu ise sorumluluk sahibi olmayan çocuklar için geçerli. Onbeş yaş´dan kasıt buluğ çağına ermemiş çocuklar, ki bunlar cennetliktir. Konuyla ilgili Enes ibn Malik bir hadis naklediyor: „Ebu Dâvud et-Tayâlisî der ki: Bize Rebî', Yezîd İbn Ebân'dan nakletti ki; o, şöyle demiş: Biz Enes İbn Mâlik'e; ey Ebu Hamza, müşriklerin çocukları hakkında ne dersin? diye sorduk. Enes İbn Mâlik dedi ki: Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: Onların gunâhları yoktu ki bununla azâblanıp cehennem ehli olsunlar. İyilikleri de yoktu ki bununla mukâfatlandırılıp cennet ehlinin hükümdarlarından olsunlar. Onlar cennet ehlinin hizmetkârlarıdırlar.“ Başka bir hadisde Peygamber Efendimiz her doğanın İslam fıtratı üzerine doğduğunu belirtiyor: „Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar.“
Makalenin başında yaptığımız hatırlatmayı yine sonunda da yapalım. Kalpleri ancak Allah bilir. Hükmü ancak Allah verir. Kimsenin kimseyi bu konuda yargılama yetkisi yoktur. Cennetin tapısı insanlar´da değil. Kalpleri ve niyetleri okuyabilmek için cihazlar elimizde yok. Bu nedenle bu konularla ilgili yorumlar kesin hüküm olarak değil tefsir olarak ele alınmalı. Yukarıda bahsettiğimiz İslam alimleri ayetleri ve hadislerin tamamını göz önünde bulundurarak bu yorumları yapmışlardır.
- See more at: http://www.moralfm.com.tr/musluman-olmayanlar-cennete-girer-mi-cn148880.html#sthash.3EMG7Gy2.dpuf
Ehl-i sünnet'in ulü'l-emre itaat konusundaki tahşidatlarına binaen; Üstad'ın ilk dönem ittihatçılara yakın durmasını nasıl değerlendirmeliyiz? Abdulhamit ile ilişkileri nasıldır, itaat etmiş midir?
Üstad Hazretleri, hayatının hiçbir döneminde iktidara ve hükümete karşı menfi bir isyan ve başkaldırı içinde olmamıştır. Ehl-i sünnetin, dahilde müspet hareket ve itaat prensibini daima tatbik etmiştir. Ama müspet hareket edeyim derken de zalimlere asla boyun eğmemiş, doğru ve hakkı en açık bir şekilde, çekinmeden daima ifade etmiştir. Bu Osmanlı döneminde de aynı, cumhuriyet döneminde de aynıdır.
Üstad Hazretleri Abdulhamid Han Hazretlerinin şahsına karşı değil, Osmanlının köhnemiş ve yıkılmağa yüz tutmuş bürokrasi ve devlet yapısına karşı çıkmıştır ve bunlara ilmi ve sosyal reçeteler sunmuştur. Bu sunduğu reçetelerin bir kısmı İttihat ve Terakki'nin savunduğu fikirler ile örtüştüğü için, yan yana gelmiştir. Yoksa İttihat ve Terakki'nin cuntacı ve menfi şahısları ile asla birlik içinde olmamıştır. Hatta İttihat ve Terakki'nin dine olan lakaytlığını şiddetli bir şekilde eleştirmiştir.
Üstad Hazretlerinin şu ifadeleri İttihat ve Terakki'ye nasıl bakılması gerektiğine işaret ediyor:
"Eyyühe'l-avâm! Şimdi Allahaısmarladık, siz durunuz; havas ile konuşulacak bir dâvâm var. Hükûmet ve eşraf ve İttihad-Terakkîye mason olmayan kısmına karşı bir mühim meselem var."(1)
Üstad Hazretleri o dönemleri şu veciz ifadeleri ile özetliyor:
"Bitlis vilâyetine tâbi Nurs köyünde doğan ben, talebe hayatımda rastgelen âlimlerle mücâdele ederek, ilmî münakaşalarla karşıma çıkanları inâyet-i İlâhiye ile mağlûp ede ede İstanbul'a kadar geldim. İstanbul'da bu âfetli şöhret içinde mücadele ederek, nihayet rakiplerimin ifsadatıyla, merhum Sultan Hamid'in emriyle tımarhaneye kadar sürüklendim. Hürriyet ilânıyla ve 31 Mart Vak'asındaki hizmetlerimle İttihad ve Terakki hükûmetinin nazar-ı dikkatini celb ettim. Camiü'l-Ezher gibi,"Medresetü'z-Zehrâ" namında bir İslâm üniversitesinin Van'da açılması teklifiyle karşılaştım. Hattâ temelini attım. Birinci Harbin patlamasıyla talebelerimi başıma toplayarak gönüllü alay kumandanı olarak harbe iştirak ettim. Kafkas cephesinde, Bitlis'te esir düştüm. Esaretten kurtularak İstanbul'a geldim. Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiyeye âzâ oldum. Mütareke zamanında, istilâ kuvvetlerine karşı bütün mevcudiyetimle İstanbul'da çalıştım. Millî hükûmetin galibiyeti üzerine, yaptığım hizmetler Ankara hükûmetince takdir edilerek Van'da üniversite açmak teklifi tekrarlandı..."(2)
(1) bk. Münazarat, Sualler ve Cevaplar.
