Sıfatlar konusunu işlemeden önce şu ikazı yapmak yerinde olacaktır. Allahu Teala’nın Kur’an ve Sünnet çevçevesinde tespit edilen bu sıfatlarını okurken ve iman ederken düşüncemizde bizde olan özellikler canlanmamalı.
Yani mesela Allah’ın görmesi diyoruz. Biz görmek için bir göz yapısına, gözün görme mekanizmasına, görüntüyü algılayan beyne, görüntüyü algılamak için ışığa, renge vs. muhtacız. İşte Allahu Teala için bunların hiçbirisi düşünülemez. Çünkü o muhtaç değildir. Muhtaç olan “İlah” olamaz.
Dolayısıyla O’nun görmesinden bahsederken aslında insan ve aciz olmamız hasebiyle kendi acziyetimizle tarif etmeye çalışıyoruz. Ne kadar anlatmaya çalışsak o kadar aciz kalırız. Sakın Rabbimizin görmesini, işitmesini vs. sıfatlarını kendi duyularınızla kıyas etmeyin. Bu büyük bir hata olacaktır. Bize düşen şey O’nu bütün acizlikten tenzih ederek bu esaslara iman etmektir.
Bir müslümanın inancı Allah-u Teala’nın zatıyla ve sıfatlarıyla tek olduguna inanması şeklinde olmalıdır. Allah-u Teala’nın zatıyla ve sıfatlarıyla bir olmasının manası Zatı ve sıfatlan hususunda eşi ve benzerinin olmamasıdır.
Allah-u Teala’nın sıfatları Tenzihi (Selbi), Subûti ve Fiili olmak üzere üç kısımdır.
Tenzihi (Selbi), sıfatlar: Allah-u Teala’ya nelerin isnad edilemeyecegini anlatan sıfatlardır.
Tenzihi (Selbi) sıfatlar altı tanedir;
1- Vücut,
2- Kıdem,
3- Bekâ,
4- Vahdaniyet,
5- Muhalefetün Li’l-Havadis,
6- Kıyam bi nefsihi.
Vücut: Yokluğu düşünülemeyen, var olan. Biliyoruz ki, bu alemde hiçbir şey kendiliğinden var olacak bir durumda değildir. Bunlardan hiç biri ne kendi kendine var olabilir, ne de kendi kendine yok olabilir. Başka bir deyişle, hiç bir şey kendi kendine yokluktan varlığa gelemez. Varlıkdan da yokluğa gidemez. Hiçbir yaratık da ne bir zerreyi var edebilir, ne de onu yok edebilir. İçinde yaşadığımız bu dünya ile beraber sonsuz alemler meydana gelmiş, birbiri ardınca vücuda gelip devam etmektedir. Nice şeyler de varken yok olmuştur. İşte bütün bunları yokluktan var eden ve sonra yok eden, kuvvet ve hikmet sahibi Yüce bir yaratıcının varlığından asla şübhe edilemez.
Kıdem: Varlığının başlangıcı olmamak. Ezeliyyet, evveli olmamaktır. Evveli olmayana Kadim denir. Sonradan meydana gelene de Hâdis denir. Allahü Teala Kıdem sıfatı ile vasıflanmıştır. Çünkü Allah ezelîdir, kadîmdir, varlığının başlangıcı yoktur. O’ndan önce yokluk geçmemiştir. O’nun varlığı yanında milyonlarca seneler bir saniye bile sayılmaz. Yine gördüğümüz alemler, milyarlarca seneden beri mevcut bulunsa, yine Yüce Allah’ın ezeliliği yanında bir saniyelik bir hayata sahib sayılmaz.
Bekâ: Varlığının sonu olmamak. Ebediyet, sonu bulunmamak sıfatıdır. Sonu olana “Fânî”, sonu olmayana da “Bâki” denir.
Yüce Allah Beka sıfatı ile vasıflanmıştır; çünkü ebedidir, bakîdir, varlığının sonu yoktur. O’nun yok olacağı bir zaman düşünülemez. Sonradan meydana gelen bütün varlıklar, Allah’ın kudreti ile meydana gelmişlerdir. Yine Allah’ın kudreti ile yok olurlar, yine var olurlar ve binlerce değişikliklere uğrayabilirler. Fakat Yüce Allah Bakî’dir, değişiklikten ve yok olmaktan beridir. Çünkü O, başkasının kudret eseri değildir ki, onun kudreti ile yokluğa gitsin veya değişikliğe uğrasın. Aksine bütün varlıklar O’nun kudretinin birer eseridir. Onun için Yüce Allah’ın şanında yokluk ve değişiklik nasıl düşünülebilir. Her şey yok olmaya mahkumdur; ancak azamet ve ikram sahibi Allah’ın varlığı kalıcı ve süreklidir.
Vahdaniyet: Ortagı bulunmamak. benzeri olmamak; çoğalmaktan, parçalara ayrılmaktan ve eksilmekten beri bulunmak gibi manaları ifade eden bir sıfattır. Bu sıfatları taşıyana “Vahid” denir ki, gerçekte var olan, parçalara bölünmekten ve cüzlerin bir araya gelerek toplanmasından beri bulunan zat demektir. Bu sıfat da Yüce Allah’a mahsustur.
Muhalefetün Li’l-Havadis: Yaratılmıslara hiç bir yönden benzememek. Sonradan var olmuş şeylerden ayrı olmak sıfatıdır. Yüce Allah havadise (sonradan var olan şeylere) aykırı ve muhalif bulunmak sıfatı ile vasıflanmıştır. Çünkü Allahü Teala yaratılmış şeylerden hiçbirine hiçbir yönden benzemez, hepsine muhaliftir. Hatırlara gelen her şeyden Allahü Teala mutlak surette başkadır.
Mükevvenat ve mümkünat (yaratılan ve yaratılabilen) dediğimiz şeyler değişirler, başkalaşırlar, birbirine benzeyebilirler ve sonunda yok olurlar. Bütün bu ölümlü varlıklar, her hal ve şekilleri ile asla Allah’a benzemezler.
Kıyam bi nefsihi: Varlıgı için baskasına muhtaç olmamak. Varlığı ve durması kendi zatıyla olmak manasında bir sıfattır. Bu sıfat da Yüce Allah’a mahsustur. Öyle ki, Hak Teala’nin ezelî ve ebedî olan varlığı kendi zatıyla kaimdir. Kendi varlığı mukaddes zatının gereğidir, asla başkasından değildir. Bunun için Allahü Teala’ya Vacibü’l-Vücud (varlığı kendinden dolayı gerekli) denilir. O’nun varlığı, başka bir var edene muhtaç olmaktan beridir. Allah’ı var eden bir varlık olsaydı, o zaman var eden o varlık Allah olurdu. Onun için “Allah’ı kim yarattı?” diye sorulmaz; çünkü O, kendiliğinden vardır, kadîmdir. Başkasının var etmesine muhtaç değildir. Eğer böyle olmasaydı, ne kainat bulunurdu, ne de başka bir şey… Bu gerçek kabul edilmeyince, içinde yaşadığımız alemin varlığını izah etmeye imkan kalmaz. Allah’dan başka var olan (mümkünat dediğimiz) şeyler ise, hem var olmaya, hem de yok olmaya bağlı oldukları için, bir var ediciye muhtaçtırlar.
Sonuç olarak denilir ki, Yüce Allah’ı var eden bir varlık düşünülemez ve O’ndan başka bir yaratıcı varlık da olamaz.
Görüldügü gibi bu sıfatlarla, ulühiyete (ilahlıga) nisbet edilmesi mümkün olmayan;
1- Yokluk,
2- Varlıgın baslangıcı olma,
3- Varlıgın sonu olma,
4-Ortagı bulunma,
5- Yaratılmıslara benzeme,
6- Varlıgı için baskasına muhtaç olma,
kavramları selb (nefy) edilmistir. Bu itibarla da bu sıfatlara “Selbi’ sıfatlar denilmistir.
Ayrıca: ‘Kelam ilmi” ile alakalı kültür gelistikten sonra Selbi sıfatlar çogaltılmıstır.
Söyle ki: muteber kitaplarımızdan olan
“Akaid-i Nesefi” de selbi sıfatlara sunlar da eklenmistir.
Allah-u Teala şunlardan da münezzehtir:
1- Araz (renkler ve hareketler gibi, kendi basına duramayan, belirebilmesi için bir cevhere muhtaç olan sey),
2- Cisim (yer kaplayan, eni, boyu, yük sekligi olan madde),
3- Cevher (baslı basına durabilen madde),
4- Şekle bürünen,
5- Sınırlandırılan,
6- Nicelenen,
7- Hacimli olan,
8-Birlesik parçalardan tesekkül etmis olan,
9- Sonu olan,
10- Mahiyet ve keyfiyeti olan,
11- Mekan tutan,
12- Üzerinden zaman geçen,
13- Kendisine bir sey benzeyen,
14- Herhangi bir sey ilim ve kudretinin dısında kalan bir varlık DEĞİLDİR.
SORU: Sübûti sıfatlar ne demektir?
CEVAP : Allah-u Teala’nın zatına nisbet edilen ve O’nun ne oldugunu ifade eden sıfatlar demektir. Bu sıfatlara “Zatiye, Vücûdiye” sıfatları da denilir.
SUBUTİ SIFATLAR
1- Hayat: Diri olmak,
2- lim: Bilmek,
3- Sem’: sitmek,
4- Basar Görmek,
5- Kudret: Güç yetirmek,
6- rade: Dilemek,
7- Kelam: Konusmak,
8- Tekvin: Olusturmak.
Bu sıfatların yok sayılması durumunda onların zıttı olan asagıdaki sıfatlar lazım gelir.
1- Mevt: Ölü olmak,
2- Cehl: Bilmemek,
3- Samem: Sagır olmak,
4- Amâ: Kör olmak,
5- Acz: Aciz olmak,
6- Kerahiyet: steksiz olmak,
7- Bekem: Dilsiz olmak.
Maturidi’ler Allah-u Teala’nın subuti sıfatlarına: “Yapmak, yaratmak ve olusturmak”
anlamına gelen: ‘Tekvin” sıfatnı ekleyerek subuti sıfatların sekiz adet oldugunu
söylemislerdir.
Bu Tekvin sıfatı yok sayılması durumunda zıttı olan mana lazım gelmez.
Zira Allah-u Teala hakkında “Tekvin” (yaratmak, yapmak, olusturmak) sıfatı
düsünülebilecegi gibi, yaratmamak, yapmamak da düsünülebilir.
Burada yeri gelmisken Allah-u Teala’nın subuti sıfatlarıyla ilgili bazı açıklamalar yapalım:
1- Hayat (Allah-u Teala’nın diri olması),
Allah-u Teala diridir. Bu diriligi ezdi ve ebedi olup baslangıcı ve sonu yoktur. Hudüs
(sonradan olma) yada fena vasfında (yok olacak nitelikte) degildir.
2-İlim (her seyi bilmesi),
Allah-u Teala yerde ve gökte olan her seyi bilir, ona gizli ve açık diye hiç bir sey yoktur. Kainattaki yaprakların sayısı, çiçeklerin, tanelerin, kumların adedi ve denizlerin damlaları onca malumdur. Geçmisi gelecegi, insanın kalbine gelen düsünceleri, diliyle konustuklarını, iç ve dısını çok iyi bilir. O, hazır (görünen) ler ile gaip (görünmeyen) leri bilir. Gaybı (gelecekte olacagı) bilen yalnız O’dur, baskası bilemez, bilenler de ancak O’nun bildirmesiyle bilebilirler. O, unutmaktan, sasırmaktan beri (uzak) tır. Bilmesi kendinden olup duyu organları ve akıl gibi vasıtalarla degildir.
3- Semi’ (her seyi duyması),
Allah-u Teala semi’ (duyucu) dur. Sesli ya da sessiz olan her seyi duyar. Bir kimsenin
kulağına fısıldanıp kendisinin duymadığı seyleri de duyar. Duyması kulak gibi bir aletle degildir. İşitmesi sonradan olma degildir. Yok olucu da degildir.
4- Basar (her seyi görmesi), Allah-u Teala her seyi görücüdür. Simsiyah bir gecede siyah karıncanın siyah bir tas üzerinde yürümesini görür, ayagının sesini duyar.
O’nun görmesi göz vasıtasıyla degildir. Bu sıfat da hem ezeli hem ebedidir (sonradan olmadıgı gibi yok olucu da degildir).
5- İrade (dilemesi),Dileyebilmek, ihtiyar edebilmek sıfatıdır. Yüce Allah irade sıfatı ile vasıflanmıştır. O’nun iradesi ezelîdir. Allah yaratacağı şeyleri bu irade sıfatı ile hikmetine göre meydana getirmeyi diler ve dilediği şey mutlaka olur. O dilemedikçe hiç bir şey vücuda gelmez. Hiç bir şey kendiliğinden var olmaz ve kendiliğinden yok olmaz. Ancak Allah’ın dilemesiyle var olur ve yine O’nun dilemesiyle yok olur.
Allah bütün bu kainatı ezelî olan iradesi üzere yaratmıştır. Yaratılmış şeylerin milyonlarca cins ve nevilere, ayrı ayrı vasıflara sahib olması, çeşitli özellikleri taşımış olması, hele bir topraktan, bir sudan, bir havadan yararlanan sayısız ağaçların, ekinlerin, meyvelerin çiçeklerin ve canlıların başka başka renklerde ve tadlarda meydana gelmesi ezelî bir iradenin neticesinden başka değildir.
İşte bütün bunlar, Allah’ın irade sıfatı ile vasıflı bulunduğuna birer şahiddir. Yüce Allah hakkında mecburiyet düşünülemez; O, her şeyi kendi dilemesiyle yaratır. Hiç bir şeyi yaratmaya veya yok etmeye mecbur değildir. Mecburiyet bir acizlik halidir ki, Allah’ın şanına uygun olmaz.
“Allah dilediğini hemen yapar.” (Hûd: 107)
6- Kudret (her seye gücü yetmesi),
Allah-u Teala her seye kadirdir. O, mümkün olan her seyi ve diledigini yaratır. O istese ölüye hayat verir. Ağaç ve tası konuşturur ve yürütür. O’nun güç yetiremedigi hiç bir sey yoktur. o dilese binlerce göğü ve yeri yaratır. Dagları altına ve gümüse çevirebilir. Nehirleri tersine akıtabilir. Akan sulan gümüş ve altın yapabilir. Dilediği kulunu dogudan batıya, yeryüzünden yedinci kat semaya çıkarıp geriye döndürebilir. O’nun kudreti ezeli ve ebedi olup sonradan olma ve geçici degildir.
7- Kelâm (harf ve sese muhtaç olmadan konusması),
Allah-u Teala söyler, konuşur fakat O’nun konuşması bize benzemez, konuşması dil ile değildir.
Bazı kullarına vasıtasız olarak hitap eder. Mesela Musa (Aleyhisselam) a Tur dagındaki nidasıyla, Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) e miractaki hitabı bu hususta birer örnektirler. Bazı kullarına Cebrail (Aleyhisselam) vasıtasıyla hitap etmistir. Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) e gelen vahiylerin ekserisi böyledir. Kur’an Kerim Allah-u Teala’nın sözüdür. Başlangıcı ve sonu yoktur. Mahlûk (yaratılmıs) olmadığı gibi geçici de degildir.
8- Tekvin (diledigini yaratması),
Allah-u Teala diledigini yaratır. Zerreden Kürreye varıncaya kadar her seyi O yaratmıştır. O’ndan baska Halik (yaratan) yoktur. Canlıların hareket ya da sükun (durus) larını, itaat ve isyanlarını, iman ve küfürlerini bütün hayır ve serri yaratan O’dur. Elin hareketi, dilin konusması gözün yumulup açılması hep O’nun yaratmasıyladır.
