Doç. Dr. Reşat ÖNGÖREN
Bu çalışmada keşfin bir bilgi kaynağı olarak değeri, bu yolla elde edilen bilginin kıymeti ve ki¬şiye sağladığı faydası üzerinde durulmuştur. Sufilere göre henüz seyru sülukünü tamamlamamış olanların keşfinde değişik sebeplerden dolayı yanılma ihtimali bulunduğundan, elde edilen bilgiler Kitap ve Sünnet’le kontrol edilmelidir. “Sıddıklık”, “mukarreblik” gibi mertebelere ulaşanların keşfi bilgileri ise doğruluk, kesinlik ve yanlışlıktan korunmuşluk açısından vahiy ile eşdeğerdedir. (Elbetteki vahiy değerinde değildir ve onun makamında da değildir. Fakat yapısal özelliklerinde benzerlikler vardır.)
Bu çalışmada ayrıca burhan ve delilin geçerli olduğu alanda keşifle ulaşılan bilgilerin, istidlal yoluyla elde edilen bilgilerden farklı olmayacağı, dini hükümleri doğru anlama bakımından keşfin İçtihadla benzer fonksiyonlar icra ettiği ortaya konmuş, sufılerin açıklamalarına dayanılarak, keşfin kişiye sağladığı yararın iman ve amelde yakin meydana getirmekten ibaret olduğu vurgulanmıştır.
Tasavvuf yoluna girenlerin belli bir mücahede şeklini uyguladıkları bilinmektedir. Bu mücahede sırasında meydana gelen keşf halinin sufiler nazarında ayrı bir önemi vardır. Zira keşf halini yaşayan mürid, özellikle duyu organları ve aklın yetersiz kaldığı metafizik alanda bazı bilgilere ulaşmaktadır. Kaynaklarda muhtelif vesilelerle temas edilen bu hal, henüz değişik boyutlarıyla ele alınıp yeterince değerlendirilmiş değildir. Bu çalışmada, farklı mahiyet ve derecelerde beliren keşfin bir bilgi kaynağı olarak değeri, bu yolla elde edilen bilginin kıymeti ve kişiye sağladığı faydası üzerinde durulacaktır.
Genel olarak manevi perdenin açılmasıyla doğru bilgiye ve gaybe ait konulara vakıf olma anlamında kullanılan keşf, kalbe gelen bilgi anlamındaki ilham ile birlikte “keşf ve ilham” şeklinde kullanıldığı gibi, keşfin en ileri boyutu olan müşahede ile birlikte “keşf ve müşahede” şeklinde de kullanılmaktadır. Zaman zaman keşfi ifade için ilham teriminin de kullanıldığı ve bununla hem keşfin hem de o sırada meydana gelen bilginin birlikte kastedildiği anlaşılmaktadır. Keşfilmükaşefe tek başına zikredildiğinde ise, bunun genellikle müşahede ve ilhamı da içeren bir ıstılah olarak kullanıldığı görülmektedir. 1
Bazı sofilerin bu ıstılahları birbirlerinin yerine kullanmaları sebebiyle, çoğu defa maksatları tam anlaşılamadığından, ilk bakışta, kendi içlerinde çelişkiye düştükleri izlenimi doğsa da, bir bütün halinde ele alındığında görüşlerinde her hangi bir çelişkinin olmadığı fark edilmektedir. İleri gelen sufilerin açıklamaları bir araya getirildiğinde keşf hali ve mertebeleriyle ilgili şunları söylemek mümkündür: Keşf “muhadara”, “mükaşefe” ve “müşahede” olmak üzere üç mertebede meydana gelmektedir.
Kalbin Hakk’ın huzurunda olması anlamına gelen muhadara başlangıç hali olup ilim ehlinin mertebesidir. İlme’l-yakin de denilen bu mertebe tefekkür, istidlal ve kesb ile gerçekleşir.
Muhadaradan sonra mükaşefe haline ulaşılmaktadır. “Kalb” veya “sır” gözünün açılmasıyla gayb aleminin görüldüğü bu mertebede delil, akıl ve duyu organlarına ihtiyaç duyulmaz. Ayne’l-yakin mertebesi de denilen bu mertebe ve sonrası tamamen Allah’ın lütfuyla (vehbi) gerçekleşmektedir.
Mükaşefeden sonra meydana gelen müşahede hali ise açık bir şekilde kalbin veya sırrın Hakk’ı görmesidir. Buna aynı zamanda hakka’l-yakin mertebesi de denir.2
Keşf, tasavvuf ehlinin yanı sıra bazı kelam alimleri, felsefeciler ve Şia’ya göre de güvenilir bilgi kaynaklarından biridir. 3 Öte yandan zahir ehlince kabul edilen “burhan ve delil” (duyu organları, akıl ve istidlal bunun içindedir) sufilerce de bir bilgi kaynağı olarak kabul edilir. Keşfin ilk mertebesi “muhadara”nın tefekkür, keşif ve istidlal ile gerçekleştiğinin belirtilmesi bunu göstermektedir.
Ancak sufiler bu kaynaklara geçerli oldukları alan (fizik-metafizik), ilgilendikleri konu/obje (Allah-masiva), elde edilen bilginin kesinliği ve sahibinde meydana getirdiği yakin/tatmin açısından farklı değerler yüklemişlerdir. Örneğin burhan ve delil metafizik alanda yetersiz görülmüş, daha çok fizik alanda geçerli olabileceği kabul edilmiştir. Metafizik alanda ise esas geçerli kaynak, onlara göre, seyr u sülük sırasında yaşanan keşf halidir. Çünkü seyr u sülük esnasında kalpler bir ayna haline gelmekte ve manevi alemde ilmin ana kaynaklarını görerek oradan yararlanmaktadır. 4
Bu sebeple müridin bir kısım sırlara ve bazı gayb bilgilerine vakıf olması söz konusudur.5 Ancak burada şunu belirtmek gerekir ki, sülük esnasında elde edilen bilginin doğruluk ve kesinlik ölçüsü, yaşanan keşfin derecesine göre farklılık arz edebilmektedir. Örneğin Hücviri (ö.465/1072 ) bu hususta şöyle bir açıklama yapmıştır: “Bir taife ‘marifet ilhamdır’ diyor. (Oysa) bu imkansızdır. Çünkü marifette hakkın da batılın da bir delili vardır. Halbuki doğru-yanlış konusunda ilham ehli için bir delil yoktur… İlham aldığını iddia edenlerin birinin dediği diğerinin dediğini tutmadığına göre, hatta birbiriyle çelişen bilgiler ileri sürdüklerine göre, bunların iddiaları şeriat ile kontrol edilmelidir.
Şeriata aykırı olan bir söz ilham olamaz… İmdi marifet şeriattır, nübüvvettir, hidayettir; ilham (ise böyle) değildir. Ve marifet konusunda ilhamın hükmü her bakımdan batıldır.”6 Hücviri’nin burada, tasavvuftaki genel kullanımı dikkate alındığında “marifet” terimi ile keşfin en ileri boyutu olan müşahede halinde gelen bilgiyi, “ilham” ile de mükaşefe mertebesinde gelen bilgiyi kasdettiği söylenebilir. Nitekim son dönem mutasavvıflarından Ahmed Avni Konuk’ da (ö. 1938), rabbani tecelli olarak tavsif ettiği müşahedede herhangi bir hatanın söz konusu olmadığını, ruhani tecelli olan mükaşefede ise hata olabileceğini belirtmiştir.7 İşte keşfle gelen bilginin, yaşanan mertebeye göre hatalı olma ihtimali bulunduğu için, keşfi bilgiyi öncelikle hata meselesiyle birlikte ele alıp değerlendirmek gerekmektedir.
Keşfi bilgide hata meselesi keşfte hata meselesini tasavvufun önemli şahsiyetlerinden İmam-ı Rabbani (ö, 1034/1624) meşhur eseri Mektubatta değişik boyutlarıyla ele almıştır. Ona göre keşfte yanılmanın bir çok sebebi vardır. Bunlardan birisi, ilham alan kişinin kendi yanlış sezgileri ile ilhamı karıştırarak hepsinin keşf mahsulü olduğunu zannetmesi, bazen de keşf yoluyla ya da rüyada gördüğü gaybe ait şeyleri, göründüğü gibi sanıp zahiri manasına hamlederek yanlış bir hükme varmasıdır. 8 Diğer yandan levh-i mahfuzdaki kazai hükümlerin bir kısmının değişmez (kaza- i mübrem) bir kısmının ise değişebilir (kaza-i muallak) olması da yanılgıya sebep olabilir. Keşf sahibine, mesela, bir kimsenin bir ay sonra öleceğine dair levh-i mahfuzdan bir bilgi zuhur ettiğinde, o, ilk anda bu bilginin hangi kısımdan olduğunu bilemeyebilir.
Bu sebeple keşfine dayanarak verdiği bilgide hata eder. 9 İmam-ı Rabbani ayrıca keşfi bilgiyi şeytanın bulandırmasından söz etmektedir.10 Keşf sahibi bu durumda hatalı bilgileri bağlı olduğu nebinin vahiy ile getirdiği prensiplere; yani şeriatın naslarına bakarak düzeltmelidir. Şeriatın açık hüküm koymadığı yerde ise keşf ile bir şeyin hak ya da batıl olduğuna kesin karar vermek gerçekten çok zordur (müşkildir). Çünkü ilham kat’i değil zannidir. 1 1 Böyle bir durumda hata eden sufi, içtihadında hata eden müçtehid gibi sayılır. Eğer bu kimseler sülüklerini tamamlayamaz ve o halde kalırlarsa, umulur ki Allah onları sorumlu tutmaz. Bu şekilde yolun yarısında olan sufiler için en uygun olanı, yolun sonuna ve hakikatına erinceye kadar, keşf ve ilhamını din alimlerinin görüşlerine göre düzeltip, onlara uymasıdır. Çünkü alimlerin delil ve dayanakları, vahiy ile kesin ilme kavuşmuş olan peygamberlerdir… Kitap ve Sünnet’in gerektirdiği şekilde inanmak nasıl gerekli ise, bu iki kaynaktan müçtehid imamların çıkarıp ortaya koydukları hükümlerle de amel etmek aynı şekilde gereklidir.12 İmam-ı Rabbani yanılmanın bir başka sebebi olarak, sülük esnasında müridin manevi sarhoşluk (sekr) içinde bulunmasını zikreder. Ona göre ancak sülukünü tamamlayıp sıddikiyet makamına ulaşanlar bu halden kurtulur. Sıddikiyet makamının altındaki her makamda sekir halinden bir miktar vardır. 13 Keşfi bilgide böyle yanılma ihtimali olduğundan, bir çok mutasavvıf mü¬ridin ilim sahibi olmasını gerekli görmüştür. Şihabüddin Sühreverdi (ö. Muharrem 632/ Eylül 1234), özellikle ilmi yönü zayıf olan kimselerin kalbinde Hak’tan gelen seslere (havatır) benzeyen fakat O’ndan olmayan mesajların ortaya çıkabileceğini belirtir ve ilimde derinleşmiş kimselerden başkasının bunu farkedemeyeceğini vurgular.’4 Kuşadalı İbrahim Halveti’nin (ö. 1845) ilmi sülukün yarısı sayması da bu sebeple olmalıdır.
İmam Gazzali (ö.505/1111) bu hususta şöyle demiştir; “Nice sufiler var ki, yirmi sene bir hayal üzerinde kalmışlardır. Şayet bu yola girmeden önce ilim sahibi olsalar, o halin hayal olduğunu hemen anlarlar ve kendilerini kolaylıkla kurtarabilirlerdi.”16 Ayrıca Avarifü’l-maarif’te kalbe gelen mesajın (havatır) doğrusunu yanlışından ayırt edememenin ilimde noksanlık vb. sebeplerle birlikte, kişinin yiyip içtiğine haramın karışması da özellikle belirtilmiştir. 17
Sülük merhalelerini geçmekte olan sufinin, karşılaştığı bir takım tehlikelerden korunması ve gönlüne doğan ilhamın şeytani mi yoksa rahmani mi olduğunun tesbiti için, ayrıca bir rehbere ihtiyacı olduğu vurgulanmaktadır. 18 Hatta tasavvuf ehli olmayan İbn Haldun’a göre bile sülük esnasında rehber şeyhe ihtiyaç farz ve zaruret derecesindedir. Zira müridin yaşadığı haller gizli ve sonsuzdur. Bunlardan birisine fesat karışırsa, diğerlerine de bulaşır. Çünkü her hal bir önceki halin üzerine bina kılınmıştır. Hallerdeki fesattan maksat zıtlarının husule gelmesidir. İşte salikin helaki burada meydana gelir. Zira bir kere fesat bulaşırsa, irade dışında olduğu için onun telafisi ve ıslahı artık mümkün olmaz… Eğer salik olgun bir şeyhin denetimi altında bulunursa sülük doğru bir yol takib eder, tehlikelerden emin olur, aldanma endişesi kalmaz. Çünkü şeyh daha önce bu yolda yürümüş, hallerin nereden ve nasıl doğduğunu, engellerin nerede önüne çıktığım görmüştür. 19 O sebeple sufiler Hz. Peygamber için Cebrail’in vahiy emini olduğu gibi, müridler için de şeyhin ilham emini olduğunu söylerler ve vahiyde nasıl Cebrail’in ihaneti olmazsa, ilhamda da şeyhin ihaneti olmaz derler.20
Keşf ve Vahiy
Keşfi bilgide yanılma, öyle anlaşılıyor ki, daha çok seyru sülük esnasında söz konusu olmaktadır. Sülukünü tamamlayıp belli bir mertebeye ulaşanların keşfi bilgisinde ise genellikle hata olmayacağı belirtilmiştir. Zira bu kimselere gelen bilginin doğruluğu, kesinliği ve kaynağı açısından vahiy ile eşdeğerde olduğu kabul edilmektedir. İmam Gazzali meşhur eseri ihya’da, ilham ile meydana gelen ilmin sebebi, mahalli ve ilim olması bakımmdan vahiy ile hiç bir farkı olmadığını, aralarındaki tek farkın vahiyde ilmi getiren meleğin görülmesi olduğunu belirtir. 25 Gazzali’nin bu görüşü daha sonra gelen önemli mutasavvıflar tarafından da benzer ifadelerle tekrarlanmıştır. Örneğin Muhyiddin İbnü’l-Arabi (Ö.638/1240) “Sufilerin kaynağı peygambere vahiy getiren meleğin kaynağı ile aynıdır; onlar zahirde Peygamber’e uymak suretiyle uyguladıkları ahkamı sırda Allah’tan almaktadırlar”22 derken, Azizüddin Nesefi (Ö.681 veya 699/1300) bu hususta şöyle bir açıklama yapmaktadır: Ruhunu saf hale getiren insanın gönlüne melekler bir şeyler atarlar. Bu uyanıklık halinde olursa ilham, uykuda olursa doğru ruya adını alır. Eğer melekler gökten yere inip, bir şekle bürünerek Peygamber’e görünürler ve Allah’ın sözünü ona iletirlerse bu da vahiy adını alır. 23 İmam-ı Rabbani de seyru sülukünü tamamlayıp sıddiklik makamına ulaşanlara gelen bilgi ile peygambere gelen vahyi aynı görür ve aralarında birinin vahiy diğerinin ilham ile elde edilmesinin dışında bir fark olmadığını belirtir. Sufilerin çoğu (yukarıda işaret edilen mertebelerde gelen) bilgiyi, doğruluğu ve kesinliği açısından vahiy ile eşdeğerde gördükleri gibi, aynı zamanda bu bilginin şeytan ve nefsin müdahalesinden korunmuş olması bakımından da vahiy ile aynı olduğunu kabul etmektedirler. ( Burada keşif ile gelen kesin bilginin vahyedilen ile zıt olamayacağı unutulmamalıdır.) Onlara göre nübüvvet makamı nasıl şeytanın vesvesesinden korunmuş ise, mükaleme ve mühadese mahallinde bulunan (ilham alan) kimse de şeytanın fitne ve vesvesesinden korunmuştur. Böyle bir kimsenin kalbine şeytan hiç bir yönden giremez. Eğer bir teşebbüsü olursa, o kimse bunu hemen fark eder.25
Keşf ve İctihad
Tasavvuf ehli doğruluk, kesinlik ve korunmuşluk açısından vahiy ile eş¬ değerde gördüğü keşfi bilginin, dini nasları yorumlama ve bunlardan hüküm çıkarma noktasında önemli fonksiyonlar icra ettiğini belirtmektedirler. O sebeple, şeriatı en iyi sufiler bilebilir demişlerdir. 26 Zira onlara göre Kur’an’ın işaretlerini, sadece sırrını masivadan (ekvan) temizleyenler anlar.27 Nitekim bu yolla sufiler Hz. Allah’ın, Resulullah’ın (a.s.) ve velilerin sözlerinin hakikatini levh-i mahfuzdan görüp okumaktadırlar. 28 Hatta Allah onların gönlüne, emirlerini daha iyi anlamaları için hitabından neyi kastettiğini açıp vermektedir.29 Zaten tasavvuf yoluna girip yol almanın gayelerinden birisi, kısa ve kapalı (mücmel) bilginin geniş ve açık hale gelmesidir.30 Yukarıdaki ifadeler gösteriyor ki, sufiler keşf yoluyla Kitap ve Sünnet’in özellikle muğlak meselelerinde Allah’ın ve Resul’ünün muradını bilme imkanına sahip olmaktadırlar. Bunun anlamı şudur: Keşf ile şeriatta yeni bir şey ortaya konmuyor, ancak açık olmayan hükümler anlaşılır hale getirilebiliyor. Bu durumda keşf ile ictihad, nasların anlaşılması konusunda benzer fonksiyonlar icra ediyor demektir. Dolayısıyla fıkıhta belirlenen, “İctihad müsbit değil muzhirdir” (İctihad dinde yeni bir hüküm getirmez, sadece mevcut olanın daha iyi anlaşılmasını sağlar) prensibi tasavvufta keşf için geçerli görülmektedir. Ancak tasavvuf ehli nazarında belli bir mertebeye ulaştıktan sonra gelen keşfi bilginin içtihada göre bir üstünlüğü vardır ki, o da ictihadda hata söz konusu iken keşfte böyle bir ihtimalin bulunmamasıdır. O yüzden İbnü’l-Arabi, fakihlerin ortaya koyduğu bir hükmün yanlış ya da doğru olduğunu Allah dostları keşf yoluyla bilirler 31 demiştir. Ancak ona göre sufiler yanlış olduğunu bildikleri hususlarda fakihlere müdahale etmezler. Kendileri ise doğru bildikleri şekilde amel etmek zorundadırlar. Zira bu durumda onlar, ictihad eden müctehid gibidirler. Müctehid ictihadının hilafına nasıl amel edemezse, sufi de keşfinin hilafına amel edemez.32
Esasen tasavvuf ehli değişik açılardan vahiy ile eşdeğerde gördüğü keşfi bilginin( vahyin makamını her zaman en üstün görmek şartı ile ve vahiyle eşit gibi görmemek kaydı ile ), burhan ve delilin geçerli olduğu alanda istidlali olarak elde edilen bilgilerle de çelişmeyeceğini ileri sürmüşlerdir. İmam Gazzali ilhami bilgi ile, çalışarak kazanılan (kesbi) bilginin mahiyeti, yeri ve sebebi bakımından birbirinden farkı olamayacağını, aralarındaki tek farkın, ilhami bilginin aradaki perdenin açılması sonucu elde edilmesi olduğunu belirtmektedir.33 Bunu şöyle bir misalle anlatmıştır: Bir hükümdarın huzurunda Çinliler ile Romalılar nakış san’atında birbirlerine üstünlük taslarlar. Bunun üzerine hükümdar, “Herkes san’atını göstersin, kimin daha üstün olduğunu anlarız” diyerek sanatkarlardan hünerlerini göstermelerini ister. Tarafların yaptıklarını mukayese etmek kolay olsun diye, bir odanın karşılıklı iki duvarından biri Çinliler’e, diğeri de Romalılar’a tahsis edilir. Birbirlerinin yaptıklarını görmemeleri için de araya bir perde çekilir. Romalılar çeşitli boyalarla çalışarak süslü işlemeler meydana getirirken Çinliler sürekli cila ile duvarı parlatmaya çalışırlar. Nihayet Romalılar biz işimizi bitirdik deyince, Çinliler biz de bitirdik deyip kenara çekilir. Hükümdarın Çinliler’e “Nasıl olur, siz bir şey yapmadınız ki ” şeklindeki mukabelesine onlar, aradaki perdeyi kaldırın o zaman görürsünüz, diye cevap verirler. Perde kaldırıldıktan soma hükümdar, önce Romalılar’ın ince san’atını hayranlıkla seyreder ve şaşkınlık içinde kalır. Ardından diğer duvara dönünce şaşkınlığı daha da artar. Zira Romalılar’ın bütün yaptıkları, cila ile ayna haline gelen Çinliler’in duvarına aksetmiştir. Üstelik burada daha güzel görünmektedir.