(2) bk. Şualar, On Dördüncü Şua
***************************
Riasale-i Nur kitaplarında yazan ilmi olmayan yazılar(…) işte Risalet-ün-Nur’un kahramanı, işte Kur’an’da (Said) ve Hadiste (Seyyid)diye söylenen mübarek Üstadımız (Said Nursi)
Madem ki Kur’an sana Said (sîn ile) demiş… Elbette sen saidsin hem ismin ve
hem resmin saiddir.Madem ki, Kur’an sana Said (sâd ile) demiş… Elbette hem için temiz ve tahir, hem de dışın.(Siracü’n-Nûr, 255, Hasan Feyzi’nin Denizli ve hapsinin ve civarının has talebelerini temsil ederek, onların
namına üstadının vasiyetnamesi ve zehirlenmeden şiddetli hasta olması münasebetiyle yazdığı bir mersiyedir.)
***(…) Bu âyette işaret ve beşaret-i Kur’aniyede ifade eder ki; Risale-i Nur dairesi içine girenler tehlikede olan îmanlarını kurtarıyorlar ve îmanla kabre giriyorlar ve cennete gidecekler diye müjde veriyor.(Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 81-85; Şuâlar, 544-547, Birinci Şua/Beşinci Âyet.)
***Bu âyet dahi, Risale-i Nur’un muarızlarına ve düşmanlarına ve onların
cereyanlarının mebdeine ve faaliyet devresine ve müntehasına cifir ile, tevafuk ile
işaret eder…(Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 83-84, Birinci Şua/Beşinci Âyet; Kastamonu Lâhikası, 51, Yirmiyedinci Mektubdan/”Evemen kâne meyten” Âyetinin Tetimmesi.)
***(…) bildirildi ki; bu âyet ve fıkra Risale-i Nur’un mesleğine ve şakirdlerine tam
tamına ma’nen cifirce bakıyor.(Kastamonu Lâhikası, 51, Yirmiyedinci Mektubdan/”Evemen kâne meyten” Âyetinin Tetimmesi.)
***Hattâ dördüncü âyette Risale-i Nur’un Türkçe olmasını tahsin eder. (…)
Makam-ı cifrîsiyle ve baştaki âyetin işaretleri karinesiyle, risalet ve nübüvvetin her
asırda verâset naibleri, vekilleri bulunmak kaidesiyle, bir mâna-yı remzî cihetinde vazife-i irsiyetini yapan Risale-i Nur’u, efradı içine hususî bir iltifatla dahil edip
lisan-ı Kur’an olan Arabî olmayarak Türkçe olmasını takdir ediyor.(Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 110, Birinci Şua/Dördüncü Âyet.)
=NOT:Bu tür tuhaf ifadeleri daha fazla, ama sizlerin bilgilenmesi için,bu kadarını yeterli gördük,sayfamızda ayrı ayrı dosyası vardır) — Ilyas Kılıç ve 13 diğer kişi ile birlikte.
Bu hafta içinde ALPARSLAN KUYTUL denilen bu adam malesef güzelim ŞANLIURFA'mıza gelip konferans verecekmiş , bu adam bir din düşmanıdır . FETHULLAH GÜLEN şerefsizinin yerini doldurmak için çalışma başlatmış her halde ... öncelikle bu sapık adamın bazı yanlışlıklarını hatırlatmakta fayda var
1= tasavvufa karşı , abdulkadiri geylanı , mevlana celaleddini rumi ve muhyiddin arabi ''rahmetüllahi teala aleyh '' gibi büyük islam alimlerine KAFİR DEMEKTEN ÇEKİNMEYEN bir ukaladır
2= Allahu tealayı tanımlarken haşa ALLAHU TEALA sinegin sırtına konacak kadar küçüle bilecegini iddea eden hocaları vardır
3=mason cemaleddini afganiye hayran birisidir ve bu afgani OSMANLIYI YIKMA hareketlerinde çok rol alış ve sultan abdulhamit han tarafından kovulmuştur
4=mason abduhun hayranıdır , bu abduh da kuranı kerimin manasını degiştirmiş ve bütün islam alimlerine CAHİL damgaını vurmaktan çekinmemiştir
5= Mevdudi’nin (Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi) ve (Hazret-i Peygamberin Hayatı) adlı kitaplarında, vahiylerin arası uzadıkça Peygamberimizin sıkıntısının arttığı, bazen Sebir, bazen Hira tepesine gidip oradan kendini atmak [intihar] istediği yazılıdır. ve bu mevdudiye BÜYÜK ALİM DİYECEK KADAR cahil birisidir
6=HAZRETİ OSMANA '' radiyallahu anhüm'' bunamış bir ihtiyardı diye bilecek kadar şerefsizdir ... ve SEYYİD KUTUP denilen sahtekarın bozuk kitablarını okuyan ve EHLİ SÜNNET VEL CEMAAT E karşı tavır almış birisidir ..
not = sadece bir kaç yanlışını bildirdik .. HEPSİ KENDİ SİTESİNDE MEVCUDDUR
XXXXXXXXXXXXXXXX
Fetret Kavramı Üzerine Bir İnceleme
Prof. Dr. Mustafa Akçay
Fetret kavramı, İslâmî literatürde kelime ve terim anlamında geniş bir alanda yaygın kullanıma sahiptir. Bu alan âyet ve hadislerden oluşan dinî naslar çerçevesinde tefsir, hadis, fıkıh, kelâm ve tasavvuftan, İslâm tarihi, tıp ve ekonomiye kadar uzanmaktadır. Bu bağlamda vahiyde, nübüvvette, tasavvufta, Osmanlı Tarihi'nde olduğu gibi İslâm siyasî tarihinde, tıp ve ekonomide kendine özgü anlamlar içinde fetretten bahsedilmektedir.1 Fetret kavramı ve fetret ehlinin mesuliyeti günümüze kadar bir kısım İslâm bilginlerinin zihninde bir problem olarak düşünüle geldiği gibi konu, günümüz insanlarının da ilgisinden uzak kalmamış, halk tarafından sorgulanarak gazete sütunlarında,2 bazı ders kitapları ile sorulu cevaplı eserlerde yer almıştır.3 Ancak burada özellikle nübüvvette fetretin olup olmadığı, varsa söz konusu fetret kavramının kapsamı ve çeşitli boyutları incelenmeye çalışılmıştır.