Bu hususta Mevla Teala:
“Sizi de, yaptıklarınızı da yaratan Allah’tır.” (Saffat Suresi.96) buyurmaktadır.
Dolayısıyla herkesin yaptıgı amel ve islerin yaratıcısı Allah-u Teala’dır. Bize verdigi iradey-i cüziyye ile bizi yaptıgımız işlerin faili (yapıcısı) kılmıştır. Bu sebeple herkes yaptıgı islerin ceza ve mükafatını görecektir. Bütün canlıları yaratan O oldugu gibi hepsini rızıklandıran, hasta yapan ve sıhhatte tutan, öldüren ve dirilten Odur.
Ateşle temas halinde elin ısınması ya da yanmasını, karla ve buzla temasında üşümesini yaratan O’dur.
Bir kimseyi ateşe atsalar da Allah o kim seyi dilerse yakmamaya kadirdir. Nitekim İbrahim(Aleyhisselam) ı yakmayışı bunun misalidir.
Yine karlar içindeki bir kulunu üsütmeyebilir. Ancak Cenab’ı Hakkın adeti öyle cereyan eder ki atesle temas yanmayı gerektirir. Allah-u Teala da onu yaratır.
Üsümeyi yaratan da kar degildir. Ancak Allah-u Zülcelal’dir. Toklugu yaratan da Allah’u Teala’dır. Eger O, tokluğu yaratmasaydı insanlar ne kadar yeseler doymazlardı. Acıkmak ve digerleri de bunun gibidir. Hulâsa Allah’tan baska yaratan ve etkileyen yoktur. Her sey O’nun yaratıgıdır.
O’nun bu sıfatları zatıyla kaim olup kadimdirler, sonradan olmadıkları gibi yok olmaz ve degismezler. İste Allah-u Teala’yı bu sıfatlarla muttasıf olarak tanıyan kul: “Arif” (Allah’ı bilici) sayılır. Allah-u Teala’yı bu sıfatların zıddı olan noksan sıfatlarla vasıflayan (niteleyen) ise mü’min ve müslüman olamaz. Allah’a inanması da muteber sayılmaz. Nitekim Yahudi ve Hıristiyan alemi Allah a inandıklarını iddia etseler de ona ogul ve hanım isnad ettikleri için kafir sayılmıslardır.
SORU : Fiili sıfatlar ne demektir?
CEVAP: Allah-u Teala’nın kainatla olan münasebetini en açık bir şekilde ifade eden ve
O’nun kainatı yaratıs ve idare edisini oldukça ayrıntılı bir biçimde anlatan sıfatlardır.
Allah-u Teala’nın: Tahlik (icat etmek, yoktan yaratmak), Terzik (rızık vermek), hya
(diriltmek), mate (öldürmek), Ten’im (nimet vermek), Te’zib (azap etmek) gibi bütün
filleri, Allah-u Teala’nın subuti sıfatı olan: “Tekvin” sıfatına raci (dönücü) dür.
SORU : Matüridiler, Allah-u Teala’nın subuti (zati) ve fiili sıfatları hakkında ne
demişlerdir?
CEVAP: Bu sıfatların hepsi Allah-u Teala nın zatı ile kaim (zatında) olup kadimdirler.
Zira kulların görme, isitme gibi sıfatlan onlardan ayrılır. Allah-u Teala’nın sıfatları ise O’ndan ayrılmaz.
SORU : Bu sıfatların kadim olmasının manası nedir?
CEVAP: Allah-u Teala’nın zatının evveli (baslangıcı) olmadıgı gibi, zatıyla kaim olan bu sıfatların da evveli yoktur.
Zira kadim (evveli olmayan) zatın, kadim olmayan (hadis; sonradan olan) sıfatlara mahal olması (onlarla vasıflanması) düsünülemez.
Selefiler ve Es’ariler de, subûti (zati) sıfatlar hakkında Matüridilerle aynı görüstedirler, ancak Es’ariler, fiili sıfatların hadis oldugunu ileri sürmüslerdir.
Onlar, ilim sıfatına kudret ve iradenin eklenmesiyle fiili sıfatların tamamlanabilecegi görüsündedirler. Onlara göre Matüridilerin fiili sıfat olarak kabul ettikleri sıfatlar, dogrudan sıfat olmayıp ilim, kudret ve iradenin taallüklarını temsil ederler. Kadim olmayıp hadistirler. Dolayısıyla hadis olan bu sıfatlar Allah-u Teala’nın zatıyla kaim degildirler.
SORU : Allah-u Teala’nın subûti ve fiili sıfatlarının zatı ile olan münasebeti nedir?
CEVAP : Allah-u Teala’nın bu sıfatlan, zatının ne aynı ne de gayrıdır.
SORU: Bir şey diger bir seyin aynı degilse gayri olması, gayri degilse, aynı olması lazım gelir. Buna göre yukarıdaki ifade çeliskili degil midir?
CEVAP : Çeliskili degildir, çünkü “Serhu-l Emali” de belirtildigi üzere Ehl-i Sünnet
alimleri: “Sıfat zatın aynı degildir.” derken, sıfatları zatın aynı kabul etmek suretiyle, onların mevcudiyetini ortadan kaldıran bazı Mutezili kelamcılarla İslam filozoflarının hatasından kurtulmuşlar, “Gayrı degildir.” derken de, bu sıfatların “Kulların sıfatları” gibi olduğu düsüncesinden kaçınmıslardır.
Veya: “Gayri degildir.” derken sıfatı zattan ayırıp beşer seviyesine indiren ve Isa
(Aleyhisselam) bedeninde maddilestiren Hıristiyanların yanlıs inançlarından kaçınmak istemişlerdir.
www.ihvanlar.net
Melekler Nasıl Varlıklardır? Meleklere iman nasıl olmalı?
Meleklere iman, herhangi bir şüphe ya da tereddüt söz konusu olmaksızın kesin olarak var olduklarına inanmak demektir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
”O peygamber kendisine Rabbinden indirilene iman etti, mü’minler de. Onların herbiri Allah’a O’nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine inandı:”(Bakara 285)
Meleklerin varlıklarını inkar eden bir kimse kafir olur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
”Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar ederse artık o hiç şüphesiz uzak bir sapıklığa düşmüştür.”(Nisa 136)
Melekler Allah’ın yarattığı nurani varlıklar olup, yemeleri ve içmeleri yoktur. Aynı şekilde erkeklik ve dişilikleri de yoktur. Dolayısıyla çoğalma gibi bir özellikleri de yoktur. Allah’ın ”ol” emri ile meydana gelirler. Görevleri Yalnızca Allah’ın buyruklarını yerine getirmek ve O’na itaat etmektir.
Meleklerin hilkatleri pek büyüktür. Onların kanatları vardır. Ancak bu kanatları devasa kuş kanatları olarak algılamak yanlıştır.
Melekler Allah’ın ordularından birisidir.
Melekler Allah’ın izin verdiği yer, zaman ve görev ile eşya gibi cismani ve insani şekillere girebilme gücüne sahiptirler.
Hristiyanlarda meleklerin dişi olduğu inancı yaygındır. Onlar haşa ”melekler Allah’ın kızlarıdır” demektedirler. Bu sapkın inancı resim ve minyatürlerinde de göstermektedirler. Ayrıca çizgi filmler ile çocukların beyinlerine kazımak istemektedirler. Çizgi filmlerde melekler, kanatlı ve dişi suretinde çoğu zaman çıplak bir halde anlatılıyor. Bu tehlikelere çok dikkat etmemiz gerekiyor.
Meleklerin pek çok görevleri vardır.
Kimileri arşı taşımakla, kimileri vahiy ile kimileri dağlar ile görevlidir. Kimileri kulların amelini kaydetmekle, kimileri kâfirlerin ruhunu kabzetmekle görevlidirler.
Onlardan mü’minlere mağfiret dileyen, dua eden melekler olduğu gibi, ilim meclislerine, zikir halkalarına tanık olup onları kuşatanlar da vardır. Salih kimseleri korumakla, onların sıkıntılarını gidermekle görevli olan meleklere olduğu gibi, kâfirleri lanetlemek, üzerlerine azab indirmekle görevli olanları da vardır.
.
İndirilen kitaplar nelerdir? Kitaplara İman nasıl olmalı?
Yüce Allah, kitaplarını, rasullerine, insanları hidayete iletmek için indirmiştir.
”Elif, Lam Ra. Bu (Kuran), insanları Rablerinin izniyle, karanlıklardan nura, yegâne galip, hamde layık olan (Allah)’ın yoluna çıkarman için sana gönderdiğimiz bir kitaptır.”(İbrahim 1)
Genel olarak 104 kitap vardır. Bunların 4’ü büyük kitaptır.100’ü ise sahifelerdir.
Dört büyük kitab:
1-Zebur: Davud (Aleyhisselam)’a
2-Tevrat: Musa (Aleyhisselam)’a
3-İncil: İsa (Aleyhisselam)’a
4-Kuran: Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa (Sallallahu aleyhi ve sellem)’e
Yüz sahife:
1) 10 sahife: Âdem (Aleyhisselam)’a
2) 50 sahife: Şit (Aleyhisselam)’a
3) 30 sahife: İdris (Aleyhisselam)’a
4) 10 sahife: İbrahim (Aleyhisselam)’a indirilmiştir.
Biz müslümanlar, peygamberlere gönderilen bütün kitaplara inanıyoruz. Ancak, Kuran-ı Kerim’den başka diğer kitapların sonradan bozulduğunu da biliyoruz.
Kuran’ı Kerim ise Peygamberimize indirildiği şekli ile kıyamete kadar duracaktır. Lafız itibarıyla Kuran’ın değiştirilmesi imkansızdır.Çünkü Kuran, Allah’ın korumasındadır:
”Elbette Kuranı biz indirdik ve Muhakkak ki O’nu (tahrif ve diğişikliklere karşı) biz koruyacağız.”(Hicr 9)
Bu gerçeği günümüzde, Kuran’ı değiştirmek isteyenler bile mecburen kabul etmiştir.Bir çok denemeleri başarısız kalmış, çeşitli sebepler ile bu emellerine ulaşamamışlar.
İngiltere, altın karışımı harfler ile yazılan bir Kuran basıyor. Ancak Kuran’da kasıtlı olsa gerek bazı yerler lafız itibarıyla değiştiriliyor. Bu Kuran’lar Mısır’a gönderiliyor. Ramazan ayında bir camide hafızlar hatim okurken, hatmi Kuran’dan yüzüne okuyarak takib edenler hafızın okuduğu yerde bu oynamanın yapıldığını görüyorlar. Yapılan araştırma ile Kuran’ın İngiltere’den geldiği anlaşılıyor. Acilen bütün bu mushaflar toplatılıyor. Mevla’nın korumasıyla bu hamlede başarısız oluyor.
Lafzı ile oynayamayacaklarını bildikleri için manasını çevirmeye çalışmaktadırlar. Ünlü ilahiyat prof.ları bu işi üstlenmektedir.
Kuran’ı Kerim, alemlerin Rabbinin kelamı, O’nun apaçık kitabı, O’nun sapasağlam ipidir.Allah’ın Rasulü’ne bir anayasa olsun, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarsın, doğru yola ve sırat-ı mütakim’e iletsin diye indirmiştir.
Kuran’ı Kerim’in bütün emirlerine ve yasaklarına inanmak ve kabul etmek farzdır.
Bir kimse, Kuran’ın tümüne inanıp da sadece bir ayetini inkar etse dinden çıkar.
Yine bir kimse Kuran’ın tümünü kabul etse de sadece bir ayetin hükmünün geçerli olmadığına, olamayacağına inansa kâfir olur.
”…Yoksa siz O kiabın bir bölümüne inanıyorsunuz da, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Şu halde içinizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rüsvaylıktan başka değildir. Kıyamet gününde de onlar azabın en çetinine itileceklerdir. Allah, ne yaparsanız gafil değildir.”(8Bakara 85)
Ehli sünnet vel-cemaate göre:
Kuran’ın kişisel görüşlere dayalı olarak tefsir edilmesi caiz değildir. Çünkü böyle bir tutum Allah katında bilgisizce söz söylemek türündendir. Kitap ve sünnette sabit olmuş nasslar (deliller) gereğince tefsir edilmesi, bundan sonra ashabın görüşlerine baş vurulması, şeri ilkelerin dışına çıkılmaması gerekir.
”….Ve o (şeytan), Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi ister.”(Bakara 169)
www.ihvanlar.net
.
Peygamberlere iman etmek nedir?
Ehl-i Sünnet vel-cemaat, yüce Allah’ın kullarına müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere, insanları hidayete iletmek ve karanlıklardan çıkartıp, nur’a ulaştırmak için hak dine davet eden resuller, peygamberler gönderdiğine kesinlikle inanır.
Onların çağrıları toplumları şirk ve putperestlikten kurtarmak, çözülüş ve bozuluştan arındırmak içindi. Onlar risaletlerini tebliğ ettiler, üzerlerindeki emaneti eksiksiz yerine getirdiler, ümmetlerine samimiyetle öğüt verdiler. Allah yolunda gereği gibi cihat ettiler.
Bu peygamberlerden bir tanesini inkâr edenler, tümünü inkar etmiş gibi olurlar. Nitekim Mevla Teala:
”Şüphe yok ki Allah’ı ve peygamberini inkâr ederek kâfir olanlar bir de Allah’la peygamberlerinin arasını ayırmak isteyenler ve: ‘kimine inanıyoruz, kimini inkâr ederiz’ diyenler böylece bunun arasında bir yol tutmaya yeltenenler, işte onlar gerçek kâfirlerin ta kendileridirler. Biz o kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır. Allah ve peygamberine iman edip, onlardan birini diğerinden ayırmayanlara ise ecirlerini verecektir. Allah bağışlayandır, çok merhamet edendir.”(Nisa 152)
Allah-u Teâlâ birçok peygamber göndermiş, bunlardan bazısını da Kuran’ı Kerim’de zikretmiştir. Kuran’ı Kerim’de ismi zikredilen 25 resul ve peygamber vardır. Bunlar:
1-Hazreti Adem (aleyhisselam)
2-Hazreti İdris (aleyhisselam)
3-Hazreti Nuh (aleyhisselam)
4-Hazreti Hud (aleyhisselam)
5-Hazreti Salih (aleyhisselam)
6-Hazreti Lut (aleyhisselam)
7-Hazreti İbrahim(aleyhisselam)
8-Hazreti İsmail (aleyhisselam)
9-Hazreti İshak (aleyhisselam)
10-Hazreti Yakub (aleyhisselam)
11-Hazreti Yusuf (aleyhisselam)
12-Hazreti Eyyub (aleyhisselam)
13-Hazreti Şuayb (aleyhisselam)
14-Hazreti Musa (aleyhisselam)
15-Hazreti Harun (aleyhisselam)
16-Hazreti Zülkifl (aleyhisselam)
17-Hazreti Yunus (aleyhisselam)
18-Hazreti Davud (aleyhisselam)
29-Hazreti Süleyman (aleyhisselam)
20-Hazreti İlyas (aleyhisselam)
21-Hazreti Elyesa’ (aleyhisselam)
22-Hazreti Zekeriyya (aleyhisselam)
24-Hazreti Yahya (aleyhisselam)
24-Hazreti İsa (aleyhisselam)
25-Hazreti Muhammed (aleyhisselam)
Kuranda ismi geçen üç mubareğin peygamber olup olmadığı ihtilaflıdır. Bunlar:
1-Hazreti Üzeyir
2-Hazreti Lokman
3-Hazreti Zülkarneyn
Peygamberlerin kendilerine has bazı özellikleri bulunması gerekmektedir. O, bu sıfatları sayesinde yüce Allah ile kullar arasında elçilik yapma liyakatini kazanmış olur.Allah Teala şöyle buyurur:”Allah, elçiliğini nereye tevdi’ edeceğini çok iyi bilendir.”(Enam 124)
Peygamberlerde bulunması vacib olan özellikler:
1-Sıdk: Doğruluk demektir. Peygamberler son derece doğru insanlardır. Asla yalan söylemezler.Oldu dedikleri olmuştur, olacak dedikleri zaman gelince mutlaka olacaktır.
