Doç. Dr. Reşat ÖNGÖREN
Bu çalışmada keşfin bir bilgi kaynağı olarak değeri, bu yolla elde edilen bilginin kıymeti ve ki¬şiye sağladığı faydası üzerinde durulmuştur. Sufilere göre henüz seyru sülukünü tamamlamamış olanların keşfinde değişik sebeplerden dolayı yanılma ihtimali bulunduğundan, elde edilen bilgiler Kitap ve Sünnet’le kontrol edilmelidir. “Sıddıklık”, “mukarreblik” gibi mertebelere ulaşanların keşfi bilgileri ise doğruluk, kesinlik ve yanlışlıktan korunmuşluk açısından vahiy ile eşdeğerdedir. (Elbetteki vahiy değerinde değildir ve onun makamında da değildir. Fakat yapısal özelliklerinde benzerlikler vardır.)
Bu çalışmada ayrıca burhan ve delilin geçerli olduğu alanda keşifle ulaşılan bilgilerin, istidlal yoluyla elde edilen bilgilerden farklı olmayacağı, dini hükümleri doğru anlama bakımından keşfin İçtihadla benzer fonksiyonlar icra ettiği ortaya konmuş, sufılerin açıklamalarına dayanılarak, keşfin kişiye sağladığı yararın iman ve amelde yakin meydana getirmekten ibaret olduğu vurgulanmıştır.
Tasavvuf yoluna girenlerin belli bir mücahede şeklini uyguladıkları bilinmektedir. Bu mücahede sırasında meydana gelen keşf halinin sufiler nazarında ayrı bir önemi vardır. Zira keşf halini yaşayan mürid, özellikle duyu organları ve aklın yetersiz kaldığı metafizik alanda bazı bilgilere ulaşmaktadır. Kaynaklarda muhtelif vesilelerle temas edilen bu hal, henüz değişik boyutlarıyla ele alınıp yeterince değerlendirilmiş değildir. Bu çalışmada, farklı mahiyet ve derecelerde beliren keşfin bir bilgi kaynağı olarak değeri, bu yolla elde edilen bilginin kıymeti ve kişiye sağladığı faydası üzerinde durulacaktır.
Genel olarak manevi perdenin açılmasıyla doğru bilgiye ve gaybe ait konulara vakıf olma anlamında kullanılan keşf, kalbe gelen bilgi anlamındaki ilham ile birlikte “keşf ve ilham” şeklinde kullanıldığı gibi, keşfin en ileri boyutu olan müşahede ile birlikte “keşf ve müşahede” şeklinde de kullanılmaktadır. Zaman zaman keşfi ifade için ilham teriminin de kullanıldığı ve bununla hem keşfin hem de o sırada meydana gelen bilginin birlikte kastedildiği anlaşılmaktadır. Keşfilmükaşefe tek başına zikredildiğinde ise, bunun genellikle müşahede ve ilhamı da içeren bir ıstılah olarak kullanıldığı görülmektedir. 1
Bazı sofilerin bu ıstılahları birbirlerinin yerine kullanmaları sebebiyle, çoğu defa maksatları tam anlaşılamadığından, ilk bakışta, kendi içlerinde çelişkiye düştükleri izlenimi doğsa da, bir bütün halinde ele alındığında görüşlerinde her hangi bir çelişkinin olmadığı fark edilmektedir. İleri gelen sufilerin açıklamaları bir araya getirildiğinde keşf hali ve mertebeleriyle ilgili şunları söylemek mümkündür: Keşf “muhadara”, “mükaşefe” ve “müşahede” olmak üzere üç mertebede meydana gelmektedir.
Kalbin Hakk’ın huzurunda olması anlamına gelen muhadara başlangıç hali olup ilim ehlinin mertebesidir. İlme’l-yakin de denilen bu mertebe tefekkür, istidlal ve kesb ile gerçekleşir.
Muhadaradan sonra mükaşefe haline ulaşılmaktadır. “Kalb” veya “sır” gözünün açılmasıyla gayb aleminin görüldüğü bu mertebede delil, akıl ve duyu organlarına ihtiyaç duyulmaz. Ayne’l-yakin mertebesi de denilen bu mertebe ve sonrası tamamen Allah’ın lütfuyla (vehbi) gerçekleşmektedir.
Mükaşefeden sonra meydana gelen müşahede hali ise açık bir şekilde kalbin veya sırrın Hakk’ı görmesidir. Buna aynı zamanda hakka’l-yakin mertebesi de denir.2
Keşf, tasavvuf ehlinin yanı sıra bazı kelam alimleri, felsefeciler ve Şia’ya göre de güvenilir bilgi kaynaklarından biridir. 3 Öte yandan zahir ehlince kabul edilen “burhan ve delil” (duyu organları, akıl ve istidlal bunun içindedir) sufilerce de bir bilgi kaynağı olarak kabul edilir. Keşfin ilk mertebesi “muhadara”nın tefekkür, keşif ve istidlal ile gerçekleştiğinin belirtilmesi bunu göstermektedir.
Ancak sufiler bu kaynaklara geçerli oldukları alan (fizik-metafizik), ilgilendikleri konu/obje (Allah-masiva), elde edilen bilginin kesinliği ve sahibinde meydana getirdiği yakin/tatmin açısından farklı değerler yüklemişlerdir. Örneğin burhan ve delil metafizik alanda yetersiz görülmüş, daha çok fizik alanda geçerli olabileceği kabul edilmiştir. Metafizik alanda ise esas geçerli kaynak, onlara göre, seyr u sülük sırasında yaşanan keşf halidir. Çünkü seyr u sülük esnasında kalpler bir ayna haline gelmekte ve manevi alemde ilmin ana kaynaklarını görerek oradan yararlanmaktadır. 4
Bu sebeple müridin bir kısım sırlara ve bazı gayb bilgilerine vakıf olması söz konusudur.5 Ancak burada şunu belirtmek gerekir ki, sülük esnasında elde edilen bilginin doğruluk ve kesinlik ölçüsü, yaşanan keşfin derecesine göre farklılık arz edebilmektedir. Örneğin Hücviri (ö.465/1072 ) bu hususta şöyle bir açıklama yapmıştır: “Bir taife ‘marifet ilhamdır’ diyor. (Oysa) bu imkansızdır. Çünkü marifette hakkın da batılın da bir delili vardır. Halbuki doğru-yanlış konusunda ilham ehli için bir delil yoktur… İlham aldığını iddia edenlerin birinin dediği diğerinin dediğini tutmadığına göre, hatta birbiriyle çelişen bilgiler ileri sürdüklerine göre, bunların iddiaları şeriat ile kontrol edilmelidir.
Şeriata aykırı olan bir söz ilham olamaz… İmdi marifet şeriattır, nübüvvettir, hidayettir; ilham (ise böyle) değildir. Ve marifet konusunda ilhamın hükmü her bakımdan batıldır.”6 Hücviri’nin burada, tasavvuftaki genel kullanımı dikkate alındığında “marifet” terimi ile keşfin en ileri boyutu olan müşahede halinde gelen bilgiyi, “ilham” ile de mükaşefe mertebesinde gelen bilgiyi kasdettiği söylenebilir. Nitekim son dönem mutasavvıflarından Ahmed Avni Konuk’ da (ö. 1938), rabbani tecelli olarak tavsif ettiği müşahedede herhangi bir hatanın söz konusu olmadığını, ruhani tecelli olan mükaşefede ise hata olabileceğini belirtmiştir.7 İşte keşfle gelen bilginin, yaşanan mertebeye göre hatalı olma ihtimali bulunduğu için, keşfi bilgiyi öncelikle hata meselesiyle birlikte ele alıp değerlendirmek gerekmektedir.
Keşfi bilgide hata meselesi keşfte hata meselesini tasavvufun önemli şahsiyetlerinden İmam-ı Rabbani (ö, 1034/1624) meşhur eseri Mektubatta değişik boyutlarıyla ele almıştır. Ona göre keşfte yanılmanın bir çok sebebi vardır. Bunlardan birisi, ilham alan kişinin kendi yanlış sezgileri ile ilhamı karıştırarak hepsinin keşf mahsulü olduğunu zannetmesi, bazen de keşf yoluyla ya da rüyada gördüğü gaybe ait şeyleri, göründüğü gibi sanıp zahiri manasına hamlederek yanlış bir hükme varmasıdır. 8 Diğer yandan levh-i mahfuzdaki kazai hükümlerin bir kısmının değişmez (kaza- i mübrem) bir kısmının ise değişebilir (kaza-i muallak) olması da yanılgıya sebep olabilir. Keşf sahibine, mesela, bir kimsenin bir ay sonra öleceğine dair levh-i mahfuzdan bir bilgi zuhur ettiğinde, o, ilk anda bu bilginin hangi kısımdan olduğunu bilemeyebilir.