İmam Sühreverdi de “ilm-i verase” diye tabir ettiği mutasavvıfların bilgisinin, ulemanın çalışarak elde ettiği bilgilerle (ilm-i dirase) mukayesesini, Gazzali’ye benzer bir şekilde yapmakta ve bunun için “süt istiaresi”ni kullanmaktadır. Ona göre ilm-i dirase süt ise, ilm-i-verase sütten elde edilmiş tereyağı gibidir. 35 Şah-ı Nakşibend’in, “Delille elde edilen bilgi, tasavvuf yolunda ilerleyen kimse tarafından bizzat görülür hale gelir” 36 şeklindeki sözü de aynı şeyin ifadesidir. İmam-ı Rabbani ise bu husustaki görüşünü şu şekilde dile getirmiştir: Seyru sülük mertebeleri bitip, vilayet derecelerinin en sonunda vusul elde edilince sofilerin iman ve itikadlarıyla, alimlerin itikadları arasında hiçbir fark kalmaz. Şu farkla ki, bu itikad sufiler için keşf ve ilham yoluyla meydana gelirken, alimler için nakil ve istidlal yoluyla meydana gelmektedir.37 (Yani aynı gerçek ortaya çıkar fakat o gerçeğe imanın kuvveti bakımından fark vardır.) Tabii burada sözü edilen istidlali bilgi, sarih akıl ve sahih nakil ile elde edilen doğru bilgi ve buna bağlı olarak meydana gelen sağlam itikadlardır. Yoksa yanlış ictihad ve yanlış itikadın keşfle te’yid edilmesi gibi bir şey söz konusu değildir. İbni Arabi, kanaatimce bu hususa işaret etmek için, keşfin verileriyle şeriatın verilerinin aynı olacağım kabul ettiği halde,38 keşfi bilginin burhan ve delille ortaya konulan bazı bilgilerden farklı olabileceğini, fukahanın ictihadla elde ettiği bir kısım hatalı bilgilerin keşfle ortaya çıkacağını belirtmektedir.39
Keşf ve Gayb Bilgisi
Duyu organları ve aklın yetersiz kaldığı metafizik alanda tasavvuf ehline göre esas geçerli bilgi kaynağının keşf olduğu daha önce kaydedilmişti. İşte bu hali yaşayan ariflerin bazı gayb bilgilerine ve henüz zuhura gelmemiş kader hükümlerine vakıf olabildikleri belirtilmektedir. Hz. Peygamber tarafından “muhaddeslerden” olduğu bildirilen Hz. Ömer’in de, İbn Abbas’ın dediğine göre ince bir perde arkasından “kaza”ya baktığı nakledilmektedir.41 Keşf halinde sufiler geleceğe ait konulara acaba nasıl muttali olabilmektedirler? Bu hususu XIII. asrın önemli mutasavvıflarından Azizüddin Nesefi şöyle açıklamıştır: Gayb aleminde bir takım melekler bulunmaktadır. Bu alemde zaman ve zaman ötesi olmadığı için geçmişte olmuş olan, şimdi var olan ve gelecekte meydana gelecek olan her şey hazır durumdadır. Meleklerin bu aleme vakıf olması, gaybe değil hazır olana vakıf olması demektir. Gönül aynasını parlatmayı başaran kimselerin ruhlarıyla oradaki melekler arasında bir münasebet meydana geldiğinde, bu temiz ruhlar ile melekler karşı karşıya duran iki saf ayna gibi olurlar. Melekler bilince, o bilgiler bu kimselerin gönül aynasına da akseder.42 Ancak burada çok önemli bir noktanın akıldan çıkarılmaması gerekir, sufilerin ulaştıkları keşfi bilgiler duyu organlarıyla ve onların verilerini kullanan akılla elde edilmediği için, onlardan bir kısmının ifadesi imkansız gibidir. Nitekim bazı mutasavvıflar bu bilgilerin açıklanamayacağını, ancak vasıtasız tecrübeyle bilinebileceğini söylemiştir. Bir köre kırmızının ne demek olduğu açıklanamayacağı gibi, o bilgiler de izah edilemez. Bu durumda sufi onu muğlak ve şaşırtıcı mecazlar ile ifade etmeye çalışır. 43 Hatta İmam-ı Rabbani kendisine gelen bazı bilgileri remz ve işaretle dahi anlatamayacağını, bunların nübüvvet kandilinden iktibas edildiğini ve Ebu Hüreyre’nin “Şayet açıklarsam şu boğaz kesilir” 44 diye ifadeye koyduğu türden bilgiler olduğunu belirtmiştir. 45
Sufiler bir takım gayb bilgilerinin yanı sıra Allah’ı gerçek manada bilme (marifet-i ilahi) ve O’na inanmanın da ancak keşf yoluyla gerçekleşeceğini ileri sürmüş ve bu hususta aklın yetersizliği üzerinde durmuştur. Sahih burhanla ulaşılan ilmin Allah’ın varlığı ve birliği hakkında şüpheleri giderebileceği ve şirk koşanları ikna edebileceği kabul edilse de; Allah’ın bilgisine (marifet) keşften başka bir yolla ulaşılamayacağı vurgulanmaktadır 46 ”. Onlara göre Allah'(ı bilmek) için akıl sahibi nasıl delile muhtaç ise, akıl da bu konuda delile muhtaçtır. Çünkü akıl mahluktur; yaratılmış şey yalnız yaratılmış olanlar hakkında delil olabilir. 47 Ayrıca akıllar mizaçlara tabidir. Herkesin mizacı farklı farklı olduğu için, aklın verileri de farklı olur ve birbirini tutmaz.48 Ebu Hüseyin Nuri (Ö.295/907) “Allah’ın varlığına delilin nedir?” diye soranlara, “Allah’tır” diye cevap vermiş. “Aklın bu husustaki rolü nedir?” diye sorulunca da “Akıl acizdir, o ancak kendisi gibi bir acize delalet edebilir” demiştir. 49 Ben Mevla’mı deliller ile biliyorum diyen Sehl b. Abdullah’a (Ö.273 veya 283/896) sufinin biri şu şekilde tepki göstermiştir: “Yazık sana! Rabb’ini deliller ile bilen şiddetler denizinde boğulur… Ben Mevla’mı Mevlam ile bilirim… Hiç kimse O’nu akıl ve re’y yoluyla bilemez. “50 O sebeple Bayezid-i Bistami (Ö.234/848 [?]) “Ya Rab! Bana kendini kendin anlat, çünkü sen anlatmadan ben seni anlamıyorum” diye dua etmiştir. 51 İmam Gazzali, avamın taklid ile benimsedikleri imanı ilk mertebe, kelamcıların istidlal tarikini de kullanarak benimsedikleri imanı avamın derecesine yakın olmakla birlikte ikinci mertebe, ariflerin yakin nuruyla müşahede sonucu ulaştıkları imanı ise en ileri mertebe olarak görmektedir. 52 Bunu ifade için bazı sufiler “Allah’a inanmak O’nun uluhiyetini müşahede etmektir” demişlerdir. 53 Allah’ın varlığını ve birliğini tasdik sadedinde söylenen şehadet kelimesine “Eşhedü” ile başlanması da bu hususa işaret etmektedir. Nitekim İmam Kuşeyri (ö.465/1072) yolun başında olan kimselerin, Allah’ın varlığını ve birliğini deliller ile bileceğini, ancak mükaşefe haline geldiğinde gayb alemi ile arasındaki perdelerin kalkmış olması ve Allah’ın sıfatlarıyla ünsiyet halinde bulunması sebebiyle delil üzerinde düşünmeye ihtiyacı kalmayacağını belirtmiş, müşahede haline ulaştığında ise bizzat Hakk’ın zuhur edeceğini açıkça dile getirmiştir. 54
Keşf ve Yakin
Belli bir mertebeye ulaştıktan sonra elde edilen keşfi bilgi sufilerce muhtelif açılardan vahiyle eşdeğerde görülse bile, bu bilginin açıklanma zorunluluğunun bulunmaması ya da çoğu zaman açıklanabilir türden olmaması veya kolayca ifade kalıplarına dökülememesi sebebiyle, bağlayıcılık noktasından keşf sahibinin dışında bir başka kimseyi ilgilendirmediği, dolayısıyla sübjektif olduğu açıktır.
Ayrıca burhan ve delilin geçerli olduğu alanda keşfi bilginin istidlali bilgilerle aynı olacağının belirtilmesi, bu sahada keşf yoluyla farklı bir bilginin ortaya çıkmayacağını da göstermektedir. Bu durumda keşfi bilginin kişiye ne gibi bir yararı olduğu sorulabilir. Sufilerin açıklamaları dikkate alındığında bu soruya verilecek cevap, “yakin” olacaktır. 55 Zira onlara göre keşf sahibi, vahiy ile bildirilmiş olan ve burhan ve delille ortaya konmuş bulunan dinin hükümlerini, bizzat görür hale gelerek kesin imana; yani yakine ermektedir.56 Nitekim İbrahim (a.s.) Hz. Allah’tan, ölüyü nasıl dirilttiğini kendisine göstermesini talep edince, Hz. Allah “Yoksa inanmadın mı?” diye hitap etmiş, o da “İnandım ancak kalbimin mutmain olması için görmek istedim” diye cevap vermişti (Bakara, 260). Buna sufiler, iman ile “ıyan”ın birleşmesi demektedirler.57 Bu hale eren kimse, dil ile ikrar, kalb ile tasdik, ruh ile yakin 58 derecesine ulaşmış demektir. İmam Gazzali’nin yakin nuruyla müşahede sonucu ariflerin ulaştıkları imanı en ileri mertebe olarak görmesi, 59 perdenin kalkmasıyla hakikatin açık bir şekilde görünmesi diye tarif ettiği mükaşefe ilmini, bütün ilimlerin gayesi olarak takdim etmesi ve bunun, kalb aynasını kötü sıfatlardan temizleyerek orada bir nurun zuhur etmesini sağlayan sıddik ve mukarreblerin ilmi olduğunu belirtmesi 60 bu sebeple olmalıdır.
Ayrıca yakin derecesinde imana eren kişinin, şer’i emirleri yerine getirmekte zorlanmayacağı belirtilmiştir. 61 İmam-ı Rabbani bunu şöyle dile getirir: Sufiyye yoluna girmekten maksat şer’an itikad edilmesi gereken şeylerin hak olduğuna yakini artırmak… Ve şer’i emirlerin edası hususunda kolaylık sağ¬lamaktır. 62
Netice
Tasavvuf ehli keşfi doğru ve kesin bilgiye ulaşmada güvenilir bir kaynak olarak kabul etmiştir. Ancak seyr u sülük esnasında meydana gelen keşfi bilgide değişik sebeplerden dolayı yanılma ihtimali bulunduğundan, bu bilgiler Kitap ve Sünnet’le kontrol edilmelidir.
Seyr u sülük tamamlandıktan sonra belli bir mertebeye ulaşanların elde ettikleri keşfi bilgi ise doğruluk, kesinlik ve korunmuşluk açısından vahiy ile eşdeğerdedir.
Aklın ve duyu organlarmın yetersiz kaldığı metafizik alanda keşfle bir takım gayb bilgilerine ve kader hükümlerine vakıf olunabilmekte, ayrıca bizzat Allah hakkında müşahede ile bilgi elde edilebilmektedir.
Öte yandan burhan ve delilin geçerli olduğu alanda keşfle ulaşılan bilgiler, istidlal yoluyla elde edilen bilgilerle çelişmezler.
Naslardan hüküm çıkarma ve dini hükümleri doğru anlama bakımından keşf ictihadla aynı fonksiyonları icra etmekte, hatta hatalı ictihadların tesbit edilmesine yardımcı olmaktadır.
Bununla birlikte keşfi bilgiler sübjektif olup keşf sahibinin dışındaki kimseleri bağlamaz. O sebeple daha çok bu hali yaşayanlar açısından önem arzeden keşfin kişiye sağladığı yarar, iman ve amelde yakin/tatmin meydana getirmesinden ibarettir.
1 “Feth”, “basiret” ve “muayene” de keşfe yakın manalar ifade eden terimlerdir. Ayrıca ilk dönemde bazı sufilerin “firaset” tabirine de keşf anlamı verdikleri görülmektedir (Mesela bk. Abdülkerim Kuşeyri, er-Risa- letü’l-kuşeyriyye [thk. AbdÜlhalim Mahmud-Mahmud b. eş-Şerifi, Kahire, ts., II, 481).
2 Bk. Ebu Bekir Muhammed Kefabazi, et~Taarrufli mezhebi ehli’nasavvufinşT. Mahmud Emin Nevavi), Kahire 1980, s. 105, 129-130; Kuşeyri, er-Risale, 1,223,245-246; Hücviri Ali b. Osman CÜllabi, Keşfü’l-mahcub (haz. Süleyman Uludağ), İstanbul 1982, s. 270,436, 474, 523; Ebu İsmail Abdullah-ı Herevi, Menazİ- lü’s-sairin ile’l-Hakkt’l-mübin. Kahire 1908, s. 43-44; Ebu Hafs Şihabüddin Ömer Sühreverdi, Avarifü’lmearif (İhyau Ulumiddin V. cildi içinde), Kahire 1968, s. 357. 87
3 Bk. Yusuf Şevki Yavuz, “İlham”, DİA, XXII, 98-99.
4 Sühreverdi, Avarif, s. 67.
5 Ebu Abdurrahman Siilemi, Menahicü’l-arifin (Tercümesiyle birlikte nşr. Süleyman Ateş [Tasavvufun Ana İlkeleri Sülemrnİn Risaleleri]), Ankara 1981, s. 16.
6 Hücviri, Keşfü’l-mahcub, s. 403. 88
7 Ahmed Avni Konuk, Tedbirat-t İlahiyye Tercüme ve Şerhi (nşr. Mustafa Tahralı), İstanbul 1992, s. 200.
8 Rabbani Ahmed Serhendi, Mektuhat, Mekke 1316 H, I, Mektup 217.
9 Rabbani, I, Mektup 217.
10 Tasavvuf tarihinde bunun bir çok Örneği vardır. Mesela Sehl b. Abdullah’a (Ö.273 veya 283/896) bir müridi gelerek, her gece Allah’ı baş gözüyle gördüğünü söylemiş, şeytanın bu adamı aldattığını anlayan Sehl “Bir daha görürsen yüzüne tükür” diyerek onu şeytanın tasallutundan kurtarmıştır (Süleyman Uludağ, Tasavvufun Mahiyeti [Şifaü’s-sail “Giriş” yazısı], İstanbul 1984, s. 42). Yine Zeyniyye Tarikatı’nın kurucusu Şeyh Zeynüddin Hafi de (Ö.838/1435) Horasan’da izinsiz halvete giren bir müridinin şeytan tarafından aldatıldığını ve Hızır’dan aldığını zannettiği bilgilerle bir sürü kitap te’lif ederek kendisine getirdiğini anlatmaktadır. Şeyh bu müridini uyarmış ve yazdıklarını imha etmesini söylemiştir (bk, Reşat Öngören, Fatih Devrinde Belli Başlı Tarikatlar ve Zeyniyye [Yüksek Lisans tezi], İstanbul 1990, s. 125).
11 Rabbani, I, Mektup 107.
12 Rabbani, I, Mektup 286; ayrıca bk. I, Mektup 157.) Bazı sufilerin “Tarikat şeriata uymalıdır”, “Şeriat tarafından uygun görülmeyen haller batıldır” gibi sözleri de aynı anlamda söylenmiş sözlerdir. 89
13 Rabbani, I, Mektup 41.
14 Sühreverdi, Avarif, s. 318.
15 Bk. Yaşar Nuri Öztürk, Kuşadalı İbrahim Halveti: Hayatı Düşünceleri Mektupları, İstanbul 1982, s. 93.
16 Ebu Hamid Muhammed Gazzali, İhyau ulamiddin. Kahire 1967, III, 26.
17 Sühreverdi, Avarif, s. 317.
18 Ebu Abdurrahman Sülenıi, Cevamİu adabi’s-sufiyye (Tercümesiyle birlikte nşr. Süleyman Ateş), Ankara 1981, s. 91.
19 Abdurrahman b. Haldun, Şifaü’s-sail li telmbı” l-mesail (nşr. Muhammed B. Tavit et-Tanci), İstanbul 1958, s. 74-76. Tasavvuf yolunda mürid her an yanılma ve sapma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu için sufiler, “Şeyhi olmayan mürid ebediyyen felah bulmaz” demişlerdir. Bayezid-i Bistamı’nin “Üstadı olmayanın imamı şeytandır” ifadesi de (bk. Kuşeyri, er-Risale, II, 735) aynı sebebe dayanmaktadır. Ancak şu da belirtilmelidir ki, sufiler bu sözleri, tasavvuf yoluna giren kimseler için söylemiştir. Nitekim bu ve benzeri sözler umumiyetle “müride nasihat” bölümlerinde geçmektedir. Bunların tasavvufa intisap etmemiş olanlar için söylenmediği açıktır. 90
20 Sühreverdi, Avarif, s. 282.
21 Gazzali, İhya, III, 25.
22 Muhyiddin b. Arabi, Fususü’ l-hikem, (Haz. Ebu’l-ala Afifi), 1946, s. 63; ayrıca bk. a. m!f., el-Fütuhat elMekkiyye, ts. I, 150.
23 Azizüddin Nesefi, Tasavvufla İnsan Mes’elesi; İnsan-ı Kamil (trc. Mehmed Kanar), İstanbul 1990, s. 106, 108, 143, 144.
24 Rabbani, I, Mektup 41. İmam-ı Rabbani vahiy İle ilham hakkında böyle kesin hükme varmakla birlikte, yine de ilham alan kişinin nefis sahibi olduğu gerçeğini göz önünde bulundurarak, kendisinden kaynaklanan bir hatanın olabileceği ihtimalini belirtmektedir. Vahiy hata ve yanlışlıktan korunmuş olan melek vasıtasıyla geldiğinden doğruluğu kesindir. İlhama gelince, her ne kadar onun mahalli pek yüce makam olan kalb ise de, kalbin akıl ve nefisle bir miktar alakası vardır. Nefis, tezkiye suretiyle mutmainne derecesine de çıksa, asla kendi sıfatlarından vazgeçmez. Bunun İçin o alanda hata meydana gelebilir. Binaenaleyh bu mertebede de ilham ile elde edilen bilgi zannidir (Rabbani, I, Mektup 41). 91
25 Sühreverdi, Avarif, s. 316. Ayrıca Hakim Tirmizi’nin (Ö.320/932) bu husustaki görüşleri için bk. Abdülfettah Abdullah Bereke, “Hakim et-Tirmizi”, DM, XV, 197.
26 Ibn Arabi, Fütuhat, I, 151.
27 Ebu Abbas b. Ata, Tefsir, {Nususu sufiyye gayru menşure li Şakikel-Belhi, İbn Ata el-Edmi, el-Nifferi=Trois Oeuvres Inédites de Mystiques Musulmans, Ed. Paul Nwiya), Beyrut 1986, s. 155.
28 Akşemseddin Muhammed b. Hamza, Makamat-ı Evliya {haz. Ali İhsan Yurd-Mustafa Kaçalin, Akşemseddin Hayatı ve Eserleri isimli eserin içinde), İstanbul 1994, s. 340.
29 Ebu Nasr Serrac, el-Luma’ (nşr. Abdülhalim Mahmud-Taha Abdülbaki Sürür), Mısır 1960, s. 37.
30 Şah-ı Naksibend’in bu sözü için bk. Rabbani, I, Mektup 84.
31 Ibn Arabi, Fütuhat, 1, 151.
32 İbn AtıM, Fütuhat. I, 151. 92
33 Gazzali, İhya, III, 25.
34 Gazzali, İhya, III, 28-29.
35 Sühreverdi, Avarif, s, 81.
36 Bk. Rabbani, I, Mektup 84.
37 Rabbani, 1, Mektup 286. 93
38 İbn Arabi, Fütuhat, IV, 19.
39 İbn Arabi Fütuhat, 1,151.
40 Ebu Abdurrahman Sülemi, Mes’eletil dcrecali’s-sadtkfn (Tercümesiyle birlikle nşr. Süleyman Ateş [Tasavvufun Ana İlkeleri Sülemi’nin Risaleleri]), Ankara 1981, s. 148; a.mlf., Menalıicü’l-ariffn, s. 16.
41 Sülemi, Mes’eletü derecati’s-sadıkin, s. 148.
42 Nesefi, İnsan-ı Kamil, s. 106-109.
43 Ebu’l-Ala Afifi, Muhyiddin İbnü’i-ArabTnin Tasavvuf Felsefesi (trc. Mehmet Dağ), Ankara 1975, s. 103.
44 Btıhaıi, İlim, 42.
45 Rabbani, I, Mektup 267. 94
46 İba Arabi, Fütuhat,l, 158.
47 Kelabazi, et-Taarruf, s. 78.
48 Abdülvahhab Şarani, ed-Dürerü’l-menşure fi beyanİ zübedi’I-ulumi’l-meşhure, İstanbul Üniversitesi Ktp., AY. nr. 2382, vr. İla.
49 Kelabazi, et-Taarruf, s. 78; ayrıca bk. Serrac, el-Luma’, s. 63; Ebu Abdurrahman Sülemi, Kitabü’ [-mukaddime fi’t-tasavvuf (Tercümesiyle birlikte nşr. Süleyman Ateş [Tasavvufun Ana ilkeleri Süleminin Risaleleri]), Ankara 1981, s. 103.
50 Sülemi, Kitabü” l-mukaddime fi’t-tasavvuf, s. 104.
51 Bk. Süleyman Uludağ, Bayezid-i Bistami, Ankara 1994, s. 132.
52 Gazzali, İhya, IH, 20.
53 Kelabazi, et-Taarruf s. 100.
54 Kuşeyri, er-Risale, I, 245. 95
55 Mesela bk. Serrac, el-Luma’, s. 101-103; Kelabazi, el-Taarruf, s. 123; Kuşeyri, er-Risale, I, 446,448-449, 451; Herevi, Menazilü’s-sairin, s. 27.
56 Hz. Ebu Bekir’in, “Yakin imanın tamamıdır” dediği nakledilmektedir (bk. Mustafa Fayda, “Ebu Bekir”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi [DİA/, X, 107); Sufilerden Ebu Bekir Verrak’ın benzer sözü için bk. Kuşeyri, er-Risale, I, 450.
57 Bk. Ali b. Hüseyin Vaiz Kaşifi, Reşahat-ı Aynü’l-hayat (Trc. M. Şerif el-Abbasi), İstanbul 1291, s. 128.
58 Sülemi, Kitabii'(-mukaddime fi’t-tasavvuf, s. 103.
59 Gazzali, İhya, III, 20.
60 Gazzali, İhya, I, 32-33.
61 Kişinin amele ancak yakin ile güç yetirebileceği, amelde noksanlığın yakinde eksiklikten ileri geldiği. Lokman Hekim’den naklen kaydedilmektedir (bk. Aziz Mahmud Hüdayi, ilim Amel Seyr u Sülük [haz. Hasan Kamil Yılmaz], İstanbul 1988, s, 25).
62 Rabbani, I, Mektup 59, 217. 96
Şer’i Delil Karşısında Keşf ve İlham İddiası Geçersizdir
0Seyfi Say
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’e göre, bilgi sahibi olmanın yolları üçtür: Haber-i sadık (doğru haber; Vahiy bu kapsamda yer alır), akıl, ve havass-ı selime (sağlam duyular). Bunlarda ise insanlar ortaktır.