2-Emanet: Güvenilir olmak demektir. Peygamberler her hususta güvenilir kimselerdir, asla hıyanet etmezler.
3-Fetanet: Akıllı ve uyanık olmak demektir. Peygamberler yüksek zeka sahibidirler.
4-İsmet: Günah işlememek demektir. Peygamberler gizli ve açık hiçbir günah işlemezler.
5-Tebliğ: Bildirmek demektir. Peygamberler Allah’tan aldıkları dini hükümleri olduğu gibi hiçbir değişiklik olmadan insanlara bildirmişlerdir.
Müslümanların büyük çoğunluğuna göre peygamberlerin küfürden ma’sum oluşu vahiyden önce de, sonra da sabittir.
Peygamberlerin vahiyden önceki haline göre bazı mezheblere göre, peygamberler vahiyden önce de masumdur. Bize göre ise peygamberlerin vahiyden önce günah işlemesi, nadir olmak şartıyla, mümkündür. Böylelerinin hali nübüvvet anına hemen iyiliğe ve istikamete dönüşür.
www.ihvanlar.net
Ahiret gününe iman nedir? Öldükten sonra dirilme var mı?
“Son” ve “Sonra Olan” anlamında Arapça bir kelime olan “Âhiret”, “Âhir” kelimesinin müennes (dişi) şeklidir. Lügatte “Evvel” kelimesinin zıddı olarak kullanılır. İslâm literatüründe bu kelime “Öbür Dünya” manasında kullanılmıştır. Dünya,canlıların yaşadığı evvelki âlem, ahiret ise son âlemdir. Bu kelimeler bazen “dâr=yurt” kelimesiyle birlikte kullanılır (el-Ankebût, 29/64), Dâr-ı Dünya ve Dâr-ı Ahiret gibi. Bazen de tek başına kullanılır (el-Bakara, 2/220). Dünya, yakın ikamet yeri; Ahiret, son ikamet mahallidir.
Allah’u Teâlâ, içinde yaşadığımız bu Dünya’yı ve üzerindeki bütün varlıkları geçici bir zaman için yaratmıştır. Bir gün dünya ve dünyadaki bütün insanlar, canlı ve cansız varlıklar yok olacaktır. Dağlar, taşlar, yerler, gökler parçalanacak (el-Karia, 101/4-5), Allah’tan başka tüm âlem son bulacaktır (er-Rahman, 55/27). Bu hâdiselerin meydana geldiği günü Kur’an, “zelzele saati” (el-Hacc, 22/2) ve “Kıyamet Günü”* (el-Kıyâme, 75/-1) diye adlandırır. Kıyamet Günü’nden sonra Allah’ın takdir ettiği bir zamanda insanlar yeniden hayat bularak kabirlerinden kaldırılacak ve “Mahşer”* denilen düz bir sahada (el-Hicr, 15/25), hesabı süratle gören Allah’ın (Âli İmrân, 3/19) huzurunda, dünyada yaptıklarının hesabını (el-Hakka, 69/19, 37) vermek üzere toplanacaklardır (el-Casiye, 45/26). Hesapların görülmesinden sonra bir kısım insanlar iyilikleri nedeniyle Cennet’e, diğerleri ise, inkâr ve kötülükleri nedeniyle Cehennem’e gideceklerdir.
İşte bu yeni hayatın başlayacağı günden itibaren, bitmez tükenmez bir halde devam edecek olan âleme “Ahiret Alemi” denir.
Bütün semâvi dinlerde olduğu gibi en son ve en mükemmel din (el-Mâide, 5/3) olan İslâm’a göre, meydana geleceği ayet (el-Bakara, 2/4) ve hadisle (Tecrîd-i Sarih, 47 nolu hadis) ve bütün ümmetin fikir birliği ile kesin olan ahiret gününe inanmak, imanın şartı olarak farzdır.
Ahiret Günü denilince;
1- Bu âlemin hepsinin yok olması ve hayatın tamamıyla sona ermesi.
2- Ahiret hayatının başlaması.
Ahiret hâdiseleri denilince de;
a) Canlılar için ahiret hayatının mukaddimesi olan ölüm, berzah âlemi *, kabir hayatı.
b) Sûra üfürülmesi ve herkesin tekrar dirilerek kabirlerden kalkıp mahşer* meydanında toplanması.
c) Dünya’da iyilik veya kötülük cinsinden yapılan işlerin kaydedildiği amel defterinin sahiplerine okutulması.
d) İyilik ve kötülüklerin tartıldığı mizan* (terazi)’nin kurulup amellerin tartılması.
e) Bütün insanların üzerinden geçmeleri mecburî olan Sırat* köprüsünden geçiş.
f) İmanlı ve ameli iyi olanların gideceği Cennet*
g) İmansız ve ameli kötü olanların gideceği Cehennem*
i) Peygamberimizin, seçkin müminlerle başında bulunduğu Kevser Havzı*
h) Peygamberimizin müminlere şefaati, gibi hadiseler hatıra gelir. İşte bütün bunlar, Ahirete iman konusu içinde ele alınması gereken konulardır. Kesin nasslarla sabit olan bu hususlara inanmak, imanın şartlarındandır. Bunlardan birini inkâr ise, ahireti inkâr demektir.
Kur’an, Ahiret âlemini ayrıca “Din Günü ” (el-Fatiha, I/3) ve “Gayb Âlemi” (el-Bakara, 2/3) olarak isimlendirir .
Gözden kaybolan şeye gayb dendiği gibi, duyularla idrak edilemeyen, insan bilgisi dışında kalan şeye de gayb denir. Bir şeyin gayb olması Allah’a göre değil, insanlara göredir. Çünkü Allah’tan gizli kalan hiçbir şey olamaz. O, gayb ve şehâdet âlemini bilir (el-Haşr, 59/22). Kur’an’a göre varlıklar iki kısımdır: Gayb âlemini meydana getiren; görülmeyen ve idrak edilemeyen varlıklar ve şehâdet âlemini meydana getiren; görülüp, idrak edilen varlıklar. Gayb âlemine ait varlıklar da iki kısımdır:
1- Bir kısmının delili yoktur. Varlığını ancak Allah bilir, duyularla idraki mümkün değildir. “Gaybın anahtarları Onun yanındadır, onları Ondan başkası bilemez.” (el-En’âm, 6/59)
2- Bir kısım varlıklar da idrak edilemez ancak varlıkları delillerle anlaşılabilir. Allah’ın sıfatları, Ahiret, Cennet, Cehennem ve Melekler gibi. Bu tür gayb haberleri peygamberlere vahiy yoluyla bildirilir. Onlar da ümmetlerine bildirirler. Müminler, kendilerine vahiy yoluyla bildirilen ‘gayb’a ait haberlere inanmak mecburiyetindedirler. Mümin zaten inanan insan demektir. Bu haberlere inanmamak ise küfürdür. Ahiret de gayb haberlerinden olup inanılması zaruri olan vahye dayalı bir haberdir.
Hayatının başlangıç ve sonu olmayan ancak Allah’tır. Bu âlemin de bir gün yok olacağı muhakkaktır. Sonradan meydana geldiği bilinen bu âlem üzerindeki değişiklikler, zamanla insan, hayvan, bitkiler ve bütün varlıkların ölmesi ve yok olması, depremler vs. bu âlemin tamamının bir gün yok olacağının delilleridir. Bu tür hâdiseler insan iradesinin ve gücünün dışında olan hâdiselerdir.
Başlangıcı itibariyle yoktan var olduğunu kabul ettiğimiz bu âlemin, yok olduktan sonra tekrar yaratılması akla aykırı değildir. Çünkü onu yoktan yaratan Allah, onu helâk ettikten sonra tekrar yaratmaya elbette kadirdir. İnsan da öldükten sonra tekrar, Allah’ın izniyle dirilecektir.
Kur’an’da tekrar dirilmeye dair pek çok ayet vardır:
“Mahlûkatı ilkin yaratıp, sonra (kıyamette) onu diriltecek olan O’dur, ki bu (öldükten sonra diriltme, ilk yaratıştan) O’na daha kolaydır…” (er-Rûm, 30/27). “Ey Resulüm, de ki: Onları ilk defa yaratan diriltir ve O, her yaratılanı hakkıyla bilir. ” (Yâsin, 36/79). Bu ayetler, mahlûkâtı ilk yaratanın, onları tekrar dirilteceğini ifade etmektedir.
İnsanların, hayvanların ve diğer canlıların uyumaları ve tekrar uyanmaları, öldükten sonra dirilmeye bir benzetmedir: “Odur ki geceleyin sizi öldürür (gibi uyutur), gündüzün ne işlediğinizi bilir; sonra belirlenmiş süre geçirilip tamamlansın diye gündüzün sizi diriltir. Sonra dönüşünüz O’na dır; sonra (O, dünyada) yaptıklarınızı size haber verecektir.” (el-En’âm, 6/60).
Kur’an-ı Kerim , kuraklık ve mevsim nedeniyle ölü hale gelen ve hayatı tamamen sönen toprağın, yağmurla veya sulanarak eski haline dönüşünü ve bereketlenmesini de, öldükten sonra dirilmeye delil göstererek şöyle buyuruyor: “O’nun ayetlerinden biri de (şudur): Sen, toprağı, boynu bükük (kupkuru) görürsün. Onun üzerine suyu döktüğümüz zaman titretir ve kabarır. Onu dirilten (Allah), elbette ölüleri de diriltir. O, her şeye kadirdir.” (Fussilet, 41/39).
El-Hacc, 22/5-6 ayetinde öldükten sonra dirilme konusunda şüphede olanların dikkatlerini, yaratılışlarının safhalarına çekerek, bu ifâdelerin altında tekrar diriltilmenin imkânını ortaya koymaktadır.
Âlemlerin yaratılışı, insanların yeniden dirilmelerine delil gösterilir:
“Elbette gökleri ve yeri yaratmak, insanları (öldükten sonra) yaratmaktan daha büyüktür. Fakat insanların çoğu bilmezler. “(el-Mümin, 40/57; en-Naziât, 79/27, 33; Yâsin, 36/79, 81).
İnsanın boşuna yaratılmadığını (el-Müminûn, 23/115); başıboş terkedilmediğini, (el-Kıyâme, 75/36) her nefsin ölümü tadacağını, inanan ve iyi amellerde bulunan kişilerin mükâfatlandırılması ve kâfirlerin de cezalandırılması için tekrar diriltileceklerini bildiren (Âli İmrân, 3/185; Yunus, 10/4; el-Leyl, 92/4, 11) ayetler de, ahiret hayatının birer delilidirler.
Mahlûkâtın, ölüp yok olduktan sonra tekrar dirilmelerindeki hikmet, mükelleflerin bu dünyada iradeleriyle kazandıklarının karşılığını görmeleridir. Çünkü bu dünya kazanç ve amel dünyasıdır. Öbür dünya ise, yapılanların karşılığının görüleceği yerdir (Âli İmrân, 3/185) .
İnsanlar bu dünyada rızıklarında, işlerinde, ecellerinde, mutluluk ve mutsuzluklarında çok farklı bir yaşayış içindedirler. Kimi zalim, kimi mazlum, kimi iyi, kimi hasta, bir kısmı zengin, bir kısmı fakir, bir kısmı üstün, bir kısmı zelildir. Kimisi iyilik yapar, kimisi kötülük. Şayet ölüp de tekrar dirilmeyecek olsalardı, iyilik yapanlar mükâfat, kötülük yapanlar da ceza görmemiş olurlardı. Bu ise Allah’ın adâletine aykırı olurdu. Bundan dolayı Allah tekrar dirilmeyi ve cezayı yaratmıştır; “İnkâr edenler, kat’iyyen diriltilmeyeceklerini sandılar. De ki: “Hayır, Rabbim hakkı için mutlaka diriltileceksiniz, sonra yaptıklarınız size haber verilecektir. Bu, Allah’a göre kolaydır.” (et-Teğabun, 64/7, ayrıca en-Nahl, 16/30-40).
Ahirete iman, kâinatta meydana gelecek olan korkunç inkılâbın kesin olduğunu kabul etmektir. Bu dünya hayatı tamamıyla son bulup, başka bir hayat başlayacaktır. Bu âleme iman, İslâm inancını meydana getiren altı esastan birisidir. Mümin, imanı ve Kur’an ahlâkı ile ahlâklanmasının neticesini ahirette göreceğine, Allah’ın lûtfuna nâil olacağına yakînen inandığı için ölüm ve âhiret hayatı, onu tedirgin etmezken; hayatını küfür ve isyanla, zulüm ve haksızlıkla geçiren kâfir, asî ve zalim ise ölümü ve ölümden sonraki ahiret hayatını istemez (el-Bakara, 2/95; Âli İmrân, 3/56; el-İsrâ, 17/10; ez-Zümer, 39/26, 45).
Hz. Ali ahireti inkâr eden birisine şöyle demişti: “Benim dediğim olursa sonunda sen zararlı çıkarsın. Fakat senin dediğin olursa, ben zararlı çıkmam. “
Ahiret inancı, insana ilerleme ve gelişme yolunda büyük bir güç kazandıran mükemmel bir inanç türüdür. Cenâb-ı Hakk şöyle buyurur: “Her kim inanarak ahireti ister ve onun için gerektiği şekilde çalışırsa, onun emeği mükâfatla karşılanır.” (el-İsrâ, 17/19). İnsan hayatı ile dünyanın varlığı, ancak sonunda bütün yapılanların sorgulanacağı bir ahiret hayatının olmasıyla bir anlam kazanır. Aksi takdirde hayatın ve dünyanın hiçbir anlamı olmadan insanın hayatına tam bir nihilizm hakim olacaktır. Bu da insanların büyük bir bunalıma ve ümitsizliğe sürüklenmesine yol açar. Ahirete iman insana sonsuzluğun yolunu açarken ölümü de en ince teferruatına kadar açıklayarak bir son olmadığını bildirmektedir. Ölüm yeni bir hayatın başlangıcı demektir. Ahiret inancıyla insanın bu dünyadaki hayatına bir anlam veriliyor. Ayrıca insanın yaşayışı da büyük bir disiplin altına alınmış oluyor. Zira ahirete iman insana büyük bir sorumluluk duygusu vermekte ve ilerde çekileceği büyük hesap gününe göre hayatını ve diğer insanlarla ilişkilerini sağlam bir karakter ve temele dayandırıyor. İnsan dünya hayatında yaptığı bütün amellerinin karşılığını o gün görecektir. “Kim zerre miktarı iyilik yaparsa onu görecek ve kim zerre miktarı kötülük yaparsa karşılığını görecektir. ” (Zilzâl, 99/7-8). Böylece ahirete iman insana büyük bir ümid kaynağı olduğu gibi onu adâlete ve sonsuzluğa inandırır. Bu da adil, dürüst ve sağlam bir toplumun oluşmasını sağlar.