Fetret Kavramının Anlamı
Fetret kelimesinin çoğulu "feterat" olup "fütûr" mastarından türetilmiş bir isimdir. Kelime, sözlük anlamında "fetere" şeklinde fiil olarak birlikte kullanıldığı kelime ve edatlarla çeşitli anlamlara gelmekteyse de hepsinde ortak olan anlam "bir şeyin hiddetten sonra sükûnete kavuşması, şiddetten sonra yumuşaması, güç ve kuvvetini kaybedip zayıflaması" dır.4 "Fetret" kelimesi ise "duraklama, kesintiye uğrama, zayıflama, sükûna erme, gevşeme ve gevşeklik, kırgınlık, fersizlik, takatsizlik, zaaf ve inkıta' " anlamlarına gelmektedir.5
Fetret kavramı, âyet ve hadislerde hem "fetret" şeklinde isim olarak hem de "fetere" fiilinin çeşitli bablardan üretilmiş türevleriyle kelime ve terim anlamlarında kullanılmıştır. Kavram, kelime anlamından tamamen ayrı olmamakla birlikte ilk defa ilâhî vahiy tarafından özel bir anlamda kullanılmıştır. Söz konusu âyetin meâli şöyledir: "Ey ehl-i kitap! â''bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi' demeyesiniz diye size peygamberlerin fetrete uğradığı (arasının kesildiği) bir sırada hakkı açıklayan Resûlümüz geldi."6 Ayrıca fetret kelimesi, Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından bazı hadislerde7 ve Selmân-ı Farîsî ile Ebû Hüreyre gibi bazı sahabe tarafından da terim anlamıyla kullanılmıştır.8
Istılah anlamında olmak üzere fetret kavramının belli bir zaman kesiti vurgulanarak veya zaman tahsisi yapılmaksızın çeşitli tanımları yapılmıştır. Bu tarifler şu şekilde tasnif edilebilir:
a) Fetreti belli bir zamana tahsis etmeyen tanımlar:
Meselâ dil bilginleri fetreti mutlak olarak "herhangi iki peygamber arasında risaletin yani hak dine davetin kesintiye uğradığı zaman dilimi"9 şeklinde tanımlamışlardır. Keza Kurtubî de fetreti "herhangi iki peygamber arasındaki inkıta'/kopukluk "10 olarak açıklamıştır.
b) Fetreti belli bir zaman dilimine tahsis eden tanımlar:
Meselâ Râgib el-Isfahanî fetret âyetinden (Mâide 5/19) hareketle fetreti belli bir zaman dilimine tahsis ederek "Hz.Peygamber'in gelişinden önceki dinî durgunluk ve zayıflık hâli"11, İbn Kesîr de "Hz. İsa'dan Hz. Muhammed'in (s.a.s.) gönderilmesine kadar süren uzun dönem"12 olarak tarif etmiştir.
c) Fetreti mutlak ve tahsis edilmiş olarak birlikte tanımlayan tarifler:
Meselâ İbn Esîr, bu şekilde tarif ederek fetreti "herhangi iki peygamber arasında vuku bulan risaletin kesildiği dönem ve Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasındaki risaletsiz geçen zaman dilimi"13 şeklinde tanımlamıştır.
Müfessirler fetret kavramını fetret âyetinde yer alan 'alâ fetretin mine'r-rusül' ifadesinden hareketle tanımlamaya çalışmışlardır. Buna göre İbn Abbas, Katâde, Taberî ve Zeccâc âyetteki mezkur ifadeyi "peygamberlerin gönderilmesinin kesilmesi" şeklinde açıklamış, Taberî buna ilâveten fetret'te "gaflet" mânâsının da bulunduğunu belirtmiştir.14 Mâtûrîdî ise âyette geçen "peygamberlerin fetreti üzere" ifadesinin "peygamberlerin gönderilmesinin kesilmesi " demek olmadığını, bunun "peygamberlerin getirdiği hakikatlerin ve eserlerinin zayıflaması" mânâsına geldiğini belirtmiştir.15 Zemahşerî, Fahreddin er-Râzî, Beyzâvî ve Nesefî âyetteki fetret ifadesini benzer şekilde "peygamber göndermeye ara verildiği veya peygamber göndermenin kesintiye uğradığı ve vahyin kesildiği dönem" olarak tefsir etmişlerdir. Râzî "peygamberlerin şeriatleriyle amel etmeyi sağlayacak sebeplerin zayıflaması ve izlerinin silinmesinden dolayı nebîler arasındaki ara döneme fetret denildiğini" belirterek belli bir döneme niçin fetret denildiğinin sebebine de işaret etmiştir. Âlûsî, müfessirlerin fetreti mutlak anlamda "iki peygamber arasında vuku bulan inkıta' ' olarak tarif ettiklerini belirtmiş, kendisi de bu tanıma "önceki şeriatin eserlerinin silinmeye yüz tuttuğu ve haberlerinin kesildiği dönem" kaydını ilâve etmiştir.17 Çağdaş âlimlerden İzmirli İsmail Hakkı ve Ö. Nasûhi Bilmen ise fetreti "bir peygamberin ölümü ile diğerinin gelmesi arasında geçen zaman, özellikle Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında dinî duygularda durulma ve gevşeme devresi olan zaman" şeklinde tarif etmişlerdir.18
Bütün bu açıklamalar ile fetret âyetindeki "'alâ fetretin mine'r-rusül" beyanında geçen "fetret" kelimesinin "rusül" şeklinde ikiden fazla peygambere nisbet edilmesi dikkate alınarak fetret kavramı ve dönemini şöyle tanımlamak uygundur: Fetret, herhangi bir peygamberin vefatından sonra diğer peygamberin gönderilmesine kadar vahiy ve risaletin kesilip hak dinin temel hakikatlerinin unutulmaya yüz tutması ve dinî hayatın zayıflamasıdır. Fetret dönemi ise özellikle Hz. İsa ile Hz. Muhammed (s.a.s.) arasındaki peygambersiz geçen dinî cehalet içindeki ara döneme alem olmuş, gerçekte ise herhangi iki peygamber arasında vahiy ve risaletin gönderilmesine ara verildiği, hak dinin temel mesajlarının silinmeye yüz tuttuğu dinî durgunluk ve zayıflık dönemleridir.