Bu sebeple keşfine dayanarak verdiği bilgide hata eder. 9 İmam-ı Rabbani ayrıca keşfi bilgiyi şeytanın bulandırmasından söz etmektedir.10 Keşf sahibi bu durumda hatalı bilgileri bağlı olduğu nebinin vahiy ile getirdiği prensiplere; yani şeriatın naslarına bakarak düzeltmelidir. Şeriatın açık hüküm koymadığı yerde ise keşf ile bir şeyin hak ya da batıl olduğuna kesin karar vermek gerçekten çok zordur (müşkildir). Çünkü ilham kat’i değil zannidir. 1 1 Böyle bir durumda hata eden sufi, içtihadında hata eden müçtehid gibi sayılır. Eğer bu kimseler sülüklerini tamamlayamaz ve o halde kalırlarsa, umulur ki Allah onları sorumlu tutmaz. Bu şekilde yolun yarısında olan sufiler için en uygun olanı, yolun sonuna ve hakikatına erinceye kadar, keşf ve ilhamını din alimlerinin görüşlerine göre düzeltip, onlara uymasıdır. Çünkü alimlerin delil ve dayanakları, vahiy ile kesin ilme kavuşmuş olan peygamberlerdir… Kitap ve Sünnet’in gerektirdiği şekilde inanmak nasıl gerekli ise, bu iki kaynaktan müçtehid imamların çıkarıp ortaya koydukları hükümlerle de amel etmek aynı şekilde gereklidir.12 İmam-ı Rabbani yanılmanın bir başka sebebi olarak, sülük esnasında müridin manevi sarhoşluk (sekr) içinde bulunmasını zikreder. Ona göre ancak sülukünü tamamlayıp sıddikiyet makamına ulaşanlar bu halden kurtulur. Sıddikiyet makamının altındaki her makamda sekir halinden bir miktar vardır. 13 Keşfi bilgide böyle yanılma ihtimali olduğundan, bir çok mutasavvıf mü¬ridin ilim sahibi olmasını gerekli görmüştür. Şihabüddin Sühreverdi (ö. Muharrem 632/ Eylül 1234), özellikle ilmi yönü zayıf olan kimselerin kalbinde Hak’tan gelen seslere (havatır) benzeyen fakat O’ndan olmayan mesajların ortaya çıkabileceğini belirtir ve ilimde derinleşmiş kimselerden başkasının bunu farkedemeyeceğini vurgular.’4 Kuşadalı İbrahim Halveti’nin (ö. 1845) ilmi sülukün yarısı sayması da bu sebeple olmalıdır.
İmam Gazzali (ö.505/1111) bu hususta şöyle demiştir; “Nice sufiler var ki, yirmi sene bir hayal üzerinde kalmışlardır. Şayet bu yola girmeden önce ilim sahibi olsalar, o halin hayal olduğunu hemen anlarlar ve kendilerini kolaylıkla kurtarabilirlerdi.”16 Ayrıca Avarifü’l-maarif’te kalbe gelen mesajın (havatır) doğrusunu yanlışından ayırt edememenin ilimde noksanlık vb. sebeplerle birlikte, kişinin yiyip içtiğine haramın karışması da özellikle belirtilmiştir. 17
Sülük merhalelerini geçmekte olan sufinin, karşılaştığı bir takım tehlikelerden korunması ve gönlüne doğan ilhamın şeytani mi yoksa rahmani mi olduğunun tesbiti için, ayrıca bir rehbere ihtiyacı olduğu vurgulanmaktadır. 18 Hatta tasavvuf ehli olmayan İbn Haldun’a göre bile sülük esnasında rehber şeyhe ihtiyaç farz ve zaruret derecesindedir. Zira müridin yaşadığı haller gizli ve sonsuzdur. Bunlardan birisine fesat karışırsa, diğerlerine de bulaşır. Çünkü her hal bir önceki halin üzerine bina kılınmıştır. Hallerdeki fesattan maksat zıtlarının husule gelmesidir. İşte salikin helaki burada meydana gelir. Zira bir kere fesat bulaşırsa, irade dışında olduğu için onun telafisi ve ıslahı artık mümkün olmaz… Eğer salik olgun bir şeyhin denetimi altında bulunursa sülük doğru bir yol takib eder, tehlikelerden emin olur, aldanma endişesi kalmaz. Çünkü şeyh daha önce bu yolda yürümüş, hallerin nereden ve nasıl doğduğunu, engellerin nerede önüne çıktığım görmüştür. 19 O sebeple sufiler Hz. Peygamber için Cebrail’in vahiy emini olduğu gibi, müridler için de şeyhin ilham emini olduğunu söylerler ve vahiyde nasıl Cebrail’in ihaneti olmazsa, ilhamda da şeyhin ihaneti olmaz derler.20
Keşf ve Vahiy
Keşfi bilgide yanılma, öyle anlaşılıyor ki, daha çok seyru sülük esnasında söz konusu olmaktadır. Sülukünü tamamlayıp belli bir mertebeye ulaşanların keşfi bilgisinde ise genellikle hata olmayacağı belirtilmiştir. Zira bu kimselere gelen bilginin doğruluğu, kesinliği ve kaynağı açısından vahiy ile eşdeğerde olduğu kabul edilmektedir. İmam Gazzali meşhur eseri ihya’da, ilham ile meydana gelen ilmin sebebi, mahalli ve ilim olması bakımmdan vahiy ile hiç bir farkı olmadığını, aralarındaki tek farkın vahiyde ilmi getiren meleğin görülmesi olduğunu belirtir. 25 Gazzali’nin bu görüşü daha sonra gelen önemli mutasavvıflar tarafından da benzer ifadelerle tekrarlanmıştır. Örneğin Muhyiddin İbnü’l-Arabi (Ö.638/1240) “Sufilerin kaynağı peygambere vahiy getiren meleğin kaynağı ile aynıdır; onlar zahirde Peygamber’e uymak suretiyle uyguladıkları ahkamı sırda Allah’tan almaktadırlar”22 derken, Azizüddin Nesefi (Ö.681 veya 699/1300) bu hususta şöyle bir açıklama yapmaktadır: Ruhunu saf hale getiren insanın gönlüne melekler bir şeyler atarlar. Bu uyanıklık halinde olursa ilham, uykuda olursa doğru ruya adını alır. Eğer melekler gökten yere inip, bir şekle bürünerek Peygamber’e görünürler ve Allah’ın sözünü ona iletirlerse bu da vahiy adını alır. 23 İmam-ı Rabbani de seyru sülukünü tamamlayıp sıddiklik makamına ulaşanlara gelen bilgi ile peygambere gelen vahyi aynı görür ve aralarında birinin vahiy diğerinin ilham ile elde edilmesinin dışında bir fark olmadığını belirtir. Sufilerin çoğu (yukarıda işaret edilen mertebelerde gelen) bilgiyi, doğruluğu ve kesinliği açısından vahiy ile eşdeğerde gördükleri gibi, aynı zamanda bu bilginin şeytan ve nefsin müdahalesinden korunmuş olması bakımından da vahiy ile aynı olduğunu kabul etmektedirler. ( Burada keşif ile gelen kesin bilginin vahyedilen ile zıt olamayacağı unutulmamalıdır.) Onlara göre nübüvvet makamı nasıl şeytanın vesvesesinden korunmuş ise, mükaleme ve mühadese mahallinde bulunan (ilham alan) kimse de şeytanın fitne ve vesvesesinden korunmuştur. Böyle bir kimsenin kalbine şeytan hiç bir yönden giremez. Eğer bir teşebbüsü olursa, o kimse bunu hemen fark eder.25
Keşf ve İctihad
Tasavvuf ehli doğruluk, kesinlik ve korunmuşluk açısından vahiy ile eş¬ değerde gördüğü keşfi bilginin, dini nasları yorumlama ve bunlardan hüküm çıkarma noktasında önemli fonksiyonlar icra ettiğini belirtmektedirler. O sebeple, şeriatı en iyi sufiler bilebilir demişlerdir. 26 Zira onlara göre Kur’an’ın işaretlerini, sadece sırrını masivadan (ekvan) temizleyenler anlar.27 Nitekim bu yolla sufiler Hz. Allah’ın, Resulullah’ın (a.s.) ve velilerin sözlerinin hakikatini levh-i mahfuzdan görüp okumaktadırlar. 28 Hatta Allah onların gönlüne, emirlerini daha iyi anlamaları için hitabından neyi kastettiğini açıp vermektedir.29 Zaten tasavvuf yoluna girip yol almanın gayelerinden birisi, kısa ve kapalı (mücmel) bilginin geniş ve açık hale gelmesidir.30 Yukarıdaki ifadeler gösteriyor ki, sufiler keşf yoluyla Kitap ve Sünnet’in özellikle muğlak meselelerinde Allah’ın ve Resul’ünün muradını bilme imkanına sahip olmaktadırlar. Bunun anlamı şudur: Keşf ile şeriatta yeni bir şey ortaya konmuyor, ancak açık olmayan hükümler anlaşılır hale getirilebiliyor. Bu durumda keşf ile ictihad, nasların anlaşılması konusunda benzer fonksiyonlar icra ediyor demektir. Dolayısıyla fıkıhta belirlenen, “İctihad müsbit değil muzhirdir” (İctihad dinde yeni bir hüküm getirmez, sadece mevcut olanın daha iyi anlaşılmasını sağlar) prensibi tasavvufta keşf için geçerli görülmektedir. Ancak tasavvuf ehli nazarında belli bir mertebeye ulaştıktan sonra gelen keşfi bilginin içtihada göre bir üstünlüğü vardır ki, o da ictihadda hata söz konusu iken keşfte böyle bir ihtimalin bulunmamasıdır. O yüzden İbnü’l-Arabi, fakihlerin ortaya koyduğu bir hükmün yanlış ya da doğru olduğunu Allah dostları keşf yoluyla bilirler 31 demiştir. Ancak ona göre sufiler yanlış olduğunu bildikleri hususlarda fakihlere müdahale etmezler. Kendileri ise doğru bildikleri şekilde amel etmek zorundadırlar. Zira bu durumda onlar, ictihad eden müctehid gibidirler. Müctehid ictihadının hilafına nasıl amel edemezse, sufi de keşfinin hilafına amel edemez.32
Esasen tasavvuf ehli değişik açılardan vahiy ile eşdeğerde gördüğü keşfi bilginin( vahyin makamını her zaman en üstün görmek şartı ile ve vahiyle eşit gibi görmemek kaydı ile ), burhan ve delilin geçerli olduğu alanda istidlali olarak elde edilen bilgilerle de çelişmeyeceğini ileri sürmüşlerdir. İmam Gazzali ilhami bilgi ile, çalışarak kazanılan (kesbi) bilginin mahiyeti, yeri ve sebebi bakımından birbirinden farkı olamayacağını, aralarındaki tek farkın, ilhami bilginin aradaki perdenin açılması sonucu elde edilmesi olduğunu belirtmektedir.33 Bunu şöyle bir misalle anlatmıştır: Bir hükümdarın huzurunda Çinliler ile Romalılar nakış san’atında birbirlerine üstünlük taslarlar. Bunun üzerine hükümdar, “Herkes san’atını göstersin, kimin daha üstün olduğunu anlarız” diyerek sanatkarlardan hünerlerini göstermelerini ister. Tarafların yaptıklarını mukayese etmek kolay olsun diye, bir odanın karşılıklı iki duvarından biri Çinliler’e, diğeri de Romalılar’a tahsis edilir. Birbirlerinin yaptıklarını görmemeleri için de araya bir perde çekilir. Romalılar çeşitli boyalarla çalışarak süslü işlemeler meydana getirirken Çinliler sürekli cila ile duvarı parlatmaya çalışırlar. Nihayet Romalılar biz işimizi bitirdik deyince, Çinliler biz de bitirdik deyip kenara çekilir. Hükümdarın Çinliler’e “Nasıl olur, siz bir şey yapmadınız ki ” şeklindeki mukabelesine onlar, aradaki perdeyi kaldırın o zaman görürsünüz, diye cevap verirler. Perde kaldırıldıktan soma hükümdar, önce Romalılar’ın ince san’atını hayranlıkla seyreder ve şaşkınlık içinde kalır. Ardından diğer duvara dönünce şaşkınlığı daha da artar. Zira Romalılar’ın bütün yaptıkları, cila ile ayna haline gelen Çinliler’in duvarına aksetmiştir. Üstelik burada daha güzel görünmektedir.