Bunun dışında keşif veya ilham, Nesefi Akaidi’nin hemen başında belirtildiği gibi, Ehl-i Sünnet alimleri tarafından kesin bilgi kaynağı kabul edilmemiştir. İmam-ı Rabbani de şöyle demektedir: “Vahiy kat’i olup ilham zannidir…. Bunun için, o meydanda hata dönebilir.” (Mektubat, C. 1, çev. A. Akçiçek, İstanbul: Merve Y., s. 147.) Yine şöyle demektedir: “Ne ilham, haramı ve helali isbat edebilir; ne de batın erbabının keşfi farzı ve sünneti anlatabilir.” (C. 2, s. 1119)
Üstelik, keşf sahibi olmak bir üstünlük de değildir. İmam-ı Rabbani şöyle demektedir: “… Gayblerin keşfi, bunların velayetine bir şey artırmaz…. Çoğu kez, gaybi suretlerin keşfine sahip olmayan; o suretlerin keşfine sahip olandan daha faziletlidir.” ( Mektubat, C. 2, s. 1217) “Hakikat, ehl-i hak olan ulema yanındadır…. Zira, alimlerin ilimleri, nübüvvet kandilinden alınmıştır. O nübüvvet sahibine salat, selam ve tahiyyat.. İşbu ilimlerin esas kaynağı, kat’i vahiyle teyid edilmiştir. Ancak, sofiye zümresinden bazı zatların maarifi, keşf ve ilhama dayanır. Hem keşifte, hem de ilhamda hata yolu bulunabilir. Keşfin ve ilhamın sağlamlığına alamet odur ki, ehl-i sünnet ve vel cemaat ulemasının ilimlerine mutabık buluna.. kıl kadar olsa dahi, aralarında bir aykırı durum olursa, doğruluk çemberinden çıkar. Asıl sağlam ilim ve açık hakikat budur. Hakkın harici (gerçek dışı) olan da, ancak dalalettir.” (C. 1, s. 288-289)
İmam-ı Rabbani’nin şu uyarısı da önem taşımaktadır: “… Meselelerden bir meselede; ulema ile sofiye ihtilaf halinde olduğu zaman, tam bir şekilde mülahaza edilince görülecektir ki; Hak ulema tarafındadır.” (C. 1., s. 645) “Sofiyenin amelleri, helal ve haram işinde senet değildir…. Burada muteber olan, İmam Ebu Hanife’nin, İmam Ebu Yusuf’un, İmam Muhammed’in kavlidir. Allah onlara rahmet eylesin….” (C. 1, s. 662) “Bu cemaat, her ne kadar kendi hususlarında hal galebesi dolayısı ile mazur, hatalı müçtehid gibi mahfuz iseler de; onlara uyanlara olacak muamele ne olur bilemiyoruz. Keşke bunlar, hatalı müçtehid uydularından olsalardı.. Yoksa, iş müşkildir.” (C. 1, s. 684) (Hal galebesi yani sekr söz konusu olmadığı zaman mazur değildirler.) “Kulluk ve itaat makamı, ihtilafa dayalı meselelerde meşayihle bir olup ulemaya karşı muhalif durmaya takat getiremez.” (C. 2, s. 1055)
İmam Şa’rani de, “Şeriat ile birlikte dönün, her halükarda onunla birlikte olun. Keşfin yanında olmayın, çünkü o hata edebilir” demiştir. (Risaletü’l-Müsterşidin, s. 135’ten aktaran Abdullah el-Harari, Müslümanlara Önemli Bir Nasihat, çev. Halit Sevimli, İstanbul 2007, s. 52.)
Ebu’l-Hasan eş-Şazeli de şöyle demiştir: “Allah’ın kitabına ve Peygamberi’nin sünnetine sarıl ve nefsine: ‘Kitap ve Sünnet’le amel edecek olursam kurtulacağıma dair Allah bana güvence verdi. Keşif, ilham ve müşahede ile amel ettiğim takdirde ise, bunlar Kitap ve Sünnet’e uygun düşmedikçe korunup kurtulacağıma dair Allah bana bir güvence vermedi.’ de.” (A.y.)
Bahaeddin Nakşibend’in “Tasavvuftaki seyr u sülukten maksat nedir?” sorusuna verdiği, “İcmali olan marifeti tafsil etmek, istidlali olan bilgiyi de keşfe dönüştürmektir” şeklindeki karşılık da, konunun anlaşılması bakımından önemlidir. Tasavvufla elde edilmek istenen tafsili (ayrıntılı) marifet (bilgi), daha önceki icmali (öz) bilgiye aykırı olamaz. Keşifle ulaşılan bilgi de, istidlali (akli delillerle ulaşılan) bilginin başka bir düzeyde anlaşılmasından başka bir şey değildir. Şayet keşifle ulaşıldığı ileri sürülen bilgi istidlali bilgiden farklı ise, bu, sapıklıktan başka bir şey değildir. O yüzden Şah-ı Nakşibend, istidlali olan bilginin keşfe dönüştürülmesinden söz etmiş, fakat istidlali bilginin ötesindeki bir keşif iddiasında bulunmamıştır. O halde, keşfe dayanılarak ortaya atılan marifet iddiasının doğruluğunun tek garantisi, istidlali bilginin ona mutabık olmasıdır.
Bir de keşif ve ilhamdan nasibi bulunmayan üç kağıtçı sufi taslakları var ki, bunlar kurdukları özel istihbarat ağları ve tecessüs/casusluk mekanizmaları ile insanların bir takım özel bilgilerine sahip olmayı, sonra da bunu keşif ve keramet gibi algılanacak şekilde kullanmayı huy edinmişlerdir. Bu tür sahtekarlar ayrı bir konu.
Sufiler genellikle nefis terbiyesi ile ilgili mevzularda bilgi sahibidirler. Bununla birlikte onların ayırıcı vasfı, şayet sahipseler, bu bilgilerinin tecrübi olması, kitaplarda yazılı olan teorik açıklamaların öğrenilmesine dayanmamasıdır. Kitaplardaki bilgileri öğrenme bakımından sufi olanla olmayan arasında bir fark yoktur.
Tecrübi bir bilgi olan tasavvuf, mesela hilafet ve imamet gibi konularda bilgi sahibi olmanın yolu değildir. Dolayısıyla, sufilerin tasavvufla ilgisiz konulardaki görüşlerine ancak bunların şer’i delillere dayanması ve ait olduğu ilmin usul ve kurallarına uygun olması durumunda itibar edilebilir. Ancak, sufilerin değil böylesi konularla, kendi alanlarıyla ilgili beyanları bile genellikle ihtiyatla karşılanmalıdır. ( tasavvufi kavramlarla ilgili yaptıkları açıklamalar genellikle kendi makamlarında gördükleridir. Bu nedenle aynı konu da farklı açıklamalara rastlanabilir. Bu makamların farklılığındandır.) Günümüz sufilerinin ise önemli bir bölümünün nefis terbiyesi konusunda bile doğru dürüst bir bilgiye sahip olmadıkları görülmektedir.
Konuyla ilgili olarak İmam Gazali şöyle der:
“Ne yazık ki mutasavvıfenin sözleri daima eksiktir. Çünkü onların adeti, kendi hallerinden haber vermektir. Başkasının hallerine önem vermezler. Hallerin ihtilafı ile cevaplar da ihtilaf eder. Bu ise ilim derecesine nispetle noksandır. Zira eşyayı olduğu gibi bilmek daha iyi ve daha üstündür. Ancak himmet, irade ve ciddiyete nispetle de bir kemaldir. Zira herkes kendi durumunu açıklar, başkasına kıymet vermez ve onu benimsemez. Çünkü Allah’a giden yolu kendi nefsi ve menzilleri, konak yerleri de kendi halleridir. Halbuki bazen kulun Allah’a giden yolu ilim olur. Her ne kadar yakınlık ve uzaklık itibariyle ihtilaf ederlerse de Allah’a giden yollar pek çoktur. Hidayetin aslında müşterek olmakla beraber, daha çok hidayete ermiş olanı Allah bilir.” (İhyau’ Ulumi’d-din, çev. Serdaroğlu, C. 4, s. 76-77.)
İmam Gazali, eserinin başka sayfalarında konuyu daha ayrıntılı biçimde ele alır:
“… Herkes kendi vaziyetini açıklamıştır. Başkası hakkında da aynı hükmü vermek, doğru olmaz. İşte zahiri ilimlerde alim ile sofunun [sufinin]farkı buna göredir. Sofu ancak kendi halinden konuşur. Şüphesiz her sofu kendi haline göre cevap verir. Alim, gerçeği olduğu gibi anlayan kimsedir. O, kendi vaziyetini örnek almaz, belki gerçeği açıklar. O gerçek ki, onda kimse ihtilaf etmez. Çünkü daima hak birdir. Hakkı bulamayanlar, sayılamayacak kadar çoktur…. Bunun için bunlardan hiç biri diğerinin tasavvufta daha üstün olduğunu kabul etmez ve hiç biri diğerini medh u senada bulunmaz. Belki her biri kendisinin hakka vasıl olup hakikati bulduğunu iddia eder. Zira onlar ekseriya kalplerindeki hallerin gereğine göre hareket ederler. Ancak kendi nefisleri ile meşgullerdir, başkasına bakmazlar. Fakat ilim, nuru ile parladığı zaman her şeyi kuşatır, hakkın yüzünden perdeyi kaldırarak ayrılıkları giderir.” (İhyau’ Ulumi’d-din, C. 2, s. 616.)
Öte yandan, şu ayeti de akılda tutmak gerekir:
“(Yahudiler) Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını),(hıristiyanlar da) rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i (İsa’yı) rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilaha kulluk etmeleri emrolundu. O’ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.” (Tevbe, 9/31)
( Burada eleştirilen tasavvuf adı altında kendi batıl fikirlerini yaymaya çalışan sapık tarikatlardır. Onlar keşif ve ilham adı altında dine aykırı bir yaşamı ve haram yolları meşru görmektedirler. Yoldan çıkmışlardır. Sapık zümreleridir. Batıl fıkıh mezhepleri gibidirler.)
Merhum Elmalılı bu ayeti şu şekilde tefsir etmektedir:
“ ‘Allah’dan başka bir de hahamlarını (yahudiler) ve rahiplerini (hıristiyanlar) kendilerine rab edindiler’. Allah’ın emrine, hakkın hükmüne değil, onların hükümlerine, onların iradelerine tabi oldular. Onlara Allah’a tapar gibi taptılar, hatta Allah’ı bırakıp onlara taptılar, Allah’ın emirlerini bırakıp, açıkça Allah’ın emirlerine ters düşen keyfi arzularına itaat eylediler. Allah’ın haram kıldığı şeyleri onların emriyle helal gördüler…. Onlara, Allah’ın emirlerini uygulayan, O’nun dininin hükümlerini anlayıp anlatan kimseler gözüyle değil de, dinde sanki Allah gibi hükümler vermeye ve kurallar koymaya yetkili imişler gibi baktılar. Doğrudan doğruya kendi yanlarından şeriat vaz’etmeye, dini hükümler koymaya hakları varmış, sanki birer müdebbir rabmış gibi baktılar. Onların iradelerine, heva ve heveslerine uydular. Nitekim bu ayetin manası hakkında meşhur Hatim-i Tai’nin oğlu Adiy demiştir ki: ‘Resulullah’a geldim, boynumda altından bir haç vardı (ki Adiy o zaman henüz müslüman olmamıştı ve hıristiyandı), Resulullah Beraetün (Tevbe) Suresi’ni okuyordu, bana “Ya Adiy şu boynundaki veseni at” buyurdu. Ben de çıkardım attım. “Allah’tan başka hahamlarını ve rahiplerini de rab edindiler” anlamına olan ayetine geldi, ben, “Ya Resulallah, onlara ibadet etmezlerdi” dedim. Resulullah buyurdu ki: “Allah’ın helal kıldığına haram derler, siz de haram tanımaz mıydınız? Allah’ın haram kıldığına helal derler, siz de helal saymaz mıydınız?” Ben de “Evet” dedim. “İşte bu onlara ibadettir” buyurdu.’
“Rebi’ demiştir ki, ‘Bu rablık İsrailoğulları’nda nasıl idi?’ diye Abdul’ali’ye sordum. O da ‘Genellikle Allah’ın kitabında hahamların sözlerine aykırı olan ayetler bulurlar, bununla beraber kitabın hükmünü bırakırlar da hahamların sözlerini tutarlardı’ dedi.
“Bu rivayetler şunu gösterir ki, herhangi birini rab edinmiş olmak için behemahal ona ‘rab’ adını vermiş olmak şart değildir. Allah’ın emrine uygun olup olmadığını hesaba katmayarak, onun emrine uymak ve özellikle de dinin hükümlerine ait olan hususlarda onu kural koymaya yetkili sanıp ne söylerse, ne emrederse doğru farzetmek, ona uyduğu zaman Allah’ın emrine ters düşeceğini düşünmeden hareket etmek, onun emirlerini taparcasına yerine getirmek onu rab edinmek ve ona tapmak demektir. Şu halde burada din alimlerine, ulul’emr adı verilen devlet başkanlarına itaat etmek, Allah’ın emri olan bir farz değil midir? O halde yahudilerle hıristiyanların kendi alimleri ve yöneticileri demek olan ‘ahbar’ ve ‘ruhban’a itaat etmeleri niçin muaheze olunuyor şeklinde düşünmeye gerek yoktur…. Böyle bir itaat Halık’a isyan bulunmamak şartıyla meşru olur. İlmin hükmünün hak, emrin de maruf olması şartına bağlıdır. İlmin hakkı, hak ve hakikatı izlemesinde, gerçekle olan ilişkisinde, hakkın emrine uygun düşmesinde ve daima Allahın rızasını araştırmasında, hakkın ahkamını tanıyıp kavramasında, hasılı Allah için olmasındadır. Yoksa gerçekle uyum sağlamayan, hak temeli üzerinde yürümeyen Allah’ın hukukuna aykırı olan, Allah’ın koyduğu kanun ve kurallara karşı gelmek isteyen kuruntular ne kadar süslenirse süslensin ilim değildir. Ve alimlerin değeri, ilim zihniyetine ve haysiyetine bağlılıkları ile ölçülür…. Hakkı batıl, batılı hak yapmaya çalışanlar ise ilmi haysiyetten mahrum birer tağutturlar…. Şeytanlara, Tağutlara, Nemrudlara, Firavunlara, putlara ve evsana tapmak nasıl bir şirk ve küfür ise alimlere de haddinden fazla kıymet vermek öyledir. Mesela; doğruyu yanlışı, hakkı batılı ayırmaksızın hak ilminin gereği olmayan fikirlerini, sözlerini, hakkın emrine dayanmayan, ondan kaynaklanmayan şahsi görüşlerini, istek ve arzuya dayanan keyfi fetvalarını ve iradelerini üstün tutmak, sanki onlarda Allah’ın haram kıldığını helal, helal kıldığını da haram kılma yetkisi varmış gibi, hakkı değiştirebilecek bir hakları varmış gibi, kasıtlı sapıklıklar şöyle dursun, Allah’ın emrine aykırı olduğu açık olan hatalarına bile itaatı caiz görmek, hasılı Allah bu konuda ne buyuruyor, diye düşünmeden, Allah’ın emrine uymak gerektiğini hesaba katmadan, onlara itaat dahi öyle bir şirk ve küfürdür. Allah’ı bırakıp başkalarına tapmak demektir….”
Merhum Elmalılı’nın açıklamaları böyle..
Keşif ve Keramet – Ali SÖZER
0Keşif ve keramet meselesi tasavvufla ilgilenen herkesin gündemine giren iki hassas konu. Kimileri işin manevi terbiye tarafını göz ardı edip keşif ve keramet arar, kimileri bu meseleden yola çıkıp tasavvufa cephe alır.
Tasavvuf edep ve erkân işi, Hakk’a teslimiyet ve ahlâk güzelliği. Mademki keşif ve keramet bir şekilde gündeme geliyor, işin aslını, ölçülerini gözden geçirelim.
İslâm’ı anlamada ve yaşamada tasavvufun sürekli ve yaygın bir tesiri var. Günlük hayatımızdan dünyaya bakışımıza kadar derinlemesine işlemiştir bu tesir. Tasavvufa uzak ya da yakın olalım, inanç, duygu, düşünce ve eylemle ilgili olarak pek çok mesele bu tasavvufun öğretileri çerçevesinde şekillenir. Çünkü tasavvuf, en başından itibaren İslâmî kültürün son derece etkili ve yaygın bir unsuru olagelmiştir.
Asırlar içinde pek çok tasavvufî kavram ortaya çıkmış, ihlâs, zühd, zikir gibi pek çok dinî kavram da tasavvufla birlikte anılır olmuştur. Bu anlamda mutasavvıfların üzerinde en çok durdukları konulardan olan ilham, keşif, keramet ve istimdat gibi unsurlar inanç dünyamızda çok önemli bir yeri işgal eder.
Diğer taraftan tasavvuf karşıtları tasavvuf ehlinin kullandığı kelime ve kavramların birçoklarına itiraz etmiş, bazılarının da sufiler tarafından kullanılan içeriğini tartışmaya açmıştır. Bu tartışmalı konulardan biri ilham ve keşif, diğeri ise keramettir.
İlham, keşif ve keramet karşıtlığının temelde bilgi yanlışlığından ve çeşitli saptırmalardan doğduğunu, bazı bâtıl tasavvufî akımların anlayış ve uygulamalarından beslendiğini anlamak zor değil. Fakat kimi çevreler işi tamamen İslâmî olan ve Ehl-i Sünnet tarafından kabul ve tescil bu unsurlarla istihzaya kadar vardırır.
Aslında ne keşif ne de keramet konusu üstünkörü geçilecek konular değildir. Derinlemesine bilgi sahibi olmadan eleştirmek yanlıştır. Çünkü bu meselenin İslâm’ın başından günümüze gelişim süreçlerini, Asr-ı Saadet’te ve sonrasında nasıl karşılandığını, itikadî ve fıkhî mezhep imamlarının konuya dair neler söylediğini, mutasavvıfların nasıl baktığını ve tasavvufî hayatta yerinin ve kaynağının ne olduğunu bilmek gerekir.
İlk dönemlerde Mutezile mezhebi âlimlerinin itiraz ettiği bu konular, modern bilimciler tarafından imkânsız görülüyordu. Özellikle son asırda dünyayı, hayatı ve inançları sadece görünenle sınırlandıran pozitivist anlayışa sahip olanlar metafiziği toptan reddederken, keşif ve keramet gibi konuları ilkel toplumların fantezileri olarak değerlendirdiler. Oysa modern bilim sonrası yaklaşımlar, özellikle Kuantum fiziği, bilimin sınırları içinde bu konuların yeniden düşünülmesi gerektiğini hatırlattı.
Âlim ya da cahil, sıradan birinin modern bilim temelli yaklaşımına göre ilham, keşif ve keramet gibi unsurlar dünyadaki sebep-sonuç ilişkisine terstir. Her şey görünen bir sebep çevresinde şekillenir ve buna göre neticelenir. Fakat bu yaklaşım sadece keşif ve keramet gibi konuları reddetmekle kalmaz. Daha temelde Allah Tealâ’nın dilediğini yaptığını yani Kâdir-i Mutlak oluşunu kabul etmez. Bu yüzden bu anlayıştan beslenen eleştirilerin kaynağı Allah inancı ile ilgilidir. Yani bu anlayışta olanlar ile aramızdaki temel fark şüphesiz imandır.
Biz metafiziğin reddinden kaynaklanan bu yaklaşımı bir kenara bırakıp, keşif ve keramet konularının dinimizdeki yerini ele alalım.
Gayb nedir?
İlham ve keşif ile başlayalım. Her ikisi gayb’ı bilmek olarak değerlendirilmiş ve itirazlar bu temel üzerine kurulmuştur. Peki, bilmenin ölçüsü nedir? Gayb bilinebilir mi? Gayb nedir?
‘Akıl ve duyularla bilinmeyen varlıklar ve bilgilere gayb denir.’ (Tarifât). Gayb denilen varlıklar, bu varlıkların bulunduğu âlem ve bütün bunlara ilişkin gayb niteliğindeki bilgiler çok çeşitli ve çok farklıdır.
Gaybî bilgiler “mutlak gayb” ve “izafî gayb” olmak üzere iki türlü kabul edilir. Mutlak gaybı sadece Allah bilir, O’ndan başka hiç kimse bilemez. Mesela Hak Tealâ’nın hakikati ve mahiyeti mutlak gaybdır. Mutasavvıflar “Hakk’ı ancak Hak bilir.” derken bunu kast ederler ve Allah’ın zatı ve mahiyeti üzerinde değil, nimetleri üzerinde düşünmeyi tavsiye ederler.
Allah Tealâ gaybla ilgili bazı şeyleri insanlara bildirmiş, diğer bazı şeyleri ise insana, meleğe, cin ve şeytana bildirmemiştir. Hak Tealâ bu tür bilgileri kendisine tahsis etmiştir. Bunlar da Allah’ın zatından gayri olan mutlak gayb’dır.
İzafî nitelikteki gaybî bilgiler ise belli bir zamanda gayb olan, daha sonra bu niteliği ortadan kalkan ve bazı insanlara için bilinmezken iken diğer bazılarına bilinir olan bilgilerdir.
Kur’an-ı Kerim’de gaybla ilgili ayetler çoktur. Mutlak gayb için şu mealdeki ayetler delil kabul edilmiştir: “De ki: Gaybı, semadakiler ve yerdekiler değil, ancak Allah bilir.” (Neml, 65) Diğer taraftan Allah’ın dilemesiyle peygamberlerin de bazı durumlarda gayba vâkıf kılındıkları ifade edilir. Bunların örnekleri de Kur’an’da geçer. Hz. Yakub’un Mısır’da bulunan oğlu Yusuf’un kokusunu Filistin’de iken alması, Hz. Yusuf’un rüya tabiriyle gelecekten haber vermesi bunların sadece ikisidir.
Ulemanın büyük bir çoğunluğuna, tasavvuf ehlinin de tamamına göre veliler, sıddıklar, arifler ve takva sahibi salih müminler de Allah’ın dilemesiyle bazı gaybî bilgilere vakıf olabilirler.
Keşif ve ilham nedir?
Keşif ve ilham, akıl, zihin ve beş duyu ile bilinemeyen gaybı bilme aracıdır. Bazı bilgiler duyularla bazıları ise akılla bilinir. Âlimler ve mutasavvıflar keşfi çeşitli mertebelere ayırmışlardır. Mertebesine göre elde edilen bilginin kesin ve açıklığının da değişebileceği söylenmiştir. “İlme’l-yakîn”, “ayne’l-yakîn” ve “hakka’l-yakîn” diye ayrılan keşfî bilgilerin de her biri kendi içinde farklı sınıflara ayrılır.
Keşif ve ilham Hak Tealâ’nın bir lütfudur ve kulun mertebesine göre değişmektedir. Mesela Muhyiddin-i Arabî k.s. vahdet-i vücut anlayışını keşfî bilgilere dayandırarak kurmuştur. Daha sonraki asırlarda yaşayan İmam Rabbanî k.s. ise onun belli bir manevi derecede iken elde ettiği bilgileri kesin bilgi zannettiğini, bu bilgilerin eksik olduğunu söyler. Vahdet-i vücuttan bir sonraki mertebenin “vahdet-i şuhût” olduğunu Mektubât’ında uzun uzun anlatır ve delillendirir.
Meşhur din ve tasavvuf âlimi Tehanevî de yukarıdaki misal doğrultusunda keşfî bilginin keşif sahiplerinin yeteneklerine, makamlarına, kalp safiyeti ve ruhî arınma derecesine göre farklılaşacağını söyler. (Keşşâfu Istılâhâti’l-Fünûn)
İlham ve keşfi ifade etmek için kullanılan birçok terim Kur’an ve hadislerden alınmıştır. Bu sadece bir kelime alma işi değildir şüphesiz. Keşfin hakikatini ifade eden mana yönü de Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflere uygundur.