Fetretin Mevcudiyeti
İslâmiyetten önceki ilâhî dinlerin fetrete uğramasını salah-aslah meselesinden hareketle kabul etmeyen az sayıda bilgin bulunmaktadır.19 Ayrıca bazıları Resûlullah'tan (s.a.s.) önce Arap cahiliyye döneminde Hz. Mûsâ ile Hz. İsa'nın şeriatlerinin mevcut olmasını gerekçe göstererek fetretin olmadığını ileri sürebilmişlerdir.20 Ne var ki terim mânâsında fetretin mevcudiyeti âyet, hadis, tarihî ve sosyal realitelerle sabittir. Üstelik Ka'bî hariç Mu'tezîle dahil bütün İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu da bu hususta ittifak etmişlerdir. Özellikle Hz. İsa ile Hz. Muhammed (s.a.s.) arasında vahyin kesildiğine, bir uyarıcı ve müjdeciye şiddetle ihtiyaç hissettirecek kadar dinî hayatın zayıflayıp hak ile batılın birbirine karıştığı bir ara dönemin yaşandığına fetret âyeti açıkça delâlet etmektedir.21 Buna rağmen öteden beri dünyanın herhangi bir bölgesinde hak bir dinin daima varlığını sürdürmekte olduğu gerekçesiyle fetretin hiç bir zaman vuku bulmadığı ileri sürüldüğünde fetretle ilgili âyet ve hadislere açıkça aykırı düşülmüş olur. Ayrıca Hz. Âdem'den beri yeryüzünün şu veya bu bölgesinde daima hak bir dinin mevcudiyetini koruması fetretin vukuuna engel teşkil etmemektedir. Zira söz konusu olan hak dinin yeryüzünden tamamen silinmiş olması değil, hak ve batılın birbirine karışması ve var olan hak dinin insana veya insanın ona ulaşıp ulaşmamasıdır. Nitekim ilgili diğer âyetlerle birlikte düşüldüğünde fetret âyetinde dikkat çekilenin de bu nokta olduğu yani, hak dinin yeryüzünden tamamen yok olması değil, var olan hak dinin insanlara ulaşmaması veya çarpıtılmış olarak ulaşmış olmasıdır. Bu zaviyeden düşünüldüğünde hangi sebepten olursa olsun Hz. Peygamber'den önce ve sonra dinî hakikatlerin insanlara ulaşmadığı veya çarpıtılmış olarak ulaştığı dönemlerin bulunması daima mümkündür.
Öte yandan fetretin varlığını açıkça ifade eden âyetin (Mâide 5/19) yanı sıra hem fetretin mevcudiyetine delâlet eden hem de fetret dönemine, cahiliyye dönemini örnek gösteren ve bu dönemin niteliklerine işaret eden âyetler de bulunmaktadır. Nitekim "....Senden önce kendilerine hiç bir uyarıcı gelmeyen bir kavmi uyarman için Rabbinden bir rahmet olarak gönderildin...', " Biz onlara okuyacakları kitaplar vermediğimiz gibi senden önce kendilerine bir uyarıcı da göndermemiştik."23, " O kitabı indirmemiz, â''kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi. Biz ise onların okuduklarından gerçekten â''Habersizdik' dememeniz yahut, â''Bize de kitap indirilseydi onlardan daha çok doğru yolda olurduk' dememeniz içindir. İşte size de Rabbinizden açık bir delil, hidayet ve rahmet geldi. ..."24 ve "Bu, ataları uyarılmadığı için gaflet içinde kalmış bir kavmi uyarman için Aziz ve Rahim olan Allah'ın indirdiği Kur'ân'dır. "25 meâlindeki âyetler buna örnektir.