İmam Sühreverdi de “ilm-i verase” diye tabir ettiği mutasavvıfların bilgisinin, ulemanın çalışarak elde ettiği bilgilerle (ilm-i dirase) mukayesesini, Gazzali’ye benzer bir şekilde yapmakta ve bunun için “süt istiaresi”ni kullanmaktadır. Ona göre ilm-i dirase süt ise, ilm-i-verase sütten elde edilmiş tereyağı gibidir. 35 Şah-ı Nakşibend’in, “Delille elde edilen bilgi, tasavvuf yolunda ilerleyen kimse tarafından bizzat görülür hale gelir” 36 şeklindeki sözü de aynı şeyin ifadesidir. İmam-ı Rabbani ise bu husustaki görüşünü şu şekilde dile getirmiştir: Seyru sülük mertebeleri bitip, vilayet derecelerinin en sonunda vusul elde edilince sofilerin iman ve itikadlarıyla, alimlerin itikadları arasında hiçbir fark kalmaz. Şu farkla ki, bu itikad sufiler için keşf ve ilham yoluyla meydana gelirken, alimler için nakil ve istidlal yoluyla meydana gelmektedir.37 (Yani aynı gerçek ortaya çıkar fakat o gerçeğe imanın kuvveti bakımından fark vardır.) Tabii burada sözü edilen istidlali bilgi, sarih akıl ve sahih nakil ile elde edilen doğru bilgi ve buna bağlı olarak meydana gelen sağlam itikadlardır. Yoksa yanlış ictihad ve yanlış itikadın keşfle te’yid edilmesi gibi bir şey söz konusu değildir. İbni Arabi, kanaatimce bu hususa işaret etmek için, keşfin verileriyle şeriatın verilerinin aynı olacağım kabul ettiği halde,38 keşfi bilginin burhan ve delille ortaya konulan bazı bilgilerden farklı olabileceğini, fukahanın ictihadla elde ettiği bir kısım hatalı bilgilerin keşfle ortaya çıkacağını belirtmektedir.39
Keşf ve Gayb Bilgisi
Duyu organları ve aklın yetersiz kaldığı metafizik alanda tasavvuf ehline göre esas geçerli bilgi kaynağının keşf olduğu daha önce kaydedilmişti. İşte bu hali yaşayan ariflerin bazı gayb bilgilerine ve henüz zuhura gelmemiş kader hükümlerine vakıf olabildikleri belirtilmektedir. Hz. Peygamber tarafından “muhaddeslerden” olduğu bildirilen Hz. Ömer’in de, İbn Abbas’ın dediğine göre ince bir perde arkasından “kaza”ya baktığı nakledilmektedir.41 Keşf halinde sufiler geleceğe ait konulara acaba nasıl muttali olabilmektedirler? Bu hususu XIII. asrın önemli mutasavvıflarından Azizüddin Nesefi şöyle açıklamıştır: Gayb aleminde bir takım melekler bulunmaktadır. Bu alemde zaman ve zaman ötesi olmadığı için geçmişte olmuş olan, şimdi var olan ve gelecekte meydana gelecek olan her şey hazır durumdadır. Meleklerin bu aleme vakıf olması, gaybe değil hazır olana vakıf olması demektir. Gönül aynasını parlatmayı başaran kimselerin ruhlarıyla oradaki melekler arasında bir münasebet meydana geldiğinde, bu temiz ruhlar ile melekler karşı karşıya duran iki saf ayna gibi olurlar. Melekler bilince, o bilgiler bu kimselerin gönül aynasına da akseder.42 Ancak burada çok önemli bir noktanın akıldan çıkarılmaması gerekir, sufilerin ulaştıkları keşfi bilgiler duyu organlarıyla ve onların verilerini kullanan akılla elde edilmediği için, onlardan bir kısmının ifadesi imkansız gibidir. Nitekim bazı mutasavvıflar bu bilgilerin açıklanamayacağını, ancak vasıtasız tecrübeyle bilinebileceğini söylemiştir. Bir köre kırmızının ne demek olduğu açıklanamayacağı gibi, o bilgiler de izah edilemez. Bu durumda sufi onu muğlak ve şaşırtıcı mecazlar ile ifade etmeye çalışır. 43 Hatta İmam-ı Rabbani kendisine gelen bazı bilgileri remz ve işaretle dahi anlatamayacağını, bunların nübüvvet kandilinden iktibas edildiğini ve Ebu Hüreyre’nin “Şayet açıklarsam şu boğaz kesilir” 44 diye ifadeye koyduğu türden bilgiler olduğunu belirtmiştir. 45
Sufiler bir takım gayb bilgilerinin yanı sıra Allah’ı gerçek manada bilme (marifet-i ilahi) ve O’na inanmanın da ancak keşf yoluyla gerçekleşeceğini ileri sürmüş ve bu hususta aklın yetersizliği üzerinde durmuştur. Sahih burhanla ulaşılan ilmin Allah’ın varlığı ve birliği hakkında şüpheleri giderebileceği ve şirk koşanları ikna edebileceği kabul edilse de; Allah’ın bilgisine (marifet) keşften başka bir yolla ulaşılamayacağı vurgulanmaktadır 46 ”. Onlara göre Allah'(ı bilmek) için akıl sahibi nasıl delile muhtaç ise, akıl da bu konuda delile muhtaçtır. Çünkü akıl mahluktur; yaratılmış şey yalnız yaratılmış olanlar hakkında delil olabilir. 47 Ayrıca akıllar mizaçlara tabidir. Herkesin mizacı farklı farklı olduğu için, aklın verileri de farklı olur ve birbirini tutmaz.48 Ebu Hüseyin Nuri (Ö.295/907) “Allah’ın varlığına delilin nedir?” diye soranlara, “Allah’tır” diye cevap vermiş. “Aklın bu husustaki rolü nedir?” diye sorulunca da “Akıl acizdir, o ancak kendisi gibi bir acize delalet edebilir” demiştir. 49 Ben Mevla’mı deliller ile biliyorum diyen Sehl b. Abdullah’a (Ö.273 veya 283/896) sufinin biri şu şekilde tepki göstermiştir: “Yazık sana! Rabb’ini deliller ile bilen şiddetler denizinde boğulur… Ben Mevla’mı Mevlam ile bilirim… Hiç kimse O’nu akıl ve re’y yoluyla bilemez. “50 O sebeple Bayezid-i Bistami (Ö.234/848 [?]) “Ya Rab! Bana kendini kendin anlat, çünkü sen anlatmadan ben seni anlamıyorum” diye dua etmiştir. 51 İmam Gazzali, avamın taklid ile benimsedikleri imanı ilk mertebe, kelamcıların istidlal tarikini de kullanarak benimsedikleri imanı avamın derecesine yakın olmakla birlikte ikinci mertebe, ariflerin yakin nuruyla müşahede sonucu ulaştıkları imanı ise en ileri mertebe olarak görmektedir. 52 Bunu ifade için bazı sufiler “Allah’a inanmak O’nun uluhiyetini müşahede etmektir” demişlerdir. 53 Allah’ın varlığını ve birliğini tasdik sadedinde söylenen şehadet kelimesine “Eşhedü” ile başlanması da bu hususa işaret etmektedir. Nitekim İmam Kuşeyri (ö.465/1072) yolun başında olan kimselerin, Allah’ın varlığını ve birliğini deliller ile bileceğini, ancak mükaşefe haline geldiğinde gayb alemi ile arasındaki perdelerin kalkmış olması ve Allah’ın sıfatlarıyla ünsiyet halinde bulunması sebebiyle delil üzerinde düşünmeye ihtiyacı kalmayacağını belirtmiş, müşahede haline ulaştığında ise bizzat Hakk’ın zuhur edeceğini açıkça dile getirmiştir. 54
Keşf ve Yakin
Belli bir mertebeye ulaştıktan sonra elde edilen keşfi bilgi sufilerce muhtelif açılardan vahiyle eşdeğerde görülse bile, bu bilginin açıklanma zorunluluğunun bulunmaması ya da çoğu zaman açıklanabilir türden olmaması veya kolayca ifade kalıplarına dökülememesi sebebiyle, bağlayıcılık noktasından keşf sahibinin dışında bir başka kimseyi ilgilendirmediği, dolayısıyla sübjektif olduğu açıktır.