Kur’an, inanan ve inanmayanların ahiret hayatını özetle şöyle izah eder: “Sûr’a birinci üfleme üflendiği, arz ve dağlar yerlerinden kaldırılıp bir çarpışla birbirine çarpıldığı (ve hepsi darmadağın) olduğu zaman, işte o gün o vak’a olmuştur. Gök yarılmıştır, o gün o, zayıflamış, sarkmıştır. Melekler de onun kenarlarındadır. O gün Rabb’ının tahtını (arşını), bunların da üstünde sekiz (melek) taşımaktadır. O gün (hesap için Allah’a) arz olunursunuz. Sizden hiçbir sır gizli kalmaz. Kitabı sağından verilen: “Alın kitabımı okuyun ” der, “Ben hesabımla karşılaşacağımı sezmiştim zaten. ” Artık o, memnun edici bir hayat içindedir. Yüksek bir bahçede, devşirmesi kolay (meyveleri yakın). ‘ ‘Geçmiş günlerde yaptığınız işlerden ötürü (bugün) afiyetle yiyin, için. “
Kitabı sol tarafından verilen ise der ki: “Keşke bana kitabım verilmeseydi. Şu hesabımı hiç görmemiş olsaydım. Keşke (ölüm işimi) bitirmiş olsaydı. Malım bana hiçbir fayda vermedi. Gücüm (saltanatım) benden yok olup gitti (hiçbir şeyim kalmadı). (Yüce Allah, Cehhenem’in muhafızlarına emreder): “Tutun onu, bağlayın onu, sonra Cehennem’e sallayın onu. Sonra uzunluğu yetmiş arşın olan zincire vurun onu. Çünkü o, yüce Allah’a inanmıyordu, yoksulu doyurmaya ön ayak olmuyordu. Bugün onun için candan bir dost yoktur. İrinden başka yiyecek yoktur. Onu (bile bile) hata işleyenden başkası yemez.” (el-Hakka 69/13-37).
Yukarda çizilen manzara inanan ve inanmayan kişinin ahiret hayatını veciz bir şekilde ortaya koymaktadır. İnanan için müjde, inanmayan için korku kaynağı olan bu âlem, onu idrak eden her akıl sahibinin kendi dünyasını, fikir ve yaşayış biçimini, Allah’ın arzu ettiği biçimde intizama koymasına en büyük etkendir. Herkesin toplandığı ve kazandığı kendisine tastamam verildiği (Âli İmrân, 3/25-30; el-Câsiye, 45/28; Kâf, 50/44; et-Teğâbûn, 64/9), kimsenin kimseden cezasına karşılık bir şey ödeyemediği (el-Bakara, 2/48, 123) ana, baba, evlâd, dost herkesin kendi başlarının derdine düşerek ve hak talep edilmesi endişesiyle birbirinden kaçtığı (Abese, 80/34-37), dünyada iken inanç ve amelleri nisbetinde bazı yüzlerin ak, bazı yüzlerin de kara olduğu (Abese, 80/38-42; Âli İmrân, 3/106-107) o ceza gününde insanların makam, mevki, zenginlik, tahsil gibi insanlarca meziyet kabul edilen hiçbir özelliklerine aldırış edilmeksizin, kulların yaptıklarına göre hak tecelli eder. “Ey inananlar, Allah’tan korkun ve kişi, yarın için ne (yapıp) gönderdiğine baksın. Allah’tan korkun; ve Allah, yaptıklarınızı haber almaktadır” (el-Haşr, 59/18).
Kabir Hayatı
Dünya hayatından sonra, ahiret hayatından da önce fakat ahiret hayatı içinde ele alınması gereken bir başka hayat daha vardır ki o da kabir hayatı veya “Âlem-i Berzah”denilen hayattır. Berzah,* asıl manasında iki şey arasında bulunan engel, ayırıcı sınır demektir. Bu kelime Kur’an’ın “el-Mü’minûn, 23/100; er-Rahmân, 55/20; el-Furkan, 25/53” ayetlerinde “iki şey arasındaki engel” manasında kullanılmıştır.
Râgıp, el-Müfredât adlı eserinde şöyle der: “Berzah; ahirette insan ile yüksek menzillere ulaşması arasındaki engeldir. Bu kelime, el-Beled, 90/11 ayetindeki “el-Akabe” kelimesine işarettir. Ayetin meâli şöyledir: “Fakat o, (hedefe varmak, yapılan iyiliklere teşekkür etmek için) sarp yokuşu geçemedi.” Ayette bildirilen engeli ise ancak sâlihler asabilir. Berzah’ın ölüm ile kıyâmet arasındaki engel olduğu da söylenir.
İnsan için üç hayat vardır:
Dünya hayatı: Ruhun cesetle birlikte yaşadığı içinde bulunduğumuz hayat.
Berzah hayatı: Ruh, dünyada iken içinde bulunduğu cesetten ayrılmış, azab yahutta nimet içinde müstakil hale gelmiştir.
Ahiret hayatı: Ruhların dünyada iken içinde oldukları cesetlere dönmeleri ile meydana gelen son hayat. Görüldüğü gibi Berzah hayatı, birinci hayat ile ikinci hayat arasındadır. Dünya hayatı çalışma, Ahiret hayatı ise çalışmanın karşılığını görme hayatıdır. Bu ikisi arasındaki hayat da, beklemekten ibaret olan Berzah hayatıdır (Âli İmrân, 3/185).
Ölüm anında, ruhlar cesetten ayrılırken rahmet veya azab melekleri vasıtasıyla onlara, hallerine uygun durumlar gösterilir:
“Melekler, o kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vura vura: “Tadın Cehennem azabını. ” diyerek canlarını alırken bir görmeliydin…” (el-Enfâl, 8/50, el-En’âm, 6/93-94). Ayetlerde bildirilen azab, ölüm anında kâfir ve günahkârlara yapılan azabtır.
Ahmed İbn Hanbel’in Müsned’inde (IV/288, 397) yer alan rivayetlere göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Mümin kul, dünyadan ayrılmak üzere ve ahirete yöneldiği anda ona semadan beyaz yüzlü melekler iner. Yüzleri sanki güneş gibidir. Yanlarında Cennet kefenlerinden ve kokularından vardır. Onun görebileceği yere otururlar. Ölüm meleği gelir, baş tarafına oturur ve şöyle der: “Ey güzel ruh, çık ve Rabbi’nin rızasına ve mağfiretine gel. ” O da, ağızdan damlayan bir damla gibi çıkar. Kâfir kul dünyadan ayrılmak ve ahirete yönelmek üzere olunca, yanında kaba bir elbise olan siyah yüzlü bir melek gelir, onun görebileceği bir yerde oturur, şöyle der:
“Ey çirkin ruh, haydi çık, Rabb’inin öfkesine ve gazabına gel. Ruh cesedden korkarak ve güçlükle ayrılır.”
Ölümden sonra berzah âleminin ikinci makamı olan kabir hayatı başlar. Kabirde ilk zamanlarda ruh cesetle birlikte bulunurlar, beraber azab ve mükâfat görürler. Daha sonra ruh cesetten ayrılır ve müstakil olur. Peygamberimiz (s.a.s.)’in ifadesine göre; “Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçe, yahut Cehennem çukurlarından bir çukurdur. ” (Tirmîzî, Kıyâme, 26). Ruhun cesetle birlikte kabirde azap ve mükâfat görmesinin bir benzeri, hepimizin zaman zaman gördüğümüz acı veya tatlı rüyalardır ki kişi kendisini sonsuz nimetler veya azap içinde görür de bunlar ancak uyanmakla sona erer.
Kabir hayatı hakkında Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Ölüm meleği Mümin kulun ruhunu aldığı zaman melekler onu, göz açıp kapayacak kadar ölüm meleğinin elinde bırakmazlar. Onu alır, bu kefene koyarlar. Ondan, yeryüzünde bulunan mis kokusu gibi bir koku çıkar. Onu melekler arasından geçirirken: “Bu güzel ruh nedir?” derler. Dünyada iken söylenen en güzel ismini söyleyerek: “Falan oğlu falandır” derler. Dünya semasına ulaşıncaya kadar çıkarırlar. Nihâyet Cenâb-ı Allah: “Kulumu ‘İlliyyine’ yazınız. ” buyurur. Bu, Cennet’in en yüksek derecesidir. “Ben onu yeryüzündeki cesedine iade edeceğim.” İki melek yanına gelir ve: “Rabbin kimdir?” derler. Ruh:
“Rabbim Allah’tır. ” der. Onlar:
“Dinin nedir?” derler. Mümin ruh:
“Dinim İslâm ‘dır. ” der. Onlar:
“Bunları sana bildiren nedir?” derler. O da:
“Allah’ın kitabını okudum, ona inandım ve tasdik ettim” der.
Bunun üzerine semadan bir ses gelir:
“Kulum doğru söyledi. Cennet’te makamını hazırlayınız. Onun için Cennet’ten bir kapı açınız. der. ” (et-Terğîb ve’t-Terhîb,III 369)’teki bir hadiste kâfir kulun ruhunun berzah hayatı hakkında Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Ölüm meleği kâfir kulun ruhunu aldığı zaman, melekler bu ruhu onun elinde göz açıp kapayıncaya kadar bırakmazlar. Onu hemen kalın bir elbiseye koyarlar. Ondan yer yüzünde bulunan leş kokusu gibi bir koku çıkar. Onu semaya yükseltirler. Meleklerin yanından geçerken: “Bu kötü ruh kimindir?” derler. Melekler, en kötü ismini söyleyerek: “Falan oğlu falandır.” derler. Onun için semanın kapısını açmasını isterler, fakat açmazlar.” Bu esnada Peygamberimiz (s.a.s.) şu ayeti okudu: “Onlara gök kapıları açılmaz (ruhları göğe yükselmez) ve deve iğnenin deliğinden geçinceye kadar (hiçbir zaman) Cennet’e giremezler.” (el-A’raf, 7/40). Allah: “Onun kitabını en aşağı makama yazınız” der. Sonra onun ruhu uzaklaştırılır. Peygamberimiz (s.a.s.) sonra şu ayeti okudu: “…Kim Allah’a ortak koşarsa o, sanki gökten düşmüş de kendisini kuş kapıyor veya rüzgâr onu uzak bir yere sürüklüyor gibidir. ” (el-Hacc, 22/31). Ruhu cesede iade olunur da iki melek (Münker ve Nekir*) gelir, yanına oturur ve:
“Rabbin kimdir?” derler. O da:
“Şey şey, bilmiyorum,”der. Onlar:
“Dinin nedir?” derler, o da:
“Şey şey, bilmiyorum,”der. Onlar:
“Size kim peygamber olarak gönderildi? Peygamberiniz kimdir?” derler:
“Şey şey, bilmiyorum,”der. Bunun üzerine semadan bir ses
“Yalan söyledi, Cehennem’deki yerini hazırlayınız.” der. Onun için Cehennem’e bir kapı açarlar. Cehennem’in harareti ve kokusu gelir, kabri daralır ve onu sıkıştırır. Çirkin yüzlü ve kötü elbiseli bir adam gelir ve ona şöyle der:
“Sana yazıklar olsun, va’d olunduğun gün işte bu gündür. ” Kâfir ruh ona:
“Sen kimsin? Çirkin yüz kötülük getirdi,” der. O da:
“Ben senin çirkin amelinim” der. Bunun üzerine:
“Rabbim, kıyameti koparma.” der. Sonra kör, sağır, dilsiz ve elinde balyoz olan birisi gelir. Elindeki bu balyozu bir dağa vursa toprak olur, ona bir vurur, toprak oluverir. Sonra onu Allah eski haline getirir, tekrar bir daha vurur. Öyle bir çığlık atar ki insanlar ve cinlerden başka her şey duyar. “
Ruh, kabirde sorulan suallere verdiği cevaplara göre ya İlliyyîne* ya da Siccîn’e* gönderilir. Burada, yeniden diriltilecekleri güne kadar emaneten dururlar. Yeniden dirilme gününde ise Allah’ın emri ile tekrar cesetlere girerler. İyi, kötü, bütün ruhların kendi kabirleriyle alâkaları vardır. Bu alâka ile ziyaretçilerini tanırlar. Nimetlerin lezzetlerini, yahutta cehennem’in acısını yanlarında hissederler. Şehidlerin ruhları ise yeşil kuşlar gibi Cennet’lerde otlar ve Arş’ın altında asılı bulunan kandillere sığınırlar,(en-Nisâ, 4/169) Ayette Allah yolunda öldürülen şehidlerin, gerçekte, ölü olmadıkları, Allah katında Cennet nimetleriyle rızıklandırıldıkları bildirilmektedir. Ayrıca şehid ruhlarının, Cennet’te kendilerine yapılan ikramlar nedeniyle, bir daha Allah yolunda öldürülebilmek için ruhlarının cesetlerine iade edilmesini istedikleri bildirilmektedir. {Salih-i Müslim, VI, 38; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dili Kur’an Dili, II, 1229).
Kıyametin Kopması
Ahiret hayatı, insanın ölümü ile başlarsa da, genel manada Kıyamet hadisesi ile başlar. Kıyametin ne zaman kopacağını Allah’tan başka, peygamberler de dahil hiç kimse bilmez, (el-Mülk, 67/26). Bilgisi Allah’a ait olmakla birlikte, Kıyametin kopmasına yakın zamanlarda bir takım alâmetler meydana gelir. İnanmayanlar için ihtar mahiyetinde Allah şöyle buyurur:
“(İnanmayanlar, Kıyamet) saat(in)in, ansızın kendilerine gelip çatmasından başka neyi bekliyorlar? İşte onun alâmetler(inden sayılan âhir zaman Peygamber)’i gelmiştir.” (Muhammed, 47/18). Kıyametin en büyük alâmeti Hz. Muhammed’in peygamber olarak gönderilmesidir. Ondan sonra artık başka peygamber gönderilmeyecektir. O, peygamberlerin sonuncusudur (el-Ahzâb, 33/40). İşte bu, dünya hayatının sonunun yaklaştığına en büyük alâmettir. Hz. Peygamber de: “Ben gönderildiğimde Kıyamet şu iki parmağımın birbirine yaklaştığı gibi yaklaşmıştır. ” (Buhârî, Vl, 206; Müslim, Terc. Davudoğlu, VlIl, 208) buyurmuştur.
Kur’an ayın ikiye bölünmesini de Kıyamet alâmetlerinden saymıştır:
“Kıyamet yaklaştı, ay ikiye bölündü…” (el-Kamer, 54/1-3). Bu hadise, Peygamber zamanında ondan mûcize isteyen müşriklerin isteği üzerine, Peygamber’in elinin işaretiyle ayın ikiye bölünmesi şeklinde meydana gelmiştir. Bu hâdise üzerine de meâlini verdiğimiz ayet nâzil olmuştur. İslâm bilginlerinden bir kısmı da “Kıyamet yaklaştı, ay bölünecek…” şeklinde gelecek zaman kipiyle mana vermişlerdir. Her iki manada da özellikle Kıyamet’in yaklaştığı vurgulanmaktadır.
İsrâiloğulları’na peygamber olarak gönderilen Hz. İsa tebliğ görevindeki tüm gayretlerine rağmen, sayılabilecek kadar az bir cemaat ona iman etmiş, buna mukabil düşmanlarının kendisini öldürme tuzaklarıyla karşılaşmıştır. Ne var ki Allah, düşmanların kurduğu tuzaklarını başlarına geçirmiş, peygamberini de zatına yükseltmiştir. (Âli İmrân, 3/54-55; en-Nisâ, 4/157-158). Şu anda hayatta olarak bulunduğu mevkii Allah’ın ilminde olan Hz. İsa, Kıyamet’e yakın zamanda tekrar dünyaya gelecek ve yaşadığı sürece Hz. Muhammed’in getirdiği şerîat üzere yaşayacaktır. Hz. İsa’nın tekrar dünyaya dönüşü, Kıyamet alâmetlerindendir. “O (İsa’nın gelmesi), Kıyametin kopacağını gösterir bir ilimdir…” (ez-Zuhruf, 43/61).
Kıyamete yakın zamanda, şu anda gördüklerimize benzemeyen şekilde, Kur’an’ın “dâbbe” diye ifade ettiği bir hayvan ortaya çıkacaktır: “O söz (Kıyamet ve azap günü), başlarına geldiği zaman (kıyamet alâmetlerinin vukûu başladığı zaman) onlara yerden bir dâbbe (canlı) çıkarırız; onlara insanların, ayetlerimize içtenlikle inanmadıklarını söyler.” (en-Neml, 27/82). (Dâbbe hakkında geniş malûmat için bk. Elmalılı Hamdi Yazır, a.g.e., V, 370). “Dâbbetü’l-Arz”* diye isimlendirilen bu hâdisenin meydana gelişi, Kıyamet vaktinin yaklaştığına dair bir alâmettir.