Âyette açıkça belirtildiği üzere fetret âyetinin (Mâide 5/19) muhatapları ehl-i kitaptır. Âyetin nüzul sebebine ilişkin rivayetler de bunu desteklemektedir. Buna göre Hz. Peygamber, Yahudileri İslâm'a davet edince onların bir kısmı "Allah, Hz. Mûsâ'dan başka hiç bir nebî göndermemiş ve Tevrat'tan sonra hiçbir kitap indirmemiştir." demişlerdir. Bir rivayete göre ise Muâz b. Cebel, Sa'd b. 'Ubâde ve 'Ukbe b. Vehb, bir grup Yahudiye "Ey Yahudî topluluğu Allah'tan korkun, yemin olsun ki siz Muhammed'in Allah elçisi olduğunu biliyorsunuz. Siz gönderilmesinden önce bize ondan bahsediyor, vasıflarını anlatıyordunuz." demeleri üzerine Yahudilerden Râfi' b. Hureymel "Biz size böyle bir şey söylemedik, Allah Hz. Mûsâ'dan sonra ne bir kitap göndermiş, ne de herhangi bir uyarıcı." şeklinde cevap vermiş, bunun üzerine söz konusu âyet nazil olmuştur.26 Atalarının uyarılmaması, tam bir dinî gaflet ve cehalet içinde bulunma gibi olumsuz nitelikler Araplarda daha yaygın şekilde mevcut olduğu için âyetin muhataplarının ehl-i kitap yerine Arapların olmasının daha uygun düşeceği ileri sürülebilir. Zira fetret için söz konusu olan olumsuz dinî nitelikler Araplarda daha yaygın bir şekilde mevcuttu. Burada Kur'ân'ın bir "evleviyyet yöntemi" sergilediği görülmektedir. Şöyle ki: Vahiy ve nübüvvetten az çok haberdar olan ehl-i kitap fetret ehlinden kabul edilmekle dinî bakımdan kendilerinden çok daha kötü durumda bulunan cahiliyye dönemi Arapları da evleviyetle fetret ehlinden kabul edilmiştir, demektir. Ayrıca fetret âyetinde açıkça olmasa bile yukarıda zikredilen âyetlerde olduğu gibi, Arapların ataları uyarılmamış dinî cehalet içinde bulunan bir toplum olduklarına delâlet eden âyetler bulunmaktadır.
Kur'an-ı Kerim'de fetretin mevcudiyetinden ve dolaylı olarak fetret döneminin özelliklerinden bahseden âyetlerin yanı sıra "Sonra birbiri peşinden peygamberlerimizi gönderdik...."27 şeklindeki ilâhî beyan da bulunmaktadır. Peygamberlerin peşpeşe gönderildiğini bildiren âyet ile fetretin varlığını ifade eden âyetler arasında zahirî bir tezat görülmüştür. Binaenaleyh bir yönüyle peygamberlerin gönderilmesine zaman zaman ara verildiğini (inkıta-ı rusül) ifade eden fetret ile peygamberlerin kesintisiz, peşpeşe gönderildiğini (ittisal-i rusül) ifade eden âyetlerin bir bütün içinde anlaşılması zarureti doğmuştur.
Peygamberlerin belli aralıklarla ve kesintili olarak değil, peşpeşe gönderildiğini ifade eden âyet "sümme erselna rusülena tetra"28 şeklindedir. Konuya "fetret" ile "tetra" ifadesi arasında ilişki kurarak yaklaşan Zeccac, Hz. Muhammed'in (s.a.s.) peygamberlerin gönderilmesine uzun süre ara verildiği bir zamanda (fetret döneminde) gönderildiğini, Hz. İsa'nın Allah katına yükseltilmesine kadar olan önceki dönemlerde ise peygamberlerin peşpeşe gönderildiğini (tetrâ) belirtmiştir.29 Beyzâvî daha orijinal bir şekilde fetret âyetinin sonunda "Allah her şeye hakkıyla kadirdir'" (Mâide 5/19) meâlindeki ilâhî beyanın ilişkili olduğu noktaya (müteallakına) işaret ederek, "fetret" ile "tetra" kavramları arasında münasebet kurmuştur. Ona göre Allah Teâlâ Hz. Mûsâ ile Hz. İsa arasında geçen 1700 sene içinde peşpeşe 1000 peygamber göndermeye ('ale'l-irsâli tetra) kadir olduğu gibi, Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasındaki 600 veya 569 yıl içinde kesintili ve aralıklı bir şekilde de ('ale'l-irsâli 'alâ fetretin) peygamber göndermeye de kadirdir.30 Böylece her iki müfessir "fetret" ile "tetrâ" arasında açık bir karşıtlığın olduğuna, birincisinin peygamber göndermedeki kesintiyi, ikincinin ise bundaki ardışıklığı ifade ettiğine dikkat çekmişlerdir.
Öte yandan "tetrâ" kelimesini bazı müfessirler "peygamberlerin birinin ardından diğerinin aralıksız gelmesi"31 anlamında olduğunu belirtmişlerdir. Râgıb el-Isfahânî de "tetrâ" kelimesinin "vetr veya vitr" mastarından "birer birer, tek tek peşpeşe gelme" anlamında olduğunu, mezkûr âyette de "herhangi bir aralık, boşluk olmaksızın ardarda peygamberlerin gönderilmesi" mânâsında kullanıldığını belirtmiştir.32 Bir kısım âlimler ise bütün peygamberlerin değil sadece bazılarının peşpeşe gönderildiğine vurgu yaparak "tetrâ" ifadesinin "peygamberlerin bir kısmının peşinden diğer bazılarının gönderilmesi" manasına geldiğini belirtmişlerdir.33 Meselâ İbn Abbas âyetteki "tetrâ" kelimesini "peygamberlerin bir kısmının diğerlerinin izinden gidip birbirini takip etmesi"34 tarzında açıklamıştır.