Ayrıca burhan ve delilin geçerli olduğu alanda keşfi bilginin istidlali bilgilerle aynı olacağının belirtilmesi, bu sahada keşf yoluyla farklı bir bilginin ortaya çıkmayacağını da göstermektedir. Bu durumda keşfi bilginin kişiye ne gibi bir yararı olduğu sorulabilir. Sufilerin açıklamaları dikkate alındığında bu soruya verilecek cevap, “yakin” olacaktır. 55 Zira onlara göre keşf sahibi, vahiy ile bildirilmiş olan ve burhan ve delille ortaya konmuş bulunan dinin hükümlerini, bizzat görür hale gelerek kesin imana; yani yakine ermektedir.56 Nitekim İbrahim (a.s.) Hz. Allah’tan, ölüyü nasıl dirilttiğini kendisine göstermesini talep edince, Hz. Allah “Yoksa inanmadın mı?” diye hitap etmiş, o da “İnandım ancak kalbimin mutmain olması için görmek istedim” diye cevap vermişti (Bakara, 260). Buna sufiler, iman ile “ıyan”ın birleşmesi demektedirler.57 Bu hale eren kimse, dil ile ikrar, kalb ile tasdik, ruh ile yakin 58 derecesine ulaşmış demektir. İmam Gazzali’nin yakin nuruyla müşahede sonucu ariflerin ulaştıkları imanı en ileri mertebe olarak görmesi, 59 perdenin kalkmasıyla hakikatin açık bir şekilde görünmesi diye tarif ettiği mükaşefe ilmini, bütün ilimlerin gayesi olarak takdim etmesi ve bunun, kalb aynasını kötü sıfatlardan temizleyerek orada bir nurun zuhur etmesini sağlayan sıddik ve mukarreblerin ilmi olduğunu belirtmesi 60 bu sebeple olmalıdır.
Ayrıca yakin derecesinde imana eren kişinin, şer’i emirleri yerine getirmekte zorlanmayacağı belirtilmiştir. 61 İmam-ı Rabbani bunu şöyle dile getirir: Sufiyye yoluna girmekten maksat şer’an itikad edilmesi gereken şeylerin hak olduğuna yakini artırmak… Ve şer’i emirlerin edası hususunda kolaylık sağ¬lamaktır. 62
Netice
Tasavvuf ehli keşfi doğru ve kesin bilgiye ulaşmada güvenilir bir kaynak olarak kabul etmiştir. Ancak seyr u sülük esnasında meydana gelen keşfi bilgide değişik sebeplerden dolayı yanılma ihtimali bulunduğundan, bu bilgiler Kitap ve Sünnet’le kontrol edilmelidir.
Seyr u sülük tamamlandıktan sonra belli bir mertebeye ulaşanların elde ettikleri keşfi bilgi ise doğruluk, kesinlik ve korunmuşluk açısından vahiy ile eşdeğerdedir.
Aklın ve duyu organlarmın yetersiz kaldığı metafizik alanda keşfle bir takım gayb bilgilerine ve kader hükümlerine vakıf olunabilmekte, ayrıca bizzat Allah hakkında müşahede ile bilgi elde edilebilmektedir.
Öte yandan burhan ve delilin geçerli olduğu alanda keşfle ulaşılan bilgiler, istidlal yoluyla elde edilen bilgilerle çelişmezler.
Naslardan hüküm çıkarma ve dini hükümleri doğru anlama bakımından keşf ictihadla aynı fonksiyonları icra etmekte, hatta hatalı ictihadların tesbit edilmesine yardımcı olmaktadır.
Bununla birlikte keşfi bilgiler sübjektif olup keşf sahibinin dışındaki kimseleri bağlamaz. O sebeple daha çok bu hali yaşayanlar açısından önem arzeden keşfin kişiye sağladığı yarar, iman ve amelde yakin/tatmin meydana getirmesinden ibarettir.
1 “Feth”, “basiret” ve “muayene” de keşfe yakın manalar ifade eden terimlerdir. Ayrıca ilk dönemde bazı sufilerin “firaset” tabirine de keşf anlamı verdikleri görülmektedir (Mesela bk. Abdülkerim Kuşeyri, er-Risa- letü’l-kuşeyriyye [thk. AbdÜlhalim Mahmud-Mahmud b. eş-Şerifi, Kahire, ts., II, 481).
2 Bk. Ebu Bekir Muhammed Kefabazi, et~Taarrufli mezhebi ehli’nasavvufinşT. Mahmud Emin Nevavi), Kahire 1980, s. 105, 129-130; Kuşeyri, er-Risale, 1,223,245-246; Hücviri Ali b. Osman CÜllabi, Keşfü’l-mahcub (haz. Süleyman Uludağ), İstanbul 1982, s. 270,436, 474, 523; Ebu İsmail Abdullah-ı Herevi, Menazİ- lü’s-sairin ile’l-Hakkt’l-mübin. Kahire 1908, s. 43-44; Ebu Hafs Şihabüddin Ömer Sühreverdi, Avarifü’lmearif (İhyau Ulumiddin V. cildi içinde), Kahire 1968, s. 357. 87
3 Bk. Yusuf Şevki Yavuz, “İlham”, DİA, XXII, 98-99.
4 Sühreverdi, Avarif, s. 67.
5 Ebu Abdurrahman Siilemi, Menahicü’l-arifin (Tercümesiyle birlikte nşr. Süleyman Ateş [Tasavvufun Ana İlkeleri Sülemrnİn Risaleleri]), Ankara 1981, s. 16.
6 Hücviri, Keşfü’l-mahcub, s. 403. 88
7 Ahmed Avni Konuk, Tedbirat-t İlahiyye Tercüme ve Şerhi (nşr. Mustafa Tahralı), İstanbul 1992, s. 200.
8 Rabbani Ahmed Serhendi, Mektuhat, Mekke 1316 H, I, Mektup 217.
9 Rabbani, I, Mektup 217.
10 Tasavvuf tarihinde bunun bir çok Örneği vardır. Mesela Sehl b. Abdullah’a (Ö.273 veya 283/896) bir müridi gelerek, her gece Allah’ı baş gözüyle gördüğünü söylemiş, şeytanın bu adamı aldattığını anlayan Sehl “Bir daha görürsen yüzüne tükür” diyerek onu şeytanın tasallutundan kurtarmıştır (Süleyman Uludağ, Tasavvufun Mahiyeti [Şifaü’s-sail “Giriş” yazısı], İstanbul 1984, s. 42). Yine Zeyniyye Tarikatı’nın kurucusu Şeyh Zeynüddin Hafi de (Ö.838/1435) Horasan’da izinsiz halvete giren bir müridinin şeytan tarafından aldatıldığını ve Hızır’dan aldığını zannettiği bilgilerle bir sürü kitap te’lif ederek kendisine getirdiğini anlatmaktadır. Şeyh bu müridini uyarmış ve yazdıklarını imha etmesini söylemiştir (bk, Reşat Öngören, Fatih Devrinde Belli Başlı Tarikatlar ve Zeyniyye [Yüksek Lisans tezi], İstanbul 1990, s. 125).
11 Rabbani, I, Mektup 107.
12 Rabbani, I, Mektup 286; ayrıca bk. I, Mektup 157.) Bazı sufilerin “Tarikat şeriata uymalıdır”, “Şeriat tarafından uygun görülmeyen haller batıldır” gibi sözleri de aynı anlamda söylenmiş sözlerdir. 89
13 Rabbani, I, Mektup 41.
14 Sühreverdi, Avarif, s. 318.
15 Bk. Yaşar Nuri Öztürk, Kuşadalı İbrahim Halveti: Hayatı Düşünceleri Mektupları, İstanbul 1982, s. 93.
16 Ebu Hamid Muhammed Gazzali, İhyau ulamiddin. Kahire 1967, III, 26.
17 Sühreverdi, Avarif, s. 317.
18 Ebu Abdurrahman Sülenıi, Cevamİu adabi’s-sufiyye (Tercümesiyle birlikte nşr. Süleyman Ateş), Ankara 1981, s. 91.
19 Abdurrahman b. Haldun, Şifaü’s-sail li telmbı” l-mesail (nşr. Muhammed B. Tavit et-Tanci), İstanbul 1958, s. 74-76. Tasavvuf yolunda mürid her an yanılma ve sapma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu için sufiler, “Şeyhi olmayan mürid ebediyyen felah bulmaz” demişlerdir. Bayezid-i Bistamı’nin “Üstadı olmayanın imamı şeytandır” ifadesi de (bk. Kuşeyri, er-Risale, II, 735) aynı sebebe dayanmaktadır. Ancak şu da belirtilmelidir ki, sufiler bu sözleri, tasavvuf yoluna giren kimseler için söylemiştir. Nitekim bu ve benzeri sözler umumiyetle “müride nasihat” bölümlerinde geçmektedir. Bunların tasavvufa intisap etmemiş olanlar için söylenmediği açıktır. 90
20 Sühreverdi, Avarif, s. 282.
21 Gazzali, İhya, III, 25.
22 Muhyiddin b. Arabi, Fususü’ l-hikem, (Haz. Ebu’l-ala Afifi), 1946, s. 63; ayrıca bk. a. m!f., el-Fütuhat elMekkiyye, ts. I, 150.
23 Azizüddin Nesefi, Tasavvufla İnsan Mes’elesi; İnsan-ı Kamil (trc. Mehmed Kanar), İstanbul 1990, s. 106, 108, 143, 144.