Gerçek keşfî bilgiyi elde etmenin ön şartı kalp tasfiyesi kabul edilmekle birlikte, doğuştan yeteneğin gerekliliği de çoğu zaman vurgulanmıştır. Buna göre meselenin bir tarafı insan iradesi ve çabasıyla, diğer tarafı Allah’ın bahşetmesiyle ilgilidir. Onun için bu yolda hâsıl olan ilme, “ilm-i mevhibe” adı verilir. Yani Allah vergisidir.
Mutasavvıflar keşfin talep edilmesini, keşif sahibi olmak için çaba gösterilmesini doğru bulmamışlardır. Onu daima Allah’ın bir lütfu olarak görmüşlerdir. Zaten keşfî bilgi şahsı ilgilendiren bir bilgidir ve dinin hükümler tarafına ait bir konu için delil olarak kabul edilmez. Bütün mutasavvıflar bu görüşte birleşmişlerdir.
Dini ve dünyayı ilgilendiren bir konu için zahir ilimlere bakılması ve onlara göre değerlendirme yapılması zorunludur. Tasavvuf ehli insanlar fıkha, sünnete bağlılığı tek doğru yol kabul etmiş, sözleriyle ve fiilleriyle daima bu yolda
yürümüşlerdir.
Keramet nedir?
Özellikle tasavvuf terbiyesi altında olanların keşif ve ilham kadar bilmesi gereken bir diğer konu da keramettir. Tasavvufî hayat içinde keramet konusunun önemli bir yeri vardır. Seyyid Şerif Cürcânî Tarîfât’ta kerameti, “Peygamberlik iddiasıyla herhangi bir ilişkisi bulunmayan bir kişiden olağanüstü bir hususun zuhur etmesidir.” şeklinde tarif eder ve şunları ekler:
“Olağanüstü bir durumun keramet olması için kendisinde bu hal görülen kişinin mümin ve salih amel sahibi iyi bir insan olması lazımdır. Keramet denilince anlaşılan şey de budur”.
Keramet, Ehl-i Sünnet âlimlerin-ce gerçek kabul edilmiş bir mevzudur. İmam-ı Azam Ebu Hanife rh.a. ilk akait kitabı olarak kabul edilen Fıkh-ı Ekber isimli eserinde mucizeden bahseder ve hemen ardından ekler: “Evliyanın da kerametleri vardır.” Daha sonra bu yoldan yürüyen bütün Ehl-i Sünnet âlimleri kerameti kabul etmişlerdir.
Keramet salih bir insanda zuhur ettiği için, salih olmayan kişilerde meydana gelen olağanüstü olaylara “istidraç” denilmiştir. Buradan hareketle, takvası eksik kişilerin yaşadıkları olağanüstü şeyleri keramet zannederek aldanabileceğine dikkat çekilir.
Keramet akla aykırı mı?
Kerameti tartışmaya açan ilk grup Mutezile âlimleridir. Onlar kerameti kendilerince akla aykırı bulmuşlardır. Fakat mutasavvıflar keramet ve harikulade olay ve hallerin gerçekleşebileceğini aklen, ilmen ve naklen ispatlamakta çok zorlanmamışlardır. Çünkü mucizenin gerçekleşmesini ispatlayan her delil kerametin de delilidir. Zaten kerametin gerçekleşmesi bu tür olayların sürekli olacağı anlamında değildir.
Burada dikkat edilmesi gereken husus, Hak Tealâ’nın sebep-sonuç ilişkisinin dışında, keramet tarzı şeyleri yaratmaya kadir olduğudur. O’nun kerameti yaratmasına engel olacak herhangi bir kayıt yoktur.
Mutasavvıflar kerameti kabul etmişler, önemsemişler, fakat asla bir hedef ya da üstünlük olarak görmemişlerdir. Tasavvufta keramet bir amaç değildir. Meşhur veli Bayezid Bistamî hazretlerinin tespitini burada hatırlamek gerekir. Bayezid’e demişler ki:
– Falan kişi havada uçuyor.
– Hiç önemli değil, leş yiyen kargalar da uçuyor.
– Filan kişi suda yürüyor.
– Olabilir, balıklar da suda yaşar.
– Falanca bir gecede Mekke’ye gidiyor.
– Hak Tealâ’nın lanetlediği şeytan da bir gecede doğudan ta batıya gidiyor.” (Kuşeyrî Risalesi)
Kendisinde keramet zuhur eden veli bundan memnun olmaz, hoşlanmaz. Bunun istidraç ve imtihan olma ihtimalini düşünüp Allah’tan hayâ eder ve belki endişelenir. İstidraç ehli ise kendisinde bir olağanüstülüğün ortaya çıkmasından mutlu olur, hoşlanır. Bunu hak ettiğine inanarak kibirlenir. Bunun sonucu da manen felakettir.
Kerametin ortaya çıkışıyla ilgili farklı kaviller vardır. Bazı âlimler, peygamberlere verilen mucizenin amacı neyse, kerametin zuhur etmesinin amacı da odur, demişlerdir. Mucizeler genellikle iman etmeyen kişi ve gruplar için gösterilmiştir. Nitekim “Sahabe zamanında kerametin az görülmesi, onların iman ve itikatlarının kuvvetli oluşundandır.” denilmiştir. Dolayısıyla kerametin artması, teslimiyetin zayıflaması olarak kabul edilir.
Maddi keramet manevi keramet
Keramet maddi ve manevi olmak üzere iki türlü olarak kabul edilmiştir. Maddi keramet adından anlaşılacağı gibi, görülen, duyulan şeylerle ilgili kerametlerdir. Mesela su üzerinde yürümek, havada uçmak, ateşte yanmamak gibi. Tasavvuf kitapları bu tür kerametlere ve menkıbelere geniş yer verir. Fakat bunların önem ve değerini abartmaz. Üstelik mutasavvıflar bunların ilâhi bir tuzak ve sınama olabileceğini dikkate alarak bunları istemezler.
Manevi keramet ise hakiki kerametlerdir. Bunlara ilmî, irfanî ve ahlâkî kerametler de denir. Dinin hükümlerine ve ahlâk kurallarına uyma, kulluk görevlerini yerine getirme ve günahlardan sakınma da bu tür kerametlerdendir. Bu tür kerametlerde ilâhi mekr (tuzak) ve sınama söz konusu olmaz. Zira bu Hakk’ın isteğidir.
Meşhur veli Sehl b. Tüsterî k.s. “En büyük keramet, kötü bir huyunu iyi bir huy haline dönüştürmendir.” demiştir. Bu durum tasavvufun tarifi ve gayesiyle de tam bir uyum halindedir. Muhammed Cerirî de “Tasavvuf her türlü kötü huyları terk ederek her türlü güzel huyu edinmektir.” (Kuşeyrî Risalesi) der.
Keşif ve keramet istenir mi?
Başta vurguladığımız gibi, keşif ve keramet Ehl-i Sünnet’in kabul ettiği unsurlardır. Haktır. Yani gerçektir ve dinimizde yeri vardır. Fakat dikkat edilmesi gereken hususlar da vardır. Yine belirttiğimiz gibi bu mevzular aşırı dikkat gerektirir.
Keşif ve kerametin hak olduğunu bilmemiz kadar bunların talep edilmeyeceğini de bilmemiz gerekir. Zira bu tarz talep içinde olmak bir eksikliktir. Sağlıklı düşünüp karar vermenin önüne geçecek bir durumdur. Var olduğunda bile sakınılması lazım olduğuna göre, olmasını istemek hiç doğru değildir.
Evet, keşif istenmez. Zira öğrenmemiz gereken, bize lazım olan bilgi zaten var. Zahirî ilimlerdeki bilgi bizi doğru yola sevk etmeye yeterli. Ayrıca bize keşfî bilgi gibi gelen zanlar, cin ve şeytan vesveseleri ile bazı rahatsızlıklara bağlı halüsinasyonlar yanıltıcı olabilir.
Keramet için de aynı durum söz konusudur. Zaten kişinin kendisinde keramet zuhur etmesini beklemesinin hiçbir izahı yoktur. Bir başkasından, özellikle mürşidinden keramet beklemek ise teslimiyetin zayıflığını gösterir. Hamlık ve cahilliktir.
Dikkat etmemiz gereken konulardan biri de eskiden beri üzerinde durulan keramet ve istikamet ilişkisidir. Ebu Ali Cüzcânî der ki: “İstikamet sahibi ol! Keramete talip olma. Zira Rabbin senden istikamet, doğruluk isterken, nefsin seni keramet istemeye özendirmektedir.”
Yine âlimlerimizden Şeyh Zerrûk da şöyle demiştir: “Bir veliye tabi olmak için keramet değil, mükemmel istikamet lazım. Bu da kayıtsız şartsız Hakk’a tabi olmaktan ibarettir. Onun için gerçek keramet doğru yol üzere olmaktır.”
Öyleyse bizim yapmamız gereken şey, keşif ve keramet aramak değil, istikamet üzere olmayı talep etmek ve bu yolda yürümektir.
xxxxxxxx
Vehbi ilim nedir?
Değerli kardeşimiz,
وَاَوْحَيْنَٓا اِلٰٓى اُمِّ مُوسٰٓى اَنْ اَرْضِع۪يهِ
“Musa’nın annesine ‘çocuğunu emzir’ diye vahyettik (ilham ettik)…” (Kasas, 28/7)
İlim, bir cihetle vehbî ve kesbî olmak üzere ikiye ayrılır. Kesbî ilim; okuyarak, dinleyerek, araştırarak öğrendiklerimizdir. Vehbî ilim ise, peygamberlere gelen vahiy ve veli zâtlara gelen ilham türünden olan bilgilerdir. Bunlardan birincisi satırdan, diğeri sadırdandır, yani kalptendir. İlham; kesbî değil, vehbidir, aniden kalpte beliren özel bir bilgiyi ifade eder.
Kalbe gelen dört türlü ilham vardır:
1. Şeytandan gelen vesveseler.
2. Nefisten gelen telkinler (hevacis).
3. Melekten gelen ilhamlar (havatır).
4. Allah’tan gelen ilhamlar (varidat).
Veli bir zâtın kalbine gelen ilham, başkalarını bağlayıcı değildir, ama dinin genel ölçülerine aykırı değilse reddedilmesi de uygun olmaz. Günümüzde bilimsel olarak “epifiz bezi”, "üçüncü göz” gibi kavramlarla anlatılan durumlar, tasavvuf ilminde “kalp gözü, kalp kulağı” gibi kavramlarla anlatılmıştır. Böyle halleri yaşamayan kimselerin, velileri de kendilerine kıyas ederek inkâr etmeleri yanlış olur. Bilim dünyasının sıra dışı Einstein, Nicola Tesla gibi fertleri olması misali, maneviyat dünyasının ilhama mazhar Abdulkadir Geylani, Şah-ı Nakşibend gibi evliyaları vardır.
Ayna ne kadar parlaksa, mukabilindeki eşyayı o kadar net yansıtır. Kalp aynası da ne kadar parlaksa, o kalpte ilham parıltıları o derece net olur. Böyle zâtlar, manevi mücadelelerine bir mükâfat olarak nice müşahadelere nail olurlar. Ama Jean Herbert'in de dediği gibi, "kıyıdakiler engin denizlere açılanların hikâyelerini şüpheyle karşılar." (Meriç, Bir Dünyanın Eşiğinde, s. 143)
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
SALİH VE TAKVA SAHİBİ KİMSELERİN İLHAMI İLİM SAYILABİLİR Mİ, BİR BAŞKA İFADEYLE İLHAM İLİM İÇİN BİR KAYNAK SAYILABİLİR Mİ ?
İlham nedir?
Kelime olarak ilham, “bir şeyi birden yutturmak” anlamında olup, ıstılah olarak “kalbe bir takım mana ve fikirlerin ilkâ edilmesi” anlamında kullanılır. “Allah’ın, kulun kalbine bıraktığı şey”, “feyz yoluyla kalbe bırakılan şey” tarzında da ifade edilmiştir.
Istılahî anlamdaki vahiy, peygamberlere has bir keyfiyet iken, ilham daha umumî bir karakter taşır. Veli kulun kalbine gelen ilham, meleklere yapılan ilham, hatta arı gibi hayvanlara yapılan ilhama kadar şümullü bir ifadedir.
Kur’an-ı Kerim’de “ilham” kelimesi sadece Şems suresi 8. âyette geçer. Bu surenin başında yüce Allah, güneşe ve aya, gündüz ve geceye, sema ve arza kasemden sonra, “Nefse ve onu en güzel bir biçimde şekillendirip fücur ve takvasını ilham edene yemin ederim ki, nefsini arındıran muhakkak kurtulmuştur. Onu kirleten de, hüsrana uğramıştır” buyurur. (Şems, 8-10)
Bu âyetler, insan nefsinin fücur ve takvaya kabiliyetli olduğunu beyan etmektedir. İnsan, nefsini hayra da, şerre de yönlendirebilir.
İnsanın terkîbi ulvî ve süflî alemden gelmiştir. Bundan dolayı insan, nefsi itibarıyla süfliyata meyyal, ruhu itibarıyla ise, ulviyâta müştaktır.
Surenin başında “güneş ve aya, gündüz ve geceye, sema ve arza” yemin edilmesi, insanın fücur ve takvadaki haline bir işaret gibidir. Yani, insan nefsi ya güneş gibi nuranî veya ay gibi zulmanîdir. Ya gündüz gibi aydınlık veya gece gibi karanlıktır. Ya sema gibi ulvî veya arz gibi süflîdir. İnsanı bu şekilde yükselten veya alçaltan, nuranî veya zulmanî yapan, fiillerine temel teşkil eden ilhamlardır. Çünkü insan nefsi, hem hayırlı ilhamlara, hem de şerli ilhamlara bir alıcı durumundadır. Allah’ın ve meleğin ilhamına muhatab olduğu gibi, şeytanî bir ilham olan vesveselere de muhatab olmaktadır. Allah’ın nefse fücur ve takvayı ilham etmesi ise, hayır ve şerri ona bildirmesi anlamındadır.
İlham da vahiy gibi sübjektif bir yapı arzeder. İlhamın keyfiyeti, tatmayanlarca bilinmez. Fakat onun bu bilinmezliği, kendisi hakkında fikir yürütmemize engel değildir. Bu nedenle, ilhamın keyfiyetiyle ilgili bazı görüş ve tecrübeleri kaydetmekte fayda görüyoruz:
“İlham, vicdanda ani bir surette belirir. Nereden geldiği his ve idrâk olunmaz. Açlık, susuzluk, üzüntü ve sevinç duyguları vicdanda nasıl duyuluyorsa, ilham da aynı şekilde duyulur.” (Gölcük, s. 291)
Böyle ani gelen bir ilham, beklenmedik ruhî, coşkun bir istila gibidir. Bundan dolayı da, kalbî hassasiyet ve aklî titizlik daima onu almaya hazır olmalıdır. Yoksa “Nurlar senin üzerine gelirler ve kalbini kainat içindeki eserlerin suretleriyle dopdolu görünce geldiği gibi giderler. Kalbini ağyarın suretlerinden boşalt ki, maarif ve esrar ile doldurasın.” (İskenderanî, s. 130)
İşârî tefsîr ekolünün mümtaz simalarından Bursevî kendi ilham tecrübelerinden bahsederken şöyle der: “Nefsimizde tattık ki, ilham ve hitab bazen Arapça lafızla, bazen de Farsça veya Türkçe olarak geliyordu.” (Bursevî, IV, 193)
Menar tefsirinde ise, “Kişi, firaset, ilham gibi gizli ruhî idrak vasıtalarıyla bir bilgiye ulaşabilir. Bu, çoğu kere ruha bazı levhaların açılması şeklinde olur. Bunun kesinliği, ancak vukûundan sonra anlaşılır. Böyle bir ilham, bazı keskin gözlü kimselerin başkalarının görmediği çok uzak mesafeyi görmeleri gibi bir haldir” ifadeleriyle, ilhamın, çok özel bir bilgi türü olduğu vurgulanır. (Abduh, VII, 422-423)
Fakat gayb, derece derecedir. Gaybın en derin noktasını ne bir peygamber, ne de bir veli bilemez. Ezelî kaderin vukua çıkma, tezahür etme zamanı yakınlaştıkça, o hadise gayb hazinesinden yavaş yavaş ayrılıp, insanın kavrayış ufkuna, dünya semasına doğru gelir. Denizin ta dibindeki cisim görünmez. Ama dipten ayrılıp yüzeye doğru gelen cisim, yüzeye yaklaştıkça kuvvetli gözler tarafından görülür. İşte gaybın, derinliklerinden ayrılıp şehadet âlemine doğru yaklaşan olayları da, basiret gözü açık olan bazı keşif erbabı görebilir.
Allah’ın veli kulları ilhama mazhar oldukları gibi, hassas ruhlu sanatkârlar, şairler, kendi sahasında fani olmuş ilim adamları da ilhama mazhar olmaktadırlar. Bunlar, hayatın günlük akışı içinde başkalarının göremediğini görürler, sezemediğini sezerler, hissedemediğini hissederler. Bir başka ifadeyle, bilginin bambaşka bir boyutunda yer alan kimi sezgiler ve dimağlar, bize göre verimsiz gibi gelen bir zeminden diriltici sular, ilâhî temaslar elde edebilirler.
Hatta, belli bir meseleyi, uzun bir müddet çok uğraşmamıza rağmen çözemezken, bir gün aniden onun çözümünü içimizde buluruz. Bütün bilgi basamaklarını atlayarak bizi ani bir şekilde sonuca ulaştıran bu kabiliyetimiz hadsden (sezgiden) başka bir şey değildir.
Her insanda bilkuvve mevcut olan böyle bir sezgi, şair ve sanatkârlarda, ilim adamlarında çok daha hassastır. Bugün beşeriyetin istifade ettiği ilim ve teknoloji ürünleri, çoğu kere böyle sezgilerin neticesidir. Bunları, sadece zekânın eseri görmek yanlış olacaktır. Dâhi insanlar, kendilerinde bulunan gözlem ve anlama gücünden başka, sezgileri ve yaratıcı muhayyileleri ile başkaları için gizli olanı sezer, görünüşte ayrı olan olaylar arasındaki ilişkileri anlar, gizli bir hazinenin varlığını tahmin ederler.
“Mülhem keşşaflar” diyebileceğimiz bu kişiler, kendi sahalarında âdeta fâni olmuşlardır. Bütün dünyalarında araştırdıkları mesele vardır. Her şeye o zaviyeden bakarlar. Bir müzisyenin dünyası notalardan meydana gelmiştir. Bir ressamın dünyası, renkler ve şekiller dünyasıdır. Mesleğinde fâni olmuş bir kimyacının nazarında âlem büyük bir laboratuardır. Bir şairin dünyası, kelimelerin armonisinden örülüdür. Bunlar ve benzerleri, kendi branşlarının gemisinde, sisle örtülü sırlar okyanusunda ilerlerken, zaman zaman ilerdeki kayaları hayal meyal görür gibi olurlar. Ardından tekrar bir sis etrafı kaplar. Bazen de bir rüzgâr eser, bütün sis bulutlarını dağıtır. Önlerindeki kayaları ve ilerdeki kıyıları onlara açık ve net olarak gösterir. Böylece kayalardan aşarlar, kıyılardan geçerler. Gerçeğin yeni ufuklarına doğru kürek sallarlar.
Şöyle veya böyle, kendisine bu tarz ilham gelen birisi şiirde yeni bir ufka açıldığı gibi, kendini sanatına adamış mülhem sanatkârlar, kendini ilmî keşiflere adamış mülhem keşşaflar da bir gün kendilerini yepyeni bir iklimde bulabilmektedirler.
Kevnî sırlara dalmak isteyenlere kâinat sırları açıldığı gibi, ilâhî sırlara ermek isteyenlere de, marifet nurları saçılacaktır.
İlham ne derece bağlayıcıdır?
İlhama mazhariyetle elde edilen bilgi, çoğu kere o şahsı ilgilendiren cüzî şeyler içindir. Yani, ya sıkıntılı halinde gelen bir teselli veya içinden çıkamadığı bir müşkilin halli veya kendisi ve çevresiyle ilgili geleceğe yönelik bir müjde şeklindedir.
Bu tarz bir ilhamın değeriyle ilgili olarak ekseriyetin görüşü, ilhamın başkasını bağlayıcı bir bilgi türü olmadığıdır. Taftezanî “Akaid” metninde geçen “İlham, ehl-i hak nezdinde bir şeyin sıhhatini bilme yollarından değildir” cümlesini şöyle açıklar:
“Müellif bununla “İlham, bütün insanların kendisiyle ilim elde ettiği ve başkasını bağlayıcı bir sebep değildir” manasını murad etmiştir. Yoksa şüphesiz ilham yoluyla her hâl ü karda bir ilim elde edilmektedir.” (Taftezanî, s.13-14)
Diğer bir ifadeyle, “kelâmcılar, ilhamın vukuunu değil, bu yolla elde edilecek bilginin, başkası için delil olacağını kabul etmezler.” (Çelebi, s. 249)
Meselâ birisi “kalbime ilham edildi ki, şu tarihte şu olay olacak” dese, onun bu ilhamı başkasını bağlayıcı bir hüküm taşımaz. Bu ilhamının hükmü zamana bırakılır. Zaman onu ya tasdik eder veya yanlış gördüğünü ortaya koyar.
Kalbine ilham gelen kişi, bunun ilâhî menşeli olduğunu hissederse, kendisi onunla amel eder. Nitekim Hz. Musa’nın annesi kalbine gelen ilhama göre hareket etmiş, küçük Musa’yı sandık içinde Nil’in sularına bırakmıştır.
Bu noktada şunu da belirtmek isteriz ki: İnsanın kalbi sadece Rahmanî ilhamlara yönelik bir alıcı durumunda olmayıp, şeytandan da ilham almaya kabiliyetlidir. Bundan dolayı, ilhama mazhar olan kişi, eğer dinin hükümlerini iyi bilmiyorsa, şeytanların oyuncağı olabilir. Kalbine gelen şeytanî ilhamı, Rabbanî zannedip hem sapar, hem de saptırır.
Anlatılır ki, Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’a biri “Yalancı peygamber Muhtaru’s- Sakafî kendisine vahiy geldiğini iddia ediyor” deyince İbn-i Ömer “Doğru söylemiş” der ve şu âyeti okur:
“Şüphesiz şeytanlar kendi dostlarına sizinle mücadele etmelerini vahyederler” (En’am, 121) Yani, vesvese yoluyla ilham ederler. Ehl-i imanla mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. (İbnu Kesir, II, 170)
Demek ki, bilhassa şeytan fikirli insanlar, şeytanî ilhamlara maruz kalırlar. Şeytan, ehl-i imana vesvese verip günahlara sevketmek istediği gibi, ehl-i küfre de mesajlar gönderir, ehl-i imanla uğraşmalarını sağlar.