Görüldüğü üzere "tetrâ" kelimesiyle ilgili olarak biri "arada hiçbir boşluk olmaksızın peygamberlerin ardarda gönderilmesi", diğeri "peygamberlerin hepsinin değil sadece bir kısmının diğerlerinin ardından peşpeşe gönderilmesi" şeklinde iki farklı yorum mevcuttur. Kelimeye birinci anlam verildiği takdirde "fetret" ile "tetrâ" arasında açık bir çelişki görülmektedir. Zira "fetret" peygamber göndermenin kesintiye uğramasını, "tetrâ" ise peygamberlerin aralıksız peşpeşe gönderildiğini ifâde etmektedir. Burada çelişmezlik prensibi ileri sürülerek bunlardan sadece inkıta-ı rusül (fetret) veya ittisâl-rusül (tetrâ) dan biri doğrudur, denilemez. Zira Beyzâvî'nin de dediği gibi Allah her iki şekilde de peygamber göndermeye kadirdir. Ancak Beyzâvî'nin bu izahı, "Peygamberler fiilen nasıl gönderilmiştir?" sorusunun cevabını tam olarak ihtiva etmemektedir. Bu itibarla "tetrâ" kelimesine ikinci anlamın verilmesi daha isabetli görünmektedir. Zira bizzat Kur'ân kıssalarında görüldüğü gibi peygamberlerin hepsi bir düzlemde ve aynı zaman çizgisi üzerinde kesintisiz gönderilmiş değildir. Onlar içinde Hz. İbrahim ile İsmail, Hz. Yakup ile Yusuf, Hz. Mûsâ ile Harun örneklerinde görüldüğü gibi aynı zaman diliminde ve aynı kavme gönderilmiş akraba peygamberler olduğu gibi, Hz. Şuayb ile Mûsâ, Hz. İbrahim ile Lût örneğinde görüldüğü üzere aynı zamanda farklı kavimlere gönderilmiş çağdaş peygamberler de bulunmaktadır. Bu durum peygamber göndermenin tarihî süreç içinde derinliğine ve genişliğine vuku bulduğunu göstermekte, bütün peygamberlerin sadece birbirlerinin ardından peşpeşe gönderilmediklerini ortaya koymaktadır. Ayrıca bir kısım müfessirlerin "tetrâ" ifadesini "bazı peygamberlerin aralıksız, peşpeşe gönderilmesi" şeklindeki tefsirlerinden söz konusu kelimeyi umum mânâda anlamadıkları, sadece peşpeşe gönderilen peygamberlere tahsis ettikleri anlaşılmaktadır. Bu takdirde bütün peygamberlerin değil, sadece bazı peygamberlerin aralıksız, peşpeşe gönderilmiş olduğu ortaya çıkar.
"Tetrâ" ifadesini ikinci anlamında yani sadece aralıksız peşpeşe gönderilen peygamberlere tahsis ederek anlamak daha uygundur. Bu takdirde "tetrâ" ifadesine uygun olarak peygamberlerin bir kısmının peşpeşe gönderildiği, diğer bazılarının da "fetret" ifadesine uygun olarak aralıklarla gönderildiği anlaşılır. Böylelikle iki kavram arasında çelişki değil paralellik olmaktadır. Üstelik Allah'ın dilediği şekilde peygamber göndermeye kadir olduğunu ifade ettiği için O'nun mutlak irade ve kudretini ortaya koyması bakımından da daha anlamlıdır. Ayrıca bu anlamıyla "tetrâ" ifadesi, dolaylı olarak peygamberlik tarihi içinde birden fazla fetretlerin bulunduğunu, bunun istisnaî bir durum olmayıp peygamber göndermenin tabiî seyri olduğuna işaret etmektedir.
Fetretin Birden Fazla Oluşu
Uzun insanlık tarihi içinde sayıları her şeye rağmen az olan peygamberlerin35 gönderilmesi arasında fetretin vuku bulduğuna delâlet eden âyette bu durumun birden fazla olduğuna dikkat çekilmiştir. Zira "Ey ehl-i kitap! Peygamberlerin fetreti (arası kesildiği) sırasında size elçimiz (Muhammed) geldi..."36 meâlindeki söz konusu âyette sadece iki peygamber arasında gerçekleşen bir fetret dönemine işaret edecek şekilde '"alâ fetretin beyne'r-resûleyn" denilmeyip " 'ala fetretin mine�r-rusül" ifadesi kullanılmıştır. Sonra içinde "tetrâ" ifadesinin kullanıldığı ve peygamberlerin peyderpey gönderildiğini ifade eden âyet de37 bir çok peygamber arasında fetretlerin bulunduğuna işaret etmekte olduğu gibi peygamberler arasında vuku bulan bu fetretlerin istisnaî bir durum olmayıp nebî göndermenin tabiî seyrinin bu şekilde olduğuna delâlet etmektedir. Ayrıca müfessirler "Lâkin biz nice nesiller var ettik de onların üzerinden uzun zamanlar geçti. ..."38 meâlindeki âyeti delil göstererek önceki peygamberin gönderilmesi üzerinden uzun zaman geçip fetretin uzamasını vahiy gönderilmesinin sebebi göstermişlerdir.39 Vahiy ve peygamber gönderilmesine ilişkin bu gerekçe de peygamberler tarihinde birden fazla fetretin vuku bulması gerektiğine işaret etmektedir.
Bazı rivayetlere göre eski çağlarda özellikle bazı peygamberler arasında asırlar bulunmasına rağmen fetret vuku bulmamıştır. Bunun sebebi ya bu çağlarda hak dinin tahrif edilmeksizin yaygın olarak yaşanılması ya da iki ulü'l-azm peygamber arasında birçok nebilerin gönderilmiş olmasıyla açıklanmıştır.40 Öte yandan Kurtubî'nin zikrettiği bir habere göre Hz. İdris'ten sonra Hz. Nuh'a, Nuh'tan sonra da Hz. İbrahim gönderilinceye kadar peygamber gönderilmeye ara verilmiş, yani fetret vuku bulmuştur.41 Keza özellikle Araplar için Hz. İsmail'den Hz. Muhammed'e kadar olan dönemde peygamber gönderilmediği, dolayısıyla onların Hz. İsmail'den beri fetret içinde kalmış oldukları söylenmiştir.42 Bu haberle fetret âyeti (Mâide 5/19) birlikte düşünüldüğünde, Arapların uzak atalarının Hz. İsmail'den bu yana, yakın atalarının ve ehli kitabın ise Hz. İsa'dan Hz. Muhammed'e kadar fetret içinde kaldıkları anlaşılmaktadır.