24 Rabbani, I, Mektup 41. İmam-ı Rabbani vahiy İle ilham hakkında böyle kesin hükme varmakla birlikte, yine de ilham alan kişinin nefis sahibi olduğu gerçeğini göz önünde bulundurarak, kendisinden kaynaklanan bir hatanın olabileceği ihtimalini belirtmektedir. Vahiy hata ve yanlışlıktan korunmuş olan melek vasıtasıyla geldiğinden doğruluğu kesindir. İlhama gelince, her ne kadar onun mahalli pek yüce makam olan kalb ise de, kalbin akıl ve nefisle bir miktar alakası vardır. Nefis, tezkiye suretiyle mutmainne derecesine de çıksa, asla kendi sıfatlarından vazgeçmez. Bunun İçin o alanda hata meydana gelebilir. Binaenaleyh bu mertebede de ilham ile elde edilen bilgi zannidir (Rabbani, I, Mektup 41). 91
25 Sühreverdi, Avarif, s. 316. Ayrıca Hakim Tirmizi’nin (Ö.320/932) bu husustaki görüşleri için bk. Abdülfettah Abdullah Bereke, “Hakim et-Tirmizi”, DM, XV, 197.
26 Ibn Arabi, Fütuhat, I, 151.
27 Ebu Abbas b. Ata, Tefsir, {Nususu sufiyye gayru menşure li Şakikel-Belhi, İbn Ata el-Edmi, el-Nifferi=Trois Oeuvres Inédites de Mystiques Musulmans, Ed. Paul Nwiya), Beyrut 1986, s. 155.
28 Akşemseddin Muhammed b. Hamza, Makamat-ı Evliya {haz. Ali İhsan Yurd-Mustafa Kaçalin, Akşemseddin Hayatı ve Eserleri isimli eserin içinde), İstanbul 1994, s. 340.
29 Ebu Nasr Serrac, el-Luma’ (nşr. Abdülhalim Mahmud-Taha Abdülbaki Sürür), Mısır 1960, s. 37.
30 Şah-ı Naksibend’in bu sözü için bk. Rabbani, I, Mektup 84.
31 Ibn Arabi, Fütuhat, 1, 151.
32 İbn AtıM, Fütuhat. I, 151. 92
33 Gazzali, İhya, III, 25.
34 Gazzali, İhya, III, 28-29.
35 Sühreverdi, Avarif, s, 81.
36 Bk. Rabbani, I, Mektup 84.
37 Rabbani, 1, Mektup 286. 93
38 İbn Arabi, Fütuhat, IV, 19.
39 İbn Arabi Fütuhat, 1,151.
40 Ebu Abdurrahman Sülemi, Mes’eletil dcrecali’s-sadtkfn (Tercümesiyle birlikle nşr. Süleyman Ateş [Tasavvufun Ana İlkeleri Sülemi’nin Risaleleri]), Ankara 1981, s. 148; a.mlf., Menalıicü’l-ariffn, s. 16.
41 Sülemi, Mes’eletü derecati’s-sadıkin, s. 148.
42 Nesefi, İnsan-ı Kamil, s. 106-109.
43 Ebu’l-Ala Afifi, Muhyiddin İbnü’i-ArabTnin Tasavvuf Felsefesi (trc. Mehmet Dağ), Ankara 1975, s. 103.
44 Btıhaıi, İlim, 42.
45 Rabbani, I, Mektup 267. 94
46 İba Arabi, Fütuhat,l, 158.
47 Kelabazi, et-Taarruf, s. 78.
48 Abdülvahhab Şarani, ed-Dürerü’l-menşure fi beyanİ zübedi’I-ulumi’l-meşhure, İstanbul Üniversitesi Ktp., AY. nr. 2382, vr. İla.
49 Kelabazi, et-Taarruf, s. 78; ayrıca bk. Serrac, el-Luma’, s. 63; Ebu Abdurrahman Sülemi, Kitabü’ [-mukaddime fi’t-tasavvuf (Tercümesiyle birlikte nşr. Süleyman Ateş [Tasavvufun Ana ilkeleri Süleminin Risaleleri]), Ankara 1981, s. 103.
50 Sülemi, Kitabü” l-mukaddime fi’t-tasavvuf, s. 104.
51 Bk. Süleyman Uludağ, Bayezid-i Bistami, Ankara 1994, s. 132.
52 Gazzali, İhya, IH, 20.
53 Kelabazi, et-Taarruf s. 100.
54 Kuşeyri, er-Risale, I, 245. 95
55 Mesela bk. Serrac, el-Luma’, s. 101-103; Kelabazi, el-Taarruf, s. 123; Kuşeyri, er-Risale, I, 446,448-449, 451; Herevi, Menazilü’s-sairin, s. 27.
56 Hz. Ebu Bekir’in, “Yakin imanın tamamıdır” dediği nakledilmektedir (bk. Mustafa Fayda, “Ebu Bekir”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi [DİA/, X, 107); Sufilerden Ebu Bekir Verrak’ın benzer sözü için bk. Kuşeyri, er-Risale, I, 450.
57 Bk. Ali b. Hüseyin Vaiz Kaşifi, Reşahat-ı Aynü’l-hayat (Trc. M. Şerif el-Abbasi), İstanbul 1291, s. 128.
58 Sülemi, Kitabii'(-mukaddime fi’t-tasavvuf, s. 103.
59 Gazzali, İhya, III, 20.
60 Gazzali, İhya, I, 32-33.
61 Kişinin amele ancak yakin ile güç yetirebileceği, amelde noksanlığın yakinde eksiklikten ileri geldiği. Lokman Hekim’den naklen kaydedilmektedir (bk. Aziz Mahmud Hüdayi, ilim Amel Seyr u Sülük [haz. Hasan Kamil Yılmaz], İstanbul 1988, s, 25).
62 Rabbani, I, Mektup 59, 217. 96
Şer’i Delil Karşısında Keşf ve İlham İddiası Geçersizdir
0Seyfi Say
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’e göre, bilgi sahibi olmanın yolları üçtür: Haber-i sadık (doğru haber; Vahiy bu kapsamda yer alır), akıl, ve havass-ı selime (sağlam duyular). Bunlarda ise insanlar ortaktır.
Bunun dışında keşif veya ilham, Nesefi Akaidi’nin hemen başında belirtildiği gibi, Ehl-i Sünnet alimleri tarafından kesin bilgi kaynağı kabul edilmemiştir. İmam-ı Rabbani de şöyle demektedir: “Vahiy kat’i olup ilham zannidir…. Bunun için, o meydanda hata dönebilir.” (Mektubat, C. 1, çev. A. Akçiçek, İstanbul: Merve Y., s. 147.) Yine şöyle demektedir: “Ne ilham, haramı ve helali isbat edebilir; ne de batın erbabının keşfi farzı ve sünneti anlatabilir.” (C. 2, s. 1119)
Üstelik, keşf sahibi olmak bir üstünlük de değildir. İmam-ı Rabbani şöyle demektedir: “… Gayblerin keşfi, bunların velayetine bir şey artırmaz…. Çoğu kez, gaybi suretlerin keşfine sahip olmayan; o suretlerin keşfine sahip olandan daha faziletlidir.” ( Mektubat, C. 2, s. 1217) “Hakikat, ehl-i hak olan ulema yanındadır…. Zira, alimlerin ilimleri, nübüvvet kandilinden alınmıştır. O nübüvvet sahibine salat, selam ve tahiyyat.. İşbu ilimlerin esas kaynağı, kat’i vahiyle teyid edilmiştir. Ancak, sofiye zümresinden bazı zatların maarifi, keşf ve ilhama dayanır. Hem keşifte, hem de ilhamda hata yolu bulunabilir. Keşfin ve ilhamın sağlamlığına alamet odur ki, ehl-i sünnet ve vel cemaat ulemasının ilimlerine mutabık buluna.. kıl kadar olsa dahi, aralarında bir aykırı durum olursa, doğruluk çemberinden çıkar. Asıl sağlam ilim ve açık hakikat budur. Hakkın harici (gerçek dışı) olan da, ancak dalalettir.” (C. 1, s. 288-289)
İmam-ı Rabbani’nin şu uyarısı da önem taşımaktadır: “… Meselelerden bir meselede; ulema ile sofiye ihtilaf halinde olduğu zaman, tam bir şekilde mülahaza edilince görülecektir ki; Hak ulema tarafındadır.” (C. 1., s. 645) “Sofiyenin amelleri, helal ve haram işinde senet değildir…. Burada muteber olan, İmam Ebu Hanife’nin, İmam Ebu Yusuf’un, İmam Muhammed’in kavlidir. Allah onlara rahmet eylesin….” (C. 1, s. 662) “Bu cemaat, her ne kadar kendi hususlarında hal galebesi dolayısı ile mazur, hatalı müçtehid gibi mahfuz iseler de; onlara uyanlara olacak muamele ne olur bilemiyoruz. Keşke bunlar, hatalı müçtehid uydularından olsalardı.. Yoksa, iş müşkildir.” (C. 1, s. 684) (Hal galebesi yani sekr söz konusu olmadığı zaman mazur değildirler.) “Kulluk ve itaat makamı, ihtilafa dayalı meselelerde meşayihle bir olup ulemaya karşı muhalif durmaya takat getiremez.” (C. 2, s. 1055)
İmam Şa’rani de, “Şeriat ile birlikte dönün, her halükarda onunla birlikte olun. Keşfin yanında olmayın, çünkü o hata edebilir” demiştir. (Risaletü’l-Müsterşidin, s. 135’ten aktaran Abdullah el-Harari, Müslümanlara Önemli Bir Nasihat, çev. Halit Sevimli, İstanbul 2007, s. 52.)
Ebu’l-Hasan eş-Şazeli de şöyle demiştir: “Allah’ın kitabına ve Peygamberi’nin sünnetine sarıl ve nefsine: ‘Kitap ve Sünnet’le amel edecek olursam kurtulacağıma dair Allah bana güvence verdi. Keşif, ilham ve müşahede ile amel ettiğim takdirde ise, bunlar Kitap ve Sünnet’e uygun düşmedikçe korunup kurtulacağıma dair Allah bana bir güvence vermedi.’ de.” (A.y.)