Ye’cüc ve Me’cüc* seddinin açılması ve yeryüzünde fesâdın yayılması da Kur’an’da zikredilen Kıyamet alâmetlerindendir: “Nihâyet Ye’cüc ve Me’cüc (sedleri) açıldığı zaman onlar her tepeden (dünyaya) saldırırlar. Artık gerçek va’d (Kıyamet) yaklaşmıştır. İnkâr edenlerin gözleri birden donup kalır… ” (el-Enbiya, 21/96-97).
Bu alâmetler, Kur’an’da bildirilenlerdir. Hadisle bildirilenlere gelince, onlar da Allah’ın vahyine dayanır. Müslim’in Huzeyfe ibn Useyd el-Gifârî’den rivayet ettiği bir hadiste Huzeyfe şöyle buyurmuştur: “Biz aramızda müzakerelerde bulunduğumuz bir esnada Hz. Peygamber (s.a.s.) yanımıza geldi ve: “Neyi müzakere ediyorsunuz?” dedi. ‘Kıyamet’i dediler. Şöyle cevap verdi: “On türlü alâmeti görmediğiniz sürece Kıyamet kopmaz. Bunlar, Duman, Deccâl, Dâbbetü’l Arz, Güneşin batıdan doğması, Meryem oğlu İsa’nın inmesi, Ye’cüc ve Me’cüc ile doğudan, batıdan ve Arap yarımadasından bir yerin batması, son olarak da Yemen ‘de bir ateşin çıkmasıdır. ” (Müslim, Terc. VIII, 179; Buhârî, Cihad, 94 vd.; Müslim, iman, 248, Zekât 60, Fiten, 17- 18;Ebû Dâvud, Melâhim, 12, Fiten, 1; Tirmîzî, Zühd, 24).
Kıyamet’in büyük alâmetlerinden öyleleri vardır ki, onlar görüldükten sonra artık tövbeler kabul olunmayacaktır.
“(İnanmak için) illâ meleklerin gelmesini yahut Rabb’ının gelmesini ya da Rabb’ının bazı ayetlerinin gelmesini mi bekliyorlar? Ama Rabb’ının bazı (Kıyamet) işaretleri geldiği gün, daha önce inanmamış, ya da imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye, artık inanması, bir fayda sağlamaz. De ki: “Bekleyin, biz de beklemekteyiz.” (el-En’âm, 6/158).
Ebû Hüreyre’den rivayet olunan bir hadiste Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Üç alâmet vardır ki, bunlar çıktığı zaman, daha önce iman etmiş yahut ta imanında hayır kazanmış olmadıkça hiçbir kimseye imanı fayda vermez: Güneşin batıdan doğması, Deccâl’ın görülmesi ve Dâbbetü’l-Arz’ın zuhuru. ” (Buhârî, II, 132; Müslim Terc., I, 95-96).
Kıyametin bu büyük alâmetlerinin dışında Hz. Peygamber’in hadisleriyle sabit olan birçok hâdiseler de Kıyamet’in küçük alâmetleri olarak kabul edilmiştir: Davaları bir olan iki Müslüman topluluğun birbirleriyle harp yapması (Müslim, Terc., V III, 170), ‘herc’, öldürme olaylarının çoğalması (Müslim, Terc., VIII, 171). Karanlık geceler gibi olan fitnelerin çoğalması, müslümanlarla yahudilerin savaşıp, müslümanların onları öldürünceye kadar mücadele etmeleri ve yahudilerin de taşların ve ağaçların arkasına saklanması, ‘Gargat ağacından’ başka bütün taş ve ağaçların:
“Ey müslüman, Ey Allah’ın kulu, yahudi arkamdadır, gel onu öldür” demesi, Hicaz topraklarında bir ateşin çıkıp, Basra’daki develerin boyunlarını aydınlatması, Kahtan’dan bir adamın çıkıp insanları asâsı ile sevketmesi, Fırat nehri altından bir dağ haline gelip, ondan alabilmek için insanların birbirleriyle harp etmesi, cariyenin efendisini doğurması; ayağı yalın, çıplak fakir koyun çobanlarının bina yapmada birbiriyle yarış yapmaları vs. gibi olaylar Kıyamet’in küçük alâmetleri olarak sayılmıştır (Buhârî, Tecrid, IX, 73; Tirmizî, Birr, 25; Fiten, 2; el-Lü’lüü ve’l-Mercân, III, 305, 306-307; et-Tâc, I, 25).
Allah, bu kâinatın yıkılıp, birinci hayatın sona ermesini istediği zaman İsrâfil adındaki meleğe ‘sûr’a bir kere üfürmesini emredecek, o da bir kere üfürecektir. Kâinatın hepsi bu derin gürültü ile sarsılıp, birbirine bağlı olan varlıkların düzeni bozulur, irtibat çözülür, korkunç bir zelzele meydana gelir, dağlar atılır, pamuk gibi dağılır, gökyüzündeki yıldızlar, gezeğenler ve güneş arasındaki ahenk yok olur, şimdi mevcut olan çekim kanunu iptal olur. Güneşin ayın ve yıldızların ziyası gider, gökyüzündeki bütün gezeğenler yörüngelerinden çıkar ve âlemin tamamı Allah’ın yaratmasından önceki hale döner. Bütün bu olaylar, Allah’ın indirdiği vahiy ile bilinmektedir (bk. el-Hacc, 22/1-2; el-Karia, 101/1-5; el-Mearic, 70/8-15; Zilzal, 99/1-3; İnfitar, 82/1-5; Tekvir, 81/1-6; Vâkıa, 56/1-6).
İkinci hayatın tanınması ve anlaşılması, insan aklının kavrayacağı bir şey değildir. İnsan aklı ancak bu hayatta olanları ve bu kâinatta bulunanları kavrar. Bunun içindir ki, ikinci hayatın tanınması, Allah’ın kitabında bildirdiği haberler ve Resulü’nün anlatmalarına dayanır. Ayet ve hadislerden elde edilen bilgilere göre, İkinci hayat, İsrâfil’in ‘sûr’a üflemesiyle bu âlemin yok olmasından kırk yıl geçtikten sonra başlayacaktır.
O hayatın günleri ve ayları bu hayatın günleri ve aylari gibi midir, yoksa başka bir ay ve gün müdür?. Bunu bilemiyoruz. Bu, zaman geçtikten sonra gökten yağmur inecek, cesetler bitki gibi toprağın altından bitecektir. Bu iş, yağmur suyu ile her insanın kuyruk sokumunda bulunan küçük kemik vasıtasıyla meydana gelecektir. İkinci yaratılış tamamlanıp gelişme ikmâl olduğu, cesetlerin heykelleri toprağın altında tamamlanarak hiçbir eksiği kalmadığı zaman onlara ruh verilir. Bu cesetlere hayat girer, hareket etmeye başlarlar. Ölüm meleğinin bu dünyada almış olduğu ruhları Allah her insana iade eder. Bu ruhlardan bazıları, sahibinin iman ehli ve amel-i sâlih sahibi oldukları için güzel ve temiz ruhlardır. Bunlar ulvi âlemde muhafaza edilmişlerdir. Bazıları ise, küfür sahibi ve günahkâr kişilerin ruhlarıdır, bunlar çirkin ruhlardır, süflî âlemde kalmışlardır. Bu ruhlar, bulundukları yerden cesetlerine gelirler, sonra Allah’ın görevlendirdiği bir melek: “Yerinizden kalkınız, Rabb’ınıza dönünüz” diye seslenir. Onlar bu sesi işitirler ve icabet ederler. Yer açılır, kabirlerinden mahşere gitmek için canlı olarak kalkarlar (el-Hakka, 69/13-18; Kâf, 50/41-44, el-Kamer, 54/6-8; el-Meâric, 70/41-44; elÂdiyat, 100/9-10).
İkinci defa dirildikten sonra bütün mahlûkâtın bir sahada toplanmasına “Haşr”* denir. Bu toplanma, dünyada yaptıklarından dolayı aralarında hüküm verilmesi içindir. İnsanlar kabirlerinden canlı olarak kalktıktan sonra ilk defa yaratıldıkları gibi tekrar hayata döndürüleceklerdir: “Mahkukatı ilk yaratmağa başladığımız gibi, yine onu öldükten sonra iade edeceğiz…” (el-Enbiya, 21/104). Hz. Peygamber (s.a.s.): “Kıyamet gününde insanlar çıplak, sünnet olmamış ve yalın ayak olarak (mahşer meydanına) geleceklerdir. ” der. Hz. Âişe: “Ey Allah’ın Resulü, kadın ve erkeklerin hepsi bir arada olunca birbirlerine bakmazlar mı?” diye sorunca Peygamberimiz(s.a.s.): “Ey Âişe, o gün, insanların birbirlerine bakamayacakları kadar durum şiddetlidir. ” buyurarak “haşr” için toplanan insanların düştükleri sıkıntıyı dile getirmektedir (Müslim, Cennet, 56). Muttakî, mücrim ve kâfirlerin haşrolunmaları hakkında Kur’an şöyle der:
“Takva sahiplerini heyet halinde Rahman(ın huzuruna) topladığımız gün, suçluları da susuz olarak Cehennem’e sürdüğümüz (gün) “ (Meryem, 19/85-86).
“O gün ‘sûr’a üflenir ve o gün suçluları (yüzleri kapkara, gözleri) gömgök (kör bir durumda) toplarız. “ (Tâhâ, 20/103).
“…Kıyamet günü onları (kâfirleri), yüzü koyun, kör, dilsiz ve sağır bir halde süreriz. Varacakları yer Cehennem’dir… “ (el-İsrâ, 17/97; Tâhâ, 20/124).
İnsanların, hesap vermek üzere toplandıkları Mahşer günü güneş, insanların başları üzerine iyice yaklaşır, sıcaklık çok şiddetlenir. Ve insanlar, günahları nisbetinde tere batarlar. Bir kısmı topuklarına kadar, bir kısmı diz kapağına, bir kısmı göbeğine ve bir kısmı da ağzına kadar tere batar (Müslim, 8/135; Buhârî, 6/137). Hararetin en şiddetli olduğu bu günde, adil devlet reisi, gönlü mescidlere bağlı genç, sadakayı gizli veren cömert, güzel bir kadının zina davetini Allah’tan korkusu nedeniyle kabul etmeyen muttakî, sevgileri Allah için olan iki dost, Allah’a ibadetle büyüyen genç ve tenha yerde Allah’ı zikrederek gözleri yaşla dolup taşan insanı Allah, lûtfuyla Arş’ının gölgesinde gölgelendirecektir (Buhârî, Ezân, 36; Hudud, 19).
İnsanlar, Rabb’larının huzurunda haşrolunup toplandıklarında ve beklemenin zorluğu, korkunun şiddeti nedeniyle yorgunluk son haddine ulaştığında insanlar, ruhlarının temizliği ve kirliliğine göre Yüce Allah’ın kendilerine hükmetmesini beklemeye başlarlar:
“Peygamberler (şahidlik edecekleri) vakit için getirildiği zaman: Ertelenmiş oldukları güne, yani hüküm gününe. Hüküm gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin? Yalanlayanların vay haline o gün.” (el-Mürselât, 77/11-15). Bugün haklı ile haksızın, iyi ile kötünün, zalim ile mazlumun, inanan ile inanmayanın ayrıldığı fasıl günüdür. Özür ve kurtuluş fidyelerinin kabul edilmediği (Hadid, 57/15; el-Bakara, 2/254) dillerin konuşmadığı bu günde (el-Bakara, 2/255) ancak kendilerine, insanlar için şefâat etme izni verilenler konuşabilir. İnsanlar Âdem, Nuh, İbrâhim, Mûsa, İsâ peygamberlere, kendilerine şefâat etmeleri için giderler. Onlar bu konuda özür beyan edince bu defa Hz. Muhammed’e gelirler. Peygamberimiz (s.a.s.) Rabb’ının huzurunda secdeye kapanarak ona hamdeder, ümmeti için şefâat diler. Rabb’i kendisine: “Başını kaldır ve iste, ne istersen verilecektir, şefâat et, şefâatin kabul edilecektir” deyinceye kadar secdede kalır. Ümmetine şefâat diler. Ümmetinden hesabı olmayanlar Cennet’e girerler.
.
Kabir, haşr, neşr, sırat ve mizan konuları
Ahirete iman etmek, öldükten sonra asıl olan, ebedi bir âlemin varlığına inanmaktır. Ölüm ile başlayıp cennet ve cehennemde noktalanan bu âlemde olacak hadiseler, Allah ve Resulü tarafından bize bildirilmiştir.
Bu gerçeklerden bazıları şunlardır:
KABİR AZABI
Kabir azabını bize Allah’ın şeriatı (dini) bildirmektedir.
”Onlar (kabirlerinde kıyamet gününe kadar) sabah ve akşam ateşe arz edileceklerdir. Kıyamet koptuğu gün, ”Firavunun kavmini en şiddetli azaba sokun’ denilecektir.”(Mümin 46)
Resulüllah’ın ve selef-i salihin, kabir azabından istiaze ettikleri (Allah’a sığındıkları) sabittir ve bu husus meşhur bir hakikattir. Kabir azabı, haddizatında mümkün bir keyfiyettir. Bu azabın vaki olacağına iman etmek vaciptir.
Kabir azabı hakkında bir çok hadisi şerifler vardır.
”Kabir azabının çoğu idrar serpintilerinden kaçınmamaktandır” (hacetini giderirken idrar sıçramasından sakınmayanlar)
”Diş ağrısı kabir azabındandır.”
HAŞR VE NEŞR
Haşr ve neşrin manası ölümden sonra iade olunmak ve diriltilmek demektir. Diriltmek, tıpkı başlangıçtaki yaratmak gibi Allah’ın kudretine dahildir.
”De ki:’Onları ilk defa yaratan diriltir ve O, her yaratılanı, tamamıyla bilir.”(Yasin 79)
Bu ayet ile Allah’u Teâlâ, ”çürüyen kemikleri Allah nasıl diriltecek” diyen sefihlere cevap vermektedir. Bu iddia aslında Allah’ı tam manasıyla tanımamak ve cahillikten meydana gelir. Allah’ın bila nihaye gücünü bilmeyenlerin inançsızlıklarından meydana gelir.
Büyükler bu konuyu şöyle bir misalle anlatırlar: Eşi bulunmayan ve alanında ilk olan bir eseri meydana getirmek belki zordur. Ancak, bu eser bir örnek teşkil eder ve çok kolay bir şekilde taklit edilebilir. Yahut bu eseri ilk yapan sanatçı ikincisini yapmakta zorlanmaz. Ampulün buluşunu düşünelim. Ne zorluk ve denemeler ile bulunmuştur. Sonraları ise seri imalata geçilmiş, sayısız şekilde ampul üretilmektedir.
Nasıl ki ilk yapan, ikinciyi yapmaya daha tecrübelidir ve ona ikinciyi yapmak daha kolaydır, Mevla Teâlâ için ilk olması önemli değildir. O, ”ol” der, o da hemen oluverir.
Ahireti, öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlere, ”tekrar nasıl yaratacak?” diyenlere düşündürücü ve susturucu bir cevaptır bu.
”Hepinizin (yoktan) yaratılmanız da, öldükten sonra diriltilmeniz de, ancak tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir.”(Lokman 28)
MİZAN
Hazreti Aişe (Radıyallahu anha) şöyle anlatıyor:Cehennemi hatırlayıp ağladım. Resulü Ekrem:
-‘Seni ağlatan nedir?’ buyurdu.