“İmansızlıkla şeytanet arasında bir cazibe vardır. Korusuz bahçeye haşerat musallat olduğu gibi,
“Görmedin mi biz, kâfirlerin üzerine kendilerini iyice (azgınlığa) sevkeden şeytanları gönderdik” (Meryem, 83) medlulünce, imansız kalplere de şeytanlar musallat olur. İmansızlar şeytaneti sever. Şeytanî hasletlere, hareketlere meftun olurlar. Hayırsız, hayırsızla düşer kalkar. Eşkiyanın reisi, en büyük şaki olur. Bunun gibi, imansızların bütün temayülleri şeytanette olduğundan, önlerine şeytanlar düşer, başlarına şeytanlar geçer” (Yazır, III, 2148)
Günümüzde, memleket çapında ve dünya çapında ehl-i imanla uğraşanları gördükçe, üstteki âyetin manasını daha iyi anlayabiliyoruz.
Vahiy – ilham farkı
Vahiyle ilham arasındaki farkları bilmek, ilhamın değerini ve keyfiyetini anlamamıza yardım edecektir. Şöyle ki:
1- İlham, mutasavvıflarca ve bazı kişilerce bir delil sayılabilir. Ancak o, çoğunluğu bağlayan bir hüccet değildir.
2- Vahyin kaynağı kesin olarak ilâhî olmakla birlikte, ilhamın kaynağı her zaman ilâhî olmayabilir. Onun için, vahiy katî olup, ilham zannîdir. Çünkü, vahiy melek vasıtasıyla gelir. Melekte hata ihtimali yoktur. Fakat kalbin akıl ve nefisle alakası olduğundan, bunlardan etkilenir. Bundan dolayı, o meyanda yanılmalar olabilir.
3- Vahiyde mündemic olan risalet, bütün beşeriyete aittir. Halbuki ilham, yalnızca buna mazhar olan şahsa mahsustur. Vahiy, bütün âlemi aydınlatan güneş gibidir. İlham ise, sadece ilhama mazhar kişiyi aydınlatan bir lamba gibidir.
4- Vahye mazhar olan peygamber, aldığı vahyi insanlara tebliğle mükellefdir. Hâlbuki bir veli, kalbine gelen ilhamı tebliğe memur değildir. Hatta çoğu kere gizlemesi daha efdal olmaktadır.
5- Vahiy gölgesizdir, safidir, peygamberlere hasdır. İlham ise, gölgelidir. Renkler karışır. İnsandan başka, melekler ve hayvanların da mazhar olduğu bir keyfiyettir.
Hz. Musa’nın Annesi
Kur’an-ı Kerim, Hz. Musa’nın annesine gelen ilâhî ilhamdan bahseder. Şöyle ki:
Hz. Musa dünyaya geldiği sıralarda Mısır’a hükmeden Firavun, Benî İsrail’in erkek çocuklarını öldürtmektedir. Oğlunun da öldürülmesinden endişe eden Hz. Musa’nın annesine şu ilâhî teselli gelir:
“Çocuğunu emzir, Onun başına bir şey gelmesinden korktuğunda onu (sandık içinde) denize bırak. Korkma ve üzülme! Biz onu tekrar sana kavuşturacağız ve onu peygamberlerden yapacağız.” (Kasas, 7)
Hz. Musa’nın annesine gelen bu ilham, onu teselli edici ve yönlendirici bir keyfiyet arzetmektedir. Aynı zamanda ileriye yönelik iki müjdeyi taşımaktadır. Bu iki müjde, Musa’nın annesine geri döndürülmesi ve küçük Musa’nın, ilerde bir peygamber olacağıdır. Musa’nın annesine il¬hamın nasıl ve ne şekilde geldiği meçhulümüz olmakla beraber, bunun rüyada bildirilmesi, ya da Hz. Meryem’de olduğu gibi, melek gönderilmesi şeklinde olabilir.
Bu şekilde bir ilhama mazhariyeti, sadece Musa’nın annesine has bir olay olarak görmek hatadır. Benzeri durumlarda böylesi ilhama mazhar pek çok kişi vardır. Bu ilhamlar, Musa’nın annesi örneğinde olduğu gibi, “teselli edici, yönlendirici ve gelecekten haber verici” özellikler taşımaktadır
.
İlm-i ledün (ledün ilmi / bâtın ilmi) denilen ilme sahip olanların, sahip oldukları bilgileri açıklamamalarının hikmeti ne olabilir?
Değerli kardeşimiz,
Ehl-i tasavvuf, duyu, akıl ve tecrübe dışında, bir de ilm-i ledün (ledün ilmi / bâtın ilmi) kabul ederler. İlm-i ledün, vehbî bir ilimdir. Hz. Hızır’ın ilminden bahseden ayetteki “Ledün” kelimesinden hareketle, bu isim verilmiştir. Böyle bir bilgi, özel bir bilgidir. Bu bilgi, olayların içyüzüne vukufiyeti sağlar. Bir çeşit gayb bilgisi, sırlar bilgisidir.
Mutasavvıflar dinî ilimleri biri zahir, diğeri bâtın olmak üzere ikiye ayırır; hadis, fıkıh ve kelâm gibi ilimlere zahir ilimleri, tasavvufa da bâtın ilmi adını verirler. Zahirî ilimlerle meşgul olanlara zahir ulemâsı, rüsum ulemâsı ve ehl-i zahir; kendilerine de bâtın ulemâsı ve ehl-i bâtın derler.
Mutasavvıflara göre naslardaki gizli mânaları, ibadetlerin manevî ve ahlâkî özünü, varlık ve olayların arkasındaki sırları açıklığa kavuşturan bâtın ilmi gizlidir ve onu halka açıklamak caiz değildir. Çünkü halk bu yüksek ilmi ve ondaki ince mânaları ya anlayamaz veya yanlış anlar. Bu yüzden bâtın ilmi ancak zeki, yetenekli, istekli ve kalp gözü açık kimselere öğretilir.
Bâtın ilmini işaretle değil sözle anlatan ilk süfî Zünnûn el-Mısrî'dir (ö. 245/859). Fakat o bu ilmi sadece kendisine inananlara anlatmaktaydı. Cüneyd-i Bağdadî bu ilmi mahzenlerde ve kapalı kapılar ardında öğretiyordu. Tasavvuf tarihinde bâtın ilminden kürsülerde açıkça bahseden ilk sûfînin Şiblî olduğu söylenir.(1) Bununla beraber bâtın ilmi geniş ölçüde her zaman gizli öğretilmiş, bu anlayış tarikatlarda da devam ettirilmiştir.
Mutasavvıflara göre bâtın ilmi İslâm'dan ayrı ve onun dışında bir ilim değildir. Bu ilim esasen nasların derîn ve ince mânalarından ibaret olup Hz. Peygamber (asm) tarafından bazı sahâbîlere öğretilmiştir. Nitekim onun sırdaşı (sâhibü sırri'n-nebî) Huzeyfe b. Yemân'a bazı sırlar tevdi ettiği, ayrıca Ebû Hüreyre'nin, "Hz. Peygamber'den iki ilim öğrendim; birini yaydım, öbürünü saklı tuttum, onu da yaysaydım başımı keserlerdi." dediği rivayet edilir(2). Hz. Peygamber (asm)'in dinde fakih olması için dua ettiği İbn Abbas'ın ilminin de bâtın ilmi olduğu söylenir.
Cüneyd-i Bağdadî, Hz. Musa (as)'ın Hızır'dan öğrendiği "ledün ilmi"(3) ile Hz. Ali'nin (ra) bildiği bâtın ilminin aynı şey olduğunu söyler. Serrâc'a göre Kur'an'ın, hadisin ve İslâm'ın da zahir ve bâtını vardır. Geniş anlamıyla "şeriat ilmi" bu ikisini de ihtiva eder.
Gazzâli namaz, oruç, zekât, hac ve Kur'an tilâveti gibi bütün ibadetlerin bir zahirî, bir de bâtınî yönü bulunduğunu ifade ederek zahirî amel-bâtınî amel, zahirî hüküm -bâtınî hüküm, zahirî edep-bâtınî edep, zahirî temizlik-bâtınî temizlik gibi ikili ayırımlar yapar.
Meselâ ona göre rükû'un zahirî mânası eğilmek, bâtınî mânası saygı göstermektir. Zahirî mâna beden, bâtınî mâna ruh gibi olduğundan bâtınî yönü gerçekleşmeyen ibadetler cansız sayılır.
Kelâmcılar bilgi kaynağı olarak akıl ve beş duyu ile haber-i sâdık içinde düşündükleri peygamberlere gelen vahiy ve ilhamı kabul ederler. Gazzâlî, Râzî, Âmidî gibi müteahhir devir kelâmcıları mutasavvıfların keşf, ilham, bâtın ilmi gibi deyimlerle ifade ettikleri bilgileri de bilgi kaynağı olarak kabul etmekle birlikte, bu tür sübjektif bilgileri vehim ve kuruntulardan ayırabilmek için bunların Kitap ve Sünnete uygunluğunu esas almışlardır. Kelâmcıların bu görüşü aslında süfîlerin, "zahire aykırı düşen her şey bâtıldır" ilkesinin değişik bir şekilde ifade edilmesinden başka bir şey değildir. Teftâzâni'nin, "İlhamla ilim hâsıl olursa da bu ilim herkes için bir delil teşkil etmez." sözü bu konuda kelâmcıların ortak görüşlerinin özeti sayılabilir.(4)
Şu nokta da unutulmamalıdır ki; insan kalbi, Rahmanî ilhamlara alıcı olduğu gibi, şeytanî vesveselere de açıktır. İkisini birbirinden ayırt edemeyen aldanır ve aldatır. “Keşfiyat te’vîle, rüyalar tabire muhtaçtır.”(5) esasını bilmeyen, bu vâdide çok yanılır. Kur’an hakikatlerine ters düşen rüyalar ve ilhamlarla amel edilmez, bu tür keşifler mutlaka tevil edilmelidir.
Dipnotlar:
1. Câmî, s. 33.
2. Buhârî, "ilim", 42.
3. el-Kehf 18/65.
4. DİA, Batın İlmi Md.
5. Nursî, Kastamonu Lahikası, s. 249.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
İLHAM
Feyiz yoluyla kalbe ilka olunan mana. Akıl yürütme ve düşünmeye dayanmadan kalpte doğan bilgi. ilhamın çeşitli tarifleri yapılmakla beraber ortak noktaları dikkate alındığında şöyle tarif edilebilir; herhangi bir istidlal yoluna başvurmadan insanın ruhî melekeleri vasıtasıyla bir konu hakkında ilim sahibi olması.
Kur'an-ı Kerim'de Allahu Teâlâ'nın arıya vahyettiği anlatılmaktadır (en-Nahl, 16/68). Bu vahiyle kastedilen ilhamdır. Yine Kur'an'da peygamber olmadığı bilinen şahıslara geldiği bildirilen vahiy ilham ile tefsir edilmiştir. Allah Hz. Musa'nın annesine "çocuğu emzir, başına gelecekten korktuğun zaman, onu suya bırak, korkma, üzülme biz şüphesiz onu sana döndüreceğiz ve peygamber yapacağız" (el-Kasas, 28/7). Bu ayet-i kerimedeki vahyin ilham olduğu kabul edilirse, ilhamın uykuda ve uyanık iken geldiği söylenebilir. Nitekim Allahu Teâlâ'nın Hz. İbrahim'e oğlunu kurban etmesini söylemesi uyku halindeki ilhama misaldir (Ramazan Efendi, Haşiye ala Şerhi'l-Akâid, s. 63).
İslâm akâidinde, ilim elde etme yolları arasında ilham kabul edilmemiştir. Kelâm âlimlerinin çoğu bu görüştedir. Ancak bu meseleyi Taftazanî (ö. 797/1395) şöyle yorumlamıştır: İlham herkes için bilgi vasıtası değildir. Başkasına karşı delil olarak kullanılmaya elverişli de değildir. Kişinin kendisi için ilham delil olabilir. Çünkü ilhamla ilim hasıl olduğu konusunda şüphe yoktur. Bu hususla ilgili hadisler mevcuttur. Bir çok seleften bununla ilgili haberler nakledilmiştir (Taftacanı, Şerhu'l-Akâid, terc. Süleyman Uludağ. s. 121).
Gazzalî, Razî ve Âmidî gibi bazı kelâmcılar nazar ve istidlal söz konusu olmaksızın ilhamla yakînî ve kat'î bilgilerin elde edileceğini kabul ederler. Ancak ilham zannedilen şey vahim olabilir. Şeytan'ın vesvesesi olabilir. Bunun için ilhamı vahim ve vesveseden ayırabilmek için onun dine uygunluğunu âyetlerle ve hadislerle kontrol etmek gereklidir. Bu şekilde kabul edilen ilham bile dinler ve mezhepler konusundaki tartışmalarda ölçü değildir (bk. İsmail Hakkı İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, I, 59).
Vahiy ile ilham arasındaki farklı yanlar şunlardır:
1. Vahiy yalnızca peygamberlere gelir.
2. İlhamda melek gözükmez.
3. Kendisine ilham gelen kişi bunu gizleyebilir. Hatta gizlemesi daha güzeldir. Peygamber vahyi gizleyemez,
4. Vahiyde kesinlik vardır. Peygamber vahyin, Allah'tan geldiğini kesin olarak bilir. İlham zannîdir (Zurkânî, Menâhilu'l-İrfân, Kahire 1954, I, 64).
İham, Batı dünyasında mistisizm; Doğu dünyasında ve özellikle İslâm aleminde tasavvufun gerçeğe ulaşma yollarından biri ve en önemlisi olan sezgi (hads-instuition) ile eş anlamlı kullanılmıştır. Sûfiler ilham'ı bir bilgi edinme yolu olarak kabul etmiştir (Cürcânî, Ta'rifât, s. 35)
.
İlham - Vahiy konusunda en çok merak edilenler
.DİNİ İSTİSMARA AÇIK BİLGİ KAYNAĞI OLARAK “AYRICALIKLI BİLGİ”: KEŞF, İLHAM VE RÜYA –FELSEFİ BİR ANALİZLatif TOKAT* Özet: İslam düşüncesinde bilginin üç temel kaynağının olduğu kabul edilir. Bunlar, haber bilgisi, aklî bilgi ve duyu bilgisidir. Haber bilgisi kelimenin dar anlamıyla bir insan olarak sadece peygambere özgü bilgi çeşididir ve kaynağı Tanrı’dır. Ancak bir insan olarak peygamberlerin böyle bir bilgiye sahip olmaları başka insanların da aynı kaynaktan bilgi edinmelerinin mümkün olabileceği fikrine yol açmıştır. Adı, keşf, ilham ve rüya yoluyla bilgi edinme olarak anılsa da, aslında peygamber dışındaki insanların sahip olduğu bu bilginin gördüğü muamele vahiy bilgisinden çok da farklı olmamıştır. Doğal olarak böyle bir bilgiye sahip olan kişiler de tıpkı peygamberlerde olduğu gibi “ayrıcalıklı kişi” muamelesi görmüştür. Bu araştırmada İslam düşüncesinde temel teolojik tartışma konularından birisi olan “ayrıcalıklı bilgi” ve bununla bağlantılı olan “ayrıcalıklı kişi” probleminin gerçekliği, sebepleri, dayanakları, temelleri ve sonuçları teolojik yönleriyle ele alınmıştır. Bununla birlikte bu düşüncenin sebep ve sonuçlarının, felsefi, psikolojik ve fenomenolojik analizleri yapılmaya çalışılmıştır. Anahtar Kelimeler: Ayrıcalıklı Bilgi, Dini İstismar, Keşf, İlham, Rüya “Privileged Knowledge” as a Way of Religious Exploitation: Kesf, Inspiration and Dream -A Philosophical AnalysesAbstract: It is accepted that Islamic thought has three basic sources of knowledge. These are revelation, reason and sensory knowledge. Revelation is only a kind of knowledge that specific to the prophet as a human being in the narrow sense of the word, and its source is God. However, if prophets, as a human being, have such a knowledge it is possible that other people may be able to obtain similar knowledge from the same source. Although the name is known as Kesf, Inspiration and Dream, it is seen not much different from the knowledge of revelation. Naturally, those who have such knowledge have seen as “the privileged person” just as they were in the prophets. In this research, the theological aspects of “the privileged knowledge” which is one of the main religious discussion topics in Islamic thought, and tied topic to it “the privileged person” problems are discussed in terms of its reality, causes, bases, foundations and results. However, anthropological, psychological and phenomenological analyzes of the causes and consequences of this thought were also discussed. Keywords: Privileged Knowledge, Religious Exploitation, Kesf, Inspiration, Dream 388 Latif TOKAT Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2017/2, c. 16, sayı: 32 1. Giriş İslam düşüncesinin farklılaşmasını sağlayan iki temel başlık Varlık ve Bilgi anlayışıdır. Varlık felsefesi Kelamın ele alması gereken ana konulardan birisi olmasına rağmen maalesef ihmal edilmiş, bilgi felsefesi İslam ilahiyatının belirleyici ve ayırıcı noktası olmuştur. Bilginin kaynağı konusunda, haber ve buna bağlı olarak “nakil bilgisi” hakim bilgi anlayışı olmuştur. Katı Kelami ve Fıkhi anlayışa bir reaksiyon olarak Tasavvufi düşünce, her ne kadar Varlık’ı öncelemişse de, bir bakıma haber ve nakil bilgisine ilaveten keşf, ilham ve rüya gibi bilgi kaynaklarına dayanarak haber bilgisinde olduğu gibi ayrıcalıklı bilgi yolunu devam ettirmiş ve hatta vurgulamıştır. “Ayrıcalıklı bilgi” ifadesiyle kastettiğimiz şey, keşf, ilham ve rüya yoluyla elde edilen, her ne kadar sadece sahip olan kişiyi bağlayıcı olduğu kabul edilse de, ilahi kaynaklı olması iddiası nedeniyle doğruluğundan şüphe edilmeyen ve bu yüzden dokunulmazlığı olan kesin bilgidir. Ancak klasik ifade yerine bu terimi seçmemizin sebebi gerek bilgiyi aktaran kişinin gerekse bilginin elde edilme biçiminin sıradışı, tartışılmaz ve eleştirilmez olması, kaynağının ise akıl, duyu ve deney gibi insani olmayan dolayısıyla da zımnen ayrıcalık kazanan yönünü vurgulamak içindir. Allah’ın peygamberle, yani bir insanla tek taraflı da olsa iletişim kurmuş olması ve bilgi aktarması ayrıcalığı, vahyin sona ermesinin ardından, bazı Müslümanları bu ayrıcalıklı durumu başka şekillerde sürdürme psikolojisine itmiştir. Başı ve sonu belli olan Kur’an’ın ardından, insanüstü kaynağa ve vahyin muhatabı olan Hz. Peygambere dayandığı için yine vahiysel bir bilgi olarak kabul edilen hadislerin de sona ermesiyle, keşf, ilham ve rüya yeni bir ayrıcalıklı bilgi arayışının karşılığı olmuştur. Burada bütün mesele insana ulaşan bilginin daima ayrıcalıklı bir kişiden ya da kaynaktan gelmesi arzusudur. Zira Kur’an ayrıcalıklıdır, hadisler ayrıcalıklıdır ama her ikisi de sona ermiştir. Dolayısıyla bu ayrıcalıklı duruma sahip olan bir bilgi kaynağına ihtiyaç duyulmuştur. Bu çalışmada ayrıcalıklı bilginin ve onunla ilişkili olarak var olan ayrıcalıklı kişinin imkanı ve sonuçları tartışılacaktır. Probleme felsefi bir perspektiften bakılarak, ayrıcalıklı bilginin olabilirliği tartışılırken felsefi ve psikolojik analizler yapılmaya çalışılacaktır. Dini İstismara Açık Bilgi Kaynağı Olarak “Ayrıcalıklı Bilgi”: Keşf, İlham Ve Rüya –Felsefi Bir Analiz- 389 Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2017/2, c. 16, sayı: 32 2. Bilgi Kaynağı Olarak Haber İslam düşüncesinde bilginin üç temel kaynağı kabul edilir, bunlar Haber, Duyu/Deney ve Akıl bilgisidir.1 Haber bilgisinin gövdesini oluşturan vahiy, vehbi bir bilgi edinme yolu olup, diğer bütün bilgi kaynaklarına nispetle mutlak, kesin ve dokunulmazlığı olan bir bilgi olarak ayrıcalıklıdır. Bu mutlaklık, kesinlik ve ayrıcalıklı olma vasıflarını iman edilen bir peygambere dayanmasından alır. Vahyin mahiyetinin ne olduğu burada ikincil planda kalır. Zira peygambere güven ve iman olmaksızın bu bilgiye ulaşılamaz. Dolayısıyla peygambere iman, önemi bakımından Allah’a imandan sonra gelse de, sıralama bakımından İslam inancının birinci ilkesidir diyebiliriz. Haber bilgisinin Kur’an dışında ikinci bir şekli Hz. Peygamberden rivayet edilen Hadis-i Şerif’lerdir. Hz. Peygamberin ağzından dini anlatma ve açıklama maksatlı ifade edilen sözler ve ondan nakledilen uygulamalar da haber bilgisi niteliğindedir. Hadislerin sıhhatiyle ilgili tartışmalar bir yana, ilkesel olarak Hz. Peygamberden dini anlatma ve açıklama maksatlı bize ulaşan ifadeler bütün inananları bağlayıcıdır. Burada bizi ilgilendiren, sıhhati açıklığa kavuşmuş ve yorumlama konusu edinilen sahih hadisin bağlayıcılığıdır. Dolayısıyla haber yoluyla ulaşması ve peygamberden sadır olması yönüyle Hadisler de tıpkı vahiyde olduğu gibi ayrıcalıklı muamelesi gören bilgi kaynaklarıdır. Kur’an ve Hadis, zaman ve mekana göre nasıl anlaşılıp yorumlanacakları konusu bir yana, nakille gelen bilgiler olarak “hazır bilgi” kaynaklarıdır. Vahye dayalı yazılı bir metin olarak Kur’an, ancak açıklama/tefsir ve yorumlamaya tabi tutulabilecek, insanın bizzat kendisi tarafından üretilmemiş ve din konusunda bilgi edinme açısından hazır ifadelerdir. Hadisler ise peygamberin uygulamaları ve sözleri olması veya din koyucu otoriteye ait olmaları nedeniyle yine din konusunda bilgi edinme açısından hazır ifadelerdir. İlkesel olarak Hz. Peygamberin son peygamber olması nedeniyle Kur’an ve Hadis dışında ayrıcalıklı bilgi kaynağı artık mümkün değildir. Ancak pratikte durum böyle olmamıştır. Haber yoluyla bilgi edinme yöntemi değişik yollarla peygamberden sonra da devam ettirilmeye çalışılmıştır. Bazen doğrudan Allah’tan, bazen de peygamberden keşf, ilham ve rüya yoluyla “manevi rivayet” adı altında 1 Taftazani, Kelam İlmi ve İslam Akaidi, haz.: Süleyman Uludağ, Dergah Yay. 3. Baskı. İstanbul 1991, s. 105-106; Özcan, Hanifi, Maturidi’de Bilgi Problemi, İFAV Yay. İstanbul 1993, s. 57-77. 