Bahaeddin Nakşibend’in “Tasavvuftaki seyr u sülukten maksat nedir?” sorusuna verdiği, “İcmali olan marifeti tafsil etmek, istidlali olan bilgiyi de keşfe dönüştürmektir” şeklindeki karşılık da, konunun anlaşılması bakımından önemlidir. Tasavvufla elde edilmek istenen tafsili (ayrıntılı) marifet (bilgi), daha önceki icmali (öz) bilgiye aykırı olamaz. Keşifle ulaşılan bilgi de, istidlali (akli delillerle ulaşılan) bilginin başka bir düzeyde anlaşılmasından başka bir şey değildir. Şayet keşifle ulaşıldığı ileri sürülen bilgi istidlali bilgiden farklı ise, bu, sapıklıktan başka bir şey değildir. O yüzden Şah-ı Nakşibend, istidlali olan bilginin keşfe dönüştürülmesinden söz etmiş, fakat istidlali bilginin ötesindeki bir keşif iddiasında bulunmamıştır. O halde, keşfe dayanılarak ortaya atılan marifet iddiasının doğruluğunun tek garantisi, istidlali bilginin ona mutabık olmasıdır.
Bir de keşif ve ilhamdan nasibi bulunmayan üç kağıtçı sufi taslakları var ki, bunlar kurdukları özel istihbarat ağları ve tecessüs/casusluk mekanizmaları ile insanların bir takım özel bilgilerine sahip olmayı, sonra da bunu keşif ve keramet gibi algılanacak şekilde kullanmayı huy edinmişlerdir. Bu tür sahtekarlar ayrı bir konu.
Sufiler genellikle nefis terbiyesi ile ilgili mevzularda bilgi sahibidirler. Bununla birlikte onların ayırıcı vasfı, şayet sahipseler, bu bilgilerinin tecrübi olması, kitaplarda yazılı olan teorik açıklamaların öğrenilmesine dayanmamasıdır. Kitaplardaki bilgileri öğrenme bakımından sufi olanla olmayan arasında bir fark yoktur.
Tecrübi bir bilgi olan tasavvuf, mesela hilafet ve imamet gibi konularda bilgi sahibi olmanın yolu değildir. Dolayısıyla, sufilerin tasavvufla ilgisiz konulardaki görüşlerine ancak bunların şer’i delillere dayanması ve ait olduğu ilmin usul ve kurallarına uygun olması durumunda itibar edilebilir. Ancak, sufilerin değil böylesi konularla, kendi alanlarıyla ilgili beyanları bile genellikle ihtiyatla karşılanmalıdır. ( tasavvufi kavramlarla ilgili yaptıkları açıklamalar genellikle kendi makamlarında gördükleridir. Bu nedenle aynı konu da farklı açıklamalara rastlanabilir. Bu makamların farklılığındandır.) Günümüz sufilerinin ise önemli bir bölümünün nefis terbiyesi konusunda bile doğru dürüst bir bilgiye sahip olmadıkları görülmektedir.
Konuyla ilgili olarak İmam Gazali şöyle der:
“Ne yazık ki mutasavvıfenin sözleri daima eksiktir. Çünkü onların adeti, kendi hallerinden haber vermektir. Başkasının hallerine önem vermezler. Hallerin ihtilafı ile cevaplar da ihtilaf eder. Bu ise ilim derecesine nispetle noksandır. Zira eşyayı olduğu gibi bilmek daha iyi ve daha üstündür. Ancak himmet, irade ve ciddiyete nispetle de bir kemaldir. Zira herkes kendi durumunu açıklar, başkasına kıymet vermez ve onu benimsemez. Çünkü Allah’a giden yolu kendi nefsi ve menzilleri, konak yerleri de kendi halleridir. Halbuki bazen kulun Allah’a giden yolu ilim olur. Her ne kadar yakınlık ve uzaklık itibariyle ihtilaf ederlerse de Allah’a giden yollar pek çoktur. Hidayetin aslında müşterek olmakla beraber, daha çok hidayete ermiş olanı Allah bilir.” (İhyau’ Ulumi’d-din, çev. Serdaroğlu, C. 4, s. 76-77.)
İmam Gazali, eserinin başka sayfalarında konuyu daha ayrıntılı biçimde ele alır:
“… Herkes kendi vaziyetini açıklamıştır. Başkası hakkında da aynı hükmü vermek, doğru olmaz. İşte zahiri ilimlerde alim ile sofunun [sufinin]farkı buna göredir. Sofu ancak kendi halinden konuşur. Şüphesiz her sofu kendi haline göre cevap verir. Alim, gerçeği olduğu gibi anlayan kimsedir. O, kendi vaziyetini örnek almaz, belki gerçeği açıklar. O gerçek ki, onda kimse ihtilaf etmez. Çünkü daima hak birdir. Hakkı bulamayanlar, sayılamayacak kadar çoktur…. Bunun için bunlardan hiç biri diğerinin tasavvufta daha üstün olduğunu kabul etmez ve hiç biri diğerini medh u senada bulunmaz. Belki her biri kendisinin hakka vasıl olup hakikati bulduğunu iddia eder. Zira onlar ekseriya kalplerindeki hallerin gereğine göre hareket ederler. Ancak kendi nefisleri ile meşgullerdir, başkasına bakmazlar. Fakat ilim, nuru ile parladığı zaman her şeyi kuşatır, hakkın yüzünden perdeyi kaldırarak ayrılıkları giderir.” (İhyau’ Ulumi’d-din, C. 2, s. 616.)
Öte yandan, şu ayeti de akılda tutmak gerekir:
“(Yahudiler) Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını),(hıristiyanlar da) rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i (İsa’yı) rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilaha kulluk etmeleri emrolundu. O’ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.” (Tevbe, 9/31)
( Burada eleştirilen tasavvuf adı altında kendi batıl fikirlerini yaymaya çalışan sapık tarikatlardır. Onlar keşif ve ilham adı altında dine aykırı bir yaşamı ve haram yolları meşru görmektedirler. Yoldan çıkmışlardır. Sapık zümreleridir. Batıl fıkıh mezhepleri gibidirler.)
Merhum Elmalılı bu ayeti şu şekilde tefsir etmektedir:
“ ‘Allah’dan başka bir de hahamlarını (yahudiler) ve rahiplerini (hıristiyanlar) kendilerine rab edindiler’. Allah’ın emrine, hakkın hükmüne değil, onların hükümlerine, onların iradelerine tabi oldular. Onlara Allah’a tapar gibi taptılar, hatta Allah’ı bırakıp onlara taptılar, Allah’ın emirlerini bırakıp, açıkça Allah’ın emirlerine ters düşen keyfi arzularına itaat eylediler. Allah’ın haram kıldığı şeyleri onların emriyle helal gördüler…. Onlara, Allah’ın emirlerini uygulayan, O’nun dininin hükümlerini anlayıp anlatan kimseler gözüyle değil de, dinde sanki Allah gibi hükümler vermeye ve kurallar koymaya yetkili imişler gibi baktılar. Doğrudan doğruya kendi yanlarından şeriat vaz’etmeye, dini hükümler koymaya hakları varmış, sanki birer müdebbir rabmış gibi baktılar. Onların iradelerine, heva ve heveslerine uydular. Nitekim bu ayetin manası hakkında meşhur Hatim-i Tai’nin oğlu Adiy demiştir ki: ‘Resulullah’a geldim, boynumda altından bir haç vardı (ki Adiy o zaman henüz müslüman olmamıştı ve hıristiyandı), Resulullah Beraetün (Tevbe) Suresi’ni okuyordu, bana “Ya Adiy şu boynundaki veseni at” buyurdu. Ben de çıkardım attım. “Allah’tan başka hahamlarını ve rahiplerini de rab edindiler” anlamına olan ayetine geldi, ben, “Ya Resulallah, onlara ibadet etmezlerdi” dedim. Resulullah buyurdu ki: “Allah’ın helal kıldığına haram derler, siz de haram tanımaz mıydınız? Allah’ın haram kıldığına helal derler, siz de helal saymaz mıydınız?” Ben de “Evet” dedim. “İşte bu onlara ibadettir” buyurdu.’
“Rebi’ demiştir ki, ‘Bu rablık İsrailoğulları’nda nasıl idi?’ diye Abdul’ali’ye sordum. O da ‘Genellikle Allah’ın kitabında hahamların sözlerine aykırı olan ayetler bulurlar, bununla beraber kitabın hükmünü bırakırlar da hahamların sözlerini tutarlardı’ dedi.