Fetretin bir defaya mahsus olmayıp peygamber göndermenin tarihî süreci içinde tekrarlandığı Ebû Bekir İbnü'l-'Arabî, Muhyiddin İbn 'Arabî ve Şa'rânî gibi İslâm âlimleri tarafından da açıkça belirtilmiştir. Ebû Bekir İbnü'l-'Arabî şöyle demektedir: "Öncekilerin, hakkında söz sarf ettikleri bu tür meseleler şeriatlerin ortadan kalktığı, şeytanın hakla bâtılı karıştırarak insana sunduğu, ordularını göndererek bu kabil görüşlerle onları dalâlete düşürdüğü peygamberler arasındaki fetret dönemlerinin (feterat-ı rusül) vuku bulduğu sıralarda idi."43 Muhyiddin İbn 'Arabî ise, Hz. Peygamber'den önceki fetret dönemlerinde kendilerine peygamberlerin daveti gelmemiş bulunan, ilmen yani aklen muvahhid sayılan Allah kullarının bulunduğunu açıkça ifade etmiştir.44 Şa'rânî'ye göre de biri Hz. İdris ile Nuh, diğeri de Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında yer alan dönemde fetret vuku bulmuştur ve bu dönemlerde yaşayanlar fetret ehli kabul edilmişlerdir.45
Aslına bakılırsa İslâm âlimleri Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında vuku bulan fetreti meşhur bir örnek kabilinden zikretmişlerdir. Bunu Hz. Peygamber'den önce bulunan en yakın peygamberin Hz. İsa olduğunu düşünerek fetretin terim anlamına Hz. İsa ile Hz. Peygamber arasında geçen dinî zayıflık dönemini örnek göstermişlerdir. Günümüz araştırmacıları da din konusunda insanlar arasında ortaya çıkan sapkınlıkların ilk insan ve ilk peygamber zamanından bu yana vuku bulan fetret devirlerinin neticeleri olduğunu belirterek birden fazla fetret dönemlerinin bulunduğunu kabul etmektedirler.46
Buraya kadar sunulan bilgilerden anlaşılacağı üzere fetret istisnaî bir durum olmayıp peygamber göndermenin tabiî seyridir ve insanlık tarihi içinde birden fazla vuku bulmuştur. Fetret en son olması itibariyle Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasındaki dönem için özel ve belirgin bir mana kazanmıştır.
Dipnotlar
1 Geniş bilgi için bk. Mustafa Akçay, Dinî Sorumluluk Açısından Fetret Ehli, s. 11-13; Işık Yay., İzmir-2000. 2 bk. Ali Güler, "Bir Bilene Soralım", Türkiye Gazetesi, 19.11.1990; Hekimoğlu İsmail, "Fetret Devirleri", Zaman Gazetesi, 24.7.1991; Zaman Gazetesi, Akademi sayfası, 10.4.1992. â 3 bk. Ali Arslan Aydın, İslâm İnançları ve felsefesi, s. 140; II. Baskı, İst. Ts.; Şerafettin Gölcük, Süleyman Toprak, Kelâm, s. 126; Sadreddin Yüksel, Dinî ve İlmî İncelemeler, s. 142-146, Ötüken Yay. İst. 1969; M. Abdülfettah Şahin, Asrın Getirdiği Tereddüdler, I, 76-77; II, 61-67, TÖV Yay., İzmir, 1989. 4 Fîrûzâbâdî, el-Kâmusü'l- muhît, "ftr" md., Kahire, 1913; Zebidî, Tâcu'l-'arûs, "ftr" md., Beyrut, ts.; İbn Manzûr, Lisanu'l-'Arab, "ftr" md., Beyrut, ts.; Cevherî, Sihah, "ftr" md., IV. Baskı, Beyrut, 1990; Ragib el-Isfahânî, el-Müfredât, "ftr" md., Beyrut, ts. 5 bk. İbn Manzûr, a.g.e., "ftr" md.; Cevherî, a.g.e., "ftr", md.; Zebîdî, a.g.e., "ftr" md.; Fîrûzâbâdî, a.g.e., "ftr" md.; Asım Ef., Kamus Tercemesi, "ftr" md., İst., 1304-1305. 6 Mâide 5/19. 7 bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 56; IV, 24, Çağrı Yay., İst, 1992; Suyûtî, ed-Dürru'l-mensûr, IV, 168, Beyrut, 1983; İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'ani'l-'azîm, III, 29, Beyrut, 1982. 8 bk. Buharî, "Menakıbu'l-ensar", 53, Çağrı Yay., İst., 1992; Taberî, Cami'u'l-beyan, IX, 54, Beyrut, ts. 9 Cevherî, a.g.e., "ftr" md.; Zebîdî, a.g.e., "ftr" md.; İbn Manzûr, a.g.e., "ftr" md. 10 Kurtubî, el-Cami' li ahkami'l-Kur'an, VI, 121, II. Baskı, Beyrut, 1960.