-‘Cehennemi hatırladım da onun için ağladım.Siz peygamberler kıyamet günü ailenizi hatırlar mısınız?”
-‘Üç yerde kimse kimseyi hatırlamaz. Mizanda sevabının ağır mı hafif mi geldiğini öğreninceye kadar,
Amel defterinin verilmesi anında, sağından mı solundan mı yoksa arkasından mı verileceğini öğreninceye kadar,
Cehennemin üzerine kurulan sırattan geçip kurtuluncaya kadar kimse kimseyi hatırlamaz’.(Ebu Davud)
Mizan haktır ve vardır.
”Biz kıyamet gününde adalet terazileri kuracağız. Artık hiç kimse en ufak bir zulme uğramayacaktır. Yapılan amel bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa onu getirir tartıya koyarız. Hesap gören olarak biz kâfiyiz.”(Enbiya 47)
”O zaman (ahirette) kimin hasenat tartıları ağır gelirse işte onlar zafere kavuşacaklardır. Kimin de tartıları hafif gelirse işte kendilerini hüsrana düşürenler bunlardır.Cehennemde ebedi olarak kalırlar.”(Müminun)
Tartının keyfiyeti şöyledir: Allah Teâlâ, amel sayfalarına, nezdindeki derecelere göre ağırlık verir. Yapmış oldukları amelleri, kulların kendilerine malum olur. O zaman cezada adaletsizlik yapılmadığı, afta fazilet cihetine gidildiği ve sevabın kat kat artırıldığı görülecektir.
SIRAT
Sırat, cehennem üzerine kurulmuş, kıldan ince ve kılıştan keskin bir köprüdür. Şu ayet bize Sırat’ın varlığını açıklamaktadır:
”Onları cehennemin yoluna (sırata) sürün.(Saffat 23)
Sırat köprüsü mümkinattandır, binaenaleyh ona inanmak vacibtir.
İnsanlar amellerine göre, şimşek gibi, hızlı koşan atlı gibi, koşar insan gibi geçeceklerdir. Kimisi de sürünerek geçmeye çalışacaktır.
Sırat köprüsü mümkinattandır, binaenaleyh ona inanmak vacibtir. Çünkü kuşları havada uçuran kadir-i mutlak, insanları cehennem üzerinde kurulmuş bir köprüden geçirmeye de muktedirdir.
Umeyr oğlu Ubeyd (Radıyallahu anh) Resulüllah Efendimiz’in şöyle dediğini rivayet ediyor:
“Cehennemin üzerindeki sırat köprüsü kılıncın keskin tarafı gibi incedir. İki tarafında kancalar ve dikenli ağaçlar vardır. Sıratı geçerken (ameli kötü olanlar) kancalara ve dikenlere takılırlar.”(Beyhaki)
CENNET VE CEHENNEM
Cennet ve cehennem şuan var mı? tartışmaları hep olmuştur. Rabbimiz bir ayeti kerimesinde tartışılan bu meseleye son noktayı koymuştur:
“Rabbinizin mağfiretine ve eni göklerle yer kadar olan cennete koşun! O cennet takva sahipleri için hazırlanmıştır.”(Ali İmran 133)
Bu ayeti kerimede ki ‘hazırlanmıştır’ tabiri cennetin şu anda mevcud olduğuna delildir. Cennetin mevcudiyeti muhal olmadığından, ayeti kerimeyi tevil etmeye gerek yoktur.
‘Cennet ve cehennemin ceza gününden önce hazırlanmasında hiçbir fayda yoktur’ denilemez. Çünkü:
“Allah, yaptıklarından sorumlu değildir.” (Enbiya 23)
www.ihvanlar.net
.
Kaza ve Kader Ne demek? Kader nedir?
“Kader bizzat kur’anın açık ifadeleriyle sabit olan bir iman meselesidir..”
Kader: Allah’ın, olacak her şeyin ne zaman ve ne şekilde olacağını, ilmi ezelisi ile bilmesi, tesbit ve tayin etmesidir.
Kaza: Ezelde takdir edilen şeylerin zamanı gelince, Allah tarafından meydana getirilmesi.
Kader bir takım kimselerin iddia ettiği gibi sonradan uydurulan, siyasi emeller için kullanılan bir olgu değildir. Bilakis Kur’an ile sabittir.
Kur’an ve Sünnete bağlı olanlar (Neden Kur’an ve Sünnet diyoruz tıklayın) her hayır ve şerrin Allah’ın kaza ve kaderi ile meydana geldiğine, Allah’ın dilediği her şeyi yaptığına kesin olarak inanırlar. Herşey O’nun iradesi iledir. Hiçbir şey O’nun meşiyet (dilemesi) ve tedbiri dışına çıkamaz. O, olmuş ve olacak herşeyi ezelden beri bilir. Ezeli ilminin hikmetine uygun olarak meydana gelecek bütün kainat için miktarlar tayin etmiş, kullarının hallerini, rızıklarını, ecellerini, amellerini ve daha başka diğer hallerini bilmiştir.
Kadere İman Özetle;
Ebede kadar meydana gelecek olan her şeye dair, Allah’ın ezeli bilgisi ile kalemin bunları yazdığına inanmaktır. Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:
”Bu önce geçenlerde Allah’ın geçerli kıldığı sünneti (işidir-adeti) dir. Allah’ın emri mutlaka yerini bulan bir kaderdir.”(Ahzab 38)
”Çünkü biz herşeyi bir takdir ile yarattık.”(Kamer 49)
Peygamber Efendimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem)’de şöyle buyurmuştur:
”Bir kimse kadere, hayrı ve şerri ile Allah’tan geldiğine iman etmedikçe, kendisine gelip isabet eden bir şeyin gelip çatmamasının imkânsız olduğunu ve kendisini gelip bulmayan bir şeyin kendisine isabet etmesinin de imkânsız olduğunu kesinlikle bilmedikçe hiç bir kul iman etmiş olamaz.”(Sahihu Sünen’i-Tirmizi)
Kadere iman ancak 4 husus ile tamam olur. Bu hususlar kader meselesini anlamanın yoludur.
BİRİNCİ MERTEBE: İLİM
Yüce Allah’ın olmuş ve olacak, olmamış şeyler eğer olacak olsa nasıl olacaklarını, geneliyle ve bütün incelikleriyle bildiğine iman etmektir. O, kulların neler yapacaklarını, onları yaratmadan önce bildiği gibi, onların rızıklarının, ecellerinin, amellerinin, hareket ya da hareketsizliklerinin inceliklerini de bilendir. Onlardan kimin mutlu, kimin bedbaht olduğunu da bilendir. Yüce Allah:
”Şüphesiz Allah, herşeyi bilendir.”(Tevbe 115) buyurmaktadır.
İKİNCİ MERTEBE: YAZMAK
Bu da; Yüce Allah’ın, mahlûkatın kaderi ile ilgili olarak ezelden bildiğini Levh-i Mahfuz’da yazmış olduğuna iman etmektir. Levh-i Mahfuz ise hiçbir şeyin eksik bırakılmaksızın tamamıyla yazıldığı kitabtır. Meydana gelmiş, gelecek ve kıyamet gününe kadar olacak herşey yüce Allah nezdinde Ümmü’l-kitab’ta yazılmıştır.
”Biz herşeyi İmam-ı Mübin’de (önder kitabta) tesbit etmişizdir.”(Yasin 12)
Peygamber Efendimizde şöyle buyurmuştur:
”Allah’ın ilk yarattığı şey kalemdir. Ona yaz diye buyurdu. O, ne yazayım? Diye sorunca, kaderi yaz, olanı ve ebediyete kadar olacak olanı yaz diye emir buyurdu.”(Tirmizi)
ÜÇÜNCÜ MERTEBE:: İRADE VE MEŞİAT (DİLEMEK)
Yani bu kâinatta meydana gelen her bir şey rahmet ve hikmet özellikleri ile Allah’ın irade ve meşieti ile meydana gelir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
”Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe de siz dileyemezsiniz.”(Tekvir 29)
DÖRDÜNCÜ MERTEBE: YARATMAK
Yüce Allah’ın herşeyi yaratıcısı olduğuna inanmaktır. O’ndan başka bir yaratıcı, O’nun dışında bir Rab yoktur. Onun dışında her ne varsa O, yaratılmıştır.
”Herşeyi yaratıp onu inceden inceye takdir ve tayin etmiştir.”(Furkan 2)
Böylelikle kader ve kaza’ya iman etmemiz istenmiştir. Yüce Mevlamız tüm olacakları ezeli ilmi ile bilmiştir. Bu kaderdir. Sonra bu yazılanlar sırası geldikçe olmaktadır. Bu da kazadır.
!!!Bazı insanlar kaderimde var diyerek günah işlemektedirler. Bu sapıklıktır. Kader olacak olanların yazılmasıdır, kişinin günaha zorlanması değil.
KADERİ TEYİT EDEN AYETLER:
“De ki: “Allah’ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isabet etmez. O bizim mevlamızdır. Ve mü’minler yalnızca Allah’a tevekkül etmelidirler.” (Tevbe/51)
Ayette açıkça “isabet edecek şeylerin yazılmış olmasından” bahsedilmiştir. Bela, musibet ve hayırdan yazılmış olanlar “bilinmeyi” gerektirir. İşte bunun bilinmesi “kader”dir.
“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah’a ait olmasın. Onun karar (yerleşik) yerini de ve geçici bulunduğu yeri de bilir. (Bunların) Tümü apaçık bir kitapta (yazılı)dır.” (Hud/6)
“Ümmetlerden hiçbiri, kendisine tesbit edilmiş eceli ne öne alabilir, ne erteleyebilir.” (Mü’minun/43)
Her canlının ecelinin ne zaman olacağının bilinmesi “kader”dir.
“Kıyamet saatinin bilgisi, şüphesiz Allah’ın katındadır. Yağmuru yağdırır; rahimlerde olanı bilir. Hiç kimse, yarın ne kazanacağını bilmez. Hiç kimse de, hangi yerde öleceğini bilmez. Hiç şüphesiz Allah bilendir, haberdârdır.” (31/34)
Kıymaetin, yağmurun, doğacak çocuğun ne olacağının, yarın başımıza ne geleceğini biz bilemeyiz ancak Rabbimiz bilir. İşte herşeyi ezeli ilmiyle bilmesi kaderdir.
Kaderin içinde imtihanlar da vardır:
“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.” (Bakara 155)
Kadere iman etmenin birçok faydası vardır. Çünkü kulların ecelleri, rızıkları kader çerçevesinde tesbit ve tayin edilmiştir. Elinden gelen gayreti gösterip çalıştığı halde “kazanamayan” bir insan “Allah’ın takdiri” diyerek tevekkül eder, isyan etmez. Rızık endişesi ile saçların ağarmasının kadere iman ile önüne geçilir. Çünkü kadere iman eden bir kimse helal çerçevede çalıştığı müddetçe Rabbinin tayin edilmiş rızkının onu bulacağını bilir ve bu konuda endişe taşımaz.
Kadere inanan bir insan ölüm zamanın takdir edildiğini ancak bu emri ilahinin ne zaman vuku bulacağını bilemez. Böylelikle her an, her zaman kendisini güzel bir halde bulundurmaya çalışır ki, ölüm onu bu güzel hali ile yakalasın.
KADERİ İNKAR ETMEK ADINA YAPILAN YANLIŞLAR
Kaderi inkar etmek adına “kulların kendi fiilleri yarattığı” iddiasını ortaya atanlar, “Allah geleceği bilmez” diyerek Allah’ı cahil olarak göstermek veya aşırıya giderek “kaderde yazıldığı için günah işliyoruz” diyenler vardır.
Bu iddiaların hepsini yukarıdaki ayetler çürütmektedir.
Müslümanlardan kadere iman etmeleri istenmiştir. Müslümana düşen görev “işittik ve itaat ettik” demektir…
www.ihvanlar.net
.
Allah, yarattıklarına benzemez! İşte delilleri
Kâinatın yaratıcısının cisim, cevher veya araz olması, suret ve şekil tartışması, bir yönde veya bir yerde bulunması muhaldir.
Yahudiler, müfrit Rafiziler, Müşebbihe ve Kerramiyye, Allah’ın cisim olduğunu iddia etmiştir.
Hişam bine el hakem (Ebu Muhammed-Kufeli’dir. Kelmacılığı ve münazaracılığı ile tanınmıştır. Devinde imamiyyenin reisi sayılırdı. 190h./805m. yıllarında vefat etmiştir.) onu suretle vasıflandırıyordu.
Müşebbihe ile Kerramiyye onun arş üzerinde mekân tuttuğunu ileri sürmüştür. Bazıları ”o, mekân tutma manasında olmaksızın Arş üzerindedir” diyerek onun için üst yön kabul etmiştir.
Neccariyye”O, zatı ile her mekânda”,
Mutezile de ”zatı ile değil, ilmi ile her mekândadır” demiştir.
Bu görüşlerin hepside yanlıştır. Zira bunlarda yaratılmış belirtileri mevcuddur. Hâlbuki Allah, bu nevi belirtilerden münezzehtir. Şöyleki cisim, cevherlerden teşekkül etmiştir. Her birleşik şeyin parçalarına ayrılması mümkündür.
Yine cisim belirli bir hacme sahiptir. Onun, taşıdığı bu hacimden daha büyük veya küçük olması da mümkündür. O halde sahip olduğu hacimde karar kılması ancak bir tahsis edicinin ona bu hacmi vermesiyle mümkün olmuştur. Varlıkların taşıyabileceği şekiller ve suretlerde muhteliftir. Allah’u teala’nın bütün bu şekillere girmesi muhal (imkansız) dır. Bu şekillerin kendisine tahsis edilmesi de, kendisinden daha üstün bir güce delalet eder. Bu da muhaldir. En yüce olan Allah’dır.
ARŞ ÜZERİNDE MEKÂN TUTMAK İDDİASI
Allah Teâlâ’nın arş üzerinde mekân tutmuş olması iddiasında da durum aynıdır. Bu iddia varid olsa Allah Teâlâ, arşın miktarına (yüzeyine, hacmine) ya tam denk gelecek, ya ondan küçük veya büyük olacaktır. Eğer onun mikdarına müsavi veya ondan küçük farz edilirse Allah’ın sınırlı ve nihayetli olması lazım gelir. Nihayetli oluş ise hudus (yok iken sonradan meydana gelmek) belirtilerindendir.
Şayet Allah, arş üzerinde mekân tutmuş olsaydı, üzerinde karar kılabilmesi için alt taraftan nihayetli olması gerekirdi. Hlabuki bir yönden nihayetli olan bir şey, diğer yönden de nihayetli olur.
Madem ki Allah’ın mekandan ve cihetten münezzeh olması ezelde sabittir (bu konuda muarızlarımızla ittifak içerisindeyiz).. O halde ezelde yokken bil’ahare Allah’ın mekân ve cihet tutması demek, ezelde olmayan bir mananın onun zatında hâsıl olması demektir. Böylece o, haadislere mahal teşkil etmiş olur. Bu ise muhaldir.
Bunu iddia edenlerin dayanağı olan ”Rahman olan Allah, Arş üzerine istiva etmiştir”(Taha 5) ayeti kerimesi çeşitli ihtimaller taşır. Çünkü bazen ”istiva” kelimesi zikrolunur ve ondan istila etmek, hâkimiyeti altına almak, kasdetmek, yönelmek… Bazen tam ve kamil olmak manaları, bazen de karar ve mekan tutmak manaları anlaşılır. Bu ihtimaller karşısında, Allah’ın arş üzerinde mekan tuttuğunu ileri süren görüşlerin lehine bu ayeti kerimede bir mesned mevcud değildir.