“Bu rivayetler şunu gösterir ki, herhangi birini rab edinmiş olmak için behemahal ona ‘rab’ adını vermiş olmak şart değildir. Allah’ın emrine uygun olup olmadığını hesaba katmayarak, onun emrine uymak ve özellikle de dinin hükümlerine ait olan hususlarda onu kural koymaya yetkili sanıp ne söylerse, ne emrederse doğru farzetmek, ona uyduğu zaman Allah’ın emrine ters düşeceğini düşünmeden hareket etmek, onun emirlerini taparcasına yerine getirmek onu rab edinmek ve ona tapmak demektir. Şu halde burada din alimlerine, ulul’emr adı verilen devlet başkanlarına itaat etmek, Allah’ın emri olan bir farz değil midir? O halde yahudilerle hıristiyanların kendi alimleri ve yöneticileri demek olan ‘ahbar’ ve ‘ruhban’a itaat etmeleri niçin muaheze olunuyor şeklinde düşünmeye gerek yoktur…. Böyle bir itaat Halık’a isyan bulunmamak şartıyla meşru olur. İlmin hükmünün hak, emrin de maruf olması şartına bağlıdır. İlmin hakkı, hak ve hakikatı izlemesinde, gerçekle olan ilişkisinde, hakkın emrine uygun düşmesinde ve daima Allahın rızasını araştırmasında, hakkın ahkamını tanıyıp kavramasında, hasılı Allah için olmasındadır. Yoksa gerçekle uyum sağlamayan, hak temeli üzerinde yürümeyen Allah’ın hukukuna aykırı olan, Allah’ın koyduğu kanun ve kurallara karşı gelmek isteyen kuruntular ne kadar süslenirse süslensin ilim değildir. Ve alimlerin değeri, ilim zihniyetine ve haysiyetine bağlılıkları ile ölçülür…. Hakkı batıl, batılı hak yapmaya çalışanlar ise ilmi haysiyetten mahrum birer tağutturlar…. Şeytanlara, Tağutlara, Nemrudlara, Firavunlara, putlara ve evsana tapmak nasıl bir şirk ve küfür ise alimlere de haddinden fazla kıymet vermek öyledir. Mesela; doğruyu yanlışı, hakkı batılı ayırmaksızın hak ilminin gereği olmayan fikirlerini, sözlerini, hakkın emrine dayanmayan, ondan kaynaklanmayan şahsi görüşlerini, istek ve arzuya dayanan keyfi fetvalarını ve iradelerini üstün tutmak, sanki onlarda Allah’ın haram kıldığını helal, helal kıldığını da haram kılma yetkisi varmış gibi, hakkı değiştirebilecek bir hakları varmış gibi, kasıtlı sapıklıklar şöyle dursun, Allah’ın emrine aykırı olduğu açık olan hatalarına bile itaatı caiz görmek, hasılı Allah bu konuda ne buyuruyor, diye düşünmeden, Allah’ın emrine uymak gerektiğini hesaba katmadan, onlara itaat dahi öyle bir şirk ve küfürdür. Allah’ı bırakıp başkalarına tapmak demektir….”
Merhum Elmalılı’nın açıklamaları böyle..
Keşif ve Keramet – Ali SÖZER
0Keşif ve keramet meselesi tasavvufla ilgilenen herkesin gündemine giren iki hassas konu. Kimileri işin manevi terbiye tarafını göz ardı edip keşif ve keramet arar, kimileri bu meseleden yola çıkıp tasavvufa cephe alır.
Tasavvuf edep ve erkân işi, Hakk’a teslimiyet ve ahlâk güzelliği. Mademki keşif ve keramet bir şekilde gündeme geliyor, işin aslını, ölçülerini gözden geçirelim.
İslâm’ı anlamada ve yaşamada tasavvufun sürekli ve yaygın bir tesiri var. Günlük hayatımızdan dünyaya bakışımıza kadar derinlemesine işlemiştir bu tesir. Tasavvufa uzak ya da yakın olalım, inanç, duygu, düşünce ve eylemle ilgili olarak pek çok mesele bu tasavvufun öğretileri çerçevesinde şekillenir. Çünkü tasavvuf, en başından itibaren İslâmî kültürün son derece etkili ve yaygın bir unsuru olagelmiştir.
Asırlar içinde pek çok tasavvufî kavram ortaya çıkmış, ihlâs, zühd, zikir gibi pek çok dinî kavram da tasavvufla birlikte anılır olmuştur. Bu anlamda mutasavvıfların üzerinde en çok durdukları konulardan olan ilham, keşif, keramet ve istimdat gibi unsurlar inanç dünyamızda çok önemli bir yeri işgal eder.
Diğer taraftan tasavvuf karşıtları tasavvuf ehlinin kullandığı kelime ve kavramların birçoklarına itiraz etmiş, bazılarının da sufiler tarafından kullanılan içeriğini tartışmaya açmıştır. Bu tartışmalı konulardan biri ilham ve keşif, diğeri ise keramettir.
İlham, keşif ve keramet karşıtlığının temelde bilgi yanlışlığından ve çeşitli saptırmalardan doğduğunu, bazı bâtıl tasavvufî akımların anlayış ve uygulamalarından beslendiğini anlamak zor değil. Fakat kimi çevreler işi tamamen İslâmî olan ve Ehl-i Sünnet tarafından kabul ve tescil bu unsurlarla istihzaya kadar vardırır.
Aslında ne keşif ne de keramet konusu üstünkörü geçilecek konular değildir. Derinlemesine bilgi sahibi olmadan eleştirmek yanlıştır. Çünkü bu meselenin İslâm’ın başından günümüze gelişim süreçlerini, Asr-ı Saadet’te ve sonrasında nasıl karşılandığını, itikadî ve fıkhî mezhep imamlarının konuya dair neler söylediğini, mutasavvıfların nasıl baktığını ve tasavvufî hayatta yerinin ve kaynağının ne olduğunu bilmek gerekir.
İlk dönemlerde Mutezile mezhebi âlimlerinin itiraz ettiği bu konular, modern bilimciler tarafından imkânsız görülüyordu. Özellikle son asırda dünyayı, hayatı ve inançları sadece görünenle sınırlandıran pozitivist anlayışa sahip olanlar metafiziği toptan reddederken, keşif ve keramet gibi konuları ilkel toplumların fantezileri olarak değerlendirdiler. Oysa modern bilim sonrası yaklaşımlar, özellikle Kuantum fiziği, bilimin sınırları içinde bu konuların yeniden düşünülmesi gerektiğini hatırlattı.
Âlim ya da cahil, sıradan birinin modern bilim temelli yaklaşımına göre ilham, keşif ve keramet gibi unsurlar dünyadaki sebep-sonuç ilişkisine terstir. Her şey görünen bir sebep çevresinde şekillenir ve buna göre neticelenir. Fakat bu yaklaşım sadece keşif ve keramet gibi konuları reddetmekle kalmaz. Daha temelde Allah Tealâ’nın dilediğini yaptığını yani Kâdir-i Mutlak oluşunu kabul etmez. Bu yüzden bu anlayıştan beslenen eleştirilerin kaynağı Allah inancı ile ilgilidir. Yani bu anlayışta olanlar ile aramızdaki temel fark şüphesiz imandır.
Biz metafiziğin reddinden kaynaklanan bu yaklaşımı bir kenara bırakıp, keşif ve keramet konularının dinimizdeki yerini ele alalım.
Gayb nedir?
İlham ve keşif ile başlayalım. Her ikisi gayb’ı bilmek olarak değerlendirilmiş ve itirazlar bu temel üzerine kurulmuştur. Peki, bilmenin ölçüsü nedir? Gayb bilinebilir mi? Gayb nedir?
‘Akıl ve duyularla bilinmeyen varlıklar ve bilgilere gayb denir.’ (Tarifât). Gayb denilen varlıklar, bu varlıkların bulunduğu âlem ve bütün bunlara ilişkin gayb niteliğindeki bilgiler çok çeşitli ve çok farklıdır.
Gaybî bilgiler “mutlak gayb” ve “izafî gayb” olmak üzere iki türlü kabul edilir. Mutlak gaybı sadece Allah bilir, O’ndan başka hiç kimse bilemez. Mesela Hak Tealâ’nın hakikati ve mahiyeti mutlak gaybdır. Mutasavvıflar “Hakk’ı ancak Hak bilir.” derken bunu kast ederler ve Allah’ın zatı ve mahiyeti üzerinde değil, nimetleri üzerinde düşünmeyi tavsiye ederler.
Allah Tealâ gaybla ilgili bazı şeyleri insanlara bildirmiş, diğer bazı şeyleri ise insana, meleğe, cin ve şeytana bildirmemiştir. Hak Tealâ bu tür bilgileri kendisine tahsis etmiştir. Bunlar da Allah’ın zatından gayri olan mutlak gayb’dır.
İzafî nitelikteki gaybî bilgiler ise belli bir zamanda gayb olan, daha sonra bu niteliği ortadan kalkan ve bazı insanlara için bilinmezken iken diğer bazılarına bilinir olan bilgilerdir.
Kur’an-ı Kerim’de gaybla ilgili ayetler çoktur. Mutlak gayb için şu mealdeki ayetler delil kabul edilmiştir: “De ki: Gaybı, semadakiler ve yerdekiler değil, ancak Allah bilir.” (Neml, 65) Diğer taraftan Allah’ın dilemesiyle peygamberlerin de bazı durumlarda gayba vâkıf kılındıkları ifade edilir. Bunların örnekleri de Kur’an’da geçer. Hz. Yakub’un Mısır’da bulunan oğlu Yusuf’un kokusunu Filistin’de iken alması, Hz. Yusuf’un rüya tabiriyle gelecekten haber vermesi bunların sadece ikisidir.
Ulemanın büyük bir çoğunluğuna, tasavvuf ehlinin de tamamına göre veliler, sıddıklar, arifler ve takva sahibi salih müminler de Allah’ın dilemesiyle bazı gaybî bilgilere vakıf olabilirler.
Keşif ve ilham nedir?
Keşif ve ilham, akıl, zihin ve beş duyu ile bilinemeyen gaybı bilme aracıdır. Bazı bilgiler duyularla bazıları ise akılla bilinir. Âlimler ve mutasavvıflar keşfi çeşitli mertebelere ayırmışlardır. Mertebesine göre elde edilen bilginin kesin ve açıklığının da değişebileceği söylenmiştir. “İlme’l-yakîn”, “ayne’l-yakîn” ve “hakka’l-yakîn” diye ayrılan keşfî bilgilerin de her biri kendi içinde farklı sınıflara ayrılır.
Keşif ve ilham Hak Tealâ’nın bir lütfudur ve kulun mertebesine göre değişmektedir. Mesela Muhyiddin-i Arabî k.s. vahdet-i vücut anlayışını keşfî bilgilere dayandırarak kurmuştur. Daha sonraki asırlarda yaşayan İmam Rabbanî k.s. ise onun belli bir manevi derecede iken elde ettiği bilgileri kesin bilgi zannettiğini, bu bilgilerin eksik olduğunu söyler. Vahdet-i vücuttan bir sonraki mertebenin “vahdet-i şuhût” olduğunu Mektubât’ında uzun uzun anlatır ve delillendirir.