390 Latif TOKAT Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2017/2, c. 16, sayı: 32 bilgi edinme şekillerinden bahsedilmiştir. Keşf, ilham ve rüya şu veya bu şekilde birer ayrıcalıklı bilgi kaynağı olarak yer almıştır. Bunun teolojik, felsefi, psikolojik ve antropolojik nedenlerine ve doğurduğu sonuçlara geçmeden önce keşf, ilham ve rüyanın yapısı ve yeriyle ilgili bazı hususlara değinmek istiyoruz. 3. Ayrıcalıklı Bilgi Kaynağı: Keşf ve İlham Tasavvufi düşüncede keşf ve ilham ayrıcalıklı bilgi muamelesi gören bir bilgilenme yolu olarak kabul görmüş ve temel dayanak olmuştur. Kelamın insanı, varlığı ve insanın varoluşsal durumunu kuşatamaması ve ihmal etmesi reaksiyoner olarak tasavvufi düşünce içinde başka arayışları getirmiştir. Keşf ve ilham akıl dışında, üstelik hatasız ve spekülasyondan uzak bilgi kaynakları olarak tercih edilmiştir. Öte yandan keşf ve ilham yoluyla sadece epistemolojik değil, zımnen ontolojik olarak da Tanrı’yla doğrudan temas kurma imkanı sağlanmış olacaktır. Dolayısıyla keşf ve ilhama başvurulmasının varoluşsal bir boyutundan bahsedebiliriz. Keşf ve ilham “akıl, duyu ve deney yolu ile bilinmeyen gaybı bilme araçlarıdır.” Keşf, “bir şeyin üzerindeki örtüyü kaldırmak, perdenin arkasındaki şeyleri görmek” anlamında olup, gayb alemiyle şehadet alemi arasındaki örtünün kalkmasıdır.2 S. Uludağ’a göre, “gaybı bilme konusunda Kur’an’da iyi ve müsbetlerin karşısına kötü ve menfiler de konulur. Yani sadece gaybı bilen peygamberler, veliler, takva sahibi müminler değil, kafirler, fasıklar, kahinler, sihirbazlar ve müneccimler de bazen bunu bilebilirler. “Ulemanın büyük bir çoğunluğuna, mutasavvıfların da tamamına göre evliya, sıddiklar, arifler, takva sahibi salih müminler de ‘Allah’ın, gaybla ilgili bazı hususlara vakıf kıldığı peygamberler’ zümresine dahildirler. Hatta bazen sıradan müminlerde bile nadiren bu durum görülebilir.”3 Bu durumda, gayb bilgisine sahip kişinin müsbetlerden mi yoksa menfilerden mi olduğunu anlama imkanımız yoktur. Elimizde bir kriter asla olmayacağına göre böyle bir bilginin varlığından bahsetmenin pratikte sonuçlarının ne olacağı tartışılmalıdır. 2 Süleyman Uludağ, “Gaybın Bilinmesinde Keşf ve İlhamın Rolü”, Kur’an ve Tefsir Araştırmaları VI, Ensar Yay. İstanbul 2004, s. 283-285; Ahmet İshak Demir, Mütekaddimin Devri Kelamcılarına Göre Bilgi Kaynağı Olarak Keşf ve İlham, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Ü. Sosyal Bilimler Ens. 1993, s. 26-33. 3 Uludağ, “Gaybın Bilinmesinde Keşf ve İlhamın Rolü”, s. 274. Dini İstismara Açık Bilgi Kaynağı Olarak “Ayrıcalıklı Bilgi”: Keşf, İlham Ve Rüya –Felsefi Bir Analiz- 391 Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2017/2, c. 16, sayı: 32 Uludağ, keşf ve ilham bilgisinin karakteristik özelliklerini şöyle özetlemektedir: 1) Keşf ve ilhamla elde edilen bilgiler tümel değil tikel mahiyettedir. Sadece belli bir kişi veya olayla ilgilidir. Dolayısıyla bu bilgiden genel bir kural çıkarılamaz. 2) Keşf ve ilham bilgisi bireye ve kişiye özel olduklarından o kişiden başkasını bağlamaz. 3) Keşf ve ilhamla elde edilen bilgi şer’i bir hüküm niteliğinde değildir. 4) Keşf ve ilhamla elde edilen bilgi emredici ve yasaklayıcı özellikte değildir, sadece tavsiye niteliğindedir. Dolayısıyla “keşf ve ilhamla hasıl olan gayba ve dini konulara ilişkin bilgiler” zanni bilgilerdir. Açık ve kesin bilginin bulunmadığı yerde bu tür bilgiler değerlidir.4 Kelam, keşf ve ilhamı hem bir bilgi kaynağı olarak değerlendirmemiş, hem de gerçekliği konusunda güvenilir olmadığını savunmuştur. Taftazani’nin ifadesiyle, “ilham, hak ehli olanlara göre bir şeyin sıhhatini bilme konusunda ilim elde etme vasıtası değildir.”5 Her ne kadar keşf ve ilhamın din içindeki yeri bu şekilde tarif edilse de, pratikte ona atfedilen değer farklı olmuştur. Keşf ve ilham yoluyla gayb bilgisini peygamberler dışında yukarıda sayılan kişiler de elde edebiliyor ve her ne kadar bu bilgi sadece kişiyi bağlayan sübjektif ve dini tecrübe diyebileceğimiz türden bir bilgi olarak değerlendiriliyor olsa da, ciddi problemler taşımaktadır. Burada sorun velinin keşf ve ilhamla aldığı bilgilerin mahiyeti değil, böyle bir bilgi kaynağı yolunun açılmış olmasıdır. Allah’ın peygamberlere özgü kıldığı bir bilgi yöntemi, başka insanlar için de söz konusu edilmektedir. Keşf ve ilhamla hasıl olan bilgi zanni bilgi olarak değerlendirilmesine rağmen, gerek bu yolla elde edilen bilgi, gerekse bilginin sahibi sıradışı bir muamele görmüştür. Fıkıhçıların bilgileri ya da ictihadları tartışmaya açık iken, keşf ve ilham yoluyla elde edilen bilgi tartışmaya açık değildir. Keşf ve ilham, tanımı gereği tartışılabilirliği reddeder. Gazali, keşf bilgisini, bütün ilimlerin nihai gayesi olarak tanımlar.6 Gazali duyu, deney ve akıl sıralamasının ardından “kalbi bilgi”, “tasavvufi bilgi” diyebileceğimiz bilgi biçimin en güvenilir bilgi kaynağı olduğunu düşünür.7 Gazali’ye göre, “tasavvuf ehli öğrenmekle elde edilen bilgiye değil de ilham4 Uludağ, “Gaybın Bilinmesinde Keşf ve İlhamın Rolü”, s. 279-282. 5 Taftazani, s. 121. 6 Uludağ, “Gaybın Bilinmesinde Keşf ve İlhamın Rolü”, s. 286; Gazali, Kimya-yı Saadet, çev.: Ali Arslan, Yenişafak Yay. İstanbul 2004, s. 51, 103. 7 Gazali, el-Munkızu Mine’d-Dalal, çev.: Hilmi Güngör, M.E.B. Yay. İstanbul 1990, s. 17-20. 392 Latif TOKAT Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2017/2, c. 16, sayı: 32 dan kaynaklanan bilgiye meyleder. Onun için de ilim okumayı, yazılmış eserleri tahsil etmeyi ve onlardaki delilleri araştırmayı arzu etmezler. Aksine bilgi elde etmek için metod; nefs mücadelesi, kötü sıfatları yok etmek, her şeyden alakayı kesmek ve bütün varlığı ile Allah’a yönelmektir derler. Bu gerçekleştiğinde Allah kulunun kalbine hakim ve sahip olur, bilgi nurlarıyla onun kalbini aydınlatmaya kefil olur. Allah kalbe hakim olunca, oraya rahmet rahat akar (feyz) ve nur kalpte parlar (işrak), sadr inşirah bulur, melekut sırrı ona açılır (inkişaf), rahmet lütfuyla birlikte kalpten perde kalkar ilahi esrarın hakikatleri kalpte parlamaya başlar. Burada kula düşen görev, Allah’ın açacağı rahmet kapısında kalbi temizlemek, iyi niyetli bir irade ile ona hazırlanmak ve Allah’ın rahmetini gözetmektir.”8 Gazali’nin bilgi konusunda “dışarı”dan bir müdahale fikrine açık olduğu ve gerçek bilginin de bu olduğunu kabul ettiği anlaşılmaktadır. Onun “nedensellik” ilkesini kabul etmeme gerekçesi olarak Allah’ın her an aleme ve insana müdahale etmesini öne sürmesi de yine “dışarı”dan müdahaleyi öne çıkarmasının örneğidir. Gazali’nin yaklaşımında Allah’ın güç ve kudretini vurgulama çabasının var olduğu anlaşılmaktadır ki bu kendi sistemi açısından bakıldığında makuldür. Keşf ve ilhamın bilgi alanından ziyade yöntem olarak vasfı daha önemlidir. Burada ya Tanrı’dan insana doğru bir bilgilendirme faaliyeti, ya da insandan Tanrı’ya doğru olan bir bilgi edinme faaliyeti söz konusudur. Bilginin içeriğinin ne olduğundan ziyade faaliyetin biçimi nedeniyle ayrıcalıklı olma vasfını haiz olmaktadır. Başka bir ifadeyle keşf aşağıdan yukarı olan bir bilgilenme faaliyeti iken, ilham yukarıdan aşağıya doğru olan bir bilgilenme faaliyetidir. Dolayısıyla keşfde insanın çabası söz konusu iken, ilhamda insan bir alıcı konumundadır. Dikkat çekici olan husus her iki durumda da kaynağın Tanrı olmasıdır. Kaynağın akıl, duyu, deney ve sezgi gibi insani bilgi kaynakları olmayıp Tanrı olması ona mutlaklık, kesinlik, kutsallık ve ayrıcalık tanımaktadır. Keşf ve ilham tecrübesini gayba dair bilgilenme yöntemi ve Tanrı’dan alınan bilgiler olarak değil de, bir tür dini tecrübe olarak değerlendirmek mümkün olabilir. Nitekim Muhammed İkbal keşfi hakikate ulaşmanın bir 8 Necip Taylan, Gazali’nin Düşünce Sisteminin Temelleri, İFAV Yay. 2. Baskı. İstanbul 1994, s. 93. Dini İstismara Açık Bilgi Kaynağı Olarak “Ayrıcalıklı Bilgi”: Keşf, İlham Ve Rüya –Felsefi Bir Analiz- 393 Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2017/2, c. 16, sayı: 32 yolu olarak değerlendirir.9 İkbal’in burada bahsettiği hakikatle, keşfin tikellere dair olan bilgisi kastedilmemektedir. İkbal’in, keşif ya da dini tecrübe yoluyla metafizik alan hakkında kanaat sahibi olmayı kastettiğini değerlendirmekteyiz. Sübjektif bir dini tecrübe olarak keşf ve ilhamı top yekün reddetmek insanın tecrübe dünyasına pozitivist sınırlar çizmek anlamına gelecektir. Keşf ve ilhamı vahyi çağrıştıran bir dini bilgi kaynağı olarak görme yerine tıpkı Platon’un dediği gibi şairane bir tecrübe olarak değerlendirmek mümkündür. Platon şairlerin “Tanrısal bir ilhamla”10 şiirlerini yazdığını ifade ederken, şairlerin ayrıcalıklı bir bilgi kaynağına sahip olduklarını savunmuyor, bununla birlikte şairlerin şiirlerinin sıradışılığına işaret ediyordu. 4. Ayrıcalıklı Bilgi Kaynağı: Rüya Peygamberlerin vahiy alma şekillerinden birisi de sadık rüyalardır. Bu durum peygamber dışındaki insanların rüyayı dayanak olarak kullanmaları ve değer atfetmeleri konusunda bir temel teşkil etmektedir. Rüyanın mahiyetini çözme konusunda psikolojik araştırmaların spekülatif değerlendirmeleri dışında net bir noktaya ulaşmak mümkün görünmüyor. Nitekim bu yüzden olsa gerekir ki, Erich Fromm “rüyaların mahiyetini çözebilseydik vahyi de çözebilirdik” demektedir. Fromm’un ifadesinden bunun çok da mümkün olmayacağı anlaşılmaktadır. Rüyalarla ilgili modern psikolojinin cevap vermeye çalıştığı temel soru şudur: Rüyada dışardan bir müdahale söz konusu olmakta mıdır? Yoksa rüya bütünüyle rüya sahibinin kendi bilinçaltının ürettiği ve fakat kendisinin de şaşırdığı sübjektif ve natürel bir hadise midir? Modern psikoloji büyük oranda rüyayı bireyin sübjektif yaşantılarından beslenen hayalgücünün bir kurgusu olarak değerlendirmektedir. Bunun en iyi örneğini Freud psikolojisinde görmekteyiz. Ancak dini düşünce açısından bakıldığında Peygamberlerin sadık rüyalarından hareketle, rüyada dışardan bir müdahalenin olduğu kabul edilmektedir. Buna göre rüyada tıpkı ilhamda olduğu gibi bir dış müdahale olduğu anlayışı hakimdir. Peki, peygamberlerle ilgili olarak bu durum bir inanç meselesi olarak kabul edilebilir olduğu halde, peygamber dışındaki 9 Muhammed İkbal, İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu, çev.: N. A. Asrar, Bir Yay. İstanbul 1984, s. 33-35; Uludağ, “Gaybın Bilinmesinde Keşf ve İlhamın Rolü”, s. 290. 10 Platon, İon, çev.: İhsan Bozkurt, M.E.B. İstanbul 1997, 534 c. 394 Latif TOKAT Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2017/2, c. 16, sayı: 32 insanlar için de aynı durum geçerli olabilir mi? Bu sorunun cevabını vermek çok mümkün görünmüyor. Ancak rüya ile ilgili tartışmaya sebepleri ve sonuçları açısından bakmanın daha faydalı ve çözüm getirici olduğu söylenebilir. Acaba rüya neden bir bilgi kaynağı olarak kullanılmak istenir? Acaba tıpkı peygamberlerde olduğu gibi başka insanlarda da böyle bir bilgi kaynağının varlığını onayladığımızda dini düşünce açısından ne gibi sonuçlar ortaya çıkar? Rüyadan medet ummanın temel sebebi tıpkı keşf ve ilhamda olduğu gibi kesin, mutlak ve ayrıcalıklı bilgi arayışıdır. Dışarıdan bir müdahale ile olduğuna inanıldığı takdirde böyle bir bilgi, insanın kusurlu bilgi kaynaklarından uzak kesin bir bilgi olacaktır. Varoluşsal açıdan bakıldığında insanın neden rüyaya başvurduğunu anlamak mümkündür. İnsanın bir çaba sarf etmeden, dışarıdan olduğu açık ve kesin olan bilgiye ulaşmayı arzusu rüyayı önemli hale getirmektedir. Hakikatte böyle bir bilgi mümkün olsa bile, test etme imkanımız olmadığı ve rüya sahibi de peygamber olmadığı için, rüyadan elde edilen bilgi ve kanaatlerin pratikte kesin bilgi olarak değerlendirilmesi son derece istismara açıktır. Nitekim rüya yoluyla “manevi rivayet” adı altında peygamberin bir takım kişileri veya kitapları onaylaması, tavsiye etmesi, kutsaması gibi durumlardan bahsedilmektedir. 5. Ayrıcalıklı Kişi: Peygamber ve Veli Vahyin mümkün olması, peygamber dışındaki insanların da ayrıcalıklı bilgiye sahip olabilecekleri şeklinde anlaşılmıştır. Peygamberlik vehbi olduğu halde, velide ortaya çıkan keşf, ilham ve rüya yoluyla bilgilenme bazen vehbi bazen kesbi olarak değerlendirilmiştir. Ancak peygambere sıradışı bilgilerin indirilmesi bir inanç meselesi iken, veli ile ilgili böyle bir imandan bahsedilemez. Peygambere imanın içeriğine bakıldığında, iman konusu olan şey onun Allah’tan bilgi alıyor olması durumudur. Allah, bir insan olarak peygamber ile temas kurduğuna göre, aynı durumun peygamber olmasalar da başka insanlarla da mümkün olduğu düşüncesi ayrıcalıklı kişi anlayışının temelini teşkil etmektedir. Öte yandan, zatiyeti olan bir Tanrı inancı açısından bakıldığında ilkesel olarak Tanrı’nın her insanla temas kurması mümkündür. Acaba son peygamberin ardından böyle bir durum söz konusu olabilir mi? Bu durumda son peygambere indirilen vahye bakmaktan başka bir seçenek yok gibi görünmektedir. Acaba Kur’an, gerek ayrıcalıklı bilgi gerekse ayrıcalıklı kişi düşüncelerini çağrıştıran ifadelere yer vermekte midir? Dini İstismara Açık Bilgi Kaynağı Olarak “Ayrıcalıklı Bilgi”: Keşf, İlham Ve Rüya –Felsefi Bir Analiz- 395 Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2017/2, c. 16, sayı: 32 İbn Haldun, bir durum tespiti yaparak ayrıcalıklı kişi vasfına sahip kişilerin varlığını ve ayrıcalıklı bilgi kaynaklarının olduğunu kabul etmektedir. Ona göre, fıtratları gereği veya riyazet/arınma ve çile yoluyla gaybdan haber verenleri iki gruba ayrılır: 1) Peygamberler, Veliler, Rüya sahipleri, meczuplar 2) Kahinler, Arraflar, Nazırlar, Müneccimler, Remilciler.11 Bu iki grup insandan ikinciler her ne kadar şeytani olarak değerlendirilse de, buradan insanoğlunun tabiatüstü bir bilgi kaynağı ile ilişki kuruyor olduğunun kabul edildiğini görmekteyiz. Bu sadece ilk grupta olduğu gibi peygamberi bir yolla olmayabilecektir. İlk grupta yer alan peygamberlerin fıtratları gereği bu bilgiye sahip olabileceği, peygamber dışındaki insanların ise, fıtrat, arınma ve çile, yoluyla bu tür bilgiye ulaşabilecekleri ifade edilmektedir. Buna göre, bir dini tecrübe olarak arınma ve çilenin insanı “ol”durması nedeniyle normal yollarla ulaşılamayan bilgilere ulaşmak mümkün olabilmektedir. Gazali velayet tecrübesi ile peygamberlik arasında bir ilgi kurmaktadır. Ona göre, “evliyadan sadır olan kerametler şüphesiz ki peygamberlerden ilk zamanlarında sadır olan hallerdir.”12 Öğrenmekle elde edilen bilgiden farklı olarak keşf ve ilhamla edinilen bilginin adı artık marifet bilgisidir. “Marifet ilme göre daha derin ve gerçeği bize daha yakından bir bilgi olmaktadır. Gazali’ye göre sözlük anlamıyla marifet; şüphe kabul etmeyen ilimdir.”13 Gazali’ye göre, “bazı insanların üstün anlayış, çabuk kavrama ve kalp temizliği vasıtasıyla bazı ilimleri hiç kimseden öğrenmeden bilmeleri caizdir, daha temiz ve kuvvetli kalbi olan kimsenin, bütün veya ekseri ilimleri bilmesi veya evvelkinden daha ziyade ilim ve bilgi sahibi olması mümkündür. Buna ilm-i ledünni denir… ‘İlim, marifet yoluna engeldir’ sözünün inkar edilemeyecek bir gerçek olduğu anlaşıldı. Çünkü gerçek şudur ki, dış alem ile ve bu yoldan elde edilen ilimler ile uğraşıp onlara tamamı ile dalmak, marifet yolundan geri kalmayı gerektirir.”14 11 İbn Haldun, Mukaddime, çev.: Süleyman Uludağ, Dergah Yay. İstanbul 1988, I, s. 354-412. 12 Gazali, el-Munkızu Mine’d-Dalal, s. 63. 13 Taylan, s. 97. 14 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 49, 51. 396 Latif TOKAT Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2017/2, c. 16, sayı: 32 Gazali düşüncesinde görüldüğü üzere, bir insan dışardan bilgi alabiliyorsa, başka insanlar da alabilir düşüncesi özellikle ilhamın mümkün olabileceği fikrini desteklemektedir. Gazali açısından peygamberliği delillendirmenin bir yolu da peygamberlerde olan bir özelliğin her insanda var olmasıdır. Sıradan insanlar da rüya görürler ve rüyada görülenler duyu, deney ve akıl yoluyla elde edilemeyen bilgilere neden olabilir. Bu durumda, nasıl ki insanda rüya özelliği vardır ve bu tabii yollarla açıklanamamaktadır ve nasıl ki, peygamberde vahyin yollarından birisi rüyadır, işte, insanda olan bir özellik yoluyla vahiy gerçekleşmektedir. Dolayısıyla sıradan insanda olan bir özellik peygamberde daha nitelikli bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Biz peygamberi bizde de olan bir özellik sayesinde anlayabiliyor, onun peygamberliğinin makul olduğu sonucuna varabiliyoruz. “Tanrı kullarına lütfederek onlara nübüvvet hassasından bir örnek vermiştir. Bu da uykudur. Uykuda olan kimse gaybten haberdar olur. Gelecekte olacak bir şeyi ya açık olarak yahut tabir ile anlaşılacak bir şekilde idrak eder.”15 Bu yaklaşım tarzı buraya kadar sorunsuzdur, ancak buradan hareketle, peygamber dışında insanların da peygamberi özelliklere sahip olabileceği çıkarımı riski taşımaktadır. Gazali’nin rüya ve peygamberlikle ilgili bu yorumu önemlidir, zira buradan hareketle başka insanların da sıradışı bilgi kaynağına sahip olduklarını ilkesel olarak söylemek kolaylaşacaktır. İbn Arabi’ye göre ise, “peygamberliğin hem nübüvvet hem de velayet boyutu vardır. Velayet, nübüvvet boyutundan üstündür. Çünkü velayet peygamberin Hakk’a, nübüvvet ise halka dönük yüzüdür. Velayet nübüvvetin batınıdır. Nübüvvetin zahiri, tebliğ ve irşat yoluyla şeriatı ortaya koymak, batını ise insanlar/nefisler üzerinde tasarrufta bulunmaktır. Nübüvvetin zahiri boyutu tebliğ ve irşat yönüyle tamamlanmış olsa da velilerin tasarruf misyonu anlamındaki ‘nübüvvet-i amme’ son bulmamıştır.”16 Bu noktada sıklıkla dayanak olarak sunulan örneklerden birisi Hz. Musa ile Kur’an’ın “tarafımızdan bir ilim öğretmiştik”(Kehf, 18/65) “seçilmiş kul/ kişi” şeklinde tanımladığı ancak literatürde Hızır olarak anılan kişi arasında geçen olaylardır. Ayrıcalıklı bilgi ve kişiyi savunan anlayış kendilerine Hızır olayını örnek alır. Dikkat edilmesi gereken nokta, Kur’an bu olayı niçin anlattığını sormaktır? Acaba Kur’an, peygamberlerden başka insanların da sı15 Gazali, el-Munkızu Mine’d-Dalal, s. 66. 