Şüphe yok ki Allah, arşa istiva ettiğini beyan ederek kendisini övmüş oluyor. Eğer ”istiva etmek” yaratılmışlar hakkında medih için zikrolunmuş olsaydı her halde ondan ”mekan ve karar tuma” manası anlaşılmazdı. Nitekim şairin şu beytinde durum aynıdır:
”Bişr Irak ülkesine hâkim olmuştur,
Kılıç kullanılmadan, kan akıtılmadan.(burada hâkim olmuştur manası, şiierde geçen ”istiva” kelimesinden kastedilen manadır”
ZATIYLA HER MEKANDADIR İDDİASI
Neccariyye’nin bu tarzdaki görüşü ise tamamen yanlıştır. Çünkü mekan tutma vasfına haiz cismin bile aynı anda iki yer işgal etmesi imkansız iken mekan tutması aslında muhal olan Allah’ın, bütün mekanları işgal etmesi nasıl tasvir olunabilir.
İLMİ İLE HER MEKÂNDADIR İDDİASI
Zatı ile değil de ilmi ile her mekânda bulunduğunu ileri süren Mutezile’nin görüşü de aynı şekilde yanlıştır. Çünkü bir mekânı bilen kimse hakkında ”ilmiyle o mekanın içindedir” denilmesi hiç bir zaman doğru olmaz.
”ALLAH YUKARDADIR” MI?
Şunu belirtelim ki yön bakımından yukarıda bulunmakta övünülmeye değer birşey yoktur. Çünkü muhafız, görünüşte sultanın üst tarafında bulunur ama kudret ve hâkimiyet bakımından sultan, muhafızdan kat kat üstündür. Delil olarak alınan şu ayeti kerimeden kasıt ”O, kullarının üstünde yegâne kudret sahibi olandır”(Enam 18) olsa gerektir.
ELLERİ GÖĞE KALDIRMAK
Dua edilirken ellerin göğse doğru kaldırılmasına gelince, bu sadece samimi bir kulluk ve itaat nişanesidir, tıpkı secdede alnı yere koymak ve namazda Kâbe’ye yönelmek gibi. (Kabe’ye yönelen bir insan nasıl Allah’ın Kabe’de olduğunu iddia edemez ise elleri yukarı kaldırmakta Mevla’nın üstte olduğu anlamına gelmez.) Ki Cenab-ı Hak:
”Rızkını ve size vaad olunan şeyler göktedir”(zariyat 22) buyurmaktadır.
Bu anlatılanlardan anlaşılmış oldu ki Allah mekândan münezzehtir. Şarkı sözleri ile insanların dillerinde dolaşan ‘‘Yukarda Allah var” sözü tamamen yanlış ve sapık mezheplerin görüşüdür. Bu yanlışa düşülmemesi gerekmektedir.
www.ihvanlar.net
.
Allah’ın dengi ve benzeri yoktur
Allah-u Teâlâ’nın dengi ve benzeri olmaktan münezzeh olduğu ve kemal sıfatlarıyla muttasıf olduğunun ispatı şu mealdeki ayeti kerime iledir:
”O’na benzeyecek hiçbir şey yoktur. O, semi ve basir’dir.” (Şura 11)
Bu ayette Cenab-ı Hak:”O’na benzeyecek hiçbir şey yoktur” diyerek teşbihi (benzetmeyi) nefyetmiş (iptal etmiştir).”O, semi ve basir’dir” diyerek de sıfatlarının varlığını ispat etmiştir.
Batınıyye ve Cehm b. Safvan’ın lideri olduğu cehmiyye gibi fırkalar, Allah ile yarattıkları arasında benzerliğe yer vermemek için, Allah Teala’yı ”mevcud, şey, hayy, alim, kadir” kelimeleriyle isimlendirmeyi bile caiz görmemişlerdir.
Bu görüş yanlıştır. Zira böyle umumi bir vasıf ile benzerlik hasıl olmaz. Eğer olsaydı acz, kudretin – sukun hareketin – bal zehrin dengi sayılırdı. Yani bunlarda genel anlamda ortak bir yön olmasına rağmen birbirlerinin dengi değillerdir.
Mutezile ise halik ile mahlûk arasında benzerliğe meydan vermemek gayesiyle Allah-u Teâlâ’yı ”ilim” ile vasıflandırmaktan kaçınmıştır.
Bu görüşte yanlıştır. Çünkü bir insanın on kilo yükü kendisiyle taşıdığı kudret, diğer bir insanın yüz kilo ağırlığındaki yükü taşıyabildiği kudretle en hususi vasıflarında müşterek olduğu halde ona benzemez. Yani aradaki fark benzerliği ortadan kaldırır.
Bize göre benzerlik, ancak bütün vasıflarda iştirak vaki olmakla teşekkül eder. Öyle ki iki şey, tek vasıfta bile iştiraki sağlayamazsa benzerlik hasıl olmaz. Bunun misali şudur:
Biz ilmi insanlara nisbet ettiğimizde o ilim= vardır, arazdır, sıfattır, ilimdir, sonradan yaratılmıştır, varlığı caiz (varlığı da yokluğu da müsavi) olandır, zamanın her anı içinde yenilenendir.
Şayet ilimi Allah’a nisbet edersek o ilim= mevcuddur, sıfattır, kadimdir, varlığı zaruridir, ezelden ebede devam edicidir….
İşte bu ilim hiçbir suretle yaratıkların ilmine benzemez.
Biz maturilere göre iki şeyin benzer olmasının ölçüsü biri için caiz olan vasıfların diğeri içinde caiz olmasıdır. Eş’arilerce denildi ki: benzerlerin ölçüsü, birbirlerinin yerini tutabilmeleridir. Şüphe yok ki bu hal Allah Teala’nın sıfatları ile mahlukatın sıfatları arasında mevcud değildir.
www.ihvanlar.net
.
Allah’ın kelamı ezelidir ne demek?
Ehli Hak yani ehli sünnet alimleri şöyle dedi: Şüphe yok ki Allah-u Teala ezeli ve ebedidir, tek bir kelam ile konuşudur..Bu kelam onun zatı ile kaim olup O’ndan ne ayrı bulunur, ne de zail olur.Allah’ın kelam sıfatı harflerden ve seslerden müteşekkil olmadığı gibi onun parçalara ve kısımlara ayrılması da mümkün değildir.
Mutezile âlimlerinin çoğunluğu, yüce Allah’ın ezelde konuşucu olmadığını, nihayet kendisi için bir kelam yaratıp onunla konuştuğunu, binaenaleyh onun kelamının hadis olduğunu ve zatı ile kaaim olmadığını iddia etmiştir. Ancak bu âlimler de kendi aralarında ihtilaf etmişlerdir.
Bir kısmı, Allah’ın kelamı harfler ve sesler cinsindendir. Cenabı Hak bu bu harf ve sesleri, okunacak mahalde mesela Cebrail (aleyhisselam)’ın ağızında yaratmak suretiyle mütekellim olur.
Diğer bir kısmı, O’nun kelamı harfler ve şekillerden müteşeklildir, bu harfleri Levh-i mahfuzda yaratmak suretiyle konuşucu olur görüşünü benimsemiştir.
Bazı alimlerde:”Yüce Allah’ı kelam sıfatına inanır, ikrar ederiz. Fakat onun hadis mi, kadim mi (mahluk mu, gayri mahluk mu?) olduğu hususunda görüş beyan etmeyiz.” demiştir.
Bu meselede ehli sünnet olarak delilimiz şudur ki hayy sıfatı ile mevsuf (vasıflanmış) olan Allah, eğer kelam sıfatı ile mevsuf olmasaydı bunun zıddını teşkil eden dilsizlik, sükut vasıflarının biriyle tavsif edilmiş olacaktı. Halbuki bütün bunlar eksiklik ve acz ifade eden şeylerdir.Cenab-ı Hak bunlardan pek yüce ve münezzehtir.
Şu da var ki Allah Teala ezelde kelamdan müstağni olup da sonradan kelamla vasıflanmış yani sonradan konuşucu olmuş olsaydı durumunda bir değişiklik meydana gelirdi; değişiklikse yaratılmışlık belirtilerindendir.
Muhakkak ki Allah Teala’nın kelamı mushaflarımızda yazılmış, dillerimizde okunmuş ve zihinlerimiz de (kalblerimizde) ezberlenmiştir. Fakat bunların hiç birine bizzat girmiş yani hlul etmiş değildir.
KURAN’IN LAFZI HAKKINDA İHTİLAFLAR
Kuran lafzı eğer:
A)Okunana delalet edecek bir karine ile kullanılırsa: kadim ve gayri mahlûk olur.”Kuran Allah-u Teala’nın lafzı olup gayri mahluktur.” sözümüzde olduğu gibi.
B)”Kuranın yarısını veya üçte birini okudum” gibi okumaya delalet eden bir karine ile zikredilir veya ”Abdetsiz ve cünüb olan kimseye Kuran’a dokunmak haramdır” cümlesinde görüldüğü üzere yazılanı andıran bir ifade ile kullanılırsa: hadis ve mahluk olur.
Hanbelilerin ”Kuran harfleri gayri mahluktur” tarzındaki iddiası yukarıdaki söylediklerimize aykırıdır. Nitekim bu iddia yanlıştır. Çünkü parçalara ve kısımlara ayrılabilen bir şeyin hadis ve mahluk olması zaruridir.
Allah kelamının hadis mi, kadim mi, mahlûk mu, gayri mahlûk mu olduğu hususunda hüküm veremeyip duraklayanların görüşü de isabetli değildir. Çünkü duraklama, bir tereddütü getirir. Oysaki itikadı farz olan hususlarda tereddüt göstermek inkâra müsavidir.
ALLAH’IN KELAMI İŞİTİLEBİLİR Mİ?
Ehli Sünnet Âlimleri bu konuda ihtilaf etmişlerdir. Kimisi Allah’u Teâlâ’nın istediği kimselere kelamını işittireceği yönünde görüş beyan etmiştir. İmam el eşari:”Var olan herşey nasıl ki görülebilmesi mümkünse işitilmesi de mümkündür.”
Ebu İshak el-Esferayini (Fıkıh ve usul alimi, Eş’ari ve mutezile ile münazaraları vardır.418h/1027m vefat etmiştir.) ile aynı görüşte olanlar şanı yüce olan Allah’ın kelamının asla işitilemeyeceğini söylemişlerdir.
Hidayet rehberi ve ehli sünnetin reisi Ebu Mansur (İmam-ı maturidi)’un tercihi de budur.Buna göre Cenab-ı Hak ”…..ta ki Allah’ın kelamını işitsin.”(teveb6) ayeti kerimesiyle ”…..ta ki Allah’ın kelamına delalet eden şeyi işitsin” manasını kaydetmiştir.
Nasıl ki ”Allah’ın kudretine delalet eden şeye bak!” manasına ”Allah’In kudretine bak!” ifadesi kullanılırsa Allah’ın kelamı değil, kelamına delalt eden ses işitilmiştir.
Bu âlimlere göre Musa (aleyhisselam) Allah’u Teâlâ’nın kelamına delalet eden bir ses işitmiştir. Arada bir melek ve kitab vasıtası olmadığından da Kelimullah yani Allah’ın kendisi ile konuştuğu kimse diye anılmıştır. Bu meselenin tafsilatı ”El Kifaye” adlı eserde mevcuttur.
Sözün hulasası şudur ki Kuran’da Musa (Aleyhisselam)’ın Allah’ kelamını doğrudan işittiğine dair bir sarahat yoktur. Ancak Allah’ın ona söylediği, onunla konuştuğu vardır. Cenab-ı Hak şöyle buyurur:”Allah Musa ile konuşarak söyledi”(nisa 164) yine ”Rabbi ona söyledi”(Araf 143) buyurmuştur. Sonra Mevla Teâlâ kullarıyla olan konuşmasını üç mertebeye ayrımıştır:
”Allah’ın insanoğlu ile konuşması ancak vahiy ile, yahut perde arkasından veya bir elçi gönderip de kendi izniyle dilediğini bildirmesiyle mümkün olur.”(Şura 51)
Yüce Allah, bu ayeti kerimde vahy yolu, elçi göndermek ve perde arkasından olanlar müstesna beşerle konuşmasını reddetmiştir.
Vahy ile konuşmada işitmek bahis konusu olamaz. Çünkü vahy kalbe gizlice bir mana bırakmaktan ibarettir. Nitekim:”Musa’nın anasına vahyettik.” (Kasas 7) buyurmuştur.
Elçi göndermek suretiyle vuku bulan konuşmada da bizzat gönderenin sesi işitilemez.
Perde arkasından gelen konuşmaya gelince, burada sesin ve harflerin aracılığı zaruridir. Nitekim:”(Musa) o (ateşe) gelince feyizli yerdeki vadinin sağ kıyısında, ağaçtan: Ya Musa âlemlerin Rabbi olan Allah benim ben! Diye nida olundu”(Kasas 30) buyrulmuştur.
Bu meselede Perdeden maksat ağacın, Allah kelamına delalet eden ses ve harfin varlığına mahal teşkil etmesidir.
www.ihvanlar.net
.
Ru’yetullah nedir? Allah’ın görülmesi mümkün mü?
Ehli sünnet, ahiret yurdunda mü’minlerin Allah’u Teâlâ’yı görmelerinin aklen caiz, naklen de vacib olduğunu kabul etmiştir.
Mutezile, Neccariyye, Havaric ve Rafıda’nın Zeydiyye kolu bu görüşe muhalif kalmışlardır.
Ehli Hak’kın bu konudaki kati delili Hazreti Musa’nın, Allah Teâlâ’dan onu görmesini taleb etmesidir.
”Rabbim bana görün ki seni göreyim” ayetinde beyan olunduğu gibi. Halbuki Musa aleyhisselam, yüce Allah’ı hakkıyla biliyor, onu mahluka benzetmekten, bir yönde veya bir şeyin hizasında bulunmuş olmaktan tenzih ediyordu. Bununla beraber o, Allah’ın görülebileceğine inanmış ve kendisine görünmesini taleb etmiştir.
Şimdi, Allah-u Teâlâ’nın görülebilmesini muhal (imkânsız) addedenler, Hazreti Musa’nın bilmediği ilahi sıfatları bildiklerini iddia etmiş oluyorlar ki bu yanlıştır.
Ayrıca Allah Teâlâ ”Dağ yerinde durabilirse sen de beni görürsün” buyurmak suretiyle kendisinin görülebilmesini dağın yerinde durmasına bağlamıştır. Dağın yerde durması ise aklen mümkün olan bir şeydir.O halde bir hadisenin mümkün olan bir şarta bağlanması onunda imkan dahilinde olduğunu gösterir.
Soru: Eğer Allah’ı cenetten görebilecek olsaydık onu şimdide görürdük, çünkü ne bizim gözlerimizde bir bozukluk ne de onun üzerinde bir perde vardır.
Cevap: Görülmesi mümkün olan her şeyi, ancak Allah Teala’nın, onu görme filini gözlerimizde yaratmasıyla görebiliriz. Şayet o yaratmazsa bizde göremeyiz. Bu şuna benzer: Peygamber Efendimiz Cebrail’i gördüğü halde yanında bulunan ashabı görememiştir. Daha basiti bir kedi gecenin zifiri karanlığında fareyi apaçık gördüğü halde biz göremeyiz. İşte bu Allah’ın o görme fiilini gözümüzde yaratması veya yaratmamasındandır.
Şunu ilave ederek yanlış bir inancı düzeltmiş olalım. Cennette olan insanlar Allah Teala’yı görebileceklerdir. Ancak bu Allah’ı cennette görecekler manasında değildir. Allah cennetten görülecektir. Yani cennet, Allah’ı gösteren bir ekran vazifesi yapacaktır.
www.ihvanlar.net
.