Meşhur din ve tasavvuf âlimi Tehanevî de yukarıdaki misal doğrultusunda keşfî bilginin keşif sahiplerinin yeteneklerine, makamlarına, kalp safiyeti ve ruhî arınma derecesine göre farklılaşacağını söyler. (Keşşâfu Istılâhâti’l-Fünûn)
İlham ve keşfi ifade etmek için kullanılan birçok terim Kur’an ve hadislerden alınmıştır. Bu sadece bir kelime alma işi değildir şüphesiz. Keşfin hakikatini ifade eden mana yönü de Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflere uygundur.
Gerçek keşfî bilgiyi elde etmenin ön şartı kalp tasfiyesi kabul edilmekle birlikte, doğuştan yeteneğin gerekliliği de çoğu zaman vurgulanmıştır. Buna göre meselenin bir tarafı insan iradesi ve çabasıyla, diğer tarafı Allah’ın bahşetmesiyle ilgilidir. Onun için bu yolda hâsıl olan ilme, “ilm-i mevhibe” adı verilir. Yani Allah vergisidir.
Mutasavvıflar keşfin talep edilmesini, keşif sahibi olmak için çaba gösterilmesini doğru bulmamışlardır. Onu daima Allah’ın bir lütfu olarak görmüşlerdir. Zaten keşfî bilgi şahsı ilgilendiren bir bilgidir ve dinin hükümler tarafına ait bir konu için delil olarak kabul edilmez. Bütün mutasavvıflar bu görüşte birleşmişlerdir.
Dini ve dünyayı ilgilendiren bir konu için zahir ilimlere bakılması ve onlara göre değerlendirme yapılması zorunludur. Tasavvuf ehli insanlar fıkha, sünnete bağlılığı tek doğru yol kabul etmiş, sözleriyle ve fiilleriyle daima bu yolda
yürümüşlerdir.
Keramet nedir?
Özellikle tasavvuf terbiyesi altında olanların keşif ve ilham kadar bilmesi gereken bir diğer konu da keramettir. Tasavvufî hayat içinde keramet konusunun önemli bir yeri vardır. Seyyid Şerif Cürcânî Tarîfât’ta kerameti, “Peygamberlik iddiasıyla herhangi bir ilişkisi bulunmayan bir kişiden olağanüstü bir hususun zuhur etmesidir.” şeklinde tarif eder ve şunları ekler:
“Olağanüstü bir durumun keramet olması için kendisinde bu hal görülen kişinin mümin ve salih amel sahibi iyi bir insan olması lazımdır. Keramet denilince anlaşılan şey de budur”.
Keramet, Ehl-i Sünnet âlimlerin-ce gerçek kabul edilmiş bir mevzudur. İmam-ı Azam Ebu Hanife rh.a. ilk akait kitabı olarak kabul edilen Fıkh-ı Ekber isimli eserinde mucizeden bahseder ve hemen ardından ekler: “Evliyanın da kerametleri vardır.” Daha sonra bu yoldan yürüyen bütün Ehl-i Sünnet âlimleri kerameti kabul etmişlerdir.
Keramet salih bir insanda zuhur ettiği için, salih olmayan kişilerde meydana gelen olağanüstü olaylara “istidraç” denilmiştir. Buradan hareketle, takvası eksik kişilerin yaşadıkları olağanüstü şeyleri keramet zannederek aldanabileceğine dikkat çekilir.
Keramet akla aykırı mı?
Kerameti tartışmaya açan ilk grup Mutezile âlimleridir. Onlar kerameti kendilerince akla aykırı bulmuşlardır. Fakat mutasavvıflar keramet ve harikulade olay ve hallerin gerçekleşebileceğini aklen, ilmen ve naklen ispatlamakta çok zorlanmamışlardır. Çünkü mucizenin gerçekleşmesini ispatlayan her delil kerametin de delilidir. Zaten kerametin gerçekleşmesi bu tür olayların sürekli olacağı anlamında değildir.
Burada dikkat edilmesi gereken husus, Hak Tealâ’nın sebep-sonuç ilişkisinin dışında, keramet tarzı şeyleri yaratmaya kadir olduğudur. O’nun kerameti yaratmasına engel olacak herhangi bir kayıt yoktur.
Mutasavvıflar kerameti kabul etmişler, önemsemişler, fakat asla bir hedef ya da üstünlük olarak görmemişlerdir. Tasavvufta keramet bir amaç değildir. Meşhur veli Bayezid Bistamî hazretlerinin tespitini burada hatırlamek gerekir. Bayezid’e demişler ki:
– Falan kişi havada uçuyor.
– Hiç önemli değil, leş yiyen kargalar da uçuyor.
– Filan kişi suda yürüyor.
– Olabilir, balıklar da suda yaşar.
– Falanca bir gecede Mekke’ye gidiyor.
– Hak Tealâ’nın lanetlediği şeytan da bir gecede doğudan ta batıya gidiyor.” (Kuşeyrî Risalesi)
Kendisinde keramet zuhur eden veli bundan memnun olmaz, hoşlanmaz. Bunun istidraç ve imtihan olma ihtimalini düşünüp Allah’tan hayâ eder ve belki endişelenir. İstidraç ehli ise kendisinde bir olağanüstülüğün ortaya çıkmasından mutlu olur, hoşlanır. Bunu hak ettiğine inanarak kibirlenir. Bunun sonucu da manen felakettir.
Kerametin ortaya çıkışıyla ilgili farklı kaviller vardır. Bazı âlimler, peygamberlere verilen mucizenin amacı neyse, kerametin zuhur etmesinin amacı da odur, demişlerdir. Mucizeler genellikle iman etmeyen kişi ve gruplar için gösterilmiştir. Nitekim “Sahabe zamanında kerametin az görülmesi, onların iman ve itikatlarının kuvvetli oluşundandır.” denilmiştir. Dolayısıyla kerametin artması, teslimiyetin zayıflaması olarak kabul edilir.
Maddi keramet manevi keramet
Keramet maddi ve manevi olmak üzere iki türlü olarak kabul edilmiştir. Maddi keramet adından anlaşılacağı gibi, görülen, duyulan şeylerle ilgili kerametlerdir. Mesela su üzerinde yürümek, havada uçmak, ateşte yanmamak gibi. Tasavvuf kitapları bu tür kerametlere ve menkıbelere geniş yer verir. Fakat bunların önem ve değerini abartmaz. Üstelik mutasavvıflar bunların ilâhi bir tuzak ve sınama olabileceğini dikkate alarak bunları istemezler.
Manevi keramet ise hakiki kerametlerdir. Bunlara ilmî, irfanî ve ahlâkî kerametler de denir. Dinin hükümlerine ve ahlâk kurallarına uyma, kulluk görevlerini yerine getirme ve günahlardan sakınma da bu tür kerametlerdendir. Bu tür kerametlerde ilâhi mekr (tuzak) ve sınama söz konusu olmaz. Zira bu Hakk’ın isteğidir.
Meşhur veli Sehl b. Tüsterî k.s. “En büyük keramet, kötü bir huyunu iyi bir huy haline dönüştürmendir.” demiştir. Bu durum tasavvufun tarifi ve gayesiyle de tam bir uyum halindedir. Muhammed Cerirî de “Tasavvuf her türlü kötü huyları terk ederek her türlü güzel huyu edinmektir.” (Kuşeyrî Risalesi) der.
Keşif ve keramet istenir mi?
Başta vurguladığımız gibi, keşif ve keramet Ehl-i Sünnet’in kabul ettiği unsurlardır. Haktır. Yani gerçektir ve dinimizde yeri vardır. Fakat dikkat edilmesi gereken hususlar da vardır. Yine belirttiğimiz gibi bu mevzular aşırı dikkat gerektirir.
Keşif ve kerametin hak olduğunu bilmemiz kadar bunların talep edilmeyeceğini de bilmemiz gerekir. Zira bu tarz talep içinde olmak bir eksikliktir. Sağlıklı düşünüp karar vermenin önüne geçecek bir durumdur. Var olduğunda bile sakınılması lazım olduğuna göre, olmasını istemek hiç doğru değildir.
Evet, keşif istenmez. Zira öğrenmemiz gereken, bize lazım olan bilgi zaten var. Zahirî ilimlerdeki bilgi bizi doğru yola sevk etmeye yeterli. Ayrıca bize keşfî bilgi gibi gelen zanlar, cin ve şeytan vesveseleri ile bazı rahatsızlıklara bağlı halüsinasyonlar yanıltıcı olabilir.
Keramet için de aynı durum söz konusudur. Zaten kişinin kendisinde keramet zuhur etmesini beklemesinin hiçbir izahı yoktur. Bir başkasından, özellikle mürşidinden keramet beklemek ise teslimiyetin zayıflığını gösterir. Hamlık ve cahilliktir.
Dikkat etmemiz gereken konulardan biri de eskiden beri üzerinde durulan keramet ve istikamet ilişkisidir. Ebu Ali Cüzcânî der ki: “İstikamet sahibi ol! Keramete talip olma. Zira Rabbin senden istikamet, doğruluk isterken, nefsin seni keramet istemeye özendirmektedir.”
Yine âlimlerimizden Şeyh Zerrûk da şöyle demiştir: “Bir veliye tabi olmak için keramet değil, mükemmel istikamet lazım. Bu da kayıtsız şartsız Hakk’a tabi olmaktan ibarettir. Onun için gerçek keramet doğru yol üzere olmaktır.”
Öyleyse bizim yapmamız gereken şey, keşif ve keramet aramak değil, istikamet üzere olmayı talep etmek ve bu yolda yürümektir.