16 Mustafa Öztürk, Din Sermayesinden İktidar Devşirmek FETÖ, Ankara Okulu Yayınları Ank. 2017, 167; İbn Arabi, Fususu’l-Hikem, çev.: M. Nuri Gençosman, Ataç Yay., İstanbul 2012, s. 179-181. Dini İstismara Açık Bilgi Kaynağı Olarak “Ayrıcalıklı Bilgi”: Keşf, İlham Ve Rüya –Felsefi Bir Analiz- 397 Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2017/2, c. 16, sayı: 32 radışı özelliklere sahip olabileceklerini ve “ledünni ilim” adıyla vahiy dışında bir bilgilenme kaynağının olduğunu ifade etmek için mi bu olayı anlatmıştır? Burada örnek alınacak kişi bir peygamber olarak, rasyonel davranan, rasyonel gerekçeler, açıklamalar bekleyen, sabredemeyip sorular soran, Hızır’ın yaptıklarına her defasında itiraz eden Hz. Musa mıdır; yoksa rasyonel kuralların dışında davranan, sıradışı ve görünürde makul olmayan davranışlar gösteren Hızır mıdır? Örnekte sıradan bir insanla Hızır değil, tarih boyunca insanlara Allah’tan bilgi aktaran ve örnek olarak gösterilen bir peygamberle Hızır karşı karşıyadır. Nasıl olur da bir peygamber olarak Hz. Musa olayda geçtiği halde, onun yerine olağanüstülüğü vurgulanan “seçilmiş kişi” örnek alınmaya çalışılır? Kur’an, Hızır gibi olmayı mı önermektedir, yoksa Hz. Musa gibi olmayı mı? Kur’an Hızır gibi insanlar mı istemektedir, yoksa Hz. Musa gibi insanlar mı? Eğer Hızır’ın örnek alınması öneriliyorsa, bütün bir peygamberlik müessesesi çökmüş olmaz mı? Hz. Musa ile Hızır olayının niçin anlatıldığı, çarpıtmaya mahal vermeden anlaşılmak ve analiz edilmek ihtiyacı duymaktadır. Belki bu kıssanın anlatım sebeplerinden birisi, varoluşun göründüğü gibi olmadığı, varlığını kendisine borçlu olmayan insanın adeta her şeyin kendi kontrolü altında olduğu vehmine kapılmaması gerektiğinin vurgulamak istenmesidir. Başka bir ifadeyle, insanın bilgisinin sınırlılığı, netice itibariyle varlığın ve bilginin kökeninin ve kaynağının Tanrı olduğu, insanın insani yetilerini mutlaklaştırmaması gerektiği, varoluşun başka boyutlarının da olduğu fikrinin verilmek istenmesi, kısacası insanın mütevazi olması gerektiği vurgulanmak istenmiş olabilir. 6. Niçin Ayrıcalıklı Bilgi / Kişi? Acaba ayrıcalıklı bilgi ve ayrıcalıklı kişi inancının kaynağı nedir? Bu bir teolojik gerçeklik midir? Yoksa hiçbir dini temeli olmadığı halde, psikolojik ve antropolojik sebepler mi bu ayrıcalık anlayışına yol açmaktadır? a. Nakilci Bilgi Anlayışı Ayrıcalıklı bilgi/kişi anlayışının sebeplerinden birisi nakilden başka bilgi yolunun olmadığı düşüncesidir. Aklı, duyuları, deneyi ve bunlara dayalı olarak çalışan içtihadı hep yetersiz, şüpheli, geçersiz ve güvensiz bilgi kaynakları olarak değerlendirmek, nakilden başka bir bilgi kaynağını tanımamakla sonuçlanmaktadır. Selefi düşünce, bilgiyi nakil bilgisine indirgemiştir. Selefi anlayışa göre “sadece naslar ve ilk üç neslin fikirleri, görüşleri, yorumları ve sözleri ilim- 398 Latif TOKAT Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2017/2, c. 16, sayı: 32 dir. Bunlardan sonra gelenlerinki ilim değildir.” Dahası, ilim “nass ve naklin dışında kalan şeyleri bilmemektir.”17 Kur’an’dan, peygamberden ve nihayet sahabeden gelen bir nakil yoksa, tabiin, orada yoksa tebei tabiin, orada da yoksa… şeklinde bir bilgilenme yolu tercih edilmiş, her yeni durum ve problemle ilgili yapılabilecek en iyi yol olarak kıyas önerilmiş hatta bazen kıyasın bile gereksizliği vurgulanmıştır. Bu yaklaşımın gerisinde zımnen “güneş altında yeni bir şey yoktur, güneş altında söylenmemiş söz yoktur” anlayışı vardır diyebiliriz. İkinci olarak insana güvenmeme de bu anlayışı beslemiştir. Bu durum, eğer yeni bir durum varsa ve bu konuda nakilden bir bilgi gelmemişse, yeni bir naklî bilgi kaynağı olarak tek bir alternatif vardır, o da keşf, ilham ve rüya yoluyla elde edilecek bilgidir. Kur’an’la başlayan ve peygamberle devam eden nakil bilgisinin kesinliği ve güvenirliliğine benzer bir bilgi kaynağı yolu aranmıştır. Zira insanın kendi imkanlarıyla, akıl ve duyuyla elde edilecek bilgi, doğası itibariyle her zaman tartışmaya açık olacağı için nakil bilgisi kanalının açık tutulması arzu edilmiştir. Oysa örneğin Ebu Hanife’nin nakil bilgisinin yetersizliği nedeniyle, bazı durumlarda re’yi sahih hadislere tercih ettiği genel bir kanaattir.18 Ebu Hanife çizgisi maalesef güçlenerek devam edememiştir. Aynı şekilde Fahreddin Razi el-Muhassal’da nakli delilin ilim ifade edemeyeceğini belirtir. “Ama sırf nakli delile gelince, bunun (ilmi ifade etmesi) muhaldir. Çünkü başkasının haberi, onun doğruluğu bilinmedikçe bir şey ifade etmez. Akli ve nakliden mürekkep delile gelince, bunun ilmi ifade ettiği bilinir.”19 Sonuç itibariyle nakilci anlayışın güçlenmesiyle, bir yandan XIII. yüzyılla birlikte bilgi dondurulmuş ve ictihad kapısının kapatıldığı fikri yaygınlaşmış, bir yandan da sıradışı bilgi arayışına girilmiştir. İctihad kapısının kapalı olduğu kanaatinin birkaç sebebinden bahsedebiliriz. 1) Sonra gelen insanlara güvenmemek. 2) Söylenecek sözün söylenmiş olduğunu düşünmek. 3) İctihad yapacak donanımda insanın artık olamayacağını düşünmek. 4) Olabilecek her türlü durum, olay ve problemle ilgili yeterli bilginin oluştuğunu sanmak. 17 Süleyman Uludağ, İslam Düşüncesinin Yapısı, Dergah Yay. 8. Baskı. İstanbul 2013, s. 41-42. 18 Uludağ, “Gaybın Bilinmesinde Keşf ve İlhamın Rolü”, s. 280. 19 Fahreddin Razi, el-Muhassal, çev.: Hüseyin Atay, Ankara Ü. İlahiyat Fak. Yay. Ankara, ts., s. 45. Dini İstismara Açık Bilgi Kaynağı Olarak “Ayrıcalıklı Bilgi”: Keşf, İlham Ve Rüya –Felsefi Bir Analiz- 399 Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2017/2, c. 16, sayı: 32 O halde, 1) Keşf, ilham ve rüya, akli veya insani yoldan elde edilen bilgiden kaçmanın veya bu bilgilere güvenmemenin bir sonucu olabilir. Eğer nakilci bilgi anlayışının tek seçenek olduğu gibi bir inanç söz konusu ise, bu durum peygamberin getirdiği haber bilgisinin ardından devam ettirilmek istenir. Her ne kadar peygamber son vahiyden bahsetmiş olsa da, nakil bilgisi kültürel bir gelenek ve inanç haline gelmiş olabilir. Bu yüzden keşf ve ilhamın nakildeki ve dini inançtaki yerinin ne olduğu kadar bunların felsefi değerlendirmesi de yapılmalıdır. 2) İnsanın edilgen olmasına neden olan nakilcilik, insanın üreten değil, sadece “alan” pasif bir varlık olduğu anlamına gelir. Bu durumda akletme, tefekkür etme vs. yetenekler sadece nakletme veya nakledileni anlama için kullanılacaktır. İmam Ahmet b. Hanbel’in nakil olmayan bir konuda hiçbir şey yapmaması bunun örneklerindendir: “İmam Ahmed, ölene kadar karpuz yememişti. Niçin karpuz yemiyorsun, diyenlere: Resulullah’ın karpuzu ne biçimde yediğine dair bana bir nakil ve rivayet ulaşmadı da ondan, diye cevap vermişti.”20 3) Bir nakil bilgisi olarak, hadis uydurma kültürünün arkaplanında yatan bir sebep de ayrıcalıklı bilgi arayışıdır. Ayrıcalıklı bilginin etkisinin bilinmesi nedeniyle böyle bir arayış içine girilmiştir. Bilgi edinmede nakil dışında bir yol olamayacağı fikri hadis uydurmalarını desteklemiştir. 4) Her şey Kur’an’da, hadiste, gelenekte vardır, yetmezse ayrıcalıklı bilgi vardır anlayışında, düşünen, akleden, cehd eden ve özgür olma değerine sahip olan insan yoktur. İnsanın tarihe bağlı bir varlık olduğu ve ihtiyaçlarının ve doğruların bu tarihi şartlara göre değişebileceği gerçeği de yoktur. Dolayısıyla Kur’an ve hadislerin varlığı ile yetinilmemiş, yalnızca geleneğin o da yoksa tarih üstü olabilecek bir bilgi kaynağının peşine düşülmüştür. b. Metafizik Mutlak Kesinlik Arayışı Dini düşüncenin yanlış anlamaya en müsait noktalarından birisi insanın Hakikat hakkında mutlak bilgiye ulaşmış olma iddiasıdır. İman etmek kesin bir kanaate ulaşmış olma durumudur. İman eyleminin varlığı Hakikat hakkında insani yollarla mutlak bilgiye ulaşamamış olmaktan kaynaklanır. İman, me20 Uludağ, İslam Düşüncesinin Yapısı, s. 47. 400 Latif TOKAT Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2017/2, c. 16, sayı: 32 tafizikle ilgili belirsizlikleri giderme çabası olup, bu çabanın içinde bilgisel süreç olmakla birlikte, son nokta iradi ve varoluşsal bir eylemle koyulur.21 Peygamberler gerek ontolojik gerekse epistemolojik ve ahlaki belirsizliği gidermek için vardırlar. Peygamberler insani yollarla ulaşılamayan bir bilgiden bahsederek inananların hakikatle ilgili güvende olmalarını sağlarlar. Ancak peygamberlerin yokluğu durumunda da insan mutlak bilgi arayışını sürdürmüştür. Ayrıcalıklı bilgi bu arayışın bir sonucudur. Tıpkı peygamberlerin varlığında söz konusu olan vahiy bilgisi gibi bir bilgi kaynağının devamı insanın yine güvende olmasını sağlayacaktır. Tanrı-insan ilişkisi açısından bakıldığında insan metafizik belirsizliğe mahkumdur. “Biz hiçbir zaman eşyanın künhünü bilemeyeceğiz.”22 Böyle bir metafizik kesin bilgiye asla ulaşamayacağız. Metafizik kesin bilgi varoluşun temel espirisine aykırıdır. Başka bir ifadeyle ölene kadar varoluşun sırrı hakkında mutlak bir bilgiye ulaşma imkanı yoktur. Bu varoluşsal belirsizlik durumu trajiktir. Ve insan bu trajediye katlanmak istemez ya da katlanamaz. “Dikkat edin kalpler ancak Allah’ı anmakla tatmin olur” (Ra’d, 13/28) ayeti bu durumu ifade etmektedir. Bu belirsizliği gidermenin yollarından birisi ayrıcalıklı kişilerin ulaştığı ayrıcalıklı bilginin varlığına teslim olmaktır. Başka bir ifadeyle bir “kişi”ye ya da bilgilenme biçimine “iman” etmektir. Ayrıcalıklı bilgi, bilgideki belirsizlik durumunu kolayca bertaraf edebilmekte ve insan kendini güvende hissetmektedir. Belirsizlik fikri Batı düşüncesinde sosyolojik ve tarihsel hakikat fikrine yol açmıştır. Buna göre, mutlak bir hakikatten bahsedilemez, dahası “hakikat”ten bahsedilemez. Kökleri, değişimi öne çıkaran Herakleitos’a kadar giden hakikatin izafiliği düşüncesi post-modern dönemde fenomenolojiyle sonuçlanan bir izafi doğru anlayışına kadar uzanmıştır. c. Kişi Kültü: Kusursuz / Masum Kişi Arayışı Acaba peygamber gibi ayrıcalığa sahip olmayan insanlarla ilgili kültleştirme tutumunun sebebi nedir? İnsan, neden “hata”ya ya da “günah”a mahkum varlık olarak, başka insanların günahsız, kusursuz, hatasız, seçilmiş, kutsanmış, ayrıcalıklı ve özel olduğu inancına kapılır? 21 Latif Tokat, Varoluşçu Teoloji, Elis Yay. Ankara 2013, s. 77-84. 22 Keith Ward, Images of Eternity, Oneworld Publ. Oxford 1987, s. 176. Dini İstismara Açık Bilgi Kaynağı Olarak “Ayrıcalıklı Bilgi”: Keşf, İlham Ve Rüya –Felsefi Bir Analiz- 401 Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2017/2, c. 16, sayı: 32 Keşf, ilham ve rüya’nın bir bilgi kaynağı olduğunu kabul eden anlayışlar, ayrıcalıklı kişiyi reddetseler de zımnen buradan bir ayrıcalık ve asalet elde etmektedirler. Gördüğü rüyanın veya aldığı ilhamın bağlayıcı olmadığını söylese de, bunları anlatıyor olmak dinleyici, okuyucu, muhatap veya takipçisi üzerinde kendisi hakkında bir itibar sağlamaktadır. Ayrıcalıklı bilgi doğal olarak ayrıcalıklı kişiyi ortaya çıkaracaktır. Bilgi ile bilgi sahibi arasında daima bir ilişki kurulmuştur. Örneğin, eski Mısır’da Nil nehri ile ilgili mühendislik çalışmaları yapan bilgi sahipleri aynı zamanda rahiplerdi. Bilgi sahibi olmak sıradışı bir özelliğe sahip olmak gibi düşünülüyor ve bilgi kutsanıyordu. Rahipler, sadece rahip oldukları için bilgi sahibi değildiler, bilgi sahibi oldukları için dini bir sıfatla niteleniyorlardı.23 Bugün bilgiye herkes ulaşabildiği için, “dini” sıfatını elde tutmanın yollarından biri sıradan yollarla ve sıradan insanların ulaşamayacağı bilgiye sahip olmak gibi görünüyor. Bu bilgiye sahip olan da tıpkı Mısır rahipleri gibi ayrıcalıklı kişi olacaktır. Son peygamberin ardından tıpkı vahyin sona erip keşf, ilham ve rüya yoluyla vahiy benzeri bir kaynak arayışının devam etmesi gibi, peygamberin yokluğu durumunda onun yerini doldurması umulan bir “kişi” arayışı da olmuştur. Mehdi, Çağın Mehdisi ve müceddidi vb. inançlar bunun açık bir göstergesidir. Mehdi fikri İslam inanç esasları arasında olmadığı halde, Yahudi ve Hıristiyan düşüncelerinin ardından Şii düşünce aracılığıyla zaman içinde İslam ilahiyatı içinde de yer bulmuştur.24 Mehdi ve benzeri karakterler ya her yüzyılda bir, ya da tarihin sonunda ortaya çıkacak ve insanlığı kurtaracaktır. Keşf, ilham ve rüya yoluyla gayb bilgisi elde eden kişinin başkalarınca “ayrıcalıklı kişi” muamelesi görmesi ya da bu kişinin peygamber “gibi” davranması problemlidir. Peygamber’in aktardığı bilgi ona iman edildiği için kesin ve mutlak kabul edilir. Peygambere ve getirdiği bilgilere ayrıcalık tanınmasının sebebi, ona iman edilmesidir. Keşf, ilham ve rüya yoluyla bilgi sahibi olduğunu iddia eden kişinin bu bilgilerin başkalarınca da kabul görmesini beklemesi peygambere iman gibi bir muameleyi istemesi anlamına gelecektir. Kusursuz, seçilmiş ve ayrıcalıklı insan fikrinin ardında yatan sebeplerden birisi, iradesini başkasına teslim etme kolaycılığıdır. Varoluşun, belirsiz, kesinsiz, güvensiz, kritersiz, temelsiz, riskli, tekinsiz ve huzursuz şartlarını tümüyle gidermek mümkün olamamaktadır. Zira varoluş trajiktir. Bu trajik 23 William H. McNeil, Dünya Tarihi, çev.: A. Şenel, İmge Kitabevi, 8. Baskı, Ankara 2004, s. 38. 24 Yusuf Şevki Yavuz, “Mehdi”, TDV İslam Ansiklopedisi, 2003, c. 28, s. 371-374. 402 Latif TOKAT Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2017/2, c. 16, sayı: 32 şartlar altında kendini tanımak, birey olmak, kendini gerçekleştirmek, özgür seçimler yapmak, yalnızlığa katlanmak ve hayatını anlamlandırmak kaygı vericidir. Bütün bu trajik insani durumu bertaraf etme gücünü kendinde bulamayan insanlar “yaşamı, egemen olamayacakları ya da denetleyemeyecekleri ezici bir güce sahip bir şey olarak algılarlar.” Bu durum E. Fromm’un ifadesiyle “özgürlükten kaçış mekanizmalarından” birisidir. İnsanın kendi iradesini kendisi dışındaki bir insanla birleştirme eğilimidir bu.25 Bu durum özellikle dini inanç alanında görülen psikolojiyi yansıtmaktadır. Ayrıcalıklı kişi böyle bir insani durum karşısında bütün varoluşsal huzursuz edici şartları bertaraf ediverir. Böylece birey, “kararlar almaktan kurtulur, kendi özünün kaderinin nihai sorumluluğundan kurtulur. Ayrıca yaşamanın ne olduğu ya da kendisinin kim olduğu kuşkusundan kurtulur… Yaşamın anlamı ve kimliği, kendini içine gömdüğü daha büyük bütün tarafından belirlenir.”26 Varoluşun bu belirsiz şartları altında insanın arayışlar içinde olması kaçınılmazdır. İnsan, bu kompleks dünyada yol gösterici, belirsizliği giderici, kesinlik ve güven telkin eden daha üst seviyede ve bilgili bir otoritenin kılavuzluğuna ihtiyaç duyabilir.27 Varoluşsal açıdan bakıldığında insanın temel niteliklerinden birisi hataya mahkum olmak ise, bir diğeri de yalnız olduğudur. Bu yalnızlık varoluşsal açıdan trajik bir durum olsa da, aynı zamanda onun biricik olması anlamına gelir. Bu yüzdendir ki, insanı Tanrı’dan başkası tam olarak hiç bir zaman anlayamaz. İman etmenin temel gerekçelerinden birisi de Tanrı ile olan bu ilişkisidir. Yalnızlıkla baş edemeyen ya da baş etmek istemeyen, bu trajik durumu görmezden gelen insan başkasından medet umabilir. Yalnızlığını başkasının iradesinde gidermek isteyebilir.28 Burada kolay yol, başkasına teslim olmaktır. Hele hele bu başkası, ayrıcalıklı bilgi sahibi olma ve ayrıcalıklı kişi olma gibi vasıflara sahipse ve peşinden yığınlar gidiyorsa riske girmenin ve yalnızlıkla baş başa kalmanın bir anlamı yoktur. 25 Erich Fromm, Özgürlükten Kaçış, çev.: Selçuk Budak, Öteki Yay. 6. Baskı. Ankara 1999, s. 137. 26 Fromm, s. 149. 27 Kemal Sayar, “Kült Psikolojisi”, gercekhayat.com.tr, 29.06.2017. 28 Fromm, s. 135, 151. Dini İstismara Açık Bilgi Kaynağı Olarak “Ayrıcalıklı Bilgi”: Keşf, İlham Ve Rüya –Felsefi Bir Analiz- 403 Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2017/2, c. 16, sayı: 32 Tasavvuf kültüründe ahlaki kişilik eğitimi rehberliği, zaman zaman epistemolojik mutlak rehberliğe dönüşmüştür. Kişi kültüne iki açıdan bakılabilir: 1) Kendisini kültleştirme eğilimi. İnsanın kendini tanrılaştırma temayülü. 2) Başkasını kültleştirme eğilimi. İnsanın başkasını tanrılaştırma temayülü. Başkalarını kültleştirme bir bakıma kendi olmaktan, kendisiyle yüzleşmekten, özgür olmaktan, sorumluluk altına girmekten, risk almaktan kaçmaktır. Başkasını taklit etmek, başka biri gibi olmayı istemek kendisi olmaktan vazgeçmektir.29 Başkasına mutlak tabiiyet, kendi başının çaresine bakamama korkusunun bir sonucudur. İnsan yapısal olarak risk almak zorunda olan bir varlık olduğu halde, kendini başkasına teslim etmek bu yapısal duruma aykırı davranmak, dahası insan olmaktan, birey olmaktan, otantik olmaktan kaçmaktır. Eleştirel bakmak ve sorular sormak insanın olmazsa olmazıdır. Heidegger’in ifadesiyle soru sormayı terketmek insan olmayı terketmektir.30 Kur’an’a baktığımız zaman, özellikle birey olmanın, kişi olmanın önemine vurgu yapan ifadelere rastlamaktayız. Ataların izinden gitmemek, körü körüne taklit etmemek, mutlak surette tabi olunan önderlerin başkalarını kurtaramayacağı, bir önderin arkasından gitmenin kurtuluş için yeterli olmayacağı ve yapılan yanlışlar için bir bahane de olmayacağı vurgulanmaktadır. Kur’an’ın inkar eden bilerek inkar etsin, inanan bilerek inansın anlamına gelecek ifadeleri bir bakıma otantik bireyler olma çağrısı ve dahi bir rasyonalite çağrısıdır. Akletmek, tefekkür etmek, gibi ifadeler insanı kendisinden başka birinin kurtaramayacağının ifadeleridir. Tefekkür ve akletmenin ilk basamağı da sorular sormaktır. Kültleştirilmiş kişinin, kendisini zamanla farklı ve ayrıcalıklı görme eğilimi söz konusudur. Varoluşsal açıdan bakıldığında, Kur’an’ın sık sık ifade ettiği gibi, insan kibirli bir varlıktır. Dahası insan için Tanrı karşısında ve kendisinin mahvına sebep olabilecek en büyük risk kibirdir. Hz. Adem ile şeytan arasındaki ilk diyalogun konusunun şeytanın kibri olması, Habil ve Kabil arasındaki ilk anlaşmazlığın kibir nedeniyle olması, Hz. Adem’in ilk hatasının yine kibre benzer bir ruh halinden kaynaklanması insan için en büyük riskin kibir olduğunun açık ifadeleridir. 