11 Râgib el-Isfahânî, el-Müfredât, "ftr" md. 12 İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'ani'l-'azîm, II, 35. 13 İbnü'l-Esîr, en-Nihâye, III, 408, (nşr. Tâhir Ahmed ez-Zâvî, Mahmud Ahmed et-Tabâhî), el-Mektebetü'l-İslâmiyye, yy. ts. 14 bk. Taberî, Câmi'ü'l-beyân, IV, 166-167; Zeccac, Me'anii'l-Kur'ân, II, 162, (nşr. 'Abdulcelîl 'Abduh Şilbî), Beyrut, 1988; Fîrûzâbâdî, Tenvîru'l-mikbas min tefsîri İbn 'Abbas, II, 257, Beyrut, ts. 15 Mâtürîdî, Te'vîlatül-Kur'an, I, vr. 181b , Hacı Selim Ağa Ktp., nr. 40. 16 Zemahşerî, el-Keşşaf, I, 330, Dârü'l-ma'rife, Beyrut, ts.; Fahreddin er-Râzî, Mefatîhü' l-gayb, XI, 194, II. Baskı, Tahran, ts.; Beyzâvî, Envâru't-tenzîl, (Mecmû'a mine't-tefâsîr içinde) II, 257, Beyrut, ts.; Nesefî, Medârik, II, 257, (Mecmû'a mine't-tefâsîr içinde), Beyrut, ts. 17 Âlûsî, Ruhu'l-me'ânî, VI, 103-104, Beyrut, ts 18 bk. İsmail Hakkı İzmirli, İTA.,"fetret" md., XVI, 275, İst., 1941; Ömer Nasûhi Bilmen, Muvazzah İlm-i Kelâm, s. 149, İst., 1955. 19 bk. Cüveynî, el-Burhân, n, 1345, (nşr. 'Abdul'azim ed-Dayybi), n. Baskı, Kahire, 1400.h. 20 bk. Celâleddin es-Suyûtî, el-Mâkâmetü’s-sündüsiyye fi n-nisbeti l-mustafaviyye, s. 20, III. Baskı, Haydarâbâd, 1961; a. mlf., et-Ta'zîm ve'l-minne fî enne ebeveyi resûlillah, s. 35-36,111. Baskı, Haydarâbâd, 1961. 21 Mâide 5/19. 22 Kasas 28/46; krş., Secde 32/3. 23 Sebe' 34/44. 24 En'âm 5/156-157. 25 Yâsîn 36/5-6; krş., Fâtır 35/42. 26 Taberî, Câmi'u'l-beyân, X, 155; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr fî 'ilmi't-tefsîr, II, 319, yy., ts. 27 Mü'minûn 23/44. 28 Mü'minûn 23/44. 29 Zeccac, Me'anii' l-Kur' ân, II, 162. 30 Beyzâvî, Envâru' t-tenzîl, II, 258. 31 Zemahşerî, a.g.e., III, 48; Beyzâvî, a.g.e., IV, 345; Nesefî, Medârik, IV, 345.32 Râgib el-Isfahânî, el-Müfredât, "vtr" md. 33 Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu' l-gayb, XXIII, 125. 34 Fîrûzâbâdî, Tenvîru' l-mikbâs, IV, 345. 35 İbn Abbas'tan rivayet edilen bir habere göre "nebî"lerin toplam sayısı 124.000 dir. Bunların 315'i "resûl"dür. (İbn Kuteybe, el-Ma'arif, s. 33, Beyrut, 1987.) Taberânî tarafından nakledildiği belirtilen bir rivayete göre de toplam kaç resûl olduğu sorulduğunda Hz. Peygamber 315 resulün bulunduğunu söylemiştir. Ebû Zer'den gelen bir rivayette ise kendisi Hz. Peygamber'e kaç nebî olduğunu sormuş Resûlüllah da 124.000 nebînin bulunduğunu söylemiş, Ebû Zer bunlardan kaçının resûl olduğunu sorunca da Hz. Peygamber, 313’ünün resul olduğunu belirtmiştir. (İbn Hacer, el-Fetâva' l-hadîsiyye, s. 180, III. Baskı, Kahire, 1989.) 36 Mâide 5/19. 37 Mü'minûn 23/44. 38 Kasas 28/45. 39 Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 171; Fahreddin er-Râzî, a.g.e., XXIV, 257. 40 msl., İbn Abbas'tan rivayet edilen bir habere göre Hz. Âdem ile Nuh arasında on asır vardır ve bunların hepsi İslâm üzeredir. Başka bir râvîden gelen habere göre ise bu ikisi arasında olduğu gibi Hz. Nuh ile İbrahim ve Hz. ibrahim ile Mûsâ arasında da on asır bulunmaktadır. (İbn Sa'd, et-Tabâkatü'l-kübrâ, I, 36, 44, Beyrut, 1990; el-Makdisî, el-Bed' ve't-tarîh, I, 154, nşr. Cle'ment Huart, I-II, 1889-1903.) Hz. Mûsâ ile İsa arasında ise 1900 küsur sene vardır, fakat bu ikisi arasında fetret vuku bulmamıştır. Zira bunlar arasında İsrailoğulları dışındakiler hariç sadece İsrailoğullarından 1000 nebî gönderilmiştir, (İbn Sa'd, a.g.e.. I, 44; Âlûsî, Rühu'l-me'ânî, VI, 104. 41 Kurtubî, a.g.e., VI, 15-16. 42 bk. Âlûsî, Rûhu'l-me'ânî, XXI, 119 43 Ebû Bekir İbnü'l-'Arabî, el-'Avâsım mine'l-kavâsım, s.101, nşr. Ammar Talibî, Cezâir, 1974. 44 Muhyiddin İbn 'Arabî, el-Fütûhâtü'l-Mekkiyye, V, 108-109, nşr. Osman Yahya, Kahire, 1978-1986. 45 Şa'rânî, el-Yevâkît ve'l-cevâhir, II, 56-59, II. baskı, Kahire, 1959. 46 bk. msl. Bekir Topaloğlu, Allah’ın Varlığı, s. 132, DİB. Yay., Ankara, 1970.