Kullara ait fiillerin yaratılması
Ehli Sünnet şöyle dedi:
Kullardan ve bütün canlılardan zuhur eden fiiller yüce Allah’ın yarattığı şeyler olup Allah Teâlâ’dan başka onların hiç bir mucidi yoktur, meydana getirilen fiil ister madde (ayn) olsun, ister onun taşıdığı vasıf (araz) olsun… Ashabı kiram ve Tabiin bu akide üzere bulunuyordu.
Kaderiyye adlı sapık bir mezheb zuhur etti. Onlara göre:
Bütün kulların ihtiyari fiilleri kendi icadlarıyla meydana gelir, bu fiillerin, Allah Teala’nın yaratması ve kudretiyle bir alakası yoktur…
Kaderiyyenin bu iddiası kökünden yanlıştır. Çünkü Allah Teâlâ:
”İşte Rabbiniz olan Allah! Ondan başka hiçbir tanrı yoktur. O, herşeyi yaratandır.”(Enam 102) buyurmuştur.
Yine şöyle buyurur:
”Yoksa onlar Allah’a onun yarattığı gibi yaratan ortaklar mı buldular da bu yaratma işi kendilerince birbirine benzer göründü? Dek i:Allah herşeyi yaratandır.”(Rad 16)
Cenab-ı Hak bu ayeti kerimelerde başkalarından temayüz ettiği -HALIKIYYET- ile kendisini medhetti. Bu da her hangi bir şeyin yaratılmasında ona hiç bir kimsenin ortak olamamasını iktiza eder.
KUL KENDİ FİİLİNİ Mİ YARATIR?
Günümüzde lisanımız içerine sokulan, sokulmaya çalışılan çok yanlış bir kelime vardır.-YARATMAK- Mesela ”Bir eser yarattı” veya ”Şöyle olması korku yarattı” gibi..
Bu sözler sapık mezheplerin ‘‘kul kendi fiilini yaratır” görüşünden kaynaklanan, bilinçli olarak yayılmaya çalışılan bir görüşün yansımalarıdır.
Yaratmak, yoktan var etmek manalarına gelmektedir. Elimiz kaldırmamız bize verilen bir güç sayesinde olmaktadır. Bu gücü veren ise Allah’tır. Allah o gücü vermese -ki gücü alınan, aciz kimseleri her an görüyoruz- elini kaldırması imkânsızdır. Doğal olarak insan kendili elini kaldırmakla bu fiili yaratmış olmaz. Aynı şekilde bir heykeltıraşın yaptığı heykele ”güzel bir eser yarattı” denilemez. Çünkü sanatçı, Allah’ın yarattığı malzemelere, Allah’ın yarattığı el ve yine Allah’ın verdiği güç ile şekil vermiştir. Dolayısıyla bu yaratmak olamaz.
Nitekim Buhari’de geçen Bir hadisi şerifte Efendimiz:
”Muhakkak ki Allah, her işi yapanı ve onun yapışını yaratmıştır.” buyurmuşlardır.
”ALLAH YARATTI, BENİM SUÇUM YOK!”
Bu noktada halk ve kesb, iradei cüziyye ve iradei külliyye konularını izah etmek gerekmektedir.
Kesb: Kul’un dilemesi
Halk: Allah’ın yaratması
İrade-i Cüziyye: Kulun taleb edici iradesi
İrade-i Külliyye: Mevla’nın yaratıcı iradesi
Kullarının fiillerini Allah’u Teâlâ yaratıcıdır. Kullar isterler, düşünürler, yaparlar. Bunların hepsi Mevla’nın yaratmasıyladır.
Burada insanların anlayamadıkları karışık gibi görünen bir nokta vardır.
Kulların fiillerini Allah yaratıyorsa kulun işlediği günahı da yaratan Allah’tır. Kulun bu günahta ne suçu olabilir?
Allah’u Teâlâ imtihan olması hasebiyle kullara irade-i cüziyye vermiştir. Kullar bu iradeleri ile isteme hakkına sahiptirler. Cüziyye iradelerini kullanma hakkıyla hayır ve şerre yönelebilirler.
Burada anlaşılması gereken, Allah-u Teala bu kullarına hayrı ve şerri gösteren dini İslami göndermiş, bununla beraber günaha ve sevaba olan yönelmede serbest bırakmıştır.
-Serbest bırakmış derken, günahlara ceza, sevaplara ise mükafat vaad etmiştir.
– Serbestlikten maksat seçme hakkıdır. İnsan ya iyiyi, ya da kötüyü seçer. Ancak Allah iyiden razıdır, kötüden razı değildir.
İşte insanların iyi olsun, kötü olsun bu düşüncelerini, yönelmelerini, yapmalarını yaratmak yönü Allah’a aittir. Allah, bir kulun kötülüğe yönelmesi fiilini yaratır ancak o kötü fiile yönelmesini başta Allah dilememiştir… Yani kulun kötü eylemlerde bulunmasını Allah istememiştir. Öncelikle kulun irade-i cüziyyesine bırakmış ve İrade-i külliyyesi ile yaratmıştır.
Mesela ellerimizi helal lokmaya uzatmayı diliyoruz. Bu dilemek yoktan var olması hasebiyle Allah tarafından yaratılmıştır. Ancak helel lokmaya uzanmayı irade-i cüziyyemizi kullanarak biz istedik.
Sonra helal lokmaya uzanmak için ellerimizi hareket ettirdik. Bu hareketimizi de yaratan Allah’tır.
Yani anlaşılması gereken her anımız Allah’ın, an be an yaratmasıyla meydana geliyor.
Yukarıda verilen ”Allah yaratıyorsa günahımız nedir?” sözü işlediği günahlara kılıf bulmaya çalışan gayri ciddi insanların iddialarıdır. Suçlarını bu şekilde örtmeye çalışmaktadırlar. Ancak bu, mazeret olmayacaktır.
Bu görüşü savunanlar nedense ellerini ateşin içine sokup ”Allah yaratıyorsa” demezler. Kendilerine gelebilecek zarardan sakınmaya çalışırlar. Allah’a isyan için ise bin çeşit bahane bulurlar.
www.ihvanlar.net
.
İslam’da keramet var mı? Veliler Keramet gösterebilir mi?
Velilerin kerametleri ehlisünnet âlimlerine göre caiz, olması mümkündür.
Mutezile buna muhaliftir.
NAKLİ DELİLİMİZ
Nakli delilimiz, Süleyman Aleyhisselam’ın vezirine dair gelen ilahi haberdir. Şöyle ki o, (Seba melikesi) Belkıs’ın tahtını uzak mesafeden kısa bir zaman içerisinde getirmiştir. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur:
”Ben, gözünü yumup açmadan önce onu sana getiririm, dedi. Bir de Süleyman (Aleyhisselam) o nu yanında hazır görünce:’Bu Rabbimin lutfundan doğan bir şeydir”… dedi”(Neml 40)
Ayette geçen hadise Süleyman (Aleyhisselam) ın, Belkıs’ın tahtını kimin daha çabuk getireceği sorusu ile başlamıştır. Kuranda geçen anlatımıyla bir cin ”Ben makamınızdan kalkmadan getiririm” dedi. Süleyman (Aleyhisselam) ise sabah oturduğu makamından devlet işlerini halledip öğlene dopru kalkardı. Bunun geç olacağını düşünerek kabul etmedi.
Yine Kuran’da buyrulduğu üzere ‘onlardan ilim sahibi Ben, gözünü yumup açmadan önce onu sana getiririm.” dedi. Kuran’da geçen bu ilim sahibi ise Süleyman (Aleyhisselam)’ın kâtibi idi.
Peygamber, cin, melek olmayan ancak Allah’ın salih bir kulu olan bir insandan meydana gelen bu hal bir keramettir.
HAZRETİ MERYEM
“Zekeriyya (Aleyhisselam) Meryem’in yanında yazın kış, kışın ise yaz meyveleri görürdü. (A.İmran 37)
Meryem annemiz bir Peygamber değildi. Yaşadıkları mucize olamayacağına göre bir kerametti…
NASIL DUYMUŞTU?
Yine Nihavend’de bulunan, Hazreti Ömer’in hicretin 23. yılında ordu kumandanı tayin ederek İran’a gönderdiği Sariye Medinede ki halife Ömer (Radıyallahu anh)’ın ”Ey Sariye, dağa dikkat et, dağa!” tarzındaki sözünü işitmiştir. Halbuki ikisi arasında beş yüz fersahtan fazla mesafe bulunuyordu.
Bu hadisede ise, sahabeler Hazreti Ömer’in hutbe esnasında neden böyle bir şey söylediğine bir mana verememişlerdir. Savaştan dönen Sariye (Radıyallahu anh)’a sorduklarında işin hakikati anlaşılmıştır. Savaş esnasında düşman bir dağın arkasında pusuya yatmıştır. Sahabelerin ise haberi yoktur. Sariye (Radıyallahu anh) Hazreti Ömer’in ”Dağa dikkat et!” sözünü işittiğini ve arkadan düşmana darbe vurarak savaşı kazandıklarını anlatmıştır.
Yine Hazreti Ömer’in mektubunun atılması suretiyle Nil nehri’nin taşması. Hazreti Halid’in zehir içmesi ve bundan zarar görememsi gibi hadiseler bize bu konuda delil teşkil etmektedir.
Kerametin mucize ile karıştırılmaması gerekmektedir. Çünkü mucize, nübüvvet iddiasıyla beraber bulunur, halbuki veli bunu iddia edecek olsa anında kafir olur ve keramete layık olma vasfından sıyrılır.Bilakis veli, peygamber aleyhisellama bağlı olduğunu ikrar eder.
Aslında velinin gösterdiği her keramet, bağlı olduğu peygamberin bir mucizesi sayılır. Çünkü veli, peygamberine bağlılığından bu hasleti elde etmiştir.
Bu yazılanlar kerametin vuku bulmasında bir engelin olmadığını anlamamız içindir.
Allah, düşmanı olan şeytana bile bin türlü harikuladelik veriyor ise dostuna neden vermesin? Sırlarını neden açmasın? Sıkıştığı zaman neden yardım etmesin?
Şunu da söyleyelim ki istidraç dediğimiz bir hadise vardır. Bu tasavvuf ehlinin başını yakan bir beladır. Kul yaşadığı olağan üstü olayları Allah’tan değil de kendinden bilir, bu ise büyüklenmesine, amelleri ile kibirlenmesine sebep olur. Kibirlenmesi ise o kişinin helakına sebep olur. Sonuç itibarıyla gösterdiği keramet, helakinin sebebi olur.
Kerametin vukuu mümkündür. Ancak kerametin sahibi, kendini kurtardığını iddia edemez. Dolayısıyla kerametin, sevap veya mükafat gibi bir getirisi yoktur.
Vefatından sonra rüyada görülen Süfyan-ı Sevri Hazretleri ”Ne keşifler ne kerametler, geceleyin kıldığım rekatcıklar imdad oldu bana” buyurmuşlardır.
www.ihvanlar.net
-DELİLLERİ İLE TASAVVUF BÖLÜMÜ İÇİN TIKLA-
.
İslam’da keramet var mı? Veliler Keramet gösterebilir mi?
Velilerin kerametleri ehlisünnet âlimlerine göre caiz, olması mümkündür.
Mutezile buna muhaliftir.
NAKLİ DELİLİMİZ
Nakli delilimiz, Süleyman Aleyhisselam’ın vezirine dair gelen ilahi haberdir. Şöyle ki o, (Seba melikesi) Belkıs’ın tahtını uzak mesafeden kısa bir zaman içerisinde getirmiştir. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur:
”Ben, gözünü yumup açmadan önce onu sana getiririm, dedi. Bir de Süleyman (Aleyhisselam) o nu yanında hazır görünce:’Bu Rabbimin lutfundan doğan bir şeydir”… dedi”(Neml 40)
Ayette geçen hadise Süleyman (Aleyhisselam) ın, Belkıs’ın tahtını kimin daha çabuk getireceği sorusu ile başlamıştır. Kuranda geçen anlatımıyla bir cin ”Ben makamınızdan kalkmadan getiririm” dedi. Süleyman (Aleyhisselam) ise sabah oturduğu makamından devlet işlerini halledip öğlene dopru kalkardı. Bunun geç olacağını düşünerek kabul etmedi.
Yine Kuran’da buyrulduğu üzere ‘onlardan ilim sahibi Ben, gözünü yumup açmadan önce onu sana getiririm.” dedi. Kuran’da geçen bu ilim sahibi ise Süleyman (Aleyhisselam)’ın kâtibi idi.
Peygamber, cin, melek olmayan ancak Allah’ın salih bir kulu olan bir insandan meydana gelen bu hal bir keramettir.
HAZRETİ MERYEM
“Zekeriyya (Aleyhisselam) Meryem’in yanında yazın kış, kışın ise yaz meyveleri görürdü. (A.İmran 37)
Meryem annemiz bir Peygamber değildi. Yaşadıkları mucize olamayacağına göre bir kerametti…
NASIL DUYMUŞTU?
Yine Nihavend’de bulunan, Hazreti Ömer’in hicretin 23. yılında ordu kumandanı tayin ederek İran’a gönderdiği Sariye Medinede ki halife Ömer (Radıyallahu anh)’ın ”Ey Sariye, dağa dikkat et, dağa!” tarzındaki sözünü işitmiştir. Halbuki ikisi arasında beş yüz fersahtan fazla mesafe bulunuyordu.
Bu hadisede ise, sahabeler Hazreti Ömer’in hutbe esnasında neden böyle bir şey söylediğine bir mana verememişlerdir. Savaştan dönen Sariye (Radıyallahu anh)’a sorduklarında işin hakikati anlaşılmıştır. Savaş esnasında düşman bir dağın arkasında pusuya yatmıştır. Sahabelerin ise haberi yoktur. Sariye (Radıyallahu anh) Hazreti Ömer’in ”Dağa dikkat et!” sözünü işittiğini ve arkadan düşmana darbe vurarak savaşı kazandıklarını anlatmıştır.
Yine Hazreti Ömer’in mektubunun atılması suretiyle Nil nehri’nin taşması. Hazreti Halid’in zehir içmesi ve bundan zarar görememsi gibi hadiseler bize bu konuda delil teşkil etmektedir.
Kerametin mucize ile karıştırılmaması gerekmektedir. Çünkü mucize, nübüvvet iddiasıyla beraber bulunur, halbuki veli bunu iddia edecek olsa anında kafir olur ve keramete layık olma vasfından sıyrılır.Bilakis veli, peygamber aleyhisellama bağlı olduğunu ikrar eder.
Aslında velinin gösterdiği her keramet, bağlı olduğu peygamberin bir mucizesi sayılır. Çünkü veli, peygamberine bağlılığından bu hasleti elde etmiştir.
Bu yazılanlar kerametin vuku bulmasında bir engelin olmadığını anlamamız içindir.
Allah, düşmanı olan şeytana bile bin türlü harikuladelik veriyor ise dostuna neden vermesin? Sırlarını neden açmasın? Sıkıştığı zaman neden yardım etmesin?
Şunu da söyleyelim ki istidraç dediğimiz bir hadise vardır. Bu tasavvuf ehlinin başını yakan bir beladır. Kul yaşadığı olağan üstü olayları Allah’tan değil de kendinden bilir, bu ise büyüklenmesine, amelleri ile kibirlenmesine sebep olur. Kibirlenmesi ise o kişinin helakına sebep olur. Sonuç itibarıyla gösterdiği keramet, helakinin sebebi olur.
Kerametin vukuu mümkündür. Ancak kerametin sahibi, kendini kurtardığını iddia edemez. Dolayısıyla kerametin, sevap veya mükafat gibi bir getirisi yoktur.
Vefatından sonra rüyada görülen Süfyan-ı Sevri Hazretleri ”Ne keşifler ne kerametler, geceleyin kıldığım rekatcıklar imdad oldu bana” buyurmuşlardır.
www.ihvanlar.net.