29 Miguel de Unamuno, Yaşamın Trajik Duygusu, çev.: Osman Derinsu, İnkılap Yay. İstanbul 1986, s. 20. 30 Martin Heidegger, What is Called Thinking, İng. çev.: J. G. Gray, Harper and Row. New York 1968, s. xiii. 404 Latif TOKAT Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2017/2, c. 16, sayı: 32 Din dilinde “Allah’ın en büyük (Allahu ekber)” olduğunun sürekli vurgulanması insanın önündeki riski apaçık ortaya koymaktadır. Allah’ın en büyük olduğunu her inanan bildiği halde bunun vurgulanıyor olması, Allah’ın büyüklüğünü öğretmek için değil, insanın “büyüklenme” riskiyle daima karşı karşıya olduğunun hatırlatılması içindir. Bu varoluşsal durum hatasız, kusursuz ve günahsız olmayan her bireyin uygun durum ve ortam olması durumunda kibirlenme temayülü göstereceğini ifade etmektedir. Dolayısıyla “şeyh uçmaz mürit uçurur” ifadesinde de olduğu gibi, zamanla şeyh farkında olmadan kendisinin müridin anladığı şekilde birisi olduğu vehmine kapılabilir. Kibir her zaman insanın bozulması için en büyük risktir. d. Tasavvufi Düşünce: Bilmek ve Olmak Tasavvufi düşüncenin keşf, ilham ve rüyaya yönelmesinin gerisinde yatan temel sebeplerden birisi tecrübenin/yaşantının öncelenmesidir. Bir bilgi kaynağı olmaması gerçeğine rağmen bu yönelimin arkasındaki esas sebep, keşf, ilham ve rüyanın tecrübeye bağlı olarak ortaya çıkan bir bilgilenme olduğu düşüncesidir. Başka bir ifadeyle tasavvufi düşünce bilmeyi değil, “olma”yı esas alır ki, bu durum teori-pratik tartışması açısından bakıldığında makuldür. İkinci olarak tasavvufi düşünce dünyevi/insani olanın ötesinde olması özelliği nedeniyle keşf, ilham ve rüyayı önemsemektedir. Zira zatıyeti olan Tanrı’dan bahsettiğimize göre, ilahi olan dururken dünyevi/insani olanı esas almak daha az değerli olanı tercih etmek demektir. Üçüncü olarak ise, her ne kadar akıl ve duyu bilginin kaynakları olsalar da, onların sağladığı bilgi yetersiz ve hatta yüzeysel bulunur. “Olmak” yoluyla ulaşılan keşf, ilham ve rüya bilgisi başka türlü ulaşılamayan bir bilgi sağladıkları düşüncesiyle öncelenmektedir. Gazali açısından keşf bilgisi, “kötü vasıflardan temizlenmesi ve arınması halinde kalbde zuhur eden bir nurdur.”31 Gazali’nin bu açıklamasından anlaşılmaktadır ki, keşf bilgisine ancak “olmak”la ulaşılabilir. İnsanın temizlenmesi, arınması, riyazeti ve ahlaken olgunlaşması sonucunda böyle bir bilginin kapısı aralanır. Dolayısıyla burada bilgiyle tecrübe bütünleştirilmektedir. Sadece olma’kla ulaşılabilen bir bilgi söz konusu ise, objektif geçerliliği olmasa bile tecrübe, bilgiye giden yollardan birisi olur. Mutasavvıfların “hal”i vurgulamaları bu yüzdendir. Öte yandan olma’nın vurgulanması, bilginin 31 Uludağ, “Gaybın Bilinmesinde Keşf ve İlhamın Rolü”, s. 286. Dini İstismara Açık Bilgi Kaynağı Olarak “Ayrıcalıklı Bilgi”: Keşf, İlham Ve Rüya –Felsefi Bir Analiz- 405 Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2017/2, c. 16, sayı: 32 varoluşsallığına da dikkat çeker. Teori-pratik tartışması açısından bakıldığında, bilginin esas amacının “olma”ya ya da pratiğe matuf olması itibariyle tasavvufun olma’yı önemsemesi anlaşılabilir. Pratiğe katkısı olmayan bilginin ne anlamı ve değeri olabilir? e. Olağanüstü / Gizemli Olana İlgi İnsan inanan bir varlıktır, neye inandığının bir önemi yoktur. İnanma arzusu sadece dini alanda değil bütün alanlarda söz konusudur. Masal ve mitolojik anlatıların değeri kimilerinin iddia ettiği gibi modern dönemde sona ermiş değildir. Masallar ve mitsel anlatılar insanın daima ilgisini çekmiştir ve çekmektedir. Bugün dünyadaki kimi dini ve dinimsi hareketlerin gerisinde gizemli düşüncelerin yattığı açıktır. Masalların çekiciliğinin belki iki temel yönünden bahsedilebilir. Sıradışı olaylar ve sıradışı vasıflara sahip kişiler. Masallarda her an her şey olabilir, her şey “sihirli değnekle” birden tersine dönebilir. Rasyonel değildir olayların seyri. Bu da “umut”un her an canlı tutulmasını sağlar. Masallar hayalgücünün zenginliğini göstermesi bakımından çocukların yetişmesinde hala iyi bir eğitsel yöntemdir. İnsan rasyonaliteyi her zaman yeterli bulmayabilir, dahası hayatın bütünüyle rasyonel olmasını istemiyor da olabilir. Bu onun salt bir tabiat varlığı olmadığının göstergesidir. Öte yandan anlaşılmaz, gizemli, esrarengiz olanın bir çekiciliği de vardır. “İnsanlar ancak anlamadıkları şeylerden kesinlikle emin olurlar. Anlaşılır bir öğreti güçten yoksundur. Bir şeyi anladığımız zaman o bize kendi içimizden doğmuş gibi gelir… Bu kişiler bir şeyi anladıkları zaman, o şeyin doğruluğu ve kesinliği onların gözünden düşer.”32 Öte yandan masalların bir başka insani yönü de gerçekten kaçmayı sağlamasıdır. Tıpkı oyunlar ve kimi sanatsal faaliyetlerde olduğu gibi masallar insanın natürel ve rasyonel olan akışın sıkıcılığından kurtulmasını sağlayan bir sığınak gibidir. Bugün masalların dönemi sona ermiş değildir, M. Eliade’nin ifade ettiği gibi modern masallar artık sinemalardır, tiyatro sahneleridir. Bu masalsı dünyaya olan özlem kendisini kimi dini hareketlerde de gösterebilir. Masalın gizemli, sıradışı, olağanüstü ve hatta mucizevi yönü modern insanın anlam arayışında dini görünüm altında çekici bir hedef olabilmektedir. Natürel ve 32 Eric Hoffer, Kesin İnançlılar, çev.: Erkil Günur, İm Yay. İstanbul 2005, s. 122. 406 Latif TOKAT Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2017/2, c. 16, sayı: 32 rasyonel olanın sağlamadığı anlamlılığı, masalsı anlatıları ve kişilikleri olan bir dini cemaat kolayca sağlayabilir. Dolayısıyla her seviyeden insan için masalsı, olağanüstü, gizemli ve bütün bunlar nedeniyle de “masum” olma yönlerine sahip olan bir dini yapılanma çekici olabilecektir. Sonuç Batı dünyasında Postmodern düşünce bilgiyi izafileştirmiş, “bilgi sosyal bir inşadır” düşüncesiyle ilişkili olarak “Hakikat”i ise bir bakıma sosyolojiye indirgemiştir. Batı düşüncesi bir uca savrulmuşken, İslam dünyasındaki yaygın bir anlayış ise bilgiyi ya bir dönemde dondurdu, ya da nakil bilgisi veya ayrıcalıklı bilgi anlayışı yoluyla insanı tamamen pasifleştirerek bilgi konusunda sadece insan dışı kaynağa umut bağladı, bu da başka bir uca savrulmaydı. Zatıyeti ve mutlak iradesi olan bir Tanrı inancı, Tanrı-insan ilişkisi açısından bakıldığında ilkesel olarak her şeyi mümkün kılar. Yine ilkesel olarak peygamberlik örneğinden hareketle insanın tabiatüstü bir kaynaktan ve tabiatüstü bir yolla bilgi alması da mümkündür. Dolayısıyla keşf, ilham ve rüya yoluyla bilgi elde etmek muhal değildir. Tanrı’nın vehbi yolla insanla temas kurması, kabul edilen zatiyeti olan Tanrı açısından tartışılmaz olacaktır. Ancak Tanrı’nın peygamberlik müessesesinde olduğu gibi bu teması belli kurallar altında yapacağını bildirdirmesi bu mümkünlüğü kural altına almak demektir. Dolayısıyla eğer vahiy yoluyla böyle bir kuraldan bahsediliyor ve Tanrı’nın insanla teması sadece peygamberlik müessesesi çerçevesinde olacağı bildiriliyorsa ayrıcalıklı bilgi mümkün olmayacaktır. Bu durumda Kur’an-ı Kerim’in bu konuyla ilgili bize söylediklerine bakmamız yeterli olacaktır. Peygamberler dışında gaybi bilgi getirenlerin var olması bunların onaylandığı anlamına gelmez. Esas problem bu kişilerin mutlak otorite olarak kabul edilip edilmemesiyle ilgilidir. Gaybi bilginin kendisi değil, bu bilgiye sahip olduğunu iddia edenlerin mutlak otorite kabul edilmesi temel sorundur. 1) İslam düşüncesi peygamberlik müessesesinin sona ermesiyle birlikte “ayrıcalıklı bilgi” kaynağının sona erdiğinin ve “ayrıcalıklı kişi”nin olamayacağını ilkesel olarak benimsemiştir. Kişi kültü İslam toplumlarının bugün hala en temel sorunlarından birisidir. Bu sorun sadece dini kişiliklerle ilgili değil, aynı zamanda seküler kişiliklerle de ilgili temel sorunlardan birisidir. Batı medeniyetinin insanlık tarihine belki de tek katkısının “eleştirel olmak” olduğunu belirten R. Garaudy, bizim Batı kültüründen öğreneceğimiz en önemli şeyin de bu katkı olduğunu da ifade etmektedir. Kişi kültünün yol açtığı sorunları gören Batı medeniyeti bugün gerek dini, gerekse siyasi anlamda kişilerin kutsanmasından vazgeçmiştir ve bu bir başarıdır. Dini İstismara Açık Bilgi Kaynağı Olarak “Ayrıcalıklı Bilgi”: Keşf, İlham Ve Rüya –Felsefi Bir Analiz- 407 Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2017/2, c. 16, sayı: 32 2) Gerek dini gerekse seküler eğitim sistemimizde, ama özellikle dini eğitim sistemimizde birey olmanın “kendi başının çaresine bakabilme”yi öğrenmenin temel ilke olduğunun kabul edilmesi gerekir. İnsan felsefesi ve Tanrı-insan ilişkisi açısından bakıldığında kabul etmemiz gerekir ki, hiçbir insan başkasının üstünde bir ayrıcalığa sahip değildir. Peygamberler dışında hiçbir insan masum değildir ve her insan ahlaki anlamının ötesinde ontolojik anlamda “kibirlenme” riskiyle karşı karşıyadır. Bu temel ilke Hz. Adem’den bu yana insanoğlunun önünde duran temel insani risktir. Şeytanın itiraz ederek Hz. Adem’e secde etmemesinin, Hz. Adem’in ilk yasağı çiğnemesinin, Habil-Kabil olayının Kur’an’da kıssa olarak anlatılmasının temel sebebi “insani durum” olarak kibrin en büyük risk ve insan varlığının kusursuz olmadığının vurgulanmak istenmesidir. Acaba eğitim sistemimizde kişi kültüne zemin teşkil edebilecek bir kültürü ve yöntemi hala devam ettirmekte miyiz? Acaba insani olan yapısal özelliği göz ardı ederek, insanla ilgili safdil bir anlayışla “özel” insanların varlığına bir kültür olarak hala inanmakta mıyız? Sorularının cevabını tekrar tekrar düşünmek zorundayız. 3) Keşf, ilham ve rüya yoluyla elde edildiği iddia edilen bilgi, bu bilgiye sahip olan kişiler dışında kimseyi bağlamaz, bağlayamaz. Böyle bir kapının aralanması uzun vadede ciddi teolojik, sosyolojik, siyasal ve psikolojik sorunlara yol açacaktır. Ama en önemlisi de teolojik anlamda dinin tahrip edilmesine imkan sağlayacaktır. Böyle bir bilgi kaynağından bahsetmek, zamanla kontrolden çıkabilecek istismara eğilimli dini örgütlerin ortaya çıkması için iyi bir zemin oluşturmaktadır. 4) Tarikat müessesesini bir eğitim faaliyeti olmanın ötesinde, epistemolojik ayrıcalıklara sahip olan kişi kültü merkezli bir faaliyet olarak değerlendirmek temel hatalardan biri olacaktır. Ortalama insanın akademik anlamda inancını “temellendiren” bir birey gibi İslam bilgisine sahip olması beklenemeyeceği ve bu yüzden de “koca karının imanı”nın daha sahici olabileceği fikri nedeniyle, bir liderin, önderin rehberliğinde yapılan ahlak ve kişilik eğitimi olarak değerlendirilebilecek tarikat faaliyetini entelektüel ve akademik bir faaliyet olarak değerlendirmek doğru değildir. Tarikatları geniş halk kesimlerini dini/ahlaki anlamda eğitmenin yollarından birisi olarak değerlendirmek mümkündür. 408 Latif TOKAT Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2017/2, c. 16, sayı: 32 5) Bilginin kaynağı konusundaki temel yaklaşım bellidir. Haber bilgisinin ayrıcalığı bir inanç meselesidir. Akıl ve duyu bilgisi insanın kendi çabalarıyla ulaşabileceği bilgi kaynaklarıdır. İslam düşüncesinin akli bilgiye değil, yalnızca nakli bilgiye sahip olduğunu iddia etmek, İslam inancının sadece bir boyutunu görmek demektir. Nakil bilgisine yapılan vurgu, gerçeklikten uzaktır ve Hz. Peygamber sonrası yaşayan insanların nesneleşmesine sebep olacaktır. Bilginin nakilden ibaret olduğu fikri ya geçmişin kutsanmasına ya da yeni durumlardan dolayı ayrıcalıklı kişilerin sahip olduğu ve ancak nakletmek suretiyle ulaşılacak olan ilk nakil bilgisinin kaynağından bilgi elde etme arayışlarına yol açacaktır. Nakilci anlayış ayrıcalıklı bilgi ve ayrıcalıklı kişi anlayışını besleyen temel inançtır. Keşf, ilham ve rüyanın öne çıkarılmasının sebebi de budur. Akli yollarla ulaşılan bilgilerin insani, tartışılabilir ve mutlak olmayıp yanlış olma ihtimali nedeniyle, keşf, ilham ve rüya vasıtasıyla elde edilecek bilgi yolunun açık kalması her zaman kullanışlı olmuştur. “İlim nakilden ibarettir”, bilginin tek şeklinin nakil ya da haber bilgisi olduğu anlayışı, İslam’ı, varlığı, tarihi ve insanı anlamamak demektir. İslam dini esas itibariyle “akl-ı selim ile akleden, tefekkür eden, düşünen” bireylerin bu akletme ve tefekkür etme faaliyetlerinin sonucu olarak kabul ettiği “haber” bilgisi üzerinde temellenir. Peygamberin getirdiği haber bilgisini kabul etmek suretiyle ilk adım atılır. Bu açıdan İslam’ın sıralama itibariyle ilk iman esası da Peygamberlere imandır. Diğer iman esasları, bu esasları getiren ve ulaştıran kişi olması nedeniyle ancak ve ancak peygambere iman esasından sonra gelir. Öte yandan aynı haber bilgisi, inananlarına akletme faaliyetinin bu kabulle birlikte, burada bittiğini söylüyor olmasa gerek. Bilginin nakilden ibaret olması insanı edilgen ve pasif hale getirecektir. Bu durum sorumluluk, akıl, irade ve düşünme melekelerine sahip olan insanın değerini alçaltacaktır, dahası insan olmanın tabiatına aykırı olacak, insanın insan olmaktan vazgeçmesi anlamına gelecektir. 6) Eleştirilemez bilgi kaynaklarının ve kişilerin varlığı fikri bugün kolaycı bir yöntemle problem çözmeye çalışmanın sonuçlarıdır. Eleştirilemez bilgi ve eleştirilemez kişi anlayışı kimi dini grupların farkında olarak ya da olmayarak kolayca istismarına imkan sağlamıştır. Gerek teolojik gerekse kültürel olarak “dokunulmazlar”ın varlığı ne kadar çoksa, istismar Dini İstismara Açık Bilgi Kaynağı Olarak “Ayrıcalıklı Bilgi”: Keşf, İlham Ve Rüya –Felsefi Bir Analiz- 409 Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2017/2, c. 16, sayı: 32 imkanı da o oranda artacaktır. Bu yüzden ilahiyat alanını mümkün olduğunca eleştiriye açık hale getirmenin yolları aranmak zorundadır. Kendisinin dokunulmaz kişi ve dokunulmaz bilgiye sahip biri olduğunu ima eden düşünce adamlarına karşı temkinli ve eleştirel olmayı daima elden bırakmamak gerekir. 7) Kimi dini grup liderlerinin etrafındaki insanları peygamberin keşf, ilham ve rüya yollarıyla kendisine bir takım bilgiler aktardığına nasıl inandırdığı, o insanların sosyolojik, psikolojik ve varoluşsal sorunları açısından ele alınması gereken bir sorundur. Kendisinin bir takım psikolojik yöntemleri kullanıp kullanmadığı da analiz edilmesi gereken diğer bir konudur. Özellikle vaazlar esnasında, coşkusal davranışlar, trans halindeki görüntüler, ağlamaklı ve kendini aşağılamak suretiyle bir bakıma kendini yücelten konuşmalarla, dinleyici ve seyirciler üzerindeki bırakılan etki psikolojik ve varoluşsal açılardan değerlendirilmelidir. Bu tür kişilerin sergilediği bu psikolojik tablo dinleyiciler açısından hakikatmiş gibi algılanmakta ve o kişinin ayrıcalıklı kişi olması yönünde sonuçlar doğurmaktadır. Kaynakça Demir, Ahmet İshak, Mütekaddimin Devri Kelamcılarına Göre Bilgi Kaynağı Olarak Keşf ve İlham, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Ü. Sosyal Bilimler Ens. 1993. Fromm, Erich, Özgürlükten Kaçış, çev.: Selçuk Budak, Öteki Yay. 6. Baskı. Ankara 1999. Gazali, el-Munkızu Mine’d-Dalal, çev.: Hilmi Güngör, M.E.B. Yay. İstanbul 1990. Gazali, Kimya-yı Saadet, çev.: Ali Arslan, Yenişafak Yay. İstanbul 2004. Heidegger, Martin, What is Called Thinking, İng. çev.: J. G. Gray, Harper and Row. New York 1968. Hoffer, Eric, Kesin İnançlılar, çev.: Erkil Günur, İm Yay. İstanbul 2005. İbn Arabi, Fususu’l-Hikem, çev.: M. Nuri Gençosman, Ataç Yay. İstanbul 2012. İbn Haldun, Mukaddime, çev.: Süleyman Uludağ, Dergah Yay. İstanbul 1988. İkbal, Muhammed, İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu, çev.: N. A. Asrar, Bir Yay. İstanbul 1984. McNeil, William H. Dünya Tarihi, çev.: Alaeddin Şenel, İmge Kitabevi, 8. Baskı, Ankara 2004. Özcan, Hanifi, Maturidi’de Bilgi Problemi, İFAV Yay. İstanbul 1993. Öztürk, Mustafa, Din Sermayesinden İktidar Devşirmek FETÖ, Ankara Okulu Yay. Ankara 2017. Platon, İon, çev.: İhsan Bozkurt, M.E.B. İstanbul 1997. Razi, Fahreddin, el-Muhassal, çev.: Hüseyin Atay, Ankara Ü. İlahiyat Fak. Yay. Ankara, ts. 410 Latif TOKAT Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2017/2, c. 16, sayı: 32 Sayar, Kemal, “Kült Psikolojisi”, gercekhayat.com.tr, 29.06.2017. Taftazani, Kelam İlmi ve İslam Akaidi, haz.: Süleyman Uludağ, Dergah Yay. 3. Baskı. İstanbul 1991. Taylan, Necip, Gazali’nin Düşünce Sisteminin Temelleri, İFAV Yay. 2. Baskı. İstanbul 1994. Tokat, Latif, Varoluşçu Teoloji, Elis Yay. Ankara 2013. Uludağ, Süleyman, “Gaybın Bilinmesinde Keşf ve İlhamın Rolü”, Kur’an ve Tefsir Araştırmaları VI, Ensar Yay. İstanbul 2004. Uludağ, Süleyman, İslam Düşüncesinin Yapısı, Dergah Yay. 8. Baskı. İstanbul 2013. Unamuno, Miguel de, Yaşamın Trajik Duygusu, çev.: Osman Derinsu, İnkılap Yay. İstanbul 1986. Yavuz, Yusuf Şevki, “Mehdi”, TDV İslam Ansiklopedisi, c. 28, 2003. Ward, Keith,. Images of Eternity, Oneworld Publ. Oxford 1987.
.